16.11.2012 Views

Vahyî Divanı ve İncelenmesi - e-Kitap - Kültür ve Turizm Bakanlığı

Vahyî Divanı ve İncelenmesi - e-Kitap - Kültür ve Turizm Bakanlığı

Vahyî Divanı ve İncelenmesi - e-Kitap - Kültür ve Turizm Bakanlığı

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

T.C.<br />

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ<br />

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ<br />

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANA BİLİM DALI<br />

ESKİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI<br />

Doktora Tezi<br />

VAHYÎ DİVANI VE İNCELENMESİ<br />

Hakan TAŞ<br />

2502000020<br />

Tez Danışmanı: Doç. Dr. A. Azmi BİLGİN<br />

İstanbul 2004


©<br />

T. C. KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI<br />

KÜTÜPHANELER VE YAYIMLAR GENEL MÜDÜRLÜĞÜ<br />

3186<br />

KÜLTÜR ESERLERİ<br />

437<br />

ISBN 978-975-17-3417-4<br />

www.kulturturizm.gov.tr<br />

e-posta: yayimlar@kulturturizm.gov.tr<br />

Bu kitap internet ortamında ilk kez yayımlanmaktadır.


ÖZ<br />

<strong>Vahyî</strong> <strong>Divanı</strong> <strong>ve</strong> <strong>İncelenmesi</strong> adlı bu çalışmada, <strong>Vahyî</strong>’nin hayatı <strong>ve</strong> edebî<br />

kişiliği üzerinde durulmuş, şiirleri günümüz Türkçesine aktarılarak Türk<br />

edebiyatındaki yeri belirlenmeğe çalışılmıştır.<br />

Eski Türk edebiyatının çalışma konusu, eski metinleri günümüz Türkçesine<br />

aktarmak <strong>ve</strong> yine ayrıca bu metinleri değişik metotlarla incelemektir. Bir metni,<br />

yalnızca tenkitli bir biçimde <strong>ve</strong> en az hata ile ortaya koyabilmek bile, bu alan için son<br />

derecede önemli <strong>ve</strong> vazgeçilmez çalışmalardır.<br />

Tezin, metin bölümünde iki yazma karşılaştırılarak tenkitli metin ortaya<br />

konulmuştur. Metnin, Arap harflerinden Lâtin harflerine aktarılmasında ilmî<br />

çevriyazı sistemine uyulmuştur.<br />

“İnceleme” kısmı dört bölümden oluşmaktadır: 1. bölümde şairin hayatı <strong>ve</strong><br />

edebî kişiliği ele alınmış, 2. bölümde Dîvân biçim olarak 3. bölümde ise, içerik<br />

özellikleri bakımından incelenmiştir. 4. bölüm belâgata ayrılmıştır.<br />

ABSTRACT<br />

In this study titled <strong>Vahyî</strong> <strong>Divanı</strong> and its Study, we explored Vahyi’s<br />

biography and his literary personality. In order to indicate his role and place in the<br />

Turkish Literature, we ha<strong>ve</strong> translated his poems into contemporary Turkish<br />

language.<br />

The primary subject field of The Old Turkish Literature is to translate the Old<br />

texts (Ottoman text) into the contemporary Turkish and also to scrutinize those texts<br />

with somewhat different methods. E<strong>ve</strong>n scruitinizing a text critically and with a less<br />

mistakes are extremely works in this field.<br />

In the chapter included the text, the two manuscripts were compared with<br />

each other and we had a critical text. When transliterating the text from Arabic letters<br />

to Latin ones, we adapted the system of scientific transliteration wrting.<br />

The chapter of “Study” has four parts: 1. In the first part, we studied on the<br />

poet’s biography and his literary personality. 2. In the second part, we examined the<br />

Divan as a form, 3. In the third one, we studied on the content of the text. 4. the<br />

fourth one had eloquence studying.<br />

iii


ÖNSÖZ<br />

Mimarlık, nasıl taşı <strong>ve</strong> mermeri kesip yontarak, onlara türlü geometrik<br />

biçimler <strong>ve</strong>rerek, yatay <strong>ve</strong> dikey konumlarda dengeli <strong>ve</strong> simetrik yapılar kurma<br />

sanatı ise; şairlik de sözcükleri seçip ayırarak, dizip düzenleyerek, onlara eşit <strong>ve</strong><br />

karşıt anlatım biçimleri oluşturarak söz söyleme sanatıdır. Bu açıdan bakıldığında<br />

divan şiiri bir tür söz mimarlığı, divan şairleri de hiç kuşkusuz birer söz mimarıdır.<br />

Bu çalışmanın konusu, XVII. yüzyıl şairlerinden <strong>Vahyî</strong>’nin bilinen tek eseri<br />

Dîvân’ı <strong>ve</strong> incelemesidir. Öncelikle <strong>Vahyî</strong>’nin hayatı hakkındaki bilgiler toplanarak<br />

değerlendirilmiş, üzerinde bugüne değin her hangi bir bilimsel çalışma yapılmamış<br />

olan Dîvân’ının karşılaştırmalı metni oluşturulmuş <strong>ve</strong> eser bilimsel metotlarla<br />

incelenerek şairin, Türk edebiyatındaki yeri ortaya konmağa çalışılmıştır.<br />

Çalışma, dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde <strong>Vahyî</strong>’nin hayatı<br />

hakkında bilgi <strong>ve</strong>rilmiş <strong>ve</strong> edebî kişiliği incelenmiştir.<br />

İkinci bölümde, metin biçim açısından ele alınmıştır. Bu bölümde “Vezin”,<br />

“kafiye”, “redif” <strong>ve</strong> “nazım biçimleri” incelenmiştir. Burada kimi konular hem<br />

anlaşılmayı hem de faydayı kolaylaştıracağı düşüncesiyle tablolarla ifade edilmiştir.<br />

Üçüncü bölümde, metin biçim özellikleri açısından incelenmeğe çalışılmıştır.<br />

Bu bölüm, Dîvân’dan çıkan <strong>ve</strong>rilere göre, “dinî öğeler”, “tasavvufî terim <strong>ve</strong><br />

kavramlar”, “tarihî <strong>ve</strong> efsanevî öğeler”, “sosyal hayat”, “başlıca işlenen konular”,<br />

“özlü sözler <strong>ve</strong> deyimler” başlıkları altında işlenmiştir. Söz konusu çalışmada, “dinî<br />

öğeler”, “tasavvufî terim <strong>ve</strong> kavramlar”, “tarihî <strong>ve</strong> efsanevî öğeler” alfabetik olarak<br />

geçtikleri yerlerle birlikte <strong>ve</strong>rilmiştir.<br />

Dördüncü bölüm, “<strong>Divanı</strong>n Belâgat Açısından <strong>İncelenmesi</strong>”ne ayrılmıştır. Bu<br />

bölümde belirlenen belâgat kusurları örnekleriyle birlikte ortaya konulmuş <strong>ve</strong> edebî<br />

sanatlar tespit edilmeğe çalışılmıştır. Burada daha çok fesahat üzerinde durulmuştur.<br />

iv


Başta danışmanım Doç. Dr. A. Azmi BİLGİN olmak üzere, metni bire bir<br />

baştan sona kontröl etme lütfunu gösteren Sayın Prof. Dr. Orhan BİLGİN’e; sürekli<br />

kendisine danıştığım, ilgisini <strong>ve</strong> bilgisini hiçbir zaman eksik etmeyen Doç. Dr.<br />

Mustafa S. KAÇALİN’e; teze emeği geçen <strong>ve</strong> burada adını anamadığım öbür<br />

hocalarıma <strong>ve</strong> meslektaşlarıma teşekkür ederken teşekkür sözündeki anlatım<br />

kısırlığının tam bilincinde olduğumu belirtmek isterim.<br />

Hakan TAŞ<br />

G ö z t e p e , 2004<br />

v


İÇİNDEKİLER<br />

TEZ ONAY SAYFASI............................................Hata! Yer işareti tanımlanmamış.<br />

ÖZ...............................................................................................................................iii<br />

ÖNSÖZ....................................................................................................................... iv<br />

İÇİNDEKİLER ......................................................................................................... vi<br />

KISALTMALAR ....................................................................................................... x<br />

KAYNAKÇA ............................................................................................................xii<br />

GİRİŞ .......................................................................................................................... 1<br />

I. VAHYÎ’NİN HAYATI VE EDEBÎ KİŞİLİĞİ..................................................... 4<br />

A. <strong>Vahyî</strong>’nin Hayatı................................................................................................. 4<br />

1. Adı.................................................................................................................... 4<br />

2. Doğum Yeri <strong>ve</strong> Tarihi ...................................................................................... 5<br />

3. Eğitimi <strong>ve</strong> Mesleği ........................................................................................... 6<br />

4. Ailesi ................................................................................................................ 7<br />

5. Ölümü............................................................................................................... 8<br />

6. <strong>Vahyî</strong> ile İlgili Öbür Bilgiler............................................................................ 9<br />

B. Türk Edebiyatında <strong>Vahyî</strong> Mahlâslı Öbür Şairler............................................... 10<br />

C. Edebî Kişiliği..................................................................................................... 10<br />

1. Kendi Şiiri <strong>ve</strong> Şairliği Hakkındaki Değerlendirmeleri............................... 17<br />

2. Başkalarının Şiiri <strong>ve</strong> Şairliği Hakkındaki Değerlendirmeleri .................... 22<br />

3. Ahenk Öğeleri ............................................................................................ 23<br />

a. Söz Tekrarları......................................................................................... 23<br />

(1) Birli Söz Tekrarları........................................................................... 23<br />

(2) İkilemeler.......................................................................................... 25<br />

(3) İkili Söz Tekrarları ........................................................................... 26<br />

(4) Üçlü Söz Tekrarları .......................................................................... 28<br />

(5) Dörtlü Söz Tekrarları........................................................................ 28<br />

(6) Beşli Söz Tekrarları.......................................................................... 29<br />

b. Ses Tekrarları ......................................................................................... 29<br />

(1) Paralellik........................................................................................... 29<br />

i. Beyitte Paralellik............................................................................. 30<br />

ii. Gazelde Paralellik .......................................................................... 31<br />

(2) Armoni.............................................................................................. 32<br />

4. Dil <strong>ve</strong> Üslûp ............................................................................................... 33<br />

II. DİVANIN BİÇİM AÇISINDAN İNCELENMESİ .......................................... 39<br />

A. Vezin ................................................................................................................. 39<br />

1. Vezinlerin Nazım Biçimlerine Göre Dağılımı ............................................... 40<br />

2. Aruz Kusurları................................................................................................ 41<br />

a. Ulamalarda Yapılan Kusurlar..................................................................... 41<br />

vi


(1) Yapılması Gereken Yerde Ulama Yapmamak ..................................... 41<br />

(2) Yapılmaması Gereken Yerde Ulama Yapmak ..................................... 46<br />

b. Zihaf ........................................................................................................... 50<br />

c. İmale........................................................................................................... 58<br />

(1) İmalede Ayna........................................................................................ 63<br />

ç. Medlerde Yapılan Kusurlar........................................................................ 65<br />

(1) Türkçe Sözcüklerde Med...................................................................... 70<br />

B. Kafiye ................................................................................................................ 72<br />

1. Kafiye Çeşitleri .............................................................................................. 74<br />

2. Kafiye Kusurları............................................................................................. 75<br />

C. Redif .................................................................................................................. 80<br />

1. Ek Hâlindeki Redifler .................................................................................... 80<br />

2. Ek + Sözcük <strong>ve</strong>ya Söz Öbeği Hâlindeki Redifler .......................................... 80<br />

3. Sözcük <strong>ve</strong>ya Söz Öbeği Hâlindeki Redifler................................................... 82<br />

Ç. Nazım Biçimleri ................................................................................................ 85<br />

1. Kaside............................................................................................................. 85<br />

2. Gazel .............................................................................................................. 88<br />

3. Müstezat ......................................................................................................... 89<br />

4. Kıt’a ............................................................................................................... 89<br />

5. Nazım ............................................................................................................. 90<br />

6. Mesnevî.......................................................................................................... 90<br />

7. Rubaî .............................................................................................................. 90<br />

8. Murabba ......................................................................................................... 91<br />

9. Tahmis............................................................................................................ 91<br />

10. Terkib-bend.................................................................................................. 91<br />

11. Beyit ............................................................................................................. 92<br />

III. İÇERİK ÖZELLİKLERİ ................................................................................. 93<br />

A. Dinî Öğeler........................................................................................................ 93<br />

1. Kur’anıkerim.................................................................................................. 93<br />

2. Hadis .............................................................................................................. 96<br />

3. Melekler ......................................................................................................... 97<br />

4. Peygamberler.................................................................................................. 98<br />

5. Dört Halife ................................................................................................... 105<br />

6. Öbür Dinî Kişilikler ..................................................................................... 107<br />

B. Tasavvufî Terim <strong>ve</strong> Kavramlar ....................................................................... 112<br />

C. Tarihî <strong>ve</strong> Efsanevî Öğeler................................................................................ 126<br />

Ç. Sosyal Hayat.................................................................................................... 145<br />

D. Başlıca İşlenen Konular .................................................................................. 158<br />

1. Aşk ............................................................................................................... 158<br />

2. Kavuşma (Vuslat)......................................................................................... 160<br />

3. Ayrılık (Gurbet) ........................................................................................... 161<br />

4. Şarap............................................................................................................. 163<br />

5. Tabiat ........................................................................................................... 164<br />

6. Bahar <strong>ve</strong> Nevruz........................................................................................... 166<br />

7. Sonbahar (Hazan)......................................................................................... 169<br />

8. Talihten <strong>ve</strong> Zamandan Şikâyet..................................................................... 171<br />

9. Sihir.............................................................................................................. 173<br />

vii


10. Bayram ....................................................................................................... 174<br />

11. Ramazan..................................................................................................... 177<br />

E. ÖZLÜ SÖZLER VE DEYİMLER .................................................................. 178<br />

1. Özlü Sözler................................................................................................... 178<br />

2. Deyimler....................................................................................................... 180<br />

IV. BELÂGAT AÇISINDAN İNCELENMESİ................................................... 188<br />

A. Fesahat............................................................................................................. 188<br />

1. Sözcükte Söyleyiş Güçlüğü (Tenâfür-i Hurûfât) ......................................... 188<br />

2. Sözcük Yapısında Kuralsızlık (Kıyâsa Muhâlefet)...................................... 189<br />

3. Sözcükte Anlaşılma Güçlüğü (Garâbet)....................................................... 194<br />

4. Söz Diziminde Kuralsızlık (Za‘f-ı Te’lîf).................................................... 194<br />

5. Söz Diziminde Anlaşılma Güçlüğü (Ta‘kîd) ............................................... 196<br />

6. Söz Fazlası (Haşv) ....................................................................................... 197<br />

B. Beyan............................................................................................................... 198<br />

1. Mecaz-ı Mürsel ............................................................................................ 198<br />

2. İstiare............................................................................................................ 199<br />

3. Teşbih........................................................................................................... 200<br />

4. Kinaye .......................................................................................................... 201<br />

C. Bediî ................................................................................................................ 202<br />

1. Anlam İle İlgili Sanatlar............................................................................... 202<br />

a. Tenasüp .................................................................................................... 202<br />

b. Tezat......................................................................................................... 203<br />

c. Cem-Tefrik-Taksim.................................................................................. 204<br />

ç. Leff ü Neşir .............................................................................................. 205<br />

d. Tevriye ..................................................................................................... 207<br />

e. Mübalâğa.................................................................................................. 208<br />

f. Tecahül-i Arif ........................................................................................... 209<br />

g. Hüsn-i Ta’lîl............................................................................................. 210<br />

2. Söz İle İlgili Sanatlar.................................................................................... 211<br />

a. Cinas......................................................................................................... 211<br />

b. İştikak....................................................................................................... 212<br />

c. Tarsî.......................................................................................................... 213<br />

ç. Telmih ...................................................................................................... 214<br />

d. Reddü ’l-Acûz Ale ’s-Sadr....................................................................... 215<br />

(1) İade ..................................................................................................... 216<br />

V. METİN ............................................................................................................... 218<br />

A. Yazmaların Tanıtılması................................................................................... 218<br />

B. Çevriyazı Alfabesi........................................................................................... 220<br />

[KASİDELER] ........................................................Hata! Yer işareti tanımlanmamış.<br />

İBTİDÂ-YI GAZELİYYÂT...................................Hata! Yer işareti tanımlanmamış.<br />

[FARSÇA GAZELLER].........................................Hata! Yer işareti tanımlanmamış.<br />

[TARİHLER} ..........................................................Hata! Yer işareti tanımlanmamış.<br />

MUSAMMATLAR .................................................Hata! Yer işareti tanımlanmamış.<br />

El-ELGÂZ................................................................Hata! Yer işareti tanımlanmamış.<br />

viii


MU‘AMMEYÂT .....................................................Hata! Yer işareti tanımlanmamış.<br />

RUBAÎLER..............................................................Hata! Yer işareti tanımlanmamış.<br />

MUKATTA‘ÂT.......................................................Hata! Yer işareti tanımlanmamış.<br />

ix


KISALTMALAR<br />

age. Adı geçen eser<br />

a.y Aynı yayın<br />

AE Millet Ktp. Ali Emiri Kit. Manzum 492<br />

as Aleyhisselâm<br />

ay. Aynı anlamda<br />

B Biritish Museum Add. 7934<br />

bk. Bakınız<br />

C. Cilt<br />

Çev. Çeviren<br />

Çuv. Çuvaşça<br />

DLT Dîvânu Luğâti ’t-türk<br />

G. Gazel<br />

Hak. Hakasça<br />

Har. Harezm<br />

İbr. İbranca<br />

K. Nazım biçimi ne olursa olsun gazellere kadar<br />

olan şiirler<br />

Kit. <strong>Kitap</strong>lığı<br />

krş. Karşılaştırınız<br />

Ktp. Kütüphanesi<br />

L. Lügaz<br />

Mo. Moğolca<br />

Muam. Muamma<br />

Muk. Mukatta‘<br />

Mus. Musammat<br />

ö. Ölümü<br />

Özb. Özbekçe<br />

x


R. Rubaî<br />

S. Sayı<br />

s. Sayfa<br />

Skr. Sanskritçe<br />

T. Tarih<br />

t.y. Basım tarihi yok<br />

Tü. Türkçe<br />

Türkm. Türkmence<br />

vb. Ve başkaları, <strong>ve</strong> benzerleri, <strong>ve</strong> bunun gibi<br />

vd. Ve devamı<br />

y. Yıl<br />

y.y. Yayımcı yok<br />

Yak. Yakutça<br />

yr. Yaprak<br />

Yun. Yunanca<br />

xi


KAYNAKÇA<br />

Abdülaziz Bey: Osmanlı Âdet, Merasim <strong>ve</strong> Tabirler II. <strong>Kitap</strong>, Yayına<br />

Hazırlayanlar: Prof. Dr. Kâzım Arısan, Duygu Arısan Günay, İstanbul, Tarih<br />

Vakfı Yurt Yayınları, 1995.<br />

Ahmed Paşa: Dîvân, [Hazırlayan:] Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan: Ahmed Paşa <strong>Divanı</strong>,<br />

İstanbul, Millî Eğitim Basımevi: 3726, 1966.<br />

Akbatu, Şinasi: “İstanbul Tekkeleri Silsile-i Meşâyihi”, İslâm Medeniyeti, C. IV, S.<br />

4, Ağustos 1980, s. 51-96; C. V, S. 1, Ocak 1981, s. 81-103; C. V, S. 2,<br />

Haziran 1981, s. 97-121.<br />

Akkaya, Hüseyin: Nevres-i Kadîm <strong>ve</strong> Türkçe Dîvânı İnceleme, Tenkitli Metin <strong>ve</strong><br />

Tıpkıbasım (1. Kısım: İnceleme), Yayınlayanlar: Şinasi Tekin, Gönül Alpay<br />

Tekin, Harvard, Harvard Üni<strong>ve</strong>rsitesi Yakındoğu Dilleri <strong>ve</strong> Medeniyetleri<br />

Bölümü, 1995.<br />

Aksan, Doğan: Şiir Dili <strong>ve</strong> Türk Şiir Dili, Ankara, Engin Yayınevi, 3 1993.<br />

al-‘Aclûnî, İsmâ‘îl b. Muhammad: Kaşfu ’l-Hafâ va Muzîlu ’l-İlbâsi ammâ<br />

’ştahara mina ’l-Ahâdîsi ‘alâ Alsinati ’n-Nâsi, C. II, t.y. Halab,<br />

Yayınlayan: Ahmad Kalaş, 3 1351 [=1932] Beyrût.<br />

al-Fîrûzâbâdî, Macdu ’d-dîn Abû Tâhir Muhammad b. Ya‘kûb: al-Ukyânûsu ’l-<br />

Basît fî Tarcamati ’l-Kâmûsi ’l-Muhît, Çev. Cenânîoğlu Ahmed ‘Âsım<br />

[Çeviri: İstanbul 1805-1810], İstanbul I: ‘-r 2<br />

1268 [=1852], [II]+943 s. II: r-d<br />

2<br />

1269 [=1853], [II]+939 s. III: k-v 2<br />

1272 [=1855], [II]+975 s.<br />

Ali Mazaherî: Ortaçağda Müslümanların Yaşayışları, Çev. Doç. Dr. Bahriye<br />

Üçok, İstanbul, Varlık Yayınları, sayı: 1706, Faydalı <strong>Kitap</strong>lar: 132, 1972.<br />

Amasyalı Âkif-zâde Abdürrahim: Kitâbü’ l-Mecmû‘ Fî’ l-Meşhûdi <strong>ve</strong>’ l-Mesmû‘,<br />

Arapçadan Çeviren: Doç. Dr. Hikmet Özdemir, İstanbul, Türkiye İlmî,<br />

İçtimâî Hizmetler Vakfı Yayınları: 5, 1998.<br />

Arıca, Kemal: Vefeyat I, İstanbul, Edebiyat Fakültesi Tarih Semineri T. 2365, 1974.<br />

Ateş, Ahmed: “Metin Tenkidi Hakkında”, Türkiyat Mecmuası, C. VII-VIII, 1942,<br />

s. 253-267.<br />

Ateş, Doç. Dr. Süleyman: İslâm Tasavvufu, Ankara, Pars Matbaası, [1972].<br />

xii


Aylar, Selçuk: “Divan Şiirinde Sosyal Hayatın İzlerine Dair”, Dergâh, S. 6, 1995, s.<br />

10-11. Aynı yazı: Osmanlı Divan Şiri Üzerine Metinler, Haz: Mehmet<br />

Kalpaklı, s. 459-465, 1999, Yapı Kredi Yayınları: 1288.<br />

Ayvansarâyî: Vefeyât, Süleymaniye Ktp. Esad Efendi Kit. 1375.<br />

Bağdatlı İsmail Paşa: Hediyyetü ’l-‘Ârifîn Esmâü ’l-Müellifîn <strong>ve</strong> Âsâru ’l-<br />

Musannıfîn, Hazırlayan: Muallim Kilisli Rıfat Bilge, İbnülemin Mahmud<br />

Kemal İnal, C. I, İstanbul, 1951, C. II, İstanbul, Millî Eğitim <strong>Bakanlığı</strong>, 1955.<br />

Bayrak, M. Orhan: İstanbul’da Gömülü Meşhûr Adamlar (1453-1978), İstanbul,<br />

Aksüt Matbaası, Türkiye Anıtlar Derneği İstanbul Şubesi Yayını S. 5, 1979.<br />

Bilgegil, Prof. Dr. M. Kaya: Edebiyat Bilgi <strong>ve</strong> Teorileri I Belâgat, Ankara, Atatürk<br />

Üni<strong>ve</strong>rsitesi Yayınları: 571 Edebiyat Fakültesi Yayınları: 95 Ders <strong>Kitap</strong>ları<br />

Serisi: 8, 1980.<br />

Bilgin, Doç. Dr. A[bdullah] Azmi: “Türk Edebiyatında Bayramlar <strong>ve</strong> Nevruz<br />

Bayramı”, Türk Dili, S. 617, 2003, s. 448-457.<br />

Blochet, E.: Catalogue des Manuscrits Turc de la Bibliothèque Nationale, Paris,<br />

1932.<br />

Bursalı Mehmed Tâhir Bey: Osmanlı Müellifleri III C., İstanbul, Matbaa-i Âmire,<br />

1333 [1915].<br />

Ca’fer Çelebi: Dîvân, [Hazırlayan:] İsmail E[rol] Erünsal: The Life and Works of<br />

Tâcî-zâde Ca‘fer Çelebi, With a Crıtıcal Edition of His Dîvân, İstanbul,<br />

İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları No: 3103, 1983.<br />

Celâlüddin Hızır (Hacı Paşa): Müntahab-ı Şifâ I Giriş-Metin, Hazırlayan. Zafer<br />

Önler, Ankara, Atatürk <strong>Kültür</strong> Dil <strong>ve</strong> Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil<br />

Kurumu Yayınları: 559, 1990.<br />

Ceylân, Dr. Ömür: Kuş Cenneti Şiirimiz -Klâsik Türk Şiirinde Kuşlar-, İstanbul,<br />

Filiz Kitabevi, 2003.<br />

Ceylan, Dr. Ömür: Tasavvufî Şiir Şerhleri, İstanbul, Kitabevi 134, 2000.<br />

Clauson, Sir Gerard: An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth-Century<br />

Turkish, London, Oxford Uni<strong>ve</strong>rsity Press, 1972.<br />

Çağrıcı, Mustafa: “Gazzâlî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XIII,<br />

1996, s. 489-505.<br />

xiii


Çavuşoğlu, Dr. Mehmed: Necâti Bey Dîvânı’nın Tahlili, İstanbul, Millî Eğitim<br />

Basımevi, 1971.<br />

Çeltik, Halil: Ömer Ferit Kam <strong>ve</strong> Âsâr-ı Edebiye Tetkikatı, Ankara, T.C. <strong>Kültür</strong><br />

<strong>Bakanlığı</strong> Yayınları/2030 Yayınlar Dairesi Başkanlığı Sanat Edebiyat Eserleri<br />

Dizisi/156-28, 1998.<br />

Çuhadar, Mustafa: “Fesahat”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XII,<br />

1995, s. 423-424.<br />

Dankoff, Robert (in collaboration with James Kelly): Mahmûd al-Kâšğarî —<br />

Compendium of the Türkic Dialects (Diwân Lugât at-Turk), C. 3, Edited<br />

and Translated with Introduction and Indices by ..., Harvard Uni<strong>ve</strong>rsity,<br />

1982-85.<br />

Dernschwam, Hans: İstanbul <strong>ve</strong> Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, Çev: Prof. Dr.<br />

Yaşar Önen, Ankara, <strong>Kültür</strong> <strong>Bakanlığı</strong> Yayınları/885 Dünya Edebiyatı<br />

Dizisi/5, 2 1992.<br />

Dilçin, Cem: Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara, Atatürk <strong>Kültür</strong>, Dil <strong>ve</strong> Tarih<br />

Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları: 517, 6 2000.<br />

Doerfer, Gerhard: Türkische und mongolische Elemente im neupersischen, C. I-<br />

IV, Wiesbaden, 1963 [XLVIII + 557], 1965 [VIII + 671], 1967 [VI + 670],<br />

1975 [VI + 640].<br />

Doğan, Muhammet Nur: “Metin Şerhi Üzerine”, Yedi İklim, C. IX, S. 63, Haziran<br />

1995, s. 70-74.<br />

Doğan, Prof. Dr. Muhammet Nur: “Klâsik Edebiyatımızda Sanat <strong>ve</strong> Şiir Felsefesi<br />

(poetika)”, Eski Şiirin Bahçesinde, İstanbul, Ötüken Yayınları Nu: 511<br />

<strong>Kültür</strong> Serisi: 216, 2002, s. 100-126.<br />

Doğan, Prof. Dr. Muhammet Nur: “Metin Şerhi Üzerine”, Eski Şiirin Bahçesinde,<br />

İstanbul, Ötüken Yayınları Nu: 511 <strong>Kültür</strong> Serisi: 216, 2002, s. 11-26.<br />

Durmuş, İsmail, Pala, İskender: “İstiare”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm<br />

Ansiklopedisi, C. XXIII, 2001, s. 315-318.<br />

Durmuş, İsmail, Saraç, M. A. Yekta: “Leff ü Neşr”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm<br />

Ansiklopedisi, C. XXVII, 2003, s. 122-124.<br />

Durmuş, İsmail: “Hüsn-i Ta’lil”, Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.<br />

XIX, 1999, s. 32-33.<br />

xiv


Durmuş, İsmail: “Kinaye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Aansiklopedisi, C.<br />

XXVI, 2002, s. 34-36.<br />

Dursunoğlu, Dr. Halit: “Klâsik Türk Edebiyatında Ramazan Konulu Şiirler”,<br />

Atatürk Üni<strong>ve</strong>rsitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, y. 10, S.<br />

22, 2003, s. 9-29.<br />

Elmacı, Hüseyin: “Hassân b. Sâbit”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,<br />

C. XVI, 1997, s. 399-402.<br />

Elwell-Sutton, L. P.: The Persıan Metres, Cambridge, 1975.<br />

Erdem, Yrd. Doç. Dr. Mustafa: Hazreti Adem (İlk İnsan), Ankara, Türkiye Diyanet<br />

Vakfı Yayınları/117 İlmî Eserler Serisi: 28, 1994.<br />

Ertan, Veli: Tarihte Meşihat Makamı İlmiye Sınıfı <strong>ve</strong> Meşhur Şeyhülislâmlar,<br />

İstanbul, Bahar Yayınları: 13, 1969.<br />

Eşmeli, Muhammed Ali: “İsmail Hakkı Bursavî’nin Muhammediye Şerhi Ferahu’r-<br />

Rûh II. C.”, İstanbul, İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk<br />

Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Ana Bilim Dalı Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalı Yüksek<br />

Lisans Tezi, 2001.<br />

Eşrefoğlu Rûmî: Müzekki ’n-Nüfûs, Hazırlayan: Abdullah Uçman, İstanbul, İnsan<br />

Yayınları: 210 İrfan Serisi: 17, 1996.<br />

Fuâd ‘Abdu ’l-bâkî, Muhammad: al-Mu‘camu ’l-Mufahras li Alfâzi ’l-Kur’âni ’l-<br />

Karîm, Bayrût, 1378 [1959].<br />

Gökyay, Orhan Şaik: “Sohbetname”, Tarih <strong>ve</strong> Toplum, C. III, S. 2, 1985, s. 56-64.<br />

Gölpınarlı, Abdülbâki: Tasavvuf, İstanbul, Milenyum Yayınları: 4, 2000.<br />

Gümüş, Sadreddin: “Cürcânî, Seyyid Şerif”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm<br />

Ansiklopedisi, C. VIII, 1993, s. 134-136.<br />

Güney, Gülay: Vefeyat II, İstanbul, Edebiyat Fakültesi Tarih Semineri T. 2372,<br />

1974.<br />

Gürer, Abdülkadir: “Divan Edebiyatında Sürme <strong>ve</strong> Na’ilî’nin Bir Gazeli”, Türkoloji<br />

Dergisi, C. XII, S. 1, 1994, s. 119-126.<br />

Hacımüftüoğlu, Nasrullah: “Bedî‘”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,<br />

C. V, 1992, s. 320-322.<br />

xv


Hacımüftüoğlu, Nasrullah: “Beyân”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,<br />

C. VI, 1992, s. 22-23.<br />

Hucvirî, Ali b. Osman Cüllâbî: Keşfu ’l-mahcûb, Hazırlayan: Süleyman Uludağ,<br />

İstanbul, Dergâh Yayınları: 93 İslâm Klâsikleri: 7, 2 1996.<br />

İbni Sînâ: el-Kânûn fî ‘t-tıbb, Birinci <strong>Kitap</strong>: Türkçeye Çeviren: Esin Kâhya,<br />

Ankara, Atatürk <strong>Kültür</strong>, Dil <strong>ve</strong> Tarih Yüksek Kurumu Atatürk <strong>Kültür</strong><br />

Merkezi, Sayı: 103 Külliyatlar Dizisi, Sayı: 5, 1995.<br />

İlaydın, Hikmet: Türk Edebiyatında Nazım, İstanbul, Üçler Basımevi, 2 1951.<br />

İpekten, Doç. Dr. Haluk, İsen, Doç. Dr. Mustafa, Toparlı, Doç. Dr. Recep, Okçu,<br />

Doç. Dr. Naci, Karabey, Yrd. Doç. Dr. Turgut: Tezkirelere Göre Divan<br />

Edebiyatı İsimler Sözlüğü, Ankara, <strong>Kültür</strong> <strong>ve</strong> <strong>Turizm</strong> <strong>Bakanlığı</strong> Yayınları:<br />

942, 1988.<br />

İpekten, Doç. Dr. Halûk: Türk Edebiyatının Kaynaklarından Türkçe Şu'ara<br />

Tezkireleri, Erzurum, Atatürk Üni<strong>ve</strong>rsitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yayınları<br />

S. 4, 1988.<br />

İpekten, Prof. Dr. Halûk: Bâki Hayatı Sanatı Eserleri, Ankara, Akçağ<br />

Yayınları/161 Kaynak Eserler/24, 2 1997.<br />

İpekten, Prof. Dr. Haluk: Eski Türk Edebiyatı Nazım Şekilleri <strong>ve</strong> Aruz, İstanbul,<br />

Dergâh Yayınları: 152, İnceleme dizisi: 21, 1994.<br />

İpekten, Prof. Dr. Halûk: Nâ’ilî: Hayatı, Edebî Kişiliği <strong>ve</strong> Bazı Şiirlerinin<br />

Açıklamaları, Ankara, Akçağ Yayınları: 67 Kaynak Eserler: 4, 1991.<br />

İpekten, Prof. Dr. Halûk: Şeyh Gâlib Hayatı, Edebî Kişiliği <strong>ve</strong> Bazı Şiirlerinin<br />

Açıklamaları, Ankara, Akçağ Yayınları: 131 Kaynak Eserler: 19, 1996.<br />

İsmail Belîğ: Nuhbetü ’l-Âsâr li-Zeyli Zübdeti ’l-Eş‘âr, Hazırlayan: Prof. Dr.<br />

Abdulkerim Abdulkadiroğlu, Ankara, Atatürk <strong>Kültür</strong> Merkezi Başkanlığı<br />

Yayını Sayı: 168 Tezkireler Dizisi: 4, 2 1999.<br />

İsmail-i Ankaravî: Minhâcu ’l-fukara, Hazırlayan: Sadettin Ekici, İstanbul, İnsan<br />

Yayınları: 200 İrfan serisi: 16, 1996. [Tanıtması: Murat Bardakçı: “Her<br />

Veledi çocuk mu sandın a cahil!”, Hürriyet Gazetesi, 1997 Mart 16 Pazar].<br />

Kâdı İyaz: Şifa-i Şerif, Tercüme <strong>ve</strong> Notlar: Suat Cebeci, Ankara, Rehber Yayınları:<br />

23 Temel Eserler Dizisi: 3, 1992.<br />

xvi


Kandemir, M. Yaşar: “Fâtıma”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.<br />

XVI, 1995, s. 219-223.<br />

Kaplanoğlu, Raif: Bursa Ansiklopedisi I Yer Adları, Bursa, y.y., 2001.<br />

Karahan, Abdülkadir: “En<strong>ve</strong>rî, Evhadüddin”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm<br />

Ansiklopedisi, C. XI, 1995, s. 267-268.<br />

Karaismailoğlu, Prof. Dr. Adnan: Klâsik Dönem Türk Şiiri İncelemeleri, Ankara,<br />

Akçağ Yayınları / 375 Kaynak Eserler / 105, 2001.<br />

Kartal, Ahmet: “Sâ’ib-i Tebrîzî <strong>ve</strong> Türkçe Şiirleri”, Türk <strong>Kültür</strong>ü İncelemeleri<br />

Dergisi, S. 7, 2002, s. 209-238.<br />

Kartal, Ahmet: Klâsik Türk Şiirinde Lâle, Ankara, Akçağ Yayınları/245, Kaynak<br />

Eserler/54, 1998.<br />

Kılıç, Hulûsi, Yetiş, Kâzım: “Cinas”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,<br />

C. VIII, 1993, s. 13-14.<br />

Kılıç, Hulûsi: “İştikak”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XXIII,<br />

2001, s. 439-440.<br />

Köksal, Mustafa Âsım: Peygamberler Tarihi I-II, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı<br />

Yayınları/46 Kaynak Eserler Serisi: 3, 1993.<br />

Köksal, Yard. Doç. Dr. M. Fatih: “Nazire Kavramı <strong>ve</strong> Klâsik Türk Şiirinde Nazire<br />

Yazıcılığı”, Diriözler Armağanı Prof. Dr. Meserret Diriöz <strong>ve</strong> Haydar Ali<br />

Diriöz Hatıra Kitabı, Hazırlayanlar: Yard. Doç. Dr. M. Fatih Köksal, Ahmet<br />

Naci Baykoca, Ankara, 2003, s. 215-290.<br />

Kuşeyrî, Abdülkerim: Kuşeyrî Risâlesi, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, İstanbul,<br />

Dergâh Yayınları: 61 İslâm Klâsikleri: 2, 3 1991.<br />

Kut, Günay, Kut, Turgut: “İstanbul Tekkelerine Ait Bir Kaynak: Dergeh-nâme”,<br />

Varıa Turcıca VII, Türkische Miszelleu Robert Anhegger Armağanı, s. 213-<br />

236.<br />

Kut, Turgut: “İstanbul Hânkâhları Meşâyihi”, Journal of Türkish Studies: In<br />

Memoriam Abdülbaki Gölpınarlı=Türklük Bilgisi Araştırmaları:<br />

Abdülbaki Gölpınarlı Hâtıra Sayısı 19, 1995, s. 1-156.<br />

Külekçi, Dr. Numan: Ganî-zâde Nâdirî <strong>ve</strong> Dîvânından Seçmeler, Ankara, <strong>Kültür</strong><br />

<strong>Bakanlığı</strong> Yayınları: 1016, Kaynak Eserler Dizisi: 22, 1989.<br />

xvii


Macit, Dr. Muhsin: Divân Şiirinde Âhenk Unsurları, Ankara, Akçağ Yayınları:<br />

140, 1996.<br />

Mehmed Süreyyâ: Sicill-i ‘Osmânî IV c., İstanbul, Westmead: Grey İnternational<br />

Publishers, 1971.<br />

Meninski, Franciscus â Mesgnien: Thesaurus Linguarum Orientalium Turcicae-<br />

Arabicae-Persicae = Lexicon Turcico-Arabico-Persicum, Yayımlayan:<br />

Mehmet Ölmez, İstanbul, Simurg Kitabevi, Türk Dilleri Araştırmaları Dizisi:<br />

28, 2000.<br />

Mermer, Ahmet: “XVI. Yüzyıl Divan Şairi Fedayî <strong>ve</strong> İki Bahr-ı Tavili”, İlmî<br />

Araştırmalar, S. 14, 2002, s. 121-129.<br />

Mesîhî: Dîvân, Hazırlayan: Prof. Dr. Mine Mengi: Mesîhî Dîvânı, Ankara, Atatürk<br />

<strong>Kültür</strong>, Dil <strong>ve</strong> Tarih Yüksek Kurumu Atatürk <strong>Kültür</strong> Merkezi Yayını – Sayı:<br />

80 Divanlar Dizisi: 1. 1995.<br />

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî: Dîvân-ı Kebîr, Hazırlayan: Abdülbâkî Gölpınarlı, C. 1,<br />

İstanbul 1957; C. II, 1958; C. III, 1958; C. IV, 1959; C. V, 1960.<br />

Muallim Naci: Edebiyat Terimleri Istılâhât-ı Edebiyye, İlâ<strong>ve</strong>lerle Neşre<br />

Hazırlayan: Doç. Dr. M. A. Yekta Saraç, İstanbul, Risale Yayınları, 1996.<br />

Mütercim Âsım Efendi: Burhân-ı Katı, Hazırlayanlar: Prof. Dr. Mürsel Öztürk, Dr.<br />

Derya Örs, Ankara, Atatürk <strong>Kültür</strong>, Dil <strong>ve</strong> Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil<br />

Kurumu Yayınları: 733, 2000.<br />

Nâ’imâ, Mustafa: Ravzatü ’l-Hüseyn fî Hulâsati Ahbâri ’l-Hafikayn, İstanbul,<br />

1282 [1865].<br />

Nasûhî: Dîvân-ı Nasûhî, Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmut Efendi Kit. 3826,<br />

Süleymaniye Ktp. Haşim Paşa Kit. 76/5.<br />

Nasûhî: Dîvân-ı Nasûhî, Yeni Yazıya Aktaran: Kemal Edip Kürkçüoğlu, Şeyh<br />

Muhammed Nasûhî [ö. H. 1130/1718] Hayatı, Eserleri, <strong>Divanı</strong> <strong>ve</strong><br />

Mektupları, Âlem Ticaret Yayıncılık <strong>ve</strong> San. Ltd. Şti., t.y.<br />

Neşâtî: Şerh-i Müşkilât-ı Ba‘z-ı Ebyât-ı ‘Urfî, Hazırlayanlar: Dr. Süleyman<br />

Çaldak, Dr. Kâzım Yoldaş, Malatya, Kubbealtı Yayıncılık, 2000.<br />

Nevâyî, ‘Alî Şîr: Mîzânü’l-Evzân, Hazırlayan: Prof. Dr. Kemal Eraslan, Ankara,<br />

Atatürk <strong>Kültür</strong>, Dil <strong>ve</strong> Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları:<br />

568, Ali Şir Nevâyi Külliyatı: 14, 1993.<br />

xviii


Nişanyan, Sevan: Elifin Öküzü ya da Sürprizler Kitabı, İstanbul, Adam Yayınları,<br />

3 2003.<br />

Olgun Tahir: Divan Edebiyatının Bazı Beyitlerinin İzahına Dair Edebî<br />

Mektuplar, Hazırlayan: Cemâl Kurnaz, Ankara, Akçağ Yayınları: 125<br />

Kaynak Eserler: 15, 1995.<br />

Onay, Ahmet Talât: Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong> İzahı, [Hazırlayan:]<br />

Doç. Dr. Cemâl Kurnaz, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 77, 1992.<br />

[Tanıtmaları: İsen, Mustafa: “Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong> İzahı”,<br />

Polemik, Ankara, S. 6, Kasım 1992, s. 4-5; Pala, İskender: “Eski Türk<br />

edebiyatında mazmunlar üzerine”, Dergâh, İstanbul, C. III, S. 36, Şubat<br />

1993, s. 10-11; Bilkan, Ali Fuat: “Kırkıncı Odanın Anahtarı <strong>ve</strong>ya Eski Türk<br />

Edebiyatında Mazmunlar”, Türk Edebiyatı, İstanbul, S. 232, Şubat 1993, s.<br />

28-29; Kaçalin, Mustafa S[inan]: “Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong><br />

İzahı”, Yedi İklim, İstanbul, C. IV, S. 36, Mart 1993, s. 85-87].<br />

Öbek, Dr. Ali İhsan: “Arkaik Deyimlerimizden 2: Vech-i var.....”, Türk <strong>Kültür</strong>ü, y.<br />

XLI, S. 487-488, Kasım-Aralık 2003, s. 421-430.<br />

Özdamar, Mustafa: Dersaâdet Dergâhları, İstanbul, Kırk Kandil Yayınları, 1994.<br />

Pakalın, Mehmet Zeki: Osmanlı Tarih Deyimleri <strong>ve</strong> Terimleri Sözlüğü, C. III,<br />

İstanbul, Millî Eğitim <strong>Bakanlığı</strong> Yayınları: 2505, Bilim <strong>ve</strong> <strong>Kültür</strong> Eserleri<br />

Dizisi: 646, Sözlük Dizisi: 2, 1993.<br />

Recâizâde Ahmed Cevdet: Nevâdirü ’l-Âsâr fî Mütâla‘ati ’l-Eş‘âr, Hazırlayanlar:<br />

Prof. Dr. Abdulkerim Abdulkadiroğlu, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Sarı, Ankara,<br />

1998.<br />

Redhouse, Sir James W[illiam]: A Turkish and English Lexicon, İstanbul, 1890.<br />

Safâyî, Mustafa: Nuhbetü ’l-Âsâr min Fevâ’idi ’l-Eş‘âr, Süleymaniye Ktp. Esad<br />

Efendi Kit. 2549.<br />

Sâlim, Mehmed Emin: Tezkire-i Şu‘arâ, Süleymaniye Ktp. Bağdatlı Vehbi Kit.<br />

1655.<br />

Saraç, M. A. Yekta, Çiçekler, Mustafa: “Kemalpaşazâde’nin Kâfiye Risâlesi”, Türk<br />

Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Dergisi, C. XXVIII, İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi Edebiyat<br />

Fakültesi Yayınları, 1998, s. 445-477.<br />

xix


Saraç, M. A. Yekta: “Şiir Tenkidine Dair Bir Örnek-Muallim Naci <strong>ve</strong> Muallim”,<br />

Türk Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Dergisi, C. XXIX, İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi Edebiyat<br />

Fakültesi Yayınları, 2000, s. 245-261.<br />

Saraç, M. A. Yekta: Klâsik Edebiyat Bilgisi Belâgat, İstanbul, Bilimevi, 2 2001.<br />

Serin, Prof. Dr. Muhittin: Hat Sanatı <strong>ve</strong> Meşhur Hattatlar, İstanbul, Kubbealtı<br />

Neşriyâtı No: 68, 1999.<br />

Serin, Rahmi: İslâm Tasavvufunda Hal<strong>ve</strong>tilik <strong>ve</strong> Hal<strong>ve</strong>tiler, İstanbul, Petek<br />

Yayınları, 1984.<br />

Seyyid Sırrı Ali: Tuhfe-i Rûmî Kâdirîler Âsitânesinin Manzum Târihçesi,<br />

Çeviren: Mustafa S[inan] Kaçalin, İstanbul, Âsitâne Yayınları: 1, 1992.<br />

Steingass, F.: A Comprehensi<strong>ve</strong> Persian-English Dictionary, London, 1892.<br />

Şafak, Yakup: “Fars <strong>ve</strong> Türk Edebiyatlarındaki Aruz Vezinlerinin Ritmik Yapıları<br />

Üzerine Düşünceler”, Yedi İklim, C. X, S. 70, Ocak 1996, s. 31-34.<br />

Şemsettin Sâmi: Kâmûsu ’l-A‘lâm, Ankara, Kaşgar Neşriyat, 1996.<br />

Şen, Fatma Meliha: “Tâcizâde Câfer Çelebi <strong>Divanı</strong>’nda XV. <strong>ve</strong> XVI. Yüzyıl<br />

Osmanlı Toplum Hayatı II C.”, İstanbul, İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi Sosyal Bilimler<br />

Enstitüsü Türk Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Ana Bilim Dalı Eski Türk Edebiyatı Bilim<br />

Dalı Doktora Dezi, 2002.<br />

Şentürk, Ahmet Atillâ: “Osmanlı Edebiyatında Felekler, Seyyare <strong>ve</strong> Sabiteler”, Türk<br />

Dünyası Araştırmaları, S. 90, Haziran 1994, s. 131-179.<br />

Şentürk, Ahmet Atillâ: Necâtî Beğ’in Sultan Beyazıt Methiyesi <strong>ve</strong> Bazı Gazelleri<br />

Hakkında Notlar, İstanbul, Enderun Yayınları: 45, 1995.<br />

Şentürk, Ahmet Atillâ: Osmanlı Şiiri Antolojisi, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları:<br />

1287, 1999.<br />

Şentürk, Ahmet Atillâ: Yahyâ Beğ’in Şehzâde Mustafa Mersiyesi yahut Kanunî<br />

Hicviyesi, İstanbul, Enderun Yayınları: 52, 1998.<br />

Şeyh Gâlib: Hüsn ü ‘Aşk, Metin, Nesre Çeviri, Notlar <strong>ve</strong> Açıklamalarla Yayınlayan:<br />

Muhammet Nur Doğan, İstanbul, Ötüken Yayınları: 536, Edebî Eserler: 245,<br />

2002.<br />

xx


Şeyhî Mehmed Efendi: Şakaik-i Nu‘maniye <strong>ve</strong> Zeyilleri Vekayiü’l-Fudalâ I,<br />

[Neşre Hazırlayan:] Doç. Dr. Abdülkadir Özcan, İstanbul, Çağrı Yayınları,<br />

1989.<br />

Şeyhü’l-İslâm Yahyâ: Dîvân, [Hazırlayan:] Dr. Hasan Kavruk: Şeyhülislâm Yahyâ<br />

Divânı, Ankara, Millî Eğitim <strong>Bakanlığı</strong> Yayınları: 3557, Bilim <strong>ve</strong> <strong>Kültür</strong><br />

Eserleri Dizisi: 1255, Divanlar Dizisi: 13, 2001.<br />

Şirazlı Şeyh Sa‘dî: Gül Suyu Gülistan Tercümesi, Türkçesi: Niğdeli Hakkı Eroğlu,<br />

Hazırlayanlar: Doç. Dr. Azmi Bilgin, Yard. Doç. Dr. Mustafa Çiçekler,<br />

İstanbul, Ötüken Neşriyat Yayın Nu: 473 <strong>Kültür</strong> Serisi 190, 2000.<br />

Tâhirü ’l-Mevlevî: Edebiyat Lûğatı, [Hazırlayan:] Kemâl Edip Kürkçüoğlu,<br />

İstanbul, Enderun Yayınları: 3, 1973.<br />

Tanyeri, M. Ali: Örnekleriyle Divan Şiirinde Deyimler, Ankara, Akçağ<br />

Yayınları/265, Sözlük/10, 1999.<br />

Taş, Hakan: “On Altıncı Yüzyıl Divan Şairlerinde Vezin Kullanımı”, İstanbul,<br />

İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Ana<br />

Bilim Dalı Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, 2000.<br />

Tekin, Talat: Türk Dillerinde Birincil Uzun Ünlüler, Ankara, Simurg Yayınları,<br />

1995.<br />

Tezcan, Semih: “Additional Iranian Loanwords in Early Türkic Languages”, Türk<br />

Dilleri Araştırmaları, S. 7, 1997, s. 157-164.<br />

Topaloğlu, Bekir, Karaman, Hayrettin: Arapça-Türkçe Yeni Kamus, İstanbul, y.y.,<br />

10 1983.<br />

Tökel, Dursun Ali: Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar Şahıslar Mitolojisi, Ankara,<br />

Akçağ Yayınları/309 Kaynak Eserler/85, 2000.<br />

Tuman, Nâil: Tuhfe-i Nâilî Dîvân Şairlerinin Muhtasar Biyografileri II,<br />

[Hazırlayanlar:] Cemâl Kurnaz, Mustafa Tatçı, Ankara, Bizim Büro Yayınları<br />

Yayın no: 6, 2001.<br />

Tümer, Prof. Dr. Günay: Hıristiyanlıkta <strong>ve</strong> İslâmda Hz. Meryem, Ankara, Türkiye<br />

Diyanet Vakfı Yayınları/208, 1996.<br />

Türe, İskender: Kur’an’da Uzaya Seyahati Anlatılan İnsan Zülkarneyn, İstanbul,<br />

y.y., 1998.<br />

xxi


Türk İlmî Transkripsiyon Kılavuzu, İstanbul, Millî Eğitim <strong>Bakanlığı</strong> Yayınları,<br />

1946.<br />

Uludağ, Prof. Dr. Süleyman: Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul, Kabalcı<br />

Yayınevi: 182 Sözlük Dizisi: 5, 2001.<br />

Ün<strong>ve</strong>r, İsmail: “Çevriyazıda Yazım Birliği Üzerine Öneriler”, Türkoloji Dergisi, C.<br />

XI, S. 1, 1993, s. 51-89.<br />

Ün<strong>ve</strong>r, Süheyl: “Türkiye’de Nevruz, Nevruziyye”, Vakıflar Dergisi, C. IX, 1976, s.<br />

221-237.<br />

Üzgör, Dr. Tahir: Fehîm-i Kadîm Hayatı, Sanatı, Dîvân’ı <strong>ve</strong> Metnin Bugünkü<br />

Türkçesi, Ankara, Atatürk <strong>Kültür</strong>, Dil <strong>ve</strong> Tarih Yüksek Kurumu Atatürk<br />

<strong>Kültür</strong> Merkezi Yayını - Sayı: 44, 1991.<br />

Vicdânî, Sâdık: Tomâr-ı Turûk-ı ‘Aliyye, Yayına Hazırlayan: Doç. Dr. İrfan<br />

Gündüz: Tarikatler <strong>ve</strong> Silsileleri, İstanbul, Enderun Yayınları 44, 1995.<br />

Yaltkaya, Şerefeddin: “Tarihte Renk”, Türkiyat Mecmuası, İstanbul, C. VII-VIII,<br />

1942, s. 41-47.<br />

Yazıcı, Tahsin: “Hâfız-ı Şîrâzî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.<br />

XV, 1997, s. 103-106.<br />

Yenikale, Ahmet: “Ahmet Nâmî Dîvânı <strong>ve</strong> İncelemesi I-II”, İstanbul, İstanbul<br />

Üni<strong>ve</strong>rsitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Ana Bilim Dalı<br />

Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalı Doktora Tezi, 2002.<br />

Yeniterzi, Yrd. Doç. Dr. Emine: Divan Şiirinde Na’t, Ankara, Türkiye Diyanet<br />

Vakfı Yayınları / 96 Yayın No: 96 Dinî Edebiyat Serisi: 6, 1993.<br />

Yılmaz, Dr. Necdet: Osmanlı Toplumunda Tasavvuf Sûfîler, Devlet <strong>ve</strong> Ulemâ<br />

(XVII. Yüzyıl), İstanbul, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, 2001.<br />

Yurt, Ali İhsan: Akşemseddin [1590-1459] Hayatı-Eserleri, Hazırlayan: Mustafa<br />

S[inan] Kaçalin, İstanbul, MÜ İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 74, 1994.<br />

Yusuf Sinan Paşa: Tazarru’nâme: [Hazırlayan:] A. Mertol Tulum, Ankara, Millî<br />

Eğitim <strong>Bakanlığı</strong> Yayınları: 2027 Bilim <strong>ve</strong> <strong>Kültür</strong> Eserleri Dizisi: 338<br />

Divanlar Dizisi: 20, 2001.<br />

Zâkir Şükrî Efendi: Die İstanbuler Der Wisch-Kon<strong>ve</strong>nte und İhre Scheiche<br />

(Mecmu‘a-i Tekaya), Metni hazırlayan: Mehmet Serhan Tayşi, Notlar <strong>ve</strong><br />

dizini hazırlayan: Klaus Kreiser, Berlin, 1980.<br />

xxii


Zerrinkub, Prof. Dr. Hüseyin: Medreseden Kaçış İmam Gazzâlî’nin Hayatı,<br />

Fikirleri <strong>ve</strong> Eserleri, Çeviren: Hikmet Soylu, İstanbul, Anka Yayınları: 11<br />

Biyografi: 1, 2001.<br />

xxiii


GİRİŞ<br />

Eski Türk edebiyatının çalışma konusu, eski metinleri günümüze aktarmak <strong>ve</strong><br />

yine ayrıca bu metinleri değişik metotlarla bilimsel bir biçimde incelemektir. Bir<br />

metni, yalnızca tenkitli bir biçimde <strong>ve</strong> en az hata ile ortaya koyabilmek bile, bu alan<br />

için son derecede önemli <strong>ve</strong> vazgeçilmez çalışmalardır.<br />

Eski Türk edebiyatı alanındaki çalışmaları üç biçimde değerlendirmek<br />

mümkündür: İlki, eskilerin yaptığı gibi yalnızca tenkitli bir metin kurmak; ikincisi,<br />

tenkitli bir metnin yanı sıra metin üzerinde dolayısıyla şairin edebî kişiliğini ortaya<br />

çıkarmak maksadıyla inceleme yapmak; üçüncüsü ise, hazır metin üzerinden tahlil<br />

<strong>ve</strong>ya tetkik yapmaktır. Bunların adları değişebilir; ama içerik olarak belirtilen<br />

biçimdedir <strong>ve</strong> bunların hepsi de bu alan için kabul gören çalışmalardır.<br />

<strong>Vahyî</strong> <strong>Divanı</strong> <strong>ve</strong> <strong>İncelenmesi</strong> adlı tez, bu çalışmalardan ikincisine girer. Bu tür<br />

çalışmalarda öncelikli <strong>ve</strong> en önemlisi hatasız ya da hatasıza en yakın bir metin<br />

kurmaktır. İnceleme kısmı ise, şairin edebî kişiliğini ortaya çıkarmak için metin<br />

içinden çekilen birtakım seçkilerden oluşur, sathîdir <strong>ve</strong> öyle olmak<br />

mecburiyetindedir. İncelemedeki bölümler, metin <strong>ve</strong> şair hakkında yalnızca fikir<br />

<strong>ve</strong>rmek üzere tertip edilirler. İşte, incelemedeki bu bölümler gerçekte tek tek, ayrı<br />

birer çalışma konularını oluştururlar <strong>ve</strong> bunlar yukarıda söz edildiği gibi üçüncü tip<br />

çalışmalara da kaynaklık ederler.<br />

Çalışmaya konu olan Dîvân-ı <strong>Vahyî</strong> adlı metnin, biri British Museum Add<br />

7934’te öbürü ise, Millet Kütüphanesi Ali Emirî <strong>Kitap</strong>lığı Manzum 492’de kayıtlı<br />

bilinebilen iki yazması vardır. British Museum Add 7934’teki yazma, Millet<br />

Kütüphanesinin birtakım sebeplerle eserlerini istifadeye geç sunmasıyla,<br />

istinsahımıza esas yazma olmuştur. Dolayısıyla metin, “B” biçimiyle kısaltılan<br />

İngiltere yazması üzerinden kurulmuştur.<br />

1


Metnin yazı çeviriminde Eski Türk Edebiyatı alanında bugüne değin<br />

uygulanagelen Türk İlmî Transkripsiyon Kılavuzu’ndaki 1<br />

çevriyazı, imlâsında ise<br />

Türkoloji Dergisi’nde yayımlanan “Çevriyazıda Yazım Birliği Üzerine Öneriler”<br />

başlıklı makalede 2<br />

teklif edilen imlâ sistemine uyulmuştur.<br />

Hazırlanan metnin XVII. yüzyılın ikinci yarısında yazılmış bir divan metni<br />

olduğunun bilincinde olunmakla birlikte, metni yenileştirmenin oldı redifli bir gazeli<br />

oldu hâline getirmenin metinde ses <strong>ve</strong> buna bağlı olarak ahenk özelliklerini yok<br />

edecek bazı olumsuz sonuçlara yol açabileceği kaygısıyla olabildiğince imlâya bağlı<br />

kalınmış, kimi yerlerde ise, kafiyenin gerektirdiği biçime uyulmuştur.<br />

Metinde “-an, -in, -un” gibi sakin nunla biten, yani kendisinden sonraki<br />

sözcüğü ünsüzle başlayan <strong>ve</strong> ulama imkânı olmayan hecelerdeki mazûl ünlüler kısa<br />

ünlülerle gösterilmiştir. 3<br />

Metindeki yazma farkları <strong>ve</strong>rilirken Dîvân’da saklı sorunların kalmaması,<br />

yazma hakkında tam anlamıyla bilgi sahibi olmak vb. sebeplerle mümkün olduğu<br />

kadar bütün farklar aparatta gösterilmiştir, çok az olmakla birlikte <strong>ve</strong>zin bakımından<br />

tercih edilmesi mümkün görünmeyen sözcükler ise dipnotta gösterilmemiştir.<br />

Son olarak, tezin bütününde uygulanan biçim özellikleri, başlıklardan sayfa<br />

numaralarının nereye <strong>ve</strong>rilmesi gerektiğine kadar, İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi Sosyal<br />

Bilimler Enstitüsünün “Yüksek Lisans <strong>ve</strong> Doktora Tezleri ile Araştırma Raporları <strong>ve</strong><br />

Seminer Çalışmalarının Hazırlanmasında Uyulacak Şekil Esasları ile İlgili<br />

Yönerge”sine uygun biçimde yapılmıştır.<br />

Tezde incelenen konular bölümler hâlinde şu biçimde sıralanmıştır:<br />

Birinci bölümde, şairin hayatı <strong>ve</strong> edebî kişiliği üzerinde durulmuştur. Bu<br />

bölüm hazırlanırken şairin yaşadığı dönemden bu yana kaynaklar tarih sırasıyla takip<br />

1<br />

2<br />

Türk İlmî Transkripsiyon Kılavuzu, İstanbul, Millî Eğitim <strong>Bakanlığı</strong> Yayınları, 1946.<br />

İsmail Ün<strong>ve</strong>r, “Çevriyazıda Yazım Birliği Üzerine Öneriler”, Türkoloji Dergisi, C. XI, S. 1,<br />

1993, s. 51-89.<br />

2


edilmiş, böylece kaynaklarda <strong>ve</strong>rilen bilgiler karşılaştırılarak gerektiğinde tenkit<br />

yoluna da gidilmiştir. Bunun yanı sıra <strong>Vahyî</strong> mahlâslı şairler hakkında bilgi <strong>ve</strong>rilmiş,<br />

şairin edebî kişiliğini ortaya çıkarmak maksadıyla metindeki ahenk öğeleri<br />

belirtilmiştir.<br />

İkinci bölümde, metin biçim açısından ele alınmıştır. Bu bölümde “Vezin”,<br />

“kafiye”, “redif” <strong>ve</strong> “nazım biçimleri” incelenmiştir. Burada kimi konular hem<br />

anlaşılmayı hem de faydayı kolaylaştıracağı düşüncesiyle tablolarla ifade edilmiştir.<br />

Yapılacak öbür karşılaştırmalı divan incelemeleri için önemli yararlar <strong>ve</strong> kolaylıklar<br />

sağlayacağı düşüncesiyle özellikle redifler <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>zinlerle ilgili sonuçlar da tablolar<br />

hâlinde ifade edilmiştir.<br />

Üçüncü bölümde, metin biçim özellikleri açısından incelenmeğe çalışılmıştır.<br />

Bu bölüm, Dîvân’dan çıkan <strong>ve</strong>rilere göre, “dinî öğeler”, “tasavvufî terim <strong>ve</strong><br />

kavramlar”, “tarihî <strong>ve</strong> efsanevî öğeler”, “sosyal hayat”, “başlıca işlenen konular”,<br />

“özlü sözler <strong>ve</strong> deyimler” başlıkları altında işlenmiştir. Söz konusu çalışmada, “dinî<br />

öğeler”, “tasavvufî terim <strong>ve</strong> kavramlar”, “tarihî <strong>ve</strong> efsanevî öğeler” alfabetik olarak<br />

geçtikleri yerlerle birlikte <strong>ve</strong>rilmiştir. Dolayısıyla <strong>ve</strong>rilen göndermelerden o konunun<br />

metindeki ağırlığı izlenebilmektedir. Yine içerikle ilgili olarak şairin yaşadığı<br />

dönemin sosyal hayatına ait izler araştırılmıştır. <strong>Vahyî</strong>’nin edebî kişiliğine,<br />

psikolojisine, dönemin sosyal vak’alarına ışık tutabilecek konular tespit edilmeğe<br />

çalışılmıştır.<br />

Dördüncü bölüm, “<strong>Divanı</strong>n Belâgat Açısından <strong>İncelenmesi</strong>”ne ayrılmıştır. Bu<br />

bölümde belirlenen belâgat kusurları örnekleriyle birlikte ortaya konulmuş <strong>ve</strong> edebî<br />

sanatlar tespit edilmeğe çalışılmıştır. Burada daha çok fesahat üzerinde durulmuştur.<br />

Edebî sanatlara ise üçer örnek <strong>ve</strong>rilmiş, beyitler günümüz Türkçesine aktarılarak<br />

açıklanmıştır.<br />

3<br />

Tâhirü ’l-Mevlevî, Edebiyat Lûğatı, [Hazırlayan:] Kemâl Edip Kürkçüoğlu, İstanbul,<br />

Enderun Yayınları: 3, 1973, s. 21.<br />

3


I. VAHYÎ’NİN HAYATI VE EDEBÎ KİŞİLİĞİ<br />

A. <strong>Vahyî</strong>’nin Hayatı<br />

1. Adı<br />

Adı Muhammed’dir. Şiirlerinde <strong>Vahyî</strong> mahlâsını kullanmıştır. el-Vahy, “söz,<br />

işaret vb. Vahiy; ses; kitap; mektup; yazı; 1<br />

işaret eylemek; yazı yazmak; yazılmış<br />

mektup <strong>ve</strong> kitap; elçi göndermek; ilham; gizlice söz söylemek” 2<br />

anlamlarına gelir.<br />

Kimi kaynaklarda adı Mehmed 3<br />

kimi kaynaklarda ise Muhammed 4<br />

olarak<br />

geçmektedir; ancak <strong>Vahyî</strong> [ö. 1718], mesnevî nazım biçimiyle yazdığı Da‘<strong>ve</strong>t-<br />

1<br />

2<br />

3<br />

4<br />

Bekir Topaloğlu, Hayrettin Karaman, Arapça-Türkçe Yeni Kamus, İstanbul, 10 1983, s. 484.<br />

Vâvuŋ fethi <strong>ve</strong> hâ-yı mühmelenüŋ sükûnıyla işâret eylemek ma‘nâsınadur. Müellifüŋ<br />

Basâ’irde beyânına göre işâret-i serî‘a ma‘nâsına mevzû‘dur. Ve ma‘nâ-yı merkûm ‘alâ <strong>ve</strong>chi<br />

’r-remz <strong>ve</strong> ’t-ta‘rîz kelâm-ıla <strong>ve</strong> terkîbden mücerred savt-ıla <strong>ve</strong> ba‘z-ı cevârih-ile bi ’l-işâre<br />

hâsıl <strong>ve</strong> kitâb-ıla da sûret bulur. Bu cihetle bunlaruŋ her birinde isti‘mâl olınur <strong>ve</strong> Basâ’irde<br />

bundan başka nefâyis-i vahy olmağ-ıla râğıb olanlar mürâca‘at iderler intehâ. Ve vahy yazu<br />

yazmak ma‘nâsınadur <strong>ve</strong> yazılmış nâme <strong>ve</strong> kitâba ıtlâk olınur <strong>ve</strong> elçi göndermek<br />

ma‘nâsınadur <strong>ve</strong> gizlice söz söylemek ma‘nâsınadur <strong>ve</strong> mutlakâ bir âhir âdeme ilkâ olınan<br />

kelâma dinür <strong>ve</strong> savt <strong>ve</strong> âvâza dinür. Macdu ’d-dîn Abû Tâhir Muhammad b. Ya‘kûb al-<br />

Fîrûzâbâdî, al-Ukyânûsu ’l-Basît fî Tarcamati ’l-Kâmûsi ’l-Muhît, Çev. Cenânîoğlu<br />

Ahmed ‘Âsım, C. III, İstanbul, 2 1272 [=1855], s. 945.<br />

İsmail Belîğ, Nuhbetü ’l-Âsâr li-Zeyli Zübdeti ’l-Eş‘âr, Hazırlayan: Prof. Dr. Abdulkerim<br />

Abdulkadiroğlu, Ankara, Atatürk <strong>Kültür</strong> Merkezi Başkanlığı Yayını Sayı: 168 Tezkireler<br />

Dizisi: 4, 2 1999, s. 520; Turgut Kut, “İstanbul Hânkâhları Meşâyihi”, Journal of Türkish<br />

Studies: In Memoriam Abdülbaki Gölpınarlı=Türklük Bilgisi Araştırmaları:<br />

Abdülbaki Gölpınarlı Hâtıra Sayısı 19, 1995, s. 8. [Turgut Kut’un bu yayını, Tabibzâde<br />

Derviş Mehmed Şükri ibn İsmâ‘îl, İstanbul Hânkâhları Meşâyihi, Atatürk <strong>Kitap</strong>lığı K.<br />

75’in çevirisidir. Tayşi’nin yayını ile Şinasi Akbatu, “İstanbul Tekkeleri Silsile-i Meşâyihi”,<br />

İslâm Medeniyeti, C. IV, S. 4, Ağustos 1980, s. 51-96; Ocak C. V, S. 1 Ocak 1981, s. 81-<br />

103; C. V, S. 2, Haziran 1981, s. 97-121 yayını da bu yazmanın çevirisidir. En doğru metin,<br />

Turgut Kut’un metnidir.]; Dr. Necdet Yılmaz, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf Sûfîler,<br />

Devlet <strong>ve</strong> Ulemâ (XVII. Yüzyıl), İstanbul, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, 2001, s. 81.<br />

Mustafa Safâyî, Nuhbetü ’l-Âsâr min Fevâ’idi ’l-Eş‘âr, Süleymaniye Ktp. Esad Efendi Kit.<br />

2549. s. 328; Şeyhî Mehmed Efendi, Şakaik-i Nu‘maniye <strong>ve</strong> Zeyilleri Vekayiü ’l-Fudalâ I,<br />

[Neşre Hazırlayan:] Doç. Dr. Abdülkadir Özcan, İstanbul, Çağrı Yayınları, 1989, s. 52;<br />

Mirzâ-zâde Mehmed Emin Sâlim, Tezkire-i Şu‘arâ, Süleymaniye Ktp. Bağdatlı Vehbi Kit.<br />

1655, s. 703; Ayvansarâyî, Vefeyât, Süleymaniye Ktp. Esad Efendi Kit. 1375, yr. 6 b ; Ph. D.<br />

Charles Rieu, Catalogue of The Turkish Manuscripts IX The British Museum, C. V,<br />

London, 1978, s. 202; Mehmed Süreyyâ, Sicill-i ‘Osmânî C. IV, İstanbul, Westmead: Grey<br />

İnternational Publishers, 1971, s. 606; Bursalı hMehmed Tâhir Bey, Osmanlı Müellifleri, C.<br />

II, İstanbul, Matbaa-i Âmire, 1333 [1915], s. 481; Bağdatlı İsmail Paşa, Hadiyyat al-‘Ârifîn,<br />

Asmâ’ al-Mu‘allifîn <strong>ve</strong> Âsâr al-Musannifîn, C. II, Hazırlayan: Muallim Kilisli Rıfat Bilge,<br />

4


nâme’sinin son beytinde “temiz kalpli, gösterişsiz, yakarıcı Şeyh Seyyid<br />

Muhammed-i <strong>Vahyî</strong>” anlamında adının Muhammed olduğunun bilgisini <strong>ve</strong>rmektedir.<br />

Hâlisu ’l-kalb bî-riyâ dâ‘î<br />

Şeyh Seyyid Muhammed-i VAHYÎ<br />

(K. 38/25)<br />

Bu durum, Muhammed ile Mehmed sözcüklerinin yazımlarının aynı olması<br />

dolayısıyla, belirtilen kaynakların hazırlayıcılarını, herhâlde yanılgıya düşürmüş<br />

olmasıyla açıklanabilir.<br />

2. Doğum Yeri <strong>ve</strong> Tarihi<br />

<strong>Vahyî</strong>’nin doğum yeri hakkında yalnızca Safâyî [ö. 1725], açık bir anlatımla<br />

“İstanbul’da zuhûr itmişdür” demektedir. 5<br />

Öbür kaynaklarda 6<br />

ise, <strong>Vahyî</strong>’nin<br />

İstanbullu olduğu belirtilmiş; ancak İstanbul’da doğup doğmadığına açıklık<br />

getirilmemiştir.<br />

<strong>Vahyî</strong>’nin, bilinen kaynaklarda doğum yılını belirten bir bilgiyle<br />

karşılaşılmadı. Ayvansarâyî [ö. 1787], Vefeyât’ında 7<br />

“altmış yaşında defn olınmışdur”<br />

diyerek <strong>Vahyî</strong>’nin doğum yılını dolaylı olarak <strong>ve</strong>rmektedir. Aynı zamanda Dîvân’ın<br />

British Museum Add. 7934’te saklı yazmasının unvan sayfasında (1 a ) doğum<br />

tarihinin 1070 Ramazan/1660 Mayıs olduğu belirtilmektedir. Unvan sayfalarındaki<br />

bilgilere kuşkuyla yaklaşılması gerektiği bilinen bir gerçektir; ne var ki Vefeyât’taki<br />

bilgi, bu kuşkuyu gidermektedir.<br />

5<br />

6<br />

7<br />

İbnülemin Mahmud Kemal İnal, İstanbul, Maarif Basımevi, 1955, s. 315; Nâil Tuman,<br />

Tuhfe-i Nâilî Dîvân Şairlerinin Muhtasar Biyografileri II, [Hazırlayanlar:] Cemâl Kurnaz,<br />

Mustafa Tatçı, Ankara, Bizim Büro Yayınları Yayın no: 6, 2001, s. 1160.<br />

Safâyî, age., s. 328.<br />

Balat Şeyhî-zâde İstanbûlî, Bursalı Mehmed Tâhir Bey, age., s. 428; eş-Şeyh Muhammed bin<br />

eş-Şeyh Hasan b. Muhammed el-Kostantiniyyi ’r-Rûmî, Bağdatlı İsmail Paşa, age., s. 315;<br />

Şeyh Seyyid Muhammed-i <strong>Vahyî</strong> Efendi bin Balat Şeyhi Seyyid Hasan en-Nûrî Efendi bin<br />

Seyyid Muhammed Efendi bin Seyyid Abdülhâlik Efendi İstanbullı, Tuman, age., s. 1160.<br />

Ayvansarâyî, Vefeyât, yr. 6 b .<br />

5


3. Eğitimi <strong>ve</strong> Mesleği<br />

Mehmed Süreyyâ [ö. 1908]’nın “müfessir, muhaddis, şair <strong>ve</strong> ilâhîci” 8<br />

diye söz<br />

ettiği <strong>Vahyî</strong>, aynı zamanda bir şeyhtir. Bu mertebeye gelinceye değin birtakım eğitim<br />

aşamalarından geçtiği muhakkaktır. Kaynaklarda bu dereceler anılmamaktadır.<br />

Safâyî, şeyhlik makamına oturmadan önce “kesb-i kemâl-i ma‘rifet <strong>ve</strong> tahsîl-i âdâb-ı<br />

tarîkat” ettiğini belirtir. 9<br />

eder. 10<br />

Sâlim [1688-1743] ise, bu eğitimi babasından aldığını ifade<br />

<strong>Vahyî</strong>, Hal<strong>ve</strong>tî tarikatının Sümbüliye 11<br />

kolunun altıncı 12<br />

şeyhidir. Balat<br />

Ferruh Kethüdâ tekkesinin şeyhliğini yapmıştır. Bu arada 1125 Şevval/1713<br />

Kasımında Tophane’de bulunan Kılıç Ali Paşa Camisi, 1127 Zilkade/1715<br />

Kasımında Eyüp Sultan Camisi, 1128 Zilhicce/1716 Kasımında da Sultan Selim<br />

Camisi 13<br />

8<br />

9<br />

10<br />

11<br />

12<br />

13<br />

14<br />

vaizliğine getirilmiştir. 14<br />

Mehmed Süreyyâ: Sicill-i ‘Osmânî, C. IV, s. 607.<br />

Safâyî, Nuhbetü ’l-Âsâr min Fevâ’idi ’l-Eş‘âr, s. 328.<br />

Sâlim, Tezkire-i Şu‘arâ, s. 703.<br />

Bursalı Mehmed Tâhir Bey, Osmanlı Müellifleri, s. 481.<br />

Zâkir Şükrî Efendi, Die İstanbuler Der Wisch-Kon<strong>ve</strong>nte und İhre Scheiche (Mecmu‘a-i<br />

Tekaya), Metni hazırlayan: Mehmet Serhan Tayşi, Notlar <strong>ve</strong> dizini hazırlayan: Klaus<br />

Kreiser, Berlin, 1980, s. 4; Rahmi Serin, İslâm Tasavvufunda Hal<strong>ve</strong>tilik <strong>ve</strong> Hal<strong>ve</strong>tiler,<br />

İstanbul, Petek Yayınları, 1984, s. 102-103; Kut, a.y, s. 3-4; Sâdık Vicdânî, Tomâr-ı Turûkı<br />

‘Aliyye, Yayına Hazırlayan: Doç. Dr. İrfan Gündüz, Tarikatler <strong>ve</strong> Silsileleri, İstanbul,<br />

Enderun Yayınları, 1995, s. 209.<br />

Belîğ, Nuhbetü ’l-Âsâr li-Zeyli Zübdeti ’l-Eş‘âr, s. 520; Ayvansarâyî, Vefeyât, 6 b ; Tuman,<br />

Tuhfe-i Nâilî Dîvân Şairlerinin Muhtasar Biyografileri II, s. 1160.<br />

biŋ yüz Muharreminde Balat kapusı dahilinde Ferruh Kethudâ zâviyesi civârında vâki‘<br />

câmi‘-i şerîfüŋ va‘ziyesiyle evkât-güzâr olup [biŋ] yüz yigirmi beş Şevvâlinde medîne-i<br />

Kostantiniyyede Galata muzâfâtından kasaba-i Tophânede vâki‘ Kılıç ‘Ali Paşa câmi‘-i şerîfi<br />

va‘ziyesi <strong>ve</strong>rilüp [biŋ] yüz yigirmi yedi Zi ’l-kadesinde Hazret-i Ebâ Eyyûb el-Ensârî câmi‘-i<br />

şerîfi Şeyhi olup [biŋ] yüz yigirmi sekiz Zi ’l-hiccesinde Sultân Selîm câmi‘-i şerîfi va‘ziyesi<br />

ihsân olınup bu hâl üzre evkât-güzâr iken biŋ yüz otuz Şa‘bân-ı şerîfinde dâr-ı bekâya intikâl<br />

eyledi. Sâlim, Tezkire-i Şu‘arâ, s. 703-704.<br />

6


4. Ailesi<br />

Babası, Balat şeyhi Hasan en-Nûrî Efendidir [ö. 1688]. 15<br />

Eyüp türbedarı diye<br />

bilinen Sümbül Efendi asitanesi şeyhi Eyyûbî Mehmed Efendi [ö. 1617]nin oğludur.<br />

1029 Safer/1620 Ocak ayında doğmuştur. İlim eğitimine kıraat ilminde şeyh olan<br />

İmâm-ı Sultânî Evliyâ Mehmed Efendiden başlamış, uzun zaman kendisinden <strong>ve</strong><br />

halifesi Yûsuf Efendiden kıraat öğrenmiştir. Daha sonra şer‘î bilimleri dönemin<br />

müderrislerinden olan Mültekâ şarihi Sinoplu Halîl Efendi <strong>ve</strong> Dersiâm Sâlih<br />

Efendiden tamamlayarak müderris olmuştur. Müderrislik mesleğini sürdürmeyerek<br />

adı geçen tekkede bir köşeye çekilmiş aynı zamanda yeğeni Kerâmeddîn Efendiden<br />

tarikat bilgisi almıştır. 1664’te De<strong>ve</strong>-zâde Mehmed Efendi [ö. 1662]nin ölümüyle<br />

boşalan Balat Ferruh Kethudâ tekkesi şeyhliğini üstlenerek ölünceye değin bu görevi<br />

sürdürmüştür. Nûrî mahlâsı ile şiir <strong>ve</strong> ilâhîler yazmıştır. 16<br />

Balat şeyhi Hasan en-Nûrî Efendi, ebced hesabıyla mânî karşılığı olan 1100<br />

Muharrem 21/1688 Kasım 15 17<br />

gününde ölmüş, ertesi gün öğle namazının ardından<br />

Fatih Sultan Mehmed Camisinde kılınan cenaze namazından sonra, Eyüp’te Yâ<br />

Vedûd tekkesinde gömülmüştür. Mustafâ, Hüseyin <strong>ve</strong> Muhammed adında çocukları<br />

olmuş, Mustafâ küçük yaşta <strong>ve</strong>ba salgınına yakalanarak ölmüştür. 18<br />

<strong>Vahyî</strong>, Sivasî şeyhlerinden Muhammed Nazmî Efendi [ö. 1701]nin kızı ile<br />

evlenmiş <strong>ve</strong> iki çocukları olmuştur. 19<br />

15<br />

16<br />

17<br />

18<br />

19<br />

Kaynaklar yalnızca oğlu Feyzullâh Efendi [ö.<br />

Safâyî, Nuhbetü ’l-Âsâr min Fevâ’idi ’l-Eş‘âr, s. 328; Şeyhî Mehmed Efendi, Şakaik-i<br />

Nu‘maniye <strong>ve</strong> Zeyilleri Vekayiü ’l-Fudalâ I, s. 52; Sâlim, Tezkire-i Şu‘arâ, s. 703;<br />

Ayvansarâyî, Vefeyât, yr. 6 b ; Serin, İslâm Tasavvufunda Hal<strong>ve</strong>tilik <strong>ve</strong> Hal<strong>ve</strong>tiler, s. 102-<br />

103; Kut, a.y., s. 8; Vicdânî, Tomâr-ı Turûk-ı ‘Aliyye, s. 209; Tuman, Tuhfe-i Nâilî Dîvân<br />

Şairlerinin Muhtasar Biyografileri II, s. 1160.<br />

Yılmaz, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf Sûfîler, Devlet <strong>ve</strong> Ulemâ (XVII. Yüzyıl), s. 81.<br />

Zâkir Şükrî Efendi, Dıe Istanbuler Der Wısch-Kon<strong>ve</strong>nte und Ihre Scheıche (Mecmu‘a-i<br />

Tekaya), s. 3-4; Kut, a.y., s. 8.<br />

Yılmaz, age., s. 80.<br />

Yılmaz, age., s. 81.<br />

7


1729] hakkında bilgi <strong>ve</strong>rmektedir. Oğlu, <strong>Vahyî</strong>’nin yerine şeyhlik makamına<br />

oturmuştur. 20<br />

Feyzullâh Efendi, babasının ölümünden iki yıl sonra 21<br />

1132 [=1720]’de<br />

<strong>Vahyî</strong>’nin şiirlerini toplamıştır. Bu durum, aynı zamanda Dîvân-ı <strong>Vahyî</strong>’nin British<br />

Museum Add. 7934’te saklı yazmasının son sayfasında bir tarihle de<br />

kanıtlanmaktadır:<br />

ölmüştür. 23<br />

5. Ölümü<br />

Ser-be-ser tertîb üzre cem‘in itmâm eyledükde<br />

Didi târîh aŋa FEYZÎ nazm-ı dîvân oldı zîbâ 22<br />

<strong>Vahyî</strong>, kaynakların <strong>ve</strong>rdiği bilgiye göre 1130 Şaban 21/1718 Temmuz 20’de<br />

Bilinen kaynaklarda ölüm sebebiyle ilgili her hangi bir bilgi<br />

bulunmamaktadır. Fatih Camisinde cenaze namazı kılındıktan sonra Eğrikapı dışında<br />

silâhhaneye bitişik kabristandan ileriye doğru giden yol üzerinde babasının yanına<br />

gömülmüştür. 24<br />

20<br />

21<br />

22<br />

23<br />

24<br />

Safâyî, Nuhbetü ’l-Âsâr min Fevâ’idi ’l-Eş‘âr, s. 328; Ayvansarâyî, Vefeyât, yr. 6 b ;<br />

Mehmed Süreyyâ: Sicill-i ‘Osmânî, C. IV, s. 607.; Bursalı Mehmed Tâhir Bey, Osmanlı<br />

Müellifleri, s. 481; Kut, a.y., s. 8; Vicdânî, Tomâr-ı Turûk-ı ‘Aliyye, s. 209.<br />

Rieu, Catalogue of The Turkish Manuscripts IX The British Museum, C. V. s. 203.<br />

n= 50 + z= 900 + m= 40 + d= 4 + î= 10 + v= 6 + â= 1 + n= 50 + o= 1 + 6 + l= 30 + d= 4 + ı=<br />

10 + z= 7 + î= 10 + b= 2 + â= 1= 1132 [=1720].<br />

Sâlim, Tezkire-i Şu‘arâ, s. 704; Ayvansarâyî, Vefeyât, yr. 6 b ; Mehmed Süreyyâ: Sicill-i<br />

‘Osmânî, C. IV, s. 607.; Tuman, Tuhfe-i Nâilî Dîvân Şairlerinin Muhtasar Biyografileri<br />

II, s. 1160; Yılmaz, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf Sûfîler, Devlet <strong>ve</strong> Ulemâ (XVII.<br />

Yüzyıl), s. 81. Şu kaynaklarda yalnızca 1130/1718’de öldüğü belirtilir: Safâyî, Nuhbetü ’l-<br />

Âsâr min Fevâ’idi ’l-Eş‘âr, s. 328; Belîğ, Nuhbetü ’l-Âsâr li-Zeyli Zübdeti ’l-Eş‘âr, s.<br />

520; Bursalı Mehmed Tâhir Bey, Osmanlı Müellifleri, s. 481; Bağdatlı İsmail Paşa,<br />

Hadiyyat al-‘Ârifîn, Asmâ’ al-Mu‘allifîn <strong>ve</strong> Âsâr al-Musannifîn, C. II, s. 315. Ancak<br />

Dîvân’ın unvan sayfasında (1 a ) Cemaziyülâhır 21 <strong>ve</strong> Tabibzâde Derviş Mehmed Şükri ibn<br />

İsmâ‘îl, İstanbul Hânkâhları Meşâyihi, yr. 3 a .da Cemaziyülâhır 21 Pazar günü öldüğü<br />

belirtilmektedir. Yalnızca iki yerde geçen bu bilgiye kuşkuyla yaklaşmak gerekir.<br />

Ayvansarâyî, age., yr. 6 b ; Bursalı Mehmed Tâhir Bey, age., s. 428; Tuman, age., s. 1160;<br />

Yılmaz, age., s. 81.<br />

8


6. <strong>Vahyî</strong> ile İlgili Öbür Bilgiler<br />

Balat Şeyhî-zâde Şeyh Seyyid Muhammed-i <strong>Vahyî</strong>’nin kişiliği ile ilgili,<br />

kaynaklar yeterince bilgi <strong>ve</strong>rmezler. Mehmed Tâhir [1861-1925] “Vecd <strong>ve</strong> hâl sâhibi bir<br />

zâttır” derken 25<br />

idi” demekle 26<br />

olup...” derken 27<br />

Sâlim, “âyîne-i kalbi mücellâ ashâb-ı ‘irfândan bir şeyh-i bî-hemtâ<br />

yetinir. Ayvansarâyî [ö. 1787] ise, “ba‘de’l-hac silsile-i selâtîne dâhil<br />

hac vazifesini yerine getirdiğini belirtmektedir. Bunun yanı sıra<br />

Rieu, <strong>Vahyî</strong>’nin, rubaîlerini Mekke’ye yaptığı bir hac ziyareti sonunda Hz.<br />

Peygamberin hâneisaadetleri başında yazdığını söyler. 28<br />

<strong>Vahyî</strong>’nin babası Hasan en-Nûrî Efendi Sohbet-nâme adlı hatıra kitabında<br />

oğlunun dişlerinin çıkması, yaşı <strong>ve</strong> ilk tıraşını şöyle anlatır:<br />

Oğlu Muhammed’in dişlerinin çıkması, yaşı <strong>ve</strong> ilk tıraşı: Malûm ola ki bu gece Seyyid<br />

Muhammed’in dişi bittiği duyulmuş. Amma fakir, hâher-i mihterin yeni odasında sadr-ı<br />

a‘lâda ocak başında yevm-i selâsede Dah<strong>ve</strong>-i kübrâda zîr-i kah<strong>ve</strong> esnâsında bizim Selime<br />

Hatundan istimâ‘ ittim. Ba‘de ’l-kah<strong>ve</strong> ragîf <strong>ve</strong> bürründen tattım. <strong>ve</strong> Malûm ola ki bu gece<br />

mezbûr Seyyid on aylık <strong>ve</strong> sekiz günlük idi. Malûm ola ki dah<strong>ve</strong>-i suğrâda suffe-i cinân’ın<br />

kenârında büyük oğlumun dizinde küçük oğlum Muhammed üç yaşında <strong>ve</strong> iki aylık <strong>ve</strong> yirmi<br />

üç günlük olduğu berber Halil Çelebi’ye tıraş oldu. 29<br />

Bir Hal<strong>ve</strong>tî şeyhi olan <strong>Vahyî</strong>’nin kasidelerinin çoğu naat özelliğindedir. Hz.<br />

Peygamberi ö<strong>ve</strong>n şiirlerinden başka her hangi bir padişaha <strong>ve</strong> III. Ahmed Hân [1703-<br />

1730]ın damadı Sadrazam Ali Paşa dışında hiçbir devlet büyüğüne yazılmış kasidesi<br />

yoktur. Bu durum, kendisinin dünya için başkalarına boyun eğmeyen bir kişilikte<br />

olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.<br />

25<br />

26<br />

27<br />

28<br />

29<br />

Bursalı Mehmed Tâhir Bey, age., s. 428.<br />

Sâlim, age., s. 704.<br />

Ayvansarâyî, age., yr. 6 b .<br />

Rieu, Catalogue of The Turkish Manuscripts IX The British Museum, C. V. s. 203.<br />

Hasan en-Nûrî Efendi, Sohbet-nâme, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp. Hazine Kit. C. I, 1426, C.<br />

II, 1418. yr. 192 a . [Bu bilgi, Orhan Şaik Gökyay [1902-1994], “Sohbetname”, Tarih <strong>ve</strong><br />

Toplum, C. 3, S. 2, 1985, s. 63’ten alınmıştır.]<br />

9


B. Türk Edebiyatında <strong>Vahyî</strong> Mahlâslı Öbür Şairler<br />

Türk edebiyatı tarihinde <strong>Vahyî</strong> mahlâslı beş farklı şair tespit edilmiştir.<br />

Çalışmaya konu olan Şeyh Seyyid Muhammed-i <strong>Vahyî</strong> dışındakileri şu biçimde<br />

sıralamak mümkündür. 30<br />

1. <strong>Vahyî</strong>: Manastır’da doğdu. Asıl adı Mustafâdır. Kadı-zâde sanıyla tanındı.<br />

Âhî [ö. 1517] <strong>ve</strong> Hâ<strong>ve</strong>rî [ö. 1565]’nin yakın akrabasıdır. Hâ<strong>ve</strong>rî tarafından yetiştirildi.<br />

Kadı oldu. Kesriye kadısı iken öldü. Ölüm tarihi Âşık Çelebi [1520-1571]’de 1546;<br />

Hasan Çelebi [1546-1603] <strong>ve</strong> Beyânî [ö. 1597]’de ise, 1551 olarak geçmektedir.<br />

2. <strong>Vahyî</strong>: İznik’te doğdu. Yavuz Sultan Selîm Hân [1512-1520] dönemi<br />

sonlarında öldü. Öğrenim gördükten sonra Diyarbakır’a gitmiş <strong>ve</strong> orada kadılık<br />

yapmıştır. Bir takvimi vardır.<br />

Muhayyel şiirleri <strong>ve</strong> beğenilen sözleri vardır.<br />

3. <strong>Vahyî</strong>: Diyarbakır’da doğdu. Asıl adı Ömerdir. Öğrenim görüp müderrislik<br />

yaptı. Muhayyel şiirleri vardır.<br />

4. <strong>Vahyî</strong> Efendi [ö. 1817]: Tuna boyunda doğdu. İstanbul’a geldi <strong>ve</strong> Nakşî<br />

Bursalı Şeyh Emin Efendiden inabe aldı.<br />

C. Edebî Kişiliği<br />

Muhammed-i <strong>Vahyî</strong>, Dîvân’ında, nazım biçimlerinin hemen hemen hepsini<br />

kullanmıştır. Dîvân kaside, gazel, müstezat, kıt’a, nazım, mesnevî, rubaî, murabba,<br />

tahmis <strong>ve</strong> terkib-bend nazım biçimlerinden oluşmaktadır. Kasidelerin büyük bir<br />

bölümü naat türündedir. Nevruziye, şitaiyye, bahariyyeler <strong>ve</strong> bunun yanında<br />

ramazan, bayram <strong>ve</strong> Kâğıthane için yazılan kasideleri de bulunmaktadır. Divan<br />

30<br />

Buradaki bilgiler için bk. Doç. Dr. Haluk İpekten, v.d, Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı<br />

İsimler Sözlüğü, Ankara, <strong>Kültür</strong> <strong>ve</strong> <strong>Turizm</strong> <strong>Bakanlığı</strong> Yayınları: 942, 1988, s. 517-518.<br />

10


şairlerinin pek azında görülen bahr-i tavîl türünde iki şiiri vardır. 31<br />

kasidede olabilecek hemen hemen bütün türleri kullanmağa çalışmıştır.<br />

<strong>Vahyî</strong>, bir<br />

Gazel tarzında, elifbanın bütün harfleriyle gazel yazılmıştır. Oldukça hacimli<br />

sayılabilecek Dîvân’da 264 gazel vardır. Buna göre <strong>Vahyî</strong>’nin gazel nazım biçimine<br />

karşı yeterince meyletmediği söylenebilir. Bütün türlerde yazmağa çalışan şairin,<br />

ölümlere, sakala, bina yapılmasına, esnaf çarşısının onarılmasına, II. Mustafâ Han<br />

[1695-1703]ın cülûsuna, Şeyhü’l-İslâm Mahmûd Efendi [ö. 1717]nin müftü oluşuna<br />

tarihlerinin yanında, 33 lügazı, 58 muamması, rubaîleri <strong>ve</strong> kıt’aları vardır. Her türü<br />

denemeğe çalışan <strong>Vahyî</strong>’nin, biçimde mükemmelliği aradığı söylenebilir.<br />

<strong>Vahyî</strong>’nin şiirlerinde anlamın söze göre üstün olduğu görülür, anlam sözden<br />

önemli, geniş <strong>ve</strong> derindir. “Lütuf <strong>ve</strong> kereminin gül bahçesi o kadar geniş <strong>ve</strong> bol ki,<br />

yedi deniz onun bir goncasına kırağı yetiştiremez” anlamına gelebilecek beyitte,<br />

geçmiştir.<br />

Lutf u keremüŋ gülşeni vâsi‘ şu kadar kim<br />

Bir ğonçesine jâle yetişmez yedi deryâ<br />

(K. 3/30)<br />

yetişmez sözcüğü ‘yetiştiremez’ anlamında kullanılarak anlam, sözden öne<br />

Şiirde, anlam derinleşip genişledikçe gerçeğin anlatılması sınırlı kalmış,<br />

anlam derinliğine yeterli olmamış <strong>ve</strong> bu yüzden hayal öğelerine başvurmak gereği<br />

duyulmuştur. “Fikrim, öyle süslü maarif gül bahçesidir ki, (o bahçenin) her gül<br />

yaprağı, inceden inceye düşünceme bir imzadır.” biçiminde günümüzün Türkçesine<br />

aktarılabilecek beyitte bu durum görülmektedir.<br />

31<br />

Fikrümdür o zîbende gülistân-ı ma‘ârif<br />

Her berg-i güli dikkat-i endîşeme imzâ<br />

(K. 3/10)<br />

Ahmet Mermer, “XVI. Yüzyıl Divan Şairi Fedayî <strong>ve</strong> İki Bahr-ı Tavili”, İlmî Araştırmalar,<br />

S. 14, Güz 2002, s. 121-129.<br />

11


Hz. Peygamberin övgüsünde yazılan bir kasidede, “Senin özelliklerini<br />

anlatma düşüncesinin parlaklığı, cilâcı olup kirli, paslı gönlümü cilâlı ayna hâline<br />

getirdi.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />

Saykal-keş olup pertev-i endîşe-i vasfı<br />

İtdi dil-i pür-jengümi mir’ât-ı mücellâ<br />

(K. 3/21)<br />

Hz. Peygamberi övmenin değil, övmek düşüncesinin, kirli gönlü, cilâlı ayna<br />

hâline getirdiği ifade edilerek hayal, bir adım daha ileriye götürülmüştür.<br />

<strong>Vahyî</strong>’nin şiirlerindeki dil <strong>ve</strong> anlatım XVII. yüzyıl divan şiirinin bildik,<br />

tanıdık şiir dili <strong>ve</strong> anlatımıdır. Onun hayal dünyasında zaman zaman soyut şeyler<br />

somutlaştırılır. Örneğin şairlik gücü, bir yerde, anlam incileri saçan bir denize<br />

benzetilirken (K. 3/9), bir yerde, şirin incilerin bulunduğu bir okyanusa (K. 4/31);<br />

başka bir yerde ise, alıcı kuşa benzetilir (K. 6/12); hayal, bir yerde, inciler saçan<br />

kalemin hareketinin rüzgârına benzetilirken (K. 3/12) başka bir yerde, çerağa<br />

benzetilir (K. 3/15); bahar, hançere (K. 28/1); ümit, kuşa; he<strong>ve</strong>sin de balığa (G. 2/1)<br />

benzetildiği görülmektedir.<br />

Hayal, gerçekten çok geniş <strong>ve</strong> hatta sınırsız olduğu için bu hayallerin<br />

derinliklerine inebilme çabası insan mantığının zorlanması sonucunu doğurmuştur.<br />

Böylece her şeyin mübalâğalı olarak düşünülmesi gerekmiş, bu da <strong>Vahyî</strong>’nin şiirinde<br />

mübalâğanın çok kullanılmasına yol açmıştır. Şiirde mübalâğa arttıkça <strong>ve</strong> üstelik<br />

hayalî öğeler mübalâğalarla anlatıldıkça bunların insan zihninde canlandırılması da<br />

zorlaşmıştır. “Gönül süsleyen iyilik hançerinin bahçıvanı, sıkıntı gülüyle göğsümü<br />

doldurup orayı bir güllük hâline getirdi.” biçiminde günümüzün Türkçesine<br />

aktarılabilecek beyitte,<br />

Bâğbân-ı hancer-i lutf-ı dil-ârâ sînemi<br />

Verd-i zahm ile pür idüp bir gülistân eyledi<br />

söylenilmek istenilen şeyin daha iyi anlaşıldığı görülecektir.<br />

(K. 25/2)<br />

12


Bir Hint üslûbu olarak şairlerin, şiirin konusunu değiştirmeleri <strong>ve</strong> ele aldıkları<br />

konulara değişik yönlerden bakmaları, birbirine aykırı anlamlar <strong>ve</strong> mazmunların<br />

ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu üslûp şiirinde, mübalâğa yanında tezat sanatının da<br />

çok kullanılması bunun sonucu olmuştur. Böylece şiirdeki tezatlar, insan zihnini<br />

şaşırtan <strong>ve</strong> uğraştıran öğelerden biri olmuştur. 32<br />

tezatları görmek mümkündür.<br />

Olalı tab‘-ı cüvânan lutf-düşmen cevr-dost<br />

Oldı nâ-çâr ehl-i ‘irfan lutf-düşmen cevr-dost<br />

<strong>Vahyî</strong>’nin şiirlerinde de bu türden<br />

(G. 20/1)<br />

“Gençlerin tabiatı, iyiliğe düşman sıkıntıya dost olalı beri, irfan sahibi<br />

kimseler de çaresiz, iyiliğe düşman sıkıntıya dost oldu.” biçiminde günümüzün<br />

Türkçesine aktarılabilecek beyitte, lutf-düşmen cevr-dost ifadesini anlamlandırmak<br />

gerçekten güçtür.<br />

<strong>Vahyî</strong>, edebî sanatları kullanmakta ustadır. Teşbih, istiare, mecazımürsel,<br />

tenasüp, hüsnütalil, tevriye, tezat <strong>ve</strong> özellikle leffüneşir gibi sanatları başarıyla<br />

kullanır. <strong>Kültür</strong> <strong>ve</strong> dilin yapısında tabiî olarak var olan benzetme, geçici anlam <strong>ve</strong><br />

ödünç anlamların yanı sıra teşbihler, mecazlar <strong>ve</strong> istiareler bulmakta güçlük çekmez.<br />

Yine dönemin bir üslûp özelliği olarak onun şiirlerinde, ince hayalleri, özgün<br />

benzetmeleri görmek mümkündür. “Övgü sona erdiğinden selâma geç, çünkü selâm,<br />

parmağa benzeyen şiirin sonuna yüzüktür.” biçiminde günümüzün Türkçesine<br />

aktarılabilecek beyitte,<br />

Na‘t irdi çünki ğâyete başla tahiyyete<br />

Engüşt-i hatm-i nazma tahiyyet nigîndür<br />

(K. 8/58)<br />

Şair, parmağı, kaside nazım türü naatın en son bölümüne, o bölümde yapılan<br />

duayı ise, yüzüğe benzeterek belki o zamana değin karşılaşılmamış özgün bir<br />

benzetme örneği sergilemiştir.<br />

32<br />

Prof. Dr. Halûk İpekten, Nâ’ilî: Hayatı, Edebî Kişiliği <strong>ve</strong> Bazı Şiirlerinin Açıklamaları,<br />

Ankara, Akçağ Yayınları 67 Kaynak Eserler: 4, 1991, s. 63-64.<br />

13


Zülf fevvâre havz çâh-ı zekan<br />

Selsebîl-i cinândur ‘arakuŋ<br />

(G. 162/2)<br />

“Saçın fıskiye, çene çukurun havuz, senin terin cennetin billûr suyudur.”<br />

biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitteki benzetmeler de aynı<br />

biçimdedir.<br />

XVII. yüzyıl, Türk edebiyatının hemen her dalında olduğu gibi şiirde de en<br />

gelişmiş yüzyılıdır. Söz, ince <strong>ve</strong> nazik de olsa derin anlamları <strong>ve</strong> geniş hayalleri<br />

anlatmağa yetmez. Daha önce kullanılan sözler istenileni anlatmak için yeterli olsa<br />

da bu üslûpta yeni anlamlar <strong>ve</strong> hayaller için yeni sözcükler arayıp bulmak<br />

gerekmiştir. Türkçe sözcüklerin yerine daha çok Arapça <strong>ve</strong> Farsça sözcükler<br />

yeğlenmiş; hatta o güne değin duyulmamış sözcükleri kullanmak moda olmuştu.<br />

“Senin yanağına meyletmede rakibin taşlamasına bakmayız, gül toplayan yanağına<br />

bakar, dikene bakmayız.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />

Meyl-i ruhuŋda ta‘ne-i ağyâra bakmazuz<br />

Gül-çin ruhına dîdelerüz hâra bakmazuz<br />

(G. 117/1)<br />

Farsça sözcüğe Türkçe ek getirilerek çekime giren “dîdelerüz” sözcüğü bu<br />

konuda bir fikir <strong>ve</strong>rebilir.<br />

<strong>Vahyî</strong>, her şair gibi divan şiirinin önemli kişilerini okumuş, incelemiş,<br />

kimilerinin şiirlerine nazireler yazmıştır; fakat <strong>Vahyî</strong>’nin şiirleri üzerinde doğrudan<br />

doğruya bir şairin etkisi vardır denilemez. Yüzyıllar boyu aynı konuların işlenmesi<br />

dolayısıyla klâsik şiirde benzer söyleyişler <strong>ve</strong> mazmunlar oluşmuştur, tabiî olarak<br />

<strong>Vahyî</strong>’nin şiirlerinde de başka şairlerin şiirleriyle denklik kurulabilecek benzer<br />

söyleyişler <strong>ve</strong> mazmunlar vardır. Yalnız şunu unutmamak gerekir ki, bu tür dil, ifade<br />

<strong>ve</strong> mazmun benzerlikleri karşılaştırmalı bir inceleme sonucunda hemen hemen her<br />

şairin divanında görülebilir.<br />

Seyyid Muhammed-i <strong>Vahyî</strong> de kimi şairlerin şiirlerine tahmislerde bulunduğu<br />

gibi kimilerine de nazireler yazmıştır. Beşleme anlamında olan tahmis, aslında bir<br />

14


muhammestir. Bir gazelin ya da bir kasidenin her beytinin önüne <strong>ve</strong>ya arasına aynı<br />

<strong>ve</strong>zin <strong>ve</strong> kafiyede üç dize eklenerek muhammes hâline getirmeğe tahmis etme <strong>ve</strong><br />

ortaya çıkan muhammese de tahmîs denir. <strong>Vahyî</strong>, Nâdirî [1572?-1627]’nin bir naatına, 33<br />

Şeyhü ’l-İslâm Yahyâ Efendi [1553-1644]nin bir gazeline, 34<br />

Nasûhî <strong>ve</strong> ‘Avnî Efendinin<br />

birer gazellerine tahmiste bulunmuştur.<br />

<strong>Vahyî</strong>’nin Dîvân’ında müzeyyel gazeller <strong>ve</strong> nazireler de vardır: 75 <strong>ve</strong> 166.<br />

gazeller kaynatası Nazmî [ö. 1701]’ye, 86. gazel Müftî Mahmûd Efendinin oğlu<br />

‘Abdu’r-rahîm Efendiye, 109. gazel ise, kime zeyl olduğu belli olmayan müzeyyel<br />

gazellerdir. 42. gazel ‘İlmî [ö. 1718]’ye, 91. gazel yine kaynatası Nazmî Efendiye, 93.<br />

gazel Kâşif [ö. 1670]’e, 134. gazel ‘Abdî’ye, 158. gazel Hüsnî’ye, 176. gazel ‘Osmân-<br />

zâde Tâ’ib [ö. 1724]’e, 188, 230 <strong>ve</strong> 234. gazeller Antakî-zâde Feyzî Efendiye, 197.<br />

gazel Nazîf’e, 255. gazel de Şehrî Çelebiye naziredir.<br />

Yayımlanan divanlarda, <strong>Vahyî</strong>’nin şiirlerine nazire yazıldığına tesadüf<br />

edilmedi. Ancak Recâizâde Ahmed Cevdet [ö. 1831]’in Nevâdirü ’l-Âsâr fî Mütâla‘ati<br />

’l-Eş‘âr adlı eserinde, <strong>Vahyî</strong>’nin dokuz beytinin seçkiye alındığı görülmüştür. 35<br />

Seçkiye alınan beyitler şunlardır:<br />

33<br />

34<br />

35<br />

Ruh turreye turre ruh-ı zîbâya münâsib<br />

Gül sünbüle sünbül gül-i ra‘nâya münâsib<br />

‘Aceb mi eylese sad pâre inkisârum anı<br />

O mâhı eyledi hod-bîn ü hod-nümâ mir’ât<br />

(20/176)<br />

(38/346)<br />

Dr. Numan Külekçi, Ganî-zâde Nâdirî <strong>ve</strong> Dîvânından Seçmeler, Ankara, <strong>Kültür</strong> <strong>Bakanlığı</strong><br />

Yayınları: 1016 Kaynak Eserler Dizisi: 22, 1989, s. 150-153.<br />

Şeyhü’l-İslâm Yahyâ, Dîvân, [Hazırlayan:] Dr. Hasan Kavruk, Şeyhülislâm Yahyâ Divânı,<br />

Ankara, Millî Eğitim <strong>Bakanlığı</strong> Yayınları: 3557 Bilim <strong>ve</strong> <strong>Kültür</strong> Eserleri Dizisi: 1255<br />

Divanlar Dizisi: 13, 2001, s. 306, G. 282.<br />

Recâizâde Ahmed Cevdet, Nevâdirü ’l-Âsâr fî Mütâla‘ati ’l-Eş‘âr, Hazırlayanlar: Prof. Dr.<br />

Abdulkerim Abdulkadiroğlu, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Sarı, Ankara, 1998.<br />

15


Şarâb-ı bûs-ı lebüŋle pür itmek olmadı hayf<br />

Elümde böyle tehî kaldı sâğar-ı ümmîd<br />

Zevk-i visâli fürkat-i yâri bilen bilür<br />

Keyf-i şarâbı renc-i humârı bilen bilür<br />

Ne dil olur he<strong>ve</strong>s-i lutf-ı yârdan fâriğ<br />

Ne yâr olur sitem-i bî-şumârdan fâriğ<br />

Âh-ı cangâhuŋdan aŋlandı göŋül fürkatdesüŋ<br />

Sûzişüŋden fehm olundı âteş-i hasretdesüŋ<br />

Zülf ü ruhsâruŋa ‘âşık iki âvâreŋdür<br />

Ey şeh-i tahtgeh-i hüsn ü bahâ sünbül ü gül<br />

‘Âşıkuz ol şûha ağyâr-ülfet olsun olmasun<br />

‘Andelîbüz ol güle hâr-ülfet olsun olmasun<br />

Âh eyle dem-be-dem eser olmazsa olmasun<br />

‘Arz it niyâzı kârger olmazsa olmasun<br />

(53/491)<br />

(138/1290)<br />

(199/1858)<br />

(233/2182)<br />

(243/2278)<br />

(293/2769)<br />

(293/2770)<br />

Nazire geleneği hakkında bilgi <strong>ve</strong>rmesi bakımından şu beyit dikkat çekicidir:<br />

Bu şi‘r-i pâke tanzîr istedükde VAHYÎ-i gûyâ<br />

Gürûh-ı nükte-sencan dâmen-i a‘zâra yüz sürmiş<br />

(G. 136/7)<br />

16


Bu beyitten, nazire yazmak isteyenlerin şairinden izin aldıkları<br />

anlaşılmaktadır. Nazire ile ilgili en son yayımlanan bir makalede, böyle bir izinden<br />

söz edilmemektedir. 36<br />

1. Kendi Şiiri <strong>ve</strong> Şairliği Hakkındaki Değerlendirmeleri<br />

Klâsik edebiyatın şairleri, her afakî varlığa edebî bir titizlikle yaklaştıkları<br />

gibi, bizzat kendilerine, şair olarak tab’larına (yani tabiatlarına, iç âlemlerine,<br />

gönüllerine, düşünce <strong>ve</strong> hayal dünyalarının derinliklerine), şiir olgusuna, sanat <strong>ve</strong><br />

edebiyat gerçeğine de aynı araştırmacı gözle bakmasını bilmişler; şiirlerinde <strong>ve</strong> edebî<br />

yazılarında şiir <strong>ve</strong> sanat ile ilgili değerlendirmelerini doğrudan <strong>ve</strong>ya dolaylı olarak<br />

şiir diliyle ifade etmişlerdir. 37<br />

<strong>Vahyî</strong>, Hz. Peygamberin övgüsünde sunduğu hâmem <strong>ve</strong> ‘âlemdür redifli<br />

kasidelerinde şairliği üzerine birtakım çağrışımlar geliştirmiştir:<br />

“Kalem, delikanlı bir memur, sevgililer topluluğunun padişahıdır.” (K. 10/1),<br />

“cazibeler bahş eden esmer, kara yağız, nazik bir gençtir.” (K. 10/2), “sürekli hat için<br />

gözyaşı akıtan âşıkların gözüdür.” (K. 10/3), “sanki anlam satırlarına müşk yağdıran<br />

bir kum hokkasıdır.” (K. 10/4), “her vakit, mazmun gülü taze kalan sonbaharsız bir<br />

gül bahçesidir.” (K. 10/5), “herkesten umudunu kesen, kendi başına kalanların<br />

önderidir.” (K. 10/6), “hikmetli anlamların alıcı doğanına güzel bir yuvadır.” (K.<br />

10/7), “düşüncelerin şuh tabiatı güzeline, inciler saçan bir dudaktır.” (K. 10/8),<br />

“anlam askerlerinin konağı, ferahlık <strong>ve</strong>ren bir yerdir.” (K. 10/9), “gönül sedefinde<br />

beslenmiş incilere bir iptir.” (K. 10/10), “söz <strong>ve</strong> anlam güzellerinin padişahı, ay<br />

yüzlülerin başbuğudur.” (K. 10/11), “Allah katından gönül ehline bir armağandır.”<br />

(K. 10/12), “düşmanın kin tutan kalbine öldürücü bir süngüdür.” (K. 10/13),<br />

“hasmının başına kılıç çeken amansız bir Rüstemdir.” (K. 10/14), “sözlerin ruhunu<br />

36<br />

37<br />

Yard. Doç. Dr. M. Fatih Köksal, “Nazire Kavramı <strong>ve</strong> Klâsik Türk Şiirinde Nazire<br />

Yazıcılığı”, Diriözler Armağanı Prof. Dr. Meserret Diriöz <strong>ve</strong> Haydar Ali Diriöz Hatıra<br />

Kitabı, Hazırlayanlar: Yard. Doç. Dr. M. Fatih Köksal, Ahmet Naci Baykoca, Ankara, 2003,<br />

s. 215-290.<br />

Prof. Dr. Muhammet Nur Doğan, “Klâsik Edebiyatımızda Sanat <strong>ve</strong> Şiir Felsefesi (poetika)”,<br />

Eski Şiirin Bahçesinde, İstanbul, Ötüken Yayınları, 2002, s. 101-102.<br />

17


nükteyle besleyici <strong>ve</strong> anlam bedenine candır.” (K. 10/15), “mucize beyanlıdır.” (K.<br />

10/16), “hattıemandır”, (K. 10/17), “‘Urfî [ö. 1590]’nin şiirinin en güzel beytinin<br />

gözüne, Isfahan sürmesidir.” (K. 10/18), “övgü bahçesinde dolaşalı, bir cennet<br />

sülünüdür.” (K. 10/19), “naatının kokusunu açıklayalı meleklerin buhurdanıdır.” (K.<br />

10/20), “Hz. Peygamberin övgüsünde, meleklerin kıskancıdır.” (K. 10/21), “saygın<br />

elçinin naatının mumuna sanki şamdandır.” (K. 10/22), “Hz. Peygamberi övme<br />

göğünde güneş ile eştir.” (K. 10/23), “naat sarayının eşiğinde hizmet edenlerin en<br />

aşağısıdır..” (K. 10/24), “yıldızsız bir gökyüzüdür.” (K. 10/25), “temiz naatının gül<br />

bahçesinde inleyen bir bülbüldür.” (K. 10/26), “Hz. Peygamberin övgüsünün yolunda<br />

yüzünü toprağa süreli âlemin can muskasıdır.” (K. 10/27), “övücülerin en acizidir.”<br />

(K. 10/28), vb. vb.<br />

Hz. Peygamberin övgüsünde yazılan, sanki XVII. yüzyıl şairi Nef‘î [ö.<br />

1635]’nin sözüm redifli şiirini hatırlatan <strong>ve</strong> ilk on beyti sözüm sözcüğüyle başlayan<br />

‘âlemdür redifli yedinci kasidede, <strong>Vahyî</strong>, Nef‘îce bir övünmeyle sözünün<br />

niteliklerini şöylece sıralar:<br />

“Sözüm, dirilik suyudur.” (K. 7/1), “nükteli söz söyleyenlerin kadehinin<br />

şarabı olup azıcık artığı, âlemin ağız ağıza dolu kadehidir.” (K. 7/2), “her zaman gül<br />

bahçesinin hikmet baharıdır <strong>ve</strong> onun gül yaprağının değeri, âlemin gül bahçesine<br />

(bedeldir).” (K. 7/3), “dikkat denizinin muciz okyanusudur.” (K. 7/4), “anlam<br />

kalbinin duru şarabının kadehidir.” (K. 7/5), “sözümün her beyti, nükteli söz<br />

kullananlara, âlemin şaşkınlık <strong>ve</strong>rici birer kasidesidir.” (K. 7/6), “nazire yazması<br />

imkânsız olanların diline, âlemin dilinin çözülmesine yardımcı olacak ilâcın<br />

muskasıdır.” (K. 7/7), “fesahat tacının cevheridir.” (K. 7/8), “cennetin hurisidir.” (K.<br />

7/9), “bilimler altın <strong>ve</strong> gümüşünün mahzeni, gizli nüktesi, âlemin saklı hazinesidir.”<br />

(K. 7/10), vb.<br />

Şairlerin her şeye araştırıcı dikkati gözüyle bakmaları, onları aynı zamanda<br />

edebî düşünce alanında da söz söyleyen <strong>ve</strong> şiir yazan insanlar hâline getirmiştir.<br />

Hatta bu durum bazı şairlerde öylesine gelişmiştir ki, şiir ile ilgili sorunları, söz gelişi<br />

divanların önsözlerinde düz yazıyla doğrudan doğruya ifade ederken <strong>ve</strong>ya bizzat<br />

18


şiirlerinin içinde <strong>ve</strong> şiirin konusu olarak işlediklerinde bu şairlerin artık satırlar<br />

arasında birer sanat, edebiyat <strong>ve</strong> şiir filozofu olarak karşımıza çıktığını hissedersiniz.<br />

Bazen mesnevîlerin bağımsız bölümlerinde (örneğin “Der Vasf-ı Suhan”,<br />

“Der Vasf-ı Şi‘r” gibi başlıklar altında), bazen divanların önsözlerinde, zaman zaman<br />

kasidelerin övgü kısımlarında <strong>ve</strong>ya gazellerin özellikle makta beyitlerinde söze,<br />

hayale, söz <strong>ve</strong> anlam ilişkilerine; şairin şiir <strong>ve</strong> edebiyattaki konumuna; söz <strong>ve</strong> anlam<br />

sanatlarına; sanata, bir sanat kolu olarak edebiyat <strong>ve</strong> özellikle şiire dair klâsik<br />

şairlerin estetik (daha doğrusu şiirlik) değerlendirmelerine her zaman rastlamak<br />

mümkündür. 38<br />

<strong>Vahyî</strong>’nin kendi şairliği ile ilgili, çoklukla gazellerin makta beyitlerinde yer<br />

alan düşüncelerini, günümüzün Türkçesi ile <strong>ve</strong>rmeyi uygun görüyoruz:<br />

Nutkumı bezl-i hâs u ‘âm itmem<br />

Bilürüm gevher-i yegânîdür<br />

(K. 9/30)<br />

“Tek cevher olduğunu bildiğim konuşmamı, halka <strong>ve</strong> ileri gelen kimselere<br />

bol bol harcamam.”<br />

Sözüm âb-ı hayâtdur kalemüm<br />

Kevser-i feyz-i nâdirânîdür<br />

“Sözüm, dirilik suyudur; kalemim, bulunmaz bolluk Kevser’idir.”<br />

(K. 9/40)<br />

<strong>Vahyî</strong>, öbür divan şairleri gibi kendisini övmekten geri kalmaz, hatta İran<br />

şairlerini bu konuda hafife bile alır.<br />

38<br />

Bir remzümi fehm ideydi Sâ’ib<br />

Olurdı hayâl-i şi‘re tâ’ib<br />

(K. 2/17)<br />

Doğan, “Klâsik Edebiyatımızda Sanat <strong>ve</strong> Şiir Felsefesi (poetika)”, Eski Şiirin Bahçesinde, s.<br />

102.<br />

19


“Sâ’ib, meramımı anlayabilseydi, şiirde hayal kurmağa tövbe ederdi.”<br />

Bir nüktemi fehm eylese feyzinden olurdı<br />

Fevvâre-i hikmet kalem-i ‘Urfî-i dânâ<br />

(K. 3/14)<br />

“Bilgin ‘Urfî, benim bir nüktemi anlasaydı, (nüktemin) feyzinden onun<br />

kalemi hikmet fıskiyesi olurdu.”<br />

Eger şeh-bâz-ı tab‘um ‘âleme açsa per-i i‘câz<br />

Hezâran Sâ’ib ü ‘Urfî vü Hassânı şikâr eyler<br />

(K. 6/12)<br />

“Şairlik gücümün alıcı kuşu eğer mucize söz söyleme kanadını açsa, binlerce<br />

Sâ’ib, ‘Urfî <strong>ve</strong> Hassân’ı avlar.”<br />

<strong>Vahyî</strong>, öte yandan yalnızca İran şairlerine değil, herkese meydan okur.<br />

Suhan<strong>ve</strong>rân-ı zamâna salâ gelen gelsün<br />

Dem-i mübâhase vü imtihân-ı ‘âlemdür<br />

(K. 7/15)<br />

“Dönemin söz ustalarına meydan okuyorum, buyurun gelin, âlemde imtihan<br />

<strong>ve</strong> iddialaşma zamanıdır.”<br />

Bu nev-zemînüme tanzîre eylesün akdâm<br />

O kim yegâne-rev-i şâ‘irân-ı ‘âlemdür<br />

(K. 7/16)<br />

“Bu yeni tarzıma, ileri gelenler nazire yazabiliyorlarsa yazsınlar, <strong>Vahyî</strong>,<br />

bütün şairlerin en önde gidenidir.”<br />

Kendi şiirinin kıskanıldığından da söz etmektedir.<br />

Benem ol şâ‘ir-i bî-bâk ki her mazmûnum<br />

Reşk-i ihvân u hased-kerde-i yârân oldı<br />

(K. 21/18)<br />

20


kıskandırdı.”<br />

“Ben korkusuz bir şairim ki, her mazmunum, dostları <strong>ve</strong> kardeşleri<br />

VAHYÎ gibi bir nâdire-perdâz-ı zamânem<br />

Eş‘âruma her şûh-ı suhan<strong>ve</strong>r hased eyler<br />

(G. 58/9)<br />

“<strong>Vahyî</strong> gibi zamanın bulunmaz söz tertipçisiyim, şiirlerimi her şair kıskanır.”<br />

VAHYÎ bu şi‘r-i ter-i nâdire-ta‘bîri görüp<br />

Ancak erbâb-ı suhan sanma cihan reşk eyler<br />

(G. 59/7)<br />

“Ey <strong>Vahyî</strong>! Bu bulunmaz tabirli, yeni şiirini görüp de kıskananlar, yalnızca<br />

söz ustaları değil bütün âlemdir.”<br />

Zülâl-i nazm-ı pâküŋ eyle cârî bâğ-ı i‘câza<br />

Ki VAHYÎ sâha-gerdân-ı suhan mahrûrlardur hep<br />

(G. 14/7)<br />

“Ey <strong>Vahyî</strong>! Temiz şiirinin saf suyunu, güzel söz söyleme bahçesine akıt ki,<br />

söz meydanında dolaşanlar (şairler) hep susuzluğa yanmışlardır.”<br />

<strong>Vahyî</strong>, söz meydanında kendisini tek başına, rakipsiz görür.<br />

Gûş eyleyüp bu nazm-ı belâğat-nizâmını<br />

Bildüm zebân-ı tâzede VAHYÎ ferîd olur<br />

(G. 79/5)<br />

“<strong>Vahyî</strong>’nin belâgat nizamlı şiirini dinledikten sonra yeni üslûpta tek başına<br />

olduğunu anladım.”<br />

VAHYÎ bu tab‘-ı pâk ile ‘âlemde var mıdur<br />

Meydân-ı nazm-ı tâzede saŋa harîf olur<br />

(G. 80/5)<br />

“Ey <strong>Vahyî</strong>, dünyada, bu saf yaratılışla, yeni şiir meydanında sana arkadaş<br />

olan var mıdır?”<br />

21


Nev-tarz u nev-edâ vü nev-îcâd u nev-zuhûr<br />

Eş‘ârı dehre VAHYÎ-i nâzük-şiyem komış<br />

(G. 130/7)<br />

“Nazik yaratışlı <strong>Vahyî</strong>, yeni üslûp <strong>ve</strong> edalı; yeni çıkmış <strong>ve</strong> icat edilmiş<br />

şiirlerini dünyaya getirdi.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />

poetika bakımından nev-tarz, nev-edâ, nev-îcâd, nev-zuhûr gibi tabirlerle<br />

karşılaşılmaktadır. Bunlar arasındaki farkları araştırarak örnekler <strong>ve</strong>rebilmek başka<br />

bir çalışmanın konusudur.<br />

VAHYÎ-i i‘câz-nümâ yazmadı bu şi‘rini tâ<br />

Tâze zemin tâze edâ tâze cevâb olmayıcak<br />

(G. 154/5)<br />

“Mucize gösteren <strong>Vahyî</strong>, yeni zemin, yeni eda, yeni cevap olmayıncaya dek<br />

bu şiirini yazmadı.”<br />

2. Başkalarının Şiiri <strong>ve</strong> Şairliği Hakkındaki Değerlendirmeleri<br />

Dîvân-ı <strong>Vahyî</strong>’nin son sayfasında oğlu Feyzullâh Efendinin Dîvân’ın tertibi<br />

hakkında düşürdüğü tarihte, şairin şiiri ile ilgili değerlendirmeler vardır.<br />

Târîh-i Tamâm şüden <strong>ve</strong> Nüvişten Tertîb-i Dîvân<br />

Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün<br />

Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . - -<br />

01. Hazret-i <strong>Vahyî</strong> Efendi ‘ilm ü ‘irfân ma‘deni kim<br />

Eyledi tedvîn-i nazmın ol belîğ-i nükte-pîrâ<br />

02. İtdi ol tekmîl-i dîvân yirmi yaşında <strong>ve</strong>lîkin<br />

Soŋra çok eş‘âr andan hârice itmişdi imlâ<br />

03. ‘Azm-i ‘ukbâ itdiginden çün mürûr itdi iki yıl<br />

Cem‘-i külliyât itdüm rûh-ı vâlid şâd ola tâ<br />

04. Bâ-belâğat bâ-nezâket pür-sanâyi‘ tâze lehce<br />

Böyle bir dîvân oldı misli anuŋ var mı âyâ<br />

22


05. Ser-be-ser tertîb üzre cem‘in itmâm eyledükde<br />

Didi târîh aŋa Feyzî nazm-ı dîvân oldı zîbâ<br />

Tezkirelerde ise, şairin şiirinin değerlendirilmesi hakkında yeterince bilgi<br />

yoktur. Safâyî, “Eş‘ârı latîf-i bî-bezl ü güftârı nazîf <strong>ve</strong> gâyet güzeldür.” derken 39<br />

Sâlim, “... sâir ma‘ârifden gayri eş‘âr-ı semti dahı latîf-i ber-vücûd-ı şerîf idi.”<br />

demekle 40<br />

yetinir.<br />

3. Ahenk Öğeleri<br />

a. Söz Tekrarları<br />

Klâsik edebiyatta sözcük <strong>ve</strong> sözcük öbeklerinin yinelenmesine dayalı bir<br />

anlatım tekniğinden söz edilir. Kimi söz <strong>ve</strong> söz öbeklerinin belirli aralıklarla<br />

yinelenmesinden doğan ahenk, anlamla bütünleştiği zaman, şiirlik bir vazife icra eder<br />

<strong>ve</strong> dileğin etkili bir biçimde sunulmasını sağlar. 41<br />

Özellikle sözcük <strong>ve</strong> öbeklerinin, bütün bir dizenin yinelenmesi ses açısından<br />

bir etkileme sağlamakta, bir uyum, bir ritm oluşturmakta, tıpkı, müzik yapıtlarında<br />

zaman zaman ana ezginin yinelenmesi ya da çeşitlemelerle anımsatılmasında olduğu<br />

gibi, dinleyende uyanan ses imgesini pekiştirmektedir. 42<br />

(1) Birli Söz Tekrarları<br />

Bu öbekte yer alan tekrarlarda, ses <strong>ve</strong>ya anlamı vurgulanmak istenen bir<br />

sözcük, ilk dizede söylenmekte ikinci dizede yinelenmektedir, bazen de sözcüklerin<br />

aynı dizede tekrarlandığı da görülür. Birinci dizedeki sözcüğün ikinci dizede<br />

yinelenmesi:<br />

39<br />

40<br />

41<br />

42<br />

Safâyî, Nuhbetü ’l-Âsâr min Fevâ’idi ’l-Eş‘âr, s. 328.<br />

Sâlim, Tezkire-i Şu‘arâ, s. 703.<br />

Dr. Muhsin Macit, Divân Şiirinde Âhenk Unsurları, Ankara, Akçağ Yayınları: 140, 1996,<br />

s. 20.<br />

Doğan Aksan, Şiir Dili <strong>ve</strong> Türk Şiir Dili, Ankara, Engin Yayınevi, 3 1993, s. 218.<br />

23


VAHYÎyâ sanma gül-i gülzâr-ı Firdevsi ‘izâr<br />

Nev-demîde sünbül-i sahrâ-yı cânı sanma hat<br />

Görürse h v âbda çeşm-i küşâde havf eyler<br />

O rütbe dîde-i baht oldı h v âbdan mahzûz<br />

Rûy-ı pâküŋde gören dir kâkül-i müşgînüŋi<br />

Şîşe-i billûra ‘anber-bû komış kâkül degül<br />

Kimi tekrarlarda aynı sözcüğün üç-dört kez yinelendiği görülür:<br />

Biŋ cân ile bende olsam itmeŋ ta‘yîb<br />

Ruh ferruh u ğamze ferruh u yâr ferruh<br />

Göŋül oldı bâğ-ı ‘ışkuŋ rehi eşk ü reh-beri âh<br />

Bu ne gülsitân-ı ğamdur reh ü reh-nümûdı âteş<br />

Nev-tarz u nev-edâ vü nev-îcâd u nev-zuhûr<br />

Eş‘ârı dehre VAHYÎ-i nâzük-şiyem komış<br />

VAHYÎ-i i‘câz-nümâ yazmadı bu şi‘rini tâ<br />

Tâze zemin tâze edâ tâze cevâb olmayıcak<br />

(G. 142/5)<br />

(G. 145/4)<br />

(G. 177/2)<br />

(R. 4-VII/2)<br />

(G. 126/3)<br />

(G. 130/7)<br />

(G. 154/5)<br />

Kimi tekrarlarda, birinci dizenin başındaki sözcüğün, ikinci dizenin sonunda<br />

yinelendiği görülür: 43<br />

43<br />

Reddü ’l-Acûz Ale ’s-Sadr: Şiirde beytin, düz yazıda da bir cümlenin <strong>ve</strong>ya ibarenin sonunda<br />

yer alan sözcüğü kendisinden önce yinelemektir. Sözlük anlamı, ‘sonu başa çevirmek’tir.<br />

Zira acûz düz yazıda ibarenin sonu (fâsıla), şiirde beytin son kısmı, sadr düz yazıda cümle<br />

başı, şiirde beytin ilk başı demektir (Birinci dizenin son sözcüğüne arûz, ikinci dizenin ilk<br />

sözcüğüne ibtidâ, her iki dizede arada kalan sözcüklere de haşiv adı <strong>ve</strong>rilir.). M. A. Yekta<br />

Saraç, Klâsik Edebiyat Bilgisi Belâgat, İstanbul, Bilimevi, 2 2001, s. 237.<br />

24


Açılursa bu pîç ü tâbı dilüŋ<br />

Yine ol gül-‘izâr ile açılur<br />

Kimüŋ âğuşın itdüŋ reşk-sâz-ı hâle ey meh-rû<br />

(G. 78/4)<br />

Benüm gibi bu şeb encüm-şumâr-ı makdemüŋ kimdür<br />

(G. 95/2)<br />

Ârzû güm-geşte-i fikr-i hat-ı cânândur<br />

İdemem ey dil senüŋle cüst-cûy-ı ârzû<br />

(G. 222/3)<br />

Birinci dizenin başındaki bir sözcük, ikinci dizenin başında da yinelenir. Bu<br />

sözcükler çekimli de olabilirler. Bu durumu, paralellik çerçe<strong>ve</strong>sinde değerlendirmek<br />

gerekir:<br />

(2) İkilemeler<br />

Hem ev<strong>ve</strong>l-i lafz-ı ibtidâsuŋ<br />

Hem âhir-i harf-i intihâsuŋ<br />

Yâ Rab be-havf-keşî-i Yahyâ<br />

Yâ Rab be-kabûlî-i temennâ<br />

Kimüŋle âşnâsın mahrem-i ‘ayş ü demüŋ kimdür<br />

Kime nezzâre-pâş-ı ‘iş<strong>ve</strong>sin dil-hurremüŋ kimdür<br />

Ey çeşmi bâzâr-ı <strong>ve</strong>fâ ey rûyı gülzâr-ı recâ<br />

Ey serv-i bostân-ı hayâ dil saŋa oldı mübtelâ<br />

(K. 2/44)<br />

(K. 2/68)<br />

(G. 95/1)<br />

(K. 26/14)<br />

İkileme, Türkçede, anlamı güçlendirmek için aynı sözcüğün yinelenmesini,<br />

anlamları birbirine yakın ya da karşıt olan <strong>ve</strong>ya sesleri birbirini andıran sözcüklerin<br />

yan yana kullanılmasını anlatan bir terimdir. İkilemeler, şiirde ahengi sağlamakla<br />

25


kalmaz; ayrıca anlamın pekiştirilerek etkili bir biçimde sunulmasına yardım eder.<br />

Hatta ikilemelerle şiirin anlamı arasında öyle bir bütünleşme olur ki, şiirdeki örgü,<br />

sözcüklerle çizilen resme yaklaşır. 44<br />

(3) İkili Söz Tekrarları<br />

Ne şevk şevk-i hayât-â<strong>ve</strong>r-i tahayyül-i dost<br />

Ne şevk şevk-i beşâşet-resân-ı ‘âlemdür<br />

Vasf-ı dehenüm ağzına almaz dimiş ol mâh<br />

Yok yok bunı VAHYÎ-i suhan-sâz götürmez<br />

Çü itdi şûh müjeŋ cünbiş-i Vefâ-âmîz<br />

Ümîd-i vuslatuŋa tâze tâze başlayalum<br />

Mâh eylemezdi cismini reşk-ile dâğ dâğ<br />

Hâl-i siyâh-ı ‘ârız-ı hûbâna bakmasa<br />

Olursa ol murakka‘ pâre pâre<br />

Medâr olur yine bir pâre kâra<br />

(K. 7/32)<br />

(G. 115/7)<br />

(G. 189/4)<br />

(G. 258/2)<br />

(L. 10/5)<br />

Birinci dizenin başındaki <strong>ve</strong> sonundaki bir sözcük, ikinci dizenin başında <strong>ve</strong><br />

sonunda da yinelenir. Bu sözcükler çekimli de olabilirler. Bu durumu, paralellik<br />

çerçe<strong>ve</strong>sinde değerlendirmek gerekir:<br />

44<br />

Ey mahzen-i Kevser-i tecellî<br />

Ey micmer-i ‘anber-i tecellî<br />

Macit, Divân Şiirinde Âhenk Unsurları, s. 42.<br />

(K. 2/29)<br />

26


Ey ma‘den-i dürr ü gevher-i ‘ışk<br />

Ey nâfe-i müşg-ezfer-i ‘ışk<br />

Bu ne hâl ü ne zülf-i zîbâdur<br />

Bu ne çîne ne dâm-ı belâdur<br />

Yine ol mâh-‘izâruŋ lebini yâda getürdüm<br />

Yine keyf-i mey-i nâbı dil-i nâ-şâda getürdüm<br />

(K. 2/33)<br />

(G. 67/1)<br />

(G. 193/1)<br />

Bazen yinelenen sözcüklerin yalnızca ikinci dizede yinelendikleri görülür:<br />

Bir serv-i bülend-i çimenistân-ı <strong>ve</strong>fâsuŋ<br />

Kâmet saŋa sen kâmet-i bâlâya münâsib<br />

Ruhsâruŋı zülfüŋle görenler didi hakkâ<br />

Meh hâleye hâle meh-i ğarrâya münâsib<br />

Dil rûyuŋa meyl itdi didüm didi o fettan<br />

Bülbül güle gül bülbül-i şeydâya münâsib<br />

(G. 13/2)<br />

(G. 13/3)<br />

(G. 13/4)<br />

İlk dizede söylenen sözcüklerden ikisinin, ikinci dizede çapraz olarak<br />

yinelendiği görülür:<br />

görülür:<br />

‘İzâr-ı şâhid-i bâzâr ‘âşık-ı ğâze<br />

O fitne-‘ârıza ammâ ki ğâze ‘âşıkdur<br />

(G. 72/3)<br />

Birinci dizede söylenen sözcüklerin ikinci dizede de aynı sırayı izlediği<br />

27


Çü mihr ü mehle felek tâze dâğlar yakmış<br />

(4) Üçlü Söz Tekrarları<br />

Meger ki mihr-i ruh-ı yâre tâze ‘âşıkdur<br />

Ne dem ki fikr-i ‘izâr u lebüŋle âh iderüz<br />

O âh ile ruh-ı mihr ü mehi siyâh iderüz<br />

Ekl iden bel‘ itmez anı def‘ ider<br />

Def‘ idüp terk itmez anı ref‘ ider<br />

Dil rûyuŋa meyl itdi didüm didi o fettan<br />

Bülbül güle gül bülbül-i şeydâya münâsib<br />

Cihanda âyîne-i kalb-i münkir-i ‘ışkuŋ<br />

Cilâsı kas<strong>ve</strong>t olur kas<strong>ve</strong>ti cilâ olmaz<br />

Ne hâldür bu ticâret-girân-ı şâdînüŋ<br />

Gınâsı nekbet olur nekbeti ğınâ olmaz<br />

Meclis-i meyde bu şeb haylî münâsib düşdi<br />

Mey saŋa sen baŋa ben ‘işrete ‘işret ‘îde<br />

(5) Dörtlü Söz Tekrarları<br />

Cefâ-yı yâr dile lutf olur cefâ olmaz<br />

Belâsı fürkat olur fürkati belâ olmaz<br />

(G. 72/4)<br />

(G. 120/1)<br />

(L. 15/5)<br />

(G. 13/4)<br />

(G. 107/2)<br />

(G. 107/4)<br />

(G. 232/3)<br />

(G. 107/1)<br />

28


Biri zulmet birisi âb-ı hayât<br />

(6) Beşli Söz Tekrarları<br />

b. Ses Tekrarları<br />

Zulmeti ‘ayn-ı hayât âbı memât<br />

Ruh turreye turre ruh-ı zîbâya münâsib<br />

Gül sünbüle sünbül gül-i ra‘nâya münâsib<br />

(L. 32/2)<br />

(G. 13/1)<br />

Şiirde ahengi sağlayan öğelerin başında ses tekrarları gelir. Her dilin<br />

kendisine özgü bir sesbirimleri manzumesi olduğu <strong>ve</strong> ses örgüsünün bir dilden<br />

öbürüne değiştiği bilinmektedir. Şiir, yazıldığı dilin ses sisteminden alınma sesler<br />

üzerine kurulur <strong>ve</strong> onların yardımı ile iletilir. Şiirde ahengi sağlayan öğeler ölçü <strong>ve</strong><br />

uyaktır. Bu iki öğe şiirdeki ses düzenlemelerini de belirler. Seslerin belirli aralıklarla<br />

yinelenmesi şiiri musikiye yakınlaştırır <strong>ve</strong> ahengin çekiciliğine dayalı bir hava<br />

yaratır. Mimarîde, resimde, heykelde, tefriş sanatlarda, musikide olduğu gibi<br />

edebiyatta da bir unsurun, bir sesin belirli aralıklarla yinelenmesi, insan üzerinde<br />

büyüleyici bir etki bırakır.<br />

Klâsik şiirdeki ses <strong>ve</strong> söz düzenlemelerini incelerken Türkçenin yapısı ile<br />

Arapça <strong>ve</strong> Farsçadan gelen sözcükleri göz ardı etmeden tekrarları, ölçü <strong>ve</strong> uyağı <strong>ve</strong><br />

değişik denklikleri gösterge kabul ederek doğrudan metinleri değerlendirmek<br />

biçimsel incelemede sağlıklı sonuçlara ulaşmağı kolaylaştırır. 45<br />

(1) Paralellik<br />

Paralellik, şiir dilinde beyti oluşturan dizeler arasındaki benzer dil<br />

birliklerinin <strong>ve</strong> ölçülü sözcüklerin anlamla bütünleşen sesin eşliğinde paralel<br />

sıralanışıdır. Dörtlü, beşli söz tekrarlarında görülen aynı sözcüklerin beytin her iki<br />

dizesinde belli bir düzenle yinelenmesine karşılık paralellikte yalnızca aynı<br />

45<br />

Macit, Divân Şiirinde Âhenk Unsurları, s. 57-59.<br />

29


sözcüklerin değil, ses, anlam <strong>ve</strong> ölçü itibarıyla benzer sözcüklerin yinelenmesi söz<br />

konusudur.<br />

konusudur:<br />

i. Beyitte Paralellik<br />

Bu tür kullanışlarda beyti oluşturan iki dize arasında paralellik söz<br />

Hem râmiz-i remz-i kevn-i ‘âlem<br />

Hem ğâmiz-i ğamz-ı halk-ı âdem<br />

Mağlûb-ı hevâ vü nefs olupdur<br />

Mecrûh-ı belâ vü nefs olupdur<br />

Rahm ile himâyet eyle şâhâ<br />

Lutf ile şefâ‘at eyle şâhâ<br />

Na‘t itmede mâhir olmadıysa<br />

Vasf itmege kâdir olmadıysa<br />

La‘lüŋ var iken ğonçe-i handâna ne minnet<br />

Zülfüŋ var iken sünbül-i reyhâna ne minnet<br />

Güle sûret mi kodı ‘ârız-ı rengîn-i bütan<br />

Müle rağbet mi kodı la‘l-i güher-çîn-i bütan<br />

‘Âşıkuz ol şûha ağyâr-ülfet olsun olmasun<br />

‘Andelîbüz ol güle hâr-ülfet olsun olmasun<br />

(K. 2/45)<br />

(K. 2/55)<br />

(K. 2/60)<br />

(K. 2/88)<br />

(G. 18/1)<br />

(G. 202/1)<br />

(G. 213/1)<br />

30


Nice bir dîde bu âlâm ile giryân olsun<br />

Nice bir sîne bu ekdâr ile sûzân olsun<br />

(Mus. 6-V/1)<br />

Beyitteki paralellik, klâsik şiirde kullanılan ses tekrarına <strong>ve</strong> benzeşmesine<br />

dayalı sanatlardan tarsîyi hatırlatmaktadır; hatta aynısıdır. 46<br />

ii. Gazelde Paralellik<br />

Olmasa bunlar okınur mı kitâb<br />

Olmasa bunlar bilinür mi hisâb<br />

(L. 29/14)<br />

Klâsik şiirde özellikle redifli şiirlerde dikkati çeken bu paralelliklerin beyti<br />

aşarak gazel seviyesinde yapılanmış örnekleri de vardır:<br />

46<br />

Bu ne hâl ü ne zülf-i zîbâdur<br />

Bu ne çîne ne dâm-ı belâdur<br />

Bu ne ruhsâr-ı bî-nikâb olur<br />

Bu ne gencîne-i hü<strong>ve</strong>ydâdur<br />

Bu ne la‘lin leb ü ne mâye-i şevk<br />

Bu ne câm-ı mey-i musaffâdur<br />

Bu ne dil-cûy-ı ‘ârız-ı rengin<br />

Bu ne hoş-bûy-ı <strong>ve</strong>rd-i ra‘nâdur<br />

Bu ne nâzük hicâb-ı hî-dih<br />

Bu ne meşşâta-i füger-sâdur<br />

Bu ne hüsn-i safâ-füzûd olur<br />

Bu ne sultân-ı lutf-fermâdur<br />

Bir söz sanatı olarak, tarsî şiirde dizelerdeki sözcükleri sayı, ölçü <strong>ve</strong> uyak bakımından<br />

birbirine denk getirmektir. Buna tevâzün denir. Bu yolda yazılmış şiirler murassa adıyla<br />

anılır. Cem Dilçin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara, Atatürk <strong>Kültür</strong>, Dil <strong>ve</strong> Tarih<br />

Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları: 517, 6 2000, s. 488.<br />

31


(2) Armoni<br />

Bu ne fikr-i visâldür ey dil<br />

Bu ne feth olmaduk mu‘ammâdur<br />

Bu ne kâkül ne kâmet-i dil-keş<br />

Bu ne sünbül ne serv-i a‘lâdur<br />

Bu ne nev-güfte şi‘r olur VAHYÎ<br />

Bu ne mu‘ciz-tırâz-ı ma‘nâdur<br />

(G. 67)<br />

Bir <strong>ve</strong>ya birkaç dizedeki seslerin birbirine uymasına, birbirleriyle <strong>ve</strong>ya bir<br />

anlama göre düzenlenmesine armoni denir.<br />

/r/ <strong>ve</strong> /y/ sesleri yinelenmektedir:<br />

Zevk ü safâsı ‘âlemüŋ tecribe olsa ser-te-ser<br />

Ru’yet-i rûy-ı yârdan olmaya VAHYÎyâ lezîz<br />

/n/, /z/ <strong>ve</strong> /r/ sesleri yinelenmektedir:<br />

/h/ sesi yinelenmektedir:<br />

/y/ sesi yinelenmektedir:<br />

Nâz eyleyeydi ol yüzi gülden niyâz-ı nâz<br />

Nâz ile dirdi dil-ber olan nâza nâz ider<br />

Nakd-i niyâz kîse-i ibrâza sığmamış<br />

Âh-ı dırâz dâ’ire-i râza sığmamış<br />

Var-ısa hayâl-i hatuŋı h v âbda gördi<br />

Kim hâle-i meh bedr-i ziyâdâra sarılmış<br />

(G. 41/5)<br />

(G. 51/3)<br />

(G. 127/1)<br />

(G. 129/4)<br />

32


Çü ğâze rû-nümûd olmış ruhında sürhî-i bûse<br />

Hıyefler mülk-i hüsn-i rûy-ı yâre yâd ayak basmış<br />

/â/, /e/ <strong>ve</strong> /i/ sesleri yinelenmektedir:<br />

/n/ sesi yinelenmektedir:<br />

4. Dil <strong>ve</strong> Üslûp<br />

VAHYÎ-i i‘câz-nümâ yazmadı bu şi‘rini tâ<br />

Tâze zemin tâze edâ tâze cevâb olmayıcak<br />

Hırz-ı can genc-i nihan reşk-i cihandur kaplıca<br />

Dâ’imâ manzûr-ı ebnâ-yı zamandur kaplıca<br />

(G. 131/4)<br />

(G. 154/5)<br />

(G. 223/1)<br />

<strong>Vahyî</strong>’nin dili, dönemin bildik, tanıdık dilidir. Arapça <strong>ve</strong> Farsça<br />

tamlamalardan oluşan süslü <strong>ve</strong> ağır bir dildir. Külfetsiz <strong>ve</strong> yalın söyleyişlerle<br />

karşılaşılsa da o dönemin bir üslûp özelliği olarak duyulmamış sözcükleri kullanmak<br />

ya da Türkçe sözcüklerin yerine, Farsça <strong>ve</strong>ya Arapça sözcükleri kullanmak<br />

geçerliydi.<br />

Meyl-i ruhuŋda ta‘ne-i ağyâra bakmazuz<br />

Gül-çin ruhına dîdelerüz hâra bakmazuz<br />

“gözlerüz” yerine “dîdelerüz” sözcüğünün kullanılması gibi.<br />

Çâk-i sürâdik-i dey idüp hancer-i bahâr<br />

‘Ankâ-yı gülşen açdı yine şeh-per-i bahâr<br />

Bir gülşen-i feyzdür hayâlüm<br />

Pür-gûy ku‘aytdur makâlüm<br />

(G. 117/1)<br />

(K. 28/1)<br />

(K. 2/8)<br />

33


sürâdik <strong>ve</strong> ku‘ayt sözcükleri bu türden sözcüklerdir. Dîvân’da bu türden<br />

örnekleri fazlasıyla görmek mümkündür.<br />

Atasözleri <strong>ve</strong> deyimlerin söze kattığı anlam inceliklerinden öbür Türk şairleri<br />

gibi <strong>Vahyî</strong> de yararlanmıştır. Ancak bazı deyimlerde Farsça biçimler yeğlenmiştir:<br />

yüzü yerde ol- (rû-be-hâk ol- K. 4/47), yaka paça ol- (dest ü girîbân ol- K. 21/7),<br />

yerle bir ol- (hâk ile yeksân ol- G. 50/3), bir telde iki canbaz oynama- (bârîk resen<br />

iki cân-bâz götürmez G. 115/2), tuz ekmek hakkı (hakk-ı nân u nemek L. 3/6), fitne<br />

çıkar- (âteş-be-pâ kerden G. 168/3), korkulu ya da sabırsız bekleme (gûş ber bang G.<br />

172/4).<br />

Dîvân’da döneminin yaygın bir özelliği olarak Farsça zincirleme tamlamalar<br />

da kullanılmıştır:<br />

Bâd-ı reviş-i kilk-i güher-rîz-i hayâlüm<br />

Şem‘-i hüner-i Hâfız-ı şûhı ider itfâ<br />

Beyitte yalnızca ider sözcüğü Türkçedir; onun dışındakiler tamlamadır.<br />

Bazen Farsça beşli zincirleme tamlamalar da görülür:<br />

Ceyş-i zalâm-ı hecr-i dildâr-ı pür-cefâyı<br />

Def‘ itdi şâh-ı âh-ı âteş-sipâh-ı ‘âşık<br />

Nazra-i <strong>ve</strong>rd-i ruh-ı hûb-ı dil-âvîzüŋ olur<br />

Bâ‘is-i ma‘mûrî-i gülzâr-ı bâğ-ı şehr-i ‘ışk<br />

Bazen bu zincirleme tamlamalar beyitler boyu sürer:<br />

(K. 3/12)<br />

(G. 155/3)<br />

(G. 157/4)<br />

34


Ey şem‘-i şeb-ârâ-yı ğam olan dil-i şeydâ<br />

Tâ key he<strong>ve</strong>s-i vuslat-ı dildâr-ı temennâ<br />

Gül-çîn-i gülistân-ı talebkârî-i şâdî<br />

‘Âlemde meger hâr u has-ı ye’s ide peydâ<br />

(K. 3/1-2)<br />

Kimi zaman beyitlerde görüldüğü gibi hem külfetli hem yalın söyleyişler bir<br />

arada bulunmaktadır:<br />

İder dil-beste serv ü şem‘ ü mâhı ‘iş<strong>ve</strong>si yârüŋ<br />

Otursa dursa gitse hûbdur etvârı hem nâzük<br />

Bununla birlikte büsbütün yalın söyleyişler de vardır:<br />

Suyı ğâyetle sâf turna gözi<br />

Kimsenüŋ yok letâfetine sözi<br />

(G. 158/4)<br />

(L. 11/3)<br />

Klâsik edebiyatta her beytin bir anlam bütünlüğü vardır. Beytin anlamı kendi<br />

içinde tamamlanır; ancak çok az görülmekle birlikte bu kuralın dışına çıkıldığı da<br />

olmuştur. Böyle, bir şiir parçasının içinde anlamı kendi içinde tamamlanmayan<br />

alttaki beyitlere de geçen beyitlerin her birine ‘başka bir beyte bağlı olan beyit’<br />

anlamında beyt-i merhûn adı <strong>ve</strong>rilir. 47<br />

47<br />

VAHYÎ-i ğarîb-i dil-figâra<br />

Bâzû-yı derûnı dâğdâra<br />

Lutf u kerem ile rahmet eyle<br />

Âteşlere yakma şefkat eyle<br />

(K. 2/84-85)<br />

‘Alî Şîr Nevâyî, Mîzânü’l-Evzân, Hazırlayan: Prof. Dr. Kemal Eraslan, Ankara, Atatürk<br />

<strong>Kültür</strong>, Dil <strong>ve</strong> Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları: 568 Ali Şir Nevâyi<br />

Külliyatı: 14, 1993, s. 172.<br />

35


“Gönlü yaralı, garip; yürek pazısı dağlanmış <strong>Vahyî</strong>’ye iyilik <strong>ve</strong> cömertlikle<br />

rahmet <strong>ve</strong> şefkat eyle, onu ateşlere atma” biçiminde günümüzün Türkçesine<br />

aktarılabilecek beyitlerde, anlamın birinci beyitte tamamlanmayıp ikinci beyte<br />

aktarıldığı görülmektedir.<br />

Na‘t itmede mâhir olmadıysa<br />

Vasf itmege kâdir olmadıysa<br />

Hâk-i reh-i ehl-i midhat oldı<br />

Lutf eyle sezâ-yı şefkat oldı<br />

(K. 2/88-89)<br />

Hz. Peygamberin övgüsünde yazılan kasidede, “<strong>Vahyî</strong>, seni övmede usta<br />

olamayıp niteliklerini anlatmada da güçlü olamadıysa; övgü ehlinin yolunun toprağı<br />

oldu, ona ihsan et, şefkatine uygundur.” biçiminde günümüzün Türkçesine<br />

aktarılabilecek beyitlerde, birinci beyitte anlamın tamamlanmadığı görülmektedir.<br />

<strong>Vahyî</strong>, bir duyguyu, bir düşünceyi, bir ruh hâlini kuv<strong>ve</strong>tli bir biçimde<br />

yansıtan beyitler, dizeler söylemiştir; fakat <strong>Vahyî</strong>’nin şiiri doğrudan doğruya hikemî<br />

tarz içerisinde değerlendirilebilecek özellikte değildir.<br />

Hikmet, sosyal bilimlerin her alanında kullanılan <strong>ve</strong> pek çok anlamlara<br />

gelebilen bir kavramdır. Tabiî bilimlerden fizik ötesine, felsefeden dine kadar çok<br />

geniş bir alanda çeşitli tanımları yapılan hikmet sözcüğünün edebiyattaki anlamı<br />

kâinata, eşyaya <strong>ve</strong> hâdiselere ibret gözüyle bakarak öbür insanların farkına<br />

varamadıkları özellikleri, gözle görülemeyen ilişkileri, gizli sırları açığa çıkarıp kısa<br />

<strong>ve</strong> öz olarak ifade etmektir. Geniş açıklamalar gerektiren bir fikri, bir düşünceyi bir<br />

<strong>ve</strong>ya birkaç cümle ile anlatma sanatıdır. Hikmetli ifade düz yazıdan çok şiirde<br />

tutulmuştur. Doğu şiirinin temeli hikmetli ifadeye dayanır denilebilir. Hemen hemen<br />

her şairin divanında hikemî tarzda kaleme alınmış beyitlere rastlamak mümkündür.<br />

Bu şiirlerde görmüş geçirmiş bir insanın rindane edası, dervişane telkinleri vardır.<br />

Türk edebiyatının bütün kollarında gerek klâsik edebiyat gerek âşık edebiyatı<br />

gerekse ortak edebiyatı <strong>ve</strong>rimlerinde, özellikle dinî-tasavvufî edebiyat ürünlerinde<br />

hikmetle yoğrulmuş, insanı düşünce yoluyla kuşatan dörtlükler, beyitler, dizeler<br />

36


ulunmaktadır. Klâsik şiirde mesel söyleme, atalar sözü irad etme, dikkati çekecek<br />

bir özellik olarak Necâtî Beg [1451-1509] ile başlamıştır. Bilgi <strong>ve</strong> deneyimlerini atasözü<br />

mahiyetinde sözlerle ortaya koyma özelliği Bağdatlı Rûhî [ö. 1605] ile gelişmiş <strong>ve</strong> bu<br />

tarz Nâbî [1642-1712] ile başlı başına bir mektep olmuştur. 48<br />

<strong>Vahyî</strong>, şiirlerinde darbımesel sayılabilecek birkaç beyit dışında atasözleri<br />

kullanmamıştır. Onun şiiri doğrudan doğruya hikemî tarz içerisinde değerlendirilip<br />

Nâbî mektebine bağlanabilecek özellikte değildir. <strong>Vahyî</strong>, hikemî sayılabilecek<br />

beyitler söylemekle beraber, daha çok bir ruh hâlini kuv<strong>ve</strong>tli yansıtan yoğun bir ifade<br />

<strong>ve</strong> anlatıma sahip beyitler kaleme almıştır.<br />

Şâh-ı hûbân-ı cihan la‘l ü feminden bellidür<br />

Kim Süleymânı zamânuŋ hâteminden bellidür<br />

(G. 89/1)<br />

“Dünya güzellerinin sultanı, ağız <strong>ve</strong> dudağından bellidir, dönemin<br />

Süleymân’ı ise mühründen bellidir.”<br />

Kiştzâr-ı cismi bârân-âşnâ-yı eşk kıl<br />

‘Âşık-ı ğam-dîde çeşm-i pür-neminden bellidür<br />

(G. 89/2)<br />

“Beden ekinliğini gözyaşı yağmuru ile tanıştır, zira gam görmüş âşık, nemli<br />

gözünden bellidir.”<br />

Gonçenüŋ hâlin cefâ-yı hârdan idrâk kıl<br />

Ey hezâr-ı zâr hem-dem hem-deminden bellidür<br />

(G. 89/6)<br />

“Ey inleyen bülbül! Goncanın durumunu dikenin sıkıntısından anla, arkadaş<br />

arkadaşından bellidir.”<br />

48<br />

Hüseyin Akkaya, Nevres-i Kadîm <strong>ve</strong> Türkçe Dîvânı İnceleme, Tenkitli Metin <strong>ve</strong><br />

Tıpkıbasım (1. Kısım: İnceleme), Yayınlayanlar: Şinasi Tekin, Gönül Alpay Tekin,<br />

Harvard, Harvard Üni<strong>ve</strong>rsitesi Yakındoğu Dilleri <strong>ve</strong> Medeniyetleri Bölümü, 1995, s. 130.<br />

37


Rahm-âşnâyî-i nigeh-i nâz-per<strong>ve</strong>ri<br />

Bezm-i visâl-i dil-bere varıbilen bilür<br />

(G. 102/3)<br />

“Naz besleyen bakışın bağışlama biliciliğini, sevgilinin kavuşma meclisine<br />

varabilen bilir.”<br />

bilen bilir.”<br />

Bizden belâ-yı hecri su’âl eylemeŋ anı<br />

Zevk ü safâyı bûs u kinârı bilen bilür<br />

(G. 102/4)<br />

“Bize ayrılık derdini sormayın; bu derdi, zevki safayı, öpme <strong>ve</strong> kucaklamayı<br />

Dîvân’da yer yer yerel öğelerle karşılaşıldığı gibi birtakım dil özellikleri de<br />

görülmektedir. n’idügini mi ‘ne olduğunu mu?’, ideyor ‘ediyor’, diyemezüz<br />

‘diyemeyiz’, Ne gördi ‘görmedi’, olmağın ‘olmakla’ vb.<br />

Tîzî-i tabî‘atum göreydi<br />

N’idügini mi dahı bileydi<br />

Hücûm-ı ğamze-i cânân katl-i ‘âm ideyor<br />

Yine fütâdeleri intibâh nâ-peydâ<br />

Dest-i emel irişmedin nahl-i gül-i visâlüŋe<br />

Rahne-i hâr-ı hecrüŋe diyemezüz şehâ lezîz<br />

Ne gördi ‘ilm ü ‘amelde nazîrini dünyâ<br />

Ne bir müşâbihi hâtır-nişân-ı ‘âlemdür<br />

Laht-ı cigerle hûn-ı dil âmâde olmağın<br />

Cânâ nedîm-i ğamla ‘aceb ‘âlem eylerüz<br />

(K. 2/14)<br />

(G. 4/6)<br />

(G. 41/4)<br />

(K. 7/46)<br />

(G. 122/3)<br />

38


II. DİVANIN BİÇİM AÇISINDAN İNCELENMESİ<br />

A. Vezin<br />

Dîvân’da 29 çeşit <strong>ve</strong>zin kullanılmıştır. Kullanılan <strong>ve</strong>zinlerin bu kadar çeşitli<br />

olmasında şiir sayısındaki çokluğun yanı sıra bir mükemmeliyet kaygısının da etkisi<br />

olduğu düşünülmelidir. <strong>Vahyî</strong>, kafiye konusunda da söz edileceği üzere gazellerinde<br />

eski alfabenin bütün harflerinde kafiye yaparak şiir yazmıştır.<br />

Türk şiirinde kullanılan aruz bahirleri içerisinde yalnızca kâmil bahrinde<br />

<strong>ve</strong>zin kullanılmazken, yine Türk şiirinde kullanılmasına karşın şairlerin pek<br />

yeğlemediği remel bahrinin Fe‘ilâtü Fâ‘ilâtün Fe‘ilâtü Fâ‘ilâtün kalıbı ile mütekârib<br />

bahrinin Fa‘lün Fe‘ûlün Fa‘lün Fe‘ûlün kalıbı birer kez kullanılmıştır. Bunun yanı<br />

sıra münserih bahrinin bir kalıbı olan Müfte‘ilün Fâ‘ilün Müfte‘ilün Fâ‘ ölçüsüne,<br />

bugüne değin bu tür konularda sayıca bilgi <strong>ve</strong>ren eserlerde karşılaşılmamıştır. <strong>Vahyî</strong>,<br />

Türk şiirinde pek kullanılmayan tavîl <strong>ve</strong> vâfir bahirlerinden Fe‘ûlün Mefâ‘îlün<br />

Fe‘ûlün Mefâ‘îlün <strong>ve</strong> Müfâ‘aletün Müfâ‘aletün Müfâ‘aletün Müfâ‘aletün kalıplarını<br />

da birer kez kullanmıştır.<br />

<strong>Vahyî</strong>, umumiyetle aruzu Türkçeye uygulamada başarılıdır. Bunda, önceki<br />

yüzyıllara göre şiir dilinde Arapça <strong>ve</strong> Farsça sözcüklerin daha bir yoğunluk<br />

kazanmasının etkili olmasının yanında Türk şiirinin XVII. yüzyıla kadar olan aruzla<br />

mücadelesinin de etkisi göz ardı edilmemelidir.<br />

39


Bahirler<br />

Hezec<br />

Remel<br />

Mütekarib<br />

Recez<br />

M<br />

1<br />

2<br />

3<br />

4<br />

5<br />

6<br />

1. Vezinlerin Nazım Biçimlerine Göre Dağılımı<br />

Vezinler<br />

Kasideler<br />

Gazeller<br />

Müstezad<br />

Kıt’a<br />

Nazm<br />

Mesnevî<br />

Rubaî<br />

Murabba<br />

Tahmis<br />

Terkib-bend<br />

01. Mef‘ûlü Mefâ‘ilün Fe‘ûlün 1 2 1<br />

02. Mef‘ûlü Mefâ‘îlü Mefâ‘îlü Fe‘ûlün 1 18 1 1 1 1<br />

03. Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün 10 37 4 3 3 15<br />

04. Mefâ‘îlün Fe‘ûlün Mefâ‘îlün Fe‘ûlün 1<br />

1<br />

05. Mef‘ûlü Mefâ‘îlü Mefâ‘îlü Fe‘ûlün/Mef‘ûlü<br />

2<br />

Fe‘ûlün<br />

1<br />

06. Mef‘ûlü Mefâ‘îlün Mef‘ûlü Mefâ‘îlün 2<br />

07. Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Fe‘ûlün 1 3 2<br />

08. Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün 6 54 14 3 1 17<br />

09. Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilün 5 23 5 1 2 6<br />

10. Fe‘ilâtü Fâ‘ilâtün Fe‘ilâtü Fâ‘ilâtün 3<br />

1<br />

11. Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün 1 2 1 3 1 3<br />

12. Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün 4<br />

1<br />

13. Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilün 4 1<br />

14. Fa‘lün Fe‘ûlün Fa‘lün Fe‘ûlün 5<br />

1<br />

15. Fe‘ûlün Fe‘ûlün Fe‘ûlün Fe‘ûl 2 2<br />

16. Fe‘ûlün Fe‘ûlün Fe‘ûlün Fe‘ûlün 2<br />

17. Müstef‘ilün Müstef‘ilün Müstef‘ilün Müstef‘ilün 2 1 1<br />

18. Müfte‘ilün Mefâ‘ilün Müfte‘ilün Mefâ‘ilün 3<br />

19. Müfte‘ilün Müfte‘ilün Müfte‘ilün Müfte‘ilün 6<br />

1<br />

20. Mef‘ûlü Fâ‘ilâtü Mefâ‘îlü Fâ‘ilün 3 50 5 2<br />

(G. 31).<br />

(G. 251).<br />

(G. 126).<br />

(G. 193).<br />

(G. 21).<br />

(G. 154).<br />

40<br />

Beyit


Müctes<br />

Münserih<br />

Hafif<br />

Seri<br />

Tavil<br />

Vafir<br />

21. Mef‘ûlü Fâ‘ilâtün Mef‘ûlü Fâ‘ilâtün 5 1<br />

22. Mefâ‘ilün Fe‘ilâtün Mefâ‘ilün Fe‘ilün 5 32 4 9<br />

23. Mefâ‘ilün Fe‘ilâtün Mefâ‘ilün Fe‘ilâtün 8<br />

24. Müfte‘ilün Fâ‘ilün Müfte‘ilün Fâ‘ilün 4 1<br />

25. Müfte‘ilün Fâ‘ilün Müfte‘ilün Fâ‘ 2<br />

26. Fe‘ilâtün Mefâ‘ilün Fe‘ilün 3 9 2 20 4<br />

27. Müfte‘ilün Müfte‘ilün Fâ‘ilün 2 1<br />

28. Fe‘ûlün Mefâ‘îlün Fe‘ûlün Mefâ‘îlün 7<br />

29. Müfâ‘aletün Müfâ‘aletün Müfâ‘aletün<br />

Müfâ‘aletün 8<br />

2. Aruz Kusurları<br />

a. Ulamalarda Yapılan Kusurlar<br />

(1) Yapılması Gereken Yerde Ulama Yapmamak<br />

Aşağıdaki beyitlerde işaretli yerlerde ulama yapmamak akışı sekteye<br />

uğratmakta, ulama yapıldığında ise med yapılması gereken işaretli yerlerde yapılan<br />

meddin açık hecesi kaybolmakta böylece <strong>ve</strong>zinde eksik heceye sebep olmaktadır.<br />

7<br />

8<br />

(G. 15).<br />

(G. 201).<br />

Hezec - - . / . - . - / . - -<br />

Nefs itdi fesâdÒiddi‘âsın<br />

Fazluŋ ile mülzem eyle yâ Rab<br />

1<br />

1<br />

(K. 1/7)<br />

41


Hezec - - . / . - . - / . - -<br />

MakbûlÒolup hemin recâsı<br />

‘Afv eyleye cürmini Hudâsı<br />

Hezec - - . / . - . - / . - -<br />

ÂzâdÒolup cahîmden tâ<br />

Gülzâr-ı na‘îmi ide me’vâ<br />

Hezec - - . / . - . - / . - -<br />

Pür-nûrÒola revân-ı pâküŋ<br />

Hem rûh-ı şerîf-i tâbnâküŋ<br />

Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />

Olsa nigeh-endâz leb-i şi‘r-i melîhüm<br />

MemsûhÒola peyker-i keyfiyyet-i sahbâ<br />

Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />

Bir nîm-nigâh-ı ğazab itseŋ dü-cihâna<br />

Nâ-bûdÒola nokta-i mîm-i ‘ademâsâ<br />

Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />

Envâ‘-ı sa‘âdât ile zât-ı şerîfüŋ<br />

Her lahza ser-efrâzÒide hazret-i Mevlâ<br />

Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />

Her demde salât ile tahiyyât-ı firâvan<br />

ÎsârÒola ravzaŋa sultân-ı kerîmâ<br />

(K. 2/61)<br />

(K. 2/62)<br />

(K. 2/105)<br />

(K. 3/17)<br />

(K. 3/28)<br />

(K. 3/42)<br />

(K. 3/43)<br />

42


Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

Kûyuŋda çün hezârÒide bast-ı âh u zâr<br />

Hengâm-ı ‘arz-ı hâl dil-i âteşîndür<br />

Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

Âyet-i ‘îdÒidüp nesh-i vücûb-ı imsâk<br />

Emr-i fıtr itdi hudâ<strong>ve</strong>nd-i kadîmü ’l-ihsan<br />

Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

Zeyn idüp yâri nec[i]m-nakş libâs-ı zer-beft<br />

Revnak-ı ‘îdÒo meh-pâreyi hurşîd itdi<br />

Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

ReşkÒol hâtıra kim vasf-ı hat-ı sebzüŋde<br />

Böyle bir nazm-ı füsun-lehceyi tesvîd itdi<br />

Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

Gülşen-i feyz benem âb-ı revân endîşem<br />

Nazm u nesrümde olan pâk-edâ sünbül ü gül<br />

Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />

İtme ıtnâba he<strong>ve</strong>s maksûd hâsıldur göŋül<br />

Katresin imsâkÒitmez bahr-i cûşân-ı kerem<br />

Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

Ser-tâbe-pâyÒâteş olursa ‘aceb midür<br />

‘Âşık ki ola yâr-i gül-endâmdan cüdâ<br />

(K. 8/44)<br />

(K. 23/2)<br />

(K. 24/2)<br />

(K. 24/18)<br />

(K. 29/7)<br />

(K. 34/32)<br />

(G. 3/4)<br />

43


Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

Eylerse hüsn-i rûyuŋı meh-tâbÒiktisâb<br />

Mihr-i münîr mehden ide tâbÒiktisâb<br />

10. gazel bu biçimde sürmektedir.<br />

Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />

İnsâfÒeger ‘âlemi ihlâk ise kasduŋ<br />

Gamzeŋ yetişür hancer-i bürrâna ne minnet<br />

Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

Meyl eyledükçe cevre o meh-pâre bulmada<br />

Bâzâr-ı ‘ışkÒiçre metâ‘-ı belâ revâc<br />

Mütekârib . - - / . - - / . - - / . -<br />

Nukûd-ı dür-i eşk harç olmadın<br />

Der-âğûşÒolmaz nigâr-ı ferah<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

O bezm-i hâsa güzâr itse kâsıd-ı nâme<br />

Sütûrı müşgÒolur âhû-yı harem kâğaz<br />

Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

Ser-beste kalmaz idi göŋül müşkilât-ı ‘ışk<br />

Hışm u ‘itâbÒolmasa rû-pûş-ı lutf-ı yâr<br />

Recez - . . - / . - . - / - . . - / . - . -<br />

ÂhÒo vakt olur mı kim rahm idüp ol <strong>ve</strong>fâ-meniş<br />

Çihre-i zerd-i ‘âşık-ı ‘ışk-nigâha yüz sürer<br />

(G. 10/1)<br />

(G. 18/4)<br />

(G. 23/4)<br />

(G. 27/3)<br />

(G. 39/4)<br />

(G. 48/4)<br />

(G. 62/4)<br />

44


Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

‘Âşıka nîm-nigehle nazar itmez ol şûh<br />

Bu ne şeh-bâzÒolur mâ’il-i nahçîr olmaz<br />

Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

Bir vaz‘-ı nâzenîn ile ol şûhÒeyledi<br />

VAHYÎ-i zârı mest-i harâb-ı şarâb-ı nâz<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . - -<br />

Cihanda vuslat-ı dildârÒintizârına degmez<br />

Devâ-yı zevk ü safâ derd-i âh u zârına degmez<br />

Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

Cevr ü cefâŋı ğamzeye isnâdÒeylerüz<br />

Âsîb-i remz-i turre-i tarrâra bakmazuz<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

AmânÒeyleme ey şâh-ı merhamet-pîşe<br />

Meşâm-ı tab‘uŋı bûy-ı ‘itâbdan mahzûz<br />

Muzâri‘ - - . / - . - - / - - . / - . - -<br />

BîdârÒolmaz ey dil bezm-i cihanda hergiz<br />

Çeşm-i <strong>ve</strong>fâ-yı dil-ber baht-ı siyâh-ı ‘âşık<br />

Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />

Perîşan-hâl olur ‘uşşâkÒelbette olınca cem‘<br />

‘İzâr-ı tâbdâr u zülf-i ‘anber-bâr sultânum<br />

(G. 108/3)<br />

(G. 110/5)<br />

(G. 112/1)<br />

(G. 117/3)<br />

(G. 145/6)<br />

(G. 155/4)<br />

(G. 190/3)<br />

45


Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />

Derûnı peşm-i hicrân ile mâl-â-mâlÒolmışdur<br />

İdüp ümmîd-i vasluŋ bâliş-i zerkâr sultânum<br />

Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />

Bu dil-i âvâre vakf-ı hüzn-i mâder-zâddur<br />

Ol perî-ruhsârÒâzâr-ülfet olsun olmasun<br />

Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />

Nûr-ı meh ü hurşîdÒolur sâye yanında<br />

‘Uşşâk fürûzân idicek meş‘al-i âhı<br />

Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

GâhÒendîşe-i ruhsâr iderem geh sîne<br />

Dil-i sûzânuma bir nûr ile nâruŋ ikisi<br />

(2) Yapılmaması Gereken Yerde Ulama Yapmak<br />

(G. 190/4)<br />

(G. 213/2)<br />

(G. 252/3)<br />

(G. 257/5)<br />

Sözlük anlamı ‘eriştirme, ulaştırma’ olan ulama, edebiyatta, bir sözcüğün son<br />

sesini, sonraki sözün ünlü ile başlayan ilk hecesine vurmaktır. Eski şairler, /a, e, i, o,<br />

ü/ ile başlayan sözcüklerde ulamayı uygun görürler; fakat “ayn” <strong>ve</strong> “h” harflerine<br />

yapılan ulamayı kusur sayarlardı. Buna edebiyat sözlüklerinde çoklukla vasl-ı ‘ayn<br />

denmiş; 9<br />

Mu‘allim Nâcî [1850-1893] ise, buna hücnet adını <strong>ve</strong>rmiştir. 10<br />

belli başlı şairlerinin bu kurala uydukları, 11<br />

zaman zaman bu kurala uymadıkları görülmüştür.<br />

9<br />

10<br />

11<br />

Tâhirü ’l-Mevlevî, Edebiyat Lûğatı, s. 179.<br />

XVI. yüzyılın<br />

XVII <strong>ve</strong> XVIII. yüzyıl şairlerinin 12<br />

Yekta Saraç, “Şiir Tenkidine Dair Bir Örnek-Muallim Naci <strong>ve</strong> Muallim”, Türk Dili <strong>ve</strong><br />

Edebiyatı Dergisi, C. XXIX, İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 2000, s.<br />

249.<br />

Hakan Taş, “On Altıncı Yüzyıl Divan Şairlerinde Vezin Kullanımı”, İstanbul, İstanbul<br />

Üni<strong>ve</strong>rsitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Ana Bilim Dalı Eski Türk<br />

Edebiyatı Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, 2000.<br />

ise,<br />

46


12<br />

Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />

Ki olup mûra râm bebr ü peleng<br />

MegesÒ‘ankâyı sayda ruhsat olur<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

İrişse pertev-i ruhsâr-ı en<strong>ve</strong>rüŋ mihre<br />

Dönerdi ser-te-serÒ‘âlem meh-i ziyâdâra<br />

Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

Yevm-i ‘îd oldı hevâ mu‘tedilÒ‘âlem pür-şevk<br />

İtse hûbân-ı Sitanbûl n’ola nâz ile hırâm<br />

Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

Fikr-i kemâlüŋÒ‘ârife intâc-ı ‘acz ider<br />

Melzûmdan bu lâzıma bir intikâldür<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Gam-âşnâ olanÒ‘uşşâka hışm idüp itme<br />

Nigâh-ı lutfuŋı bî-gâne-âşnâ cânâ<br />

Hezec - - . / . - - - / - - . / . - - -<br />

Mecmû‘a-i ‘ışkuŋda gördük varak-ı hecrüŋ<br />

Lutf eyleyüpÒ‘uşşâka evrâk-ı dîger göster<br />

Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

Kûy-ı belâ-nişîn olanÒ‘uşşâk-ı dil-figâr<br />

Efkâr-ı vaslı çeşm-i dile tûtiyâ bilür<br />

(K. 4/41)<br />

(K. 11/38)<br />

(K. 22/5)<br />

(K. 35/26)<br />

(G. 1/2)<br />

(G. 66/3)<br />

(G. 101/3)<br />

Prof. Dr. Haluk İpekten, Eski Türk Edebiyatı Nazım Şekilleri <strong>ve</strong> Aruz, İstanbul, Dergâh<br />

Yayınları: 152, İnceleme dizisi: 21, 1994, s. 129.<br />

47


Muzâri‘ - - . / - . - - / - - . / - . - -<br />

Hışmında ol perînüŋ biŋ lutf muhtefîdür<br />

Cevrin anuŋ’çünÒ‘âşık mihr ü <strong>ve</strong>fâya virmez<br />

Remel . . - . / - . - - / . . - . / - . - -<br />

OlurÒ‘âşık-ı hazînüŋ nefes-i kebûdı âteş<br />

Nice âteş olmaz ey dil ki bütün vücûdı âteş<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

‘İzârınÒ‘âşıka kâkülsüz eylemiş izhâr<br />

O şûh zerresine âftâb göstermiş<br />

Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />

‘Ârız-ı dildâr bir âyîne-i bî-jengdür<br />

Anda peydâ olanÒ‘aks-i ebruvânı sanma hat<br />

Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

Sağ olsunÒ‘ârız u kad-i mevzûn-ı dil-rubâ<br />

Gülşende serv [ü] <strong>ve</strong>rd-i ter olmazsa olmasun<br />

Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />

Germ ü serd-i dehri çok görmiş birÒ‘ârif pîrdür<br />

Mâ-cerâsın söylese âb-ı revandur kaplıca<br />

Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

Bize rahm eylemede yâr iderÒ‘izzet ‘îde<br />

Biz de itsek n’ola biŋ cân ile rağbet ‘îde<br />

(G. 114/2)<br />

(G. 126/1)<br />

(G. 133/4)<br />

(G. 142/3)<br />

(G. 212/8)<br />

(G. 223/2)<br />

(G. 232/1)<br />

48


Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

Bilmezüz n’idüginÒ‘âlemde dahı zevk-i visâl<br />

Kâni‘üz biz o mehüŋ va‘de-i ferdâsı ile<br />

Muzâri‘ - - . / - . - - / - - . / - . - -<br />

Pinhân iderdi ‘ışkı kendindenÒ‘âşık-ı zâr<br />

Âyîne olmayaydı mahbûb-ı râze tâze<br />

Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />

Pâk-dâmân u şûh-ı şîrînkâr<br />

İderÒ‘uşşâkı bir nigehle şikâr<br />

Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />

Koŋşı kapusı vardurÒ‘ulvîden<br />

Geçe süflîye istedükçe geçen<br />

Remel - . - - / - . - - / - . -<br />

Cümlesi eylerlerÒ‘azm-i sebzezâr<br />

Her biri yapar başına bir hisâr<br />

Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />

Olmadı mihr-i cemâli zîb-i vakt-i irtifâ‘<br />

Şanzdeh sâl ikenÒ‘ömri oldı ma‘rûz-ı zevâl<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Dehân u çeşm ü ruh-ı yâri eyle gel seyran<br />

Anuŋladur göŋülÒ‘âlemde feyz-i bî-pâyan<br />

(G. 234/3)<br />

(G. 244/3)<br />

(L. 1/8)<br />

(L. 25/6)<br />

(L. 27/6)<br />

(T. 3/6)<br />

(Muam. 1)<br />

49


. Zihaf<br />

Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />

Dil-ber ki ser-i zülf ola ruhsârına perde<br />

Medhûş ideÒ‘uşşâkını hengâm-ı nazarda<br />

(Muam. 45)<br />

Sözlük anlamı ‘çocuk oturağı üzerinde emeklemek; karın üstünde sürünerek<br />

gitmek; ordu hâlinde düşman üzerine yürümek’ anlamlarına gelen zihâf, uzun<br />

okunması gereken bir hecenin <strong>ve</strong>zin gereği kısa okunmasıdır. 13<br />

İmalenin zıttıdır <strong>ve</strong><br />

şiirde önemli kusurlardan sayılır. Dîvân’da geçen zihaf örneklerinin yapısına<br />

bakıldığında -şairlerin yetiştiği çevre <strong>ve</strong> Türklerin sözcükleri söyleyiş biçimleri de<br />

düşünülürse- bu sözcüklerin yabancı dilden dilimize giren <strong>ve</strong> halkın kendi ağız<br />

yapılarına uydurarak kimi uzunlukları kısalttıkları sözcükler olduğu görülür.<br />

Dolayısıyla şairlerin bu türden sözcükleri zihaf kastı ile yapmadıkları düşünülebilir.<br />

13<br />

14<br />

Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />

Çeşmin endîşe eylesem kalemüm<br />

Âhû-yı kûhsâr-ı midhat olur<br />

Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />

Suhanum kadri andan a‘lâdur<br />

Ki dîne midhat-i fülânîdür<br />

Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

Nasb itdi ya‘nî 14<br />

mesned-i fetvâya yümn-ile<br />

Bir şahsı kim edîb-i hamîdü ’l-fa‘âldür<br />

Tâhirü ’l-Mevlevî, Edebiyat Lûğatı, s. 182.<br />

(K. 34/9), (G. 160/5), (L. 4/5), (L. 13/6), (T. 10/3), (T. 11/2).<br />

(K. 4/8)<br />

(K. 9/36)<br />

(K. 35/11)<br />

50


15<br />

16<br />

(G. 34/3), (G. 128/7), (G. 173/4).<br />

Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />

Ve ’s-selâm oldı bunda hatm-i kelâm<br />

Bâkî olsun safâ göŋülde müdâm<br />

Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />

Ruh-ı al-i nigâruŋ vasf-ı pâkin kilk-i reşk ile<br />

Hemîşe safha-i şeft-âlûya 15<br />

tahrîr ider meh-tâb<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Olursa Mânî vü Bih-zâda ta‘ne-zen lâyık<br />

Çıkardı nakşuŋı bir lahzada şehâ mir’ât<br />

Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

Gûş eyledükde ‘İLMÎ-i şûhuŋ kelâmını<br />

Oldı zebanda cârî bu ebyât-ı âbdâr<br />

Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />

Gül-i gülzâr-ı h v âhiş fikr-i ruhsâr-ı latîfüŋdür<br />

Hilâl-i evc-i hasret ebrû-yı 16<br />

hâtır-nişînüŋdür<br />

Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

Ta‘vîz-i ‘ışk bâzû-yı dilde ne hâldür<br />

Çeşm-i nigâra ‘âşıkı bî-gâne gösterür<br />

(K. 11/9), (Mus. 10-IV/4), (Muam. 16), (Muam. 37).<br />

(K. 38/24)<br />

(G. 11/6)<br />

(G. 16/4)<br />

(G. 42/6)<br />

(G. 97/2)<br />

(G. 104/7)<br />

51


17<br />

18<br />

19<br />

(G. 107/2), (G. 139/3), (G. 196/5).<br />

(G. 232/3), (L. 6/8).<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Cihanda âyîne-i 17<br />

kalb-i münkir-i ‘ışkuŋ<br />

Cilâsı kas<strong>ve</strong>t olur kas<strong>ve</strong>ti cilâ olmaz<br />

Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

Âğuş-ı hasret-i vuslatda uyutmış yâri<br />

Haylî 18<br />

kuv<strong>ve</strong>tde imiş tâli‘-i bîdâr-ı emel<br />

Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />

Niçe müddetdür o şûha bendeyem VAHYÎ gibi<br />

Fursat olsa bârî bir kez âh sultânum disem<br />

Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />

Cûy sanmaŋ intizâr-ı ru’yet-i cânândan<br />

Zânû-yı şimşâda indi gülsitanda kara su<br />

Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />

Gâzî Sultan Mustafâya VAHYÎyâ budur du‘âm<br />

Kim kemîne bendesi mahsûd ola Keyhusre<strong>ve</strong><br />

Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />

Gehî ak sâde gâhî mâ’î hâreyle gezüp cânan<br />

Gehî Cûy-ı Kebûd eyler sirişküm gâhî 19<br />

Ak Çağlan<br />

(G. 36/3), (L. 18/8), (Mus. 6-II/3), (Mus. 6-II/4), (Mus. 10-I/3).<br />

(G. 107/2)<br />

(G. 174/4)<br />

(G. 181/5)<br />

(G. 220/5)<br />

(G. 240/10)<br />

(Metâli‘ 4)<br />

52


Münserih - . . - / - . - / - . . - / - . -<br />

Fevtine târîh ile eyledi VAHYÎ du‘â<br />

Cennetî ide Kerîm mesken-i ‘Abdu ’l-Halîm<br />

Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

Niçe bir ârzû-yı vasl ile hasret çekelüm<br />

Kiştzâr-ı dile bir tohm-ı nedâmet ekelüm<br />

Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

Niçe bir ‘ârî idüp habs-i çeh-i rüsvâyî<br />

İdesüŋ kalbi rezîlâne tufeyl-i süfehâ<br />

(T. 29/5)<br />

(Mus. 10-I/6)<br />

(Mus. 10-III/5)<br />

İkinci bir başlık açmağa gerek görülmeyen <strong>ve</strong> birçok edebiyatçı tarafından<br />

<strong>ve</strong>zin kusuru sayılmayan zihaf örnekleri de vardır. Dar <strong>ve</strong> uzun bir ünlüden sonra bir<br />

ünlünün daha gelmesi sözcüğe ağırlık <strong>ve</strong>rmekte <strong>ve</strong> uzunluk kendiliğinden<br />

düşmektedir. Sözcüğün aslında uzunluk olsa bile okunuşta bu uzunluk söylenmediği<br />

için şairlerin bu durumu zihaf olarak düşünmedikleri söylenebilir.<br />

20<br />

Hezec - - . / . - . - / . - -<br />

Esrâr-ı tecellî-i cemâle<br />

‘Âşıkları a‘lem eyle yâ Rab<br />

Hezec - - . / . - . - / . - -<br />

Ey hâdî-i vâdî-i 20<br />

dalâlet<br />

Ey ahter-i burc-ı kurb-ı ‘izzet<br />

(K. 2/57), (K. 5/34), (K. 21/13), (G. 107/6), (G. 147/3), (T. 32/4).<br />

(K. 1/11)<br />

(K. 2/38)<br />

53


21<br />

Hezec - - . / . - . - / . - -<br />

Yâ Rab be-havf-keşî-i Yahyâ<br />

Yâ Rab be-kabûlî-i temennâ<br />

Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />

Gül-çîn-i gülistân-ı talebkârî-i şâdî<br />

‘Âlemde meger hâr u has-ı ye’s ide peydâ<br />

Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />

Gülzâr-ı he<strong>ve</strong>snâkî-i ‘işretde olanlar<br />

Sad hâr ile tahsîl idemez bir gül-i ra‘nâ<br />

Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />

Şâhenşeh-i evreng-i risâlet ki anuŋdur<br />

Tâc-ı şeref ü hulle-i makbûlî-i Mevlâ<br />

Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />

Kalbüŋde he<strong>ve</strong>skârî-i mi‘râc idüp idrâk<br />

‘Azm eyledi tebşîr içün eflâke Mesîhâ<br />

Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />

Menşûr-ı belîği be-hat-ı kâzî-i kudret<br />

Hakkâ ki budur mühr-i nübüv<strong>ve</strong>t ile mümzâ<br />

Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />

Ne kadar da‘vî-yi 21<br />

kemâl itsem<br />

Aŋa bu şi‘r-i tâze huccet olur<br />

(K. 6/3), (K. 7/12), (K. 9/45), (K. 35/21), (G. 87/5), (G. 88/2), (G. 120/2), (G. 161/2).<br />

(K. 2/68)<br />

(K. 3/2)<br />

(K. 3/4)<br />

(K. 3/22)<br />

(K. 3/27)<br />

(K. 3/32)<br />

(K. 4/22)<br />

54


22<br />

Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />

Pertev-i nevk-i nîzesi hakkâ<br />

Düşmene sâkî-i 22<br />

hezîmet olur<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Nebiyy-i ümmî-i a‘lem Muhammed-i ‘arabî<br />

Ki hâk-i pâyı ‘abîr-i şehân-ı ‘âlemdür<br />

Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

Hamdü li ’llâh dil-i şeydâ yine şâdân oldı<br />

Ceyş-i nâ-kâmî-i ‘uşşâk perîşân oldı<br />

Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

Hamdü li ’llâh yine bezm-i emel-i şâdîde<br />

Şem‘-i kâfûrî-i ümmîd fürûzân oldı<br />

Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

Tîre-i ebr-güsil keşf olup evc-i dilde<br />

Mâh-ı dest-â<strong>ve</strong>rî-i zevk nümâyân oldı<br />

Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

Benem ol münşî-i mektûb-ı me’âl-i i‘câz<br />

Ki hıred dikkat-i endîşeme hayrân oldı<br />

Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

Benem ol şâ‘ir-i hoş-tab‘ ki hüsn-i sebküm<br />

Oldı ğâretger-i memdûhî-i nazm-ı nazzâm<br />

(K. 32/2), (G. 28/6), (G. 73/1), (G. 85/3), (G. 92/4), (G. 121/4), (G. 219/6), (G. 236/5).<br />

(K. 4/62)<br />

(K. 7/44)<br />

(K. 21/1)<br />

(K. 21/2)<br />

(K. 21/6)<br />

(K. 21/22)<br />

(K. 22/16)<br />

55


Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

Merhabâ şevk-i şeref-yâbî-i pâ-bûs-ı nigâr<br />

Habbe-zâ mevsim-i dil-cûyî-i hûbân-ı zaman<br />

Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

O kazâ-ğamze eger eyler ise ‘arz-ı cemâl<br />

‘Îd-i savma vire mahsûdî-i ‘îd-i kurban<br />

Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

Ma‘nî-i va‘d-i visâlin nigeh-i nükte-bedî‘<br />

Gâyet âlûde-beyân eyledi ta‘kîd itdi<br />

Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

Lutf-ı çeşmüŋ bize ıtlâk-ı visâl itmiş idi<br />

Yârî-i baht ile ğamzeŋ anı takyîd itdi<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Bozuldı sürhî-i gül sebzî-i çimen şimdi<br />

Ne yüzden eyleye ‘uşşâk def‘-i sevdâyı<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Cihanda dûrî-i vuslatdan eylemem şekvâ<br />

Çü şeng-i fikr-i dil-ârâm der-kenârumdur<br />

Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />

Hâmî-i devlet ‘Alî Paşa-yı ‘âlî-menkabet<br />

Dâ<strong>ve</strong>r-i Hâtem-tabî‘at rûh-ı ebdân-ı kerem<br />

(K. 23/6)<br />

(K. 23/8)<br />

(K. 24/6)<br />

(K. 24/16)<br />

(K. 32/13)<br />

(K. 33/13)<br />

(K. 34/10)<br />

56


Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

Har-mühre sandı sayrefî-i rûzgâr hayf<br />

Ol gevher-i kelâmı ki reşk-i le’âldür<br />

Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />

Hazretinüŋ huzûr-ı ‘izzetine<br />

Nâdî-i pâk-i ‘arş-ı rif‘atine<br />

Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

İtme amân çeşmümi gird-âb-ı eşk-i hecr<br />

Ey mevc-i hüsni mestî-i ârâmdan cüdâ<br />

(K. 35/32)<br />

(K. 38/2)<br />

(G. 3/6)<br />

sipâhî-i (G. 4/4), germî-i (G. 6/2), şâdî-i (G. 7/2), ma‘ânî-i (G. 10/3),<br />

hevâdârî-i (G. 28/7), sürhî-i (G. 30/3, G. 131/4), cüdâyî-i (G. 33/5), Mânî-i (G.<br />

39/2), ‘İLMÎ-i (G. 42/6), râhî-i (G. 43/2), keştî-i (G. 44/4), yârî-i (G. 58/6), (G.<br />

241/4), bûse-h v âhî-i (G. 62/3), şâdî-i (G. 75/8), bîdârî-i (G. 83/3), âşnâyî-i (G.<br />

102/3), mestî-i (G. 112/3), tesellâ-yâbî-i (G. 116/4), kâzî-i (G. 120/2), âşnâyî-i (G.<br />

145/3), Ümîd-bâzî-i (G. 151/3), ma‘mûrî-i (G. 157/4), bülendî-i (G. 166/9), Âzâdegî-<br />

i (G. 180/4), mestî-i (G. 189/2), mâhî-i (G. 250/4), vâlî-i (T. 1/6), tûtî-i (T. 1/12, T.<br />

2/10), Bânî-i (Muam. 3).<br />

Mahlâslarda yapılan zihafların da böyle olduğu söylenebilir.<br />

Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />

Böyle kalursa VAHYÎyâ tab‘uŋ<br />

Kulzüm-i lü’lü-yi melâhat olur<br />

Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />

Hazretüŋden recâsı VAHYÎnüŋ<br />

Katre-i şerbet-i şefâ‘at olur<br />

(K. 4/31)<br />

(K. 4/94)<br />

57


Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Bu şi‘r-i bî-bedeli zîb-i gûş-ı tahsîn it<br />

Ki nazm-ı VAHYÎ-i mu‘ciz-beyân-ı ‘âlemdür<br />

(K. 7/23)<br />

(K. 7/83), (K. 9/21), (K. 9/68), (K. 10/32), (K. 11/26), (K. 11/45), (K. 18/5),<br />

(K. 19/6), (K. 20/7), (K. 22/15), (K. 26/18), (K. 27/46), (K. 30/12), (K. 34/25), (K.<br />

36/13), (G. 2/7), (G. 3/7), (G. 8/5), (G. 9/5), (G. 10/5), (G. 13/6), (G. 16/11), (G.<br />

22/5), (G. 23/5), (G. 24/7), (G. 26/7), (G. 27/6), (G. 28/7), (G. 30/5), (G. 33/5), (G.<br />

34/9), (G. 36/5), (G. 39/7), (G. 41/5), (G. 42/7), (G. 45/5), (G. 47/5), (G. 49/7), (G.<br />

52/5), (G. 55/5), (G. 56/5), (G. 59/7), (G. 62/5), (G. 64/5), (G. 65/5), (G. 68/5), (G.<br />

70/5), (G. 72/5), (G. 82/5), (G. 85/5), (G. 89/7), (G. 90/7), (G. 94/5), (G. 95/7), (G.<br />

99/5), (G. 100/5), (G. 101/7), (G. 103/5), (G. 105/5), (G. 106/5), (G. 108/5), (G.<br />

111/5), (G. 112/5), (G. 118/5), (G. 122/5), (G. 124/5), (G. 132/8), (G. 136/7), (G.<br />

137/5), (G. 142/5), (G. 145/9), (G. 146/5), (G. 147/5), (G. 151/5), (G. 154/5), (G.<br />

157/5), (G. 163/7), (G. 164/5), (G. 171/7), (G. 172/5), (G. 174/7), (G. 178/5), (G.<br />

183/5), (G. 187/5), (G. 190/5), (G. 191/5), (G. 193/5), (G. 198/5), (G. 201/5), (G.<br />

202/5), (G. 208/6), (G. 210/9), (G. 211/5), (G. 213/7), (G. 214/7), (G. 216/7), (G.<br />

217/5), (G. 219/7), (G. 223/7), (G. 224/7), (G. 225/7), (G. 230/6), (G. 230/7), (G.<br />

231/5), (G. 232/7), (G. 234/5), (G. 235/5), (G. 236/7), (G. 237/5), (G. 238/5), (G.<br />

240/10), (G. 243/7), (G. 246/8), (G. 248/5), (G. 249/5), (G. 255/6), (G. 253/7), (G.<br />

255/7), (G. 256/5), (G. 257/9), (L. 1/13), (L. 2/11), (L. 3/7), (L. 5/9), (L. 6/15), (L.<br />

8/12), (L. 11/5), (L. 12/7), (L. 14/5), (L. 17/5), (L. 18/11), (L. 20/7), (L. 24/5), (L.<br />

26/13), (L. 28/12), (L. 29/15), (L. 30/16), (L. 31/7), (L. 32/7), (T. 2/15), (T. 3/9), (T.<br />

9/7), (T. 11/6), (T. 16/5), (T. 18/7), (T. 19/7), (T. 22/5), (T. 23/11), (T. 27/12), (T.<br />

30/15), ( Mus. 2-V/1), (Muk. 10/4).<br />

c. İmale<br />

Arapça m-y-l kökünden gelen imâle ‘bir nesneyi bir yana doğru eğmek <strong>ve</strong><br />

de<strong>ve</strong>ye tatlı ot otarmak’ anlamındadır. 23<br />

Aruz risalelerinde imale ile ilgili her hangi<br />

23<br />

al-Fîrûzâbâdî, al-Ukyânûsu ’l-Basît fî Tarcamati ’l-Kâmûsi ’l-Muhît, C. III, s. 354.<br />

58


ir bilgiye rastlanılmamıştır. Aruz terimi olarak imale; bir heceyi iki hece sayılacak<br />

derecede uzun okumaktır. 24<br />

Türkçede yapı birimlik uzun ünlünün bulunmayışı aruzun Türkçeye<br />

uygulanmasını güçleştirmiştir. Fakat buna karşın kapalı hecelerin çok olduğu<br />

kalıpların daha fazla kullanıldığı görülmektedir. <strong>Vahyî</strong>’nin çoklukla hezec bahrinin<br />

Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün <strong>ve</strong> remel bahrinin Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün<br />

Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün kalıplarında imaleler yaptığı görülmüştür. Bu <strong>ve</strong>zinlerin her hangi<br />

bir yerinde üç kapalı hece sık sık görülebilirken üç açık hece hiçbir zaman yan yana<br />

bulunamamaktadır. Bunun sebebini belki de ahengin sağlamlığında aramak gerekir.<br />

Üç kapalı hecenin art arda gelmesine karşın üç açık hece yan yana<br />

gelmemektedir. Vezinde kapalı hecenin çokluğu ahengin yavaşlamasına, açık<br />

hecenin çokluğu ise sür’atlenmesine yol açar. Ayrıca tef’ile sonlarındaki imalelerin<br />

ahengi yavaşlattığı bilinen bir özelliktir. 25<br />

Dîvân’daki imalelerin belli bir amaca yönelik yapılanları olduğu gibi <strong>ve</strong>zin<br />

gereği yapılanları da vardır. Bu durum daha çok kapalı hecesi fazla olan kalıplarda<br />

görülmektedir, bu da yukarıda değinildiği gibi Türkçenin yapısı ile ilgilidir. Yine de<br />

bu yüzyılda ilk dönemlere göre aruzun Türkçeye daha iyi uygulandığı söylenebilir.<br />

Bu duruma Türkçe sözcüklerin yerini Arapça <strong>ve</strong> Farsça sözcüklerin alması,<br />

sebeplerden biri olarak gösterilebilir.<br />

Dîvân’da tamlama i/ı’sı dışında Türkçe ekler <strong>ve</strong> köklerde yapılan (bir dizede<br />

dört <strong>ve</strong> yukarısı) imaleler aşağıya çıkarılmıştır:<br />

24<br />

25<br />

Hezec - - . / . - . - / . - -<br />

Tîzî-i tabî‘atum göreydi<br />

N’idügini mi dahı bileydi<br />

Tâhirü ’l-Mevlevî, Edebiyat Lûğatı, s. 62.<br />

(K. 2/14)<br />

Yakup Şafak, “Fars <strong>ve</strong> Türk Edebiyatlarındaki Aruz Vezinlerinin Ritmik Yapıları Üzerine<br />

Düşünceler”, Yedi İklim, C. X, S. 70, Ocak 1996, s. 31-34.<br />

59


Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

Bir câmdan çeker ikisi bâde-i fenâ<br />

Biri niyâzda birisi nâzenîndür<br />

Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />

Ne işitdi nazîrin gûş-ı ‘âlem olalı sâmi‘<br />

Ne gördi mislini bu çeşm-i dünyâ tâ ki bînâdur<br />

Recez - - . - / - - . - / - - . - / - - . -<br />

Nûş-ı mey-i la‘lin recâ itdükde VAHYÎ hışm idüp<br />

Didi ne ola dünyede ümmîd-i Kevserden ğaraz<br />

Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />

Kadi dil-cû teni bî-mû hatı hoş-bû gözi câdû<br />

Gören dir her yeri memdûhdur her kârı hem nâzük<br />

İmalelerin belli bir amaca yönelik olduğu açıktır.<br />

Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />

Ağzıŋa alma dime VAHYÎ-i zâra dostum<br />

Böyle vasf-ı pâke şâyeste ‘atâdur leblerüŋ<br />

Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />

Niçe demdür mürde-i hecrem helâk-i hasretem<br />

Sîneme gelse n’ola can gibi cânânum benüm<br />

Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />

Hâk-pây it cism-i âteş-tâbuŋ ey VAHYÎ ki tâ<br />

Rûzgâr ile seni îsâl ide dîdâra su<br />

(K. 8/16)<br />

(K. 27/30)<br />

(G. 140/5)<br />

(G. 158/6)<br />

(G. 169/5)<br />

(G. 194/4)<br />

(G. 220/7)<br />

60


Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />

Kâbil iken FEYZÎyâ her <strong>ve</strong>ch-ile saŋa cevâb<br />

Kûçe-i sabr u sükûnı ihtiyâr itmek nice<br />

Art arda gelen üç imale, ahengi bozmaktadır.<br />

Recez - - . - / - - . - / - - . - / - - . -<br />

Demdür ki fart-ı nâleden medhûş olup halk-ı cihan<br />

Ola hücûm-ı âh ile mihr ü mehi çarhuŋ siyâh<br />

Recez - - . - / - - . - / - - . - / - - . -<br />

Oldı Hanîfe aŋa nâm itdi ‘ibâdâta kıyâm<br />

Olup şefî‘i pes imâm ‘afv ola var-ısa günâh<br />

İmalelerin çokluğu akıcılığı bozmaktadır.<br />

Recez - - . - / - - . - / - - . - / - - . -<br />

Kârı salâh u zikr idi mestûre idi bikr idi<br />

Almışdı zîr-i ‘akdine bir vâlî-i leşger-penâh<br />

Recez - - . - / - - . - / - - . - / - - . -<br />

Gûş eyleyince fevtini VAHYÎ didüm târîhini<br />

Ola Hanîfe hânıma bezm-i cinânı cil<strong>ve</strong>gâh<br />

Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />

Ravza-i cennet idüp kabrin makâmın ‘Adn ide<br />

Göstere aŋa cemâlin pâdşâh-ı zü ’l-celâl<br />

Art arda gelen imaleler akıcılığı kesmektedir.<br />

(G. 230/7)<br />

(T. 1/1)<br />

(T. 1/5)<br />

(T. 1/6)<br />

(T. 1/13)<br />

(T. 3/8)<br />

61


söylenebilir.<br />

Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />

Ne işitdi nazîrin gûş-ı ‘âlem olalı sâmi‘<br />

Ne gördi mislin anuŋ çeşm-i dünyâ olalı bînâ<br />

Remel - . - - / - . - - / - . -<br />

Hıfz idüp ekdârdan Bârî anı<br />

Kalbine lutf ile vire incilâ<br />

Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />

Şecâ‘atde salâbetde sehâ<strong>ve</strong>tde zarâfetde<br />

Misâli olmadı revnak-dih-i âyîne-i evhâm<br />

İmalelerin bir amaca yönelik kullanıldığı açıktır.<br />

Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />

Zihî şâhenşeh-i ferhunde-kevkeb kim ide Mevlâ<br />

Bunuŋ gibi <strong>ve</strong>zîr-i bî-nazîr ile aŋa ikrâm<br />

Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />

Ma‘ârifle letâ’ifle sadâkatle zarâfetle<br />

Kuzât içinde buldı şân u şöhret devlet ü ‘izzet<br />

(T. 26/5)<br />

(T. 27/10)<br />

(T. 30/9)<br />

(T. 30/10)<br />

(T. 32/5)<br />

Birinci dizedeki imalelerin sözcüğün anlamına vurgu amacıyla yapıldığı<br />

Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />

Dil tahammül câmesin çâk itdi gördi meh yüzin<br />

Zülfini dahı göreydi çâk iderdi kendüzin<br />

(Muam. 46)<br />

62


(1) İmalede Ayna<br />

Beyitler incelendiğinde birinci dizedeki öğelerin <strong>ve</strong> imalelerin ikinci dizede<br />

de aynı biçimde yinelendiği görülecektir. İmalelerin, beyitlerin belirli yerlerinde <strong>ve</strong><br />

dizeler arasında bakışık olarak kullanılması kalıbın tek düzeliğini yok ettiği gibi<br />

metni de bir seslenme şiiri düzeyine getirmektedir. Ayrıca bu beyitlerde imalelerin<br />

bir amaca yönelik olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır:<br />

Hezec - - . / . - . - / . - -<br />

Ey mahzen-i Kevser-i tecellî<br />

Ey micmer-i ‘anber-i tecellî<br />

Hezec - - . / . - . - / . - -<br />

Ey mazhar-i lutf-ı hazret-i Hak<br />

Ey genc-i le’âl-i hikmet-i Hak<br />

Hezec - - . / . - . - / . - -<br />

Rahm ile himâyet eyle şâhâ<br />

Lutf ile şefâ‘at eyle şâhâ<br />

Hezec - - . / . - . - / . - -<br />

Gark-ı ‘arak-ı hacâlet oldı<br />

Mahv-i keder-i hasâret oldı<br />

Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />

Dâmeni melce’-i sa‘âdet olup<br />

Dergehi menba‘-ı kerâmet olur<br />

(K. 2/29)<br />

(K. 2/39)<br />

(K. 2/60)<br />

(K. 2/97)<br />

(K. 4/66)<br />

63


Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />

Nice olsun bu ğamdan şek<strong>ve</strong> kim mahsûd-ı şâdîdür<br />

Nice olsun bu mihnetden şikâyet ‘ayn-ı râhatdur<br />

Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />

Cenâb-ı hazret-i Ahmed resûl-i efdal ü emced<br />

Medâr-ı devlet-i sermed şeh-i milk-i siyâdetdür<br />

Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />

Habîb-i ekrem-i hazret edîb-i mekteb-i hikmet<br />

Tabîb-i ‘illet-i kürbet devâ-yı derd-i zilletdür<br />

Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />

Dehân-ı nüktedânı rûh-bahş-ı kâlıb-ı tahkîk<br />

Zebân-ı hoş-beyânı revnak-efzâ-yı fesâhatdür<br />

Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

Rûz u şeb iki hâdim olup bezm-i feyzine<br />

Mihr ü meh iki micmere-i ‘anberîndür<br />

Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />

Fezâ’ilde fevâzılda nazîrin görmedi ‘âlem<br />

Ma‘ârifde letâyifde misâlin fikr-i bî-câdur<br />

Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

Zevk-i visâli fürkat-i yâri bilen bilür<br />

Keyf-i şarâbı renc-i humârı bilen bilür<br />

(K. 5/11)<br />

(K. 5/24)<br />

(K. 5/25)<br />

(K. 5/36)<br />

(K. 8/30)<br />

(K. 27/40)<br />

(G. 102/1)<br />

64


Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

Güle sûret mi kodı ‘ârız-ı rengîn-i bütan<br />

Müle rağbet mi kodı la‘l-i güher-çîn-i bütan<br />

Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />

Her biri nev-cüvân u sâde-‘izâr<br />

Her biri hoş-nihâd u hoş-kirdâr<br />

ç. Medlerde Yapılan Kusurlar<br />

Med yapılması gereken yerde yapmamak, bir çeşit zihâf 26<br />

(G. 202/1)<br />

(L. 31/2)<br />

yapmak. Koyu<br />

dizilmiş yerlerde med yapılırsa <strong>ve</strong>zin bir açık hece fazla çıkmaktadır. Hecelerin uzun<br />

ünlülü <strong>ve</strong> kapalı olması, kendisinden sonra bir ünlüyle başlayan ek <strong>ve</strong>ya sözcük<br />

gelmemesi sebebiyle bir kapalı + bir açık hece biçiminde okunması gerekirken<br />

yalnızca bir kapalı hece okunmuştur.<br />

26<br />

Hezec - - . / . - . - / . - -<br />

Hûy-kerde olup hacâletinden<br />

Bî-behre olup harâretinden<br />

Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />

Gülse açılsa yâr gülşende<br />

Gonçe şeb-nem-i hûr-hacâlet olur<br />

Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />

Meşk-i lutf-âlûd debîr-i çarhdan şimdi cihan<br />

Oldı ebnâ-yı zaman zîb-i debistân-ı kerem<br />

Tâhirü ’l-Mevlevî, Edebiyat Lûğatı, s. 182.<br />

(K. 2/95)<br />

(K. 4/29)<br />

(K. 34/3)<br />

65


Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

Evlâd-ı pâk-nijâd-ı melâ’ik-nihâdı kim<br />

Evc-i kemâle her biri hâlâ hilâldür<br />

Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

Sahrâ-yı kâma irmedi hîç şâh-râh-ı baht<br />

Evc-i safâda olmadı gerdân mâh-ı baht<br />

Münserih - . . - / - . - / - . . - / - . -<br />

Vasl-ı dil-ârâya hîç bulamadı dest-res<br />

Nice zamandur dil-i zâra odur mültemes<br />

(K. 35/49)<br />

(G. 19/1)<br />

(G. 124/1)<br />

Medlerde yapılan kusurlar arasında, sonu /n/ ünsüzüyle biten uzun hecelerde<br />

yapılan <strong>ve</strong> yukarıdaki örneklere bakarak daha hafif kusur sayılan medler de vardır.<br />

İLAYDIN, Türk Edebiyatında Nazım adlı kitabında Birleşik Heceler başlığı altında<br />

şunları söylemektedir: Birleşik heceler söylenişleri itibarı ile alışık<br />

bulunduğumuzdan daha dolgun ses <strong>ve</strong>ren hecelerdir. Bir tam + bir yarım hece<br />

değerindedirler. Bunlar da uzun heceler gibi yalnız Arapçadan, Farsçadan geçen<br />

sözcüklerde bulunurlar, âb, bâb gibi. Bu çeşit hecelerin sonundaki ünsüzün /n/<br />

olmaması şarttır. Bu ünsüzle biten ân, kân, cân gibi yabancı heceler birleşik değil tok<br />

sayılırlar. 27<br />

Yalnız burada bir noktayı belirtmek gerekmektedir ki, /n/ ünsüzünden<br />

önce uzunluğun olması şarttır; ama bunun yalnızca elif olması gerekmez. 28<br />

27<br />

28<br />

Hezec - - . / . - . - / . - -<br />

Ey mürşid-i hân-kâh-ı ‘âlem<br />

Ey ‘illet-i halk-ı cinn ü âdem<br />

Hikmet İlaydın, Türk Edebiyatında Nazım, İstanbul, Üçler Basımevi, 2 1951, s. 36-37.<br />

L. P. Elwell-Sutton, The Persian Metres, Cambridge, 1975, s. 4.<br />

(K. 2/30)<br />

66


Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Bülend-kevkebe sultânsın ki cünd-i semâ<br />

Rikâbuŋa sipeh-i bî-kerân-ı ‘âlemdür<br />

Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />

Ol vücûd-ı şerîf-i bî-hemtâ<br />

Lutf u ihsândan 29<br />

‘ibâret olur<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Sözüm ki hûr-ı bihişt-i füsûn-sâzîdür<br />

Nezâresi sebeb-i iftinân-ı ‘âlemdür<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Verâ-yı Sidreyedür ev<strong>ve</strong>lîn pervâzı<br />

Huceste murğ-ı berîn âşyân-ı ‘âlemdür<br />

Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />

Bir müsellim cüvândur hâmem<br />

Şeh-i hayl-i bütândur hâmem<br />

(K. 7/64)<br />

(K. 4/67)<br />

(K. 7/9)<br />

(K. 7/48)<br />

(K. 10/1)<br />

10. kasidenin bütün kafiyeleri aynı biçimdedir. Medlerin, sözcüklere vurgu<br />

yapmak amacıyla yapıldığı söylenebilir.<br />

29<br />

30<br />

(K. 9/54), (K. 35/9).<br />

Hemân 30<br />

(K. 32/25), (G. 112/4), (G. 189/3).<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

yok yere tazyî‘-i nakd-i ‘ömr itdüŋ<br />

Ne câh-ı kâm ele girdi ne iktidâr oldı<br />

(K. 12/25)<br />

67


31<br />

(K. 32/18), (G. 112/2).<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

O şâh necl-i sehâdur ki tab‘-ı Rûhu ’l-kuds<br />

Simât-ı meclis-i feyzinde nân-h v âr oldı<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Hezâr-ı pür-nağam-ı gülsitân 31<br />

vasfı olan<br />

O deŋlü hurrem ü şâdân u kâmkâr oldı<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Ki şevk-i kalbine nisbet anuŋ şeh-i ‘âlem<br />

Garîb-i bî-ser ü sâmân sûgvâr oldı<br />

Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

Döşenüp meclis-i ğufrâna fütûr-ı rahmet<br />

Rûzedârân gene şevk-ile şeb‘ân oldı<br />

Recez - - . - / - - . - / - - . - / - - . -<br />

Mevlâya sad hamd ü senâ kim oldı ‘âlem pür-safâ<br />

Nâ-bûddur cevr ü cefâ erzândur mihr ü <strong>ve</strong>fâ<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Ne deŋlü eyler isem fahr-i dûr dûr sezâ<br />

Ki vasf-ı pâk-i edîb-i zamân kârumdur<br />

Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />

Bende-i efkendeyüz ‘isyândan şermendeyüz<br />

Bakmayup cürm ü kusûra eyle fazluŋ ber-kemâl<br />

(K. 12/32)<br />

(K. 12/39)<br />

(K. 12/40)<br />

(K. 21/12)<br />

(K. 26/1)<br />

(K. 33/23)<br />

(K. 37/3)<br />

68


32<br />

33<br />

34<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Bu şi‘r-i tâzede tarh-ı tekellüf it VAHYÎ<br />

Ki sâf olup ola âyîne-i cihân 32<br />

-nümâ<br />

Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

İtme amân 33<br />

çeşmümi gird-âb-ı eşk-i hecr<br />

Ey mevc-i hüsni mestî-i ârâmdan cüdâ<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Hücûm-ı ğamze-i cânân katl-i ‘âm ideyor<br />

Yine fütâdeleri intibâh nâ-peydâ<br />

Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />

Belâ vü derd ü mihnet ceyş-i bî-pâyândur VAHYÎ<br />

Dil-i şûrîde zîrâ oldı şâh-ı ‘âlem-i fürkat<br />

Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

Sahrâ-yı kâma irmedi hîç şâh-râh-ı baht<br />

Evc-i safâda olmadı gerdân mâh-ı baht<br />

Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

Bezm-i hûbânda 34<br />

gerdân olıcak bâde ile<br />

‘Aksler ile olur sanki sanem-hâne kadeh<br />

(G. 23/5), (G. 126/5), (G. 247/5), (L. 5/1), (L. 12/1).<br />

(G. 94/3), (G. 145/6).<br />

(G. 243/1), (G. 264/4).<br />

(G. 1/6)<br />

(G. 3/6)<br />

(G. 4/6)<br />

(G. 17/7)<br />

(G. 19/1)<br />

(G. 28/5)<br />

69


Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />

Şeker-hand-i nigâra lü’lü-yi meknûn reşk eyler<br />

O la‘l-i can-fezâya bâde-i gül-gûn reşk eyler<br />

60. gazelin bütün kafiyeleri aynı biçimdedir.<br />

Recez - . . - / - . . - / - . . - / - . . -<br />

Nûş-ı mey-i vasl olamaz cân 35<br />

kebâb olmayıcak<br />

Âh u fiğan mutrib olup sîne rebâb olmayıcak<br />

(G. 60/1)<br />

(G. 154/1)<br />

Zemîn (K. 7/47, G. 212/9, G. 253/7), ârifîn (K. 8/22), ziyân (G. 33/2), yârân<br />

(G. 42/7), (G. 243/4), şebân (G. 62/3), hân-kah (G. 96/5, T. 9/5), pür-kîn (G. 106/1),<br />

rengîn (G. 106/1), müşgîn (G. 106/2), Çîn (G. 106/3), miskîn (G. 106/4), la‘lîn (K.<br />

3/6), G. 106/5), (L. 33/5), istihsân (G. 109/5), cüvânân (G. 118/2), cevlân (G.<br />

131/5), hod-bîn (G. 89/3, G. 147/3), kurbângâh (G. 155/1), ‘irfân (G. 161/1), (L.<br />

3/7), (T. 13/6) dırahşân (G. 161/2), Bedahşân (G. 161/3), tâbân (G. 161/4), fettân<br />

(G. 161/5), ân (G. 162/1), (G. 242/2), revân (G. 162/1), cinân (G. 162/2), nüktedân<br />

(G. 162/3), ‘âşıkân (G. 162/4), nihân (G. 162/5), erğavân (G. 162/6), resân (G.<br />

162/7), Hemîn (G. 233/3), pûyân (G. 243/1), insân (G. 243/2), şâyân (G. 243/3),<br />

ihvân (G. 243/5), cânân (G. 243/6), gûyân (G. 243/7), hicrân (G. 246/4), (Metâli‘ 2),<br />

şîrînkâr (L. 1/8), yakîn (L. 8/10), pûşân (L. 24/2), nûşân (L. 33/5), zerrîn (L. 33/5),<br />

(T. 11/3), perîşân (T. 5/1), bostân (T. 22/2), dîvân (T. 27/8), dîn (T. 30/3), efzûn<br />

(Mus. 3-II/2), lem‘ân (Mus. 5-III/4), dendân (Mus. 10-V/2), hazîn (Muam. 32).<br />

(1) Türkçe Sözcüklerde Med<br />

<strong>Vahyî</strong>’nin kimi Türkçe sözcüklerde med yaptığı da vakidir. Bu sözcüklerin<br />

yapısı incelendiğinde uzatma yapılan hecelerin gerçekte birincil uzun ünlülü olduğu<br />

anlaşılmaktadır; bu durum hecelerdeki medlerin tabiî olduğunu gösterir.<br />

35<br />

(G. 161/1), (G. 210/9).<br />

70


Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />

Cânib-i zî ’l-minenden ehl-i dile<br />

Bî-gümân armağandur hâmem<br />

(K. 10/12)<br />

Beyitte geçen armağan sözcüğünün son hecesi medlidir; bu hece, gerçekte de<br />

uzun ünlülüdür, krş. DLT (Oğuz) armağân ~ yarmağân “armağan, hediye”.<br />

Sözcüğün İran dillerinden bir alıntı olduğu yolunda görüşler de vardır. 36<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Hemîşe Mânî-i dil <strong>ve</strong>rd-i al nakş eyler<br />

Ümîd-i bûs u hayâl-i <strong>ve</strong>fâ kalem kâğaz<br />

Münserih - . . - / - . - / - . . - / - . -<br />

Tâbiş-i sahbâ ile al ruhuŋ güllenür<br />

Her ‘arakı rûyuŋuŋ câm-ı dile müllenür<br />

Münserih - . . - / - . - / - . . - / - . -<br />

Şol kadar âlûdedür hûn ile tîr-i müjeŋ<br />

Dîde-i ‘âşık-küşüŋ al karanfüllenür<br />

(G. 39/2)<br />

(G. 103/1)<br />

(G. 103/3)<br />

Beyitlerde geçen al sözcüğü medlidir, sözcük gerçekte de uzun ünlülüdür;<br />

krş. DLT âl “turuncu renkli ipek kumaş, turuncu”, Türkm. âl “al, kırmızı”, Yak.,<br />

Hak. âlay ay. < âl-ay, Özb. (Har.) âl “al, kırmızı”. 37<br />

36<br />

37<br />

Sir Gerard Clauson, An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth-Century Turkish,<br />

London, Oxford Uni<strong>ve</strong>rsity Press, 1972, s. 232 a ; Semih Tezcan, “Additional Iranian<br />

Loanwords in Early Türkic Languages”, Türk Dilleri Araştırmaları, S. 7, 1997, s. 159.<br />

Talat Tekin, Türk Dillerinde Birincil Uzun Ünlüler, Ankara, Simurg Yayınları, 1995, s.<br />

100, 65, 51.<br />

71


Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />

Bir gice sâkin olan anda <strong>ve</strong>lî<br />

Sağ çıkmaz sabâha gör keseli<br />

(L. 12/6)<br />

Medli olan sağ sözcüğü gerçekte birincil uzun ünlülüdür, krş. DLT sâğ “sağ,<br />

sağlam, iyi”, Çuv. sıvĭ ay. < *sâğ. 38<br />

Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />

İder talan her dem zevk ü şevk ü sabr u ârâmı<br />

Mahabbet nâr-ı mihnet derd-i hasret mâtem-i fürkat<br />

(G. 17/2)<br />

İkinci hecesi medli olan talan sözcüğünün kök hece ünlüsü, gerçekte, birincil<br />

uzun /a/ iledir; krş. Türkm. tâla- “talan etmek, yağmalamak”; bir de krş. Mo. tâlâ-<br />

ay. < *tâla-. 39<br />

Sözcükte, meddin ikinci hecede yapılmış olması ilginç görünüyor. Bu<br />

durumun, ancak, Farsçaya da talân 40<br />

ödünçlenmesiyle açıklanabileceği kanısındayım.<br />

B. Kafiye 41<br />

biçiminde geçen sözcüğün geri<br />

Kâfiye, Mu‘allim Nâcî’ye göre, hem söz hem anlam yahut yalnız söz <strong>ve</strong>ya<br />

yalnız anlam itibarıyla farklı oldukları hâlde dizelerin ya da beyitlerin sonlarında<br />

<strong>ve</strong>ya bunların sonları kabul edilen yerlerde yinelenen şeylerin toplamıdır. 42<br />

38<br />

39<br />

40<br />

41<br />

42<br />

Tekin, age., s. 102, 156.<br />

Tekin, Türk Dillerinde Birincil Uzun Ünlüler, s. 169.<br />

Gerhard Doerfer, Türkische und mongolische Elemente im neupersischen, C. II,<br />

Wiesbaden, 1967, s. 544.<br />

Kafiye konusunda şu çalışmalardan yararlanılmıştır: Muallim Naci, Edebiyat Terimleri<br />

Istılâhât-ı Edebiyye, İlâ<strong>ve</strong>lerle Neşre Hazırlayan: Doç. Dr. M. A. Yekta Saraç, İstanbul,<br />

Risale Yayınları, 1996, s. 72-107.; M. A. Yekta Saraç, Mustafa Çiçekler,<br />

“Kemalpaşazâde’nin Kâfiye Risâlesi”, Türk Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Dergisi, C. XXVIII, İstanbul<br />

Üni<strong>ve</strong>rsitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1998, s. 445-477.<br />

Naci, a.g.e, s. 72.<br />

72


Yaygın olan görüşe göre kafiye harfleri dokuzdur. Revî, kafiyenin son asıl<br />

harfi olan <strong>ve</strong>ya son asıl harf olmamakla birlikte öyle kabul edilen harftir. Kafiyenin<br />

öbür harfleri revîye göredir. Bunlardan te’sîs, dahîl, ridf <strong>ve</strong> kayd revîden önce; vasl,<br />

hurûc, mezîd, nâire de revîden sonra gelir.<br />

Dîvân’daki gazellerin, dizelerdeki en son harfe göre dağılımı şöyledir:<br />

elif 8 bâ 6<br />

te 6 se 2<br />

cim 3 hâ 3<br />

hı 2 dal 8<br />

zel 3 rı 65<br />

ze 17 sin 3<br />

şın 12 sad 2<br />

zad 2 tı 3<br />

zı 2 ‘ayn 3<br />

ğayn 2 fe 2<br />

kaf 4 kef 16<br />

lam 4 mim 19<br />

nun 23 vav 4<br />

he 26 ye 12<br />

Yukarıdaki <strong>ve</strong>rilerden anlaşıldığına göre <strong>Vahyî</strong>, lâmelif dışında Arap<br />

elifbasının bütün harflerinde, en çok da öbür divan şairlerinde olduğu gibi /r/<br />

73


harfinde, gazel yazmıştır. Gazellerin yaklaşık dörtte biri /r/ harfiyledir; bunda<br />

bildirme <strong>ve</strong> geniş zaman eklerinin etkisi olduğu düşünülebilir.<br />

1. Kafiye Çeşitleri<br />

Dîvân’daki 262 gazelin 2’si müesses, 4’ü mukayyed, 166’sı mürdef, 33’ü<br />

basit kâfiye-i lâzime, 57’si mürekkep kâfiye-i lâzimedir.<br />

Mürdef kâfiye: Revîden önce illet harflerinden /elif, vav, ye/ den birisinin, revî<br />

ile aralarında harekeli bir harf bulunmamak kaydıyla kafiyelerde yinelenmesidir.<br />

Olmaz göŋül o zülf-i dil-ârâmdan cüdâ<br />

Bir turfe murğdur olamaz dâmdan cüdâ<br />

Cüvânan bezl-i nakd-i cevr ile meşhûrlardur hep<br />

Velî deryûzekârân-ı cefâ ma‘zûrlardur hep<br />

Olupdur zevk ü şâdî ğam-ı hecrüŋle ber-bâd<br />

Nigâh-ı merhametle yeŋiden eyle âbâd<br />

Hâlüŋ şikenc-i turrede çün-kim bedîd olur<br />

Sayyâd-ı âhuvân-ı Hotan dâm-çîd olur<br />

(G. 3/1)<br />

(G. 14/1)<br />

(G. 31/1)<br />

(G. 79/1)<br />

Müesses kâfiye: Bütün beyitlerinde te’sîs (revî ile aralarında harekeli bir harf<br />

bulunan elif)e uyan kafiyelerdir. Tesis ile revî arasındaki harekeli harfin aynı cinsten<br />

olması şart değildir.<br />

Ağyâra lutfa keyf oldı bâ‘is<br />

Hakkâ ki oldur ümmü ’l-habâ’is<br />

(G. 21/1)<br />

74


Lutfuŋa cân-ı belâ-dîdeyi nâ’il görsem<br />

Vasluŋa bu dil-i şûrîdeyi vâsil görsem<br />

(G. 183/1)<br />

Mukayyed kâfiye: Revîden önce gelen -ridf harfleri /elif, vav, ye/ dışında-<br />

sakin harflerin bir cinsten olmak üzere bir manzumenin bütün beyitlerinde<br />

yinelendiği kafiyelerdir.<br />

2. Kafiye Kusurları<br />

O meh kim çihre-i hûy-kerdesin evreng göstermiş<br />

Mey-i gül-fâm ile ruhsârını yek-reng göstermiş<br />

Gülşen-i meyl-i ruhında bitmedi <strong>ve</strong>rd-i ferâğ<br />

Rû-nümûd olmadı hergiz lâle-i zerd-i ferâğ<br />

Ey nigâh-ı hışmı ‘uşşâk-ı figâra zehr-i ‘ışk<br />

V’ey dehân-ı hande-rîzi hurde-i pâ-zehr-i ‘ışk<br />

Çü ğamzeŋ nûş-ı câm-ı bâde-i şî<strong>ve</strong>yle mest oldı<br />

Nigâh-ı ‘iş<strong>ve</strong> çü müjgân-ıla hancer be-dest oldı<br />

(G. 135/1)<br />

(G. 150/1)<br />

(G. 157/1)<br />

(G. 250/1)<br />

İkvâ: Tevcîhin kafiyelerde farklı olmasıdır. Tevcîh, te’sîs harfi bulunmayan<br />

kafiyelerde -bir kayda bağlı olmaksızın- revîden önceki harfin harekesidir. Revî,<br />

harekeli olduğu zaman bu kusuru hoş görenler varsa da Mu‘allim Nâcî’ye göre<br />

yapılmaması gerekir.<br />

... Beg- ... berg- ... eg- ... deg- ... seg- ... Beg (T. 17): Burada tevcîhin<br />

yinelenmemesinden dolayı kafiye kusuru bulunmaktadır. Revîden /g/ önündeki<br />

harflerin harekesi fetha iken ikincisinde revîden önceki harf sakindir. Burada aynı<br />

zamanda Beg sözcüğünün yinelenmesi sebebiyle îtâ-yı celî vardır.<br />

75


... dir imiş- ... ister imiş (Muam. 7): Revîden önceki harfin harekesi birinde<br />

fetha, öbüründe kesredir.<br />

... zâlim güstâh- ... fa‘‘âlüm güstâh- ... hâlüm güstâh (R. 2-VIII/1-2): İkinci <strong>ve</strong><br />

üçüncü örneklerdeki /m/ ler tekellüfle revî kabul edildiğinde, birincisinde revîden<br />

önceki harfin harekesi kesre, öbürlerinin ötredir.<br />

Îtâ: Kafiyenin, aynı anlamda bir kez daha yinelenmesidir. Şairlerin matla‘<br />

beytinin birinci <strong>ve</strong>ya ikinci dizesini, matla‘ dışında her hangi bir beyitte yinelemeleri<br />

demek olan redd-i matla‘ da bu kusura girmektedir. Ancak, redd-i matla‘nın bir<br />

kusur sayılmaması, yinelenen dizenin berceste olması şartına bağlıdır.<br />

(G. 43), (G. 48), (G. 71), (G. 77), (G. 112), (G. 156), (G. 164), (G. 174)’te<br />

redd-i matla‘ yapılmıştır.<br />

a) Îtâ-yı celî: Tekrarı açık olan îtâ.<br />

... kemterîn-i yârümdür- ... visâl-i yârümdür (K. 33/15-16); ... lutf u nevâldür-<br />

... ‘atâ vü nevâldür (K. 35/2, 14): Böyle uzun manzumelerde yinelenen kafiyeler<br />

arasında yedi beyit olması şartı aranmaktadır. Buradaki durum Mu‘allim Nâcî’ye<br />

göre kusur değildir.<br />

... bile- ... ile- ... dile- ... sile- ... bile (T. 24/1-5): bile sözcüğü<br />

yinelenmektedir.<br />

... ‘iş<strong>ve</strong>-nigâha yüz sürer- ... ‘ışk-nigâha yüz sürer (G. 62/2, 4).<br />

b) Îtâ-yı hafî: Tekrarı pek açık olmayan îtâ.<br />

... ey şehenşâh- ... sad âh (K. 2/56); ... çâr-yâr eyler- ... yâr eyler (K. 6/24-25);<br />

... genc-i nihân-ı ‘âlemdür- ... hüsn ü ân-ı ‘âlemdür (K. 7/10-11); ... zemîndür- ...<br />

berîndür- ... ‘îndür- ... nişîndür (K. 8/4-7); ... âh u zâr oldı- ... hezâr oldı, ... iftihâr<br />

oldı- ... ‘âr oldı (K. 12/12-13, 15-16); ... dîde nemdür yâ Resûla ’llâh- ...<br />

muğtenemdür yâ Resûla ’llâh (K. 14/2-3); ... mukaşşer bâdâm- ... girih-gîrini dâm<br />

(K. 22/7-8).<br />

76


... kurbân eyledi- ... çırâğân eyledi- ... ân eyledi- ... gerdân eyledi- ... şâdân<br />

eyledi (K. 25/8-12):<br />

Bu biçimde, şairler arasında yaygın olduğu üzere gerek çokluk edatı, gerek<br />

sıfatımüşebbehe alâmeti olan “elif nun”un bulunduğu kafiyelere şâygân kafiye de<br />

denir. 43<br />

Mu‘allim Nâcî ise, bu terimin yalnızca bu özellik için değil, mutlak olarak<br />

îtâ-yı celî bulunduran kafiyeler için de ad olduğunu ifade eder. 44<br />

... ‘ilm ü ‘amel perr ü bâldür- ... zehre-güdâz-ı cibâldür (K. 35/19-20); ... dil-<br />

ber olan nâza nâz ider- ... nağme-i şeh-nâza nâz ider (G. 51/3, 5); ... dil-i harâbdadur-<br />

... ki âbdadur (G. 68/1); ... nem gösterür- ... şeb-nem gösterür (G. 105/1); ... hem-râz<br />

götürmez- ... ibrâz götürmez (G. 115/1); ... âh iderüz- ... siyâh iderüz (G. 120/1); ...<br />

kebûdı âteş- ... bûdı âteş (G. 126/1, 5); ... ibrâza sığmamış- ... râza sığmamış (G.<br />

127/1); ... tâb göstermiş- ... kitâb göstermiş (G. 133/1); ... anı sanma hat- ... ‘âşıkânı<br />

sanma hat (G. 142/1); ... ‘itâbdan mahzûz- ... âbdan mahzûz (G. 145/6-7); ... baht-ı<br />

siyâh-ı ‘âşık- ... te’sîr-i âh-ı ‘âşık (G. 155/4-5); ... ândur ‘arakuŋ- ... revândur ‘arakuŋ<br />

(G. 162/1); ... ân olur ‘arakuŋ- ... cinân olur ‘arakuŋ (G. 163/6-7); ... hışm u ‘itâb<br />

olan- ... âb u tâb olan (G. 197/5-6); ... nâ-yâb gelsün çeşmüŋe- ... hûn-âb gelsün<br />

çeşmüŋe- ... âb gelsün çeşmüŋe (G. 238/1-5); ... vücûdını ânuŋ- ... kalb-i dânânuŋ (T.<br />

2/2-3); ... sad âh- ... nâ-gâh (T. 6/1-2); ... şeb-bû vücûd- ... ihsân u cûd (T. 17/1-2); ...<br />

mecâz oldığuma- ... âz oldığuma- ... güdâz oldığuma (Mus. 10-VII/3-5); ... hayran- ...<br />

an (L. 10/1); ... ismi- ... cismi (L. 14/4-5); ... başından- ... aşından (L. 17/4); ... ter- ...<br />

nişter (L. 23/2); ... ol- ... yol (L. 30-7); ... merd ü zen- ... her düzen (L. 32/1).<br />

Revîde tekellüf: Revînin sözcük sonunda <strong>ve</strong>ya ortasında tekellüfle son gerçek<br />

harf yerine geçmesi:<br />

... görenler- ... dil-ber (K. 2/13): görenlerde çokluk ekindeki /r/ sözcüğün<br />

gerçek harfi olmasa da revî olarak kabul edilmiştir.<br />

43<br />

44<br />

Tâhirü ’l-Mevlevî, Edebiyat Lûğatı, s. 138.<br />

Naci, Edebiyat Terimleri Istılâhât-ı Edebiyye, s. 95.<br />

77


... eyler- ... dil-ber (K. 2/19): eylerdeki /r/ sözcüğün gerçek harfi olmasa da<br />

revî olarak kabul edilmiştir.<br />

... sâde gerekdür- ... meyâsâ da gerekdür- ... semen-sâ da gerekdür- ... üftâde<br />

gerekdür- ... bâde gerekdür- ... âmâde gerekdür (G. 92/1-5): meyâsâ da <strong>ve</strong> semen-sâ<br />

da örneklerinde /da/ bağlaçtır, tekellüfle revîdir.<br />

... sitemger dâğ-ber-dildür- ... mahşer dâğ-ber-dildür- ... ter dâğ-ber-dildür- ...<br />

‘anber dâğ-ber-dildür- ... dil-ber dâğ-ber-dildür- ... suhan<strong>ve</strong>r dâğ-ber-dildür- ... en<strong>ve</strong>r<br />

dâğ-ber-dildür- ... kîne<strong>ve</strong>rler dâğ-ber-dildür (G. 93/1-8): kîne<strong>ve</strong>rlerde çokluk<br />

ekindeki /r/ tekellüfle revîdir.<br />

... terden ‘ibâretdür- ... mu‘anberden ‘ibâretdür- ... hancerden ‘ibâretdür- ...<br />

şeylerden ‘ibâretdür- ... per<strong>ve</strong>rden ‘ibâretdür (G. 100/1-5): Aynı biçimdedir.<br />

... şâhâne gösterür- ... dîvâne gösterür- ... tâbâne gösterür- ... dâne gösterür- ...<br />

mey-hâne gösterür- ... ‘ummâne gösterür- ... bî-gâne gösterür- ... Mevlâ ne gösterür-<br />

... yârâne gösterür (G. 104/1-9): tâbâne, ‘ummâne, Mevlâ ne, yârâne sözcüklerindeki<br />

/h/ ünsüzü tekellüfle revîdir.<br />

... Kevser henûz- ... hâkister henûz- ... şeh-per henûz- ... dil-ber henûz- ...<br />

eyler henûz- ... hancer henûz- ... per<strong>ve</strong>r henûz (G. 119/1-7): eylerdeki /r/ ünsüzü<br />

tekellüfle revîdir.<br />

... bî-dillere mahsûs- ... ‘anbere mahsûs- ... İskendere mahsûs- ... ahtere<br />

mahsûs- ... per<strong>ve</strong>re mahsûs (G. 139/1-5): dillere aynı biçimdedir.<br />

... terin gören- ... hancerin gören- ... -â<strong>ve</strong>rin gören- ... kâküllerin gören- ...<br />

sâğerin gören- ... -peykerin gören- ... -per<strong>ve</strong>rin gören (G. 209/1-7): kâküllerin aynı<br />

biçimdedir.<br />

... güller açıldı- ... nîlûfer açıldı- ... gevher açıldı- ... ter açıldı- ... -â<strong>ve</strong>r açıldı<br />

(G. 249/1-5): güller aynı biçimdedir.<br />

78


... yerümüz- ... -per<strong>ve</strong>rümüz- ... yerümüz- ... hâkisterümüz- ... gözlerümüz<br />

(Mus. 10-VI/1-5): gözlerümüz aynı biçimdedir. Burada aynı zamanda yerümüz<br />

sözcüğünün yinelenmesiyle îtâ-yı celî de vardır.<br />

79


C. Redif<br />

Dizelerin <strong>ve</strong>ya beyitlerin sonlarında revîden sonra aynı biçimde yinelenen ek,<br />

ek + sözcük <strong>ve</strong>ya söz öbeği yahut yalnızca sözcük <strong>ve</strong>ya söz öbeğidir. Bu biçimdeki<br />

redifler, gazeller taranarak aşağıya çıkarılmıştır:<br />

1. Ek Hâlindeki Redifler<br />

-da: G. 225. -e: G. 240.<br />

-dadur: G. 68. -inden: G. 207.<br />

-desüŋ: G. 171. -lenür: G. 103.<br />

-dur: G. 67, G. 69, G. 70, G. 75. -mıdur: G. 71.<br />

-dür: G. 86, G. 88, G. 98. -üŋdür: G. 97<br />

2. Ek + Sözcük <strong>ve</strong>ya Söz Öbeği Hâlindeki Redifler<br />

-a ‘âşıkdur: G. 72. -ı bilen bilür: G. 102.<br />

-a bakmasa: G. 258. -ı dil: G. 175.<br />

-a bakmazuz: G. 117. -ı emel: G. 174.<br />

-a başlayalum: G. 189. -ı ferah: G. 26, G. 27.<br />

-a beŋzetdüm sanur: G. 83. -ı ğamze: G. 245.<br />

-a çıkar: G. 44. -ı görenler: G. 54.<br />

-a degişmem: G. 180. -ı hem nâzük: G. 158.<br />

-a getürdüm: G. 193. -ı lutf-ı cânan: G. 199.<br />

-a iltifât eyler: G. 61. -ı lutf-ı yâr: G. 48.<br />

-a itme ‘arz: G. 141. -ı nâz: G. 110.<br />

-a kapıldum: G. 186. -ı sanma hat: G. 142.<br />

-a koyan: G. 203. -ı tebessüm: G. 196.<br />

-a nâz ider: G. 51. -ı tesellâ: G. 6.<br />

-a ne minnet: G. 18. -ı unutdum: G. 188.<br />

-a sadef: G. 153. -ın alur: G. 82.<br />

-a sığmamış: G. 127. -ın aŋsam: G. 178.<br />

-a yazdılar: G. 45. -ın getürür: G. 106.<br />

80


-a yüz sürer: G. 62. -ına bâ‘is: G. 22.<br />

-a yüz sürmiş: G. 136. -ına degmez: G. 112.<br />

-dan bilürüz: G. 262. -ını görsem: G. 182.<br />

-dan cüdâ: G. 3. -i ‘îd: G. 35.<br />

-dan dûruz: G. 116. -i ‘ışk: G. 157.<br />

-dan el çekdüm: G. 192. -i bütan: G. 202.<br />

-dan fâriğ: G. 151. -i cânan: G. 200.<br />

-dan feryâd: G. 33. -i ferâğ: G. 150.<br />

-dan itmez mi haz: G. 146. -i fürkat: G. 17.<br />

-dan mahzûz: G. 145. -i fürkatüŋ: G. 173.<br />

-den ‘ibâretdür: G. 100. -i hurşîd: G. 37.<br />

-den ğaraz: G. 140. -i kalem: G. 179.<br />

-dur ‘arakuŋ: G. 162. -i neşât: G. 144.<br />

-dur ‘izâruŋ: G. 164. -i şî<strong>ve</strong>: G. 242.<br />

-dur dilde: G. 233. -i ümmîd: G. 36.<br />

-dur ğamzeŋ: G. 160. -in gören: G. 209.<br />

-dur gözlerüŋ: G. 170. -inden bellidür: G. 89.<br />

-dur hancerüŋ: G. 168. -lardur hep: G. 14.<br />

-dur kâkülüŋ: G. 165. -ları gelmezse gelmesün: G. 218.<br />

-dur kaplıca: G. 223. -ler gibi: G. 253.<br />

-dur leblerüŋ: G. 169. -lik budur: G. 77.<br />

-dur ruhuŋ: G. 161. -sı ile: G. 234.<br />

-dür benüm: G. 195. -um aldurdum: G. 187.<br />

-dür dirler: G. 57. -um benüm: G. 194.<br />

-dür fakat: G. 143. -um disem: G. 181.<br />

-dür fikr-i zülf-i dil-rubâ: G. 2. -umuz İlâhî: G. 260.<br />

-e düşdi: G. 254. -uŋ ikisi: G. 257.<br />

-e düşmiş: G. 137. -uŋam senüŋ: G. 166.<br />

-e hancerüŋ: G. 167. -üŋ kimdür: G. 95.<br />

-e mahsûs: G. 139. -ya ‘ilâc: G. 24.<br />

-e sarılmış: G. 129. -ya çekmez ihtiyâc: G. 25.<br />

-e tâze: G. 244. -ya düşdi dil: G. 176.<br />

81


-ı ‘îd: G. 34. -ya el-<strong>ve</strong>dâ‘: G. 147.<br />

-ı ‘âşık: G. 155. -ya münâsib: G. 13.<br />

-ı ‘ışk: G. 156. -ya sâlihdür: G. 87.<br />

-ı ârzû: G. 221, G. 222. -ya virilmiş: G. 132.<br />

-ı âteş: G. 126. -ya virmez: G. 114.<br />

-ı baht: G. 19. -yı bütan: G. 201.<br />

-ı biledür: G. 85. -yı salındurmaz: G. 109.<br />

3. Sözcük <strong>ve</strong>ya Söz Öbeği Hâlindeki Redifler<br />

‘îde: G. 232. itmekdedür: G. 84.<br />

açıldı: G. 249. kadeh: G. 28.<br />

açılmadı: G. 247. kâğaz: G. 39, G. 40.<br />

âlûd: G. 38. Kâğıd-hâneye: G. 243.<br />

artar: G. 46, G. 47. kah<strong>ve</strong>: G. 241.<br />

âşnâ: G. 7, G. 8. kanda sen kanda: G. 259.<br />

ayak basmış: G. 131. koma: G. 228.<br />

bî-kıyâs: G. 123. komış: G. 130.<br />

bilür: G. 101. lezîz: G. 41.<br />

bir midür: G. 90. mâni‘: G. 148.<br />

bulmadum: G. 185. mir’ât: G. 16.<br />

dâğ-ber-dildür: G. 93. mu‘tâd: G. 32.<br />

degül: G. 177. nâ-peydâ: G. 4.<br />

degüldür: G. 94. nâ-puhte: G. 239.<br />

dirler: G. 56. ola: G. 226, G. 227.<br />

dizdiler: G. 53. olan: G. 197.<br />

düşmendür: G. 96. olaydı: G. 251.<br />

el-aman: G. 198. oldı bezmümüz: G. 118.<br />

eyledük bu şeb: G. 12. oldı: G. 250.<br />

eyledüm: G. 191. oldığum kaldı: G. 248.<br />

eylerüz: G. 122. olmak ister: G. 64.<br />

hased eyler: G. 58. olmasa: G. 229.<br />

82


gelmez misüŋ: G. 172. olmasun n’olsun: G. 214.<br />

gelsün çeşmüŋe: G. 238. olmayıcak: G. 154.<br />

gerekdür: G. 92. olmaz mı sürh: G. 30.<br />

hisârdur: G. 76. olmaz: G. 107, G. 108.<br />

görinmez: G. 113. olmazsa olmasun: G. 212.<br />

görsem: G. 183. olsa da: G. 224.<br />

göster: G. 66. olsun olmasun: G. 213.<br />

göstermiş: G. 133, G. 134, G. 135. olsun: G. 216.<br />

gösterür: G. 104, G. 105. olup gider: G. 50.<br />

götürmez: G. 115. olur ‘arakuŋ: G. 163.<br />

halâs: G. 138. olur güstâh: G. 29.<br />

hancerini: G. 256. olur peydâ: G. 5.<br />

henûz: G. 119. olur: G. 79, G. 80.<br />

iden: G. 204, G. 205, G. 206. per<strong>ve</strong>rdür: G. 99.<br />

ider meh-tâb: G. 11. reşk eyler: G. 59, G. 60.<br />

iderüz: G. 120, G. 121. senüŋ olsun: G. 217.<br />

iktisâb: G. 10. söyleşdiler: G. 52.<br />

ile açılur: G. 78. su: G. 220.<br />

ile olsun: G. 215. sultânum: G. 190.<br />

ile yek-reng olur: G. 81. şöyl’itdi: G. 255.<br />

intizâr: G. 49. teşyî‘: G. 149.<br />

istemez: G. 111. üstine: G. 237.<br />

ister: G. 63, G. 65. vaktidür: G. 91.<br />

isterseŋ: G. 159. var iken: G. 208.<br />

isteyen: G. 210. ya‘nî âh: G. 246.<br />

itdigüm yokdur: G. 73. yerine: G. 236.<br />

itdük sahn-ı Kâğıd-hânede: G. 231. yokdur: G. 74.<br />

itme: G. 235. zer ü sîm: G. 184.<br />

itmek nice: G. 230. zerrînler: G. 55.<br />

83


<strong>Vahyî</strong>, 262 gazelden, ek hâlinde 16, ek+ sözcük <strong>ve</strong>ya söz öbeği hâlinde 113, sözcük<br />

<strong>ve</strong>ya söz öbeği hâlinde 117 olmak üzere 247 gazelde redif kullanmıştır. Rediflerin<br />

yaklaşık yarısı Türkçedir.<br />

84


Ç. Nazım Biçimleri<br />

1. Kaside<br />

Kasîde ‘niyet etmek, yaklaşmak’ anlamındaki kasada kökünden gelen Arapça<br />

bir sözcüktür. Bir kişiyi övmek <strong>ve</strong> çoklukla karşılığında yardım istemek için yazılan<br />

şiirlere denir. Arap edebiyatında doğmuş <strong>ve</strong> İran’da bazı değişikliklere uğrayarak<br />

gelişmiş, oradan da Türk edebiyatına girmiştir.<br />

Kaside, sınırları kesin olmamakla birlikte 9 beyitten 100 beyte kadar, aynı<br />

aruz kalıbıyla yazılmış <strong>ve</strong> gazel gibi aa ba ca... biçiminde kafiyelenen bir nazım<br />

biçimidir. Dîvân’da 36 kaside bulunmaktadır. Bunların yazılış sebepleri <strong>ve</strong> öbür<br />

özellikleri şöyledir:<br />

01. (K. 1): Münâcât türünde eyle yâ Rab redifli 16 beyitlik bir kasidedir.<br />

Kasidenin bütünü Allah’a yakarışla geçmektedir.<br />

02. (K. 3): Der Na‘t-i Şerîf-i Nebî ‘Aleyhi ’s-Selâm başlıklı 43 beyitlik<br />

na‘t türünde yazılmış bir kasidedir. Şair, kasidenin büyük bir bölümünü kendisini<br />

övmeğe ayırmıştır. Hz. Peygamber, Tâc-ı şeref ü hulle-i makbûlî-i Mevlâ, fâris-i<br />

sahrâ-yı tedellâ, Menşûr-ı belîği be-hat-ı kâzî-i kudret gibi sıfatlarla anılmaktadır.<br />

03. (K. 4): Na‘t-i Şerîf-i Seyyidü ’l-Kevneyn başlıklı, olur redifli kaside,<br />

100 beyitten oluşmaktadır. Nesîb bölümünde aşktan söz eden şair, klâsik kaside<br />

tarzında pek de görülmedik bir biçimde kendisini övmeğe başlar. ‘Urfî’ye, Sâ’ib’e<br />

meydan okur. 18. beyte kadar kendini ö<strong>ve</strong>r, 23-31. beyitler arası teğazzül bölümüdür.<br />

78. beyite kadar da Hz. Peygamberi ö<strong>ve</strong>r, kalan öbür beyitler du‘â bölümünü<br />

oluşturur. 94. beyit tâç beyittir.<br />

04. (K. 5): Hz. Peygamberin övgüsünde sunulmuş, 71 beyitlik bir<br />

kasidedir. Şair, Hz. Peygamberin kabri üzerine birtakım çağrışımlar geliştirir <strong>ve</strong><br />

Cenâb-ı hazret-i Ahmed resûl-i efdal ü emced, Medâr-ı devlet-i sermed şeh-i milk-i<br />

siyâdet, Habîb-i ekrem-i hazret edîb-i mekteb-i hikmet, Tabîb-i ‘illet-i kürbet devâ-yı<br />

85


derd-i zillet gibi nitelemelerle onu ö<strong>ve</strong>r. Bu övgüler 69. beyte kadar sürer, ondan<br />

sonra du‘â bölümü gelir. Şairin mahlâsı 48. beyitte geçmektedir.<br />

05. (K. 6): Hz. Peygamberin övgüsünde sunulmuş, eyler redifli 35 beyitlik<br />

bir kasidedir. Teşbîb bölümünden sonra şair, kendisini övmeğe başlar. 17-21. beyitler<br />

teğazzül bölümünü oluşturur. 25. beyitle birlikte Hz. Peygamberin övgüsüne geçen<br />

şair, 34. beyitte mahlâsını kullanmıştır. Son beyit du‘â beytidir.<br />

06. (K. 7): Hz. Peygamberin övgüsünde sunulmuş, ‘âlemdür redifli 107<br />

beyitlik bir kasidedir. Nef‘î’nin sözüm redifli şiirini andıran bu kasidede şair, şiire<br />

kendisini övmekle başlar, 17-23. beyitler teğazzül bölümünü oluşturur. 30. beyte<br />

kadar fahriye sürer, Meh-i sipihr-i kerem âftâb-ı evc-i himem, Nesîm-i lutfı dem-â-<br />

dem <strong>ve</strong>zân-ı ‘âlem, Refîk-i nâle-keşan dest-gîr-i mazlûman, Şefîk-i haste-dilan<br />

mihrbân-ı ‘âlem gibi nitelemelerle Hz. Peygamberin övgüsü 72. beyte kadar devam<br />

eder. Du‘â bölümünün ardından 83. beyitte şairin mahlâsı geçmektedir.<br />

07. (K. 8): Der-Na‘t-i Şerîf-i Mefhar-i Mevcûdât ‘Aleyhi Efdali ’t-<br />

Tahiyyât başlıklı 60 beyitlik bir kasidedir. Hz. Peygamber, Şâh-ı rusül güzîde-i gül<br />

hâdî-i sübül, Sultân-ı ‘âşıkîn ü ser-i ‘ârifîn, Mağbût-ı ev<strong>ve</strong>lîn ü şeref-bahş-ı âhirin,<br />

Mi‘mâr-ı dîn ü hâtime-i mürselîn vb. nitelemelerle övülür. 48. beyitte şairin mahlâsı<br />

geçmektedir. 58-60. beyitler du‘â bölümüdür.<br />

08. (K. 9): Hz. Peygamberin övgüsünde sunulmuş, 82 beyitlik bir<br />

kasidedir. Aşkın anlatıldığı nesîb bölümünden sonra 15-21. beyitler arası teğazzül<br />

gelir. Şair, 49. beyte kadar kendisini ö<strong>ve</strong>r, ardından Hz. Peygamberin övgüsüne<br />

geçer. 68. beyit tâç beyittir. Kaside du‘â bölümü ile son bulur.<br />

09. (K. 10): Der-Na‘t-i Resûl-i Emced Hazret-i Muhammed Salla ’llâhu<br />

‘Aleyhi <strong>ve</strong> Sellem başlıklı hâmem redifli 40 beyitlik bir kasidedir. Hz. Peygamberin<br />

övgüsüne yazılmış bir kaside olmasına karşın büsbütün fahriye niteliğinde ele<br />

alınmıştır. 32. beyitte mahlâs geçmektedir.<br />

10. (K. 11): Hz. Peygamberin övgüsünde sunulmuş, 49 beyitlik bir<br />

kasidedir. Kalem hakkında çeşitli çağrışımlar geliştiren şair, kendisini övmeğe başlar.<br />

86


20-26. beyitler kasidenin teğazzül bölümüdür. 45. beyitte mahlâs geçmektedir.<br />

Kaside du‘â bölümü ile son bulur.<br />

11. (K. 12): Der-Na‘t-i Şerîf-i Nebiyy-i Muhtâr ‘Aleyhi Salavâtü ’llâhi ’l-<br />

Kerîmi ’l-Gaffâr başlıklı oldı redifli 63 beyitlik bir kasidedir. 19-23. beyitler arası<br />

teğazzüldür. Hz. Peygamber, O feyz-mâye kerem-kârgâh hoş-güher, Yegâne h v âce-i<br />

bâzâr-ı ıstıfâ, gibi nitelemelerle övülür. Ardından dört halifenin övgüsüne<br />

geçilmiştir. 55. beyitte mahlâs geçmektedir.<br />

12. (K. 13), (K. 14), (K. 15), (K. 16): Yâ Resûla ’llâh redifli kasidelerdir.<br />

13. (K. 17): Yâ Resûla ’llâh meded redifli 6 beyitlik bir kasidedir.<br />

14. (K. 18), (K. 19), (K. 20): Yâ Resûla ’llâh redifli kasidelerdir.<br />

15. (K. 21): 25 beyitlik oldı redifli bir ramazâniyyedir.<br />

16. (K. 22): 20 beyitlik, (K. 23): 11 beyitlik, (K. 24): 19 beyitlik, (K. 25):<br />

13 beyitlik bir ‘îdiyye (K. 26) ise 25 beyitlik musammat bir ‘îdiyyedir.<br />

17. (K. 27): İmâm-ı Sultânî Sâlih Efendinin övgüsünde yazılmış 50<br />

beyitlik bir kasidedir.<br />

18. (K. 28): 15 beyitlik bahâr redifli bir bahâriyyedir.<br />

19. (K. 29): 10 beyitlik, sevgilinin vasfında yazılmış sünbül ü gül redifli<br />

bir kasideciktir.<br />

20. (K. 30): Kâğıd-hâne vasfında sunulmuş, 13 beyitlik bir kasideciktir.<br />

21. (K. 31): 13 beyitlik bir nev-rûziyyedir.<br />

22. (K. 32): 25 beyitlik bir şitâiyyedir.<br />

23. (K. 33): Mevlânâ Fâzıl ‘Abdu ’l-Halîm Efendi övgüsünde sunulmuş,<br />

34 beyitlik bir kasidedir.<br />

87


24. (K. 34): Sadr-a‘zam ‘Alî Paşa <strong>ve</strong> Dâmâd-ı Sultân Ahmed-i Sâlis<br />

övgüsünde sunulmuş, kerem redifli 35 beyitlik bir kasidedir.<br />

25. (K. 35): Şeyhü ’l-İslâm Müftî’ü ’l-Enâm Mahmûd Efendi övgüsünde<br />

sunulmuş 50 beyitlik bir kasidedir.<br />

kasidedir.<br />

26. (K. 36): Sâ‘atçi Paşa Köşki için yazılmış 13 beyitlik musammat bir<br />

27. (K. 37): 15 beyitlik du‘â-nâme tarzında yazılmış bir kasideciktir.<br />

2. Gazel<br />

Gazel, Ar. ‘kadınlarla sevgi üzerine konuşmak, söyleşmek’ demektir. Kafiye<br />

örgüsü aa ba ca ... olan bir nazım biçimidir. Türk edebiyatında çoklukla 4 ilâ 15 beyit<br />

arasında yazılmıştır; fakat buna uymayanları da yok değildir. Dîvân’da beyit<br />

sayılarına göre gazel dağılımı şöyledir:<br />

01. 02 beyitli 4 gazel. 06. 08 beyitli 5 gazel.<br />

02. 03 beyitli 1 gazel. 07. 09 beyitli 12 gazel.<br />

03. 05 beyitli 167 gazel. 08. 10 beyitli 2 gazel.<br />

04. 06 beyitli 6 gazel. 09. 11 beyitli 3 gazel.<br />

05. 07 beyitli 62 gazel. 10. 14 beyitli 2 gazel.<br />

<strong>Vahyî</strong>, en çok 5 beyit, ardından 7 beyitli gazeli yeğlemiştir.<br />

G. 43, G. 48, G. 71, G. 77, G. 112, G. 156, G. 164 <strong>ve</strong> G. 174. gazellerde redd-<br />

i matla‘ yapılmıştır. 80 <strong>ve</strong> 215. gazelde ikinci matla‘ kullanılmıştır. Böyle gazellere<br />

zü ’l-metâli‘ denir. 45<br />

162 <strong>ve</strong> 215. gazellerde mahlâs yoktur. 13. gazelde mahlâs iki<br />

kere geçmektedir. Ayrıca 187 <strong>ve</strong> 201. gazeller musammat biçimde yazılmıştır. 226.<br />

gazel noktasızdır.<br />

45<br />

Prof. Dr. Halûk İpekten, Şeyh Gâlib Hayatı, Edebî Kişiliği <strong>ve</strong> Bazı Şiirlerinin<br />

Açıklamaları, Ankara, Akçağ Yayınları: 131 Kaynak Eserler: 19, 1996, s. 56.<br />

88


Sözcük <strong>ve</strong>ya söz öbeği hâlindeki rediflerin, gazellerde konu bütünlüğünü<br />

sağlayıcı önemli bir etkisi vardır. -dür fikr-i zülf-i dil-rubâ redifli 2. gazel, -ı şarâb<br />

redifli 9. gazel, mir’ât redifli 16. gazel, -i fürkat redifli 17. gazel, kadeh redifli 28.<br />

gazel, ‘îd redifli 34. gazel, itdük sahn-ı Kâğıd-hânede redifli 231. gazel, kah<strong>ve</strong> redifli<br />

241. gazel, Kâğıd-hâneye redifli 243. gazel yek-âhenk niteliğindeki gazellerdendir.<br />

<strong>Vahyî</strong>’nin Dîvân’ında müzeyyel ğazeller <strong>ve</strong> nazîreler de vardır: 75 <strong>ve</strong> 166.<br />

gazeller kaynatası Nazmî’ye, 86. gazel Müftî Mahmûd Efendinin oğlu ‘Abdu’r-rahîm<br />

Efendiye, 109. gazel ise, kime zeyl olduğu belli olmayan müzeyyel gazellerdir. 42.<br />

gazel ‘İlmî’ye, 91. gazel yine kaynatası Nazmî Efendiye, 93. gazel Kâşif’e, 134.<br />

gazel ‘Abdî’ye, 158. gazel Hüsnî’ye, 176. gazel ‘Osmân-zâde Tâ’ib’e, 188, 230 <strong>ve</strong><br />

234. gazeller Antakî-zâde Feyzî Efendiye, 197. gazel Nazîf’e, 255. gazel Şehrî<br />

Çelebiye naziredir.<br />

3. Müstezat<br />

Müstezâd, Arapça ziyâde kökünden ‘arttırılmış, eklenmiş’ anlamlarındadır.<br />

Nazım biçimi olarak gazelden türetilmiş bir biçimdir. Aruzun, bir kayda bağlı<br />

olmamakla birlikte, Mef‘ûlü Mefâ‘îlü Mefâ‘îlü Fe‘ûlün kalıbıyla yazılır <strong>ve</strong> her<br />

dizenin altına Mef‘ûlü Fe‘ûlün parçalarıyla yazılmış kısa bir dize eklenir. Dîvân’da, 6<br />

beyitli 251. gazel müstezâd ğazeldir.<br />

4. Kıt’a<br />

Kıt‘a, beyitlerinin yalnızca ikinci dizeleri birbirleriyle kafiyeli, en az iki<br />

beyitten oluşan bir nazım biçimidir.<br />

Dîvân’da 41 kıt‘a bulunmaktadır. Bunlardan 28’ini tarihler oluşturmaktadır.<br />

Bu 28 tarih, toplam 203 beyittir. İlk tarih kıt’ası musammat biçimdedir. Öbür 13 kıt’a<br />

mukatta‘ât başlığı altındadır. Bunlardan 11 <strong>ve</strong> 12. kıt’a Farsça, 13. kıt’a Arapçadır.<br />

Bunların dışında iki beyitlik Farsça bir kıt’a daha vardır.<br />

89


5. Nazım<br />

Nazm, kıt’anın ilk beyti kafiyeli olan nazım biçimidir. Kafiye örgüsü gazele<br />

benzemekle birlikte bütün dizeleri birbirleriyle kafiyeli nazım örnekleri de vardır.<br />

Çoklukla iki beyitten oluşmaktadır.<br />

Dîvân’da 6 nazım vardır: Bunlardan dördü tarih manzumelerinin içinde ikisi<br />

de muammaların içindedir. (T. 7), Ayşe kadının ölümüne; (T. 14, T. 15), bir sarayın<br />

yapımına; (T. 30) ise, Mora’nın fethine tarihtir. 56 <strong>ve</strong> 57. muammalar öbür nazım<br />

örneklerindendir.<br />

6. Mesnevî<br />

Edebiyatta aynı <strong>ve</strong>zinde <strong>ve</strong> her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım<br />

biçimlerine mesnevî adı <strong>ve</strong>rilir. İki beyitten başlayarak 20-30 beyte kadar olan kısa<br />

mesnevîler yazıldığı gibi, mesnevî biçimiyle binlerce beyit süren uzun hikâyeler,<br />

kitaplar da yazılmıştır.<br />

Dîvân’da 34 mesnevî vardır. Bunlardan ikisi kasideler içinde öbürleri ise,<br />

lügazlar içinde yer almaktadır.<br />

(K. 2): 105 beyitlik bir naattır. İlk 20 beyitte kendisini ö<strong>ve</strong>n şair, şâh-ı sarây-ı<br />

kün fe-kânî, bâ‘is-i hilkat-i cihânî, mihr-i münîr-i evc-i îman, nûr-ı meh-i sipihr-i<br />

‘irfan gibi nitelemelerle Hz. Peygamberi ö<strong>ve</strong>r. 63-87. beyitler arası uzun bir du‘â<br />

bölümüdür. Ardından yeniden Peygamberin övgüsünü sürdürür.<br />

nâmedir.<br />

(K. 38): 25 beyitlik mesnevî nazım biçiminde yazılmış bir mahabbet-<br />

21. lügaz dışında öbür bütün lügazlar mesnevî nazım biçimiyle yazılmışlardır.<br />

7. Rubaî<br />

Rubâ‘î, hezec bahrinin özel kalıplarıyla yazılan dört dizelik bir nazım<br />

biçimidir. Rubaîde kafiye ilk, ikinci <strong>ve</strong> dördüncü dizeler sonundadır.<br />

90


Dîvân’da, 72 rubaî vardır, toplam 174 beyittir. Rieu, <strong>Vahyî</strong>’nin, rubaîlerini<br />

hac ziyareti sonunda Hz. Peygamberin mezarı başında yazdığını söyler.<br />

8. Murabba<br />

Murabba‘, aynı ölçüde dörder dizelik bentlerin birleşmesinden oluşan bir<br />

nazım biçimidir. Kafiye düzeni ise, ilk bendin dört dizesi kendi aralarında kafiyeli,<br />

öteki bentlerin ilk üç dizesi kendi aralarında, dördüncü dizeleri de ilk bentle<br />

kafiyelidir. Bentlerin son dizeleri yalnız kafiye ile bağlanmışsa bu türlere müzdevic<br />

murabba‘; bentlerin sonlarındaki dizeler aynı biçimde yinelenmişse, mütekerrir<br />

murabba‘ denir.<br />

Dîvân’da, dört murabba vardır: Musammatlar içerisinde yer alan ilk dört<br />

murabbaların ilki naat türünde, mütekerrir olup beş bentten oluşmaktadır. İkincisi de<br />

birincisi ile aynı niteliktedir. Üçüncüsü, naat türünde mütekerrir olup üç bentten<br />

oluşmaktadır. Dördüncüsü ise, tevhit türünde bir bentlik murabbadır.<br />

9. Tahmis<br />

Beşleme anlamında olan tahmîs, aslında bir muhammestir. Bir gazelin ya da<br />

bir kasidenin her beytinin önüne <strong>ve</strong>ya arasına aynı <strong>ve</strong>zin <strong>ve</strong> kafiyede üç dize<br />

eklenerek muhammes hâline getirmeğe tahmîs etme <strong>ve</strong> ortaya çıkan muhammese de<br />

tahmis denir.<br />

Dîvân’da, dört tahmis vardır: (Mus. 5): Nâdirî’nin naatına, altı bentlik bir<br />

tahmistir. (Mus. 7): Şeyhü’l-İslâm Yahyâ Efendinin bir gazeline beş bentlik<br />

tahmistir. (Mus. 8): Nasûhî’nin bir gazeline beş bentlik bir tahmistir. (Mus. 9): ‘Avnî<br />

Efendinin bir gazeline beş bentlik bir tahmistir.<br />

10. Terkib-bend<br />

Aynı ölçüde çoklukla 8-20 dizelik bentlerin birleştirilmesiyle yapılan nazım<br />

biçimidir. Terkîb-bendlerde bentlere hâne, bentleri birleştiren beyitlere de vâsıta<br />

91


denir. Hanede dizeler ya gazelde olduğu gibi beyit beyit ya da bütün dizeler<br />

birbiriyle kafiyelenir.<br />

Dîvân’da, iki terkibbent vardır: (Mus. 6), beşer beyitli beş bentten oluşan<br />

kendi aralarında kafiyeli bir terkibbenttir. Öbürü (Mus. 10), altışar beyitli on bentten<br />

oluşan bir tevbe-nâmedir. Kafiye örgüsü gazele benzer.<br />

11. Beyit<br />

İki dize birbirine kafiyeli olan beyitlere mukaffâ, musarra‘ <strong>ve</strong>ya matla‘;<br />

dizeleri kafiyeli olmayan beyitlere de müfred ya da ferd adı <strong>ve</strong>rilir.<br />

Dîvân’da 61 beyit vardır. Bunlardan 60’ı matla‘, 23. muamma ise müfreddir<br />

92


III. İÇERİK ÖZELLİKLERİ<br />

A. Dinî Öğeler<br />

1. Kur’anıkerim<br />

Klâsik Türk edebiyatı kaynaklarının başlıklarından birisi de din <strong>ve</strong><br />

tasavvuftur. Dinî, tasavvufî <strong>ve</strong> felsefî kaynakların başında kuşkusuz bütün bu<br />

öğelerin ortaya çıkışında en önemli etken olarak Kur’anıkerim gelir. Kur’ân, üç<br />

köklü toplumun ortaklaşa oluşturdukları <strong>ve</strong> üç büyük dil vasıtası ile ifade edilen<br />

İslâm kültürü <strong>ve</strong> medeniyetinin temel kitabıdır. Bu kitap, İslâm kültür <strong>ve</strong> medeniyet<br />

dairesinde yaşayan milletlerin hayatının her alanında kendini kuv<strong>ve</strong>tle hissettirmiş,<br />

beşerî her kıpırdanışa, medenî her hamleye damgasını kuv<strong>ve</strong>tle basmıştır. Kur’ân<br />

yüzyıllardır bu kültürün şair <strong>ve</strong> yazarlarına da bitmez tükenmez bir ilham kaynağı<br />

olmuş; her sanat kıpırtısı, her belâgat <strong>ve</strong> fesahat çabası ondan hız <strong>ve</strong> kuv<strong>ve</strong>t almış;<br />

sanat <strong>ve</strong> edebiyat nehirleri onun engin denizine ulaşmağa, onda fena bulmağa âdeta<br />

can atmıştır. Bu sebeple Kur’anıkerim bütün özellikleri, anlama <strong>ve</strong> söz incelikleri ile<br />

tanınıp anlaşılmadan eski edebiyatın özüne nüfuz edilemeyecek, bu edebiyatın arka<br />

plânında yer alan kuv<strong>ve</strong>tli kültürün aslına vakıf olunamayacaktır. 1<br />

1<br />

2<br />

O ebrû vü müje tîr ü kemân-ı menzil-i kavseyn<br />

O dîde vâdî-i mâ zâğda âhû-yı behcetdür<br />

Hâk-i pây-ı şâh-ı mâ-zâğı idenler tûtiyâ<br />

Dûr-bîn-i bî-nazîr-i ‘âlem-i esrâr ola<br />

“Muhammed’in gözü kaymadı <strong>ve</strong> kamaşmadı.” 2<br />

(K. 5/34)<br />

(Muk. 3/2)<br />

Doğan, “Metin Şerhi Üzerine”, Eski Şiirin Bahçesinde, İstanbul, Ötüken Yayınları Nu: 511<br />

<strong>Kültür</strong> Serisi: 216, 2002, s. 16; aynı yazının bir bölümü, Muhammet Nur Doğan, “Metin<br />

Şerhi Üzerine”, Yedi İklim, C. IX, S. 63, Haziran 1995, s. 70-74.<br />

Kur’an liii. Necm 17.<br />

93


3<br />

4<br />

5<br />

6<br />

7<br />

Güvâh-ı huccet-i iclâli erselnâk ü a‘taynâk<br />

Nişân-ı emr-i istiklâli mühr-i hâtemiyyetdür<br />

Ey taht-nişîn-i milket-i erselnâk 3<br />

V’ey yekke-süvâr-ı ‘arsa-i a‘taynâk<br />

“(Ey Muhammed!) Biz sana Kevser’i <strong>ve</strong>rdik.” 4<br />

‘İzâr u kâkülinüŋ remzi <strong>ve</strong> ’d-Duhâ <strong>ve</strong> ’l-Leyl<br />

Cemâli meş‘al-i rûz u şebân-ı ‘âlemdür<br />

(K. 5/43)<br />

(R. 3-XXIII/1)<br />

(K. 7/51)<br />

“Kuşluk vaktine <strong>ve</strong> kararıp durgunlaştığı zaman geceye yemin ederim ki....” 5<br />

Bir ravzadur ki ‘ışk-ı hudâdur şikûfesi<br />

Bir devhadur ki feyz aŋa mâ’ in ma‘îndür<br />

“...o akan tatlı suyu kim getirebilir size?” 6<br />

Habbe-zâ dil-rubâ ki ‘ışk-keşi<br />

Şâhid-i bezm-i len terânîdür<br />

“... (Rabbi,) sen beni asla göremezsin...” 7<br />

Sen ol sultân-ı ev ednâ serîr-i mülk-i vuslatsın<br />

Ki ‘arşa tahtuŋ olmak muğtenemdür yâ Resûla ’llâh<br />

Kur’an ii. Bakara 119; iv. Nisa 79, 80; xiii. Ra’d 30; xvii. İsra 54, 55 vd.<br />

Kur’an cviii. Kevser 1.<br />

Kur’an xciii. Duha 1, 2.<br />

Kur’an lxvıı. Mülk 30.<br />

Kur’an vii. A‘raf 143.<br />

(K. 8/38)<br />

(K. 9/57)<br />

(K. 14/3)<br />

94


8<br />

9<br />

10<br />

11<br />

Rûh-ı pâki çün ‘urûc itdi şeb-i Mi‘râcda<br />

Menzil-i a‘lâ-yı ev-ednâya dek gitdi hemin<br />

“İki yay kadar yahut daha yakın oldu.” 8<br />

Bî-tavakkuf kasr-ı ‘ayşı kabre tebdîl eyledi<br />

İrci‘î fermânına cân ile itdi imtisâl<br />

‘Âyişe kadın o mahdûme-i ‘ismet-pîrâ<br />

İrci‘î emri ile eyledi ‘azm-i ‘ukbâ<br />

Geldi emr-i irci‘î fermân-ı lâ-yeste’hirun<br />

Virmedi ârâma ruhsat bir nefes Hayy u Kadîm<br />

“Razı etmiş <strong>ve</strong> razı edilmiş olarak Rabbine dön.” 9<br />

Geldi emr-i irci‘î fermân-ı lâ-yeste’hirun<br />

Virmedi ârâma ruhsat bir nefes Hayy u Kadîm<br />

“... ecelleri geldiği zaman ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler.” 10<br />

Leyle-i Kadrdeki vakt-i mübârek hakkı<br />

Şeb-i İsrâda olan râz-ı nihan hurmetine<br />

“Biz onu (Kur’an’ı) Kadir gecesinde indirdik.” 11<br />

Kur’an liii. Necm 9.<br />

Kur’an lxxxix. Fecr 28.<br />

Kur’an x. Yunus 49.<br />

Kur’an xcvii. Kadir 1.<br />

(T. 8/4)<br />

(T. 3/7)<br />

(T. 7/1)<br />

(T. 11/4)<br />

(T. 11/4)<br />

(Mus. 10-X/2)<br />

95


Ey sırr-ı suhan-sütûr-ı Levh-i Mahfûz<br />

Ferş olsa yoluŋda ‘arş olurdı mahzûz<br />

“Aslı Levhimahfuz’da bulunan şerefli Kur’andır.” 12<br />

Ey rûy-ı melîhi asl-ı hüsn-i takvîm<br />

V’ey nutk-ı fasîhi ğıbtagâh-ı Tesnîm<br />

“Karışımı tesnimdendir (yani o şaraba Tesnîm’den karıştırılmıştır).” 13<br />

Ümîd-i vasla ider tevbe-i Nasûh ‘uşşâk<br />

Alınca destine ol şûh-ı pür-cefâ mir’ât<br />

“Ey iman edenler! Samimî bir tövbe ile Allah’a dönün...” 14<br />

2. Hadis<br />

(R. 3-XVIII/1)<br />

(R. 3-XXV/1)<br />

(G. 16/5)<br />

Hadîs, Hz. Muhammed’in söz, tavır <strong>ve</strong> davranışlarının bir disiplin<br />

çerçe<strong>ve</strong>sinde bugüne ulaştırılması bilimidir.<br />

Dinî ikinci kaynak olan hadisler de edebiyat metinlerinin anlaşılmasında<br />

önemli bir öğedir. Kur’ân kadar olmamakla birlikte, hadisler de eski edebiyatın<br />

oluşumunda etken unsurlardandır. Hadisler, sağlam, zayıf <strong>ve</strong>ya uydurma ayırımı<br />

yapılmadan edebî metinlerde yer almış; özellikle kudsî hadîsler bütünü ile tasavvufî<br />

duyguların anlatılışında alıntı <strong>ve</strong> telmih yolu ile kullanılmışlardır. 15<br />

12<br />

13<br />

14<br />

15<br />

Kur’an lxxxv. Büruc 21-22.<br />

Kur’an lxxxiii. Mutaffifin 27.<br />

Kur’an lxvi. Tahrim 8.<br />

Esrâr-ı nihân-ı küntü kenzüŋ<br />

Fehmiyle mu‘azzam eyle yâ Rab<br />

Doğan, “Metin Şerhi Üzerine”, Eski Şiirin Bahçesinde, s. 18.<br />

(K. 1/6)<br />

96


“Ben gizli bir hazine idim.” 16<br />

Ey tâc<strong>ve</strong>r-i hitâb-ı levlâk<br />

Ey mefhar-i ins ü cinn ü eflâk<br />

Levlâke lemâ halektüden fehm olınur<br />

Sen olmasaŋ olmaz idi ‘âlem melhûz<br />

“Sen olmasaydın, sen olmasaydın felekleri yaratmazdım.” 17<br />

3. Melekler<br />

(K. 2/37)<br />

(R. 3-XVIII/2)<br />

Dîvân’da iki melek adı geçmektedir: Bunlardan ilki Cebrâ’îldir. Vahiy meleği<br />

olup Rûhu ’l-emîn, Rûhu ’l-kuds adlarıyla da bilinir. Öbürü ise, cennetin kapıcısı<br />

olan Rıdvân meleğidir:<br />

Ne gûne vasf ideyüm rif‘atüŋ ki Cebrâ’îl<br />

‘Uluvv-i şânuŋa tahsîn-h v ân-ı ‘âlemdür<br />

(K. 7/66)<br />

(K. 4/53), (K. 5/19), (K. 8/1), (K. 9/64), (K. 10/29), (K. 12/29), (K. 12/32),<br />

(K. 16/3), (R. 3-VI/1), (R. 3-XXIII/2).<br />

16<br />

17<br />

N’ola Rıdvân aŋa gîsû-yı havrâdan hasîr itse<br />

O türbe bûsegâh-ı kudsiyan burc-ı icâbetdür<br />

(K. 5/21)<br />

İsmâ‘îl b. Muhammad al-‘Aclûnî, Kaşfu ’l-Hafâ va Muzîlu ’l-İlbâsi ammâ ’ştahara mina<br />

’l-Ahâdîsi ‘alâ Alsinati ’n-Nâsi, C. II, t.y. Halab, Yayınlayan: Ahmad Kalaş, 3 1351 [=1932]<br />

Beyrût, s. 132.<br />

al-‘Aclûnî, age., s. 164.<br />

97


4. Peygamberler<br />

Peygamberler, İslâmiyete göre Allah’ın emirlerini insanlara bildirmekle<br />

görevli olağanüstü niteliklere sahip insanlardır. Çeşitli toplumlara her dönemde bir<br />

uyarıcı olarak gönderilmişlerdir.<br />

gösterilmiştir.<br />

Dîvân’da geçen peygamberler, geçtikleri yerlerle birlikte, tarih sırasıyla<br />

Âdem: < İbr. Topraktan yaratılmasından <strong>ve</strong> etinin toprak rengi olmasından<br />

dolayı bu ad <strong>ve</strong>rilmiştir. Künyesi Ebû ’l-Beşer, takma adı Safiyu ’llâh olan<br />

kişioğullarının ilk atası <strong>ve</strong> ilk Suhuf indirilmiş peygamberi. Adı Kur’ân’da 25 kez<br />

anılır. Çiftçilerin piri Âdem (as)dir, denilir. Cennette 130 yıl kalmıştır. Ağlamanın<br />

belgisi olan Hz. Âdem, Cuma günü 1000 yaşında ölmüştür. 18<br />

Klâsik şiirde çoklukla<br />

Cennette yediği yasak mey<strong>ve</strong> ile geçer.<br />

Yâ Rab be-giryehâ-yı Âdem<br />

Yâ Rab be-şevk-i kalb-i hurrem<br />

Âdem cinân-ı bezmüŋi terk eylesün mi kim<br />

Anda rakîb-i dîv-i safâ-keş kadem komış<br />

(G. 228/4), (G. 236/6), (G. 240/9).<br />

(K. 2/64)<br />

(G. 130/5)<br />

Nûh: Adı Kur’ân’da 43 kez geçer. İlk resuldür. 250 yaşında peygamber<br />

olmuştur. Yalnız Nûh (as), yaşlı iken peygamber oldu. 450 yaşında tufan olmuş,<br />

tufandan sonra 250 yıl yaşamıştır. Kavmi arasında 950 yıl kaldı, onları yola getirmek<br />

için ne yaptı ise başarılı olamadı. Hatta, bu yüzden uzun süre ağladığı anlatılmış <strong>ve</strong><br />

18<br />

Mustafa Âsım Köksal, Peygamberler Tarihi I, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları/46<br />

Kaynak Eserler Serisi: 3, 1993, s. 29-84.<br />

98


‘çok ağlayan’ anlamında nevvâh sıfatı ile anılmıştır. Sonunda tufan gerçekleşmiş <strong>ve</strong><br />

kavmi yok olmuştur. 19<br />

Benem o ‘âşık-ı mu‘tâd-ı hecr-i mâder-zâd<br />

Ki ‘ömr-i Nûh gürîzân-ı intizârumdur<br />

(K. 33/8)<br />

Halîl: < Skr. a+brahmanya ‘brahman tanımaz’. Amcası (<strong>ve</strong>ya babası?) Âzer,<br />

oğulları İsmâ‘îl <strong>ve</strong> İshak. Dili Süryanca. Hz. İbrâhîm’e Halîlu ’llâh da denir. Hz.<br />

‘Îsâ’nın milâdından yaklaşık iki bin yıl önce doğmuştur. 200 yıl yaşamıştır. İlk<br />

kucaklayan İbrâhîm (as)dır. Göğün yedinci katındadır. Nemrûd tarafından<br />

mancınıkla ateşe atılmış <strong>ve</strong> ateşin içinde yedi gün kalmıştır. Sünnet Hz. İbrâhîm’den<br />

kalmadır. İlk sünnet olan kimsedir. Kendisine on sahife indirilmiştir. 20<br />

‘Uşşâkı feyz-i ‘ışk Kelîm ü Halîl ider<br />

Nâm-ı habîb anuŋla Muhammed Emîndür<br />

(K. 8/20)<br />

Ya‘kûb: Hz. Yûsuf’un babasıdır. Babası İshak aleyhisselâm. Kur’ân’da<br />

anılan peygamberlerden olduğu gibi, oğlu Yûsuf’un çocukları da peygamberlik<br />

güllerinin bahçeleri idiler. Hz. Yûşâ, Yûsuf’un iki oğlundan biri olan Mûsâ’nın<br />

torunu, Hz. Eyyûb ise, kızı Rahmet’in kocası idiler. Edebiyatta Yûsuf’u araması,<br />

oğlunun hasretiyle ağlamaktan kör olması <strong>ve</strong> sonunda Yûsuf’un gömleğinin<br />

kokusuyla gözlerinin açılması anlatılarak ele alınır. 21<br />

19<br />

20<br />

21<br />

Yâ Rab be-âh u zâr-ı Ya‘kûb<br />

Yâ Rab be-dil-figâr-ı Ya‘kûb<br />

(K. 2/65)<br />

Yusuf Sinan Paşa, Tazarru’nâme, [Hazırlayan:] A. Mertol Tulum, Ankara, Millî Eğitim<br />

<strong>Bakanlığı</strong> Yayınları: 2027 Bilim <strong>ve</strong> <strong>Kültür</strong> Eserleri Dizisi: 338 Divanlar Dizisi: 20, 2001, s.<br />

328; Şeyh Gâlib, Hüsn ü ‘Aşk, Metin, Nesre Çeviri, Notlar <strong>ve</strong> Açıklamalarla Yayınlayan,<br />

Muhammet Nur Doğan, İstanbul, Ötüken Yayınları: 536, Edebî Eserler: 245, 2002, s. 27;<br />

Yrd. Doç. Dr. Emine Yeniterzi, Divan Şiirinde Na’t, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı<br />

Yayınları / 96 Yayın No: 96 Dinî Edebiyat Serisi: 6, 1993, s. 330.<br />

Köksal, Peygamberler Tarihi I, s. 141-229.<br />

Sinan Paşa, Tazarru’nâme, s. 324; Yeniterzi, Divan Şiirinde Na’t, s. 331.<br />

99


Yûsuf: Hz. Yûsuf ile ilgili bilgi, Kur’ân’ın “kıssaların en güzeli” olarak<br />

tanıttığı Yusuf suresinde bulunmaktadır. Bu kıssanın başkahramanı olan Hz.<br />

Yûsuf’un güzelliği, kardeşleri tarafından kuyuya atılışı, kervancılarca kuyudan<br />

çıkartılıp Mısır’da köle olarak satılması, Mısır azizinin karısının (Züleyhâ) ona göz<br />

koyuşu, Yûsuf’un ona cevap <strong>ve</strong>rmediği için zindana kapatılması, gördüğü rüyalar,<br />

Mısır’a bakan oluşu, kardeşleri ile buluşması, babası Ya‘kûb’un onun hasreti ile<br />

gözlerinin kör oluşu, sonra gönderdiği gömleğinin kokusu ile babasının gözlerinin<br />

açılışı gibi konular klâsik edebiyatın bitmez tümenmez ilham kaynaklarındandır. 22<br />

(Mus. 9-I/2).<br />

Yâ Rab be-meh-cemâl-i Yûsuf<br />

Yâ Rab be-rûy-ı al-i Yûsuf<br />

Bir zerre-i mihr-i ruh-ı pür-nûruŋı görse<br />

Yûsuf ola âşüfte vü şeydâ çü Züleyhâ<br />

(K. 2/66)<br />

(K. 3/31)<br />

(K. 27/4), (K. 30/8), (G. 114/5), (G. 117/5), (G. 123/4), (G. 192/6), (L. 21/1),<br />

Eyyûb: Hz. İshak’ın oğullarından Ays’ın oğludur. Eşi ise, Yûsuf (as)’ın kızı<br />

Rahmettir. Hastalık belgisidir. Allah’tan gelen birçok belâlara uğramış; malı, mülkü<br />

<strong>ve</strong> çocukları yok olmuş, sonunda kendisi de yaralar içinde hâlsiz kalmıştır. Hatta,<br />

vücuduna kurt düştüğü <strong>ve</strong> her yanını yedikleri hâlde, dayanıp sabrettiği anlatılır.<br />

Allah tarafından gelen bu imtihana gösterdiği sabır dolayısı ile Kur’ân’da “Biz onu<br />

gerçekten sabırlı bulduk. O ne güzel kuldu.” (xxxviii. Sad 44) biçiminde<br />

övülmektedir. Edebiyatta, sabır <strong>ve</strong> tahammül örneği olarak anılır. 23<br />

22<br />

23<br />

Şeyh Gâlib, Hüsn ü ‘Aşk, s. 29.<br />

Yâ Rab be-hakk-ı sabr-ı Eyyûb<br />

Yâ Rab be-kârhâ-yı mahbûb<br />

Sinan Paşa, Tazarru’nâme, s. 327.<br />

(K. 2/69)<br />

100


Nedür ol al yaŋahlı tâze mahbûb<br />

Gehî Yûsuf olur gâhîce Eyyûb<br />

(L. 21/1)<br />

Şu‘ayb: Hz. Mûsâ’nın kaynatasıdır. Büyükannesi, Lût (as)’ın kızıdır.<br />

Medyen <strong>ve</strong> Eyke kavmine peygamber olmuştur. İlk kez iki kavme peygamber olan<br />

kişidir. Kendisi çok fasih Arapça konuştuğu için Hz. Peygamber tarafından hatîbü ’l-<br />

enbiyâ olarak nitelendirilmiştir. Kavmi, alttan gelen sesle yok olmuştur. 24<br />

Âsâr-ı iltifât-ı Kelîm ü Şu‘aybdur<br />

Buldı bu sâha kesret-i ni‘metle iştihâr<br />

(G. 42/4)<br />

Mûsâ (Kelîm): (< İbr. Mo ‘su’ + şe ‘ağaç’) ‘su sandığı’. ‘İmrân oğlu. ‘Îsâ<br />

(as)’dan 1800 yıl önce yaşadı. Hârûn (as) <strong>ve</strong> Meryem ile kardeş, Yûşâ ile arkadaş,<br />

Kârûn ile amca çocuğu, Fir‘avn’un bakanı olan Hâmân’ın çağdaşı. Kara yağız, uzun<br />

boylu, dalgalı saçlı. Sudanlılar gibi biri. Allah ile Sînâ dağında zilhicce ayında<br />

konuştuğu gün üzerinde yün gömlek, yün kebe, yün takke, yün iç donu, ölü eşek<br />

derisinden ayakkabı vardı. Bir adı da Naciyyu ’llâh. Dili İbranca. Kundağıyla Nil’e<br />

bırakılmasının, kendisine kurtuluş olması belki ileride ordusuyla Nil’e dalacak<br />

düşmanının yok oluşuna işaretti. İki yıl boyunca bebekken öldürülen erkek<br />

çocukların bedeli olarak gövdesi kıllı idi. Yed-i beyzâ <strong>ve</strong> ‘asâ mucizeleri <strong>ve</strong> on emir<br />

yani Tevrât Mûsâ’ya Tûr-ı Sînâ’da <strong>ve</strong>rilmiştir. 25<br />

24<br />

25<br />

Yâ Rab be-iftikâr-ı ‘Îsî<br />

Yâ Rab be-du‘â-künî-i Mûsî<br />

Sen hân-kah-ı vasl-ı Hudâ şeyhi olınca<br />

Sûfî-i ‘asâdâruŋ olur hazret-i Mûsâ<br />

Köksal, Peygamberler Tarihi I, s. 327-335.<br />

(K. 2/67)<br />

(K. 3/24)<br />

Ali İhsan Yurt, Akşemseddin [1590-1459] Hayatı-Eserleri, Hazırlayan: Mustafa S[inan]<br />

Kaçalin, İstanbul, MÜ İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 74, 1994, s. 319-320.<br />

101


(K. 8/2), (K. 8/8), (K. 8/20), (G. 42/4).<br />

Dâvûd: İsrailoğulları peygamberlerindendir. Kur’ân’da (xxvii. Neml 15.)<br />

Dâvûd’a <strong>ve</strong> oğlu Süleymân’a bilim <strong>ve</strong>rildiği açıklanmaktadır. Kur’ân’ın (xx. Enbiya<br />

79.) ayeti ile (xxxiv. Sebe 10.) ayeti <strong>ve</strong> (xxxviii. Sad 18 <strong>ve</strong> 19.) ayetlerinde ise,<br />

dağların <strong>ve</strong> kuşların kendisine boyun eğdirildiği, onunla birlikte tespih etmelerinin<br />

kendilerine buyrulduğu açıklanmaktadır. Ayrıca Kur’ân’da demirin Hz. Dâvûd’a<br />

yumuşatıldığına da işaret olunmakta <strong>ve</strong> onunla zırhlar yapması buyrulduğu<br />

anlatılmaktadır. Söylentiye göre, Hz. Dâvûd’un sesi de çok etkili <strong>ve</strong> güzeldi. Zebûr’u<br />

okurken bütün yabanî hayvanlar boyunlarını keserek çevresinde toplanırlar, onun<br />

sesini dinlerlerdi. 26<br />

Vedûd adına mazhardır <strong>ve</strong> her tespihte hissesi vardır. Zenginlik<br />

belgisidir.<br />

Yâ Rab be-sadâ-yı hûb-ı Dâvûd<br />

Yâ Rab be-âh-ı serv-i pür-dûd<br />

(K. 2/70)<br />

Süleymân: Hz. Süleymân, Tevrât’a göre Dâvûd’dan sonra, onun yerine geçen<br />

bir padişahtır. Taşı kibrît-i ahmerden olan üzerinde ismiazam yazılı yüzüğü ile<br />

insanlara, cinlere, perilere, devlere, bütün yabanî hayvanlara, kuşlara <strong>ve</strong> rüzgâra<br />

hükmederdi. Her türlü dili bilir, kuşlarla, hayvanlarla konuşurdu. Kur’ân’da adı<br />

anılan peygamberlerdendir. 27<br />

26<br />

Yâ Rab be-şevket-i Süleyman<br />

Yâ Rab be-tab‘-ı hoş-nihâdan<br />

Şâh-ı hûbân-ı cihan la‘l ü feminden bellidür<br />

Kim Süleymânı zamânuŋ hâteminden bellidür<br />

(K. 3/35), (K. 35/20), (G. 40/3).<br />

Sinan Paşa, Tazarru’nâme, s. 317-318.<br />

(K. 2/71)<br />

(G. 89/1)<br />

102


İlyâs: İsrailoğullarındandır. Ba‘lbek’te doğmuştur. Süleymân (as)’ın<br />

ölümünden sonra İsrailoğulları Yahûda <strong>ve</strong> İsrâ’îl olmak üzere iki devlete<br />

ayrılmışlardı, İsrail devleti halkı Ba‘l adlı bir puta tapıyorlardı. Hz. İlyâs onlara<br />

uyarıcı olarak gönderilmiştir. Tenha yerlerde ibadet etmesiyle ünlüdür. 28<br />

şiirde, denizde zor durumda kalanların yardımına koşması itibarıyla geçer.<br />

(Mus. 5-V/4).<br />

Keştî-i dil oldı ğark-âb-ı sirişk-i intizâr<br />

Dahı ey İlyâs-ı bahr ü Hızr-ı kân gelmez misüŋ<br />

Klâsik<br />

(G. 172/3)<br />

Yahyâ: Hz. Zekeriyyâ’nın oğludur. Meryem’in de amcası oğludur. Yahyâ<br />

adını ilk alan kişidir. ‘Îsâ (as)’dan altı ay önce doğdu. Güzel yüzlü, çatık kaşlı,<br />

seyrek saçlı, uzunca burunlu, ince sesli, kısa parmaklı idi. Sürekli dua ederdi. Bekâr<br />

<strong>ve</strong> hatasız bir kuldur. Hem kendisi hem de İsrailoğulları amel etsin diye kendisine<br />

Rabbinden beş kelime emredilmiştir. Otuz iki yaşında şehit edilmiştir. 29<br />

Yâ Rab be-havf-keşî-i Yahyâ<br />

Yâ Rab be-kabûlî-i temennâ<br />

(K. 2/68)<br />

‘Îsâ (Mesîh, İbn-i Meryem): Dört büyük kitaptan İncîl inen peygamberdir.<br />

Annesi Hz. Meryem Cebrâ’îl’in bir üfürmesiyle gebe kaldığı için babasız dünyaya<br />

gelmiştir. ‘Îsâ (as) ölüleri nefesiyle diriltir, körlerin gözlerini açardı. Mesîh, Mesîhâ,<br />

Rûhu ’llâh, İbn-i Meryem de unvanlarıdır. Evlenip çoluk çocuğa karışmadığı hem de<br />

dünyada hiçbir mal edinmediği için edebiyatta tecrit sembolü olarak geçer. 30<br />

Dili<br />

Aramca idi. Yoksulluk belgisidir.<br />

27<br />

28<br />

29<br />

30<br />

Sinan Paşa, age., s. 303; Prof. Dr. Halûk İpekten, Bâki Hayatı Sanatı Eserleri, Ankara,<br />

Akçağ Yayınları / 161 Kaynak Eserler / 24, 2 1997, s. 71.<br />

Köksal, Peygamberler Tarihi II, s. 135-140.<br />

Köksal, age., s. 294-297.<br />

Ahmet Talât Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong> İzahı, [Hazırlayan:] Doç. Dr.<br />

Cemâl Kurnaz, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 77, 1992, s. 219.<br />

103


Mürde-diller dem-i ihyâ-kün-i dildârı görüp<br />

Derd-i ‘ışk ehline gel işte Mesîhâ dirler<br />

Göŋül rahm eylemem tâ haşr mecrûh-ı firâk olsaŋ<br />

Ger ol ‘Îsî-demüŋ zahmından özge merhem isterseŋ<br />

(G. 56/2)<br />

(G. 159/3)<br />

(K. 2/67), (K. 3/27), (G. 143/4), (G. 181/2), (G. 185/2), (G. 208/5), (G.<br />

214/3), (T. 26/6), (Muk. 6/1), (Mus. 5-V/1-4).<br />

Muhammed [569-632]: Künyesi Ebû Kâsımdır. Mekke’de doğdu. Dedeleri:<br />

‘Abdu ’l-Muttalib, Hâşim, ‘Abdu ’l-Menâf, Kusayy, Kilâb, Murre, Ka‘b, Luey,<br />

Gâlib, Kureyş, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Mudreki, İlyâs, Mudar, Nizar,<br />

Ma‘ad, Adnân, Udd, Târih, Âzer, Nahur, Saruğ, Rav, Faleh, Ayber, Şaleh, Erfahşez,<br />

Sâm, Nûh (as), Lamek, Mattâşalah, İdrîs (as), Yârad, Mahlaîl, Kaynân, Yanîş, Şis,<br />

Âdem (as). Anası Vehb kızı Âminedir. Dedeleri: ‘Abdu ’l-Menâf, Zühre, Kilâbdır.<br />

Kilâb, kocası ‘Abdullâh’ın da dördüncü dedesidir. Kendisi Kureyş oymağından<br />

Hâşimoğulları, anası da aynı boyun Zühreoğulları soyundandır. Sütanası Sa‘doğulları<br />

boyundan Ebû Zueyb kızı Halimedir. Hanımları: Hadîce, ‘Âişe, Zeyneb, Sevde,<br />

Hafsa, Huzeyme, Huzeyme kızı Zeyneb, Hind, Cahş kızı Zeyneb, Hind (Remle),<br />

Cu<strong>ve</strong>yriyye, Reyhâne, Safiyye, Mâriyye, Meymûnedir. Çocukları: Hadîce’den:<br />

Kâsım, Zeyneb, Rukiyya, Ummu Kulsum, Fâtima, ‘Abdullâh; Mâriyye’den:<br />

İbrâhîmdir. Soyu ‘Âlî-Fâtima evliliğinden Hasan’dan seyyid, Hüseyin’den şerîf<br />

adıyla sürmektedir. İlk kez Muhammed adını alan, el-âne hamiye’l-vasîtu [=İşte<br />

şimdi fırının ateşi kızdı] ile açık istiareyi, eceliyle ölen için mâte hatfe enfe-hu<br />

[=eceliyle öldü] yu, yürüyüşü güzel at için el-bahru [=yürüyüşü güzel at] yu, ahlâkı<br />

düşük kadın için ez-zammâre [=zampara] yi, kapı yarığı için es-sîruyu kullanan odur.<br />

Medine’de öldü. Gökteki adı Ahmed ü Mahmûd, yerdeki adı Muhammed<br />

Mustafâdır.<br />

Tâc-ı ser-i halk-ı ‘âlem Ahmed<br />

Şâhenşeh-i dü-cihan Muhammed<br />

(K. 2/24)<br />

104


Peyğam-ber-i mahbûb-ı Hudâ hazret-i Ahmed<br />

Zâtı ile fahr-â<strong>ve</strong>r olur cümle eşyâ<br />

(K. 3/33)<br />

(K. 2/36), (K. 2/63), (K. 2/87), (K. 4/36), (K. 4/70), (K. 5/24), (K. 5/25), (K.<br />

5/41), (K. 5/57), (K. 6/24), (K. 6/25), (K. 7/34), (K. 7/43), (K. 7/44), (K. 7/56), (K.<br />

8/20), (K. 8/22), (K. 9/52), (K. 9/63), (K. 9/71), (K. 10/21), (K. 10/23), (K. 10/51),<br />

(K. 11/30), (K. 11/33), (K. 12/27), (K. 12/28), (K. 12/60), (K. 13), (K. 14), (K. 15),<br />

(K. 16), (K. 17), (K. 18), (K. 19), (K. 20), (K. 27/33), (K. 37/8), (T. 21/2), (T. 22/1),<br />

(T. 23/8), (T. 27/5), (Muk. 3/1), (R. 3-III/1), (R. 3-IX/1), (Mus. 2-1/2, 4), (Mus. 10-<br />

X/1)<br />

5. Dört Halife<br />

Ebû Bekir [571-634]: Teym oymağından Abû Kuhâfa. Bilgisizlik çağındaki adı<br />

‘Abdu ’l-ka‘ba’yı Peygamber (as) ‘Abdu’llâh ile değiştirdi. Peygamberden iki yıl geç<br />

doğmuş yine ondan iki yıl sonra aynı yaşta göçmüştür. İbrâhîm (as)’e benzediği <strong>ve</strong><br />

Peygamber ile aynı topraktan olduğu hakkında hadis vardır. Mi‘râc haberinde Hz.<br />

Peygamberi ikirciksiz doğruladığından sıddîk lâkabını aldı. Bilgisizlik çağında bile<br />

içki içmedi, puta tapmadı. Göçte, Hz. Peygamberin biricik yoldaşı oldu. Uhûd’da ona<br />

kalkan oldu. Yazları oruç tutar, kışın tutmazmış. Ticaretle geçimini sağlardı. Allah’ın<br />

elçisinin en yakın arkadaşı, kızı Hz. ‘Âişe’den dolayı kaynatasıdır. Bütün akınlarda<br />

bulundu. Kureyş’in işkence gören kölelerini satın alır kurtarırdı. İslâmın ilk halifesi<br />

olup iki yılı aşkın halifelik yaptı. Ebû Bekir, Mikâ’îl <strong>ve</strong> İbrâhîm (as)’e<br />

benzemektedir. Yeni çıkan sorunlarda rey <strong>ve</strong> ictihat yoluyla hüküm <strong>ve</strong>rirdi. Kendisi<br />

yedi hadis rivayet etmiş, kendisinden 142 hadis rivayet edilmiştir. Göç sırasında Hz.<br />

Muhammed ile mağarada yaşananlardan dolayı yâr-i ğâr olarak da beyitlerde<br />

geçmektedir. 634 Ağustos 23 Salı günü ölmüştür.<br />

105


(K. 2/78).<br />

Cenâb-ı hazret-i Sıddîkdur biri anuŋ<br />

Ki o hulâsa-i kûyına hem-civâr oldı<br />

Gehî seferde vü gâhî hazarda hem-dem olup<br />

Zamân-ı hicret ü fürkatde yâr-i ğâr oldı<br />

(K. 12/42-43)<br />

‘Ömer b. Hattâb b. Nufeyl [575-644]: Annesi Haşim kızı Hanteme olup Ebû<br />

Cehil’in bacısıdır, Ebû Cehil de Hz. Ömer’in dayısıdır. Soyu Hz. Peygamber ile<br />

sekizinci göbekte birleşir. Kureyş’in ileri gelenlerindendi. Yiğitliği <strong>ve</strong> adaleti, tutarlı<br />

kararları ile ün salmıştır. Sanı fârûk ‘ayırıcı’ idi. Bi’set’in 628 Nisan ayında ilk kez<br />

dinlediği Kur’ân (xx. Taha 1-8) yüreğini yumuşattı <strong>ve</strong> müslüman oldu. Ondan önce<br />

38 erkek 23 kadın müslüman olmuştu. Kur’ân’da on kadar ayet onun görüşüne<br />

uygun olarak inmiştir. Cennetlik olduğu daha sağlıklarında Hz. Peygamber<br />

tarafından müjdelenen on kişiden biridir. Peygamberin kaynatası <strong>ve</strong> ikinci halifedir.<br />

İslâmdan önce okuryazar olup vahiy yazıcılarından <strong>ve</strong> hafızlardandır. Tevrât’ı<br />

anlayacak kadar da İbranca bilirdi. Bütün akınlara katılmıştır. Uhûd’da Hz.<br />

Peygambere sebat eden dört kişiden biridir. 636 Ramazanında mescitte kandiller<br />

yaktırmış, yatsı namazından sonra teravih namazını da topluca kıldırmış, başka<br />

memleketlere de bu konuda haber yollamıştır. Belediyeciliğin kuruluşu ile emekli<br />

aylığının bağlanması onun eseridir. Ebû Lu’lu’ tarafından 644’te şehit edilmiştir.<br />

(K. 2/79).<br />

İkinci hazret-i Fârûk kim ser-i dîne<br />

Peyâm-ı ma‘deleti tâc-ı iştihâr oldı<br />

(K. 12/45)<br />

‘Osmân b. ‘Affân [576-656]: Annesi Hz. Peygamberin halasının kızı Arvâdır.<br />

Soyları Peygamberin soyları ile ‘Abdu ’l-Manaf’ta birleşir. Hz. Ebû Bekir’in<br />

delâletiyle müslüman oldu. Habeş’e ilk göç edenlerdendi. Peygamberin kızı Rukiyya<br />

ile evlendi. Bedir’den sonra eşi ölünce Ummu Kulsüm’ü aldı. Bundan sonra<br />

kendisine zî ’n-nûreyn denildi. Cennetlik olduğu daha sağlıklarında Peygamber (as)<br />

106


tarafından müjdelenen on ikişiden biridir. Üçüncü halifedir. Altı kişilik danışma<br />

kurulunun içindeydi. Kur’ân’ı çoğalttırıp dağıtan odur. Hudaybiya Antlaşması’nda<br />

Mekke’ye elçi giden de odur. On iki yıl halifelik yaptı. 656 yılında 80 yaşındayken<br />

Medine’de Kur’ân okurken başına demir vurularak şehit edildi. Hârûn (as)’a<br />

benzemektedir.<br />

(K. 2/80).<br />

Üçünci hazret-i ‘Osmân câmi‘u ’l-Kur’an<br />

Ki bezr-i ‘âtıfete kalbi kiştzâr oldı<br />

(K. 12/48)<br />

‘Alî b. Ebî Tâlib [598-661]: Künyesi Ebû Hasandır. Hz. Peygamberin<br />

amcasının oğlu <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>yisidir. Nübüv<strong>ve</strong>tin ikinci günü on iki yaşında ilk müslüman<br />

olan erkek çocuğudur. Cennetlik olduğu daha sağlığında Peygamber (as) tarafından<br />

müjdelenmiştir. İslâmın dördüncü, Hâşimoğullarının birinci halifesidir. Vahiy<br />

yazıcılarından <strong>ve</strong> Hz. Peygamberin özel yazıcılarındandır. Bey’at töreninde minbere<br />

çıkan ilk halifedir. Ölümünde 600 dirhemden başka miras bırakmamış, dört eş, on<br />

yedi cariye edinmiş; on dört oğlu, on yedi kızı olmuştur. Babasının Tâlib, Âkil <strong>ve</strong><br />

Ca‘fer’den sonra dördüncü oğludur. Esedu ’llâh lâkabı ile anılır. şîr-i Yezdân,<br />

haydar-ı kerrâr, sâkî-i Kevser, şâh-ı <strong>ve</strong>lâyet, şâh-ı Necef, dürr-i Necef, sâhib-i Necef,<br />

ebû turâb unvanlarıyla da anılır.<br />

Bilâ-mu‘âraza dördüncidür ‘Aliyy-i <strong>ve</strong>lî<br />

Ki bûs-ı dergehi reşk-i dil-i kibâr oldı<br />

(K. 2/81), (G. 179/2), (T. 28/3).<br />

6. Öbür Dinî Kişilikler<br />

(K. 12/51)<br />

Ebû Hanîfe [ö. 767]: Nu‘mân b. Sâbit. Kendisi kumaşçıdır. Hanefîlik<br />

mezhebinin kurucusudur.<br />

107


Sa‘id-belâğat Aristo-hikem ‘Alî-cevdet<br />

Ebû Hanîfe-meniş Şâfi‘î-vakârumdur<br />

(K. 33/25)<br />

Fâtimâ [ö. 632]: Hz. Muhammed’in kızı <strong>ve</strong> Hz. ‘Alî’nin eşidir. Hz.<br />

Peygamberin soyunu devam ettiren kızıdır. Künyesi, ‘babasının annesi, anam’<br />

anlamlarına gelen ümmü ebîhâdır. Lâkabı, ‘beyaz, parlak <strong>ve</strong> aydınlık yüzlü kadın’<br />

anlamında zehrâ olmakla birlikte ‘iffetli <strong>ve</strong> namuslu kadın’ anlamındaki betûl<br />

lâkabıyla anıldığı da görülmektedir. Hz. Peygamberden on sekiz hadis rivayet<br />

etmiştir. 31<br />

Nazar-ı rahmet ü ğufrân ile manzûre idüp<br />

Hem-civâr eyleye Zehrâ-yı Betûle Mevlâ<br />

(T. 7/2)<br />

Gazâlî [ö. 1111]: Eş‘arî kelâmcısı, Şâfi‘î fakihi, mutasavvıf, filozoflara<br />

yönelttiği eleştirilerle tanınan İslâm düşünürü. 32<br />

‘İsâm-dikkat ü Câmî-edâ [vü] Kutb-himmet<br />

Gazâlî-menkabet ü Seyyid-iştihârumdur<br />

(K. 33/27)<br />

Hasan b. ‘Alî [625-670]: Hz. ‘Alî’nin oğlu, Hz. Muhammed’in torunudur. Altı<br />

ay halifelik yapmıştır. Eşi, Eş‘as bin Kays el-Kindî kızı Ca‘de tarafından elmas<br />

tozundan hazırlanmış bir şerbetle ağılanmıştır.<br />

31<br />

32<br />

Yâ Rab be-kurreteyn-i İslâm<br />

Ya‘nî Haseneyn-i sâhib-ikrâm<br />

(K. 2/82)<br />

M. Yaşar Kandemir, “Fâtıma”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XVI, 1995,<br />

s. 219-223.<br />

Ayrıntılı bilgi için bk. Prof. Dr. Hüseyin Zerrinkub, Medreseden Kaçış İmam Gazzâlî’nin<br />

Hayatı, Fikirleri <strong>ve</strong> Eserleri, Çeviren: Hikmet Soylu, İstanbul, Anka Yayınları: 11<br />

Biyografi: 1, 2001; Mustafa Çağrıcı, “Gazzâlî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm<br />

Ansiklopedisi, C. XIII, 1996, s. 489-505.<br />

108


Hüseyin b. ‘Alî [626-680]: Hz. ‘Alî’nin oğlu, Hz. Muhammed’in torunudur. Hz.<br />

Hasan’ın küçük kardeşidir. Kerbelâ’da şehit edilmiştir.<br />

Sâde-levhân ol hat-ı nev kim ‘izâra yazdılar<br />

Nazm-ı târîh-i Hüseyni sanki nâra yazdılar<br />

(G. 45/1)<br />

Lokmân: Eyyûb Peygamberin kız kardeşinin ya da teyzesinin oğlu olduğu<br />

kabul edilir. Edebiyatta hikmetin sembolüdür. Hikmet, felsefenin yanında hekimlik<br />

anlamına da geldiği için hekim, halk arasında hekim olarak bilinir. Ve Kaf dağının<br />

ortasında gizli ilimler <strong>ve</strong> ilâç öğrenerek insanlara şifa dağıtan biri olarak tanınır.<br />

N’ola tercîh idersem hikmet-i Lokmâna ihsânuŋ<br />

Devâ-yı ‘illet-i sehv ü zeleldür yâ Resûla ’llâh<br />

Kâm-fermây-ı ğarîban şevk-bahş-ı ğam-keşan<br />

Dürc-i la‘linde nihan dârû-yı Lokmân-ı kerem<br />

(K. 15/4)<br />

(K. 34/16)<br />

Meryem: Sözcüğün kökeni üzerine tartışmalar olsa da, çoklukla, Mısır köklü<br />

Meri <strong>ve</strong> yâm sözcüklerinin birleşmesinden meydana geldiği kabul edilmektedir.<br />

Çünkü zamanla /t/ dişilik tarzını atan “Merit” sözcüğünün bir tanrı adıyla birleştiği<br />

çok görülür. Meri-Ra, Meri-Aton, Meri-Ptak gibi. Meri, “Yahû” tarzı ile “Yah<strong>ve</strong>”nin<br />

ilk biçimi birleşince “abiyyam-abiyyâhû” yoluyla Mariam olabilir ki anlamı,<br />

‘Tanrıya bağlı, Tanrıyı se<strong>ve</strong>n’dir. 33<br />

söylenir. 49 yaşında Hz. ‘Îsâ’dan altı yıl sonra ölmüştür.<br />

Hz. ‘Îsâ’ya yüklüyken 13 yaşında olduğu<br />

Edebiyatta behûr-i Meryem tabiri sıkça geçer. behûr-i Meryem:<br />

Meryemanaeli olarak da bilinen <strong>ve</strong> eskiden günlük <strong>ve</strong> tütsü olarak kullanılan güzel<br />

kokulu bir çiçektir. Geğirtiyi gidermek, idrar ettirmek hususunda yararı varmış. Kef-i<br />

Meryem, pençe-i Meryem, kef-i ‘Â’işe, şeceretü ’t-talk da derler. Hz. Meryem, ‘Îsâ<br />

(as)’yı dünyaya getirdiği sırada doğum sancısından dolayı bu çiçeğin ağacını tutmuş,<br />

109


undan dolayı çiçek de pençe biçiminde ortaya çıkmış, adlandırma sebebi budur.<br />

Ebeler bu çiçeğin kurusunu çantalarında taşırlar. Doğum yapacaklara, kadında<br />

sancılar başlar başlamaz bu çiçeği suya atarlar. Çiçek suda açıldıkça sanki yüklünün<br />

rahmi de açılır, çocuk kolayca doğarmış. Gerçekte Hz. Meryem doğum sancısı<br />

sırasında bir ağaca dayanmış idi; fakat bu ağaç behûr-i Meryem olmayıp kuru bir<br />

hurma ağacı idi. 34<br />

Nâ-bûd olınca efser-i gül fehm-i düzd içün<br />

Yakdı behûr-i Meryemi da‘<strong>ve</strong>tger-i bahâr<br />

Âteş-i ‘ışkuŋla yandurduŋ behûr-i Meryemi<br />

Dûdıdur zâhir olan gülzârdan sünbül degül<br />

(K. 28/6)<br />

(G. 177/3)<br />

Seyyid Şerîf el-Cürcânî [1340-1413]: Arap dili, kelâm <strong>ve</strong> fıkıh âlimi. Cürcan<br />

yakınlarındaki Takü’de doğmuştur. Kutbeddîn er-Râzî [ö. 1364]’den mantık öğrenmek<br />

için Herat’a gitmiştir. Oradan Mısır’a geçerek aklî ilimleri Mübârek Şâh’tan, naklî<br />

ilimleri Ekmeleddîn el-Bâbertî [ö. 1384]’den okumuştur. 1413’te Şiraz’da ölmüştür.<br />

Başlıca ilgi alanı kelâm, Arap dili <strong>ve</strong> edebiyatı olmakla birlikte felsefe, mantık,<br />

astronomi, matematik, fıkıh, hadis, tefsir vb. dinî <strong>ve</strong> aklî ilimlerin hemen hepsine dair<br />

eserler <strong>ve</strong>rmiş, bundan dolayı da ‘allâme unvanını almıştır. Fıkıhta Hanefî<br />

mezhebini, itikadî konularda ise, çoklukla Eş‘arîlerin görüşünü benimser. 35<br />

33<br />

34<br />

35<br />

‘İsâm-dikkat ü Câmî-edâ [vü] Kutb-himmet<br />

Gazâlî-menkabet ü Seyyid-iştihârumdur<br />

(K. 33/27)<br />

Prof. Dr. Günay Tümer, Hıristiyanlıkta <strong>ve</strong> İslâmda Hz. Meryem, Ankara, Türkiye Diyanet<br />

Vakfı Yayınları/208, 1996, s. 66.<br />

Halil Çeltik, Ömer Ferit Kam <strong>ve</strong> Âsâr-ı Edebiye Tetkikatı, Ankara, T.C. <strong>Kültür</strong> <strong>Bakanlığı</strong><br />

Yayınları/2030 Yayınlar Dairesi Başkanlığı Sanat Edebiyat Eserleri Dizisi/156-28, 1998, s.<br />

129-130.<br />

Sadreddin Gümüş, “Cürcânî, Seyyid Şerif”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.<br />

VIII, 1993, s. 134-136.<br />

110


Şâfi‘î [ö. 820]: ‘Abdulmuttalib soyundan gelen imam, Peygamberin amcasının<br />

oğlu (İmâm Şâfi‘î ile Hz. Peygamberin soyları ‘Abdulmunâf’ta birleşir) Ebû<br />

‘Abdullâh Muhammed b. İdrîs Şâfi‘î, dönemin büyüklerindendi. Fütüv<strong>ve</strong>t <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>râ ile<br />

tanınmıştır. 36<br />

Şafiî mezhebinin kurucusudur.<br />

Sa‘id-belâğat Aristo-hikem ‘Alî-cevdet<br />

Ebû Hanîfe-meniş Şâfi‘î-vakârumdur<br />

(K. 33/25)<br />

Ümmühânî: Hz. ‘Alî’nin kız kardeşi olan Fâhite’nin lâkabıdır. İsrâ olayı Hz.<br />

Muhammed onun evindeyken meydana gelmiştir. 37<br />

Zâtı mahbûb-ı zî ’l-minen suhanı<br />

Gevher-i gûş-ı Ümmühânîdür<br />

(K. 9/53)<br />

Züleyhâ: Mısır azizi Kıtfîr’in eşi iken aynı evde yaşayan Hz. Yûsuf’tan<br />

murad almak istedi. Yûsuf (as) suçsuz olmasına <strong>ve</strong> bunun bilinmesine karşın on iki<br />

yıl zindanda kalmıştır. Daha sonra Hz. Yûsuf ile evlenen Züleyhâ’nın Efrâim <strong>ve</strong><br />

Menşa adlı iki oğlu <strong>ve</strong> Rahmet adında bir kızı olmuştur. Rahmet, Eyyûb (as)’un eşi;<br />

Efrâim de, Hz. Mûsâ’nın dedelerinden olacaktır.<br />

36<br />

37<br />

(K. 27/4), (K. 30/8).<br />

Bir zerre-i mihr-i ruh-ı pür-nûruŋı görse<br />

Yûsuf ola âşüfte vü şeydâ çü Züleyhâ<br />

(K. 3/31)<br />

Ali b. Osman Cüllâbî Hucvirî, Keşfu ’l-mahcûb, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, İstanbul,<br />

Dergâh Yayınları: 93 İslâm Klâsikleri: 7, 2 1996, s. 215-216.<br />

Şeyh Gâlib, Hüsn ü ‘Aşk, s. 31.<br />

111


B. Tasavvufî Terim <strong>ve</strong> Kavramlar<br />

Sûfî’nin Ar. ‘yün’ anlamına gelen sûftan türediği görüşü en doğru görüş kabul<br />

edilmekle birlikte 38<br />

çıktığını iddia edenler de vardır. 39<br />

sözcüğün ‘irfanse<strong>ve</strong>rlik’ anlamına Yunanca sofos sözcüğünden<br />

Tasavvuf sözcüğü Hz. Peygamber döneminde kullanılmıyordu. Züht <strong>ve</strong><br />

takvada sahabe, tâbiun, tebeuttâbiinin yolunu izleyen, nefislerini Allah’ı anmakla<br />

geçiren, kalp temizliğini her şeyin üstünde tutan, bunun için kalplerini gafletten<br />

koruyan, dünyadan el etek çekip dış âlemlere aldırış etmeden iç kuv<strong>ve</strong>tlerini, ruhî<br />

kabiliyetlerini geliştirmeğe çalışan zahit <strong>ve</strong> abitler zümresinin yoluna da tasavvuf adı<br />

<strong>ve</strong>rilmiş <strong>ve</strong> bu ad, hicrî iki yüz yılından önce şöhret bulmuştur.<br />

‘Âlem-i ğayb: Sofilere göre, varlık tecellisinin (kâinatın) mertebeleri vardır.<br />

Buna hazarât-ı hamse denilir, ki genel-varlık sahasına giren her mevcut ancak bu beş<br />

mertebeden birine dayanmaktadır. Bunlardan melekût ‘âlemi, melekler <strong>ve</strong> ruhlar<br />

âlemidir. Buna ğayb ‘âlem, ‘ulvî ‘âlem adları da <strong>ve</strong>rilir. Mülk ‘âlemi ise, maddî varlık<br />

âlemidir. Melekût, yani ruhlar âlemi varoluş bakımından mülk yani cisimler<br />

âleminden önce gelir. Mülk âlemi, melekût âleminin maddî biçimde tezahürüdür.<br />

Başka bir deyişle mülk âlemi, ruhlar âleminin gölgesinden ibarettir. 40<br />

Nüket-i nazm-ı pâküm ehl-i dile<br />

‘Âlem-i ğayb armağanıdur<br />

(K. 9/25)<br />

‘Ayne ’l-yakîn: Gözle <strong>ve</strong> görerek hasıl olan yakin. ‘İlme ’l-yakîn, ‘ayne ’l-<br />

yakîn <strong>ve</strong> hakka ’l-yakîn adı <strong>ve</strong>rilen üç yakin mertebesinden ikincisi. Kalbin,<br />

müşahede yoluyla gerçek vahdeti görmesi.<br />

38<br />

39<br />

40<br />

Doç. Dr. Süleyman Ateş, İslâm Tasavvufu, Ankara, Pars Matbaası, [1972], s. 7.<br />

Sevan Nişanyan, Elifin Öküzü ya da Sürprizler Kitabı, İstanbul, Adam Yayınları, 3 2003, s.<br />

205.<br />

Sinan Paşa, Tazarru’nâme, s. 300.<br />

112


Gavs-ı a‘zam mürşid-i a‘lem Divitçi-zâde kim<br />

Vâsıl-ı esrâr idi ‘ilme ’l-yakin ‘ayne ’l-yakin<br />

(T. 8/3)<br />

Cil<strong>ve</strong>: Nazlanma, güzellerin gönül açan <strong>ve</strong> hoşa giden hâl <strong>ve</strong> hareketleri.<br />

Sülûk ehli arifin gönlünde parıldayan onu deli divane eden ilâhî nurlar. İnsan da âlem<br />

de Hakk’ın nurlarının cil<strong>ve</strong> yeridir. Dervişler tarafından başlarına gelen her şeyin<br />

Hak’tan geldiğini bildirirken kullanılır.<br />

Göŋül kim anda ‘ışkuŋ cil<strong>ve</strong>gerdür yâ Resûla ’llâh<br />

Hased-fermây-ı ‘arş-ı mu‘teberdür yâ Resûla ’llâh<br />

(K. 13/1)<br />

(K. 4/98), (K. 5/5), (K. 11/7), (K. 32/12), (K. 38/16), (G. 143/4), (T. 1/13),<br />

(Mus. 6-I/4), (Mus. 10-V/6).<br />

Dergâh: Eşiklik, kapılık. Dervişler arasında muhiplerin toplu olarak<br />

zikrettikleri <strong>ve</strong> dervişlerle şeyhin oturduğu yer. hân-kâh, ilkin yemek yenilen yer. Bir<br />

şeyhin başkanlığı altında bulunan dervişlerin kaldıkları, zikir <strong>ve</strong> ibadet ettikleri yer.<br />

Tekkenin büyüğüdür, hem müştemelât, hem derece bakımından da tekkeden<br />

üstündür. Çoklukla pir makamıdır. Ondan aşağısına tekke, eğitim görmüş, konup<br />

göçen dervişler için yapılan mutfaksız küçüklerine ise zâviye denir. 41<br />

Nakşî dergâhlarının öbür adına da hân-kâh denir. 42<br />

Sad hamd ki na‘t-i pâk irüp pâyâna<br />

Dergâhuŋa oldı tuhfe dervîşâna<br />

Mevlevî <strong>ve</strong><br />

(R. 3-XXX/1)<br />

(K. 2/30), (K. 2/77), (K. 4/56), (K. 5/16), (K. 5/47), (K. 5/60-61), (K. 6/34),<br />

(K. 9/55), (K. 9/59), (K. 9/69), (K. 14/4), (K. 19/5-6), (K. 20/5), (K. 37/1), (T. 9/5),<br />

(R. 3-XXVIII/1).<br />

41<br />

42<br />

Seyyid Sırrı Ali, Tuhfe-i Rûmî Kâdirîler Âsitânesinin Manzum Târihçesi, Çeviren:<br />

Mustafa S[inan] Kaçalin, İstanbul, Âsitâne Yayınları: 1, 1992, s. 4, 7.<br />

Abdülaziz Bey, Osmanlı Âdet, Merasim <strong>ve</strong> Tabirler II. <strong>Kitap</strong>, Yayına Hazırlayanlar: Prof.<br />

Dr. Kâzım Arısan, Duygu Arısan Günay, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1995, s. 409.<br />

113


Fenâ: Yokluk, hiçlik. Kulun fiilini görmemesi hâli. Bu mertebede bulunanlar<br />

lâ fâ‘ile illâ ’llâh derler. 43<br />

gelmesidir. 44<br />

Aynı zamanda Hakk’ın varlığının kulun varlığına üstün<br />

Bir câmdan çeker ikisi bâde-i fenâ<br />

Biri niyâzda birisi nâzenîndür<br />

(K. 8/16)<br />

(K. 24/9), (G. 83/4), (G. 192/3), (G. 248/2), (T. 2/2), (T. 3/9), (T. 4/1), (T.<br />

6/1), (T. 11/1), (T. 29/1), (Mus. 5-II/5), (L. 17/1), (L. 24/1).<br />

Feyz: Salikin çalışması <strong>ve</strong> çabası söz konusu olmaksızın Allah tarafından<br />

onun kalbine her hangi bir hususun <strong>ve</strong>rilmesidir. Her an tecellî eden feyz aracılığıyla<br />

meydana gelen varlıklar, özündeki imkân itibarıyla yok olmakta, fakat tecellî eden<br />

Hakk’ın feyziyle aynı zamanda var olmaktadır. 45<br />

Fikrümdür o <strong>ve</strong>rd-i bâğ-ı hurrem<br />

Kim feyz-i Hudâdur aŋa şeb-nem<br />

(K. 2/12)<br />

(K. 2/8), (K. 2/9), (K. 2/12), (K. 3/14), (K. 6/10), (K. 6/26), (K. 7/33), (K.<br />

7/51), (K. 8/4), (K. 8/11), (K. 8/20), (K. 8/30), (K. 8/38), (K. 8/59), (K. 9/9), (K.<br />

9/40), (K. 9/54), (K. 9/65), (K. 9/75), (K. 10/2), (K. 11/14), (K. 11/34), (K. 12/29),<br />

(K. 12/32), (K. 12/53), (K. 21/11), (K. 21/23), (K. 27/26), (K. 27/29), (K. 27/32), (K.<br />

29/7), (K. 32/1), (K. 33/33), (K. 34/1), (K. 34/27), (K. 35/1), (K. 35/4), (K. 38/22),<br />

(G. 28/1), (G. 42/1), (G. 75/13), (G. 100/5), (G. 143/1), (G. 144/4), (G. 163/7), (G.<br />

166/7), (G. 169/4), (G. 181/2), (G. 221/5), (G. 222/5), (G. 227/7), (G. 241/5), (T.<br />

13/2), (T. 23/2), (T. 25/2), (T. 27/5), (T. 28/1), (T. 30/13), (Mus. 5-VI/4), (L. 25/1),<br />

(Muam. 1), (Muam. 31), (R. 2-III/2), (R. 3-II/2), (R. 3-XIII/1), (R. 3-XV/1), (R. 3-<br />

XVI/1-2), (R. 4-XV/1-2), (Muk. 3/1),<br />

43<br />

44<br />

Prof. Dr. Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul, Kabalcı Yayınevi: 182<br />

Sözlük Dizisi: 5, 2001, s. 134.<br />

İsmail-i Ankaravî, Minhâcu ’l-fukara, Hazırlayan: Sadettin Ekici, İstanbul, İnsan Yayınları:<br />

200 İrfan serisi: 16, 1996, s. 350.<br />

114


Hakîkat: Gerçek. Var olduğu kesin <strong>ve</strong> açık olarak bilinen şey, bir şeyi o şey<br />

yapan özellik, mahiyet. 1. Hakk’ın salikten niteliklerini alarak yerine kendi<br />

niteliklerini koyması, 2. hakikat, tasavvuf bilimi, şeriat ise fıkıh bilimidir. Hakikatsiz<br />

şeriat makbul değil, şeriatsız hakikat ise batıldır, 3. Hz. Âdem’den kıyamete değin<br />

değişmeyen buyruklar. 46<br />

Kulun, Allah’a vuslat mahallinde ikamet etmesi, sırrının ise<br />

tenzih mahalli üzerinde durmasıdır. 47<br />

(K. 5/51).<br />

‘Işk ile dil ki bahr-i hikmet olur<br />

Katresi kulzüm-i hakîkat olur<br />

(K. 4/1)<br />

Hayret: Şaşmak, şaşırmak. Kalbe gelen bir tecellî sebebiyle salikin<br />

düşünemez <strong>ve</strong> yargılayamaz hâle gelmesi. Hayret ya delilde olur <strong>ve</strong>ya<br />

delillendirilmiş şeyde. Allah’ın varlığını kanıtlayan delilde hayrete düşmek zındıklık<br />

<strong>ve</strong> mülhitliktir. Medlulü, yani delille varılan Hakk’ın tecellîlerini temaşada hayrete<br />

düşmek sıddıklıktır. 48<br />

(G. 109/9), (G. 163/1-5).<br />

Velîkin rûz-ı mahşerde ‘usâta itdigi lutfuŋ<br />

Temâşâsından erbâb-ı mekârim mest-i hayretdür<br />

(K. 5/42)<br />

He<strong>ve</strong>s: Arzu, istek. 1. Nefsin tabiatın gereğine yönelmesi, süflî tarafa yönelip<br />

ulvî taraftan yüz çevirmesi. Şer’î ölçülere bakmaksızın nefsin hoşuna giden şeylere<br />

yönelmesi, 2. aşk. 49<br />

45<br />

46<br />

47<br />

48<br />

49<br />

Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 137.<br />

Uludağ, age., s. 152-153.<br />

Hucvirî, Keşfü ’l-mahcûb, s. 535.<br />

Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 162.<br />

Uludağ, age., s. 164.<br />

115


Ne ider meyl zühd ü takvâya<br />

Ne he<strong>ve</strong>s-per<strong>ve</strong>r-i ‘ibâdet olur<br />

(K. 4/88)<br />

(K. 5/3), (K. 12/2), (K. 34/32), (G. 12/3), (G. 28/2), (G. 74/2), (G. 94/4), (G.<br />

97/1), (G. 115/1), (G. 115/3), (G. 125/1), (G. 126/2), (G. 129/2), (G. 151/1), (G.<br />

174/3), (G. 180/1), (G. 186/2), (G. 196/3), (G. 197/3), (G. 201/1), (G. 208/2), (G.<br />

209/5), (G. 253/3), (G. 257/9), (Mus. 10-I/1), (Mus. 10-III/6), (Mus. 10-VII/1), (Mus.<br />

10-VII/3).<br />

Heybet: Saygıya dayanan korku, azamet. Havf <strong>ve</strong> kabz hâlinin üstündeki hâl.<br />

Heybet gaybeti gerektirir. Hakk’a yakın olmanın meydana getirdiği endişe hissi.<br />

Heybet, az <strong>ve</strong>ya çok kendinden geçme hâlini gerektirir; çünkü heybet Hakk’ın celâli<br />

tecellîlerini kalpte müşahede etmekten hasıl olur. 50<br />

Kuv<strong>ve</strong>t ü kudret senüŋdür heybet ü nusret senüŋ<br />

Cünd-i İslâma mu‘în ol düşmen olsun pây-mâl<br />

(K. 37/5)<br />

Hırka: Dervişlerin toplu zikir yaptıkları sırada giydikleri yelek. Bir mürit<br />

adayı belli bir deneme <strong>ve</strong> hazırlık döneminden sonra tarikata ehil <strong>ve</strong> şeyhe lâyık<br />

görülürse ona tekkede yapılan bir törenle hırka giydirilir. Hırka giyen talip artık<br />

bundan böyle şeyhin müridi, tarikat mensubu <strong>ve</strong> öbür müritlerin kardeşidir. 51<br />

50<br />

51<br />

52<br />

Giyinüp hırkaların hal<strong>ve</strong>tde<br />

Çıkarırlar olıcak kesretde<br />

Hidâyet: Maksata götüren yolu gösterme, gayeye vardıran yolu tutma. 52<br />

Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 165.<br />

Uludağ, age., s. 166.<br />

Uludağ, age., s. 168.<br />

(L. 24/3)<br />

116


(K. 2/50), (K. 5/28).<br />

Ser<strong>ve</strong>râ şâh-ı kudsiyan-sipehâ<br />

Hidmetüŋ mâye-i hidâyet olur<br />

(K. 4/72)<br />

Himmet: Bir kemal hâlini <strong>ve</strong>ya başka bir şeyi elde etmek için bütün ruhanî<br />

güçleriyle birlikte kalbin Hakk’a yönelmesi; halis <strong>ve</strong> iyi niyet; ermiş kişilerin<br />

maksadı hasıl eden, iş bitiren <strong>ve</strong> dilediklerini yerine getiren manevî güçleri. 53<br />

Mâh-ı evc-i ma‘delet şâh-ı cihân-ı mekrümet<br />

Yekke-tâz-ı deşt-i himmet merd-i meydân-ı kerem<br />

Rûy-mâl-i dergehüŋ fikriyle itdüm ‘azm-i râh<br />

Himmetüŋle eyleye teshîl umûrum müste‘an<br />

(K. 34/15)<br />

(G. 261/2)<br />

(K. 4/38), (K. 4/93), (K. 5/7), (K. 8/47), (K. 9/79), (K. 27/38), (K. 27/39), (K.<br />

33/27), (K. 34/26), (G. 10/3), (G. 57/3), (G. 97/4), (G. 167/6), (G. 170/1), (G. 191/2),<br />

(T. 1/3), (T. 16/3), (T. 25/1), (Mus. 10-VI/6), (L. 10/7), (R. 3-IV/1).<br />

‘İlme ’l-yakîn: Bilgiye <strong>ve</strong> delile dayanan kesin bilgi. Zahirî bilimler, şer’î<br />

buyruklar hakkındaki kesin bilgiler. Keşf hâlinde hakikat nurunun tecellî etmesi de<br />

‘ilme ’l-yakîndir. 54<br />

(L. 8/10).<br />

Gavs-ı a‘zam mürşid-i a‘lem Divitçi-zâde kim<br />

Vâsıl-ı esrâr idi ‘ilme ’l-yakin ‘ayne ’l-yakin<br />

(T. 8/3)<br />

İntisâb: Birine, bir şeyhe bağlanma demektir. Allah’a vuslatı isteyen, başka<br />

bir deyişle, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak isteyen bir insanın bu olgunluğun<br />

53<br />

54<br />

Uludağ, age., s. 170.<br />

Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 183.<br />

117


eğitimini <strong>ve</strong>recek bir şeyhe, dolayısıyla bir şeyhin temsil ettiği tarikata bağlanmak<br />

demektir.<br />

Bulursa zerre kadar intisâb dergehüŋe<br />

Vesîle-i kerem-i müste‘ân-ı ‘âlemdür<br />

(K. 7/95)<br />

İstiğnâ: Zengin olmak, zenginlik istemek, ihtiyaç duymamak, tenezzül<br />

etmemek. Salikin Allah’ın kendisine yeteceğine inanarak Allah’tan başkasına ihtiyaç<br />

duymaması <strong>ve</strong> tenezzül etmemesi. Bir kimse kendisini ne kadar Allah’a muhtaç<br />

bilirse o kadar Allah’la zengin olur. Allah’tan istiğnâ ise asla caiz değildir. 55<br />

Bulınmaz mülk-i istiğnâda şâhum şimdi enbâzuŋ<br />

(G. 32/4), (G. 109/6), (G. 259/1).<br />

(Mus. 8-III/4)<br />

Keşf: 1. Sofîlere göre, maddî <strong>ve</strong> duyulur âlemden gelen etki, kir <strong>ve</strong> pas kalbin<br />

gayb âlemini görmesine engel olan bir perde oluşturur. Riyazet <strong>ve</strong> tasfiye ile bu<br />

perde kalkınca gaip açık seçik görülür. Bu perdenin açılmasına, yani kalp gözünün<br />

açılmasına keşf denir, 2. ilham. Doğrudan <strong>ve</strong> aracısız Allah’tan alınan bilgi. Bu bilgi<br />

ya ilâhî seslenişi işitmek <strong>ve</strong> dinlemek <strong>ve</strong>ya gayb âlemini görmek suretiyle elde edilir,<br />

3. İbn Arabî [ö. 1240]’ye göre <strong>ve</strong>lîler bilgileri peygamberlere vahiy getiren meleğin<br />

aldığı kaynaktan doğrudan alırlar. 56<br />

55<br />

56<br />

N’ola açılsam yüzüŋ gördükçe cânâ gül gibi<br />

Keşf-i râz-ı ‘ışka senden ğayri mahrem bulmadum<br />

(K. 21/6), (G. 189/1), (T. 9/2), (L. 18/4).<br />

Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 191.<br />

Uludağ, age., s. 210-211.<br />

(G. 185/5)<br />

118


Kurb: Yakınlık. 1. Allah’ın ibadet <strong>ve</strong> taatine yakın olmak, 2. Hakk’ın<br />

tevfikine <strong>ve</strong> inayetine yakın olmak, 3. kulla Hakk’ın arasında araçların bulunmaması<br />

<strong>ve</strong>ya az olması, 4. kulun, Hak ile arasındaki ezelî söze <strong>ve</strong>fa etmesi. 57<br />

Ey cemâlüŋ şem‘-i bezm-ârâ-yı kurb-ı Girdgâr<br />

(K. 2/38), (K. 5/35), (K. 8/29).<br />

(Mus. 5-I/1)<br />

Kutb: Arapçada ‘değirmen taşının üzerinde döndüğü mil, iğ, eksen;<br />

demirkazık yıldızı; bir boyun işlerinin döndüğü yer olan başkanı <strong>ve</strong> beyi’ anlamlarına<br />

gelen bu sözcük tasavvufta ‘saliklerin her türlü işleri kendisine havale edilmiş kişi’<br />

demektir. Türkçede ‘baş, uç; demirkazık yıldızı’. Sofilere göre her zamanda<br />

peygamberlerin mirasçısı olan birisi bulunur ki buna, kâinat onun çevresinde<br />

döndüğü, Allah dileği onun dileğine uyduğu için, kutb denir. Kutup Allah’ın özel<br />

nazarına mazhar olan kişidir. Bu makama yükseldikten sonra Abdullah adını alan<br />

kutup Peygamberin bütün özelliklerini miras edinir. Peygamberin bütün özelliklerini<br />

taşıyan kutba, kutbu ’l-‘âlem, kutbu ’l-aktâb, kutbu ’l-ekber kutbu ’l-irşâd <strong>ve</strong> kutbu<br />

’l-medâr adları da <strong>ve</strong>rildiği gibi sıkıntıya uğrayanların yardımına yetiştiği için ğavs<br />

da denir. Kutbun ömrü otuz üç yıldan artık <strong>ve</strong> on iki yıl beş ay iki günden de eksik<br />

olmaz. Kutup hakkında anlatılan hadisler hadis bilginlerince uydurma <strong>ve</strong> zayıf kabul<br />

edilmiştir. 58<br />

(T. 8/3), (T. 8/7), (L. 28/11).<br />

Cenâb-ı kutb-ı ‘âlem hazret-i Nazmî Efendi kim<br />

Fezâ-yı rahş-ı vasfı mâ-<strong>ve</strong>râ-yı ‘arş-ı imkândur<br />

(G. 75/10)<br />

Mahv: Alışılan huyları ortadan kaldırmaktır. İsbât ise, ibadetin hükümlerini<br />

yerine getirmektir. Bir kimse kendi hâl <strong>ve</strong> hareketlerinden, kötü huyları uzaklaştırır,<br />

onun yerine övülen hâlleri koyarsa, o kimse mahv <strong>ve</strong> isbât sahibidir. Mahv <strong>ve</strong> ispatın<br />

57<br />

58<br />

Uludağ, age., s. 218.<br />

Seyyid Sırrı Ali, Tuhfe-i Rûmî Kâdirîler Âsitânesinin Manzum Târihçesi, s. 10.<br />

119


hakikati ilâhî kudretten doğar. Buna göre mahv, Hakk’ın örttüğü <strong>ve</strong> sildiği, ispat<br />

Hakk’ın açıkladığı <strong>ve</strong> meydana çıkardığı şeydir. 59<br />

Nedür ol Mevlevî-i sebz-külâh<br />

Ki fenâ itmiş anı mahv ü tebâh<br />

(L. 17/1)<br />

Mâ-sivâ: Allah’ın dışında kalan her şeydir. Fitnenin kaynağı olan şeylere<br />

masiva denir ki, bazıları şunlardır: Kadınlar, hayırsız evlât, altın gümüş vb. Bunların<br />

bütünü dünya hayatıyla ilgili değerlerdir <strong>ve</strong> dünya hayatı yok olduğunda bunlar da<br />

yok olurlar. Geriye ancak Allah’ın sahip olduğu güzellik kalır. 60<br />

(K. 9/3), (Mus. 10-V/6).<br />

N’ola hemvâre mağşûş nukûş-ı mâ-sivâ olsa<br />

O dil kim olmaya fikri hayâlüŋ yâ Resûla ’llâh<br />

(K. 16/4)<br />

Meclis-i elest: Kişioğullarının kendileri yani bedenleri yaratılmadan, Allah<br />

ruhları yaratmış <strong>ve</strong> onlara, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuştu. Ruhlar<br />

da “E<strong>ve</strong>t” diye bunu kabul <strong>ve</strong> tasdik etmişlerdi. Bu söze elest bezmi, elest günü gibi<br />

adlar <strong>ve</strong>rilmiştir. 61<br />

Unıdup meclis-i elesti dirîğ<br />

Dâmen-âlûde-i kabâhat olur<br />

(K. 4/86)<br />

Melâmet: Doğru yolu tutanların kınanmağa aldırış etmemesidir. Melâmetin<br />

üç biçimi vardır: Biri istikâmet üzere olmak, öbürü kasd, üçüncüsü terk etmektir.<br />

İstikamet üzere olanlar, ibadetlerini yapmalarına karşın halk tarafından kınananlardır.<br />

Kast biçimindeki melâmet, halkın parmakla gösterdiği kişilerin makam <strong>ve</strong> itibara<br />

59<br />

60<br />

61<br />

Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, İstanbul, Dergâh<br />

Yayınları: 61 İslâm Klâsikleri: 2, 3 1991, s. 204.<br />

Dr. Ömür Ceylan, Tasavvufî Şiir Şerhleri, İstanbul, Kitabevi 134, 2000, s. 240.<br />

Sinan Paşa, Tazarru’nâme, s. 323.<br />

120


eğilmemeleri için onların nefretini kazanacak işler yapmasıdır. Terk ise, dinî<br />

buyrukları yapmamak için melâmeti yol <strong>ve</strong> araç olarak kullananlardır. 62<br />

(G. 201/1).<br />

Müstemendüm mahall-i merhametüm<br />

Revişüm bâ‘is-i melâmet olur<br />

(K. 4/84)<br />

Mürîd: Kendi iradesini Hakk’ın iradesine teslim eden kimse. Mürîd-i dünyâ,<br />

mürîd-i ‘ukbâ <strong>ve</strong> mürîd-i Mevlâ olarak üçe ayrılır. Konuşması Allah’la olan kişi,<br />

sustuğu anda da Allah’ı ararsa mürîd-i Mevlâ olur. 63<br />

Tekye-i ğamda küleh-pûş u mürîd-i ‘ışk olan<br />

Tâc-ı şâh u devlet-i Dârâya çekmez ihtiyâc<br />

(G. 25/2)<br />

Mürşid: Delil, kılavuz, yol gösteren. Tasavvufta sırât-ı müstakîmi gösteren,<br />

dalâletten önce gerçek yola ileten, şeyh, <strong>ve</strong>lî, er, eren, pir.<br />

(K. 2/30).<br />

Gavs-ı a‘zam mürşid-i a‘lem Divitçi-zâde kim<br />

Vâsıl-ı esrâr idi ‘ilme ’l-yakin ‘ayne ’l-yakin<br />

(T. 8/3)<br />

Müşâhede: ‘Bir şeyi gözle, yüz yüze görmek’ anlamınadır. Tasavvufta,<br />

‘sanki o kendisini görüyormuş gibi, Allah’ı kalp gözü ile görmek’ demektir.<br />

Çokluktan geçip birliğe uluşan kimse, bütün varlıkları artık Allah’ın gözü ile görür<br />

<strong>ve</strong>ya başka bir deyişle, bütün varlık âleminin ancak Allah’ın mutlak varlığı ile kaim<br />

olduğu gerçeğini iç gözü ile müşahede eder. 64<br />

62<br />

63<br />

64<br />

Hucvirî, Keşfü ’l-mahcûb, s. 143-152.<br />

İsmail-i Ankaravî, Minhâcu ’l-fukara, s. 277.<br />

Sinan Paşa, Tazarru’nâme, s. 316.<br />

121


Âsârın it müşâhede eşyâda cehli ko<br />

Zann itme şekk ü <strong>ve</strong>hm bu ‘ilm-i yakîndür<br />

(K. 8/14)<br />

Nefs-i emmâre: ‘Buyurucu nefis’ anlamınadır. Nefsin mertebelerinden<br />

birincisidir. Bu mertebede, insanın maneviyatı olan nefis, insana kötülük buyurur <strong>ve</strong><br />

sürekli kötülüğe yönelir. 65<br />

Nefs-i emmârenin ilâcı, hastaları dolaşmak, cenaze namazı<br />

kılmak, kabir ziyaretinde bulunmaktır. 66<br />

İreydi gûşına h v âb içre vasf-ı insâfı<br />

Salâh emrine başlardı nefs-i emmâre<br />

(K. 11/36)<br />

Sâlik: Dış görünüşten iç oluşuma varmak için bir mürşide uyarak belirli<br />

kuralları uygulamak şartıyla manevî bir yolculuk yapan kişi. Bu yolcu, yolculuğunu<br />

bilim gücüyle değil, yaşama gücüyle yapar <strong>ve</strong> bu yolculuğunda çeşitli duraklara<br />

uğrar. Salikin bilimi ‘ayne ’l-yakîn derecesindedir. 67<br />

Çihl sâl irşâd idüp tâlibleri sâlikleri<br />

Dâmenin tutdı iden meyl-i sırât-ı müstakîm<br />

(T. 9/4)<br />

Sülûk: Bir yola girme, bir sıraya dizilme, bir tarikata intisap etme. Sofîlerin<br />

dış görünüşten iç oluşuma varmak için bir mürşide uyarak belirli kuralları uygulamak<br />

şartıyla yapılan manevî yolculuğa denir. Bu yola girene de sâlik denir. 68<br />

65<br />

66<br />

67<br />

68<br />

Sinan Paşa, age., s. 326.<br />

Sülûkinde şeb-i deycûrı seçmez rûz-ı rûşenden<br />

Uyan ‘ışkuŋ gibi bir reh-nümâya yâ Resûla ’llâh<br />

(K. 19/3)<br />

Eşrefoğlu Rûmî, Müzekki ’n-Nüfûs, Hazırlayan: Abdullah Uçman, İstanbul, İnsan<br />

Yayınları: 210 İrfan Serisi: 17, 1996, s. 129.<br />

Seyyid Sırrı Ali, Tuhfe-i Rûmî Kâdirîler Âsitânesinin Manzum Târihçesi, s. 48.<br />

Seyyid Sırrı Ali, Tuhfe-i Rûmî Kâdirîler Âsitânesinin Manzum Târihçesi, s. 52.<br />

122


Şeyh: Sofîlere göre tarikat aşamalarında olgunlaşan, tarikata yeni girenlere<br />

yardım eden <strong>ve</strong> yol gösteren kişi. Şeyh, olgunluğun en yüksek derecesine ulaşır <strong>ve</strong> bu<br />

olgunluğunda tam bir istiğna gösterirse kutb adını alır.<br />

(G. 11/5).<br />

Halk-ı ‘âlem gûyiyâ bahr-i ğama ğark oldılar<br />

Gitdi çün-kim dünyeden ol şeyh-i kâmil rükn-i din<br />

(T. 8/2)<br />

Tarîkat: Hakk’a ermek için tutulan, birtakım kuralları <strong>ve</strong> ayinleri bulunan<br />

yol. Mutasavvıflara göre bütün insanlar, hatta bütün yaratıkların alıp <strong>ve</strong>rdiği nefesler<br />

sayısınca Allah’a yol gider. Herkes kendi meşrebine, ruh yapısına, dünya görüşüne<br />

<strong>ve</strong> manevî zevkine göre bir yol tutar <strong>ve</strong>ya bir şeyhe bağlanır <strong>ve</strong>ya büsbütün bunların<br />

dışında yaşar. 69<br />

Hazret-i Seyyid ‘Alâ‘u ’d-dîn Efendi kim odur<br />

Şâh-ı evreng-i tarîkat sâhib-i kalb-i selîm<br />

(T. 9/3)<br />

Tecellî: Gaipten gelen <strong>ve</strong> kalpte zahir olan nurlar. Görünmeyenin kalplerde<br />

görünür hâle gelmesi. Tecellî kavramında sürekli bir görünmezden görünüre,<br />

karanlıktan aydınlığa, bilinmezlikten bilinirliğe, belirsizlikten belirliliğe geçiş vardır.<br />

Tecellî salike cezbe, bazen sükûn <strong>ve</strong>rir. 70<br />

69<br />

70<br />

Esrâr-ı tecellî-i cemâle<br />

‘Âşıkları a‘lem eyle yâ Rab<br />

(K. 2/29), (K. 13/4), (K. 3/34), (K. 7/36), (K. 17/5).<br />

Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 338.<br />

Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 341.<br />

(K. 1/11)<br />

123


Temennî: Ezelî takdiri görme. Müridin temennisi değil, emeli olur. Zira<br />

temennîde nefsi, emelde takdiri görür. Temennî nefsin, teemmül kalbin sıfatıdır. 71<br />

Hayfâ hicâb-ı şeng-i temennâ açılmadı<br />

Gülzâr-ı dilde <strong>ve</strong>rd-i tesellâ açılmadı<br />

(G. 247/1)<br />

Temkîn: Yakîn makamı mertebesinde sürekli istikâmet sahibi olmak <strong>ve</strong> o<br />

makama büsbütün yerleşmek demektir. Temkînden kastedilen kulun, sonsuza değin<br />

mana âlemine ait keşfini <strong>ve</strong> müşahedesini sürdürmesidir. 72<br />

Ey ân-ı cemâl-i şâhid-i din<br />

Ey nûr-ı cebîn-i ‘arz-ı temkin<br />

(K. 2/28)<br />

Tûr: Sînâ çölünde Hz. Mûsâ’nın ilâhî hitabı işittiği dağ; Tasavvufta nefis.<br />

“Tûrun sağ yanından ona seslenmiştik.” (xix. Meryem 52.) anlamındaki ayet “Ona<br />

nefs yönünden seslenmiştik.” anlamına gelir. Hz. Mûsâ Allah’a ibadet ederken<br />

üzerinde bulunduğu dağda Allah ona nefis yönünden seslenmişti. Allah ehlullâha<br />

mağarada, vadide <strong>ve</strong> hal<strong>ve</strong>thanede tecellî ettiği gibi Hz. Mûsâ’ya dağ başında tecellî<br />

etmişti. Dağın darmadağınık <strong>ve</strong> yerle bir oluşu, nefsin Allah ile fani olması demektir.<br />

“Tûr’u başlarına kaldırdık.” (ii. Bakara 63, 93.) ifadesi “Nefislerini azdırdık,<br />

başlarına belâ ettik” anlamınadır. 73<br />

71<br />

72<br />

73<br />

(K. 8/2).<br />

Uludağ, age., s. 346.<br />

Kelîm-i Tûr-ı tecellâ ‘alîm-i sırr-ı likâ<br />

Hakîm-i mîr ü gedâ dil-sitân-ı ‘âlemdür<br />

İsmail-i Ankaravî, Minhâcu’l-Fukara, s. 335.<br />

Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 355.<br />

(K. 7/36)<br />

124


‘Uzlet: Günaha girmemek, daha çok <strong>ve</strong> daha ihlâslı ibadet etmek için<br />

toplumdan ayrılıp ıssız <strong>ve</strong> kimsesiz yerlere çekilmek, tek başına yaşamak. Buna<br />

hal<strong>ve</strong>t de denir. 74<br />

Görse reftâruŋı tezerv-i cinan<br />

Zî<strong>ve</strong>r-i sîh-i nâr-ı ‘uzlet olur<br />

(K. 4/27)<br />

Vahdet: Birlik. Gerçek anlamda bir, Haktır. Onun için gerçek anlamda birlik<br />

de Allah için söz konusudur.<br />

(K. 9/2).<br />

Dehânuŋ râzdân-ı ‘ilm ü hikmet yâ Resûla ’llâh<br />

Zebânuŋ tercemân-ı sırr-ı vahdet yâ Resûla ’llâh<br />

(K. 20/1)<br />

Yakîn: 1. Vak’aya uygun başka türlüsü imkânsız <strong>ve</strong> değişmeyen inanç, 2.<br />

delille değil, iman gücüyle apaçık olarak görme, 3. saf kalple gaibi temaşa, fikri<br />

muhafazayla sırrı mülâhaza etmek, 4. bir şeyin hakikati konusunda kalbin doyum<br />

hâlinde olması, 5. her türlü kuşkuyu ortadan kaldırıp tasdik edilen gaibin hakikatine<br />

ermek. 75<br />

İmâm-ı kıble-i din muktedâ-yı ehl-i yakin<br />

Zeber-nişîn-i bihin dûdmân-ı ‘âlemdür<br />

(K. 7/37)<br />

Zühd: Zühdün sofîler arasında çeşitli tarifleri yapılmıştır. Hz. ‘Osmân’a göre<br />

zühd, dünyayı terk etmek, sonra da kimin eline geçerse geçsin aldırmamaktır. 76<br />

74<br />

75<br />

76<br />

Uludağ, age., s. 358; İsmail-i Ankaravî, Minhâcu’l-Fukara, s. 230; Eşrefoğlu Rûmî,<br />

Müzekki ’n-Nüfûs, s. 329.<br />

Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 378.<br />

Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, s. 254.<br />

125


Ne bâ‘is-i ğufrân olacak bir ‘amelüm var<br />

Ne Hakka sezâ zühd ü ‘ibâdât dirîğâ<br />

(K. 3/39)<br />

(K. 4/88), (K. 35/19), (K. 38/14), (G. 147/3), (Mus. 10-VI/2), (R. 4/XXVII/1).<br />

C. Tarihî <strong>ve</strong> Efsanevî Öğeler<br />

Olaylar, kişilikler <strong>ve</strong> mekânlar alfabetik olarak incelenmiştir. Bazı olaylar <strong>ve</strong><br />

kişiliklerin hem tarihî hem de efsanevî niteliği olduğu için ayrıca bir ayırıma<br />

gidilmemiştir.<br />

‘Ankâ: İbranca kökenli bir sözcük olan ‘ankâ, ‘uzun boylu dev; gerdanlık,<br />

gerdanlık takmak <strong>ve</strong> boğmak’ anlamlarına gelir. Boyunun uzun olduğuna yahut<br />

boynunda bir halka bulunduğuna inanıldığı için mevcûdü ’l-ism <strong>ve</strong> mefkûdü ’l-cism<br />

bu efsanevî kuşa ad olmuştur. Sürekli batıya uçtuğu ya da avladığı kuşları<br />

yuttuğu/gözden kaybettiği için ‘ankâ-yı mağrib de denir. Edebî metinlerde ‘ankâ,<br />

zümrüdü‘ankâ ya da simurğ adlarıyla geçen bu efsanevî kuşun, Hint mitolojisindeki<br />

garuda kuşu, eski Mısırlıların en büyük tanrının tarzlarından biri kabul ettikleri benu<br />

kuşunun bir uzantısı olan phoenix <strong>ve</strong> Türklerin millî sembollerinden kartal, karakuş<br />

<strong>ve</strong> tuğrul gibi yırtıcı kuşlarla ilgisi olabileceği söylenmektedir. Türk edebiyatına bu<br />

adlarla bir motif olarak İran edebiyatından geçmiş olduğu kesin olmakla birlikte çok<br />

benzer söylencelerin İslâmiyetten önceki Türk kavimleri arasında da yayılmış olduğu<br />

bilinmektedir. 77<br />

Ol dîde-i bâdâmı gör ol zülf-i ‘anber-fâmı gör<br />

Ey murğ-ı dil ol dâmı gör kim saydıdur ‘ankâ hümâ<br />

(K. 26/16)<br />

(K. 4/41), (K. 24/11), (K. 28/1), (K. 32/11), (K. 35/19), (G. 75/12), (G.<br />

109/6), (G. 142/1), (G. 168/1), (L. 26/3).<br />

77<br />

Dr. Ömür Ceylân, Kuş Cenneti Şiirimiz -Klâsik Türk Şiirinde Kuşlar-, İstanbul, Filiz<br />

Kitabevi, 2003, s. 34-46.<br />

126


Aristo [İ.Ö. 384-322]: İslâm dünyasında mu‘allim-i ev<strong>ve</strong>l olarak tanınan Yunanlı<br />

bir filozoftur. Hayatı hakkında umumiyetle pek doğru bilgi yoktur. Kendisi Platon’un<br />

öğrencisidir. Felsefenin temellerini atmış, kurallarını koymuş, delillerini<br />

kararlaştırmıştır. Mantık biliminin mucididir. Klâsik şiirde, akıl, hikmet <strong>ve</strong> doğru<br />

düşünce örneği olarak geçer. 78<br />

Sa‘id-belâğat Aristo-hikem ‘Alî-cevdet<br />

Ebû Hanîfe-meniş Şâfi‘î-vakârumdur<br />

(K. 33/25)<br />

Âsaf: Kimilerine göre Hz. Süleymân’ın kendisi, kimilerine göre onun <strong>ve</strong>ziri,<br />

kimilerine göre ise, bir peygamberdir. Tefsircilerin çoğu <strong>ve</strong>zir olduğu<br />

kanaatindedirler. İslâm kaynaklarına göre Hz. Süleymân’ın teyzesi oğluydu. Onun sır<br />

kâtibi, <strong>ve</strong>ziri <strong>ve</strong> en gü<strong>ve</strong>ndiği kişiydi. Klâsik şiirde âsaf sözcüğünün çok yaygın bir<br />

kullanım alanı vardır. Âsaf’ın efsaneleşmiş kişiliği, şairler tarafından ideal bir <strong>ve</strong>zir,<br />

ileri görüşlü bir devlet adamı, yüksek <strong>ve</strong> isabetli fikir sahibi anlamlarıyla geniş bir<br />

biçimde kullanılmış, özellikle kasidelerde <strong>ve</strong>zirler övülürken, onların yüceliği <strong>ve</strong><br />

dirayeti bölümünde mutlaka âsaf sözcüğünün çağrışım alanlarından<br />

yararlanılmıştır. 79<br />

Âsaf-ı devran <strong>ve</strong>zîr-i a‘zam-ı şâh-ı zaman<br />

Ya‘nî dâmâd-ı ‘atâ-mu‘tâd sultân-ı kerem<br />

(K. 34/9)<br />

Bâbil: Yahudilikten Hristiyanlığa geçen bir anlayışa göre günah işlenen bir<br />

kent sayılan Babil, İslâm geleneğinde daha çok sihirbazlıkla anılır. Çâh-ı Bâbil de<br />

inanışa göre Zühre adlı kızın dediklerini yapan iki meleğin kuyuda<br />

cezalandırılmasına telmih olarak şiirde geçer.<br />

78<br />

Görseydi nikât-ı şi‘rüm ey dil<br />

Meşk eyleye idi sihr-i Bâbil<br />

(K. 2/16)<br />

Dursun Ali Tökel, Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar Şahıslar Mitolojisi, Ankara, Akçağ<br />

Yayınları/309 Kaynak Eserler/85, 2000, s. 415-422.<br />

127


(R. 4-XXVII/2).<br />

Bedahşân: Kuzeydoğu Afganistan’da idarî bir bölge olup Afgan Türkistan<br />

olarak da bilinir. Kısmen dağlık görünüşte yüksek bir yayla olan Bedahşân’ın en<br />

hareketli kesimi <strong>ve</strong> en canlı ticaret alanı Gökçesu vadisidir. Önceleri Bedahşan<br />

adının bu vadide çok bulunduğu söylenen bedahş/belâhş adındaki pembe yakuttan<br />

(la‘l-i Bedahşî, la‘l-i Bedahşânî) geldiği ileri sürülmüşse de daha sonra bunun<br />

tersinin söz konusu olduğu <strong>ve</strong> taşın adını buradan aldığı görüşü kuv<strong>ve</strong>t kazanmıştır.<br />

Son yıllarda ise sözcüğün Sâsânîler’in bedahş/badahş Pehlevice bidahş ‘müfettiş,<br />

yüksek yönetici’ unvanından türetildiği saptanmıştır. Bedahşan şehrine nispetle edebî<br />

metinlerde daha çok la‘l-i Bedahşân olarak geçer. Eski astrolojide güneşin <strong>ve</strong> bazı<br />

yıldızların madenlere etki ederek onların mahiyetlerini değiştirdiği kabul edilir.<br />

Bedahşan’da çıkan la‘l de Süheyl yıldızının etkisiyle meydana geldiği <strong>ve</strong> rengini<br />

onun ışığından aldığı için çok güzel <strong>ve</strong> değerli sayılmıştır. 80<br />

(G. 166/5), (G. 182/1).<br />

Def‘-i humâr-ı hecr içün âşüfte-dillere<br />

Bir bâde câm-ı la‘l-i Bedahşândur ruhuŋ<br />

(G. 161/3)<br />

Bihzâd: XV. yüzyılda yaşamış ünlü Türk resim <strong>ve</strong> minyatür sanatçısı. Klâsik<br />

şiirde hâme, nakş, sûret, resm gibi sözcüklerle birlikte anılır.<br />

(G. 134/6).<br />

Olursa Mânî vü Bih-zâda ta‘ne-zen lâyık<br />

Çıkardı nakşuŋı bir lahzada şehâ mir’ât<br />

(G. 16/4)<br />

Cemşîd: İran mitolojisinde Pîşdâdiyân <strong>ve</strong>ya Keyâniyân denilen ilk şah<br />

ailesinin Kıyûmers, Huseng <strong>ve</strong> Tahmuras’tan sonra gelen dördüncü şahıdır.<br />

79<br />

80<br />

Tökel, Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar Şahıslar Mitolojisi, s. 325-329.<br />

Ahmet Kartal, Klâsik Türk Şiirinde Lâle, Ankara, Akçağ Yayınları/245, Kaynak<br />

Eserler/54, 1998, s. 45.<br />

128


Tahmuras’ın oğludur. 100 ya da 700 yıl yaşamış, pek çok sanatı bulmuş; halka iplik<br />

bükme <strong>ve</strong> kumaş dokumasını, demiri <strong>ve</strong> altın, gümüş, yakut <strong>ve</strong> elmas, zümrüt gibi<br />

değerli taş <strong>ve</strong> madenleri işlemesini öğretmiştir. Dahhâk tarafından öldürülmüştür.<br />

Cem, klâsik şiirde hâtem, taht, bâd, hevâ, Belkıs, Âsaf, Hüdhüd <strong>ve</strong> dîv ile anılırsa<br />

Süleymân; mukâbele, âyîne, sed, hikmet, seyâhat <strong>ve</strong> benzeriyle anılırsa İskender;<br />

piyâle, câm, şarâb <strong>ve</strong> benzeriyle anılırsa da Cemşîd kastedilir.<br />

Vasf-ı câm-ı lebi çeşm-i siyeh-i ser-mesti<br />

Ser-te-ser ‘âlemi ‘işretgeh-i Cemşîd itdi<br />

(K. 24/5)<br />

(K. 9/18), (G. 7/7), (G. 9/1), (G. 26/4), (G. 29/1), (G. 45/2), (G. 89/4), (G.<br />

100/1), (G. 105/4), (G. 109/3), (G. 128/4), (G. 144/1), (G. 159/1), (G. 164/3), (G.<br />

166/5), (G. 202/3), (G. 203/5), (G. 216/2), (G. 217/3), (G. 234/2), (T. 15/2), (T.<br />

23/9), (T. 24/1), (T. 26/1), (T. 27/1), (Mus. 7-II/1).<br />

Çiğil: Karluk zümresine bağlı bir Türk kabilesinin adı. Sevgilileri ile<br />

ünlenmiştir. Hûbân-ı Çigil derler. Halkı puta tapar. Çiğil, oradaki bir kilisenin adıdır.<br />

Güzel kızları bu putlara hizmet için koyarlar; fakat oraya gelenler onların<br />

güzelliklerinden putlara taparlar. Yağmacı olurlar. 81<br />

Ey ‘iş<strong>ve</strong>si hicran-güsil v’ey reşk-i hûbân-ı Çigil<br />

Senden niyâz eyler bu dil bir nazra-i şefkat-nümâ<br />

(K. 26/8)<br />

Dârâ: Keyâniyân sülâlesinin dokuzuncu <strong>ve</strong> sonuncu padişahıdır. Sülâle, bu<br />

hükümdarın ölmesiyle son bulmuştur. İsfendyâr’ın torunu Behmen’in oğludur.<br />

İskender tarafından öldürülmüştür. Klâsik şiirde ihtişam <strong>ve</strong> ululuk sembolü olarak<br />

kullanılır.<br />

81<br />

Tekye-i ğamda küleh-pûş u mürîd-i ‘ışk olan<br />

Tâc-ı şâh u devlet-i Dârâya çekmez ihtiyâc<br />

Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong> İzahı, s. 108-109.<br />

(G. 25/2)<br />

129


(G. 109/3), (T. 23/1).<br />

Eflâtun: Platon. Asıl adı Aristokles [İ.Ö. 430-347] iken hocası Sokrat Platus<br />

Yun. ‘geniş, yayvan’dan esinlenerek platon ‘geniş omuzlu’ Tü. Öşün adını takmıştır.<br />

Edebiyatta, akıl, hikmet <strong>ve</strong> görüşlerindeki incelik <strong>ve</strong> doğrulukla anılır.<br />

(Muam. 36).<br />

Füsûn-ı ‘akluma tilmîz ‘akl-ı Eflâtun<br />

Fünûn-ı tab‘um ider bezl-i ma‘rifet câra<br />

(K. 11/27)<br />

En<strong>ve</strong>rî [ö. 1189?]: İran edebiyatının en büyük kaside şairi. Şiirlerinden, En<strong>ve</strong>rî<br />

mahlâsını sonradan kendisine başkaları tarafından <strong>ve</strong>rildiği anlaşılmaktadır. Çok iyi<br />

bir öğrenim gördüğü felsefe, kelâm, mantık, riyaziyyat, edebiyat, astronomi <strong>ve</strong><br />

astroloji gibi ilim alanlarında geniş bilgi sahibi olduğu yine şiirlerinden<br />

anlaşılmaktadır. Sağlam bir şiir tekniğine sahip olan En<strong>ve</strong>rî hayal gücü geniş, edebî<br />

sanatları çok iyi kullanabilen bir şairdir. Şiirde kullandığı dil, umumiyetle konuşma<br />

diline yakın <strong>ve</strong> akıcıdır. 82<br />

Göreydi dikkatümi En<strong>ve</strong>rî-i nâdiredan<br />

Virürdi eşk-i hased nûr-ı dîdesin nâra<br />

(K. 11/17)<br />

Erjeng: Çin’de, Mânî’nin bir peygamber <strong>ve</strong> Erjeng’in de onun<br />

peygamberliğini kanıtlamak için kendisine <strong>ve</strong>rilmiş bir mucize olduğuna<br />

inanılmaktaydı.<br />

‘İzârın nekhet-efzâ eyleyüp meşşâta-i bâde<br />

Cemâl-i tâbdâruŋ nüsha-i Erjeng göstermiş<br />

(G. 135/6)<br />

Fehîm [ö. 1648]: İstanbul’da doğdu. Asıl adı Mustafadır. Babasının mesleğinin<br />

unculuk <strong>ve</strong> kurabiyecilik olmasından dolayı Uncı-zâde diye de anılmıştır. Kendisi<br />

130


kekemedir. Kaynaklar Fehîm’in on sekiz yaşında Dîvân tertip ettiğini, genç yaşta<br />

şöhrete kavuştuğunu, yeni bir tarza sahip olduğunu <strong>ve</strong> dönemin ileri gelen<br />

şairlerinden sayıldığını belirtirler. 83<br />

Olur çü nazm-ı FEHÎM-i suhan<strong>ve</strong>r ehl-i hüner<br />

Kelâm-ı VAHYÎ-i hâzır cevâbdan mahzûz<br />

(G. 145/9)<br />

Feyzî: Hangi kişi olduğu belirlenemedi. Dîvân’da üç yerde (G. 188/5, G. 230/7,<br />

G. 234/5) geçmektedir.<br />

Habeş: Afrika’nın doğusunda büyük bir ülkedir. Dağlık tepelik bir yerdir.<br />

Köleleri zencidir.<br />

Bir şâhid-i dil-keş-i Habeşdür<br />

Ser-safha-i nazma ğâze-keşdür<br />

(K. 2/10)<br />

Hâfız-ı Şîrâzî [ö. 1390]: İran’ın önde gelen lirik şairlerindendir. Büyük<br />

şöhretine karşın hayatı hakkında pek az bilgi vardır. İyi bir öğrenim görmüştür.<br />

Kur’ân’ı ezberlediği için Hâfız lâkabını almıştır. Dinî ilimlerin yanı sıra başta Arap<br />

edebiyatı olmak üzere çok iyi bir edebiyat kültürü de aldığı şiirlerinden<br />

anlaşılmaktadır. Bunun dışında eserlerinde, dönemin musikisi <strong>ve</strong> çeşitli sanatları<br />

hakkında bilgi edindiğine <strong>ve</strong> iyi satranç oynadığına dair bilgilere de rastlanmaktadır.<br />

Kaside, rubaî <strong>ve</strong> kıt’alar da yazmış olmasına karşın gazelleriyle ünlenmiştir. 84<br />

82<br />

83<br />

84<br />

Bâd-ı reviş-i kilk-i güher-rîz-i hayâlüm<br />

Şem‘-i hüner-i Hâfız-ı şûhı ider itfâ<br />

(K. 3/12)<br />

Abdülkadir Karahan, “En<strong>ve</strong>rî, Evhadüddin”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,<br />

C. XI, 1995, s. 267-268.<br />

Dr. Tahir Üzgör, Fehîm-i Kadîm Hayatı, Sanatı, Dîvân’ı <strong>ve</strong> Metnin Bugünkü Türkçesi,<br />

Ankara, Atatürk <strong>Kültür</strong>, Dil <strong>ve</strong> Tarih Yüksek Kurumu Atatürk <strong>Kültür</strong> Merkezi Yayını - Sayı:<br />

44, 1991, s. 3-11.<br />

Tahsin Yazıcı, “Hâfız-ı Şîrâzî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XV, 1997,<br />

s. 103-104.<br />

131


(K. 33/26).<br />

Hassân b. Sâbit [ö. 680?]: Arap şairlerindendir. Hz. Peygamberin şairi olarak<br />

tanınan sahabenin kendisiyle de soy yakınlığı vardır. Onun cahiliye döneminde<br />

söylediği şiirler çoklukla hicv, medhiye, fahriye, ğazel <strong>ve</strong> nesib türündendir. İslâmî<br />

dönemde bunların yanı sıra müslümanların başarı <strong>ve</strong> kahramanlıkları ile ayet <strong>ve</strong><br />

hadislerden ilham alarak ortaya koyduğu hikmet <strong>ve</strong> darbımeseller de şiirlerinde<br />

önemli yer tutar. 85<br />

Eger şeh-bâz-ı tab‘um ‘âleme açsa per-i i‘câz<br />

Hezâran Sâ’ib ü ‘Urfî vü Hassânı şikâr eyler<br />

(K. 6/12)<br />

Hâtem [ö. 640]: Arapların Tây boyundan, Sa‘doğlu ‘Abdu ’llâh’ın oğlu.<br />

Yolunu yitirenler gelip konuk olsun diye çevredeki tepelerde ateşler yaktıran, eli<br />

açıklığı dillerde dolaşan biri. Edebiyatta cömertliğin sembolü olarak geçer.<br />

‘Atâda tab‘ı ğâret-sâz-ı mülk-i şöhret-i Hâtem<br />

Sehâda himmeti zîr-efken-i emvâc-ı deryâdur<br />

Gülzâr-ı ‘ilm ü fazlına bir ğonçedür fuhûl<br />

Hâtem riyâz-ı cûdına kûteh nihâldür<br />

(K. 12/44), (K. 34/10), (K. 38/20), (G. 17/6), (R. 3-XIII/1).<br />

(K. 27/38)<br />

(K. 35/16)<br />

Hatt-ı Yâkût: Yâkût [ö. 1298]’un künyesi Ebû’l-Mecd, lâkabı Cemâleddîndir.<br />

Son Abbasî [923-1517] halifesi Mu‘tasım-Billâh [ö. 1258]’a nispetle musta‘sımî nispesini<br />

almıştır. Amasyalı olduğu söylenirse de kesin bir delil yoktur. Kendisi hadım idi. Hat<br />

sanatını meşhur musikişinas Safiyyuddîn ‘Abdu’l-Mu’min el-‘Urmevî [ö. 1294]’den,<br />

85<br />

Hüseyin Elmacı, “Hassân b. Sâbit”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XVI,<br />

1997, s. 399-402.<br />

132


daha sonra İbni Habîb’den meşk ederek öğrendiği nakledilir. Yazısına hatt-ı Yâkût<br />

adı <strong>ve</strong>rilmiştir. 86<br />

Gerd-i la‘linde hat-ı Yâkût anı sanma hat<br />

Dâm-ı ‘ankâ-yı nigâh-ı ‘âşıkânı sanma hat<br />

(G. 142/1)<br />

Hayyâm [ö. 1127]: İran şairlerinden olup Nişaburludur. Aklî bilimler, hikmet<br />

<strong>ve</strong> felsefede kudret sahibidir. İnce anlamlar içeren rubâ‘iyyâtı ünlü olup kimi Avrupa<br />

dillerine tercüme olunmuştur. Sultan Sencer’in iltifatına mazhar olup kendisiyle<br />

birlikte tahtına oturmuş olduğu söylenir. 87<br />

Tab‘-ı pâkümdür o ‘allâme-i nâdire-edâ<br />

Olsa tilmîz sezâdur aŋa tab‘-ı Hayyâm<br />

(K. 22/18)<br />

Hızr: Söylentiye göre, âb-ı hayâtı içerek ölmezlik sırrına erişen, peygamber<br />

<strong>ve</strong>ya <strong>ve</strong>lî olduğu hususlarında çelişki bulunan kutsal bir kişi. Kur’an (xviii. Kehf 60-<br />

82)de Mûsâ ile hikâyesi anlatılmaktadır. Karada başı sıkışanların yardımına<br />

koştuğuna inanılır.<br />

IV/2).<br />

Âb-ı hayât-ı vuslata irse ‘aceb midür<br />

Râh-ı talebde Hızr-ı hulûsı refîk iden<br />

(G. 205/3)<br />

(K. 8/8), (K. 37/15), (G. 136/4), (G. 172/3), (G. 241/4), (Mus. 5-V/4), (R. 3-<br />

Hotan: Çin’in kuzeyi ile Türkistan topraklarına <strong>ve</strong>rilen addır. Bugünkü<br />

sınırları ise Moğolistan <strong>ve</strong> Mançurya ile Sibirya topraklarının bir bölümünde kalır.<br />

İ.S. X. yüzyıldan başlayarak Moğolların Hatâ adlı kabilesi bu bölgede yaşadığı için<br />

bu adla anılmıştır. Bazen bu bölge Hıtâ <strong>ve</strong>ya Hotan biçimlerinde de anılır. Hatâ, Hıtâ<br />

86<br />

87<br />

Prof. Dr. Muhittin Serin, Hat Sanatı <strong>ve</strong> Meşhur Hattatlar, İstanbul, Kubbealtı Neşriyâtı<br />

No: 68, 1999, s. 73.<br />

Şemsettin Sâmi, Kâmûsu ’l-A‘lâm, Ankara, Kaşgar Neşriyat, 1996, C. III, s. 2071.<br />

133


<strong>ve</strong>ya Hotan sözcüğü klâsik şiirde daha çok âhû <strong>ve</strong> misk sözcükleriyle birlikte anılır.<br />

Bunun sebebi ise misk ahularının bu bölgede çok oluşu <strong>ve</strong> miskin öbür ülkelere<br />

buradan getirilmesidir. 88<br />

Göster ol kâkül-i müşgîni resen seyr idelüm<br />

Sâha-i Rûmda âhû-yı Hotan seyr idelüm<br />

(K. 33/15), (G. 79/1), (G. 106/3), (G. 165/2), (G. 179/3).<br />

(Mus. 6-III/2)<br />

Hümâ, Hümây: Farsların hümâ, hümây, Arapların bulah, Türklerin hümâ,<br />

huma, kumay dedikleri hümâ kuşu; devlet kuşu talih kuşu <strong>ve</strong> kutlu kuş adlarıyla da<br />

bilinir. Çin adalarında yaşadığı söylenen, gü<strong>ve</strong>rcin yahut doğan büyüklüğünde, mavi<br />

yahut şekerrenk tüyleri olan, çok yüksekten uçtuğu için kimse tarafından<br />

görülmeyen, ayakları olmadığı için yere konamayıp yalnızca gagasıyla yakaladığı<br />

kemikleri kapıp gökte yediğine inanılan <strong>ve</strong> hatta yine gökte yumurtlayıp yavrusunu<br />

uçarken besleyen, yırtıcı hayvanları dahi avlayacak güçte olduğu hâlde yalnızca<br />

kemikle beslendiği için edebiyatta kanaatin sembolü olan efsanevî bir kuştur. 89<br />

88<br />

89<br />

O şâh-bâz-ı hümâ-pervâzdur ğamzeŋ ki bâl açsa<br />

Ne şâhîn evc-i istiğnâda ‘ankâyı salındurmaz<br />

Duhân-ı nârı ğıdâ-yı hümây-ı derd olsun<br />

Hadeng-i cevrine olursa üstuh v an mâni‘<br />

(K. 26/16), (K. 33/7), (G. 98/2), (G. 114/3), (T. 28/8).<br />

Hüsnî: Râmiz’in çağdaşı olan şairlerdendir.<br />

(G. 109/6)<br />

(G. 148/3)<br />

Kartal, Klâsik Türk Şiirinde Lâle, s. 53.<br />

Ahmet Atillâ Şentürk, Yahyâ Beğ’in Şehzâde Mustafa Mersiyesi yahut Kanunî Hicviyesi,<br />

İstanbul, Enderun Yayınları: 52, 1998, s. 78.<br />

134


Bu vâdîde n’ola HÜSNÎye olsam pey-rev ey VAHYÎ<br />

Zemîni tâze tarz-ı nazmı hoş güftârı hem nâzük<br />

(G. 158/7)<br />

Husrev: Nûşirevân’ın torunu, Hürmüz’ün oğludur. İran’ın efsanevî<br />

hükümdarlarından birisidir. Kendisine Pervîz lâkabı <strong>ve</strong>rilmiştir. Yaptırmış olduğu<br />

sarayla <strong>ve</strong> hazineleriyle ünlüdür. Binayı Şîrîn için yaptırdığı için saray, Kasr-ı Şîrîn<br />

olarak anılıyordu. Oğlu tarafından öldürülmüştür.<br />

Yâd-ı la‘lüŋ câna bir câm-ı halâ<strong>ve</strong>t sundı kim<br />

Sunmamışdur ‘ışk-ı Şîrîn anı kalb-i Husre<strong>ve</strong><br />

(G. 240/6)<br />

Isfahân: İran’da bir beldedir. İspehân da denir. Eskiden Dârü ’l-yehûd<br />

derlermiş. Söylentiye göre Gâ<strong>ve</strong> buradan zuhur ettiği için Direfş-i Gâvyânî adlı<br />

bayrağı taşımak şerefi bura halkına <strong>ve</strong>rilmişti. Sürmesi ile ünlenmiştir. Bu arada,<br />

sürme yiyen kişinin sesinin kısılacağı <strong>ve</strong>ya büsbütün konuşamayacağı biçiminde bir<br />

halk inanışı vardır. Sürmenin Isfahân’da bulunan köylerden birinin adı olduğu <strong>ve</strong> en<br />

iyi sürmenin burada yetiştiği söylenir. 90<br />

(K. 9/55).<br />

Çeşm-i şeh-beyt-i şi‘r-i ‘Urfîye<br />

Sürme-i Isfahândur hâmem<br />

(K. 10/18)<br />

İbn-i Sînâ [980-1037]: Buhara’da doğmuştur. On altı yaşına kadar mantık,<br />

felsefe, tabiat bilgisi <strong>ve</strong> ilâhiyat dersleri almıştır. Babasının ölümü üzerine Buhara’yı<br />

terk etmiş, oradan Harezm, Cürcan <strong>ve</strong> Kazvin’e geçerek hareketli bir hayat<br />

90<br />

Abdülkadir Gürer, “Divan Edebiyatında Sürme <strong>ve</strong> Na’ilî’nin Bir Gazeli”, Türkoloji Dergisi,<br />

C. XII, S. 1, 1994, s. 119-126.<br />

135


yaşamıştır. Şifâ <strong>ve</strong> el-Kânûn fî’t-tıb ünlü eserleridir. 1037’de kölesinin aşırı dozda<br />

afyon <strong>ve</strong>rmesi sonucunda hayatını kaybetmiştir. 91<br />

(K. 12/11), (K. 33/25).<br />

Geleydi ‘âleme ‘asruŋda Bû ‘Alî Sînâ<br />

Dir idi bûs-ı yed-i fazluŋ i‘tibârumdur<br />

(K. 33/28)<br />

İrem: Susuz çölde yol göstermek için dikilen taş. Tü. erim söylenişi de<br />

vardır. Bu son söylenişle Türkçenin er- kökünden gelen erim sözcüğü arasında bir<br />

anlam ilişkisi aramak belki de bulmak mümkündür. ‘nişan tahtası, hedef’, ‘ceng<br />

denilen müzik aleti’ anlamları bile bulunan İrem, alem olarak Hûd (as)’ın Allah’ın<br />

elçisi olarak gönderdiği Yemen yakınlarında ‘Âd kavmi zamanında Şeddâd<br />

tarafından, Cennet’e özenilerek Ahkâf’ta yaptırılan bahçedir ki, Kur’ân’da (lxxxix.<br />

Fecr 6-8) adı <strong>ve</strong> sözü geçer. Bu bağ bitirilirken Şeddâd, onu görmeğe gelirken yolda<br />

adamlarıyla birlikte Allah tarafından yok edilmiş <strong>ve</strong> şehirde kumlara gömülmüştür.<br />

Ahkâf ‘uzun, eğimli, yüksekçe kum tepeleri’ demektir. Yemen’in Sihr mıntıkasında<br />

denize bakan yüksek kumluk bölge, Arap yarımadasının güneyinde Umman ile<br />

Mehre arasında bir yatak ya da Umman ile Hadramut arasında kalan geniş kum çölü<br />

olduğu söylenmiştir. Araplar umumiyetle yarımadanın güneyinde kendilerince pek<br />

bilinmeyen kum çölüne bu adı <strong>ve</strong>rirlerdi. 92<br />

(K. 36/12), (G. 164/5).<br />

Gül-i al-i bâğ-ı İremdür ‘izâruŋ<br />

Sirâc-ı şebangâh-ı ğamdur ‘izâruŋ<br />

(G. 164/1)<br />

İsfendyâr: Keyâniyân sülâlesinden Güştasb’ın oğludur. İranlıların efsanevî<br />

büyük kahramanlarından biridir. Heft-hân adı <strong>ve</strong>rilen bin bir tehlikelerle dolu yolu<br />

91<br />

92<br />

İbni Sînâ, el-Kânûn fî ‘t-tıbb, Birinci <strong>Kitap</strong>: Türkçeye Çeviren: Esin Kâhya, Ankara,<br />

Atatürk <strong>Kültür</strong>, Dil <strong>ve</strong> Tarih Yüksek Kurumu Atatürk <strong>Kültür</strong> Merkezi, Sayı: 103 Külliyatlar<br />

Dizisi, Sayı: 5, 1995.<br />

Seyyid Sırrı Ali, Tuhfe-i Rûmî Kâdirîler Âsitânesinin Manzum Târihçesi, s. 28.<br />

136


yalnızca iki kişi geçmişti; biri Rüstem, biri de İsfendyâr’dı. İsfendyâr, Rüstem’le<br />

yaptığı savaşta ölmüştür.<br />

Sen ol yekke-süvâr-ı ‘arsa-i pehn-i şecâ‘atsüŋ<br />

Nigâhuŋ kabz-ı rûh-ı Rüstem ü İsfendyâr eyler<br />

(K. 6/31)<br />

İskender: Tarihî <strong>ve</strong> efsanevî bir kişilik olan İskender, Kur’ân (lxxv. Kehf 83-<br />

94.) ayetlerde kıssası anlatılan, peygamber olup olmadığı kuşkulu Zü ’l-Karneyn, 93<br />

Yunan tarihinde adı anılan Büyük İskender <strong>ve</strong> bunların karıştırılmasıyla meydana<br />

gelmiş olan âb-ı hayâtı arayan İskender olmak üzere üç farklı kimlikle ortaya çıkar.<br />

İskender ile birlikte adı geçen efsanevî öğelerden birisi âyîne-i İskenderdir.<br />

Söylentiye göre Aristo’nun yaptığı bu aynada İskenderiye’ye gelmekte olan gemiler,<br />

daha bir aylık yoldayken görünürlermiş. Ye’cûc <strong>ve</strong> Me’cûc kavimlerine karşı set<br />

çeken ise Zülkarneyndir.<br />

Pestdür câm-ı Cem ü âyîne-i İskender<br />

Var iken la‘l-i leb ü sîne-i sîmîn-i bütan<br />

İskenderiye şehri de bu maksatla Dîvân’da geçmektedir.<br />

Mir’ât-ı dehrde göremez rûy-ı râhatı<br />

Keştîden ol ki çıkmaya İskenderiyyeye<br />

(G. 202/3)<br />

(Muk. 2/2)<br />

(G. 35/2), (G. 58/3), (G. 139/3), (G. 241/3), (T. 15/2), (T. 24/1), (R. 3-IV/1).<br />

Kahramân: Pîşdâdiyân sülâlesindendir. Kahramân-ı Kâtil olarak da anılır.<br />

Klâsik şiirde kahramanlık <strong>ve</strong> yiğitlik sembolüdür. Gamğam adlı kılıcı vardır.<br />

93<br />

Kemîne cür’etin itse mülâhaza bir zen<br />

Miyân-ı ma‘rekede Kahramân-ı ‘âlemdür<br />

(K. 7/60)<br />

Ayrıntılı bilgi için bk. İskender Türe, Kur’an’da Uzaya Seyahati Anlatılan İnsan<br />

Zülkarneyn, İstanbul, y.y., 1998.<br />

137


Kâşif [ö. 1670]: Asıl adı Seyyid Mehmed Sa‘deddîndir. Es‘ad Efendinin<br />

oğludur. Öğrenimini bitirdikten sonra müderris oldu. Üç dilde şiir söylemiştir.<br />

Dîvân’ı vardır. 94<br />

93. gazel Kâşif’e naziredir.<br />

‘Aceb mi KÂŞİF-i hoş-gûya tanzîr eylesem k’anuŋ<br />

Kemîne nüktesinden her suhan<strong>ve</strong>r dâğ-ber-dildür<br />

(G. 93/6)<br />

Ken‘ân: Hz. Yâkûb’un memleketi. Akkâ’dan Gazze’ye kadar olan 80<br />

kilometrelik sahile denk arazidir. Burası vaktiyle Ken‘ân’a <strong>ve</strong> oğullarına uzun zaman<br />

vatan olmuştu. Sonradan Allah, İbrâhîm (as)’e vaat ettiğinden Beniisrail ‘Arz-ı<br />

Mev‘ûd adını <strong>ve</strong>rdilerse de Filistinliler vakit vakit tecavüz <strong>ve</strong> Beniisrail’i mahkûm<br />

etmeleri hasebiyle bu ad yerine Filistin kâim olmuştur. 95<br />

Her menâre görinür şûh-ı ser-efrâz gibi<br />

Gûyiyâ sahn-ı cihan vâdî-i Ken‘ân oldı<br />

(K. 21/13)<br />

Key: ‘Büyük hükümdar, padişah’ demektir. İran padişahlar sülâlesinin<br />

ikincisi bu adla anılmaktadır. Bunlar adlarının başına key unvanını alırlardı. Hepsine<br />

birden keyân <strong>ve</strong>ya keyâniyân denirdi. Daha sonra bu lâkap bütün şahlara<br />

yakıştırılmıştır. Söylenceye göre bu adı ilk kez Rüstem’in babası olan Zâl, Kubad’a<br />

<strong>ve</strong>rmiştir.<br />

Bulanlar halka-i ‘işretde bir bezm-i Cem ü Keyde<br />

Görürler neş’e-i âvâz bülend ü nağme-i neyde<br />

(Mus. 7-II/1)<br />

Keyhusrev: Keyâniyân sülâlesinden efsanevî İran hükümdarı. Babası<br />

Keykâvus’u terk ederek Efrâsiyâb’a sığınmış <strong>ve</strong> onun kızı ile evlenmiş olan<br />

Siyavuş’un oğludur. Babasının ölümünden sonra Turan ülkesinde doğdu. Tahta<br />

geçen Keyhüsrev, babasının öcünü almak için Efrasiyab’a savaş açmış <strong>ve</strong> bizzat<br />

94<br />

95<br />

İpekten, vd., Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü, s. 245.<br />

Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong> İzahı, s. 442.<br />

138


savaşa katılarak onu yenmiştir. Daha sonra hükümdarlığı <strong>ve</strong> dünya işlerini bırakarak<br />

zahitlik yolunu seçmiştir. Bu mitolojik hükümdarın 60 yıl hükûmet sürdüğü söylenir.<br />

Gâzî Sultan Mustafâya VAHYÎyâ budur du‘âm<br />

Kim kemîne bendesi mahsûd ola Keyhusre<strong>ve</strong><br />

(G. 240/10)<br />

Leylâ-Mecnûn: Bu hikâye Araplardan çok önce de vardı. Hikâyeye, kitaplığı<br />

ile tanınmış Asur kralı Asurbanipal (İ.Ö. VII. yy.) döneminden kalma çiviyazılı tuğla<br />

tabletlerde rastlanmıştır. Arap şairlerinden hicrî 1. yy.da yaşayan <strong>ve</strong> 600-700 yılları<br />

arasında ölen Kays b. al-Mülevvah al-Amirî’nin amcasının kızı Leylâ bint Mahdi b.<br />

Sa’d için yazdığı şiirler bu hikâye ile karışarak halk arasında yayılmış, sonra Arap<br />

şairleri birçok Mecnûn u Leylâ divanları meydana getirmişlerdir. 96<br />

(G. 166/1), (Mus. 10-VI/1).<br />

Kâkül-i şâhid-i mihr-i ruhuŋ ey mâh görüp<br />

Oldı Mecnûn aŋa Leylî-i şeb-i târ-ı emel<br />

(G. 174/2)<br />

Mânî [ö. 276]: Maniheizm adı <strong>ve</strong>rilen, Zerdüştlük, Hristiyanlık <strong>ve</strong> daha başka<br />

birçok dinin karışımı bir dinin kurucusu olmakla birlikte, Klâsik şiirde daha çok<br />

resim sanatındaki ustalığı <strong>ve</strong> ünüyle anılan bir din kurucusu <strong>ve</strong> ressamıdır.<br />

Medh-i zülfinde itdigüm efkâr<br />

Reşk-i tasvîr-i kilk-i Mânîdür<br />

(G. 16/4), (G. 39/2), (G. 66/6), (G. 118/4), (G. 135/4), (T. 25/4).<br />

(K. 9/27)<br />

Nâfe: Bosnalı Sûdî Efendi Şerh-i Dîvân-ı Hâfız’da âhû konusunda son derece<br />

özlü <strong>ve</strong> yararlı bilgiler <strong>ve</strong>rmektedir. Müellif âhûların âhû-yı sefîd <strong>ve</strong> âhû-yı müşgîn<br />

olmak üzere ikiye ayrıldıklarını belirttikten sonra ikincisi hakkında şöyle der: “Pes<br />

âhû-yı müşgin, Hatâ <strong>ve</strong> Hotan <strong>ve</strong> Çin’de <strong>ve</strong> Hindistânda olur <strong>ve</strong> ol memleketlerüŋ<br />

96<br />

İpekten, Nâ’ilî: Hayatı, Edebî Kişiliği <strong>ve</strong> Bazı Şiirlerinin Açıklamaları, s. 208.<br />

139


âdemîsi bunları sürü sürü saklarlar ki hem etiyle sebeblenürler <strong>ve</strong> hem miskiyle<br />

fâidelenürler. Rûmuŋ âhûleri yılda bir kerre boynuzların düşürdüği gibi ol âhûler<br />

yılda bir kerre nâfelerin düşürürler. Hattâ zemânı geldükde zarflar peydâ idüp karnı<br />

altına baglarlar imiş zâyî‘ olmaya diyü. Pes müşgüŋ husûline sebeb anı yazarlar ki<br />

ol âhû ya hayvân cinsi <strong>ve</strong>yâ insân ürküdür <strong>ve</strong> harâret kesb idüp <strong>ve</strong>yâ biri biriyle<br />

oynamakdan harâret kesb ider <strong>ve</strong> bunuŋ sebebiyle nâfesine birkaç katre kan düşer.<br />

Pes tekrârla nâfe toptolu olur ki vakti geldükde düşürür. Bu da ma‘lûm ola ki âhûdan<br />

munfasıl oldukda koku virmezmiş. Ba‘de ba‘z-ı mu‘âlecâtla terbiye iderler ki bûy<br />

virür. Ve ba‘zılar dirler ki müşg her otu otlamakdan hâsıl olmaz, belki lâle <strong>ve</strong> sünbül<br />

otlamakdan olur. 97<br />

Müjgân-ı nigeh şâneledi turre-i yâri<br />

Meclisde yine nâfe-i müşg-i ter açıldı<br />

(K. 2/33), (K. 11/41), (K. 33/15), (G. 179/3).<br />

(G. 249/4)<br />

Nazîf: 198. gazelin bu kişiye nazire olduğu anlaşılmaktadır. Kimliği hakkında<br />

her hangi bir ipucuyla karşılaşılmadı.<br />

İtse NAZÎF-i şûha nazîre ‘aceb degül<br />

VAHYÎ-i şûh-edâ gibi hâzır cevâb olan<br />

(G. 197/7)<br />

Nazmî Efendi [ö. 1701]: İstanbul’da doğdu. Asıl adı Mehmeddir. Babasının adı<br />

Ramazândır. Hal<strong>ve</strong>tiye şeyhi ‘Abdu ’l-ahad Nûrî [1595-1653]’den el aldı. Mülâzemetten<br />

sonra Şehremini’nde Yavaşça Mehmed tekkesinde şeyhlik yaptı. Valide camiinde<br />

cuma şeyhliğinde bulundu. Yaşı yüzü aşkınken halifeliğini büyük oğlu Refî‘a<br />

Çelebi’ye bırakıp Kocamustafapaşa camisi yakınında bulunan evinden inzivaya<br />

çekildi. Burada öldü. Hediyetü ’l-İhvân, Mîyârü ’t-Tarîka adlı eserleri <strong>ve</strong> Dîvân’ı<br />

vardır. 98<br />

97<br />

98<br />

Ahmet Atillâ Şentürk, Necâtî Beğ’in Sultan Beyazıt Methiyesi <strong>ve</strong> Bazı Gazelleri<br />

Hakkında Notlar, İstanbul, Enderun Yayınları: 45, 1995, s. 108’den naklen.<br />

İpekten, vd., Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü, s. 328-329.<br />

140


(G. 166/8).<br />

Cenâb-ı kutb-ı ‘âlem hazret-i Nazmî Efendi kim<br />

Fezâ-yı rahş-ı vasfı mâ-<strong>ve</strong>râ-yı ‘arş-ı imkândur<br />

(G. 75/10)<br />

Nerîmân: < Fa. Nerîm+ân ‘güreşçiler’. Fars söylencesinde Sâm’ın babası,<br />

Zâl’in dedesidir. Klâsik şiirde, kahramanlık <strong>ve</strong> yiğitlik sembolüdür. Çoklukla Sâm ile<br />

birlikte geçer.<br />

(K. 34/21).<br />

Gamzesi fihrist-i katl-i ‘âmdur ol âfetüŋ<br />

Hışm-ı çeşmin görse dir Sâm u Nerîmân el-aman<br />

(G. 198/4)<br />

‘Osmân-zâde Tâ’ib [ö. 1724]: İstanbul’da doğdu. Asıl adı Ahmettir. Divan<br />

hocası <strong>ve</strong> maliye tezkirecisi ‘Osmân Efendinin oğludur. Bundan dolayı ‘Osmân-zâde<br />

sanıyla anıldı. İlk mahlâsı Hamdîdir. Öğrenimini tamamladıktan sonra mülâzım oldu.<br />

Müderrislik yaptı. Halep mevleviyetine atandı. Kahire kadısı iken öldü.<br />

Hiciv <strong>ve</strong> hezel alanında tanındı. Başlıca eserleri şunlardır: Meşâriku ’l-Envâr,<br />

Mesâhib-i Miskat, Hadîs-i Erba‘în çevirisi, Hadîkatü ’l-Mülûk, Hadîkatü ’l-Vüzerâ,<br />

Hulâsatü ’t-Tevârîh, Muhtasar Hümâyûn-nâme, Hüseyin Vâ‘iz’in Ahlâk’ının<br />

çevirisi, Sarı ‘Abdullâh’ın Nasîhatü ’l-Mülûk <strong>ve</strong> ‘Âlî’nin Mecâlisü ’l-Âdâb adlı<br />

eserlerinin özetleri. Dîvân’ı vardır. 99<br />

VAHYÎ güher-nisâr-ı nikât ü ma‘ârif ol<br />

Tanzîr-i şi‘r-i Tâ’ib-i gûyâya düşdi dil<br />

(G. 176/5)<br />

Rüstem: Sâm’ın torunu, Zâl’in oğlu. Sührab <strong>ve</strong> Feramurz’un babası. Bijen’in<br />

dedesidir. İran’ın efsanevî kahramanlarındandır. Klâsik şiirde atı <strong>ve</strong> hilesi ile anılır.<br />

Tasavvufta salikin iradesi olarak kullanılır.<br />

99<br />

İpekten, vd., Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü, s. 498-499.<br />

141


Sen ol yekke-süvâr-ı ‘arsa-i pehn-i şecâ‘atsüŋ<br />

Nigâhuŋ kabz-ı rûh-ı Rüstem ü İsfendyâr eyler<br />

(K. 6/31)<br />

(K. 4/61), (K. 7/59), (K. 9/17), (K. 10/14), (K. 25/4), (G. 196/2), (G. 202/5),<br />

(G. 233/4), (T. 15/2), (Muam. 27).<br />

Sa‘dî [ö. 1292]: Adı, Müşerrefüddîn b. Muslihuddîn ‘Abdullâhtır. Bilgin <strong>ve</strong><br />

soylu bir ailenin çocuğu olan Sa‘dî, ilk edebî <strong>ve</strong> dinî bilgilerini Şiraz’da aldıktan<br />

sonra Bağdat’a gitmiş <strong>ve</strong> eğitimini Nizamiye medreselerinde sürdürmüştür. Daha<br />

sonra otuz yıl kadar sürecek yolculuğa çıkmış <strong>ve</strong> Şiraz’a geri dönmüştür. Ömrünün<br />

son yıllarını riyazetle geçirmiştir. Hayatında elde ettiği şöhreti, ölümünden sonra da<br />

sürmüş <strong>ve</strong> Fars edebiyatının en büyük şairleri arasına girmiştir. Edebiyatta eseri<br />

Gülistân sık sık geçer. 100<br />

Sa‘dî-i ‘akl-ı pesin nüktemi tahrîr idemez<br />

Ser-te-ser olsa da evrâk-ı Gülistan kâğaz<br />

(G. 40/4)<br />

Sâ’ib-i Tebrîzî [1603-1676]: Hâkânî-i Şirvânî [1126-1199], Nizâmî-i Gencevî [ö.<br />

1214], Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî [1207-1273] <strong>ve</strong> Emîr Husrev-i Dehlevî [1253-1324] gibi<br />

yazdığı Farsça eserlerle İran edebiyatında birinci derecede yer edinen Türk asıllı<br />

şairlerden birisidir. Sâ’ib-i Tebrîzî, İran edebiyatında yeni bir üslûbun kurucusu<br />

olmasına karşın İran’dan ziyade Hindistan ile Türkiye’de ün salmıştır. Farsça<br />

şiirlerinin yanında Türkçe şiirleri de bulunan Sâ’ib, XVII. yüzyılın en önemli<br />

şairlerindendir. 101<br />

100<br />

101<br />

Eger şeh-bâz-ı tab‘um ‘âleme açsa per-i i‘câz<br />

Hezâran Sâ’ib ü ‘Urfî vü Hassânı şikâr eyler<br />

(K. 6/12)<br />

Şirazlı Şeyh Sa‘dî, Gül Suyu Gülistan Tercümesi, Türkçesi: Niğdeli Hakkı Eroğlu,<br />

Hazırlayanlar: Doç. Dr. Azmi Bilgin, Yard. Doç. Dr. Mustafa Çiçekler, İstanbul, Ötüken<br />

Neşriyat Yayın Nu: 473 <strong>Kültür</strong> Serisi 190, 2000, s. 13-16.<br />

Ahmet Kartal, “Sâ’ib-i Tebrîzî <strong>ve</strong> Türkçe Şiirleri”, Türk <strong>Kültür</strong>ü İncelemeleri Dergisi, S.<br />

7, 2002, s. 209-210.<br />

142


(K. 2/17), (K. 4/16), (K. 11/15).<br />

Sâm: Nerîmân’ın oğlu, Zâl’in babası, Rüstem’in dedesi. Adı ilk kez<br />

Feridun’un torunu Minuçihr tahta çıkınca anılmıştır. Klâsik şiirde kahramanlık<br />

sembolü olarak kullanılır. Şiirlerde çoklukla Nerîmân ile birlikte kullanılmaktadır.<br />

(G. 198/4).<br />

Rezmgâh-ı heybetinde na‘rasın gûş eylese<br />

Tâ ebed medhûş ola Sâm u Nerîmân-ı kerem<br />

(K. 34/21)<br />

Selîm-i Tehrânî [ö. 1645]: İran şairlerinden olup Tahran’da yaşamıştır.<br />

Mürettep Dîvân’ı <strong>ve</strong> mütâbayâta dair bir mesnevîsi vardır. Hindistan’da ölmüş,<br />

Evrengabat’ta toprağa <strong>ve</strong>rilmiştir.<br />

Fikr-i tab‘um Selîmüm itse selîm<br />

Suhanı çâre-sâz-ı ‘illet olur<br />

(K. 4/17)<br />

Şehdî [ö. 1732]: Antakya’da doğdu. Asıl adı Mustafâdır. Öğrenim gördü.<br />

İstanbul’a gelip bazı <strong>ve</strong>zirlere kâtiplik yaptı. Sonra divan hocası oldu. Eyüp’te öldü.<br />

Mezarı buradadır. Döneminde tanınmış bir şairdi. Türkçe, Farsça şiirleri <strong>ve</strong> lügazları<br />

vardır. Dîvân sahibidir. 102<br />

Olursa VAHYÎyâ hâtır-pesendi<br />

Bu ‘akdi hall ider ŞEHDÎ EFENDİ<br />

(L. 23/5)<br />

Şehrî Çelebi: 255. gazel kendisine naziredir. Kimliği hakkında her hangi bir<br />

ipucu ile karşılaşılmadı.<br />

VAHYÎ-i nâdire-gû pâye-i i‘câz üzre<br />

Nazm-ı ŞEHRÎ ile bu şi‘ri heman şöyl’itdi<br />

(G. 255/7)<br />

143


Tâlib [ö. 1619]: Âmül şehrinden olup Hindistan’a göçle Ekber Şâhın <strong>ve</strong><br />

Cihângîr’den övgüler almış <strong>ve</strong> kendisine melikü ’ş-şu‘arâ unvanı <strong>ve</strong>rilmiştir. Yüz<br />

yaşın üzerindeyken Keşmir’de ölmüştür. On dört bin beyit tutarında Dîvân’ı<br />

vardır. 103<br />

(K. 3/13).<br />

Bir sehvüme nâ’il olsa Tâlib<br />

Dahı niye olur idi tâlib<br />

(K. 2/18)<br />

Tatar: Türklerden bir koldur. Edebiyatta ‘akıncı, çapulcu, zalim <strong>ve</strong> ulak’<br />

yerinde kullanılmıştır. Gözün kan içicilik vasfı <strong>ve</strong> edebî gelenekte Türk <strong>ve</strong> Moğol<br />

ırkının kan dökücülük <strong>ve</strong> iyi ok atıcılık sembolü oluşu sebebiyle gamzenin Tatar’a<br />

benzetilmesi dikkat çekicidir. Nâfe de daha çok Tatar sözcüğü ile birlikte anılır.<br />

Bunun sebebi ise, miskin Anadolu’ya Tatarlar tarafından <strong>ve</strong> uzak diyarlardan<br />

getirilmesidir.<br />

Ser-i rehüŋde olaydı eger ğubâr-âlûd<br />

Gelürdi bûy-ı bekâ nâf-ı müşg-i Tatara<br />

(K. 11/41)<br />

‘Urfî-i Şîrâzî [1555-1591]: İranlıdır. Babası Şiraz’ın tanınmış şahsiyetlerinden<br />

olduğu için ‘Urfî bunu sık sık şiirlerinde dile getirmiş <strong>ve</strong> soyunun şeref <strong>ve</strong> asaletiyle<br />

övünmüştür. Gençliğinde Seydî mahlâsını kullanmıştır. Mahlâsı, şer’î <strong>ve</strong> örfî<br />

kanunlara bağlı işlerle uğraşan babasının meşguliyeti ile ilgiliydi. 1591’de Lahur’da<br />

gömülmüştür. Kuv<strong>ve</strong>tli edası, yeni <strong>ve</strong> kendisine özgü ifadeleri, manzumelerindeki<br />

anlam bütünlüğü, mecaz <strong>ve</strong> teşbihlerindeki canlılık <strong>ve</strong> yenilik şiirinin belirgin<br />

özelliklerindendir. 104<br />

102<br />

103<br />

104<br />

İpekten, vd., Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü, s. 471.<br />

Şemsettin Sâmi, Kâmûsu ’l-A‘lâm, C. IV, s. 2988.<br />

Neşâtî, Şerh-i Müşkilât-ı Ba‘z-ı Ebyât-ı ‘Urfî, Hazırlayanlar: Dr. Süleyman Çaldak, Dr.<br />

Kâzım Yoldaş, Malatya, Kubbealtı Yayıncılık, 2000, s. 9-10.<br />

144


Bir nüktemi fehm eylese feyzinden olurdı<br />

Fevvâre-i hikmet kalem-i ‘Urfî-i dânâ<br />

(K. 4/15), (K. 6/12), (K. 10/18), (K. 11/16).<br />

(K. 3/14)<br />

Ye’cûc-Me’cûc: Nûh’un oğlu Yâfes’in çocuklarından iki kabilenin babası iki<br />

kardeşlerdir ki çevreye dağıldıklarından bu adı almışlardır. Ye’cûc de vaktiyle<br />

Çin’de oturan Hun taifesinden Yakut, Yakuç büyük kabilesi adından <strong>ve</strong> Me’cûc’un<br />

Mançu kabilesi adından muarreb olabilir. Klâsik şiirde, umumiyetle Çinlilerin yaptığı<br />

Çin Seddi’ni, İskender’in Türklerin saldırılarını engellemek için yaptığı düşünülür. 105<br />

Çekdi yed-i ‘atâ ile İskender-i <strong>ve</strong>fâ<br />

Ye’cûc-ı derd-i fürkate sedd-i sedîd-i ‘îd<br />

(G. 35/2)<br />

Zâl: Şehnâme kahramanlarından Rüstem’in babası, Sâm’ın oğlu, Nerîmân’ın<br />

torunu. Ok atması <strong>ve</strong> taşıdığı oklarla ünlenen bir kahramandır. Klâsik şiirde, çoklukla<br />

sözcük anlamları itibarıyla kullanılır <strong>ve</strong> çeşitli mazmunlara kaynaklık eder. Burhân’a<br />

göre, “koca, ihtiyar <strong>ve</strong> ak sakallı anlamınadır. Anadan doğdukda kirpiği, kaşı <strong>ve</strong> başı,<br />

tüyü beyaz olmağla Zâl ile tesmiye olundu.” denmektedir.<br />

Ç. Sosyal Hayat<br />

Zâl-i çarhı havza ser-bâzîçe-i etfâl ider<br />

Böyle hem-meşreb-kün-i pîr ü cüvandur kaplıca<br />

(G. 223/3)<br />

Bu devir metinlerinde gerçekten de bütün çıplaklığıyla âdet <strong>ve</strong> gelenekler,<br />

gündelik hayatta kullanılan alet <strong>ve</strong> edevat, inançlar, insanların sahip oldukları batıl<br />

inançlar, tabiat yahut günlük hayattan manzaralar, müspet bilimler, türlü ruh hâlleri<br />

vb. pek çok tezahür, edebiyatın içinde görüldüğü gibi işlenmekte <strong>ve</strong> edebiyat âdeta o<br />

devri yaşamaktadır.<br />

105<br />

Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong> İzahı, s. 435.<br />

145


Karakullukçı olsa kûyuŋa şeb<br />

Bir dil-ârâ-yı mâh-sûret olur<br />

(K. 4/74)<br />

Hz. Peygamberin övgüsünde sunulmuş kasidede, “Gece, senin mahallene<br />

karakullukçu olsa ay yüzlü bir sevgili olur.” biçiminde günümüzün Türkçesine<br />

aktarılabilecek beyitte, Karakullukçı hakkında PAKALIN [ö. 1972], şu bilgileri<br />

<strong>ve</strong>rmektedir:<br />

Acemi oğlanlarından yeniçeri ocağına yeni kaydedilenlerden oda hizmetlerinde<br />

kullanılanlara da bu ad <strong>ve</strong>rilirdi. Acemi oğlanlarından kapıya yeni çıkmış olanlara yani<br />

yeniçeri ocağına kaydedilenlere düzen akçası adıyla ikişer altın <strong>ve</strong>rilirdi. Bu yeni kimseler<br />

mensup oldukları odalarda karakullukçuluk ederler, yani oda hizmetine bakarlardı. Vazifeleri<br />

odalarını süpürmek, silmek, yaşlı yoldaşların <strong>ve</strong> odaya gelen misafirlerin ayakkabılarını<br />

temizlemek, yemek kaplarını yıkamak, odanın odununu yarmak, kandillerini yakmak,<br />

pazardan odanın levazımını tedarik etmek gibi şeylerdi. Her odada odanın kalabalık <strong>ve</strong> tenha<br />

oluşuna göre bir <strong>ve</strong> iki karakullukçu vardı. Ortaları kalabalık olan, kul kethüdasının odasında<br />

beş <strong>ve</strong> çavuş odasında dört karakullukçu bulunurdu. Kethüda <strong>ve</strong> çavuş karakullukçularının<br />

en yenisine karakullukçu onun alt yanında olanına pazara giden derlerdi. Yine bu iki bölükte<br />

pabuççu <strong>ve</strong> kandilci adlarıyla da karakullukçular vardı. Kethüda <strong>ve</strong> çavuş karakullukçularına<br />

aşçıbaşı nezaret ederdi. Bunlardan başka ocağa <strong>ve</strong>rilen acemilerden bir iki sefer de<br />

çorbacıların seyislik <strong>ve</strong> hasekilik gibi hizmetlerine bakarlardı. 106<br />

Pâyendâz, Hükümdarların geçecekleri yerlere saygı makamında döşenen,<br />

kumaş, çuha <strong>ve</strong> benzeri şeyler hakkında kullanılır bir tabirdir.<br />

106<br />

107<br />

‘Âşıkâne cânı pây-endâz idersem çok degül<br />

Ol perî yolında kim şâl-ı <strong>ve</strong>fâ ber-dûş ola 107<br />

(G. 227/2)<br />

Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri <strong>ve</strong> Terimleri Sözlüğü, C. II, İstanbul,<br />

Millî Eğitim <strong>Bakanlığı</strong> Yayınları: 2505, Bilim <strong>ve</strong> <strong>Kültür</strong> Eserleri Dizisi: 646, Sözlük Dizisi:<br />

2, 1993, s. 198.<br />

(K. 5/13), (K. 7/68), (G. 172/4).<br />

146


“Kendinden geçmişçesine, canı onun yoluna serersem çok bir şey yapmış<br />

olmam. Vefa şalı o peri gibi sevgili uğruna omuzda kalsın.” biçiminde günümüzün<br />

Türkçesine aktarılabilecek beyitte, bu geleneğe işaret edilmektedir.<br />

Ruhuŋ tulû‘ını mağribde gösterür hurşîd<br />

Hatuŋsa fitne-i âhir zamân-ı ‘âlemdür<br />

(K. 7/18)<br />

“Senin yanağın, güneşin doğuşunu batıda gösterir. Hatın ise âlemin ahir<br />

zaman fitnesidir.”<br />

Ahir zamandan kastedilen devr-i kamerdir. Bu durum, eskilerin astronomi<br />

inançları ile ilgili bir özelliktir. Güya dünyaya uzaklıklarına göre her gezegenin bin<br />

rakamı <strong>ve</strong> katlarıyla ölçülen yaşları vardır. Bunlardan, örneğin en üstte bulunan<br />

Zuhal yedi bin yıl yaşamıştır. Dünya’ya en yakın olan Ay ise bin yıllık bir ömre<br />

sahiptir <strong>ve</strong> şimdi onun zamanında bulunulduğundan kıyamete değin süren bu devreye<br />

devr-i kamer denmektedir. İnanışa göre kamer devri, fitnelerle dolu bir zamanı temsil<br />

etmektedir. Böyle bir inancın gelişmesine dolunayın insanlar <strong>ve</strong> canlılar üzerindeki<br />

olumsuz etkileri de sebep olabilir. Edebî metinlerde fitne sözcüğünün hemen daima<br />

büyü imajı ile birlikte geçmesi <strong>ve</strong> büyü yapmak için yazılan kâğıtların daha çok Ay,<br />

dolunay hâlinde iken yazılmasının bu işlerle uğraşanlarca gelenek hâline gelmesi<br />

düşünülecek olursa, beytin oluşturduğu çağrışım sahaları daha iyi anlaşılabilir.<br />

Beyitteki âhir zamân ibaresi aynı zamanda söz konusu güzelin dolunay gibi parlak<br />

yüzünü ima edecek biçimde kullanılmıştır. Bu durumda Ay üzerindeki siyah lekeler<br />

ile yüzde çıkan siyah tüyler arasındaki ilişkiyi de gözden uzak tutmamak gerekir.<br />

Bir dil ki Çâr-bâğ-ı ‘anâsırda ‘ışk ile<br />

Hem-bezm ü hem-mu‘âşeret ü hem-nişîndür<br />

(K. 8/7)<br />

“Bir gönül ki, dört unsurun bulunduğu Çarbağ’da aşk ile aynı mecliste yiyip<br />

içip oturup kalkmaktadır.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />

Çâr-bâğ hakkında ONAY [ö. 1956], şu bilgileri <strong>ve</strong>rmektedir:<br />

147


Çâr-bâğ: Dünya, gönül, anasırıerbaa; Isfahan’da bir sahada Safevî<br />

hükümdarlarına özgü büyük saraylar, geniş bahçeler vardı. Bugün harabeleri<br />

meydandadır. Bu bahçelerdeki havuzlar, mermer parmaklıklar, ağaçlar vaktiyle pek<br />

donanmış <strong>ve</strong> süslü olduğunu gösterir. Şehrin ortasından geçen nehrin üzerindeki<br />

köprüden biri 150 metre uzunluğunda 22 metre genişliğinde oldukça yüksek <strong>ve</strong> 25<br />

kemerli olup üstü örtülü, sağ <strong>ve</strong> solu yayalara, ortası arabalara özgü <strong>ve</strong> ünlü idi.<br />

Şehrin Afganlılar tarafından istilâsı sırasında harap olmuştur. Bu mamuriyet<br />

dolayısıyla Isfahan’a Nısf-ı cihân <strong>ve</strong> bu sahaya Çâr-bâğ denilmişti. 108<br />

Müşg-rîz-i sütûr-ı ma‘nîdür<br />

Gûyiyâ rîgdândur hâmem<br />

(K. 10/4)<br />

“Kalemim, sanki anlam satırlarının üzerine müşk yağdıran bir kum<br />

hokkasıdır.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, gündelik<br />

hayattan hat sanatı ile ilgili tabirler karşımıza çıkmaktadır.<br />

Kâğıt üzerine mürekkeple yazı yazıldıktan sonra şimdiki kurutma kâğıtlarının<br />

işini görmek <strong>ve</strong> mürekkebin dağılmasını önlemek için eskiden rîg denilen kum<br />

serperlerdi. Eski yazı takımları içinde bulunan <strong>ve</strong> adına rîgdân denilen hokkalardan<br />

serpilen bu rig tozunun içine yazılan yazının mevki <strong>ve</strong> değerine göre altın <strong>ve</strong> elmas<br />

tozları da ilâ<strong>ve</strong> edilirdi, bazı mektup <strong>ve</strong> fermanların son satırlarındaki yazıların<br />

böylece mürekkep kuruduktan sonra pırıl pırıl parlaması sağlanırdı.<br />

Giceler zâhir olan şu‘le-i kandîl degül<br />

Gülşen-i lutf-ı İlâhîde çırâğân oldı 109<br />

(K. 21/10)<br />

“Geceleri görünen kandil ışığı değil, İlâhî lütfun gül bahçesindeki şenliğidir.”<br />

biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, özellikle Lâle devrinde<br />

[1703-1730] yapılan şenliklerden söz edilmektedir.<br />

108<br />

109<br />

Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong> İzahı, s. 100.<br />

(K. 25/9).<br />

148


Çırâğân, ilkbaharda lâleler açıldığı zaman mehtaplı gecelerde çırâğân âlemi<br />

yapmak, III. Ahmed Hân [1703-1730] devrinde âdetti. Çiçek tarlaları <strong>ve</strong> lâleler arasına<br />

konulan renk renk fanuslu mumlar <strong>ve</strong> kandiller ile içine zeytinyağı konmuş <strong>ve</strong> bir<br />

fitil konarak ateşlenmiş midye <strong>ve</strong> yumurta kabukları tarlalar arasından geçen su<br />

arklarına bırakılır, kaplumbağaların sırtlarına mumlar dikilip yakılarak salı<strong>ve</strong>rilirdi.<br />

Bazen çiçekler, lâleler arasına saklanan inci, elmas <strong>ve</strong> akide şekerleri çırılçıplak genç<br />

cariyeler tarafından kapışılır, renk <strong>ve</strong> ışık içinde onların cil<strong>ve</strong> <strong>ve</strong> iş<strong>ve</strong>si temaşa<br />

olunurdu, işte bu âleme çırâğân derlerdi. 110<br />

Aynı zamanda, İran’da suçlu kimselerin baş <strong>ve</strong> gövdelerine yarıklar açarlar,<br />

buralara ucu yanan mumlar korlardı. Bu mumlar yanıp eridikçe yaraladığından suçlu<br />

çok ıstırap çekerdi. Bu işkenceye de çırâğân derlerdi.<br />

Fetîl-i zahm cism-i şerhadârumda münâsibdür<br />

Çırâğân itseler elbette zevk-i lâlezâr artar<br />

(G. 47/3)<br />

“Şerhalanmış bedenime yara fitili yakışır, çırağan etseler elbette lâleliğin<br />

zevki artar.” anlamındaki beyitte, bu durum uzaktan uzağa hatırlatılmaktadır.<br />

Sipâh-ı dey o kadar oldı ğâret-efken-i sayf<br />

Ki tîğ-ı reşk ile çâk itdi h v ân-ı yağmâyı<br />

(K. 32/4)<br />

“Kış askeri, yazın, öyle yağmalayıcısı oldu ki, kıskanma kılıcı ile çapulcu<br />

sofrasını darmadağın etti.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />

Osmanlılarda özellikle şenlik <strong>ve</strong> merasimlerde yemeğin bitiminden sonra sofradaki<br />

değerli kap kacak ne varsa tamamının ziyafete katılanlarca yağmalanması biçiminde<br />

yaygın olarak sürdürülen h v ân-ı yağmâ [=yağma sofrası] geleneğine işaret<br />

edilmektedir. 111<br />

110<br />

111<br />

Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong> İzahı, s. 110.<br />

Ahmet Atillâ Şentürk, Osmanlı Şiiri Antolojisi, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları: 1287, 1999,<br />

s. 179.<br />

149


Bu şi‘r-i tâzede tarh-ı tekellüf it VAHYÎ<br />

Ki sâf olup ola âyîne-i cihân-nümâ<br />

(G. 1/6)<br />

“Ey <strong>Vahyî</strong>, bu yeni şiirde külfeti bırak ki, senin şiirin sade olup dünyayı<br />

gösteren ayna olsun.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />

İskender’in aynasından söz edilmektedir: Âyîne-i gîtî-nümâ, ‘cihanı gösteren ayna’<br />

İskender’in aynası bu adla anılır. Söylentiye göre, bu ayna Aristo tarafından yapılmış<br />

<strong>ve</strong> İskenderiye şehrinde yüksek bir kuleye dikilmişti. Düşmanın geldiği, daha yüz<br />

milden fazla uzaklıkta iken, bu ayna aracılığı ile keşfolunurdu. 112<br />

tasavvufî anlamda kâmil insanın kalbinin saflığından kinayedir. 113<br />

da çağrıştıracak biçimde kurulmuştur.<br />

Kalbe gelse iŋledür âhum cihânı VAHYÎyâ<br />

Kârvân-ı pür-ceresdür fikr-i zülf-i dil-rubâ<br />

Bunun yanı sıra<br />

Beyit, iki anlamı<br />

(G. 2/7)<br />

“Ey <strong>Vahyî</strong>, kalpteki ahım, dünyayı inletir. Sevgilinin saçının düşüncesi<br />

çıngıraklı kervandır.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />

gündelik hayattan kervanlarda çıngırak bulunması hâdisesine işaret edilmektedir.<br />

PAKALIN, kervanlarda de<strong>ve</strong>lerin yedişer yedişer kafile hâlinde gitmelerini anlattıktan<br />

sonra, bu durumu şöylece izah eder:<br />

112<br />

113<br />

Onlar küçük parmak kalınlığında bir iple birbirlerine bağlanmışlardır. Bu ipin bir ucu önden<br />

giden de<strong>ve</strong>nin sağrısına bağlıdır. Öteki ucu ardından gelen de<strong>ve</strong>nin burun deliklerinden<br />

geçirilir. Bu ipin düğümlerini çözmek çok kolaydır. Çünkü önden giden de<strong>ve</strong> ürker <strong>ve</strong>ya<br />

kapaklanırsa arkadaki de<strong>ve</strong>nin rahatsız olmaması için bu düğüm hemen çözülebilir. Düğüm<br />

sıkı olsaydı böyle bir hâdise arkadaki de<strong>ve</strong>leri de sürükler <strong>ve</strong> düşürebilirdi. Yedi de<strong>ve</strong>lik<br />

katarın başında yürüyen de<strong>ve</strong>ci birinci de<strong>ve</strong>yi ipinden tutmak <strong>ve</strong> ipi omuzundan geçirmek<br />

suretiyle kendi katarını yönetir <strong>ve</strong> ötekilerin ardından geldiklerini öğrenebilir. Bunun için de<br />

Sinan Paşa, Tazarru’nâme, s. 347.<br />

Muhammed Ali Eşmeli, “İsmail Hakkı Bursavî’nin Muhammediye Şerhi Ferahu’r-Rûh II.<br />

C.”, İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Ana Bilim Dalı<br />

Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, 2001, s. 476.<br />

150


sonuncu de<strong>ve</strong>nin boynunda bir çıngırak asılıdır. De<strong>ve</strong>ci çıngırak sesini işitmeyecek olursa<br />

ipin boğumunun çözüldüğüne hükmederek katarını kontrol eder. 114<br />

O şâh-ı hüsne felek var-ısa gedâ geçinür<br />

Ki mihr ü mehle sunar rûz u şeb aŋa mir’ât<br />

(G. 16/7)<br />

“Felek, o güzellik padişahına galiba dilenci geçiniyor ki, gece <strong>ve</strong> gündüz<br />

güneş <strong>ve</strong> ayla ona ayna gösterir.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek<br />

beyitte, dilencilerin özellikle Kalenderilerin yolda gelip geçenlere ayna göstererek<br />

dilenmelerine işaret edilmektedir. 115<br />

Tabî‘at olsa kedernâk sînesin yâd it<br />

Küsûfda tutılur mihre VAHYÎyâ mir’ât<br />

(G. 16/11)<br />

“Ey <strong>Vahyî</strong>, tabiatı bulanık olsa da onun göğsünü hatırla, zira güneş<br />

tutulmasında güneşe ayna tutulur.”<br />

Burada eskilerin güneş tutulması sırasında güneşe ayna tutmaları inancına<br />

telmih vardır.<br />

Kebûterüŋ olamaz sûz-ı ‘ışka tâbı meger<br />

O şûha seyl-i sirişkümle gönderem kâğaz<br />

(G. 39/6)<br />

“Gü<strong>ve</strong>rcinin aşk yangınlığına gücü yetmez, meğer ki ben o sevgiliye gözyaşı<br />

selimle kâğıt gönedereyim.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek<br />

beyitte, eskilerin haber aracı olarak gü<strong>ve</strong>rcini kullanmalarından söz edilmektedir.<br />

114<br />

115<br />

Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri <strong>ve</strong> Terimleri Sözlüğü, C. II, s. 244-245.<br />

Tahir Olgun, Divan Edebiyatının Bazı Beyitlerinin İzahına Dair Edebî Mektuplar,<br />

Hazırlayan: Cemâl Kurnaz, Ankara, Akçağ Yayınları: 125 Kaynak Eserler: 15, 1995, s. 99.<br />

151


Böyle kalursa eger cevr ü cefâ-yı dil-rubâ<br />

Dûd-ı âhumdan cihan deryâ ile yek-reng olur 116<br />

(G. 81/5)<br />

“Sevgili eziyet etmeği sürdürürse bu gidişle, ahımın dumanından dünya,<br />

denizin rengini alır.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />

eskiden mavi rengin yas rengi olduğu anlaşılmaktadır. Mavi, İranlılarda, Türklerde<br />

<strong>ve</strong> Moğallarda yas rengidir. Mevlânâ [1207-1273], Şems [ö. 1247] öldükten sonra<br />

üzüntüsünü göstermek için mavi tülbent giymiştir. 117<br />

Levh-i âmed-şüd-i etfâl-i debistân-ı ğama<br />

Meşk-i âzâd yazar hâme-i zerkâr-ı emel<br />

(G. 174/5)<br />

“Emelin altın işlemeli kalemi, gam okulunun çocuklarının geldi gitti tahtasına<br />

tatil yazısı yazarlar.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, geldi<br />

gitti tahtasından söz edilmektedir.<br />

Eski mahalle mekteplerinde sınıf teşkilâtı olmayıp mektep yalnız bir<br />

öğretmen tarafından yönetildiği için bütün çocuklar büyük bir salonda toplanır, kız<br />

<strong>ve</strong> erkek çocukları ayrı ayrı otururlardı. Bu çocuklardan biri su içmek, abdest<br />

bozmak için derslikten çıkarken, kapı yanında asılı <strong>ve</strong> bir tarafında geldi, öbür<br />

tarafında gitti yazılı bir levhanın gitti yüzünü, dönünce de geldi tarafını çevirirdi. Bu<br />

tahtaya geldi gitti tahtası derlerdi. 118<br />

Aynı zamanda âzâd sözcüğünün eski mahalle mekteplerinde akşam<br />

paydosuna <strong>ve</strong> mübarek günlerde yapılan tatillere ad olduğu düşünülürse sözcüğün<br />

özenle seçildiği anlaşılır. 119<br />

116<br />

117<br />

118<br />

119<br />

(G. 126/1).<br />

Şerefeddin Yaltkaya, “Tarihte Renk”, Türkiyat Mecmuası, İstanbul, C. VII-VIII, 1942, s.<br />

46.<br />

Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong> İzahı, s. 173; Pakalın, Osmanlı Tarih<br />

Deyimleri <strong>ve</strong> Terimleri Sözlüğü, C. I, s. 661.<br />

Onay, age., s. 61.<br />

152


Gül-i gülzâr olurdı gül-şeker sûz-ı nevâsından<br />

Egerçi olmayaydı ‘andelîb-i zâr nâ-puhte<br />

(G. 239/3)<br />

“İnleyen bülbül, eğer olmamış olmasaydı, onun yanıp yakılmasından<br />

güllüğün gülü, gül tatlısı olurdu.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek<br />

beyitte, gündelik hayatın içinden olan yemek kültürü ile ilgili gül tatlısından söz<br />

edilmektedir.<br />

Gül-şeker (Gülbeşeker), reçele benzeyen bir ilâç olup çeşitli hastalıkların<br />

tedavisinde kullanılmıştır. Hâcı Paşa [ö. 1417] bunun imalini şöyle tarif eder: “Bir<br />

vakıyye balın kefini alalar <strong>ve</strong> on vakıyye gül yaprağını ona karuşduralar <strong>ve</strong> güneşde<br />

per<strong>ve</strong>rde edeler üç dört günde bir karışduralar elli gün güneşde tura ondan sonra<br />

kefi alınmış iki vakıyye bal ona katalar isti‘mâl edeler.” 120<br />

Bağladı fikr kâkül-i hûbâna hayf hayf<br />

Zencîre çekdiler dili dîvâneler gibi<br />

(G. 253/5)<br />

“Dil, sevgililerin kâkülüyle ilgili hayal kurdu da, yazık ki, onu deliler gibi<br />

zincire çektiler.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, eskiden<br />

delilerin ayağına altın <strong>ve</strong>ya gümüş zincir takılması hâdisesine işaret edilmektedir.<br />

Aynı zamanda dil sözcüğünün ‘esir’ anlamı da düşünülürse, eskiden savaştan sonra<br />

elde edilen esir <strong>ve</strong> kölelerin bir yerden bir yere sevk edilirken boyunlarından bir<br />

halka ile birbirlerine bağlanmaları geleneği de uzaktan uzağa hatırlatılmış olur.<br />

İncedür sarığı kalyoncı gibi<br />

Kavuğı çizmelerüŋ koncı gibi<br />

(L. 7/2)<br />

“Sarığı kalyoncu sarığı gibi incedir, kavuğu çizmelerin koncu gibidir.”<br />

biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, eskiden bahriyeli<br />

120<br />

Celâlüddin Hızır (Hacı Paşa), Müntahab-ı Şifâ I Giriş-Metin, Hazırlayan. Zafer Önler,<br />

Ankara, Atatürk <strong>Kültür</strong> Dil <strong>ve</strong> Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları: 559, 1990,<br />

s. 184.<br />

153


karşılığında kullanılmış olduğu anlaşılan kalyoncu terimi karşımıza çıkmaktadır.<br />

Divan şairinin iyi bir gözlemci olduğunu gösteren bu beyitten kalyoncu sarığının<br />

olduğu, hatta bunun ince olduğu anlaşılmaktadır. Kalyoncu, eskiden bahriyeli<br />

karşılığında kullanılmış olduğu anlaşılan bir tabirdir. Yelkenli büyük harp gemilerine<br />

kalyon denildiği için denizcilere bu ad <strong>ve</strong>rilmiştir. 121<br />

Nedür ol pâsbân-ı bî-fânûs<br />

Şeb-rev-i kûçe-gerd çün câsûs<br />

(L. 19/1)<br />

“Casus gibi sokağı dönen hırsız, o fanussuz bekçi kimdir?” biçiminde<br />

günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, sokağa çıkma yasağı ile ilgili bir<br />

hâdiseden söz edilmektedir.<br />

Eskiden bir çok ülkede olduğu gibi Osmanlılarda da geceleri gü<strong>ve</strong>nliği<br />

sağlamak için büyük şehirlerde belirli saatten sonra halkın sokağa çıkmasına izin<br />

<strong>ve</strong>rilmezdi. Bu âdet edebî eserlerde de yeri geldikçe türlü biçimlerde terennüm<br />

edilmiştir. Ahmed Paşa [ö. 1497]nın “Güzellik şehrinin bekçisi gönlümü zülfünde<br />

bulunca ‘Gece gezdin!’ diye onu asmak için ip hazırladı” anlamındaki şu beytinden<br />

de anlaşılacağı üzere bu suç bazı zamanlar ölümle dahi cezalandırılabiliyordu.<br />

‘Asesi hüsn ilinüŋ göŋlümi zülfüŋde bulup<br />

Gice gezdüŋ diyü asmağa yarakladı resen<br />

Ahmed Paşa (G. 237/4)<br />

Na’imâ Târîhi’nde IV. Murâd Hân [1623-1640]ın gece sokağa çıkma yasağını<br />

anlatan “Menkûldür ki Sultân Murâd ile şehr-i İstanbul’ı gezüp yatsudan soŋra<br />

fenersüz taşrada bir âdem buldukda bilâ-emân katl idüp...” 122<br />

ibaresi de bu cezayı<br />

pekiştirmektedir. Alman seyyah Hans DERNSCHWAM [1494-1568] bu yasağın bazen nasıl<br />

olursa olsun sokağa çıkmama biçiminde uygulandığını şöylece anlatır: “Geceleri<br />

saat 8’den sonra sokakta kim dolaşırsa dolaşsın yakalanıp kendisine yüz <strong>ve</strong>ya elli<br />

sopa attırılırdı. Duyduğumuza göre bu hususta hiç kimseye müsamaha gösterilmez,<br />

121<br />

Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri <strong>ve</strong> Terimleri Sözlüğü, C. II, s. 154.<br />

154


iltimas yapılmazdı. Her hangi bir kimse komşusuna kızgın <strong>ve</strong>ya düşman ise gidip onu<br />

sokağa çıkıyor diye ihbar ediyor. Bütün yeniçerilerin başı olan yeniçeri ağası ise her<br />

gece kalabalık bir ekiple şehri bizzat dolaşıyor...” 123<br />

Yine edebî metinlerden<br />

anlaşıldığına göre gece sokağa çıkma yasağı zaman zaman fenersiz sokağa çıkma<br />

yasağı biçiminde hafifletilmekte, yahut belirli bir saate kadar sokakta fenerle<br />

dolaşmağa izin <strong>ve</strong>rilmesi şeklinde sürdürülmekteydi. Nitekim Mesîhî [ö. 1512]’nin şu<br />

beytinde sevgilinin mum gibi etrafa ışık saçacak parlaklıktaki yüzü üzerindeki saçı,<br />

eteği altında fener taşıyan bir hırsıza benzetilmektedir.<br />

San çârsû-yı hüsnde tarrâr-ı zülf-i dost<br />

Bir oğrıdur ki dâmeni altında var şem‘<br />

Mesihî (G. 115/3)<br />

Bu beyitten anlaşılıyor ki, gece fenersiz sokağa çıkma yasağından korkan<br />

hırsız vb. bazı kötü niyetli kimseler kendilerini gizlemek için fenerlerini etekleri<br />

altında saklayarak işlerini görmeğe çalışıyorlardı. Bunlar gü<strong>ve</strong>nliği sağlayan bekçi,<br />

ases vb. bir kimseyle karşılaştığında ise feneri eteğinin altından çıkartarak her hangi<br />

bir vatandaş gibi yolunda yürüyeceklerdir. 124<br />

Kiminüŋ boğazına ip takılur<br />

Kimi âteşlere yanar yakılur<br />

(L. 30/12)<br />

“Kiminin boğazına ip takılır, kimi ateşlere yanar yakılır.” Beyitte, Osmanlı<br />

Devleti uyruğunda haraç <strong>ve</strong>ren zimmîlerle ilgili bir geleneğe işaret edilmektedir.<br />

Boğazı ipli, boynu ipli, ‘alçak, aşağılık’ anlamındadır. Bir suç karşılığı<br />

cezalının boynuna bir ip takılıyor <strong>ve</strong> köle için de boynu bağlı ifadesi kullanılıyordu.<br />

Eskiden zimmîlere çok kötü muamele edilirdi. Bunlar yakalarına yapışıp kendilerine<br />

122<br />

123<br />

124<br />

Mustafa Nâ’imâ, Ravzatü ’l-Hüseyn fî Hulâsati Ahbâri ’l-Hafikayn, İstanbul, C. III, 1282<br />

[1865], s. 170.<br />

Hans Dernschwam, İstanbul <strong>ve</strong> Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, Çev: Prof. Dr. Yaşar Önen,<br />

Ankara, <strong>Kültür</strong> <strong>Bakanlığı</strong> Yayınları/885 Dünya Edebiyatı Dizisi/5, 2 1992, s. 164.<br />

Şentürk, Necâtî Beğ’in Sultan Beyazıt Methiyesi <strong>ve</strong> Bazı Gazelleri Hakkında Notlar, s.<br />

104-105.<br />

155


korkmadan “Kâfir, cizyeni öde! diye bağıran müslüman tahsildarlarla karşı karşıya<br />

gelirlerdi. Onlara cizyelerini ödetince tahsildarlar zimmîlerin boyunlarına ucu kurşun<br />

mühürlü bir sicim geçirirlerdi. Bu, adamın cizyeyi ödediğini gösterirdi. 125<br />

Kimisi tomruğa urılur anuŋ<br />

Kimisi de işe sürilür anuŋ<br />

(L. 30/14)<br />

“Onlardan kimisi tomruğa vurulur, kimisi de işte çalıştırılır.” biçiminde<br />

günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, eski işkence yöntemlerinden söz<br />

edilmektedir.<br />

Tomruğa vurmak, suçluları söyletmek için tomruk denilen işkence aletine<br />

konulma yerinde kullanılır bir tabirdir. Tomruk, mutlak yönetimlerde kullanılan<br />

işkence aletlerinden birinin adıdır. Eski zamanlarda suçluların ayaklarına geçirilen<br />

kütük suretinde tarif edilmiştir. Vaktiyle hükûmet konaklarının cümle kapıları<br />

arkasında duran tomruk dört-beş metre uzunluğunda, kırk-elli santim kutrunda ağaç<br />

bir kütükten ibaretti. Boylu boyunca ortasından ayrılmış olan bu kütüğün bir başı,<br />

açılır kapanır Vida ile tutturulduğu gibi kilitlenmeğe el<strong>ve</strong>rişli surette yapılırdı.<br />

Büyüklü küçüklü sekiz-on çift ayak yeri açılırdı. Kaçmaları olası suçluların o<br />

ağaçtaki deliklerden hangisi baldırına uyarsa ayakları oraya sokulup kilitlenirdi.<br />

Tomruğa vurulanların yatması, kalkması, uyuması, abdest bozması hep tomrukta<br />

geçerdi. Tomruğun daha kötü olan bir çeşidi de vardı. O türlü tomruklarda ağaç<br />

yalnız ayağı değil bütün vücuda sığacak biçimde oyuktu. Bu tomruğa vurulan<br />

suçlunun yalnız başı dışarda kalırdı. Suçunu söyleyinceye değin bu durumda kalır, bu<br />

ölüm cenderesinden ancak itirafta bulunmakla yakayı kurtarabilirdi. 126<br />

125<br />

126<br />

127<br />

Ey meh-i evc-i derun sanma meh-i nev<br />

Hasretüŋ-ile felek hancere düşmiş 127<br />

(G. 137/2)<br />

Ali Mazaherî, Ortaçağda Müslümanların Yaşayışları, Çev. Doç. Dr. Bahriye Üçok,<br />

İstanbul, Varlık Yayınları, sayı: 1706, Faydalı <strong>Kitap</strong>lar: 132, 1972, s. 152.<br />

Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri <strong>ve</strong> Terimleri Sözlüğü, C. III, s. 511.<br />

(G. 254/2).<br />

156


“Ey yürek göğünün ayı! Dolunay sanma, felek senin hasretinle hançere<br />

düşmüştür.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte eskilerin<br />

hancere düşmek diye tabir ettiği bir intihar biçimiyle karşılaşılmaktadır.<br />

hancere düşmek: Kama, bıçak, hançer gibi ucu sivri, keskin bir aleti kalp<br />

üstüne dayayıp hızla yere atılmağa <strong>ve</strong> bu suretle hançer göğüsten girip arkadan<br />

çıkarak intihar etmeğe vaktiyle hancere düşmek derlermiş. 128<br />

Hz. Peygamberin vasfında sunulan kasidede, Hz. Peygamberi övmenin değil,<br />

övmek düşüncesinin, kirli gönlü, cilâlı ayna hâline getirdiği ifade edilen beyitte,<br />

eskiden çelik, gümüş <strong>ve</strong>ya tunçtan yapılan aynaların rutubet etkisiyle paslandığı için<br />

cilâlanmasına işaret edilmektedir.<br />

Saykal-keş olup pertev-i endîşe-i vasfı<br />

İtdi dil-i pür-jengümi mir’ât-ı mücellâ<br />

(K. 3/21)<br />

“Seni övme düşüncesinin parlaklığı, cilâcı olup paslı gönlümü cilâlı ayna<br />

hâline getirdi.”<br />

Gamzenin alıcı kuşa benzetildiği beyitte, eski avlanma usulleri hakkında<br />

ipuçları vardır.<br />

Nigâh-ı ‘ışk-meniş-i bâz-ı ğamze der-bâzû<br />

Fezâ-yı ‘ışkda murğ-ı dili şikâra çıkar<br />

(G. 44/3)<br />

“Pazıdaki gamze doğanının aşk yaratılışlı bakışı, aşk göğünde gönül kuşunu<br />

avlamağa çıkar.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, eski<br />

avlanma usullerinden birisi hatırlatılmıştır. Av belletilen doğan kuşunun bir ayağına<br />

halka takarlar <strong>ve</strong> bu halkayı sağ baş parmaklarına geçirirler, böylece doğanı, ellerini<br />

yumarak yumruklarının üstünde gezdirirlerdi. Doğanın, şuraya buraya dalmaması<br />

için başına, üsküf denilen küçük bir külâh geçirirler <strong>ve</strong> bu külâhla gözlerini<br />

128<br />

Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong> İzahı, s. 190.<br />

157


örterlerdi. Av görününce üsküfü çıkarıp avı gösterirler ayağındaki halkayı da çıkarıp<br />

salı<strong>ve</strong>rirlerdi. 129<br />

D. Başlıca İşlenen Konular<br />

Dîvân’da işlenen kimi konular sıklıklarına göre tespit edilmiştir. Bu konular<br />

klâsik şiirin içtimaî hayattan kopuk olmadığını gösterir niteliktedir.<br />

1. Aşk<br />

Klâsik şiirin en önemli temalarından birisi aşktır. Mutlak hakikat olan Allah’a<br />

varmak için akıl <strong>ve</strong> aşk iki ayrı yoldur. Akıl, medresenin; aşk tarikat erbabının yani<br />

mutasavvıfların yoludur. Divan şairleri mutlak hakikate varmak için ikinci yolu yani<br />

aşk yolunu yeğlerler. Aşk yolunda daha ilk adımda başı <strong>ve</strong>rmek gerekir. Akıl, gönlü<br />

aşktan ayırmak ister, gönül ise aklı bir yana bırakır <strong>ve</strong> aşkı gözetir. Akıl tecrübe<br />

sahibi bir pirdir, âşık bir meczuptur. 130<br />

Ahsen-i takvîm yani en güzel biçimde yaratılmış kişioğlunun cinsilâtifi, hanım<br />

güzelliği, klâsik şiirde dikkat çekici bir öneme sahiptir. Her türlü güzellikten, insan,<br />

tabiat, arkadaş, âlim, şehzade, sultan, düşünce, anlam, şiir, din büyükleri, Hz.<br />

Peygamber hatta Yaratıcı Hak’tan söz ederken hanım güzelliğine ait unsur <strong>ve</strong><br />

benzetmelerden yararlanılır. Çünkü İslâm dünyasında milâdî XI. yüzyıla kadar şiirde<br />

umumî olarak hakim olan maddî hayatın yansıtılması anlayışı, yerini hızlı bir<br />

biçimde manevî güzelliklerin <strong>ve</strong> hayal âlemindeki duyuşların terennüm edildiği bir<br />

zevk <strong>ve</strong> anlayışa terk etti. Artık görülen <strong>ve</strong> erişilen güzel, kavuşulan değil hatta<br />

görülmeyen bir sırra büründü. Görülen dünyadan alınan özellikler <strong>ve</strong> sıfatlar ölünce<br />

kavuşulabilecek aranan güzele, şâhid-i maksûda <strong>ve</strong>rildi. Dolayısıyla öbür şiirler gibi<br />

övgü, tebrik, hikâye <strong>ve</strong> dinî konulu manzumeler hatta mersiyeler hanımlara ait<br />

zarafet, incelik <strong>ve</strong> güzellik unsurlarıyla doldu. Şiirin bu yönünü örnekleriyle ele<br />

almak ayrı bir çalışma konusudur <strong>ve</strong> klâsik şiirin bu özelliği, değerlendirmelerde<br />

129<br />

130<br />

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Dîvân-ı Kebîr, Hazırlayan: Abdülbâkî Gölpınarlı, C. 1,<br />

İstanbul, 1957, s. 442.<br />

Dr. Mehmed Çavuşoğlu, Necâti Bey Dîvânı’nın Tahlili, İstanbul, Millî Eğitim Basımevi,<br />

1971, s. 52.<br />

158


etkin bir yere sahiptir. Bu nedenlerle klâsik şiirde insan güzelliğine özen göstermek<br />

geleneğe ait bir anlayış gereğidir. 131<br />

Dîvân’da ‘âşık redifli bir gazel (G. 155) ‘aşk redifli iki gazel (G. 156), (G. 157)<br />

bulunmaktadır. Aşk konusu yalnızca bu üç gazelde işlenmemiştir. Dîvân’ın bütününe<br />

hakimdir.<br />

Dîvân’da aşkla ilgili beyitlerin bir kısmı günümüz Türkçesiyle birlikte<br />

aşağıya çıkarılmıştır:<br />

gönle bakar.”<br />

‘Işk ile tâ ki kevn ü mekân feyz-yâb olup<br />

Hubb u vidâd ‘âşıka hablü ’l-metîndür<br />

(K. 8/59)<br />

“Aşk ile kâinat bereketleninceye kadar âşıka sevgi <strong>ve</strong> aşk, sağlam bir iptir.”<br />

‘Işk kim genc-i câvidânîdür<br />

‘Âşık-ı zâra rûh-ı sânîdür<br />

“Aşk, sonsuz bir hazinedir. İnleyen âşık için şaraptır.”<br />

Hazer hazer o siyeh-mest-i ‘ışk hışmından<br />

Ne kalb-i zâra bakar ne derûn-ı efkâra<br />

(K. 9/1)<br />

(K. 11/24)<br />

“Aşk sarhoşluğunun hışmından sakının. O, ne inleyen kalbe ne de efkârlı<br />

Ey nigâh-ı hışmı ‘uşşâk-ı figâra zehr-i ‘ışk<br />

V’ey dehân-ı hande-rîzi hurde-i pâ-zehr-i ‘ışk<br />

(G. 157/1)<br />

“Ey öfke bakışı, inleyen âşıklara aşk zehri olan <strong>ve</strong> ey gülücükler saçan ağzı,<br />

aşk panzehirinin kırıntısı olan sevgili.”<br />

131<br />

Prof. Dr. Adnan Karaismailoğlu, Klâsik Dönem Türk Şiiri İncelemeleri, Ankara, Akçağ<br />

159


2. Kavuşma (Vuslat)<br />

Dîvân’da en çok işlenen konulardan birisi de vuslattır. Âşıklar, vuslat için<br />

çeşitli sıkıntılara katlanırlar; ancak vuslat çoklukla istenen bir durum gibi görünse de<br />

gerçekleşmez. Aşağıdaki beyitte, vuslat he<strong>ve</strong>sinin gerçekleşme zamanı<br />

sorulmaktadır.<br />

Ey şem‘-i şeb-ârâ-yı ğam olan dil-i şeydâ<br />

Tâ key he<strong>ve</strong>s-i vuslat-ı dildâr-ı temennâ<br />

(K. 3/1)<br />

“Ey gam gecesinin mumunu süsleyen çılgın gönül! Sevgiliye kavuşma he<strong>ve</strong>si<br />

ne zaman gerçekleşecek?”<br />

Bazen de âşık, sevgiliye kavuşup kucaklamayı değil de yalnızca onun yüzünü<br />

hayal etmeyi ister.<br />

Dil-i âşüfte kim dâ’im hayâl-i rûy-ı yâr eyler<br />

Ne fikr-i vasl u ne endîşe-i bûs u kinâr eyler<br />

(K. 6/1)<br />

“Meftun gönülde ne sevgiliye kavuşma fikri ne de onu öpüp kucaklama<br />

endişesi vardır, o sürekli sevgilinin yüzünü hayal etmek ister.”<br />

Aşağıdaki beyitte, âşıkın vuslatın gerçekleşmesi için vücudunu sevgilinin<br />

ayağının toprağı hâline getirdiğinden söz edilmektedir.<br />

Sadâkatle vücûdın hâk-i pây-ı yâr iden merdüŋ<br />

Derûnından nice fikr-i dem-i vuslat güzâr eyler<br />

(K. 6/2)<br />

“Sadakatle bedenini sevgilinin ayağının toprağı eden kişinin içinden, çoğu<br />

kez kavuşma zamanının düşüncesi geçer.”<br />

Yayınları / 375 Kaynak Eserler / 105, 2001, s. 91.<br />

160


Gerçek sevgiliye kavuşmanın ifade edildiği beyitte, âşnâ sözcüğünün<br />

‘yüzücü’ anlamını da çağrıştıracak biçimde kullanıldığı görülmektedir.<br />

Keştî-i dil tâbe-key gird-âb-ı gird-i hecr ola<br />

Vuslatuŋla âşnâ kıl yâ Resûla ’llâh meded<br />

(K. 17/3)<br />

“Ey Allah’ın resulü! Gönül gemisi ne zamana kadar ayrılık girdabında dönüp<br />

duracak, vuslatınla bizi tanıştır artık?”<br />

‘İlm-i visâlüŋ bir fasldur lîk<br />

Hecrüŋde ğâyet çokdur mebâhis<br />

“Kavuşma ilmin bir bölümdür; ancak ayrılık konusunda bahisler çoktur.”<br />

Vuslatın kumaşa benzetildiği beyit ilginçtir.<br />

Dağıdan nukûd-ı eşki ala kâle-i visâlüŋ<br />

Bu ne sûk-ı bû ’l-‘acebdür zarar âb u sûdı âteş<br />

(G. 21/7)<br />

(G. 126/3)<br />

“Gözyaşı akçasını dağıtan senin vuslat kumaşını alsın. Bu, zararı su yararı<br />

ateş olan çok garip bir çarşıdır.”<br />

3. Ayrılık (Gurbet)<br />

Dîvân’da en çok işlenen konulardan birisi de ayrılık <strong>ve</strong> gurbettir. Bu ayrılık<br />

kimi zaman sevgiliden ayrı olmaktan doğan şikâyete dönüştüğü gibi kimi zaman da<br />

gerçek sevgiliden ayrı olmaktan doğan şikâyete dönüşür.<br />

Hayâl-i rûy-ı visâl ile dil ki gülşen idi<br />

Hücûm-ı şerha-i fürkatle lâlezâr oldı<br />

(K. 12/21)<br />

“Gönül, kavuşma yüzünün hayaliyle bir gül bahçesiyken ayrılık şerhasının<br />

hücumuyla bir lâle bahçesi hâline geldi.”<br />

161


Ayrılığın ateşe benzetildiği beyitte, sevgili hakikî sevgili olan Hz.<br />

Peygamberdir.<br />

‘Aceb mi rûzgâr el virse yüz sürsem o dergâha<br />

Beni hâkister itdi nâr-ı fürkat yâ Resûla ’llâh<br />

(K. 20/5)<br />

“Ey Allah’ın resulü! Rüzgâr fırsat <strong>ve</strong>rse de eşiğine yüz sürsem buna şaşılır<br />

mı? Ayrılık ateşi beni kül etti.”<br />

İtme amân çeşmümi gird-âb-ı eşk-i hecr<br />

Ey mevc-i hüsni mestî-i ârâmdan cüdâ<br />

(G. 3/6)<br />

“Ey güzellik dalgası, aman gözümü rahatlık sarhoşluğundan ayırma, aman<br />

gözümü ayrılık gözyaşının girdabı etme!”<br />

Ey tabîb-i dil devâ-perdâz-ı derd-i fürkat ol<br />

Yohsa zahm-ı tîğ-ı çeşmüŋ kâbil-i bih-bûddur<br />

(G. 70/3)<br />

“Ey gönül doktoru, ayrılık derdinin ilâcı ol, yoksa (senin) göz kılıcının<br />

yarasının iyileşmesi imkânsızdır.”<br />

Şeb-i firâkda târîk-i ye’s yok zîrâ<br />

Göŋülde fikr-i ruhuŋ bir meh-i münev<strong>ve</strong>rdür<br />

(G. 98/3)<br />

“Ayrılık gecesinde ümitsizliğin karanlığı yoktur; zira gönülde senin yanağını<br />

düşünmek bana parlak bir ay gibi gelir.”<br />

Zahm-ı hûn-âlûd kim cism-i dil-i zârumdadur<br />

Şîşe-i billûra konmış sanki kâl-i fürkatüŋ<br />

(G. 173/2)<br />

“Kana bulanmış yara, ayrılık çiçeğinin billûr şişeye konması gibi inleyen<br />

gönül bedenimdedir.”<br />

162


4. Şarap<br />

Şarap, şiirde kendinden geçmenin, sarhoş olmanın sembolü olarak geçer.<br />

Dîvân’da şarap çoklukla ‘aşk, la‘l, leb, göŋül, ruh gibi sözcüklerin benzetileni<br />

olmuştur. Tasavvufî anlamda ise şarap, İlâhî aşktır. Dîvân’da 9. gazel şarâb<br />

rediflidir.<br />

Aşkın şaraba benzetildiği aşağıdaki beyitte, aşkın tükenmez bir hazine olduğu<br />

belirtilmektedir.<br />

‘Işk kim genc-i câvidânîdür<br />

‘Âşık-ı zâra rûh-ı sânîdür<br />

“Aşk, sonsuz bir hazinedir. İnleyen âşık için şaraptır.”<br />

(K. 9/1)<br />

Şarabın kişileştirildiği beyitte, kadehin, sevgilinin dudağını şaraptan önce<br />

öpmesine şarabın kırıldığı söylenmektedir.<br />

Takaddüm itdi aŋa bûs-ı la‘l-i dil-berde<br />

‘Aceb mi sâğara eylerse inkisârı şarâb<br />

(G. 9/3)<br />

“Kadeh, sevgilinin la‘l gibi kırmızı dudağını öpmede, şaraptan öne geçtiği<br />

için şarap, kadehe kırılırsa buna şaşılır mı?”<br />

Aşağıdaki beyitte yıllanmış şarabın insana daha keyif <strong>ve</strong>rdiği<br />

vurgulanmaktadır.<br />

Hayâl-i la‘li ‘ışk-efzâ olur dilde karâr itse<br />

Hum içre dursa çün keyf-i şarâb-ı la‘l-gûn artar<br />

(G. 46/4)<br />

“Küp içinde duran la‘l renkli şarabın keyfinin artması gibi onun dudağının<br />

hayali gönülde yer ettikçe aşk da artar.”<br />

163


Aşağıdaki beyitte, saf dudak <strong>ve</strong> kırmızı yanağı öpmek, şarap üstüne şarap<br />

içmek gibi düşünülmüştür.<br />

O dil ki bûs-ı ruh-ı al ü la‘l-i nâb ister<br />

O mestdür ki şarâb üstine şarâb ister<br />

(G. 63/1)<br />

“Saf dudağını <strong>ve</strong> kırmızı yanağını isteyen gönül, şarap üstüne şarap isteyen<br />

sarhoş gibidir.”<br />

Sevgilinin dudağındaki ter, Kevser şarabından daha değerlidir.<br />

Meyl itmez âftâba ruh-ı en<strong>ve</strong>rin gören<br />

Bakmaz şarâb-ı Kevsere la‘l-i terin gören<br />

(G. 209/1)<br />

“Onun parlak yüzünü gören, güneşe meyletmez, terli dudağını gören de<br />

Kevser şarabına bakmaz.”<br />

çekiyor.”<br />

Aşağıdaki beyitte şarap, İlâhî aşk yerindedir.<br />

Bir câmdan çeker ikisi bâde-i fenâ<br />

Biri niyâzda birisi nâzenîndür<br />

(K. 8/16)<br />

“Biri niyaz içerisinde birisi nazeninde olan iki kişi bir kadehten yokluk şarabı<br />

5. Tabiat<br />

Klâsik şiirde işlenen konulardan birisi de tabiattır. Divan şairinin<br />

gözlemciliğini, çevreye bakışını göstermesi bakımından bu bölüm önemlidir.<br />

Klâsik şiirde bahar kadar olmasa da kış tasvirleri de yapılmıştır.<br />

Saf ateşle sadık âşıkın karşılaştırıldığı beyitte, divan şairinin tabiata bakış<br />

açısı da dikkat çekicidir.<br />

164


görünmez.”<br />

yüz sürer.”<br />

Derûn-ı ‘âşık-ı sâdıkda âh nâ-peydâ<br />

Ki nâr-ı sâfda dûd-ı siyâh nâ-peydâ<br />

(G. 4/1)<br />

“Saf ateşte siyah dumanın görünmediği gibi sadık âşıkın içinde de ah<br />

Gûşe-i hatt-ı tâze kim zülf-i siyâha yüz sürer<br />

Sanki sehâb-pâredür hâle-i mâha yüz sürer<br />

(G. 62/1)<br />

“Taze hattın köşesi, bulut parçasının ay ağılına yüz sürmesi gibi siyah saçına<br />

Baharın gelmesiyle ırmak kenarlarının yeşillendiği <strong>ve</strong> böylelikle buraların<br />

güzelleştiği belirtilmektedir.<br />

güzel olur.”<br />

Zeyn itdi sebz-fâm çet[i]rler bu sâhayı<br />

Cûyuŋ kenârı hûb olur oldukda sebzezâr<br />

(G. 42/3)<br />

“Yeşil renkli çadırlar meydanı süslediler, yeşillik oldukça ırmağın kenarı<br />

Dîvân’da kış tasvirlerinin de olduğunu belirtmiştik. 32. kaside bir şitâiyyedir.<br />

Hoşâ ki itdi berîd-i sebük-rev-i sarsar<br />

Peyâm-ı berf ile leb-rîz deşt ü sahrâyı<br />

(K. 32/3)<br />

“Ne güzel ki, rüzgârın çabuk giden postacısı, bozkırı kar haberi ile doldurdu.”<br />

İstikbâl, eskiden uzak yoldan gelen kimseleri karşılamak için daha yolcu<br />

gelmeden önce yollara çıkıp bekleme geleneğine denirmiş. Aşağıdaki beyitte bu<br />

gelenek de hatırlatılmıştır.<br />

165


döşendi.”<br />

Çimende cûylar itdükde ‘azm-i istikbâl<br />

Reh-i şitâya döşendi harîr-i deryâyî<br />

(K. 32/5)<br />

“Çimende ırmaklar karşılamaya çıktıklarında, kış yoluna, denizden bir ipek<br />

Aşağıdaki beyitte, kar yığınlarının yüksekliği, üzerine çıkıldığında dünyayı<br />

seyredebilecek biçimde mübalâğalı olarak anlatılmıştır.<br />

O deŋlü tûde-i berf oldı ser-firâz u bülend<br />

Çıkılsa seyr ide âdem semâ-yı dünyâyı<br />

(K. 32/17)<br />

“Kar yığını o kadar yükseldi ki, insan üzerine çıksa gökyüzünü seyredebilir.”<br />

6. Bahar <strong>ve</strong> Nevruz<br />

Nevruzun başlangıcı güneşin hamel burcuna girdiği zamandır. Edebî<br />

eserlerde bahardan söz edilirken güneş, hamel <strong>ve</strong> nev-rûz birlikte anılır. Ayın hamel<br />

burcuna girmesi olumlu olarak yorumlanır. Bu zamanda bir işe başlamanın, sefere <strong>ve</strong><br />

ava gitmenin iyi olacağına inanılır.<br />

Dîvân’da 28. kaside bir bahâriyyedir. Bahar, burada zerger, ser<strong>ve</strong>r, leşger,<br />

da‘<strong>ve</strong>tger, duhter, şîr-i ner, suhan-per<strong>ve</strong>r <strong>ve</strong> micmerin benzetileni durumundadır.<br />

etti.”<br />

Hıfz itmege sihâm-ı şitâdan vücûdını<br />

Berg-i çenârı itdi siper ser<strong>ve</strong>r-i bahâr<br />

(K. 28/4)<br />

“Bahar ser<strong>ve</strong>ri, kış oklarından bedenini korumak için çınar yaprağını siper<br />

Düzd-i harîf-i berg-rubâyı şikâr içün<br />

Gönderdi bâğa şâh-ı çimen leşger-i bahâr<br />

(K. 28/5)<br />

166


“Çimen padişahı, yaprak kapan sonbahar hırsızını avlamak için bağa bahar<br />

askerini gönderdi.”<br />

etti.”<br />

Mazmûnı gül hatı çimen elfâzı yâsemen<br />

Tarh-ı kasîde itdi suhan-per<strong>ve</strong>r-i bahâr<br />

(K. 28/7)<br />

“Bahar şairi, mazmunu gül, hatı çimen, sözleri yasemin olan bir kaside tertip<br />

Tertîb-i sûr idüp kamu ezhârı gülşenüŋ<br />

Varmış ‘arûs bâğa bu şeb duhter-i bahâr<br />

(K. 28/8)<br />

“Bahar kızı bu gece bağa gelin gelmiş de gül bahçesinin bütün çiçekleri<br />

düğün tertip etmişler.”<br />

Dinî içerikli olmayan <strong>ve</strong> baharın geldiğini müjdeleyen bir kutlama olan<br />

nevruzun asıl önemi, ona atfedilen inançlarda yatar. Bu inanca göre; yeryüzü <strong>ve</strong> Hz.<br />

Âdem (as) nevruz günü yaratılmıştır. Yıldızlar o günde devrana başlamış, Cemşîd o<br />

gün tahta oturmuştur. 132<br />

Hz. Nûh (as) tufandan sonra nevruz günü karaya ayak<br />

basmış, Hz. Yûsuf (as) atıldığı kuyudan bu günde kurtulmuş, Hz. Mûsâ (as)<br />

Kızıldeniz’den bugün geçmiştir. 133<br />

Nevruzda yerine getirilen âdetlerin en önemlisi o<br />

güne has bir tatlı olan nevrûziyyenin yenmesiydi. Yılın tatlı geçmesi için bu şarttı.<br />

Âdete göre hekimbaşı, kırk çeşit maddeyi bir araya getirerek bu macunu pişirirdi.<br />

Kırmızı renkli, koyu kıvamlı, çiğnendiğinde çıtır çıtır eden nevrûziyye, kaplarda<br />

padişaha sunulur, bunun karşılığında padişah sunan kişiye kürk giydirirdi.<br />

Nevrûziyye macunu konan kâselerin kapakları kurdelelerle bağlanır, kurdeleler<br />

arasına günün hamel burcuna hangi saat hangi dakika <strong>ve</strong> hangi saniyede gireceğinin<br />

132<br />

133<br />

Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong> İzahı, s. 318.<br />

Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri <strong>ve</strong> Terimleri Sözlüğü, C. II, s. 686-688.<br />

167


yazıldığı bir de kâğıt iliştirilirdi. Bu kâğıda nevrûziyye kulağı denirdi. 134<br />

Dîvân’da<br />

31. kaside bir nevrûziyyedir.<br />

nevruzdur.”<br />

‘Azm-i bâğ it ey hezâr-ı hoş-nevâ nev-rûzdur<br />

Güller açıldı gidüp fasl-ı şitâ nev-rûzdur<br />

(K. 31/1)<br />

“Ey hoş sesli bülbül! Kış mevsimi gitti, güller açıldı, bağa gel, bugün<br />

Çün temâşâ eyledük ol meh-cebîn ü gül-ruhı<br />

Ey dil-i şeydâ bu gün yâ ‘îd yâ nev-rûzdur<br />

(K. 31/5)<br />

“Ey çılgın gönül! O ay alınlı <strong>ve</strong> gül yanaklıyı seyrettik, herhâlde bugün ya<br />

bayram ya da nevruzdur.”<br />

Ferş-i bezm-i gülşen-i ‘ışk eyleyüp seccâdeŋi<br />

‘İşret it ey zâhid-i sâhib-riyâ nev-rûzdur<br />

(K. 31/7)<br />

Ey riyakâr zahit! Seccadeni aşk gül bahçesinin meclisine yay <strong>ve</strong> işret et,<br />

(bugün) nevruzdur.”<br />

Zülf sünbül çeşm nergis hat benefşe rûy gül<br />

Vakt-i hüsn-i yâr şimdi gûyiyâ nev-rûzdur<br />

(K. 31/10)<br />

“Saç sümbül, göz nergis, hat menekşe, yüz gül; şimdi sevgilinin güzellik<br />

vakti sanki nevruzdur.”<br />

134<br />

Gül-‘izârum seyre çık lutf eyle ben ğamnâküŋe<br />

‘Azm-i bâğ itdi bu gün şâh ü gedâ nev-rûzdur<br />

(K. 31/12)<br />

Süheyl Ün<strong>ve</strong>r, “Türkiye’de Nevruz, Nevruziyye”, Vakıflar Dergisi, C. IX, 1976, s. 221-237.<br />

168


“Gül yanaklım, bugün zengin fakir nevruzda bahçelere meyletti, sen de<br />

gezintiye çık da ben gamlıya lütfet.”<br />

7. Sonbahar (Hazan)<br />

Divan şairi için hazan baharın zıttıdır. Hazan yaşlılık <strong>ve</strong> bitkinlik, bahar<br />

gençlik, zindelik <strong>ve</strong> tazelik sembolüdür. Bahar başlangıç, hazan bitiş demektir.<br />

İlkbahar iyimserlik, sonbahar kötümserlik ifade eder. İlkbaharın kıymetini bilmek<br />

için sonbahar hatırlanmalıdır. Her ilkbaharın sonunda hazan vardır. Bahar, çoklukla<br />

aşk, zindelik, vuslat <strong>ve</strong> hayat kaynağı olarak görülürken, hazan çirkinlik, ölüm,<br />

yaşlılık, hüzün, son <strong>ve</strong> ayrılık gibi olumsuzlukların kaynağıdır.<br />

Dil gül-i ‘ışk-ı gülsitânîdür<br />

Lîk vakf-ı dem-i hazânîdür<br />

“Gönül, gül bahçesinin aşk gülüdür; lâkin üzüntü deminin de yeridir.”<br />

Verd-i mazmûnı tâzedür her-bâr<br />

Gülşen-i bî-hazândur hâmem<br />

(K. 9/15)<br />

(K. 10/5)<br />

“Mazmununun gülü her zaman yeni kalan kalemim, sonbaharı olmayan bir<br />

gül bahçesidir.”<br />

Kalem ki medh-i ruh-ı yâri eyleye tahrîr<br />

Hazân-ı reşk düşer nev-bahâr-ı gülzâre<br />

(K. 11/4)<br />

“Kalem, sevgilinin yanağının övgüsünü yazsın; zira gül bahçesinin baharına<br />

kıskanma sonbaharı düşer.”<br />

Zülf ü ‘izârın eylemiş ev<strong>ve</strong>l bahâr-ı hüsn<br />

Berg-i hazân idüp beni zerd ü nizâr iden<br />

(G. 206/6)<br />

169


“Beni önce sonbahar yaprağı edip solgun <strong>ve</strong> zayıf yapan, onun saçını <strong>ve</strong><br />

yanağını güzellik baharı eylemiş.”<br />

Matem ifadesi olarak eskiler uzun saçlarını keserler yahut da örgülü ise<br />

çözerlerdi. Zülfünü çözmek ifadesi bu durumu da çağrıştıracak biçimde kullanılmıştır.<br />

Zülfini çözdi tırâş eyledi hattın cânan<br />

Bir yere geldi hazân ile bahâruŋ ikisi<br />

(G. 257/7)<br />

“Canan, saçını çözüp sakalını tıraş eyledi, böylelikle sonbahar ile ilkbaharın<br />

ikisi bir araya geldi.”<br />

Ol nihâl-i ‘iş<strong>ve</strong>nüŋ bâd-ı hazân-ı mevt ile<br />

Berg ü bâr-ı hüsni oldı zerd-fâm u pây-mâl<br />

(T. 3/5)<br />

“O iş<strong>ve</strong> fidanının güzellik itibarı, ölüm sonbaharının rüzgârıyla sarardı <strong>ve</strong><br />

ayaklar altında kaldı.”<br />

Düzd-i harîf-i berg-rubâyı şikâr içün<br />

Gönderdi bâğa şâh-ı çimen leşger-i bahâr<br />

(K. 28/5)<br />

“Çimen padişahı, yaprak kapan sonbahar hırsızını avlamak için bağa bahar<br />

askerini gönderdi.”<br />

Pey<strong>ve</strong>ste gül küşâde bülbül terennüm-â<strong>ve</strong>r<br />

Dûr ez-harîf ü deydür gülzâr-ı lutf-ı cânan<br />

(G. 201/2)<br />

“Gül sürekli açılıyor, bülbül de terennüm etmektedir. Sevgilinin iyilik gül<br />

bahçesi kış <strong>ve</strong> sonbahardan uzaktır.”<br />

‘İzârını gül-i al iken eyledi nesrin<br />

Bahâr iken o gülistân-ı hüsne düşdi hazan<br />

(T. 5/3)<br />

170


“Yanağını, kırmızı gül iken nesrin etti. O güzellik güllüğüne bahar iken<br />

sonbahar düştü.”<br />

8. Talihten <strong>ve</strong> Zamandan Şikâyet<br />

Batlamyûs nazariyesine göre kâinatın merkezi sayılan dünyayı dokuz kat<br />

felek çevreler, bunlar iç içe geçmiş soğan zarları gibi dünyayı katmanlar hâlinde<br />

kuşatmışlardır. İki gezegen bu katın birinde bulunur <strong>ve</strong> felek o gezegenin adıyla<br />

anılır (Ay feleği vb.). Sekiz felek, sabit yıldız <strong>ve</strong> burçlar feleğidir. Dokuzuncu felek<br />

ise öbür felekleri saran Atlas feleğidir. Hükema felsefesince; sekiz kat feleğe kürsî,<br />

dokuz kat feleğe ‘arş denir. Her felek çevrelediği <strong>ve</strong> çevrelendiği feleğin aksi<br />

istikametinde dönerken Atlas feleği öbürlerini de kendi istikametinde dönmeğe<br />

zorlar. İşte kendi burcu tersine dönmeğe zorlanan bu sekiz felek hayatın <strong>ve</strong> kâinatın<br />

dolayısıyla insanın talih <strong>ve</strong> kaderlerinin tamir <strong>ve</strong> bozulmasında etkili olur; burçların<br />

özelliklerini ortaya çıkarır. Halk arasında felekten şikâyet etmenin temel dayanak<br />

noktası da bu uydurma felsefedir. Dilimizde yerleşmiş olan kahpe felek, dönek felek.<br />

kambur felek tabirleri hep bu inanç sebebiyledir. İslâm filozoflarının kimilerine göre<br />

dokuzuncu felekten sonra Allah ilmi başlar. Miraç’ta Hz. Peygamber burayı aşmıştır.<br />

Burada Levh-i Mahfûz bulunur. Bu sebeple de bazı insanlar kaderlerinden şikâyet<br />

ederken suçu feleğe yüklerler.<br />

Bir ‘ukde kalmadı ki felek hallin itmege<br />

Ey baht-ı pîç pîç dem-i inhilâldür<br />

(K. 35/5)<br />

“Ey kıvrım kıvrım olan talih! Feleğin halletmediği bir düğüm kalmadı,<br />

çözülme zamanıdır.”<br />

dedikodudur.”<br />

‘Asruŋ bu vaz‘-ı nâ-hoş u nâder-ber-â-beri<br />

Erbâb-ı fazl u dânişe bir kîl ü kâldür<br />

(K. 35/33)<br />

“Dönemin bu hoş olmayan <strong>ve</strong> uygunsuz davranışı, faziletli kimseler için bir<br />

171


Nâ-dân elinde kâse-i fağfûr-ı ‘ârifüŋ<br />

Câm-ı mey-i ümîdi şikeste sifâldür<br />

(K. 35/34)<br />

“Bilgisiz elinde arifin kadehi, ümit şarabının kadehinin kırıldığı bir çanaktır.”<br />

Erbâb-ı cehl tâc-ı ser-i iltifât olup<br />

Ashâb-ı ‘ilm ü fazl u hüner pây-mâldür<br />

(K. 35/35]<br />

“Bilgisiz kimseler iltifat tacının başı olunca bilim, fazilet <strong>ve</strong> hüner sahipleri<br />

ayaklar altında çiğnendi.”<br />

Hele yârî-i baht-ı dûn ile çarh-ı nigûn itdi<br />

Dil-i pür-ıztırâbum rûz u şeb vakf-ı dem-i fürkat<br />

(G. 17/3)<br />

“Alçak talihin yardımı ile uğursuz gök, mustarip gönlümü gece gündüz<br />

ayrılık deminin durağı etti.”<br />

etti."<br />

19. gazelin redifi bahttır.<br />

Sahrâ-yı kâma irmedi hîç şâh-râh-ı baht<br />

Evc-i safâda olmadı gerdân mâh-ı baht<br />

(G. 19/1)<br />

“İstek çölüne talih caddesi hiç ulaşamadı, baht ayı safa göğünde dönmedi.”<br />

Bu dehr-i bâz-gûnede geşt ü güzâr idüp<br />

Menzilgeh itdi deşt-i belâyı sipâh-ı baht<br />

(G. 19/4)<br />

“Baht askeri, gezip dolaşarak bu uğursuz dünyada belâ çölünü oturma yeri<br />

Sen de ey tâli‘ felek-tâbi‘ misin ol meh gibi<br />

Kim olursuŋ fitne-cûyan lutf-düşmen cevr-dost<br />

(G. 20/4)<br />

172


“Ey talih! Sen de ay gibi feleğe mi uymaktasın? O hâlde iyiliğe düşman<br />

sıkıntıya dost fitnecilerden olursun.”<br />

VAHYÎ-i pervâne-dil ol tîre-baht<br />

Şem‘-i ruh-ı yârdan itmez mi haz<br />

(G. 146/5)<br />

“O kara bahtlı, pervane gönüllü <strong>Vahyî</strong>, sevgilinin yanağının mumundan<br />

hazzetmez mi?”<br />

Yok yere fikr-i miyân u dehen eyler dil-i zâr<br />

Dûrdur bahtum ile bûs u kinâruŋ ikisi<br />

(G. 257/2)<br />

“İnleyen gönül, boş yere sevgilinin ağız <strong>ve</strong> belini düşünür. Öpme <strong>ve</strong><br />

kucaklama ile talihimin arası (çok) uzaktır.”<br />

9. Sihir<br />

Dîvân’da sihir ile ilgili olarak câdû, efsun, sâhir <strong>ve</strong> teshîr kavramları<br />

anılmaktadır. Çoklukla sevgilinin gözü âşıkları büyülediği için sihir yapana<br />

benzetilmektedir.<br />

muska yapar.”<br />

Hirâs-ı hecr ile ta‘vîz tıfl-ı cân eyler<br />

Yazarsa ‘âşıka dildâr-ı ğonçe-fem kâğaz<br />

(G. 39/5)<br />

“Gonca ağızlı sevgili, âşıka kâğıt yazarsa, gönül kuşu ayrılık korkusuyla<br />

Tarafuŋdan ki gele ‘âşıka pinhan kâğaz<br />

Niçe olmaz sanemâ hırz-ı dil ü can kâğaz<br />

(G. 40/1)<br />

Ey sevgili! Senin tarafından âşıka gizlice kâğıt gelsin de (bak o zaman) kâğıt<br />

nasıl can <strong>ve</strong> gönül muskası olur.”<br />

173


işi var?”<br />

Ta‘vîz-i ‘ışk bâzû-yı dilde ne hâldür<br />

Çeşm-i nigâra ‘âşıkı bî-gâne gösterür<br />

(G. 104/7)<br />

“Sevgilinin gözüne âşıkı yabancı gösteren aşk muskasının, gönül pazısında ne<br />

Destinde gören zülfin o sâhir-nigehüŋ dir<br />

Ef‘î-i ‘asâdur yed-i beyzâya virilmiş<br />

(G. 132/7)<br />

“O büyülü bakışlının saçını elinde gören, yed-i beyzâya [=beyaz el] <strong>ve</strong>rilmiş<br />

asanın yılanıdır, derler.”<br />

Dehânından haber yok nüsha-i hüsninde ‘uşşâka<br />

Meger bir noktadur kim <strong>ve</strong>fk-i teshîr içre göstermiş<br />

(G. 134/4)<br />

“Sevgilinin ağzından onun güzelliğinin muskası hakkında âşıklara bir bilgi<br />

yok, galiba o, ele geçirme büyüsü üzerine gösterdiği bir noktadır.”<br />

Hâlüŋ içinde mû degül kâtib-i lem-yezel komış<br />

Fenn-i füsûnı büsbütün dâne-i fülfül üstine<br />

(G. 237/2)<br />

“Senin benindeki kıl değildir. Ebedî yazıcı, sanki büyü ilmini büsbütün<br />

karabiber tanesi üstüne koymuş.”<br />

10. Bayram<br />

Dinî bayramlar için yazılan şiirlere, mevsimine göre gidilen ziyaretler,<br />

bayramlaşma törenleri, hediyeleşmeler, bahşiş <strong>ve</strong>rmeler <strong>ve</strong> gidilen mesire yerleri<br />

önemli motifler olarak girmiştir. Çocukların sevinçleri, bayramlık elbiseler, el öpme<br />

bahşişleri, bayram yerleri, salıncaklar, dönme dolaplar, hokkabazlar, atlıkarıncalar, at<br />

<strong>ve</strong> araba safaları, karagöz <strong>ve</strong> orta oyunu seyirleri yine bu şiirlere yansıtılmıştır.<br />

‘Îdiyyelere, bugünlerde fakirlerin gözetilmesi, hükümdarın mahkûmlara af çıkarması<br />

174


gibi konular da girmiştir. İstanbul’un Eyüp, Kâğıthane, Sadabad, At Meydanı, <strong>ve</strong>fa,<br />

Tophane <strong>ve</strong> Üsküdar gibi mesire yerleri mekân olarak bu şiirlerde geçen belli başlı<br />

yerlerdir. 135<br />

Klâsik şiirde, dinî bayramların <strong>ve</strong> nevruzun dışında sevgiliye kavuşmak da<br />

bayram kabul edilir. Baharın gelmesi yine sevgiliye kavuşmağa <strong>ve</strong>sile olduğu için<br />

bayramdır.<br />

geldi.”<br />

Rûzedârân-ı firâk eylesün iftâr-ı visâl<br />

Güzerân itdi meh-i rûze irişdi bayrâm<br />

(K. 22/4)<br />

“Ayrılık orucunu tutanlar kavuşma iftarını yapsınlar. Oruç ayı gitti, bayram<br />

Geşt idüp kand ile kannâdlar etrâfı dilâ<br />

Fikr-i bûs-ı leb-i dildâra iderler ikdâm<br />

(K. 22/6)<br />

“Ey gönül! Şekerciler, şekerle çevreyi gezip sevgilinin dudağını öpme fikri<br />

için çalışırlar.”<br />

‘Îddür ‘âşıka kand-i lebüŋ ihsân eyle<br />

Ey şehenşâh-ı zarâfet-sipeh ü ‘ışk-ğulâm<br />

(K. 22/11)<br />

“Ey zarafet askerli, aşk köleli padişah! Senin dudağının şekeri âşık için bir<br />

bayramdır, ihsan eyle.”<br />

135<br />

O kazâ-ğamze eger eyler ise ‘arz-ı cemâl<br />

‘Îd-i savma vire mahsûdî-i ‘îd-i kurban<br />

(K. 23/8)<br />

Doç. Dr. A[bdullah] Azmi Bilgin, “Türk Edebiyatında Bayramlar <strong>ve</strong> Nevruz Bayramı”, Türk<br />

Dili, S. 617, 2003, s. 448-457.<br />

175


“O kaza bakışlı eğer yüzünü gösterirse, oruç bayramına kurban bayramı<br />

kıskançlığını <strong>ve</strong>rsin.”<br />

‘Îd geldi yine ‘ayş ü demi te’kîd itdi<br />

Câme-i şevki ser-â-ser dile tecdîd itdi<br />

(K. 24/1)<br />

“Bayram geldi, yine içip eğlenmeyi pekiştirdi de şevk elbisesini baştan başa<br />

gönüle yeniletti.”<br />

Yalıŋuz şîfte dillerde degül behcet-i ‘îd<br />

Şevk-i dîdâruŋ ile ‘îd dahı ‘îd itdi<br />

(K. 24/15)<br />

“Bayramın güzelliği yalnız sana tutkun gönüllerde değildir, senin yüzünü<br />

görme coşkusu ile bayram bile bayram etti.”<br />

Geldi irişdi rûz-ı ‘îd zevk ü safâ oldı cedîd<br />

Endîşe-i ğam nâ-bedîd diller talebkâr-ı ‘atâ<br />

(K. 26/2)<br />

“Bayram günü geldi, zevk <strong>ve</strong> eğlence yenilendi; gam düşüncesi ortadan<br />

kayboldu, şimdi gönüller caize istiyor.”<br />

Nakd-i câna satdı bir şeft-âlûyı mahbûblar<br />

Pür-revâc oldı o mikdâr ey göŋül bâzâr-ı ‘îd<br />

(G. 34/3)<br />

“Ey gönül! Sevgililer bir öpücüğü can akçasına sattılar, bayram pazarının o<br />

derecede de sürümü arttı.”<br />

Fikr-i la‘l-i yâr ile ‘uşşâk sükker-h v âr olur<br />

Anuŋ içün geşt ider kannâd-ı şîrinkâr-ı ‘îd<br />

(G. 34/4)<br />

“Âşıklar, sevgilinin dudağının düşüncesiyle şeker yediklerinden bayramın<br />

tatlı şekercileri onun için dolaşırlar.”<br />

176


11. Ramazan<br />

Ramazan dolayısıyla şairlerin padişahlara, <strong>ve</strong>zirlere <strong>ve</strong>ya dönemin ileri gelen<br />

kişilerine yahut dostlarına yazdığı kaside tarzındaki bu şiirlere ramazâniyye denir.<br />

Ramazaniyyeler, çoklukla kasidelerin nesip kısımlarında konu edilirler. Beyit sayısı<br />

değişmekle birlikte, on, on beş beyit içinde konu ile ilgili ayet <strong>ve</strong> hadisler anılır.<br />

Çeşitli unsurların yanında oruç, Kadir gecesi, bayram anlatılır. Ramazan dolayısıyla<br />

toplumda meydana gelen değişiklikler, merasimler, âdetler dile getirilerek çeşitli<br />

nükteler yapılır. Bu kasidelerin nesip bölümlerinde ramazanın gelişi, faziletleri,<br />

oruçlu insanların davranışları, camilerin kandillerle süslenmesi, iftar <strong>ve</strong> sahur<br />

sofraları edebî bir hüviyet arz edecek mahiyette anlatılır. 136<br />

21. kasidede bir ramazâniyyedir.<br />

Def‘-i târ-ı ğam idüp zevk-i kudûm-i ramazan<br />

Âsmân-ı dile gûyâ meh-i tâbân oldı<br />

(K. 21/8)<br />

“Ramazanın gelişinin zevki, tasa karanlığını giderip gönül göğüne sanki<br />

parlak bir ay oldu.”<br />

Şehri bir gülşen-i zîbendeter itdi fî ’l-hâl<br />

Her menâre sanasın Lâle-i Nu‘mân oldı<br />

(K. 21/9)<br />

“(Ramazan), şehri o anda süslü bir gül bahçesi hâline getirdi, sanki her<br />

minare Lâle-i Nu‘mân 137<br />

oldu.”<br />

136<br />

137<br />

Dr. Halit Dursunoğlu, “Klâsik Türk Edebiyatında Ramazan Konulu Şiirler”, Atatürk<br />

Üni<strong>ve</strong>rsitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, y. 10, S. 22, 2003, s. 13.<br />

Dağ eteklerini <strong>ve</strong> kırları kan kırmızısı rengiyle süsleyen gelinciktir. Şakâyik <strong>ve</strong>ya Şakâyiku<br />

’n-Nu‘mâniyya de denilen bu çiçek rivayete göre, İslâm’dan önce Hire hükümdarlarından<br />

Nu‘mân b. Munzir tarafından çok sevildiği için bu adı almıştır. Onay, bu konuda şöyle<br />

demektedir: “Munzir oğlu Nu‘mân bir gezinti sırasında birçok gelincik çiçeği görmüş,<br />

manzara hoşuna gitmiş, korunmasını emir <strong>ve</strong> koparılmasını menetmiş, bu cihetle kendisine<br />

nispet olunmuştur.” Kartal, Klâsik Türk Şiirinde Lâle, s. 20-21.<br />

177


doydular.”<br />

oldu.”<br />

parlak oldu.”<br />

mektep oldu.”<br />

Döşenüp meclis-i ğufrâna fütûr-ı rahmet<br />

Rûzedârân gene şevk-ile şeb‘ân oldı<br />

(K. 21/12)<br />

“Rahmet fıtraları bağışlama meclisine yayıldı da oruçlular yine şevk ile<br />

Savt-ı tesbîh ile câmi‘ler olup mâl-â-mâl<br />

Sanki bir bülbüli çok hûb gülistân oldı<br />

(K. 21/14)<br />

“Tespih sesleriyle camiler doldu, sanki bülbülü çok olan güzel bir gül bahçesi<br />

Tâb-ı kandîl degül ân-ı cemâl-i ramazan<br />

Şu‘le-güsterlik idüp şem‘ fürûzân oldı<br />

(K. 21/15)<br />

“Kandilin ışığı değil ramazanın yüzünün cazibesidir. Mum, ışık yayarak<br />

Gûşe gûşe okınup şevk ile Kur’ân-ı ‘azîm<br />

Ser-te-ser rûy-ı zemin şimdi debistân oldı<br />

(K. 21/16)<br />

“Yüce Kur’ân köşe bucak coşku ile okunup yeryüzü baştan başa şimdi<br />

E. ÖZLÜ SÖZLER VE DEYİMLER<br />

1. Özlü Sözler<br />

Arkadaş arkadaşından bellidir.<br />

Gonçenüŋ hâlin cefâ-yı hârdan idrâk kıl<br />

Ey hezâr-ı zâr hem-dem hem-deminden bellidür<br />

(G. 89/6)<br />

178


Bencil zahit, buruşuk yüzünden bellidir.<br />

Dönemin Süleymânı mühründen bellidir.<br />

Hâk-i pâyı sâkî-i mey-hâne-i ‘ışk olsa da<br />

Gam görmüş âşık nemli gözünden bellidir.<br />

İnce ip iki canbaz taşımaz.<br />

Zâhid-i hod-bîn rûy-ı der-heminden bellidür<br />

Şâh-ı hûbân-ı cihan la‘l ü feminden bellidür<br />

Kim Süleymânı zamânuŋ hâteminden bellidür<br />

Kiştzâr-ı cismi bârân-âşnâ-yı eşk kıl<br />

‘Âşık-ı ğam-dîde çeşm-i pür-neminden bellidür<br />

Baŋa ğam-ı zülfüŋde şerîk olmasun ağyâr<br />

Bârîk resendür iki can-bâz götürmez<br />

Kavgacı kâfir sağlam hisarından bellidir.<br />

Tarz-ı müjgânından aŋlansun hücûm-ı ğamzesi<br />

Ceng-cû kâfir hisâr-ı muhkeminden bellidür<br />

Neşe bahşeden meclis Cem’in kadehinden bellidir.<br />

Hüsn-i ‘ışk-efzâ-yı rûyuŋ leblerüŋden fehm olur<br />

Neş’e-bahşî-i bez[i]m câm-ı Ceminden bellidür<br />

(G. 89/3)<br />

(G. 89/1)<br />

(G. 89/2)<br />

(G. 115/2)<br />

(G. 89/5)<br />

(G. 89/4)<br />

179


Sıkıntı pazarının tüccarı dirheminden bellidir.<br />

Âvâre etmek<br />

Ayak basmak<br />

Baş eğmek<br />

Can atmak<br />

138<br />

2. Deyimler<br />

VAHYÎyâ nakd-i sirişk-efşân-ı rûy-ı hasret ol<br />

H v âce-i bâzâr-ı mihnet dirheminden bellidür<br />

Kalem ki hâl-dih-i levh-i midhat ola ider<br />

Füsûn-ı merdüm-i çeşm-i bütânı âvâre<br />

Fezâ-yı cevre ol şâh-ı cefâ-mu‘tâd ayak basmış<br />

Anuŋ’çün kalbe ceyş-i âh-ı âteş-zâd ayak basmış 138<br />

Şermsâr-ı ‘ârız-ı gül-reng-i dil-berdür meger<br />

Anuŋ-içün gülsitanda baş eger zerrînler<br />

Ey olan seyr-âşnâ-yı çeşm-i dil-ber âbda<br />

Gör ne yüzden cân atar yârân Kâğıd-hâneye<br />

(G. 131/2), (G. 131/3), (G. 131/4), (G. 131/5).<br />

(G. 89/7)<br />

(K. 11/3)<br />

(G. 131/1)<br />

(G. 55/2)<br />

(G. 243/4)<br />

180


Can <strong>ve</strong>rmek<br />

Cana geçmek<br />

Dağ yakmak<br />

Dest-ber-gûş eylemek<br />

Dil uzatmak<br />

Dil <strong>ve</strong>rmek<br />

139<br />

140<br />

(G. 76/3), (G. 146/2).<br />

(G. 252/1).<br />

Câna minnet yolında can virmek 139<br />

N’eyleyem kûy-ı yâre siklet olur<br />

Ten-i zahm-â<strong>ve</strong>r-i ‘uşşâkı delüp câna geçer 140<br />

Rîşe-i rîş ile men‘ itmeseler hancerini<br />

Kim lezzet-i nutk-ı pâküŋe reşkinden<br />

Yakdı serine ‘akîde-i sükker dâğ<br />

Dest-ber-gûş eyleyüp mâh-ı receb bir iki gün<br />

Âh u efğâna tahammül itmeyüp gitdi hazin<br />

Üstüvâr u musanna‘ u hemvâr<br />

Dil uzatma dilüŋ yanar zinhâr<br />

Bu zen-i dünyâya dil virme <strong>ve</strong>fâ-düşmendür ol 141<br />

Ne hayâl-i vuslat it ne hâtır-ı ağyâra deg<br />

(K. 4/30)<br />

(G. 256/3)<br />

(R. 3-XX/2)<br />

(T. 8/6)<br />

(L. 14/2)<br />

(T. 31/4)<br />

181


Dile almamak<br />

Dile gelmek<br />

Dili kalmak<br />

Düş olmak<br />

El çekmek<br />

El <strong>ve</strong>rmek<br />

141<br />

142<br />

(G. 226/2).<br />

Virdi bir şeh-zâde-i sa‘d-ahter aŋa zü ’l-celâl<br />

Seyr iden ruhsârın almaz bir dahı mihri dile<br />

Kâkül-i endîşesi kim dile geldi<br />

‘Anbere hoş-bûydur micmere düşmiş<br />

Kaddine ‘ârızına mâ’il olup cânânuŋ<br />

Serv ü gül gibi dilüŋ kaldı gülistanda senüŋ<br />

Düş olup dest-i ‘atâ-pîşe-i cânâne kadeh<br />

Dâ’imâ feyz-dih olur dil-i yârâna kadeh<br />

Hatın yâd eyleyüp bûs-ı ruh-ı zîbâdan el çekdüm 142<br />

Humârın fikr edince sâğar-ı sahbâdan el çekdüm<br />

‘Aceb mi rûzgâr el virse yüz sürsem o dergâha<br />

Beni hâkister itdi nâr-ı fürkat yâ Resûla ’llâh<br />

(G. 192/2), (G. 192/3), (G. 192/4), (G. 192/5), (G. 192/6), (G. 192/7), (L. 19/3).<br />

(T. 24/3)<br />

(G. 137/3)<br />

(Mus. 10-IV/2)<br />

(G. 28/1)<br />

(G. 192/1)<br />

(K. 20/5)<br />

182


Elden çıkarmak<br />

Elden komamak<br />

Ele girmek<br />

Elini sineye komak<br />

Fikir bağlamak<br />

Gam yemek<br />

143<br />

(G. 240/7).<br />

Yâr ile eyle ülfeti elden çıkarma fursatı<br />

Kur bezm-i ‘ayş ü ‘işreti Sâ‘atçi Paşa Köşkine<br />

VAHYÎyâ elden koma ikrâmını<br />

Bî-vuzû alma lisâna nâmını<br />

Hemân yok yere tazyî‘-i nakd-i ‘ömr itdüŋ<br />

Ne câh-ı kâm ele girdi ne iktidâr oldı<br />

İmdi şimden-girü mir’ât-ı dilüŋ sâf eyle<br />

Yeter oldı ko elüŋ sîneye insâf eyle<br />

Bağladı fikr kâkül-i hûbâna hayf hayf<br />

Zencîre çekdiler dili dîvâneler gibi<br />

Gam yimezem cevrler eylese bî-had 143<br />

Tek dil-i şûrîdemüz yâr ile olsun<br />

(K. 36/12)<br />

(L. 15/7)<br />

(K. 12/25)<br />

(Mus. 10-IV/6)<br />

(G. 253/5)<br />

(G. 215/4)<br />

183


Gûş tutmamak<br />

Gülüp açılmak<br />

Hâke salmak<br />

Hâk ile yeksân olmak<br />

Hançere düşmek<br />

İki eli kanda olmak<br />

144<br />

145<br />

(G. 240/2), (L. 10/2).<br />

(Mus. 10-IX/3).<br />

Bir ‘Acem fettânına oldı rubûde göŋlümüz<br />

İltifât itmez biyâya gûş tutmaz bişne<strong>ve</strong> 144<br />

O ğonçenüŋ gülüp açıldığı baŋa besdür<br />

Hezâr-ı zâr-ı dilüŋ kârı âh u vâh olsun<br />

Âh ki bâd-ı ecel bâğ-ı fenâda yine<br />

Hâke salup itdi bir serv-i bülendi ‘adîm<br />

Var-ısa ‘azm-i bâğ ider ol şeh-le<strong>ve</strong>nd-i nâz<br />

‘Uşşâk-ı zâr hâk-ile yeksân olup gider 145<br />

Ey meh-i evc-i derun sanma meh-i nev<br />

Hasretüŋ-ile felek hancere düşmiş 146<br />

Tîğına hancerine ol kadar itdüŋ tahsin<br />

Ki hayâl olsa çıkar iki elüŋ kanda senüŋ<br />

(G. 240/8)<br />

(G. 216/3)<br />

(T. 29/1)<br />

(G. 50/3)<br />

(G. 137/2)<br />

(Mus. 10-IV-5)<br />

184


İntizar çekmek<br />

Kadem komak<br />

Kara su inmek<br />

Kör talih<br />

Nâm u şâna itibârı olmamak<br />

Rû-be-hâk olmak<br />

146<br />

147<br />

(G. 254/2).<br />

(K. 10/27).<br />

İştiyâk-ı nâz ile ‘uşşâk olur âşüfte-hâl<br />

Çekse ‘âşıkdan niyâza n’ola cânân intizâr<br />

Âdem cinân-ı bezmüŋi terk eylesün mi kim<br />

Anda rakîb-i dîv-i safâ-keş kadem komış<br />

Cûy sanmaŋ intizâr-ı ru’yet-i cânândan<br />

Zânû-yı şimşâda indi gülsitanda kara su<br />

Harîm-i lutfa itdi VAHYÎ-i âşüftesin mahrem<br />

Benüm kör tâli‘üm kim vakf-ı âzâr oldığum kaldı<br />

Nâm u şâna yok i‘tibârı anuŋ<br />

Lîk ma‘lûmdur ‘iyârı anuŋ<br />

Ser-i kûyında rû-be-hâk olmak 147<br />

Meh degül âftâba rif‘at olur<br />

(G. 49/2)<br />

(G. 130/5)<br />

(G. 220/5)<br />

(G. 248/5)<br />

(L. 13/7)<br />

(K. 4/47)<br />

185


Sağ çıkmak<br />

Takat götürmek<br />

Tuz ekmek hakkı<br />

Vechi var<br />

Yabana atmamak<br />

Yele <strong>ve</strong>rmek<br />

148<br />

(K. 8/52), (Muam. 27)<br />

Bir gice sâkin olan anda <strong>ve</strong>lî<br />

Sağ çıkmaz sabâha gör keseli<br />

Tâkat götürmez âdem ol şûh-ı ‘iş<strong>ve</strong>-sâza<br />

Kâküller ile itmiş imdâd ân-ı ğamze<br />

Hakk-ı nân u nemek sayan âdem<br />

Diyemez ben o ni‘meti sevmem<br />

Vechi var ruhsâr-ı yâre <strong>ve</strong>rd-i handânum disem 148<br />

Hûbdur ol zülf-i ‘anber-bâra reyhânum disem<br />

Atma yabana hâr ise de dâmenüŋ tutar<br />

Gülzâr-ı ‘afv tekyegeh-i mücrimîndür<br />

Bâreka ’llâh yümn ile dünyâyı teşrîf ideli<br />

Hirmen-i âlâmı şevk-i makdemi virdi yile<br />

(L. 12/6)<br />

(G. 245/4)<br />

(L. 3/6)<br />

(G. 181/1)<br />

(K. 8/53)<br />

(T. 24/6)<br />

186


Yok yere<br />

Yüz komak<br />

Yüz sürmek<br />

Yüz tutmak<br />

Zincire çekmek<br />

149<br />

150<br />

Hemân yok yere tazyî‘-i nakd-i ‘ömr itdüŋ<br />

Ne câh-ı kâm ele girdi ne iktidâr oldı<br />

Kodı ihlâs ile dergâhuŋa yüz VAHYÎ-i sâ’il<br />

‘Atâlar eyle lutf it ol gedâya yâ Resûla ’llâh<br />

Göŋül yüz sürmek ister hâk-i pâya yâ Resûla ’llâh 149<br />

İre tâ rütbesi fevka ’l-‘alâya yâ Resûla ’llâh<br />

Fakîrâne bu na‘t-i pâk-ile dergâha yüz tutdum 150<br />

Ki anuŋ berg-i sebzi tuhfe-i ashâb-ı şevketdür<br />

Bağladı fikr kâkül-i hûbâna hayf hayf<br />

Zencîre çekdiler dili dîvâneler gibi<br />

(K. 12/25)<br />

(K. 19/6)<br />

(K. 19/1)<br />

(K. 5/60)<br />

(G. 253/5)<br />

(K. 20/5), (K. 20/7), (G. 136/1), (G. 136/2), (G. 136/3), (G. 136/4), (G. 136/5), (G. 136/6),<br />

(G. 136/7).<br />

(K. 8/52), (K. 19/5), (K. 37/1).<br />

187


IV. BELÂGAT AÇISINDAN İNCELENMESİ<br />

Belâğat, bir düşünce <strong>ve</strong> duygunun yerinde <strong>ve</strong> zamanında anlamı en açık<br />

biçimde <strong>ve</strong> akıcı bir dille ifade edilmesidir. Sözcüğün temel anlamı, ‘ulaşmak, bir<br />

şeyin son noktasına erişmek, olgunlaşmak’tır. Belâgat kitaplarında sözün fasih olmak<br />

kaydıyla muktazâ-yı hâl <strong>ve</strong> makâm denilen söyleyenin, söze muhatap olanın <strong>ve</strong> dile<br />

getirilecek düşünce, duygu <strong>ve</strong> hayalin durumuna uygun biçimde söylenilmesi olarak<br />

tarif edilir. muktazâ-yı hâl <strong>ve</strong> makâm aynı zamanda sözlerin gösterdiği anlamların<br />

belirlenmesi <strong>ve</strong> anlaşılmasında da etkilidir. Aynı sözcük farklı bağlamlarda farklı<br />

anlamlar kazanabilir. Belâgat ile iki şey nitelenir: Kelâm/söz <strong>ve</strong> bu kelâmı dile<br />

getiren. Belâgat için öncelikli şart fesâhattir.<br />

Dîvân, belâgatin fesâhat, beyân <strong>ve</strong> bedî konuları açısından incelenmiştir.<br />

Meanî de belâgatin içinde olmakla birlikte gramerle ilgili <strong>ve</strong> ayrı bir çalışma konusu<br />

olduğu için incelemeye alınmamıştır.<br />

A. Fesahat<br />

Sözlükte ‘açık seçik olma, havanın açık <strong>ve</strong> berrak olması; sütün yüzünü<br />

kaplayan köpükten arınıp saf <strong>ve</strong> halis olması’ anlamlarına gelir. Bundan hareketle<br />

sözün kusurlardan arınmış olmasını fesâhat, böyle söze <strong>ve</strong>ya onu söyleyene de fasîh<br />

denilmiştir. Fesahat önceden belâgat, beyân <strong>ve</strong> berâat sözcükleriyle eş anlamlı olarak<br />

‘güzel <strong>ve</strong> etkili söz’ anlamında kullanılırken daha sonra söz güzelliğine fesahat,<br />

anlam güzelliğine belâgat, berâat <strong>ve</strong> beyan denilmeğe başlanmıştır. 1<br />

1. Sözcükte Söyleyiş Güçlüğü (Tenâfür-i Hurûfât)<br />

His <strong>ve</strong> zevk ile bilinebilecek telâffuz güçlüğü olarak tarif edilen bu kusur,<br />

benzer seslerin bir araya gelmesinden doğan ses uyumsuzluğudur. Dîvân’da az da<br />

olsa karşılaşılan bir durumdur.<br />

1<br />

Mustafa Çuhadar, “Fesahat”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XII, 1995, s.<br />

423-424.<br />

188


Ahmed-i mürselüŋ ki medhinde<br />

Reşk-i kerrûbiyândur hâmem<br />

Nâz eyleyeydi ol yüzi gülden niyâz-ı nâz<br />

Nâz ile dirdi dil-ber olan nâza nâz ider<br />

Var-ısa hayâl-i hatuŋı h v âbda gördi<br />

Kim hâle-i meh bedr-i ziyâdâra sarılmış<br />

2. Sözcük Yapısında Kuralsızlık (Kıyâsa Muhâlefet)<br />

(K. 10/21)<br />

(G. 51/3)<br />

(G. 129/4)<br />

Sözcüğün morfolojik yapısının kural dışı olması. Şiirde mecburiyet<br />

dolayısıyla <strong>ve</strong> aşırı olmamak kaydıyla imale <strong>ve</strong> zihaf gibi kural dışı kullanımlar hoş<br />

görülmüşse de bunlar yine de bir kusur sayılır. Arapçada şeddeli bir harfi şeddesiz<br />

okumak, fethayı kesre yapmak, sözcükten harf atmak ya da eklemek gibi kusurlar<br />

hoş görülmemiştir. Farsçada çokluk eki “ân” çoklukla canlılar için kullanıldığı hâlde<br />

bazen onun yerine cansızlar için kullanılan “hâ” ekinin getirilmesi, Türkçede<br />

ötümlüleşmeye dikkat etmemek vb. sıralanabilir. 2<br />

Vasl: Vasıl<br />

2<br />

3<br />

Çuhadar, a.y, s. 423.<br />

(G. 113/5), (G. 210/5).<br />

Hezec - - . / . - . - / . - -<br />

Gülzâr-ı vas[ı]lda eşk-i çeşmüm 3<br />

Berg-i güle şeb-nem eyle yâ Rab<br />

(K. 1/15)<br />

189


kâbiliyet: kâbiliyyet<br />

nezâre: nezzâre<br />

kadr: kadir<br />

sihr: sihir<br />

4<br />

5<br />

Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />

Gubârın görmedi sahrâ-ne<strong>ve</strong>rdân-ı şeref anuŋ<br />

O yekke-tâz-ı tenhâ-gerd-i deşt-i kâbiliyyetdür<br />

Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />

Hücûm itse eger nezzâre-i kahruŋ ‘adû üzre 4<br />

Vücûd-ı kînedârın âteş-i dûzah şerâr eyler<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Hele ‘alâ kad[i]ri ’t-tâka dür-nisâr itdüm<br />

O hâk-i pâya ki tâc-ı keyân-ı ‘âlemdür<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Füsûn-tab‘-ı sih[i]r-per<strong>ve</strong>rüŋle ey VAHYÎ 5<br />

Riyâz-ı şi‘r zemistân iken bahâr oldı<br />

(K. 5/39)<br />

(K. 6/30)<br />

(K. 7/80)<br />

(K. 12/23)<br />

(K. 30/1), (K. 32/23), (K. 33/19), (G. 5/3), (G. 29/1), (G. 69/4), (G. 75/6), (G. 88/3), (G.<br />

95/1), (G. 124/5), (G. 164/3), (T. 16/4), (T. 25/2), (Muam. 2), (Muam. 37), (R. 4-XXIV/1).<br />

(K. 11/8), (G. 33/1), (G. 92/1).<br />

190


Hızr: Hızır<br />

bî-ğışş: bî-ğış<br />

hatt: hat<br />

rahm: rahim<br />

6<br />

7<br />

(G. 4/3).<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Türâb-ı kûyına rû-mâl iden Hız[ı]r-diller 6<br />

İki cihânda ‘azîz ü sepîdkâr oldı<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Fu’âd-ı bî-ğışı dürc-i le’âl-i feyz-i Hudâ<br />

Derûnı mahzen-i ilhâm-ı Girdgâr oldı<br />

Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />

‘Ârızuŋda hat-ı müşgîn degüldür şeh-i an 7<br />

Mansıb-ı hüsni saŋa hatt-ıla te’yîd itdi<br />

Recez - - . - / - - . - / - - . - / - - . -<br />

Şehre salın nâz iderek eltâfa âğâz iderek<br />

(K. 12/38)<br />

(K. 12/53)<br />

(K. 24/17)<br />

Gamzeŋ rah[i]m-sâz iderek ‘arz eyleyüp hüsn ü bahâ<br />

(K. 26/12)<br />

(K. 3/32), (K. 7/18), (K. 9/16), (K. 9/44), (K. 10/3), (K. 24/17), (K. 24/18), (K. 28/7), (K.<br />

29/10), (K. 31/10), (K. 33/10), (G. 33/2), (G. 45/1), (G. 47/2), (G. 59/6), (G. 82/3), (G. 97/1),<br />

(G. 103/2), (G. 104/3), (G. 115/5), (G. 129/4) vd.<br />

191


kadd: kad<br />

Zahm: Zahım<br />

hecr: hecir<br />

ra‘d: ra‘ad<br />

çeşm: çeşim<br />

8<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Firâk-ı yâr ile sînemde şerha vü dâğum<br />

Nigâr-ı serv-kad ü yâr-i gül-‘izârumdur 8<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Zah[ı]mlar ile tenüm bir hadîka-i ğarrâ<br />

Ki çeşmesârı anuŋ çeşm-i eşk-bârumdur<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Şeb-i humâr-ı hec[i]rde muhâl vasl-ı visâl<br />

Hız[ı]r nühüfte vü çeşm hufte râh nâ-peydâ<br />

Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />

Şeb-i pür-ebrde bang-ı ra‘[a]d sanmaŋ idüp şükûh<br />

Felekde âh u vâh u nâle-i şeb-gîr ider meh-tâb<br />

Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

Meyl-i der-i nigâr ideli halka-i çeş[i]m<br />

Vakf-ı der-i sarây-ı cefâdur nigâh-ı baht<br />

(K. 33/3)<br />

(K. 33/9)<br />

(G. 4/3)<br />

(G. 11/4)<br />

(G. 19/2)<br />

(K. 5/37), (K. 7/19), (K. 7/98), (K. 13/4), (K. 15/2), (K. 23/10), (K. 27/5), (K. 30/12), (G.<br />

36/1), (G. 61/3), (G. 87/2), (G. 124/4), (G. 158/2, 6), (G. 212/8), (G. 257/4), (T. 4/4), (T. 6/2),<br />

(T. 8/7), (Mus. 10-VIII/5).<br />

192


çetr: çetir<br />

Bezm: Bezim<br />

germ: gerim<br />

la‘l: la‘al<br />

Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

Zeyn itdi sebz-fâm çet[i]rler bu sâhayı<br />

Cûyuŋ kenârı hûb olur oldukda sebzezâr<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . - -<br />

Fiğân-ı bülbül-i gülzâra gûşdâr olur mı<br />

Bez[i]mde sûziş-i pervâne-i nizârı görenler<br />

Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />

Kerem ger[i]m-nigeh-i mest-i nâz-ı yârdadur<br />

Ne câmda vü ne sâkî vü ne şarâbdadur<br />

Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />

Sâfî ‘arak ki ‘ârız-ı cânâne gösterür<br />

Câm-ı la‘[a]lde lü’lü-yi şâhâne gösterür<br />

(G. 42/3)<br />

(G. 54/4)<br />

(G. 68/4)<br />

(G. 104/1)<br />

Bunların bir kısmı, sözcüklerin yapılarının içindeki ses hâdiselerine uygun<br />

hâle getirilmesi biçiminde olduğundan bu durumun teknik bir kusur olarak<br />

belirlenmesinde ihtiyatlı davranmak gerekir. Bu nedenle sihr, fikr, Hızr gibi<br />

sözcüklerin ünsüzle başlayan ekler aldıklarında Türkçenin fonetiğine uygun olarak<br />

sihir, fikir, Hızır biçimlerini almalarını kıyâsa muhâlefet kusuru olarak<br />

değerlendirmemek gerekir.<br />

193


3. Sözcükte Anlaşılma Güçlüğü (Garâbet)<br />

Kimsenin duymadığı, kullanmadığı, anlamı ancak sözlüklerde bulunan nadir<br />

<strong>ve</strong> garip sözcüklerin kullanılmasıdır. Bu tür kusur çoklukla şiirde görülür. 9<br />

Hânis: ‘Ettiği yemini yerine getirmeyen’ anlamındadır <strong>ve</strong> olmak masdarıyla<br />

birlikte kullanılır.<br />

Zülf eylemekde ‘aklum perîşan<br />

Bu fitneden yâr olmaz mı hânis<br />

4. Söz Diziminde Kuralsızlık (Za‘f-ı Te’lîf)<br />

(G. 21/8)<br />

Cümleyi oluşturan öğelerin sıralanışının söz dizimi kurallarına aykırı<br />

olmasıdır. Türkçede bir sebebe bağlı olmaksızın cümle öğelerinin öne ya da sona<br />

alınması da zafıtelifi oluşturur. 10<br />

Sözde fazla <strong>ve</strong>ya eksik sözcük bulunması,<br />

cümledeki eylemlerin zamanları arasında uyumsuzluk olması, Farsça kurala göre<br />

yapılan tamlamalarda niteleyen-nitelenen uygunluğuna dikkat edilmemesi, adedi<br />

belirlenmiş şeylerin sonuna çokluk eki getirilmesi <strong>ve</strong> düz yazı metinlerdeki fıkralar<br />

arasında ilgisizlik bunun içinde değerlendirilebilir.<br />

Kapuŋda ümmetüŋden benden ednâ bende yok ammâ<br />

Bu ‘izzet ‘izzet-i dâreyne miftâh-ı kifâyetdür<br />

(K. 5/65)<br />

“Senin kapında ümmetinin içinde benden daha aşağı bir köle yoktur. Bu izzet,<br />

iki dünya izzeti için yeterli bir anahtardır.” anlamına gelebilecek beytin ilk dizesinde<br />

iki çıkma eki görülmektedir. Ümmet <strong>ve</strong> ben sözcüklerine gelen ek, ilk anda aynı<br />

fonksiyonu, uzaklaşmayı ifade ediyor gibidir. Hâlbuki ilkinin buradaki fonksiyonu<br />

ikincisinden farklıdır. Nitekim ilkinde ümmetinin içinde gibi bir edatı takdir etmek<br />

9<br />

10<br />

Çuhadar, a.y, s. 423.<br />

Çuhadar, a.y, s. 423.<br />

194


mümkün ise de bu ikincisi için mümkün olmuyor. Zira burada çıkma ifade ediyor,<br />

dolayısıyla bu eklerin bu üslûp üzere bulunuşu söz için bir kusur oluşturmaktadır.<br />

Tabîb-i derd-i güneh nûr-bahş-ı rûy-ı siyeh<br />

Şeh-i sürûş-ı sipeh hükmrân-ı ‘âlemdür<br />

(K. 7/35)<br />

“Günah derdinin doktoru, siyah yüzün nur bahşedeni, melekler ordusunun<br />

padişahı âlemin hükümdarıdır.” anlamına gelebilecek beyitte, sürûş-ı sipeh<br />

tamlamasının sipeh-i sürûş biçiminde olması gerekirken musammat biçime uymak<br />

için beyitteki gibi geldiği anlaşılmaktadır.<br />

Ağyâra lutfa keyf oldı bâ‘is<br />

Hakkâ ki oldur ümmü ’l-habâ’is<br />

(G. 21/1)<br />

“Gerçekten kötülüklerin anası olan esrar, ağyar için iyiliğe sebeb oldu.”<br />

biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beytin ilk dizesinde, iki yönelme<br />

eki görülmektedir. Ağyâr <strong>ve</strong> lutf sözcüklerine gelen ek, ilk anda yönelmeyi ifade<br />

ediyor gibidir. Hâlbuki ilkinin buradaki fonksiyonu ikincisinden farklıdır. Nitekim<br />

ilkinde ağyar için gibi bir edatı takdir etmek mümkün ise de bu ikincisi için mümkün<br />

olmuyor. Zira burada yönelme ifade ediyor, dolayısıyla bu eklerin bu üslûp üzere<br />

bulunuşu söz için bir kusur oluşturmaktadır. Bu cümleden olmak üzere (K. 7/54), (K.<br />

7/74), (K. 7/90), (K. 12/63), (K. 18/2), (K. 19/4)’ü bu anlamda değerlendirmek<br />

gerekir.<br />

Benüm gibi kanı bir şâ‘ir-i suhan-pîrâ<br />

Ki mâlik ola dil-i şûh u tab‘-ı sehhâra<br />

(K. 11/18)<br />

“Sihirli yaratılışa <strong>ve</strong> şuh gönle sahip olan benim gibi bir söz süsleyici şair<br />

nerede?” anlamına gelebilecek beyitte, dil-i şûh tamlaması yönelme eki<br />

almadığından dolayı cümlenin öznesi gibi anlaşılmaktadır.<br />

195


Bulursa VAHYÎ hased-dest-bûsı rütbesini<br />

Basınca meclisine dil-berüŋ kadem kâğaz<br />

(G. 39/7)<br />

“Kâğıt, sevgilinin meclisine ayak basıncaya kadar <strong>Vahyî</strong>, kıskançlık el öpme<br />

rütbesini bulursa” gibi bir cümle ortaya çıkmaktadır. Bu cümlenin sonunda yüklemin<br />

hüküm bildirmesi gerekirdi; ancak böyle olmadığı görülmektedir. Burada, söz<br />

diziminde kuralsızlık olduğu gibi aynı zamanda söz diziminde anlaşılma güçlüğü<br />

(ta‘kîd) de vardır.<br />

5. Söz Diziminde Anlaşılma Güçlüğü (Ta‘kîd)<br />

Ta‘kîd, lafzî ta‘kîd <strong>ve</strong> ma‘nevî ta‘kîd olarak ikiye ayrılır: Birincisi, bir ibareyi<br />

oluşturan sözcüklerin maksadın anlaşılmasını güçleştirecek biçimde sıralanmasıdır.<br />

Lâfzî takit, sözcüklerin gerçek yerlerinden daha öne <strong>ve</strong>ya daha ileriye alınması yahut<br />

art arda gelmesi gereken sözcüklerin arasına başka sözcüklerin sokulması suretiyle<br />

olur. Manevî takit, sözün anlamının hatalı mecaz, istiare <strong>ve</strong> kinayelerin kullanılması<br />

gibi sebeplerle kapalı olması âdeta kördüğüm hâline gelmesidir. 11<br />

Ruh u miyânını yârüŋ se<strong>ve</strong>rseŋ ol ey dil<br />

Ümîd-bâzî-i bûs u kinârdan fâriğ<br />

(G. 151/3)<br />

“Ey gönül! Sevgilinin yanağını <strong>ve</strong> belini seviyorsan, onu öpüp kucaklama<br />

ümidinden vazgeç.” anlamında günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, ilk<br />

dizedeki ol ey dil söz öbeği ilk bakışta maksadın intikalini güçleştirmektedir. Hâlbuki<br />

burada ol sözcüğü ikinci dizenin sonundaki fâriğ sözcüğüne bağlıdır.<br />

11<br />

Çuhadar, a.y, s. 423-424.<br />

Devlet-sarây-ı rif‘atin idrâk iden bilür<br />

Kim ‘arş aŋa muhtasarı şeh-nişîndür<br />

(K. 8/31)<br />

196


“Yücelik devletinin sarayını anlayan bilir ki, arş ona kısaltılmış bir<br />

şehnişindir.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, muhtasarı<br />

sözcüğünün ek alması beytin anlaşılmasını güçleştirmektedir.<br />

6. Söz Fazlası (Haşv)<br />

Sözlükte, ‘yastık, yorgan içine tıkılan tıkıntı’ anlamlarına gelir. Haşv,<br />

cümlenin temel öğelerinden olmayan, ifade edilmek istenilen gerçek anlama katkısı<br />

da bulunmayan sözcüklere denir. Başka bir deyişle sözün anlamının kendisi<br />

olmaksızın da tamamlandığı lâfızlardır. Mutlak anlamda anıldığında bir kusuru ifade<br />

eden haşvin belli şartlar içerisinde söze güzellik kattığı da olur.<br />

Tâc-ı ser-i halk-ı ‘âlem Ahmed<br />

Şâhenşeh-i dü-cihan Muhammed<br />

(K. 2/24)<br />

Burada <strong>ve</strong>zin mecburiyetinden dolayı ‘âlem sözcüğü kullanılmıştır. halk<br />

sözcüğü de gercekte söylenilmek istenilen şeyi anlatmaktadır.<br />

Mahsûl-i ‘ömri ğârete kasd eyledi ‘adû<br />

Bezl-i himâyet eyleyecek vakt ü hîndür<br />

(K. 8/48)<br />

Vezin <strong>ve</strong> kafiye mecburiyetinden vakt ü hîn söz öbeği kullanılmıştır. Birisinin<br />

kullanılması da anlam bakımından yeterliydi.<br />

Suyı ğâyetle sâf turna gözi<br />

Kimsenüŋ yok letâfetine sözi<br />

(L. 11/3)<br />

“Suyu o kadar temiz ki, kimsenin berraklığına sözü yok.” anlamında<br />

günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, turna gözi tabiri de ‘pek saf, pek<br />

temiz’ anlamındadır. O hâlde sâf <strong>ve</strong> turna gözi sözcüklerinin bir arada bulunmaları<br />

sözde gereksiz bir fazlalığa sebep olmuştur.<br />

197


B. Beyan<br />

Sözlükte ‘ortaya çıkmak, açık seçik olmak; açıklamak, anlaşılır hâle<br />

getirmek’ gibi anlamlara gelir. Edebiyat terimi olarak beyân ‘anlamı ifadede sözü<br />

açıklığa kavuşturmak için gereken melekeyi kazandıran, duygu <strong>ve</strong> düşünceleri<br />

değişik yollarla ifade etme usul <strong>ve</strong> kurallarını inceleyen’ ilim demektir. Beyan<br />

ilminin gayesi, duygu <strong>ve</strong> düşünceleri yerine <strong>ve</strong> zamanına uygun bir biçimde ifade<br />

edebilmek <strong>ve</strong> edebî eserleri daha iyi anlamaktır. 12<br />

1. Mecaz-ı Mürsel<br />

Mecâz-ı mürsel, bir sözün gerçek anlamı dışında gerçek anlamının<br />

anlaşılmasına bir engel bulunmak <strong>ve</strong> hakikî anlamı ile mecazî anlamı arasında<br />

benzerlik dışında bir ilgi bulunmak şartıyla kullanılmasıdır.<br />

Hemân yok yere tazyî‘-i nakd-i ‘ömr itdüŋ<br />

Ne câh-ı kâm ele girdi ne iktidâr oldı<br />

(K. 12/25)<br />

“Hemen boşu boşuna ömür akçasını zayi ettin, ne istek makamı ele geçti ne<br />

de iktidar oldu.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, el<br />

sözcüğü mazhariyet ilgisi bakımından ‘güç, kabiliyet’ anlamında kullanılmıştır.<br />

Bir ‘Acem fettânına oldı rubûde göŋlümüz<br />

İltifât itmez biyâya gûş tutmaz bişne<strong>ve</strong><br />

(G. 240/8)<br />

“Gönlümüz bir Acem güzeline tutulmuştur, onun için “gel” sözüne iltifat<br />

etmediği gibi “dinle” sözüne de kulak <strong>ve</strong>rmez.” anlamına gelen beyitte, gûş<br />

tutmamak ‘söz dinlememek’ anlamında kullanılmıştır.<br />

12<br />

Nasrullah Hacımüftüoğlu, “Beyân”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. VI,<br />

1992, s. 22-23.<br />

198


Ey husrev-i ceyş-i nükte-sencan<br />

Endîşeŋe ‘âlem oldı hayran<br />

(K. 2/2)<br />

“Ey nükte tartan askerin hükümdarı! Senin düşüncene herkes hayran oldu.”<br />

anlamına gelebilecek beyitte, ‘âlem sözcüğünden kastedilen dünyada yaşayan<br />

herkestir.<br />

2. İstiare<br />

İlgisi benzeşme olan en önemli mecaz türü <strong>ve</strong> edebî sanat. Sözlükte, ‘ödünç<br />

istemek, ödünç almak’ anlamına gelen isti‘âreyi belâgat bilginleri, ‘bir sözcük <strong>ve</strong>ya<br />

terkibin, teşbihe mübalâğa <strong>ve</strong> yorum gücü sağlamak için benzeşme ilgisiyle <strong>ve</strong> bir<br />

karineye dayalı olarak gerçek anlamı dışında kullanılması’ biçiminde tarif<br />

etmişlerdir. 13<br />

Sar dest-i keremle merhem-i ihsânuŋ<br />

Peykân-ı hevâ derûnum itdi mecrûh<br />

(R. 3-VII/2)<br />

“İyilik merhemini cömertlik eliyle sar; zira heva okları gönlümü yaraladı.”<br />

Ok, açık istiare yoluyla sevgilinin kirpikleri yerine kullanılmıştır.<br />

VAHYÎ dil-i şûrîde-i mihnet-keşe müjde<br />

İtdi o perî lutf-ıla izhâr-ı tesellâ<br />

(G. 6/5)<br />

“Ey <strong>Vahyî</strong>! Sıkıntı çeken çılgın gönle müjde (<strong>ve</strong>r), o peri gibi güzel sevgili,<br />

lütfedip tesellî etti.” Perî açık istiare yoluyla sevgilinin yerinde kullanılmıştır.<br />

13<br />

Takaddüm itdi aŋa bûs-ı la‘l-i dil-berde<br />

‘Aceb mi sâğara eylerse inkisârı şarâb<br />

(G. 9/3)<br />

İsmail Durmuş, İskender Pala, “İstiare”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.<br />

XXIII, 2001, s. 315-318.<br />

199


“Kadeh, sevgilinin la‘l gibi kırmızı dudağını öpmede, şaraptan öne geçtiği<br />

için şarap, kadehe kırılırsa buna şaşılır mı?” Beyitte, kadeh <strong>ve</strong> şarap insana özgü<br />

birtakım özelliklerle kişileştirilmişlerdir. Dolayısıyla beyitte kapalı istiare vardır.<br />

3. Teşbih<br />

Teşbîh, aralarında bir <strong>ve</strong>ya birden fazla vasıfla benzerlik bulunan iki şeyin<br />

birini öbürüne benzetmektir. Teşbihin tarafları olarak adlandırılan bu iki unsurdan<br />

biri benzeyen, öbürü kendisine benzetilendir. Bu iki unsurun ortak oldukları vasıflara<br />

<strong>ve</strong>ch-i şebeh (benzeyiş yönü) denir. Kimi durumlarda bu benzetme teşbih edatı<br />

kullanılarak yapılır.<br />

Kalbümde esâs-ı kâh-ı ‘ışkuŋ<br />

Lutfuŋ gibi muhkem eyle yâ Rab<br />

(K. 1/5)<br />

“Ey Rabbim! Kalbimdeki aşk köşkünün temelini lütfun gibi sağlamlaştır.”<br />

Aşk, köşke benzetilmiş, muhkemlik ise benzetme yönü olarak kılınmıştır.<br />

Kapuŋda halka-i der gibi kaldı çeşmi VAHYÎnüŋ<br />

Garîbüŋdür recâsı bir nazardur yâ Resûla ’llâh<br />

(K. 13/6)<br />

“Ey Allah’ın resulü! <strong>Vahyî</strong>’nin gözü senin eşiğinde kapı halkası gibi kaldı,<br />

garip, senin bir kere nazar etmeni ummaktadır.” <strong>Vahyî</strong>’nin gözü kapı halkasına<br />

benzetilmiştir. Benzetme yönü olarak ise kalmak eylemi kullanılmıştır.<br />

Olınca bâz-ı dilüm kâkülüŋle per-beste<br />

Kebûter-i ğamı bî-bâl ider şehâ peydâ<br />

(G. 1/4)<br />

“Ey padişah! Gönül kuşumun, sevgilinin kâkülüyle kanadı bağlanınca, gam<br />

gü<strong>ve</strong>rcini kanatsız uçu<strong>ve</strong>rir.” Gam gü<strong>ve</strong>rcine, gönül kuşa benzetilmiştir.<br />

200


4. Kinaye<br />

Sözlükte ‘bir şeyi bir şeyle örtmek’ anlamına gelen kinâye sözcüğü edebî<br />

sanat olarak ‘örtülü anlatım’ demektir. Beyan bilginlerine göre kinaye, söz içinde<br />

geçen asıl anlamın yanında bir başka lâzimî anlamın anlatıldığı sözcük <strong>ve</strong>ya terkiptir.<br />

Özel durumlar dışında çoklukla kinayede her iki unsura göre de cümlenin anlamının<br />

tamam olması, yalan <strong>ve</strong> yanlış olmaması asıldır. Kinayede aslolan, cümlede geçen<br />

unsurun geçmeyen unsuru anlatma, bir geçiş <strong>ve</strong> atlama taşı vazifesi görmesidir. Bu<br />

bakımdan kinayede temel hedef mecazî anlamdır. Kinayeyi mecazdan ayıran özellik,<br />

hem hakikî hem mecazî anlama göre ifadenin doğru olması, hakikî anlamın<br />

kastedilmediğini ortaya koyan bir karinenin bulunmamasıdır. 14<br />

Atma yabana hâr ise de dâmenüŋ tutar<br />

Gülzâr-ı ‘afv tekyegeh-i mücrimîndür<br />

(K. 8/53)<br />

“Diken ise de eteğini tutar, sahraya atma, affetme gül bahçesi, günahkârların<br />

dayanma yeridir.” Yabana atmamak aynı zamanda ‘dikkate almamak,<br />

önemsememek’ anlamındadır.<br />

Matem ifadesi olarak eskiler uzun saçlarını keserler yahut da örgülü ise<br />

çözerlerdi. Zülfünü çözmek ifadesi bu durumu da çağrıştıracak biçimde kullanılmıştır.<br />

Zülfini çözdi tırâş eyledi hattın cânan<br />

Bir yere geldi hazân ile bahâruŋ ikisi<br />

(G. 257/7)<br />

“Canan, saçını çözüp sakalını tıraş eyledi, böylelikle sonbahar ile ilkbaharın<br />

ikisi bir araya geldi.”<br />

14<br />

‘Işk kim genc-i câvidânîdür<br />

‘Âşık-ı zâra rûh-ı sânîdür<br />

(K. 9/1)<br />

İsmail Durmuş, “Kinaye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XXVI, 2002, s.<br />

34-36.<br />

201


“Aşk, sonsuz bir hazinedir. İnleyen âşık için şaraptır.” rûh-ı sânî ‘ikinci bir<br />

can’ anlamında olduğu gibi aynı zamanda ‘şarap’ demektir.<br />

C. Bediî<br />

Bedî‘ sözcüğünün sözlük anlamı, ‘örneksiz <strong>ve</strong> modelsiz bir şeyi icat etmeyi’<br />

ifade eder. Bediî, belâgat ilminin ifadeyi güzelleştiren usul <strong>ve</strong> kurallarından söz eden<br />

dalıdır. 15<br />

1. Anlam İle İlgili Sanatlar<br />

a. Tenasüp<br />

Aralarında anlam bakımından -tezatın dışında- bir ilişki bulunan iki <strong>ve</strong>ya<br />

daha fazla sözcüğü bir ibarede toplamaktır. Mürâ‘ât-ı nazîr, tevfîk, telfîk <strong>ve</strong><br />

mütenâsib adları ile de anılır. Bu ifade özelliğinin birbiriyle ilişkili sözcüklerin<br />

bulunduğu kavram alanını belirginleştirmek, söylenilmeyen öbür öğeleri de<br />

hatırlatmak <strong>ve</strong> metnin çevresinde döndüğü ana fikri belirlemek, yazarın psikolojisine<br />

kapı açmak, üslûbunu belirlemek gibi önemli yönleri vardır.<br />

Demdür ki sûk-ı ‘ilme gelüp nevbet-i revâc<br />

Merğûb-ı nâs şimdi metâ‘-ı kemâldür<br />

(K. 35/3)<br />

“İlim çarşısına sürüm nöbetinin geldiği andır ki, işte şimdi insanların rağbeti<br />

olgunluk metaıdır.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, sûk,<br />

revâc, merğûb, metâ‘ sözcükleriyle oluşturulmuş bir pazar meydanı tenasübü vardır.<br />

15<br />

‘Arz-ı sebîke-i hüner it bil ‘iyâruŋı<br />

Sâhib-‘iyâr-ı vakt dakîkü ’l-hayâldür<br />

(K. 35/42)<br />

Nasrullah Hacımüftüoğlu, “Bedî‘”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. V,<br />

1992, s. 320-322.<br />

202


“Hüner külçesini arz et, ayarını anla. Dönemin darphane memuru ince<br />

hayallidir.” anlamına gelebilecek beyitte, sebîke, ‘iyâr, sâhib-‘iyâr, dakîk gibi<br />

sözcüklerle kuyumculukla ilgili terimler bir araya getirilmiştir.<br />

Rûzedâr-ı fürkate VAHYÎ<strong>ve</strong>ş iftâr itdürür<br />

San hilâl-i ‘îd-i evc-i ibtilâdur hancerüŋ<br />

(G. 168/5)<br />

“Senin hançerin, <strong>Vahyî</strong> gibi ayrılık orucu tutana iftar ettirir, sanki düşkünlük<br />

göğünün bayram hilâlidir.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />

rûzedâr, iftâr, hilâl-i ‘îd gibi sözcükler ramazanla ilgili çağrışımları hatırlatmaktadır.<br />

Rikâb-ı zîn-i kâm oldı cüdâ pây-ı te’emmülden<br />

Ligâm-ı rahş-ı ümmîd-i cihan-peymâdan el çekdüm<br />

(G. 192/4)<br />

“İstek eyerinin üzengisi teemmül ayağından ayrıldı, (böylece) cihanı ölçen<br />

umut atının dizgininden el çektim.” anlamına gelebilecek beyitte, rikâb, zîn, ligâm,<br />

rahş sözcükleri kendi aralarında tenasüp oluşturmaktadır.<br />

b. Tezat<br />

Anlam bakımından aralarında zıtlık/karşıtlık bulunan sözcükleri bir ibarede<br />

toplamaktır. Burada kastedilen karşıtlık, siyah beyaz gibi bir zıtlığın yanı sıra bilmek<br />

<strong>ve</strong> bilmemek gibi olumlu-olumsuz fiilleri, baba oğul gibi nispet bulunduran <strong>ve</strong><br />

birinin anlaşılması öbürüne bağlı olan sözcükler arasındaki ilgiyi, hatta farklı<br />

renklerin (yeşil, mavi gibi) birbirlerine karşı durumlarını da içine alır.<br />

Sülûkinde şeb-i deycûrı seçmez rûz-ı rûşenden<br />

Uyan ‘ışkuŋ gibi bir reh-nümâya yâ Resûla ’llâh<br />

(K. 19/3)<br />

“Ey Allah’ın resulü! Senin aşkının yoluna baş koyan, dervişlik yolunda<br />

karanlık geceyi aydınlık gündüzden ayıramaz.” anlamına gelebilecek beyitte,<br />

karanlık gece ile aydınlık gündüz tezadı vardır.<br />

203


Demdür ki dost mazhar-i feyz-i cemâldür<br />

Düşmen ğarîk-i lücce-i kahr-ı celâldür<br />

(K. 35/1)<br />

“Bu öyle (kutlu) bir zamandır ki, dost, (Hz. Peygamberin) yüzünün feyzine<br />

mazhar olmuş, düşman ise kızgınlık kahrının denizine boğulmuştur.” Dost <strong>ve</strong><br />

düşman sözcükleri tezat oluşturacak biçimde ustaca bir araya getirilmiştir.<br />

Olmasa dâ‘î bihişt-i vuslata ğamzeŋ eger<br />

Dûzah olurdı baŋa hecrüŋle her ân intizâr<br />

(G. 49/4)<br />

“Senin gamzen, eğer kavuşma cennetine çağırıcı olmasaydı, bana senin<br />

ayrılığınla her an beklemek cehennem gibi gelirdi.”<br />

Bir lezzet-i güftâr var ol ğonçe-dehende<br />

Tu‘m-ı suhan-ı telhine sükker hased eyler<br />

“O gonca ağızlıda bir söz tadı var, şeker acı sözün azığını kıskanır.”<br />

c. Cem-Tefrik-Taksim<br />

(G. 58/8)<br />

Sözlük anlamı ‘toplamak, birleştirmek’ olan cem, belâgat terimi olarak iki<br />

<strong>ve</strong>ya ikiden fazla anlamı bir hükümde toplamaktır. Başka bir deyişle bir ifade ile<br />

birden fazla şeyin bir hükümde buluşmasıdır. İki şey arasında cem yapıldıktan sonra<br />

aralarını tefrik etmeğe, yani ikisinin ayrı şeyler olduğunu belirtmeye cem ma‘a-tefrîk,<br />

yani tefrik ile yapılan cem denir. Cem yapıldıktan sonra cemi meydana getiren<br />

şeylerin özelliklerini söylemeye de cem ma‘a’t-taksîm, yani taksim ile yapılan cem<br />

denir.<br />

İki cânibden tarîk-i ‘ışkı su almış şehâ<br />

Biri eşk ü birisi fikr-i cemâl-i dil-rubâ<br />

Muam. 53<br />

204


“Ey padişah, iki taraftan aşk yolunu su almış, (bunlardan) birisi gözyaşı,<br />

öbürü sevgilinin yüzünün düşüncesidir.”<br />

Aşk yolu, iki taraftan sular altında kalmasıyla ortak kılınmış, daha sonra<br />

bunların birisinin gözyaşı öbürünün sevgilinin yüzünün düşüncesi olduğu söylenerek<br />

taksim yapılmıştır.<br />

Sabâ yârüŋ ruhından almış iki hâl-i şûrîde<br />

Birisin cânına kor birin eyler merhem-i dîde<br />

Muam. 28<br />

“Saba rüzgârı, sevgilinin yanağından iki tutkun ben almış, birisini canıma<br />

kor, öbürünü gözüne merhem eder.”<br />

yapılmıştır.<br />

çekiyor.”<br />

Aynı oldukları düşünülen iki benin farklı oldukları söylenerek tefrik<br />

Bir câmdan çeker ikisi bâde-i fenâ<br />

Biri niyâzda birisi nâzenîndür<br />

(K. 8/16)<br />

“Biri niyaz içerisinde birisi nazeninde olan iki kişi bir kadehten yokluk şarabı<br />

İki kişi bir kadehten yokluk şarabı çekmekle ortak kılınmış, bunların farklı<br />

oldukları söylenerek tefrik yapılmıştır.<br />

ç. Leff ü Neşir<br />

Sözlük anlamı ‘dürüp toplama <strong>ve</strong> yayma olan’ leff ü neşr, iki <strong>ve</strong>ya daha fazla<br />

söz <strong>ve</strong>ya hükmün anılmasından sonra bunlarla aralarında ilgi olan söz <strong>ve</strong> hükümlerin<br />

sıralanmasıdır. Bunlardan ilki leff öbürü neşri meydana getirir. Leffüneşri meydana<br />

getiren <strong>ve</strong> aralarında ilişki bulunan bu iki sıradaki öğelerin hangisinin hangisiyle<br />

ilişkili olduğu belirtilmez <strong>ve</strong> bunun tespiti muhatapa bırakılır. Söylenilen ilk söz <strong>ve</strong>ya<br />

hükümler ile bunlara karşılık gelen, bunlarla ilişkili öğelerin aynı sırayı takip ettiği<br />

205


leffüneşre mürettep leff ü neşr; aynı sıranın olmadığı leffüneşre ise, mürettep<br />

olmayan leff ü neşr denir. 16<br />

Gül ü benefşe vü nergisle gülşen ister iseŋ<br />

‘İzâr u kâkül ü çeşm ile gör o sîmâyı<br />

(K. 32/24)<br />

“Gül, menekşe <strong>ve</strong> nergisli gül bahçesi istersen; yanak, kâkül <strong>ve</strong> göz ile o yüze<br />

bak.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, gül, benefşe, nergis,<br />

gülşen sözcüklerine karşılık gelmek üzere ikinci dizede ‘izâr, kâkül, çeşm <strong>ve</strong> sîmâ<br />

sözcükleri anılmaktadır. Görüleceği üzere ikinci dizedeki öğeler birinci dizedeki<br />

öğelerin sırasını gözetmiştir. Dolayısıyla bu beyitte mürettep leff ü neşr vardır.<br />

Derûn-ı ‘âşık-ı sâdıkda âh nâ-peydâ<br />

Ki nâr-ı sâfda dûd-ı siyâh nâ-peydâ<br />

(G. 4/1)<br />

“Saf ateşte siyah dumanın görünmediği gibi sadık âşıkın içinde de ah<br />

görünmez.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, derûn-ı ‘âşık-ı<br />

sâdıkda, âh sözcüklerine karşılık gelmek üzere ikinci dizede, nâr-ı sâfda, dûd-ı siyâh<br />

sözcükleri anılmaktadır. Görüleceği üzere ikinci dizedeki öğeler birinci dizedeki<br />

öğelerin sırasını gözetmiştir. Dolayısıyla bu beyitte mürettep leff ü neşr vardır.<br />

Ruhsâruŋı zülfüŋle görenler didi hakkâ<br />

Meh hâleye hâle meh-i ğarrâya münâsib<br />

(G. 13/3)<br />

“Yanağını saçınla birlikte görenler, “Gerçekten ay haleye hale de parlak aya<br />

uygundur,” dediler.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />

ruhsâr, zülf sözcüklerine karşılık gelmek üzere ikinci dizede, meh, hâle sözcükleri<br />

anılmaktadır. Görüleceği üzere ikinci dizedeki öğeler birinci dizedeki öğelerin<br />

sırasını gözetmiştir. Dolayısıyla bu beyitte mürettep leff ü neşr vardır.<br />

16<br />

İsmail Durmuş, M. A. Yekta Saraç, “Leff ü Neşr”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm<br />

Ansiklopedisi, C. XXVII, 2003, s. 122-124.<br />

206


Şu turre kim ruh-ı hâl-â<strong>ve</strong>r-i nigâra çıkar<br />

O mârdur süzilüp nahl-i mî<strong>ve</strong>dâra çıkar<br />

(G. 44/1)<br />

“Sevgilinin benli yanağına inen kâkül, süzülüp mey<strong>ve</strong>li ağaca çıkan yılan<br />

gibidir.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, turre, ruh-ı hâl-<br />

â<strong>ve</strong>r-i nigâr sözcüklerine karşılık gelmek üzere ikinci dizede, mâr, nahl-i mî<strong>ve</strong>dâr<br />

sözcükleri anılmaktadır. Görüleceği üzere ikinci dizedeki öğeler birinci dizedeki<br />

öğelerin sırasını gözetmiştir. Dolayısıyla bu beyitte mürettep leff ü neşr vardır.<br />

Sözüm yok hâline ruhsârına ebrûsına yârüŋ<br />

Hilâl ü âftâb-ı ‘âlem-ârâ vü Süreyyâdur<br />

(K. 27/16)<br />

“Sevgilinin benine, yanağına <strong>ve</strong> kaşına sözüm yok, (onlar) hilâl, dünyayı<br />

süsleyen güneş <strong>ve</strong> Süreyya yıldızlarıdır.” anlamındaki beyitte, ikinci dizedeki hilâl,<br />

âftâb-ı ‘âlem-ârâ <strong>ve</strong> Süreyyâ ilgili oldukları ilk dizedeki hâl, ruhsâr <strong>ve</strong> ebrû’ya göre<br />

sıralanmadıkları için mürettep olmayan leff ü neşr vardır.<br />

d. Tevriye<br />

Sözlükte ‘bir haberi gizleyerek bir başka söz <strong>ve</strong> haberi öne çıkarmak’ olan<br />

tevriye şiir <strong>ve</strong> düz yazıda yakın <strong>ve</strong> uzak iki anlamı bulunan bir sözün zihne hemen<br />

gelen yakın anlamını değil uzak anlamını kastetmektir.<br />

Müjde kim ‘unvân-ı tûmâr-ı ‘izâr-ı yârda<br />

Hatt-ı nev-hîzi yazar sâl-i <strong>ve</strong>fâ nev-rûzdur<br />

(K. 31/4)<br />

“Müjde! Vefa yılı, sevgilinin yanak tomarının başlığında yeni yetişmiş bir hat<br />

yazar, bugün nevruzdur.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />

hat sözcüğü iki anlama gelebilecek biçimde kullanılmıştır.<br />

Zabta nutk ile ne hâsıl fahr-i dûr-â-dûrdan<br />

Sen o şâ‘irsin ki fahr eyler senüŋle rûzgâr<br />

(K. 30/13)<br />

207


“Konuşmak <strong>ve</strong> uzaktan uzağa övünmekle kavrayış elde edilemez, sen öyle bir<br />

şairsin ki, rüzgâr seninle övünür.” biçiminde anlaşılabilecek beyitte, rûzgâr<br />

sözcüğünden dönemin şairleri anlaşılmaktadır.<br />

e. Mübalâğa<br />

Mubâlâğa sözcüğünü, sözlükler ‘işte kusur etmemek, bunun için mümkün<br />

gayreti göstermek’ diye anlamlandırır. Edebiyat terimi olarak bir vasfın, şiddet <strong>ve</strong>ya<br />

zaaf bakımından imkânı güç <strong>ve</strong>ya muhal derece ile ifade edilmesidir. Makbul olan<br />

mübalâğa ile olmayanı ayırt etmek için bir tasnife gidilir; böylece de teblîğ, iğrâk,<br />

ğuluv olmak üzere üç çeşit mübalâğadan söz edilir. Bu sınıflandırmada söz konusu<br />

zaaf <strong>ve</strong> şiddetin nefisle mümkün olup olmadığı, mümkün olduğu takdirde alelâde<br />

hâllerde vuku bulup bulmayacağı hareket noktası sayılmıştır. 17<br />

Ol fâris-i sahrâ-yı tedellâya sezâdur<br />

Ger eşheb-i ta‘zîmine mıh olsa Süreyyâ<br />

(K. 3/23)<br />

“Süreyya yıldızı, o nazlanma çölündeki usta binicinin azametli atının (nalına)<br />

çivi olsa yakışır.”<br />

17<br />

Ki olup mûra râm bebr ü peleng<br />

Meges ‘ankâyı sayda ruhsat olur<br />

(K. 4/41)<br />

“Leopar <strong>ve</strong> kaplan karıncaya ram olup sinek ankayı avlamak için izin alır.”<br />

O deŋlü tûde-i berf oldı ser-firâz u bülend<br />

Çıkılsa seyr ide âdem semâ-yı dünyâyı<br />

(K. 32/17)<br />

“Kar yığını o kadar yükseldi ki, insan üzerine çıksa gökyüzünü seyredebilir.”<br />

Prof. Dr. M. Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi <strong>ve</strong> Teorileri I Belâgat, Ankara, Atatürk<br />

Üni<strong>ve</strong>rsitesi Yayınları: 571 Edebiyat Fakültesi Yayınları: 95 Ders <strong>Kitap</strong>ları Serisi: 8, 1980, s.<br />

216.<br />

208


f. Tecahül-i Arif<br />

Tecâhül-i ‘ârif, şiir <strong>ve</strong>ya düz yazı bir metinde bilinen bir özelliğin bir nükteye<br />

bağlı olarak bilinmiyormuşçasına ifade edilmesidir. Yani bilineni bilmezlikten<br />

gelmedir. Tecâhül, tecâhül-i ‘ârifâne de derler. Tecahüliarif, özel bir maksat taşır.<br />

Bunlar övgü <strong>ve</strong> yergide mübalâğa, hayranlık <strong>ve</strong> kendinden geçme, neşe <strong>ve</strong> sevinç<br />

sırasında duyulan heyecanın ifadesi, kınama, neşelendirme gibi sebeplerdir.<br />

O şûh ‘âşık-ı ğam-h v ârına cefâda degüldür<br />

Niçün yine dil-i şûrîdemüz safâda degüldür<br />

(G. 94/1)<br />

“O cil<strong>ve</strong>li sevgili, gam çeken âşıkına eziyet etmemektedir. O hâlde niçin<br />

çılgın gönlümüz mutlu değildir.” anlamına gelebilecek beyitte, kişi, gerçekte niçin<br />

mutlu olmadığını bilmektedir. Çünkü âşık kendisine eziyet etmemektedir; ancak<br />

bunu bilmezlikten gelmektedir.<br />

Çeşmüŋ mi ğamze mi ruh-ı alüŋ mi turre mi<br />

Ey şâh-ı ‘iş<strong>ve</strong> böyle seni şî<strong>ve</strong>kâr iden<br />

(G. 206/3)<br />

“Ey iş<strong>ve</strong>li sevgili! Seni böyle şi<strong>ve</strong>li eden gözün mü, yan bakış mı, kırmızı<br />

yanağın mı, kâkülün mü?” anlamına gelebilecek beyitte, şair, bunların her birinin<br />

ayrı ayrı birer etken olduğunu bilmekle birlikte bilmezlikten gelmektedir.<br />

Niçün ey ğamze-i hod-re’y çeşm-i yâre râm olduŋ<br />

Meger semt-i füsûn-ı dil-rubâyîde mu‘înüŋdür<br />

(G. 97/3)<br />

“Ey inatçı yan bakış! Niçin sevgilinin gözüne tutuldun? Galiba gönül alan<br />

büyüleyici semtte o, senin yardımcındır.” anlamına gelebilecek beyitte, birinci dizede<br />

inatçı gamzenin, sevgilinin gözüne niçin tutulduğu sorulmakta; ancak ikinci dizede<br />

meger sözcüğü ile bu bilinmezlik kısmen de olsa giderilmektedir.<br />

209


g. Hüsn-i Ta’lîl<br />

Sözlükte ‘güzel sebep gösterme’ anlamına gelen Hüsn-i ta‘lîl bir edebiyat<br />

terimi olarak ‘her hangi bir hâdiseyi gerçek sebebinden farklı, fakat daha güzel <strong>ve</strong><br />

ifade edebilmek istenen fikre uygun bir sebepte oluyormuş gibi gösterme’<br />

sanatıdır. 18<br />

Bu sanatın başarılı bir biçimde kullanılışını gösteren şey; bizi de aynı<br />

hissiyatla hâdisenin izahının o biçimde olduğuna inandırmasıdır. Bunun için tabiî<br />

olmayan sebebe önce sanatkârın inanması, inanmış olduğu kanaatini bize <strong>ve</strong>rmesi<br />

lâzımdır. Dolayısıyla gösterdiği sebepte kuşku duyulduğunun ifadesi, hâdiseyi<br />

hüsnitalil olmaktan çıkarır. Bu ifade biçimine şibh-i hüsn-i ta‘lîl denir.<br />

Çün oldı sencileyin mâhdan cüdâ Ka‘be<br />

‘Aceb mi haşre dek itse libâsını kara<br />

(K. 11/44)<br />

“Kâbenin, senin gibi ay yüzlü sevgiliden ayrıldığı için kıyamete kadar<br />

elbisesi kara olsa, buna şaşılır mı?” anlamındaki beyitte, Kâbe’nin üzerinde siyah<br />

elbise olmasının sebebi, sevgiliden ayrılması durumuna bağlanmıştır.<br />

Dehân u rûyuŋa teşbîh olındı sehv ile çün-kim<br />

O şerm ile kızarup ğonçe-berg-i gül yere düşdi<br />

(G. 254/4)<br />

“O gonca yapraklı gül, yanlışlıkla senin ağzına <strong>ve</strong> yüzüne benzetildiği için<br />

utancından kızarıp yere düştü.” anlamına gelebilecek beyitte, tabiî bir hâdise olan<br />

gülün yere düşmesi, yanlışlıkla sevgilinin ağzına <strong>ve</strong> yüzüne benzetilmekten dolayı<br />

utancından yere düşme sebebine bağlanmıştır.<br />

18<br />

‘İzâruŋ mihre teşbîh eylemiş güstâh teşbîhât<br />

Anuŋ’çün çarh-ı çârum tâbe-mahşer dâğ-ber-dildür<br />

(G. 93/2)<br />

İsmail Durmuş, “Hüsn-i Ta’lil”, Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XIX,<br />

1999, s. 32-33.<br />

210


“Küstah benzetmelerde, senin yanağını güneşe benzettiklerinden, dördüncü<br />

feleğimin mahşere kadar gönlü üzgün olacaktır.” biçiminde günümüzün Türkçesine<br />

aktarılabilecek beyitte, dördüncü feleğin üzgün olmasının sebebi, sevgilinin<br />

yanağının güneşe benzetilmesidir.<br />

Meger ki baht-ı siyeh meyl-i zülf-i yâr itdi<br />

Anuŋ’çün ol dahı her lahza pîç ü tâbdadur<br />

(G. 68/3)<br />

“Meğer kara talih, sevgilinin saçına meyletmiş de onun için o, her zaman<br />

sıkıntıdadır.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, meger<br />

sözcüğü cümlenin anlamını hafifleterek zihinde bir kuşku bırakmaktadır. Yukarıda<br />

da ifade edildiği gibi bu ifade biçimine şibh-i hüsn-i ta‘lîl denir.<br />

Reşkdâr-ı hâk-pây-ı dil-rubâdur var-ısa<br />

Gitdi seyl-âb-ı sirişküm gibi kûy-ı yâre su<br />

(G. 220/2)<br />

“Su, gözyaşı selim gibi yarin mahallesine gitti, herhâlde sevgilinin ayağının<br />

bastığı toprağı kıskanmaktadır.” anlamına gelebilecek beyitte, var-ısa ‘herhâlde’<br />

sözcüğü sebebi zayıflatmakta, böylece şibh-i hüsn-i ta‘lîl gerçekleşmektedir.<br />

2. Söz İle İlgili Sanatlar<br />

a. Cinas<br />

Belâgatin bediî kısmında yer alan bir söz sanatıdır. Sözlükte ‘iki şeyin<br />

birbirine benzemesi’ anlamında mastar olan cinâs, edebiyat terimi olarak ‘anlamları<br />

farklı, yazılış <strong>ve</strong> söyleyişleri aynı yahut benzer olan sözcüklerin şiir <strong>ve</strong> düz yazıda bir<br />

arada kullanılması’ yoluyla yapılan söz sanatlarını ifade eder. Sözlerin benzerliği<br />

dört yönden gerçekleşir. Bunlar sözleri meydana getiren harflerin 1. cinsi, 2. sayısı,<br />

3. harekesi, 4. sırasıdır. 19<br />

19<br />

Hulûsi Kılıç, Kâzım Yetiş, “Cinas”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. VIII,<br />

1993, s. 13-14.<br />

211


Cinas, ilkin iki kısma ayrılır. Cinası meydana getiren sözler arasından<br />

yukarıda sayılan dört hususta da tam bir uyum var ise bu cinasa tam cinas (cinâs-ı<br />

tâm), böyle bir uyum yoksa tam olmayan cinas (cinâs-ı ğayr-i tâm) adı <strong>ve</strong>rilir.<br />

Nutkı vasfında nokta vaz‘ itsem<br />

Kand-i mest-i mey-i halâ<strong>ve</strong>t olur<br />

(K. 4/10)<br />

“(O sevgilinin) konuşması vasfında nokta koysam, tatlılık şarabının<br />

şekerinden sarhoş olur.”<br />

Biŋ dâne vü dâm eyler murğ-ı dili râm eyler<br />

Oldukda şikenc-ârâ ol turre-i hâl-âlûd<br />

(G. 38/4)<br />

“O bene bulaşmış saç, kıvrımı süsleyen oldukça bin tane <strong>ve</strong> tuzak ile gönül<br />

kuşunu kendisine ram eder.”<br />

Bil nedür ol ‘âlem-ârâ merd ü zen<br />

Kim gelür anuŋ elinden her düzen<br />

(L. 32/1)<br />

“Elinden her türlü düzenin geldiği, dünyayı süsleyen erkek <strong>ve</strong> kadının ne<br />

olduğunu bildin mi?”<br />

b. İştikak<br />

Sözlükte ‘bir şeyin yarısını almak’ anlamına gelen iştikâk sözcüğü terim<br />

olarak ‘aralarında anlam ilişkisi bulunan iki sözcükten birinin öbüründen alınması <strong>ve</strong><br />

türetilmesi’ demektir. İştikak, bediî ilminde ‘aynı kökten birkaç kelimeyi bir sözde<br />

toplamak’ anlamında bir cinas türü olarak kullanılır. Yazılış <strong>ve</strong> söylenişindeki<br />

benzerlikten dolayı aynı kökten imiş izlenimini <strong>ve</strong>ren sözcüklerin bir ibarede<br />

toplanmasına da şibh-i iştikâk denir. İştikakın bir sanat olarak kabul edilip değer<br />

212


taşıması öbür söz sanatlarında olduğu gibi sözde tabiî olarak bulunması <strong>ve</strong> bu<br />

özelliği taşıyan sözcüklerin özellikle kullanılmış izlenimini <strong>ve</strong>rmemesine bağlıdır. 20<br />

Fürkat bize vuslat kimedür didüm o şûha<br />

Güldi didi VAHYÎ-i suhan-per<strong>ve</strong>re mahsûs<br />

(G. 139/5)<br />

“O şuh sevgiliye, ayrılık bize kavuşma kimedir dedim; güldü, söz besleyen<br />

<strong>Vahyî</strong>’ye mahsustur, dedi.” anlamına gelebilecek beyitte, didi <strong>ve</strong> didüm sözcükleri<br />

aynı kökten türemiş Türkçe sözcüklerdir.<br />

Dirseŋ bu şevk-i tâze neden geldi ‘âleme<br />

Hall it bu müşkili ki mahall-i su’âldür<br />

(K. 35/8)<br />

”Bu taze şevk âleme neden geldi dersen, bu güçlüğü çöz ki, o sorunların<br />

çözüldüğü yerdir.” biçiminde günümüzün Türkçesine çevrilebilecek beyitte, hal <strong>ve</strong><br />

mahal sözcükleri aynı kökten türemiş sözcüklerdir.<br />

O şûh bir nigeh-i şefkat itdi fehm itdüm<br />

Ki defter-i dil-i pâkinde ben de varam var<br />

(G. 43/3)<br />

“O iş<strong>ve</strong>li sevgili, bir şefkat bakışı attı da ben de onun temiz gönül defterinde<br />

olduğumu anladım.” biçiminde anlaşılabilecek beyitte, varam <strong>ve</strong> var sözcükleri aynı<br />

kökten türemiş Türkçe sözcüklerdir.<br />

c. Tarsî<br />

Murassa seci, şiir için söz konusu olduğunda çoklukla tarsî‘ olarak<br />

adlandırılır. Yani şiirde ilk dizedeki sözcükler ile bunlara karşılık gelen ikinci<br />

dizedeki sözcükler arasında <strong>ve</strong>zin <strong>ve</strong> revî bakımından bir uygunluk, bir paralellik<br />

bulunmasıdır.<br />

20<br />

Hulûsi Kılıç, “İştikak”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XXIII, 2001, s.<br />

439-440.<br />

213


Olmasa bunlar okınur mı kitâb<br />

Olmasa bunlar bilinür mi hisâb<br />

(L. 29/14)<br />

Beyitte dizeler arasında bir paralellik ilk bakışta dikkati çekmektedir.<br />

Birbirine karşılık gelen Olmasa-Olmasa, bunlar-bunlar, okınur-bilinür, kitâb-hisâb<br />

sözcükleri hem hece sayısı hem de kafiye bakımından tam bir uyum göstermektedir.<br />

Rahm ile himâyet eyle şâhâ<br />

Lutf ile şefâ‘at eyle şâhâ<br />

(K. 2/60)<br />

İmale bahsinde İmalede Ayna başlığı altında gösterilen bütün beyitler aynı<br />

zamanda birer tarsî örneğidirler.<br />

ç. Telmih<br />

Sözlük anlamı, ‘bir şeye kısaca, göz ucuyla bakmak’ demek olan telmîh, bir<br />

kıssaya, söylenceye, tarihî bir hâdiseye <strong>ve</strong>ya bir ayete, hadise, meşhur bir atasözüne,<br />

bir inanışa işaret etmektir. Telmih, tabiî bir üslûp içerisinde yapılmalı, sözün kaynağı<br />

anılmamakla birlikte telmih yapıldığı hatta neye telmihte bulunulduğu anlaşılabilir<br />

olmalıdır. İktibâs <strong>ve</strong> îrâd-ı mesel ile aralarındaki fark şudur: İktibasta ayet <strong>ve</strong> hadisin<br />

bizzat ibaresinden alıntı yapılır, iradımeselde de bir atasözü az çok bir değişiklikle<br />

alınır. Telmihte ise, bunlara işaret edilir, ibarelerin bütünü <strong>ve</strong>ya bir kısmı söylenmez.<br />

Gördükde ‘ulüvv-i şânuŋ aslâ<br />

Eglenmedi gitdi tâk-ı Kisrâ<br />

(K. 2/92)<br />

“Senin yüce şanını görür görmez, Kisra’nın sarayı hiç eğlenmeden yıkıldı<br />

gitti.” biçiminde günümüzün Türkçesine gelebilecek beyitte, Hz. Peygamber<br />

doğduğunda İran hükümdarı Nuşirevân’ın yıkılan sarayına telmihte bulunulmuştur.<br />

Sen ol Peyğam-ber-i i‘câz-per<strong>ve</strong>rsin ki bir demde<br />

Dıraht-ı mürdeyi feyz-i nigâhuŋ mî<strong>ve</strong>dâr eyler<br />

(K. 6/26)<br />

214


“Sen öyle mucize üreten bir Peygambersin ki, bakışının bereketi bir anda ölü<br />

ağacı mey<strong>ve</strong>li hâle getirir.” anlamına gelebilecek beyitte, Hz. Peygamberin diktiği<br />

kuru dalın yapraklarının mey<strong>ve</strong> <strong>ve</strong>rmesi hâdisesine telmih yapılmıştır. 21<br />

Mürde-diller dem-i ihyâ-kün-i dildârı görüp<br />

Derd-i ‘ışk ehline gel işte Mesîhâ dirler<br />

(G. 56/2)<br />

“Ölmüş gönüller, sevgilinin diriltici soluğunu görüp aşk derdini çekenlere,<br />

“Gel işte Mesih derler.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />

Hz. ‘Îsâ’nın ölüleri diriltmesi hâdisesine telmihte bulunulmuştur.<br />

d. Reddü ’l-Acûz Ale ’s-Sadr<br />

Şiirde beytin, düz yazıda bir cümlenin <strong>ve</strong>ya ibarenin sonunda yer alan<br />

sözcüğü kendisinden önce yinelemektir. Sözcük anlamı ‘başı sona çevirmek’tir. Zira<br />

‘acûz düz yazıda ibarenin sonu, nazımda beytin son kısmı, sadr düz yazıda cümle<br />

başı, nazımda beytin ilk başı demektir.<br />

21<br />

Açılursa bu pîç ü tâbı dilüŋ<br />

Yine ol gül-‘izâr ile açılur<br />

Kimüŋle âşnâsın mahrem-i ‘ayş ü demüŋ kimdür<br />

Kime nezzâre-pâş-ı ‘iş<strong>ve</strong>sin dil-hurremüŋ kimdür<br />

Kimüŋ âğuşın itdüŋ reşk-sâz-ı hâle ey meh-rû<br />

(G. 78/4)<br />

(G. 95/1)<br />

Benüm gibi bu şeb encüm-şumâr-ı makdemüŋ kimdür<br />

(G. 95/2)<br />

Kimüŋ bezmin gülistân-ı visâl itdüŋ cemâlüŋle<br />

Zarâfetle yine gül-çîn-i ruhsâr u femüŋ kimdür<br />

(G. 95/3)<br />

Kâdı İyaz, Şifa-i Şerif, Tercüme <strong>ve</strong> Notlar: Suat Cebeci, Ankara, Rehber Yayınları: 23<br />

Temel Eserler Dizisi: 3, 1992, s. 255.<br />

215


(1) İade<br />

Ârzû güm-geşte-i fikr-i hat-ı cânândur<br />

İdemem ey dil senüŋle cüst-cûy-ı ârzû<br />

Ârzû-yı nâ-ümîdî eyle gel VAHYÎ gibi<br />

Ey göŋül tâ key hevâ-yı güft-gûy-ı ârzû<br />

Ekl iden bel‘ itmez anı def‘ ider<br />

Def‘ idüp terk itmez anı ref‘ ider<br />

Beytin son sözcüğünün öbür beytin ilk sözcüğü olmasıdır.<br />

Mahmûd Efendi ‘izz ile müftî ’l-enâm olup<br />

Nâsa peyâmı mâye-i tefrîh-i bâldür<br />

Tefrîh-i bâl iderse peyâmı ‘aceb degül<br />

Mahsûl sad du‘â vü hezâr ibtihâldür<br />

Dîde-i mest-i h v âb-ı baht-ı siyâh<br />

Nigeh-i lutf-ı yâr ile açılur<br />

Açılursa bu pîç ü tâbı dilüŋ<br />

Yine ol gül-‘izâr ile açılur<br />

Kimüŋle âşnâsın mahrem-i ‘ayş ü demüŋ kimdür<br />

Kime nezzâre-pâş-ı ‘iş<strong>ve</strong>sin dil-hurremüŋ kimdür<br />

Kimüŋ âğuşın itdüŋ reşk-sâz-ı hâle ey meh-rû<br />

Benüm gibi bu şeb encüm-şumâr-ı makdemüŋ kimdür<br />

Kimüŋ bezmin gülistân-ı visâl itdüŋ cemâlüŋle<br />

Zarâfetle yine gül-çîn-i ruhsâr u femüŋ kimdür<br />

(G. 222/3)<br />

(G. 222/7)<br />

(L. 15/5)<br />

(K. 35/12-13)<br />

(G. 78/3-4)<br />

(G. 95/1-3)<br />

216


Bî-hicâb-ı zülf göstersüŋ cemâlüŋ bir nefes<br />

‘Âlemi vîrân ideydi hây u hûy-ı ârzû<br />

Ârzû güm-geşte-i fikr-i hat-ı cânândur<br />

İdemem ey dil senüŋle cüst-cûy-ı ârzû<br />

(G. 222/2-3)<br />

217


V. METİN<br />

A. Yazmaların Tanıtılması<br />

Çalışmaya konu olan Dîvân-ı <strong>Vahyî</strong> adlı metnin, biri British Museum Add<br />

7934’te öbürü ise, Millet Kütüphanesi Ali Emirî <strong>Kitap</strong>lığı Manzum 492’de kayıtlı<br />

bilinebilen iki yazması vardır. British Museum Add 7934’teki yazma, Millet<br />

Kütüphanesinin birtakım sebeplerle eserlerini istifadeye geç sunmasıyla,<br />

istinsahımıza esas yazma olmuştur. Dolayısıyla metin, “B” biçimiyle kısaltılan<br />

İngiltere yazması üzerinden kurulmuştur.<br />

B: British Museum Add 7934.<br />

Talik hatlı, 162 yaprak 15 satırdan müteşekkil yazma, Biritish Museum Add<br />

7934’te kayıtlı bulunduğundan, kapak üzerindeki ayrıntılara değinilemeyecektir.<br />

Yazmanın unvan sayfasında <strong>Vahyî</strong> <strong>ve</strong> babası Hasan en-Nûrî Efendinin<br />

doğum, ölüm tarihleri belirtilmektedir. Son sayfada ise şairin oğlu Feyzullâh<br />

Efendinin Dîvân’ın tertibini bildiren bir tarih kıt’ası vardır.<br />

Yazmanın tertibinin mükemmel olduğunu söylemek güçtür. Eser, rubaî ile<br />

başlamasına karşın 55 b , 128 a , 149 b vb. yerlerde yine rubaîlerle karşılaşmak<br />

mümkündür. Yazma, AE’deki (Millet Kütüphanesi Ali Emirî <strong>Kitap</strong>lığı Manzum 492)<br />

bütün nazım biçimlerini içermektedir. Yazmada yer yer reddadelerle de<br />

karşılaşılmaktadır. Kimi sözcüklerde (belâğat 11 b ) noktaların unutulduğu<br />

görülmektedir. Bu anlamda B yazmasının müstensihi, AE yazmasının müstensihine<br />

göre daha dikkatlidir. Kimi yerlerde (125 b ) ise, takdim tehir yapılmıştır. Yer yer de<br />

yanlış anlaşılmayı önlemek için müstensih tarafından hareke (122 a ) konulmuştur.<br />

Baş Yâ Rab suhanum riyâz-ı ‘irfân olsun<br />

Her harfi nazîre-i Gülistân olsun<br />

Son Ser-be-ser tertîb üzre cem‘in itmâm eyledükde<br />

Didi târîh aŋa FEYZÎ nazm-ı dîvân oldı zîbâ<br />

AE: Millet Kütüphanesi Ali Emirî <strong>Kitap</strong>lığı Manzum 492.<br />

218


Nesih hatlı 102 yaprak 25 satırdan müteşekkil yazmanın üzeri, Millet<br />

Kütüphanesindeki yeni bir uygulamadan dolayı adî kartonla kaplanmıştır.<br />

İç kapak ebrulu, unvan sayfasında yazmanın Sıdkî adlı birisi tarafından<br />

istinsah edildiği belirtilmektedir. 1 b tezhipli, altın suyuyla yaldızlıdır. Yazma cet<strong>ve</strong>lli<br />

olup başlıklar <strong>ve</strong> mahlâs sürhlüdür. Kâğıdı aharlıdır, her yaprakta reddade mevcuttur.<br />

Şirazesi dağılmıştır.<br />

AE yazmasının B yazmasına göre tertibi daha düzenlidir. Yazma, münacatla<br />

başlamaktadır. AE’de B’den farklı olarak 31 <strong>ve</strong> 32. tarihler, 58. muamma <strong>ve</strong> 10. kıt’a<br />

bulunmaktadır. Kimi sözcüklerde (62 a ) noktaların unutulduğu, bazen de<br />

noktalamanın yanlış yapıldığı (selh: selh 89 a ) hatta harflerin atlandığı (ser<strong>ve</strong>râ: servâ<br />

5 b ) görülmektedir. Kimi yerlerde (5 a ) ise, takdim tehir yapılmıştır. Yazmada <strong>ve</strong>zin<br />

gereği uzun okunması gereken kimi yerler imlâda da uzun gösterilmiştir. Sâŋa gibi<br />

(28 a , 53 a , 61 a , 77 a ).<br />

Baş Yâ Rab suhanum riyâz-ı ‘irfân olsun<br />

Her harfi nazîre-i Gülistân olsun<br />

Son Goft ân-ki nezâre gerd bâ-çeşm-i insâf<br />

Mu‘ciz-eser-i tabî‘atest în û hoşest<br />

219


B. Çevriyazı Alfabesi<br />

ج c غ ğ<br />

ا a, e, ‘ ش ş<br />

ﺁ â, a ص s<br />

ب b ض z, d<br />

پ p ط t<br />

ت t ظ z<br />

ث s ع ‘<br />

چ ç ف f<br />

ح h ق k<br />

خ h ك k, g, ŋ<br />

د d ل l<br />

ذ z م m<br />

ر r ن n<br />

ز z و v (o, ö, u, ü, û, ô)<br />

ژ j ﻩ h (a, e)<br />

س s ي y (i, î)<br />

220

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!