13.07.2015 Views

Yeni Ümit Sayı 95 - yeni_calisma.indd

Yeni Ümit Sayı 95 - yeni_calisma.indd

Yeni Ümit Sayı 95 - yeni_calisma.indd

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

da aşarak, ta ebediyetlere saldıkları için, her şeyinhakkından gelmeye yeten, inanç, tevekkül, teslimiyetve Hakk’a itimatları sayesinde hep dolu doluyaşayacak; kaybettikleri veya elden kaçırdıkları birkısım küçük şeyleri de bir terbiye teşrîfâtı ve gönülsafvetiyle geçiştirecek, elemin kalıcısını hiç mi hiçduymayacaklardır.Elbette ki bu mâverâîliğe, şimdiye kadar gelmişgeçmişemsallerinde olduğu gibi öyle bir hamlede,bir nefhada ulaşılamayacak; bütün bu güzelliklerin,gönüllerin hendeselendirdiği o amudî (dikey) ufkututabilmesi, şuuruyla ona sahip çıkması için, kalblerinbu mazhariyeti hazmedecek ölçüde sevgiyleyumuşaması, sinelerdeki aşk ve heyecanın bakışlardatebessümleşmesi, belli nispette de olsa, fânîliğinaşılıp ruhların ezelî ve mâverâî hisleri duyabilmesişarttır.Aslında, böyle bir mazhariyet için kim bilirdaha ne tür ciddî hazırlıklara ihtiyaç var ve ne ağırsıkıntılara katlanmak icap edecek.! Evet, insanlığımukadder o zirvelere taşımak isteyenler, kim bilirne zahmetlere katlanacak, ne gâilelerle yaka paçaolacaklar.! Ne hayal ve melâl mevsimleri yaşayacak,ne olumsuzluklarla karşılaşacaklar.! Nice rüyave hülya, nice plân ve proje heba olup gidecek.!Ve kaç defa ümitsizlik ve inkisarla burun burunagelecekler.! Kaç defa kaba kuvvet gelip onların nezaketve zarâfetlerine toslayacak; kaç defa taassupve mantıksızlık bir kezzap gibi temsil ettikleri akl-ıselîmin üzerine akacak.! Kaç defa onların gözününiçine baka baka menfaat ve çıkar duygusu millî vetarihî değerleri, şurada burada âdî bir metâ gibipeyleyecek.! Daha ne kadar merhaleler aşılacak,ne kadar çileler çekilecek, ne kadar ham ruhlar olgunlaşacak.!Ne kadar mağrur ve mütekebbir ruhlartebaha gelip ezelî ve ebedî hakikate uyanacak.!Ne kadar gönül merhamet ve insanlık duygusuyladoygunluğa ulaşacak ve ne kadar ilâhî tevfîkin imdadakoşmasına yakarışlar çekilecek..!Kim bilir bize bu koskoca mirası bırakanlar, nekadar ağlayıp inlediler.? Bugün evirip-çevirip istifadeettiğimiz değerleri elde etmek için ne cenderelerdengeçti ve ne ölümlerle yaka paça oldular.?Şimdilerde har vurup harman savurduğumuz millîve dinî değerlerimiz, kim bilir onlara neye mâloldu.?Rahmeti Sonsuz’dan niyaz ederiz ki, gerçek bedelidünyalarla ölçülemeyecek kadar büyük olan oulu günlerin hakikî fiyatlarını bizden talep etmesin...*Bu yazı, Sızıntı dergisinin Nisan 1997 tarihli 219.sayısından alınmıştır.Nefrete <strong>yeni</strong>k sinelerde kalem bir yılan,Yazıp-çizdikleriyle bütün gönüller giryan;Onun doğru dediği dahi katmerli yalan,Bunların şerrinden Rabbim el'eman el'eman...4 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


Ezân-ı şerîf okunuyor.Hak Tealâ müezzininlisanıyla büyüklüğünü,rububiyetini bildirip O’nakarşı ubudiyetimizi ortayakoymamızı istiyor.kalemizde, namazı, Mirac hâline getirmeye vesileolabilecek bazı özellikleri zikretmeye çalışacağız.Söyleyeceğimiz hususlar, aslında namazda mevcuttur.Bizim yapacağımız iş, sadece onları hatırlatmaktanibarettir.Namazın ilk şartı, hadesten taharet, yani mânentemiz, arınmış olmaktır ki bu, gusül veya abdestalarak yapılır. Sonra necâseten arınma, bedenimizin,giysilerimizin, namaz kılacağımız yerin temizolmasıdır. Çünkü dinimiz, temizlik üzerine binaedilmiştir. “Allah tövbe edenleri ve temizlenenlerisever.” 4 Abdest esnasında ellerimizi, yüzümüzü,ağzımızı, burnumuzu, kollarımızı, başımızı, kulaklarımızı,ayaklarımızı yıkayarak bu azalarımızımaddeten temizleriz. Bu elbette güzel bir iştir.Fakat bundan daha önemli olan el, göz, ağız, ayak,kulak gibi azalarımızla işlediğimiz mânevî kirlerdenarınmak, günahlardan pişmanlık duyarak onlarıgidermeye çalışmaktır. Böylece o günahlardan vebu harika azaların şükrünü îfâ etmeme sorumluluğundankurtulmaya çalışmaktır. Abdeste bu niyetlegirişirsek, bu gayeye ulaşabileceğimizi umabiliriz.Nitekim abdestin bu fonksiyonu Peygamber Efendimiztarafından açıkça müjdelenmiştir: “Mü’minabdest alırken yüzünü yıkayınca gözüyle bakarakişlediği bütün günahlar, yanaklarından damlayano su ile dökülür, gider. Ellerini yıkayınca, elleriyleişlediği hataların vebali, abdest suyu ile kaybolur.Ayaklarını yıkayınca da ayaklarının sebep olduğugünahlar dökülür. Tâ ki bütün günahlarından arınmışolur.” 5Ezân-ı şerîf okunuyor. Hak Tealâ müezzinin lisanıylabüyüklüğünü, rububiyetini bildirip O’nakarşı ubudiyetimizi ortaya koymamızı istiyor. Ezanıdinlerken, kıyamet günü ibadete davet edecekezanı düşüneceğiz. Dünyada iken ezana kulakverip ibadet edenler, kıyamet ezanını da işitip icabetedecekler. 6 Dünyada icabet etmeyenler ise oçağrının gereği ibadeti yapamayacaklar, son derecemahcup ve zelil olarak Cehennem’e girmeyibekleyeceklerdir. “O gün işler son derece güçleşir,paçalar tutuşur. Bütün insanlar secdeye davetedilir, fakat kâfirler secde edemezler. Gözleri yerde,kendilerini zillet kaplamıştır. Hâlbuki dünyadabedenleri sağlam, azaları sâlim iken de secdeyedavet edilirler; ama bunu yapmazlardı.” (Kalem 68/42-43) âyetleri, birçok müfessire göre, bu çağrıyaişaret etmektedir. Ezan diğer taraftan, dünyaya ilkgeldiğimizde kulağımıza okunan ezanı hatırlatır. Oezan ise, namaz ezanlarını hatırlatmak ve kıyametezanını düşündürmek içindir. Ömrüm iki ezan arasındakivakit gibi ne çabuk da geçmiş!Ezana icabet borcumuzu üç şekilde yaparız:1-Ezan kelimelerini yavaşça tekrarlayarak dinin esasıolan hakikatleri ikrar ve ilan ederiz, ezan duasınıyaparız. 2- Camiye doğru yürüyerek Rabb’imizindavetine kulak veririz. 3-Kıyamet ezanını düşünereko gün yapılacak ibadet davetine icabet etmemizikolaylaştırmasını Rabb’imizden niyaz ederiz. Birtaraftan da dünya hayatında, kulaklarına okunanezanı unutanları düşünürüz. Bu çağrıya kulak vermeyenlerde geçip gittiler. “Vakit bulamadım” “İşlerimçoktu” mazereti hiç fayda vermedi. İşlerinibitiremeyenler de birbiri ardından, sür’atle mezarıboyladılar.Bunları düşünürken daveti kabul edip mescideyöneliyorum. “Kim ki evinde güzelce abdestalır, sonra Allah’ın farz kıldığı ibadetlerden biriniyapmaya giderse, attığı adımlardan her birisi onungünahlarını siler, diğeri derecesini yükseltir.” 7 Nebüyük devlet Ya Rabbi! Ka’be-i Muazzama’nın birşubesi hükmünde olan mescid-i şerîfe girerkenKa’be’nin etrafında gittikçe genişleyen safları, ohalkaları hayalimde canlandırıyorum. Halkalar genişleyegenişleye tâ benim memleketime de ulaşıyor.Bu saflarda her Müslüman’ın, adeta numaralıbir yeri vardır. Bu güzel fotoğraf karesinde yerimialmak için şevkle yerime geçiyorum. Bu toplantıdayok sayılmayı büyük bir kayıp biliyorum. “Birkişinin cemaatle namaza devam ettiğini görürsenizonun imanlı olduğuna şahitlik ediniz.” 8 Makamı,sadece yerini her zaman alan bu mümine mahsustur.Hz. Peygamber, Sa’d b. Ebi Vakkas (r.a) gibiCennet’le müjdelendiğini bildirdiği bir zâtın, başkabir sahabisi hakkında “O mümindir.” demesini6 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


kabul etmemiş, “Olsa olsa Müslim’dir.” diyebileceğinedair uyarmıştır. 9 Merkezi Kabe-i Muazzamaolarak yeryüzünün çok uzak diyarlarına kadaryayılan o muntazam safların teşkil ettiği muhteşemmanzaranın Mele-i A’la’dan seyredildiğini ve İlâhîkameralarla melekler tarafından kayda alındığınıdüşündüm. Mümin olarak namaz ile dile getirdiğimher bir iman esasının, her bir İslamî hükmün,dünyayı dolduran o muhteşem topluluk tarafındanimza edildiğini hissettim. Bunlara inananların benimgibi üç beş kişiden ibaret olmadığını gözlemledim.Kalabalık bir ortamda, tartışılan bir konudafikrini söyleyen bir insan, etraftan destek gelmezse,kabul görmediğini düşünerek cesareti azalır,morali bozulur. Ama fikrini söyler söylemez sağdansoldan “Hay Allah senden razı olsun!”, “Bende katılıyorum!”, “Ağzına sağlık!”, “Çok yaşa!”,“Çok doğru söyledin!” sesleri yükselirse bu hükmündoğruluğu adeta gök kubbeyi kaplar. Cemaatlenamazda her Mü’min’in söylediği, milyonlarcaMüslüman tarafından böyle bir teyide mazharolduğundan, Müslümanların imanları, yakinleribüyük bir kuvvet kazanır, imanları tazelenir. Nekadar haklı bir yolda olduklarının hazzını yaşarlar.Diğer taraftan şunu düşündüm: Namaz vakitleriGüneş’in (daha doğrusu Dünya’nın) hareketinegöre dakika dakika doğudan batıya doğru ilerlediğiiçin, her dakika yerküreden ezan sesleri eksik olmamakta,namaza davet ve imanın esasları her aninsanlığın bir kesimine duyurulmaktadır. Saf tutanlar,mütemadiyen birbirine eklenmekle büyükdünya camisi, devamlı bir aktivite ve canlılık ortayakoymaktadır.Mescide girip önce münferit olarak ibadetimizi,sünneti kılmakla yaptıktan sonra ezanın bir başkaşekli olan ikamet bizi cemaat-i kübrâda birleşmeyedavet eder. Bu namazımın, dünyada iken kılacağımson namaz olduğunu düşünüyorum. Böyleolması pekala ihtimal dâhilindedir. Öyle ise buşuurla namaza durmalıyım. Selef-i sâlihinin müstehabsaydıkları bir uygulamayı hatırlıyorum, bunoktada. Farz namaza durulacağında ikamettensonra imam efendi namaza başlarken yüksek seslebütün cemaate duyuracak şekilde; “Sallû salâte’lmüveddi’”(Bu namazı son namazınız düşüncesiylekılın! ‘Elveda’ diye dünyaya el sallayan biri olarakkılın!) derdi. Şimdi de bazı İslâm ülkelerinde bunutatbik eden birkaç imam gördüğümü hatırlıyorum.Bu şuur, beni dünyada yarım kalan iş bırakmamayaalıştırır. Ölümü, ahireti çok uzaklarda zanneden,Kim ki evinde güzelce abdestalır, sonra Allah’ın farz kıldığıibadetlerden birini yapmayagiderse, attığı adımlardan herbirisi onun günahlarını siler,diğeri derecesini yükseltir.hattâ onları hiç hatıra getirmek istemeyen nefsimigafletten uyandırır. Şeytanı dinleme deliklerini tıkar.İftitah tekbiri ile böylece, âdeta dört tekbirli cenazenamazım kılınıyor gibi dünyadan ayrıldığımı,yalnız Rabb’ime yöneldiğimi ilân etmiş oluyorum.Kâinata galaksilerden Güneş Sistemi’ne, atomlaravarıncaya kadar her tarafta kendisini izhar eden rübubiyyettezahürüne karşı, diğer cemaatle beraberubudiyetimizi ikrar etmek üzere: “Hamd âlemlerinRabbi Allah’ın hakkıdır.” diyoruz. En bariz sıfatlarıolan rübûbiyyet ve rahmetini, mahşerde herkesinyaptıklarından tek tek hesaba çekileceği büyükduruşma gününün mutlak Hâkim’i olduğunu ilânederiz. Şahsım, bütün müminler, bütün şuurluvarlıklar, hattâ canlı ve cansız olarak bütün varlıklarıtemsilen ve onlarla birlikte: “Yalnız Sana ibadeteder, yalnız Sen’den medet umarız.” deriz. Sonrabizi dosdoğru yola, sırât-ı müstakime hidayet etmesini,ondan ayırmamasını, bu yolu en iyi temsileden peygamberlerin, sıddiklerin, şehitlerin, salihzâtların, âlimlerin, velilerin nuranî kafilesine biziilhak etmesini, gazab-ı İlâhîye müstahak olan vedoğru yoldan sapanlardan etmemesini niyaz ederiz.Hususen teşehhüdde bu Mirac zirvesine çıkar.Diz çökmüş vaziyette iken, Mirac’da Sidre’yi veCibril’i geride bırakıp huzur-i İlâhî’de diz çökenEfendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) Rabbü’lâleminHazretleri’ne en kapsamlı selâm olaraksunduğu: “et-tahiyyâtu lillâhi ve's-salavâtu ve’ttayyibât”10 kutlu ifadelerini yâd ederim. O’nunMirac’ında arz ettiğini, ben de Mirac’ımın gölgesinemazhar olmasını umduğum namazımda arzediyorum: “Ya Rabbena, bizi yeryüzünde halifekıldın, bütün mahlûkatının üzerine çıkardın, hil-YENİ ÜMİT DERGİSİ | 7


Yardımlaşma ve dayanışma anlayışı, geçmiştengünümüze milletimizin içtimâî bünyesinin vazgeçilmezbir unsurudur. 2 Bu anlayış, liderlerden başlamaküzere toplumun bütün katmanlarına sirâyetetmiştir. Zîrâ, Türklerin ilk yazılı kaynağı GöktürkKitabeleri’nde hakanlar, kendilerini ifade ederken,mesûliyet şuuruyla açları doyurduklarını, yoksullarıgiydirdiklerini ve fakirlerin ihtiyaçlarını karşıladıklarınıanlatmaktadırlar. 3Türk-İslâm dünyasında kurumsal mânâda Selçuklularlabaşlayıp Osmanlı ile zirveye çıkan vakıfhizmetlerinin temelinde Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnetolduğu da muhakkaktır. 4 Bunu vakıfların tüzüğühükmündeki vakfiyelerde 5 açıkça müşâhedeetmekteyiz. Vakfiyelerinde vâkıflar, eserlerini oluşturmagerekçelerinden bahsederken şu âyetlereatıfta bulunmaktadırlar: “O gün ki ne mal faydaverir ne de evlâtlar.” (Şuara, 26/88), “Kendilerinerızık olarak verdiklerimizden infâk ederler.” (Bakara,2/3) “Kendiniz için her ne iyilik işlemiş olursanız,Allah katında onu bulursunuz.” (Bakara,2/110), “Yerin üstünde olan herkes fânidir.” (Rahman,55/26), “Sizin yanınızdaki tükenir, Allah katındaolan ise kalıcıdır.” (Nahl, 16/96) ve “Allah’ınmescitlerini yalnızca Allah’a ve ahiret gününe imanedenler imar edebilir.” (Tevbe, 9/8).Ayrıca, vâkıfların Peygamberimiz’in (sallallâhualeyhi ve sellem) şu hadîslerini kendilerine referansaldıkları görülmektedir: “Kim Allah için bir mescitinşâ ederse, Allah da onun için Cennet’te bir evinşâ eder.” (Müslim, Mesâcid, 24; Buhârî, Salât, 65)“İnsan öldüğü zaman şu üç şey hâriç ameli kesilir:Bunlar; sadaka-i câriye, insanların faydasına olanilmî eser, dua eden sâlih bir evlât .” (Müslim, Vasiyet,14; Ebû Dâvut, Vesâyâ, 14). “Dünya ahiretintarlasıdır.” (Keşfü’l-Hafa, c.I, s.368).Bunlarla birlikte vakfiyelerde vâkıfların, dahabirçok âyeti ve hadîsi kendilerine rehber edinerekbu eserleri inşâ ettikleri görülmektedir.Vakıflar, milletimizin seciyesinin ve hayırseverliğininbir terennümüdür. Bu hakîkat, ŞeyhEdebâli’nin Osman Gazi’ye verdiği öğütte “İnsanıyaşat ki devlet yaşasın.” 6 cümlesinde veciz bir şekildeifâdesini bulmuştur. Sadece devlet erkânı vezenginler değil, çok az mala sahip olanlar bile çağınşartlarına ve gereklerine göre çeşitli mâhiyette vakıflarvücûda getirmişlerdir. Vakıflar; eğitim, sağlık,bayındırlık, savunma, sosyal ve daha pek çokalanda hizmetlerde bulunmuşlardır.Şimdi birkaç örnekten hareketle konuyu açıklamayaçalışalım. Peygamberimiz’in Medine Mescidibünyesinde oluşturduğu eğitimi kendilerinemodel alan ecdadımız, yaptıkları câminin yanınamutlaka bir medrese inşâ etmişler 7 veya cami içerisindebu eğitimin devam etmesini sağlamışlardır.Medreseleri bugünkü mânâda bir yerleşke şeklindeyaparak, öğrencilerin kalacakları yerleri, uygulamaalanlarını, temizlik ihtiyaçlarını giderebileceklerihamamları eğitim yuvalarının etrafında inşâ etmişlerdir.8 Söz konusu kurumlarda, insanı merkezealan hizmet anlayışının ayırt edici alâmetlerindenbirisi de, buralarda görev alacak kişilerin şahsiyetözelliklerine hâssaten dikkat edilmiş olmasıdır.Nitekim, muallimlerin büyük bir titizlik içerisindedevrin ehil kimselerinden seçilme şartı vakfiyelerdebelirtilmektedir. Bu da, bize, bugün <strong>yeni</strong><strong>yeni</strong> telâffuz edilen “Toplam Kalite Yönetimi”ninecdâdımız tarafından o günlerde uygulandığınıgöstermektedir.Öte yandan Osmanlı’nın yükseliş dönemindemedreselerde, dînî ilimlerin yanında fennî ilimlerde okutulmuştur. Sahn-ı Semân 9 ve Süleymaniye10 medreseleri bunun en güzel örneklerindendir.Eğitime büyük önem veren Osmanlılar, bununvazgeçilmez bir unsuru olarak da büyük kütüphanelerinşâ etmişlerdir.“Hayırda yarışınız.” (Mâide, 5/48) âyetini kendinekılavuz yapan bu millet, faydalı eser binâ etmearzusuyla âdetâ birbiriyle yarışmış; halka hizmetetmeyi Hakk’a hizmet kabul etmiştir. Vâkıflar,eğitim müesseselerinin yanında birçok imâret, 11şifahâne, 12 sebil, 13 çeşme yaptırmış ve vakfetmişlerdir.Hasbîliklerinin ve hizmetlerinin karşılığını dasadece Allah’tan beklemişler, muhtaçlara yardımı,onların en tabiî hakkı kabul edip vermişlerdir. 2.Mahmud’un 1. Abdülhamid için yaptırdığı Eminönü-Bahçekapı’dakiHamidiye imâretinin kapısıüzerinde Kur’ân-ı Kerîm’de ebrârın ağzından aktarılan“Biz size sırf Allah rızası için ikram ediyoruz,yoksa sizden karşılık istemediğimiz gibi birteşekkür bile beklemiyoruz.” (İnsan, 76/9) sözü bucivânmertliğin göstergesidir.“Allah rızası için yaptığınız maddî yardımlarınızıaçıkça verirseniz ne güzel! Ama bu hayırlarınızısaklı tutar ve muhtaçlara ulaştırırsanız, bu sizin içindaha hayırlı olur ve Allah bu sebeple bir kısım günahlarınızıaffeder. Allah, yaptığınız bütün şeylerdenhaberdardır.” (Bakara, 2/271) âyetinden ilhamalınarak hayata geçirilen sadaka taşları ise bu top-10 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


lum fertleri arasındaki yardımlaşmanın ne kadarnazik, zarif ve asilce yapıldığını bizlere göstermektedir..Herkes tarafından bilinen yerlere konulantaşlara zenginler parayı bırakır, ihtiyaç sahipleri degece veya hiç kimsenin görmediği bir anda giderek,buradan ihtiyacı kadarını alır, fazlasına tenezzül etmez;durumu düzeldikten sonra da aldığını veyadaha fazlasını kendisi gibi ihtiyaç sahiplerine, zorzamanlarında kullanması için bırakırdı.Geçmişte vakıflar, bugün belediyelerin ve dahapek çok kurumun yapamadıkları veya yapmadıklarıvazifeleri îfa ederek çok büyük bir boşluğu doldurmaktaydı.Zikri geçen kurumların en güzel örneklerindenbirisi Hacı Safvet Bey’in 12 Temmuz1916’da şehit ailelerinin korunmasına yönelik tesisettiği “dullar evi”dir. Müessesenin kuruluşunda ihmaledilmeyen ilginç nokta, annelerin şefkatindenmahrum kalmamaları düşünülen şehit çocuklarınında burada kalmasının sağlanması ve eğitimlerininsürdürülebilmesi için de sorumlu müdîrehanımın görevlendirilmiş olmasıdır. 14Ecdâdımız, bir yeri fethettiği zaman, savaş sebebiyleorada oluşan hasarı hemen gidermiş, bununlada yetinmeyerek halk için gerekli olan bütünmüesseseleri, zaman geçirmeden, kurduğu vakıflararacığıyla vücûda getirmiştir. Burada dikkat çekilmesigereken en önemli nokta imâr faaliyetlerinintümünde, herhangi bir ırk, dil, din ayrımı yapılmamışolmasıdır. Osmanlı’nın altı asır boyunca üçkıtada kalması ve fethedilen yerin halkı tarafındansevinçle karşılanmasının ve kabul görmesinin enbüyük sebeplerinden biri de bu olsa gerektir. Güngelmiş Osmanlı, Balkanlardan ve Ortadoğu’nunyönetiminden çekilmiş; ama geride dev hizmetmüesseselerini bırakmıştır. Yani şeklen oraları bırakmasınarağmen, eserleri ve ruhuyla hâlâ oralardayaşamaya devam etmektedir. Balkanlarda veOrtadoğu’daki Osmanlı eserlerinin varlığı bu gerçeğinen açık kanıtıdır.Eski Yugoslavya’da, İslâm Birliği Başkanlığı istatistiklerinegöre; iç savaştan önce 6.941 adet eskieserden, 2.060 cami, 740 mescit, 1.210 mektepmedreseninfaaliyet gösterdiği tespit edilmiştir.Günümüzde Vakıflar Genel Müdürlüğü Kültür veTescil Dairesi Başkanlığı Arşivi’nde kabaca yapılanbir tasnife göre Bulgaristan’da 407, Romanya’da260, Yunanistan’da 854, Bosna’da 162 civarındaOsmanlı zamanında kurulan vakıf bulunmaktadır.Tabi ki bu sayı diğer arşiv ve kütüphânelerdekivakfiye ve belgelerde dikkate alındığında artacaktır.Vakıflar, asırlar boyunca Türk-İslâm medeniyetinininşâ edici bir parçası olarak yaptıkları hizmetve gördüğü fonksiyonlarla muhtemel sosyal patlamalaraengel olmuş, paylaşma kültürü neticesindezengin fakir uçurumunun oluşumunu engellemiş,böylece sosyal adaleti ve barışı gerçekleştirmiştir.Diğer taraftan gelirlerin halkın yararına tekrar sunumuile ekonominin gelişimine katkıda bulunmuştur.Mevcut vakıf eserlerin devamı için vakfedenlerindükkân, han, bedesten yaptırmaları vegelir getirici başka unsurların fabrika gibi küçük işletmelerinişlerliğinin devamını sağlamaları, devletbütçesi adına mâlî bir disiplin oluşturmuştur.Milletimiz, geçmişte olduğu gibi idealize ettiğiahlâkî değerler istikâmetinde bugün de, Anadolutopraklarından dünyanın dört bir tarafına yayılanemsâli görülmemiş bir yardım kervanı başlatmıştır.Bir nevi Anadolu’da kök salan ve beslenen iyilikağacı cihânın her köşesine dal budak salmış, meyvevermiştir. Başkalarının rahat ve huzur içerisindeyaşaması adına âdetâ kendini unutan fedâkâr Anadoluinsanının yardım elinin Tsunami felâketiyleEndonezya’ya ve Malezya’ya, açlıkla mücadeleeden Afrika ülkelerine, savaşla her şeylerini kaybedenBosna-Hersek, Kosova, Nahcıvan, Filistinve Lübnan halkına, iftar çadırlarıyla da Balkanlara,hattâ Moskova’ya, New York’a kadar ulaştığıgörülmektedir. Pakistan depreminde, DevletBaşkanı Pervez Müşerrerif’in ifadeleriyle devletinyetişemediği en ücrâ yerlere kendilerinden öncedigerkâm Anadolu insanı ulaşmıştır. Hele bir ilkokultalebesinin kendisi için hediye alınan bileziğiPakistan’daki kardeşlerine göndermesi Türk milletininâlîcenaplığının taçlandırılmasıydı. Nitekimo ülkenin devlet başkanı da bu çocuğumuzu devletmadalyası ile mükâfatlandırmıştı.Komşularımızı ve okyanusları aşan bu yardımlarlasağlam dostluklar kuran bizler, YahyaKemal’in ifadeleriyle kökü mâzide olan âtiyiz. Bumeyânda geçmişte sahip olduğumuz değerlere <strong>yeni</strong>densahip çıkmalı, onları çağın şartlarına göre birkere daha şekillendirmeli ve bugün insanlığın enfazla ihtiyaç duyduğu alanlara cevap verebilecek,toplumumuza ve bunun da ötesinde, dünya insanlığınahayat üfleyecek, iksir olacak müesseselerikurmalıyız ve yaşatmalıyız.* Araştırmacı-Yazarselim.sencer@<strong>yeni</strong>umit.com.trYENİ ÜMİT DERGİSİ | 11


Dipnotlar1. Ömer Hilmi Efendi, İthâfu’l Ahlâf Fî Ahkâmi’l-Evkâf, VakıflarGenel Müdürlüğü Yayını, Ankara (tarihsiz), s.13; BahaeddinYediyıldız, XVIII. Yüzyılda Türkiye’de Vakıf Müessesesi,Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara 2003, s. 8-9; AhmetAkgündüz, İslam Hukukunda ve Osmanlı Tatbikâtında VakıfMüessesesi, OSAV Yayını, İstanbul 1996 (II.Baskı); s. 77-782. Türkler’deki yardımlaşma anlayışı hakkında bkz. Prof. Dr. A.Caferoğlu, İçtimai Muâvenet, Vakıflar Dergisi, sayı: II, Ankara1942, s. 185-193; Halim Baki Kunter, Türk Vakıfları ve Vakfiyeleri,Vakıflar Dergisi, Sayı:I, Ankara 1938, s. 103-1293. Mustafa Gökmen, Eski Türk Kitabeleri, İstanbul 1981 (II.Baskı), s. 21,35.4. Vakıf kurumunun ortaya çıkışıyla ilgili farklı nazariyeler ilerisürülmektedir: Bkz. Fuad Köprülü, İslam ve Türk HukukTarihi Araştırmaları ve Vakıf Müessesesi, Akçağ, Ankara 2005(II. Baskı), s. 299-3145. Vakfiye, vakıfların hüküm ve kâidelerini ihtivâ eden resmîbelgedir. Ömer Hilmi Efendi, a.g.e., s. 156. Ahmet Şimşirgil, Kayı, Tarih Düşünce Kitapları, İstanbul2004 (I.Baskı), s. 107. Nazif Öztürk, Menşei ve Tarihi Gelişimi Açısından Vakıflar,Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara 1983 (I.Baskı), s. 7(1-26 arası detaylı bilgi)8. Bununla ilgili örnek olarak bkz. Kemal Edip Kürkçüoğlu,Süleymaniye Vakfiyesi, Vakıflar Genel Müdürlüğü Neşriyatı,Ankara 1962, s. 13 v.d.; İbrahim Ateş,” Eğitim Hizmetleri AçısındanVakıflar”, I. Vakıf Haftası, Ankara 1984, s. 37-41.9. Fatih Sultan Mehmet tarafından Fatih Camisi etrafına yaptırılansekiz aded olan yüksek ihtisas medreselerine denir. FahriUnan, Kuruluşunda Günümüze Fâtih Külliyesi, Türk TarihKurumu Yayını, Ankara 2003, s. 61-68; Ekmeleddin İhsanoğlu,Osmanlılar ve Bilim, Nesil Yayınları, (II. Baskı) İstanbulAğustos 2003, s. 45-99.10. Süheyl Ünver, Süleymaniye Tıp Medresesi’nin başlangıcındanXIX. yy. ikinci yarısına kadar geçirdiği merhaleleri, tarîhîvesikalara dayanarak anlatmaktadır. Süheyl Ünver, “SüleymaniyeKülliyesinde Dâruşşifa, Tıp Medresesi ve Dârulakâkîre Dâir”,Vakıflar Dergisi, Sayı:2, Ankara 1942, s. 1<strong>95</strong>-207; Kemal EdipKürkçüoğlu, Süleymaniye Vakfiyesi, Vakıflar Umum MüdürlüğüNeşriyâtı, Ankara 1962, s. 10, 40-42.11. Medrese talebeleriyle, fakirler için yemek pişirilerek ücretsizdağıtıldığı yerlere denir. Bugünkü “aşevleri” anlamında kullanılmaklabirlikte; geçmişte imâretler, aşevlerinden daha farklıniteliklere sahipti. Bkz. M. Zeki Pakalın, a.g.e., Cilt:II, s. 61.12. Geçmişte hastaneler, “Bîmâristân”, “Dâruşşifa”, “Dârussıhha”,“Dârulafiye”, “Dârurrahha” ve “Mâristan” olarak adlandırılmaktaydılar.Ancak, Osmanlılar’da daha çok hastaneye “Daruşşifa”,“Bîmârhâne”, “Şifahâne” veya “Tımarhâne” denilmekteydi.Arslan Terzioğlu, “Bîmâristân”, Türkiye DiyanetVakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt:6, İstanbul 1992, s.163-17713. Sebil tabiri, hayır yapmak maksadıyla su dağıtılan, etrafı demirparmaklıklarla çevrili genelde kubbeli yapılar için kullanılır.Bunlara “sebilhâne”de denilir. Su görevliler eliyle dağıtılmaktaydı.Yazın suların soğutulması için dağlardan kar ve buz getirilmekteydi.Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih ve DeyimleriSözlüğü, MEB Yayını, c.III, İstanbul 1983, s.135-13614. İbrahim Ateş, “Bursa’da İnegöllüoğlu Saffet Bey’in Yaptırdığı DullarEvi”, XII. Vakıf Haftası Kitabı, Vakıflar Genel MüdürlüğüYayını, Ankara 19<strong>95</strong>, s. 25-33.Vakıf DüşüncesiVakıf; geliri, fakir-fukaraya veya dinî bir müesseseninikamesine, ihyasına vs. matuf olmak üzerekişinin, şahsî malını mülkiyetinden çıkarmasıdır.Kısaca tarif etmeye çalıştığımız bu mânâdaki vakfın,Devr-i Risalet’te meydana geldiği ve SeyyidinaHz. Ömer’in de bu düşüncenin bânisi olduğu kabuledilmektedir.Emevi, Abbasi ve daha sonraki gelen İslâm devletleridöneminde vakıf anlayışı, doruk noktayaulaşmıştır. Osmanlı dönemine gelindiğinde ise, bumânâda bir vakıf anlayışının güdükleşmiş olmaklaberaber vakıf hizmetleri farklı bir çizgide devametmiştir. Şöyle ki her seviyede talebe okutmak, onlarıniaşe ve ibatesini sağlamaktan tutun, göçmenkuşları korumaya kadar uzanan çizgide birçok vakıfkurulmuştur. Bu yönüyle Osmanlı Devleti, değişikkültürlerin ortak devleti olduğu gibi, aynı zamandabir vakıf kültürü devletidir de.Günümüz Türkiye’sindeki yaygın vakıf anlayışınagelince; bu düşünce âbâ ü ecdad’dan tevarüsedilen şeyleri <strong>yeni</strong>den bir kez daha ihya etmeye yöneliktir.Ne var ki, bu bir dönemde inkıtaya uğradı,vakıflarla inşa edilip desteklenen müesseseler satışasunulup, zaman zaman amacının dışında istihdamedildi. Muvakkaten öyle bir inkıta dönemi yaşanmasınarağmen, milletimizin ruh ve mânâ köküneyerleşmiş olan bu duygunun <strong>yeni</strong>den hayat bulmasıve ülke sathına yayılması şâyân-ı dikkattir. Açılanyüzlerce imam-hatip, Kur’ân kursu, camiler vebu müesseseleri besleyecek vâridât kaynakları budüşüncenin tecessüm etmiş şekilleridir. Bunlarınyanı sıra çağını idrak etmişliğin bir ürünü olarakkarşımızda duran okullar, yurtlar, pansiyonlar vardır.Bunlar ruh ve mânâ köküne bağlı, ülkesinihemen her sahada temsil edebilecek seviyede insanlarınyetiştirilmesi gayesine matuf olarak kurulmuştur.Kuruluş gayesine uygun olarak da hizmetetmektedirler. Bu açıdan böylesi müesseseleri, “Bumilleti tekrar nasıl ikame eder, <strong>yeni</strong>den nasıl ihtişamınıkazandırıp misyonunu eda ettiririz ve geleceğimizi,aydınlık gençliğin, nesillerin omuzlarındanasıl bayraklaşmasını sağlarız?.” düşüncelerinin birarayış ve ürünü olarak görebiliriz. Onun için debütün insanların bu kervana katılımını sağlamamızve böylece insanımızın eğitim-kültür seviyesiniyükseltme adına gerekli müesseselere omuz verenlerinçoğalmasını temin etmemiz, bizlerin üzerinedüşen bir vecibe ve vazifedir.M. Fethullah GÜLENFasıldan Fasıla - 3 s. 19412 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


YENi ÜMiTHamdi ŞENER*Ocak / Şubat / Mart 2012 - Sayı <strong>95</strong>AElleri Zincirli Ama Kalbleri Özgür:MERİKA KITASINDAKİFRİKALI MÜSLÜMANLAR1650-1900 yılları arasında gerçekleştirilenköle ticaretleri sonucunda Afrika kıtasındanAmerika’ya yaklaşık on milyon insangetirildiği tahmin edilmektedir. Yakıntarihimizde, özellikle Batı medyasında, zenci kölelerinmaruz kaldıkları insanlık dışı muameleler,çeşitli film ve diziler vasıtasıyla yansıtılmaya çalışılmışolsa da, ne yazık ki bu yayınlar Afrikalı insanlarınköleleştirilmeden önceki hayatlarını anlatmaktayetersiz kalmıştır. Geçmişte Afrikalıların köleleştirilmesinininsanlığa aykırı olmadığını savunankimseler, bu tezlerini haklı göstermek için Afrikalıların“kabile hayatı yaşayan, ilkel” insanlar olduğufikrini çevrelerindekilere benimsetmeye çalışmışlardır.Bu ve benzer propagandalar günümüzdetesirlerini yitirmeye başlamış olsa da, köle ticaretiöncesi Afrika kültürü hakkında yeterli mâlûmatınneşredilmediği bir hakikattir. Bu makale, vatanlarındankaçırılarak Amerika kıtasının farklı beldelerindeköle olarak çalışmaya zorlanmış; fakat onurve asaletlerinden zerre kadar feragat etmemiş MüslümanAfrikalıların hikâyelerini anlatmak maksadıylayazılmış mütevazı bir çalışmadır.Farklı Bir Mühtedi: Hatice BeruniHaticeBeruni’ninninesi olanSara JaneJohnson’un98 yaşındaçekilmişfotografı. SaraJane hayatınabir köle olarakbaşlamıştı.“Seçimimiz İslâm: Amerikalı ModernMüslüman Kadınların Portresi”adlı eserin belki de en etkileyicikısmı bir zamanlar Hıristiyan olanHatice Beruni adlı Amerikalı zencikadının İslâmiyet’le tanışmasınıanlatan hikâyedir. 1 Zira HaticeBeruni’nin daha küçük bir çocukkenyaşadığı bazı hâdiseler zenciAmerikalıların yüz yıllar geçse bileAfrika’daki kökleri ile bağlantılarınıtam olarak kaybetmediklerine dâirişaretler barındırmaktadır:“Hayata bir köle olarak gözleriniaçmış ve sahipleri tarafından Hıristiyanolarak yetiştirilmiş olan nineminşu söylediği ninniyi hâlâ ilk günkü gibihatırlarım: ‘Bana o eski dinimi verin,o eski dinimi verin... O eski dinim, obana yeter...’”Küçük Hatice, ninesine neden hep aynı ninniyisöylediğini sorduğunda ninesi ona şöyle der:YENİ ÜMİT DERGİSİ | 13


lacak bir şeydi. Amerikan Etnoloji Topluluğu’nunkâtiplerinden biri olan Theodore Dwight’a göreçoğu köle sahibi, Müslüman Afrikalıların okumayazma bilmelerinin beyaz ırkın üstünlüğünü ve Afrikalılarınyaratılıştan yetersiz olduğunu savunan fikirlerinbekâsı için risk teşkil ettiğini düşünmekteydi.Bu tehlikenin önünün alınabilmesi için yapılanfaaliyetler Amerika’ya getirilmiş olan Müslümanlarınköklerinin aslında Afrika’ya değil Arap yarımadasınadayandığını iddia etmeye kadar gitmiştir.İZ BIRAKAN MÜSLÜMAN AFRİKALILARAmerika kıtasına ayak bastıklarında köle statüsündebulundukları hâlde Afrika’dan getirdiklerihayat stillerine bağlılıkları ile dikkati çeken bazıMüslümanlar, zamanla şartları kendi lehlerine çevirmesinibilmiştir. Bazıları Amerika’da siyasî, dinî,ticarî ve askerî alanlarda lider statüsüne yükselirkenkimileri de hürriyetlerini kazanarak Afrika’yageri dönmüştür. Yazımızın ikinci kısmında bu insanlardanöne çıkan bazılarının hayat hikâyelerinikısaca anlatmaya çalışacağız.Eyüp Süleyman Diallo (1701-1773)Zengin ve soylu biraileden gelen Eyüp SüleymanDiallo, 29 yaşındaköle tâcirleri tarafındanyaka lanarak A.B.D’ninMayland eyaletinin Annapolisşehrine getirilir.Çok zor şartlarda çalışmakmecburiyetinde bırakıldığıiçin ilk fırsattabulunduğu yerden kaçar;ama kısa bir süre sonratekrar yakalanır. Thomas Bluett isimli Amerikalıavukat bir hücrede alıkonulan Eyüp’ün basit birköle olmadığını fark eder. Bluett Eyüp’ün Arapçaokuyup yazmasından etkilenir ve para karşılığındaözgür bırakılmasını sağlar.Eyüp 1733 yılında Bluett ile İngiltere’ye gider.Bu süre zarfında İngilizceyi akıcı bir şekildekonuşmayı öğrenmiş olan Eyüp, Bluett vasıtasıile, içinde İngiliz kraliyet ailesinin de bulunduğu,çok önemli şahıslarla görüştürülür. 1734 yılındaevi olan Senegal’a dönen Eyüp’ün Amerika’da başındangeçenleri anlatan hatıraları Thomas Bluetttarafından İngilizce ve Fransızcaya çevirilip yayımlanmıştır.Kırk dört sayfalık bu kitapçık, Amerikalıbir zencinin ortaya koymuş olduğu, bilinen en eskiyazılı eserdir.İbrahim Abdurrahman (1762-1829)Gine’deki bir suvari birliğindesubay olan İbrahim Abdurrahmanyakalanıp BirleşikDevletler’in Missisipi eyaletininNatchez şehrine götürülür.Çalıştığı çiftliğin sahibiThomas Foster çok geçmedenİbrahim’in yeteneklerinin farkınavarır ve onu çitfliğininyöneticisi olarak atar. İlerleyenyıllarda İbrahim’in Afrika’daki akrabalarına yazdığıbir mektup yerel bir gazeteci tarafından keşfedilir.Oldukça hissî bir üslûpla yazılmış mektup 1826yılında Fas Sultanı tarafından zamanın AmerikaBaşkanı John Adams’a iletilir ve bu noktadan sonraİbrahim Abdurrahman özgür bırakılır. Yaklaşık40 yıl aradan sonra hürriyetine kavuşan İbrahim’inyaptığı ilk iş köle olan çocuk ve torunlarını kurtarabilmekiçin bir kampanya başlatmak olur. Ömrününsonuna yaklaştığını fark ettiğinde ise, uzunzamandır ayrı kaldığı vatanı Afrika’ya döner ve buradabaşından geçenleri anlatan iki adet otobiyografiyazar. Geride bıraktığı Amerika’da ise İbrahim’inefsanesi uzunca bir süre devam eder: İbrahim’inbir portresi Amerikan Kongresi’nin kütüphanesinde‘Kölelerin Prensi’ adıyla sergilenir.Ömer bin Said (1770-1864)Senegal’de dünyayagelen Ömer binSa id, yaklaşık 25 seneboyunca devrinö nem li âlimlerindenİslâmî ilimler öğrenir.1807 yılında yakalanıpAmerika’nın GüneyKa ro lina eyaletine getirilir.Ömrünün sonlarınayaklaştığında köleliksistemini açık birşekilde eleştirmektençekinmeyen Ömer, ileride Amerikalı tarihçiler tarafındançokça tartışılacak otobiyografisine, sadeceAllah’ın (celle celâlühü) bütün insanlık üzerindemâlik olduğunu bildiren Mülk Sûresi ile başlar.Bu eserde hayatındaki önemli dönüm noktalarınıanlatan Ömer, ayrıca İslâmiyet’e olan bağlılığın yanındaAllah’tan korkan Hıristiyanlara da hoşgörülüolmanın gerekliliğinden bahseder.YENİ ÜMİT DERGİSİ | 15


Afrikalı Müslümanlar, Amerika’dabeyazlar tarafından köle olarakkullanılmış dahi olsalar, onlarınkalbleri ve zihinleri daimaözgürdü. Zîrâ onların bir sahibivarsa o da Allah’tı...Muhammed Ali bin Said (1833-1882)16 yaşında vatanı Nijerya’dankaçırılarak Avrupa ve Rusyaüzerinden Amerika’ya getirilir.Dahilik derecesinde zeki olanMuhammed Ali bu yolculukboyunca tam 8 dil öğrenir ve26 yaşında Amerika’nın Detroitşehrinde öğretmenlik yapmayabaşlar. Amerikan iç savaşı sırasındacephede verdiği civanmertçe mücadele sonucundasavaş kahramanı ilân edilir. Savaş hatıralarınıanlattığı eser, 1867 yılında The Atlantic Monthlyadlı dergide yayımlanır; fakat ne yazık ki bu eser,1980’li yıllara kadar hak ettiği ilgiyi göremez.Afrikalı Müslümanların Amerika’da Devam EdenEfsanesiÖmer bin Said adlıköle tarafından yazılmışolan Mülk sûresi.Afro-Amerikan kültürüüzerine yaptığı çalışmalarlabilinen Dr. Eric Lincoln’agöre İslâ mi yet’in izleri zenciAmerikalılarda hiçbir zamantam mânâsıyla kaybolmamıştır.Kimilerine göre günümüzdeİslâm dininin AmerikaBirleşik Devletleri’ndeekseriyetle zenciler tarafındanbenimsenmesinin altında yatanasıl sebep de budur.Günümüzde Karayip adalarındaki folklor müziğindeİslâmiyet’e dair izler bulmak mümkündür.Küba ve Trinidad’daki bazı şarkılarda hâlâ Arapçakelimelere sıkça rastlanmaktadır. Muzikolog JohnStorm Roberts’a göre ilk olarak zenciler tarafındanortaya konan ve Amerika’da popülaritesini hiçbirzaman yitirmemiş olan Blues müziğinin kökleriİslâmiyet’e dayanmaktadır. Roberts, Blues şarkılarındakikarakteristik hüzün dolu söylemlerin veuzun notaların Afrikalı Müslümanların okuduklarıKur’ân-ı Kerîm’in dinleyenlerde bıraktığı tesirlerinbir neticesi olduğunu savunmaktadır.Dr. Sylvianne Diouf’a göre, Amerika’daki zencilerdeoldukça yaygın bir soyad olan Bailey’in geçmiştezenci Müslümanlara verilmiş genel bir lâkapolan Bilali’den geliyor olması kuvvetle muhtemeldir.Diouf ayrıca zenci Amerikalıların ekserisininvazgeçemediği bandana ve şapka giyme alışkanlığınınataları olan Müslümanların daima başlarındatakke veya türban taşımalarına benzerlik gösterdiğinibelirtmektedir.Amerika’ya cebren getirilmiş olan MüslümanAfrikalıların ağır baskılar ve oldukça kısıtlı imkânlaraltında verdikleri inanç mücadelesinin tesirleri (vebelki de meyveleri) yüzyıllar sonra bile hâlâ hissedilmektedir.Yaşadıkları dönemde etraflarında uyandırdıklarısaygı ve merak duygusu, günümüzde isebitmeden devam eden efsaneleri ancak “İman, insanıinsan eder; belki insanı sultan eder. Hakiki imanı eldeeden adam, kâinata meydan okuyabilir.” sözüyle açıklanabilir.Bu gerçeği çok iyi anlamış olan SylvianneDiouf, bu konuda yazdığı kitabını çok mânidarşu sözlerle sonlandırır: “Afrikalı Müslümanlar,Amerika’da beyazlar tarafından köle olarak kullanılmışdahi olsalar, onların kalbleri ve zihinleri daima özgürdü.Zîrâ onların bir sahibi varsa o da Allah’tı...” 4*Araştırmacı-Yazarhamdi.sener@<strong>yeni</strong>umit.com.trDipnotlar1. Islam Our Choice: Portraits of Modern AmericanMuslim Women Debra L. Dirks (Editor), Stephanie Parlove(Editor), Amana Publications (July 2003).2. African Muslims in Antebellum America: TransatlanticStories and Spiritual Struggles Allan D. Austin,Routledge; 1 edition (April 30, 1997)3. Servants of Allah: African Muslims Enslaved in theAmericas Sylvianne Diouf, NYU Press (November 1,1998).4. Servants of Allah: African Muslims Enslaved in theAmericas Sylvianne Diouf, NYU Press (November 1,1998).16 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


YENi ÜMiTProf. Dr. Yener ÖZTÜRK*Ocak / Şubat / Mart 2012 - Sayı <strong>95</strong>Hz. Musa için söylenen "pepelik" kat'iyen doğru değildir. Zira O bir Nebî'dir.Böyle bir durum ise, kat'iyen bir nebî için noksanlıktır. O taşa ağaca bilekendini dinlettiren peygamberlerin hatibi Hz. Şuayb'ın yanında8-10 sene kalıp ders almıştır.HZ. MUSAALEYHİSSELÂM’INDİLİNDEKİ UKDEYüce Allah, insanlara yaratılışın gayesini, varolmanın hikmetini, dünya ve içindekilerinmânâ ve muhtevasını ve ebediyetlere ulaştıracakyolu peygamberlerle göstermiş veböylece onları yalnızlık, vazifesizlik ve hedefsizliktenkurtarmıştır.Böylesine önemli maksatlarla görevlendirilenpeygamberlerin kendilerine has bazı sıfatları taşımasızarurîdir. Onlar, kendilerini diğer insanlardanfarklı kılan bu sıfatlar sayesinde Yüce Allahve kulları arasında elçilik yapma liyakati kazanmışolurlar. 1 Nitekim enbiyanın bu hususi konum vedonanımını dikkate alan cumhûr-u ulemâ onlarhakkındaki yorumlarında hep dikkatli ve temkinliolmaya çalışmıştır.Konum ve misyonları gereği dünden bugüne,peygamberlerde –ismet, emanet, sıdk, fetanet vetebliğ olmak üzere- beş sıfatın/vasfın bulunmasıumumî mânâda kabul görmüştür.Bu beş vasıf, akîde ve kelâm kitaplarında bazen‘sıdk, emânet ve tebliğ’ tasnifiyle üç vasıf içindeözetlenerek 2 , bazen de ‘sıdk, emânet, fetânet vetebliğ’ sıralamasıyla dört madde hâlinde hülâsa edilerek3 ifade olunmuştur.Söz konusu bu sıfatlar onların ayrılmaz hususiyetlerindendir.Bunlara onların hâssası da denilebilir.Hâssa, kâmil mânâda herhangi bir kimsedebulunup bir başkasında bulunmayan hususiyetdemektir.Bu sıfatlara ilâve olarak âlimlerimiz şu noktaüzerinde de önemle durmuşlardır. Peygamberlervazifeleri gereği sürekli insanlar arasında bulunankimselerdir. Bunun için de onların halkın rahatsızlıkduyabileceği hastalıklardan da salim olmalarıicap eder. Yine bu hikmete dayalı olarak peygamberlerin,insanların hafife alacakları, istihza edebileceklerikusurlu görüntü ve arızalı hâllerden dekorunmuş olmaları gerekir.Nitekim Taftazanî (ö. 792/1390) ve İbn Hümam(ö. 861/1456) gibi âlimlerimiz eserlerindepeygamberlik hikmetine halel getiren durumlarolarak şunları da zikrederler: Bunlar, ebeveynininahlâken düşük kimselerden olması, nefret uyandıranhâller -alaca ve cüzzam misâli- görenin uzakdurmasına sebep olabilecek hastalıklar, katı ve kabatavırlar, insanlarca bayağı/basit addedilen mesleklerve şahsiyeti küçük düşürücü davranışlardır. 4Bu cümleden olmak üzere biz bu yazımızdaHz. Musa’nın (a.s) dilinde var olduğu iddia olunankekemelik üzerinde durup konuyu <strong>yeni</strong>den ele almayaçalışacağız.Kekemelik bir peygamber için kabul edilebilecek,sıradan, basit bir arıza gibi görülemez/gösteri-YENİ ÜMİT DERGİSİ | 17


Peygamberlerin hepsi siretleriyleolduğu gibi derecesine göresuretleriyle de insanların dikkatinicelbedecek şekilde yaratılmışlardır.Yani onlar iffetli, günahsız,doğruyu konuşan ve emin insanlaroldukları gibi, fizikî yönden kusuraddedilebilecek arızalı hâllerdende beri kılınmışlardır.lemez. Zîrâ böyle bir şey onun insanlar arasındakiitibar ve kabul edilebilirliğini ziyadesiyle zedeleyebilecekbir durumdur.Esasında Hz. Musa’nın (a.s) dilinde kekemelikbulunduğuna dâir ne Kur’ân’da ne de hadîs-işerîflerde muteber bir delil söz konusudur. Bazıtefsir kitaplarında bir beis görülmeyerek yer verilenhaberler ise İsrailiyyât kaynaklıdır. NitekimHz. Musa’da (a.s) var olduğu sanılan kekemeliklealâkalı söz konusu kaynaklarda şöyle bir hâdiseyeyer verilir: Musa daha süt çocuğu iken Firavun’unçenesini/sakalını tutuyor. Bu hâdise üzerine Firavunonu öldürmek istiyor. Eşi Asiya’nın ricası üzerineonu tecrübeye tâbi tutuyor; bir yanına altın vemücevher, diğer yanına da kor hâlinde ateş koyuyor.Musa altına uzanmak istiyor ise de, Cebrail eliniateşe doğru uzattırıyor. Musa yanık içindeki elinidiline götürüyor ve bu yüzden kekeme oluyor. 5Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan bazı âyetler, kimimüfessirlerimiz tarafından bu iddiayı destekleyicibirer karine olarak değerlendirilmiştir. Şimdi ilerisürülen âyetleri kendi çerçevesinde detaylarıyla anlamayaçalışalım.Allah (celle celâlühü), Hz. Musa’dan (a.s) Firavun’avarıp tebliğde bulunmasını isteyince 6 o,“(Firavun ve çevresindekilerin) sözümü/tebliğimi iyiceanlamaları için Rabbim, yüreğime genişlik ver, işimikolaylaştır ve dilimden şu bağı (ukdeyi) çöz!” 7 demişti.Âyetin devamında onun bir isteğinin daha olduğunayer verilir: “..(Allah’ım) bir de bana ailemden olankardeşim Harun’u yardımcı ver.” 8 Kasas Sûresi’ndegeçen başka bir âyette ise Musa (a.s), “Kardeşim Harunbenden daha fasihtir (Hârûnu efsahu minnî). Onuda, yanımda beni doğrulayan bir yardımcı olarak gönder,zîrâ bana yalancılık ithamında bulunmalarından endişeederim.” 9 demişti ki bunlar birbirlerini tamamlayanhususlar sayılırlar.Bu kısa malumattan sonra –Hz. Musa’ya (a.s)atfedilen kekemelikle alâkalı olarak- üzerinde fazlacadüşünülmemiş, kafa yorulmamış güçlü bir ihtimaleyer vermek istiyoruz. O da Hz. Musa’nın(a.s) dilindeki ukdenin, psikolojik ruh hâletindenkaynaklanan bir tutukluluk olması ihtimalidir. 10Bu cümleden olmak üzere beş noktaya dikkatçekeceğiz:1. Burada üzerinde durulması gereken ilk hususâyette geçen kelimesinin mânâsı üzerindedurmak olacaktır. Ukde lügatte öncelikli olarakakit, düğüm ve bağ gibi mânâlara gelir. 11 Bununyanında dilin tutukluluk hâlinde olması gibi birmânâ için de kullanılır. 12Acaba tebliğle vazifeli bir peygamberin dilinin‘kekeme’ olma anlamında bir tutukluluk içindebulunması makul müdür? Makul değilse bunu nasılanlamalıyız? Biz burada şimdiye kadar üzerindedurulmamış bir ihtimal üzerinde yoğunlaşmak istiyoruz.Hz. Musa (a.s), o zaman Firavun’un sarayındaneş’et etmiş olmanın hâsıl ettiği psikolojik bir ruhhâletinden kaynaklanan bir sıkıntı yaşamaktadır.Ancak bu sıkıntı ulu’l-azm bir peygamberin, ceberutbir zalimin tehditlerinden korkması mânâsındabir sıkıntı değildir. Bu, anlatacağı şeylerin Firavuntarafından dinlenilmeden reddedilme endişesi vesıkıntısıdır. 13 Hz. Musa’nın (a.s) endişesini yaşadığıkorku budur. Nitekim Kasas Sûresi’nde yer alanâyetin fezlekesinde Musa (a.s), “..zîrâ bana yalancılıkithamında bulunmalarından endişe ederim.” ifadesiylebu hususu dile getirmiştir. Bir başka ifadeyle oyüce nebi -teşbihteki hatadan dolayı onun ruhaniyetinesığınıyoruz- Firavun’un, ‘besle kargayı oysungözünü’ türünden bir savunmayla kendisinepeşinen olumsuz bir karşılık vereceğinden endişeetmektedir. Onun bu endişesinde haklı olduğunu,Firavun’un karşılıklı konuşma esnasında geçen şusözleri de ispatlar mahiyettedir: “(Kendisine Allah’ınemri tebliğ edilince Firavun) dedi ki ‘Seni çocukken himayemizealıp biz büyütmedik mi? Ömrünün seneleribulan kısmını aramızda geçirmedin mi? Sonunda yapacağınıda yaptın. Sen nankörün tekisin!” 14İşte bu türden bir endişe sebebiyledir ki Musa(a.s), Firavun’a varacağı sırada Allah’tan hususi/ekstra bir yardım istemektedir ki, bunu ‘Rabbim,yüreğime/içime genişlik ver ve işimi kolaylaştır.’ duasıyladile getirmiştir. Ayrıca ulu’l-azm bir peygamber18 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


olarak Hz. Musa (a.s), içinde oluşabilecek herhangibir sıkıntı ve endişenin, diline Firavun karşısında‘derdini rahatça dile getirememe, ifade edememe’mânâsında bir tutukluk şeklinde yansıyacağını daönceden tahmin etmektedir ki söz konusu talebininardından, ‘Ya Rabbi, karşısında konuşacağımanda böyle bir tutukluluktan beni koru ki bendentebliğini istediğin hususları Sen’in adına eksiksizbir şekilde ilân edebileyim.’ mânâsında ‘Dilimde (oan oluşabilecek) ukdeyi/tutukluğu gider Rabb’im!’ diyerekayrı bir yakarışta bulunmuştur.2. Hz. Musa’nın (a.s), kardeşi Hz. Harun’u (a.s)‘benden daha fasihtir diyerek’ kendisine yardımcıistemesini de -sözde- kekemeliğe artı bir karineolarak görmek de yine aynı şartlanmışlığın neticesiolsa gerektir. Unutulmamalıdır ki, Hz. Musa (a.s)o benden daha fasih demekle aslında kendisinin defasih olduğunu anlatmış olmaktadır. Yani bu mevzudaHz. Musa (a.s) fasih, Hz. Harun (a.s) ise onagöre daha fasih bulunmaktadır. İsm-i tafdîl kalıbındakiefsahu ifadesi bu şekilde düşünülmesini icapettirmektedir. Bu kısa hatırlatmadan sonra şimdiMuhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin konuylailgili görüşüne yer vermek istiyoruz:“Bu, yaşça kendisinden büyük olan kardeşi hususundaHz. Musa’ya (a.s) ait bir terbiye olabileceğigibi, Hz Harun’un (a.s) maksadını bu konudarahat anlatma düşüncesinden de kaynaklanabilir.Zîrâ Hz. Harun (a.s) görevlendirildikleri konudaduygularını anlatma hususunda Hz. Musa’dan (a.s)daha rahat bir konumdaydı. Hz. Musa’nın (a.s),-bir nevi kast sisteminin hâkim olduğu Firavun sarayında,onun ve çevresindekilerin tafralarıyla büyümüşolduğundan- onlara karşı konuşurken psikolojikbir ruh hâletiyle daha temkinli davranmakzorunda kalacağını, bunun da birtakım sürçmeleresebebiyet verebileceğini hesaplayarak öyle bir psikolojiyaşamamış, Firavun’a muhatap olmamış,onun tesirine hiç girmemiş; ama ona karşı süreklibilenmiş olan kardeşini kendisine yardımcı istemesi,yerinde ve hikmetli bir taleptir.” 153. Bu çerçevede yanlış anlaşılmalara sebep olanbir diğer âyet üzerinde daha durmak istiyoruz.Hz. Musa’nın (a.s) tebliği ve göstermiş olduğumu’cizeler karşısında köşeye sıkışan Firavun, kavmineseslenerek şöyle demişti: “Ey kavmim, Mısır’ınmülkü/yönetimi ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benimdeğil mi? (Bu gerçeği) görmez misiniz?” 16 Bu sözüyleFiravun, saraylarını ve altından akan Nil nehriniişaretleyerek kudret, servet ve ihtişamının unutulmamasınıistiyor, buna karşılık Hz. Musa’nın (a.s)güçsüzlüğünü ve fakirliğini hatırlatıyordu. Bu sözününardından da kendince son noktayı koyuyordu:“Yoksa ben, şu zavallı ve ne demek istediğini (bile)tam anlatamayan (velâ yekâdu yubînu) durumda bulunanşu adamdan daha üstün değil miyim” 17 Dikkat edilirseFiravun haklı olduğunu kabullendirmek için,-sahip kılındığı imkânlarla- bir yandan kendini yüceltmeyegiderken, diğer yandan Hz. Musa’yı (a.s)halkın gözünde karalamaya çalışıyordu.Buraya kadar sunmaya çalıştığımız bilgiler ışığında,Firavun’un velâ yekâdu yubînu şeklinde sarfettiği söz için şu iki ihtimal söz konusudur: Birincisi,bu bütünüyle Firavun’un karalama maksadıylayapmış olduğu aslı olmayan bir nitelemedir. 18 İkincisive kuvvetle muhtemel olanına gelince: Dikkatedilirse burada Firavun’un ağzından Hz. Musa’nın(a.s) sarayda bulunduğu zaman dilimindeki durumuylaalâkalı bir bilgi verilmektedir. Bir diğer ifadeyle,Firavun’un ağzından aktarılan bu sözle, Hz.Musa’nın (a.s), düşüncelerini seslendirirken (anlatırken)yaşamış olduğu sıkıntılı durum haber verilmektedir.Hz. Musa’nın (a.s) içinde bulunduğudurum dikkatle anlaşılmaya çalışıldığında bunundaha güçlü bir ihtimal olduğu görülecektir.İlk bakışta bu âyet Hz. Musa’da (a.s) var olduğuiddia olunan kekemeliği/pepeliği destekleyici birdelil gibi gözükür. Ne var ki diğer/başka âyetler butürden bir iddiayı onaylamaz. Şöyle ki Hz. Musa(a.s) –daralan ruhundan diline yansıyan tutukluğunhalli için- dua etmişti ve bu duası da kabuledilmişti. Duasının kabulü, Firavunla olan diyalogöncesi bir zaman diliminde gerçekleştiğine göre, ozaman geriye yalnızca şu ihtimal kalmaktadır: Firavunburada Hz. Musa’nın (a.s) saraydaki hâlinidile getirmiş/hatırlatmış olmaktadır. Bu da bizi şuneticeye götürmektedir. Hz. Musa (a.s) muannidve ceberut Firavun’a gönderilme emrini aldığındanasıl sıkıntılı bir hâlet-i ruhiye içinde idiyse, saraydakiinkâr ve zulüm ortamının oluşturduğu baskıiçinde de benzer sıkıntıları yaşamaktaydı; çünküFiravun yine aynı Firavun’du.Hz. Musa’nın (a.s) neş’et ettiği yer, bir küfürocağıydı. Ancak o İlâhî gözetim altında hususi birşekilde yetiştirilmişti. 19 Böyle bir insanın bâtıla sessizkalması mümkün değildi. Ancak ortam, onunkendisini rahat bir şekilde ve gürül gürül ifadeedebilmesine imkân da tanımamaktaydı. Bir başkaifadeyle inkâr ve zulüm atmosferinin elverişsizliğionun, mesajlarını Firavun’la ipleri koparmadantemkinli bir şekilde vermesini gerektirmekteydi.Bu durumun ise onun gerek göğsünde gerekseYENİ ÜMİT DERGİSİ | 19


verilmesini istemişti. Âyetlere topluca bakıldığındabu durum açıkça görülecektir. Bir daha hatırlatmakgerekirse, Hz. Musa (a.s) Allah’a şöyle yalvarmıştı:“(Firavun ve çevresindekiler) sözümü/tebliğimi iyice anlamalarıiçin Rabb’im, yüreğime genişlik ver, işimi kolaylaştırve dilimden şu bağı (ukdeyi) çöz! (Allah’ım) bir debana ailemden olan kardeşim Harun’u yardımcı ver.” 26Allah da ona “Ey Musa istediğin şey sana verilmiştir.” 27buyurmuştu.Neticeİlgili izahların ışığında netice olarak ifade etmeliyizki, Hz. Musa’ya (a.s) kekemelik atfedilmesiisabetli bir yaklaşım değildir. Zîrâ peygamberliğeait vasıflardan biri de her türlü kusurlu görüntü veayıptan korunmuş olmaktır.Peygamberlerin hepsi siretleriyle olduğu gibiderecesine göre suretleriyle de insanların dikkatinicelbedecek şekilde yaratılmışlardır. Yani onlar iffetli,günahsız, doğruyu konuşan ve emin insanlaroldukları gibi, fizikî yönden kusur addedilebilecekarızalı hâllerden de beri kılınmışlardır.Peygamberler, tavır ve davranışlarında olduğugibi sözlerindeki berraklık ve akıcılık cihetiyle demuhataplarını alıp kendi ufuklarına doğru çeken veötelere yönlendiren seçkin kullardır. Bu açıdan, Hz.Musa’nın (a.s) kekeme olması söz konusu değildir.Hz. Musa (a.s), Firavun’un sarayında büyümüştü.Sonradan böyle birisine karşı tebliğde bulunacakolması onun iç dünyasında/sadrında ciddi birsıkıntı meydana getirmişti. Nitekim o, ukdenin giderilmesitalebinden önce Allah’tan daralmış olangöğsüne inşirah istemişti. Hâsılı, Hz. Musa’nın (a.s)bu ruh hâleti psikolojik açıdan ona bir tutuklulukyaşatmaktaydı. Bunun için de o, Firavun’la doğrudankendisinin değil de kardeşi Harun’un muhatapolmasının daha yararlı olacağını düşünmüş ve budoğrultuda Allah’tan yardım talep etmişti.*Dicle Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesiyozturk@<strong>yeni</strong>umit.com.trDipnotlar1. Sabunî, Nureddin , el-Bidaye fî Usûliddîn, tsz. ysz. s.53.2. Senusî, Muhammed b. Yusuf, Akîdet-u Senûsiyye, (‘Resâilfi’l-Akîde’ adlı eserin içinde) Cem’ ve Terc.: A. Nar, s.46; Desukî, Muhammed, Haşiyetu’d-Desûkî Alâ Ümmi’l-Berahîn, Daru’l-Fıkr, Beyrut tsz. s. 173.3. Lekkanî, İbrahim, Cevheretu’t-Tevhîd, s. (a.g.e. içinde) s. 74.Bu akidenin şârihleri mezkur sıfatlar üzerinde tafsilatıyladururlar. Bkz. Beycûrî, İbrahim b. Muhammed, Tuhfetu’l-Murîd (Şerhu Cevhereti’t-Tevhîd), Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye,Beyrut 1983, s. 120-123; Halebî, Muhammed Hanefî, el-Menhecu’s-Sedîd, Daru İbn Hazm, Beyrut 2003, s. 106.4. - Taftazanî, Sa’duddin, Şerhu’l-Makâsıd, Alemu’l-Kütüb,Beyrut 1989, V, 61; İbn Hümam, Kemaluddin, el-Müsayere,Çağrı yay. İstanbul 1979, s. 194-1<strong>95</strong>. Ayrıca bkz. Cürcanî,Seyyid Şerif, Şerhu’-Mevakıf, Matbaatu’s-Seâde, (Nşr.: eş-Şerif er-Radî) tsz, ysz, VIII, 265.5. Bkz. İslam Ansiklopedisi, “Musa” md., MEB. İstanbul1971, VIII, 659 (Ginzberg, V. 402; Hamilton, Zeitscher fürromanische Philogie, XXXVI, 125-159’dan naklen) Ayrıcbkz. İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm, Kahraman yay. İst1985, V, 276.6. Bkz. Tahâ 20/24.7. Tahâ 20/25-28.8. Tahâ 20/29. Ayrıca bkz. Furkan 25/35.9. Kasas 28/34.10. M. F. Gülen, Prizma, Nil yay. İstanbul 2003, IV, 23-25.11. Bkz. İsfehanî, Müfredat, Kahraman yay. İsta 1986, s. 510.12. Aynı yer.13. Hz. Musa’nın yaşamış olduğu bu hal insan fıtrat ve psikolojisindevar olan tabiî bir haldir, bu itibarla da Hz. Musaaçısından burada yadırganacak bir durum söz konusu değildir.Kusur ve ayıp insanlar üzerinde amansız baskı oluşturanFiravun’un tavrına aittir.14. Şuara 26/18.15. Bkz. Gülen, Prizma, IV, 23-25. Diğer bir ihtimal deşudur: Hz. Musa (aleyhisselam) sadece vahiy ile konuşmayadikkat ediyor ve alışageldiği bu temkin sebebiylevahiy haricinde de konuşurken yavaş yavaş, tanetane konuşuyordu. Şâyet böyle ise Peygamberimiz’inümmiyeti gibi, onun bu temkini de kendisineayrı bir derinlik kazandırıyordur. (Aynı yer).16. Zuhruf 43/51.17. Zuhruf 43/52.18. Bu ihtimale göre, Kur’an’ın velâ yekâdu yubînu şeklindebize aktardığı söz Hz. Musa’nın inkârcı hasmıdüşman Firavun’a aittir. Bu itibarla bu onun kasıtlıbir yaftalaması olup Hz. Musa’da bulunduğu iddiaolunan bir halin ifadesi değildir. Yani nasıl ki biz,kâfir hasımlarının, Peygamberimiz için kullanmışoldukları mecnun ve sihirbaz gibi yakışıksız ifadelerinden,Kur’ân’da yer verilmiştir diye onun öyle birisiolduğuna dair bir mânâ çıkarmıyoruz, burada da durumbundan farklı değildir.19. Bkz. Taha 20/39.20. Bkz.“Ey Musa istediğin şey sana verilmiştir.” Tahâ 20/36.21. Zemahşerî, el-Keşşaf, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut19<strong>95</strong>, III, 59.22. Seâlibî, Abdurrahman, el-Cevahiru’l-Hisan , Daru ihyai’t-Turasi’l-Arabî, Beyrut 1997, V, 185.23. M. F. Gülen, İkindi Yağmurları, s. 225.24. Sabunî, el-Bidaye fî Usuliddin, tsz. ysz, s. 53.25. Tahâ 20/36.26. Tahâ 20/25-30.27. Tahâ 20/36.YENİ ÜMİT DERGİSİ | 21


mânâda buna müsaade edilmektedir. Eğer böyleolmuş olsaydı, bu âyet-i kerîmenin Kur’ân’ın diğerâyetleriyle ve Efendimiz’in (sallallahü aleyhi vesellem) birçok mübarek beyanlarıyla tearuz hâlindebulunması icap ederdi. Zîrâ Cenab-ı Hak, Kur’ân-ıKerîm’de, karı ve koca arasında sevgi ve şefkat varettiğini (Rum Sûresi, 30/21) ve kadınların kocalarındanhukuklarını gözetme konusunda sağlamcateminat aldıklarını söylemekte (Nisa Sûresi, 4/21);bunun yanında kadınlarla hoşça ve güzelce geçinmeyi(Nisa Sûresi, 4/19), boşanırken bile güzellikleayrılmayı emretmektedir. (Talak Sûresi, 65/2) Başkabir âyet-i kerîmede ise Cenab-ı Hak düşmanlıkeden bazı eşler olabileceğini ve bunlardan sakınılmasıgerektiğini hatırlattıktan sonra şu tavsiyedebulunmuştur: “Ama affeder, kusurlarını örter vebağışlarsanız, bilin ki Allah (celle celâlühü) çok bağışlayan,çok esirgeyendir.” (Tegâbun Sûresi, 64/14)Hadîs-i şerîflere baktığımızda da kadınlara karşıgüzel muameleyi emreden birçok nassla karşılaşırız.Bunlardan bazıları şu şekildedir: “Sizin en hayırlınız,eşlerine karşı en iyi davrananlarınızdır. İçinizdeeşlerine karşı en iyi davrananız da benim.” (İbn Mâce,Nikâh 50); “İman açısından en mükemmel mümin,ahlâkı en iyi olan mümindir. Sizin en hayırlınız da hanımlarınakarşı hayırlı olanlardır.” (Tirmizî, Radâ’ 11);“Sizden biri hangi düşünceyle hanımını köle dövercesinedövmeye tevessül eder? Akşam olunca aynı yatakta beraberyatmayacaklar mı?” (Buhari, Nikâh 93); “Bir kimsehanımına kin beslemesin. Hanımının bir huyundan hoşlanmamışsa,pekâlâ beğeneceği başka (iyi) huylar vardır.”(Müslim, Radâ 61)Peygamber Efendimiz Aleyhisselatü Vesselâmkadınlarla alâkalı bu tavsiyelerinin yanı sıra onlarakarşı muameleleriyle de bu konuda bize kudve-ihasene olmuştur. Hz. Aişe Validemiz’in naklettiğinegöre Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem)hayatı boyunca hiçbir kadına ve hiçbir hizmetçisineasla vurmamıştır. (Müslim, Fedâil 79) Kur’an veSünnet’i çok iyi anlayan sahabe efendilerimizin kadınlarakarşı genel tavırlarını yansıtan Hz. Ömer’in(r.a) şu sözü de meseleye vuzuh kazandırmaktadır:“Biz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanındahakkımızda bir vahiy inmesinden korktuğumuz içinkadınlara söz söylemekten, haklarını çiğnemekten ve onlarasert davranmaktan sakınırdık.” (Buhârî, Nikâh 81)Burada çok rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki; ailedeesas olan; eşlerin birbirlerine karşı mürüvvetlidavranmaları, karşılıklı muamelelerinde şefkat vemülâyemeti esas almaları ve böylece aileyi Cennetbahçelerinden bir bahçeye çevirmeleridir.O hâlde bir kere daha ifade edelim ki, yukarıdakiNamuslu, terbiyeli ve yuvasınabağlı bir kadının bulunduğuev, Cennet köşelerinden birköşedir ve orada duyulanseslerin, solukların huri, gılmannağmesinden ve kevserçağıltısından farkı yoktur.* * *âyet-i kerîmede ele alınan öncelikli mesele İslâm’dakendisine büyük önem verilen aile müessesesininkorunmasıdır. Aynı şekilde burada dövülmesinemüsaade edilen kadın da alelade bir kadın değil,nasihatten anlamayan, yatakta yalnız bırakmanınbile fayda etmediği, kocanın bütün ıslahçı tavırlarınakarşı ayak direten ve hâlâ serkeşliğini, kocayakarşı isyanını ve daha başka kötü hâl ve tavırlarınıdevam ettiren naşize bir kadındır. Dolayısıyla kadınlarakarşı kötü muamelede bulunmama önemlibir maslahat olsa da, bozulan aile düzenini <strong>yeni</strong>denıslah etme daha büyük bir maslahat olduğundan,geçici ve ârızi bir durum olarak belli prensiplerdâhilinde, daha başka <strong>yeni</strong> arızalara sebebiyet vermedente’dip için naşize kadınların hafifçe dövülmelerineruhsat verilmiştir. Ve bu ruhsat da kendisineen son ve mecburen başvurulacak bir ruhsattır.Buradaki maksat, kadının canını acıtmak veya onaeziyet etmek değil, onun onur ve gururunu hareketegeçirerek girdiği yanlış yoldan geri dönmesinitemin etmektir. Bunun için de asgari ölçü neyseo uygulanmalıdır. Yoksa kadının yüzünü gözünümorartacak şekilde onu dövmek, hedef ve maksadıbelirsiz, dinen tecviz edilmesi mümkün olmayanhoyratça, cahilce ve insanlık dışı davranışlardır. İşkence,eza, cefa ve intikam hissiyle eşlerini döveninsanların Allah katında yaptıklarından mesul olacaklarındaise şüphe yoktur. 1Saliha KadınlarCenab-ı Hak, âyet-i kerîmenin başında kadınanazaran daha dayanıklı ve güçlü olduğu ve aynızamanda ailenin nafakasını temin ettiği için erkeğinkadın üzerinde kavvâm olduğunu söylemiştir.Ardından aile hayatı içinde yer alan kadınlar salihave naşize şeklinde ikiye ayrılarak, saliha kadınlarınitaatkâr ve kocalarının yokluğunda onların haklarınıkoruyan kimseler oldukları ifade edilmiştir.Daha sonra ise nüşuzlarından korkulan kadınlarYENİ ÜMİT DERGİSİ | 23


yüksek mekân mânâsına gelir. 10 Buna göre, kadınınnüşûzu, onun kocasına buğz etmesi, ona kafatutup isyankâr bir vaziyet alması, nefsini ona itaattenmüstağni görmesi ve kocasına karşı kibir içinegirmesi demektir. 11Bunun yanı sıra yukarıda saliha kadınların sahipoldukları iki vasfın zikredilmesi bize nüşûzunne mânâ ifade ettiğini anlamada yardımcı oluyor.Nâşize kadınlar, saliha kadınların karşısında zikredildiğinegöre, onların diğerlerinin sahip olduklarıiki vasfa sahip olmayan kadınlar olduğu anlaşılıyor.Yani Allah’a ve kocalarına karşı asi olan, onlarınyokluklarında korunması lazım gelen haklarını korumayıpihanet eden kadınlardır.Diğer yandan Peygamber Efendimiz'in (sallallahüaleyhi ve sellem) irad buyurdukları bir hadîs-işerîfte nüşûzun bir diğer yönüne dikkat çekilmiştir.Hadîs-i şerîf şu şekildedir: “Kadınlara karşı hayırhaholun. Çünkü onlar sizin yanınızda emanet gibidirler.Onlara iyi davranmaktan başka bir hakkınız yok, yeterki onlar açık bir çirkinlik (fahişetin mübeyyinetin) işlemesinler.Eğer işlerlerse yatakta yalnız bırakın ve şiddetliolmayacak şekilde dövün. Size itaat ederlerse haklarındaaşırı gitmeye bahane aramayın.” (Tirmizî, Rada', 11)Burada kadına karşı tavır alınmasını gerektirecekvasıf olarak nüşuz değil “fahişe-i mübeyyine” zikredilmiştir.Bu kelimeyle çoğu zaman zina kastedilsede, kadının kötü geçimli olması, iffete muhalifdavranışlar sergilemesi, günah ve isyanda aşırı gitmesikısaca söz ve fiillerde ortaya çıkan her bir kötühaslet gibi daha genel bir mânâda kullanılmıştır. 12Dolayısıyla kendisine karşı nasihat edilmesi, yataktayalnız bırakılması ve hafifçe vurulması söylenenkadınların hangi tür kadınlar olduğu buradanaçıkça anlaşılıyor. Yani burada basit bir geçimsizlikmeselesinden daha ziyade, aile hukukunun ciddişekilde çiğnenmesi, iffet ve haysiyet gibi muhafazasıgereken temel değerlerin ihlâli gibi durumlarsöz konusudur. 13 Bu açıdan esas problem, böyle birzevce karşısında belli yaptırımların uygulanmasıdeğil, buna seyirci kalınmasıdır. א א ifadesinde dikkat çeken birdiğer husus da, doğrudan nâşize kadınlar denmeyip,nüşûzlarından korktuğunuz kadınlar denmesidir.Müfessirler buradaki א lâfzının (bildiğiniz) veya (zannettiğiniz) mânâlarına geleceğinisöylemişlerdir. Yani erkek daha problembaşlamadan önce mukaddimelerden bunu sezecekve ailenin dağılmaması adına gerekli tedbiri alacaktır.Çünkü kadın yapacağını yaptıktan, aradaki perdeleryırtıldıktan, sevgi ve saygı kaybolduktan son-Kalbini iman nurları, kafasını da ilimve içtimaî terbiye ile aydınlatmış birkadın, evini <strong>yeni</strong>den her gün inşaediyor gibi, ona <strong>yeni</strong> <strong>yeni</strong> güzellikbuudları ekler. Sefih ve kendinibilmezlere gelince, mevcut yuvalarıbile yıkıp harabeye, kasvetleştiripmezara çevirirler.* * *ra ıslah adına yapılan gayretler netice vermeyebilir.Bu açıdan erkek basiretli ve firasetli davranmaksûretiyle, kadının hâl ve tavırlarında daha sonraortaya çıkabilecek bir nüşûz sezdiğinde, vakit fevtetmeden gerekli tedbirleri almaya çalışmalıdır.Islah Adına Ortaya Konulan Çarelerİşte bu durumda alınabilecek önlemlerden ilkadım olarak Cenab-ı Hak: "Onlara nasihatedin.” buyuruyor. Yani öncelikle nâşize bir kadınayapmış olduğu kötü davranışların yanlışlığı güzelceanlatılmalıdır. Tenkit edilmeden, demine damarınadokundurmadan, kavl-i leyyinle mesele izahedilmelidir. Yoksa bağırıp çağırma, birbirini suçlama,diyalektiğe girme, hakarete varan tenkitlerdebulunma, problemi çözmek bir yana yarayı daha daderinleştirecektir.Eğer kadının düzelmesi adına öğüt ve nasihatfaydalı olmazsa: א א א "Onları yataklarındayalnız bırakın.” emri mucebince ikinci aşamaolarak onlar yataklarında yalnız bırakılmalıdır. Buaşamada yapılması gereken odayı veya yatağı terkedip başka bir yatakta yatmaktan ziyade, yatakta sırtınıdönerek kadına karşı mesafeli durmaktır. İçlerindeİbn Abbas’ın da bulunduğu bazı ulema buradakastedilen mânânın kadınla konuşmayı kesmekolduğunu da söylemişlerdir. 14Böyle bir tedbire başvuran erkek, yaptığındanbaşkalarını haberdar etmemeli, mahremiyet sınırlarınadikkat etmeli ve ifrat ve tefritten kaçınmalıdır.Hassasiyet gösterilmesi gereken böyle bir meselede,maksadın hâsıl olması adına kadının fıtratı çokiyi bilinmeli ve ona göre davranılmalıdır. Buradakiesas gaye erkeğin mağlup olabileceği bir noktadairadesinin hakkını vermesi ve kadının elindeki enbüyük kozu kullanmasına fırsat vermemesidir. 15Bu aşamada sözlü uyarıların fayda vermediği birYENİ ÜMİT DERGİSİ | 25


kadına karşı fiilî uyarıya geçilmiştir. Meselenin ciddiyetinigösterme ve kadının ortaya koyduğu kötüdavranışlara kayıtsız kalmama adına bir adım dahaatılmıştır. Kadın için çok önemli olan hissî ve bedenîyakınlığa bir süreliğine ara verilmiştir. 16 Eğer eşlerarasındaki sevgi bağları bütünüyle tükenmemişse,saygı ve hürmet duygusu devam ediyorsa, kadınakarşı alınan böyle bir tavır tesirli olacaktır.Eğer kadına karşı böyle bir tavır alma da onuyola getirmiyor ve kadın hâlâ isyan ve serkeşliğinidevam ettiriyorsa ortada boşanmaya doğru gidençok ciddi bir aile problemi var demektir. İşteböyle bir durumda Cenab-ı Hak son çare olarak: א "Onlara hafifçe vurun.” buyuruyor. Buradadövme, emir sigasında gelmiş olsa da ibâha ifadeeder. Nitekim İmam-ı Şafii, belli şartlarda dövmeninmübah olacağını ancak faziletli olanın dövmeyiterk etmek olduğunu söylemiştir. 17 Diğer yandanâyetteki vurma emri mutlak olarak ifade edilse de,bu vurmanın keyfiyeti hakkında hadîs-i şerîflerdeyeterli izahata yer verilmiştir.Konuyla ilgili bir hadis-i şerif şu şekildedir:“Kadınlar hakkında Allah’tan korkun. Onları Allah’ınemaneti olarak aldınız ve Allah’ın sözü uyarınca namuslarınıkendinize helâl kıldınız. Döşeklerinize, sevmediğinizbir kimseye ayak bastırmamaları sizin, onlarüzerindeki hakkınızdır. Bunu yaparlarsa, onları hafifçe/iz bırakmayacak şekilde dövün. Sizin de onların geçiminive giyimlerini sağlamanız onların sizin üzerinizdekihaklarındandır.” 18 (Müslim, Hacc 19) Başka birhadîs-i şerîfte Allah Resûlü’ne (sallallahü aleyhi vesellem) kadınların erkekler üzerindeki hakkı sorulduğundaşöyle cevap vermiştir: “Kendin yiyince onada yedirmen, giydiğin zaman ona da giydirmen, yüzünevurmaman, takbîh etmemen (ayıplamaman, hakaret etmemen,lanetlememen vs.), evin içi hâriç onu terk etmemen!”(Ebu Davud, Nikâh 42)Bu hadîslerden de açıkça anlaşıldığı gibi âyettekastedilen mânâ bir anlık öfkeye kapılarak kadınazarar vermek, onun canını acıtmak hele heleinsanlık dışı muamelelerle onun yüzünü gözünümorartmak değildir. Bilakis hadîs-i şerîflere baktığımızdakadının yüzünden başka bir yerine âdetaonun onur ve gururunu harekete geçirme adınahafifçe vurma üzerinde durulduğunu görüyoruz.İbn Abbas âyet-i kerîmede geçen ifadeyi izah ederkenmendil, misvak veya kalem gibi bir nesneyleiz bırakmadan hafifçe vurulacağı şeklinde bir ölçügetirmiştir. 19Burada dikkat edilmesi gereken bir diğer hususda, âyette gözetilen sıralamaya uymaktır. 20 NitekimHz. Ali konuyla ilgili şöyle demiştir: “Öncelikle kadınasözleriyle nasihatte bulunur. Eğer kadın düzelirsebaşka bir şey yapamaz. Kadın yüz çevirip kocanın sözünüdinlemezse, yatağı terk eder. Yine de düzelmezsehafifçe vurur. Kadın bununla da ıslah olmazsa, hakemlerebaşvurulur.” 21 Âyet-i kerîmede böyle bir sıralamagetirilerek, bir yönüyle gazabına mağlup olmuşkocanın hemen kadın üzerine yürümesinin önünegeçilmiş oluyor.Erkeğin başvurduğu bütün bu tedbirler kadınııslah ve tedip gayesine hizmet etmelidir. Bununiçin de erkeğin, kadının fıtratını çok iyi bilmesi veuyguladığı her bir metodun kadın tarafından nasılkarşılanacağını iyi hesaplaması gerekir. Maksat, kadınııslah etmek sûretiyle bozulan aile düzenini <strong>yeni</strong>denkurmak olduğu için, uygulanacak yönteminbu maksada hizmet etmesi gerekir. Meselâ kadınıyatağında yalnız bırakmak daha büyük bir problemesebep olacaksa, kocanın bu durumu öncedençok iyi hesap etmesi ve ona göre daha başka bir yolizlemesi gerekir. Aynı şekilde âyet-i kerîmede sonbir çözüm olarak sunulan dövme, özellikle günümüzdebazı durumlarda daha <strong>yeni</strong> arızaların ortayaçıkmasına sebep olabilir. İşte koca, bütün bunlarıçok iyi hesap etmeli ve aile hukukunu ihlâl eden kadınıdüzeltme adına bir adım atmadan önce, onunfıtratını ve tabiî özelliklerini hesaba katmalıdır.Cenab-ı Hak âyet-i kerîmenin sonunda şöylebuyuruyor: כא א א כ כאא Şâyet size itaat ederlerse, onları incitmeye bahanearamayın! Unutmayın ki üstünüzde çok yüce vebüyük olan Allah vardır.” Bütün bunlardan sonrakadın nüşûzdan vazgeçip tekrar itaate yönelecekolursa, kocaya düşen de, önceki hata ve kusurlarınıunutmak ve af yolunu tutmaktır. Bundan sonrahâlâ farklı bahanelerle kadının aleyhine olmak yasaklanmıştır.Sonra da Cenab-ı Hakk’ın çok yüceve büyük olduğu ifade edilmiştir. Âyetin Cenab-ıHakk’a ait bu iki isimle bitirilmesinin hikmetiniElmalılı şu ifadeleriyle açıklıyor: “Allah’tan korkunuzda Allah’ın size verdiği kuvveti su-i istimal etmeyiniz.Allah’ın size karşı kudreti, sizin kadınlarakarşı kudretinizden çok yüksektir. Ve sizin Allah’akarşı günahlarınız da kadınların size karşı günahlarındandaha çok olduğu hâlde, Allah sizin seyyiatınızıaffederken size itaat eden zevcelerinizin vakiolan kusurlarını nasıl affetmezsiniz ve nasıl olur daonlara taarruz için vesile arar durursunuz? Allah’ınuluvv-i şan ve kibriyası karşısında zulümden, haksızlıktan,sadakatsizlikten, terbiyesizlikten, vazifelerinizisui istimal etmekten son derece sakınmalısınız.”2226 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


Burada bütün bu çarelere rağmen kadın yine deitaat etmezse ne olacak şeklinde akla bir soru gelebilir.Bu durum da bir sonraki âyet-i kerîmedetarafların her birinden birer hakem gönderilmesisûretiyle bu problemi çözme yolu emrediliyor.NeticeAile içi şiddet hâdiseleri eskiden olduğu gibi,günümüz modern dünyasında da büyük bir problemteşkil ediyor. Sadece tahsili olmayan veya azolan insanlar arasında değil, belli bir tahsil seviyesiolan üniversite mezunu aileler arasında bile aileiçi şiddetin yüksek nispette oluşu dikkat çekicidir.Özellikle kendilerini kadın hakları savunucusu veoldukça medeni gören Amerika’da ve Batı dünyasındabile şiddete maruz kalan kadın sayısınınmilyonlarla ifade edilmesi 23 meselenin dinî değilinsan fıtratıyla ilgili olduğunu ispatlıyor. Maalesef,nefsi ve kötü duyguları İslâm terbiyesiyle terbiyegörmemiş her insan, canı yandığında saldırıya geçebiliyor.Hülâsa, ifade etmek istediğimiz husus, dövmeve şiddetin kesinlikle İslâm’dan kaynaklanmadığıve kaynaklanmayacağıdır. Bir anket yapılsa eşinidöven hiçbir erkek; “Din bana bunu emrettiği içineşimi dövüyorum.” demeyecektir. Bilakis İslâmî şuurun,Allah korkusunun ve ahiret inancının hâkimolduğu ailelerde dövme hâdisesine neredeyse hiçrastlanmaz. Çünkü İslâm, kadını layık olduğumevkie oturtmuş, Cennet’i onun ayaklarının altınasermiş ve ona hukukî ve medenî bütün haklarınıbahşetmiştir. Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)ömrü boyunca hiçbir kadına vurmamış ve ahlâkenen olgun Müslüman’ın kadınlara karşı en güzeldavranan insan olduğunu ifade etmiştir. “Dövenlersizin hayırlılarınız değildir.” buyurarak meseleyi kestiripatmıştır. Cenab-ı Hak kadınlara güzel muameledebulunmayı emretmiştir. Şimdi önünde bukadar âyet ve hadîs bulunan bir Müslüman nasılolur da canı her sıkıldığında, Allah’ın kendisineemanet olarak verdiği, ömür boyu aynı yastığabaş koyduğu hayatta en büyük yârânı ve destekçisiolduğu eşine vurabilir. Geçimsizlik durumundabile öncelikle yapılacak iş, anlaşma, uzlaşma, istişareetme, nasihat etme hattâ idare etme gibi dahainsanî çözümlerdir. Dolayısıyla asıl olan şefkattir,merhamettir, mülâyemettir. Dövme ise kaba sabave âciz insanların işidir. Âyet-i kerîmede ifade edilenhükme gelince o, bir hikmete mebni, en sonve mecburî istikamette ve belki de aileyi kurtarmaadına nâşize kadınları ıslah etmede kullanılacakistisnaî bir hükümdür.*İlâhiyatçı-Yazarycayiroglu@<strong>yeni</strong>umit.com.trDipnotlar1. Bkz. Fethullah Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler 3, İstanbul:Nil Yayınları, 2007, s. 132–133.2. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili,3. Celal <strong>Yeni</strong>çeri, İslâm Açısından Tüketim, TüketicininKorunması ve Ev İdaresi, İfav Yayınları, İstanbul, 1996, s.152.4. Fahruddin er-Razi, Mefâtihu’l-gayb, Beyrut, Daru’lkütübi’l-ilmiyye,2000, 10/73.5. Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’an, Beyrut, Daru’l-fikr, 1993,2/266.6. Bkz: Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul:Bedir Yayınevi, 1993, 2/1350.7. Fahruddin er-Razi, s. 10/73.8. Bu tevcihler için bkz. Fahruddin er-Razi, s. 10/73.9. Fahruddin er-Razi, 10/73.10. Cevheri, es-Sıhah, n-ş-z maddesi.11. Hazin, Lübabu’t-tevil fî meani’t-tenzil, 2/ ; Elmalılı,2/1351.Kadının kocasına nüşuzunun yanında NisaSûresinin 128. âyetinde: א א א א א א א א א א א "Eğer bir kadınkocasının kötü muamelesinden ve kendisinden yüzçevirmesinden endişe ederse, bazı fedakârlıklar gösterereksulh olmak için gayret göstermelerinde mahzuryoktur.” buyrularak erkek için de aynı durumun geçerliolduğu bildirilmiş ve yine evliliğin devamı adınasulh tavsiye edilmiştir.12. Mübarekfuri, Tuhfetu’l-ahvezi, Beyrut, Daru’l-kütübi’lilmiyye,4/274; 8/383.13. Durmuş Ali Karamanlı, Tarihselcilik ve Evrenselcilik BağlamındaKur’an Hitabının Tabiatı, Doktora Tezi, s. 194.14. Cessâs, s. 267.15. Fethullah Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler 3, s. 131.16. Karamanlı, s. 1<strong>95</strong>.17. Razi, 10/73.18. Burada hafifçe dövün diye tercüme edilen metnin aslı:“ א א ” şeklindedir.19. İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, Beyrut, Daru’l-fikr,1/493.20. İmam-ı Ebu Hanefi gibi bazı ulema vavların mutlak cemiçin olduğunu ve âyetteki sıralamaya uymanın şart olmadığınısöylemişlerdir. (Bkz. Sabuni, 1/493)21. Sabuni, Tefsirü Ahkâmi’l-Kur’an, 1/215.22. Elmalılı, 2/1352.23. İnternette arama motorlarından kısa bir araştırma yapanbir kişi aile içi şiddetle ilgili istatistik bilgilerine ulaşabilir.Bu açıdan, biz bu bilgileri uzun uzun aktarmıyoruz.YENİ ÜMİT DERGİSİ | 27


YENi ÜMiTProf. Dr. Şehmus DEMİR*Ocak / Şubat / Mart 2012 - Sayı <strong>95</strong>Haram-helâl mülâhazasına bağlı olarak alış-veriş yapan bir tüccarın,işinin başında geçirdiği ve geçireceği dakikalar ibadet sayılır.SERVET VE MAL KARŞISINDA İNSANServet ve malın, insan açısından büyük ölçüdeönem ve değerinin olduğu bilinen bir husustur.Kur’ân’ın ve onun açıklayıcısı konumundabulunan hadîslerin, insanın servet ve malla olanmünasebetinin hangi düzlemde gerçekleşmesi gerektiğiile ilgili ortaya koyduğu kaideler, Müslümanferdin bu alandaki duruşunu belirlemesi açısındançok ciddi önem arz etmektedir. Bu sebeple, mal,servet ve genel mânâda insanın hizmetine sunulannimetler karşısında takınılması gereken tavrı vebunlardan faydalanılırken kabul edilmesi gerekentemel ölçüyü belirlemek gerekmektedir.Kur’ân-ı Kerîm’de kâinatın bütününün insan içinyaratıldığı farklı ifadelerle birçok yerde vurgulanır:“Yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan O’dur.” 1mealindeki âyetten hareketle müfessirler, ‘eşyada aslolanibahadır’ temel prensibine varmışlardır. Bunagöre, yasaklığına delil teşkil edecek nitelikte birhüküm bulunmadıkça kâinatta var olan her nimettengönül rahatlığıyla faydalanılabilir. Faydalanmaimkânını engelleyip yasaklamaya kimseninhakkı bulunmamaktadır. Zîrâ Yüce Allah, helâlve meşrû kıldığı bir şeyi haram etme yetkisini hiçkimseye vermediğini şu ifadelerle belirtmektedir:“Ey inananlar! Allah’ın size helâl ettiği temiz şeyleri28 | YENİ ÜMİT DERGİSİharam kılmayın, hududu aşmayın, doğrusu Allah aşırıgidenleri sevmez. Allah’ın size verdiği rızıktan temiz vehelâl olarak yiyin. İnandığınız Allah’tan sakının!” 2Kur’ân’ın birçok yerinde malın ‘hayr’, ‘tayyibat’3 gibi övücü nitelikteki sözcüklerle ifade edilmesi,aslında kötü değil, iyi olduğunun delilidir.Cahiliyye döneminde hac aylarında panayırlarkurulur ve hac ibadetiyle birlikte ticarî faaliyetlerde yapılırdı. Sahabîlerden bir kısmı, hac aylarındaticaretle uğraşmanın cahiliyye âdetlerinden olduğunu,zîrâ hac farizasının uhrevî bir ibadet olmasısebebiyle, dünyevî amel ve menfaatlerin uhrevîibadetlerle bir arada yapılamayacağını ve bundandolayı da hac aylarında ticarî faaliyetlerde bulunupkazanç elde etmeye çalışmanın günah olduğunudüşünmekteydiler. Yüce Allah bu düşünceyi ortadankaldırmak ve haccın adabı dışına çıkılmadığımüddetçe ticaretle uğraşıp kazanç elde edilebileceğidüşüncesini Müslümanların zihnine yerleştirmekmaksadıyla; “Hac mevsiminde ticaret yaparakRabbinizden gelecek bir lütuf ve keremi (fadl) aramanızdasize herhangi bir günah yoktur.” (Bakara, 2/198)mealindeki âyeti indirmiştir. Müfessirlerin çoğunagöre, bu âyette geçen ‘fadl’ kelimesinden ticaretkastedilmiştir.


“Allah’ın geçiminize dayanak (kıyam) kıldığı mallarınızıaklı ermezlere vermeyin.” (Nisa, 4/5) mealindekiâyette ise mal, ‘kıyam’ tabiriyle ifade edilir.Bu da malın birinci derecede gaye olmamasışartıyla iyi bir değer olduğunun kanıtıdır. Zîrâmal, ferdi ve toplumu zulüm, esaret, sefalet veyoksulluğa karşı koruyucu nitelikte bir unsurdur.Bu sebeple malın iyi korunması, yerli yerinde, israfasapmadan kullanılması ve çoğaltılması içingerekli müdahale ve çalışmaların yapılması gerekmektedir.4 Allah Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem),Müslüman kişinin İslâmî çerçeve dâhilindekazanıp kullandığı malını zulmen kendisindenalmak isteyen kimseye karşı direnmesi neticesindeöldürülmesi hâlinde şehadet mertebesine ulaşacağını;“Malını muhafaza uğrunda öldürülen kimseşehittir.” 5 şeklinde veciz bir üslûp ile belirtmiştir.Ticaret, mal–mülk edinme ve zenginlik; ferdinmâneviyatla olan bağlarını koparmasına sebep olmamasızekât, sadaka gibi mal ve servete terettüpeden mükellefiyetlerin yerine getirilmesi ve ibadeteengel teşkil etmemesi şartıyla teşvik edilmiştir.Bu da, mal ve servetin bütünüyle meşru yollardankazanılıp, aynı şekilde meşru alanlarda harcanmasıgerektiği mânâsına gelmektedir. Nitekim; “Namazbitince yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan(fadl) isteyin. Allah’ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşaerersiniz.” (Cuma, 62/10) buyrulmuştur. Yukarıdayer verdiğimiz Bakara 198. âyette olduğu gibi, buâyetteki ‘fadl’ (lütuf) ifadesi de ticaret ve dünyevî rızıkisteme mânâsında kullanılmıştır. Özellikle ‘fadl’sözcüğünün seçilmiş olması, mala ve servete verilendeğerin anlaşılması açısından önemlidir.Allah Resulü de (sallallahü aleyhi ve sellem), ikikişiden başkasına gıpta edilemeyeceğini, bunlardanbirincisinin, malını hak yolunda harcayan kimseolduğunu 6 ifade ederek, malı harcamanın öneminevurguda bulunmuştur. Ancak bu harcamanınyapılabilmesi için de malın varlığının şart olduğubilinen bir husustur.Servet elde etmek, dünya metâından faydalanmak,insan fıtratında var olan bir olgudur. Kur’ân-ıKerîm bu olguyu; “O (insan), mal sevgisine aşırı derecededüşkündür.” (Âdiyât, 100/8) şeklinde tanımlamıştır.Allah Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) deaynı konuya işaret ederek; “Âdemoğlunun iki vadidolusu malı olsa üçüncüsünü ister, Ademoğlunun karnınıancak toprak doldurur. Tevbe edenin tevbesini Allahkabul eder.” 7 buyurmuş ve aynı hususa farklı bir açıdanvurgu yapmıştır.Hristiyanlıkta ise durum farklı olmuş ve Kur’-ân’ın öngördüğü yaklaşımın dışında bir bakış açısıtemel hareket noktası edinilmiştir. Zîrâ Hristiyanlıktamal ve servet mutlak kötü olarak kabuledilmiştir. Bunu anlamak için eldeki mevcut İncilmetnine göz atmak yeterli olacaktır. Zîrâ İncil’deinsanın servet ve mala karşı oldukça mesafeli durmasıgerektiği ile ilgili birçok pasaj bulunmaktadır.Bunlardan birinde; “İsa etrafına bakıp şakirtlerinededi: Serveti olanlar Allah’ın melekutuna ne kadar güçlüklegireceklerdir! Şakirtler onun sözlerine şaştılar. Fakatİsa yine cevap verip onlara dedi: Çocuklar, Allah’ın melekutunagirmek ne güçtür! Devenin iğne deliğinden geçmesi,zengin adamın Allah’ın melekutuna girmesinden dahakolaydır. Birbirlerine; öyle ise kim kurtulabilir? diyerek,pek çok şaştılar. İsa onlara bakıp dedi: İnsan indinde buimkânsızdır; fakat Allah nezdinde değil. Zîrâ Allah indindeher şey mümkündür. Petrus ona: İşte, biz her şeyibıraktık ve senin ardınca geldik, demeye başladı.” 8 denilmektedir.Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere, servetve mal İncil’de kötülenerek, dini alanın dışına itilmiştir.Servet ve mal edinen kimsenin Allah’a ulaşmasınınadeta imkânsız olduğu vurgulanmıştır.Hristiyanlığın tarihî süreç içerisinde geçirmişolduğu değişimler, Ortaçağ boyunca servet ve malınmutlak kötü olarak kabul edilişi, ancak kilisemensuplarının hükümdar ve zenginlerin yaşantılarınıgölgede bırakacak ölçüde mal ve servete yönelmeleri,Ortaçağ sonrasında reformasyon hareketi veonun bir ürünü diye nitelendirilebilecek olan protestanlıkve sonrası hareketlenmelerle farklı birçokyaklaşımın meydana gelmesi ve benzeri ayrıntılaragirmemizin bir makalenin sınırlarını fazlasıyla zorlayacağıaçıktır. Ancak burada önemle belirtilmesigereken husus, Hristiyanlığın kutsal kitabında‘kötü’lüğün insanın servet ve malla olan olumsuzmünasebetleri üzerine değil, mutlak mânâda servetve mala atfedilmiş olmasıdır. Başka bir ifadeyle, insanınservet ve malla olan münasebeti ne düzeydeolursa olsun, yine de servet ve mal sahibi olmakkötü kabul edilmiştir.Ortaçağ sonrası dönemde Batı’da egemen olanve diğer bölge ve kültürlere de tesir eden kapitalistanlayışta ise sermaye birikimi ve kâr esas olduğundan,bu çerçevede her şey metalaştırılmış, malâdeta kutsanarak, serveti elde etmede mutlak hürriyetilkesi getirilmiştir. Sermaye içtimâî sisteminbir unsuru iken, sistemin tümü hâline gelmiştir.Özetle, tarihî süreç içerisinde Hristiyanlık, insandatabiî olarak var olan bir duyguyu yok etmeyihedeflemiş, kapitalizm ise, maddenin imtiyaz aracıhâline gelmesine, insanlar arasında maddî seviyedeuçurumların oluşmasına ve bu sebeple sınıf çatışmalarınınmeydana gelmesine yol açmıştır. İslâmYENİ ÜMİT DERGİSİ | 29


dini ise fıtrat dini olduğundan, insanda tabiî olarakvar olan mala karşı arzu içerisinde olma duygusunune köreltip yok etmeyi ve ne de ona mutlakhürriyet tanımayı kabul etmiştir. Kur’ân’ın iyilik vekötülüğü mal ve servetin kendisinde aramak yerine,ferdin servetle olan münasebeti boyutunda elealması ve konuya bir izafilik kazandırması, bununaçık bir göstergesidir. Allah Resulü’nün (sallallahüaleyhi ve sellem) hadîs-i şerîfleri de bunu desteklermahiyettedir:“Dinara kul olana lânet olsun! Dirheme kul olanalânet olsun!” 9 ;“İki aç kurdun koyunlara saldırdığını düşünün. İştebunlar; sürüye, mala, makam ve mansıba karşı hırslı olaninsanın dinine vereceği zarardan daha çok zararlı değildirler.”10 ;“Her ümmetin bir fitnesi (deneme aracı) vardır. Benimümmetimin fitnesi de maldır.” 11Anlaşılacağı üzere, eleştiri konusu yapılan, malve servetin kendisi değil, insanın ona karşı takındığıtavrın niteliğidir. Vurgulanmak istenen, ferdinmal ve servete hâkim olup, mal ve servetin insanahâkim olmaması gerektiği temasıdır. Zîrâ insan,kapitalizmde olduğu gibi, sahip olduğu malın mutlakmâliki değildir. Kur’ân’da mülkiyet çift boyutluolarak ele alınır:1. Mutlak mülkiyet hakkı Allah’a aittir:“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur.” (Şûrâ, 42/4).“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır.” 122. Mülkiyet, izafi olarak insana aittir:“Eğer tevbe edip (faizcilikten) vazgeçerseniz, serma<strong>yeni</strong>zsizindir. Böylece harksızlık etmezsiniz, haksızlığa dauğramazsınız” (Bakara, 2/279).“Allah’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri (başkasındaolup da sizde olmayanı) hasretle arzu etmeyin”(Nisa, 4/32).Böylece Kur’ân, gerçek mülkiyet hakkınınAllah’a ait olduğunu ve insana ikinci derecede birmülkiyet hakkının tanındığını, dolayısıyla insanınsahip olduğu mal ve servetle büyüklük taslamaması,gururlanmaması gerektiği düşüncesini yerleştirerek,bir denge kurmaya çalışmıştır. Kur’ân’da insanhizmetine sunulan nimetler sayıldıktan sonraçoğu yerde ‘şükredesiniz diye’ ifadesiyle anlatıma sonverilir. 13 Bu da nimetlerin insana verilmesindenga<strong>yeni</strong>n, salt dünyevî mânâda bir faydalandırmadeğil, ferdin nimetleri görüp istifade etmesi, istifadeederken de bu nimetlerin yaratıcısını düşünüpşükretmesi ve Allah’a daha fazla yönelip yaklaşmasıhedefinin olduğunu göstermektedir.Fertteki Allah ve ahiret inancının zayıflamasıölçüsünde zenginlik ve servetin büyük bir felaketaracı hâline gelmesi kaçınılmaz olur. Kur’an, buduruma düşmemeleri için insanlara sürekli uyarıdabulunur. Bunun en çarpıcı örneğini Karun kıssasındabulmak mümkündür. Burada Karun’un, inananbir insan iken servetin onu ne derece azdırıpşımarttığı çarpıcı bir tarzda anlatılır:“Karun Musa’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlıketmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarınıgüçlü–kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmiona demişti ki: Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez...Karun; ‘Bu servet ancak bende mevcut bir ilimdenötürü bana verilmiştir.’ demişti” (Kasas, 28/76-78).Başka bir âyette de mealen şöyle denilmektedir:“Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, yeryüzündeazarlardı.” (Şûrâ, 42/27)Bu ifadelerle fertlerin Rableriyle olan bağlarınıkoparmalarına sebep olan faktörlerden birinin demal ve servet olduğu belirtilmektedir. Fakat bu türörnekler, bizi mal ve servetin saptırmada ana unsurolduğu düşüncesine götürmemelidir. Servet,İlâhî yoldan sapmanın temel unsuru olsaydı, Hz.Süleyman, Hz. Ebubekir, Hz. Osman gibi İslâm’ıen güzel şekilde hayatlarına yansıtmış olan insanlarında zenginlikleriyle sapmış olmaları gerekirdi.Bu da servetin Yüce Allah’ın öngördüğü çerçevedâhilinde kullanılması hâlinde güzel ve faydalı biraraç olduğunu gösterir.Yüce Allah, kendisine ait mal ve nimetlerden birkısmını belli şartlarda, Müslim–gayrimüslim ayırımıyapmaksızın insanlara emanet verip, onlardanbelirli şeyleri, istediği şekilde yerine getirmelerinitalep eder. Bu verilenlerden de sorumlu tutulacaklarınısık sık tekrarlar.Yüce Allah, mal ve servetin birer imtihan aracıolduğu ile ilgili mealen şöyle buyurmaktadır: “Mallarınızınve çocuklarınızın, aslında bir imtihan olduğunuve büyük bir ecrin Allah katında bulunduğunu bilin.” 14Anlaşılacağı üzere fert, sorumlu tutulacağı, hesabaçekileceği ve dolayısıyla servetinde sınırsız birtasarruf serbestisine sahip olmadığı düşüncesinizihninde devamlı canlı tutmalıdır. Bu düşünce,onun sadece kendi menfaatlerini düşünmeye sevkeden egoist yaklaşımlardan kurtulmasına ve toplumunmenfaatlerini de göz önünde bulundurmasınavesile olacaktır. Sözgelimi serveti kaprisi uğrunatahrip etmeyecektir. Zîrâ böyle bir durumdatoplum için gerekli olan bir şeyden onları mahrumbırakacağını düşünecektir. Savurganlık edip israfda etmeyecektir. Zîrâ israfın Allah’ın hukukunasaygısızlık ve topluma karşı bir hırsızlık niteliğindeolduğu 15 bilincini sürekli zihninde canlı tutacaktır.Kur’an, insana, gerçek mülkiyeti Allah’a ait olan30 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


mal ve servetinden yoksullara infakta bulunarakonlarla bölüşmesini emreder:“Allah’a ve Resulüne iman edin. Sizi kendisine halifekılıp sarf yetkisi verdiği şeylerden harcayın. Sizden imanedip de (Allah rızası için) harcayan kimselere büyükmükâfat vardır” (Hadîd, 57/7).Zekâtın birçok yerde dinin temel ibadetlerindenbiri olan namazdan hemen sonra zikredilmesi 16 ,zekât müessesesinin önemini açıkça göstermektedir.Zekâtın verilebilmesi için de servetin olmasıgerekmektedir. Kur’ân’da zekât mükellefiyetininyanında bir de isteğe bağlı olarak infak etme teşvikedilmiştir. 17 Allah Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem)şöyle buyurmuştur: “Beni, (Uhud dağı kadar) altınımolsa da üç dinar dışında hepsini infak etmemden dahafazla bir şey sevindirmez.” 18Bu düşünceyle İslâm, kapitalimzde meydanagelen sınıflaşmanın aksine, insanlar arasında maddîfarkları azaltarak, insanları birbirlerine yaklaştırmahedefini gütmüştür. İslâm’ın gayesi zenginliği kaldırmakdeğil, fakirliği bertaraf etmektir. Kur’ân,mal ve servetçe insanların birbirinden farklı olmalarınınhiçbir zaman üstünlük vesilesi olamayacağınıtescil eder. Zîrâ üstünlüğün kriterinin zenginlikve servet değil, iman, salih amel ve takva 19olduğunu belirtir.İslâm’ın öngördüğü zenginlik, insanı İlâhî hilafetvazifesini daha mükemmel bir tarzda yapmayagötüren bir araçtır. Zîrâ bir hadîste de ifade buyrulduğuüzere, ferdin kendisini ve ailesini güzel birşekilde barındırması, yiyecek ve giyeceğini teminetmesi, aile efradına miras bırakarak bu dünyadangöçmesi, onları muhtaç bir vaziyette bırakmasındandaha iyidir. Fakirlik ise, ferdî ve içtimâî boyutuyla,yok edilmesi gereken arızî bir hastalıktır. Maddîrefah seviyesi düşük olan bir insan, kendisinde varolan dünyaya tabiî meyil ve arzuları tatmin etmeduygusundan dolayı, bu seviyeyi yükseltmeye çalışacaktır.Bunu yaparken de aşırılığa sapıp ibadetleriniterk edebilecektir. Bu ve benzeri endişelerdendolayı, hadîs-i şerîflerde fakirin sabretmesi tavsiyeedilmiştir. Mal konusunda seleften bazılarının şusözü; “Mal, mü’minin silahıdır. Allah’ın beni hesabaçekeceği bir mala sahip olmam, insanlara muhtaç olmamdandaha iyidir.” 20 muhtemelen yukarıda ifade edilenendişelerden dolayı dile getirilmiştir.Konunun içtimâî boyutu incelendiğinde debenzer bir tabloyla veya neticeyle karşı karşıyakalmanın mümkün olduğunu ifade etmek gerekmektedir.İslâm toplumunun ekonomik açıdangüçlenmesi, askerî ve siyasî açıdan da güçlenmeyiberaberinde getirecektir. Bu da İslâm kültürünüyayma çabalarının daha aktif bir süreç içerisindedevam etmesine yardımcı olacaktır. Kur’ân-ıKerîm’de gayrimüslimlere malî yardımda bulunarakonların kalblerinin İslâm’a ısındırılması gayesiylezekâtın sarf yerleri sıralanırken, bunlardanbirinin de müellefe-i kulûb olduğu belirtilmiştir 21 .Servetin olmaması hâlinde bu görev yerine getirilemeyecektir.İslâm’ın beş şartı olduğu belirtiliyorsabile bu, zengin içindir. Fakir için İslam’ın üç şartıvardır. Zîrâ o, zekât verme ve hacca gitme vazifeleriniyerine getirebilme gücünden yoksundur.Netice itibariyle, Yüce Allah, zengin–fakir ayırımıyapmaksızın bütün insanları imtihan etmektedir.Bu imtihanın niteliği, insanların dünyadakiyaşantı seviyelerine ve dünya metaı ile olan mesafelerinegöre değişmektedir. Zengin, malını nereyesarf ettiği, fakir ise yokluk üzerine sabredip etmediğikonusunda sorguya tâbi tutulacaktır.Allah Resulü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem); ”Allahım!Zenginliğin fitnesinden ve fakirliğin fitnesindensana sığınırım.” 22 ifadesi, her iki durumda da, insanınİlâhî müstakim yoldan sapabileceği gibi, Allah’adaha fazla yaklaşıp yüklendiği hilafet misyonunudaha mükemmel bir tarzda icra da edebileceğinigöstermektedir.* Atatürk Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi.sehmus.demir@<strong>yeni</strong>umit.com.trDipnotlar1. Bakara, 2/29; Ayrıca bk. Lokman, 31/20.2. Mâide, 5/87-88; Ayrıca bk. A’râf, 7/32; En’âm, 6/140; Yûnus, 10/59.3. Sözgelimi bk. Bakara, 2/172, 180, 198, 215, 267, 272; Nisâ, 4/32;Âdiyât, 100/8.4. Bk. Taberî, Câmi’u’l-Beyân, Matbaatu İsa Bâbi’l-Halebî, Mısır1968, IV, 49.5. Buhârî, Mezâlim, 33.6. Buhârî, İlim, 15, Zekat, 5, Ahkam, 3, İ’tisam, 13.7. Buhârî, Rikâk, 10; Müslim, Zekat, 116; İbn Hanbel, Müsned,Daru Sadır, Beyrut, ts., III, 247, 341, V,219; Tirmizi, Zühd, 27.8. Markos, 10/23-28.9. Tirmizi, Zühd, 42.10. Tirmizi, Zühd, 43; İbn Hanbel, III, 456, 460; Dârimî, Rekâik, 21.11. Tirmizi, Zühd, 26; İbn Hanbel, IV, 160.12. Şûrâ, 42/49; Benzer âyetler için bk. En’âm, 6/12; A’râf, 7/128;Mu’minûn, 23/84-89; Lokman, 31/26; Sebe’, 34/1; Zuhruf, 43/85;Câsiye, 45/27.13. Sözgelimi bk. Bakara, 2/172; Nahl, 16/114; Mu’minûn, 23/78.14. Enfâl, 8/28; Ayrıca bk. Teğâbun, 64/15.15. Garaudy, Roger, İslam ve İnsanlığın Geleceği, çev. Cemal Aydın,Pınar Yay., İstanbul 1991, s. 98.16. Sözgelimi bk. Bakara, 2/43,83,110,177,277; Nisa, 4/77,162; Mâide,5/12,55; A’râf, 7/156; Tevbe, 9/5,11,18,71.17. Bk. Bakara, 2/3,261-262,272; Âl-i İmrân, 3/92; Enfâl, 8/3,60; Tevbe,9/121; Sebe’, 34/39; Fâtır, 35/29; Hadîd, 57/7.18. Buhârî, Zekat, 4; Müslim, Zekat, 34.19. Bk. Sebe’, 34/35-37; Hucurât, 49/13.20. Zemahşerî, el-Keşşaf, Kahire 1992, I, 471-472; Nesefi, Abdullahb. Ömer, Medâriku’t-Tenzîl, Eda Yay., İstanbul 1993, I, 211;Kâsımî, Mehâsinu’t-Te’vîl, Dâru İhyâi’l-Kutubi’l-Arabiyye, Mısır1<strong>95</strong>7, V, 1126.21. Tevbe, 9/60.22. Buhârî, Da’avât, 38,43-45; Müslim, Zikir, 49; Tirmizi, Da’avât,77; Nesaî, İsti’âze, 26; İbn Mâce, Dua, 3; İbn Hanbel, VI, 57,207.YENİ ÜMİT DERGİSİ | 31


Dermân arardım derdime derdim bana dermân imişBürhân arardım aslıma aslım bana bürhân imişSağ u solu gözler idim dost yüzünü görsem deyûBen taşrada arar idim ol cân içinde cân imişÖyle sanırdım ayrıyam dost gayrıdır ben gayrıyamBenden görüp işiteni bildim ki ol cânân imişSavm u salât u hac ile sanma ki biter zâhid işinİnsan-ı kâmil olmağa lazım olan irfân imişKande gelir yolun senin ya kande varır menzilinNerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imişMürşid gerektir bildire Hakk’ı sana hakka’l-yakînMürşidi olmayanların bildikleri gümân imişHer mürşide dil verme kim yolunu sarpa uğradırMürşidi kâmil olanın gâyet yolu âsân imişAnla hemen bir sözdürür yokuş değil düzdürürÂlem kamu bir yüzdürür gören onu hayrân imişİşte Niyazi’nin sözün bir nesne örtmez Hak yüzünHak’tan âyân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imişNiyazi Mısrî


MevlâGörünmez dîdeme dünyâ ve ukbâBana zâtın müyesser eyle MevlâGerekmez mâsivâ hergiz serâpâBana zâtın müyesser eyle MevlâKimi bâğ u kimi bostan isterKimisi kul kimi sultânı isterKimi hûri kimi gılmânı isterBana zâtın müyesser eyle MevlâGelip semt-i muhabbetten vefâlarAradan ref’ ola cümle cefâlarErip zâtın nesîminden safâlarBana zâtın müyesser eyle MevlâKimi ef’âle himmet eylemiştirKimisi de sıfatı gözlemiştirÇû her biri bir izi izlemiştirBana zâtın müyesser eyle MevlâBir ismin bâtın u birisi zâhirVûcuda geldi Sen’den bu mezâhirDerûn-u hakkı irşâd eyle âhirBana zâtın müyesser eyle Mevlâİsmail Hakkı Bursevî


YENi ÜMiTYrd. Doç. Dr. Ahmet GÜNEŞ*Ocak / Şubat / Mart 2012 - Sayı <strong>95</strong>İSLÂM HUKUKU AÇISINDANMedine Vesikasıİslâm, müntesiplerine, şunu-bunu kendi inanç sistemlerini kabul etmeye zorlamakveya ikrahta bulunmak için değil, aksine insanları böyle bir baskıdankurtarıp, onların akıl ve mantıklarına seslenerek, hür iradeleriyle <strong>yeni</strong> birseçimde bulunmaya uyarma esprisiyle gelmiştir.İslâm tarihinde önemli bir yere sahip olan MedineVesikası yaklaşık bir asırdır daha çok üzerindedurulan bir konu olma özelliğine sahiptir.Geçen yüzyıl itibariyle vesikaya ilk kez müsteşriklerdikkat çeker. Merhum Muhammed Hamidullahtarafından dünyanın ilk yazılı anayasası olaraktakdim edilir. Günümüzde sivil toplum ve çok hukukluluğunreferansı olarak gösterilir. Bir arada yaşamanıntemel argümanlarından biri olarak değerlendirilir.Biz bu yazıda, Medine vesikasını farklıinanç, kültür ve ırklarla bir arada yaşama belgesiolması açısından inceleyeceğiz. En önemli özelliğiylefıkhî-hukukî boyutunu değerlendireceğiz.1. Medine Vesikasının Tarihi Süreciİslâm’ın fikrî temellerinde, ahlâkî kaidelerinde,Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) şahsıve şahsiyeti hakkında; hattâ Müslümanların sosyalfaaliyetlerinde olumsuz bir unsur olmamasına rağmen,yine de müşrikler çeşitli itham ve iftiralardabulunurdu. Bazılarının iddialarına göre, Peygamberimiz(sallallahü aleyhi ve sellem), çocukları annebabalarından ayırmış, insanların birlik ve beraberliklerinibozmuş, onları atalarının dininden döndürmeyeyeltenmiş, hâkimiyet ve saltanat peşindeolan bir kişidir. 1Sırf bu iddialara istinaden ilk Müslümanlar,maddî ve mânevî mahrumiyetlere maruz bırakı-34 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


lır. Bazı Müslümanlar için Habeşistan hicretleribir çözüm olarak düşünülür. Mekke’de uygulananboykotla, hayat dayanılmaz boyutlara ulaşır. İlâhîemir gereği Medine hicret yurdu olarak gösterilir.O’nun Mekke’den gizlice ayrılışıyla tertiplenen suikastteşebbüsü akim kalır. Tehditler hicret yolculuğuesnasında da Medine’de de devam eder.Yüzyılı aşkın süredir devam eden kargaşa, anarşive savaşlar neticesi Medine’de siyasî yapının oldukçadağınık olduğu görülür. Siyasî dağınıklığıönlemek için Abdullah b. Übeyy’e taç giydirilmesigündemdedir. Hicret böyle bir ortamın arifesindegerçekleşir. Bu sosyal realiteden dolayı Peygamberimiz(sallallahü aleyhi ve sellem), Medine’ye hemengirmez ve Kuba’da bir süre bekler. Bu süre içerisindeçeşitli temaslarda bulunduğunu ve stratejilergeliştirdiğini tahmin etmek güç değildir. NitekimO’nun Medine’ye silâhlı muhafızların eşliğindegirdiği biliniyor.Peygamberimiz’in dini tebliğ ederken uyguladığıusül, peygamberlik fetanetinin ayrı bir boyutuolarak yorumlanmaktadır. Daha ilk günlerdehicretin hedefine ulaşabilmesi için en mükemmelçözüm modeli olan muhacirlerle ensarı mânevîkardeş yapar. Ensar bu kardeşlerine öz kardeşi aratmayacakyardımlaşma ve dayanışma örneği sunar.Yine hicretin ilk zamanlarında Peygamberimiz(sallallahü aleyhi ve sellem) nüfus sayımı yaptırır.Nüfus sayımıyla ilgili olarak Peygamberimiz:“Müslümanlığını sözü ile açıklayanları bana yazınız.”buyurur. 2 Araştırmacılara göre Medine’deyaklaşık 1.500 Müslüman, 4.000 Arap müşrik ve4.000-4.500 Yahudi unsuru bulunmaktadır. 3Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) müteakipdönemde Medine vesikasının imzalanmasıiçin sahabilerle olduğu kadar gayrimüslim Medinelilerlede istişare eder. Hepsi Hz. Enes’in evindetoplanır ve huzur, barış ortamının oluşması hususundaortak karar alırlar. Özellikle Yahudilerleilgili maddelerinin ne zaman yazıldığı hakkındaise farklı yorumlar yapılmaktadır. İlgili maddelerdehakemliğin Peygamberimiz’e ait olması ve Resulullah(md. 42, 47) ifadesiyle kaydedilmesindenhareketle, Bedir Savaşı sonrasında imzalandığı ihtimaliüzerinde durulur. 4 “Bedir Savaşı’na kadar Yahudilerdensözlü ve fiilî bir düşmanlık vâki olmamıştı.”5 bilgisi ise antlaşmanın Bedir Savaşı’ndanönce imzalandığı ihtimalini kuvvetlendirir. “BedirSavaşı’ndan sonra Yahudiler taşkınlık yaptılar vekendileriyle Resulullah arasındaki ahdi bozdular.” 6ifadesi ve Kaynuka oğullarının antlaşmayı bozan ilkYahudi kabilesi olduğunun belirtilmesi 7 de, vesikanınBedir Savaşı’ndan önce yapıldığını teyit eder.2. Medine Vesikası’nın MuhtevasıMedine Vesikası 47 maddeden ibarettir. 8 Maddelerin1–23 arası Müslümanlarla, 24–47 arasıise Medine’de yerleşik olan Yahudi kabileleriylealâkalıdır. Sayı itibariyle az da olsa Hristiyan unsurundanda bahsedilmesi farklı din mensuplarınınkatılımı açısından önem arz eder. Biz buradavesikanın sadece Yahudilerle alâkalı maddelerinedikkat çekeceğiz.Yahudilerle ilgili hükümler şu ana başlıklar altındatoplanabilir: Yesrib çevresi haram bölgesiolarak belirlenir. Her bir zümre kendi bölgesindenmesuldür. Antlaşmaya dâhil olan herkes, Medineiçerisinde ve dışarısında güvendedir. Kendi aralarındahayırhahlık ve iyi davranış temel prensiptir.Yahudilerden ittifaka dâhil olanlar, zulmetmez vedüşmana yardım etmezlerse, yardım ve iyi davranışahak kazanır.Kan diyeti ve kurtuluş fidyesi konusunda yardımlaşmaesastır ve eşitlik kaidesi geçerlidir.Ada let ilkesi gereği mazluma yardım edilir vesuçlular korunmaz. Bu vesika hükümleri zulmedenlerive suç işleyenleri cezalandırmaya engel olarakyorumlanamaz. İhtilaf vukuunda hakem olarakPeygamberimiz’e (sallallahü aleyhi ve sellem) müracaatedilir.Yahudiler kendi dinlerinde, Müslümanlar kendidinlerinde serbesttir. Himaye hakkına sahipolmayanlar başkasını himaye etmeye salahiyetlideğildir. Hiç kimse Kureyş’e ve onların işbirlikçilerinehimaye hakkı tanıyamaz. Savaş durumundaMedine ortaklaşa savunulur. Dinî savaşlar bununistisnasını oluşturur. Yahudilerin savaşa katılmalarıPeygamberimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) izninetâbidir. Katılmaları durumunda savaş masraflarıkendilerine aittir. 9Vesikanın Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)açısından değerlendirilmesinde ise şu hususlarsöylenebilir. Malum olduğu gibi Peygamberimizyaptığı antlaşmalara hep riayet etmiştir. MedineVesikası maddelerini ihlâl edici bir davranışındanda söz edilmez. Vesikanın ihlâlinde hep gerekçegösterilen hususlar, Yahudi kabilelerin düşmancadavranışları olmuştur.Bu kapsamda zaten Bedir Savaşı’ndan sonraKaynuka oğullarıyla münasebetler olumsuz gelişir.YENİ ÜMİT DERGİSİ | 35


Bir Müslüman hanıma sarkıntılık yapılması sonrasıkarşılıklı ölüm hâdiselerinin bardağı taşıran sondamla olduğu belirtilir. 10 Nadir oğullarının muhasarasınıngerekçesini de Peygamberimiz’e (sallallahüaleyhi ve sellem) suikast teşebbüsünde bulunmalarıoluşturur. 11 Kurayza oğulları muhasarası ise,onların tekrar tekrar güvence verdikleri hâlde antlaşmayıiptal edip Ahzab Savaşı’nda Müslümanlaraihanet ederek düşmanla işbirliği yapmaları neticesiolmuştur. 12Bu maddelerin uygulanmasıyla alâkalı şu hususlarhatırlanabilir. Bilindiği gibi vesikada öldürmeve diyetle ilgili hükümler yer alır. Bu hükümlerihtiyaç ânında yardımlaşmayı âmirdir. Nitekimbu maddeye istinaden meydana gelen bir öldürmehâdisesinde diyetin ödenmesi için Peygamberimiz(sallallahü aleyhi ve sellem), Nadir oğullarından antlaşmamaddesi gereği paylarına düşen miktarı ödemelerigerektiğini bildirir. Fakat Nadir oğulları butalebe olumlu cevap vermemelerinin ötesinde, suikastteşebbüsünde bulunurlar. 13Yine vesika maddelerine göre Medine’nin ortaklaşasavunulması kararlaştırılır. Vesikanın ilgilimaddelerine göre, Bedir Savaşı’nın plânlanmamışolması ve savunma savaşı niteliğinde olmayışı sebebiyleYahudi unsurunun bulunmayışı zaten normalbir durum kabul edilebilir.Uhud Savaşı ise farklı bir niteliğe sahiptir. Çünküher şeyden önce Medine’nin ortaklaşa savunulmasıvesikanın âmir hükmüdür. Bu hükme binaenmüşrik Yahudilerden 700 civarında bir gruplaUhud Savaşı’na katılmaları talebi “Biz müşriklerdenyardım istemeyiz.” 14 ifadesiyle Peygamberimiz(sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından reddedilir.Peygamberimiz’in onlara güvenmediği ise özelliklebelirtilir. 153. Medine Vesikasının Fıkıh LiteratürümüzdekiYeriMedine Vesikası’nın fikhî tahlillerde fazla öneçıkmadığı bilinen bir husustur. Bu husus İslâm hukukçularınınMedine Vesikası’nı bilmediklerindenkaynaklanmaz. Çünkü ilk dönemlerden itibarentemel fıkıh kitaplarımızın siyer bölümlerinde hemmegazî literatürüne hem de Medine Vesikası’naçeşitli atıflar yapılır. Yalnız bu metinlerdeki atıflarıngenellikle vesikanın neticeleriyle alâkalı olduğugörülür. 16Bilindiği gibi fıkıh literatürümüzde gayrimüslimlerleyapılan antlaşmalar iki grupta değerlendirilir.Bu gruplandırmada hâkimiyet unsuru belirleyicibir kriter olarak esas alınır. Çünkü hâkimiyetunsurunun bulunup bulunmaması fıkıh sistematiğindefarklı hükümlere tâbidir. Hâkimiyetin bulunduğusözleşmeler zimmet kavramıyla; hâkimiyetinbulunmadığı sözleşmeler ise muvâdaa, musâlaha,müsâleme, muhâdene 17 gibi kavramlarla ifade edilir.İlk dönemlerden itibaren İslâm hukukuyla ilgili“siyer” kitapları/bölümlerinde devletlerarasımünasebetler detaylı incelenmesine rağmen,Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) savaşlarındanve barış antlaşmalarından bahsedilmemesidikkat çekicidir. Muhtemelen Medine Vesikası dabu genel hükme dâhildir. Bu anlayış Hanefi fıkıhusulü açısından özellikle yönetimle alâkalı icraatlarınPeygamberimiz’in devlet başkanlığı vasfıylatemellendirildiği yorumunu hatırlatmaktadır. 18Konumuzla alâkalı temel problem, MedineVesikası’nın geçiş dönemine ait bir uygulama veyazimmet hükümleriyle nesh olup olmadığı değerlendirilmesindeodaklanır. 19 Her şeyden önce şuhususların hatırlanmasında fayda vardır. Bilindiğigibi Yahudilere karşı Hayber Seferi hazırlıklarınınyapıldığı esnada bile Medine’de Peygamberimiz’le(sallallahü aleyhi ve sellem) antlaşmalarına bağlılığınıdevam ettiren Yahudilerin varlığı bilinmektedir. 20Ayrıca Hayber Seferi’ne Medine Yahudilerindenon kişinin katıldığı ve Peygamberimiz’in onlara ganimettenpay verdiği rivayet edilmektedir. 21 Hattâailesinin maişeti için aldığı gıda karşılığında zırhınıbir Yahudi’ye rehin vermesi de Peygamberimiz’in(sallallahü aleyhi ve sellem) hayatının son zamanlarınakadar Medine’de Yahudi unsurunun varlığını gösterir.22Konunun diğer bir boyutu ise cizye âyetiylealâkalıdır. Bilindiği gibi hemen hemen bütün kaynaklardaTevbe Sûresi’nin Hicret’in 9. yılında nazilolduğu hakkında ittifak vardır. Tevbe Sûresi’ninson nazil olan sûrelerden olduğu da bilinmektedir.Bu sûredeki cizye âyetinin ise, 9. yıldaki TebükSeferi’ne ait hazırlıklar sırasında veya bu gazve esnasındanazil olduğu rivayet edilmektedir. 23 Cizye ilealâkalı âyetin nüzulünden sonra Peygamberimiz’in(sallallahü aleyhi ve sellem) bazı ehli kitap ve Mecusikabilelerle zimmet sözleşmesi yaptığı kaydedilmektedir.24Medine’de kalan Yahudilerin cizye âyetindensonra zimmî statüsünde değerlendirildiği bilgisinebiz rastlamadık. Bunların “Medine Vesikası” şartlarınabağlı olarak devam etmiş olmaları kuvvetle muh-36 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


temeldir. Bu ihtimal, Tevbe Sûresi’nde bazı müşrikkabilelerle yapılan antlaşmaların sona erdiğininilân edilmesi emredilirken, antlaşma yapıldıktansonra “şartları hiçbir şey eksiltmeksizin tamamenyerine getiren ve sizin aleyhinize hiç kimseye destekvermeyen” (Tevbe, 9/4) müşriklerin bile istisnaedilmesi anlayışıyla teyit edilebilir.Bu verilere göre Peygamberimiz’in (sallallahüaleyhi ve sellem) maddî ve askerî açıdan zayıf olduğuzamanlarda gayrimüslimlerle anlaştığı, maddîve askerî bakımdan güçlü olduğu zamanlarda isesavaştığı yorumu tarihî vakaya uygun değildir.Zaten böyle bir siyaset uyguladığını varsaymak,hiçbir zaman Peygamberimiz’in şahsiyetiyle degetirdiği mesajla da bağdaşmaz. Zîrâ PeygamberEfendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) yaptığı bütünsavaşlar müdafaa eksenlidir.Bu mânâda Peygamberimiz’in bidayeti ile nihayetiarasında fark olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.Bu hususta Fethullah Gülen Hocaefendi’ninmuhteva açısından Medine Vesikası ile Veda Hutbesiarasında irtibat kurması oldukça önemli veorijinaldir: “Hoşgörü, diyalog veya bizim vazettiğimizıstılah ile herkesi kendi konumunda kabul etme düşüncesive bunun hayata intikali İslâm tarihinde bizimle ortayaçıkmış bir şey değildir. Sadece Medine Vesikası’nıbu gözle incelemeye alın; insanın hangi din, hangi ırk,hangi milletten olursa olsun din, hayat, seyahat, teşebbüsve mülk edinme hakkının olduğunu ‘İnsanlığın İftiharTablosu’ o mübarek sesini yükselterek âleme duyuruyormu duyurmuyor mu? Bu hakların dokunulmaz ve aynızamanda mukaddes olduğu Vesika’da var mı yok mu?Aynı hakikatler başka bir dille, başka bir anlatma üslûbuve edası ile Veda Hutbesi’nde tekrar ediliyor mu edilmiyormu? Medine Vesikası ile Veda Hutbesi arasında yaklaşıkon yıl var. Demek bu on yılda bir çizgi değişikliği yok;aksine tahşidat var, tahkim var.”(F.Gülen, Ümit Burcu,206)Veda Hutbesi’nde Peygamberimiz (sallallahüaleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar!Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınıznasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mukaddesbir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınızda öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.”25 Hitabın “Ey insanlar!” diye başlaması, ilgilihükümlerin inanan-inanmayan herkese şamil olduğunugösterir ve evrensel insanî değerler olduğunuilân eder.NeticeMedine Vesikası’nın ruhu; farklı inanç ve ırktaninsanlarla savaşsız barış içerisinde bir arada yaşama,sosyal münasebetlerde hayırhahlığı ve iyi davranışıesas alma, iç ve dış güvenliğin sağlanmasında işbirliğiyapma şeklinde özetlenebilir. Bu ruh; iletişimaraçlarının dünyayı küçülttüğü, büyük ölçekli nüfushareketlerinin gerçekleştiği ve sınırların eskideğerini kaybettiği günümüz dünyasında daha daönem kazanmaktadır.*Atatürk Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesiagunes@<strong>yeni</strong>umit.com.trDipnotlar1. bkz. İbn Hişam, es-Siretü’n-nebeviyye, byy. ts. I, 289, 2<strong>95</strong>,298, 344, 382.2. Buharî, Cihad, 181, Müslim, İman, 235.3. Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, çev. SalihTuğ, İstanbul 1993, I, 183.4. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 1<strong>95</strong>.5. Şafiî, Muhammed b. İdris, el-Ümm, Beyrut ts. IV, 181.6. Şeybanî, Muhammed b. el-Hasan, Kitabi’s-siyeri’l-kebir,Beyrut 1997, (Serahsi’nin şerhi ile birlikte), V, 3.7. İbn Hişam, III, 51.8. İbn Hişam, II, 501-504; Ebu Ubeyd, Kasım b. Sellam,Kitabu’l-emval, Kahire 1975, 260-264.9. Vesika muhtevasının hukukî-siyasî analiziyle ilgili olarakbkz. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 191-201; Tuğ, s. 43-46; Bulaç, Ali, “Asr-ı Saadet’te Bir Arada Yaşama Projesi:Medine Vesikası”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet’te İslâm,Editör: Vecdi Akyüz, İstanbul 19<strong>95</strong>, II, 169-1<strong>95</strong>.10. İbn Hişam, III, 51.11. İbn Hişam, III, 199 vd.12. İbn Hişam, III, 244 vd.13. İbn Hişam, III, 199 vd.14. Ebu Davud, Cihad, 142.15. Şeybanî, IV, 192.16. Bkz. Şeybanî, V, 3.17. Şeybanî, V, 18, 30.18. Debusî, Ebu Zeyd Abdullah b. Ömer, Takvimu’l-edille fiusuli’l-fıkh, Beyrut 2001, s. 249-252.19. Krş. Sönmez, Abidin, Rasulullah’ın Diplomatik Münasebetleri,İstanbul 1984, s. 97.20. Vakidî, Muhammed b. Ömer, Kitabu’l-megazi, Oxford1966, II, 634, 635, 637.21. Vakidî, II, 684.22. Buharî, Cihad, 89; Tirmizî, Buyu’, 7.23. Fayda, Mustafa, Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müslimler, İstanbul1989, s. 115.24. Hamidullah, Muhammed, Mecmuatü’l-vesaiki’s-siyasiyye li’lahdi’n-nebeviyyive’l-hilafeti’r-raşide, Beyrut 1987, s. 150 vd.25. Buhari, Diyat, 6; Müslim, Kasame, 25.YENİ ÜMİT DERGİSİ | 37


YENi ÜMiTMustafa YILMAZ*Ocak / Şubat / Mart 2012 - Sayı <strong>95</strong>İhlâsın Kırılma Noktalarıİhlâs, Allah tarafından temiz kalblere bahşedilmiş, azları çok eden, sığ şeyleriderinleştiren ve sınırlı ibadet ü taati sınırsızlaştıran öyle sihirli bir kredidir ki,insan onunla dünya ve ukbâ pazarlarında en pahalı nesnelere tâlip olabilir veonun sayesinde âlemin sürüm sürüm olduğu yerlerde, hep elden ele dolaşır.Hâlis olma, kalbi dupduru tutma, riya vebenzeri virüslerin ağına düşmeme, kulluğuHakk’ın hoşnutluğundan başka hiçbirmülâhaza ile bulandırmama gibi mânâlara gelenihlâs, Yüce Yaratıcı’ya vefalı ve sadık olmanın lüzumlubir neticesidir.Cenab-ı Allah Kur’ân-ı Kerîm’in değişik âyetlerinde,kullarına, kulluklarını ihlâsla yerine getirmeleriniemretmiş, peygamberân-ı izam efendilerimizinhepsinin ihlâslı/ihlâsa erdirilmiş kimselerolduğunu söylemiş, sadece ihlâsla amel edenlerinmükâfatlandırılacağını müjdelemiş ve ihlâslı olmayanlarınşeytanın oyunlarına her zaman açık, dolayısıylada kaybetmeyle karşı karşıya olduklarınıihtar etmiştir.Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) da,Cenab-ı Hakk’ın, kullarının sûretlerine değil dekalblerine baktığını ve sadece amelin ihlâslı olanınıkabul edeceğini ifade buyurarak bu çok önemlihususa dikkatlerimizi çekmiştir. İhlâslı olmayanamelden geriye sadece karşılıksız bir yorgunluk,açlık veya susuzluk kalacağını ifade buyuran dayine bizzat Efendiler Efendisi’dir.Bir defasında kendisine, “Bir adam şan ü şerefve bir karşılık almak için gazaya çıkarsa bunun hakkındane buyurursunuz?” diye sorulmuş, Efendi-38 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


miz de üç defa “Onun Allah nezdinde alacağı birşey yoktur.” dedikten sonra “Allah, ancak kendi rızasıumularak ve Allah için hâlisâne yapılan ihlâslıamelleri kabul eder.” buyurmuştur. 1İhlâsın kıymet ve ehemmiyetini kısaca arz ettiktensonra, bu çalışmada Üstad Bediüzzaman’ıneserleri ışığında, ihlâsı kıran sebepleri incelemeyeçalışacağız.İhlâs, Bediüzzaman Hazretleri’nin, Risale-iNurlarda en fazla üzerinde durduğu ve fevkalâdebir titizlikle ele aldığı konulardan birisidir. Risalelerindeğişik yerlerinde temas etmekle beraber,‘ehemmiyet’ ve ‘nûrâniyetine’ binaen konuya 20.ve 21. Lem’a olarak iki müstakil bölüm ayıran Bediüzzaman,bu bölümlerin ilkinde daha ziyadeMüslüman toplumlarda sorumluluk konumunda,ikincisinde de iman ve Kur’an’a hizmet dairesindebulunmanın gerektirdiği mükellefiyetleraçısından ihlâsı ele alır. Üstad, “bütün kuvvetimizleihlâsı kazanmaya mecbur ve ihlâsın sırrını kendimizdeyerleştirmeye muhtaç” olduğumuzu ifade ederek, 21.Lem’a’nın en az on beş günde bir defa okunmasınıistemiştir. Üstad’ın, sıklıkla okunmasını tavsiye ettiğibaşka risaleleri de vardır; fakat belli zaman periyoduiçinde tekrar edilerek okunmasını istediği tekrisale işte bu 21. Lem’a’dır.Üstad Bediüzzaman’a göre ihlâs, en mühim biresas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi,en sağlam bir istinat noktası, hakikate ulaştıran enkestirme bir yol, en makbul bir dua, maksada ulaştırmadaen kerametli bir vesile, en yüksek bir hasletve en duru bir ibadettir. Uhuvvet, ittifak ve ittihatgibi yüksek meziyetler de sadece ihlâsla kazanılabilir.Ayrıca, evliyaullahın iltifat, himaye ve destekleriyalnızca ihlâsa binaen gelir. Tevfik-i İlâhî’ninen önemli vesilesi de yine ihlâs ve samimiyettir.İhlâsın hususiyetleri bunlarla da sınırlı olmayıp,onda çok daha başka nurlar ve kuvvetler vardır.Ayrıca içinde yaşadığımız dönem gibi, fitnelerin,bid’atların, dalâletlerin kol gezdiği, her türdendüşmanların değişik tazyîkatlarla inananlar ve Hakyolda hizmet için gayret edenler üzerinde baskılaroluşturduğu bir zamanda, çok âciz, zayıf ve muhtaçolan bizlerin, üzerimizdeki kulluk mükellefiyetlerinihakkıyla yerine getirebilmek ve bir ihsan-ıİlâhî olarak omzumuza konulmuş iman ve Kur’ânhizmetini daha ilerilere götürebilmek için ihlâsıkazanmaya ve korumaya olan ihtiyacımız açıktır.Aksi takdirde, büyük bir mesuliyet altına girmiş,bu kudsî hizmete zarar vermiş, âyet-i kerîme vehadîs-i şerîflerdeki şiddetli îkazların elim neticele-rine maruz kalmış oluruz. Böyle bir âkıbetten dehiç kimse kendini emin görmemelidir; zîrâ nefs-iemmâre çok mekkâr ve çok gaddardır, çok tuzaklarıvardır.Üstad Hazretleri eserlerinin değişik yerlerindeihlâsın kırılabileceğini, zedelenebileceğini, bozulabileceğini,kaçabileceğini ve kaybedilebileceğini,dolayısıyla böyle bir kayıp yaşamamak için her zamanteyakkuz hâlinde yaşamamız gerektiğini ifadeetmektedir. 21. Lem’a’da, “Samimî ihlâsı kıran adam,bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukût eder.Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var. Ortada tutunacakyer bulamaz.” derken, 20. Lem’a’ya serlevhayaptığı şu hadîs-i şerîfte ifade edilen tehlikeye birkez daha dikkatleri çekmek istemiş gibidir: “İnsanlarhelâk oldu; âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu;ilmiyle amel edenler müstesna. Amel edenler de helâkoldu; ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahiplerine gelince,onlar da pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.” 2Üstad Hazretleri’nin “Yılandan, akrepten çekindiğinizgibi onlardan çekininiz.” dediği ihlâsı kıransebepler çoktur. Zaten Üstad da, İhlâs Risalesi’nde“Pek çok esbaptan iki-üçünü muhtasaran beyanedeceğiz.” demiştir. Üstad bu sebeplerden bazılarınıİhlâs Risalelerinde, bazılarını da başta lâhikalarolmak üzere diğer eserlerinde zikretmiştir. Buradanitibaren işte o sebepleri, özetle nakletmeye çalışacağız.İhlâsı kıran veya onun kıymetini düşürensebepler şunlardır:Maddî-Mânevî RekabetÜstad Hazretleri’ne göre, maddî herhangi birşey için yapılan rekabet ve menfaat beklentisi ihlâsıyavaş yavaş kırar ve hizmete zarar verir. Ayrıca hemo maddî menfaati kaçırır hem de insanı ehl-i hakikatnazarında sakîl bir duruma sokar.“İnşaallah menfaat-i maddiye sizleri rekabetesevk etmeyecek” diye talebelerine hem dua edenhem de hedef gösteren Üstad, onlara müstağni vemütevekkil davranmalarını, insanlardan gelecekbir kısım menfaatler hakkında beklentilere girmemelerinitavsiye eder. Üstada göre buna ihtiyaç dayoktur, zîrâ bu millet hakikat ve ahiret için çalışanlaraher zaman hürmet beslemiş ve onları hiçbirzaman yardımsız bırakmamıştır.Uhrevî menfaatler noktasında da aldanmanınmümkün olduğunu söyleyen Üstad Hazretleri,bu türlü bir kayıpla karşı karşıya kalmamak için,şahsî ve cüz’î bir sevapla yetinilmemesini, bununyerine ihlâs, tesanüd, ittihad ve uhuvvet içerisindeiştirak-i a’mâl düsturuyla teşrik-i mesaî yaparakhizmet edilmesini öğütlemektedir. O, bu şekildeYENİ ÜMİT DERGİSİ | 39


eraber hareket etmekten kaynaklanan bütün nurve sevabın, fazl-ı İlâhî ile o hizmete iştirak edenher bir ferdin amel defterine tamamıyla gireceğinimüjdeler. “Şahsî, cüz’î bir sevap nerede; iştirak-ia’mâl noktasında tezahür eden sevap ve nur nerede!”diye soran Üstad, “Bu azîm kâr, rekabetle veihlâssızlıkla kaçırılmaz.”der. 3Üstad Hazretleri sırr-ı ihlâsa zarar gelmemesiiçin müminlere şöyle bir iksir sunar: “Kardeşlerinizinnefislerini nefsinize, şerefte, makamda, teveccühte,hatta menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşunagiden şeylerde tercih ediniz.” 4Hubb-u CâhHubb-u câh kısaca makam sevgisi, şöhret tutkusuve teveccüh beklentisi; şan, şeref ve rütbe arzusudemektir. Üstad Hazretleri bu hususu değişikyerlerde “kendini beğendirmeye çalışmak, şahsınımedhetmek, satmak ve hodfuruşluk etmek”şeklinde de ifade eder. İhlâsa zıt olan bu hâli birruh hastalığı ve bencilliğin en önemli sebeplerindenbiri olarak tavsif eden Üstad, konuyla alâkalıolarak şunları söyler: “Hubb-u câhtan gelen şöhretperestliksâikasıyla, şan ve şeref perdesi altındateveccüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkatikendine celb etmekle enâniyeti okşamak ve nefs-iemmâreye bir makam vermek en mühim birmaraz-ı ruhî olduğu gibi, ‘şirk-i hafî’ tabir edilenriyâkârlığa, hodfuruşluğa kapı açar, ihlâsı zedeler.” 5Bediüzzaman Hazretleri’ne göre, hubb-u câhda kardeşler arasında rekabete sebep olabilir. BununNur mesleğine bütün bütün münafi olduğunusöyleyen Üstad, uhuvvetteki makamın genişolduğunu ifade ederek bize şöyle düşünmemizitavsiye eder: “Madem kardeşlerin şerefi umumiyetleher ferde ait olabilir; o büyük şeref-i mânevîyişahsî, hodfuruşâne, rekabetkârâne, cüz’î bir şerefeve şöhrete feda etmek, Risale-i Nur şakirtlerindenyüz derece uzak olduğu ümidindeyim. Evet,Risale-i Nur şakirtlerinin kalbi, aklı, ruhu böyleaşağı, zararlı, süflî şeylere tenezzül etmez.” 6Bu hususa Nurların değişik yerlerinde temaseden Üstad Hazretleri bir yerde de şöyle der:“Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki verilir. Verilsede onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kay beder,riyâya girer. Şan ü şeref arzusuyla teveccüh-ü nâsise; ücret ve mükâfat değil, belki ihlâssızlık yüzündengelen bir itâb ve bir mücâzâttır. Evet, amel-isâ lihin hayatı olan ihlâsın zararına teveccüh-ü nâsve şan ü şeref, kabir kapısına kadar muvakkat olanbir lezzet-i cüz’iyeye mukâbil, kabrin öbür tarafındaa zab-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından;teveccüh-ü nâsı arzu etmek değil, belki ondan ürkmekve kaçmak lâzımdır.” 7Üstad Hazretleri kendisinin insanların teveccühünüasla istemediğini, aksine ondan kaçtığını daşöyle dile getiriyor:“Eğer asılsız ve riyaya sebep ve ihlâsı kıracak birşöhret-i kâzibeyi kırmak için teveccüh-ü âmmeyihakkımda bozmak murad ise onlara rahmet…Çünkü teveccüh-ü âmmeye mazhar olmak vehalkların nazarında şöhret kazanmak, benim gibiadamlara zarardır zannederim. Benim ile temasedenler beni bilirler ki; şahsıma karşı hürmet istemiyorum,belki nefret ediyorum. Hattâ kıymettarmühim bir dostumu, fazla hürmeti için belki ellidefa tekdir etmişim.” 8KorkuÜstad Bediüzzaman’ın insî ve cinnî şeytanlarınönemli desiselerinden biri olarak ele aldığı ve‘hiss-i havf’ dediği korku ile kastettiği husus, değişiktehdit, vehim veya endişeler sebebiyle Kur’anhizmetlerinden geri durmaktır. İşte bu korku daihlâsı kıran sebeplerden biridir.Desiseci zalimlerin insanda güçlü bir his olanbu korku damarından istifade ederek, avâmıyla,âlimiyle inananları yıldırdıklarını, çok ehemmiyetsizvehimlerle çok mühim şeyleri feda ettirdiklerinive böylece onları yapacakları hayırlı işlerden el çekmeyezorladıklarını ifade eden Bediüzzaman, bukorku ve endişelerin reçetesini de yine Hücümât-ıSitte risalesinde vermektedir. Yapılacak şey, “Hasbünallahüve ni’mel-vekîl/Allah bize yeter; O negüzel vekildir.” kalesine sığınmak ve çok düşük birihtimal ile şu kısacık fani hayata bir zarar gelmesikorkusundan, hayat-ı ebediyeye katiyetle zarar verecekbir yola bilerek girmemektir.Evet, böyle bir vehme, böyle bir endişe ve korkuyaihtiyaç yoktur. Çünkü inanan ve hizmet edeninsanlar, yine Üstad Hazretleri’nin defalarca tekrarettiği ifadesiyle, Rabb-i Rahîm’in inayet ve himayesialtındadırlar.Tama’Tama’ diğer ifadesiyle tamah; açgözlülük, hırs vedoymazlık demektir. Hak rızasına matuf olmayanne olursa olsun, o hususta hırs göstermek müminiçin bir haybet, hüsran ve ziyan sebebi sayılmıştır.Üstad Bediüzzaman’ın şeytanların üçüncü desisesive gazab-ı İlâhî’nin bir sebebi olarak Hücumât-ıSitte’de şerh ettiği ve kurtulma yollarını gösterdiğitama’ ile kastettiği daha ziyade rızık ve maîşet konusundagösterilen hırstır. Üstad’a göre, bu tama’40 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


zaafı ehl-i diyanetin çoğunun ehl-i dünya ve ehl-idalâlet tarafından ‘avlandığı’ boşluklardan biridir.Ona göre bu hırs hastalığından kurtulmanın çaresi,Cenab-ı Hakk’ın Rezzâk-ı Hakîkî, rızkın dakaderle tayin edilmiş olduğuna inanmak ve hemRahîm hem Kerîm olan ihsan sahibi Rabb’in rahmetiniitham eder ve keremini hafife alır bir surettekatiyen başkalarına yüzsuyu dökmemektir. Ayrıcahelal ve meşru rızık insanın aczine ve fakrına binaengelir. Kanaat edip iktisatla davranan bir kimsehiçbir zaman darlık ve yokluğa maruz kalmaz.Üstad Hazretleri, ehl-i dünyanın, vereceklerişeyleri ucuza vermeyeceğini, çok cüz’î bir dünyalıkkarşılığında bile ya insanların vicdanlarını yahutbazı mukaddesâtı rüşvet olarak almak isteyecekleriniifade eder. Üstad’ın bu hususta dostlarınatembîhâtı çok nettir: “Evet, ehl-i dünya, hususanehl-i dalâlet, parasını ucuz vermez, pek pahalı satar.Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardımedecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyitahrip etmeye bazen vesile olur. O pis hırsla,gazab-ı İlahîyi kendine celb eder ve ehl-i dalâletinrızasını celbe çalışır. Ey kardeşlerim! Eğer ehl-idünyanın dalkavukları ve ehl-i dalâletin münafıkları,sizi, insaniyetin şu zayıf damarı olan tama’yüzünden yakalasalar, geçen hakikati düşünüp, bufakir kardeşinizi numûne-i imtisal ediniz.” 9Tûl-i EmelHayat ile ölüm arasındaki perdenin hem çokince hem de her an aralanabilir olduğundan sarf-ınazar ederek sonu gelmez dünyevî arzulara kapılmakdemek olan tûl-i emel, az önce zikredilen hırsınhem sebebi hem de neticesi gibidir. Aralarındafâsit bir daire (kısır döngü) olduğu da söylenebilir.Tûl-i emel, insana ahireti unutturduğundan, AllahResûlü’nün, ümmeti hakkında endişe ettiği hususlarınbaşında gelmektedir.Üstad Hazretleri tûl-i emeli, “ihlâsı zedeleyen,riyaya ve dünyaya sevk eden” bir hastalık olarak tarifetmiş, sebebinin “tevehhüm-ü ebediyet” yanisonsuza kadar yaşayacağını düşünmek, ilâcının da,“riyadan nefret veren ve ihlâsı kazandıran râbıta-yımevt” olduğunu söylemiştir. 10 Râbıta-yı mevt, bilindiğiüzere ölümü düşünüp, dünyanın fânî olduğunumülâhaza etmektir.Keşf ü Keramet ArzusuMektûbat’ında İmam Rabbanî Hazretleri’nin,“Hakâik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binlerezvâk ve mevâcid ve keramâta tercih ederim.” dediğininakleden Bediüzzaman Hazretleri, Allah’ın dostluğunatâlip olanların bütün himmetlerini imanhakikatlerinin takviyesine sarf etmeleri gerektiğinisöyler. Önemli olan, keşif ve kerametlere sahip olmakve bunların zevkini yaşamak değil, Allah nezdindekabul gören bir imanı elde etmektir. Üstad’agöre Hak dostları bu tür şeylerin tâlibi olmadığıgibi, istekleri dışında mazhar oldukları zaman daonları setretmeye çalışır. Üstad bu hususları şöyleifade eder:“Ehl-i velâyet, hizmet ve meşakkat ve musibetve külfeti hoş görüyorlar, nazlanmıyorlar, şekvâetmiyorlar. ‘Elhamdülillahi alâ külli hâl’ diyorlar.Keşif ve keramet, ezvak ve envar verildiği vakit, biriltifât-ı İlâhîye nevinden kabul edip setrine çalışıyorlar.Fahre değil, belki şükre, ubudiyete daha ziyadegiriyorlar. Çokları o ahvâlin istitar ve inkıtâınıistemişler, tâ ki amellerindeki ihlâs zedelenmesin.Evet, makbul bir insan hakkında en mühim birihsan-ı İlâhî, ihsanını ona ihsas etmemektir; tâ niyazdannaza ve şükürden fahre girmesin.İşte bu hakikate binaendir ki, velâyeti ve tarikatiisteyenler, eğer velâyetin bazı tereşşuhâtı olan ezvakve kerâmâtı isterlerse ve onlara müteveccih iseve onlardan hoşlansa, bâki, uhrevî meyveleri fânîdünyada, fânî bir surette yemek kabilinden olmaklaberaber, velâyetin mayası olan ihlâsı kaybedipvelâyetin kaçmasına meydan açar.” 11Hizmet Karşılığında Beklentilere GirmekAllah yolunda gösterilen cehd ü gayretleridünyevî bir kısım beklentilere bağlamamak ihlâsınkırılmaması ve kaybolmaması için önemli bir düsturdur.Bu zaviyeden hizmet insanları, sadeceAllah’ın hoşnutluğunu hedeflemeli, Allah’ın sevgilikulları olan peygamberler gibi, “in ecriye illâ alallah/benimmükâfatımı verecek sadece Allah’tır.”demelidir.Lem’alar’da, “Hizmet-i dini<strong>yeni</strong>n mukabilindedünyada bir şey istenilmemeli ki, ihlâs kaçmasın.”12 diyen Bediüzzaman Hazretleri, KastamonuLâhikası’nda ise bu dünyanın ücret yeri değil de birhizmet mahalli olduğunu şu cümlelerle ifade eder:“Bu dünya darü’l-hizmettir; ücret almak yerideğildir. A’mâl-i sâlihanın ücretleri, meyveleri,nurları berzahta, ahirette dir. O bâki meyveleri budünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek,ahireti dünyaya tâbî etmek demektir. O amel-isalihin ihlâsı kırılır, nuru gider. Evet, o meyveleristenilmez, niyet edilmez. Verilse, teşvik için verildiğinidüşünüp şükreder.” 13Risale-i Nur müellifi Üstad Bediüzzaman, he-YENİ ÜMİT DERGİSİ | 41


diye kabul etmemesinin en önemli sebebi olarak dayine ihlâsın zedelenmemesini zikreder: “Çok ricaederim ki, gücenmeyiniz, hediyeyi kabul edemedim.Adem-i kabulün esbabı çoktur. En mühim birsebep, benim, kardeşlerim ve talebelerimle olan münasebetinsamimiyetini ve ihlâsı zedelememektir.” 14Ayrıca Nurlar ve nur hizmeti şahsî kemâlât vemanevî makamlar için de alet edilmemelidir. Üstadbir yerde nefsine (ve nefislerimize) hitaben şöyleseslenir: “Sakın, sakın, hakâik-i imani<strong>yeni</strong>n tefsiriolan Risale-i Nur’u kendi şahsî menfaatlerine vehattâ mânevî kemâlâtlarına ve belâlardan ve muzırşeylerden kurtulmaklığına âlet yapma. Tâ kiNur’un en büyük kuvveti olan ihlâs-ı hakikî zedelenmesin!”15HastalıkBu başlık altında Üstad Bediüzzaman’dan nakledeceğimizifadeler oldukça dikkat çekicidir. Onagöre ‘hastalık damarı’ insanda en zayıf damarlardanbiri ve yapılacak hizmetlerin önünde dehşetli birmânidir. Üstad niçin öyle olduğunu, ‘sırlı bir hakikattir’diyerek şöyle dile getirir: “Hastalığa ehemmiyetverdikçe, hiss-i nefs-i cisim galebe eder;”Zarurettir, mecburiyet var.” der, ruh ve kalbi susturur,doktoru müstebit bir hâkim gibi yapar, tavsiyelerineve gösterdiği ilâçlara itaate mecbur ediyor.Bu ise, fedakârâne, ihlâsla hizmete zarar verir.” 16Üstad’ın ifadeleri yanlış anlaşılmamalıdır. ElbetteCenab-ı Allah’tan sıhhat ve afiyet istenilecek,gerektiğinde doktora müracaat edilecek, lüzumludiğer esbaba riayet edilecektir. Burada dikkat çekilenhusus ise, hizmet etme imkânı varken hastalıklarıbahane ederek hizmetten geri durmanın ihlâslabağdaşmadığıdır.NeticeUnutulmamalıdır ki, insanların en üstün yanlarıAllah ile irtibatlarında ve ihlâslarında, en zayıfve düşük yanları da o irtibatın zayıf olmasında veihlâssızlıklarındadır. Risale-i Nurlarda defalarca ifadeedildiği gibi inananların vazifesi ihlâsla Cenab-ıHakk’a kulluk ve dinine hizmet etmektir. Hizmettekimuvaffakiyet de ihlâstan kaynaklanır. İhlâsolmayınca tevfîk-i İlâhî de olmaz. Hakk’ın inayetiolmadan muvaffakiyetin olmayacağı da açıktır. Ayrıcaihlâsın da kendi içinde dereceleri, mertebelerivardır. Onun için hepimiz Cenab-ı Allah’ın bizimiçin takdir buyurduğu ihlâs seviyesini yakalamayave o seviyeyi kırmadan, bozmadan, zedelemeden,kaybetmeden muhafaza etmeye mecburuz. İşteyukarıda bir kısmı sıralanan virüs ve hastalıklar oseviyeyi korumanın önündeki en büyük engellerdir.Ayrıca bunlar insî ve cinnî düşmanların insanırahatlıkla avlayabileceği en zayıf yanlar ve en büyükboşluklardır.Üstad Bediüzzaman’a göre, bunların hepsimânâsız, lüzumsuz, zararlı, kederli, sakîl,riyakarâne bir kısım süflî hisler ve cüz’î menfaatlerdir.Bu hislere mağlup olan, o cüz’î menfaatleretakılıp peşinde koşanlar hizmet-i kudsiyeyi kısmenzayi etmiş.. “Âyetlerimi az bir fiyatla, yani dünyamenfaati karşılığında satmayın.” 17 mealindeki âyetinşiddetli tehdidini nazara almamış, hizmetteki kardeşlerininhukukuna tecavüz etmiş, iman hakikatlerininkudsiyetine karşı hürmetsizlikte bulunmuşolurlar. Böyleleri de ya ‘şefkat’ ya da ‘zecr’ tokadınamaruz kalırlar.Merhameti sonsuz Rabb’imizden kazanma kuşağındabu tür kayıplar yaşamaktan bizi korumasınıdiliyor ve İhlâs Risalesi’nin sonundaki dua ile bubahsi noktalamak istiyoruz:Allah’ım! İhlâs hakkı için, bizi bütün davranışlarındaihlâsı hedefleyen ve ihlâsa erdirilmiş kullarındaneyle. Âmîn, âmîn!..*İlâhiyatçı-Yazarmyilmaz@<strong>yeni</strong>umit.com.trDipnotlar1. Nesâî, Cihad 242. el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/415; el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’ddîn3/414, 4/179, 362; el-Gazzâlî, Meâricü’l-Kuds s.88.3. Lem’alar, Şahdamar Yayınları, sh. 205-2074. Lem’alar, sh. 2035. Lem’alar, sh. 2076. Lem’alar, sh. 2077. Lem’alar, sh. 1878. Mektubat, sh. 689. Mektubat, sh. 47210. Lem’alar, sh. 20411. Mektubat, sh. 507-50812. Lem’alar, , sh. 18813. Kastamonu Lâhikası, sh. 10514. Barla Lâhikası, sh. 11715. Emirdağ Lâhikası, sh. 34716. Emirdağ Lâhikası, sh. 23217. Bakara, 2/41; Mâide, 5/4442 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


YENi ÜMiTProf. Dr. Abdulhakim YÜCE*Ocak / Şubat / Mart 2012 - Sayı <strong>95</strong>Mürşid, dava ve düşüncesini herhangi bir beklentiye girmeden tam bir adanmışlıkruh hâleti ve ölesiye bir gayretle hemen her zeminde mırıldanıp duranve ulaşanla ulaşılacak olan arasında bir köprü insanıdır.CİZRELİ (SERDEHLLİ)Şeyh SeydaKısaca HayatıŞeyh Seyda hakkında bilgi edinebileceğimizkaynak sayısı az olmakla birlikte, onuneserleri ve bazı mektupları; kendisini bizzatgörenlerin sözlü ifadeleri ve hakkında yazılanbir iki çalışmadan şu genel bilgileri derlemişbulunuyoruz: Asıl ismi Muhammed Said olanŞeyh Seyda 1 1889 senesinde Cizre’de doğdu. MuhammedSaid henüz bir yaşındayken, babası ŞeyhÖmer ez-Zenganî hac yolculuğu sırasında 1890senesinde Cidde’de vefat etti. Küçük yaşta yetimkalan Muhammed Said, yedi yaşına kadar konuşamadıve yürüyemedi. Yedi yaşından sonra yavaşyavaş konuşan Muhammed Said ilim öğrenmeyebaşladı. 17 yaşına geldiği zaman ilim tahsilini tamamlayarakağabeyi Şeyh Siracüddin’den icazetaldı ve müderrisliğe başladı.Dayısı Şeyh Muhammed Nûri ed-Derşevî’ninsohbetlerinde bulundu. Bir süre sonra dayısı onuirşad için gittiği yerlere beraberinde götürmeyebaşladı. 30 yaşına gelince dayısının kızıyla evlendi.Dayısı Şeyh Muhammed Nûri ölüm döşeğindeyatarken oğullarını ve halifelerini yanına çağırarak;“Artık bundan sonra şeyhiniz Seyda’dır.” dedi veMuhammed Said Efendi’yi yerine vazifelendirdi.Şeyh Seyda bu sırada 40 yaşlarında bulunuyordu.Ömrünü İslâm dininin emir ve yasaklarınıöğrenmeye, öğretmeye, insanlara anlatıp onlarındünya ve ahirette kurtuluşa ermelerine sarf edenŞeyh Seyda, 1968 (h. 1387) senesi Ramazan bayramındanyedi gün sonra pazar gecesi çocuklarınaşu vasiyette bulundu: “Benden sonra şeyhinizNurullah’tır. 2 Çünkü onu hem zâhir hem debâtında imtihan ettim. İmtihanı başarıyla kazandı.”Bu konuşmadan sonra hane halkı dağıldı. Hizmetmaksadıyla yanında bulunan Hacı MuhammedBûzi’ye evine gitmesi için izin verdi. Yanında yalnızcaHacı Kasım vardı. Kıbleye karşı namaz kılıyormuşgibi oturdu. Kendisinde hiç ölüm alâmetiyoktu. Birdenbire ağzını açtı yumdu ve sustu. HacıKasım dokunduğunda Şeyh Seyda Hazretleri’ninvefat ettiğini anladı ve ailesine bildirdi. Ertesi sabahMolla Süleyman el-Hüseynî gasl ve tekfîn işleriniyürüttü ve cenazesi evinin içine defnedildi.Kendisinden icazet almış, 150’ye yakın talebesive 100 kadar halifesi vardı. Talebe ve halifelerininçoğunu Suriye, Irak, Arabistan gibi memleketleregönderdi. Tasavvuf şeyhlerinin yaygın bir geleneğiolmamasına rağmen, sayısı yediye varan irili ufaklıYENİ ÜMİT DERGİSİ | 43


kitap kaleme aldı. Ayrıca halife ve talebelerine gönderdiğive bir cilt hâlinde toplanan mektupları dabulunmaktadır.Vasiyeti üzerine Şeyh Seyda’nın yerine oğluŞeyh Muhammed Nurullah geçti. Şeyh SeydaHazretleri’nin Şeyh Muhammed Nurullah’tanbaşka halifeleri şunlardır: Şeyh Fahreddin el-Arnasî, Muhammed Beşir el-Alkemşî, Hasan eş-Şeyh Hasenî, Halil el-Bacırmanî, Yûsuf el-Vezerkî,Cemil ed-Danışmânî, Cemil el-Antakî, Seyyid Aliel-Fındıkî, İbrahim el-Karsî, Muhammed Emined-Diyarbekrî, Abdullah el-Filfilî, Mustafa ed-Doğubeyazıtî, Muhammed Üveys el-Mardinî, Abdurrahmanes-Sarûhî.Şeyh Seyda Hazretleri Nakşibendiyye yolununHalidiyye koluna mensuptu. Ayrıca Kâdiriyyeve Rufâiyye yollarından da ders veriyordu. Tarikatsilsilesi Şeyh Hâlid-i Cezerî yoluyla MevlânaHâlid-i Bağdâdî’ye ulaşmaktadır. Mevlâna Hâlid-iBağdâdî’ye kadar olan silsilesi şöyledir: Şeyh MuhammedSaid Seyda el-Cezerî, Mevlana ŞeyhMuhammed Nûri ed-Dırşevî, Şeyh MuhyiddinZekâî, Şeyh Abdülhakim ed-Dırşevî, Şeyh Ömerez-Zenganî, Şeyh Hâlid-i Zibarî, Şeyh MuhammedAynî, Şeyh Salih Subkî, Şeyh Halid el-Cezerî,Mevlâna Halid-i Bağdadî.Bazı HususiyetleriŞeyh Seyda’dan söz eden kişiler şu özellikleriüzerinde âdeta ittifak etmişlerdir:*Medreselerde okutulan İslâmî ilimlerin hementamamında derin bir bilgiye sahip olmasının yanında,Arap edebiyatına ve diline olan vukûfiyetiylede meşhurdu. Talebe ve müritlerine yazdığı bazımektuplardaki belâgat, edebî sanat ve ilmî derinlikbunun açık bir delilidir. Bu özelliği vaaz ve sohbetlerineayrı bir seviye kazandırmakta ve en muannitkişilerin bile hidâyet yoluna girmelerine vesile olmaktaydı.Avam halk üzerinde derin bir tesire sahipti.Adam öldürme, hırsızlık yapma, yol kesmevb. günahlar işleyen kişiler bile onun irşadıyla bukötü fiillerden kaçınır hâle gelir ve ibadetlerine devamederlerdi.*Adeta kemiksiz denecek kadar yumuşak birvücuda sahip olmasının yanında yüzüne bakılamayacakkadar heybetli ve nurlu bir simaya da sahipti.Şeyh Seyda etrafına toplanan her seviyedeki insanınsevgisine mazhar olmuştu, öyle ki ziyaretçilerisaatlerce huzurunda kaldıkları hâlde sıkılmaz, onupürdikkat dinler veya sessizce otururlardı.* Teheccüd namazı başta olmak üzere, bütünnafileleri eda etmeye dikkat ederdi. Ancak bunubir üstünlük olarak görmez aksine bu ibadetleriCenâb-ı Hakk’ın kendisine verdiği ve şükrünü edaetmekten âciz olduğu birer nimet olarak görürdü.Farz namazlardan sonra saatlerce dizüstü oturarakAllah’ı zikrederdi; öyle ki etrafındakiler bir dahakalkamayacağını zannederlerdi.*Söz ve davranışları yapıcı ve yumuşaktı. Sohbetlerindeen çok vurgu yaptığı hususların başındatakva, birlik-beraberlik, kardeşlik, sıla-ı rahim gibikonular gelmekteydi.*Sayıları yüzleri bulan talebelerine sadece ilimöğretmiyor, onları mânevî açıdan da eğitiyordu.İlme olan aşkı, onca zikir, irşad, mücahede ve ibadetinyanı sıra ömrünün sonuna kadar okuma veokutma ile meşgul olmasına vesile olmuştu.*Asla ümitsizliğe kapılmaz, en azgın kişileri bileirşad etmekten çekinmezdi.*Cömertliğiyle nâm salmıştı. Çevreden gelenonlarca âmâ, sakat ve düşkün kişiyi barındırıyor veonların geçimlerini sağlıyordu. Zayıf ve düşkünlerbaşta olmak üzere her insana merhametli davranırdı.Bu merhametinden hayvanlar da nasibini alırdı.*Kendisini ziyaret eden bir hamalın yük taşımakiçin yanında bulundurduğu ipi öpecek kadarmütevazıydı. Bu davranışıyla emeğe olan saygısınıortaya koyduğu gibi her insanın değerli olduğunuda göstermiş oluyordu. Ancak tevazuu sadece budavranıştan ibaret değildi, sık sık etrafındakilere;‘Sizler benim büyüklerimsiniz, bense sizin enküçüğünüzüm.’ der, halkın en fakiri veya en çokhorlananı ile oturup yemek yer ve bunu etrafındakilerede tavsiye ederdi.*Mümeyyiz vasıflarından birisi de gıybete olannefretiydi. Aleyhinde konuşan ve hasetlerindenötürü iftira eden kişilerin bile gıybetini etmez,hattâ onlara iyilik yapmak için fırsatlar araştırır veyanında kimsenin gıybette bulunmasına müsaadeetmezdi.*Şeyh Seyda kerametleriyle de meşhurdu. 3EserleriBilindiği gibi tasavvufu tenkit eden kişilerindile getirdiği konulardan birisi de tasavvuf ehlinin,başta müspet ilimler olmak üzere, ilmin hemenher çeşidinden uzak kaldıklarını, dünya ile pek ilgilenmediklerinive kendi köşelerine çekilerek sadeceibadet ve zikirle meşgul olduklarını söylerler.Tarihte bu münekkitleri haklı çıkaran örnekler olmaklabirlikte, tersini ortaya koyan âlimlerin de azolmadığını, aslında gerçek tasavvufun bu olduğunu44 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


ve ilk dönemlerde böyle anlaşıldığını da belirtmekisteriz. Zîrâ mükemmel bir tasavvufî hayat ancak,* Kur’ân ve Sünnet’e uymakla yaşanabilir.* Tasavvuf ehlinin vahiy, akıl, duyu organları(havass-i selîme) yanında dördüncü bir ilim yoluolarak kabul ettikleri ilhamın yine bu iki kaynağazıt olmaması ve bunlardan şahitlerinin olması gerekir.Bunun için de tefsir, hadîs vb. ilimlere ihtiyaçolacaktır.* Aleyhte ve lehte olan dinî ve dünyevî haller iseancak fıkıhla düzeltilebilir.* Bu arada hem enfüste hem de âfakta yaratılanİlâhî âyetleri temaşa etmek ve bunlardan yolaçıkarak vuslata ermek de astronomi, tıp, psikoloji gibimüspet ilimlerin tetebbuunu gerektirir.* Diğer taraftan hayatın içinde kalarak onunzorluklarına katlanmak, insanlar dâhil bütün varlıklaberaber olmak ve onları Yaratan’dan ötürüsevmek vuslata daha çok erdiricidir.* Tasavvufun asıl gayesi mârifettir. Mârifetbilmek, tanımak mânâsına gelir ki bu da öncelikleancak ilimle olur. Hal böyle iken mutasavvıf nasılilmi reddeder ve ondan kaçar?Zaman içinde müspet ilimler okullarda, dinîilimler medreselerde, tasavvufî ilim ve neşve detekkelerde tahsil edilir oldu. Genel olarak durumböyle olmakla beraber, Doğu’da hem medreselerdetasavvufî neşve hem de tekkelerde dinî ilimler hepberaber yürüdü. Talebe okutup icazet veren şeyhefendiler olduğu gibi, tasavvufî ilimleri talebelerineaktartıp onları mânevî açıdan da yetiştiren medreseseydaları az değildir. Bunlar arasında eser kalemealan ve birikimlerini gelecek nesillere bırakanlar daolmuştur. İşte Şeyh Seyda da bunlardan birisidir.Yetiştirmiş olduğu çok sayıda talebenin yanı sırairili ufaklı bazı eserler de yazmıştır. Bunlardan ulaşabildiklerimizikısaca tanıtmak istiyoruz.ed-Dâbıta fir-Râbıtaed-Dâbıta fir-Râbıta adını taşıyan 13 sayfalık risaleMolla Muhammed Şerif adında bir zâta yazılanuzunca bir mektup görünümündedir. Şeyh Seydabu risalede özetle, râbıtanın bilinen bir mesele olduğunuve hakkında müstakil eserler yazıldığınıifade ettikten sonra meşhur bazı tasavvuf erbabınıneserlerinden nakillerde bulunmakta, bu nakillerderâbıtaya delil gösterilen âyet ve hadîslere işaret etmekteve özellikle tasavvuf ehlinin konuyla alâkalıgörüşlerine yer vermektedir. Hem aklen, hem kıyasyoluyla, hem de tasavvuf ehlinin icmâıyla râbıtanınsabit ve tasavvufî eğitimde tecrübe edilen en faydalımetotlardan biri olduğunu da belirtmektedir.Elimizdeki nüshada telif ve baskı tarihi 1<strong>95</strong>7 olarakverilmekte, ancak yer belirtilmemektedir.Kitâbu’t-Te’lîf fit-Te’lîfHicrî 1376 tarihinde yazıldığı belirtilen 26 sayfalıkbu risale Şeyh Seyda’nın içinde yaşadığı toplumanasihatlerini ihtiva etmektedir. Birlik ve beraberliğibozulan, bu yüzden de güç kaybedip düşmanlarınınoyuncağı haline gelen İslâm âleminin kanayan yaralarınahâzık bir hekim edasıyla neşter vuran ŞeyhSeyda’nın bu eserinden birkaç nasihatini zikretmekistiyoruz. Risalenin adının, “ayrılan ve birbirinedüşman kamplara bölünen toplum katmanlarınınkalblerini telif etmek ve kalb vahdetini sağlamak”mânâsına gelmesi zaten konuyu iki kelimeyle özetlermahiyettedir. Şeyh Seyda şöyle diyor:“Başta nefsimiz olmak üzere, bütün dostlarımızatakvayı tavsiye ediyoruz. Zîrâ takva, meseleninbelkemiği ve her hayrın çıkış noktası olduğu gibi,Allah’ın nazarında yegâne değer ölçüsü ve üstünlükmikyasıdır da. Soy sopa gelince, Peygamberbile en yakın akrabalarına; ‘Başınızın çaresine bakın,Allah’a karşı size bir faydam olmaz.’ dememişmiydi? Takvanın dört esası vardır: Allah’ın koyduğusınırları çiğnememek, var olan bütün gayretinisarf etmek, gereken her konuda vefalı olmak, mevcudakanaat getirmek.”“Dostlarımıza birlik ve beraberlik içinde olmayı,güzel geçinmeyi ve İslâm’ın gereklerinden ayrılmamayıtavsiye ederiz. Zîrâ ancak Allah dilersebirlik ve beraberlik sağlanabilir. Hatırlayın Hz.Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve sellem) bi’setindenönce Arap kabilelerinin içinde bulunduğu durumu…Şayet Allah dilemeseydi, birbirlerinin kanlarınıiçen o kabilelerin barış içinde yaşamalarımümkün müydü? Allah’ın kopmaz ipine sarıldılarve kardeş oldular. Bugün de durum aynıdır. Allahdilemese, yani hür iradenizle onun ipine sarılmazsanızbaşka bir yolla kardeşliği sağlayamazsınız.”“Kabalık ve şiddetten uzak, yumuşak ve tatlıüslûp, gerçekleri anlatmanın ve kabul ettirmeninen güzel yoludur. Siz de bu yoldan gidin ve davranışlarınızıbunun üzerine bina edin.”et-TasavvufSeyda’nın en hacimli çalışması olan bu eserinasıl adı ‘Mâ Yetealleku Bi’t-Tasavvufi Mine’l- Fetâvâel-Halîliyye’dir. Adından da anlaşıldığı gibi eser,Kudüs müftüsü ve dönemin Şeyhülislâm’ı olanŞeyh Muhammed el-Halil’in (H. 1147) el-Fetâvâel-Halîliyye adlı hacimli eserinde bulunan tasavvuflailgili fetvaların bir araya getirilmesinden ibaret-YENİ ÜMİT DERGİSİ | 45


tir. Kitaba ulaşmanın kolay olmadığı bir dönemdehacimli bir eserden ilgili konuyu bulmanın zorluğuda eklenince böyle bir çalışma takdire şayan birhizmettir.Tenbîhü’l-MüsterşidînBu eserin tam adı şu şekildedir: Tenbîhü’l-Müsterşidîn ale’l-Menâfii ve’l-Mehâliki ala Beytin minElfiyeti İbn Malik. Adından da anlaşılacağı gibi çalışma,meşhur dilbilimci İbn Malik’in 4 (672/1274)gramer kaidelerini veciz bir şekilde işlediği Elfiyyeadlı manzum eserinin bir beytinin ( א א א א ) tasavvufî yorumudur.Toplam on sekiz sayfa olan eser belki desahasının tek örneğidir. Bilindiği gibi tasavvuf ehlibirçok âyet ve hadîsten tasavvufî mânâ ve işaretlerçıkarmışlar; bazen aşırı zorlamalara gittikleri içintenkit de edilmişlerdir. Şeyh Seyda ise bir nahivkaidesini ele alan beyitten sayfalar dolusu tasavvufîmânâ ve işaret çıkarmıştır. Şerhte başta İmamGazali’nin İhyası olmak üzere, bazı klâsik tasavvufeserlerinden alıntılar da yapılmaktadır. Keşke bütünElfiyye’yi bu şekilde şerh etseydi, kim bilir nemânâ enginliğiyle karşılaşırdık?Manzumeleri ve MektuplarıŞeyh Seyda’nın iki şiirine ulaşabildik. Bu şiirlerinbirinde, tasavvuf sistematiği içinde önemli biryere sahip olan ve kısaca Ricâlu’l-Gayb diye isimlendirilen,başta kutup olmak üzere üçler, yediler,kırklar şeklinde sıralanan mânevî şahsiyetlerdensöz edilmektedir. Diğerinde ise, başta az yeme,az uyuma ve az konuşma olmak üzere, mânevîkemalât basamaklarını aşmak için uyulacak bazı temelprensipler ele alınmaktır. İki manzumede debelâgat, dile hâkimiyet ve şiir kabiliyeti açık bir şekildekendini göstermektir.Diğer birçok âlim ve mürşit gibi Şeyh Seyda dahalifelerine, dostlarına, uzağa giden çocuklarınamektuplar yazmış ve bu mektupların bazılarında,ya bir soru üzerine veya ihtiyaç hissettiği zamanbazı önemli meselelere temas etmiş ve cevaplaryazmıştır. Halifelerinden Mehmet Emin Er Hoca 5tarafından bir araya getirilen ve birçoğu kendisineyazılan bazı mektupları inceleme imkânını elde ettik.Bu mektuplarda başta tasavvufî konular olmaküzere değişik birçok meseleden söz edilmektedir.NeticeŞeyh Seyda, Osmanlı Devleti’nin yıkılmayabaşladığı, 1. ve 2. Cihan Harplerinin yaşandığı,bundan dolayı başta kıtlık, tefrika ve cehalet olmaküzere, ülkemizde birçok problemin olduğu bir dönemde,Güney Doğu Anadolu başta olmak üzere,ülkemizde ve bölge ülkelerinde geniş bir kitleyerehberlik etmiş, onlara kucak açmış ve mânenayakta kalmalarına vesile olmuştur. Yetiştirdiği halifeve talebeler ile yazdığı eserlerle de kendindensonra uzun bir zaman tesiri devam edecek mânevîbir miras bırakmıştır.*Y. Y. Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesiayuce@<strong>yeni</strong>umit.com.trDipnotlar1. “Tercemetu Lafzı Seydâ” başlığıyla kaleme aldığı kısa bir yazıda‘Seydâ’ kelimesini bizzat kendisi açıklamakta ve özetle şöyledemektedir: “Bil ki bana ‘Seydâ’ diyorlar, oysa bırakın Seydâ olmaktalebe bile olamam. Seydâ kelimesi şu şekilde ortaya çıkmıştır:‘Ya Seyyidî’ (Ey Efendim!) hitabının ders sırasında talebelertarafından çok sık kullanılması neticesinde önce ortasındakiyâ harflerinden birisi atılmış; ardından sonundaki mütekellimyâsı elife dönüşmüş, kendinden önceki harfin kesresi yerine fethakonmuş ve başındaki nida yâsı da atılarak en sonunda seydâelde edilmiştir. Seydâ kelimesi ders verme seviyesinde olan müderrisâlimler için kullanılmaktadır. Bu kelime eğitim-öğretimahlakı açısından talebenin hocasına olan saygısının bir göstergesidirve bu durum hocanın hakkıdır. Ancak bu kelime, şeyhlerimdenbirisinin benim ismim gibi söylemesi neticesinde bumiskinin özel ismi haline geldi. Ben de bu şeyhime hürmetenitiraz etmedim. Oysa önceden babam bana Muhammed Saidadını koymuştu.” Şeyh Seyda’nın Eserleri, 139.2. 1948 yılında doğan M. Nurullah küçük yaştan itibaren, bölgeninâlimlerinden ders okudu. Özellikle genç yaşında zeka veüstün aklı ile hocalarının dikkatini çekti. Genç yaşına rağmen,ilim ve takvası ile muhterem pederinin yerini doldurabilecekbir seviyeye geldi. Özellikle yaşadığı toplumun ve çağın problemleriyleilgilendi. Bugünün insanının nasıl irşad edilmesi, onadoğruların hangi metotla ulaştırılması gerektiği konusunda gayretgösterdi. Birçok eser kaleme aldı. Bir mutasavvıf ve mürşitolarak tasavvufu Kur’an ve Sünnet ışığında süzgeçten geçireneserleri büyük ilgi gördü. Mesela henüz 20 yaşında iken kalemealdığı Esrâru’t-Tasavvuf isimli eseri, geniş hacimli olmamasınarağmen, net ve öz bir tarzda tasavvuf anlayışını ortaya koyan,ifrat ve tefrit noktasındakileri insafa davet eden bir eseridir. M.Nurullah Seyda, belki en verimli çağında, 12 Mayıs 1985 tarihinde34 yaşında iken, geride 10 binlerle ifade edilen seveni ve11 eser bırakarak elim bir trafik kazasında Rabbine kavuştu.3. Baştan itibaren verilen bilgiler Şeyh Seyda'nın kendi eserlerininyanı sıra şu iki çalışmadan özetlenmiştir: Şeyh Molla Fahreddin,Zülfikâru’l-Hayderi fi Nusreti eş-Şeyh Muhammed SaidSeyda el-Cezerî, 7-14; Heyet, Evliyalar Ansiklopedisi, XI,297-303.4. İbn Malik, Cemalüddin Muhammed b. Abdullah et-Tai, el-Elfiyye fi’n-Nahv, Mısır, 1310/1892.5. 1914’te dünyaya gelen Mehmet Emin Er bir hatırasını şöyle anlatıyor:“Isparta’da Üstad Bediuzzaman’ı ziyaret edip döndüktensonra Şeyh Seyda’ya selâm ve tebriklerini evvela mektupla, sonraCizre’ye gittiğimde şifahen tebliğ ettim. Cemaatten birisininsuali dolayısıyla Şeyh Seyda Üstad hakkında şunları söyledi:“Bediüzzaman’ı bu asırda Allah Teâla bize göndermiştir. Dahagenç yaşlarda iken Cizre’ye gelmiş, en büyük âlim ve mürşidlerindensayılan dayılarımız ve ağabeylerimiz onun ilmini, fazlını,büyüklüğünü kabul ve itiraf etmişlerdir. O, inancı olmayanların,Firavunların Musa’sıdır. Onun vazifesi öyledir. Bizimki deböyledir. Eğer bir mani olmasa idi ziyaretine gider, elini öper,dua talep ederdim. Kitapları hakikattirler. Bizde mevcutturlar.”Necmettin Şahiner, Son Şahitler, IV, 185.46 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


YENi ÜMiTDr. M. Selim ARIK*Ocak / Şubat / Mart 2012 - Sayı <strong>95</strong>İnsan, midesinin altında kalıp ezilmemeli, yemesini-içmesini disipline eden/edebilen bir irade insanı olmalıdır. Yani mide insanı olmamalıdır. Aksi hâldeabur cubur yemeğe kendini salıveren birinin, az uyuması da, tembelliktenkurtulması da, yakîne ulaşması da mümkün değildir.Mü’mindekiZaafPeygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)ümmetinin zayıf noktalarını çok iyi bildiğinden,zaman zaman çeşitli ikaz vetembihlerde bulunmuşlardır. Bu husustadikkat çeken ikazlardan biri de şöyledir: אכ א א א כ א אא “Ümmetim hakkında korktuğum şeylerin enkorkuncu (tehlikelisi) şunlardır: Karın büyüklüğü(göbek bağlamak), çok uyku, (maddi ve manevî)tembellik ve yakîn (iman) zayıflığıdır.” 1 Görüldüğügibi burada sayılan hususlar birbirleriyle bağlantılıolarak zikredilmiştir. Böylece hadiste müslümanlar,gaflete, tembelliğe ve iman zayıflığına karşı devamlıuyanık tutulmaya çalışılmıştır. Nitekim Hz.Ali (r.a) de insanların dünyevî gafletine şöyle işaretetmişlerdir: א אא א א א א “İnsanlar uykudadır(gaflettedir), ancak öldükleri zaman uyanırlar(hakikati anlarlar)” 2 Şu halde günümüzde Müslümanlarda bu konularda daha dikkatli olmalı ve gafletedüşmemelidir. İkaz edilen dört hususu kısacaşöyle açıklayabiliriz:1. א כ (Karın büyüklüğü): Öncelikle hadistedikkat çekilen şişmanlık değil, “göbek bağlamak”anlamındaki oburluktur. Dolayısıyla karınbüyüklüğü ile, kendini gaflete salıp çok yiyen,yeme ve içmeyi hayatın gayesi edinen belki böyleceşişman olan insanlar kastedilmektedir. Zira Peygamberimizböyle yaşayan kimseler için dünya veahiret hayatları adına endişe duymuşlardır. Şu haldebir insanın hayatında yeme ve içme gaye olmuşsa,onda ahiret hayatı adına bir hazırlık beklemekde zordur. Nitekim Peygamberimiz “Ademoğlukarnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. Oysaki Ademoğlu için belini doğrultacak birkaç lokmayeterlidir. Şayet mutlaka yemesi gerekiyorsa, o zaman(midesinin) üçte birini yemek, üçte birini su,üçte birini de nefes için ayırsın” 3 buyurmuşlardır.Hz. Ömer “Çok yeme içmeden sakının! Zira o,bün<strong>yeni</strong>zi hastalandırır, korkaklığı artırır ve ibadetlerinizdetembelleştirir” 4 şeklinde ikaz etmiştir.Hz. Ali (r.a) da “Eğer karnın doymuyor ve oburisen, kendini müzmin hastalardan say” 5 demiştir.YENİ ÜMİT DERGİSİ | 47


İnsan midesinin altında kalıpezilmemeli, yemesini-içmesinidisipline edebilen bir irade insanıolmalıdır. Zira Peygamberimiz“Kişinin her iştahını çekeni yemesiisraf olarak yeter” buyurmuşlardır.Ebu Hureyre (r.a) şöyle bir olay anlatır: Bir defasındaHz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) henüzMüslüman olmamış Cahcah el-Gıfarî isimlibir kişiyi misafir etmişti. Misafir olması hasebiyleonun için bir keçinin sağılmasını emretti. Keçi sağıldı,misafir sütü içti fakat doymayınca bir dahakeçi sağıldı yine doymayınca tam yedi keçinin sütüsağıldı. Adam yatıp sabah olunca, Müslüman oldu.Hz. Peygamber sabah misafire bir keçi sağılmasınıemretti. Adam sütü içti, ikinci bir keçinin sütügetirildi, fakat içemedi. Bunun üzerine Peygamberimiz אכ אכא א כ א א “Mü’min bir mideyle (bir kişilik) yer (içer),kâfir ise yedi kişilik yer (içer)” 6 buyurdular. Abdullahb. Amr (r.a) şöyle nakleder: Hz. Peygamber’eyedi kişi gelmişti. Ashab’dan her biri bir adam götürdü.Resulüllah da bir adam götürdü. Ona isminisordu Adam: “Ebu Gazvân” dedi. Resulüllah onuniçin tam yedi keçi sağdı. O hepsini içti. Resülüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) “Müslüman olmazmısıney Ebu Gazvan? dedi. Adam. Evet dedi veMüslüman oldu. Resulüllah adamın göğsünü meshetti.Sabah olunca ona tek koyun sağıldı. Sütünüiçti fakat bitiremedi. Peygamberimiz, Ey Ebu Gazvan!içmeye devam et deyince, Ebu Gazvan: SeniPeygamber olarak gönderen Zât’a yemin olsun kidoydum demiştir. Bunun üzerine Peygamberimiz“Dün yedi miden vardı, bu gün ise tek miden var”buyurmuşlardır. 7 Peygamberimiz “İki kişinin yiyeceğiüç kişiye, üç kişinin yiyeceği de dört kişiyeyeter” 8 buyurarak, Müslümanların obur olmamasıgerektiğine işaret etmişlerdir. Görüldüğü gibi çokyemek ve içmek, kamil bir mü’minin sıfatı değildir.Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de bu husus א אא כא כא כ א כ “İnkar edenler(kafirler) dünyada zevklenirler (dünya hayatınınzevkini düşünürler) ve hayvanların yediği gibi yerler”9 buyrularak, inanmayanların yaşayışlarına dikkatçekilmektedir. O halde insan midesinin altındakalıp ezilmemeli, yemesini-içmesini disipline edebilenbir irade insanı olmalıdır. Zira Peygamberimiz“Kişinin her iştahını çekeni yemesi israf olarakyeter” 10 buyurmuşlardır.2. א א (Çok uyumak): Kur’ân-ıKerim’de Cenâb-ı Hak אא כ א “uykunuzubir dinlenme vesilesi kıldık” 11 buyurarak, uykununistirahat olarak nimet olduğuna işaret etmektedir.Ancak uyku yerli yerinde kullanıldığı takdirde nimetolur. Zira hadiste “müdâvemetü’n-nevm” kelimesiyleuykuyu seven ve uykudaki sınırı aşanlaruyarılmıştır. Nitekim günümüzde yetişkin bir insanagünde 5 ila 8 saat uyku yeteceği belirtilmektedir.Hekimler bunun ötesinde bir uykunun insanvücuduna zarar verebileceğini belirtirler. Hattagünde 8 saatten fazla uyuyanların ani ölüm riskleridaha fazla olduğu söylenmektedir. Kaldı ki bu meseleyehekimlerin yanı sıra İmam Gazalî de parmakbasmış ve Allah ile irtibat adına çok uykunun sebebiyetverdiği tehlikeler üzerinde durmuştur. Amane olursa olsun tıp ilminin verilerine göre günde 5saat uykunun insan vücuduna yettiği gerçeğindenhareket ederek günlük uykumuzu azamî olarak 5-6saate düşürmeliyiz. Kur’an’da muttakilerin vasıflarıanlatılırken א א . א א כאא “geceleri az uyur ve seher vakitlerinde istiğfarederlerdi” 12 şeklinde belirtilmektedir. Sabahezanındaki “es-salâtü hayrun mine’n-nevm” (namazuykudan hayırlıdır) tembihi, sabah vaktindekigaflete işaret etmektedir. Ayrıca sabah vaktinde güneşdoğarken uyuyan kimselere de hadiste “sabahuykusu rızka mânidir.” 13 şeklinde bir ikaz yapılmaktadır.Çünkü bu vakit, tesbih, tekbir ve dua ile<strong>yeni</strong> güne girilme zamanıdır. Akşam erken yatankimseler sabah erken kalkarlar, ibadet ve dualarınızinde yaparlar uyuşuk olmazlar. Böylece dinç olarakişlerine gider ve hayatları bereketli olur. ZiraPeygamberimiz “Ey Allahım! Ümmetime sabaherkenden yaptıklarını (işlerini) mübarek eyle!” 14diye dua etmişlerdir. Şu da bir gerçek ki yeme veiçmesini disipline edemeyen, hayatına yön veremeyenkimsenin de erken kalkması ve uykusunuazaltması mümkün değildir.3. אכ (Tembellik): Atalet ve tembellik, çalışmanınzıttıdır. Çalışmak ise cehd ve gayret etmekdemektir. Cehd de, hem maddi hem de manevi çalışmave yükselmeyi ifade eder. Bunun için nefsekarşı cihad, cihadların en büyüğü kabul edilmiştir. 15Hadiste א א “iki günü eşit olanzarardadır” 16 buyrulmuştur. İslâm, “veren el, alanelden üstündür” 17 prensibini getirerek, insanlarıüretime ve dağıtıma teşvik etmiştir. O halde köşe-48 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


Mü’min her zaman harekethalinde olmalıdır. Çalışırkenhareket, dinlenirken de hareket..bir diğer ifadeyle o, mesaisiniöyle tanzim etmelidir ki, hayatındahiç boşluğa yer kalmamalıdır.Gerçi insan muktezay-ı beşeriyetolarak dinlenmeye ihtiyacı vardır,ancak böyle bir dinlenme deyine aktif dinlenme şeklindegerçekleşmelidir.ye çekilip miskin bir şekilde oturmak veya başkalarınayük olmak, İslam’da hoş karşılanmamaktadır.Peygamberimiz de dualarında tembellikten Allah’asığınmıştır. 18 Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de א א “(O halde) bir işten boşalınca hemen(başka) bir işe koyul.” 19 buyurmaktadır. Burada damüslümana önemli bir hareket felsefesi ve bir hayatdüsturu sunulmaktadır. Demek ki mü’min herzaman hareket halinde olmalıdır. Çalışırken hareket,dinlenirken de hareket.. bir diğer ifadeyle o,mesaisini öyle tanzim etmelidir ki, hayatında hiçboşluğa yer kalmamalıdır. Gerçi insan muktezay-ıbeşeriyet olarak dinlenmeye ihtiyacı vardır, ancakböyle bir dinlenme de yine aktif dinlenme şeklindegerçekleşmelidir. Mesela, dimağı okuma veyazma ile meşgul olan ve yorulan biri, dinlenirkenyan gelip yatabileceği gibi, pekala meşguliyet değiştirerekdinlenebilir. Böylece Kur’ân okuyabilir,namaz kılabilir, kültürfizik yapabilir, musahabe vemülatefede bulunabilir. Bunlarla yorulduğunda dadöner tekrar kitab mütâlâsına başlar. Hasılı, süreklihareket, sürekli iş çizgisini bir meşgaleyi bırakıp diğerinegeçme.. böylece “çalışarak dinlenme, dinlenirkençalışma” metoduyla hareket etme mümincebir davranış olsa gerektir. 20 İslâm’ın temel felsefesi,varlık âleminin her bir parçasında canlılığın vehareketin olmasıdır. Bu felsefeye zıt olan hemenher hususa İslâm müdahale etmiştir. Mesela; âtılolarak bırakılan ve üzerine hiçbir şey ekilip biçilmeyentoprağa, ihyâ etmek şartıyla el koyma hakkıvermiştir. Buna ihyaü’l-mevât denilir. 21 İslam,ticarî hayata sirküle edilmeyip bir kenarda âtıl bırakılanparanın sahibine ciddi ikazda bulunmuş vesair hikmetlerinin yanı sıra bu atâleti önleyebilecekbir tedbir olarak o parayı da zekâtı verilmesi gerekliolan mallar arasına almıştır. Kur’ân’da fetih sonucuelde edilen malların taksimi ihtiyaç sahiplerinenasıl dağıtılacağı anlatıldıktan sonra כ כ כ א א “içinizden sadece zenginler arasındadönüp dolaşan bir servet haline gelmesin” 22 ikazıyapılmaktadır. İslâm, perişan fakirlerin bulunduğubir yerde çok fazla zenginlerin olmasına da asla razıolmaz. Bununla birlikte İslâm, kişiye çalışıp hemkendi, hem de varsa geçiminden sorumlu olduğukişilerin geçimini de sağlamasını emreder, dilenmeyiasla tasvip etmez. Elbette insanlar sahipoldukları ekonomik imkanlar ve kabiliyetler açısındanaynı seviyede değildir. Bunun için zekat, sadaka,fitre, oruçların fidyesi, yeminlerin kefareti veadak gibi yollarla serveti toplum içinde mümkünolduğu kadar dağıtır ve toplumun katmanları arasındaköprüler kurarak onları birbirine bağlar. Fakatİslam, tembel tembel bir kenarda oturup, âdetâasalak hayatı yaşamak isteyen insanlara kesinliklehoşgörüyle bakmaz. Ancak tevekkül ile tembelliğide birbirinden ayırmamız gerekir. Tevekkül, üzerinedüşen vazifeyi yaptıktan sonra neticeyi Allah’tanbeklemektir. Tevekkülü en iyi kavrayanlardan biride Hz. Ömer(r.a)’dir. Bir defasında Hz. Ömer, hiççalışmaksızın Medine sokaklarında oturan, başkasındanbir şey bekleyerek, karnını doyuran ve kendilerini“mütevekkil” olarak adlandıran bir grupYemenliler’i görmüştü. Hz. Ömer onların bu halinigörünce “siz mütevekkil değil, müteekkilsiniz!.(siz tevekkül eden değil, hazır yiyicilersiniz!)” diyerekonları oradan kovmuştur. Dolayısıyla tevekkül,İslâm akidesinin bir gereği ve Allah’a samimi imanve teslimiyetin sonucu olarak ortaya çıkar. Şu haldeAllah’a gerçek tevekkül; önce sebeplere tevessül,sonra neticeyi Allah’dan beklemedir. Demek ki tevekkül,tembellik değil, imandan kaynaklanan birduygudur. Nitekim, “iman teslimiyeti, teslimiyettevekkülü, tevekkül ise dünya ve ahiret saadetini getirir”düsturu, tevekkül ile tembellik farkını ortayakoymaktadır.4. א (Yakîn zayıflığı): Kur’ân-ıKerim’de “kesin olan bilgi” anlamına gelen “yakîn”kelimesi, “ölüm” ve “Allah’ın vaad ettiği, gerçekleşmesikesin olan şey” manalarında kullanılmaktadır.Nitekim א כ א כ א “ölüm sanagelip çatıncaya kadar Rabbine ibadete devam et” 23ayetinde “yakîn” kelimesi, “ölüm” anlamına gelmektedir.Peygamberimiz “Allah’a yemin olsun kibenim bildiğimi siz bilseydiniz az güler, çok ağlar-YENİ ÜMİT DERGİSİ | 49


İnsan Allah’a, peygamberlere,kitaplara, haşre ve imanın sairunsurlarına olan inancını ilimlebesleyememiş ise, bu insanınyakîni zayıftır. Çünkü yakîninbaşlangıcı ilimdir.dınız.” 24 buyurmuşlardır. Zira o, ölüm ahvalini veölümden sonraki tüm hâdiseleri yakînen biliyordu.Bunun için ümmetini ikaz etmiş, geçici dünyanimetleri karşısında ahireti unutmamaları için“lezzetleri yok eden ölümü, devamlı hatırlayın!” 25şeklinde tembihte bulunmuşlardır. Bir başka rivayetteise “Şayet ölüm hakkında insanoğlununbildiğini (yakînî ilim olarak) hayvanât bilmiş olsaydı,onlardan semiz et yiyemezdiniz” 26 şeklindehaber verilerek, hayvanların şuuru olsaydı ölümkorkusundan dolayı beslenemeyip zayıf kalacaklarıanlatılmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak,kişinin ilme’l-yakîn ve ayne’l-yakîn olarak ölüm vecehennem ateşini bileceğini haber vermektedir. 27İnsanların ölümü bilişleri ise üç yakînî mertebedeolacağı belirtilir: Birincisi, ilme’l-yakîn; her aklıolan kişi ölenleri görünce, kıyas yoluyla kendininde öleceğini bilmesi. İkincisi, ayne’l-yakîn; kişiölüme çok yaklaştığında yani sekaratü’l-mevt anındamelekleri açıkça görmesi. Üçüncüsü, hakka’lyakîn;kişinin tam ölüm anındaki acıları hissetmeşeklindeki olaydır. 28Yine Kur’ân-ı Kerim’de yakîn ilmine şöyle birtemsil getirilir: “İbrâhim “Rabbim! Ölüleri nasıldiriltiyorsun, bana göster!” deyince, Rabbi “Yoksainanmıyor musun?” demişti. O “Hayır inanıyorum,fakat kalbim tam kanaat getirsin diye” cevabınıverdi. Rabbi “Kuşlardan dört tane al, onlarıkendine alıştır, sonra parçalayıp her bir tepeye onlardanbir parça bırak, sonra onları çağır. Koşaraksana gelecekler ve şunu bil ki, Allah hep galiptir vehikmet sahibidir” buyurdu. 29 Yaparak, yaşayarak,deneyerek kesin bilgiye ulaşmaya “hakka’l-yakîn”denir. Hz. İbrâhim’in öldürüp parçaladığı, sonraçağırınca dirilip gelen kuşlar hâdisesi de hakka’lyakînyoluyla kesin bilgiye ve inanca ulaşmanın birörneğini teşkil eder. Zira Hz. İbrâhim’in sorusununşüpheden kaynaklanmadığını bilakis “liyetmainnekalbî” “Kalbim tam kanaat getirsin!” şekliyleifade edilmiştir. İtminân kelimesi, “maddî olarakhareketin durması, hareket halindeki bir şeyin sakinleşmesi”demektir. Buradan hareketle zihnin vevicdanın sakinleşmesine, şüphe, heyecan, tereddütve ıztırabın son bulmasına da itminân denilmektedir.Şu halde sağlam haber, düşünce ve gözlemyollarıyla elde edilen bilgiler ve bunlara dayananinançlar da yakîn, kesin bilgidir. 30 Abdullah b. Mesud(r.a) “yakîn, imanın tümüdür” derken, Muaz b.Cebel (r.a) ise arkadaşlarına א א “Bizimleotur da bir müddet iman edelim (imanımızıkuvvetlendirelim)” 31 diye davette bulunurmuş.Demek ki o, imanı kuvvetlendirmenin, Allah’ı zikiryani Kur’an ve sünnet çerçevesinde imanî konulardasohbet olarak anlamaktadır. Nitekim Kur’an’daimanın kuvvetlenmesi de şöyle anlatılmaktadır. א א כ א א א א כ אא א א “Mü’minler o kimselerdirki, Allah’ın adı geçtiğinde yürekleri titrer,kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda bu onlarınimanlarını arttırır. Onlar sadece Rab’lerinetevekkül ederler.” 32 O halde kamil mü’minlerAllah’ın âyetleri okundukça hem <strong>yeni</strong> bilgiler edinirve bunlara da iman etmek suretiyle inançlarınınicelik (kemiyet) yönünden arttırırlar. Ayrıca herbir âyet, ihtiva ettiği incelik, güzellik, hikmet vebilgiler sebebiyle Kur’ân’ın Allah’dan geldiğine delilteşkil ettiği için nitelik (keyfiyet) yönünden deimanlarını güçlendirirler.Görüldüğü üzere yakîn ilmi; ilme’l-yakîn,ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn olmak üzere üç mertebeyeayrılmaktadır. Buna göre bir insan inandığıhakikatleri ilme dayandırarak yorumlayamıyorsaonun yakîni zayıf demektir. Yani insan Allah’a,peygamberlere, kitaplara, haşre ve imanın sair unsurlarınaolan inancını ilimle besleyememiş ise, buinsanın yakîni zayıftır. Çünkü yakînin başlangıcıilimdir. Mesela; şu karşımızda kâinat kitabını birressam, sanatsal zevki olan bir sanatkâr veya ekolojiilmine vâkıf bir ilim adamı tetkik ederek, bundanAllah’ın kelâm sıfatını okuyarak Kur’ân ile kâinatarasında köprüler kurabilirse, yakînin ilk mertebesiolarak ilme’l-yakîn hâsıl olmuş demektir. Mesela;bir insan ağaçların yapraklarına bakar, onlardakicanlılığı, insana anlatmak istediği mânâyı özümsemeyeçalışır, onların ifrâz ettikleri karbondioksitebakar, gece-gündüz değişimlerine dikkat eder, bitkilerleinsanlar arasındaki uyuma göz gezdirir, ihtimalhesaplarını nazara alarak bu hâdiselerin rastlantıolabilme durumlarını araştırır. İnsan bu vebuna benzer incelemeler sonucu almış olduğu bilgiylemarifet penceresini açar. İşte bu seviye ilme’l-50 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


yakîn’in bir tezahürüdür. Marifetullahın asgarî seviyesineulaşmış bir insan azamî zühd, azamî takva,azamî ihlas ve azamî velayeti hedef edinerek yolunadevam ettiği müddetçe gerçek marifetin mutluluğunamazhar olur. Ayne’l-yakîn ise; eşyanın çehresindeAllah’ın tecelli edişinin görüldüğü bir mertebedir.Bu mertebede insan, çiçeklerin açmasında,ağaçların semalara doğru dal salmasında, kuşlarıncıvıldamasında, suların şırıl şırıl akmasında... hâsılıher şeyde sürekli O’nu arar. Zira her varlığın arkasındavicdanıyla Rabbini müşahede edecek kadarhis dünyası inkişaf etmiştir. Tasavvufî ifadesiyle“seyr ilallah”a ulaşmıştır. Bu makamda her şeyiayrı bir zevk, ayrı bir neşe halinde duyuyor ve yaşıyordur.Hakka’l-yakîn de; o bütün bütün Allah’dafani olma, O’nun bekâsıyla bekâya erme demektir.Tasavvufî ifadesiyle bu fenafillah-bekabillah makamıdır.Kısaca bu mertebe eşyanın ancak O’nunvarlığıyla kâim olduğu hakikatinin bütün mertebeleriylesezildiği ve yaşandığı en yüksek makamdır. 33SonuçMaddi anlamda sağlığımıza nasıl önem veriyorsak,manevi yönden de kalbimizi ve ruhumuzusürekli beslememiz icap eder. Zira hayatımızdaboşluğa asla meydan vermeden, zamanımızı çok iyideğerlendirerek dua ve tevekkülle meyelân-ı hayrıgüçlendirmeliyiz. Ayrıca istiğfar ve tevbe ile demeyelân-ı şerrin kökünü kesmemiz gerekir. Böylecegünahlarımız karşısında sürekli tir tir titremelive devamlı sevap iştiyakıyla manevi hayatımızı güçlendirmeliyiz.Nitekim çok yiyen bir insan kendiniuykuya verir veya gaflete dalar. Gaflette ise helalve haram kavramı yoktur. Demek ki çok yiyen,çok uyuyan insanlar bir anlamda tembelleşerekâdetâ ruhsuz et yığını haline gelirler. Bunun içintasavvuftaki “kıllet-i taam, kıllet-i menâm, kıllet-ikelâm, uzlet ani’l-enâm” (az yeme, az uyuma, azkonuşma ve uzlet=harama girme korkusundaninsanlardan uzaklaşma) şeklinde formüle edilenhususlara mü’min uyduğu takdirde, manevi dünyasınıgüçlendirir ve hayatını bereketlendirebilir.Mü’minin sükûtu tefekkür, konuşması da hikmetolmalıdır. Mü’minin konuşması Rabb’in rızasınamatuf bir şekilde Kur’ân veya sünnet çerçevesindeolur. Bu sebeple hakiki mü’min İslâm’ın ruhuylatelifi imkânsız olan hoş vakit geçirelim düşüncesiylehiçbir yerde oturmaz, boş konuşmaz ve gayesizdostluk kurmaz. O, konuşurken gözleri eşyanınperde arkasına kapalı olanların gözlerini açmak içinkonuşur. Etrafındakileri insanlığın zirve noktalarınaçıkartmak için onlarla beraber olur. Aksi haldehem israf-ı kelâm hem de israf-ı zaman yapmış olur.Ancak günümüzde bazı insanlara hak ve hakikatianlatabilmek için önce onlarla diyalog yollarınınaraştırılması, anlatılacak hususların hüsn-ü kabulgörmesi için samimiyetin ilerletilmesi, arada emniyetve güvenin sağlanması, tarafların birbirlerinidaha iyi tanıması için fuzûlî gibi gözüken oturupkalkmalar,sohbetler hatta yeme ve içmeler hizmetniyetiyle olduğu takdirde israf-ı zaman değildir.Fakat Allah’ı tanıtma gibi ulvî bir gayeye matufyeme ve içmeler, oturup-kalkmalar mazur görülsede, bu ga<strong>yeni</strong>n gözetilmediği bir araya gelmeler,malayanî konuşmalar ve yemeler takva açısındanşüphe taşımaktadır. Mü’min ise şüpheli şeylerdenuzak durmalıdır. O halde mü’min şişmanlık, çokuyku, tembellik ve marifet eksikliği olan gaflet ilebunlara sebebiyet verebilecek her türlü şüpheli işlerdendevamlı kaçınmalıdır.*Bursa Merkez Vaizimsarik@<strong>yeni</strong>umit.com.trDipnotlar1. Suyuti, Fethu’l-Kebir, I, 58.2. Sehavî, el-Makasıdü’l-Hasene, s. 450.3. Tirmizi, Zühd, 47.4. Aclunî, Keşfü’l-Hafa, I, 279.5. Mâverdî, Edebü’d-dünya ve’d-din, s. 533.6. Buhari, Et’ıme, 12.7. Bkz. Müslim, Eşribe, 186.8. Buhari, Etıme, 11.9. Muhammed 47/12.10. İbn Mace, Et’ime, 51.11. Nebe 78/9.12. Zâriyât 51/17-18.13. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 73.14. Tirmizi, Büyû, 6.15. Bkz. Aclunî, Keşfü’l-Hafa, I, 511.16. Aclunî, Keşfü’l-Hafa, II, 323.17. Buhari, Zekat, 18.18. Bkz. Buhari, Cihad, 25.19. İnşirah, 94/7.20. Bkz. Gülen, M. Fethullah, Kur’an’dan İdrake Yansıyanlar, s. 424.21. Buhari, Hars ve’l-müzerea, 15.22. Haşr 59/7.23. Bkz. Hicr 15/99.24. Tirmizi, Zühd, 9.25. Tirmizi, Zühd, 3.26. Suyuti, Fethu’l-Kebir, III, 42.27. Tekasür 102/3-8.28. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, IX, 411.29. Bakara 2/260.30. Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Diyanet İşleri Başkanlığı,I, 288.31. Bkz. Buhari, İman, 1.32. Enfâl 8/2.33. Bkz. Gülen, M. Fethullah, Prizma, II, 139-143.YENİ ÜMİT DERGİSİ | 51


YENi ÜMiTDr. Lokman ERDEMİR*Ocak / Şubat / Mart 2012 - Sayı <strong>95</strong>Kahraman tarihin en esaslı malzemesidir. Milletlerin tarihi, kahramanla yükselir.Kahramanı olmayan bir milletin tarihi sığ ve durgun bir göl gibidir;büyük ve geniş de olsa, iç açıcı ve inşirah verici değildir.ÇANAKKALE SAVAŞI’NDAİmam ve Müftü Efendiler125. Piyade Alay Komutanı, maiyetindeki subaylar ve alay müftüsü.•Kannengiesser Pasha, s. 193Biraz sonra öleceğini bilerek ateşe atılan askeringösterdiği gayret ve azmi, sadece bazı askerîimkân ve kabiliyetlerle izah kabil değildir.Bunun yanında vatan sevgisi, galibiyete inanç veher şeyden önemlisi askerin sahip olduğu mânevîdeğerler göz ardı edilmemelidir. Çanakkale’de, birmilletin ve onun temsil ettiği medeniyetin nurunusöndürmek için gelmiş düşmana karşı duran askerlerinen önemli teşvik unsuru ise, bin yılı aşkınmüntesibi olduğu İslâm olmuştur.Osmanlı Devleti de ilân ettiği seferberlik (2Ağustos 1914) ile birlikte askeri hazırlıklara başlamışbu çerçevede birliklere imam ve müftüler tayin etmiştir.1 Bu usul, <strong>Yeni</strong>çeri Ocağı’nda “ocak imamı”olarak başlamış, daha sonra kurulan bütün ordulardadevam etmiştir. Bu kişilerin vazifesi ise askerin,cephede dinî ihtiyaçlarının yerine getirilmesininyanında taarruz öncesi ve sırasında gayretini artırıcıtelkinlerde bulunmaktan ibaret olagelmiştir.52 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


Muharebeler sırasında askere telkinde bulunanbu kişiler, gerektiğinde ellerine silâh almaktan çekinmemiş,düşmana karşı hücuma katılmışlardır.Bir kısmı gazilik mertebesine ulaşırken bir kısmıda şehit olmuştur. Bu kahramanlardan cephede yaralanaraktedavisi için İstanbul’a getirilen bir gaziimamın sözleri bu hakikatin tespiti adına büyükönem arz etmektedir:“Biz her zaman olduğu gibi kahramanyavrularımızın arasında îfâ-yı vazife ediyorduk.Onlarda teşvik ve teşcî’ edilmeye hiçbirihtiyaç yok idi… Düşman üzerine arslanlargibi hücum ediyorlar, boğuşuyorlar hiçbir zamanhiçbir şeyden ürkmüyorlardı. Yükselen“Allah Allah…” sedasından başka bir şey işitilmiyordu.Bu öyle ruhanî ve ulvi bir an idiki, bunun karşısında, yapacak hiçbir vazifesiolmayarak, bizden bir kelime-i teşvik ve teşcî’bile beklemeyen er oğlu erler arasında dolaşmakzâid bir şey gibi geldi. Ben de hemen orada boşbulduğum bir silâha sarılarak hücuma iştirakettim. Bir müddet dövüştüm. Ve nihayet sağtarafımdan bir kurşunla mecrûh oldum…” 2Barbaros Hayreddin Zırhlısı’nın imamı TataylıSüleymanoğlu Mehmed Efendi 8 Ağustos 1915’tegeminin batırılması üzerine şehit olmuştur. 33. Kolordu Komutanı Esat Paşa da hatıratındatabur imamlarının ellerinde Kur’ân’la askerinönünde ilerlediğini belirtmektedir. 4 Tabur imamlarınınaskerin önünde muharebelere iştiraki vesonra işgal edilen siperlerin geri alınışı ile ilgili birbaşka hâdise ise, Tanin gazetesi muhabiri tarafındanşöyle anlatılmaktadır:“30 Haziran 1915: Önceki gün sonuçlanmış sanılanmuharebe, dün yine bütün şiddetiyle devam etti. İngilizleröğleden sonra saat biri yirmi geçe Arıburnu’ndasağ tarafımıza karşı şiddetle tecavüz ettiler ve bu hücumubir taraftan himaye etmek diğer taraftan da umûmî göstermekiçin bütün cephede şiddetli bir ateş açtılar. Fakatbirliklerimiz İngiliz hücumunun ilerlemesini beklemeyelüzum görmeyerek derhal karşı koydular. Bir elinde kılıcı,diğer elinde Kur’ân-ı Kerîm olduğu hâlde tekbîr ve tehlîl(Kelime-i Tevhid) ile ileri atılan tabur imamı düşmanınbirkaç adım ilerlemeye muvaffak olan askerlerini kovduktansonra ileri siperlerden ikisine girdiler.” 5Cephede imamların asker üzerindeki bu tesirive muharebelerde îfâ ettiği vazife müttefik askerlerininhatıralarında da yerini almıştır. Deniz ÇavuşuF.W. Johnston Türk imamlarının “Allah! Allah!Allah!” diye bağırdıklarını, bu seslerin kendisindebir ürküntü meydana getirdiğini nakletmektedir. 6Şehitler için cenaze namazı kılınırkenYENİ ÜMİT DERGİSİ | 53


Tabur imamının mührünün bulunduğu evrak (ortadaki mühür)Bir süre 9. Tümen’in komutanlığını üstlenen,yaralanarak cephe gerisine alınan Alman komutanAlbay Hans Kannengiesser de cephede imamlarınrolünü ve hücum öncesi yapılanları hatıratına kaydetmiştir.O, taburun hücumundan önce alay imamınınobüs toplarının sesleri arasında askere hitapettiğini belirtmektedir. Kannengiesser Paşa buhitabın önemli bir tesirinin olduğunu belirttiktensonra “Bu gibi kötü durumlarda bir Hıristiyan olarak,keşke bir telkin de bana verilmiş olsaydı.” diyecektir.Paşa sözlerini “Alay imamı, pratik bir insandı. Hele,tüm subaylar ve hattâ tabur komutanı şehit olmuşsa, in-21. Alay 1. Tabur Subayları54 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


Askere dağıtılan Ashab-ı Bedir duası nüshalarısanları oldukça fazla duygulandırıyor ve iyice etkiliyordu.”ifadeleri ile bitirecek ve Çanakkale’de alınanzaferin ardındaki bir gerçeği açıkça belirtecektir. 7Cephede görevlerini hakkı ile yapmaya çalışanimamlar, taburlarında şehit olan kardeşleri içinKur’ân-ı Kerîm ve Mevlid-i Şerîf okumuşlardır.Okutulan bir Mevlîd-i Şerîf’teki sükûnet ve askerdekizafere olan inanç ve metânet Tanin gazetesimuhabirinin dikkatine takılmıştır. Muhabirin“Dikkat ettim, aralarında elinden, kolundan, hattâ alnındanyaralılar da var. Muharebeden henüz çıkmışlar.Birkaç gün istirahattan sonra belki yine geri dönecekler.Fakat bütün simalar pür vakar, ruhlar dinin cenâh-ı himayesindehakîki bir teselli bulmuş. Tehlîl ve tekbîr sesleriarasında kuvve-i maneviyeleri yükselmiş…” ifadeleriaskerin içinde bulunduğu ruh hâlini de ortaya koymaktadır.8İmam ve müftüler, cephede gösterdikleri bukahramanlıklara fazla ehemmiyet vermeyeceklerdir.Zîrâ yapılan bu iş o kadar büyütülecek bir durumda değildir. Onların yerinde kim olsa aynısınıyapar, gerektiğinde eline silâhı alır, düşmana hücumederdi. Burada önemli olan vatan ve milletinselâmetidir. Cepheye giden herkes kaybedilen herbir siper bir milletin geleceği ile ilgili olduğununfarkındaydılar. Mucip Kemal’in: “… Biz denizdenkaradan yapılacak taarruzu, o müthiş anı aylardan berihiçbir ümitsizliğe kapılmadan mütevekkilâne bekliyorduk.Hâl ve şartlar ne olursa olsun, ilâhî kader bizim kuşaklarabu ağır vazifeyi yüklemiş bulunuyordu…” sözleriverilen mücadelenin önemini ve gelenleri karşılayancephede bütün herkesin içinde bulunduğuşuuru göstermesi bakımından önemlidir. MucipKemal’in: “…Ve yine bütün yurttaşlar biliyorlardı ki,Payitahtın kapısında verilecek muharebeler milletimizinakıbetini kesin olarak tayin edecekti; ya Avrupa’dan Endülüslülergibi kılıç ve kamçı darbeleri altında kovulacakveyahut layık olduğumuz şeref ve haysiyetimizle güzel verimlitopraklarımız üzerinde yaşamak hakkını kazanacaktık.”sözleri bu durumu açıkça göstermekteydi. 9Bu şuur içinde bulunan askerler muharebemeydanlarında elinden Kur’ân’ı, dilinde ise duayıbırakmamışlardır. Askerler iç ceplerinde baştaYENİ ÜMİT DERGİSİ | 55


Kur’ân olmak üzere Ashâb-ı Bedir gibi dua mecmualarıtaşımışlardır.Osmanlı Devleti içinde bulunduğu şartlardahalkın ve cephedeki askerin mâneviyatını artırmak,devletin içinde bulunduğu şartların öneminibelletmek için gerek İstanbul’da gerekse cephedevaizler görevlendirmiştir. İstanbul’da, Meşîhat DairesiDers Vekâleti’nde ilmî heyet oluşturulmuş,camilerde bu heyet tarafından seçilen kişilere herhafta vaaz ettirilmiştir. Seçilen kişilerin isimleri vevaaz edecekleri camiler gazetelerde duyurulmuştur.10 Seçilen bu âlimlerin vaazının yeterli gelmeyeceğidüşüncesi ile olsa gerek ki, Meşîhat Dairesi,Medresetü’l-vâizîn dördüncü sınıf talebelerindenvaaz ve nasihat etmeye liyakati olanlardan bir kısmınıbazı İstanbul camilerinde vaaz vermek üzeregörevlendirmiştir. 11Ayrıca, cephede imam ve müftüler yanında,askerin şecaatini artırmak, yapılan işin de büyüklüğünüanlatmak üzere İstanbul’un ileri gelen56 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


hocaefendileri cepheye gönderilmiştir. Bunlarcephede birlikler arasında bir program dâhilindedolaştırılarak vazifelerini yapmaları sağlanmıştır.Bu kişilerden biri de Beyazıt DersiâmlarındanHüseyin Hilmi Efendi’dir. Hüseyin Hilmi Efendi26. ve 7. Tümenlerde askerin yaptığı işin öneminive âlem-i İslâm için ifade ettiği mânâyı anlatmıştır.12 Cepheye gönderilen vaizlerden biri de, FatihDersiâmlarından Hüseyin Mahir Efendi’dir. 13Çanakkale’de Anadolu toplanmıştır. Gelenlercephede yaptıkları işin kudsiyetinin idrakindeydiler.Sağ kalırlarsa “gazi” ölürlerse “şehit” olacaklarınıbiliyorlardı. Evet, cephede Mehmetçik ile yerigeldiğinde omuz omuza muharebe eden imam vemüftüler kendilerine düşen vazifeyi en iyi şekildeyapmışlardır. Onlar biliyorlardı ki, eğer düşmanÇanakkale’yi geçerse yapacakları ilk işlerden biri dememleketin maddî ve mânevî değerlerine saldırmakolacaktır.Ger kanatlarını uç uçabildiğin kadar,Dünya bir çer çöp yığını ve her şey târumârHazana <strong>yeni</strong>k düşmüş, o pırıl pırıl diyâr,Bilinmez belki de ufukta var bir nevbahar..!* Mardin Artuklu Üniv. Edebiyat Fak. Tarih Böl.Öğretim Üyesilokman.erdemir@<strong>yeni</strong>umit.com.trDipnotlar1. Türk Silâhlı Kuvvetleri Tarihi: Osmanlı Devri BirinciDünya Harbi İdarî Faaliyetler ve Lojistik, haz. Necmi Koral...[veöte.], Ankara 1985, X, s. 203.2. “Gaziler Arasında” Tanin, 17 Mayıs 1331 [30 Mayıs 1915].3. Harp Mecmuası, sayı 19, s.43.4. Esat Paşa (Bülkat), Esat Paşa’nın Çanakkale Anıları, İstanbul1973, s. 100.5. “Muhâbir-i Mahsusamızdan “Çanakkale Mektupları”, Tanin,29 Haziran 1331 [8 Temmuz 1915].6. Nigel Steel, Peter Hart, Gelibolu: <strong>Yeni</strong>lginin Destanı, çev.Mehmet Harmancı, İstanbul 1996, s.151.7. Hans Kannengiesser, Çanakkale’de Türklerle Beraber (BirAlman Subayının Gözü İle Çanakkale) Timaş Yayınları,2009, s. 144.8. “Çanakkale Mektupları 5”, Tanin, 1 Haziran 1331 [14 Haziran1915].9. Mucip Kemalyeri, Çanakkale Ruhu Nasıl Doğdu? ÇanakkaleHatıraları III, haz. Metin Martı, İstanbul 2003, s. 294-296.10. Mevâiz-i Diniye Sabah, 23 Nisan 1331 [6 Mayıs 1915].11. “Mevâiz-i Diniye” Sabah 13 Mart 1331 [26 Mart 1915].12. İzzettin Çalışlar, On Yıllık Savaşın Günlüğü: Balkan, BirinciDünya ve İstiklal Savaşları, haz. İsmet Görgülü, İstanbul1997, s. 11213. Mehmet Fasih, Kanlısırt Günlüğü: Mehmed Fasih Bey’in ÇanakkaleAnıları, haz. Murat Çulcu. İstanbul 1997, s.77-78.]


YENi ÜMiTProf. Dr. Ali KAYA*Ocak / Şubat / Mart 2012 - Sayı <strong>95</strong>Kâinat, ilimler ve Kur’ân, tıpkı bir insanın iki gözüyle bakışı gibi ileride birnoktada birleşirler. Nasıl bir insanın iki gözü farklı bakmaz ve farklı bakışa sahipdeğilse, Kur’ân ve gerçek ilimler de, aynı şekilde birbirinden farklı değillerdir.Kur’ân’da Kâinat’ın Genişlemesi veGirişHubble’ın kâinatın genişlediğine işaret edenyaklaşık on yılda elde ettiği gözlem neticelerini1929 yılında yayımlamasından sonra,fizikçilerin kâinat hakkındaki görüşleri tamamendeğişmeye başlamıştı. Aslında tarihî olarak Hubblegözlemlerini yayımlamadan önce, Einstein’ın 1916yılında ortaya koyduğu kütle çekimi denklemlerinikullanan Friedmann, kâinatın genişlemesi gerektiğini1922 yılında yayımladığı bir çalışmayla ortayakoymuştu. Fakat o yıllarda, büyük ölçüde felsefî sebeplerden,kâinatın durağan (static) olması gerektiğidüşüncesi oldukça baskındı. Bu yüzden, ilk ortayakoyduğu denklemlerin dinamik bir kâinat öngörmesindenhoşlanmayan Einstein, durağan kâinatmodeli elde edebilmek için denklemlerinde küçükbir değişiklik yapmıştı. (Hubble’ın gözlemlerindensonra Einstein bu değişikliği kariyerinin en büyükhatası olarak tanımlamıştır.) Bu yüzden Hubble’ıngözleme dayalı verileri büyük bir şaşkınlık ve heyecanuyandırmıştı. Zaman içinde Hubble’ın neticelerinidestekleyen başka gözlemlerin yapılmasıyla,genişleyen kâinat düşüncesi karşı konulması güçbir gerçek olarak ortaya çıkmaya başlamıştı. Tabii,kâinat genişliyorsa geçmişte daha küçük olmalıydıve belki bütün kâinatın küçük bir hacim olarak ortayaçıktığı bir ândan bahsedilebilirdi. Bu bulgularıciddiye alan bir grup fizikçi, kâinatın (yani uzayzamanve içindeki bütün maddenin) doğumu vegelişimi hakkında teorik araştırmalar yapmaya başlamışlardı.Bütün bu gelişmeleri (büyük ihtimal)şaşkınlıkla izleyen ve kâinatın ezelî olması gerektiğinidüşünen diğer bir grup fizikçi ise, Hubble’ıngözlemlerini açıklamanın alternatif yolları olabileceğinidüşünüp, durağan kâinat düşüncesinde ısrar58 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


ediyordu. Bunlardan biri olan Hoyle, 1949 yılındaBBC radyoda katıldığı bir programda, genişleyenkâinat ve dolayısıyla kâinatın başlangıcı fikrini eleştirmekiçin “büyük patlama” (big-bang) ifadesinikullanmıştı. O programda kinayeli bir üslûpla ifadeedilen büyük-patlama tanımlaması zaman içerisindegenişleyen kâinat modelini adlandırmak içinkullanılmaya başlanmıştı. Böylece kâinat hakkındakimsenin tahmin dahi edemeyeceği yep<strong>yeni</strong> birmodel ortaya çıkmıştı.Büyük patlama modelinin önemli öngörülerindenbiri olan ve patlama sonrası ortaya çıkmasıbeklenen (bu, <strong>yeni</strong> ateşlenmiş bir silahtan çıkmasıbeklenen duman şeklinde düşünülebilir) elektromagnetikradyasyonun (kozmik mikrodalga fon radyasyonu)Penzias ve Wilson tarafından 1964 yılındagözlemlenmesiyle, model hakkındaki tereddütler(neredeyse) tamamen ortadan kalkmıştır. Zamaniçinde teknolojinin de gelişmesiyle, büyük-patlamamodelini destekleyen farklı birçok gözlem vehassas ölçüm yapılmıştır. Elde edilen gözlem sonuçlarınıaçıklayabilecek bugün için başka bir kozmolojikmodel de bulunmamaktadır. Bu sebeplebüyük-patlama modeli fizikçiler arasında genelkabul görmüştür. Bu tarihî bilimsel gelişmelerdehiçbir Müslüman bilim adamının katkısının olmamasıacı gerçeğini (şimdilik) bir kenara bırakıp,kâinat hakkında gözlem ve teorilere dayanarak eldeedilmiş bazı bilgiler vermeye çalışalım.Kâinat Hakkında BildiklerimizGalaksiler kâinat içindeki tipik yapılardır. GüneşSistemi’nin içinde bulunduğu Samanyolu disktipinde bir galaksidir. Yapılan ölçümler Samanyoludisk yarıçapının 100.000 ışık yılı, kalınlığının ise100 ışık yılı olduğunu göstermiştir (1 ışık yılı, ışığın1 yılda katettiği mesafe yaklaşık 10 trilyon km.olarak tanımlanır. Işık hızı maddenin erişebileceğien yüksek hız olarak kabul edilmektedir. Işık saniyedeyaklaşık 300.000 km. yol alır.) Samanyolugalaksisinde güneş gibi yaklaşık 100 milyar yıldızbulunmaktadır. Kütle çekimi dolayısıyla, galaksimerkezlerinde yıldız yoğunluğu daha fazladır (yinekütle çekimi dolayısıyla galaksi merkezlerinde kara-deliklerinvar olduğu düşünülmektedir). Gecegökyüzünde gözle görülebilen yıldızlar, Samanyoluiçindeki yıldızlardır. (şehirlerden uzak yerlerde,Samanyolunun merkezini parlak bir disk olarakfark etmek mümkündür). Fakat teleskoplar iledaha uzak mesafelere odaklanıldığında, artık başkagalaksiler parlak noktasal cisimler olarak gözlenirler(Hubble kâinatın genişlediği sonucuna uzakgalaksiler üzerine yaptığı gözlemler sonucundaulaşmıştı). Galaksilerin bir araya gelmesiyle galaksikümeleri, ve kümelerin birlikteliğinden ise supergalaksikümeleri oluşur. Bütün bu baş döndürücümesafeleri ifade etmek için ışık yılı bile oldukçaküçük bir uzaklık birimi olarak kalmaktadır.Kâinatı tasvir açısından elimizdeki en başarılıteorik model Einstein’ın genel izafiyet teorisidir. Genelizafiyet teorisine göre, uzay-zaman dinamik birobjedir ve eğilip, bükülebilir. Bizim kütle çekimiolarak hissettiğimiz kuvvet ise uzay-zamanın eğriliğininbir neticesidir. Büyük-patlama modeli, genelizafiyet teorisi içinde tabiî olarak ortaya çıkar.Kâinat hakkında aşağıda bir kısmından bahsedeceğimiztemel bilgiler, genelde gözleme dayalı verilerile genel izâfiyet teorisi kullanılarak elde edilmektedir.Büyük-patlama modeline göre, kâinat yaklaşık13,7 milyar yıl önce çok sıcak ve çok yoğun birhâlde doğmuştur. Burada kâinat derken uzay-zamanve içindeki her şeyin kastedildiğini hatırlatmaktafayda vardır. Demek oluyor ki, bizim bildiğimizzaman ve mekân da büyük patlama ile ortayaçıkmıştır. Bu yüzden, büyük patlama öncesindene vardı sorusu, model için mânâsız bir sorudur.Benzer şekilde, günlük hayattan aşina olduğumuzgenişleme kavramı bir şeyin başka bir şey içindeilerlemesini çağrıştırsa da, kâinatın genişlemesini içve dış kavramlarına ihtiyaç olmadan, yani kâinatıniçinde genişlediği başka bir ortamı düşünmeden,tanımlamak mümkündür.Büyük-patlama modelinin önemli öngörülerindenbiri geçmişte kâinatın termal (ısısal) bir dengedeolduğudur. Bu öngörüyü destekleyen gözlemedayalı önemli veriler de bulunmaktadır. Busebeple büyük-patlama kelimesi kaotik bir hâdiseyiçağrıştırsa da, kâinatın ortaya çıkışında çok önemlibir denge hâli mevcuttur. Bu denge hâlinin kendiliğindenoluşmasının imkânsızlığı birçok fizikçitarafından dile getirilmiştir.YENİ ÜMİT DERGİSİ | 59


Çok sıcak ve çok yoğun bir denge hâlinde doğankâinat, genişledikçe soğumaya başlamıştır. İlk dönemlerdekisıcaklık o kadar fazladır ki, maddeninen küçük yapı taşlarından oluşan bir plâzma (çorba)hâli mevcuttur. Sıcaklık azaldıkça plâzmanın yapısıdeğişir ve farklı kozmolojik evreler ortaya çıkar.Meselâ sıcaklık 10 10 dereceye düştüğünde, protonve nötronlardan atom çekirdekleri oluşmaya başlar.Sıcaklık 3.000 dereceye düştüğünde ise atomlaroluşur. Bu değişik evrelerin varlığını destekleyenbirçok gözlem yapılmıştır. Meselâ Penzias ve Wilsontarafından 1964 yılında gözlenen kozmik mikrodalgafon radyasyonu, ilk atomların oluştuğu evredensonra serbest kalan fotonlardan (yani ışıktan)oluşur.Büyük-patlama modeli daha birçok önemlidetaya sahiptir ve bugüne kadar bu model kullanılarakyapılan hesaplar gözlemlerle uyum içindeolmuştur. Bununla birlikte bilinen fiziğin patlamaânına (sıfır zamanına) yaklaştıkça geçerliliğini yitirdiğinive <strong>yeni</strong> teorilere ihtiyaç olduğunu belirtmektefayda vardır.Kur’ân-ı Kerîm’de Kâinatın GenişlemesiKur’ân-ı Kerîm’de kâinatın genişlemesine açıkolarak işaret edilmiştir. Zâriyat Sûresi’nin 47.âyetinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Semayıazametle Biz kurduk ve ona durmadan vüs’at veriyorve genişletiyoruz.” Âyette kâinatın genişlemesine“mûsiûn” kelimesi ile işaret edilmiştir. Fakat buradaasıl enteresan olan kelimenin kullanılış şeklidir.Müfessirlere göre âyette geçen “Ve innâ lemûsiûn”bir isim cümlesidir ve Arapçada isim cümlelerisebat ve süreklilik ifade eder. Dolayısıyla “Ve innâlemûsiûn” cümlesine “Devamlı ve sürekli olarak durmadangenişletiyoruz.” mânâsı verilebilir. Büyükpatlamamodeline göre de kâinat doğduğu ândanitibaren sürekli genişlemektedir. Bu âyetle Kur’ânyol gösterici olarak vazifesini de yerine getirmekteve “genişletiyoruz” ifadesi ile genişlemenin kendikendine değil bizzat Allah’ın kudretiyle gerçekleştirildiğinivurgulamaktadır.Büyük Patlama İle İlgisi Olabilecek ÂyetlerEnbiyâ Sûresi 30. âyette meâlen şöyle buyrulmaktadır:“O kâfirler görmediler mi ki, göklerle yer bitişikidi. Biz onları ayırdık; sonra her canlı varlığı sudanyarattık. Hâlâ inanmayacaklar mı?” Bazı müfessirleregöre bu âyette geçen “ratk” (bitişik) ve “fetk” (ayırma)kelimeleri büyük-patlama ânına işaret ediyorolabilir. Yukarıda da özetlemeye çalıştığımız gibibüyük-patlama ânında bütün kâinat çok küçük birhacim hâlinde bir arada bulunmaktaydı ve dahasonra genişleyerek büyümeye başladı. Kâinat genişledikçe,içindekiler birbirlerinden ayrılmayabaşladılar. Ayette geçen “ratk” ve “fetk” kelimeleriile bu hâdiseler zinciri işaret ediliyor olabilir.Bununla birlikte, bazı müfessirler bu âyetinGüneş Sistemi’nin, Dünya’nın ve atmosferininoluşumuna işaret ettiğini düşünmüşlerdir. Bununsebebi âyetin devamında canlı varlıkların yaratılmasındanbahsedilmesidir. Bu durumda “ratk”güneş sisteminin birlikte olduğu duruma; “fetk”ise gezegenlerin ve Dünya’nın Güneş’ten kopupatmosferin oluşmasına işaret ediyor olabilir.Belirtmek gerekir ki Güneş Sistemi gibi sistemleringalaksiler içinde oluşması da büyük-patlamamodeli içinde düşünülmektedir (bü yük-patlamamodeli sıfır zamanından bugüne kadar bütün evreleriifade etmek için kullanılır). Dolayısıyla her60 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


iki muhtemel açıklamayı da büyük-patlama modeliile irtibatlandırmak mümkündür.Büyük-patlama ile ilgili olabileceğini düşündüğümüzbaşka bir ifade de En’am 14, Yusuf 101, İbrahim10, Fatır 1, Zümer 46 ve Şura 11. âyetlerdegeçen “fâtıri’s semavâti ve’l ard” ifadesidir. Benzerşekilde Enbiya Sûresi 56. âyette de gökler ve yerlerile ilgili “fatarahünne” ifadesi kullanılmıştır. Genelolarak meallerde “fatara” kelimesi “yaratma” olaraktercüme edilmiştir. Fakat Elmalılı Hamdi Yazırtefsirinde “fatara” kelimesinin “yarmak”, “uzunluğunayarmak” ve “bir misal sebketmeksizin ilk olarakyaratmak” mânâlarına da geldiğini anlatmıştır.“Fatara” kelimesinin bu mânâlarına bakıldığında,“fâtıri’s semavâti ve’l ard” ifadesinin büyük-patlamayaişaret edebileceği düşünülebilir. Şöyle ki,büyük-patlama bütün kâinatın ortaya çıktığı ilközel yaratılma ânını anlatmaktadır. Bu sebeple “birmisâl sebketmeksizin ilk olarak yaratmak” mânâsıbüyük-patlamanın bu özelliğine işaret ediyor olabilir.Ayrıca “yarma” kelimesi büyük-patlama ânını“patlama” kelimesinden daha iyi ifade etmektedir.Uzay-zamanın ortaya çıkması bir tohumun yarılıpçatlayıp ortaya çıkması ile gayet güzel tasvir edilebilir.“Fatara” kelimesinin Elmalılı Hamdi Yazır tarafındanzikredilen mânâlarından “uzunluğuna yarmak”ifadesi de oldukça dikkat çekicidir. Büyükpatlamaile ilgili önemli yanlış anlamalardan biri,kâinatın bir noktadan doğduğunu düşünüp başkabir boşluk içinde genişlediğini hayal etmektir. Büyük-patlamatek bir noktada meydana gelmemiştir.Bugünkü teorik anlayışımıza göre büyük-patlamaile bütün uzay bir anda ve birden ortaya çıkmıştır(yaratılmıştır). Başka bir ifadeyle büyük patlamaher yerde meydana gelmiştir. “Fatara” kelimesinin“uzunluğuna yarmak” mânâsı asıl alınırsa,bunun büyük-patlamanın bir noktada gerçekleşmediğineişaret ediyor olabileceği düşünülebilir.SonuçYukarıda özetle anlatmaya çalıştığımız hususlargöz önüne alındığında, Kur’ân’da kâi natın yaratılmasıile ilgili ayetleri açıkça mu’ cizevi olaraknitelemek mümkündür. Tabii, konu başka açılardanda ele alınıp genişletilebilir. Meselâ, Kur’ân-ıKerîm’de yedi âyette geçen “yedi-sema” kelimesiile büyük-patlama sonrası meydana gelen değişikevreler (evrelerin tam sayısını belirlemek mümkünolmasa da Arapçada yedi, yetmiş ve yedi yüzsayılarının kesretten kinaye yani çokluğu ifade içinkullanıldığını belirtmekte fayda vardır) veya bazıteorilerin öngördüğü ekstra boyutlara (enteresanolarak son yılların en çok çalışılan teorilerinden sicimteorisinde -string theory- yedi ekstra boyutunvarlığı öngörülmektedir) işaret ediliyor olabilir.Son olarak bu çalışmanın sadece amatör birdeneme olduğunu vurgulamak yerinde olacaktır.Asıl yapılması gerekenin ise fizikçiler (özellikleuzmanlık alanı kozmoloji olanlar) ile tefsir ilimlerinevâkıf insanlardan oluşan bir heyetin, konuile ilgili bütün âyetleri bir bütün hâlinde sistematikolarak ele alması ve hiçbir önyargıya sahip olmadan(Arapça gramer, kelime bilgisi ve tefsir usulü çerçevesinde)analiz edip anlamaya çalışmasıdır. Böylebir çalışmanın Kur’ân mu’cizesini çok daha iyi ortayakoyacağı aşikârdır.* Boğaziçi Üniv. Fen-Edebiyat Fak. Fizik Böl. ÖğretimÜyesiali.kaya@<strong>yeni</strong>umit.com.trYENİ ÜMİT DERGİSİ | 61


YENi ÜMiTAbdulcebbar ADIGÜZEL*Ocak / Şubat / Mart 2012 - Sayı <strong>95</strong>Kulun, Allah hakkında bilgi ve mârifeti ne nispette ise, tazim,temkin ve edebi de o seviyede olur.Sözlükte ö bilmek mânâsına gelen ilim, genellik-lebilgi ve bilim karşılığında kullanılır. Klâsiksözlüklerde “bir şeyi gerçek yönüyle kavramak,gerçekle örtüşen kesin inanç/itikad, birnesnenin eninşeklinin zihinde oluşması, nesneyi oldu-ğu gibii bilmek, nesnedeki gizliliğin ortadan kalkması,tümel ve tikellerin kavranmasını sağlayan birsıfat” gibi değişik şekillerde tarif edilmiştir. Sözkonusu u kavram, ekseriyetle “bilgisizliğin/cehaletinkarşıtı” ıı”biçiminde i tanımlanır. 1İbn Haldun’un deyimiyle: “İnsanı diğer canlılardanayıran özellik, ilim sahibi olmasıdır.” 2Bu minvalden hareketle İslâm, müntesiplerininuhrevî ve dünyevî donanıma/malûmata sahip olmalarıiçin gerekli tavsiyelerde bulunmuştur.Öncelikle belirtelim ki, gerek âyetlere ve gereksehadîslere bakıldığında okuma ve yazmaya büyükbir teşvik dikkat çekmektedir. Hattâ Arap yazısınıngelişmesi hususunda da İslâmî öğretilerin büyükkatkısı söz konusudur. Bu meyanda Kur’ân, Arap62 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


nen eşya ve olayların arkasındaki İlâhî iradeyi anlayamamasıdır.Yoksa bilindik mânâda okuma-yazmabilmemek Kur’ân’ın kastettiği, vurguladığı anlam biçimideğildir. Zîrâ Hz. Peygamber’e yergi içeriklisözler yazan şairler vardı. Bunların hepsi de belâgatnoktasında oldukça ileri noktadaydılar. Hattâ toplumdasözü geçerli olan, devleti ve orduyu yöneteceknitelikte olan Amr’ın adı hâlâ Ebû Cehil’dir.Çünkü İslâm literatüründe onun bildikleri, kabiliyetlerive eylemleri esas bilinmesi gerekeni bilemediğindenve yapılması gerekeni yapmadığındandolayı ilimden öte cehalettir. Bu sebeple onunadı Câhillerin Babası olarak anılmaktadır. Demekki, İslâm’ın ilimden kastettiği dünyevî açıdan çokşey bilmek değildir. Öyle olsaydı Cenâb-ı Hakk’ın“Allah’tan ancak âlim kulları korkar.” (Fâtır, 35/28)âyetinin bugün delâlet ettiği mânâ malumat sahibikimseler olması gerekirdi. Oysa ki âyette Yaratıcı’yıtanımayan, inanmayan, O’nun varlık ile münasebetinibilemeyen malumat sahibi insanlar kastedilmemektedir.Kur’ân, dünya hayatının sadece zahirîbilgilerine sahip olanlar için şöyle buyurmaktadır:“Onlar, dünya hayatının görünen kısmını bilirler. Onlar,âhiretten habersizdirler.” (Rûm, 30/7) Câhilin zıddıolan âlim kimseleri de: “İnandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır”(Âl-i İmrân, 3/7) diyerek teslimiyetinigösteren kişiler olarak tanıtmaktadır. “Allah’tan ancakâlim kulları korkar” mealindeki âyete farklı biraçıdan baktığımızda da, yine Allah’tan korkan/O’nakarşı haşyet duyan herkesin aslında Kur’ân’a göreâlim olduğu anlaşılmaktadır.Bu açıdan bakıldığında Kur’ân’da ilim veya âlimkelimesinin zıddı olarak görülen bir diğer kelimede ‘zulüm’dür. Zulüm; bir şeyi olması gerektiğiyerin dışında bir yere koymak, hakkı yerli yerinekoymamak, yer ve zaman, nitelik ve nicelik olarakyanlışlık yapmak ve sapkınlığa düşmek, az veya çokhaddi aşmak demektir. 9 Bu mânâda zulmün karşıtıadalettir. Ancak konuyla ilgili âyetlere siyak vesibakı dikkate alınarak bakıldığında Kur’ân’da 459defa geçen zulm ve zâlim kelimelerinin türevleri,genel itibariyle “kendine yazık eden” anlamını ifadeedecek şekilde kullanılmıştır. Sanıldığının aksineçok az bir kısmı kelimenin meşhur anlamı olanişkence etmek, adaletsizlik veya haksızlık mânâsınıifade etmektedir. 10 Çünkü İslâm nazarında imaneden kişi Allah’ı bulduğu, tanıdığı ve kalbindeimana yer açtığı için âlimdir. Bununla beraberAllah’ı kabul etmeyen, inkâr eden, O’na imanada hiçbir şekilde yanaşmayan ve günah batağın-64 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


da kalmaya devam eden kişiler âhirette göreceklericeza sebebiyle kendilerine yazık ettikleri içinzâlimdirler. 11 Bu açıdan söz konusu kelime, meallerdede genel itibariyle orijinali değiştirilmedenekseriyetle kendine zulmetmek, imana zulüm karıştırmak,şirk, küfür, nifak, günah, arzu ve hevayauymak vb. İlâhî rızaya ters düşen her türlü inanç,söz, fiil ve davranışlar mânâsında kullanılmıştır.12 Bütün bu saydığımız mânâlar da netice olarakkendine yazık etmek şeklinde formüle edilebilir.“İnsanın tevhid çizgisini koruyamayıp, Hâlıkmahlûk,Mâbud-abd münasebetindeki inhirafıdemek olan şirk en büyük zulüm; açıktan açığahak-hukuk tanımama, başkalarına cevr ü cefada bulunma,onları aldatma, itibarlarıyla oynama, gıybetetme... gibi hususlar ikinci derecede birer zulüm;Allah’ın emir ve yasaklarını dinlememe, haramlarakarşı kat’î tavır alıp meşrû dairedeki zevklerle yetinmemeise farklı bir zulümdür. Hangi çeşidi olursaolsun Kur’ân-ı Kerîm adalet ve ubûdiyet üzerindedurduğu kadar zulüm ve haksızlığa da vurguda bulunurve mü’minleri inhiraf, cevr, cefa ve gadrinher çeşidinden uzak durmaya çağırır.” 13Sonuç olarak Kur’ân-ı Kerîm’de ilim, en sıkkullanılan mânâsıyla, İlâhî vahiyden kaynaklanan,yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir. İlim, Allah’tanolduğuna göre, İslâm’ın tamamı ilimdir. Bu ilmevâkıf olan yani âlimlikle muttasıf kişiler de özelliklepeygamberler ve onların takipçileridir. Peygamberlerinkarşısında yer alan, onlara tâbi olmayankişiler ise bu durumda câhil ve zâlim olankimselerdir. Bakıldığında âlim konumunda Hz.Musa (a.s.), zâlim ve câhil konumunda Firavunyer almaktadır. Bunun gibi Hz. Hud’un (a.s.)karşısında Âd kavmi, Hz. Salih’in (a.s.) karşısındaSemud kavmi, Hz. İbrahim’in (a.s.) karşısındaNemrut ve yandaşları, Hz. Muhammed’in (sallallahüaleyhi ve sellem) karşısında Ebû Cehil ve diğermüşrikler yer almaktadır. Bunlar gibi Kur’ân’daanlatılan kıssalarda peygamberler ve diğer övülenkimseler âlimliği/ilmi temsil ederken onlarınmücadele ettiği kişiler de asıl itibariyle zâlimliğive câhilliği sembolize etmektedir. Birinci gruptayer alanların söz, fiil ve duruşları âlimâne tavırolarak tanıtılırken; diğer grupta yer alanlarınkide zâlimâne ve câhilâne olarak tanıtılmaktadır.Günümüz açısından ilmi, yani Allah’ı tanımayı,O’na sığınmayı, yürekten inanmayı; O’nun yolundagitmeyi reddeden insana, hangi ünvana sahipolursa olsun câhil denir. Câhil kimseler ruhlarınıİlâhî feyizle doldurmadıkları için hem bu dünyadaGünümüz açısından ilmi, yaniAllah’ı tanımayı, O’na sığınmayı,yürekten inanmayı; O’nun yolundagitmeyi reddeden insana, hangiünvana sahip olursa olsun câhildenir.hem de âhiret âleminde kendilerine yazık etmiş bulunmaktadırlar.Bu yönleriyle Kur’ân, onları zâlimdiye vasıflandırmıştır. Bu mânâda Kur’ân’da yeralan âlim kelimesini anlayabilmek için bu kavramınzıddı olan zâlim ve câhil kelimelerini de iyi tahliletmek gerekmektedir.*İlahiyatçı- Yazarabdulcebbar.adiguzel@<strong>yeni</strong>umit.com.trDipnotlar1. İlhan Kutluer, “İlim” md., DİA, İstanbul 2000, XXII,109. Kelime hakkında daha geniş bilgi için bkz. İbnManzûr, Lisânu’l-Arab, Dâru Sadr, Beyrut trz., XII, 416.2. İbn Haldûn, Mukaddime, el-Mektebetu’ş-Şâmile, el-İsdâr es-Sânî, 2.11, s. 281.3. Hamidullah, Muhammed, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi, Çev.A.Aziz Hatip, Mahmut Kanık, Beyan Yayınları, İstanbul2000, s. 52; Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, TDVYay., Ankara 2007, s. 162.4. Fikret Karaman, “İlim” md., Dini Kavramlar Sözlüğü,DİB Yay., Ankara 2006, s. 310.5. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, XI, 129 ; Mustafa Fayda,“Câhiliye” md., DİA, İstanbul 1993, VII, 18.6. Râgıb el-İsfehânî, Müfredâtu Elfâzi’l-Kur’ân, Dâru’l-Kalem, Dımeşk trz., I, 200.7. Fayda, “Câhiliye”,VII, 18.8. Bkz. Âl-i İmrân, 3/154; Nisâ, 4/17; Mâide, 5/50; En’âm,6/35, 54, 111; A’râf, 7/199; Hûd, 11/46, 138; Yûsuf,12/33, 89; Nahl, 16/119; Furkân, 25/63; Kasas, 28/55;Ahzâb, 33/33, 72; Zümer, 39/64; Ahkaf, 46/23; Fetih,48/26; Hucurât, 49/6.9. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, XII, 373.10. Bkz. İsrâ, 17/33; Nisâ, 4/10, 30; Şûrâ, 42/40.11. el-İsfehânî, Müfredât, II, 52.12. Bakara, 2/35, 57, 145, 231; Âl-i İmrân, 3/117; Mâide,5/38, 39; En’âm, 6/82; A’râf, 7/9, 23, 103, 160; Hûd,11/101; Yûsuf, 12/75; İsrâ, 17/59; Enbiyâ, 21/87; Kasas,28/16; Lokmân, 31/13; Secde, 32/22; Fâtır, 35/32;Zümer, 39/32; Zuhruf, 43/76; Saff, 61/7; Cum’a, 62/ 5;Talâk, 65/1 vd.13. <strong>Yeni</strong> Ümit Dergisi, Başyazı, “Zulüm” Ocak 2005.YENİ ÜMİT DERGİSİ | 65


iÇiNDEKiLERKaosun Ötesindeki DünyaBaşyazıMirac Olan NamazProf. Dr. Suat YILDIRIMMilli Kültürümüzün Bir Yansıması: VakıflarSelim SENCERAmerika Kıtasındaki Afrikalı MüslümanlarHamdi ŞENERHz. Musa'nın (a.s.) Dilindeki UkdeProf. Dr. Yener ÖZTÜRKKadının Geçimsizliği Durumunda Başvurulacak ÇarelerYüksel ÇAYIROĞLUServet ve Mal Karşısında İnsanProf. Dr. Şehmus DEMİRAltın NefeslerNiyazi Mısrî - İsmail Hakkı Bursevîİslâm Hukuku Açısından Medine VesikasıYrd. Doç. Dr. Ahmet GÜNEŞİhlâsın Kırılma NoktalarıMustafa YILMAZCizreli (Serdehlli) Şeyh SeydaProf. Dr. Abdulhakim YÜCEMü'mindeki Dört ZaafDr. M. Selim ARIKÇanakkale Savaşı’nda İmam ve Müftü EfendilerDr. Lokman ERDEMİRKur’ân’da Kâinat’ın Genişlemesi ve Büyük PatlamaProf. Dr. Ali KAYAİlim Allah’ı BilmektirAbdulcebbar ADIGÜZELDinî İlimler ve Kültür Dergisi259131723283234384347525862YENİ ÜMİTOcak / Şubat / Mart 2012 - Sayı <strong>95</strong>Copyright © Işık Yayıncılık Tic. A.Ş. 2012Bu eserin tüm yayın hakları Işık Yayıncılık Tic. A.Ş.'ye aittir. Eserdeyer alan metin ve resimlerin Işık Yayıncılık Tic. A.Ş'nin önceden yazılı izniolmaksızın, elektronik, mekanik, fotokopi ya da herhangi bir kayıt sistemi ileçoğaltılması, yayımlanması ve depolanması yasaktır.IŞIK YAYINCILIK. TİC. A.Ş. ADINA SAHİBİM. Talat KATIRCIOĞLUGENEL KOORDİNATÖRYrd. Doç. Dr. Ergün ÇAPANSORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜSelçuk CAMCIİDARİ MERKEZİstanbulYAYIN TÜRÜYaygın SüreliGÖRSEL YÖNETMENEngin ÇİFTÇİGRAFİK - TASARIMMurat ARABACIYAYIN VE İLETİŞİM ADRESİKısıklı Mah. Meltem Sk. No: 5 Üsküdar / İSTANBULTel: 0 ( 216 ) 318 10 00 - Faks: 0 ( 216 ) 422 41 40MÜŞTERİ HİZMETLERİ444 0 361Bütün GSM operatörlerinden ve sabit telefonlardandakikası 1 SMS/kontöre direk arayabilirsiniz.(Her türlü abonelik işlemleriniz için arayabilirsiniz.)Yurtiçi abone bedeli 25 TL'dir.Yurtdışı abone bedeli, 1. Grup Ülkeler (Avrupa, Orta Asya, Orta Doğuve Kuzey Afrika ülkeleri) 14 €, 2. Grup Ülkeler (Uzak Doğu, Amerika,Güney Afrika ve Pasifik ülkeleri) 20 $, 3. Grup Ülkeler (Avustralya ve <strong>Yeni</strong>Zelanda) ise 24 $'dır. Abone olmak isteyenlerin abone bedelini;Işık Yayıncılık. Ticaret A.Ş. adına, her PTT şubesinden; 5568324 noluPosta çeki hesabına veya Bank Asya Anadolu Kurumsal Şubesi'nin;TL olarak, TR87 0020 8000 9400 0540 5300 40 (94-54053-40) TEMSİLCİLİKLERnumaralı,$ olarak, TR60 0020 8000 9400 0540 5300 41 (94-54053-41) numaralı,€ olarak, TR33 0020 8000 9400 0540 5300 42 (94-54053-42) numaralıhesabına yatırıp, dekontun fotokopisini, açık isim, adres ve telefon bilgileri ilehangi sayıdan itibaren abone olacaklarını belirten bir yazı ile abone merkezimizeposta veya faks ile bildirmeleri yeterlidir.ABONE VE DAĞITIM MÜDÜRLÜĞÜBulgurlu Mh. Bağcılar Cd. No: 1Posta Kodu 34696 Üsküdar / İSTANBULTel: (0 216) 444 0 361Faks: (0 216) 522 11 78AVRUPA DAĞITIMWORLD MEDIA GROUP AG- İsmail KüçükAdres: SPRENDLINGER LANDSTR. 107-109, 630 69OFFENBACH am MAINMüşteri Hizmetleri: 0049 69 300 34 111-112Dağıtım Telefonu: 0049 69 300 34 103 Fax: 0049 69 300 34 105dergiler@worldmediagroup.eu - dagitim@eurozaman.deBASILDIĞI YERÇağlayan A.Ş. Gaziemir/İZMİRTel: 0 232 274 22 15 Faks: 0 232 252 21 00BAYİ DAĞITIMDPP A.Ş.BASIM TARİHİAralık 2011E-MAIL - WEBwww.<strong>yeni</strong>umit.com.tr • <strong>yeni</strong>umit@<strong>yeni</strong>umit.com.trFiyatı: KDV Dahil 7,00 TLYAYIN İLKELERİ• Gönderilen yazıların yayımlanmasına Yayın Kurulu karar verir.• Yayımlanan yazıların her türlü sorumluluğu yazarlarına aittir.• Yazılar 2200 kelimeyi geçmemelidir.• Türkçeyi kullanmada itina gösterilmelidir.• Faydalanılan kaynaklar, metin içerisinde.. meselâ, (Yazır 1983, 2: 560)gibi, yazarın soy ismi, kitabın yayın tarihi, varsa cilt ve sayfa numarasıile kısaca verilmeli, daha sonra, yazının sonunda liste hâlinde açık olarakbelirtilmelidir. Kitap isimleri italik yazılmalıdır.• Yazılar yayımlansın veya yayımlanmasın iade edilmez.• Dergimizdeki yazılar, başka yerlerde kaynak gösterilerek yayımlanabilir.• Yayımlanan yazılar için te'lif ücreti ödenir. 66


Bir damla ışık bir gül deyip hafife alma,Bunlarla ne olur diyerek kendini salma,Bir damla hakir sudan yaratıldı şu insan,Allah’a güven, zinhar vehimlere takılma..!YAYSAT NO:2011/4FİYATI: 7.00 TL

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!