29.07.2017 Views

başka zagreb print quality renkli

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

BALKAN EDEBİYATI - KNJIŽEVNOST - LITERATURE<br />

AĞUSTOS 2017 SARAJEVO - ISTANBUL / 6.SAYI IO TL 5 KM 3 EUR


İdeolojiler bizi ayırsa da, rüyalar ve<br />

dertler bir araya getirir.<br />

Eugene Ionesco


BAŞKA<br />

ZAGREB<br />

Dünyada bazı ülkeler vardır. Başkentleri ülkenin<br />

en iyi, en büyük, en turistik, en gözde şehri olmayabilir.<br />

Bazıları vasattır; bazılarında hiç bir şey<br />

yoktur. Mesela Madrid. Koskoca Madrid, Barselona’nın,<br />

Sevilla’nın falan gerisinde kalır.<br />

Eurovision’da bütün ülkelerin o müthiş başkentlerinden<br />

yapılan puanları açıklama anında, bizim<br />

mazbut ve mütevazi Ankaramız da çok sırıtır. Sunucunun<br />

arkasında bulunan <strong>renkli</strong> fışkiyeli havuz<br />

yeterli olmaz karizmasını toplamaya. O esnada; “Ahh şimdi arkada boğaz olsaydı…” deriz hep bir<br />

ağızdan.<br />

Zagreb Balkanlar’da, hadi biraz daha daraltalım Eski Yugoslavya’daki en mütevazi başkente sahip<br />

şehirdir. Bir kere turistik değildir. Eğer Hırvatistan’a gidecekseniz; ilk seçeneğiniz Dubrovnik, Split<br />

gibi Adriyatik kıyısındaki tarihi şehirler olacaktır. Dalmaçya adalarından bahsetmiyoruz bile. Hani<br />

şu meşhur Dalmaçyalar. İşte onlar Hırvatistan’dadır.<br />

Hal böyle olunca; Üsküp, Belgrad, Saraybosna, Ljubljana gibi şehirlerin arasında Zagreb biraz az<br />

turistik kaçıyor.<br />

Zagreb’e kimisi küçük Viyana, kimisi Budapeşte der. Bize göre ise Zagreb, Balkanların kendine has<br />

gürültülü, curcunalı ortamında köşesine çekilip kitabını okuyan çalışkan bir çocuk gibidir. Entelektüel<br />

olarak bölgenin zirvesindedir. Kendisini Avrupa Birliğine de atmasıyla birlikte Balkanlar’dan<br />

kafa olarak neredeyse kopmuştur. Bu yüzden Zagreb’e bir Balkan şehri demekte güçlük çekeriz. Zira<br />

Viyana tanımına büyük oranda uyum sağlar ve bundan da gocunmaz.<br />

Şehir kalabalık olmasına rağmen sessizdir. Bu bazen Belgrad’da da olur. Ama orada bir bakarsınız<br />

elinde trompetle bir çingene, Bregovic müzikleriyle bozar bütün sessizliği. Zagreb’de bu olmaz. Hiç<br />

olmaz demiyoruz ama pek nadirdir. Üsküp’te, Büyük İskender heykelinin altında çalan ve çok sırıtan<br />

filarmoni esintileri de duyulmaz Zagreb’de. Zagreb pandomim şehridir. Ne zaman gitseniz etrafta<br />

sıra ile pandomim sanatçılarına denk gelirsiniz.<br />

Biz inanıyoruz ki bu pandomim sanatı şehre yapılan bir atıftır.<br />

Sessizdir, duyamazsınız. Ama çok şey görürsünüz.<br />

I


IMPRESSUM<br />

Tasarım: Margarita Design Studio Redaksiyon: Crvena Olovka Yayın Yönetmeni: Enes Güler<br />

Editör: Bilal Yakup Yazı İşleri: A. Furkan Demir Kapak: Kemal Mehmedovic<br />

Illustrasyon: Irma Zmirić Çetinkaya Fotoğraflar: Emin Akben Sosyal Medya: /baskadergisi<br />

Websitesi: www.balkanedebiyati.com Mail: dergibaska@gmail.com / newsletter@balkanedebiyati.com<br />

Adres: Mis Irbına 3 centar Sarajevo / Selami Ali Caddesi, Eser Çarşısı, no: 2o Part 1 D:101 Üsküdar<br />

Baska Dergi #6 Zagreb Yazarları : Süleyman Gündüz, Marko Pogačar, Dilek Kütük, Serkan Türk, Mehmet<br />

Berk Yaltırık, Gülhan Tuba Çelik, Abdullah Enis Savaş, Metin Savaş, Ervanur Erdoğan, Enna Zone Đonlic,<br />

Özge Deniz, Hatice Tokuz, Talha Ulukır, Cihat Gemici, Şule Yavuzer<br />

Baska Dergi #6 Zagreb Şairleri: Esma Koç, Ervanur Erdoğan, Nadija Rebronja, Adnan Mulabdic<br />

Baska Dergi #6 Zagreb Söyleşileri: Filip Mursel Begović - Hırvatistan, Zagreb özelinde Balkanlarda<br />

Edebiyat, Sali Sallini - Sevdalinka - The Alchemy of Soul Belgeseli üzerine Söyleşi<br />

www.balkanedebiyati.com / balkansozluk.org / baskadergi.tumblr.com / margaritads.com


DOSYA /<br />

ZAGREB


.<br />

A<br />

Süleyman<br />

Gündüz<br />

İnsan hayatında, ilklerin önemi büyüktür ve<br />

belleğinde unutulmazlar arasında yerini alır.<br />

Doğu kentlerine doğrudur ilk yürüyüşüm.<br />

Işığın doğudan yükselişi midir etkileyen beni<br />

bilmiyorum ama ilk yürüyüşüm Doğu’yadır.<br />

İlginçtir Doğu milletleri batıya akar, batılılar ise<br />

Doğu’ya.<br />

ZAGREB: İDDİASIZ, SADE<br />

AMA ETKİLEYİCİ<br />

Zagreb, Batı-Doğu ve Kuzey-Güney aksının ilk<br />

şehirlerindendir. Doğu-Batı düşüncesinin,<br />

Kuzey-Güney sosyoekonomik farklılığının<br />

kesişme, aynı zamanda geçiş noktasıdır. Bütün<br />

bu gerilime rağmen iddiasiz ve sade bir şehirdir.<br />

Benim üzerimdeki etkileyiciliği tam da burasıdır.<br />

Doğu milletlerine ait bir kimliğe sahip olmama<br />

rağmen doğu ve güneye yürüşlerimin üzerimdeki<br />

etkisi büyüktür halen. Bugün çıkıp gitsem<br />

yine ilk güzergahımı takip ederim. Zülkarneyn’in<br />

etkilendiği coğrafya beni de etkiliyor.<br />

Bunun temelini ilim, irfan ve hikmeti arama<br />

oluşturuyor sanırım.<br />

Başka dergisi Zagreb üzerine bir yazı yazmamı<br />

isteyince ilk seyahatimi düşündüm. İkici yürüyüşüm<br />

İstanbul’dan trenle kuzeybatıya doğrudur.<br />

İstanbul, Sofya, Belgrad, Zagreb, Ljubljana,<br />

Salzburg, Münih, Frankfurt ve Köln güzergahı<br />

olmuştur. Bu seyahatimde şehre tanıklığım<br />

ismi ve tren istasyonundan öte değildir. Zagreb<br />

Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’ne<br />

(YSFC) bağlı Hırvatistan Federal Cumhuriyeti’nin<br />

başkentiydi.<br />

Şehirlerin adları ülkelerinkinden daha kadim<br />

bir tarihe sahiptir. Yeniçağ’a kadara ülkelerin<br />

adları genelde büyük şehirleri, yöneticilerin<br />

bağlı oldukları kabile veya aile adları ile anılırlardı.<br />

Modern zamanların insanları, seyahatlerine<br />

ülke isimleri ile başlayıp detaylarında şehirleri<br />

ayrıntılı olarak anlatmaya başlarlar.<br />

Batı Avrupa ile Güneydoğu Avrupayı bir çizgiyle<br />

ayırsak şüphesiz kalemimizi Zagreb’in üzerinden<br />

geçirmemiz gerekir.<br />

İlk ziyaretim transit bir geçiştir. Tren istasyonunda<br />

yolcu indirip, bindirme anında aşağıya<br />

inip bir anlık soluklanmaktan öteye varmaz. O<br />

gün bu şehre ikinci gelişimin de bir trenle<br />

olacağını bilmeme imkan yoktu. Kaderin ne tür<br />

bir öykü oluşdurduğunu bilmeme imkan yoktu.<br />

İlk gelişim doğu istikametindendi, ikincisi ise<br />

batıdan.<br />

1989’da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği<br />

(SSCB) dağılıp, bağımsız cumhuriyetler ortaya<br />

çıkınca; bütün gözler dinler ve etnik yapı mozaiği<br />

olan YSFC’ye dönmüştü. Nitekim 1991’de de<br />

YSFC dağılma sürecine girdi. SSCB’nin dağılıması<br />

sorunsuz gerçekleşirken aynı durum YSFC<br />

için gerçekleşmedi.<br />

YSFC’de Slovenya ve Hırvatistan bağımsızlık<br />

ilanını ilk gerçekleştiren federal yapılar oldu.<br />

Ardından Bosna-Hersek ve Makedonya bağımsızlık<br />

kervanına katıldılar. Bu durum üzerine<br />

Yugoslav Halk Ordusu ve Sırp paramiliter gruplar<br />

Hırvatistan ve Bosna Hersek’de bir iç savaş<br />

çıkarttılar. 1991’de Hırvatistan’ın Doğu Slavonya<br />

ve Batı Krajina’sı, Yugoslav Halk Ordusu ve Sırp<br />

paramiliter gruplar tarafından işgal edildi.<br />

Ardından 1992’de Bosna_Hersek’in 3’de 2’lik<br />

bölümü. 3,5 ve 4 yıl süren savaşlar büyük trajedilerle<br />

sonuçlandı.<br />

Mayıs 1992’de Hırvatistan ve Bosna Hersek’deki<br />

savaşları görmek ve anlamak üzere, eski bir<br />

4


Zagreb, Batı-Doğu<br />

ve Kuzey-Güney<br />

aksının ilk şehirlerindendir.<br />

Doğu-Batı düşüncesinin,<br />

Kuzey-Güney<br />

sosyoekonomik<br />

farklılığının kesişme,<br />

aynı zamanda<br />

geçiş noktasıdır.<br />

Bütün bu gerilime<br />

rağmen iddiasiz ve<br />

sade bir şehirdir.<br />

.<br />

atlasın ortasından koparttığım<br />

Balkanlara ait fiziki bir haritayla<br />

yola çıktım. Bu kez güzergahım<br />

karayolu ile İstanbul,Edirne,<br />

Sofya,Kumanova, Üsküp ve oradan<br />

uçak ile Ljubljana ve trenle Zagreb’e<br />

geçmek şeklinde oldu.<br />

Bir şehre ait ilk kanaat genelde<br />

değişmez. Bu şehrin hatıralarına ilk<br />

karışmam İsmail Bardhi ile olmuştu.<br />

Ardından kaç kez geldiğimi bu<br />

satırlardan dolayı saymaya kalktım<br />

ancak başarılı olamadım.<br />

Benim kuşağın büyük bir kısmının<br />

belleğinde Zagreb’in ismi yer almıştır.<br />

Kendilerine nereden hatırladıklarını<br />

sorsanız anlatamazlar. Küçük<br />

bir mırıldanma “hah evet bu işte”<br />

dedirtir. Ahmet Kaya’nın seslendirdiği<br />

Lili Marlen Türküsü’nün bir<br />

mısrasında gösterişsiz bir şekilde<br />

yer alır ama bilinç altına yerleşir.<br />

Şiir Atilla İlhan’a aittir okunmasını<br />

tavsiye ederim.<br />

“Akşam olur mektuplar hasretlik<br />

söyler/Zagreb radyosunda Lili<br />

Marlen türküsü<br />

Siperden sipere ateş tokuşturanlar/-<br />

Karanlıkta dem tutan ishak kuşu<br />

Biz insanlar yemin ettik imanımız<br />

var/Hürriyet için hürriyet aşkına<br />

Savulacak dönem savulacak<br />

düşman/Dehrin cefasını çektik<br />

sefasını süreceğiz<br />

Dost sağlar karanfilim, dost sağlar<br />

karanfilim/marş söylemeden ölmek<br />

bize yakışmaz”<br />

Bir akşam vakti şehrin tren garına<br />

indik. Dilimde bu şarkı. Bir taksiye<br />

atlayıp İsmail’in arkadaşı Ali<br />

Nasuf’un tavsiye ettiği otele gittik.<br />

Otelimiz eski şehrin tam merkezindeydi.<br />

Bir müddet sonra “şehirlerin<br />

keşfi geceleri başlar” sözüme<br />

uyarak Zagreb’in ıssız sokaklarında<br />

dolaşmaya çıktık. Savaş nedeniyle<br />

sokaklara ürkütücü bir sessizlik<br />

hakimdi. Duvarlarda savaşın yıkıcılığını<br />

anlatan ve insanları dayanışmaya<br />

çağıran afişler vardı. İlk<br />

bakışta küçük bir şehir duygusuna<br />

kapılıyorsunuz. Yorgunluk kahvesi<br />

içmek için bir kafeye girdik.<br />

Üsküp’de eski şehirde Türk kahvesi<br />

bulmak mümkündü. Burada Türk<br />

kahvesinin dışında bütün türler var.<br />

Konakladığımız mekan eski şehrin<br />

merkezinde yer alıyor.Büyük bir<br />

merakla sabah aydınlığında şehrin<br />

keşfine devam etmek üzere istirahate<br />

çekildik.<br />

Eski Yugoslavya’nın büyük şehirleri<br />

genelde Stari Grad ve Novi Grad<br />

yani eski ve yeni şehir olarak iki<br />

bölümden oluşuyor.<br />

Sabah erken uyanarak, kahvaltı<br />

sonrası hem şehri keşfetmek hem<br />

de işlerimizi haletmek üzere<br />

sokağa çıkıyoruz. İlk işimiz İslam<br />

Merkezi’ne uğramak ve Bosna’daki<br />

Sırp saldırılarından kaçarak Lekeniçka’daki<br />

Zagreb Camii’nin avlusunda<br />

toplanan Boşnak Mültecileri<br />

ziyaret edip gelişmeler konusunda<br />

bilgi almaktı. Makedonya’daki mülteci<br />

kampını ziyaret ettikten sonra<br />

bu ikincisi oluyordu. Burada gördüğümüz<br />

manzara ve dinlediklerimiz,<br />

bizleri Bosna sorununun ve sevdasının<br />

içine çekti. Bu durum halen<br />

devam ediyor. Bosna konusunda<br />

olmuş veya olacak olan herşeye<br />

5


artık kulak kesiliyoruz. Bu kısa notu anlatmamın<br />

gerekçesi Zagreb’i hangi şartlar altında ziyaret<br />

ettiğimin bilinmesidir.<br />

.<br />

Zagreb Camii, büyük bir alan içinde kurulu geleneksel<br />

ve modern mimarinin ustalıkla harmanlandığı<br />

etkileyici bir eserdir. Sosyal donatılarıyla<br />

Zagreb’de yaşayan ve Zagreb’den geçen Müslümanların<br />

uğrak yeridir. Mutlaka görülmesi gerekir.<br />

Devlet-i Âli en geniş sınırlarına ulaştığı<br />

zaman kısa bir dönem bu şehri yönetmişti. Rivayet<br />

edilir ki; bu şehrin imar yasalarını Devlet-i<br />

Âli’nin yöneticileri hazırlamışlar ve halen bu<br />

kurallara uyulur. Bugün hatırı sayılır Müslüman<br />

bir nüfus bu şehirde yaşamaktadır.<br />

Birçok yazımda da ifade ettiğim gibi içinden<br />

nehir geçen ve deniz kıyısında kurulan şehirleri<br />

severim. Zagreb, Sava nehriyle ikiye ayrılır; kuzeyinde<br />

eski ve güneyinde yeni şehir bulunmaktadır.<br />

Stari Grad mutlaka yaya gezilmesi gerekir. Keşfe<br />

Lotrşçak Kulesine (Kula Lotrşçak) çıkarak başlamalısınız.<br />

Merkez, Yukarı Şehir (Gronji Grad) ve<br />

Aşağı Şehir (Donji Grad) olarak iki bölüme ayrılıyor.<br />

Yukarı ve Aşağı şehri birbirinden ayıran Ilıca<br />

*Süleyman Gündüz’ün 2007 yılında Zagreb’de açmış olduğu<br />

fotoğraf sergisinin afişi<br />

caddesi bulunmaktadır. Ilıca caddesinden Gronji Grad’a Lotrşçak Kulesine çıkmak için basamakları<br />

veya funiküleri kullanabilirsiniz.<br />

Lotrşçak Kulesine çıkarak örümcek bağlamış ve bazılarının camları kırık pencerelerden şehrin<br />

tümünü seyredebilirsiniz. İsmail bir espiri yapıyor “Hırvatistan bu kuleden gördüğün kadardır” diye.<br />

St. Mark’s Kilisesi’nin çatısı en güzel buradan gözükür.<br />

Bir tepe üzerinde Markov Meydan’ında St. Mark’s Kilisesi yer almaktadır. Her şehrin akılda kalan bir<br />

sembolü olur. St. Mark’s Kilisesi Zagreb’in sembolüdür. Batının merkez şehirlerindeki kiliseleri<br />

düşündükçe küçük, ama etkileyicidir. Çatısı Hırvatistan’ı sembolize eden bir şekilde kaneviçe gibi<br />

rengarenk işlenmiştir. St. Mark’s Kilisesi’nin bulunduğu alana ikinci geliş yolu Taş Kapı’dan (Kamenita<br />

Vrata) geçerek olabilir. Taş Kapı’nın içi küçük bir şapeldir. Buradan geçenler bir mum yakarlar ve<br />

dua ederler. Duvarlarında küçük kağıtlara yazılı bir çok not ve dilek asılmıştır.<br />

St. Mark’s Kilisesi’nin etrafında başka kiliseler, galeriler, müzeler, parlamento, hükümet ve belediye<br />

yönetim binası bulunmaktadır. Bunların içinde sanırım en ilginci Kırık Kalpler Müzesi (Museum of<br />

Broken Relationships) olsa gerek. Yan tarafında Sveta Katarina Aleksandrrijaska Kilisesi, Balıkçı ve<br />

Yılan Heykeli (Ribar i zmija monument)…<br />

Zagreb Şehir Müzesi, St. Franjo, St. Francis Assisi, St. Cyril ve Metodis Kilisesi ya bir kaç sokak yanda<br />

veya arkadadır. St. Mark’s Kilisesi’ne biraz uzak olmasına rağmen Zagreb Katedrali ve<br />

6


Mimarlık Müzesi görülmeye değerdir. Aslında<br />

görülecek mekan itibariyle ziyadesiyle zengin<br />

bir şehirdir Zagreb.<br />

Şehirlerin keşfinde en anlamlı olan alanlardan<br />

bir tanesi de şüphesiz pazar yerleridir. Ban<br />

Jelaçiç Meydanı’nın hemen üst tarafında Dolac<br />

Pazarı’na gidilmeli. Büyük bir Pazar değildir.<br />

Kırmızı şemsiyeleri, kurulumu ve sessizliği<br />

etkileyicidir. ‘’Vatandaş gel, gel…’’ seslerini<br />

duymazsınız.<br />

Bana Josipa Jelaçiça Meydanı tam bir uğrak<br />

yerdir. Etrafındaki binalar mimari açıdan<br />

klasik Orta Avrupa şehirlerini andırır. Viyana<br />

esintisini hissetmemek mümkün değildir.<br />

Şehrin içinde parklar sere serpe uzanmaya<br />

müsaittir. Banklarda öğle yemeğini yiyenlere,<br />

ağaç gövdelerine yaslanıp kitap okuyanlara ve<br />

ders çalışanlara rastlamak mümkün.<br />

Tkalciceva Caddesi kafelerin ve insan yoğunluğun<br />

en çok olduğu yerdir. Sarajevo’da ki<br />

Ferhadija caddesini andırır. Mağaza pencerelerinde<br />

dondurma ile girilmez işaretleri ve<br />

içeride sürekli yayın yapan bir radyo bulunur.<br />

Bizim mağazalar da ise televizyon vardır.<br />

Zagreb’de güçlü bir kültürel hayat var. İlk kitapevi<br />

ziyaretimi İsmail Bardhi ile yapmıştım.<br />

Zagreb Katolik Üniversitesi’nin kitapevine<br />

uğramıştık. İsmail onlarca kitap aldı. Ben dili<br />

bilmediğimden hatıra olması için bir felsefe<br />

kitabı almıştım. Zagreb Katolik Üniversitesi’nin<br />

tıptan sosyal bilimlere, mühendislikten<br />

teolojik bilimlere kadar bir çok fakültesi<br />

bulunmakta. En önemlisi İslami ilimlerin<br />

olmasıydı. Sosyal bilimler, ilahiyat ve felsefe<br />

alanında dünyada ilgi ile izlenen kitap yayınları<br />

bulunuyor.<br />

Şehirlerin keşfinde en anlamlı olan alanlardan<br />

bir tanesi de şüphesiz pazar yerleridir.<br />

Ban Jelaçiç Meydanı’nın hemen üst tarafında<br />

Dolac Pazarı’na gidilmeli. Büyük bir Pazar<br />

değildir. Kırmızı şemsiyeleri, kurulumu<br />

.<br />

ve<br />

sessizliği etkileyicidir. ‘’Vatandaş gel, gel…’’<br />

seslerini duymazsınız.<br />

merhum Alija Izetbegoviç’in iyi dostuydu.<br />

Parlamentoda bulunduğum zaman Türkiye-Hırvatistan<br />

Parlamentolar arası Dostluk<br />

grubu başkanlığını yürütmüştüm. Bu şehre<br />

özel danışmanlıklarını yaptığım, Türkiye<br />

Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı merhum Turgut<br />

Özal ve Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı<br />

merhum Alija Izetbegoviç ile gelmiştim.<br />

1992-95 dönemindeki Bosna hatıralarımın bir<br />

kısmı; Zagreb’in tren istayonuna, otobüs<br />

terminaline, havaalanına, sokaklarına, caddelerine<br />

ve duvarlarına kazınmıştır. Zagreb<br />

Esplanade Oteli’nin hatırası ise Bosna’nın<br />

gerçek tarihi yazıldığında günyüzüne çıkmalı.<br />

“Ağıtlar ve Anıtlar” fotoğraf sergimi burada<br />

açmıştım.Sergimin küratörlüğünü Ressam<br />

Sreçko Planiniç yapmıştı. 45 gün açık kalan<br />

sergimi ziyaret eden fotoğraf sever sayısı 42<br />

bin idi. Zagreb’in dışında birçok şehrini ezberlediğim<br />

Hırvatistan bugün Avrupa Birliği üyesidir.<br />

.<br />

Zagreb; iddiasız, sade bir şehir olmasına<br />

rağmen etkileyicidir.<br />

Yazımın başlangıcında da ifade ettiğim gibi bu<br />

şehre ne kadar gidip geldiğimi hatırlamıyorum.<br />

İlginç olan ise ülke siyasetine yön vermiş<br />

birçok şahsiyeti tanıyorum. Bunların başında<br />

şüphesiz Eski Cumhurbaşkanı Stjepan Stipe<br />

Mesiç gelmektedir. Hem Boşnakların hem de


CVIJEĆE ZA PTICU RUGALICU,<br />

ILI DO ISTAMBULA U JEDNOM<br />

DAHU<br />

Zagreb je hladan grad. Još početkom osamdesetih<br />

godina, dok me nitko nije imao u planu,<br />

zaključio je to i u refren jednako hladne, otuđene<br />

i guste pjesme upisao Jura Stublić, frontmen<br />

tada popularne skupine Film.<br />

Marko Pogacar<br />

Zagreb je hladan grad. Još početkom<br />

osamdesetih godina, dok me<br />

nitko nije imao u planu, zaključio<br />

je to i u refren jednako hladne,<br />

otuđene i guste pjesme upisao Jura<br />

Stublić, frontmen tada popularne<br />

skupine Film. U taj i takav grad<br />

prvi sam put stigao u ranu zimu<br />

osamdeset i sedme godine, nepune<br />

tri godine star i sasvim nespreman<br />

na sve što hladnoća nosi: tada sam,<br />

između ostalog, prvi put vidio<br />

snijeg. Otac, oficir Jugoslavenske<br />

narodne armije, premješten je na<br />

novu službu, majku, poštansku<br />

službenicu, također je čekalo novo<br />

radno mjesto te se obitelj – nekoliko<br />

mjeseci ranije pojačana vrištavom<br />

i kovrčavom prinovom –<br />

mojim bratom, ukrcala u vlak i<br />

krenula u neki novi život. Svega se<br />

toga, odlaska, puta i te jedne<br />

<strong>zagreb</strong>ačke godine – etape koju je<br />

okončala neka nova prekomanda –<br />

sjećam neobično dobro. Otprilike<br />

tada, u bučnim vagonima popularne<br />

kompozicije 'Marjan Express',<br />

koja je svakodnevno povezivala<br />

moj rodni grad na jadranskoj obali<br />

s glavnim gradom Socijalističke<br />

Republike Hrvatske, počela je i<br />

moja gotovo opsesivna odanost<br />

vlakovima. S tog povijesnog putomom<br />

sjećanju slične brazde upisale su eskadrile<br />

niskoletećih MIG-ova koji nad gradskim<br />

nebom ostavljaju boje jugoslavenske trobojnice,<br />

parade armije na savskom nasipu i gomile<br />

slično odjevenih mladih ljudi iz svih krajeva<br />

zemlje i svijeta – sve ono što tada još nisam<br />

mogao prepoznati kao ikonografiju nadolazećeg<br />

rata. Ostao je ondje i naš stan na dvadeset<br />

i drugom katu golema nebodera, raskopane<br />

tramvajske pruge, šetnje Maksimirom, klinički<br />

bolnički centar u Dubravi, nekoliko prijatelja,<br />

dječji zborovi, glavni kolodvor i sva ta neobična<br />

bjelina pod nama; sivilo svud oko nas i<br />

nad nama. Uvijek i opet sivilo.<br />

Devedesete su sivilo učinile općim, i ustrajno<br />

radile na tome da ga presele u najudaljeniji<br />

kraj spektra: neprozirnu i tihu tamu. Jugoslavija<br />

je, zajedno s ranim djetinjstvom, nestala;<br />

Jura je od rokera postao Hrvat, boje trobojnice<br />

su se izokrenule, oni su Migovi – ponovno<br />

nadlijećući naše gradove – pokazali svoju<br />

pravu prirodu, svuda okolo sve je bilo u znaku<br />

krvi i mučnih, nikad do kraja definiranih<br />

nestanaka. Tih se godina u ovim krajevima,<br />

naprosto, nestajalo. Vlakovi nisu vozili, a<br />

Zagreb se činio dalekim i mutnim. Odrastanje<br />

se, poput zvjerke, provlačilo između uzbuna<br />

za zračnu opasnost, školskih obaveza i dokolice<br />

koja je, kako je vrijeme odmicalo, postajala<br />

sve bezbrižnija: na Mediteranu je sve valjda<br />

lakše. Nekako s krajem rata i 'mirne reintegracije'<br />

završio sam osnovnu školu, zatim gimnaziju,<br />

i bio spreman ponovno, ovaj put dobrovoljno<br />

i sam, stupiti u hladnoću. Tek je ovaj<br />

put, na fakultetu – iako sam, sasvim nespreman,<br />

stigao u jeku iznimno hladne zime – ona<br />

poprimila svoje pune metaforičke razmjere.<br />

Jura je, iako Hrvat, bio u pravu. Nije potrebno<br />

ni napomenuti da sam i drugi put, na duži<br />

rok, u Zagreb stigao vlakom.<br />

U takvom me Zagrebu – čija je hladnoća,<br />

odjednom, postala gotovo opipljiva, egzistencijalna<br />

kategorija – glavnom gradu koji pati od<br />

manije veličine, a ne može se othrvati malograđanskom<br />

i provincijalnom mentalitetu,<br />

milijunskom organizmu koji noću iščezava u<br />

8


građanskom i provincijalnom mentalitetu,<br />

milijunskom organizmu koji noću iščezava u<br />

kolektivnom snu bez snova, čija su kultura i<br />

umjetnost tek blijedi odsjaj nekih famoznih<br />

'boljih vremena', a noćni život niti sjena onoga<br />

susjednih regionalnih metropola, ali koji,<br />

ipak, ako od njega ne očekujete previše, predstavlja<br />

ugodnu lokvicu za život, koji sam, već<br />

nekako, navikao smatrati jednim od domova –<br />

dočekala i ponuda koju nije bilo moguće<br />

odbiti: poziv za Word Express – projekt koji<br />

objedinjuje putovanje (vlakom!), književnost<br />

i druženje s poznatim i još nepoznatim kolegama<br />

iz petnaestak europskih zemalja.<br />

Tri grupe krenule su na put prema vratima<br />

istoka; jedna iz Bukurešta, druga iz Sarajeva i<br />

treća, kojoj smo se Mima i ja imali pridružiti u<br />

Zagrebu, iz Ljubljane. Iz te sive Ljubljane u<br />

sivi Zagreb (siva je boja ove regije) vlak je,<br />

krajem oktobra, donio turskog pjesnika Efea<br />

Duyana i njegovu škotsku kolegicu Raman<br />

Mundair. Tri puna dana proveli smo zajedno u<br />

nerazmrsivom klupku književnih programa i<br />

onog drugog, takozvanog slobodnog vremena;<br />

vremena koje je na prepad pokušalo osvojiti<br />

prostor. Brzopotezno intimno mapiranje<br />

grada završilo je, kako to običaji već nalažu, u<br />

birtiji – prepoznatljivom krajputašu u blizini<br />

glavnog kolodvora iz kojeg se često otiskujem<br />

na putovanja, a on me spreman dočekuje u<br />

noćnim povratcima. Zagreb iz kojeg sam<br />

odlazio bio je odjednom bliži i topliji, još me<br />

uvijek nešto u njemu držalo; odlazio sam da se<br />

vratim.<br />

Vlak za Beograd polazio je nekoliko<br />

minuta nakon ponoći i, prema ovdašnjem<br />

običaju, kasnio već u polasku. Netko je,<br />

kako običaji u ovim krajevima, kao i<br />

nesreće stižu u nizu, zaboravio na noć<br />

(što je neobično, jer brzina spuštanja noći<br />

još je jedno od obilježja ovih krajeva) pa je<br />

obećana spavaća kola zamijenio standardni<br />

sjedeći kupe. Onaj sa zelenim<br />

presvlakama. Onaj čije su pepeljare pune<br />

usprkos zabrani pušenja; ispod čijih je<br />

sjedišta moguće pronaći konzerve i pileće<br />

kosti. Onaj neudoban, ali sasvim i do<br />

kraja neodoljiv: kojem vjetar nezadrživog<br />

kretanja razmiče prljave zavjese, a grijanje<br />

odasvud ugodno šumi, kao da neki<br />

golemi, crni mačak negdje duboko unutra<br />

prede. Kako u polasku, tako u dolasku:<br />

kašnjenje, buka, nervoza. Na trenutak mi<br />

se čini da sam jedino ja u cijelom vagonu<br />

savršeno miran. U kratkom košmarnom<br />

snu prije buđenja sanjam Đerdap, mitsko<br />

mjesto u kojem Dunav napušta naše<br />

zemlje, i u njegovoj klisuri stotine izdubljenih<br />

rupa; stotine pustinjačkih<br />

nastambi, poput onih u Petri. U Beograd,<br />

u kojem smo trebali samo presjesti na<br />

vlak za Skopje, stižemo s dva sata zakašnjenja<br />

i propuštamo vezu. Do iduće punih<br />

je osam sati. I to mi savršeno odgovara. Ni<br />

ostali se, čini se, ne bune. Beograd u rano<br />

jutro: peciva, pljeskavice, kava u hotelu<br />

Moskva. Susrećemo se s Marjanom,<br />

švrljamo centrom, pospani smo i utapamo<br />

tupost u kavi. Još pljeskavica. Nikad<br />

dovoljno pljeskavica. Upravo je u tijeku<br />

Beogradski sajam knjiga i grad je pun<br />

prijatelja i poznanika; telefoni neuobičajeno<br />

mnogo zvone. Voće. Jeftino pivo i<br />

čokoladice. Sretan sjedam u vlak i kičmena<br />

agonija u sličnom, no nešto slabije<br />

održavanom kupeu iznova počinje. Ne<br />

marim. Malo sam čemu, već sam rekao,<br />

predaniji no vožnji vlakom.<br />

Stići u Skopje u dubokoj noći znači razotkriti<br />

ga u potpunosti: svako svjetlo, svaki<br />

njegov izostanak. Karakter grada moguće<br />

9


je, čini se, prosuditi prema količini njegova<br />

mraka. Skopje je mračan, dostojanstven<br />

grad; kao ukopan u kakvom neobičnom,<br />

pomalo iskrzanom šeširu. Na stanici nas<br />

čekaju makedonski pisci – moj dobar drug<br />

Igor Isakovski i Rumena Bužarovska, koju<br />

sam sreo nekoliko mjeseci ranije u vojvođanskoj<br />

ravnici. Voze nas ravno u hotel: Raman,<br />

Efe i Mima odlaze spavati, a ja u izviđanje s<br />

domaćinima. Nisam u Skopju bio već neko<br />

vrijeme i potrebno ga je udahnuti, omirisati,<br />

što prije opet učiniti barem nakratko svojim.<br />

Lokal se zove Saloon, uređen je u skladu s<br />

imenom, i odmah se, sasvim kratko, zaljubljujem<br />

u konobaricu. Putovanje uzima<br />

danak, brzo se vraćamo u hotel, uspijevam<br />

čak i spavati. Na doručku nam se pridružuje<br />

Mirt, naš slovenski suputnik koji je morao<br />

preskočiti prvu etapu puta te je, jučer, doletio<br />

iz Ljubljane. Ondje je i Aleksandra – ona će,<br />

kao i Igor, s nama dalje k istoku.<br />

Dan: skopljanska čaršija, grob Goce Delčeva<br />

(koji me, više od svega, podsjeti na jednu<br />

beogradsku ulicu), Vardar, čijom dolinom<br />

stiže topao morski zrak, zanimljiv tradicionalni<br />

restoran, specifična modernistička<br />

arhitektura javnih objekata podignutih<br />

nakon razornog potresa koji je pogodio grad<br />

26. srpnja 1963. godine i sravnio ga sa<br />

zemljom. Golemi sat na željezničkom kolodvoru,<br />

koji je stao u trenutku kataklizme, i<br />

dalje pokazuje pet sati i sedamnaest minuta.<br />

Na začelju je, još uvijek, masnim slovima<br />

ispisana Titova poruka porušenom gradu –<br />

heroju napretka; utjelovljenome mitu<br />

obnove. Štošta ovdje upućuje na zaustavljeno<br />

vrijeme.<br />

Noć, mrtvi kronotop: vrijeme teče, ali na<br />

njega valja zaboraviti. Čitanje u dobro uređenom,<br />

ugodnom lokalu koji objedinjuje knjižaru,<br />

izložbeni prostor, scenu i birtiju, zajedno<br />

s makedonskim kolegama. Dobro posjećen<br />

program traje duboko u noć, pred mikrofonom<br />

se izmjenjuju čitači, a pred ustima<br />

čaše. Još dublja noć: opet Saloon, opet petominutna<br />

platonska ljubav, opet pretjerivanje<br />

u svemu osim u snu. No san je, možda baš zbog<br />

potrebe da se kondenzira, zbije sve svoje u mali<br />

prostor, intenzivan i gust. Sanjam golemi žuti cvijet<br />

koji se neprestano, kao pogonjen kakvim nevidljivim<br />

plućima, uvijek iznova i iznova otvara, otkrivajući u<br />

točki svog tučka malenu ljudsku glavu. Usta su te<br />

nepoznate i neprepoznatljive glave otvorena, oblikovana<br />

u doziv ili krik, ali svaki put kada se približim ne<br />

bih li uhvatio njezinu poruku, cvijet se oko nje sklopi;<br />

uguši je tišinom slijepljenih latica. Glava tako za<br />

mene ostaje nepronična i nijema. Sanjao sam, također,<br />

stabla nara otežala od zrelih plodova, ali je ljudski<br />

faktor taj put izostao. Ostalo pripada zaboravu.<br />

Kroz makedonsku ravnicu vlak klopara u istom,<br />

pouzdanom ritmu. Kupei standardni; osoblje vlaka<br />

dopadljivo i brbljavo. Mima se posvećuje svom dnevniku,<br />

mi svojem pivu i prozorima. Još nismo napustili<br />

državu u kojoj smo petero nas, sada s pasošima triju<br />

država, rođeni. Kako vlak usporava i ta se ideja bliži<br />

svom kraju. Zaustavljamo se u malenoj pograničnoj<br />

stanici – sudeći po tablama i natpisima, već smo u<br />

Grčkoj. Ovdje bi se mogao, možda i morao smjestiti<br />

poduži ekskurs o granicama, specifičnoj lakoći i<br />

težini njihova prelaženja i dijalektici liminalnosti, no<br />

to bi me odvelo predaleko. Zadržimo se na tome da<br />

smo u Grčku, tehnički, ušli iz bezimene praznine.<br />

Grčka, naime, neovisnoj i međunarodno priznatoj<br />

Republici Makedoniji ne priznaje pravo na njezino<br />

ime, smatrajući to uzurpacijom imena njezine povijesne<br />

pokrajine. To se sasvim fizičko i živo Ništa tako,<br />

pred međunarodnim institucijama službeno naziva<br />

smiješno i otužno dugom kovanicom 'The former<br />

Yugoslav Republic of Macedonia'. U grčkoj zalogajnici<br />

na peronu, zadimljenom prostoru načičkanom<br />

ikonama, požutjelim izrescima iz novina i slikama<br />

nacionalnih sportskih timova otkrivam, osim prilično<br />

jeftine domaće hrane i Mastike, iznenađujuću<br />

činjenicu da Mirt bez većih problema komunicira s<br />

domaćinima. Uz cimera klasičnog filologa naučio je<br />

starogrčki, usput malo osuvremenio leksik i eto –<br />

konačno smo znali što točno jedemo. Solun je iza<br />

ugla, primarne potrebe namirene; čak ni Mima više<br />

ne ore dnevnikom. I dalje sasvim smireno, bezlično i<br />

bezimeno kloparanje. U prozorskom oknu promiču<br />

stvari koje bismo, uglavnom, sasvim jednostavno<br />

mogli označiti riječju, ali izostaje svaka potreba za<br />

tim. Gledamo i puštamo da nas pogled polako preuz-<br />

IO


me. Da nas bilo što zaogrne svojom kratkom i<br />

privremenom slikom.<br />

Pogled na solunsku luku: zaljev se otvara u<br />

golema usta u čijim kutnjacima čuče ribarska i<br />

putnička flota. Tipična mediteranska arhitektura.<br />

Da netko sklopi sve oči i otvori ih u nekom<br />

svijetu bez jezika, mogli bismo jednako tako<br />

biti u nekom talijanskom, francuskom, grčkom<br />

i tko zna kojem gradu slične veličine. Jedem<br />

najbolji obrok u dugo vremena. Mali restoran s<br />

terasom u samom centru nudi tradicionalni<br />

meni u nevjerojatno aranžiranim sljedovima.<br />

Osjećam kako se negdje u meni, poput duha iz<br />

svjetiljke, budi dugo skriveni gurman. Na<br />

bezbrojnim tanjurićima stižu patlidžani punjeni<br />

sirom i rajčicom, feta sir u maslinovom ulju,<br />

zatim pohan te garniran ružmarinom i limunom,<br />

inćuni, srdele, punjene sipe, tikvice, rajčice,<br />

lignje, pire od leće, blitva i kapari, uzo i<br />

dobro, suho crno vino. Za kraj slatko od kruške,<br />

koje jedem očima više no ustima: s mojim je<br />

kapacitetima svršeno. Do kraja dana šetnja,<br />

kavane, geometrijski raster solunskih ulica.<br />

Upravo strašno je koliko dobro ga pamtim.<br />

******<br />

Na hodniku je neobično živo za to doba dana,<br />

iako, to tvrdim bez prevelika pokrića. Rijetko<br />

sam tako rano na nogama, a i kad jesam,<br />

nemam baš neka iskustva s hodnicima. No ta je<br />

pruga za nas trenutno sve: žila kucavica vlaka<br />

koji se budi. S danom i vlakom buja i toplo tijelo<br />

velegrada – već smo, naime, nagrizli njegove<br />

čađave rubove. Nekoliko sam već puta kroz<br />

njega klizio željeznicom i želio sam to još<br />

jednom osjetiti: kako ta opna puca, deformira<br />

se, ugiba da mi učini minimum mjesta. Stoga<br />

lijepim nos uz prozorsko okno, i nisam u tome<br />

jedini. Pogled na gusto naseljena predgrađa u<br />

jednom trenutku smjenjuje pogled na još gušće<br />

naseljeno more. Hijerarhija vrsta nikad me nije<br />

pretjerano zanimala, no na brodovima usidrenim<br />

pred gradom upravo se, pretpostavljam,<br />

nalazi populacija dostatna da napuči uočljivu<br />

točku na karti. Arhitektura, kako odmičemo,<br />

postaje sve starija; kao u kakvu vremeplovu,<br />

oko nas je sve više i više Bizanta. Nešto dalje<br />

vidno polje preuzima islam: minareti su zastrli<br />

nebo, a kroz prozor se, preko kloparanja tračnica,<br />

može čuti visok mujezinov pjev. Sam je kraj, ipak,<br />

sasvim sekularan: vlak ulazi u svoju posljednju<br />

stanicu i zaustavlja se oči u oči s Ataturkom – bareljefnim<br />

pozlaćenim portretom sveprisutnoga oca<br />

nacije: čelična životinja gotovo ga ljubi u čelo, i to se<br />

postojano ponavlja. Na zapadu plodan, duboko<br />

ukorijenjen i opasan mitem egzotičnog Orijenta,<br />

poput šarenog kišobrana, širi se upravo iz točke<br />

ovog nečujnog, ali fatalnog poljupca. Stanična<br />

zgrada koja ga uokviruje smještena je samo nekoliko<br />

metara od mora i vjerojatno najpoznatija kao<br />

posljednje odredište famoznog Orijent Expressa.<br />

Mondeni je Zapad Carstvo gotovo čitavo stoljeće<br />

otkrivao polazeći od ovog mističnog mjesta: ono je<br />

kopnena kapija Istoka.<br />

Sitna kiša moči tračnice dok konačno kročimo na<br />

čvrsto tlo. Na peronu gužva i strka – sada su ovdje<br />

zaista svi. Organizatori i koordinatori stigli su<br />

nekoliko dana ranije, pridružili su nam se i ostali<br />

turski kolege, a novinari i fotografi dokumentiraju<br />

po službenoj dužnosti. Što je moglo biti zabilježeno?<br />

U svakom slučaju, rekao bi Bogart, početak<br />

jednog divnog prijateljstva. Pobliže: ponovno<br />

manjak ruku, ugodni košmar, stolovi, jaka kava, čaj<br />

i vodom zamućen Raki; pereci, čekanje i potreba da<br />

se govori. Jezici se miješaju poput komadića voća,<br />

prtljaga je na velikim gomilama, potrebno se razvrstati<br />

i pješke krenuti prema snu. Tek ovdje avantura<br />

uistinu počinje; na pragu golema grada, na početku<br />

blage i vlažne jeseni. Da bi nešto važno otpočelo,<br />

najčešće, nažalost ili na sreću, nešto drugo mora<br />

prići svom kraju. Da bi žrtva bila što manja, neka to<br />

bude ovaj tekst. Što reći; čime mahnuti s njegova<br />

skliskog ruba? Možda jednostavno: volim vas, svi.<br />

Uzbudljivi ste i lijepi pod ovim svjetlom. Vaša se<br />

.<br />

tijela stapaju sa šarenom strujom gomile, i ja vas<br />

slijedim. I volim mačke. Neporecivo volim mačke.<br />

*Bu yazının Türkçe çevirisini daha sonra balkanedebiyati.com’da<br />

bulabileceksiniz<br />

II


YAHYA KEMAL<br />

TIHANI BROD<br />

Dođe l’ dan sidro dići iz vremena konačno,<br />

Iz ’ve luke kreće brod što plovi u neznano.<br />

K’o putnika da nema isplovljava sve tiše;<br />

Nit’ ruka se, nit’ rubac na polasku tom njiše.<br />

Preostali na gatu zbog ovog puta žalni,<br />

Vlažne im oči motre danima obzor tamni.<br />

Nit’ je zadnji ovo brod što ide! Srca jadna!<br />

A nit’ života nujna je žalost ovo zadnja!<br />

Zaljubljen i ljubljen zalud na sv’jetu čekaju;<br />

Da se dragi što idu vratit neće, ne znaju.<br />

Sretan je krajem svaki od putnika toliko,<br />

Godina prođe mnogo; no ne vrati se niko.<br />

SESSİZ GEMİ<br />

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,<br />

Meçhûle giden bir gemi kalkar bu limandan.<br />

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;<br />

Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.<br />

Rıhtımda kalanlar bu seyâhatten elemli,<br />

Günlerce siyâh ufka bakar gözleri nemli.<br />

Bîçâre gönüller! Ne giden son gemidir bu!<br />

Hicranlı hayâtın ne de son mâtemidir bu!<br />

Dünyâda sevilmiş ve seven nâfile bekler;<br />

Bilmez ki giden sevgililer dönmiyecekler.<br />

Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden,<br />

Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.<br />

Preveo: Adnan Mulabdić<br />

I3


Foto: Emin Akben<br />

ZAGREB BENİM İÇİN<br />

APSÜRDİSTAN<br />

Dilek Kütük<br />

Şehirleri farklı açılardan tanımlar<br />

akademi camiası. Ciddidir. Kimi<br />

şehir medeniyetin merkezidir.<br />

Kimisi kadimdir, ontolojik bilinci<br />

falan vardır. Kimisi modernite ve<br />

küreselleşmenin bel kemiğidir.<br />

Zagreb ise benim için bir Apsurdistan’dır.<br />

Çünkü Balkanlılığın bir<br />

tezahürüdür bende. Sarı-siyah<br />

formalarla sahneye çıkan, Balkanların<br />

protest ve reggae müziğinin<br />

yeni nesil temsilcisi Dubioza<br />

Kolektiv ile tanıştığım yerdir.<br />

“Politika je kurva, ubila je bomba,<br />

džaba svi smo isti…*” diye<br />

bağırdığım bir şehirdir. Din, dil,<br />

etnisite farkı gözetmeden siyasete,<br />

hükmedenlere karşı gelişen bir<br />

aykırılığın müzikteki yansımasıdır,<br />

Dubioza Kolektiv. Öyle ki<br />

ettikleri sitem temelde politikayadır,<br />

genelde ise olumsuz<br />

Balkan algısınadır.<br />

I4


Balkanlara ilgisi olan biri olarak bu<br />

grupla ilk tanışmam “Kažu” şarkısıyla<br />

olmuştu. Şarkı, Sırbistan siyasetçisi<br />

Ivica Dacic’in bir televizyon konuşmasıyla<br />

başlıyordu. Dinlediğim bu şarkı<br />

Balkanlarda yükselen mizahi muhalefetin<br />

örneğiydi. Sonrasında dinlediğim<br />

“No Escape” ile grubun sadece bölgesel<br />

değil global bir “karşıt” duruşu olduğunun<br />

farkına varmış, kinayeli sözlerini<br />

çok sevmiştim.<br />

Günlerden bir gün Lodz’da sabaha<br />

karşı, yerine ve tarihine bakmadan<br />

arkadaşımla birlikte aldığım 10€’luk<br />

konser bileti sayesinde buluştum<br />

Dubioza Kolektiv ile. Yaklaşık 1500<br />

km’lik yolu katederek Zagreb’e ulaşmak<br />

zorundaydık. Apsurdistan albümünde<br />

yer alan tüm şarkıları, bana<br />

eşlik eden Fransız arkadaşımla uçakta,<br />

paslanmış trenlerde ve otobüs seferlerinde<br />

söyleyerek ezberledik. Malum ne<br />

onun dilinden ne de benim dilimden<br />

konuşuyordu bu grup. Varacağımız bu<br />

şehir, Apsurdistan’ı dinlemek için<br />

sadece bir araçtı. Bu nedenle Zagreb<br />

benim için bir Apsurdistan’dır. Dubioza’nın<br />

bendeki kara parçasıdır.<br />

Zagreb’e varır varmaz şehrin konsere<br />

hazır olup olmadığını anlamaya çalışmıştık.<br />

Apsurdistan’ı hissetmek ve<br />

keşfetmekti amacımız. İnternetten<br />

satın aldığımız konser biletleri Polonya’ya<br />

gelmediği için ilk işimiz konserin<br />

yapılacağı Dom Sportova’ya gitmek<br />

oldu. Burası Zagreb’in büyük arenalarından<br />

biriydi. Dubioza Kolektiv’in<br />

konser tarihinde bir ilktik. Çünkü<br />

Polonya’dan sadece bu etkinlik için<br />

gelmiştik. Konser görevlilerinin bizlere<br />

olan ilgisi şehre olan sevgimizi artırmış,<br />

yol yorgunluğunu enerjiye dönüştürmüştü.<br />

Sayelerinde Apsurdistan’da<br />

baş köşeye yerleşmiştik. Konseri en ön<br />

platformdan izledik.<br />

Hırvatistan’da Bosna’lı bir grup koca<br />

arenayı Balkanlı gençlerle doldurmuş,<br />

hep birlikte siyasete müzikle cevap<br />

veriyorlardı. Müthiş bir coşkuyla<br />

kilisemiz kutsal ama papazlarımız<br />

hırsız ironisiyle yönetici elite şarkılarıyla<br />

dokunuyorlardı. Konserde<br />

Balkanlardaki tüm bayrakları bir arada<br />

görmek mümkündü. Balkanlar denince<br />

akla gelen “şiddeti” konser şarkılarıyla<br />

def ediyor, toplumların bir arada<br />

eğlenebildiğini gösteriyorlardı. Ja necu<br />

u Evropu nek ona dodje nama. Oop,<br />

oop, opa! Dolazi Evropa...** nakaratıyla<br />

aynı anda zıplıyor, yerimizde duramıyorduk.<br />

Bu durum bizi daha da<br />

neşelendirmiş, guruba olan hayranlığımızı<br />

artırmıştı.<br />

Konser bitmişti ama bizim Zagreb’te<br />

geçireceğimiz birkaç günümüz daha<br />

vardı. Hafif baş ağrısı ve tatlı bir<br />

yorgunlukla başlamıştık ertesi güne.<br />

Birikmiş heyecanımız henüz tükenmemişti.<br />

Apsurdistan’ın etkisinden çıkamamıştık.<br />

Gornji Grad ve Donji Grad<br />

diye ikiye ayırdıkları şehirde dilimizde<br />

Dubioza Kolektiv şarkıları ile dolaşıp<br />

duruyorduk.<br />

Ekim ayının sonuydu. Şehir; Poznan’ın<br />

renklerini, Belgrad’ın canlılığını, Viyana’nın<br />

da düzenliliğini almış gibiydi.<br />

Budapeşte’deki solukluk yoktu. Novi<br />

Sad’tan kalma bir okşayış vardı. Tipik<br />

bir Balkan şehri değildi. Avrupalılaşmaya<br />

çalışan bir mimari form ile karşılıyordu<br />

ziyaretçilerini. Tarihi birikim<br />

tasfiye edilmemişti, modernitenin<br />

izleri ise şehrin tepesinden görülüyordu.<br />

Mekânlar arasındaki süreklilik<br />

I5<br />

Şehir;<br />

Poznan’ın<br />

renklerini,<br />

Belgrad’ın<br />

canlılığını,<br />

Viyana’nın da<br />

düzenliliğini<br />

almış gibiydi.<br />

Budapeşte’deki<br />

solukluk yoktu.<br />

Novi Sad’tan<br />

kalma bir<br />

okşayış vardı.<br />

Tipik bir<br />

Balkan şehri<br />

değildi.


alışveriş merkezi, oteller ile kesilmeye<br />

başlamıştı. Şehrin omurgası olan<br />

Cumhuriyet Meydanı (Ban Jelacic)<br />

Avrupalı firmaların reklam merkezi<br />

haline gelmişti. Avrupalılaşmanın<br />

şehirdeki zevahiri bize Dubioza Kolektiv’in<br />

“Eurosong” şarkısını söyletmişti.<br />

Yine de şehrin modern ve estetik bir<br />

formla şekilleneceğini düşünmüş,<br />

Balkanlılığın yeniden yorumlanacağını<br />

umarak dolaşmaya devam etmiştik.<br />

Muhabbetli insanlarla hoş vakit geçirmemize,<br />

hikâyeler biriktirmemize<br />

vesile olmuştu Zagreb. Hansel ile Gratel’in<br />

çikolatadan yapılmış evine benzettiğimiz<br />

St. Mark Kilisesi, şehrin<br />

genel mimarisi içinde o kadar tatlı<br />

duruyordu ki bakmaktan alamıyorduk<br />

kendimizi. Kilise sokağının hemen<br />

girişinde de konsepte uygun şekerlemeler<br />

satan bir sokak satıcısı mevcuttu.<br />

Orada durup sohbet ederken arkamızda<br />

beliren, konserden kalma gelin<br />

ve damat Dubioza’nın şarkısıyla kiliseden<br />

uzaklaşıyordu. Biz de onlara “one<br />

day when you reach the end, one day<br />

you will understand, one day back to<br />

roots my friend, no place like a motherland***”<br />

şarkısıyla eşlik etmiş, mutluluklarına<br />

ortak olmuştuk.<br />

Dilimizde Apsurdistan şarkılarıyla<br />

yürümeye devam ettik. Şehirdeki mis<br />

kokulu Pazar alanına yani Dolac Market’e<br />

vardık. Burası çeşitliliğin ve<br />

sürekliliğin korunduğu bir yer gibiydi.<br />

Zagreb’in sosyal kültürünü yansıtan<br />

bir hüviyetteydi. Şarkılar söylenip,<br />

alışveriş yapılan, muhabbeti bir o<br />

kadar güzel, <strong>renkli</strong> ve lezzetli bir<br />

alandı.<br />

Ardından Hırvatistan’ın tam ortasında<br />

bulunan Jarun gölünde dinlenmeye<br />

karar verdik. Avrupa’yı delip geçen<br />

Tuna, kendini Jarun’da hissettiriyordu.<br />

Yahya Kemal’i hatırladım; çocuklar<br />

gibi şendim, bir sonbahar günü geçtim<br />

Tuna’dan kısa süreliğine… Farklı zihniyetlerin<br />

parametreleri bu uzun nehirden<br />

akıp gidiyordu bir şehirden diğerine.<br />

Biriktirdiklerini taşımaktan usanmıyordu,<br />

bereketliydi. Eskiyi ve yeniyi<br />

muhafaza eden eklektik bir uyum<br />

vardı, haznesinde.<br />

Velhasıl bir şeyi sevip sevmemek neye<br />

işaret ettiğiyle doğrudan alakalıdır.<br />

Yani bir şeyin nasıl göründüğü veyahut<br />

nasıl tanımlandığı tamamen tali bir<br />

bilgidir. Zagreb de benim için keyfiyetle<br />

hatırladığım ve aktardığım bir şehirdir.<br />

Herodot Zagreb’e methiye düzmese<br />

de bana onun söylediği sözleri hatırlattı;<br />

“Bir şehirden daha çok içinde<br />

harikalar barındırıyordu ve herhangi<br />

bir yerden daha fazla içinde tasvirin<br />

ötesinde güzellikler sergiliyordu.” Zagreb’i<br />

Apsurdistan’laştırdık. Her bir<br />

köşede bulunan hasletten uzak anılarımıza<br />

tekrar tekrar ruh veriyorduk<br />

usanmadan. Bir ay boyunca okulumuzdan-yurdumuzdan<br />

uzakta ülke<br />

ülke-şehir şehir dolaştığımız<br />

.<br />

o koca<br />

adventure time mottomuzun başlangıç<br />

noktasıydı, Apsurdistan.<br />

*Dubioza Kolektiv’in Brijuni şarkısından bir bölüm<br />

‘Politika fahişeliktir, lanet olsun ona. Hepimiz<br />

aynıyız’<br />

** Volio Bih şarkısından;<br />

‘Avrupayı istemiyorum, en iyisi o bize gelsin’<br />

***USA şarkısından;<br />

Bir gün sona ulaştığında, bir gün anladığında, bir<br />

gün köklerine döndüğünde, anavatan gibisi olmadığını<br />

anlayacaksın<br />

I6


RIGHT TO THE CITY/<br />

PRAVO NA GRAD<br />

Right to the City is an initiative and campaign directed<br />

against the overexploitation of space, administering space<br />

against public interest, unsustainable spatial policy, and<br />

the exclusion of citizens from making decisions about the<br />

urban development of Zagreb. It was launched as an informal<br />

platform gathering organizations of independent and<br />

youth cultures and a joint advocacy initiative of eight organizations<br />

of independent culture Zagreb – European Capital<br />

of Culture 3000 (Multimedia Institute being one of<br />

them), two national networks – Croatian Youth Network<br />

and Clubtire Network, and three clubs of independent and<br />

youth cultures in Zagreb. In 2006, in cooperation with<br />

Green Action, the initiative launched one of the most<br />

visible civil society campaigns in recent Croatian history –<br />

the campaign against the devastation of Flower Square<br />

(Cvjetni trg). In 2009, Right to the City was registered as an<br />

autonomous association of citizens, founded by the most<br />

prominent activists in the campaign. Right to the City<br />

performs all its activities in partnership with Green<br />

Action.<br />

.<br />

. .<br />

I7


Illustrasyon: Irma Zmirić Çetinkaya


SADRŽAJ<br />

CONTENTS<br />

İÇİNDEKİLER<br />

4- SÜLEYMAN GÜNDÜZ ZAGREB: İDDİASIZ SADE AMA ETKİ-<br />

LEYİCİ 8- MARKO POGAČAR CVIJEĆE ZA PTICU RUGALICU, ILI<br />

DO ISTAMBULA U JEDNOM DAHU 13- ADNAN MULAB-<br />

DIĆ(YAHYA KEMAL) SESSİZ GEMİ (TIHANI BROD) 14- DİLEK<br />

KÜTÜK ZAGREB BENİM İÇİN APSURDISTAN 17- ANONYMOUS<br />

RIGHT TO THE CITY 20- SERKAN TÜRK BU DA SENİN HİKAYEN<br />

24- MEHMET BERK YALTIRIK ESKİ HESAP 30- GÜLHAN TUBA<br />

ÇELİK ÇİÇEKLERDEN YAZILMIŞ 35- ABDULLAH ENİS SAVAŞ<br />

HİS 37- ADNAN MULABDIĆ(YAŞAR KEMAL) OLOVKA


Serkan<br />

Türk<br />

.<br />

BU DA SENİN<br />

HİKAYEN<br />

I7<br />

‘Mezar taşlarının arasında gördüm onu önce. Yüzlerce yıldır bildiği bir yerde dolaşıyor gibiydi. Gözlerini<br />

üstümden çekmeden baktı bir süre. Yaprakların üzerinde yürüdü. Oturduğum taşa kadar birkaç adımda<br />

geldi. Başını uzattı seveyim diye. Üzgündüm. Her gidenden kalan biraz da üzgünlüktü belki. Parmaklarımı<br />

dolaştırdım başında. Daha sokuldu bacaklarıma. Az sonra oradan çıkacaktım. Belki beni takip<br />

ederdi. Kimsesizliğimi bozmak isterdi belki kim bilir. Akşamları ona süt verirdim. Hatta kitap okurdum.<br />

Yeni gördüğüm insanlardan bahsederdim. Hep yapmak istediğim yolculuklardan.’<br />

20


İğne deliğine<br />

ip geçirmek<br />

gibi bir şey<br />

yaşamak<br />

derdi ninem.<br />

Bazen o<br />

deliği tutturduğunu<br />

sanırsın ama<br />

ip boşluğa<br />

gider. Bütün<br />

yaşamın bir<br />

kandırmaca<br />

üstüne<br />

kuruludur.<br />

Gerçeği<br />

öğrendiğinde<br />

her şeye geç<br />

kalırsın.<br />

.<br />

Daha önce evde yaşayanlar neredeyse<br />

bütün eşyayı olduğu gibi bırakıp<br />

gitmiş. Askılıkta asılı montu, yatağın<br />

altına kaçmış çorabı ile bir erkeğin<br />

dağınıklığı kalmış odanın içinde. İlk<br />

gördüğüm an böyle düşünmüştüm. Ev<br />

sahibi anahtarı Bakkal İbrahim’e<br />

bıraktığından bana evi o gezdirdi.<br />

Burada daha önce yaşayan gençten bir<br />

adam varmış ama aylardır kendisinden<br />

haber alınamadığından, evin olduğu<br />

gibi, eşyalarıyla kiraya verildiğinden<br />

bahsetti mutfak kapısının önünde<br />

dururken. Gençten zayıf bir oğlan,<br />

sabahları bazen ekmek peynir sigara<br />

alırdı, onu gördüğüm tüm zaman<br />

bununla sınırlı, malum bakkalda<br />

akşama kadar çalışıyoruz, kapı önünde<br />

oturmaya bile zamanı olmuyor insanın.<br />

Birazdan bütün kişisel sorunlarını<br />

anlatacak diye geçiriyorum içimden.<br />

Bunun bir de kedisi varmış, pencerenin<br />

kenarındaki kabı gösterip. Yanında<br />

durup mutfak dolabına, masanın<br />

üstünde kurumuş menekşeye ve dolabın<br />

yanındaki içi boş yem kabına<br />

baktım. Buzdolabının üzerinde mıknatısla<br />

tutuşturulmuş iki fotoğraf<br />

gözüme çarptı. Deterjan neyim bir<br />

şeye ihtiyacınız olursa arayın çocukla<br />

yollayayım deyip, numarasının olduğu<br />

kartviziti bana uzattı. Dünya başka bir<br />

yere gitmiş de benim haberim yokmuş<br />

gibi geldi o sırada kartı alırken. Bakkal<br />

İbrahim kapıyı çekip gitti. Dışarıdan<br />

gelen sesleri saymazsak, tuhaf bir<br />

sessizliğin ortasına düşmüş gibi kalakaldım.<br />

Kızım Leyla, buraya kadarmış, dedim<br />

yüksek sesle. Oysa bu andan başlıyor<br />

benim anlatacaklarım. İğne deliğine ip<br />

geçirmek gibi bir şey yaşamak derdi<br />

ninem. Bazen o deliği tutturduğunu<br />

sanırsın ama ip boşluğa gider. Bütün<br />

yaşamın bir kandırmaca üstüne kuruludur.<br />

Gerçeği öğrendiğinde her şeye<br />

geç kalırsın. Yalnızca bir valize<br />

doldurduğum eşyalarımla bu şehre<br />

gelirken kendimi yeni bir hikâye bulacağıma<br />

inandırdım. Ya da bir hikâye<br />

beni bulup anlatmaya başladı bu eve<br />

girmemle birlikte.<br />

Nereden başlayacağımı bilmeksizin<br />

evin içinde dolaşıp durdum bütün gün.<br />

İnsan kendi seçmediği eşyalarla dolu<br />

bir evi, kendi evi gibi göremiyor. Ortalığın<br />

tozunu alırken gündelikçi gibi<br />

hissettim kendimi. Evin hanımı ya da<br />

beyi bir yerden çıkıp gelecek ve buraları<br />

iyi temizleyemedin diye söylenecekmiş<br />

gibi geldi. Buzdolabının üzerindeki<br />

fotoğrafı elime alıp kanepeye uzandım.<br />

Henüz yirmilerinin ortasında,<br />

kara kuru dedikleri cinsten genç bir<br />

adam. Sahilde arkadaşlarıyla yaktıkları<br />

ateşin etrafında oturuyor. Onun o<br />

olduğunu ikinci fotoğraftan anlıyorum.<br />

Hepsi gülümsüyor o fotoğrafta. O<br />

da benim gibi her şeyi geride bırakıp<br />

başka bir yerde mi yaşamaya karar<br />

vermiştir diye düşünmeden edemiyorum.<br />

Bütün gece rahatsız bir koltukta<br />

yolculuk yaptıktan sonra üstüne<br />

temizlik fazla ağır gelmiş olacak ki<br />

uzandığım kanepede uyumuşum.<br />

Sabaha doğru üşüyüp uyandığımda<br />

tuhaf bir şey hissediyorum. Odanın<br />

içinden şimşek çakımı hızıyla bir gölge<br />

geçip sanki benim içime girdi. Ürküyorum<br />

çocukluğumda olduğu gibi.<br />

Kalkıp odanın lambasını yakmaya çalışıyorum<br />

ama çalışmıyor. Diğer odalarda<br />

da yanmıyor elektrik. Dış kapıyı<br />

açıp apartmanın otomatiğini yakıyorum.<br />

Kapının önünde duruyorum bir<br />

süre. Korktuğumda içime yerleşen<br />

21


ağlama isteği o kadar güçlü olmasına<br />

rağmen dişimi sıkıyorum. İnsan her<br />

türlü karanlığa alışıyor. Zekâ gerisi<br />

insanların arasından kaçıp normal bir<br />

hayatım olsun isteği değil miydi beni<br />

buraya savuran. Şimdi durup, kararmış<br />

merdivenlere, badanası iyice dökülmüş<br />

duvarlara bakıyorum. Benden<br />

önce burada olup, içindeki boşluğa<br />

doğru bağırmış kadınları, adamları ve<br />

çocukları hayal ediyorum.<br />

Babamın gidişini içime sindiremeyip<br />

sağa sola saldırdığım günlerdi. Annem<br />

kendini hayalet sanıyor ve odadan<br />

odaya karanlıkla birlikte geçiyor, her<br />

geçişte bir zamanlar canlı kanlı hayat<br />

verdiği evini öldürüyordu. Vitrininde<br />

kimseye dokundurtmadığı porselen<br />

fincanları, gümüş kaşıkları, içi hiçbir<br />

sap çiçek görmemiş vazoları günden<br />

güne eksiliyordu. Konuştuğu sözcükler<br />

de vitrin camlarının boşalması gibi<br />

günden güne azalıyordu. Artık bu<br />

hayata ait değil bu kızım, gidecek<br />

yerinde rahat edecek diyordu komşu<br />

teyzeler. Nitekim beklenilen gün<br />

düşündüğümüzden erken bir vakitte<br />

çıkageldi. Hortumla yıkadığı, ak pak<br />

ettiği bahçe betonuna kendini bırakıverdi<br />

bir sabah. Kocasının gidişiyle<br />

büyüyen kamburundan kurtulmuş,<br />

yalnız burnundan birkaç damla kan<br />

sızmıştı zemine.<br />

Duvardaki kuşlu saat on ikiyi vurduğunda<br />

yığıldığım yerde kıpırdandım.<br />

Sanki günlerdir bu evin içinde kafesteki<br />

kuş gibi sağa sola uçmaya çalışıyor ve<br />

çıkış yolunu bulamıyordum. Kalkıp<br />

yüzümü gözümü yıkayıp kendime<br />

gelmeye çalıştım. Adamın dolaptaki<br />

eşyalarını boşalttığım valize tıkıştırdım.<br />

Bir zamanlar benim gibi onun da<br />

bu evin içinde yönünü bulmaya çalıştığını<br />

düşündüm. Çıkış yolunu bulmuş olacak ki<br />

aylardır dönmedi evine. Çaydanlığın altını<br />

yaktım. Pencereden sokağa baktım. Bir<br />

koridor hissi verdi bana gördüğüm yol. İki<br />

duvar arasında koşuşturan çocuklar neşe<br />

içindeydi.<br />

Mutfakta dolaşan kediyi hayal ettim. Pencere<br />

önündeki boşluğa konulmuş mama<br />

kabı olduğu gibi doluydu. Hayvan seven<br />

biri olduğuna göre kediyi de götürmüş<br />

olmalıydı. Dolapların çekmecelerini karıştırdım<br />

istekle. Belki kedinin bir fotoğrafını<br />

bulabilirdim. Yoktu. Başka fotoğraflar<br />

buldum. Hepsinde zoraki gülümsemeye<br />

çalıştığı belli oluyordu. İlk fotoğrafı çekenin<br />

emekli bir subay olmasından mı nedir<br />

sonraki yıllarda bütün rütbelere rağmen<br />

gülümsemeye çalışmış bütün insanlar.<br />

Kınalı. Ona bu ismi verdim. Askere giderken<br />

avucuna kına yakmışlar gördüğüm bir<br />

fotoğrafta.<br />

Bakkal İbrahim’e telefon edip birkaç şey<br />

istedim. Kapatmadan hemen önce -Kınalı<br />

-ne iş yapıyordu diye sordum. Gasilhanede<br />

çalıştığını söyledi. Ürperdim telefonu<br />

kapatırken.<br />

Eve iyice yerleştim. Mutfağa yayılan yemek<br />

kokusu çıksın diye pencereyi araladım.<br />

Buzdolabının üzerine Kınalı’nın bulduğum<br />

diğer fotoğraflarını da astım. Hayatını<br />

gassal olarak kazanan bir adamın karısı<br />

olduğumu düşündüm. Her gün yıkadığı<br />

soğuk ölü bedenlerinden sonra onunla<br />

aynı yatağa uzandığımızı, parmaklarının<br />

benim en canlı yerlerime doğru sokulduğunu…<br />

Dudaklarının ıslaklığını… Sonra<br />

beni omuzlarımdan başlayarak köpürterek<br />

yıkadığını.<br />

22


Üst katta oturan Mercan ablayla<br />

tanıştım. Pek şeker bir kadıncağız<br />

doğrusu. Hikâyesini anlattı bana<br />

kahve içerken. İnsanın başından<br />

filmlere taş çıkartacak şeyler<br />

geçebiliyor. Üç yıldır buradaymış.<br />

Kınalı’nın adını ondan öğreniyorum.<br />

Ortadan kaybolmasına çok<br />

şaşırdığını, mutlaka bir gün<br />

döneceğini… Tam çıkarken<br />

bunun bir kedisi vardı kaçıp kaçıp<br />

bana gelirdi, diyor. Kirli ondaymış<br />

o kaybolduğundan beri. Bakmak<br />

istersem onu bana verebileceğini<br />

söylüyor.<br />

İnce ince kıydığım<br />

soğanları, domatesleri<br />

tencerede<br />

kavururken pencerenin<br />

önünden<br />

zemine atlıyor<br />

Kirli. Evin sahibi<br />

oymuş gibi kendine<br />

güvenen bir<br />

yürüyüşü var.<br />

İstediği koltuğun<br />

üstüne çıkıyor,<br />

istediği<br />

odanın kapısını<br />

aralayıp içeri girebiliyor. O eve<br />

döndüğünden beri zaman zaman<br />

yüksek sesle konuşurken yakalıyorum<br />

kendimi. Daha önce hiç<br />

havyan beslemediğimden onunla<br />

nasıl bağ kuracağımı bilmiyorum.<br />

Bacağını havaya kaldırıyor<br />

yattığı yerden ve kendini yalıyor.<br />

İşim bittiğinde saatlerce aşığıma<br />

bakar gibi bakıyorum her hareketine.<br />

O değil de ben merakla takip<br />

ediyorum onu. Bazen kulaklarını<br />

dikleştirip sokaktan gelen sesleri<br />

dinliyor. Bazen merdivenden<br />

gelen tıkırtılardan sonra kuyruğunu titretiyor.<br />

Bir hayvanın bile insana öğreteceği nice şey var.<br />

Bir casus gibi hissettirmeden yapıyor yapacağını.<br />

Bıyıklarıyla tartıyor yaşamı. Bilinçli bir şekilde<br />

duymazdan geliyor beni. İkimiz de bir süre<br />

sonra sanki bir gözetleme kulesindeymişiz gibi<br />

sadece izliyoruz etrafı.<br />

Dünya dönmekten vazgeçmediği için biz de<br />

yaşamaktan vazgeçemiyoruz. O içimizi bunaltan,<br />

karartan, kırgınlaştıran, hüzne bulayan şey<br />

geçip gitmiyor. Güneş evin içine giriyor. Duvarı<br />

boydan boya adım adım geçip bir nokta bulup<br />

kayboluyor sonra. Kalbe sızan aydınlıksa küçük<br />

bir an kolluyor<br />

yalnızca. Bazen bir<br />

hikâye size ihtiyaç<br />

Hayatını gassal olarak kazanan bir<br />

adamın karısı olduğumu düşündüm.<br />

Her gün yıkadığı soğuk ölü bedenlerinden<br />

sonra onunla aynı yatağa uzandığımızı,<br />

parmaklarının benim en<br />

canlı yerlerime doğru sokulduğunu…<br />

Dudaklarının ıslaklığını… Sonra beni<br />

omuzlarımdan başlayarak köpürterek<br />

yıkadığını.<br />

.<br />

duyar. Kınalı’nın<br />

ortadan kaybolmasından<br />

aylar<br />

sonra elimde<br />

fotoğraflarıyla<br />

dükkânların önlerinden<br />

geçiyorum.<br />

Bulduğum her<br />

uygun duvara<br />

hazırladığım kayıp<br />

aranıyor ilanlarını<br />

yapıştırıyorum.<br />

Onun ailesi bundan sonra sensin diyor Mercan<br />

abla. Arayanı varsa, insan yalnız değildir. Bu da<br />

sana verilmiş hikâyen.<br />

Birkaç gün sonraysa hiç kullanmadığım odaya<br />

bıraktığım valizdeki eşyalarını ütüleyip dolaba<br />

asıyorum. Başımı bunca zaman yere eğdim de ne<br />

oldu. Artık gökyüzünü<br />

.<br />

katacağım hesabıma diyorum.<br />

İlk defa umutsuz değildim. Kalabalıkla<br />

yürüyorum sokakları.<br />

23


ESKİ<br />

HESAP<br />

Mehmet Berk Yaltırık<br />

Banaluka varoşuna uzanan ince patikada tek<br />

başına ilerleyen bir atlı hayli dikkat çekiyordu.<br />

Oduncuların tek tük kulübelerinden,<br />

barakalarından meraklı bakışlar at sırtındaki<br />

yabancıya takılıp duruyordu. Ancak harp<br />

zamanlarında, eşkıya baskınlarında görmeye<br />

alıştıkları türden izbandutların, sınır eşkıyalarının<br />

işlemeli kıyafetlerine bürünmüş,<br />

atının üstüne azametle kurulmuş ihtiyar<br />

adamı seyrediyorlardı. Adamın kazınmış<br />

başından omzuna sarkan tek tutam kır <strong>renkli</strong><br />

ecel perçemi, dudaklarının kenarlarına dek<br />

uzanan uzun beyaz bıyıkları, atmaca burnu<br />

ve keskin gözleriyle yaşlı adam ürkütücü ve<br />

heybetli bir görünüme sahipti. Oduncu kulübelerine<br />

doğru kurumlu kurumlu attığı yan<br />

bakışlarla çitlerin ardından kendini seyreden<br />

çocukların: “Haramija!”, “Kesejia!” diye bağrışarak<br />

sağa sola kaçışmalarına neden oluyordu.<br />

Sırtında parıldayan uzun tüfenk namlusu,<br />

kuşağından sarkan kılıçla hançerin,<br />

barutlukların şıngırtısı hakikaten de görende<br />

ürküntü uyandırıyordu.<br />

Atlı, varoşun hemen girişindeki tahtadan<br />

topraktan inşa edilmiş metris burcundan<br />

hallice bir korunağın önünde, ateş etrafında<br />

çepeçevre oturmuş pür silah ases kalabalığının<br />

dibinde durdu. Tüfeğiyle kılıcıyla elini<br />

kolunu sallayarak gelmiş tekinsiz tipli ihtiyara<br />

kısık gözlerle baktılar. Atlı koynundan<br />

çıkardığı üstü yazılı bir varağı açıp göstererek<br />

sordu: “Halil Aga? Hanesi ne yanda?” Asesler<br />

sorur sorar gibi kâh atlıya, kâh birbirlerine<br />

bakıp kafalarını salladılar. İhtiyar kaşlarını<br />

çatarak: “Vampirdzia? Vampirci?” diye gürledi.<br />

Aseslerin yüzü düştü, bir kısmı işitilir<br />

şekilde besmele çekti. Bir tanesi patikayı<br />

işaret ederek: “Mescit dibi… Kabristanın<br />

aşagısi!” deyiverdi.<br />

İhtiyar yazılı varağı kapatıp atını dehledi.<br />

Ahşap evlerin arasından geçerken kafeslerin<br />

ardından kendisini meraklı gözlerle<br />

süzen kadınların bakışlarını hissetti. Patikanın<br />

az ilerisinde büyükçe bir mezarlığa denk<br />

geldi. Mezarlığın hemen aşağısındaki mescitle<br />

yanındaki tek katlı ahşap evi görür görmez<br />

atını o yana çevirdi. Evin önüne varır varmaz<br />

atını alçak mezarlık duvarından aşan ağaç<br />

dallarından birine bağlayarak kapıyı yumrukladı.<br />

Orta yaşlarında görünen uzun ancak<br />

seyrek saçlı ve sakallı, takkeli bir baş penceredeki<br />

tahta perdenin aralığından seslendi:<br />

“Kim o?” Atlı varağı koynunda çıkarıp<br />

fermanmışçasına açıp pencereye doğru<br />

uzattı: “Zagreb’den gelirım. Vampirci Halil<br />

Aga sen misın?”<br />

“Neçın sordun oni?”<br />

“Zagreb Hâkimi ister senı kiralamak.<br />

İşten hem önce hem sonra verecek Nemçe<br />

altıni.”<br />

“Kapi açık cir içerı.”<br />

İhtiyar atlı kapıyı iterek selamlığa<br />

adımını attı. Tozluklarını çıkarıp kapının<br />

dibindeki sedire çöktü. Adamın tek başına<br />

24


yaşadığı anlaşılıyordu. Halil Ağa’nın demirden bardağa döküp verdiği suyu bir dikişte içti. Birkaç dikişe<br />

testide su bırakmadı. Halil, atlının karşısındaki sedire çökerken sordu:<br />

“Ta Zagreb’den buraya hayli yol tepmişsın. Ama lisanı iyı konuşirsın…”<br />

“Zagrebli degilım. Bosnalıyim. Yenisaray’dan, Hamza’dır adım. Diyeceksın Zagreb’e yolun nasil<br />

düşti? Anlatmasi sürer hayli, düştık bır şekilde.”<br />

“Zagreb hâkiminden gelirım dedın? Asker misın?”<br />

“Cünüllülerden. Nemçelı baglamiştır bize muayyen pare. Kısmetimız çıkti urdan. Muhabbet bir<br />

yana celmemın maksadıni süyleyeyım. Bir ugursuz iş celdi başımiza. Zagreb’te bir keşişten duydik adıni.<br />

Banya Luka varoşunda uturur Vampirci Halil var idır, bulun oni, ücretinı verın halas etsın sizı bu musibetten<br />

dedı.”<br />

“Ben pek kimseyı tanimam ama çogi hiç yoktan ismen bilır beni. Geceyi ahaliye dar eden olunca<br />

çagirırlar benı.”<br />

“Zagreb’de gündüzler<br />

bile zehır oldi.<br />

Ahaliden sekız mevta<br />

var. Kanlari çekilır<br />

dedıler. Lakin bir<br />

damla kan yoktur<br />

düşeklerınde!”<br />

“Vampir. Yahut<br />

cadi. Kimısı der hurtlak.<br />

Niçın evvelden<br />

Ucu sivriltilmiş akdikenden kazıkları, demir çivileri, gümüşten<br />

dövülmüş bıçak gibi sair garip edevatı gören Hamza, yılların yükünü<br />

taşımadan önceki zamanlarda, çocukluğunda ürpertiyle dinlediği<br />

hikâyeleri anımsadı. Açılan mezarların, çığlık çığlığa sokaklarda<br />

dolaşan ölemeyenlerin ve engel olunmazsa harabeye dönüşen tekinsiz<br />

köylerin rivayetleri sanki aklında yeniden canlandı.<br />

çagırmadinız? Neyse.<br />

Bugün dinlenelım,<br />

yarin yola revan oluriz.”<br />

“Acele vasıl<br />

olmamız iktiza eder. Yol cidelım hayli. Yorulur isek handa, damda dinlenirız. Her bir masrafin bendendır.”<br />

“Müsaade edesın hazirlanam o vakit. Lakin atim yoktur.”<br />

“Alirız dert etmeyesın orasıni.”<br />

Halil Ağa döşeğinden kalkıp selamlığın bir ucunda duran sandığını açtı. Üstüne geçirdikleri haricinde<br />

birkaç parça giysiyi de bir bohçaya tıktı. Ardından besmele çekerek sandığın en altından çıkardığı<br />

bazı cisimleri ayrı bir bohçaya koymaya başladı. Ucu sivriltilmiş akdikenden kazıkları, demir çivileri,<br />

gümüşten dövülmüş bıçak gibi sair garip edevatı gören Hamza, yılların yükünü taşımadan önceki<br />

zamanlarda, çocukluğunda ürpertiyle dinlediği hikâyeleri anımsadı. Açılan mezarların, çığlık çığlığa<br />

sokaklarda dolaşan ölemeyenlerin ve engel olunmazsa harabeye dönüşen tekinsiz köylerin rivayetleri<br />

sanki aklında yeniden canlandı. İki atlı hava kararmadan hemen önce Banaluka’dan çıktıklarında da<br />

kanlı ve ürkünç söylenceler Hamza’nın aklında dönüp durdu.<br />

***<br />

Halil Ağa’yla ihtiyar Hamza at sırtında günler sonra Zagreb’e yaklaştıklarında şehrin üzerinde<br />

adeta puslu bir ölüm havasının asılı olduğunu fark ettiler. Uzakta olmalarına rağmen şehirdeki korku ve<br />

endişe sanki siluetine sirayet etmişti. Güneşin solgun ışıkları altında, eski şehirle yeni şehirin tam ortasından<br />

geçen Sava Nehri’nin parıltısı bile bu acayip havayı dağıtamıyordu. Şehrin hemen ardında uzanan<br />

Medvenica Dağları’ndan esen soğuk rüzgârlarla kent hayat emaresi göstermeksizin yatıyor gibiydi.<br />

25<br />

.


İhtiyar Hamza kendi kendine söylendi:<br />

“Bizim Uskokların tepelenıp cesetlerinın<br />

nehirlerden aktıgi vakit bile cürmedım böyle<br />

hava…” Halil’in gözlerinin kısıldığını fark<br />

edince Osmanlı mıntıkalarına yapılan akınların,<br />

saldırıların hatıralarını anımsadı: “Beş<br />

sene evvel Gradisca Muhasarası’nı cürdüm<br />

oradan bilirım…”<br />

“Muhasar eden tarafta mi edilen tarafta<br />

mi?”<br />

Hamza kötü bir şeyden bahseder<br />

gibiydi: “Bizi kuşattilar. Harambaşalardandim.”<br />

“Haramibaşı… Uskok miydın?” Hamza<br />

cevap vermedi ama Halil Ağa adamın beş yıl<br />

öncesine kadar böyle bir mazisi olduğunu<br />

idrak etti. Yine de sormadan edemedi: “Kendi<br />

kanunlarina inanırlar, kendi yaşayişlari<br />

vardır. Kan cüderler. Sen nasil bıraktin<br />

huyunu da Zagreb askeri arasina kariştin?”<br />

“Sattılar bizı. Venedik, Nemçe,<br />

Osmanli… Hepısi. Kin taşımadıgımi desem<br />

sana yalandir. Lakin beyler ve banlar Uskoklardan<br />

kuvvetlidır. Ne yapam?”<br />

“Müslümani nasil aldılar aralarına?”<br />

“Senelerce gavur gibi cüsterdım kendımi.”<br />

“Memleketinden kaçıp kâfir gibi<br />

saklanmana bakılırise vardır bir sebebın.”<br />

“Eski mevzu. Vurdım birıni kaçtim<br />

Bosna’dan… Cürmemıştım yirminci bahari.”<br />

Şehre yaklaştıkları sırada yağmur bastırdı.<br />

Atlılar sırtlarındaki abaların kukuletalarını<br />

başlarına geçirdiler. Rüzgâr altında şehir<br />

surlarında Habsburgların, Hırvat Banlığı’nın<br />

ve Zagreb hâkiminin sancakları dalgalanırken<br />

saçak altlarına koşturmakta olan ahaliyi<br />

seyre koyuldular. Çamurlaşmaya başlayan<br />

yolda bata çıka ilerleyip kapılara vardıktan<br />

sonra ahşap bir köprü üstünden geçip Zagreb<br />

hâkiminin bulunduğu taş konağın olduğu<br />

tepenin yolunu tuttular.<br />

Zagreb hâkiminin taştan konağında<br />

şehrin ileri gelenlerinin ve hâkimin kafa<br />

kafaya vermiş konuşmaları salonda çınladı.<br />

Kâh Hırvatların lisanında, kâh Venediklilerin<br />

lisanında konuşmalar işitti Halil Ağa. Hırvatların<br />

konuştuklarına aşinaydı, arada bir Nemçelilerin<br />

lisanıyla konuşanların birkaç kelimesi<br />

de kulağına aşina geliyordu. Serhad<br />

mıntıkasında yaşadığından yabancısı değildi.<br />

Pazarlık yaparken de zorlanmadı. Ölmeyip de<br />

dolaşanın ekseriya görüldüğü, ölenlerin ziyadece<br />

olduğu mıntıkayı sorunca Hamza’nın<br />

yüzünün düşmesi dikkatinden kaçmadı.<br />

Zagreb şehrinin sokaklarında gece<br />

dolaşan bekçi, Türk harplerinde ömrünü<br />

geçirdiğinden az çok lisan bilirdi: “Türk Başi<br />

Hani. Cürünür o yanda. Ahaliye vampiri sorar<br />

isen bazısi anlar bazısi anlamaz. Strigoi diyesın…”<br />

Halil Ağa bıyıkların çekiştirdi: “Strigoi…<br />

Eflaklılar cibi. Yahut Arnavutlar cibi…<br />

Nasıl üldürür?”<br />

“Kapilari çalinir gece vakti. Handa<br />

kalan sekız kişi ölmuş büyle. Hepisı morto!<br />

Deler bogazlarıni! Keşış rahip gelsın mi<br />

sizle?”<br />

“Hamza yeter bana. Cütırsın beni<br />

hana kâfi…”<br />

Halil ile Hamza bu sefer yağmur<br />

dinmesinden sonra yer yer çamur deryasına<br />

dönmüş yollarla şehre inmeye başladılar.<br />

Çamurların üstünde bata çıka yürürken Halil<br />

sordu: “Bilirmisın ne yandadır Türk Başi<br />

Hani?<br />

“Bilirım. Urda kalırım ben da.”<br />

“Neçın derler Türk Başi?”<br />

“Cürünce anlarsin… Pek yakindır.”<br />

Nehir kıyısında inşa edilmiş alt katı<br />

taştan, üst katı ahşaptan bir yapının önüne<br />

geldiklerinde Halil Ağa seyre koyuldu. Kapının<br />

hemen tepesinde mızrağa geçirilmiş paslı<br />

sipahi miğferi takmakta olan bir kurukafa<br />

hanın ismine dair merakını giderdi. Hanın<br />

etrafına bakınan Halil ağır ağır konuştu:<br />

“Acemi avci arar avi. Usta avci bekler yuvasıni.<br />

26


Şehre yaklaştıkları<br />

sırada yağmur<br />

bastırdı. Atlılar<br />

sırtlarındaki<br />

abaların kukuletalarını<br />

başlarına<br />

geçirdiler. Rüzgâr<br />

altında şehir<br />

surlarında Habsburgların,<br />

Hırvat<br />

Banlığı’nın ve<br />

Zagreb hâkiminin<br />

sancakları dalgalanırken<br />

saçak<br />

altlarına koşturmakta<br />

olan ahaliyi<br />

seyre koyuldular.<br />

.<br />

Başka yere celmez de celır buraya.<br />

Demek var burada bir hesabi…”<br />

“Ne bilirsın cürmeden?”<br />

“Senin kervan bastıgin kadar<br />

benim upir, vampir kazıkladıgim<br />

vardır Uskok eskısi! Başka başka<br />

hanelere cirse demez idım büyle.<br />

Hep buraya celir ise vardır hesabi.<br />

Sen şimdı gidesın handakilere süyleyesın<br />

kapilarini gece kim çalar ise<br />

çalsın açmasınlar. Kapi üstüne<br />

çizsinler haç işaretı. Yahut itikadinca<br />

yazsın “Allah”…”<br />

“Handan çıkartayim hepısıni?”<br />

“Olmaz. O vakit anlayamayiz<br />

belkı burada kalan birıleri için gelır,<br />

kapıyi çalar çalar açtiramaz musibet.<br />

Handa kalıp kapılarıni kapali tutsunlar<br />

kâfi.”<br />

Hamza hana doğru seğirttiği<br />

esnada Halil durdurdu: “Bekleyesın!<br />

Bir tek bizım kalacagımiz odanin<br />

kapısina çizmeyesın haç işaretı.”<br />

Hamza’nın suratına tuhaf tuhaf bakmakta<br />

olduğunu görünce açıkladı:<br />

“İsteyım vampiri yakalamak içın<br />

çekelım üstümüze…”<br />

İhtiyarın suratı düştü: “Benim<br />

kapida dua var idı kaldırayim oni…”<br />

“Kapinda dua ne gezer bre?”<br />

“Ben ufak iken Bosna’da çok<br />

dinledım vampir masali. Bura ahalisinden<br />

ziyade ürkerım ülmeyenden…”<br />

***<br />

Hamza handa kalanlara<br />

tek tek görünüp kapılarını o gece<br />

kimseye açmamaları ve itikatlarına<br />

göre koruyucu nesneler asıp dualar<br />

yazmalarını söylediği esnada Halil<br />

Ağa abdest alıp namaz kıldıktan<br />

sonra Hamza’nın odasındaki mangalda<br />

bohçasındaki kazıklarının<br />

ucunu yakıp sağlamlaştırdı. Akşam<br />

vakti yemekler yenildikten sonra<br />

handakiler odalarına çekildi. Handaki<br />

ölüm ve korku havası yüzünden<br />

yeni gelen kimse o tarafta kalmak<br />

istemeyerek başka başka hanlara<br />

savuştu.<br />

Halil Ağa’yla Hamza’nın<br />

kaldığı oda haricinde diğer kısımlardaki<br />

yolcular ürküntülerine rağmen<br />

çoktan uykuya dalmışlardı. Handaki<br />

herkese bir ağırlık çökmüş gibiydi.<br />

Bir tek Hamza ile Halil’in gözlerinde<br />

uyku yoktu. Hamza kılıcını çekili<br />

vaziyette elinde tutuyor, tüfeğini de<br />

dolu halde yanında bulunduruyordu.<br />

Sokaktan herhangi bir sesin dahi<br />

gelmediği o sessizlikte bir an Hamza’nın<br />

içi geçti. Gözleri kapalı ancak<br />

kulakları tetikte olan Hamza, uyukladığı<br />

yerde fısıltı misali tek bir ses<br />

duydu. Tebeşirin ahşaba sürtülme<br />

sesi. Bir ara gözlerini araladığında<br />

Halil’in kendi oturduğu yere bir<br />

şeyler çizdiğini hayal meyal gördüyse<br />

de uyuklamak tatlı geldiğinden bir<br />

şey demedi.<br />

Uykusunun en tatlı yerinde<br />

Halil’in sorusuyla sızıp kaldığı<br />

yerden sıçradı: “Niçın sana gelır bu<br />

vampir?”<br />

Sersemlik halini üstünden<br />

atamadan gayri ihtiyari soruya<br />

soruyla karşılık verdi: “Sen nerden<br />

bilirsın?!”<br />

Halil ürkütücü bir sakinlikle<br />

konuştu: “Bana geldıgınde dedın var<br />

sekız mevta. Burada dedıler var sekız<br />

mevta. Sen burada günlerde yok iken<br />

demek kimseye ugramadi bu vampir.<br />

Odalarda seni aradi, bulamadi.<br />

Hanın bahsi geçince yüzin düşti.<br />

Vaktiyle ne yaptin da musallat oldi<br />

sana?”<br />

27


Hamza’nın sesi titriyordu. Halil’in efsuncu misali kendisine dikilmiş gözlerine bakamayarak<br />

usul usul cevap verdi: “Miladic… Uskok senelerinda beraber cenk ettık, birlıkte teslim oldik<br />

Senj Kalası’nda. Zagrbe’e de celdık beraber. Çok altıni vardi. Çiftlık bulacagim derdı hep. Bir cün<br />

gizlice çagırip hanın mahzeninde hakladım oni. Kimsecikler cürmeden toprak attim üstüne. O<br />

gelır gecelerı. Kapilara vururken adımi fısıldar, kimsecikler işitmez ben işitirım…”<br />

“Mezarından çıkanin en kütüsü büyledır. İntikamıni almadan üldüremezsın. Ben zaten<br />

anlamış idım lakin emin olmak içın sual ettım. Yedi defa Ayet-el Kürsi okuyup yedi çember çizdım<br />

kendıme. Bana ilışmez lakin gelecektir sana… Seni üldürdükten sonra girer gerı kabrine, ben de o<br />

vakit üldürebilirım oni.”<br />

“B.. Be… Beni tuzaga düşırdın!”<br />

“Ben bir şey etmedım sen kendın ettın!”<br />

Konuşmaları dışarıdan gelen ayak sesleriyle kesildi. Merdivenlerden ölüm ağırlığını taşıyan<br />

birisi çıkıyormuşçasına ahşabın gıcırdaması ortalığı inletiyordu. Sese ara ara kapıların vurulma<br />

sesi karışıyordu. Adım sesleri odaya yaklaştıkça bu dünyaya ait olmayan bir hırıltı da kulaklarına<br />

çarpıyordu. Hamza büyülenmiş gibiydi. Kılıcını kaldırmaya dermanı yoktu. Odanın kapısı kendiliğinden<br />

kulak tırmalayan bir gıcırtıyla açıldığında olduğu yerde sindi kaldı. Hanın iç kısmındaki ve<br />

odadaki kandillerin loşluğunda kapıda dikilmekte olan korkunç heyulayı görünce nefesi kesildi.<br />

Kendi elleriyle canına kıydığı arkadaşının soluk benizle, öfkeyle bakan kanlı gözlerle, uzun ve<br />

kararmış tırnaklarıyla kanlı karşısında dikilmesi kalp atışlarını hızlandırmıştı.<br />

Hortlak ağzını açtığında taşra çıkmış dişleri ayan beyan göründü. Kandillerin soluk ışığında<br />

sarı sarı parıldayan dişlerin gerisinden, hortlağın hançeresinden hırıltılı bir ses yükseldi.<br />

O gece handa kalanlar kâbusla karışık acayip rüyalar gördüler, uykularında huzursuzca<br />

döşeklerinde dönüp durdular. Çok az bir kısmı yükselen hırıltıyı, Hamza’nın bir an yükselen çığlığını,<br />

mezarın ötesinden gelenin kabrine doğru sallana sallana geri geri yürüyüş sesini ve mahzenden<br />

gelen kazık çakma sesini işitti.<br />

Halil Ağa sabah namazını kıldıktan sonra Zagreb hâkimine uğrayıp olanları anlattı. Ücretiyle<br />

birlikte Hamza’nın atını da kendisine verdiler. Ahali işine gücüne dağılırken kendisi de hayalet<br />

gibi şehrin sokaklarından süzülerek geçti.<br />

Türk Başı Hanı’ndaki musibetin hikâyesi yıllarca anlatıldı, an geldi unutuldu. O vakadan 52<br />

yıl sonra İstriya mıntıkasındaki Kringa köyünde Jure Grando nam köylünün sokaklarda yeniden<br />

dolaşmasına kadar Zagreb ahalisi daha az acayip rivayet işitti.<br />

-son-<br />

28


.<br />

Gülhan Tuba<br />

Çelik<br />

ÇİÇEKLERDEN<br />

YAZILMIŞ<br />

.<br />

Onu tanıdığımda suların çekildiği bir mevsimdeydim. Büzülmüş, kurumuş, buruşmuştum.<br />

Yeniden bahara ihtiyacım vardı. Tazelenmeye. Bir başka bedene. Sevmeye ve güzelleşmeye.<br />

Onu tanıdığımda dünya silinmiş, her şey anlamını yitirmiş, tüm yaşama sevincim onun<br />

bedenine ve ruhuna indirgenmişti. Avının kokusunu almış yırtıcı bir hayvan gibi, çağıran bir<br />

haz içindeydim. Kalp atışlarım hızlanmış, burun deliklerim açılıp kapanmaya başlamış,<br />

gözlerim kısılmıştı. Bir kadın için çok hoş meziyetler olmadığı herkes tarafından bilinse de<br />

ben bu halimi seviyordum. Av, insanlığın en kadim uğraşıydı. Elbette ilkel devirlerde kalmamış,<br />

renk değiştirerek yoluna devam etmişti. Temelde dünyadaki tek meseleydi. Avlanmak<br />

ve oyun, kıyamete dek çekiciliğini kaybetmeyecekti. Ben de bir anlam, bir amaç kazanmış;<br />

vaktimi zenginleştirecek bir yol bulmuştum yeniden. Her şey daha önce nasıl olduysa öyle<br />

olacak sandım onu gördüğümde. Oynayıp avlayıp işi bitirecektim. Onun her şeyin dışında ve<br />

üzerinde olma ihtimali aklımda yoktu. Bu sefer kaybeden ben olacaktım. Onu son kez<br />

gördüğümde bekâr evinde, kutuların ve dumanların gerisinde, Elveda Berlin posterinin<br />

altındaki koltuktaydı. Ben kapıdan çıkarken yerinden kalkmadı. “Sergideki tablolardan<br />

birini Vilnius’ta yaptım.” dedi. “Gittiğinde şehrin ortasından geçen nehre in.” Bazen öyle kelimelerle<br />

konuşurdu ki aşamadığım bir zamanın eşiğinde takılı kalırdı ayaklarım. Durdum.<br />

30


.<br />

Onu anlatan bir<br />

renk bulmamı<br />

isteseler “hastalık<br />

sarısı” derdim.<br />

Varmak istediği<br />

bir yer yoktu<br />

çünkü. Varacağı<br />

yere varmış da<br />

hayal kırıklığına<br />

uğramıştı sanki.<br />

İşte bu rengi<br />

tutup oradan<br />

getirmiş, sonsuza<br />

kadar yüzüne<br />

eklemlemiş<br />

gibiydi.<br />

Hayatımda gördüğüm en garip<br />

adamdı. Herkesin gittikçe hızlandığı<br />

bu dünyada her şeyi ağırdan alırdı.<br />

Onu anlatan bir renk bulmamı isteseler<br />

“hastalık sarısı” derdim.<br />

Varmak istediği bir yer yoktu çünkü.<br />

Varacağı yere varmış da hayal kırıklığına<br />

uğramıştı sanki. İşte bu rengi<br />

tutup oradan getirmiş, sonsuza<br />

kadar yüzüne eklemlemiş gibiydi.<br />

Ben suskunluğunda karanlık bir yan<br />

sezerken, saf bir hali vardı başkaları<br />

tarafından algılanan. Önüne geçemediği,<br />

belki istemediği temiz bir<br />

yüz, yine içinden gelen iyi niyetle<br />

harmanlanmıştı. Sanki tüm gizemini<br />

yüzündeki tebessümün arkasına<br />

saklamıştı. Karmakarışıktı. Sezdiğim<br />

karanlıkla yüzündeki aydınlık senelerimi<br />

istiyordu ama bana hiçbir<br />

şeyin sözünü vermemişti. Zaman,<br />

onu benden vaktinden evvel alacaktı.<br />

Zaten en sevdiği şey zamanla<br />

oynamaktı. Zaman hakkında düşünür,<br />

zaman hakkında konuşur,<br />

zamanı resmederdi çoğunlukla. Tabloları<br />

parçalanmış anların ağırlığı<br />

altında ezilmiş gibiydi. Hiçbir zaman<br />

bizim zamanımızda değildi. Cevap<br />

alamayacağım soruları ona bilmem<br />

kaçıncı defa sorarken beni duymadığını,<br />

yüzünün on altıncı yüzyılda<br />

Kars’ta yapılmış taş bir sokağın<br />

duvarlarında gezindiğini hisseder<br />

fakat onu oradan çekip alamayacağımı<br />

da bilirdim. Sessizliği çıldırtıcıydı.<br />

Koskoca bir dağın eteğinde bağırıp<br />

durmak, sonra yalvarmak, sonra<br />

ağlamak, sonra delirmek ama tek<br />

cümle duyamamak gibiydi. Gözyaşlarımı<br />

sildiğimde onu hâlâ taş gibi<br />

görürdüm. Seslenirdim. Çok uzaklarda,<br />

ilkel yağmur danslarıyla kendinden<br />

geçiyormuş da aniden<br />

omzuna dokunmuşum gibi bakardı.<br />

Tek kelime duymamıştı.<br />

Yine de gidemiyordum. Beni çağırmamıştı<br />

ama kovmaması yeterliydi<br />

kalmam için. Çünkü “büyük resim”<br />

mantığında diretiyordum. Bir türlü<br />

bir şeyler beceremediğim hayatta, en<br />

sevdiğim savunma mekanizmasıydı<br />

bu. Onun karşıma çıkmasının ilahi<br />

bir güç tarafından özenle tasarlandığına,<br />

ondan öğreneceğim milyonlarca<br />

şey olduğuna, bir gün yollarımız<br />

ayrılsa bile bana kattıklarının bir<br />

yerlerde sıçramalar yapmama yarayacağına,<br />

tam olarak ne şekilde olacağını<br />

henüz bilmediğime fakat içinde<br />

onun olduğu bir kaderin ve büyük<br />

resmin beni güzel bir yerlere taşıyacağına<br />

inanıyordum. Bunları söylediğimde<br />

yine susuyordu. Benimleyken<br />

niye bu kadar çok sustuğunu anlamıyordum.<br />

Oysa tribünlere oynamayı<br />

iyi bilirdi. Melankolinin çekiciliğine<br />

kapılan o arabesk yanını ironiyle<br />

törpüler gülüp geçirirdi insanları<br />

canı istediğinde. Derin düşünceleri,<br />

dikkatli gözlemleri hayranlık yaratırdı.<br />

İnanılmaz bir empati yeteneği<br />

vardı. İnsanların adlandıramadığı<br />

duyguları bir anda cümlelere dökerdi.<br />

Ama bana gelince bambaşka<br />

biriydi. Herkesin elinden geleni yaptığını<br />

nihayet kabullenmiş ve bütün<br />

defterleri kapatmış gibiydi. Öyle<br />

beklentisiz, kıpırtısız, arzusuz. Yine<br />

de bırakıp gidemezdim çünkü acı<br />

çekmiş bir ruhun sözcükleriyle<br />

konuşurdu nadiren ağzını açtığında.<br />

O ruhu ele geçirebilme umuduyla bu<br />

anları beklerdim. Bazı geceler, içinde<br />

kazanlar kaynayarak gelirdi bana.<br />

İşte o gecelerde, elimden gelse yıldızları<br />

göğe çivileyerek bir yere kaybol-<br />

3I


malarına izin vermezdim. Böyle<br />

anlarda, hiçbir fabrikanın ve kimyasalın<br />

henüz rengini tutturamadığı<br />

bir yeşilde, deniz köpükleri gibi<br />

genişlerdi gözündeki anlam. Tedirginliği<br />

bir an büyürdü ve umutlanırdım.<br />

Sanki köpükler, sanki beyaz<br />

kimsenin fethedemediği bu yeşil<br />

suları bana bağışlamak için kendini<br />

açacaktı. Sonra birden geri çekilirdi<br />

köpükler. Gözleri, akışına bıraksan<br />

seni dünyanın en ucuna götürecek de<br />

oradan aşağı düşürecek gibi bir yeşilde<br />

asılı kalırdı. Köpükler kaybolunca<br />

beyaz kuşlar gelirdi. Kuşlar denizi<br />

okşamaz didiklerdi. Gözlerinin yeşilinde<br />

bir beyaz beni kemirir, kemirirdi.<br />

Hikâyelerden köpükler yapardım<br />

ona. Kandıramazdım. Çünkü suydu<br />

o, köpükler kendinden. İstemediği<br />

sürece denizi ayartamazdım. Yine de<br />

girerdim kanına. Bazen yüzünün<br />

cesede benzeyen soğukluğu yüzünden<br />

erken pes ederdim. Bazen de<br />

öpüşlerimi bile umursamaz, bana<br />

karşı koymazdı. Ama her zaman<br />

eksik kalırdı sevişme. Bir türlü farkına<br />

varamazdım ona sahip olduğumun.<br />

Bir kez daha, bir yenilgiyle<br />

daha ayaklarımı ayaklarından çözerken<br />

ele vermediği bir şeyler kalırdı<br />

hep. Ruhunu sermezdi önüme.<br />

Sevgisizliğe, ihanete, dayağa, kavgaya,<br />

nefrete, yalnızlığa alışkın insanlar<br />

vardır. Bir tek sevilmeye yabancıdırlar.<br />

Biri elini uzatıversin, koynuna<br />

almak istesin ne yapacaklarını bilemezler<br />

hani. Onlardandı.<br />

Daha doğmadan, hiç istemeden bir<br />

ulusa dâhil edilmişti. Hem onların<br />

hataları ile suçlanıyor, hem onlara<br />

yapılan kıyımdan nasibini alıyordu.<br />

Kolektif bir şeylerin ağırlığını taşıyordu<br />

daima. Sürgünlere, sınır<br />

dışına, ad değiştirmeye, tehcire<br />

rağmen inanarak çizerdi dünyayı.<br />

Çünkü topraksız, ülkesiz, kimliksiz<br />

kalmış hayatında sabit bir şeylere<br />

ihtiyacı vardı. Yer değiştirmeler çakılı<br />

bir gökyüzü takıntısı yapmıştı onda.<br />

Gök sabit ama tablodaki her şey<br />

hareket halinde, flu, şizofrenikti.<br />

Resimleri güzel kitapların ilk cümleleri<br />

gibiydi. Nasıl yapıyorsa bir kapı<br />

koyardı sanki tablosuna. Bakan<br />

herkes önce o kapı tarafından sarmalanıp<br />

sonra içeri alınırdı. Resimlerin<br />

karşısına dikilir uzun uzun bakardım.<br />

Notlar alır, yarım yamalak<br />

bilgimle psikanalize soyunur, saatlerce<br />

konuşurdum: “Kuzunun beyazlığı<br />

çocukluğunun saflığını gösteriyor,<br />

çoban ebeveynlerden biri.<br />

Buraya kadar her şey yolunda. Güven<br />

var. Belli bir süre mutluluk hali.<br />

Zaman geçtikçe kuzunun kız çocuğuna<br />

dönüşmesi işlerin yolunda<br />

gitmediğini gösteriyor çünkü sen<br />

erkeksin ve kuzunun kız çocuğuna<br />

dönüşmesi güçsüzlük. Adımları<br />

bozuk, şekli bozuk kız çocuğunun.<br />

Zayıf, küçük, güçlü olmayan insanları<br />

çizerken ne kadar kin dolu olduğunu<br />

fark ettin mi? Renkler koyu, şekiller<br />

düşmanca. Zayıf insanlara tahammül<br />

edemiyorsun. Merhamet yok.<br />

Merhametten, kendine duymak<br />

zorunda kaldığın bir şey olunca<br />

nefret etmişsin. Senle alakası olmayan,<br />

yani senden kaynaklanmayan<br />

bir şeyler seni yaralamış ve o yaraların<br />

faili de ortadan kalkmış. Böylece<br />

sen, kendine kendin merhamet<br />

duymak zorunda kalmışsın. Oturup<br />

yazıklanmak sana göre değil. Bu<br />

yüzden içinden o duyguyu koparıp<br />

atmışsın. Fakat acı büyük. Eksiklik<br />

32<br />

Sevgisizliğe,<br />

ihanete,<br />

dayağa,<br />

kavgaya,<br />

nefrete,<br />

yalnızlığa<br />

alışkın insanlar<br />

vardır. Bir<br />

tek sevilmeye<br />

yabancıdırlar.<br />

Biri elini<br />

uzatıversin,<br />

koynuna<br />

almak istesin<br />

ne yapacaklarını<br />

bilemezler<br />

hani.<br />

Onlardandı.


üyük. Diğer insanları ciddiye almayışın<br />

o yüzden. Sen o eksiklik, boşluk<br />

kapansın diye it gibi çalışırken, hatta<br />

boşluğu doldurup üstüne de bir<br />

katedral inşa ederken; insanların<br />

hiçbir şey yapmadan sızlanmaları<br />

seni deli ediyor. Sen yaptıysan onlar<br />

da yapabilirler bunu. Yapmalılar.<br />

Büyük bir parçan senden ayrılmışken<br />

sen yeniden var etmişsin kendini.<br />

Kendini yeniden yarattığın için<br />

tanrısallaşmışsın. Uzaklığın, ukalalığın<br />

ondan. Adımlarını yanlış atan bu<br />

kız kaybedecek o yüzden. Çünkü<br />

aklını kullanmıyor. Hesaplamıyor.<br />

Balonlar çizmişsin. Gözün yine gökyüzünde.<br />

Kimileri yere düşüyor,<br />

diğerleri de düşecek. Güçsüz olan<br />

herkesi, yani güçsüz olan tüm yönlerini<br />

tek tek ezmişsin. Ezmeye de<br />

devam edeceksin.” Evet demezdi,<br />

hayır demezdi yorumlarımdan<br />

sonra. Susar ve gülümserdi hep. Yine<br />

delirir ama yine vazgeçemezdim.<br />

Yüzlerce resmi vardı. Nasılsa bitmeyecekti.<br />

Nasılsa resimler olduğu<br />

sürece bahaneler de vardı. Hepsi<br />

hakkında konuşacağımı, hepsini<br />

yorumlayacağımı söylerdim. “Tablolarım<br />

beni ele vermez, boşuna uğraşma.”<br />

derdi. İnanmazdım. Ona duyduğum<br />

aşk öyle güçlüydü ki benim<br />

ışığım ona vuruyor, ondan bana yansıyanı,<br />

kendi aşkımın ışığını, sevgisi<br />

sanıyordum. Seni sevmiyorum dese<br />

inanmaz, kovsa bir adım atmazdım.<br />

Cenneti, ölümü, şehveti, cehennemi,<br />

her şeyi; yaşamış kadar güzel resmederdi.<br />

Kimsesiz, kavgalı bir dağ çocuğunun<br />

sefaletini de, at üstünde bir<br />

hakanın kızıl elma ülküsünü de aynı<br />

başarıyla verirdi. Dışına atıldığı<br />

çizgilerin, sürüldüğü ülkelerin üzerindeydi.<br />

Sadece insan vardı onun için.<br />

Bakışıyla, kanıyla, canıyla, acısıyla, coşkusuyla<br />

insan. Ama gerçek olanlar değil. Tablosundakileri<br />

gerçek insanlardan daha çok<br />

önemserdi. Hayal gücü şahaneydi, renkleri<br />

benzersiz. Hiç kimsenin bilmediği, dayanılmaz,<br />

acı veren renkler yaratırdı. Sisin içindeki<br />

bir dal parçasını bir sürgünün ellerine<br />

dönüştürmekte ustaydı. Rüyaları da kimseye<br />

benzemezdi onun. Gözlerinden akan<br />

kanların oluşturduğu bir nehirde dans eden<br />

balıklar ertesi gün bir toplu mezara dönüşür,<br />

tablosuna sokulurdu.<br />

Daha kundaktayken yolunun üstüne yol<br />

çizilmiş, adının üstüne ad verilmişti. Her<br />

ülkede başka biri olmak zorunda kaldığından<br />

yüzüne anlamlar, ruhuna duygular<br />

çizmekte ustaydı. Tek kişi değil yüzlerce<br />

adamdı. Hangi yanından tutsam elimde<br />

kaldı. Toparlayamadım. Kaderinde yollar<br />

vardı. Dönüp duran, bir yere gitmeyen<br />

yollar. Artık iflah olmazdı. Bazı avlar hiç<br />

bitmeyecekti çünkü bazı hikâyeler en<br />

baştan ayrılığa meyyaldi.<br />

Odaya son kez baktım. Şişelerin, kutuların,<br />

dumanların gerisinde bir adam, sınırlara<br />

dökülmeyen, yollarda kaybolmayan yanlarından<br />

yaptığı bir benliği sıkı sıkı tutmuş,<br />

Elveda Berlin posterinin altındaki koltukta<br />

oturuyordu. Kuzeye gideceğimi söyledim.<br />

“Sergideki tablolardan birini Vilnius’ta<br />

yaptım.” dedi. “Gittiğinde şehrin ortasından<br />

geçen nehre in. Çiçeklerden yazılmış<br />

Litvanca yazılar var. Orada fotoğraf çektir.”<br />

Hepsi bu kadardı.<br />

33


Abdullah Enis Savaş<br />

HİS<br />

Uyandığında saat gece yarısını<br />

gösteriyordu. Yatakta epeyce<br />

kıvrandıktan sonra büyük bir<br />

meşakkâtle daldığı uykudan iki<br />

büklüm uyanmasına sebep olan<br />

şey harikûlade bir rüyaydı. Bir<br />

kiralık katilin zihin dünyasında<br />

barınması mümkün olmayan<br />

hisler nasıl olmuştu da rüyasına<br />

aksetmişti. Yaşadığı bu garipliğin<br />

tesiriyle tekrar uyuyamayacağına<br />

kanaat getirdiğinde<br />

cumartesi gecesi öldüreceği<br />

adama dair planları yeniden<br />

gözden geçirmeye karar verdi.<br />

Pencerelerini simsiyah perdelerin<br />

kararttığı oda, üzerine atılan<br />

toprakla yeraltına hapsedilmiş<br />

rutubetli bir tabutu andırıyordu.<br />

Tabutun içinde, ayaklı lambadan<br />

süzülüp zihnine görünmez<br />

parmaklıklar bürüyerek kağıtların<br />

üzerine düşen ışıkla, dört<br />

metrekarelik masada kendini<br />

plana öylesine kaptırmıştı ki<br />

kapıyla beraber beynine tokmak<br />

tokmak inen güm güm sesleri,<br />

başını kaldırıp günün ışıdığını<br />

fark etmesini ancak sağlamıştı.<br />

Gazete kağıdına sarılı taze<br />

ekmeği kaptığı gibi kahvaltı<br />

için mutfağa seğirtti. Alelacele<br />

bir şeyler atıştırıp piposunu<br />

harladı ve tekrar dosyanın<br />

başına oturdu. Oldukça disiplinli<br />

çalışan bir adamdı. Öldüreceği<br />

şahsa ve nasıl infaz<br />

edileceğine dair her malûmatı<br />

âdeta bir senarist-rejisör zarâfetiyle<br />

detaylı bir şekilde yazar,<br />

krokiler çizer ve çok önceden<br />

mekana gidip tetkikatta bulunurdu.<br />

Halihazırda üzerinde<br />

çalıştığı dosyadaki müstakbel<br />

maktûl bir çorbacı.. İleri<br />

yaşlarda, nahif, babayani bir<br />

tip. Şehir merkezinde alelâde<br />

bir dükkanı var. Böyle bir<br />

adamı kim, neden öldürmek<br />

ister anlayamıyordu. Velâkin<br />

işin tabiatı gereği mevzunun<br />

bu cihetini istintak etmeyi<br />

abes bulurdu. Senelerce<br />

bu düsturla çalışmış,<br />

işinin ehli bir katildi.<br />

Planın noksansız gerçekleşebilmesi<br />

için hararetle<br />

çalıştığı sırada kalbine<br />

aniden düşen tuhaf bir<br />

his, ruh dünyasının rengini<br />

değiştiriverdi. Rüyadakine<br />

benzer bir hâldi bu.<br />

Öldüreceği adama karşı<br />

zayıf da olsa duyulan bir<br />

ünsiyet.. Kendini bildiğinden<br />

beri yabancısı olduğu<br />

böylesi müsbet hislere<br />

kapılmaktansa bir lağım<br />

çukuruna düşmeyi yeğlerdi.<br />

Nedir beni bu meçhûle<br />

çeken diye yakınarak<br />

35


sandalyeden fırladı ve<br />

odada dört dönmeye<br />

başladı! Kendini ikna<br />

etmeye çabalıyordu.<br />

“Bu şey benden olamaz!<br />

Bana ait değil bu his!”<br />

Dediğim gibi, his zayıftı<br />

fakat buna dahi katiyen<br />

tahammül edemiyordu.<br />

Üstüne üstlük bunu,<br />

öldürmeyi planladığı bir<br />

adama karşı duymak akıl<br />

kârı şey değil.. Delirecek<br />

gibi oldu. Bir müddet<br />

süründükten sonra istikrah<br />

ettiği hissin sancısından<br />

kurtuldu. Kendine<br />

geldiğinde fikrî ve bedenî<br />

yorgunluktan takati kesilmişti.<br />

Halının üstünde<br />

öylece sızdı kaldı.<br />

Her örgüsünün bir ıstırap<br />

çengeli gibi sırtına geçtiği<br />

halıda bir önceki gece<br />

gördüğü, bedenini zerrelerine<br />

kadar yakıp kavuran<br />

o rüyaya benzer başka bir<br />

rüyanın tesiriyle feci bir<br />

acı duyarak uyandı! Yaşadığı<br />

kâbus bir süre nefes<br />

almasına mâni oldu.<br />

Malum hislerin sağnağında<br />

hiç alışık olmadığı,<br />

tiksindiği bir hâleti rûhiyeyle<br />

çepeçevre kuşatılmıştı.<br />

Soluklandığında<br />

anladı ki bir şekilde bu<br />

rüyalar, çorbacıya karşı<br />

duyduğu ünsiyeti başlatmış<br />

ve ziyadeleştiriyordu.<br />

Ruhunu lime lime eden bu<br />

kıvranışlara artık dayanamayacak<br />

hâle geldi ve<br />

ceketini dahi almadan<br />

kendini sokağa attı.<br />

Endişe içinde koşar adım<br />

yürüyordu. İnanın, onu<br />

karşıdan görseydiniz deli<br />

olduğuna rahatlıkla hükmedebilirdiniz.<br />

Kaşını<br />

gözünü saran tikler ve<br />

gayri tabii el kol hareketleriyle<br />

bir acayip hâlde<br />

çorbacının dükkanına<br />

vardı. Alnını dayadığı<br />

camekândan dükkanı<br />

süzdü ve bir köşede oturmuş,<br />

bir yandan nargilesini<br />

içip diğer yandan kahvesini<br />

yudumlayan çorbacıyı<br />

kanlı canlı karşısında<br />

görünce malum hisler<br />

ruhuna bu sefer yıldırımlarla<br />

inmeye başladı.<br />

Çıldırıyordu artık! Kendini<br />

bir hiç gibi yerlere<br />

atıyor, ağzından köpükler<br />

fışkırıyordu. Attığı çığlıklar<br />

bütün milleti başına<br />

toplamıştı. Olanca varlığıyla,<br />

nefesi kesilinceye<br />

kadar son bir kez daha<br />

haykırdı.. Öyle bir haykırdı<br />

ki etrafındakiler o<br />

keskin ses dalgasıyla irkildiler.<br />

Sokağın ortasında<br />

sırtüstü yatmış bir vaziyetteyken<br />

gözlerine birdenbire<br />

bir perde indi ve öylece<br />

kaskatı kesilip kaldı.<br />

Şuuru yerindeydi fakat<br />

hareket edemiyordu. Ken-<br />

36<br />

’’Her örgüsünün bir ıstırap<br />

çengeli gibi sırtına geçtiği<br />

halıda bir önceki gece<br />

gördüğü, bedenini zerrelerine<br />

kadar yakıp kavuran o<br />

rüyaya benzer başka bir<br />

rüyanın tesiriyle feci bir acı<br />

duyarak uyandı!’’<br />

dini bir tabuta çivilenip<br />

diri diri gömüldüğü halde<br />

narkozun tesiriyle hiçbir<br />

aksülamelde bulunamamış<br />

bir hasta kadar çaresiz<br />

hissediyordu. Uzunca bir<br />

müddet sonra suratına<br />

inen tokat darbeleriyle<br />

gözlerini açtı. Karşısında<br />

bir eliyle başını yerden<br />

kaldırıp diğer eliyle ağzını<br />

silen çorbacıyı gördü ve<br />

büyük bir şaşkınlıkla<br />

mırıldandı.<br />

“Baba!”<br />

Çifte şahsiyet illetinden<br />

muzdarip adam, bu ruhî<br />

hastalığa tutulduğunu ve<br />

öldürmesi gereken şahsın<br />

babası olduğunu gayri<br />

ihtiyari maruz kaldığı<br />

yoğun hislerle fevkalâde<br />

sancılı merhâlelerden<br />

geçerek ve nihayet asıl<br />

şahsiyetine avdet edişine<br />

dehşetle şâhit olarak anlamıştı.


OLOVKA<br />

Jedno od najbitnijih<br />

mjesta samih gradova jesu<br />

i njihova smetlišta. Da li<br />

vam je ikada palo na<br />

pamet kako za gradove<br />

smetlišta nisu tek puka<br />

nužda nego su im još i od<br />

iznimne važnosti? I sve<br />

dok ne vidjeh jedno veliko<br />

gradsko smetlište, to ne<br />

znadoh ni sam. Jedno<br />

smetlište, po meni, predstavlja<br />

jedan grad.<br />

Istanbul je lijep, naprosto<br />

zanosan grad. Ko samo<br />

jednom okusi njegova<br />

duha iliti osjeti njegove<br />

draži više mu neće odoljeti.<br />

Tijekom godina su načinjene<br />

slike Istanbula,<br />

raznoraznih veličina i<br />

boja. Napravljene fotografije.<br />

O njemu napisane<br />

pjesme. Velim vam, većinu<br />

sam ih vidio, pročitao, no,<br />

ništa i niko mi nije umio<br />

toliko kazati, koliko i smetlišta<br />

Istanbula. Kad je<br />

Istanbul prljav, smrdi mu i<br />

smetlište, poput strvi. Ma<br />

smrad mu štipa za nos...<br />

Ako je Istanbul čistiji,<br />

onda se i smrad manje<br />

čuje. A miriše li kao<br />

Yaşar Kemal<br />

Tercüme/Preveo: Adnan Mulabdic<br />

mošus, mirišu i njegova<br />

smetlišta tako. Kazat ćete:<br />

„Zar i ona da mirišu po<br />

mošusu?“ Još itekako,<br />

vjerujte mi... Otkud to da<br />

ih ovako dobro poznajem?<br />

E, ovdje se moram ograditi...<br />

Ja nisam nikakav<br />

znalac za smetlišta. A da<br />

me ne biste krivo shvatili,<br />

kažem vam i razlog... Prvo,<br />

ja jako volim galebove. Da<br />

li ih baš volim? Pa i ne,<br />

nego me više zanimaju<br />

njihovi životi. Odlazim, i<br />

satima ih posmatram. Na<br />

moru, po hridinama, a<br />

nekad i na smetlištu. Galebovi<br />

su prgava, nasrtljiva<br />

Božija pošast, posve nepopustljiva<br />

stvorenja. Zalaziti<br />

u njihove životne potankosti<br />

nadalje je izlišno.<br />

Ipak, jednog ću vam dana<br />

o tim pohlepnim, tim<br />

gramzivim, tim posve<br />

nepopustljivim stvorenjima<br />

moći pisati duge i<br />

zanimljive sastavke.<br />

Obično se njihove životne<br />

37<br />

čarke odigravaju po smetlištima,<br />

stoga su i prvotni<br />

razlog mojega zanimanja<br />

za smetlišta galebovi. Dok<br />

je već drugi razlog mojega<br />

zanimanja za smetlišta<br />

redarstvenik Rüstem, naš<br />

susjed. To je čio i šaljiv lik<br />

iz Sivaškoga okruga Zara.<br />

Čovjek velikih, bujnih<br />

brkova, vedra pogleda,<br />

pun života, pun ljubavi.<br />

Već je deset godina smetlar<br />

u Istanbulu. A u<br />

komunalnoga redarstvenika<br />

unaprijeđen je prije<br />

četiri godine.<br />

Tek nakon što je postao<br />

komunalnim redarstvenikom,<br />

kupio je zemljište do<br />

naše kuće, i ponajprije<br />

posadio tri topole. Onda je<br />

zemljište, sa sve četiri<br />

strane, ogradio plotom,<br />

kad ono u proljeće, duž<br />

cijele ograde procvali<br />

orlovi nokti, a njihov miris<br />

obvio svu četvrt. Kad se to<br />

sve desilo, kada je kuću<br />

postavio na zemljište, nit’<br />

su zamijetili sumještani<br />

niti ja, a moguće, ni on<br />

sam... Stajala je ondje,<br />

možda već nekih hiljadu


godina, tako besprijekorno, za ogradom od<br />

orlovih noktiju, s tri oveća prozora, u zeleno<br />

ofarbana kućica. Nedugo zatim, upoznadosmo<br />

njegovu ženu, bješe to oniža diklica od nekih<br />

dvadesetpet godina, širokih bokova i krupnih,<br />

kosih očiju. Od jutra do mraka brisala bi prozore,<br />

ribala podove, kopkala po vrtu, ni časka ne<br />

sjedeći besposlena. Najčistija kuća u četvrti, ta<br />

najljepša, najčistija, posve besprijekorna kuća,<br />

stiješnjena među svim tim vilama, bje upravo<br />

kuća redarstvenika Rüstema. Znao sam vidjeti<br />

supružnike kako pokatkad stoje na kapiji, i baš<br />

onako kao što slikar promatra svoje djelo, do te<br />

mjere opčarano, nevjerovatno blažena izraza,<br />

promatraju vlastitu kuću. I samo što bi shvatili<br />

da su zatečeni, crveni u licu, plaho i sramežljivo,<br />

poput djeteta uhvaćena na djelu, umakli bi<br />

kući. A znao sam ih zateći tako često. No, na<br />

kraju bismo stali skupa, pa u tu milenu,<br />

malenu kuću gledali neumorno, satima.<br />

Dođe proljeće, i svakojaki se cvjetovi rascvaše<br />

po sićušnom vrtu kućice... A prozori joj nakićeni<br />

raznobojnim geranijima, bosiljkom... Kuća<br />

redarstvenika Rüstema bješe poput slike nekog<br />

velikog, umješnog slikara, što svojega motritelja<br />

vedri, besprijekorna i zamamna.<br />

Imadoše i dvoje djece. Kćerku i sina. Sinčić<br />

bješe poput bumbara, dijete koje se od jutra do<br />

večeri šuštavo vrzmalo za pčelama kao neki<br />

zloduh. Ni trena nije stajao mirno, vrckavo se<br />

motao svukud po četvrti. Ali je sve na tom<br />

djetetu, što se svakoga časka valjalo u prašini i<br />

blatu, jednako poput njihove kuće, bivalo kao<br />

suza, posve čisto. Dok kćerka, nešto veća djevojčica,<br />

mirna i šutljiva, blaga osmijeha, bješe<br />

sramežljiva i umilna, s pomalo sjetnim izrazom<br />

na licu... Njena su je uska čeljust i pune usne<br />

već sada činile starijom. Baš kao i njeno držanje.<br />

Cijelu je porodicu, kao i njihov dom, djecu,<br />

cvijeće i supružnike prožimala neka iskričava<br />

ljubav, obuzimala neka neizmjerna sreća. I<br />

svako ko bi prošao kroz tu kapiju odmah bi<br />

zamijetio tu silnu sreću, te bivao ispunjen<br />

ljubavlju. I zaista, postoje mjesta, kuće, ljudi,<br />

samo ih pogledaš i oni te preplave srećom...<br />

Kad god bih za četiri godine našega susjedovanja<br />

klonuo duhom ili bivao potišten, pa<br />

38<br />

proklinjao svijet, izlazio bih van, i gledajući u<br />

malenu kuću, davao sebi oduška. Svake bi<br />

večeri u svojoj smetlarskoj uniformi dolazio<br />

kući naočiti čovjek, bujnih brkova, i ukoliko<br />

horan, u ruke uzimao saz, pa sasvim tiho,<br />

gotovo nečujno pjevao pjesme koje nisam čuo,<br />

a nit’ mogao da čujem, i koje zasigurno nakon<br />

toga sve do svoje smrti nikad više neću ni čuti.<br />

O čemu li je to pjevao u njima? Da li o sreći, o<br />

žalosti, ili pak o nekom događaju, nekako<br />

nisam uspijevao dokučiti. Koji ga put htjedoh<br />

iznenaditi, kraj njega poslušati pjesme, čuti o<br />

čemu to govore. No, samo što bih ušao u kuću<br />

on bi ustajao na noge i nudio mi mjesto, a svoj<br />

bi saz hitro bacao za škrinju pored. Nekoliko<br />

sam puta tražio da zasvira, i shvatio da preda<br />

mnom, pa makar i umro, zasvirati neće, pa sam<br />

i odustao. I još uvijek se pitam koje li je to<br />

krasne riječi u tim svojim pjesmama redarstvenik<br />

Rüstem tako pjevušio?<br />

Redarstveniku Rüstemu bio sam prilično drag.<br />

Poželjeh jednom vidjeti njegovo radno mjesto,<br />

na što se on i ne uvrijedi, štaviše, bješe mu<br />

milo... Eto, i radi toga sam onamo odlazio s<br />

vremena na vrijeme. Tamo van grada, gdje se<br />

nalaze ciglane. Onamo se sliva sva gradska<br />

pogan, a na čelu svega toga bješe redarstvenik<br />

Rüstem. Nekim bi danima spaljivali smeće, i ja<br />

nikada na ovoj zemaljskoj lopti nisam nabasao<br />

natako ogavan smrad kao što je onaj zapaljenog<br />

smeća.<br />

Baš sam tada, na tome smetlištu, kad sam<br />

otišao skupa s redarstvenikom Rüstemom,<br />

svojim prijateljem, uvidio kako jedno smetlište<br />

u cijelosti posjeduje sve odlike svojega grada.<br />

Da, smetlište je jedan grad, i baš sve stvari<br />

jednoga grada mogu izroniti i iz njegovoga<br />

smetlišta. Ručni satovi, stolni satovi, džepni<br />

satovi, i to još novinovcati. Prstenje, narukvice,<br />

ogrlice, kako zlatne tako i one s dijamantima...<br />

Olovke, nalivpera, hemijske. Pa i makaze,<br />

klupka, vitla, naočare, novac. Šta god da ima u<br />

gradu ima i na njegovome smetlištu... A sve što<br />

bi izronilo iz smetlišta, bilo vrijedno ili ne, dijelili<br />

bi smetlari između sebe, onako bratski. No,<br />

jedno ipak nisu dijelili, olovke...<br />

Oni što bi pronašli olovke koje su izranjale iz


smeća, vikali bi radosno, gotovo kao da su<br />

pronašli zlatni ili smaragdni prsten:<br />

„Redarstveniče Rüstemeeee... Još je’na olovka...<br />

Uj, što je lj’epaaa... Nije ni otvorena. Ah, i<br />

crvene je boje...“<br />

„Redarstveniče Rüsteme... Još je’na olovka...<br />

Zelena je, i to kak’a zelena... I to nalivpero...“<br />

„Redarstveniče Rüstemeeee... Evo je’ne, pa<br />

vrijedi barem sto lira... Uz to je i u svojoj kutijici.“<br />

Pokraj redarstvenika Rüstema bješe veliki vrč s<br />

vodom; ponajprije bi svaku njemu donijetu<br />

olovku prevrtao, pa okretao, pregledao, i tek<br />

onda dobrano oprao vodom i sapunom.<br />

Redarstvenik Rüstem bješe prilično ustrajan u<br />

tome da se olovke razdijele, no, to njegovi prijatelji<br />

smetlari nisu htjeli ni čuti. Jer, on je ipak<br />

imao djecu, a ona su išla i u školu. I jednom će<br />

postati gospodinom i gospođom. Pa kada bi i<br />

narednih stotinu godina, svakoga dana odatle<br />

izranjalo na stotine, ma na hiljade olovaka, sve<br />

bi dopale djeci redarstvenika Rüstema.<br />

I uistinu, smetlari bi osjećali veliku radost, pa i<br />

silno zadovoljstvo jer su olovke davali redarstveniku<br />

Rüstemu. Svaki bi mu nalaznik donosio<br />

olovke pobjedonosno, uvjeren da je odradio<br />

vraški dobar posao. Baš je svaki od njih bivao<br />

ponesen srećom dobročinstva prema djeci,<br />

koja neće postati smetlari, već obrazovani i<br />

veliki, dobri i pametni ljudi. To se dalo posve<br />

jasno iščitati iz njihovih pogleda. Redarstvenik<br />

Rüstem nije imao nikakva prava sputati njihovo<br />

zadovoljstvo, omesti njihovu sreću. A djeci<br />

su upravo olovke bile i najdraže igračke. I on bi<br />

svake večeri dolazio kući s mnoštvom raznobojnih<br />

olovaka. Olovke su bivale i ulog dok bi se<br />

majka, sin i kćer kladili u to koliko će ih donijeti<br />

večeras. I vazda je bivalo onako kako bi rekla<br />

kćerka, baš tačno toliko ili pak približno njenoj<br />

procjeni.<br />

Te godine im kćer bješe u petom razredu osnovne<br />

škole... Djevojčica imade oslonac u nečemu<br />

čime se dičila tek potajno, zaleđe za koje nit’ je<br />

ikome mogla niti će ikada moći kazati bilo šta.<br />

A ipak su sva ta djeca imala ponešto. Imala su<br />

divnu odjeću, krasne torbe, vozila koja bi<br />

svakoga dana dolazila po njih i odvozila kući...<br />

Da, da, imala su, samo baš niko, pa čak ni oni<br />

čiji su očevi držali trgovine olovkama, nisu ih<br />

imali toliko. A tako se potajno dičila njima...<br />

Kad god bi pomislila na olovke, njene bi oči<br />

zaiskrile nekim tajnovitim ushićenjem, a<br />

rumeni joj obrazi zablistali. Ali niko nije ni<br />

znao da ih je ona imala tako mnogo... To za nju<br />

bješe teško breme. Nije tek tako mogla uzeti<br />

olovke te ih ponijeti u školu... I da je odnijela<br />

samo jednu, svi, ali baš svi bi zinuli kao tele u<br />

šarena vrata. A imala je na hiljade raznobojnih<br />

olovaka. Crvene, bijele, crne, plave, narandžaste...<br />

I čim bi sve svoje olovke sabrala, nastajalo<br />

bi pravo šarenilo boja. U biti nalikovalo je na<br />

šarenilo olovaka, i to svjetlucavo... Da ih je<br />

mogla ponijeti u školu, mogla je, samo, šta kad<br />

bi je upitali otkud joj toliko. Šta bi rekla, šta je,<br />

ustvari, mogla i reći? Pred svom tom djecom.<br />

Nije mogla kazati: „Moj je otac glavni smetlar,<br />

te je ovoliko olovaka nakupio po smeću...“ Pa<br />

kad bi umrla, kad bi je i zaklali, dobrano joj<br />

pustili krvi, to ne bi rekla. Kako je i mogla... No,<br />

posve je sigurno da je olovke morala ponijeti, i<br />

pokazati svojim prijateljima.<br />

Danima je razbijala glavu, i nikako nije uspijevala<br />

pronaći rješenje. Kaže li da joj je olovke<br />

kupio otac ne bi joj ni povjerovali. Pa čak ni<br />

djeci milionera očevi nisu mogli kupiti tako<br />

mnogo krasnih olovaka... Eeee, ali jednostavno<br />

ih je morala ponijeti u školu i pokazati prijateljima.<br />

Morala je pronaći neki način. Taj je zadatak<br />

sebi utuvila tako u glavu da ga je više bilo<br />

nemoguće smetnuti s uma. Jednog je dana sve<br />

olovke ubacila u torbu, ponijela u školu, izgarala<br />

od želje da ih pokaže, i gotovo pomahnitala,<br />

ali ih baš nikome nije smjela pokazati. I tako se<br />

možda nedjelju dana koprcala u tom žaru<br />

pokazivanja, no, ne bi ništa. I sve bi je to možda<br />

još i prošlo te godine da nije vidjela njihova<br />

susjeda Erola. Erol Abi bješe radnik u velikoj<br />

trgovini uredske opreme na Osmanbeyju.<br />

Jednom je kod njega kupila svesku. A ondje<br />

gdje je radio bivalo je tako mnogo olovaka...<br />

Aaaah, kad bi taj Erol bio neki rođak, primjerice<br />

ujakov sin. Kako divno, kako bi to bilo divno.<br />

Ma prava divota. Rekla bi: „Njih mi je poklonio<br />

Erol, ujakov sin...“ Te je noći, o tom Erolu,<br />

39


azmišljala sve do ponoći.<br />

Tog su jutra, na polasku u školu, njena torba i<br />

džepovi bili prepunjeni raznobojnim olovkama...<br />

Najprije je svoje olovke poredala pred<br />

drugaricom iz klupe, Sabahat. Njeni su na Velikom<br />

Bazaru držali draguljarnice, dupkom pune<br />

zlatnih narukvica. No, čak ni Sabahat nije<br />

imala tako mnogo olovaka...<br />

„Aaaaa. Otkud ti toliko olovaka, curice?“<br />

A Neriman joj posve ravnodušno reče:<br />

„To mi Erol Abi donosi. Svako veče... Na<br />

Beyazıtu ima ogromnu radnju, zatrpanu olovkama.<br />

A znaš li šta mi je Erol Abi? Ujakov sin.<br />

Još neoženjen...“<br />

I smjesta Sabahat otrča ostaloj djeci:<br />

„Da vidite koje olovke Neriman ima. Evo, ovoliko<br />

ima, ma hiljadu komada... Dabogda oćoravila<br />

ako lažem.“<br />

A djeca se sjatiše oko Neriman... I zaista, što je<br />

ona imala olovaka!<br />

Dok je Sabahat govorila:<br />

„Njen ujak ima sina, još je neoženjen. A na<br />

Beyazıtu ima ogromnu radnju... i to punu<br />

olovaka. Ima da idemo onamo svaki dan. Erol<br />

Abi će i nama dati koju“<br />

Neriman bješe tako zadovoljna njome.<br />

„Aaaaa...“, reče, „pa znaš?“<br />

I probra jedno pet – šest olovaka.<br />

„Erol Abi ove šalje tebi. Reče mi: ‘Podaj ih Sabahat.’<br />

Pričala sam mu tako mnogo o tebi. Rekla<br />

sam:’Ona mi je najbolja drugarica.’“<br />

Sabahat se nasmija i reče:<br />

„Znala sam. Hvala ti.“<br />

Zazvonilo je, te je Neriman, pred zadivljenim<br />

razredom, olovke strpala u torbu. Čas je<br />

počeo... A ona je na koncu bila iznad svih. I<br />

naprosto prštala od sreće.<br />

Nakon toga je svakoga dana dolazila s torbom<br />

do vrha ispunjenom olovkama. Dijelila ih je baš<br />

svima. Najzad je bila njihova abla. Pa zašto bi<br />

djeca kupovala olovke. Erol Abi joj je i onako<br />

donosio more, a ona ih je opet davala svima.<br />

Toliko je imala olovaka. Ma da ih je dijelila i po<br />

cijeloj školi, ne bi ih ponestalo...<br />

I tako je Nerimanina sreća trajala i trajala, sve<br />

dok se ne desi ta grozota.<br />

Tu bješe taj kržljavi, taj zrikavi piljarev sin,<br />

Zühtü, taj bijednik, ma taj obični balonja, e, on,<br />

on je sve pokvario. Ma lažov jedan, krmak,<br />

gramzivac... Samo što ga pogledaš dođe ti da<br />

povratiš dušu, i ne okusiš mjesec ništa. Eto, sve<br />

je to bilo njegovo maslo.<br />

Otišao je do učitelja:<br />

„Bogami, dabogda crk’o, ma dabogda mi umrla<br />

mati... Neriman mi je ukrala olovku. Vidio sam<br />

je među njenim. Još sam je i obilježio... Zelenu<br />

jednu olovku... Baš na njoj sam napravio dvije<br />

recke... E, tu sam olovku vidio kod Neriman.“<br />

Učitelj je pozvao Neriman te zatražio da otvori<br />

svoju torbu... I potom, pred tolikim mnoštvom<br />

olovaka ostao zapanjen.<br />

Zühtü je nagrnuvši na njih rekao:<br />

„E, ova učitelju“, i uzeo olovku.<br />

A učitelj je strogo upitao:<br />

„Otkud ti ovoliko olovaka?!“<br />

Neriman već danima bješe spremna te je naprćivši<br />

usne kazala:<br />

„Ove mi olovke daje Erol Abi, a kod kuće ih<br />

imam još toliko...“<br />

Na to je učitelj podmuklo pogledao i rekao:<br />

„Idi, pa donosi i ostale olovke od kuće.“<br />

A Zühtüu:<br />

„Vrati tu olovku Neriman.“<br />

„Ali učitelju, učitelju...“<br />

„Vrati olovku...“<br />

I nato mu je uzeo iz ruke i dao Neriman... A ona<br />

je svoje olovke strpala u torbu i s njom u<br />

rukama počela juriti pravac kući.<br />

No, učitelj dodade straga:<br />

„Torba neka ostane ovdje.“<br />

Neriman se vratila, ostavila torbu na stol i<br />

zatim pojurila doma. A kući je došla za tili čas,<br />

pa je jednu oveću platnenu torbu napunila<br />

svim olovkama, te opet odjurila nazad u školu.“<br />

„Eto, učitelju, to bi bilo sve...“<br />

„Hajde, sada se vrati u učionicu“, kazao je<br />

učitelj.<br />

I zatim se uputio ravnatelju, te mu nadugačko<br />

ispričao sav slučaj. A ravnatelj je potom kružeći<br />

po školi od razreda do razreda objavio:<br />

„Svako ko je izgubio olovku, ili mu je ukradena,<br />

neka se na velikom odmoru nađe ispred moga<br />

ureda.“<br />

Nekoliko časova poslije, ispred ravnateljeva<br />

40


ureda naprosto je vrvjelo. Skoro pa više od<br />

polovice učenika svoju olovku bješe zagubilo,<br />

ili im pak olovka bješe ukradena.<br />

„Hajde, kaži, kako ti je izgledala ta ukradena<br />

olovka?“<br />

Dijete bi opisalo olovku, a ravnatelj bi pronašao<br />

jednu, te je pružio djetetu.<br />

I tako je tom cijelom nizu djece razdijelio<br />

olovke. A djeca nisu lagala, i olovke zbilja i jesu<br />

bile njihove...<br />

„De kaži, kako si ukrala ovoliko olovaka?“<br />

„Nisam ih ukrala.“<br />

„Kažeš li istinu, dijete, oprostit ću ti.“<br />

„Ali, nisam ih ukrala.“<br />

„Pa dobro, da je Erol Abi i milioner, zašto bi ti<br />

baš poklonio ovoliko olovaka? Hajde, jednu,<br />

dvije, pa i deset komada... Ali na stotine?“<br />

„Erol Abi mi dao... Trgovina mu puna olovaka...“<br />

I tako je ravnatelj nadugo gnjavio djevojčicu, a<br />

nakon što iz nje ne izvuče istinu, reče joj:<br />

„Idi, i smjesta pozovi oca i majku.“<br />

Neriman je stigla kući, bacila se na krevet i<br />

otpočela snažno jecati. Njene oči od plača postaše<br />

krvave. Majka je tek uzrujano zapitkivala,<br />

ali djevojčica od silnoga plakanja nije mogla ni<br />

govoriti. Pošto se malko smirila, ispričala je<br />

majci sve onako kako se i zbilo. Uvečer je otac<br />

ponovo došao kući noseći sa sobom pregršt<br />

olovaka. Dao ih je Neriman. A ona ih je svom<br />

snagom sunula na ulicu. Majka je kroz suze<br />

događaj ispričala ocu.<br />

Neriman je govorila, i dozla da će umrijeti<br />

molila majku i oca:<br />

„Preklinjem vas, ne govorite da su olovke<br />

pronađene na smeću. Kažite da ih je Erol Abi<br />

dao...“<br />

„Neće nam povjerovati...“<br />

„Pa i ne moraju..“<br />

„Ta, zar je pronaći olovku na smeću, gore i od<br />

krađe?“<br />

„Gore je, mnogo gore...“<br />

I tako je natezanje između majke, oca i kćeri<br />

potrajalo do ponoći.<br />

Neriman je govorila:<br />

„Kažete li da su olovke nakupljene po smeću, ja<br />

ću se ubiti...“<br />

41<br />

Redarstvenik Rüstem svoju je djecu poznavao<br />

dobro. I da, djevojčica bi sebi oduzela život.<br />

„Imaš pravo, kćeri“, rekao je, „u školi ću im<br />

kazati da joj je te olovke poklonio ujakov sin<br />

Erol.“<br />

Izjutra je redarstvenik Rüstem sa svojom kćerkom<br />

otišao u školu, te učitelju i ravnatelju<br />

otpočeo pričati o Erolu, stao kazivati sve<br />

nadugo i naširoko o tome kako je on dobar,<br />

velikodušan rođak. Ravnatelj je zatražio adresu<br />

Erolove trgovine na Beyazıtu. Otac i kćer ostaše<br />

skamenjeni. No, na kraju je redarstvenik<br />

Rüstem smislio neku adresu, te je izdiktirao<br />

ravnatelju. I potom su otac i kćer otišli iz škole.<br />

Istraga bješe završena, ispostavilo se da je Neriman<br />

olovke ukrala, te zbog toga izbačena iz<br />

škole.<br />

Prilično sam kasno čuo za ovaj događaj. Otrčao<br />

sam odmah do kuće redarstvenika Rüstema,<br />

no, doma ne bi nikog. Sedmicu sam dana odlazio,<br />

dolazio, kućna vrata biše ništa do li zida...<br />

Šest mjeseci, sve do moje selidbe u Basınköy,<br />

kuća bješe još uvijek zatvorena... Tek jedna<br />

pusta, mrtva, sumorna kuća... Djeca iz četvrti<br />

izgaziše mileni vrt, i potrgaše one crvene, plave<br />

i ružičaste geranije na prozorima...<br />

Ja dobro poznajem smetlišta. Redarstveniku<br />

Rüstemu zahvaljujući. Smetlišta su istovjetna<br />

preslika svojih gradova... A ako li je grad prljav,<br />

varljiv, okrutan i podao, njegova smetlišta zaudaraju<br />

hiljadu put jače. Poput strvi... Na istanbulska<br />

smetlišta galebovi slijeću, i ona postaju<br />

snježnobijela. I to pogano smeće biva pritajeno<br />

njima. Aaah, a iz tih istanbulskih smetlišta<br />

znaju izroniti i raznobojne olovke... a zna i koji<br />

prsten od zlata.


43- FILIP MURSEL BEGOVIĆ SÖYLEŞİ 49- ESMA KOÇ VİGİ-<br />

LANTE 50- ERVANUR ERDOĞAN DİNAMİK ORGANİZMALAR<br />

TASVİRİ 51- NADIJA REBRONJA LUIS, A NEKIM LJUDIMA 52-<br />

METİN SAVAŞ ÖTEKİLER DE İNSANDIR 54- ERVANUR ER-<br />

DOĞAN SANATTA YORGAN YA DA URGAN MESELESİ OLARAK<br />

DADACILIK 57- ENNA ZONE ÐONLIĆ IS AUGUST SENOA ‘PEAS-<br />

ANT’S REVOLT’’ HISTORICAL REALITY OR FICTION?‘<br />

SÖYLEŞİ Filip Mursel Begović<br />

Filip Mürsel Begoviç 1979 Zagreb, Hırvatistan doğumlu. Zagreb Felsefe Fakultesi Hırvatça ve Doğu<br />

Slav Dilleri bölümü mezunu. Şu anda Bosna Hersek’te haftalık olarak çıkan ‘’Stav’’ dergisinin genel<br />

yayın yönetmenliğini yapıyor. Bir çok Bosna ve Hırvat gazetesinde köşe yazıları, söyleşiler, edebiyat<br />

eleştirileri ve makaleler yayınladı. Sadece Boşnaklar ve Müslümanların geleneksel ve kültürel sıkıntıları<br />

değil Avrupadaki kültür farklılıkları ve batıdaki azınlıklar üzerine yaptığı çalışmalarla da<br />

dikkat çekiyor. Orient Espresso isimli tiyatro okulunda yönetmenlik ve oyun yazarlığı yaptı. Zagreb’de<br />

bulunurken Behar Dergisinin yardımcı yayın yönetmenliğini yaptı. Onlarca kitabın editörlüğünü<br />

yaptı ve yayına hazırladı. Yeni dönem Boşnak şiiri hakkında iki adet kitabı yayınlandı.<br />

43


Uzun bir süre Zagreb'te yaşadınız. Sonrasında,<br />

Bosna'ya taşındınız ve Saraybosna'da<br />

yaşıyorsunuz. Genel bir sorudan başlayalım<br />

söyleşiye. Bildiğiniz gibi Baška<br />

Dergi, Balkan şehirleri dosyalarıyla çıkıyor.<br />

Saraybosna'yla kıyaslarsanız, Zagreb<br />

nasıl bir şehirdir sizin için?<br />

Zagreb'te doğdum ve eğitim hayatım orada<br />

geçti. Yaşamımın otuz yılını Zagreb'te sürdürdüm.<br />

İnsan doğduğu, büyüdüğü şehri nasıl<br />

sevmez? Bu ancak kalpsiz bir insan için geçerli<br />

olabilir. Yaşamımın geri kalan kısmını Saraybosna'da<br />

geçirmeye karar verdim. Ailem Bosna<br />

kökenli olduğundan, daha önceleri gelip<br />

yerleşmeyi düşündümse de, Bosna'da aileden<br />

geriye kalan hiçbir şeyin olmaması beni Zagreb’e<br />

döndürdü. Ne yazık ki, ailemin geride<br />

bıraktığı evler ya yıkılmış ya da satılmıştı. Ama<br />

Bosna’yı ve insanlarını sevdiğim için geri<br />

geldim. Neticede yaşayanı olmayan bir ev, boş<br />

dört duvardan başka bir şey değildir. İlk başlarda,<br />

yalan yok Zagreb'i özlemiştim. Proust vari<br />

bazı duygular içimi sarıyordu, ama ne yazık ki<br />

burnuma gelen koku Proust’un Madeleine<br />

kurabiyelerinin kokusu değildi. Saraybosna’nın<br />

Miljacka nehri boyunca yürürken birden<br />

nehrin kokusuyla kanalizasyon kokusu karışık<br />

bir koku duydum, tuhaf bir şekilde bir an<br />

çocukluğumu ve Zagreb'in Sava nehrini anımsamıştım.<br />

O an özlemle karışık nostalji duygusu<br />

içime doldu. Saraybosna'ya idealist bir bakış<br />

açısıyla baktığımı söylemeliyim. Bana sanki<br />

Hac yapıyormuşum gibi geliyordu, her tarafta<br />

camiler ve hajirli(hayırlı) insanlar vardı. Hayat<br />

gerçekten başka bir şey. Nerede olursa olsun,<br />

her zaman dert tasa oluyor. O yüzden bir ara<br />

vermem gerekiyordu. Sonra Zagreb'e tekrar<br />

döndüm ama işte Bosna'yı ve Saraybosna'yı<br />

özlemiştim. Bir gün rüyamda, Zagreb Meydanında<br />

(Bana Jelacica) bir rüzgar esiyor ve<br />

kafamdaki fesi uçuruyordu. Şehrin merkezinde<br />

fesin peşinde koşuyor ve onu hiç yakalayamıyordum.<br />

Maalesef Hırvatistan'daki Boşnaklar,<br />

44<br />

çok kez bu fesi (milli ve dini bir özellik açısından)<br />

yakalarken, onu elinde tutamıyorlar. İşte<br />

bu yüzden, kızım Saraybosna'da doğduğu<br />

zaman, duygusal olarak parçalanmıştım. Köklerimi<br />

bırakıp, atalarımın ülkesine, Bosna'ya<br />

döndüğümü hissettim bu yüzden. O zamana<br />

kadar, maneviyat ve gelenek için keşfedilen<br />

ihtiyaçlarım açısından; Bosna benim için duygusal<br />

olarak baştan çıkarıcı, gizemli, o uzaktan<br />

sevdiğim kadınlara benziyordu. Küçük Sarajka<br />

doğduğunda; aynı göründüğü gibi, Bosna'yı bir<br />

anne gibi hissettim.<br />

Türklere ve Osmanlı dönemine<br />

karşı varolan önyargılar,<br />

tarihsel gerçeklerin<br />

bitirilmesi ve tahrif edilmesi<br />

sebebiyle korkutucu<br />

seviyededir.<br />

Zagreb başkent, haliyle diğer şehirlere göre<br />

insanlara daha fazla şey sunabiliyor. Bu yönüyle<br />

evet cezbedicidir. Ne var ki bir turist açısından<br />

baktığımızda, Dubrovnik çok daha cezbedicidir.<br />

Ayrıca, Hırvatistan'ın sahil kesimi de; temiz<br />

denizle, muhteşem doğasıyla, Akdeniz havasıy-<br />

Zagreb'i bölgenin<br />

özgün bir<br />

şehri olarak<br />

değerlendirebilir<br />

miyiz?<br />

Kesinlikle… Kültürel<br />

kodlarına bakacak<br />

olursak, Ljubljana'dan farksız değildir. Her<br />

ikisi de güzel şehirlerdir ve bu şehirlerde<br />

mimari ve kültür bakımından Avrupa merkezli<br />

bir ortam hâkimdir. Ama Saraybosna'nın başka<br />

bir yönü; Doğululuğu, var. Bu yüzden Saraybosna'nın<br />

her açıdan daha ilginç bir yer olduğunu<br />

söyleyebilirim. Belgrad ise, Sırpların Osmanlı<br />

mirasını korumak istemediler. -tabii ki- bu<br />

estetik değerler onların zevklerine fazla kaçıyordu,<br />

hiçbir şey bırakmayarak yok ettiler.<br />

Zagreb Hırvatistan'ın en çekici şehri mi?<br />

Hırvatistan hakkında konuşurken önce<br />

hangi şehir akla geliyor? Zagreb veya<br />

Dubrovnik mi?


la ve zengin kültürüyle, turistler için çok ilgi<br />

çekici bir yer.<br />

Hırvatistan'ı nereye koyuyorsunuz? Sizce<br />

bir Avrupa ülkesi mi? Bir dönüşümden söz<br />

edebilir mi? Hırvatistan hâlâ Balkan bir<br />

ülkesi midir?<br />

Hırvatistan Güneydoğu Avrupa'nın bir parçası,<br />

Hırvatlar ise Avrupalı insanlar. Aynı Bosna<br />

Hersek ve Boşnakların olduğu gibi. Aradaki fark<br />

Hırvatistan'ın Avrupa Birliğinin bir parçası ve<br />

Katolik olması; Bosna'nın ise AB üyesi olmaması<br />

ve Boşnakların müslüman olması. Bu sebeple<br />

kötü niyetli insanlar Boşnaklara kimliksiz<br />

millet yakıştırması yapıyorlar. Türkler aracılığıyla<br />

İslam’a girmiş aslen Hırvat yahut Sırplarmış<br />

gibi.<br />

Balkanlar coğrafi bir terimdir ve Hırvatistan da<br />

buna dahildir. Aslında Hırvatlar, Balkanların bir<br />

parçası olmadıklarını ve bu kelimenin birincil<br />

coğrafi anlamı aştığını ve "doğudaki kabileleri,<br />

vahşi ve kanlı geleneklere dayandıran bir şey”<br />

haline geldiğini düşünüyor. Bu kötü niyetli<br />

Balkan ismi altından bir Hırvat'ın çıkıp, Balkan<br />

kelimesinin Türkçe olduğunu ima etmesine bile<br />

şaşırmayın. Türklere ve Osmanlı dönemine<br />

karşı varolan önyargılar, tarihsel gerçeklerin<br />

bitirilmesi ve tahrif edilmesi sebebiyle korkutucu<br />

seviyededir. Ve bu sadece Hırvatistan'da olan<br />

bir şey değil. Bu önyargıların kurbanları Boşnaklardı,<br />

Sırplar Türk döneminin intikamını<br />

almaya çalıştılar.<br />

“Balkanlar” tanımlası çok tartışmalı bir<br />

konu, tarihte farklı isimlerle de anılmış.<br />

Siz “Balkanlar” tanımlamasına nasıl bakıyorsunuz?<br />

Hırvatlar için Balkanlar, ideal olarak Sırbistan,<br />

Bosna-Hersek, Makedonya, Kosova ve Karadağ<br />

tarafından temsil edilmektedir. Ancak Ljubljana'ya<br />

giderseniz, Slovenler bu listeye Balkanlar<br />

Kültürel iktidarı Hırvatistan ve Sırbistan elinde<br />

tutuyor. Daha iyi bir okuma kültürünün kimde<br />

olduğunu ölçmek zor. En fazla kitap basın-yayının<br />

Sırbistan’da olduğu kesin, çünkü Sırbisile<br />

anılmak istemeyen Hırvatlar’ı eklemekte<br />

beis görmeyeceklerdir. Balkan halklarının ve<br />

mitlerinin kendilerini düşünüyor olması;<br />

gerçekten eğlendirici ve ilginçtir. Genellikle<br />

“Balkan” diye adlandırılmak hoşlanmadıkları<br />

bir şeydir. Bu nedenle coğrafi bir terim olarak<br />

bile içinde olmak istemezler. Aslında asıl problem;<br />

Balkanlar'daki Güney Slav uluslarının<br />

(Bulgaristan hariç) devleti olan Eski Yugoslavya'nın<br />

dağılmasıydı. Hiç şüphesiz bu durum,<br />

Sırbistan tarafından tasarlanmıştı ve patlak<br />

veren savaşın asıl amacıydı. Peki bundan sonra<br />

ortak alanlara nasıl hitap edecektik ? "Balkanlar"<br />

kelimesi kullanılmak istenmiyor. Çünkü<br />

’’Balkanlaşma’’(Balkanization) sözcüğü İngilizcede<br />

parçalanmakla eş anlamlıdır. Bölgeyi "Eski<br />

Yugoslavya" olarak adlandırmak da istemiyorlar,<br />

çünkü kanlı bir çağrışım yapıyor ve parçalanan<br />

bir şeyi hatırlatıyor. O zaman ’’Bölgenin<br />

Ülkesi’’ diyeceğiz. Bu coğrafyada herkes inatçıdır.<br />

Ben de bir inatçı olarak ‘’Boşnak Ulusal<br />

Listesi’’nin editörüyüm. Yazarlarımız Bosna<br />

Hersek çevresi için, ‘’Bölgenin Ülkesi’’ olarak<br />

yazdıklarında düzeltiyorum. Bence bu hakka<br />

sahibiz, çünkü bizim "Hayalî Balkanlar"ın geri<br />

kalanına ya da sözde bölgelere baktığımız açı<br />

budur.<br />

"Balkanlar" kelimesi kullanılmak istenmiyor.<br />

Çünkü ’’Balkanlaşma’’(Balkanization) sözcüğü<br />

İngilizcede parçalanmakla eş anlamlıdır.<br />

Balkanlarda kültürel iktidar kimin elinde?<br />

En büyük yayıncı hangi ülkede? En çok ödüllü<br />

filmleri kim çekiyor? Kimin haber kanaları,<br />

gazeteleri daha etkin eski Yugoslavya’da?<br />

45


tan’ın nüfusu iki kat daha fazla. İlginç bulduğum<br />

şey, Slovenler’in kültüre bu denli yatırım<br />

yapmaları gerektiğine inanmış olmaları. Uzun<br />

bir süredir kültüre yatırım yapıyorlar ve bu<br />

durum o küçük ülkenin çok kısa zamanda<br />

tanınmasını sağladı. Küçük uluslar olduğumuz<br />

söylenir. Bunu benimsemenin arızalı olduğu<br />

fikrindeyim. Çünkü bu, bir yerden sonra sizi<br />

aşağılık duygusuna götürüyor. Küçük ülkeler<br />

değil, nüfusu ve sayısı az ülkelerin olduğunu<br />

düşünüyorum. Ama küçük ülke deyince, bu<br />

küçük ülkenin küçük kültürü olmasına götürüyor<br />

ki bu yanlış bir tanımlama. Çünkü hiç bir<br />

ülke, hiç bir millet küçüklüğü kendine yediremez.<br />

Gelişmiş bir ekonominiz, güçlü bir ordunuz,<br />

istikrarlı bir dış politikası olmayan bir<br />

ülkeyseniz; gerçekten kültür ve eğitime yatırım<br />

yapmanız gerekir. Çünkü ülkenizi ancak bu<br />

şekilde dünyaya kabul ettirebiliyorsunuz. Bunu<br />

anlayan her ülke, modern pazarlama ve tanıtım<br />

yollarını seçiyor ve kendi çıkarlarına uyuyorsa<br />

kendisini başkalarına dayatma fırsatını yakalıyor.<br />

Balkan ülkeleri bu sebepten dolayı birbirlerine<br />

kendi kültürleri empoze etmeye çalışıyorlar.<br />

Bizim televizyonlarımızda hep Sırbistan ve<br />

Hırvatistan var. Bu kanallar dışında ayrıca iki<br />

bölgesel kanal daha var. Bunlardan birisi Al<br />

Jazeera Balkans diğeri ise ona rakip olarak çıkan<br />

N1. Medya meselesine gelince, bölgesel anlamda<br />

yaşanan sorun; eski Yugoslavya’daki duyguları<br />

yani Yugonostaljiyi kullanarak bölgesel bir<br />

işbirliğine gitmeye çalışmak bence. Bu gibi bir<br />

hataya düşen medyayla, iyi bir yere varılamaz.<br />

Zagreb'in Yugoslavya döneminde ve sonrasında<br />

en entelektüel şehirlerden birisi olduğu<br />

söylenir. Gerçekten öyle midir? Tarihte ve<br />

günümüzde, sizce bölgedeki sanat ve edebiyatın<br />

merkezi neresidir?<br />

Belgrad ve Zagreb o zamandan bu yana iki ana<br />

merkezdi. Belgrad, Yugoslavya’nın başkenti<br />

olduğundan hakim olanın Belgrad olması gerekir.<br />

Zagreb ise, Avrupa Birliği’nin bir parçası<br />

olarak günümüzde, AB fonlarının sunduğu<br />

şeylerle kültürel zenginleşmenin ve değişimin<br />

teşviki yoluyla bu konuda önde olma fırsatına<br />

sahip. Maalesef, Hırvat Kültür Politikası’nın bu<br />

yönde olmadığını görüyoruz. Ama hiç bir<br />

zaman hiç kimsenin kültürel zenginlik anlamında<br />

Saraybosna kadar imkanı olmayacak.<br />

Tabii Saraybosna’ya kendini tanıtma şansı tanınırsa…<br />

Ne zaman bunu anlarsak o zaman Saraybosna<br />

kendini öne çıkarma fırsatı yakalayacak. Nasıl<br />

ki Doğu ve Batı’nın buluşma şehri olan İstanbul,<br />

Doğu ve Batı’yı fiziki olarak birbirine bağlıyorsa<br />

Saraybosna da bunun manevi kolunu<br />

üstlenir. Avrupa’da, batıdaki en doğu şehirdir<br />

Saraybosna. Bu yüzden, güzel ve ilham verici<br />

kültürel imkanların yer aldığı bir evren diyebiliriz<br />

Saraybosna için.<br />

Hırvatlar için Balkanlar, ideal olarak Sırbistan,<br />

Bosna-Hersek, Makedonya, Kosova ve Karadağ<br />

tarafından temsil edilmektedir. Ancak Ljubljana'ya<br />

giderseniz, Slovenler bu listeye Balkanlar ile<br />

anılmak istemeyen Hırvatlar’ı eklemekte beis<br />

görmeyeceklerdir.<br />

46<br />

30 Mart'ta Saraybosna'da ‘’Ortak Bir Dil<br />

Bildirgesi’’ imzalandı. Balkan ülkelerinde<br />

konuşulan tüm dillerin; Sırpça-Hırvatca-Boşnakça-Karadağca<br />

konuşanların aynı dili<br />

konuştuğunun kabul edilmesi gerektiği<br />

belirtildi. Tam olarak mesele neydi?


Dilbilimci Snježana Kordić, ortak bir dil olan<br />

Sırpça-Hırvatça (Yugoslavya döneminde ) dili<br />

üzerine olan tezini hiç bir zaman inkar etmedi.<br />

Sadece, yaklaşımını ve taktiklerini değiştirdi.<br />

Bu nedenle şüphesiz ki şu anda bunun böyle<br />

olmadığını iddia etmekle birlikte; Kordicka'nın<br />

ortak dili çağırdığı şey aslında, Sırpça-Hırvatca’dır.<br />

Bununla birlikte, imza atanlar yeni bir<br />

ekol ya da çok merkezli çağrı girişiminde<br />

bulunduğunu övüyorlardı. Amacına Hırvatistan<br />

ve Sırbistan’da ulaşamadığından, Saraybosna’da<br />

fikirlerini destekleyen bir yardım grubu<br />

oluşturdu -ki bunlar Bildirge’ye imza atanlardandı-<br />

öfkeli Ranko Bugarski’nin yanısıra, bu<br />

grupta belli başlı kurum ve kuruluşlardan gelen<br />

tek bir dil bilimci yoktu.<br />

Dört hedef ülkede, dil sorunları ile ilgileniyorlar<br />

(Bosna Hersek, Sırbistan, Hırvatistan, Karadağ).<br />

Şüphesiz imzacılardan bazıları, "Ortak,çok<br />

merkezli bir standart dilin; her dili<br />

konuşanın o dile kendisinin istediği gibi isim<br />

verme imkânı bıraktığı" iddiasında olduğuna<br />

inanan, akıllıca tasvir edilen bildirim metniyle<br />

aldatıldı. Buna ek olarak, medyada yapılan açıklamalara<br />

göre; bu bildirinin sadece makul her<br />

şey için tanınmış ve kabul edilebilir şeyleri<br />

onaylamak istediği gibi çok yuvarlak ifadeler<br />

var. Ki bunlar zaten bildiğimiz şeyler, şiddetle<br />

ayrılmak taraftarı olmadık hiç. Yani hoşgörülü<br />

bir Saraybosna onlar için makul başlangıç<br />

bölgesiydi. Çünkü bu ülkedeki hiç kimse onları<br />

tencere ile vurmaz. Başka bir deyişle, Bildir-<br />

Uzun yıllar, Zagreb'te Behar Dergisinde çalıştınız.<br />

Behar Dergisi, bölgedeki uzun soluklu<br />

Boşnak dergisiydi. Maalesef, artık yayımlanmıyor.<br />

Bu karar nasıl alındı ve neden alındı?<br />

Behar olarak bilinen dergi yayınına -yılda 6<br />

sayıdan 3 sayıya, 120 sayfadan 30 sayfaya düştüdevam<br />

ediyor. Fakat artık Boşnakların kimliğinin<br />

bir parçası olarak İslam'dan sapmayan bir<br />

gelenek ve modernitenin bir karışımını destek-<br />

47<br />

leyen, tam olarak bir Boşnak dergisi değil. Geçmişte<br />

Behar, Saraybosna'da bulanan; Bosna<br />

Hersek'teki 115 yıllık bir geleneğe sahip ulusal<br />

bir dergiydi. Bugün ise, Belgrad'da yayınlanan<br />

bir Hırvat gazetesi. Korkunç, çünkü bu da oldu.<br />

1911'de Behar, Boşnak listesinden bir Hırvat<br />

gazetesine dönüşmüştü. Aynı sıkıntı yüzyıl<br />

sonra yine oldu. Bu durum herhalde meydan<br />

okuyan insanlar tarafından tasarlandı, bir taraftan<br />

deli, milli Hırvatistan, diğer yandan Belgrad'da<br />

sol görüşlü insanlar var. Tam da söylediğimiz<br />

şey, medyanın korkunç şeyi yapmaması<br />

gerektiğini söylediğimiz şey; ‘’bölgesel lapa.’’<br />

Bu, ulusal dergilerin, kafa karışıklığı olan insanlar<br />

tarafından ele geçirildiğine bir delildir.<br />

Aslında, Hırvat siyasetinin böyle bir dergiyi<br />

kapatması gerekiyordu. Bütün sorun, Behar'ı<br />

yayınlayan birlik; Müslümanları yalnızca Boşnaklarla,<br />

Müslüman isimlerle ilişkilendiren<br />

Hırvat ulusal partilerinin eylemcileri tarafından<br />

ele geçirildiğinde başladı. Bundan başka bir şey<br />

değil. Ancak Behar 1911'de de Yeni Behar olarak<br />

yeniden doğmuştu. Umutsuzluğa gerek yok.<br />

Yüz yıl sonra 2016'da Zagreb'e tekrar gitti ama<br />

eğer nasipse yakında Saraybosna'da yeniden<br />

doğacak. Çünkü, Boşnakların kendi ulusal<br />

kültürünün ürünü olan bir derginin olmamasını<br />

kabullenmeyeceğiz. Sadece şimdilik yok. Bu<br />

kabul edilemez ve maalesef kendimizle ilgili<br />

çok konuşuyoruz.<br />

Gelişmiş bir ekonominiz, güçlü bir ordunuz,<br />

istikrarlı bir dış politikası olmayan bir ülkeyseniz;<br />

gerçekten kültür ve eğitime yatırım yapmanız<br />

gerekir.<br />

Genel olarak edebiyat, kültür ve sanat dergilerinin<br />

Hırvatistan’da ve Balkanlardaki<br />

durumu nasıl?


Bir önceki soruya ilave yaparak cevap vereyim.<br />

Benim ve bir çok kimsenin çektiği sıkıntı şudur:<br />

Nasıl Hırvatlar’ın her (Bosnada bulunan)şehrinde<br />

kendi kültürlerine dair en az bir dergileri<br />

olur da, biz Boşnakların birden fazla dergisi<br />

olmaz? Bosna-Hersek'te Boşnakların kendi<br />

kültür dergileri nasıl olmaz? Ve Hırvatistan’daki<br />

Boşnakların neden az sayıda dergileri var?<br />

‘‘Geçmişte Behar, Saraybosna'da bulanan; Bosna<br />

Hersek'teki 115 yıllık bir geleneğe sahip ulusal bir<br />

dergiydi. Bugün ise, Belgrad'da yayınlanan bir<br />

Hırvat gazetesi. Korkunç!’’<br />

Hırvatlar (ve Sırplar) tüm literatürlerini topladıktan<br />

sonra; yağmur, ağaç, deniz edebiyatına<br />

geçtiler. Biz Boşnaklar hala daha bir milleti<br />

millet yapan eserleri, antolojileri ve temel<br />

kitaplarımızı oluşturamadık. Edebiyat tarihimiz<br />

yok. Bosnalı bir geçmişimiz yok. Boşnakça<br />

bir ansiklopedimiz yok. Çok çalışanlar var,<br />

bunlar mükemmel kişilerdir. Ancak ulusal<br />

projelerin, ulusal sistemin desteği olmadan<br />

bunlar mümkün olacak şeyler değil. Yani bu<br />

bize kalmış. Türkiye'deki meslektaşlarıma bunları<br />

uzun uzun anlattığımda; başları dönüyor ve<br />

hep sonrasında yardım etmeyi teklif ediyorlar.<br />

Kendimiz yapamayacaksak o zaman bu kitaplarımız<br />

olmasın daha iyi, onları hak etmedik<br />

diyorum..<br />

48


ESMA KOÇ<br />

VIGILANTE<br />

Apaçık adaletsiz başladı her şey<br />

Orada mevsim kış orada kar ceketin<br />

Orada omzuna dargın saç teli<br />

Orada dönemediğim eski çağ ellerin<br />

Kuşlarına inandım göğünün, uçmadılar<br />

İçimdeki taş, devrilmedi berrak sulara<br />

Uyusun da büyüsündü leylak büklümlerin<br />

Uyusun da büyüsündü yeter ki<br />

Kendimi bekledim senden usanalı<br />

Öylece durdum, trenler ezdi içimden<br />

Bir yokluk yıldızlandı bana doğru<br />

Şimdi ceylanların uykusu kadar ömrüm<br />

Sırlarım söz tuzaklarına açtığın hoyrat ağzında<br />

Ağzın ki kıvrımında yedi harikalı diyarlar uyur<br />

Koşup kapaklansam baktığın yerler büsbütün dağ<br />

Tanrım bilirsin bunları konuş onunla<br />

Bu suçla bilineceksek vazgeçmek deliliktir<br />

Ölümcül dalgaların dinmesine inancımı kaybettim<br />

Artık sakin geçemem zehirli düğümlerden<br />

49


ERVANUR ERDOĞAN<br />

DİNAMİK ORGANİZMALAR TASVİRİ<br />

Az önce bi haber izledim<br />

Oturdum özenle, ağzımı iki metre açarak<br />

Dal üstünde bir kuş iskeletini beş milyon liraya<br />

Satamamışlar<br />

Oysa ne kadar da güzeldir<br />

Dal üstünde, kuşla iskelet<br />

Ban Jelacic Meydanında akıllıyla deli<br />

İki tiz sestir mekana avize olan<br />

Doğuşma diye bir kelime duydum<br />

D harfinden kocamış kavimler gibi<br />

Şeffaf kanaldan <strong>renkli</strong> kanala geçerken<br />

Yaşayan değil ölmüş olmam gerektiğini de<br />

Şehrin çobanından duydum<br />

Hücrelerimi okşuyordu<br />

Marşlar, başlar, ilahlar dedim<br />

Ben sizi görüyorum<br />

Sizden beni kim görüyor<br />

Bir alkış sesi duymadan<br />

Bir ağzı öpüp taşlamadan<br />

Açık konuşayım<br />

İnsanoğlu uçar bazen<br />

Narsistlik Allah vergisi<br />

Soluklandım, su içtim<br />

Tahakkümü altında<br />

Adı şöhretli heykelinin<br />

Yürüdüm, sallandım, zılgıt çektim<br />

Ötüşüne döndüm kuş iskeleti<br />

Ban Jelacic'ten bakir sinema köşelerine<br />

İki senaryo bir kameraman<br />

Kurtulmam çok tesadüftü<br />

Bürokrat şansıma küstüm<br />

Arka bahçeden çağrıldım<br />

Sigara molasındayım, elim telek döküyor<br />

Dünyada söyleyecek bir şeyi yok delilerin<br />

Dilin mecazından başka<br />

Bu yüzden hiç küfretmez kadın şairler<br />

Spikerler kadar bile<br />

Şiirlerinde kelimeleri dişlerken<br />

50


NADIJA REBRONJA<br />

luis, o nekim ljudima<br />

dok je spavala<br />

on se brijao<br />

u ogledalu je uhvatio<br />

njeno lice<br />

posmatrao je<br />

posmatrao<br />

i osjetio<br />

da mu na nekoga liči<br />

pronašao je oblik očiju diktatora<br />

usne zločinca<br />

bradu gnusnog generala<br />

uši čuvara logora<br />

probudila se<br />

i otišla da volontira<br />

u domu za siročad<br />

kao i svakog dana<br />

5I


ÖTEKİLER DE<br />

İNSANDIR<br />

Metin Savaş<br />

.<br />

İstanbul’daki tek yıldızlı otellerden birinde komilik<br />

ediyordum. Henüz çok gençtim, daha askere bile<br />

gitmemiştim. Turistik bir oteldi çalıştığım yer. Pek çok<br />

milletten turist konaklıyordu bizim otelde. Hekimlik<br />

yapan bir Japon müşterimizle dostluk kurmuş, yılbaşlarında<br />

birbirimize tebrik kartları göndermiştik<br />

mesela. İnternet yoktu o zamanlarda, posta hizmetleri<br />

yoluyla iletişim kuruyorduk. Etnik kökenini gizlemeyi<br />

tercih eden bir Ermeni aileyle de otelimizde tanışmıştım.<br />

Kök salmış Türk-Yunan husumetine rağmen<br />

paskalyalarda Yunanlı turistler otobüslerle geliyorlardı.<br />

Almanlar ve Fransızlar da otelimizde çokça konaklayanlar<br />

arasındaydı. Benim komilik yıllarım Humeyni<br />

devrimi günlerine denk geldiği için molla rejiminden<br />

kaçan epeyce Azeri kökenli İranlı da otelimize yerleşmişti.<br />

Gazeteci olduğunu söyleyen bir Fransız vatandaşıyla<br />

da kapıştığımı hatırlıyorum. Otelimizin duvarındaki<br />

Türkiye haritasına yanaşan Fransız gazeteci<br />

parmağını harita üzerindeki İstanbul noktasına koyarak<br />

“Bizans” demişti. Ben de delikanlılık yaşımın<br />

protest tavrıyla “Bizans mort” karşılığını vermiştim.<br />

Kim ne derse desin, sanatçı kimliğimle edindiğim<br />

izlenimleri dürüstçe ifade etmem gerekirse, Alman<br />

turistler diğer müşterilerimize kıyasla çok daha<br />

medeni idiler. Biz otel çalışanlarına verdikleri bahşiş<br />

de dolgun oluyordu ama Almanların daha<br />

medeni olduklarını söylemem o bahşişlerin<br />

hatırına değildir. İranlılar dağınık kimselerdi.<br />

Yunanlılar ise yaygaracıydılar. Fransızlar<br />

ise gerçekten zariftiler. Mağrip ülkelerinden<br />

gelen Arap-Berberi melezi müşterilerimizse<br />

ağır kokular sürünürdü hep. Türkiye’de biz<br />

bu esansa hacıyağı diyoruz. Yugoslavya’dan<br />

tek bir müşterimiz gelmişti. Futbolcuydu ve<br />

İstanbul’daki futbol kulüplerinden birine<br />

transfer edilmişti. Aylarca bizim otelde<br />

konakladı, sonra da futbol kulübüyle anlaşamayınca<br />

ülkesine geri döndü. Boşnak asıllı<br />

bir Yugoslav vatandaşıydı. Bu anlattıklarım<br />

seksenli yılların ilk yarısıdır. Boşnak futbolcu<br />

Türkçe biliyordu. Tabii ki aksanlı konuşuyordu.<br />

İstanbul’a transfer olmaktan memnundu<br />

ve Müslüman olduğunu ısrarla dile getiriyordu.<br />

Uzun boylu, kalıplı, sarışın, mert görünüşlü<br />

bir genç adamdı. Yazık ki onun adını<br />

artık hatırlamıyorum.<br />

Otelimize bir keresinde İngiliz bir aile<br />

gelmişti. Aile babası Arapça öğrenmiş.<br />

Türkçe konuşamıyorlardı. Bu aile bütün<br />

fertleriyle Hıristiyanlığı bırakıp Müslümanlığı<br />

seçmiş bir aileydi. Ailenin annesi tesettürlüydü.<br />

Otelimize ilk geldiklerinde bavullarını<br />

odalarına taşıdığımda aile babası elime<br />

bahşiş tutuşturmuş ve oda kapısını hemen<br />

kapamıştı. Koridorda bahşişe baktığımda<br />

gördüm ki Türk parasının en yüksek banknotudur.<br />

Aile babasının bonkörlüğüyle ilgili<br />

değildi bu durum. Türkiye’ye ilk gelişi<br />

olduğu için Türk Lirası’ndaki banknotları<br />

değer olarak henüz ayırt edemiyordu. Bunun<br />

böyle olduğunu anlayınca oda kapısını<br />

tıklattım, adam kapıyı açınca da elimdeki<br />

banknotta yazan yüksek rakamı gösterdim.<br />

Farkında olmaksızın bana yüksek meblağda<br />

bahşiş vermiş olduğunu anlayan İngiliz Müslüman<br />

baba teşekkür etti, parayı geri aldı ve<br />

cüzdanından çıkardığı daha düşük değerli<br />

bir banknotu yine elime tutuşturdu. Ama bu<br />

kez de Türk parasının en düşük banknotuydu<br />

bu. Sesimi çıkarmadım tabii. İngiliz aile<br />

lobiye indiğinde ben paspas yapıyordum.<br />

52


Aile babası eliyle uzaktan beni göstererek hanımına<br />

İngilizce bir şeyler söyledi. Neler söylediğini az<br />

çok tahmin edebilmiştim ve kendi milletim adına<br />

gururlanmıştım.<br />

Yine bir paskalya günüydü. İki otobüs dolusu<br />

Yunanlı gelmişti otelimize. İlk anda onların<br />

Türkiye’den Yunanistan’a gitme Rumlar olduğunu<br />

anlayamamıştım. Çok genç olduğum için tecrübesizdim.<br />

Otobüsten inenlerin neredeyse hepsi<br />

de yaşlı çiftlerdi. Yaşlı kadınların bir kısmı başörtülüydü.<br />

İki otobüsün bagajlarındaki bavulları ve<br />

valizleri taşımaya koyuldum. Sonrasında yaşlı bir<br />

kadın asansöre yürüdü. Siyah başörtülüydü, entarisi<br />

de siyahtı, pabuçları da siyahtı. Etrafına<br />

bakındıktan sonra Türkçe olarak bana seslendi.<br />

“Asansörle beni yukarıya kadar çıkarır mısın evladım?”<br />

Yanına koştum ve asansör kapısını açtım. Asansör<br />

kabinine beraber girdik.<br />

“Ben asansörden korkuyorum da,” dedi yaşlı<br />

kadın.<br />

Fakat beni o tecrübesiz yaşımda hayrete düşüren<br />

bir şey daha yapmıştı yaşlı Yunanlı kadın. Asansör<br />

kabinine adım atarken Besmele çekmişti. Çok<br />

şaşırmıştım.<br />

“Müslüman mısınız?” diye sordum.<br />

Türkçesi fevkalade düzgündü. İstanbul’daki yaşlı<br />

kadınlar gibi konuşuyordu.<br />

“Ortodoks’um,” dedi bana.<br />

Hiç ses etmedim ve onu odasına kadar götürdüm.<br />

Birkaç saat sonra o yaşlı kadın lobiye inince bir<br />

İdeolojiler bardak çay istedi. Servis ettim. bizi ayırsa da, rüyalar<br />

.<br />

ve<br />

“Gel yanıma otur, konuşalım biraz,” dedi.<br />

dertler biraraya getirir.<br />

Türkiye’de doğmuş, genç kız iken Yunanistan’ın<br />

bir köyüne yerleşmiş. Bu köyün ahalisi<br />

Türkiye’den gitme Rumlarmış.<br />

“Oralarda rahat mısınız?” diye sordum.<br />

Yaşlı kadın dedi ki:<br />

“Hiç sorma evladım. Yunanistan’a göç ettiğimiz<br />

53<br />

ilk zamanlarda çok eziyet çektik biz. İkinci sınıf<br />

vatandaş muamelesi gördük. ‘Siz Türk tohumusunuz’<br />

diyorlardı bize. İtip kakıyorlardı. Köyüme<br />

döndüğümde kocama senden bahsedeceğim.<br />

Çünkü bana iyi davranıyorsun.”<br />

Yaşlı kadın böyle konuşunca ben karşılık veremedim.<br />

Üzülmüştüm ve üzgün olduğumu o yaşlı<br />

kadın yüz ifademden fark etmişti. Ve işte bu yaşlı<br />

Rum kadınıyla tanışmam benim için bir hayat<br />

tecrübesiydi. Önyargıların, siyasi düşmanlıkların,<br />

birbirimizi anlamak ve tanımaktan uzak durmamızın<br />

bedeli ağır oluyormuş. Rus zulmünün en<br />

büyük mağdurlarından Kırım ülkesinin meşhur<br />

edebiyatçısı Cengiz Dağcı bir romanına “Onlar Da<br />

İnsandı” adını vermiştir. İşbu romanın son iki<br />

cümlesi şöyledir:<br />

“Tanrım! Onlar da insan! Acı onlara! Kendileri<br />

gibi, başkalarının da insan olduklarına inandır<br />

onları! Ötekiler, o hayvan gibi sürülüp götürülenler…<br />

Onlar da insandı!”<br />

Türk, Rum, Boşnak, kim olursa olsun hepimiz<br />

insanız.<br />

Türk Silahlı Kuvvetleri’nden emekli subay Osman<br />

Gazi Kandemir’in “Yüzyıllık Hikâye” adlı bir<br />

romanı var. Bu roman Balkanlar coğrafyasının son<br />

yüz yılında yaşanmış olan acıları cephe gerisinden,<br />

sivil halk üzerinden anlatıyor. Balkan Savaşlarıyla<br />

başlayan bu roman Boşnak-Sırp savaşına<br />

kadar sürüyor. Çok şey söylenebilir ama “Yüzyıllık<br />

Hikâye” romanının en çarpıcı sözlerinden biri<br />

şudur: “Bu hadiseler yüzlerce yıl önce olmadı. Bu<br />

hadiseler dünyanın kuytu bir köşesinde de<br />

olmadı. Yirminci yüzyılda Avrupa’nın ortasında<br />

oldu. Benim karım yirminci yüzyılda Avrupa’nın<br />

ortasında köle gibi satıldı, kızım sayısız tecavüze<br />

uğradı, oğlum kötürüm kaldı.”


''Kelime, baylar, birinci derecede kamu sorunudur.''<br />

HUGO BALL<br />

Sosyal ritmin, Batı<br />

düşüncesinin ve insan<br />

akıl sağlığının en<br />

büyük darbeyi yaşadığı<br />

dönemlere gidelim.<br />

Birinci Dünya Savaşı<br />

sonrası, bir sergi salonunun<br />

tavanında içi<br />

doldurulmuş, omuzlarında<br />

subay rütbesi<br />

ve beresinin altında<br />

domuz maskesi bulunan<br />

bir asker asılı,<br />

duvar kısmında ise<br />

siyah ketenle doldurulmuş,<br />

bacağı ve<br />

kolları olmayan bir<br />

kadın. Omuzlarında<br />

elektrikli zil ve ispirto<br />

ocağı var; vücudunun<br />

arka kısmında ise<br />

kocaman bir haç asılı.<br />

Hemen yanı başlarında,<br />

Tanrı Bizimle tümcesi.<br />

Ek olarak şöyle de<br />

bir not yer alıyor: “Bu<br />

sanat yapıtını anlamak<br />

için doymuş bir<br />

maymunla 12 saat<br />

eğitim yapılmalı ve<br />

tam techizat Temelhof<br />

alanında koşulmalı.“<br />

İşte 1916 yılında<br />

Zürih'te bir kaç gencin<br />

bir araya gelmesiyle<br />

Dada'nın doğuşu<br />

başladı. Bu aynı<br />

zamanda karşı koyuş<br />

ve burjuvaziye apaçık<br />

bir saldırının da doğuşuydu.<br />

Dada hareketi,<br />

hemen hemen tüm<br />

Avrupa ülkelerinden<br />

rejim karşıtı aydınların<br />

önderliğini yürüttüğü<br />

bir hareketti ve<br />

savaşa karşı çıkma bu<br />

aydınları birleştiren<br />

en önemli özellikti.<br />

Kendi ülkeleriyle<br />

apaçık bir çatışma<br />

halinde olan bu aydınlar,<br />

ülkelerinden ayrılmış<br />

ve Zürih'te toplanmıştı.<br />

Bu hareketin<br />

estetiği ve eylemci<br />

biçimi de böylece<br />

aydınların düşüncelerinden<br />

derin izler taşıyacaktı.<br />

Zira kendileri<br />

sanatsız sanatçı insanlardı.<br />

Dada'nın kurucuları<br />

olan Hugo Ball,<br />

Marcel Janco, Tristan<br />

Tzara, Jean Arp ve<br />

Richard Huelsenbeck;<br />

çalışmalarına ilk<br />

SANATTA YORGAN YA DA<br />

URGAN MESELESİ OLARAK<br />

DADACILIK<br />

Ervanur ÖTEKİLER Erdoğan DE<br />

İNSANDIR<br />

54


olarak hedeflerindeki<br />

kamoyunu rahatsız<br />

etmekle başladılar;<br />

''Biz, komünal girişimin<br />

tamamlanmasıyla<br />

her bireyi bilinçli bir<br />

üretim gücünün mecrasına<br />

akıtmak istiyoruz.<br />

Sistemin eksikliklerine<br />

ve gücü tahrip<br />

edenlere savaş açtık.''<br />

Toplu Bildiri, 11 Nisan<br />

1919<br />

Çıkarılan dergiler,<br />

yazılan yazılar, açılan<br />

galeriler daima bir<br />

başkaldırıdan bahsediyordu.<br />

1918'de<br />

yayınladıkları bir<br />

bildiride, edebi boş<br />

kafaların dünyayı<br />

düzeltme kuramlarına<br />

karşı, yazı ve resimde<br />

Dadacılıktan yana<br />

olduklarını söylediler.<br />

Kübizm ve Fütürizmin<br />

bir başka versiyonu<br />

olarak görülen Dada,<br />

kısa sürede büyük<br />

tepkileri de beraberinde<br />

getirerek yayılmaya<br />

başladı. Yapıtlarında<br />

alışılmış kurallara ve<br />

estetiğe karşı çıkan<br />

Dada, sürekli olarak<br />

burjuvanın tiksinçliğini<br />

öne sürüyor,<br />

toplumda yer edinmiş<br />

düzen ve kavramları<br />

yok sayarak yeni<br />

deneysel ifade ve<br />

biçim formlarını<br />

bulmak için çaba<br />

harcıyordu. Bir defasında<br />

Dadaizm öncülerinden<br />

Jean Arp,<br />

''Sosyal Estetikten<br />

Zamanla Daha Fazla<br />

Uzaklaştım'' adlı yazısında<br />

Dadaizmi şöyle<br />

özetledi:<br />

“Dada, insanın akla<br />

uygun aldanışlarını<br />

ortadan kaldırmayı,<br />

doğal ve mantıksız<br />

düzene yeniden<br />

kavuşmayı amaçlamıştır.<br />

Dada, insanın<br />

mantıklı anlamsızlıklarını,<br />

mantıksız<br />

saçmalıklarla değiştirmeyi<br />

istemektedir.<br />

İşte bu yüzden biz,<br />

Dada'nın büyük davulunu<br />

bütün nefesimizle<br />

üflüyoruz. Dada için<br />

felsefeler, bırakılmış<br />

eski bir diş fırçasından<br />

daha az değerlidir.<br />

Dada onları büyük<br />

dünya liderlerine bırakır.<br />

Dada, erdemin<br />

resmi sözlüğünün<br />

iğrenç entrikalarını<br />

kınamaktadır. Dada,<br />

saçma olan için vardır,<br />

ki bu saçmalık anlamsızlık<br />

anlamına<br />

gelmez. Dada doğa<br />

gibi saçma ve akla<br />

aykırıdır. Dada doğadan<br />

yana ve sanatın<br />

karşısındadır. Dada<br />

hareketi kesinlikle<br />

doğduğu zamanın<br />

özel koşuları göz<br />

önüne alınarak incelenmelidir.<br />

Sözü geçen<br />

zamanlar, büyük bir<br />

karışıklığın olduğu<br />

zamanlardır.''<br />

Peki nedir Dada?<br />

sorusuna gelelim.<br />

Aslında hiç bir anlamı<br />

yok. Sanat tarihinin<br />

en radikal adımlardan<br />

biri olan Dada, eğer<br />

bir Fransızsanız size<br />

göre tahta attır;<br />

Almansanız bir hoşçakaldır;<br />

Romanyalıysanız<br />

''haklısın'' kelimesinin<br />

karşılığıdır. Bana<br />

göre en doğrusu, bu<br />

akımı iç boş bir kelimeyle<br />

bırakmak, salt<br />

Dada.<br />

Tüm dogma ve kuralcılıklara<br />

tepki olarak<br />

doğmuş ve yaşamın<br />

özünde devrim<br />

yapmak niyetinde<br />

olan bu insanlar, niçin<br />

bir kurala takılıp bir<br />

kelimenin içini<br />

doldurmaya maruz<br />

kalsın? Dada sadece<br />

var olmak istemişti.<br />

Bu yüzden 1. Dünya<br />

Savaşı yıllarında tüm<br />

estetik anlayışları<br />

yıkmaya teşebbüs etti.<br />

Provoke unsuru<br />

görselleri ön plana<br />

çıkararak içinde<br />

resmin, şiirin, müziğin<br />

yer aldığı bir kültür<br />

inşası niyetindeydi. Kronolojik<br />

açıdan düşünürsek<br />

Dada modernizm için yer<br />

alır ya da modernizm ve<br />

postmodernizm arasında<br />

bir köprüdür de diyebiliriz.<br />

O başkaldırıyla yükseldi,<br />

her türlü gerçekliğe şüphe<br />

ile yaklaştı ve bu başkaldırıdan<br />

sanat üretti. Üretilen<br />

bu sanat her ne kadar tek<br />

başına yaşamını sürdüremese<br />

de daha sonraları<br />

Sürrealizm içerisinde faaliyet<br />

göstermeye devam<br />

etmiş, 1960 sonrası<br />

Neo-Dada adı altında başka<br />

bir boyutta geri dönüşüm<br />

gerçekleştirmiş olması da<br />

onun güçlü bir sanatsal<br />

anlayış olduğunun göstergesidir.<br />

Nitekim bu durum,<br />

Neo-Dada ve Amerikan<br />

55<br />

‘’Dada hareketi,<br />

hemen hemen tüm<br />

Avrupa ülkelerinden<br />

rejim karşıtı<br />

aydınların önderliğini<br />

yürüttüğü bir<br />

hareketti ve savaşa<br />

karşı çıkma bu<br />

aydınları birleştiren<br />

en önemli özellikti.’’


Reklamcılığı başlığı adı altında ayrıntılı<br />

olarak işlenebilir.<br />

Onlar, ''Zürih'in saygıdeğer ahalisi, öğrenciler,<br />

zanaatkarlar, işçiler, berduşlar, tüm ülkelerin<br />

aylakları, birleşin!'' diyerek ortaya çıktılar.<br />

Sadece teorik değil pratik olarak da<br />

büyük bir eylem oluşturdular. Onlar, sanat<br />

acilen ameliyat edilmeli diyerek bağlı kalınan<br />

tüm sanat kurallarını birer kocakarı<br />

ilacından ibaret gördüler. Ama ne yazık ki<br />

çabaları istenilen sonucu vermedi. Richard<br />

Skinner, meşhur romanı Kadife Bey'de geçen<br />

bir konuşmada;<br />

''Dadaizm başarılı oldu mu diye bana sorsalar,<br />

ayrıntılarda başarılı bir akımdı. Esasları<br />

söz konusu olduğunda ise tam bir başarısızlıktı<br />

diyebilirim. O zamanlarda havada bir<br />

şey vardı, fakat Dadaizm ruhunun sanatla işi<br />

olmazdı. Dadaizm, bir kaç etkileyici kitapçık,<br />

broşür üretmiş olabilir. Fakat amaçları<br />

dünyayı değiştimek, devrim yapmaktı. Eh,<br />

bu yüzden işte, çok kötü çuvalladıklarını söylememe<br />

pek gerek var mı bilmem.'' sözlerini<br />

sarfetmişti. Bu bağlamda şu yorumu yapmak<br />

kafidir; Dadaizm kendi içinde kendini parçaladı.<br />

Çünkü o da, bir burjuvazi içerisinden<br />

doğmuş ve bunun sırtına yapışmış ağırlığıyla<br />

yaşamaya çalışmıştı.<br />

Dada ve Türkiye meselesine gelecek olursak,<br />

70'li yıllarda pop kültürüne önayak olan<br />

Dada'nın Türkiye'de tutunacak bir dal bulamaması<br />

ilginç! Bunun elbette bir çok sebebi var.<br />

Turgut Uyar bunu şu sözlerle izah ediyor:<br />

''Dada, çökmüş yozlaşmış Batı Avrupa'nın son<br />

entelektüel çırpınışı. Boşa da gitmemiş üstelik<br />

Sürrealizmin özbeöz anası olmuş.<br />

Dada, Türkiye'de hiç bir zaman olmamış,<br />

olması imkan dışı değerler sisteminin karşısına<br />

dikilmiş bir akım...''<br />

Yeniden yeni bir gerçekliğe ulaşmak dileğiyle...<br />

KAYNAKÇA<br />

GOMBRİCH, E.H. (1993): Sanatın Öyküsü, İstanbul: Remzi Kitabevi..<br />

SKINNER Richard (2016), Kadife Bey, (Çev: Yusuf Eradam), İstanbul: Kara<br />

Plak Yayınevi.<br />

THOMSON Lauro (2015), Sürrealistler:Ayrıntıda Sanat, (Çev: Ali Berktay),<br />

İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.<br />

Dada Manifestoları (2008), İstanbul: Altıkırkbeş Basın Yayın.<br />

http://www.lib.uiowa.edu/dada/index.html<br />

DADA HER ŞEY DEĞİLDİR<br />

DADA HER ŞEYE TÜKÜRÜR<br />

56


IS AUGUST ŠENOA ’’PEASANT´S REVOLT“<br />

.<br />

HISTORICAL<br />

REALITY OR FICTION?<br />

Enna Zone<br />

Đonlić<br />

In Croatian literature we may find writers who<br />

left a deep mark on the literature due to their<br />

specific literary work and the ones who have<br />

contributed by introducing of some new<br />

elements and innovations that clearly illustrate<br />

the historical course of Croatian literary development.<br />

Seemingly, we should pay attention to the one<br />

of the most influential writers of the 19th century,<br />

August Šenoa. His powerful influence<br />

defined so called intermediate stage in the transition<br />

from Romanticism to Realism “protorealism”<br />

or “Šenoa´s time”. This fact was pointing to<br />

the many barriers which the Croatian nation<br />

faces and that can be overcome just with the<br />

help of literature.<br />

Novel or more precisely, a historical novel was<br />

recognized by Šenoa as a very powerful weapon<br />

in the fight against “parasites” of the time. At<br />

the centre of the Šenoa´s importance is his<br />

representative work “Peasant´s revolt” (1877),<br />

which outlines many characteristics of<br />

“šenoan” novelistic activities.<br />

However, there is important question to be<br />

raised – Did and to what extent Šenoa write<br />

historically objective? Is it possible that each<br />

procedure mentioned in the novel was based<br />

on historical reality or we can eventually talk<br />

about the interweaving of the reality and<br />

fiction?<br />

HISTORIA EST MAGISTRA VITAE<br />

In these times we can quite often meet the<br />

human´s attitude that past belongs to past,<br />

present to present and that the future is to be<br />

created. It is part of human nature to repress<br />

the past especially less positive one, in order to<br />

be able to look forward what is yet to come.<br />

Nevertheless, Šenoa looked on this issue quite<br />

differently:<br />

“It is good that people know where they sinned<br />

and stumbled, where they celebrated and<br />

honoured. It may be their lesson for the future.<br />

It is known for long, but always true, the world<br />

of old Roman: Historia vitae magistra... That<br />

truth came into me and urged me, even now, to<br />

present the ancient story, old sins and our<br />

former glory.”<br />

Ana Oreški argues that Šenoa´s vision of “old<br />

times” have an educational, we might even say,<br />

critically charged function. People cannot be<br />

separated from their past, they must be open to<br />

critical approach to their past. Eventually they<br />

are invited to perceive “history as a teacher of<br />

life” and to learn from it. Even though, the<br />

people are exhausted in the past, they are called<br />

to be an active co-creator of the present, and<br />

thus the future. Just from this we could understand<br />

Šenoa´s tendentiousness in writing novels<br />

with historical themes.<br />

Why would Šenoa literalise history – namely<br />

Peasant´s Revolt? Answer on this question is<br />

offered in the very preface to the Peasant´s<br />

Revolt:<br />

“In the historical novel you have to use analogy<br />

between past and present in order to bring<br />

people the knowledge about themselves.”<br />

Seemingly, in the root of Šenoa´s writing of<br />

historical novels is to recognize oneself. To that<br />

knowledge we will be lead by understanding<br />

the past as a teacher of present, and the notion<br />

that “the present is nothing but today´s<br />

history”. Getting to know oneself can be


understood as a kind of imperative to those<br />

who in their work deal with contemporary<br />

events, and whose function is almost the same<br />

as the historical novel.<br />

Frangeš in Šenoa´s analogy identifies the comparison<br />

function; he draws a parallel between<br />

the conditions in the time of uprising (16th century)<br />

- when the peasant was oppressed and<br />

exploited; with opportunity from the time of<br />

the publication of the novel (1877), when the<br />

Croatian peasant was in the almost a similar<br />

situation as three hundred years ago.<br />

The time was inspired by the spirit of historicism<br />

and empiricism, so Šenoa´s methodological<br />

approach to literalising and Romanization<br />

of historical event is largely based on the objectivistic<br />

approach. Peasant’s revolt took place in<br />

1573, led by Ambroz Gubec commonly known<br />

as Matija Gubec, served to Šenoa as a template<br />

for the historical novel. His love to historical<br />

veracity Šenoa confirms with these words:<br />

“History, I did not let you down. Nor I needed.<br />

All people are in the book- even the last servant,<br />

all the horrible scenes, all the evil executioners<br />

are true, not written in chronicles but have<br />

been proved in the court.”<br />

Portrayal of Matija Gubec character allowed<br />

Šenoa to exercise his youthful wish to be a<br />

leader of the revolt. For Šenoa, it is not enough<br />

for writer of historical novels to focus only on<br />

established sources and historical documents,<br />

yet writer needs to be archaeologists as well.<br />

Writers of historical novel need to dig in the<br />

past to find “untouched whole” and then “clad<br />

it into attire narrative”.<br />

This eventually explains Nemec´s argument<br />

that above-mentioned Šenoa´s words from the<br />

preface of the novel should not be taken literally.<br />

In continuation Nemec argues that Peasant´s<br />

Revolt represents a novel in which interaction<br />

between historical and fictional is present<br />

in two ways: as historisation of fiction and<br />

fictionalization of history (Krešimir Nemec,<br />

Povijest hrvatskog romana od početka do kraja<br />

19. stoljeća, Zagreb, Znanje, 1994).<br />

Šenoa uses characters that are mentioned in<br />

historical sources and documents but on the<br />

other side he did not suppress the fictional part.<br />

Eventually, that fictional part uses historical<br />

reality for the creation of the novelistic world.<br />

Undoubtedly Šenoa insists on the historical<br />

authenticity with his strong attitude towards<br />

historicism and empiricism. Therefore we can<br />

perceive Peasant´s Revolt as F. Šišić did as “historical<br />

monograph in the form of a novel”.<br />

There were others who did not agree with F.<br />

Šišić, and that is the reason why there is a need<br />

to distinguish between res gesta and res ficta in<br />

this historical writing. Šenoa does not describe<br />

the event that did take place – res gesta, he<br />

writes the fictional literature work- res ficta.<br />

Hence, this does not mean that Šenoa wrote his<br />

own interpretation of a historical event, that he<br />

distorted the truth and that he presents the<br />

event as the work of ad acta.<br />

Ergo, Šenoa wrote the novel with historical<br />

theme, at the same time he makes it fictional,<br />

but also he testifies his ability to talk about the<br />

present moment and the people who make the<br />

reality though all the historical characters in<br />

the novel. Šenoa´s characters, in the opinion of<br />

Nemec, do not only have historical costumes,<br />

58


they speak, think and feel as the people of the<br />

epoch in which they live. Generally speaking,<br />

Šenoa´s characters are constructed on the basis<br />

of the poor historical sources and in many ways<br />

are fictional. Those characters are ordinary,<br />

average people and they become close to ordinary<br />

reading public, which is the main consumer<br />

of the novel.<br />

Consequently, Šenoa with his novel Peasant´s<br />

revolt gives space for every reader to reflect on<br />

its portrait of historical theme. Characters are<br />

specifically selected as well as the events and<br />

the reader hardly creates impression that it is a<br />

kind of fictionalisation of history. However, we<br />

have to notice that Šenoa despite his realistic<br />

tendentiousness is prone to some romantic<br />

models of narration namely romantic relationships<br />

and its complications.<br />

One can say that Šenoa´s Peasant´s Revolt<br />

eventually is complete by fictionalisation which<br />

made pure historical reality interesting and<br />

accessible to all. Šenoa did not escape some<br />

elements of triviality but they are not possible<br />

to avoid if you are aiming to reach wider range<br />

of audience as it was Šenoa´s goal.<br />

59


61- SALİ SALİJİ SÖYLEŞİ 64- ÖZGE DENİZ DÜNYAYI SAL-<br />

LAYAN, BİRAZ RESMİ BİRAZ GÜNLÜK BİR İKİLİ: 2 CELLOS<br />

68- HATİCE TOKUZ KIRIK KALPLER DURAĞI YA DA<br />

MUSEUM OF BROKEN RELATIONSHIPS 70- TALHA ULUKIR<br />

EVE DÖNÜŞ YOKTUR: YAĞMURDAN ÖNCE 74- ŞULE YAVU-<br />

ZER BOZKIRDA YUGOSLAV FİNCANLAR 76- CİHAT GEMİCİ<br />

GALİZ KAHRAMAN: DAVOR ŠUKER 79- ATTİLA İLHAN LİLİ<br />

MARLEN TÜRKÜSÜ 80- BALKAN SÖZLÜK


6I<br />

Sali Saliji ile;<br />

‘Sevdalinka: The<br />

Alchemy of Soul’<br />

üzerine söyleşi<br />

Belgeselinizin ismi ‘’Sevdalinka:<br />

The Alchemy of Soul’'. Yani Sevdalinka<br />

müziği için “Ruhun Simyası”<br />

diyorsunuz. Bugüne kadar herhangi<br />

bir müzik dalı için böyle bir şey duymamıştık.<br />

Fazla iddialı değil mi?<br />

Bir çocuk doğduğu zaman adını annesi,<br />

babası vb. kişiler verir. Sevdalinka filmi<br />

benim filmimdir, Ancak bir müzik türü<br />

ve kültür olarak bana ait değil. Sevdalinka’yı<br />

kültürlerinin önemli parçası<br />

olarak gören insanlar, yani onun sahipleri<br />

ona “Ruhun Simyası” ismini vermişlerdir.<br />

Ben bu ismi sevdim. Dolayısyla<br />

çok mu iddialı az mı iddialı yükümlülüğü<br />

altına girmiyorum. Filmi izleyenin<br />

takdirine kalmış bir şey bu. Ancak buna<br />

karar vermeden önce Sevdalinka’yı kavramak<br />

için biraz sabır, bilgi ve özellikle<br />

de icra edilmeye baslandığı zamanın<br />

ruhunu kavramak gerekir. Aynı isimde<br />

Esad Bajtal’ın bir kitabı da vardır. Kendisi<br />

Bosna’nın en önde gelen Sosyoloji<br />

ve Felsefe hocalarındandır. Kitabı hakkında çok farklı çevrelerin övgülerine şahit oldum. Şöyle<br />

ki; Sevdalinka üzerine yazılmış en iyi kitap diye söyleyen çok kişi vardır. Sonuç olarak benim<br />

filmimi izleyen biri, o müzikteki simyayı keşfederse güzel bir şey olur keşfetmez ise de benim<br />

için çok sakıncalı bir durum değil. Çünkü müzik başlı başına özel bir şey ve ruha hitap eden bir<br />

şey olduğu için subjektif tarafı ağır basmaktadır.<br />

Balkan Müzikleri Üçlemesi yapıyorsunuz. İlk filminiz ‘’Rock the Trumpet’’, daha sonra<br />

“Sevdalinka:The Alchemy of Soul” ve çekim aşamasında olan “Tamburica: The Sound of<br />

Landscape” Toplamda 3 belgeselden bahsediyoruz. Bu üçlemeye bir proje olarak mı<br />

bakmalıyız, yoksa yönetmenin izleyicilere bir armağanı mı?<br />

Aslında içinde saydıklarınızın hepsi var diyebilirim. Herşeyden önce ben bunu proje olarak


tasarladığımda -ki bu yaklaşık 6-7<br />

sene önceydi- teknik olarak bir takım<br />

şeylere karar vererek başlamıştım.<br />

Bu detaylara çok girmek istemiyorum,<br />

onlar seyircinin keşfettiği şeyler<br />

olsun. Ancak örnek olarak neyi kast<br />

ettiğim anlaşılsın diye; mesela hiç bir<br />

filmimde anlatıcı yok. Bu prodüksiyon<br />

sıkıntısı vs. gibi bir nedenden<br />

dolayı oluşmuş bir şey değil; bu<br />

projenin planlı, programlı biçimi<br />

dolayısıyladır. Dolayısıyla evet bu bir<br />

proje. Diğer yandan armağan…<br />

Aslına bakarsanız armağan lafını çok<br />

sevmedim. Çünkü ben ağırlığı daha<br />

fazla olan bir şey yaptığımı düşünüyorum.<br />

Her şeyden önce Türkiye’de,<br />

benim işlediğim konuları kapsayan<br />

başka bir uzun metrajlı belgesel film<br />

-benim bildiğim kadarıyla- daha<br />

önce çekilmedi. Bu bakımdan yaptığım<br />

işlerin, Türkiye’nin prestiji<br />

açısından önemli olduğunu düşünüyorum.<br />

Çeşitli Uluslarası Film Festivallerine<br />

katılarak da buna bizzat<br />

şahit oldum. Ancak burada önemli<br />

olan nokta benim her iki tarafa, hem<br />

Türkiye hem Balkanlara her türlü<br />

anlamda hakim olmamdır. Ben bunu<br />

olumlu bir şekilde kullanmak istedim.<br />

Bu üç müzik türü, aslında çok<br />

da dinlediğim müzikler değildi<br />

hiçbir zaman. Ama hep bir saygım<br />

vardı ve değerli olduklarını biliyordum.<br />

Belli bir anlamda da unutulmaya<br />

yüz tutmuş müziklerdi bunlar.<br />

Çünkü önemli temsilcilerin çoğu ya<br />

çok yaşlılar ya da artık hayatta değiller.<br />

Açıkçası, bu konuda bir şey yapmalıyım<br />

duygusunu yaşadım. Ancak<br />

bu müziklere hakim olmamak beni<br />

hiç bir zaman korkutmadı. Ben onu<br />

avantaja çevirebilirim diye düşündüm<br />

ve öyle de yaptım. Filmimin<br />

seyircisi benimle beraber o müziği<br />

öğrenir konumuna geliyor ve bu<br />

durum filmlerime farklı bir seyir<br />

zevki katıyor.<br />

Sevdalinka belgeseliniz üzerinden<br />

gidecek olursak, dinamik ve çatışması<br />

bol bir belgesel izletiyorsunuz.<br />

Bu genel olarak yapmak istediğiniz<br />

bir şey mi yoksa belgeselin<br />

içinde bulunan sanatçılardan<br />

ötürü oluşan doğal bir durum mu?<br />

Şunu rahatça söyleyebilirim ki bence<br />

bu tecrübe ile ilgili bir şey. Film her<br />

aşamada tamamıyla kontrolümün<br />

altında. Çatışmalar ise daha en başta<br />

söz ettiğim anlatıcı olmayacaksa ne<br />

yapacaksından kaynaklanan bir<br />

durum. Malzemenize inanılmaz<br />

derecede hakim olmak zorundasınız<br />

ki öyle bir kurgu yapasınız. Gerisi<br />

tecrübe ve çok çalışmak... Sevdalinka<br />

filminin yaklaşık 70 saatlik yalnızca<br />

çekimi vardı bende. Ben o 70 saati<br />

kaç defa izlediğimi inanın ki bilmiyorum.<br />

Sayısız kez olduğunu söyleyebilirim.<br />

Dolayısıyla sizin filmimde<br />

tarif ettiğiniz “çatışma” son derece<br />

bilinçli, planlı ve programlı bir şey.<br />

Yalnız kurguda değil, daha çekim<br />

aşamasına geçilmeden önce bile bu<br />

durum böyle.<br />

Sali Saliji<br />

Sevdalinka veya Sevdah. Bosna’ya<br />

ait bir müzik türü fakat belgeseli-<br />

62<br />

Sali Saliji, Makedonya (Yugoslavya)<br />

doğumlu olup; hem anne<br />

hem de baba tarafından<br />

Makedonya Türklerindendir.<br />

Ancak babasının görev yeri<br />

sebebiyle Sırbistan’ın Sancak<br />

bölgesinde yer alan Prijepolje<br />

şehrinde yaşamıştır. Bu yüzden<br />

kendini Makedonya’dan ziyade<br />

Prijepolje’li hissetmektedir.<br />

Üniversiteye Saraybosna’da<br />

başlamış, ancak savaşın patlak<br />

vermesiyle bırakmak zorunda<br />

kalmıştır. Eğitimine Üsküp’te<br />

devam ederken, Türkiye’de<br />

okumaya karar vermiş; lisans,<br />

yüksek lisans ve doktora<br />

eğitimini İzmir Dokuz Eylül<br />

Üniversitesi, Güzel Sanatlar<br />

Fakültesi, Sinema ve Televizyon<br />

Bölümü’nde tamamlamıştır.<br />

1999 yılından beri, aynı<br />

üniversitede Yönetmenlik<br />

Anasanat Dalı’nda Öğretim<br />

Üyesi olarak görevini sürdürmektedir.<br />

Tiyatro, Deneysel<br />

Film, Reklam Filmi, Klip gibi<br />

pek çok alanda yönetmenlik<br />

vazifesini icra etmesinin yanı<br />

sıra son 7 yıldır Belgesel<br />

çalışmalarına yönelmiş<br />

durumdadır.


nizde buna Sırbistan’ın da sahip çıkmaya<br />

çalıştığını görüyoruz. Bu tarz şeyler<br />

kültürler arası etkileşim olarak mı<br />

yorumlanmalı, yoksa bir müzik dalı<br />

sadece bir millete veya kültüre mi ait<br />

olmalı?<br />

İyi şeyler er ya da geç herkese ait olur.<br />

Köken olarak bilmem kime veya nereye<br />

aittir dersiniz. Bence Sevdalinka konusunda<br />

da bu durum böyle olmuştur. Beğenildiği<br />

için, sevildiği için, dilsel ve kültürel bir<br />

engel olmadığı için pek tabiii ki sınır ülkesi<br />

Sırbistan’da da sevilecektir. Bundan daha<br />

doğal bir şey olamaz. Burada şunu belirtmem<br />

lazım. Sırbistan Sevdalinka’nın<br />

Bosna ve Boşnak kültürüne ait bir şey<br />

olduğunu kabul ediyor. Buna itiraz eden<br />

kimse yok. Ancak şunu söylüyorlar; “Sevdalinka<br />

Boşnak ev avlularından sokağa<br />

taştıktan sonra herkesin oldu. Hepimiz<br />

sevdik, hepimiz sahiplendik.” Buna zaten<br />

itiraz eden yok. Bir çok Sevdalinka’nın<br />

bestecisi, söz yazarı vs. Sırptır. Ancak<br />

kimse Sevdalinka Sırp müziğidir demez,<br />

buna Sırplar da dahildir. Bana Sırbistan’ı<br />

katmak enteresan geldi. Çünkü bu iki<br />

toplum Boşnaklar ve Sırplar korkunç bir<br />

savaş yaşadılar. Buna karşılık müzik konusuna<br />

girdiğinizde, müziğin ne kadar<br />

birleştirici ve pekiştirici bir şey olduğunu<br />

görüyorsunuz. Kaldı ki Balkanlara yeni<br />

savaşlar değil, sağlıklı ve beraber yaşanabilecek<br />

bir gelecek inşa edilmesi gerekir.<br />

Filmim bu anlamda bir katkı yapmaktadır<br />

diye düşünüyorum. En azından arzum o<br />

yöndedir.<br />

Sevdalinka’da bulunan dini ve yerli<br />

motiflerin değiştirilerek tekrar icra edilmesi<br />

bu müziğin harmonisi ve ruhunu<br />

değiştiriyor mu sizce?<br />

Sevdalinka’da önemli bir dini motif varsa o<br />

da yasaktır. Bu yasak özellikle kadının<br />

sokağa çıkma yasağı şeklindedir. Fiziksel<br />

bir yasaktır bu. İnsanoğlu, insanın ruhuna asla<br />

hiçbir yasak getirememiştir, getiremez de. Bu aslında<br />

Sevdalinka’nın doğduğu andır. Şarkı, yasak aşk<br />

ve buna benzer duyguların yaşanmasına yol açan<br />

bir ruh hali olmuştur. O yüzden bu derece içten ve<br />

derindir. Gerçekte, yasaklanan bir çok şey bu şekilde<br />

ortadan kaldırılmıştır. En azından Sevdalinka’nın<br />

metafizik evreni (18. ve 19. yüzyılda) yaşayan<br />

insanın yasaklardan kaynaklanan acılarını rahatlatan<br />

bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Böyle<br />

bakınca mesela, o dönemdeki bir insan için Sevdalinka<br />

bir simya değildir de nedir?<br />

Belgeselinizde de gördüğümüz, Modern Sevdalinka<br />

ile Klasik Sevdalinka arasında yaşanan bir<br />

takım tartışmalarda sizin bir oyunuz/tarafınız<br />

var mı? Siz ne düşünüyorsunuz?<br />

Ben biraz Tito’nun tavırlarına benzeyecek ancak, her<br />

iki tarafı da tutuyorum. Ve bu durumda bu tavır<br />

mümkün olan bir tavırdır. Çünkü bu tartışmalar maç<br />

gibi değil de ondan mümkün. Bence Sevdalinka’nın<br />

gelenseksel formu çok iyi bir şekilde muhafaza edilmeli,<br />

korunmalı ve onunla ilgili gereken ne varsa<br />

yapılmalı. Diğer tarafta da yeni jenerasyonları da<br />

özgür bırakmak lazım. Çünkü popüler ve kötü olan<br />

hiç bir şey iz bırakmaz. Kötü olan bir daha anılmamak<br />

ve hatırlanmamak üzere kaybolacak, ancak iyi olanlar<br />

belli bir yere sahip olacaktır. Kaldı ki bence bu fikir<br />

bile sorulmamalı. Bu spontane bir şey olmalı. Yeni<br />

formlarda Sevdalinka’yı denemeyi kast ediyorum<br />

burada. Diğer konuya gelince ise muhafaza etmek<br />

için ciddi bir çaba sarf edilmesi lazım diye düşünüyorum.<br />

Aksi takdirde kültür kaybolup gidebilir.<br />

Saraybosna Film Festivaline katılacağınızı<br />

duyduk. Hangi filminizle katılıyorsunuz ve<br />

iddialı mısınız?<br />

Saraybosna Film Festivali son yıllarda Avrupa’nın en<br />

önemli ve en prestijli festivalleri arasında yer almaya<br />

başladı. Ben iddialı değilim ama filmimin iddialı<br />

olması lazım. Beni heyecanlandıran; filmimin böyle<br />

prestijli bir festivalin resmi programında göstermesi<br />

ve ondan da önemlisi Sevdalinka’yı anavatanında<br />

bir Türk filmi olarak göstermektir.<br />

63


DÜNYAYI SALLAYAN, BİRAZ<br />

RESMİ BİRAZ GÜNLÜK BİR İKİLİ:<br />

2 CELLOS<br />

Özge Deniz<br />

64


Hırvatistan; çok da uzun soluklu olmayan ülke<br />

geçmişine Eski Yugoslavya dönemini de ekleyerek<br />

baktığımızda; sanat sahnesine Goran Karan,<br />

Gibonni, Oliver Dragojević gibi birçok ünlü isim<br />

taşımış bir ülke… Ancak bu genç ülkeden güncel<br />

sanat sahnesine öyle bir ikili atıldı ki, bir daha<br />

önlerini alabilen olmadı: 2 CELLOS.<br />

Birbirlerini gençlikten beri tanıyan bu yetenekli<br />

ikilinin isimleri Stjepan Hauser ve Luka Šulić,<br />

bilinen isimleriyle 2Cellos. “Bu isim nereden geliyor?”<br />

diye sorulduğunda ise “Kısa, basit ve açık<br />

bir şey istedik, bu yüzden 2Cellos, yani iki çello.”<br />

cevabıyla karşılarlar bizi.<br />

Birlikte okudukları ve derslerinden birinde tanıştıkları<br />

Zagreb Müzik Akademisi’nden sonra<br />

eğitimine devam etmek için Viyana’ya geçen<br />

Šulić, ardından Londra’daki Royal Academy of<br />

Music’in yolunu tutar. Hauser ise Manchester’da<br />

Royal Northern College of Music ile devam ettirdiği<br />

eğitim hayatını Londra’daki Trinity Laban<br />

Konservatuvarı’nda tamamlamıştır.<br />

tutkuyla karılmasını, hayret ve hayranlıkla<br />

karşılamıştı. Yakın tarihte kendilerine yöneltilen<br />

“Bu alanda kendinize idol olarak gördüğünüz<br />

bir isim var mı?” sorusuna verdikleri “Bu<br />

fazı çoktan aştık. Zamanı geliyor, müzikte dışavurumunuz<br />

için kendi duruşunuzu arıyorsunuz.”<br />

cevabından, bizi bekleyen bu özgün<br />

içerikli birlikteliğin bize neler vaat ettiği anlaşılıyordu.<br />

Bu orijinal tat ve yorumun bunca<br />

pozitif tepkiyle karşılanmasının ardından<br />

güncel parçalara (ağırlıklı olarak pop ve rock<br />

türlerinde) klasik aranjmanlar yapmaya devam<br />

etme kararı alan ikilinin, Sony Masterworks ile<br />

yaptığı anlaşma ardından ilk albümleri olan<br />

2Cellos, 2011 yılında satışa çıktı.<br />

Ardından neredeyse tüm dünyayı dolaşmaya<br />

başladı bu kabına sığmayan genç ikili. Altı<br />

senede; binin üzerinde verilen konser, üç<br />

milyon kilometrenin üzerinde kat edilen yol,<br />

Müziğe, daha doğrusu sanata olan ilgileri genç<br />

yaşta ortaya çıkan ikiliden Hauser, Hırvatistan’ın<br />

Pula şehrinde geçen lise yıllarından ise çok keyifle<br />

bahsetmiyor. “Sevdiğim birkaç ders vardı, bunların<br />

hepsi de sanat dersleriydi, bunun dışında<br />

geri kalanı gözlerime karanlık düşürüyor*. En<br />

kötü tarafı öğrencilerin birbirlerine hakaretleriydi,<br />

en güzel anım ise okulun bittiği gündü.” diyerek<br />

özetlediği yıllarında nasıl sanata yöneldiğine<br />

dair kısa ve vurucu bir girizgâh yapmıştır.<br />

Klasik müzik eğitimi alan ve hayatlarını buna<br />

adamış olan ikili, farklı bir şeyler yapmak istediklerinin<br />

farkındalardı. Bunun ilk adımı ise Michael<br />

Jackson’ın “Smooth Criminal” isimli meşhur<br />

parçasına getirdikleri muhteşem yorumla oldu.<br />

Birçoğumuzun onları tanımasına sebebiyet<br />

vermiş olan bu video, YouTube’a büyük beklentilerle<br />

yüklenmemişti, ancak ilk iki haftada üç<br />

milyondan fazla izlenmeye ulaştı. Tüm dünya,<br />

modern müzikle klasik müziğin bu denli bir<br />

65


“Bu fazı çoktan<br />

aştık. Zamanı<br />

geliyor, müzikte<br />

dışavurumunuz<br />

için kendi<br />

duruşunuzu<br />

arıyorsunuz.”<br />

cevabından,<br />

bu özgün<br />

içerikli birlikteliğin<br />

bize neler<br />

vaat ettiği<br />

anlaşılıyordu.<br />

gidilen kırkın üzerinde ülke, on milyonun<br />

üzerinde dinleyici ve binin üzerinde<br />

turne günüyle kariyerlerinde rüya gibi bir<br />

altı yıl geçirdiler. Böylece güncel sanat<br />

sahnesinde ilk defa klasik müzik icra<br />

eden isimler bu denli merkezde olmuş,<br />

bir ilke imza atmışlardı.<br />

İlk albümlerinde; U2, Guns N’ Roses,<br />

Sting, Coldplay, Michael Jackson gibi<br />

tanınmış isim ve grupların parçalarına<br />

kendi aranjmanlarıyla farklı bir tat<br />

katmışlardır, aynı şekilde “Smooth Criminal”<br />

yorumları da yine bu albümde yer<br />

almıştır. “Sadece sevdiğimiz ve bizim için<br />

bir anlam ifade eden parçalara yorum<br />

getiriyoruz.” diyen ikili, aynı zamanda her<br />

albümlerinde müzik tatlarını da ortaya<br />

koyduğunu böylece belirtiyor.<br />

Ünlü besteci sanatçı Elton John, 2Cellos’un,<br />

2011 yılında gerçekleştireceği ve<br />

otuza aşkın ülkeyi kapsayan turnesinde<br />

kendisine eşlik etmesini Šulić’e birebir<br />

sormuştur. Aynı sene içerisinde Londra’da<br />

gerçekleşen iTunes festivalinde de sahne<br />

almışlardır.<br />

2012’ye de tıpkı 2011’de hayatlarına aniden<br />

giren bu yoğun tempoyla hiç hız kesmeden<br />

devam eden ikili, senenin ocak<br />

ayında “Glee” adlı ünlü Amerikan dizisine<br />

bir bölüm konuk oldu. Onları üne kavuşturan<br />

“Smooth Criminal” parçasını aynı<br />

şekilde yorumlayarak dizide ufak da olsa<br />

rol aldılar. Dizideki sahneleri kliptekiyle<br />

benzerlik göstermekteydi.<br />

Aynı yıl içerisinde takvimler haziran ayını<br />

işaret ederken, ikili bu sefer Elton John ile<br />

birlikte Buckingham Sarayı’nda Kraliçe<br />

Elizabeth’in karşısında bir performans<br />

sergilediler. Bir hafta sonra ise ikili, memleketleri<br />

Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’de<br />

ilk konserlerini verdi. Ancak onlar<br />

66<br />

için Zagreb’deki en unutulmaz an iki ay<br />

sonra gerçekleşecekti…<br />

Ağustos ayında Zagreb’e konser vermeye<br />

gelen dünyaca meşhur grup Red Hot Chili<br />

Peppers konserinde her şey spontane<br />

gelişti ve ikili bir anda kendini sahnede<br />

buldu. “O sahneden baktığımda atmosfer<br />

unutulmazdı.” diyen Hauser’ın Zagreb’le<br />

en unutulmaz anısı da böyle gelişmiştir.<br />

2Cellos, ikinci albümleri olan In2ition’ı<br />

2013 yılında satışa çıkardı. Bu noktada<br />

tarz olarak gördüğümüz en büyük değişiklik<br />

ise, bu yeni çalışmalarda solistlerle<br />

ortak çalışmalara yer vermeye başlamış<br />

olmalarıydı. Albümde birlikte çalıştıkları<br />

isimler arasında en dikkat çekeni Elton<br />

John olmakla birlikte; Steve Vai, Sky<br />

Ferreira gibi isimlerle çalışmışlardır.<br />

Bu albümün çıkışının ardından Elton<br />

John ile turneye çıkan ve bunun sayesinde<br />

turne kapsamında Kuzey Amerika,<br />

Avrupa ve Asya’nın birçok farklı yerine<br />

uçan ikili, müziklerini çok daha büyük bir<br />

kitleye ulaştırmıştır. Bununla birlikte aynı<br />

yıl içerisinde Japonya’da çekilen bir<br />

reklam filminde oynayan ikili, o dönem<br />

Japonya’da da önü alınmaz bir popülariteye<br />

ulaşmış, yükselişini hız kesmeden<br />

sürdürmeye devam etmiştir.<br />

Üçüncü albümleri olan “Celloverse” ise<br />

2015 yılında satışa çıkmıştır. Bu albümde<br />

en dikkat çeken çalışmalar ise AC/DC’nin<br />

“Thunderstruck” ve Avicci’nin “Wake Me<br />

Up” adlı parçalarına getirdikleri yeni<br />

yorumlar olmuştur.<br />

2017’de piyasaya sürdükleri dördüncü ve<br />

en son albümleri olan “Score” ise dünyaca<br />

meşhur film ve dizilerin müziklerini kapsayan<br />

bir repertuvara sahiptir. Albümün<br />

kayıtları ise Londra Senfoni Orkestrası ile<br />

gerçekleştirilmiştir. Bunlardan biri olan,


izlenme rekorları kıran meşhur “Game of<br />

Thrones” adlı Amerikan dizisinin müzik<br />

potpurisi de yine bu çılgın ikilinin ellerinden<br />

bambaşka bir tat ve yorum kazanmıştır.<br />

İkili, parçanın klibini, dizinin çekimlerinin<br />

yapıldığı Hırvatistan’ın Dalmaçya<br />

kıyılarında konumlanmış Dubrovnik<br />

şehrinde çekmiş, video iki günde bir<br />

milyon izlenmeyi aşmıştır.<br />

Başarıları zaman zaman ödüllerle de<br />

taçlandırılan ikilinin, bir tanesi Hırvatistan’dan<br />

olmak üzere altı tane ödülü, bir<br />

tane de MTV Müzik Ödülleri adaylığı<br />

mevcuttur. Kitleleri yakalaması zor bir<br />

müzik türüyle, yediden yetmişe geniş bir<br />

segmentte dinleyici yakalayan 2Cellos,<br />

şüphesiz ki sanat adına son dönemde<br />

Balkan coğrafyasından çıkmış en büyük<br />

ve en başarılı isim olmuştur.<br />

Son dönemde tabir-i caizse uçakta yaşar<br />

hâle gelmiş olan ikiliye “Peki eviniz<br />

nerede?” diye sorduğunuzda, ikisi de size<br />

büyüdükleri yerleri söyleyeceklerdir. Hâlâ<br />

geldikleri yerlere sıkı sıkıya bağlı olan<br />

ikili, fırsat bulduğu anlarda genelde<br />

memleketleri Hırvatistan’da tatil yapmayı<br />

tercih ettiklerini dile getirmiştir. Yani<br />

Hauser için evi hâlâ Pula iken, Šulić için<br />

ise yarı memleketi ve doğduğu şehir olan<br />

Maribor (Slovenya)’dır.<br />

Gittikleri her yerde, o ülkenin meşhur bir<br />

parçasına kendi yorumlarını getirmeyi ve<br />

solist olarak da genelde seyircilerin eşliklerini<br />

kullanmayı tercih ederek gönüllerde<br />

taht kurmayı başarmışlardır. Örneğin<br />

en son verdikleri Belgrad konserinde<br />

Goran Bregović’ten “Mesečina” parçasına<br />

çok farklı bir yorum katmışlardır, zaten<br />

Balkanların kalbinde çok büyük bir yeri<br />

olan ikili, böylece o yeri sağlama almıştır.<br />

Aynı şekilde İstanbul’da verdikleri konserde<br />

Tarkan’ın, döneminde tüm dünyada<br />

isim yaptığı “Fındıkkıran” adlı parçasını<br />

icra etmiş, tüm izleyenlerin gönüllerini<br />

fethetmişlerdir.<br />

Çello çalarken ne kadar uyumlularsa,<br />

karakter olarak da o kadar zıtlarda buluşan<br />

bir ikili Šulić ve Hauser. Bulundukları<br />

yerde didişmeden duramayan, sahnede<br />

serbest bıraktıkları içlerindeki o çocuğu<br />

baskılama çabasına her girdiklerinde,<br />

bulundukları yerdeki insanlara zor anlar<br />

yaşatabilecek potansiyelleri mevcuttur.<br />

Konuk oldukları programlarda, soruları<br />

yanıtladıkları basın toplantılarında –<br />

ağırlıklı olarak Balkanlarda gerçekleşen<br />

etkinliklerde – aralarında şakalaşmaktan<br />

konuk oldukları programın akışını bile<br />

bozma tecrübesine sahip ikili, içlerindeki<br />

çocuğu ve tevazuu hiçbir zaman gizleyememeleriyle<br />

de kitlelerde – özellikle<br />

Balkanlarda - sempati uyandırmaya<br />

devam etmektedir.<br />

Sanatını takip eden kitleleri habersiz<br />

bırakmayı sevmeyen 2Cellos, birçok konseri<br />

de dâhil olmak üzere çoğu çalışmasını<br />

resmî YouTube hesabında yayınlamaktadır,<br />

bu konserlerden biri Zagreb, bir<br />

diğeri ise Pula konserleri olmak üzere<br />

Hırvatistan’da vermiş oldukları konserler<br />

internet ortamında erişilebilir, meraklısına<br />

duyurulur…<br />

*Bu Hırvatçada bir kalıptır: Karanlık gibi üstüne<br />

çökmek olarak çevrilebilir.<br />

67<br />

Kitleleri<br />

yakalaması<br />

zor bir müzik<br />

türüyle,<br />

yediden<br />

yetmişe geniş<br />

bir segmentte<br />

dinleyici<br />

yakalayan<br />

2Cellos,<br />

şüphesiz ki<br />

sanat adına<br />

son dönemde<br />

Balkan<br />

coğrafyasından<br />

çıkmış<br />

en büyük ve<br />

en başarılı<br />

isim olmuştur.


KIRIK KALPLER DURAĞINDA<br />

YA DA<br />

MUSEUM OF BROKEN RELATIONSHIPS<br />

Hatice Tokuz<br />

.<br />

İkili ilişkilerde bir süre sonra, nereden geldiğini,<br />

nasıl olduğunu bilmediğin bir his doğar<br />

içine İlhami Algör’ün Müzeyyen’ine* ifadesiyle.<br />

Herşey iyi giderken birden bir şeyler kopar,<br />

“Çıt” sesini duyarsın. Bu sesi duyduğun zaman<br />

ise gitmen gerektiğini bilirsin.<br />

Hikayemiz de bununla ilgili. Kimine göre<br />

Balkan, kimine göreyse Orta Avrupa’da, Zagreb’te;<br />

dünyanın pek çok yerinde ne ilk ne de<br />

son olacak şekilde iki genç birbirini sever. Film<br />

Yapımcısı Olinka Vištica ve Heykeltraş Dražen<br />

Grubišić… Takvimler 1999 yılını gösterirken<br />

başlayan ilişkileri, duyguların değişim ve dönüşümü<br />

eşliğinde geçen dört yılın ardından “Çıt”<br />

sesini duymaları ile sona erer. Ancak ikisi de<br />

aradan geçen üç yılın ardından bile, bu ilişkiden<br />

geriye kalan, belki de pek çok kişi için<br />

çokça sıradan olan eşyaları atmaya kıyamaz ve<br />

olduğu gibi muhafaza etmeye devam ederler.<br />

Nitekim bir espriyle başlayan anılardan bir<br />

müze kurma fikri, Drazen tarafından ciddi bir<br />

proje ile hayata geçirilir ve o günden itibaren<br />

bir ayağı Zagreb’te olmak üzere Arjantin,<br />

Almanya, Bosna-Hersek, Makedonya, Sırbistan,<br />

Slovenya, Singapur, Filipinler, Güney<br />

Afrika, İngiltere, ABD ve Türkiye gibi birbirinden<br />

bambaşka coğrafyaları gezerek ruhu olan<br />

eşyaları koleksiyonuna katmaya başlar. 2010<br />

yılında ise Avrupa’nın en yenilikçi müzesi<br />

ünvanıyla Kenneth Hudson Ödülü’ne layık<br />

görülür.<br />

Görselliğin ön planda olduğu çağımızda, biten<br />

ilişkiler sonucu arafta kalan duygular gibi eşyaların<br />

da bir müzede sergilenmesi fikri; geçmiş<br />

zamanı, eşyanın hissettirdiği duyguyla beraber<br />

dondurmak gibi geliyor bana. Müze bu sebeple<br />

zihnimde, nedenselliğin sorgulandığı bir<br />

durağa, bir Candan Erçetin şarkısıymışçasına<br />

Kırık Kalpler Durağı’na dönüşüyor.<br />

Ancak müzenin ismini Türkçe’ye “Kırık Kalpler”den<br />

ziyade motamot olsa da “Kırık İlişkiler<br />

Müzesi” olarak çevirmek çok daha doğru olur<br />

sanıyorum. Zaten müze, size bir kadın ile bir<br />

erkek arasında yaşanan kalp kırıklıklarından<br />

daha fazlasını vaadediyor. Mesela, annesi tarafından<br />

henüz altı yaşındayken terkedilen bir<br />

kız çocuğu tarafından, annesinin ona yaptığı<br />

zencefilli kurabiyelerin kokusunu daima canlı<br />

tuttuğu için bağışlanan bir oklava yahut bir<br />

oğlun babasına duyduğu özlemin ifadesi olarak<br />

babasının çiftliğinden sökülerek getirilen<br />

dikenli teller, kırık kalplerin farklı tezahürlerine<br />

örnek olarak verilebilir.<br />

Geçtiğimiz Şubat ayında İstinye Park’ta<br />

“Aşktan Geriye Kalanlar” ismiyle yer alan serginin,<br />

Türkiye’den de pek çok kırık kalbe eşlik<br />

etmeyi mümkün kılmasıyla beraber Kırık<br />

Kalpler’in kapsamını daraltması bakımından<br />

isim şeçimini biraz sığ buldum. Buna rağmen<br />

aşkın büyük harflerle telaffuzunun zor olduğu<br />

bizim gibi, arada kalmış bir coğrafya için; taşınabilir<br />

objelere yüklenmiş bunca ağır sevda<br />

yükünü bağışlayanların, müzenin ayak bastığı<br />

dünyanın diğer bölgelerinde kadın ağırlıklı<br />

olmasına rağmen ülkemizde erkek ağırlıklı<br />

olduğunu öğrenmek değişik bir deneyim oldu.<br />

68


Sevgiliden geri kalanların parçalandığı balta,<br />

gönderilememiş mektuplar, içinde O’na ait<br />

mesajların saklandığı bir cep telefonu, onca<br />

hayalin tüllerinin arasında kaybolduğu gelinlikler,<br />

sevgilinin ardından dökülen gözyaşlarının<br />

biriktirildiği bir şişe, sıcacık bir yaz gününden<br />

kalma rastalı saçlar, sonunda sahibini intihara<br />

sürükleyen bir aşkın başlangıcı kartpostal,<br />

kırık bir kolye ucu ve daha niceleri…<br />

Ve Allah’ın herkese bambaşka bir tezahürünü<br />

bahşettiği, yeryüzündeki en eşsiz mucizelerden<br />

biri olarak aşk! Kalbin kan pompalayan bir<br />

organdan fazlası olduğunu keşif hali…<br />

.<br />

Yine de ben, bir eşyanın yanına iliştirilmiş üç<br />

beş satır hikayeden daha fazlası olduğuna ve<br />

yalnızca ona sahip olan kişiye manasını açabileceğine<br />

inanıyorum. Hislerse üçüncü tekil yahut<br />

çoğul kişilere şerhleri düşülemeyecek kadar<br />

biricik ve izah çabası beyhude… Tüm hikayeler<br />

en nihayetinde bir “Çıt” sesine bağlanıyor.<br />

*İlhami Algör, Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku,<br />

İletişim Yayınları, İstanbul 2015<br />

69


Talha Ulukır<br />

Eve Dönüş Yoktur: Yağmurdan Önce<br />

Her yeni şey bir başka şeyin bitişi<br />

ile başlar ve bitişi ile de başka<br />

yeni bir şeyin doğuşuna sebep<br />

olur. Her geçen gün hızlanarak<br />

devam eden hayat akışımız içerisinde<br />

bunu fark etmek oldukça<br />

güç. Özellikle de fazlasıyla<br />

enformasyona maruz bırakıldığımız<br />

günümüzde. Enformasyon<br />

yağmuru yalnızca günümüze<br />

has bir şey değil tabii, her<br />

dönem kendi içerisinde olması<br />

gerekenden daha hızlı akıyordur.<br />

Hayatlarında yolunda gitmeyen<br />

bir şeylere sahip olan insanlar<br />

içinse gerçek bu şekilde olmayabilir.<br />

Savaşlara gözümüzü yummamız<br />

ve yanıbaşımızda ölen<br />

insanlara duyarsızlaşmamız bu<br />

güne has değil. Aslında her<br />

devrin insanı kendi keyfiyetine<br />

mani olacak şeylerden uzak<br />

durmak ister. Balkan coğrafyası<br />

ise belki de gözümüzü en çok<br />

yumduğumuz yer olabilir.<br />

Dünya savaşlarının beşiği olmanın<br />

yanı sıra sürekli devam eden<br />

mikro-milliyetçilikler bize gözümüzü<br />

kapatacağımız yeni olaylar<br />

sunmuştur ve sunuyordur.<br />

Yağmurdan Önce, tam da biraz<br />

önce bahsedilen noktaya temas<br />

eden bir film. Akan kanın eksik<br />

olmadığı, insanların bunlara<br />

ajanslardaki sıradan haberlerle<br />

beraber şahit olduğu bir düzenin<br />

karşısında kendine bir yer buluyor.<br />

Savaş karşıtı filmlerde -özellikle<br />

de Hollywood filmlerindesavaş<br />

içerisindeki askerlerin<br />

tanıklıkları üzerinden acındırma<br />

yapan bir duruş olsa da Yağmurdan<br />

Önce meselenin yalnızca bu<br />

kadarla sınırlı kalmadığına<br />

işaret ediyor. Savaşlar yalnızca<br />

siyasilerin çözeceği, askerlerin<br />

savaştığı bir olgu olarak yer<br />

bulmuyor kendisine dünya<br />

düzeninde, insanların ferdi<br />

ve/veya ufak topluluklar halinde<br />

de kutuplaştığı bir düzlemi de<br />

var. İçerisinde birçok farklı hikayeyi<br />

bir arada barındıran, bunları<br />

da olağanın dışında bir kurgu<br />

ile sunan bir film Yağmurdan<br />

Önce.<br />

Üç epizot üzerinden döngüsel<br />

bir anlatıma sahip olan film bu<br />

bölümler arasındaki geçişlerdeki<br />

bağlantılarla seyirciye ipuçları<br />

veriyor.<br />

Kelimeler bölümüyle başlayan<br />

film adıyla da müsemma bir<br />

şekilde insanların dilleri ve kelimeleri<br />

kullanma sıklıkları üzerine<br />

bina ediliyor. Biri hiç konuşmayan,<br />

konuştuğu zaman da<br />

karşısındaki ile farklı bir dili<br />

konuşan iki insanın arasında<br />

etkileşim kurmak için sözcükleri<br />

ardı ardına dizmesinin bir<br />

zorunluluk olmadığına da işaret<br />

ediyor. İnsanlar arasındaki<br />

bağın, sahip oldukları yegane<br />

70<br />

şeylerden ve verdikleri<br />

sözlerden daha büyük olduğunu<br />

vurgulayan bölüm bir<br />

sonrakine bağlanmak üzere<br />

umutsuzca sona eriyor.<br />

Yüzler bölümünün hemen<br />

başlarında aslında hikayenin<br />

tamamen bağlantılı bir<br />

biçimde fakat üzerinden bir<br />

zaman geçmiş olarak devam<br />

ettiğine şahit oluyoruz,<br />

bölümün başındaki fotoğraflar<br />

önceki bölümde şahit<br />

olduğumuz son görüntüler<br />

oluyor. Hayatın hızlı akışından<br />

bahsetmiştik; bu akış<br />

da kendini en çok burada<br />

belli ediyor. Çünkü bambaşka<br />

bir coğrafyada bambaşka<br />

ilişkilerle hayat devam ederken<br />

bir önceki bölümde<br />

üzüntü veren şeyler burada<br />

bir nesne haline geliyor ve<br />

kullanıma açılıyor. Filmin<br />

ana karakteri olan Alexander<br />

Kirkov ile Anne arasındaki<br />

ilişkiye şahit oluşumuzla<br />

başlayan bölüm<br />

aslında bunun normalde<br />

olmaması gereken bir şey<br />

olduğuna dokunarak devam<br />

ediyor. Ortada ikisi arasında<br />

bir aşk olabilir fakat Anne<br />

aynı zamanda evli bir kadın.


Entrika dolu bir hikayenin çok rahat<br />

çıkarılabileceği bu durum film akışı<br />

içerisinde bu biçimde şekillenmiyor ve<br />

daha net kararların verildiği, daha net<br />

cümlelerin kurulduğu bir biçimde<br />

devam ederek filmin motivasyonunu<br />

kaybetmesine engel oluyor. Yüzler<br />

bölümüne adını veren asıl olay ise<br />

Anne’nin eşinin beraber yemek yedikleri<br />

yerde yüzünün paramparça olması<br />

ve neredeyse tanınamayacak hale<br />

gelmesidir. Nesne olarak kullanılan<br />

fotoğrafların içerisinde benzer şeyler<br />

olsa da modern insanın bununla yüzleşmesi<br />

onun asıl imtihanı oluyor. Bazı<br />

yerlerde her gün yaşanan şeyler<br />

modern insan için korkunç bir şey<br />

olabiliyor.<br />

Fotoğraflar bölümü ise hikayenin asıl<br />

kırıldığı yer oluyor, 16 yıl sonra memleketine<br />

dönen Alexander Kirkov ne evini<br />

ne de insanları bıraktığı gibi bulamıyor.<br />

Dönmeden önce büyük beklentiler<br />

içerisinde olan, her şeyin daha güzel ve<br />

temiz olduğu bir dünya hayaline sahip<br />

olan Alex daha memleketine adım atar<br />

atmaz hakikatle yüzleşmeye başlıyor.<br />

Köylerin başlarında eli silahlı gençlerle<br />

korunduğunu gören Pulitzer ödüllü<br />

fotoğrafçı gün geçtikçe gerçekleri daha<br />

iyi idrak etmeye başlıyor. İki komşu köy<br />

arasında yalnızca etnik ayrımdan<br />

dolayı insanlar birbirlerini vururken ve<br />

bunu normal karşılarken buraya yeni<br />

gelmiş olan Alex buna dur demek<br />

istiyor. Sesli bir şekilde bunu dillendirmese<br />

de hikayenin akışı içerisindeki<br />

sorgulamalarından bu kolaylıkla anlaşılıyor<br />

ve aslında sonunu getiren şey de<br />

bir bakıma bu oluyor. Kendisine güvenen<br />

ve bir Arnavut olan eski tanıdığı<br />

Hana’nın kızını kendi kuzenlerinin<br />

elinden almaya çalışan kahramanımız<br />

etnik ayrımcılık damarlarına işlemiş<br />

kuzenleri tarafından öldürülerek durduruluyor.<br />

Film boyunca sözü edilen ve<br />

sürekli yağması beklenen yağmur da<br />

tam bu anda yağmaya başlıyor; Kiril ve<br />

pederin gelmesini beklediği yağmur...<br />

Hana’nın kızı Zamira’nın manastıra<br />

doğru kaçışı ile hikaye başladığı yere<br />

dönüyor.<br />

Kurgusal olarak seyirciye filmden<br />

kopma izni vermeyen film, özellikle<br />

Makedonya’da geçen sahnelerdeki<br />

doğal güzellikleri de başarılı bir şekilde<br />

kullanarak estetik bir zevk veriyor izleyenlere.<br />

Hikayesi güçlü filmlerin genel<br />

olarak önemseme ihtiyacı duymadığı<br />

bu noktalara dikkat ederek filmin artı<br />

hanesini kalabalıklaştırıyor. Estetik ve<br />

kurgu anlamında haricen daha fazla bir<br />

şey söylemeye çok da lüzum yok aslında,<br />

olan olması gerektiği gibi veriliyor.<br />

Olanın olduğu gibi verilişine en büyük<br />

örnek ise ölüm sahneleri. Bahsi geçen<br />

her ölüm sahnesine tanık oluyoruz film<br />

boyunca. Seyirciyi doğrudan kan ile<br />

yüzleştiren yönetmen burada daha<br />

yumuşak geçişler yapmak yerine böyle<br />

bir tercihte bulunarak vermek istediği<br />

mesajı güçlendiriyor.<br />

Yağmurdan Önce’nin film oluşundaki<br />

oyunculuk, atmosfer yaratımı gibi<br />

etmenlere baktığımızda da filmin yapısını<br />

zedelemeyen seçimlerle karşılaşıyoruz.<br />

Makedonya’da geçen sahneler<br />

zaten atmosfer yaratımı olarak pek bir<br />

şeye muhtaç olmasa da Londra sahneleri<br />

filmin geneli içerisinde yavan kalan<br />

sahneler oluyor. Fakat süre olarak<br />

filmin büyük kısmına tekabül etmemesinden<br />

olsa gerek rahatsız etmiyor.<br />

Oyunculuk açısından bakacak olursak<br />

71<br />

‘‘Savaş karşıtı<br />

filmlerde -özellikle<br />

de Hollywood<br />

filmlerinde- savaş<br />

içerisindeki<br />

askerlerin tanıklıkları<br />

üzerinden<br />

acındırma yapan<br />

bir duruş olsa da<br />

Yağmurdan Önce<br />

meselenin yalnızca<br />

bu kadarla<br />

sınırlı kalmadığına<br />

işaret ediyor.<br />

Savaşlar yalnızca<br />

siyasilerin çözeceği,<br />

askerlerin<br />

savaştığı bir olgu<br />

olarak yer bulmuyor<br />

kendisine<br />

dünya düzeninde,<br />

insanların ferdi<br />

ve/veya ufak<br />

topluluklar<br />

halinde de kutuplaştığı<br />

bir düzlemi<br />

de var.’’


genel itibariyle gençlerin yaşlılardan daha başarılı<br />

olduğu izlenimi uyanıyor; Alex, Anne, Hana<br />

gibi karakterler kendinden beklenen duygu<br />

aktarımını her zaman veremese de sürece kısa<br />

gördüğümüz Kiril ve Zamira karakterleri büyük<br />

bir doğallıkla yaklaşıyor izleyiciye. Genel performans<br />

olarak baktığımızda ise filmin akışı içerisinde<br />

eriyen bir grafikle karşılaşıyoruz, bunda<br />

hikayenin ve estetiğin gücü es geçilemez.<br />

İmgesel olarak oldukça kalabalık olan film<br />

başından sonuna kadar imgelerle de izleyiciye<br />

bir şey anlatma derdinde. Manastırda geçen<br />

sahnelerde şahit olduğumuz resimler rastgele<br />

yerleştirilmiş ve denk geldiği için gösterilmiş<br />

resimler değil, her biri yönetmenin işareti ile<br />

gösterilen ve filmin akışı, karakterin macerası<br />

hakkında mesajlar veren resimler. Angelopoulos’ta<br />

sıkça gördüğümüz resim ile tasvir örneklerinin<br />

yanı sıra yine Angelopoulos’un filmi olan<br />

Ulis’in Bakışı ile benzer kurgusallıkta ve benzer<br />

yerlerden insana bakan bir film olması da Balkan<br />

coğrafyasının iki farklı noktasından beslenen<br />

yönetmenlerin benzer şeyleri anlatışı olarak<br />

düşünmeye müsait. Belirgin bir imge olarak,<br />

Makedonya’da ateşler arasında ölmeyi bekleyen<br />

bir kaplumbağa varken Londra’da akvaryum<br />

içerisinde bakılan, beslenen bir kaplumbağa söz<br />

konusu. Aynı kıta içerisinde yer alan iki farklı<br />

yerleşimdeki insanların birbirinden ne kadar<br />

farklı bir hayat yaşadıklarına dair verilen en<br />

belirgin mesaj olarak da bunu sayabiliriz.<br />

Film içerisindeki üç bölümde de ortak olan bir<br />

diğer şey ise aşk. Kelimeler’de Kiril ile Zamira<br />

arasındaki son ana kadar tam olarak anlayamadığımız<br />

aşk, Yüzler’de Alex ile Anne arasındaki<br />

yasak aşk, Fotoğraflar’da ise yine Alex ile eski<br />

sevdiği Hana arasındaki aşk. Üç bölümü birbirine<br />

bağlayan bu olgu filmin ana unsuru olmaktan<br />

ise uzak duruyor, bu filmin asıl vermek istediği<br />

mesajı verebilmesi açısından başarılı bir tercih.<br />

Aksi halde aşk üzerinden şekillenen bir film ile<br />

yapılan bütün toplumsal, anti militarist, faşizm<br />

karşıtı eleştiriler ikinci planda kalabilirdi. Filmin<br />

eleştirdiği noktalara değinmişken, asıl olarak bu<br />

72<br />

film üzerinden değil ama bu filme de değinerek<br />

eleştiriler yapan Zizek’e yer vermek gerekiyor.<br />

Mütefekkir Edward Said’in Şarkiyatçılık kitabı<br />

üzerinden benzeştirme yapan filozof; Kusturica’nın<br />

Yeraltı filmini ve Manchevski’nin<br />

Yağmurdan Önce filmini Batı’nın çokkültürcülük<br />

anlayışına eklemlenme çabası olarak görüyor.<br />

Zizek’e burada katılmak ne kadar mümkün<br />

tartışılır. Çünkü film aslında bundan daha fazlasını<br />

işaret ediyor. Batıya sırtını yaslanmak tam<br />

olarak bu filmin yaptığı şey değil. “Barış sadece<br />

istisnadır” diye batının insan hakları ve savaşsızlık<br />

propagandasına karşı bir cümle barındırması<br />

bile buna karşı çıkmak için yeterlidir.<br />

Film içerisindeki döngüsellikten de kaynaklı<br />

pek çok insan ilişkisi bulunuyor bölümler<br />

arasında. Alex ile Zamira arasındaki Hana<br />

üzerinden olan ilişkinin yanı sıra bağlantısı hakkında<br />

büyük bir ipucu verilmeyen bir başka<br />

bağlantı daha var ki o da Kiril’in amcasının<br />

Londra’da ünlü bir fotoğrafçı olmasıdır. Filmin<br />

akışı içerisinde bu mesele üzerine başka bir şey<br />

söylenmese de eğer burada işaret edilen kişi<br />

Alexander Kirkov ise kahramanımız film içerisinde<br />

daha merkezi bir yere oturuyor ve üç bölümün<br />

de arasındaki ilişkiler başka bir şeye ihtiyaç<br />

duymaksızın sadece kendisi üzerinden bile<br />

kurulabiliyor.<br />

İnsanın varoluşu başlı başına bir hikayedir, bu<br />

hikayenin bitişi ise yeni bir hikayeyi başlatır<br />

veya başka hikayelere yön verir. Bir şeyin olması,<br />

ondan sonrasının nasıl devam edeceğini şekillendirir.<br />

Gidildikten sonra gelinen hiçbir yer<br />

bırakıldığı gibi değildir. İnsanın kendi oluşu<br />

başkalarıyla ilişkisine bağlıdır ve eve dönüş<br />

hiçbir zaman olmayacaktır. Zira dönülen ev,<br />

daha önceki gidilen evden farklıdır artık.<br />

Yağmurdan Önce; tam da bir önceki cümleler<br />

etrafında toplumsal, ferdi, siyasi eleştiriler ve<br />

güçlü bir hikayenin yanı sıra imgesel göndermeler<br />

de yaparak bir döngüye şahit ediyor; farklı<br />

coğrafyalarda da gerçekleşmiş, gerçekleşen,<br />

gerçekleşecek döngüler...


Foto: Emin Akben


BOZKIRDA YUGOSLAV<br />

FİNCANLAR<br />

Şule Yavuzer<br />

Amcamın evi naftalin kokardı. Bu yaşlı, yorgun ve yalnız<br />

evlere has bir kokudur. Kalın perdelerle kapanmış pencereleri<br />

ile o ev; eşyaların üzerindeki kalın toz tabakasına<br />

rağmen benim için hep keşfedilmeye değer eşyalarla dolu<br />

yasak bölge oldu. Vitrinde duran plastik meyveler, sarı<br />

elbisesi ve bukle bukle saçlarıyla oyuncak bebek, yeşil<br />

daktilo, Bavyera marka süslü tabaklar ve dolapların içinde<br />

duran onlarca Avrupa menşeili eşya. Bu gizemli yer sadece<br />

gözümüzle dokunabildiğimiz, havalandırma bahanesi ile<br />

girdiğimiz zaman gizlice karıştırdığımız bir yer oldu.<br />

O ev çocuk yaşımın uçsuz bucaksız dünyasının, hayali<br />

saraylarından biriydi. Çok sonraları eve taze nefesler geldi,<br />

bacası tüttü, boyandı hatta yeni bir koltuk takımı bile<br />

alındı. Ama aşina olanların hissettiği ince bir naftalin<br />

kokusu hep kaldı. Amcamın evine en son gittiğimde, sarı<br />

elbiseli bebek biraz küçülmüş, vitrindeki eşyalar azalmış,<br />

plastik meyvelerin rengi solmuş gibiydi. Aslında büyümek<br />

denen şey başıma gelmiş, saraylardan kovulmuş, atımdan<br />

inmiştim. “Bir kahve yap da içelim” ricası üzerine kalkıp,<br />

bir kahve de kendime hazırladım. Henüz içtiğim Türk<br />

kahvesinin fincanını evirip çevirirken arkasındaki soluk<br />

mavi renkte Yugoslavia yazısını gördüm.<br />

Zaten Yugoslavya dağıldı, o muhteşem<br />

kapaklı ahşap koltuk takımını<br />

da çöpe attılar.<br />

Tüm bunların amcamın Hollanda’ya<br />

işçi gitmiş kara bıyıklı, yiğit<br />

bir adam olmasıyla ya da Yugoslavya’nın<br />

dağılmasıyla bir ilgisi yok.<br />

Amcamın ani ölümünden sonra<br />

yalnızca yazları nefes alan bir ev ve<br />

gizemli Yugoslav fincanlar var.<br />

Önce kim bilir ne acayip hikâyesi vardır diye düşündüm.<br />

Hikâyelere yürüyen insanlar ister ki kuru bir dalın, bir<br />

peygamberdevesinin, köşedeki taşın bir hikâyesi olsun.<br />

Vardır da. Tüm hikâyeleri okuyamıyor oluşumuz, olmadıkları<br />

anlamına gelmez. Eşyaya ruhunu sahibi verir. Bir<br />

yemek tabağı bile keyifli bir akşam yemeğinin neşesini ya<br />

da masadan aç kalkmaya sebep olacak bir kederi yüklenir<br />

ve bir anlamı olur.<br />

Amcamı hiç görmedim. Birden biten ve insana yarım<br />

kalmış hissi veren öyküler gibi, bir trafik kazasında bu<br />

dünyaya dair tüm hikâyesi bitti. Onu, konusu açılınca<br />

uzaklara dalan babamdan, soluk fotoğraflarından ve eşyalarından<br />

tanıdım. Fincanların izini sürsem de nasıl ve ne<br />

zaman geldiğine dair kimseden bir malumat alamadım.<br />

74


‘‘Hikâyelere yürüyen insanlar ister ki kuru<br />

bir dalın, bir peygamberdevesinin, köşedeki<br />

taşın bir hikâyesi olsun. Vardır da. Tüm<br />

hikâyeleri okuyamıyor oluşumuz, olmadıkları<br />

anlamına gelmez. Eşyaya ruhunu sahibi<br />

verir. Bir yemek tabağı bile keyifli bir<br />

akşam yemeğinin neşesini ya da masadan<br />

aç kalkmaya sebep olacak bir kederi<br />

yüklenir ve bir anlamı olur.’’


GALİZ KAHRAMAN:<br />

DAVOR SUKER<br />

Cihat Gemici<br />

Neretva’nın kenarında, Mostar Köprüsü’ne<br />

karşı kulpsuz fincanlarda kahve içen amcalar,<br />

Zagreb’in köylerinde tarlalarında çalışan<br />

esmerleşmiş ırgatlar; Belgrad’ın Kalemeydan’ında<br />

meşin yuvarlak peşinde koşturan Sırp<br />

çocuklar hep aynı isimden bahseder dururmuş.<br />

Râviyân-ı ahbar ve nâkilan-ı âsâr bazen hayretle<br />

bazen öfkeyle bu adamdan bahsederlermiş.<br />

Çocuk, Osmanlı padişahı Kanuni zamanında<br />

Budin eyaletine bağlı olan Osijek şehrinde<br />

doğmuş. Kanuni Sultan Süleyman burada 8<br />

kilometrelik bir köprü inşa etmiş. O dönemde<br />

bu köprü dünyanın 7 harikasından biri olarak<br />

görülüyormuş. Şehir 1968 yılında Eski Yugoslavya<br />

devletine bağlıyken yeni bir dünya harikasına<br />

daha kavuşmuş. Gözleri çörek otu gibi<br />

küçük, çenesi havuç gibi bir bebek, 1 Ocak<br />

1968’te Osijek’te dünyaya gelmiş. Harika çocuğun<br />

adını Davor koymuşlar.<br />

Davor küçük bir çocukken tarımla geçimini<br />

sağlayan mütevazı Osijek şehrinde meşin<br />

yuvarlağa gönül vermiş. İspanyolların Real<br />

Madrid takımını seviyormuş ama en sevdiği<br />

oyuncu ezeli rakibin futbolcusu Barcelonalı<br />

Maradona’ymış. Çelişkilerle dolu bir kafa yapısı<br />

olduğu yıllar sonra anlaşılmış. 16 yaşında genç<br />

bir delikanlı olduğunda Hırvat tarihinin en<br />

genç evine para götüren top koşturucusu olarak<br />

Osijek takımında oynamaya başlamış. Davor<br />

genç yaşında top tepme sanatının ustalarından<br />

birisi olarak kabul görmüş. Şöhreti dilden dile<br />

yayılmış, Zagreb’e kadar ulaşmış. 1989 yılında 21<br />

yaşındayken Hırvatların en meşhur topçu birliğinden<br />

Dinamo Zagreb için ter dökmeye başla-<br />

76


mış. Gönlündeki şehir Madrid’e giden<br />

yolda Davor gollerini İspanya’ya gidebilmek<br />

için atıyormuş. 1992 yılında<br />

Yugoslavya’da süren savaş ve Davor’un<br />

önlenemez yükselişi sonunda onu<br />

İspanya’ya götürmüş. Gönlündeki<br />

Madrid değil ama güzeller güzeli Endülüs<br />

şehri Sevilla, Davor’a kapılarını<br />

açarken, Yugoslavya dağılmış, Davor’a<br />

insanlar artık Suker demeye başlamış<br />

ve ülkesinin forması değişmiş.<br />

Endülüs’te top üstatlarından türlü<br />

numaralar öğrenen Suker, top oyununda<br />

en sevdiği adama da burada rastlamış.<br />

Zamanında Falkland Adaları’nın<br />

öcünü İngiltere’den yeşil sahada eliyle<br />

alan Maradona isimli cambaz da Endülüs’teymiş.<br />

En çok yardımı ondan<br />

görmüş. Sayesinde meşin yuvarlakla<br />

hem çokça fileleri, hem de cebini<br />

doldurmuş. Gel zaman git zaman<br />

aradan dört yıl geçmiş. Zagreb’ten gelen<br />

Suker’in namı İberya’da duyulmuş.<br />

Endülüsü Müslümanlardan alan Kastilya<br />

Krallığının biricik şehri Madrid,<br />

Endülüs’te parlayan Hırvat mücevherine<br />

daha fazla tahammül edememiş ve<br />

onu kendi vitrininde sergilemek için<br />

başkente getirmiş. Suker’in gönlünde<br />

de başkent varmış. Sadakat,romantizm,duygusallık<br />

Suker’in lugatında pek<br />

görülmezmiş. İspanyol pesetası tatlı<br />

gelmiş. Daha büyük vitrinde daha zenginlerle<br />

olmak varken romantiklerin<br />

mütevazı, takımlarına tutkuyla bağlı<br />

Sevillalılarla işi olmamış.<br />

Suker, İspanya’nın başkentinde siesta,<br />

fiesta yapmakla yetinmemiş; topu<br />

filelere doldurmuş, kupaları da eflatun<br />

beyazlı Madrid ekibinin süslü camekanlarına<br />

yerleştirmeye yardım etmiş.<br />

Allah vergisi bir sol ayağı varmış bu<br />

Suker’in. Nice top ustaları gören İspanyol<br />

halkı bile maharetlerine hayran<br />

olmuş. Boğa güreşleri, Paella, Tortilla<br />

derken Zagreb’ten de haber gelmiş.<br />

Yeni devlet Hırvatistan, Suker’in meziyetlerinden<br />

faydalanmak istemiş. Savaşın<br />

dünyanın dört bir yanına dağıttığı<br />

Hırvat topçular ülkeye çağrılmış.<br />

Satrancı çok seven millet, milli formasına<br />

da kırmızı beyaz damalı bir şekil<br />

vermiş. Toptan sıkılanlar formayı çıkarıp<br />

atla fille şah mat yapabilirmiş.<br />

Suker’e çağrılışının amacını anlatmışlar.<br />

1998 yazında Fransa’da dört yılda<br />

bir düzenlenen bir turnuvada devletler<br />

altın bir kupa için birbirleriyle yarışacakmış.<br />

Hırvatistan için bu turnuva<br />

devlet meselesi olmuş. Yeni kurulan<br />

ülkenin tanıtımı topçuların ayaklarına<br />

bakıyormuş. En iyiler dünya kupasını<br />

almak için Fransa’ya gelmiş. Bu turnuvadaki<br />

topçular o kadar iyiymiş ki<br />

Brezilya’nın golcüsünü izlemek için<br />

insanlar işlerini güçlerini yarıda bırakıp<br />

beyaz camın önüne geçmişler. Fransa’nın<br />

sömürdüğü Cezayir’den gelen bir<br />

top büyücüsü maharetleri sayesinde<br />

Fransa’nın en ünlü adamı olmuş. Hollanda’nın<br />

Van Gogh’tan beri en büyük<br />

sanatçısı Dennis isimli adam, en güzel<br />

resitalini burada sunmuş. Hırvatlar da<br />

bu gösteride kendilerine en ön sıradan<br />

bir yer kapmış. Hem de bizim Zagreb’ten<br />

dünyaya açılan Suker sayesinde.<br />

Suker yerdeki topu havalandırıp ellerini<br />

kullanan kaleciler üzerinden geçirip<br />

filelelere doldurmadaki kurnazlığıyla<br />

onu izleyenlerin gözlerinin pasını<br />

silmiş. Bütün bir organizasyon sonunda<br />

en çok topu Suker filelere yollamış.<br />

Kupa bitince Osijekli dünyanın kralı<br />

gibi hissetmiş.<br />

Suker tahta oturunca Fransa’dan İspanya’ya<br />

dönmek yerine Manş’ı geçip<br />

kuzeye gitmiş. Kuzeyde topçu birliği<br />

Arsenal’e katılmış. İyi bir ekip olsalar da<br />

77<br />

‘‘Savaşın dünyanın<br />

dört bir<br />

yanına dağıttığı<br />

Hırvat topçular<br />

ülkeye çağrılmış.<br />

Satrancı çok<br />

seven millet,<br />

milli formasına<br />

da kırmızı beyaz<br />

damalı bir şekil<br />

vermiş. Toptan<br />

sıkılanlar formayı<br />

çıkarıp atla<br />

fille şah mat<br />

yapabilirmiş.’’


Avrupa finalinde Türklere yenilmişler. Londra’nın kuzeyinde pek tutunamamış West Ham’a<br />

gitmiş. Orada da arada bir maharet sergilese de biraz da Almanya’da gösteri yapmak için Münih’e<br />

gidip sonra kariyerini noktalamış.<br />

Yetenekleriyle dünyayı kendine hayran bırakan adama top peşinde koşmayı bırakınca sormuşlar<br />

“En sevdiğin renk yeşil mi?” diye. Yeşil sahaları bırakınca yeşilden kopamamış. Bu yeşil çim değil,<br />

çimin üzerinde yetişen ağacı keserek yapılan Benjamin Franklin’in gözlerinizin içine baktığı yeşilmiş.<br />

Seveniyle nefret edenleri birbirine girmiş. Yıllar geçmiş; ünü, şöhreti bir türlü eskimeyince top<br />

koşturmaya yeni başlayanlar bilginlere adını sormuş. İstanbul’un meşin yuvarlak feylesoflarından<br />

Ali Ece, soranlara Suker’i değil Rapajic yazın onu konuşun daha iyi adamdır demiş.<br />

Yeni yetmeler Zagreblinin sırrını merak edince Amerika’daki Zagreblilere sormuşlar. Ante Zizic<br />

isimli seyyah Suker’in<br />

top koşturmayı bırakınca<br />

para işlerinde<br />

usulsüzlüklerle<br />

adının anıldığını, sol<br />

ayağındaki maharetin<br />

banka hesaplarına<br />

geçtiğini söylemiş.<br />

Kimi havadislerde<br />

aşırı milliyetçi Hırvatlarla<br />

görüldü denmiş.<br />

Bilenler bilmeyenlere<br />

anlatırken kahraman<br />

Suker, kahreden<br />

adama dönüşmüş.<br />

Topu bırakmış, yıllar geçmiş sevgiyi de nefreti de üstünde toplamış. Suker’i meşin yuvarlak için<br />

sevenlerin aklında ise en son, Vikinglerin soyundan gelen sarışın adamın üstünden attığı o top<br />

kalmış.<br />

*Kitabın girişinde ve anlatımda İhsan Oktay Anar’ın<br />

Kitabül Hiyel eserinden esinlenilmiştir.<br />

‘‘Yetenekleriyle dünyayı kendine hayran bırakan adama<br />

top peşinde koşmayı bırakınca sormuşlar “En sevdiğin<br />

renk yeşil mi?” diye. Yeşil sahaları bırakınca yeşilden<br />

kopamamış. Bu yeşil çim değil, çimin üzerinde yetişen<br />

ağacı keserek yapılan Benjamin Franklin’in gözlerinizin<br />

içine baktığı yeşilmiş. ‘’<br />

78


ATTİLA İLHAN<br />

LİLİ MARLEN TÜRKÜSÜ<br />

Akşam olur mektuplar hasretlik söyler<br />

Zagreb radyosunda Lili Marlen türküsü<br />

Siperden sipere ateş tokuşturanlar<br />

Karanlıkta dem çeken ishak kuşu<br />

Bu civarlarda benim bir cennet mekanım olacak<br />

Aslan sıfatlı Johnny hisar boylu silahşör<br />

Arkasında Mısır El Kahire<br />

Ehramlar, cana can katan Nil, cüzamlı dilenci, trahomlu insan<br />

Sağında mavi gözlü dilber Akdeniz<br />

Solunda çöl ve balta girmemiş orman<br />

Biz dünyalılar yemin içtik, imanımız var<br />

Hürriyet için hürriyet aşkına<br />

Savulacak dönem, savulacak düşman<br />

Dehrin cefasını çektik, sefasını süreceğiz<br />

Biz sudanlılar kıbleye karşı namaza duranlar<br />

Aragon’dan bıçak gibi çekilmiş yedi misra<br />

Sidney’den bir muhalif ruzgar<br />

Akşam olur mektuplar hasretlik söyler<br />

Zagrep radyosunda Lili Marlen türküsü<br />

Dost ağlar karanfilim dost ağlar<br />

Marş söylemeden ölmek bize yakışmaz<br />

Ve biz gene yıldızlara bakarız<br />

Ve yine yıldızlar bize bakar<br />

Duadır güneş baht olasın civan oğlum<br />

Hürriyet için dipçik tutan el dert görmesin<br />

79


BALKAN SÖZLÜK<br />

Prsut: Bosna'nın Suho Meso'sunun Hırvatistan<br />

versiyonudur. İsle kurutulmuş jambon olarak<br />

tanımlayabileceğimiz bu yiyecek; kahvaltıların ve<br />

tüm öğünlerin aranılan ismidir.<br />

(Josip) Ban Jelacic Meydanı: Zagreb'in ticari ve<br />

sosyal hayatının aktığı yerdir. Bosna'nın Ferhadiye,<br />

İstanbul'un İstiklal Caddelerine benzetilebilir.<br />

19. yüzyıldan kalma mimarisiyle bir film setinde<br />

yürüyormuş hissi yaratır.<br />

Franjo Tuđman: Yugoslavya'dan ayrılan Hırvatistan'ın<br />

ilk devlet başkanıdır. Aynı zamanda<br />

Ustaşa birlikleri ile beraber yaptığı katliamlarla<br />

meşhur eski bir savaş suçlusudur. Lahey Uluslararası<br />

Savaş Suçları mahkemesi tarafından Fırtına<br />

Harekatı'nın planlayıcısı ve suç ortağı olduğu<br />

tespit edilmiştir.<br />

Paşteta: Eski Yugoslavya ülkelerinde popüler,<br />

kurutulmuş etlisi ve tavuklusu gibi türleri bulunan<br />

-ağırlıklı olarak- kahvaltılarda tüketilen kedi<br />

mamasına benzer milli yiyecek. Bosna-Hersek'teki<br />

reklamlarında Dino Merlin oynamaktadır.<br />

Konzum: Bosna-Hersek ve Hırvatistan'da pek<br />

çok yerde görebileceğiniz, ürün çeşitliliği bol<br />

Hırvat milli marketidir.<br />

Kravat: Kelimenin aslı Fransızca olsa da, croates<br />

yahut cravates denilen Hırvatlar kelimesinden<br />

türemiş; Hırvatların boyunlarına bağladıkları<br />

bağdan hareketle bu isimle tüm dünyaya yayılmıştır.<br />

Ljubljana: Slovenya'nın başkenti ve en büyük<br />

şehridir. Eski Yugoslavya ülkelerinin bir parçası<br />

olarak Tito'nun da dünyaya gözlerini yumduğu<br />

yerdir.<br />

Checkers: Hırvat daması olarak da ifade edebileceğimiz,<br />

kırmızı-beyaz renklerindeki milli<br />

sembol.<br />

Dalmaçya: Hırvatistan ve Karadağ'ın Adriyatik<br />

kıyısında yer alan Doğu bölümüne verilen isimdir.<br />

Girintili çıkıntılı sahil şeridi, yüzlerce adası ve<br />

körfeziyle beraber hepimizin bildiği Dalmaçyalı<br />

köpeklerin de anavatanı burasıdır.<br />

Metkovic: Bosna-Hersek'in içinden geçen iki<br />

nehirden biri olan Neretva nehri ile Dubrovik<br />

arasındaki sınır şehridir. Buradan sonra sınırlar<br />

Hırvatistan'a geçmektedir.<br />

www.balkansozluk.org<br />

80

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!