12.07.2015 Views

Ey, günahlarla kirlenmiş kimseleri hemen ... - Yeni Ümit

Ey, günahlarla kirlenmiş kimseleri hemen ... - Yeni Ümit

Ey, günahlarla kirlenmiş kimseleri hemen ... - Yeni Ümit

SHOW MORE
SHOW LESS
  • No tags were found...

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

YENi ÜMiTTemmuz Nisan / Mayıs / Ağustos / Hazîrân / <strong>Ey</strong>lül -- 2009 2008 // 84 812


Varlığın özü, yaratılışın en anlamlı nüktesi HazretiMuhammed’dir. O, yaratılış ağacı itibarıyla hem birilk hem de son gibidir. Varlık bir şiir gibi O’nunadına nazmedilmiş; vücudu ise bu manzumenin âdeta enson kelimesi gibidir. O’nun dünyayı şereflendirmesi, insanlığınyeniden doğuşunun remzi; peygamberliği, eşyave hâdiselerin aydınlanıp gerçek değerleriyle ortaya çıkmasınınvesilesi; hicreti, insanlığın kurtuluş yolu; mesajıda dünya ve ahiret saadetinin köprüsü olmuştur. Mü’mingönüller O’nun sayesinde varlığı bir meşher gibi temâşâedip değerlendirebilmiş, bir kitap gibi okuyup yorumlayabilmişve O’nun aydınlık ikliminde yollar bulup Hakk’ayürüyebilmişlerdir. O’nunla hakikate uyanan ruhlar, sürekliebediyet soluklar durur.. O’nu sîretinin derinlikleriylekavrayabilenler, bütün ilimlerin özünü, usâresini elde etmişsayılırlar.Aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen O hâlâ ufkumuzdayeni doğmuş bir yıldız gibi pırıl pırıl ve bütünvarlığı aydınlatabilecek güçte güneş gibi –aslında O, güneşede taç giydiren bir ziyadır– güçlü bir ışık kaynağı.. vazifeufku, gönüllere kulluk şuurunu sunan bir hikmet nüktesi,sevgiyle doygunluğa ulaşmış ruhu, varlığı birbirine bağlayanbir büyüklük emâresi.İnsan ne zaman O’nu çağrıştıran iklime girse, kanınınsevgiyle aktığını duyar.. O’nun atmosferine adımınıatar atmaz, kendini Allah’a giden yolların ortasında bulur.O’nun köyünü ziyaret bile âdeta, Işık Çağı'na ulaşmaadına bir rıhtım, bir liman, bir rampa gibidir; bu rıhtım,bu liman, bu rampa, inanmış gönülleri O’nunla diz dizegelme bucağına ulaştırır ve doygunlaşmış ruhlara yeni biraşk u şevk üfler. İnsan onu kaç defa ziyaret etmiş olursaolsun, müntesiplerinin derbederliğinden ötürü o mübarekhazîreyi ne kadar sönük görürse görsün, ne zaman o yeşil,o âhenkli, o romantik, o sevgiyle tüten “metâf-ı kudsiyân”aadım atsa, ruhu hep bir güzellik, bir şiir, bir mûsıkî banyosualmış gibi o hususî âlemin derinliğini, zenginliğiniduymaya başlar.. kalbi, bir vuslat mülâhazasına teslim olur,ritim değişikliğine girer ve neş’e-hüzün arası bir sürü duygugel-gitleri yaşar.Yeşil kubbe ve onu çevreleyen mübarekmâbed; bir yandan etrafındaki irili-ufaklıdağlar-tepeler, hep sonsuzluk duygusuylaesip duran çöller-vahalar ve her zaman ötelereaçık gibi duran uçsuz bucaksız beyâbân;diğer yandan da göklerin nâmütenâhiliğiyleo kadar mükemmel bir uyum içindedir ki,sanki bu mübarek kütle, semada programlanmışda, daha sonra bulunduğu yere resmedilmişgibi bir görünüm arz etmektedir.Evet insan, o mehâbetle tüllenen mekân, onun çeperisayılan mübarek mâbed ve “Sidretü’l-Müntehâ”ya doğrufırlamış gibi bir edâsı olan yeşil kubbe karşısında, her zamanİslâm dünyasının umumî ahvaliyle alâkalı en derinmülâhazalara gömülür, en içten duygularla buluşur ve binbir his tufanıyla sırılsıklam olur. Bazen o kudsî mekânı birbuğu bürür; mâbedin her yanını bir hüzün sarar.. ve işteo zaman “Kubbe-i Hadrâ” şaha kalkmış gibi bir hâl alır..ruhumuzla konuşur.. el açıp bağrındaki misafirin arkasınageçerek semalara dil döker; döker ve bize hasret ve hicranlarımızındestanlarını sunar. Bazen orada her yanı âdeta birışık sarar.. mescid, ayın etrafındaki hâleye döner ve kubbe,gök ehline sevinç tahiyyelerini takdim ediyor gibi bir vaziyetalır. Bazen onun göklere bakan ve için için bekleyenöyle derin bir görünümü olur ki, o hâliyle onu umumîtasalarınıza bir tercüman tahayyül edebileceğiniz gibi, sevinçlerinizidile getiren bir gazelhân şeklinde de düşleyebilirsiniz;düşleyebilir de onun o derûnî sükûtu, o sessizinfiali içinde ne duyulmaz şeyleri duyar, ne sezilmez şeylerisezer ve kendinizi âdeta, bulunduğunuz mekânın buudlarınıaşmış da bir başka derinliğe açılmış gibi sanırsınız.Yeşil kubbe ve onu çevreleyen mübarek mâbed; biryandan etrafındaki irili-ufaklı dağlar-tepeler, hep sonsuzlukduygusuyla esip duran çöller-vahalar ve her zaman ötelereaçık gibi duran uçsuz bucaksız beyâbân; diğer yandan dagöklerin nâmütenâhiliğiyle o kadar mükemmel bir uyum3


içindedir ki, sanki bu mübarek kütle, semada programlanmışda, daha sonra bulunduğu yere resmedilmiş gibibir görünüm arz etmektedir. Evet, hem en derin göklerdendaha derin “Kubbe-i Hadrâ”, hem çevresinde onukucaklayan o sırlı arsa, hem de tabiat kitabının o “Buk’ayıMübareke”yi teşkil eden satır ve sahifeleri; âdeta titizlikleseçilmiş, mükemmel bir şekilde yerli yerine yerleştirilmişçesinebu maddî-mânevî pek çok şeyin halîtası,göklerin ve yerin âdeta birleşik noktası gibi bir görünümsergilemektedir. Az buçuk o mekânın Sahibine açık bulunanruhlar –O Sahibe canlarımız kurban olsun– başlarınıo iklime uzatınca kendilerini gök ehliyle iç içe sanırlar. Birde âşıkların has bahçesi sayılan “Muvâcehe”ye varınca,kendilerini, o makama yakışır ve ora ile uyuşur o kadartemiz çehre ve o çehrelerden buğu buğu yükselen enginbir heyecan içinde hissederler ki, zaman zaman kalbleriduracak hâle gelir. Aslında orada o sekteyi yaşayanlarınsayısı hiç de az değildir.Muvâcehe, âşıklar için her zaman bir liman ve birrampa vazifesi görür. Oraya ulaşan her âşık gönül, oradanâdeta denizlerin enginliklerine ya da göklerin derinliklerineaçılıyor gibi bir büyülü zaman koridorunagirer.. girer de o mübarek buk’anın o masumlardan masumhâlini ve sevimli görünümünü bir şiir gibi dinler, birkevser gibi yudumlar ve her saniye ayrı bir zevk banyosuyapar.Muvâcehe’de zaman o kadar aydınlık, o kadar gönülalıcı ve o kadar hülyalara açıktır ki, oraya ulaşan saygılı birgönül, Asr-ı Saadet’te yaşıyormuşçasına, Nebî’nin o temizlerdentemiz çehresini ve vahye açık sinesinin heyecanlarınıduyar gibi olur.. gök kapılarının gıcırtılarını, Cibril’in kanatçırpışları içinde, Kur’ân’ın tok sesini muhatapların heyecanlıtavırları arasında duyar ve kendini bir kutlu çağınbereket sağanakları arasında sırılsıklam hisseder; eder debu umumî armoniye o da gözyaşlarıyla katılır.. ve o günekadar gönlüne sinmiş Ravza duygusunun, daha bir derinceher yanını kuşatması karşısında oracıkta eriyip merkadeakmayı düşünür.Aslında, orada görülüp duyulan her şey çok içlidir.Orada mekân, mekîn her şey mutlaka insana bir şeylerfısıldar durur. Âşıkların ağlama ve inlemelerinin yanında,mekânın o tali’li ama suskun sütunları; Muvâcehe’nin hüzünlüfakat mütebessim hâli; iki adım ötede parmaklıklararasından hayallerimize doğan mübarek merkadin –hâşâ–metâf-ı kudsiyânın, pürvefâ bir mihmandar edâsıyla gönülgözlerimize tebessümler yağdırması o kadar sıcak ve tesirlidirki, içlerinde bu mahrem muameleyi duyan her gönülölümsüzlüğe erdiğini sanır. Hatta o melekler güzergâhınıböyle bir gönülle duyup bu gözle temâşâ edenler için sankiorada canlı-cansız hiçbir şey yokmuş da, sadece mehâbettelevvünlü bir sessizlik ve ziyaret heyecanıyla umumî birbekleyiş varmış gibi, o makama adımlarını atar-atmazkendilerini oranın tesirinde bulur ve onu dinlemeye koyulurlar..o da onlara kendi usûlünü, kendi sükûtunu meşkediyor gibi, onların duygu dünyalarına, o güne kadar aslayaşamamış oldukları en bâkir hisleri aşılar ve ruhlarına ellitürlü çağrışım menfezi aralar.Ravza’nın bağrında insan her zaman, gözlere çarpanve gönülleri saran bir büyüyle karşılaşır. Hislerinde, düşüncelerindebir başka âlemin esintilerini duyar.. gönlününderinliklerinde hayalî kapılardan geçer.. en mahremiklimlerde dolaşır ve arzın minberinin dibinde Hak beyanıylaşekillenen o ezelî hutbeyi hem de Hatîbinin ağzındandinliyor gibi dinler ve O’na ümmet olmanın mutluluğuylayerlere kapanır.Böyle bir duyuş ve seziş, böyle bir zevk ve heyecanelbette bir inanç, bir kanaat, bir teveccüh ve derince birsezinin birleşmesinden meydana gelmektedir. O inanç, okanaat, o teveccüh ve o seziyi yakalayanlar için PeygamberKöyü, Mescid-i Nebevî, âşıklar durağı Muvâceheneler söyler neler söyler..! Evet, konsantrasyonunu tamamlamışziyaretçiler için Ravza, orada insanların hisve heyecanlarının çok üstünde kendine has hâli, içlisükûtu, vakarlı görünümü ve ledünnî derinliğiyle ötelerehep var olma zevkinin şiirini söyler.. göklerdeki korodanmûsıkîler dinletir ve yürekten kendisine yönelenlerin gönüllerinekorlar salar ve herkese bir aşk u vuslat demiyaşatır. Sonra da yine o derin sessizliğine gömülür ve sizivuslat otağında hüzünlü bir yalnızlık melâline terk eder..terk eder de, o dakikaya kadar sanki size hiç esrar perdesiaralamamış gibi o kadîm bikrinin iffetine bürünür..bürünür ama, gönüllerinize ikinci çağrının dâvetiyesinibırakmayı da ihmal etmez.*Bu yazı Sızıntı dergisinin Nisan 1998 tarihli 231.sayısından alınmıştır.4


YENi ÜMiTProf. Dr. Suat YILDIRIM *Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84İlk asırlardan günümüze, seviyeli-seviyesiz tercüme türünden bir kısım çevirilerinyanında bir hayli de meâl ve tefsir yazıldı.. şu anda da yazılıyor.. bundan sonra dayazılmaya devam edecektir. Biz, Kur'ân ruhunun seslendirilmesi ve ilahi maksatlarınanlaşılması adına gösterilen bütün samimi gayretleri alkışladık ve alkışlıyoruz.ELMALILI’NIN MEALi VEYASAHiPSiZLiĞiN MEALi 1Büyük müfessir merhum Elmalılı MuhammedHamdi Yazır’ın Kur’ân-ı Kerîm Meali’nin çoksayıda basımları yapıldı. Şahsen bunlardan on ikifarklı yayınevi tarafından yayınlanan baskıları tespit ettim.Muhtemelen haberdar olmadıklarım da bulunmaktadır.Ne var ki bunlardan sadece bir basımı, 2 eserin aynısıdır.Diğerleri, hazırlayan zâtlar tarafından sadeleştirilmiştir.Bu durumda, âdeta basımlar adedince farklı sayılabilecekmetinler ortaya çıkmıştır. Geniş okuyucu kitlesi bundanhaberdar değildir. Bunlardan herhangi bir basımı okuyan,Elmalılı'nın mealini okuduğunu zannediyor. Okuyucularınbir kısmı değiştirildiğini bilse de, bunun muteber tek sadeleştirmeolduğunu düşünüyor. Oysa farklı Elmalılı neşirlerininaslî (orijinal) metinle ve diğer her bir meal metniylearalarındaki fark, neredeyse farklı yazarlar tarafından yapılmışmealler arasındaki fark kadar fazladır. Bunun başlıcasebebi şu olsa gerektir: Metni sadeleştiren her yazar, niçinneşrettiğinin gerekçesini teşkil etmesi için, kendisine göreyeni bir metin sunma ihtiyacı duymaktadır. Belki telif haklarımülâhazası da söz konusu olmaktadır. Bu da aynı eserinon birinci, on ikinci ilh. şeklini ortaya çıkarmaktadır.Bu tuhaflığa dikkat çeken fikir ve kalem erbabının olduğunugörmediğim için, bir tefsir profesörü olarak, konu üzerindedurmayı bir sorumluluk bildim; Allah’a karşı, ilimemanetine karşı, merhum müfessirimize karşı ve nihayetiyi niyetli okuyucu kitlemize karşı bir sorumluluk!Her şeyden önce şunu düşünmemiz lâzım: Merhummüfessirimiz mealini müstakil bir eser olarak mı kalemealdı, yoksa tefsirinin bir parçası olarak mı yazdı? Acizanekanaatimce o, bağımsız olarak yayınlanıp okunmak üzeredeğil, tefsiriyle beraber okunacağını düşünerek hazırlamıştır.Bu kanaatimi oluşturan sebepler şunlardır:Evvelen: Bunu, meal hakkında tefsirinin önsözündeyazdıklarından çıkarmak mümkündür. 3Saniyen: Mealinde sık sık kırık cümle, devrik cümlekullanır. Nitekim eseri sadeleştirenlerin -bu kullanılışları,alışılmış Türkçe yazı üslûbuna pek uygun görmediklerinden-böyle cümleleri yeniden kurduklarını görüyoruz.Salisen: Zaman zaman Türkçe'de kullanılmayan kelimelerkullandığını, Kur’ân’ın aslındaki tabirleri aynen aktardığını,böylece ancak tefsir sayesinde anlaşılabilecek terimlerkullandığını veya anlaşılması pek zor, mücmel (çokkısa) bir çeviri yapıp bıraktığını görüyoruz (Az sonra mealindenyapacağımız bazı iktibaslar, aynı zamanda bu hususada örnek teşkil etmektedir). İşte bütün bunlar müfessirimizin,mealini tefsiriyle birlikte okunmak mülâhazasıylayazdığını göstermektedir.Merhum’un meali böyle yazmasında, tefsirini ve mealiniyazdığı senelerde “Türkçe Kur’ân” iddialarının tesiriolmuş mudur? Bizce bu ihtimal söz konusu olabilir. Zîrâo dönemde bazı ünlü hâfızların Türkçe tercümeler tilâvetetme denemelerini biliyoruz. Ama bu ihtimal bir tarafa,şimdiki vâkıa karşısında her birimiz kendimize düşengörevi yerine getirme mecburiyetindeyiz. Yayıncılarımızmealin aslını neşretmek isterlerse, bunu yapabilirler. Zîrâbu, bizzat müellifinin kaleminden çıkmıştır ve yayınlamaktafayda görenler pek tabiî olarak böylece neşredebilirler.Ama mealin mealini hazırlatıp yayınlamanın ciddibir gerekçesi yoktur. Öyle anlaşılıyor ki yayıncılar, aslının5


anlaşılmasını problemli gördüklerinden onu neşretmekistemiyorlar. Fakat mealin mealinin mealini.. yayınlamakve bunu Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’a mal etmek,ciddiyetle bağdaştırılamaz. Belli ki bunu yapmanın gayesi,onun şöhretinden maddi yarar sağlamaktır. Gerçekten bubir vebaldir ve bu vebali yüklenmekten kaçınmak gereklidir.Büyük müfessirimizi on-onbeş değişik kılığa sokmayı,hangi vicdan meşru görebilir? Az sonra iktibas edeceğimizbirkaç numuneden anlaşılacağı üzere bu sadeleştirmelerde,şimdi az kullanılan kelimelere yeni karşılık vermekle yetinilmemiş,üslûp değişiklikleri yapılmış, hattâ Elmalılı’nınyazıp herkesin kullandığı Türkçe kelimeler bile bazen değiştirilmiştir.Bu değiştirmelerden haberi olmayıp, büyükâlimin Kur’ân Mealini dağıttırarak dine hizmet etmek isteyenbir kısım hayırseverlerin de basımları finanse ettiklerianlaşılmaktadır. Zîrâ Kur’ân mealini 1 TL gibi sembolikbir fiyata dağıtma, bunu göstermektedir.Ben makalemin sonunda –yer müsait olmadığındanyalnızbeş ayet mealindeki farklılıkları iktibas ederek, nederece değişik Elmalılı ile karşılaştığımızı ortaya koyacağım.Maalesef mealin tamamı için benzer değişikliksöz konusudur. Mealleri sadeleştiren zevatın adlarınıyazmayacağım. Bunun yerine yayınevlerinin 4 isimlerinivererek meallere atıfta bulunacağım. Zîrâ bu makaledeişimiz şahsiyat yapmak olmadığı gibi, bu çalışmaları değerlendirmekve eleştirmek de değildir. Maksadımız, usûlolarak, değiştirme işini ele almaktır. Sadece şu temennimidile getirebilirim: Bu zevatın mealin tamamını eldengeçirip büyük zahmet çektikleri görülüyor. Bunu yapmayerine, kendileri birer meal hazırlayabilirlerdi. İşaret ettiğimizneşirler içinden, yalnız İslâmoğlu Yayıncılık eseriaslında olduğu gibi yayınlamış, bazen ihtiyaç duyduğuaçıklamaları parantez içine koymuş, bunları Elmalılı’nıntefsirinden aldığı yerleri dipnotta göstermiştir. Bu da bizim,bu mealin tefsirle birlikte okunması gerektiğine dairfikrimizi pekiştirmektedir.Hassasiyetlere dokunmadan, kimseyi kırmak istemedensadece şunu ifade etmekle yetinmek istiyorum: Neticeolarak; özetlediğim bilgiler ışığında kanaatimce bu kitabı,neredeyse bütün cümlelerini değiştirerek yayınlamak,ilmen ve ahlâken doğru değildir. Makul gerekçesi olmadanyüz binlerce nüshayı isim satmak için yayınlamak büyükisraftır. Bu işte dahli olan Müslüman Türk milleti mensuplarıolarak, lütfen bu ayıba son verelim.Meal sadeleştirmelerinden bazı nümuneler:Mürselat sûresi, 1 âyetinin meali:Mealin aslı (Diyanet İşleri Reisliği, İstanbul, 1935-1939): “Kasem olsun o urf için gönderilenlere”İslâmoğlu Yay. (İstanbul, 1993): “Kasem olsun o urf 5için gönderilenlere” Bu yayın dipnota koyduğu açıklamayı,eserin aslından almıştır.Şenyıldız Yay. (İstanbul, 1997): “Birbiri ardınca gönderilenlere”Ayfa Basın (İstanbul, 2007): “Yemin olsun o peşpeşegönderilenlere”Huzur Yay. (İstanbul, 1994): “Andolsun iyilik yapılmasıiçin (o birbiri ardınca) gönderilenlere”Azim Dağıtım (İstanbul, tarihsiz): “Andolsun birbiriardınca gönderilenlere”Hikmet Neşr. (İstanbul, 2006): “Hayır için birbiri ardıncagönderilenlere”Vera Yay. (İstanbul, 2008): “Yemin olsun, tanınmakiçin gönderilenlere”Kamer sûresi, 4-5:Mealin aslı: “Celalim hakkı için onlara kıssalardanöyleleri de geldi ki onlarda zecredecek haberler var. Birhikmet-i bâliğa, fakat inzarlar faide vermiyor.”İslâmoğlu Yay.: “Celalim hakkı için, onlara kıssalardanöyleleri de geldi ki onlarda zecredecek haberler 6 var; birhikmet-i baliğa! Fakat inzarlar (uyarılar) fayda vermiyor.”Şenyıldız Yay.: “Kasem ederim ki onlara vazgeçirici haberlergeldi. Son noktasına ulaşmış bir hikmet ki, bunarağmen uyarılar fayda vermedi.”Ayfa Basın: “Yüceliğime yemin olsun, onlara kıssalardanöyleleri de geldi ki, onlarda (yanlıştan) vazgeçirecek haberlervar… Sağlamlığın ve hedefe isabetin en yüksek derecesineermiş bir hikmet… Fakat uyarılar fayda vermiyor.”Huzur Yay.: “Andolsun ki, onlara kötülüklerden vazgeçiricihaberleri de içeren kıssalar geldi. Bir hikmet-i bâliğa(hedefe ulaşmanın en yüksek derecesine ermiş bir hikmet)fakat uyarılar fayda vermiyor.”Azim Dağıtım: “Andolsun ki onlara (kötülükten ) vazgeçireceknice önemli haberler gelmiştir. Bunlar üstün birhikmettir fakat uyarılar fayda vermiyor.”Hikmet Neşr.: “Andolsun ki onlara (Kur’ân’da gelipgeçenlerin) öyle haberleri geldi ki (ibret alsalar) onları (günahtanve ısrardan) vazgeçirmeye kafi idi. Bunlar tam birhikmettir. Fakat uyarılar bir fayda vermiyor.”Vera Yay.: “Yemin olsun ki, onlara, sakındıracak öğütlerbulunan haberler geldi. (O haberler) son derece sağlamhikmet doludur. Ancak uyarılar fayda vermiyor.”A’raf sûresi, 2-3:Mealin aslı: “Bir kitab ki sana indirildi, sakın bundandolayı yüreğinde bir sıkıntı olmasın da bununla inzar edesin,mü’minlere de şu bir ihtar: “Rabbinizden size indirileneittiba edin, onsuz birtakım velilere ittiba etmeyin, sizpek az düşünüyorsunuz.”6


İslâmoğlu: “Bir kitab ki sana indirildi, sakın bundandolayı yüreğinde bir sıkıntı olmasın da bununla inzar edesin!(Mü’minlere de şu bir ihtar): Rabbinizden size indirileneittiba edin (uyun), O’nsuz birtakım velilere ittibaetmeyin! Siz pek az düşünüyorsunuz.”Şenyıldız Yay.: “Bir kitab ki , sana indirildi, sakın bundandolayı yüreğinde bir sıkıntı olmasın! Bununla kafirleriuyarıp mü’minlere de öğüt veresin! Rabbinizden size indirileneuyun!O’ndan başka birtakım dostlara uymayın!Sizlerçok az düşünüyorsunuz.”Ayfa Basın: “Bu bir kitaptır ki sana indirildi… Sakınbundan dolayı yüreğinde bir sıkıntı olmasın da bununla(insanları) uyarasın… İnananlara da şu bir uyarı: “Rabbinizdensize indirilene uyun, onsuz birtakım velilere uymayın…Siz pek az düşünüyorsunuz.”Huzur Yay.: “Bu, kendisiyle uyarasın diye ve mü’minlerebir ihtar olmak üzere sana indirilen bir kitaptır; sakın bundandolayı yüreğinde bir sıkıntı olmasın! Rabbinizden sizeindirilene uyun, O’nsuz başka velilere uymayın! Sizler pekaz düşünüyorsunuz!”Azim Dağıtım: “(Bu) sana indirilen bir kitap’tır.Onunla (insanları) uyarman ve inananlara öğüt (vermen)hususunda göğsünde bir sıkıntı olmasın. (<strong>Ey</strong> insanlar)Rabbinizden size indirilene uyun ve O’ndan başka dostlarauymayın. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!”Hikmet Neşr.: “(<strong>Ey</strong> Muhammed! Bu Kur’ân) sanaindirilen bir Kitap’tır. Onunla (kafirleri) korkutman vemü’minlere öğüt vermen için (indirildi). Ondan ötürügöğsünde bir harac (darlık) olmasın! (Onlara de ki:) Rabbinizdensize indirilene (Kur’ân’a) tabi olun. Sakın O’ndan(Allah’tan) başka dostlara tabi olmayın. Siz ne kadar da azhatırlıyor (ve nasihat alıyor)sunuz!”Vera Yay.: “(Bu) kendisiyle (insanları) uyarasın diyesana indirilen bir kitaptır. Bundan dolayı göğsünde birdarlık olmasın. O, müminlere bir uyarıdır. Rabbinizdensize indirilene uyun. Onun dışındakileri koruyucu edinmeyin.Siz çok az düşünüyorsunuz!”A’raf sûresi, 7:Mealin aslı: “Soracağız da kendilerine karşı olan bitenimutlak bir ilim ile behemehal anlatacağız, öyle ya biz onlardangaib değil idik.”İslâmoğlu Yay.: “Soracağız da kendilerine karşı olanbitenimutlak bir ilim ile behemehal (mutlaka) anlatacağız.Öyle ya, biz onlardan gaib değildik!”Şenyıldız Yay.: “Kendilerine karşı olan biteni mutlakbir ilim ile muhakkak anlatacağız. Öyle ya, biz onlardanuzakta, habersiz değildik!”Ayfa Yay.: “Soracağız da olan biteni kendilerine kesinbir ilim ile mutlaka anlatacağız… Öyle ya biz onlardangaib-uzak değildik.”Huzur Yay.: “Soracağız da kendilerine karşı olup bitenimutlak bir ilim ile herhalde anlatacağız. Çünkü Biz, her anonların yanındaydık.”Azim Dağıtım: “Ve elbette onlara olan-biten her şeyibir bilgi ile anlatacağız; çünkü biz onlardan uzak değiliz.”Hikmet Neşr.: “Andolsun ki onlara (yaptıklarını) ilimlehaber vereceğiz. Ve (onlar isyanlarını sürdürürken) biz(onlardan) gaibler değildik.”Vera Yay.: “Olan biteni kendilerine mutlak bir bilgi ileanlatacağız. Öyle ya, Biz onlardan habersiz değildik.”Mülk sûresi, 20:Mealin aslı: “Yoksa kimdir o Rahman’ın berisinden şusizin ordularınız ki sizi kurtaracak? Kafirler başka değil,sade bir gurur içindedirler.”İslâmoğlu Yay.: “Yoksa kimdir o Rahman’ın berisindenşu sizin ordularınız ki sizi kurtaracak? Kafirler başka değil,sade bir gurur (aldanma) içindedirler.”Şenyıldız Yay.: “Yahut Rahman’a karşı size yardım edecekkimdir? Şu sizin askerleriniz mi? İnkarcılar sadece biraldanma içindedirler.”Ayfa Basın: “Yoksa kimdir o Rahman’dan başka şusizin ordularınız ki, sizi kurtaracak? Kafirler başka değil,ancak bir aldanış içindedirler.”Huzur Yay.: “Ya da kim oluyor sizin Rahman’dan başka(yardım beklediğiniz) şu ordularınız ki, sizi kurtarsın?Kafirler ancak bir aldanış içindedirler.”Azim Dağıtım: “Rahman olan Allah’a karşı şu size yardımedecek askerleriniz hani kimlerdir? İnkarcılar ancakderin bir gaflet içinde bulunmaktadırlar.”Hikmet Neşr.: “Rahman (olan Allah)ın dışında sizi(O’nun azabından yardım edip) kurtaracak kimdir. Yoksaşu (put sürüsü) ordunuz mu (sizi kurtaracak)? Kafirler ancakaldanma içindedirler.”Vera Yay.: “Yoksa Rahman’ın azabından sizi kurtaracako ordunuz kimdir? Kafirler ancak bir aldanma içindedir.”* syildirim@yeniumit.com.trMarmara Üniv. İlahiyat Fak. Tefsir Anabilim Dalı Bşk (emekli)Dipnotlar1. Başlıktaki ikinci "meal" hem "âkıbet" hem de "meal" anlamında kullanılmıştır.2. İslâmoğlu Yayınları, 1993.3. Mesela şöyle der: "Sonra mefhum tarzında bir meal yazmaya başladım.""Meal: bir şeyi eksiltmek" mânâsına da gelir. (…) Bizim meal tabirinitercih etmemiz de bu eksiklikten dolayıdır."4. Makalemde yer verdiğim sekiz yayınevinden başka İşaret, Frekans,Motif ve Huzur (2. farklı yayın) neşirleri de yapılmıştır.5. "Tanınması lâzım gelen bir iyilik için" veya –hâl olduğu takdirde- "peyderpey"(8/5519)6. "Vazgeçirecek tehdid, sakındıracak öğüt" veya "sakınılması gereken acıhaberler" (7/4639)7


YENi ÜMiTProf. Dr. Muhit MERT *Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84Hürriyet ve kuvvet mevzuunda, Hakk’ın takdir buyurduğu sınırlar içinde kalma,adalet ve istikamet; bu konuda sınır tanımamazlık ise, bir zulüm ve haksızlıktır.Adalet <strong>hemen</strong> her konuda dengeyi koruma ve itidalli olmanın Kur’ân kaynaklı adı;zulüm ise her alanda dengeleri alt-üst etmenin ürperten unvanıdır.8İSLÂM'DA ADALETİLKESİSosyal dengenin tesisive içtimaî hayatınahenkli biçimde işleyişide adaletin gerçekleştirilmesinebağlıdır. Bu yüzden Allahçeşitli toplumlara peygamberlergönderiyor ve onlarla birlikte kitapve adalet terazisi indiriyor;adaleti sağlamayı emrediyor.


Adalet kelimesi, dengelemek, dengeli davranmak, tesviyeedip düzeltmek, bir şeyi uygun yere koymak,bir hakkı sahibine vermek anlamlarına gelir. Bukavramın içinde insaf, hakkaniyet, istikamet mânâları davardır. Dolayısıyla adaletli davranmak, bir şeyi, bir işi hakkaniyetve insaf ölçülerine göre yapmak demektir. Kur’ân-ıKerîm’de pek çok âyette geçen “ طُ‏ ‏:اَلْقِسْ‏ el-kıst” kelimesi deadalet kelimesinin ihtiva ettiği mânâları ifade eden bir kavramdır.İslâm’da adalet anlayışı, bir arada yaşamaktan veinsanlar arası ilişkilerden ortaya çıkan insan hakları temelinedayanır. Adalet, bu hakları olması gereken yere koymak,hakkı olanlara vermek demektir. Adaletin zıddı ise zulümdürve o da bir şeyi yerli yerine koymamak veya uygunolan yerden başka yere koymak anlamlarına gelir.Allah Hak ve Adalete Önem VeriyorAdalet, Allah Tealâ’nın çok önem verdiği esaslardanbiridir. Allah’ın kendisi âdildir ve yaptığı her şeyde adalettecellî eder. “İsm-i Adl’in cilve-i azamından gelen kâinattakiadâlet-i tâmme, umum eşyanın muvâzenelerini idare ediyorve beşere de adaleti emrediyor.” (Nursî, Lem’alar, s. 293) İnsanlardanadaletin ikamesini istemek Allah'ın adlinin muktezasıdır.Sosyal dengenin tesisi ve içtimaî hayatın ahenklibiçimde işleyişi de adaletin gerçekleştirilmesine bağlıdır.Bu yüzden Allah çeşitli toplumlara peygamberler gönderiyorve onlarla birlikte kitap ve adalet terazisi indiriyor;(Hadid sûresi, 57/25) adaleti sağlamayı emrediyor. (Arâf sûresi,7/29; Nahl sûresi, 16/90) Ayrıca insanlardan hakkın ikamesini,verilen hükmün lehte de olsa aleyhte de olsa kabul edilmesiniistiyor ve aksine davrananları zalimler olarak niteliyor.(Nur sûresi, 24/48-51) Bir de takvaya en uygun olanın adaletlidavranış olduğunu; (Maide sûresi, 5/8) âdil olanları sevdiğinibelirtiyor. (Hucurat sûresi, 49/9; Mümtahine sûresi, 60/8) Bunlarında ötesinde bizzat Kendisinin âhirette hiçbir haksızlığameydan vermeden kullarını yargılayacağını ve her hak sahibinehakkını vereceğini beyan ediyor. (Yunus sûresi, 10/54;Enbiya sûresi, 21/47) Dolayısıyla hakkın tevzîi ve adaletin ikamesi,biz Müslümanlar için Allah tarafından belirlenmişen önemli hayat prensibidir. Önemli olan şeyin karşılığı daönemlidir. Adaleti gerçekleştirmenin karşılığı da dünya veâhiret saadetidir. Elbette ki adaletli davranışın dünyadakikarşılığı kıymetlidir; ancak âhiretteki mükâfatı muhteşemolacaktır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.) yöneticiolsun, hâkim olsun, aile reisi olsun bunlardan âdil davrananlarınâhirette Allah katında nurdan minberler üzerindeduracaklarını müjdelemektedir. (Müslim, İmare 18) Kur’ân’ınmü’minlerden adalet talebi, ilgili olduğu alanlara göre çeşitlilikarz ettiğinden biz de bunları, yönetimde, şahitlikte,Kur’ân, Müslümanlarda birilerine karşıtaşıdığı hisler sebebiyle, onların çevresindekilerekarşı adaletsiz davranmamahassasiyeti geliştirmektedir. “Bir topluluğakarşı, içinizde beslediğiniz kin veöfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin.Âdil davranın, takvâya en uygun hareketbudur. Allah’a karşı gelmektensakının. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”âyetinde Allah (c.c.), kin ve öfkegibi duygularımızın adaletsizliğe sebepolmamasını da talep ediyor.yargıda, aile içi münasebetlerde ve ticarî hayatta adalet olmaküzere çeşitli başlıklar altında ele alacağız.Yönetimde AdaletAdaletin ikame edilmesi gereken en şümullü alan, yönetimdir.İslâm nazarında yöneticilik, insana tevdi edilenemanetlerden biri, hattâ en mühimidir. Hangi seviyedeolursa olsun, avantaj gibi görünen yöneticilik bu itibarlainsanın omuzlarında ağır bir yüktür. Peygamber Efendimiz(s.a.s.), devlet başkanından evdeki hizmetçiye kadarher seviyedeki yöneticinin idare ettiklerinden mesul olduğunubildirmiştir. (Buharî, Cuma 11) Yönetimde adalet ise,mü’min idareci için en büyük vazifedir. Kur’ân-ı Kerîm’in,“Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasındahükmettiğinizde adalete uygun tarzda hükmetmeniziemreder. Allah bununla, size ne de güzel öğüt verir!” (Nisasûresi, 4/58) âyeti, yönetimde adaletin ikamesini emretmektedir.Emanetle adaleti bir arada zikreden bu âyetin idarecilerhakkında indiği rivayet edilir. (İbn Kesir, Tefsir, 1/516)Buna göre yöneticilik bir emanet olduğu gibi, yönetimdeadaleti gerçekleştirmek de bir vazifedir. Adaletli yönetim,Müslüman yönetici için bir vazife olmanın ötesinde, “Birgün adaletle yönetmek, altmış yıl (nafile) ibadetten hayırlıdır.”(Müttakî, Kenzü’l-Ummal, 6/12) hadîsinin ifadesiyleibadet sayılmıştır.Müslüman bir idarecinin en temel görevi, kendini adaletindağıtıcısı görmek, adalet kaygısıyla hareket etmek,hak sahiplerine haklarını vermek için çalışmak, bir hakgaspı söz konusu ise, onu geri alıp haklıya iade etmektir.Bu sebeple Müslüman yönetici, adaletin mülkün (yönetimin)temeli olduğuna, adaleti sağlayamayan yönetimin9


zail olacağına ve zulüm ile âbâd olanın âhirinin berbatolacağına inanarak hareket eder. “İnsanları idare etmeyiüzerine alan bir kimse kendini ve ailesini düşündüğü gibiyönettiği <strong>kimseleri</strong> düşünmedikçe kıyamet gününde cennetinkokusunu bile alamaz.” (Buharî, Ahkâm 8) hadîsinintehditkâr ifadelerini dâima göz önünde bulundurur. AyrıcaPeygamber Efendimiz’in, kendisine en sevimli ve kıyamettederecesi en yüksek <strong>kimseleri</strong>n adaletli yöneticiler,en sevimsiz ve âhirette azabı en şiddetli olan <strong>kimseleri</strong>nise zalim idareciler (bkz. Tirmizi, Ahkâm 4) olduğunu bildirensözlerini nazarından eksik etmez.Kur’ân ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu konudaki emirve tavsiyelerini çok iyi kavramış olan Müslüman idareciler,tarih boyunca idare ettikleri toplumlarda adaletinikamesini hayatlarının gayesi yapmışlardır. Bu çerçevedehaksızların ve haksızlıkların karşısında olmak, hakkın vehaklının yanında yer almak, zayıf ve çaresizleri korumakonların en büyük şiarı olmuştur. Bu ilkeleri benimsedikleriiçin yönetimde adaletin en güzel örneklerini İslâm’ın şanlıidarecileri vermişlerdir. Meselâ Hz. Ebu Bekir’in (r.a.)halife seçildiğinde irad ettiği ilk hutbesinde dile getirdiği,güçlülük değil haklılık esasını benimsediğine, güçsüzde olsa mutlaka haklının yanında yer alacağına ve onunhakkını kendisinin takip edeceğine dâir sözleri, (bkz. Ma’merb. Raşid, Cami, 2/336) İslâm’ın yönetimde adalet anlayışınınen çarpıcı örneklerindendir. Yine bu anlayış sebebiyledirki, Hz. Ömer (r.a.), adaletin timsali olmuştur. Onun, birKıptî’ye tokat atan Mısır Valisi Amr b. As’ın oğlunu sorgulayıpceza olarak Kıptî’nin de ona tokat atmasını istediğindesöylediği, “Anaları insanları hür olarak doğurmuştur.Siz onları ne zaman köleleştirdiniz.” (Muttakî, Kenzü’l-ummâl,7/660) sözü, Müslüman bir yöneticinin adalet anlayışınınen güzel ifadelerindendir.Şahitlikte AdaletŞahitlik meselesi de hak ve adaletin tesis edilmesi gerekenhususlardan biridir. Şahitlik, hakkın tevzii ve adaletinikamesinde önemli bir görevdir. Bu ister bir davada olsun,isterse insanlar arası basit bir anlaşmazlıkta olsun fark etmez,şahitlik önemli bir görevdir. Tanık olduğu bir husustakişinin herhangi bir sebeple şahitlikten kaçması ya da gerçeğiolduğu gibi aksettirmeyip değiştirmesi, tahrif etmesi,hilâf-ı vâki beyanda bulunması veya olmamış bir şeyi olmuşgibi göstermesi mühim hak kayıplarına sebep olduğuiçin büyük bir vebaldir. Bu sebeple Allah celle celalühu;“<strong>Ey</strong> iman edenler! Hakkı yerine getiren ve adaletle şahadeteden kimseler olun.” (Maide sûresi, 5/8) âyetiyle dosdoğruşahitlik yapmayı emretmiş, meselenin ehemmiyetine binaenKur’ân’da ciddi tahşidatta bulunmuştur.Kur’ân-ı Kerîm’in, “<strong>Ey</strong> iman edenler! Haktan yanaolup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin.Allah için şahitlik eden insanlar olun. Bu hükmünüzve şahitliğiniz isterse bizzat kendiniz, anneniz, babanız veyakın akrabalarınız aleyhinde olsun. İsterse onlar zenginveya fakir bulunsun; çünkü Allah her ikisine de sizdendaha yakındır. Onun için, sakın nefsinizin arzusuna uyarakadaletten ayrılmayın. Eğer dilinizi eğip bükerek gerçeğiolduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün şahitliktenkaçarsanız, iyi bilin ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”(Nisa sûresi, 4/135) âyeti şahitlikte gerçeğe uygunve adaleti tesise yönelik tanıklık yapmayı emretmektedir.Peygamber Efendimiz kendisinden bir hususta şahadetetmesi istendiğinde mevzuu tahkik etmiş, meselenin haksızlığadayandığını görünce,“Ben haksızlık üzerine şahitliketmem.” (Müslim, Hibât 14-16) buyurarak Müslümanlara örnekolmuştur.İslâm şahitlik dışında beşerî münasebetlerde, hattâ irtibatkurduğumuz insanların sosyal çevreleriyle olan ilişkilerimizdede adaletin ikame edilmesini talep etmektedir. Buçerçevede Kur’ân, Müslümanlarda birilerine karşı taşıdığıhisler sebebiyle, onların çevresindekilere karşı adaletsizdavranmama hassasiyeti geliştirmektedir. “Bir topluluğakarşı, içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adaletsizliğesürüklemesin. Âdil davranın, takvâya en uygun hareketbudur. Allah’a karşı gelmekten sakının. Allah yaptıklarınızdanhaberdardır.” (Maide sûresi, 5/8) âyetinde Allah (c.c.),kin ve öfke gibi duygularımızın adaletsizliğe sebep olmamasınıda talep ediyor. Bu sebeple bir Müslüman sevmediğibirinin yakınlarına karşı o kişi sebebiyle düşmanlık veyahaksızlık edemez, münasebetini o nefret üzerine kuramaz.Yoksa adaletsiz davranmış olur.Yargıda AdaletHak ve adaletin tesis edileceği yerlerden biri de, mahkemelerdegörülen davalarda hâkimin vereceği hükümlerdir.İslâm, hükümde adalet ilkesini getirir ve insanlar hakkındaherhangi bir makam, mevki farkı gözetmeksizin adaletinsağlanmasını ister. Bu yüzden Müslümanlar nazarında âdilmahkemeler, Allah’ın Hak ve Adl isimlerinin tecelligâhısayılmıştır. Adaletle hüküm vermeyi temin edecek yegânekaynak ise, Allah’ın indirdiği hükümlerdir. “Aralarında,Allah’ın sana indirdiği ahkâm ile hükmet! Asla onların keyiflerineuyma! Allah’ın indirdiği hükümlerin bir kısmındanseni caydırmalarından sakın!” (Maide sûresi, 5/49) âyetibu hakikati açıkça göstermektedir. Peygamberimiz (s.a.s.)âyette geçen “Allah’ın sana indirdiği ahkâm ile hükmet!”kısmını adaletle irtibatlayarak “Kur’ân ile hükmeden adaleteder.” (Darimi, Fezailü’l-Kur’ân 1) şeklinde tefsir etmiştir.10


Davalarda adaletle hükmetmenin önüne birtakım engellerinçıkması kaçınılmazdır. Bunlardan biri, haksızınhaklı çıkmak arzusuyla birtakım deliller ileri sürerek yargımakamını yanıltmasıdır. Şüphesiz ki bir hâkim hükümverirken delillere bakar ve onlardan hareketle vicdanındaoluşan kanaati hüküm olarak ortaya koyar. Bu durumdahâkimi yanıltacak ve adaletsizce hüküm vermesine sebepolacak tarzda deliller ileri sürmek veya delilleri karartmakda büyük bir vebaldir. İnsan belki bu yolla dünyevî bir şeyelde edebilir; ancak âhirette cehennemden bir parça ateşiboynuna takmış olur. Nitekim adalet konusunda çok titizdavranan Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.), “Ben ancakbir beşerim. Sizden davalılar bana geldiğinde bazınız delilgetirmede diğerinden daha becerikli olabilir. Ben de doğrusöylüyor zannıyla onun lehinde hüküm verebilirim. Şuhalde sizin ifadenize göre bir kimseye mü’min kardeşininhakkını alıp verirsem, onu ister alsın isterse bıraksın bu,cehennemden bir parçadır.” (Buharî, Mezalim 16) sözleriylebu mevzuda sahabeyi uyarmıştır.Davalarda adaletle hükmetmede hâkimleri en çok zordabırakan hususlardan biri de davalı veya davacıların makam,mansıp, mal ve itibar sahibi kimseler olmasıdır. Çünkü butür statüler hâkimi baskı altında bırakır. Ama hâkim bunlarada itibar etmemeli, adalet ne ise, onu gerçekleştirmelidir. Budurumda hâkim kendisinin zarar göreceğini zannedebilir.Ancak şu hususu iyi bilmelidir ki, adaleti gözettiği süreceAllah kendisiyle beraberdir. Aksine adalet kaygısıyla hareketetmediğinde, kendisini Allah’ın terk etmesi tehlikesinemaruz bırakır. Nitekim Efendimiz (s.a.s.) bir hadîslerinde“Bir hâkim adaletten ayrılmadığı sürece Allah kendisiyle beraberdir.Adaletten ayrılır da zulmederse Allah onu yalnızbırakır.” (Tirmizî, Ahkâm 4) buyurmuştur.Yargıda adaleti yerine getirmede statülere itibar etmemeninen güzel misâlini de Peygamber Efendimiz’in(s.a.s.) uygulamalarında görüyoruz. Kureyş’ten hırsızlıkyapan soylu bir kadına hak ettiği cezanın uygulanmamasınıisteyen ailesi, Efendimiz’in çok sevdiği Hz. Üsame’yi(r.a.) aracı göndermişlerdi. Bunun üzerine Peygamberimizbu aracılığı reddetmiş ve şöyle buyurmuşlardı: “İsrailoğulları,haksızlık yapmaları yüzünden helâk oldular.Bunlar fakirler üzerinde en şiddetli cezaları tatbik eder,nüfuzlu ve zengin olanları cezadan muaf tutarlardı. VallahiMuhammed’in kızı Fatıma da aynı işi yapsa elini keserdim.”(Müslim, Hudud 11) Allah Resûlü'nün (s.a.s.);“Kızım Fatıma dahi yapsa elini keserdim.” buyurması,sosyal statüsü yüksek olanlara cezai işlemlerin uygulanmayıpsadece zayıflara uygulanmasını içtimaî çöküşünsebebi olarak görmesindendir.İslâm’da adalet anlayışı, bir arada yaşamaktanve insanlar arası ilişkilerden ortaya çıkaninsan hakları temeline dayanır. Adalet,bu hakları olması gereken yere koymak,hakkı olanlara vermek demektir. Adaletinzıddı ise zulümdür ve o da bir şeyi yerliyerine koymamak veya uygun olan yerdenbaşka yere koymak anlamlarına gelir.Müslümanlardaki yargıda adalet hassasiyetinin bir başkaörneğini de şu hâdise göstermektedir: Bir defasındaUbey b. Kâ’b (r.a.), hilâfeti döneminde Hz. Ömer (r.a.)aleyhine dava açmıştı. Zeyd b. Sabit hâkimlik göreviniyürütüyordu. Hz. Ömer mahkemenin huzuruna gelinceZeyd b. Sabit, halife olması hasebiyle ona hürmet gösterdi,Hz. Ömer ise; “Bu senin hükümdeki ilk adaletsizliğindir.”ikazını yaparak davacı Ubey b. Kâ’b’ın yanına oturdu.Ubey’in delili yoktu. Bu durumda “Yemin davalıya gerekir.”kuralınca Hz. Ömer’in yemin etmesi gerekiyordu.Hilâfet makamında bulunması hasebiyle Zeyd b. Sabit,Ubey’in bu haktan feragat etmesini istedi. Fakat Hz. Ömermahkemede hâkimlik yapan Zeyd b. Sabit’e, “Eğer seninnazarında Ömer ile herhangi bir adam müsavi değilse, senbu göreve lâyık değilsin.” diyerek sert bir karşılık verdi.(Şiblî, Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, 2/93-94).Adalet yalnızca Müslümanlar arasında görülen davalardadeğil, Müslümanlarla gayr-i müslimler arasında görülendavalarda da esastır. Bir kimse gayr-i müslim diye mahkemedehakkı gasp edilemez, karşısındaki Müslüman, makamı,mansıbı, sosyal statüsü ne olursa olsun, farklı muamelegöremez, adaletin tesisi esas alınır. Nisa sûresinin 105-112. âyetleri bu konuda Peygamber Efendimiz’e bir uyarıdabulunarak, insanlar arasında Allah’ın bildirdiği şekildehükmetmesi için kendisine kitabı indirdiğini, kendilerinehıyanet edenleri savunmaması gerektiğini, dünyada onlarsavunulsa bile, kıyamet gününde Allah’a karşı onları savunacakkimsenin bulunmayacağını, günah işleyip sonra onumasum birinin üstüne atan kimsenin büyük bir vebal yüklenmişolacağını bildirmektedir. Müfessirler bu âyetlerinbir hırsızlık hâdisesi hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir.Görünüşte Müslüman olan Tu’me b. Übeyrik adındabiri, bir Müslüman’ın evinden çaldığı kalkanı bir Yahudi’yeemanet bırakmış, emarelerden hareketle kalkan Yahudi’ninevinde bulunduğunda onun ifadesine binaen adam yakalanmış;fakat yemin ederek hırsızlığı Yahudi üzerine atmışve buna da akrabalarını şahit göstermiştir. Yemin ve şahit-11


manlar; sıddîklar da, hayâl, tasavvur, duygu, düşünce, hattâmimiklerine kadar her hâl ve tavırları itibarıyla doğruluğakilitlenmiş hak erleri babayiğitlerdir.” 4 Kur’ân-ı Kerîm’deki“Hani onlar mağaradaydılar; arkadaşına ‘tasalanma, Allahbizimle beraberdir.’ diyordu.” (Tevbe sûresi, 9/40) şeklindekiâyetin, Hz. Ebu Bekir’e işaret ettiği nakledilir. Nitekim hicretesnasında Sevr mağarasındaki üç günlük sıkıntılı beklemeesnasında Allah Resûlü (s.a.s.), arkadaşı=yâr-ı gâr (mağaradakican yoldaşı) Hz. Ebu Bekir’e hitaben bu sözü söylediğiKur’ân-ı Kerîm’de işareten anlatılmaktadır. HicrettePeygamberimiz'den ayrılmayan Hz. Ebu Bekir, kızı Aişe’yide sevdiği bu dostuna vermiştir. Hz. Peygamber bir defasında“Sohbetiyle olsun, malıyla olsun, bana en ziyade ikramdabulunan Ebu Bekir’dir. Eğer, ben Rabbimden başkasınıhalîl (dost) tutacak olsaydım, mutlaka Ebu Bekir’i halîl edinirdim.Fakat Allah beni kendisine halîl kıldı. Ancak EbuBekir’le aramızda İslâm kardeşliği ve muhabbeti vardır.”(Tirmizî, Menâkıb 15) buyurarak, Hz. Ebu Bekir’in kardeş olarakHz. Peygamber’in (s.a.s.) yanında samimi dost olduğunubelirtmiştir. Dolayısıyla burada halîliyet Allah tarafındandoldurulduğundan ancak onun karşılığı kardeşlik olabiliranlamında veciz bir işaret vardır. Tebük seferi sırasında enfazla infak eden Hz. Ömer, malının yarısını verirken, Hz.Ebu Bekir ise malının tamamını bağışlamıştı.Bir defasında Peygamberimiz ashabına hitaben; “Bugünkim oruçludur?” diye sormuş, Hz. Ebu Bekir; “BenYa Resûlallah!” demiştir. Arkasından; “Bugün kim bir fakiridoyurdu?” diye sorunca, Hz. Ebu Bekir yine; “BenYa Resûlallah!” cevabını vermiştir. Peygamberimiz; “Bugünkim hasta ziyareti yaptı?” diye tekrarlayınca, Hz. EbuBekir yine; “Ben Ya Resûlallah!” demiş, Peygamberimiz;“Bugün kim bir cenazeye katıldı? diye sorunca da, cemaattenyine Hz. Ebu Bekir; “Ben Ya Resûlallah!” diyebilmiştir.Bunun üzerine Allah Resûlü; “Kim bu güzel hasletlerikendinde toplarsa cennete girer.” 5 buyurarak, Hz.Ebu Bekir’in faziletini, diğer ashaptan farkını, dolayısıyladostluk ve kardeşlik unvanını kazanmasındaki en önemliözelliğini haber vermişlerdir. Yine Peygamberimiz'in Miraçyolculuğuna müşrikler itiraz etmelerine karşı Hz. EbuBekir’in hiç tereddüt etmeden gösterdiği teslimiyeti de“sıddîk” unvanın haklılığını gösterir. Elbette ki sadakat vedostluk açısından Hz. Ali (r.a.) de unutulmaz. Bu sahadaonun da yeri ayrıdır. Zîrâ o hicret esnasında Efendimiz’in(s.a.s.) evini kuşatan müşriklere karşı ölüm riskini gözealan ve O’nun yatağına tereddütsüzce yatan 22 yaşında birdelikanlıydı. Bu sadakatten dolayı o da Hz. Peygamber’edamat olmuş ve Peygamberimiz’in muâhât (kardeşlikedinme) esnasında söylediği, “Sen benim dünya ve âhiretkardeşimsin.” (Tirmizi, Menakıb 21) tebşiratına ve müjdesinenail olmuştur. Görüldüğü gibi dostluk ve kardeşliğin temelindesamimiyet, ihlâs ve teslimiyet vardır.Dostluğun Kazandırdıklarıİnsanlar dünyada birbirlerinin arkadaşı, dostu ve sırdaşıolabilirler. Ancak bu dostlukların nerede başlayıp neredebittiği ve neticesinin nasıl olduğuna bakılmalıdır. NitekimAllah için yapılan samimi dostluklar devam ederken, menfaatiçin olan dostluklar daha dünyada bitmektedir. Peygamberimiz;“Allah’ın bazı kulları vardır ki; peygamberlerve şehitler onlara gıpta ederler.” buyurunca, sahabe-i kiram,“Onlar kimlerdir ya Rasûlallah?” diye sormuşlar, Hz.Peygamber de: “Onlar bir menfaat ve mevki gözetmeden,sadece Allah için birbirlerini sevenlerdir. Bunların yüzünurludur ve nurdan yapılmış minberler üzerine otururlar.İnsanlar (Allah’ın azabından) korktuğu zaman onlar korkmaz,üzüldüğü zaman da üzülmezler.” (Ebu Davud, Büyû 78)şeklinde haber vermişlerdir. Fakat dünyevî menfaatten dolayısevmeler çoğu kere geçici ve sönücü olduğundan budostluklar da geçici olmaktadır. Oysa Allah için sevmek vedost olmak hiçbir zaman menfaate bağlı olamaz ve kala-األخِ‏ الَّءُ‏ يَوْ‏ مَئِذٍ‏ بَعْ‏ ضُ‏ هُمْ‏ لِبَعْ‏ ضٍ‏ عَ‏ دُ‏ وٌّ‏ maz. Kur’ân-ı Kerîm’deki“O gün müttakiler (takva sahibi) dışında, dostlar إالَّ‏ الْمُ‏ تَّقِينَ‏birbirine düşman olurlar.” (Zuhruf sûresi, 43/67) âyeti, dünyadahakiki ve samimi dostluğun dışındaki arkadaşlığınkıyamette düşmanlığa dönüşeceğini sarahaten bildirmektedir.Dolayısıyla Allah için olmayan menfaat dostluklarıkıyamette düşmanlığa dönüşebilecektir. Fakat dünyada ikikişi Allah için birbirini samimi severse, bunların öldüktensonra biri doğuda diğeri batıda (araları çok uzak) olsa daAllah Tealâ kıyamet günü ikisini bir araya getirip ‘Bunlar,birbirini benim için seviyordu.’ diyeceği” 6 rivayet edilmektedir.Yine kıyamet günü Allah’ın zıllında (gölgesinde) himayeedeceği insanlardan biri de “birbirini Allah için seveninsanlar” (Bkz.: Buhari, Ezan 36) şeklindeki rivayet de Allahiçin birbirini sevenlerin mükâfatını haber vermektedir. Şuhâlde muhabbetin kaynağı “Allah rızası” olması ve kişininAllah’ın sevgisine mazhar olabilmesi için öncelikle yaptıklarınıiçten, samimi, ihlâslı ve severek yapması gerektiğianlaşılmaktadır. Nitekim günümüzde çok samimi dostlarınküçük bir menfaatten dolayı birbirlerine rahatlıkla darılabildiğigörülmektedir. Dolayısıyla sevilmek için, öncesevmek şattır. Sevmenin gereği de inanç, itaat, saygı, ihsanve cömertliktir. Bir kimsenin çoluk-çocuğunu, malını, ticaretinive hayatını sevmesi fıtrî ve tabiîdir. Sevdiği bu şeylerinhepsinin Allah’ın olduğunu ve kendisine Allah’ın birihsanı bulunduğunu ve bütün bunların fânîliğini, Allah’ınbâkiliğini düşünürse o takdirde insan, Allah’ı daha fazla16


sevmeye başlar. Kısaca kişi, kendisi için istediği ve sevdiğibir şeyi, başkaları için de içten arzu edebilirse hakiki dostve arkadaş olur. Rivayet edilir ki, iki dost mü’minden birisivefat edip cennetle müjdelenir. Ve dostunu hatırlayarak“<strong>Ey</strong> Allah’ım! şüphesiz filanca benim dostumdur. Bana,Sana ve Resûlüne itaati, hayrı emreder, kötülükten meneder, benim hiç şüphesiz Sana kavuşacağımı haber verirdi.<strong>Ey</strong> Allah’ım! Benden sonra onu sapıklığa düşürme ki,bana gösterdiğin nimeti ona da gösteresin. Benden hoşnutolduğun gibi ondan da hoşnut olasın.” der. Sonra diğeride ölür ve ruhları bir araya gelir de “Her biriniz kardeşihakkında söyleyeceğini söylesin.” denir. O ikisi birbirindenrazı olduğunu haber verince Cenab-ı Hak ikisi için: “Negüzel kardeş, ne güzel arkadaş, ne güzel dost” buyurur.Fakat iki dost kâfirden biri öldüğü zaman ve yerinin ateşolduğu haber verildiğinde ise, dünyadaki dostunu hatırlayarak“<strong>Ey</strong> Allah’ım! Benim dostum olan falanca bana,Sana ve Resûlüne isyanı, kötülüğü emreder, hayırdan meneder,Sana kavuşmayacağımı bana söylerdi. <strong>Ey</strong> Allah’ım!Benden sonra onu hidayete erdirme ki, bana gösterdiğincezanın bir mislini de ona gösteresin” der. Cenab-ı Hakda onlardan her biri için “Ne kötü kardeş, ne kötü arkadaş,ne kötü dost” buyurur. Bunun üzerine onlar birbirinelânet etmeye başlarlar. 7 Demek ki dünyadaki dostlukve arkadaşlık âhirette de devam edecektir. O hâlde dünyadaiyi dost ve arkadaş edinme, âhirette mutluluk, zıttıise azap demektedir. “Evet, sırr-ı ihlâs ile samimî tesanüdve ittihad, hadsiz menfaate medar olduğu gibi, korkulara,hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i istinaddır.Çünkü ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakikiyeile, rızâ-yı İlâhî yolunda, âhirete müteallik işlerdekardeşleri adedince ruhları olduğundan, biri ölse, “Diğerruhlarım sağlam kalsınlar. Zîrâ o ruhlar her vakit sevaplarıbana kazandırmakla mânevî bir hayatı idame ettiklerinden,ben ölmüyorum.” diyerek, ölümü gülerek karşılar. Ve “Oruhlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum, yalnız günahcihetinde ölüyorum.” der, rahatla yatar.” 8Enes b. Malik (r.a.): “Cennet ehli Cennet'e girip, ayrılmışyerlerine (köşklerine) oturduklarında, (dünyadaki samimi)din kardeşlerini özlediklerinden dolayı birbirlerinigörmek ister. Bu düşünce esnasında birinin serîri (koltuk)diğerinin serîrine, diğerinin serîri öbürünün yanına (anında)gider. Onlar buluşunca her ikisi de köşklerine yaslanarak,sohbete ve dünyada aralarında olan şeyleri karşılıklıkonuşmaya başlarlar. Birisi şöyle der: <strong>Ey</strong> Kardeşim! Hatırlarmısın biz dünyada falan mecliste sohbet yerinde veyacamide hâlisane Allah’a dua etmiştik (Kur’ân okumuştuk,nasihat dinlemiştik), işte Allah da bizi (orada) bağışladı.” 9diyerek, samimi arkadaş ve dostluğun âhiretteki beraberliğinianlatmaktadır. Şu hâlde dünyadaki iyi dostluklarâhirette de mutluluğun devamı demektir.SonuçKur’ân’da, Allah sevgisine mazhar olmada en önemliunsurun Peygamber sevgisi ve O’nun yolunu takip olduğubelirtilir. (Bkz. Âl-i İmran Sûresi, 3/31) Bunun için dost vearkadaş olarak öncelikle Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.)ahlâkı, dolayısıyla Kur’ân ahlâkı seçilmeli ve O’nun yolundanayrılınmamalıdır. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm’de günahkârlarınve kötü arkadaş edinenlerin nedameti: “O gün (dünyadaiken) haktan sapmış kişi ellerini ısırarak şöyle diyecek:“Keşke Peygamberle birlikte aynı yolda olsaydım. <strong>Ey</strong>vah!Keşke falancayı kendime dost edinmeseydim.” (Furkansûresi, 25/27-28) şeklinde feryad edeceği haber verilmektedir.الرَّجُ‏ لُ‏ عَ‏ لٰى دِينِ‏ خَ‏ لِيلِهِ‏ فَلْيَنْظُ‏ رْ‏ أحَ‏ دُ‏ كُمْ‏ مَنْ‏ Peygamberimiz ise“Kişi dostunun dini (ahlâkı, yolu) üzeredir. Öyle ise يُخاَلِلُ‏sizden biriniz kiminle dost olduğuna iyi baksın.” (Tirmizî,Zühd 45) şeklinde ikaz ederek, dost ve arkadaş seçimindekihassasiyet ve önemi veciz bir uslûpla anlatmışlardır.Netice itibariyle kişi, hayat tarzını, arkadaşını ve dostunuseçerken çok dikkatli olmalıdır ki, hem dünyası hem de âhiretiharap olmasın, dostluğu düşmanlığa dönüşmesin. Şu hâldemü’minler arasındaki karşılıklı dostluk (musâdaka), kardeşlikve uhuvvet ölçüleri Kur’ânî, ve Peygamberî bir üslûp ölçüsüiçinde devam etmelidir. Bu da millet-i İbrahim yolunu takipetmenin her asırdaki bir tezahürüdür. Zîrâ Müslüman’ın yoluhalîliye, hedefi de hıllet olmalıdır. Hıllet ise, en yakın dost, enfedâkâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmertkardeş demektir. Bu hılletin en önemli düsturu da samimi veiçten davranmadır ki, bu davranışa ihlâs denir. Fakat samimiihlâsı yakalayamayan ve göründüğü gibi olamayan kişiler, hemdünyevî hem de uhrevî dostluğu neticede kaybeder. Bu kaybınmaddî ve mânevî sonu ise yüksek bir kuleden derin bir çukuradüşen ve iflâh olmayan kişinin akıbetine benzer. Bu akıbet,insan için ne korkunç bir hüsrandır! Oysa hakiki dostluk, samimiyetve fedakârlık demektir. Bu da hak yolda gösterilenberaberlik, teslimiyet ve mutluluktur.* Bursa Merkez Vaizimsarik@yeniumit.com.trDipnotlar1. M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3/302.2. Bkz. Kurtubî, el-Câmi li-ahkâmi’l-Kur’ân, 5/401,3. M. Fethullah Gülen, a.g.e., 3/309.4. M. Fethullah Gülen a.g.e., 1/125.5. İbn Hıbban’dan nakille Dimyâtî, el-Metcerü’r-Râbih, s. 121.6. Suyuti, el-Fethu’l-Kebir, 3/41.7. Kurtubi, el-Cami li-ahkâmi’l-Kur’ân, 16/109.8. Yirmi Birinci Lem'a, Lem'alar, Şahdamar Yay. İst, 2003, s. 2029. Suyuti, El-Fethu’l-Kebir, 1/79.17


YENi ÜMiTBilal ÜNSAL *Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84DÜNDEN BUGÜNEHÂFIZLIK VE KUR’ÂN EĞİTİMİArapçada “korumak, ezberlemek” mânâsındaki hıfzkökünden türemiş bir sıfat olan hâfız sözlükte, “koruyan,ezberleyen” anlamına gelir. Toplumda kullanılanyaygın mânâda ise; hâfız, Kur’ân-ı Kerîm’i baştansona ezberlemiş kimseler için kullanılan isimdir. Öncelerihâfızlara “Kurrâ” ve “Hâdimül-Kur’ân” da denilirdi (Önkal,2000, 40; Canan, 2004,51).İslâm’ın doğuşundan günümüze kadar hâfızlık çok özelbir eğitim faaliyeti olarak algılanmış, ona atfedilen değerlereistinaden pek çok kişinin hayallerini süslemiştir. Hâfızlığabu denli önem verilmesinin sebeplerinin başında, Hz.Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) uygulamaları,emir ve tavsiyeleri gelmektedir. Bu konuda Allah Resûlü’nün(s.a.s.): “Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğreteninizdir.”(Buhari, Fedailü’l-Kur’ân 21; Tirmizî, Fedailü’l-Kur’ân 15)“İçinde Kur’ân’dan hiçbir şey bulunmayan kişi harap ev gibidir.”(Tirmizî, Fedailü’l-Kur’ân 18) gibi hadîs-i şerîfleri zikredilebilir.Ayrıca Kur’ân’ın sahip olduğu özellikler ve namazlar-18


yanlış okumamaları için sahabeye seslerini kısmalarını emretmişti.(Şengül, s. 122)Kur’ân okuma, ezberleme, öğrenme ve öğretme faaliyetininson derece yoğun olduğu Hz. Peygamber (s.a.s.)hayatta iken Kur’ân’ın tamamını ezberleyenlerin yanında,Kur’ân’ın tamamını ezberleme fırsat ve imkânını bulamayanbirçok sahabi de O’nun vefatından sonra ezberlerinitamamlamışlardı.Bununla beraber, onlardan hâfız olanların sayısı kesinbir rakamla tespit edilmiş değildir. Fakat bazı olaylar, onlarınarasında çok sayıda hâfız bulunduğunu düşündürmektedir.Meselâ hicri 4. yılda meydana gelen Bi’r-i Meûnevak’asında 70 kadar hâfız sahabinin (İbn Hişam, s. 184); hicri11. yılda gerçekleşen Yemame Savaşı’nda şehit edilen beşyüz kişi içinde pek çok hâfız sahabinin bulunması hâfızsahabilerin ne kadar çok olduğu ile ilgili bize bir fikir vermektedir.(Halife b. Hayyat, s. 138)Hz. Peygamber (s.a.s.) yeni fethedilen yerlere gönderdiğivalileri aynı zamanda bir Kur’ân öğretmeni olarak da tayin ediyorve gittikleri yerlerde halka Kur’ân’ı ve İslâm’la ilgili bilgileriöğretmelerini istiyordu. Bu şekilde Mekke ve Medine’nin dedışında Kur’ân eğitim merkezleri açılmaya başlamış oldu.Kur’ân’ı ezberlemeye ve anlamaya olan ilgi Hz.Peygamber’in (s.a.s.) vefatından sonra da devam etmiştir.Dört Halife döneminde de bu faaliyetlere aralıksız devamedildi. Hz. Ömer (r.a.) devrinde Kur’ân öğretimine dahahız verildi. Gerek Medine’de gerekse sınırları günden günegenişleyen İslâm coğrafyasının diğer merkezlerinde en sıhhatlikaynak olan hâfız sahabilerin öğretmen ve nezaretindepek çok hâfız yetiştirilmiştir.Nakledildiğine göre Hz. Ömer (r.a.), hâfızlığı özendirmişve teşvik etmiş ve çeşitli şehirlere maaşlı Kur’ân öğretmenleritayin etmiştir. Hz. Ömer’in (r.a.), hâfızlara da birsüre maaş bağladığı bilinmektedir. Ebu Musa el-Eş’ari (r.a.),Halife Hz. Ömer’e (r.a.) bir mektup yazarak Basra’da birçokkimsenin Kur’ân’ı ezberlediğini bildirdi. O da cevaben, onlaramaaş bağlamasını emretti. (Hamidullah, s. 37–38).Osmanlıdan Önce Hâfızlık Eğitimiİslâm tarihinde ilk dört asırda camiler, uzun süre yüksekseviyede Kur’ân tahsilinin merkezi olma özelliğinikorumuştur. Küçük çocukların Kur’ân eğitimi ise Küttapdenilen mahalle mekteplerinde gerçekleştirilmiştir ki, buralarailk zamanlar “Dârul-Kurrâ” ismi verilirdi. Hicri 4.yy’dan sonra müstakil eğitim merkezleri yani Medreselerkurulmaya başlandı. (Bozkurt, 1993, 8/543)Hâfız yetiştiren öğreticiler kendilerine has metotlar geliştirmişlerdi.Âyetler onar onar veya beşer beşer ezberletilir,bunlar iyice öğrenilmeden yeni ders verilmezdi. Bazı öğreticilertalebenin çokluğu sebebi ile birkaç öğrenciyi aynı andadinlemek zorunda kalırdı. Yolda yürürken bile öğrencilerinidinleyen hocalar vardı. (Bozkurt, 1997, 15/76)Camiler dışında yüksek seviyede Kur’ân öğretimi içinkurulan ilk müstakil medreseler “Dârul-Kur’ân”lardır. İlkkurulan Dârul-Kur’ân Dımaşk (Şam)’ta hicri 391 (m.1001) Sadiriyye Medresesi’dir. Bununla esas Kur’ân eğitimmerkezleri Dârul-Kurrâlar olmuştur. Dârul-Kurrâ açılmayanyerlerde ise, büyük camilerin civarında kıraat ilmininokutulduğu özel bölümler vardır. Ayrıca diğer medreseleriniçinde de Kur’ân ilimlerinin ders olarak okutulduğuveya bölümler açıldığı bilinmektedir. (Bozkurt, 1993, 8/543)Selçuklular zamanında kıraat ilminin okutulduğu medreseleregenellikle “Dârul-Huffâz” denilmiştir. Bu Dârul-Huffâz’ların çoğu şahıslar tarafından açılmış ve pek azı bugünekadar ulaşmıştır. Ama Osmanlı zamanında bunlarınbüyük bir kısmı faaliyetini devam ettirmiştir. Bu medreselerinbaşındaki kişilere “Reisu’l-Huffâz” denilirdi. Buralardada ileri seviyede kıraat dersleri okutulurdu. (Baltacı, 2000,16)Osmanlıda Hâfızlık EğitimiOsmanlı döneminde ise bu Kur’ân eğitiminin verildiğimerkezlere “Dârul-Kurrâ” denilmiştir. Osmanlı’da bumerkezleri oldukça yaygın bir şekilde görüyoruz. Bunlarlailgili bilgilere tarihi kaynaklarda, seyahatnamelerde ve tabakatkitaplarında yer alan biyografilerde rastlanmaktadır.Bu Dârul-Kurrâların büyük bir kısmı selâtin, vüzera, âyânve eşraf camilerinin bünyesinde açılmıştır. Öğrenci sayılarıçeşitlilik arz etmektedir. (Akyüz, 2001,67-68)Sıbyan mektebini bitiren yani temel eğitimini tamamlayanbir öğrenci, önce alt seviyedeki bir Dârul-Kurrâ’yagider, orada hıfzını tamamlar, sonra daha yüksek bir seviyedekiDârul-Kurrâ’ya devam ederdi. Bu medresede ise“ilm-i kıraat” ve “ilmi mehâric-i hurûf ” öğrenirdi. Osmanlılardanönce de olduğu gibi, Osmanlılar döneminde debu medreselerde “kârî”ler ve cami hizmetlerinde görevalan imam, müezzin, vaiz gibi görevliler yetişirdi. (Kazıcı,2004, 131) Evliya Çelebi, Sultan 4. Murat döneminde(yaklaşık 1630’lu yıllar) İstanbul’da üç bini kadın olmaküzere dokuz bin hâfızın bulunduğunu bildirmektedir. (EvliyaÇelebi, 1314, 1, 524)Gerek ezberletilmek istenilen Kur’ân-ı Kerîm’in, gerekseöğretilmek istenen diğer ilimlerin özellikleri bakımındanDârul-Kurrâ’larda sık sık tekrar ve uygulamaya dayanan biröğretim metodu varlığı dikkatimizi çekmektedir. Bu eğitiminuygulama safhasında camilerin birer lâboratuvar olarakkullanıldığını görüyoruz. Ayrıca buradan mezun olanlarınimam ve müezzin olacakları da düşünülerek itikat veamel ile ilgili yeterli ilmihal bilgileri de verilmekteydi.20


Osmanlının son dönemlerinde eğitimde yapılan ıslahhareketleri neticesinde bazı Dârul-Kurrâ’larda da değişiklikleryapılmış ve ihtisaslaştırma düşünceleri ile bir kısmıMedresetü’l-Eimme ve’l-Hutebâ, Medresetü’l-Müezzinînve’l-Kurrâ, Medresetü’l-Vâizîn ve Medresetü’l-Müderrisînolarak değiştirildi. (Zengin, 2002,64)Cumhuriyet Döneminde Hâfızlık EğitimiCumhuriyetin ilânından sonra yeni kurulan TürkiyeCumhuriyeti Devleti birçok konuda olduğu gibi eğitimalanında da köklü değişiklikler yaptı. 1924 yılında kabuledilen Tevhid-i Tedrisat kanunu ile medreseler kapatılıponların yerine yeni okullar açıldı. Bu şekilde Dâru’l-Kurrâve bu çerçevede eğitim yapan yerler de kapatılmış oldu.Diğer eğitim ihtiyaçlarını karşılayacak daha modernyeni okullar açılırken Dâru’l-Kurrâ’ların yerini tutacakherhangi bir okul açılmadı. Bunun yerine Tevhid-i TedrisatKanununun 4. maddesinde yer alan hüküm gereğiİstanbul Üniversitesi’nde bir İlâhiyat Fakültesi açıldı ve kapatılanmedreselerden 29 tanesi İmam-Hatip Mektebinedönüştürüldü. (Cebeci, 1996,142)Fakat bu okullarda hâfızlık eğitimi yaptırılmadığı içinbu ihtiyacın farkına varan 50 milletvekili 2 Nisan 1341(1925) tarihinde meclise verdikleri bir takrirle “Hâfız-ıKur’ân yetiştirmek üzere 10 kişi için 50 bin liralık bir tahsisatkonulması”nı sağlamışlardır. Bu şekilde hâfızlık eğitimiokul olarak olmasa da, Kur’ân kursu şeklinde hayatınıdevam ettirdi. 1928 yılında harf inkılâbının yapılması ileeğitimde Arapça okuyup yazmak yasaklandı ve bunun neticesindemevcut Kur’ân kursları da kapatıldı. Bunun yanında10.12.1930 yılında “12 yaşından küçüklere hiçbir şeyöğretilmemek, 12 yaşından büyüklere ise sadece Kur’ân-ıKerîm ve namaz sûre ve dualarını -sıkı kontroller altındaöğretebilmeleriiçin bazı hocaefendilere izin verildi.” Dahasonra devrin Diyanet İşleri Reisi, Rifat Börekçi’nin şahsîgayretleri ile 1932 yılında bu eğitim Kur’ân kursu şeklindeyeniden ortaya çıkmış ve sayıları dokuza yükselmiştir. (Baltacı,2000,16) Zaman içerisinde bu kursların sayısı halkın bukurslara artan teveccühüne istinaden daha da artmıştır.Bütün bu olumlu çalışmalara rağmen hâfızlık eğitimi,Kur’ân kurslarının içinde layık olduğu veya geçmişte yaşadığıo şâşaalı günlere dönemedi. Önceden adına medreselerkurulan hâfızlık eğitimi, son asırda ülkemizde sadecehâfızlık eğitiminin verildiği bağımsız bir eğitim merkezinebile sahip olamadı. Kur’ân kurslarının içindeki istekliöğrenciler diğer öğrencilerin arasında hâfızlık eğitimlerinedevam ettiler. Böylece genelde Kur’ân kursları özeldehâfızlık eğitimi örgün din eğitimi faaliyeti olmaktan çıkarılmış,yaygın din eğitimi faaliyeti hâline getirilmiştir.Günümüz Kur’ân Kurslarındaki Hâfızlık EğitimiGünümüzde hâfızlık eğitimi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nabağlı Kur’ân kurslarında yapılmaktadır. Bunun yanındaşahsî gayretlerle hâfızlık yapanlar da vardır. Bundan başkaçok az sayıda camilerdeki öğreticilerden veya özel bir hocadanhâfızlık yapan öğrencilerin varlığı da bilinmektedir.Bunların sayısı dikkate alınamayacak kadar azdır. 1997 yılındauygulanmaya başlayan sekiz yıllık kesintisiz eğitimhâfızlığa olan ilginin azalmasında önemli rol oynamıştır.(Bayraktar, 2003,211)Nerede ise İslâm ile aynı yaşta olan Kur’ân ve hâfızlıkeğitimi, geçmişte gördüğü itibarı maalesef bugün görememektedir.Günümüzde gerekli itibarı bu eğitim faaliyetineyeniden kazandırdığımızda toplumun saadeti adına, geleceknesillerin huzurlu bir hayat yaşamaları noktasında çokönemli bir iş gerçekleştirilmiş olacaktır.*Araştırmacı - Yazarbunsal@yeniumit.com.trKaynakçaAKYÜZ, Yahya, Başlangıçtan 2001’e Türk Eğitim Tarihi, Alfa Yayınları, İstanbul,2001.BALTACI, Cahit, Türk Eğitim Sistemi İçinde Kur’ân Kursları, Kur’ân KurslarındaEğitim, Öğretim ve Verimlilik Sempozyumu, Ensar Neşriyat,İstanbul, 2000.BAYRAKTAR, M. Faruk, Kur’ân Kurslarının Sorunları ile ilgili Bazı Düşünceler,Yaygın Din Eğitiminin Sorunları Sempozyumu, Kayseri, 2003.BOZKURT, Nebi, “Dârul-Kurrâ”, DİA., 8/543-545BOZKURT, Nebi, “Hâfız”, DİA., 15/74-78CANAN, İbrahim, Rivayetlerin Işığında Kur’ân-ı Kerîm’in Cem edilmesi,Kur’ân’ın Mucizevi Korunması, Işık Yayınları, İstanbul, 2004.CEBECİ, Suat, Din Eğitimi Bilimi ve Türkiye’de Din Eğitimi, Akçağ Yayınları,Ankara, 1996.ELMALILI, Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul, 1935.EVLİYA ÇELEBİ, Seyahatname, Tab’ ettiren Ahmet Cevdet, İlkdam Matbaası,İstanbul, 1314.GÖZÜTOK, Şakir, İlk Dönem İslâm Eğitim Tarihi, Fecr Yayınevi,Ankara, 2002.HALİFE BİN HAYYAT, Tarihu Halife bin Hayyat, Çev: AbdulhalikBakır, Ankara, 2001.HAMİDULLAH, Muhammed, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi, Çev: Salih Tuğ,İFAV Yayınları, İstanbul, 2000.İBN HİŞAM, Es-Siretü’n-Nebeviyye, Dâru İbn Kesir, Tah., M. Es-Saka, İ.El-Ebyari, A. Şebli, ts.İBN SA’D, Et-Tabakatü’l-Kübra, Beyrut, 1957.KAZICI, Ziya, Osmanlı’da Eğitim Öğretim, Bilge Yayınları, İstanbul,2004.ÖNKAL, Ahmet, Müzakere, Kur’ân Kurslarında Eğitim, Öğretim ve VerimlilikSempozyumu, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2000.ŞENGÜL, İdris, Hz. Osman Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in İstinsahı, ÇoğaltılıpNeşredilmesi, Kur’ân’ın Mucizevi Korunması, Işık Yayınları,İstanbul, 2004.YILDIRIM, Suat, Kur’ân- Kerîm ve Kur’ân İlimlerine Giriş, Ensar Neşriyat,İstanbul, 1983.ZENGİN, Z. Salih, II. Meşrutiyette Medreseler ve Din Eğitimi, Akçağ Yayınları,Ankara, 2002.Dipnot1. “Hem o vahyi, insanların zihinlerine sindire sindire okuman için zamanzaman gelen Kur’ân dersleri hâlinde indirdik” (İsra sûresi, 17/106)21


YENi ÜMiTMustafa YILMAZ *Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84Şimdilerde bize, geceleri hep seher kuşları gibi inleyip durmak ve âh uenînlerle gök kapılarını zorlamak düşüyor. Kim bilir belki de, toplarla,tüfeklerle çözülemeyen problemler hiç umulmadık şekilde bir güngözyaşlarıyla ve Hakk'a yakarışlarla çözülecektir.SEHERLERİNSİHİRLİANLARIBir duayımânâsınıanlayarakokumak dahaengin mülâhazalaraaçılmaya ve daha derinhislerle dolmayavesile olur. Bazı ifadelervardır ki, okuyanya da dinleyen insanınyüreğini ağzınagetirir. Hususiyle, Hakdostları daha öncekimsenin söylemediğive hiç matbaa mürekkebigörmemiş sözlersöylerler.22


Allah dostlarının, Cenab-ı Allah’ın huzurunda gönüllerininderinliklerinden kopup gelen nağmeleriseslendirdikleri, yana yakıla iç heyecanlarını, kendimukaddes ve muallâ mertebelerine mahsus neş’e, hüzün,nedamet ve ızdırapları aksettirdikleri, ayrıca bize Hakdergâhının kapısının önünde nasıl duracağımızı, Mevlâ-yıMüteal’e nasıl yakarıp yalvaracağımızı öğrettikleri sırlı, feyizli,nurlu ve bereketli duaları, vird ve zikirleriyle alâkalıolarak Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi bir sohbetindeşunları söylüyor:“Bir duayı, mânâsını da anlayarak okumak daha enginmülâhazalara açılmaya ve daha derin hislerle dolmayavesile olur. Bazı ifadeler vardır ki, okuyan ya da dinleyeninsanın yüreğini ağzına getirir. Hususiyle, Hak dostlarıdaha önce kimsenin söylemediği ve hiç matbaa mürekkebigörmemiş sözler söylerler. Onlar aşk u iştiyaklarını,Allah’a karşı o kadar saygılı, üslûp itibarıyla o kadar inceve Mevlâ-yı Müteâl’e o kadar lâyık bir eda ile seslendirirlerki, o ifadeler karşısında kalbinizin ritmi değişir, bayılacakgibi olursunuz ve kendinizi yere atarsınız.Hazreti Şah-ı Geylânî’nin evrâd-ı kudsiyesini ilk defa okuduğumzaman bana çok tesir etmişti. Âdeta kendimden geçmiştim;Hazret’in, Cenab-ı Hak’la münasebetine, O’na içinidöküşüne ve Rabb-i Rahîm’e hitap ederken seçtiği kelimelerehayran kalmıştım. Hacı Kemal Efendi, duadan çok etkilendiğimigörünce <strong>hemen</strong> yanıma gelmiş ve “Hocam, size o kadartesir eden dua hangisi?” demişti. Evet, gönlün sesi-soluğu olano sözler karşısında müteessir olmamak elde değildi.” 1Biz de, yukarıda üstün vasıflarından bazıları zikredileno dualardan birisine, bir münacâta, ümmetin medar-ıiftiharı, ârif-i billah Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin‘Münacâtü’s-Seheriye’sine yer vermek, ayrıca duanın uyardığıbazı tedâîleri paylaşmak istiyoruz. Bu münacât da,tertip ve tanzimi bizzat M. Fethullah Gülen Hocaefenditarafından yapılan el-Kulûbü’d-Dâria ismindeki değerlievrâd ü ezkâr mecmuası içinde yer alan ve Hocaefendi’ninçok kıymet atfettiğini, çok zaman da gözyaşları içinde okuduğunubildiğimiz dualardan biridir.Abdülkâdir Geylânî Hazretleri (kaddesellahü sirrahû), Tasavvuftarihinde öteden beri Gavsü’l-a’zam, Kutb-i Rabbânî,Sultânü’l-evliya, Kutbü’l-a’zam gibi üstün pâyelerle anılagelmiş,emsali nâdiren gösterilebilecek âlî bir zincirin altınbir halkasıdır. Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle ‘Hemşahsen, hem vazife itibariyle büyük ve harika zâtlardan birisidir.’Hem seyyid hem de şerîftir. Yani, Hazreti Geylânî’ninşeceresinde üst basamaklarına doğru çıkıldıkça hem HazretiHüseyin hem de Hazreti Hasan efendilerimizle karşılaşılır.Tabiî onlar vasıtasıyla da Allah Resûlü’ne ulaşılır. Evet o, aslıda nesli de pırıl pırıl, İslâm’ın, insanlık tarihine armağan ettiğien müstesna değerlerden birisidir. Güvenilir kaynaklardanakledilen pek çok menkıbesi vardır. Sünnet-i seniyyeyihayatına tatbik ve ahlâk-ı hasene ile tahalluk (ahlâklanma)hususunda hep yükseklerde dolaşmış ve zamanımıza kadar,her asırda insanlara örnek olmuştur. Bizim onu ve onun gibibüyükleri yâd etmekten muradımız da, onlar vesilesiyle bereketve feyze nâil olmak, gücümüz nispetinde onları kendimizeörnek almak ve Hakk’a giden yollarda onların ayakizlerine basarak yürüyebilmektir.Abdülkâdir Geylânî Hazretleri de hiç şüphesiz bütünevliyâullah gibi bir dua insanı ve bir gece âşığıdır. Onunaşağıda gelecek münacâtına ve daha başka niyazlarına bakıldığındagörülecek olan, Cenab-ı Hakk’a karşı ondakiteveccüh yoğunluğu, dua aşk u iştiyakı, yakarışlarındakiaşkınlık, büyüleyicilik ve derinliktir.Abdülkâdir Geylânî’nin (kuddise sirruhû) hayatını elealan eserlerde onun dua hakkında şöyle dediği nakledilir:“Allah Teâlâ’dan dünya ve âhiretin hayırlarını iste! Sakın;‘Ben istiyorum; fakat Allah vermiyor, ben de bundan sonraistemeyeceğim.’ deme! Duaya devam et! Eğer istediğin şeyezelde senin için takdir edilmiş ise, Allah Teâlâ’dan istediktensonra, onu sana gönderir. Eğer istediğin o rızık ezeldesenin için takdir edilmemiş ise, Allah Teâlâ seni o şeye muhtaçkılmaz ve sana kendinden gelenlere rıza gösterme nimetiniihsan eder. Eğer senin için fakirlik ve hastalık dilemiş ise,sen de Allah Teâlâya fakirlikten ve hastalıktan kurtulman içinyalvarırsın. O zaman Allah sana razı ve memnun olacağınbir hâl verir. Eğer, ezelde borçlu olman takdir edilmişse vesen de borçtan kurtulmak için dua edersen, Yüce Mevlâ alacaklıyısana kötü muamele etme hâlinden vazgeçirir.”Bu girişten sonra, Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin el-Kulûbü’d-Dâria’da yer alan yakarışını, tercümesi ile verebiliriz:إِلٰهِي،‏ غَ‏ لَّقَتِ‏ الْمُ‏ لُوكُ‏ أَبْوَابَهَا،‏ وَبَابُكَ‏ مَفْتُوحٌ‏ لِلسَّ‏ ائِلِينَ‏ * إِلٰهِي غَ‏ ارَتِ‏النُّجُ‏ ومُ،‏ وَنَامَتِ‏ الْعُيُونُ‏ ، وَأَنْتَ‏ الْحَ‏ يُّ‏ الْقَيُّومُ‏ اَلَّذِ‏ ي ‏﴿الَ‏ تَأْخُ‏ ذُ‏ هُ‏ سِ‏ نَةٌ‏وَالَ‏ نَوْ‏ مٌ﴾‏ إِلٰهِي فُرِشَ‏ تِ‏ الْفُرُشُ‏ وَخَ‏ الَ‏ كُلُّ‏ حَ‏ بِيبٍ‏ بِحَ‏ بِيبِهِ،‏ وَأَنْتَ‏حَ‏ بِيبُ‏ الْمُ‏ جْ‏ تَهِدِينَ‏ ، وَأَنِيسُ‏ الْمُ‏ سْ‏ تَوْ‏ حِ‏ شِ‏ ينَ‏ * إِلٰهِي إِنْ‏ طَ‏ رَدْتَنِي عَ‏ نْ‏بَابِكَ‏ فَإِلَى بَابِ‏ مَنْ‏ أَلْتَجِ‏ ي * إِلٰهِي إِنْ‏ قَطَ‏ عْ‏ تَنِي عَ‏ نْ‏ جَ‏ نَابِكَ‏ فَجَ‏ نَابُ‏مَنْ‏ أَرتَجِ‏ ي*‏ إِلٰهِي إِنْ‏ عَ‏ ذَّ‏ بْتَنِي فَإِنِ‏ ‏ّي مُسْ‏ تَحِ‏ قٌّ‏ لِلْعَذَ‏ ابِ‏ وَالنِ‏ ‏ّقَمِ،‏وَإِنْ‏ عَ‏ فَوْ‏ تَنِي فَأَنْتَ‏ أَهْ‏ لُ‏ الْجُ‏ ودِ‏ وَالْكَ‏ رَمِ‏ * يَا سَ‏ يِ‏ ‏ّدِ‏ ي لَكَ‏ أَخْ‏ لَصَ‏الْعَارِفُونَ‏ ، وَبِفَضْ‏ لِكَ‏ نَجَ‏ ا الصَّ‏ الِحُ‏ ونَ‏ ، وَبِغُفْرَانِكَ‏ أَنَابَ‏ الْمُ‏ ّ قَصِ‏ رُونَ‏ ،يَا جَ‏ مِ‏ يلَ‏ الْعَفْوِ،‏ أَذِقْنِي بَرْ‏ دَ‏ عَ‏ فْوِكَ‏ وَحَ‏ الَوَةَ‏ مَعْ‏ رِفَتِكَ‏ ، وَإِنْ‏ لَمْ‏ أَكُنْ‏لِذٰ‏ لِكَ‏ أَهْ‏ الً،‏ فَإِنَّكَ‏ أَهْ‏ لُ‏ التَّقْوَى وَأَهْ‏ لُ‏ الْمَ‏ غْ‏ فِرَةِ.‏23


“<strong>Ey</strong> Yücelerden Yüce Rabbim! Bütün mal ve mansıp sahiplerikapılarını sürmelediler. Sen’in yüce dergâhının kapısıise bir dileği olanlara her zaman açıktır.Ya Rabbî, ya İlâhî! Yıldızlar gaybûbet âlemine, gözler deuykuya daldılar. Sen ise, ey Rabbim, Hayy’sın, Kayyûm’sun;uykudan, uyuklamadan münezzeh ve müberrâsın.Ya Rab! Gece, karanlığıyla mevcûdâtın üzerini örtüncedöşekler de seriliverdi ve sevenler sevdikleriyle baş başakaldılar. Sen, Sen’in yolunda, Sana ulaşma istikametindecehd ü gayret içinde bulunanların biricik sevgilisi, (benimgibi) yalnızlık gurbetine maruz kalanların da yegâneenîsisin!Ya İlâhî! Ulu dergâhına sığınan bu kimsesiz kulunu kapındankovacak olursan, ben gidip hangi kapıya iltica edebilirim!?İlâhî! Yakınlığından mahrum edersen beni, o zamankimin yakınlığını umabilirim!? İlâhî! Şayet Sen bana azapetmeyi murad buyurursan, ben biliyorum ki, cezalandırılmayafazlasıyla müstahakım. Fakat affınla sarıp sarmalarsan,yine biliyorum ki o da Sen’in lütfun ve keremindir.Ya Seyyidî, ya İlâhî! Marifet erbabı kulların Sen’i bulduklarındaSen’den başka ne varsa hepsinden yüz çevirmişlerdir.Salih kulların Sen’in fazlınla necâta ermiş,taksîratı pek çok günahkârlar da ‘tevbe, ya Rabbi!’ deyipyine Sen’in kapına yönelmişlerdir.<strong>Ey</strong> affı güzel Rabbim! Ne olur, affının serinliğini vemarifetinin halâvetini benim ruhuma da duyur ve beni onlarladoyur! Her ne kadar ben bunlara lâyık olmasam bile,haşyetle önünde iki büklüm olup ikâbından sakınılmayalâyık olan da, mücrimlerin günahlarını bağışlama şânınayaraşan da yalnız Sen’sin!”İfade etmeliyiz ki, virdin aslındaki üslûp güzelliğinin vefesâhatin tercüme ile zedelendiği, örselendiği ve kıymet-iasliyesinin haleldâr olduğu muhakkaktır. Aslında bu hususbütün tercümeler için geçerlidir; çünkü hiçbir tercüme orijinalmetni tam olarak aksettiremez; hele hele gönül erbabınınderinliklerinden kopup gelen nağmeleri asla. Onuniçin de mânâsı bellendikten sonra duanın, kalbe heyecan,ruha da incelik kazandıran asıl metni vird edinilmeli; tadı,şivesi öylece gönülde duyulmaya çalışılmalıdır.Seherlerde Eser Bâd-ı TecellîAbdülkâdir Geylânî Hazretleri’ne ait bu duanın isminin‘münacâtü’s-seheriye’ olduğu ifade edilmişti. ‘Seher’kelimesi bilindiği üzere, gecenin sonu ve fecirden az evvelkivakti ifade etmektedir; gecenin son altıda biri ya da imsaktanyarım saat öncesi ile yarım saat sonrası diyerek daha‏)سحر(‏ belirli sınırlar çizenler de olmuştur. Kelime ‘ha’ iledeğil de ‘güzel he’ ‏)سهر(‏ ile yazılacak olursa, o zaman dagecenin tamamını uykuyla geçirmeyip bir kısmında uyanıkhâlde bulunmak anlamına gelir. Böyle olunca seher vakti denildiğindeteheccüd vakti de dâhil olmak üzere işrak vaktiyani güneşin doğuşuna kadar geçen süre kastedilmiş olur.Seher vakitleri Allah’tan gelen tecellî esintilerinin en yoğunşekilde dalga dalga yayıldığı kutlu zaman dilimleridir. Ovakitlerin kendine mahsus bir sihri, bir büyüsü vardır. Öyleki, Hak katında ulvî makamlara nâil olmayı dileyenler hep osihirli anları kollamış, Hak rahmetinin yeryüzüne nüzûl ettiğio bereketli vakitlerde seher kuşları gibi inleyip durmuş vehep âh u enînlerle gök kapılarını zorlamışlardır.Abdülkâdir Geylânî Hazretleri de herhalde bu virdinidaha ziyade gecelerde, seher vakitlerinde okuyor ve bu zamandilimlerinde okunmasını arzu ediyordu.Cenab-ı Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de, iki yerde seher vaktininönemine işaret buyurmuştur. İlki Âl-i İmran sûresinin 15, 16ve 17. ayetleridir ve bu âyetlerin meâlleri şu şekildedir:“Allah’a karşı gelmekten sakınan müttakiler için Rabbilerinezdinde içinden ırmaklar akan Cennet’ler olup, kendileriorada ebedî kalacaklardır. Hem orada onlara tertemizeşler ve hepsinin de üstünde Allah’ın rızası vardır. Allahbütün kullarını hakkıyla görmektedir. O müttakîler:‘<strong>Ey</strong> bizim ulu Rabbimiz, biz iman ettik, günahlarımızı bağışlave bizi Cehennem azabından koru!’ diye yalvarırlar.Onlar sabırlı, imanlarında sadık ve samimi, Allah’ın huzurundaitaatla divan duran, mallarını hayırda harcayan, sehervakitlerinde Allah’tan af dileyen müminlerdir.”İkincisi ise, Zâriyat sûresinin 15, 16, 17 ve 18.âyetleridir ve Allah (celle celâlühû) bu âyetlerde meâlenşöyle buyurmaktadır:“Müttakiler bahçelerde, pınar başlarındadırlar. Rabbilerininkendilerine verdiği mükâfatları almaktadırlar. Çünküonlar, daha önce dünyada sâlih amel işleyen kimselerdi. Geceleriaz uyurlar, seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.”Gecenin, seher ve fecir vakitlerinin namaz, Kur’ân tilaveti,ilimle iştigal, dua ve niyazla Cenab-ı Hakk’a teveccühtebulunma gibi değişik ibadet ü taatla değerlendirilmesi üzerindene kadar durulsa sezâdır ve başta Allah Resûlü (sallallahüaleyhi ve sellem) olmak üzere ümmetinden seçkin kullarınhayat-ı seniyyeleri, bu vakitlerin uyku gafletinde değilde uyanık ve Hak’tan gelecek tecellîleri avlama peşinde geçirilmesigerektiğini en güzel şekilde ortaya koymaktadır.Evet, Efendimiz bizim için biricik ‘üsve-i hasene/güzel örnek’,ümmetinin seçkinleri de ortaya koydukları hayat tarzlarıylaörnek alınması gereken müstesna şahsiyetlerdir.Burada işte o müstesna zâtlardan birkaç tane örnekvermek istiyoruz:İbrahîm b. Hâtıb (radıyallahü anh) babasından naklediyor:“Mescidin bir köşesinde seher vaktinde birisiniAllah’a el açmış yalvarırken gördüm. Şöyle diyordu: ‘Rabbim!Sen emrettin, ben de Sana itaat ediyorum. İşte sehervaktinde kapına geldim, hatalarımı bağışlamanı dili-24


yorum.’ Bir de baktım ki, o zât, Allah Resûlü’nün sâdıkyârânından Abdullah ibn Mes’ud Hazretleri’nden başkasıdeğil.” (Tefsir-i İbn Kesîr, 1/470)Bu konudaki bir başka misâlimiz de yine sahabeninen mümtazlarından Abdullah ibn Ömer’dir (radıyallahüanh). Gördüğü bir rüya münasebetiyle Peygamber Efendimiz(sallallahu aleyhi ve sellem), onun hakkında, “İbnÖmer ne sâlih bir kuldur. Keşke gecelerini namazla ihyaetse!” buyurmuş; o da bu emr-i nebevîyi duyduktan sonraçok az bir kısmı hâriç geceleri hep uyanık vaziyette ibadetlegeçirmeye başlamıştı. Nafî’ (radıyallahü anh) onun seherlerdekihâlini şöyle anlatır: “İbn Ömer geceyi namazlageçirir, sonra da ‘<strong>Ey</strong> Nafî’! Seher vakti geldi mi?’ diyesorardı. ‘Evet’ cevabını alıncaya kadar namaz kılmaya devameder, ondan sonra da istiğfara başlar, sabahı dua ederekkarşılardı.” (Tefsir-i İbn Kesîr, 1/470)Enes b. Mâlik (radıyallahü anh) da, “Biz seher vakitlerindeyetmiş defa istiğfar çekmekle emrolunduk” derdi.(Tefsir-i İbn Kesîr, 1/470)Sünen-i Tirmizî’deki bir rivayete göre, Hazreti Yakub(aleyhisselam) evlâtlarına, ‘Sizin için tevbe ve istiğfarda bulunacağım.’demiş ve <strong>hemen</strong> istiğfarda bulunmayarak istiğfarını,duaların daha çok kabul gördüğü Cuma gününün sehervaktine ertelemiştir. (Tirmizi, Daavât 114) Nitekim AllahResûlü (aleyhi efdalüssalevâti ve ekmelüttahiyyât) bir hadîs-işerîflerinde, “Cenab-ı Allah her gece dünya semasına (rahmetiyle)nüzûl buyurur ve ‘Melik Benim, Melik Benim. Duaedenlere icabet eder, dileği bulunanların muradını gerçekleştirir,arınmak için istiğfarda bulunanları da bağışlarım’ der vebu hal fecrin doğuşuna kadar devam eder.” demiştir. (Buhari,Teheccüd 14, Daavat 13; Müslim, Salâtu'l-Müsafirin 166)Büyük Hak dostu İbrahim b. Edhem’in (v. 161) yetiştirmişolduğu güzide talebelerden Alî ibn Bekkâr (‘Bekkâr’,erken kalkan/erkenci manasına gelir) Hazretleri de, “Tamkırk senedir beni güneşin doğmasından daha fazla üzen birşey olmamıştır.” der ve gecelerle olan aşkını seslendirirdi.(İhyau Ulûmi’d-din, 1/358)Fudayl b. İyaz (v. h. 187) da aynı duyguyu şöyle terennümederdi: “Güneş gurûba kayınca Rabbimle baş başa kalmaimkânı bulabildiğim için içim ferah ve sürurla dolar. Güneş doğduğundada işte o kadar üzülürüm.” (İhyau Ulûmi’d-din, 1/358)Yine ehlullahtan Ebû Süleyman ed-Dârânî (v. h. 225)şöyle derdi: “Geceyi kıyamda geçirenlerin Allah huzurundadurmaktan aldıkları lezzet, oyun ve eğlence peşinde koşanlarınyaptıkları şeylerden aldıkları lezzetten daha fazladır.Doğrusu, geceler olmasaydı dünyada kalmayı hiç arzuetmezdim. Şayet geceyi huzurda geçirenlere duyduklarızevk ve lezzet ile amellerinin sevabı arz edilseydi, onlarmutlaka birinciyi tercih ederlerdi.” (İhyau Ulûmi’d-din,1/358) Ebû Süleyman’ın ibadet ü taatin lezzet ve zevk içinde yapılabileceğini düşüneceğine ihtimal verilemeyeceğinegöre onun bu ifadeden kastının gecelerin insanın ruhunave gönlüne a(kı)ttığı ve beklentisiz gelen münezzeh zevkve lezzet olduğu anlaşılacaktır.Bazı Allah dostları da, “Dünyada Cennet nimetlerinebenzeyen bir tek şey kalmıştır. O da Allah dostlarının gecelerdeyaptıkları münacaatın halâvetidir. Allah onu sadecedostlarına duyurmuştur ki, başkasının onu duyması mümkündeğildir.” demişlerdir. (İhyau Ulûmi’d-din, 1/358)Muhammed ibn Münkedir (v. 130) de, “Dünyaya ait üçtane hakikî lezzet vardır. Bunlardan birincisi geceleri kıyamlageçirmek, ikincisi dostlarla sohbet meclislerinde biraraya gelmek, üçüncüsü de namazları cemaatle kılmaktır.”der. (İhyau Ulûmi’d-din, 1/358)Yine evliyaullahtan birisi şöyle demiştir: “Allah u Teâlâseher vaktinde uyanık bulunan kullarının kalblerini nurlarladoldurur.” (İhyau Ulûmi’d-din, 1/358)Burada birkaç misâlini zikrettiğimiz bu büyüklerdenhangisinin sergüzeşt-i hayatına bakılacak olursa olsun, onlarıngeceleri ve seher vakitlerini mutlaka dolu dolu değerlendirdiklerigörülecektir. Zaten onları ‘kalbin zümrüttepeleri’nde zirvelere taşıyan en önemli dinamiklerden biriside hiç şüphesiz geceler olmuştur.Sözümüzü bir dua ve niyaz kahramanı olan BediüzzamanHazretleri’nin 18. Söz’ün hâtimesine dercettiği birkaçmısra ve Fârisî ifadenin tercümesiyle bitirmek istiyoruz:“Seherlerde eser bâd-ı tecellî,Uyan ey gözlerim vakt-i seherde.İnayet hâh zi dergâh-ı ilâhî,Seherdir ehl-i zenbin tevbegâhı,Uyan ey kalbim vakt-i fecirde.”“Seher vakti, haşir meydanını andırır. Her şey uyanmışgelmiş, tesbih ediyorlar. <strong>Ey</strong> nefsim, sen ne zamana kadarböyle gaflet uykusu içinde kalacaksın?! Ömrünün ikindivakti gelmiş, kabre doğru sefer başlamıştır. Bütün varlığıterk ediyorsun. Ney gibi inlemek için niyaz ve namazagayret et! De ki, ‘Ya Rab! Pişmanım, mahcûbum, utanıyorum.Sayısız günahlardan dolayı perişanım. Zelîlim, gözlerimyaş dolu, hayatım kararsız. Garibim, kimsesizim, yalnızım,zayıfım, güçsüzüm, hastayım, âcizim, iradesizim.Aman diliyorum.. af arıyorum.. yardım istiyorum Sen’indergâhından ey Allah’ım!..”*Araştımacı - Yazarmyilmaz@yeniumit.com.trKaynaklarTefsiru’l-Kur’âni’l-Azim, İsmail b. Ömer b. Kesîr, Dar-ı Taybe.İhyau Ulûmi'd-din, Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî, Dâr-ı Ma’rife.Sözler, Bediüzzaman Said Nursî, Şahdamar Yayınları.Dipnotlar1. Vuslat Muştusu, s. 10325


YENi ÜMiTDoç. Dr. Mustafa ÜNVER *Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84Âyetler ister kâfir, ister münafık ya da Yahudi veya Hıristiyan hakkındainmiş olsun, esbab-ı nüzul şunu veya bunu göstersin her fert kendi şahsıyla,çevresiyle, şöyle-böyle içinde bulunduğu zaman ya da mekânla bir çeşit aklî,mantıkî, hissî, vicdanî münasebetler tesis ederek, her zaman ona muhatapolabilir ve onun o tazelerden taze mesajlarını gönlünde duyabilir.KUR’ÂN’IMEKKî-MEDENîiLE ANLAMAKAllah Tealâinsana değervererekonun fıtrî yapısınıdikkate almış, bununsonucu olarak da, ilâhîkelâmını nâzil olduğuvasatın özelliklerineuygun form ve muhtevadainzal buyurmuştur.Bütün ifadeler en iyi, ilk serdedildiklerimekân ve makamda anlaşılır. Kur’ân-ıKerîm ifadeleri de bu genellemeden istisnadeğildir. Nitekim Kur’ân’ın sağlıklı olarakanlaşılmasını ve tefsir edilmesini temineden usûllerden birisi de, âyetlerin içinde nâziloldukları bütün tarihî, dinî, kültürel, ekonomikve sosyal durumların dikkate alınmasıdır.Bu metot, âyetlerin iniş sebeplerini inceleyenesbâbu nüzul ilminden daha geniş bir alanaoturmaktadır. Bize göre bu hususların tefsirusûlü türü eserlerde yerini alan Mekkî-Medenîİlmi çatısı altında ele alınması hem mümkün,hem de uygundur. Hattâ Mekkî-Medenî fikrinindayandığı pek çok ortak esas sebebiyleKur’ân’ın tarihî, dinî, kültürel, ekonomik,sosyal vb. hususiyetleri aynı başlık altında vebirlikte mütalâa edilmelidir.Bilindiği üzere Kur’ân, Mekke ve Medineolmak üzere iki dönemde nâzil olmuştur. Hicrettenönce nâzil olmuş âyetler Mekkî, hicrettensonra nâzil olmuş âyetler de Medenî’dir.Bu sınıflamaya göre Kur’ân âyetlerinden herbiri muhakkak Mekkî ya da Medenî olmakdurumundadır. Yüz on dört sûrenin Mekkî-Medenî tasnifine göre, Kur’ân’ın seksen altısûresi Mekke döneminde, yirmi sekiz sûreside Medine’de nâzil olmuştur.Allah Tealâ, ilâhî ve evrensel vasıflara sahipkelâmını, milâdî yedinci yüzyılın Arap lisanıiçinde inzal etmeyi murad buyurmuştur. İlâhîyönünü kaybetmeksizin beşerî unsurlara tercümanlıkyapan Allah kelâmı Kur’ân, bu yönüyleinsana çok büyük bir kıymet biçmekte ve pek26


önemli bir mesaj iletmekte, diğer taraftan insana da çok mutenabir değer ve şeref kazandırmaktadır. Çünkü Allah Tealâinsanın hidâyetini bulması ve halifelik vazifesini lâyıkı veçhileîfâ edebilmesi için kelâm-ı ezelîsini beşer diliyle göndermiştir.“Düşünüp anlayasınız diye Biz onu Arapça bir Kur’ân olarakindirdik.” (Yusuf sûresi, 12/2) Bu ve benzeri pek çok âyetindile getirdiği husus düşünüldüğünde, Yüce Rabb’imizin ezelîkelâmını biz kullarının hayır ve menfaati için anlayabileceğimizbeşerî bir dil formatına dökmesinin, ne büyük bir şükrümucip nimet olduğu idrak edilebilmektedir.Kur’ân’ın Mekke döneminde nâzil olan âyetlerininiman ve teslimiyete dâir mesajları, çok yalın, keskin,çarpıcı, etkileyici ve ikna edici tarzda gelmiştir. Mekkeâyetlerinin çoğu, iman kurtarma hassasiyetiyle kısa ve şoktesirinde nâzil olmuştur. Beşer beyni, kısalığına ters orantılışok âyetler karşısında âdeta sarsılmakta, ilâhî hakikatlerkarşısında daha öncesinde sahip olduğu bütün ezberleribozulmakta ve buna muhatap olan insan kendisini helaktenkurtaracak bir çıkış yolu aramaya başlamaktadır. Doğrusubu âyetler hidâyete nasipli muhataplarına “kul oldumSana Allah’ım” diyerek secdeye kapanmaktan başka bir yolbırakmamaktadır. Çünkü bu âyetler o kadar güçlüdür ki,âdeta Hz. Musa’nın karşısına çıkan sihirbazların hakkı görmeleriüzerine “Âlemlerin Rabbine, Musa’yla Harun’unRabbine iman ettik.” (A’raf sûresi, 7/122) demeleri gibi imanedip secdeye kapanmaktan başka bir seçenek bırakmamaktadır.Örnek olarak aşağıdaki âyetlerin şok etkisi yapan gücünebir kulak verelim:إِذَا السَّ‏ مَ‏ اءُ‏ انْشَ‏ قَّتْ‏ وَ‏ أَذِنَتْ‏ لِرَبِّهَا وَ‏ حُ‏ قَّتْ‏ وَ‏ إِذَا األْ‏ ‏َرْ‏ ضُ‏ مُدَّ‏ تْ‏وَ‏ أَلْقَتْ‏ مَا فِيهَا وَ‏ تَخَ‏ لَّتْ‏ وَ‏ أَذِنَتْ‏ لِرَبِّهَا وَ‏ حُ‏ قَّتْ‏“Gök yarıldığı zaman, Rabbinin buyruğuna boyun eğdiğive yarılma muhakkak vukû bulduğu zaman. Yer uzatılıpdümdüz edildiği zaman, içindekileri dışarı atıp bomboşkaldığı zaman, Rabbinin buyruğuna boyun eğdiği veiçindekileri dışarı atıp boşalma muhakkak vukû bulduğuzaman. Bakın hele, neler olacak o zaman!” (İnşikak sûresi,84/1–5) Mealle birlikte beşer sözüne dönüşmüş bu yıkıkdökük çeviriyle bile insanı derinden etkileyen bu âyetlerin,bir de icaz özelliği bulunan orijinal diliyle putperest Mekkesokaklarında okunup yankılandığını tasavvur edelim vemeydana getirdiği tesiri bir düşünelim.Yaklaşık on üç yıl süren bu dönemin ardından başlayanMedine döneminde nâzil olan âyetler ise, Müslümanlarınhicretle kavuştukları yerleşik düzene paralel tonda nispetenrahatlamış; ama bir o kadar da mesuliyet aşılayıcı mahiyetarz ederler. Mekke döneminde kökleri atılmış olan inançesaslarının, davranışlar boyutuna yansıyan gerekleri, vazifeve mesuliyetleri, nefislerden başka bir engelin baskı kuramadığırahatlık ve nefes almışlık içerisinde âdeta inci tanelerigibi dizilir Medine âyetlerinde. Kuşkusuz bu dönemâyetlerinde, tartışılmaz önemine binaen iman vurgusu yinetekrar edilir. Ancak yanında ibadet, ahlâk ve içtimâî davranışkuralları da bildirilir. Mekke’dekinden farklı olarakbu dönemin imtihan kervanına Allah yolunda malı infaketmenin yanına canı feda etme de katılmıştır yoğun olarak:“<strong>Ey</strong> iman edenler! Sizi elim bir azaptan kurtaracakbir ticaret göstereyim mi? Allah’a ve Resûlüne inanırsınız,mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda hizmet edersiniz;bir bilseniz böyle hareket etmek, sizin için ne kadar dahayırlıdır!” (Saff sûresi, 61/10–11)Kur’ân’ın derin anlamlarına nüfuz etmede bu bilgininbüyük değeri vardır. Çünkü İslâm davetinin geçirdiği sıkıntıve merhaleleri âyetlerle adım adım izlemek, Kur’ân’ınproblemlere nasıl çözümler getirdiğini, bunu yaparken insangerçeğine en üst düzeyde riâyet etmenin bir göstergesiolarak tedrici usûlü kullanarak nasıl en mükemmel sonucaulaştığını, insanları vahyin nurunda nasıl terbiye ettiğinimüşahede etmek, Mekkî-Medenî ilkesinin işletilmesiylemümkün olmaktadır. Öte yandan gerek Mekke’de gerekMedine’de insanların hem vahye hem de birbirlerine nasılmuamelede bulunduğunu görebilmek de yine bu ilim vesilesiylehâsıl olur. Kur’ân-ı Kerîm’in kavramlarını, fikir ve tasavvurlarını,toplum kurgusu ve anlayışını peyderpey nasılolgunlaştırıp kemale erdirdiği, onun Mekkî’si ve Medenî’sidikkate alınarak gözlenir. Meselâ Kâfirûn sûresi’ni okuyanve bu sûrenin hangi ortamda, nerede ve ne zaman nâzil olduğunubilmeyen birisi âyetleri doğru anlayamayabilir ve“sizin dininiz size, benim dinim de bana” prensibini farklıyorumlayarak yanlış sonuçlar çıkarabilir. Hattâ insanlararehberlik etmenin, onlara hakkı göstermenin, Allah yolundaçalışıp çabalamanın zorunlu olmadığını da ileri sürebilir.Oysa Ramazan el-Bûtî’nin de dediği gibi bu sûreninMekke’de nâzil olduğunu, ileri gelen müşriklerin efendimizehitaben “gel ey Muhammed, biz senin ilâhına bir yıltapalım, sen de bizim ilâhımıza bir yıl tap” 1 demeleri üzerinenâzil olduğu bilindiğinde, yukarıda zikri geçen yanlışdüşüncelere mahal kalmaz. 2Ayrıca tabiî ortam yanında âyetlerin çeşitli hâllerdenâzil olması detayı da âlimlerimiz tarafından kayıt altınaalınmıştır. Sözgelimi yolculukta, gündüz ve gece hâlinde,seher vaktinde, yaz ve kış mevsimlerinde, yatakta ve uykuesnasında, arzda ve semada, toplu melekler eşliğinde, ayrıcaCuhfe, Beyt-i Makdis, Taif ve Hudeybiye gibi mekânlardanâzil olan âyet ve sûreler tespit edilmeye çalışılmış, haklarındakimâlûmat kayıt altına alınmıştır. 327


Mekkî-Medenî Âyetlerin Mümeyyez Vasıflarıİlâhî kelâm, beşerin anlaması için nâzil olduğu döneminifade kalıplarını; dinî, sosyal, ekonomik ve kültürel tasavvurlarınıdikkate almıştır. Âyetlerin lâfızları ve muhtevaları,içinde nâzil oldukları Mekke veya Medine dönemlerininhususiyetlerinin nazara alındığını göstermektedir. Nitekimbiz bir âyetin Mekkî ya da Medenî olduğunu bilmesek bilealâmet ve mümeyyezlerine (belirgin özellik, ayırt edicivaz’larına) bakarak onun hangi dönemde nâzil olduğunukesine yakın bir şekilde tahmin edebiliriz. Binaenaleyh buözelliklerin öğrenilmesinde büyük yararlar vardır.Ayrıca dönemlerinin belirgin tasavvur, olay, olgu,düşünce, inanç ve tezahürleri doğrultusunda Mekke veMedine dönemlerine has kimi kavram ve konular dadikkat çekmektedir. Sözgelimi Yahudilerle ve onlarındüşmanlıklarıyla ilgili âyetlerin Medenî olması, Müslümanlarınhicret sonrasında Medine’de yoğun ve etkinbir nüfus olarak bulunan Yahudilerle karşılaşmalarıylaalâkalıdır. İklim ve toprak yapısının müsait olmaması vesu kaynaklarının yetersizliği gibi problemlerden dolayıtarıma elverişli olmayan, ancak canlı bir ticaret hayatınasahip Mekke’de hileli ticaretin yaygınlığı sebebiyle,Hz. Şuayb’ın (as) ticaret yaparken tartılarını düzgüntutmaları hususunda kavmini uyardığı âyetler, Mekkedöneminde nâzil olmuştur. Öte yandan topluma bağlılıkve içtimâî mesuliyetlerini yerine getirme gibi konularınise Medine’de nâzil olan âyetlerde gündeme getirilmesi,İslâm toplumunun burada teşekkül etmiş olmasıylaalâkalı bir durumdur. 4Mekkî Âyetlerin ÖzellikleriMekkeli Araplar, içinde kaybolunacak kadar uçsuz bucaksızkum denizlerinde bazen çok yalnızlaşır, güçsüz durumadüşerler, yok edilmekten ve başka kabilelerin saldırılarınahedef olmaktan korkarlardı. Böyle zor anlarında çölbedevileri, daha nüfuzlu bir kabilenin himayesine sığınmakzorunda kalırlar ve ancak bu sayede biraz rahat nefesalabilirlerdi. Tipik bir Mekke vasatını yansıtan bu bilgininüzerine şu Mekkî âyet ne kadar da uymakta ve putperestArapları himaye edilmeye ihtiyaç duymayan Allah’a imanetmeye ne kadar da etkili çağırmaktadır: “De ki: Her şeyinmülkiyetini elinde tutan, himaye eden ama kendisi himayealtında olmayan kimdir? Biliyorsanız söyleyin bakalım.”(Mü’minun sûresi, 23/88)Bedevilerin çöl hayatından söz açılmışken Kur’ân’dakitekrarları da, Arapları büyüleyen çöl kumsallarındaki tekdüzehas manzaralara benzetmek, Kur’ân kıssalarını vahalarlakarşılaştırmak ve bu tekrarları vahyin yoğun tehditve sert ikazlarının ardından insanın bir nebze durup soluklandığıçöldeki istirahat noktalarına teşbih etmek mümkündür.Ayrıca Kur’ân’ın secileri de, çöl manzaralarıyla nekadar çok benzeşmektedir. Muhammed Kamil Huseyn“Uzun çöl yolculuğunu mutlu bir sonla bitirmeyi isteyenkimse, önünde duran ve hepsi benzer işaretlerle kapatılmışolan farklı uzunluktaki yolları kısaltmak zorunda olduğunubilir.” diyerek bu benzerliği dile getirir. Arapların içindeyaşadıkları çöl gerçeğinin Kur’ân’ın kavram, tasavvur vedünya görüşüne yansımaması düşünülemez. Biraz önce deifade edildiği gibi, çöllerdeki tabiatın görünümü ve aynılığıbir fırtınayla bir anda değişebileceği için kumlarla kaplıengin çöller, istikrarsızlık ve güvensizliğin sembolüdür.Çöllerde, tepeler ve yollar sürekli aynı yerlerinde duran istikrarlıyol işaretleri ve güven telkin eden kilometre taşlarıdeğildir. Hâsılı çöllerde gayeye ulaştıracak yolu bulabilmek,başka bir deyişle hidâyet üzere olabilmek çok zordur.Bu yüzden çok mâhir bir rehberin yol göstermesine şiddetleihtiyaç duyulmaktadır; zîrâ iyi bir rehber edinmedenaşılmaz bu çöller. Binaenaleyh güvenilir rehberi olmayaninsanın dünya hayatındaki durumu da çöllerin istikrarsızve güvensiz durumundan farklı değildir. Dünya hayatındainsan güvenilir bir rehberin kılavuzluğuna teslim olmadanmaksuduna sağ-sâlim varamaz, belâ ve musibetlerle doluyollardan Kur’ân’ın ve Sünnetin rehberliği olmadan geçemez.Bu bakımdan Kur’ân’da sıklıkla kullanılan hidâyet,hâdî ve hüdâ kelimelerini bu hakikatle okumak insan ruhundaçok daha tesirli izler bırakmaktadır.Mekkî âyetlerin en belirgin dış özelliği, kısa ve netifadelerden oluşmasıdır. Daha önce de ifade edildiği gibibu tür âyetler insanlar üzerinde bir volkan tesiri yaparlar.Bu âyetlerin ses bitimlerinin de dikkat çekici tarzda vezinligelmesi benzer bir özelliği oluşturmakta ve bu hâl,Kur’ân pasajlarına harikulâde bir güzellik ve tesir gücükatmaktadır. Mekke dönemi insanlarının müşrik, mütekebbirve inatçı yapıda olmaları, bir nevi böyle bir üslûbugerekli kılmıştır. Daha ziyade Mekkî âyetlerde görülenkimi konu ve motiflerin tekrarlanması da dönemin birbaşka özelliğini oluşturur. İnançsızlara meydan okuyupreddetme makamında “Hayır! Tasavvur, inanç ve söylemlerinizasla doğru değil.” mânâsına gelen “Kellâ” lafzınıngeçmesi de Mekkî bir hususiyettir. Başka bir deyişleiçinde “kellâ” lafzının geçtiği âyetler Mekkî’dir. Başındaelif lâm mîm veya yâ sîn gibi hurûf-i mukattaa’ olarak adlandırılanhece harflerinin yer aldığı 29 sûrenin 27’sininMekkî olması da dönemin bir diğer ayırt edici vasfı olarakkabul edilmiştir. “<strong>Ey</strong> Âdem oğulları!” ve “<strong>Ey</strong> insanlar!”şeklindeki hitaplarla ve yeminle başlayan âyetlerinyanında secde âyetleri de Mekkî’dir.28


Mekkî âyetlerin ayırıcı muhteva özellikleri arasında ise,temel inanç esasları, hitap çoğunluğunun müşriklere yapılarakolumsuz tasavvur ve davranışlarının reddedilmesi,ahlâkî meziyetlere özendirilmesi, sabrın tavsiye edilmesi,nefsin, malın, aklın, namusun ve dinin korunması şeklindeözetlenebilecek temel ve genel teşrî esaslarından söz edilmesive önceki peygamberlerin kıssalarından bahsedilmesiyer almaktadır. Ayrıca Bakara sûresi hâriç İblis ile Hz.Âdem kıssasından bahsedilmesi, cinlerden söz edilmesigibi temalar da Mekke döneminin karakteristik muhtevaözelliklerinden sayılmaktadır.Medenî Âyetlerin ÖzellikleriKur’ân’ın Medine’deki muhatapları Allah ve Resûlü’nünbütün talimatlarına iman ederek teslim olmuş kimselerdirve nâzil olan vahyi can kulağıyla dinlemekte ve hidâyetiningereğini yapmaya âdeta can atmaktadırlar. Böyle muhataplarakonuşan bir hitabın da daha fazla eğitici ve öğreticiformda gelmesi, bilgileri ve konuları detaylarıyla beraberuzun uzun vermesi pek tabiîdir. Bu bakımdan Mekkîâyetlerin aksine Medenî âyetler, gözle görülür derecedeuzun pasajlar hâlinde nâzil olmuştur. Uzun âyetler muhtevalarınında teenni ile okunup anlaşılarak gereğinin yerinegetirilmesini hâsıl etmiştir. Çünkü Mekke’deki kısa âyetlervicdan ve duyguları harekete geçirirken, uzun Medenîâyetler aklı ve idraki harekete geçirmiştir. Yine öncekidönemden farklı olarak âyetlerdeki secî’lerin azaldığı dagörülmektedir. Medenî âyetlerde görülen bu farklılıklararağmen, yine de dönem âyetlerinde çok güçlü psikolojikmotivasyonlar yer almaktadır. Meselâ Medenî bir sûreolan Haşr sûresi’nin 21. âyeti, Allah kelâmına karşı insanınne kadar da katı kalbli ve ağlayamayan kuru bir çiftgöze sahip olduğunu haykırmakta ve Mekke’dekilere benzerşekilde ruhlarda büyük bir tesir icra etmektedir: “EğerBiz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, Allah korkusundanbaşını önüne eğdiğini ve paramparça olduğunu muhakkakgörürdün. Biz bu misâlleri insanlara düşünsünlerdiye anlatıyoruz.” Muhatapların kimlikleri doğrultusundaMedenî âyetlerde “<strong>Ey</strong> iman edenler!” diye hitap edilmesi;namaz, zekât, hac, nikâh, boşanma, alışveriş, faiz ve savaşgibi konularda detaylı bilgilerin verilmesi, adam öldürme,hırsızlık ve zina gibi birtakım suçlarla ilgili belirlenmişcezaların konulması, detaylı miras dağılımının yapılması,münafıklardan söz edilmesi, ehl-i kitapla nasıl ilişki kurulacağıve mücadelede bulunulacağının anlatılması, Medinedöneminin diğer mümeyyez vasıflarındandır. İdeal biryönetimin tesisi anlamında istişareden ve ihtilâf vukuundaHz. Peygamber’e (aleyhisselâm) müracaat edilmesindensöz edilmesi de bu dönem âyetlerinin muhtevaları arasındayer almıştır. “Resûl” olarak Hz. Peygambere itaatin emredilmeside yine dönemin karakteristiklerindendir. ZîrâKur’ân’da yaklaşık otuz âyette Allah ve Resûlü’ne itaatemri mânâsında “ يعُوا اللَّ‏ َ وَأَطِ‏ يعُوا الرَّسُ‏ ولَ‏ ‏”أَطِ‏ şeklinde ifadelergeçmektedir ve bu âyetlerin tamamı da Medenî’dir. Buâyetler şayet Mekke’de, Resûl’e (s.a.s.) itaatin gerçekleşmeyeceğibir ortamda nâzil olsaydı, -hâşâ- ilâhî sözün değerive ağırlığı buharlaşacak, böylece belâgate muhalif bir hâlortaya çıkacaktı ki, mu’cizü’l-beyan olan Kur’ân-ı Kerîmbundan her zaman münezzeh olmuştur. Medenî âyetlerinmuhtevalarından bir başkası da, mü’minlere zafer ve fetihvaat edilmesidir. Ayrıca Hz. Peygamber’in (s.a.s.) eşlerindenve aile hayatından söz eden âyetler de Medine’de nâzilolmuştur. 5Netice itibariyle insanlığı karanlıklardan nura iletmeküzere Allah katından indirilmiş olan Kur’ân-ı Kerîm’in sahiholarak anlaşılıp yorumlanması, taşıdığı hidâyet misyonunungerçekleşmesi bakımından büyük önem arz etmektedir. Buneticenin meydana gelmesi için âlimlerimizin on beş asır boyuncageliştirdikleri ve tefsir usûlünde topladıkları birtakımkaide ve metotlara riâyet edilme mecburiyeti bulunmaktadır.Bu kurallara riâyet edilmemesi durumunda kötü niyetlibazı insanlar art niyet, düşünce ve inançları doğrultusundaKur’ân’ı istismar ederek onun nurunu örtmeye çalışabilir vebu karanlık düşünceleriyle insanları hak yoldan çıkarabilirler.Uyulması gereken kurallar yok sayılır ve gereği yerine getirilmezse,nefisler ve hevâlar kuralların yerine geçer, düzenyerini kaosa terk eder, cehalet ve hevâ hüküm sürer.Binaenaleyh Kur’ân’ı anlama ve tefsir etme sürecindebilinmesi ve tatbik edilmesi gereken ilkelerden birisi deMekkî ve Medenî ilmidir. Allah Tealâ insana değer vererekonun fıtrî yapısını dikkate almış, bunun sonucu olarakda, ilâhî kelâmını nâzil olduğu vasatın özelliklerine uygunform ve muhtevada inzal buyurmuştur. Âyet ve sûrelerintaşıdıkları bu özellikler, Kur’ân’ın doğru anlaşılıp tefsiredilmesine katkı sağlamakla kalmamakta aynı zamanda Allahkelâmının ne kadar eşsiz bir belâgat örneği olduğunuda gözler önüne sermektedir.* Ondokuz Mayıs Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesimunver@yeniumit.com.trDipnotlar1. Vahidî, Esbâbu’n-Nüzûl, Beyrut 1991, Dâru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, s. 261.2. Bkz. Ramazan el-Bûtî, Min Ravâiı’l-Kur’ân, Dımeşk 1970,Mektebetü’l-Fârâbî, s. 86-87.3. Geniş bilgi için bkz. Suyûtî, İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân, İstanbul1978, Kahraman Yay., c. I, 24-30.4. Mesela bu âyetlerden bazıları için bkz. Hucurât sûresi, 49/10; Safsûresi, 61/4; Haşr sûresi, 59/9.5. Bkz. Ünver, Mustafa, Tefsir Usulünde Mekkî-Medenî İlmi, Samsun2001, Sidre Yay., s. 223-270.29


YENi ÜMiTProf. Dr. Hamdi DÖNDÜREN *Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84Ekonomik sistemler, kaynakların insanların ihtiyaçları çerçevesindedengeli ve adaletli dağılımını, en verimli şekilde işletilip, en rantablbiçimde kullanımını esas alır. Bu noktada birleşen iktisat sistemleri ,bu meselelere bakışları, konuyla alâkalı getirdikleri prensipler ve ortayakoydukları düzenlemeler açısından farklılıklar arz eder.PARA VAKIFLARI VE GÜNÜMÜZ BAZI ALTERNATİFFİNANSMAN KAYNAKLARI1- Osmanlı Devleti Uygulamasında Para Vakıfları:Vakıf, belli gayelerin gerçekleşmesi için menkul veyagayrimenkul malın kendisinin veya gelirinin bir hayıramacına tahsisidir. Vakfiye ise, vakfın kuruluş gayesini,vakfedilen malların dökümünü ve bunların işletilme şeklini,vakfın gelirlerinin sarf yerlerini gösteren ve yargıç kararıylatescil edilen bir vesikadır. Osmanlı Devleti dönemindevakfiyeler, İslâm’a uygunluğu denetlenip, kadı sicilinekaydedildikten sonra kesinleşirdi. 1Vakıflarda “ebedilik” niteliği arandığı için, nakit paranınvakfedilip edilemeyeceği uzun süre tartışılmış, Şeyhu’l-İslâmEbussuud Efendi’nin (v. 982/1574) “nakit para vakfında,malın cinsinin (mislin) devamı, kendisinin (aynın) devamıhükmündedir.” fetvası ile para vakıflarının önü açılmıştır.Osmanlılarda ilk bilinen para vakfı, Fatih SultanMehmed’in, geliri yeniçeri ocaklarına verilen etlerin sübvansiyonundakullanılmak üzere vakfettiği 24.000 altıntutarındaki vakıftır. 2 İstanbul’da Fatih’ten itibaren, 1456–1551 yılları arasında 1161 para vakfı vardı. 3Yine İstanbul’un et ihtiyacı için Kanuni Sultan Süleymankendinden önce bu maksatla tesis edilen para vakıflarınıbirleştirerek, 698 bin akçelik bir vakıf oluşturmuştu. 4Bu paralar İstanbul kasaplarına kredi olarak veriliyordu.Para vakıfları o kadar gelişmişti ki, bunları “Vakıf bankalar”olarak isimlendirmek mümkündür.Para vakıflarında toplanan fonlar, vakfiyelerindeki şartlaragöre işletilmesi gerekiyordu. Fonların işletilmesindekullanılan başlıca yöntemler şunlardır:Karz (ödünç vermek), Mudarebe (emek-sermaye ortaklığı),Murabaha (vakıf para ile peşin mal alıp vadeli satmakyoluyla kâr elde etmek) ve Bidâa (vakıf parayı hayıramacıyla işletip kârın tamamını vakfa vermek). Bunlardanen çok kullanılan yöntem “Murabaha”dır.Tarihî süreçte, para vakıflarından kredi kullanan kimigirişimciler, kervan ve gemilerle uzak ülkelere giden vekârlı ticaret yapan büyük tüccarlardı. Bunlar elde ettiklerikârdan sermaye sahiplerine pay veriyorlardı. 515. yüzyıldan itibaren önemli bir finans kaynağı olan paravakıflarının, diğer vakıflar içindeki gelişme süreci şöyledir: 6Tarih Adet Toplam nakit (akçe) Adet Nakit1456–1494 41 728.600 % 3 % 561495–1519 244 3.594.125 % 19 % 161520–1546 653 13.253.736 % 56 % 6130


Bu resmî kayıtlara göre 1456–1546 arası 90 yıllık dönemdevakfedilen nakit para toplamı 18 milyon akçeyeulaşmaktadır. Bunların diğer vakıf çeşitlerine göre yüzdeortalaması ise, vakıf sayısı içinde % 26, toplam nakit değerleriçinde ise % 44,3’tür.Aynı döneme ait, 933/1527 yılı Osmanlı Devleti vergigelir toplamı 537 milyon 927 bin akçe kadardır. Bundaneyaletlere, has, tımar ve zeamet teşkilâtlarına verilen paylardüşüldükten sonra, merkezde toplanan bütçe gelirlerinin% 12 kadarını, vakıf paraların oluşturduğu görülür. 7Para vakıfları Osmanlı’nın son dönemlerine kadar öneminikorumuştur. Nitekim 18 ve 19. yüzyıllarda kurulanvakıflar üzerinde yapılan incelemelerden, 18. yüzyıl vakıflarının% 31,7’sinin, 19. yüzyıl vakıflarının ise % 56,8’ininpara vakıfları olduğu tespit edilmiştir. 8Osmanlı Devleti’nde son yüzyıla kadar tedavülde altınveya gümüş paranın kullanılması, enflasyonun çok düşükseyretmesine vesile olmuştur. Çünkü maden değeri ile piyasadadolaşan para sisteminde enflasyon yoktur. 9 Paradakideğer kaybı günümüze oranla asırlara göre hesaplandığındaçok düşüktür. Meselâ ilk Osmanlı akçesinin basıldığı1326 yılından 1740 yılına kadar 414 yıllık süre içinde değerkayıp oranı % 84,3 idi. Buna göre yıllık ortalama değerkaybı % 0.24’te kalmıştır. 10Vakıf paraların ekonomide bir istikrar unsuru olması,bunların vakıf mütevellileri tarafından standart ölçülerdeişletilmesi ile yakından ilişkilidir. Şöyle ki:İslâm kültüründe vakıflara, yetimlere ve kamuya aitbütün mal ve nakit para varlıkları rayiç piyasa fiyatları ölçüalınarak yönetilir. Bunların satımı veya kiraya verilmesi durumundafâhiş gabin (aşırı aldanma) ölçüsünde ucuza verilmesi,satım veya kira akdini geçersiz kılar. Gerektiğindebunları yöneten mütevelli, velî veya kayyım, ortaya çıkanzararı tazmin etmekle yükümlü olur. 11İlk olarak Belh fakihlerinden Nusayr b. Yahya (v.268/881), rayiç piyasa fiyatlarının dışına çıkmayı ifadeeden “fâhiş gabin” ölçülerini, gayrimenkullerde % 20,hayvanlarda % 10 ve menkul mallarda % 5 olarak tespitetmiştir. Osmanlı Devleti piyasasında yüzyıllarca ölçü alınanbu miktarlar, 1876 tarihli Mecelle’nin 165. maddesiile kanunlaştırılmıştır. 12Osmanlı ekonomik yapısında hâkim olan bu fiyat standartlarının,para vakıflarının “Vakfiye”lerinde de standartölçülere bağlandığı görülür.Aşağıda vereceğimiz iki vakfiye örneği bu standartlığaişaret eder:a) 1517 tarihli, 2. Bayezid’in oğlu Şehinşah’ın oğluMehmed’in karısına ait, 91.000 gümüş dirhemlik paranınvakfiyesinde işletilme şekli şöyle belirlenmiştir: “Yukarıdaadı geçen vakfedici kadın, miktarı belirtilen 91.000 gümüşdirhemin, ne eksik ne de fazla olmamak üzere, yılda her10 dirheme, 1,25 dirhem (yıllık % 12,5) hesabı üzere, faiz(riba) ve faiz şüphesinden uzak bir şekilde, İslâm’a uygunbir muamele (muamele-i şer’iyye) ve günlük rayiç bedeller(murabaha-i mer’iyye) uygulanarak, kâr (rıbh) getirecekşekilde işletilmesini şart koştu. Bu muamele sağlam rehinveya varlıklı kefil güvencesi ile güçlendirilir.” 13Bu vakfiyeye göre, vakfın konusu olan para fonu, yıllık% 12,5 kârla işletilecektir. Meselâ; İstanbul kasaplarıiçin hayvan yetiştiricilerinden peşin parayla satın alınacakhayvanlar, % 12,5 yıllık kârla kasaplara satılacak, kasaplarödemeyi para vakfına bir yıl sonra yapacaktır. Bunun,günümüz faizsiz bankalarında uygulanmakta olan“Murabaha”dan ibaret olduğunda şüphe yoktur.Osmanlı dönemi fıkıh literatürü ve para vakfı vakfiyeleriincelendiğinde, bu çeşit vakıflara ait anaparanın; Karz-ı hasen(ödünç verme), Mudarebe (emek-sermaye ortaklığı yoluylaişletme), Müşâreke (sermaye ortaklığı), Murabaha (malı peşinfiyatla satın alıp yıllık belli kârla alıcıya devretme), Bidâa (vakıfparayı Allah rızası için meccanen işletip kârın ve anaparanıntamamını vakfa verme), veya bey’ bi’l-vefa (mülkiyeti muhafazakayıtlı geçici satış) yöntemlerinden birisiyle veya birkaçı ileişletildiği görülür. Böyle bir kredi kullanımı sonucunda eldeedilecek gelir, vakfın hayır cihetine harcanır.b) Kanuni Sultan Süleyman, çeşitli para vakıflarını birleştirerekoluşturduğu 698.000 akçelik vakıf paranın “Murabaha”yoluyla işletilmesini ve elde edilecek kârın (rıbh)İstanbul kasaplarına sermaye olarak kullandırılmasını şartkoşmuştur. 14Bu uygulamalara göre, vakıf paraların Murabaha yoluylayıllık % 10-15 arası kârlarla işletilerek, bir çeşit bankacılıkfaaliyeti sürdürülmüştür. Ancak para vakıflarınınarka plânında, “Murabaha” yöntemi görülür.Yıllık olarak eklenen bu fazlalığı faiz olarak değerlendirenlerde olmuştur. Ömer Lütfü Barkan ve John E. Mandavillebunlar arasındadır. 15Günümüz, faizsiz katılım bankaları büyük ölçüde Murabahayöntemini kullandıkları ve klâsik bankaların faizoranlarına yakın kâr payı verdikleri için, bu itham onlarada yapılmaktadır. Böyle bir ithama maruz kalmamak içinonların Mudarebe ve risk sermayesi gibi daha kârlı alanlarayönelmesi beklenir.2- Bey’ bi’l-Vefâ Yoluyla Finansman Kullanımı:Günümüz beşerî hukuklarında yer alan “mülkiyetimuhafaza kaydı ile satış” çeşidi bir çeşit ipotek olup, daha31


çok taksitle mal satışlarında, satış bedelini teminat altınaalmak maksadıyla uygulanmaktadır. Borç ödenince, malüzerindeki ipotek kalkar ve malın mülkiyeti ilk sahibininüzerinde devam eder. 16Borcun tamamı ödeninceye kadar, ipotekli mal üzerindesatıcı aslî, alıcı fer’î zilyed durumundadır. Bunun bir neticesiolarak, şart yerine gelmeden malda yapılacak temlikîher tasarruf geçersiz sayılır. Bu konuda kötü niyetli üçüncükişilerin hakkı da korunmaz. 17Tarihte doğu İslâm toplumlarında, faizsiz kredi teminiiçin başvurulan “bey’ bi’l-vefa” işlemi de, sözünü ettiğimizbu ipotek çeşidine benzer ve fıkıhtaki “rehin” işlemindenbaşka bir şey değildir. Bu yöntem, 15. milâdî yüzyıldanitibaren kullanılmış ve örf hâline gelmiştir.Tarihte ilk olarak Şeyh Bedruddin Mahmud (v.823/1420) Câmiu’l-Fusûleyn adlı eserinin 18. faslında,Necmuddin Ömer bin Muhammed en-Nesefi’ninFetva’sından naklen şunları kaydeder: “Zamanımızda halkınfaizden korunmak için yaygın olarak kullandıkları veadına bey’ bi’l-vefa dedikleri muamele, gerçekte rehinden(ipotek) başka bir şey değildir. Çünkü bu işlemde, alıcımala mâlik olamaz ve mal sahibinin izni olmadan da ondanyararlanamaz. Maldan izinsiz yararlanır ve malı telefederse tazmin etmesi gerekir. Eğer ipotekli mal telef olursaborç düşer. Bize göre bununla rehinin (ipotek) hükmüarasında hiçbir fark yoktur. Akdi yapanlar ona satış deselerbile bu, teamül (örf) hâline gelmiş rehindir ve buradamaksat, alacağı teminat altına almaktır.” 18Bey’ bi’l-vefa sözleşmesinde, alıcı akit süresince malamâlik olamaz. Satıcı, süre dolmadan her an borcunu ödeyipmalı geri isteyebilir. Ancak bu şekilde ipotekli bir malı,ne satıcı ne de alıcı diğerinin izni olmadıkça başkasına satamaz.Bu hak mirasçılara da geçer.İslâm fıkhına göre, rehnedilen (ipotekli) bir maldan,sahibinin izni bulununca ipotek ettiren kimse yararlanabilir.Böyle bir yerde kendisi oturabilir, ticaret yapabilir ya dakiraya verip kira bedelini alabilir.Mecelle’yi şerh eden Ali Haydar Efendi (v.1355/1936) bu konuda şöyle der: Bey’ bi’l-vefa yoluylasatılan bir gayrimenkulün gelirinden bir bölümü, alıcıyaait olmak üzere şart kılınsa, bu şarta uyulması gerekir.Çünkü Mecelle’nin 83. maddesinde, “İmkân ölçüsündeyasalara uygun bulunan (legal) şarta uymak gerekir.”hükmü yer alır. 19Son dönem İslâm bilginlerinden Ömer NasuhiBilmen’in konu ile ilgili tespiti şöyledir: İslâm bilginlerininçoğunluğu, mülkiyeti muhafaza kaydıyla satışı (bey’bi’l-vefa) rehin (ipotek) olarak kabul eder. Mal sahibininizni olunca, alıcı malın gelirinden yararlanabilir. 20Meselâ: Faizsiz yolla kredi sağlamak isteyen (A), aylık1000 dolar kira geliri olan ve gerçek değeri 100 bin dolarbulunan bir gayrimenkulünü, bey’ bi’l-vefa sözleşmesi yaparak,iki yıl süreyle, (B)’ye satsa, (B) iki yıllık süre içinde24.000 dolar kira bedelini alabilir. (A), en geç vade sonunda100.000 dolar borcu (B)’ye öderse, ipotek kalkarve gayrimenkulünü geri alır. Eğer süre sonunda kredi geriödenmezse, bu gayrimenkulün mülkiyeti kendiliğinden(B)’ye geçer.Ancak (B)’nin bu ipotekli gayrimenkulden yararlanamamariski de vardır. Gayrimenkulün boş kalması, tarımarazilerinden ürün alınamaması gibi riskler bunlar arasındasayılabilir. 21Yukarıdaki örnekte, (A), kendine ait ipotekli gayrimenkulükullanmaya devam edecekse “kiracı” sıfatıyla yararlanır. Budurumda (B)’ye rayiç fiyat üzerinden kira bedeli ödemesi gerekir.Fıkıhta bu son işleme “Bey’ bi’l-istiğlâl” denilmiştir. 22Bu duruma göre kredi alacaklısı, şart konulmuşsa, ipotekliyerden yararlanabilir. İpotekli yerin kira gelirini almakda yararlanma kapsamına girer. 233- Tahvil ve Sukuk Çıkarma Yoluyla Finansman:a) Tahvil ve Mukarada Tahvili İlişkisi:Beşerî hukukta tahvilin tanımı şöyle yapılmıştır: Anonimşirketlerin ödünç para bulmak için itibari kıymetlerieşit ve ibareleri aynı olmak üzere çıkardıkları borç senetlerine“tahvil” denir. 24Devlet tahvilleri, hazine bonoları gibi kamu tüzel(hükmî) kişileri tarafından çıkarılan tahvillerle, Anonim şirketlerceçıkarılan tahviller, menkul kıymetler grubuna dâhilkıymetli evraktan sayılmıştır. Hattâ açık bir hüküm bulunmamaklabirlikte, sermayesi paylara bölünmüş KomanditŞirketlerin de tahvil çıkarabilecekleri savunulmuştur. 25İslâm’ın yayıldığı ilk dönemlerde, Hicaz yöresi denilenMekke ve Medine toplumları emek-sermaye ortaklığınaMukarada veya Kıraz terimini kullanırlardı. Irak yöresi ise,bu ortaklık için Mudarebe terimini kullanmıştır. 26 Bunagöre, emek-sermaye ortaklığı (Mudarebe) esasları çerçevesindeçıkarılacak faizsiz tahvile “Mukarada” veya “Mudarebetahvili” diyebiliriz.Mukarada veya mudarebe tahvili ilk olarak Türkiyemevzuatına Albaraka Türk A.Ş.’nin 12.11.1984 tarihli ilkAna Sözleşmesi ile girmiştir. 27 Adı geçen Ana Sözleşme’nin11. maddesine göre; ilgili kanun, tüzük, kararname ve tebliğlercemüsaade edildiğinde ve ilgili mercilerden izin alınarakon yıla kadar süreli mukarada tahvilleri çıkarılabile-32


cektir. Ancak mukarada tahvili Türkiye’de uygulama alanıbulamamış ve Albaraka Türk Finans Kurumu, bu tahvilçeşidini, yeni Ana Sözleşmesi’ne almamıştır. 28b) Sukuk uygulaması:Günümüz bazı dünya piyasalarında Mukarada tahviliyerine bir çeşit gelir ortaklığı senedi veya çeki sayılan“sukuk” belgeleri kullanılmaktadır. Arapçada sakk (çoğulusukuk) olarak kullanılan Farsça çek kelimesi, aslî şekil veanlamıyla bugün batı dillerinde yaşamaktadır. Hz. Ömerdevrinde de varlığı bilinen çek keşidesi beytülmale ve dahaçok cihbizlere yapılabiliyordu. Ancak Hz. Ömer’in, kıtlıkyıllarında vurgunculuğa yol açmaması için, beytülmaldengıda maddesi alımını sağlayan sakk (çek) belgelerinin eldeğiştirmesini yasakladığı belirtilir. 29Günümüz sukuku (çekleri) geçmişte kullanılan bu sukuktanfarklıdır. Günümüzde Mudarebe, Muşareke, İcârehatta İstisna’ sözleşmelerine dayalı “kâr veya gelir ortaklığısenedi” diyebileceğimiz bu belgeler dünya borsalarında yerinialmış bulunmaktadır. Sukuk veya faizsiz menkul kıymetkullanımı son yıllarda oldukça yaygınlaşmıştır.Körfez ülkelerinde 2000 yılında toplam değeri 336milyon USD olan üç ihraçla başlayan sukuk işlemleri,2006 yılı sonunda 77 ihraçla 27 milyar USD’nin üzerindebir hacme ulaşmıştır.Sukuk bonolar yani varlığa dayalı faizsiz tahviller,Malezya’nın buluşudur. 2002 yılında Malezya hükümetitarafından ihraç edilen sukuk bonolara yönelik ilgi, Pakistan,Bahreyn, Brunei Sultanlığı, Katar gibi birçok bölgeülkesinin de konuyla ilgili harekete geçmesi, gelişmiş ülkesermaye piyasalarında bu yeni yatırım enstrümanına uygunortamlar meydana getirmiştir.. Moody’s InvestorsService’in tahminlerine göre, sukuk pazarı 40 milyar dolarıaşan bir büyüklüğe sahiptir.Bir sukuk bono ihraç edebilmek için borçlunun öncebir varlık sahibi olması gerekiyor. Bu varlığa istinaden ihraçgerçekleşiyor. Meselâ, ilk uygulamanın hayata geçtiğiMalezya’da, Federal Malezya Arsa Ofisi’nin elindeki arsalar,kurulan bir kamu varlık şirketine satılmış, arsalar daha sonraMalezya hazinesine kiralanarak kira geliri kontratları oluşturulmuştur.Bu kira gelirlerine dayalı olarak ihraç edilen sukukbonolarla da menkul kıymetleştirme yapılmıştır.Sukuk genel olarak İslâmî prensiplere uygun (faizsiz)tahvil olarak tanımlanır. En basit şekliyle sukuk bir varlığasahip olmayı veya ondan yararlanma hakkını gösterir.Sukukta yer alan hak-iddia sadece nakit akışı hakkı değilaynı zamanda mülkiyet hakkıdır. Bu, sukuku gelenekselbonolardan ayırır. Geleneksel bonolar faiz taşıyan menkulkıymetlerden oluşurken, sukuklar temel olarak varlık sepetindesahiplik hakkından oluşan yatırım sertifikalarıdır. 30Sonuç olarak İslâm nakit para kaynaklarının, sadeceüretimde ve mal alım satımında mübadele aracı olarak kullanılmasınıhedeflemiştir. Bu, aynı zamanda para gücünündoğrudan reel ekonomide kullanımını gerektirir.* Uludağ Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesihdonduren@yeniumit.com.trDipnotlar1. Ömer Hilmi, Ahkâmü’l-Evkâf, İstanbul 1307/1889; Özcan, Tahsin,Osmanlı Para Vakıfları Kanuni Dönemi Üsküdar Örneği,Türk Tarih Kurumu, Ankara 2003.2. Uzunçarşılı, Kapıkulu Ocakları, 1/254.3. Barkan-Ayverdi, 1970. İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri, (H.953/M. 1546)4. Altınay, A. Refik, 16. Asır İstanbul Hayatı, İstanbul 1935, s. 87.5. İnalcık, Halil, The Otoman Empire, The Classial Age 1300-1600, London 1673, s. 162, 319.6. Barkan-Ayverdi, a.g.e., s. 30-31.7. Barkan-Meriçli, Hudavendigar Livası Tahrir Defteri, 1/5; Döndüren,Hamdi, Günümüzde Vakıf Meseleleri, İstanbul 1998, s. 97.8. Yediyıldız, Bahaeddin, “18. Asır Türk Vakıflarının İktisadî Boyutu”V.D., 18, 5-41; Öztürk, Nazif, Türk <strong>Yeni</strong>leşme Tarihi ÇerçevesindeVakıf Müessesesi, TDV Yayını, Ankara 1995, s. 138.9. Tabakoğlu, Ahmet, “İslâm Dünyasında Para ve Bankacılık Tecrübesi”,İslâm Dünyasında Para ve Bankacılık Tecrübesi, AlbarakaTürk Yayını-17, İstanbul 2000, s.153.10. Tabakoğlu, Ahmet, “Osmanlı İktisat Tarihinde Enflasyon Meselesi(1300-1750)”, M.Ü.İ ve İ.B.F. Der., Sy. 2, İst. 1985, s. 245.Bir başka hesaba göre 1326-1755 arasında 429 yılda akçenin değerkaybı %91.3, yıllık ortalama değer kaybı yine %0.2’dir.11. krş. En’âm sûresi, 6/152; İsrâ sûresi, 17/34.12. Ali Haydar, Duraru’l-Hukkâm, İstanbul 1330 H., 1/165-166.13. bk. Bursa Şer’iyye Sicilleri, A 21/27, 33a.14. Altınay, A.Refik, a.g.e., s. 87.15. Barkan-Meriçli, a.g.e., 1/129 vd.; Murat Çizakça, Para Vakıfları,İst. 1993, s. 69.16. Ekemen, Nafiz Zeki, Mülkiyeti Muhafaza Mukavelesi, İst. BarosuMec., 1964, s. 339 vd.17. Türk MK. 901; TBK. 150/3.18. Ali Efendi, Fetâvâ, İst. 1311 H. I, 300, Madde, 398.19. Ali Haydar, a.g.e., 1/666, 667; Mecelle, Madde, 396, 398.20. Bilmen, Ö. Nasuhi, Hukuk-ı İslâmiyye Kamusu, İst. 1967, VI,127, 128.21. Ali Haydar, a.g.e., 1/664, 655, 666.22. Ali Haydar, a.g.e., 1/664, 655, 666; Mecelle, Madde, 119, 397.krş. İbn Rüşd, Bidâye, Mısır, t.y., 2/123, 124; Bilmen, a.g.e.,6/47, 48.23. Ali Efendi, Fetâvâ, I, 300-3002.24. Türk TK. 420.25. Poroy, Reha, Kıymetli Evrak Hukuku Esasları, İst. 1971, s. 7;Türk TK. 476/2.26. Serahsî, Mebsût, 2. baskı, Beyrut, ts. s. 17/18; Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâyi’, Beyrut, 1394/1984, 6/80; Bâcî, Müntekâ, Beyrut1403/1983, 5/149, 150.27. bk. Türk Ticaret Sicili Gazetesi 12.11.1984 gün ve 1134 sayılı nüshası.28. bk. Türkiye Sicil Gazetesi, 30.05.2007 gün ve 6819 sayılı nüsha.29. Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, s.62.30. İnfomag Der. sy. 2007/1, Yıl: 7, Ekonomi sayfası; Milliyet Gazetesi,19 <strong>Ey</strong>lül 2007 sayısı.33


L T I N NCanlara Cânân Diye SevdimSevdim seni hep canlara cânân diye sevdimBir ben değil âlem sana kurban diye sevdimEcrâm-ı felek levh u kalem mest-i nigahınDidarına aşık ulu Yezdân diye sevdimMahşerde nebiler bile senden medet isterGül yüzlü melekler sana hayran diye sevdimAşkınla buhurdan gibi tütmede bu kalbimSensiz bana Cennet bile hicran diye sevdimTa arşa çıkar her gece aşıkların ahıAsilere lütfun yüce ferman diye sevdimDoğ kalbime bir lahzacık ey nûr-i DilârâSevdanı gönül derdine derman diye sevdimBülbül de senin bağrı yanık aşık-ı zârınFeryadı bütün ateş-i sûzân diye sevdimHuriler ezelden beri Şeydâ-yı cemalinYanmıştı sana Yusuf-i Kenan diye sevdimEvlad ü iyalden geçerek Ravza’na geldimEvsafını medhetmede Kur’ân diye sevdimKıtmirinim ey Şâh-ı Rüsûl kovma kapındanÂlemlere rahmet dedi Rahman diye sevdimŞeydâ kuluna nazar eyle nazar-ı merhametinleBir lahza nazar en büyük ihsan diye sevdimHasan Basri Çantay34


E F E S L E RBir GeceOndört asır evvel, yine bir böyle geceydi,Kumdan, ayın ondördü; bir öksüz çıkıverdi!Lâkin, o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler;Kaç bin senedir, halbuki, bekleşmedelerdi!Nerden görecekler? Göremezlerdi tabî:Bir kerre, zuhur ettiği çöl en sapa yerdi;Bir kerre de, ma'mûre-i dünya, o zamanlar,Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.Sırtlanları geçmişti beşer yırtılıcıkta;Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin,Salgındı, bugün Şark'ı yıkan, tefrika derdi.Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!Bir nefhada insanlığı kurtardı o ma'sûm,Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!Âlemlere, rahmetti, evet şer'-i mübîni,Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.Dünya neye sâhipse, onun vergisidir hep;Medyûn O'na cem'iyyeti, medyûn O'na ferdi.Medyûndur o Ma'sûma bütün bir beşeriyyet...Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.Mehmet Akif Ersoy35


YENi ÜMiTDoç. Dr. Yener ÖZTÜRK *Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84DININ GURBET YILLARINDASÜNNET'E SARILMANIN MÜKÂFATIPeygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem),bir hadîslerinde şöyle buyurmuştur:ِ كُ‏ بِسُ‏ نَّتِى عِ‏ نْدَ‏ فَسَ‏ ادِ‏ اُمَّتِى لَهُ‏ اَجْ‏ رُ‏ شَ‏ هِيدٍ‏اَلْمُ‏ تَمَ‏ سّ‏“Ümmetimin fesada düştüğü bir zamanda, sünnetimesımsıkı sarılan şehit sevabı kazanır.” 1Hadîs-i şerîfte sünnete temessük edenler; “şehid sevabı”,bazı rivayetlerde ise, “yüz şehid sevabı” gibi bir ecirlemüjdelenmektedirler. İlk bakışta böyle bir müjdenin büyüklüğününhikmeti kavranamayabilir. Ancak şu iki durumundikkate alınması, bu hususun izahı noktasında yeterliolacaktır:1. Sünnetin genel anlamı/kapsamı,2. Temessükün zamanı.Birinci husus: Sünnet denilince umumiyetle ibadetleretâbi nafileler ve Peygamberimiz’in yeme-içme, uyuma şekli,giyinme ve temizlenme tarzı gibi hususlardaki nebevîâdetleri akla gelmektedir. Sünnet sadece bu kısımlarındanibaret görülünce de verilen mesajın anlaşılması biraz güçleşmektedir.Bunun için biz hadîsle vurgulanmak istenenhususun daha iyi anlaşılması için sünnetin kelime ve genelanlamı üzerinde durulmasında fayda görmekteyiz.Sünnet lügatte ‘gidişat –iyi ya da kötü olarak– takipedilen yol’ demektir. Nitekim bu mânâyı ifade eden birhadîs-i şerîfte şöyle buyrulur: “Kim, İslâm’da güzel biryol/çığır açarsa (men senne fi’l-İslâmi sünneten haseneten..),bu işin ecri ve daha sonra o yolda yürüyenlerinecirleri -yapanlardan bir şey eksiltilmemek üzere- onundur.Kim de İslâm’da kötü bir yol/çığır açarsa (men sennefi’l-İslâmi sünneten seyyieten), onun ve o yolda gidenlerinvebali, yapanlardan eksiltilmemek üzere onun sırtınayüklenecektir.” (Müslim, Zekât 69; İbn Mace, Mukaddime 203)Çoğulu sünen olan sünnetin, bu mânâsıyla Kur’ân’da dayer aldığını görmekteyiz. Bu çerçevede bir âyette ise şöylebuyrulur: “Allah size helâl ve haramı açıkça bildirmek, sizdenöncekilerin yollarını (sünenellezîne min kablikum..)size göstermek ve tövbelerinizi kabul etmek istiyor. O,alîm ve hakîm’dir (her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm vehikmet sahibidir).” (Nisa sûresi, 4/26)Sünnet terimi, İslâmî literatürde özel anlamı itibariyleHz. Peygamber’in (aleyhisselam) sözleri, fiilleri ve takrirleriolarak tanımlanır. Ancak sünnet kavramı geniş bir açıdanda ele alınmıştır. Buna göre sünnet, hükme ve ameleesas teşkil etsin etmesin, -yaptıkları veya kaçındıklarıyla,Allah Resûlü’nün hayat tarzı ve yaşantısının bütünü olur.Meselâ büyük usûlcü Şatıbî, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uygulamalarınada -bunlar Kur’ân’da emredilmiş olmuş olsabile- sünnet denildiğini belirtir. 2Bu konuyu daha açık ifadelerle ele alan diğer bir mühimşahsiyet ise Bediüzzaman’dır. O, Lem’alar adlı eserinde‘Sünnetin mertebeleri vardır.’ diyerek, bunları ferâiz (vacibat),nevafil ve adâb olarak üçe ayırıyor. 3 Bu tarife göre,sünnet, Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.), yaptığı veya yapılmasınıemir buyurduğu veya izin verdiği hususların tamamını ifadeediyor. Dolayısıyla burada farz da, vacib de, müstehabda sünnetin kapsamına girmiş oluyor.Şu hâlde sünnet, genel anlamı itibariyle PeygamberEfendimiz’in takip ettiği yoldur. Daha açık bir ifadeylesünnet, Allah Resûlü’nün (aleyhi ekmelüttehâyâ) dini-farzları, nafileleri ve adabıyla- yaşayış biçimi ve onu uygulayıştarzıdır. Dolayısıyla bu hadîste temas edilen “sünnetetemessük” hususunu, ‘Peygamberimiz’in farzlardanâdâplara kadar yaşayıp yaşatmaya çalıştığı dine sahip çıkmak’anlamında ele almak daha muvafık olacaktır.Şüphe yok ki, doğrudan Allah tarafından terbiye ediliphayra yönlendirilen Resûlullah (s.a.s.), farzı, vacibi, müstehabıve âdâbı da dâhil hayatı bütün üniteleriyle insanlığa36


talim etmek üzere bir rahmet olarak gönderilmiştir. Meselebu açıdan düşünüldüğü zaman görülecektir ki, onun yoluöyle bir yoldur ki, binlerce dimağın bir araya gelmesiylebulunacak bütün yollar ve o yolların düstur ve prensipleri,onun en küçük meselesi yanında sönük kalacaktır.Tabiatıyla, böyle bir yolun işler hâlde tutulması içingösterilecek olan gayretler de o nispette kutsi ve mübarekolacaktır. Ve yine o nispette de ecri farklı olacaktır.Sünnet'e Sahip Çıkmanın ZamanıBu nokta, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünnetine/yolunasahip çıkmanın zaman dilimiyle ilgilidir. Hadîste dünyanınfesada yenik düştüğü bir döneme dikkat çekilmektedir. Dininesaslarına ilişilip dindarın istihzaya alındığı, dinî hayatadına pek çok şeyin aslî çizgisinden çıktığı, salahın kaybolduğubir zamandan haber verilmektedir. İşte bu süreçteortaya konacak gayretlerin apayrı bir kıymeti olacaktır. BizHak katında bu işin ne kadar mühim bir anlam ifade ettiğinive nasıl eşsiz bir hizmet olduğunu Peygamberimiz’inbu mübarek sözünden anlamış olmaktayız.Şehitlik, Allah yolunda yapılan cihad için verilen özelbir mükâfattır. Bu hadîste, sünnete sımsıkı sarılanların daşehit sevabına mazhar olacaklarının bildirilmesi, bize budönemde cihadın temsil şeklinin nasıl olması gerektiğiniöğretmiş olmaktadır ki bu da, Resûlullah’ın sünnetine(dini yaşama ve yaşatma usûlüne) sarılmaktır.İnanan insanların şehit sevabına nâil olacaklarını haber verenbu hadîs-i şerîfte ‘ümmetimin fesadı zamanında…’ ifadesiyle,içtimaî boyutta bir bozulmanın vukû bulacağına dikkatçekilmiştir. Asrımızdaki gerek itikadî, gerekse amelî ve ahlâkîyozlaşma bunun açık bir delilidir. Bu fesadın etkisiyle nice dimağlaryaralı ve nice vicdanlar karanlık hâle gelmiştir.Bu rivayeti destekleyen diğer haberlerde ise, bu bozgunakarşı direnip sebat etmenin zorluğuna vurguda bulunulmuştur.Meselâ şu hadîs-i şerîfte onların durumu şöyle ifadeolunmuştur: “O gün dinine temessük edenin (ona sarılıpyaşamaya çalışanın) durumu, elinde ateş parçası tutan kişininhâli gibidir.” 4 Evet, bu dönemde din bütünüyle hafifealınır olmuş ve dinin mukaddes saydığı mefhumlar hakaretemaruz bırakılmıştır. İslâm çarkının tümüyle bozulmayaçalışıldığı böyle bir süreçte dine ait herhangi bir meseleyiihya etmek için gayret edenler şehit sevabı kazanacaklardır.Çünkü onlar herkesin dinden elini çektiği veya çektirildiğibir zaman diliminde zor bir işe talip olmuşlardır.Bu hadîste bir şeye ‘sıkı sıkıya bağlanmak’ mânâsınagelen ‘temessük’ kelimesinin kullanılması da dikkat çekicidir.Nitekim Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) birbaşka hadîslerinde bu kelimenin anlamını açıklayıcı mahiyette“..Ona (sünnetime) azı dişlerinizle tutunup sarıldığınızgibi sımsıkı sarılınız.” 5 buyurmuştur.Onların bulundukları toplum içindeki durumlarınave kendilerini bekleyen göreve ise bir başka hadîs-i şerîftedikkat çekilerek hem İbn Hanbel’in Müsned’inde, hem deTirmizî’nin Sünen’inde bu hususa yer verilir. Müsned’dekirivayet şöyledir:“Nebi (s.a.s.) şöyle buyurdu: ‘İslâm garîb olarak (dilindenve hâlinden anlamayanların içinde gurbetteki bir garipgibi) başladı. Sonra yine bir gurbet yaşayacaktır. O gariplere(gurbeti yaşayanlara) selâm olsun.’ Ona, ‘Garip olanlar kimlerdirya Resûlallah?’ denildiğinde, şöyle buyurdu: Onlar,insanların ifsad ettiklerini ıslaha çalışanlardır.” 6Tirmizî’nin rivayetinde ‘İslâm..’ yerine ‘din (garip olarakbaşladı)..’ ifadesi vardır. Sonu ise şöyledir: “Bendensonra sünnetimi (yolumu) ifsad eden insanların ifsatlarınııslaha çalışırlar..” 7 Bu cümlede öncelikli olarak, zamanınâhir diliminde Hz. Peygamber’in hayata anlam ve değer verenhayatının gerek ferdî gerekse içtimaî alandan çekilmesiyle,insanlığın bir çürümeye ve bozulmaya maruz kalacağıbildirilmektedir. Cümlenin devamında ise, bulunduklarıtoplum içerisinde gurbet yaşayan, ama taşıdıkları kullukfelsefesi ve sorumluluk şuuruyla bu yıkılışları yeniden imariçin çaba sarf edecek olan insanlardan bahsedilmektedir.Bir diğer ifadeyle, yıkılan bir toplum dünyasını, yitirilennesilleri yeniden aslına ve özüne döndürmeyi gaye-i hayaledinmiş kudsî gariplerden söz edilmektedir.Netice olarak denilebilir ki, bu hadîs-i şerîf bizebid’atlerin ve dalaletlerin dinin yerini alarak insan hayatınıistilâ ettiği bir zaman diliminde, Hz. Peygamber’in (aleyhissalatüvesselam) yolunu yol bilip onu yaşamaya ve yaşatmayaçalışan hizmet erlerinin şehit sevabı alabileceklerininmüjdesini vermektedir. Öyleyse bize düşen bu kutlubeyanın vaadine bilfiil mazhar olmaya çalışmaktır.* Dicle Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesiyozturk@yeniumit.com.trDipnotlar1. Taberanî, el-Mucemu’l-Evsat, 5/315; Münavî, Feyzu’l-Kadir,6/261. Bu zaman diliminde sünnete sarılanlara yüz şehid sevabınınverileceğini bildiren bir rivayet de söz konusudur. Bkz.Ebu Bekr el-Beyhakî, Kitabu’z-Zuhdi’l-Kebîr, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1995, 2/118.2. Bkz. Şatıbî, el-Muvafakat, (çev.: M. Erdoğan), İz yay., İst. 1993, 4/1-2.3. Bkz. 11. Lem’a, 6. Nükte.4. İbn Hanbel, Müsned, 2/390. Az bir farkla hadis külliyatında yeralan diğer rivayetler için bkz. Tirmizî, Fiten 73; Ebu Davud,Melahim 17.5. Ebu Davud, Sünnet 5; Tirmizî, İlim 16; İbn Mace, Mukaddime6; İbn Hanbel, Müsned, 4/126.6. İbn Hanbel, 473.7. Tirmizî, İman 13.37


YENi ÜMiTProf. Dr. Muhammet ÇELİK *Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84Hz. İbrahim tam bir tevhid insanıydı ve teslimiyet, onda zirvede idi. O, Cenâb-ıHakk’ın emirlerinden ne pahasına olursa olsun, zerre kadar inhiraf etmemiş;hatta O’na “Evlâdını kes!” deyince bile, zerre kadar tereddüt geçirmemişti.“Hanımını ve çocuğunu ıssız bir çölde bırak!” emri geldiğinde, <strong>hemen</strong> emriyerine getirmiş.. sonra da arkasına bakmadan çekip gitmişti.Dünya nüfusunun yarıdan fazlası Musevîlik, Hıristiyanlıkve İslâm dinine mensuptur. Hz. Musa, Hz.İsa ve Hz. Muhammed’in (aleyhimüsselam) getirdiğiüç dinin mensupları, Halilürrahman ve halilülinsanolan Hz. İbrahim’e bağlılıklarını ifade ederler. Bundanötürü Hz. İbrahim’in bilinmeyen yönlerini gün yüzüneçıkartmak için büyük gayretler sarf edilmektedir. Arkeolojikçalışmalar, benzeri görülmemiş bir tarzda bu meseleüzerinde yoğunlaşmıştır. Bir arkeoloji uzmanının dediğigibi, “İnsanlar altın takı ve mücevherler için kazı yapmayabaşladılar. Sonra bu madenlerden daha kıymetli nesnelerolduğunu keşfettiler; bunlar semaya yükselen tarih veyüce mânâlardır.”Halilurrahman’ın daveti tevhide dayalı ve onunla ilgiliydi.Ayrıca bu davetin kıstası ilâhî adalet olup hedefi38


ibadeti, maddeden mâneviye, Yüce Yaratıcı’ya yükseltmekti.Bu, en eskisinden en modernine tarihçilerin insanlıkhayatı ile ilgili kaydedebildiği en eşsiz fetihtir. 1 Zîrâ bufetih, insanların hem dış dünyasını hem de iç âlemini değiştirmiştir.Burada esas mesele, en üstün, en faziletli, ensahih ibadeti öğretmenin yanı sıra kâinat, insan ve insanoğlunufert ve toplum olarak yeni bir bakış ve düşünceyleele alma meselesiydi. Aynı zamanda düşünce kıstaslarınıtashih, insanın kendisi ve dünyayla münasebetini tanzimve en zor değişim olan zihniyet değişimini gerçekleştirmehâdisesiydi.İnsan, ibadetini tabiattan, tabiatüstüne, Yaratıcı’ya yükseltinceve Hak Mâbud’a olan ihtiyacı bedenî-cismanî, tabiîve fıtrî ihtiyaçlarının üstüne çıkınca bir bütün olarak yücelmişolur. Böylelikle tabiattan küçükken, bir anda ondan dahabüyük oluverir. Hz. İbrahim bu değişimi gerçekleştirmiştir.Allah Tealâ, Kur’ân-ı Kerîm’de, Peygamberlerin atasıHz. İbrahim’e rüşt (doğru yol, hidayet, nübüvvet) verildiğini,babasına ve kavmine tevhit rehberliği yaparkenonların mahrum olduğu bir ilimle (Nübüvvet) donatıldığınıbildirmektedir. Kur’ân, Hz. İbrahim’in kavmini vebabasını çepeçevre kuşatıp saran, yoldan çıkaran, onlarıngerçeği görmelerine mâni bir zindan hâlini alan şirk kirliliğininönceki nesillerden tevarüs ettiğini kaydeder. (Enbiyasûresi, 21/52) Hz. İbrahim’in, putlara tapma işinden kesinlikleberî olduğunu, kendi dilinden haber verir. (Meryemsûresi, 19/48) “O hiçbir zaman müşriklerden olmadı.” (Bakarasûresi, 2/135) Bu husus, baştan beri onun tevhit üzereolduğunu göstermektedir.Hz. İbrahim, tevhit rehberliği esnasında ikna edicibir üslûp kullanmış, 2 şirk unsurlarının (putların) işitmeyen,görmeyen, fayda ve zarar vermeyen güçsüz ve cansıznesneler olduğuna dâir muhataplarını uyarmıştır. (Meryemsûresi, 19/42; Enbiya sûresi, 21/66) Bu çerçevede, “Sizin Rabbiniz,göklerin ve yerin Rabbi ve onların yaratıcısıdır.” (Enbiyasûresi, 21/56, Saffât sûresi, 37/87, Bakara sûresi, 2/258) demeksuretiyle kozmosa dikkat çekerek hakikate ulaşmalarını temineçalışmıştır. Allah Tealâ, gökleri ve yeri yarattığı içinHak Mâbut’tur. Onları yaratmayan ve yaratmaya kudretiolmayan kör, sağır nesneler mabut olamazlar, buna hak kazanamazlar.Bundan ötürü putlara tapma işi büyük bir iftira(ifk), bir skandaldır. (Saffât sûresi, 37/86) Halilürrahman,putlardan korkmaz (En’âm sûresi, 6/81), onları kutsamanınsaçma bir davranış olduğu konusunda tereddüt göstermediğindenkırıp yerle bir eder. (Enbiya sûresi, 21/57–58) Bu,Allah’a olan sonsuz güveninin bir tezahürüdür.Cenab-ı Hak, Hz. İbrahim’e, göklerin veyerin hükümranlığını gösterdi ki, Allah’ınvahdaniyeti hususunda köklü ve sarsılmazbir inanca sahip olsun. Böylece, Allah’ınonu hidayet etmesinin ve ona gösterdiğihükümranlığın hakikatine vakıf olsun. Buda Allah’ın birliğini tanımakla beraber, kavmininputlara tapmaları ve Allah’ı bırakıpbu putları tanrı edinmek suretiyle apaçıkdalâlete düştüklerini bilmektir.Tevhit rehberliğiyle Hz. İbrahim, insanlık tarihinin seyrinimüspete çeviren büyük hâdiselerin yaşanmasına vesile olmuştur.Zîrâ putlara tapma işi, birçok insanı yoldan çıkartıp saptırmıştır.(İbrahim sûresi, 14/36) Bu tehlike karşısında en önemlisigorta namazdır. (İbrahim sûresi, 14/37) Namazı gevşetip zâyîetmek, toplumların çöküş sürecinin sinyal vermesi, sonunbaşlangıcıdır. (Meryem sûresi, 19/59) Bu realiteden dolayı, kendisive neslinin namazı edâ edenlerden olmaları için Allah’a duave niyazda bulunmuştur. (İbrahim sûresi, 14/36)Ulu’l-azm (azim ve kararlılık sahibi) peygamber Hz.İbrahim, şirkle mücadelesinde Allah’a iltica etmekte,O’ndan yardım dilemektedir. Kendisinin ve çocuklarınınşirkten korunması ve bulundukları şehrin güvenli olmasıiçin Allah’a yalvarıp yakarması, bir belde için en büyüktehlikenin şirk olduğuna işarettir.Allah Tealâ, Halil’ini, (Nisâ sûresi, 4/125) dinin temelunsurları olan inanç esaslarına dâir tam bir yakîne ulaştırmıştır.Ulûhiyet ve haşir inancı hakkında onu doygunluğa(itmi’nan) eriştirmiştir. (Bakara sûresi, 2/260) Hz. İbrahimve beraberindekilerde müminler için güzel bir örneklikvasfı mevcuttur. (Mümtehine sûresi, 60/4–6)“Rabbim budur!” İfadesinin MânâsıHalilürrahman’ın tevhit rehberliğini anlatan âyetlerdenolan En’âm sûresi’nin 76–78. âyetlerinde ilk etapta bir işkâldikkat çekmektedir. Kur’ân ilimlerinden biri olan Müşkilu’l-Kur’ân disiplini, anlaşılmasında şu veya bu şekilde bir güçlükolan âyetleri ele alarak çözüme kavuşturmayı hedefler.Allah’ın kelâmında güç anlaşılan yerlerin bulunması tabiîdir.Hattâ Bediüzzaman Said Nursî, Müşkilu’l-Kur’ân’danİ’cazu’l-Kurân’a bir hisse çıkartmak suretiyle orijinal birtespitte bulunur: “Zor olan bir kelâmın kapalılığı ve zorluğu,ya lâfız ve üslûbunun perişanlığından kaynaklanır ki bu39


kısım, ifadeleri apaçık olan Kur’ân’a yanaşmamıştır. Yahutmânânın dakik, derin ve kıymetli veyahut alışılmamış, sıklıklakarşılaşılmayan, sanki fehime karşı nazlanmak ve şevkiartırmak için kendini göstermeyip kıymet ve ehemmiyetverilmesini ister. İşte Kur’ân’ın müşkilâtı bu kısımdandır.” 3Kur’ân’ın müşkilâtı üslûbunun pek yüksek ve muhtasar olmasıylamânasının çok derin ve inceliğinden ileri gelir. 4İmdi, En’âm sûresi 75–78 âyetlerinde Hz. İbrahim’indili üzere gelen ifadelerdeki maksadı tespit için ilgiliâyetlerin siyakına baktığımızda buradaki temanın putlarıret ve tevhide irşat olduğunu görüyoruz.وَإِذْ‏ قَالَ‏ إِبْرَاهِيمُ‏ ألَبِيهِ‏ آزَرَ‏ أَتَتَّخِ‏ ذُ‏ أَصْ‏ نَاماً‏ آلِهَةً‏ إِنِّي أَرَاكَ‏ وَقَوْ‏ مَكَ‏ فِيضَ‏ الَلٍ‏ مُبِينٍ‏ * وَكَذَلِكَ‏ نُرِي إِبْرَاهِيمَ‏ مَلَكُ‏ وتَ‏ السَّ‏ مَ‏ اوَاتِ‏ وَاألَرْ‏ ضِ‏وَلِيَكُ‏ ونَ‏ مِنَ‏ الْمُ‏ وقِنِينَ‏“Bir zaman İbrahim, babası Azer’e: ‘Ne! Sen putlarıtanrı mı ediniyorsun? Doğrusu ben, seni de halkını da besbellibir sapıklık içinde görüyorum!’ demişti. Biz İbrahim’e(şirkin çirkinliğini gösterdiğimiz gibi) imanında yakîne, kesinliğeulaşması için göklerin ve yerin muhteşem hükümranlığınıda öylece gösteriyorduk.” (En’âm sûresi, 6/74–75)Âyetteki, “yerin ve göklerin melekûtu”, yerin ve göklerinyaratılışı yahut yer ve göklerde olan âyetler, alâmetler,deliller şeklinde tefsir edilmiştir. 5 Allah Teâlâ, Hz. İbrahim’egöklerin ve yerin hükümranlığını; güneş, ay, yıldızlar, ağaçlar,hayvanlar vb. ile kendi saltanatının azametini, işlerindış görünüşünü ve arka plânını göstermiştir. 6ifadesi şöyle anlaşılmıştır: Cenab-ı وَلِيَكُ‏ ونَ‏ مِنَ‏ الْمُ‏ وقِنِينَ‏Hak, Hz. İbrahim’e, göklerin ve yerin hükümranlığınıgösterdi ki, Allah’ın vahdaniyeti hususunda köklü ve sarsılmazbir inanca sahip olsun. Böylece, Allah’ın onu hidayetetmesinin ve ona gösterdiği hükümranlığın hakikatine vakıfolsun. Bu da Allah’ın birliğini tanımakla beraber, kavmininputlara tapmaları ve Allah’ı bırakıp bu putları tanrıedinmek suretiyle apaçık dalâlete düştüklerini bilmektir.نُرِي“‏ kelime, Ulûhiyetle ilgili olan bu âyette anahtar- gösteriyoruz”dur. Bu fiil, yine inanç esasları ve Hz.İbrahim’le ilgili olarak gelmektedir.وَإِذْ‏ قَالَ‏ إِبْرَاهِيمُ‏ رَبِّ‏ أَرِنِي كَيْفَ‏ تُحْ‏ يِي الْمَ‏ وْ‏ تَى“Bir vakit de İbrahim: ‘Ya Rabbî, ölüleri nasıl dirilteceğinibana gösterir misin?’ demişti.” (Bakara sûresi, 2/260).Görüldüğü gibi bu âyette gelen kelime aynı köktendir:göster.” - Bana أَرِنِي“‏Bu iki âyette varit olan kelime رَأَى kökünün if ’al babındanbiri muzari, öbürü emir siğasındadır. Bu kelimeher iki âyette de inanç unsurlarının ilki olan Allah inancını,ötekisi âhiret bilincini temellendirmektedir.Gelelim bunları takip eden ve işkâl ihtiva ettiğinden esasüzerinde durmak istediğimiz En’âm sûresinin şu üç ayetine:فَلَمَّ‏ ا جَ‏ نَّ‏ عَ‏ لَيْهِ‏ اللَّيْلُ‏ رَأَى كَوْ‏ كَباً‏ قَالَ‏ هَذَ‏ ا رَبِّي فَلَمَّ‏ ا أَفَلَ‏ قَالَ‏ الَ‏أُحِ‏ بُّ‏ الْ‏ فِلِينَ‏ * فَلَمَّ‏ ا رَأَى الْقَمَ‏ رَ‏ بَازِغاً‏ قَالَ‏ هَذَ‏ ا رَبِّي فَلَمَّ‏ ا أَفَلَ‏ قَالَ‏لَئِنْ‏ لَمْ‏ يَهْ‏ دِ‏ نِي رَبِّي ألَ‏ ‏َكُونَنَّ‏ مِنَ‏ الْقَوْ‏ مِ‏ الضَّ‏ الِّينَ‏ * فَلَمَّ‏ ا رَأَى الشَّ‏ مْ‏ سَ‏بَازِغَ‏ ةً‏ قَالَ‏ هَذَ‏ ا رَبِّي هَذَ‏ ا أَكْ‏ بَرُ‏ فَلَمَّ‏ ا أَفَلَتْ‏ قَالَ‏ يَا قَوْ‏ مِ‏ إِنِّي بَرِيءٌ‏مِمَّ‏ ا تُشْ‏ رِكُونَ‏Burada müşkil olan Hz. İbrahim’in dili üzere gelenifadesidir. - Rabbim budur!” هَذَ‏ ا رَبِّيMüfessirler, konu ile ilgili, ‘Acaba bu nazar makamı mı,yoksa münazara makamı mı?’ şeklinde değişik görüşlerserdettiler. Bir başka ifadeyle, acaba Hz. İbrahim mi böyledüşünüyor, yoksa kavmi ile tartışmak, onların tuttuğu yolun,putlara tapmanın saçma olduğunu göstermek için miböyle diyor?İbn Cerir et-Taberî, İbn Abbas’tan (r.a.), bunun nazarmakamı olduğunu bildiren bir rivayet nakledip 77.âyetteki, لَئِنْ‏ لَمْ‏ يَهْ‏ دِ‏ نِي رَبِّي ألَ‏ ‏َكُونَنَّ‏ مِنَ‏ الْقَوْ‏ مِ‏ الضَّ‏ الِّين َifadesinibu görüşe delil olarak gösterir.Hadîs ve rivayet ilmine vâkıf müfessirlerden İbn Kesirise, bu hassas konuyu şöyle değerlendirir: Aslında Hz.İbrahim, burada kavmine delil getirmek suretiyle onlarınputlara ve heykellere tapma işinin anlamsızlığını ve saçmalığınıgöstermeye çalışan taraf konumundadır. Şöyle:Adım Adım TevhitBirinci merhalede; babasıyla kavmine, Büyük Yaratıcınezdinde kendilerine şefaatçi olmaları için ibadet ettikleri,oysa buna müstahak olmayan semavî melekler suretindeyaptıkları putlara tapmaları yönündeki hatalarını gösterdi.Babası ve kavmi, Allah’ın kulları olan meleklere ibadetederek onları aracı zannediyorlardı. Bunu, rızık, zafer vb.ihtiyaç duydukları hususlarda kendilerine şefaatçi olmalarıiçin yapıyorlardı. Bu merhalede, Hz. İbrahim, onların yedigezegen olan Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter,Satürn’e ibadet etmelerinin yanlışlığını gösterdi. Bunlardanışığı en kuvvetli olan Güneş, sonra Ay ve Venüs idi.Öncelikle Venüs’ün tanrı olamayacağını, çünkü onun bellibir yörüngesinin olduğunu ve bunda yol almaya mahkûmolduğunu, sağa sola sapamayacağını, kendi kendine birtasarrufta bulunamayacağını, bilakis Allah’ın yarattığı ışıksaçan bir cisim olduğunu gösterdi. Ayrıca bunda büyükhikmet bulunduğunu anlattı. Çünkü Venüs doğudan doğuyor,batıya doğru yol alıp gözlerden kayboluyor, ertesi40


gün bu tarz üzere devam ediyor. 7 Böyle bir şeyin ilâh olmasıhiç mümkün müdür?Hz. İbrahim, bundan Ay’a geçti. Ay konusunda da yıldızlailgili hususları anlattı. Ardından Güneş’e geçti. İştegözlerin gördüğü en ışıklı, en aydınlık varlıklar olan buüç gök cisminin tanrı olamayacağı kesin delille anlaşılıncadedi ki: يَا قَوْ‏ مِ‏ إِنِّي بَرِيءٌ‏ مِمَّ‏ ا تُشْ‏ رِكُونَ‏ : “Benim o tür varlıklaraibadet etmem ve onları mevlâ/tanrı edinmem sözkonusu değildir, böyle bir davranıştan beriyim, uzağım.Eğer onlar tanrıysa, beklemeyin, hepiniz bana tuzak kurun,zarar verin.” Sonra şöyle devam etti:إِنِّي وَجَّ‏ هْ‏ تُ‏ وَجْ‏ هِيَ‏ لِلَّذِ‏ ي فَطَ‏ رَ‏ السَّ‏ مَ‏ اوَاتِ‏ وَاألَرْ‏ ضَ‏ حَ‏ نِيفاً‏ وَمَا أَنَامِنَ‏ الْمُ‏ شْ‏ رِكِينَ‏“Ben eşyanın Halik’ına, yoktan yaratan, idare eden, ölçüsünütayin eden ve varlıklarını sürdürmeleri O’na bağlıolan, her şeyin hükümranlığı kendisinde olan hakiki yaratıcıyaHak Mabud’a, her şeyin Rabbi, Sahibi ve Tanrısıolana ibadet ederim. Ben asla müşriklerden değilim.”Allah Tealâ şöyle buyuruyor:“Rabbiniz o Allah’tır ki gökleri ve yeri altı günde yarattı.(..)” (A’râf sûresi, 7/54).O hâlde Hz. İbrahim Halil’in bu âyetlerde nazar makamındaolması (yıldıza, Ay’a, Güneş’e ‘Rabbim’ demesi) sözkonusu değildir. Cenab-ı Allah, onunla ilgili şöyle buyuruyor:“Biz Musa’dan önce de İbrahim’e hidâyet ve akl-ı selîmverdik. Biz onun hâlini pekiyi biliyorduk. O vakit babasınave halkına: ‘Nedir bu karşısında durup taptığınız heykeller?’dedi.” (Enbiyâ sûresi, 21/51–52).“Gerçekten İbrahim, hak dine yönelen, Allah’a itaatüzere bulunan tek başına bir ümmet, bütün hayırlı hâllerikendinde toplayan bir önder idi. O hiçbir zaman müşriklerdenolmadı. Allah’ın nimetlerine şükreden bir zât idi.Çünkü Allah onu seçmiş ve doğru yola iletmişti. Biz onadünyada iyilik verdik. Elbette o, âhirette de salihlerden olacaktır.Sonra da sana vahyettik ki: Doğru yola yönelerekİbrahim’in dinine tâbi ol; zîrâ o müşriklerden değildi.”(Nahl sûresi, 16/120–123)“De ki: ‘Benim namazım da, her türlü ibadetlerim de,hayatım da ölümüm de hep Rabbülalemin olan Allah’aaittir. Eşi ortağı yoktur O’nun. Bana verilen emri budur.O’na ilk teslim olan da benim.” (En’âm sûresi, 6/162–163).İbn Kesir açıklamalarını şöyle sürdürür: Sahih-i Buhârîve Sahih-i Müslim’deki kayıtta, Ebû Hüreyre (r.a.) Resûl-iEkrem’in (s.a.s.) şöyle buyurduğunu bildirmiştir: “Herkesfıtrat üzere doğar.” (Buhârî, Tefsiru sûreti Rûm 1; Müslim,Kader 22) Sahih-i Müslim’deki kayıtta, Iyâd b. Hamâr,Resûllah’ın (s.a.s.) şöyle dediğini bildirmiştir: “Allah Tealâbuyurdu ki: Ben kullarımı hanif (tevhid dini) üzere yarattım.”(Müslim, Cennet 63)Allah Tealâ, Yüce Kitab’ında şöyle buyurdu: “O hâldesen, bâtıl dinlerden uzaklaşarak yüzünü ve özünü, hak dinolan İslâm’a çevir. Yani Allah’ın insanları yaratmasındaesas kıldığı o fıtrata uygun hareket et! Allah’ın bu hilkatinikimse değiştiremez. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanlarınçoğu bunu bilmezler.” (Rûm sûresi, 30/30)“Rabbinin Âdem evlâtlarıyla yaptığı şu sözleşmeyi düşünün:Rabbin onların bellerinden zürriyetlerini almış veonların kendileri hakkında şahitliklerini isteyerek ‘Ben sizinRabbiniz değil miyim?’ buyurunca onlar da ‘Elbette!’diye ikrar etmişlerdi.” (A’râf sûresi, 7/172)İmdi sâir mahlûkat hakkında durum böyle olduğunagöre, Allah Tealâ’nın “hak dine yönelen, Allah’a itaat üzerebulunan tek başına bir ümmet, bütün hayırlı hâlleri kendindetoplayan bir önder” (Nahl sûresi, 16/120) diye tavsif buyurduğuHz. İbrahim Halil’in, geçici bir süre için de olsa, böylebir düşüncede olması mümkün olur mu? Aksine insanlar içinHz. Muhammed’den (aleyhisselâm) sonra Hz. İbrahim, enselim (arı duru) fıtrat ve en istikametli ahlak ve seciye üzereolmaya hak sahibidir. Ayrıca onun, burada şirk üzere olankavmi ile münazara (kuvvetli deliller getirerek irşat) eden birkonumda olduğu, yoksa böyle bir düşüncede (nâzır) olmadığınışu âyet-i kerîmeler de göstermektedir:“Halkı kendisi ile tartışmaya girişti: O dedi ki: ‘Allah,bana doğru yolu göstermişken, siz hâlâ benimle O’nun hakkındatartışıyor musunuz? Sizin O’na ortak saydığınız şeylerdenben hiçbir zaman korkmam. Rabbim ne dilerse o olur.Rabbimin ilmi her şeyi kapsar. Hâlâ kendinize gelip ders almayacakmısınız? Hem siz, Allah’ın size tanrı oldukları hakkındahiçbir delil indirmediği şeyleri O’na ortak saymaktankorkmuyorsunuz da, nasıl ben sizin O’na ortak koştuğunuzşeylerden korkarım? Şimdi biliyorsanız söyleyin, bu iki taraftanhangisi korkudan emin olmakta haklıdır?’ İman edipimanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte korkudanemin olma onların hakkıdır, doğru yolda olanlar da onlardır.İşte bunlar, kavmine karşı İbrâhim’e verdiğimiz delillerdi.Dilediğimiz <strong>kimseleri</strong>n derecelerini kat kat yükseltiriz. Muhakkakki senin Rabbin tam hüküm ve hikmet sahibidir veO her şeyi hakkıyla bilir” (En’âm sûresi, 6/80–83).Allah Tealâ, bu âyetlerde, kavminin bu yüce Peygamberletevhit hakkında mücadele ettiğini ve bu konuda şüpheleriolduğunu, onun “Allah, bana doğru yolu göstermişken,siz hâlâ benimle O’nun hakkında tartışıyor musunuz?”ifadesi ile haber veriyor. Yani O’ndan başka tanrı olmayanAllah’ın bu hususiyeti hakkında benimle tartışıyor musu-41


nuz? Hâlbuki Allah bana gerçeği gösterdi, beni hakka ilettive ben O’ndan bana gelen bir delil üzerindeyim. Durumböyle iken ben nasıl sizin bozuk sözlerinize, geçersiz şüphelerinizeiltifat ederim? 8‘Rabbim bana لَئِنْ‏ لَمْ‏ يَهْ‏ دِ‏ نِي رَبِّي ألَ‏ ‏َكُونَنَّ‏ مِنَ‏ الْقَوْ‏ مِ‏ الضَّ‏ الِّينَ‏doğru yolu göstermese mutlaka sapmışlardan olurdum.’dedi.” (En'am sûresi, 6/77) kavline gelince:Bu, birçok peygamberde rastlanan bir üslûptur ve sadecegelecek zamanı değil, geniş zamanı da ifade etmekte olupinsanın hayatının başlangıcından sonuna kadar Allah’ın hidayetine,rahmetine, inayetine muhtaç olduğunu ders vermektedir.Her türlü hidayet ve rüşt Allah’tandır; O’nun be-لَئِنْ‏ لَمْ‏ يَهْ‏ دِنِي reketi, lütfu, ihsan ve ikramıdır. Dolayısıylagöster- ifadesi, “Rabbim bana doğru yolu işin başında رَبِّيmeseydi, el’ân göstermezse ve gelecekte göstermeye devametmezse ben de sapmışlardan olurdum.” anlamını ifade etmektedir.Kur’ân’ın îcâzından bunu anlayabiliriz. Meselâ:Hz. Nûh, “<strong>Ey</strong> halkım! dedi, bende hiçbir dalâlet yok, fakatben Rabbülâlemin tarafından size bir elçiyim.” (A’râf sûresi,7/61) demesi; Hz. Yusuf ’un, “Yâ Rabbi, Sana tam itaat içindebir kul olarak canımı al ve beni hayırlı ve dürüst insanlararasına dahil eyle!” (Yusuf sûresi, 12/101) diye niyazı; Hz.Süleyman’ın, gösterilen harikulade olay için “Bu, Rabbiminlütuflarındandır.” (Neml sûresi, 27/40) diye hayretini belirtmesi;Peygamberlerin mucizelerini gerçekleştirirken daima“Allah’ın izni ile” kayıtlamaları, salih kulların her türlü başarılarınıAllah’ın fazl u keremine vermeleri (Bkz. Bakara sûresi,2/249-251) vb. hususlar, her lütuf ve ihsanı daima Allah’tanbilmek gerektiğine dâir birer derstir.Hz. İbrahim’in لَئِنْ‏ لَمْ‏ يَهْ‏ دِ‏ نِي رَبِّي ifadesine de geniş zamananlamıyla bakmak durumundayız. Böyle bir okumayadil açısından herhangi bir mâni olmadığını belirtelim. Bazımüfessirler yine bu paralelde şöyle dediler: Bu, ret ve kınamaanlamındadır. Yani “Rabbim bu değildir.” Araplar bunungibi ifadeleri kullanırlar. Bu durumda, istifham ifadeeden “hemze” hazfedilir. 9 Kur’ân’ın sözlü bir metin olarakbildirilmesi hususu, ilgili âyetlerdeki ifadelerin istifhamcümlesi olma ihtimalini teyit eden bir âmildir. Zîrâ sözlüifadelerde vurgu ile soru sorulması yaygındır. 10Diğer taraftan Hz. İbrahim’in bu ifadesi, nübüvvetinzaruretine ve azametine işaret etmektedir. Nübüvvet olmazsaUluhiyet, âhiret gibi gaybî meseleleri insanın kendiaklına dayanarak halletmesi mümkün değildir. Ayrıca buradababası ve kavmine karşı psikolojik bir ikna mekanizmasınıdevreye aldığını da düşünülebiliriz. Şöyle: <strong>Ey</strong> kavmim, benimtevhit üzere olup, şirkten beri oluşum Cenab-ı Hakk’ınbir fazl u keremidir. O, bunu bana ihsan etmiştir. Siz ey kavmim,şirki bırakıp tevhide geldiğiniz takdirde, kendi yanlışlığınızı,benim haklılığımı kabul ve itiraf etmiş olmanınötesinde siz de benim gibi Cenab-ı Hakk’ın ihsan ve ikramıolan nübüvvet nuru sayesinde hakkı bulmuş olursunuz.Dolayısıyla burada, sizin yanlış bir yol tutmuş olduğunuzunanlaşılmasından dolayı bana karşı bir mahcubiyete, böylebir komplekse girmenize hacet yoktur. Eğer Rabbimin ikramve ihsanı olmasa “kesinlikle ben de dalâlette olanlardanolurdum.” Ama Rabbim bana nübüvvet ihsan etti; onunlahidayet oldum, hakkı buldum. Siz de bu nübüvvet sayesindeancak doğruya ulaşabilirsiniz. Bu hidayete ihtiyaç noktasındaben de sizin gibiyim. Allahu a’lem.Sonuç:Hz. İbrahim, bütün semavî din mensupları nezdindekabul görmektedir. O, hem Halilürrahman hem de halilülinsandır.Onun daveti tevhide dayalı ve onunla ilgiliydi; ölçüsüilâhî adalet olup hedefi ibadeti, tabiat varlıklarından HakMâbûd’a yükseltmekti. Bu, insanların hem dış dünyasını hemde iç âlemini değiştiren insanlık hayatı ile ilgili en eşsiz fetihtir.En’âm sûresi 76–78 âyetlerinde bildirilen; yıldızı, Ay’ı veGüneş’i görünce söylediği “Rabbim budur” ifadesi, onun bunesnelerin kendi Rabbi olamayacağını bilmediğinden dolayıdeğil; o nesnelerin rab oluşlarını reddetmek ve kavminin onlaratapmalarının yanlışlığını ikna edici bir tarzda bildirmek içindir.Yıldız, Ay ve Güneş putlardan daha parlak, daha aydınlıkve daha güzel olmalarına rağmen tanrı olmamıştır. Bunlar batıyor,sönüyor; devamlı kalmıyor. Putlar, güzellikte bunlardanaşağı, cisim itibarıyla bunlardan daha küçük, cansız, hareketsiz,fayda ve zarar veremeyen nesnelerdir. Dolayısıyla ışık ve ısıveren o gök cisimleri buna rağmen tanrı olmadıklarına göre,bunların öncelikle tanrı olmaması gerekir. İşte Hz. İbrahim,bu gerçeği göstermek için böyle söylemiştir. “Rabbim budur.”ifadesi, vurguyla söylenen ve böyle bir hususun asla mümkünolmadığını ifade eden istifham-ı inkari (Rabbim budur?) tarzındabir cümle de olabilir.* Dicle Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesimcelik@yeniumit.com.trDipnotlar1. Abbâs Mahmûd Akkâd, İbrahim Ebu’l-Enbiyâ, s. 93.2. Kadim tarih kitapları da Hz. İbrahim’in ikna edici üslûbuna dikkatçekmiştir.3. Risale-i Nur Külliyatı, II, 1997 (Muhakemat).4. Risale-i Nur Külliyatı, II, 1228 vd. (İşârâtü’l-İ’câz - Bakara sûresi,Âyet: 23-24).5. Taberi, 6/75 hk. V, 241.6. Taberi, 6/75 hk. V, 241.7. Hatta kavmini matematik ve astronomi hususunda bilgilendirmiştir.8. Ahmed Şâkir, Umdetu’t-Tefsîr, I, En’âm 76-78 hakkında.9. Taberi, 6/75 hk. V, 246.10. Hz. Peygamber de (aleyhisselam), soru edatı kullanmadan, vurguylasual sormuştu. Vahşi’ye: “Hamza’yı öldüren sensin?” (Buhari,Meğâzî 23) demesi gibi.42


YENi ÜMiTOsman KARYAĞDI *Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84Mü’min, her yaptığı şeyi Allah emrettiği için yapar. Ne kendi, ne ailesi, nede beraber olduğu insanların çıkarlarını kat’iyen düşünmez. Bir mü’minin,bu tür beklentilere girmeden hareket etmesi, “hâlisâne” tabiriyle ifade edilirki, bu hak erinin, hiçbir zaman para-pul, makam-mansıp, şan-şeref.. davasıgütmeden, İslâm’a hizmette tıpkı bir nefer gibi hareket etmesi demektir.İhlâs Risâlesi ÜzerineEserleri ve hayatıyla pek çokinsanın fikir ve kalb hayatınayön veren, yaklaşımlarıyladeğişik ufuklar açan, hareket ve aksiyonugeniş toplum kesimlerince hüsnükabul görmüş olan BediüzzamanHazretleri, 1 aynı zamanda Allah yolundahizmet, O’nun adını ufkumuzdayüceltme de diyebileceğimiz i’lâ-yı kelimetullahınmetodu adına son dereceönemli düsturlar ortaya koymuştur. Bumânâda en mühim eserlerinin başında1934 yılında sürgün olarak bulunduğuBarla’da telif edilen İhlâs Risâlesi gelir.Bu makalede “İhlâs Risâlesi”nin yazılmasüreci ve müellifin dilinde “İhlâs”kavramının nasıl kullanıldığı üzerindedurulmaya çalışılacaktır.İhlâs Risâlesi'nin Telifine DoğruBediüzzaman Hazretleri, Kurtuluşsavaşından sonra ilim ve fikirlerindenistifade edilmesi için BirinciMeclis’e çağrılır. Meclis’te mebuslarınnamaz konusunda gevşek davrandıklarınıgörünce namazı anlatanbir Risâle neşreder ve konuşmalarınınçoğunu bu konuya ayırır. Namazüzerinde bu kadar hassasiyetle durmasınaitiraz edilen Üstad, 1923 yılıbaharında Ankara’dan ayrılarak Van’agider. Orada bazı talebeleriyle birlikteErek Dağı’nda inzivaya çekilir;vaktinin çoğunu talebe yetiştirmekle,Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin tabiattakitecellîlerini tefekkür ve ibadetlegeçirir. Bu sırada memleketin doğusundabir isyan başlar; ancak Bediüzzamankonuştuğu her yerde, böylebir isyanın dinen doğru olmadığınıvurgular ve halkı yatıştırmaya gayreteder. Hattâ Van ahâlisinin önemli birkısmı bu isyanlara onu dinleyerek katılmaz;katılmaz ama, türlü bahanelerleönde gelen âlimler ve sözü din-Her türlü zorluğave dış baskıyarağmen, içi imanladolu bir kalbin taşmamasımümkün değildir.Nitekim Bediüzzamanda onu susturmak isteyenlerinbeklentilerininaksine Barla’da unutulupgitmemiştir. CivanmertAnadolu halkıdiğer âlimleri baş üstündetuttuğu gibi Üstad'ıda yalnız bırakmamış,ona ve davasına sahipçıkmıştır.lenen insanlar, Anadolu’nun batısınasürgün edilirler. Bediüzzaman da sürgünedilenler arasındadır ve 1925’tesürgün hayatı başlar. Trabzon üzerindenİstanbul’a, orada biraz kaldıktansonra deniz yoluyla İzmir’e, ardındanAntalya’ya, oradan da Burdur’a getirilir.Burada bir camide 7 ay kaldıktansonra 1 Mart 1927 Salı günü, “Ücrabir köşede, mahrumiyetler, kimsesizlik43


İman ve Kur’ân’a hizmetin esasları ve temeldüsturları, bizzat Bediüzzaman Hazretleri'ninkendi hayatıyla temsil edilmiştir. Bu düsturlarınen önemlileri de, diğerlerine atıflardabulunularak 1934 yılında “İhlâs Risâlesi” olarakyazılmıştır. İnsanlar bu düsturlarla imanve Kur’ân yolunda hizmete başlamışlar ve buyolda karşılarına bazı problemler çıkmıştır.Bu problemleri ve getirilen çözümleri genellikleLâhikalar’da ve özellikle de KastamonuLahikası’nda görmek mümkündür.ve gurbet hayatı içinde kendi kendine ölür gider.” düşüncesiyle,kara yoluyla doğrudan ulaşımın olmadığı bir nahiyeolan Barla’ya sürgün edilir.Her türlü zorluğa ve dış baskıya rağmen, içi imanladolu bir kalbin taşmaması mümkün değildir. Nitekim Bediüzzamanda onu susturmak isteyenlerin beklentilerininaksine Barla’da unutulup gitmemiştir. Zîrâ civanmert Anadoluhalkı diğer âlimleri baş üstünde tuttuğu gibi Üstad’ıda yalnız bırakmamış, ona ve davasına sahip çıkmıştır. Üstad,Kur’ân’dan aldığı dersleri yanına gelenlere anlatmayave mümkün oldukça da yazdırmaya başlamıştır.1927 yılında Risâle-i Nur’un ana eserleri telife başlanır.Bu hakikatlerin diğer insanlara da ulaştırılması lâzımdır.Bunu ulaştıracak olanlar da talebeleridir. Ancak bu ulaştırmanınbir metodu, yaklaşımı ve esasları olmalıdır. Bu hakikatler,kendisini Bediüzzaman’a düşman olarak konumlayanlarındikkatini çekmeyecek bir şekilde anlatılmalı ve hayatageçirilmelidir. Nitekim o talihsiz günlerde dindarlığınıortaya koyan, bazı dinî talepleri olan insanlar susturulmakta,hattâ bazıları idam edilerek topluma büyük bir gözdağıverilmektedir. Her dönemde ortaya bazı kavramlar atılıpbunun etrafında bir kısım masum insanlar suçlandığı gibi,o dönemde de insanların başında Demokles’in kılıcı olarakkullanılan kavram, “cemiyetçilik”tir, yani cemiyet oluşturupdevletin nizamını değiştirmek ve yıkmak. Üstad da,“Bediüzzaman, gizli cemiyet kuruyor, rejim aleyhindedir,rejimin temel nizamlarını yıkıyor.” suçlamasına maruz kalır.İşte bu şartlar altında 1934 yılında menfî (sürgün) olarakbulunduğu Barla’da “İhlâs Risâlesi” yazılır.Bediüzzaman bu Risâlenin adını “İhlâs” koymuştur.Zîrâ, Allah rızası için yapılan en küçük işlerde bile O’nunrızasına nâil olma duygusunun bir an olsun unutulmamasıelzemdir. Bediüzzaman ihlâsın her türlü işte asıl olduğunuanlatmanın yanında, aslında nasıl hizmet edileceğinianlattığı bu eserine “İhlâs Risâlesi” demekle aynı zamandaonu susturmak ve yok etmek isteyenlere karşı hizmetinikorumuştur. Zîrâ, 1934 yılında, İhlâs Risâlesi yerine hizmetrisâlesi, hizmet düsturları gibi bir şey denilmiş olsaydıÜstad’ı cemiyetçilikle suçlayanlar bunu mutlaka aleyhinedeğerlendirirlerdi. Nitekim Nur’un önde gelen talebelerindenYüzbaşı Re’fet Bey’in hatıralarında trajikomik birhâdise anlatılır: Isparta’da âni yapılan baskın ve araştırmalardaele geçirilen Risâle ve mektuplar arasında bir kitabınüzerinde ‘Ramazan’a aittir.’ diye bir yazı vardır. Baskını yapanlarsadece bu kısmını okuyup “Kimdir bu Ramazan?”diye araştırdıktan sonra nihayet Isparta Atabey’in köylerindenRamazan isimli bir vatandaşı da ellerini bağlayarakEskişehir Hapishanesi’ne yollarlar. Aradan iki ay geçtiktensonra kitabın Ramazan Efendi’ye ait değil, Ramazanve orucun hikmetlerini anlatan Bediüzzaman’ın RamazanRisâlesi olduğu anlaşılır. Mazlum ve masum RamazanEfendi tahliye edilir. Bediüzzaman da hapishanede tanıştığıbu zatı, ‘Kardeşim Ramazan, hakkını helal et!’ diye tesellieder. 2 Bu hâdise de hizmetin stratejisine ait temel eserlerinbaşında gelen bu Risâle’ye, İhlâs isminin verilmesinin ne kadaryerinde olduğunu gösterme adına mânidardır.İhlâs Risâlesi’nde dine hizmet adına temel düsturlarortaya konulmuştur. İhlâs Risâlesi sadece ibadetlerdekiihlâs hakkında bilgi vermek için yazılan bir Risâle değildir.Bu mânâdaki ihlâs hakkında Risâle-i Nur’un değişik yerlerindegerekli bilgiler yer alır. Meselâ, İşârâtü’l-İ’câz’da,“İbadetin ruhu, ihlâstır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yalnızemredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet vebir fayda ibadete illet gösterilse, o ibadet bâtıldır. Faydalar,hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar.” 3denilerek ibadette ihlâs ele alınır. Bu mânâsıyla ihlâs mevzuuMesnevi-i Nuriye, İşârâtü’l-İ’caz ve başka Risâlelerdede yer yer işlenir.İhlâs Risâlesi olan Yirmi Birinci Lem’a’nın üslûpaçısından da bilgi verme mahiyetinden ziyade, hareketeve aksiyona dâir bir Risâle olduğu görülür. Nitekim buRisâle’de muhataba, “<strong>Ey</strong> âhiret kardeşlerim ve ey hizmet-iKur’âniye’de arkadaşlarım!”, “<strong>Ey</strong> kardeşlerim!” şeklindeseslenilerek hizmet arkadaşlığına vurgu yapılmaktadır.Bu Risâle’nin iman ve Kur’ân’a hizmetle doğrudanilgili olduğu kanaatini kuvvetlendiren başka bir husus dabu kısa Risâle’de “hizmet” kelimesinin yirmi altı defa, yaniçokça kullanılması ve bunun yanında “hâdim”, “hademe”gibi aynı kökten türetilen kavramların da bu Risâle’de yeralmasıdır.44


Üstad’ın ifadesiyle Nurların birinci talebesi olan HulusiYahyagil’in İhlâs Risâlesi’yle alâkalı kendisinin neden birincitalebe olduğunu gösterir tarzda bir mektubu vardır.Üstad bu mektubu Barla Lâhikası’na almakla bu husustaonun söylediklerini tasvip ettiğini göstermektedir. HulusiYahyagil şöyle yazmaktadır: “En az on beş günde birdefa okunması emir buyurulan Yirmi Birinci Lem’a, Evrâdedinilecek kadar ehemmiyetlidir.” 4 Nitekim kendisi de buRisâle’yi okuma hususunda hassasiyetini ortaya koyarak,hayatı boyunca on beş günü geçirmemeye gayret etmiştir.İman ve Kur’ân hizmeti yapanlar için rehber bir eserolması adına Risale-i Nur’un önde gelen nâşirleri tarafındanKülliyat’ın muhtelif yerlerinden derlenerek “HizmetRehberi” adı verilen eserde iman hizmeti adına esasumde ve hakikatlerin İhlâs ve Uhuvvet Risaleleri olduğunazara verildikten sonra, “Bu Hizmet Rehberi, Külliyat-ıNur’dan ve mektublardan, İhlas ve Uhuvvet Risalelerindekidüsturları ve esasları teyit ve takviye eden bahislerdenmüteşekkildir.” 5 denilerek, hem İhlâs Risalesi’nin hem deismini Üstad’ın bulunduğu yerden alan, o dönemde karşılıklıyazılan mektupların derlendiği Lâhikalar’ının nasılokunması gerektiği hususunda ipuçları verilir.Burada dikkati çeken bir nokta da ihlâsı kıran sebeplerdeortaya çıkıyor. Aynı şekilde bunlarda da içtimaîlik ağır basıyor.Üstad'ın da işaret ettiği gibi burada bu sebeplerin sadecebirkaçı zikrediliyor, diğerlerinin, “Külliyat” içindeki yerlerindenbulunup değerlendirilmesi isteniyor. Zîrâ sınırlı sayıdasayfası olan bir el kitabı veya kılavuz nevinden bir Risâle’de,bütün bunların olması mümkün olmadığı gibi doğru da değildir.Çünkü bu bilgiler de yazılırsa eserin hacmi artar ve sıksık okunması da zor olur.Bediüzzaman Hazretleri’nin, Nurlar’ın değişik yerlerindeüzerinde ısrarla durduğu bu hususlar da iman hizmetindebulunmak isteyenlerin asla unutmamaları gerekenhayat düsturlarıdır. Bu düsturların en yoğun olduğu İhlâsRisâlesi, yoğun günlük faaliyetler içinde, hattâ Allah yolundahizmet ederken -uzun yola giden bir şoförün zamanzaman bir kenara çekip dinlenmesi gibi- hizmetin âhenk veselâmeti için Üstad’ın da vurguladığı gibi sık sık okunmalıve anlatılan düsturlar hayata taşınmalıdır.İhlâs nedir?İslâmî literatürde anahtar bir kavram olan ihlâs, lügatlerde“sâfi olma, içindeki yabancı unsurlardan temizlenme,hiçbir yabancı unsur barındırmama” mânâlarınagelir. Kur’ân-ı Kerîm’de ihlâs kelimesi bu aslî mânâsındakullanılır. Mü’minler ihlâs sahibidirler ve ihlâsın hakikatide Allah’ın rızası dışındaki her şeyden uzaklaşmak, şirkşaibelerinden arınmaktır. 6 Tasavvufî eserlerde ise ihlâs,çoğunlukla kullukta maddî-mânevî hiçbir beklentiye girmemekşeklinde ele alınmaktadır. Mesela, İslâm’ın kalbve ruh hayatına dâir temel mesele ve kavramların değerlendirildiğiKalbin Zümrüt Tepeleri’nde, ihlâs ile alakalıtariflerin genelde “doğru, samimî, katışıksız, dupduru;riyâdan uzak olma ve kalbi bulandıracak şeylere karşı kapalıkalma, kapalı yaşama.. veya gönül safveti, fikir istikametiiçinde Allah’la münasebetlerinde dünyevî garazlardanuzak kalma ve tam bir sadâkatle kullukta bulunma”etrafında cereyan ettiği vurgulanır ve şöyle bir tarifyapılır: "İhlâs; ferdin, ibadet ü tâatinde, Cenâb-ı Hakk’ınemir, istek ve ihsanlarının dışında her şeye karşı kapanması,abd ve Mâbud münasebetlerinde sır tutucu olması,yaptığı şeyleri Hakk’ın teftişine arz mülâhazasıyla yapması,tabir-i diğerle; vazife ve sorumluluklarını, O emrettiğiiçin yerine getirmesi, yerine getirirken de O’nunhoşnutluğunu hedeflemesi ve O’nun uhrevî teveccühlerineyönelmesinden ibarettir ki, saflardan saf sâdıkların enönemli vasıflarından biri sayılır." 7Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri de ihlâsı, Nur Külliyatıiçinde geleneğe uygun olarak umumiyetle ibadetlerlealâkalı olarak değerlendirir ve “İhlâs, yapılan ibadetin yalnızemredildiği için yapılmasıdır.” şeklinde bir tarif yapar.İhlâs Düsturlarıİhlâs Risâlesi’nde anlatılan düsturlar herkes için, hayatınher ânında önemli ve gereklidir. Bunların sadece öğrenilmesiyeterli değildir. Düsturların ikisi, daha ziyade ferdve ferdî ihlâsla alâkalı görülürken diğer düsturlar ve anlatılanhususlar içtimaîdir. Yani ferdî ihlâstan ziyade cemaatihlâsı, içtimaî ihlâs, ihlâsla hizmet veya daha farklı bir kelimeyleifade edilecek olursa âhenkle hizmet nazara verilmektedir.Bu düsturlar sık sık hatırlanmalı, hattâ unutulmamalı,dahası bunlar insan tabiatının bir yanı hâline getirilmelidir.Nitekim Üstad da bunları anlatmaya başlamadanönce buna dikkat çekmekte ve “ihlâsı kazanmak, muhafazaetmek ve mânileri def etmek” için bu düsturlarınrehber edilmesi gerektiğini söylemektedir. İhlâs kazanılmışsa,kazanılan ihlâsın korunması ve önüne çıkacak engellerinbertaraf edilmesi için bu düsturlar elzemdir. Şimdibu düsturları tekrar hatırlayalım:Birinci Düstur:Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalıAllah rızası bütün amellerin önünde, olmazsa olmazbir duygu olarak bulunmalıdır. Namaz kılarken Allah rızası,kitap okurken Allah rızası, ailenin geçimini sağlarkenAllah rızası, i’lâ-yı kelimetullah için yapılan hizmetlerdeAllah rızası… Allah için yapılan hizmetlerde zaman zamanfarklı mülâhazalara girilebilmektedir. “En güzel ve başarı-45


lı hizmeti yapma ve bunu herkese gösterme” şeklinde birniyet bazen insanların zihinlerine gelebilmekte ve riyayakapı aralanabilmektedir. Halbuki, “Allah, ancak kendi rızasıumularak ve Allah için hâlisane yapılan amelleri kabuleder.” (Nesai, Cihad 24)Herkes razı edilse bile Allah’ın razı olmadığı bir hizmetmakbul değildir. Zîrâ hizmetler, sınırlı dünya hayatı için değildir.İnsanın ebedî saadeti, Allah’ın rızasını elde etmesi sonucuCennet’te tecelli edecektir. Allah razı olmadıktan sonramilyonlarca insan bir hizmeti alkışlasa bile bu, beş para etmez,O’nun nezdinde bir kıymeti olmaz.İkinci Düstur:Bu hizmet-i Kur’âniye’de bulunan kardeşlerinizi tenkidetmemek ve onların üstünde fazilet-füruşluk nev’indengıbta damarını tahrik etmemektir.Bu düsturda beraber yaşamanın ve ortak bir hedefolarak Allah rızasına yürümenin önündeki iki temelproblem nazara verilmektedir: Tenkid ve insanları gıbtayasevk etmek.Herkes yaptığı hizmetlerden bahsederken diğer insanlarınduygularını da dikkate almalı ve başkalarını kıskançlıkve gıptaya sevk etmemelidir. Allah için yapılan hizmetlerdeçok önemli olan bu düstur hayata taşınmayınca herkesitenkit ve kendi yaptıklarını büyüterek anlatma gibi bir hastalıkortaya çıkar.Evet, “Her şeyi tenkit, her şeye itiraz, bir yıkma hamlesidir.Şayet insan, bir şeyi beğenmiyorsa, ondan dahaiyisini yapmaya çalışmalıdır. Zîrâ, yıkmaktan harabeler,yapmaktan da mâmûreler meydana gelir.” 8Tenkit meselesine bir fabrikanın çarklarının âhenkleişlemesi misâl veriliyor. Allah yolunda hizmet edenler deşuurlu olarak işlerini ve hizmetteki vazifelerini âhenkleyapmalı, bir fabrikanın çarkları gibi düzenli çalışmalı; birbirinitenkit ederek çalışma azmini kırmamalıdır.Üçüncü Düstur:Bütün kuvvetinizi hakta ve ihlâsta bilmelisiniz.Bediüzzaman Hazretleri bu düsturun açıklamasındahem bir durumu tespit etmekte hem de yapılan hizmetlervesilesiyle talebelerine iltifat etmektedir. Zîrâ, kendisininİstanbul’da ve kendi memleketinde daha fazla imkânı ve yardımcılarıvarken, Barla’da yedi-sekiz senede yapılan hizmetdaha fazla muvaffakiyet göstermiştir. Ona göre bunun sebebide Barla’daki talebelerin ihlâsla hizmet aşk u şevki içindeolmalarıdır. Ayrıca burada “Şefkat Tokatları” nazara verilmektedirki, bunlar Allah için çalışan insanların bazı sebeplerleellerini hizmetten çekmeleri ve ihlâsı kırmaları neticesiolarak gelmektedir.Dördüncü Düstur:Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerinikendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâneiftihar etmektir.Bu düsturun açıklamasında da “tefânî” sırrı üzerindeduruluyor. Evet, herkes hizmette kendine düşen rolü hakkıylayerine getirmeli ve diğerlerinin yaptığı hayırlı işlerekendi yaptıklarından daha çok sevinmelidir. Zîrâ kendiyaptıklarının içine, “riya” gibi, amelleri yiyip bitiren bir virüsbulaşabilir. Bundan kurtulmak için de kardeşlerin meziyetleri,kişinin kendine aitmiş gibi düşünülmeli ve başkalarınınbaşarılarından ciddi sevinç duyulmalıdır.Yirmi Birinci Lem’a olan İhlâs Risâlesi’nin girişinde, “OnYedinci Lem’a’nın On Yedinci Notası’nın yedi mes’elesindenDördüncü Mes’elesi iken, ihlâs münasebetiyle YirminciLem’a’nın İkinci Nokta’sı oldu. Nuraniyetine binâen YirmiBirinci Lem’a olarak Lemeât’a girdi.” denilmektedir. Yineİhlâs hakkında olan Yirminci Lem’a’nın başında beş noktadanibaret olduğu belirtilmekte ve sadece birinci noktasıorada anlatılmaktadır. Yirmi Birinci Lem’a bu noktalardanikincisi olduğuna göre geriye kalan üç nokta Külliyat’ındiğer yerlerinde aranmalıdır. İhlâs Risâlesi’nin muhtevasıdüşünüldüğünde bu noktaların özellikle Lâhikalar’daki bazıdüsturların anlatıldığı kısımlar olabileceği anlaşılmaktadır.Meselâ, bir mektupta şöyle denmektedir:“Gayet muhlis kardeşimiz Hasan Âtıf ’ın mektubunda,bir ihtiyar âlim ve vâiz, Risâle-i Nur’a zarar verecek bir vaziyettebulunmuş. Benim gibi binler kusurları bulunan birbiçarenin, ehemmiyetli iki mazeretine binaen bir sünneti(sakal) terk ettiğim bahanesiyle şahsımı çürütüp, Risâle-iNur’a ilişmek istemiş.” 9 Problemi kısaca zikrettikten sonra,Üstad Hazretleri özetle, kendi şahsındaki kusurların(!)Nur’a ve davaya zarar vermeyeceğini, kendi yırtık dellâllıkelbisesinin onun bâki elmaslarının kıymetini düşürmeyeceğinisöyleyerek asıl bakılması gereken şeyin şahsı değil, ortayakonan eser olduğunu vurguluyor. Daha sonra da talebelerine,ehl-i ilme karşı nasıl davranmaları gerektiğinedair; vâiz ve âlimlerle münakaşa yapılmaması, kendilerinedüşmanlık edenlere bile düşmanlık edilmemesi, bedduaedilmemesi, enâniyetlerin tahrik edilmemesi gibi altın düsturlarveriyor. O dönemde yaşanan hayattan izlerin bulunduğuLahikalar’da benzeri düsturlar çok miktarda vardır.İhlâs nasıl kazanılır?Bu Risâle’de ihlâsı kazanmak için en başta insanların,dünyanın fânî, kendilerinin de ölümlü olduklarını unutmamaları,hattâ hiç akıllarından çıkarmamaları gerektiğivurgulanıyor. Bu konuda Allah Resûlü (sallallahu aleyhi veأَكْ‏ ثِرُوا ذِكْ‏ رَ‏ هَاذِمِ‏ اللَّذَّ‏ اتِ‏ vermiştir: sellem) ölçüyü şu şekilde46


Lezzetleri tahrib edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!”(Tirmizî, zühd 4; Nesâî, cenâiz 3; İbn Mâce, zühd 31)Efendimiz’in bu emri, Hak dostları tarafından değişikusûllerle ölümü ve ötesini hatırlama, hattâ onu bizzatyaşama mânâsına “Rabıta-yı mevt” adı altında önemli birdüstur olmuş; sonu gelmeyen arzulardan ve ölüm yokmuşgibi düşünüp yaşama şeklinde insanı yoldan çıkaran hastalıklardankurtulma vesilesi olarak görülmüştür.Daha sonra ihlâsı kazanmanın ikinci vesilesi olarak da“tefekkür” dile getiriliyor. Zîrâ bu tefekkür sayesinde insanhep Allah’ın huzurunda bulunduğunun şuurunda olacakve O’nun rızasını kazanmanın yolunu araştıracaktır. Bununda en önemli vesilesi O’nun adını herkese duyurmakve bu yolda bir ömür boyu hizmet etmektir.M. Fethullah Gülen Hocaefendi de, “Yapılan işler karşısındamaddî-mânevî bir beklentiye girmemenin ölçüsü nedir?”şeklinde bir soruya cevap verirken Üstad’ın işaret ettiği“rabıta-yı mevt” ve “tefekkür” gibi ihlâsı kazandıran hususlarısaymış, daha sonra da bunlara, kalbî hayatı Allah’a açıkolan insanlarla oturup kalkmak ve her şeye rağmen bu insanlardanayrılmamak, selef-i sâlihînin hayat-ı seniyyelerinin örnekalınması şeklinde bazı maddeler de eklemiştir. 10 Bu cevaptanda her iki müellifin ihlâsı, “beklentilere girmeden hizmetetmek” şeklinde yorumladığı anlaşılmaktadır.İhlâsı kazanma vesileleriyle alâkalı bu bölüm bitirilirken,eserlerde “riyâdan kurtaracak, ihlâsı kazandıracakçok hakâik (hakikatler) zikredildiğinden ona havale edip,burada kısa kesiyoruz.” denilerek bu Risâle’nin, diğerRisâlelerle bütünlük içinde okunması gerektiğine işaretedilmektedir.Bunlar anlatıldıktan sonra ihlâsın, -burada anlatılan şekliylehizmetin- önündeki engeller ve hizmet yolunda karşılaşılanbazı problemler zikredilmektedir. Esasen bunlarınher birisi üzerinde ciltlerce kitap yazılacak türden psikolojikve sosyolojik durumları ifade etmektedir. Bu mânâda önce,rekabet söz konusu edilmektedir. Maksadı Allah’ın rızasınanâil olmak olan bir işte birbirine engel olma neticesini verenbir rekabet ciddi problemlere sebebiyet verebilir. Zîrâ, dineve insanlığa hizmet rekabetsiz bir yarış, hizmet edenler derakipsiz yarışçılardır.İhlâsı kıran ikinci mâni ise, içinde pek çok hususuihtiva etmektedir: “Hubb-i câhtan gelen şöhretperestliksâikasıyla ve şan ü şeref perdesi altında teveccüh-i âmmeyikazanmak, nazar-ı dikkati kendine celbetmekle enaniyetiokşamak ve nefs-i emmâreye bir makam vermektir ki, enmühim bir maraz-ı rûhî olduğu gibi “şirk-i hafî” tâbir edilenriyâkârlığa, hodfüruşluğa kapı açar, ihlâsı zedeler.” Buradahem makam sevgisi, hem şöhretperestlik, hem şan veşeref peşinde koşma, hem insanların teveccühünü kendineçekmeye çalışma, hem enaniyet, hem nefs-i emmâreye birmakam verme, hem de şirk-i hafî olan riyâkarlığa dikkatçekilmekte ve bunların her birisinin birer virüs gibi dinîhayata zarar veren hususlar olduğu vurgulanmaktadır.Üçüncü mâni olarak, korku ve açgözlülük, başkalarınaait olan şeylere göz dikme mânâsına gelen tamâ zikredildiktensonra bunların ve hizmetin önündeki diğer engellerinözellikle “Hücumât-ı Sitte”de 11 izah edildiği dikkatlere sunulmaktadır.Bu da İhlâs Risâlesi’nin Risâle-i Nur bütünlüğüiçinde okunması gerektiğini ifade eden ikinci bir vurgudur.Esasen bu bütünlüğe dikkat, bütün okumalarda, müellifi anlamakiçin en önemli esasların başında gelir.Hâsılı, iman ve Kur’ân’a hizmetin esasları ve temeldüsturları, bizzat Bediüzzaman Hazretleri'nin kendi hayatıylatemsil edilmiştir. Bu düsturların en önemlileri de,-diğerlerine atıflarda bulunularak- 1934 yılında “İhlâsRisâlesi” olarak yazılmıştır. İnsanlar bu düsturlarla imanve Kur’ân yolunda hizmete başlamışlar ve bu yolda karşılarınabazı problemler çıkmıştır. Bu problemleri ve getirilençözümleri genellikle Lâhikalar’da ve özellikle de KastamonuLahikası’nda görmek mümkündür. Lâhikalar bu gözleokunursa hem hizmetin temel düsturlarının hem de YirminciLem’a’nın kalan noktalarının buralara serpiştirildiğigörülebilir.*Araştırmacı - Yazarokaryagdi@yeniumit.com.trDipnotlar1. Yaptığı hizmet ve getirdiği orijinal yaklaşımlarıyla BediüzzamanHazretleri’nin enfes bir portresini çizen bir makale için bkz.: M.Fethullah Gülen, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, s. 652. Son Şahitler, Nesil Yay., 2005, 1/3863. İşârâtü’l-İ’câz, s. 86.4. Barla Lahikası, s. 2915. Hizmet Rehberi, s. 106. İsfahânî, el-Müfredât, h-l-s md.7. M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1/95.8. M. Fethullah Gülen, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 289. Bkz.: Kastamonu Lâhikası, Şahdamar Yayınları, s. 212-214.10. M. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla, 4/311. Hücumat-ı Sitte, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Risale olanAltıncı kısmıdır. Burada sırasıyla, hubb-i câh (makam sevgisi),hiss-i havf (korku), tamâ, asabiyet-i milliye (ırkçılık), enâniyet,tembellik, ten-perverlik (rahat düşkünlüğü) ve vazifedarlık (işkolikolma) gibi hususlar anlatılmaktadır ve bunlar birer damar olarakzikredilmektedir. Bunların hizmette birer problem olduğunadikkat çekilmektedir. Bu risalenin sonunda ise Üstad, “<strong>Ey</strong> kardeşlerim,dikkat ediniz! Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Herbir saatiniz, bir gün ibadet geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki,elinizden kaçmasın!...” diyerek Allah yolunda yapılması gerekenhizmete dikkat çekmektedir. (Bkz.: Mektubat, Şahdamar Yayınları,s. 604-626)47


YENi ÜMiTDr. Ergün ÇAPAN *Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84İslâm’ı iyi anlayamamış bazı Müslüman kişi veya kuruluşların, dünyanın değişikyerlerinde cereyan eden terör hadiselerine karışmalarının altındaki sebepleriİslâm’da değil, onların kendilerinde, onların yanlış yorumlarında ve daha başkafaktörlerde aramak gerekir. Zira İslâm, terör yanlısı bir din olmadığı gibi, İslâm’ıiyi anlamış bir Müslüman’ın da terörist olması düşünülemez..İntihar Saldırılarıve İslâmntiharsaldırılarına geçmeden önce mevzununanlaşılmasına yardımcı olabilecekgenel bir iki hususa işaret etmekte fayda olacağıkanaatindeyiz. İslâm’a göre insan, insanolması itibarıyla üstündür. Kur’ân bu hususuşu şekilde ifade etmiştir; “Doğrusu Bizinsanoğlunu çok şerefli yarattık.” (İsra sûresi,17/70) Kadın-erkek, genç-ihtiyar, siyahbeyazher insan muhteremdir, masûndur vedokunulmazlığı söz konusudur. İslâm, insanhayatına çok önem vermiştir. Birçok ayet vehadisle “zaruriyat-ı hamse” (olmazsa olmazşartlar) denilen beş aslî değerin korunmasınıemretmiştir. 1 Bunlar; din, nefs, nesil, akıl vemaldır. Bu itibarla insanın hayatına kastedilemez,ırzına el uzatılamaz, malına tecavüzedilemez, yurdundan-yuvasından çıkarılamaz,hürriyeti elinden alınamaz, inançlarınıyaşaması engellenemez. İslâm her bir insanı,başka varlıklara göre bir tür olarak gördüğüiçin tek bir insanı öldürmeyi48


ütün insanları öldürme, bir insanın hayatını kurtarmayıda bütün insanların hayatını kurtarma olarak kabul etmiştir.(Bkz. Mâide sûresi, 5/32) Bu değerlendirme, hiçbir din vemodern sistemde olmadığı gibi, insan haklarıyla alâkalıhiçbir komisyon ve kuruluşta da insana bu seviyede değerverilmemiştir. Hatta bir insanın kendisinin bile kendinekarşı bu olumsuzlukları irtikap etmesine, Allah tarafındankendisine bahşedilmiş hayata son vermesine müsaadeedilmemiştir. Bir insan başka birisini öldüremeyeceği gibikendi hayatına da son veremez yani intihar edemez. İslâm,intihara katiyen cevaz vermemiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de intiharyasaklanmış, (Nisa sûresi, 4/29) Peygamber Efendimizde birçok hadislerinde intihar etmenin haram olduğunuve âhiretteki cezasının ne kadar tüyler ürpertici olduğunubildirmiştir. (Buhâri, Cenâiz 84; Müslim, İman 175)İslâm’da sulh esastırİslâm, sulh güven ve esenlik demektir. O, hep sulh vesalah soluklamıştır. Onu inanarak yaşayan Müslüman daherkese hatta her şeye güven vaat eden, elinden-dilindenrahatsızlık duyulmayan kimse demektir. İslâm, yeryüzündefitneye, fesada, çatışmaya, zulme ve teröre savaş ilanetmiştir. Birçok ayet ve hadiste bildirildiği üzere İslâm’dasulh esas, savaş arızidir. Müslüman’ın diğer insanlarla münasebetlerindede yine sulh esastır. Emniyetin ve dünya barışınınesas olduğu bir dinde, savaş ve çatışma gibi şeylerarızidir. Sağlam bir bünyeye arız olan mikropları savmakiçin bünyenin kendisini savunması gibi istisnaî bir durumdur.İslâm, bir insanlık realitesi ve beşer tarihinin en gözeçarpan bir vakası olmasına rağmen savaşı da -ki bu da belliprensipler çerçevesinde cereyan etmektedir- hoş görmemiş,onu öncelikle müdafaa maksadına bağlamış, sonra dabizzat Kur’ân’da geçen “Fitne katilden beterdir.” (Bakara,2/191) prensibi çerçevesinde savaşları ve temelde savaşayol açan kargaşaları, düzensizlikleri, zulmü, bozgunculuğuönlemek için meşru saymış 2 ve onun için insanlık tarihindeilk defa çok önemli sınırlamalar ve prensipler getirmiştir. 3İslâm, savaşı dengelemek için de kaideler koymuştur:“<strong>Ey</strong> iman edenler! Haktan yana olup var gücünüzle ve bütünişlerinizde adaleti gerçekleştirin ve adalet numunesi şahitlerolun! Bir topluluğa karşı içinizde beslediğiniz kin ve öfke,sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil davranın, takvâya en uygunhareket budur. Allah’a karşı gelmekten sakının! ÇünküAllah yaptığınız her şeyden haberdardır.” (Maide sûresi, 5/8)buyurarak adaleti ve cihan sulhunu esas almıştır.Bütün bu temel esasların yanında İslâm her Müslüman’adinini, canını, malını, neslini, ırz ve mukaddesatını korumaMüslüman, gerek barış ortamında gereksesavaş halinde dininin kriterlerine riayet etmekdurumundadır. Ne kadar zor şartlara,sıkıntılara maruz kalırsa kalsın hislerini dininingetirdiği esaslar çerçevesinde kontrolaltına almalı, dininin onaylamadığı bir hareketiçinde olmamalıdır. Barış ortamındahangi şekilde olursa olsun intihar eylemleriyapmak çok büyük bir cinayettir.hakkı tanımıştır. Hatta bu uğurda gerektiğinde ölmeyi şehitliklepayelendirmiştir. (Buharî, Mezalim 32; Müslim, İman 226)Bu şekilde genel bir bakıştan sonra intihar eylemleri üzerindedurmak istiyoruz. İntihar eylemlerini barış ve savaşortamında yapılanlar diye iki ayrı grupta ele almak gerekir.A-Barış Ortamında İntihar <strong>Ey</strong>lemleriÖncelikle ifade etmek gerekir ki, İslâm’ın ârizî bir durumolarak kabul ettiği savaş ile ilgili nasslarını barış vesivil ortamına alıp uygulamak doğru değildir. Savaş ile ilgilihükümler savaş durumu ve şartları ile kayıtlıdır, sivilortamda ve barış halinde ise İslâm, her Müslüman’a imanîve ahlakî değerleri seviyeli temsil ederek, insanlara şefkatve merhametle muamele etmesini ve yaşadığı toplumdasulhun ve emniyetin temini için çalışmasını emreder. 4 Buyüzden barış ortamındaki herhangi bir ülkenin ister sivilisterse askeri herhangi bir yerinde bombalı intihar eylemiyaparak masum insanları hunharca katletmeyi İslâm dinininhiçbir şekilde onaylaması mümkün değildir.İnsanlara hatta bütün varlığa şefkatle, merhametlemuamele edilmesini emreden Kur’ân-ı Kerîm, “haksızyere bir insanı öldürmeyi, bütün insanlara karşı cinayetişleme” şeklinde değerlendirmiştir. (Mâide sûresi, 5/32)Evet, İslâm nazarında, bir insanın haksız yere öldürülmesibütün insanların öldürülmesi gibi büyük bir cinayettir.Zîrâ bir insanın öldürülmesi, hem herhangi bir insanınöldürülebileceği fikrini vermekte, hem de topyekün insanlığınhayat haklarına karşı hürmetsizliği terviç etmektedir.Ve böyle bir cinayeti işleyen kimse, Allah nezdindeçok büyük değeri olan insanı, tüyler ürperten menfur bircinayetle katletmekle çok kötü bir çığır açtığından bütüninsanları öldürmüş gibi Allah’ın gazabına ve büyük birazaba müstahak olmuş olur.49


Kur’ân-ı Kerîm, bir insanın haksız ve kasıtlı olarak öldürülmesisuçuna getirdiği ağır tehdidi, diğer suçlara getirmemiştir.Gerçekten de bu ifade ve tehditler tüyler ürperticidir:“Kim bir mü’mini kasten öldürürse onun cezası,içinde ebedî kalmak üzere gireceği cehennemdir. Allah onagazab etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azaphazırlamıştır.” (Nisa sûresi, 4/93)Kasten bir mü’mini öldüren insanın cezası, Allah affetmezseebedî cehennemdir. Ümmetin allâmesi İbn Abbasve bazı âlimler bu ayeti kasten bir mü’mini öldüren kimsenintövbesinin kabul olunmayacağı ve ebedi cehennemlikolduğu şeklinde tefsir etmişlerdir. 5 Kur’ân’ın tefsir ve yorumundaen önde gelen otorite bir insanın bu yaklaşımıgözden uzak tutulmamalıdır.Ayette kasten bir mü’mini öldüren insanın cehennemlecezalandırmasının yanında Allah’ın ona gazap edeceği,onu lanetlediği ve ona büyük bir azap hazırladığı bildirilmektedir.Allah’ın hiçbir suça böylesine ağır, tüyler ürpertenbir tehdidi söz konusu değildir. Ayrıca masum bir insanıöldürmek Allah’a şirk koşmakla birlikte zikredilmiştir.(Bkz. Furkan, 25/68; Enam, 6/151) Bu da meselenin dehşetinigöstermesi bakımından önemlidir.Diğer taraftan böyle bir vahşeti İslâm dininin kaynaklarıile temellendirmek de söz konusu değildir. Değişikilaçlar ve tekniklerle beyni yıkanarak veya robotlaştırılarakintihar eylemlerine sürüklenmesi dışında iman ve İslâm sıfatlarıolan şuuru yerinde bir Müslüman’ın böyle bir şeyiyapması düşünülemez.B. Savaş Ortamında İntihar <strong>Ey</strong>lemleriYukarıda kısaca İslâm’ın barış ortamına yönelik geneltavrını ifade etmeye çalıştık. Şimdi de mukaddesatını, ülkesini,varlığını koruma uğrunda savaşmak durumunda kalanların,masum insanlara ve sivil hedeflere yönelik intiharsaldırılarını İslâmî kriterler açısından ele almak istiyoruz:1. Savaş halinde iken “muharip olmayanlar” öldürülmezBir Müslüman’ın, iradesinin hakkını vererek hayatınıCenab-ı Allah’ın gönderdiği mesajın prensiplerine göre yaşaması,inancının gereğidir. Müslüman, ibadet hayatındanmuamelata, ondan öfke, nefret gibi hissî fiillerine kadar hayatınınher karesini ilahî emirler çerçevesinde şekillendirmekdurumundadır. O, koruması gereken haklarını savunmamücadelesi verirken de bu prensiplere uymakla yükümlüdür.Savaş süreci dahi getirilen ilke ve prensipleri ihlal etmeyimeşru kılmaz. İslâm, savaş durumunda dahi, savaşakatılmayan yaşlı, kadın, çocuk vb. <strong>kimseleri</strong>n öldürülmesinionaylamamıştır. Bu gibi <strong>kimseleri</strong> “muharip” vasfını haiz kabuletmemiştir. Ve bu şekildeki bir yaklaşım, savaş hukukunaİslâm’ın getirdiği yeni ve orijinal bir ilke ve prensiptir.Savaş durumunda genel bir prensip olarak “muharibوَقَاتِلُوا فِي سَ‏ بِيل اللهّٰ‏ ِ Kur’ân’da; olmayan”lar öldürülmez."Sizinle الَّذِينَ‏ يُقَاتِلُونَكُ‏ مْ‏ وَالَ‏ تَعْ‏ تَدُ‏ وا إِنَّ‏ اللهّٰ‏ َ الَ‏ يُحِ‏ بُّ‏ الْمُ‏ عْ‏ تَدِينَ‏Savaşanlarla (savaşmaya ehil ve kudreti olup da bizzat savaşanlarla)siz de Allah yolunda savaşın. Fakat haksız yeresaldırmayın, haddi aşmayın. Muhakkak ki Allah haddiaşanları sevmez." (Bakara sûresi, 2/190) buyurulmaktadır.Âyetteki " مْ‏ ‏"يُقَاتِلُونَكُ‏ kaydı çok önemlidir. Bu kip teknikifadesiyle “müşareket” bildirir ki bunun mânâsı “sizinle savaşeden”, “muharip statüsünde olanlar” demektir. Demekki muharip olmayanlar yani savaşma statüsünde olmayanlarlasavaşılmayacaktır.Bu âyetten anlaşılan “muharip olmayanların öldürülmemesi”hususu Peygamber Efendimiz tarafından gereksözlü gerekse fiili olarak izah edilmiştir: Bu konuda birçokhadis vardır. 6 Biz bunlardan birkaç tanesini nakletmekleiktifa etmek istiyoruz:Gazvelerden birinde öldürülmüş bir kadın bulunması üzerineAllah Resûlü böyle bir davranışı “Bu kadın savaşan birisideğil ki niçin öldürüldü?” buyurarak kesinlikle tasvip etmemiş(Ebu Davud, Cihad 111) ve kadınların, çocukların öldürülmesiniyasaklamıştır. (Buhari, Cihad 147; Müslim, Cihad 25)Ayrıca Allah Resûlü, gazvelere gönderdiği ordulara, komutanlaraşu şekilde tenbih ediyordu: “Allah’ın adıyla yolakoyulun, Allah yolunda mücadele verin, savaştığınız insanlarlaaranızda bir anlaşma var ise ona riayet edin, haddi aşmayın,meşrû savaşırken öldürdüğünüz insanlara müsle yapmayın(ağzını, burnunu keserek, insanlık onurunu rencideedecek şeyler yapmayın) çocukları, kadınları, yaşlıları, ibadethanelerdekiinsanları öldürmeyin.” (Tehanevi, İlaü’s-Sünen,12/31-32; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/300; Ebu Davud, Cihad 82)Hülefa-yı Râşidîn de aynı hassasiyeti göstermiştir. Günümüzekadar <strong>hemen</strong> bütün İslâm devlet başkanları cepheyegönderdikleri komutanlara, sivil insanlara ilişmemelerini,mallarına zarar vermemelerini; savaşırken kadın veçocukları, mabetlerde yaşayan rahip ve keşişleri, tarlasındaçalışan çiftçileri öldürmemelerini tenbih etmişlerdir. Ve buprensipler de genellikle tatbik edilmiştir.İslâm Hukuku âlimleri, (muharip olmayan) kadınların,çocukların, pîr-i fânilerin, rahiplerin, kilisede ibadeteden insanların, âmânın, kötürümün savaşta öldürülmelerininharam olduğunda ittifak etmişlerdir. (Tahavî, Muhtasaruİhtilâfı’l-Fukahâ, 3/455-456)Yukarıda zikredilen ayetteki (Bakara, 2/190) “haddin aşılması”,Allah Resûlü tarafından iki şekilde tanımlanmıştır;“muharip olmayanları öldürmemek” ve öldürülen insanlarıninsanlık onurunu zedeleyici davranışlarda bulunmamak.Peygamberimiz, savaş durumunda karşı taraftanöldürülen insanlara “müsle” (öldürülen insanın ağzını,50


urnunu, kulağını kesilmesini) yapılmasını ve “sabran”(bir canlının bağlanarak nişangah haline getirilerek ve çeşitlisilahlarla atış yapılarak) öldürülmesini yasaklamıştır. 7Hatta Efendimiz bir tavuğun bile “sabran” öldürülmesiniyasaklamıştır. (Ebu Davud, Cihad, 120; Darimî, Edahî, 13)Ayrıca Peygamberimiz bir Müslüman’ın savaşırken bilekendine yaraşır bir şekilde davranması gerektiğine dikkatleriçekmiştir: “İnsanî ve ahlakî değerlere riayet ederek en güzelbir şekilde savaşan ehli imandır.” (Ebu Davud, Cihad, 110)Şimdi, bu kriterler penceresinden bombalı intihar eylemlerinebaktığımızda İslâm’ın genel ve etik prensipleriyleve tarih boyu uygulamasıyla tamamen zıt olduğunu görürüz.Zîrâ bu eylemlerde “muharip” vasfını haiz olmayanmasum kimseler katledilmektedir ki bu, açık olarak İslâmînasslarla çelişmektedir.2. Sivil hedeflere saldırılmazSavaş durumunda iken masum insanları katletmekdinin temel referanslarına tamamen zıttır. Asr-ı saadet vesonraki dönemlerde buna mesned teşkil edebilecek bir davranışbiçimi olmadığı gibi bu, Müslümanlar tarafından dabir mücadele metodu olarak kullanılmamıştır. Eğer “başkaçare yok, ne yapılsın?” denilecek olursa Mekke’de çok ağırişkencelere, eziyetlere maruz kalan sahabe efendilerimiz vedaha sonraki dönemlerde onların çizgisinden giden Müslümanlarınböyle bir yola başvurmadıklarını hatırlatmakyeterli olur kanaatindeyiz.Hemen bütün fıkıh kaynaklarında yer alan bir husus vardır;bir Müslüman savaş durumunda bir orduya veya askeribirliğe tek başına öleceğini bile bile saldırabilir mi? Bununcevabı şu şekildedir: Eğer karşı tarafa zarar verecekse ve Müslümanlarınmenfaatine bir şey olacaksa, mesela, Müslümanlarıcesaretlendirecekse bu durumda düşman ordusuna saldıraraksavaşa savaşa ölünceye kadar mücadele edilebilir. Eğer bir kimsetek başına saldırdığında bunlardan biri hâsıl olmayacaksa budurumda böyle bir şeye girişmesi caiz değildir. Aksi takdirdeşu ayetin çerçevesine gireceği kabul edilir. “Kendi ellerinizlekendinizi tehlikeye atmayın ve hep güzel davranın. ÇünküAllah güzel hareket edenleri sever. 8 (Bakara sûresi, 2/195) Nitekim,sahabeden bir cemaat Uhud gününde Allah Resûlü’nünönünde bunu yapmış ve Efendimiz’in övgüsüne mazhar olmuşlardır.Fıkıh kitaplarındaki bu meseleyi bir kimsenin üzerinebombalar bağlayarak gidip sivil hedefler içinde, masuminsanlar arasında intihar eylemi yapmasına mesned göstermekdoğru değildir. Her şeyden önce bu mesele savaş hâli ve askerîhedeflerle ilgilidir. İntihar saldırıları ise sivil ve masum insanlarayöneliktir. İkisi tamamen birbirinden farklıdır.İntihar eylemlerine mesned gösterilmek istenen delillerdenbiri de fıkıh kitaplarında yer alan “teterrüs” yanidüşmanın, elindeki esir Müslüman kadın ve çocukları kendisinesiper olarak kullandığında mümkün mertebe bu insanlarıhedef almaksızın, Müslümanların oralara saldırıdabulunmasına cevaz verilmesidir. 9Bunu biraz açıklamak gerekmektedir. Şöyle ki: Düşmanordusu, Müslüman erkek, kadın ve çocukları kendilerine siperyaparak Müslümanlara karşı savaşıyor ve Müslümanların dabu siperlere saldırmadan savaşı kazanması mümkün değilsebu durumda düşman askerleri hedeflenmek şartıyla bu siperlerede atış yapılabilir. Eğer saldırıldığında Müslümanların zaferkazanması söz konusu değilse bu caiz değildir. Bu açıdanintihar eylemlerine bakıldığında ne askeri hedeflere yapılanbir saldırı ne oralarda Müslümanların siper edilmesi ne dekarşı tarafa zarar verip mağlup etme söz konusudur. Aksineçarşıda pazarda günlük işleriyle meşgul olan masum insanlarhunharca katledilmektedir. Üstelik böyle bir hareket daha çokmasum Müslüman’ın öldürülmesine zemin hazırlamaktadır.Dolayısıyla “teterrüs” kaidesi, sivil ve masum -savaş ile ilgisiolmayan- insanların bulunduğu yerde bomba ile intihar eylemiyapmaya kesinlikle delil olamaz. Tam tersine böyle birsaldırı “haksız yere bir insanı öldürmeyi, bütün insanlara karşıcinayet işleme” (Mâide sûresi, 5/32) çerçevesine girer.3. Kur’ân’da Zikredilen "İrhab" ve TerörKur’ân’ı Kerîm’de sadece pozitif manada kullanılan vekendisine övgüden başka anlam yüklenmemiş kelimelervardır. “İrhab” kelimesi de bunlardan biridir. Kur’ân’da bukelimenin geçtiği ayet şöyledir:وَأَعِ‏ دُّ‏ وا لَهُمْ‏ مَا اسْ‏ تَطَ‏ عْ‏ تُم مِنْ‏ قُوَّةٍ‏ وَمِنْ‏ رِبَاطِ‏ الْخَ‏ يْلِ‏ تُرْ‏ هِبُونَ‏ بِهِ‏ عَ‏ دُ‏ وَّ‏اللهّٰ‏ ِ وَعَ‏ دُ‏ وَّكُمْ‏ وَآخَ‏ رِينَ‏ مِنْ‏ دُونِهِمْ‏ الَ‏ تَعْ‏ لَمُ‏ ونَهُمْ‏ اللهّٰ‏ ُ يَعْ‏ لَمُ‏ هُمْ‏ وَمَاتُنفِقُوا مِنْ‏ شَ‏ يْ‏ ءٍ‏ فِي سَ‏ بِيلِ‏ اللهّٰ‏ ِ يُوَفَّ‏ إِلَيْكُ‏ مْ‏ وَأَنتُمْ‏ الَ‏ تُظْ‏ لَمُ‏ ونَ‏“Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın!Savaş atları yetiştirin ki bu hazırlıkla Allah’ın düşmanlarını,sizin düşmanlarınızı ve onların ötesinde sizin bilemeyipde, ancak Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutup yıldırasınız.Allah yolunda her ne harcarsanız, onun karşılığı sizeeksiksiz ödenir, size asla haksızlık yapılmaz.” (Enfal sûresi, 60)Bu âyetteki “irhab”ın kelime mânâsı korkutmadır. Ama bukorkutma zarar vereceği ihtimali (caydırıcı güç) ile tabiî birkorkutmadır, yoksa zarar vererek bir korkutma değildir. 10Müfessirler ayette geçen “irhab”ı düşmanlara karşı gününşartlarına göre“caydırıcı güç” olacak silahları, savaşatlarını vs. hazırlamak olarak tefsir etmişlerdir. (Taberî, el-Câmiu’l-Beyan, 6/42; Razi, Mefâtih, 15/192; Âlûsî, 10/26)Reşid Rıza “irhab” kelimesinin Kur’ân’da savaşı tutuşturmakiçin değil engellemek mânâsına olduğunu; toplumuyıkmak için değil korumak mânâsını ihtiva ettiğini söyleyerekbahsi geçen ayeti, gücünün yettiği kadar savaş adına kullanılabileceksilahlarla hazırlık yaparak, bilinen bilinmeyen51


düşmanları savaşa teşebbüsten, saldırmaktan engellemekşeklinde tefsir etmiştir. (Reşid Rıza, Tefsiru’l-Menâr, 10/66)Hadislerde “irhab” kelimesi “caydırıcılık” mânâsına kullanıldığıgibi hadis şerhlerinde de aynı mânâda yorumlanmıştır.11 Hadislerdeki garib kelimeleri izah eden en-Nihaye’de“irhab” kelimesi düşmanı saldırmaktan caydıracak güçte olmakve onu caydırmak şeklinde açıklanmıştır. 12Sahabe-i kirâm bu ayeti savaşa hazırlık yapma, caydırıcıgüce sahip olma şeklinde yorumlamışlardır. MeselaHz. Ömer döneminde birçok cephede mücadele verilirkenMedine civarındaki hiç savaşa iştirak etmeyen tam kırk bintane asil Arap atı hazır bekletiliyordu. Aynı şekilde Suriye civarındada kırk bin at besleniyor ve yedekte tutuluyordu. Ogünün en önemli savaş aletlerinden biri olan bu atlar ihtiyatkuvveti bulunduruluyordu. 13Ayrıca İslâm fıkıh âlimleri de “irhab” kelimesini “caydırıcıolma” manasında kullanmıştır. 14 Netice itibariyle “irhab”kelimesinin hadis ve şerhlerinde, fıkıh kitaplarında, lügatlerdekullanım alanını ve kendisine yüklenilen mânâları araştırdığımızdaşu hakikatler ortaya çıkıyor:1. Kur’ân’da zikredilen “irhab” i’dad, yani mukaddesatısavunma adına hazırlıklı olma ile bağlantılıdır. Haddi aşmayıve zulmü engellemeye yöneliktir. Bu durum bilinenve kabul edilen bir husustur ve insani değerlere münâfideğildir. Suçluları, zalimleri, mütecavizleri ve istilacı düşmanlarıkorkutmanın zaruretini kim inkâr edebilir ki?2. İslâm âlimlerinin, irhab kelimesini eserlerinde nasılkullandıklarına baktığımızda şu anlaşılıyor; irhab, düşmanısavaştan önce veya savaş anında yıldırmak, gözünükorkutmak morallerini ve psikolojisini bozmak demektir.Geçmişte böyle bir caydırıcılık değişik şekillerde oluyordu vebunlar o günün savaş şartlarına göre yapılıyordu. 15Ne Kur’ân’da ne sünnette ne de Kur’ân ve Sünnet kaynaklıeserlerde “irhab” kelimesinin yukarıda zikredilen iki şeklin dışındabir kullanımı söz konusu değildir. Dolayısıyla Kur’ân’dageçen “irhab”ı üzerine bombalar bağlayarak umuma açıkyerlerde masum insanları öldürmek, kanını dökmek, yangınçıkarmak, malları evleri binaları tahrip etmek, ortalığa dehşetsaçarak toplumu kaosa sürüklemek gibi bir mânâda yorumlamakve böyle bir eyleme delil göstermek doğru değildir.Ayrıca bir hususa dikkat çekmek istiyoruz: Bütün ArapçaLügatler ittifakla “irhab” kelimesine “ihâfe” (korkutma)manası vermişlerdir. Bununla birlikte 20. asrın ikinci yarısındatelif edilen bazı lügatlerde “irhab” kelimesine yüklenilenmânânın değiştirildiğini görüyoruz. Özellikle gayrimüslimlerinhazırladığı lügatlerde “irhab”a terörizm manası verilmektedir.16 Oysaki caydırıcı güç ile savaşmadan korkutmamanasına gelen “irhab” ile öldürme, bombalama, yangınçıkarma, ortalığa dehşet saçma, toplumu kaosa sürükleyecekşiddet eylemlerinde bulunma manasına gelen “terörizm”arasında ne kadar fark olduğu gayet açıktır. 174. Çerçevesi belli olmayan bir hususta hüküm verilmezİslâm Hukuk Metodolojisinin temel yaklaşımlarındanbirisi şudur; evvela hakkında hüküm verilecek şeyin sınırları,çerçevesi belirlenir ona göre bir hüküm verilir. Çerçevesi,sınırları belli olmayan bir şey hakkında hüküm verilemez.Çünkü sınırları belli olmadığından suiistimal edilebilir.Bu temel kriter açısından intihar eylemlerine baktığımızdahedef ve kimin öleceği belli değildir. İnsanların günlükmeşguliyeti içerisinde kadın, çocuk, yaşlı, Müslüman, gayrimüslimdemeden sivil hayatın umuma açık her yerinde yapılmaktadır.Dolayısıyla hedefi belli olmayan bu tür saldırılaragirişmek İslâm hukukunun genel prensiplerine terstir.5. İslâm’da suçun ferdiliği esastır.İslâm’da cezalar şahsîdir. Fiili kim işlemişse, o suçludur;cezayı da yalnız o çeker. Kur’ân’da bu husus defalarca belirtilir:“Hiç kimse kimsenin günahını çekmez.” (En’am sûresi,6/164; İsrâ sûresi, 17/15; Fâtır sûresi, 35/18) Hukukta suçun ve cezanınşahsiliği temel bir ilkedir. İntihar eylemlerinin hedefleriise çoğu zaman, suçsuz sivil insanlardır. Bu temel prensipaçısından masum insanlara yönelik intihar eylemleri doğrudeğildir ve İslâm’ın adalet anlayışına terstir.6. Savaş ilanı devlet başkanının yetkisindedir.İslâm’da savaş ilan etme yetkisi devlet başkanına aittir. 18Fertler, gruplar, organizasyonlar savaş ilan edemez. Aksi takdirdeşahıs ve grupların kendilerince savaş ilan etmeleri kaosve anarşiye sebebiyet verir. Böyle bir kaos ortamında aynıtoplumda yaşayan Müslüman bir grup kendisinden farklıdüşünen Müslümanlara karşı bile savaş ilan edebilir. Bu açıdanda intihar eylemlerine bakıldığında bunlar, herhangi birmeşru otoriteye bağlı olmaksızın kimin yaptığı ve ne zamanyapacağı belli olmayan hareketlerdir.7. İntihar eylemleri Müslüman imajını/kimliğinikarartan yanlış bir mücadele metodudur.Hedefin meşru olması ne kadar önemli ise hedefe götürenyolların meşruiyeti de o kadar önemlidir. Daha öncede geçtiği üzere insanların kendi mukaddesatını, malını,vatanını korumak için mücadele vermesi en önemli vazifelerdendir.Hatta bu uğurda ölmek, şehitliğe giden biryoldur. Ama böyle bir hedefe meşru olmayan bir mücadeleşekli ile yürümek hem maksadın aksiyle tokat yeme gibi birneticeye sebebiyet vermekte hem de bütün Müslümanlarınimajını karartarak onları zan altında bırakmaktadır. OysakiPeygamber Efendimiz, ashabı ve onların çizgisinde gidenbarış ve huzurun temsilcisi olan Müslümanlar, Müslümankimliğini barış ortamında olduğu gibi savaş durumunda dakorumuş, gölge düşürmemişlerdir. Günümüzde Müslümanlar“terör” ile suçlanmak istenmektedirler. Dolayısıyla her52


türlü mücadelelerinde böyle bir ithama malzeme olabilecektavır ve davranışlardan uzak durmalıdırlar. 19 Bazı yerlerdekiMüslümanların bu şekilde hareket etmeleri veya hareketedenlere sahip çıkmaları yüzünden İslâm ve Terör kelimeleribirlikte zikredilmekte, İslâm’ın imajı karartılmakta ve karartmakisteyenlere malzeme verilmektedir.Bir Müslüman'ın en zor şartlar altında bile müslümanlığayakışır bir şekilde hareket etmesi adına 1. Dünya savaşındagönüllü alay kumandanı olarak savaşa katılarak fedakâranehizmetler yapan Bediüzzaman Said Nursî’nin şu tavrı çokönemli bir misaldir. Savaş esnasında Ermeni fedaileri bazı yerlerdeçoluk-çocuğu kesiyorlardı. Buna karşı Ermenilerin çocuklarıda bazen öldürülüyordu. Bediüzzaman’ın bulunduğunâhiyeye binlerce Ermeni çocuğu toplanmıştı. Bediüzzamanaskerlere “Bunlara ilişmeyiniz.” diye emretmiş daha sonra buErmeni çoluk çocuğunu serbest bırakmıştı; onlar da, Ruslarıniçerisindeki ailelerinin yanına dönmüşlerdi. Bediüzzaman’ınbu şekildeki muamelesi Ermeniler için büyük bir ibret dersiolmuş, Müslümanların ahlâkına hayran kalmış ve “MademMolla Said bizim çocuklarımızı kesmedi, bize teslim etti; bizde bundan sonra Müslümanların çocuklarını kesmeyeceğiz.”diye söz vermişlerdir. Bediüzzaman Hazretleri’nin İslâm dinininruhuna uygun tavır ve davranışıyla birçok Müslümançocuk da öldürülmekten kurtarılmıştır. 20Kur’ân, Sünnet, sahabe ve onlardan sonraki dönemlerdekiuygulamalar ve fıkıh kitaplarına bakıldığında çıkannetice Fethullah Gülen Hocaefendi’nin şu ifadelerinde yerinibulmaktadır: “Hakiki bir Müslüman’ın terörist olmasıdüşünülemez. Kimse vücuduna bombalar bağlayıp, hangidinden olursa olsun masum insanların içine girip intihareylemleri yapamaz, böyle bir şey yapmak caiz değildir.” 21NeticeMüslüman, gerek barış ortamında gerekse savaş halindedininin kriterlerine riayet etmek durumundadır. Nekadar zor şartlara, sıkıntılara maruz kalırsa kalsın hislerinidininin getirdiği esaslar çerçevesinde kontrol altına almalı,dininin onaylamadığı bir hareket içinde olmamalıdır.Barış ortamında hangi şekilde olursa olsun intihar eylemleriyapmak çok büyük bir cinayettir. Ve böyle hunharcabir cinayete İslâm’ın onay vermesi mümkün değildir. Veüzerinde iman sıfatı olan, şuuru yerinde bir Müslüman’ınböyle bir şey yapması mümkün değildir. Savaş ortamındaiken sivil hedeflere yönelik intihar eylemleri ise; savaşta öldürülmesiyasaklanan kadın, çocuk, yaşlı vb.leri (muharipolmayanları) hedef almasından, masum, suçsuz insanlarıkatletmesinden, teröre sebebiyet vermesinden, İslâm’ınimajına gölge düşürmesinden ve bütün Müslümanlara zararvermesinden dolayı kesinlikle tecviz edilemez.* Araştırmacı - Yazarecapan@yeniumit.com.trKaynaklarAzimâbâdî, Avnu’l-Ma’bud, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1994.Bezzar Ebu Bekir, Müsnedü’l-Bezzar, (Thk. MahfuzurRahman) MüessesetuUlumi’l-Kur’ân, Beyrut, 1988.Elmalılı, Hamdi Yazır, Hak dini Kur’ân dili, Eser Yay. İstanbul, 1979.Hans Wehr, A Dictionary of Modern, Written Arabic, MektebetuLübnan, Beyrut, 1960.İbn Abidin, Muhammed Emin, Haşiyetü Reddi’l-Muhtar, KahramanYay. İstanbul, 1984.El-Mehacce, sayı: 208, 15 Şubat 2004Mevlana Şibli en-Numani, Bütün Yönleriyle Hazreti Ömer ve Devletİdaresi (trc. Talip Yaşar Alp) Hikmet Yay., İstanbul, 1986.Muhyiddin el-Gâzî, el-Basü’l-İslâmî, “Edvaun ala Kelimeti irhab”Müessesetü’s-Sahafe ve’n-neşr, Lekne, Hindistan, Mayıs, 2003.Seyyid Bey, el-Medhal, İstanbul, trhs.Şatibî, İbrahim b. Musa, el-Muvâfakat fi Usûli’ş-Şerîa, (Thk. AbdullahDıraz), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, tsz.Tahâvî, Ebu Cafer, Muhtasaru İhtilafı’l-Fukaha (İhtisar, Cassas)thk.Abdullah Nezir Ahmed, Daru’l-Beşairi’l-İslâmiyye, Beyrut, 1996Şerhu Maani’l-Âsar, Daru Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, Lübnan, 1987.Zuhaylî, Âsâru’l-Harb fi’l-fıkhi’l-İslâmî diraseten ve mukareneten,Daru’l-Fikir, Suriye, 1998.Dipnotlar1. Şatibî, Muvâfakat, 2/7-10.2. Serahsî, El-Mebsût, 10/5; Zuhayli, Âsâru’l-Harb, s. 90-94.3. M. Fethullah Gülen, İnsanın Özündeki Sevgi, s. 213; Elmalılı,Hak Dini Kur'ân Dili, 2/692.4. Bkz. Mümtehine sûresi, 60/8; Câsiye sûresi, 45/14.5. Taberi, Câmiu’l-Beyan, 4/295; İbn Kesir, Tefsiru Kur’âni’l-Azim,2/332.6. Bkz. Tahâvî, Şerhu Meani’l-Âsâr, 3/224-225; Tehanevi, İ'lâü's-Sünen, 12/29.7. Bkz.: Müslim, Sayd 58-60; İbn Mâce Zebâih 10.8. Serahsî, Mebsut; 10/37; Cassas, Ahkamu'l-Kur'ân, 1/327; İbnAbidin, 1984, 4/127.9. Serahsi, Mebsut, 10/154; Tahavî, Muhtasaru İhtilafi'l- Fukahâ, 3/4310. Bkz. İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, “rhb” md; Rağıb, Müfredat,“rhb” md; Zebidî, Tacu’l-Arûs, “rhb” md.11. Azimâbâdî, Avnu'l-Ma’bud, 8/15912. İbnu’l-Esir, en-Nihâye fi Garîbi’l-Hadîs, 2/26213. Mevlana Şibli en-Numani, Bütün yönleriyle Hazreti Ömer ve devletidaresi (trc. Talip Yaşar Alp) Hikmet Yayınları, İstanbul, 1986.14. Bkz. Serahsî, Mebsut, 10/42; İbn Kudame, el-Kafi, 40264;Behutî, Keşşafu'l-Gına, 3/65; Ebu İshak, eş-Şirazî, Mühezzeb,2/231; İbn Abidin, 6/305.15. Muhyiddin el-Gazi, el-Ba'sü'l-İslâmî, "Edvaun ala Kelimeti irhab"48. sayı, s.84; Bkz. İbn Abidin, 6/756.16. Oxford Wordpower, Oxford Üniv. Pres, Nex York, 1999; HansWehr, A Dictionary of Modern, Written Arabic, MektebetuLübnan, Beyrut, 1960; English Arabic Glossary; Bkz. The EncyclopaediaBritannica, 11/650-65117. Bkz. Muhyiddin el-Gazi, el-Ba'sü'l-İslâmî, 48. sayı, s. 85-86; Dr.Cellul ed-Dekdak, "Hirâbiyyûn la irhâbiyyûn" El-Mehacce, s. 5-6,sayı 208.18. Vehbe Zuhaylî, el-fıkhu’l-İslamî ve Edilletuhu, 6/419; El-Mevsuatü’l-Fıkhiyye, “cihad” md.19. Cevdet Said, İslâmî Mücadelede Şiddet Sorunu, s. 65-6720. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Şahdamar Yay. s. 10721. Nuriye Akman, Gurbette Fethullah Gülen, s.19-21.53


YENi ÜMiTDr. Hasan YENİBAŞ *Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 8454Allah (c.c.) insanları aynı şekilde yaratmamıştır. İnsanların çoğu sağlıklı birşekilde dünyaya gelirken, bazıları da “engelli/özürlü” olarak doğmaktadır.Bazı kimseler de sağlıklı bir şekilde doğmakla beraber, hayatının sonrakibir döneminde değişik sebeplerle, bu tür bir durumla karşılaşmaktadır. İnsanıntemel fonksiyonlarını kısıtlayan veya olumsuz etkileyen, fizikî ve aklî pek çok kusur/engelçeşidi vardır. Yapılan tespitlere göre, ülkemizdeki engelli oranı %12 civarındadır.1 Bu miktarın çokluğu, üzerinde düşünülmesini ve araştırmalar yapılmasınıgerektirmektedir. Bu aynı zamanda sosyal ve hayatî ünitelerin engelli gerçeğidikkate alınarak dizayn edilmesinin zaruri olduğunu göstermektedir. Üzerindedurulması gereken önemli bir husus da, engellilik hâli dinî tekliflere muhatapolmasına mâni olmayan <strong>kimseleri</strong>n, dinlerini öğrenmeleri ve güçleri nispetincesorumluluklarını yerine getirmeleri yönünde çalışma yapılmasıdır. Engellilereyönelik, irşat ve tebliğ ekseninde geniş bir çalışma alanının varlığı âşikardır.Bu çerçevede, görme engelliler için başta Kur’ân öğretimi olmak üzere dinî bilgilerinverilebileceği öğretim metot ve araçlarının geliştirilmesi gerekmektedir.Yine, dinî ve sosyal mekanların mimarî tasarımları da buna göre düşünülmelidir.Günümüzde engellilerin eğitimiyle ilgili gelinen nokta önemlidir. Mevcut imkanlardan/metotlardandin eğitimi ve öğretimi adına daha fazla yararlanılabilir.Engellilik hali, insanın temel fonksiyonları açısından eksiklik olsa da, insanîyönden bir kusur değildir. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın “Harâbât ehline horbakma şâkir / Defineye mâlik virâneler var” şiirinde ifade ettiği gibi, dış görünüşüitibariyle önemsenmeyen veya engelli pek çok kimse, zengin ve diri bir gönülyapısıyla Allah katında çok değerli olabilir. Hatta diğer insanlar, bu gibi <strong>kimseleri</strong>nhürmetine bir kısım sıkıntılara maruz kalmaktan korunmuş bile olabilirler.“Şayet Allah’tan korkan gençleriniz, can taşıyan hayvanlarınız ve beli bükülmüşihtiyarlarınız olmasaydı belâlar üzerinize sel gibi yağacaktı” (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ,2/212) hadisinde de ifade edildiği gibi, acziyet, ilahî rahmet ve merhamete bir ve-


siledir. Geçmiş milletler arasında, özellikle zihinsel engellilerişeytan ve cinlerin musallat olduğu kimseler olarakgörenler ve bu sebeple ateşe atıp yakanlar olmuştur.İslâm, bu ve benzeri insanlık dışı her türlü hareketi yasaklamışve hiçbir şahsın yaşama hakkının engellenemeyeceğinibelirtmiştir.Bu dünya bir imtihan yeridirİnsan bu dünyaya ebedî bir saadeti kazanma hedefiylegönderilmiştir. İmtihan yeri olması itibariyle bu dünyadaher şey, hikmet perdesi altında cereyan etmektedir.Bu âlemde acıyla tatlı, iyiyle kötü, hayırla şer iç içedir. Budünyada insanın sahip olduğu veya olamadığı her şey birimtihan vesilesidir. Fizikî güzellik bir imtihan vesilesi olduğugibi, güzel konuşmak, güzel yazmak gibi kabiliyetlerde insana imtihan için verilmiştir. Zenginlik ve fakirliğide aynı şekilde değerlendirebiliriz. Bu bakış açısına göre,zengin ve güzel olan mutlaka üstün olmadığı gibi, fakirveya bazı uzuvlarını kaybetmiş olan bir kimse de değersizdeğildir. Zaten Kur’ân’da “Sizin en değerliniz takvada enileri olanınızdır.” (Hucurât sûresi, 49/13) buyrularak üstünlüktakvaya bağlanmıştır. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)de, “Allah sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz.Fakat, kalblerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr 34)buyurarak, Allah’ın insanlara muamelesinin kalb ibresinegöre cereyan ettiğine/edeceğine işaret etmiştir.“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; bir de mallar,canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz.” (Bakara sûresi,2/155) âyeti de bu dünyada imtihanın bir realite olduğunuhatırlatmakta ve imtihan çeşitlerine işaret etmektedir.Âyette bahsedilen “canlardan eksiltme” ifadesine engelliinsanların da dahil olduğunu söylemek mümkündür. Dolayısıyla,engellilik hâli de insanların sabretmesi gereken birimtihan çeşididir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in haberverdiğine göre, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ben kulumu-iki gözünü kast ederek- iki sevgilisini almakla imtihanettiğimde o buna sabrederse, iki göze bedel olarakona Cennet’i veririm.” (Buhârî, Merdâ, 7) Allah’tan bela, musibetve sıkıntı istenmez. Ancak İlâhî takdirin bir tecellisiolarak başa gelen her türlü sıkıntıya da güzelce sabretmekbir mü’min tavrıdır. Kalbi imanla oturaklaşmış hermü’min bilir ki, kâinatta hikmetsiz bir hareket ve iş yoktur.İbrahim Hakkı Hazretleri’nin “Her işte hikmeti vardır/ Abes fiil işlemez Allah” beytinde de ifade edildiği gibi,her iş ve oluşun bir hikmet yönü vardır. İnsanın başına gelenher türlü musibet, Peygamberimiz’in “Mü’min bir kişiyebir ağrı, bir yorgunluk, bir hastalık, bir üzüntü isabetetse, hatta ayağına bir diken batsa bile, bunlar mü’mininbir kısım günahlarına keffaret olur.” (Müslim, Birr 52) hadisindeifade buyurduğu gibi, sabır ve rızayla karşılanmasıdurumunda manevî bir kazanç kapısına dönüşmektedir.Peygamberimiz’in Engellilere DavranışıHer toplumda olduğu gibi Peygamberimiz dönemindede engelli kimseler bulunmaktaydı. Bu dönemdeki engellisayısını tam olarak bilememekle birlikte, günümüzdekioranları dikkate alırsak azımsanmayacak miktarda olduğusöylenebilir. Özellikle görme ya da bedenî bir özrübulunan sahabe arasında isimleri Müslümanların çoğutarafından bilinen, Abdurrahman b. Avf, Amr b. Cemuh,Muaz b. Cebel, Amr b. Tufeyl, Habbab b. Eret, Imranb. Husayn, Abdullah b. Ümmü Mektum gibi sahabeninmeşhurlarının olması da bu kanaati desteklemektedir.Bunlar arasında otuz yıl kronik bir rahatsızlıktan dolayıyataktan kalkamayan ama halinden şikayet etmeyen İmranb. Husayn gibi sahabîler olduğu gibi, Efendimiz’in(s.a.s.) ahirete irtihalinden sonra bir gözünü kaybetmişAbdullah b. Mes’ud ve Ebû Süfyan gibi sahabîler de vardır.2 Bu arada ortopedik özürlü sahabîlerin çoğunun savaşlardaaldıkları ok ve kılıç darbeleriyle bu hâle geldikleriunutulmamalıdır. Yine dikkatlerden kaçmaması gerekenbir husus da, engelli sahabîlerin kimler olduğunudüşündüğümüzde aklımıza pek fazla bir ismin gelmeyişidir.Bu durum bize sahabenin Allah’tan gelen her şeyirıza ile karşılayıp, herhangi bir isyan tavrı sergilemedenİslâm’a hizmet etmeye ve toplum içinde faydalı bir unsurolmaya çalıştıklarını göstermektedir. Mesela, Muaz b.Cebel’in ayağındaki sakatlığın pek çok kimse tarafındanbilinmediğini söyleyebiliriz. Oysa Hz. Muaz, Efendimiz(s.a.s.) tarafından o günün şartlarında oldukça uzak sayılabilecekolan Yemen’e gönderilmiş ve dine hizmet etmektenbir an geriye kalmamıştır.Peygamberimiz (s.a.s.), engelli sahabîlere hususi ilgive şefkat göstermiş ve onları toplumun faydalı bir unsuruhaline getirmiştir. Meselâ, Bilal-i Habeşî ile birlikte Hz.Peygamber’in (s.a.s.) müezzinliğini de yapmış olan Abdullahb. Ümmi Mektûm âmâ oluşu yanında evinin mescide uzaklığınıve kendisini mescide götürecek kimsesinin bulunmayışınıda mazeret göstererek, namazı evinde kılabilmek için AllahResûlü’nden (s.a.s.) müsaade istemişti. Resûlullâh ise: “– Sennamaz için ezân okunduğunu işitiyor musun?” diye sordu.O, “Evet.” cevabını verince, Peygamber Efendimiz (s.a.s.):“– O halde dâvete icâbet et, cemâate gel” buyurdu. (Müslim,Mesâcid 255; Ebu Dâvûd, Salât 46) Bu rivâyet, cemaatlenamazın ne derece önemli olduğunu göstermekle birlikte,Peygamberimiz’in âmâ bir zatı toplumdan tecrit etmeyerekonu cemaat içinde bulunmaya teşviki de bilhassa dikkatçekicidir. Bu hadiseden, İslâm’ın görme özürlü kimselerecemaate devam hususunda ruhsat tanımadığı sonucuda çıkarılmamalıdır. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhive sellem) Efendimiz, görme engelli bir sahâbî olan İtbanb. Mâlik’e evinde imamlık yapmaya müsaade etmiştir.55


Bu hususta Abdullah b. Ümmi Mektum’un sahabenin ilerigelenleri arasında bulunması, ilk Müslümanlardan olması,müezzinlik yapması gibi özelliklerinden dolayı cemaatarasında bulunmasının önemli olması hususu göz ardıedilmemelidir. Çünkü o, engelli sahabîler arasında âdetasembol bir isim durumundadır. Onun ısrarla toplum içerisindeaktif olarak bulunması kendisinden sonra gelen benzerikimselere müspet örnek teşkil edecektir. Bunun yanındaHz. Peygamber (aleyhi ekmelüttehâyâ) değişik vesilelerleMedîne dışına çıktığı zaman, Abdullah b. ÜmmiMektûm’u yerine cemaate namaz kıldırması için vekil olarakbırakmıştır. Bu görevin kendisine on üç defa verildiğinakledilmektedir. 3Ayrıca, Efendimiz’in (s.a.s.) bazı bedenî kusurları olanve çölde yaşayan Zâhir isminde bir sahabîsi vardı. Zâhir,bâdiyede (sahra) bulunan güzel meyve ve çiçeklerden getiripResûlullah’a (s.a.s.) hediye ederdi. Resûlullah da şehringüzel ve hoş şeylerinden ona hediye verirdi. Bundan dolayıResûl-i Ekrem Efendimiz onun hakkında şöyle demiştir:“Zâhir bizim bâdiyemiz, biz de onun şehriyiz.” 4Bir defasında Zâhir, Medine pazarında çölden getirdiğibazı şeyleri satarken Peygamberimiz ona arkadan yaklaşır veşaka yapmak maksadıyla gözlerini kapatarak şöyle der: “Birkölem var, satıyorum. Onu benden kim alır?” Zâhir, “<strong>Ey</strong>Allah’ın elçisi, beş para etmez bir sakat köleyi kim satır alır?”deyince şaka bu andan itibaren biter. Peygamberimiz bütünciddiyetiyle şöyle der: “Ya Zâhir, and olsun ki sen Allah katındadeğersiz değilsin (tam aksine çok değerlisin). 5Dinimizde engelli <strong>kimseleri</strong>n yapamayacağı işler kendilerineteklif edilmemiştir. Mesela onların savaşlara iştiraketmesi istenmemiştir. Nitekim: “Mü’minlerden oturanlarla,mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz.”(Mâide sûresi, 4/95) âyeti vahyedildiğinde İbn ÜmmüMektûm Peygamberimiz’e gelerek âmâ oluşu dolayısıylacihada güç yetiremeyeceğini belirtmiş, ardından mezkurayetin “özürsüz olarak yerlerinde oturanlar” (Mâide sûresi,4/95) kısmı nazil olarak onun gibi <strong>kimseleri</strong>n özrü geçerlikabul edilmişti. 6Allah Resûlü engelli <strong>kimseleri</strong> savaşa katılmaktan muaftutmuş, ancak bu hususta özellikle ısrar edenlere de müsamahagöstermiştir. Mesela Ensar’dan Seleme oğullarının lideriAmr bin Cemûh topaldı. Bedir savaşına katılmak istedi.Ancak Hz. Peygamber ona müsaade etmedi. Daha sonraUhud savaşına katılmak istedi. Oğulları:- “Allah seni mazur kılmıştır.” diyerek engel olmaya çalıştılar.Bunun üzerine Amr, Peygamberimiz’e başvurdu.Peygamberimiz de ona mazereti bulunduğunu, bu sebeptensavaşla mükellef olmadığını bildirdi. Ancak Amr’ın ısrarıüzerine, Efendimiz (s.a.s.) oğullarına hitaben:“- Artık babanızı savaştan men etmeyiniz. Umulur kiAllah ona şehadet nasib eder.” buyurdu.Uhud harbine iştirak eden bu heyecanlı sahabî, cihadesnasında “Vallahi ben cenneti özlüyorum.” demiş, neticedekendisini korumaya çalışan bir oğlu ile birlikte bu savaştaşehit düşmüştür. 7Bu misallerden de anlaşıldığı üzere, Efendimiz görmeya da fizikî bir engeli bulunan sahabîlerle hep içli dışlı olmuş,onlarla yakından ilgilenmiş ve yapabilecekleri vazifeleriçin zemin hazırlamıştır.Engellilere nasıl davranılmalıdır?Toplumun içinde engelliler olduğu gibi bazı <strong>kimseleri</strong>nyakınları arasında da değişik seviyede engelliler bulunabilir.Toplum olarak engellilere Peygamberimiz’in ahlakınıörnek alarak sevgi, ilgi ve şefkatle davranmak esas olmalıdır.Yine Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem)tavsiyesi istikametinde, rahatsız edecek bir şekilde engellikimselere uzun süre bakmamak gerekir. Zîrâ Peygamberimiz,“Cüzzamlılara uzun süre bakmayın.” 8 buyurmaktadır.Peygamberimiz’in bu sözü, cüzzamlı kimselere, dolayısıylabedenî bir kusuru bulunan kimselere rahatsız edecek şekildebakılmaması gerektiğini göstermektedir.Peygamber Efendimiz, engelli kimselere yapılacak her türlüiyilik ve yardımı sadaka olarak değerlendirerek şöyle buyurmaktadır:“Âmâya rehberlik etmen, sağır ve dilsize anlayacakları birşekilde anlatman, muhtaç bir kimseyi ihtiyacını tedarik etmesiiçin gerekli yere götürmen, derman arayan dertlinin imdadınakoşman, koluna girip güçsüze yardım etmen, konuşmakta güçlükçekenin meramını ifade edivermen, bütün bunlar sadaka çeşitlerindendir...”(Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/168-169)Yakınları arasında hasta veya engelli olan kimselere deönemli vazifeler düşmektedir. İlgi ve bakım gereken hastave engelliler sabretmeleri durumunda kendileri için hayırkapısına sahip oldukları gibi, yakınları için de sevap kazanmavesilesi olmaktadırlar. Bilindiği gibi hasta ziyaretisünnettir. Ziyaret sırasında hastayı rahatlatmak ve gönlünühoş tutmak ziyaret âdâbındandır. Hasta ziyaretini teşvikeden ve bunu Müslüman’ın, Müslüman üzerindeki haklarındanbiri sayan dinimiz, hasta bir kimseye hizmet etmeyielbette daha üstün tutacaktır.Özellikle hasta ve engelliler akrabalardan birisi ise, hususananne ve baba ise onlara hizmet çok önemli ve faziletlidir.Zîrâ normal zamanlarda Cenneti ve Allah’ın rızasınıkazanmanın en büyük vesilelerinden olan anne babaya,ağır hastalık veya bir engellilikten dolayı hizmet etmeninne kadar önemli ve faziletli olacağı izahtan vârestedir.Engellilik her zaman anne veya babada olmaz. Günümüzdeözellikle engelli bir çocuğa bakmak durumundaolan fedakâr aileler bulunmaktadır. Şu bilinmelidir ki, bü-56


tün engelliler diğer insanların sahip oldukları temel hakve hürriyetlerin tamamına sahiptirler. Bu hak şu veya buşekilde, doğumdan önce veya sonra iptal edilemez. İnsanbu dünyaya âhireti kazanmaya gelmiştir. Bu durumdakikimseler, zor da olsa sabır ve rıza göstermeli ve sevap kazanmayıtercih etmelidirler. Zîrâ isyan etmek insanın ikikez kaybetmesi anlamına gelmektedir.Burada şu hususun da belirtilmesinde fayda vardır. Günümüzdeteknolojik imkanlar sayesinde bazı fizikî ve zihnîengeller anne karnında iken tespit edilebilmektedir. Fizikîengellerin tespiti daha kolay olmakla birlikte, zihnî engellergenellikle muhtemel bir durum olarak ifade edilmektedir.Ne yazık ki, bazı kimseler de engelli bir çocuğa sahipolmamak için kürtaj yolunu tercih edebilmektedirler.Halbuki, fıkıh âlimlerinin çoğuna göre annenin hayatınıkurtarma gibi kesin bir tıbbî zaruret olmaksızın çocuk düşürmekve aldırmak câiz değildir. 9 Bu açıdan bir çocuğunengelli olacağı kesin olarak tespit edilse bile kürtaj yapılarakalınması caiz olmaz. 10 Konuyla ilgili Prof. Dr. HayrettinKaraman hocamızın görüşünü kaydetmek istiyoruz:“Allah’a ve âhirete inanmayanlar için yalnızca dünyahayatı vardır; bu hayatı ne kadar zevkli, rahat, hür yaşamakmümkün ise o kadar yaşamak gerekir. Sakat doğmuşbir çocuk ile meşgul olmanın dünya hayatı açısından onlarakazandıracağı hiçbir şey yoktur, hayatı zorlaştırmaktan,zevk u safayı engellemekten başka bir işe yaramaz.Allah’a ve âhirete inananlar sakat bir hayvana bile gösterdiklerişefkat ve yaptıkları hizmetle ecir ve sevap kazanırlar.Bu, Allah’ın rızasını elde etmeye vesile olur. Binaenaleyh, doğduktansonra sakatlanan bir çocuğu öldürmek cinayet olduğugibi, henüz doğmamış ama ana rahminde yaşamakta olan birçocuğu öldürmek de öyle cinayet olur ve caiz değildir. Rahimdekaldığı sürece veya doğum sırasında anne için hayati birtehlike söz konusu olmadıkça kürtaj yapılamaz.” 11Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, sağlık ve sıhhat büyükbir nimettir. Allah’tan af ve afiyet istemek de mü’minolmanın gereğidir. Ancak, bu dünya âhiretin tarlası olmasıitibariyle, bir imtihan yeridir. Hasta ve engelli olmak birimtihan unsuru olduğu gibi, bir hasta ve engelliye bakmakzorunda olmak da imtihanın bir parçasıdır.Hastalar Risalesi adlı eserinde, Bediüzzaman Hazretleri,görme engelli ve felç türü ağır bir hastalığa maruz kalanhastalarla ilgili şu dikkat çekici değerlendirmede bulunmaktadır:“Evet bir mü’min, gözüne perde çekilse ve gözü kapalıkabre girse, derecesine göre, kabir ehlinden daha fazla nurluâlemleri temâşâ edebilir. Bu dünyada nasıl çok şeyleri biz görüyoruz,kör olan mü’minler görmüyorlar; kabirde o körler,iman ile gitmişse o derece kabir ehlinden daha fazla görebilirler.”12 Felç ve benzeri ağır bir hastalığa maruz kalanlara dadünyanın insanı aldatan nefsânî yönlerinden uzak kalmalarıitibariyle hastalığın manevi bir kazanç vesilesine dönüşeceğinisöyleyerek tevekkül tavsiyesinde bulunmaktadır. 13Sebeplere riayetin bir kulluk vazifesi olması itibariyle tedavisimümkün olan her türlü hastalık için tedavi olmak gerekmektedir.Ancak, pek tedavi imkânı olmayan hastalık ve özürleriçin, sabırlı davranmak, asla isyan etmemek ve gönüldenAllah’a yönelmek en doğrusudur. Bu şekilde davranan inançlıbir insan şu fâni dünyada yaşadığı mahrumiyete bedel ebedîsaadeti adına büyük bir sermaye biriktirmiş olur. Bilindiği gibimüspet ve menfi olmak üzere iki türlü ibadet vardır. Namaz,oruç gibi bildiğimiz ibadetlere müspet ibadet diyecek olursak,bela, musibet ve hastalık gibi sıkıntılara da menfi ibadet diyebiliriz.Aslında bela ve musibet türü şeyler bizzat ibadet değildir.Ancak, neticesi itibariyle ibadete eşdeğer sevap kazandırdığıiçin ibadet olarak tanımlanmasında bir beis bulunmamaktadır.Zîrâ insan maruz kaldığı hastalık ve belalarla ne kadar âciz vemuhtaç bir varlık olduğunu idrak eder ve mutlak güç ve kuvvetsahibi olan Cenab-ı Hakk’a yönelir. Bu yöneliş neticesindede âhiretini kazanma yönünde önemli bir adım atmış olur.* Araştırmacı - Yazarhyenibas@yeniumit.com.trDipnotlar1. Aralık 2003’te Devlet Planlama Teşkilatı koordinasyonluğundaDevlet İstatistik Enstitüsü ve Özürlüler İdaresi Başkanlığınca yürütülenülkemizdeki engellilerle ilgili araştırmanın sonucu engellilerdensorumlu devlet bakanı tarafından açıklanmış ve ülkemizdetoplam 8 milyon 937 engelli olduğu ve bu oranın, nüfusun %12.29’nu oluşturduğu belirtilmiştir. Bu miktarın çoğunluğunu dazihinsel engelliler oluşturmaktadır.2. Bu konuda yapılan bir çalışmada, görme ve fiziksel engelli yirmisekiz sahabeye yer verilmiştir. Bkz. Seyyar, Ali, Yıldızlar Engel Tanımaz,İstanbul 2007. İslâm’ın engellilere bakışıyla ilgili yapılan çalışmalariçin bkz. Gül, Emine, Kur’ân’da Engelliler, İstanbul 2005;Sancaklı, Saffet, “Hz. Peygamber’in Engellilere Karşı Bakış AçısınınTespiti,” Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VI (2006)sayı: 2, 37-72, Samsun 2006; Erul, Bünyamin, “Engelliler İle İlgiliHadislerin Analizi” (yayınlanmamış tebliğ), Ülkemizde EngellilerGerçeği ve İslâm (sempozyum), D.İ.B., Ankara, 2003.3. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, 4/264.4. Tirmizî, Şemâil, 120, Beyrut, 1406.5. İbn Hacer, İsabe, 423.6. Buhârî, Tefsîr (4), 187. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe , 4/208.8. Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 5/100-101.9. Bkz. İbn Âbidin, Reddü’l-muhtar, 3/176; Udeh, Abdulkadir, et-Teşrîu’l-cinâiyyi’l-İslâmî, 2/295; Çeker, Orhan, “Çocuk Düşürme”md. DİA, 8/364.10. Kuveyt’te yayınlanmakta olan fıkıh ansiklopedisi ilim heyeti anneiçin hayatî tehlike olmadıkça gebeliği sonlandırmanın caiz olmadığıgörüşündedir. Bkz. Mevsûa, “içhad” md. 2/57. Bu konuda İbnÂbidin’e ait farklı bir görüş de mevcuttur. İbn Âbidin, anneninhayatından endişe edilse bile çocuk aldırmanın caiz olmayacağınıbelirtir. Zîrâ, annenin bu sebeple ölmesi bir ihtimaldir. İhtimaldendolayı ise herhangi bir insanın öldürülmesi caiz olmaz. Bkz.Reddü’l-muhtar, 1/602.11. http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/hayat2/0274.htm12. Said Nursi, Lemalar, 223.13. Said Nursi, Lemalar, 229.57


YENi ÜMiTDoç. Dr. İsmail ALBAYRAK *Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84Sahabe, hizmette zirveleri tuttuğu gibi, sohbette de en yüksek şâhikalarınüveyki olma pâyesiyle serfirazdır ki, bu, o toplumun musâhabesinde merkeznoktayı tutan zâtın bir tek nazarı müstaid ruhları bir hamlede evc-i kemaleçıkarmasında aran malıdır. Tabiî, kalblerini, iradelerini, hislerini, şuurlarını oKutup Yıldızı’nın çevresinde dönmeye bağlamış bu aktif sabır kahra manlarınınistidat ve performanslarının da nazardan dûr edil me mesi gerekir..Bi’r-i Meûne ve Reci’ŞEHiTLERi ÖZELiNDESahabîlerBilgi ve iletişim teknolojisinin başdöndüren yeniliklerikarşısında toplum olarak maddî ve mânevî bazıdeğerlerimizi kaybettiğimiz bilinen bir gerçektir.Ölçüsüzlüğün ölçü olarak kabul edildiği ve hiçbir sınırıntanınmadığı bu dönemde, dumura uğrattığımız mânevîdeğerlerimiz Yüce Yaratıcı’nın bize emanet olarak lutfettiğidünyamıza yaptığımız maddî zarardan çok daha fazladır.Hâlbuki asırlardır inanan insanları dipdiri ve dimdik ayaktatutan ve olmazsa olmaz kabul edilen pek çok mânevîdinamiğimiz vardı ve seleflerimiz bu değerlere gösterdiklerihassasiyetle, yaşadıkları zaman dilimlerinin erozyonlarındankendilerini muhafaza edebiliyorlardı. Kur’ân vesünnet bu kıymetlerin en başında gelmektedir. Makalemizde,değerler sistemi parçalanmış ve bünyesine uygunrol modeli bulma sıkıntısı çeken günümüz insanına, herbir ferdinin hayatı hayatlarımıza âb-ı hayat olan Ashab-ıResûlüllah’ın (s.a.s.) önemini Reci’ ve Bi’r-i Meûne seferleriözelinde sunmaya çalışacağız. Sahabe anlayışımızlailgili kısa bir girişten sonra Reci’ ve Bi’r-i Meûne’de nelerolduğunu özetleyeceğiz. Daha sonra da Müslümanlarınen sancılı dönemlerinde yaşayan ve son nefeslerine kadarKur’ân hakikatlerine tercüman olan sahabenin yukarıdaisimleri zikredilen seferler çerçevesinde maddî-mânevîfedakârlıkları, gayretleri ve bugün bütün bunların bize neifade ettiği üzerinde duracağız.Sahabenin ÖnemiEn genel tanımıyla sahabe, Müslüman olarak Rehber-iEkmel’in (s.a.s.) nübüvvet atmosferinde bulunmuş ve sonrada Müslüman olarak vefat etmiş kutlu nesildir. Hakikatnurlarını doğrudan Hz. Mazhar-ı Nûru’l-Envâr’dan alanbu güzide cemaat, insanlığın ebedî saadetinin reçetesi olanKur’ân-ı Kerîm’in nüzûlünün de ilk şahitlerdir. Başka birifadeyle sahabe, Nebevî halkanın ilk talebeleri, Kur’ân’ıHakîm’in ilk muhatapları ve ondaki yüce hakikatları da58


günlük hayatlarında düstur edinen ilk pratisyenlerdir.Varlığıyla varlığımıza anlam kazandıran Resûl-i Ekrem’in(s.a.s.) etrafındaki ilk halkayı oluşturan bu seçkin toplulukbizim için hususi bir yere sahiptir. Hayatları dâima rıza-iİlâhi yörüngeli, zihinleri ise Kur’ân’ı Kerîm’in ahkâmınıanlamaya endeksli olan saff-ı evvelin hakiki sahipleri hakkındabüyük İmam Tahavî ‘Onları sevmek dindir, imandır,ihsandır.’ der. 1 İmam Tahavî, değişik âyet ve hadîslerinmuhtevasından hareketle sahabenin İslâm’daki yerini veehemmiyetini çok güzel özetleyen yukarıdaki ifadeninmefhum-i muhalifini de kaydetmeyi ihmal etmez.Efendimiz (s.a.s.) kutlu beyanlarında onları yıldızlarabenzetmektedir. Bu teşbih açık bir şekilde sahabenin herbir ferdinin, mânevî seyahatlerinde yolunu kaybedenleriçin güvenilir bir rehber vazifesi göreceği anlamı taşımaktadır.Allah Resûlü’nün (s.a.s.) sohbetindeki insibağdandolayı kalb ve kafa izdivacını maksimum seviyede gerçekleştirenbu nurlu topluluk hakkında Yüce Yaratıcı “Allah(cc) onlardan razı oldu ve onlar da (Allah’tan) razılar.”(Beyyine sûresi, 98/8) buyurmaktadır. Bu kudsî ifade, sahabeninamellerinin Rabb’imiz tarafından daha onlar hayattaykenkabulünün ilânı anlamına gelmektedir.Ücrette geri duran, hizmette ise devamlı önde koşansahabenin hususi pek çok faziletinin yanı sıra, sergilediklerikudsî birlik ise, bugünün ferdiyetçi tasavvurlarının anlamayacağıkadar ulvîdir. Bu gönül birliği, sahabeyi ferdîzaaflar karşısında korumuş ve onlara -Cenab-ı Hakk’ın izinve inayetiyle- yaşadıkları dönemde, İslâm’ın bayraktarlığınıhakkıyla yapma lütfunu sunmuştur. Bugün Ashab-ıResûlullah’ın (s.a.s.) çizgisinden gittiğini söyleyen günümüzMüslümanları tarafından, din-i mubîn-i İslâm’ın enönemli halkasını oluşturan bu topluluğun hem cemiyethem de fert olarak anlaşılması ayrı bir önem arz etmektedir.Bu tür bir anlama gayretinin temel şartı ise, her biri ayrıbir kamet ve kıymet olan sahabenin hayatının iyi bilinmesindengeçmektedir. Bu makalede, bu muhteşem altın tablonunküçük bir kesitini ihtiva eden Reci’ ve Bi’r-i Meûnevakası çerçevesinde sahabe efendilerimizin fedakârlıklarıdile getirilmeye çalışılacaktır. Ayrıca İslâm’ın ilklerininoluşturduğu bu güzide topluluğun Efendiler Efendisi’nebağlılıkları ve Allah Resûlü’nün de dostları karşısındaki vefasınadikkat çekilecektir.Reci’ VakasıUhud Savaşı’ndan sonra Hüzeyl bölgesinde yaşayanAdal ve Kâre kabilelerinden bir grup Allah Resûlü’ne(s.a.s.) gelerek içlerinde Müslümanların bulunduğunu, bukimselere İslâm’ı öğretecek bir heyet gönderilmesini arzuladıklarınıbelirtirler. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.)Sahabe, Nebevî halkanın ilk talebeleri,Kur’ân’ı Hakîm’in ilk muhatapları ve ondakiyüce hakikatları da günlük hayatlarındadüstur edinen ilk pratisyenlerdir. Varlığıylavarlığımıza anlam kazandıran Resûl-iEkrem’in (s.a.s.) etrafındaki ilk halkayıoluşturan bu seçkin topluluk bizim için hususibir yere sahiptir. Onların hayatı hep Allahrızası yörüngeli ve zihinleri de Kur'ân-ıKerîm'in ahkâmını anlamaya kilitlidir.bölgeye bir seriyye gönderir ve başına da Âsım b. Sâbit’iyetkili olarak tayin eder. (Buharî, Megazi 28) Bu seriyyedeon kişinin olduğu rivâyet edilse de, genelde kaynaklarımızdaaltı kişinin ismi zikredilmektedir: Âsım b. Sâbit,Mersed b. Ebî Mersed, Hâlid b. el-Bukeyr, Hubeyb b.Adiyy, Zeyd b. Desinne, Abdullâh b. Târık. 2 Bazı Siyer veMeğâzî kitapları seriyyenin başında Mersed’in olduğunusöylemektedir. Dinlendikleri yerde yedikleri hurmalarınçekirdeklerinin izini takip eden 100 kişilik bir düşmangrubu tarafından pusuya düşürülen Kur’ân muallimleriheyetinden Hubeyb, Zeyd ve Abdullâh 3 dışındakiler şehitedilirler; Abdullah b. Tarık ise Mekke’ye sevkedilirkenyolda bağlandığı iplerden kurtulup müşriklerle mücadeleederken şehit olur, diğer ikisi ise Mekke’ye götürülürlerve orada şehit edilirler. 4Bi’r-i Maûne VakasıReci’ vakası gibi Hicri 4. yılda meydana gelmiştir.Âmir b. Sa’sa’a kabilesinin lideri Âmir b. Mâlik b.Ca’fer Ebû’l-Berâ Medine’ye gelerek Allah Resûlü’ne(s.a.s.) hediyeler takdim eder. Peygamber Efendimiz(s.a.s.) müşrik bir kimseden hediye kabul edemeyeceğinibelirtir. Müslüman müelliflere göre Ebû’l-Berâ, neMüslüman olur ne de tamamen Müslümanlıktan uzakkalır. Resûlüllah’ın (s.a.s.) anlattıklarından etkilenenEbû’l-Berâ, O’ndan Necid halkını irşat edecek bir grupmürşit göndermesini ister. Allah Resûlü (s.a.s.) bölgeninhassasiyetini göz önünde bulundurarak endişesini izharedince, Ebû’l-Berâ gönderilecek mürşitlerin emniyeti konusundaPeygamberimiz’e (s.a.s.) garanti verir. Bununüzerine Allah Resûlü (s.a.s.) bazı rivâyetlerde yetmiş bazılarındakırk, bazılarında da otuz kişilik bir ekibi Münzirb. Amr (Âmir) komutasında gönderir. 5Diğer bir rivâyete göre ise Ri’l, Usayya, Zekvân veBenî Lihyân kabilelerinden oluşan bir grup Efendimiz’e59


(s.a.s.) gelerek aralarında Müslümanların olduğunu bildirirler.Sonra da gidecekleri yerlerdeki Müslümanlarahem diğer kavimlere karşı destek olacak hem de dini öğretecekmürşitler gönderilmesini isterler. Efendimiz de(s.a.s.) bu dağınık bölgeye mürşitler gönderir. (Buhârî,Cihâd 184) Bu görüşmede Ebû’l-Berâ, Necid’e gelerekyöre halkını mürşitlerin can güvenliği konusunda ikazeder. Mürşitler, Beni Âmir ve Beni Süleym’in arasındabulunan Bi’r-i Maûne kuyusunun yakınlarında bir mağaradakonaklarken Ebû’l-Berâ’nın öldüğü dedikodusuduyulur. Münzir b. Âmir vakit kaybetmeden Haram b.Milhân’ı, Ebû’l-Berâ’nın yeğeni Âmir b. Tufeyl’e gönderir.Ebû’l-Berâ yaşlı biridir ve idarî zaaftan dolayı kabileiçi bazı çekişmeler vardır. İbn Tufeyl ise, amcasının ahdinibozarak Haram b. Milhân’ı elindeki mektuba bakmadanöldürtür, daha sonra da Âmir oğullarını mürşitlere karşısavaşa çağırır. Amir oğulları Ebû’l-Berâ’ya verdikleri sözesâdık kalarak mürşitlere saldırmazlar; fakat mürşitlerikorumak için de herhangi bir çaba göstermezler. Bununüzerine İbn Tufeyl, Benî Suleym’i kendisine destek vermeleriiçin çağırır, onlar da (Ri’l, Zekvân ve Usayy) buçağrıya cevap vererek mürşitlere karşı savaşırlar. Bu muharebedeöldü sandıkları için bıraktıkları Ka’b b. Zeydve o sırada develeri otlatmakla meşgul olan Münzir b.Muhammed ile Amr b. Umeyye dışındaki bütün mürşitlerşehit edilirler. 6Reci ve Bi’r-i Meûne ŞehitleriReci ve Bi’r-i Meûne şehitlerinin büyük bölümü Muhacirve Ensar’dan İslâm’ı erken dönemlerde kabul eden gençsahabelerden müteşekkildi. Biraz sonra görüleceği üzerepek çoğu İslâm’ı babalarından önce kabul eden bu gençlerinbir kısmı, yine baba ve dedelerinden önce hazin birşekilde şehit edilmiş Müslümanlardan oluşmaktaydı. Şimdikısa kısa bu kutlu neslin kimlikleri ile ilgili bazı anekdotlarıvermeye çalışalım:Asım b. Sabit, Ensar’dan (Evs) İslâm’ı kabul eden ilklerdendir.Reci’de müşriklerin teslim olun çağrısına karşı, ‘Bizmüşrikten eman dilemeyiz.’ diyerek savaşan ve ‘Allah’ım!Günün başında ben Senin dinini korudum! Günün sonundada, Sen benim etimi, tenimi koru!’ şeklinde Rabb-iRahim’e yalvaran bu büyük sahabinin cesedi mu’cizevî birşekilde korunmuş ve müşriklerin bütün gayretlerine rağmenCenab-ı Hak Asım’ın cesedine onların yaklaşmasınamusaade etmemiştir. 7 Evs’in Hazrec kabilesine karşı kendisiyleövündüğü Asım b. Sabit, Efendimiz’in (s.a.s.) Bediröncesi seriyyelere komutan tayin ettiği ilk sahabidir veİslâm tarihindeki ilk ganimet de Asım b. Sabit’in getirdiğiganimettir. Hattâ mevzu bahis ettiğimiz Reci’ vakası pekKur’ân’ı Azimüşşan’ın her tarafta şehbal açmasınıvarlıklarının asıl gayesi gören bir neslingösterdiği maddî ve mânevî fedakârlıklarevvel emirde dikkati çeken hususların başındagelmektedir. Hiçbir sahabi "Bu, benimişim değil" dememiş, bilakis kalblerin birattığı her olayda herkes elini, yüklendikleriyüce davanın altına koymuş ve sonuna kadarda onun uğrundaki karar ve sebatlarınıcanları pahasına korumuşlardır.çok kaynakta onun adı ile “seriyyetu Asım b. Sabit” şeklindeanılmaktadır. Allah Resûlü (s.a.s.) Bedir gecesi ashab-ıkiramı toplamış ve onlara Mekkeli müşriklerle nasıl mücadeleedeceklerini sormuş, Asım b. Sabit ayağa kalkarak ‘YaResûlallah! Onlar bize yüz metreden yakınsa ok, daha dayakınsa mızrak, daha da yakınsa kılıçla savaşacağız.’ şeklindecevap vermiş, bunun üzerine Efendiler Efendisi (s.a.s.)‘Herkes Asım gibi savaşsın.’ buyurmuştur. 8 Ailece İslâmdavasına gönül vermiş bu sahabenin kardeşi Amir b. Sabitde Allah Resûlü’nün (s.a.s.) en azılı düşmanlarından Ukbeb. Ebi Muayt’ı öldüren kişidir. Bir başka önemli ayrıntı iseAsım b. Sabit’in Müslümanların beşinci Raşid halife olarakkabul ettikleri Ömer b. Abdilaziz’in anne tarafından dedesiolmasıdır. Büyük halifenin soy ağacında büyük bir sahabininolması tesadüf olmasa gerektir.Mersed b. Ebî Mersed, Bedir’deki iki suvariden birisidir.Bazı tarih kitapları Reci’ vakasında MüslümanlaraMersed’in emirlik yaptığını bildirmektedir. Bu sebeple vakaonun adıyla da anılmaktadır. Allah Resûlü’nün (s.a.s.) Evsb. Sabit ile kardeş yaptığı bu büyük sahabinin babası veoğlu da sahabedir. Babası Ebû Mersed, Efendimiz (s.a.s.)tarafından Kureyş kafilesine gönderilen Hz. Hamza komutasındakiseriyyenin livâsını taşıyan nasipdar bir sahabedir.Oğlu, son nefesine kadar İslâm’a hizmette bulunmuş veEfendimiz’in (s.a.s.) müezzini Hz. Bilal ile aynı gün vefatetmiş büyük bir sahabidir. Kur’ân-ı Kerîm’in ahkâmıkarşısında da azami hassasiyet gösteren bu zât, rûhunu,Rahmân’a yaşadığı gibi teslim etmiştir.Reci’ vakasının en dramatik bölümünü Hubeyb ileZeyd’in (r.a.) şehadeti oluşturmaktadır. Reci’ vakası sonrasıHubeyb’i, Huceyr b. Ebi İhâb, öldürülmüş olan babasınınintikamını almak için satın aldı. Zeyd b. Desinne’yide, babası Ümeyye b. Halef ’in karşılığı olarak öldürmeküzere, Safvân b. Ümeyye satın aldı. Hubeyb b. Adiyy,60


Muaviye adlı bir kadının evindeki bir hücrecikte; Zeyd b.Desinne de Safvân b. Ümeyye’nin kölesi Nıstas’ın evindehapsedildi. Bu iki büyük sahabinin şehit edilmeden öncekianlarına şahitlik eden kimseler, onlardaki metaneti vekulluk şuurunu bize detaylı bir şekilde anlatmaktadırlar.Huceyr b. Ebi İhâb’ın (sonradan Müslüman olan) kölesiMâviye adlı bir kadın, Hubeyb’i hapisteyken Mekke’debulunması mümkün olmayan büyük üzüm salkımlarınıyerken gördüğünü, gece gündüz Kur’ân okuduğunu belirttiktensonra şöyle der: Ben Hubeyb’den daha hayırlıbir esir görmedim! Müşriklerin pişirdikleri yemektenyemeyen Hubeyb, şehit edileceği gün geldiğinde, kişiseltemizliği için köle Mâviye’den ustura istemiş o da üveyoğlu Ebu Hüseyn’e bir ustura vererek Hubeyb’e götürmesiniistemiştir. Sonra da Hubeyb’e göz göre göre çocuğuteslim ettiğini düşünerek yanlarına gitmiştir. Kadınınendişeli olduğunu gören Hubeyb, bir mü’min vakarıylakendisinin haksız yere bir başkasının canına kıyamayacağınıve emanete ihanet etmeyeceğini söyleyerek kadınısakinleştirir. Burada ilginç bir ayrıntıya dikkat çekmekistiyoruz. Hz. Hubeyb’in annesine iade ettiği çocuğunadı Ebû Huseyin b. el-Haris b. Amir b. Nevfel b. AbdiMenâf ’tır. Bu küçük çocuk, ileride ümmete liderlik yapacakolan İmam Mâlik’in en önde gelen şeyhi Abdullah b.Abdurrahman b. Ebî Huseyin’in dedesidir. 9Müşrikler, bu iki sahabiyi Ten’im’de şehit etmek içinyollara düşmüşler, onlarsa birbirlerine sadece sabır tavsiyeetmekte ve hâllerinin Resûl-i Ekrem (s.a.s.) tarafındanbilinmesini arzulamaktadırlar. Cebrail (as) bu arzuhaliyerine getirir ve onların selâmını Allah Resûlü’ne (s.a.s.)iletir. Efendiler Efendisi (s.a.s.) de onların bu selâmınaMedine’den karşılık verir. Pek çok Mekkeli, ellerindekimızraklarla acı çektirerek Hubeyb’i şehit etmek ister, Hubeybise, kendisini canavarlar gibi parçalamak isteyen buinsanlara sadece güler ve “Ben Müslüman olarak öldürülmüşolduktan sonra, ölümüm ne suretle olursa olsun, aldırışetmem! Çünkü, onların hepsi Allah yolundadır! O,dilerse, bu tarumar olan vücuduma feyiz ve bereket ihsaneder!” diye karşılık verir. Sonunda birinin yakınlaşarak vurduğumızrakla şehit edilir. 10 Allah Resûlü’nün (s.a.s.) ‘O,cennette benim refikimdir.’ dediği Hz. Hubeyb kelime-işehadetle gözlerini fânî dünyaya kaparken diğer taraftanda bâki bir âleme yelken açar.Zeyd b. Desinne ise gözü dönmüş insanların önüneçıkarılarak tıpkı Hubeyb gibi sorgulanır. Kendisine “Seninyerine (Hz.) Muhammed’in boynunu vurmamızı ve seninise ailenin yanında sağ salim yaşamanı arzu etmez misin?”denildiğinde bu büyük sahabi “Vallahi, Muhammed(Aleyhisselam)’ın -değil sizin yanınızda, hattâ şimdi bulunduğuyerde bile- ayağına bir dikenin batıp incinmesinerazı olamam!” der. Bu İslâm’ın izzet ve onurunu koruyancesur sahabe için o günlerde Müslüman olmamış olan EbûSüfyan: “Ben, insanlar içinde, ashabının Hz. Muhammed’i(s.a.s.) sevdiği kadar, kimsenin bir başkasını sevdiğini görmedim!”demekten kendini alamamıştır. 11Halid b. el-Bukeyr ise vefat ettiğinde otuz dört yaşındaydı.Ailece Müslüman olan Halid’in kendisi gibi üç kardeşide (İyas, Akil, Amir) Bedir’e iştirak etmiştir. Dahaönce ismi Ğafil iken Allah Resûlü (s.a.s.) tarafından Akil’eçevrilen kardeşini Bedir’de kaybeden Halid’in diğer kardeşiİyas ise Daru’l-Erkam’da Müslüman olan ilklerdendir.Halid de tıpkı İbn Ebî Mersed gibi Bedir öncesi Kureyşkervanına gönderilen grubun içerisinde yerini almış ve işinbaşında Efendimiz’i (s.a.s.) yalnız bırakmayacağını fiilîolarak göstermiştir. 12Abdullah b. Tarık ise, Mekke’ye götürülürken Zahran’daellerinin bağını çözerek kılıcıyla müşriklere meydan okumuş;fakat daha sonra müşriklerin attıkları taşlarla şehitedilmiştir. Hakkındaki bütün bilgimiz Bedir’e iştiraki ileanne tarafından kardeşi olan Mut’ib (Mut’ab) b. Ubeyd’in(Avf) de bu seferde bulunduğundan ibarettir. 13Bi’r-i Meûne’de ise, muharebede ölü zannedildiği içinbırakılan Ka’b b. Zeyd ve o sırada develeri otlatmaklameşgul olan Münzir b. Muhammed ile Amr b. Umeyye 14dışında herkes şehit edilmiştir. Münzir b. Muhammed,‘Âmir b. Münzir’in şehit olduğu yerde ben yaşayamam.’diyerek tek başına müşriklere saldırır ve birkaç kişi öldürdüktensonra şehit edilir. Bu bir sahabi firasetidir vefenafi’l-ihvan düsturunun en yüksek seviyedeki canlı örneğidir.Seriyyede söz konusu düsturla ilgili bir başka canlıörnek ise Urve b. Esmâ’dır. Mensup bulunduğu Süleymoğulları kabilesiyle Amir b. Tufeyl arasında dostluk anlaşmasıvardı. Bu sebeple Müslümanları kuşatan müşrik ordusuona hususi eman vermişti. Urve ise ‘Ben ne onlarınemanını kabul ederim, ne de arkadaşlarımın vurulup şehitdüşecekleri yerden kendimi ayırmak, kayırmak isterim’diyerek, onların emanlarını reddetmiştir. Sonra da o güzidedostlarıyla birlikte şehit olmuştur. Fizikî engelli olanKa’b b. Zeyd ise, daha sonra katıldığı Hendek savaşındaşehit edilir. Ka’b, Hendek’te şehit düşen altı sahabiden birisidirve Bi’r-i Meûne’de bıraktığı arkadaşlarına HendekGazvesi’nde kavuşur. 15Amr b. Umeyye de ilk Müslüman olan sahabelerdendir.Hz. Hatice Validemiz’in akrabası olan bu büyük61


sahabe Habeşistan’a hicret etmiş, oradan da yıllar sonraMedine’ye gelmiştir. Hicretin bereketini hakkıyla îfa edenAmr b. Umeyye Medine’ye Bi’r-i Meûne arefesinde gelmişve hiç tereddüt etmeden söz konusu sefere katılmıştır. Amr,Efendimiz’in (s.a.s.) Ümm-i Habibe Validemiz’le nikâhınıkıymakla da şereflenmiş bir sahabedir. Mudarlı olduğu içinserbest bırakılan Amr, Medine’ye dönerken, Allah Resûlü ilesulh anlaşması yapmış iki Benî Âmirli’yle karşılaşır ve konuhakkında bilgisi olmadığı için onları düşman tarafından zannedereköldürür. Düşman tarafında da olsa hakkın hatırınıdevamlı âli tutan Efendimiz (s.a.s.), Amr b. Umeyye’yi araştırmadanyaptığı bu işten dolayı azarlar ve bu ölen iki kişiiçin kabilesine diyet ödenmesi emrini verir. 16Münzir b. Amir ise İkinci Akabe’de Efendimiz’e biateden ve İslâm öncesi okur-yazar ender insanlardan birisidir.Münzir, hem vahiy kâtibi hem de ashabı suffenin ilerigelenlerindendir. Onun liderliğinden dolayı, Bi’r-i Meûneseriyyesi bazen seriyyetu Munzir b. Amir olarak isimlendirilmektedir.Vefa Peygamberi (s.a.s.) yıllar sonra Münzir’inamcasının oğlu, yeni doğmuş erkek çocuğu için isim istediğinde,Münzir’in ismini vermiştir. 17Amir b. Fuheyr ise, Daru’l-Erkam’dan önce Müslümanolmuş ilklerdendi. Bu büyük sahabi Hz. Ebû Bekr’in (r.a.)Mekke’deyken hürriyetine kavuşturduğu kölelerdendir.Amir b. Fuheyr, Hz. Aişe Validemiz’le Medine’ye hicretetmiştir. Amir’in katili Cebbar b. Selma (Sulma) onun sonsözlerini şöyle anlatır: “Müslümanlardan beni İslâmiyet’edavet eden bir adama, iki omuzu arasından mızrağımı sapladım!Mızrağımın demirinin onun göğsünden çıktığınıgördüm! Kendisinin: ‘Vallahi, kazandım gitti!’ dediğiniişittim. Kendi kendime: ‘Neyi kazandı ki?! Ben adamı öldürmüşdeğil miyim?’ dedim. Daha sonra Amir’in cesediningöğe yükseltildiğini müşahede ettim. Bu sözlerininmânâsını Dahhâk b. Sufyân’a sorduğumda bana ‘cennet’olduğunu söyledi. Müslümanlığı benimsememe de buolaylar vesile olmuştur. Kendisi şehit olurken başkasınınmânevî dirilişine vesile olan Amir b. Fuheyr vefat ettiğindekırk yaşındaydı. 18Haram b. Milhan ve Süleym b. Milhan bu seferde yeralan iki kardeş sahabidir ve meşhur sahabe Enes b. Malik’indayılarıdır. Seriyye’nin reisi karşı tarafa Allah Resûlü’nün mesajınıkim iletecek dediğinde, vakit kaybetmeden ortaya atılanHaram b. Milhan, muhataplarına şöyle seslenmiştir: <strong>Ey</strong>Bi’r-i Maûne halkı, ben Allah’ın Elçisi’nin elçisiyim, Allah’ave Resûlü’ne iman edin.’ 19 Maalesef getirdiği mektuba bakmaihtiyacı bile duymayan müşrik lider İbn Tufeyl, Haramb. Milhan’ı orada mızrakla şehit ettirmiştir. Haram’ın sonفُزْتُ‏ وَرَبِّ‏ الْكَ‏ عْ‏ بَةِ‏ gibidir: sözleri tıpkı Amir b. Füheyr’inki(Kabe’nin Rabbi’ne yemin olsun ki kazandım.) Bedir veUhud’a kardeşiyle birlikte iştirak eden bu kutlu sahabiler dehayatlarının baharında âhirete intikal etmiş öncülerdendir.Süleym b. Milhan hakkında Tabakat yazarları, arkasındangelen hiçbir varisi yoktu, kaydını düşer. Vefat ettiklerindedünyaya ait ne mal ne de çocukları vardı. 20Haris b. Simme de Ensar arasında İslâm’ı kabul eden ilklerdendir.Bedir’e giderken yolda rahatsızlandığı için geri dönmüş;fakat Efendimiz ona, halis niyetinden dolayı ganimettenpay vermiştir. Uhud’da ise Efendimiz’e (s.a.s.) vefat edinceyekadar kendisiyle beraber olacağına dâir söz veren Hz. Haris,bu sözünü çok geçmeden Bi’r-i Meûne’de yerine getirmiştir. 21Nafi b. Budeyl ise, babasından önce İslâm’la şereflenmişgenç bir sahabidir. Kardeşleri Abdurrahman, Selemeve Abdullah da sahabedir. Nafi, Bi’r-i Meûne’de ilk şehitolan sahabilerdendir. 22Riab b. Huneyf de genç yaşta Bi’r-i Meûne’de şehitedilen sahabilerdendir. Oğlu İsmet b. Riab Hudeybiye’deAllah Resûlü’ne biat etmiş ve Yemame’de şehit düşmüştür.Riab’ın babası Huneyf ise Mute’de şehit olmuştur. Aileceşehit olan bu büyük sahabi hakkındaki bilgimiz maalesefsadece yukarıdaki tespitlerden ibarettir. 23Hakem b. Keysan, Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.) azılıdüşmanlarından olan Ebû Cehil’in babası Hişam b.Muğire’nin kölesiydi. Hicretin ilk yılındaki bir seriyyedeMikdad b. Amr onu esir olarak Medine’ye getirir. Hakem,Efendimiz’in (s.a.s.) ölmüş kalblere hayat bahşeden sohbetve nasihatı neticesi Müslüman olur. Sonra da şehit oluncayakadar Efendimiz’in (s.a.s.) yanından ayrılmaz. 24Haklarında çok az bilgi sahibi olduğumuz bazı kardeşsahabiler de Bi’r-i Meûne’de dikkatleri çekmektedir. Muazb. Mais(z) ile Âiz b. Mais(z) bunlardan biridir. Bedir’deyaralanan Muaz, Bi’r-i Meûne’ye koşarak gitmiştir. Bu ikikardeşten birisi Suveybit b. Haram diğeri de meşhur hafızsahabi Salim ile kardeş yapılmıştır. 25 Bu uhuvvet dairesionların Kur’ân’a hizmet konusundaki faaliyetleri hakkındabize yeterli ipucu sunmaktadır.Enes b. Muaz ve Ubeyy b. Muaz, Bi’r-i Meûne’de dikkatçeken diğer kardeş şehitlerdir. Ailece Bedir ve Uhud’aiştirak eden bu büyük insanlar son nefeslerine kadar hayatlarınıİnsanlığın İftihar Tablosu’nun getirdiği dini tebliğeadamışlardır. 26 Sufyan b. Sabit ve Malik b. Sabit hakkındaise kardeş oldukları dışında hiçbir bilgiye rastlayamadık. 27Bu iki genç sahabi de diğerleri gibi üstlendikleri misyonunhakkını sonuna kadar vermeye çalışmış, sonra da haklarındaİlâhi hüküm gerçekleşince, canlarını da bu yoldafeda etmişlerdir. Bu seriyyede hem oğlu hem de yeğeniyle62


irlikte omuz omuza mücadele ettikten sonra ruhlarınıRahman’a teslim eden kutlu bir aile de vardır; Sa’d b.Amr, oğlu Tufeyl b. Sa’d ve yeğeni Sehl b. Amir es-Sa’d ilebirlikte şehit olmuşlardır. 28Bu seferde şehit olan İbn Amir gibi Harise b. Levzânda yaşadığı dönemde okuma yazma bilen ender sahabilerdenbiriydi. 29 Es’ad b. Yezid de hem Bedir hem Uhud’aiştirak etmiş, Bi’r-i Meûne yolu göründüğünde de hiç tereddütetmeden yerini alarak şehadet şerbetini içmiştir. 30Tıpkı Süleym b. Milhan gibi, Tabakat kitapları Es’ad b.Yezid’in de arkasında bir mirasçı bırakmadığını kaydetmektedir.Bu fedakâr insanların arkalarında bir mirasçıbırakmamaları ya çok genç yaşta şehit olmaları ya da îlâ-yıkelimetullah vazifesiyle meşguliyetin onlara böyle bir fırsatıvermemesiyle izah edilebilir. Akabe’de İslâm’ı kabuleden ve şehit oluncaya kadar her seferde yerini alan Abbâd(Abdullah) b. Kays, 31 Bedir kahramanlarından Halid b.Ka’b 32 ve haklarında sadece Bi’r-i Meûne’de şehit oldubilgisi dışında herhangi bir malumata rastlamadığımızDahhâk b. Amir, Kutbetu b. Abd Âmir, Halid b. Sabit debu ilk halkanın kutlu şahsiyetlerindendir. 33SonuçYukarıda kahramanlarıyla birlikte özetlemeye çalıştığımızbu iki önemli seferin bugün bizim dünyamızla ilgisi üzerindekısaca durmamız gerekmektedir. Kur’ân’ı Azimüşşan’ınher tarafta şehbal açmasını varlıklarının asıl gayesi gören birneslin gösterdiği maddî ve mânevî fedakârlıklar evvel emirdedikkati çeken hususların başında gelmektedir. Hiçbirsahabi “Bu, benim işim değil.” dememiş, bilakis kalblerinbir attığı bu olayda herkes elini, yüklendikleri yüce davanınaltına koymuş ve sonuna kadar da onun uğrundaki kararve sebatlarını canları pahasına korumuşlardır. Şahsî hayatlarınabaktığımızda da fakirlikleri dikkatlerden kaçmayanbu seçkin topluluk dünya adına <strong>hemen</strong> <strong>hemen</strong> hiç beklentiiçine girmemiştir. Pek çoğunun bir yitik gibi baba ve dedelerindenönce vefatı ve geride neredeyse adlarını taşıyacakbir evlât bile bırakmamaları, kanaatimizce –her şeyi en iyibilen Allah’tır- davalarındaki samimiyetin ve adımlarını devamlıâhiret adına attıklarının bir göstergesi olsa gerektir. Bufedakârlıklar sonucu temeli atılan bu yüce din, günümüzekadar Allah’ın izin ve inayetiyle gelmiştir. Bilgi teknolojisininbaş döndürücü hızı ve ekonomik aktivitelerin sınırtanımazlığı çerçevesinde küreselleştiğini söylediğimiz dünyamızda,huzur adına tesis edilen her bir adacıkta İslâm’ınbu fedakâr neslinin payının varlığından daha kuvvetli birhakikat var mıdır? Daha da önemlisi bugün etrafımızdakimaddî mânevî keşmekeşliğe rağmen içinde bulunduğumuzhuzur ortamında bu güzide topluluğun hakkı yok mudur?Ülfet garabeti içerisinde, sahip olduğu değerlerin kıymetinianlama sıkıntısı çeken günümüz insanının selefleri hakkındabilgilerini tekrar tekrar gözden geçirerek yenilemesi bir zorunluluktur.Bu rektife ameliyesi, pasif ve sadece epistemik(bilgi) bir düzeye münhasır kılınmayacak kadar önemlidir.Çünkü bu ameliye, insanımıza gerçek kimliğini bulmadayardımcı olacak ve onun yeniden aktif bir dönüşümü gerçekleştirmesinikolaylaştıracaktır. Mevlâ-yı Müteal’den niyazımızbize, Reci’ ve Bi’r-i Meûne vakası gibi diğer pek çokhâdiseyi yeniden düşünme imkânı vermesi ve bu tefekkürameliyesini muhtaç olduğumuz müspet dönüşümümüzevesile kılmasıdır.*ACU National Öğretim Üyesiialbayrak@yeniumit.com.trDipnotlar1. Ali b. Ali b. Muhammed b. Ebi’l-İzz, Şerhu’l-Akideti’t-Tahaviyye,Beyrut: Risale Yay 1996, s. 5172. Mut’ab b. Ubeyd (Avf) ve Cezm b. Sa’d’ın ismide zikredilmektedir.(İbn Sa’d, İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kubrâ, Beyrut: Dâr-u Sadr1985, II.55; İbn Hacer, el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, Beyrut:Dâr-u İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî 1327h., 12/420)3. Kastallânî, İrşâdu’s-Sârî li-Şerh-i Sahîhi’l-Buhârî, Mısır: Matbaatu’l-Kubrâ 1325h, 6/3134. Taberî, Târîhu’t-Taberî: Târîhu’r-Rusul ve’l-Mulûk, Kahire:Dâru’l-Meârif ts., 2/5405. Vâkidî, Kitâbu’l-Meğâzî, Beyrut: Âlemu’l-Kutub ts., 1/346;Buhârî, Cihâd 184; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/2706. Taberî, a.g.e., 3/547; Vâkidî, a.g.e., 1/347-3497. Hüzeyliler Asım b. Sabit’in başını alıp Sülâfe’ye satmak içincesedine doğru yaklaştıkları zaman, aralarına giren arılardan,cesede dokunamadılar. “Bırakın! Akşam olup arılar başındandağılınca alırız!” dediler. Fakat, Yüce Allah’ın, gökte hiç bulutyokken gönderdiği sel Asım’ın cesedini hiç bulunamayacak biryere alıp götürdü!8. İbnu’l-Esir, Usdu’l-Ğabe, 1/2909. İbnu’l-Esir, a.g.e., 1/319, 1/39810. İbnu’l-Esir, a.g.e., 1/318-911. İbnu’l-Esir, a.g.e., 1/39812. İbnu’l-Esir, a.g.e., 1/.96, 301, 2/42313. İbnu’l-Esir, a.g.e., 2/12714. Taberî, a.g.e., 3/547; Köksal, a.g.e., 45-5015. İbn Sa’d, a.g.e., 4/377; Vakidî, a.g.e., 1/49616. Taberî, a.g.e., 3/54717. İbn Sa’d, a.g.e., 3/555; İbn Hacer, a.g.e., 3/46018. İbnu’l-Esir, a.g.e., 2/33719. İbn Hacer, a.g.e., Beyrut, 7/31020. İbnu’l-Esir, a.g.e., 1/47621. Taberî, a.g.e., 3/57422. İbn Hacer, a.g.e., 3/543; Vâkidî, a.g.e., 1/35323. İbnu’l-Esir, a.g.e., 1/37424. İbn Hacer, a.g.e., 1/34225. İbnu’l-Esir, a.g.e., 2/69; İbn Hacer, a.g.e., 3/43026. İbn Hacer, a.g.e, 1/74; İbn Sa’d, a.g.e., 3/50227. İbnu’l-Esir, a.g.e., 1/45628. İbn Hacer, a.g.e., 1/431; 1/180; İbnu’l-Esir, a.g.e., 1/43629. İbnu’l-Esir, a.g.e., 3/4730. İbn Sa’d, a.g.e., 3/59431. İbn Sa’d, a.g.e., 3/59432. İbn Hacer, a.g.e., 1/28233. İbn Hacer, a.g.e., 1/275, 2/207, 1/39663


YENi ÜMiTDr. Muharrem YILDIZ *Nisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84İnsanoğlu için gerçek hayat, ilim ve irfanla kâbil olacağından, öğrenipöğretmeyi ihmal edenler, hayatta olsalar dahi ölü sayılırlar. Zira, insanınyaratılışının en önemli gâyesi, görüp bilmek ve öğrendiklerini başkalarınabildirmekten ibarettir.İMAM NEVEVÎİmam Nevevî, hicrî 631 senesinin Muharrem ayında,Şam’ın Nevâ kasabasında doğdu. Doğduğu yere nispetlekendisine Nevevî denmiştir. İsmi Yahya olmasınarağmen, Ebu Zekeriyyâ unvanını kullanmıştır. Bu, genelolarak ismi Yahya olanların kullandığı bir unvandır.Küçük yaşta, baba Muhyiddin Efendi, oğlunuKur’ân-ı Kerîm öğrenmesi için ilk mektebe başlatmıştı.Ticareti hiç sevmediği hâlde gençlik yıllarında babasınındemir dökümhanesinde çalışmıştı. Yaşadığı devrin birçokmeşhur âliminden ders aldı. On dokuz yaşına gelince,babası onu, ilim tahsili için, Şam’daki RevâhiyyeMedresesi’ne gönderdi.Önce tıp ilmine merak sarmıştı. İbn-i Sina’nın ‘el-Kanun’unu okumaya başlamış; fakat sıkıntıdan bırakmıştı.Buradan anladı ki, bu işin erbabı değildi. Kendini tamamenhadîs ilmine verdi. Çeşitli ilimleri okudu ve öğrendi.Keskin bir zekâya ve kuvvetli bir hafızaya sahipti. Küçükyaşta Kur’ân-ı Kerîm’i dört buçuk ayda, Şafiî Mezhebi’nintemel kitaplarından olan et-Tenbîh adlı eseri sekiz buçukayda ezberlemişti. 1Her gün hocalarından on iki ayrı ilim okurdu. Zamanla,usûl, nahiv, lügat ve benzeri ilimlerin inceliklerinevukûfiyet kazandı. Kısa zamanda, ilimde devrinin enbüyük âlimlerinden oldu ve insanlığın irşadı, mutluluk vesaadeti için pek çok kitap yazdı. Şafiî âlimlerinden olanNevevî, kitaplarında Şafiî Mezhebi’nin esaslarını işledi.Kendisi hicrî 7. asrın hadîs âlimlerinden ve İslâm hukukçularındandı.Pamuklu elbise giyer ve sincabi renkte sarık sarardı.Sakalında birkaç beyaz kıl vardı. Nefsî ve dünyevî arzu veisteklerden geçmişti. Evliliğin kendisini meşgul edeceğinidüşündüğü için hiç evlenmemişti. Medresedeki hocalığındandolayı verilen para ile kitap alır, onları okuduktansonra da medresenin kütüphanesine hediye ederdi. İmamNevevî Hazretleri, ömrünün sonlarına doğru, üzerindekiemanetleri sahiplerine verip, borçlarını ödedi. Kitaplarınıda kütüphaneye bağışladı.665 yılında Eşrefiye Dârü’l-Hadîs Reisliğine tayinedilmiş, vefatına kadar o vazifede kalmıştı. Vefat ettiğinde45 yaşında idi. Mübarek bir ömür sürdü. Ömrünü ibadet,itaat, ilim öğrenmek, öğretmek ve te’lifle geçirdi. Hazret,geçinmede kanaat üzere idi. Geçimini annesi ve babasındangelen şeylerle sağlardı. Maddî yönden fakir bir insandı.Ama “manâ âleminin sultanı” idi. 2 Bugün bile Türbesiziyaret edilmekte, sevenleri mübarek ruhundan feyiz almaktadır.64


İbadet ve TaatıKendisindeki sekîne ve vakar hâli herkes tarafındanfark edilirdi. Nevevî, Rabbanî bir âlimdi. Zahit, vera’ sahibi,vakûr ve heybetli bir görünüşü vardı. Allah’a ibadet veitaat dışında vaktini bir an dahi boş geçirmezdi. İyiliği emreder,kötülükten nehyederdi. Bu vazifesini hükümdarlara,valilere ve zalimlere de ulaştırmaktan çekinmezdi. Yöneticilereöğüt verir, onlara, mektup yazar, hakikati bildirir,onları ilâhî azab ile korkuturdu. Bu konuda da kınayanlarınkınamasından korkmazdı. 3Dinî münazaralarda sekînet ve vakarını muhafazaederdi. Doğru konuşur, yerinde söyler, gecelerini ibadetve itaatle geçirirdi. İlim tahsilinde gayretli, salih amelleryapmakta sabrı çoktu. Takva ehliydi. Şam halkının yediğişeylerden yemez, memleketinden, anne-babasının yanındangetirdiği, helâl olduğundan tam emin olduğu şeyleriyemekle kanaat ederdi.Yirmi dört saatte bir defa, yatsıdan sonra yemek yerdi.Yine günde bir defa, sahur vaktinde su içerdi. O diyarınbir alışkanlığı olan kar suyu içme âdetine uymazdı.Geceleri uyumaz, ibadet eder ve kitap yazardı. Fıkıhtave hadîste nasıl bir imam idi ise, zühd ve takvada da oderece ileri idi. O şöyle buyururdu:“İnsanlar, Yüce Allah’a kulluk ve ibadet etmek içinyaratılmıştır. İnsanlar saadete kavuşmak için yaratılış gayelerineuygun davranmalı ve dünyaya düşkün olmaktankaçınmalıdır. Dünya nimetleri geçicidir. Dünya ebedî kalınacakbir menzil değildir. O, âhirette saadete ulaştıran birbinek gibidir. Sevinç, keyif, zevk ü sefa yeri değil, ayrılıkyeridir. Akıllı kimseler, bu fânî dünyaya düşkün olmayıpkulluk vazifesini hakkıyla yapanlardır.”Ona göre, gecenin on iki saatinden bir saat kadarınıibadetle ihya etmek, bütün geceyi ihya etmek gibidir. Yazve kış geceleri için bu hep böyledir.En büyük ibadetin, samimi bir niyetle “helâlleri ve haramlarıöğrenmek” olduğunu söylerdi.İdarecilerle Münasebetiİmam Nevevî, haksızlığa boyun eğmez, doğru bildiğinisöylemekten çekinmezdi. Devlet reislerine, valilere vediğerlerine Allah Teâlâ’nın emirlerini bildirir, yasaklarındansakınmanın lüzumunu anlatırdı. Bu hususta hiçkimseyemüdâhene etmez ve gevşeklik göstermezdi.O dönemde Şam ve Mısır’da hüküm süren KölemenEmiri Zahir Baybars ile ihtilâfa düşmüştü. Bu alanda,Zahir Baybars’a hitaben yazdığı, ona nasihatte bulunupemirler verdiği risaleleri vardır. 4 Zahir Baybars’a yazdığımektupların bir kısmını diğer âlimlere de imzalatmış veİmam Nevevî, haksızlığa boyun eğmez, doğrubildiğini söylemekten çekinmezdi. Devletreislerine, valilere ve diğerlerine AllahTeâlâ’nın emirlerini bildirir, yasaklarındansakınmanın lüzumunu anlatırdı. Bu husustahiçkimseye müdâhene etmez ve gevşeklikgöstermezdi. En büyük ibadetin samimi birniyetle, "helalleri ve haramları öğrenmek"olduğunu söylerdi.ortak bir dilekçe olarak sunmuştu. Haksızlığa boyun eğmemesi,sözünü sakınmadan söylemesi ve sözlerinin de arkasındaolmasından dolayı eserleri halk arasında da büyükrağbet görmüştür.Tatarlar, hicretin 658. yılında Filistin’e kadar gelipŞam’a saldırıya hazırlandıkları bir sırada, Baybars, onlarlasavaşmak üzere orduyu teçhiz etmek için, halkın malını almanıncaiz olacağına dâir âlimlerden fetva istemişti. İmamNevevî’nin dışında, bütün âlimler buna fetva vermişlerdi.Bunun üzerine İmam Nevevî;“Hayır, sana fetva vermiyorum.” demiş; Baybars ise:“Neden fetva vermiyorsun? Biz Tatarlara karşı cihad içinsilâh alacağız. Tatarların zulmüyle ümmet ve din zayiolmaktadır.” cevabını vermişti. Bunun üzerine İmamNevevî de:“Sen buraya geldiğinde bir köleydin ve hiçbir şeye sahipdeğildin. Ben şu anda senin yanında birçok bağların,bahçelerin, köle ve cariyelerin, altın ve gümüşlerin olduğunugörüyorum. Bunları cihad için sattığın zaman ancak,bana karşı haklı olabilirsin ve ben de sana cihadda kullanmaküzere halkın malını almana, o zaman fetva veririm.”diyerek hakikati ifade etmişti.Bu cevaptan hoşlanmayan Baybars, Nevevî’yiŞam’dan sürgün etmişti. Sürgün edilen Nevevî kendimemleketi olan Neva köyüne dönmüş ve oraya yerleşmişti.Bu hâdise üzerine devrin âlimleri Zahir Baybars’agelerek: “Şam uleması ona muhtaçtır.” demişlerdi. Baybarsda o âlimlere: “Onu geri getirin.” diye emir vermiş;ancak o:“Allah’a yemin ederim ki Zahir Baybars orada bulunduğusürece ben Şam’a girmeyeceğim.” diyerek teklifireddetmişti. Allah onun yeminini boşa çıkartmamış, biray sonra gerçekten Zahir Baybars vefat etmiş. Ve bundansonra İmam Nevevî Şam’a dönmüştü.65


İlmî Yönüİmam Nevevî, İslâm tarihinde en önde gelen fıkıhâlimlerindendir. Hicrî 7. asrın hadîsçilerinden, meşhurİslâm hukukçularından ve Şafiî âlimlerinin büyüklerindendir.Bütün İslâm tarihi boyunca İslâm âlimlerinden en bilgilion isim zikredilecek olsa, İmam Nevevî bu seçkin onfukahanın içerisinde yer alırdı.Şafiî fıkhının gelişmesinde çok büyük rolü vardır.Zamanında Şafiî Mezhebi’ni o temsil ediyordu. Usûl vefürû’da imamdı. Sözü, fıkıh âlimleri arasında senet kabuledilmiştir. Nevevî’nin, çağdaşı olan âlimlerin de kabul ettiğiçok büyük ilmî bir ağırlığı vardır. Bıraktığı eserlerdenhareketle, ondan sonra gelen ilim adamları da onun buağırlığını kabul etmişlerdir.Gecelerini ibadetle, Kur’ân okumakla geçirmenin yanındaeser yazmakla değerlendirirdi. Anlatıldığına göre;bir gece ilmî tetebbuat ile meşgul olup, yazı yazarken aydınlandığıçırası sönmüştü. Bunun üzerine ilâhî bir ikramolarak eli, yanan bir ampul gibi parlamış ve elinin ışığıylayazısını yazmaya devam etmişti.Hadîs ilmine ve hadîs ricaline de tam mânâsıyla vâkıftı.Nevevî, Hâlid b. Yusuf tarîkıyla Enes bin Mâlik’ten: “Birkimse cân ü gönülden şehâdet arzu ederse fiilen şehit olmasabile şehitlik sevabını kazanır.” mealindeki hadîsitahriç ile teferrüt etmiştir. Kendisinden de Ebü’l-Feth veİbni’l-Attâr hadîs rivâyet etmiştir.Onun hakkında birçok âlim zât sitayişkâr sözler sarfetmiştir. Ezcümle Şeyh Kutbuddîn el-Yûnînî, “İlim, vera’,ibadet, azla yetinmek ve hayatın sıkıntılarına katlanma hususundazamanında tek idi.” der. 5Şeyh b. Ferah da der ki: “Şeyh Muhyiddin üç mertebeyielde etmişti. Birincisi İlim, ikincisi zühd ve üçüncüsü iseiyiliği emredip münkerden alıkoymak.” 6 Bu mertebelerinher birisi bir kişide bulunsaydı, hiç şüphesiz bunlarınbirisi için bile olsa o kişiden feyiz almak için yolculukyapılabilirdi.”Zehebî ise onun hakkında, “Hadîs âlimlerinin efendisidir.Sahih hadîsleri, zayıf ve uydurma rivayetlerden kolaycaayırırdı… İyiliği emir kötülüğü nehy etme hususunda benzeriyoktur, azla yetinip sade giyinen vakûr ve heybetli birkişi idi.” der. 7İmam Nevevî, hadîslerden fıkhî hüküm çıkarmada mahirdi.Tartışmadan hoşlanmaz; ancak Sünnet’e aykırı bulduğugörüşleri de tenkit etmekten çekinmezdi.İmam Nevevî Hazretleri’nin, Kütüb-i Sitte’de geçenhadîslerden topladığı Riyâzüs-Salihîn isimli eseri meşhurdur.Sahih-i Müslim’i şerh etmiştir. İbni Kesir, Nevevî’ninbu kitabı hakkında “benzeri bir kitap telif olunmamıştır.”diye bahsetmektedir.İmam Nevevî’nin kitaplarını okuyan bir kimse, onlarıokurken ilme olan susuzluğunu giderdiğini hisseder.Mânâların derinliğine ve cazibesine hayran kalır. Kitaplarındakibereket buna en güzel örnektir. Riyazü’s-Salihîn’e,Kırk Hadis’e ve Kitabu’l-Ezkâr’ına bakıldığında onlarınher birinde bu bereket ve feyiz fark edilir. Onun kitapları,dünyanın pek çok İslâm ülkesinde ilgi duyulan ve ses getirennadir telif kitaplar arasındadır.Nevevî, din ilimlerinin çeşitli alanlarında oldukça değerlieserler bırakmıştı. Bu eserlere muttali olan kimse,İmam Nevevî’nin büyüklüğünü daha iyi takdir edecektir.Nevevî’ye hem güçlü bir hafıza, hatırlama gücü, hemde nasları inceden inceye kavrama kabiliyeti verilmişti.Birçok ilim dalında oldukça geniş bilgiye sahip fıkıh,usûl, ıstılahlar, lügat ve bunun dışındaki çeşitli dallardaoldukça derinlik sahibi idi. İmam Nevevî 45 yaş gibi birinsan ömrü için çok kısa sayılabilecek bir zaman aralığına-Allah’ın izn-i keremi ile- 42’yi aşan eseri sığdırmıştır. Buçok mühim bir başarıdır.Bıraktığı eserlerden bazıları şunlardır:1- Riyâzü’s-sâlihîn min Kelâmi Seyyidi’l-Mürselîn2- Erbaînü’n-Nevevî3- El-Minhâc4- Et-Takrîb ve’t-teysîr li ma’rifeti Süneni’l-beşîr en-nezîr5- Tehzîbü’l-Esmâ’ ve’l-lûgât6 -El-İrşadYüce Allah’tan ona sonsuz rahmet ve mağfiret diler,geriye bıraktığı bu değerli ilmî eserlerin ecrini Kıyametgünü kendisine vermesini, bizi de bu eserlerle faydalandırmasınıniyaz ederiz.* Araştırmacı - Yazarmyildiz@yeniumit.com.trDipnotlar1. Nazım Muhammed Sultan, Nevevî Kırk Hadîs Şerhi, (AnaÇizgileriyle İslam) s. 17.2. Nevevî’nin biyografisi ile ilgili geniş bilgi için bakınız: es-Sübkî,Tabakatu’ş-Şâfiiyye, c.5, s.165; ez-Ziriklî, el-A’lâm, c.9, s. 85,en-Nucûmu’z- Zâhire, c.5, 278; Nazım Muhammed Sultan,Nevevi Kırk Hadis Şerhi, (Ana Çizgileriyle İslâm) s. 18. GurabaYayınları.3. Sultan, a.g.e, s. 17-18.4. Sultan, a.g.e, s. 17-18.5. Sahihi Müslim mukaddimesi, Mektebetü’ş’Şa’b, Kahire.6. Sultan, a.g.e, s. 18.7. M. Yaşar Kandemir, İslâm Ansiklopedisi, c.33, s.45, TürkiyeDiyanet Vakfı yayınları.66


YENİ ÜMİTNisan / Mayıs / Haziran - 2009 / 84Copyright © Işık Yayıncılık Tic. A.Ş. 2008Bu eserin tüm yayın hakları Işık Yayıncılık Tic. A.Ş.’ye aittir. Eserdeyer alan metin ve resimlerin Işık Yayıncılık Tic. A.Ş’nin önceden yazılıizni olmaksızın, elektronik, mekanik, fotokopi ya da herhangi birkayıt sistemi ile çoğaltılması, yayımlanması ve depolanması yasaktır.IŞIK YAYINCILIK. TİC. A.Ş. ADINA SAHİBİM. Talat KATIRCIOĞLUGENEL KOORDİNATÖRDr. Ergün ÇAPANSORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜOsman KARYAĞDIİDARİ MERKEZİstanbulYAYIN TÜRÜYaygın SüreliGÖRSEL YÖNETMENEngin ÇİFTÇİGRAFİK - TASARIMSinan ÖZDEMİRYAYIN VE İLETİŞİM ADRESİEmniyet Mah. Huzur Sk. No: 5 Üsküdar / İSTANBULTel: 0 ( 216 ) 318 10 00 - Faks: 0 ( 216 ) 422 41 40MÜŞTERİ HİZMETLERİ444 0 361Tüm GSM operatörlerinden dakikası1 SMS/kontör Sabit telefondan 0216alan kodu eklenerek aranabilir.(Her türlü abonelik işlemleriniziçin arayabilirsiniz.)Bir yıllık yurtiçi abone bedeli KDV dahil 20 TL’dir. Yurtdışı abone bedeli,1. Grup Ülkeler (Avrupa, Orta Asya, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleri) 12 €2. Grup Ülkeler (Uzak Doğu, Amerika, Güney Afrika ve Pasifik ülkeleri) 18 $3. Grup Ülkeler (Avusturalya ve <strong>Yeni</strong> Zelenda) TEMSİLCİLİKLER ise 20 $’dır.Abone olmak isteyenlerin abone bedelini;Işık Yayıncılık. Ticaret A.Ş. adına, her PTT şubesinden; 556 8324 noluPosta çeki hesabına veya Bank Asya Anadolu Kurumsal Şubesi’nin; TL olarak,54053-40 numaralı, $ olarak, 54053-41 numaralı, € olarak 54053-42numaralı hesabına yatırıp, dekontun fotokopisini, açık isim, adres ve telefonbilgileri ile hangi sayıdan itibaren abone olacaklarını belirten bir yazı ileabone merkezimize posta veya faks ile bildirmeleri yeterlidir.ABONE VE DAĞITIM MÜDÜRLÜĞÜEmniyet Mah. Huzur Sok. No: 5 Üsküdar / İSTANBULP.K. 95 Üsküdar / İSTANBUL Tel: (0 216 ) 318 60 11Faks: (0 216 ) 522 11 78AVRUPA DAĞITIMWORLD MEDIA GROUP AG- İsmail KüçükAdres: SPRENDLINGER LANDSTR. 107-109, 630 69OFFENBACH am MAINMüşteri Hizmetleri: 0049 69 300 34 111-112Dağıtım Telefonu: 0049 69 300 34 103 Fax: 0049 69 300 34 105dergiler@worldmediagroup.eu - dagitim@eurozaman.deBASILDIĞI YERÇağlayan A.Ş. Gaziemir/İZMİRTel: 0 232 252 20 97 Faks: 0 232 252 21 00BAYİ DAĞITIMDPP A.Ş.BASIM TARİHİMart 2009i Ç i N D E K i L E RElmalılı’nın Meali veya Sahipsizliğin MealiProf. Dr. Suat YILDIRIMİslâm'da Adalet İlkesiProf. Dr. Muhit MERTHadîsler Işığında Âhiret Boyutlu DostlukDr. M. Selim ARIKDünden Bugüne Hâfızlık ve Kur'ân EğitimiBilal ÜNSALSeherlerin Sihirli AnlarıMustafa YILMAZKur'ân'ı Mekkî-Medenî ile AnlamakDoç. Dr. Mustafa ÜNVERPara Vakıfları ve Günümüz Bazı Finansman KaynaklarıProf. Dr. Hamdi DÖNDÜRENAltın NefeslerHasan Basri Çantay / Mehmet Akif ErsoyDinin Gurbet Yıllarında Sünnete Sarılmanın MükâfatıDoç. Dr. Yener ÖZTÜRKHz. İbrahim'in Tevhit RehberliğiProf. Dr. Muhammet ÇELİKİhlâs Risâlesi ÜzerineOsman KARYAĞDIİntihar Saldırıları ve İslâmDr. Ergün ÇAPANİslâm'ın Engellilere BakışıDr. Hasan YENİBAŞBi’r-i Meûne ve Reci’ Şehitleri Özelinde SahabîlerDoç. Dr. İsmail ALBAYRAKİmam NeveviDr. Muharrem YILDIZE-MAIL - WEBwww.yeniumit.com.tr • info@yeniumit.com.trFiyatı: KDV Dahil 5,00 TLYAYIN İLKELERİ•Gönderilen yazıların yayımlanmasına Yayın Kurulu karar verir.•Yayımlanan yazıların her türlü sorumluluğu yazarlarına aittir.•Yazılar 2500 kelimeyi geçmemelidir.•Türkçeyi kullanmada itina gösterilmelidir.•Faydalanılan kaynaklar, metin içerisinde.. meselâ, (Yazır 1983, 2: 560)gibi, yazarın soy ismi, kitabın yayın tarihi, varsa cilt ve sayfa numarasıile kısaca verilmeli, daha sonra, yazının sonunda liste hâlinde açık olarakbelirtilmelidir. Kitap isimleri italik yazılmalıdır.•Yazılar yayımlansın veya yayımlanmasın iade edilmez.•Dergimizdeki 67 yazılar, başka yerlerde kaynak gösterilerek yayımlanabilir.67•Yayımlanan yazılar için te’lif ücreti ödenir.14183436384348545864Dinî İlimler ve Kültür Dergisi258222630


YENi ÜMiTTemmuz / Ağustos / <strong>Ey</strong>lül - 2008 / 81Gel imanla kanatlan ve süzül enginlere;Sakın rûhuna dar gelen eb'âda takılma!Sendedir sığmayan sır göklere ve yerlere,Yaraşmaz sana; göğe, yere sıkışıp kalma!.68

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!