Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
BALKAN EDEBİYATI - KNJIŽEVNOST - LITERATURE<br />
AĞUSTOS 2017 SARAJEVO - ISTANBUL / 6.SAYI IO TL 5 KM 3 EUR
İdeolojiler bizi ayırsa da, rüyalar ve<br />
dertler bir araya getirir.<br />
Eugene Ionesco
BAŞKA<br />
ZAGREB<br />
Dünyada bazı ülkeler vardır. Başkentleri ülkenin<br />
en iyi, en büyük, en turistik, en gözde şehri olmayabilir.<br />
Bazıları vasattır; bazılarında hiç bir şey<br />
yoktur. Mesela Madrid. Koskoca Madrid, Barselona’nın,<br />
Sevilla’nın falan gerisinde kalır.<br />
Eurovision’da bütün ülkelerin o müthiş başkentlerinden<br />
yapılan puanları açıklama anında, bizim<br />
mazbut ve mütevazi Ankaramız da çok sırıtır. Sunucunun<br />
arkasında bulunan <strong>renkli</strong> fışkiyeli havuz<br />
yeterli olmaz karizmasını toplamaya. O esnada; “Ahh şimdi arkada boğaz olsaydı…” deriz hep bir<br />
ağızdan.<br />
Zagreb Balkanlar’da, hadi biraz daha daraltalım Eski Yugoslavya’daki en mütevazi başkente sahip<br />
şehirdir. Bir kere turistik değildir. Eğer Hırvatistan’a gidecekseniz; ilk seçeneğiniz Dubrovnik, Split<br />
gibi Adriyatik kıyısındaki tarihi şehirler olacaktır. Dalmaçya adalarından bahsetmiyoruz bile. Hani<br />
şu meşhur Dalmaçyalar. İşte onlar Hırvatistan’dadır.<br />
Hal böyle olunca; Üsküp, Belgrad, Saraybosna, Ljubljana gibi şehirlerin arasında Zagreb biraz az<br />
turistik kaçıyor.<br />
Zagreb’e kimisi küçük Viyana, kimisi Budapeşte der. Bize göre ise Zagreb, Balkanların kendine has<br />
gürültülü, curcunalı ortamında köşesine çekilip kitabını okuyan çalışkan bir çocuk gibidir. Entelektüel<br />
olarak bölgenin zirvesindedir. Kendisini Avrupa Birliğine de atmasıyla birlikte Balkanlar’dan<br />
kafa olarak neredeyse kopmuştur. Bu yüzden Zagreb’e bir Balkan şehri demekte güçlük çekeriz. Zira<br />
Viyana tanımına büyük oranda uyum sağlar ve bundan da gocunmaz.<br />
Şehir kalabalık olmasına rağmen sessizdir. Bu bazen Belgrad’da da olur. Ama orada bir bakarsınız<br />
elinde trompetle bir çingene, Bregovic müzikleriyle bozar bütün sessizliği. Zagreb’de bu olmaz. Hiç<br />
olmaz demiyoruz ama pek nadirdir. Üsküp’te, Büyük İskender heykelinin altında çalan ve çok sırıtan<br />
filarmoni esintileri de duyulmaz Zagreb’de. Zagreb pandomim şehridir. Ne zaman gitseniz etrafta<br />
sıra ile pandomim sanatçılarına denk gelirsiniz.<br />
Biz inanıyoruz ki bu pandomim sanatı şehre yapılan bir atıftır.<br />
Sessizdir, duyamazsınız. Ama çok şey görürsünüz.<br />
I
IMPRESSUM<br />
Tasarım: Margarita Design Studio Redaksiyon: Crvena Olovka Yayın Yönetmeni: Enes Güler<br />
Editör: Bilal Yakup Yazı İşleri: A. Furkan Demir Kapak: Kemal Mehmedovic<br />
Illustrasyon: Irma Zmirić Çetinkaya Fotoğraflar: Emin Akben Sosyal Medya: /baskadergisi<br />
Websitesi: www.balkanedebiyati.com Mail: dergibaska@gmail.com / newsletter@balkanedebiyati.com<br />
Adres: Mis Irbına 3 centar Sarajevo / Selami Ali Caddesi, Eser Çarşısı, no: 2o Part 1 D:101 Üsküdar<br />
Baska Dergi #6 Zagreb Yazarları : Süleyman Gündüz, Marko Pogačar, Dilek Kütük, Serkan Türk, Mehmet<br />
Berk Yaltırık, Gülhan Tuba Çelik, Abdullah Enis Savaş, Metin Savaş, Ervanur Erdoğan, Enna Zone Đonlic,<br />
Özge Deniz, Hatice Tokuz, Talha Ulukır, Cihat Gemici, Şule Yavuzer<br />
Baska Dergi #6 Zagreb Şairleri: Esma Koç, Ervanur Erdoğan, Nadija Rebronja, Adnan Mulabdic<br />
Baska Dergi #6 Zagreb Söyleşileri: Filip Mursel Begović - Hırvatistan, Zagreb özelinde Balkanlarda<br />
Edebiyat, Sali Sallini - Sevdalinka - The Alchemy of Soul Belgeseli üzerine Söyleşi<br />
www.balkanedebiyati.com / balkansozluk.org / baskadergi.tumblr.com / margaritads.com
DOSYA /<br />
ZAGREB
.<br />
A<br />
Süleyman<br />
Gündüz<br />
İnsan hayatında, ilklerin önemi büyüktür ve<br />
belleğinde unutulmazlar arasında yerini alır.<br />
Doğu kentlerine doğrudur ilk yürüyüşüm.<br />
Işığın doğudan yükselişi midir etkileyen beni<br />
bilmiyorum ama ilk yürüyüşüm Doğu’yadır.<br />
İlginçtir Doğu milletleri batıya akar, batılılar ise<br />
Doğu’ya.<br />
ZAGREB: İDDİASIZ, SADE<br />
AMA ETKİLEYİCİ<br />
Zagreb, Batı-Doğu ve Kuzey-Güney aksının ilk<br />
şehirlerindendir. Doğu-Batı düşüncesinin,<br />
Kuzey-Güney sosyoekonomik farklılığının<br />
kesişme, aynı zamanda geçiş noktasıdır. Bütün<br />
bu gerilime rağmen iddiasiz ve sade bir şehirdir.<br />
Benim üzerimdeki etkileyiciliği tam da burasıdır.<br />
Doğu milletlerine ait bir kimliğe sahip olmama<br />
rağmen doğu ve güneye yürüşlerimin üzerimdeki<br />
etkisi büyüktür halen. Bugün çıkıp gitsem<br />
yine ilk güzergahımı takip ederim. Zülkarneyn’in<br />
etkilendiği coğrafya beni de etkiliyor.<br />
Bunun temelini ilim, irfan ve hikmeti arama<br />
oluşturuyor sanırım.<br />
Başka dergisi Zagreb üzerine bir yazı yazmamı<br />
isteyince ilk seyahatimi düşündüm. İkici yürüyüşüm<br />
İstanbul’dan trenle kuzeybatıya doğrudur.<br />
İstanbul, Sofya, Belgrad, Zagreb, Ljubljana,<br />
Salzburg, Münih, Frankfurt ve Köln güzergahı<br />
olmuştur. Bu seyahatimde şehre tanıklığım<br />
ismi ve tren istasyonundan öte değildir. Zagreb<br />
Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’ne<br />
(YSFC) bağlı Hırvatistan Federal Cumhuriyeti’nin<br />
başkentiydi.<br />
Şehirlerin adları ülkelerinkinden daha kadim<br />
bir tarihe sahiptir. Yeniçağ’a kadara ülkelerin<br />
adları genelde büyük şehirleri, yöneticilerin<br />
bağlı oldukları kabile veya aile adları ile anılırlardı.<br />
Modern zamanların insanları, seyahatlerine<br />
ülke isimleri ile başlayıp detaylarında şehirleri<br />
ayrıntılı olarak anlatmaya başlarlar.<br />
Batı Avrupa ile Güneydoğu Avrupayı bir çizgiyle<br />
ayırsak şüphesiz kalemimizi Zagreb’in üzerinden<br />
geçirmemiz gerekir.<br />
İlk ziyaretim transit bir geçiştir. Tren istasyonunda<br />
yolcu indirip, bindirme anında aşağıya<br />
inip bir anlık soluklanmaktan öteye varmaz. O<br />
gün bu şehre ikinci gelişimin de bir trenle<br />
olacağını bilmeme imkan yoktu. Kaderin ne tür<br />
bir öykü oluşdurduğunu bilmeme imkan yoktu.<br />
İlk gelişim doğu istikametindendi, ikincisi ise<br />
batıdan.<br />
1989’da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği<br />
(SSCB) dağılıp, bağımsız cumhuriyetler ortaya<br />
çıkınca; bütün gözler dinler ve etnik yapı mozaiği<br />
olan YSFC’ye dönmüştü. Nitekim 1991’de de<br />
YSFC dağılma sürecine girdi. SSCB’nin dağılıması<br />
sorunsuz gerçekleşirken aynı durum YSFC<br />
için gerçekleşmedi.<br />
YSFC’de Slovenya ve Hırvatistan bağımsızlık<br />
ilanını ilk gerçekleştiren federal yapılar oldu.<br />
Ardından Bosna-Hersek ve Makedonya bağımsızlık<br />
kervanına katıldılar. Bu durum üzerine<br />
Yugoslav Halk Ordusu ve Sırp paramiliter gruplar<br />
Hırvatistan ve Bosna Hersek’de bir iç savaş<br />
çıkarttılar. 1991’de Hırvatistan’ın Doğu Slavonya<br />
ve Batı Krajina’sı, Yugoslav Halk Ordusu ve Sırp<br />
paramiliter gruplar tarafından işgal edildi.<br />
Ardından 1992’de Bosna_Hersek’in 3’de 2’lik<br />
bölümü. 3,5 ve 4 yıl süren savaşlar büyük trajedilerle<br />
sonuçlandı.<br />
Mayıs 1992’de Hırvatistan ve Bosna Hersek’deki<br />
savaşları görmek ve anlamak üzere, eski bir<br />
4
Zagreb, Batı-Doğu<br />
ve Kuzey-Güney<br />
aksının ilk şehirlerindendir.<br />
Doğu-Batı düşüncesinin,<br />
Kuzey-Güney<br />
sosyoekonomik<br />
farklılığının kesişme,<br />
aynı zamanda<br />
geçiş noktasıdır.<br />
Bütün bu gerilime<br />
rağmen iddiasiz ve<br />
sade bir şehirdir.<br />
.<br />
atlasın ortasından koparttığım<br />
Balkanlara ait fiziki bir haritayla<br />
yola çıktım. Bu kez güzergahım<br />
karayolu ile İstanbul,Edirne,<br />
Sofya,Kumanova, Üsküp ve oradan<br />
uçak ile Ljubljana ve trenle Zagreb’e<br />
geçmek şeklinde oldu.<br />
Bir şehre ait ilk kanaat genelde<br />
değişmez. Bu şehrin hatıralarına ilk<br />
karışmam İsmail Bardhi ile olmuştu.<br />
Ardından kaç kez geldiğimi bu<br />
satırlardan dolayı saymaya kalktım<br />
ancak başarılı olamadım.<br />
Benim kuşağın büyük bir kısmının<br />
belleğinde Zagreb’in ismi yer almıştır.<br />
Kendilerine nereden hatırladıklarını<br />
sorsanız anlatamazlar. Küçük<br />
bir mırıldanma “hah evet bu işte”<br />
dedirtir. Ahmet Kaya’nın seslendirdiği<br />
Lili Marlen Türküsü’nün bir<br />
mısrasında gösterişsiz bir şekilde<br />
yer alır ama bilinç altına yerleşir.<br />
Şiir Atilla İlhan’a aittir okunmasını<br />
tavsiye ederim.<br />
“Akşam olur mektuplar hasretlik<br />
söyler/Zagreb radyosunda Lili<br />
Marlen türküsü<br />
Siperden sipere ateş tokuşturanlar/-<br />
Karanlıkta dem tutan ishak kuşu<br />
Biz insanlar yemin ettik imanımız<br />
var/Hürriyet için hürriyet aşkına<br />
Savulacak dönem savulacak<br />
düşman/Dehrin cefasını çektik<br />
sefasını süreceğiz<br />
Dost sağlar karanfilim, dost sağlar<br />
karanfilim/marş söylemeden ölmek<br />
bize yakışmaz”<br />
Bir akşam vakti şehrin tren garına<br />
indik. Dilimde bu şarkı. Bir taksiye<br />
atlayıp İsmail’in arkadaşı Ali<br />
Nasuf’un tavsiye ettiği otele gittik.<br />
Otelimiz eski şehrin tam merkezindeydi.<br />
Bir müddet sonra “şehirlerin<br />
keşfi geceleri başlar” sözüme<br />
uyarak Zagreb’in ıssız sokaklarında<br />
dolaşmaya çıktık. Savaş nedeniyle<br />
sokaklara ürkütücü bir sessizlik<br />
hakimdi. Duvarlarda savaşın yıkıcılığını<br />
anlatan ve insanları dayanışmaya<br />
çağıran afişler vardı. İlk<br />
bakışta küçük bir şehir duygusuna<br />
kapılıyorsunuz. Yorgunluk kahvesi<br />
içmek için bir kafeye girdik.<br />
Üsküp’de eski şehirde Türk kahvesi<br />
bulmak mümkündü. Burada Türk<br />
kahvesinin dışında bütün türler var.<br />
Konakladığımız mekan eski şehrin<br />
merkezinde yer alıyor.Büyük bir<br />
merakla sabah aydınlığında şehrin<br />
keşfine devam etmek üzere istirahate<br />
çekildik.<br />
Eski Yugoslavya’nın büyük şehirleri<br />
genelde Stari Grad ve Novi Grad<br />
yani eski ve yeni şehir olarak iki<br />
bölümden oluşuyor.<br />
Sabah erken uyanarak, kahvaltı<br />
sonrası hem şehri keşfetmek hem<br />
de işlerimizi haletmek üzere<br />
sokağa çıkıyoruz. İlk işimiz İslam<br />
Merkezi’ne uğramak ve Bosna’daki<br />
Sırp saldırılarından kaçarak Lekeniçka’daki<br />
Zagreb Camii’nin avlusunda<br />
toplanan Boşnak Mültecileri<br />
ziyaret edip gelişmeler konusunda<br />
bilgi almaktı. Makedonya’daki mülteci<br />
kampını ziyaret ettikten sonra<br />
bu ikincisi oluyordu. Burada gördüğümüz<br />
manzara ve dinlediklerimiz,<br />
bizleri Bosna sorununun ve sevdasının<br />
içine çekti. Bu durum halen<br />
devam ediyor. Bosna konusunda<br />
olmuş veya olacak olan herşeye<br />
5
artık kulak kesiliyoruz. Bu kısa notu anlatmamın<br />
gerekçesi Zagreb’i hangi şartlar altında ziyaret<br />
ettiğimin bilinmesidir.<br />
.<br />
Zagreb Camii, büyük bir alan içinde kurulu geleneksel<br />
ve modern mimarinin ustalıkla harmanlandığı<br />
etkileyici bir eserdir. Sosyal donatılarıyla<br />
Zagreb’de yaşayan ve Zagreb’den geçen Müslümanların<br />
uğrak yeridir. Mutlaka görülmesi gerekir.<br />
Devlet-i Âli en geniş sınırlarına ulaştığı<br />
zaman kısa bir dönem bu şehri yönetmişti. Rivayet<br />
edilir ki; bu şehrin imar yasalarını Devlet-i<br />
Âli’nin yöneticileri hazırlamışlar ve halen bu<br />
kurallara uyulur. Bugün hatırı sayılır Müslüman<br />
bir nüfus bu şehirde yaşamaktadır.<br />
Birçok yazımda da ifade ettiğim gibi içinden<br />
nehir geçen ve deniz kıyısında kurulan şehirleri<br />
severim. Zagreb, Sava nehriyle ikiye ayrılır; kuzeyinde<br />
eski ve güneyinde yeni şehir bulunmaktadır.<br />
Stari Grad mutlaka yaya gezilmesi gerekir. Keşfe<br />
Lotrşçak Kulesine (Kula Lotrşçak) çıkarak başlamalısınız.<br />
Merkez, Yukarı Şehir (Gronji Grad) ve<br />
Aşağı Şehir (Donji Grad) olarak iki bölüme ayrılıyor.<br />
Yukarı ve Aşağı şehri birbirinden ayıran Ilıca<br />
*Süleyman Gündüz’ün 2007 yılında Zagreb’de açmış olduğu<br />
fotoğraf sergisinin afişi<br />
caddesi bulunmaktadır. Ilıca caddesinden Gronji Grad’a Lotrşçak Kulesine çıkmak için basamakları<br />
veya funiküleri kullanabilirsiniz.<br />
Lotrşçak Kulesine çıkarak örümcek bağlamış ve bazılarının camları kırık pencerelerden şehrin<br />
tümünü seyredebilirsiniz. İsmail bir espiri yapıyor “Hırvatistan bu kuleden gördüğün kadardır” diye.<br />
St. Mark’s Kilisesi’nin çatısı en güzel buradan gözükür.<br />
Bir tepe üzerinde Markov Meydan’ında St. Mark’s Kilisesi yer almaktadır. Her şehrin akılda kalan bir<br />
sembolü olur. St. Mark’s Kilisesi Zagreb’in sembolüdür. Batının merkez şehirlerindeki kiliseleri<br />
düşündükçe küçük, ama etkileyicidir. Çatısı Hırvatistan’ı sembolize eden bir şekilde kaneviçe gibi<br />
rengarenk işlenmiştir. St. Mark’s Kilisesi’nin bulunduğu alana ikinci geliş yolu Taş Kapı’dan (Kamenita<br />
Vrata) geçerek olabilir. Taş Kapı’nın içi küçük bir şapeldir. Buradan geçenler bir mum yakarlar ve<br />
dua ederler. Duvarlarında küçük kağıtlara yazılı bir çok not ve dilek asılmıştır.<br />
St. Mark’s Kilisesi’nin etrafında başka kiliseler, galeriler, müzeler, parlamento, hükümet ve belediye<br />
yönetim binası bulunmaktadır. Bunların içinde sanırım en ilginci Kırık Kalpler Müzesi (Museum of<br />
Broken Relationships) olsa gerek. Yan tarafında Sveta Katarina Aleksandrrijaska Kilisesi, Balıkçı ve<br />
Yılan Heykeli (Ribar i zmija monument)…<br />
Zagreb Şehir Müzesi, St. Franjo, St. Francis Assisi, St. Cyril ve Metodis Kilisesi ya bir kaç sokak yanda<br />
veya arkadadır. St. Mark’s Kilisesi’ne biraz uzak olmasına rağmen Zagreb Katedrali ve<br />
6
Mimarlık Müzesi görülmeye değerdir. Aslında<br />
görülecek mekan itibariyle ziyadesiyle zengin<br />
bir şehirdir Zagreb.<br />
Şehirlerin keşfinde en anlamlı olan alanlardan<br />
bir tanesi de şüphesiz pazar yerleridir. Ban<br />
Jelaçiç Meydanı’nın hemen üst tarafında Dolac<br />
Pazarı’na gidilmeli. Büyük bir Pazar değildir.<br />
Kırmızı şemsiyeleri, kurulumu ve sessizliği<br />
etkileyicidir. ‘’Vatandaş gel, gel…’’ seslerini<br />
duymazsınız.<br />
Bana Josipa Jelaçiça Meydanı tam bir uğrak<br />
yerdir. Etrafındaki binalar mimari açıdan<br />
klasik Orta Avrupa şehirlerini andırır. Viyana<br />
esintisini hissetmemek mümkün değildir.<br />
Şehrin içinde parklar sere serpe uzanmaya<br />
müsaittir. Banklarda öğle yemeğini yiyenlere,<br />
ağaç gövdelerine yaslanıp kitap okuyanlara ve<br />
ders çalışanlara rastlamak mümkün.<br />
Tkalciceva Caddesi kafelerin ve insan yoğunluğun<br />
en çok olduğu yerdir. Sarajevo’da ki<br />
Ferhadija caddesini andırır. Mağaza pencerelerinde<br />
dondurma ile girilmez işaretleri ve<br />
içeride sürekli yayın yapan bir radyo bulunur.<br />
Bizim mağazalar da ise televizyon vardır.<br />
Zagreb’de güçlü bir kültürel hayat var. İlk kitapevi<br />
ziyaretimi İsmail Bardhi ile yapmıştım.<br />
Zagreb Katolik Üniversitesi’nin kitapevine<br />
uğramıştık. İsmail onlarca kitap aldı. Ben dili<br />
bilmediğimden hatıra olması için bir felsefe<br />
kitabı almıştım. Zagreb Katolik Üniversitesi’nin<br />
tıptan sosyal bilimlere, mühendislikten<br />
teolojik bilimlere kadar bir çok fakültesi<br />
bulunmakta. En önemlisi İslami ilimlerin<br />
olmasıydı. Sosyal bilimler, ilahiyat ve felsefe<br />
alanında dünyada ilgi ile izlenen kitap yayınları<br />
bulunuyor.<br />
Şehirlerin keşfinde en anlamlı olan alanlardan<br />
bir tanesi de şüphesiz pazar yerleridir.<br />
Ban Jelaçiç Meydanı’nın hemen üst tarafında<br />
Dolac Pazarı’na gidilmeli. Büyük bir Pazar<br />
değildir. Kırmızı şemsiyeleri, kurulumu<br />
.<br />
ve<br />
sessizliği etkileyicidir. ‘’Vatandaş gel, gel…’’<br />
seslerini duymazsınız.<br />
merhum Alija Izetbegoviç’in iyi dostuydu.<br />
Parlamentoda bulunduğum zaman Türkiye-Hırvatistan<br />
Parlamentolar arası Dostluk<br />
grubu başkanlığını yürütmüştüm. Bu şehre<br />
özel danışmanlıklarını yaptığım, Türkiye<br />
Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı merhum Turgut<br />
Özal ve Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı<br />
merhum Alija Izetbegoviç ile gelmiştim.<br />
1992-95 dönemindeki Bosna hatıralarımın bir<br />
kısmı; Zagreb’in tren istayonuna, otobüs<br />
terminaline, havaalanına, sokaklarına, caddelerine<br />
ve duvarlarına kazınmıştır. Zagreb<br />
Esplanade Oteli’nin hatırası ise Bosna’nın<br />
gerçek tarihi yazıldığında günyüzüne çıkmalı.<br />
“Ağıtlar ve Anıtlar” fotoğraf sergimi burada<br />
açmıştım.Sergimin küratörlüğünü Ressam<br />
Sreçko Planiniç yapmıştı. 45 gün açık kalan<br />
sergimi ziyaret eden fotoğraf sever sayısı 42<br />
bin idi. Zagreb’in dışında birçok şehrini ezberlediğim<br />
Hırvatistan bugün Avrupa Birliği üyesidir.<br />
.<br />
Zagreb; iddiasız, sade bir şehir olmasına<br />
rağmen etkileyicidir.<br />
Yazımın başlangıcında da ifade ettiğim gibi bu<br />
şehre ne kadar gidip geldiğimi hatırlamıyorum.<br />
İlginç olan ise ülke siyasetine yön vermiş<br />
birçok şahsiyeti tanıyorum. Bunların başında<br />
şüphesiz Eski Cumhurbaşkanı Stjepan Stipe<br />
Mesiç gelmektedir. Hem Boşnakların hem de
CVIJEĆE ZA PTICU RUGALICU,<br />
ILI DO ISTAMBULA U JEDNOM<br />
DAHU<br />
Zagreb je hladan grad. Još početkom osamdesetih<br />
godina, dok me nitko nije imao u planu,<br />
zaključio je to i u refren jednako hladne, otuđene<br />
i guste pjesme upisao Jura Stublić, frontmen<br />
tada popularne skupine Film.<br />
Marko Pogacar<br />
Zagreb je hladan grad. Još početkom<br />
osamdesetih godina, dok me<br />
nitko nije imao u planu, zaključio<br />
je to i u refren jednako hladne,<br />
otuđene i guste pjesme upisao Jura<br />
Stublić, frontmen tada popularne<br />
skupine Film. U taj i takav grad<br />
prvi sam put stigao u ranu zimu<br />
osamdeset i sedme godine, nepune<br />
tri godine star i sasvim nespreman<br />
na sve što hladnoća nosi: tada sam,<br />
između ostalog, prvi put vidio<br />
snijeg. Otac, oficir Jugoslavenske<br />
narodne armije, premješten je na<br />
novu službu, majku, poštansku<br />
službenicu, također je čekalo novo<br />
radno mjesto te se obitelj – nekoliko<br />
mjeseci ranije pojačana vrištavom<br />
i kovrčavom prinovom –<br />
mojim bratom, ukrcala u vlak i<br />
krenula u neki novi život. Svega se<br />
toga, odlaska, puta i te jedne<br />
<strong>zagreb</strong>ačke godine – etape koju je<br />
okončala neka nova prekomanda –<br />
sjećam neobično dobro. Otprilike<br />
tada, u bučnim vagonima popularne<br />
kompozicije 'Marjan Express',<br />
koja je svakodnevno povezivala<br />
moj rodni grad na jadranskoj obali<br />
s glavnim gradom Socijalističke<br />
Republike Hrvatske, počela je i<br />
moja gotovo opsesivna odanost<br />
vlakovima. S tog povijesnog putomom<br />
sjećanju slične brazde upisale su eskadrile<br />
niskoletećih MIG-ova koji nad gradskim<br />
nebom ostavljaju boje jugoslavenske trobojnice,<br />
parade armije na savskom nasipu i gomile<br />
slično odjevenih mladih ljudi iz svih krajeva<br />
zemlje i svijeta – sve ono što tada još nisam<br />
mogao prepoznati kao ikonografiju nadolazećeg<br />
rata. Ostao je ondje i naš stan na dvadeset<br />
i drugom katu golema nebodera, raskopane<br />
tramvajske pruge, šetnje Maksimirom, klinički<br />
bolnički centar u Dubravi, nekoliko prijatelja,<br />
dječji zborovi, glavni kolodvor i sva ta neobična<br />
bjelina pod nama; sivilo svud oko nas i<br />
nad nama. Uvijek i opet sivilo.<br />
Devedesete su sivilo učinile općim, i ustrajno<br />
radile na tome da ga presele u najudaljeniji<br />
kraj spektra: neprozirnu i tihu tamu. Jugoslavija<br />
je, zajedno s ranim djetinjstvom, nestala;<br />
Jura je od rokera postao Hrvat, boje trobojnice<br />
su se izokrenule, oni su Migovi – ponovno<br />
nadlijećući naše gradove – pokazali svoju<br />
pravu prirodu, svuda okolo sve je bilo u znaku<br />
krvi i mučnih, nikad do kraja definiranih<br />
nestanaka. Tih se godina u ovim krajevima,<br />
naprosto, nestajalo. Vlakovi nisu vozili, a<br />
Zagreb se činio dalekim i mutnim. Odrastanje<br />
se, poput zvjerke, provlačilo između uzbuna<br />
za zračnu opasnost, školskih obaveza i dokolice<br />
koja je, kako je vrijeme odmicalo, postajala<br />
sve bezbrižnija: na Mediteranu je sve valjda<br />
lakše. Nekako s krajem rata i 'mirne reintegracije'<br />
završio sam osnovnu školu, zatim gimnaziju,<br />
i bio spreman ponovno, ovaj put dobrovoljno<br />
i sam, stupiti u hladnoću. Tek je ovaj<br />
put, na fakultetu – iako sam, sasvim nespreman,<br />
stigao u jeku iznimno hladne zime – ona<br />
poprimila svoje pune metaforičke razmjere.<br />
Jura je, iako Hrvat, bio u pravu. Nije potrebno<br />
ni napomenuti da sam i drugi put, na duži<br />
rok, u Zagreb stigao vlakom.<br />
U takvom me Zagrebu – čija je hladnoća,<br />
odjednom, postala gotovo opipljiva, egzistencijalna<br />
kategorija – glavnom gradu koji pati od<br />
manije veličine, a ne može se othrvati malograđanskom<br />
i provincijalnom mentalitetu,<br />
milijunskom organizmu koji noću iščezava u<br />
8
građanskom i provincijalnom mentalitetu,<br />
milijunskom organizmu koji noću iščezava u<br />
kolektivnom snu bez snova, čija su kultura i<br />
umjetnost tek blijedi odsjaj nekih famoznih<br />
'boljih vremena', a noćni život niti sjena onoga<br />
susjednih regionalnih metropola, ali koji,<br />
ipak, ako od njega ne očekujete previše, predstavlja<br />
ugodnu lokvicu za život, koji sam, već<br />
nekako, navikao smatrati jednim od domova –<br />
dočekala i ponuda koju nije bilo moguće<br />
odbiti: poziv za Word Express – projekt koji<br />
objedinjuje putovanje (vlakom!), književnost<br />
i druženje s poznatim i još nepoznatim kolegama<br />
iz petnaestak europskih zemalja.<br />
Tri grupe krenule su na put prema vratima<br />
istoka; jedna iz Bukurešta, druga iz Sarajeva i<br />
treća, kojoj smo se Mima i ja imali pridružiti u<br />
Zagrebu, iz Ljubljane. Iz te sive Ljubljane u<br />
sivi Zagreb (siva je boja ove regije) vlak je,<br />
krajem oktobra, donio turskog pjesnika Efea<br />
Duyana i njegovu škotsku kolegicu Raman<br />
Mundair. Tri puna dana proveli smo zajedno u<br />
nerazmrsivom klupku književnih programa i<br />
onog drugog, takozvanog slobodnog vremena;<br />
vremena koje je na prepad pokušalo osvojiti<br />
prostor. Brzopotezno intimno mapiranje<br />
grada završilo je, kako to običaji već nalažu, u<br />
birtiji – prepoznatljivom krajputašu u blizini<br />
glavnog kolodvora iz kojeg se često otiskujem<br />
na putovanja, a on me spreman dočekuje u<br />
noćnim povratcima. Zagreb iz kojeg sam<br />
odlazio bio je odjednom bliži i topliji, još me<br />
uvijek nešto u njemu držalo; odlazio sam da se<br />
vratim.<br />
Vlak za Beograd polazio je nekoliko<br />
minuta nakon ponoći i, prema ovdašnjem<br />
običaju, kasnio već u polasku. Netko je,<br />
kako običaji u ovim krajevima, kao i<br />
nesreće stižu u nizu, zaboravio na noć<br />
(što je neobično, jer brzina spuštanja noći<br />
još je jedno od obilježja ovih krajeva) pa je<br />
obećana spavaća kola zamijenio standardni<br />
sjedeći kupe. Onaj sa zelenim<br />
presvlakama. Onaj čije su pepeljare pune<br />
usprkos zabrani pušenja; ispod čijih je<br />
sjedišta moguće pronaći konzerve i pileće<br />
kosti. Onaj neudoban, ali sasvim i do<br />
kraja neodoljiv: kojem vjetar nezadrživog<br />
kretanja razmiče prljave zavjese, a grijanje<br />
odasvud ugodno šumi, kao da neki<br />
golemi, crni mačak negdje duboko unutra<br />
prede. Kako u polasku, tako u dolasku:<br />
kašnjenje, buka, nervoza. Na trenutak mi<br />
se čini da sam jedino ja u cijelom vagonu<br />
savršeno miran. U kratkom košmarnom<br />
snu prije buđenja sanjam Đerdap, mitsko<br />
mjesto u kojem Dunav napušta naše<br />
zemlje, i u njegovoj klisuri stotine izdubljenih<br />
rupa; stotine pustinjačkih<br />
nastambi, poput onih u Petri. U Beograd,<br />
u kojem smo trebali samo presjesti na<br />
vlak za Skopje, stižemo s dva sata zakašnjenja<br />
i propuštamo vezu. Do iduće punih<br />
je osam sati. I to mi savršeno odgovara. Ni<br />
ostali se, čini se, ne bune. Beograd u rano<br />
jutro: peciva, pljeskavice, kava u hotelu<br />
Moskva. Susrećemo se s Marjanom,<br />
švrljamo centrom, pospani smo i utapamo<br />
tupost u kavi. Još pljeskavica. Nikad<br />
dovoljno pljeskavica. Upravo je u tijeku<br />
Beogradski sajam knjiga i grad je pun<br />
prijatelja i poznanika; telefoni neuobičajeno<br />
mnogo zvone. Voće. Jeftino pivo i<br />
čokoladice. Sretan sjedam u vlak i kičmena<br />
agonija u sličnom, no nešto slabije<br />
održavanom kupeu iznova počinje. Ne<br />
marim. Malo sam čemu, već sam rekao,<br />
predaniji no vožnji vlakom.<br />
Stići u Skopje u dubokoj noći znači razotkriti<br />
ga u potpunosti: svako svjetlo, svaki<br />
njegov izostanak. Karakter grada moguće<br />
9
je, čini se, prosuditi prema količini njegova<br />
mraka. Skopje je mračan, dostojanstven<br />
grad; kao ukopan u kakvom neobičnom,<br />
pomalo iskrzanom šeširu. Na stanici nas<br />
čekaju makedonski pisci – moj dobar drug<br />
Igor Isakovski i Rumena Bužarovska, koju<br />
sam sreo nekoliko mjeseci ranije u vojvođanskoj<br />
ravnici. Voze nas ravno u hotel: Raman,<br />
Efe i Mima odlaze spavati, a ja u izviđanje s<br />
domaćinima. Nisam u Skopju bio već neko<br />
vrijeme i potrebno ga je udahnuti, omirisati,<br />
što prije opet učiniti barem nakratko svojim.<br />
Lokal se zove Saloon, uređen je u skladu s<br />
imenom, i odmah se, sasvim kratko, zaljubljujem<br />
u konobaricu. Putovanje uzima<br />
danak, brzo se vraćamo u hotel, uspijevam<br />
čak i spavati. Na doručku nam se pridružuje<br />
Mirt, naš slovenski suputnik koji je morao<br />
preskočiti prvu etapu puta te je, jučer, doletio<br />
iz Ljubljane. Ondje je i Aleksandra – ona će,<br />
kao i Igor, s nama dalje k istoku.<br />
Dan: skopljanska čaršija, grob Goce Delčeva<br />
(koji me, više od svega, podsjeti na jednu<br />
beogradsku ulicu), Vardar, čijom dolinom<br />
stiže topao morski zrak, zanimljiv tradicionalni<br />
restoran, specifična modernistička<br />
arhitektura javnih objekata podignutih<br />
nakon razornog potresa koji je pogodio grad<br />
26. srpnja 1963. godine i sravnio ga sa<br />
zemljom. Golemi sat na željezničkom kolodvoru,<br />
koji je stao u trenutku kataklizme, i<br />
dalje pokazuje pet sati i sedamnaest minuta.<br />
Na začelju je, još uvijek, masnim slovima<br />
ispisana Titova poruka porušenom gradu –<br />
heroju napretka; utjelovljenome mitu<br />
obnove. Štošta ovdje upućuje na zaustavljeno<br />
vrijeme.<br />
Noć, mrtvi kronotop: vrijeme teče, ali na<br />
njega valja zaboraviti. Čitanje u dobro uređenom,<br />
ugodnom lokalu koji objedinjuje knjižaru,<br />
izložbeni prostor, scenu i birtiju, zajedno<br />
s makedonskim kolegama. Dobro posjećen<br />
program traje duboko u noć, pred mikrofonom<br />
se izmjenjuju čitači, a pred ustima<br />
čaše. Još dublja noć: opet Saloon, opet petominutna<br />
platonska ljubav, opet pretjerivanje<br />
u svemu osim u snu. No san je, možda baš zbog<br />
potrebe da se kondenzira, zbije sve svoje u mali<br />
prostor, intenzivan i gust. Sanjam golemi žuti cvijet<br />
koji se neprestano, kao pogonjen kakvim nevidljivim<br />
plućima, uvijek iznova i iznova otvara, otkrivajući u<br />
točki svog tučka malenu ljudsku glavu. Usta su te<br />
nepoznate i neprepoznatljive glave otvorena, oblikovana<br />
u doziv ili krik, ali svaki put kada se približim ne<br />
bih li uhvatio njezinu poruku, cvijet se oko nje sklopi;<br />
uguši je tišinom slijepljenih latica. Glava tako za<br />
mene ostaje nepronična i nijema. Sanjao sam, također,<br />
stabla nara otežala od zrelih plodova, ali je ljudski<br />
faktor taj put izostao. Ostalo pripada zaboravu.<br />
Kroz makedonsku ravnicu vlak klopara u istom,<br />
pouzdanom ritmu. Kupei standardni; osoblje vlaka<br />
dopadljivo i brbljavo. Mima se posvećuje svom dnevniku,<br />
mi svojem pivu i prozorima. Još nismo napustili<br />
državu u kojoj smo petero nas, sada s pasošima triju<br />
država, rođeni. Kako vlak usporava i ta se ideja bliži<br />
svom kraju. Zaustavljamo se u malenoj pograničnoj<br />
stanici – sudeći po tablama i natpisima, već smo u<br />
Grčkoj. Ovdje bi se mogao, možda i morao smjestiti<br />
poduži ekskurs o granicama, specifičnoj lakoći i<br />
težini njihova prelaženja i dijalektici liminalnosti, no<br />
to bi me odvelo predaleko. Zadržimo se na tome da<br />
smo u Grčku, tehnički, ušli iz bezimene praznine.<br />
Grčka, naime, neovisnoj i međunarodno priznatoj<br />
Republici Makedoniji ne priznaje pravo na njezino<br />
ime, smatrajući to uzurpacijom imena njezine povijesne<br />
pokrajine. To se sasvim fizičko i živo Ništa tako,<br />
pred međunarodnim institucijama službeno naziva<br />
smiješno i otužno dugom kovanicom 'The former<br />
Yugoslav Republic of Macedonia'. U grčkoj zalogajnici<br />
na peronu, zadimljenom prostoru načičkanom<br />
ikonama, požutjelim izrescima iz novina i slikama<br />
nacionalnih sportskih timova otkrivam, osim prilično<br />
jeftine domaće hrane i Mastike, iznenađujuću<br />
činjenicu da Mirt bez većih problema komunicira s<br />
domaćinima. Uz cimera klasičnog filologa naučio je<br />
starogrčki, usput malo osuvremenio leksik i eto –<br />
konačno smo znali što točno jedemo. Solun je iza<br />
ugla, primarne potrebe namirene; čak ni Mima više<br />
ne ore dnevnikom. I dalje sasvim smireno, bezlično i<br />
bezimeno kloparanje. U prozorskom oknu promiču<br />
stvari koje bismo, uglavnom, sasvim jednostavno<br />
mogli označiti riječju, ali izostaje svaka potreba za<br />
tim. Gledamo i puštamo da nas pogled polako preuz-<br />
IO
me. Da nas bilo što zaogrne svojom kratkom i<br />
privremenom slikom.<br />
Pogled na solunsku luku: zaljev se otvara u<br />
golema usta u čijim kutnjacima čuče ribarska i<br />
putnička flota. Tipična mediteranska arhitektura.<br />
Da netko sklopi sve oči i otvori ih u nekom<br />
svijetu bez jezika, mogli bismo jednako tako<br />
biti u nekom talijanskom, francuskom, grčkom<br />
i tko zna kojem gradu slične veličine. Jedem<br />
najbolji obrok u dugo vremena. Mali restoran s<br />
terasom u samom centru nudi tradicionalni<br />
meni u nevjerojatno aranžiranim sljedovima.<br />
Osjećam kako se negdje u meni, poput duha iz<br />
svjetiljke, budi dugo skriveni gurman. Na<br />
bezbrojnim tanjurićima stižu patlidžani punjeni<br />
sirom i rajčicom, feta sir u maslinovom ulju,<br />
zatim pohan te garniran ružmarinom i limunom,<br />
inćuni, srdele, punjene sipe, tikvice, rajčice,<br />
lignje, pire od leće, blitva i kapari, uzo i<br />
dobro, suho crno vino. Za kraj slatko od kruške,<br />
koje jedem očima više no ustima: s mojim je<br />
kapacitetima svršeno. Do kraja dana šetnja,<br />
kavane, geometrijski raster solunskih ulica.<br />
Upravo strašno je koliko dobro ga pamtim.<br />
******<br />
Na hodniku je neobično živo za to doba dana,<br />
iako, to tvrdim bez prevelika pokrića. Rijetko<br />
sam tako rano na nogama, a i kad jesam,<br />
nemam baš neka iskustva s hodnicima. No ta je<br />
pruga za nas trenutno sve: žila kucavica vlaka<br />
koji se budi. S danom i vlakom buja i toplo tijelo<br />
velegrada – već smo, naime, nagrizli njegove<br />
čađave rubove. Nekoliko sam već puta kroz<br />
njega klizio željeznicom i želio sam to još<br />
jednom osjetiti: kako ta opna puca, deformira<br />
se, ugiba da mi učini minimum mjesta. Stoga<br />
lijepim nos uz prozorsko okno, i nisam u tome<br />
jedini. Pogled na gusto naseljena predgrađa u<br />
jednom trenutku smjenjuje pogled na još gušće<br />
naseljeno more. Hijerarhija vrsta nikad me nije<br />
pretjerano zanimala, no na brodovima usidrenim<br />
pred gradom upravo se, pretpostavljam,<br />
nalazi populacija dostatna da napuči uočljivu<br />
točku na karti. Arhitektura, kako odmičemo,<br />
postaje sve starija; kao u kakvu vremeplovu,<br />
oko nas je sve više i više Bizanta. Nešto dalje<br />
vidno polje preuzima islam: minareti su zastrli<br />
nebo, a kroz prozor se, preko kloparanja tračnica,<br />
može čuti visok mujezinov pjev. Sam je kraj, ipak,<br />
sasvim sekularan: vlak ulazi u svoju posljednju<br />
stanicu i zaustavlja se oči u oči s Ataturkom – bareljefnim<br />
pozlaćenim portretom sveprisutnoga oca<br />
nacije: čelična životinja gotovo ga ljubi u čelo, i to se<br />
postojano ponavlja. Na zapadu plodan, duboko<br />
ukorijenjen i opasan mitem egzotičnog Orijenta,<br />
poput šarenog kišobrana, širi se upravo iz točke<br />
ovog nečujnog, ali fatalnog poljupca. Stanična<br />
zgrada koja ga uokviruje smještena je samo nekoliko<br />
metara od mora i vjerojatno najpoznatija kao<br />
posljednje odredište famoznog Orijent Expressa.<br />
Mondeni je Zapad Carstvo gotovo čitavo stoljeće<br />
otkrivao polazeći od ovog mističnog mjesta: ono je<br />
kopnena kapija Istoka.<br />
Sitna kiša moči tračnice dok konačno kročimo na<br />
čvrsto tlo. Na peronu gužva i strka – sada su ovdje<br />
zaista svi. Organizatori i koordinatori stigli su<br />
nekoliko dana ranije, pridružili su nam se i ostali<br />
turski kolege, a novinari i fotografi dokumentiraju<br />
po službenoj dužnosti. Što je moglo biti zabilježeno?<br />
U svakom slučaju, rekao bi Bogart, početak<br />
jednog divnog prijateljstva. Pobliže: ponovno<br />
manjak ruku, ugodni košmar, stolovi, jaka kava, čaj<br />
i vodom zamućen Raki; pereci, čekanje i potreba da<br />
se govori. Jezici se miješaju poput komadića voća,<br />
prtljaga je na velikim gomilama, potrebno se razvrstati<br />
i pješke krenuti prema snu. Tek ovdje avantura<br />
uistinu počinje; na pragu golema grada, na početku<br />
blage i vlažne jeseni. Da bi nešto važno otpočelo,<br />
najčešće, nažalost ili na sreću, nešto drugo mora<br />
prići svom kraju. Da bi žrtva bila što manja, neka to<br />
bude ovaj tekst. Što reći; čime mahnuti s njegova<br />
skliskog ruba? Možda jednostavno: volim vas, svi.<br />
Uzbudljivi ste i lijepi pod ovim svjetlom. Vaša se<br />
.<br />
tijela stapaju sa šarenom strujom gomile, i ja vas<br />
slijedim. I volim mačke. Neporecivo volim mačke.<br />
*Bu yazının Türkçe çevirisini daha sonra balkanedebiyati.com’da<br />
bulabileceksiniz<br />
II
YAHYA KEMAL<br />
TIHANI BROD<br />
Dođe l’ dan sidro dići iz vremena konačno,<br />
Iz ’ve luke kreće brod što plovi u neznano.<br />
K’o putnika da nema isplovljava sve tiše;<br />
Nit’ ruka se, nit’ rubac na polasku tom njiše.<br />
Preostali na gatu zbog ovog puta žalni,<br />
Vlažne im oči motre danima obzor tamni.<br />
Nit’ je zadnji ovo brod što ide! Srca jadna!<br />
A nit’ života nujna je žalost ovo zadnja!<br />
Zaljubljen i ljubljen zalud na sv’jetu čekaju;<br />
Da se dragi što idu vratit neće, ne znaju.<br />
Sretan je krajem svaki od putnika toliko,<br />
Godina prođe mnogo; no ne vrati se niko.<br />
SESSİZ GEMİ<br />
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,<br />
Meçhûle giden bir gemi kalkar bu limandan.<br />
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;<br />
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.<br />
Rıhtımda kalanlar bu seyâhatten elemli,<br />
Günlerce siyâh ufka bakar gözleri nemli.<br />
Bîçâre gönüller! Ne giden son gemidir bu!<br />
Hicranlı hayâtın ne de son mâtemidir bu!<br />
Dünyâda sevilmiş ve seven nâfile bekler;<br />
Bilmez ki giden sevgililer dönmiyecekler.<br />
Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden,<br />
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden.<br />
Preveo: Adnan Mulabdić<br />
I3
Foto: Emin Akben<br />
ZAGREB BENİM İÇİN<br />
APSÜRDİSTAN<br />
Dilek Kütük<br />
Şehirleri farklı açılardan tanımlar<br />
akademi camiası. Ciddidir. Kimi<br />
şehir medeniyetin merkezidir.<br />
Kimisi kadimdir, ontolojik bilinci<br />
falan vardır. Kimisi modernite ve<br />
küreselleşmenin bel kemiğidir.<br />
Zagreb ise benim için bir Apsurdistan’dır.<br />
Çünkü Balkanlılığın bir<br />
tezahürüdür bende. Sarı-siyah<br />
formalarla sahneye çıkan, Balkanların<br />
protest ve reggae müziğinin<br />
yeni nesil temsilcisi Dubioza<br />
Kolektiv ile tanıştığım yerdir.<br />
“Politika je kurva, ubila je bomba,<br />
džaba svi smo isti…*” diye<br />
bağırdığım bir şehirdir. Din, dil,<br />
etnisite farkı gözetmeden siyasete,<br />
hükmedenlere karşı gelişen bir<br />
aykırılığın müzikteki yansımasıdır,<br />
Dubioza Kolektiv. Öyle ki<br />
ettikleri sitem temelde politikayadır,<br />
genelde ise olumsuz<br />
Balkan algısınadır.<br />
I4
Balkanlara ilgisi olan biri olarak bu<br />
grupla ilk tanışmam “Kažu” şarkısıyla<br />
olmuştu. Şarkı, Sırbistan siyasetçisi<br />
Ivica Dacic’in bir televizyon konuşmasıyla<br />
başlıyordu. Dinlediğim bu şarkı<br />
Balkanlarda yükselen mizahi muhalefetin<br />
örneğiydi. Sonrasında dinlediğim<br />
“No Escape” ile grubun sadece bölgesel<br />
değil global bir “karşıt” duruşu olduğunun<br />
farkına varmış, kinayeli sözlerini<br />
çok sevmiştim.<br />
Günlerden bir gün Lodz’da sabaha<br />
karşı, yerine ve tarihine bakmadan<br />
arkadaşımla birlikte aldığım 10€’luk<br />
konser bileti sayesinde buluştum<br />
Dubioza Kolektiv ile. Yaklaşık 1500<br />
km’lik yolu katederek Zagreb’e ulaşmak<br />
zorundaydık. Apsurdistan albümünde<br />
yer alan tüm şarkıları, bana<br />
eşlik eden Fransız arkadaşımla uçakta,<br />
paslanmış trenlerde ve otobüs seferlerinde<br />
söyleyerek ezberledik. Malum ne<br />
onun dilinden ne de benim dilimden<br />
konuşuyordu bu grup. Varacağımız bu<br />
şehir, Apsurdistan’ı dinlemek için<br />
sadece bir araçtı. Bu nedenle Zagreb<br />
benim için bir Apsurdistan’dır. Dubioza’nın<br />
bendeki kara parçasıdır.<br />
Zagreb’e varır varmaz şehrin konsere<br />
hazır olup olmadığını anlamaya çalışmıştık.<br />
Apsurdistan’ı hissetmek ve<br />
keşfetmekti amacımız. İnternetten<br />
satın aldığımız konser biletleri Polonya’ya<br />
gelmediği için ilk işimiz konserin<br />
yapılacağı Dom Sportova’ya gitmek<br />
oldu. Burası Zagreb’in büyük arenalarından<br />
biriydi. Dubioza Kolektiv’in<br />
konser tarihinde bir ilktik. Çünkü<br />
Polonya’dan sadece bu etkinlik için<br />
gelmiştik. Konser görevlilerinin bizlere<br />
olan ilgisi şehre olan sevgimizi artırmış,<br />
yol yorgunluğunu enerjiye dönüştürmüştü.<br />
Sayelerinde Apsurdistan’da<br />
baş köşeye yerleşmiştik. Konseri en ön<br />
platformdan izledik.<br />
Hırvatistan’da Bosna’lı bir grup koca<br />
arenayı Balkanlı gençlerle doldurmuş,<br />
hep birlikte siyasete müzikle cevap<br />
veriyorlardı. Müthiş bir coşkuyla<br />
kilisemiz kutsal ama papazlarımız<br />
hırsız ironisiyle yönetici elite şarkılarıyla<br />
dokunuyorlardı. Konserde<br />
Balkanlardaki tüm bayrakları bir arada<br />
görmek mümkündü. Balkanlar denince<br />
akla gelen “şiddeti” konser şarkılarıyla<br />
def ediyor, toplumların bir arada<br />
eğlenebildiğini gösteriyorlardı. Ja necu<br />
u Evropu nek ona dodje nama. Oop,<br />
oop, opa! Dolazi Evropa...** nakaratıyla<br />
aynı anda zıplıyor, yerimizde duramıyorduk.<br />
Bu durum bizi daha da<br />
neşelendirmiş, guruba olan hayranlığımızı<br />
artırmıştı.<br />
Konser bitmişti ama bizim Zagreb’te<br />
geçireceğimiz birkaç günümüz daha<br />
vardı. Hafif baş ağrısı ve tatlı bir<br />
yorgunlukla başlamıştık ertesi güne.<br />
Birikmiş heyecanımız henüz tükenmemişti.<br />
Apsurdistan’ın etkisinden çıkamamıştık.<br />
Gornji Grad ve Donji Grad<br />
diye ikiye ayırdıkları şehirde dilimizde<br />
Dubioza Kolektiv şarkıları ile dolaşıp<br />
duruyorduk.<br />
Ekim ayının sonuydu. Şehir; Poznan’ın<br />
renklerini, Belgrad’ın canlılığını, Viyana’nın<br />
da düzenliliğini almış gibiydi.<br />
Budapeşte’deki solukluk yoktu. Novi<br />
Sad’tan kalma bir okşayış vardı. Tipik<br />
bir Balkan şehri değildi. Avrupalılaşmaya<br />
çalışan bir mimari form ile karşılıyordu<br />
ziyaretçilerini. Tarihi birikim<br />
tasfiye edilmemişti, modernitenin<br />
izleri ise şehrin tepesinden görülüyordu.<br />
Mekânlar arasındaki süreklilik<br />
I5<br />
Şehir;<br />
Poznan’ın<br />
renklerini,<br />
Belgrad’ın<br />
canlılığını,<br />
Viyana’nın da<br />
düzenliliğini<br />
almış gibiydi.<br />
Budapeşte’deki<br />
solukluk yoktu.<br />
Novi Sad’tan<br />
kalma bir<br />
okşayış vardı.<br />
Tipik bir<br />
Balkan şehri<br />
değildi.
alışveriş merkezi, oteller ile kesilmeye<br />
başlamıştı. Şehrin omurgası olan<br />
Cumhuriyet Meydanı (Ban Jelacic)<br />
Avrupalı firmaların reklam merkezi<br />
haline gelmişti. Avrupalılaşmanın<br />
şehirdeki zevahiri bize Dubioza Kolektiv’in<br />
“Eurosong” şarkısını söyletmişti.<br />
Yine de şehrin modern ve estetik bir<br />
formla şekilleneceğini düşünmüş,<br />
Balkanlılığın yeniden yorumlanacağını<br />
umarak dolaşmaya devam etmiştik.<br />
Muhabbetli insanlarla hoş vakit geçirmemize,<br />
hikâyeler biriktirmemize<br />
vesile olmuştu Zagreb. Hansel ile Gratel’in<br />
çikolatadan yapılmış evine benzettiğimiz<br />
St. Mark Kilisesi, şehrin<br />
genel mimarisi içinde o kadar tatlı<br />
duruyordu ki bakmaktan alamıyorduk<br />
kendimizi. Kilise sokağının hemen<br />
girişinde de konsepte uygun şekerlemeler<br />
satan bir sokak satıcısı mevcuttu.<br />
Orada durup sohbet ederken arkamızda<br />
beliren, konserden kalma gelin<br />
ve damat Dubioza’nın şarkısıyla kiliseden<br />
uzaklaşıyordu. Biz de onlara “one<br />
day when you reach the end, one day<br />
you will understand, one day back to<br />
roots my friend, no place like a motherland***”<br />
şarkısıyla eşlik etmiş, mutluluklarına<br />
ortak olmuştuk.<br />
Dilimizde Apsurdistan şarkılarıyla<br />
yürümeye devam ettik. Şehirdeki mis<br />
kokulu Pazar alanına yani Dolac Market’e<br />
vardık. Burası çeşitliliğin ve<br />
sürekliliğin korunduğu bir yer gibiydi.<br />
Zagreb’in sosyal kültürünü yansıtan<br />
bir hüviyetteydi. Şarkılar söylenip,<br />
alışveriş yapılan, muhabbeti bir o<br />
kadar güzel, <strong>renkli</strong> ve lezzetli bir<br />
alandı.<br />
Ardından Hırvatistan’ın tam ortasında<br />
bulunan Jarun gölünde dinlenmeye<br />
karar verdik. Avrupa’yı delip geçen<br />
Tuna, kendini Jarun’da hissettiriyordu.<br />
Yahya Kemal’i hatırladım; çocuklar<br />
gibi şendim, bir sonbahar günü geçtim<br />
Tuna’dan kısa süreliğine… Farklı zihniyetlerin<br />
parametreleri bu uzun nehirden<br />
akıp gidiyordu bir şehirden diğerine.<br />
Biriktirdiklerini taşımaktan usanmıyordu,<br />
bereketliydi. Eskiyi ve yeniyi<br />
muhafaza eden eklektik bir uyum<br />
vardı, haznesinde.<br />
Velhasıl bir şeyi sevip sevmemek neye<br />
işaret ettiğiyle doğrudan alakalıdır.<br />
Yani bir şeyin nasıl göründüğü veyahut<br />
nasıl tanımlandığı tamamen tali bir<br />
bilgidir. Zagreb de benim için keyfiyetle<br />
hatırladığım ve aktardığım bir şehirdir.<br />
Herodot Zagreb’e methiye düzmese<br />
de bana onun söylediği sözleri hatırlattı;<br />
“Bir şehirden daha çok içinde<br />
harikalar barındırıyordu ve herhangi<br />
bir yerden daha fazla içinde tasvirin<br />
ötesinde güzellikler sergiliyordu.” Zagreb’i<br />
Apsurdistan’laştırdık. Her bir<br />
köşede bulunan hasletten uzak anılarımıza<br />
tekrar tekrar ruh veriyorduk<br />
usanmadan. Bir ay boyunca okulumuzdan-yurdumuzdan<br />
uzakta ülke<br />
ülke-şehir şehir dolaştığımız<br />
.<br />
o koca<br />
adventure time mottomuzun başlangıç<br />
noktasıydı, Apsurdistan.<br />
*Dubioza Kolektiv’in Brijuni şarkısından bir bölüm<br />
‘Politika fahişeliktir, lanet olsun ona. Hepimiz<br />
aynıyız’<br />
** Volio Bih şarkısından;<br />
‘Avrupayı istemiyorum, en iyisi o bize gelsin’<br />
***USA şarkısından;<br />
Bir gün sona ulaştığında, bir gün anladığında, bir<br />
gün köklerine döndüğünde, anavatan gibisi olmadığını<br />
anlayacaksın<br />
I6
RIGHT TO THE CITY/<br />
PRAVO NA GRAD<br />
Right to the City is an initiative and campaign directed<br />
against the overexploitation of space, administering space<br />
against public interest, unsustainable spatial policy, and<br />
the exclusion of citizens from making decisions about the<br />
urban development of Zagreb. It was launched as an informal<br />
platform gathering organizations of independent and<br />
youth cultures and a joint advocacy initiative of eight organizations<br />
of independent culture Zagreb – European Capital<br />
of Culture 3000 (Multimedia Institute being one of<br />
them), two national networks – Croatian Youth Network<br />
and Clubtire Network, and three clubs of independent and<br />
youth cultures in Zagreb. In 2006, in cooperation with<br />
Green Action, the initiative launched one of the most<br />
visible civil society campaigns in recent Croatian history –<br />
the campaign against the devastation of Flower Square<br />
(Cvjetni trg). In 2009, Right to the City was registered as an<br />
autonomous association of citizens, founded by the most<br />
prominent activists in the campaign. Right to the City<br />
performs all its activities in partnership with Green<br />
Action.<br />
.<br />
. .<br />
I7
Illustrasyon: Irma Zmirić Çetinkaya
SADRŽAJ<br />
CONTENTS<br />
İÇİNDEKİLER<br />
4- SÜLEYMAN GÜNDÜZ ZAGREB: İDDİASIZ SADE AMA ETKİ-<br />
LEYİCİ 8- MARKO POGAČAR CVIJEĆE ZA PTICU RUGALICU, ILI<br />
DO ISTAMBULA U JEDNOM DAHU 13- ADNAN MULAB-<br />
DIĆ(YAHYA KEMAL) SESSİZ GEMİ (TIHANI BROD) 14- DİLEK<br />
KÜTÜK ZAGREB BENİM İÇİN APSURDISTAN 17- ANONYMOUS<br />
RIGHT TO THE CITY 20- SERKAN TÜRK BU DA SENİN HİKAYEN<br />
24- MEHMET BERK YALTIRIK ESKİ HESAP 30- GÜLHAN TUBA<br />
ÇELİK ÇİÇEKLERDEN YAZILMIŞ 35- ABDULLAH ENİS SAVAŞ<br />
HİS 37- ADNAN MULABDIĆ(YAŞAR KEMAL) OLOVKA
Serkan<br />
Türk<br />
.<br />
BU DA SENİN<br />
HİKAYEN<br />
I7<br />
‘Mezar taşlarının arasında gördüm onu önce. Yüzlerce yıldır bildiği bir yerde dolaşıyor gibiydi. Gözlerini<br />
üstümden çekmeden baktı bir süre. Yaprakların üzerinde yürüdü. Oturduğum taşa kadar birkaç adımda<br />
geldi. Başını uzattı seveyim diye. Üzgündüm. Her gidenden kalan biraz da üzgünlüktü belki. Parmaklarımı<br />
dolaştırdım başında. Daha sokuldu bacaklarıma. Az sonra oradan çıkacaktım. Belki beni takip<br />
ederdi. Kimsesizliğimi bozmak isterdi belki kim bilir. Akşamları ona süt verirdim. Hatta kitap okurdum.<br />
Yeni gördüğüm insanlardan bahsederdim. Hep yapmak istediğim yolculuklardan.’<br />
20
İğne deliğine<br />
ip geçirmek<br />
gibi bir şey<br />
yaşamak<br />
derdi ninem.<br />
Bazen o<br />
deliği tutturduğunu<br />
sanırsın ama<br />
ip boşluğa<br />
gider. Bütün<br />
yaşamın bir<br />
kandırmaca<br />
üstüne<br />
kuruludur.<br />
Gerçeği<br />
öğrendiğinde<br />
her şeye geç<br />
kalırsın.<br />
.<br />
Daha önce evde yaşayanlar neredeyse<br />
bütün eşyayı olduğu gibi bırakıp<br />
gitmiş. Askılıkta asılı montu, yatağın<br />
altına kaçmış çorabı ile bir erkeğin<br />
dağınıklığı kalmış odanın içinde. İlk<br />
gördüğüm an böyle düşünmüştüm. Ev<br />
sahibi anahtarı Bakkal İbrahim’e<br />
bıraktığından bana evi o gezdirdi.<br />
Burada daha önce yaşayan gençten bir<br />
adam varmış ama aylardır kendisinden<br />
haber alınamadığından, evin olduğu<br />
gibi, eşyalarıyla kiraya verildiğinden<br />
bahsetti mutfak kapısının önünde<br />
dururken. Gençten zayıf bir oğlan,<br />
sabahları bazen ekmek peynir sigara<br />
alırdı, onu gördüğüm tüm zaman<br />
bununla sınırlı, malum bakkalda<br />
akşama kadar çalışıyoruz, kapı önünde<br />
oturmaya bile zamanı olmuyor insanın.<br />
Birazdan bütün kişisel sorunlarını<br />
anlatacak diye geçiriyorum içimden.<br />
Bunun bir de kedisi varmış, pencerenin<br />
kenarındaki kabı gösterip. Yanında<br />
durup mutfak dolabına, masanın<br />
üstünde kurumuş menekşeye ve dolabın<br />
yanındaki içi boş yem kabına<br />
baktım. Buzdolabının üzerinde mıknatısla<br />
tutuşturulmuş iki fotoğraf<br />
gözüme çarptı. Deterjan neyim bir<br />
şeye ihtiyacınız olursa arayın çocukla<br />
yollayayım deyip, numarasının olduğu<br />
kartviziti bana uzattı. Dünya başka bir<br />
yere gitmiş de benim haberim yokmuş<br />
gibi geldi o sırada kartı alırken. Bakkal<br />
İbrahim kapıyı çekip gitti. Dışarıdan<br />
gelen sesleri saymazsak, tuhaf bir<br />
sessizliğin ortasına düşmüş gibi kalakaldım.<br />
Kızım Leyla, buraya kadarmış, dedim<br />
yüksek sesle. Oysa bu andan başlıyor<br />
benim anlatacaklarım. İğne deliğine ip<br />
geçirmek gibi bir şey yaşamak derdi<br />
ninem. Bazen o deliği tutturduğunu<br />
sanırsın ama ip boşluğa gider. Bütün<br />
yaşamın bir kandırmaca üstüne kuruludur.<br />
Gerçeği öğrendiğinde her şeye<br />
geç kalırsın. Yalnızca bir valize<br />
doldurduğum eşyalarımla bu şehre<br />
gelirken kendimi yeni bir hikâye bulacağıma<br />
inandırdım. Ya da bir hikâye<br />
beni bulup anlatmaya başladı bu eve<br />
girmemle birlikte.<br />
Nereden başlayacağımı bilmeksizin<br />
evin içinde dolaşıp durdum bütün gün.<br />
İnsan kendi seçmediği eşyalarla dolu<br />
bir evi, kendi evi gibi göremiyor. Ortalığın<br />
tozunu alırken gündelikçi gibi<br />
hissettim kendimi. Evin hanımı ya da<br />
beyi bir yerden çıkıp gelecek ve buraları<br />
iyi temizleyemedin diye söylenecekmiş<br />
gibi geldi. Buzdolabının üzerindeki<br />
fotoğrafı elime alıp kanepeye uzandım.<br />
Henüz yirmilerinin ortasında,<br />
kara kuru dedikleri cinsten genç bir<br />
adam. Sahilde arkadaşlarıyla yaktıkları<br />
ateşin etrafında oturuyor. Onun o<br />
olduğunu ikinci fotoğraftan anlıyorum.<br />
Hepsi gülümsüyor o fotoğrafta. O<br />
da benim gibi her şeyi geride bırakıp<br />
başka bir yerde mi yaşamaya karar<br />
vermiştir diye düşünmeden edemiyorum.<br />
Bütün gece rahatsız bir koltukta<br />
yolculuk yaptıktan sonra üstüne<br />
temizlik fazla ağır gelmiş olacak ki<br />
uzandığım kanepede uyumuşum.<br />
Sabaha doğru üşüyüp uyandığımda<br />
tuhaf bir şey hissediyorum. Odanın<br />
içinden şimşek çakımı hızıyla bir gölge<br />
geçip sanki benim içime girdi. Ürküyorum<br />
çocukluğumda olduğu gibi.<br />
Kalkıp odanın lambasını yakmaya çalışıyorum<br />
ama çalışmıyor. Diğer odalarda<br />
da yanmıyor elektrik. Dış kapıyı<br />
açıp apartmanın otomatiğini yakıyorum.<br />
Kapının önünde duruyorum bir<br />
süre. Korktuğumda içime yerleşen<br />
21
ağlama isteği o kadar güçlü olmasına<br />
rağmen dişimi sıkıyorum. İnsan her<br />
türlü karanlığa alışıyor. Zekâ gerisi<br />
insanların arasından kaçıp normal bir<br />
hayatım olsun isteği değil miydi beni<br />
buraya savuran. Şimdi durup, kararmış<br />
merdivenlere, badanası iyice dökülmüş<br />
duvarlara bakıyorum. Benden<br />
önce burada olup, içindeki boşluğa<br />
doğru bağırmış kadınları, adamları ve<br />
çocukları hayal ediyorum.<br />
Babamın gidişini içime sindiremeyip<br />
sağa sola saldırdığım günlerdi. Annem<br />
kendini hayalet sanıyor ve odadan<br />
odaya karanlıkla birlikte geçiyor, her<br />
geçişte bir zamanlar canlı kanlı hayat<br />
verdiği evini öldürüyordu. Vitrininde<br />
kimseye dokundurtmadığı porselen<br />
fincanları, gümüş kaşıkları, içi hiçbir<br />
sap çiçek görmemiş vazoları günden<br />
güne eksiliyordu. Konuştuğu sözcükler<br />
de vitrin camlarının boşalması gibi<br />
günden güne azalıyordu. Artık bu<br />
hayata ait değil bu kızım, gidecek<br />
yerinde rahat edecek diyordu komşu<br />
teyzeler. Nitekim beklenilen gün<br />
düşündüğümüzden erken bir vakitte<br />
çıkageldi. Hortumla yıkadığı, ak pak<br />
ettiği bahçe betonuna kendini bırakıverdi<br />
bir sabah. Kocasının gidişiyle<br />
büyüyen kamburundan kurtulmuş,<br />
yalnız burnundan birkaç damla kan<br />
sızmıştı zemine.<br />
Duvardaki kuşlu saat on ikiyi vurduğunda<br />
yığıldığım yerde kıpırdandım.<br />
Sanki günlerdir bu evin içinde kafesteki<br />
kuş gibi sağa sola uçmaya çalışıyor ve<br />
çıkış yolunu bulamıyordum. Kalkıp<br />
yüzümü gözümü yıkayıp kendime<br />
gelmeye çalıştım. Adamın dolaptaki<br />
eşyalarını boşalttığım valize tıkıştırdım.<br />
Bir zamanlar benim gibi onun da<br />
bu evin içinde yönünü bulmaya çalıştığını<br />
düşündüm. Çıkış yolunu bulmuş olacak ki<br />
aylardır dönmedi evine. Çaydanlığın altını<br />
yaktım. Pencereden sokağa baktım. Bir<br />
koridor hissi verdi bana gördüğüm yol. İki<br />
duvar arasında koşuşturan çocuklar neşe<br />
içindeydi.<br />
Mutfakta dolaşan kediyi hayal ettim. Pencere<br />
önündeki boşluğa konulmuş mama<br />
kabı olduğu gibi doluydu. Hayvan seven<br />
biri olduğuna göre kediyi de götürmüş<br />
olmalıydı. Dolapların çekmecelerini karıştırdım<br />
istekle. Belki kedinin bir fotoğrafını<br />
bulabilirdim. Yoktu. Başka fotoğraflar<br />
buldum. Hepsinde zoraki gülümsemeye<br />
çalıştığı belli oluyordu. İlk fotoğrafı çekenin<br />
emekli bir subay olmasından mı nedir<br />
sonraki yıllarda bütün rütbelere rağmen<br />
gülümsemeye çalışmış bütün insanlar.<br />
Kınalı. Ona bu ismi verdim. Askere giderken<br />
avucuna kına yakmışlar gördüğüm bir<br />
fotoğrafta.<br />
Bakkal İbrahim’e telefon edip birkaç şey<br />
istedim. Kapatmadan hemen önce -Kınalı<br />
-ne iş yapıyordu diye sordum. Gasilhanede<br />
çalıştığını söyledi. Ürperdim telefonu<br />
kapatırken.<br />
Eve iyice yerleştim. Mutfağa yayılan yemek<br />
kokusu çıksın diye pencereyi araladım.<br />
Buzdolabının üzerine Kınalı’nın bulduğum<br />
diğer fotoğraflarını da astım. Hayatını<br />
gassal olarak kazanan bir adamın karısı<br />
olduğumu düşündüm. Her gün yıkadığı<br />
soğuk ölü bedenlerinden sonra onunla<br />
aynı yatağa uzandığımızı, parmaklarının<br />
benim en canlı yerlerime doğru sokulduğunu…<br />
Dudaklarının ıslaklığını… Sonra<br />
beni omuzlarımdan başlayarak köpürterek<br />
yıkadığını.<br />
22
Üst katta oturan Mercan ablayla<br />
tanıştım. Pek şeker bir kadıncağız<br />
doğrusu. Hikâyesini anlattı bana<br />
kahve içerken. İnsanın başından<br />
filmlere taş çıkartacak şeyler<br />
geçebiliyor. Üç yıldır buradaymış.<br />
Kınalı’nın adını ondan öğreniyorum.<br />
Ortadan kaybolmasına çok<br />
şaşırdığını, mutlaka bir gün<br />
döneceğini… Tam çıkarken<br />
bunun bir kedisi vardı kaçıp kaçıp<br />
bana gelirdi, diyor. Kirli ondaymış<br />
o kaybolduğundan beri. Bakmak<br />
istersem onu bana verebileceğini<br />
söylüyor.<br />
İnce ince kıydığım<br />
soğanları, domatesleri<br />
tencerede<br />
kavururken pencerenin<br />
önünden<br />
zemine atlıyor<br />
Kirli. Evin sahibi<br />
oymuş gibi kendine<br />
güvenen bir<br />
yürüyüşü var.<br />
İstediği koltuğun<br />
üstüne çıkıyor,<br />
istediği<br />
odanın kapısını<br />
aralayıp içeri girebiliyor. O eve<br />
döndüğünden beri zaman zaman<br />
yüksek sesle konuşurken yakalıyorum<br />
kendimi. Daha önce hiç<br />
havyan beslemediğimden onunla<br />
nasıl bağ kuracağımı bilmiyorum.<br />
Bacağını havaya kaldırıyor<br />
yattığı yerden ve kendini yalıyor.<br />
İşim bittiğinde saatlerce aşığıma<br />
bakar gibi bakıyorum her hareketine.<br />
O değil de ben merakla takip<br />
ediyorum onu. Bazen kulaklarını<br />
dikleştirip sokaktan gelen sesleri<br />
dinliyor. Bazen merdivenden<br />
gelen tıkırtılardan sonra kuyruğunu titretiyor.<br />
Bir hayvanın bile insana öğreteceği nice şey var.<br />
Bir casus gibi hissettirmeden yapıyor yapacağını.<br />
Bıyıklarıyla tartıyor yaşamı. Bilinçli bir şekilde<br />
duymazdan geliyor beni. İkimiz de bir süre<br />
sonra sanki bir gözetleme kulesindeymişiz gibi<br />
sadece izliyoruz etrafı.<br />
Dünya dönmekten vazgeçmediği için biz de<br />
yaşamaktan vazgeçemiyoruz. O içimizi bunaltan,<br />
karartan, kırgınlaştıran, hüzne bulayan şey<br />
geçip gitmiyor. Güneş evin içine giriyor. Duvarı<br />
boydan boya adım adım geçip bir nokta bulup<br />
kayboluyor sonra. Kalbe sızan aydınlıksa küçük<br />
bir an kolluyor<br />
yalnızca. Bazen bir<br />
hikâye size ihtiyaç<br />
Hayatını gassal olarak kazanan bir<br />
adamın karısı olduğumu düşündüm.<br />
Her gün yıkadığı soğuk ölü bedenlerinden<br />
sonra onunla aynı yatağa uzandığımızı,<br />
parmaklarının benim en<br />
canlı yerlerime doğru sokulduğunu…<br />
Dudaklarının ıslaklığını… Sonra beni<br />
omuzlarımdan başlayarak köpürterek<br />
yıkadığını.<br />
.<br />
duyar. Kınalı’nın<br />
ortadan kaybolmasından<br />
aylar<br />
sonra elimde<br />
fotoğraflarıyla<br />
dükkânların önlerinden<br />
geçiyorum.<br />
Bulduğum her<br />
uygun duvara<br />
hazırladığım kayıp<br />
aranıyor ilanlarını<br />
yapıştırıyorum.<br />
Onun ailesi bundan sonra sensin diyor Mercan<br />
abla. Arayanı varsa, insan yalnız değildir. Bu da<br />
sana verilmiş hikâyen.<br />
Birkaç gün sonraysa hiç kullanmadığım odaya<br />
bıraktığım valizdeki eşyalarını ütüleyip dolaba<br />
asıyorum. Başımı bunca zaman yere eğdim de ne<br />
oldu. Artık gökyüzünü<br />
.<br />
katacağım hesabıma diyorum.<br />
İlk defa umutsuz değildim. Kalabalıkla<br />
yürüyorum sokakları.<br />
23
ESKİ<br />
HESAP<br />
Mehmet Berk Yaltırık<br />
Banaluka varoşuna uzanan ince patikada tek<br />
başına ilerleyen bir atlı hayli dikkat çekiyordu.<br />
Oduncuların tek tük kulübelerinden,<br />
barakalarından meraklı bakışlar at sırtındaki<br />
yabancıya takılıp duruyordu. Ancak harp<br />
zamanlarında, eşkıya baskınlarında görmeye<br />
alıştıkları türden izbandutların, sınır eşkıyalarının<br />
işlemeli kıyafetlerine bürünmüş,<br />
atının üstüne azametle kurulmuş ihtiyar<br />
adamı seyrediyorlardı. Adamın kazınmış<br />
başından omzuna sarkan tek tutam kır <strong>renkli</strong><br />
ecel perçemi, dudaklarının kenarlarına dek<br />
uzanan uzun beyaz bıyıkları, atmaca burnu<br />
ve keskin gözleriyle yaşlı adam ürkütücü ve<br />
heybetli bir görünüme sahipti. Oduncu kulübelerine<br />
doğru kurumlu kurumlu attığı yan<br />
bakışlarla çitlerin ardından kendini seyreden<br />
çocukların: “Haramija!”, “Kesejia!” diye bağrışarak<br />
sağa sola kaçışmalarına neden oluyordu.<br />
Sırtında parıldayan uzun tüfenk namlusu,<br />
kuşağından sarkan kılıçla hançerin,<br />
barutlukların şıngırtısı hakikaten de görende<br />
ürküntü uyandırıyordu.<br />
Atlı, varoşun hemen girişindeki tahtadan<br />
topraktan inşa edilmiş metris burcundan<br />
hallice bir korunağın önünde, ateş etrafında<br />
çepeçevre oturmuş pür silah ases kalabalığının<br />
dibinde durdu. Tüfeğiyle kılıcıyla elini<br />
kolunu sallayarak gelmiş tekinsiz tipli ihtiyara<br />
kısık gözlerle baktılar. Atlı koynundan<br />
çıkardığı üstü yazılı bir varağı açıp göstererek<br />
sordu: “Halil Aga? Hanesi ne yanda?” Asesler<br />
sorur sorar gibi kâh atlıya, kâh birbirlerine<br />
bakıp kafalarını salladılar. İhtiyar kaşlarını<br />
çatarak: “Vampirdzia? Vampirci?” diye gürledi.<br />
Aseslerin yüzü düştü, bir kısmı işitilir<br />
şekilde besmele çekti. Bir tanesi patikayı<br />
işaret ederek: “Mescit dibi… Kabristanın<br />
aşagısi!” deyiverdi.<br />
İhtiyar yazılı varağı kapatıp atını dehledi.<br />
Ahşap evlerin arasından geçerken kafeslerin<br />
ardından kendisini meraklı gözlerle<br />
süzen kadınların bakışlarını hissetti. Patikanın<br />
az ilerisinde büyükçe bir mezarlığa denk<br />
geldi. Mezarlığın hemen aşağısındaki mescitle<br />
yanındaki tek katlı ahşap evi görür görmez<br />
atını o yana çevirdi. Evin önüne varır varmaz<br />
atını alçak mezarlık duvarından aşan ağaç<br />
dallarından birine bağlayarak kapıyı yumrukladı.<br />
Orta yaşlarında görünen uzun ancak<br />
seyrek saçlı ve sakallı, takkeli bir baş penceredeki<br />
tahta perdenin aralığından seslendi:<br />
“Kim o?” Atlı varağı koynunda çıkarıp<br />
fermanmışçasına açıp pencereye doğru<br />
uzattı: “Zagreb’den gelirım. Vampirci Halil<br />
Aga sen misın?”<br />
“Neçın sordun oni?”<br />
“Zagreb Hâkimi ister senı kiralamak.<br />
İşten hem önce hem sonra verecek Nemçe<br />
altıni.”<br />
“Kapi açık cir içerı.”<br />
İhtiyar atlı kapıyı iterek selamlığa<br />
adımını attı. Tozluklarını çıkarıp kapının<br />
dibindeki sedire çöktü. Adamın tek başına<br />
24
yaşadığı anlaşılıyordu. Halil Ağa’nın demirden bardağa döküp verdiği suyu bir dikişte içti. Birkaç dikişe<br />
testide su bırakmadı. Halil, atlının karşısındaki sedire çökerken sordu:<br />
“Ta Zagreb’den buraya hayli yol tepmişsın. Ama lisanı iyı konuşirsın…”<br />
“Zagrebli degilım. Bosnalıyim. Yenisaray’dan, Hamza’dır adım. Diyeceksın Zagreb’e yolun nasil<br />
düşti? Anlatmasi sürer hayli, düştık bır şekilde.”<br />
“Zagreb hâkiminden gelirım dedın? Asker misın?”<br />
“Cünüllülerden. Nemçelı baglamiştır bize muayyen pare. Kısmetimız çıkti urdan. Muhabbet bir<br />
yana celmemın maksadıni süyleyeyım. Bir ugursuz iş celdi başımiza. Zagreb’te bir keşişten duydik adıni.<br />
Banya Luka varoşunda uturur Vampirci Halil var idır, bulun oni, ücretinı verın halas etsın sizı bu musibetten<br />
dedı.”<br />
“Ben pek kimseyı tanimam ama çogi hiç yoktan ismen bilır beni. Geceyi ahaliye dar eden olunca<br />
çagirırlar benı.”<br />
“Zagreb’de gündüzler<br />
bile zehır oldi.<br />
Ahaliden sekız mevta<br />
var. Kanlari çekilır<br />
dedıler. Lakin bir<br />
damla kan yoktur<br />
düşeklerınde!”<br />
“Vampir. Yahut<br />
cadi. Kimısı der hurtlak.<br />
Niçın evvelden<br />
Ucu sivriltilmiş akdikenden kazıkları, demir çivileri, gümüşten<br />
dövülmüş bıçak gibi sair garip edevatı gören Hamza, yılların yükünü<br />
taşımadan önceki zamanlarda, çocukluğunda ürpertiyle dinlediği<br />
hikâyeleri anımsadı. Açılan mezarların, çığlık çığlığa sokaklarda<br />
dolaşan ölemeyenlerin ve engel olunmazsa harabeye dönüşen tekinsiz<br />
köylerin rivayetleri sanki aklında yeniden canlandı.<br />
çagırmadinız? Neyse.<br />
Bugün dinlenelım,<br />
yarin yola revan oluriz.”<br />
“Acele vasıl<br />
olmamız iktiza eder. Yol cidelım hayli. Yorulur isek handa, damda dinlenirız. Her bir masrafin bendendır.”<br />
“Müsaade edesın hazirlanam o vakit. Lakin atim yoktur.”<br />
“Alirız dert etmeyesın orasıni.”<br />
Halil Ağa döşeğinden kalkıp selamlığın bir ucunda duran sandığını açtı. Üstüne geçirdikleri haricinde<br />
birkaç parça giysiyi de bir bohçaya tıktı. Ardından besmele çekerek sandığın en altından çıkardığı<br />
bazı cisimleri ayrı bir bohçaya koymaya başladı. Ucu sivriltilmiş akdikenden kazıkları, demir çivileri,<br />
gümüşten dövülmüş bıçak gibi sair garip edevatı gören Hamza, yılların yükünü taşımadan önceki<br />
zamanlarda, çocukluğunda ürpertiyle dinlediği hikâyeleri anımsadı. Açılan mezarların, çığlık çığlığa<br />
sokaklarda dolaşan ölemeyenlerin ve engel olunmazsa harabeye dönüşen tekinsiz köylerin rivayetleri<br />
sanki aklında yeniden canlandı. İki atlı hava kararmadan hemen önce Banaluka’dan çıktıklarında da<br />
kanlı ve ürkünç söylenceler Hamza’nın aklında dönüp durdu.<br />
***<br />
Halil Ağa’yla ihtiyar Hamza at sırtında günler sonra Zagreb’e yaklaştıklarında şehrin üzerinde<br />
adeta puslu bir ölüm havasının asılı olduğunu fark ettiler. Uzakta olmalarına rağmen şehirdeki korku ve<br />
endişe sanki siluetine sirayet etmişti. Güneşin solgun ışıkları altında, eski şehirle yeni şehirin tam ortasından<br />
geçen Sava Nehri’nin parıltısı bile bu acayip havayı dağıtamıyordu. Şehrin hemen ardında uzanan<br />
Medvenica Dağları’ndan esen soğuk rüzgârlarla kent hayat emaresi göstermeksizin yatıyor gibiydi.<br />
25<br />
.
İhtiyar Hamza kendi kendine söylendi:<br />
“Bizim Uskokların tepelenıp cesetlerinın<br />
nehirlerden aktıgi vakit bile cürmedım böyle<br />
hava…” Halil’in gözlerinin kısıldığını fark<br />
edince Osmanlı mıntıkalarına yapılan akınların,<br />
saldırıların hatıralarını anımsadı: “Beş<br />
sene evvel Gradisca Muhasarası’nı cürdüm<br />
oradan bilirım…”<br />
“Muhasar eden tarafta mi edilen tarafta<br />
mi?”<br />
Hamza kötü bir şeyden bahseder<br />
gibiydi: “Bizi kuşattilar. Harambaşalardandim.”<br />
“Haramibaşı… Uskok miydın?” Hamza<br />
cevap vermedi ama Halil Ağa adamın beş yıl<br />
öncesine kadar böyle bir mazisi olduğunu<br />
idrak etti. Yine de sormadan edemedi: “Kendi<br />
kanunlarina inanırlar, kendi yaşayişlari<br />
vardır. Kan cüderler. Sen nasil bıraktin<br />
huyunu da Zagreb askeri arasina kariştin?”<br />
“Sattılar bizı. Venedik, Nemçe,<br />
Osmanli… Hepısi. Kin taşımadıgımi desem<br />
sana yalandir. Lakin beyler ve banlar Uskoklardan<br />
kuvvetlidır. Ne yapam?”<br />
“Müslümani nasil aldılar aralarına?”<br />
“Senelerce gavur gibi cüsterdım kendımi.”<br />
“Memleketinden kaçıp kâfir gibi<br />
saklanmana bakılırise vardır bir sebebın.”<br />
“Eski mevzu. Vurdım birıni kaçtim<br />
Bosna’dan… Cürmemıştım yirminci bahari.”<br />
Şehre yaklaştıkları sırada yağmur bastırdı.<br />
Atlılar sırtlarındaki abaların kukuletalarını<br />
başlarına geçirdiler. Rüzgâr altında şehir<br />
surlarında Habsburgların, Hırvat Banlığı’nın<br />
ve Zagreb hâkiminin sancakları dalgalanırken<br />
saçak altlarına koşturmakta olan ahaliyi<br />
seyre koyuldular. Çamurlaşmaya başlayan<br />
yolda bata çıka ilerleyip kapılara vardıktan<br />
sonra ahşap bir köprü üstünden geçip Zagreb<br />
hâkiminin bulunduğu taş konağın olduğu<br />
tepenin yolunu tuttular.<br />
Zagreb hâkiminin taştan konağında<br />
şehrin ileri gelenlerinin ve hâkimin kafa<br />
kafaya vermiş konuşmaları salonda çınladı.<br />
Kâh Hırvatların lisanında, kâh Venediklilerin<br />
lisanında konuşmalar işitti Halil Ağa. Hırvatların<br />
konuştuklarına aşinaydı, arada bir Nemçelilerin<br />
lisanıyla konuşanların birkaç kelimesi<br />
de kulağına aşina geliyordu. Serhad<br />
mıntıkasında yaşadığından yabancısı değildi.<br />
Pazarlık yaparken de zorlanmadı. Ölmeyip de<br />
dolaşanın ekseriya görüldüğü, ölenlerin ziyadece<br />
olduğu mıntıkayı sorunca Hamza’nın<br />
yüzünün düşmesi dikkatinden kaçmadı.<br />
Zagreb şehrinin sokaklarında gece<br />
dolaşan bekçi, Türk harplerinde ömrünü<br />
geçirdiğinden az çok lisan bilirdi: “Türk Başi<br />
Hani. Cürünür o yanda. Ahaliye vampiri sorar<br />
isen bazısi anlar bazısi anlamaz. Strigoi diyesın…”<br />
Halil Ağa bıyıkların çekiştirdi: “Strigoi…<br />
Eflaklılar cibi. Yahut Arnavutlar cibi…<br />
Nasıl üldürür?”<br />
“Kapilari çalinir gece vakti. Handa<br />
kalan sekız kişi ölmuş büyle. Hepisı morto!<br />
Deler bogazlarıni! Keşış rahip gelsın mi<br />
sizle?”<br />
“Hamza yeter bana. Cütırsın beni<br />
hana kâfi…”<br />
Halil ile Hamza bu sefer yağmur<br />
dinmesinden sonra yer yer çamur deryasına<br />
dönmüş yollarla şehre inmeye başladılar.<br />
Çamurların üstünde bata çıka yürürken Halil<br />
sordu: “Bilirmisın ne yandadır Türk Başi<br />
Hani?<br />
“Bilirım. Urda kalırım ben da.”<br />
“Neçın derler Türk Başi?”<br />
“Cürünce anlarsin… Pek yakindır.”<br />
Nehir kıyısında inşa edilmiş alt katı<br />
taştan, üst katı ahşaptan bir yapının önüne<br />
geldiklerinde Halil Ağa seyre koyuldu. Kapının<br />
hemen tepesinde mızrağa geçirilmiş paslı<br />
sipahi miğferi takmakta olan bir kurukafa<br />
hanın ismine dair merakını giderdi. Hanın<br />
etrafına bakınan Halil ağır ağır konuştu:<br />
“Acemi avci arar avi. Usta avci bekler yuvasıni.<br />
26
Şehre yaklaştıkları<br />
sırada yağmur<br />
bastırdı. Atlılar<br />
sırtlarındaki<br />
abaların kukuletalarını<br />
başlarına<br />
geçirdiler. Rüzgâr<br />
altında şehir<br />
surlarında Habsburgların,<br />
Hırvat<br />
Banlığı’nın ve<br />
Zagreb hâkiminin<br />
sancakları dalgalanırken<br />
saçak<br />
altlarına koşturmakta<br />
olan ahaliyi<br />
seyre koyuldular.<br />
.<br />
Başka yere celmez de celır buraya.<br />
Demek var burada bir hesabi…”<br />
“Ne bilirsın cürmeden?”<br />
“Senin kervan bastıgin kadar<br />
benim upir, vampir kazıkladıgim<br />
vardır Uskok eskısi! Başka başka<br />
hanelere cirse demez idım büyle.<br />
Hep buraya celir ise vardır hesabi.<br />
Sen şimdı gidesın handakilere süyleyesın<br />
kapilarini gece kim çalar ise<br />
çalsın açmasınlar. Kapi üstüne<br />
çizsinler haç işaretı. Yahut itikadinca<br />
yazsın “Allah”…”<br />
“Handan çıkartayim hepısıni?”<br />
“Olmaz. O vakit anlayamayiz<br />
belkı burada kalan birıleri için gelır,<br />
kapıyi çalar çalar açtiramaz musibet.<br />
Handa kalıp kapılarıni kapali tutsunlar<br />
kâfi.”<br />
Hamza hana doğru seğirttiği<br />
esnada Halil durdurdu: “Bekleyesın!<br />
Bir tek bizım kalacagımiz odanin<br />
kapısina çizmeyesın haç işaretı.”<br />
Hamza’nın suratına tuhaf tuhaf bakmakta<br />
olduğunu görünce açıkladı:<br />
“İsteyım vampiri yakalamak içın<br />
çekelım üstümüze…”<br />
İhtiyarın suratı düştü: “Benim<br />
kapida dua var idı kaldırayim oni…”<br />
“Kapinda dua ne gezer bre?”<br />
“Ben ufak iken Bosna’da çok<br />
dinledım vampir masali. Bura ahalisinden<br />
ziyade ürkerım ülmeyenden…”<br />
***<br />
Hamza handa kalanlara<br />
tek tek görünüp kapılarını o gece<br />
kimseye açmamaları ve itikatlarına<br />
göre koruyucu nesneler asıp dualar<br />
yazmalarını söylediği esnada Halil<br />
Ağa abdest alıp namaz kıldıktan<br />
sonra Hamza’nın odasındaki mangalda<br />
bohçasındaki kazıklarının<br />
ucunu yakıp sağlamlaştırdı. Akşam<br />
vakti yemekler yenildikten sonra<br />
handakiler odalarına çekildi. Handaki<br />
ölüm ve korku havası yüzünden<br />
yeni gelen kimse o tarafta kalmak<br />
istemeyerek başka başka hanlara<br />
savuştu.<br />
Halil Ağa’yla Hamza’nın<br />
kaldığı oda haricinde diğer kısımlardaki<br />
yolcular ürküntülerine rağmen<br />
çoktan uykuya dalmışlardı. Handaki<br />
herkese bir ağırlık çökmüş gibiydi.<br />
Bir tek Hamza ile Halil’in gözlerinde<br />
uyku yoktu. Hamza kılıcını çekili<br />
vaziyette elinde tutuyor, tüfeğini de<br />
dolu halde yanında bulunduruyordu.<br />
Sokaktan herhangi bir sesin dahi<br />
gelmediği o sessizlikte bir an Hamza’nın<br />
içi geçti. Gözleri kapalı ancak<br />
kulakları tetikte olan Hamza, uyukladığı<br />
yerde fısıltı misali tek bir ses<br />
duydu. Tebeşirin ahşaba sürtülme<br />
sesi. Bir ara gözlerini araladığında<br />
Halil’in kendi oturduğu yere bir<br />
şeyler çizdiğini hayal meyal gördüyse<br />
de uyuklamak tatlı geldiğinden bir<br />
şey demedi.<br />
Uykusunun en tatlı yerinde<br />
Halil’in sorusuyla sızıp kaldığı<br />
yerden sıçradı: “Niçın sana gelır bu<br />
vampir?”<br />
Sersemlik halini üstünden<br />
atamadan gayri ihtiyari soruya<br />
soruyla karşılık verdi: “Sen nerden<br />
bilirsın?!”<br />
Halil ürkütücü bir sakinlikle<br />
konuştu: “Bana geldıgınde dedın var<br />
sekız mevta. Burada dedıler var sekız<br />
mevta. Sen burada günlerde yok iken<br />
demek kimseye ugramadi bu vampir.<br />
Odalarda seni aradi, bulamadi.<br />
Hanın bahsi geçince yüzin düşti.<br />
Vaktiyle ne yaptin da musallat oldi<br />
sana?”<br />
27
Hamza’nın sesi titriyordu. Halil’in efsuncu misali kendisine dikilmiş gözlerine bakamayarak<br />
usul usul cevap verdi: “Miladic… Uskok senelerinda beraber cenk ettık, birlıkte teslim oldik<br />
Senj Kalası’nda. Zagrbe’e de celdık beraber. Çok altıni vardi. Çiftlık bulacagim derdı hep. Bir cün<br />
gizlice çagırip hanın mahzeninde hakladım oni. Kimsecikler cürmeden toprak attim üstüne. O<br />
gelır gecelerı. Kapilara vururken adımi fısıldar, kimsecikler işitmez ben işitirım…”<br />
“Mezarından çıkanin en kütüsü büyledır. İntikamıni almadan üldüremezsın. Ben zaten<br />
anlamış idım lakin emin olmak içın sual ettım. Yedi defa Ayet-el Kürsi okuyup yedi çember çizdım<br />
kendıme. Bana ilışmez lakin gelecektir sana… Seni üldürdükten sonra girer gerı kabrine, ben de o<br />
vakit üldürebilirım oni.”<br />
“B.. Be… Beni tuzaga düşırdın!”<br />
“Ben bir şey etmedım sen kendın ettın!”<br />
Konuşmaları dışarıdan gelen ayak sesleriyle kesildi. Merdivenlerden ölüm ağırlığını taşıyan<br />
birisi çıkıyormuşçasına ahşabın gıcırdaması ortalığı inletiyordu. Sese ara ara kapıların vurulma<br />
sesi karışıyordu. Adım sesleri odaya yaklaştıkça bu dünyaya ait olmayan bir hırıltı da kulaklarına<br />
çarpıyordu. Hamza büyülenmiş gibiydi. Kılıcını kaldırmaya dermanı yoktu. Odanın kapısı kendiliğinden<br />
kulak tırmalayan bir gıcırtıyla açıldığında olduğu yerde sindi kaldı. Hanın iç kısmındaki ve<br />
odadaki kandillerin loşluğunda kapıda dikilmekte olan korkunç heyulayı görünce nefesi kesildi.<br />
Kendi elleriyle canına kıydığı arkadaşının soluk benizle, öfkeyle bakan kanlı gözlerle, uzun ve<br />
kararmış tırnaklarıyla kanlı karşısında dikilmesi kalp atışlarını hızlandırmıştı.<br />
Hortlak ağzını açtığında taşra çıkmış dişleri ayan beyan göründü. Kandillerin soluk ışığında<br />
sarı sarı parıldayan dişlerin gerisinden, hortlağın hançeresinden hırıltılı bir ses yükseldi.<br />
O gece handa kalanlar kâbusla karışık acayip rüyalar gördüler, uykularında huzursuzca<br />
döşeklerinde dönüp durdular. Çok az bir kısmı yükselen hırıltıyı, Hamza’nın bir an yükselen çığlığını,<br />
mezarın ötesinden gelenin kabrine doğru sallana sallana geri geri yürüyüş sesini ve mahzenden<br />
gelen kazık çakma sesini işitti.<br />
Halil Ağa sabah namazını kıldıktan sonra Zagreb hâkimine uğrayıp olanları anlattı. Ücretiyle<br />
birlikte Hamza’nın atını da kendisine verdiler. Ahali işine gücüne dağılırken kendisi de hayalet<br />
gibi şehrin sokaklarından süzülerek geçti.<br />
Türk Başı Hanı’ndaki musibetin hikâyesi yıllarca anlatıldı, an geldi unutuldu. O vakadan 52<br />
yıl sonra İstriya mıntıkasındaki Kringa köyünde Jure Grando nam köylünün sokaklarda yeniden<br />
dolaşmasına kadar Zagreb ahalisi daha az acayip rivayet işitti.<br />
-son-<br />
28
.<br />
Gülhan Tuba<br />
Çelik<br />
ÇİÇEKLERDEN<br />
YAZILMIŞ<br />
.<br />
Onu tanıdığımda suların çekildiği bir mevsimdeydim. Büzülmüş, kurumuş, buruşmuştum.<br />
Yeniden bahara ihtiyacım vardı. Tazelenmeye. Bir başka bedene. Sevmeye ve güzelleşmeye.<br />
Onu tanıdığımda dünya silinmiş, her şey anlamını yitirmiş, tüm yaşama sevincim onun<br />
bedenine ve ruhuna indirgenmişti. Avının kokusunu almış yırtıcı bir hayvan gibi, çağıran bir<br />
haz içindeydim. Kalp atışlarım hızlanmış, burun deliklerim açılıp kapanmaya başlamış,<br />
gözlerim kısılmıştı. Bir kadın için çok hoş meziyetler olmadığı herkes tarafından bilinse de<br />
ben bu halimi seviyordum. Av, insanlığın en kadim uğraşıydı. Elbette ilkel devirlerde kalmamış,<br />
renk değiştirerek yoluna devam etmişti. Temelde dünyadaki tek meseleydi. Avlanmak<br />
ve oyun, kıyamete dek çekiciliğini kaybetmeyecekti. Ben de bir anlam, bir amaç kazanmış;<br />
vaktimi zenginleştirecek bir yol bulmuştum yeniden. Her şey daha önce nasıl olduysa öyle<br />
olacak sandım onu gördüğümde. Oynayıp avlayıp işi bitirecektim. Onun her şeyin dışında ve<br />
üzerinde olma ihtimali aklımda yoktu. Bu sefer kaybeden ben olacaktım. Onu son kez<br />
gördüğümde bekâr evinde, kutuların ve dumanların gerisinde, Elveda Berlin posterinin<br />
altındaki koltuktaydı. Ben kapıdan çıkarken yerinden kalkmadı. “Sergideki tablolardan<br />
birini Vilnius’ta yaptım.” dedi. “Gittiğinde şehrin ortasından geçen nehre in.” Bazen öyle kelimelerle<br />
konuşurdu ki aşamadığım bir zamanın eşiğinde takılı kalırdı ayaklarım. Durdum.<br />
30
.<br />
Onu anlatan bir<br />
renk bulmamı<br />
isteseler “hastalık<br />
sarısı” derdim.<br />
Varmak istediği<br />
bir yer yoktu<br />
çünkü. Varacağı<br />
yere varmış da<br />
hayal kırıklığına<br />
uğramıştı sanki.<br />
İşte bu rengi<br />
tutup oradan<br />
getirmiş, sonsuza<br />
kadar yüzüne<br />
eklemlemiş<br />
gibiydi.<br />
Hayatımda gördüğüm en garip<br />
adamdı. Herkesin gittikçe hızlandığı<br />
bu dünyada her şeyi ağırdan alırdı.<br />
Onu anlatan bir renk bulmamı isteseler<br />
“hastalık sarısı” derdim.<br />
Varmak istediği bir yer yoktu çünkü.<br />
Varacağı yere varmış da hayal kırıklığına<br />
uğramıştı sanki. İşte bu rengi<br />
tutup oradan getirmiş, sonsuza<br />
kadar yüzüne eklemlemiş gibiydi.<br />
Ben suskunluğunda karanlık bir yan<br />
sezerken, saf bir hali vardı başkaları<br />
tarafından algılanan. Önüne geçemediği,<br />
belki istemediği temiz bir<br />
yüz, yine içinden gelen iyi niyetle<br />
harmanlanmıştı. Sanki tüm gizemini<br />
yüzündeki tebessümün arkasına<br />
saklamıştı. Karmakarışıktı. Sezdiğim<br />
karanlıkla yüzündeki aydınlık senelerimi<br />
istiyordu ama bana hiçbir<br />
şeyin sözünü vermemişti. Zaman,<br />
onu benden vaktinden evvel alacaktı.<br />
Zaten en sevdiği şey zamanla<br />
oynamaktı. Zaman hakkında düşünür,<br />
zaman hakkında konuşur,<br />
zamanı resmederdi çoğunlukla. Tabloları<br />
parçalanmış anların ağırlığı<br />
altında ezilmiş gibiydi. Hiçbir zaman<br />
bizim zamanımızda değildi. Cevap<br />
alamayacağım soruları ona bilmem<br />
kaçıncı defa sorarken beni duymadığını,<br />
yüzünün on altıncı yüzyılda<br />
Kars’ta yapılmış taş bir sokağın<br />
duvarlarında gezindiğini hisseder<br />
fakat onu oradan çekip alamayacağımı<br />
da bilirdim. Sessizliği çıldırtıcıydı.<br />
Koskoca bir dağın eteğinde bağırıp<br />
durmak, sonra yalvarmak, sonra<br />
ağlamak, sonra delirmek ama tek<br />
cümle duyamamak gibiydi. Gözyaşlarımı<br />
sildiğimde onu hâlâ taş gibi<br />
görürdüm. Seslenirdim. Çok uzaklarda,<br />
ilkel yağmur danslarıyla kendinden<br />
geçiyormuş da aniden<br />
omzuna dokunmuşum gibi bakardı.<br />
Tek kelime duymamıştı.<br />
Yine de gidemiyordum. Beni çağırmamıştı<br />
ama kovmaması yeterliydi<br />
kalmam için. Çünkü “büyük resim”<br />
mantığında diretiyordum. Bir türlü<br />
bir şeyler beceremediğim hayatta, en<br />
sevdiğim savunma mekanizmasıydı<br />
bu. Onun karşıma çıkmasının ilahi<br />
bir güç tarafından özenle tasarlandığına,<br />
ondan öğreneceğim milyonlarca<br />
şey olduğuna, bir gün yollarımız<br />
ayrılsa bile bana kattıklarının bir<br />
yerlerde sıçramalar yapmama yarayacağına,<br />
tam olarak ne şekilde olacağını<br />
henüz bilmediğime fakat içinde<br />
onun olduğu bir kaderin ve büyük<br />
resmin beni güzel bir yerlere taşıyacağına<br />
inanıyordum. Bunları söylediğimde<br />
yine susuyordu. Benimleyken<br />
niye bu kadar çok sustuğunu anlamıyordum.<br />
Oysa tribünlere oynamayı<br />
iyi bilirdi. Melankolinin çekiciliğine<br />
kapılan o arabesk yanını ironiyle<br />
törpüler gülüp geçirirdi insanları<br />
canı istediğinde. Derin düşünceleri,<br />
dikkatli gözlemleri hayranlık yaratırdı.<br />
İnanılmaz bir empati yeteneği<br />
vardı. İnsanların adlandıramadığı<br />
duyguları bir anda cümlelere dökerdi.<br />
Ama bana gelince bambaşka<br />
biriydi. Herkesin elinden geleni yaptığını<br />
nihayet kabullenmiş ve bütün<br />
defterleri kapatmış gibiydi. Öyle<br />
beklentisiz, kıpırtısız, arzusuz. Yine<br />
de bırakıp gidemezdim çünkü acı<br />
çekmiş bir ruhun sözcükleriyle<br />
konuşurdu nadiren ağzını açtığında.<br />
O ruhu ele geçirebilme umuduyla bu<br />
anları beklerdim. Bazı geceler, içinde<br />
kazanlar kaynayarak gelirdi bana.<br />
İşte o gecelerde, elimden gelse yıldızları<br />
göğe çivileyerek bir yere kaybol-<br />
3I
malarına izin vermezdim. Böyle<br />
anlarda, hiçbir fabrikanın ve kimyasalın<br />
henüz rengini tutturamadığı<br />
bir yeşilde, deniz köpükleri gibi<br />
genişlerdi gözündeki anlam. Tedirginliği<br />
bir an büyürdü ve umutlanırdım.<br />
Sanki köpükler, sanki beyaz<br />
kimsenin fethedemediği bu yeşil<br />
suları bana bağışlamak için kendini<br />
açacaktı. Sonra birden geri çekilirdi<br />
köpükler. Gözleri, akışına bıraksan<br />
seni dünyanın en ucuna götürecek de<br />
oradan aşağı düşürecek gibi bir yeşilde<br />
asılı kalırdı. Köpükler kaybolunca<br />
beyaz kuşlar gelirdi. Kuşlar denizi<br />
okşamaz didiklerdi. Gözlerinin yeşilinde<br />
bir beyaz beni kemirir, kemirirdi.<br />
Hikâyelerden köpükler yapardım<br />
ona. Kandıramazdım. Çünkü suydu<br />
o, köpükler kendinden. İstemediği<br />
sürece denizi ayartamazdım. Yine de<br />
girerdim kanına. Bazen yüzünün<br />
cesede benzeyen soğukluğu yüzünden<br />
erken pes ederdim. Bazen de<br />
öpüşlerimi bile umursamaz, bana<br />
karşı koymazdı. Ama her zaman<br />
eksik kalırdı sevişme. Bir türlü farkına<br />
varamazdım ona sahip olduğumun.<br />
Bir kez daha, bir yenilgiyle<br />
daha ayaklarımı ayaklarından çözerken<br />
ele vermediği bir şeyler kalırdı<br />
hep. Ruhunu sermezdi önüme.<br />
Sevgisizliğe, ihanete, dayağa, kavgaya,<br />
nefrete, yalnızlığa alışkın insanlar<br />
vardır. Bir tek sevilmeye yabancıdırlar.<br />
Biri elini uzatıversin, koynuna<br />
almak istesin ne yapacaklarını bilemezler<br />
hani. Onlardandı.<br />
Daha doğmadan, hiç istemeden bir<br />
ulusa dâhil edilmişti. Hem onların<br />
hataları ile suçlanıyor, hem onlara<br />
yapılan kıyımdan nasibini alıyordu.<br />
Kolektif bir şeylerin ağırlığını taşıyordu<br />
daima. Sürgünlere, sınır<br />
dışına, ad değiştirmeye, tehcire<br />
rağmen inanarak çizerdi dünyayı.<br />
Çünkü topraksız, ülkesiz, kimliksiz<br />
kalmış hayatında sabit bir şeylere<br />
ihtiyacı vardı. Yer değiştirmeler çakılı<br />
bir gökyüzü takıntısı yapmıştı onda.<br />
Gök sabit ama tablodaki her şey<br />
hareket halinde, flu, şizofrenikti.<br />
Resimleri güzel kitapların ilk cümleleri<br />
gibiydi. Nasıl yapıyorsa bir kapı<br />
koyardı sanki tablosuna. Bakan<br />
herkes önce o kapı tarafından sarmalanıp<br />
sonra içeri alınırdı. Resimlerin<br />
karşısına dikilir uzun uzun bakardım.<br />
Notlar alır, yarım yamalak<br />
bilgimle psikanalize soyunur, saatlerce<br />
konuşurdum: “Kuzunun beyazlığı<br />
çocukluğunun saflığını gösteriyor,<br />
çoban ebeveynlerden biri.<br />
Buraya kadar her şey yolunda. Güven<br />
var. Belli bir süre mutluluk hali.<br />
Zaman geçtikçe kuzunun kız çocuğuna<br />
dönüşmesi işlerin yolunda<br />
gitmediğini gösteriyor çünkü sen<br />
erkeksin ve kuzunun kız çocuğuna<br />
dönüşmesi güçsüzlük. Adımları<br />
bozuk, şekli bozuk kız çocuğunun.<br />
Zayıf, küçük, güçlü olmayan insanları<br />
çizerken ne kadar kin dolu olduğunu<br />
fark ettin mi? Renkler koyu, şekiller<br />
düşmanca. Zayıf insanlara tahammül<br />
edemiyorsun. Merhamet yok.<br />
Merhametten, kendine duymak<br />
zorunda kaldığın bir şey olunca<br />
nefret etmişsin. Senle alakası olmayan,<br />
yani senden kaynaklanmayan<br />
bir şeyler seni yaralamış ve o yaraların<br />
faili de ortadan kalkmış. Böylece<br />
sen, kendine kendin merhamet<br />
duymak zorunda kalmışsın. Oturup<br />
yazıklanmak sana göre değil. Bu<br />
yüzden içinden o duyguyu koparıp<br />
atmışsın. Fakat acı büyük. Eksiklik<br />
32<br />
Sevgisizliğe,<br />
ihanete,<br />
dayağa,<br />
kavgaya,<br />
nefrete,<br />
yalnızlığa<br />
alışkın insanlar<br />
vardır. Bir<br />
tek sevilmeye<br />
yabancıdırlar.<br />
Biri elini<br />
uzatıversin,<br />
koynuna<br />
almak istesin<br />
ne yapacaklarını<br />
bilemezler<br />
hani.<br />
Onlardandı.
üyük. Diğer insanları ciddiye almayışın<br />
o yüzden. Sen o eksiklik, boşluk<br />
kapansın diye it gibi çalışırken, hatta<br />
boşluğu doldurup üstüne de bir<br />
katedral inşa ederken; insanların<br />
hiçbir şey yapmadan sızlanmaları<br />
seni deli ediyor. Sen yaptıysan onlar<br />
da yapabilirler bunu. Yapmalılar.<br />
Büyük bir parçan senden ayrılmışken<br />
sen yeniden var etmişsin kendini.<br />
Kendini yeniden yarattığın için<br />
tanrısallaşmışsın. Uzaklığın, ukalalığın<br />
ondan. Adımlarını yanlış atan bu<br />
kız kaybedecek o yüzden. Çünkü<br />
aklını kullanmıyor. Hesaplamıyor.<br />
Balonlar çizmişsin. Gözün yine gökyüzünde.<br />
Kimileri yere düşüyor,<br />
diğerleri de düşecek. Güçsüz olan<br />
herkesi, yani güçsüz olan tüm yönlerini<br />
tek tek ezmişsin. Ezmeye de<br />
devam edeceksin.” Evet demezdi,<br />
hayır demezdi yorumlarımdan<br />
sonra. Susar ve gülümserdi hep. Yine<br />
delirir ama yine vazgeçemezdim.<br />
Yüzlerce resmi vardı. Nasılsa bitmeyecekti.<br />
Nasılsa resimler olduğu<br />
sürece bahaneler de vardı. Hepsi<br />
hakkında konuşacağımı, hepsini<br />
yorumlayacağımı söylerdim. “Tablolarım<br />
beni ele vermez, boşuna uğraşma.”<br />
derdi. İnanmazdım. Ona duyduğum<br />
aşk öyle güçlüydü ki benim<br />
ışığım ona vuruyor, ondan bana yansıyanı,<br />
kendi aşkımın ışığını, sevgisi<br />
sanıyordum. Seni sevmiyorum dese<br />
inanmaz, kovsa bir adım atmazdım.<br />
Cenneti, ölümü, şehveti, cehennemi,<br />
her şeyi; yaşamış kadar güzel resmederdi.<br />
Kimsesiz, kavgalı bir dağ çocuğunun<br />
sefaletini de, at üstünde bir<br />
hakanın kızıl elma ülküsünü de aynı<br />
başarıyla verirdi. Dışına atıldığı<br />
çizgilerin, sürüldüğü ülkelerin üzerindeydi.<br />
Sadece insan vardı onun için.<br />
Bakışıyla, kanıyla, canıyla, acısıyla, coşkusuyla<br />
insan. Ama gerçek olanlar değil. Tablosundakileri<br />
gerçek insanlardan daha çok<br />
önemserdi. Hayal gücü şahaneydi, renkleri<br />
benzersiz. Hiç kimsenin bilmediği, dayanılmaz,<br />
acı veren renkler yaratırdı. Sisin içindeki<br />
bir dal parçasını bir sürgünün ellerine<br />
dönüştürmekte ustaydı. Rüyaları da kimseye<br />
benzemezdi onun. Gözlerinden akan<br />
kanların oluşturduğu bir nehirde dans eden<br />
balıklar ertesi gün bir toplu mezara dönüşür,<br />
tablosuna sokulurdu.<br />
Daha kundaktayken yolunun üstüne yol<br />
çizilmiş, adının üstüne ad verilmişti. Her<br />
ülkede başka biri olmak zorunda kaldığından<br />
yüzüne anlamlar, ruhuna duygular<br />
çizmekte ustaydı. Tek kişi değil yüzlerce<br />
adamdı. Hangi yanından tutsam elimde<br />
kaldı. Toparlayamadım. Kaderinde yollar<br />
vardı. Dönüp duran, bir yere gitmeyen<br />
yollar. Artık iflah olmazdı. Bazı avlar hiç<br />
bitmeyecekti çünkü bazı hikâyeler en<br />
baştan ayrılığa meyyaldi.<br />
Odaya son kez baktım. Şişelerin, kutuların,<br />
dumanların gerisinde bir adam, sınırlara<br />
dökülmeyen, yollarda kaybolmayan yanlarından<br />
yaptığı bir benliği sıkı sıkı tutmuş,<br />
Elveda Berlin posterinin altındaki koltukta<br />
oturuyordu. Kuzeye gideceğimi söyledim.<br />
“Sergideki tablolardan birini Vilnius’ta<br />
yaptım.” dedi. “Gittiğinde şehrin ortasından<br />
geçen nehre in. Çiçeklerden yazılmış<br />
Litvanca yazılar var. Orada fotoğraf çektir.”<br />
Hepsi bu kadardı.<br />
33
Abdullah Enis Savaş<br />
HİS<br />
Uyandığında saat gece yarısını<br />
gösteriyordu. Yatakta epeyce<br />
kıvrandıktan sonra büyük bir<br />
meşakkâtle daldığı uykudan iki<br />
büklüm uyanmasına sebep olan<br />
şey harikûlade bir rüyaydı. Bir<br />
kiralık katilin zihin dünyasında<br />
barınması mümkün olmayan<br />
hisler nasıl olmuştu da rüyasına<br />
aksetmişti. Yaşadığı bu garipliğin<br />
tesiriyle tekrar uyuyamayacağına<br />
kanaat getirdiğinde<br />
cumartesi gecesi öldüreceği<br />
adama dair planları yeniden<br />
gözden geçirmeye karar verdi.<br />
Pencerelerini simsiyah perdelerin<br />
kararttığı oda, üzerine atılan<br />
toprakla yeraltına hapsedilmiş<br />
rutubetli bir tabutu andırıyordu.<br />
Tabutun içinde, ayaklı lambadan<br />
süzülüp zihnine görünmez<br />
parmaklıklar bürüyerek kağıtların<br />
üzerine düşen ışıkla, dört<br />
metrekarelik masada kendini<br />
plana öylesine kaptırmıştı ki<br />
kapıyla beraber beynine tokmak<br />
tokmak inen güm güm sesleri,<br />
başını kaldırıp günün ışıdığını<br />
fark etmesini ancak sağlamıştı.<br />
Gazete kağıdına sarılı taze<br />
ekmeği kaptığı gibi kahvaltı<br />
için mutfağa seğirtti. Alelacele<br />
bir şeyler atıştırıp piposunu<br />
harladı ve tekrar dosyanın<br />
başına oturdu. Oldukça disiplinli<br />
çalışan bir adamdı. Öldüreceği<br />
şahsa ve nasıl infaz<br />
edileceğine dair her malûmatı<br />
âdeta bir senarist-rejisör zarâfetiyle<br />
detaylı bir şekilde yazar,<br />
krokiler çizer ve çok önceden<br />
mekana gidip tetkikatta bulunurdu.<br />
Halihazırda üzerinde<br />
çalıştığı dosyadaki müstakbel<br />
maktûl bir çorbacı.. İleri<br />
yaşlarda, nahif, babayani bir<br />
tip. Şehir merkezinde alelâde<br />
bir dükkanı var. Böyle bir<br />
adamı kim, neden öldürmek<br />
ister anlayamıyordu. Velâkin<br />
işin tabiatı gereği mevzunun<br />
bu cihetini istintak etmeyi<br />
abes bulurdu. Senelerce<br />
bu düsturla çalışmış,<br />
işinin ehli bir katildi.<br />
Planın noksansız gerçekleşebilmesi<br />
için hararetle<br />
çalıştığı sırada kalbine<br />
aniden düşen tuhaf bir<br />
his, ruh dünyasının rengini<br />
değiştiriverdi. Rüyadakine<br />
benzer bir hâldi bu.<br />
Öldüreceği adama karşı<br />
zayıf da olsa duyulan bir<br />
ünsiyet.. Kendini bildiğinden<br />
beri yabancısı olduğu<br />
böylesi müsbet hislere<br />
kapılmaktansa bir lağım<br />
çukuruna düşmeyi yeğlerdi.<br />
Nedir beni bu meçhûle<br />
çeken diye yakınarak<br />
35
sandalyeden fırladı ve<br />
odada dört dönmeye<br />
başladı! Kendini ikna<br />
etmeye çabalıyordu.<br />
“Bu şey benden olamaz!<br />
Bana ait değil bu his!”<br />
Dediğim gibi, his zayıftı<br />
fakat buna dahi katiyen<br />
tahammül edemiyordu.<br />
Üstüne üstlük bunu,<br />
öldürmeyi planladığı bir<br />
adama karşı duymak akıl<br />
kârı şey değil.. Delirecek<br />
gibi oldu. Bir müddet<br />
süründükten sonra istikrah<br />
ettiği hissin sancısından<br />
kurtuldu. Kendine<br />
geldiğinde fikrî ve bedenî<br />
yorgunluktan takati kesilmişti.<br />
Halının üstünde<br />
öylece sızdı kaldı.<br />
Her örgüsünün bir ıstırap<br />
çengeli gibi sırtına geçtiği<br />
halıda bir önceki gece<br />
gördüğü, bedenini zerrelerine<br />
kadar yakıp kavuran<br />
o rüyaya benzer başka bir<br />
rüyanın tesiriyle feci bir<br />
acı duyarak uyandı! Yaşadığı<br />
kâbus bir süre nefes<br />
almasına mâni oldu.<br />
Malum hislerin sağnağında<br />
hiç alışık olmadığı,<br />
tiksindiği bir hâleti rûhiyeyle<br />
çepeçevre kuşatılmıştı.<br />
Soluklandığında<br />
anladı ki bir şekilde bu<br />
rüyalar, çorbacıya karşı<br />
duyduğu ünsiyeti başlatmış<br />
ve ziyadeleştiriyordu.<br />
Ruhunu lime lime eden bu<br />
kıvranışlara artık dayanamayacak<br />
hâle geldi ve<br />
ceketini dahi almadan<br />
kendini sokağa attı.<br />
Endişe içinde koşar adım<br />
yürüyordu. İnanın, onu<br />
karşıdan görseydiniz deli<br />
olduğuna rahatlıkla hükmedebilirdiniz.<br />
Kaşını<br />
gözünü saran tikler ve<br />
gayri tabii el kol hareketleriyle<br />
bir acayip hâlde<br />
çorbacının dükkanına<br />
vardı. Alnını dayadığı<br />
camekândan dükkanı<br />
süzdü ve bir köşede oturmuş,<br />
bir yandan nargilesini<br />
içip diğer yandan kahvesini<br />
yudumlayan çorbacıyı<br />
kanlı canlı karşısında<br />
görünce malum hisler<br />
ruhuna bu sefer yıldırımlarla<br />
inmeye başladı.<br />
Çıldırıyordu artık! Kendini<br />
bir hiç gibi yerlere<br />
atıyor, ağzından köpükler<br />
fışkırıyordu. Attığı çığlıklar<br />
bütün milleti başına<br />
toplamıştı. Olanca varlığıyla,<br />
nefesi kesilinceye<br />
kadar son bir kez daha<br />
haykırdı.. Öyle bir haykırdı<br />
ki etrafındakiler o<br />
keskin ses dalgasıyla irkildiler.<br />
Sokağın ortasında<br />
sırtüstü yatmış bir vaziyetteyken<br />
gözlerine birdenbire<br />
bir perde indi ve öylece<br />
kaskatı kesilip kaldı.<br />
Şuuru yerindeydi fakat<br />
hareket edemiyordu. Ken-<br />
36<br />
’’Her örgüsünün bir ıstırap<br />
çengeli gibi sırtına geçtiği<br />
halıda bir önceki gece<br />
gördüğü, bedenini zerrelerine<br />
kadar yakıp kavuran o<br />
rüyaya benzer başka bir<br />
rüyanın tesiriyle feci bir acı<br />
duyarak uyandı!’’<br />
dini bir tabuta çivilenip<br />
diri diri gömüldüğü halde<br />
narkozun tesiriyle hiçbir<br />
aksülamelde bulunamamış<br />
bir hasta kadar çaresiz<br />
hissediyordu. Uzunca bir<br />
müddet sonra suratına<br />
inen tokat darbeleriyle<br />
gözlerini açtı. Karşısında<br />
bir eliyle başını yerden<br />
kaldırıp diğer eliyle ağzını<br />
silen çorbacıyı gördü ve<br />
büyük bir şaşkınlıkla<br />
mırıldandı.<br />
“Baba!”<br />
Çifte şahsiyet illetinden<br />
muzdarip adam, bu ruhî<br />
hastalığa tutulduğunu ve<br />
öldürmesi gereken şahsın<br />
babası olduğunu gayri<br />
ihtiyari maruz kaldığı<br />
yoğun hislerle fevkalâde<br />
sancılı merhâlelerden<br />
geçerek ve nihayet asıl<br />
şahsiyetine avdet edişine<br />
dehşetle şâhit olarak anlamıştı.
OLOVKA<br />
Jedno od najbitnijih<br />
mjesta samih gradova jesu<br />
i njihova smetlišta. Da li<br />
vam je ikada palo na<br />
pamet kako za gradove<br />
smetlišta nisu tek puka<br />
nužda nego su im još i od<br />
iznimne važnosti? I sve<br />
dok ne vidjeh jedno veliko<br />
gradsko smetlište, to ne<br />
znadoh ni sam. Jedno<br />
smetlište, po meni, predstavlja<br />
jedan grad.<br />
Istanbul je lijep, naprosto<br />
zanosan grad. Ko samo<br />
jednom okusi njegova<br />
duha iliti osjeti njegove<br />
draži više mu neće odoljeti.<br />
Tijekom godina su načinjene<br />
slike Istanbula,<br />
raznoraznih veličina i<br />
boja. Napravljene fotografije.<br />
O njemu napisane<br />
pjesme. Velim vam, većinu<br />
sam ih vidio, pročitao, no,<br />
ništa i niko mi nije umio<br />
toliko kazati, koliko i smetlišta<br />
Istanbula. Kad je<br />
Istanbul prljav, smrdi mu i<br />
smetlište, poput strvi. Ma<br />
smrad mu štipa za nos...<br />
Ako je Istanbul čistiji,<br />
onda se i smrad manje<br />
čuje. A miriše li kao<br />
Yaşar Kemal<br />
Tercüme/Preveo: Adnan Mulabdic<br />
mošus, mirišu i njegova<br />
smetlišta tako. Kazat ćete:<br />
„Zar i ona da mirišu po<br />
mošusu?“ Još itekako,<br />
vjerujte mi... Otkud to da<br />
ih ovako dobro poznajem?<br />
E, ovdje se moram ograditi...<br />
Ja nisam nikakav<br />
znalac za smetlišta. A da<br />
me ne biste krivo shvatili,<br />
kažem vam i razlog... Prvo,<br />
ja jako volim galebove. Da<br />
li ih baš volim? Pa i ne,<br />
nego me više zanimaju<br />
njihovi životi. Odlazim, i<br />
satima ih posmatram. Na<br />
moru, po hridinama, a<br />
nekad i na smetlištu. Galebovi<br />
su prgava, nasrtljiva<br />
Božija pošast, posve nepopustljiva<br />
stvorenja. Zalaziti<br />
u njihove životne potankosti<br />
nadalje je izlišno.<br />
Ipak, jednog ću vam dana<br />
o tim pohlepnim, tim<br />
gramzivim, tim posve<br />
nepopustljivim stvorenjima<br />
moći pisati duge i<br />
zanimljive sastavke.<br />
Obično se njihove životne<br />
37<br />
čarke odigravaju po smetlištima,<br />
stoga su i prvotni<br />
razlog mojega zanimanja<br />
za smetlišta galebovi. Dok<br />
je već drugi razlog mojega<br />
zanimanja za smetlišta<br />
redarstvenik Rüstem, naš<br />
susjed. To je čio i šaljiv lik<br />
iz Sivaškoga okruga Zara.<br />
Čovjek velikih, bujnih<br />
brkova, vedra pogleda,<br />
pun života, pun ljubavi.<br />
Već je deset godina smetlar<br />
u Istanbulu. A u<br />
komunalnoga redarstvenika<br />
unaprijeđen je prije<br />
četiri godine.<br />
Tek nakon što je postao<br />
komunalnim redarstvenikom,<br />
kupio je zemljište do<br />
naše kuće, i ponajprije<br />
posadio tri topole. Onda je<br />
zemljište, sa sve četiri<br />
strane, ogradio plotom,<br />
kad ono u proljeće, duž<br />
cijele ograde procvali<br />
orlovi nokti, a njihov miris<br />
obvio svu četvrt. Kad se to<br />
sve desilo, kada je kuću<br />
postavio na zemljište, nit’<br />
su zamijetili sumještani<br />
niti ja, a moguće, ni on<br />
sam... Stajala je ondje,<br />
možda već nekih hiljadu
godina, tako besprijekorno, za ogradom od<br />
orlovih noktiju, s tri oveća prozora, u zeleno<br />
ofarbana kućica. Nedugo zatim, upoznadosmo<br />
njegovu ženu, bješe to oniža diklica od nekih<br />
dvadesetpet godina, širokih bokova i krupnih,<br />
kosih očiju. Od jutra do mraka brisala bi prozore,<br />
ribala podove, kopkala po vrtu, ni časka ne<br />
sjedeći besposlena. Najčistija kuća u četvrti, ta<br />
najljepša, najčistija, posve besprijekorna kuća,<br />
stiješnjena među svim tim vilama, bje upravo<br />
kuća redarstvenika Rüstema. Znao sam vidjeti<br />
supružnike kako pokatkad stoje na kapiji, i baš<br />
onako kao što slikar promatra svoje djelo, do te<br />
mjere opčarano, nevjerovatno blažena izraza,<br />
promatraju vlastitu kuću. I samo što bi shvatili<br />
da su zatečeni, crveni u licu, plaho i sramežljivo,<br />
poput djeteta uhvaćena na djelu, umakli bi<br />
kući. A znao sam ih zateći tako često. No, na<br />
kraju bismo stali skupa, pa u tu milenu,<br />
malenu kuću gledali neumorno, satima.<br />
Dođe proljeće, i svakojaki se cvjetovi rascvaše<br />
po sićušnom vrtu kućice... A prozori joj nakićeni<br />
raznobojnim geranijima, bosiljkom... Kuća<br />
redarstvenika Rüstema bješe poput slike nekog<br />
velikog, umješnog slikara, što svojega motritelja<br />
vedri, besprijekorna i zamamna.<br />
Imadoše i dvoje djece. Kćerku i sina. Sinčić<br />
bješe poput bumbara, dijete koje se od jutra do<br />
večeri šuštavo vrzmalo za pčelama kao neki<br />
zloduh. Ni trena nije stajao mirno, vrckavo se<br />
motao svukud po četvrti. Ali je sve na tom<br />
djetetu, što se svakoga časka valjalo u prašini i<br />
blatu, jednako poput njihove kuće, bivalo kao<br />
suza, posve čisto. Dok kćerka, nešto veća djevojčica,<br />
mirna i šutljiva, blaga osmijeha, bješe<br />
sramežljiva i umilna, s pomalo sjetnim izrazom<br />
na licu... Njena su je uska čeljust i pune usne<br />
već sada činile starijom. Baš kao i njeno držanje.<br />
Cijelu je porodicu, kao i njihov dom, djecu,<br />
cvijeće i supružnike prožimala neka iskričava<br />
ljubav, obuzimala neka neizmjerna sreća. I<br />
svako ko bi prošao kroz tu kapiju odmah bi<br />
zamijetio tu silnu sreću, te bivao ispunjen<br />
ljubavlju. I zaista, postoje mjesta, kuće, ljudi,<br />
samo ih pogledaš i oni te preplave srećom...<br />
Kad god bih za četiri godine našega susjedovanja<br />
klonuo duhom ili bivao potišten, pa<br />
38<br />
proklinjao svijet, izlazio bih van, i gledajući u<br />
malenu kuću, davao sebi oduška. Svake bi<br />
večeri u svojoj smetlarskoj uniformi dolazio<br />
kući naočiti čovjek, bujnih brkova, i ukoliko<br />
horan, u ruke uzimao saz, pa sasvim tiho,<br />
gotovo nečujno pjevao pjesme koje nisam čuo,<br />
a nit’ mogao da čujem, i koje zasigurno nakon<br />
toga sve do svoje smrti nikad više neću ni čuti.<br />
O čemu li je to pjevao u njima? Da li o sreći, o<br />
žalosti, ili pak o nekom događaju, nekako<br />
nisam uspijevao dokučiti. Koji ga put htjedoh<br />
iznenaditi, kraj njega poslušati pjesme, čuti o<br />
čemu to govore. No, samo što bih ušao u kuću<br />
on bi ustajao na noge i nudio mi mjesto, a svoj<br />
bi saz hitro bacao za škrinju pored. Nekoliko<br />
sam puta tražio da zasvira, i shvatio da preda<br />
mnom, pa makar i umro, zasvirati neće, pa sam<br />
i odustao. I još uvijek se pitam koje li je to<br />
krasne riječi u tim svojim pjesmama redarstvenik<br />
Rüstem tako pjevušio?<br />
Redarstveniku Rüstemu bio sam prilično drag.<br />
Poželjeh jednom vidjeti njegovo radno mjesto,<br />
na što se on i ne uvrijedi, štaviše, bješe mu<br />
milo... Eto, i radi toga sam onamo odlazio s<br />
vremena na vrijeme. Tamo van grada, gdje se<br />
nalaze ciglane. Onamo se sliva sva gradska<br />
pogan, a na čelu svega toga bješe redarstvenik<br />
Rüstem. Nekim bi danima spaljivali smeće, i ja<br />
nikada na ovoj zemaljskoj lopti nisam nabasao<br />
natako ogavan smrad kao što je onaj zapaljenog<br />
smeća.<br />
Baš sam tada, na tome smetlištu, kad sam<br />
otišao skupa s redarstvenikom Rüstemom,<br />
svojim prijateljem, uvidio kako jedno smetlište<br />
u cijelosti posjeduje sve odlike svojega grada.<br />
Da, smetlište je jedan grad, i baš sve stvari<br />
jednoga grada mogu izroniti i iz njegovoga<br />
smetlišta. Ručni satovi, stolni satovi, džepni<br />
satovi, i to još novinovcati. Prstenje, narukvice,<br />
ogrlice, kako zlatne tako i one s dijamantima...<br />
Olovke, nalivpera, hemijske. Pa i makaze,<br />
klupka, vitla, naočare, novac. Šta god da ima u<br />
gradu ima i na njegovome smetlištu... A sve što<br />
bi izronilo iz smetlišta, bilo vrijedno ili ne, dijelili<br />
bi smetlari između sebe, onako bratski. No,<br />
jedno ipak nisu dijelili, olovke...<br />
Oni što bi pronašli olovke koje su izranjale iz
smeća, vikali bi radosno, gotovo kao da su<br />
pronašli zlatni ili smaragdni prsten:<br />
„Redarstveniče Rüstemeeee... Još je’na olovka...<br />
Uj, što je lj’epaaa... Nije ni otvorena. Ah, i<br />
crvene je boje...“<br />
„Redarstveniče Rüsteme... Još je’na olovka...<br />
Zelena je, i to kak’a zelena... I to nalivpero...“<br />
„Redarstveniče Rüstemeeee... Evo je’ne, pa<br />
vrijedi barem sto lira... Uz to je i u svojoj kutijici.“<br />
Pokraj redarstvenika Rüstema bješe veliki vrč s<br />
vodom; ponajprije bi svaku njemu donijetu<br />
olovku prevrtao, pa okretao, pregledao, i tek<br />
onda dobrano oprao vodom i sapunom.<br />
Redarstvenik Rüstem bješe prilično ustrajan u<br />
tome da se olovke razdijele, no, to njegovi prijatelji<br />
smetlari nisu htjeli ni čuti. Jer, on je ipak<br />
imao djecu, a ona su išla i u školu. I jednom će<br />
postati gospodinom i gospođom. Pa kada bi i<br />
narednih stotinu godina, svakoga dana odatle<br />
izranjalo na stotine, ma na hiljade olovaka, sve<br />
bi dopale djeci redarstvenika Rüstema.<br />
I uistinu, smetlari bi osjećali veliku radost, pa i<br />
silno zadovoljstvo jer su olovke davali redarstveniku<br />
Rüstemu. Svaki bi mu nalaznik donosio<br />
olovke pobjedonosno, uvjeren da je odradio<br />
vraški dobar posao. Baš je svaki od njih bivao<br />
ponesen srećom dobročinstva prema djeci,<br />
koja neće postati smetlari, već obrazovani i<br />
veliki, dobri i pametni ljudi. To se dalo posve<br />
jasno iščitati iz njihovih pogleda. Redarstvenik<br />
Rüstem nije imao nikakva prava sputati njihovo<br />
zadovoljstvo, omesti njihovu sreću. A djeci<br />
su upravo olovke bile i najdraže igračke. I on bi<br />
svake večeri dolazio kući s mnoštvom raznobojnih<br />
olovaka. Olovke su bivale i ulog dok bi se<br />
majka, sin i kćer kladili u to koliko će ih donijeti<br />
večeras. I vazda je bivalo onako kako bi rekla<br />
kćerka, baš tačno toliko ili pak približno njenoj<br />
procjeni.<br />
Te godine im kćer bješe u petom razredu osnovne<br />
škole... Djevojčica imade oslonac u nečemu<br />
čime se dičila tek potajno, zaleđe za koje nit’ je<br />
ikome mogla niti će ikada moći kazati bilo šta.<br />
A ipak su sva ta djeca imala ponešto. Imala su<br />
divnu odjeću, krasne torbe, vozila koja bi<br />
svakoga dana dolazila po njih i odvozila kući...<br />
Da, da, imala su, samo baš niko, pa čak ni oni<br />
čiji su očevi držali trgovine olovkama, nisu ih<br />
imali toliko. A tako se potajno dičila njima...<br />
Kad god bi pomislila na olovke, njene bi oči<br />
zaiskrile nekim tajnovitim ushićenjem, a<br />
rumeni joj obrazi zablistali. Ali niko nije ni<br />
znao da ih je ona imala tako mnogo... To za nju<br />
bješe teško breme. Nije tek tako mogla uzeti<br />
olovke te ih ponijeti u školu... I da je odnijela<br />
samo jednu, svi, ali baš svi bi zinuli kao tele u<br />
šarena vrata. A imala je na hiljade raznobojnih<br />
olovaka. Crvene, bijele, crne, plave, narandžaste...<br />
I čim bi sve svoje olovke sabrala, nastajalo<br />
bi pravo šarenilo boja. U biti nalikovalo je na<br />
šarenilo olovaka, i to svjetlucavo... Da ih je<br />
mogla ponijeti u školu, mogla je, samo, šta kad<br />
bi je upitali otkud joj toliko. Šta bi rekla, šta je,<br />
ustvari, mogla i reći? Pred svom tom djecom.<br />
Nije mogla kazati: „Moj je otac glavni smetlar,<br />
te je ovoliko olovaka nakupio po smeću...“ Pa<br />
kad bi umrla, kad bi je i zaklali, dobrano joj<br />
pustili krvi, to ne bi rekla. Kako je i mogla... No,<br />
posve je sigurno da je olovke morala ponijeti, i<br />
pokazati svojim prijateljima.<br />
Danima je razbijala glavu, i nikako nije uspijevala<br />
pronaći rješenje. Kaže li da joj je olovke<br />
kupio otac ne bi joj ni povjerovali. Pa čak ni<br />
djeci milionera očevi nisu mogli kupiti tako<br />
mnogo krasnih olovaka... Eeee, ali jednostavno<br />
ih je morala ponijeti u školu i pokazati prijateljima.<br />
Morala je pronaći neki način. Taj je zadatak<br />
sebi utuvila tako u glavu da ga je više bilo<br />
nemoguće smetnuti s uma. Jednog je dana sve<br />
olovke ubacila u torbu, ponijela u školu, izgarala<br />
od želje da ih pokaže, i gotovo pomahnitala,<br />
ali ih baš nikome nije smjela pokazati. I tako se<br />
možda nedjelju dana koprcala u tom žaru<br />
pokazivanja, no, ne bi ništa. I sve bi je to možda<br />
još i prošlo te godine da nije vidjela njihova<br />
susjeda Erola. Erol Abi bješe radnik u velikoj<br />
trgovini uredske opreme na Osmanbeyju.<br />
Jednom je kod njega kupila svesku. A ondje<br />
gdje je radio bivalo je tako mnogo olovaka...<br />
Aaaah, kad bi taj Erol bio neki rođak, primjerice<br />
ujakov sin. Kako divno, kako bi to bilo divno.<br />
Ma prava divota. Rekla bi: „Njih mi je poklonio<br />
Erol, ujakov sin...“ Te je noći, o tom Erolu,<br />
39
azmišljala sve do ponoći.<br />
Tog su jutra, na polasku u školu, njena torba i<br />
džepovi bili prepunjeni raznobojnim olovkama...<br />
Najprije je svoje olovke poredala pred<br />
drugaricom iz klupe, Sabahat. Njeni su na Velikom<br />
Bazaru držali draguljarnice, dupkom pune<br />
zlatnih narukvica. No, čak ni Sabahat nije<br />
imala tako mnogo olovaka...<br />
„Aaaaa. Otkud ti toliko olovaka, curice?“<br />
A Neriman joj posve ravnodušno reče:<br />
„To mi Erol Abi donosi. Svako veče... Na<br />
Beyazıtu ima ogromnu radnju, zatrpanu olovkama.<br />
A znaš li šta mi je Erol Abi? Ujakov sin.<br />
Još neoženjen...“<br />
I smjesta Sabahat otrča ostaloj djeci:<br />
„Da vidite koje olovke Neriman ima. Evo, ovoliko<br />
ima, ma hiljadu komada... Dabogda oćoravila<br />
ako lažem.“<br />
A djeca se sjatiše oko Neriman... I zaista, što je<br />
ona imala olovaka!<br />
Dok je Sabahat govorila:<br />
„Njen ujak ima sina, još je neoženjen. A na<br />
Beyazıtu ima ogromnu radnju... i to punu<br />
olovaka. Ima da idemo onamo svaki dan. Erol<br />
Abi će i nama dati koju“<br />
Neriman bješe tako zadovoljna njome.<br />
„Aaaaa...“, reče, „pa znaš?“<br />
I probra jedno pet – šest olovaka.<br />
„Erol Abi ove šalje tebi. Reče mi: ‘Podaj ih Sabahat.’<br />
Pričala sam mu tako mnogo o tebi. Rekla<br />
sam:’Ona mi je najbolja drugarica.’“<br />
Sabahat se nasmija i reče:<br />
„Znala sam. Hvala ti.“<br />
Zazvonilo je, te je Neriman, pred zadivljenim<br />
razredom, olovke strpala u torbu. Čas je<br />
počeo... A ona je na koncu bila iznad svih. I<br />
naprosto prštala od sreće.<br />
Nakon toga je svakoga dana dolazila s torbom<br />
do vrha ispunjenom olovkama. Dijelila ih je baš<br />
svima. Najzad je bila njihova abla. Pa zašto bi<br />
djeca kupovala olovke. Erol Abi joj je i onako<br />
donosio more, a ona ih je opet davala svima.<br />
Toliko je imala olovaka. Ma da ih je dijelila i po<br />
cijeloj školi, ne bi ih ponestalo...<br />
I tako je Nerimanina sreća trajala i trajala, sve<br />
dok se ne desi ta grozota.<br />
Tu bješe taj kržljavi, taj zrikavi piljarev sin,<br />
Zühtü, taj bijednik, ma taj obični balonja, e, on,<br />
on je sve pokvario. Ma lažov jedan, krmak,<br />
gramzivac... Samo što ga pogledaš dođe ti da<br />
povratiš dušu, i ne okusiš mjesec ništa. Eto, sve<br />
je to bilo njegovo maslo.<br />
Otišao je do učitelja:<br />
„Bogami, dabogda crk’o, ma dabogda mi umrla<br />
mati... Neriman mi je ukrala olovku. Vidio sam<br />
je među njenim. Još sam je i obilježio... Zelenu<br />
jednu olovku... Baš na njoj sam napravio dvije<br />
recke... E, tu sam olovku vidio kod Neriman.“<br />
Učitelj je pozvao Neriman te zatražio da otvori<br />
svoju torbu... I potom, pred tolikim mnoštvom<br />
olovaka ostao zapanjen.<br />
Zühtü je nagrnuvši na njih rekao:<br />
„E, ova učitelju“, i uzeo olovku.<br />
A učitelj je strogo upitao:<br />
„Otkud ti ovoliko olovaka?!“<br />
Neriman već danima bješe spremna te je naprćivši<br />
usne kazala:<br />
„Ove mi olovke daje Erol Abi, a kod kuće ih<br />
imam još toliko...“<br />
Na to je učitelj podmuklo pogledao i rekao:<br />
„Idi, pa donosi i ostale olovke od kuće.“<br />
A Zühtüu:<br />
„Vrati tu olovku Neriman.“<br />
„Ali učitelju, učitelju...“<br />
„Vrati olovku...“<br />
I nato mu je uzeo iz ruke i dao Neriman... A ona<br />
je svoje olovke strpala u torbu i s njom u<br />
rukama počela juriti pravac kući.<br />
No, učitelj dodade straga:<br />
„Torba neka ostane ovdje.“<br />
Neriman se vratila, ostavila torbu na stol i<br />
zatim pojurila doma. A kući je došla za tili čas,<br />
pa je jednu oveću platnenu torbu napunila<br />
svim olovkama, te opet odjurila nazad u školu.“<br />
„Eto, učitelju, to bi bilo sve...“<br />
„Hajde, sada se vrati u učionicu“, kazao je<br />
učitelj.<br />
I zatim se uputio ravnatelju, te mu nadugačko<br />
ispričao sav slučaj. A ravnatelj je potom kružeći<br />
po školi od razreda do razreda objavio:<br />
„Svako ko je izgubio olovku, ili mu je ukradena,<br />
neka se na velikom odmoru nađe ispred moga<br />
ureda.“<br />
Nekoliko časova poslije, ispred ravnateljeva<br />
40
ureda naprosto je vrvjelo. Skoro pa više od<br />
polovice učenika svoju olovku bješe zagubilo,<br />
ili im pak olovka bješe ukradena.<br />
„Hajde, kaži, kako ti je izgledala ta ukradena<br />
olovka?“<br />
Dijete bi opisalo olovku, a ravnatelj bi pronašao<br />
jednu, te je pružio djetetu.<br />
I tako je tom cijelom nizu djece razdijelio<br />
olovke. A djeca nisu lagala, i olovke zbilja i jesu<br />
bile njihove...<br />
„De kaži, kako si ukrala ovoliko olovaka?“<br />
„Nisam ih ukrala.“<br />
„Kažeš li istinu, dijete, oprostit ću ti.“<br />
„Ali, nisam ih ukrala.“<br />
„Pa dobro, da je Erol Abi i milioner, zašto bi ti<br />
baš poklonio ovoliko olovaka? Hajde, jednu,<br />
dvije, pa i deset komada... Ali na stotine?“<br />
„Erol Abi mi dao... Trgovina mu puna olovaka...“<br />
I tako je ravnatelj nadugo gnjavio djevojčicu, a<br />
nakon što iz nje ne izvuče istinu, reče joj:<br />
„Idi, i smjesta pozovi oca i majku.“<br />
Neriman je stigla kući, bacila se na krevet i<br />
otpočela snažno jecati. Njene oči od plača postaše<br />
krvave. Majka je tek uzrujano zapitkivala,<br />
ali djevojčica od silnoga plakanja nije mogla ni<br />
govoriti. Pošto se malko smirila, ispričala je<br />
majci sve onako kako se i zbilo. Uvečer je otac<br />
ponovo došao kući noseći sa sobom pregršt<br />
olovaka. Dao ih je Neriman. A ona ih je svom<br />
snagom sunula na ulicu. Majka je kroz suze<br />
događaj ispričala ocu.<br />
Neriman je govorila, i dozla da će umrijeti<br />
molila majku i oca:<br />
„Preklinjem vas, ne govorite da su olovke<br />
pronađene na smeću. Kažite da ih je Erol Abi<br />
dao...“<br />
„Neće nam povjerovati...“<br />
„Pa i ne moraju..“<br />
„Ta, zar je pronaći olovku na smeću, gore i od<br />
krađe?“<br />
„Gore je, mnogo gore...“<br />
I tako je natezanje između majke, oca i kćeri<br />
potrajalo do ponoći.<br />
Neriman je govorila:<br />
„Kažete li da su olovke nakupljene po smeću, ja<br />
ću se ubiti...“<br />
41<br />
Redarstvenik Rüstem svoju je djecu poznavao<br />
dobro. I da, djevojčica bi sebi oduzela život.<br />
„Imaš pravo, kćeri“, rekao je, „u školi ću im<br />
kazati da joj je te olovke poklonio ujakov sin<br />
Erol.“<br />
Izjutra je redarstvenik Rüstem sa svojom kćerkom<br />
otišao u školu, te učitelju i ravnatelju<br />
otpočeo pričati o Erolu, stao kazivati sve<br />
nadugo i naširoko o tome kako je on dobar,<br />
velikodušan rođak. Ravnatelj je zatražio adresu<br />
Erolove trgovine na Beyazıtu. Otac i kćer ostaše<br />
skamenjeni. No, na kraju je redarstvenik<br />
Rüstem smislio neku adresu, te je izdiktirao<br />
ravnatelju. I potom su otac i kćer otišli iz škole.<br />
Istraga bješe završena, ispostavilo se da je Neriman<br />
olovke ukrala, te zbog toga izbačena iz<br />
škole.<br />
Prilično sam kasno čuo za ovaj događaj. Otrčao<br />
sam odmah do kuće redarstvenika Rüstema,<br />
no, doma ne bi nikog. Sedmicu sam dana odlazio,<br />
dolazio, kućna vrata biše ništa do li zida...<br />
Šest mjeseci, sve do moje selidbe u Basınköy,<br />
kuća bješe još uvijek zatvorena... Tek jedna<br />
pusta, mrtva, sumorna kuća... Djeca iz četvrti<br />
izgaziše mileni vrt, i potrgaše one crvene, plave<br />
i ružičaste geranije na prozorima...<br />
Ja dobro poznajem smetlišta. Redarstveniku<br />
Rüstemu zahvaljujući. Smetlišta su istovjetna<br />
preslika svojih gradova... A ako li je grad prljav,<br />
varljiv, okrutan i podao, njegova smetlišta zaudaraju<br />
hiljadu put jače. Poput strvi... Na istanbulska<br />
smetlišta galebovi slijeću, i ona postaju<br />
snježnobijela. I to pogano smeće biva pritajeno<br />
njima. Aaah, a iz tih istanbulskih smetlišta<br />
znaju izroniti i raznobojne olovke... a zna i koji<br />
prsten od zlata.
43- FILIP MURSEL BEGOVIĆ SÖYLEŞİ 49- ESMA KOÇ VİGİ-<br />
LANTE 50- ERVANUR ERDOĞAN DİNAMİK ORGANİZMALAR<br />
TASVİRİ 51- NADIJA REBRONJA LUIS, A NEKIM LJUDIMA 52-<br />
METİN SAVAŞ ÖTEKİLER DE İNSANDIR 54- ERVANUR ER-<br />
DOĞAN SANATTA YORGAN YA DA URGAN MESELESİ OLARAK<br />
DADACILIK 57- ENNA ZONE ÐONLIĆ IS AUGUST SENOA ‘PEAS-<br />
ANT’S REVOLT’’ HISTORICAL REALITY OR FICTION?‘<br />
SÖYLEŞİ Filip Mursel Begović<br />
Filip Mürsel Begoviç 1979 Zagreb, Hırvatistan doğumlu. Zagreb Felsefe Fakultesi Hırvatça ve Doğu<br />
Slav Dilleri bölümü mezunu. Şu anda Bosna Hersek’te haftalık olarak çıkan ‘’Stav’’ dergisinin genel<br />
yayın yönetmenliğini yapıyor. Bir çok Bosna ve Hırvat gazetesinde köşe yazıları, söyleşiler, edebiyat<br />
eleştirileri ve makaleler yayınladı. Sadece Boşnaklar ve Müslümanların geleneksel ve kültürel sıkıntıları<br />
değil Avrupadaki kültür farklılıkları ve batıdaki azınlıklar üzerine yaptığı çalışmalarla da<br />
dikkat çekiyor. Orient Espresso isimli tiyatro okulunda yönetmenlik ve oyun yazarlığı yaptı. Zagreb’de<br />
bulunurken Behar Dergisinin yardımcı yayın yönetmenliğini yaptı. Onlarca kitabın editörlüğünü<br />
yaptı ve yayına hazırladı. Yeni dönem Boşnak şiiri hakkında iki adet kitabı yayınlandı.<br />
43
Uzun bir süre Zagreb'te yaşadınız. Sonrasında,<br />
Bosna'ya taşındınız ve Saraybosna'da<br />
yaşıyorsunuz. Genel bir sorudan başlayalım<br />
söyleşiye. Bildiğiniz gibi Baška<br />
Dergi, Balkan şehirleri dosyalarıyla çıkıyor.<br />
Saraybosna'yla kıyaslarsanız, Zagreb<br />
nasıl bir şehirdir sizin için?<br />
Zagreb'te doğdum ve eğitim hayatım orada<br />
geçti. Yaşamımın otuz yılını Zagreb'te sürdürdüm.<br />
İnsan doğduğu, büyüdüğü şehri nasıl<br />
sevmez? Bu ancak kalpsiz bir insan için geçerli<br />
olabilir. Yaşamımın geri kalan kısmını Saraybosna'da<br />
geçirmeye karar verdim. Ailem Bosna<br />
kökenli olduğundan, daha önceleri gelip<br />
yerleşmeyi düşündümse de, Bosna'da aileden<br />
geriye kalan hiçbir şeyin olmaması beni Zagreb’e<br />
döndürdü. Ne yazık ki, ailemin geride<br />
bıraktığı evler ya yıkılmış ya da satılmıştı. Ama<br />
Bosna’yı ve insanlarını sevdiğim için geri<br />
geldim. Neticede yaşayanı olmayan bir ev, boş<br />
dört duvardan başka bir şey değildir. İlk başlarda,<br />
yalan yok Zagreb'i özlemiştim. Proust vari<br />
bazı duygular içimi sarıyordu, ama ne yazık ki<br />
burnuma gelen koku Proust’un Madeleine<br />
kurabiyelerinin kokusu değildi. Saraybosna’nın<br />
Miljacka nehri boyunca yürürken birden<br />
nehrin kokusuyla kanalizasyon kokusu karışık<br />
bir koku duydum, tuhaf bir şekilde bir an<br />
çocukluğumu ve Zagreb'in Sava nehrini anımsamıştım.<br />
O an özlemle karışık nostalji duygusu<br />
içime doldu. Saraybosna'ya idealist bir bakış<br />
açısıyla baktığımı söylemeliyim. Bana sanki<br />
Hac yapıyormuşum gibi geliyordu, her tarafta<br />
camiler ve hajirli(hayırlı) insanlar vardı. Hayat<br />
gerçekten başka bir şey. Nerede olursa olsun,<br />
her zaman dert tasa oluyor. O yüzden bir ara<br />
vermem gerekiyordu. Sonra Zagreb'e tekrar<br />
döndüm ama işte Bosna'yı ve Saraybosna'yı<br />
özlemiştim. Bir gün rüyamda, Zagreb Meydanında<br />
(Bana Jelacica) bir rüzgar esiyor ve<br />
kafamdaki fesi uçuruyordu. Şehrin merkezinde<br />
fesin peşinde koşuyor ve onu hiç yakalayamıyordum.<br />
Maalesef Hırvatistan'daki Boşnaklar,<br />
44<br />
çok kez bu fesi (milli ve dini bir özellik açısından)<br />
yakalarken, onu elinde tutamıyorlar. İşte<br />
bu yüzden, kızım Saraybosna'da doğduğu<br />
zaman, duygusal olarak parçalanmıştım. Köklerimi<br />
bırakıp, atalarımın ülkesine, Bosna'ya<br />
döndüğümü hissettim bu yüzden. O zamana<br />
kadar, maneviyat ve gelenek için keşfedilen<br />
ihtiyaçlarım açısından; Bosna benim için duygusal<br />
olarak baştan çıkarıcı, gizemli, o uzaktan<br />
sevdiğim kadınlara benziyordu. Küçük Sarajka<br />
doğduğunda; aynı göründüğü gibi, Bosna'yı bir<br />
anne gibi hissettim.<br />
Türklere ve Osmanlı dönemine<br />
karşı varolan önyargılar,<br />
tarihsel gerçeklerin<br />
bitirilmesi ve tahrif edilmesi<br />
sebebiyle korkutucu<br />
seviyededir.<br />
Zagreb başkent, haliyle diğer şehirlere göre<br />
insanlara daha fazla şey sunabiliyor. Bu yönüyle<br />
evet cezbedicidir. Ne var ki bir turist açısından<br />
baktığımızda, Dubrovnik çok daha cezbedicidir.<br />
Ayrıca, Hırvatistan'ın sahil kesimi de; temiz<br />
denizle, muhteşem doğasıyla, Akdeniz havasıy-<br />
Zagreb'i bölgenin<br />
özgün bir<br />
şehri olarak<br />
değerlendirebilir<br />
miyiz?<br />
Kesinlikle… Kültürel<br />
kodlarına bakacak<br />
olursak, Ljubljana'dan farksız değildir. Her<br />
ikisi de güzel şehirlerdir ve bu şehirlerde<br />
mimari ve kültür bakımından Avrupa merkezli<br />
bir ortam hâkimdir. Ama Saraybosna'nın başka<br />
bir yönü; Doğululuğu, var. Bu yüzden Saraybosna'nın<br />
her açıdan daha ilginç bir yer olduğunu<br />
söyleyebilirim. Belgrad ise, Sırpların Osmanlı<br />
mirasını korumak istemediler. -tabii ki- bu<br />
estetik değerler onların zevklerine fazla kaçıyordu,<br />
hiçbir şey bırakmayarak yok ettiler.<br />
Zagreb Hırvatistan'ın en çekici şehri mi?<br />
Hırvatistan hakkında konuşurken önce<br />
hangi şehir akla geliyor? Zagreb veya<br />
Dubrovnik mi?
la ve zengin kültürüyle, turistler için çok ilgi<br />
çekici bir yer.<br />
Hırvatistan'ı nereye koyuyorsunuz? Sizce<br />
bir Avrupa ülkesi mi? Bir dönüşümden söz<br />
edebilir mi? Hırvatistan hâlâ Balkan bir<br />
ülkesi midir?<br />
Hırvatistan Güneydoğu Avrupa'nın bir parçası,<br />
Hırvatlar ise Avrupalı insanlar. Aynı Bosna<br />
Hersek ve Boşnakların olduğu gibi. Aradaki fark<br />
Hırvatistan'ın Avrupa Birliğinin bir parçası ve<br />
Katolik olması; Bosna'nın ise AB üyesi olmaması<br />
ve Boşnakların müslüman olması. Bu sebeple<br />
kötü niyetli insanlar Boşnaklara kimliksiz<br />
millet yakıştırması yapıyorlar. Türkler aracılığıyla<br />
İslam’a girmiş aslen Hırvat yahut Sırplarmış<br />
gibi.<br />
Balkanlar coğrafi bir terimdir ve Hırvatistan da<br />
buna dahildir. Aslında Hırvatlar, Balkanların bir<br />
parçası olmadıklarını ve bu kelimenin birincil<br />
coğrafi anlamı aştığını ve "doğudaki kabileleri,<br />
vahşi ve kanlı geleneklere dayandıran bir şey”<br />
haline geldiğini düşünüyor. Bu kötü niyetli<br />
Balkan ismi altından bir Hırvat'ın çıkıp, Balkan<br />
kelimesinin Türkçe olduğunu ima etmesine bile<br />
şaşırmayın. Türklere ve Osmanlı dönemine<br />
karşı varolan önyargılar, tarihsel gerçeklerin<br />
bitirilmesi ve tahrif edilmesi sebebiyle korkutucu<br />
seviyededir. Ve bu sadece Hırvatistan'da olan<br />
bir şey değil. Bu önyargıların kurbanları Boşnaklardı,<br />
Sırplar Türk döneminin intikamını<br />
almaya çalıştılar.<br />
“Balkanlar” tanımlası çok tartışmalı bir<br />
konu, tarihte farklı isimlerle de anılmış.<br />
Siz “Balkanlar” tanımlamasına nasıl bakıyorsunuz?<br />
Hırvatlar için Balkanlar, ideal olarak Sırbistan,<br />
Bosna-Hersek, Makedonya, Kosova ve Karadağ<br />
tarafından temsil edilmektedir. Ancak Ljubljana'ya<br />
giderseniz, Slovenler bu listeye Balkanlar<br />
Kültürel iktidarı Hırvatistan ve Sırbistan elinde<br />
tutuyor. Daha iyi bir okuma kültürünün kimde<br />
olduğunu ölçmek zor. En fazla kitap basın-yayının<br />
Sırbistan’da olduğu kesin, çünkü Sırbisile<br />
anılmak istemeyen Hırvatlar’ı eklemekte<br />
beis görmeyeceklerdir. Balkan halklarının ve<br />
mitlerinin kendilerini düşünüyor olması;<br />
gerçekten eğlendirici ve ilginçtir. Genellikle<br />
“Balkan” diye adlandırılmak hoşlanmadıkları<br />
bir şeydir. Bu nedenle coğrafi bir terim olarak<br />
bile içinde olmak istemezler. Aslında asıl problem;<br />
Balkanlar'daki Güney Slav uluslarının<br />
(Bulgaristan hariç) devleti olan Eski Yugoslavya'nın<br />
dağılmasıydı. Hiç şüphesiz bu durum,<br />
Sırbistan tarafından tasarlanmıştı ve patlak<br />
veren savaşın asıl amacıydı. Peki bundan sonra<br />
ortak alanlara nasıl hitap edecektik ? "Balkanlar"<br />
kelimesi kullanılmak istenmiyor. Çünkü<br />
’’Balkanlaşma’’(Balkanization) sözcüğü İngilizcede<br />
parçalanmakla eş anlamlıdır. Bölgeyi "Eski<br />
Yugoslavya" olarak adlandırmak da istemiyorlar,<br />
çünkü kanlı bir çağrışım yapıyor ve parçalanan<br />
bir şeyi hatırlatıyor. O zaman ’’Bölgenin<br />
Ülkesi’’ diyeceğiz. Bu coğrafyada herkes inatçıdır.<br />
Ben de bir inatçı olarak ‘’Boşnak Ulusal<br />
Listesi’’nin editörüyüm. Yazarlarımız Bosna<br />
Hersek çevresi için, ‘’Bölgenin Ülkesi’’ olarak<br />
yazdıklarında düzeltiyorum. Bence bu hakka<br />
sahibiz, çünkü bizim "Hayalî Balkanlar"ın geri<br />
kalanına ya da sözde bölgelere baktığımız açı<br />
budur.<br />
"Balkanlar" kelimesi kullanılmak istenmiyor.<br />
Çünkü ’’Balkanlaşma’’(Balkanization) sözcüğü<br />
İngilizcede parçalanmakla eş anlamlıdır.<br />
Balkanlarda kültürel iktidar kimin elinde?<br />
En büyük yayıncı hangi ülkede? En çok ödüllü<br />
filmleri kim çekiyor? Kimin haber kanaları,<br />
gazeteleri daha etkin eski Yugoslavya’da?<br />
45
tan’ın nüfusu iki kat daha fazla. İlginç bulduğum<br />
şey, Slovenler’in kültüre bu denli yatırım<br />
yapmaları gerektiğine inanmış olmaları. Uzun<br />
bir süredir kültüre yatırım yapıyorlar ve bu<br />
durum o küçük ülkenin çok kısa zamanda<br />
tanınmasını sağladı. Küçük uluslar olduğumuz<br />
söylenir. Bunu benimsemenin arızalı olduğu<br />
fikrindeyim. Çünkü bu, bir yerden sonra sizi<br />
aşağılık duygusuna götürüyor. Küçük ülkeler<br />
değil, nüfusu ve sayısı az ülkelerin olduğunu<br />
düşünüyorum. Ama küçük ülke deyince, bu<br />
küçük ülkenin küçük kültürü olmasına götürüyor<br />
ki bu yanlış bir tanımlama. Çünkü hiç bir<br />
ülke, hiç bir millet küçüklüğü kendine yediremez.<br />
Gelişmiş bir ekonominiz, güçlü bir ordunuz,<br />
istikrarlı bir dış politikası olmayan bir<br />
ülkeyseniz; gerçekten kültür ve eğitime yatırım<br />
yapmanız gerekir. Çünkü ülkenizi ancak bu<br />
şekilde dünyaya kabul ettirebiliyorsunuz. Bunu<br />
anlayan her ülke, modern pazarlama ve tanıtım<br />
yollarını seçiyor ve kendi çıkarlarına uyuyorsa<br />
kendisini başkalarına dayatma fırsatını yakalıyor.<br />
Balkan ülkeleri bu sebepten dolayı birbirlerine<br />
kendi kültürleri empoze etmeye çalışıyorlar.<br />
Bizim televizyonlarımızda hep Sırbistan ve<br />
Hırvatistan var. Bu kanallar dışında ayrıca iki<br />
bölgesel kanal daha var. Bunlardan birisi Al<br />
Jazeera Balkans diğeri ise ona rakip olarak çıkan<br />
N1. Medya meselesine gelince, bölgesel anlamda<br />
yaşanan sorun; eski Yugoslavya’daki duyguları<br />
yani Yugonostaljiyi kullanarak bölgesel bir<br />
işbirliğine gitmeye çalışmak bence. Bu gibi bir<br />
hataya düşen medyayla, iyi bir yere varılamaz.<br />
Zagreb'in Yugoslavya döneminde ve sonrasında<br />
en entelektüel şehirlerden birisi olduğu<br />
söylenir. Gerçekten öyle midir? Tarihte ve<br />
günümüzde, sizce bölgedeki sanat ve edebiyatın<br />
merkezi neresidir?<br />
Belgrad ve Zagreb o zamandan bu yana iki ana<br />
merkezdi. Belgrad, Yugoslavya’nın başkenti<br />
olduğundan hakim olanın Belgrad olması gerekir.<br />
Zagreb ise, Avrupa Birliği’nin bir parçası<br />
olarak günümüzde, AB fonlarının sunduğu<br />
şeylerle kültürel zenginleşmenin ve değişimin<br />
teşviki yoluyla bu konuda önde olma fırsatına<br />
sahip. Maalesef, Hırvat Kültür Politikası’nın bu<br />
yönde olmadığını görüyoruz. Ama hiç bir<br />
zaman hiç kimsenin kültürel zenginlik anlamında<br />
Saraybosna kadar imkanı olmayacak.<br />
Tabii Saraybosna’ya kendini tanıtma şansı tanınırsa…<br />
Ne zaman bunu anlarsak o zaman Saraybosna<br />
kendini öne çıkarma fırsatı yakalayacak. Nasıl<br />
ki Doğu ve Batı’nın buluşma şehri olan İstanbul,<br />
Doğu ve Batı’yı fiziki olarak birbirine bağlıyorsa<br />
Saraybosna da bunun manevi kolunu<br />
üstlenir. Avrupa’da, batıdaki en doğu şehirdir<br />
Saraybosna. Bu yüzden, güzel ve ilham verici<br />
kültürel imkanların yer aldığı bir evren diyebiliriz<br />
Saraybosna için.<br />
Hırvatlar için Balkanlar, ideal olarak Sırbistan,<br />
Bosna-Hersek, Makedonya, Kosova ve Karadağ<br />
tarafından temsil edilmektedir. Ancak Ljubljana'ya<br />
giderseniz, Slovenler bu listeye Balkanlar ile<br />
anılmak istemeyen Hırvatlar’ı eklemekte beis<br />
görmeyeceklerdir.<br />
46<br />
30 Mart'ta Saraybosna'da ‘’Ortak Bir Dil<br />
Bildirgesi’’ imzalandı. Balkan ülkelerinde<br />
konuşulan tüm dillerin; Sırpça-Hırvatca-Boşnakça-Karadağca<br />
konuşanların aynı dili<br />
konuştuğunun kabul edilmesi gerektiği<br />
belirtildi. Tam olarak mesele neydi?
Dilbilimci Snježana Kordić, ortak bir dil olan<br />
Sırpça-Hırvatça (Yugoslavya döneminde ) dili<br />
üzerine olan tezini hiç bir zaman inkar etmedi.<br />
Sadece, yaklaşımını ve taktiklerini değiştirdi.<br />
Bu nedenle şüphesiz ki şu anda bunun böyle<br />
olmadığını iddia etmekle birlikte; Kordicka'nın<br />
ortak dili çağırdığı şey aslında, Sırpça-Hırvatca’dır.<br />
Bununla birlikte, imza atanlar yeni bir<br />
ekol ya da çok merkezli çağrı girişiminde<br />
bulunduğunu övüyorlardı. Amacına Hırvatistan<br />
ve Sırbistan’da ulaşamadığından, Saraybosna’da<br />
fikirlerini destekleyen bir yardım grubu<br />
oluşturdu -ki bunlar Bildirge’ye imza atanlardandı-<br />
öfkeli Ranko Bugarski’nin yanısıra, bu<br />
grupta belli başlı kurum ve kuruluşlardan gelen<br />
tek bir dil bilimci yoktu.<br />
Dört hedef ülkede, dil sorunları ile ilgileniyorlar<br />
(Bosna Hersek, Sırbistan, Hırvatistan, Karadağ).<br />
Şüphesiz imzacılardan bazıları, "Ortak,çok<br />
merkezli bir standart dilin; her dili<br />
konuşanın o dile kendisinin istediği gibi isim<br />
verme imkânı bıraktığı" iddiasında olduğuna<br />
inanan, akıllıca tasvir edilen bildirim metniyle<br />
aldatıldı. Buna ek olarak, medyada yapılan açıklamalara<br />
göre; bu bildirinin sadece makul her<br />
şey için tanınmış ve kabul edilebilir şeyleri<br />
onaylamak istediği gibi çok yuvarlak ifadeler<br />
var. Ki bunlar zaten bildiğimiz şeyler, şiddetle<br />
ayrılmak taraftarı olmadık hiç. Yani hoşgörülü<br />
bir Saraybosna onlar için makul başlangıç<br />
bölgesiydi. Çünkü bu ülkedeki hiç kimse onları<br />
tencere ile vurmaz. Başka bir deyişle, Bildir-<br />
Uzun yıllar, Zagreb'te Behar Dergisinde çalıştınız.<br />
Behar Dergisi, bölgedeki uzun soluklu<br />
Boşnak dergisiydi. Maalesef, artık yayımlanmıyor.<br />
Bu karar nasıl alındı ve neden alındı?<br />
Behar olarak bilinen dergi yayınına -yılda 6<br />
sayıdan 3 sayıya, 120 sayfadan 30 sayfaya düştüdevam<br />
ediyor. Fakat artık Boşnakların kimliğinin<br />
bir parçası olarak İslam'dan sapmayan bir<br />
gelenek ve modernitenin bir karışımını destek-<br />
47<br />
leyen, tam olarak bir Boşnak dergisi değil. Geçmişte<br />
Behar, Saraybosna'da bulanan; Bosna<br />
Hersek'teki 115 yıllık bir geleneğe sahip ulusal<br />
bir dergiydi. Bugün ise, Belgrad'da yayınlanan<br />
bir Hırvat gazetesi. Korkunç, çünkü bu da oldu.<br />
1911'de Behar, Boşnak listesinden bir Hırvat<br />
gazetesine dönüşmüştü. Aynı sıkıntı yüzyıl<br />
sonra yine oldu. Bu durum herhalde meydan<br />
okuyan insanlar tarafından tasarlandı, bir taraftan<br />
deli, milli Hırvatistan, diğer yandan Belgrad'da<br />
sol görüşlü insanlar var. Tam da söylediğimiz<br />
şey, medyanın korkunç şeyi yapmaması<br />
gerektiğini söylediğimiz şey; ‘’bölgesel lapa.’’<br />
Bu, ulusal dergilerin, kafa karışıklığı olan insanlar<br />
tarafından ele geçirildiğine bir delildir.<br />
Aslında, Hırvat siyasetinin böyle bir dergiyi<br />
kapatması gerekiyordu. Bütün sorun, Behar'ı<br />
yayınlayan birlik; Müslümanları yalnızca Boşnaklarla,<br />
Müslüman isimlerle ilişkilendiren<br />
Hırvat ulusal partilerinin eylemcileri tarafından<br />
ele geçirildiğinde başladı. Bundan başka bir şey<br />
değil. Ancak Behar 1911'de de Yeni Behar olarak<br />
yeniden doğmuştu. Umutsuzluğa gerek yok.<br />
Yüz yıl sonra 2016'da Zagreb'e tekrar gitti ama<br />
eğer nasipse yakında Saraybosna'da yeniden<br />
doğacak. Çünkü, Boşnakların kendi ulusal<br />
kültürünün ürünü olan bir derginin olmamasını<br />
kabullenmeyeceğiz. Sadece şimdilik yok. Bu<br />
kabul edilemez ve maalesef kendimizle ilgili<br />
çok konuşuyoruz.<br />
Gelişmiş bir ekonominiz, güçlü bir ordunuz,<br />
istikrarlı bir dış politikası olmayan bir ülkeyseniz;<br />
gerçekten kültür ve eğitime yatırım yapmanız<br />
gerekir.<br />
Genel olarak edebiyat, kültür ve sanat dergilerinin<br />
Hırvatistan’da ve Balkanlardaki<br />
durumu nasıl?
Bir önceki soruya ilave yaparak cevap vereyim.<br />
Benim ve bir çok kimsenin çektiği sıkıntı şudur:<br />
Nasıl Hırvatlar’ın her (Bosnada bulunan)şehrinde<br />
kendi kültürlerine dair en az bir dergileri<br />
olur da, biz Boşnakların birden fazla dergisi<br />
olmaz? Bosna-Hersek'te Boşnakların kendi<br />
kültür dergileri nasıl olmaz? Ve Hırvatistan’daki<br />
Boşnakların neden az sayıda dergileri var?<br />
‘‘Geçmişte Behar, Saraybosna'da bulanan; Bosna<br />
Hersek'teki 115 yıllık bir geleneğe sahip ulusal bir<br />
dergiydi. Bugün ise, Belgrad'da yayınlanan bir<br />
Hırvat gazetesi. Korkunç!’’<br />
Hırvatlar (ve Sırplar) tüm literatürlerini topladıktan<br />
sonra; yağmur, ağaç, deniz edebiyatına<br />
geçtiler. Biz Boşnaklar hala daha bir milleti<br />
millet yapan eserleri, antolojileri ve temel<br />
kitaplarımızı oluşturamadık. Edebiyat tarihimiz<br />
yok. Bosnalı bir geçmişimiz yok. Boşnakça<br />
bir ansiklopedimiz yok. Çok çalışanlar var,<br />
bunlar mükemmel kişilerdir. Ancak ulusal<br />
projelerin, ulusal sistemin desteği olmadan<br />
bunlar mümkün olacak şeyler değil. Yani bu<br />
bize kalmış. Türkiye'deki meslektaşlarıma bunları<br />
uzun uzun anlattığımda; başları dönüyor ve<br />
hep sonrasında yardım etmeyi teklif ediyorlar.<br />
Kendimiz yapamayacaksak o zaman bu kitaplarımız<br />
olmasın daha iyi, onları hak etmedik<br />
diyorum..<br />
48
ESMA KOÇ<br />
VIGILANTE<br />
Apaçık adaletsiz başladı her şey<br />
Orada mevsim kış orada kar ceketin<br />
Orada omzuna dargın saç teli<br />
Orada dönemediğim eski çağ ellerin<br />
Kuşlarına inandım göğünün, uçmadılar<br />
İçimdeki taş, devrilmedi berrak sulara<br />
Uyusun da büyüsündü leylak büklümlerin<br />
Uyusun da büyüsündü yeter ki<br />
Kendimi bekledim senden usanalı<br />
Öylece durdum, trenler ezdi içimden<br />
Bir yokluk yıldızlandı bana doğru<br />
Şimdi ceylanların uykusu kadar ömrüm<br />
Sırlarım söz tuzaklarına açtığın hoyrat ağzında<br />
Ağzın ki kıvrımında yedi harikalı diyarlar uyur<br />
Koşup kapaklansam baktığın yerler büsbütün dağ<br />
Tanrım bilirsin bunları konuş onunla<br />
Bu suçla bilineceksek vazgeçmek deliliktir<br />
Ölümcül dalgaların dinmesine inancımı kaybettim<br />
Artık sakin geçemem zehirli düğümlerden<br />
49
ERVANUR ERDOĞAN<br />
DİNAMİK ORGANİZMALAR TASVİRİ<br />
Az önce bi haber izledim<br />
Oturdum özenle, ağzımı iki metre açarak<br />
Dal üstünde bir kuş iskeletini beş milyon liraya<br />
Satamamışlar<br />
Oysa ne kadar da güzeldir<br />
Dal üstünde, kuşla iskelet<br />
Ban Jelacic Meydanında akıllıyla deli<br />
İki tiz sestir mekana avize olan<br />
Doğuşma diye bir kelime duydum<br />
D harfinden kocamış kavimler gibi<br />
Şeffaf kanaldan <strong>renkli</strong> kanala geçerken<br />
Yaşayan değil ölmüş olmam gerektiğini de<br />
Şehrin çobanından duydum<br />
Hücrelerimi okşuyordu<br />
Marşlar, başlar, ilahlar dedim<br />
Ben sizi görüyorum<br />
Sizden beni kim görüyor<br />
Bir alkış sesi duymadan<br />
Bir ağzı öpüp taşlamadan<br />
Açık konuşayım<br />
İnsanoğlu uçar bazen<br />
Narsistlik Allah vergisi<br />
Soluklandım, su içtim<br />
Tahakkümü altında<br />
Adı şöhretli heykelinin<br />
Yürüdüm, sallandım, zılgıt çektim<br />
Ötüşüne döndüm kuş iskeleti<br />
Ban Jelacic'ten bakir sinema köşelerine<br />
İki senaryo bir kameraman<br />
Kurtulmam çok tesadüftü<br />
Bürokrat şansıma küstüm<br />
Arka bahçeden çağrıldım<br />
Sigara molasındayım, elim telek döküyor<br />
Dünyada söyleyecek bir şeyi yok delilerin<br />
Dilin mecazından başka<br />
Bu yüzden hiç küfretmez kadın şairler<br />
Spikerler kadar bile<br />
Şiirlerinde kelimeleri dişlerken<br />
50
NADIJA REBRONJA<br />
luis, o nekim ljudima<br />
dok je spavala<br />
on se brijao<br />
u ogledalu je uhvatio<br />
njeno lice<br />
posmatrao je<br />
posmatrao<br />
i osjetio<br />
da mu na nekoga liči<br />
pronašao je oblik očiju diktatora<br />
usne zločinca<br />
bradu gnusnog generala<br />
uši čuvara logora<br />
probudila se<br />
i otišla da volontira<br />
u domu za siročad<br />
kao i svakog dana<br />
5I
ÖTEKİLER DE<br />
İNSANDIR<br />
Metin Savaş<br />
.<br />
İstanbul’daki tek yıldızlı otellerden birinde komilik<br />
ediyordum. Henüz çok gençtim, daha askere bile<br />
gitmemiştim. Turistik bir oteldi çalıştığım yer. Pek çok<br />
milletten turist konaklıyordu bizim otelde. Hekimlik<br />
yapan bir Japon müşterimizle dostluk kurmuş, yılbaşlarında<br />
birbirimize tebrik kartları göndermiştik<br />
mesela. İnternet yoktu o zamanlarda, posta hizmetleri<br />
yoluyla iletişim kuruyorduk. Etnik kökenini gizlemeyi<br />
tercih eden bir Ermeni aileyle de otelimizde tanışmıştım.<br />
Kök salmış Türk-Yunan husumetine rağmen<br />
paskalyalarda Yunanlı turistler otobüslerle geliyorlardı.<br />
Almanlar ve Fransızlar da otelimizde çokça konaklayanlar<br />
arasındaydı. Benim komilik yıllarım Humeyni<br />
devrimi günlerine denk geldiği için molla rejiminden<br />
kaçan epeyce Azeri kökenli İranlı da otelimize yerleşmişti.<br />
Gazeteci olduğunu söyleyen bir Fransız vatandaşıyla<br />
da kapıştığımı hatırlıyorum. Otelimizin duvarındaki<br />
Türkiye haritasına yanaşan Fransız gazeteci<br />
parmağını harita üzerindeki İstanbul noktasına koyarak<br />
“Bizans” demişti. Ben de delikanlılık yaşımın<br />
protest tavrıyla “Bizans mort” karşılığını vermiştim.<br />
Kim ne derse desin, sanatçı kimliğimle edindiğim<br />
izlenimleri dürüstçe ifade etmem gerekirse, Alman<br />
turistler diğer müşterilerimize kıyasla çok daha<br />
medeni idiler. Biz otel çalışanlarına verdikleri bahşiş<br />
de dolgun oluyordu ama Almanların daha<br />
medeni olduklarını söylemem o bahşişlerin<br />
hatırına değildir. İranlılar dağınık kimselerdi.<br />
Yunanlılar ise yaygaracıydılar. Fransızlar<br />
ise gerçekten zariftiler. Mağrip ülkelerinden<br />
gelen Arap-Berberi melezi müşterilerimizse<br />
ağır kokular sürünürdü hep. Türkiye’de biz<br />
bu esansa hacıyağı diyoruz. Yugoslavya’dan<br />
tek bir müşterimiz gelmişti. Futbolcuydu ve<br />
İstanbul’daki futbol kulüplerinden birine<br />
transfer edilmişti. Aylarca bizim otelde<br />
konakladı, sonra da futbol kulübüyle anlaşamayınca<br />
ülkesine geri döndü. Boşnak asıllı<br />
bir Yugoslav vatandaşıydı. Bu anlattıklarım<br />
seksenli yılların ilk yarısıdır. Boşnak futbolcu<br />
Türkçe biliyordu. Tabii ki aksanlı konuşuyordu.<br />
İstanbul’a transfer olmaktan memnundu<br />
ve Müslüman olduğunu ısrarla dile getiriyordu.<br />
Uzun boylu, kalıplı, sarışın, mert görünüşlü<br />
bir genç adamdı. Yazık ki onun adını<br />
artık hatırlamıyorum.<br />
Otelimize bir keresinde İngiliz bir aile<br />
gelmişti. Aile babası Arapça öğrenmiş.<br />
Türkçe konuşamıyorlardı. Bu aile bütün<br />
fertleriyle Hıristiyanlığı bırakıp Müslümanlığı<br />
seçmiş bir aileydi. Ailenin annesi tesettürlüydü.<br />
Otelimize ilk geldiklerinde bavullarını<br />
odalarına taşıdığımda aile babası elime<br />
bahşiş tutuşturmuş ve oda kapısını hemen<br />
kapamıştı. Koridorda bahşişe baktığımda<br />
gördüm ki Türk parasının en yüksek banknotudur.<br />
Aile babasının bonkörlüğüyle ilgili<br />
değildi bu durum. Türkiye’ye ilk gelişi<br />
olduğu için Türk Lirası’ndaki banknotları<br />
değer olarak henüz ayırt edemiyordu. Bunun<br />
böyle olduğunu anlayınca oda kapısını<br />
tıklattım, adam kapıyı açınca da elimdeki<br />
banknotta yazan yüksek rakamı gösterdim.<br />
Farkında olmaksızın bana yüksek meblağda<br />
bahşiş vermiş olduğunu anlayan İngiliz Müslüman<br />
baba teşekkür etti, parayı geri aldı ve<br />
cüzdanından çıkardığı daha düşük değerli<br />
bir banknotu yine elime tutuşturdu. Ama bu<br />
kez de Türk parasının en düşük banknotuydu<br />
bu. Sesimi çıkarmadım tabii. İngiliz aile<br />
lobiye indiğinde ben paspas yapıyordum.<br />
52
Aile babası eliyle uzaktan beni göstererek hanımına<br />
İngilizce bir şeyler söyledi. Neler söylediğini az<br />
çok tahmin edebilmiştim ve kendi milletim adına<br />
gururlanmıştım.<br />
Yine bir paskalya günüydü. İki otobüs dolusu<br />
Yunanlı gelmişti otelimize. İlk anda onların<br />
Türkiye’den Yunanistan’a gitme Rumlar olduğunu<br />
anlayamamıştım. Çok genç olduğum için tecrübesizdim.<br />
Otobüsten inenlerin neredeyse hepsi<br />
de yaşlı çiftlerdi. Yaşlı kadınların bir kısmı başörtülüydü.<br />
İki otobüsün bagajlarındaki bavulları ve<br />
valizleri taşımaya koyuldum. Sonrasında yaşlı bir<br />
kadın asansöre yürüdü. Siyah başörtülüydü, entarisi<br />
de siyahtı, pabuçları da siyahtı. Etrafına<br />
bakındıktan sonra Türkçe olarak bana seslendi.<br />
“Asansörle beni yukarıya kadar çıkarır mısın evladım?”<br />
Yanına koştum ve asansör kapısını açtım. Asansör<br />
kabinine beraber girdik.<br />
“Ben asansörden korkuyorum da,” dedi yaşlı<br />
kadın.<br />
Fakat beni o tecrübesiz yaşımda hayrete düşüren<br />
bir şey daha yapmıştı yaşlı Yunanlı kadın. Asansör<br />
kabinine adım atarken Besmele çekmişti. Çok<br />
şaşırmıştım.<br />
“Müslüman mısınız?” diye sordum.<br />
Türkçesi fevkalade düzgündü. İstanbul’daki yaşlı<br />
kadınlar gibi konuşuyordu.<br />
“Ortodoks’um,” dedi bana.<br />
Hiç ses etmedim ve onu odasına kadar götürdüm.<br />
Birkaç saat sonra o yaşlı kadın lobiye inince bir<br />
İdeolojiler bardak çay istedi. Servis ettim. bizi ayırsa da, rüyalar<br />
.<br />
ve<br />
“Gel yanıma otur, konuşalım biraz,” dedi.<br />
dertler biraraya getirir.<br />
Türkiye’de doğmuş, genç kız iken Yunanistan’ın<br />
bir köyüne yerleşmiş. Bu köyün ahalisi<br />
Türkiye’den gitme Rumlarmış.<br />
“Oralarda rahat mısınız?” diye sordum.<br />
Yaşlı kadın dedi ki:<br />
“Hiç sorma evladım. Yunanistan’a göç ettiğimiz<br />
53<br />
ilk zamanlarda çok eziyet çektik biz. İkinci sınıf<br />
vatandaş muamelesi gördük. ‘Siz Türk tohumusunuz’<br />
diyorlardı bize. İtip kakıyorlardı. Köyüme<br />
döndüğümde kocama senden bahsedeceğim.<br />
Çünkü bana iyi davranıyorsun.”<br />
Yaşlı kadın böyle konuşunca ben karşılık veremedim.<br />
Üzülmüştüm ve üzgün olduğumu o yaşlı<br />
kadın yüz ifademden fark etmişti. Ve işte bu yaşlı<br />
Rum kadınıyla tanışmam benim için bir hayat<br />
tecrübesiydi. Önyargıların, siyasi düşmanlıkların,<br />
birbirimizi anlamak ve tanımaktan uzak durmamızın<br />
bedeli ağır oluyormuş. Rus zulmünün en<br />
büyük mağdurlarından Kırım ülkesinin meşhur<br />
edebiyatçısı Cengiz Dağcı bir romanına “Onlar Da<br />
İnsandı” adını vermiştir. İşbu romanın son iki<br />
cümlesi şöyledir:<br />
“Tanrım! Onlar da insan! Acı onlara! Kendileri<br />
gibi, başkalarının da insan olduklarına inandır<br />
onları! Ötekiler, o hayvan gibi sürülüp götürülenler…<br />
Onlar da insandı!”<br />
Türk, Rum, Boşnak, kim olursa olsun hepimiz<br />
insanız.<br />
Türk Silahlı Kuvvetleri’nden emekli subay Osman<br />
Gazi Kandemir’in “Yüzyıllık Hikâye” adlı bir<br />
romanı var. Bu roman Balkanlar coğrafyasının son<br />
yüz yılında yaşanmış olan acıları cephe gerisinden,<br />
sivil halk üzerinden anlatıyor. Balkan Savaşlarıyla<br />
başlayan bu roman Boşnak-Sırp savaşına<br />
kadar sürüyor. Çok şey söylenebilir ama “Yüzyıllık<br />
Hikâye” romanının en çarpıcı sözlerinden biri<br />
şudur: “Bu hadiseler yüzlerce yıl önce olmadı. Bu<br />
hadiseler dünyanın kuytu bir köşesinde de<br />
olmadı. Yirminci yüzyılda Avrupa’nın ortasında<br />
oldu. Benim karım yirminci yüzyılda Avrupa’nın<br />
ortasında köle gibi satıldı, kızım sayısız tecavüze<br />
uğradı, oğlum kötürüm kaldı.”
''Kelime, baylar, birinci derecede kamu sorunudur.''<br />
HUGO BALL<br />
Sosyal ritmin, Batı<br />
düşüncesinin ve insan<br />
akıl sağlığının en<br />
büyük darbeyi yaşadığı<br />
dönemlere gidelim.<br />
Birinci Dünya Savaşı<br />
sonrası, bir sergi salonunun<br />
tavanında içi<br />
doldurulmuş, omuzlarında<br />
subay rütbesi<br />
ve beresinin altında<br />
domuz maskesi bulunan<br />
bir asker asılı,<br />
duvar kısmında ise<br />
siyah ketenle doldurulmuş,<br />
bacağı ve<br />
kolları olmayan bir<br />
kadın. Omuzlarında<br />
elektrikli zil ve ispirto<br />
ocağı var; vücudunun<br />
arka kısmında ise<br />
kocaman bir haç asılı.<br />
Hemen yanı başlarında,<br />
Tanrı Bizimle tümcesi.<br />
Ek olarak şöyle de<br />
bir not yer alıyor: “Bu<br />
sanat yapıtını anlamak<br />
için doymuş bir<br />
maymunla 12 saat<br />
eğitim yapılmalı ve<br />
tam techizat Temelhof<br />
alanında koşulmalı.“<br />
İşte 1916 yılında<br />
Zürih'te bir kaç gencin<br />
bir araya gelmesiyle<br />
Dada'nın doğuşu<br />
başladı. Bu aynı<br />
zamanda karşı koyuş<br />
ve burjuvaziye apaçık<br />
bir saldırının da doğuşuydu.<br />
Dada hareketi,<br />
hemen hemen tüm<br />
Avrupa ülkelerinden<br />
rejim karşıtı aydınların<br />
önderliğini yürüttüğü<br />
bir hareketti ve<br />
savaşa karşı çıkma bu<br />
aydınları birleştiren<br />
en önemli özellikti.<br />
Kendi ülkeleriyle<br />
apaçık bir çatışma<br />
halinde olan bu aydınlar,<br />
ülkelerinden ayrılmış<br />
ve Zürih'te toplanmıştı.<br />
Bu hareketin<br />
estetiği ve eylemci<br />
biçimi de böylece<br />
aydınların düşüncelerinden<br />
derin izler taşıyacaktı.<br />
Zira kendileri<br />
sanatsız sanatçı insanlardı.<br />
Dada'nın kurucuları<br />
olan Hugo Ball,<br />
Marcel Janco, Tristan<br />
Tzara, Jean Arp ve<br />
Richard Huelsenbeck;<br />
çalışmalarına ilk<br />
SANATTA YORGAN YA DA<br />
URGAN MESELESİ OLARAK<br />
DADACILIK<br />
Ervanur ÖTEKİLER Erdoğan DE<br />
İNSANDIR<br />
54
olarak hedeflerindeki<br />
kamoyunu rahatsız<br />
etmekle başladılar;<br />
''Biz, komünal girişimin<br />
tamamlanmasıyla<br />
her bireyi bilinçli bir<br />
üretim gücünün mecrasına<br />
akıtmak istiyoruz.<br />
Sistemin eksikliklerine<br />
ve gücü tahrip<br />
edenlere savaş açtık.''<br />
Toplu Bildiri, 11 Nisan<br />
1919<br />
Çıkarılan dergiler,<br />
yazılan yazılar, açılan<br />
galeriler daima bir<br />
başkaldırıdan bahsediyordu.<br />
1918'de<br />
yayınladıkları bir<br />
bildiride, edebi boş<br />
kafaların dünyayı<br />
düzeltme kuramlarına<br />
karşı, yazı ve resimde<br />
Dadacılıktan yana<br />
olduklarını söylediler.<br />
Kübizm ve Fütürizmin<br />
bir başka versiyonu<br />
olarak görülen Dada,<br />
kısa sürede büyük<br />
tepkileri de beraberinde<br />
getirerek yayılmaya<br />
başladı. Yapıtlarında<br />
alışılmış kurallara ve<br />
estetiğe karşı çıkan<br />
Dada, sürekli olarak<br />
burjuvanın tiksinçliğini<br />
öne sürüyor,<br />
toplumda yer edinmiş<br />
düzen ve kavramları<br />
yok sayarak yeni<br />
deneysel ifade ve<br />
biçim formlarını<br />
bulmak için çaba<br />
harcıyordu. Bir defasında<br />
Dadaizm öncülerinden<br />
Jean Arp,<br />
''Sosyal Estetikten<br />
Zamanla Daha Fazla<br />
Uzaklaştım'' adlı yazısında<br />
Dadaizmi şöyle<br />
özetledi:<br />
“Dada, insanın akla<br />
uygun aldanışlarını<br />
ortadan kaldırmayı,<br />
doğal ve mantıksız<br />
düzene yeniden<br />
kavuşmayı amaçlamıştır.<br />
Dada, insanın<br />
mantıklı anlamsızlıklarını,<br />
mantıksız<br />
saçmalıklarla değiştirmeyi<br />
istemektedir.<br />
İşte bu yüzden biz,<br />
Dada'nın büyük davulunu<br />
bütün nefesimizle<br />
üflüyoruz. Dada için<br />
felsefeler, bırakılmış<br />
eski bir diş fırçasından<br />
daha az değerlidir.<br />
Dada onları büyük<br />
dünya liderlerine bırakır.<br />
Dada, erdemin<br />
resmi sözlüğünün<br />
iğrenç entrikalarını<br />
kınamaktadır. Dada,<br />
saçma olan için vardır,<br />
ki bu saçmalık anlamsızlık<br />
anlamına<br />
gelmez. Dada doğa<br />
gibi saçma ve akla<br />
aykırıdır. Dada doğadan<br />
yana ve sanatın<br />
karşısındadır. Dada<br />
hareketi kesinlikle<br />
doğduğu zamanın<br />
özel koşuları göz<br />
önüne alınarak incelenmelidir.<br />
Sözü geçen<br />
zamanlar, büyük bir<br />
karışıklığın olduğu<br />
zamanlardır.''<br />
Peki nedir Dada?<br />
sorusuna gelelim.<br />
Aslında hiç bir anlamı<br />
yok. Sanat tarihinin<br />
en radikal adımlardan<br />
biri olan Dada, eğer<br />
bir Fransızsanız size<br />
göre tahta attır;<br />
Almansanız bir hoşçakaldır;<br />
Romanyalıysanız<br />
''haklısın'' kelimesinin<br />
karşılığıdır. Bana<br />
göre en doğrusu, bu<br />
akımı iç boş bir kelimeyle<br />
bırakmak, salt<br />
Dada.<br />
Tüm dogma ve kuralcılıklara<br />
tepki olarak<br />
doğmuş ve yaşamın<br />
özünde devrim<br />
yapmak niyetinde<br />
olan bu insanlar, niçin<br />
bir kurala takılıp bir<br />
kelimenin içini<br />
doldurmaya maruz<br />
kalsın? Dada sadece<br />
var olmak istemişti.<br />
Bu yüzden 1. Dünya<br />
Savaşı yıllarında tüm<br />
estetik anlayışları<br />
yıkmaya teşebbüs etti.<br />
Provoke unsuru<br />
görselleri ön plana<br />
çıkararak içinde<br />
resmin, şiirin, müziğin<br />
yer aldığı bir kültür<br />
inşası niyetindeydi. Kronolojik<br />
açıdan düşünürsek<br />
Dada modernizm için yer<br />
alır ya da modernizm ve<br />
postmodernizm arasında<br />
bir köprüdür de diyebiliriz.<br />
O başkaldırıyla yükseldi,<br />
her türlü gerçekliğe şüphe<br />
ile yaklaştı ve bu başkaldırıdan<br />
sanat üretti. Üretilen<br />
bu sanat her ne kadar tek<br />
başına yaşamını sürdüremese<br />
de daha sonraları<br />
Sürrealizm içerisinde faaliyet<br />
göstermeye devam<br />
etmiş, 1960 sonrası<br />
Neo-Dada adı altında başka<br />
bir boyutta geri dönüşüm<br />
gerçekleştirmiş olması da<br />
onun güçlü bir sanatsal<br />
anlayış olduğunun göstergesidir.<br />
Nitekim bu durum,<br />
Neo-Dada ve Amerikan<br />
55<br />
‘’Dada hareketi,<br />
hemen hemen tüm<br />
Avrupa ülkelerinden<br />
rejim karşıtı<br />
aydınların önderliğini<br />
yürüttüğü bir<br />
hareketti ve savaşa<br />
karşı çıkma bu<br />
aydınları birleştiren<br />
en önemli özellikti.’’
Reklamcılığı başlığı adı altında ayrıntılı<br />
olarak işlenebilir.<br />
Onlar, ''Zürih'in saygıdeğer ahalisi, öğrenciler,<br />
zanaatkarlar, işçiler, berduşlar, tüm ülkelerin<br />
aylakları, birleşin!'' diyerek ortaya çıktılar.<br />
Sadece teorik değil pratik olarak da<br />
büyük bir eylem oluşturdular. Onlar, sanat<br />
acilen ameliyat edilmeli diyerek bağlı kalınan<br />
tüm sanat kurallarını birer kocakarı<br />
ilacından ibaret gördüler. Ama ne yazık ki<br />
çabaları istenilen sonucu vermedi. Richard<br />
Skinner, meşhur romanı Kadife Bey'de geçen<br />
bir konuşmada;<br />
''Dadaizm başarılı oldu mu diye bana sorsalar,<br />
ayrıntılarda başarılı bir akımdı. Esasları<br />
söz konusu olduğunda ise tam bir başarısızlıktı<br />
diyebilirim. O zamanlarda havada bir<br />
şey vardı, fakat Dadaizm ruhunun sanatla işi<br />
olmazdı. Dadaizm, bir kaç etkileyici kitapçık,<br />
broşür üretmiş olabilir. Fakat amaçları<br />
dünyayı değiştimek, devrim yapmaktı. Eh,<br />
bu yüzden işte, çok kötü çuvalladıklarını söylememe<br />
pek gerek var mı bilmem.'' sözlerini<br />
sarfetmişti. Bu bağlamda şu yorumu yapmak<br />
kafidir; Dadaizm kendi içinde kendini parçaladı.<br />
Çünkü o da, bir burjuvazi içerisinden<br />
doğmuş ve bunun sırtına yapışmış ağırlığıyla<br />
yaşamaya çalışmıştı.<br />
Dada ve Türkiye meselesine gelecek olursak,<br />
70'li yıllarda pop kültürüne önayak olan<br />
Dada'nın Türkiye'de tutunacak bir dal bulamaması<br />
ilginç! Bunun elbette bir çok sebebi var.<br />
Turgut Uyar bunu şu sözlerle izah ediyor:<br />
''Dada, çökmüş yozlaşmış Batı Avrupa'nın son<br />
entelektüel çırpınışı. Boşa da gitmemiş üstelik<br />
Sürrealizmin özbeöz anası olmuş.<br />
Dada, Türkiye'de hiç bir zaman olmamış,<br />
olması imkan dışı değerler sisteminin karşısına<br />
dikilmiş bir akım...''<br />
Yeniden yeni bir gerçekliğe ulaşmak dileğiyle...<br />
KAYNAKÇA<br />
GOMBRİCH, E.H. (1993): Sanatın Öyküsü, İstanbul: Remzi Kitabevi..<br />
SKINNER Richard (2016), Kadife Bey, (Çev: Yusuf Eradam), İstanbul: Kara<br />
Plak Yayınevi.<br />
THOMSON Lauro (2015), Sürrealistler:Ayrıntıda Sanat, (Çev: Ali Berktay),<br />
İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.<br />
Dada Manifestoları (2008), İstanbul: Altıkırkbeş Basın Yayın.<br />
http://www.lib.uiowa.edu/dada/index.html<br />
DADA HER ŞEY DEĞİLDİR<br />
DADA HER ŞEYE TÜKÜRÜR<br />
56
IS AUGUST ŠENOA ’’PEASANT´S REVOLT“<br />
.<br />
HISTORICAL<br />
REALITY OR FICTION?<br />
Enna Zone<br />
Đonlić<br />
In Croatian literature we may find writers who<br />
left a deep mark on the literature due to their<br />
specific literary work and the ones who have<br />
contributed by introducing of some new<br />
elements and innovations that clearly illustrate<br />
the historical course of Croatian literary development.<br />
Seemingly, we should pay attention to the one<br />
of the most influential writers of the 19th century,<br />
August Šenoa. His powerful influence<br />
defined so called intermediate stage in the transition<br />
from Romanticism to Realism “protorealism”<br />
or “Šenoa´s time”. This fact was pointing to<br />
the many barriers which the Croatian nation<br />
faces and that can be overcome just with the<br />
help of literature.<br />
Novel or more precisely, a historical novel was<br />
recognized by Šenoa as a very powerful weapon<br />
in the fight against “parasites” of the time. At<br />
the centre of the Šenoa´s importance is his<br />
representative work “Peasant´s revolt” (1877),<br />
which outlines many characteristics of<br />
“šenoan” novelistic activities.<br />
However, there is important question to be<br />
raised – Did and to what extent Šenoa write<br />
historically objective? Is it possible that each<br />
procedure mentioned in the novel was based<br />
on historical reality or we can eventually talk<br />
about the interweaving of the reality and<br />
fiction?<br />
HISTORIA EST MAGISTRA VITAE<br />
In these times we can quite often meet the<br />
human´s attitude that past belongs to past,<br />
present to present and that the future is to be<br />
created. It is part of human nature to repress<br />
the past especially less positive one, in order to<br />
be able to look forward what is yet to come.<br />
Nevertheless, Šenoa looked on this issue quite<br />
differently:<br />
“It is good that people know where they sinned<br />
and stumbled, where they celebrated and<br />
honoured. It may be their lesson for the future.<br />
It is known for long, but always true, the world<br />
of old Roman: Historia vitae magistra... That<br />
truth came into me and urged me, even now, to<br />
present the ancient story, old sins and our<br />
former glory.”<br />
Ana Oreški argues that Šenoa´s vision of “old<br />
times” have an educational, we might even say,<br />
critically charged function. People cannot be<br />
separated from their past, they must be open to<br />
critical approach to their past. Eventually they<br />
are invited to perceive “history as a teacher of<br />
life” and to learn from it. Even though, the<br />
people are exhausted in the past, they are called<br />
to be an active co-creator of the present, and<br />
thus the future. Just from this we could understand<br />
Šenoa´s tendentiousness in writing novels<br />
with historical themes.<br />
Why would Šenoa literalise history – namely<br />
Peasant´s Revolt? Answer on this question is<br />
offered in the very preface to the Peasant´s<br />
Revolt:<br />
“In the historical novel you have to use analogy<br />
between past and present in order to bring<br />
people the knowledge about themselves.”<br />
Seemingly, in the root of Šenoa´s writing of<br />
historical novels is to recognize oneself. To that<br />
knowledge we will be lead by understanding<br />
the past as a teacher of present, and the notion<br />
that “the present is nothing but today´s<br />
history”. Getting to know oneself can be
understood as a kind of imperative to those<br />
who in their work deal with contemporary<br />
events, and whose function is almost the same<br />
as the historical novel.<br />
Frangeš in Šenoa´s analogy identifies the comparison<br />
function; he draws a parallel between<br />
the conditions in the time of uprising (16th century)<br />
- when the peasant was oppressed and<br />
exploited; with opportunity from the time of<br />
the publication of the novel (1877), when the<br />
Croatian peasant was in the almost a similar<br />
situation as three hundred years ago.<br />
The time was inspired by the spirit of historicism<br />
and empiricism, so Šenoa´s methodological<br />
approach to literalising and Romanization<br />
of historical event is largely based on the objectivistic<br />
approach. Peasant’s revolt took place in<br />
1573, led by Ambroz Gubec commonly known<br />
as Matija Gubec, served to Šenoa as a template<br />
for the historical novel. His love to historical<br />
veracity Šenoa confirms with these words:<br />
“History, I did not let you down. Nor I needed.<br />
All people are in the book- even the last servant,<br />
all the horrible scenes, all the evil executioners<br />
are true, not written in chronicles but have<br />
been proved in the court.”<br />
Portrayal of Matija Gubec character allowed<br />
Šenoa to exercise his youthful wish to be a<br />
leader of the revolt. For Šenoa, it is not enough<br />
for writer of historical novels to focus only on<br />
established sources and historical documents,<br />
yet writer needs to be archaeologists as well.<br />
Writers of historical novel need to dig in the<br />
past to find “untouched whole” and then “clad<br />
it into attire narrative”.<br />
This eventually explains Nemec´s argument<br />
that above-mentioned Šenoa´s words from the<br />
preface of the novel should not be taken literally.<br />
In continuation Nemec argues that Peasant´s<br />
Revolt represents a novel in which interaction<br />
between historical and fictional is present<br />
in two ways: as historisation of fiction and<br />
fictionalization of history (Krešimir Nemec,<br />
Povijest hrvatskog romana od početka do kraja<br />
19. stoljeća, Zagreb, Znanje, 1994).<br />
Šenoa uses characters that are mentioned in<br />
historical sources and documents but on the<br />
other side he did not suppress the fictional part.<br />
Eventually, that fictional part uses historical<br />
reality for the creation of the novelistic world.<br />
Undoubtedly Šenoa insists on the historical<br />
authenticity with his strong attitude towards<br />
historicism and empiricism. Therefore we can<br />
perceive Peasant´s Revolt as F. Šišić did as “historical<br />
monograph in the form of a novel”.<br />
There were others who did not agree with F.<br />
Šišić, and that is the reason why there is a need<br />
to distinguish between res gesta and res ficta in<br />
this historical writing. Šenoa does not describe<br />
the event that did take place – res gesta, he<br />
writes the fictional literature work- res ficta.<br />
Hence, this does not mean that Šenoa wrote his<br />
own interpretation of a historical event, that he<br />
distorted the truth and that he presents the<br />
event as the work of ad acta.<br />
Ergo, Šenoa wrote the novel with historical<br />
theme, at the same time he makes it fictional,<br />
but also he testifies his ability to talk about the<br />
present moment and the people who make the<br />
reality though all the historical characters in<br />
the novel. Šenoa´s characters, in the opinion of<br />
Nemec, do not only have historical costumes,<br />
58
they speak, think and feel as the people of the<br />
epoch in which they live. Generally speaking,<br />
Šenoa´s characters are constructed on the basis<br />
of the poor historical sources and in many ways<br />
are fictional. Those characters are ordinary,<br />
average people and they become close to ordinary<br />
reading public, which is the main consumer<br />
of the novel.<br />
Consequently, Šenoa with his novel Peasant´s<br />
revolt gives space for every reader to reflect on<br />
its portrait of historical theme. Characters are<br />
specifically selected as well as the events and<br />
the reader hardly creates impression that it is a<br />
kind of fictionalisation of history. However, we<br />
have to notice that Šenoa despite his realistic<br />
tendentiousness is prone to some romantic<br />
models of narration namely romantic relationships<br />
and its complications.<br />
One can say that Šenoa´s Peasant´s Revolt<br />
eventually is complete by fictionalisation which<br />
made pure historical reality interesting and<br />
accessible to all. Šenoa did not escape some<br />
elements of triviality but they are not possible<br />
to avoid if you are aiming to reach wider range<br />
of audience as it was Šenoa´s goal.<br />
59
61- SALİ SALİJİ SÖYLEŞİ 64- ÖZGE DENİZ DÜNYAYI SAL-<br />
LAYAN, BİRAZ RESMİ BİRAZ GÜNLÜK BİR İKİLİ: 2 CELLOS<br />
68- HATİCE TOKUZ KIRIK KALPLER DURAĞI YA DA<br />
MUSEUM OF BROKEN RELATIONSHIPS 70- TALHA ULUKIR<br />
EVE DÖNÜŞ YOKTUR: YAĞMURDAN ÖNCE 74- ŞULE YAVU-<br />
ZER BOZKIRDA YUGOSLAV FİNCANLAR 76- CİHAT GEMİCİ<br />
GALİZ KAHRAMAN: DAVOR ŠUKER 79- ATTİLA İLHAN LİLİ<br />
MARLEN TÜRKÜSÜ 80- BALKAN SÖZLÜK
6I<br />
Sali Saliji ile;<br />
‘Sevdalinka: The<br />
Alchemy of Soul’<br />
üzerine söyleşi<br />
Belgeselinizin ismi ‘’Sevdalinka:<br />
The Alchemy of Soul’'. Yani Sevdalinka<br />
müziği için “Ruhun Simyası”<br />
diyorsunuz. Bugüne kadar herhangi<br />
bir müzik dalı için böyle bir şey duymamıştık.<br />
Fazla iddialı değil mi?<br />
Bir çocuk doğduğu zaman adını annesi,<br />
babası vb. kişiler verir. Sevdalinka filmi<br />
benim filmimdir, Ancak bir müzik türü<br />
ve kültür olarak bana ait değil. Sevdalinka’yı<br />
kültürlerinin önemli parçası<br />
olarak gören insanlar, yani onun sahipleri<br />
ona “Ruhun Simyası” ismini vermişlerdir.<br />
Ben bu ismi sevdim. Dolayısyla<br />
çok mu iddialı az mı iddialı yükümlülüğü<br />
altına girmiyorum. Filmi izleyenin<br />
takdirine kalmış bir şey bu. Ancak buna<br />
karar vermeden önce Sevdalinka’yı kavramak<br />
için biraz sabır, bilgi ve özellikle<br />
de icra edilmeye baslandığı zamanın<br />
ruhunu kavramak gerekir. Aynı isimde<br />
Esad Bajtal’ın bir kitabı da vardır. Kendisi<br />
Bosna’nın en önde gelen Sosyoloji<br />
ve Felsefe hocalarındandır. Kitabı hakkında çok farklı çevrelerin övgülerine şahit oldum. Şöyle<br />
ki; Sevdalinka üzerine yazılmış en iyi kitap diye söyleyen çok kişi vardır. Sonuç olarak benim<br />
filmimi izleyen biri, o müzikteki simyayı keşfederse güzel bir şey olur keşfetmez ise de benim<br />
için çok sakıncalı bir durum değil. Çünkü müzik başlı başına özel bir şey ve ruha hitap eden bir<br />
şey olduğu için subjektif tarafı ağır basmaktadır.<br />
Balkan Müzikleri Üçlemesi yapıyorsunuz. İlk filminiz ‘’Rock the Trumpet’’, daha sonra<br />
“Sevdalinka:The Alchemy of Soul” ve çekim aşamasında olan “Tamburica: The Sound of<br />
Landscape” Toplamda 3 belgeselden bahsediyoruz. Bu üçlemeye bir proje olarak mı<br />
bakmalıyız, yoksa yönetmenin izleyicilere bir armağanı mı?<br />
Aslında içinde saydıklarınızın hepsi var diyebilirim. Herşeyden önce ben bunu proje olarak
tasarladığımda -ki bu yaklaşık 6-7<br />
sene önceydi- teknik olarak bir takım<br />
şeylere karar vererek başlamıştım.<br />
Bu detaylara çok girmek istemiyorum,<br />
onlar seyircinin keşfettiği şeyler<br />
olsun. Ancak örnek olarak neyi kast<br />
ettiğim anlaşılsın diye; mesela hiç bir<br />
filmimde anlatıcı yok. Bu prodüksiyon<br />
sıkıntısı vs. gibi bir nedenden<br />
dolayı oluşmuş bir şey değil; bu<br />
projenin planlı, programlı biçimi<br />
dolayısıyladır. Dolayısıyla evet bu bir<br />
proje. Diğer yandan armağan…<br />
Aslına bakarsanız armağan lafını çok<br />
sevmedim. Çünkü ben ağırlığı daha<br />
fazla olan bir şey yaptığımı düşünüyorum.<br />
Her şeyden önce Türkiye’de,<br />
benim işlediğim konuları kapsayan<br />
başka bir uzun metrajlı belgesel film<br />
-benim bildiğim kadarıyla- daha<br />
önce çekilmedi. Bu bakımdan yaptığım<br />
işlerin, Türkiye’nin prestiji<br />
açısından önemli olduğunu düşünüyorum.<br />
Çeşitli Uluslarası Film Festivallerine<br />
katılarak da buna bizzat<br />
şahit oldum. Ancak burada önemli<br />
olan nokta benim her iki tarafa, hem<br />
Türkiye hem Balkanlara her türlü<br />
anlamda hakim olmamdır. Ben bunu<br />
olumlu bir şekilde kullanmak istedim.<br />
Bu üç müzik türü, aslında çok<br />
da dinlediğim müzikler değildi<br />
hiçbir zaman. Ama hep bir saygım<br />
vardı ve değerli olduklarını biliyordum.<br />
Belli bir anlamda da unutulmaya<br />
yüz tutmuş müziklerdi bunlar.<br />
Çünkü önemli temsilcilerin çoğu ya<br />
çok yaşlılar ya da artık hayatta değiller.<br />
Açıkçası, bu konuda bir şey yapmalıyım<br />
duygusunu yaşadım. Ancak<br />
bu müziklere hakim olmamak beni<br />
hiç bir zaman korkutmadı. Ben onu<br />
avantaja çevirebilirim diye düşündüm<br />
ve öyle de yaptım. Filmimin<br />
seyircisi benimle beraber o müziği<br />
öğrenir konumuna geliyor ve bu<br />
durum filmlerime farklı bir seyir<br />
zevki katıyor.<br />
Sevdalinka belgeseliniz üzerinden<br />
gidecek olursak, dinamik ve çatışması<br />
bol bir belgesel izletiyorsunuz.<br />
Bu genel olarak yapmak istediğiniz<br />
bir şey mi yoksa belgeselin<br />
içinde bulunan sanatçılardan<br />
ötürü oluşan doğal bir durum mu?<br />
Şunu rahatça söyleyebilirim ki bence<br />
bu tecrübe ile ilgili bir şey. Film her<br />
aşamada tamamıyla kontrolümün<br />
altında. Çatışmalar ise daha en başta<br />
söz ettiğim anlatıcı olmayacaksa ne<br />
yapacaksından kaynaklanan bir<br />
durum. Malzemenize inanılmaz<br />
derecede hakim olmak zorundasınız<br />
ki öyle bir kurgu yapasınız. Gerisi<br />
tecrübe ve çok çalışmak... Sevdalinka<br />
filminin yaklaşık 70 saatlik yalnızca<br />
çekimi vardı bende. Ben o 70 saati<br />
kaç defa izlediğimi inanın ki bilmiyorum.<br />
Sayısız kez olduğunu söyleyebilirim.<br />
Dolayısıyla sizin filmimde<br />
tarif ettiğiniz “çatışma” son derece<br />
bilinçli, planlı ve programlı bir şey.<br />
Yalnız kurguda değil, daha çekim<br />
aşamasına geçilmeden önce bile bu<br />
durum böyle.<br />
Sali Saliji<br />
Sevdalinka veya Sevdah. Bosna’ya<br />
ait bir müzik türü fakat belgeseli-<br />
62<br />
Sali Saliji, Makedonya (Yugoslavya)<br />
doğumlu olup; hem anne<br />
hem de baba tarafından<br />
Makedonya Türklerindendir.<br />
Ancak babasının görev yeri<br />
sebebiyle Sırbistan’ın Sancak<br />
bölgesinde yer alan Prijepolje<br />
şehrinde yaşamıştır. Bu yüzden<br />
kendini Makedonya’dan ziyade<br />
Prijepolje’li hissetmektedir.<br />
Üniversiteye Saraybosna’da<br />
başlamış, ancak savaşın patlak<br />
vermesiyle bırakmak zorunda<br />
kalmıştır. Eğitimine Üsküp’te<br />
devam ederken, Türkiye’de<br />
okumaya karar vermiş; lisans,<br />
yüksek lisans ve doktora<br />
eğitimini İzmir Dokuz Eylül<br />
Üniversitesi, Güzel Sanatlar<br />
Fakültesi, Sinema ve Televizyon<br />
Bölümü’nde tamamlamıştır.<br />
1999 yılından beri, aynı<br />
üniversitede Yönetmenlik<br />
Anasanat Dalı’nda Öğretim<br />
Üyesi olarak görevini sürdürmektedir.<br />
Tiyatro, Deneysel<br />
Film, Reklam Filmi, Klip gibi<br />
pek çok alanda yönetmenlik<br />
vazifesini icra etmesinin yanı<br />
sıra son 7 yıldır Belgesel<br />
çalışmalarına yönelmiş<br />
durumdadır.
nizde buna Sırbistan’ın da sahip çıkmaya<br />
çalıştığını görüyoruz. Bu tarz şeyler<br />
kültürler arası etkileşim olarak mı<br />
yorumlanmalı, yoksa bir müzik dalı<br />
sadece bir millete veya kültüre mi ait<br />
olmalı?<br />
İyi şeyler er ya da geç herkese ait olur.<br />
Köken olarak bilmem kime veya nereye<br />
aittir dersiniz. Bence Sevdalinka konusunda<br />
da bu durum böyle olmuştur. Beğenildiği<br />
için, sevildiği için, dilsel ve kültürel bir<br />
engel olmadığı için pek tabiii ki sınır ülkesi<br />
Sırbistan’da da sevilecektir. Bundan daha<br />
doğal bir şey olamaz. Burada şunu belirtmem<br />
lazım. Sırbistan Sevdalinka’nın<br />
Bosna ve Boşnak kültürüne ait bir şey<br />
olduğunu kabul ediyor. Buna itiraz eden<br />
kimse yok. Ancak şunu söylüyorlar; “Sevdalinka<br />
Boşnak ev avlularından sokağa<br />
taştıktan sonra herkesin oldu. Hepimiz<br />
sevdik, hepimiz sahiplendik.” Buna zaten<br />
itiraz eden yok. Bir çok Sevdalinka’nın<br />
bestecisi, söz yazarı vs. Sırptır. Ancak<br />
kimse Sevdalinka Sırp müziğidir demez,<br />
buna Sırplar da dahildir. Bana Sırbistan’ı<br />
katmak enteresan geldi. Çünkü bu iki<br />
toplum Boşnaklar ve Sırplar korkunç bir<br />
savaş yaşadılar. Buna karşılık müzik konusuna<br />
girdiğinizde, müziğin ne kadar<br />
birleştirici ve pekiştirici bir şey olduğunu<br />
görüyorsunuz. Kaldı ki Balkanlara yeni<br />
savaşlar değil, sağlıklı ve beraber yaşanabilecek<br />
bir gelecek inşa edilmesi gerekir.<br />
Filmim bu anlamda bir katkı yapmaktadır<br />
diye düşünüyorum. En azından arzum o<br />
yöndedir.<br />
Sevdalinka’da bulunan dini ve yerli<br />
motiflerin değiştirilerek tekrar icra edilmesi<br />
bu müziğin harmonisi ve ruhunu<br />
değiştiriyor mu sizce?<br />
Sevdalinka’da önemli bir dini motif varsa o<br />
da yasaktır. Bu yasak özellikle kadının<br />
sokağa çıkma yasağı şeklindedir. Fiziksel<br />
bir yasaktır bu. İnsanoğlu, insanın ruhuna asla<br />
hiçbir yasak getirememiştir, getiremez de. Bu aslında<br />
Sevdalinka’nın doğduğu andır. Şarkı, yasak aşk<br />
ve buna benzer duyguların yaşanmasına yol açan<br />
bir ruh hali olmuştur. O yüzden bu derece içten ve<br />
derindir. Gerçekte, yasaklanan bir çok şey bu şekilde<br />
ortadan kaldırılmıştır. En azından Sevdalinka’nın<br />
metafizik evreni (18. ve 19. yüzyılda) yaşayan<br />
insanın yasaklardan kaynaklanan acılarını rahatlatan<br />
bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Böyle<br />
bakınca mesela, o dönemdeki bir insan için Sevdalinka<br />
bir simya değildir de nedir?<br />
Belgeselinizde de gördüğümüz, Modern Sevdalinka<br />
ile Klasik Sevdalinka arasında yaşanan bir<br />
takım tartışmalarda sizin bir oyunuz/tarafınız<br />
var mı? Siz ne düşünüyorsunuz?<br />
Ben biraz Tito’nun tavırlarına benzeyecek ancak, her<br />
iki tarafı da tutuyorum. Ve bu durumda bu tavır<br />
mümkün olan bir tavırdır. Çünkü bu tartışmalar maç<br />
gibi değil de ondan mümkün. Bence Sevdalinka’nın<br />
gelenseksel formu çok iyi bir şekilde muhafaza edilmeli,<br />
korunmalı ve onunla ilgili gereken ne varsa<br />
yapılmalı. Diğer tarafta da yeni jenerasyonları da<br />
özgür bırakmak lazım. Çünkü popüler ve kötü olan<br />
hiç bir şey iz bırakmaz. Kötü olan bir daha anılmamak<br />
ve hatırlanmamak üzere kaybolacak, ancak iyi olanlar<br />
belli bir yere sahip olacaktır. Kaldı ki bence bu fikir<br />
bile sorulmamalı. Bu spontane bir şey olmalı. Yeni<br />
formlarda Sevdalinka’yı denemeyi kast ediyorum<br />
burada. Diğer konuya gelince ise muhafaza etmek<br />
için ciddi bir çaba sarf edilmesi lazım diye düşünüyorum.<br />
Aksi takdirde kültür kaybolup gidebilir.<br />
Saraybosna Film Festivaline katılacağınızı<br />
duyduk. Hangi filminizle katılıyorsunuz ve<br />
iddialı mısınız?<br />
Saraybosna Film Festivali son yıllarda Avrupa’nın en<br />
önemli ve en prestijli festivalleri arasında yer almaya<br />
başladı. Ben iddialı değilim ama filmimin iddialı<br />
olması lazım. Beni heyecanlandıran; filmimin böyle<br />
prestijli bir festivalin resmi programında göstermesi<br />
ve ondan da önemlisi Sevdalinka’yı anavatanında<br />
bir Türk filmi olarak göstermektir.<br />
63
DÜNYAYI SALLAYAN, BİRAZ<br />
RESMİ BİRAZ GÜNLÜK BİR İKİLİ:<br />
2 CELLOS<br />
Özge Deniz<br />
64
Hırvatistan; çok da uzun soluklu olmayan ülke<br />
geçmişine Eski Yugoslavya dönemini de ekleyerek<br />
baktığımızda; sanat sahnesine Goran Karan,<br />
Gibonni, Oliver Dragojević gibi birçok ünlü isim<br />
taşımış bir ülke… Ancak bu genç ülkeden güncel<br />
sanat sahnesine öyle bir ikili atıldı ki, bir daha<br />
önlerini alabilen olmadı: 2 CELLOS.<br />
Birbirlerini gençlikten beri tanıyan bu yetenekli<br />
ikilinin isimleri Stjepan Hauser ve Luka Šulić,<br />
bilinen isimleriyle 2Cellos. “Bu isim nereden geliyor?”<br />
diye sorulduğunda ise “Kısa, basit ve açık<br />
bir şey istedik, bu yüzden 2Cellos, yani iki çello.”<br />
cevabıyla karşılarlar bizi.<br />
Birlikte okudukları ve derslerinden birinde tanıştıkları<br />
Zagreb Müzik Akademisi’nden sonra<br />
eğitimine devam etmek için Viyana’ya geçen<br />
Šulić, ardından Londra’daki Royal Academy of<br />
Music’in yolunu tutar. Hauser ise Manchester’da<br />
Royal Northern College of Music ile devam ettirdiği<br />
eğitim hayatını Londra’daki Trinity Laban<br />
Konservatuvarı’nda tamamlamıştır.<br />
tutkuyla karılmasını, hayret ve hayranlıkla<br />
karşılamıştı. Yakın tarihte kendilerine yöneltilen<br />
“Bu alanda kendinize idol olarak gördüğünüz<br />
bir isim var mı?” sorusuna verdikleri “Bu<br />
fazı çoktan aştık. Zamanı geliyor, müzikte dışavurumunuz<br />
için kendi duruşunuzu arıyorsunuz.”<br />
cevabından, bizi bekleyen bu özgün<br />
içerikli birlikteliğin bize neler vaat ettiği anlaşılıyordu.<br />
Bu orijinal tat ve yorumun bunca<br />
pozitif tepkiyle karşılanmasının ardından<br />
güncel parçalara (ağırlıklı olarak pop ve rock<br />
türlerinde) klasik aranjmanlar yapmaya devam<br />
etme kararı alan ikilinin, Sony Masterworks ile<br />
yaptığı anlaşma ardından ilk albümleri olan<br />
2Cellos, 2011 yılında satışa çıktı.<br />
Ardından neredeyse tüm dünyayı dolaşmaya<br />
başladı bu kabına sığmayan genç ikili. Altı<br />
senede; binin üzerinde verilen konser, üç<br />
milyon kilometrenin üzerinde kat edilen yol,<br />
Müziğe, daha doğrusu sanata olan ilgileri genç<br />
yaşta ortaya çıkan ikiliden Hauser, Hırvatistan’ın<br />
Pula şehrinde geçen lise yıllarından ise çok keyifle<br />
bahsetmiyor. “Sevdiğim birkaç ders vardı, bunların<br />
hepsi de sanat dersleriydi, bunun dışında<br />
geri kalanı gözlerime karanlık düşürüyor*. En<br />
kötü tarafı öğrencilerin birbirlerine hakaretleriydi,<br />
en güzel anım ise okulun bittiği gündü.” diyerek<br />
özetlediği yıllarında nasıl sanata yöneldiğine<br />
dair kısa ve vurucu bir girizgâh yapmıştır.<br />
Klasik müzik eğitimi alan ve hayatlarını buna<br />
adamış olan ikili, farklı bir şeyler yapmak istediklerinin<br />
farkındalardı. Bunun ilk adımı ise Michael<br />
Jackson’ın “Smooth Criminal” isimli meşhur<br />
parçasına getirdikleri muhteşem yorumla oldu.<br />
Birçoğumuzun onları tanımasına sebebiyet<br />
vermiş olan bu video, YouTube’a büyük beklentilerle<br />
yüklenmemişti, ancak ilk iki haftada üç<br />
milyondan fazla izlenmeye ulaştı. Tüm dünya,<br />
modern müzikle klasik müziğin bu denli bir<br />
65
“Bu fazı çoktan<br />
aştık. Zamanı<br />
geliyor, müzikte<br />
dışavurumunuz<br />
için kendi<br />
duruşunuzu<br />
arıyorsunuz.”<br />
cevabından,<br />
bu özgün<br />
içerikli birlikteliğin<br />
bize neler<br />
vaat ettiği<br />
anlaşılıyordu.<br />
gidilen kırkın üzerinde ülke, on milyonun<br />
üzerinde dinleyici ve binin üzerinde<br />
turne günüyle kariyerlerinde rüya gibi bir<br />
altı yıl geçirdiler. Böylece güncel sanat<br />
sahnesinde ilk defa klasik müzik icra<br />
eden isimler bu denli merkezde olmuş,<br />
bir ilke imza atmışlardı.<br />
İlk albümlerinde; U2, Guns N’ Roses,<br />
Sting, Coldplay, Michael Jackson gibi<br />
tanınmış isim ve grupların parçalarına<br />
kendi aranjmanlarıyla farklı bir tat<br />
katmışlardır, aynı şekilde “Smooth Criminal”<br />
yorumları da yine bu albümde yer<br />
almıştır. “Sadece sevdiğimiz ve bizim için<br />
bir anlam ifade eden parçalara yorum<br />
getiriyoruz.” diyen ikili, aynı zamanda her<br />
albümlerinde müzik tatlarını da ortaya<br />
koyduğunu böylece belirtiyor.<br />
Ünlü besteci sanatçı Elton John, 2Cellos’un,<br />
2011 yılında gerçekleştireceği ve<br />
otuza aşkın ülkeyi kapsayan turnesinde<br />
kendisine eşlik etmesini Šulić’e birebir<br />
sormuştur. Aynı sene içerisinde Londra’da<br />
gerçekleşen iTunes festivalinde de sahne<br />
almışlardır.<br />
2012’ye de tıpkı 2011’de hayatlarına aniden<br />
giren bu yoğun tempoyla hiç hız kesmeden<br />
devam eden ikili, senenin ocak<br />
ayında “Glee” adlı ünlü Amerikan dizisine<br />
bir bölüm konuk oldu. Onları üne kavuşturan<br />
“Smooth Criminal” parçasını aynı<br />
şekilde yorumlayarak dizide ufak da olsa<br />
rol aldılar. Dizideki sahneleri kliptekiyle<br />
benzerlik göstermekteydi.<br />
Aynı yıl içerisinde takvimler haziran ayını<br />
işaret ederken, ikili bu sefer Elton John ile<br />
birlikte Buckingham Sarayı’nda Kraliçe<br />
Elizabeth’in karşısında bir performans<br />
sergilediler. Bir hafta sonra ise ikili, memleketleri<br />
Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’de<br />
ilk konserlerini verdi. Ancak onlar<br />
66<br />
için Zagreb’deki en unutulmaz an iki ay<br />
sonra gerçekleşecekti…<br />
Ağustos ayında Zagreb’e konser vermeye<br />
gelen dünyaca meşhur grup Red Hot Chili<br />
Peppers konserinde her şey spontane<br />
gelişti ve ikili bir anda kendini sahnede<br />
buldu. “O sahneden baktığımda atmosfer<br />
unutulmazdı.” diyen Hauser’ın Zagreb’le<br />
en unutulmaz anısı da böyle gelişmiştir.<br />
2Cellos, ikinci albümleri olan In2ition’ı<br />
2013 yılında satışa çıkardı. Bu noktada<br />
tarz olarak gördüğümüz en büyük değişiklik<br />
ise, bu yeni çalışmalarda solistlerle<br />
ortak çalışmalara yer vermeye başlamış<br />
olmalarıydı. Albümde birlikte çalıştıkları<br />
isimler arasında en dikkat çekeni Elton<br />
John olmakla birlikte; Steve Vai, Sky<br />
Ferreira gibi isimlerle çalışmışlardır.<br />
Bu albümün çıkışının ardından Elton<br />
John ile turneye çıkan ve bunun sayesinde<br />
turne kapsamında Kuzey Amerika,<br />
Avrupa ve Asya’nın birçok farklı yerine<br />
uçan ikili, müziklerini çok daha büyük bir<br />
kitleye ulaştırmıştır. Bununla birlikte aynı<br />
yıl içerisinde Japonya’da çekilen bir<br />
reklam filminde oynayan ikili, o dönem<br />
Japonya’da da önü alınmaz bir popülariteye<br />
ulaşmış, yükselişini hız kesmeden<br />
sürdürmeye devam etmiştir.<br />
Üçüncü albümleri olan “Celloverse” ise<br />
2015 yılında satışa çıkmıştır. Bu albümde<br />
en dikkat çeken çalışmalar ise AC/DC’nin<br />
“Thunderstruck” ve Avicci’nin “Wake Me<br />
Up” adlı parçalarına getirdikleri yeni<br />
yorumlar olmuştur.<br />
2017’de piyasaya sürdükleri dördüncü ve<br />
en son albümleri olan “Score” ise dünyaca<br />
meşhur film ve dizilerin müziklerini kapsayan<br />
bir repertuvara sahiptir. Albümün<br />
kayıtları ise Londra Senfoni Orkestrası ile<br />
gerçekleştirilmiştir. Bunlardan biri olan,
izlenme rekorları kıran meşhur “Game of<br />
Thrones” adlı Amerikan dizisinin müzik<br />
potpurisi de yine bu çılgın ikilinin ellerinden<br />
bambaşka bir tat ve yorum kazanmıştır.<br />
İkili, parçanın klibini, dizinin çekimlerinin<br />
yapıldığı Hırvatistan’ın Dalmaçya<br />
kıyılarında konumlanmış Dubrovnik<br />
şehrinde çekmiş, video iki günde bir<br />
milyon izlenmeyi aşmıştır.<br />
Başarıları zaman zaman ödüllerle de<br />
taçlandırılan ikilinin, bir tanesi Hırvatistan’dan<br />
olmak üzere altı tane ödülü, bir<br />
tane de MTV Müzik Ödülleri adaylığı<br />
mevcuttur. Kitleleri yakalaması zor bir<br />
müzik türüyle, yediden yetmişe geniş bir<br />
segmentte dinleyici yakalayan 2Cellos,<br />
şüphesiz ki sanat adına son dönemde<br />
Balkan coğrafyasından çıkmış en büyük<br />
ve en başarılı isim olmuştur.<br />
Son dönemde tabir-i caizse uçakta yaşar<br />
hâle gelmiş olan ikiliye “Peki eviniz<br />
nerede?” diye sorduğunuzda, ikisi de size<br />
büyüdükleri yerleri söyleyeceklerdir. Hâlâ<br />
geldikleri yerlere sıkı sıkıya bağlı olan<br />
ikili, fırsat bulduğu anlarda genelde<br />
memleketleri Hırvatistan’da tatil yapmayı<br />
tercih ettiklerini dile getirmiştir. Yani<br />
Hauser için evi hâlâ Pula iken, Šulić için<br />
ise yarı memleketi ve doğduğu şehir olan<br />
Maribor (Slovenya)’dır.<br />
Gittikleri her yerde, o ülkenin meşhur bir<br />
parçasına kendi yorumlarını getirmeyi ve<br />
solist olarak da genelde seyircilerin eşliklerini<br />
kullanmayı tercih ederek gönüllerde<br />
taht kurmayı başarmışlardır. Örneğin<br />
en son verdikleri Belgrad konserinde<br />
Goran Bregović’ten “Mesečina” parçasına<br />
çok farklı bir yorum katmışlardır, zaten<br />
Balkanların kalbinde çok büyük bir yeri<br />
olan ikili, böylece o yeri sağlama almıştır.<br />
Aynı şekilde İstanbul’da verdikleri konserde<br />
Tarkan’ın, döneminde tüm dünyada<br />
isim yaptığı “Fındıkkıran” adlı parçasını<br />
icra etmiş, tüm izleyenlerin gönüllerini<br />
fethetmişlerdir.<br />
Çello çalarken ne kadar uyumlularsa,<br />
karakter olarak da o kadar zıtlarda buluşan<br />
bir ikili Šulić ve Hauser. Bulundukları<br />
yerde didişmeden duramayan, sahnede<br />
serbest bıraktıkları içlerindeki o çocuğu<br />
baskılama çabasına her girdiklerinde,<br />
bulundukları yerdeki insanlara zor anlar<br />
yaşatabilecek potansiyelleri mevcuttur.<br />
Konuk oldukları programlarda, soruları<br />
yanıtladıkları basın toplantılarında –<br />
ağırlıklı olarak Balkanlarda gerçekleşen<br />
etkinliklerde – aralarında şakalaşmaktan<br />
konuk oldukları programın akışını bile<br />
bozma tecrübesine sahip ikili, içlerindeki<br />
çocuğu ve tevazuu hiçbir zaman gizleyememeleriyle<br />
de kitlelerde – özellikle<br />
Balkanlarda - sempati uyandırmaya<br />
devam etmektedir.<br />
Sanatını takip eden kitleleri habersiz<br />
bırakmayı sevmeyen 2Cellos, birçok konseri<br />
de dâhil olmak üzere çoğu çalışmasını<br />
resmî YouTube hesabında yayınlamaktadır,<br />
bu konserlerden biri Zagreb, bir<br />
diğeri ise Pula konserleri olmak üzere<br />
Hırvatistan’da vermiş oldukları konserler<br />
internet ortamında erişilebilir, meraklısına<br />
duyurulur…<br />
*Bu Hırvatçada bir kalıptır: Karanlık gibi üstüne<br />
çökmek olarak çevrilebilir.<br />
67<br />
Kitleleri<br />
yakalaması<br />
zor bir müzik<br />
türüyle,<br />
yediden<br />
yetmişe geniş<br />
bir segmentte<br />
dinleyici<br />
yakalayan<br />
2Cellos,<br />
şüphesiz ki<br />
sanat adına<br />
son dönemde<br />
Balkan<br />
coğrafyasından<br />
çıkmış<br />
en büyük ve<br />
en başarılı<br />
isim olmuştur.
KIRIK KALPLER DURAĞINDA<br />
YA DA<br />
MUSEUM OF BROKEN RELATIONSHIPS<br />
Hatice Tokuz<br />
.<br />
İkili ilişkilerde bir süre sonra, nereden geldiğini,<br />
nasıl olduğunu bilmediğin bir his doğar<br />
içine İlhami Algör’ün Müzeyyen’ine* ifadesiyle.<br />
Herşey iyi giderken birden bir şeyler kopar,<br />
“Çıt” sesini duyarsın. Bu sesi duyduğun zaman<br />
ise gitmen gerektiğini bilirsin.<br />
Hikayemiz de bununla ilgili. Kimine göre<br />
Balkan, kimine göreyse Orta Avrupa’da, Zagreb’te;<br />
dünyanın pek çok yerinde ne ilk ne de<br />
son olacak şekilde iki genç birbirini sever. Film<br />
Yapımcısı Olinka Vištica ve Heykeltraş Dražen<br />
Grubišić… Takvimler 1999 yılını gösterirken<br />
başlayan ilişkileri, duyguların değişim ve dönüşümü<br />
eşliğinde geçen dört yılın ardından “Çıt”<br />
sesini duymaları ile sona erer. Ancak ikisi de<br />
aradan geçen üç yılın ardından bile, bu ilişkiden<br />
geriye kalan, belki de pek çok kişi için<br />
çokça sıradan olan eşyaları atmaya kıyamaz ve<br />
olduğu gibi muhafaza etmeye devam ederler.<br />
Nitekim bir espriyle başlayan anılardan bir<br />
müze kurma fikri, Drazen tarafından ciddi bir<br />
proje ile hayata geçirilir ve o günden itibaren<br />
bir ayağı Zagreb’te olmak üzere Arjantin,<br />
Almanya, Bosna-Hersek, Makedonya, Sırbistan,<br />
Slovenya, Singapur, Filipinler, Güney<br />
Afrika, İngiltere, ABD ve Türkiye gibi birbirinden<br />
bambaşka coğrafyaları gezerek ruhu olan<br />
eşyaları koleksiyonuna katmaya başlar. 2010<br />
yılında ise Avrupa’nın en yenilikçi müzesi<br />
ünvanıyla Kenneth Hudson Ödülü’ne layık<br />
görülür.<br />
Görselliğin ön planda olduğu çağımızda, biten<br />
ilişkiler sonucu arafta kalan duygular gibi eşyaların<br />
da bir müzede sergilenmesi fikri; geçmiş<br />
zamanı, eşyanın hissettirdiği duyguyla beraber<br />
dondurmak gibi geliyor bana. Müze bu sebeple<br />
zihnimde, nedenselliğin sorgulandığı bir<br />
durağa, bir Candan Erçetin şarkısıymışçasına<br />
Kırık Kalpler Durağı’na dönüşüyor.<br />
Ancak müzenin ismini Türkçe’ye “Kırık Kalpler”den<br />
ziyade motamot olsa da “Kırık İlişkiler<br />
Müzesi” olarak çevirmek çok daha doğru olur<br />
sanıyorum. Zaten müze, size bir kadın ile bir<br />
erkek arasında yaşanan kalp kırıklıklarından<br />
daha fazlasını vaadediyor. Mesela, annesi tarafından<br />
henüz altı yaşındayken terkedilen bir<br />
kız çocuğu tarafından, annesinin ona yaptığı<br />
zencefilli kurabiyelerin kokusunu daima canlı<br />
tuttuğu için bağışlanan bir oklava yahut bir<br />
oğlun babasına duyduğu özlemin ifadesi olarak<br />
babasının çiftliğinden sökülerek getirilen<br />
dikenli teller, kırık kalplerin farklı tezahürlerine<br />
örnek olarak verilebilir.<br />
Geçtiğimiz Şubat ayında İstinye Park’ta<br />
“Aşktan Geriye Kalanlar” ismiyle yer alan serginin,<br />
Türkiye’den de pek çok kırık kalbe eşlik<br />
etmeyi mümkün kılmasıyla beraber Kırık<br />
Kalpler’in kapsamını daraltması bakımından<br />
isim şeçimini biraz sığ buldum. Buna rağmen<br />
aşkın büyük harflerle telaffuzunun zor olduğu<br />
bizim gibi, arada kalmış bir coğrafya için; taşınabilir<br />
objelere yüklenmiş bunca ağır sevda<br />
yükünü bağışlayanların, müzenin ayak bastığı<br />
dünyanın diğer bölgelerinde kadın ağırlıklı<br />
olmasına rağmen ülkemizde erkek ağırlıklı<br />
olduğunu öğrenmek değişik bir deneyim oldu.<br />
68
Sevgiliden geri kalanların parçalandığı balta,<br />
gönderilememiş mektuplar, içinde O’na ait<br />
mesajların saklandığı bir cep telefonu, onca<br />
hayalin tüllerinin arasında kaybolduğu gelinlikler,<br />
sevgilinin ardından dökülen gözyaşlarının<br />
biriktirildiği bir şişe, sıcacık bir yaz gününden<br />
kalma rastalı saçlar, sonunda sahibini intihara<br />
sürükleyen bir aşkın başlangıcı kartpostal,<br />
kırık bir kolye ucu ve daha niceleri…<br />
Ve Allah’ın herkese bambaşka bir tezahürünü<br />
bahşettiği, yeryüzündeki en eşsiz mucizelerden<br />
biri olarak aşk! Kalbin kan pompalayan bir<br />
organdan fazlası olduğunu keşif hali…<br />
.<br />
Yine de ben, bir eşyanın yanına iliştirilmiş üç<br />
beş satır hikayeden daha fazlası olduğuna ve<br />
yalnızca ona sahip olan kişiye manasını açabileceğine<br />
inanıyorum. Hislerse üçüncü tekil yahut<br />
çoğul kişilere şerhleri düşülemeyecek kadar<br />
biricik ve izah çabası beyhude… Tüm hikayeler<br />
en nihayetinde bir “Çıt” sesine bağlanıyor.<br />
*İlhami Algör, Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku,<br />
İletişim Yayınları, İstanbul 2015<br />
69
Talha Ulukır<br />
Eve Dönüş Yoktur: Yağmurdan Önce<br />
Her yeni şey bir başka şeyin bitişi<br />
ile başlar ve bitişi ile de başka<br />
yeni bir şeyin doğuşuna sebep<br />
olur. Her geçen gün hızlanarak<br />
devam eden hayat akışımız içerisinde<br />
bunu fark etmek oldukça<br />
güç. Özellikle de fazlasıyla<br />
enformasyona maruz bırakıldığımız<br />
günümüzde. Enformasyon<br />
yağmuru yalnızca günümüze<br />
has bir şey değil tabii, her<br />
dönem kendi içerisinde olması<br />
gerekenden daha hızlı akıyordur.<br />
Hayatlarında yolunda gitmeyen<br />
bir şeylere sahip olan insanlar<br />
içinse gerçek bu şekilde olmayabilir.<br />
Savaşlara gözümüzü yummamız<br />
ve yanıbaşımızda ölen<br />
insanlara duyarsızlaşmamız bu<br />
güne has değil. Aslında her<br />
devrin insanı kendi keyfiyetine<br />
mani olacak şeylerden uzak<br />
durmak ister. Balkan coğrafyası<br />
ise belki de gözümüzü en çok<br />
yumduğumuz yer olabilir.<br />
Dünya savaşlarının beşiği olmanın<br />
yanı sıra sürekli devam eden<br />
mikro-milliyetçilikler bize gözümüzü<br />
kapatacağımız yeni olaylar<br />
sunmuştur ve sunuyordur.<br />
Yağmurdan Önce, tam da biraz<br />
önce bahsedilen noktaya temas<br />
eden bir film. Akan kanın eksik<br />
olmadığı, insanların bunlara<br />
ajanslardaki sıradan haberlerle<br />
beraber şahit olduğu bir düzenin<br />
karşısında kendine bir yer buluyor.<br />
Savaş karşıtı filmlerde -özellikle<br />
de Hollywood filmlerindesavaş<br />
içerisindeki askerlerin<br />
tanıklıkları üzerinden acındırma<br />
yapan bir duruş olsa da Yağmurdan<br />
Önce meselenin yalnızca bu<br />
kadarla sınırlı kalmadığına<br />
işaret ediyor. Savaşlar yalnızca<br />
siyasilerin çözeceği, askerlerin<br />
savaştığı bir olgu olarak yer<br />
bulmuyor kendisine dünya<br />
düzeninde, insanların ferdi<br />
ve/veya ufak topluluklar halinde<br />
de kutuplaştığı bir düzlemi de<br />
var. İçerisinde birçok farklı hikayeyi<br />
bir arada barındıran, bunları<br />
da olağanın dışında bir kurgu<br />
ile sunan bir film Yağmurdan<br />
Önce.<br />
Üç epizot üzerinden döngüsel<br />
bir anlatıma sahip olan film bu<br />
bölümler arasındaki geçişlerdeki<br />
bağlantılarla seyirciye ipuçları<br />
veriyor.<br />
Kelimeler bölümüyle başlayan<br />
film adıyla da müsemma bir<br />
şekilde insanların dilleri ve kelimeleri<br />
kullanma sıklıkları üzerine<br />
bina ediliyor. Biri hiç konuşmayan,<br />
konuştuğu zaman da<br />
karşısındaki ile farklı bir dili<br />
konuşan iki insanın arasında<br />
etkileşim kurmak için sözcükleri<br />
ardı ardına dizmesinin bir<br />
zorunluluk olmadığına da işaret<br />
ediyor. İnsanlar arasındaki<br />
bağın, sahip oldukları yegane<br />
70<br />
şeylerden ve verdikleri<br />
sözlerden daha büyük olduğunu<br />
vurgulayan bölüm bir<br />
sonrakine bağlanmak üzere<br />
umutsuzca sona eriyor.<br />
Yüzler bölümünün hemen<br />
başlarında aslında hikayenin<br />
tamamen bağlantılı bir<br />
biçimde fakat üzerinden bir<br />
zaman geçmiş olarak devam<br />
ettiğine şahit oluyoruz,<br />
bölümün başındaki fotoğraflar<br />
önceki bölümde şahit<br />
olduğumuz son görüntüler<br />
oluyor. Hayatın hızlı akışından<br />
bahsetmiştik; bu akış<br />
da kendini en çok burada<br />
belli ediyor. Çünkü bambaşka<br />
bir coğrafyada bambaşka<br />
ilişkilerle hayat devam ederken<br />
bir önceki bölümde<br />
üzüntü veren şeyler burada<br />
bir nesne haline geliyor ve<br />
kullanıma açılıyor. Filmin<br />
ana karakteri olan Alexander<br />
Kirkov ile Anne arasındaki<br />
ilişkiye şahit oluşumuzla<br />
başlayan bölüm<br />
aslında bunun normalde<br />
olmaması gereken bir şey<br />
olduğuna dokunarak devam<br />
ediyor. Ortada ikisi arasında<br />
bir aşk olabilir fakat Anne<br />
aynı zamanda evli bir kadın.
Entrika dolu bir hikayenin çok rahat<br />
çıkarılabileceği bu durum film akışı<br />
içerisinde bu biçimde şekillenmiyor ve<br />
daha net kararların verildiği, daha net<br />
cümlelerin kurulduğu bir biçimde<br />
devam ederek filmin motivasyonunu<br />
kaybetmesine engel oluyor. Yüzler<br />
bölümüne adını veren asıl olay ise<br />
Anne’nin eşinin beraber yemek yedikleri<br />
yerde yüzünün paramparça olması<br />
ve neredeyse tanınamayacak hale<br />
gelmesidir. Nesne olarak kullanılan<br />
fotoğrafların içerisinde benzer şeyler<br />
olsa da modern insanın bununla yüzleşmesi<br />
onun asıl imtihanı oluyor. Bazı<br />
yerlerde her gün yaşanan şeyler<br />
modern insan için korkunç bir şey<br />
olabiliyor.<br />
Fotoğraflar bölümü ise hikayenin asıl<br />
kırıldığı yer oluyor, 16 yıl sonra memleketine<br />
dönen Alexander Kirkov ne evini<br />
ne de insanları bıraktığı gibi bulamıyor.<br />
Dönmeden önce büyük beklentiler<br />
içerisinde olan, her şeyin daha güzel ve<br />
temiz olduğu bir dünya hayaline sahip<br />
olan Alex daha memleketine adım atar<br />
atmaz hakikatle yüzleşmeye başlıyor.<br />
Köylerin başlarında eli silahlı gençlerle<br />
korunduğunu gören Pulitzer ödüllü<br />
fotoğrafçı gün geçtikçe gerçekleri daha<br />
iyi idrak etmeye başlıyor. İki komşu köy<br />
arasında yalnızca etnik ayrımdan<br />
dolayı insanlar birbirlerini vururken ve<br />
bunu normal karşılarken buraya yeni<br />
gelmiş olan Alex buna dur demek<br />
istiyor. Sesli bir şekilde bunu dillendirmese<br />
de hikayenin akışı içerisindeki<br />
sorgulamalarından bu kolaylıkla anlaşılıyor<br />
ve aslında sonunu getiren şey de<br />
bir bakıma bu oluyor. Kendisine güvenen<br />
ve bir Arnavut olan eski tanıdığı<br />
Hana’nın kızını kendi kuzenlerinin<br />
elinden almaya çalışan kahramanımız<br />
etnik ayrımcılık damarlarına işlemiş<br />
kuzenleri tarafından öldürülerek durduruluyor.<br />
Film boyunca sözü edilen ve<br />
sürekli yağması beklenen yağmur da<br />
tam bu anda yağmaya başlıyor; Kiril ve<br />
pederin gelmesini beklediği yağmur...<br />
Hana’nın kızı Zamira’nın manastıra<br />
doğru kaçışı ile hikaye başladığı yere<br />
dönüyor.<br />
Kurgusal olarak seyirciye filmden<br />
kopma izni vermeyen film, özellikle<br />
Makedonya’da geçen sahnelerdeki<br />
doğal güzellikleri de başarılı bir şekilde<br />
kullanarak estetik bir zevk veriyor izleyenlere.<br />
Hikayesi güçlü filmlerin genel<br />
olarak önemseme ihtiyacı duymadığı<br />
bu noktalara dikkat ederek filmin artı<br />
hanesini kalabalıklaştırıyor. Estetik ve<br />
kurgu anlamında haricen daha fazla bir<br />
şey söylemeye çok da lüzum yok aslında,<br />
olan olması gerektiği gibi veriliyor.<br />
Olanın olduğu gibi verilişine en büyük<br />
örnek ise ölüm sahneleri. Bahsi geçen<br />
her ölüm sahnesine tanık oluyoruz film<br />
boyunca. Seyirciyi doğrudan kan ile<br />
yüzleştiren yönetmen burada daha<br />
yumuşak geçişler yapmak yerine böyle<br />
bir tercihte bulunarak vermek istediği<br />
mesajı güçlendiriyor.<br />
Yağmurdan Önce’nin film oluşundaki<br />
oyunculuk, atmosfer yaratımı gibi<br />
etmenlere baktığımızda da filmin yapısını<br />
zedelemeyen seçimlerle karşılaşıyoruz.<br />
Makedonya’da geçen sahneler<br />
zaten atmosfer yaratımı olarak pek bir<br />
şeye muhtaç olmasa da Londra sahneleri<br />
filmin geneli içerisinde yavan kalan<br />
sahneler oluyor. Fakat süre olarak<br />
filmin büyük kısmına tekabül etmemesinden<br />
olsa gerek rahatsız etmiyor.<br />
Oyunculuk açısından bakacak olursak<br />
71<br />
‘‘Savaş karşıtı<br />
filmlerde -özellikle<br />
de Hollywood<br />
filmlerinde- savaş<br />
içerisindeki<br />
askerlerin tanıklıkları<br />
üzerinden<br />
acındırma yapan<br />
bir duruş olsa da<br />
Yağmurdan Önce<br />
meselenin yalnızca<br />
bu kadarla<br />
sınırlı kalmadığına<br />
işaret ediyor.<br />
Savaşlar yalnızca<br />
siyasilerin çözeceği,<br />
askerlerin<br />
savaştığı bir olgu<br />
olarak yer bulmuyor<br />
kendisine<br />
dünya düzeninde,<br />
insanların ferdi<br />
ve/veya ufak<br />
topluluklar<br />
halinde de kutuplaştığı<br />
bir düzlemi<br />
de var.’’
genel itibariyle gençlerin yaşlılardan daha başarılı<br />
olduğu izlenimi uyanıyor; Alex, Anne, Hana<br />
gibi karakterler kendinden beklenen duygu<br />
aktarımını her zaman veremese de sürece kısa<br />
gördüğümüz Kiril ve Zamira karakterleri büyük<br />
bir doğallıkla yaklaşıyor izleyiciye. Genel performans<br />
olarak baktığımızda ise filmin akışı içerisinde<br />
eriyen bir grafikle karşılaşıyoruz, bunda<br />
hikayenin ve estetiğin gücü es geçilemez.<br />
İmgesel olarak oldukça kalabalık olan film<br />
başından sonuna kadar imgelerle de izleyiciye<br />
bir şey anlatma derdinde. Manastırda geçen<br />
sahnelerde şahit olduğumuz resimler rastgele<br />
yerleştirilmiş ve denk geldiği için gösterilmiş<br />
resimler değil, her biri yönetmenin işareti ile<br />
gösterilen ve filmin akışı, karakterin macerası<br />
hakkında mesajlar veren resimler. Angelopoulos’ta<br />
sıkça gördüğümüz resim ile tasvir örneklerinin<br />
yanı sıra yine Angelopoulos’un filmi olan<br />
Ulis’in Bakışı ile benzer kurgusallıkta ve benzer<br />
yerlerden insana bakan bir film olması da Balkan<br />
coğrafyasının iki farklı noktasından beslenen<br />
yönetmenlerin benzer şeyleri anlatışı olarak<br />
düşünmeye müsait. Belirgin bir imge olarak,<br />
Makedonya’da ateşler arasında ölmeyi bekleyen<br />
bir kaplumbağa varken Londra’da akvaryum<br />
içerisinde bakılan, beslenen bir kaplumbağa söz<br />
konusu. Aynı kıta içerisinde yer alan iki farklı<br />
yerleşimdeki insanların birbirinden ne kadar<br />
farklı bir hayat yaşadıklarına dair verilen en<br />
belirgin mesaj olarak da bunu sayabiliriz.<br />
Film içerisindeki üç bölümde de ortak olan bir<br />
diğer şey ise aşk. Kelimeler’de Kiril ile Zamira<br />
arasındaki son ana kadar tam olarak anlayamadığımız<br />
aşk, Yüzler’de Alex ile Anne arasındaki<br />
yasak aşk, Fotoğraflar’da ise yine Alex ile eski<br />
sevdiği Hana arasındaki aşk. Üç bölümü birbirine<br />
bağlayan bu olgu filmin ana unsuru olmaktan<br />
ise uzak duruyor, bu filmin asıl vermek istediği<br />
mesajı verebilmesi açısından başarılı bir tercih.<br />
Aksi halde aşk üzerinden şekillenen bir film ile<br />
yapılan bütün toplumsal, anti militarist, faşizm<br />
karşıtı eleştiriler ikinci planda kalabilirdi. Filmin<br />
eleştirdiği noktalara değinmişken, asıl olarak bu<br />
72<br />
film üzerinden değil ama bu filme de değinerek<br />
eleştiriler yapan Zizek’e yer vermek gerekiyor.<br />
Mütefekkir Edward Said’in Şarkiyatçılık kitabı<br />
üzerinden benzeştirme yapan filozof; Kusturica’nın<br />
Yeraltı filmini ve Manchevski’nin<br />
Yağmurdan Önce filmini Batı’nın çokkültürcülük<br />
anlayışına eklemlenme çabası olarak görüyor.<br />
Zizek’e burada katılmak ne kadar mümkün<br />
tartışılır. Çünkü film aslında bundan daha fazlasını<br />
işaret ediyor. Batıya sırtını yaslanmak tam<br />
olarak bu filmin yaptığı şey değil. “Barış sadece<br />
istisnadır” diye batının insan hakları ve savaşsızlık<br />
propagandasına karşı bir cümle barındırması<br />
bile buna karşı çıkmak için yeterlidir.<br />
Film içerisindeki döngüsellikten de kaynaklı<br />
pek çok insan ilişkisi bulunuyor bölümler<br />
arasında. Alex ile Zamira arasındaki Hana<br />
üzerinden olan ilişkinin yanı sıra bağlantısı hakkında<br />
büyük bir ipucu verilmeyen bir başka<br />
bağlantı daha var ki o da Kiril’in amcasının<br />
Londra’da ünlü bir fotoğrafçı olmasıdır. Filmin<br />
akışı içerisinde bu mesele üzerine başka bir şey<br />
söylenmese de eğer burada işaret edilen kişi<br />
Alexander Kirkov ise kahramanımız film içerisinde<br />
daha merkezi bir yere oturuyor ve üç bölümün<br />
de arasındaki ilişkiler başka bir şeye ihtiyaç<br />
duymaksızın sadece kendisi üzerinden bile<br />
kurulabiliyor.<br />
İnsanın varoluşu başlı başına bir hikayedir, bu<br />
hikayenin bitişi ise yeni bir hikayeyi başlatır<br />
veya başka hikayelere yön verir. Bir şeyin olması,<br />
ondan sonrasının nasıl devam edeceğini şekillendirir.<br />
Gidildikten sonra gelinen hiçbir yer<br />
bırakıldığı gibi değildir. İnsanın kendi oluşu<br />
başkalarıyla ilişkisine bağlıdır ve eve dönüş<br />
hiçbir zaman olmayacaktır. Zira dönülen ev,<br />
daha önceki gidilen evden farklıdır artık.<br />
Yağmurdan Önce; tam da bir önceki cümleler<br />
etrafında toplumsal, ferdi, siyasi eleştiriler ve<br />
güçlü bir hikayenin yanı sıra imgesel göndermeler<br />
de yaparak bir döngüye şahit ediyor; farklı<br />
coğrafyalarda da gerçekleşmiş, gerçekleşen,<br />
gerçekleşecek döngüler...
Foto: Emin Akben
BOZKIRDA YUGOSLAV<br />
FİNCANLAR<br />
Şule Yavuzer<br />
Amcamın evi naftalin kokardı. Bu yaşlı, yorgun ve yalnız<br />
evlere has bir kokudur. Kalın perdelerle kapanmış pencereleri<br />
ile o ev; eşyaların üzerindeki kalın toz tabakasına<br />
rağmen benim için hep keşfedilmeye değer eşyalarla dolu<br />
yasak bölge oldu. Vitrinde duran plastik meyveler, sarı<br />
elbisesi ve bukle bukle saçlarıyla oyuncak bebek, yeşil<br />
daktilo, Bavyera marka süslü tabaklar ve dolapların içinde<br />
duran onlarca Avrupa menşeili eşya. Bu gizemli yer sadece<br />
gözümüzle dokunabildiğimiz, havalandırma bahanesi ile<br />
girdiğimiz zaman gizlice karıştırdığımız bir yer oldu.<br />
O ev çocuk yaşımın uçsuz bucaksız dünyasının, hayali<br />
saraylarından biriydi. Çok sonraları eve taze nefesler geldi,<br />
bacası tüttü, boyandı hatta yeni bir koltuk takımı bile<br />
alındı. Ama aşina olanların hissettiği ince bir naftalin<br />
kokusu hep kaldı. Amcamın evine en son gittiğimde, sarı<br />
elbiseli bebek biraz küçülmüş, vitrindeki eşyalar azalmış,<br />
plastik meyvelerin rengi solmuş gibiydi. Aslında büyümek<br />
denen şey başıma gelmiş, saraylardan kovulmuş, atımdan<br />
inmiştim. “Bir kahve yap da içelim” ricası üzerine kalkıp,<br />
bir kahve de kendime hazırladım. Henüz içtiğim Türk<br />
kahvesinin fincanını evirip çevirirken arkasındaki soluk<br />
mavi renkte Yugoslavia yazısını gördüm.<br />
Zaten Yugoslavya dağıldı, o muhteşem<br />
kapaklı ahşap koltuk takımını<br />
da çöpe attılar.<br />
Tüm bunların amcamın Hollanda’ya<br />
işçi gitmiş kara bıyıklı, yiğit<br />
bir adam olmasıyla ya da Yugoslavya’nın<br />
dağılmasıyla bir ilgisi yok.<br />
Amcamın ani ölümünden sonra<br />
yalnızca yazları nefes alan bir ev ve<br />
gizemli Yugoslav fincanlar var.<br />
Önce kim bilir ne acayip hikâyesi vardır diye düşündüm.<br />
Hikâyelere yürüyen insanlar ister ki kuru bir dalın, bir<br />
peygamberdevesinin, köşedeki taşın bir hikâyesi olsun.<br />
Vardır da. Tüm hikâyeleri okuyamıyor oluşumuz, olmadıkları<br />
anlamına gelmez. Eşyaya ruhunu sahibi verir. Bir<br />
yemek tabağı bile keyifli bir akşam yemeğinin neşesini ya<br />
da masadan aç kalkmaya sebep olacak bir kederi yüklenir<br />
ve bir anlamı olur.<br />
Amcamı hiç görmedim. Birden biten ve insana yarım<br />
kalmış hissi veren öyküler gibi, bir trafik kazasında bu<br />
dünyaya dair tüm hikâyesi bitti. Onu, konusu açılınca<br />
uzaklara dalan babamdan, soluk fotoğraflarından ve eşyalarından<br />
tanıdım. Fincanların izini sürsem de nasıl ve ne<br />
zaman geldiğine dair kimseden bir malumat alamadım.<br />
74
‘‘Hikâyelere yürüyen insanlar ister ki kuru<br />
bir dalın, bir peygamberdevesinin, köşedeki<br />
taşın bir hikâyesi olsun. Vardır da. Tüm<br />
hikâyeleri okuyamıyor oluşumuz, olmadıkları<br />
anlamına gelmez. Eşyaya ruhunu sahibi<br />
verir. Bir yemek tabağı bile keyifli bir<br />
akşam yemeğinin neşesini ya da masadan<br />
aç kalkmaya sebep olacak bir kederi<br />
yüklenir ve bir anlamı olur.’’
GALİZ KAHRAMAN:<br />
DAVOR SUKER<br />
Cihat Gemici<br />
Neretva’nın kenarında, Mostar Köprüsü’ne<br />
karşı kulpsuz fincanlarda kahve içen amcalar,<br />
Zagreb’in köylerinde tarlalarında çalışan<br />
esmerleşmiş ırgatlar; Belgrad’ın Kalemeydan’ında<br />
meşin yuvarlak peşinde koşturan Sırp<br />
çocuklar hep aynı isimden bahseder dururmuş.<br />
Râviyân-ı ahbar ve nâkilan-ı âsâr bazen hayretle<br />
bazen öfkeyle bu adamdan bahsederlermiş.<br />
Çocuk, Osmanlı padişahı Kanuni zamanında<br />
Budin eyaletine bağlı olan Osijek şehrinde<br />
doğmuş. Kanuni Sultan Süleyman burada 8<br />
kilometrelik bir köprü inşa etmiş. O dönemde<br />
bu köprü dünyanın 7 harikasından biri olarak<br />
görülüyormuş. Şehir 1968 yılında Eski Yugoslavya<br />
devletine bağlıyken yeni bir dünya harikasına<br />
daha kavuşmuş. Gözleri çörek otu gibi<br />
küçük, çenesi havuç gibi bir bebek, 1 Ocak<br />
1968’te Osijek’te dünyaya gelmiş. Harika çocuğun<br />
adını Davor koymuşlar.<br />
Davor küçük bir çocukken tarımla geçimini<br />
sağlayan mütevazı Osijek şehrinde meşin<br />
yuvarlağa gönül vermiş. İspanyolların Real<br />
Madrid takımını seviyormuş ama en sevdiği<br />
oyuncu ezeli rakibin futbolcusu Barcelonalı<br />
Maradona’ymış. Çelişkilerle dolu bir kafa yapısı<br />
olduğu yıllar sonra anlaşılmış. 16 yaşında genç<br />
bir delikanlı olduğunda Hırvat tarihinin en<br />
genç evine para götüren top koşturucusu olarak<br />
Osijek takımında oynamaya başlamış. Davor<br />
genç yaşında top tepme sanatının ustalarından<br />
birisi olarak kabul görmüş. Şöhreti dilden dile<br />
yayılmış, Zagreb’e kadar ulaşmış. 1989 yılında 21<br />
yaşındayken Hırvatların en meşhur topçu birliğinden<br />
Dinamo Zagreb için ter dökmeye başla-<br />
76
mış. Gönlündeki şehir Madrid’e giden<br />
yolda Davor gollerini İspanya’ya gidebilmek<br />
için atıyormuş. 1992 yılında<br />
Yugoslavya’da süren savaş ve Davor’un<br />
önlenemez yükselişi sonunda onu<br />
İspanya’ya götürmüş. Gönlündeki<br />
Madrid değil ama güzeller güzeli Endülüs<br />
şehri Sevilla, Davor’a kapılarını<br />
açarken, Yugoslavya dağılmış, Davor’a<br />
insanlar artık Suker demeye başlamış<br />
ve ülkesinin forması değişmiş.<br />
Endülüs’te top üstatlarından türlü<br />
numaralar öğrenen Suker, top oyununda<br />
en sevdiği adama da burada rastlamış.<br />
Zamanında Falkland Adaları’nın<br />
öcünü İngiltere’den yeşil sahada eliyle<br />
alan Maradona isimli cambaz da Endülüs’teymiş.<br />
En çok yardımı ondan<br />
görmüş. Sayesinde meşin yuvarlakla<br />
hem çokça fileleri, hem de cebini<br />
doldurmuş. Gel zaman git zaman<br />
aradan dört yıl geçmiş. Zagreb’ten gelen<br />
Suker’in namı İberya’da duyulmuş.<br />
Endülüsü Müslümanlardan alan Kastilya<br />
Krallığının biricik şehri Madrid,<br />
Endülüs’te parlayan Hırvat mücevherine<br />
daha fazla tahammül edememiş ve<br />
onu kendi vitrininde sergilemek için<br />
başkente getirmiş. Suker’in gönlünde<br />
de başkent varmış. Sadakat,romantizm,duygusallık<br />
Suker’in lugatında pek<br />
görülmezmiş. İspanyol pesetası tatlı<br />
gelmiş. Daha büyük vitrinde daha zenginlerle<br />
olmak varken romantiklerin<br />
mütevazı, takımlarına tutkuyla bağlı<br />
Sevillalılarla işi olmamış.<br />
Suker, İspanya’nın başkentinde siesta,<br />
fiesta yapmakla yetinmemiş; topu<br />
filelere doldurmuş, kupaları da eflatun<br />
beyazlı Madrid ekibinin süslü camekanlarına<br />
yerleştirmeye yardım etmiş.<br />
Allah vergisi bir sol ayağı varmış bu<br />
Suker’in. Nice top ustaları gören İspanyol<br />
halkı bile maharetlerine hayran<br />
olmuş. Boğa güreşleri, Paella, Tortilla<br />
derken Zagreb’ten de haber gelmiş.<br />
Yeni devlet Hırvatistan, Suker’in meziyetlerinden<br />
faydalanmak istemiş. Savaşın<br />
dünyanın dört bir yanına dağıttığı<br />
Hırvat topçular ülkeye çağrılmış.<br />
Satrancı çok seven millet, milli formasına<br />
da kırmızı beyaz damalı bir şekil<br />
vermiş. Toptan sıkılanlar formayı çıkarıp<br />
atla fille şah mat yapabilirmiş.<br />
Suker’e çağrılışının amacını anlatmışlar.<br />
1998 yazında Fransa’da dört yılda<br />
bir düzenlenen bir turnuvada devletler<br />
altın bir kupa için birbirleriyle yarışacakmış.<br />
Hırvatistan için bu turnuva<br />
devlet meselesi olmuş. Yeni kurulan<br />
ülkenin tanıtımı topçuların ayaklarına<br />
bakıyormuş. En iyiler dünya kupasını<br />
almak için Fransa’ya gelmiş. Bu turnuvadaki<br />
topçular o kadar iyiymiş ki<br />
Brezilya’nın golcüsünü izlemek için<br />
insanlar işlerini güçlerini yarıda bırakıp<br />
beyaz camın önüne geçmişler. Fransa’nın<br />
sömürdüğü Cezayir’den gelen bir<br />
top büyücüsü maharetleri sayesinde<br />
Fransa’nın en ünlü adamı olmuş. Hollanda’nın<br />
Van Gogh’tan beri en büyük<br />
sanatçısı Dennis isimli adam, en güzel<br />
resitalini burada sunmuş. Hırvatlar da<br />
bu gösteride kendilerine en ön sıradan<br />
bir yer kapmış. Hem de bizim Zagreb’ten<br />
dünyaya açılan Suker sayesinde.<br />
Suker yerdeki topu havalandırıp ellerini<br />
kullanan kaleciler üzerinden geçirip<br />
filelelere doldurmadaki kurnazlığıyla<br />
onu izleyenlerin gözlerinin pasını<br />
silmiş. Bütün bir organizasyon sonunda<br />
en çok topu Suker filelere yollamış.<br />
Kupa bitince Osijekli dünyanın kralı<br />
gibi hissetmiş.<br />
Suker tahta oturunca Fransa’dan İspanya’ya<br />
dönmek yerine Manş’ı geçip<br />
kuzeye gitmiş. Kuzeyde topçu birliği<br />
Arsenal’e katılmış. İyi bir ekip olsalar da<br />
77<br />
‘‘Savaşın dünyanın<br />
dört bir<br />
yanına dağıttığı<br />
Hırvat topçular<br />
ülkeye çağrılmış.<br />
Satrancı çok<br />
seven millet,<br />
milli formasına<br />
da kırmızı beyaz<br />
damalı bir şekil<br />
vermiş. Toptan<br />
sıkılanlar formayı<br />
çıkarıp atla<br />
fille şah mat<br />
yapabilirmiş.’’
Avrupa finalinde Türklere yenilmişler. Londra’nın kuzeyinde pek tutunamamış West Ham’a<br />
gitmiş. Orada da arada bir maharet sergilese de biraz da Almanya’da gösteri yapmak için Münih’e<br />
gidip sonra kariyerini noktalamış.<br />
Yetenekleriyle dünyayı kendine hayran bırakan adama top peşinde koşmayı bırakınca sormuşlar<br />
“En sevdiğin renk yeşil mi?” diye. Yeşil sahaları bırakınca yeşilden kopamamış. Bu yeşil çim değil,<br />
çimin üzerinde yetişen ağacı keserek yapılan Benjamin Franklin’in gözlerinizin içine baktığı yeşilmiş.<br />
Seveniyle nefret edenleri birbirine girmiş. Yıllar geçmiş; ünü, şöhreti bir türlü eskimeyince top<br />
koşturmaya yeni başlayanlar bilginlere adını sormuş. İstanbul’un meşin yuvarlak feylesoflarından<br />
Ali Ece, soranlara Suker’i değil Rapajic yazın onu konuşun daha iyi adamdır demiş.<br />
Yeni yetmeler Zagreblinin sırrını merak edince Amerika’daki Zagreblilere sormuşlar. Ante Zizic<br />
isimli seyyah Suker’in<br />
top koşturmayı bırakınca<br />
para işlerinde<br />
usulsüzlüklerle<br />
adının anıldığını, sol<br />
ayağındaki maharetin<br />
banka hesaplarına<br />
geçtiğini söylemiş.<br />
Kimi havadislerde<br />
aşırı milliyetçi Hırvatlarla<br />
görüldü denmiş.<br />
Bilenler bilmeyenlere<br />
anlatırken kahraman<br />
Suker, kahreden<br />
adama dönüşmüş.<br />
Topu bırakmış, yıllar geçmiş sevgiyi de nefreti de üstünde toplamış. Suker’i meşin yuvarlak için<br />
sevenlerin aklında ise en son, Vikinglerin soyundan gelen sarışın adamın üstünden attığı o top<br />
kalmış.<br />
*Kitabın girişinde ve anlatımda İhsan Oktay Anar’ın<br />
Kitabül Hiyel eserinden esinlenilmiştir.<br />
‘‘Yetenekleriyle dünyayı kendine hayran bırakan adama<br />
top peşinde koşmayı bırakınca sormuşlar “En sevdiğin<br />
renk yeşil mi?” diye. Yeşil sahaları bırakınca yeşilden<br />
kopamamış. Bu yeşil çim değil, çimin üzerinde yetişen<br />
ağacı keserek yapılan Benjamin Franklin’in gözlerinizin<br />
içine baktığı yeşilmiş. ‘’<br />
78
ATTİLA İLHAN<br />
LİLİ MARLEN TÜRKÜSÜ<br />
Akşam olur mektuplar hasretlik söyler<br />
Zagreb radyosunda Lili Marlen türküsü<br />
Siperden sipere ateş tokuşturanlar<br />
Karanlıkta dem çeken ishak kuşu<br />
Bu civarlarda benim bir cennet mekanım olacak<br />
Aslan sıfatlı Johnny hisar boylu silahşör<br />
Arkasında Mısır El Kahire<br />
Ehramlar, cana can katan Nil, cüzamlı dilenci, trahomlu insan<br />
Sağında mavi gözlü dilber Akdeniz<br />
Solunda çöl ve balta girmemiş orman<br />
Biz dünyalılar yemin içtik, imanımız var<br />
Hürriyet için hürriyet aşkına<br />
Savulacak dönem, savulacak düşman<br />
Dehrin cefasını çektik, sefasını süreceğiz<br />
Biz sudanlılar kıbleye karşı namaza duranlar<br />
Aragon’dan bıçak gibi çekilmiş yedi misra<br />
Sidney’den bir muhalif ruzgar<br />
Akşam olur mektuplar hasretlik söyler<br />
Zagrep radyosunda Lili Marlen türküsü<br />
Dost ağlar karanfilim dost ağlar<br />
Marş söylemeden ölmek bize yakışmaz<br />
Ve biz gene yıldızlara bakarız<br />
Ve yine yıldızlar bize bakar<br />
Duadır güneş baht olasın civan oğlum<br />
Hürriyet için dipçik tutan el dert görmesin<br />
79
BALKAN SÖZLÜK<br />
Prsut: Bosna'nın Suho Meso'sunun Hırvatistan<br />
versiyonudur. İsle kurutulmuş jambon olarak<br />
tanımlayabileceğimiz bu yiyecek; kahvaltıların ve<br />
tüm öğünlerin aranılan ismidir.<br />
(Josip) Ban Jelacic Meydanı: Zagreb'in ticari ve<br />
sosyal hayatının aktığı yerdir. Bosna'nın Ferhadiye,<br />
İstanbul'un İstiklal Caddelerine benzetilebilir.<br />
19. yüzyıldan kalma mimarisiyle bir film setinde<br />
yürüyormuş hissi yaratır.<br />
Franjo Tuđman: Yugoslavya'dan ayrılan Hırvatistan'ın<br />
ilk devlet başkanıdır. Aynı zamanda<br />
Ustaşa birlikleri ile beraber yaptığı katliamlarla<br />
meşhur eski bir savaş suçlusudur. Lahey Uluslararası<br />
Savaş Suçları mahkemesi tarafından Fırtına<br />
Harekatı'nın planlayıcısı ve suç ortağı olduğu<br />
tespit edilmiştir.<br />
Paşteta: Eski Yugoslavya ülkelerinde popüler,<br />
kurutulmuş etlisi ve tavuklusu gibi türleri bulunan<br />
-ağırlıklı olarak- kahvaltılarda tüketilen kedi<br />
mamasına benzer milli yiyecek. Bosna-Hersek'teki<br />
reklamlarında Dino Merlin oynamaktadır.<br />
Konzum: Bosna-Hersek ve Hırvatistan'da pek<br />
çok yerde görebileceğiniz, ürün çeşitliliği bol<br />
Hırvat milli marketidir.<br />
Kravat: Kelimenin aslı Fransızca olsa da, croates<br />
yahut cravates denilen Hırvatlar kelimesinden<br />
türemiş; Hırvatların boyunlarına bağladıkları<br />
bağdan hareketle bu isimle tüm dünyaya yayılmıştır.<br />
Ljubljana: Slovenya'nın başkenti ve en büyük<br />
şehridir. Eski Yugoslavya ülkelerinin bir parçası<br />
olarak Tito'nun da dünyaya gözlerini yumduğu<br />
yerdir.<br />
Checkers: Hırvat daması olarak da ifade edebileceğimiz,<br />
kırmızı-beyaz renklerindeki milli<br />
sembol.<br />
Dalmaçya: Hırvatistan ve Karadağ'ın Adriyatik<br />
kıyısında yer alan Doğu bölümüne verilen isimdir.<br />
Girintili çıkıntılı sahil şeridi, yüzlerce adası ve<br />
körfeziyle beraber hepimizin bildiği Dalmaçyalı<br />
köpeklerin de anavatanı burasıdır.<br />
Metkovic: Bosna-Hersek'in içinden geçen iki<br />
nehirden biri olan Neretva nehri ile Dubrovik<br />
arasındaki sınır şehridir. Buradan sonra sınırlar<br />
Hırvatistan'a geçmektedir.<br />
www.balkansozluk.org<br />
80