Vahyî Divanı ve İncelenmesi - e-Kitap - Kültür ve Turizm Bakanlığı
Vahyî Divanı ve İncelenmesi - e-Kitap - Kültür ve Turizm Bakanlığı
Vahyî Divanı ve İncelenmesi - e-Kitap - Kültür ve Turizm Bakanlığı
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
T.C.<br />
İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ<br />
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ<br />
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANA BİLİM DALI<br />
ESKİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI<br />
Doktora Tezi<br />
VAHYÎ DİVANI VE İNCELENMESİ<br />
Hakan TAŞ<br />
2502000020<br />
Tez Danışmanı: Doç. Dr. A. Azmi BİLGİN<br />
İstanbul 2004
©<br />
T. C. KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI<br />
KÜTÜPHANELER VE YAYIMLAR GENEL MÜDÜRLÜĞÜ<br />
3186<br />
KÜLTÜR ESERLERİ<br />
437<br />
ISBN 978-975-17-3417-4<br />
www.kulturturizm.gov.tr<br />
e-posta: yayimlar@kulturturizm.gov.tr<br />
Bu kitap internet ortamında ilk kez yayımlanmaktadır.
ÖZ<br />
<strong>Vahyî</strong> <strong>Divanı</strong> <strong>ve</strong> <strong>İncelenmesi</strong> adlı bu çalışmada, <strong>Vahyî</strong>’nin hayatı <strong>ve</strong> edebî<br />
kişiliği üzerinde durulmuş, şiirleri günümüz Türkçesine aktarılarak Türk<br />
edebiyatındaki yeri belirlenmeğe çalışılmıştır.<br />
Eski Türk edebiyatının çalışma konusu, eski metinleri günümüz Türkçesine<br />
aktarmak <strong>ve</strong> yine ayrıca bu metinleri değişik metotlarla incelemektir. Bir metni,<br />
yalnızca tenkitli bir biçimde <strong>ve</strong> en az hata ile ortaya koyabilmek bile, bu alan için son<br />
derecede önemli <strong>ve</strong> vazgeçilmez çalışmalardır.<br />
Tezin, metin bölümünde iki yazma karşılaştırılarak tenkitli metin ortaya<br />
konulmuştur. Metnin, Arap harflerinden Lâtin harflerine aktarılmasında ilmî<br />
çevriyazı sistemine uyulmuştur.<br />
“İnceleme” kısmı dört bölümden oluşmaktadır: 1. bölümde şairin hayatı <strong>ve</strong><br />
edebî kişiliği ele alınmış, 2. bölümde Dîvân biçim olarak 3. bölümde ise, içerik<br />
özellikleri bakımından incelenmiştir. 4. bölüm belâgata ayrılmıştır.<br />
ABSTRACT<br />
In this study titled <strong>Vahyî</strong> <strong>Divanı</strong> and its Study, we explored Vahyi’s<br />
biography and his literary personality. In order to indicate his role and place in the<br />
Turkish Literature, we ha<strong>ve</strong> translated his poems into contemporary Turkish<br />
language.<br />
The primary subject field of The Old Turkish Literature is to translate the Old<br />
texts (Ottoman text) into the contemporary Turkish and also to scrutinize those texts<br />
with somewhat different methods. E<strong>ve</strong>n scruitinizing a text critically and with a less<br />
mistakes are extremely works in this field.<br />
In the chapter included the text, the two manuscripts were compared with<br />
each other and we had a critical text. When transliterating the text from Arabic letters<br />
to Latin ones, we adapted the system of scientific transliteration wrting.<br />
The chapter of “Study” has four parts: 1. In the first part, we studied on the<br />
poet’s biography and his literary personality. 2. In the second part, we examined the<br />
Divan as a form, 3. In the third one, we studied on the content of the text. 4. the<br />
fourth one had eloquence studying.<br />
iii
ÖNSÖZ<br />
Mimarlık, nasıl taşı <strong>ve</strong> mermeri kesip yontarak, onlara türlü geometrik<br />
biçimler <strong>ve</strong>rerek, yatay <strong>ve</strong> dikey konumlarda dengeli <strong>ve</strong> simetrik yapılar kurma<br />
sanatı ise; şairlik de sözcükleri seçip ayırarak, dizip düzenleyerek, onlara eşit <strong>ve</strong><br />
karşıt anlatım biçimleri oluşturarak söz söyleme sanatıdır. Bu açıdan bakıldığında<br />
divan şiiri bir tür söz mimarlığı, divan şairleri de hiç kuşkusuz birer söz mimarıdır.<br />
Bu çalışmanın konusu, XVII. yüzyıl şairlerinden <strong>Vahyî</strong>’nin bilinen tek eseri<br />
Dîvân’ı <strong>ve</strong> incelemesidir. Öncelikle <strong>Vahyî</strong>’nin hayatı hakkındaki bilgiler toplanarak<br />
değerlendirilmiş, üzerinde bugüne değin her hangi bir bilimsel çalışma yapılmamış<br />
olan Dîvân’ının karşılaştırmalı metni oluşturulmuş <strong>ve</strong> eser bilimsel metotlarla<br />
incelenerek şairin, Türk edebiyatındaki yeri ortaya konmağa çalışılmıştır.<br />
Çalışma, dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde <strong>Vahyî</strong>’nin hayatı<br />
hakkında bilgi <strong>ve</strong>rilmiş <strong>ve</strong> edebî kişiliği incelenmiştir.<br />
İkinci bölümde, metin biçim açısından ele alınmıştır. Bu bölümde “Vezin”,<br />
“kafiye”, “redif” <strong>ve</strong> “nazım biçimleri” incelenmiştir. Burada kimi konular hem<br />
anlaşılmayı hem de faydayı kolaylaştıracağı düşüncesiyle tablolarla ifade edilmiştir.<br />
Üçüncü bölümde, metin biçim özellikleri açısından incelenmeğe çalışılmıştır.<br />
Bu bölüm, Dîvân’dan çıkan <strong>ve</strong>rilere göre, “dinî öğeler”, “tasavvufî terim <strong>ve</strong><br />
kavramlar”, “tarihî <strong>ve</strong> efsanevî öğeler”, “sosyal hayat”, “başlıca işlenen konular”,<br />
“özlü sözler <strong>ve</strong> deyimler” başlıkları altında işlenmiştir. Söz konusu çalışmada, “dinî<br />
öğeler”, “tasavvufî terim <strong>ve</strong> kavramlar”, “tarihî <strong>ve</strong> efsanevî öğeler” alfabetik olarak<br />
geçtikleri yerlerle birlikte <strong>ve</strong>rilmiştir.<br />
Dördüncü bölüm, “<strong>Divanı</strong>n Belâgat Açısından <strong>İncelenmesi</strong>”ne ayrılmıştır. Bu<br />
bölümde belirlenen belâgat kusurları örnekleriyle birlikte ortaya konulmuş <strong>ve</strong> edebî<br />
sanatlar tespit edilmeğe çalışılmıştır. Burada daha çok fesahat üzerinde durulmuştur.<br />
iv
Başta danışmanım Doç. Dr. A. Azmi BİLGİN olmak üzere, metni bire bir<br />
baştan sona kontröl etme lütfunu gösteren Sayın Prof. Dr. Orhan BİLGİN’e; sürekli<br />
kendisine danıştığım, ilgisini <strong>ve</strong> bilgisini hiçbir zaman eksik etmeyen Doç. Dr.<br />
Mustafa S. KAÇALİN’e; teze emeği geçen <strong>ve</strong> burada adını anamadığım öbür<br />
hocalarıma <strong>ve</strong> meslektaşlarıma teşekkür ederken teşekkür sözündeki anlatım<br />
kısırlığının tam bilincinde olduğumu belirtmek isterim.<br />
Hakan TAŞ<br />
G ö z t e p e , 2004<br />
v
İÇİNDEKİLER<br />
TEZ ONAY SAYFASI............................................Hata! Yer işareti tanımlanmamış.<br />
ÖZ...............................................................................................................................iii<br />
ÖNSÖZ....................................................................................................................... iv<br />
İÇİNDEKİLER ......................................................................................................... vi<br />
KISALTMALAR ....................................................................................................... x<br />
KAYNAKÇA ............................................................................................................xii<br />
GİRİŞ .......................................................................................................................... 1<br />
I. VAHYÎ’NİN HAYATI VE EDEBÎ KİŞİLİĞİ..................................................... 4<br />
A. <strong>Vahyî</strong>’nin Hayatı................................................................................................. 4<br />
1. Adı.................................................................................................................... 4<br />
2. Doğum Yeri <strong>ve</strong> Tarihi ...................................................................................... 5<br />
3. Eğitimi <strong>ve</strong> Mesleği ........................................................................................... 6<br />
4. Ailesi ................................................................................................................ 7<br />
5. Ölümü............................................................................................................... 8<br />
6. <strong>Vahyî</strong> ile İlgili Öbür Bilgiler............................................................................ 9<br />
B. Türk Edebiyatında <strong>Vahyî</strong> Mahlâslı Öbür Şairler............................................... 10<br />
C. Edebî Kişiliği..................................................................................................... 10<br />
1. Kendi Şiiri <strong>ve</strong> Şairliği Hakkındaki Değerlendirmeleri............................... 17<br />
2. Başkalarının Şiiri <strong>ve</strong> Şairliği Hakkındaki Değerlendirmeleri .................... 22<br />
3. Ahenk Öğeleri ............................................................................................ 23<br />
a. Söz Tekrarları......................................................................................... 23<br />
(1) Birli Söz Tekrarları........................................................................... 23<br />
(2) İkilemeler.......................................................................................... 25<br />
(3) İkili Söz Tekrarları ........................................................................... 26<br />
(4) Üçlü Söz Tekrarları .......................................................................... 28<br />
(5) Dörtlü Söz Tekrarları........................................................................ 28<br />
(6) Beşli Söz Tekrarları.......................................................................... 29<br />
b. Ses Tekrarları ......................................................................................... 29<br />
(1) Paralellik........................................................................................... 29<br />
i. Beyitte Paralellik............................................................................. 30<br />
ii. Gazelde Paralellik .......................................................................... 31<br />
(2) Armoni.............................................................................................. 32<br />
4. Dil <strong>ve</strong> Üslûp ............................................................................................... 33<br />
II. DİVANIN BİÇİM AÇISINDAN İNCELENMESİ .......................................... 39<br />
A. Vezin ................................................................................................................. 39<br />
1. Vezinlerin Nazım Biçimlerine Göre Dağılımı ............................................... 40<br />
2. Aruz Kusurları................................................................................................ 41<br />
a. Ulamalarda Yapılan Kusurlar..................................................................... 41<br />
vi
(1) Yapılması Gereken Yerde Ulama Yapmamak ..................................... 41<br />
(2) Yapılmaması Gereken Yerde Ulama Yapmak ..................................... 46<br />
b. Zihaf ........................................................................................................... 50<br />
c. İmale........................................................................................................... 58<br />
(1) İmalede Ayna........................................................................................ 63<br />
ç. Medlerde Yapılan Kusurlar........................................................................ 65<br />
(1) Türkçe Sözcüklerde Med...................................................................... 70<br />
B. Kafiye ................................................................................................................ 72<br />
1. Kafiye Çeşitleri .............................................................................................. 74<br />
2. Kafiye Kusurları............................................................................................. 75<br />
C. Redif .................................................................................................................. 80<br />
1. Ek Hâlindeki Redifler .................................................................................... 80<br />
2. Ek + Sözcük <strong>ve</strong>ya Söz Öbeği Hâlindeki Redifler .......................................... 80<br />
3. Sözcük <strong>ve</strong>ya Söz Öbeği Hâlindeki Redifler................................................... 82<br />
Ç. Nazım Biçimleri ................................................................................................ 85<br />
1. Kaside............................................................................................................. 85<br />
2. Gazel .............................................................................................................. 88<br />
3. Müstezat ......................................................................................................... 89<br />
4. Kıt’a ............................................................................................................... 89<br />
5. Nazım ............................................................................................................. 90<br />
6. Mesnevî.......................................................................................................... 90<br />
7. Rubaî .............................................................................................................. 90<br />
8. Murabba ......................................................................................................... 91<br />
9. Tahmis............................................................................................................ 91<br />
10. Terkib-bend.................................................................................................. 91<br />
11. Beyit ............................................................................................................. 92<br />
III. İÇERİK ÖZELLİKLERİ ................................................................................. 93<br />
A. Dinî Öğeler........................................................................................................ 93<br />
1. Kur’anıkerim.................................................................................................. 93<br />
2. Hadis .............................................................................................................. 96<br />
3. Melekler ......................................................................................................... 97<br />
4. Peygamberler.................................................................................................. 98<br />
5. Dört Halife ................................................................................................... 105<br />
6. Öbür Dinî Kişilikler ..................................................................................... 107<br />
B. Tasavvufî Terim <strong>ve</strong> Kavramlar ....................................................................... 112<br />
C. Tarihî <strong>ve</strong> Efsanevî Öğeler................................................................................ 126<br />
Ç. Sosyal Hayat.................................................................................................... 145<br />
D. Başlıca İşlenen Konular .................................................................................. 158<br />
1. Aşk ............................................................................................................... 158<br />
2. Kavuşma (Vuslat)......................................................................................... 160<br />
3. Ayrılık (Gurbet) ........................................................................................... 161<br />
4. Şarap............................................................................................................. 163<br />
5. Tabiat ........................................................................................................... 164<br />
6. Bahar <strong>ve</strong> Nevruz........................................................................................... 166<br />
7. Sonbahar (Hazan)......................................................................................... 169<br />
8. Talihten <strong>ve</strong> Zamandan Şikâyet..................................................................... 171<br />
9. Sihir.............................................................................................................. 173<br />
vii
10. Bayram ....................................................................................................... 174<br />
11. Ramazan..................................................................................................... 177<br />
E. ÖZLÜ SÖZLER VE DEYİMLER .................................................................. 178<br />
1. Özlü Sözler................................................................................................... 178<br />
2. Deyimler....................................................................................................... 180<br />
IV. BELÂGAT AÇISINDAN İNCELENMESİ................................................... 188<br />
A. Fesahat............................................................................................................. 188<br />
1. Sözcükte Söyleyiş Güçlüğü (Tenâfür-i Hurûfât) ......................................... 188<br />
2. Sözcük Yapısında Kuralsızlık (Kıyâsa Muhâlefet)...................................... 189<br />
3. Sözcükte Anlaşılma Güçlüğü (Garâbet)....................................................... 194<br />
4. Söz Diziminde Kuralsızlık (Za‘f-ı Te’lîf).................................................... 194<br />
5. Söz Diziminde Anlaşılma Güçlüğü (Ta‘kîd) ............................................... 196<br />
6. Söz Fazlası (Haşv) ....................................................................................... 197<br />
B. Beyan............................................................................................................... 198<br />
1. Mecaz-ı Mürsel ............................................................................................ 198<br />
2. İstiare............................................................................................................ 199<br />
3. Teşbih........................................................................................................... 200<br />
4. Kinaye .......................................................................................................... 201<br />
C. Bediî ................................................................................................................ 202<br />
1. Anlam İle İlgili Sanatlar............................................................................... 202<br />
a. Tenasüp .................................................................................................... 202<br />
b. Tezat......................................................................................................... 203<br />
c. Cem-Tefrik-Taksim.................................................................................. 204<br />
ç. Leff ü Neşir .............................................................................................. 205<br />
d. Tevriye ..................................................................................................... 207<br />
e. Mübalâğa.................................................................................................. 208<br />
f. Tecahül-i Arif ........................................................................................... 209<br />
g. Hüsn-i Ta’lîl............................................................................................. 210<br />
2. Söz İle İlgili Sanatlar.................................................................................... 211<br />
a. Cinas......................................................................................................... 211<br />
b. İştikak....................................................................................................... 212<br />
c. Tarsî.......................................................................................................... 213<br />
ç. Telmih ...................................................................................................... 214<br />
d. Reddü ’l-Acûz Ale ’s-Sadr....................................................................... 215<br />
(1) İade ..................................................................................................... 216<br />
V. METİN ............................................................................................................... 218<br />
A. Yazmaların Tanıtılması................................................................................... 218<br />
B. Çevriyazı Alfabesi........................................................................................... 220<br />
[KASİDELER] ........................................................Hata! Yer işareti tanımlanmamış.<br />
İBTİDÂ-YI GAZELİYYÂT...................................Hata! Yer işareti tanımlanmamış.<br />
[FARSÇA GAZELLER].........................................Hata! Yer işareti tanımlanmamış.<br />
[TARİHLER} ..........................................................Hata! Yer işareti tanımlanmamış.<br />
MUSAMMATLAR .................................................Hata! Yer işareti tanımlanmamış.<br />
El-ELGÂZ................................................................Hata! Yer işareti tanımlanmamış.<br />
viii
MU‘AMMEYÂT .....................................................Hata! Yer işareti tanımlanmamış.<br />
RUBAÎLER..............................................................Hata! Yer işareti tanımlanmamış.<br />
MUKATTA‘ÂT.......................................................Hata! Yer işareti tanımlanmamış.<br />
ix
KISALTMALAR<br />
age. Adı geçen eser<br />
a.y Aynı yayın<br />
AE Millet Ktp. Ali Emiri Kit. Manzum 492<br />
as Aleyhisselâm<br />
ay. Aynı anlamda<br />
B Biritish Museum Add. 7934<br />
bk. Bakınız<br />
C. Cilt<br />
Çev. Çeviren<br />
Çuv. Çuvaşça<br />
DLT Dîvânu Luğâti ’t-türk<br />
G. Gazel<br />
Hak. Hakasça<br />
Har. Harezm<br />
İbr. İbranca<br />
K. Nazım biçimi ne olursa olsun gazellere kadar<br />
olan şiirler<br />
Kit. <strong>Kitap</strong>lığı<br />
krş. Karşılaştırınız<br />
Ktp. Kütüphanesi<br />
L. Lügaz<br />
Mo. Moğolca<br />
Muam. Muamma<br />
Muk. Mukatta‘<br />
Mus. Musammat<br />
ö. Ölümü<br />
Özb. Özbekçe<br />
x
R. Rubaî<br />
S. Sayı<br />
s. Sayfa<br />
Skr. Sanskritçe<br />
T. Tarih<br />
t.y. Basım tarihi yok<br />
Tü. Türkçe<br />
Türkm. Türkmence<br />
vb. Ve başkaları, <strong>ve</strong> benzerleri, <strong>ve</strong> bunun gibi<br />
vd. Ve devamı<br />
y. Yıl<br />
y.y. Yayımcı yok<br />
Yak. Yakutça<br />
yr. Yaprak<br />
Yun. Yunanca<br />
xi
KAYNAKÇA<br />
Abdülaziz Bey: Osmanlı Âdet, Merasim <strong>ve</strong> Tabirler II. <strong>Kitap</strong>, Yayına<br />
Hazırlayanlar: Prof. Dr. Kâzım Arısan, Duygu Arısan Günay, İstanbul, Tarih<br />
Vakfı Yurt Yayınları, 1995.<br />
Ahmed Paşa: Dîvân, [Hazırlayan:] Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan: Ahmed Paşa <strong>Divanı</strong>,<br />
İstanbul, Millî Eğitim Basımevi: 3726, 1966.<br />
Akbatu, Şinasi: “İstanbul Tekkeleri Silsile-i Meşâyihi”, İslâm Medeniyeti, C. IV, S.<br />
4, Ağustos 1980, s. 51-96; C. V, S. 1, Ocak 1981, s. 81-103; C. V, S. 2,<br />
Haziran 1981, s. 97-121.<br />
Akkaya, Hüseyin: Nevres-i Kadîm <strong>ve</strong> Türkçe Dîvânı İnceleme, Tenkitli Metin <strong>ve</strong><br />
Tıpkıbasım (1. Kısım: İnceleme), Yayınlayanlar: Şinasi Tekin, Gönül Alpay<br />
Tekin, Harvard, Harvard Üni<strong>ve</strong>rsitesi Yakındoğu Dilleri <strong>ve</strong> Medeniyetleri<br />
Bölümü, 1995.<br />
Aksan, Doğan: Şiir Dili <strong>ve</strong> Türk Şiir Dili, Ankara, Engin Yayınevi, 3 1993.<br />
al-‘Aclûnî, İsmâ‘îl b. Muhammad: Kaşfu ’l-Hafâ va Muzîlu ’l-İlbâsi ammâ<br />
’ştahara mina ’l-Ahâdîsi ‘alâ Alsinati ’n-Nâsi, C. II, t.y. Halab,<br />
Yayınlayan: Ahmad Kalaş, 3 1351 [=1932] Beyrût.<br />
al-Fîrûzâbâdî, Macdu ’d-dîn Abû Tâhir Muhammad b. Ya‘kûb: al-Ukyânûsu ’l-<br />
Basît fî Tarcamati ’l-Kâmûsi ’l-Muhît, Çev. Cenânîoğlu Ahmed ‘Âsım<br />
[Çeviri: İstanbul 1805-1810], İstanbul I: ‘-r 2<br />
1268 [=1852], [II]+943 s. II: r-d<br />
2<br />
1269 [=1853], [II]+939 s. III: k-v 2<br />
1272 [=1855], [II]+975 s.<br />
Ali Mazaherî: Ortaçağda Müslümanların Yaşayışları, Çev. Doç. Dr. Bahriye<br />
Üçok, İstanbul, Varlık Yayınları, sayı: 1706, Faydalı <strong>Kitap</strong>lar: 132, 1972.<br />
Amasyalı Âkif-zâde Abdürrahim: Kitâbü’ l-Mecmû‘ Fî’ l-Meşhûdi <strong>ve</strong>’ l-Mesmû‘,<br />
Arapçadan Çeviren: Doç. Dr. Hikmet Özdemir, İstanbul, Türkiye İlmî,<br />
İçtimâî Hizmetler Vakfı Yayınları: 5, 1998.<br />
Arıca, Kemal: Vefeyat I, İstanbul, Edebiyat Fakültesi Tarih Semineri T. 2365, 1974.<br />
Ateş, Ahmed: “Metin Tenkidi Hakkında”, Türkiyat Mecmuası, C. VII-VIII, 1942,<br />
s. 253-267.<br />
Ateş, Doç. Dr. Süleyman: İslâm Tasavvufu, Ankara, Pars Matbaası, [1972].<br />
xii
Aylar, Selçuk: “Divan Şiirinde Sosyal Hayatın İzlerine Dair”, Dergâh, S. 6, 1995, s.<br />
10-11. Aynı yazı: Osmanlı Divan Şiri Üzerine Metinler, Haz: Mehmet<br />
Kalpaklı, s. 459-465, 1999, Yapı Kredi Yayınları: 1288.<br />
Ayvansarâyî: Vefeyât, Süleymaniye Ktp. Esad Efendi Kit. 1375.<br />
Bağdatlı İsmail Paşa: Hediyyetü ’l-‘Ârifîn Esmâü ’l-Müellifîn <strong>ve</strong> Âsâru ’l-<br />
Musannıfîn, Hazırlayan: Muallim Kilisli Rıfat Bilge, İbnülemin Mahmud<br />
Kemal İnal, C. I, İstanbul, 1951, C. II, İstanbul, Millî Eğitim <strong>Bakanlığı</strong>, 1955.<br />
Bayrak, M. Orhan: İstanbul’da Gömülü Meşhûr Adamlar (1453-1978), İstanbul,<br />
Aksüt Matbaası, Türkiye Anıtlar Derneği İstanbul Şubesi Yayını S. 5, 1979.<br />
Bilgegil, Prof. Dr. M. Kaya: Edebiyat Bilgi <strong>ve</strong> Teorileri I Belâgat, Ankara, Atatürk<br />
Üni<strong>ve</strong>rsitesi Yayınları: 571 Edebiyat Fakültesi Yayınları: 95 Ders <strong>Kitap</strong>ları<br />
Serisi: 8, 1980.<br />
Bilgin, Doç. Dr. A[bdullah] Azmi: “Türk Edebiyatında Bayramlar <strong>ve</strong> Nevruz<br />
Bayramı”, Türk Dili, S. 617, 2003, s. 448-457.<br />
Blochet, E.: Catalogue des Manuscrits Turc de la Bibliothèque Nationale, Paris,<br />
1932.<br />
Bursalı Mehmed Tâhir Bey: Osmanlı Müellifleri III C., İstanbul, Matbaa-i Âmire,<br />
1333 [1915].<br />
Ca’fer Çelebi: Dîvân, [Hazırlayan:] İsmail E[rol] Erünsal: The Life and Works of<br />
Tâcî-zâde Ca‘fer Çelebi, With a Crıtıcal Edition of His Dîvân, İstanbul,<br />
İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları No: 3103, 1983.<br />
Celâlüddin Hızır (Hacı Paşa): Müntahab-ı Şifâ I Giriş-Metin, Hazırlayan. Zafer<br />
Önler, Ankara, Atatürk <strong>Kültür</strong> Dil <strong>ve</strong> Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil<br />
Kurumu Yayınları: 559, 1990.<br />
Ceylân, Dr. Ömür: Kuş Cenneti Şiirimiz -Klâsik Türk Şiirinde Kuşlar-, İstanbul,<br />
Filiz Kitabevi, 2003.<br />
Ceylan, Dr. Ömür: Tasavvufî Şiir Şerhleri, İstanbul, Kitabevi 134, 2000.<br />
Clauson, Sir Gerard: An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth-Century<br />
Turkish, London, Oxford Uni<strong>ve</strong>rsity Press, 1972.<br />
Çağrıcı, Mustafa: “Gazzâlî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XIII,<br />
1996, s. 489-505.<br />
xiii
Çavuşoğlu, Dr. Mehmed: Necâti Bey Dîvânı’nın Tahlili, İstanbul, Millî Eğitim<br />
Basımevi, 1971.<br />
Çeltik, Halil: Ömer Ferit Kam <strong>ve</strong> Âsâr-ı Edebiye Tetkikatı, Ankara, T.C. <strong>Kültür</strong><br />
<strong>Bakanlığı</strong> Yayınları/2030 Yayınlar Dairesi Başkanlığı Sanat Edebiyat Eserleri<br />
Dizisi/156-28, 1998.<br />
Çuhadar, Mustafa: “Fesahat”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XII,<br />
1995, s. 423-424.<br />
Dankoff, Robert (in collaboration with James Kelly): Mahmûd al-Kâšğarî —<br />
Compendium of the Türkic Dialects (Diwân Lugât at-Turk), C. 3, Edited<br />
and Translated with Introduction and Indices by ..., Harvard Uni<strong>ve</strong>rsity,<br />
1982-85.<br />
Dernschwam, Hans: İstanbul <strong>ve</strong> Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, Çev: Prof. Dr.<br />
Yaşar Önen, Ankara, <strong>Kültür</strong> <strong>Bakanlığı</strong> Yayınları/885 Dünya Edebiyatı<br />
Dizisi/5, 2 1992.<br />
Dilçin, Cem: Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara, Atatürk <strong>Kültür</strong>, Dil <strong>ve</strong> Tarih<br />
Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları: 517, 6 2000.<br />
Doerfer, Gerhard: Türkische und mongolische Elemente im neupersischen, C. I-<br />
IV, Wiesbaden, 1963 [XLVIII + 557], 1965 [VIII + 671], 1967 [VI + 670],<br />
1975 [VI + 640].<br />
Doğan, Muhammet Nur: “Metin Şerhi Üzerine”, Yedi İklim, C. IX, S. 63, Haziran<br />
1995, s. 70-74.<br />
Doğan, Prof. Dr. Muhammet Nur: “Klâsik Edebiyatımızda Sanat <strong>ve</strong> Şiir Felsefesi<br />
(poetika)”, Eski Şiirin Bahçesinde, İstanbul, Ötüken Yayınları Nu: 511<br />
<strong>Kültür</strong> Serisi: 216, 2002, s. 100-126.<br />
Doğan, Prof. Dr. Muhammet Nur: “Metin Şerhi Üzerine”, Eski Şiirin Bahçesinde,<br />
İstanbul, Ötüken Yayınları Nu: 511 <strong>Kültür</strong> Serisi: 216, 2002, s. 11-26.<br />
Durmuş, İsmail, Pala, İskender: “İstiare”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm<br />
Ansiklopedisi, C. XXIII, 2001, s. 315-318.<br />
Durmuş, İsmail, Saraç, M. A. Yekta: “Leff ü Neşr”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm<br />
Ansiklopedisi, C. XXVII, 2003, s. 122-124.<br />
Durmuş, İsmail: “Hüsn-i Ta’lil”, Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.<br />
XIX, 1999, s. 32-33.<br />
xiv
Durmuş, İsmail: “Kinaye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Aansiklopedisi, C.<br />
XXVI, 2002, s. 34-36.<br />
Dursunoğlu, Dr. Halit: “Klâsik Türk Edebiyatında Ramazan Konulu Şiirler”,<br />
Atatürk Üni<strong>ve</strong>rsitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, y. 10, S.<br />
22, 2003, s. 9-29.<br />
Elmacı, Hüseyin: “Hassân b. Sâbit”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,<br />
C. XVI, 1997, s. 399-402.<br />
Elwell-Sutton, L. P.: The Persıan Metres, Cambridge, 1975.<br />
Erdem, Yrd. Doç. Dr. Mustafa: Hazreti Adem (İlk İnsan), Ankara, Türkiye Diyanet<br />
Vakfı Yayınları/117 İlmî Eserler Serisi: 28, 1994.<br />
Ertan, Veli: Tarihte Meşihat Makamı İlmiye Sınıfı <strong>ve</strong> Meşhur Şeyhülislâmlar,<br />
İstanbul, Bahar Yayınları: 13, 1969.<br />
Eşmeli, Muhammed Ali: “İsmail Hakkı Bursavî’nin Muhammediye Şerhi Ferahu’r-<br />
Rûh II. C.”, İstanbul, İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk<br />
Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Ana Bilim Dalı Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalı Yüksek<br />
Lisans Tezi, 2001.<br />
Eşrefoğlu Rûmî: Müzekki ’n-Nüfûs, Hazırlayan: Abdullah Uçman, İstanbul, İnsan<br />
Yayınları: 210 İrfan Serisi: 17, 1996.<br />
Fuâd ‘Abdu ’l-bâkî, Muhammad: al-Mu‘camu ’l-Mufahras li Alfâzi ’l-Kur’âni ’l-<br />
Karîm, Bayrût, 1378 [1959].<br />
Gökyay, Orhan Şaik: “Sohbetname”, Tarih <strong>ve</strong> Toplum, C. III, S. 2, 1985, s. 56-64.<br />
Gölpınarlı, Abdülbâki: Tasavvuf, İstanbul, Milenyum Yayınları: 4, 2000.<br />
Gümüş, Sadreddin: “Cürcânî, Seyyid Şerif”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm<br />
Ansiklopedisi, C. VIII, 1993, s. 134-136.<br />
Güney, Gülay: Vefeyat II, İstanbul, Edebiyat Fakültesi Tarih Semineri T. 2372,<br />
1974.<br />
Gürer, Abdülkadir: “Divan Edebiyatında Sürme <strong>ve</strong> Na’ilî’nin Bir Gazeli”, Türkoloji<br />
Dergisi, C. XII, S. 1, 1994, s. 119-126.<br />
Hacımüftüoğlu, Nasrullah: “Bedî‘”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,<br />
C. V, 1992, s. 320-322.<br />
xv
Hacımüftüoğlu, Nasrullah: “Beyân”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,<br />
C. VI, 1992, s. 22-23.<br />
Hucvirî, Ali b. Osman Cüllâbî: Keşfu ’l-mahcûb, Hazırlayan: Süleyman Uludağ,<br />
İstanbul, Dergâh Yayınları: 93 İslâm Klâsikleri: 7, 2 1996.<br />
İbni Sînâ: el-Kânûn fî ‘t-tıbb, Birinci <strong>Kitap</strong>: Türkçeye Çeviren: Esin Kâhya,<br />
Ankara, Atatürk <strong>Kültür</strong>, Dil <strong>ve</strong> Tarih Yüksek Kurumu Atatürk <strong>Kültür</strong><br />
Merkezi, Sayı: 103 Külliyatlar Dizisi, Sayı: 5, 1995.<br />
İlaydın, Hikmet: Türk Edebiyatında Nazım, İstanbul, Üçler Basımevi, 2 1951.<br />
İpekten, Doç. Dr. Haluk, İsen, Doç. Dr. Mustafa, Toparlı, Doç. Dr. Recep, Okçu,<br />
Doç. Dr. Naci, Karabey, Yrd. Doç. Dr. Turgut: Tezkirelere Göre Divan<br />
Edebiyatı İsimler Sözlüğü, Ankara, <strong>Kültür</strong> <strong>ve</strong> <strong>Turizm</strong> <strong>Bakanlığı</strong> Yayınları:<br />
942, 1988.<br />
İpekten, Doç. Dr. Halûk: Türk Edebiyatının Kaynaklarından Türkçe Şu'ara<br />
Tezkireleri, Erzurum, Atatürk Üni<strong>ve</strong>rsitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yayınları<br />
S. 4, 1988.<br />
İpekten, Prof. Dr. Halûk: Bâki Hayatı Sanatı Eserleri, Ankara, Akçağ<br />
Yayınları/161 Kaynak Eserler/24, 2 1997.<br />
İpekten, Prof. Dr. Haluk: Eski Türk Edebiyatı Nazım Şekilleri <strong>ve</strong> Aruz, İstanbul,<br />
Dergâh Yayınları: 152, İnceleme dizisi: 21, 1994.<br />
İpekten, Prof. Dr. Halûk: Nâ’ilî: Hayatı, Edebî Kişiliği <strong>ve</strong> Bazı Şiirlerinin<br />
Açıklamaları, Ankara, Akçağ Yayınları: 67 Kaynak Eserler: 4, 1991.<br />
İpekten, Prof. Dr. Halûk: Şeyh Gâlib Hayatı, Edebî Kişiliği <strong>ve</strong> Bazı Şiirlerinin<br />
Açıklamaları, Ankara, Akçağ Yayınları: 131 Kaynak Eserler: 19, 1996.<br />
İsmail Belîğ: Nuhbetü ’l-Âsâr li-Zeyli Zübdeti ’l-Eş‘âr, Hazırlayan: Prof. Dr.<br />
Abdulkerim Abdulkadiroğlu, Ankara, Atatürk <strong>Kültür</strong> Merkezi Başkanlığı<br />
Yayını Sayı: 168 Tezkireler Dizisi: 4, 2 1999.<br />
İsmail-i Ankaravî: Minhâcu ’l-fukara, Hazırlayan: Sadettin Ekici, İstanbul, İnsan<br />
Yayınları: 200 İrfan serisi: 16, 1996. [Tanıtması: Murat Bardakçı: “Her<br />
Veledi çocuk mu sandın a cahil!”, Hürriyet Gazetesi, 1997 Mart 16 Pazar].<br />
Kâdı İyaz: Şifa-i Şerif, Tercüme <strong>ve</strong> Notlar: Suat Cebeci, Ankara, Rehber Yayınları:<br />
23 Temel Eserler Dizisi: 3, 1992.<br />
xvi
Kandemir, M. Yaşar: “Fâtıma”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.<br />
XVI, 1995, s. 219-223.<br />
Kaplanoğlu, Raif: Bursa Ansiklopedisi I Yer Adları, Bursa, y.y., 2001.<br />
Karahan, Abdülkadir: “En<strong>ve</strong>rî, Evhadüddin”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm<br />
Ansiklopedisi, C. XI, 1995, s. 267-268.<br />
Karaismailoğlu, Prof. Dr. Adnan: Klâsik Dönem Türk Şiiri İncelemeleri, Ankara,<br />
Akçağ Yayınları / 375 Kaynak Eserler / 105, 2001.<br />
Kartal, Ahmet: “Sâ’ib-i Tebrîzî <strong>ve</strong> Türkçe Şiirleri”, Türk <strong>Kültür</strong>ü İncelemeleri<br />
Dergisi, S. 7, 2002, s. 209-238.<br />
Kartal, Ahmet: Klâsik Türk Şiirinde Lâle, Ankara, Akçağ Yayınları/245, Kaynak<br />
Eserler/54, 1998.<br />
Kılıç, Hulûsi, Yetiş, Kâzım: “Cinas”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,<br />
C. VIII, 1993, s. 13-14.<br />
Kılıç, Hulûsi: “İştikak”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XXIII,<br />
2001, s. 439-440.<br />
Köksal, Mustafa Âsım: Peygamberler Tarihi I-II, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı<br />
Yayınları/46 Kaynak Eserler Serisi: 3, 1993.<br />
Köksal, Yard. Doç. Dr. M. Fatih: “Nazire Kavramı <strong>ve</strong> Klâsik Türk Şiirinde Nazire<br />
Yazıcılığı”, Diriözler Armağanı Prof. Dr. Meserret Diriöz <strong>ve</strong> Haydar Ali<br />
Diriöz Hatıra Kitabı, Hazırlayanlar: Yard. Doç. Dr. M. Fatih Köksal, Ahmet<br />
Naci Baykoca, Ankara, 2003, s. 215-290.<br />
Kuşeyrî, Abdülkerim: Kuşeyrî Risâlesi, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, İstanbul,<br />
Dergâh Yayınları: 61 İslâm Klâsikleri: 2, 3 1991.<br />
Kut, Günay, Kut, Turgut: “İstanbul Tekkelerine Ait Bir Kaynak: Dergeh-nâme”,<br />
Varıa Turcıca VII, Türkische Miszelleu Robert Anhegger Armağanı, s. 213-<br />
236.<br />
Kut, Turgut: “İstanbul Hânkâhları Meşâyihi”, Journal of Türkish Studies: In<br />
Memoriam Abdülbaki Gölpınarlı=Türklük Bilgisi Araştırmaları:<br />
Abdülbaki Gölpınarlı Hâtıra Sayısı 19, 1995, s. 1-156.<br />
Külekçi, Dr. Numan: Ganî-zâde Nâdirî <strong>ve</strong> Dîvânından Seçmeler, Ankara, <strong>Kültür</strong><br />
<strong>Bakanlığı</strong> Yayınları: 1016, Kaynak Eserler Dizisi: 22, 1989.<br />
xvii
Macit, Dr. Muhsin: Divân Şiirinde Âhenk Unsurları, Ankara, Akçağ Yayınları:<br />
140, 1996.<br />
Mehmed Süreyyâ: Sicill-i ‘Osmânî IV c., İstanbul, Westmead: Grey İnternational<br />
Publishers, 1971.<br />
Meninski, Franciscus â Mesgnien: Thesaurus Linguarum Orientalium Turcicae-<br />
Arabicae-Persicae = Lexicon Turcico-Arabico-Persicum, Yayımlayan:<br />
Mehmet Ölmez, İstanbul, Simurg Kitabevi, Türk Dilleri Araştırmaları Dizisi:<br />
28, 2000.<br />
Mermer, Ahmet: “XVI. Yüzyıl Divan Şairi Fedayî <strong>ve</strong> İki Bahr-ı Tavili”, İlmî<br />
Araştırmalar, S. 14, 2002, s. 121-129.<br />
Mesîhî: Dîvân, Hazırlayan: Prof. Dr. Mine Mengi: Mesîhî Dîvânı, Ankara, Atatürk<br />
<strong>Kültür</strong>, Dil <strong>ve</strong> Tarih Yüksek Kurumu Atatürk <strong>Kültür</strong> Merkezi Yayını – Sayı:<br />
80 Divanlar Dizisi: 1. 1995.<br />
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî: Dîvân-ı Kebîr, Hazırlayan: Abdülbâkî Gölpınarlı, C. 1,<br />
İstanbul 1957; C. II, 1958; C. III, 1958; C. IV, 1959; C. V, 1960.<br />
Muallim Naci: Edebiyat Terimleri Istılâhât-ı Edebiyye, İlâ<strong>ve</strong>lerle Neşre<br />
Hazırlayan: Doç. Dr. M. A. Yekta Saraç, İstanbul, Risale Yayınları, 1996.<br />
Mütercim Âsım Efendi: Burhân-ı Katı, Hazırlayanlar: Prof. Dr. Mürsel Öztürk, Dr.<br />
Derya Örs, Ankara, Atatürk <strong>Kültür</strong>, Dil <strong>ve</strong> Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil<br />
Kurumu Yayınları: 733, 2000.<br />
Nâ’imâ, Mustafa: Ravzatü ’l-Hüseyn fî Hulâsati Ahbâri ’l-Hafikayn, İstanbul,<br />
1282 [1865].<br />
Nasûhî: Dîvân-ı Nasûhî, Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmut Efendi Kit. 3826,<br />
Süleymaniye Ktp. Haşim Paşa Kit. 76/5.<br />
Nasûhî: Dîvân-ı Nasûhî, Yeni Yazıya Aktaran: Kemal Edip Kürkçüoğlu, Şeyh<br />
Muhammed Nasûhî [ö. H. 1130/1718] Hayatı, Eserleri, <strong>Divanı</strong> <strong>ve</strong><br />
Mektupları, Âlem Ticaret Yayıncılık <strong>ve</strong> San. Ltd. Şti., t.y.<br />
Neşâtî: Şerh-i Müşkilât-ı Ba‘z-ı Ebyât-ı ‘Urfî, Hazırlayanlar: Dr. Süleyman<br />
Çaldak, Dr. Kâzım Yoldaş, Malatya, Kubbealtı Yayıncılık, 2000.<br />
Nevâyî, ‘Alî Şîr: Mîzânü’l-Evzân, Hazırlayan: Prof. Dr. Kemal Eraslan, Ankara,<br />
Atatürk <strong>Kültür</strong>, Dil <strong>ve</strong> Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları:<br />
568, Ali Şir Nevâyi Külliyatı: 14, 1993.<br />
xviii
Nişanyan, Sevan: Elifin Öküzü ya da Sürprizler Kitabı, İstanbul, Adam Yayınları,<br />
3 2003.<br />
Olgun Tahir: Divan Edebiyatının Bazı Beyitlerinin İzahına Dair Edebî<br />
Mektuplar, Hazırlayan: Cemâl Kurnaz, Ankara, Akçağ Yayınları: 125<br />
Kaynak Eserler: 15, 1995.<br />
Onay, Ahmet Talât: Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong> İzahı, [Hazırlayan:]<br />
Doç. Dr. Cemâl Kurnaz, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 77, 1992.<br />
[Tanıtmaları: İsen, Mustafa: “Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong> İzahı”,<br />
Polemik, Ankara, S. 6, Kasım 1992, s. 4-5; Pala, İskender: “Eski Türk<br />
edebiyatında mazmunlar üzerine”, Dergâh, İstanbul, C. III, S. 36, Şubat<br />
1993, s. 10-11; Bilkan, Ali Fuat: “Kırkıncı Odanın Anahtarı <strong>ve</strong>ya Eski Türk<br />
Edebiyatında Mazmunlar”, Türk Edebiyatı, İstanbul, S. 232, Şubat 1993, s.<br />
28-29; Kaçalin, Mustafa S[inan]: “Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong><br />
İzahı”, Yedi İklim, İstanbul, C. IV, S. 36, Mart 1993, s. 85-87].<br />
Öbek, Dr. Ali İhsan: “Arkaik Deyimlerimizden 2: Vech-i var.....”, Türk <strong>Kültür</strong>ü, y.<br />
XLI, S. 487-488, Kasım-Aralık 2003, s. 421-430.<br />
Özdamar, Mustafa: Dersaâdet Dergâhları, İstanbul, Kırk Kandil Yayınları, 1994.<br />
Pakalın, Mehmet Zeki: Osmanlı Tarih Deyimleri <strong>ve</strong> Terimleri Sözlüğü, C. III,<br />
İstanbul, Millî Eğitim <strong>Bakanlığı</strong> Yayınları: 2505, Bilim <strong>ve</strong> <strong>Kültür</strong> Eserleri<br />
Dizisi: 646, Sözlük Dizisi: 2, 1993.<br />
Recâizâde Ahmed Cevdet: Nevâdirü ’l-Âsâr fî Mütâla‘ati ’l-Eş‘âr, Hazırlayanlar:<br />
Prof. Dr. Abdulkerim Abdulkadiroğlu, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Sarı, Ankara,<br />
1998.<br />
Redhouse, Sir James W[illiam]: A Turkish and English Lexicon, İstanbul, 1890.<br />
Safâyî, Mustafa: Nuhbetü ’l-Âsâr min Fevâ’idi ’l-Eş‘âr, Süleymaniye Ktp. Esad<br />
Efendi Kit. 2549.<br />
Sâlim, Mehmed Emin: Tezkire-i Şu‘arâ, Süleymaniye Ktp. Bağdatlı Vehbi Kit.<br />
1655.<br />
Saraç, M. A. Yekta, Çiçekler, Mustafa: “Kemalpaşazâde’nin Kâfiye Risâlesi”, Türk<br />
Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Dergisi, C. XXVIII, İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi Edebiyat<br />
Fakültesi Yayınları, 1998, s. 445-477.<br />
xix
Saraç, M. A. Yekta: “Şiir Tenkidine Dair Bir Örnek-Muallim Naci <strong>ve</strong> Muallim”,<br />
Türk Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Dergisi, C. XXIX, İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi Edebiyat<br />
Fakültesi Yayınları, 2000, s. 245-261.<br />
Saraç, M. A. Yekta: Klâsik Edebiyat Bilgisi Belâgat, İstanbul, Bilimevi, 2 2001.<br />
Serin, Prof. Dr. Muhittin: Hat Sanatı <strong>ve</strong> Meşhur Hattatlar, İstanbul, Kubbealtı<br />
Neşriyâtı No: 68, 1999.<br />
Serin, Rahmi: İslâm Tasavvufunda Hal<strong>ve</strong>tilik <strong>ve</strong> Hal<strong>ve</strong>tiler, İstanbul, Petek<br />
Yayınları, 1984.<br />
Seyyid Sırrı Ali: Tuhfe-i Rûmî Kâdirîler Âsitânesinin Manzum Târihçesi,<br />
Çeviren: Mustafa S[inan] Kaçalin, İstanbul, Âsitâne Yayınları: 1, 1992.<br />
Steingass, F.: A Comprehensi<strong>ve</strong> Persian-English Dictionary, London, 1892.<br />
Şafak, Yakup: “Fars <strong>ve</strong> Türk Edebiyatlarındaki Aruz Vezinlerinin Ritmik Yapıları<br />
Üzerine Düşünceler”, Yedi İklim, C. X, S. 70, Ocak 1996, s. 31-34.<br />
Şemsettin Sâmi: Kâmûsu ’l-A‘lâm, Ankara, Kaşgar Neşriyat, 1996.<br />
Şen, Fatma Meliha: “Tâcizâde Câfer Çelebi <strong>Divanı</strong>’nda XV. <strong>ve</strong> XVI. Yüzyıl<br />
Osmanlı Toplum Hayatı II C.”, İstanbul, İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi Sosyal Bilimler<br />
Enstitüsü Türk Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Ana Bilim Dalı Eski Türk Edebiyatı Bilim<br />
Dalı Doktora Dezi, 2002.<br />
Şentürk, Ahmet Atillâ: “Osmanlı Edebiyatında Felekler, Seyyare <strong>ve</strong> Sabiteler”, Türk<br />
Dünyası Araştırmaları, S. 90, Haziran 1994, s. 131-179.<br />
Şentürk, Ahmet Atillâ: Necâtî Beğ’in Sultan Beyazıt Methiyesi <strong>ve</strong> Bazı Gazelleri<br />
Hakkında Notlar, İstanbul, Enderun Yayınları: 45, 1995.<br />
Şentürk, Ahmet Atillâ: Osmanlı Şiiri Antolojisi, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları:<br />
1287, 1999.<br />
Şentürk, Ahmet Atillâ: Yahyâ Beğ’in Şehzâde Mustafa Mersiyesi yahut Kanunî<br />
Hicviyesi, İstanbul, Enderun Yayınları: 52, 1998.<br />
Şeyh Gâlib: Hüsn ü ‘Aşk, Metin, Nesre Çeviri, Notlar <strong>ve</strong> Açıklamalarla Yayınlayan:<br />
Muhammet Nur Doğan, İstanbul, Ötüken Yayınları: 536, Edebî Eserler: 245,<br />
2002.<br />
xx
Şeyhî Mehmed Efendi: Şakaik-i Nu‘maniye <strong>ve</strong> Zeyilleri Vekayiü’l-Fudalâ I,<br />
[Neşre Hazırlayan:] Doç. Dr. Abdülkadir Özcan, İstanbul, Çağrı Yayınları,<br />
1989.<br />
Şeyhü’l-İslâm Yahyâ: Dîvân, [Hazırlayan:] Dr. Hasan Kavruk: Şeyhülislâm Yahyâ<br />
Divânı, Ankara, Millî Eğitim <strong>Bakanlığı</strong> Yayınları: 3557, Bilim <strong>ve</strong> <strong>Kültür</strong><br />
Eserleri Dizisi: 1255, Divanlar Dizisi: 13, 2001.<br />
Şirazlı Şeyh Sa‘dî: Gül Suyu Gülistan Tercümesi, Türkçesi: Niğdeli Hakkı Eroğlu,<br />
Hazırlayanlar: Doç. Dr. Azmi Bilgin, Yard. Doç. Dr. Mustafa Çiçekler,<br />
İstanbul, Ötüken Neşriyat Yayın Nu: 473 <strong>Kültür</strong> Serisi 190, 2000.<br />
Tâhirü ’l-Mevlevî: Edebiyat Lûğatı, [Hazırlayan:] Kemâl Edip Kürkçüoğlu,<br />
İstanbul, Enderun Yayınları: 3, 1973.<br />
Tanyeri, M. Ali: Örnekleriyle Divan Şiirinde Deyimler, Ankara, Akçağ<br />
Yayınları/265, Sözlük/10, 1999.<br />
Taş, Hakan: “On Altıncı Yüzyıl Divan Şairlerinde Vezin Kullanımı”, İstanbul,<br />
İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Ana<br />
Bilim Dalı Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, 2000.<br />
Tekin, Talat: Türk Dillerinde Birincil Uzun Ünlüler, Ankara, Simurg Yayınları,<br />
1995.<br />
Tezcan, Semih: “Additional Iranian Loanwords in Early Türkic Languages”, Türk<br />
Dilleri Araştırmaları, S. 7, 1997, s. 157-164.<br />
Topaloğlu, Bekir, Karaman, Hayrettin: Arapça-Türkçe Yeni Kamus, İstanbul, y.y.,<br />
10 1983.<br />
Tökel, Dursun Ali: Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar Şahıslar Mitolojisi, Ankara,<br />
Akçağ Yayınları/309 Kaynak Eserler/85, 2000.<br />
Tuman, Nâil: Tuhfe-i Nâilî Dîvân Şairlerinin Muhtasar Biyografileri II,<br />
[Hazırlayanlar:] Cemâl Kurnaz, Mustafa Tatçı, Ankara, Bizim Büro Yayınları<br />
Yayın no: 6, 2001.<br />
Tümer, Prof. Dr. Günay: Hıristiyanlıkta <strong>ve</strong> İslâmda Hz. Meryem, Ankara, Türkiye<br />
Diyanet Vakfı Yayınları/208, 1996.<br />
Türe, İskender: Kur’an’da Uzaya Seyahati Anlatılan İnsan Zülkarneyn, İstanbul,<br />
y.y., 1998.<br />
xxi
Türk İlmî Transkripsiyon Kılavuzu, İstanbul, Millî Eğitim <strong>Bakanlığı</strong> Yayınları,<br />
1946.<br />
Uludağ, Prof. Dr. Süleyman: Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul, Kabalcı<br />
Yayınevi: 182 Sözlük Dizisi: 5, 2001.<br />
Ün<strong>ve</strong>r, İsmail: “Çevriyazıda Yazım Birliği Üzerine Öneriler”, Türkoloji Dergisi, C.<br />
XI, S. 1, 1993, s. 51-89.<br />
Ün<strong>ve</strong>r, Süheyl: “Türkiye’de Nevruz, Nevruziyye”, Vakıflar Dergisi, C. IX, 1976, s.<br />
221-237.<br />
Üzgör, Dr. Tahir: Fehîm-i Kadîm Hayatı, Sanatı, Dîvân’ı <strong>ve</strong> Metnin Bugünkü<br />
Türkçesi, Ankara, Atatürk <strong>Kültür</strong>, Dil <strong>ve</strong> Tarih Yüksek Kurumu Atatürk<br />
<strong>Kültür</strong> Merkezi Yayını - Sayı: 44, 1991.<br />
Vicdânî, Sâdık: Tomâr-ı Turûk-ı ‘Aliyye, Yayına Hazırlayan: Doç. Dr. İrfan<br />
Gündüz: Tarikatler <strong>ve</strong> Silsileleri, İstanbul, Enderun Yayınları 44, 1995.<br />
Yaltkaya, Şerefeddin: “Tarihte Renk”, Türkiyat Mecmuası, İstanbul, C. VII-VIII,<br />
1942, s. 41-47.<br />
Yazıcı, Tahsin: “Hâfız-ı Şîrâzî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.<br />
XV, 1997, s. 103-106.<br />
Yenikale, Ahmet: “Ahmet Nâmî Dîvânı <strong>ve</strong> İncelemesi I-II”, İstanbul, İstanbul<br />
Üni<strong>ve</strong>rsitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Ana Bilim Dalı<br />
Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalı Doktora Tezi, 2002.<br />
Yeniterzi, Yrd. Doç. Dr. Emine: Divan Şiirinde Na’t, Ankara, Türkiye Diyanet<br />
Vakfı Yayınları / 96 Yayın No: 96 Dinî Edebiyat Serisi: 6, 1993.<br />
Yılmaz, Dr. Necdet: Osmanlı Toplumunda Tasavvuf Sûfîler, Devlet <strong>ve</strong> Ulemâ<br />
(XVII. Yüzyıl), İstanbul, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, 2001.<br />
Yurt, Ali İhsan: Akşemseddin [1590-1459] Hayatı-Eserleri, Hazırlayan: Mustafa<br />
S[inan] Kaçalin, İstanbul, MÜ İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 74, 1994.<br />
Yusuf Sinan Paşa: Tazarru’nâme: [Hazırlayan:] A. Mertol Tulum, Ankara, Millî<br />
Eğitim <strong>Bakanlığı</strong> Yayınları: 2027 Bilim <strong>ve</strong> <strong>Kültür</strong> Eserleri Dizisi: 338<br />
Divanlar Dizisi: 20, 2001.<br />
Zâkir Şükrî Efendi: Die İstanbuler Der Wisch-Kon<strong>ve</strong>nte und İhre Scheiche<br />
(Mecmu‘a-i Tekaya), Metni hazırlayan: Mehmet Serhan Tayşi, Notlar <strong>ve</strong><br />
dizini hazırlayan: Klaus Kreiser, Berlin, 1980.<br />
xxii
Zerrinkub, Prof. Dr. Hüseyin: Medreseden Kaçış İmam Gazzâlî’nin Hayatı,<br />
Fikirleri <strong>ve</strong> Eserleri, Çeviren: Hikmet Soylu, İstanbul, Anka Yayınları: 11<br />
Biyografi: 1, 2001.<br />
xxiii
GİRİŞ<br />
Eski Türk edebiyatının çalışma konusu, eski metinleri günümüze aktarmak <strong>ve</strong><br />
yine ayrıca bu metinleri değişik metotlarla bilimsel bir biçimde incelemektir. Bir<br />
metni, yalnızca tenkitli bir biçimde <strong>ve</strong> en az hata ile ortaya koyabilmek bile, bu alan<br />
için son derecede önemli <strong>ve</strong> vazgeçilmez çalışmalardır.<br />
Eski Türk edebiyatı alanındaki çalışmaları üç biçimde değerlendirmek<br />
mümkündür: İlki, eskilerin yaptığı gibi yalnızca tenkitli bir metin kurmak; ikincisi,<br />
tenkitli bir metnin yanı sıra metin üzerinde dolayısıyla şairin edebî kişiliğini ortaya<br />
çıkarmak maksadıyla inceleme yapmak; üçüncüsü ise, hazır metin üzerinden tahlil<br />
<strong>ve</strong>ya tetkik yapmaktır. Bunların adları değişebilir; ama içerik olarak belirtilen<br />
biçimdedir <strong>ve</strong> bunların hepsi de bu alan için kabul gören çalışmalardır.<br />
<strong>Vahyî</strong> <strong>Divanı</strong> <strong>ve</strong> <strong>İncelenmesi</strong> adlı tez, bu çalışmalardan ikincisine girer. Bu tür<br />
çalışmalarda öncelikli <strong>ve</strong> en önemlisi hatasız ya da hatasıza en yakın bir metin<br />
kurmaktır. İnceleme kısmı ise, şairin edebî kişiliğini ortaya çıkarmak için metin<br />
içinden çekilen birtakım seçkilerden oluşur, sathîdir <strong>ve</strong> öyle olmak<br />
mecburiyetindedir. İncelemedeki bölümler, metin <strong>ve</strong> şair hakkında yalnızca fikir<br />
<strong>ve</strong>rmek üzere tertip edilirler. İşte, incelemedeki bu bölümler gerçekte tek tek, ayrı<br />
birer çalışma konularını oluştururlar <strong>ve</strong> bunlar yukarıda söz edildiği gibi üçüncü tip<br />
çalışmalara da kaynaklık ederler.<br />
Çalışmaya konu olan Dîvân-ı <strong>Vahyî</strong> adlı metnin, biri British Museum Add<br />
7934’te öbürü ise, Millet Kütüphanesi Ali Emirî <strong>Kitap</strong>lığı Manzum 492’de kayıtlı<br />
bilinebilen iki yazması vardır. British Museum Add 7934’teki yazma, Millet<br />
Kütüphanesinin birtakım sebeplerle eserlerini istifadeye geç sunmasıyla,<br />
istinsahımıza esas yazma olmuştur. Dolayısıyla metin, “B” biçimiyle kısaltılan<br />
İngiltere yazması üzerinden kurulmuştur.<br />
1
Metnin yazı çeviriminde Eski Türk Edebiyatı alanında bugüne değin<br />
uygulanagelen Türk İlmî Transkripsiyon Kılavuzu’ndaki 1<br />
çevriyazı, imlâsında ise<br />
Türkoloji Dergisi’nde yayımlanan “Çevriyazıda Yazım Birliği Üzerine Öneriler”<br />
başlıklı makalede 2<br />
teklif edilen imlâ sistemine uyulmuştur.<br />
Hazırlanan metnin XVII. yüzyılın ikinci yarısında yazılmış bir divan metni<br />
olduğunun bilincinde olunmakla birlikte, metni yenileştirmenin oldı redifli bir gazeli<br />
oldu hâline getirmenin metinde ses <strong>ve</strong> buna bağlı olarak ahenk özelliklerini yok<br />
edecek bazı olumsuz sonuçlara yol açabileceği kaygısıyla olabildiğince imlâya bağlı<br />
kalınmış, kimi yerlerde ise, kafiyenin gerektirdiği biçime uyulmuştur.<br />
Metinde “-an, -in, -un” gibi sakin nunla biten, yani kendisinden sonraki<br />
sözcüğü ünsüzle başlayan <strong>ve</strong> ulama imkânı olmayan hecelerdeki mazûl ünlüler kısa<br />
ünlülerle gösterilmiştir. 3<br />
Metindeki yazma farkları <strong>ve</strong>rilirken Dîvân’da saklı sorunların kalmaması,<br />
yazma hakkında tam anlamıyla bilgi sahibi olmak vb. sebeplerle mümkün olduğu<br />
kadar bütün farklar aparatta gösterilmiştir, çok az olmakla birlikte <strong>ve</strong>zin bakımından<br />
tercih edilmesi mümkün görünmeyen sözcükler ise dipnotta gösterilmemiştir.<br />
Son olarak, tezin bütününde uygulanan biçim özellikleri, başlıklardan sayfa<br />
numaralarının nereye <strong>ve</strong>rilmesi gerektiğine kadar, İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi Sosyal<br />
Bilimler Enstitüsünün “Yüksek Lisans <strong>ve</strong> Doktora Tezleri ile Araştırma Raporları <strong>ve</strong><br />
Seminer Çalışmalarının Hazırlanmasında Uyulacak Şekil Esasları ile İlgili<br />
Yönerge”sine uygun biçimde yapılmıştır.<br />
Tezde incelenen konular bölümler hâlinde şu biçimde sıralanmıştır:<br />
Birinci bölümde, şairin hayatı <strong>ve</strong> edebî kişiliği üzerinde durulmuştur. Bu<br />
bölüm hazırlanırken şairin yaşadığı dönemden bu yana kaynaklar tarih sırasıyla takip<br />
1<br />
2<br />
Türk İlmî Transkripsiyon Kılavuzu, İstanbul, Millî Eğitim <strong>Bakanlığı</strong> Yayınları, 1946.<br />
İsmail Ün<strong>ve</strong>r, “Çevriyazıda Yazım Birliği Üzerine Öneriler”, Türkoloji Dergisi, C. XI, S. 1,<br />
1993, s. 51-89.<br />
2
edilmiş, böylece kaynaklarda <strong>ve</strong>rilen bilgiler karşılaştırılarak gerektiğinde tenkit<br />
yoluna da gidilmiştir. Bunun yanı sıra <strong>Vahyî</strong> mahlâslı şairler hakkında bilgi <strong>ve</strong>rilmiş,<br />
şairin edebî kişiliğini ortaya çıkarmak maksadıyla metindeki ahenk öğeleri<br />
belirtilmiştir.<br />
İkinci bölümde, metin biçim açısından ele alınmıştır. Bu bölümde “Vezin”,<br />
“kafiye”, “redif” <strong>ve</strong> “nazım biçimleri” incelenmiştir. Burada kimi konular hem<br />
anlaşılmayı hem de faydayı kolaylaştıracağı düşüncesiyle tablolarla ifade edilmiştir.<br />
Yapılacak öbür karşılaştırmalı divan incelemeleri için önemli yararlar <strong>ve</strong> kolaylıklar<br />
sağlayacağı düşüncesiyle özellikle redifler <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>zinlerle ilgili sonuçlar da tablolar<br />
hâlinde ifade edilmiştir.<br />
Üçüncü bölümde, metin biçim özellikleri açısından incelenmeğe çalışılmıştır.<br />
Bu bölüm, Dîvân’dan çıkan <strong>ve</strong>rilere göre, “dinî öğeler”, “tasavvufî terim <strong>ve</strong><br />
kavramlar”, “tarihî <strong>ve</strong> efsanevî öğeler”, “sosyal hayat”, “başlıca işlenen konular”,<br />
“özlü sözler <strong>ve</strong> deyimler” başlıkları altında işlenmiştir. Söz konusu çalışmada, “dinî<br />
öğeler”, “tasavvufî terim <strong>ve</strong> kavramlar”, “tarihî <strong>ve</strong> efsanevî öğeler” alfabetik olarak<br />
geçtikleri yerlerle birlikte <strong>ve</strong>rilmiştir. Dolayısıyla <strong>ve</strong>rilen göndermelerden o konunun<br />
metindeki ağırlığı izlenebilmektedir. Yine içerikle ilgili olarak şairin yaşadığı<br />
dönemin sosyal hayatına ait izler araştırılmıştır. <strong>Vahyî</strong>’nin edebî kişiliğine,<br />
psikolojisine, dönemin sosyal vak’alarına ışık tutabilecek konular tespit edilmeğe<br />
çalışılmıştır.<br />
Dördüncü bölüm, “<strong>Divanı</strong>n Belâgat Açısından <strong>İncelenmesi</strong>”ne ayrılmıştır. Bu<br />
bölümde belirlenen belâgat kusurları örnekleriyle birlikte ortaya konulmuş <strong>ve</strong> edebî<br />
sanatlar tespit edilmeğe çalışılmıştır. Burada daha çok fesahat üzerinde durulmuştur.<br />
Edebî sanatlara ise üçer örnek <strong>ve</strong>rilmiş, beyitler günümüz Türkçesine aktarılarak<br />
açıklanmıştır.<br />
3<br />
Tâhirü ’l-Mevlevî, Edebiyat Lûğatı, [Hazırlayan:] Kemâl Edip Kürkçüoğlu, İstanbul,<br />
Enderun Yayınları: 3, 1973, s. 21.<br />
3
I. VAHYÎ’NİN HAYATI VE EDEBÎ KİŞİLİĞİ<br />
A. <strong>Vahyî</strong>’nin Hayatı<br />
1. Adı<br />
Adı Muhammed’dir. Şiirlerinde <strong>Vahyî</strong> mahlâsını kullanmıştır. el-Vahy, “söz,<br />
işaret vb. Vahiy; ses; kitap; mektup; yazı; 1<br />
işaret eylemek; yazı yazmak; yazılmış<br />
mektup <strong>ve</strong> kitap; elçi göndermek; ilham; gizlice söz söylemek” 2<br />
anlamlarına gelir.<br />
Kimi kaynaklarda adı Mehmed 3<br />
kimi kaynaklarda ise Muhammed 4<br />
olarak<br />
geçmektedir; ancak <strong>Vahyî</strong> [ö. 1718], mesnevî nazım biçimiyle yazdığı Da‘<strong>ve</strong>t-<br />
1<br />
2<br />
3<br />
4<br />
Bekir Topaloğlu, Hayrettin Karaman, Arapça-Türkçe Yeni Kamus, İstanbul, 10 1983, s. 484.<br />
Vâvuŋ fethi <strong>ve</strong> hâ-yı mühmelenüŋ sükûnıyla işâret eylemek ma‘nâsınadur. Müellifüŋ<br />
Basâ’irde beyânına göre işâret-i serî‘a ma‘nâsına mevzû‘dur. Ve ma‘nâ-yı merkûm ‘alâ <strong>ve</strong>chi<br />
’r-remz <strong>ve</strong> ’t-ta‘rîz kelâm-ıla <strong>ve</strong> terkîbden mücerred savt-ıla <strong>ve</strong> ba‘z-ı cevârih-ile bi ’l-işâre<br />
hâsıl <strong>ve</strong> kitâb-ıla da sûret bulur. Bu cihetle bunlaruŋ her birinde isti‘mâl olınur <strong>ve</strong> Basâ’irde<br />
bundan başka nefâyis-i vahy olmağ-ıla râğıb olanlar mürâca‘at iderler intehâ. Ve vahy yazu<br />
yazmak ma‘nâsınadur <strong>ve</strong> yazılmış nâme <strong>ve</strong> kitâba ıtlâk olınur <strong>ve</strong> elçi göndermek<br />
ma‘nâsınadur <strong>ve</strong> gizlice söz söylemek ma‘nâsınadur <strong>ve</strong> mutlakâ bir âhir âdeme ilkâ olınan<br />
kelâma dinür <strong>ve</strong> savt <strong>ve</strong> âvâza dinür. Macdu ’d-dîn Abû Tâhir Muhammad b. Ya‘kûb al-<br />
Fîrûzâbâdî, al-Ukyânûsu ’l-Basît fî Tarcamati ’l-Kâmûsi ’l-Muhît, Çev. Cenânîoğlu<br />
Ahmed ‘Âsım, C. III, İstanbul, 2 1272 [=1855], s. 945.<br />
İsmail Belîğ, Nuhbetü ’l-Âsâr li-Zeyli Zübdeti ’l-Eş‘âr, Hazırlayan: Prof. Dr. Abdulkerim<br />
Abdulkadiroğlu, Ankara, Atatürk <strong>Kültür</strong> Merkezi Başkanlığı Yayını Sayı: 168 Tezkireler<br />
Dizisi: 4, 2 1999, s. 520; Turgut Kut, “İstanbul Hânkâhları Meşâyihi”, Journal of Türkish<br />
Studies: In Memoriam Abdülbaki Gölpınarlı=Türklük Bilgisi Araştırmaları:<br />
Abdülbaki Gölpınarlı Hâtıra Sayısı 19, 1995, s. 8. [Turgut Kut’un bu yayını, Tabibzâde<br />
Derviş Mehmed Şükri ibn İsmâ‘îl, İstanbul Hânkâhları Meşâyihi, Atatürk <strong>Kitap</strong>lığı K.<br />
75’in çevirisidir. Tayşi’nin yayını ile Şinasi Akbatu, “İstanbul Tekkeleri Silsile-i Meşâyihi”,<br />
İslâm Medeniyeti, C. IV, S. 4, Ağustos 1980, s. 51-96; Ocak C. V, S. 1 Ocak 1981, s. 81-<br />
103; C. V, S. 2, Haziran 1981, s. 97-121 yayını da bu yazmanın çevirisidir. En doğru metin,<br />
Turgut Kut’un metnidir.]; Dr. Necdet Yılmaz, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf Sûfîler,<br />
Devlet <strong>ve</strong> Ulemâ (XVII. Yüzyıl), İstanbul, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, 2001, s. 81.<br />
Mustafa Safâyî, Nuhbetü ’l-Âsâr min Fevâ’idi ’l-Eş‘âr, Süleymaniye Ktp. Esad Efendi Kit.<br />
2549. s. 328; Şeyhî Mehmed Efendi, Şakaik-i Nu‘maniye <strong>ve</strong> Zeyilleri Vekayiü ’l-Fudalâ I,<br />
[Neşre Hazırlayan:] Doç. Dr. Abdülkadir Özcan, İstanbul, Çağrı Yayınları, 1989, s. 52;<br />
Mirzâ-zâde Mehmed Emin Sâlim, Tezkire-i Şu‘arâ, Süleymaniye Ktp. Bağdatlı Vehbi Kit.<br />
1655, s. 703; Ayvansarâyî, Vefeyât, Süleymaniye Ktp. Esad Efendi Kit. 1375, yr. 6 b ; Ph. D.<br />
Charles Rieu, Catalogue of The Turkish Manuscripts IX The British Museum, C. V,<br />
London, 1978, s. 202; Mehmed Süreyyâ, Sicill-i ‘Osmânî C. IV, İstanbul, Westmead: Grey<br />
İnternational Publishers, 1971, s. 606; Bursalı hMehmed Tâhir Bey, Osmanlı Müellifleri, C.<br />
II, İstanbul, Matbaa-i Âmire, 1333 [1915], s. 481; Bağdatlı İsmail Paşa, Hadiyyat al-‘Ârifîn,<br />
Asmâ’ al-Mu‘allifîn <strong>ve</strong> Âsâr al-Musannifîn, C. II, Hazırlayan: Muallim Kilisli Rıfat Bilge,<br />
4
nâme’sinin son beytinde “temiz kalpli, gösterişsiz, yakarıcı Şeyh Seyyid<br />
Muhammed-i <strong>Vahyî</strong>” anlamında adının Muhammed olduğunun bilgisini <strong>ve</strong>rmektedir.<br />
Hâlisu ’l-kalb bî-riyâ dâ‘î<br />
Şeyh Seyyid Muhammed-i VAHYÎ<br />
(K. 38/25)<br />
Bu durum, Muhammed ile Mehmed sözcüklerinin yazımlarının aynı olması<br />
dolayısıyla, belirtilen kaynakların hazırlayıcılarını, herhâlde yanılgıya düşürmüş<br />
olmasıyla açıklanabilir.<br />
2. Doğum Yeri <strong>ve</strong> Tarihi<br />
<strong>Vahyî</strong>’nin doğum yeri hakkında yalnızca Safâyî [ö. 1725], açık bir anlatımla<br />
“İstanbul’da zuhûr itmişdür” demektedir. 5<br />
Öbür kaynaklarda 6<br />
ise, <strong>Vahyî</strong>’nin<br />
İstanbullu olduğu belirtilmiş; ancak İstanbul’da doğup doğmadığına açıklık<br />
getirilmemiştir.<br />
<strong>Vahyî</strong>’nin, bilinen kaynaklarda doğum yılını belirten bir bilgiyle<br />
karşılaşılmadı. Ayvansarâyî [ö. 1787], Vefeyât’ında 7<br />
“altmış yaşında defn olınmışdur”<br />
diyerek <strong>Vahyî</strong>’nin doğum yılını dolaylı olarak <strong>ve</strong>rmektedir. Aynı zamanda Dîvân’ın<br />
British Museum Add. 7934’te saklı yazmasının unvan sayfasında (1 a ) doğum<br />
tarihinin 1070 Ramazan/1660 Mayıs olduğu belirtilmektedir. Unvan sayfalarındaki<br />
bilgilere kuşkuyla yaklaşılması gerektiği bilinen bir gerçektir; ne var ki Vefeyât’taki<br />
bilgi, bu kuşkuyu gidermektedir.<br />
5<br />
6<br />
7<br />
İbnülemin Mahmud Kemal İnal, İstanbul, Maarif Basımevi, 1955, s. 315; Nâil Tuman,<br />
Tuhfe-i Nâilî Dîvân Şairlerinin Muhtasar Biyografileri II, [Hazırlayanlar:] Cemâl Kurnaz,<br />
Mustafa Tatçı, Ankara, Bizim Büro Yayınları Yayın no: 6, 2001, s. 1160.<br />
Safâyî, age., s. 328.<br />
Balat Şeyhî-zâde İstanbûlî, Bursalı Mehmed Tâhir Bey, age., s. 428; eş-Şeyh Muhammed bin<br />
eş-Şeyh Hasan b. Muhammed el-Kostantiniyyi ’r-Rûmî, Bağdatlı İsmail Paşa, age., s. 315;<br />
Şeyh Seyyid Muhammed-i <strong>Vahyî</strong> Efendi bin Balat Şeyhi Seyyid Hasan en-Nûrî Efendi bin<br />
Seyyid Muhammed Efendi bin Seyyid Abdülhâlik Efendi İstanbullı, Tuman, age., s. 1160.<br />
Ayvansarâyî, Vefeyât, yr. 6 b .<br />
5
3. Eğitimi <strong>ve</strong> Mesleği<br />
Mehmed Süreyyâ [ö. 1908]’nın “müfessir, muhaddis, şair <strong>ve</strong> ilâhîci” 8<br />
diye söz<br />
ettiği <strong>Vahyî</strong>, aynı zamanda bir şeyhtir. Bu mertebeye gelinceye değin birtakım eğitim<br />
aşamalarından geçtiği muhakkaktır. Kaynaklarda bu dereceler anılmamaktadır.<br />
Safâyî, şeyhlik makamına oturmadan önce “kesb-i kemâl-i ma‘rifet <strong>ve</strong> tahsîl-i âdâb-ı<br />
tarîkat” ettiğini belirtir. 9<br />
eder. 10<br />
Sâlim [1688-1743] ise, bu eğitimi babasından aldığını ifade<br />
<strong>Vahyî</strong>, Hal<strong>ve</strong>tî tarikatının Sümbüliye 11<br />
kolunun altıncı 12<br />
şeyhidir. Balat<br />
Ferruh Kethüdâ tekkesinin şeyhliğini yapmıştır. Bu arada 1125 Şevval/1713<br />
Kasımında Tophane’de bulunan Kılıç Ali Paşa Camisi, 1127 Zilkade/1715<br />
Kasımında Eyüp Sultan Camisi, 1128 Zilhicce/1716 Kasımında da Sultan Selim<br />
Camisi 13<br />
8<br />
9<br />
10<br />
11<br />
12<br />
13<br />
14<br />
vaizliğine getirilmiştir. 14<br />
Mehmed Süreyyâ: Sicill-i ‘Osmânî, C. IV, s. 607.<br />
Safâyî, Nuhbetü ’l-Âsâr min Fevâ’idi ’l-Eş‘âr, s. 328.<br />
Sâlim, Tezkire-i Şu‘arâ, s. 703.<br />
Bursalı Mehmed Tâhir Bey, Osmanlı Müellifleri, s. 481.<br />
Zâkir Şükrî Efendi, Die İstanbuler Der Wisch-Kon<strong>ve</strong>nte und İhre Scheiche (Mecmu‘a-i<br />
Tekaya), Metni hazırlayan: Mehmet Serhan Tayşi, Notlar <strong>ve</strong> dizini hazırlayan: Klaus<br />
Kreiser, Berlin, 1980, s. 4; Rahmi Serin, İslâm Tasavvufunda Hal<strong>ve</strong>tilik <strong>ve</strong> Hal<strong>ve</strong>tiler,<br />
İstanbul, Petek Yayınları, 1984, s. 102-103; Kut, a.y, s. 3-4; Sâdık Vicdânî, Tomâr-ı Turûkı<br />
‘Aliyye, Yayına Hazırlayan: Doç. Dr. İrfan Gündüz, Tarikatler <strong>ve</strong> Silsileleri, İstanbul,<br />
Enderun Yayınları, 1995, s. 209.<br />
Belîğ, Nuhbetü ’l-Âsâr li-Zeyli Zübdeti ’l-Eş‘âr, s. 520; Ayvansarâyî, Vefeyât, 6 b ; Tuman,<br />
Tuhfe-i Nâilî Dîvân Şairlerinin Muhtasar Biyografileri II, s. 1160.<br />
biŋ yüz Muharreminde Balat kapusı dahilinde Ferruh Kethudâ zâviyesi civârında vâki‘<br />
câmi‘-i şerîfüŋ va‘ziyesiyle evkât-güzâr olup [biŋ] yüz yigirmi beş Şevvâlinde medîne-i<br />
Kostantiniyyede Galata muzâfâtından kasaba-i Tophânede vâki‘ Kılıç ‘Ali Paşa câmi‘-i şerîfi<br />
va‘ziyesi <strong>ve</strong>rilüp [biŋ] yüz yigirmi yedi Zi ’l-kadesinde Hazret-i Ebâ Eyyûb el-Ensârî câmi‘-i<br />
şerîfi Şeyhi olup [biŋ] yüz yigirmi sekiz Zi ’l-hiccesinde Sultân Selîm câmi‘-i şerîfi va‘ziyesi<br />
ihsân olınup bu hâl üzre evkât-güzâr iken biŋ yüz otuz Şa‘bân-ı şerîfinde dâr-ı bekâya intikâl<br />
eyledi. Sâlim, Tezkire-i Şu‘arâ, s. 703-704.<br />
6
4. Ailesi<br />
Babası, Balat şeyhi Hasan en-Nûrî Efendidir [ö. 1688]. 15<br />
Eyüp türbedarı diye<br />
bilinen Sümbül Efendi asitanesi şeyhi Eyyûbî Mehmed Efendi [ö. 1617]nin oğludur.<br />
1029 Safer/1620 Ocak ayında doğmuştur. İlim eğitimine kıraat ilminde şeyh olan<br />
İmâm-ı Sultânî Evliyâ Mehmed Efendiden başlamış, uzun zaman kendisinden <strong>ve</strong><br />
halifesi Yûsuf Efendiden kıraat öğrenmiştir. Daha sonra şer‘î bilimleri dönemin<br />
müderrislerinden olan Mültekâ şarihi Sinoplu Halîl Efendi <strong>ve</strong> Dersiâm Sâlih<br />
Efendiden tamamlayarak müderris olmuştur. Müderrislik mesleğini sürdürmeyerek<br />
adı geçen tekkede bir köşeye çekilmiş aynı zamanda yeğeni Kerâmeddîn Efendiden<br />
tarikat bilgisi almıştır. 1664’te De<strong>ve</strong>-zâde Mehmed Efendi [ö. 1662]nin ölümüyle<br />
boşalan Balat Ferruh Kethudâ tekkesi şeyhliğini üstlenerek ölünceye değin bu görevi<br />
sürdürmüştür. Nûrî mahlâsı ile şiir <strong>ve</strong> ilâhîler yazmıştır. 16<br />
Balat şeyhi Hasan en-Nûrî Efendi, ebced hesabıyla mânî karşılığı olan 1100<br />
Muharrem 21/1688 Kasım 15 17<br />
gününde ölmüş, ertesi gün öğle namazının ardından<br />
Fatih Sultan Mehmed Camisinde kılınan cenaze namazından sonra, Eyüp’te Yâ<br />
Vedûd tekkesinde gömülmüştür. Mustafâ, Hüseyin <strong>ve</strong> Muhammed adında çocukları<br />
olmuş, Mustafâ küçük yaşta <strong>ve</strong>ba salgınına yakalanarak ölmüştür. 18<br />
<strong>Vahyî</strong>, Sivasî şeyhlerinden Muhammed Nazmî Efendi [ö. 1701]nin kızı ile<br />
evlenmiş <strong>ve</strong> iki çocukları olmuştur. 19<br />
15<br />
16<br />
17<br />
18<br />
19<br />
Kaynaklar yalnızca oğlu Feyzullâh Efendi [ö.<br />
Safâyî, Nuhbetü ’l-Âsâr min Fevâ’idi ’l-Eş‘âr, s. 328; Şeyhî Mehmed Efendi, Şakaik-i<br />
Nu‘maniye <strong>ve</strong> Zeyilleri Vekayiü ’l-Fudalâ I, s. 52; Sâlim, Tezkire-i Şu‘arâ, s. 703;<br />
Ayvansarâyî, Vefeyât, yr. 6 b ; Serin, İslâm Tasavvufunda Hal<strong>ve</strong>tilik <strong>ve</strong> Hal<strong>ve</strong>tiler, s. 102-<br />
103; Kut, a.y., s. 8; Vicdânî, Tomâr-ı Turûk-ı ‘Aliyye, s. 209; Tuman, Tuhfe-i Nâilî Dîvân<br />
Şairlerinin Muhtasar Biyografileri II, s. 1160.<br />
Yılmaz, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf Sûfîler, Devlet <strong>ve</strong> Ulemâ (XVII. Yüzyıl), s. 81.<br />
Zâkir Şükrî Efendi, Dıe Istanbuler Der Wısch-Kon<strong>ve</strong>nte und Ihre Scheıche (Mecmu‘a-i<br />
Tekaya), s. 3-4; Kut, a.y., s. 8.<br />
Yılmaz, age., s. 80.<br />
Yılmaz, age., s. 81.<br />
7
1729] hakkında bilgi <strong>ve</strong>rmektedir. Oğlu, <strong>Vahyî</strong>’nin yerine şeyhlik makamına<br />
oturmuştur. 20<br />
Feyzullâh Efendi, babasının ölümünden iki yıl sonra 21<br />
1132 [=1720]’de<br />
<strong>Vahyî</strong>’nin şiirlerini toplamıştır. Bu durum, aynı zamanda Dîvân-ı <strong>Vahyî</strong>’nin British<br />
Museum Add. 7934’te saklı yazmasının son sayfasında bir tarihle de<br />
kanıtlanmaktadır:<br />
ölmüştür. 23<br />
5. Ölümü<br />
Ser-be-ser tertîb üzre cem‘in itmâm eyledükde<br />
Didi târîh aŋa FEYZÎ nazm-ı dîvân oldı zîbâ 22<br />
<strong>Vahyî</strong>, kaynakların <strong>ve</strong>rdiği bilgiye göre 1130 Şaban 21/1718 Temmuz 20’de<br />
Bilinen kaynaklarda ölüm sebebiyle ilgili her hangi bir bilgi<br />
bulunmamaktadır. Fatih Camisinde cenaze namazı kılındıktan sonra Eğrikapı dışında<br />
silâhhaneye bitişik kabristandan ileriye doğru giden yol üzerinde babasının yanına<br />
gömülmüştür. 24<br />
20<br />
21<br />
22<br />
23<br />
24<br />
Safâyî, Nuhbetü ’l-Âsâr min Fevâ’idi ’l-Eş‘âr, s. 328; Ayvansarâyî, Vefeyât, yr. 6 b ;<br />
Mehmed Süreyyâ: Sicill-i ‘Osmânî, C. IV, s. 607.; Bursalı Mehmed Tâhir Bey, Osmanlı<br />
Müellifleri, s. 481; Kut, a.y., s. 8; Vicdânî, Tomâr-ı Turûk-ı ‘Aliyye, s. 209.<br />
Rieu, Catalogue of The Turkish Manuscripts IX The British Museum, C. V. s. 203.<br />
n= 50 + z= 900 + m= 40 + d= 4 + î= 10 + v= 6 + â= 1 + n= 50 + o= 1 + 6 + l= 30 + d= 4 + ı=<br />
10 + z= 7 + î= 10 + b= 2 + â= 1= 1132 [=1720].<br />
Sâlim, Tezkire-i Şu‘arâ, s. 704; Ayvansarâyî, Vefeyât, yr. 6 b ; Mehmed Süreyyâ: Sicill-i<br />
‘Osmânî, C. IV, s. 607.; Tuman, Tuhfe-i Nâilî Dîvân Şairlerinin Muhtasar Biyografileri<br />
II, s. 1160; Yılmaz, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf Sûfîler, Devlet <strong>ve</strong> Ulemâ (XVII.<br />
Yüzyıl), s. 81. Şu kaynaklarda yalnızca 1130/1718’de öldüğü belirtilir: Safâyî, Nuhbetü ’l-<br />
Âsâr min Fevâ’idi ’l-Eş‘âr, s. 328; Belîğ, Nuhbetü ’l-Âsâr li-Zeyli Zübdeti ’l-Eş‘âr, s.<br />
520; Bursalı Mehmed Tâhir Bey, Osmanlı Müellifleri, s. 481; Bağdatlı İsmail Paşa,<br />
Hadiyyat al-‘Ârifîn, Asmâ’ al-Mu‘allifîn <strong>ve</strong> Âsâr al-Musannifîn, C. II, s. 315. Ancak<br />
Dîvân’ın unvan sayfasında (1 a ) Cemaziyülâhır 21 <strong>ve</strong> Tabibzâde Derviş Mehmed Şükri ibn<br />
İsmâ‘îl, İstanbul Hânkâhları Meşâyihi, yr. 3 a .da Cemaziyülâhır 21 Pazar günü öldüğü<br />
belirtilmektedir. Yalnızca iki yerde geçen bu bilgiye kuşkuyla yaklaşmak gerekir.<br />
Ayvansarâyî, age., yr. 6 b ; Bursalı Mehmed Tâhir Bey, age., s. 428; Tuman, age., s. 1160;<br />
Yılmaz, age., s. 81.<br />
8
6. <strong>Vahyî</strong> ile İlgili Öbür Bilgiler<br />
Balat Şeyhî-zâde Şeyh Seyyid Muhammed-i <strong>Vahyî</strong>’nin kişiliği ile ilgili,<br />
kaynaklar yeterince bilgi <strong>ve</strong>rmezler. Mehmed Tâhir [1861-1925] “Vecd <strong>ve</strong> hâl sâhibi bir<br />
zâttır” derken 25<br />
idi” demekle 26<br />
olup...” derken 27<br />
Sâlim, “âyîne-i kalbi mücellâ ashâb-ı ‘irfândan bir şeyh-i bî-hemtâ<br />
yetinir. Ayvansarâyî [ö. 1787] ise, “ba‘de’l-hac silsile-i selâtîne dâhil<br />
hac vazifesini yerine getirdiğini belirtmektedir. Bunun yanı sıra<br />
Rieu, <strong>Vahyî</strong>’nin, rubaîlerini Mekke’ye yaptığı bir hac ziyareti sonunda Hz.<br />
Peygamberin hâneisaadetleri başında yazdığını söyler. 28<br />
<strong>Vahyî</strong>’nin babası Hasan en-Nûrî Efendi Sohbet-nâme adlı hatıra kitabında<br />
oğlunun dişlerinin çıkması, yaşı <strong>ve</strong> ilk tıraşını şöyle anlatır:<br />
Oğlu Muhammed’in dişlerinin çıkması, yaşı <strong>ve</strong> ilk tıraşı: Malûm ola ki bu gece Seyyid<br />
Muhammed’in dişi bittiği duyulmuş. Amma fakir, hâher-i mihterin yeni odasında sadr-ı<br />
a‘lâda ocak başında yevm-i selâsede Dah<strong>ve</strong>-i kübrâda zîr-i kah<strong>ve</strong> esnâsında bizim Selime<br />
Hatundan istimâ‘ ittim. Ba‘de ’l-kah<strong>ve</strong> ragîf <strong>ve</strong> bürründen tattım. <strong>ve</strong> Malûm ola ki bu gece<br />
mezbûr Seyyid on aylık <strong>ve</strong> sekiz günlük idi. Malûm ola ki dah<strong>ve</strong>-i suğrâda suffe-i cinân’ın<br />
kenârında büyük oğlumun dizinde küçük oğlum Muhammed üç yaşında <strong>ve</strong> iki aylık <strong>ve</strong> yirmi<br />
üç günlük olduğu berber Halil Çelebi’ye tıraş oldu. 29<br />
Bir Hal<strong>ve</strong>tî şeyhi olan <strong>Vahyî</strong>’nin kasidelerinin çoğu naat özelliğindedir. Hz.<br />
Peygamberi ö<strong>ve</strong>n şiirlerinden başka her hangi bir padişaha <strong>ve</strong> III. Ahmed Hân [1703-<br />
1730]ın damadı Sadrazam Ali Paşa dışında hiçbir devlet büyüğüne yazılmış kasidesi<br />
yoktur. Bu durum, kendisinin dünya için başkalarına boyun eğmeyen bir kişilikte<br />
olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.<br />
25<br />
26<br />
27<br />
28<br />
29<br />
Bursalı Mehmed Tâhir Bey, age., s. 428.<br />
Sâlim, age., s. 704.<br />
Ayvansarâyî, age., yr. 6 b .<br />
Rieu, Catalogue of The Turkish Manuscripts IX The British Museum, C. V. s. 203.<br />
Hasan en-Nûrî Efendi, Sohbet-nâme, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp. Hazine Kit. C. I, 1426, C.<br />
II, 1418. yr. 192 a . [Bu bilgi, Orhan Şaik Gökyay [1902-1994], “Sohbetname”, Tarih <strong>ve</strong><br />
Toplum, C. 3, S. 2, 1985, s. 63’ten alınmıştır.]<br />
9
B. Türk Edebiyatında <strong>Vahyî</strong> Mahlâslı Öbür Şairler<br />
Türk edebiyatı tarihinde <strong>Vahyî</strong> mahlâslı beş farklı şair tespit edilmiştir.<br />
Çalışmaya konu olan Şeyh Seyyid Muhammed-i <strong>Vahyî</strong> dışındakileri şu biçimde<br />
sıralamak mümkündür. 30<br />
1. <strong>Vahyî</strong>: Manastır’da doğdu. Asıl adı Mustafâdır. Kadı-zâde sanıyla tanındı.<br />
Âhî [ö. 1517] <strong>ve</strong> Hâ<strong>ve</strong>rî [ö. 1565]’nin yakın akrabasıdır. Hâ<strong>ve</strong>rî tarafından yetiştirildi.<br />
Kadı oldu. Kesriye kadısı iken öldü. Ölüm tarihi Âşık Çelebi [1520-1571]’de 1546;<br />
Hasan Çelebi [1546-1603] <strong>ve</strong> Beyânî [ö. 1597]’de ise, 1551 olarak geçmektedir.<br />
2. <strong>Vahyî</strong>: İznik’te doğdu. Yavuz Sultan Selîm Hân [1512-1520] dönemi<br />
sonlarında öldü. Öğrenim gördükten sonra Diyarbakır’a gitmiş <strong>ve</strong> orada kadılık<br />
yapmıştır. Bir takvimi vardır.<br />
Muhayyel şiirleri <strong>ve</strong> beğenilen sözleri vardır.<br />
3. <strong>Vahyî</strong>: Diyarbakır’da doğdu. Asıl adı Ömerdir. Öğrenim görüp müderrislik<br />
yaptı. Muhayyel şiirleri vardır.<br />
4. <strong>Vahyî</strong> Efendi [ö. 1817]: Tuna boyunda doğdu. İstanbul’a geldi <strong>ve</strong> Nakşî<br />
Bursalı Şeyh Emin Efendiden inabe aldı.<br />
C. Edebî Kişiliği<br />
Muhammed-i <strong>Vahyî</strong>, Dîvân’ında, nazım biçimlerinin hemen hemen hepsini<br />
kullanmıştır. Dîvân kaside, gazel, müstezat, kıt’a, nazım, mesnevî, rubaî, murabba,<br />
tahmis <strong>ve</strong> terkib-bend nazım biçimlerinden oluşmaktadır. Kasidelerin büyük bir<br />
bölümü naat türündedir. Nevruziye, şitaiyye, bahariyyeler <strong>ve</strong> bunun yanında<br />
ramazan, bayram <strong>ve</strong> Kâğıthane için yazılan kasideleri de bulunmaktadır. Divan<br />
30<br />
Buradaki bilgiler için bk. Doç. Dr. Haluk İpekten, v.d, Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı<br />
İsimler Sözlüğü, Ankara, <strong>Kültür</strong> <strong>ve</strong> <strong>Turizm</strong> <strong>Bakanlığı</strong> Yayınları: 942, 1988, s. 517-518.<br />
10
şairlerinin pek azında görülen bahr-i tavîl türünde iki şiiri vardır. 31<br />
kasidede olabilecek hemen hemen bütün türleri kullanmağa çalışmıştır.<br />
<strong>Vahyî</strong>, bir<br />
Gazel tarzında, elifbanın bütün harfleriyle gazel yazılmıştır. Oldukça hacimli<br />
sayılabilecek Dîvân’da 264 gazel vardır. Buna göre <strong>Vahyî</strong>’nin gazel nazım biçimine<br />
karşı yeterince meyletmediği söylenebilir. Bütün türlerde yazmağa çalışan şairin,<br />
ölümlere, sakala, bina yapılmasına, esnaf çarşısının onarılmasına, II. Mustafâ Han<br />
[1695-1703]ın cülûsuna, Şeyhü’l-İslâm Mahmûd Efendi [ö. 1717]nin müftü oluşuna<br />
tarihlerinin yanında, 33 lügazı, 58 muamması, rubaîleri <strong>ve</strong> kıt’aları vardır. Her türü<br />
denemeğe çalışan <strong>Vahyî</strong>’nin, biçimde mükemmelliği aradığı söylenebilir.<br />
<strong>Vahyî</strong>’nin şiirlerinde anlamın söze göre üstün olduğu görülür, anlam sözden<br />
önemli, geniş <strong>ve</strong> derindir. “Lütuf <strong>ve</strong> kereminin gül bahçesi o kadar geniş <strong>ve</strong> bol ki,<br />
yedi deniz onun bir goncasına kırağı yetiştiremez” anlamına gelebilecek beyitte,<br />
geçmiştir.<br />
Lutf u keremüŋ gülşeni vâsi‘ şu kadar kim<br />
Bir ğonçesine jâle yetişmez yedi deryâ<br />
(K. 3/30)<br />
yetişmez sözcüğü ‘yetiştiremez’ anlamında kullanılarak anlam, sözden öne<br />
Şiirde, anlam derinleşip genişledikçe gerçeğin anlatılması sınırlı kalmış,<br />
anlam derinliğine yeterli olmamış <strong>ve</strong> bu yüzden hayal öğelerine başvurmak gereği<br />
duyulmuştur. “Fikrim, öyle süslü maarif gül bahçesidir ki, (o bahçenin) her gül<br />
yaprağı, inceden inceye düşünceme bir imzadır.” biçiminde günümüzün Türkçesine<br />
aktarılabilecek beyitte bu durum görülmektedir.<br />
31<br />
Fikrümdür o zîbende gülistân-ı ma‘ârif<br />
Her berg-i güli dikkat-i endîşeme imzâ<br />
(K. 3/10)<br />
Ahmet Mermer, “XVI. Yüzyıl Divan Şairi Fedayî <strong>ve</strong> İki Bahr-ı Tavili”, İlmî Araştırmalar,<br />
S. 14, Güz 2002, s. 121-129.<br />
11
Hz. Peygamberin övgüsünde yazılan bir kasidede, “Senin özelliklerini<br />
anlatma düşüncesinin parlaklığı, cilâcı olup kirli, paslı gönlümü cilâlı ayna hâline<br />
getirdi.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />
Saykal-keş olup pertev-i endîşe-i vasfı<br />
İtdi dil-i pür-jengümi mir’ât-ı mücellâ<br />
(K. 3/21)<br />
Hz. Peygamberi övmenin değil, övmek düşüncesinin, kirli gönlü, cilâlı ayna<br />
hâline getirdiği ifade edilerek hayal, bir adım daha ileriye götürülmüştür.<br />
<strong>Vahyî</strong>’nin şiirlerindeki dil <strong>ve</strong> anlatım XVII. yüzyıl divan şiirinin bildik,<br />
tanıdık şiir dili <strong>ve</strong> anlatımıdır. Onun hayal dünyasında zaman zaman soyut şeyler<br />
somutlaştırılır. Örneğin şairlik gücü, bir yerde, anlam incileri saçan bir denize<br />
benzetilirken (K. 3/9), bir yerde, şirin incilerin bulunduğu bir okyanusa (K. 4/31);<br />
başka bir yerde ise, alıcı kuşa benzetilir (K. 6/12); hayal, bir yerde, inciler saçan<br />
kalemin hareketinin rüzgârına benzetilirken (K. 3/12) başka bir yerde, çerağa<br />
benzetilir (K. 3/15); bahar, hançere (K. 28/1); ümit, kuşa; he<strong>ve</strong>sin de balığa (G. 2/1)<br />
benzetildiği görülmektedir.<br />
Hayal, gerçekten çok geniş <strong>ve</strong> hatta sınırsız olduğu için bu hayallerin<br />
derinliklerine inebilme çabası insan mantığının zorlanması sonucunu doğurmuştur.<br />
Böylece her şeyin mübalâğalı olarak düşünülmesi gerekmiş, bu da <strong>Vahyî</strong>’nin şiirinde<br />
mübalâğanın çok kullanılmasına yol açmıştır. Şiirde mübalâğa arttıkça <strong>ve</strong> üstelik<br />
hayalî öğeler mübalâğalarla anlatıldıkça bunların insan zihninde canlandırılması da<br />
zorlaşmıştır. “Gönül süsleyen iyilik hançerinin bahçıvanı, sıkıntı gülüyle göğsümü<br />
doldurup orayı bir güllük hâline getirdi.” biçiminde günümüzün Türkçesine<br />
aktarılabilecek beyitte,<br />
Bâğbân-ı hancer-i lutf-ı dil-ârâ sînemi<br />
Verd-i zahm ile pür idüp bir gülistân eyledi<br />
söylenilmek istenilen şeyin daha iyi anlaşıldığı görülecektir.<br />
(K. 25/2)<br />
12
Bir Hint üslûbu olarak şairlerin, şiirin konusunu değiştirmeleri <strong>ve</strong> ele aldıkları<br />
konulara değişik yönlerden bakmaları, birbirine aykırı anlamlar <strong>ve</strong> mazmunların<br />
ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu üslûp şiirinde, mübalâğa yanında tezat sanatının da<br />
çok kullanılması bunun sonucu olmuştur. Böylece şiirdeki tezatlar, insan zihnini<br />
şaşırtan <strong>ve</strong> uğraştıran öğelerden biri olmuştur. 32<br />
tezatları görmek mümkündür.<br />
Olalı tab‘-ı cüvânan lutf-düşmen cevr-dost<br />
Oldı nâ-çâr ehl-i ‘irfan lutf-düşmen cevr-dost<br />
<strong>Vahyî</strong>’nin şiirlerinde de bu türden<br />
(G. 20/1)<br />
“Gençlerin tabiatı, iyiliğe düşman sıkıntıya dost olalı beri, irfan sahibi<br />
kimseler de çaresiz, iyiliğe düşman sıkıntıya dost oldu.” biçiminde günümüzün<br />
Türkçesine aktarılabilecek beyitte, lutf-düşmen cevr-dost ifadesini anlamlandırmak<br />
gerçekten güçtür.<br />
<strong>Vahyî</strong>, edebî sanatları kullanmakta ustadır. Teşbih, istiare, mecazımürsel,<br />
tenasüp, hüsnütalil, tevriye, tezat <strong>ve</strong> özellikle leffüneşir gibi sanatları başarıyla<br />
kullanır. <strong>Kültür</strong> <strong>ve</strong> dilin yapısında tabiî olarak var olan benzetme, geçici anlam <strong>ve</strong><br />
ödünç anlamların yanı sıra teşbihler, mecazlar <strong>ve</strong> istiareler bulmakta güçlük çekmez.<br />
Yine dönemin bir üslûp özelliği olarak onun şiirlerinde, ince hayalleri, özgün<br />
benzetmeleri görmek mümkündür. “Övgü sona erdiğinden selâma geç, çünkü selâm,<br />
parmağa benzeyen şiirin sonuna yüzüktür.” biçiminde günümüzün Türkçesine<br />
aktarılabilecek beyitte,<br />
Na‘t irdi çünki ğâyete başla tahiyyete<br />
Engüşt-i hatm-i nazma tahiyyet nigîndür<br />
(K. 8/58)<br />
Şair, parmağı, kaside nazım türü naatın en son bölümüne, o bölümde yapılan<br />
duayı ise, yüzüğe benzeterek belki o zamana değin karşılaşılmamış özgün bir<br />
benzetme örneği sergilemiştir.<br />
32<br />
Prof. Dr. Halûk İpekten, Nâ’ilî: Hayatı, Edebî Kişiliği <strong>ve</strong> Bazı Şiirlerinin Açıklamaları,<br />
Ankara, Akçağ Yayınları 67 Kaynak Eserler: 4, 1991, s. 63-64.<br />
13
Zülf fevvâre havz çâh-ı zekan<br />
Selsebîl-i cinândur ‘arakuŋ<br />
(G. 162/2)<br />
“Saçın fıskiye, çene çukurun havuz, senin terin cennetin billûr suyudur.”<br />
biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitteki benzetmeler de aynı<br />
biçimdedir.<br />
XVII. yüzyıl, Türk edebiyatının hemen her dalında olduğu gibi şiirde de en<br />
gelişmiş yüzyılıdır. Söz, ince <strong>ve</strong> nazik de olsa derin anlamları <strong>ve</strong> geniş hayalleri<br />
anlatmağa yetmez. Daha önce kullanılan sözler istenileni anlatmak için yeterli olsa<br />
da bu üslûpta yeni anlamlar <strong>ve</strong> hayaller için yeni sözcükler arayıp bulmak<br />
gerekmiştir. Türkçe sözcüklerin yerine daha çok Arapça <strong>ve</strong> Farsça sözcükler<br />
yeğlenmiş; hatta o güne değin duyulmamış sözcükleri kullanmak moda olmuştu.<br />
“Senin yanağına meyletmede rakibin taşlamasına bakmayız, gül toplayan yanağına<br />
bakar, dikene bakmayız.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />
Meyl-i ruhuŋda ta‘ne-i ağyâra bakmazuz<br />
Gül-çin ruhına dîdelerüz hâra bakmazuz<br />
(G. 117/1)<br />
Farsça sözcüğe Türkçe ek getirilerek çekime giren “dîdelerüz” sözcüğü bu<br />
konuda bir fikir <strong>ve</strong>rebilir.<br />
<strong>Vahyî</strong>, her şair gibi divan şiirinin önemli kişilerini okumuş, incelemiş,<br />
kimilerinin şiirlerine nazireler yazmıştır; fakat <strong>Vahyî</strong>’nin şiirleri üzerinde doğrudan<br />
doğruya bir şairin etkisi vardır denilemez. Yüzyıllar boyu aynı konuların işlenmesi<br />
dolayısıyla klâsik şiirde benzer söyleyişler <strong>ve</strong> mazmunlar oluşmuştur, tabiî olarak<br />
<strong>Vahyî</strong>’nin şiirlerinde de başka şairlerin şiirleriyle denklik kurulabilecek benzer<br />
söyleyişler <strong>ve</strong> mazmunlar vardır. Yalnız şunu unutmamak gerekir ki, bu tür dil, ifade<br />
<strong>ve</strong> mazmun benzerlikleri karşılaştırmalı bir inceleme sonucunda hemen hemen her<br />
şairin divanında görülebilir.<br />
Seyyid Muhammed-i <strong>Vahyî</strong> de kimi şairlerin şiirlerine tahmislerde bulunduğu<br />
gibi kimilerine de nazireler yazmıştır. Beşleme anlamında olan tahmis, aslında bir<br />
14
muhammestir. Bir gazelin ya da bir kasidenin her beytinin önüne <strong>ve</strong>ya arasına aynı<br />
<strong>ve</strong>zin <strong>ve</strong> kafiyede üç dize eklenerek muhammes hâline getirmeğe tahmis etme <strong>ve</strong><br />
ortaya çıkan muhammese de tahmîs denir. <strong>Vahyî</strong>, Nâdirî [1572?-1627]’nin bir naatına, 33<br />
Şeyhü ’l-İslâm Yahyâ Efendi [1553-1644]nin bir gazeline, 34<br />
Nasûhî <strong>ve</strong> ‘Avnî Efendinin<br />
birer gazellerine tahmiste bulunmuştur.<br />
<strong>Vahyî</strong>’nin Dîvân’ında müzeyyel gazeller <strong>ve</strong> nazireler de vardır: 75 <strong>ve</strong> 166.<br />
gazeller kaynatası Nazmî [ö. 1701]’ye, 86. gazel Müftî Mahmûd Efendinin oğlu<br />
‘Abdu’r-rahîm Efendiye, 109. gazel ise, kime zeyl olduğu belli olmayan müzeyyel<br />
gazellerdir. 42. gazel ‘İlmî [ö. 1718]’ye, 91. gazel yine kaynatası Nazmî Efendiye, 93.<br />
gazel Kâşif [ö. 1670]’e, 134. gazel ‘Abdî’ye, 158. gazel Hüsnî’ye, 176. gazel ‘Osmân-<br />
zâde Tâ’ib [ö. 1724]’e, 188, 230 <strong>ve</strong> 234. gazeller Antakî-zâde Feyzî Efendiye, 197.<br />
gazel Nazîf’e, 255. gazel de Şehrî Çelebiye naziredir.<br />
Yayımlanan divanlarda, <strong>Vahyî</strong>’nin şiirlerine nazire yazıldığına tesadüf<br />
edilmedi. Ancak Recâizâde Ahmed Cevdet [ö. 1831]’in Nevâdirü ’l-Âsâr fî Mütâla‘ati<br />
’l-Eş‘âr adlı eserinde, <strong>Vahyî</strong>’nin dokuz beytinin seçkiye alındığı görülmüştür. 35<br />
Seçkiye alınan beyitler şunlardır:<br />
33<br />
34<br />
35<br />
Ruh turreye turre ruh-ı zîbâya münâsib<br />
Gül sünbüle sünbül gül-i ra‘nâya münâsib<br />
‘Aceb mi eylese sad pâre inkisârum anı<br />
O mâhı eyledi hod-bîn ü hod-nümâ mir’ât<br />
(20/176)<br />
(38/346)<br />
Dr. Numan Külekçi, Ganî-zâde Nâdirî <strong>ve</strong> Dîvânından Seçmeler, Ankara, <strong>Kültür</strong> <strong>Bakanlığı</strong><br />
Yayınları: 1016 Kaynak Eserler Dizisi: 22, 1989, s. 150-153.<br />
Şeyhü’l-İslâm Yahyâ, Dîvân, [Hazırlayan:] Dr. Hasan Kavruk, Şeyhülislâm Yahyâ Divânı,<br />
Ankara, Millî Eğitim <strong>Bakanlığı</strong> Yayınları: 3557 Bilim <strong>ve</strong> <strong>Kültür</strong> Eserleri Dizisi: 1255<br />
Divanlar Dizisi: 13, 2001, s. 306, G. 282.<br />
Recâizâde Ahmed Cevdet, Nevâdirü ’l-Âsâr fî Mütâla‘ati ’l-Eş‘âr, Hazırlayanlar: Prof. Dr.<br />
Abdulkerim Abdulkadiroğlu, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Sarı, Ankara, 1998.<br />
15
Şarâb-ı bûs-ı lebüŋle pür itmek olmadı hayf<br />
Elümde böyle tehî kaldı sâğar-ı ümmîd<br />
Zevk-i visâli fürkat-i yâri bilen bilür<br />
Keyf-i şarâbı renc-i humârı bilen bilür<br />
Ne dil olur he<strong>ve</strong>s-i lutf-ı yârdan fâriğ<br />
Ne yâr olur sitem-i bî-şumârdan fâriğ<br />
Âh-ı cangâhuŋdan aŋlandı göŋül fürkatdesüŋ<br />
Sûzişüŋden fehm olundı âteş-i hasretdesüŋ<br />
Zülf ü ruhsâruŋa ‘âşık iki âvâreŋdür<br />
Ey şeh-i tahtgeh-i hüsn ü bahâ sünbül ü gül<br />
‘Âşıkuz ol şûha ağyâr-ülfet olsun olmasun<br />
‘Andelîbüz ol güle hâr-ülfet olsun olmasun<br />
Âh eyle dem-be-dem eser olmazsa olmasun<br />
‘Arz it niyâzı kârger olmazsa olmasun<br />
(53/491)<br />
(138/1290)<br />
(199/1858)<br />
(233/2182)<br />
(243/2278)<br />
(293/2769)<br />
(293/2770)<br />
Nazire geleneği hakkında bilgi <strong>ve</strong>rmesi bakımından şu beyit dikkat çekicidir:<br />
Bu şi‘r-i pâke tanzîr istedükde VAHYÎ-i gûyâ<br />
Gürûh-ı nükte-sencan dâmen-i a‘zâra yüz sürmiş<br />
(G. 136/7)<br />
16
Bu beyitten, nazire yazmak isteyenlerin şairinden izin aldıkları<br />
anlaşılmaktadır. Nazire ile ilgili en son yayımlanan bir makalede, böyle bir izinden<br />
söz edilmemektedir. 36<br />
1. Kendi Şiiri <strong>ve</strong> Şairliği Hakkındaki Değerlendirmeleri<br />
Klâsik edebiyatın şairleri, her afakî varlığa edebî bir titizlikle yaklaştıkları<br />
gibi, bizzat kendilerine, şair olarak tab’larına (yani tabiatlarına, iç âlemlerine,<br />
gönüllerine, düşünce <strong>ve</strong> hayal dünyalarının derinliklerine), şiir olgusuna, sanat <strong>ve</strong><br />
edebiyat gerçeğine de aynı araştırmacı gözle bakmasını bilmişler; şiirlerinde <strong>ve</strong> edebî<br />
yazılarında şiir <strong>ve</strong> sanat ile ilgili değerlendirmelerini doğrudan <strong>ve</strong>ya dolaylı olarak<br />
şiir diliyle ifade etmişlerdir. 37<br />
<strong>Vahyî</strong>, Hz. Peygamberin övgüsünde sunduğu hâmem <strong>ve</strong> ‘âlemdür redifli<br />
kasidelerinde şairliği üzerine birtakım çağrışımlar geliştirmiştir:<br />
“Kalem, delikanlı bir memur, sevgililer topluluğunun padişahıdır.” (K. 10/1),<br />
“cazibeler bahş eden esmer, kara yağız, nazik bir gençtir.” (K. 10/2), “sürekli hat için<br />
gözyaşı akıtan âşıkların gözüdür.” (K. 10/3), “sanki anlam satırlarına müşk yağdıran<br />
bir kum hokkasıdır.” (K. 10/4), “her vakit, mazmun gülü taze kalan sonbaharsız bir<br />
gül bahçesidir.” (K. 10/5), “herkesten umudunu kesen, kendi başına kalanların<br />
önderidir.” (K. 10/6), “hikmetli anlamların alıcı doğanına güzel bir yuvadır.” (K.<br />
10/7), “düşüncelerin şuh tabiatı güzeline, inciler saçan bir dudaktır.” (K. 10/8),<br />
“anlam askerlerinin konağı, ferahlık <strong>ve</strong>ren bir yerdir.” (K. 10/9), “gönül sedefinde<br />
beslenmiş incilere bir iptir.” (K. 10/10), “söz <strong>ve</strong> anlam güzellerinin padişahı, ay<br />
yüzlülerin başbuğudur.” (K. 10/11), “Allah katından gönül ehline bir armağandır.”<br />
(K. 10/12), “düşmanın kin tutan kalbine öldürücü bir süngüdür.” (K. 10/13),<br />
“hasmının başına kılıç çeken amansız bir Rüstemdir.” (K. 10/14), “sözlerin ruhunu<br />
36<br />
37<br />
Yard. Doç. Dr. M. Fatih Köksal, “Nazire Kavramı <strong>ve</strong> Klâsik Türk Şiirinde Nazire<br />
Yazıcılığı”, Diriözler Armağanı Prof. Dr. Meserret Diriöz <strong>ve</strong> Haydar Ali Diriöz Hatıra<br />
Kitabı, Hazırlayanlar: Yard. Doç. Dr. M. Fatih Köksal, Ahmet Naci Baykoca, Ankara, 2003,<br />
s. 215-290.<br />
Prof. Dr. Muhammet Nur Doğan, “Klâsik Edebiyatımızda Sanat <strong>ve</strong> Şiir Felsefesi (poetika)”,<br />
Eski Şiirin Bahçesinde, İstanbul, Ötüken Yayınları, 2002, s. 101-102.<br />
17
nükteyle besleyici <strong>ve</strong> anlam bedenine candır.” (K. 10/15), “mucize beyanlıdır.” (K.<br />
10/16), “hattıemandır”, (K. 10/17), “‘Urfî [ö. 1590]’nin şiirinin en güzel beytinin<br />
gözüne, Isfahan sürmesidir.” (K. 10/18), “övgü bahçesinde dolaşalı, bir cennet<br />
sülünüdür.” (K. 10/19), “naatının kokusunu açıklayalı meleklerin buhurdanıdır.” (K.<br />
10/20), “Hz. Peygamberin övgüsünde, meleklerin kıskancıdır.” (K. 10/21), “saygın<br />
elçinin naatının mumuna sanki şamdandır.” (K. 10/22), “Hz. Peygamberi övme<br />
göğünde güneş ile eştir.” (K. 10/23), “naat sarayının eşiğinde hizmet edenlerin en<br />
aşağısıdır..” (K. 10/24), “yıldızsız bir gökyüzüdür.” (K. 10/25), “temiz naatının gül<br />
bahçesinde inleyen bir bülbüldür.” (K. 10/26), “Hz. Peygamberin övgüsünün yolunda<br />
yüzünü toprağa süreli âlemin can muskasıdır.” (K. 10/27), “övücülerin en acizidir.”<br />
(K. 10/28), vb. vb.<br />
Hz. Peygamberin övgüsünde yazılan, sanki XVII. yüzyıl şairi Nef‘î [ö.<br />
1635]’nin sözüm redifli şiirini hatırlatan <strong>ve</strong> ilk on beyti sözüm sözcüğüyle başlayan<br />
‘âlemdür redifli yedinci kasidede, <strong>Vahyî</strong>, Nef‘îce bir övünmeyle sözünün<br />
niteliklerini şöylece sıralar:<br />
“Sözüm, dirilik suyudur.” (K. 7/1), “nükteli söz söyleyenlerin kadehinin<br />
şarabı olup azıcık artığı, âlemin ağız ağıza dolu kadehidir.” (K. 7/2), “her zaman gül<br />
bahçesinin hikmet baharıdır <strong>ve</strong> onun gül yaprağının değeri, âlemin gül bahçesine<br />
(bedeldir).” (K. 7/3), “dikkat denizinin muciz okyanusudur.” (K. 7/4), “anlam<br />
kalbinin duru şarabının kadehidir.” (K. 7/5), “sözümün her beyti, nükteli söz<br />
kullananlara, âlemin şaşkınlık <strong>ve</strong>rici birer kasidesidir.” (K. 7/6), “nazire yazması<br />
imkânsız olanların diline, âlemin dilinin çözülmesine yardımcı olacak ilâcın<br />
muskasıdır.” (K. 7/7), “fesahat tacının cevheridir.” (K. 7/8), “cennetin hurisidir.” (K.<br />
7/9), “bilimler altın <strong>ve</strong> gümüşünün mahzeni, gizli nüktesi, âlemin saklı hazinesidir.”<br />
(K. 7/10), vb.<br />
Şairlerin her şeye araştırıcı dikkati gözüyle bakmaları, onları aynı zamanda<br />
edebî düşünce alanında da söz söyleyen <strong>ve</strong> şiir yazan insanlar hâline getirmiştir.<br />
Hatta bu durum bazı şairlerde öylesine gelişmiştir ki, şiir ile ilgili sorunları, söz gelişi<br />
divanların önsözlerinde düz yazıyla doğrudan doğruya ifade ederken <strong>ve</strong>ya bizzat<br />
18
şiirlerinin içinde <strong>ve</strong> şiirin konusu olarak işlediklerinde bu şairlerin artık satırlar<br />
arasında birer sanat, edebiyat <strong>ve</strong> şiir filozofu olarak karşımıza çıktığını hissedersiniz.<br />
Bazen mesnevîlerin bağımsız bölümlerinde (örneğin “Der Vasf-ı Suhan”,<br />
“Der Vasf-ı Şi‘r” gibi başlıklar altında), bazen divanların önsözlerinde, zaman zaman<br />
kasidelerin övgü kısımlarında <strong>ve</strong>ya gazellerin özellikle makta beyitlerinde söze,<br />
hayale, söz <strong>ve</strong> anlam ilişkilerine; şairin şiir <strong>ve</strong> edebiyattaki konumuna; söz <strong>ve</strong> anlam<br />
sanatlarına; sanata, bir sanat kolu olarak edebiyat <strong>ve</strong> özellikle şiire dair klâsik<br />
şairlerin estetik (daha doğrusu şiirlik) değerlendirmelerine her zaman rastlamak<br />
mümkündür. 38<br />
<strong>Vahyî</strong>’nin kendi şairliği ile ilgili, çoklukla gazellerin makta beyitlerinde yer<br />
alan düşüncelerini, günümüzün Türkçesi ile <strong>ve</strong>rmeyi uygun görüyoruz:<br />
Nutkumı bezl-i hâs u ‘âm itmem<br />
Bilürüm gevher-i yegânîdür<br />
(K. 9/30)<br />
“Tek cevher olduğunu bildiğim konuşmamı, halka <strong>ve</strong> ileri gelen kimselere<br />
bol bol harcamam.”<br />
Sözüm âb-ı hayâtdur kalemüm<br />
Kevser-i feyz-i nâdirânîdür<br />
“Sözüm, dirilik suyudur; kalemim, bulunmaz bolluk Kevser’idir.”<br />
(K. 9/40)<br />
<strong>Vahyî</strong>, öbür divan şairleri gibi kendisini övmekten geri kalmaz, hatta İran<br />
şairlerini bu konuda hafife bile alır.<br />
38<br />
Bir remzümi fehm ideydi Sâ’ib<br />
Olurdı hayâl-i şi‘re tâ’ib<br />
(K. 2/17)<br />
Doğan, “Klâsik Edebiyatımızda Sanat <strong>ve</strong> Şiir Felsefesi (poetika)”, Eski Şiirin Bahçesinde, s.<br />
102.<br />
19
“Sâ’ib, meramımı anlayabilseydi, şiirde hayal kurmağa tövbe ederdi.”<br />
Bir nüktemi fehm eylese feyzinden olurdı<br />
Fevvâre-i hikmet kalem-i ‘Urfî-i dânâ<br />
(K. 3/14)<br />
“Bilgin ‘Urfî, benim bir nüktemi anlasaydı, (nüktemin) feyzinden onun<br />
kalemi hikmet fıskiyesi olurdu.”<br />
Eger şeh-bâz-ı tab‘um ‘âleme açsa per-i i‘câz<br />
Hezâran Sâ’ib ü ‘Urfî vü Hassânı şikâr eyler<br />
(K. 6/12)<br />
“Şairlik gücümün alıcı kuşu eğer mucize söz söyleme kanadını açsa, binlerce<br />
Sâ’ib, ‘Urfî <strong>ve</strong> Hassân’ı avlar.”<br />
<strong>Vahyî</strong>, öte yandan yalnızca İran şairlerine değil, herkese meydan okur.<br />
Suhan<strong>ve</strong>rân-ı zamâna salâ gelen gelsün<br />
Dem-i mübâhase vü imtihân-ı ‘âlemdür<br />
(K. 7/15)<br />
“Dönemin söz ustalarına meydan okuyorum, buyurun gelin, âlemde imtihan<br />
<strong>ve</strong> iddialaşma zamanıdır.”<br />
Bu nev-zemînüme tanzîre eylesün akdâm<br />
O kim yegâne-rev-i şâ‘irân-ı ‘âlemdür<br />
(K. 7/16)<br />
“Bu yeni tarzıma, ileri gelenler nazire yazabiliyorlarsa yazsınlar, <strong>Vahyî</strong>,<br />
bütün şairlerin en önde gidenidir.”<br />
Kendi şiirinin kıskanıldığından da söz etmektedir.<br />
Benem ol şâ‘ir-i bî-bâk ki her mazmûnum<br />
Reşk-i ihvân u hased-kerde-i yârân oldı<br />
(K. 21/18)<br />
20
kıskandırdı.”<br />
“Ben korkusuz bir şairim ki, her mazmunum, dostları <strong>ve</strong> kardeşleri<br />
VAHYÎ gibi bir nâdire-perdâz-ı zamânem<br />
Eş‘âruma her şûh-ı suhan<strong>ve</strong>r hased eyler<br />
(G. 58/9)<br />
“<strong>Vahyî</strong> gibi zamanın bulunmaz söz tertipçisiyim, şiirlerimi her şair kıskanır.”<br />
VAHYÎ bu şi‘r-i ter-i nâdire-ta‘bîri görüp<br />
Ancak erbâb-ı suhan sanma cihan reşk eyler<br />
(G. 59/7)<br />
“Ey <strong>Vahyî</strong>! Bu bulunmaz tabirli, yeni şiirini görüp de kıskananlar, yalnızca<br />
söz ustaları değil bütün âlemdir.”<br />
Zülâl-i nazm-ı pâküŋ eyle cârî bâğ-ı i‘câza<br />
Ki VAHYÎ sâha-gerdân-ı suhan mahrûrlardur hep<br />
(G. 14/7)<br />
“Ey <strong>Vahyî</strong>! Temiz şiirinin saf suyunu, güzel söz söyleme bahçesine akıt ki,<br />
söz meydanında dolaşanlar (şairler) hep susuzluğa yanmışlardır.”<br />
<strong>Vahyî</strong>, söz meydanında kendisini tek başına, rakipsiz görür.<br />
Gûş eyleyüp bu nazm-ı belâğat-nizâmını<br />
Bildüm zebân-ı tâzede VAHYÎ ferîd olur<br />
(G. 79/5)<br />
“<strong>Vahyî</strong>’nin belâgat nizamlı şiirini dinledikten sonra yeni üslûpta tek başına<br />
olduğunu anladım.”<br />
VAHYÎ bu tab‘-ı pâk ile ‘âlemde var mıdur<br />
Meydân-ı nazm-ı tâzede saŋa harîf olur<br />
(G. 80/5)<br />
“Ey <strong>Vahyî</strong>, dünyada, bu saf yaratılışla, yeni şiir meydanında sana arkadaş<br />
olan var mıdır?”<br />
21
Nev-tarz u nev-edâ vü nev-îcâd u nev-zuhûr<br />
Eş‘ârı dehre VAHYÎ-i nâzük-şiyem komış<br />
(G. 130/7)<br />
“Nazik yaratışlı <strong>Vahyî</strong>, yeni üslûp <strong>ve</strong> edalı; yeni çıkmış <strong>ve</strong> icat edilmiş<br />
şiirlerini dünyaya getirdi.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />
poetika bakımından nev-tarz, nev-edâ, nev-îcâd, nev-zuhûr gibi tabirlerle<br />
karşılaşılmaktadır. Bunlar arasındaki farkları araştırarak örnekler <strong>ve</strong>rebilmek başka<br />
bir çalışmanın konusudur.<br />
VAHYÎ-i i‘câz-nümâ yazmadı bu şi‘rini tâ<br />
Tâze zemin tâze edâ tâze cevâb olmayıcak<br />
(G. 154/5)<br />
“Mucize gösteren <strong>Vahyî</strong>, yeni zemin, yeni eda, yeni cevap olmayıncaya dek<br />
bu şiirini yazmadı.”<br />
2. Başkalarının Şiiri <strong>ve</strong> Şairliği Hakkındaki Değerlendirmeleri<br />
Dîvân-ı <strong>Vahyî</strong>’nin son sayfasında oğlu Feyzullâh Efendinin Dîvân’ın tertibi<br />
hakkında düşürdüğü tarihte, şairin şiiri ile ilgili değerlendirmeler vardır.<br />
Târîh-i Tamâm şüden <strong>ve</strong> Nüvişten Tertîb-i Dîvân<br />
Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün<br />
Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . - -<br />
01. Hazret-i <strong>Vahyî</strong> Efendi ‘ilm ü ‘irfân ma‘deni kim<br />
Eyledi tedvîn-i nazmın ol belîğ-i nükte-pîrâ<br />
02. İtdi ol tekmîl-i dîvân yirmi yaşında <strong>ve</strong>lîkin<br />
Soŋra çok eş‘âr andan hârice itmişdi imlâ<br />
03. ‘Azm-i ‘ukbâ itdiginden çün mürûr itdi iki yıl<br />
Cem‘-i külliyât itdüm rûh-ı vâlid şâd ola tâ<br />
04. Bâ-belâğat bâ-nezâket pür-sanâyi‘ tâze lehce<br />
Böyle bir dîvân oldı misli anuŋ var mı âyâ<br />
22
05. Ser-be-ser tertîb üzre cem‘in itmâm eyledükde<br />
Didi târîh aŋa Feyzî nazm-ı dîvân oldı zîbâ<br />
Tezkirelerde ise, şairin şiirinin değerlendirilmesi hakkında yeterince bilgi<br />
yoktur. Safâyî, “Eş‘ârı latîf-i bî-bezl ü güftârı nazîf <strong>ve</strong> gâyet güzeldür.” derken 39<br />
Sâlim, “... sâir ma‘ârifden gayri eş‘âr-ı semti dahı latîf-i ber-vücûd-ı şerîf idi.”<br />
demekle 40<br />
yetinir.<br />
3. Ahenk Öğeleri<br />
a. Söz Tekrarları<br />
Klâsik edebiyatta sözcük <strong>ve</strong> sözcük öbeklerinin yinelenmesine dayalı bir<br />
anlatım tekniğinden söz edilir. Kimi söz <strong>ve</strong> söz öbeklerinin belirli aralıklarla<br />
yinelenmesinden doğan ahenk, anlamla bütünleştiği zaman, şiirlik bir vazife icra eder<br />
<strong>ve</strong> dileğin etkili bir biçimde sunulmasını sağlar. 41<br />
Özellikle sözcük <strong>ve</strong> öbeklerinin, bütün bir dizenin yinelenmesi ses açısından<br />
bir etkileme sağlamakta, bir uyum, bir ritm oluşturmakta, tıpkı, müzik yapıtlarında<br />
zaman zaman ana ezginin yinelenmesi ya da çeşitlemelerle anımsatılmasında olduğu<br />
gibi, dinleyende uyanan ses imgesini pekiştirmektedir. 42<br />
(1) Birli Söz Tekrarları<br />
Bu öbekte yer alan tekrarlarda, ses <strong>ve</strong>ya anlamı vurgulanmak istenen bir<br />
sözcük, ilk dizede söylenmekte ikinci dizede yinelenmektedir, bazen de sözcüklerin<br />
aynı dizede tekrarlandığı da görülür. Birinci dizedeki sözcüğün ikinci dizede<br />
yinelenmesi:<br />
39<br />
40<br />
41<br />
42<br />
Safâyî, Nuhbetü ’l-Âsâr min Fevâ’idi ’l-Eş‘âr, s. 328.<br />
Sâlim, Tezkire-i Şu‘arâ, s. 703.<br />
Dr. Muhsin Macit, Divân Şiirinde Âhenk Unsurları, Ankara, Akçağ Yayınları: 140, 1996,<br />
s. 20.<br />
Doğan Aksan, Şiir Dili <strong>ve</strong> Türk Şiir Dili, Ankara, Engin Yayınevi, 3 1993, s. 218.<br />
23
VAHYÎyâ sanma gül-i gülzâr-ı Firdevsi ‘izâr<br />
Nev-demîde sünbül-i sahrâ-yı cânı sanma hat<br />
Görürse h v âbda çeşm-i küşâde havf eyler<br />
O rütbe dîde-i baht oldı h v âbdan mahzûz<br />
Rûy-ı pâküŋde gören dir kâkül-i müşgînüŋi<br />
Şîşe-i billûra ‘anber-bû komış kâkül degül<br />
Kimi tekrarlarda aynı sözcüğün üç-dört kez yinelendiği görülür:<br />
Biŋ cân ile bende olsam itmeŋ ta‘yîb<br />
Ruh ferruh u ğamze ferruh u yâr ferruh<br />
Göŋül oldı bâğ-ı ‘ışkuŋ rehi eşk ü reh-beri âh<br />
Bu ne gülsitân-ı ğamdur reh ü reh-nümûdı âteş<br />
Nev-tarz u nev-edâ vü nev-îcâd u nev-zuhûr<br />
Eş‘ârı dehre VAHYÎ-i nâzük-şiyem komış<br />
VAHYÎ-i i‘câz-nümâ yazmadı bu şi‘rini tâ<br />
Tâze zemin tâze edâ tâze cevâb olmayıcak<br />
(G. 142/5)<br />
(G. 145/4)<br />
(G. 177/2)<br />
(R. 4-VII/2)<br />
(G. 126/3)<br />
(G. 130/7)<br />
(G. 154/5)<br />
Kimi tekrarlarda, birinci dizenin başındaki sözcüğün, ikinci dizenin sonunda<br />
yinelendiği görülür: 43<br />
43<br />
Reddü ’l-Acûz Ale ’s-Sadr: Şiirde beytin, düz yazıda da bir cümlenin <strong>ve</strong>ya ibarenin sonunda<br />
yer alan sözcüğü kendisinden önce yinelemektir. Sözlük anlamı, ‘sonu başa çevirmek’tir.<br />
Zira acûz düz yazıda ibarenin sonu (fâsıla), şiirde beytin son kısmı, sadr düz yazıda cümle<br />
başı, şiirde beytin ilk başı demektir (Birinci dizenin son sözcüğüne arûz, ikinci dizenin ilk<br />
sözcüğüne ibtidâ, her iki dizede arada kalan sözcüklere de haşiv adı <strong>ve</strong>rilir.). M. A. Yekta<br />
Saraç, Klâsik Edebiyat Bilgisi Belâgat, İstanbul, Bilimevi, 2 2001, s. 237.<br />
24
Açılursa bu pîç ü tâbı dilüŋ<br />
Yine ol gül-‘izâr ile açılur<br />
Kimüŋ âğuşın itdüŋ reşk-sâz-ı hâle ey meh-rû<br />
(G. 78/4)<br />
Benüm gibi bu şeb encüm-şumâr-ı makdemüŋ kimdür<br />
(G. 95/2)<br />
Ârzû güm-geşte-i fikr-i hat-ı cânândur<br />
İdemem ey dil senüŋle cüst-cûy-ı ârzû<br />
(G. 222/3)<br />
Birinci dizenin başındaki bir sözcük, ikinci dizenin başında da yinelenir. Bu<br />
sözcükler çekimli de olabilirler. Bu durumu, paralellik çerçe<strong>ve</strong>sinde değerlendirmek<br />
gerekir:<br />
(2) İkilemeler<br />
Hem ev<strong>ve</strong>l-i lafz-ı ibtidâsuŋ<br />
Hem âhir-i harf-i intihâsuŋ<br />
Yâ Rab be-havf-keşî-i Yahyâ<br />
Yâ Rab be-kabûlî-i temennâ<br />
Kimüŋle âşnâsın mahrem-i ‘ayş ü demüŋ kimdür<br />
Kime nezzâre-pâş-ı ‘iş<strong>ve</strong>sin dil-hurremüŋ kimdür<br />
Ey çeşmi bâzâr-ı <strong>ve</strong>fâ ey rûyı gülzâr-ı recâ<br />
Ey serv-i bostân-ı hayâ dil saŋa oldı mübtelâ<br />
(K. 2/44)<br />
(K. 2/68)<br />
(G. 95/1)<br />
(K. 26/14)<br />
İkileme, Türkçede, anlamı güçlendirmek için aynı sözcüğün yinelenmesini,<br />
anlamları birbirine yakın ya da karşıt olan <strong>ve</strong>ya sesleri birbirini andıran sözcüklerin<br />
yan yana kullanılmasını anlatan bir terimdir. İkilemeler, şiirde ahengi sağlamakla<br />
25
kalmaz; ayrıca anlamın pekiştirilerek etkili bir biçimde sunulmasına yardım eder.<br />
Hatta ikilemelerle şiirin anlamı arasında öyle bir bütünleşme olur ki, şiirdeki örgü,<br />
sözcüklerle çizilen resme yaklaşır. 44<br />
(3) İkili Söz Tekrarları<br />
Ne şevk şevk-i hayât-â<strong>ve</strong>r-i tahayyül-i dost<br />
Ne şevk şevk-i beşâşet-resân-ı ‘âlemdür<br />
Vasf-ı dehenüm ağzına almaz dimiş ol mâh<br />
Yok yok bunı VAHYÎ-i suhan-sâz götürmez<br />
Çü itdi şûh müjeŋ cünbiş-i Vefâ-âmîz<br />
Ümîd-i vuslatuŋa tâze tâze başlayalum<br />
Mâh eylemezdi cismini reşk-ile dâğ dâğ<br />
Hâl-i siyâh-ı ‘ârız-ı hûbâna bakmasa<br />
Olursa ol murakka‘ pâre pâre<br />
Medâr olur yine bir pâre kâra<br />
(K. 7/32)<br />
(G. 115/7)<br />
(G. 189/4)<br />
(G. 258/2)<br />
(L. 10/5)<br />
Birinci dizenin başındaki <strong>ve</strong> sonundaki bir sözcük, ikinci dizenin başında <strong>ve</strong><br />
sonunda da yinelenir. Bu sözcükler çekimli de olabilirler. Bu durumu, paralellik<br />
çerçe<strong>ve</strong>sinde değerlendirmek gerekir:<br />
44<br />
Ey mahzen-i Kevser-i tecellî<br />
Ey micmer-i ‘anber-i tecellî<br />
Macit, Divân Şiirinde Âhenk Unsurları, s. 42.<br />
(K. 2/29)<br />
26
Ey ma‘den-i dürr ü gevher-i ‘ışk<br />
Ey nâfe-i müşg-ezfer-i ‘ışk<br />
Bu ne hâl ü ne zülf-i zîbâdur<br />
Bu ne çîne ne dâm-ı belâdur<br />
Yine ol mâh-‘izâruŋ lebini yâda getürdüm<br />
Yine keyf-i mey-i nâbı dil-i nâ-şâda getürdüm<br />
(K. 2/33)<br />
(G. 67/1)<br />
(G. 193/1)<br />
Bazen yinelenen sözcüklerin yalnızca ikinci dizede yinelendikleri görülür:<br />
Bir serv-i bülend-i çimenistân-ı <strong>ve</strong>fâsuŋ<br />
Kâmet saŋa sen kâmet-i bâlâya münâsib<br />
Ruhsâruŋı zülfüŋle görenler didi hakkâ<br />
Meh hâleye hâle meh-i ğarrâya münâsib<br />
Dil rûyuŋa meyl itdi didüm didi o fettan<br />
Bülbül güle gül bülbül-i şeydâya münâsib<br />
(G. 13/2)<br />
(G. 13/3)<br />
(G. 13/4)<br />
İlk dizede söylenen sözcüklerden ikisinin, ikinci dizede çapraz olarak<br />
yinelendiği görülür:<br />
görülür:<br />
‘İzâr-ı şâhid-i bâzâr ‘âşık-ı ğâze<br />
O fitne-‘ârıza ammâ ki ğâze ‘âşıkdur<br />
(G. 72/3)<br />
Birinci dizede söylenen sözcüklerin ikinci dizede de aynı sırayı izlediği<br />
27
Çü mihr ü mehle felek tâze dâğlar yakmış<br />
(4) Üçlü Söz Tekrarları<br />
Meger ki mihr-i ruh-ı yâre tâze ‘âşıkdur<br />
Ne dem ki fikr-i ‘izâr u lebüŋle âh iderüz<br />
O âh ile ruh-ı mihr ü mehi siyâh iderüz<br />
Ekl iden bel‘ itmez anı def‘ ider<br />
Def‘ idüp terk itmez anı ref‘ ider<br />
Dil rûyuŋa meyl itdi didüm didi o fettan<br />
Bülbül güle gül bülbül-i şeydâya münâsib<br />
Cihanda âyîne-i kalb-i münkir-i ‘ışkuŋ<br />
Cilâsı kas<strong>ve</strong>t olur kas<strong>ve</strong>ti cilâ olmaz<br />
Ne hâldür bu ticâret-girân-ı şâdînüŋ<br />
Gınâsı nekbet olur nekbeti ğınâ olmaz<br />
Meclis-i meyde bu şeb haylî münâsib düşdi<br />
Mey saŋa sen baŋa ben ‘işrete ‘işret ‘îde<br />
(5) Dörtlü Söz Tekrarları<br />
Cefâ-yı yâr dile lutf olur cefâ olmaz<br />
Belâsı fürkat olur fürkati belâ olmaz<br />
(G. 72/4)<br />
(G. 120/1)<br />
(L. 15/5)<br />
(G. 13/4)<br />
(G. 107/2)<br />
(G. 107/4)<br />
(G. 232/3)<br />
(G. 107/1)<br />
28
Biri zulmet birisi âb-ı hayât<br />
(6) Beşli Söz Tekrarları<br />
b. Ses Tekrarları<br />
Zulmeti ‘ayn-ı hayât âbı memât<br />
Ruh turreye turre ruh-ı zîbâya münâsib<br />
Gül sünbüle sünbül gül-i ra‘nâya münâsib<br />
(L. 32/2)<br />
(G. 13/1)<br />
Şiirde ahengi sağlayan öğelerin başında ses tekrarları gelir. Her dilin<br />
kendisine özgü bir sesbirimleri manzumesi olduğu <strong>ve</strong> ses örgüsünün bir dilden<br />
öbürüne değiştiği bilinmektedir. Şiir, yazıldığı dilin ses sisteminden alınma sesler<br />
üzerine kurulur <strong>ve</strong> onların yardımı ile iletilir. Şiirde ahengi sağlayan öğeler ölçü <strong>ve</strong><br />
uyaktır. Bu iki öğe şiirdeki ses düzenlemelerini de belirler. Seslerin belirli aralıklarla<br />
yinelenmesi şiiri musikiye yakınlaştırır <strong>ve</strong> ahengin çekiciliğine dayalı bir hava<br />
yaratır. Mimarîde, resimde, heykelde, tefriş sanatlarda, musikide olduğu gibi<br />
edebiyatta da bir unsurun, bir sesin belirli aralıklarla yinelenmesi, insan üzerinde<br />
büyüleyici bir etki bırakır.<br />
Klâsik şiirdeki ses <strong>ve</strong> söz düzenlemelerini incelerken Türkçenin yapısı ile<br />
Arapça <strong>ve</strong> Farsçadan gelen sözcükleri göz ardı etmeden tekrarları, ölçü <strong>ve</strong> uyağı <strong>ve</strong><br />
değişik denklikleri gösterge kabul ederek doğrudan metinleri değerlendirmek<br />
biçimsel incelemede sağlıklı sonuçlara ulaşmağı kolaylaştırır. 45<br />
(1) Paralellik<br />
Paralellik, şiir dilinde beyti oluşturan dizeler arasındaki benzer dil<br />
birliklerinin <strong>ve</strong> ölçülü sözcüklerin anlamla bütünleşen sesin eşliğinde paralel<br />
sıralanışıdır. Dörtlü, beşli söz tekrarlarında görülen aynı sözcüklerin beytin her iki<br />
dizesinde belli bir düzenle yinelenmesine karşılık paralellikte yalnızca aynı<br />
45<br />
Macit, Divân Şiirinde Âhenk Unsurları, s. 57-59.<br />
29
sözcüklerin değil, ses, anlam <strong>ve</strong> ölçü itibarıyla benzer sözcüklerin yinelenmesi söz<br />
konusudur.<br />
konusudur:<br />
i. Beyitte Paralellik<br />
Bu tür kullanışlarda beyti oluşturan iki dize arasında paralellik söz<br />
Hem râmiz-i remz-i kevn-i ‘âlem<br />
Hem ğâmiz-i ğamz-ı halk-ı âdem<br />
Mağlûb-ı hevâ vü nefs olupdur<br />
Mecrûh-ı belâ vü nefs olupdur<br />
Rahm ile himâyet eyle şâhâ<br />
Lutf ile şefâ‘at eyle şâhâ<br />
Na‘t itmede mâhir olmadıysa<br />
Vasf itmege kâdir olmadıysa<br />
La‘lüŋ var iken ğonçe-i handâna ne minnet<br />
Zülfüŋ var iken sünbül-i reyhâna ne minnet<br />
Güle sûret mi kodı ‘ârız-ı rengîn-i bütan<br />
Müle rağbet mi kodı la‘l-i güher-çîn-i bütan<br />
‘Âşıkuz ol şûha ağyâr-ülfet olsun olmasun<br />
‘Andelîbüz ol güle hâr-ülfet olsun olmasun<br />
(K. 2/45)<br />
(K. 2/55)<br />
(K. 2/60)<br />
(K. 2/88)<br />
(G. 18/1)<br />
(G. 202/1)<br />
(G. 213/1)<br />
30
Nice bir dîde bu âlâm ile giryân olsun<br />
Nice bir sîne bu ekdâr ile sûzân olsun<br />
(Mus. 6-V/1)<br />
Beyitteki paralellik, klâsik şiirde kullanılan ses tekrarına <strong>ve</strong> benzeşmesine<br />
dayalı sanatlardan tarsîyi hatırlatmaktadır; hatta aynısıdır. 46<br />
ii. Gazelde Paralellik<br />
Olmasa bunlar okınur mı kitâb<br />
Olmasa bunlar bilinür mi hisâb<br />
(L. 29/14)<br />
Klâsik şiirde özellikle redifli şiirlerde dikkati çeken bu paralelliklerin beyti<br />
aşarak gazel seviyesinde yapılanmış örnekleri de vardır:<br />
46<br />
Bu ne hâl ü ne zülf-i zîbâdur<br />
Bu ne çîne ne dâm-ı belâdur<br />
Bu ne ruhsâr-ı bî-nikâb olur<br />
Bu ne gencîne-i hü<strong>ve</strong>ydâdur<br />
Bu ne la‘lin leb ü ne mâye-i şevk<br />
Bu ne câm-ı mey-i musaffâdur<br />
Bu ne dil-cûy-ı ‘ârız-ı rengin<br />
Bu ne hoş-bûy-ı <strong>ve</strong>rd-i ra‘nâdur<br />
Bu ne nâzük hicâb-ı hî-dih<br />
Bu ne meşşâta-i füger-sâdur<br />
Bu ne hüsn-i safâ-füzûd olur<br />
Bu ne sultân-ı lutf-fermâdur<br />
Bir söz sanatı olarak, tarsî şiirde dizelerdeki sözcükleri sayı, ölçü <strong>ve</strong> uyak bakımından<br />
birbirine denk getirmektir. Buna tevâzün denir. Bu yolda yazılmış şiirler murassa adıyla<br />
anılır. Cem Dilçin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara, Atatürk <strong>Kültür</strong>, Dil <strong>ve</strong> Tarih<br />
Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları: 517, 6 2000, s. 488.<br />
31
(2) Armoni<br />
Bu ne fikr-i visâldür ey dil<br />
Bu ne feth olmaduk mu‘ammâdur<br />
Bu ne kâkül ne kâmet-i dil-keş<br />
Bu ne sünbül ne serv-i a‘lâdur<br />
Bu ne nev-güfte şi‘r olur VAHYÎ<br />
Bu ne mu‘ciz-tırâz-ı ma‘nâdur<br />
(G. 67)<br />
Bir <strong>ve</strong>ya birkaç dizedeki seslerin birbirine uymasına, birbirleriyle <strong>ve</strong>ya bir<br />
anlama göre düzenlenmesine armoni denir.<br />
/r/ <strong>ve</strong> /y/ sesleri yinelenmektedir:<br />
Zevk ü safâsı ‘âlemüŋ tecribe olsa ser-te-ser<br />
Ru’yet-i rûy-ı yârdan olmaya VAHYÎyâ lezîz<br />
/n/, /z/ <strong>ve</strong> /r/ sesleri yinelenmektedir:<br />
/h/ sesi yinelenmektedir:<br />
/y/ sesi yinelenmektedir:<br />
Nâz eyleyeydi ol yüzi gülden niyâz-ı nâz<br />
Nâz ile dirdi dil-ber olan nâza nâz ider<br />
Nakd-i niyâz kîse-i ibrâza sığmamış<br />
Âh-ı dırâz dâ’ire-i râza sığmamış<br />
Var-ısa hayâl-i hatuŋı h v âbda gördi<br />
Kim hâle-i meh bedr-i ziyâdâra sarılmış<br />
(G. 41/5)<br />
(G. 51/3)<br />
(G. 127/1)<br />
(G. 129/4)<br />
32
Çü ğâze rû-nümûd olmış ruhında sürhî-i bûse<br />
Hıyefler mülk-i hüsn-i rûy-ı yâre yâd ayak basmış<br />
/â/, /e/ <strong>ve</strong> /i/ sesleri yinelenmektedir:<br />
/n/ sesi yinelenmektedir:<br />
4. Dil <strong>ve</strong> Üslûp<br />
VAHYÎ-i i‘câz-nümâ yazmadı bu şi‘rini tâ<br />
Tâze zemin tâze edâ tâze cevâb olmayıcak<br />
Hırz-ı can genc-i nihan reşk-i cihandur kaplıca<br />
Dâ’imâ manzûr-ı ebnâ-yı zamandur kaplıca<br />
(G. 131/4)<br />
(G. 154/5)<br />
(G. 223/1)<br />
<strong>Vahyî</strong>’nin dili, dönemin bildik, tanıdık dilidir. Arapça <strong>ve</strong> Farsça<br />
tamlamalardan oluşan süslü <strong>ve</strong> ağır bir dildir. Külfetsiz <strong>ve</strong> yalın söyleyişlerle<br />
karşılaşılsa da o dönemin bir üslûp özelliği olarak duyulmamış sözcükleri kullanmak<br />
ya da Türkçe sözcüklerin yerine, Farsça <strong>ve</strong>ya Arapça sözcükleri kullanmak<br />
geçerliydi.<br />
Meyl-i ruhuŋda ta‘ne-i ağyâra bakmazuz<br />
Gül-çin ruhına dîdelerüz hâra bakmazuz<br />
“gözlerüz” yerine “dîdelerüz” sözcüğünün kullanılması gibi.<br />
Çâk-i sürâdik-i dey idüp hancer-i bahâr<br />
‘Ankâ-yı gülşen açdı yine şeh-per-i bahâr<br />
Bir gülşen-i feyzdür hayâlüm<br />
Pür-gûy ku‘aytdur makâlüm<br />
(G. 117/1)<br />
(K. 28/1)<br />
(K. 2/8)<br />
33
sürâdik <strong>ve</strong> ku‘ayt sözcükleri bu türden sözcüklerdir. Dîvân’da bu türden<br />
örnekleri fazlasıyla görmek mümkündür.<br />
Atasözleri <strong>ve</strong> deyimlerin söze kattığı anlam inceliklerinden öbür Türk şairleri<br />
gibi <strong>Vahyî</strong> de yararlanmıştır. Ancak bazı deyimlerde Farsça biçimler yeğlenmiştir:<br />
yüzü yerde ol- (rû-be-hâk ol- K. 4/47), yaka paça ol- (dest ü girîbân ol- K. 21/7),<br />
yerle bir ol- (hâk ile yeksân ol- G. 50/3), bir telde iki canbaz oynama- (bârîk resen<br />
iki cân-bâz götürmez G. 115/2), tuz ekmek hakkı (hakk-ı nân u nemek L. 3/6), fitne<br />
çıkar- (âteş-be-pâ kerden G. 168/3), korkulu ya da sabırsız bekleme (gûş ber bang G.<br />
172/4).<br />
Dîvân’da döneminin yaygın bir özelliği olarak Farsça zincirleme tamlamalar<br />
da kullanılmıştır:<br />
Bâd-ı reviş-i kilk-i güher-rîz-i hayâlüm<br />
Şem‘-i hüner-i Hâfız-ı şûhı ider itfâ<br />
Beyitte yalnızca ider sözcüğü Türkçedir; onun dışındakiler tamlamadır.<br />
Bazen Farsça beşli zincirleme tamlamalar da görülür:<br />
Ceyş-i zalâm-ı hecr-i dildâr-ı pür-cefâyı<br />
Def‘ itdi şâh-ı âh-ı âteş-sipâh-ı ‘âşık<br />
Nazra-i <strong>ve</strong>rd-i ruh-ı hûb-ı dil-âvîzüŋ olur<br />
Bâ‘is-i ma‘mûrî-i gülzâr-ı bâğ-ı şehr-i ‘ışk<br />
Bazen bu zincirleme tamlamalar beyitler boyu sürer:<br />
(K. 3/12)<br />
(G. 155/3)<br />
(G. 157/4)<br />
34
Ey şem‘-i şeb-ârâ-yı ğam olan dil-i şeydâ<br />
Tâ key he<strong>ve</strong>s-i vuslat-ı dildâr-ı temennâ<br />
Gül-çîn-i gülistân-ı talebkârî-i şâdî<br />
‘Âlemde meger hâr u has-ı ye’s ide peydâ<br />
(K. 3/1-2)<br />
Kimi zaman beyitlerde görüldüğü gibi hem külfetli hem yalın söyleyişler bir<br />
arada bulunmaktadır:<br />
İder dil-beste serv ü şem‘ ü mâhı ‘iş<strong>ve</strong>si yârüŋ<br />
Otursa dursa gitse hûbdur etvârı hem nâzük<br />
Bununla birlikte büsbütün yalın söyleyişler de vardır:<br />
Suyı ğâyetle sâf turna gözi<br />
Kimsenüŋ yok letâfetine sözi<br />
(G. 158/4)<br />
(L. 11/3)<br />
Klâsik edebiyatta her beytin bir anlam bütünlüğü vardır. Beytin anlamı kendi<br />
içinde tamamlanır; ancak çok az görülmekle birlikte bu kuralın dışına çıkıldığı da<br />
olmuştur. Böyle, bir şiir parçasının içinde anlamı kendi içinde tamamlanmayan<br />
alttaki beyitlere de geçen beyitlerin her birine ‘başka bir beyte bağlı olan beyit’<br />
anlamında beyt-i merhûn adı <strong>ve</strong>rilir. 47<br />
47<br />
VAHYÎ-i ğarîb-i dil-figâra<br />
Bâzû-yı derûnı dâğdâra<br />
Lutf u kerem ile rahmet eyle<br />
Âteşlere yakma şefkat eyle<br />
(K. 2/84-85)<br />
‘Alî Şîr Nevâyî, Mîzânü’l-Evzân, Hazırlayan: Prof. Dr. Kemal Eraslan, Ankara, Atatürk<br />
<strong>Kültür</strong>, Dil <strong>ve</strong> Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları: 568 Ali Şir Nevâyi<br />
Külliyatı: 14, 1993, s. 172.<br />
35
“Gönlü yaralı, garip; yürek pazısı dağlanmış <strong>Vahyî</strong>’ye iyilik <strong>ve</strong> cömertlikle<br />
rahmet <strong>ve</strong> şefkat eyle, onu ateşlere atma” biçiminde günümüzün Türkçesine<br />
aktarılabilecek beyitlerde, anlamın birinci beyitte tamamlanmayıp ikinci beyte<br />
aktarıldığı görülmektedir.<br />
Na‘t itmede mâhir olmadıysa<br />
Vasf itmege kâdir olmadıysa<br />
Hâk-i reh-i ehl-i midhat oldı<br />
Lutf eyle sezâ-yı şefkat oldı<br />
(K. 2/88-89)<br />
Hz. Peygamberin övgüsünde yazılan kasidede, “<strong>Vahyî</strong>, seni övmede usta<br />
olamayıp niteliklerini anlatmada da güçlü olamadıysa; övgü ehlinin yolunun toprağı<br />
oldu, ona ihsan et, şefkatine uygundur.” biçiminde günümüzün Türkçesine<br />
aktarılabilecek beyitlerde, birinci beyitte anlamın tamamlanmadığı görülmektedir.<br />
<strong>Vahyî</strong>, bir duyguyu, bir düşünceyi, bir ruh hâlini kuv<strong>ve</strong>tli bir biçimde<br />
yansıtan beyitler, dizeler söylemiştir; fakat <strong>Vahyî</strong>’nin şiiri doğrudan doğruya hikemî<br />
tarz içerisinde değerlendirilebilecek özellikte değildir.<br />
Hikmet, sosyal bilimlerin her alanında kullanılan <strong>ve</strong> pek çok anlamlara<br />
gelebilen bir kavramdır. Tabiî bilimlerden fizik ötesine, felsefeden dine kadar çok<br />
geniş bir alanda çeşitli tanımları yapılan hikmet sözcüğünün edebiyattaki anlamı<br />
kâinata, eşyaya <strong>ve</strong> hâdiselere ibret gözüyle bakarak öbür insanların farkına<br />
varamadıkları özellikleri, gözle görülemeyen ilişkileri, gizli sırları açığa çıkarıp kısa<br />
<strong>ve</strong> öz olarak ifade etmektir. Geniş açıklamalar gerektiren bir fikri, bir düşünceyi bir<br />
<strong>ve</strong>ya birkaç cümle ile anlatma sanatıdır. Hikmetli ifade düz yazıdan çok şiirde<br />
tutulmuştur. Doğu şiirinin temeli hikmetli ifadeye dayanır denilebilir. Hemen hemen<br />
her şairin divanında hikemî tarzda kaleme alınmış beyitlere rastlamak mümkündür.<br />
Bu şiirlerde görmüş geçirmiş bir insanın rindane edası, dervişane telkinleri vardır.<br />
Türk edebiyatının bütün kollarında gerek klâsik edebiyat gerek âşık edebiyatı<br />
gerekse ortak edebiyatı <strong>ve</strong>rimlerinde, özellikle dinî-tasavvufî edebiyat ürünlerinde<br />
hikmetle yoğrulmuş, insanı düşünce yoluyla kuşatan dörtlükler, beyitler, dizeler<br />
36
ulunmaktadır. Klâsik şiirde mesel söyleme, atalar sözü irad etme, dikkati çekecek<br />
bir özellik olarak Necâtî Beg [1451-1509] ile başlamıştır. Bilgi <strong>ve</strong> deneyimlerini atasözü<br />
mahiyetinde sözlerle ortaya koyma özelliği Bağdatlı Rûhî [ö. 1605] ile gelişmiş <strong>ve</strong> bu<br />
tarz Nâbî [1642-1712] ile başlı başına bir mektep olmuştur. 48<br />
<strong>Vahyî</strong>, şiirlerinde darbımesel sayılabilecek birkaç beyit dışında atasözleri<br />
kullanmamıştır. Onun şiiri doğrudan doğruya hikemî tarz içerisinde değerlendirilip<br />
Nâbî mektebine bağlanabilecek özellikte değildir. <strong>Vahyî</strong>, hikemî sayılabilecek<br />
beyitler söylemekle beraber, daha çok bir ruh hâlini kuv<strong>ve</strong>tli yansıtan yoğun bir ifade<br />
<strong>ve</strong> anlatıma sahip beyitler kaleme almıştır.<br />
Şâh-ı hûbân-ı cihan la‘l ü feminden bellidür<br />
Kim Süleymânı zamânuŋ hâteminden bellidür<br />
(G. 89/1)<br />
“Dünya güzellerinin sultanı, ağız <strong>ve</strong> dudağından bellidir, dönemin<br />
Süleymân’ı ise mühründen bellidir.”<br />
Kiştzâr-ı cismi bârân-âşnâ-yı eşk kıl<br />
‘Âşık-ı ğam-dîde çeşm-i pür-neminden bellidür<br />
(G. 89/2)<br />
“Beden ekinliğini gözyaşı yağmuru ile tanıştır, zira gam görmüş âşık, nemli<br />
gözünden bellidir.”<br />
Gonçenüŋ hâlin cefâ-yı hârdan idrâk kıl<br />
Ey hezâr-ı zâr hem-dem hem-deminden bellidür<br />
(G. 89/6)<br />
“Ey inleyen bülbül! Goncanın durumunu dikenin sıkıntısından anla, arkadaş<br />
arkadaşından bellidir.”<br />
48<br />
Hüseyin Akkaya, Nevres-i Kadîm <strong>ve</strong> Türkçe Dîvânı İnceleme, Tenkitli Metin <strong>ve</strong><br />
Tıpkıbasım (1. Kısım: İnceleme), Yayınlayanlar: Şinasi Tekin, Gönül Alpay Tekin,<br />
Harvard, Harvard Üni<strong>ve</strong>rsitesi Yakındoğu Dilleri <strong>ve</strong> Medeniyetleri Bölümü, 1995, s. 130.<br />
37
Rahm-âşnâyî-i nigeh-i nâz-per<strong>ve</strong>ri<br />
Bezm-i visâl-i dil-bere varıbilen bilür<br />
(G. 102/3)<br />
“Naz besleyen bakışın bağışlama biliciliğini, sevgilinin kavuşma meclisine<br />
varabilen bilir.”<br />
bilen bilir.”<br />
Bizden belâ-yı hecri su’âl eylemeŋ anı<br />
Zevk ü safâyı bûs u kinârı bilen bilür<br />
(G. 102/4)<br />
“Bize ayrılık derdini sormayın; bu derdi, zevki safayı, öpme <strong>ve</strong> kucaklamayı<br />
Dîvân’da yer yer yerel öğelerle karşılaşıldığı gibi birtakım dil özellikleri de<br />
görülmektedir. n’idügini mi ‘ne olduğunu mu?’, ideyor ‘ediyor’, diyemezüz<br />
‘diyemeyiz’, Ne gördi ‘görmedi’, olmağın ‘olmakla’ vb.<br />
Tîzî-i tabî‘atum göreydi<br />
N’idügini mi dahı bileydi<br />
Hücûm-ı ğamze-i cânân katl-i ‘âm ideyor<br />
Yine fütâdeleri intibâh nâ-peydâ<br />
Dest-i emel irişmedin nahl-i gül-i visâlüŋe<br />
Rahne-i hâr-ı hecrüŋe diyemezüz şehâ lezîz<br />
Ne gördi ‘ilm ü ‘amelde nazîrini dünyâ<br />
Ne bir müşâbihi hâtır-nişân-ı ‘âlemdür<br />
Laht-ı cigerle hûn-ı dil âmâde olmağın<br />
Cânâ nedîm-i ğamla ‘aceb ‘âlem eylerüz<br />
(K. 2/14)<br />
(G. 4/6)<br />
(G. 41/4)<br />
(K. 7/46)<br />
(G. 122/3)<br />
38
II. DİVANIN BİÇİM AÇISINDAN İNCELENMESİ<br />
A. Vezin<br />
Dîvân’da 29 çeşit <strong>ve</strong>zin kullanılmıştır. Kullanılan <strong>ve</strong>zinlerin bu kadar çeşitli<br />
olmasında şiir sayısındaki çokluğun yanı sıra bir mükemmeliyet kaygısının da etkisi<br />
olduğu düşünülmelidir. <strong>Vahyî</strong>, kafiye konusunda da söz edileceği üzere gazellerinde<br />
eski alfabenin bütün harflerinde kafiye yaparak şiir yazmıştır.<br />
Türk şiirinde kullanılan aruz bahirleri içerisinde yalnızca kâmil bahrinde<br />
<strong>ve</strong>zin kullanılmazken, yine Türk şiirinde kullanılmasına karşın şairlerin pek<br />
yeğlemediği remel bahrinin Fe‘ilâtü Fâ‘ilâtün Fe‘ilâtü Fâ‘ilâtün kalıbı ile mütekârib<br />
bahrinin Fa‘lün Fe‘ûlün Fa‘lün Fe‘ûlün kalıbı birer kez kullanılmıştır. Bunun yanı<br />
sıra münserih bahrinin bir kalıbı olan Müfte‘ilün Fâ‘ilün Müfte‘ilün Fâ‘ ölçüsüne,<br />
bugüne değin bu tür konularda sayıca bilgi <strong>ve</strong>ren eserlerde karşılaşılmamıştır. <strong>Vahyî</strong>,<br />
Türk şiirinde pek kullanılmayan tavîl <strong>ve</strong> vâfir bahirlerinden Fe‘ûlün Mefâ‘îlün<br />
Fe‘ûlün Mefâ‘îlün <strong>ve</strong> Müfâ‘aletün Müfâ‘aletün Müfâ‘aletün Müfâ‘aletün kalıplarını<br />
da birer kez kullanmıştır.<br />
<strong>Vahyî</strong>, umumiyetle aruzu Türkçeye uygulamada başarılıdır. Bunda, önceki<br />
yüzyıllara göre şiir dilinde Arapça <strong>ve</strong> Farsça sözcüklerin daha bir yoğunluk<br />
kazanmasının etkili olmasının yanında Türk şiirinin XVII. yüzyıla kadar olan aruzla<br />
mücadelesinin de etkisi göz ardı edilmemelidir.<br />
39
Bahirler<br />
Hezec<br />
Remel<br />
Mütekarib<br />
Recez<br />
M<br />
1<br />
2<br />
3<br />
4<br />
5<br />
6<br />
1. Vezinlerin Nazım Biçimlerine Göre Dağılımı<br />
Vezinler<br />
Kasideler<br />
Gazeller<br />
Müstezad<br />
Kıt’a<br />
Nazm<br />
Mesnevî<br />
Rubaî<br />
Murabba<br />
Tahmis<br />
Terkib-bend<br />
01. Mef‘ûlü Mefâ‘ilün Fe‘ûlün 1 2 1<br />
02. Mef‘ûlü Mefâ‘îlü Mefâ‘îlü Fe‘ûlün 1 18 1 1 1 1<br />
03. Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün 10 37 4 3 3 15<br />
04. Mefâ‘îlün Fe‘ûlün Mefâ‘îlün Fe‘ûlün 1<br />
1<br />
05. Mef‘ûlü Mefâ‘îlü Mefâ‘îlü Fe‘ûlün/Mef‘ûlü<br />
2<br />
Fe‘ûlün<br />
1<br />
06. Mef‘ûlü Mefâ‘îlün Mef‘ûlü Mefâ‘îlün 2<br />
07. Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Fe‘ûlün 1 3 2<br />
08. Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün 6 54 14 3 1 17<br />
09. Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilün 5 23 5 1 2 6<br />
10. Fe‘ilâtü Fâ‘ilâtün Fe‘ilâtü Fâ‘ilâtün 3<br />
1<br />
11. Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün 1 2 1 3 1 3<br />
12. Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün 4<br />
1<br />
13. Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilün 4 1<br />
14. Fa‘lün Fe‘ûlün Fa‘lün Fe‘ûlün 5<br />
1<br />
15. Fe‘ûlün Fe‘ûlün Fe‘ûlün Fe‘ûl 2 2<br />
16. Fe‘ûlün Fe‘ûlün Fe‘ûlün Fe‘ûlün 2<br />
17. Müstef‘ilün Müstef‘ilün Müstef‘ilün Müstef‘ilün 2 1 1<br />
18. Müfte‘ilün Mefâ‘ilün Müfte‘ilün Mefâ‘ilün 3<br />
19. Müfte‘ilün Müfte‘ilün Müfte‘ilün Müfte‘ilün 6<br />
1<br />
20. Mef‘ûlü Fâ‘ilâtü Mefâ‘îlü Fâ‘ilün 3 50 5 2<br />
(G. 31).<br />
(G. 251).<br />
(G. 126).<br />
(G. 193).<br />
(G. 21).<br />
(G. 154).<br />
40<br />
Beyit
Müctes<br />
Münserih<br />
Hafif<br />
Seri<br />
Tavil<br />
Vafir<br />
21. Mef‘ûlü Fâ‘ilâtün Mef‘ûlü Fâ‘ilâtün 5 1<br />
22. Mefâ‘ilün Fe‘ilâtün Mefâ‘ilün Fe‘ilün 5 32 4 9<br />
23. Mefâ‘ilün Fe‘ilâtün Mefâ‘ilün Fe‘ilâtün 8<br />
24. Müfte‘ilün Fâ‘ilün Müfte‘ilün Fâ‘ilün 4 1<br />
25. Müfte‘ilün Fâ‘ilün Müfte‘ilün Fâ‘ 2<br />
26. Fe‘ilâtün Mefâ‘ilün Fe‘ilün 3 9 2 20 4<br />
27. Müfte‘ilün Müfte‘ilün Fâ‘ilün 2 1<br />
28. Fe‘ûlün Mefâ‘îlün Fe‘ûlün Mefâ‘îlün 7<br />
29. Müfâ‘aletün Müfâ‘aletün Müfâ‘aletün<br />
Müfâ‘aletün 8<br />
2. Aruz Kusurları<br />
a. Ulamalarda Yapılan Kusurlar<br />
(1) Yapılması Gereken Yerde Ulama Yapmamak<br />
Aşağıdaki beyitlerde işaretli yerlerde ulama yapmamak akışı sekteye<br />
uğratmakta, ulama yapıldığında ise med yapılması gereken işaretli yerlerde yapılan<br />
meddin açık hecesi kaybolmakta böylece <strong>ve</strong>zinde eksik heceye sebep olmaktadır.<br />
7<br />
8<br />
(G. 15).<br />
(G. 201).<br />
Hezec - - . / . - . - / . - -<br />
Nefs itdi fesâdÒiddi‘âsın<br />
Fazluŋ ile mülzem eyle yâ Rab<br />
1<br />
1<br />
(K. 1/7)<br />
41
Hezec - - . / . - . - / . - -<br />
MakbûlÒolup hemin recâsı<br />
‘Afv eyleye cürmini Hudâsı<br />
Hezec - - . / . - . - / . - -<br />
ÂzâdÒolup cahîmden tâ<br />
Gülzâr-ı na‘îmi ide me’vâ<br />
Hezec - - . / . - . - / . - -<br />
Pür-nûrÒola revân-ı pâküŋ<br />
Hem rûh-ı şerîf-i tâbnâküŋ<br />
Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />
Olsa nigeh-endâz leb-i şi‘r-i melîhüm<br />
MemsûhÒola peyker-i keyfiyyet-i sahbâ<br />
Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />
Bir nîm-nigâh-ı ğazab itseŋ dü-cihâna<br />
Nâ-bûdÒola nokta-i mîm-i ‘ademâsâ<br />
Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />
Envâ‘-ı sa‘âdât ile zât-ı şerîfüŋ<br />
Her lahza ser-efrâzÒide hazret-i Mevlâ<br />
Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />
Her demde salât ile tahiyyât-ı firâvan<br />
ÎsârÒola ravzaŋa sultân-ı kerîmâ<br />
(K. 2/61)<br />
(K. 2/62)<br />
(K. 2/105)<br />
(K. 3/17)<br />
(K. 3/28)<br />
(K. 3/42)<br />
(K. 3/43)<br />
42
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
Kûyuŋda çün hezârÒide bast-ı âh u zâr<br />
Hengâm-ı ‘arz-ı hâl dil-i âteşîndür<br />
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
Âyet-i ‘îdÒidüp nesh-i vücûb-ı imsâk<br />
Emr-i fıtr itdi hudâ<strong>ve</strong>nd-i kadîmü ’l-ihsan<br />
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
Zeyn idüp yâri nec[i]m-nakş libâs-ı zer-beft<br />
Revnak-ı ‘îdÒo meh-pâreyi hurşîd itdi<br />
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
ReşkÒol hâtıra kim vasf-ı hat-ı sebzüŋde<br />
Böyle bir nazm-ı füsun-lehceyi tesvîd itdi<br />
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
Gülşen-i feyz benem âb-ı revân endîşem<br />
Nazm u nesrümde olan pâk-edâ sünbül ü gül<br />
Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />
İtme ıtnâba he<strong>ve</strong>s maksûd hâsıldur göŋül<br />
Katresin imsâkÒitmez bahr-i cûşân-ı kerem<br />
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
Ser-tâbe-pâyÒâteş olursa ‘aceb midür<br />
‘Âşık ki ola yâr-i gül-endâmdan cüdâ<br />
(K. 8/44)<br />
(K. 23/2)<br />
(K. 24/2)<br />
(K. 24/18)<br />
(K. 29/7)<br />
(K. 34/32)<br />
(G. 3/4)<br />
43
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
Eylerse hüsn-i rûyuŋı meh-tâbÒiktisâb<br />
Mihr-i münîr mehden ide tâbÒiktisâb<br />
10. gazel bu biçimde sürmektedir.<br />
Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />
İnsâfÒeger ‘âlemi ihlâk ise kasduŋ<br />
Gamzeŋ yetişür hancer-i bürrâna ne minnet<br />
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
Meyl eyledükçe cevre o meh-pâre bulmada<br />
Bâzâr-ı ‘ışkÒiçre metâ‘-ı belâ revâc<br />
Mütekârib . - - / . - - / . - - / . -<br />
Nukûd-ı dür-i eşk harç olmadın<br />
Der-âğûşÒolmaz nigâr-ı ferah<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
O bezm-i hâsa güzâr itse kâsıd-ı nâme<br />
Sütûrı müşgÒolur âhû-yı harem kâğaz<br />
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
Ser-beste kalmaz idi göŋül müşkilât-ı ‘ışk<br />
Hışm u ‘itâbÒolmasa rû-pûş-ı lutf-ı yâr<br />
Recez - . . - / . - . - / - . . - / . - . -<br />
ÂhÒo vakt olur mı kim rahm idüp ol <strong>ve</strong>fâ-meniş<br />
Çihre-i zerd-i ‘âşık-ı ‘ışk-nigâha yüz sürer<br />
(G. 10/1)<br />
(G. 18/4)<br />
(G. 23/4)<br />
(G. 27/3)<br />
(G. 39/4)<br />
(G. 48/4)<br />
(G. 62/4)<br />
44
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
‘Âşıka nîm-nigehle nazar itmez ol şûh<br />
Bu ne şeh-bâzÒolur mâ’il-i nahçîr olmaz<br />
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
Bir vaz‘-ı nâzenîn ile ol şûhÒeyledi<br />
VAHYÎ-i zârı mest-i harâb-ı şarâb-ı nâz<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . - -<br />
Cihanda vuslat-ı dildârÒintizârına degmez<br />
Devâ-yı zevk ü safâ derd-i âh u zârına degmez<br />
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
Cevr ü cefâŋı ğamzeye isnâdÒeylerüz<br />
Âsîb-i remz-i turre-i tarrâra bakmazuz<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
AmânÒeyleme ey şâh-ı merhamet-pîşe<br />
Meşâm-ı tab‘uŋı bûy-ı ‘itâbdan mahzûz<br />
Muzâri‘ - - . / - . - - / - - . / - . - -<br />
BîdârÒolmaz ey dil bezm-i cihanda hergiz<br />
Çeşm-i <strong>ve</strong>fâ-yı dil-ber baht-ı siyâh-ı ‘âşık<br />
Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />
Perîşan-hâl olur ‘uşşâkÒelbette olınca cem‘<br />
‘İzâr-ı tâbdâr u zülf-i ‘anber-bâr sultânum<br />
(G. 108/3)<br />
(G. 110/5)<br />
(G. 112/1)<br />
(G. 117/3)<br />
(G. 145/6)<br />
(G. 155/4)<br />
(G. 190/3)<br />
45
Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />
Derûnı peşm-i hicrân ile mâl-â-mâlÒolmışdur<br />
İdüp ümmîd-i vasluŋ bâliş-i zerkâr sultânum<br />
Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />
Bu dil-i âvâre vakf-ı hüzn-i mâder-zâddur<br />
Ol perî-ruhsârÒâzâr-ülfet olsun olmasun<br />
Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />
Nûr-ı meh ü hurşîdÒolur sâye yanında<br />
‘Uşşâk fürûzân idicek meş‘al-i âhı<br />
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
GâhÒendîşe-i ruhsâr iderem geh sîne<br />
Dil-i sûzânuma bir nûr ile nâruŋ ikisi<br />
(2) Yapılmaması Gereken Yerde Ulama Yapmak<br />
(G. 190/4)<br />
(G. 213/2)<br />
(G. 252/3)<br />
(G. 257/5)<br />
Sözlük anlamı ‘eriştirme, ulaştırma’ olan ulama, edebiyatta, bir sözcüğün son<br />
sesini, sonraki sözün ünlü ile başlayan ilk hecesine vurmaktır. Eski şairler, /a, e, i, o,<br />
ü/ ile başlayan sözcüklerde ulamayı uygun görürler; fakat “ayn” <strong>ve</strong> “h” harflerine<br />
yapılan ulamayı kusur sayarlardı. Buna edebiyat sözlüklerinde çoklukla vasl-ı ‘ayn<br />
denmiş; 9<br />
Mu‘allim Nâcî [1850-1893] ise, buna hücnet adını <strong>ve</strong>rmiştir. 10<br />
belli başlı şairlerinin bu kurala uydukları, 11<br />
zaman zaman bu kurala uymadıkları görülmüştür.<br />
9<br />
10<br />
11<br />
Tâhirü ’l-Mevlevî, Edebiyat Lûğatı, s. 179.<br />
XVI. yüzyılın<br />
XVII <strong>ve</strong> XVIII. yüzyıl şairlerinin 12<br />
Yekta Saraç, “Şiir Tenkidine Dair Bir Örnek-Muallim Naci <strong>ve</strong> Muallim”, Türk Dili <strong>ve</strong><br />
Edebiyatı Dergisi, C. XXIX, İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 2000, s.<br />
249.<br />
Hakan Taş, “On Altıncı Yüzyıl Divan Şairlerinde Vezin Kullanımı”, İstanbul, İstanbul<br />
Üni<strong>ve</strong>rsitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Ana Bilim Dalı Eski Türk<br />
Edebiyatı Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, 2000.<br />
ise,<br />
46
12<br />
Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />
Ki olup mûra râm bebr ü peleng<br />
MegesÒ‘ankâyı sayda ruhsat olur<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
İrişse pertev-i ruhsâr-ı en<strong>ve</strong>rüŋ mihre<br />
Dönerdi ser-te-serÒ‘âlem meh-i ziyâdâra<br />
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
Yevm-i ‘îd oldı hevâ mu‘tedilÒ‘âlem pür-şevk<br />
İtse hûbân-ı Sitanbûl n’ola nâz ile hırâm<br />
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
Fikr-i kemâlüŋÒ‘ârife intâc-ı ‘acz ider<br />
Melzûmdan bu lâzıma bir intikâldür<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Gam-âşnâ olanÒ‘uşşâka hışm idüp itme<br />
Nigâh-ı lutfuŋı bî-gâne-âşnâ cânâ<br />
Hezec - - . / . - - - / - - . / . - - -<br />
Mecmû‘a-i ‘ışkuŋda gördük varak-ı hecrüŋ<br />
Lutf eyleyüpÒ‘uşşâka evrâk-ı dîger göster<br />
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
Kûy-ı belâ-nişîn olanÒ‘uşşâk-ı dil-figâr<br />
Efkâr-ı vaslı çeşm-i dile tûtiyâ bilür<br />
(K. 4/41)<br />
(K. 11/38)<br />
(K. 22/5)<br />
(K. 35/26)<br />
(G. 1/2)<br />
(G. 66/3)<br />
(G. 101/3)<br />
Prof. Dr. Haluk İpekten, Eski Türk Edebiyatı Nazım Şekilleri <strong>ve</strong> Aruz, İstanbul, Dergâh<br />
Yayınları: 152, İnceleme dizisi: 21, 1994, s. 129.<br />
47
Muzâri‘ - - . / - . - - / - - . / - . - -<br />
Hışmında ol perînüŋ biŋ lutf muhtefîdür<br />
Cevrin anuŋ’çünÒ‘âşık mihr ü <strong>ve</strong>fâya virmez<br />
Remel . . - . / - . - - / . . - . / - . - -<br />
OlurÒ‘âşık-ı hazînüŋ nefes-i kebûdı âteş<br />
Nice âteş olmaz ey dil ki bütün vücûdı âteş<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
‘İzârınÒ‘âşıka kâkülsüz eylemiş izhâr<br />
O şûh zerresine âftâb göstermiş<br />
Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />
‘Ârız-ı dildâr bir âyîne-i bî-jengdür<br />
Anda peydâ olanÒ‘aks-i ebruvânı sanma hat<br />
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
Sağ olsunÒ‘ârız u kad-i mevzûn-ı dil-rubâ<br />
Gülşende serv [ü] <strong>ve</strong>rd-i ter olmazsa olmasun<br />
Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />
Germ ü serd-i dehri çok görmiş birÒ‘ârif pîrdür<br />
Mâ-cerâsın söylese âb-ı revandur kaplıca<br />
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
Bize rahm eylemede yâr iderÒ‘izzet ‘îde<br />
Biz de itsek n’ola biŋ cân ile rağbet ‘îde<br />
(G. 114/2)<br />
(G. 126/1)<br />
(G. 133/4)<br />
(G. 142/3)<br />
(G. 212/8)<br />
(G. 223/2)<br />
(G. 232/1)<br />
48
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
Bilmezüz n’idüginÒ‘âlemde dahı zevk-i visâl<br />
Kâni‘üz biz o mehüŋ va‘de-i ferdâsı ile<br />
Muzâri‘ - - . / - . - - / - - . / - . - -<br />
Pinhân iderdi ‘ışkı kendindenÒ‘âşık-ı zâr<br />
Âyîne olmayaydı mahbûb-ı râze tâze<br />
Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />
Pâk-dâmân u şûh-ı şîrînkâr<br />
İderÒ‘uşşâkı bir nigehle şikâr<br />
Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />
Koŋşı kapusı vardurÒ‘ulvîden<br />
Geçe süflîye istedükçe geçen<br />
Remel - . - - / - . - - / - . -<br />
Cümlesi eylerlerÒ‘azm-i sebzezâr<br />
Her biri yapar başına bir hisâr<br />
Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />
Olmadı mihr-i cemâli zîb-i vakt-i irtifâ‘<br />
Şanzdeh sâl ikenÒ‘ömri oldı ma‘rûz-ı zevâl<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Dehân u çeşm ü ruh-ı yâri eyle gel seyran<br />
Anuŋladur göŋülÒ‘âlemde feyz-i bî-pâyan<br />
(G. 234/3)<br />
(G. 244/3)<br />
(L. 1/8)<br />
(L. 25/6)<br />
(L. 27/6)<br />
(T. 3/6)<br />
(Muam. 1)<br />
49
. Zihaf<br />
Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />
Dil-ber ki ser-i zülf ola ruhsârına perde<br />
Medhûş ideÒ‘uşşâkını hengâm-ı nazarda<br />
(Muam. 45)<br />
Sözlük anlamı ‘çocuk oturağı üzerinde emeklemek; karın üstünde sürünerek<br />
gitmek; ordu hâlinde düşman üzerine yürümek’ anlamlarına gelen zihâf, uzun<br />
okunması gereken bir hecenin <strong>ve</strong>zin gereği kısa okunmasıdır. 13<br />
İmalenin zıttıdır <strong>ve</strong><br />
şiirde önemli kusurlardan sayılır. Dîvân’da geçen zihaf örneklerinin yapısına<br />
bakıldığında -şairlerin yetiştiği çevre <strong>ve</strong> Türklerin sözcükleri söyleyiş biçimleri de<br />
düşünülürse- bu sözcüklerin yabancı dilden dilimize giren <strong>ve</strong> halkın kendi ağız<br />
yapılarına uydurarak kimi uzunlukları kısalttıkları sözcükler olduğu görülür.<br />
Dolayısıyla şairlerin bu türden sözcükleri zihaf kastı ile yapmadıkları düşünülebilir.<br />
13<br />
14<br />
Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />
Çeşmin endîşe eylesem kalemüm<br />
Âhû-yı kûhsâr-ı midhat olur<br />
Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />
Suhanum kadri andan a‘lâdur<br />
Ki dîne midhat-i fülânîdür<br />
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
Nasb itdi ya‘nî 14<br />
mesned-i fetvâya yümn-ile<br />
Bir şahsı kim edîb-i hamîdü ’l-fa‘âldür<br />
Tâhirü ’l-Mevlevî, Edebiyat Lûğatı, s. 182.<br />
(K. 34/9), (G. 160/5), (L. 4/5), (L. 13/6), (T. 10/3), (T. 11/2).<br />
(K. 4/8)<br />
(K. 9/36)<br />
(K. 35/11)<br />
50
15<br />
16<br />
(G. 34/3), (G. 128/7), (G. 173/4).<br />
Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />
Ve ’s-selâm oldı bunda hatm-i kelâm<br />
Bâkî olsun safâ göŋülde müdâm<br />
Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />
Ruh-ı al-i nigâruŋ vasf-ı pâkin kilk-i reşk ile<br />
Hemîşe safha-i şeft-âlûya 15<br />
tahrîr ider meh-tâb<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Olursa Mânî vü Bih-zâda ta‘ne-zen lâyık<br />
Çıkardı nakşuŋı bir lahzada şehâ mir’ât<br />
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
Gûş eyledükde ‘İLMÎ-i şûhuŋ kelâmını<br />
Oldı zebanda cârî bu ebyât-ı âbdâr<br />
Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />
Gül-i gülzâr-ı h v âhiş fikr-i ruhsâr-ı latîfüŋdür<br />
Hilâl-i evc-i hasret ebrû-yı 16<br />
hâtır-nişînüŋdür<br />
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
Ta‘vîz-i ‘ışk bâzû-yı dilde ne hâldür<br />
Çeşm-i nigâra ‘âşıkı bî-gâne gösterür<br />
(K. 11/9), (Mus. 10-IV/4), (Muam. 16), (Muam. 37).<br />
(K. 38/24)<br />
(G. 11/6)<br />
(G. 16/4)<br />
(G. 42/6)<br />
(G. 97/2)<br />
(G. 104/7)<br />
51
17<br />
18<br />
19<br />
(G. 107/2), (G. 139/3), (G. 196/5).<br />
(G. 232/3), (L. 6/8).<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Cihanda âyîne-i 17<br />
kalb-i münkir-i ‘ışkuŋ<br />
Cilâsı kas<strong>ve</strong>t olur kas<strong>ve</strong>ti cilâ olmaz<br />
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
Âğuş-ı hasret-i vuslatda uyutmış yâri<br />
Haylî 18<br />
kuv<strong>ve</strong>tde imiş tâli‘-i bîdâr-ı emel<br />
Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />
Niçe müddetdür o şûha bendeyem VAHYÎ gibi<br />
Fursat olsa bârî bir kez âh sultânum disem<br />
Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />
Cûy sanmaŋ intizâr-ı ru’yet-i cânândan<br />
Zânû-yı şimşâda indi gülsitanda kara su<br />
Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />
Gâzî Sultan Mustafâya VAHYÎyâ budur du‘âm<br />
Kim kemîne bendesi mahsûd ola Keyhusre<strong>ve</strong><br />
Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />
Gehî ak sâde gâhî mâ’î hâreyle gezüp cânan<br />
Gehî Cûy-ı Kebûd eyler sirişküm gâhî 19<br />
Ak Çağlan<br />
(G. 36/3), (L. 18/8), (Mus. 6-II/3), (Mus. 6-II/4), (Mus. 10-I/3).<br />
(G. 107/2)<br />
(G. 174/4)<br />
(G. 181/5)<br />
(G. 220/5)<br />
(G. 240/10)<br />
(Metâli‘ 4)<br />
52
Münserih - . . - / - . - / - . . - / - . -<br />
Fevtine târîh ile eyledi VAHYÎ du‘â<br />
Cennetî ide Kerîm mesken-i ‘Abdu ’l-Halîm<br />
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
Niçe bir ârzû-yı vasl ile hasret çekelüm<br />
Kiştzâr-ı dile bir tohm-ı nedâmet ekelüm<br />
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
Niçe bir ‘ârî idüp habs-i çeh-i rüsvâyî<br />
İdesüŋ kalbi rezîlâne tufeyl-i süfehâ<br />
(T. 29/5)<br />
(Mus. 10-I/6)<br />
(Mus. 10-III/5)<br />
İkinci bir başlık açmağa gerek görülmeyen <strong>ve</strong> birçok edebiyatçı tarafından<br />
<strong>ve</strong>zin kusuru sayılmayan zihaf örnekleri de vardır. Dar <strong>ve</strong> uzun bir ünlüden sonra bir<br />
ünlünün daha gelmesi sözcüğe ağırlık <strong>ve</strong>rmekte <strong>ve</strong> uzunluk kendiliğinden<br />
düşmektedir. Sözcüğün aslında uzunluk olsa bile okunuşta bu uzunluk söylenmediği<br />
için şairlerin bu durumu zihaf olarak düşünmedikleri söylenebilir.<br />
20<br />
Hezec - - . / . - . - / . - -<br />
Esrâr-ı tecellî-i cemâle<br />
‘Âşıkları a‘lem eyle yâ Rab<br />
Hezec - - . / . - . - / . - -<br />
Ey hâdî-i vâdî-i 20<br />
dalâlet<br />
Ey ahter-i burc-ı kurb-ı ‘izzet<br />
(K. 2/57), (K. 5/34), (K. 21/13), (G. 107/6), (G. 147/3), (T. 32/4).<br />
(K. 1/11)<br />
(K. 2/38)<br />
53
21<br />
Hezec - - . / . - . - / . - -<br />
Yâ Rab be-havf-keşî-i Yahyâ<br />
Yâ Rab be-kabûlî-i temennâ<br />
Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />
Gül-çîn-i gülistân-ı talebkârî-i şâdî<br />
‘Âlemde meger hâr u has-ı ye’s ide peydâ<br />
Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />
Gülzâr-ı he<strong>ve</strong>snâkî-i ‘işretde olanlar<br />
Sad hâr ile tahsîl idemez bir gül-i ra‘nâ<br />
Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />
Şâhenşeh-i evreng-i risâlet ki anuŋdur<br />
Tâc-ı şeref ü hulle-i makbûlî-i Mevlâ<br />
Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />
Kalbüŋde he<strong>ve</strong>skârî-i mi‘râc idüp idrâk<br />
‘Azm eyledi tebşîr içün eflâke Mesîhâ<br />
Hezec - - . / . - - . / . - - . / . - -<br />
Menşûr-ı belîği be-hat-ı kâzî-i kudret<br />
Hakkâ ki budur mühr-i nübüv<strong>ve</strong>t ile mümzâ<br />
Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />
Ne kadar da‘vî-yi 21<br />
kemâl itsem<br />
Aŋa bu şi‘r-i tâze huccet olur<br />
(K. 6/3), (K. 7/12), (K. 9/45), (K. 35/21), (G. 87/5), (G. 88/2), (G. 120/2), (G. 161/2).<br />
(K. 2/68)<br />
(K. 3/2)<br />
(K. 3/4)<br />
(K. 3/22)<br />
(K. 3/27)<br />
(K. 3/32)<br />
(K. 4/22)<br />
54
22<br />
Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />
Pertev-i nevk-i nîzesi hakkâ<br />
Düşmene sâkî-i 22<br />
hezîmet olur<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Nebiyy-i ümmî-i a‘lem Muhammed-i ‘arabî<br />
Ki hâk-i pâyı ‘abîr-i şehân-ı ‘âlemdür<br />
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
Hamdü li ’llâh dil-i şeydâ yine şâdân oldı<br />
Ceyş-i nâ-kâmî-i ‘uşşâk perîşân oldı<br />
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
Hamdü li ’llâh yine bezm-i emel-i şâdîde<br />
Şem‘-i kâfûrî-i ümmîd fürûzân oldı<br />
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
Tîre-i ebr-güsil keşf olup evc-i dilde<br />
Mâh-ı dest-â<strong>ve</strong>rî-i zevk nümâyân oldı<br />
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
Benem ol münşî-i mektûb-ı me’âl-i i‘câz<br />
Ki hıred dikkat-i endîşeme hayrân oldı<br />
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
Benem ol şâ‘ir-i hoş-tab‘ ki hüsn-i sebküm<br />
Oldı ğâretger-i memdûhî-i nazm-ı nazzâm<br />
(K. 32/2), (G. 28/6), (G. 73/1), (G. 85/3), (G. 92/4), (G. 121/4), (G. 219/6), (G. 236/5).<br />
(K. 4/62)<br />
(K. 7/44)<br />
(K. 21/1)<br />
(K. 21/2)<br />
(K. 21/6)<br />
(K. 21/22)<br />
(K. 22/16)<br />
55
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
Merhabâ şevk-i şeref-yâbî-i pâ-bûs-ı nigâr<br />
Habbe-zâ mevsim-i dil-cûyî-i hûbân-ı zaman<br />
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
O kazâ-ğamze eger eyler ise ‘arz-ı cemâl<br />
‘Îd-i savma vire mahsûdî-i ‘îd-i kurban<br />
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
Ma‘nî-i va‘d-i visâlin nigeh-i nükte-bedî‘<br />
Gâyet âlûde-beyân eyledi ta‘kîd itdi<br />
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
Lutf-ı çeşmüŋ bize ıtlâk-ı visâl itmiş idi<br />
Yârî-i baht ile ğamzeŋ anı takyîd itdi<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Bozuldı sürhî-i gül sebzî-i çimen şimdi<br />
Ne yüzden eyleye ‘uşşâk def‘-i sevdâyı<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Cihanda dûrî-i vuslatdan eylemem şekvâ<br />
Çü şeng-i fikr-i dil-ârâm der-kenârumdur<br />
Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />
Hâmî-i devlet ‘Alî Paşa-yı ‘âlî-menkabet<br />
Dâ<strong>ve</strong>r-i Hâtem-tabî‘at rûh-ı ebdân-ı kerem<br />
(K. 23/6)<br />
(K. 23/8)<br />
(K. 24/6)<br />
(K. 24/16)<br />
(K. 32/13)<br />
(K. 33/13)<br />
(K. 34/10)<br />
56
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
Har-mühre sandı sayrefî-i rûzgâr hayf<br />
Ol gevher-i kelâmı ki reşk-i le’âldür<br />
Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />
Hazretinüŋ huzûr-ı ‘izzetine<br />
Nâdî-i pâk-i ‘arş-ı rif‘atine<br />
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
İtme amân çeşmümi gird-âb-ı eşk-i hecr<br />
Ey mevc-i hüsni mestî-i ârâmdan cüdâ<br />
(K. 35/32)<br />
(K. 38/2)<br />
(G. 3/6)<br />
sipâhî-i (G. 4/4), germî-i (G. 6/2), şâdî-i (G. 7/2), ma‘ânî-i (G. 10/3),<br />
hevâdârî-i (G. 28/7), sürhî-i (G. 30/3, G. 131/4), cüdâyî-i (G. 33/5), Mânî-i (G.<br />
39/2), ‘İLMÎ-i (G. 42/6), râhî-i (G. 43/2), keştî-i (G. 44/4), yârî-i (G. 58/6), (G.<br />
241/4), bûse-h v âhî-i (G. 62/3), şâdî-i (G. 75/8), bîdârî-i (G. 83/3), âşnâyî-i (G.<br />
102/3), mestî-i (G. 112/3), tesellâ-yâbî-i (G. 116/4), kâzî-i (G. 120/2), âşnâyî-i (G.<br />
145/3), Ümîd-bâzî-i (G. 151/3), ma‘mûrî-i (G. 157/4), bülendî-i (G. 166/9), Âzâdegî-<br />
i (G. 180/4), mestî-i (G. 189/2), mâhî-i (G. 250/4), vâlî-i (T. 1/6), tûtî-i (T. 1/12, T.<br />
2/10), Bânî-i (Muam. 3).<br />
Mahlâslarda yapılan zihafların da böyle olduğu söylenebilir.<br />
Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />
Böyle kalursa VAHYÎyâ tab‘uŋ<br />
Kulzüm-i lü’lü-yi melâhat olur<br />
Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />
Hazretüŋden recâsı VAHYÎnüŋ<br />
Katre-i şerbet-i şefâ‘at olur<br />
(K. 4/31)<br />
(K. 4/94)<br />
57
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Bu şi‘r-i bî-bedeli zîb-i gûş-ı tahsîn it<br />
Ki nazm-ı VAHYÎ-i mu‘ciz-beyân-ı ‘âlemdür<br />
(K. 7/23)<br />
(K. 7/83), (K. 9/21), (K. 9/68), (K. 10/32), (K. 11/26), (K. 11/45), (K. 18/5),<br />
(K. 19/6), (K. 20/7), (K. 22/15), (K. 26/18), (K. 27/46), (K. 30/12), (K. 34/25), (K.<br />
36/13), (G. 2/7), (G. 3/7), (G. 8/5), (G. 9/5), (G. 10/5), (G. 13/6), (G. 16/11), (G.<br />
22/5), (G. 23/5), (G. 24/7), (G. 26/7), (G. 27/6), (G. 28/7), (G. 30/5), (G. 33/5), (G.<br />
34/9), (G. 36/5), (G. 39/7), (G. 41/5), (G. 42/7), (G. 45/5), (G. 47/5), (G. 49/7), (G.<br />
52/5), (G. 55/5), (G. 56/5), (G. 59/7), (G. 62/5), (G. 64/5), (G. 65/5), (G. 68/5), (G.<br />
70/5), (G. 72/5), (G. 82/5), (G. 85/5), (G. 89/7), (G. 90/7), (G. 94/5), (G. 95/7), (G.<br />
99/5), (G. 100/5), (G. 101/7), (G. 103/5), (G. 105/5), (G. 106/5), (G. 108/5), (G.<br />
111/5), (G. 112/5), (G. 118/5), (G. 122/5), (G. 124/5), (G. 132/8), (G. 136/7), (G.<br />
137/5), (G. 142/5), (G. 145/9), (G. 146/5), (G. 147/5), (G. 151/5), (G. 154/5), (G.<br />
157/5), (G. 163/7), (G. 164/5), (G. 171/7), (G. 172/5), (G. 174/7), (G. 178/5), (G.<br />
183/5), (G. 187/5), (G. 190/5), (G. 191/5), (G. 193/5), (G. 198/5), (G. 201/5), (G.<br />
202/5), (G. 208/6), (G. 210/9), (G. 211/5), (G. 213/7), (G. 214/7), (G. 216/7), (G.<br />
217/5), (G. 219/7), (G. 223/7), (G. 224/7), (G. 225/7), (G. 230/6), (G. 230/7), (G.<br />
231/5), (G. 232/7), (G. 234/5), (G. 235/5), (G. 236/7), (G. 237/5), (G. 238/5), (G.<br />
240/10), (G. 243/7), (G. 246/8), (G. 248/5), (G. 249/5), (G. 255/6), (G. 253/7), (G.<br />
255/7), (G. 256/5), (G. 257/9), (L. 1/13), (L. 2/11), (L. 3/7), (L. 5/9), (L. 6/15), (L.<br />
8/12), (L. 11/5), (L. 12/7), (L. 14/5), (L. 17/5), (L. 18/11), (L. 20/7), (L. 24/5), (L.<br />
26/13), (L. 28/12), (L. 29/15), (L. 30/16), (L. 31/7), (L. 32/7), (T. 2/15), (T. 3/9), (T.<br />
9/7), (T. 11/6), (T. 16/5), (T. 18/7), (T. 19/7), (T. 22/5), (T. 23/11), (T. 27/12), (T.<br />
30/15), ( Mus. 2-V/1), (Muk. 10/4).<br />
c. İmale<br />
Arapça m-y-l kökünden gelen imâle ‘bir nesneyi bir yana doğru eğmek <strong>ve</strong><br />
de<strong>ve</strong>ye tatlı ot otarmak’ anlamındadır. 23<br />
Aruz risalelerinde imale ile ilgili her hangi<br />
23<br />
al-Fîrûzâbâdî, al-Ukyânûsu ’l-Basît fî Tarcamati ’l-Kâmûsi ’l-Muhît, C. III, s. 354.<br />
58
ir bilgiye rastlanılmamıştır. Aruz terimi olarak imale; bir heceyi iki hece sayılacak<br />
derecede uzun okumaktır. 24<br />
Türkçede yapı birimlik uzun ünlünün bulunmayışı aruzun Türkçeye<br />
uygulanmasını güçleştirmiştir. Fakat buna karşın kapalı hecelerin çok olduğu<br />
kalıpların daha fazla kullanıldığı görülmektedir. <strong>Vahyî</strong>’nin çoklukla hezec bahrinin<br />
Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün <strong>ve</strong> remel bahrinin Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün<br />
Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün kalıplarında imaleler yaptığı görülmüştür. Bu <strong>ve</strong>zinlerin her hangi<br />
bir yerinde üç kapalı hece sık sık görülebilirken üç açık hece hiçbir zaman yan yana<br />
bulunamamaktadır. Bunun sebebini belki de ahengin sağlamlığında aramak gerekir.<br />
Üç kapalı hecenin art arda gelmesine karşın üç açık hece yan yana<br />
gelmemektedir. Vezinde kapalı hecenin çokluğu ahengin yavaşlamasına, açık<br />
hecenin çokluğu ise sür’atlenmesine yol açar. Ayrıca tef’ile sonlarındaki imalelerin<br />
ahengi yavaşlattığı bilinen bir özelliktir. 25<br />
Dîvân’daki imalelerin belli bir amaca yönelik yapılanları olduğu gibi <strong>ve</strong>zin<br />
gereği yapılanları da vardır. Bu durum daha çok kapalı hecesi fazla olan kalıplarda<br />
görülmektedir, bu da yukarıda değinildiği gibi Türkçenin yapısı ile ilgilidir. Yine de<br />
bu yüzyılda ilk dönemlere göre aruzun Türkçeye daha iyi uygulandığı söylenebilir.<br />
Bu duruma Türkçe sözcüklerin yerini Arapça <strong>ve</strong> Farsça sözcüklerin alması,<br />
sebeplerden biri olarak gösterilebilir.<br />
Dîvân’da tamlama i/ı’sı dışında Türkçe ekler <strong>ve</strong> köklerde yapılan (bir dizede<br />
dört <strong>ve</strong> yukarısı) imaleler aşağıya çıkarılmıştır:<br />
24<br />
25<br />
Hezec - - . / . - . - / . - -<br />
Tîzî-i tabî‘atum göreydi<br />
N’idügini mi dahı bileydi<br />
Tâhirü ’l-Mevlevî, Edebiyat Lûğatı, s. 62.<br />
(K. 2/14)<br />
Yakup Şafak, “Fars <strong>ve</strong> Türk Edebiyatlarındaki Aruz Vezinlerinin Ritmik Yapıları Üzerine<br />
Düşünceler”, Yedi İklim, C. X, S. 70, Ocak 1996, s. 31-34.<br />
59
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
Bir câmdan çeker ikisi bâde-i fenâ<br />
Biri niyâzda birisi nâzenîndür<br />
Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />
Ne işitdi nazîrin gûş-ı ‘âlem olalı sâmi‘<br />
Ne gördi mislini bu çeşm-i dünyâ tâ ki bînâdur<br />
Recez - - . - / - - . - / - - . - / - - . -<br />
Nûş-ı mey-i la‘lin recâ itdükde VAHYÎ hışm idüp<br />
Didi ne ola dünyede ümmîd-i Kevserden ğaraz<br />
Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />
Kadi dil-cû teni bî-mû hatı hoş-bû gözi câdû<br />
Gören dir her yeri memdûhdur her kârı hem nâzük<br />
İmalelerin belli bir amaca yönelik olduğu açıktır.<br />
Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />
Ağzıŋa alma dime VAHYÎ-i zâra dostum<br />
Böyle vasf-ı pâke şâyeste ‘atâdur leblerüŋ<br />
Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />
Niçe demdür mürde-i hecrem helâk-i hasretem<br />
Sîneme gelse n’ola can gibi cânânum benüm<br />
Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />
Hâk-pây it cism-i âteş-tâbuŋ ey VAHYÎ ki tâ<br />
Rûzgâr ile seni îsâl ide dîdâra su<br />
(K. 8/16)<br />
(K. 27/30)<br />
(G. 140/5)<br />
(G. 158/6)<br />
(G. 169/5)<br />
(G. 194/4)<br />
(G. 220/7)<br />
60
Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />
Kâbil iken FEYZÎyâ her <strong>ve</strong>ch-ile saŋa cevâb<br />
Kûçe-i sabr u sükûnı ihtiyâr itmek nice<br />
Art arda gelen üç imale, ahengi bozmaktadır.<br />
Recez - - . - / - - . - / - - . - / - - . -<br />
Demdür ki fart-ı nâleden medhûş olup halk-ı cihan<br />
Ola hücûm-ı âh ile mihr ü mehi çarhuŋ siyâh<br />
Recez - - . - / - - . - / - - . - / - - . -<br />
Oldı Hanîfe aŋa nâm itdi ‘ibâdâta kıyâm<br />
Olup şefî‘i pes imâm ‘afv ola var-ısa günâh<br />
İmalelerin çokluğu akıcılığı bozmaktadır.<br />
Recez - - . - / - - . - / - - . - / - - . -<br />
Kârı salâh u zikr idi mestûre idi bikr idi<br />
Almışdı zîr-i ‘akdine bir vâlî-i leşger-penâh<br />
Recez - - . - / - - . - / - - . - / - - . -<br />
Gûş eyleyince fevtini VAHYÎ didüm târîhini<br />
Ola Hanîfe hânıma bezm-i cinânı cil<strong>ve</strong>gâh<br />
Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />
Ravza-i cennet idüp kabrin makâmın ‘Adn ide<br />
Göstere aŋa cemâlin pâdşâh-ı zü ’l-celâl<br />
Art arda gelen imaleler akıcılığı kesmektedir.<br />
(G. 230/7)<br />
(T. 1/1)<br />
(T. 1/5)<br />
(T. 1/6)<br />
(T. 1/13)<br />
(T. 3/8)<br />
61
söylenebilir.<br />
Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />
Ne işitdi nazîrin gûş-ı ‘âlem olalı sâmi‘<br />
Ne gördi mislin anuŋ çeşm-i dünyâ olalı bînâ<br />
Remel - . - - / - . - - / - . -<br />
Hıfz idüp ekdârdan Bârî anı<br />
Kalbine lutf ile vire incilâ<br />
Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />
Şecâ‘atde salâbetde sehâ<strong>ve</strong>tde zarâfetde<br />
Misâli olmadı revnak-dih-i âyîne-i evhâm<br />
İmalelerin bir amaca yönelik kullanıldığı açıktır.<br />
Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />
Zihî şâhenşeh-i ferhunde-kevkeb kim ide Mevlâ<br />
Bunuŋ gibi <strong>ve</strong>zîr-i bî-nazîr ile aŋa ikrâm<br />
Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />
Ma‘ârifle letâ’ifle sadâkatle zarâfetle<br />
Kuzât içinde buldı şân u şöhret devlet ü ‘izzet<br />
(T. 26/5)<br />
(T. 27/10)<br />
(T. 30/9)<br />
(T. 30/10)<br />
(T. 32/5)<br />
Birinci dizedeki imalelerin sözcüğün anlamına vurgu amacıyla yapıldığı<br />
Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />
Dil tahammül câmesin çâk itdi gördi meh yüzin<br />
Zülfini dahı göreydi çâk iderdi kendüzin<br />
(Muam. 46)<br />
62
(1) İmalede Ayna<br />
Beyitler incelendiğinde birinci dizedeki öğelerin <strong>ve</strong> imalelerin ikinci dizede<br />
de aynı biçimde yinelendiği görülecektir. İmalelerin, beyitlerin belirli yerlerinde <strong>ve</strong><br />
dizeler arasında bakışık olarak kullanılması kalıbın tek düzeliğini yok ettiği gibi<br />
metni de bir seslenme şiiri düzeyine getirmektedir. Ayrıca bu beyitlerde imalelerin<br />
bir amaca yönelik olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır:<br />
Hezec - - . / . - . - / . - -<br />
Ey mahzen-i Kevser-i tecellî<br />
Ey micmer-i ‘anber-i tecellî<br />
Hezec - - . / . - . - / . - -<br />
Ey mazhar-i lutf-ı hazret-i Hak<br />
Ey genc-i le’âl-i hikmet-i Hak<br />
Hezec - - . / . - . - / . - -<br />
Rahm ile himâyet eyle şâhâ<br />
Lutf ile şefâ‘at eyle şâhâ<br />
Hezec - - . / . - . - / . - -<br />
Gark-ı ‘arak-ı hacâlet oldı<br />
Mahv-i keder-i hasâret oldı<br />
Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />
Dâmeni melce’-i sa‘âdet olup<br />
Dergehi menba‘-ı kerâmet olur<br />
(K. 2/29)<br />
(K. 2/39)<br />
(K. 2/60)<br />
(K. 2/97)<br />
(K. 4/66)<br />
63
Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />
Nice olsun bu ğamdan şek<strong>ve</strong> kim mahsûd-ı şâdîdür<br />
Nice olsun bu mihnetden şikâyet ‘ayn-ı râhatdur<br />
Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />
Cenâb-ı hazret-i Ahmed resûl-i efdal ü emced<br />
Medâr-ı devlet-i sermed şeh-i milk-i siyâdetdür<br />
Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />
Habîb-i ekrem-i hazret edîb-i mekteb-i hikmet<br />
Tabîb-i ‘illet-i kürbet devâ-yı derd-i zilletdür<br />
Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />
Dehân-ı nüktedânı rûh-bahş-ı kâlıb-ı tahkîk<br />
Zebân-ı hoş-beyânı revnak-efzâ-yı fesâhatdür<br />
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
Rûz u şeb iki hâdim olup bezm-i feyzine<br />
Mihr ü meh iki micmere-i ‘anberîndür<br />
Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />
Fezâ’ilde fevâzılda nazîrin görmedi ‘âlem<br />
Ma‘ârifde letâyifde misâlin fikr-i bî-câdur<br />
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
Zevk-i visâli fürkat-i yâri bilen bilür<br />
Keyf-i şarâbı renc-i humârı bilen bilür<br />
(K. 5/11)<br />
(K. 5/24)<br />
(K. 5/25)<br />
(K. 5/36)<br />
(K. 8/30)<br />
(K. 27/40)<br />
(G. 102/1)<br />
64
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
Güle sûret mi kodı ‘ârız-ı rengîn-i bütan<br />
Müle rağbet mi kodı la‘l-i güher-çîn-i bütan<br />
Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />
Her biri nev-cüvân u sâde-‘izâr<br />
Her biri hoş-nihâd u hoş-kirdâr<br />
ç. Medlerde Yapılan Kusurlar<br />
Med yapılması gereken yerde yapmamak, bir çeşit zihâf 26<br />
(G. 202/1)<br />
(L. 31/2)<br />
yapmak. Koyu<br />
dizilmiş yerlerde med yapılırsa <strong>ve</strong>zin bir açık hece fazla çıkmaktadır. Hecelerin uzun<br />
ünlülü <strong>ve</strong> kapalı olması, kendisinden sonra bir ünlüyle başlayan ek <strong>ve</strong>ya sözcük<br />
gelmemesi sebebiyle bir kapalı + bir açık hece biçiminde okunması gerekirken<br />
yalnızca bir kapalı hece okunmuştur.<br />
26<br />
Hezec - - . / . - . - / . - -<br />
Hûy-kerde olup hacâletinden<br />
Bî-behre olup harâretinden<br />
Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />
Gülse açılsa yâr gülşende<br />
Gonçe şeb-nem-i hûr-hacâlet olur<br />
Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />
Meşk-i lutf-âlûd debîr-i çarhdan şimdi cihan<br />
Oldı ebnâ-yı zaman zîb-i debistân-ı kerem<br />
Tâhirü ’l-Mevlevî, Edebiyat Lûğatı, s. 182.<br />
(K. 2/95)<br />
(K. 4/29)<br />
(K. 34/3)<br />
65
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
Evlâd-ı pâk-nijâd-ı melâ’ik-nihâdı kim<br />
Evc-i kemâle her biri hâlâ hilâldür<br />
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
Sahrâ-yı kâma irmedi hîç şâh-râh-ı baht<br />
Evc-i safâda olmadı gerdân mâh-ı baht<br />
Münserih - . . - / - . - / - . . - / - . -<br />
Vasl-ı dil-ârâya hîç bulamadı dest-res<br />
Nice zamandur dil-i zâra odur mültemes<br />
(K. 35/49)<br />
(G. 19/1)<br />
(G. 124/1)<br />
Medlerde yapılan kusurlar arasında, sonu /n/ ünsüzüyle biten uzun hecelerde<br />
yapılan <strong>ve</strong> yukarıdaki örneklere bakarak daha hafif kusur sayılan medler de vardır.<br />
İLAYDIN, Türk Edebiyatında Nazım adlı kitabında Birleşik Heceler başlığı altında<br />
şunları söylemektedir: Birleşik heceler söylenişleri itibarı ile alışık<br />
bulunduğumuzdan daha dolgun ses <strong>ve</strong>ren hecelerdir. Bir tam + bir yarım hece<br />
değerindedirler. Bunlar da uzun heceler gibi yalnız Arapçadan, Farsçadan geçen<br />
sözcüklerde bulunurlar, âb, bâb gibi. Bu çeşit hecelerin sonundaki ünsüzün /n/<br />
olmaması şarttır. Bu ünsüzle biten ân, kân, cân gibi yabancı heceler birleşik değil tok<br />
sayılırlar. 27<br />
Yalnız burada bir noktayı belirtmek gerekmektedir ki, /n/ ünsüzünden<br />
önce uzunluğun olması şarttır; ama bunun yalnızca elif olması gerekmez. 28<br />
27<br />
28<br />
Hezec - - . / . - . - / . - -<br />
Ey mürşid-i hân-kâh-ı ‘âlem<br />
Ey ‘illet-i halk-ı cinn ü âdem<br />
Hikmet İlaydın, Türk Edebiyatında Nazım, İstanbul, Üçler Basımevi, 2 1951, s. 36-37.<br />
L. P. Elwell-Sutton, The Persian Metres, Cambridge, 1975, s. 4.<br />
(K. 2/30)<br />
66
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Bülend-kevkebe sultânsın ki cünd-i semâ<br />
Rikâbuŋa sipeh-i bî-kerân-ı ‘âlemdür<br />
Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />
Ol vücûd-ı şerîf-i bî-hemtâ<br />
Lutf u ihsândan 29<br />
‘ibâret olur<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Sözüm ki hûr-ı bihişt-i füsûn-sâzîdür<br />
Nezâresi sebeb-i iftinân-ı ‘âlemdür<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Verâ-yı Sidreyedür ev<strong>ve</strong>lîn pervâzı<br />
Huceste murğ-ı berîn âşyân-ı ‘âlemdür<br />
Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />
Bir müsellim cüvândur hâmem<br />
Şeh-i hayl-i bütândur hâmem<br />
(K. 7/64)<br />
(K. 4/67)<br />
(K. 7/9)<br />
(K. 7/48)<br />
(K. 10/1)<br />
10. kasidenin bütün kafiyeleri aynı biçimdedir. Medlerin, sözcüklere vurgu<br />
yapmak amacıyla yapıldığı söylenebilir.<br />
29<br />
30<br />
(K. 9/54), (K. 35/9).<br />
Hemân 30<br />
(K. 32/25), (G. 112/4), (G. 189/3).<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
yok yere tazyî‘-i nakd-i ‘ömr itdüŋ<br />
Ne câh-ı kâm ele girdi ne iktidâr oldı<br />
(K. 12/25)<br />
67
31<br />
(K. 32/18), (G. 112/2).<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
O şâh necl-i sehâdur ki tab‘-ı Rûhu ’l-kuds<br />
Simât-ı meclis-i feyzinde nân-h v âr oldı<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Hezâr-ı pür-nağam-ı gülsitân 31<br />
vasfı olan<br />
O deŋlü hurrem ü şâdân u kâmkâr oldı<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Ki şevk-i kalbine nisbet anuŋ şeh-i ‘âlem<br />
Garîb-i bî-ser ü sâmân sûgvâr oldı<br />
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
Döşenüp meclis-i ğufrâna fütûr-ı rahmet<br />
Rûzedârân gene şevk-ile şeb‘ân oldı<br />
Recez - - . - / - - . - / - - . - / - - . -<br />
Mevlâya sad hamd ü senâ kim oldı ‘âlem pür-safâ<br />
Nâ-bûddur cevr ü cefâ erzândur mihr ü <strong>ve</strong>fâ<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Ne deŋlü eyler isem fahr-i dûr dûr sezâ<br />
Ki vasf-ı pâk-i edîb-i zamân kârumdur<br />
Remel - . - - / - . - - / - . - - / - . -<br />
Bende-i efkendeyüz ‘isyândan şermendeyüz<br />
Bakmayup cürm ü kusûra eyle fazluŋ ber-kemâl<br />
(K. 12/32)<br />
(K. 12/39)<br />
(K. 12/40)<br />
(K. 21/12)<br />
(K. 26/1)<br />
(K. 33/23)<br />
(K. 37/3)<br />
68
32<br />
33<br />
34<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Bu şi‘r-i tâzede tarh-ı tekellüf it VAHYÎ<br />
Ki sâf olup ola âyîne-i cihân 32<br />
-nümâ<br />
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
İtme amân 33<br />
çeşmümi gird-âb-ı eşk-i hecr<br />
Ey mevc-i hüsni mestî-i ârâmdan cüdâ<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Hücûm-ı ğamze-i cânân katl-i ‘âm ideyor<br />
Yine fütâdeleri intibâh nâ-peydâ<br />
Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />
Belâ vü derd ü mihnet ceyş-i bî-pâyândur VAHYÎ<br />
Dil-i şûrîde zîrâ oldı şâh-ı ‘âlem-i fürkat<br />
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
Sahrâ-yı kâma irmedi hîç şâh-râh-ı baht<br />
Evc-i safâda olmadı gerdân mâh-ı baht<br />
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
Bezm-i hûbânda 34<br />
gerdân olıcak bâde ile<br />
‘Aksler ile olur sanki sanem-hâne kadeh<br />
(G. 23/5), (G. 126/5), (G. 247/5), (L. 5/1), (L. 12/1).<br />
(G. 94/3), (G. 145/6).<br />
(G. 243/1), (G. 264/4).<br />
(G. 1/6)<br />
(G. 3/6)<br />
(G. 4/6)<br />
(G. 17/7)<br />
(G. 19/1)<br />
(G. 28/5)<br />
69
Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />
Şeker-hand-i nigâra lü’lü-yi meknûn reşk eyler<br />
O la‘l-i can-fezâya bâde-i gül-gûn reşk eyler<br />
60. gazelin bütün kafiyeleri aynı biçimdedir.<br />
Recez - . . - / - . . - / - . . - / - . . -<br />
Nûş-ı mey-i vasl olamaz cân 35<br />
kebâb olmayıcak<br />
Âh u fiğan mutrib olup sîne rebâb olmayıcak<br />
(G. 60/1)<br />
(G. 154/1)<br />
Zemîn (K. 7/47, G. 212/9, G. 253/7), ârifîn (K. 8/22), ziyân (G. 33/2), yârân<br />
(G. 42/7), (G. 243/4), şebân (G. 62/3), hân-kah (G. 96/5, T. 9/5), pür-kîn (G. 106/1),<br />
rengîn (G. 106/1), müşgîn (G. 106/2), Çîn (G. 106/3), miskîn (G. 106/4), la‘lîn (K.<br />
3/6), G. 106/5), (L. 33/5), istihsân (G. 109/5), cüvânân (G. 118/2), cevlân (G.<br />
131/5), hod-bîn (G. 89/3, G. 147/3), kurbângâh (G. 155/1), ‘irfân (G. 161/1), (L.<br />
3/7), (T. 13/6) dırahşân (G. 161/2), Bedahşân (G. 161/3), tâbân (G. 161/4), fettân<br />
(G. 161/5), ân (G. 162/1), (G. 242/2), revân (G. 162/1), cinân (G. 162/2), nüktedân<br />
(G. 162/3), ‘âşıkân (G. 162/4), nihân (G. 162/5), erğavân (G. 162/6), resân (G.<br />
162/7), Hemîn (G. 233/3), pûyân (G. 243/1), insân (G. 243/2), şâyân (G. 243/3),<br />
ihvân (G. 243/5), cânân (G. 243/6), gûyân (G. 243/7), hicrân (G. 246/4), (Metâli‘ 2),<br />
şîrînkâr (L. 1/8), yakîn (L. 8/10), pûşân (L. 24/2), nûşân (L. 33/5), zerrîn (L. 33/5),<br />
(T. 11/3), perîşân (T. 5/1), bostân (T. 22/2), dîvân (T. 27/8), dîn (T. 30/3), efzûn<br />
(Mus. 3-II/2), lem‘ân (Mus. 5-III/4), dendân (Mus. 10-V/2), hazîn (Muam. 32).<br />
(1) Türkçe Sözcüklerde Med<br />
<strong>Vahyî</strong>’nin kimi Türkçe sözcüklerde med yaptığı da vakidir. Bu sözcüklerin<br />
yapısı incelendiğinde uzatma yapılan hecelerin gerçekte birincil uzun ünlülü olduğu<br />
anlaşılmaktadır; bu durum hecelerdeki medlerin tabiî olduğunu gösterir.<br />
35<br />
(G. 161/1), (G. 210/9).<br />
70
Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />
Cânib-i zî ’l-minenden ehl-i dile<br />
Bî-gümân armağandur hâmem<br />
(K. 10/12)<br />
Beyitte geçen armağan sözcüğünün son hecesi medlidir; bu hece, gerçekte de<br />
uzun ünlülüdür, krş. DLT (Oğuz) armağân ~ yarmağân “armağan, hediye”.<br />
Sözcüğün İran dillerinden bir alıntı olduğu yolunda görüşler de vardır. 36<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Hemîşe Mânî-i dil <strong>ve</strong>rd-i al nakş eyler<br />
Ümîd-i bûs u hayâl-i <strong>ve</strong>fâ kalem kâğaz<br />
Münserih - . . - / - . - / - . . - / - . -<br />
Tâbiş-i sahbâ ile al ruhuŋ güllenür<br />
Her ‘arakı rûyuŋuŋ câm-ı dile müllenür<br />
Münserih - . . - / - . - / - . . - / - . -<br />
Şol kadar âlûdedür hûn ile tîr-i müjeŋ<br />
Dîde-i ‘âşık-küşüŋ al karanfüllenür<br />
(G. 39/2)<br />
(G. 103/1)<br />
(G. 103/3)<br />
Beyitlerde geçen al sözcüğü medlidir, sözcük gerçekte de uzun ünlülüdür;<br />
krş. DLT âl “turuncu renkli ipek kumaş, turuncu”, Türkm. âl “al, kırmızı”, Yak.,<br />
Hak. âlay ay. < âl-ay, Özb. (Har.) âl “al, kırmızı”. 37<br />
36<br />
37<br />
Sir Gerard Clauson, An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth-Century Turkish,<br />
London, Oxford Uni<strong>ve</strong>rsity Press, 1972, s. 232 a ; Semih Tezcan, “Additional Iranian<br />
Loanwords in Early Türkic Languages”, Türk Dilleri Araştırmaları, S. 7, 1997, s. 159.<br />
Talat Tekin, Türk Dillerinde Birincil Uzun Ünlüler, Ankara, Simurg Yayınları, 1995, s.<br />
100, 65, 51.<br />
71
Hafîf . . - - / . - . - / . . -<br />
Bir gice sâkin olan anda <strong>ve</strong>lî<br />
Sağ çıkmaz sabâha gör keseli<br />
(L. 12/6)<br />
Medli olan sağ sözcüğü gerçekte birincil uzun ünlülüdür, krş. DLT sâğ “sağ,<br />
sağlam, iyi”, Çuv. sıvĭ ay. < *sâğ. 38<br />
Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />
İder talan her dem zevk ü şevk ü sabr u ârâmı<br />
Mahabbet nâr-ı mihnet derd-i hasret mâtem-i fürkat<br />
(G. 17/2)<br />
İkinci hecesi medli olan talan sözcüğünün kök hece ünlüsü, gerçekte, birincil<br />
uzun /a/ iledir; krş. Türkm. tâla- “talan etmek, yağmalamak”; bir de krş. Mo. tâlâ-<br />
ay. < *tâla-. 39<br />
Sözcükte, meddin ikinci hecede yapılmış olması ilginç görünüyor. Bu<br />
durumun, ancak, Farsçaya da talân 40<br />
ödünçlenmesiyle açıklanabileceği kanısındayım.<br />
B. Kafiye 41<br />
biçiminde geçen sözcüğün geri<br />
Kâfiye, Mu‘allim Nâcî’ye göre, hem söz hem anlam yahut yalnız söz <strong>ve</strong>ya<br />
yalnız anlam itibarıyla farklı oldukları hâlde dizelerin ya da beyitlerin sonlarında<br />
<strong>ve</strong>ya bunların sonları kabul edilen yerlerde yinelenen şeylerin toplamıdır. 42<br />
38<br />
39<br />
40<br />
41<br />
42<br />
Tekin, age., s. 102, 156.<br />
Tekin, Türk Dillerinde Birincil Uzun Ünlüler, s. 169.<br />
Gerhard Doerfer, Türkische und mongolische Elemente im neupersischen, C. II,<br />
Wiesbaden, 1967, s. 544.<br />
Kafiye konusunda şu çalışmalardan yararlanılmıştır: Muallim Naci, Edebiyat Terimleri<br />
Istılâhât-ı Edebiyye, İlâ<strong>ve</strong>lerle Neşre Hazırlayan: Doç. Dr. M. A. Yekta Saraç, İstanbul,<br />
Risale Yayınları, 1996, s. 72-107.; M. A. Yekta Saraç, Mustafa Çiçekler,<br />
“Kemalpaşazâde’nin Kâfiye Risâlesi”, Türk Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Dergisi, C. XXVIII, İstanbul<br />
Üni<strong>ve</strong>rsitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1998, s. 445-477.<br />
Naci, a.g.e, s. 72.<br />
72
Yaygın olan görüşe göre kafiye harfleri dokuzdur. Revî, kafiyenin son asıl<br />
harfi olan <strong>ve</strong>ya son asıl harf olmamakla birlikte öyle kabul edilen harftir. Kafiyenin<br />
öbür harfleri revîye göredir. Bunlardan te’sîs, dahîl, ridf <strong>ve</strong> kayd revîden önce; vasl,<br />
hurûc, mezîd, nâire de revîden sonra gelir.<br />
Dîvân’daki gazellerin, dizelerdeki en son harfe göre dağılımı şöyledir:<br />
elif 8 bâ 6<br />
te 6 se 2<br />
cim 3 hâ 3<br />
hı 2 dal 8<br />
zel 3 rı 65<br />
ze 17 sin 3<br />
şın 12 sad 2<br />
zad 2 tı 3<br />
zı 2 ‘ayn 3<br />
ğayn 2 fe 2<br />
kaf 4 kef 16<br />
lam 4 mim 19<br />
nun 23 vav 4<br />
he 26 ye 12<br />
Yukarıdaki <strong>ve</strong>rilerden anlaşıldığına göre <strong>Vahyî</strong>, lâmelif dışında Arap<br />
elifbasının bütün harflerinde, en çok da öbür divan şairlerinde olduğu gibi /r/<br />
73
harfinde, gazel yazmıştır. Gazellerin yaklaşık dörtte biri /r/ harfiyledir; bunda<br />
bildirme <strong>ve</strong> geniş zaman eklerinin etkisi olduğu düşünülebilir.<br />
1. Kafiye Çeşitleri<br />
Dîvân’daki 262 gazelin 2’si müesses, 4’ü mukayyed, 166’sı mürdef, 33’ü<br />
basit kâfiye-i lâzime, 57’si mürekkep kâfiye-i lâzimedir.<br />
Mürdef kâfiye: Revîden önce illet harflerinden /elif, vav, ye/ den birisinin, revî<br />
ile aralarında harekeli bir harf bulunmamak kaydıyla kafiyelerde yinelenmesidir.<br />
Olmaz göŋül o zülf-i dil-ârâmdan cüdâ<br />
Bir turfe murğdur olamaz dâmdan cüdâ<br />
Cüvânan bezl-i nakd-i cevr ile meşhûrlardur hep<br />
Velî deryûzekârân-ı cefâ ma‘zûrlardur hep<br />
Olupdur zevk ü şâdî ğam-ı hecrüŋle ber-bâd<br />
Nigâh-ı merhametle yeŋiden eyle âbâd<br />
Hâlüŋ şikenc-i turrede çün-kim bedîd olur<br />
Sayyâd-ı âhuvân-ı Hotan dâm-çîd olur<br />
(G. 3/1)<br />
(G. 14/1)<br />
(G. 31/1)<br />
(G. 79/1)<br />
Müesses kâfiye: Bütün beyitlerinde te’sîs (revî ile aralarında harekeli bir harf<br />
bulunan elif)e uyan kafiyelerdir. Tesis ile revî arasındaki harekeli harfin aynı cinsten<br />
olması şart değildir.<br />
Ağyâra lutfa keyf oldı bâ‘is<br />
Hakkâ ki oldur ümmü ’l-habâ’is<br />
(G. 21/1)<br />
74
Lutfuŋa cân-ı belâ-dîdeyi nâ’il görsem<br />
Vasluŋa bu dil-i şûrîdeyi vâsil görsem<br />
(G. 183/1)<br />
Mukayyed kâfiye: Revîden önce gelen -ridf harfleri /elif, vav, ye/ dışında-<br />
sakin harflerin bir cinsten olmak üzere bir manzumenin bütün beyitlerinde<br />
yinelendiği kafiyelerdir.<br />
2. Kafiye Kusurları<br />
O meh kim çihre-i hûy-kerdesin evreng göstermiş<br />
Mey-i gül-fâm ile ruhsârını yek-reng göstermiş<br />
Gülşen-i meyl-i ruhında bitmedi <strong>ve</strong>rd-i ferâğ<br />
Rû-nümûd olmadı hergiz lâle-i zerd-i ferâğ<br />
Ey nigâh-ı hışmı ‘uşşâk-ı figâra zehr-i ‘ışk<br />
V’ey dehân-ı hande-rîzi hurde-i pâ-zehr-i ‘ışk<br />
Çü ğamzeŋ nûş-ı câm-ı bâde-i şî<strong>ve</strong>yle mest oldı<br />
Nigâh-ı ‘iş<strong>ve</strong> çü müjgân-ıla hancer be-dest oldı<br />
(G. 135/1)<br />
(G. 150/1)<br />
(G. 157/1)<br />
(G. 250/1)<br />
İkvâ: Tevcîhin kafiyelerde farklı olmasıdır. Tevcîh, te’sîs harfi bulunmayan<br />
kafiyelerde -bir kayda bağlı olmaksızın- revîden önceki harfin harekesidir. Revî,<br />
harekeli olduğu zaman bu kusuru hoş görenler varsa da Mu‘allim Nâcî’ye göre<br />
yapılmaması gerekir.<br />
... Beg- ... berg- ... eg- ... deg- ... seg- ... Beg (T. 17): Burada tevcîhin<br />
yinelenmemesinden dolayı kafiye kusuru bulunmaktadır. Revîden /g/ önündeki<br />
harflerin harekesi fetha iken ikincisinde revîden önceki harf sakindir. Burada aynı<br />
zamanda Beg sözcüğünün yinelenmesi sebebiyle îtâ-yı celî vardır.<br />
75
... dir imiş- ... ister imiş (Muam. 7): Revîden önceki harfin harekesi birinde<br />
fetha, öbüründe kesredir.<br />
... zâlim güstâh- ... fa‘‘âlüm güstâh- ... hâlüm güstâh (R. 2-VIII/1-2): İkinci <strong>ve</strong><br />
üçüncü örneklerdeki /m/ ler tekellüfle revî kabul edildiğinde, birincisinde revîden<br />
önceki harfin harekesi kesre, öbürlerinin ötredir.<br />
Îtâ: Kafiyenin, aynı anlamda bir kez daha yinelenmesidir. Şairlerin matla‘<br />
beytinin birinci <strong>ve</strong>ya ikinci dizesini, matla‘ dışında her hangi bir beyitte yinelemeleri<br />
demek olan redd-i matla‘ da bu kusura girmektedir. Ancak, redd-i matla‘nın bir<br />
kusur sayılmaması, yinelenen dizenin berceste olması şartına bağlıdır.<br />
(G. 43), (G. 48), (G. 71), (G. 77), (G. 112), (G. 156), (G. 164), (G. 174)’te<br />
redd-i matla‘ yapılmıştır.<br />
a) Îtâ-yı celî: Tekrarı açık olan îtâ.<br />
... kemterîn-i yârümdür- ... visâl-i yârümdür (K. 33/15-16); ... lutf u nevâldür-<br />
... ‘atâ vü nevâldür (K. 35/2, 14): Böyle uzun manzumelerde yinelenen kafiyeler<br />
arasında yedi beyit olması şartı aranmaktadır. Buradaki durum Mu‘allim Nâcî’ye<br />
göre kusur değildir.<br />
... bile- ... ile- ... dile- ... sile- ... bile (T. 24/1-5): bile sözcüğü<br />
yinelenmektedir.<br />
... ‘iş<strong>ve</strong>-nigâha yüz sürer- ... ‘ışk-nigâha yüz sürer (G. 62/2, 4).<br />
b) Îtâ-yı hafî: Tekrarı pek açık olmayan îtâ.<br />
... ey şehenşâh- ... sad âh (K. 2/56); ... çâr-yâr eyler- ... yâr eyler (K. 6/24-25);<br />
... genc-i nihân-ı ‘âlemdür- ... hüsn ü ân-ı ‘âlemdür (K. 7/10-11); ... zemîndür- ...<br />
berîndür- ... ‘îndür- ... nişîndür (K. 8/4-7); ... âh u zâr oldı- ... hezâr oldı, ... iftihâr<br />
oldı- ... ‘âr oldı (K. 12/12-13, 15-16); ... dîde nemdür yâ Resûla ’llâh- ...<br />
muğtenemdür yâ Resûla ’llâh (K. 14/2-3); ... mukaşşer bâdâm- ... girih-gîrini dâm<br />
(K. 22/7-8).<br />
76
... kurbân eyledi- ... çırâğân eyledi- ... ân eyledi- ... gerdân eyledi- ... şâdân<br />
eyledi (K. 25/8-12):<br />
Bu biçimde, şairler arasında yaygın olduğu üzere gerek çokluk edatı, gerek<br />
sıfatımüşebbehe alâmeti olan “elif nun”un bulunduğu kafiyelere şâygân kafiye de<br />
denir. 43<br />
Mu‘allim Nâcî ise, bu terimin yalnızca bu özellik için değil, mutlak olarak<br />
îtâ-yı celî bulunduran kafiyeler için de ad olduğunu ifade eder. 44<br />
... ‘ilm ü ‘amel perr ü bâldür- ... zehre-güdâz-ı cibâldür (K. 35/19-20); ... dil-<br />
ber olan nâza nâz ider- ... nağme-i şeh-nâza nâz ider (G. 51/3, 5); ... dil-i harâbdadur-<br />
... ki âbdadur (G. 68/1); ... nem gösterür- ... şeb-nem gösterür (G. 105/1); ... hem-râz<br />
götürmez- ... ibrâz götürmez (G. 115/1); ... âh iderüz- ... siyâh iderüz (G. 120/1); ...<br />
kebûdı âteş- ... bûdı âteş (G. 126/1, 5); ... ibrâza sığmamış- ... râza sığmamış (G.<br />
127/1); ... tâb göstermiş- ... kitâb göstermiş (G. 133/1); ... anı sanma hat- ... ‘âşıkânı<br />
sanma hat (G. 142/1); ... ‘itâbdan mahzûz- ... âbdan mahzûz (G. 145/6-7); ... baht-ı<br />
siyâh-ı ‘âşık- ... te’sîr-i âh-ı ‘âşık (G. 155/4-5); ... ândur ‘arakuŋ- ... revândur ‘arakuŋ<br />
(G. 162/1); ... ân olur ‘arakuŋ- ... cinân olur ‘arakuŋ (G. 163/6-7); ... hışm u ‘itâb<br />
olan- ... âb u tâb olan (G. 197/5-6); ... nâ-yâb gelsün çeşmüŋe- ... hûn-âb gelsün<br />
çeşmüŋe- ... âb gelsün çeşmüŋe (G. 238/1-5); ... vücûdını ânuŋ- ... kalb-i dânânuŋ (T.<br />
2/2-3); ... sad âh- ... nâ-gâh (T. 6/1-2); ... şeb-bû vücûd- ... ihsân u cûd (T. 17/1-2); ...<br />
mecâz oldığuma- ... âz oldığuma- ... güdâz oldığuma (Mus. 10-VII/3-5); ... hayran- ...<br />
an (L. 10/1); ... ismi- ... cismi (L. 14/4-5); ... başından- ... aşından (L. 17/4); ... ter- ...<br />
nişter (L. 23/2); ... ol- ... yol (L. 30-7); ... merd ü zen- ... her düzen (L. 32/1).<br />
Revîde tekellüf: Revînin sözcük sonunda <strong>ve</strong>ya ortasında tekellüfle son gerçek<br />
harf yerine geçmesi:<br />
... görenler- ... dil-ber (K. 2/13): görenlerde çokluk ekindeki /r/ sözcüğün<br />
gerçek harfi olmasa da revî olarak kabul edilmiştir.<br />
43<br />
44<br />
Tâhirü ’l-Mevlevî, Edebiyat Lûğatı, s. 138.<br />
Naci, Edebiyat Terimleri Istılâhât-ı Edebiyye, s. 95.<br />
77
... eyler- ... dil-ber (K. 2/19): eylerdeki /r/ sözcüğün gerçek harfi olmasa da<br />
revî olarak kabul edilmiştir.<br />
... sâde gerekdür- ... meyâsâ da gerekdür- ... semen-sâ da gerekdür- ... üftâde<br />
gerekdür- ... bâde gerekdür- ... âmâde gerekdür (G. 92/1-5): meyâsâ da <strong>ve</strong> semen-sâ<br />
da örneklerinde /da/ bağlaçtır, tekellüfle revîdir.<br />
... sitemger dâğ-ber-dildür- ... mahşer dâğ-ber-dildür- ... ter dâğ-ber-dildür- ...<br />
‘anber dâğ-ber-dildür- ... dil-ber dâğ-ber-dildür- ... suhan<strong>ve</strong>r dâğ-ber-dildür- ... en<strong>ve</strong>r<br />
dâğ-ber-dildür- ... kîne<strong>ve</strong>rler dâğ-ber-dildür (G. 93/1-8): kîne<strong>ve</strong>rlerde çokluk<br />
ekindeki /r/ tekellüfle revîdir.<br />
... terden ‘ibâretdür- ... mu‘anberden ‘ibâretdür- ... hancerden ‘ibâretdür- ...<br />
şeylerden ‘ibâretdür- ... per<strong>ve</strong>rden ‘ibâretdür (G. 100/1-5): Aynı biçimdedir.<br />
... şâhâne gösterür- ... dîvâne gösterür- ... tâbâne gösterür- ... dâne gösterür- ...<br />
mey-hâne gösterür- ... ‘ummâne gösterür- ... bî-gâne gösterür- ... Mevlâ ne gösterür-<br />
... yârâne gösterür (G. 104/1-9): tâbâne, ‘ummâne, Mevlâ ne, yârâne sözcüklerindeki<br />
/h/ ünsüzü tekellüfle revîdir.<br />
... Kevser henûz- ... hâkister henûz- ... şeh-per henûz- ... dil-ber henûz- ...<br />
eyler henûz- ... hancer henûz- ... per<strong>ve</strong>r henûz (G. 119/1-7): eylerdeki /r/ ünsüzü<br />
tekellüfle revîdir.<br />
... bî-dillere mahsûs- ... ‘anbere mahsûs- ... İskendere mahsûs- ... ahtere<br />
mahsûs- ... per<strong>ve</strong>re mahsûs (G. 139/1-5): dillere aynı biçimdedir.<br />
... terin gören- ... hancerin gören- ... -â<strong>ve</strong>rin gören- ... kâküllerin gören- ...<br />
sâğerin gören- ... -peykerin gören- ... -per<strong>ve</strong>rin gören (G. 209/1-7): kâküllerin aynı<br />
biçimdedir.<br />
... güller açıldı- ... nîlûfer açıldı- ... gevher açıldı- ... ter açıldı- ... -â<strong>ve</strong>r açıldı<br />
(G. 249/1-5): güller aynı biçimdedir.<br />
78
... yerümüz- ... -per<strong>ve</strong>rümüz- ... yerümüz- ... hâkisterümüz- ... gözlerümüz<br />
(Mus. 10-VI/1-5): gözlerümüz aynı biçimdedir. Burada aynı zamanda yerümüz<br />
sözcüğünün yinelenmesiyle îtâ-yı celî de vardır.<br />
79
C. Redif<br />
Dizelerin <strong>ve</strong>ya beyitlerin sonlarında revîden sonra aynı biçimde yinelenen ek,<br />
ek + sözcük <strong>ve</strong>ya söz öbeği yahut yalnızca sözcük <strong>ve</strong>ya söz öbeğidir. Bu biçimdeki<br />
redifler, gazeller taranarak aşağıya çıkarılmıştır:<br />
1. Ek Hâlindeki Redifler<br />
-da: G. 225. -e: G. 240.<br />
-dadur: G. 68. -inden: G. 207.<br />
-desüŋ: G. 171. -lenür: G. 103.<br />
-dur: G. 67, G. 69, G. 70, G. 75. -mıdur: G. 71.<br />
-dür: G. 86, G. 88, G. 98. -üŋdür: G. 97<br />
2. Ek + Sözcük <strong>ve</strong>ya Söz Öbeği Hâlindeki Redifler<br />
-a ‘âşıkdur: G. 72. -ı bilen bilür: G. 102.<br />
-a bakmasa: G. 258. -ı dil: G. 175.<br />
-a bakmazuz: G. 117. -ı emel: G. 174.<br />
-a başlayalum: G. 189. -ı ferah: G. 26, G. 27.<br />
-a beŋzetdüm sanur: G. 83. -ı ğamze: G. 245.<br />
-a çıkar: G. 44. -ı görenler: G. 54.<br />
-a degişmem: G. 180. -ı hem nâzük: G. 158.<br />
-a getürdüm: G. 193. -ı lutf-ı cânan: G. 199.<br />
-a iltifât eyler: G. 61. -ı lutf-ı yâr: G. 48.<br />
-a itme ‘arz: G. 141. -ı nâz: G. 110.<br />
-a kapıldum: G. 186. -ı sanma hat: G. 142.<br />
-a koyan: G. 203. -ı tebessüm: G. 196.<br />
-a nâz ider: G. 51. -ı tesellâ: G. 6.<br />
-a ne minnet: G. 18. -ı unutdum: G. 188.<br />
-a sadef: G. 153. -ın alur: G. 82.<br />
-a sığmamış: G. 127. -ın aŋsam: G. 178.<br />
-a yazdılar: G. 45. -ın getürür: G. 106.<br />
80
-a yüz sürer: G. 62. -ına bâ‘is: G. 22.<br />
-a yüz sürmiş: G. 136. -ına degmez: G. 112.<br />
-dan bilürüz: G. 262. -ını görsem: G. 182.<br />
-dan cüdâ: G. 3. -i ‘îd: G. 35.<br />
-dan dûruz: G. 116. -i ‘ışk: G. 157.<br />
-dan el çekdüm: G. 192. -i bütan: G. 202.<br />
-dan fâriğ: G. 151. -i cânan: G. 200.<br />
-dan feryâd: G. 33. -i ferâğ: G. 150.<br />
-dan itmez mi haz: G. 146. -i fürkat: G. 17.<br />
-dan mahzûz: G. 145. -i fürkatüŋ: G. 173.<br />
-den ‘ibâretdür: G. 100. -i hurşîd: G. 37.<br />
-den ğaraz: G. 140. -i kalem: G. 179.<br />
-dur ‘arakuŋ: G. 162. -i neşât: G. 144.<br />
-dur ‘izâruŋ: G. 164. -i şî<strong>ve</strong>: G. 242.<br />
-dur dilde: G. 233. -i ümmîd: G. 36.<br />
-dur ğamzeŋ: G. 160. -in gören: G. 209.<br />
-dur gözlerüŋ: G. 170. -inden bellidür: G. 89.<br />
-dur hancerüŋ: G. 168. -lardur hep: G. 14.<br />
-dur kâkülüŋ: G. 165. -ları gelmezse gelmesün: G. 218.<br />
-dur kaplıca: G. 223. -ler gibi: G. 253.<br />
-dur leblerüŋ: G. 169. -lik budur: G. 77.<br />
-dur ruhuŋ: G. 161. -sı ile: G. 234.<br />
-dür benüm: G. 195. -um aldurdum: G. 187.<br />
-dür dirler: G. 57. -um benüm: G. 194.<br />
-dür fakat: G. 143. -um disem: G. 181.<br />
-dür fikr-i zülf-i dil-rubâ: G. 2. -umuz İlâhî: G. 260.<br />
-e düşdi: G. 254. -uŋ ikisi: G. 257.<br />
-e düşmiş: G. 137. -uŋam senüŋ: G. 166.<br />
-e hancerüŋ: G. 167. -üŋ kimdür: G. 95.<br />
-e mahsûs: G. 139. -ya ‘ilâc: G. 24.<br />
-e sarılmış: G. 129. -ya çekmez ihtiyâc: G. 25.<br />
-e tâze: G. 244. -ya düşdi dil: G. 176.<br />
81
-ı ‘îd: G. 34. -ya el-<strong>ve</strong>dâ‘: G. 147.<br />
-ı ‘âşık: G. 155. -ya münâsib: G. 13.<br />
-ı ‘ışk: G. 156. -ya sâlihdür: G. 87.<br />
-ı ârzû: G. 221, G. 222. -ya virilmiş: G. 132.<br />
-ı âteş: G. 126. -ya virmez: G. 114.<br />
-ı baht: G. 19. -yı bütan: G. 201.<br />
-ı biledür: G. 85. -yı salındurmaz: G. 109.<br />
3. Sözcük <strong>ve</strong>ya Söz Öbeği Hâlindeki Redifler<br />
‘îde: G. 232. itmekdedür: G. 84.<br />
açıldı: G. 249. kadeh: G. 28.<br />
açılmadı: G. 247. kâğaz: G. 39, G. 40.<br />
âlûd: G. 38. Kâğıd-hâneye: G. 243.<br />
artar: G. 46, G. 47. kah<strong>ve</strong>: G. 241.<br />
âşnâ: G. 7, G. 8. kanda sen kanda: G. 259.<br />
ayak basmış: G. 131. koma: G. 228.<br />
bî-kıyâs: G. 123. komış: G. 130.<br />
bilür: G. 101. lezîz: G. 41.<br />
bir midür: G. 90. mâni‘: G. 148.<br />
bulmadum: G. 185. mir’ât: G. 16.<br />
dâğ-ber-dildür: G. 93. mu‘tâd: G. 32.<br />
degül: G. 177. nâ-peydâ: G. 4.<br />
degüldür: G. 94. nâ-puhte: G. 239.<br />
dirler: G. 56. ola: G. 226, G. 227.<br />
dizdiler: G. 53. olan: G. 197.<br />
düşmendür: G. 96. olaydı: G. 251.<br />
el-aman: G. 198. oldı bezmümüz: G. 118.<br />
eyledük bu şeb: G. 12. oldı: G. 250.<br />
eyledüm: G. 191. oldığum kaldı: G. 248.<br />
eylerüz: G. 122. olmak ister: G. 64.<br />
hased eyler: G. 58. olmasa: G. 229.<br />
82
gelmez misüŋ: G. 172. olmasun n’olsun: G. 214.<br />
gelsün çeşmüŋe: G. 238. olmayıcak: G. 154.<br />
gerekdür: G. 92. olmaz mı sürh: G. 30.<br />
hisârdur: G. 76. olmaz: G. 107, G. 108.<br />
görinmez: G. 113. olmazsa olmasun: G. 212.<br />
görsem: G. 183. olsa da: G. 224.<br />
göster: G. 66. olsun olmasun: G. 213.<br />
göstermiş: G. 133, G. 134, G. 135. olsun: G. 216.<br />
gösterür: G. 104, G. 105. olup gider: G. 50.<br />
götürmez: G. 115. olur ‘arakuŋ: G. 163.<br />
halâs: G. 138. olur güstâh: G. 29.<br />
hancerini: G. 256. olur peydâ: G. 5.<br />
henûz: G. 119. olur: G. 79, G. 80.<br />
iden: G. 204, G. 205, G. 206. per<strong>ve</strong>rdür: G. 99.<br />
ider meh-tâb: G. 11. reşk eyler: G. 59, G. 60.<br />
iderüz: G. 120, G. 121. senüŋ olsun: G. 217.<br />
iktisâb: G. 10. söyleşdiler: G. 52.<br />
ile açılur: G. 78. su: G. 220.<br />
ile olsun: G. 215. sultânum: G. 190.<br />
ile yek-reng olur: G. 81. şöyl’itdi: G. 255.<br />
intizâr: G. 49. teşyî‘: G. 149.<br />
istemez: G. 111. üstine: G. 237.<br />
ister: G. 63, G. 65. vaktidür: G. 91.<br />
isterseŋ: G. 159. var iken: G. 208.<br />
isteyen: G. 210. ya‘nî âh: G. 246.<br />
itdigüm yokdur: G. 73. yerine: G. 236.<br />
itdük sahn-ı Kâğıd-hânede: G. 231. yokdur: G. 74.<br />
itme: G. 235. zer ü sîm: G. 184.<br />
itmek nice: G. 230. zerrînler: G. 55.<br />
83
<strong>Vahyî</strong>, 262 gazelden, ek hâlinde 16, ek+ sözcük <strong>ve</strong>ya söz öbeği hâlinde 113, sözcük<br />
<strong>ve</strong>ya söz öbeği hâlinde 117 olmak üzere 247 gazelde redif kullanmıştır. Rediflerin<br />
yaklaşık yarısı Türkçedir.<br />
84
Ç. Nazım Biçimleri<br />
1. Kaside<br />
Kasîde ‘niyet etmek, yaklaşmak’ anlamındaki kasada kökünden gelen Arapça<br />
bir sözcüktür. Bir kişiyi övmek <strong>ve</strong> çoklukla karşılığında yardım istemek için yazılan<br />
şiirlere denir. Arap edebiyatında doğmuş <strong>ve</strong> İran’da bazı değişikliklere uğrayarak<br />
gelişmiş, oradan da Türk edebiyatına girmiştir.<br />
Kaside, sınırları kesin olmamakla birlikte 9 beyitten 100 beyte kadar, aynı<br />
aruz kalıbıyla yazılmış <strong>ve</strong> gazel gibi aa ba ca... biçiminde kafiyelenen bir nazım<br />
biçimidir. Dîvân’da 36 kaside bulunmaktadır. Bunların yazılış sebepleri <strong>ve</strong> öbür<br />
özellikleri şöyledir:<br />
01. (K. 1): Münâcât türünde eyle yâ Rab redifli 16 beyitlik bir kasidedir.<br />
Kasidenin bütünü Allah’a yakarışla geçmektedir.<br />
02. (K. 3): Der Na‘t-i Şerîf-i Nebî ‘Aleyhi ’s-Selâm başlıklı 43 beyitlik<br />
na‘t türünde yazılmış bir kasidedir. Şair, kasidenin büyük bir bölümünü kendisini<br />
övmeğe ayırmıştır. Hz. Peygamber, Tâc-ı şeref ü hulle-i makbûlî-i Mevlâ, fâris-i<br />
sahrâ-yı tedellâ, Menşûr-ı belîği be-hat-ı kâzî-i kudret gibi sıfatlarla anılmaktadır.<br />
03. (K. 4): Na‘t-i Şerîf-i Seyyidü ’l-Kevneyn başlıklı, olur redifli kaside,<br />
100 beyitten oluşmaktadır. Nesîb bölümünde aşktan söz eden şair, klâsik kaside<br />
tarzında pek de görülmedik bir biçimde kendisini övmeğe başlar. ‘Urfî’ye, Sâ’ib’e<br />
meydan okur. 18. beyte kadar kendini ö<strong>ve</strong>r, 23-31. beyitler arası teğazzül bölümüdür.<br />
78. beyite kadar da Hz. Peygamberi ö<strong>ve</strong>r, kalan öbür beyitler du‘â bölümünü<br />
oluşturur. 94. beyit tâç beyittir.<br />
04. (K. 5): Hz. Peygamberin övgüsünde sunulmuş, 71 beyitlik bir<br />
kasidedir. Şair, Hz. Peygamberin kabri üzerine birtakım çağrışımlar geliştirir <strong>ve</strong><br />
Cenâb-ı hazret-i Ahmed resûl-i efdal ü emced, Medâr-ı devlet-i sermed şeh-i milk-i<br />
siyâdet, Habîb-i ekrem-i hazret edîb-i mekteb-i hikmet, Tabîb-i ‘illet-i kürbet devâ-yı<br />
85
derd-i zillet gibi nitelemelerle onu ö<strong>ve</strong>r. Bu övgüler 69. beyte kadar sürer, ondan<br />
sonra du‘â bölümü gelir. Şairin mahlâsı 48. beyitte geçmektedir.<br />
05. (K. 6): Hz. Peygamberin övgüsünde sunulmuş, eyler redifli 35 beyitlik<br />
bir kasidedir. Teşbîb bölümünden sonra şair, kendisini övmeğe başlar. 17-21. beyitler<br />
teğazzül bölümünü oluşturur. 25. beyitle birlikte Hz. Peygamberin övgüsüne geçen<br />
şair, 34. beyitte mahlâsını kullanmıştır. Son beyit du‘â beytidir.<br />
06. (K. 7): Hz. Peygamberin övgüsünde sunulmuş, ‘âlemdür redifli 107<br />
beyitlik bir kasidedir. Nef‘î’nin sözüm redifli şiirini andıran bu kasidede şair, şiire<br />
kendisini övmekle başlar, 17-23. beyitler teğazzül bölümünü oluşturur. 30. beyte<br />
kadar fahriye sürer, Meh-i sipihr-i kerem âftâb-ı evc-i himem, Nesîm-i lutfı dem-â-<br />
dem <strong>ve</strong>zân-ı ‘âlem, Refîk-i nâle-keşan dest-gîr-i mazlûman, Şefîk-i haste-dilan<br />
mihrbân-ı ‘âlem gibi nitelemelerle Hz. Peygamberin övgüsü 72. beyte kadar devam<br />
eder. Du‘â bölümünün ardından 83. beyitte şairin mahlâsı geçmektedir.<br />
07. (K. 8): Der-Na‘t-i Şerîf-i Mefhar-i Mevcûdât ‘Aleyhi Efdali ’t-<br />
Tahiyyât başlıklı 60 beyitlik bir kasidedir. Hz. Peygamber, Şâh-ı rusül güzîde-i gül<br />
hâdî-i sübül, Sultân-ı ‘âşıkîn ü ser-i ‘ârifîn, Mağbût-ı ev<strong>ve</strong>lîn ü şeref-bahş-ı âhirin,<br />
Mi‘mâr-ı dîn ü hâtime-i mürselîn vb. nitelemelerle övülür. 48. beyitte şairin mahlâsı<br />
geçmektedir. 58-60. beyitler du‘â bölümüdür.<br />
08. (K. 9): Hz. Peygamberin övgüsünde sunulmuş, 82 beyitlik bir<br />
kasidedir. Aşkın anlatıldığı nesîb bölümünden sonra 15-21. beyitler arası teğazzül<br />
gelir. Şair, 49. beyte kadar kendisini ö<strong>ve</strong>r, ardından Hz. Peygamberin övgüsüne<br />
geçer. 68. beyit tâç beyittir. Kaside du‘â bölümü ile son bulur.<br />
09. (K. 10): Der-Na‘t-i Resûl-i Emced Hazret-i Muhammed Salla ’llâhu<br />
‘Aleyhi <strong>ve</strong> Sellem başlıklı hâmem redifli 40 beyitlik bir kasidedir. Hz. Peygamberin<br />
övgüsüne yazılmış bir kaside olmasına karşın büsbütün fahriye niteliğinde ele<br />
alınmıştır. 32. beyitte mahlâs geçmektedir.<br />
10. (K. 11): Hz. Peygamberin övgüsünde sunulmuş, 49 beyitlik bir<br />
kasidedir. Kalem hakkında çeşitli çağrışımlar geliştiren şair, kendisini övmeğe başlar.<br />
86
20-26. beyitler kasidenin teğazzül bölümüdür. 45. beyitte mahlâs geçmektedir.<br />
Kaside du‘â bölümü ile son bulur.<br />
11. (K. 12): Der-Na‘t-i Şerîf-i Nebiyy-i Muhtâr ‘Aleyhi Salavâtü ’llâhi ’l-<br />
Kerîmi ’l-Gaffâr başlıklı oldı redifli 63 beyitlik bir kasidedir. 19-23. beyitler arası<br />
teğazzüldür. Hz. Peygamber, O feyz-mâye kerem-kârgâh hoş-güher, Yegâne h v âce-i<br />
bâzâr-ı ıstıfâ, gibi nitelemelerle övülür. Ardından dört halifenin övgüsüne<br />
geçilmiştir. 55. beyitte mahlâs geçmektedir.<br />
12. (K. 13), (K. 14), (K. 15), (K. 16): Yâ Resûla ’llâh redifli kasidelerdir.<br />
13. (K. 17): Yâ Resûla ’llâh meded redifli 6 beyitlik bir kasidedir.<br />
14. (K. 18), (K. 19), (K. 20): Yâ Resûla ’llâh redifli kasidelerdir.<br />
15. (K. 21): 25 beyitlik oldı redifli bir ramazâniyyedir.<br />
16. (K. 22): 20 beyitlik, (K. 23): 11 beyitlik, (K. 24): 19 beyitlik, (K. 25):<br />
13 beyitlik bir ‘îdiyye (K. 26) ise 25 beyitlik musammat bir ‘îdiyyedir.<br />
17. (K. 27): İmâm-ı Sultânî Sâlih Efendinin övgüsünde yazılmış 50<br />
beyitlik bir kasidedir.<br />
18. (K. 28): 15 beyitlik bahâr redifli bir bahâriyyedir.<br />
19. (K. 29): 10 beyitlik, sevgilinin vasfında yazılmış sünbül ü gül redifli<br />
bir kasideciktir.<br />
20. (K. 30): Kâğıd-hâne vasfında sunulmuş, 13 beyitlik bir kasideciktir.<br />
21. (K. 31): 13 beyitlik bir nev-rûziyyedir.<br />
22. (K. 32): 25 beyitlik bir şitâiyyedir.<br />
23. (K. 33): Mevlânâ Fâzıl ‘Abdu ’l-Halîm Efendi övgüsünde sunulmuş,<br />
34 beyitlik bir kasidedir.<br />
87
24. (K. 34): Sadr-a‘zam ‘Alî Paşa <strong>ve</strong> Dâmâd-ı Sultân Ahmed-i Sâlis<br />
övgüsünde sunulmuş, kerem redifli 35 beyitlik bir kasidedir.<br />
25. (K. 35): Şeyhü ’l-İslâm Müftî’ü ’l-Enâm Mahmûd Efendi övgüsünde<br />
sunulmuş 50 beyitlik bir kasidedir.<br />
kasidedir.<br />
26. (K. 36): Sâ‘atçi Paşa Köşki için yazılmış 13 beyitlik musammat bir<br />
27. (K. 37): 15 beyitlik du‘â-nâme tarzında yazılmış bir kasideciktir.<br />
2. Gazel<br />
Gazel, Ar. ‘kadınlarla sevgi üzerine konuşmak, söyleşmek’ demektir. Kafiye<br />
örgüsü aa ba ca ... olan bir nazım biçimidir. Türk edebiyatında çoklukla 4 ilâ 15 beyit<br />
arasında yazılmıştır; fakat buna uymayanları da yok değildir. Dîvân’da beyit<br />
sayılarına göre gazel dağılımı şöyledir:<br />
01. 02 beyitli 4 gazel. 06. 08 beyitli 5 gazel.<br />
02. 03 beyitli 1 gazel. 07. 09 beyitli 12 gazel.<br />
03. 05 beyitli 167 gazel. 08. 10 beyitli 2 gazel.<br />
04. 06 beyitli 6 gazel. 09. 11 beyitli 3 gazel.<br />
05. 07 beyitli 62 gazel. 10. 14 beyitli 2 gazel.<br />
<strong>Vahyî</strong>, en çok 5 beyit, ardından 7 beyitli gazeli yeğlemiştir.<br />
G. 43, G. 48, G. 71, G. 77, G. 112, G. 156, G. 164 <strong>ve</strong> G. 174. gazellerde redd-<br />
i matla‘ yapılmıştır. 80 <strong>ve</strong> 215. gazelde ikinci matla‘ kullanılmıştır. Böyle gazellere<br />
zü ’l-metâli‘ denir. 45<br />
162 <strong>ve</strong> 215. gazellerde mahlâs yoktur. 13. gazelde mahlâs iki<br />
kere geçmektedir. Ayrıca 187 <strong>ve</strong> 201. gazeller musammat biçimde yazılmıştır. 226.<br />
gazel noktasızdır.<br />
45<br />
Prof. Dr. Halûk İpekten, Şeyh Gâlib Hayatı, Edebî Kişiliği <strong>ve</strong> Bazı Şiirlerinin<br />
Açıklamaları, Ankara, Akçağ Yayınları: 131 Kaynak Eserler: 19, 1996, s. 56.<br />
88
Sözcük <strong>ve</strong>ya söz öbeği hâlindeki rediflerin, gazellerde konu bütünlüğünü<br />
sağlayıcı önemli bir etkisi vardır. -dür fikr-i zülf-i dil-rubâ redifli 2. gazel, -ı şarâb<br />
redifli 9. gazel, mir’ât redifli 16. gazel, -i fürkat redifli 17. gazel, kadeh redifli 28.<br />
gazel, ‘îd redifli 34. gazel, itdük sahn-ı Kâğıd-hânede redifli 231. gazel, kah<strong>ve</strong> redifli<br />
241. gazel, Kâğıd-hâneye redifli 243. gazel yek-âhenk niteliğindeki gazellerdendir.<br />
<strong>Vahyî</strong>’nin Dîvân’ında müzeyyel ğazeller <strong>ve</strong> nazîreler de vardır: 75 <strong>ve</strong> 166.<br />
gazeller kaynatası Nazmî’ye, 86. gazel Müftî Mahmûd Efendinin oğlu ‘Abdu’r-rahîm<br />
Efendiye, 109. gazel ise, kime zeyl olduğu belli olmayan müzeyyel gazellerdir. 42.<br />
gazel ‘İlmî’ye, 91. gazel yine kaynatası Nazmî Efendiye, 93. gazel Kâşif’e, 134.<br />
gazel ‘Abdî’ye, 158. gazel Hüsnî’ye, 176. gazel ‘Osmân-zâde Tâ’ib’e, 188, 230 <strong>ve</strong><br />
234. gazeller Antakî-zâde Feyzî Efendiye, 197. gazel Nazîf’e, 255. gazel Şehrî<br />
Çelebiye naziredir.<br />
3. Müstezat<br />
Müstezâd, Arapça ziyâde kökünden ‘arttırılmış, eklenmiş’ anlamlarındadır.<br />
Nazım biçimi olarak gazelden türetilmiş bir biçimdir. Aruzun, bir kayda bağlı<br />
olmamakla birlikte, Mef‘ûlü Mefâ‘îlü Mefâ‘îlü Fe‘ûlün kalıbıyla yazılır <strong>ve</strong> her<br />
dizenin altına Mef‘ûlü Fe‘ûlün parçalarıyla yazılmış kısa bir dize eklenir. Dîvân’da, 6<br />
beyitli 251. gazel müstezâd ğazeldir.<br />
4. Kıt’a<br />
Kıt‘a, beyitlerinin yalnızca ikinci dizeleri birbirleriyle kafiyeli, en az iki<br />
beyitten oluşan bir nazım biçimidir.<br />
Dîvân’da 41 kıt‘a bulunmaktadır. Bunlardan 28’ini tarihler oluşturmaktadır.<br />
Bu 28 tarih, toplam 203 beyittir. İlk tarih kıt’ası musammat biçimdedir. Öbür 13 kıt’a<br />
mukatta‘ât başlığı altındadır. Bunlardan 11 <strong>ve</strong> 12. kıt’a Farsça, 13. kıt’a Arapçadır.<br />
Bunların dışında iki beyitlik Farsça bir kıt’a daha vardır.<br />
89
5. Nazım<br />
Nazm, kıt’anın ilk beyti kafiyeli olan nazım biçimidir. Kafiye örgüsü gazele<br />
benzemekle birlikte bütün dizeleri birbirleriyle kafiyeli nazım örnekleri de vardır.<br />
Çoklukla iki beyitten oluşmaktadır.<br />
Dîvân’da 6 nazım vardır: Bunlardan dördü tarih manzumelerinin içinde ikisi<br />
de muammaların içindedir. (T. 7), Ayşe kadının ölümüne; (T. 14, T. 15), bir sarayın<br />
yapımına; (T. 30) ise, Mora’nın fethine tarihtir. 56 <strong>ve</strong> 57. muammalar öbür nazım<br />
örneklerindendir.<br />
6. Mesnevî<br />
Edebiyatta aynı <strong>ve</strong>zinde <strong>ve</strong> her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım<br />
biçimlerine mesnevî adı <strong>ve</strong>rilir. İki beyitten başlayarak 20-30 beyte kadar olan kısa<br />
mesnevîler yazıldığı gibi, mesnevî biçimiyle binlerce beyit süren uzun hikâyeler,<br />
kitaplar da yazılmıştır.<br />
Dîvân’da 34 mesnevî vardır. Bunlardan ikisi kasideler içinde öbürleri ise,<br />
lügazlar içinde yer almaktadır.<br />
(K. 2): 105 beyitlik bir naattır. İlk 20 beyitte kendisini ö<strong>ve</strong>n şair, şâh-ı sarây-ı<br />
kün fe-kânî, bâ‘is-i hilkat-i cihânî, mihr-i münîr-i evc-i îman, nûr-ı meh-i sipihr-i<br />
‘irfan gibi nitelemelerle Hz. Peygamberi ö<strong>ve</strong>r. 63-87. beyitler arası uzun bir du‘â<br />
bölümüdür. Ardından yeniden Peygamberin övgüsünü sürdürür.<br />
nâmedir.<br />
(K. 38): 25 beyitlik mesnevî nazım biçiminde yazılmış bir mahabbet-<br />
21. lügaz dışında öbür bütün lügazlar mesnevî nazım biçimiyle yazılmışlardır.<br />
7. Rubaî<br />
Rubâ‘î, hezec bahrinin özel kalıplarıyla yazılan dört dizelik bir nazım<br />
biçimidir. Rubaîde kafiye ilk, ikinci <strong>ve</strong> dördüncü dizeler sonundadır.<br />
90
Dîvân’da, 72 rubaî vardır, toplam 174 beyittir. Rieu, <strong>Vahyî</strong>’nin, rubaîlerini<br />
hac ziyareti sonunda Hz. Peygamberin mezarı başında yazdığını söyler.<br />
8. Murabba<br />
Murabba‘, aynı ölçüde dörder dizelik bentlerin birleşmesinden oluşan bir<br />
nazım biçimidir. Kafiye düzeni ise, ilk bendin dört dizesi kendi aralarında kafiyeli,<br />
öteki bentlerin ilk üç dizesi kendi aralarında, dördüncü dizeleri de ilk bentle<br />
kafiyelidir. Bentlerin son dizeleri yalnız kafiye ile bağlanmışsa bu türlere müzdevic<br />
murabba‘; bentlerin sonlarındaki dizeler aynı biçimde yinelenmişse, mütekerrir<br />
murabba‘ denir.<br />
Dîvân’da, dört murabba vardır: Musammatlar içerisinde yer alan ilk dört<br />
murabbaların ilki naat türünde, mütekerrir olup beş bentten oluşmaktadır. İkincisi de<br />
birincisi ile aynı niteliktedir. Üçüncüsü, naat türünde mütekerrir olup üç bentten<br />
oluşmaktadır. Dördüncüsü ise, tevhit türünde bir bentlik murabbadır.<br />
9. Tahmis<br />
Beşleme anlamında olan tahmîs, aslında bir muhammestir. Bir gazelin ya da<br />
bir kasidenin her beytinin önüne <strong>ve</strong>ya arasına aynı <strong>ve</strong>zin <strong>ve</strong> kafiyede üç dize<br />
eklenerek muhammes hâline getirmeğe tahmîs etme <strong>ve</strong> ortaya çıkan muhammese de<br />
tahmis denir.<br />
Dîvân’da, dört tahmis vardır: (Mus. 5): Nâdirî’nin naatına, altı bentlik bir<br />
tahmistir. (Mus. 7): Şeyhü’l-İslâm Yahyâ Efendinin bir gazeline beş bentlik<br />
tahmistir. (Mus. 8): Nasûhî’nin bir gazeline beş bentlik bir tahmistir. (Mus. 9): ‘Avnî<br />
Efendinin bir gazeline beş bentlik bir tahmistir.<br />
10. Terkib-bend<br />
Aynı ölçüde çoklukla 8-20 dizelik bentlerin birleştirilmesiyle yapılan nazım<br />
biçimidir. Terkîb-bendlerde bentlere hâne, bentleri birleştiren beyitlere de vâsıta<br />
91
denir. Hanede dizeler ya gazelde olduğu gibi beyit beyit ya da bütün dizeler<br />
birbiriyle kafiyelenir.<br />
Dîvân’da, iki terkibbent vardır: (Mus. 6), beşer beyitli beş bentten oluşan<br />
kendi aralarında kafiyeli bir terkibbenttir. Öbürü (Mus. 10), altışar beyitli on bentten<br />
oluşan bir tevbe-nâmedir. Kafiye örgüsü gazele benzer.<br />
11. Beyit<br />
İki dize birbirine kafiyeli olan beyitlere mukaffâ, musarra‘ <strong>ve</strong>ya matla‘;<br />
dizeleri kafiyeli olmayan beyitlere de müfred ya da ferd adı <strong>ve</strong>rilir.<br />
Dîvân’da 61 beyit vardır. Bunlardan 60’ı matla‘, 23. muamma ise müfreddir<br />
92
III. İÇERİK ÖZELLİKLERİ<br />
A. Dinî Öğeler<br />
1. Kur’anıkerim<br />
Klâsik Türk edebiyatı kaynaklarının başlıklarından birisi de din <strong>ve</strong><br />
tasavvuftur. Dinî, tasavvufî <strong>ve</strong> felsefî kaynakların başında kuşkusuz bütün bu<br />
öğelerin ortaya çıkışında en önemli etken olarak Kur’anıkerim gelir. Kur’ân, üç<br />
köklü toplumun ortaklaşa oluşturdukları <strong>ve</strong> üç büyük dil vasıtası ile ifade edilen<br />
İslâm kültürü <strong>ve</strong> medeniyetinin temel kitabıdır. Bu kitap, İslâm kültür <strong>ve</strong> medeniyet<br />
dairesinde yaşayan milletlerin hayatının her alanında kendini kuv<strong>ve</strong>tle hissettirmiş,<br />
beşerî her kıpırdanışa, medenî her hamleye damgasını kuv<strong>ve</strong>tle basmıştır. Kur’ân<br />
yüzyıllardır bu kültürün şair <strong>ve</strong> yazarlarına da bitmez tükenmez bir ilham kaynağı<br />
olmuş; her sanat kıpırtısı, her belâgat <strong>ve</strong> fesahat çabası ondan hız <strong>ve</strong> kuv<strong>ve</strong>t almış;<br />
sanat <strong>ve</strong> edebiyat nehirleri onun engin denizine ulaşmağa, onda fena bulmağa âdeta<br />
can atmıştır. Bu sebeple Kur’anıkerim bütün özellikleri, anlama <strong>ve</strong> söz incelikleri ile<br />
tanınıp anlaşılmadan eski edebiyatın özüne nüfuz edilemeyecek, bu edebiyatın arka<br />
plânında yer alan kuv<strong>ve</strong>tli kültürün aslına vakıf olunamayacaktır. 1<br />
1<br />
2<br />
O ebrû vü müje tîr ü kemân-ı menzil-i kavseyn<br />
O dîde vâdî-i mâ zâğda âhû-yı behcetdür<br />
Hâk-i pây-ı şâh-ı mâ-zâğı idenler tûtiyâ<br />
Dûr-bîn-i bî-nazîr-i ‘âlem-i esrâr ola<br />
“Muhammed’in gözü kaymadı <strong>ve</strong> kamaşmadı.” 2<br />
(K. 5/34)<br />
(Muk. 3/2)<br />
Doğan, “Metin Şerhi Üzerine”, Eski Şiirin Bahçesinde, İstanbul, Ötüken Yayınları Nu: 511<br />
<strong>Kültür</strong> Serisi: 216, 2002, s. 16; aynı yazının bir bölümü, Muhammet Nur Doğan, “Metin<br />
Şerhi Üzerine”, Yedi İklim, C. IX, S. 63, Haziran 1995, s. 70-74.<br />
Kur’an liii. Necm 17.<br />
93
3<br />
4<br />
5<br />
6<br />
7<br />
Güvâh-ı huccet-i iclâli erselnâk ü a‘taynâk<br />
Nişân-ı emr-i istiklâli mühr-i hâtemiyyetdür<br />
Ey taht-nişîn-i milket-i erselnâk 3<br />
V’ey yekke-süvâr-ı ‘arsa-i a‘taynâk<br />
“(Ey Muhammed!) Biz sana Kevser’i <strong>ve</strong>rdik.” 4<br />
‘İzâr u kâkülinüŋ remzi <strong>ve</strong> ’d-Duhâ <strong>ve</strong> ’l-Leyl<br />
Cemâli meş‘al-i rûz u şebân-ı ‘âlemdür<br />
(K. 5/43)<br />
(R. 3-XXIII/1)<br />
(K. 7/51)<br />
“Kuşluk vaktine <strong>ve</strong> kararıp durgunlaştığı zaman geceye yemin ederim ki....” 5<br />
Bir ravzadur ki ‘ışk-ı hudâdur şikûfesi<br />
Bir devhadur ki feyz aŋa mâ’ in ma‘îndür<br />
“...o akan tatlı suyu kim getirebilir size?” 6<br />
Habbe-zâ dil-rubâ ki ‘ışk-keşi<br />
Şâhid-i bezm-i len terânîdür<br />
“... (Rabbi,) sen beni asla göremezsin...” 7<br />
Sen ol sultân-ı ev ednâ serîr-i mülk-i vuslatsın<br />
Ki ‘arşa tahtuŋ olmak muğtenemdür yâ Resûla ’llâh<br />
Kur’an ii. Bakara 119; iv. Nisa 79, 80; xiii. Ra’d 30; xvii. İsra 54, 55 vd.<br />
Kur’an cviii. Kevser 1.<br />
Kur’an xciii. Duha 1, 2.<br />
Kur’an lxvıı. Mülk 30.<br />
Kur’an vii. A‘raf 143.<br />
(K. 8/38)<br />
(K. 9/57)<br />
(K. 14/3)<br />
94
8<br />
9<br />
10<br />
11<br />
Rûh-ı pâki çün ‘urûc itdi şeb-i Mi‘râcda<br />
Menzil-i a‘lâ-yı ev-ednâya dek gitdi hemin<br />
“İki yay kadar yahut daha yakın oldu.” 8<br />
Bî-tavakkuf kasr-ı ‘ayşı kabre tebdîl eyledi<br />
İrci‘î fermânına cân ile itdi imtisâl<br />
‘Âyişe kadın o mahdûme-i ‘ismet-pîrâ<br />
İrci‘î emri ile eyledi ‘azm-i ‘ukbâ<br />
Geldi emr-i irci‘î fermân-ı lâ-yeste’hirun<br />
Virmedi ârâma ruhsat bir nefes Hayy u Kadîm<br />
“Razı etmiş <strong>ve</strong> razı edilmiş olarak Rabbine dön.” 9<br />
Geldi emr-i irci‘î fermân-ı lâ-yeste’hirun<br />
Virmedi ârâma ruhsat bir nefes Hayy u Kadîm<br />
“... ecelleri geldiği zaman ne bir saat geri kalırlar ne de ileri giderler.” 10<br />
Leyle-i Kadrdeki vakt-i mübârek hakkı<br />
Şeb-i İsrâda olan râz-ı nihan hurmetine<br />
“Biz onu (Kur’an’ı) Kadir gecesinde indirdik.” 11<br />
Kur’an liii. Necm 9.<br />
Kur’an lxxxix. Fecr 28.<br />
Kur’an x. Yunus 49.<br />
Kur’an xcvii. Kadir 1.<br />
(T. 8/4)<br />
(T. 3/7)<br />
(T. 7/1)<br />
(T. 11/4)<br />
(T. 11/4)<br />
(Mus. 10-X/2)<br />
95
Ey sırr-ı suhan-sütûr-ı Levh-i Mahfûz<br />
Ferş olsa yoluŋda ‘arş olurdı mahzûz<br />
“Aslı Levhimahfuz’da bulunan şerefli Kur’andır.” 12<br />
Ey rûy-ı melîhi asl-ı hüsn-i takvîm<br />
V’ey nutk-ı fasîhi ğıbtagâh-ı Tesnîm<br />
“Karışımı tesnimdendir (yani o şaraba Tesnîm’den karıştırılmıştır).” 13<br />
Ümîd-i vasla ider tevbe-i Nasûh ‘uşşâk<br />
Alınca destine ol şûh-ı pür-cefâ mir’ât<br />
“Ey iman edenler! Samimî bir tövbe ile Allah’a dönün...” 14<br />
2. Hadis<br />
(R. 3-XVIII/1)<br />
(R. 3-XXV/1)<br />
(G. 16/5)<br />
Hadîs, Hz. Muhammed’in söz, tavır <strong>ve</strong> davranışlarının bir disiplin<br />
çerçe<strong>ve</strong>sinde bugüne ulaştırılması bilimidir.<br />
Dinî ikinci kaynak olan hadisler de edebiyat metinlerinin anlaşılmasında<br />
önemli bir öğedir. Kur’ân kadar olmamakla birlikte, hadisler de eski edebiyatın<br />
oluşumunda etken unsurlardandır. Hadisler, sağlam, zayıf <strong>ve</strong>ya uydurma ayırımı<br />
yapılmadan edebî metinlerde yer almış; özellikle kudsî hadîsler bütünü ile tasavvufî<br />
duyguların anlatılışında alıntı <strong>ve</strong> telmih yolu ile kullanılmışlardır. 15<br />
12<br />
13<br />
14<br />
15<br />
Kur’an lxxxv. Büruc 21-22.<br />
Kur’an lxxxiii. Mutaffifin 27.<br />
Kur’an lxvi. Tahrim 8.<br />
Esrâr-ı nihân-ı küntü kenzüŋ<br />
Fehmiyle mu‘azzam eyle yâ Rab<br />
Doğan, “Metin Şerhi Üzerine”, Eski Şiirin Bahçesinde, s. 18.<br />
(K. 1/6)<br />
96
“Ben gizli bir hazine idim.” 16<br />
Ey tâc<strong>ve</strong>r-i hitâb-ı levlâk<br />
Ey mefhar-i ins ü cinn ü eflâk<br />
Levlâke lemâ halektüden fehm olınur<br />
Sen olmasaŋ olmaz idi ‘âlem melhûz<br />
“Sen olmasaydın, sen olmasaydın felekleri yaratmazdım.” 17<br />
3. Melekler<br />
(K. 2/37)<br />
(R. 3-XVIII/2)<br />
Dîvân’da iki melek adı geçmektedir: Bunlardan ilki Cebrâ’îldir. Vahiy meleği<br />
olup Rûhu ’l-emîn, Rûhu ’l-kuds adlarıyla da bilinir. Öbürü ise, cennetin kapıcısı<br />
olan Rıdvân meleğidir:<br />
Ne gûne vasf ideyüm rif‘atüŋ ki Cebrâ’îl<br />
‘Uluvv-i şânuŋa tahsîn-h v ân-ı ‘âlemdür<br />
(K. 7/66)<br />
(K. 4/53), (K. 5/19), (K. 8/1), (K. 9/64), (K. 10/29), (K. 12/29), (K. 12/32),<br />
(K. 16/3), (R. 3-VI/1), (R. 3-XXIII/2).<br />
16<br />
17<br />
N’ola Rıdvân aŋa gîsû-yı havrâdan hasîr itse<br />
O türbe bûsegâh-ı kudsiyan burc-ı icâbetdür<br />
(K. 5/21)<br />
İsmâ‘îl b. Muhammad al-‘Aclûnî, Kaşfu ’l-Hafâ va Muzîlu ’l-İlbâsi ammâ ’ştahara mina<br />
’l-Ahâdîsi ‘alâ Alsinati ’n-Nâsi, C. II, t.y. Halab, Yayınlayan: Ahmad Kalaş, 3 1351 [=1932]<br />
Beyrût, s. 132.<br />
al-‘Aclûnî, age., s. 164.<br />
97
4. Peygamberler<br />
Peygamberler, İslâmiyete göre Allah’ın emirlerini insanlara bildirmekle<br />
görevli olağanüstü niteliklere sahip insanlardır. Çeşitli toplumlara her dönemde bir<br />
uyarıcı olarak gönderilmişlerdir.<br />
gösterilmiştir.<br />
Dîvân’da geçen peygamberler, geçtikleri yerlerle birlikte, tarih sırasıyla<br />
Âdem: < İbr. Topraktan yaratılmasından <strong>ve</strong> etinin toprak rengi olmasından<br />
dolayı bu ad <strong>ve</strong>rilmiştir. Künyesi Ebû ’l-Beşer, takma adı Safiyu ’llâh olan<br />
kişioğullarının ilk atası <strong>ve</strong> ilk Suhuf indirilmiş peygamberi. Adı Kur’ân’da 25 kez<br />
anılır. Çiftçilerin piri Âdem (as)dir, denilir. Cennette 130 yıl kalmıştır. Ağlamanın<br />
belgisi olan Hz. Âdem, Cuma günü 1000 yaşında ölmüştür. 18<br />
Klâsik şiirde çoklukla<br />
Cennette yediği yasak mey<strong>ve</strong> ile geçer.<br />
Yâ Rab be-giryehâ-yı Âdem<br />
Yâ Rab be-şevk-i kalb-i hurrem<br />
Âdem cinân-ı bezmüŋi terk eylesün mi kim<br />
Anda rakîb-i dîv-i safâ-keş kadem komış<br />
(G. 228/4), (G. 236/6), (G. 240/9).<br />
(K. 2/64)<br />
(G. 130/5)<br />
Nûh: Adı Kur’ân’da 43 kez geçer. İlk resuldür. 250 yaşında peygamber<br />
olmuştur. Yalnız Nûh (as), yaşlı iken peygamber oldu. 450 yaşında tufan olmuş,<br />
tufandan sonra 250 yıl yaşamıştır. Kavmi arasında 950 yıl kaldı, onları yola getirmek<br />
için ne yaptı ise başarılı olamadı. Hatta, bu yüzden uzun süre ağladığı anlatılmış <strong>ve</strong><br />
18<br />
Mustafa Âsım Köksal, Peygamberler Tarihi I, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları/46<br />
Kaynak Eserler Serisi: 3, 1993, s. 29-84.<br />
98
‘çok ağlayan’ anlamında nevvâh sıfatı ile anılmıştır. Sonunda tufan gerçekleşmiş <strong>ve</strong><br />
kavmi yok olmuştur. 19<br />
Benem o ‘âşık-ı mu‘tâd-ı hecr-i mâder-zâd<br />
Ki ‘ömr-i Nûh gürîzân-ı intizârumdur<br />
(K. 33/8)<br />
Halîl: < Skr. a+brahmanya ‘brahman tanımaz’. Amcası (<strong>ve</strong>ya babası?) Âzer,<br />
oğulları İsmâ‘îl <strong>ve</strong> İshak. Dili Süryanca. Hz. İbrâhîm’e Halîlu ’llâh da denir. Hz.<br />
‘Îsâ’nın milâdından yaklaşık iki bin yıl önce doğmuştur. 200 yıl yaşamıştır. İlk<br />
kucaklayan İbrâhîm (as)dır. Göğün yedinci katındadır. Nemrûd tarafından<br />
mancınıkla ateşe atılmış <strong>ve</strong> ateşin içinde yedi gün kalmıştır. Sünnet Hz. İbrâhîm’den<br />
kalmadır. İlk sünnet olan kimsedir. Kendisine on sahife indirilmiştir. 20<br />
‘Uşşâkı feyz-i ‘ışk Kelîm ü Halîl ider<br />
Nâm-ı habîb anuŋla Muhammed Emîndür<br />
(K. 8/20)<br />
Ya‘kûb: Hz. Yûsuf’un babasıdır. Babası İshak aleyhisselâm. Kur’ân’da<br />
anılan peygamberlerden olduğu gibi, oğlu Yûsuf’un çocukları da peygamberlik<br />
güllerinin bahçeleri idiler. Hz. Yûşâ, Yûsuf’un iki oğlundan biri olan Mûsâ’nın<br />
torunu, Hz. Eyyûb ise, kızı Rahmet’in kocası idiler. Edebiyatta Yûsuf’u araması,<br />
oğlunun hasretiyle ağlamaktan kör olması <strong>ve</strong> sonunda Yûsuf’un gömleğinin<br />
kokusuyla gözlerinin açılması anlatılarak ele alınır. 21<br />
19<br />
20<br />
21<br />
Yâ Rab be-âh u zâr-ı Ya‘kûb<br />
Yâ Rab be-dil-figâr-ı Ya‘kûb<br />
(K. 2/65)<br />
Yusuf Sinan Paşa, Tazarru’nâme, [Hazırlayan:] A. Mertol Tulum, Ankara, Millî Eğitim<br />
<strong>Bakanlığı</strong> Yayınları: 2027 Bilim <strong>ve</strong> <strong>Kültür</strong> Eserleri Dizisi: 338 Divanlar Dizisi: 20, 2001, s.<br />
328; Şeyh Gâlib, Hüsn ü ‘Aşk, Metin, Nesre Çeviri, Notlar <strong>ve</strong> Açıklamalarla Yayınlayan,<br />
Muhammet Nur Doğan, İstanbul, Ötüken Yayınları: 536, Edebî Eserler: 245, 2002, s. 27;<br />
Yrd. Doç. Dr. Emine Yeniterzi, Divan Şiirinde Na’t, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı<br />
Yayınları / 96 Yayın No: 96 Dinî Edebiyat Serisi: 6, 1993, s. 330.<br />
Köksal, Peygamberler Tarihi I, s. 141-229.<br />
Sinan Paşa, Tazarru’nâme, s. 324; Yeniterzi, Divan Şiirinde Na’t, s. 331.<br />
99
Yûsuf: Hz. Yûsuf ile ilgili bilgi, Kur’ân’ın “kıssaların en güzeli” olarak<br />
tanıttığı Yusuf suresinde bulunmaktadır. Bu kıssanın başkahramanı olan Hz.<br />
Yûsuf’un güzelliği, kardeşleri tarafından kuyuya atılışı, kervancılarca kuyudan<br />
çıkartılıp Mısır’da köle olarak satılması, Mısır azizinin karısının (Züleyhâ) ona göz<br />
koyuşu, Yûsuf’un ona cevap <strong>ve</strong>rmediği için zindana kapatılması, gördüğü rüyalar,<br />
Mısır’a bakan oluşu, kardeşleri ile buluşması, babası Ya‘kûb’un onun hasreti ile<br />
gözlerinin kör oluşu, sonra gönderdiği gömleğinin kokusu ile babasının gözlerinin<br />
açılışı gibi konular klâsik edebiyatın bitmez tümenmez ilham kaynaklarındandır. 22<br />
(Mus. 9-I/2).<br />
Yâ Rab be-meh-cemâl-i Yûsuf<br />
Yâ Rab be-rûy-ı al-i Yûsuf<br />
Bir zerre-i mihr-i ruh-ı pür-nûruŋı görse<br />
Yûsuf ola âşüfte vü şeydâ çü Züleyhâ<br />
(K. 2/66)<br />
(K. 3/31)<br />
(K. 27/4), (K. 30/8), (G. 114/5), (G. 117/5), (G. 123/4), (G. 192/6), (L. 21/1),<br />
Eyyûb: Hz. İshak’ın oğullarından Ays’ın oğludur. Eşi ise, Yûsuf (as)’ın kızı<br />
Rahmettir. Hastalık belgisidir. Allah’tan gelen birçok belâlara uğramış; malı, mülkü<br />
<strong>ve</strong> çocukları yok olmuş, sonunda kendisi de yaralar içinde hâlsiz kalmıştır. Hatta,<br />
vücuduna kurt düştüğü <strong>ve</strong> her yanını yedikleri hâlde, dayanıp sabrettiği anlatılır.<br />
Allah tarafından gelen bu imtihana gösterdiği sabır dolayısı ile Kur’ân’da “Biz onu<br />
gerçekten sabırlı bulduk. O ne güzel kuldu.” (xxxviii. Sad 44) biçiminde<br />
övülmektedir. Edebiyatta, sabır <strong>ve</strong> tahammül örneği olarak anılır. 23<br />
22<br />
23<br />
Şeyh Gâlib, Hüsn ü ‘Aşk, s. 29.<br />
Yâ Rab be-hakk-ı sabr-ı Eyyûb<br />
Yâ Rab be-kârhâ-yı mahbûb<br />
Sinan Paşa, Tazarru’nâme, s. 327.<br />
(K. 2/69)<br />
100
Nedür ol al yaŋahlı tâze mahbûb<br />
Gehî Yûsuf olur gâhîce Eyyûb<br />
(L. 21/1)<br />
Şu‘ayb: Hz. Mûsâ’nın kaynatasıdır. Büyükannesi, Lût (as)’ın kızıdır.<br />
Medyen <strong>ve</strong> Eyke kavmine peygamber olmuştur. İlk kez iki kavme peygamber olan<br />
kişidir. Kendisi çok fasih Arapça konuştuğu için Hz. Peygamber tarafından hatîbü ’l-<br />
enbiyâ olarak nitelendirilmiştir. Kavmi, alttan gelen sesle yok olmuştur. 24<br />
Âsâr-ı iltifât-ı Kelîm ü Şu‘aybdur<br />
Buldı bu sâha kesret-i ni‘metle iştihâr<br />
(G. 42/4)<br />
Mûsâ (Kelîm): (< İbr. Mo ‘su’ + şe ‘ağaç’) ‘su sandığı’. ‘İmrân oğlu. ‘Îsâ<br />
(as)’dan 1800 yıl önce yaşadı. Hârûn (as) <strong>ve</strong> Meryem ile kardeş, Yûşâ ile arkadaş,<br />
Kârûn ile amca çocuğu, Fir‘avn’un bakanı olan Hâmân’ın çağdaşı. Kara yağız, uzun<br />
boylu, dalgalı saçlı. Sudanlılar gibi biri. Allah ile Sînâ dağında zilhicce ayında<br />
konuştuğu gün üzerinde yün gömlek, yün kebe, yün takke, yün iç donu, ölü eşek<br />
derisinden ayakkabı vardı. Bir adı da Naciyyu ’llâh. Dili İbranca. Kundağıyla Nil’e<br />
bırakılmasının, kendisine kurtuluş olması belki ileride ordusuyla Nil’e dalacak<br />
düşmanının yok oluşuna işaretti. İki yıl boyunca bebekken öldürülen erkek<br />
çocukların bedeli olarak gövdesi kıllı idi. Yed-i beyzâ <strong>ve</strong> ‘asâ mucizeleri <strong>ve</strong> on emir<br />
yani Tevrât Mûsâ’ya Tûr-ı Sînâ’da <strong>ve</strong>rilmiştir. 25<br />
24<br />
25<br />
Yâ Rab be-iftikâr-ı ‘Îsî<br />
Yâ Rab be-du‘â-künî-i Mûsî<br />
Sen hân-kah-ı vasl-ı Hudâ şeyhi olınca<br />
Sûfî-i ‘asâdâruŋ olur hazret-i Mûsâ<br />
Köksal, Peygamberler Tarihi I, s. 327-335.<br />
(K. 2/67)<br />
(K. 3/24)<br />
Ali İhsan Yurt, Akşemseddin [1590-1459] Hayatı-Eserleri, Hazırlayan: Mustafa S[inan]<br />
Kaçalin, İstanbul, MÜ İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 74, 1994, s. 319-320.<br />
101
(K. 8/2), (K. 8/8), (K. 8/20), (G. 42/4).<br />
Dâvûd: İsrailoğulları peygamberlerindendir. Kur’ân’da (xxvii. Neml 15.)<br />
Dâvûd’a <strong>ve</strong> oğlu Süleymân’a bilim <strong>ve</strong>rildiği açıklanmaktadır. Kur’ân’ın (xx. Enbiya<br />
79.) ayeti ile (xxxiv. Sebe 10.) ayeti <strong>ve</strong> (xxxviii. Sad 18 <strong>ve</strong> 19.) ayetlerinde ise,<br />
dağların <strong>ve</strong> kuşların kendisine boyun eğdirildiği, onunla birlikte tespih etmelerinin<br />
kendilerine buyrulduğu açıklanmaktadır. Ayrıca Kur’ân’da demirin Hz. Dâvûd’a<br />
yumuşatıldığına da işaret olunmakta <strong>ve</strong> onunla zırhlar yapması buyrulduğu<br />
anlatılmaktadır. Söylentiye göre, Hz. Dâvûd’un sesi de çok etkili <strong>ve</strong> güzeldi. Zebûr’u<br />
okurken bütün yabanî hayvanlar boyunlarını keserek çevresinde toplanırlar, onun<br />
sesini dinlerlerdi. 26<br />
Vedûd adına mazhardır <strong>ve</strong> her tespihte hissesi vardır. Zenginlik<br />
belgisidir.<br />
Yâ Rab be-sadâ-yı hûb-ı Dâvûd<br />
Yâ Rab be-âh-ı serv-i pür-dûd<br />
(K. 2/70)<br />
Süleymân: Hz. Süleymân, Tevrât’a göre Dâvûd’dan sonra, onun yerine geçen<br />
bir padişahtır. Taşı kibrît-i ahmerden olan üzerinde ismiazam yazılı yüzüğü ile<br />
insanlara, cinlere, perilere, devlere, bütün yabanî hayvanlara, kuşlara <strong>ve</strong> rüzgâra<br />
hükmederdi. Her türlü dili bilir, kuşlarla, hayvanlarla konuşurdu. Kur’ân’da adı<br />
anılan peygamberlerdendir. 27<br />
26<br />
Yâ Rab be-şevket-i Süleyman<br />
Yâ Rab be-tab‘-ı hoş-nihâdan<br />
Şâh-ı hûbân-ı cihan la‘l ü feminden bellidür<br />
Kim Süleymânı zamânuŋ hâteminden bellidür<br />
(K. 3/35), (K. 35/20), (G. 40/3).<br />
Sinan Paşa, Tazarru’nâme, s. 317-318.<br />
(K. 2/71)<br />
(G. 89/1)<br />
102
İlyâs: İsrailoğullarındandır. Ba‘lbek’te doğmuştur. Süleymân (as)’ın<br />
ölümünden sonra İsrailoğulları Yahûda <strong>ve</strong> İsrâ’îl olmak üzere iki devlete<br />
ayrılmışlardı, İsrail devleti halkı Ba‘l adlı bir puta tapıyorlardı. Hz. İlyâs onlara<br />
uyarıcı olarak gönderilmiştir. Tenha yerlerde ibadet etmesiyle ünlüdür. 28<br />
şiirde, denizde zor durumda kalanların yardımına koşması itibarıyla geçer.<br />
(Mus. 5-V/4).<br />
Keştî-i dil oldı ğark-âb-ı sirişk-i intizâr<br />
Dahı ey İlyâs-ı bahr ü Hızr-ı kân gelmez misüŋ<br />
Klâsik<br />
(G. 172/3)<br />
Yahyâ: Hz. Zekeriyyâ’nın oğludur. Meryem’in de amcası oğludur. Yahyâ<br />
adını ilk alan kişidir. ‘Îsâ (as)’dan altı ay önce doğdu. Güzel yüzlü, çatık kaşlı,<br />
seyrek saçlı, uzunca burunlu, ince sesli, kısa parmaklı idi. Sürekli dua ederdi. Bekâr<br />
<strong>ve</strong> hatasız bir kuldur. Hem kendisi hem de İsrailoğulları amel etsin diye kendisine<br />
Rabbinden beş kelime emredilmiştir. Otuz iki yaşında şehit edilmiştir. 29<br />
Yâ Rab be-havf-keşî-i Yahyâ<br />
Yâ Rab be-kabûlî-i temennâ<br />
(K. 2/68)<br />
‘Îsâ (Mesîh, İbn-i Meryem): Dört büyük kitaptan İncîl inen peygamberdir.<br />
Annesi Hz. Meryem Cebrâ’îl’in bir üfürmesiyle gebe kaldığı için babasız dünyaya<br />
gelmiştir. ‘Îsâ (as) ölüleri nefesiyle diriltir, körlerin gözlerini açardı. Mesîh, Mesîhâ,<br />
Rûhu ’llâh, İbn-i Meryem de unvanlarıdır. Evlenip çoluk çocuğa karışmadığı hem de<br />
dünyada hiçbir mal edinmediği için edebiyatta tecrit sembolü olarak geçer. 30<br />
Dili<br />
Aramca idi. Yoksulluk belgisidir.<br />
27<br />
28<br />
29<br />
30<br />
Sinan Paşa, age., s. 303; Prof. Dr. Halûk İpekten, Bâki Hayatı Sanatı Eserleri, Ankara,<br />
Akçağ Yayınları / 161 Kaynak Eserler / 24, 2 1997, s. 71.<br />
Köksal, Peygamberler Tarihi II, s. 135-140.<br />
Köksal, age., s. 294-297.<br />
Ahmet Talât Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong> İzahı, [Hazırlayan:] Doç. Dr.<br />
Cemâl Kurnaz, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları: 77, 1992, s. 219.<br />
103
Mürde-diller dem-i ihyâ-kün-i dildârı görüp<br />
Derd-i ‘ışk ehline gel işte Mesîhâ dirler<br />
Göŋül rahm eylemem tâ haşr mecrûh-ı firâk olsaŋ<br />
Ger ol ‘Îsî-demüŋ zahmından özge merhem isterseŋ<br />
(G. 56/2)<br />
(G. 159/3)<br />
(K. 2/67), (K. 3/27), (G. 143/4), (G. 181/2), (G. 185/2), (G. 208/5), (G.<br />
214/3), (T. 26/6), (Muk. 6/1), (Mus. 5-V/1-4).<br />
Muhammed [569-632]: Künyesi Ebû Kâsımdır. Mekke’de doğdu. Dedeleri:<br />
‘Abdu ’l-Muttalib, Hâşim, ‘Abdu ’l-Menâf, Kusayy, Kilâb, Murre, Ka‘b, Luey,<br />
Gâlib, Kureyş, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Mudreki, İlyâs, Mudar, Nizar,<br />
Ma‘ad, Adnân, Udd, Târih, Âzer, Nahur, Saruğ, Rav, Faleh, Ayber, Şaleh, Erfahşez,<br />
Sâm, Nûh (as), Lamek, Mattâşalah, İdrîs (as), Yârad, Mahlaîl, Kaynân, Yanîş, Şis,<br />
Âdem (as). Anası Vehb kızı Âminedir. Dedeleri: ‘Abdu ’l-Menâf, Zühre, Kilâbdır.<br />
Kilâb, kocası ‘Abdullâh’ın da dördüncü dedesidir. Kendisi Kureyş oymağından<br />
Hâşimoğulları, anası da aynı boyun Zühreoğulları soyundandır. Sütanası Sa‘doğulları<br />
boyundan Ebû Zueyb kızı Halimedir. Hanımları: Hadîce, ‘Âişe, Zeyneb, Sevde,<br />
Hafsa, Huzeyme, Huzeyme kızı Zeyneb, Hind, Cahş kızı Zeyneb, Hind (Remle),<br />
Cu<strong>ve</strong>yriyye, Reyhâne, Safiyye, Mâriyye, Meymûnedir. Çocukları: Hadîce’den:<br />
Kâsım, Zeyneb, Rukiyya, Ummu Kulsum, Fâtima, ‘Abdullâh; Mâriyye’den:<br />
İbrâhîmdir. Soyu ‘Âlî-Fâtima evliliğinden Hasan’dan seyyid, Hüseyin’den şerîf<br />
adıyla sürmektedir. İlk kez Muhammed adını alan, el-âne hamiye’l-vasîtu [=İşte<br />
şimdi fırının ateşi kızdı] ile açık istiareyi, eceliyle ölen için mâte hatfe enfe-hu<br />
[=eceliyle öldü] yu, yürüyüşü güzel at için el-bahru [=yürüyüşü güzel at] yu, ahlâkı<br />
düşük kadın için ez-zammâre [=zampara] yi, kapı yarığı için es-sîruyu kullanan odur.<br />
Medine’de öldü. Gökteki adı Ahmed ü Mahmûd, yerdeki adı Muhammed<br />
Mustafâdır.<br />
Tâc-ı ser-i halk-ı ‘âlem Ahmed<br />
Şâhenşeh-i dü-cihan Muhammed<br />
(K. 2/24)<br />
104
Peyğam-ber-i mahbûb-ı Hudâ hazret-i Ahmed<br />
Zâtı ile fahr-â<strong>ve</strong>r olur cümle eşyâ<br />
(K. 3/33)<br />
(K. 2/36), (K. 2/63), (K. 2/87), (K. 4/36), (K. 4/70), (K. 5/24), (K. 5/25), (K.<br />
5/41), (K. 5/57), (K. 6/24), (K. 6/25), (K. 7/34), (K. 7/43), (K. 7/44), (K. 7/56), (K.<br />
8/20), (K. 8/22), (K. 9/52), (K. 9/63), (K. 9/71), (K. 10/21), (K. 10/23), (K. 10/51),<br />
(K. 11/30), (K. 11/33), (K. 12/27), (K. 12/28), (K. 12/60), (K. 13), (K. 14), (K. 15),<br />
(K. 16), (K. 17), (K. 18), (K. 19), (K. 20), (K. 27/33), (K. 37/8), (T. 21/2), (T. 22/1),<br />
(T. 23/8), (T. 27/5), (Muk. 3/1), (R. 3-III/1), (R. 3-IX/1), (Mus. 2-1/2, 4), (Mus. 10-<br />
X/1)<br />
5. Dört Halife<br />
Ebû Bekir [571-634]: Teym oymağından Abû Kuhâfa. Bilgisizlik çağındaki adı<br />
‘Abdu ’l-ka‘ba’yı Peygamber (as) ‘Abdu’llâh ile değiştirdi. Peygamberden iki yıl geç<br />
doğmuş yine ondan iki yıl sonra aynı yaşta göçmüştür. İbrâhîm (as)’e benzediği <strong>ve</strong><br />
Peygamber ile aynı topraktan olduğu hakkında hadis vardır. Mi‘râc haberinde Hz.<br />
Peygamberi ikirciksiz doğruladığından sıddîk lâkabını aldı. Bilgisizlik çağında bile<br />
içki içmedi, puta tapmadı. Göçte, Hz. Peygamberin biricik yoldaşı oldu. Uhûd’da ona<br />
kalkan oldu. Yazları oruç tutar, kışın tutmazmış. Ticaretle geçimini sağlardı. Allah’ın<br />
elçisinin en yakın arkadaşı, kızı Hz. ‘Âişe’den dolayı kaynatasıdır. Bütün akınlarda<br />
bulundu. Kureyş’in işkence gören kölelerini satın alır kurtarırdı. İslâmın ilk halifesi<br />
olup iki yılı aşkın halifelik yaptı. Ebû Bekir, Mikâ’îl <strong>ve</strong> İbrâhîm (as)’e<br />
benzemektedir. Yeni çıkan sorunlarda rey <strong>ve</strong> ictihat yoluyla hüküm <strong>ve</strong>rirdi. Kendisi<br />
yedi hadis rivayet etmiş, kendisinden 142 hadis rivayet edilmiştir. Göç sırasında Hz.<br />
Muhammed ile mağarada yaşananlardan dolayı yâr-i ğâr olarak da beyitlerde<br />
geçmektedir. 634 Ağustos 23 Salı günü ölmüştür.<br />
105
(K. 2/78).<br />
Cenâb-ı hazret-i Sıddîkdur biri anuŋ<br />
Ki o hulâsa-i kûyına hem-civâr oldı<br />
Gehî seferde vü gâhî hazarda hem-dem olup<br />
Zamân-ı hicret ü fürkatde yâr-i ğâr oldı<br />
(K. 12/42-43)<br />
‘Ömer b. Hattâb b. Nufeyl [575-644]: Annesi Haşim kızı Hanteme olup Ebû<br />
Cehil’in bacısıdır, Ebû Cehil de Hz. Ömer’in dayısıdır. Soyu Hz. Peygamber ile<br />
sekizinci göbekte birleşir. Kureyş’in ileri gelenlerindendi. Yiğitliği <strong>ve</strong> adaleti, tutarlı<br />
kararları ile ün salmıştır. Sanı fârûk ‘ayırıcı’ idi. Bi’set’in 628 Nisan ayında ilk kez<br />
dinlediği Kur’ân (xx. Taha 1-8) yüreğini yumuşattı <strong>ve</strong> müslüman oldu. Ondan önce<br />
38 erkek 23 kadın müslüman olmuştu. Kur’ân’da on kadar ayet onun görüşüne<br />
uygun olarak inmiştir. Cennetlik olduğu daha sağlıklarında Hz. Peygamber<br />
tarafından müjdelenen on kişiden biridir. Peygamberin kaynatası <strong>ve</strong> ikinci halifedir.<br />
İslâmdan önce okuryazar olup vahiy yazıcılarından <strong>ve</strong> hafızlardandır. Tevrât’ı<br />
anlayacak kadar da İbranca bilirdi. Bütün akınlara katılmıştır. Uhûd’da Hz.<br />
Peygambere sebat eden dört kişiden biridir. 636 Ramazanında mescitte kandiller<br />
yaktırmış, yatsı namazından sonra teravih namazını da topluca kıldırmış, başka<br />
memleketlere de bu konuda haber yollamıştır. Belediyeciliğin kuruluşu ile emekli<br />
aylığının bağlanması onun eseridir. Ebû Lu’lu’ tarafından 644’te şehit edilmiştir.<br />
(K. 2/79).<br />
İkinci hazret-i Fârûk kim ser-i dîne<br />
Peyâm-ı ma‘deleti tâc-ı iştihâr oldı<br />
(K. 12/45)<br />
‘Osmân b. ‘Affân [576-656]: Annesi Hz. Peygamberin halasının kızı Arvâdır.<br />
Soyları Peygamberin soyları ile ‘Abdu ’l-Manaf’ta birleşir. Hz. Ebû Bekir’in<br />
delâletiyle müslüman oldu. Habeş’e ilk göç edenlerdendi. Peygamberin kızı Rukiyya<br />
ile evlendi. Bedir’den sonra eşi ölünce Ummu Kulsüm’ü aldı. Bundan sonra<br />
kendisine zî ’n-nûreyn denildi. Cennetlik olduğu daha sağlıklarında Peygamber (as)<br />
106
tarafından müjdelenen on ikişiden biridir. Üçüncü halifedir. Altı kişilik danışma<br />
kurulunun içindeydi. Kur’ân’ı çoğalttırıp dağıtan odur. Hudaybiya Antlaşması’nda<br />
Mekke’ye elçi giden de odur. On iki yıl halifelik yaptı. 656 yılında 80 yaşındayken<br />
Medine’de Kur’ân okurken başına demir vurularak şehit edildi. Hârûn (as)’a<br />
benzemektedir.<br />
(K. 2/80).<br />
Üçünci hazret-i ‘Osmân câmi‘u ’l-Kur’an<br />
Ki bezr-i ‘âtıfete kalbi kiştzâr oldı<br />
(K. 12/48)<br />
‘Alî b. Ebî Tâlib [598-661]: Künyesi Ebû Hasandır. Hz. Peygamberin<br />
amcasının oğlu <strong>ve</strong> gü<strong>ve</strong>yisidir. Nübüv<strong>ve</strong>tin ikinci günü on iki yaşında ilk müslüman<br />
olan erkek çocuğudur. Cennetlik olduğu daha sağlığında Peygamber (as) tarafından<br />
müjdelenmiştir. İslâmın dördüncü, Hâşimoğullarının birinci halifesidir. Vahiy<br />
yazıcılarından <strong>ve</strong> Hz. Peygamberin özel yazıcılarındandır. Bey’at töreninde minbere<br />
çıkan ilk halifedir. Ölümünde 600 dirhemden başka miras bırakmamış, dört eş, on<br />
yedi cariye edinmiş; on dört oğlu, on yedi kızı olmuştur. Babasının Tâlib, Âkil <strong>ve</strong><br />
Ca‘fer’den sonra dördüncü oğludur. Esedu ’llâh lâkabı ile anılır. şîr-i Yezdân,<br />
haydar-ı kerrâr, sâkî-i Kevser, şâh-ı <strong>ve</strong>lâyet, şâh-ı Necef, dürr-i Necef, sâhib-i Necef,<br />
ebû turâb unvanlarıyla da anılır.<br />
Bilâ-mu‘âraza dördüncidür ‘Aliyy-i <strong>ve</strong>lî<br />
Ki bûs-ı dergehi reşk-i dil-i kibâr oldı<br />
(K. 2/81), (G. 179/2), (T. 28/3).<br />
6. Öbür Dinî Kişilikler<br />
(K. 12/51)<br />
Ebû Hanîfe [ö. 767]: Nu‘mân b. Sâbit. Kendisi kumaşçıdır. Hanefîlik<br />
mezhebinin kurucusudur.<br />
107
Sa‘id-belâğat Aristo-hikem ‘Alî-cevdet<br />
Ebû Hanîfe-meniş Şâfi‘î-vakârumdur<br />
(K. 33/25)<br />
Fâtimâ [ö. 632]: Hz. Muhammed’in kızı <strong>ve</strong> Hz. ‘Alî’nin eşidir. Hz.<br />
Peygamberin soyunu devam ettiren kızıdır. Künyesi, ‘babasının annesi, anam’<br />
anlamlarına gelen ümmü ebîhâdır. Lâkabı, ‘beyaz, parlak <strong>ve</strong> aydınlık yüzlü kadın’<br />
anlamında zehrâ olmakla birlikte ‘iffetli <strong>ve</strong> namuslu kadın’ anlamındaki betûl<br />
lâkabıyla anıldığı da görülmektedir. Hz. Peygamberden on sekiz hadis rivayet<br />
etmiştir. 31<br />
Nazar-ı rahmet ü ğufrân ile manzûre idüp<br />
Hem-civâr eyleye Zehrâ-yı Betûle Mevlâ<br />
(T. 7/2)<br />
Gazâlî [ö. 1111]: Eş‘arî kelâmcısı, Şâfi‘î fakihi, mutasavvıf, filozoflara<br />
yönelttiği eleştirilerle tanınan İslâm düşünürü. 32<br />
‘İsâm-dikkat ü Câmî-edâ [vü] Kutb-himmet<br />
Gazâlî-menkabet ü Seyyid-iştihârumdur<br />
(K. 33/27)<br />
Hasan b. ‘Alî [625-670]: Hz. ‘Alî’nin oğlu, Hz. Muhammed’in torunudur. Altı<br />
ay halifelik yapmıştır. Eşi, Eş‘as bin Kays el-Kindî kızı Ca‘de tarafından elmas<br />
tozundan hazırlanmış bir şerbetle ağılanmıştır.<br />
31<br />
32<br />
Yâ Rab be-kurreteyn-i İslâm<br />
Ya‘nî Haseneyn-i sâhib-ikrâm<br />
(K. 2/82)<br />
M. Yaşar Kandemir, “Fâtıma”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XVI, 1995,<br />
s. 219-223.<br />
Ayrıntılı bilgi için bk. Prof. Dr. Hüseyin Zerrinkub, Medreseden Kaçış İmam Gazzâlî’nin<br />
Hayatı, Fikirleri <strong>ve</strong> Eserleri, Çeviren: Hikmet Soylu, İstanbul, Anka Yayınları: 11<br />
Biyografi: 1, 2001; Mustafa Çağrıcı, “Gazzâlî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm<br />
Ansiklopedisi, C. XIII, 1996, s. 489-505.<br />
108
Hüseyin b. ‘Alî [626-680]: Hz. ‘Alî’nin oğlu, Hz. Muhammed’in torunudur. Hz.<br />
Hasan’ın küçük kardeşidir. Kerbelâ’da şehit edilmiştir.<br />
Sâde-levhân ol hat-ı nev kim ‘izâra yazdılar<br />
Nazm-ı târîh-i Hüseyni sanki nâra yazdılar<br />
(G. 45/1)<br />
Lokmân: Eyyûb Peygamberin kız kardeşinin ya da teyzesinin oğlu olduğu<br />
kabul edilir. Edebiyatta hikmetin sembolüdür. Hikmet, felsefenin yanında hekimlik<br />
anlamına da geldiği için hekim, halk arasında hekim olarak bilinir. Ve Kaf dağının<br />
ortasında gizli ilimler <strong>ve</strong> ilâç öğrenerek insanlara şifa dağıtan biri olarak tanınır.<br />
N’ola tercîh idersem hikmet-i Lokmâna ihsânuŋ<br />
Devâ-yı ‘illet-i sehv ü zeleldür yâ Resûla ’llâh<br />
Kâm-fermây-ı ğarîban şevk-bahş-ı ğam-keşan<br />
Dürc-i la‘linde nihan dârû-yı Lokmân-ı kerem<br />
(K. 15/4)<br />
(K. 34/16)<br />
Meryem: Sözcüğün kökeni üzerine tartışmalar olsa da, çoklukla, Mısır köklü<br />
Meri <strong>ve</strong> yâm sözcüklerinin birleşmesinden meydana geldiği kabul edilmektedir.<br />
Çünkü zamanla /t/ dişilik tarzını atan “Merit” sözcüğünün bir tanrı adıyla birleştiği<br />
çok görülür. Meri-Ra, Meri-Aton, Meri-Ptak gibi. Meri, “Yahû” tarzı ile “Yah<strong>ve</strong>”nin<br />
ilk biçimi birleşince “abiyyam-abiyyâhû” yoluyla Mariam olabilir ki anlamı,<br />
‘Tanrıya bağlı, Tanrıyı se<strong>ve</strong>n’dir. 33<br />
söylenir. 49 yaşında Hz. ‘Îsâ’dan altı yıl sonra ölmüştür.<br />
Hz. ‘Îsâ’ya yüklüyken 13 yaşında olduğu<br />
Edebiyatta behûr-i Meryem tabiri sıkça geçer. behûr-i Meryem:<br />
Meryemanaeli olarak da bilinen <strong>ve</strong> eskiden günlük <strong>ve</strong> tütsü olarak kullanılan güzel<br />
kokulu bir çiçektir. Geğirtiyi gidermek, idrar ettirmek hususunda yararı varmış. Kef-i<br />
Meryem, pençe-i Meryem, kef-i ‘Â’işe, şeceretü ’t-talk da derler. Hz. Meryem, ‘Îsâ<br />
(as)’yı dünyaya getirdiği sırada doğum sancısından dolayı bu çiçeğin ağacını tutmuş,<br />
109
undan dolayı çiçek de pençe biçiminde ortaya çıkmış, adlandırma sebebi budur.<br />
Ebeler bu çiçeğin kurusunu çantalarında taşırlar. Doğum yapacaklara, kadında<br />
sancılar başlar başlamaz bu çiçeği suya atarlar. Çiçek suda açıldıkça sanki yüklünün<br />
rahmi de açılır, çocuk kolayca doğarmış. Gerçekte Hz. Meryem doğum sancısı<br />
sırasında bir ağaca dayanmış idi; fakat bu ağaç behûr-i Meryem olmayıp kuru bir<br />
hurma ağacı idi. 34<br />
Nâ-bûd olınca efser-i gül fehm-i düzd içün<br />
Yakdı behûr-i Meryemi da‘<strong>ve</strong>tger-i bahâr<br />
Âteş-i ‘ışkuŋla yandurduŋ behûr-i Meryemi<br />
Dûdıdur zâhir olan gülzârdan sünbül degül<br />
(K. 28/6)<br />
(G. 177/3)<br />
Seyyid Şerîf el-Cürcânî [1340-1413]: Arap dili, kelâm <strong>ve</strong> fıkıh âlimi. Cürcan<br />
yakınlarındaki Takü’de doğmuştur. Kutbeddîn er-Râzî [ö. 1364]’den mantık öğrenmek<br />
için Herat’a gitmiştir. Oradan Mısır’a geçerek aklî ilimleri Mübârek Şâh’tan, naklî<br />
ilimleri Ekmeleddîn el-Bâbertî [ö. 1384]’den okumuştur. 1413’te Şiraz’da ölmüştür.<br />
Başlıca ilgi alanı kelâm, Arap dili <strong>ve</strong> edebiyatı olmakla birlikte felsefe, mantık,<br />
astronomi, matematik, fıkıh, hadis, tefsir vb. dinî <strong>ve</strong> aklî ilimlerin hemen hepsine dair<br />
eserler <strong>ve</strong>rmiş, bundan dolayı da ‘allâme unvanını almıştır. Fıkıhta Hanefî<br />
mezhebini, itikadî konularda ise, çoklukla Eş‘arîlerin görüşünü benimser. 35<br />
33<br />
34<br />
35<br />
‘İsâm-dikkat ü Câmî-edâ [vü] Kutb-himmet<br />
Gazâlî-menkabet ü Seyyid-iştihârumdur<br />
(K. 33/27)<br />
Prof. Dr. Günay Tümer, Hıristiyanlıkta <strong>ve</strong> İslâmda Hz. Meryem, Ankara, Türkiye Diyanet<br />
Vakfı Yayınları/208, 1996, s. 66.<br />
Halil Çeltik, Ömer Ferit Kam <strong>ve</strong> Âsâr-ı Edebiye Tetkikatı, Ankara, T.C. <strong>Kültür</strong> <strong>Bakanlığı</strong><br />
Yayınları/2030 Yayınlar Dairesi Başkanlığı Sanat Edebiyat Eserleri Dizisi/156-28, 1998, s.<br />
129-130.<br />
Sadreddin Gümüş, “Cürcânî, Seyyid Şerif”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.<br />
VIII, 1993, s. 134-136.<br />
110
Şâfi‘î [ö. 820]: ‘Abdulmuttalib soyundan gelen imam, Peygamberin amcasının<br />
oğlu (İmâm Şâfi‘î ile Hz. Peygamberin soyları ‘Abdulmunâf’ta birleşir) Ebû<br />
‘Abdullâh Muhammed b. İdrîs Şâfi‘î, dönemin büyüklerindendi. Fütüv<strong>ve</strong>t <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>râ ile<br />
tanınmıştır. 36<br />
Şafiî mezhebinin kurucusudur.<br />
Sa‘id-belâğat Aristo-hikem ‘Alî-cevdet<br />
Ebû Hanîfe-meniş Şâfi‘î-vakârumdur<br />
(K. 33/25)<br />
Ümmühânî: Hz. ‘Alî’nin kız kardeşi olan Fâhite’nin lâkabıdır. İsrâ olayı Hz.<br />
Muhammed onun evindeyken meydana gelmiştir. 37<br />
Zâtı mahbûb-ı zî ’l-minen suhanı<br />
Gevher-i gûş-ı Ümmühânîdür<br />
(K. 9/53)<br />
Züleyhâ: Mısır azizi Kıtfîr’in eşi iken aynı evde yaşayan Hz. Yûsuf’tan<br />
murad almak istedi. Yûsuf (as) suçsuz olmasına <strong>ve</strong> bunun bilinmesine karşın on iki<br />
yıl zindanda kalmıştır. Daha sonra Hz. Yûsuf ile evlenen Züleyhâ’nın Efrâim <strong>ve</strong><br />
Menşa adlı iki oğlu <strong>ve</strong> Rahmet adında bir kızı olmuştur. Rahmet, Eyyûb (as)’un eşi;<br />
Efrâim de, Hz. Mûsâ’nın dedelerinden olacaktır.<br />
36<br />
37<br />
(K. 27/4), (K. 30/8).<br />
Bir zerre-i mihr-i ruh-ı pür-nûruŋı görse<br />
Yûsuf ola âşüfte vü şeydâ çü Züleyhâ<br />
(K. 3/31)<br />
Ali b. Osman Cüllâbî Hucvirî, Keşfu ’l-mahcûb, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, İstanbul,<br />
Dergâh Yayınları: 93 İslâm Klâsikleri: 7, 2 1996, s. 215-216.<br />
Şeyh Gâlib, Hüsn ü ‘Aşk, s. 31.<br />
111
B. Tasavvufî Terim <strong>ve</strong> Kavramlar<br />
Sûfî’nin Ar. ‘yün’ anlamına gelen sûftan türediği görüşü en doğru görüş kabul<br />
edilmekle birlikte 38<br />
çıktığını iddia edenler de vardır. 39<br />
sözcüğün ‘irfanse<strong>ve</strong>rlik’ anlamına Yunanca sofos sözcüğünden<br />
Tasavvuf sözcüğü Hz. Peygamber döneminde kullanılmıyordu. Züht <strong>ve</strong><br />
takvada sahabe, tâbiun, tebeuttâbiinin yolunu izleyen, nefislerini Allah’ı anmakla<br />
geçiren, kalp temizliğini her şeyin üstünde tutan, bunun için kalplerini gafletten<br />
koruyan, dünyadan el etek çekip dış âlemlere aldırış etmeden iç kuv<strong>ve</strong>tlerini, ruhî<br />
kabiliyetlerini geliştirmeğe çalışan zahit <strong>ve</strong> abitler zümresinin yoluna da tasavvuf adı<br />
<strong>ve</strong>rilmiş <strong>ve</strong> bu ad, hicrî iki yüz yılından önce şöhret bulmuştur.<br />
‘Âlem-i ğayb: Sofilere göre, varlık tecellisinin (kâinatın) mertebeleri vardır.<br />
Buna hazarât-ı hamse denilir, ki genel-varlık sahasına giren her mevcut ancak bu beş<br />
mertebeden birine dayanmaktadır. Bunlardan melekût ‘âlemi, melekler <strong>ve</strong> ruhlar<br />
âlemidir. Buna ğayb ‘âlem, ‘ulvî ‘âlem adları da <strong>ve</strong>rilir. Mülk ‘âlemi ise, maddî varlık<br />
âlemidir. Melekût, yani ruhlar âlemi varoluş bakımından mülk yani cisimler<br />
âleminden önce gelir. Mülk âlemi, melekût âleminin maddî biçimde tezahürüdür.<br />
Başka bir deyişle mülk âlemi, ruhlar âleminin gölgesinden ibarettir. 40<br />
Nüket-i nazm-ı pâküm ehl-i dile<br />
‘Âlem-i ğayb armağanıdur<br />
(K. 9/25)<br />
‘Ayne ’l-yakîn: Gözle <strong>ve</strong> görerek hasıl olan yakin. ‘İlme ’l-yakîn, ‘ayne ’l-<br />
yakîn <strong>ve</strong> hakka ’l-yakîn adı <strong>ve</strong>rilen üç yakin mertebesinden ikincisi. Kalbin,<br />
müşahede yoluyla gerçek vahdeti görmesi.<br />
38<br />
39<br />
40<br />
Doç. Dr. Süleyman Ateş, İslâm Tasavvufu, Ankara, Pars Matbaası, [1972], s. 7.<br />
Sevan Nişanyan, Elifin Öküzü ya da Sürprizler Kitabı, İstanbul, Adam Yayınları, 3 2003, s.<br />
205.<br />
Sinan Paşa, Tazarru’nâme, s. 300.<br />
112
Gavs-ı a‘zam mürşid-i a‘lem Divitçi-zâde kim<br />
Vâsıl-ı esrâr idi ‘ilme ’l-yakin ‘ayne ’l-yakin<br />
(T. 8/3)<br />
Cil<strong>ve</strong>: Nazlanma, güzellerin gönül açan <strong>ve</strong> hoşa giden hâl <strong>ve</strong> hareketleri.<br />
Sülûk ehli arifin gönlünde parıldayan onu deli divane eden ilâhî nurlar. İnsan da âlem<br />
de Hakk’ın nurlarının cil<strong>ve</strong> yeridir. Dervişler tarafından başlarına gelen her şeyin<br />
Hak’tan geldiğini bildirirken kullanılır.<br />
Göŋül kim anda ‘ışkuŋ cil<strong>ve</strong>gerdür yâ Resûla ’llâh<br />
Hased-fermây-ı ‘arş-ı mu‘teberdür yâ Resûla ’llâh<br />
(K. 13/1)<br />
(K. 4/98), (K. 5/5), (K. 11/7), (K. 32/12), (K. 38/16), (G. 143/4), (T. 1/13),<br />
(Mus. 6-I/4), (Mus. 10-V/6).<br />
Dergâh: Eşiklik, kapılık. Dervişler arasında muhiplerin toplu olarak<br />
zikrettikleri <strong>ve</strong> dervişlerle şeyhin oturduğu yer. hân-kâh, ilkin yemek yenilen yer. Bir<br />
şeyhin başkanlığı altında bulunan dervişlerin kaldıkları, zikir <strong>ve</strong> ibadet ettikleri yer.<br />
Tekkenin büyüğüdür, hem müştemelât, hem derece bakımından da tekkeden<br />
üstündür. Çoklukla pir makamıdır. Ondan aşağısına tekke, eğitim görmüş, konup<br />
göçen dervişler için yapılan mutfaksız küçüklerine ise zâviye denir. 41<br />
Nakşî dergâhlarının öbür adına da hân-kâh denir. 42<br />
Sad hamd ki na‘t-i pâk irüp pâyâna<br />
Dergâhuŋa oldı tuhfe dervîşâna<br />
Mevlevî <strong>ve</strong><br />
(R. 3-XXX/1)<br />
(K. 2/30), (K. 2/77), (K. 4/56), (K. 5/16), (K. 5/47), (K. 5/60-61), (K. 6/34),<br />
(K. 9/55), (K. 9/59), (K. 9/69), (K. 14/4), (K. 19/5-6), (K. 20/5), (K. 37/1), (T. 9/5),<br />
(R. 3-XXVIII/1).<br />
41<br />
42<br />
Seyyid Sırrı Ali, Tuhfe-i Rûmî Kâdirîler Âsitânesinin Manzum Târihçesi, Çeviren:<br />
Mustafa S[inan] Kaçalin, İstanbul, Âsitâne Yayınları: 1, 1992, s. 4, 7.<br />
Abdülaziz Bey, Osmanlı Âdet, Merasim <strong>ve</strong> Tabirler II. <strong>Kitap</strong>, Yayına Hazırlayanlar: Prof.<br />
Dr. Kâzım Arısan, Duygu Arısan Günay, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1995, s. 409.<br />
113
Fenâ: Yokluk, hiçlik. Kulun fiilini görmemesi hâli. Bu mertebede bulunanlar<br />
lâ fâ‘ile illâ ’llâh derler. 43<br />
gelmesidir. 44<br />
Aynı zamanda Hakk’ın varlığının kulun varlığına üstün<br />
Bir câmdan çeker ikisi bâde-i fenâ<br />
Biri niyâzda birisi nâzenîndür<br />
(K. 8/16)<br />
(K. 24/9), (G. 83/4), (G. 192/3), (G. 248/2), (T. 2/2), (T. 3/9), (T. 4/1), (T.<br />
6/1), (T. 11/1), (T. 29/1), (Mus. 5-II/5), (L. 17/1), (L. 24/1).<br />
Feyz: Salikin çalışması <strong>ve</strong> çabası söz konusu olmaksızın Allah tarafından<br />
onun kalbine her hangi bir hususun <strong>ve</strong>rilmesidir. Her an tecellî eden feyz aracılığıyla<br />
meydana gelen varlıklar, özündeki imkân itibarıyla yok olmakta, fakat tecellî eden<br />
Hakk’ın feyziyle aynı zamanda var olmaktadır. 45<br />
Fikrümdür o <strong>ve</strong>rd-i bâğ-ı hurrem<br />
Kim feyz-i Hudâdur aŋa şeb-nem<br />
(K. 2/12)<br />
(K. 2/8), (K. 2/9), (K. 2/12), (K. 3/14), (K. 6/10), (K. 6/26), (K. 7/33), (K.<br />
7/51), (K. 8/4), (K. 8/11), (K. 8/20), (K. 8/30), (K. 8/38), (K. 8/59), (K. 9/9), (K.<br />
9/40), (K. 9/54), (K. 9/65), (K. 9/75), (K. 10/2), (K. 11/14), (K. 11/34), (K. 12/29),<br />
(K. 12/32), (K. 12/53), (K. 21/11), (K. 21/23), (K. 27/26), (K. 27/29), (K. 27/32), (K.<br />
29/7), (K. 32/1), (K. 33/33), (K. 34/1), (K. 34/27), (K. 35/1), (K. 35/4), (K. 38/22),<br />
(G. 28/1), (G. 42/1), (G. 75/13), (G. 100/5), (G. 143/1), (G. 144/4), (G. 163/7), (G.<br />
166/7), (G. 169/4), (G. 181/2), (G. 221/5), (G. 222/5), (G. 227/7), (G. 241/5), (T.<br />
13/2), (T. 23/2), (T. 25/2), (T. 27/5), (T. 28/1), (T. 30/13), (Mus. 5-VI/4), (L. 25/1),<br />
(Muam. 1), (Muam. 31), (R. 2-III/2), (R. 3-II/2), (R. 3-XIII/1), (R. 3-XV/1), (R. 3-<br />
XVI/1-2), (R. 4-XV/1-2), (Muk. 3/1),<br />
43<br />
44<br />
Prof. Dr. Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul, Kabalcı Yayınevi: 182<br />
Sözlük Dizisi: 5, 2001, s. 134.<br />
İsmail-i Ankaravî, Minhâcu ’l-fukara, Hazırlayan: Sadettin Ekici, İstanbul, İnsan Yayınları:<br />
200 İrfan serisi: 16, 1996, s. 350.<br />
114
Hakîkat: Gerçek. Var olduğu kesin <strong>ve</strong> açık olarak bilinen şey, bir şeyi o şey<br />
yapan özellik, mahiyet. 1. Hakk’ın salikten niteliklerini alarak yerine kendi<br />
niteliklerini koyması, 2. hakikat, tasavvuf bilimi, şeriat ise fıkıh bilimidir. Hakikatsiz<br />
şeriat makbul değil, şeriatsız hakikat ise batıldır, 3. Hz. Âdem’den kıyamete değin<br />
değişmeyen buyruklar. 46<br />
Kulun, Allah’a vuslat mahallinde ikamet etmesi, sırrının ise<br />
tenzih mahalli üzerinde durmasıdır. 47<br />
(K. 5/51).<br />
‘Işk ile dil ki bahr-i hikmet olur<br />
Katresi kulzüm-i hakîkat olur<br />
(K. 4/1)<br />
Hayret: Şaşmak, şaşırmak. Kalbe gelen bir tecellî sebebiyle salikin<br />
düşünemez <strong>ve</strong> yargılayamaz hâle gelmesi. Hayret ya delilde olur <strong>ve</strong>ya<br />
delillendirilmiş şeyde. Allah’ın varlığını kanıtlayan delilde hayrete düşmek zındıklık<br />
<strong>ve</strong> mülhitliktir. Medlulü, yani delille varılan Hakk’ın tecellîlerini temaşada hayrete<br />
düşmek sıddıklıktır. 48<br />
(G. 109/9), (G. 163/1-5).<br />
Velîkin rûz-ı mahşerde ‘usâta itdigi lutfuŋ<br />
Temâşâsından erbâb-ı mekârim mest-i hayretdür<br />
(K. 5/42)<br />
He<strong>ve</strong>s: Arzu, istek. 1. Nefsin tabiatın gereğine yönelmesi, süflî tarafa yönelip<br />
ulvî taraftan yüz çevirmesi. Şer’î ölçülere bakmaksızın nefsin hoşuna giden şeylere<br />
yönelmesi, 2. aşk. 49<br />
45<br />
46<br />
47<br />
48<br />
49<br />
Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 137.<br />
Uludağ, age., s. 152-153.<br />
Hucvirî, Keşfü ’l-mahcûb, s. 535.<br />
Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 162.<br />
Uludağ, age., s. 164.<br />
115
Ne ider meyl zühd ü takvâya<br />
Ne he<strong>ve</strong>s-per<strong>ve</strong>r-i ‘ibâdet olur<br />
(K. 4/88)<br />
(K. 5/3), (K. 12/2), (K. 34/32), (G. 12/3), (G. 28/2), (G. 74/2), (G. 94/4), (G.<br />
97/1), (G. 115/1), (G. 115/3), (G. 125/1), (G. 126/2), (G. 129/2), (G. 151/1), (G.<br />
174/3), (G. 180/1), (G. 186/2), (G. 196/3), (G. 197/3), (G. 201/1), (G. 208/2), (G.<br />
209/5), (G. 253/3), (G. 257/9), (Mus. 10-I/1), (Mus. 10-III/6), (Mus. 10-VII/1), (Mus.<br />
10-VII/3).<br />
Heybet: Saygıya dayanan korku, azamet. Havf <strong>ve</strong> kabz hâlinin üstündeki hâl.<br />
Heybet gaybeti gerektirir. Hakk’a yakın olmanın meydana getirdiği endişe hissi.<br />
Heybet, az <strong>ve</strong>ya çok kendinden geçme hâlini gerektirir; çünkü heybet Hakk’ın celâli<br />
tecellîlerini kalpte müşahede etmekten hasıl olur. 50<br />
Kuv<strong>ve</strong>t ü kudret senüŋdür heybet ü nusret senüŋ<br />
Cünd-i İslâma mu‘în ol düşmen olsun pây-mâl<br />
(K. 37/5)<br />
Hırka: Dervişlerin toplu zikir yaptıkları sırada giydikleri yelek. Bir mürit<br />
adayı belli bir deneme <strong>ve</strong> hazırlık döneminden sonra tarikata ehil <strong>ve</strong> şeyhe lâyık<br />
görülürse ona tekkede yapılan bir törenle hırka giydirilir. Hırka giyen talip artık<br />
bundan böyle şeyhin müridi, tarikat mensubu <strong>ve</strong> öbür müritlerin kardeşidir. 51<br />
50<br />
51<br />
52<br />
Giyinüp hırkaların hal<strong>ve</strong>tde<br />
Çıkarırlar olıcak kesretde<br />
Hidâyet: Maksata götüren yolu gösterme, gayeye vardıran yolu tutma. 52<br />
Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 165.<br />
Uludağ, age., s. 166.<br />
Uludağ, age., s. 168.<br />
(L. 24/3)<br />
116
(K. 2/50), (K. 5/28).<br />
Ser<strong>ve</strong>râ şâh-ı kudsiyan-sipehâ<br />
Hidmetüŋ mâye-i hidâyet olur<br />
(K. 4/72)<br />
Himmet: Bir kemal hâlini <strong>ve</strong>ya başka bir şeyi elde etmek için bütün ruhanî<br />
güçleriyle birlikte kalbin Hakk’a yönelmesi; halis <strong>ve</strong> iyi niyet; ermiş kişilerin<br />
maksadı hasıl eden, iş bitiren <strong>ve</strong> dilediklerini yerine getiren manevî güçleri. 53<br />
Mâh-ı evc-i ma‘delet şâh-ı cihân-ı mekrümet<br />
Yekke-tâz-ı deşt-i himmet merd-i meydân-ı kerem<br />
Rûy-mâl-i dergehüŋ fikriyle itdüm ‘azm-i râh<br />
Himmetüŋle eyleye teshîl umûrum müste‘an<br />
(K. 34/15)<br />
(G. 261/2)<br />
(K. 4/38), (K. 4/93), (K. 5/7), (K. 8/47), (K. 9/79), (K. 27/38), (K. 27/39), (K.<br />
33/27), (K. 34/26), (G. 10/3), (G. 57/3), (G. 97/4), (G. 167/6), (G. 170/1), (G. 191/2),<br />
(T. 1/3), (T. 16/3), (T. 25/1), (Mus. 10-VI/6), (L. 10/7), (R. 3-IV/1).<br />
‘İlme ’l-yakîn: Bilgiye <strong>ve</strong> delile dayanan kesin bilgi. Zahirî bilimler, şer’î<br />
buyruklar hakkındaki kesin bilgiler. Keşf hâlinde hakikat nurunun tecellî etmesi de<br />
‘ilme ’l-yakîndir. 54<br />
(L. 8/10).<br />
Gavs-ı a‘zam mürşid-i a‘lem Divitçi-zâde kim<br />
Vâsıl-ı esrâr idi ‘ilme ’l-yakin ‘ayne ’l-yakin<br />
(T. 8/3)<br />
İntisâb: Birine, bir şeyhe bağlanma demektir. Allah’a vuslatı isteyen, başka<br />
bir deyişle, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak isteyen bir insanın bu olgunluğun<br />
53<br />
54<br />
Uludağ, age., s. 170.<br />
Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 183.<br />
117
eğitimini <strong>ve</strong>recek bir şeyhe, dolayısıyla bir şeyhin temsil ettiği tarikata bağlanmak<br />
demektir.<br />
Bulursa zerre kadar intisâb dergehüŋe<br />
Vesîle-i kerem-i müste‘ân-ı ‘âlemdür<br />
(K. 7/95)<br />
İstiğnâ: Zengin olmak, zenginlik istemek, ihtiyaç duymamak, tenezzül<br />
etmemek. Salikin Allah’ın kendisine yeteceğine inanarak Allah’tan başkasına ihtiyaç<br />
duymaması <strong>ve</strong> tenezzül etmemesi. Bir kimse kendisini ne kadar Allah’a muhtaç<br />
bilirse o kadar Allah’la zengin olur. Allah’tan istiğnâ ise asla caiz değildir. 55<br />
Bulınmaz mülk-i istiğnâda şâhum şimdi enbâzuŋ<br />
(G. 32/4), (G. 109/6), (G. 259/1).<br />
(Mus. 8-III/4)<br />
Keşf: 1. Sofîlere göre, maddî <strong>ve</strong> duyulur âlemden gelen etki, kir <strong>ve</strong> pas kalbin<br />
gayb âlemini görmesine engel olan bir perde oluşturur. Riyazet <strong>ve</strong> tasfiye ile bu<br />
perde kalkınca gaip açık seçik görülür. Bu perdenin açılmasına, yani kalp gözünün<br />
açılmasına keşf denir, 2. ilham. Doğrudan <strong>ve</strong> aracısız Allah’tan alınan bilgi. Bu bilgi<br />
ya ilâhî seslenişi işitmek <strong>ve</strong> dinlemek <strong>ve</strong>ya gayb âlemini görmek suretiyle elde edilir,<br />
3. İbn Arabî [ö. 1240]’ye göre <strong>ve</strong>lîler bilgileri peygamberlere vahiy getiren meleğin<br />
aldığı kaynaktan doğrudan alırlar. 56<br />
55<br />
56<br />
N’ola açılsam yüzüŋ gördükçe cânâ gül gibi<br />
Keşf-i râz-ı ‘ışka senden ğayri mahrem bulmadum<br />
(K. 21/6), (G. 189/1), (T. 9/2), (L. 18/4).<br />
Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 191.<br />
Uludağ, age., s. 210-211.<br />
(G. 185/5)<br />
118
Kurb: Yakınlık. 1. Allah’ın ibadet <strong>ve</strong> taatine yakın olmak, 2. Hakk’ın<br />
tevfikine <strong>ve</strong> inayetine yakın olmak, 3. kulla Hakk’ın arasında araçların bulunmaması<br />
<strong>ve</strong>ya az olması, 4. kulun, Hak ile arasındaki ezelî söze <strong>ve</strong>fa etmesi. 57<br />
Ey cemâlüŋ şem‘-i bezm-ârâ-yı kurb-ı Girdgâr<br />
(K. 2/38), (K. 5/35), (K. 8/29).<br />
(Mus. 5-I/1)<br />
Kutb: Arapçada ‘değirmen taşının üzerinde döndüğü mil, iğ, eksen;<br />
demirkazık yıldızı; bir boyun işlerinin döndüğü yer olan başkanı <strong>ve</strong> beyi’ anlamlarına<br />
gelen bu sözcük tasavvufta ‘saliklerin her türlü işleri kendisine havale edilmiş kişi’<br />
demektir. Türkçede ‘baş, uç; demirkazık yıldızı’. Sofilere göre her zamanda<br />
peygamberlerin mirasçısı olan birisi bulunur ki buna, kâinat onun çevresinde<br />
döndüğü, Allah dileği onun dileğine uyduğu için, kutb denir. Kutup Allah’ın özel<br />
nazarına mazhar olan kişidir. Bu makama yükseldikten sonra Abdullah adını alan<br />
kutup Peygamberin bütün özelliklerini miras edinir. Peygamberin bütün özelliklerini<br />
taşıyan kutba, kutbu ’l-‘âlem, kutbu ’l-aktâb, kutbu ’l-ekber kutbu ’l-irşâd <strong>ve</strong> kutbu<br />
’l-medâr adları da <strong>ve</strong>rildiği gibi sıkıntıya uğrayanların yardımına yetiştiği için ğavs<br />
da denir. Kutbun ömrü otuz üç yıldan artık <strong>ve</strong> on iki yıl beş ay iki günden de eksik<br />
olmaz. Kutup hakkında anlatılan hadisler hadis bilginlerince uydurma <strong>ve</strong> zayıf kabul<br />
edilmiştir. 58<br />
(T. 8/3), (T. 8/7), (L. 28/11).<br />
Cenâb-ı kutb-ı ‘âlem hazret-i Nazmî Efendi kim<br />
Fezâ-yı rahş-ı vasfı mâ-<strong>ve</strong>râ-yı ‘arş-ı imkândur<br />
(G. 75/10)<br />
Mahv: Alışılan huyları ortadan kaldırmaktır. İsbât ise, ibadetin hükümlerini<br />
yerine getirmektir. Bir kimse kendi hâl <strong>ve</strong> hareketlerinden, kötü huyları uzaklaştırır,<br />
onun yerine övülen hâlleri koyarsa, o kimse mahv <strong>ve</strong> isbât sahibidir. Mahv <strong>ve</strong> ispatın<br />
57<br />
58<br />
Uludağ, age., s. 218.<br />
Seyyid Sırrı Ali, Tuhfe-i Rûmî Kâdirîler Âsitânesinin Manzum Târihçesi, s. 10.<br />
119
hakikati ilâhî kudretten doğar. Buna göre mahv, Hakk’ın örttüğü <strong>ve</strong> sildiği, ispat<br />
Hakk’ın açıkladığı <strong>ve</strong> meydana çıkardığı şeydir. 59<br />
Nedür ol Mevlevî-i sebz-külâh<br />
Ki fenâ itmiş anı mahv ü tebâh<br />
(L. 17/1)<br />
Mâ-sivâ: Allah’ın dışında kalan her şeydir. Fitnenin kaynağı olan şeylere<br />
masiva denir ki, bazıları şunlardır: Kadınlar, hayırsız evlât, altın gümüş vb. Bunların<br />
bütünü dünya hayatıyla ilgili değerlerdir <strong>ve</strong> dünya hayatı yok olduğunda bunlar da<br />
yok olurlar. Geriye ancak Allah’ın sahip olduğu güzellik kalır. 60<br />
(K. 9/3), (Mus. 10-V/6).<br />
N’ola hemvâre mağşûş nukûş-ı mâ-sivâ olsa<br />
O dil kim olmaya fikri hayâlüŋ yâ Resûla ’llâh<br />
(K. 16/4)<br />
Meclis-i elest: Kişioğullarının kendileri yani bedenleri yaratılmadan, Allah<br />
ruhları yaratmış <strong>ve</strong> onlara, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuştu. Ruhlar<br />
da “E<strong>ve</strong>t” diye bunu kabul <strong>ve</strong> tasdik etmişlerdi. Bu söze elest bezmi, elest günü gibi<br />
adlar <strong>ve</strong>rilmiştir. 61<br />
Unıdup meclis-i elesti dirîğ<br />
Dâmen-âlûde-i kabâhat olur<br />
(K. 4/86)<br />
Melâmet: Doğru yolu tutanların kınanmağa aldırış etmemesidir. Melâmetin<br />
üç biçimi vardır: Biri istikâmet üzere olmak, öbürü kasd, üçüncüsü terk etmektir.<br />
İstikamet üzere olanlar, ibadetlerini yapmalarına karşın halk tarafından kınananlardır.<br />
Kast biçimindeki melâmet, halkın parmakla gösterdiği kişilerin makam <strong>ve</strong> itibara<br />
59<br />
60<br />
61<br />
Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, İstanbul, Dergâh<br />
Yayınları: 61 İslâm Klâsikleri: 2, 3 1991, s. 204.<br />
Dr. Ömür Ceylan, Tasavvufî Şiir Şerhleri, İstanbul, Kitabevi 134, 2000, s. 240.<br />
Sinan Paşa, Tazarru’nâme, s. 323.<br />
120
eğilmemeleri için onların nefretini kazanacak işler yapmasıdır. Terk ise, dinî<br />
buyrukları yapmamak için melâmeti yol <strong>ve</strong> araç olarak kullananlardır. 62<br />
(G. 201/1).<br />
Müstemendüm mahall-i merhametüm<br />
Revişüm bâ‘is-i melâmet olur<br />
(K. 4/84)<br />
Mürîd: Kendi iradesini Hakk’ın iradesine teslim eden kimse. Mürîd-i dünyâ,<br />
mürîd-i ‘ukbâ <strong>ve</strong> mürîd-i Mevlâ olarak üçe ayrılır. Konuşması Allah’la olan kişi,<br />
sustuğu anda da Allah’ı ararsa mürîd-i Mevlâ olur. 63<br />
Tekye-i ğamda küleh-pûş u mürîd-i ‘ışk olan<br />
Tâc-ı şâh u devlet-i Dârâya çekmez ihtiyâc<br />
(G. 25/2)<br />
Mürşid: Delil, kılavuz, yol gösteren. Tasavvufta sırât-ı müstakîmi gösteren,<br />
dalâletten önce gerçek yola ileten, şeyh, <strong>ve</strong>lî, er, eren, pir.<br />
(K. 2/30).<br />
Gavs-ı a‘zam mürşid-i a‘lem Divitçi-zâde kim<br />
Vâsıl-ı esrâr idi ‘ilme ’l-yakin ‘ayne ’l-yakin<br />
(T. 8/3)<br />
Müşâhede: ‘Bir şeyi gözle, yüz yüze görmek’ anlamınadır. Tasavvufta,<br />
‘sanki o kendisini görüyormuş gibi, Allah’ı kalp gözü ile görmek’ demektir.<br />
Çokluktan geçip birliğe uluşan kimse, bütün varlıkları artık Allah’ın gözü ile görür<br />
<strong>ve</strong>ya başka bir deyişle, bütün varlık âleminin ancak Allah’ın mutlak varlığı ile kaim<br />
olduğu gerçeğini iç gözü ile müşahede eder. 64<br />
62<br />
63<br />
64<br />
Hucvirî, Keşfü ’l-mahcûb, s. 143-152.<br />
İsmail-i Ankaravî, Minhâcu ’l-fukara, s. 277.<br />
Sinan Paşa, Tazarru’nâme, s. 316.<br />
121
Âsârın it müşâhede eşyâda cehli ko<br />
Zann itme şekk ü <strong>ve</strong>hm bu ‘ilm-i yakîndür<br />
(K. 8/14)<br />
Nefs-i emmâre: ‘Buyurucu nefis’ anlamınadır. Nefsin mertebelerinden<br />
birincisidir. Bu mertebede, insanın maneviyatı olan nefis, insana kötülük buyurur <strong>ve</strong><br />
sürekli kötülüğe yönelir. 65<br />
Nefs-i emmârenin ilâcı, hastaları dolaşmak, cenaze namazı<br />
kılmak, kabir ziyaretinde bulunmaktır. 66<br />
İreydi gûşına h v âb içre vasf-ı insâfı<br />
Salâh emrine başlardı nefs-i emmâre<br />
(K. 11/36)<br />
Sâlik: Dış görünüşten iç oluşuma varmak için bir mürşide uyarak belirli<br />
kuralları uygulamak şartıyla manevî bir yolculuk yapan kişi. Bu yolcu, yolculuğunu<br />
bilim gücüyle değil, yaşama gücüyle yapar <strong>ve</strong> bu yolculuğunda çeşitli duraklara<br />
uğrar. Salikin bilimi ‘ayne ’l-yakîn derecesindedir. 67<br />
Çihl sâl irşâd idüp tâlibleri sâlikleri<br />
Dâmenin tutdı iden meyl-i sırât-ı müstakîm<br />
(T. 9/4)<br />
Sülûk: Bir yola girme, bir sıraya dizilme, bir tarikata intisap etme. Sofîlerin<br />
dış görünüşten iç oluşuma varmak için bir mürşide uyarak belirli kuralları uygulamak<br />
şartıyla yapılan manevî yolculuğa denir. Bu yola girene de sâlik denir. 68<br />
65<br />
66<br />
67<br />
68<br />
Sinan Paşa, age., s. 326.<br />
Sülûkinde şeb-i deycûrı seçmez rûz-ı rûşenden<br />
Uyan ‘ışkuŋ gibi bir reh-nümâya yâ Resûla ’llâh<br />
(K. 19/3)<br />
Eşrefoğlu Rûmî, Müzekki ’n-Nüfûs, Hazırlayan: Abdullah Uçman, İstanbul, İnsan<br />
Yayınları: 210 İrfan Serisi: 17, 1996, s. 129.<br />
Seyyid Sırrı Ali, Tuhfe-i Rûmî Kâdirîler Âsitânesinin Manzum Târihçesi, s. 48.<br />
Seyyid Sırrı Ali, Tuhfe-i Rûmî Kâdirîler Âsitânesinin Manzum Târihçesi, s. 52.<br />
122
Şeyh: Sofîlere göre tarikat aşamalarında olgunlaşan, tarikata yeni girenlere<br />
yardım eden <strong>ve</strong> yol gösteren kişi. Şeyh, olgunluğun en yüksek derecesine ulaşır <strong>ve</strong> bu<br />
olgunluğunda tam bir istiğna gösterirse kutb adını alır.<br />
(G. 11/5).<br />
Halk-ı ‘âlem gûyiyâ bahr-i ğama ğark oldılar<br />
Gitdi çün-kim dünyeden ol şeyh-i kâmil rükn-i din<br />
(T. 8/2)<br />
Tarîkat: Hakk’a ermek için tutulan, birtakım kuralları <strong>ve</strong> ayinleri bulunan<br />
yol. Mutasavvıflara göre bütün insanlar, hatta bütün yaratıkların alıp <strong>ve</strong>rdiği nefesler<br />
sayısınca Allah’a yol gider. Herkes kendi meşrebine, ruh yapısına, dünya görüşüne<br />
<strong>ve</strong> manevî zevkine göre bir yol tutar <strong>ve</strong>ya bir şeyhe bağlanır <strong>ve</strong>ya büsbütün bunların<br />
dışında yaşar. 69<br />
Hazret-i Seyyid ‘Alâ‘u ’d-dîn Efendi kim odur<br />
Şâh-ı evreng-i tarîkat sâhib-i kalb-i selîm<br />
(T. 9/3)<br />
Tecellî: Gaipten gelen <strong>ve</strong> kalpte zahir olan nurlar. Görünmeyenin kalplerde<br />
görünür hâle gelmesi. Tecellî kavramında sürekli bir görünmezden görünüre,<br />
karanlıktan aydınlığa, bilinmezlikten bilinirliğe, belirsizlikten belirliliğe geçiş vardır.<br />
Tecellî salike cezbe, bazen sükûn <strong>ve</strong>rir. 70<br />
69<br />
70<br />
Esrâr-ı tecellî-i cemâle<br />
‘Âşıkları a‘lem eyle yâ Rab<br />
(K. 2/29), (K. 13/4), (K. 3/34), (K. 7/36), (K. 17/5).<br />
Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 338.<br />
Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 341.<br />
(K. 1/11)<br />
123
Temennî: Ezelî takdiri görme. Müridin temennisi değil, emeli olur. Zira<br />
temennîde nefsi, emelde takdiri görür. Temennî nefsin, teemmül kalbin sıfatıdır. 71<br />
Hayfâ hicâb-ı şeng-i temennâ açılmadı<br />
Gülzâr-ı dilde <strong>ve</strong>rd-i tesellâ açılmadı<br />
(G. 247/1)<br />
Temkîn: Yakîn makamı mertebesinde sürekli istikâmet sahibi olmak <strong>ve</strong> o<br />
makama büsbütün yerleşmek demektir. Temkînden kastedilen kulun, sonsuza değin<br />
mana âlemine ait keşfini <strong>ve</strong> müşahedesini sürdürmesidir. 72<br />
Ey ân-ı cemâl-i şâhid-i din<br />
Ey nûr-ı cebîn-i ‘arz-ı temkin<br />
(K. 2/28)<br />
Tûr: Sînâ çölünde Hz. Mûsâ’nın ilâhî hitabı işittiği dağ; Tasavvufta nefis.<br />
“Tûrun sağ yanından ona seslenmiştik.” (xix. Meryem 52.) anlamındaki ayet “Ona<br />
nefs yönünden seslenmiştik.” anlamına gelir. Hz. Mûsâ Allah’a ibadet ederken<br />
üzerinde bulunduğu dağda Allah ona nefis yönünden seslenmişti. Allah ehlullâha<br />
mağarada, vadide <strong>ve</strong> hal<strong>ve</strong>thanede tecellî ettiği gibi Hz. Mûsâ’ya dağ başında tecellî<br />
etmişti. Dağın darmadağınık <strong>ve</strong> yerle bir oluşu, nefsin Allah ile fani olması demektir.<br />
“Tûr’u başlarına kaldırdık.” (ii. Bakara 63, 93.) ifadesi “Nefislerini azdırdık,<br />
başlarına belâ ettik” anlamınadır. 73<br />
71<br />
72<br />
73<br />
(K. 8/2).<br />
Uludağ, age., s. 346.<br />
Kelîm-i Tûr-ı tecellâ ‘alîm-i sırr-ı likâ<br />
Hakîm-i mîr ü gedâ dil-sitân-ı ‘âlemdür<br />
İsmail-i Ankaravî, Minhâcu’l-Fukara, s. 335.<br />
Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 355.<br />
(K. 7/36)<br />
124
‘Uzlet: Günaha girmemek, daha çok <strong>ve</strong> daha ihlâslı ibadet etmek için<br />
toplumdan ayrılıp ıssız <strong>ve</strong> kimsesiz yerlere çekilmek, tek başına yaşamak. Buna<br />
hal<strong>ve</strong>t de denir. 74<br />
Görse reftâruŋı tezerv-i cinan<br />
Zî<strong>ve</strong>r-i sîh-i nâr-ı ‘uzlet olur<br />
(K. 4/27)<br />
Vahdet: Birlik. Gerçek anlamda bir, Haktır. Onun için gerçek anlamda birlik<br />
de Allah için söz konusudur.<br />
(K. 9/2).<br />
Dehânuŋ râzdân-ı ‘ilm ü hikmet yâ Resûla ’llâh<br />
Zebânuŋ tercemân-ı sırr-ı vahdet yâ Resûla ’llâh<br />
(K. 20/1)<br />
Yakîn: 1. Vak’aya uygun başka türlüsü imkânsız <strong>ve</strong> değişmeyen inanç, 2.<br />
delille değil, iman gücüyle apaçık olarak görme, 3. saf kalple gaibi temaşa, fikri<br />
muhafazayla sırrı mülâhaza etmek, 4. bir şeyin hakikati konusunda kalbin doyum<br />
hâlinde olması, 5. her türlü kuşkuyu ortadan kaldırıp tasdik edilen gaibin hakikatine<br />
ermek. 75<br />
İmâm-ı kıble-i din muktedâ-yı ehl-i yakin<br />
Zeber-nişîn-i bihin dûdmân-ı ‘âlemdür<br />
(K. 7/37)<br />
Zühd: Zühdün sofîler arasında çeşitli tarifleri yapılmıştır. Hz. ‘Osmân’a göre<br />
zühd, dünyayı terk etmek, sonra da kimin eline geçerse geçsin aldırmamaktır. 76<br />
74<br />
75<br />
76<br />
Uludağ, age., s. 358; İsmail-i Ankaravî, Minhâcu’l-Fukara, s. 230; Eşrefoğlu Rûmî,<br />
Müzekki ’n-Nüfûs, s. 329.<br />
Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 378.<br />
Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, s. 254.<br />
125
Ne bâ‘is-i ğufrân olacak bir ‘amelüm var<br />
Ne Hakka sezâ zühd ü ‘ibâdât dirîğâ<br />
(K. 3/39)<br />
(K. 4/88), (K. 35/19), (K. 38/14), (G. 147/3), (Mus. 10-VI/2), (R. 4/XXVII/1).<br />
C. Tarihî <strong>ve</strong> Efsanevî Öğeler<br />
Olaylar, kişilikler <strong>ve</strong> mekânlar alfabetik olarak incelenmiştir. Bazı olaylar <strong>ve</strong><br />
kişiliklerin hem tarihî hem de efsanevî niteliği olduğu için ayrıca bir ayırıma<br />
gidilmemiştir.<br />
‘Ankâ: İbranca kökenli bir sözcük olan ‘ankâ, ‘uzun boylu dev; gerdanlık,<br />
gerdanlık takmak <strong>ve</strong> boğmak’ anlamlarına gelir. Boyunun uzun olduğuna yahut<br />
boynunda bir halka bulunduğuna inanıldığı için mevcûdü ’l-ism <strong>ve</strong> mefkûdü ’l-cism<br />
bu efsanevî kuşa ad olmuştur. Sürekli batıya uçtuğu ya da avladığı kuşları<br />
yuttuğu/gözden kaybettiği için ‘ankâ-yı mağrib de denir. Edebî metinlerde ‘ankâ,<br />
zümrüdü‘ankâ ya da simurğ adlarıyla geçen bu efsanevî kuşun, Hint mitolojisindeki<br />
garuda kuşu, eski Mısırlıların en büyük tanrının tarzlarından biri kabul ettikleri benu<br />
kuşunun bir uzantısı olan phoenix <strong>ve</strong> Türklerin millî sembollerinden kartal, karakuş<br />
<strong>ve</strong> tuğrul gibi yırtıcı kuşlarla ilgisi olabileceği söylenmektedir. Türk edebiyatına bu<br />
adlarla bir motif olarak İran edebiyatından geçmiş olduğu kesin olmakla birlikte çok<br />
benzer söylencelerin İslâmiyetten önceki Türk kavimleri arasında da yayılmış olduğu<br />
bilinmektedir. 77<br />
Ol dîde-i bâdâmı gör ol zülf-i ‘anber-fâmı gör<br />
Ey murğ-ı dil ol dâmı gör kim saydıdur ‘ankâ hümâ<br />
(K. 26/16)<br />
(K. 4/41), (K. 24/11), (K. 28/1), (K. 32/11), (K. 35/19), (G. 75/12), (G.<br />
109/6), (G. 142/1), (G. 168/1), (L. 26/3).<br />
77<br />
Dr. Ömür Ceylân, Kuş Cenneti Şiirimiz -Klâsik Türk Şiirinde Kuşlar-, İstanbul, Filiz<br />
Kitabevi, 2003, s. 34-46.<br />
126
Aristo [İ.Ö. 384-322]: İslâm dünyasında mu‘allim-i ev<strong>ve</strong>l olarak tanınan Yunanlı<br />
bir filozoftur. Hayatı hakkında umumiyetle pek doğru bilgi yoktur. Kendisi Platon’un<br />
öğrencisidir. Felsefenin temellerini atmış, kurallarını koymuş, delillerini<br />
kararlaştırmıştır. Mantık biliminin mucididir. Klâsik şiirde, akıl, hikmet <strong>ve</strong> doğru<br />
düşünce örneği olarak geçer. 78<br />
Sa‘id-belâğat Aristo-hikem ‘Alî-cevdet<br />
Ebû Hanîfe-meniş Şâfi‘î-vakârumdur<br />
(K. 33/25)<br />
Âsaf: Kimilerine göre Hz. Süleymân’ın kendisi, kimilerine göre onun <strong>ve</strong>ziri,<br />
kimilerine göre ise, bir peygamberdir. Tefsircilerin çoğu <strong>ve</strong>zir olduğu<br />
kanaatindedirler. İslâm kaynaklarına göre Hz. Süleymân’ın teyzesi oğluydu. Onun sır<br />
kâtibi, <strong>ve</strong>ziri <strong>ve</strong> en gü<strong>ve</strong>ndiği kişiydi. Klâsik şiirde âsaf sözcüğünün çok yaygın bir<br />
kullanım alanı vardır. Âsaf’ın efsaneleşmiş kişiliği, şairler tarafından ideal bir <strong>ve</strong>zir,<br />
ileri görüşlü bir devlet adamı, yüksek <strong>ve</strong> isabetli fikir sahibi anlamlarıyla geniş bir<br />
biçimde kullanılmış, özellikle kasidelerde <strong>ve</strong>zirler övülürken, onların yüceliği <strong>ve</strong><br />
dirayeti bölümünde mutlaka âsaf sözcüğünün çağrışım alanlarından<br />
yararlanılmıştır. 79<br />
Âsaf-ı devran <strong>ve</strong>zîr-i a‘zam-ı şâh-ı zaman<br />
Ya‘nî dâmâd-ı ‘atâ-mu‘tâd sultân-ı kerem<br />
(K. 34/9)<br />
Bâbil: Yahudilikten Hristiyanlığa geçen bir anlayışa göre günah işlenen bir<br />
kent sayılan Babil, İslâm geleneğinde daha çok sihirbazlıkla anılır. Çâh-ı Bâbil de<br />
inanışa göre Zühre adlı kızın dediklerini yapan iki meleğin kuyuda<br />
cezalandırılmasına telmih olarak şiirde geçer.<br />
78<br />
Görseydi nikât-ı şi‘rüm ey dil<br />
Meşk eyleye idi sihr-i Bâbil<br />
(K. 2/16)<br />
Dursun Ali Tökel, Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar Şahıslar Mitolojisi, Ankara, Akçağ<br />
Yayınları/309 Kaynak Eserler/85, 2000, s. 415-422.<br />
127
(R. 4-XXVII/2).<br />
Bedahşân: Kuzeydoğu Afganistan’da idarî bir bölge olup Afgan Türkistan<br />
olarak da bilinir. Kısmen dağlık görünüşte yüksek bir yayla olan Bedahşân’ın en<br />
hareketli kesimi <strong>ve</strong> en canlı ticaret alanı Gökçesu vadisidir. Önceleri Bedahşan<br />
adının bu vadide çok bulunduğu söylenen bedahş/belâhş adındaki pembe yakuttan<br />
(la‘l-i Bedahşî, la‘l-i Bedahşânî) geldiği ileri sürülmüşse de daha sonra bunun<br />
tersinin söz konusu olduğu <strong>ve</strong> taşın adını buradan aldığı görüşü kuv<strong>ve</strong>t kazanmıştır.<br />
Son yıllarda ise sözcüğün Sâsânîler’in bedahş/badahş Pehlevice bidahş ‘müfettiş,<br />
yüksek yönetici’ unvanından türetildiği saptanmıştır. Bedahşan şehrine nispetle edebî<br />
metinlerde daha çok la‘l-i Bedahşân olarak geçer. Eski astrolojide güneşin <strong>ve</strong> bazı<br />
yıldızların madenlere etki ederek onların mahiyetlerini değiştirdiği kabul edilir.<br />
Bedahşan’da çıkan la‘l de Süheyl yıldızının etkisiyle meydana geldiği <strong>ve</strong> rengini<br />
onun ışığından aldığı için çok güzel <strong>ve</strong> değerli sayılmıştır. 80<br />
(G. 166/5), (G. 182/1).<br />
Def‘-i humâr-ı hecr içün âşüfte-dillere<br />
Bir bâde câm-ı la‘l-i Bedahşândur ruhuŋ<br />
(G. 161/3)<br />
Bihzâd: XV. yüzyılda yaşamış ünlü Türk resim <strong>ve</strong> minyatür sanatçısı. Klâsik<br />
şiirde hâme, nakş, sûret, resm gibi sözcüklerle birlikte anılır.<br />
(G. 134/6).<br />
Olursa Mânî vü Bih-zâda ta‘ne-zen lâyık<br />
Çıkardı nakşuŋı bir lahzada şehâ mir’ât<br />
(G. 16/4)<br />
Cemşîd: İran mitolojisinde Pîşdâdiyân <strong>ve</strong>ya Keyâniyân denilen ilk şah<br />
ailesinin Kıyûmers, Huseng <strong>ve</strong> Tahmuras’tan sonra gelen dördüncü şahıdır.<br />
79<br />
80<br />
Tökel, Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar Şahıslar Mitolojisi, s. 325-329.<br />
Ahmet Kartal, Klâsik Türk Şiirinde Lâle, Ankara, Akçağ Yayınları/245, Kaynak<br />
Eserler/54, 1998, s. 45.<br />
128
Tahmuras’ın oğludur. 100 ya da 700 yıl yaşamış, pek çok sanatı bulmuş; halka iplik<br />
bükme <strong>ve</strong> kumaş dokumasını, demiri <strong>ve</strong> altın, gümüş, yakut <strong>ve</strong> elmas, zümrüt gibi<br />
değerli taş <strong>ve</strong> madenleri işlemesini öğretmiştir. Dahhâk tarafından öldürülmüştür.<br />
Cem, klâsik şiirde hâtem, taht, bâd, hevâ, Belkıs, Âsaf, Hüdhüd <strong>ve</strong> dîv ile anılırsa<br />
Süleymân; mukâbele, âyîne, sed, hikmet, seyâhat <strong>ve</strong> benzeriyle anılırsa İskender;<br />
piyâle, câm, şarâb <strong>ve</strong> benzeriyle anılırsa da Cemşîd kastedilir.<br />
Vasf-ı câm-ı lebi çeşm-i siyeh-i ser-mesti<br />
Ser-te-ser ‘âlemi ‘işretgeh-i Cemşîd itdi<br />
(K. 24/5)<br />
(K. 9/18), (G. 7/7), (G. 9/1), (G. 26/4), (G. 29/1), (G. 45/2), (G. 89/4), (G.<br />
100/1), (G. 105/4), (G. 109/3), (G. 128/4), (G. 144/1), (G. 159/1), (G. 164/3), (G.<br />
166/5), (G. 202/3), (G. 203/5), (G. 216/2), (G. 217/3), (G. 234/2), (T. 15/2), (T.<br />
23/9), (T. 24/1), (T. 26/1), (T. 27/1), (Mus. 7-II/1).<br />
Çiğil: Karluk zümresine bağlı bir Türk kabilesinin adı. Sevgilileri ile<br />
ünlenmiştir. Hûbân-ı Çigil derler. Halkı puta tapar. Çiğil, oradaki bir kilisenin adıdır.<br />
Güzel kızları bu putlara hizmet için koyarlar; fakat oraya gelenler onların<br />
güzelliklerinden putlara taparlar. Yağmacı olurlar. 81<br />
Ey ‘iş<strong>ve</strong>si hicran-güsil v’ey reşk-i hûbân-ı Çigil<br />
Senden niyâz eyler bu dil bir nazra-i şefkat-nümâ<br />
(K. 26/8)<br />
Dârâ: Keyâniyân sülâlesinin dokuzuncu <strong>ve</strong> sonuncu padişahıdır. Sülâle, bu<br />
hükümdarın ölmesiyle son bulmuştur. İsfendyâr’ın torunu Behmen’in oğludur.<br />
İskender tarafından öldürülmüştür. Klâsik şiirde ihtişam <strong>ve</strong> ululuk sembolü olarak<br />
kullanılır.<br />
81<br />
Tekye-i ğamda küleh-pûş u mürîd-i ‘ışk olan<br />
Tâc-ı şâh u devlet-i Dârâya çekmez ihtiyâc<br />
Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong> İzahı, s. 108-109.<br />
(G. 25/2)<br />
129
(G. 109/3), (T. 23/1).<br />
Eflâtun: Platon. Asıl adı Aristokles [İ.Ö. 430-347] iken hocası Sokrat Platus<br />
Yun. ‘geniş, yayvan’dan esinlenerek platon ‘geniş omuzlu’ Tü. Öşün adını takmıştır.<br />
Edebiyatta, akıl, hikmet <strong>ve</strong> görüşlerindeki incelik <strong>ve</strong> doğrulukla anılır.<br />
(Muam. 36).<br />
Füsûn-ı ‘akluma tilmîz ‘akl-ı Eflâtun<br />
Fünûn-ı tab‘um ider bezl-i ma‘rifet câra<br />
(K. 11/27)<br />
En<strong>ve</strong>rî [ö. 1189?]: İran edebiyatının en büyük kaside şairi. Şiirlerinden, En<strong>ve</strong>rî<br />
mahlâsını sonradan kendisine başkaları tarafından <strong>ve</strong>rildiği anlaşılmaktadır. Çok iyi<br />
bir öğrenim gördüğü felsefe, kelâm, mantık, riyaziyyat, edebiyat, astronomi <strong>ve</strong><br />
astroloji gibi ilim alanlarında geniş bilgi sahibi olduğu yine şiirlerinden<br />
anlaşılmaktadır. Sağlam bir şiir tekniğine sahip olan En<strong>ve</strong>rî hayal gücü geniş, edebî<br />
sanatları çok iyi kullanabilen bir şairdir. Şiirde kullandığı dil, umumiyetle konuşma<br />
diline yakın <strong>ve</strong> akıcıdır. 82<br />
Göreydi dikkatümi En<strong>ve</strong>rî-i nâdiredan<br />
Virürdi eşk-i hased nûr-ı dîdesin nâra<br />
(K. 11/17)<br />
Erjeng: Çin’de, Mânî’nin bir peygamber <strong>ve</strong> Erjeng’in de onun<br />
peygamberliğini kanıtlamak için kendisine <strong>ve</strong>rilmiş bir mucize olduğuna<br />
inanılmaktaydı.<br />
‘İzârın nekhet-efzâ eyleyüp meşşâta-i bâde<br />
Cemâl-i tâbdâruŋ nüsha-i Erjeng göstermiş<br />
(G. 135/6)<br />
Fehîm [ö. 1648]: İstanbul’da doğdu. Asıl adı Mustafadır. Babasının mesleğinin<br />
unculuk <strong>ve</strong> kurabiyecilik olmasından dolayı Uncı-zâde diye de anılmıştır. Kendisi<br />
130
kekemedir. Kaynaklar Fehîm’in on sekiz yaşında Dîvân tertip ettiğini, genç yaşta<br />
şöhrete kavuştuğunu, yeni bir tarza sahip olduğunu <strong>ve</strong> dönemin ileri gelen<br />
şairlerinden sayıldığını belirtirler. 83<br />
Olur çü nazm-ı FEHÎM-i suhan<strong>ve</strong>r ehl-i hüner<br />
Kelâm-ı VAHYÎ-i hâzır cevâbdan mahzûz<br />
(G. 145/9)<br />
Feyzî: Hangi kişi olduğu belirlenemedi. Dîvân’da üç yerde (G. 188/5, G. 230/7,<br />
G. 234/5) geçmektedir.<br />
Habeş: Afrika’nın doğusunda büyük bir ülkedir. Dağlık tepelik bir yerdir.<br />
Köleleri zencidir.<br />
Bir şâhid-i dil-keş-i Habeşdür<br />
Ser-safha-i nazma ğâze-keşdür<br />
(K. 2/10)<br />
Hâfız-ı Şîrâzî [ö. 1390]: İran’ın önde gelen lirik şairlerindendir. Büyük<br />
şöhretine karşın hayatı hakkında pek az bilgi vardır. İyi bir öğrenim görmüştür.<br />
Kur’ân’ı ezberlediği için Hâfız lâkabını almıştır. Dinî ilimlerin yanı sıra başta Arap<br />
edebiyatı olmak üzere çok iyi bir edebiyat kültürü de aldığı şiirlerinden<br />
anlaşılmaktadır. Bunun dışında eserlerinde, dönemin musikisi <strong>ve</strong> çeşitli sanatları<br />
hakkında bilgi edindiğine <strong>ve</strong> iyi satranç oynadığına dair bilgilere de rastlanmaktadır.<br />
Kaside, rubaî <strong>ve</strong> kıt’alar da yazmış olmasına karşın gazelleriyle ünlenmiştir. 84<br />
82<br />
83<br />
84<br />
Bâd-ı reviş-i kilk-i güher-rîz-i hayâlüm<br />
Şem‘-i hüner-i Hâfız-ı şûhı ider itfâ<br />
(K. 3/12)<br />
Abdülkadir Karahan, “En<strong>ve</strong>rî, Evhadüddin”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,<br />
C. XI, 1995, s. 267-268.<br />
Dr. Tahir Üzgör, Fehîm-i Kadîm Hayatı, Sanatı, Dîvân’ı <strong>ve</strong> Metnin Bugünkü Türkçesi,<br />
Ankara, Atatürk <strong>Kültür</strong>, Dil <strong>ve</strong> Tarih Yüksek Kurumu Atatürk <strong>Kültür</strong> Merkezi Yayını - Sayı:<br />
44, 1991, s. 3-11.<br />
Tahsin Yazıcı, “Hâfız-ı Şîrâzî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XV, 1997,<br />
s. 103-104.<br />
131
(K. 33/26).<br />
Hassân b. Sâbit [ö. 680?]: Arap şairlerindendir. Hz. Peygamberin şairi olarak<br />
tanınan sahabenin kendisiyle de soy yakınlığı vardır. Onun cahiliye döneminde<br />
söylediği şiirler çoklukla hicv, medhiye, fahriye, ğazel <strong>ve</strong> nesib türündendir. İslâmî<br />
dönemde bunların yanı sıra müslümanların başarı <strong>ve</strong> kahramanlıkları ile ayet <strong>ve</strong><br />
hadislerden ilham alarak ortaya koyduğu hikmet <strong>ve</strong> darbımeseller de şiirlerinde<br />
önemli yer tutar. 85<br />
Eger şeh-bâz-ı tab‘um ‘âleme açsa per-i i‘câz<br />
Hezâran Sâ’ib ü ‘Urfî vü Hassânı şikâr eyler<br />
(K. 6/12)<br />
Hâtem [ö. 640]: Arapların Tây boyundan, Sa‘doğlu ‘Abdu ’llâh’ın oğlu.<br />
Yolunu yitirenler gelip konuk olsun diye çevredeki tepelerde ateşler yaktıran, eli<br />
açıklığı dillerde dolaşan biri. Edebiyatta cömertliğin sembolü olarak geçer.<br />
‘Atâda tab‘ı ğâret-sâz-ı mülk-i şöhret-i Hâtem<br />
Sehâda himmeti zîr-efken-i emvâc-ı deryâdur<br />
Gülzâr-ı ‘ilm ü fazlına bir ğonçedür fuhûl<br />
Hâtem riyâz-ı cûdına kûteh nihâldür<br />
(K. 12/44), (K. 34/10), (K. 38/20), (G. 17/6), (R. 3-XIII/1).<br />
(K. 27/38)<br />
(K. 35/16)<br />
Hatt-ı Yâkût: Yâkût [ö. 1298]’un künyesi Ebû’l-Mecd, lâkabı Cemâleddîndir.<br />
Son Abbasî [923-1517] halifesi Mu‘tasım-Billâh [ö. 1258]’a nispetle musta‘sımî nispesini<br />
almıştır. Amasyalı olduğu söylenirse de kesin bir delil yoktur. Kendisi hadım idi. Hat<br />
sanatını meşhur musikişinas Safiyyuddîn ‘Abdu’l-Mu’min el-‘Urmevî [ö. 1294]’den,<br />
85<br />
Hüseyin Elmacı, “Hassân b. Sâbit”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XVI,<br />
1997, s. 399-402.<br />
132
daha sonra İbni Habîb’den meşk ederek öğrendiği nakledilir. Yazısına hatt-ı Yâkût<br />
adı <strong>ve</strong>rilmiştir. 86<br />
Gerd-i la‘linde hat-ı Yâkût anı sanma hat<br />
Dâm-ı ‘ankâ-yı nigâh-ı ‘âşıkânı sanma hat<br />
(G. 142/1)<br />
Hayyâm [ö. 1127]: İran şairlerinden olup Nişaburludur. Aklî bilimler, hikmet<br />
<strong>ve</strong> felsefede kudret sahibidir. İnce anlamlar içeren rubâ‘iyyâtı ünlü olup kimi Avrupa<br />
dillerine tercüme olunmuştur. Sultan Sencer’in iltifatına mazhar olup kendisiyle<br />
birlikte tahtına oturmuş olduğu söylenir. 87<br />
Tab‘-ı pâkümdür o ‘allâme-i nâdire-edâ<br />
Olsa tilmîz sezâdur aŋa tab‘-ı Hayyâm<br />
(K. 22/18)<br />
Hızr: Söylentiye göre, âb-ı hayâtı içerek ölmezlik sırrına erişen, peygamber<br />
<strong>ve</strong>ya <strong>ve</strong>lî olduğu hususlarında çelişki bulunan kutsal bir kişi. Kur’an (xviii. Kehf 60-<br />
82)de Mûsâ ile hikâyesi anlatılmaktadır. Karada başı sıkışanların yardımına<br />
koştuğuna inanılır.<br />
IV/2).<br />
Âb-ı hayât-ı vuslata irse ‘aceb midür<br />
Râh-ı talebde Hızr-ı hulûsı refîk iden<br />
(G. 205/3)<br />
(K. 8/8), (K. 37/15), (G. 136/4), (G. 172/3), (G. 241/4), (Mus. 5-V/4), (R. 3-<br />
Hotan: Çin’in kuzeyi ile Türkistan topraklarına <strong>ve</strong>rilen addır. Bugünkü<br />
sınırları ise Moğolistan <strong>ve</strong> Mançurya ile Sibirya topraklarının bir bölümünde kalır.<br />
İ.S. X. yüzyıldan başlayarak Moğolların Hatâ adlı kabilesi bu bölgede yaşadığı için<br />
bu adla anılmıştır. Bazen bu bölge Hıtâ <strong>ve</strong>ya Hotan biçimlerinde de anılır. Hatâ, Hıtâ<br />
86<br />
87<br />
Prof. Dr. Muhittin Serin, Hat Sanatı <strong>ve</strong> Meşhur Hattatlar, İstanbul, Kubbealtı Neşriyâtı<br />
No: 68, 1999, s. 73.<br />
Şemsettin Sâmi, Kâmûsu ’l-A‘lâm, Ankara, Kaşgar Neşriyat, 1996, C. III, s. 2071.<br />
133
<strong>ve</strong>ya Hotan sözcüğü klâsik şiirde daha çok âhû <strong>ve</strong> misk sözcükleriyle birlikte anılır.<br />
Bunun sebebi ise misk ahularının bu bölgede çok oluşu <strong>ve</strong> miskin öbür ülkelere<br />
buradan getirilmesidir. 88<br />
Göster ol kâkül-i müşgîni resen seyr idelüm<br />
Sâha-i Rûmda âhû-yı Hotan seyr idelüm<br />
(K. 33/15), (G. 79/1), (G. 106/3), (G. 165/2), (G. 179/3).<br />
(Mus. 6-III/2)<br />
Hümâ, Hümây: Farsların hümâ, hümây, Arapların bulah, Türklerin hümâ,<br />
huma, kumay dedikleri hümâ kuşu; devlet kuşu talih kuşu <strong>ve</strong> kutlu kuş adlarıyla da<br />
bilinir. Çin adalarında yaşadığı söylenen, gü<strong>ve</strong>rcin yahut doğan büyüklüğünde, mavi<br />
yahut şekerrenk tüyleri olan, çok yüksekten uçtuğu için kimse tarafından<br />
görülmeyen, ayakları olmadığı için yere konamayıp yalnızca gagasıyla yakaladığı<br />
kemikleri kapıp gökte yediğine inanılan <strong>ve</strong> hatta yine gökte yumurtlayıp yavrusunu<br />
uçarken besleyen, yırtıcı hayvanları dahi avlayacak güçte olduğu hâlde yalnızca<br />
kemikle beslendiği için edebiyatta kanaatin sembolü olan efsanevî bir kuştur. 89<br />
88<br />
89<br />
O şâh-bâz-ı hümâ-pervâzdur ğamzeŋ ki bâl açsa<br />
Ne şâhîn evc-i istiğnâda ‘ankâyı salındurmaz<br />
Duhân-ı nârı ğıdâ-yı hümây-ı derd olsun<br />
Hadeng-i cevrine olursa üstuh v an mâni‘<br />
(K. 26/16), (K. 33/7), (G. 98/2), (G. 114/3), (T. 28/8).<br />
Hüsnî: Râmiz’in çağdaşı olan şairlerdendir.<br />
(G. 109/6)<br />
(G. 148/3)<br />
Kartal, Klâsik Türk Şiirinde Lâle, s. 53.<br />
Ahmet Atillâ Şentürk, Yahyâ Beğ’in Şehzâde Mustafa Mersiyesi yahut Kanunî Hicviyesi,<br />
İstanbul, Enderun Yayınları: 52, 1998, s. 78.<br />
134
Bu vâdîde n’ola HÜSNÎye olsam pey-rev ey VAHYÎ<br />
Zemîni tâze tarz-ı nazmı hoş güftârı hem nâzük<br />
(G. 158/7)<br />
Husrev: Nûşirevân’ın torunu, Hürmüz’ün oğludur. İran’ın efsanevî<br />
hükümdarlarından birisidir. Kendisine Pervîz lâkabı <strong>ve</strong>rilmiştir. Yaptırmış olduğu<br />
sarayla <strong>ve</strong> hazineleriyle ünlüdür. Binayı Şîrîn için yaptırdığı için saray, Kasr-ı Şîrîn<br />
olarak anılıyordu. Oğlu tarafından öldürülmüştür.<br />
Yâd-ı la‘lüŋ câna bir câm-ı halâ<strong>ve</strong>t sundı kim<br />
Sunmamışdur ‘ışk-ı Şîrîn anı kalb-i Husre<strong>ve</strong><br />
(G. 240/6)<br />
Isfahân: İran’da bir beldedir. İspehân da denir. Eskiden Dârü ’l-yehûd<br />
derlermiş. Söylentiye göre Gâ<strong>ve</strong> buradan zuhur ettiği için Direfş-i Gâvyânî adlı<br />
bayrağı taşımak şerefi bura halkına <strong>ve</strong>rilmişti. Sürmesi ile ünlenmiştir. Bu arada,<br />
sürme yiyen kişinin sesinin kısılacağı <strong>ve</strong>ya büsbütün konuşamayacağı biçiminde bir<br />
halk inanışı vardır. Sürmenin Isfahân’da bulunan köylerden birinin adı olduğu <strong>ve</strong> en<br />
iyi sürmenin burada yetiştiği söylenir. 90<br />
(K. 9/55).<br />
Çeşm-i şeh-beyt-i şi‘r-i ‘Urfîye<br />
Sürme-i Isfahândur hâmem<br />
(K. 10/18)<br />
İbn-i Sînâ [980-1037]: Buhara’da doğmuştur. On altı yaşına kadar mantık,<br />
felsefe, tabiat bilgisi <strong>ve</strong> ilâhiyat dersleri almıştır. Babasının ölümü üzerine Buhara’yı<br />
terk etmiş, oradan Harezm, Cürcan <strong>ve</strong> Kazvin’e geçerek hareketli bir hayat<br />
90<br />
Abdülkadir Gürer, “Divan Edebiyatında Sürme <strong>ve</strong> Na’ilî’nin Bir Gazeli”, Türkoloji Dergisi,<br />
C. XII, S. 1, 1994, s. 119-126.<br />
135
yaşamıştır. Şifâ <strong>ve</strong> el-Kânûn fî’t-tıb ünlü eserleridir. 1037’de kölesinin aşırı dozda<br />
afyon <strong>ve</strong>rmesi sonucunda hayatını kaybetmiştir. 91<br />
(K. 12/11), (K. 33/25).<br />
Geleydi ‘âleme ‘asruŋda Bû ‘Alî Sînâ<br />
Dir idi bûs-ı yed-i fazluŋ i‘tibârumdur<br />
(K. 33/28)<br />
İrem: Susuz çölde yol göstermek için dikilen taş. Tü. erim söylenişi de<br />
vardır. Bu son söylenişle Türkçenin er- kökünden gelen erim sözcüğü arasında bir<br />
anlam ilişkisi aramak belki de bulmak mümkündür. ‘nişan tahtası, hedef’, ‘ceng<br />
denilen müzik aleti’ anlamları bile bulunan İrem, alem olarak Hûd (as)’ın Allah’ın<br />
elçisi olarak gönderdiği Yemen yakınlarında ‘Âd kavmi zamanında Şeddâd<br />
tarafından, Cennet’e özenilerek Ahkâf’ta yaptırılan bahçedir ki, Kur’ân’da (lxxxix.<br />
Fecr 6-8) adı <strong>ve</strong> sözü geçer. Bu bağ bitirilirken Şeddâd, onu görmeğe gelirken yolda<br />
adamlarıyla birlikte Allah tarafından yok edilmiş <strong>ve</strong> şehirde kumlara gömülmüştür.<br />
Ahkâf ‘uzun, eğimli, yüksekçe kum tepeleri’ demektir. Yemen’in Sihr mıntıkasında<br />
denize bakan yüksek kumluk bölge, Arap yarımadasının güneyinde Umman ile<br />
Mehre arasında bir yatak ya da Umman ile Hadramut arasında kalan geniş kum çölü<br />
olduğu söylenmiştir. Araplar umumiyetle yarımadanın güneyinde kendilerince pek<br />
bilinmeyen kum çölüne bu adı <strong>ve</strong>rirlerdi. 92<br />
(K. 36/12), (G. 164/5).<br />
Gül-i al-i bâğ-ı İremdür ‘izâruŋ<br />
Sirâc-ı şebangâh-ı ğamdur ‘izâruŋ<br />
(G. 164/1)<br />
İsfendyâr: Keyâniyân sülâlesinden Güştasb’ın oğludur. İranlıların efsanevî<br />
büyük kahramanlarından biridir. Heft-hân adı <strong>ve</strong>rilen bin bir tehlikelerle dolu yolu<br />
91<br />
92<br />
İbni Sînâ, el-Kânûn fî ‘t-tıbb, Birinci <strong>Kitap</strong>: Türkçeye Çeviren: Esin Kâhya, Ankara,<br />
Atatürk <strong>Kültür</strong>, Dil <strong>ve</strong> Tarih Yüksek Kurumu Atatürk <strong>Kültür</strong> Merkezi, Sayı: 103 Külliyatlar<br />
Dizisi, Sayı: 5, 1995.<br />
Seyyid Sırrı Ali, Tuhfe-i Rûmî Kâdirîler Âsitânesinin Manzum Târihçesi, s. 28.<br />
136
yalnızca iki kişi geçmişti; biri Rüstem, biri de İsfendyâr’dı. İsfendyâr, Rüstem’le<br />
yaptığı savaşta ölmüştür.<br />
Sen ol yekke-süvâr-ı ‘arsa-i pehn-i şecâ‘atsüŋ<br />
Nigâhuŋ kabz-ı rûh-ı Rüstem ü İsfendyâr eyler<br />
(K. 6/31)<br />
İskender: Tarihî <strong>ve</strong> efsanevî bir kişilik olan İskender, Kur’ân (lxxv. Kehf 83-<br />
94.) ayetlerde kıssası anlatılan, peygamber olup olmadığı kuşkulu Zü ’l-Karneyn, 93<br />
Yunan tarihinde adı anılan Büyük İskender <strong>ve</strong> bunların karıştırılmasıyla meydana<br />
gelmiş olan âb-ı hayâtı arayan İskender olmak üzere üç farklı kimlikle ortaya çıkar.<br />
İskender ile birlikte adı geçen efsanevî öğelerden birisi âyîne-i İskenderdir.<br />
Söylentiye göre Aristo’nun yaptığı bu aynada İskenderiye’ye gelmekte olan gemiler,<br />
daha bir aylık yoldayken görünürlermiş. Ye’cûc <strong>ve</strong> Me’cûc kavimlerine karşı set<br />
çeken ise Zülkarneyndir.<br />
Pestdür câm-ı Cem ü âyîne-i İskender<br />
Var iken la‘l-i leb ü sîne-i sîmîn-i bütan<br />
İskenderiye şehri de bu maksatla Dîvân’da geçmektedir.<br />
Mir’ât-ı dehrde göremez rûy-ı râhatı<br />
Keştîden ol ki çıkmaya İskenderiyyeye<br />
(G. 202/3)<br />
(Muk. 2/2)<br />
(G. 35/2), (G. 58/3), (G. 139/3), (G. 241/3), (T. 15/2), (T. 24/1), (R. 3-IV/1).<br />
Kahramân: Pîşdâdiyân sülâlesindendir. Kahramân-ı Kâtil olarak da anılır.<br />
Klâsik şiirde kahramanlık <strong>ve</strong> yiğitlik sembolüdür. Gamğam adlı kılıcı vardır.<br />
93<br />
Kemîne cür’etin itse mülâhaza bir zen<br />
Miyân-ı ma‘rekede Kahramân-ı ‘âlemdür<br />
(K. 7/60)<br />
Ayrıntılı bilgi için bk. İskender Türe, Kur’an’da Uzaya Seyahati Anlatılan İnsan<br />
Zülkarneyn, İstanbul, y.y., 1998.<br />
137
Kâşif [ö. 1670]: Asıl adı Seyyid Mehmed Sa‘deddîndir. Es‘ad Efendinin<br />
oğludur. Öğrenimini bitirdikten sonra müderris oldu. Üç dilde şiir söylemiştir.<br />
Dîvân’ı vardır. 94<br />
93. gazel Kâşif’e naziredir.<br />
‘Aceb mi KÂŞİF-i hoş-gûya tanzîr eylesem k’anuŋ<br />
Kemîne nüktesinden her suhan<strong>ve</strong>r dâğ-ber-dildür<br />
(G. 93/6)<br />
Ken‘ân: Hz. Yâkûb’un memleketi. Akkâ’dan Gazze’ye kadar olan 80<br />
kilometrelik sahile denk arazidir. Burası vaktiyle Ken‘ân’a <strong>ve</strong> oğullarına uzun zaman<br />
vatan olmuştu. Sonradan Allah, İbrâhîm (as)’e vaat ettiğinden Beniisrail ‘Arz-ı<br />
Mev‘ûd adını <strong>ve</strong>rdilerse de Filistinliler vakit vakit tecavüz <strong>ve</strong> Beniisrail’i mahkûm<br />
etmeleri hasebiyle bu ad yerine Filistin kâim olmuştur. 95<br />
Her menâre görinür şûh-ı ser-efrâz gibi<br />
Gûyiyâ sahn-ı cihan vâdî-i Ken‘ân oldı<br />
(K. 21/13)<br />
Key: ‘Büyük hükümdar, padişah’ demektir. İran padişahlar sülâlesinin<br />
ikincisi bu adla anılmaktadır. Bunlar adlarının başına key unvanını alırlardı. Hepsine<br />
birden keyân <strong>ve</strong>ya keyâniyân denirdi. Daha sonra bu lâkap bütün şahlara<br />
yakıştırılmıştır. Söylenceye göre bu adı ilk kez Rüstem’in babası olan Zâl, Kubad’a<br />
<strong>ve</strong>rmiştir.<br />
Bulanlar halka-i ‘işretde bir bezm-i Cem ü Keyde<br />
Görürler neş’e-i âvâz bülend ü nağme-i neyde<br />
(Mus. 7-II/1)<br />
Keyhusrev: Keyâniyân sülâlesinden efsanevî İran hükümdarı. Babası<br />
Keykâvus’u terk ederek Efrâsiyâb’a sığınmış <strong>ve</strong> onun kızı ile evlenmiş olan<br />
Siyavuş’un oğludur. Babasının ölümünden sonra Turan ülkesinde doğdu. Tahta<br />
geçen Keyhüsrev, babasının öcünü almak için Efrasiyab’a savaş açmış <strong>ve</strong> bizzat<br />
94<br />
95<br />
İpekten, vd., Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü, s. 245.<br />
Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong> İzahı, s. 442.<br />
138
savaşa katılarak onu yenmiştir. Daha sonra hükümdarlığı <strong>ve</strong> dünya işlerini bırakarak<br />
zahitlik yolunu seçmiştir. Bu mitolojik hükümdarın 60 yıl hükûmet sürdüğü söylenir.<br />
Gâzî Sultan Mustafâya VAHYÎyâ budur du‘âm<br />
Kim kemîne bendesi mahsûd ola Keyhusre<strong>ve</strong><br />
(G. 240/10)<br />
Leylâ-Mecnûn: Bu hikâye Araplardan çok önce de vardı. Hikâyeye, kitaplığı<br />
ile tanınmış Asur kralı Asurbanipal (İ.Ö. VII. yy.) döneminden kalma çiviyazılı tuğla<br />
tabletlerde rastlanmıştır. Arap şairlerinden hicrî 1. yy.da yaşayan <strong>ve</strong> 600-700 yılları<br />
arasında ölen Kays b. al-Mülevvah al-Amirî’nin amcasının kızı Leylâ bint Mahdi b.<br />
Sa’d için yazdığı şiirler bu hikâye ile karışarak halk arasında yayılmış, sonra Arap<br />
şairleri birçok Mecnûn u Leylâ divanları meydana getirmişlerdir. 96<br />
(G. 166/1), (Mus. 10-VI/1).<br />
Kâkül-i şâhid-i mihr-i ruhuŋ ey mâh görüp<br />
Oldı Mecnûn aŋa Leylî-i şeb-i târ-ı emel<br />
(G. 174/2)<br />
Mânî [ö. 276]: Maniheizm adı <strong>ve</strong>rilen, Zerdüştlük, Hristiyanlık <strong>ve</strong> daha başka<br />
birçok dinin karışımı bir dinin kurucusu olmakla birlikte, Klâsik şiirde daha çok<br />
resim sanatındaki ustalığı <strong>ve</strong> ünüyle anılan bir din kurucusu <strong>ve</strong> ressamıdır.<br />
Medh-i zülfinde itdigüm efkâr<br />
Reşk-i tasvîr-i kilk-i Mânîdür<br />
(G. 16/4), (G. 39/2), (G. 66/6), (G. 118/4), (G. 135/4), (T. 25/4).<br />
(K. 9/27)<br />
Nâfe: Bosnalı Sûdî Efendi Şerh-i Dîvân-ı Hâfız’da âhû konusunda son derece<br />
özlü <strong>ve</strong> yararlı bilgiler <strong>ve</strong>rmektedir. Müellif âhûların âhû-yı sefîd <strong>ve</strong> âhû-yı müşgîn<br />
olmak üzere ikiye ayrıldıklarını belirttikten sonra ikincisi hakkında şöyle der: “Pes<br />
âhû-yı müşgin, Hatâ <strong>ve</strong> Hotan <strong>ve</strong> Çin’de <strong>ve</strong> Hindistânda olur <strong>ve</strong> ol memleketlerüŋ<br />
96<br />
İpekten, Nâ’ilî: Hayatı, Edebî Kişiliği <strong>ve</strong> Bazı Şiirlerinin Açıklamaları, s. 208.<br />
139
âdemîsi bunları sürü sürü saklarlar ki hem etiyle sebeblenürler <strong>ve</strong> hem miskiyle<br />
fâidelenürler. Rûmuŋ âhûleri yılda bir kerre boynuzların düşürdüği gibi ol âhûler<br />
yılda bir kerre nâfelerin düşürürler. Hattâ zemânı geldükde zarflar peydâ idüp karnı<br />
altına baglarlar imiş zâyî‘ olmaya diyü. Pes müşgüŋ husûline sebeb anı yazarlar ki<br />
ol âhû ya hayvân cinsi <strong>ve</strong>yâ insân ürküdür <strong>ve</strong> harâret kesb idüp <strong>ve</strong>yâ biri biriyle<br />
oynamakdan harâret kesb ider <strong>ve</strong> bunuŋ sebebiyle nâfesine birkaç katre kan düşer.<br />
Pes tekrârla nâfe toptolu olur ki vakti geldükde düşürür. Bu da ma‘lûm ola ki âhûdan<br />
munfasıl oldukda koku virmezmiş. Ba‘de ba‘z-ı mu‘âlecâtla terbiye iderler ki bûy<br />
virür. Ve ba‘zılar dirler ki müşg her otu otlamakdan hâsıl olmaz, belki lâle <strong>ve</strong> sünbül<br />
otlamakdan olur. 97<br />
Müjgân-ı nigeh şâneledi turre-i yâri<br />
Meclisde yine nâfe-i müşg-i ter açıldı<br />
(K. 2/33), (K. 11/41), (K. 33/15), (G. 179/3).<br />
(G. 249/4)<br />
Nazîf: 198. gazelin bu kişiye nazire olduğu anlaşılmaktadır. Kimliği hakkında<br />
her hangi bir ipucuyla karşılaşılmadı.<br />
İtse NAZÎF-i şûha nazîre ‘aceb degül<br />
VAHYÎ-i şûh-edâ gibi hâzır cevâb olan<br />
(G. 197/7)<br />
Nazmî Efendi [ö. 1701]: İstanbul’da doğdu. Asıl adı Mehmeddir. Babasının adı<br />
Ramazândır. Hal<strong>ve</strong>tiye şeyhi ‘Abdu ’l-ahad Nûrî [1595-1653]’den el aldı. Mülâzemetten<br />
sonra Şehremini’nde Yavaşça Mehmed tekkesinde şeyhlik yaptı. Valide camiinde<br />
cuma şeyhliğinde bulundu. Yaşı yüzü aşkınken halifeliğini büyük oğlu Refî‘a<br />
Çelebi’ye bırakıp Kocamustafapaşa camisi yakınında bulunan evinden inzivaya<br />
çekildi. Burada öldü. Hediyetü ’l-İhvân, Mîyârü ’t-Tarîka adlı eserleri <strong>ve</strong> Dîvân’ı<br />
vardır. 98<br />
97<br />
98<br />
Ahmet Atillâ Şentürk, Necâtî Beğ’in Sultan Beyazıt Methiyesi <strong>ve</strong> Bazı Gazelleri<br />
Hakkında Notlar, İstanbul, Enderun Yayınları: 45, 1995, s. 108’den naklen.<br />
İpekten, vd., Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü, s. 328-329.<br />
140
(G. 166/8).<br />
Cenâb-ı kutb-ı ‘âlem hazret-i Nazmî Efendi kim<br />
Fezâ-yı rahş-ı vasfı mâ-<strong>ve</strong>râ-yı ‘arş-ı imkândur<br />
(G. 75/10)<br />
Nerîmân: < Fa. Nerîm+ân ‘güreşçiler’. Fars söylencesinde Sâm’ın babası,<br />
Zâl’in dedesidir. Klâsik şiirde, kahramanlık <strong>ve</strong> yiğitlik sembolüdür. Çoklukla Sâm ile<br />
birlikte geçer.<br />
(K. 34/21).<br />
Gamzesi fihrist-i katl-i ‘âmdur ol âfetüŋ<br />
Hışm-ı çeşmin görse dir Sâm u Nerîmân el-aman<br />
(G. 198/4)<br />
‘Osmân-zâde Tâ’ib [ö. 1724]: İstanbul’da doğdu. Asıl adı Ahmettir. Divan<br />
hocası <strong>ve</strong> maliye tezkirecisi ‘Osmân Efendinin oğludur. Bundan dolayı ‘Osmân-zâde<br />
sanıyla anıldı. İlk mahlâsı Hamdîdir. Öğrenimini tamamladıktan sonra mülâzım oldu.<br />
Müderrislik yaptı. Halep mevleviyetine atandı. Kahire kadısı iken öldü.<br />
Hiciv <strong>ve</strong> hezel alanında tanındı. Başlıca eserleri şunlardır: Meşâriku ’l-Envâr,<br />
Mesâhib-i Miskat, Hadîs-i Erba‘în çevirisi, Hadîkatü ’l-Mülûk, Hadîkatü ’l-Vüzerâ,<br />
Hulâsatü ’t-Tevârîh, Muhtasar Hümâyûn-nâme, Hüseyin Vâ‘iz’in Ahlâk’ının<br />
çevirisi, Sarı ‘Abdullâh’ın Nasîhatü ’l-Mülûk <strong>ve</strong> ‘Âlî’nin Mecâlisü ’l-Âdâb adlı<br />
eserlerinin özetleri. Dîvân’ı vardır. 99<br />
VAHYÎ güher-nisâr-ı nikât ü ma‘ârif ol<br />
Tanzîr-i şi‘r-i Tâ’ib-i gûyâya düşdi dil<br />
(G. 176/5)<br />
Rüstem: Sâm’ın torunu, Zâl’in oğlu. Sührab <strong>ve</strong> Feramurz’un babası. Bijen’in<br />
dedesidir. İran’ın efsanevî kahramanlarındandır. Klâsik şiirde atı <strong>ve</strong> hilesi ile anılır.<br />
Tasavvufta salikin iradesi olarak kullanılır.<br />
99<br />
İpekten, vd., Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü, s. 498-499.<br />
141
Sen ol yekke-süvâr-ı ‘arsa-i pehn-i şecâ‘atsüŋ<br />
Nigâhuŋ kabz-ı rûh-ı Rüstem ü İsfendyâr eyler<br />
(K. 6/31)<br />
(K. 4/61), (K. 7/59), (K. 9/17), (K. 10/14), (K. 25/4), (G. 196/2), (G. 202/5),<br />
(G. 233/4), (T. 15/2), (Muam. 27).<br />
Sa‘dî [ö. 1292]: Adı, Müşerrefüddîn b. Muslihuddîn ‘Abdullâhtır. Bilgin <strong>ve</strong><br />
soylu bir ailenin çocuğu olan Sa‘dî, ilk edebî <strong>ve</strong> dinî bilgilerini Şiraz’da aldıktan<br />
sonra Bağdat’a gitmiş <strong>ve</strong> eğitimini Nizamiye medreselerinde sürdürmüştür. Daha<br />
sonra otuz yıl kadar sürecek yolculuğa çıkmış <strong>ve</strong> Şiraz’a geri dönmüştür. Ömrünün<br />
son yıllarını riyazetle geçirmiştir. Hayatında elde ettiği şöhreti, ölümünden sonra da<br />
sürmüş <strong>ve</strong> Fars edebiyatının en büyük şairleri arasına girmiştir. Edebiyatta eseri<br />
Gülistân sık sık geçer. 100<br />
Sa‘dî-i ‘akl-ı pesin nüktemi tahrîr idemez<br />
Ser-te-ser olsa da evrâk-ı Gülistan kâğaz<br />
(G. 40/4)<br />
Sâ’ib-i Tebrîzî [1603-1676]: Hâkânî-i Şirvânî [1126-1199], Nizâmî-i Gencevî [ö.<br />
1214], Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî [1207-1273] <strong>ve</strong> Emîr Husrev-i Dehlevî [1253-1324] gibi<br />
yazdığı Farsça eserlerle İran edebiyatında birinci derecede yer edinen Türk asıllı<br />
şairlerden birisidir. Sâ’ib-i Tebrîzî, İran edebiyatında yeni bir üslûbun kurucusu<br />
olmasına karşın İran’dan ziyade Hindistan ile Türkiye’de ün salmıştır. Farsça<br />
şiirlerinin yanında Türkçe şiirleri de bulunan Sâ’ib, XVII. yüzyılın en önemli<br />
şairlerindendir. 101<br />
100<br />
101<br />
Eger şeh-bâz-ı tab‘um ‘âleme açsa per-i i‘câz<br />
Hezâran Sâ’ib ü ‘Urfî vü Hassânı şikâr eyler<br />
(K. 6/12)<br />
Şirazlı Şeyh Sa‘dî, Gül Suyu Gülistan Tercümesi, Türkçesi: Niğdeli Hakkı Eroğlu,<br />
Hazırlayanlar: Doç. Dr. Azmi Bilgin, Yard. Doç. Dr. Mustafa Çiçekler, İstanbul, Ötüken<br />
Neşriyat Yayın Nu: 473 <strong>Kültür</strong> Serisi 190, 2000, s. 13-16.<br />
Ahmet Kartal, “Sâ’ib-i Tebrîzî <strong>ve</strong> Türkçe Şiirleri”, Türk <strong>Kültür</strong>ü İncelemeleri Dergisi, S.<br />
7, 2002, s. 209-210.<br />
142
(K. 2/17), (K. 4/16), (K. 11/15).<br />
Sâm: Nerîmân’ın oğlu, Zâl’in babası, Rüstem’in dedesi. Adı ilk kez<br />
Feridun’un torunu Minuçihr tahta çıkınca anılmıştır. Klâsik şiirde kahramanlık<br />
sembolü olarak kullanılır. Şiirlerde çoklukla Nerîmân ile birlikte kullanılmaktadır.<br />
(G. 198/4).<br />
Rezmgâh-ı heybetinde na‘rasın gûş eylese<br />
Tâ ebed medhûş ola Sâm u Nerîmân-ı kerem<br />
(K. 34/21)<br />
Selîm-i Tehrânî [ö. 1645]: İran şairlerinden olup Tahran’da yaşamıştır.<br />
Mürettep Dîvân’ı <strong>ve</strong> mütâbayâta dair bir mesnevîsi vardır. Hindistan’da ölmüş,<br />
Evrengabat’ta toprağa <strong>ve</strong>rilmiştir.<br />
Fikr-i tab‘um Selîmüm itse selîm<br />
Suhanı çâre-sâz-ı ‘illet olur<br />
(K. 4/17)<br />
Şehdî [ö. 1732]: Antakya’da doğdu. Asıl adı Mustafâdır. Öğrenim gördü.<br />
İstanbul’a gelip bazı <strong>ve</strong>zirlere kâtiplik yaptı. Sonra divan hocası oldu. Eyüp’te öldü.<br />
Mezarı buradadır. Döneminde tanınmış bir şairdi. Türkçe, Farsça şiirleri <strong>ve</strong> lügazları<br />
vardır. Dîvân sahibidir. 102<br />
Olursa VAHYÎyâ hâtır-pesendi<br />
Bu ‘akdi hall ider ŞEHDÎ EFENDİ<br />
(L. 23/5)<br />
Şehrî Çelebi: 255. gazel kendisine naziredir. Kimliği hakkında her hangi bir<br />
ipucu ile karşılaşılmadı.<br />
VAHYÎ-i nâdire-gû pâye-i i‘câz üzre<br />
Nazm-ı ŞEHRÎ ile bu şi‘ri heman şöyl’itdi<br />
(G. 255/7)<br />
143
Tâlib [ö. 1619]: Âmül şehrinden olup Hindistan’a göçle Ekber Şâhın <strong>ve</strong><br />
Cihângîr’den övgüler almış <strong>ve</strong> kendisine melikü ’ş-şu‘arâ unvanı <strong>ve</strong>rilmiştir. Yüz<br />
yaşın üzerindeyken Keşmir’de ölmüştür. On dört bin beyit tutarında Dîvân’ı<br />
vardır. 103<br />
(K. 3/13).<br />
Bir sehvüme nâ’il olsa Tâlib<br />
Dahı niye olur idi tâlib<br />
(K. 2/18)<br />
Tatar: Türklerden bir koldur. Edebiyatta ‘akıncı, çapulcu, zalim <strong>ve</strong> ulak’<br />
yerinde kullanılmıştır. Gözün kan içicilik vasfı <strong>ve</strong> edebî gelenekte Türk <strong>ve</strong> Moğol<br />
ırkının kan dökücülük <strong>ve</strong> iyi ok atıcılık sembolü oluşu sebebiyle gamzenin Tatar’a<br />
benzetilmesi dikkat çekicidir. Nâfe de daha çok Tatar sözcüğü ile birlikte anılır.<br />
Bunun sebebi ise, miskin Anadolu’ya Tatarlar tarafından <strong>ve</strong> uzak diyarlardan<br />
getirilmesidir.<br />
Ser-i rehüŋde olaydı eger ğubâr-âlûd<br />
Gelürdi bûy-ı bekâ nâf-ı müşg-i Tatara<br />
(K. 11/41)<br />
‘Urfî-i Şîrâzî [1555-1591]: İranlıdır. Babası Şiraz’ın tanınmış şahsiyetlerinden<br />
olduğu için ‘Urfî bunu sık sık şiirlerinde dile getirmiş <strong>ve</strong> soyunun şeref <strong>ve</strong> asaletiyle<br />
övünmüştür. Gençliğinde Seydî mahlâsını kullanmıştır. Mahlâsı, şer’î <strong>ve</strong> örfî<br />
kanunlara bağlı işlerle uğraşan babasının meşguliyeti ile ilgiliydi. 1591’de Lahur’da<br />
gömülmüştür. Kuv<strong>ve</strong>tli edası, yeni <strong>ve</strong> kendisine özgü ifadeleri, manzumelerindeki<br />
anlam bütünlüğü, mecaz <strong>ve</strong> teşbihlerindeki canlılık <strong>ve</strong> yenilik şiirinin belirgin<br />
özelliklerindendir. 104<br />
102<br />
103<br />
104<br />
İpekten, vd., Tezkirelere Göre Divan Edebiyatı İsimler Sözlüğü, s. 471.<br />
Şemsettin Sâmi, Kâmûsu ’l-A‘lâm, C. IV, s. 2988.<br />
Neşâtî, Şerh-i Müşkilât-ı Ba‘z-ı Ebyât-ı ‘Urfî, Hazırlayanlar: Dr. Süleyman Çaldak, Dr.<br />
Kâzım Yoldaş, Malatya, Kubbealtı Yayıncılık, 2000, s. 9-10.<br />
144
Bir nüktemi fehm eylese feyzinden olurdı<br />
Fevvâre-i hikmet kalem-i ‘Urfî-i dânâ<br />
(K. 4/15), (K. 6/12), (K. 10/18), (K. 11/16).<br />
(K. 3/14)<br />
Ye’cûc-Me’cûc: Nûh’un oğlu Yâfes’in çocuklarından iki kabilenin babası iki<br />
kardeşlerdir ki çevreye dağıldıklarından bu adı almışlardır. Ye’cûc de vaktiyle<br />
Çin’de oturan Hun taifesinden Yakut, Yakuç büyük kabilesi adından <strong>ve</strong> Me’cûc’un<br />
Mançu kabilesi adından muarreb olabilir. Klâsik şiirde, umumiyetle Çinlilerin yaptığı<br />
Çin Seddi’ni, İskender’in Türklerin saldırılarını engellemek için yaptığı düşünülür. 105<br />
Çekdi yed-i ‘atâ ile İskender-i <strong>ve</strong>fâ<br />
Ye’cûc-ı derd-i fürkate sedd-i sedîd-i ‘îd<br />
(G. 35/2)<br />
Zâl: Şehnâme kahramanlarından Rüstem’in babası, Sâm’ın oğlu, Nerîmân’ın<br />
torunu. Ok atması <strong>ve</strong> taşıdığı oklarla ünlenen bir kahramandır. Klâsik şiirde, çoklukla<br />
sözcük anlamları itibarıyla kullanılır <strong>ve</strong> çeşitli mazmunlara kaynaklık eder. Burhân’a<br />
göre, “koca, ihtiyar <strong>ve</strong> ak sakallı anlamınadır. Anadan doğdukda kirpiği, kaşı <strong>ve</strong> başı,<br />
tüyü beyaz olmağla Zâl ile tesmiye olundu.” denmektedir.<br />
Ç. Sosyal Hayat<br />
Zâl-i çarhı havza ser-bâzîçe-i etfâl ider<br />
Böyle hem-meşreb-kün-i pîr ü cüvandur kaplıca<br />
(G. 223/3)<br />
Bu devir metinlerinde gerçekten de bütün çıplaklığıyla âdet <strong>ve</strong> gelenekler,<br />
gündelik hayatta kullanılan alet <strong>ve</strong> edevat, inançlar, insanların sahip oldukları batıl<br />
inançlar, tabiat yahut günlük hayattan manzaralar, müspet bilimler, türlü ruh hâlleri<br />
vb. pek çok tezahür, edebiyatın içinde görüldüğü gibi işlenmekte <strong>ve</strong> edebiyat âdeta o<br />
devri yaşamaktadır.<br />
105<br />
Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong> İzahı, s. 435.<br />
145
Karakullukçı olsa kûyuŋa şeb<br />
Bir dil-ârâ-yı mâh-sûret olur<br />
(K. 4/74)<br />
Hz. Peygamberin övgüsünde sunulmuş kasidede, “Gece, senin mahallene<br />
karakullukçu olsa ay yüzlü bir sevgili olur.” biçiminde günümüzün Türkçesine<br />
aktarılabilecek beyitte, Karakullukçı hakkında PAKALIN [ö. 1972], şu bilgileri<br />
<strong>ve</strong>rmektedir:<br />
Acemi oğlanlarından yeniçeri ocağına yeni kaydedilenlerden oda hizmetlerinde<br />
kullanılanlara da bu ad <strong>ve</strong>rilirdi. Acemi oğlanlarından kapıya yeni çıkmış olanlara yani<br />
yeniçeri ocağına kaydedilenlere düzen akçası adıyla ikişer altın <strong>ve</strong>rilirdi. Bu yeni kimseler<br />
mensup oldukları odalarda karakullukçuluk ederler, yani oda hizmetine bakarlardı. Vazifeleri<br />
odalarını süpürmek, silmek, yaşlı yoldaşların <strong>ve</strong> odaya gelen misafirlerin ayakkabılarını<br />
temizlemek, yemek kaplarını yıkamak, odanın odununu yarmak, kandillerini yakmak,<br />
pazardan odanın levazımını tedarik etmek gibi şeylerdi. Her odada odanın kalabalık <strong>ve</strong> tenha<br />
oluşuna göre bir <strong>ve</strong> iki karakullukçu vardı. Ortaları kalabalık olan, kul kethüdasının odasında<br />
beş <strong>ve</strong> çavuş odasında dört karakullukçu bulunurdu. Kethüda <strong>ve</strong> çavuş karakullukçularının<br />
en yenisine karakullukçu onun alt yanında olanına pazara giden derlerdi. Yine bu iki bölükte<br />
pabuççu <strong>ve</strong> kandilci adlarıyla da karakullukçular vardı. Kethüda <strong>ve</strong> çavuş karakullukçularına<br />
aşçıbaşı nezaret ederdi. Bunlardan başka ocağa <strong>ve</strong>rilen acemilerden bir iki sefer de<br />
çorbacıların seyislik <strong>ve</strong> hasekilik gibi hizmetlerine bakarlardı. 106<br />
Pâyendâz, Hükümdarların geçecekleri yerlere saygı makamında döşenen,<br />
kumaş, çuha <strong>ve</strong> benzeri şeyler hakkında kullanılır bir tabirdir.<br />
106<br />
107<br />
‘Âşıkâne cânı pây-endâz idersem çok degül<br />
Ol perî yolında kim şâl-ı <strong>ve</strong>fâ ber-dûş ola 107<br />
(G. 227/2)<br />
Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri <strong>ve</strong> Terimleri Sözlüğü, C. II, İstanbul,<br />
Millî Eğitim <strong>Bakanlığı</strong> Yayınları: 2505, Bilim <strong>ve</strong> <strong>Kültür</strong> Eserleri Dizisi: 646, Sözlük Dizisi:<br />
2, 1993, s. 198.<br />
(K. 5/13), (K. 7/68), (G. 172/4).<br />
146
“Kendinden geçmişçesine, canı onun yoluna serersem çok bir şey yapmış<br />
olmam. Vefa şalı o peri gibi sevgili uğruna omuzda kalsın.” biçiminde günümüzün<br />
Türkçesine aktarılabilecek beyitte, bu geleneğe işaret edilmektedir.<br />
Ruhuŋ tulû‘ını mağribde gösterür hurşîd<br />
Hatuŋsa fitne-i âhir zamân-ı ‘âlemdür<br />
(K. 7/18)<br />
“Senin yanağın, güneşin doğuşunu batıda gösterir. Hatın ise âlemin ahir<br />
zaman fitnesidir.”<br />
Ahir zamandan kastedilen devr-i kamerdir. Bu durum, eskilerin astronomi<br />
inançları ile ilgili bir özelliktir. Güya dünyaya uzaklıklarına göre her gezegenin bin<br />
rakamı <strong>ve</strong> katlarıyla ölçülen yaşları vardır. Bunlardan, örneğin en üstte bulunan<br />
Zuhal yedi bin yıl yaşamıştır. Dünya’ya en yakın olan Ay ise bin yıllık bir ömre<br />
sahiptir <strong>ve</strong> şimdi onun zamanında bulunulduğundan kıyamete değin süren bu devreye<br />
devr-i kamer denmektedir. İnanışa göre kamer devri, fitnelerle dolu bir zamanı temsil<br />
etmektedir. Böyle bir inancın gelişmesine dolunayın insanlar <strong>ve</strong> canlılar üzerindeki<br />
olumsuz etkileri de sebep olabilir. Edebî metinlerde fitne sözcüğünün hemen daima<br />
büyü imajı ile birlikte geçmesi <strong>ve</strong> büyü yapmak için yazılan kâğıtların daha çok Ay,<br />
dolunay hâlinde iken yazılmasının bu işlerle uğraşanlarca gelenek hâline gelmesi<br />
düşünülecek olursa, beytin oluşturduğu çağrışım sahaları daha iyi anlaşılabilir.<br />
Beyitteki âhir zamân ibaresi aynı zamanda söz konusu güzelin dolunay gibi parlak<br />
yüzünü ima edecek biçimde kullanılmıştır. Bu durumda Ay üzerindeki siyah lekeler<br />
ile yüzde çıkan siyah tüyler arasındaki ilişkiyi de gözden uzak tutmamak gerekir.<br />
Bir dil ki Çâr-bâğ-ı ‘anâsırda ‘ışk ile<br />
Hem-bezm ü hem-mu‘âşeret ü hem-nişîndür<br />
(K. 8/7)<br />
“Bir gönül ki, dört unsurun bulunduğu Çarbağ’da aşk ile aynı mecliste yiyip<br />
içip oturup kalkmaktadır.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />
Çâr-bâğ hakkında ONAY [ö. 1956], şu bilgileri <strong>ve</strong>rmektedir:<br />
147
Çâr-bâğ: Dünya, gönül, anasırıerbaa; Isfahan’da bir sahada Safevî<br />
hükümdarlarına özgü büyük saraylar, geniş bahçeler vardı. Bugün harabeleri<br />
meydandadır. Bu bahçelerdeki havuzlar, mermer parmaklıklar, ağaçlar vaktiyle pek<br />
donanmış <strong>ve</strong> süslü olduğunu gösterir. Şehrin ortasından geçen nehrin üzerindeki<br />
köprüden biri 150 metre uzunluğunda 22 metre genişliğinde oldukça yüksek <strong>ve</strong> 25<br />
kemerli olup üstü örtülü, sağ <strong>ve</strong> solu yayalara, ortası arabalara özgü <strong>ve</strong> ünlü idi.<br />
Şehrin Afganlılar tarafından istilâsı sırasında harap olmuştur. Bu mamuriyet<br />
dolayısıyla Isfahan’a Nısf-ı cihân <strong>ve</strong> bu sahaya Çâr-bâğ denilmişti. 108<br />
Müşg-rîz-i sütûr-ı ma‘nîdür<br />
Gûyiyâ rîgdândur hâmem<br />
(K. 10/4)<br />
“Kalemim, sanki anlam satırlarının üzerine müşk yağdıran bir kum<br />
hokkasıdır.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, gündelik<br />
hayattan hat sanatı ile ilgili tabirler karşımıza çıkmaktadır.<br />
Kâğıt üzerine mürekkeple yazı yazıldıktan sonra şimdiki kurutma kâğıtlarının<br />
işini görmek <strong>ve</strong> mürekkebin dağılmasını önlemek için eskiden rîg denilen kum<br />
serperlerdi. Eski yazı takımları içinde bulunan <strong>ve</strong> adına rîgdân denilen hokkalardan<br />
serpilen bu rig tozunun içine yazılan yazının mevki <strong>ve</strong> değerine göre altın <strong>ve</strong> elmas<br />
tozları da ilâ<strong>ve</strong> edilirdi, bazı mektup <strong>ve</strong> fermanların son satırlarındaki yazıların<br />
böylece mürekkep kuruduktan sonra pırıl pırıl parlaması sağlanırdı.<br />
Giceler zâhir olan şu‘le-i kandîl degül<br />
Gülşen-i lutf-ı İlâhîde çırâğân oldı 109<br />
(K. 21/10)<br />
“Geceleri görünen kandil ışığı değil, İlâhî lütfun gül bahçesindeki şenliğidir.”<br />
biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, özellikle Lâle devrinde<br />
[1703-1730] yapılan şenliklerden söz edilmektedir.<br />
108<br />
109<br />
Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong> İzahı, s. 100.<br />
(K. 25/9).<br />
148
Çırâğân, ilkbaharda lâleler açıldığı zaman mehtaplı gecelerde çırâğân âlemi<br />
yapmak, III. Ahmed Hân [1703-1730] devrinde âdetti. Çiçek tarlaları <strong>ve</strong> lâleler arasına<br />
konulan renk renk fanuslu mumlar <strong>ve</strong> kandiller ile içine zeytinyağı konmuş <strong>ve</strong> bir<br />
fitil konarak ateşlenmiş midye <strong>ve</strong> yumurta kabukları tarlalar arasından geçen su<br />
arklarına bırakılır, kaplumbağaların sırtlarına mumlar dikilip yakılarak salı<strong>ve</strong>rilirdi.<br />
Bazen çiçekler, lâleler arasına saklanan inci, elmas <strong>ve</strong> akide şekerleri çırılçıplak genç<br />
cariyeler tarafından kapışılır, renk <strong>ve</strong> ışık içinde onların cil<strong>ve</strong> <strong>ve</strong> iş<strong>ve</strong>si temaşa<br />
olunurdu, işte bu âleme çırâğân derlerdi. 110<br />
Aynı zamanda, İran’da suçlu kimselerin baş <strong>ve</strong> gövdelerine yarıklar açarlar,<br />
buralara ucu yanan mumlar korlardı. Bu mumlar yanıp eridikçe yaraladığından suçlu<br />
çok ıstırap çekerdi. Bu işkenceye de çırâğân derlerdi.<br />
Fetîl-i zahm cism-i şerhadârumda münâsibdür<br />
Çırâğân itseler elbette zevk-i lâlezâr artar<br />
(G. 47/3)<br />
“Şerhalanmış bedenime yara fitili yakışır, çırağan etseler elbette lâleliğin<br />
zevki artar.” anlamındaki beyitte, bu durum uzaktan uzağa hatırlatılmaktadır.<br />
Sipâh-ı dey o kadar oldı ğâret-efken-i sayf<br />
Ki tîğ-ı reşk ile çâk itdi h v ân-ı yağmâyı<br />
(K. 32/4)<br />
“Kış askeri, yazın, öyle yağmalayıcısı oldu ki, kıskanma kılıcı ile çapulcu<br />
sofrasını darmadağın etti.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />
Osmanlılarda özellikle şenlik <strong>ve</strong> merasimlerde yemeğin bitiminden sonra sofradaki<br />
değerli kap kacak ne varsa tamamının ziyafete katılanlarca yağmalanması biçiminde<br />
yaygın olarak sürdürülen h v ân-ı yağmâ [=yağma sofrası] geleneğine işaret<br />
edilmektedir. 111<br />
110<br />
111<br />
Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong> İzahı, s. 110.<br />
Ahmet Atillâ Şentürk, Osmanlı Şiiri Antolojisi, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları: 1287, 1999,<br />
s. 179.<br />
149
Bu şi‘r-i tâzede tarh-ı tekellüf it VAHYÎ<br />
Ki sâf olup ola âyîne-i cihân-nümâ<br />
(G. 1/6)<br />
“Ey <strong>Vahyî</strong>, bu yeni şiirde külfeti bırak ki, senin şiirin sade olup dünyayı<br />
gösteren ayna olsun.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />
İskender’in aynasından söz edilmektedir: Âyîne-i gîtî-nümâ, ‘cihanı gösteren ayna’<br />
İskender’in aynası bu adla anılır. Söylentiye göre, bu ayna Aristo tarafından yapılmış<br />
<strong>ve</strong> İskenderiye şehrinde yüksek bir kuleye dikilmişti. Düşmanın geldiği, daha yüz<br />
milden fazla uzaklıkta iken, bu ayna aracılığı ile keşfolunurdu. 112<br />
tasavvufî anlamda kâmil insanın kalbinin saflığından kinayedir. 113<br />
da çağrıştıracak biçimde kurulmuştur.<br />
Kalbe gelse iŋledür âhum cihânı VAHYÎyâ<br />
Kârvân-ı pür-ceresdür fikr-i zülf-i dil-rubâ<br />
Bunun yanı sıra<br />
Beyit, iki anlamı<br />
(G. 2/7)<br />
“Ey <strong>Vahyî</strong>, kalpteki ahım, dünyayı inletir. Sevgilinin saçının düşüncesi<br />
çıngıraklı kervandır.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />
gündelik hayattan kervanlarda çıngırak bulunması hâdisesine işaret edilmektedir.<br />
PAKALIN, kervanlarda de<strong>ve</strong>lerin yedişer yedişer kafile hâlinde gitmelerini anlattıktan<br />
sonra, bu durumu şöylece izah eder:<br />
112<br />
113<br />
Onlar küçük parmak kalınlığında bir iple birbirlerine bağlanmışlardır. Bu ipin bir ucu önden<br />
giden de<strong>ve</strong>nin sağrısına bağlıdır. Öteki ucu ardından gelen de<strong>ve</strong>nin burun deliklerinden<br />
geçirilir. Bu ipin düğümlerini çözmek çok kolaydır. Çünkü önden giden de<strong>ve</strong> ürker <strong>ve</strong>ya<br />
kapaklanırsa arkadaki de<strong>ve</strong>nin rahatsız olmaması için bu düğüm hemen çözülebilir. Düğüm<br />
sıkı olsaydı böyle bir hâdise arkadaki de<strong>ve</strong>leri de sürükler <strong>ve</strong> düşürebilirdi. Yedi de<strong>ve</strong>lik<br />
katarın başında yürüyen de<strong>ve</strong>ci birinci de<strong>ve</strong>yi ipinden tutmak <strong>ve</strong> ipi omuzundan geçirmek<br />
suretiyle kendi katarını yönetir <strong>ve</strong> ötekilerin ardından geldiklerini öğrenebilir. Bunun için de<br />
Sinan Paşa, Tazarru’nâme, s. 347.<br />
Muhammed Ali Eşmeli, “İsmail Hakkı Bursavî’nin Muhammediye Şerhi Ferahu’r-Rûh II.<br />
C.”, İstanbul Üni<strong>ve</strong>rsitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili <strong>ve</strong> Edebiyatı Ana Bilim Dalı<br />
Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, 2001, s. 476.<br />
150
sonuncu de<strong>ve</strong>nin boynunda bir çıngırak asılıdır. De<strong>ve</strong>ci çıngırak sesini işitmeyecek olursa<br />
ipin boğumunun çözüldüğüne hükmederek katarını kontrol eder. 114<br />
O şâh-ı hüsne felek var-ısa gedâ geçinür<br />
Ki mihr ü mehle sunar rûz u şeb aŋa mir’ât<br />
(G. 16/7)<br />
“Felek, o güzellik padişahına galiba dilenci geçiniyor ki, gece <strong>ve</strong> gündüz<br />
güneş <strong>ve</strong> ayla ona ayna gösterir.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek<br />
beyitte, dilencilerin özellikle Kalenderilerin yolda gelip geçenlere ayna göstererek<br />
dilenmelerine işaret edilmektedir. 115<br />
Tabî‘at olsa kedernâk sînesin yâd it<br />
Küsûfda tutılur mihre VAHYÎyâ mir’ât<br />
(G. 16/11)<br />
“Ey <strong>Vahyî</strong>, tabiatı bulanık olsa da onun göğsünü hatırla, zira güneş<br />
tutulmasında güneşe ayna tutulur.”<br />
Burada eskilerin güneş tutulması sırasında güneşe ayna tutmaları inancına<br />
telmih vardır.<br />
Kebûterüŋ olamaz sûz-ı ‘ışka tâbı meger<br />
O şûha seyl-i sirişkümle gönderem kâğaz<br />
(G. 39/6)<br />
“Gü<strong>ve</strong>rcinin aşk yangınlığına gücü yetmez, meğer ki ben o sevgiliye gözyaşı<br />
selimle kâğıt gönedereyim.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek<br />
beyitte, eskilerin haber aracı olarak gü<strong>ve</strong>rcini kullanmalarından söz edilmektedir.<br />
114<br />
115<br />
Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri <strong>ve</strong> Terimleri Sözlüğü, C. II, s. 244-245.<br />
Tahir Olgun, Divan Edebiyatının Bazı Beyitlerinin İzahına Dair Edebî Mektuplar,<br />
Hazırlayan: Cemâl Kurnaz, Ankara, Akçağ Yayınları: 125 Kaynak Eserler: 15, 1995, s. 99.<br />
151
Böyle kalursa eger cevr ü cefâ-yı dil-rubâ<br />
Dûd-ı âhumdan cihan deryâ ile yek-reng olur 116<br />
(G. 81/5)<br />
“Sevgili eziyet etmeği sürdürürse bu gidişle, ahımın dumanından dünya,<br />
denizin rengini alır.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />
eskiden mavi rengin yas rengi olduğu anlaşılmaktadır. Mavi, İranlılarda, Türklerde<br />
<strong>ve</strong> Moğallarda yas rengidir. Mevlânâ [1207-1273], Şems [ö. 1247] öldükten sonra<br />
üzüntüsünü göstermek için mavi tülbent giymiştir. 117<br />
Levh-i âmed-şüd-i etfâl-i debistân-ı ğama<br />
Meşk-i âzâd yazar hâme-i zerkâr-ı emel<br />
(G. 174/5)<br />
“Emelin altın işlemeli kalemi, gam okulunun çocuklarının geldi gitti tahtasına<br />
tatil yazısı yazarlar.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, geldi<br />
gitti tahtasından söz edilmektedir.<br />
Eski mahalle mekteplerinde sınıf teşkilâtı olmayıp mektep yalnız bir<br />
öğretmen tarafından yönetildiği için bütün çocuklar büyük bir salonda toplanır, kız<br />
<strong>ve</strong> erkek çocukları ayrı ayrı otururlardı. Bu çocuklardan biri su içmek, abdest<br />
bozmak için derslikten çıkarken, kapı yanında asılı <strong>ve</strong> bir tarafında geldi, öbür<br />
tarafında gitti yazılı bir levhanın gitti yüzünü, dönünce de geldi tarafını çevirirdi. Bu<br />
tahtaya geldi gitti tahtası derlerdi. 118<br />
Aynı zamanda âzâd sözcüğünün eski mahalle mekteplerinde akşam<br />
paydosuna <strong>ve</strong> mübarek günlerde yapılan tatillere ad olduğu düşünülürse sözcüğün<br />
özenle seçildiği anlaşılır. 119<br />
116<br />
117<br />
118<br />
119<br />
(G. 126/1).<br />
Şerefeddin Yaltkaya, “Tarihte Renk”, Türkiyat Mecmuası, İstanbul, C. VII-VIII, 1942, s.<br />
46.<br />
Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong> İzahı, s. 173; Pakalın, Osmanlı Tarih<br />
Deyimleri <strong>ve</strong> Terimleri Sözlüğü, C. I, s. 661.<br />
Onay, age., s. 61.<br />
152
Gül-i gülzâr olurdı gül-şeker sûz-ı nevâsından<br />
Egerçi olmayaydı ‘andelîb-i zâr nâ-puhte<br />
(G. 239/3)<br />
“İnleyen bülbül, eğer olmamış olmasaydı, onun yanıp yakılmasından<br />
güllüğün gülü, gül tatlısı olurdu.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek<br />
beyitte, gündelik hayatın içinden olan yemek kültürü ile ilgili gül tatlısından söz<br />
edilmektedir.<br />
Gül-şeker (Gülbeşeker), reçele benzeyen bir ilâç olup çeşitli hastalıkların<br />
tedavisinde kullanılmıştır. Hâcı Paşa [ö. 1417] bunun imalini şöyle tarif eder: “Bir<br />
vakıyye balın kefini alalar <strong>ve</strong> on vakıyye gül yaprağını ona karuşduralar <strong>ve</strong> güneşde<br />
per<strong>ve</strong>rde edeler üç dört günde bir karışduralar elli gün güneşde tura ondan sonra<br />
kefi alınmış iki vakıyye bal ona katalar isti‘mâl edeler.” 120<br />
Bağladı fikr kâkül-i hûbâna hayf hayf<br />
Zencîre çekdiler dili dîvâneler gibi<br />
(G. 253/5)<br />
“Dil, sevgililerin kâkülüyle ilgili hayal kurdu da, yazık ki, onu deliler gibi<br />
zincire çektiler.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, eskiden<br />
delilerin ayağına altın <strong>ve</strong>ya gümüş zincir takılması hâdisesine işaret edilmektedir.<br />
Aynı zamanda dil sözcüğünün ‘esir’ anlamı da düşünülürse, eskiden savaştan sonra<br />
elde edilen esir <strong>ve</strong> kölelerin bir yerden bir yere sevk edilirken boyunlarından bir<br />
halka ile birbirlerine bağlanmaları geleneği de uzaktan uzağa hatırlatılmış olur.<br />
İncedür sarığı kalyoncı gibi<br />
Kavuğı çizmelerüŋ koncı gibi<br />
(L. 7/2)<br />
“Sarığı kalyoncu sarığı gibi incedir, kavuğu çizmelerin koncu gibidir.”<br />
biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, eskiden bahriyeli<br />
120<br />
Celâlüddin Hızır (Hacı Paşa), Müntahab-ı Şifâ I Giriş-Metin, Hazırlayan. Zafer Önler,<br />
Ankara, Atatürk <strong>Kültür</strong> Dil <strong>ve</strong> Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları: 559, 1990,<br />
s. 184.<br />
153
karşılığında kullanılmış olduğu anlaşılan kalyoncu terimi karşımıza çıkmaktadır.<br />
Divan şairinin iyi bir gözlemci olduğunu gösteren bu beyitten kalyoncu sarığının<br />
olduğu, hatta bunun ince olduğu anlaşılmaktadır. Kalyoncu, eskiden bahriyeli<br />
karşılığında kullanılmış olduğu anlaşılan bir tabirdir. Yelkenli büyük harp gemilerine<br />
kalyon denildiği için denizcilere bu ad <strong>ve</strong>rilmiştir. 121<br />
Nedür ol pâsbân-ı bî-fânûs<br />
Şeb-rev-i kûçe-gerd çün câsûs<br />
(L. 19/1)<br />
“Casus gibi sokağı dönen hırsız, o fanussuz bekçi kimdir?” biçiminde<br />
günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, sokağa çıkma yasağı ile ilgili bir<br />
hâdiseden söz edilmektedir.<br />
Eskiden bir çok ülkede olduğu gibi Osmanlılarda da geceleri gü<strong>ve</strong>nliği<br />
sağlamak için büyük şehirlerde belirli saatten sonra halkın sokağa çıkmasına izin<br />
<strong>ve</strong>rilmezdi. Bu âdet edebî eserlerde de yeri geldikçe türlü biçimlerde terennüm<br />
edilmiştir. Ahmed Paşa [ö. 1497]nın “Güzellik şehrinin bekçisi gönlümü zülfünde<br />
bulunca ‘Gece gezdin!’ diye onu asmak için ip hazırladı” anlamındaki şu beytinden<br />
de anlaşılacağı üzere bu suç bazı zamanlar ölümle dahi cezalandırılabiliyordu.<br />
‘Asesi hüsn ilinüŋ göŋlümi zülfüŋde bulup<br />
Gice gezdüŋ diyü asmağa yarakladı resen<br />
Ahmed Paşa (G. 237/4)<br />
Na’imâ Târîhi’nde IV. Murâd Hân [1623-1640]ın gece sokağa çıkma yasağını<br />
anlatan “Menkûldür ki Sultân Murâd ile şehr-i İstanbul’ı gezüp yatsudan soŋra<br />
fenersüz taşrada bir âdem buldukda bilâ-emân katl idüp...” 122<br />
ibaresi de bu cezayı<br />
pekiştirmektedir. Alman seyyah Hans DERNSCHWAM [1494-1568] bu yasağın bazen nasıl<br />
olursa olsun sokağa çıkmama biçiminde uygulandığını şöylece anlatır: “Geceleri<br />
saat 8’den sonra sokakta kim dolaşırsa dolaşsın yakalanıp kendisine yüz <strong>ve</strong>ya elli<br />
sopa attırılırdı. Duyduğumuza göre bu hususta hiç kimseye müsamaha gösterilmez,<br />
121<br />
Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri <strong>ve</strong> Terimleri Sözlüğü, C. II, s. 154.<br />
154
iltimas yapılmazdı. Her hangi bir kimse komşusuna kızgın <strong>ve</strong>ya düşman ise gidip onu<br />
sokağa çıkıyor diye ihbar ediyor. Bütün yeniçerilerin başı olan yeniçeri ağası ise her<br />
gece kalabalık bir ekiple şehri bizzat dolaşıyor...” 123<br />
Yine edebî metinlerden<br />
anlaşıldığına göre gece sokağa çıkma yasağı zaman zaman fenersiz sokağa çıkma<br />
yasağı biçiminde hafifletilmekte, yahut belirli bir saate kadar sokakta fenerle<br />
dolaşmağa izin <strong>ve</strong>rilmesi şeklinde sürdürülmekteydi. Nitekim Mesîhî [ö. 1512]’nin şu<br />
beytinde sevgilinin mum gibi etrafa ışık saçacak parlaklıktaki yüzü üzerindeki saçı,<br />
eteği altında fener taşıyan bir hırsıza benzetilmektedir.<br />
San çârsû-yı hüsnde tarrâr-ı zülf-i dost<br />
Bir oğrıdur ki dâmeni altında var şem‘<br />
Mesihî (G. 115/3)<br />
Bu beyitten anlaşılıyor ki, gece fenersiz sokağa çıkma yasağından korkan<br />
hırsız vb. bazı kötü niyetli kimseler kendilerini gizlemek için fenerlerini etekleri<br />
altında saklayarak işlerini görmeğe çalışıyorlardı. Bunlar gü<strong>ve</strong>nliği sağlayan bekçi,<br />
ases vb. bir kimseyle karşılaştığında ise feneri eteğinin altından çıkartarak her hangi<br />
bir vatandaş gibi yolunda yürüyeceklerdir. 124<br />
Kiminüŋ boğazına ip takılur<br />
Kimi âteşlere yanar yakılur<br />
(L. 30/12)<br />
“Kiminin boğazına ip takılır, kimi ateşlere yanar yakılır.” Beyitte, Osmanlı<br />
Devleti uyruğunda haraç <strong>ve</strong>ren zimmîlerle ilgili bir geleneğe işaret edilmektedir.<br />
Boğazı ipli, boynu ipli, ‘alçak, aşağılık’ anlamındadır. Bir suç karşılığı<br />
cezalının boynuna bir ip takılıyor <strong>ve</strong> köle için de boynu bağlı ifadesi kullanılıyordu.<br />
Eskiden zimmîlere çok kötü muamele edilirdi. Bunlar yakalarına yapışıp kendilerine<br />
122<br />
123<br />
124<br />
Mustafa Nâ’imâ, Ravzatü ’l-Hüseyn fî Hulâsati Ahbâri ’l-Hafikayn, İstanbul, C. III, 1282<br />
[1865], s. 170.<br />
Hans Dernschwam, İstanbul <strong>ve</strong> Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, Çev: Prof. Dr. Yaşar Önen,<br />
Ankara, <strong>Kültür</strong> <strong>Bakanlığı</strong> Yayınları/885 Dünya Edebiyatı Dizisi/5, 2 1992, s. 164.<br />
Şentürk, Necâtî Beğ’in Sultan Beyazıt Methiyesi <strong>ve</strong> Bazı Gazelleri Hakkında Notlar, s.<br />
104-105.<br />
155
korkmadan “Kâfir, cizyeni öde! diye bağıran müslüman tahsildarlarla karşı karşıya<br />
gelirlerdi. Onlara cizyelerini ödetince tahsildarlar zimmîlerin boyunlarına ucu kurşun<br />
mühürlü bir sicim geçirirlerdi. Bu, adamın cizyeyi ödediğini gösterirdi. 125<br />
Kimisi tomruğa urılur anuŋ<br />
Kimisi de işe sürilür anuŋ<br />
(L. 30/14)<br />
“Onlardan kimisi tomruğa vurulur, kimisi de işte çalıştırılır.” biçiminde<br />
günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, eski işkence yöntemlerinden söz<br />
edilmektedir.<br />
Tomruğa vurmak, suçluları söyletmek için tomruk denilen işkence aletine<br />
konulma yerinde kullanılır bir tabirdir. Tomruk, mutlak yönetimlerde kullanılan<br />
işkence aletlerinden birinin adıdır. Eski zamanlarda suçluların ayaklarına geçirilen<br />
kütük suretinde tarif edilmiştir. Vaktiyle hükûmet konaklarının cümle kapıları<br />
arkasında duran tomruk dört-beş metre uzunluğunda, kırk-elli santim kutrunda ağaç<br />
bir kütükten ibaretti. Boylu boyunca ortasından ayrılmış olan bu kütüğün bir başı,<br />
açılır kapanır Vida ile tutturulduğu gibi kilitlenmeğe el<strong>ve</strong>rişli surette yapılırdı.<br />
Büyüklü küçüklü sekiz-on çift ayak yeri açılırdı. Kaçmaları olası suçluların o<br />
ağaçtaki deliklerden hangisi baldırına uyarsa ayakları oraya sokulup kilitlenirdi.<br />
Tomruğa vurulanların yatması, kalkması, uyuması, abdest bozması hep tomrukta<br />
geçerdi. Tomruğun daha kötü olan bir çeşidi de vardı. O türlü tomruklarda ağaç<br />
yalnız ayağı değil bütün vücuda sığacak biçimde oyuktu. Bu tomruğa vurulan<br />
suçlunun yalnız başı dışarda kalırdı. Suçunu söyleyinceye değin bu durumda kalır, bu<br />
ölüm cenderesinden ancak itirafta bulunmakla yakayı kurtarabilirdi. 126<br />
125<br />
126<br />
127<br />
Ey meh-i evc-i derun sanma meh-i nev<br />
Hasretüŋ-ile felek hancere düşmiş 127<br />
(G. 137/2)<br />
Ali Mazaherî, Ortaçağda Müslümanların Yaşayışları, Çev. Doç. Dr. Bahriye Üçok,<br />
İstanbul, Varlık Yayınları, sayı: 1706, Faydalı <strong>Kitap</strong>lar: 132, 1972, s. 152.<br />
Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri <strong>ve</strong> Terimleri Sözlüğü, C. III, s. 511.<br />
(G. 254/2).<br />
156
“Ey yürek göğünün ayı! Dolunay sanma, felek senin hasretinle hançere<br />
düşmüştür.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte eskilerin<br />
hancere düşmek diye tabir ettiği bir intihar biçimiyle karşılaşılmaktadır.<br />
hancere düşmek: Kama, bıçak, hançer gibi ucu sivri, keskin bir aleti kalp<br />
üstüne dayayıp hızla yere atılmağa <strong>ve</strong> bu suretle hançer göğüsten girip arkadan<br />
çıkarak intihar etmeğe vaktiyle hancere düşmek derlermiş. 128<br />
Hz. Peygamberin vasfında sunulan kasidede, Hz. Peygamberi övmenin değil,<br />
övmek düşüncesinin, kirli gönlü, cilâlı ayna hâline getirdiği ifade edilen beyitte,<br />
eskiden çelik, gümüş <strong>ve</strong>ya tunçtan yapılan aynaların rutubet etkisiyle paslandığı için<br />
cilâlanmasına işaret edilmektedir.<br />
Saykal-keş olup pertev-i endîşe-i vasfı<br />
İtdi dil-i pür-jengümi mir’ât-ı mücellâ<br />
(K. 3/21)<br />
“Seni övme düşüncesinin parlaklığı, cilâcı olup paslı gönlümü cilâlı ayna<br />
hâline getirdi.”<br />
Gamzenin alıcı kuşa benzetildiği beyitte, eski avlanma usulleri hakkında<br />
ipuçları vardır.<br />
Nigâh-ı ‘ışk-meniş-i bâz-ı ğamze der-bâzû<br />
Fezâ-yı ‘ışkda murğ-ı dili şikâra çıkar<br />
(G. 44/3)<br />
“Pazıdaki gamze doğanının aşk yaratılışlı bakışı, aşk göğünde gönül kuşunu<br />
avlamağa çıkar.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, eski<br />
avlanma usullerinden birisi hatırlatılmıştır. Av belletilen doğan kuşunun bir ayağına<br />
halka takarlar <strong>ve</strong> bu halkayı sağ baş parmaklarına geçirirler, böylece doğanı, ellerini<br />
yumarak yumruklarının üstünde gezdirirlerdi. Doğanın, şuraya buraya dalmaması<br />
için başına, üsküf denilen küçük bir külâh geçirirler <strong>ve</strong> bu külâhla gözlerini<br />
128<br />
Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong> İzahı, s. 190.<br />
157
örterlerdi. Av görününce üsküfü çıkarıp avı gösterirler ayağındaki halkayı da çıkarıp<br />
salı<strong>ve</strong>rirlerdi. 129<br />
D. Başlıca İşlenen Konular<br />
Dîvân’da işlenen kimi konular sıklıklarına göre tespit edilmiştir. Bu konular<br />
klâsik şiirin içtimaî hayattan kopuk olmadığını gösterir niteliktedir.<br />
1. Aşk<br />
Klâsik şiirin en önemli temalarından birisi aşktır. Mutlak hakikat olan Allah’a<br />
varmak için akıl <strong>ve</strong> aşk iki ayrı yoldur. Akıl, medresenin; aşk tarikat erbabının yani<br />
mutasavvıfların yoludur. Divan şairleri mutlak hakikate varmak için ikinci yolu yani<br />
aşk yolunu yeğlerler. Aşk yolunda daha ilk adımda başı <strong>ve</strong>rmek gerekir. Akıl, gönlü<br />
aşktan ayırmak ister, gönül ise aklı bir yana bırakır <strong>ve</strong> aşkı gözetir. Akıl tecrübe<br />
sahibi bir pirdir, âşık bir meczuptur. 130<br />
Ahsen-i takvîm yani en güzel biçimde yaratılmış kişioğlunun cinsilâtifi, hanım<br />
güzelliği, klâsik şiirde dikkat çekici bir öneme sahiptir. Her türlü güzellikten, insan,<br />
tabiat, arkadaş, âlim, şehzade, sultan, düşünce, anlam, şiir, din büyükleri, Hz.<br />
Peygamber hatta Yaratıcı Hak’tan söz ederken hanım güzelliğine ait unsur <strong>ve</strong><br />
benzetmelerden yararlanılır. Çünkü İslâm dünyasında milâdî XI. yüzyıla kadar şiirde<br />
umumî olarak hakim olan maddî hayatın yansıtılması anlayışı, yerini hızlı bir<br />
biçimde manevî güzelliklerin <strong>ve</strong> hayal âlemindeki duyuşların terennüm edildiği bir<br />
zevk <strong>ve</strong> anlayışa terk etti. Artık görülen <strong>ve</strong> erişilen güzel, kavuşulan değil hatta<br />
görülmeyen bir sırra büründü. Görülen dünyadan alınan özellikler <strong>ve</strong> sıfatlar ölünce<br />
kavuşulabilecek aranan güzele, şâhid-i maksûda <strong>ve</strong>rildi. Dolayısıyla öbür şiirler gibi<br />
övgü, tebrik, hikâye <strong>ve</strong> dinî konulu manzumeler hatta mersiyeler hanımlara ait<br />
zarafet, incelik <strong>ve</strong> güzellik unsurlarıyla doldu. Şiirin bu yönünü örnekleriyle ele<br />
almak ayrı bir çalışma konusudur <strong>ve</strong> klâsik şiirin bu özelliği, değerlendirmelerde<br />
129<br />
130<br />
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Dîvân-ı Kebîr, Hazırlayan: Abdülbâkî Gölpınarlı, C. 1,<br />
İstanbul, 1957, s. 442.<br />
Dr. Mehmed Çavuşoğlu, Necâti Bey Dîvânı’nın Tahlili, İstanbul, Millî Eğitim Basımevi,<br />
1971, s. 52.<br />
158
etkin bir yere sahiptir. Bu nedenlerle klâsik şiirde insan güzelliğine özen göstermek<br />
geleneğe ait bir anlayış gereğidir. 131<br />
Dîvân’da ‘âşık redifli bir gazel (G. 155) ‘aşk redifli iki gazel (G. 156), (G. 157)<br />
bulunmaktadır. Aşk konusu yalnızca bu üç gazelde işlenmemiştir. Dîvân’ın bütününe<br />
hakimdir.<br />
Dîvân’da aşkla ilgili beyitlerin bir kısmı günümüz Türkçesiyle birlikte<br />
aşağıya çıkarılmıştır:<br />
gönle bakar.”<br />
‘Işk ile tâ ki kevn ü mekân feyz-yâb olup<br />
Hubb u vidâd ‘âşıka hablü ’l-metîndür<br />
(K. 8/59)<br />
“Aşk ile kâinat bereketleninceye kadar âşıka sevgi <strong>ve</strong> aşk, sağlam bir iptir.”<br />
‘Işk kim genc-i câvidânîdür<br />
‘Âşık-ı zâra rûh-ı sânîdür<br />
“Aşk, sonsuz bir hazinedir. İnleyen âşık için şaraptır.”<br />
Hazer hazer o siyeh-mest-i ‘ışk hışmından<br />
Ne kalb-i zâra bakar ne derûn-ı efkâra<br />
(K. 9/1)<br />
(K. 11/24)<br />
“Aşk sarhoşluğunun hışmından sakının. O, ne inleyen kalbe ne de efkârlı<br />
Ey nigâh-ı hışmı ‘uşşâk-ı figâra zehr-i ‘ışk<br />
V’ey dehân-ı hande-rîzi hurde-i pâ-zehr-i ‘ışk<br />
(G. 157/1)<br />
“Ey öfke bakışı, inleyen âşıklara aşk zehri olan <strong>ve</strong> ey gülücükler saçan ağzı,<br />
aşk panzehirinin kırıntısı olan sevgili.”<br />
131<br />
Prof. Dr. Adnan Karaismailoğlu, Klâsik Dönem Türk Şiiri İncelemeleri, Ankara, Akçağ<br />
159
2. Kavuşma (Vuslat)<br />
Dîvân’da en çok işlenen konulardan birisi de vuslattır. Âşıklar, vuslat için<br />
çeşitli sıkıntılara katlanırlar; ancak vuslat çoklukla istenen bir durum gibi görünse de<br />
gerçekleşmez. Aşağıdaki beyitte, vuslat he<strong>ve</strong>sinin gerçekleşme zamanı<br />
sorulmaktadır.<br />
Ey şem‘-i şeb-ârâ-yı ğam olan dil-i şeydâ<br />
Tâ key he<strong>ve</strong>s-i vuslat-ı dildâr-ı temennâ<br />
(K. 3/1)<br />
“Ey gam gecesinin mumunu süsleyen çılgın gönül! Sevgiliye kavuşma he<strong>ve</strong>si<br />
ne zaman gerçekleşecek?”<br />
Bazen de âşık, sevgiliye kavuşup kucaklamayı değil de yalnızca onun yüzünü<br />
hayal etmeyi ister.<br />
Dil-i âşüfte kim dâ’im hayâl-i rûy-ı yâr eyler<br />
Ne fikr-i vasl u ne endîşe-i bûs u kinâr eyler<br />
(K. 6/1)<br />
“Meftun gönülde ne sevgiliye kavuşma fikri ne de onu öpüp kucaklama<br />
endişesi vardır, o sürekli sevgilinin yüzünü hayal etmek ister.”<br />
Aşağıdaki beyitte, âşıkın vuslatın gerçekleşmesi için vücudunu sevgilinin<br />
ayağının toprağı hâline getirdiğinden söz edilmektedir.<br />
Sadâkatle vücûdın hâk-i pây-ı yâr iden merdüŋ<br />
Derûnından nice fikr-i dem-i vuslat güzâr eyler<br />
(K. 6/2)<br />
“Sadakatle bedenini sevgilinin ayağının toprağı eden kişinin içinden, çoğu<br />
kez kavuşma zamanının düşüncesi geçer.”<br />
Yayınları / 375 Kaynak Eserler / 105, 2001, s. 91.<br />
160
Gerçek sevgiliye kavuşmanın ifade edildiği beyitte, âşnâ sözcüğünün<br />
‘yüzücü’ anlamını da çağrıştıracak biçimde kullanıldığı görülmektedir.<br />
Keştî-i dil tâbe-key gird-âb-ı gird-i hecr ola<br />
Vuslatuŋla âşnâ kıl yâ Resûla ’llâh meded<br />
(K. 17/3)<br />
“Ey Allah’ın resulü! Gönül gemisi ne zamana kadar ayrılık girdabında dönüp<br />
duracak, vuslatınla bizi tanıştır artık?”<br />
‘İlm-i visâlüŋ bir fasldur lîk<br />
Hecrüŋde ğâyet çokdur mebâhis<br />
“Kavuşma ilmin bir bölümdür; ancak ayrılık konusunda bahisler çoktur.”<br />
Vuslatın kumaşa benzetildiği beyit ilginçtir.<br />
Dağıdan nukûd-ı eşki ala kâle-i visâlüŋ<br />
Bu ne sûk-ı bû ’l-‘acebdür zarar âb u sûdı âteş<br />
(G. 21/7)<br />
(G. 126/3)<br />
“Gözyaşı akçasını dağıtan senin vuslat kumaşını alsın. Bu, zararı su yararı<br />
ateş olan çok garip bir çarşıdır.”<br />
3. Ayrılık (Gurbet)<br />
Dîvân’da en çok işlenen konulardan birisi de ayrılık <strong>ve</strong> gurbettir. Bu ayrılık<br />
kimi zaman sevgiliden ayrı olmaktan doğan şikâyete dönüştüğü gibi kimi zaman da<br />
gerçek sevgiliden ayrı olmaktan doğan şikâyete dönüşür.<br />
Hayâl-i rûy-ı visâl ile dil ki gülşen idi<br />
Hücûm-ı şerha-i fürkatle lâlezâr oldı<br />
(K. 12/21)<br />
“Gönül, kavuşma yüzünün hayaliyle bir gül bahçesiyken ayrılık şerhasının<br />
hücumuyla bir lâle bahçesi hâline geldi.”<br />
161
Ayrılığın ateşe benzetildiği beyitte, sevgili hakikî sevgili olan Hz.<br />
Peygamberdir.<br />
‘Aceb mi rûzgâr el virse yüz sürsem o dergâha<br />
Beni hâkister itdi nâr-ı fürkat yâ Resûla ’llâh<br />
(K. 20/5)<br />
“Ey Allah’ın resulü! Rüzgâr fırsat <strong>ve</strong>rse de eşiğine yüz sürsem buna şaşılır<br />
mı? Ayrılık ateşi beni kül etti.”<br />
İtme amân çeşmümi gird-âb-ı eşk-i hecr<br />
Ey mevc-i hüsni mestî-i ârâmdan cüdâ<br />
(G. 3/6)<br />
“Ey güzellik dalgası, aman gözümü rahatlık sarhoşluğundan ayırma, aman<br />
gözümü ayrılık gözyaşının girdabı etme!”<br />
Ey tabîb-i dil devâ-perdâz-ı derd-i fürkat ol<br />
Yohsa zahm-ı tîğ-ı çeşmüŋ kâbil-i bih-bûddur<br />
(G. 70/3)<br />
“Ey gönül doktoru, ayrılık derdinin ilâcı ol, yoksa (senin) göz kılıcının<br />
yarasının iyileşmesi imkânsızdır.”<br />
Şeb-i firâkda târîk-i ye’s yok zîrâ<br />
Göŋülde fikr-i ruhuŋ bir meh-i münev<strong>ve</strong>rdür<br />
(G. 98/3)<br />
“Ayrılık gecesinde ümitsizliğin karanlığı yoktur; zira gönülde senin yanağını<br />
düşünmek bana parlak bir ay gibi gelir.”<br />
Zahm-ı hûn-âlûd kim cism-i dil-i zârumdadur<br />
Şîşe-i billûra konmış sanki kâl-i fürkatüŋ<br />
(G. 173/2)<br />
“Kana bulanmış yara, ayrılık çiçeğinin billûr şişeye konması gibi inleyen<br />
gönül bedenimdedir.”<br />
162
4. Şarap<br />
Şarap, şiirde kendinden geçmenin, sarhoş olmanın sembolü olarak geçer.<br />
Dîvân’da şarap çoklukla ‘aşk, la‘l, leb, göŋül, ruh gibi sözcüklerin benzetileni<br />
olmuştur. Tasavvufî anlamda ise şarap, İlâhî aşktır. Dîvân’da 9. gazel şarâb<br />
rediflidir.<br />
Aşkın şaraba benzetildiği aşağıdaki beyitte, aşkın tükenmez bir hazine olduğu<br />
belirtilmektedir.<br />
‘Işk kim genc-i câvidânîdür<br />
‘Âşık-ı zâra rûh-ı sânîdür<br />
“Aşk, sonsuz bir hazinedir. İnleyen âşık için şaraptır.”<br />
(K. 9/1)<br />
Şarabın kişileştirildiği beyitte, kadehin, sevgilinin dudağını şaraptan önce<br />
öpmesine şarabın kırıldığı söylenmektedir.<br />
Takaddüm itdi aŋa bûs-ı la‘l-i dil-berde<br />
‘Aceb mi sâğara eylerse inkisârı şarâb<br />
(G. 9/3)<br />
“Kadeh, sevgilinin la‘l gibi kırmızı dudağını öpmede, şaraptan öne geçtiği<br />
için şarap, kadehe kırılırsa buna şaşılır mı?”<br />
Aşağıdaki beyitte yıllanmış şarabın insana daha keyif <strong>ve</strong>rdiği<br />
vurgulanmaktadır.<br />
Hayâl-i la‘li ‘ışk-efzâ olur dilde karâr itse<br />
Hum içre dursa çün keyf-i şarâb-ı la‘l-gûn artar<br />
(G. 46/4)<br />
“Küp içinde duran la‘l renkli şarabın keyfinin artması gibi onun dudağının<br />
hayali gönülde yer ettikçe aşk da artar.”<br />
163
Aşağıdaki beyitte, saf dudak <strong>ve</strong> kırmızı yanağı öpmek, şarap üstüne şarap<br />
içmek gibi düşünülmüştür.<br />
O dil ki bûs-ı ruh-ı al ü la‘l-i nâb ister<br />
O mestdür ki şarâb üstine şarâb ister<br />
(G. 63/1)<br />
“Saf dudağını <strong>ve</strong> kırmızı yanağını isteyen gönül, şarap üstüne şarap isteyen<br />
sarhoş gibidir.”<br />
Sevgilinin dudağındaki ter, Kevser şarabından daha değerlidir.<br />
Meyl itmez âftâba ruh-ı en<strong>ve</strong>rin gören<br />
Bakmaz şarâb-ı Kevsere la‘l-i terin gören<br />
(G. 209/1)<br />
“Onun parlak yüzünü gören, güneşe meyletmez, terli dudağını gören de<br />
Kevser şarabına bakmaz.”<br />
çekiyor.”<br />
Aşağıdaki beyitte şarap, İlâhî aşk yerindedir.<br />
Bir câmdan çeker ikisi bâde-i fenâ<br />
Biri niyâzda birisi nâzenîndür<br />
(K. 8/16)<br />
“Biri niyaz içerisinde birisi nazeninde olan iki kişi bir kadehten yokluk şarabı<br />
5. Tabiat<br />
Klâsik şiirde işlenen konulardan birisi de tabiattır. Divan şairinin<br />
gözlemciliğini, çevreye bakışını göstermesi bakımından bu bölüm önemlidir.<br />
Klâsik şiirde bahar kadar olmasa da kış tasvirleri de yapılmıştır.<br />
Saf ateşle sadık âşıkın karşılaştırıldığı beyitte, divan şairinin tabiata bakış<br />
açısı da dikkat çekicidir.<br />
164
görünmez.”<br />
yüz sürer.”<br />
Derûn-ı ‘âşık-ı sâdıkda âh nâ-peydâ<br />
Ki nâr-ı sâfda dûd-ı siyâh nâ-peydâ<br />
(G. 4/1)<br />
“Saf ateşte siyah dumanın görünmediği gibi sadık âşıkın içinde de ah<br />
Gûşe-i hatt-ı tâze kim zülf-i siyâha yüz sürer<br />
Sanki sehâb-pâredür hâle-i mâha yüz sürer<br />
(G. 62/1)<br />
“Taze hattın köşesi, bulut parçasının ay ağılına yüz sürmesi gibi siyah saçına<br />
Baharın gelmesiyle ırmak kenarlarının yeşillendiği <strong>ve</strong> böylelikle buraların<br />
güzelleştiği belirtilmektedir.<br />
güzel olur.”<br />
Zeyn itdi sebz-fâm çet[i]rler bu sâhayı<br />
Cûyuŋ kenârı hûb olur oldukda sebzezâr<br />
(G. 42/3)<br />
“Yeşil renkli çadırlar meydanı süslediler, yeşillik oldukça ırmağın kenarı<br />
Dîvân’da kış tasvirlerinin de olduğunu belirtmiştik. 32. kaside bir şitâiyyedir.<br />
Hoşâ ki itdi berîd-i sebük-rev-i sarsar<br />
Peyâm-ı berf ile leb-rîz deşt ü sahrâyı<br />
(K. 32/3)<br />
“Ne güzel ki, rüzgârın çabuk giden postacısı, bozkırı kar haberi ile doldurdu.”<br />
İstikbâl, eskiden uzak yoldan gelen kimseleri karşılamak için daha yolcu<br />
gelmeden önce yollara çıkıp bekleme geleneğine denirmiş. Aşağıdaki beyitte bu<br />
gelenek de hatırlatılmıştır.<br />
165
döşendi.”<br />
Çimende cûylar itdükde ‘azm-i istikbâl<br />
Reh-i şitâya döşendi harîr-i deryâyî<br />
(K. 32/5)<br />
“Çimende ırmaklar karşılamaya çıktıklarında, kış yoluna, denizden bir ipek<br />
Aşağıdaki beyitte, kar yığınlarının yüksekliği, üzerine çıkıldığında dünyayı<br />
seyredebilecek biçimde mübalâğalı olarak anlatılmıştır.<br />
O deŋlü tûde-i berf oldı ser-firâz u bülend<br />
Çıkılsa seyr ide âdem semâ-yı dünyâyı<br />
(K. 32/17)<br />
“Kar yığını o kadar yükseldi ki, insan üzerine çıksa gökyüzünü seyredebilir.”<br />
6. Bahar <strong>ve</strong> Nevruz<br />
Nevruzun başlangıcı güneşin hamel burcuna girdiği zamandır. Edebî<br />
eserlerde bahardan söz edilirken güneş, hamel <strong>ve</strong> nev-rûz birlikte anılır. Ayın hamel<br />
burcuna girmesi olumlu olarak yorumlanır. Bu zamanda bir işe başlamanın, sefere <strong>ve</strong><br />
ava gitmenin iyi olacağına inanılır.<br />
Dîvân’da 28. kaside bir bahâriyyedir. Bahar, burada zerger, ser<strong>ve</strong>r, leşger,<br />
da‘<strong>ve</strong>tger, duhter, şîr-i ner, suhan-per<strong>ve</strong>r <strong>ve</strong> micmerin benzetileni durumundadır.<br />
etti.”<br />
Hıfz itmege sihâm-ı şitâdan vücûdını<br />
Berg-i çenârı itdi siper ser<strong>ve</strong>r-i bahâr<br />
(K. 28/4)<br />
“Bahar ser<strong>ve</strong>ri, kış oklarından bedenini korumak için çınar yaprağını siper<br />
Düzd-i harîf-i berg-rubâyı şikâr içün<br />
Gönderdi bâğa şâh-ı çimen leşger-i bahâr<br />
(K. 28/5)<br />
166
“Çimen padişahı, yaprak kapan sonbahar hırsızını avlamak için bağa bahar<br />
askerini gönderdi.”<br />
etti.”<br />
Mazmûnı gül hatı çimen elfâzı yâsemen<br />
Tarh-ı kasîde itdi suhan-per<strong>ve</strong>r-i bahâr<br />
(K. 28/7)<br />
“Bahar şairi, mazmunu gül, hatı çimen, sözleri yasemin olan bir kaside tertip<br />
Tertîb-i sûr idüp kamu ezhârı gülşenüŋ<br />
Varmış ‘arûs bâğa bu şeb duhter-i bahâr<br />
(K. 28/8)<br />
“Bahar kızı bu gece bağa gelin gelmiş de gül bahçesinin bütün çiçekleri<br />
düğün tertip etmişler.”<br />
Dinî içerikli olmayan <strong>ve</strong> baharın geldiğini müjdeleyen bir kutlama olan<br />
nevruzun asıl önemi, ona atfedilen inançlarda yatar. Bu inanca göre; yeryüzü <strong>ve</strong> Hz.<br />
Âdem (as) nevruz günü yaratılmıştır. Yıldızlar o günde devrana başlamış, Cemşîd o<br />
gün tahta oturmuştur. 132<br />
Hz. Nûh (as) tufandan sonra nevruz günü karaya ayak<br />
basmış, Hz. Yûsuf (as) atıldığı kuyudan bu günde kurtulmuş, Hz. Mûsâ (as)<br />
Kızıldeniz’den bugün geçmiştir. 133<br />
Nevruzda yerine getirilen âdetlerin en önemlisi o<br />
güne has bir tatlı olan nevrûziyyenin yenmesiydi. Yılın tatlı geçmesi için bu şarttı.<br />
Âdete göre hekimbaşı, kırk çeşit maddeyi bir araya getirerek bu macunu pişirirdi.<br />
Kırmızı renkli, koyu kıvamlı, çiğnendiğinde çıtır çıtır eden nevrûziyye, kaplarda<br />
padişaha sunulur, bunun karşılığında padişah sunan kişiye kürk giydirirdi.<br />
Nevrûziyye macunu konan kâselerin kapakları kurdelelerle bağlanır, kurdeleler<br />
arasına günün hamel burcuna hangi saat hangi dakika <strong>ve</strong> hangi saniyede gireceğinin<br />
132<br />
133<br />
Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar <strong>ve</strong> İzahı, s. 318.<br />
Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri <strong>ve</strong> Terimleri Sözlüğü, C. II, s. 686-688.<br />
167
yazıldığı bir de kâğıt iliştirilirdi. Bu kâğıda nevrûziyye kulağı denirdi. 134<br />
Dîvân’da<br />
31. kaside bir nevrûziyyedir.<br />
nevruzdur.”<br />
‘Azm-i bâğ it ey hezâr-ı hoş-nevâ nev-rûzdur<br />
Güller açıldı gidüp fasl-ı şitâ nev-rûzdur<br />
(K. 31/1)<br />
“Ey hoş sesli bülbül! Kış mevsimi gitti, güller açıldı, bağa gel, bugün<br />
Çün temâşâ eyledük ol meh-cebîn ü gül-ruhı<br />
Ey dil-i şeydâ bu gün yâ ‘îd yâ nev-rûzdur<br />
(K. 31/5)<br />
“Ey çılgın gönül! O ay alınlı <strong>ve</strong> gül yanaklıyı seyrettik, herhâlde bugün ya<br />
bayram ya da nevruzdur.”<br />
Ferş-i bezm-i gülşen-i ‘ışk eyleyüp seccâdeŋi<br />
‘İşret it ey zâhid-i sâhib-riyâ nev-rûzdur<br />
(K. 31/7)<br />
Ey riyakâr zahit! Seccadeni aşk gül bahçesinin meclisine yay <strong>ve</strong> işret et,<br />
(bugün) nevruzdur.”<br />
Zülf sünbül çeşm nergis hat benefşe rûy gül<br />
Vakt-i hüsn-i yâr şimdi gûyiyâ nev-rûzdur<br />
(K. 31/10)<br />
“Saç sümbül, göz nergis, hat menekşe, yüz gül; şimdi sevgilinin güzellik<br />
vakti sanki nevruzdur.”<br />
134<br />
Gül-‘izârum seyre çık lutf eyle ben ğamnâküŋe<br />
‘Azm-i bâğ itdi bu gün şâh ü gedâ nev-rûzdur<br />
(K. 31/12)<br />
Süheyl Ün<strong>ve</strong>r, “Türkiye’de Nevruz, Nevruziyye”, Vakıflar Dergisi, C. IX, 1976, s. 221-237.<br />
168
“Gül yanaklım, bugün zengin fakir nevruzda bahçelere meyletti, sen de<br />
gezintiye çık da ben gamlıya lütfet.”<br />
7. Sonbahar (Hazan)<br />
Divan şairi için hazan baharın zıttıdır. Hazan yaşlılık <strong>ve</strong> bitkinlik, bahar<br />
gençlik, zindelik <strong>ve</strong> tazelik sembolüdür. Bahar başlangıç, hazan bitiş demektir.<br />
İlkbahar iyimserlik, sonbahar kötümserlik ifade eder. İlkbaharın kıymetini bilmek<br />
için sonbahar hatırlanmalıdır. Her ilkbaharın sonunda hazan vardır. Bahar, çoklukla<br />
aşk, zindelik, vuslat <strong>ve</strong> hayat kaynağı olarak görülürken, hazan çirkinlik, ölüm,<br />
yaşlılık, hüzün, son <strong>ve</strong> ayrılık gibi olumsuzlukların kaynağıdır.<br />
Dil gül-i ‘ışk-ı gülsitânîdür<br />
Lîk vakf-ı dem-i hazânîdür<br />
“Gönül, gül bahçesinin aşk gülüdür; lâkin üzüntü deminin de yeridir.”<br />
Verd-i mazmûnı tâzedür her-bâr<br />
Gülşen-i bî-hazândur hâmem<br />
(K. 9/15)<br />
(K. 10/5)<br />
“Mazmununun gülü her zaman yeni kalan kalemim, sonbaharı olmayan bir<br />
gül bahçesidir.”<br />
Kalem ki medh-i ruh-ı yâri eyleye tahrîr<br />
Hazân-ı reşk düşer nev-bahâr-ı gülzâre<br />
(K. 11/4)<br />
“Kalem, sevgilinin yanağının övgüsünü yazsın; zira gül bahçesinin baharına<br />
kıskanma sonbaharı düşer.”<br />
Zülf ü ‘izârın eylemiş ev<strong>ve</strong>l bahâr-ı hüsn<br />
Berg-i hazân idüp beni zerd ü nizâr iden<br />
(G. 206/6)<br />
169
“Beni önce sonbahar yaprağı edip solgun <strong>ve</strong> zayıf yapan, onun saçını <strong>ve</strong><br />
yanağını güzellik baharı eylemiş.”<br />
Matem ifadesi olarak eskiler uzun saçlarını keserler yahut da örgülü ise<br />
çözerlerdi. Zülfünü çözmek ifadesi bu durumu da çağrıştıracak biçimde kullanılmıştır.<br />
Zülfini çözdi tırâş eyledi hattın cânan<br />
Bir yere geldi hazân ile bahâruŋ ikisi<br />
(G. 257/7)<br />
“Canan, saçını çözüp sakalını tıraş eyledi, böylelikle sonbahar ile ilkbaharın<br />
ikisi bir araya geldi.”<br />
Ol nihâl-i ‘iş<strong>ve</strong>nüŋ bâd-ı hazân-ı mevt ile<br />
Berg ü bâr-ı hüsni oldı zerd-fâm u pây-mâl<br />
(T. 3/5)<br />
“O iş<strong>ve</strong> fidanının güzellik itibarı, ölüm sonbaharının rüzgârıyla sarardı <strong>ve</strong><br />
ayaklar altında kaldı.”<br />
Düzd-i harîf-i berg-rubâyı şikâr içün<br />
Gönderdi bâğa şâh-ı çimen leşger-i bahâr<br />
(K. 28/5)<br />
“Çimen padişahı, yaprak kapan sonbahar hırsızını avlamak için bağa bahar<br />
askerini gönderdi.”<br />
Pey<strong>ve</strong>ste gül küşâde bülbül terennüm-â<strong>ve</strong>r<br />
Dûr ez-harîf ü deydür gülzâr-ı lutf-ı cânan<br />
(G. 201/2)<br />
“Gül sürekli açılıyor, bülbül de terennüm etmektedir. Sevgilinin iyilik gül<br />
bahçesi kış <strong>ve</strong> sonbahardan uzaktır.”<br />
‘İzârını gül-i al iken eyledi nesrin<br />
Bahâr iken o gülistân-ı hüsne düşdi hazan<br />
(T. 5/3)<br />
170
“Yanağını, kırmızı gül iken nesrin etti. O güzellik güllüğüne bahar iken<br />
sonbahar düştü.”<br />
8. Talihten <strong>ve</strong> Zamandan Şikâyet<br />
Batlamyûs nazariyesine göre kâinatın merkezi sayılan dünyayı dokuz kat<br />
felek çevreler, bunlar iç içe geçmiş soğan zarları gibi dünyayı katmanlar hâlinde<br />
kuşatmışlardır. İki gezegen bu katın birinde bulunur <strong>ve</strong> felek o gezegenin adıyla<br />
anılır (Ay feleği vb.). Sekiz felek, sabit yıldız <strong>ve</strong> burçlar feleğidir. Dokuzuncu felek<br />
ise öbür felekleri saran Atlas feleğidir. Hükema felsefesince; sekiz kat feleğe kürsî,<br />
dokuz kat feleğe ‘arş denir. Her felek çevrelediği <strong>ve</strong> çevrelendiği feleğin aksi<br />
istikametinde dönerken Atlas feleği öbürlerini de kendi istikametinde dönmeğe<br />
zorlar. İşte kendi burcu tersine dönmeğe zorlanan bu sekiz felek hayatın <strong>ve</strong> kâinatın<br />
dolayısıyla insanın talih <strong>ve</strong> kaderlerinin tamir <strong>ve</strong> bozulmasında etkili olur; burçların<br />
özelliklerini ortaya çıkarır. Halk arasında felekten şikâyet etmenin temel dayanak<br />
noktası da bu uydurma felsefedir. Dilimizde yerleşmiş olan kahpe felek, dönek felek.<br />
kambur felek tabirleri hep bu inanç sebebiyledir. İslâm filozoflarının kimilerine göre<br />
dokuzuncu felekten sonra Allah ilmi başlar. Miraç’ta Hz. Peygamber burayı aşmıştır.<br />
Burada Levh-i Mahfûz bulunur. Bu sebeple de bazı insanlar kaderlerinden şikâyet<br />
ederken suçu feleğe yüklerler.<br />
Bir ‘ukde kalmadı ki felek hallin itmege<br />
Ey baht-ı pîç pîç dem-i inhilâldür<br />
(K. 35/5)<br />
“Ey kıvrım kıvrım olan talih! Feleğin halletmediği bir düğüm kalmadı,<br />
çözülme zamanıdır.”<br />
dedikodudur.”<br />
‘Asruŋ bu vaz‘-ı nâ-hoş u nâder-ber-â-beri<br />
Erbâb-ı fazl u dânişe bir kîl ü kâldür<br />
(K. 35/33)<br />
“Dönemin bu hoş olmayan <strong>ve</strong> uygunsuz davranışı, faziletli kimseler için bir<br />
171
Nâ-dân elinde kâse-i fağfûr-ı ‘ârifüŋ<br />
Câm-ı mey-i ümîdi şikeste sifâldür<br />
(K. 35/34)<br />
“Bilgisiz elinde arifin kadehi, ümit şarabının kadehinin kırıldığı bir çanaktır.”<br />
Erbâb-ı cehl tâc-ı ser-i iltifât olup<br />
Ashâb-ı ‘ilm ü fazl u hüner pây-mâldür<br />
(K. 35/35]<br />
“Bilgisiz kimseler iltifat tacının başı olunca bilim, fazilet <strong>ve</strong> hüner sahipleri<br />
ayaklar altında çiğnendi.”<br />
Hele yârî-i baht-ı dûn ile çarh-ı nigûn itdi<br />
Dil-i pür-ıztırâbum rûz u şeb vakf-ı dem-i fürkat<br />
(G. 17/3)<br />
“Alçak talihin yardımı ile uğursuz gök, mustarip gönlümü gece gündüz<br />
ayrılık deminin durağı etti.”<br />
etti."<br />
19. gazelin redifi bahttır.<br />
Sahrâ-yı kâma irmedi hîç şâh-râh-ı baht<br />
Evc-i safâda olmadı gerdân mâh-ı baht<br />
(G. 19/1)<br />
“İstek çölüne talih caddesi hiç ulaşamadı, baht ayı safa göğünde dönmedi.”<br />
Bu dehr-i bâz-gûnede geşt ü güzâr idüp<br />
Menzilgeh itdi deşt-i belâyı sipâh-ı baht<br />
(G. 19/4)<br />
“Baht askeri, gezip dolaşarak bu uğursuz dünyada belâ çölünü oturma yeri<br />
Sen de ey tâli‘ felek-tâbi‘ misin ol meh gibi<br />
Kim olursuŋ fitne-cûyan lutf-düşmen cevr-dost<br />
(G. 20/4)<br />
172
“Ey talih! Sen de ay gibi feleğe mi uymaktasın? O hâlde iyiliğe düşman<br />
sıkıntıya dost fitnecilerden olursun.”<br />
VAHYÎ-i pervâne-dil ol tîre-baht<br />
Şem‘-i ruh-ı yârdan itmez mi haz<br />
(G. 146/5)<br />
“O kara bahtlı, pervane gönüllü <strong>Vahyî</strong>, sevgilinin yanağının mumundan<br />
hazzetmez mi?”<br />
Yok yere fikr-i miyân u dehen eyler dil-i zâr<br />
Dûrdur bahtum ile bûs u kinâruŋ ikisi<br />
(G. 257/2)<br />
“İnleyen gönül, boş yere sevgilinin ağız <strong>ve</strong> belini düşünür. Öpme <strong>ve</strong><br />
kucaklama ile talihimin arası (çok) uzaktır.”<br />
9. Sihir<br />
Dîvân’da sihir ile ilgili olarak câdû, efsun, sâhir <strong>ve</strong> teshîr kavramları<br />
anılmaktadır. Çoklukla sevgilinin gözü âşıkları büyülediği için sihir yapana<br />
benzetilmektedir.<br />
muska yapar.”<br />
Hirâs-ı hecr ile ta‘vîz tıfl-ı cân eyler<br />
Yazarsa ‘âşıka dildâr-ı ğonçe-fem kâğaz<br />
(G. 39/5)<br />
“Gonca ağızlı sevgili, âşıka kâğıt yazarsa, gönül kuşu ayrılık korkusuyla<br />
Tarafuŋdan ki gele ‘âşıka pinhan kâğaz<br />
Niçe olmaz sanemâ hırz-ı dil ü can kâğaz<br />
(G. 40/1)<br />
Ey sevgili! Senin tarafından âşıka gizlice kâğıt gelsin de (bak o zaman) kâğıt<br />
nasıl can <strong>ve</strong> gönül muskası olur.”<br />
173
işi var?”<br />
Ta‘vîz-i ‘ışk bâzû-yı dilde ne hâldür<br />
Çeşm-i nigâra ‘âşıkı bî-gâne gösterür<br />
(G. 104/7)<br />
“Sevgilinin gözüne âşıkı yabancı gösteren aşk muskasının, gönül pazısında ne<br />
Destinde gören zülfin o sâhir-nigehüŋ dir<br />
Ef‘î-i ‘asâdur yed-i beyzâya virilmiş<br />
(G. 132/7)<br />
“O büyülü bakışlının saçını elinde gören, yed-i beyzâya [=beyaz el] <strong>ve</strong>rilmiş<br />
asanın yılanıdır, derler.”<br />
Dehânından haber yok nüsha-i hüsninde ‘uşşâka<br />
Meger bir noktadur kim <strong>ve</strong>fk-i teshîr içre göstermiş<br />
(G. 134/4)<br />
“Sevgilinin ağzından onun güzelliğinin muskası hakkında âşıklara bir bilgi<br />
yok, galiba o, ele geçirme büyüsü üzerine gösterdiği bir noktadır.”<br />
Hâlüŋ içinde mû degül kâtib-i lem-yezel komış<br />
Fenn-i füsûnı büsbütün dâne-i fülfül üstine<br />
(G. 237/2)<br />
“Senin benindeki kıl değildir. Ebedî yazıcı, sanki büyü ilmini büsbütün<br />
karabiber tanesi üstüne koymuş.”<br />
10. Bayram<br />
Dinî bayramlar için yazılan şiirlere, mevsimine göre gidilen ziyaretler,<br />
bayramlaşma törenleri, hediyeleşmeler, bahşiş <strong>ve</strong>rmeler <strong>ve</strong> gidilen mesire yerleri<br />
önemli motifler olarak girmiştir. Çocukların sevinçleri, bayramlık elbiseler, el öpme<br />
bahşişleri, bayram yerleri, salıncaklar, dönme dolaplar, hokkabazlar, atlıkarıncalar, at<br />
<strong>ve</strong> araba safaları, karagöz <strong>ve</strong> orta oyunu seyirleri yine bu şiirlere yansıtılmıştır.<br />
‘Îdiyyelere, bugünlerde fakirlerin gözetilmesi, hükümdarın mahkûmlara af çıkarması<br />
174
gibi konular da girmiştir. İstanbul’un Eyüp, Kâğıthane, Sadabad, At Meydanı, <strong>ve</strong>fa,<br />
Tophane <strong>ve</strong> Üsküdar gibi mesire yerleri mekân olarak bu şiirlerde geçen belli başlı<br />
yerlerdir. 135<br />
Klâsik şiirde, dinî bayramların <strong>ve</strong> nevruzun dışında sevgiliye kavuşmak da<br />
bayram kabul edilir. Baharın gelmesi yine sevgiliye kavuşmağa <strong>ve</strong>sile olduğu için<br />
bayramdır.<br />
geldi.”<br />
Rûzedârân-ı firâk eylesün iftâr-ı visâl<br />
Güzerân itdi meh-i rûze irişdi bayrâm<br />
(K. 22/4)<br />
“Ayrılık orucunu tutanlar kavuşma iftarını yapsınlar. Oruç ayı gitti, bayram<br />
Geşt idüp kand ile kannâdlar etrâfı dilâ<br />
Fikr-i bûs-ı leb-i dildâra iderler ikdâm<br />
(K. 22/6)<br />
“Ey gönül! Şekerciler, şekerle çevreyi gezip sevgilinin dudağını öpme fikri<br />
için çalışırlar.”<br />
‘Îddür ‘âşıka kand-i lebüŋ ihsân eyle<br />
Ey şehenşâh-ı zarâfet-sipeh ü ‘ışk-ğulâm<br />
(K. 22/11)<br />
“Ey zarafet askerli, aşk köleli padişah! Senin dudağının şekeri âşık için bir<br />
bayramdır, ihsan eyle.”<br />
135<br />
O kazâ-ğamze eger eyler ise ‘arz-ı cemâl<br />
‘Îd-i savma vire mahsûdî-i ‘îd-i kurban<br />
(K. 23/8)<br />
Doç. Dr. A[bdullah] Azmi Bilgin, “Türk Edebiyatında Bayramlar <strong>ve</strong> Nevruz Bayramı”, Türk<br />
Dili, S. 617, 2003, s. 448-457.<br />
175
“O kaza bakışlı eğer yüzünü gösterirse, oruç bayramına kurban bayramı<br />
kıskançlığını <strong>ve</strong>rsin.”<br />
‘Îd geldi yine ‘ayş ü demi te’kîd itdi<br />
Câme-i şevki ser-â-ser dile tecdîd itdi<br />
(K. 24/1)<br />
“Bayram geldi, yine içip eğlenmeyi pekiştirdi de şevk elbisesini baştan başa<br />
gönüle yeniletti.”<br />
Yalıŋuz şîfte dillerde degül behcet-i ‘îd<br />
Şevk-i dîdâruŋ ile ‘îd dahı ‘îd itdi<br />
(K. 24/15)<br />
“Bayramın güzelliği yalnız sana tutkun gönüllerde değildir, senin yüzünü<br />
görme coşkusu ile bayram bile bayram etti.”<br />
Geldi irişdi rûz-ı ‘îd zevk ü safâ oldı cedîd<br />
Endîşe-i ğam nâ-bedîd diller talebkâr-ı ‘atâ<br />
(K. 26/2)<br />
“Bayram günü geldi, zevk <strong>ve</strong> eğlence yenilendi; gam düşüncesi ortadan<br />
kayboldu, şimdi gönüller caize istiyor.”<br />
Nakd-i câna satdı bir şeft-âlûyı mahbûblar<br />
Pür-revâc oldı o mikdâr ey göŋül bâzâr-ı ‘îd<br />
(G. 34/3)<br />
“Ey gönül! Sevgililer bir öpücüğü can akçasına sattılar, bayram pazarının o<br />
derecede de sürümü arttı.”<br />
Fikr-i la‘l-i yâr ile ‘uşşâk sükker-h v âr olur<br />
Anuŋ içün geşt ider kannâd-ı şîrinkâr-ı ‘îd<br />
(G. 34/4)<br />
“Âşıklar, sevgilinin dudağının düşüncesiyle şeker yediklerinden bayramın<br />
tatlı şekercileri onun için dolaşırlar.”<br />
176
11. Ramazan<br />
Ramazan dolayısıyla şairlerin padişahlara, <strong>ve</strong>zirlere <strong>ve</strong>ya dönemin ileri gelen<br />
kişilerine yahut dostlarına yazdığı kaside tarzındaki bu şiirlere ramazâniyye denir.<br />
Ramazaniyyeler, çoklukla kasidelerin nesip kısımlarında konu edilirler. Beyit sayısı<br />
değişmekle birlikte, on, on beş beyit içinde konu ile ilgili ayet <strong>ve</strong> hadisler anılır.<br />
Çeşitli unsurların yanında oruç, Kadir gecesi, bayram anlatılır. Ramazan dolayısıyla<br />
toplumda meydana gelen değişiklikler, merasimler, âdetler dile getirilerek çeşitli<br />
nükteler yapılır. Bu kasidelerin nesip bölümlerinde ramazanın gelişi, faziletleri,<br />
oruçlu insanların davranışları, camilerin kandillerle süslenmesi, iftar <strong>ve</strong> sahur<br />
sofraları edebî bir hüviyet arz edecek mahiyette anlatılır. 136<br />
21. kasidede bir ramazâniyyedir.<br />
Def‘-i târ-ı ğam idüp zevk-i kudûm-i ramazan<br />
Âsmân-ı dile gûyâ meh-i tâbân oldı<br />
(K. 21/8)<br />
“Ramazanın gelişinin zevki, tasa karanlığını giderip gönül göğüne sanki<br />
parlak bir ay oldu.”<br />
Şehri bir gülşen-i zîbendeter itdi fî ’l-hâl<br />
Her menâre sanasın Lâle-i Nu‘mân oldı<br />
(K. 21/9)<br />
“(Ramazan), şehri o anda süslü bir gül bahçesi hâline getirdi, sanki her<br />
minare Lâle-i Nu‘mân 137<br />
oldu.”<br />
136<br />
137<br />
Dr. Halit Dursunoğlu, “Klâsik Türk Edebiyatında Ramazan Konulu Şiirler”, Atatürk<br />
Üni<strong>ve</strong>rsitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, y. 10, S. 22, 2003, s. 13.<br />
Dağ eteklerini <strong>ve</strong> kırları kan kırmızısı rengiyle süsleyen gelinciktir. Şakâyik <strong>ve</strong>ya Şakâyiku<br />
’n-Nu‘mâniyya de denilen bu çiçek rivayete göre, İslâm’dan önce Hire hükümdarlarından<br />
Nu‘mân b. Munzir tarafından çok sevildiği için bu adı almıştır. Onay, bu konuda şöyle<br />
demektedir: “Munzir oğlu Nu‘mân bir gezinti sırasında birçok gelincik çiçeği görmüş,<br />
manzara hoşuna gitmiş, korunmasını emir <strong>ve</strong> koparılmasını menetmiş, bu cihetle kendisine<br />
nispet olunmuştur.” Kartal, Klâsik Türk Şiirinde Lâle, s. 20-21.<br />
177
doydular.”<br />
oldu.”<br />
parlak oldu.”<br />
mektep oldu.”<br />
Döşenüp meclis-i ğufrâna fütûr-ı rahmet<br />
Rûzedârân gene şevk-ile şeb‘ân oldı<br />
(K. 21/12)<br />
“Rahmet fıtraları bağışlama meclisine yayıldı da oruçlular yine şevk ile<br />
Savt-ı tesbîh ile câmi‘ler olup mâl-â-mâl<br />
Sanki bir bülbüli çok hûb gülistân oldı<br />
(K. 21/14)<br />
“Tespih sesleriyle camiler doldu, sanki bülbülü çok olan güzel bir gül bahçesi<br />
Tâb-ı kandîl degül ân-ı cemâl-i ramazan<br />
Şu‘le-güsterlik idüp şem‘ fürûzân oldı<br />
(K. 21/15)<br />
“Kandilin ışığı değil ramazanın yüzünün cazibesidir. Mum, ışık yayarak<br />
Gûşe gûşe okınup şevk ile Kur’ân-ı ‘azîm<br />
Ser-te-ser rûy-ı zemin şimdi debistân oldı<br />
(K. 21/16)<br />
“Yüce Kur’ân köşe bucak coşku ile okunup yeryüzü baştan başa şimdi<br />
E. ÖZLÜ SÖZLER VE DEYİMLER<br />
1. Özlü Sözler<br />
Arkadaş arkadaşından bellidir.<br />
Gonçenüŋ hâlin cefâ-yı hârdan idrâk kıl<br />
Ey hezâr-ı zâr hem-dem hem-deminden bellidür<br />
(G. 89/6)<br />
178
Bencil zahit, buruşuk yüzünden bellidir.<br />
Dönemin Süleymânı mühründen bellidir.<br />
Hâk-i pâyı sâkî-i mey-hâne-i ‘ışk olsa da<br />
Gam görmüş âşık nemli gözünden bellidir.<br />
İnce ip iki canbaz taşımaz.<br />
Zâhid-i hod-bîn rûy-ı der-heminden bellidür<br />
Şâh-ı hûbân-ı cihan la‘l ü feminden bellidür<br />
Kim Süleymânı zamânuŋ hâteminden bellidür<br />
Kiştzâr-ı cismi bârân-âşnâ-yı eşk kıl<br />
‘Âşık-ı ğam-dîde çeşm-i pür-neminden bellidür<br />
Baŋa ğam-ı zülfüŋde şerîk olmasun ağyâr<br />
Bârîk resendür iki can-bâz götürmez<br />
Kavgacı kâfir sağlam hisarından bellidir.<br />
Tarz-ı müjgânından aŋlansun hücûm-ı ğamzesi<br />
Ceng-cû kâfir hisâr-ı muhkeminden bellidür<br />
Neşe bahşeden meclis Cem’in kadehinden bellidir.<br />
Hüsn-i ‘ışk-efzâ-yı rûyuŋ leblerüŋden fehm olur<br />
Neş’e-bahşî-i bez[i]m câm-ı Ceminden bellidür<br />
(G. 89/3)<br />
(G. 89/1)<br />
(G. 89/2)<br />
(G. 115/2)<br />
(G. 89/5)<br />
(G. 89/4)<br />
179
Sıkıntı pazarının tüccarı dirheminden bellidir.<br />
Âvâre etmek<br />
Ayak basmak<br />
Baş eğmek<br />
Can atmak<br />
138<br />
2. Deyimler<br />
VAHYÎyâ nakd-i sirişk-efşân-ı rûy-ı hasret ol<br />
H v âce-i bâzâr-ı mihnet dirheminden bellidür<br />
Kalem ki hâl-dih-i levh-i midhat ola ider<br />
Füsûn-ı merdüm-i çeşm-i bütânı âvâre<br />
Fezâ-yı cevre ol şâh-ı cefâ-mu‘tâd ayak basmış<br />
Anuŋ’çün kalbe ceyş-i âh-ı âteş-zâd ayak basmış 138<br />
Şermsâr-ı ‘ârız-ı gül-reng-i dil-berdür meger<br />
Anuŋ-içün gülsitanda baş eger zerrînler<br />
Ey olan seyr-âşnâ-yı çeşm-i dil-ber âbda<br />
Gör ne yüzden cân atar yârân Kâğıd-hâneye<br />
(G. 131/2), (G. 131/3), (G. 131/4), (G. 131/5).<br />
(G. 89/7)<br />
(K. 11/3)<br />
(G. 131/1)<br />
(G. 55/2)<br />
(G. 243/4)<br />
180
Can <strong>ve</strong>rmek<br />
Cana geçmek<br />
Dağ yakmak<br />
Dest-ber-gûş eylemek<br />
Dil uzatmak<br />
Dil <strong>ve</strong>rmek<br />
139<br />
140<br />
(G. 76/3), (G. 146/2).<br />
(G. 252/1).<br />
Câna minnet yolında can virmek 139<br />
N’eyleyem kûy-ı yâre siklet olur<br />
Ten-i zahm-â<strong>ve</strong>r-i ‘uşşâkı delüp câna geçer 140<br />
Rîşe-i rîş ile men‘ itmeseler hancerini<br />
Kim lezzet-i nutk-ı pâküŋe reşkinden<br />
Yakdı serine ‘akîde-i sükker dâğ<br />
Dest-ber-gûş eyleyüp mâh-ı receb bir iki gün<br />
Âh u efğâna tahammül itmeyüp gitdi hazin<br />
Üstüvâr u musanna‘ u hemvâr<br />
Dil uzatma dilüŋ yanar zinhâr<br />
Bu zen-i dünyâya dil virme <strong>ve</strong>fâ-düşmendür ol 141<br />
Ne hayâl-i vuslat it ne hâtır-ı ağyâra deg<br />
(K. 4/30)<br />
(G. 256/3)<br />
(R. 3-XX/2)<br />
(T. 8/6)<br />
(L. 14/2)<br />
(T. 31/4)<br />
181
Dile almamak<br />
Dile gelmek<br />
Dili kalmak<br />
Düş olmak<br />
El çekmek<br />
El <strong>ve</strong>rmek<br />
141<br />
142<br />
(G. 226/2).<br />
Virdi bir şeh-zâde-i sa‘d-ahter aŋa zü ’l-celâl<br />
Seyr iden ruhsârın almaz bir dahı mihri dile<br />
Kâkül-i endîşesi kim dile geldi<br />
‘Anbere hoş-bûydur micmere düşmiş<br />
Kaddine ‘ârızına mâ’il olup cânânuŋ<br />
Serv ü gül gibi dilüŋ kaldı gülistanda senüŋ<br />
Düş olup dest-i ‘atâ-pîşe-i cânâne kadeh<br />
Dâ’imâ feyz-dih olur dil-i yârâna kadeh<br />
Hatın yâd eyleyüp bûs-ı ruh-ı zîbâdan el çekdüm 142<br />
Humârın fikr edince sâğar-ı sahbâdan el çekdüm<br />
‘Aceb mi rûzgâr el virse yüz sürsem o dergâha<br />
Beni hâkister itdi nâr-ı fürkat yâ Resûla ’llâh<br />
(G. 192/2), (G. 192/3), (G. 192/4), (G. 192/5), (G. 192/6), (G. 192/7), (L. 19/3).<br />
(T. 24/3)<br />
(G. 137/3)<br />
(Mus. 10-IV/2)<br />
(G. 28/1)<br />
(G. 192/1)<br />
(K. 20/5)<br />
182
Elden çıkarmak<br />
Elden komamak<br />
Ele girmek<br />
Elini sineye komak<br />
Fikir bağlamak<br />
Gam yemek<br />
143<br />
(G. 240/7).<br />
Yâr ile eyle ülfeti elden çıkarma fursatı<br />
Kur bezm-i ‘ayş ü ‘işreti Sâ‘atçi Paşa Köşkine<br />
VAHYÎyâ elden koma ikrâmını<br />
Bî-vuzû alma lisâna nâmını<br />
Hemân yok yere tazyî‘-i nakd-i ‘ömr itdüŋ<br />
Ne câh-ı kâm ele girdi ne iktidâr oldı<br />
İmdi şimden-girü mir’ât-ı dilüŋ sâf eyle<br />
Yeter oldı ko elüŋ sîneye insâf eyle<br />
Bağladı fikr kâkül-i hûbâna hayf hayf<br />
Zencîre çekdiler dili dîvâneler gibi<br />
Gam yimezem cevrler eylese bî-had 143<br />
Tek dil-i şûrîdemüz yâr ile olsun<br />
(K. 36/12)<br />
(L. 15/7)<br />
(K. 12/25)<br />
(Mus. 10-IV/6)<br />
(G. 253/5)<br />
(G. 215/4)<br />
183
Gûş tutmamak<br />
Gülüp açılmak<br />
Hâke salmak<br />
Hâk ile yeksân olmak<br />
Hançere düşmek<br />
İki eli kanda olmak<br />
144<br />
145<br />
(G. 240/2), (L. 10/2).<br />
(Mus. 10-IX/3).<br />
Bir ‘Acem fettânına oldı rubûde göŋlümüz<br />
İltifât itmez biyâya gûş tutmaz bişne<strong>ve</strong> 144<br />
O ğonçenüŋ gülüp açıldığı baŋa besdür<br />
Hezâr-ı zâr-ı dilüŋ kârı âh u vâh olsun<br />
Âh ki bâd-ı ecel bâğ-ı fenâda yine<br />
Hâke salup itdi bir serv-i bülendi ‘adîm<br />
Var-ısa ‘azm-i bâğ ider ol şeh-le<strong>ve</strong>nd-i nâz<br />
‘Uşşâk-ı zâr hâk-ile yeksân olup gider 145<br />
Ey meh-i evc-i derun sanma meh-i nev<br />
Hasretüŋ-ile felek hancere düşmiş 146<br />
Tîğına hancerine ol kadar itdüŋ tahsin<br />
Ki hayâl olsa çıkar iki elüŋ kanda senüŋ<br />
(G. 240/8)<br />
(G. 216/3)<br />
(T. 29/1)<br />
(G. 50/3)<br />
(G. 137/2)<br />
(Mus. 10-IV-5)<br />
184
İntizar çekmek<br />
Kadem komak<br />
Kara su inmek<br />
Kör talih<br />
Nâm u şâna itibârı olmamak<br />
Rû-be-hâk olmak<br />
146<br />
147<br />
(G. 254/2).<br />
(K. 10/27).<br />
İştiyâk-ı nâz ile ‘uşşâk olur âşüfte-hâl<br />
Çekse ‘âşıkdan niyâza n’ola cânân intizâr<br />
Âdem cinân-ı bezmüŋi terk eylesün mi kim<br />
Anda rakîb-i dîv-i safâ-keş kadem komış<br />
Cûy sanmaŋ intizâr-ı ru’yet-i cânândan<br />
Zânû-yı şimşâda indi gülsitanda kara su<br />
Harîm-i lutfa itdi VAHYÎ-i âşüftesin mahrem<br />
Benüm kör tâli‘üm kim vakf-ı âzâr oldığum kaldı<br />
Nâm u şâna yok i‘tibârı anuŋ<br />
Lîk ma‘lûmdur ‘iyârı anuŋ<br />
Ser-i kûyında rû-be-hâk olmak 147<br />
Meh degül âftâba rif‘at olur<br />
(G. 49/2)<br />
(G. 130/5)<br />
(G. 220/5)<br />
(G. 248/5)<br />
(L. 13/7)<br />
(K. 4/47)<br />
185
Sağ çıkmak<br />
Takat götürmek<br />
Tuz ekmek hakkı<br />
Vechi var<br />
Yabana atmamak<br />
Yele <strong>ve</strong>rmek<br />
148<br />
(K. 8/52), (Muam. 27)<br />
Bir gice sâkin olan anda <strong>ve</strong>lî<br />
Sağ çıkmaz sabâha gör keseli<br />
Tâkat götürmez âdem ol şûh-ı ‘iş<strong>ve</strong>-sâza<br />
Kâküller ile itmiş imdâd ân-ı ğamze<br />
Hakk-ı nân u nemek sayan âdem<br />
Diyemez ben o ni‘meti sevmem<br />
Vechi var ruhsâr-ı yâre <strong>ve</strong>rd-i handânum disem 148<br />
Hûbdur ol zülf-i ‘anber-bâra reyhânum disem<br />
Atma yabana hâr ise de dâmenüŋ tutar<br />
Gülzâr-ı ‘afv tekyegeh-i mücrimîndür<br />
Bâreka ’llâh yümn ile dünyâyı teşrîf ideli<br />
Hirmen-i âlâmı şevk-i makdemi virdi yile<br />
(L. 12/6)<br />
(G. 245/4)<br />
(L. 3/6)<br />
(G. 181/1)<br />
(K. 8/53)<br />
(T. 24/6)<br />
186
Yok yere<br />
Yüz komak<br />
Yüz sürmek<br />
Yüz tutmak<br />
Zincire çekmek<br />
149<br />
150<br />
Hemân yok yere tazyî‘-i nakd-i ‘ömr itdüŋ<br />
Ne câh-ı kâm ele girdi ne iktidâr oldı<br />
Kodı ihlâs ile dergâhuŋa yüz VAHYÎ-i sâ’il<br />
‘Atâlar eyle lutf it ol gedâya yâ Resûla ’llâh<br />
Göŋül yüz sürmek ister hâk-i pâya yâ Resûla ’llâh 149<br />
İre tâ rütbesi fevka ’l-‘alâya yâ Resûla ’llâh<br />
Fakîrâne bu na‘t-i pâk-ile dergâha yüz tutdum 150<br />
Ki anuŋ berg-i sebzi tuhfe-i ashâb-ı şevketdür<br />
Bağladı fikr kâkül-i hûbâna hayf hayf<br />
Zencîre çekdiler dili dîvâneler gibi<br />
(K. 12/25)<br />
(K. 19/6)<br />
(K. 19/1)<br />
(K. 5/60)<br />
(G. 253/5)<br />
(K. 20/5), (K. 20/7), (G. 136/1), (G. 136/2), (G. 136/3), (G. 136/4), (G. 136/5), (G. 136/6),<br />
(G. 136/7).<br />
(K. 8/52), (K. 19/5), (K. 37/1).<br />
187
IV. BELÂGAT AÇISINDAN İNCELENMESİ<br />
Belâğat, bir düşünce <strong>ve</strong> duygunun yerinde <strong>ve</strong> zamanında anlamı en açık<br />
biçimde <strong>ve</strong> akıcı bir dille ifade edilmesidir. Sözcüğün temel anlamı, ‘ulaşmak, bir<br />
şeyin son noktasına erişmek, olgunlaşmak’tır. Belâgat kitaplarında sözün fasih olmak<br />
kaydıyla muktazâ-yı hâl <strong>ve</strong> makâm denilen söyleyenin, söze muhatap olanın <strong>ve</strong> dile<br />
getirilecek düşünce, duygu <strong>ve</strong> hayalin durumuna uygun biçimde söylenilmesi olarak<br />
tarif edilir. muktazâ-yı hâl <strong>ve</strong> makâm aynı zamanda sözlerin gösterdiği anlamların<br />
belirlenmesi <strong>ve</strong> anlaşılmasında da etkilidir. Aynı sözcük farklı bağlamlarda farklı<br />
anlamlar kazanabilir. Belâgat ile iki şey nitelenir: Kelâm/söz <strong>ve</strong> bu kelâmı dile<br />
getiren. Belâgat için öncelikli şart fesâhattir.<br />
Dîvân, belâgatin fesâhat, beyân <strong>ve</strong> bedî konuları açısından incelenmiştir.<br />
Meanî de belâgatin içinde olmakla birlikte gramerle ilgili <strong>ve</strong> ayrı bir çalışma konusu<br />
olduğu için incelemeye alınmamıştır.<br />
A. Fesahat<br />
Sözlükte ‘açık seçik olma, havanın açık <strong>ve</strong> berrak olması; sütün yüzünü<br />
kaplayan köpükten arınıp saf <strong>ve</strong> halis olması’ anlamlarına gelir. Bundan hareketle<br />
sözün kusurlardan arınmış olmasını fesâhat, böyle söze <strong>ve</strong>ya onu söyleyene de fasîh<br />
denilmiştir. Fesahat önceden belâgat, beyân <strong>ve</strong> berâat sözcükleriyle eş anlamlı olarak<br />
‘güzel <strong>ve</strong> etkili söz’ anlamında kullanılırken daha sonra söz güzelliğine fesahat,<br />
anlam güzelliğine belâgat, berâat <strong>ve</strong> beyan denilmeğe başlanmıştır. 1<br />
1. Sözcükte Söyleyiş Güçlüğü (Tenâfür-i Hurûfât)<br />
His <strong>ve</strong> zevk ile bilinebilecek telâffuz güçlüğü olarak tarif edilen bu kusur,<br />
benzer seslerin bir araya gelmesinden doğan ses uyumsuzluğudur. Dîvân’da az da<br />
olsa karşılaşılan bir durumdur.<br />
1<br />
Mustafa Çuhadar, “Fesahat”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XII, 1995, s.<br />
423-424.<br />
188
Ahmed-i mürselüŋ ki medhinde<br />
Reşk-i kerrûbiyândur hâmem<br />
Nâz eyleyeydi ol yüzi gülden niyâz-ı nâz<br />
Nâz ile dirdi dil-ber olan nâza nâz ider<br />
Var-ısa hayâl-i hatuŋı h v âbda gördi<br />
Kim hâle-i meh bedr-i ziyâdâra sarılmış<br />
2. Sözcük Yapısında Kuralsızlık (Kıyâsa Muhâlefet)<br />
(K. 10/21)<br />
(G. 51/3)<br />
(G. 129/4)<br />
Sözcüğün morfolojik yapısının kural dışı olması. Şiirde mecburiyet<br />
dolayısıyla <strong>ve</strong> aşırı olmamak kaydıyla imale <strong>ve</strong> zihaf gibi kural dışı kullanımlar hoş<br />
görülmüşse de bunlar yine de bir kusur sayılır. Arapçada şeddeli bir harfi şeddesiz<br />
okumak, fethayı kesre yapmak, sözcükten harf atmak ya da eklemek gibi kusurlar<br />
hoş görülmemiştir. Farsçada çokluk eki “ân” çoklukla canlılar için kullanıldığı hâlde<br />
bazen onun yerine cansızlar için kullanılan “hâ” ekinin getirilmesi, Türkçede<br />
ötümlüleşmeye dikkat etmemek vb. sıralanabilir. 2<br />
Vasl: Vasıl<br />
2<br />
3<br />
Çuhadar, a.y, s. 423.<br />
(G. 113/5), (G. 210/5).<br />
Hezec - - . / . - . - / . - -<br />
Gülzâr-ı vas[ı]lda eşk-i çeşmüm 3<br />
Berg-i güle şeb-nem eyle yâ Rab<br />
(K. 1/15)<br />
189
kâbiliyet: kâbiliyyet<br />
nezâre: nezzâre<br />
kadr: kadir<br />
sihr: sihir<br />
4<br />
5<br />
Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />
Gubârın görmedi sahrâ-ne<strong>ve</strong>rdân-ı şeref anuŋ<br />
O yekke-tâz-ı tenhâ-gerd-i deşt-i kâbiliyyetdür<br />
Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />
Hücûm itse eger nezzâre-i kahruŋ ‘adû üzre 4<br />
Vücûd-ı kînedârın âteş-i dûzah şerâr eyler<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Hele ‘alâ kad[i]ri ’t-tâka dür-nisâr itdüm<br />
O hâk-i pâya ki tâc-ı keyân-ı ‘âlemdür<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Füsûn-tab‘-ı sih[i]r-per<strong>ve</strong>rüŋle ey VAHYÎ 5<br />
Riyâz-ı şi‘r zemistân iken bahâr oldı<br />
(K. 5/39)<br />
(K. 6/30)<br />
(K. 7/80)<br />
(K. 12/23)<br />
(K. 30/1), (K. 32/23), (K. 33/19), (G. 5/3), (G. 29/1), (G. 69/4), (G. 75/6), (G. 88/3), (G.<br />
95/1), (G. 124/5), (G. 164/3), (T. 16/4), (T. 25/2), (Muam. 2), (Muam. 37), (R. 4-XXIV/1).<br />
(K. 11/8), (G. 33/1), (G. 92/1).<br />
190
Hızr: Hızır<br />
bî-ğışş: bî-ğış<br />
hatt: hat<br />
rahm: rahim<br />
6<br />
7<br />
(G. 4/3).<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Türâb-ı kûyına rû-mâl iden Hız[ı]r-diller 6<br />
İki cihânda ‘azîz ü sepîdkâr oldı<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Fu’âd-ı bî-ğışı dürc-i le’âl-i feyz-i Hudâ<br />
Derûnı mahzen-i ilhâm-ı Girdgâr oldı<br />
Remel . . - - / . . - - / . . - - / . . -<br />
‘Ârızuŋda hat-ı müşgîn degüldür şeh-i an 7<br />
Mansıb-ı hüsni saŋa hatt-ıla te’yîd itdi<br />
Recez - - . - / - - . - / - - . - / - - . -<br />
Şehre salın nâz iderek eltâfa âğâz iderek<br />
(K. 12/38)<br />
(K. 12/53)<br />
(K. 24/17)<br />
Gamzeŋ rah[i]m-sâz iderek ‘arz eyleyüp hüsn ü bahâ<br />
(K. 26/12)<br />
(K. 3/32), (K. 7/18), (K. 9/16), (K. 9/44), (K. 10/3), (K. 24/17), (K. 24/18), (K. 28/7), (K.<br />
29/10), (K. 31/10), (K. 33/10), (G. 33/2), (G. 45/1), (G. 47/2), (G. 59/6), (G. 82/3), (G. 97/1),<br />
(G. 103/2), (G. 104/3), (G. 115/5), (G. 129/4) vd.<br />
191
kadd: kad<br />
Zahm: Zahım<br />
hecr: hecir<br />
ra‘d: ra‘ad<br />
çeşm: çeşim<br />
8<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Firâk-ı yâr ile sînemde şerha vü dâğum<br />
Nigâr-ı serv-kad ü yâr-i gül-‘izârumdur 8<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Zah[ı]mlar ile tenüm bir hadîka-i ğarrâ<br />
Ki çeşmesârı anuŋ çeşm-i eşk-bârumdur<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Şeb-i humâr-ı hec[i]rde muhâl vasl-ı visâl<br />
Hız[ı]r nühüfte vü çeşm hufte râh nâ-peydâ<br />
Hezec . - - - / . - - - / . - - - / . - - -<br />
Şeb-i pür-ebrde bang-ı ra‘[a]d sanmaŋ idüp şükûh<br />
Felekde âh u vâh u nâle-i şeb-gîr ider meh-tâb<br />
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
Meyl-i der-i nigâr ideli halka-i çeş[i]m<br />
Vakf-ı der-i sarây-ı cefâdur nigâh-ı baht<br />
(K. 33/3)<br />
(K. 33/9)<br />
(G. 4/3)<br />
(G. 11/4)<br />
(G. 19/2)<br />
(K. 5/37), (K. 7/19), (K. 7/98), (K. 13/4), (K. 15/2), (K. 23/10), (K. 27/5), (K. 30/12), (G.<br />
36/1), (G. 61/3), (G. 87/2), (G. 124/4), (G. 158/2, 6), (G. 212/8), (G. 257/4), (T. 4/4), (T. 6/2),<br />
(T. 8/7), (Mus. 10-VIII/5).<br />
192
çetr: çetir<br />
Bezm: Bezim<br />
germ: gerim<br />
la‘l: la‘al<br />
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
Zeyn itdi sebz-fâm çet[i]rler bu sâhayı<br />
Cûyuŋ kenârı hûb olur oldukda sebzezâr<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . - -<br />
Fiğân-ı bülbül-i gülzâra gûşdâr olur mı<br />
Bez[i]mde sûziş-i pervâne-i nizârı görenler<br />
Müctes . - . - / . . - - / . - . - / . . -<br />
Kerem ger[i]m-nigeh-i mest-i nâz-ı yârdadur<br />
Ne câmda vü ne sâkî vü ne şarâbdadur<br />
Muzâri‘ - - . / - . - . / . - - . / - . -<br />
Sâfî ‘arak ki ‘ârız-ı cânâne gösterür<br />
Câm-ı la‘[a]lde lü’lü-yi şâhâne gösterür<br />
(G. 42/3)<br />
(G. 54/4)<br />
(G. 68/4)<br />
(G. 104/1)<br />
Bunların bir kısmı, sözcüklerin yapılarının içindeki ses hâdiselerine uygun<br />
hâle getirilmesi biçiminde olduğundan bu durumun teknik bir kusur olarak<br />
belirlenmesinde ihtiyatlı davranmak gerekir. Bu nedenle sihr, fikr, Hızr gibi<br />
sözcüklerin ünsüzle başlayan ekler aldıklarında Türkçenin fonetiğine uygun olarak<br />
sihir, fikir, Hızır biçimlerini almalarını kıyâsa muhâlefet kusuru olarak<br />
değerlendirmemek gerekir.<br />
193
3. Sözcükte Anlaşılma Güçlüğü (Garâbet)<br />
Kimsenin duymadığı, kullanmadığı, anlamı ancak sözlüklerde bulunan nadir<br />
<strong>ve</strong> garip sözcüklerin kullanılmasıdır. Bu tür kusur çoklukla şiirde görülür. 9<br />
Hânis: ‘Ettiği yemini yerine getirmeyen’ anlamındadır <strong>ve</strong> olmak masdarıyla<br />
birlikte kullanılır.<br />
Zülf eylemekde ‘aklum perîşan<br />
Bu fitneden yâr olmaz mı hânis<br />
4. Söz Diziminde Kuralsızlık (Za‘f-ı Te’lîf)<br />
(G. 21/8)<br />
Cümleyi oluşturan öğelerin sıralanışının söz dizimi kurallarına aykırı<br />
olmasıdır. Türkçede bir sebebe bağlı olmaksızın cümle öğelerinin öne ya da sona<br />
alınması da zafıtelifi oluşturur. 10<br />
Sözde fazla <strong>ve</strong>ya eksik sözcük bulunması,<br />
cümledeki eylemlerin zamanları arasında uyumsuzluk olması, Farsça kurala göre<br />
yapılan tamlamalarda niteleyen-nitelenen uygunluğuna dikkat edilmemesi, adedi<br />
belirlenmiş şeylerin sonuna çokluk eki getirilmesi <strong>ve</strong> düz yazı metinlerdeki fıkralar<br />
arasında ilgisizlik bunun içinde değerlendirilebilir.<br />
Kapuŋda ümmetüŋden benden ednâ bende yok ammâ<br />
Bu ‘izzet ‘izzet-i dâreyne miftâh-ı kifâyetdür<br />
(K. 5/65)<br />
“Senin kapında ümmetinin içinde benden daha aşağı bir köle yoktur. Bu izzet,<br />
iki dünya izzeti için yeterli bir anahtardır.” anlamına gelebilecek beytin ilk dizesinde<br />
iki çıkma eki görülmektedir. Ümmet <strong>ve</strong> ben sözcüklerine gelen ek, ilk anda aynı<br />
fonksiyonu, uzaklaşmayı ifade ediyor gibidir. Hâlbuki ilkinin buradaki fonksiyonu<br />
ikincisinden farklıdır. Nitekim ilkinde ümmetinin içinde gibi bir edatı takdir etmek<br />
9<br />
10<br />
Çuhadar, a.y, s. 423.<br />
Çuhadar, a.y, s. 423.<br />
194
mümkün ise de bu ikincisi için mümkün olmuyor. Zira burada çıkma ifade ediyor,<br />
dolayısıyla bu eklerin bu üslûp üzere bulunuşu söz için bir kusur oluşturmaktadır.<br />
Tabîb-i derd-i güneh nûr-bahş-ı rûy-ı siyeh<br />
Şeh-i sürûş-ı sipeh hükmrân-ı ‘âlemdür<br />
(K. 7/35)<br />
“Günah derdinin doktoru, siyah yüzün nur bahşedeni, melekler ordusunun<br />
padişahı âlemin hükümdarıdır.” anlamına gelebilecek beyitte, sürûş-ı sipeh<br />
tamlamasının sipeh-i sürûş biçiminde olması gerekirken musammat biçime uymak<br />
için beyitteki gibi geldiği anlaşılmaktadır.<br />
Ağyâra lutfa keyf oldı bâ‘is<br />
Hakkâ ki oldur ümmü ’l-habâ’is<br />
(G. 21/1)<br />
“Gerçekten kötülüklerin anası olan esrar, ağyar için iyiliğe sebeb oldu.”<br />
biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beytin ilk dizesinde, iki yönelme<br />
eki görülmektedir. Ağyâr <strong>ve</strong> lutf sözcüklerine gelen ek, ilk anda yönelmeyi ifade<br />
ediyor gibidir. Hâlbuki ilkinin buradaki fonksiyonu ikincisinden farklıdır. Nitekim<br />
ilkinde ağyar için gibi bir edatı takdir etmek mümkün ise de bu ikincisi için mümkün<br />
olmuyor. Zira burada yönelme ifade ediyor, dolayısıyla bu eklerin bu üslûp üzere<br />
bulunuşu söz için bir kusur oluşturmaktadır. Bu cümleden olmak üzere (K. 7/54), (K.<br />
7/74), (K. 7/90), (K. 12/63), (K. 18/2), (K. 19/4)’ü bu anlamda değerlendirmek<br />
gerekir.<br />
Benüm gibi kanı bir şâ‘ir-i suhan-pîrâ<br />
Ki mâlik ola dil-i şûh u tab‘-ı sehhâra<br />
(K. 11/18)<br />
“Sihirli yaratılışa <strong>ve</strong> şuh gönle sahip olan benim gibi bir söz süsleyici şair<br />
nerede?” anlamına gelebilecek beyitte, dil-i şûh tamlaması yönelme eki<br />
almadığından dolayı cümlenin öznesi gibi anlaşılmaktadır.<br />
195
Bulursa VAHYÎ hased-dest-bûsı rütbesini<br />
Basınca meclisine dil-berüŋ kadem kâğaz<br />
(G. 39/7)<br />
“Kâğıt, sevgilinin meclisine ayak basıncaya kadar <strong>Vahyî</strong>, kıskançlık el öpme<br />
rütbesini bulursa” gibi bir cümle ortaya çıkmaktadır. Bu cümlenin sonunda yüklemin<br />
hüküm bildirmesi gerekirdi; ancak böyle olmadığı görülmektedir. Burada, söz<br />
diziminde kuralsızlık olduğu gibi aynı zamanda söz diziminde anlaşılma güçlüğü<br />
(ta‘kîd) de vardır.<br />
5. Söz Diziminde Anlaşılma Güçlüğü (Ta‘kîd)<br />
Ta‘kîd, lafzî ta‘kîd <strong>ve</strong> ma‘nevî ta‘kîd olarak ikiye ayrılır: Birincisi, bir ibareyi<br />
oluşturan sözcüklerin maksadın anlaşılmasını güçleştirecek biçimde sıralanmasıdır.<br />
Lâfzî takit, sözcüklerin gerçek yerlerinden daha öne <strong>ve</strong>ya daha ileriye alınması yahut<br />
art arda gelmesi gereken sözcüklerin arasına başka sözcüklerin sokulması suretiyle<br />
olur. Manevî takit, sözün anlamının hatalı mecaz, istiare <strong>ve</strong> kinayelerin kullanılması<br />
gibi sebeplerle kapalı olması âdeta kördüğüm hâline gelmesidir. 11<br />
Ruh u miyânını yârüŋ se<strong>ve</strong>rseŋ ol ey dil<br />
Ümîd-bâzî-i bûs u kinârdan fâriğ<br />
(G. 151/3)<br />
“Ey gönül! Sevgilinin yanağını <strong>ve</strong> belini seviyorsan, onu öpüp kucaklama<br />
ümidinden vazgeç.” anlamında günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, ilk<br />
dizedeki ol ey dil söz öbeği ilk bakışta maksadın intikalini güçleştirmektedir. Hâlbuki<br />
burada ol sözcüğü ikinci dizenin sonundaki fâriğ sözcüğüne bağlıdır.<br />
11<br />
Çuhadar, a.y, s. 423-424.<br />
Devlet-sarây-ı rif‘atin idrâk iden bilür<br />
Kim ‘arş aŋa muhtasarı şeh-nişîndür<br />
(K. 8/31)<br />
196
“Yücelik devletinin sarayını anlayan bilir ki, arş ona kısaltılmış bir<br />
şehnişindir.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, muhtasarı<br />
sözcüğünün ek alması beytin anlaşılmasını güçleştirmektedir.<br />
6. Söz Fazlası (Haşv)<br />
Sözlükte, ‘yastık, yorgan içine tıkılan tıkıntı’ anlamlarına gelir. Haşv,<br />
cümlenin temel öğelerinden olmayan, ifade edilmek istenilen gerçek anlama katkısı<br />
da bulunmayan sözcüklere denir. Başka bir deyişle sözün anlamının kendisi<br />
olmaksızın da tamamlandığı lâfızlardır. Mutlak anlamda anıldığında bir kusuru ifade<br />
eden haşvin belli şartlar içerisinde söze güzellik kattığı da olur.<br />
Tâc-ı ser-i halk-ı ‘âlem Ahmed<br />
Şâhenşeh-i dü-cihan Muhammed<br />
(K. 2/24)<br />
Burada <strong>ve</strong>zin mecburiyetinden dolayı ‘âlem sözcüğü kullanılmıştır. halk<br />
sözcüğü de gercekte söylenilmek istenilen şeyi anlatmaktadır.<br />
Mahsûl-i ‘ömri ğârete kasd eyledi ‘adû<br />
Bezl-i himâyet eyleyecek vakt ü hîndür<br />
(K. 8/48)<br />
Vezin <strong>ve</strong> kafiye mecburiyetinden vakt ü hîn söz öbeği kullanılmıştır. Birisinin<br />
kullanılması da anlam bakımından yeterliydi.<br />
Suyı ğâyetle sâf turna gözi<br />
Kimsenüŋ yok letâfetine sözi<br />
(L. 11/3)<br />
“Suyu o kadar temiz ki, kimsenin berraklığına sözü yok.” anlamında<br />
günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, turna gözi tabiri de ‘pek saf, pek<br />
temiz’ anlamındadır. O hâlde sâf <strong>ve</strong> turna gözi sözcüklerinin bir arada bulunmaları<br />
sözde gereksiz bir fazlalığa sebep olmuştur.<br />
197
B. Beyan<br />
Sözlükte ‘ortaya çıkmak, açık seçik olmak; açıklamak, anlaşılır hâle<br />
getirmek’ gibi anlamlara gelir. Edebiyat terimi olarak beyân ‘anlamı ifadede sözü<br />
açıklığa kavuşturmak için gereken melekeyi kazandıran, duygu <strong>ve</strong> düşünceleri<br />
değişik yollarla ifade etme usul <strong>ve</strong> kurallarını inceleyen’ ilim demektir. Beyan<br />
ilminin gayesi, duygu <strong>ve</strong> düşünceleri yerine <strong>ve</strong> zamanına uygun bir biçimde ifade<br />
edebilmek <strong>ve</strong> edebî eserleri daha iyi anlamaktır. 12<br />
1. Mecaz-ı Mürsel<br />
Mecâz-ı mürsel, bir sözün gerçek anlamı dışında gerçek anlamının<br />
anlaşılmasına bir engel bulunmak <strong>ve</strong> hakikî anlamı ile mecazî anlamı arasında<br />
benzerlik dışında bir ilgi bulunmak şartıyla kullanılmasıdır.<br />
Hemân yok yere tazyî‘-i nakd-i ‘ömr itdüŋ<br />
Ne câh-ı kâm ele girdi ne iktidâr oldı<br />
(K. 12/25)<br />
“Hemen boşu boşuna ömür akçasını zayi ettin, ne istek makamı ele geçti ne<br />
de iktidar oldu.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, el<br />
sözcüğü mazhariyet ilgisi bakımından ‘güç, kabiliyet’ anlamında kullanılmıştır.<br />
Bir ‘Acem fettânına oldı rubûde göŋlümüz<br />
İltifât itmez biyâya gûş tutmaz bişne<strong>ve</strong><br />
(G. 240/8)<br />
“Gönlümüz bir Acem güzeline tutulmuştur, onun için “gel” sözüne iltifat<br />
etmediği gibi “dinle” sözüne de kulak <strong>ve</strong>rmez.” anlamına gelen beyitte, gûş<br />
tutmamak ‘söz dinlememek’ anlamında kullanılmıştır.<br />
12<br />
Nasrullah Hacımüftüoğlu, “Beyân”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. VI,<br />
1992, s. 22-23.<br />
198
Ey husrev-i ceyş-i nükte-sencan<br />
Endîşeŋe ‘âlem oldı hayran<br />
(K. 2/2)<br />
“Ey nükte tartan askerin hükümdarı! Senin düşüncene herkes hayran oldu.”<br />
anlamına gelebilecek beyitte, ‘âlem sözcüğünden kastedilen dünyada yaşayan<br />
herkestir.<br />
2. İstiare<br />
İlgisi benzeşme olan en önemli mecaz türü <strong>ve</strong> edebî sanat. Sözlükte, ‘ödünç<br />
istemek, ödünç almak’ anlamına gelen isti‘âreyi belâgat bilginleri, ‘bir sözcük <strong>ve</strong>ya<br />
terkibin, teşbihe mübalâğa <strong>ve</strong> yorum gücü sağlamak için benzeşme ilgisiyle <strong>ve</strong> bir<br />
karineye dayalı olarak gerçek anlamı dışında kullanılması’ biçiminde tarif<br />
etmişlerdir. 13<br />
Sar dest-i keremle merhem-i ihsânuŋ<br />
Peykân-ı hevâ derûnum itdi mecrûh<br />
(R. 3-VII/2)<br />
“İyilik merhemini cömertlik eliyle sar; zira heva okları gönlümü yaraladı.”<br />
Ok, açık istiare yoluyla sevgilinin kirpikleri yerine kullanılmıştır.<br />
VAHYÎ dil-i şûrîde-i mihnet-keşe müjde<br />
İtdi o perî lutf-ıla izhâr-ı tesellâ<br />
(G. 6/5)<br />
“Ey <strong>Vahyî</strong>! Sıkıntı çeken çılgın gönle müjde (<strong>ve</strong>r), o peri gibi güzel sevgili,<br />
lütfedip tesellî etti.” Perî açık istiare yoluyla sevgilinin yerinde kullanılmıştır.<br />
13<br />
Takaddüm itdi aŋa bûs-ı la‘l-i dil-berde<br />
‘Aceb mi sâğara eylerse inkisârı şarâb<br />
(G. 9/3)<br />
İsmail Durmuş, İskender Pala, “İstiare”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.<br />
XXIII, 2001, s. 315-318.<br />
199
“Kadeh, sevgilinin la‘l gibi kırmızı dudağını öpmede, şaraptan öne geçtiği<br />
için şarap, kadehe kırılırsa buna şaşılır mı?” Beyitte, kadeh <strong>ve</strong> şarap insana özgü<br />
birtakım özelliklerle kişileştirilmişlerdir. Dolayısıyla beyitte kapalı istiare vardır.<br />
3. Teşbih<br />
Teşbîh, aralarında bir <strong>ve</strong>ya birden fazla vasıfla benzerlik bulunan iki şeyin<br />
birini öbürüne benzetmektir. Teşbihin tarafları olarak adlandırılan bu iki unsurdan<br />
biri benzeyen, öbürü kendisine benzetilendir. Bu iki unsurun ortak oldukları vasıflara<br />
<strong>ve</strong>ch-i şebeh (benzeyiş yönü) denir. Kimi durumlarda bu benzetme teşbih edatı<br />
kullanılarak yapılır.<br />
Kalbümde esâs-ı kâh-ı ‘ışkuŋ<br />
Lutfuŋ gibi muhkem eyle yâ Rab<br />
(K. 1/5)<br />
“Ey Rabbim! Kalbimdeki aşk köşkünün temelini lütfun gibi sağlamlaştır.”<br />
Aşk, köşke benzetilmiş, muhkemlik ise benzetme yönü olarak kılınmıştır.<br />
Kapuŋda halka-i der gibi kaldı çeşmi VAHYÎnüŋ<br />
Garîbüŋdür recâsı bir nazardur yâ Resûla ’llâh<br />
(K. 13/6)<br />
“Ey Allah’ın resulü! <strong>Vahyî</strong>’nin gözü senin eşiğinde kapı halkası gibi kaldı,<br />
garip, senin bir kere nazar etmeni ummaktadır.” <strong>Vahyî</strong>’nin gözü kapı halkasına<br />
benzetilmiştir. Benzetme yönü olarak ise kalmak eylemi kullanılmıştır.<br />
Olınca bâz-ı dilüm kâkülüŋle per-beste<br />
Kebûter-i ğamı bî-bâl ider şehâ peydâ<br />
(G. 1/4)<br />
“Ey padişah! Gönül kuşumun, sevgilinin kâkülüyle kanadı bağlanınca, gam<br />
gü<strong>ve</strong>rcini kanatsız uçu<strong>ve</strong>rir.” Gam gü<strong>ve</strong>rcine, gönül kuşa benzetilmiştir.<br />
200
4. Kinaye<br />
Sözlükte ‘bir şeyi bir şeyle örtmek’ anlamına gelen kinâye sözcüğü edebî<br />
sanat olarak ‘örtülü anlatım’ demektir. Beyan bilginlerine göre kinaye, söz içinde<br />
geçen asıl anlamın yanında bir başka lâzimî anlamın anlatıldığı sözcük <strong>ve</strong>ya terkiptir.<br />
Özel durumlar dışında çoklukla kinayede her iki unsura göre de cümlenin anlamının<br />
tamam olması, yalan <strong>ve</strong> yanlış olmaması asıldır. Kinayede aslolan, cümlede geçen<br />
unsurun geçmeyen unsuru anlatma, bir geçiş <strong>ve</strong> atlama taşı vazifesi görmesidir. Bu<br />
bakımdan kinayede temel hedef mecazî anlamdır. Kinayeyi mecazdan ayıran özellik,<br />
hem hakikî hem mecazî anlama göre ifadenin doğru olması, hakikî anlamın<br />
kastedilmediğini ortaya koyan bir karinenin bulunmamasıdır. 14<br />
Atma yabana hâr ise de dâmenüŋ tutar<br />
Gülzâr-ı ‘afv tekyegeh-i mücrimîndür<br />
(K. 8/53)<br />
“Diken ise de eteğini tutar, sahraya atma, affetme gül bahçesi, günahkârların<br />
dayanma yeridir.” Yabana atmamak aynı zamanda ‘dikkate almamak,<br />
önemsememek’ anlamındadır.<br />
Matem ifadesi olarak eskiler uzun saçlarını keserler yahut da örgülü ise<br />
çözerlerdi. Zülfünü çözmek ifadesi bu durumu da çağrıştıracak biçimde kullanılmıştır.<br />
Zülfini çözdi tırâş eyledi hattın cânan<br />
Bir yere geldi hazân ile bahâruŋ ikisi<br />
(G. 257/7)<br />
“Canan, saçını çözüp sakalını tıraş eyledi, böylelikle sonbahar ile ilkbaharın<br />
ikisi bir araya geldi.”<br />
14<br />
‘Işk kim genc-i câvidânîdür<br />
‘Âşık-ı zâra rûh-ı sânîdür<br />
(K. 9/1)<br />
İsmail Durmuş, “Kinaye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XXVI, 2002, s.<br />
34-36.<br />
201
“Aşk, sonsuz bir hazinedir. İnleyen âşık için şaraptır.” rûh-ı sânî ‘ikinci bir<br />
can’ anlamında olduğu gibi aynı zamanda ‘şarap’ demektir.<br />
C. Bediî<br />
Bedî‘ sözcüğünün sözlük anlamı, ‘örneksiz <strong>ve</strong> modelsiz bir şeyi icat etmeyi’<br />
ifade eder. Bediî, belâgat ilminin ifadeyi güzelleştiren usul <strong>ve</strong> kurallarından söz eden<br />
dalıdır. 15<br />
1. Anlam İle İlgili Sanatlar<br />
a. Tenasüp<br />
Aralarında anlam bakımından -tezatın dışında- bir ilişki bulunan iki <strong>ve</strong>ya<br />
daha fazla sözcüğü bir ibarede toplamaktır. Mürâ‘ât-ı nazîr, tevfîk, telfîk <strong>ve</strong><br />
mütenâsib adları ile de anılır. Bu ifade özelliğinin birbiriyle ilişkili sözcüklerin<br />
bulunduğu kavram alanını belirginleştirmek, söylenilmeyen öbür öğeleri de<br />
hatırlatmak <strong>ve</strong> metnin çevresinde döndüğü ana fikri belirlemek, yazarın psikolojisine<br />
kapı açmak, üslûbunu belirlemek gibi önemli yönleri vardır.<br />
Demdür ki sûk-ı ‘ilme gelüp nevbet-i revâc<br />
Merğûb-ı nâs şimdi metâ‘-ı kemâldür<br />
(K. 35/3)<br />
“İlim çarşısına sürüm nöbetinin geldiği andır ki, işte şimdi insanların rağbeti<br />
olgunluk metaıdır.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, sûk,<br />
revâc, merğûb, metâ‘ sözcükleriyle oluşturulmuş bir pazar meydanı tenasübü vardır.<br />
15<br />
‘Arz-ı sebîke-i hüner it bil ‘iyâruŋı<br />
Sâhib-‘iyâr-ı vakt dakîkü ’l-hayâldür<br />
(K. 35/42)<br />
Nasrullah Hacımüftüoğlu, “Bedî‘”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. V,<br />
1992, s. 320-322.<br />
202
“Hüner külçesini arz et, ayarını anla. Dönemin darphane memuru ince<br />
hayallidir.” anlamına gelebilecek beyitte, sebîke, ‘iyâr, sâhib-‘iyâr, dakîk gibi<br />
sözcüklerle kuyumculukla ilgili terimler bir araya getirilmiştir.<br />
Rûzedâr-ı fürkate VAHYÎ<strong>ve</strong>ş iftâr itdürür<br />
San hilâl-i ‘îd-i evc-i ibtilâdur hancerüŋ<br />
(G. 168/5)<br />
“Senin hançerin, <strong>Vahyî</strong> gibi ayrılık orucu tutana iftar ettirir, sanki düşkünlük<br />
göğünün bayram hilâlidir.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />
rûzedâr, iftâr, hilâl-i ‘îd gibi sözcükler ramazanla ilgili çağrışımları hatırlatmaktadır.<br />
Rikâb-ı zîn-i kâm oldı cüdâ pây-ı te’emmülden<br />
Ligâm-ı rahş-ı ümmîd-i cihan-peymâdan el çekdüm<br />
(G. 192/4)<br />
“İstek eyerinin üzengisi teemmül ayağından ayrıldı, (böylece) cihanı ölçen<br />
umut atının dizgininden el çektim.” anlamına gelebilecek beyitte, rikâb, zîn, ligâm,<br />
rahş sözcükleri kendi aralarında tenasüp oluşturmaktadır.<br />
b. Tezat<br />
Anlam bakımından aralarında zıtlık/karşıtlık bulunan sözcükleri bir ibarede<br />
toplamaktır. Burada kastedilen karşıtlık, siyah beyaz gibi bir zıtlığın yanı sıra bilmek<br />
<strong>ve</strong> bilmemek gibi olumlu-olumsuz fiilleri, baba oğul gibi nispet bulunduran <strong>ve</strong><br />
birinin anlaşılması öbürüne bağlı olan sözcükler arasındaki ilgiyi, hatta farklı<br />
renklerin (yeşil, mavi gibi) birbirlerine karşı durumlarını da içine alır.<br />
Sülûkinde şeb-i deycûrı seçmez rûz-ı rûşenden<br />
Uyan ‘ışkuŋ gibi bir reh-nümâya yâ Resûla ’llâh<br />
(K. 19/3)<br />
“Ey Allah’ın resulü! Senin aşkının yoluna baş koyan, dervişlik yolunda<br />
karanlık geceyi aydınlık gündüzden ayıramaz.” anlamına gelebilecek beyitte,<br />
karanlık gece ile aydınlık gündüz tezadı vardır.<br />
203
Demdür ki dost mazhar-i feyz-i cemâldür<br />
Düşmen ğarîk-i lücce-i kahr-ı celâldür<br />
(K. 35/1)<br />
“Bu öyle (kutlu) bir zamandır ki, dost, (Hz. Peygamberin) yüzünün feyzine<br />
mazhar olmuş, düşman ise kızgınlık kahrının denizine boğulmuştur.” Dost <strong>ve</strong><br />
düşman sözcükleri tezat oluşturacak biçimde ustaca bir araya getirilmiştir.<br />
Olmasa dâ‘î bihişt-i vuslata ğamzeŋ eger<br />
Dûzah olurdı baŋa hecrüŋle her ân intizâr<br />
(G. 49/4)<br />
“Senin gamzen, eğer kavuşma cennetine çağırıcı olmasaydı, bana senin<br />
ayrılığınla her an beklemek cehennem gibi gelirdi.”<br />
Bir lezzet-i güftâr var ol ğonçe-dehende<br />
Tu‘m-ı suhan-ı telhine sükker hased eyler<br />
“O gonca ağızlıda bir söz tadı var, şeker acı sözün azığını kıskanır.”<br />
c. Cem-Tefrik-Taksim<br />
(G. 58/8)<br />
Sözlük anlamı ‘toplamak, birleştirmek’ olan cem, belâgat terimi olarak iki<br />
<strong>ve</strong>ya ikiden fazla anlamı bir hükümde toplamaktır. Başka bir deyişle bir ifade ile<br />
birden fazla şeyin bir hükümde buluşmasıdır. İki şey arasında cem yapıldıktan sonra<br />
aralarını tefrik etmeğe, yani ikisinin ayrı şeyler olduğunu belirtmeye cem ma‘a-tefrîk,<br />
yani tefrik ile yapılan cem denir. Cem yapıldıktan sonra cemi meydana getiren<br />
şeylerin özelliklerini söylemeye de cem ma‘a’t-taksîm, yani taksim ile yapılan cem<br />
denir.<br />
İki cânibden tarîk-i ‘ışkı su almış şehâ<br />
Biri eşk ü birisi fikr-i cemâl-i dil-rubâ<br />
Muam. 53<br />
204
“Ey padişah, iki taraftan aşk yolunu su almış, (bunlardan) birisi gözyaşı,<br />
öbürü sevgilinin yüzünün düşüncesidir.”<br />
Aşk yolu, iki taraftan sular altında kalmasıyla ortak kılınmış, daha sonra<br />
bunların birisinin gözyaşı öbürünün sevgilinin yüzünün düşüncesi olduğu söylenerek<br />
taksim yapılmıştır.<br />
Sabâ yârüŋ ruhından almış iki hâl-i şûrîde<br />
Birisin cânına kor birin eyler merhem-i dîde<br />
Muam. 28<br />
“Saba rüzgârı, sevgilinin yanağından iki tutkun ben almış, birisini canıma<br />
kor, öbürünü gözüne merhem eder.”<br />
yapılmıştır.<br />
çekiyor.”<br />
Aynı oldukları düşünülen iki benin farklı oldukları söylenerek tefrik<br />
Bir câmdan çeker ikisi bâde-i fenâ<br />
Biri niyâzda birisi nâzenîndür<br />
(K. 8/16)<br />
“Biri niyaz içerisinde birisi nazeninde olan iki kişi bir kadehten yokluk şarabı<br />
İki kişi bir kadehten yokluk şarabı çekmekle ortak kılınmış, bunların farklı<br />
oldukları söylenerek tefrik yapılmıştır.<br />
ç. Leff ü Neşir<br />
Sözlük anlamı ‘dürüp toplama <strong>ve</strong> yayma olan’ leff ü neşr, iki <strong>ve</strong>ya daha fazla<br />
söz <strong>ve</strong>ya hükmün anılmasından sonra bunlarla aralarında ilgi olan söz <strong>ve</strong> hükümlerin<br />
sıralanmasıdır. Bunlardan ilki leff öbürü neşri meydana getirir. Leffüneşri meydana<br />
getiren <strong>ve</strong> aralarında ilişki bulunan bu iki sıradaki öğelerin hangisinin hangisiyle<br />
ilişkili olduğu belirtilmez <strong>ve</strong> bunun tespiti muhatapa bırakılır. Söylenilen ilk söz <strong>ve</strong>ya<br />
hükümler ile bunlara karşılık gelen, bunlarla ilişkili öğelerin aynı sırayı takip ettiği<br />
205
leffüneşre mürettep leff ü neşr; aynı sıranın olmadığı leffüneşre ise, mürettep<br />
olmayan leff ü neşr denir. 16<br />
Gül ü benefşe vü nergisle gülşen ister iseŋ<br />
‘İzâr u kâkül ü çeşm ile gör o sîmâyı<br />
(K. 32/24)<br />
“Gül, menekşe <strong>ve</strong> nergisli gül bahçesi istersen; yanak, kâkül <strong>ve</strong> göz ile o yüze<br />
bak.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, gül, benefşe, nergis,<br />
gülşen sözcüklerine karşılık gelmek üzere ikinci dizede ‘izâr, kâkül, çeşm <strong>ve</strong> sîmâ<br />
sözcükleri anılmaktadır. Görüleceği üzere ikinci dizedeki öğeler birinci dizedeki<br />
öğelerin sırasını gözetmiştir. Dolayısıyla bu beyitte mürettep leff ü neşr vardır.<br />
Derûn-ı ‘âşık-ı sâdıkda âh nâ-peydâ<br />
Ki nâr-ı sâfda dûd-ı siyâh nâ-peydâ<br />
(G. 4/1)<br />
“Saf ateşte siyah dumanın görünmediği gibi sadık âşıkın içinde de ah<br />
görünmez.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, derûn-ı ‘âşık-ı<br />
sâdıkda, âh sözcüklerine karşılık gelmek üzere ikinci dizede, nâr-ı sâfda, dûd-ı siyâh<br />
sözcükleri anılmaktadır. Görüleceği üzere ikinci dizedeki öğeler birinci dizedeki<br />
öğelerin sırasını gözetmiştir. Dolayısıyla bu beyitte mürettep leff ü neşr vardır.<br />
Ruhsâruŋı zülfüŋle görenler didi hakkâ<br />
Meh hâleye hâle meh-i ğarrâya münâsib<br />
(G. 13/3)<br />
“Yanağını saçınla birlikte görenler, “Gerçekten ay haleye hale de parlak aya<br />
uygundur,” dediler.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />
ruhsâr, zülf sözcüklerine karşılık gelmek üzere ikinci dizede, meh, hâle sözcükleri<br />
anılmaktadır. Görüleceği üzere ikinci dizedeki öğeler birinci dizedeki öğelerin<br />
sırasını gözetmiştir. Dolayısıyla bu beyitte mürettep leff ü neşr vardır.<br />
16<br />
İsmail Durmuş, M. A. Yekta Saraç, “Leff ü Neşr”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm<br />
Ansiklopedisi, C. XXVII, 2003, s. 122-124.<br />
206
Şu turre kim ruh-ı hâl-â<strong>ve</strong>r-i nigâra çıkar<br />
O mârdur süzilüp nahl-i mî<strong>ve</strong>dâra çıkar<br />
(G. 44/1)<br />
“Sevgilinin benli yanağına inen kâkül, süzülüp mey<strong>ve</strong>li ağaca çıkan yılan<br />
gibidir.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, turre, ruh-ı hâl-<br />
â<strong>ve</strong>r-i nigâr sözcüklerine karşılık gelmek üzere ikinci dizede, mâr, nahl-i mî<strong>ve</strong>dâr<br />
sözcükleri anılmaktadır. Görüleceği üzere ikinci dizedeki öğeler birinci dizedeki<br />
öğelerin sırasını gözetmiştir. Dolayısıyla bu beyitte mürettep leff ü neşr vardır.<br />
Sözüm yok hâline ruhsârına ebrûsına yârüŋ<br />
Hilâl ü âftâb-ı ‘âlem-ârâ vü Süreyyâdur<br />
(K. 27/16)<br />
“Sevgilinin benine, yanağına <strong>ve</strong> kaşına sözüm yok, (onlar) hilâl, dünyayı<br />
süsleyen güneş <strong>ve</strong> Süreyya yıldızlarıdır.” anlamındaki beyitte, ikinci dizedeki hilâl,<br />
âftâb-ı ‘âlem-ârâ <strong>ve</strong> Süreyyâ ilgili oldukları ilk dizedeki hâl, ruhsâr <strong>ve</strong> ebrû’ya göre<br />
sıralanmadıkları için mürettep olmayan leff ü neşr vardır.<br />
d. Tevriye<br />
Sözlükte ‘bir haberi gizleyerek bir başka söz <strong>ve</strong> haberi öne çıkarmak’ olan<br />
tevriye şiir <strong>ve</strong> düz yazıda yakın <strong>ve</strong> uzak iki anlamı bulunan bir sözün zihne hemen<br />
gelen yakın anlamını değil uzak anlamını kastetmektir.<br />
Müjde kim ‘unvân-ı tûmâr-ı ‘izâr-ı yârda<br />
Hatt-ı nev-hîzi yazar sâl-i <strong>ve</strong>fâ nev-rûzdur<br />
(K. 31/4)<br />
“Müjde! Vefa yılı, sevgilinin yanak tomarının başlığında yeni yetişmiş bir hat<br />
yazar, bugün nevruzdur.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />
hat sözcüğü iki anlama gelebilecek biçimde kullanılmıştır.<br />
Zabta nutk ile ne hâsıl fahr-i dûr-â-dûrdan<br />
Sen o şâ‘irsin ki fahr eyler senüŋle rûzgâr<br />
(K. 30/13)<br />
207
“Konuşmak <strong>ve</strong> uzaktan uzağa övünmekle kavrayış elde edilemez, sen öyle bir<br />
şairsin ki, rüzgâr seninle övünür.” biçiminde anlaşılabilecek beyitte, rûzgâr<br />
sözcüğünden dönemin şairleri anlaşılmaktadır.<br />
e. Mübalâğa<br />
Mubâlâğa sözcüğünü, sözlükler ‘işte kusur etmemek, bunun için mümkün<br />
gayreti göstermek’ diye anlamlandırır. Edebiyat terimi olarak bir vasfın, şiddet <strong>ve</strong>ya<br />
zaaf bakımından imkânı güç <strong>ve</strong>ya muhal derece ile ifade edilmesidir. Makbul olan<br />
mübalâğa ile olmayanı ayırt etmek için bir tasnife gidilir; böylece de teblîğ, iğrâk,<br />
ğuluv olmak üzere üç çeşit mübalâğadan söz edilir. Bu sınıflandırmada söz konusu<br />
zaaf <strong>ve</strong> şiddetin nefisle mümkün olup olmadığı, mümkün olduğu takdirde alelâde<br />
hâllerde vuku bulup bulmayacağı hareket noktası sayılmıştır. 17<br />
Ol fâris-i sahrâ-yı tedellâya sezâdur<br />
Ger eşheb-i ta‘zîmine mıh olsa Süreyyâ<br />
(K. 3/23)<br />
“Süreyya yıldızı, o nazlanma çölündeki usta binicinin azametli atının (nalına)<br />
çivi olsa yakışır.”<br />
17<br />
Ki olup mûra râm bebr ü peleng<br />
Meges ‘ankâyı sayda ruhsat olur<br />
(K. 4/41)<br />
“Leopar <strong>ve</strong> kaplan karıncaya ram olup sinek ankayı avlamak için izin alır.”<br />
O deŋlü tûde-i berf oldı ser-firâz u bülend<br />
Çıkılsa seyr ide âdem semâ-yı dünyâyı<br />
(K. 32/17)<br />
“Kar yığını o kadar yükseldi ki, insan üzerine çıksa gökyüzünü seyredebilir.”<br />
Prof. Dr. M. Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi <strong>ve</strong> Teorileri I Belâgat, Ankara, Atatürk<br />
Üni<strong>ve</strong>rsitesi Yayınları: 571 Edebiyat Fakültesi Yayınları: 95 Ders <strong>Kitap</strong>ları Serisi: 8, 1980, s.<br />
216.<br />
208
f. Tecahül-i Arif<br />
Tecâhül-i ‘ârif, şiir <strong>ve</strong>ya düz yazı bir metinde bilinen bir özelliğin bir nükteye<br />
bağlı olarak bilinmiyormuşçasına ifade edilmesidir. Yani bilineni bilmezlikten<br />
gelmedir. Tecâhül, tecâhül-i ‘ârifâne de derler. Tecahüliarif, özel bir maksat taşır.<br />
Bunlar övgü <strong>ve</strong> yergide mübalâğa, hayranlık <strong>ve</strong> kendinden geçme, neşe <strong>ve</strong> sevinç<br />
sırasında duyulan heyecanın ifadesi, kınama, neşelendirme gibi sebeplerdir.<br />
O şûh ‘âşık-ı ğam-h v ârına cefâda degüldür<br />
Niçün yine dil-i şûrîdemüz safâda degüldür<br />
(G. 94/1)<br />
“O cil<strong>ve</strong>li sevgili, gam çeken âşıkına eziyet etmemektedir. O hâlde niçin<br />
çılgın gönlümüz mutlu değildir.” anlamına gelebilecek beyitte, kişi, gerçekte niçin<br />
mutlu olmadığını bilmektedir. Çünkü âşık kendisine eziyet etmemektedir; ancak<br />
bunu bilmezlikten gelmektedir.<br />
Çeşmüŋ mi ğamze mi ruh-ı alüŋ mi turre mi<br />
Ey şâh-ı ‘iş<strong>ve</strong> böyle seni şî<strong>ve</strong>kâr iden<br />
(G. 206/3)<br />
“Ey iş<strong>ve</strong>li sevgili! Seni böyle şi<strong>ve</strong>li eden gözün mü, yan bakış mı, kırmızı<br />
yanağın mı, kâkülün mü?” anlamına gelebilecek beyitte, şair, bunların her birinin<br />
ayrı ayrı birer etken olduğunu bilmekle birlikte bilmezlikten gelmektedir.<br />
Niçün ey ğamze-i hod-re’y çeşm-i yâre râm olduŋ<br />
Meger semt-i füsûn-ı dil-rubâyîde mu‘înüŋdür<br />
(G. 97/3)<br />
“Ey inatçı yan bakış! Niçin sevgilinin gözüne tutuldun? Galiba gönül alan<br />
büyüleyici semtte o, senin yardımcındır.” anlamına gelebilecek beyitte, birinci dizede<br />
inatçı gamzenin, sevgilinin gözüne niçin tutulduğu sorulmakta; ancak ikinci dizede<br />
meger sözcüğü ile bu bilinmezlik kısmen de olsa giderilmektedir.<br />
209
g. Hüsn-i Ta’lîl<br />
Sözlükte ‘güzel sebep gösterme’ anlamına gelen Hüsn-i ta‘lîl bir edebiyat<br />
terimi olarak ‘her hangi bir hâdiseyi gerçek sebebinden farklı, fakat daha güzel <strong>ve</strong><br />
ifade edebilmek istenen fikre uygun bir sebepte oluyormuş gibi gösterme’<br />
sanatıdır. 18<br />
Bu sanatın başarılı bir biçimde kullanılışını gösteren şey; bizi de aynı<br />
hissiyatla hâdisenin izahının o biçimde olduğuna inandırmasıdır. Bunun için tabiî<br />
olmayan sebebe önce sanatkârın inanması, inanmış olduğu kanaatini bize <strong>ve</strong>rmesi<br />
lâzımdır. Dolayısıyla gösterdiği sebepte kuşku duyulduğunun ifadesi, hâdiseyi<br />
hüsnitalil olmaktan çıkarır. Bu ifade biçimine şibh-i hüsn-i ta‘lîl denir.<br />
Çün oldı sencileyin mâhdan cüdâ Ka‘be<br />
‘Aceb mi haşre dek itse libâsını kara<br />
(K. 11/44)<br />
“Kâbenin, senin gibi ay yüzlü sevgiliden ayrıldığı için kıyamete kadar<br />
elbisesi kara olsa, buna şaşılır mı?” anlamındaki beyitte, Kâbe’nin üzerinde siyah<br />
elbise olmasının sebebi, sevgiliden ayrılması durumuna bağlanmıştır.<br />
Dehân u rûyuŋa teşbîh olındı sehv ile çün-kim<br />
O şerm ile kızarup ğonçe-berg-i gül yere düşdi<br />
(G. 254/4)<br />
“O gonca yapraklı gül, yanlışlıkla senin ağzına <strong>ve</strong> yüzüne benzetildiği için<br />
utancından kızarıp yere düştü.” anlamına gelebilecek beyitte, tabiî bir hâdise olan<br />
gülün yere düşmesi, yanlışlıkla sevgilinin ağzına <strong>ve</strong> yüzüne benzetilmekten dolayı<br />
utancından yere düşme sebebine bağlanmıştır.<br />
18<br />
‘İzâruŋ mihre teşbîh eylemiş güstâh teşbîhât<br />
Anuŋ’çün çarh-ı çârum tâbe-mahşer dâğ-ber-dildür<br />
(G. 93/2)<br />
İsmail Durmuş, “Hüsn-i Ta’lil”, Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XIX,<br />
1999, s. 32-33.<br />
210
“Küstah benzetmelerde, senin yanağını güneşe benzettiklerinden, dördüncü<br />
feleğimin mahşere kadar gönlü üzgün olacaktır.” biçiminde günümüzün Türkçesine<br />
aktarılabilecek beyitte, dördüncü feleğin üzgün olmasının sebebi, sevgilinin<br />
yanağının güneşe benzetilmesidir.<br />
Meger ki baht-ı siyeh meyl-i zülf-i yâr itdi<br />
Anuŋ’çün ol dahı her lahza pîç ü tâbdadur<br />
(G. 68/3)<br />
“Meğer kara talih, sevgilinin saçına meyletmiş de onun için o, her zaman<br />
sıkıntıdadır.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte, meger<br />
sözcüğü cümlenin anlamını hafifleterek zihinde bir kuşku bırakmaktadır. Yukarıda<br />
da ifade edildiği gibi bu ifade biçimine şibh-i hüsn-i ta‘lîl denir.<br />
Reşkdâr-ı hâk-pây-ı dil-rubâdur var-ısa<br />
Gitdi seyl-âb-ı sirişküm gibi kûy-ı yâre su<br />
(G. 220/2)<br />
“Su, gözyaşı selim gibi yarin mahallesine gitti, herhâlde sevgilinin ayağının<br />
bastığı toprağı kıskanmaktadır.” anlamına gelebilecek beyitte, var-ısa ‘herhâlde’<br />
sözcüğü sebebi zayıflatmakta, böylece şibh-i hüsn-i ta‘lîl gerçekleşmektedir.<br />
2. Söz İle İlgili Sanatlar<br />
a. Cinas<br />
Belâgatin bediî kısmında yer alan bir söz sanatıdır. Sözlükte ‘iki şeyin<br />
birbirine benzemesi’ anlamında mastar olan cinâs, edebiyat terimi olarak ‘anlamları<br />
farklı, yazılış <strong>ve</strong> söyleyişleri aynı yahut benzer olan sözcüklerin şiir <strong>ve</strong> düz yazıda bir<br />
arada kullanılması’ yoluyla yapılan söz sanatlarını ifade eder. Sözlerin benzerliği<br />
dört yönden gerçekleşir. Bunlar sözleri meydana getiren harflerin 1. cinsi, 2. sayısı,<br />
3. harekesi, 4. sırasıdır. 19<br />
19<br />
Hulûsi Kılıç, Kâzım Yetiş, “Cinas”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. VIII,<br />
1993, s. 13-14.<br />
211
Cinas, ilkin iki kısma ayrılır. Cinası meydana getiren sözler arasından<br />
yukarıda sayılan dört hususta da tam bir uyum var ise bu cinasa tam cinas (cinâs-ı<br />
tâm), böyle bir uyum yoksa tam olmayan cinas (cinâs-ı ğayr-i tâm) adı <strong>ve</strong>rilir.<br />
Nutkı vasfında nokta vaz‘ itsem<br />
Kand-i mest-i mey-i halâ<strong>ve</strong>t olur<br />
(K. 4/10)<br />
“(O sevgilinin) konuşması vasfında nokta koysam, tatlılık şarabının<br />
şekerinden sarhoş olur.”<br />
Biŋ dâne vü dâm eyler murğ-ı dili râm eyler<br />
Oldukda şikenc-ârâ ol turre-i hâl-âlûd<br />
(G. 38/4)<br />
“O bene bulaşmış saç, kıvrımı süsleyen oldukça bin tane <strong>ve</strong> tuzak ile gönül<br />
kuşunu kendisine ram eder.”<br />
Bil nedür ol ‘âlem-ârâ merd ü zen<br />
Kim gelür anuŋ elinden her düzen<br />
(L. 32/1)<br />
“Elinden her türlü düzenin geldiği, dünyayı süsleyen erkek <strong>ve</strong> kadının ne<br />
olduğunu bildin mi?”<br />
b. İştikak<br />
Sözlükte ‘bir şeyin yarısını almak’ anlamına gelen iştikâk sözcüğü terim<br />
olarak ‘aralarında anlam ilişkisi bulunan iki sözcükten birinin öbüründen alınması <strong>ve</strong><br />
türetilmesi’ demektir. İştikak, bediî ilminde ‘aynı kökten birkaç kelimeyi bir sözde<br />
toplamak’ anlamında bir cinas türü olarak kullanılır. Yazılış <strong>ve</strong> söylenişindeki<br />
benzerlikten dolayı aynı kökten imiş izlenimini <strong>ve</strong>ren sözcüklerin bir ibarede<br />
toplanmasına da şibh-i iştikâk denir. İştikakın bir sanat olarak kabul edilip değer<br />
212
taşıması öbür söz sanatlarında olduğu gibi sözde tabiî olarak bulunması <strong>ve</strong> bu<br />
özelliği taşıyan sözcüklerin özellikle kullanılmış izlenimini <strong>ve</strong>rmemesine bağlıdır. 20<br />
Fürkat bize vuslat kimedür didüm o şûha<br />
Güldi didi VAHYÎ-i suhan-per<strong>ve</strong>re mahsûs<br />
(G. 139/5)<br />
“O şuh sevgiliye, ayrılık bize kavuşma kimedir dedim; güldü, söz besleyen<br />
<strong>Vahyî</strong>’ye mahsustur, dedi.” anlamına gelebilecek beyitte, didi <strong>ve</strong> didüm sözcükleri<br />
aynı kökten türemiş Türkçe sözcüklerdir.<br />
Dirseŋ bu şevk-i tâze neden geldi ‘âleme<br />
Hall it bu müşkili ki mahall-i su’âldür<br />
(K. 35/8)<br />
”Bu taze şevk âleme neden geldi dersen, bu güçlüğü çöz ki, o sorunların<br />
çözüldüğü yerdir.” biçiminde günümüzün Türkçesine çevrilebilecek beyitte, hal <strong>ve</strong><br />
mahal sözcükleri aynı kökten türemiş sözcüklerdir.<br />
O şûh bir nigeh-i şefkat itdi fehm itdüm<br />
Ki defter-i dil-i pâkinde ben de varam var<br />
(G. 43/3)<br />
“O iş<strong>ve</strong>li sevgili, bir şefkat bakışı attı da ben de onun temiz gönül defterinde<br />
olduğumu anladım.” biçiminde anlaşılabilecek beyitte, varam <strong>ve</strong> var sözcükleri aynı<br />
kökten türemiş Türkçe sözcüklerdir.<br />
c. Tarsî<br />
Murassa seci, şiir için söz konusu olduğunda çoklukla tarsî‘ olarak<br />
adlandırılır. Yani şiirde ilk dizedeki sözcükler ile bunlara karşılık gelen ikinci<br />
dizedeki sözcükler arasında <strong>ve</strong>zin <strong>ve</strong> revî bakımından bir uygunluk, bir paralellik<br />
bulunmasıdır.<br />
20<br />
Hulûsi Kılıç, “İştikak”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. XXIII, 2001, s.<br />
439-440.<br />
213
Olmasa bunlar okınur mı kitâb<br />
Olmasa bunlar bilinür mi hisâb<br />
(L. 29/14)<br />
Beyitte dizeler arasında bir paralellik ilk bakışta dikkati çekmektedir.<br />
Birbirine karşılık gelen Olmasa-Olmasa, bunlar-bunlar, okınur-bilinür, kitâb-hisâb<br />
sözcükleri hem hece sayısı hem de kafiye bakımından tam bir uyum göstermektedir.<br />
Rahm ile himâyet eyle şâhâ<br />
Lutf ile şefâ‘at eyle şâhâ<br />
(K. 2/60)<br />
İmale bahsinde İmalede Ayna başlığı altında gösterilen bütün beyitler aynı<br />
zamanda birer tarsî örneğidirler.<br />
ç. Telmih<br />
Sözlük anlamı, ‘bir şeye kısaca, göz ucuyla bakmak’ demek olan telmîh, bir<br />
kıssaya, söylenceye, tarihî bir hâdiseye <strong>ve</strong>ya bir ayete, hadise, meşhur bir atasözüne,<br />
bir inanışa işaret etmektir. Telmih, tabiî bir üslûp içerisinde yapılmalı, sözün kaynağı<br />
anılmamakla birlikte telmih yapıldığı hatta neye telmihte bulunulduğu anlaşılabilir<br />
olmalıdır. İktibâs <strong>ve</strong> îrâd-ı mesel ile aralarındaki fark şudur: İktibasta ayet <strong>ve</strong> hadisin<br />
bizzat ibaresinden alıntı yapılır, iradımeselde de bir atasözü az çok bir değişiklikle<br />
alınır. Telmihte ise, bunlara işaret edilir, ibarelerin bütünü <strong>ve</strong>ya bir kısmı söylenmez.<br />
Gördükde ‘ulüvv-i şânuŋ aslâ<br />
Eglenmedi gitdi tâk-ı Kisrâ<br />
(K. 2/92)<br />
“Senin yüce şanını görür görmez, Kisra’nın sarayı hiç eğlenmeden yıkıldı<br />
gitti.” biçiminde günümüzün Türkçesine gelebilecek beyitte, Hz. Peygamber<br />
doğduğunda İran hükümdarı Nuşirevân’ın yıkılan sarayına telmihte bulunulmuştur.<br />
Sen ol Peyğam-ber-i i‘câz-per<strong>ve</strong>rsin ki bir demde<br />
Dıraht-ı mürdeyi feyz-i nigâhuŋ mî<strong>ve</strong>dâr eyler<br />
(K. 6/26)<br />
214
“Sen öyle mucize üreten bir Peygambersin ki, bakışının bereketi bir anda ölü<br />
ağacı mey<strong>ve</strong>li hâle getirir.” anlamına gelebilecek beyitte, Hz. Peygamberin diktiği<br />
kuru dalın yapraklarının mey<strong>ve</strong> <strong>ve</strong>rmesi hâdisesine telmih yapılmıştır. 21<br />
Mürde-diller dem-i ihyâ-kün-i dildârı görüp<br />
Derd-i ‘ışk ehline gel işte Mesîhâ dirler<br />
(G. 56/2)<br />
“Ölmüş gönüller, sevgilinin diriltici soluğunu görüp aşk derdini çekenlere,<br />
“Gel işte Mesih derler.” biçiminde günümüzün Türkçesine aktarılabilecek beyitte,<br />
Hz. ‘Îsâ’nın ölüleri diriltmesi hâdisesine telmihte bulunulmuştur.<br />
d. Reddü ’l-Acûz Ale ’s-Sadr<br />
Şiirde beytin, düz yazıda bir cümlenin <strong>ve</strong>ya ibarenin sonunda yer alan<br />
sözcüğü kendisinden önce yinelemektir. Sözcük anlamı ‘başı sona çevirmek’tir. Zira<br />
‘acûz düz yazıda ibarenin sonu, nazımda beytin son kısmı, sadr düz yazıda cümle<br />
başı, nazımda beytin ilk başı demektir.<br />
21<br />
Açılursa bu pîç ü tâbı dilüŋ<br />
Yine ol gül-‘izâr ile açılur<br />
Kimüŋle âşnâsın mahrem-i ‘ayş ü demüŋ kimdür<br />
Kime nezzâre-pâş-ı ‘iş<strong>ve</strong>sin dil-hurremüŋ kimdür<br />
Kimüŋ âğuşın itdüŋ reşk-sâz-ı hâle ey meh-rû<br />
(G. 78/4)<br />
(G. 95/1)<br />
Benüm gibi bu şeb encüm-şumâr-ı makdemüŋ kimdür<br />
(G. 95/2)<br />
Kimüŋ bezmin gülistân-ı visâl itdüŋ cemâlüŋle<br />
Zarâfetle yine gül-çîn-i ruhsâr u femüŋ kimdür<br />
(G. 95/3)<br />
Kâdı İyaz, Şifa-i Şerif, Tercüme <strong>ve</strong> Notlar: Suat Cebeci, Ankara, Rehber Yayınları: 23<br />
Temel Eserler Dizisi: 3, 1992, s. 255.<br />
215
(1) İade<br />
Ârzû güm-geşte-i fikr-i hat-ı cânândur<br />
İdemem ey dil senüŋle cüst-cûy-ı ârzû<br />
Ârzû-yı nâ-ümîdî eyle gel VAHYÎ gibi<br />
Ey göŋül tâ key hevâ-yı güft-gûy-ı ârzû<br />
Ekl iden bel‘ itmez anı def‘ ider<br />
Def‘ idüp terk itmez anı ref‘ ider<br />
Beytin son sözcüğünün öbür beytin ilk sözcüğü olmasıdır.<br />
Mahmûd Efendi ‘izz ile müftî ’l-enâm olup<br />
Nâsa peyâmı mâye-i tefrîh-i bâldür<br />
Tefrîh-i bâl iderse peyâmı ‘aceb degül<br />
Mahsûl sad du‘â vü hezâr ibtihâldür<br />
Dîde-i mest-i h v âb-ı baht-ı siyâh<br />
Nigeh-i lutf-ı yâr ile açılur<br />
Açılursa bu pîç ü tâbı dilüŋ<br />
Yine ol gül-‘izâr ile açılur<br />
Kimüŋle âşnâsın mahrem-i ‘ayş ü demüŋ kimdür<br />
Kime nezzâre-pâş-ı ‘iş<strong>ve</strong>sin dil-hurremüŋ kimdür<br />
Kimüŋ âğuşın itdüŋ reşk-sâz-ı hâle ey meh-rû<br />
Benüm gibi bu şeb encüm-şumâr-ı makdemüŋ kimdür<br />
Kimüŋ bezmin gülistân-ı visâl itdüŋ cemâlüŋle<br />
Zarâfetle yine gül-çîn-i ruhsâr u femüŋ kimdür<br />
(G. 222/3)<br />
(G. 222/7)<br />
(L. 15/5)<br />
(K. 35/12-13)<br />
(G. 78/3-4)<br />
(G. 95/1-3)<br />
216
Bî-hicâb-ı zülf göstersüŋ cemâlüŋ bir nefes<br />
‘Âlemi vîrân ideydi hây u hûy-ı ârzû<br />
Ârzû güm-geşte-i fikr-i hat-ı cânândur<br />
İdemem ey dil senüŋle cüst-cûy-ı ârzû<br />
(G. 222/2-3)<br />
217
V. METİN<br />
A. Yazmaların Tanıtılması<br />
Çalışmaya konu olan Dîvân-ı <strong>Vahyî</strong> adlı metnin, biri British Museum Add<br />
7934’te öbürü ise, Millet Kütüphanesi Ali Emirî <strong>Kitap</strong>lığı Manzum 492’de kayıtlı<br />
bilinebilen iki yazması vardır. British Museum Add 7934’teki yazma, Millet<br />
Kütüphanesinin birtakım sebeplerle eserlerini istifadeye geç sunmasıyla,<br />
istinsahımıza esas yazma olmuştur. Dolayısıyla metin, “B” biçimiyle kısaltılan<br />
İngiltere yazması üzerinden kurulmuştur.<br />
B: British Museum Add 7934.<br />
Talik hatlı, 162 yaprak 15 satırdan müteşekkil yazma, Biritish Museum Add<br />
7934’te kayıtlı bulunduğundan, kapak üzerindeki ayrıntılara değinilemeyecektir.<br />
Yazmanın unvan sayfasında <strong>Vahyî</strong> <strong>ve</strong> babası Hasan en-Nûrî Efendinin<br />
doğum, ölüm tarihleri belirtilmektedir. Son sayfada ise şairin oğlu Feyzullâh<br />
Efendinin Dîvân’ın tertibini bildiren bir tarih kıt’ası vardır.<br />
Yazmanın tertibinin mükemmel olduğunu söylemek güçtür. Eser, rubaî ile<br />
başlamasına karşın 55 b , 128 a , 149 b vb. yerlerde yine rubaîlerle karşılaşmak<br />
mümkündür. Yazma, AE’deki (Millet Kütüphanesi Ali Emirî <strong>Kitap</strong>lığı Manzum 492)<br />
bütün nazım biçimlerini içermektedir. Yazmada yer yer reddadelerle de<br />
karşılaşılmaktadır. Kimi sözcüklerde (belâğat 11 b ) noktaların unutulduğu<br />
görülmektedir. Bu anlamda B yazmasının müstensihi, AE yazmasının müstensihine<br />
göre daha dikkatlidir. Kimi yerlerde (125 b ) ise, takdim tehir yapılmıştır. Yer yer de<br />
yanlış anlaşılmayı önlemek için müstensih tarafından hareke (122 a ) konulmuştur.<br />
Baş Yâ Rab suhanum riyâz-ı ‘irfân olsun<br />
Her harfi nazîre-i Gülistân olsun<br />
Son Ser-be-ser tertîb üzre cem‘in itmâm eyledükde<br />
Didi târîh aŋa FEYZÎ nazm-ı dîvân oldı zîbâ<br />
AE: Millet Kütüphanesi Ali Emirî <strong>Kitap</strong>lığı Manzum 492.<br />
218
Nesih hatlı 102 yaprak 25 satırdan müteşekkil yazmanın üzeri, Millet<br />
Kütüphanesindeki yeni bir uygulamadan dolayı adî kartonla kaplanmıştır.<br />
İç kapak ebrulu, unvan sayfasında yazmanın Sıdkî adlı birisi tarafından<br />
istinsah edildiği belirtilmektedir. 1 b tezhipli, altın suyuyla yaldızlıdır. Yazma cet<strong>ve</strong>lli<br />
olup başlıklar <strong>ve</strong> mahlâs sürhlüdür. Kâğıdı aharlıdır, her yaprakta reddade mevcuttur.<br />
Şirazesi dağılmıştır.<br />
AE yazmasının B yazmasına göre tertibi daha düzenlidir. Yazma, münacatla<br />
başlamaktadır. AE’de B’den farklı olarak 31 <strong>ve</strong> 32. tarihler, 58. muamma <strong>ve</strong> 10. kıt’a<br />
bulunmaktadır. Kimi sözcüklerde (62 a ) noktaların unutulduğu, bazen de<br />
noktalamanın yanlış yapıldığı (selh: selh 89 a ) hatta harflerin atlandığı (ser<strong>ve</strong>râ: servâ<br />
5 b ) görülmektedir. Kimi yerlerde (5 a ) ise, takdim tehir yapılmıştır. Yazmada <strong>ve</strong>zin<br />
gereği uzun okunması gereken kimi yerler imlâda da uzun gösterilmiştir. Sâŋa gibi<br />
(28 a , 53 a , 61 a , 77 a ).<br />
Baş Yâ Rab suhanum riyâz-ı ‘irfân olsun<br />
Her harfi nazîre-i Gülistân olsun<br />
Son Goft ân-ki nezâre gerd bâ-çeşm-i insâf<br />
Mu‘ciz-eser-i tabî‘atest în û hoşest<br />
219
B. Çevriyazı Alfabesi<br />
ج c غ ğ<br />
ا a, e, ‘ ش ş<br />
ﺁ â, a ص s<br />
ب b ض z, d<br />
پ p ط t<br />
ت t ظ z<br />
ث s ع ‘<br />
چ ç ف f<br />
ح h ق k<br />
خ h ك k, g, ŋ<br />
د d ل l<br />
ذ z م m<br />
ر r ن n<br />
ز z و v (o, ö, u, ü, û, ô)<br />
ژ j ﻩ h (a, e)<br />
س s ي y (i, î)<br />
220