13.07.2015 Views

Sanat Usta İster, Usta ise Tâlip! - İSMEK - İstanbul Büyükşehir ...

Sanat Usta İster, Usta ise Tâlip! - İSMEK - İstanbul Büyükşehir ...

Sanat Usta İster, Usta ise Tâlip! - İSMEK - İstanbul Büyükşehir ...

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Hünkârın Estetik Mührü: TuğraÇini, Bir Göz MusikisidirSadberk Hanım’ın KoleksiyonuSadreddin ÖzçimiBoğaziçi Ressamları ve OryantalizmGümüş, Ateşle Buluşunca...Nusret Çolpan, Cennet’te Sergi Açtı!SAYI : 16 / 2013İğne OyasıMarifet, <strong>Usta</strong>nın Tâliminde GizlidirKıyafetten Keyfiyete YolculukAşk-ı Nebî ve Zikir TaneleriPiri Reis’in Dünya Haritası 500 YaşındaPiri Reis’in Gemileri, Çini DenizlerindeFantastik Realizmin Dâhi FırçasıHakikat Perdesi Dalgalanınca<strong>Usta</strong>larını Kör Eden Antika Halılar<strong>Sanat</strong> <strong>Usta</strong> İster,<strong>Usta</strong> <strong>ise</strong> Tâlip!Alvarlı Efe’nin DizeleriYazma Eserlerde ŞirazeSeramiğin Büyülü Kapısı: RakuHattat Mustafa Râkım Efendi VakfiyesiTarihi Çınarçık İşiBu Ziller Dünyanın Dört Bir Yanında<strong>Sanat</strong>ın En Kırılgan HaliGaziantep’in “Yaşayan” MüzesiEdirne ÇeşmeleriBu Saatte Bir Terslik Var!


Hünkârın EstetikMührü TuğraII. Abdülhamid Han'ın Tuğrasıİrem GÜVEN


II. Mahmut'un Tuğrası


Çini Bir Göz Musikisidir;Notaları Laleler, Güller, Karanfiller ve SümbüllerdirYard. Doç. Dr. Pınar YAZGAÇOrtaya koyduğu eserler ve düzenlediği sergilerle, İznik çinilerinin bugün Türkiye’de ve dünyada bilinirliğininartmasında önemli bir paya sahip olan İznik çini sanatının üstadı Mehmet Gürsoy’u Kütahya’daki atölyesindeziyaret ettik. 40 yıla yaklaşan İznik çinilerindeki yolculuğunu dinlediğimiz bu söyleşide, İznik çinisine yönelişinden,Kütahya ile İznik çinilerinin karşılaştırılmasına, eserlerinde kullandığı motiflerden sanat felsefesine kadarpek çok şeyi konuştuk. Gözlerini ve kalbini vakfettiği çini sanatına ilişkin bir çok özgün tanımı var ustanın.Bunlardan birinde çininin bir ‘göz musikisi’ olduğunu söylüyor ve ve ekliyor: “Bu musikinin notaları laleler,güller, karanfiller ve sümbüllerdir.”14


Söyleşimiz; ömrünü güzeli, en güzeli aramaklageçiren Mehmet Gürsoy’un, sanatı ve sanatçıyıkonumlandırdığı yere ilişkin kulağımıza küpeolacak cinsten cümleleri ile açılıyor: “Allah güzeldirve güzeli sever. Biz de onun yarattığı güzellikleriçiziyor ve boyuyoruz; ancak asla onunla yarışagirmiyoruz. Sadece yansıtıyor ve ayna tutuyoruzYaradan'a.” Sonra sanatı ile arasındaki bağaişaret eden şu cümleleri ile devam ediyor: “Çokmutluyum böyle bir ilmi ve sanatı bize bahşettiğiiçin. Çünkü İznik bir ilim, bir bilimdir.Çünkü, altın oranı toprağa aktarma,toprağı canlandırma had<strong>ise</strong>sidirbu. Öyle yüksek bir sanattır. Birömür değil bin ömür feda olsun busanata.” Anlatırken gözlerinin içi parlıyor.Yine sözün başında Hocası, İstanbulGüzel <strong>Sanat</strong>lar Fakültesi’nin meşhurhocalarından Prof. Dr. Muhsin Demironat’ırahmetle anıyor ve ekliyor: “Konağın en güzelodasına, bu odaya da onun adını verdim.”Hangi sebebin onu İznik çinisine yönelttiğini sorarak başlıyoruz.Mehmet Gürsoy, Sultan Veled’in “Kütahya’da biray kalan mutlu, iki ay kalan ziyadesiyle mutlu ve saadetiçinde olur. Cennet Kütahya’nınya altındadır, ya üstündedir.”sözünü aktardıktansonra sorumuzuşöyle cevaplıyor: “Kütahya evliyalar şehri olduğukadar; aynı zamanda şairler, ressamlar, müzisyenleryani kısacası sanatkarlar şehridir ve tarihboyunca sanatla yoğrulmuştur. 1975 yılında bu sanataiştigale başladığımda Kütahya’da yapılanlar ileecdadımızın yaptıkları arasında sanat değeri bakımındandağlar kadar fark olduğunu gördüm. Eskilertarihe gömülmüş durumdaydı ve kimse bu sanatınucundan tutmamıştı. Bunu ecdadıma yapılmışbir saygısızlık olarak algılayıp toprağa gömülübu canım sanatın tekrar hayatımızageçmesi için yola çıktım.”İznik ile Kütahya ÇinileriArasındaki FarkMehmet Gürsoy hayatının büyük birkısmını, on yaşlarında iken taşındığı buşehirde geçirmiş bir sanatçı. İznik çinisineolduğu kadar Kütahya çinisine de vakıf birgöz ve bir sanatkâr. İki şehrin çinilerini karşılaştırmasınıistiyoruz ondan. İki şehrin çinileri arasındaki farkınçok açık olduğunu, Kütahya çinisinin büyük ölçüde bir‘halk sanatı’ olarak kaldığını, ilerlemeyip aksine gerilediğini;İznik çini sanatının <strong>ise</strong> ilerleyip tekâmül ederek saraysanatı haline geldiğini söylüyor şöyle tamamlıyor sözünü:“İznik çini ustaları, adeta imkânsızı başarmışlar. Ecdadımızo günün teknolojisi ile bugün bile hala üzerinde araştırmalarındevam ettiği, yazıların yazıldığı o canım çinileriortaya koymuş. İznik’te sarayın desteği bittikten sonraeski güzel zamanlarını yaşamasa da çini sanatkârları, birşekilde çiniyi günümüze kadar taşımışlar. Kütahya <strong>ise</strong> büyükyoklukları, savaşı, işgali yaşamış. Çok gerilemiş amasanat bütünüyle hiç ölmemiş. O değerli, o güzel insanlarolmasaydı bugün biz olmazdık.”Söz Kütahya çinisine gelmişken, şu anda Kütahya’daotantik geleneksel Kütahya işi çiniciliğin yapılıp yapılmadığıhakkında yorumunu merek ediyoruz çini üstadının.Kütahya’nın o eski primitif, dokulu, kokulueserlerinin yapılmadığını üzülerek ifade ediyorve buna sebep olan şeyin de piyasadaki arz vetalep dengesi olduğunu ifade ediyor: “Üreticiürününü İstanbul pazarında ve sahil kentlerindedeğerlendirmek istiyor O nedenle gelentaleplere göre ürün yapıyor. Birkaç kişiyigeçmeyen sanatkâr dışında, Kütahya’da sanatdeğil, zanaat ağır basıyor.”Klasik Ruhu Bugüne Nasıl Taşıdı?Mehmet Gürsoy’un, işin ehli tarafından dateslim edilen başarısı, çiniyi bugüne taşıyıpyorumlarken klasik olandan ayrılmamasındayatıyor. Öyle ki yorumlayarak ortaya koyduklarınıtaşıdığı ruh itibarıyla geleneksel İznik çinilerindenayıramıyorsunuz. Bunun sırrını sorduğumuzda,şimdiye kadar hiçbir İznik çinisinibirebir kopya etmediğini hatırlatıyor ve devam


ediyor: “Bana rehber olan birçok kompozisyonuuyguladım, ancak hep kendi yorumumla.Estetiği daha ahenkli bir renk dengesi içindeyakalamaya çalıştım. Baktığınızda gözünüzünyorulmayacağı, içinizde haz duyacağınız, dokunduğunuzdasize pozitif enerji verecek çinileriüretmeye çalıştım.”İznik çinisindeki özgün renk tonlarının nasılyakalandığı konusuna gelince usta sanatçı,Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethettiktensonra, dünyanın her yerinden hediyelergeldiğini, Çin’den ve Japonya’dan da mavi beyazporselenlerin hediye edildiğini aktarıyor buporselenleri beğenen Fatih’in ‘Daha güzeli yapıla’diye buyruk verdiğini belirtiyor. Türklerin yaratılandakidetayı görme yeteneğinin yüksek olduğunu, zamaniçinde bizim rengimiz olan türkuazın, çimen yeşilininsonra da bir mücevher rengi olan zümrüdün çinidekirenklere eklendiğini söylüyor ve şöyle sürdürüyor konuşmasını:“Zümrüt rengi yakalandıktan sonra, 1550’lerdemercan kırmızısı çıkmış ortaya. Ondan önce kırmızı yokçinide; patlıcan moru var, mangan moru var ama kırmızıyok. Farkındaysanız ecdat hep mücevher renklerini seçmişçinide, süslemede. Mercan ve zümrüdün yanı sıra firuzeyi,lapisi, lazuli mavisini seçmiş ve mücevher renklerininbulunduğu mekanlarda yaşamayı tercih etmişler. Evlerinde,camilerinde, saraylarındaki bu mücevher renklerininverdiği pozitif enerji ile ülkeler, gönüller fethetmişler.”İznik Çinisinin Değeri, Renk ve Ahenkte Gizliİznik çinisini dünyada değerli kılan bu özellikler sohbetinakışında kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor bir bakıma.Mehmet Gürsoy’un, renk ve ahenk konusunda eklediği şubilgiler de İznik çinisine daha bir alıcı gözle bakmamıza imkansağlıyor: “İznik çinisinin ham maddesi yüzde 85 kuvarsile yüzde 15 cam ve kildir. Ecdadımız, göz akı beyazınınyani kuvarsın üzerine işlemiştir motiflerini. Çünkü bu mücevherrenkleri en güzel göz akı beyazının üzerinde görünür.Tabii renkler, bir estetik, zarafet, ahenk, dengeve sükunet içinde var olurlar çini üzerinde. Saatlerceizleyebilirsiniz; nice masallar , hikayeler anlatırsize. Günümüzde bazı psikologlar bizim eserlerimiziterapi amaçlı izletiyorlar hastalarına.”Mehmet Gürsoy’un atölyesinde çalışanlar on kişiile sınırlı. Atölyesinde çalışmak bu sanatı kendisindenöğrenmek için pek çok kimse olmasınarağmen kendisi bu sayıyı artırmıyor. Bu durumu,atölyede yürütülen faaliyetin maddikaygı ile ele alınmaması ile açıklıyor veşunu eklemeden edemiyor: “Burasıbir okuldur aynı zamanda. Dünyanınher yerinden öğrenci gelir;Almanya’dan, Japonya’dan,Hollanda’dan… Yani kapımız öğrenmekisteyen herkese açıktır.”Çini, Mücevherlerin RenginiSır Altına Gizleme <strong>Sanat</strong>ıdırGürsoy, sanatın felsefesine ilişkin bakışını ve yaptığı işeyüklediği anlamı ele veren cümlelerini sıraladığında, birustanın ustalığındaki sırrın sadece maharette ve teknikbaşarıda olmadığını, ahlaki erdemlerle birebir ilgili olduğunuanlıyoruz. Yola çıkarken derdinin güzeli aramak,bulmak ve onu yapmak olduğunu söyleyen usta sanatçı,“Yaptığım iş, bir gün mutlaka bir anlayanın eline geçer,o zaman o kişi yaptığıma bakıp beni eleştirmemelive ‘yapan ne güzel yapmış’ demeli. Çünkü insan güzeldir,insan olmak güzel olmaktır. Bu güzel olan insana güzelisunmaktır esas olan. Böyle baktığınızda 5 cm’lik minikbir kaseyi de 60 cm’lik dev bir vazoyu da aynı işçilik kalitesiile yaparsınız.”Mehmet Gürsoy’un çini sanatına ilişkin özgüntanımları var. Bunlardan birini yazının başlığındaokudunuz. Bir diğerini <strong>ise</strong> şu cümlelerle aktarıyorve açıyor Gürsoy: “Çini; kıymetli taşlarınrengini sır altına gizleme sanatıdır. Yani mücevherrenklerini sır altına gizleme sanatıdır. Yüzyıllarboyu bu mücevherler ışıldar durur duvarlarımızda,mekânlarımızda, camilerde, saraylarda, konaklardave en son Hakk’a gittiğimiz, defnedildiğimiztürbelerde.”Gürsoy, verdiği bir röportajda yüz yaşınakadar yaşamak istediğini söylemişti.Bunu neden istediğini sorduğumuzda<strong>ise</strong> tatlı bir gülümseme eşliğindeşu cevabı alıyoruz: “Yıllar evvelbu atölyeye bir Amerikalı geldi ve ‘Ne17


larıma yük bindirdi. Hedefimizde her zaman daha güzele ulaşmak var. Mevla inşallaho görme gözünü bize de bahşeder o zarafeti, yarattığı o güzel renkleri,ahengi daha fazla algılayabiliriz.” diye konuşuyor.Kayıp ‘Mercan Kırmızısı’nı 4 Asır Sonra Yeniden KeşfettiMehmet Gürsoy’un önemli bir özelliği de klasik İznik çinilerinde kullanılanmercan kırmızısını yeniden keşfetmiş olmasıdır. Bu keşif için 10 yılvakit harcar Gürsoy ve sonunda renge ulaşarak onu tekrar günümüzİznik çinisinin içine yerleştirir. Bu hikayenin özetini anlatmasını istiyoruzGürsoy'dan, o da bizi kırmayarak şöyle anlatıyor; “Çini ile ilgili yapılanaraştırmalar, çalışmalar hep üretilmiş eserler ile ilgili, altyapıyla ilgili hiçbirbilgi ve belge yok. Osmanlı saray arşivlerinde belki var, ama bilinmiyor,bulunmuyor. Bu bizim çok büyük bir eksikliğimiz. Nurhan Atasoy veJulien Raby 1989 yılında büyük bir araştırma yaptılar; ancak renklerin eldeedilişi için gerekli olan kimyasal formül, oranlar hakkında bir malumat, meselamercan kırmızısı şöyle yapılmış diye bir bilgi yok. Osmanlı’da mercan kırmızısı,1550-1575 yılları arasında kullanılmış ondan sonrada üretilmemiş. Çünkü mercan kırmızının sırrınısadece bir usta yakalamış, formülü de hiç kimseyesöylemediği için, bilgi kendisi ile beraber toprağa gömülmüş.On iki yıl öncesine kadar durum böyleydi. 1991 yılında âcizanebana nasip oldu mercan rengini bulmak. Mercanla ilgili on yıllıkbir araştırmam vardı. On yıl boyunca her fırında kırmızıyı test ediyordum.1991 yılında İstanbul Güzel <strong>Sanat</strong>lar Fakültesi’nde sergiaçtığım zaman fakültenin o zamanki dekanı Prof. Nurhan ATA-SOY….. “Evlat bu iş tamamdır, ben basını çağırıyorum,” dedi veo vesile ile duyurulmuş oldu. Ben 10 yıl mercan kırmızsısı üzerindeçalıştım ve test yapa yapa tekrar hayata geçirmiş olduk mercanrengini. Bütün testlerim Amerika’da bir müzede. En büyüktakipçim de Amerika’da İndiana Üniversitesi'dir.”“İznik Çinisi Renklerin Ateşle İmtihanıdır"Mehmet Gürsoy konuşacak çok şey var. İznik çinisine vakfedilmişkırk yılın, bitmek tükenmek bilmeyen bir azmin, çini motiflerini bezeyerek geçenbinlerce gecenin ve gündüzün, sınırsız bir sabrın, aşkla gerçekleşen bir teslimiyetin küçükbir özeti oldu konuştuklarımız. Böyle ustaların tavsiyeleri de, hatıratları ve eserleri gibi yolgösterici olur düşüncesi ile, yanından ayrılmadan önce, bu sanata ilgi duyan, bu sanatla iştigaleden gençlere tavsiyeleri olup olmadığını soruyoruz kendisine. Gürsoy, güzel sanatlarfakültelerinde okuyan resim ve grafik öğrencilerinin mutlaka geleneksel sanatlarımızdan birtanesini çok iyi öğrenmeleri gerektiğini; çünkü bunun onlara donanım sağlayıp hayatlarınızenginleştireceğini, söyleyerek başlıyor tavsiyelerine. “Bu sanatlarda o kadar ilerleyemeselerde sevsinler en azından” diyor, “Çünkü geleceğe bırakılacak en güzel şey bu sanatlardır.”Sonra da kulağımıza küpe olacak cinsten tavsiyelerini sıralarken, sözün yine başladığımızyere geldiğini, böylece sohbet dairesini tamamladığımızı anlıyoruz. Tavsiyelerinizihnimize ve kalbimize kaydederek ayrılıyoruz Mavi Konak’tan: “Elbettegüzelliklere ulaşmak isteyenlerin büyük bir sabır içinde olması gerekir. <strong>Sanat</strong>uzun süreç isteyen bir had<strong>ise</strong>dir. Sabır olmadan olmaz. İznik çinisi <strong>ise</strong>hemen oluveren bir şey değildir. Bir ressam tuvale yağlı boya resmini yaparbitirir, bir heykeltıraş heykelini şekillendirir ve bitirir. Ama İznik çinisi,ateşle imtihanıdır renklerin. Biz o kadar göz nuru döktüğümüz motifleri900 santigrat derece ateşe veriyoruz. Ateşin oyunudur bu. Bahtımızane çıkarsa… Şükür ki Mevla’nın sonsuz yardımı var bize. Mevla diyor ki;"Güzel işlerle uğraşanlar benim makbulümdür." Allah güzeldir ve güzel<strong>ise</strong>ver. Biz de onun yarattığı güzellikleri çiziyor ve boyuyoruz, ancak aslaonunla yarışa girmiyoruz. Sadece yansıtıyor ve ayna tutuyoruz Yaradan'a.”* Dumlupınar Ün. Güzel <strong>Sanat</strong>lar Fakültesi Resim Bölümü Öğretim Üyesi19


Takvimler 19 Eylül 1973’ü gösteriyordu. Londra’da birhastane odasında kaleme alınmış iki sayfalık bir mektupulaştı Vehbi Koç’un eline. Mektubun altında, birömrü birlikte geçirdiği sevgili eşi Sadberk Hanım’ın imzasıvardı. Tedavi için gittiği İngiltere’den yazıyordu vebu satırlar, Sadberk Hanım’ın hayat yoldaşı ‘Vehbiciği’neson mektubuydu. Bir bakıma vasiyetini kaleme aldığıbu mektupta Sadberk Hanım, acısıyla, tatlısıyla birliktegeçirdikleri seneler için Vehbi Bey’e duyduğu minnetidile getiriyor, ona evlatlarını emanet edip helallik veriyor,kendince miras taksiminde bulunuyordu. VehbiBey’in içi titreyerek, belki de gözleri buğulanarak okuduğumektubun son bölümünde bir vasiyette daha bulunuyorduSadberk Hanım.Nicedir hayal ettiği müzenin kurulmasını istiyor, “Müzemiyapın, Koç Holding’de kalsın, orada devam etsin.” diyordu.Zira gelenek ve göreneklere bağlılığıyla tanınanSadberk Hanım’ın en büyük hayali, binbir emek ve özenletopladığı Osmanlı dönemine ait işleme ve kıyafetleri,kendi adını taşıyan bir müzede sergilemekti. Türk ekonomisininlokomotiflerinden Koç Holding’in kurucusu VehbiKoç, 1973 senesinde vefat eden eşi Sadberk Hanım’ın vasiyetinikaleme aldığı son mektubundaki bu dileğini tam7 sene sonra yerine getirdi.Sadberk Hanım’ın Özel KoleksiyonuVehbi Koç’un, neredeyse yarım asrı birlikte geçirdiği eşininanısına kurduğu Sadberk Hanım Müzesi, Türkiye’ninilk özel müzesi olarak 14 Ekim 1980 tarihinde kapılarınıziyarete açtı. Müze, Sarıyer-Büyükdere’de AzaryanYalısı olarak adlandırılan yapıda, Sadberk Hanım’ın kiş<strong>ise</strong>lkoleksiyonunu sergilemek üzere kuruldu. Kurulduğugünden bu yana Osmanlı dönemi işlemelerinin enseçkin örneklerini titizlikle bünyesinde toplamaya özengösteren Sadberk Hanım Müzesi, zengin bir işleme ko-21


Sergide ayrıca işlemelerin yoğun olarak kullanıldığı Osmanlıevinde günlük hayat ve kahve ikramı, gelin odasındaçeyiz sergilemesi, hamam ve berber tıraşı gibi mizansenlerede yer verildiğini görüyoruz. Berber tıraşınınanlatıldığı bölümde, deriden ustura kılıflarının bile işlemelerlebezendiği dikkatimizi çekiyor.Sergiyi gezerken bir yandan da bizerefakat eden Hülya Bilgi’nin anlattıklarınakulak veriyoruz. Bilgi,Osmanlı döneminde yaşamınhemen her anında kullanılanzarif işçilikli işlemelerin,giyecek ve kullanılacak eşyadanaskeri malzemeye kadarçok geniş bir yelpazede uygulamaalanı bulduğunu belirtiyor.Ayrıca işlemenin, Osmanlıdönemi süsleme sanatlarıiçerisinde özel bir yer edindiğinide ifade ediyor. Söylediğinegöre, bunda Türklerin gelenek ve görenekleriile göçebe yaşam tarzının etkisibüyük.Çok Fonksiyonlu Odaların SüsüTarihi kaynaklardan öğrendiğimize göre ister saray, isterkonak, isterse sıradan bir ev olsun, Osmanlı ev yaşamındayatak odası, yemek odası, oturma odası gibi farklıkullanıma göre ayrılmış mekânlar yoktu. Genellikle biroda; yemek zamanı sini ve sofra nihalesi ile yemek odası,yatma zamanı <strong>ise</strong> dolaptan çıkarılan yatak ve yorganlarlada yatak odası oluyordu. Aynı zamanda Osmanlısaray ve evlerinde Batı tarzı mobilya bulunmayışıve ev eşyalarının oldukça sade oluşu,dekorasyonda dokumalara ve yüksekkalitede işlemelere daha çok yerverme gerekliliğini ortaya koymuş.Böylece az ve sade olanev eşyalarının döşemelerindedönemin modasını yansıtan,yüksek kalitede işlemeli örtülerkullanılarak zengin birgörünüm elde edilirdi.Osmanlı döneminde, işlemelerindoğumdan ölüme hemenher alanda insana eşlik etmelerinedeniyle gerek sarayda gereksehalk arasında genç kızlara erkenyaşlardan itibaren el işi yapımının öğretildiğinisöyleyen Hülya Bilgi’ye göre bu beceri,genç kızların yetiştirilmesinin önemli bir parçası olarakgörülüyordu. Bilgi, sarayda padişah kadınları ve kızlarınında işleme yaptığını ve bunlar arasında Kanuni SultanSüleyman’ın hasekisi Hürrem Sultan ve IV. Murad’ın24


kızı Kaya Sultan’ın ün saldığını hatırlatıyor. Sadberk HanımMüzesi’nin sanat tarihçisi müdiresine, “Sergileneneserler arasında, saraydan günümüze ulaşmış olanlarvar mı?” diye soruyoruz. O da, “Yüksek kalitede işlemelervar sergide. Hidiv ailesine ait işlememiz, saraydançıkan bir de yatak örtümüz mevcut.” şeklindecevaplıyor sorumuzu. Sergilenen işlemeörnekleri arasında, gelenekselel işlerine önem veren SadberkHanım’ın bizzat kullandığı işlemeörnekleri olup olmadığınımerak ediyoruz. KoleksiyondaSadberk Hanım’ın severekkullandığı ve özenle kullanıpmuhafaza ettiği pekçok işleme örneği bulunduğunusöyleyen Hülya Bilgi,“Hatta bazılarında V.K. (VehbiKoç’un kısaltması) işlenmiş.Bundan da işlemeli bu örtünün,bir sünnet yatağı için ödünç verildiğinive iade ederken karışmamasıiçin bir ucuna V.K. işlenmiş olduğunuanlıyoruz.” diyor. Sergilenen işlemeli eserlerüzerinde çini motifler göze çarpıyor. Bunu dile getirdiğimizdeHülya Bilgi, Osmanlı’da 17. yy'da üslup birliğiolduğunu ifade ederek şu bilgileri veriyor: “Nakkaşhanededesenler çıkıyor ve daha sonra bütün sanat kollarınadağılıyordu; çiniye, tezhibe, halıya, dokumaya…Aynı şekilde işlemelerde de kendisini göstermiş bu üslupbirliği. Takkeci İbrahim Ağa Camii’ndeki kompozisyonuaynı şekilde bir yorgan yüzünde de görmek mümkün.Koleksiyondaki yorgan yüzü, Takkeci İbrahim AğaCamii ve Bursa’daki bir mezar taşı üzerindeaynı formdaki kompozisyonu görmekmümkün.”İşleme Kalitesi YüksekEserler Hibe AlınıyorSöyleşimizin başında müzemüdiresi Hülya Bilgi, müzekoleksiyonunun hibe ve satınalma yoluyla gün geçtikçezenginleştiğini söylemişti.Satın almalar bir yana,hibe alınan eserleri sormakistiyoruz. Bilgi, “Hibe edilmekistenen her parçayı kabul ediyormusunuz?” sorumuzu, “Maalesefher parçayı kabul edemiyoruz.Koleksiyonumuzun konseptine uygun olmasıgerekiyor bir kere. Daha çok 19. yüzyıla aitolan ve işleme kalitesi olarak bizimkilere yakın eserleri tercihediyoruz. Çünkü sergileyebileceğimiz, tamiratını yapabileceğimizve gelecek kuşaklara aktarabileceğimiz eserler<strong>ise</strong>çiyoruz. Bu kriter, bütün eserler için söz konusu.”25


“Burada gaye, ebru sanatıyla bir yere varmak değil.”diyen Özçimi, malum genç özelinde esasında bir anlayışve algı bozukluğunun tespitini yapıyor. Özeldeebru, genelde <strong>ise</strong> tüm şubeleriyle sanatın, kişinin ruhunuve düşünce dünyasını müspet manada bir yeregötürdüğü, götürmesi gerektiği fikrinde olan Özçimi,“Üç kuruş para kazanmak için, maddi menfaat uğrunasanat öğrenme gayesiyle yola çıkılmaz. Gelenektebu yoktur.” diyor; tabii ki telefonun diğer ucundakigenç muhatabını kırmadan, gönlünü alarak, hocalarındangördüğü gibi…Tesbih Atölyesinde Başlayan Ebru MeşkiSadreddin Hoca'yı dinlerken, sadece bir neyzeni ve ebrucuyudeğil, aslında bir hattatı, bir müzehhibi, bir mimarıdinliyoruz. Yıllar boyunca rahle-i tedrisinde bulunduğuüstatların hem halleri hem de lisanları kendisineo kadar sirayet etmiş ki, müstefit olmamak imkânsız.Bu tedrisatta ehil isimlerden biri de Kutb-ün Nâyî NiyaziSayın… Büyüklerin, “Talebe hocanın aynasıdır.” sözündenmülhem, Sadreddin Hoca konuşurken NiyaziHoca'yı duyuyoruz aynı zamanda.Özçimi, hezarfen yani bin hüner sahibi Niyazi Hocaile tesbih çalışmalarına devam ederken, usta ebrucuAlparslan Babaoğlu ile tanışır. O günlerde NiyaziHoca'dan beraber tesbih yapımını öğrenmeye devametmektedirler. Bu süre zarfında, aynı zamanda ebru sanatçısıolan Niyazi Hoca'nın da gayretleriyle, Özçimi ebruyameyleder.Ödünü ayarladığı teknesine lale ebrusu yapmak üzerezemin battalı atarken, bu sanatı kendisine öğretenBabaoğlu’yla nasıl tanıştığını anlatıyor: “Tesbihdersine Alparslan Bey de gelmeye başlamıştı. NiyaziHoca'nın yanında tanıştık. Zaten Niyazı Hocamız,sanatın farklı şubeleriyle ilgilenmemiz hususunda bizihep tembihlerdi. Daha sonra Alparslan Bey’den ricaettim, ebruyu bana öğretmesi için. Allah razı olsunkabul etti ve öğrencisi oldum. 1993 yılında başladıkmeşke. 1997’de icazetimi verdi ama hocamla irtibatımızhala devam ediyor.”Bir Sadırda Bin MarifetSadreddin Hoca, Babaoğlu ile başlayan ebru meşklerinihayetinde, günümüzün usta ebru sanatçılarından.Fakat bununla birlikte kıdemli bir neyzen ve musikişinas.İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nın ilkmezunlarından olan Özçimi, öğrenciliği esnasında Dr.Nevzad Atlığ tarafından kurulan İstanbul Devlet KlasikTürk Müziği Korosu’na neyzen olarak atanır. Mezuniyetisonrasında <strong>ise</strong> dönemin Konya Belediye BaşkanıMehmet Keçeciler’in talebiyle Konya Belediyesibünyesinde Türk Müziği Korosu’nu kurarak gençleremusiki dersleri vermeye başlar. Devamında <strong>ise</strong> SelçukÜniversitesi’nde Müzik Eğitim Bölümü’nün kuruluş çalışmalarındabulunur.31


Bu süreci yılmadan, sebat ederek tamamlayanebru talebesi, ikinci yıl kadim battal ebruöğrenmeye başlarmış. Kadim battal, yazıdaki“Rabbiyessir”in karşılığıdır. Özçimi’ye göre kadimbattal, en iyi neticenin en zor alındığı ebru cinsidir.Kadim battaldan sonra bülbül yuvası, taraklıebru ve şal ebruya geçilirmiş. Eğer vakit kalırsaHatip ebrusunu da meşk edip, son yıl tamamençiçekli ebru çalıştıklarını söylüyor. 3 yıllık müfredatnihayetinde, 4’üncü yıla devam eden talebelerinde olduğunu ifade eden Özçimi, “Amabu demek değildir ki her devam eden icazetalacak. Ne zamanki hoca, talebesinin yapmışolduğu ebrunun altına kendi imzasını atar, o seviyedegörür, işte o zaman talebesine icazetiniverir. Bizde ölçü budur.” sözleriyle meşk kültüründeicazetin yerini belirtiyor.Gaye İcazet Almak DeğildirYıllar boyunca teknesi başında binlerce talebeyimisafir eden Özçimi, günümüzde icazetalma sevdasının, klasik icazet algısından çokfarklı olduğu fikrinde. İcazetin, günümüz talebelerineişin özünden ayrılarak “ismini duyurma,kendisini gösterme” gibi nefis oyunları oynayabildiğininaltını çizen Özçimi; klasik ebru-33


dan hareketle, onda daima bir tevazu olduğunu, kullanılanrenklere ve malzemelere bakılarak dahi bu tevazununtespit edilebileceğini belirtiyor. “Allah’ın gül dalınıkesip, ucuna atkuyruğu bağlayıp, topraktan elde ettiğibir rengi üzerinde uğraşa uğraşa ıslah ederek suyunyüzeyinde yüzdürmek ve o rengin mahfiliğinden istifadeetmek.” diyerek ebrunun mahiyetini anlatan Özçimi,ebrucunun da ebruya benzemesi niyetinde…Zaten gerek Destegül Mektebi’nde, gerekse UygulamalıTürk-İslam <strong>Sanat</strong>ları Kütüphanesi’nde, yakinen biliyoruzki bu sanatların özü diri bir şekilde yaşamakta. Ve ebru,kişiyi terbiye etmesi için meşk edilmekte. Fakat Sadreddinhoca, günümüzdeki genel algıyı tespit ederken, günümüzsanat anlayışının insanı meşhur etmek, beğenilirhale getirmek kaygısı taşıdığı endişesinde. Dolayısıylatamamen, nefsi menfi manada besleyen bir had<strong>ise</strong>leryumağı oluşuyor. Özçimi bu noktada, hocalarının yazdığıreçeteyi dillendirmeyi de ihmal etmiyor: “Bu işin ruhunu,millet olarak, sanata talip olanlar olarak ne zamananlamaya başlarsak, işin çehresi o zaman değişecekve gelenekteki özellikleri o zaman anlayacağız.”“Seddolunmakla Tekâyâ Kaldırılmaz Zikr-i Hak”<strong>Sanat</strong>, insan terbiyesinde kullanılan bir araçtan ibaretolduğu için, tekâmülü de sürekli olarak kemal ocaklarıolan dergâhlarda olmuş. Şeyh efendi, müptedi bir dervişe,meşk ettiği sanatı aktarırken esasında güzel ahlakıda aktarır. Bütün bunlar, insan ruhunu incelten venefsi işlenmeye hazır hale getiren araçlardır. SadreddinHoca'nın atölyesinin bulunduğu Üsküdar’da dahi,60’tan fazla dergâhın varlığı biliniyor. 100 yıl öncesininnüfusu da göz önünde bulundurulduğunda, her mahalledebirkaç tane dergâhın varlığı, ahaliye de olumlu sirayetetmiş. İnsanlar o dergâhlara müntesip olmasalarbile, dervişanın halini görerek klasik sanatlarımızdakiözün ve meşk kültürünün önemini bilirmiş.Bu nedenle Özçimi’ye göre sanatta gaye çok farklıdır.Ona göre sanatın asıl ve hatta yegâne gayesi Cenab-ıHakk'a ait güzellikleri tanımak, o güzelliklerden gıdalanabilmekve bu sayede Cenab-ı Hakla bir ünsiyet kurabilmektir.Bir diğer gaye <strong>ise</strong> Allah’ın kelamı olan Kur’an-ıKerim’e hizmettir. Bu nedenle bu sanatların tek bir merkeziişaret ettiğini, şu sözlerle işaret ediyor Özçimi: “Kitapsanatlarımızın, onlara ilaveten mimarimiz ve musikimizinbu güne kadar geliş gayeleri tamamen Kur’an-ıKerim’e hizmettir. Allah’ın kelamını en güzel şekilde yazmak,o yazıyı en güzel şekilde süslemek, ciltlemek, güzelbir mabette güzel bir sesle güzel bir şekilde okumak.Bütün bu gayelerin hepsi bizdeki sanata bakış açısınıdoğurmuş.”Bu noktada bir şeyi de itiraf ediyor Sadreddin Hoca,“Emin Dede’nin yolundan gitmek vardı.” diyerek.“İmkân olsaydı bu sanatların yanına bir de hüsn-i hatkoymak isterdim. Hüsn-i hatta devam edemediğim için34


in pişmanım. Ki iki sefer rika yazıyı bitirmiş olduğumhalde.” diye ilave ediyor hemen. 1980’lerin başındaKonya’da, Halim Özyazıcı Hoca'nın icazetli talebesi SelahattinHidayetoğlu’ndan meşk etmiş önce. 1986’da <strong>ise</strong>Dini Musiki Kürsüsü’nde master yaparken Muhittin SerinHoca'dan bir daha bitirmiş rikayı. Talik yazıya devamedecekken, musiki yoğunluğu müsaade etmemiş.<strong>Sanat</strong> Burak’tır“<strong>Sanat</strong> Burak’tır.” diyen Özçimi, hüsn-i hat Burak’ınabinemese de, ney ve ebru Burak’ının ehil ismi. <strong>Sanat</strong>Burak’ına binip, kişinin kendi sanat miracına çıkması gerektiğininfiili temsilcisi. 33 senedir profesyonel olarakney üfleyen, gözlerimizi güller, sümbüller, karanfillerleşenlendiren Özçimi, sohbetimizin nihayetinde güzel birlale bir de menekşe ebrusu hediye ederken, “<strong>Sanat</strong>, bütünşubeleriyle sabır ve sebat meselesidir. Sebat bir istidattır,tâlimle öğrenilecek bir şey değildir. Klasik sanatlarımızahevesli gençlerimiz, sebat etsinler fakat bununAllah’ın bir lütfü olduğunu unutmasınlar.” diyor.Müstefit olduğumuz bir sohbetten müsaade isterken birelimizden lale bir elimizden de menekşe ebrusu tutuyor.Hakikatte <strong>ise</strong> ellerimizden tutan Sadreddin Özçimi,Alparslan Babaoğlu, Mustafa Düzgünman, NecmeddinOkyay ve Özbek şeyhi Ethem Efendi… İdrak edebildiğimiznispette tabii…35


Boğaziçi Ressamlarıve OryantalizmMukadder Özdemir*17 ve 18'inci yüzyılda Batı’da Osmanlı’nın tanınmasında, görevleri vesilesi ile İstanbul’a gelirken beraberlerinde ressamları dagetiren elçilerin rolü büyüktür. Bu dönem elçileri politikanın ve ticaretin yanı sıra Batı’da sanatı da yönlendirdiler. Hemen hermilletten insanın yaşadığı, renkli ve dinamik bir hayatın sürdüğü, arkeoloji ve sanat tarihi bakımından sayısız eserin yükseldiğiOsmanlı İstanbul’u, Batılı seyyah ressamlar için bir cazibe merkeziydi. Resimleri ve desenleri ile İstanbul’u Avrupa’ya taşıyan‘Boğaziçi Ressamları’, Batı’da o dönemin sosyal yaşamını etkilemesinin yanı sıra, resim tarihine de sayısız İstanbul manzarası bıraktı.36


lara hediye edilen veya kayıtsızlık yüzünden kaçırılaneserler bugün Batı müzelerinde belli başlı kıvanç kaynaklarıdır.Bu ortam Osmanlı ülkesinin cazibesini arttırıyor,yalnız sanatçılar için değil Batılı biraz varsıl her insanınilgi alanı oluyordu.Avrupalı <strong>Sanat</strong>çıların İstanbul HayranlığıBu yıllarda İstanbul’un Avrupa bölgesi Galata’dan başlayarakBeyoğlu sırtlarına kadar uzanmaya başlıyor vealternatif kent merkezinin ilk nüvesi oluşuyordu. Pera,Avrupalı nüfusun ve sanatçıların da yaşadığı bir merkezolmuştu. Batılının Osmanlı’yı tanımasında görevleİstanbul’a gelirken beraberlerinde ressamları da getirenelçilerin rolü büyüktür. Bu dönem elçileri politikanınve ticaretin yanı sıra sanatı da yönlendirdiler.Doğu’ya olan bu yoğun ilgi Fransa’dan başlasa daen fazla sayıda seyyah ressamın İngiltere’den gelmişolması muhtemeldir. İngiliz ekolü oryantalistlerindekırk üçü tanınmış, yüz otuz yedi sanatçının adı geçmektedir.İstanbul’da çalışan ressamların ve buraya gelen gezginleringezi anılarını resimlemek için çizdikleri desenlerülkelerinde baskı yoluyla çoğaltılmıştır. Hazırlananalbümler, “a la Turque” (Türk gibi) kıyafetlere ve gözkamaştıran Oryantal mimariye karşı bir tutku başlatmıştır.Bu dönemde İstanbul’da elçilikte ücretli sanatçılardanVan Mour, Liotard, Hilair, Carrey, Antoine deFavray ve Melling İstanbul’a gelip yerleşen “BoğaziçiRessamları” olarak anılan güçlü sanatçılardır.38


Jean Baptiste van Mour, 1699’da geldiği İstanbul’daresmi tabloların yanı sıra yaptığı çok sayıdaki portreve İstanbul görünümleri ile ünlenmiş oryantalist birressamdır. Fransa Elçisi Comte de Ferriol tarafındanİstanbul’a getirilen sanatçı başlangıçta, İstanbul’u ziyareteden Avrupalılar’ın ülkelerine götürdükleri giysiresimleri yapmış; daha sonra elçi Ferriol’ün isteğiüzerine Osmanlı İmparatorluğu’ndaki en ilginç giysileribetimlediği 100 baskılık albümü hazırlamıştır. Bualbümü Paris’te büyük ilgi toplamış; yapıt Almanya,Fransa ve İtalya’da da yayımlanmış; Watteauve, Guardigibi ünlü ressamlar albümden esinlenerek yapıtlargerçekleştirmişlerdir.Van Mour Boğaziçi ve İstanbul görünümleri de yapmıştır.Yüksek düzeyde Osmanlılar’la ilişki kuran veOsmanlı yaşamına katılan sanatçının ünü giderek artmış;atölyesi saray adamlarının, elçilerin, memurların,seyyahların uğrak yeri olmuştur.Zamanının büyük bölümünü kendi zevkine göre Boğaziçi,Marmara, Sarayburnu ve Adalar’ın görünümleriniyapmaya ayırmıştır. En ilginç tabloları saray törenlerini,elçilerin huzura kabul törenlerini ve ziyafetleriayrıntılı biçimde belgeleyen resimlerdir. 1726’da“Kralın Akdeniz Ülkelerindeki Sürekli Ressamı” unvanınıalan sanatçı 1737’de, İstanbul’da ölmüştür. VanMour Patrona Halil İsyanı’na da tanık oldu. PatronaHalil’i arkadaşlarıyla betimlediği resim 18. yüzyıl Osmanlıtarihinin en ilginç belgelerinden biridir. <strong>Sanat</strong>çınınİstanbul’la ilgili eserlerinden bazıları “Sarraf, RumDüğünü, Açık Havada Eğlenen Rumlar, Arnavut AskerlerininPortresi, Patrona Halil, Padişah, Türk Düğünü,Mevlevi Dervişlerin Yemeği ve Bentler” olarak sayılabilir.ZonaroBoğaziçi Ressamları İstanbul’la ÖlümsüzleştilerOsmanlı İmparatorluğunun son yüzyıllarında gerçekleşmişolan sanat hareketlerini incelemek söz konusu olduğundaMüslüman Doğu’nun, Hristiyan Batı karşısındaki yılgın halinive 19. yüzyıl Osmanlı kültür hayatındaki temel dinamizminBatılılaşma olarak cereyan ettiğini görüyoruz. Çeşitli bakışaçılarına göre çok farklı anlamlar yüklenebilecek olsa da,yapılan resimler Osmanlı’nın bu dönemlerinin tek betimleriolması dolayısıyla da önem arz ederler. Günümüzde üretilentarihsel filmlerin mekanlarını oluşturan bu resimler İstanbulaşığı bu sanatçıların elinden çıkmıştır. Yazımızın amacıbiyografik bilgi vermek olmasa da, İstanbul sevdalısı olan,yaşamlarının önemli bir bölümünü İstanbul’da geçiren hattahayatını bu şehirde tamamlayan sanatçılara ve önemli eserlerinedeğinerek onları analım.Antoine-Ignace Melling, 1795-1813 arasındaİstanbul’da gerçekleştirdiği kent görünümleriyle ünlüdür.İstanbul resimleriyle ölümsüzleşen ressam Almanasıllıdır. 1795’te İstanbul’a yerleşerek 18 yıl boyuncaSultan III. Selim’in kız kardeşi Hatice Sultan’ınressamı ve mimarı olarak çalışmış, İstanbul haritalarınınyanı sıra kentin panoramik görünümlerini yapmıştır.Hatice Sultan’la fırtınalı bir aşk yaşadığı dasöylenen Melling, İstanbul’da bulunduğu süre içindekentin yüzlerce suluboya ve guvaş resmini yapmıştır.Doğu’ya karşı duyulan ilginin çok etkin olduğubu dönemde Paris’e giden Melling, İstanbul resimleriyleün kazanmış, bir süre sonra XVIII. Louis’nin resmiressamı olmuştur. <strong>Sanat</strong>çının İstanbul’a ilişkin yapıtları“İstanbul’da ve Boğaziçi Kıyılarında ResimlerleBir Gezi” (1969) adlı kitapta yayımlanmıştır. Dönemindeefsane olan bu kitap, bir metin cildiyle 48 oymabaskıdanoluşan bir albümü kapsamakta, bu günde önemli eserler arasında yer almaktadır. Sağlam birgözlemci olan Melling’in ayrıntıcı üslubu resimlerininbelgesel yönünü güçlendirmiştir.39


Jean-Etienne Liotard, I. Mahmut dönemi İstanbul’unagelmiş 1742’de ayrılmıştır. Başkentte kaldığı dörtyıl boyunca pek çok portre çalışmasına karşılık İstanbulile ilgili bir tek manzara resmi vardır. Liotart’ınDoğu ‘da geçirdiği yıllar sanatını derinden etkilemiş veAvrupa’ya dönüşünde Avrupalı kadınları Osmanlı giysileriylebetimlemiştir. Egzotizmin büyük ölçüde düş gücünedayandığı yıllarda o, çoğunluğun tersine, gerçekTürkler’i otantik giysileri ile betimlemiştir. Uzun yıllarİstanbul’da yaşadığı için, resimlerine yansıyan doğuyüzeysel değildir. O sadece İstanbul’da yaşamaklakalmamış, Osmanlı sanatını incelemiş ve minyatürlereilgi duymuştur. Ayrıca kocaman sakalından ve Doğugiysilerinden vazgeçemediği için “peintre Turc” adıylaanılmıştır.Antoine de Favray, kaçırılan Osmanlı kadırgasının iadesisırasında bu gemiyle İstanbul’a gelmiştir. DöneminFransız elçisi sanatçıyı himayesine almış ve elçi için buolayın anısını yaşatacak bir İstanbul panoroması ve büyükelçininSultan III. Osman tarafından kabul edilişini resimlemiş;elçinin eşinin Türk giysileri içinde portreleriniyapmıştır. Resimler, giysi ve aksesuarlarının işlenişindekiincelikle dikkati çeker. İstanbul’dan ayrılırken kendindensonra gelen Fransız elçisine emanet etmiştir.Oryantalizm RüzgarlarıOryantalizm genel olarak doğu dünyasını konu alan resimtürü olduğundan içinde İstanbul ve Boğaziçi konularını işleyenve bu geleneği sürdüren pek çok sanatçı barındırmışbirlikte anılmaları kaçınılmaz olmuştur. Bu akım gerçekte40


Batı ülkelerinde doğup gelişen bir akım olup, özellikle başlangıçtabir bilim dalı olmaktan çok, Avrupa’nın Doğu’yadönük ilgilerinin tümünü kapsayan bir düşünüş ve davranışbiçimidir. Aynı zamanda doğu dünyasını konu alan resimtürü Oryantalizm olarak adlandırılmış, bu tür resimler hembatıda hem doğuda bu adla anılmış ve anılmaktadır.18. yüzyıldaki egzotizm merakı ile bütün Avrupa’ya yayılmışolan ilgi 19. yüzyılda yaşanan siyasi olaylar, ekonomikilişkiler, bilimsel ve arkeolojik araştırmalar (daha çok yağmaamaçlı) ve romantizmin de etkisiyle Avrupa’da bir oryantalizmmodasının doğmasına yol açmıştır. Ancak ‘’BoğaziçiRessamları’’ olarak tanınan ve 18. yüzyılda İstanbul’a yerleşenbir grup sanatçının dışında Oryantalizm dekoratif birnitelikten öteye gitmiyordu.Oryantalizm’in Siyasi ve İdeolojik AmaçlarıBazı kaynaklar oryantalist heyecan ve isteklerin 18.yüzyıldan itibaren Batılıların İslam dünyasının yaşambiçimine duyduğu ilgi ile hızla endüstrileşen batı devletleriningerek pazar, gerekse ham madde gereksinimiiçin açılımlar aramalarından kaynaklandığını yazar.Fransız ve İngilizlerin siyasi ve ticari amaçları onlarınMısır ve Kuzey Afrika’da sömürgelere sahip olmasına,Yunan bağımsızlık savaşının son bulmasına,Mısır’da İngiliz desteği altında yarı özerk bir devletkurulmasına, Osmanlı İmparatorluğu içinde gerçekleştirilenbazı reformlara, Bağdat Demiryolu ve SüveyşKanalı gibi büyük yatırımlara yol açmıştır. Bütünbu siyasi olaylarda başrolü oynayan Fransa ve İngiltereanlamlı bir biçimde oryantalist resimlerin de başlıcaüreticisi olmuştur.Oryantalizm her ne kadar bir sanat hareketi olarakönem taşıyor olsa da batının doğuya bakış açısınınönemli verilerini içinde barındırır. Bu konuda oldukçaincelemesi bulunan Edward Said, oryantalizmiAvrupa’nın sömürgeciliğini haklı göstermeye ve sürdürmeyeyarayan mekanizmanın bir parçası olarak görür.Gerçekten de bu ilgi yalnızca Doğu’nun büyüsünekapılan edebiyatçıların, ressamların, gezginlerinyarattığı bir düş dünyası olmamalıdır. Amerikalı sanattarihçisi Prof. Linda Nochlin de oryantalist sanatın siyasive ideolojik amaçları hesaba katılmadan doğru anlaşılmayacağıkanısındadır. Noclin’e göre oryantalist sanatbirincisi, erkeğin kadına, ikincisi beyaz ırkın koyuırka, kıyasla üstün olduğu varsayımına dayanan ideolojikbir temele oturur. Yazara göre bu ideolojinin enkarekteristik temsilcisi Gérome ve onun “Yılan Oynatıcısı”adlı tablosudur.Oryantalist ressamlar peyzajlar, portreler, hamamlar,harem gibi konuları resimlemişlerdir. Ancak mimaribetimlemelerinde sıvası dökülmüş duvarlara, kırık çinilerekadar ayrıntıya girdikleri halde, hiçbir zaman yaşanangüncel olan gerçeği, çalışan işçileri, köylüleri, Kahireve İstanbul’un sanayileşmiş kesimlerini tablolarınaalmamışlardır. Çünkü bunun nedeni, “Oryantalistleregöre Şark, tembel insanların yeridir, onlar kendi kültürzenginliklerine bile sahip çıkamazlar, bu nedenle bupitoresk manzaranın güzelliğini belgeleyen batılı, onutakdir ettiği için bir kez daha Doğu'dan üstün durumageçer ve onu tüketmeye hak kazanır.Kendi başına geniş bir alanı olan oryantalizmininbölümlerine girmek derginin ve bu yazının sınırlarınınötesindedir. Ancak ansiklopedik ve bibliyografikbilgiler ile yetinmek de bize fikir vermekten uzaktır.Bazı konuları satırbaşları olarak ele almamız oryantalizminfarklı yönlerinden kaynaklanmaktadır. ÖrneğinTürk sanatı çalışmalarının bizdeki gelişiminde ve bilimalanında bağımsız bir sanat tarihi disiplini oluşumundaoryantalizm ve Türkoloji etkili olmuştur.41Jean Baptiste Van Mour


MellingOryantalist RessamlarOryantalizm her şeyden önce bir Fransız resim türü olmaklabirlikte, önce İngilizler, daha sonra da öbür Avrupalılarbu konuya yönelmiş, 1870’lere kadar Fransız ve İngilizler’intekelinde bulunan oryantalist resim sanatı başka Avrupaülkelerinin ve Rus sanatçıların da ilgi alanına girmiştir.Fransa ve İngiltere gibi büyük sömürge imparatorluklarıolmayan ülkelerde az sayıda oryantalist ressam yetişmiştir.Bunlardan İtalyan Bello, Zonaro ve Valeri en ünlüsanatçılardır. Ayrıca Maltalı Preziosi, Rus Ayazovski enünlülerindendir. Bu ressamlar arasında bazıları İstanbul’aolan tutkuları ve Türk resmine sağladıkları katkılarla diğerlerindenayrılır. Özellikle Preziosi ve Leonardo de Mango,İstanbul’a yerleşip hayatının sonuna kadar bu kentteyaşamışlardır. Aivazovsky resimlerinde büyük bir tutkuylasevdiği İstanbul’u defalarca kez ele almış, şehre birçokkez gelmiştir. Guillemet İstanbul’da özel desen ve resimakademisi kurması ile önem kazanır. İtalyan ressam Zonaro1874 yılında İstanbul’da çok sayıda resim üretmiştir.Günümüzde bile onun İstanbul sokak ve satıcılarınıbetimleyen resimlerinin baskıları, tecimsel dükkanlardaalıcısını beklemektedir. Türkiye’de <strong>ise</strong> Osman Hamdi Bey,Osmanlı yaşantısını ve tiplerini betimlediği tabloları vehocası Gerome’un etkisini yansıtan üslubuyla oryantilizminönde gelen temsilcisidir. Ayvazovski, Chelebovski,Zonaro, Guillemet gibi ressamların çalışma yöntemleri veresimleri yeni sanat ortamının temel taşlarını oluşturmuş.Sir Frank Brangwyn ( Bruges 1867- Sussex 1956); ÖmerHayyam’ın bir baskısı (yayın) için illüstrasyon bir seri gerçekleştirdi.Edvard Lear (Holloway 1812-İtalie 1888) Yakındoğudaki yolculuğunda yedi binden fazla kurşunkalemleeskiz ve suluboyalar gerçekleştirdi, atölyesinde iki bin suluboyatamamladı, değişik formatlarda eskizlerinden üçyüz yağlıboya, yüzden fazla taşbaskı gerçekleştirdi. Kurşunkalemleyaptığı eskizlerden yaptığı peyzajlarda dağlarve kayalar suluboya da yağlıboya da olsa gerçek şaheserlerdir.İstanbul’dan ve gittiği her yerden pek çok eskiz veresim yaptı. 1858’de İstanbul’a geldiğini Eyüp’ten yaptığıresimden de anlıyoruz.John Frederick Lewis (Londres 1805- Walton 1876); Lewis’inresimleri konusunda John Ruskin “<strong>Sanat</strong> tarihinde asla bulunmayantamamen bağımsız bir eser” diye yazdı. Babası on üçyaşından beri oğluyla gravür çalıştı. Sonra İstanbul’u izledive orada da bir yıl kadar kaldı. Resimleri kozmopolit şehrininsan çeşitliliğini ve camilerin büyüsünü gösteren çağın resimleridir.Kahire’ye gitti ve orada da soylu bir Osmanlı gibiyaşadı. 1850’de Kahire’de son yılını geçirdi. Bugün bile geçerligörünen trasparan bir teknikle harem resimleri gerçekleştirdi.1851’de büyük bir başarı ve ün ile anıldı.Arthur Melveille East Linton 1855- Witley, Sussex 1904);suluboya tekniğinde açık havada Empresyonist resimleryaptı. Uzun bir doğu seyahatinden sonra Diyarbakır’danGezgin Oryantalist Ressamların BirkaçıWilliam Bartlet (Londra 1809, Mort Enmer 1854) Arapyarımadasında kutsal topraklarda bol bol resim ve deseniolan ilk İngiliz sanatçıdır. 1837 yılında Ortadoğu’danİstanbul’ a geldiğinde, şehir coşku ile doluydu. Kendiyazdığı mektuplarından birinde duygularını “Şehir o kadargüzeldi ki, orada rüyada olduğumu düşünüyordum”şeklinde ifade etmektedir.42


Gümüş,Ateşle Buluşunca...Fatma YAVUZGümüş işleme sanatı büyük bir sabır, dikkat, yaratıcılık isteyen, yorucu ve uzun aşamalardan sonra ortaya çıkan eserler karşısında,insanda hayranlık duygusu uyandıran, zarafetiyle ün yapmış el sanatlarımızdan biridir. Tümüyle el işçiliğine dayanan bu sanatla,külçe halinde olan gümüş ateşle buluştuğunda, hünerli ustaların ellerinde can bulup birbirinden güzel eşyalara dönüşüyor Eneski el sanatlarımızdan olan gümüş işleme sanatını, bu sanatın İstanbul’daki önemli ustalarından Mıgır Helvacıoğlu’ ile konuştuk.44


Medeniyetlerin beşiği Anadolu’nunen ışıltılı sanatlarındandır gümüş işlemesanatı. Gümüşten yapılmışobjeler, hünerli ustaların ellerindezengin işçiliği ile hem gözehem de gönle hitap eden, herbiri başlı başına bir sanat eseriolan eşyalara dönüşür. Heraşamasında yapanın ustalığınıkonuşturduğu gümüş işlemeciliği,asırlardır bu topraklar üzerindeyaşayan insanlar için önemini vedeğerini korumuş, günümüze de üstünzevk anlayışının örnekleri olan eserlerinkalmasını sağlamıştır.Evlerin en güzel köşelerini süslemiş gümüş birşamdan, gümüş bir şekerlik, en özel konuklaraizzet-i ikramda bulunurken kullanılan gümüşyemek takımları, çay tepsileri… Kimi zamaninsanların birbirlerine hediye ettiği nadideparçalar olup dostlukları pekiştirmiş, kimizaman da leziz yiyecek ve içeceklerin sunulduğukap olup misafirlere verilen değeriperçinlemişler.Mıgır Helvacıoğlu da, günümüzde bu sanatıicra eden az sayıdaki ustalardan biri. <strong>Usta</strong>sıgibi ilgilisi ve alıcısının da az olduğu gümüşişlemeciliğini, yaşanan zorluklara rağmenayakta tutmaya çalışan, deyim yerindeyseişine aşkla bağlı bir usta… Kapalı Çarşıcivarında bulunan Kalcılar Han’daki küçükatölyesinde kendisini ziyaret ettik. Atölyesindebirbirinden güzel gümüş objelere imzaatan Helvacıoğlu bu mesleğe emek vermeyebaşlayalı neredeyse 30 yıl olmuş. Babasınınmesleğini babasının ocağında sürdürenlerdenbiri o; çünkü babasının da ömrünün65 yılı da bu atölyede geçmiş. ‘Baba yadigârı’dediği ve babasının da ustaları olan Mike veChurchill ustayla birlikte çalışan Helvacıoğlu,mesleğin sıkıntılı bir dönemden geçtiğiniancak umudunu hiçbir zaman yitirmediğinisöylüyor sohbetin başında.Anlattığına göre, daha 15 yaşındaykengümüş işleme sanatınamerak salmış; ancakdört sene sonra oturabilmiştezgâhın başına. Bu dört seneyide babasını ve diğer ustalarınıizleyerek geçirmiş. “Bu meslekmerak, sabır ve dikkat işidirancak iki ustam gibi olabilmemiçin 20 sene daha lazım” diyorgülümseyerek.“Osmanlı BizeZengin Bir Miras Bırakmış”Genelde Osmanlı ve Selçukludesenlerini kopya ederek çalışanHelvacıoğlu, tavan şamdanlar,şekerlikler, sahanlar,gondollar, hamam tasları,servis tabakları gibi ev aksesuarlarıüzerine uzmanlaştığını,eserlerinde gelenekselçizgiden uzaklaşmadığınısöylüyor. Bunu da gümüş işçiliğinde,hem Anadolu’da hemİstanbul'da Osmanlı’dan miras kalanen zarif sanat örneklerinin bulunmasıylaaçıklıyor. Özellikle Lale Dönemi’ndegümüş işleme sanatının, verilen eserlerle zirveyeçıktığını belirten Helvacıoğlu, “Bu dönemde,Selçuklulardan kalma eserler kopya edilirken,Osmanlı ustaları ürettikleriyle bizimmesleğin özünü oluşturmuş” diye aktarıyor.Osmanlı eserlerinde kullanılan tekniğinkakma sanatı olduğunu, bu tekniğinözelliğinin <strong>ise</strong> yapılan nesneye üç boyutlulukkattığını belirten <strong>Usta</strong>, “Kakmakalemle yapılacak olan desen, dokusuylaberaber işlenir. O yüzden başka milletlerOsmanlı sanat eserlerini çok beğenirler.Çünkü yüzeysel değildir, eser her tarafındangörebileceğin, hissedebileceğinbir dokuyla işlenmiştir. Bende babamdanöğrendiğim bu mesleği aynı işçilikle yıllardıryaşatmaya çalışıyorum” diyor.“Bu İş Aşk İşidir”<strong>Sanat</strong>ına büyük bir aşk duyduğunu, mesleklerininkeyfi kadar zahmeti de olduğunusöylüyor. Bir sanatkârın, ortaya koyduğueserin maddi değerinden çok kişiyeverdiği mesleki hazzı önemsemesi gerekiyorona göre. Bunu şu cümlelerle açıyor:“Bana sorsanız ben hiç birine maddi birdeğer biçemem. Benim için önemli olanbir sanatkârın arkasında kendi emeği olanbir parça bırakabilmek. Düşünsenize, babamınilk yaptığı şekerlik hâlâ birisininevini süslüyor.”<strong>Usta</strong> sanatkâr, OsmanlıDevleti’nin sanata ve sanatçıyaverdiği önemin ve odönemde ortaya konan yetkineserlerin, gümüş işlemeciliğinibu noktalara getirdiğini düşünüyor.Ona göre, bu söylediğininyanı sıra meslektekien büyük avantajlarından45


Nusret Çolpan,Cennet’te Sergi Açtı!Hamza ASLANBazen sanatçı, müntesibi olduğu sanat sayesinde yer eder gönüllere. Bazen, sadece gülen yüzü yeter gönüllere nakşolmasına.<strong>Usta</strong> minyatürcü Nusret Çolpan, sanatkârlığı ve her daim gülen yüzünün yanı sıra, ağabeyliği ile de kazındı hafızalarımıza.Ömrünü, İstanbul’u İstanbul ile süslemeye ve hocası Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver gibi klasik sanatlarımızın ihyasına adadı.Cennet Kültür ve <strong>Sanat</strong> Merkezi’nde açılan "Sefer-i Irakeyn / Nusret Çolpan Retrospektifi", hem Çolpan’ın yakın arkadaşlarıile minyatür sevdalılarını bir araya getirdi, hem de minyatürün gülen yüzünü bir daha anmamıza vesile oldu.48


“Her ölüm erken ölümdür.” der şair. Fakat kelâm-ı kibardanmülhem, iyi insanlar ölmezler; iyi atlara binipgiderler. Arkalarında, takvim yapraklarına bakıldığındahacimli gibi gözükmese de, hakikatte dolu dolu birömür bırakırlar. Kısa addedilen ömürleri, geride kalanlarımamur etmeye yeter; elan yetiyor da…Nusret Çolpan, 2008 senesinde aramızdan ayrıldığındahenüz 56 yaşında ve hayatının en renkli yıllarındaydı.Onunla birlikte, biz de hayatımızın en renkli yıllarınıyaşıyorduk esasında. Birçoğumuz, mesela SüheylÜnver Üstad’ı onun sohbetleriyle tanımıştık. Dolayısıylaklasik sanatlarımızla ve Ünver özelinde İstanbulla, kabımızmiktarınca dolmamıza Çolpan hoca vesile olmuştu.Fakat yine de “Her ölüm erken ölümdür.” dedirterek,2008’in Mayıs’ında gitti.“İstanbul aşığı bir Nusret geçti / Bir geldi, pir gitti /Yüzünde bir tebessüm vardı, / Eli fırça tutuyordu, giderken.”Semih İrteş“Benimle İstanbul’a Geliyorsun!”Nusret Çolpan’ın resim kabiliyeti, çocukluk yıllarındanberi dikkatleri üzerine çeker. O yıllarda, doğduğuşehir olan Balıkesir’de yaşıyordur henüz. Esnafbir ailenin çocuğudur ve her esnaf çocuğu gibio da okuldan arta kalan zamanlarda ailesine yardımeder. Fırsat buldukça da resim defterini açar, camiler,çeşmeler, vapurlar yapar. Biriktirdiği kartpostallarıinceleyerek, birkaç santimetrekarelik tahta kaşıklara,muazzam İstanbul camilerini, saraylarını, tarihimekânları fotoğraf netliğinde çizer. Ki henüz yaşı 20dahi olmamıştır.49


Bir gün, dayısı Ali Öztaylan, yeğeni Nusret’in bu kabiliyetindenOrd. Prof. Dr. Süheyl Ünver’i bir vesileyle haberdareder. Ünver, bu gencin resme karşı kabiliyetli olduğunuduyunca, çalışmalarından birkaç örnek görmekister. Genç Nusret, yaptığı resimleri Ünver’e arzedince şu cevabı alır: “Tamam bırak kalemi, sen benimleİstanbul’a geliyorsun!”Süheyl Ünver Üstad, hem klasik sanatlarımızın ihyasıiçin, hem de bu sanatları icra eden birçok sanatkâriçin ehil bir isimdir. Minyatür, tezhip, ebru ve hat gibisanatları canlandırması, bunlarla birlikte tıp doktorluğuve araştırmacılığıyla, bast-ı zaman mefhumunu şahsındasomutlaştırmıştır. Ünver, ihyası için çaba harcadığıdisiplinlerde sanatçı da yetiştirmiştir. Bu nasipli isimlerdenbiri de Nusret Çolpan’dır.Çolpan, İstanbul’a resim öğrenmek için geldiğinde, aslındaÜnver ona bambaşka kapılar açmak üzeredir. Evvela,yarım kalan tahsiline devam etmesi gerektiğinibelirtir ve 20 yaşından sonra, Azade Akar hocanın dadesteğiyle Zincirlikuyu Meslek L<strong>ise</strong>si’ne kaydolmasınısağlar. Sayılı gün çabuk geçer demişler, l<strong>ise</strong> biter fakatÜnver’in himmetleri bitmez. Çolpan’ın çizime karşı kabiliyetinibildiği gibi, içinde bulunulan yılların gerekliliklerinide çok iyi bilen Ünver, “Okumalısın. Yoksa seninbu yeteneğini kullanırlar!” diyerek, Yıldız Teknik ÜniversitesiMimarlık Fakültesi’ne yazdırır. Aynı zamanda CerrahpaşaTıp Fakültesi Süheyl Ünver Nakkaşhanesi’ndede tezyini sanatlarda meşklere devam etmektedirler.Rüyalarının Şehrini Nakşettiİstanbul, mübalağasız bir şekilde Nusret Çolpan’ın rüyalarınınşehridir. Balıkesir’de ilk gençlik yıllarından itibarenyaptığı İstanbul karalamaları, yolunu Süheyl Ünverve Nakkaşhane’deki tezyini sanatlar dersleri ile birleştirince,yetkin bir “şehir” minyatürcüsü olmak için ilkadımı atmış olur. Nakkaşhane’de Ünver’in öncülüğündeve Azade Akar’ın yakın alakası ile tezyini sanatlardael maharetini geliştiren Çolpan, Balıkesir yıllarından beriiçinde büyüttüğü İstanbul sevdası ile mimarlık birikimini,bir fırçanın ucunda mezcetmek üzeredir.Türkiye’nin 70’li yıllarda geçirdiği buhranlı günler, üniversiteeğitimlerinin de aksamasına neden olur. Dersleriptal edilir, sınavlar yapılmaz, öğrenciler okula alınmaz…Nusret Çolpan da soluğu, restorasyonu yapılanSultanahmet Camii’nin kubbe ve minarelerinde alır.Uzun uzun şehri seyreder yukarıdan. Topkapı Sarayı’nı,Ayasofya’yı ve Boğaz’ı… Hatta dostu Nakkaş Semihİrteş’e, “Rüyalarımda İstanbul’un üzerinde uçuyorumSemih.” dediği ve bu macerayı detaylarıyla anlattığıbile olur.Bu rüyalar, bir hülyanın gerçekleşmesinin ilk müjdeleriydibelki de… Çolpan, "Fatih’in Öfkesi" isimli klasikminyatür eserini bu yıllarda yapar. Süheyl Ünver tarafındanicazet habercisi olan bu minyatür, İstanbul’u,Fatih’i, denizi ve tarihi, bir fırçanın üzerinden mezcetmiştirartık… Tıpkı asırlar öncesinde, meşhur sanatçıMatrakçı Nasuh’un minyatürleri gibi…50


Bayrağı, Matrakçı’dan DevraldıYıldız Teknik Üniversitesi’nden mimar olarak mezunolan Çolpan, şehirlere ve binalara olan ilgisini, minyatürlerineustalıkla yansıtmıştır. Kanuni Sultan Süleymandevrinin meşhur minyatürcüsü Matrakçı Nasuh’tan çoketkilendiğini ve istifade ettiğini belirten Çolpan, “20.yy’da Matrakçı yaşasaydı ne çizerdi?” sorusunu kendinesorar evvela. Şehirleri ve mimarlığı benimseyen Çolpan,“Onlar, kendi yaşadıkları dönemleri tasvir ettiler.Dolayısıyla ben de yaşadığım dönemi konu edinmeliyim.”der ve yine Matrakçı gibi dünyanın birçok şehriniçizmeye başlar. Katıldığı Ordu-yu Humayun seferlerinde,Doğu’nun ve Batı’nın birçok şehrini çizen ve esasındatarihe kaydeden Matrakçı, bu yönüyle Çolpan’aörnek olur.Matrakçı, Çolpan’ın sanat hayatında bir kilometre taşıdır.Şehirleri en güzel anlatan yönden bir bakışla resmedenMatrakçı, Çolpan’ın mimar ve şehir sevdalısı yanınaetki eder. Gençlik yıllarından beri zaten İstanbulüzerine karalamalar yapan Çolpan, Nasuh’tan aldığı ilhamlave Mimarlık Fakültesi birikimiyle, şehir tasvirlerindekendine has yorum ve tasarımlar yapar.Seyahat ettiği şehirlerin dokümanlarını toplar ve NewYork, Paris, Venedik, Tokyo gibi şehirlere, fotoğraf sanatınıngöremeyeceği özellikleri de dikkate alarak minyatürlerindeyer verir. Bu nedenle Çolpan’ın minyatürlerinde,zaman-mekân atlamaları ve minyatür sanatınahas, konuyu aynı eserde farklı yönleriyle ele alabilmehüneri vardır. Çolpan’ın minyatürlerinde dünya küçülürve Topkapı Sarayı ile Beyaz Saray, aynı tuval üzerindefarklı mevsimleri yaşar.Mesela Çolpan’ın minyatürlerine has spiraller, onun minyatürsanatına bir hediyesi kabilinden değerlendirilebilir.Çok sevdiği ve farklı tasarımlarla defalarca yaptığı KızKulesi temalı minyatürlerinde ve diğer tarihi mekânlarıkonu alan eserlerinde bu spiraller dikkat çeker.İstanbul’u İstanbul ile süslediÇolpan’ın İstanbul sevdası ve minyatürlerinde bu sevgiyiizhar etmesi, İstanbul’un en kalabalık mekânlarınınbu eserlerle tezyin edilmesini sağlar. Geniş mekânlardakullanılabilir halde tasarlanan ve çini pano üzerine yapılanminyatürler, İstanbul’u birçok açıdan ele alır. Hergün binlerce İstanbulluyu ağırlayan Metro istasyonlarınınduvarları, Beykoz İskelesi, İstanbul Tramvay duraklarıgibi mekânlar, bulundukları muhitin tarihi dokusu dadikkate alınarak Çolpan tarafından tezyin edilir. Bunlarlabirlikte, Topkapı Sarayı Gülhane Parkı’nın elektriktrafosunu, ciddi bir emek harcayarak minyatürle süsleyenÇolpan, yine Gülhane’de İslam Bilim ve TeknolojiMüzesi’nin astronomi, tıp, botanik gibi disiplinleri konuedinen 20 metreden fazla uzunlukta panolarının da tasarımınıyapar.İstanbul’un tarihi mekânlarını, minyatürleriyle adeta biraçık hava müzesine dönüştüren Çolpan’ın eserleri, turistlertarafından da büyük ilgi görür. Kendi şehirlerinin51


klasik Türk İslam sanatı bakış açısıyla tasvir edildiğinigören turistler, Yunanistan’daki AyvanozManastırı, Dubai’deki Zaebel Tekno Parkı, BankongTürk Bahçesi gibi mekânlarda Çolpan minyatürlerin<strong>ise</strong>rgilemeye devam ediyorlar.Eserleri, Cennet’te de Sergilendi!İstanbul’da ve dünyanın birçok şehrinde, durakları,parkları, müzeleri, tarihi mekânları minyatürleriyleşenlendiren Nusret Çolpan için, son olarakKüçükçekmece Belediyesi bir sergi düzenlendi.Cennet Kültür ve <strong>Sanat</strong> Merkezi’nde, Çolpan’ınikinci hocam dediği Matrakçı Nasuh’tan mülhem“Sefer-i Irakeyn Nusret Çolpan Retrospektifi” isminitaşıyan sergide, 68 eser yer aldı. Çolpan’ın


sulu boya, yağlı boya ve akrilik çalışmalarıyla birlikte,kurşun kalem ve tükenmez kalem ile yaptığıeskizleri de sanatseverlerle buluşturan Sefer-iIrakeyn, minyatürün gülen yüzüne bir vefa örneğiolarak kabul edilmelidir.Sadece sanatkârlığıyla değil, aynı zamanda hepmütebessim olan çehresiyle de hatırladığımızNusret Çolpan hoca, ömrünü minyatür sanatınave İstanbul’a adamış bir isimdi. Cennet Kültürve <strong>Sanat</strong> Merkezi’ndeki sergi vesilesiyle bir dahayâd ettiğimiz Çolpan hocayla, Cennet’te buluşmakdileğiyle, ruhu şad olsun…53


Her Düğümünde Bir Anlam Gizliİğne OyasıNazlı BUĞDAYCIBir kördüğüm ile bazen mutluluk, heyecan, aşk, sadakat, bazen de öfke, acı, hasret anlatılabilir mi? İğneniniplikle buluşarak attığı kördüğümlerle işlenen desenlere nice anlamlar yüklenebilir mi? Her motifin gizli birmesaj ilettiği bu meziyete Türk kadını yüzlerce yıl öncesinden vakıf olmuş. Gelinler, kayınvalideler özellikleyemenilerinin kenarlarını süsledikleri iğne oyalarıyla, tüm yaşanmışlıkları ve de yaşamak istediklerini renk vedesenleri kullanarak aktarmaya çalışmış. Duyguların, oyaların ilmeklerinde anlam bulduğu bu coğrafyada Türkkadınına özgü bir el sanatı olarak gelişmiştir iğne oyası.54


Anadolu kadınının, sabır, zarafet, yaratıcılık özelliklerininbir araya gelmesinin en güzel örnekleri ilmek ilmek dokunaniğne oyalarında olsa gerektir. Dünya literatürüne,“Türk Danteli” olarak giren iğne oyasının motifleri, kadınınhayal dünyasının ürünü olup, rengârenk iplerle işlenerekuzun yıllar aile içi ilişkilerde iletişim aracı olarak kullanılmış.İğne oyasıyla nakşedilen dokumalarda ümit, sevgi,acı, pişmanlık, öfke, düş kırıklığı, mutluluk gibi duygulardile gelmiş.Oyaların sesiyle bazen susturulan bir kadının çığlığına kulakkabartılırken, bazen de aşk acısı çeken bir gencin hisleridökülmüş ipliklere. Kadın için bir ses, bir nefes olmuşoyalar. Genç kızlar, yeni gelinler, mutluluklarını, mutsuzluklarını,müjdelerini, dargınlıklarını oyaların diliyle çevrelerineanlatma yolunu seçmişler.Her çiçek ve her renk farklı konuşmuş yazmalarda. Sümbülaşkı, karanfil güzelliği, papatya saflığı, nergis gönülacısı çekenleri, çilek çileyi temsil ederken, yeşil mutluluğu,sarı oya mutsuzluk ve bezginliği, mavi oya <strong>ise</strong> nazarlığıifade etmiş.Hiçbir söz söylemeden aslında çok şeyin söylendiği birbirindenzarif motifler, genellikle gelin-kaynana, karı-koca,gelin-görümce arasındaki ilişkilere atıfta bulunan anlamlartaşımış. Her ilmek, ya sitemleri belirtmek ya da bozulanilişkileri düzeltmek amacıyla atılmış sanki.Yüzyıllardır herkesin dilinde olan gelin-kaynana tartışmalarındaaracı olarak kullanılan ve düğüm sanatı olarak adlandırılaniğne oyası, sonu gelmek bilmeyen bazen acı,bazen tatlı çekişmelerin, atışmaların tanığı olmuş kimi zamanda. Özellikle gelinin çevresindekilere duygularını iletmesindeyardımcı olarak kullandığı oya motifleri, kimi zamankavuşmayı bekleyen sevgililerin özlemini, kimi zamansöylenemeyen sözlerin dillendirildiği, kimi zaman dasitemlerin yollandığı bir mektuba dönüşmüş.55


Osmanlı dönemi kadınlarının zekâsının ve sabrının ürünüolarak çıkan ve günümüze kadar da gelen iğne oyasıile bezenmiş, birbirinden güzel rengârenk yemeniler,bohçalar ve mendiller, çeyiz sandıklarının en özel parçalarınıoluşturmuş. Atılan her düğümle harikalar yaratılanbu sanatla, eskiden para ve tütün keseleri, tespih,cep saati kılıfı, mendil kenarı süsleri yapılmış, işlenen başörtüsü,yemeni, grep, mevlit örtüsü ve seccade kenarlarıgönüllüleri mest etmiş. Ayrıca sandık, sehpa, tepsiörtüleri, yatak takımları, bohçalar bezenirken, elb<strong>ise</strong> vegeceliklerin kol, yaka kısımlarında da kullanılarak giysilerinzarif bir görünüm kazanmaları sağlanmış.İğne oyası ile süslenmiş kıyafet ve eşyalar, daha çok kadınlarınhayatlarında önemli bir yere sahip olsa da, erkekler,gönlünü çelen veya eşi olan kadınların işlediği,para kesesi, mühür kesesi ve mendilleri yanlarından ayırmazlarmış.Ayrıca genç kızlar marifetlerini efe başlıklarındakullanılan işlemelerde de göstermişler.Her Renginde Bir Duygu,Her Motifinde Bir Anlam Saklıİğne oyasıyla işlenen yemeniler ortak bir algı oluşturmuşzamanla toplumda. Ve iletilmek istenen her mesajfarklı nakşedilmiş yazmalara. Motiflerle hislerini dillendirengelinlik kızlar, kayınvalide, görümce veya eltileriiçin birbirinden güzel yemeniler işleyip koymuşlar çeyizbohçalarına.Genç kızın iyi geçim temennileri daha evlenmeden öncebaşlarmış müstakbel kayınvalidesiyle… Kayınvalidesineçayır çimen oyası yapıp yollayan gelin, “Aramız çayırçimen gibi huzurlu, ferah, çiçek gibi olsun.” derken,kaynananın geline gönderdiği gelin parmağı oyası <strong>ise</strong>“Aramızdaki ilişki düzeyli olsun, birlikte güzel günlerimizgeçsin.” anlamını taşırmış. Nişanlı kız birlikteliğinievlilikle sonuçlandırmak istiyorsa kayınvalidesinin nişanıtakip eden ilk ziyaretinde, başına badem çiçeği oyasıylabezenmiş bir yazma bağlarmış. Yine halk arasında56


kaynana oyası olarak da bilinen ve yapımı son derecezor olan zembil oyasıyla “Kayınvalidenin gönlünü yapmanınne kadar zor olduğu” mesajı iletilmek istenirmiş.Bohçasına gelincik oyası koyan kız tarafı, “Kızımız gelincikgibi narin ve güzel” anlamını ve uyarısını karşı tarafailetmek istermiş.Aileye sonradan katılan gelinle evin hâkimi olan kayınvalidebirlik ve dirlik içinde yaşarsa oyaların rengi ve deseniaynı, eğer geçimsizlik varsa farklı olurmuş. Kayınvalidesinesevgi ve muhabbet besleyen kadın eşe dostabunu ifade edebilmek için yemenisine sarmaşık oyasınıişlerken, hayatından hoşnut olmayan gelinler, ‘kıllı kurt’oyalı yemeni yapıp takarmış.Belki de bir kayınvalidenin gelininin başında görmek istemeyeceğioyaların başında gelirmiş ‘mezar taşı’ oyası.Çünkü bu oya, “Aramızdaki soğukluk mezara deksürecek.” manasındayken, kaynanasının dırdırından bunalankadın, acı ve çok konuşan kaynanayı ifade eden‘kaynana dili’ oyasını tercih edermiş.Yakın akrabalara hediye edilen oyaların en gözdesi bahar,sevinç ve müjde anlamlarıyla yüklü olan elma çiçeğioyası imiş. Ayrıca yeni gelinler, evlenmemiş olan görümceleriiçin bir an önce evlenip gitsin ve evin tek kızı kalayımdiye, ona menekşe oyalı yazma işlermiş.Halim Nicedir, Yemenimin Oyasından BelliÇeyiz sandıklarının paha biçilmez parçalarını oluşturaniğne oyalarıyla kadın, aşkını, sevdasını, hüznünü, derdini,acısını, ayrılığını, gurbetliğini anlatır. Ortak bir söylemoluşturan oyalar özellikle karı-koca arasındaki duygu aktarımındabüyük rol oynarmış.Kocasına sonsuz aşk besleyen kadın gül motifini kullanırken,üzüm oyasıyla ömür boyu mutluluk temennisindebulunurmuş. Ancak güllü oya inciliyse, “yalnızım ve57


özgün tasarımlarda, gündelikyaşamın hemen heralanında yeniden kullanılmayabaşlanmıştır. Giyim kuşam, takı tasarımı,ev dekorasyonu gibi geniş bir yelpazeye açılan iğne oyaları,moda tasarımcılarının göz bebeği durumunda. İğne ileipliğin buluşmasıyla hanımların parmaklarında can bulaniğne oyalarının zaman içinde kullanım alanları değişse de,kıymeti her zaman bilinecek el sanatımızdır.İğne Oyası İSMEK’te Çok RevaçtaAnadolu’da her genç kızın ve her evli kadının çeyiz sandığındaözenle sakladığı oyalar, nesilden nesile aynı özveriyleaktarılmaya devam ediyor. Son yıllarda gerek üniversitelerdeaçılan oya bölümleriyle gerekse HalkEğitim ve meslek edindirme kurslarındakieğitimlerle iğne oyasına olantalebin ciddi oranda arttığı gözlenmektedir.Bu bağlamda iğne oyası meraklısıolan kursiyerlerine bu sanatıöğrenme fırsatı sunan İSMEK, birçokkursiyerine yeni uğraş ve hobikazandırmasının yanı sıra bazı kursiyerlerininde bu el sanatında üretim yaparak aile bütçelerinedestek olmasına imkân sağlıyor. İSMEK’te en çoktalep gören branşların arasında ilk sıralarda yer alan iğneoyasının eğitimi, şu anda 150 İSMEK kurs merkezinde devamediyor. 2005’ten bugüne iğne oyası branşında 30binden fazla kursiyerini mezun eden İSMEK’te bu branşınusta öğreticileri, haftada 8, toplamda 160 saatlik birprogramla kursiyerlerine iğne oyasının nasıl yapıldığınıtüm teknikleriyle birlikte öğretiyor.İstanbul Büyükşehir Belediyesi<strong>Sanat</strong> ve Meslek Eğitimi KurslarıİSMEK açtığı kurslarla, 218branşta dil, spor, meslek ve sanateğitimi vererek kursiyerlerininkiş<strong>ise</strong>l beceri ve eğitimlerinedestek sağlarken, gelenekselel sanatlarında verdiğieğitimlerle kültürel mirasın korunmasıve geliştirilmesinde deönemli bir misyon üstleniyor.59


Marifet, <strong>Usta</strong>nın Tâliminde GizlidirUğur SEZENBüyüklerin "Allah, insana insandan tecelli eder." sözü,dilimizde en yalın haliyle “El ele, el Hakk’a” şeklindekarşılık bulmuştur. İslam kültür ve medeniyeti dairesindekiher birey için geçerli olan ve hayatın her alanınasirayet eden bu anlayış, sanatta da kendisineen bariz şekilde yer edinmiştir. Kur’an ve SünnetMedeniyeti’nin en rafine ve en bedii hali olan klasikTürk İslam sanatları da, bu anlayışın zirve örnekleriolarak telakki edilmektedir.Allah’ın, insana insandan tecelli ettiği hakikati dolayısıylaonun ‘El Mübdi’ ism-i şerifi de insandaninsana tecelli etmektedir ve bedii sanatlar da “ElMübdi”nin birer tecelligâhıdır. Bu yüzden Hz. Ali,asırlardır Kur’an’ı en güzel şekilde yazmaya gayretgösteren hattatların piri olarak tüm zamanlardakihattatları, efali ve sözleri ile tâlim ve terbiye eder.Pîr-i hattâtînin 14 asır evvel buyurdukları bir söz<strong>ise</strong>, klasik Türk İslam sanatlarının her biri için geçerliliğiniher zaman korumaktadır.Hz. Ali, “Hat, üstâdın tâliminde gizlidir. Onunkıvamı da çok meşk etmektedir. Devamı <strong>ise</strong>,İslâm dini üzere olmaya bağlıdır.” mealindekisözüyle, en sade ifade ile sanatın ustasızolmayacağını beyan etmiştir. Her ilimde olduğugibi sanatta da kitaptan, mektepten,kâğıttan ve kalemden istifade edilmekle birlikte,asıl kaynak insandır.Biz de yıllardır kaynaktan beslenerek günümüzdeklasik sanatlarımızı icra eden, farklıkuşakların mümessili dört usta sanatçınınkapısını çaldık. Nakkaş Semih İrteş,Hattat-Kaligraf Savaş Çevik ve Hattat HüseyinHüsnü Türkmen'e “Marifet nedenüstadın tâliminde gizlidir?” diye sorduk.Kendileri de bizi kırmayarak, hocalarınıntâlimini ve onlarla gerçekleştirdiklerimeşklerini kaleme aldılar. Bu dört sanatçımızınhocalarını, marifet ve edepleyoğrulmuş tâlimlerini aktarmaları vesilesiile yad ediyor, Allah’ın 'El Mübdi'isminin bizler için de tecelli etmesini niyazediyoruz.60


"Hattatların Pîri" olarak kabul edilen Hz. Ali Efendimizin, hat sanatı özelinde söylediği, fakat hattın etrafındagelişen klasik Türk İslam sanatlarının her biri için geçerli olduğu kabul edilen bir sözü vardır ve mealen şöyledir:“Hat, üstâdın tâliminde gizlidir. Onun kıvamı da çok meşk etmektedir. Devamı <strong>ise</strong>, İslâm dini üzere olmayabağlıdır.” Klasik sanatlarımızın farklı kuşaklardan dört usta ismi, kendi hocaları ile olan tecrübelerinden hareketlebu sözün ilk cümlesini şerh etti. Nakkaş Semih İrteş, hocası Süheyl Ünver’de, Hattat-Kaligraf Savaş Çevik hocasıEmin Barın’da, Hattat Hüseyin Hüsnü Türkmen de hocası Ali Alparslan’da tâlimini anlattı. Böylece hem bugün busanatlarla ilgili olanların kulağına küpe olacak cinsten tecrübeyi dikkatlere sunuyor, hem de bu sanatların bugüneulaşmasında büyük emekleri olan üstatlarımızı bu vesile ile bir kez daha anıyoruz.61


Süheyl Ünver'de TâlimSemih İRTEŞHocalarından"Velinimetim" DiyeBahsederdiOrd. Prof. Dr. Süheyl Ünver ve talebeleri (1976)Tezyini sanatlarda ilk eğitimimi nakkaş babam merhumSabri İrteş’ten (1923-2010) aldım. Sabri <strong>Usta</strong> 1938’deTopkapı Sarayı Kubbealtı’nda çıraklığa başlayıp 1990’lıyıllara kadar birçok klasik dini ve sivil yapılarının kalemkârionarımlarında ve yeni cami tezyinatlarında önemli çalışmalaryapmıştır. Çocukluk ve gençlik yıllarımın, birçokcami ve özellikle Topkapı Sarayı onarımlarının içinde geçmesibenim tezyini sanatlarımızın aşığı olmamda önemlibir etkendir. 1968 ve 70’li yılların içinde Topkapı Sarayıonarımlarında babamın yanında çalışırken aralarda TopkapıSarayı Müzesi’nin yazma eserler bölümündeki tezhipliyazmaları ve III. Murad’ın tuğrasının tezhiplerini defalarcaseyretmem, böyle bir şeyin nasıl yapıldığını o zamankibilgimle çözemez, heyecanla eserleri izlerdim.1972 yılında Topkapı Sarayı Müzesi Arz Odası taht tavanıiçinde raspalar yapıyordum. Alttan parıldayan altınyaldızlar görünüyordu, büyük bir heyecan ve dikkatledört ayın sonunda müthiş bir lake tezyinat ortaya çıkmıştı.Ve sonrasında o tavanın rötuşları ve onarımlarınıyaptık. Bu tezyinat, yaptığım onarımlar arasında önemlibir yer tutar. Artık büyük kalemişi nakışlarının bana yetmediğigünlerde Süheyl Ünver Bey’in 50 Türk Motifi kitabınıgördüm. Ve bir sene sonra Cerrahpaşa Tıp TarihiEnstitüsü Süheyl Ünver Nakkaşhanesi’ndeyim. Ne büyükbir heyecan içinde atölyede çalışan hanımları izliyorve hayran hayran bakıyordum. İlk defa hocayı o andagörmüştüm, ne yaptığımı anlattım, “Sizin derslerinizedevam edebilir miyim?” dedim ve cam üzerine yaptığımArz Odası’ndaki lake tezyinattan bir detayı gösterdim.Hoca uzun uzun baktı, ne kadar zamanda yaptığımısordu. 1 ay demiştim. “Peki, bu kırılırsa ne yaparsın?Bütün emeklerin boşa gider.” dedi. Ve ilk dersi vermişti.Nakkaşhane, Usulü Sürdüren OcaktırBu nakkaşhane 60-70 m2 alanda, 7-8 masanın yer aldığı,25 kişilik bir atölye içinde Türk tezyini sanatları tarihinin900 yıllık büyük mazisinin örnekleri ile dolu olandolaplar ve hocamızın müthiş arşivinin önemli bir kısmınıoluşturan dosyalardan oluşur. Masalarda her talebeninfarklı tezhiple uğraştığı, talebenin meşkine göredevam edildiği Türk süsleme sanatlarının bütün zenginliklerininburadaki eğitimde yer aldığını söyleyebilirim.Cuma günleri saat 14.00’te başlayan dersler saat17.00’de tamamlanırdı. Hocamızın başyardımcısı AzadeAkar Hanımefendi kurstaki talebelerin çalışma düzenini,yöntemini belirler, genel çalışma konularını SüheylHoca ile istişare ettikten sonra talebe ile birebir ustaçırakilişkisi içinde çalışmaları devam ettirirdi. Diğer yardımcılarMelek Antel ve Tülay Ölez de ilk gelen talebelerefırça çalışma usulleri hakkında bilgiler verir, çalışmalarıher hafta kontrol ederlerdi. Burası tam bir nakkaşhaneusulü içinde, o dönemin Tezyini <strong>Sanat</strong>lar Akademisiözelliğini taşıyan önemli bir kurumudur.Nakkaşhane, kalabalık bir ekibin çalışmasına rağmengayet sessiz, sadece hocanın sesinin duyulduğu biratölyeydi. Süheyl Hoca, talebeye tezyinatı arşiv notla-62


ı ile zenginleştirerek anlatırdı. Mutlaka konuşmalarınınyazılmasını, belgelenmesini isterdi vebizim insanımızın şifahi hiçbir şeyi kayda almadığındanbugün birçok bilgilerin kaybolduğunu;araştırmaların, emeklerin belgelenmemesiyüzünden birçok kültür ve medeniyet izlerininyok olduğunu defalarca söylemiştir. Bir konuanlatırken kişileri gözaltından süzer ve yazmayanlariçin, “Akıl denen nesne kör kuyuyabenzer, ne atarsan içine alır; bir şey istediğinzaman vermez.” sözü ile kişiyi mahcupetmeden anlatırdı. Talebelerininkendisine soru sormasındanmemnunVaktin nasıl geçtiğini hiç anlamazdık, oturduğumuzlakalktığımız bir olurdu sanki. Verilenmeşkleri bir hafta boyunca akşamın kör ışığındane büyük heyecan ile yapar, Cuma günküdersi iple çekerdim. Yaptığım çalışmayı önceAzade Hoca’ya gösterir, onun iltifatına nail olduktansonra Azade Hanım tarafından çalışmamhocaya gösterilirdi. Hocanın iltifatı ve çalışmamıöpmesi beni çok mesut ederdi.Tariften Ziyade Tâlim EderdiHocamız Süheyl Ünver Bey talebe ile ilişkilerineve eğitimine son derece dikkat ederdi.“<strong>Sanat</strong> tarifle olmaz; hoca çalışacak, talebelergörecek, nasıl yaptığını, nelere dikkatettiğini, boyanın, altının kıvamını,motifin, deseninne olduğunu, hangiolur, o soruya karşımutlaka dosya ve defterlerinibir dahaki haftaya getirip onunüzerinde etraflıca bilgi verirdi. Talebe çalışmalarınıizlerken gerekli müdahaleleri nazikçebaşka örnekler vererek, kırmadan anlatır;güzel çalışmaları mutlaka taltif ederdi.yüzyıla ait olduğunu bilecek.Talebeye ‘Git onu oradan,bunu buradan al.’ denmez, gösterilir”derdi. Hocanın 1950’li yıllardan talebesiCahide Keskiner Hanımefendi, hocamızınher hafta talebeleriyle birlikte TopkapıSarayı Müzesi Kütüphanesi’nde incelediğiyazmalar hakkında üslup tahlillerinin yapıldığınıve bu çalışmaları metotlaştırdığını her zamansöyler. Cahide Keskiner Hocamdan özellikletasarım konusunda çok feyiz aldığımı buradasöylemek isterim.63


ve Cahide Keskiner yönetiminde olacağı Türk <strong>Sanat</strong>ıhayranları için müjdeli bir haberdir’’ ifadeleri yer almıştır.1940-50’li yıllarda hocamız Topkapı Sarayı EskiNakkaşhanesi’nde yaptığı faaliyetler bu tarihte tekrarciddi bir şekilde 40 kişilik talebe grubu ile başlamıştır.Bu tarihlerde ben, Nusret Çolpan ve Günseli Kato dabu faaliyetlerde yardımcı olarak görev almıştık. Dahasonraki yıllarda 1980’den sonra Cahide Keskiner Hocabaşkanlığında devam eden bu kurslar Süheyl Hocameşalesinin daima yanmasını sağlamıştır.Ben bu kurslarda Cahide Hoca’mın güçlü teşvik veyönlendirici bilgileri ile öğretirken, aslında öğrenmiştim.Bu yıllarda bütün idealim tezyinatımızın tasarımmetotları hakkında ciddi çalışmalar yapmaktı. MetotçuSüheyl Hoca ve onun talebesi Cahide Hoca’nın bilgilerive kompozisyon anahtarlarını mimarlık eğitimimdenaldığım tasarım disiplini ile birleştirdiğimde sistemleryavaş yavaş çözülüyordu. Çünkü talebelere tezyinitasarım öğretmek gelecekte onların sanatkâr olmasınısağlayacak en önemli bir çalışma olmalıdır diye düşünüyordum.Bunda ne kadar başarılı oldum bilemem.Bunu gelecekte benim talebelerim söyleyebilir.nim tembelliğimden 4 sene sonra tamamlandı. Hemcamilerde çalışıyor, hem (İDMMA) okula gidiyor, hemde boş zamanlarda klasik eserlerde tezyini rölövelerve envanter çalışmaları yapıyordum. Cerrahpaşa’dakiCuma derslerime de ara ara devam ediyordum.Bu aralar Azade Akar Hocamızın evinde Nusret Çolpanile birlikte sanat toplantılarında bulunurduk. Genelolarak her türlü sanat faaliyetleri hakkında genişmalumat sahibi olan Azade Hocamızın konuşmalarındançok feyz alırdık. Bu konuşmalar sırasında klasik sanatlarımızınhem kitabi, hem mimari tezyinatı hakkındaörnekler ile konuşulur ve özellikle 16. yy çinilerindeKaramemi üslubu üzerine detaylı bilgiler edinirdik.15 Ekim 1977 tarihinde Tercüman Gazetesi’nde çıkanbir haberde “Ord. Prof. Süheyl Ünver’in 50 yıldan beriTürk Süsleme Tezhip ve Minyatür <strong>Sanat</strong>ı’nı yaşatmakonusunda gösterdiği zorlu çabaların nihayet KültürBakanlığı’nın desteği ile resmileşmesi Türk Milli <strong>Sanat</strong>ıiçin ümit verici ve mutlu bir hamledir. Açılacak kurslarınSüheyl Hoca başkanlığında talebeleri Azade AkarBorcunuz, Bana Değil Talebelerinize1982 yılında Topkapı Sarayı Nakkaşhanesi’nde MuammerÜlker Beyefendi’nin delaleti ile Hocam SüheylÜnver Bey’den icazetimi, Cahide Keskiner, MelekAntel, Muammer Ülker, Babam Sabri İrteş, EşimSerpil, arkadaşlarım ve talebeler huzurunda büyükbir gururla aldım. Ve hoca şunu söyledi: “Sana verdiğimbu emeklerin karşılığını ödeyebilmen için benimverdiklerimi sen de talebelerine ver.” Ben hocaya,Türk Kültür ve <strong>Sanat</strong>ı’na olan borcumu hala ödemeyedevam ediyorum.<strong>Sanat</strong> sabrın, emeğin, aşkın ve ölçüleri iyi bir şekildeortaya koyan hocaların ışığında bir mertebedir. Biçimlerinalgılamasında yapılan tekrarlar kişileri belirlibir noktaya getirecektir. Seviyenin yükselmesi tekrarlardaki,yani bizim meşk dediğimiz çalışma üslubundakidevamlılık, ustanın tashihleri kişilerin çalışmaazmine göre onları belli bir düzeye getirir. Hoca verdiğiödevlerde talebenin azmini, sabrını, verdiği emeğigördüğünde onu bir dahaki derse büyük bir heyecanlagetirebiliyorsa aşk doğmuştur. Aşk ile meşk kelimelerinintamamlanması sanatın meydana gelmesinisağlayacaktır.San’at kopya ile öğrenilir, fakat devam etmez.<strong>Sanat</strong>kâr olmak için yeni tasarımlar şarttır. Bugünisim yapmış birçok müzehhip Topkapı SarayıNakkaşhanesi’nden eğitim almıştır. Fakat edeplerindensöylemekte zorluk çekerler! Aziz Hocamız SüheylÜnver Bey kendi hocalarından “Velinimetim”diye bahsederdi. İşte edep! Ve neticesindeki asalet!Bir sanatkâr için en önemli haslettir.65


Emin Barın'da TâlimDoç. Dr. Savaş ÇEVİKEleştirdi Ama Kırmadı,Beğendi Ama ŞımartmadıSavaş Çevik, Emin Barın ve Şevket Rado, Barın Cilt Atölyesi'ndeRahmetli hocamız Prof. Dr. Emin Barın, Cumhuriyet sonrasındaülkemizin en önemli sanat ve kültür değerlerimizdenbiridir. Yalnızca sanat değil, Osmanlı ile CumhuriyetTürkiye’si arasındaki kültürel köprünün de oluşmasına hizmetetmiş bir bilim adamıdır. Klasik sanatlarımızdan cilt vehat sanatları konusunda hem icracı hem de teorisyen olarakbildiğimiz Emin hoca, bunun yanı sıra diğer klasik sanatlarımızile yakından ilgilenmiş ve çalışmalar yapmıştır. Tezhip,ebru ve minyatür sanatlarını da yakından tanımak vebilgi sahibi olmakla, gerçekten müstesna bir yere sahiptir.İsm-i CelâlYalnızca klasik sanatlar konusundaki çalışmalarla değil, çağdaşsanatlarla da yakından ilgilenmiştir. Almanya’da kaldığısürece hem klasik Avrupa ciltleri hem de Latin yazısı konusundaeğitim almış ve Türkiye’ye döndüğünde Latin yazısıve eğitimi konusunda ülkemizdeki ilk çalışmaları başlatarak,önemli bir boşluğu doldurmuştur. Hocamız, gelenekselsanatlardan baskı ve grafik sanatlara kadar günümüzünbütün sanat dallarına aşina ve bilgili bir sanatçı idi. Güzel <strong>Sanat</strong>larAkademisi’ndeki hocalığı ile bu iki farklı sanat anlayışını;bir bakıma doğu ile batı sanatlarını sentezleyerek yorumlamışve daha sonraları da bu sentezden kaynaklanankendi sanat çalışmalarını gerçekleştirmiştir. Hat sanatı konusunda,klasiğin dışında, farklı ama anlamlı ve bugünün sanatçılarınayol gösterici nitelikte yazılar yazmıştır. Kendisininde ifadesiyle, eski klasik sanatlarımızın gelmiş olduğu sonnoktayı görmüş, bu devasa birikim üzerine fazlaca bir şeylerinkonamayacağını düşünerek, yeni arayışlara yönelmiştir.Hiçbir zaman, her konuda olduğu gibi sanat konusundada iddialı olmamış, mütevazı tavrını koruyarak, çalışmalarını“arayışlarım” diye nitelendirmiştir.Emin Hoca Hayatımın Dönüm NoktasıdırEmin hocanın en önemli ve ayrıcalıklı vasfı “Hoca” olmaözelliğidir. Bilinen ve geleneksel hoca portresinden çokfarklı bir hocadır Emin Barın. Kendisi ile on altı yıl birlikteoldum ve sanat konusundaki birikimlerimin çoğunuondan öğrendim. Güzel <strong>Sanat</strong>lar Akademisi’nde Grafikbölümündeki öğrencilik yıllarımda yazı derslerimizegelirdi. Latin yazısı ve tipografi ile ilgili derslerimiz sı-66


Besmele-i Şerif, celî dîvânîrasında bol bol hat sanatı ve hattatlarla ilgili hikâyeler anlatır,onların sanat dünyalarını büyük bir hassasiyetle bize aktarırdı.Hat çalışmaya hocamın sayesinde 1974 yılında başladım.Çemberlitaş’taki cilt atölyesine beni çağırdığında, hayatımınen önemli dönüm noktasını yaşadığımı fark etmemiştim.Birkaç yıl sonra anladım ki, Emin hocanın bu daveti benimmesleki yaşamımda bir devrin başlangıcını oluşturmuştu.Artık hocanın sadece okuldaki öğrencisi değil, atölye arkadaşı,asistanı ve hat öğrencisi de olmuştum. Zaten 5 yıllık eğitimsürecinin daha üçüncü yılının sonunda bana asistanlık teklifetmişti. Emin hoca gibi hayran olduğum bir hocamın asistanıolmak, tarifi mümkün olmayan bir sevinç kaynağı idi. Benimyazıya olan ilgim, onu bu karara götürmüştü ve artık o andansonra, haftanın çoğu günlerinde hoca ile beraberdim. Okulzamanımın dışında ilk fırsatta Çemberlitaş’taki atölyesine koşuyor,hoca ile zaman geçirip, bazen yazı tasarımlarında yardımcıoluyordum. Yazılarının boyanmasında bana tam olarakgüveniyor, bazen renk konusundaki tekliflerimi bile kabulediyor, bazen de seçimi bana bırakıyordu.Emin Hoca, çok iyi bir hoca olduğu kadar, çok iyi baba, ailereisi, eş ve arkadaştı. Gördüğüm o ki, arkadaşları arasındaçok sevilip sayılıyor ve itibar görüyordu. Mütevazı kişiliği ileher kademedeki insanla kolayca iletişim kuruyor, insanlaradeğer veriyor ve onlar tarafından da seviliyordu. Bencillik vegurur, hocanın yanına bile yaklaşmamıştı. Yaptığı eskiz çalışmalarınıçıkarır, öğrencilerine göstererek fikirlerini alır ve ciddiyetledinlerdi. Bazen yanında çalışan cilt ustalarına dahi gösteripfikir sorduğu olurdu. Bu duruma bir anlam veremezdim.Yıllar sonra anladım ki, sanat yorumu herkes tarafından farklıyapılmakta ve algılanmaktaydı. Hoca bu farklı algılamalarıöğrenir, kendince bunları değerlendirirdi. “Evladım senin göremediğinbir hususu belki hiç ummadığın biri görür.” derdi.Üniversite eğitimimden aldığım bilgi ve becerilerin kat be katfazlasını Çemberlitaş’taki atölyede öğrenmiştim.Herkese Seviyesine Göre Hitap EderdiBurası çok özel bir akademi gibiydi. Günün sanatçılarınıntoplandığı ve hoca ile sohbetlerin çok ileri düzeyde tartışıldığıİsm-i Celâl67


Ali Alparslan'da TâlimHüseyin Hüsnü TÜRKMENHocanın ahlâkınıalmak da bir derstir.Ali Alparslan ve Hüseyin Hüsnü Türkmen meşk ederkenYazıyı ehlinden görmek, öğrenmek, devamlılık ve kabiliyetde varsa kemale ermenin en çabuk yoludur. Hz. Ali şöylebuyurmuştur, “Güzel yazı hocanın öğretişinde gizlidir, kemaleermesi de çok yazmakta ve devamı <strong>ise</strong> İslam dini üzerindebulunmakta olur.” Yazı, hocanın tâliminde gizlidir. Talebede kabiliyet ve devamlılığıyla hocayı sürekli takip ederekkendini geliştirir.Hocam Ali Alparslan Bey masasında yazı çalışırken onu izlemektenzevk alırdım ve el hareketlerini taklit etmeye çalışırdım.Hocam çok meşk yapmak ve daha ziyade hocayı takipetmek lazım olduğunu söylerdi. Anlamadığım bazı şeylerihocama tekrar sorardım. Kendisi de hiç usanmadan kalemikâğıda nasıl koyup çektiğini tekrar tekrar gösterir ve anlatırdı.Yazdığı meşki de hatıra olsun diye hediye ederdi. Şu birgerçek ki hocanın da talebenin de ihlâs sahibi olması, isteklive hevesli olması lazım. Bazen hoca keyifsiz olabiliyor, bazende talebe işe layıkıyla sarılmayabiliyor. Onun için hocanınfeyizli, talebenin de dikkatli ve becerikli olması gerekir.Güzelliğin Sırrı HocadadırYazıyı ehlinden görmek, öğrenmek hat sanatının olmazsaolmazlarındandır. Yazı, tek başına öğrenilecek bir işlev değildir.Hat sanatı hocanın tâliminde gizli olduğu için bir üstadabağlı olmak, diz çökmek çok önemlidir. Tek başına hattatolmak kolay değildir. Güzel meşk görmek ama dahaçok hoca yazarken, tarif ve tâlim ederken, hele çıkartmayaparken çok dikkatli olmak lazım gelir. Çünkü bunlar yazınıngüzelliğini sağlayan sırlardır. O kadar ki bir kitap okumaktandaha faydalı olur bu sırlar. Bu sanatta bir yol gösterenolmazsa kişi olduğu yerde kalır, yaptığı işten zevk alamaz,mutlu olmaz. Onun için bir üstadın dizi dibinden ayrılmamasıgerekir.Sadece hurufatı yazmakla hattat olunmuyor. Birçok şeyiyapmak, öğrenmek lazım gelir. Hocanın bütün öğrettiklerinien ince ayrıntıya kadar öğrenmek, onun ahlakını ve yaşamtarzını örnek almak da bir derstir. Ayrıca talebe, hocasındansadece yazıyı öğrenmez; kamış kalem açmayı, kâğıtboyamayı, ahar yapmayı da öğrenir. Hocasından kıssalardinlemek, eski bir yazı üzerinde konuşmak, mütalaa etmekgenç hattat adayının düşünce dünyasına çok şeyler katar.Onu araştırmaya sevk eder. Sadece yazı yazmaktan ibaretolmayan bazı meziyetler yerleşir kendi iç dünyasına.Rahmetli hocam Ali Alparslan ile tanışmamız 1992 senesinerastlar. Mimar Sinan Güzel <strong>Sanat</strong>lar Üniversitesi GelenekselTürk El <strong>Sanat</strong>ları 2. sınıfta Hat Anasanat Dalı’nı seçmiştim.Rahmetli Mahmut Öncü'den ve Ali Alparslan hocamdanrik'a yazısını meşk ediyorduk. Mahmut hoca sabahderslerine gelirdi. Rik'a meşklerimizi önce ona gösterirdik.Öğleden sonra <strong>ise</strong> Ali hoca okula gelince aynı meşklerebakardı. 1993 senesinde Mahmut Öncü hocamız rahmetliolunca, Ali hocamla sırasıyla rik'a, divani, celi divani vetalik yazılarını meşk etmeye 1998 yılına kadar devam ettik.Başta celi divani yazısı olmak üzere divani ve talik yazılarınıhala seviyor ve yazıyor olmam merhum Ali Alparslan hocamınsayesindedir.70


Osmanlı Halk Kıyafetleri ve Takıları Müzesi’ndeKıyafetten Keyfiyete YolculukYazı: Hatice ÜRÜN Fotoğraflar: Mustafa İPEKFatih Sultan Mehmed Han’ın muallimlerinden ve Divan edebiyatının önemli şairlerinden Şair Ahmet Paşa’nın,Osmanlı mimari üslubuyla yaptırdığı tarihi medresesi, 2004 yılından beri güzel bir müzeye ev sahipliği yapıyor.Bursa’nın ve ülkemizin ilk ve tek özel etnografya müzesi olma özelliğini taşıyan Uluumay Osmanlı Halk Kıyafetlerive Takıları Müzesi’nde, 17. yüzyıl halk kültürümüze ait yüzlerce obje ve kıyafet sergileniyor. Müzede, o dönemlerdekadınların, erkeklerin, çocukların ve hatta o günkü Yahudi ve Hıristiyan din adamlarının kullandıkları kıyafetlerarz-ı endam ediyor. Anadolu’nun ve Balkanların çeşitli yörelerinde incelemeler yaparak 300 kadar kıyafeti kendiçaba ve gayretiyle bir bütün haline getiren Esat Uluumay’ı ve müzesini, Bursa’da ziyaret ettik.72


Bursa Muradiye Mahallesi Şair Ahmet Paşa Medresesi’nde, Kafkasya’danMacaristan’a, Irak’tan Yemen’e kadar halkın “adamlık veya yabanlık ”olarak isimlendirdiği 100 Osmanlı halk kıyafetinin ve 500 takısının sergilendiği,ülkemizin ilk ve tek özel etnografya müzesi 2004 senesindenberi hizmet veriyor. Esat Uluumay’ın Osmanlı kıyafet kültürü üzerineyaptığı araştırmaları ve 52 yıllık birikimi neticesinde, tepelik, oyalıyazma, entari, cepken, çarık, galoş, pazubent gibi, geleneksel kıyafetkültürümüzün ayrılmaz parçaları, zengin bir koleksiyonda buluştu.Uluumay’ın çeşitli yörelerden parça parça bir araya getirdiği gelenekselkıyafet ve takıları, Uluumay Osmanlı Halk Kıyafetleri ve TakılarıMüzesi’nde keyifle temaşa ettik.Esat Uluumay, Ulu Şehrin Ev SahiplerindenYedi göbek Bursalı bir ailenin çocuğu olan Esat Uluumay, 1939 yılındaBursa’da dünyaya gelir. İlk, orta ve l<strong>ise</strong> tahsilini doğduğu ilde, üniversiteeğitimini <strong>ise</strong> İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde tamamlar.Çocukluğundan itibaren sanat ve sporun çeşitli dallarıyla ilgilenenUluumay, 9 yaşındayken halk oyunları oynamaya başlar. Bu hevesUluumay’ı yıllar sonra Anadolu Folklor Vakfı kurucu üyeliği ileBursa Kılıç Kalkan ve Folklor Derneği Şube Başkanlığı’nda yöneticilikvazifelerinin yanı sıra, özgün bir koleksiyonerliğe de götürecektir.Uluumay, bir gün babasında, kılıç kalkan oyununda erkeklerin göbekaltına bağlanan ve ‘Zıpka’ diye isimlendirilen pantolonu görür.Babasının, “Oğlum, erkeklerinin mahrem yerleri vardır, teşhir edilemez.”sözü üzerine folklor kıyafetleri üzerine araştırmalara başlar.Halk oyunları ve kıyafet araştırmaları sayesinde Brezilya, Avustralya,Japonya, Amerika, Irak, Yemen, Macaristan ve daha birçok ülkeyigezer; folklor ve kıyafetlerini inceleme imkânı bulur.Bir hevesle yollara revan olan Uluumay, 1960 yıllarında başladığıgeleneksel Osmanlı kıyafetleri toplamaya, 1980’li yıllara kadaryoğun olarak devam eder. “Başlığından kemerine, aksesuarındanayakkabısına kadar bir dönem kıyafeti ortalama 10 ila 20 parçanınbir araya gelmesiyle oluşmaktadır. Kafkasya’dan Macaristan’a,Irak’tan Yemen’e kadar olan tüm Osmanlı coğrafyasından, antikacılardankıyafetler satın aldım.” diyen Uluumay, yaptığı araştırmalar neticesinde,Osmanlı halk kıyafetlerini çok güzel bir şekilde öğrenir ve hangiparçanın hangi yöreye ait olduğu bilinciyle, ileride sergileyeceği kıyafetleribir bütün haline getirir.Halkın o yıllarda eski kıyafetlerden kurtulma çabası içinde olduğunuüzülerek ifade den Uluumay, “Herkes, sandıklarında, dolabında atalarındankalma eşyaları, antikacılara ya da bir leğen, bir ibrik karşılığındabohçacı kadınlara satıyordu.” sözüyle de belirttiği gibi, ekonomik durumukötüye giden ailelerden de bazı eşyaları, sergilemek üzere satın alır.İlk Özel Etnografya Müzemizi AçtıYıllar ilerledikçe, Uluumay’ın bohçası da kabarmaya başlar. Osmanlıcoğrafyasının birçok yöresinden, özgün halk kıyafetlerine ve takılarınasahiptir artık. Bursa’ya sıklıkla gelen Prof. Dr. Nurhan Atasoy’un,“Artık bunları müze haline getir.” tavsiyesi, Uluumay’ın kıyafet ve takıtoplama şevkini daha da artırır. Atasoy’un sözünden sonra, kıyafetseçimi yaparken müze açma mantığıyla hareket eder. Fakat müzayedelerde,açık arttırmalarda çıkan parçaların fiyatları o kadar yüksektirki, çoğu zaman bütçesiyle mezattaki fiyatı denkleştirmesi mümkünolmaz. Fakat müze açabileceği kadar eşya birikince, tarihi Şair AhmetPaşa Medresesi 1999 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü BakanlarKurulu Kararı ile Bursa Valiliği tarafından Esat Uluumay’a tahsis edilir.73


kalın beyaz pamuklu kumaş; Bergama, Edremit, İzmir taraflarında incepamuklu kumaş kullanılmıştır. Göğüslük, kolu olmayan, bele kadar uzanan,dikdörtgen, üç etek ve saltanın içine giyilen, enseden bir düğmeveya bağcıkla bağlanan, gömleğin görünmemesi için kullanılan; çeşitliyörelere göre göğüs kapama, bartlak, bağardak, barınlık, bağırtakadıyla bilinen geleneksel giyimin bir parçasıdır. Giyilecek yer ve bölgeleregöre düz kumaştan, boncuklu veya nakış işlemelidir.Önlük, yabanlık kıyafetlerle kullanılan, giyilecek yere ve bölgeye görekanaviçe, pul ve boncukla süslü; futa, dizlik, gerge gibi isimlerle de anılan,tek etek ve üç etek üzerine bağlanan; Romanya, Batı Trakya veTataristan’da giyilen mahalli kıyafetin ayrılmaz bir öğesidir. Cepken,çuha veya kadifeden dikilir. Çeşitli bölgelerde cepken, fermene, erkane,güdük, kebe, kazeki ve sarka isimlerini alır. Önü, arkası ve kolları kordonet,boncuk ve sırma nakışla süslenmiştir.Gelinlik ve yabanlıklar genelde saten ve kadifeden dikilip günlük kullanılansaltalardan daha süslü ve gösterişlidir. Azerbaycan, Kırgızistan, Başkurdistan,Tataristan, Sivas, Erzurum, Kayseri, Kütahya Beypazarı’ndagiyilen, tunik şeklinde uzun kadife veya satenden yapılan, sırma işlemelisim, pul ve boncuklarla süslü olanlarına uzun salta veya kap denilmektedir.Kuşak, üç etek ve tek etek üzerine kullanılan, giysiyi tamamlayıcı kemerve uçkur olarak da anılan, ipek veya yünden, Bursa Keles’te yerli dokumaipekle saçakları simlerle yapılmış, genelde köşegen katlanıp iki ucuarkadan sarkıtılmak üzere koza denilen püsküllerle kullanılan gelenekselkıyafetin bir parçasıdır. Kumaştan olan kemerler dışında yaygın olarakgümüşten yapılan, iri tokalı, fişekli veya parçalı gümüş ya da kumaşüzerine savatlı gümüşten oluşanları da vardır. Madeni Kemerler BursaKeles, Afyon, Beypazarı ve çeşitli yörelerde yaygın olarak kullanılır.Başlığını Söyle, Kim Olduğunu SöyleyeyimBaşlıklar, kadının sosyal ve ekonomik durumuna göre altın veya gümüşparalarla dizilmiş, mercan ve boncuklarla süslü, çeşitli yöreleregöre değişkenlik gösteren tepeliklerdir ve kıyafetin tamamlayıcı öğesidir.Sakalduk <strong>ise</strong>, şakaklardan yanak üzerine, çene altına kadar inipaltın, gümüş, madeni para ve boncuklarla süslenen; sakandırak olarakda anılan çene bağlarıdır.Kadın giyimini oluşturan parçalar çok çeşitlidir. Pamuklu kumaştan yapılanetek, cepken ve göyneğin yer aldığı üç etek, cepken altında gömlekve köyçek ile birlikte Yörük ve Türkmen kadınlarının giyindiği giysilerdir.Başlık olarak bilinen könçekler büyük çeşitlilik göstermektedir. Bubaşlıklar arasında <strong>ise</strong> gelin başlıklarının yeri apayrıdır. Özellikle Uşak veÇorum’da etrafı sarılarak yapılan, renkli kuş tüyleri ve aynalarla süslenenyüksek gelin başlıkları dikkat çekmektedir. Bu gelin başlıkları hembaş üzerinde hazırlanabilir hem de hazır olarak temin edilebilir.Baş üzerinde hazırlanan başlıklar Bursa’nın Keles veDursunbey ilçelerinde, hazır olarak bulunanlar <strong>ise</strong>Sarkıtmalı’da öne çıkmıştır. Takılar <strong>ise</strong>, saray vehalk takıları olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Saraytakılarında altın, platin, elmas vezümrüt kullanılırken; halk takılarındagümüş ve bafungibi yarı değerlitaşlar kullanılmıştır.


Osmanlı Erkeğinin Kıyafeti de FiyakalıErkek geleneksel kıyafetleri şalvar, gömlek, yelek ve kemerden oluşur. Pantolon olarak kullanılan yünlü kumaşlargrubundan olan şayak veya çuhadan imal olma zıpka, bol kesimiyle ayakları sarıp topuklara kadar uzanır. Zıpkalar,Karadeniz ve Kars civarlarında uzun olup, Bursa, Kütahya Afyon ve Ege taraflarında genç delikanlılar tarafındandize kadar kullanılırken, evli erkeklerin zıpkaları daha uzundur. Aydın ve Ege efelerinin zıpkalarına dizlik denir.Diz altı ve dize kadar uzanan, dizlik denilen çoraplarının altına da deriden tozluk diye tabir edilen çizmelerini giyerler.Batıda, ayak bileklerini saran pamuklu kumaştan imal zıpkalar Urfa’ya kadar genişleyip bollaşır.Bürümcük veya kıvırtma denilen kumaştan dokunmuş gömlekler de erkek kıyafetinde mutlaka yer alır. Cepkenveya yelek genelde çuhadan dikilip, gömlek üzerine giyilir ve her yörede önem arz eder. Urfa’dan sonra erkekler,maşlah denilen pamuklu, yünlü veya ipekli dokuma tezgâhlarında dokunmuş entari kullanmaya başlar. Müzedekierkek cepkenleri içinde en dikkat çekici olanı, çuhadan yapılmış ön kısımları mercanlarla süslenmiş kaytan işlemeliÜsküp yöresine ait cepkendir.Fesler, yörelere göre değişiklik göstererek tam fes, dal fes ve abaniye denilen sarıklı fes adını almıştır. Ayrıca Antepve Suriye taraflarında kullanılan, kaplama denilen, Şam’da dokunmuş ipek üzerine kasnakta suzini veya zincirişi yapılmış kumaşları sarık olarak kefiye kullanmışlardır. Erkek giyiminde tamamlayıcı unsur olarak, belde muhakkakbir kuşak vardır. Beyaz, kırmızı ve kırmızı-yeşil renkte, dilim dilim olan bu kuşaklar kemer görevini gördüğüiçin silahlık yeridir.Bir Çatı Altında, Bin Odalık Eşya VarMüzede Bursa ve köylerinin yöresel kadın, erkek ve çocuk kıyafetlerinden başka Bursaseccadeleri, yazmaları, Bursa işi işlemeli bohçalar, oyalı ipek Bursa krepleri ve Bursaköylerinde kullanılan keçeden yapılmış arakıyeler de sergilenmekte. Müzede ayrıcaManisa, Aydın-Efe, Yatağan, Afyon Sandıklı-Şuhut, Eskişehir, Kütahya, Denizli,Çanakkale, Yörük, Biga Pomak, Prizren, Edirne, Türkmen, Kırcaali, Üsküp, Bosna,Gümülcine, Bartın, Erzurum, Çerkes, Çeçen ve Dağıstan, Antep, Urfa, Bitlis veSuriye’de kullanılan kadın, erkek ve çocuk halk kıyafetleri de bulunmakta. Bunlarlabirlikte Roma, Bizans ve Selçuklulardan Osmanlılara kadar kadın ve erkeklerdekullanılan halhal, zilli zurna, köstek, Kur’an-ı Kerim keseleri, pazubent,kemer, çeşitli şekil ve formda tepelikler, enfiye kutuları, hamaiyiller, eğerler, tütüntabakaları, kamçılar, terlikler, kına tasları, şifa tasları, hamam tasları, boncuklueşyalar, nalınlar ve sürmedanlardan oluşan 1000 kadar eşya var. BakırköyRuh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin başhekimlerinden Bursa doğumluMazhar Osman’ın mührü de müzedeki müstesna eşyalararasında. Müzenin kurucusu Esat Uluumay’ın anne,baba, dede ve anneannesine ait tespih, saat, para vemühür keseleri de müzede sergilenmekte.


Müzede, kıyafet ve takı koleksiyonunun yanı sıra, müstakil olarak6 farklı müze daha açabilecek eşyalar var. Bunlar, Osmanlıhamam kültürünü; Türklerde kahve, çeyiz eşya, at ve binicilikile boncuk eşya kültürünü gün yüzüne çıkaran eşyalar. Müzedeaynı zamanda moda ve tekstile, dericiliğe, takı ve kuyumculuğa,görsel ve plastik sanatlara, resim ve heykele kaynak teşkiledecek eserler de kendilerine yer bulmuş.Yurt Dışından da İlgi GörüyorUluumay Osmanlı Halk Kıyafetleri ve Takıları Müzesi’nin yurt dışındada tanınıyor olması, hinterlandının ne kadar geniş olduğununaçık bir göstergesi. Müzeyi ziyaret eden turistlerin yanı sıra,Amerika, Avrupa ve Avusturalya’dan müzeyle ilgili araştırma yapmakisteyen profesörler ve öğrenciler, günü birlik ziyaretlerde bulunuyormuş.Uluumay’dan öğrendiğimize göre, randevularını çok öncedenalarak müzeyi inceleyen günübirlik ziyaretçiler, gün boyunca araştırmave çizim yaptıkları için şehrin diğer zenginliklerini görmeye fırsat bulamıyorlarmış.Esat Uluumay, Osmanlı coğrafyasının her köşesinden itina ile topladığıve Bursa Şair Ahmet Paşa Medresesi’nde sergilemekteolduğu Osmanlı halk kıyafetleri ve takıları koleksiyonununkorunması için, müzeyi vakfa dönüştürmekararı alır. Vefat ettikten sonra, büyük paralar karşılığındabu tarih zenginliğininehil olmayan kişilere satılmasınıönlemek adına, OsmanlıHalk Kıyafetleri ve TakılarıMüzesi’nin vakfa dönüştürülmesiniuygun bulur ve resmiişlemlere başlar. Böylelikle uzun yıllarboyunca bu nadide koleksiyonu, bozulmadan görmefırsatımız her zaman var olacak. Bu koleksiyonuyerinde görmek ve incelemek için ufak bir hatırlatma;sembolik ücret karşılığında, Pazartesi günü hariç haftanınaltı günü sabah 09.00’dan akşam 17.00’ye kadar açık olanmüze ziyaretçilerini bekliyor.


Aşk-ı Nebîve Zikir TaneleriAhmet MUTLU“Mahlûkatın sayısı kadar Allah’a giden yol vardır.” derler. Allah’ın el-Mübdi isminin tecelli ettiği her sanat eseri kadarda Allah’a giden yol vardır. Bir Hilye-i Şerif, onu seyreden muhatabı farkına varmasa da, elinden tutar ve Allah’a gidenbir yol açıverir önüne. Koleksiyoner Mehmet Çebi de, her biri önümüzde yeni bir yol açan, açtıkları yollarda bir dekılavuz olan Hilye-i Şerifler ile tespihlerden oluşan bir sergi düzenledi. 500 eserden oluşan Aşk-ı Nebi ve Zikir Taneleri,dünyanın en büyük Hilye-i Şerif sergisi olma özelliği de taşıyor.78


1970’li yıllarda evimizde birçok hat levhası vardı.Ne yazdığını ben bilmezdim, fakat aile büyüklerimizintavırlarından hürmete layık olduklarını hissederekyaşardık. İsimleri yazan büyüklerin şahs-ımanevilerine bir edepsizlik olmasın diye, levhalarınüzerinde sürekli bir örtü bulundurulurdu. Cumagünleri, kandil geceleri, bayram sabahları ya dasair zamanlarda misafir ağırlandığında açılırdı levhalarınörtüsü. Bilhassa Hilye-i Şeriflerin; ashabın,pirânın ve meşayıhın isimlerinin yazılı olduğu levhalar.O yıllar, maddi yoksulluk ve muhtelif sıkıntılar, hemsanatla hem de sanat eserlerinin oluşmasına zeminhazırlayan kadim medeniyet anlayışıyla biraz tersdüşse de; gayretli sanatkârlar ile evinde, dükkânında,çeyiz sandığında bu eserleri muhafaza eden kültüradamları sayesinde bu anlayış, yok olmaktan kurtul-Modern formda Hilye-i Şerif, Ahmet Bursalı79


Beyazıt’tan Yola Çıkan Hat Koleksiyonu1980’lerin ikinci yarısında ilk hat eserini alarakyola çıkan Çebi, günümüzde binlerce levhayasahip. Klasik ve modern eserlerden oluşankoleksiyonunda hangi usta hattatların eserleriyok ki! Hafız Osman, Mahmut Celaleddin,Kazasker Mustafa İzzet, Mustafa Halim Özyazıcı,Hamid Aytaç...Çebi, bu üstatların yanı sıra, günümüzünönemli isimlerinin levhalarıyla da koleksiyonunuzenginleştiriyor. Hasan Çelebi, HüseyinKutlu, Fuat Başar gibi kıdemli hattatlarımızlabirlikte, Müslüman coğrafyasından CumaMuhammed Hemahir, Ahmet Felsefi, MuhammedCevadzade gibi hattatların da eserlerivar Çebi’de. Mehmet Bey, eser biriktirmeklekalmayıp İslam sanatlarında üretileneserler dünyanın her köşesine ulaşsın diye onlarcasergi düzenleyip koleksiyonundaki eserlerisanatseverlerle buluşturmuş.Sergi, Başbakan'ın İsteğiyle DüzenlendiMehmet Çebi, Birleşik Arap Emirlikleri’nde,Dubai’nin hemen yanında Sharjah İslam MedeniyetleriMüzesi’nde düzenlediği bir sergide,Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan ilegörüşür. Düzenleyeceği diğer sergiler hakkındaÇebi’den bilgiler alan Erdoğan, yeni sergilenecekeser sayısını da sorar. Erdoğan, “64”cevabını alınca, çok daha geniş kapsamlı birsergi yapılmasını arzu ettiğini belirtir. Çebi de“Aşk-ı Nebi ve Zikir Taneleri” sergisi için kollarısıvar.Modern formda Hilye-i Şerif, Mustafa Cemil EfeBu vesileyle Çebi, Başbakan Erdoğan’ın da arzusuüzerine dünyanın en büyük Hilye-i Şerifve tespih sergisini düzenledi. Başbakanlıkhimayesinde 26 Ocak 2013 tarihinde LütfiKırdar Kongre Merkezi’nde düzenlenen sergininaçılış törenine, sanat ve siyaset dünyasındanbirçok ismin yanı sıra sanatseverler deyoğun ilgi gösterdi. Kültür ve Turizm BakanıÖmer Çelik, Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu,Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz,Erdoğan'ın kızı Sümeyye Erdoğan’ın da hazırbulundukları törende Erdoğan, açılış kurdelesini,“Kültür dünyamıza zenginlikler katmasınıtemenni ediyorum.” duasıyla kesti.Aşk-ı Nebi ve Zikir Taneleri sergisinde yaklaşık200 adet Hilye-i Şerif sanatseverlerle buluştu.Hasan Çelebi, Hüseyin Kutlu, Fuad Başar, TuranSevgili, Hüseyin Gündüz gibi kıdemli hattatlarımızlabirlikte, onların öğrencileri olan GürkanPehlivan, Levent Karaduman, Mithat Topaç,Hüseyin Hüsnü Türkmen gibi genç hattat-Modern formda Hilye-i Şerif, Ahmet Bursalı81


ların da Hilye-i Şerifleri sergide yer aldı. Osmanlı dönemindenkalma tespihlerle bu günün tespih ustalarındanZekai Şenyurt, Hüseyin Çelik, İmdat ve FeyzullahKalaycı ile Bünyamin <strong>Usta</strong> gibi sanatçılarının tespihleride sanatseverlerin, bilhassa Başbakan Erdoğan’ın beğenisinemazhar oldu.Mehmet Çebi’nin sergisi, 200 adet Hilye-i Şerifle birlikte300 adet de tespihten oluştu. Kadim kültürümüzünmühim bir parçası olarak günümüze kadargelen tespih sanatında, Çebi’ye göre bilinen önemlikoleksiyonerlerin hemen hepsi erkeklerden oluşuyorama bu, hanımların tespihe ilgisiz oldukları anlamınagelmiyor.“Çok sayıda tespih sever hanımefendinin olduğunubiliyorum.” diyen Çebi, bir de müjde veriyor: “İnşallah,İstanbul’da bir tespih müzesi açma düşüncemizde var. Müze, sergide gördüğünüz tespihlerle birliktemercan, kehribar, kuka, bağa, fildişi, necef gibi malzemelerdenyapılmış daha birçok eserlere beraber,günümüz sanatçılarının yaptığı balık dişi, fildişi, kehribar,gergedan boynuzu, anber tespihlerden oluşacak.Müze açıldıktan sonra, hanımların ilgisinin artacağınıtahmin ediyorum.”Klasik ve Modern Bir AradaMehmet Çebi’nin diğer sergilerinde olduğu gibiAşk-ı Nebi ve Zikir Taneleri’nde yer alan Hilye-i Şeriflerinarasında da klasik tarzın yanında modern veboyut kazandırılmış eserler de bulunuyor. Son dönemdeözellikle genç hattatlar tarafından yazılan özgünve modern Hilye-i Şerifler için, olumlu görüş bildirensanatseverler de var, “klasiğe halel getiriliyor”düşüncesinde olanlar da. Gerek koleksiyoner, gereksesanatsever olarak bu husustaki düşüncelerini merakettiğimiz Çebi, sanatta çeşitliliğin önemli olduğunuifade ediyor.82


Klasik Hilyenin 17. yüzyıldan beri binlerce hattat tarafındanyazıldığını ve yazılmaya da devam edeceğinibelirten Çebi, “Bir şey güzelse, tutuluyorsa klasikoluyor malumunuz. Bu yol çok kuvvetli bir şekildebu gün de devam ediyor. Ama bu, yeni, özgün, moderndenemelerin yapılmayacağı anlamına gelmemeli.Günümüz sanatçıları bu manada yeni eserler de ortayakoyma çabasında olmalı ki, sanat gelişerek ve çeşitlenerekdevam etsin.” diyerek fikrini beyan ediyor.Bununla birlikte Çebi’ye göre, modern bakış açısıyla tasarlananHilyeler, kimi sanatçıların savunduğu gibi klasiğe halel getirmiyor.Modern veya özgün Hilye diye ifade edilen Hilyelerin de hat kurallarıdâhilinde icra edildiğini belirten Çebi, sözlerine şu şekilde devam ediyor:“Bunları üreten sanatçıların hepsi klasik manada eğitimden geçmiş, icazetlerinialmış hattatlar. Ortaya çıkan görüntü yeni olduğu ve daha öncekilere benzemediğiiçin modern eserler diye telakkiediliyor. Ben de size soruyorum;sanat zaten böyle bir şey değilmi? Gelişen, tekâmül eden, dönüşen,tekrara düşmeden yeni şeylerortaya koyulması gereken bir şeydeğil mi sanat?”Bizim milletimizin, temeli asırlar öncesinde atılantefekkürü, Mehmet Çebi’nin Aşk-ı Nebi veZikir Taneleri sergisi ile bir kez daha somutlaştı.Dünyanın dört bir yanından hattatların ve tespihustalarının eserleri, bu sergi vesilesi ile üzerlerindekihicap örtüsünü kaldırttı, beğeni topladı.Bir sonraki sergilerde, Hilye-i Şeriflerin debizleri beğenmesi temennisi ile…


Serap Tekin*2013, Dünya denizcilik tarihinde önemli izler bırakan kaptan, eşsiz bir kartograf vedeniz bilimleri üstadı Piri Reis’in, 1513’te Gelibolu’da çizip 1517’de Yavuz SultanSelim’e sunduğu ve günümüze sadece bir parçası ulaşan ünlü dünya haritasınınçizilişinin 500. yılı… UNESCO’nun 2013’ü Piri Reis yılı ilan etmesi dolayısıyla,düzenlenen etkinliklerin kayda değer olanlarından biri de, Topkapı Sarayı’nda açılan“Piri Reis Haritaları” sergisiydi. Sergide haritaları ve meşhur eseri Kitab-ı Bahriye’yidünya gözüyle gördükten sonra, bu yılı fırsat bilerek onu ve hayatını daha yakındantanımak için rotamızı, ünlü denizcimizin hayatına ve eserlerine doğru çevirerekbir sefer düzenledik. Nice kitabın ve kütüphanenin kıyılarında demirleyerekgerçekleştirdiğimiz bereketli seferden, sizin için kıymetli bilgilerle döndük.


Piri Reis’inMeşhurDünya Haritası500 YaşındaUNESCO, 2011 bitiminde Paris’te gerçekleştirdiği 36. Genel Konferansı’nda2013 yılını, Piri Reis Haritası’nın çizilişinin 500. yılı nedeniyle ünlü denizcimizi veharitasını anma ve kutlama yılı olarak kararlaştırdı. Bu karar gereğince de 2013yılı, ünlü denizcimiz ile ilgili birtakım etkinliklere sahne olmaya başladı. Yıl bitiminekadar hangi çapta, daha ne etkinlikler düzenlenir bilinmez; ancak bugüne kadaryapılanların arasında en kayda değer olanı, Topkapı Sarayı’nda açılan sergiydi.23 Ocak-11 Şubat tarihleri arasında Topkapı Sarayı Müzesi’nde açık kalan sergidePiri Reis’in haritaları ve eserleri sergilendi. Sergiyi ziyaret edenler, Topkapı SarayıKütüphanesi envanterinde bulunan Piri Reis’in, günümüz de hala diğer parçalarıkayıp olan Orta ve Güney Amerika’nın doğu kıyıları ile Batı Afrika kıyılarınıiçine alan ünlü haritasının parçasını dünya gözüyle görme fırsatı buldu.


Tabii onun harita portolanlarının yanı sıra ünlü denizcimizinAkdeniz’i ekonomik ve içtimai yönleriyle anlattığı,iki farklı telifi bulunan ünlü Kitâb-ı Bahriye isimli kitabınıda görebildiler. Daha önce ikişer kez İstanbul’da,ABD ve Avrupa’da, bir kez de Ankara’da sergilenen haritalarıgöremeyenler için bu yıl içinde bir fırsatları dahaolacak. Topkapı Sarayı Müzesi Müdür Yardımcısı GülendamNakipoğlu, Piri Reis’in eserlerinin yıl içerisindemüzede tekrar sergileneceğini ve bu serginin daha kapsamlıolacağını söylüyor çünkü.ölçüde henüz cevapsız. Hakkında yazılmış kurgusal hayathikayelerinin aksine bilinen tek şey <strong>ise</strong> idama mahkumedilmesi ve idam edilen pek çok devlet ricali gibibir nişanesiz mezarda metfun olduğu…Endülüslüleri Gemilerle Afrika’ya TaşıdıDoğum tarihi tam olarak bilinmese de kaynaklar, PiriReis’in 1465-1470 yılları arasında Gelibolu’da dünyayageldiğini kaydeder. İbn-i Kemal şöyle der: “Gelibolu’dadoğan çocuklar timsah gibi su içinde büyürler. Beşikleriecel tekneleridir. Sabah ve akşam gemi seslerinin ninnisiyleuyurlar.” 1 Bu ninniyle uyuyup büyüyen Piri’nin asıladı Muhittin Piri’dir. Babası Hacı Mehmet, o zamanlarınünlü denizcilerinden Kemal Reis’in erkek kardeşidir. Oniki yaşına geldiğinde denizcilik mesleğine amcası KemalReis’in yanında, o asrın geleneğine uygun olarak korsanolarak başlamış, ondört yılını da korsanlıkla geçirmiştir.Bir süre Sicilya, Korsika, Sardunya, Fransa kıyılarınayapılan akınlara katılmıştır. 1486’da Endülüs’te Müslümanlarınhakimiyetindeki son şehir olan Gırnata’dakatliama uğrayan Müslümanlar Osmanlı Devleti’ndenyardım isteyince o yıllarda deniz aşırı sefere çıkacak donanmasıbulunmayan Osmanlı Devleti, Kemal Reis’i Osmanlıbayrağı altında İspanya’ya göndermiş ve bu seferekatılan Piri Reis amcası Kemal Reis ile birlikte Müslümanlarıİspanya’dan Kuzey Afrika’ya taşımışlar, onlarıkatledilmekten kurtarmışlardır.Venedik üzerine sefer hazırlığına girişen İkinci Beyazıtfütuhata devam etmek maksadı ve deniz kuvvetlerinigüçlendirmek emeliyle Akdeniz’de korsanlık yapandenizcileri Osmanlı donanmasına çağırması üzerine1494’te amcası Kemal Reis’le birlikte Piri Reis, padişahınhuzuruna çıkmış ve birlikte Osmanlı donanmasınınresmi hizmetine girmişlerdir. Piri Reis Osmanlı donanmasınınVenedik donanmasına karşı sağlamaya çalıştığıdeniz kontrolü mücadelesinde Osmanlı donanmasındagemi komutanı olarak yer almış ve ilk kez savaş gemisikaptanı olmuştur. Yapılan başarılı savaşlar sonucu Venediklilerbarış istemek zorunda kalmış, iki devlet arasındabarış antlaşması yapılmıştır.Piri Reis’in Hayatı da Haritaları GibiPiri Reis’in hayatı da haritalarının akıbetiyle aynı... Tıpkıkayıp harita parçaları gibi, onun hayatının kimi kesitleride bugün malumumuz değil ve hayatına ilişkin bazı temelsoruların cevapları henüz yok. Onunla ilgili ilk bilgilerimiz,dünyanın dört bir yanına seyahat ederken hazırlayacağıharitalar ve kitaplar için çalıştığı, notlar aldığıve pek çok kaynak topladığı… Ve onun haritalarındanoluşan sadece üç eserin günümüze ulaştığı… Ki bunlarınen önemlisi de bu yıl, çizilişinin 500. yılını kutladığımızünlü dünya haritasıdır. Haritanın hem içerik hem degörüntü bakımından şiirlere konu olacak kadar bir sanateseri niteliği taşıdığı… Denizcilik ilminde, yaşadığızamanda derin bir bilgiye sahip önemli bir alim olduğu,ana dili dışında iyi derecede Rumca, İtalyanca, İspanyolcave Portekizce bildiği… Devlet bünyesinde Hint Kaptanlığı,Kızıl ve Umman denizleri ile Basra Körfezi Amiralliğigibi hizmetler üstlendiği…Ancak eserleri kadar hayat hikayesi de birçok eksik parçayave soru işaretine sahip. Tarihçiler, hayatındaki pekçok kesiti henüz bütünüyle çözebilmiş değil. Gözden veyaşadığı dönemde gündemden nasıl ve neden düştü?Birden bire neden Hint Kaptanlığına getirildi? Çizdiğiharitaların kayıp parçalarına ne oldu? Bu sorular büyükPiri Reis’in 1500’de Modon Kalesi’nin fethi sırasındakigayretlerinden, Şair Safâi, Fethnâme-i İnebahtı ve Motonadlı eserinde övgüyle bahsetmiştir. Yine ünlü denizcimiz,Navarin Kalesi’nin Kemal Reis tarafından gerialınması haberini İstanbul’a götürmüş, İkinci BeyazıtHan’ın huzuruna çıkmıştır. 1511’de amcası KemalReis’i bir deniz kazasında kaybettikten sonra Piri Reis’inGelibolu’ya gittiğini ve burada bir müddet inzivaya çekildiğinigörürüz. İlk eseri olan dünya haritasını da işteburada, bu inzivaya çekildiği dönemde çizmiştir. YavuzSultan Selim’in (1512-1520) Mısır seferin sırasında CaferAğa kumandasındaki filoya dahil olarak Nil yolundanKahire’ye gitmiş, Cafer Ağa’nın huzura kabulü sırasındaharitasını Yavuz Sultan Selim’e sunmuştur. PiriReis, 1517’de haritasını padişaha sunduktan sonra bir86


yandan gemi reisliği ve filo komutanlığı yapmış, bir yandanda ilerde yazacağı Kitab-ı Bahriye’sinde kullanacağıbilgiler için araştırma ve inceleme çalışmalarını sürdürmüştür.1552’de bu görevde iken Umman ve Basra üzerine30 gemiyle çıktığı seferde Hürmüz Kalesi’ni kuşatmıştır.Üstün Portekiz donanmasının baskın yapmasıimkan dahilinde olması ve mevcut Osmanlıdonanmasının Portekiz donanması ile baş edebilecekyeterlilikte olmaması dolayısıyla Piri Reis düşmankarşısına daha güçlü çıkmak düşüncesi ile donanmasınıBasra Körfezi’nde bırakarak mevcut filodanüç gemi seçerek Süveyş’e, oradan da karayoluylaKahire’ye ulaşır. Lakin burada hiç iyi karşılanmamıştır.Çünkü onun bu stratejisini yanlış bulan MısırBeylerbeyi Davut Paşa, Piri Reis’i bu hareketiylesorumluluğu altındaki donanmayı savaş meydanındabırakıp kaçmış bir kumandan gibi telakki etmişve onu hapse attırmıştır. Kanuni Sultan Süleyman’abu şekilde beyan verilmiş ve Mısır Divanı’nda ölümlecezalandırılmıştır. Vefat ettiğinde seksen yaşınınüzerinde olan ve hiç varisi olmadığı için terekesinedevlet tarafından da el konulan Piri Reis, dört asırsonra eserleriyle yeniden dirilmek üzere, 16’ncı asrıntarihine gömülmüştür.Savaş Stratejisinin Bedelini Hayatıyla Ödedi1521’e gelindiğinde Kitab-ı Bahriye’nin yazımını anahatlarıyla tamamlamıştır. Ancak kitap son şekli verilmemişhaldedir henüz. Bu yüzden de istinsah edilerekçoğaltılmamış, tek bir nüsha halindedir. 1524 yılındakendisine verilen bir görev, kitabının Kanuni SultanSüleyman’a sunulmasına ortam hazırlamıştır ki özetleşu şekilde gelişmiştir. Kanuni Sultan Süleyman, Vezir-iAzam İbrahim Paşa’yı, Mısır Beylerbeyi Ahmet Paşa’nınisyanı üzerine Mısır’a göndermiştir. İbrahim Paşa karayerine deniz yolunu kullanarak daha kısa sürede Mısır’avarma arzusundadır. Fakat kötü hava koşulları Paşa’yı,Marmaris’ten sonra karayolunu kullanmak zorunda bırakmıştır.Bu deniz yolculuğu, Piri Reis’in İbrahim Paşatarafından tanınmasına vesile olmuştur. Piri Reis’in seferesnasında karşılaşılan sorunlarda sık sık kendi yazılarınamüracaat etmesi Paşa’nın dikkatini çekmiş, müsveddeleriinceleyerek Piri Reis’e notlarını temize çekipkitap haline getirmesini tavsiye etmiştir.Bu sözlerden kuvvet bulan Piri Reis Gelibolu’da düzenlediğiKitâb-ı Bahriye’yi İbrahim Paşa vasıtayla KanuniSultan Süleyman’a takdim etmiştir. Daha sonra eserininönsözüne eklediği bilgiden, eserin padişah tarafındantakdirle karşılandığını öğreniyoruz. Ancak butakdir dolu günler çok uzun sürmez. Çünkü İbrahimPaşa’nın öldürüldükten sonra kendisi de gözden düşmüştür.Fakat her zaman Barbaros Hayrettin Paşa’nınkoruması altındadır ve güvendedir. 1546’da BarbarosHayrettin Paşa’nın vefatının ardından son Hint DenizleriKaptanlığı’na getirilmiştir ve bu onun son yükselişidir.Dünya Haritası Nasıl Keşfedildi?Piri Reis’in ünlü haritasının parçası, Topkapı Sarayı’nınkadim eserler müzesi haline getirildiği sıralarda MilliMüzeler Müdürü Halil Edhem Bey tarafından 1929tarihinde Berlin Üniversitesi profesörlerinden AdolfDeismann’ın ricası üzerine Harem dairesinde tesadüfenbulunur. İstanbul’da bulunan Paul Kahle, haritayıinceleme fırsatı bulur ve haritanın 1498’de KristofKolomb’un yaptığı ancak günümüze ulaşmayan Dünyaharitasının kısmen kopyası olduğunu belirtir. Bu bilgi,bilim çevrelerinde ve basında büyük ilgi toplar ve birçokyayınla dünyaya duyurulup, tanıtılır. Türk Tarih Kurumutarafından harita büyük bir itina ile bastırılır. Haritaetrafındaki detaylı bilgi notu, haritanın tarihi ve sahibikonusunda hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şe-87


kildedir: “İş bu haritayı Kemal Reis’in erkek kardeşininoğlu sanıyla ünlü Hacı Mehmet’in oğlu piri 919 yılı MuharremindeGelibolu’da yazmıştır.” 2Deve derisi üzerine 9 ayrı renk kullanılarak itina ile çizilmişolan haritanın kalan parçası, 63x89.3 cm ebatlarındadırve üst kısmı koparılmıştır. Eldeki mevcut parçanıntam olarak haritanın kaçta kaçı olduğu sadece tahminive bazı hesaplara dayanarak söylenmektedir. Kimilerinegöre parça bütünün üçte biri, kimilerine göre<strong>ise</strong> sekizde biridir. Haritadaki haşiyelerden bazı kısımlarokunamadığı için kayıp parçalara ne olduğu muammadır.Ancak haritanın tamamının Mısır’da Yavuz SultanSelim’e bizzat kendisi tarafından takdim edildiği kesindirve bunu Kitâb-ı Bahriye’sindeki şu cümlelerde deifade eder: “Bu fakir dahi mukaddema bir hartı bünyadedip şimdiden olan hartılardan ezaf muzaaf ziyade türlütasarruflar gösterip Hind ve Çin bahırlerinin taze çıkanharitaları ki diyarı rumda kimesne anı bu zamanadek malum edinmemiştir anları da bile kaydedip…” 3Haritanın günümüze kalan parçasında enlem ve boylamderece bölümleri yoktur. Üçü küçük, ikisi büyük 5rüzgar gülü ve çeşitli yön çizgileri bulunmaktadır.Bilindiğikadarıyla portulan tarzı yapılan haritalarda 17 rüzgargülü vardır. Bu da gösteriyor ki eğer parçaların tamamıgünümüze ulaşsaydı elimizde bütün bir dünyaharitasının portulanı olacaktı.Piri Reis haritasının kenar yazısında, Kristof Kolomb’unharitasından ve Portekiz haritalarından istifade ettiğinibelirtmiştir. O devirde denizciler gittikleri ülkeleri tanıyabilmekiçin, portulan yani resmedilmiş haritalar kullanıyorduki ve o zamanlarda portulanlar denizciler içinçok önemli kaynaklardı. Portulan bir harita olan Piri reisharitası da sanki bir tablo gibi bir çok renkli resimlerle veaçıklayıcı yazılarla süslüdür. Bunlar hayali insan ve hayvanresimleri bu resimlerin ve ilgili yerlerin yanına ne zamankim tarafından keşfedildiğine, bu yerlerin özelliklerine,kimlerden faydalandığına dair notlar yazmıştır.Haritaya bakıldığında Portekiz, Marakeş ve Gine merkezlerinebirer hükümdar resmi konulmuştur. Afrika kısmınabir fil ve devekuşu Güney Amerika'da lama ve pumaresimleri denizlerde ve sahillerde bir çok gemi resmi, haritanınkuzey tarafına büyük bir balığın üzerinde ateşyakmakta olan bir kadınla bir erkek o civarda bir kayıkve içinde üç kişi bulunan büyük bir gemi resmi yaparakyanına yazdığı notta orta çağda çok intişar etmiş binbirgece masallarına geçmiş olan Santo Brandan efsanesinihikaye etmiştir. Güney Amerika sahillerine yakın yapılmışolan bir gemi resminin yanına yazdığı notta oralardafırtınaya tutulmuş olan bir gemicinin haritasında yazılmışolan malumatı hülasa etmiştir. Santiano adası civarındayapılan bir gemi resminin yanına Portekiz’de yetişmiş birCenevizlinin bu adaları bulduğunu eklemiştir.İkinci Eseri Kitâb-ı BahriyeYukarıda Piri Reis’in kısa hayat hikayesini anarken belirttiğimizüzere, Kitab-ı Bahriye İbrahim Paşa’nın tavsiyesiüzerine 1521’de kaleme alınmıştır. Eserin 1562 de ikincitelifini de tamamlayarak Kanuni Sultan Süleyman’a takdimetmiştir.Her iki telife ait nüshalar günümüze ulaşmıştır.Fakat kendi el yazması olan özgün Kitab-ı Bahriyebulunamamıştır. Piri Reis’in kitabı o zamanlar Ege veAkdeniz kıyılarında bulunan şehir ve memleketleri tarifeden kendi çizdiği ve resmettiği portulan haritaları aynızamanda da denizciliğe ve gemiciliğe dair önemli bilgileriiçermektedir. Bu kitap hem o asrın en mütekâmilharitacılık tekniği olan portulan çizimi açısından hem deiçeriği bakımından essiz bir eser niteliğindedir.Kitap içerikolarak deniz kılavuzu olmasının yanında, mükemmelbir coğrafya kitabıdır. Ayrıca seyahat kitabı da diyebiliriz.Eser, bir bakıma o yıllarda bugünkü bilim adamı dikkative anlayışı ile hazırlanmış nadir yapıtlardan biridir.Eserin matbu ilk örneği 1935 tarihlidir. Türk Tarih Kurumutarafından yapılan baskının önsözünde yer alan şuifadeler Piri Reis’e ve onun eserlerine Cumhuriyet’in ilkyıllarında yöneltilen bakışı vermesi bakımından da manidardır:“Türk milletinin yetiştirdiği en ulu deha, (Nemutlu Türküm diyene) vecizesiyle asırların edebiyatınasığamayacak kadar geniş bir hakikati hulasa ederkenyalnız gönlünün okyanusunda köpürüp taşan sevgidendeğil, muasır ilmin hakiki vesikalarına müstenit sarsılmazbir imandan ilham alıyordu.”Kitab-ı Bahriye 84 sayfadan oluşan 23 fasla ayrılmışve 972 beyitlik bir mukaddime ile başlamaktadır. Afetİnan, konu ile ilgili eserinde Kitab-ı Bahriye’nin mukaddimesindekifasılların içeriğini şu şekilde özetlemiştir:88


Kitab-ı Bahriye’de Neler Var?1 ve 2. fasıllarda; kitabı yapmaktaki maksadı ve amcasıKemal Reis’le beraber denizlerde yaptıkları anlatılmıştır.3-4 ve 5. fasıllarda; fırtınaya, rüzgârlara ve pusulayadair bilgiler verilmektedir. 6 ve 7. fasıllar; haritalarave haritalardaki remizlere dairdir. 8. fasılda; dünyayıkaplayan denizlerin dörtte birinde kıtaların olduğubilgisi verilir ve yedi deniz de isimleri ile kaydedilmiştir.9. fasılda; Portekizlerin coğrafi keşiflerine değinilmektedir.10. fasılda; Habeş memleketi Ümit Burnu’nakadar uzatılarak Hollandalılar ve Portekizlilerin KızılDeniz’de Cidde’ye kadar geldikleri bilgisi ve Türklerininbunları oralardan uzaklaştırmaları temennisi yer alır.11.fasılda; kendisinin “Heyet Topu” dediği mücessemkürede, kutuplar, medarlar istiva hattı ve Portekizlilerinbunlar hakkındaki bilgileri işlenir. 12. fasılda; Portekizlilerinkendi memleketlerinden Hindistan’a, müsait mevsimegöre nasıl sefer yaptıkları, gayet faydalı bir şekildeanlatılır. 13. fasılda; umumiyetle denizler hakkında bilgilerverilerek rivayetlere dayanan gemici hikâyeleri anlatılır.Aynı zamanda Çin Denizi’nden bahsedilerek burasıdoğunun nihayeti addedilerek Çin halkı, adetleri ve çiniciliksanatı hakkında malumat verilir. 14 ve 15. fasıllarda;Hint Denizi ve oralardaki mevsim rüzgarlarının izahıtamamen şimdi bilinenlere uygun bir tarzda beyan edilmiştir.Ayrıca Kutup Yıldızı hakkında da bilgi verir. 16.fasılda; Basra Körfezi ile ilgili i işitilenlerden hareketle verilenbilgilerin yanı sıra, buradan nasıl inci çıkarıldığı hususundabilgiler de yer alır. 17, 18, 19 ve 20. fasıllarda;Hint Okyanusu’na “ Bahri Zence” adı verilerek sahil veadalardan bahsedilir. 21, 22 ve 23. fasıllarda; <strong>ise</strong> AtlasOkyanusu Bahri Mağrib ve Bahri Azam diye iki kısımdaanlatılır ve denizin öte ucunda Antilya Kıtasının bulunduğubelirtilir.Piri Reis, Bu 84 sahifelik kısımda, kendi zamanının bütündeniz bilgilerini vermeye çalışmıştır. Kitabın asıl metni<strong>ise</strong> 85. sayfadan itibaren başlar ve 848. sayfada sonlanır.Bu kısım gemiciler tarafında kolaylıkla okunup kullanabilsindiye nesir halinde yazılmıştır. Kitap Akdenizsahillerinde Sultaniye ve Kilid’ül Bahr Kaleleri ile başlayıpkuzey sahilleri boyunca Ege Denizi, Yunanistan, Adriyatikkıyıları, Kıbrıs, Ege Denizi’nin Anadolu sahillerindekiada, körfez ve limanlarını ayrıntılı olarak tanıtır. Şehirportulanlarında önemli binaların resimlerini de belirtmiştir.Şehirler hakkında özellikle limanlar hakkında bilgileride eklemiştir.Yeni Dünya Önce Onun Haritasında Yer AldıPiri Reis bu haritasını birinci dünya haritasından yaklaşıkon beş yıl sonra 1528’de Gelibolu’da yapmıştır. Buharitanın sadece ilki gibi bir kısmı günümüze ulaşmış vediğer parçaları kayıptır. Üst ve sol parçası olduğu tahminedilen haritanın ihtiva ettiği kısım Atlantik (Atlas)Okyanusu’nun kuzeyi, Kuzey ve Orta Amerika’nın o sıralardaAvrupalılar tarafından henüz keşfedilmemiş sahilleridir.Bu haritada dört rüzgar gülü vardır. Birinci haritadagörülmeyen sereta medarı olarak bilinen yengeçbu haritada çizilmiştir. Yengeç dönencesinin çizilmiş olmasıkopuk kısımlarda ekvator ve oğlak dönencelerininde çizilmiş olabileceğini düşündürmektedir. Harita ceylanderisi üzerine 8 renk kullanılarak boyanmış Osmanlıtarzı bir çerçeve ile süslenmiştir. İlk haritadan daha itinalıçizilmiştir.Çerçevenin sadece kuzey ve batı olması,bunun da bir parça olduğunu göstermektedir.Birincide olduğu gibi Piri Reis’in ismi ve haritanın tarihi yer almaktadır.Bu harita ilkine göre daha büyük ölçekli hazırlanmışve daha gerçekçi olarak çizilmiştir. Günümüzdekullanılan tekniğe daha uygun çizilmiştir. Bu haritaKuzey Amerika’nın günümüze ulaşan ilk ilmi haritası olmasıbakımından büyük önem taşımaktadır. İkinci Haritada Piri Reis, zamanında yapılan keşifleri ilgiyle takipederek birinci haritasında Kristof Kolomb’un haritasınaitimad ederek, yanılmış olduğu yerleri ikinci haritadandoğru tespit etmiştir. Keşfedilmiş yerleri göstermiş, keşfedilmeyentarafları hiç çizmemiş ve haritanın üzerindeburaları beyaz bırakmıştır. Ayrıca bu yerleri bilmediğiiçin çizmediğini de düştüğü notta belirtmiştir. Bu haritanındiğer haritasına oranla teknik açıdan hatasız olduğusöylenebilir ki haritacılık ilmi bakımından değerinepaha biçilemez.DİPNOTLAR: * İSMEK Giyim Branşı <strong>Usta</strong> Öğreticisi 1) İnan Afet,“Türk AmiraliPiri Reis’in Hayatı ve Eserleri “TTK Basım evi 1954 Ankara s. 6 2) (2) Ülkekul, Cevat” XVI. Yüzyılın Denizci bir Bilim Adamı Yaşamı ve YapıtlarıylaPiri Reis” Cilt 1 Türk Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Yayınları 7/2007 s.93. 3) (4) Piri Reis Kitabı Bahriyes.5 KAYNAKLAR: 1) İnan, Afet “Türk AmiraliPiri Reis’in Hayatı ve Eserleri “ TTK Basım evi 1954 Ankaras. 6-9-12-14-15-17-22-23-24-30-53 2) Ülkekul, Cevat” XVI. Yüzyılın Denizci bir Bilim Adamı Yaşamı ve YapıtlarıylaPiri Reis” Cilt 1 Türk Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Yayınları 7/2007 s. 93-96-103-179-185-187-189 3)Ülkekul, Cevat “Büyük Türk Denizcisi Kemal Reis” Türk Deniz Kuvvetleri Komutanlığı 5/2007 4) Piri Reis HaritasıHakkında İzahname“ TTAK yayınları No:1 s3-4-5-6 5) Çığ, Muazzez İlmiye ” Piri Reis Haritası üzerindeAmerika’da yapılan geniş ve derin çalışmaları içern eski deniz krallarının haritaları” Belleten, C.LVI, Ağustos,Sayı:216’dan ayrıbasım TTK Basımevi-Ankara 1992 s 409-410-411-413 6) Reis Piri “Kitab-ı Bahriye “TTK –Ankara 1. Baskı 1935 7) Reis Piri” Kitab-ı Bahriye “TTK – Ankara 2. Baskı 2002 8) Ezgü, Fuad “Piri Reis”, İslamAnsiklopedisi, MEB 1964 CIX s561-565 9) Cezar ,Mustafa, Mufassal Osmanlı Tarihi CiltII Seher matbaası İstanbul1958 s1005 10) Duman, Faruk Piri Reis Yedi Deniz Can Yayınları İstanbul 2005 1.Basım 11) Orhonlu,Cengiz Hint Kaptanlığı ve Piri Reis Belleten TTK yayınları Cilt XXXIV, Sayı 133-136 Ankara, 1970 s.48-58 12)Aksaray, y.Bülent, “Piri Reis’in Yaşamı, Yapıtları ve Bahriyesinden Şeçmeler” Piri Reis Araştırma Merkezi Yayını,Sayı:7 , İstanbul, 2007 s.48-58 12.Reis Piri Kitab-ı Bahriye İ.Ü 6605 s5b 13) Öztuna, Yılmaz “Başlangıcındanzamanımıza Kadar Türkiye Tarihi” C VI.Hayat Kitapları, İstanbul, 1965 14) Prof. Dr. Ak, Mahmut – Demirsoy,Soner “Yedikıta dergisi” Şubat 2013 Sayı 54 15) Deniz Ticaret Dergisi Nisan 2012 16) Unesco resmisitesi 17) Topkapı Sarayı Müzesi Piri Reis Haritaları Sergi broşürü 18) Öğ. Tğm. Tantıvermiş, Abdullah “ YakamozDergisi “ Ocak 2012 Sayı 43 Deniz L<strong>ise</strong>si Komutanlığı 19) Prof. Dr. Önalp, Ertuğrul Ankara Üni.” PiriReis’in Hürmüz Seferi ve İdamı Hakkındaki Türk ve Portekiz Tarihçilerinin Düşünceleri “ Yazısı 20) Özen, MineEsiner , “Piri Reis ve Müntehab-ı Kitab-ı Bahriye” Osmanlı Bilimi Araştırmaları VII-2, 200689


Gülşen KILIÇKAYASevim ERSOYPîrî Reis’in Gemileri,Çini Denizlerinde SeyrediyorSudenaz CandanPîrî Reis’in çizdiği ilk dünya haritasının 500. yılı münasebetiyle UNESCO tarafından ilan edilen “Pîrî Reis Yılı”ndaİSMEK çini usta öğreticisi Sevim Ersoy ve öğrencilerinin bu tema ile hazırladığı eserler ile de anıldı. Ersoy veöğrencileri, Pîrî Reis’in dünya haritalarıyla birlikte, Kitab-ı Bahriye’sindeki portolanlarını çiniye aktardı. Buçalışmalar vesilesiyle, Reis’in arşivlerde kalan birçok portolanı hem gün yüzüne çıkmış, hem de çini sanatına yenibir tema kazandırılmış oldu.90


Fatoş ÇAKIRDeniz Mutlu ERDOĞANDenizcilik tarihimize nice değerli deniz bilimcisi ve amiralleryetiştirmiş olan ‘denizciler diyarı’ Gelibolu’da, o yıl birbahriyeli daha dünyaya gözlerini açtı; Ahmet MuhiddinPîrî. Geleceğin Pîrî Reis’i… Kaynaklar kesin bir tarih vermesede 1465-1470 yılları arasında doğduğunu söylüyor“denizler piri” Pîrî Reis’in doğum yılı olarak. Denizciliğigenç yaşlardan itibaren birlikte açık denizlere açıldığıamcasının, Karamanlı Kemal Reis’in yanında korsanlık yaparaköğrendi Ahmet Muhittin Pîrî. Kemal Reis de öyle sıradanbir denizci değildi, Türk denizcilik tarihinde önemliisimlerden biriydi. Hal böyle olunca, yanında yetiştirdiğiyeğeni Ahmet Muhiddin Pîrî’nin de adını Osmanlı denizciliktarihine altın harflerle yazdırması elbette kaçınılmazdı.Pîrî Reis, Hint Kaptan-ı Deryası iken, hakkında döneminpadişahı Kanuni Sultan Süleyman’a verilen aleyhte bir raporüzerine 1554 yılında idam edilinceye kadar yaşamınaöyle başarılar sığdırdı ki, her biri denizcilik tarihimizdederin izler bırakmıştır. Rodos seferi sırasında OsmanlıDonanması’na katıldıktan sonra başarıdan başarıya koşanPîrî Reis günümüzde, seferlerde elde ettiği başarılardançok, çizdiği ilk dünya haritası ve meşhur Kitab-ı Bahriyeadlı eseriyle ile anılır.Uzun yıllar boyunca Akdeniz’i karış karış dolaşan, tüm limanlarıve kıyıları dikkatle gözlemleyip tüm faaliyetlerinikayıt altına alan Pîrî Reis, ilk dünya haritasını 1513 yılında,ikincisini <strong>ise</strong> 1528 yılında yaptı. Pîrî Reis’in iki dünya haritasıbugün halen Topkapı Sarayı Müzesi’nde muhafaza ediliyor.Bu harita, bir tarihi eser olmasının yanı sıra 1500’lüyıllarda hiçbir Avrupalı’nın vakıf olmadığı detayları içermesibakımından da önemli. Pîrî Reis’in bu ilk haritası, dahao tarihte, 1800’lü yıllarda keşfedildiği söylenen Antarktikakıtasındaki zirveleri ve sıradağları dahi birebir yansıtır.Haritada Arjantin ile başlayan Güney Amerika kıtasının,Antarktika’nın bir uzantısı olduğu ortaya konulmuştur. Ar-91


jantin uzaydan bakıldığında 47 derece sağa kıvrık gözükür.Pîrî Reis bugün bile haritada, doğruyu yansıtmayacakşekilde dik olarak çizilen Arjantin’i, 47 derece açıyla birebirçizmiştir. Reis, haritada Cebelitarık Boğazı’nı da âdetauzaydan görülür şekliyle kaydetmiştir.Pîrî Reis’in dünya haritası, Kristopher Kolomb’un haritasındanfaydalanarak yapılmış tek harita olması bakımındanda önemlidir. Pîrî Reis’in çalışmaları, Osmanlılarda şehir velimanları gösteren ilk çizimler olması özelliği ile de dikkatçeker. 16. yüzyılda Akdeniz ve Ege Denizi’yle ilgili en kapsamlıbilgileri içeren plot kitabını yazmış olan Pîrî Reis, haritave bilgileri bir bütün halinde toplayan ilk kartograf olarakbilinir. Kendisinden onlarca yıl sonra bile onun yaptıklarınınbir benzerini veya daha gelişmişini yapan bir kartografdaha çıkmamıştır.Osmanlı coğrafyacıları arasında dünyaca en çok tanınanıve Türk denizcilik tarihi dendiğinde akla ilk gelen isimlerdenolan Pîrî Reis’in Kitab-ı Bahriye adlı eseri <strong>ise</strong> ilk denizcilikkitabı olması bakımından önem taşır. Pîrî Reis bu çalışmasında,Ege ve Akdeniz kıyılarında bulunan şehir ve ülkeleritarif ederek, resim ve haritalarını yapmış, aynı zamandadenizcilik ve gemicilik için de önemli bilgiler vermiştir.Kitab-ı Bahriye’nin kopyalarında toplam 5 bin 704adet portolan bulunur ki, bu sayı bugüne kadar yaşamıştüm kartografların çizmiş olduğu portolanlardan çok dahayüksek bir sayıdır.Pîrî Reis Çinilerde YaşatılıyorVefatına kadar kendisini denizcilik tarihimiz için önemliçalışmalar yapmaya adayan Pîrî Reis, iki dünya haritası veçağdaş denizciliğin ilk önemli yapıtı sayılan Kitab-ı Bahriyeadlı eseri ile günümüzde halen yaşatılıyor.Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı UNES-CO, 2011 yılında gerçekleştirilen 36. Genel KurulKonferansı’nda, 1513 tarihli Pîrî Reis Haritası’nın 500.yılı anısına, 2013 yılını kutlama ve anma programınaaldı. “2013 Pîrî Reis Haritasının 500. Yılı” kapsamında,TC Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın öncülüğünde çeşitlietkinlikler gerçekleştiriliyor.İSMEK’te çini usta öğreticiliği yapan Sevim Ersoy ve öğrencileride, “2013 Pîrî Reis Haritasının 500. Yılı” etkinliklerinde,Pîrî Reis haritası temalı eserleriyle yer alıyor.İki yıl önce “Sırlı Denizlerin Seyir Defteri” adlı sergi iledenizcilik serüvenlerine başlayan Sevim Ersoy ve öğrencileri,çini sanatındaki yeteneklerini bu kez de Pîrî Reisharitalarında sergiliyor. Ersoy ve çini öğrencilerindenoluşan çalışma ekibi, Pîrî Reis’in iki dünya haritasıyla birlikte,ünlü eseri Kitab-ı Bahriye’deki portolanlarını çiniyeaktardı. Bu arada, ‘portolan’ın, deniz haritalarındabüyük ölçekli olarak yapılmış bir limanın tüm ayrıntılarınıkapsayan bir harita türü olduğu bilgisini de verelim.Ersoy ve öğrencilerinin Pîrî Reis haritası temalı eserleri;Pîrî Reis Üniversitesi, İzmir ve Alaçatı’da düzenlenenüç ayrı sergide sanatseverlerin beğenisine sunuldu. PîrîReis temalı eserler ayrıca, 5 Haziran-10 Kasım 2013 tarihleriarasında Hırvatistan’da düzenlenecek üç ayrı sergidede yer alacak. Sevim Ersoy ile Pîrî Reis yılı dolayısıylahazırladıkları eserler ve katılacakları sergiler hakkındakonuştuk.Çini ustası, eserleri hazırlarken en büyük destekçilerininBeşiktaş Deniz Müzesi Komutanı Ali Rıza İşipek olduğunubelirtiyor. Müzenin zengin arşivinden yararlanmalarınısağlayan İşipek, sergilerin küratörlüğünüde üstlenmiş. Ersoy’dan her sergi için ayrı eserler ürettikleriniöğreniyoruz. Kendisinden başka 10 öğrencisininde dahil olduğu Pîrî Reis Üniversitesi’ndeki sergide25 eser bulunduğunu belirten Ersoy, İzmir’deki sergidede 15 kişinin elinden çıkan 40 eserin yer aldığınıifade ediyor. Alaçatı’daki üçüncü sergide <strong>ise</strong> 12 kişininyine toplam 40 eseri, sanatseverlerin beğenisinesunulmuş.Sevim ERSOYSevim ERSOY92


Fantastik Realizmin DâhiAma Küskün FırçasıSemra ÜNLÜResim sanatının dejenere olduğunu düşünen Avusturyalı bir grup ressamın 1950’li yıllarda başlattığı fantastikrealizm akımının Türkiye’deki ilk temsilcisi Erol Deneç. Bu akımın dehası kabul edilen ve ünlü ressam Dali’nin ‘elverdiği’ Ernst Fuchs’un daveti üzerine, kendisinin deyimiyle ‘paltosuz ve beş kuruşsuz’ gittiği Viyana’da ilk sergisininardından adını sanat çevrelerine duyurdu, Viyana sokaklarında imza verir hale geldi. Eserleri halen Viyana’nın enönemli sanat müzelerinden biri olan Albertina Müzesi’nde Leonardo’nun ve Michelangelo’nun eserleriyle birliktesergileniyor. Fakat memleket hasreti yüzünden 25 yıl aradan sonra döndüğü Türkiye’de hak ettiği ilgiyi göremediDeneç. <strong>Sanat</strong>çı, aradan geçen bunca yıla rağmen hâlâ Türk insanı tarafından anlaşılmayı umut ettiğini söylüyor.94


Bir yıl olmuştu neredeyse, Viyana’dan beklediği mektup bir türlü gelmemişti. Yaşadığı hayalkırıklığı yüzünden, iyi dereceyle kabul edildiği sanat okulunda derslere girmiyor, fakülteyearada sırada arkadaşlarını görmek için uğruyordu. Gününü gün eden bir zengin aile çocuğuda değildi hani; zar zor geçinen, dar gelirli bir aileye mensuptu. Evinin bulunduğuKadırga’dan, Beşiktaş’taki Tatbiki Güzel <strong>Sanat</strong>lar’a yaya olarak, tabanı açık ayakkabılarla yürüdüğügünler olurdu. Her buluşmada, arkadaşlarının “Viyana’ya ne zaman gidiyorsun?”soruları karşısında ne diyeceğini bilemez, umudu her seferinde biraz daha kırılırdı. Belli kiViyana’dan gelen hocası, İstanbul’daki sanatçı olma hayalleri kuran genci de, ona verdiğisözü de unutmuştu.İnsanların kaderlerinde kırılma noktaları vardır hani. Bir gün, hiç tanımadığınız birinin vesilesiylehayatınızın akışı değişiverir ya; hayatını değiştireceğini bildiği o davet mektubunu bekliyordu biryıldır ama hocasından tek satırlık bir cevap gelmemişti. Fakat işte o gün, Viyana’dan gelen birmektup vardı elinde. Üstelik mektup onun beklediği hocasından değil, fantastik resmin dahasıolarak bilinen Ernst Fuchs’tan!.. Hayatına yön verecek o kırılma noktasının ta kendisiydi bu…Sözünü ettiğimiz genç, fantastik resmin Türkiye’deki ilk temsilcisi olan Erol Deneç’ten başkasıdeğil. <strong>Sanat</strong> hayatı ve dünyada önemli temsilcilerinden biri sayıldığı ‘fantastik realizm’resim akımı hakkında konuşmak için usta ressamı, Kadıköy-Moda’daki atölyesindeziyaret ettik.Erol DENEÇ


Erol Deneç, tam bir İstanbul beyefendisi tavrıyla ve büyükbir nezaketle içeriye buyur ediyor bizi. Antrenin hemenbitiminde oldukça büyük ebatlı pek çok tablo ile karşılaşıyoruz.Bir ressamın atölyesinde olduğumuz anlaşılıyor,başımızı nereye çevirsek usta ressamın fırçasından çıkmışbir tabloya takılıyor gözlerimiz. Renklerin büyüsündengüçlükle sıyrılıp söyleşimize geçiyoruz. Erol Deneç’ten resimserüvenini ta en başından anlatmasını istiyoruz.Portakal Kâğıtlarından TuvallerErol Deneç, 1941 İstanbul Kadırga doğumlu. Küçük yaşlardanitibaren, babasının marangoz atölyesinde ona yardım etmeyebaşlar. Atölyede mobilya kaplamaları üzerindeki desenleredalar, bu desenler onu başka dünyalara götürür. “Ne garip birçocuksun sen.” der babası onun bu hallerini görünce. Adamolacak çocuk yedisinde belli olur derler ya, Erol Deneç’in deressam olacağı daha 4 yaşındayken anlaşılır.96


Deneç, bugün hatırlarken hicap duyuyor belki; ama çocuksaflığıyla işlenen o “suç”, küçük Erol’un kaderini belirleyenönemli bir adım olur. Anlattığına göre, bir günyakın bir ahbaplarının evine ailecek misafirliğe gittiklerinde,evin küçük kızına alınan renkli boya kalemlerinigörür ve o anda kalemlere sahip olmak için şiddetli biristek duyar. Çocuk aklıyla o kalemleri nasıl elde edeceğinikurar ve sonunda başarır. Babası, olayı öğrendiğindeduyduğu mahcubiyet bir yana, küçük oğlunun böyle birdavranış sergilemesine oldukça öfkelenir. Diğer yandan,kalemleri küçük kıza geri de veremez mahcubiyetinden.Öfkeyle elini oğluna kaldırır ama kıyamaz ve hızla camavurur. İşte o an, babasının kadere teslim olduğu andır,oğlu ressam olacaktır. <strong>Usta</strong> ressam, resim tutkusununbabası tarafından kabul görmesini şu sözlerle anlatıyor:“Babam ertesi gün sokaktan geçen bir portakal araba-97


şinin sebebi, paltosunun olmayışıdır. Ancak gece saat11 sularında ziyaretçiler dağıldıktan sonra sergi salonunagelebilmiş. “Yerlerdeki sigara izmaritlerinden sergiyene kadar çok insan geldiğini anladım.” diyen Deneç, ertesigün Viyana’da imza verdiğini anlatıyor gururla. <strong>Sanat</strong>ınagösterilen ilgi ve teşvik, Erol Deneç’i, 25 yıl boyuncaViyana’ya bağlar. O, artık Avusturya başkentindegezerken imzası alınan, tanınmış bir ressamdır. Sergilerderesimleri luplarla ilgiyle incelenen, resimleri üzerindeuzun uzun konuşulan bir sanatçıdır. Ve en önemliside fantastik resim onun fırçasıyla farklı bir boyut kazanmıştır.Ünlü ressam Salvador Dali’nin, sanatını takdirettiği Ernst Fuchs, onun çizdiklerini hayranlıkla izler veDeneç’i Viyana’da kaldığı seneler boyunca hep bir dehaolarak tanıtır.Deneç, 25 yıl aradan sonra ülkesine döndüğünde <strong>ise</strong>Fuchs, “Ne yaptın Erol? O harika sanatına yazık ettin.Seni orda kim anlar?” diye sitem etmiştir. Tatbiki Güzel<strong>Sanat</strong>lar’dan hocası olan Profesör Anton Lehmden<strong>ise</strong> seneler sonra kendisini Türkiye’de ziyaret ettiğindeDeneç’e, “Erol, biz fantastik resmi başlattık, sen,Viyana’ya ekspresif fantastik sanatı getirdin.” der. ErolDeneç, derin bir iç çekişten sonra, “Bunu söyleyen birprofesör. Benim hocam.. <strong>Sanat</strong>ımda bir öncülük yapmışımama Türkiye’de pek insanın haberi yok tabii.” diyor,bu durumdan şikâyetçi olduğunu sezdiren bir tonla.Türk <strong>Sanat</strong>severlere İnce Bir SitemErol Deneç, fantastik resim ekolünün Türkiye’deki ilktemsilcisi. Yahudi soykırımı ile tarihe adını kazıyanHitler’in, vaktiyle girmek istediği ama kabul edilmediğiViyana <strong>Sanat</strong> Akademisi’nden master derecesine sahip.Eserleri, bugün dünyanın pek çok müzesinde veözel koleksiyonlarda bulunuyor. Viyana’nın en önemlisanat müzelerinden biri olan Albertina Müzesi’nde deLeonardo’nun, Michelangelo’nun eserleriyle birlikte çalışmalarıbulunuyor.Fakat Viyana’da şöhret içinde geçirdiği çeyrek asırdansonra memleket özlemine dayanamayarak döndüğüTürkiye’de beklediği ilgiyi göremez Erol Deneç.Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul, Ankara, İzmir’dearka arkaya sergiler açmış, ancak sergilerde gördüğüortak tablo “Eyvah, ne yaptım ben!” dedirtmeye yetmiştir.“Viyana’daki sergilerimde, ziyaretçiler ellerindeluplarla dolaşıyorlardı. Burada <strong>ise</strong> koşar adım, neredeyseresimlere hiç bakmadan geçiyordu sözde sanatseverler.”diye sitem ediyor Deneç. Ardından da ekliyor, “Vatansevgisi imandandır.”<strong>Sanat</strong>ını Türkiye’de kabul ettirmek konusuna değindiğimizde,Erol Deneç’e -deyim yerindeyse- bir dokunuyoruz,bin ah işitiyoruz. “Yurt dışında nerede sergi açtıysamen iyi sanatçıların iltifatını gördüm. Övünmek içinsöylemiyorum, durum tespiti bu. Türkiye’de <strong>ise</strong> fantastiksanatın ne olduğu doğru dürüst bilinmediği gibi, bilinsede tercih edilmiyor. Orda sanatçıyı aralarlar sorarlar.Viyana’da politikacısı bile gelirdi evime, buradaysamahalle muhtarı arayıp sormaz.” diyen Deneç, bu durumunbir an evvel değişeceğini umut ediyor. Eleştirilerin-100


Deneç ayrıca fantastik resmin aşk, erotizm, mistizm,düşler, masallar, mitolojik unsurlar ile daha da gizemlihale gelen bir tür olduğunu da ifade ediyor.Fantastik resim denince akla ilk gelen ve fantastikresim örneklerinde cesurca kullanılan erotizm imgesi,Deneç’in çalışmalarında farklı bir boyuta taşınıyor.Temsil ettiği akımın örnekleri ile karşılaştırıldığındaDeneç’in tablolarındaki kadın figürlerinin naifliğigözden kaçmıyor. O da bu konuya değinirken,“Cinselliği, öyle insanın gözüne sokar gibi kullanmakistemiyorum. Kadın, benim için çok latif, çokrahmani bir varlık çünkü.” diyor.<strong>Sanat</strong>çılar Arasındaki Ruhsal Akrabalık<strong>Sanat</strong>çı ile söyleşimiz devam ederken, resim atölyesindekibirbirinden güzel tablolara da kayıtsız kalamıyoruz.Bu tablolardan birinde Deneç’in, kendisiniresmetmiş olduğunu görüyoruz. Bir eliyle karşısındakicanavara ‘Dur!’ ikazı yapıyor. Resimlerinde genellikleneyi merkezi aldığını, en sık kullandığı imgeninne olduğunu öğrenmek istiyoruz. Arketipsel imgelerisıklıkla kullandığını belirten Deneç, insan, kartalve yılan imgelerini sıklıkla kullandığını söylüyor.Kartalın, arketipsel olarak yüce şeyleri, yılan imgesininde tasavvuftaki nefs-i emmareyi temsil ettiğiniöğreniyoruz sanatçıdan. Kendisini resmettiği tabloüzerinden şunları söylüyor Deneç; “Kartal ve yılanbazı resimlerimde harp ederler. Bazen de karşıma,bu resimde olduğu gibi canavarı koyarım ki, o benimegomdur aslında. Resme başlarken ufak bir fikirvardır kafamda genellikle. Başladıktan sonra <strong>ise</strong> artıkâdeta ben değilimdir o resmi yapan. Resim benikendisine hizmet ettiriyor, alıyor götürüyor bir yer-


Hakikat PerdesiDalgalanınca…Ömer Faruk Dere*Türk-İslam sanatları arasında rengârenk ve sürprizlere açık yönüyle farklı bir yere sahip olan ebrû sanatının,sanatçıya tanıdığı geniş imkânlar sayesinde ebrû sanatçıları, kıvamlı su üzerinde hayallerini yüzdürmeye devamediyorlar. İSMEK Üsküdar Bağlarbaşı Türk-İslam <strong>Sanat</strong>ları İhtisas Merkezi ebrû hocalarından Ömer Faruk Dere ileYasemin Acar Kara ve öğrencilerinin atmış beş eserle Cemal Reşit Rey Sergi Salonu’nda açtıkları “Dalgalandım daDuruldum” adlı ebru sergisi, sanatseverler tarafından büyük bir ilgiyle karşılandı. İSMEK’in yıllık sergi programına ekolarak bu yıl açtığı on özel serginin ilki olan “Dalgalandım da Duruldum” şık bir katalogla da taçlandı.104


Nilgün BAYRAM“Kurmuş hakikat perdesin, oynatan üstadı gör” der Karagöz,perde gazelinde. Ebrû hakikatin suya tecellisidir. Âbrûy(su yüzü), hakikat perdesi olur ve yüzü Hakk güneşinedönük hakikatin gölgeleri düşer perdeye... Ve perde dalgalanıncaöteler görünecekmiş gibi ışıklanır her yan… Veürperir insan…Ebrû külli ve cüzî iradenin birleştiği tecellîgâhtır. Ebrûcucüzî iradesiyle boyaları yüzeye serper fakat nasıl bir şekilçıkacağını asla tam olarak bilemez. Sadece tecrübesineistinaden bir tahminde bulunabilir. Sebepleri ortayakoyar ve sonucu büyük bir tevekkülle bekler. Tevekkül veHakk’tan gelene razı olma hisleriyle dopdolu olarak, çıkanher ebrûdan sonra Allah’a hamdeder.“O, her gün (an) bir iştedir” âyetinin hikmetince tecelliyâttatekrar yoktur. Tecelliyâtta tekrar olmadığından ebrû teknesindeortaya çıkan nakışların da tekrarı yoktur. Ebrûcuaynı boya ve malzemelerle yaptığı bir ebrûnun tıpkısınıbir daha yapamaz. Ancak benzerini yapabilir. Bu sebeptenebrû eserinin her biri, tekrarı üretilemeyen benzersizbir eserdir.Ebrûcu boya serpmek için eline aldığı fırçayı diğer elininiçine kalp hizasında birleştirerek vurur. Boyaları adetagönlünden döker. Fırça yukarıdan aşağıya, semadantekne yüzeyine tecellî damlaları serperken, bu esnadaebrûcu da gönlünden gelen muhabbeti damlanın içinekoyarak zuhurâtı tezyin eder. Türk-İslam <strong>Sanat</strong>ları arasındarengârenk ve sürprizlere açık yönüyle farklı bir yere sahipolan ebrû sanatının, sanatçıya tanıdığı geniş imkânlar sayesindeebrûcular, kıvamlı su üzerinde hayallerini yüzdürmeyedevam ediyorlar.Üsküdar Bağlarbaşı Türk-İslam <strong>Sanat</strong>ları İhtisas Merkeziebrû hocalarından Ömer Faruk Dere ile Yasemin AcarKara ve öğrencilerinin atmış beş eserle Cemal Reşit ReySergi Salonu’nda açtıkları “Dalgalandım da Duruldum”105


adlı ebru sergisi, sanatseverler tarafından büyük birilgiyle karşılandı. İSMEK’in bu yıl açtığı on prestijl<strong>ise</strong>rginin ilki olan sergi, şık bir katalogla da taçlandı.Bu coğrafyada köklü bir geleneğe sahip olan ebrûsanatımız zaman içinde Batı insanını da etkilemiş veoralarda da yapılır olmuştur. <strong>Sanat</strong>ta toplumlar arasıetkileşim kaçınılmazdır. Yakın tarihlere kadar Batıda“Türk Kâğıdı” olarak bilinen ebrû, günümüzdepek çok ülkede ve farklı diyarlarda yapılmaktadır.Zaman içinde Doğu'dan Batı'ya, Batı'dan Doğu'yaalış verişler olmuş ve bize has desenler (battal,gel-git, taraklı v.b.) oralarda kabul gördüğü gibioralarda icra edilen desenlerden beğendiğimiz bazıformlar da kendi zevk anlayışımızla buluşarak kullanılmıştır(bülbül yuvası, dalgalı gibi).Büyük medeniyetler başka kültürlerden etkilenmektenkorkmazlar. Başka kültürlerden elde ettiklerifarklılıkları kendi potasında eritir ve ona yeni biranlayış kazandırarak tekrar dünya mirasına sunarlar.İşte Batı kaynaklı formlardan biri olan ve literatüre“Spanish Marlbling” İspanyol ebrûsu olarak geçenebrû tarzı, bizim geleneksel formlarımızla ve çoğuzaman klasik renk anlayışımızla buluşmuş ve ortayaözgün “Dalgalı Ebrû” anlayışı çıkmıştır. Son yıllardasanatseverler tarafından pek rağbet gören dalgalıebrû, ışık gölge oyunlarıyla derinleşen, dinamikve ritmik hareketleriyle seyredeni derinden etkileyenbir ebrû tarzıdır. Yapılışı kolay gibi görünen fakatritmik ve dengelisinin yapılması zor bir ebrû tarzıolan dalgalı ebrû, geleneksel ebrûmuzun renk vedesenleriyle beslenerek üretilmeye devam etmektedir.Teknede hazırlanan ebrûyu almak için kâğıdı yatırırken,kâğıdı ileri geri hareket ettirirsek ebrûnunkâğıda dalgalar yaparak geçtiğini görürüz. Perdekıvrımı, ışık huzmesi gibi görünen bu desenlerinoluşabilmesi, hareketlerin belirli bir ritimde yapılmasıylamümkün olmaktadır. Dengeli dalgalar oluşturabilmekiçin çok deneme yapmak gerekir. Sergidekeyifle seyredilen her bir ebrunun yapılabilmesi içinonlarca deneme yapıldığını düşünürsek bu eserlerinne büyük bir emek ve sabır sonucu vücuda geldiğidaha iyi anlaşılacaktır.Gerçek sanatkâr Cenab-ı Hakk’tır ve İslâmsanatkârları gerçek sanatkârın izinden giderek onuntabiattaki renk kompozisyonlarını teknesine yansıtmayaçalışır. Klasik sanatlarımızda uygulana gelenrenk anlayışımızda renklerin kemâli yani olgunluğubüyük önem taşımaktadır. Ebrûcu renk tüccarıdır,sermayesi renklerdir. Bir ebrû sanatkârı renkleridoğru ve âhenkli kullanabildiği müddetçe muvaffakolur. Hangi renkleri nasıl kullanacağımızı nasılöğrenebiliriz? Bunun en basit ve kestirme yolu tabiatıgözlemlemektir.106


Birsen ŞENTÜRKEge SUNAYMüzeyyen KARAASLAN


Tabiat her mevsim renkten renge bürünmekte; bakmasınıbilenlere, nasibi olanlara âdeta renk dersi vermektedir.İnsan, fıtratına yakın olan şeylerden hoşlanır.Her şeyin yaratıcısı tek olduğuna göre insanoğlutabii olan şeyleri kendi fıtratına daha yakın görür.Ebrû sanatımızda -diğer bütün klasik sanatlarımızdaolduğu gibi- renklerin tabiliği diğer bir ifadeylefıtrîliği esastır. Aşırı parlak ve gözü yoracak renklerdenuzak durulur. İslâm sanatkârı tabiatla iç içe yaşarve Sâni-i Hakiki’nin renklerini teknesine yansıtır. Yalnızcaçiçek renklerinde parlaklık aranır. O da yine tabiattaolduğu kadar. Örneğin bir lâle başı yapılacaksakadmiyum kırmızı yalın halde kullanılmaz. Onun aşırıparlaklığı, içine çok az aşı kırmızı eklenerek olgunlaştırılır.Dalgalı ebrûlarda da aynı renk anlayışını gözetmek,ortaya çıkan eserleri bize has kılacak ve böylece“özgün dalgalı ebrû” anlayışımız oluşacaktır.Yasemin Acar KARADalgalı ebrûlarda klasik renk anlayışımızın yanındaform olarak da geleneksel ebrû desenlerimizin önemibüyüktür. Ana form olan battal, dalgalı ebrûnunda ana formudur. Fırçadan döküldüğü gibi kalan, müdahaleedilmeyen renk damlalarından oluşan battalformunun özellikle tek renkli olanları (monokromatikaynırengin tonlarından oluşan) dalgalı ebrûda çoktercih edilmektedir. Dalgalandıkça sıkışan kısımlardakirenk, yoğunlaştığından bu tarz ebrûlarda derinlik hissidaha da artmakta ve seyir zevkini de artırmaktadır.Battal formunun yanında tüm geleneksel formlarımızdalgalı ebrûda kullanılmaktadır. Batı'da daha çok gelgitve taraklı formların dalgalandırıldığını görmekteyiz.Bizde <strong>ise</strong> battal formunun ağırlık kazandığını söylemekyanlış olmasa gerektir. Çiçekli ebrûlar <strong>ise</strong> dalgalıebrûda ya dalgalı ve hafif renkli bir ebrûnun üzerineikinci kat olarak alınmakta ya da çiçekli ebrûların üzerineyine ikinci kat olarak dalgalı ebrû uygulanmaktadır.Bu sergi Türk-İslam <strong>Sanat</strong>ları İhtisas Merkezi’nde verdiğimizeğitimler sonunda yetişen sevgili öğrencilerimizingayretli çalışmaları sonucunda hazırlandı. Sergidehocalarıyla beraber eseri bulunanlar sırasıylaşu isimlerden oluşmaktaydı: Alper Ünal, Ayse Başkaraca,Aysegül Tunalı, Birsen Sentürk, Ege Sunay,Emel Yuvarlak, Emine Çolak, Esra Teker, Fahriye Gezer,Hediye Çobanoglu, Merve Al, Münevver Yılmaz,Müzeyyen Karaaslan, Nagihan Yılmaz, Nilgün Bayram,Selma Ersoy, Sema Çelık, Semiha A. Çobanoğlu,Sena Ertam Ünsal, Serpil Kaymaz, Serpil Uzun,Sevil Samlıoğlu.Teknemize nasip olan dalgalı ebrûlarımızı bu sergi vesilesiylesizlerle buluşturma imkânını bizlere sağlayan İstanbulBüyük Şehir Belediyesi ve kurumumuz İSMEK’ehepimiz şükran borçluyuz.*İSMEK Ebrû ve Kaligrafi Zümre Başkanı109


Başkaları Görsün Diye<strong>Usta</strong>larını Kör EdenAntika HalılarFatma YAVUZYer yer yüzeyleri parçalanmış, aşınmış, saçakları sökülmüş,renkleri solmuş antika değer taşıyan el dokumasıtüm halılar, ustalarının ellerinde yenilenerek ilk günkügörünümlerine kavuşuyorlar. Ulusal kimliği yansıtanmotifleri, kökboyalarıyla boyanmış ve kirmanda eğriltilmişrengarenk iplikleri ile tahta tezgâhların bulunduğuatölyelerde yeniden can bulmaya gelir antika halılar.Sanki gözleriyle değil de parmaklarıyla gören ustalarfarklı yörelerden farklı desenlerdeki halıların yorgunyüzlerine bakarlar önce uzun uzun. Geçen yılların, yaşanmışlıklarıngizli tanıklarıdır onlar. Nasıl dokunduklarıdeğil hangi duygularla dokunduklarıdır insanı cezbeden.Halıların ustaca bezenmiş motiflerini, keskin gözleriyleince eleyip sık dokuyan ustalar başlarlar hünerlerinikonuşturmaya.Kimi halılar dönemin en görkemli saraylarını süslemek,kimi halılar cemaatin üzerinde ibadet ettiği seccade olmak,kimileri de evlerde yer yaygısı olmak için dokunmuşlardır.İhtiyaçtan doğan sebeplerle atılan sayısız düğümler<strong>ise</strong>, bugün görkemin ve zenginliğin bir temsili…Dünyanın farklı ülkelerine ait kültürel özelliklerin yansıtıldığıel dokuması halılar, geleneksel Türk el sanatları açısındanda önemli bir unsurdur. Selçuklular dönemine ait dokumalarlaAnadolu’ya yayılan halı dokumacılığı, OsmanlıDevleti’nin 16. ve 17. yüzyıllarında büyük gelişme göstererek,dünya medeniyetine armağan edilmiş el sanatlarındanbiridir. Yün ve ipek ipliklerle dokunan halılar, kilimler,seccadeler kendilerine has desen ve boyama teknikleriyleişlenirken her motif başka bir yörenin temsili olmuştur. Ha-110


Antika halı tamiri, onu yapan usta için bir canlıya yapılan cerrahi müdahalegibidir. Halının ne yaşının, ne milliyetinin bir önemi vardır. Önemli olan hastayadoğru operasyonu, doğru ellerin uygulamasıdır. Uzun zaman yoğun bakımodasında kalan, ilmekleri çözülmüş, dağılıverecek gibi duran antika ya da tarihihalılar, usta ellerin marifetiyle, birkaç yüzyıl öncesinde olduğu gibi aynı renk vecanlılıkla taburcu olurlar tamir atölyesinden. Kapalıçarşı’da antika ipek halıtamiri ustası Ahmet Bayraktar ve antika yünhalı tamiri ustası Hasan Yumuşak ilemesleğin inceliklerini, başkalarıgörsün diye ustalarını kör edenhalıları konuştuk.lılarda kullanılan motifler de bir sembolik anlam zenginliğininifadesidir. Söz gelimi Hereke halısında kullanılan yedidağ çiçeği motifi, yedi tepeden oluşan İstanbul’un çiçeklerinianlatmış. Eli belinde motifi, bereketi; kartal, gücü; kuş,mutluluğu; akrep, kahramanlığı; yıldız, üretkenliği; suyolu,suyun önemini; hayat ağacı <strong>ise</strong> sonsuzluğu ifade etmiş.Ejderha motifinin bereketli bahar yağmurlarını getirdiğineinanılırken, saç bağı ve küpe motifleri evlenmeye olan isteğindolaylı yoldan anlatımı olarak kullanılmış.Yün halıların tarihi yüzlerce yıl öncesine dayanmasına rağmen,ilk Türk ipek halı örneklerine 18. yüzyılda rastlanır.Özellikle sarayların ihtiyaçlarının karşılamak için Osmanlısanayisinin ilk modern fabrikalarından biri olarak kabuledilen Hereke Fabrika-i Hümayun’un kurulması Türkhalıcılık tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştur.1844’te Sultan Abdülmecit’in emriyle kurulan fabrika,1891’de Sultan II. Abdülhamit döneminde atölye sayılarınınartırılmasıyla halı dokumacılığı çeşitlilik kazanmıştır.Halı üretiminde ilk ürünler, Manisa ve Gördes çevrelerindengetirilen ustaların önderliğinde dokunurken, Herekehalılarının Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk ihraç ürünü olmasınınyanı sıra Avrupa saraylarında özellikle tercih edildiğigörülür.Yün yerine ipek ipliğin kullanıldığı halılar hem desen hemde düğüm sayısı bakımından farklılıklar gösterir. Yün birhalının santimetrekaresinde ortalama dokuz ilmek bulunurken,bu sayı ipek halıda 1100 ilmeğe kadar çıkabilir.Bu özelliğinin yanı sıra, bugün dünyanın en ünlü müzaye-111


delerinde yüksek fiyatlardan alıcı bulan antika halıları değerli kılanen önemli özelliklerden biri de doğanın insanlığa sunduğu mucizevîkök boyalarının kullanılmasıdır.Anadolu’da 11. yüzyıldan başlayarak günümüze kadar ulaşan el dokumasıZara, Yörük, Hereke gibi isimlerle anılan Türk halıları, dünyaçapında bir üne kavuşmuştur. Olağanüstü incelikte ve hayal gücününsınırlarını zorlayan motiflerle ortaya çıkan bu sanat eserlerininimalatı, günümüzde maalesef yok denecek kadar azdır. Bu sanatıniçinde olan uzmanlar ve ustalar, el yapımı halıların üretiminin azalmasınıpiyasa şartlarına; yani maliyetlerin yükselip talebin düşmesinebağlıyor. İşin ehli, halı dokuma sanatının devam ettirilmesinin Türkkültür ve el sanatlarına sahip çıkma anlamı taşıdığına inanıyor.Malzemesinden motiflerine, dokunma biçiminden renklerine, zamaniçinde çeşitlenip zenginleşen halı dokumacılığı sanatı kadar,geçmiş yüzyıllarda dokunmuş bu tarihi eserlerin restore edilip korunmasıve geleceğe taşınması bakımından halı tamiri ve bunu binbir zahmet, sabır ve özenle yapacak kişilerin olması da önemli.İstanbul Cağaloğlu Bab-ı Ali Çarşısı’nda bulunan 72 halı tamiratölyesi, hasarlanmış tarihi halı ve kilimlerin restore edilip budeğerlerin geleceği taşınmasında büyük bir misyon üstleniyor.Çarşıya girdiğinizde, duvarları ve vitrinleri süsleyenhalılar, kilimler, tablalar karşılıyor sizi. Gözüngördüğü her yere serilmiş dünyanın çeşitli yörelerineait olan, birçoğu da antika özelliği taşıyan bu dokumalarınbazıları onarılmış ve yerine gitmeyi, bazıları<strong>ise</strong> onarılmak için sıralarının gelmesini bekliyor. Biz de bu mesleğininceliklerini ve bu kültürel mirası geleceğe nasıl taşıdıklarını konuşmakiçin antika ipek halı tamircisi Ahmet Bayraktar ile antika yünhalı tamiri yapan Hacı Hasan Yumuşak’ın atölyelerine misafir oluyoruz.Halılar Bebek Bakımı Kadar Özen İsterİlk olarak ziyaret ettiğimiz Hacı Hasan Yumuşak, işe İç Anadolu’nundokumalarıyla ünlü Aksaray’da halı dokuyarak başladığını söylüyor.Hem ailesinin hem de kültürel özelliklerin etkisiyle merak saldığımesleğinde tarihi halı tamiri üzerine yoğunlaşarak İstanbul’a gel-112


miş ve 25 yıldır da profesyonel olarak halı tamiri yapıyor.Hasan <strong>Usta</strong>, yıpranmış, parçalanmış, rengi solmuşel dokuması bütün halılara bir annenin bebeğinegösterdiği şefkatle yaklaştığını söyleyerek işineolan sevgisini dile getiriyor.Gelen halının öncelikle temizliğini yapıyor, halının deformeolan yerlerini saptadıktan sonra ellerine iğneve ipliği alarak geçiyorlarmış tezgâhın başına. Halıyaorijinal halini kazandırabilmek için aynı döneme ait,aynı yaşta ve aynı yörenin özelliklerini taşıyan halıve kilimleri söküp elde ettikleri iplikleri kullanıyorlarmış.Eğer bu özellikte iplik yoksa elde ettiklerikök boyalarla uygun ipliği üretiyorlarmış.Her Eski Halı Antika DeğildirYıllardır geçimini bu işten sağlayan Hasan <strong>Usta</strong>bir noktaya dikkatleri çekiyor. Her eski halınınantika değer taşımadığını söyleyerek, “Halınınantika olabilmesi için örneğinden birkaçtane olması gerekir. Antika halı ile tarihieski halıyı birbirine karıştırmamak lazım.Ama kullanıcılar her eski halıyı antika zannediyorlar.Antika halılar şu an müzelerdesergileniyor.” diyor.Yün halının değerinin düğüm sayısıyladeğil, dokunduğu yöreyle ve gerçek kökboyasıylabelirlendiğini, bir halının yaşınında tam olarak saptamanın mümkünolmadığını anlatıyor. Kimyasal boya kullanılmayanbir dokumanın 150 yaşını devirmişolduğunu, belli modellerin de belli çağda yaşayan insantoplulukları tarafından kullanıldığını beliren Hasan <strong>Usta</strong>,yörelere göre kullanılan renk tonlarının değiştiğine değiniyor.İç Anadolu Bölgesi’nde genelde, kırmızı, sarı, mavi,yeşil renkler tercih edilirken, Doğu Anadolu illerinde dahaçok lacivert, mor, kahverengi gibi koyu renkler kullanılmış.Anadolu halılarında kullanılan modellere genelde, “hayatağacı”, “yedi dağ çiçeği”, “eli belinde”, “üç hisar” gibiisimlerin verildiğini belirten usta, bunları kültür incileri olaraknitelendiriyor.Mihraplı Hayat Ağacı Modeli'nin cm 2 'sinde 100 ilmek bulunuyor."Bu <strong>Sanat</strong> BizeAllah’ın Bağışladığı Bir Lütuf"Hasan <strong>Usta</strong>, bu el sanatımızın kıymeti ile ilgili düşüncelerini,yıllardır işin içinde olmanın da verdiği tecrübe ile birçırpıda özetleyiveriyor: “Anadolu’da dokunan her halı elbetteçok kıymetlidir. Bir Konya, Sivas Zara, Lâdik, Sivrihisar,Kırşehir Mucur, Kumkapı halıları… Bu halıların kıymetinigösteren tek şey, hiçbir ticari amaç gütmeden üretilmişolmaları. Annelerimiz ve ninelerimiz, kimi evi için,kimi de evlenecek çocuğunun çeyizi için dokumuş.Ahmet Bayraktar'ın Bâb-ı Âlî Çarşısı'ndaki atölyesinde, ipek halılar binbir dikkat ve emekle, ustaların elinde yeniden eski görünümlerine kavuşuyor.113


Dokumaların türlü işlemlerden geçerek eski ruhlarınakavuşmalarını sağladıklarını belirten Hasan <strong>Usta</strong>,bu işlemleri tel atma, hasır yapma, düğüm atma,kesme, yakma, fırçalama, ütüleme ve tıraşlama olaraksıralıyor ve bu işlemlerin halının deformasyonunagöre değiştiğini söylüyor.İşin zor, üstelik uzun zaman ve sabır istediği bir gerçek…Bu sebeple birçok halı tamir ustası haklı olaraksanattan fazla elde edecekleri maddi kazancı birinciplanda tutuyor. Hasan <strong>Usta</strong>, her meslekte olduğu gibibu meslekte çalışanların da emeğinin karşılığını almakistediğini, bunu da kendi deyimiyle ‘kadayıfın kaymaklıkısmı’na benzetiyor ve ekliyor: “Ama ben kaymak olmasada o kadayıfı çok büyük bir keyifle yiyebilirim.”Halıların restorasyonunda binlerce ilmek atıldıktan sonra "traplama" işlemi gerçekleşiyor.Şimdi kim kirmanla yün eğirecek, hangi sabır, hangigöz, hangi merak onları türlü işlemlerden geçiriprenklendirecek ve dokuyacak… İran, Afganistan,Romanya, Bulgaristan gibi ülkelerde de halıdokuma sanatı yaygın; ancak hiçbir dönemde butoplumların ürettiği dokumalar, Anadolu halılarındakitekniğe, estetiğe, değere, sanata ulaşamamışlar.İçimizdeki bu yetenek ve bu yeteneğin sanataulaşması Allah’ın bize bağışladığı bir lütuftur.”Her Halı Tamir Edilemez<strong>Usta</strong>nın yaptığı işten ilk başta kendisinin keyif almasıgerekiyor ki müşteri de memnun kalsın. Neticedebir halının milyonlarca düğümün birleşmesindenoluştuğunu ve yıllara yenik düştüğünü söyleyenHasan <strong>Usta</strong>, “Antika halı tamirinde tek amaç,‘tamiratla eski görünüm nasıl kazandırılır, halınınuzun ömrü nasıl muhafaza edilebilir?’ soruları üzerinekafa yormak olmalı.” diyor. Bazı meslektaşlarınagöre tamiri yapılamayacak halı olmadığını, bunoktada maddi gelirin ön plana çıktığını söyleyenHasan <strong>Usta</strong>, “Bana göre <strong>ise</strong> tamiri yapılamayacakhalı vardır. Çünkü bazı halılar o kadar yaşlanmıştırki iğneyi dokundurduğunuzda bile dağılıverir.”Dokumalarda yörelere göre farklı teknikler kullanıldığınısöyleyen; Anadolu halılarında kravat tekniğinin,İran halılarında Fars düğümünün, Avrupahalılarında İspanyol düğümünün tercih edildiğinihatırlatan Hasan <strong>Usta</strong>, bazı halıların neden tamirininyapılamadığını şu sözlerle noktalıyor: “Tamiribakımından teknikler arasında en kullanışlı ve ensağlam olanı kravat düğümüdür. Bir de el dokumasıhalılar, alttan yukarı doğru düğüm tekniğiyledokunur, makine halılarının <strong>ise</strong> enlemesine takmatekniğiyle dokunduğu için tamiratı pek mümkünolmaz.”Halı imalat piyasasının son yıllarda sıkıntılı bir süreçtengeçtiği için var olan iş gücünün farklı sektörlere yöneldiğini,bunun da mesleği bir duraklama döneminesoktuğunu ve meslekte kalanlarının sayısının çok azaldığınıifade eden Hasan <strong>Usta</strong>, sözlerini şu cümlelerletamamlıyor: “Bundan yıllar sonra da antika diyebileceğimizhalılar elbette olacak. Ancak şimdikilerin güzelliğindeolacağını sanmıyorum. Bu el sanatının, antika yada tarihi halıların kıymeti bilinmezse, bir süre sonra tarihideğerden bu sektör öksüz kalacak.”"Öğrenmek İçin Sabır Taşı Olmalısınız"Bab-ı Ali Çarşısı'nda Hasan <strong>Usta</strong>’nın yanından ayrılıpbir başka ustanın yanına, Ahmet Bayraktar’ınantika ipek halı tamiri atölyesine… 1987’de hobiolarak başladığı antika ipek halı tamirciliği zamanlaBayraktar'ın mesleği olmuş. Henüz konuşmamızınbaşında söylediği bir cümle onun mesleğine bakışınıözetliyor: “İnsan bir işi mecbur kaldığı için değilde sevdiği için yapıyorsa iş yorucu değil, keyif vericioluyor.”1994 yılına kadar çıraklık ve kalfalık dönemlerindengeçerek usta olan ve daha sonra kendi atölyesiniaçan Ahmet <strong>Usta</strong>, 1998’de de mesleği ile ilgiliolarak ilk yurt dışı tecrübesini edinmiş. Çin, Japonya,Kore gibi Uzakdoğu ülkelerinin yanı sıra pek çok Avrupaülkesinde de fuar ve sergilere katılan Bayraktar,bu ülkelerde tezgâh başında halı dokumanın inceliklerinive tecrübelerini meraklılarıyla paylaşarak, gelenekselTürk el sanatını sınır ötesine yaymanın mutluluğunuyaşadığını söylüyor. Ahmet <strong>Usta</strong>, “Bir halıyıdokumak ne kadar meşakkatli <strong>ise</strong> tamiri de o kadarmeşakkatlidir.” diyor ve ekliyor: “Çünkü çok ince veçok zahmetli bir iş. Çıraklığınızdan bu işten ekmekkazanmaya başladığınız zamana kadar işi öğrenimsüresi yaklaşık 7-8 sene. İşin öğretildiği bir okul yokve öğrenmek için sabır taşı olmalısınız.”114


Müdevver sülüs – nesih – minyatür levha. Hat: Feyza Kırkan, Minyatür: Şehnaz Özcan, Tezhip: Merve Altunel. Efe Hazretleri'nin Hulâsatü’l Hakayık’ında“Şem‘a-i nûr-i Ahmed’e / Cibrîller pervâne döner / Nûr-cemâl-i Muhammed’e / Kudsîler pervâne döner” kıtasıyla başlayan şiiri.İlim, sanat ve kültür dünyasına eserleri ile hizmet vermiş,İslam medeniyetinin imarı ve ihyası için çaba sarf etmişve bu emekleri ile üzerimizde hakkı bulunan büyükleriçin zaman zaman anma etkinlikleri düzenlenir. Anılankişiye duyulan vefayı izhar eden bu etkinlikler, o kişiyemahsus özgül değeri ne azaltır, ne de çoğaltır. Hangiformda ve hangi çapta olursa olsun bir anma etkinliği,anılan kişi için değil; o kişiyi ananlar ve o anma esnasındahazır bulunanlar, o anmaya şahitlik edenler içindir.Çünkü bir anma etkinliğine anılanın değil, onu anankimselerin ve bu anma esnasında hazır bulunanın ihtiyacıvardır. Ve çünkü aslolan şey, anılan kişinin yazdığı,söylediği ve işaret ettiği her ne <strong>ise</strong> dikkatin ona çekilmesi,onun hatırlatılmasıdır. Anılan kişinin içinde yaşadığızamana ve sonrasına emanet bıraktığı birikimin değerlendiriliptetkik edilmesi, nazarların onun ortaya koyduğuasara yöneltilmesi, bunun duyurulması ve yenidenhatırlatılmasıdır. İşte bir anma etkinliği, ister uluslararasıdevasa bir organizasyon, ister küçük çapta mahalli biretkinlik olsun; bunları ne ölçüde ve hangi nitelikte gerçekleştirirsemisyonunu o ölçüde yerine getirmiş olur.Yakın dönemde ve bugün, ilim sanat ve kültür dünyasındaeserleri ile yolumuzu aydınlatan büyükler için düzenlenenkimi anma etkinlikleri, bazen içerikleri bakımındanzayıf kalarak ve anılan kişinin portresinin asliunsurlarını kaçırarak, bazen de popülizme kurban edilerekhenüz gerçekleştirildikleri anda ölüyor; feyiz ve berekettenmahrum kalarak ne yapıldığı âna, ne de geleceğebir iz bırakabiliyorlar. Siyasetin ve ‘marka değeri’niartırma peşinde olan kimi kurum ve kuruluşların da önayak olup boy gösterdiği bu türden anma etkinliklerininsıkça görüldüğü böyle bir zamanda, Nisan 2013 tarihindeErzurum’da gerçekleştirilen bir anma etkinliğipek çok bakımdan örnek teşkil eden bir organizasyonolarak kayıtlara geçti.117


Dört Başı Mamur Bir Anma EtkinliğiAlim, mürşit mutasavvıf ve şair kimliği ile bilinen, halk arasındayaygın olarak “Alvarlı Efe” ya da “Efe Hazretleri”ismi ile nam salmış Hâce Muhammet Lütfi Hazretleri ile ilgiligerçekleştirilen anma etkinliği, içeriği, katılımcıları ve düzenleyenleribakımından hayli bereketli bir organizasyonasahne oldu. Sempozyum, konser, sergi ve el işi sergisindenmüteşekkil anma etkinliğinin altında <strong>ise</strong> Erzurum Belediyesi,Atatürk Üniversitesi ve Avarlı Efe Hazretleri İlim ve SosyalHizmetler Vakfı’nın imzası yer aldı.Alvarlı Efe’nin, şiirleri ile ilgili yapılan çalışmalardan onunmutasavvıf kişiliğine, bir alim ve mürşit olarak portresindenİstiklal Savaşı’nda cephede gösterdiği yararlılıklara kadarpek çok yönü, Erzurum Atatürk Üniversitesi tarafındandüzenlenen ve iki gün süren sempozyumda onlarca bildirininkonusu oldu. Bilim Kültür ve <strong>Sanat</strong> Derneği (BİKSAD)tarafından düzenlenen ve Alvarlı Efe’nin, Türk halk müziğive tekke musikisi formlarında bestelenmiş güftelerini içerenkonser <strong>ise</strong>, onun başka bir yönünü ortaya koydu. AhmetŞahin ve Mehmet Kemiksiz başta olmak üzere, her ikimusikimizin usta hanende ve sazendelerinin icra ettiği bukonser, Efe Hazretleri’nin nutk-u şeriflerinin etkisini ve bueserlerin ne kadar sevildiğini göstermesi bakımından dikkatçekiciydi.Onun ilim ve irfan mektebini bugün sürdüren Avarlı EfeHazretleri İlim ve Sosyal Hizmetler Vakfı’nın kadın kolları tarafından,vakıf yararına düzenlenen bir el işi sergisi de yeraldı etkinlikte. El işi sergisi, kendi alanında niteliğe ve sunumailişkin bir ölçü vermesinin yanı sıra, sorumluluğun aileboyu paylaşıldığını, paylaşılması gerektiğini de gösterdi.Sergi, Emanete Sahip Çıkıldığının Bir NişanesiEfe Hazretleri’nin eserlerini ve hizmetlerini bugünün dikkatinesunan bu anma etkinliğinin önemli bir parçası da gelenekliTürk İslam sanatları sergisi oldu. Hüsn-i hat, tezhip,şükûfe, ebru, çini ve naht sanat dallarında hazırlanan ve 69eseri içeren serginin, bu sanatlarda ortaya konan benzersergilerden ayrılan kendine mahsus özellikleri vardı.Sülüs – nesih levha. Hat: A.Erol Dönmez, Tezhip: Semâ Nakışhânesi. Alvarlı Efe’nin “Hasislikten elin çek sen cömert ol kân-ı ihsan ol” dizesiyle başlayan şiiri.118


Ardından bir anma etkinliği düzenlenen kişi, gelenekli ya damodern, plastik sanatlarda eser veren biri değilse, bir sergiile anılması sık karşılaşılan bir durum değil. Tamamı AlvarlıEfe’nin Hulâsatü'l-Hakayık adlı eserinden seçilmiş, onun gönüldiliyle söylediği şiir, beyit ve dörtlüklerinin hüsn-i hatla yazılmışve tezhiplenmiş levhalarından oluşan sergi, ayet ve hadislerinyanı sıra şiir ve kelam-ı kibarı da hüsn-i hatla yorumlayankadim geleneği sürdürmesi bakımından önem taşıyor.Sergiyi anlamlı kılan bir diğer özellik, sergide eserleri yer alansanatçıların, Alvarlı Efe Hazretleri Vakfı’nın Hekimoğlu AliPaşa Külliyesi’nde faaliyete geçirdiği Uygulamalı Türk İslâm<strong>Sanat</strong>ları Kütüphanesi’nde ve yine bu vakfın Konya’da açtığıDestegül Güzel <strong>Sanat</strong>lar Mektebi’nde sanat eğitimlerinitamamlayıp icâzet alan hattat, müzehhip, ebrucu, çinici venahhatlardan oluşması… İşte bu, ömrü boyunca çevresiniilim ve irfanla aydınlatan Alvarlı Efe’nin bıraktığı manevi mirasın,Hattat Hüseyin Kutlu Hoca’nın öncülüğünde verilen büyükgayret ve hizmetlerin de yardımıyla, yerinde kalmadığını,Efe Hazretleri'nin en güzel haliyle, bir ‘yâd-ı cemil’ ile anıldığınıgösteriyor. Geleneksel usül ve terbiye ile yetişen onlarca sanatçının,onun hikmetli sözlerini, kesp ettikleri sanatları ile yenidenyorumlayarak Alvarlı’nın memleketinde bir sergi açmaları,bırakılan emanete sahip çıkıldığının bir nişanesi...Sergi, İslam medeniyetinin bedii zevklerle ikame ve ihya edileceğine,ilm-i cemalin sanat ve incelikle olabileceğine devurgu yapıyor. Sergi için hazırlanan albümün takdim yazısındabu konuya değinilerek, kalb-i selîme, akl-ı selim vezevk-ı selim sahibi olmadan ulaşılamayacağını en iyi bilmesigerekenlerin tasavvuf ve tarîkati meslek edinenler olduğubelirtiliyor ve şöyle deniyor: “Bu albümün bu cihete işareteden bir yanı olduğunu da söyleyebiliriz. GünümüzdeMüslümanların mensubu bulundukları dîni, bir medeniyetolarak idrak etmede büyük zorluklar yaşadıkları ne yazık kiacı bir gerçektir. <strong>Sanat</strong> ve estetiğin olmadığı yerde medeniyettensöz edilemeyeceğine göre, hâlâ bomboş duran busahayı artık fark etmenin zamanı geldiğini düşünmekteyiz.Efe Hazretleri Vakfı camiası olarak bu idrak ve anlayışla EfeHazretleri’nin izinde yolumuza devam edeceğiz inşaallah.”Müsenna celi sülüs- sülüs levha. Hat: Hüseyin Kutlu,Tezhip: Serap Bostancı Tuluk. “Muhabbetle nazar he bir uyûbu setreder görmez / Adâvetle nazar kemlikleri ifşâ eder durmaz”119


Celî divani – Şükufe levha. Hat: Orhan Dağlı, Minyatür: Zülâl Çay. “Cânân bağının güllerine bülbülolaydım / Sabâ-yı seher salladığı sünbül olaydım” (Hulâsatü’l Hakayık)Celî sülüs – sülüs – icâze levha. Hat: Hüseyin Kutlu, Tezhip: Semih İrteş. Aşere-i Mübeşşere isimlerive Efe Hazretleri’nin ”Der-i dergâh-ı Mevlâ’da / Muhibb-i hânedânım men” dizeleri ile başlayan şiiri.Sergi, Şiir-Hat İlişkisini Gündeme GetiriyorGünümüzde geleneksel Türk İslam sanatlarında birkaçtema etrafında sıkışıp kalmış sergi açma uygulamasına yenitemaları işaret etmesi bakımından da önemli olan sergi, sonyıllarda henüz hecelenmeye başlanan ve neredeyse bütünüylebakir olan bir alanı, ‘şiir-hat ilişkisi’ni de gündeme getiriyor.Sergi onlarca eserden oluşan bir veri sunarak incelemelerive kafa yormaları için araştırmacıları ve kalem erbabınıkonuya davet ediyor bir bakıma.Takip edebildiğimiz kadarıyla, artık yayınlanmayan Kaşgaredebiyat dergisinin yıllar önce küçük ölçekteki bir dosya ilegündeme getirdiği, Dursun Ali Tökel başta olmak üzere, henüzbir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az sayıdaki kalemerbabının eğildiği, ‘Hat sanatı şiir esteteğine ne katıyor?’başlığı ile özetlenebilecek bu konu ile ilgili, örneklerdenhareketle çözümlemelerin yapıldığı kapsamlı bir makaleye,bir araştırmaya maalesef imza atılmış değil.Sahir Mehdiyev’in fırçasından Alvarlı Efe’nin portresiYazıldığı mekanın, okuyacak kişilerin görme uzaklığının veişlevinin, hat yazı çeşitlerinin seçilirken önemli olduğu, ge-120


leneksel usül ve uygulamada bu anlamda genelgeçerbazı kaidelerin olduğu, konu ile ilgililerin malumu. Geçmişte,beyit ve kıtaların yaygın olarak talik yazı ile yazıldığışiirde, yine de hangi tür şiirlerin genelde hangi yazıtürü ile yazıldığı, vezinlerin simetrisinin hat istifinde neyetekabül ettiği ve bu anlamda yaygın yönelimlerin olupolmadığı, hala araştırılmaya, üzerinde söz söylenmeyemuhtaç konular.Bir sanat eseri olan şiir, başka bir sanat eseri olan hüsn-ihatla yazıldığında ortaya çıkan eser hat sanatının bir örneğiolmakla beraber şiirde dile getirilen konunun, şairinhassasiyetinin ortaya çıkan hat eserinde ne ölçüde verildiğive bu ilişkide şeklin içeriği yansıtıp yansıtmadığı sorularının,girizgâhını oluşturduğu şiir-hat ilişkisinin ortayakonmasında, Alvarlı Efe Hazretleri’nin şiirlerini onun açtığıiklimde yetişen sanatçıların sergi ölçeğindeki eserleriönemli bir veri ve bugüne ait bir kaynak olarak duruyor.Sözün başında anma programlarının anılan için değil,ananlar ve anmaya şahitlik edenler için olduğunu söylemiştik.Alvarlı Efe Hazretleri için yapılan, katılımcılarıve içeriği bakımından hayli bereketli olan ve örnek teşkileden bu anma etkinliğinde, sanatçılar ortaya koyduklarıeserler ile üzerlerine düşeni yerine getirmiş, emanetesahip çıkmış olduklarını gösterdiler. Şimdi sıra buna şahitlikeden bizlerde. Serginin albümünde yer alan takdimyazısının bitiminde, “O vadiden derlenen güldestemizsizlere emanet olsun.” denirken, sergi ile muhatapolanların Efe Hazretleri’nin eserlerini okumaya davetedilmesinin yanı sıra, genelde klasik İslam sanatları, özeldehüsn-i hat ile arası epeyce açık olan kalem erbabı dakonu ile ilgili düşünmeye ve yazmaya çağırılıyor; emanetinbüyük kısmı onlara teslim ediliyor olmalı…Şikeste nes-talik şükufe levha. Hat: Orhan Dağlı, Şükûfe: Zeynep Adalı. “Dünyâ için etme cedel/ Âhirete verme halel / Allah için eyle amel / Mevlâ’dan al Mevlâ’ya ver” (Hulâsatü’l Hakayık)Sergide Eserleri Yer Alan <strong>Sanat</strong>çılarHamit Aytaç, Hüseyin Kutlu, Semih İrteş, Mamure Öz,Fevzi Günüç, Sadreddin Özçimi, Ali Rıza Özcan, Erol Dönmez,Şehnaz Özcan, Betül Kırkan, Feyza Kırkan, ErsanPerçem, Cavide Pala, Orhan Dağlı, Merve Altunel, EmineSağman Şirvan, Selma Özpala, Yasin Kurt, Rüveyda Akkılıç,Esra Köksal, Güvenç Olbak, Habibe Kalafat, MahmutŞahin, Hasan Mahmudov, Abdullah Aydemir, Nurdan Erkal,Vahide Karababa, Ayşe Feyza Dikmen, Sinan Doğan,Kenan Yüksel, Gül Dönmez, Havva Tuntaş, Hüsna Kolukısa,Zeynep Atabey, N. Hatice Yücel, Emine Karaman, NurgülBahriye Koyuncu, Feyza Kutlu, Hatice Gerçek, NilüferKurfeyz, Selim Sağlam, Meltem Uçar, Ayşe Cömert, MafiratOnat, Ayşe Nurgül Kabasakal, Zülal Çay, Süleyman Şenol,Abdülkadir Uçaroğlu, Zehra Karataş, Rabia Kunduz,Nadire Büyükşalvarcı ve Zeynep Adalı.Celî sülüs levha. Hat ve tezhip: Ersan Perçem. “Âşık der güzel gözler /Gözlerim güzel gözler / Çirkini ejder yutsun / Güzeli güzel gözler” (Hulâsatü’l Hakayık)121


Yazma Eserlerde Şiraze1Gürcan MAVİLİ*Kitabın sayfalarını tutan ana bağa verilen isimdir şiraze. Ciltçilik sanatında kullanılan teknik bir terim olmasınarağmen, gördüğü önemli işlevden olsa gerek, günlük dilin içinde pek çok deyimin içine girmiştir. Şirazesi dağılmak,şirazeden çıkmak, şirazesi kaymak deyimleri <strong>ise</strong> en sık kullanılanları… Yazma eserlerde kullanılan şirazeler ile ilgiligenel bilgilerin yanı sıra nasıl yapıldığını merak ediyorsanız, fotoğraflar eşliğinde sunulan tarifin de olduğu buçalışmamız emrinize amade…122


"İslam el yazmalarında, formalar birbirlerine ibrişim ile dikilerek bağlanır.Bu bağlama tekniği, kitabı tam olarak tutmaz. Kitabın sağlamlığınınarttırılması için yeni bir işlemin daha yapılması gerekmektedir.Bu da kitabın her iki ucuna örülen şirazenin yapımı ile ilgilidir.Gizli kolon, şiraze kolonu ve şiraze’nin örülmesiyle tamamlanan buişlem basamakları sayesinde hem kitabın sağlamlığı artmakta hemde güzel bir görüntü katmaktadır."Hem Batı yazma eserlerin de, hem de Doğu yazmalarında;bir eserin klasik tarzda ciltlenmesi halinde mutlakaşiraze örülmüştür. Yazma bir kitabın uzun ömürlüolabilmesi, şirazesinin dayanıklılığına bağlıdır. Şirazesibozulan bir kitap, çok kısa sürede dağılır. Bu yüzdende; ‘şirazeden çıkmak’, ‘şirazeden kaymak’, ‘şiraze-ialem’ ve ‘şirazesi bozulmak’ gibi deyimler günümüzdede halen kullanılmaktadır. Bu ifadeler, söylenilen kişilerhakkında pek hoş anlam içermez. Şirazenin dağılmasıörneğinden yola çıkarak, insanın karakterinin bozulmasına,gönderme yapılır. Bu bağlamda, bahsi geçendeyimler, bize şirazenin, yazma bir kitap için de ne kadarönemli bir işlevinin olduğunu anlatmaktadır.Şiraze; sözlük anlamında birkaç farklı ifadeyi içermektedir.Bunlardan ilki, kitap ciltlerinin iki ucunda bulunanve yaprakları muntazam şekilde tutan ibrişimden örülmüşince şerit. İkinci anlamı pehlivan kispetinin paçası,üçüncü anlamı <strong>ise</strong> esas, düzen, nizam. Dördüncüsü,bağ, örgü. 2 Diğer bir tanımlamada <strong>ise</strong> eski usülde ciltlenenkitapların yapraklarını cilde bağlamak için sırtlarındakidikiş ve ipliklere tutturulan, şerit şeklindeki ince,ibrişimden örgü 3 olarak açıklanmıştır. Kullanılmamaklabirlikte, şiraze bağlayan, düzen veren, düzenleyen anlamında"şiraze-bend" ve şiraze yapılmaya elverişli 4 (kitap)anlamında"şiraze-gir" gibi ifadeler de sözlüklerdeyer almaktadır.123


Arapça'da şiraze yerine kullanılan kelime <strong>ise</strong> "habk"tır.Sıkı bağlayıp sağlam yapmak ve kumaşı sıkı, sağlam veüzerinde sanat eseri ortaya çıkacak şekilde güzel bir zeminüzere dokumak anlamına gelir. 5 Şiraze, kitap sanatlarıile ilgili birçok yazıda anlatılmıştır. Ancak bunların birçoğundaanlatım ve bilgi hataları bulunmaktadır. 6 Bu hatalarne yazık ki, bilgilerin doğruluğu araştırılmadan yayınlanmış,yanlış bilgi olarak yayılmaya devam etmiştir.İslam el yazmalarında, formalar birbirlerine ibrişim iledikilerek bağlanır. Bu bağlama tekniği, kitabı tam olaraktutmaz. Kitabın sağlamlığının arttırılması için yenibir işlemin daha yapılması gerekmektedir. Bu da kitabınher iki ucuna örülen şirazenin yapımı ile ilgilidir.ibrişimle eşleştirilmiştir. Sim ile örülmüş şirazeler de mevcuttur(foto 3). Kullanılan şirazenin, kalınlığı kitabın ölçülerine uygunolmalı. Fazla kalın veya fazla ince olarak örülmesi durumundakitabın ve sayfaların tahrip olmasına sebebiyet vereceğindenuygun ölçülerde örmek doğru olacaktır. Şirazenin kalınlığını,altına yapıştırılan yastık adını verdiğimiz deri şerit belirler. Buderi şerit'in üstü kapanıncaya kadar örülür. Şiraze, tek iğne ileörüldüğü gibi, yapılacak desene göre birden fazla iğne ile deörülebilir. Şirazenin; sıçan dişi, balık sırtı, sağ-sol yollu düz, zikzak, tek baklava, çift baklava, geçmeli ve alafranga gibi isimlerleadlandırılan birçok örme çeşidi bulunmaktadır. 7 Ancak yazmaeser kütüphanelerimizde bulunan kitapların çoğunda, şirazelerfare dişi adını verdiğimiz şirazedir. Kolay örülmesi, belkide fare dişi şirazenin çokça kullanılmasının nedeni olabilir.foto 6foto 1Gizli kolon, şiraze kolonu ve şirazenin örülmesiyle tamamlananbu işlem basamakları sayesinde hem kitabınsağlamlığı artmakta hem de güzel bir görünüm kazandırılmaktadır.15. yüzyıla kadar kitapların bir kısmındaşirazenin üstünü örten deri başlık mevcuttur. Bu başlıklarda zaman içerisinde kaybolmuştur. (Foto 1)Şiraze, bilindiği gibi aslı ipek olan ibrişimle örülür. Eğerörgümüzü daha kalın iple örmek istiyorsak kordonat(ipek) ile örmemiz gerekir. Doğal boyalarla boyananipek ibrişimlerin çoğunun renkleri hala canlıdır (foto 2).Çoğunlukla birbirine uygun renkler tercih edilmiştir.Kahverengi, sarı veya bej, bazen kırmızı ibrişim ile kullanılmıştır.Bordo, bazen lacivert ibrişimle bazen de yeşilfoto 5Şiraze, kolonların atılma şekillerine göre de isim almaktadır.Kolonlar her bir formanın ortasından geçerek atılırsanişanlı şiraze, formaların ortalarından girilmeyip eşit aralıklarlasayfaların arasından geçilerek atılırsa saplama şirazeadını alır. Kolonlarının her birinden geçmeyip, atlayarakörülen şirazeye de atlamalı şiraze adını veriyoruz. 8Şiraze Aşağıdaki İşlem BasamaklarındanGeçerek Örülür;1) Her bir forma arasına saplamaların yerleştirilmesi, saplama:Yaklaşık olarak,1 cm genişliğinde 10 cm uzunluğundaince bir şerit kağıttır. Bu ölçü kitabın ebatlarına göre değişir.Kağıt şerit bir tarafı uzun bırakılacak şekilde ikiye katlanır.2) Saplamanın uzun kısmı bir formaya, kısa parçası sonrakiformaya girer. Her bir forma ortası işaretlenmiş olur.124


3) Gizli kolon: (resim 4-5-6) İşaretlediğimiz her birforma arasından giren kolona denir. Kullandığımızip ibrişim ipliktir. İlk formadan giren iğne 2-3 santimsonra sırttan çıkar. Sonda kalan 5-6 cm'lik ip sırtayapıştırılır. Böylece her bir formanın birbirine dikimisağlanmış olur. Dikim bittiğinde sırttan çıkan ipüzerine düğüm atılarak işlem tamamlanır. Gizli kolonkitabın sağlamlığını artırır. Bu dikiş ile birlikte şirazeiçin diğer bir aşamaya geçilir.6) Şiraze örümü için, ibrişimler, kolondan kalan ipinüzerindeki düğümlere düğümlenir. İbrişim ipin birine,iğne geçirilir. İğnesiz ibrişim her zaman diğer ipin üstündeolur. İğnenin her kolondan geçişinde iğnesiz ip onunüstünde yer alır, böylece iğnesiz ip iki kolon arasına sıkıştırılır.Bu işlem tekrarlandıkça desen ortaya çıkar, hersatır sonunda kanatlardan dönülerek ikinci sıraya başlanır.Yastık örtülünceye kadar bu işlem sürer.foto 3foto 4foto 24) Şiraze kolonu; gizli kolon ile şiraze kolonunun karışmamasıiçin gizli kolonun üzerine ince şerit kağıt konulur.Deri yastık yapıştırılmadan önce altına ipi yapıştırmalıyız,üstüne de deri şeriti yani yastığı. İlk formadangirip şeriti geçtikten sonra sırttan çıkarız. Tekraraynı formadan girip çıkarız, oluşan halka, yastık üzerinekonulmaz. Bu halka sıkıca dibe oturur, bu ipin içindengeçerek ikinci bir halka daha elde edilir. Bu halkanında içinden geçerek hareketli bir düğüm elde ederiz.Bu düğüm yastığa 1-2 mm uzaklıkta olmalıdır. İğnemiziilk formaya yakın bir sayfadan girerek düğümü sabitleriz.Böylece kanat oluşturulur.5) Kolonlarımızı istersek her bir forma içinden, istersekatlayarak atabiliriz. Son formaya geldiğimizdebaşta yaptığımız kanat işlemini tekrar ederiz. Sayfalardanbirinin içinden geçerek sırttan çıkılır. Dışarı çıkanipe, 2'şer mm aralıklarla üç düğüm atılarak şirazekolonu tamamlanır.Şiraze, kitabın formalarını yani cüzlerini tutar, böyleceformaların birbirlerinden ayrılıp dağılmasını engeller. Birçok farklı örme teknikleriyle isimlendirilen şiraze tekniklerine yazık ki, az yapılmış olmaları ve onarımlar sırasındadikkat edilmeden sökülmeleri neticesinde zamanlakaybolma riski taşırlar. Yazma eser kütüphanelerimizinçoğu dijital ortama geçmiştir. Her bir eser dijitalortama aktarılırken ayrıntılara girilerek çekim yapılmasıhalinde nadide örneklerin zamanla kaybolmasının birnebze önüne geçileceğini düşünüyorum.* Mimar Sinan Güzel <strong>Sanat</strong>lar Üniversitesi Geleneksel Türk <strong>Sanat</strong>ları-Cilt AnasanatDalı DİPNOTLAR 1) 16-Aralık-2009, Türk Yazmalar Hazinesi 1 Toplantısı’nda sunulmuştur,İSAM , Bağlarbaşı-İstanbul. 2) Devellioğlu, F.,Osmanlıca-Türkçe AnsiklopedikLugat, Ankara, 1997, s.1000 3) Arseven, E., C., <strong>Sanat</strong> Ansiklopedisİ,İstanbul, 1983,c.4, s.1884 4) Devellioğlu, F.,Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Ankara, 1997,s.1000 5) Yazır, E.H. Büyük Kuran Tefsiri 6) Mavili, G., Geleneksel Cilt <strong>Sanat</strong>ında KullanılanHatalı Terimler ve Anlatımlar,8. El <strong>Sanat</strong>ları Sempozyumu, İzmir, s.286-290 7)Özen, E.,M., Yazma Kitap <strong>Sanat</strong>ları Sözlüğü,İstanbul, 1985, s.67 8) Özen,E.M.,TürkCilt <strong>Sanat</strong>ı, Ankara, 1998, s. 12, İş Bankası Yayınları. KAYNAKLAR: 1) Devellioğlu,Ferit.,Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Ankara, 1997, s.1000 2) Arseven, E., Celal,<strong>Sanat</strong> Ansiklopedisi, İstanbul, 1983, c.4, s.1884 3) Mavili, Gürcan, Geleneksel Cilt<strong>Sanat</strong>ında Kullanılan Hatalı Terimler ve Anlatımlar,8. El <strong>Sanat</strong>ları Sempozyumu, İzmir,s.286-290 4) Özen, E.,Mine, Yazma Kitap <strong>Sanat</strong>ları Sözlüğü,İstanbul, 1985, s.67125


Seramiğin Sürprizlere AçılanBüyülü Kapısı: RakuSemra ÇELİKJaponların meşhur çay seremonilerinin vazgeçilmez bir parçası raku kapları. Hem yapımı, hem süslemesi bakımındanJaponlara özgü bir seramik tekniği olan raku’nun tarihi 400 yıl öncesine dayanıyor. Kelime olarak Japonca'da“rahatlık”, “neşe” gibi anlamı olan ve başlangıçta Raku Ailesi tarafından geleneksel çay törenleri için yapılan rakukaplar, günümüzde süs objesi olarak kullanılıyor. Çamuru, sırı, pişirim tekniği yönünden seramikten farklı olanraku’yu, seramik ve raku sanatçısı Ayten Turanlı ile konuştuk.Uygarlığı yaratırken önce suya, sonra toprağa, daha sonra da ateşesöz geçiren insanoğlu, zaman geldi ki hepsini birden kullandı.Aklı, yaratıcılığı ve hünerli elleri ile binlerce yıl sürecek bir geleneğiortaya çıkardı. Toprak, su ve ateşi kullanarak ilkin günlükyaşamın bir parçası olan primitif çömlekler üreten insanoğlu,zamanla bu becerisini geliştirdi ve seramik formunu ortayaçıkardı. Tarih boyunca onca medeniyete beşiklik etmiş olanAnadolu’da doğan seramik, bu toprakların binlerce yıllıkgeleneği olarak yaşamaya devam ediyor.İnsanlık tarihi kadar eskiye dayanan seramik, tarihboyunca karşımıza çok çeşitli biçimlerde çıkmıştır.Dünyanın çeşitli bölgelerinde yapılagelmişve günlük yaşamdan sanata, ticarete kadarpek çok alanda kullanılmıştır. Kimi zamanbir çömlek, bir ocak veya bir kadeh, kimi zamanda bir sürahi veya bir oyuncak olarak, geçmişkültürlerin izlerine ışık tutmuştur hep.Seramik, hayat bulduğu her toprağın kültüründe farklı yorumlanmış, farklı tekniklerle vücudagelmiştir. Bu yazıya konu olan “raku” da, Japonlara özgü bir seramik tekniği. Tarihi400 yıl önceye kadar giden raku, Japon çay törenlerinde tercih edilen, hızlı bir pişirimyöntemiyle pişirilen kaplara verilen isim. Bu kapların pişirilme yöntemi de aynı isimle ifadeediliyor. Kelime olarak Japonca’da “rahatlık”, “neşe” anlamlarına geliyor. Japon seramiksanatında önemli bir yere sahip olan raku kaplar, Japonların o çok ünlü çay törenlerininen önemli unsurlarından biri.Raku’da Zen Rahiplerinin EtkisiGeleneksel Japon sanatları üzerinde hatırı sayılır etkisi bulunan Zen rahiplerinin, Japonçay geleneği üzerinde de etkisi olmuş. Çayın, Japon adalarına, Zen rahibi Yoşaitarafından Çin’den getirtildiği biliniyor. Japonya’da Muromaçi devrinde popülerolmaya başlayan “Çan oyu” denilen çay törenleri, Zen kültürünün getirdiği yenibir terbiye ve Zen tarikatının dini bir ritüeli olarak düzenlenirdi. Çay törenleri, dahasonraki zamanlarda Japon halkının günlük yaşamında da önemli bir yer edinmişve Japon kültürünün ayrılmaz bir parçası olmuştur. Çay törenlerinde çaylar, rakukaplarında içilirdi.


Günümüzde Japon seramiktekniği olarak bilinen raku,başlangıçta sadece RakuAilesi’nin yaptığı kaplara verilenisimdi. Raku’yu anlatırkenRaku Ailesi’nden bahsetmemekolmaz elbette. Ailenin ilkkuşağı Chojiro’nun başlattığıraku kabının yapımı, 1573-1615 yıllarını kapsayan Momoyamadönemine rastlar.Bu dönemde Kyoto ve civarında,aslı Çin’in Fuji bölgesine ait olan“san-cai” denilen üç renk sırlı çömlekçilikyaygındı. “San” üç, “cai” de renk anlamınagelir. San-cai kaplarının, raku kabı olarak adlandırılması,Chojiro’nun, çay üstadı Sen Rikyû (1522–1591) ile tanışıp,onun himayesinde çay seremonisi kapları yapmasıylabaşlar. Bugün Raku Ailesi’nin reisi 15. kuşak RakuKichizaemon’dur. Ev ve atölye, Kyota’daki eski İmparatorlukSarayı’nın batısında yer alır ve geleneksel Kyotostili mimarlık üslubunu koruduğu göze çarpar. Atölyeve fırın evin arka kısmındadır ve Chojiro’nun başlattığıgelenek, 400 yıldır aslını koruyarak sürdürülür.Raku Ailesi’nin ilk kuşağı Chojiro’nun yaptığı çaykâseleri, üç renkli san-cai kaplarının parlaklığının tersine,yalnızca siyah renkliydi. Öte yandan, raku kaplarınıdiğer Japon seramiklerinden farklı kılan bir diğer özellik<strong>ise</strong> raku kaplarının, torna yerine elde şekillendirilmiş olmalarıydı.Elle şekillendirme, form tamamlanana kadarsanatçıya, kendisini istediği gibi ifade etme imkânı sağlar.Chojiro; hareket, dekor ve çeşitliliği reddederken,bireysel dışavurumun sınırlarına gitmiş ve çay kâsesinisoyut ruhsallığın göstergesi olarak yüceltmiştir. Salt siyahrenkleriyle raku çay kâseleri, tek renkli bir gösteriyapardı âdeta.Çay Törenlerinin Baş Tacı Artık Süs ObjesiRaku, Türkiye’de pek bilinmeyen, daha yeni yeni tanınmayabaşlayan bir seramik tekniği. Tektük seramik sanatçısı, 1990’lı yıllardanberi raku çalışmaları yapıyor.Seramik sanatçısı AytenTuranlı da, raku ile uğraşanaz sayıdaki sanatçıdan biri.Raku tekniğinin incelikleriniöğrenmek için İstanbulTophane’deki atölyesinemisafir oluyoruz. Atölyeyegirer girmez dikkatimiziilk olarak, Turanlı’ınders verdiği öğrencileriiçin ayrı ayrı hazırlanmışraflardaki fırınlanmamış çeşitl<strong>ise</strong>ramik objeleri ile buobjelerin pişirildiği elektrikli birfırın çekiyor. Ayten Turanlı, üçgün önce yapılan pişirimin ardındanfırının fişini çektiklerini,buna rağmen içindeki seramikobjelerin hâlâ tam olaraksoğumadığını söylüyoryeri gelmişken.Atölyenin bir köşesinde öğrencilerindenbiri, elindeki objeyeistediği formu verebilmek içinçalışırken, biz de Ayten Turanlı’yaraku tekniği ile ne zaman tanıştığınısoruyoruz. Turanlı, 1994 yılında girdiğiMarmara Güzel <strong>Sanat</strong>lar Fakültesi’nde iki yıl seramikeğitimi aldıktan sonra, eğitiminin son iki yılınıABD’nin Washington kentindeki George WashingtonÜniversitesi’nde tamamlar. Raku tekniği ile tanışmasıda Washington yıllarında olur. Burada gördüğüraku çalışmalarından etkilenen Turanlı, Türkiye’ye döndüktensonra raku tekniğini araştırmaya başlar. Yurt dışıdönüşü sanatçı ve eğitmen olarak Piart Works’te çalışmayabaşlayan Ayten Turanlı, ilk sergi hazırlıklarına koyulduğunda,sanatseverlerin karşısına çok farklı bir şeyleçıkmak istediğine karar verir ve bu farklı şey “raku”olur elbette.Sergi öncesi raku’yu öğrenmek için, başta Paris ve Londraolmak üzere yurt dışındaki pek çok workshop’a katılırTuranlı. <strong>Sanat</strong>severlerden aldığı olumlu geri dönüşlerinde etkisiyle, raku ayrı bir yere oturur sanatçının gönlünde.Raku’dan söz ederken hâlâ büyük bir heyecan duyduğunugözlerinden okumak mümkün sanatçının. Rakutekniğini anlatmasını istediğimiz Ayten Turanlı, önceliklegünümüzde raku tekniği ile genellikle görsel objeler üretildiğinedeğiniyor ve konuşmanın en başında peşinenaçıklıyor: “Biz şu anda, Japon geleneğinde olduğu gibibardak formunda bir raku objesi yapmış olsak bile, yaptıklarımızsu geçirir olduğu ve zehirli gazlarla reaksiyonagirdiği için yeme-içmede kullanılmaz.”Seramikte Oksidasyon,Raku’da RedüksiyonBildiğimiz seramik ile raku tekniğinikıyaslayan Ayten Turanlı, seramiktede, raku’da da iki pişirim yapıldığınıanlatıyor. Turanlı’nın söylediğinegöre, her iki teknikte de ilk pişirim,bisküvi pişirimidir. Eğer üzerindeçalışılan seramik bir obje olacaksa,ikinci pişirim 1000-1050 derecelerdeyapılır ve obje kullanımamaçlı olacaksa zehirsiz sır kullanılır,süs objesi <strong>ise</strong> her türlü sırıkullanmak mümkündür. Seramiktebu ikinci pişirim elektrikli fırınlar-127


da yapılabilirken, raku tekniğinde <strong>ise</strong> ikinci pişirim oksidasyonortamı sağlayan elektrikli fırınlarda yapılmaz.Raku’da ikinci pişirim, mutlaka redüksiyon denilen yöntemleve 850-900 derecede yapılır.Redükleme işlemi, raku’da sır pişiriminden sonraki aşamadır.Geleneksel Japon raku tekniğinde seramik parçalarsır fırınından çıkartıldıktan bir süre sonra suylaya da havayla soğutulur. Bu işlem, sırlanmamış yüzeyinrengini çok az değiştirir ve sırın zenginleşmesinebir katkı sağlamaz. Ancak günümüzde raku’lar, akkorlaşıncamaşalar yardımıyla hızla fırından çıkartılıp, objelerhenüz ısısını kaybetmemişken oksijensiz bir ortamakonularak, kısmen ya da tamamen redüklenir. Buortam için yanıcı madde olarak tahta talaşı, kuru yaprak,kâğıt kırpıntısı, ot veya saman gibi organik malzemelerkullanılır.Raku sanatçısı Ayten Turanlı, raku pişirimini, öğrencileriylebirlikte açık havada yaptıklarını söylüyor. Gazlıfırınlara yerleştirilen raku objelerinin bisküvi pişirimisonrası yapılan ikinci pişiriminin, yaklaşık 6 saatkadar sürdüğünü belirten Turanlı, önce kısık başlatılanateşin yavaş yavaş yükseltildiğini vurguluyor.<strong>Sanat</strong>çının anlattığına göre fırının sıcaklığı850-900 dereceye kadar yükseltilirve objeler akkor haline gelene kadar fırındatutulur. Pişirim devam ederken, fırınınüst kısmındaki küçük bir pencereden sürekliolarak, raku objelerinin hangi aşamadaolduğuna bakılır. Akkor haline gelen rakuobjeler, maşa yardımıyla fırından çıkarılaraktalaşa yatırılır.Ayten Turanlı, talaşa yatırma işleminigenellikle yalaklarda yaptıklarını,bunda da çoğunlukla çam talaşıkullandıklarını, ancak zeytinve sandal ağaçlarının talaşlarınında çok iyi sonuç verdiğini söylüyor.Turanlı, akkor halindekiraku objenin, talaş üzerine konulupüzeri bir teneke vasıtasıylaörtülerek havayla temasıkesildiğinde, gerekli olan isindaha yoğun olması için talaşınhafif nemli olması gerektiğiayrıntısını da veriyorve ekliyor: “Objenin neresinirenk, neresini efektistiyorsak ona göre gömeriztalaşa. Ve üzerinihava almayacak şekildehemen tenekeylekapatırız. Havayla temasınıkestiğiniz an,yanma olayı duruyor.Ama obje o kadar sıcaktır ki o sırada, talaş yanmak ister.Fakat oksijensiz bir ortam söz konusu olduğundan,talaş yanamaz ve tüter. Ortaya çıkan is içeridedolanmaya başlar. Bu arada, sırsız olan yerler, is yüzündensiyaha dönüşür. Ani ısı farkından dolayı sırlanmışbölümlerde meydana gelen çatlakların arası daisle siyah renk alır.”Raku objelerinin talaş içerisinde uzun süre kalmasındafayda olduğunu dile getiren Ayten Turanlı, sonucu çokmerak etmelerinden ötürü, ancak iki saat tutabildiklerinisöylüyor gülümseyerek. Talaş içinden çıkarılan objelerson olarak bulaşık süngeri kullanılarak ve sabunlusuyla iyice yıkanarak talaşlarından arındırılıyor ve böyleceişlem tamamlanıyor.Deneyselliğe Açık Bir TeknikRaku’nun, sürpriz ve deneyselliğe açık olan bir seramikyöntemi olduğunu söylüyor seramik ve raku sanatçısıAyten Turanlı. Raku tekniği için, “Her aşaması heyecanverici.” diyen Turanlı, ortaya kaliteli bir işçıkması için seramikte de, raku’da da şansfaktörünün önemine işaret ediyor. <strong>Sanat</strong>çıyagöre tecrübe elbette başarıyı belirleyenbirincil etken, ancak pişirim sırasındameydana gelen reaksiyonunyaratacağı sonuç veya talaş aşamasıher zaman sürprizleri beraberindegetirebiliyor. Turanlı, yeri gelmişkeniyi bir raku’nun nasıl anlaşılabileceğinede şu sözlerle değiniyor: “İyi birraku’da, sırlanmamış kısımların isi iyiceemmiş ve simsiyah olması gerekiyor.Sırlanmış kısımların <strong>ise</strong> redüksiyonsırasında oluşan çatlaklararasına isin iyice girmişve yine siyah renk almış olmasıgerekiyor.”Ayten Turanlı’ya, seramikçamuru ile raku çamuruarasında fark olup olmadığınısoruyoruz. “Seramikiçin birkaç çeşit çamurkullanıyoruz. 1050-1100dereceye dayanabilen şamotluveya şamotsuz çamurkullanıyoruz. Rakuiçin daha kuvvetli bir çamurasahip olmalısınız.Eskiden kuvars ve güçlendiricibirtakım kimyasallarkullanarak bizkendimiz hazırlardıkraku çamurunu. Şimdilerdehazır raku çamurubulunabiliyor.128


HattatMustafa RâkımEfendi VakfiyesiTalip Mert *Mustafa Râkım Efendi Türk hat sanatının 19. yüzyıldaki zirveisimlerinden. Bu sanatta kendine has bir ekol tesis edecek kadarusta bir hattat olan Rakım’ın, aynı zamanda bir vakıf sahibiolduğuna dair kayıtlar <strong>ise</strong> henüz çok yeni. Arşiv vesikalarındançıkan kayıtlara göre Rakım, zevcesi Emine Hanım’la müşterek,35 bin kuruş nakit para ile şu an türbesinin de içinde bulunduğu682,2 metrekarelik arsayı vakfediyor. Rakım’ın hizmeti bunlarlada sınırlı değil; vakfiyeye göre Eyyub Sultan Cami-i Şerifi’neotuz adet müstakil cüzler ile Kasap Halil (Kasapbaşı) Mescidi’nebir adet Mushaf-ı Şerif bağışlıyor. Şu an akıbeti dahi meçhulolan bu Mushaf-ı Şerif, bir Nakşibendiye müntesibi olan vesadece yazıları ile değil aynı zamanda vakfiyesi ile de hizmeteden Rakım’ın efendiliğini bir kez daha gözler önüne serdi.Hat tarihimizin büyük üstadı “Ser Levha-i Hattatîn” MustafaRâkım Efendi’nin (1757-1826) bir vakfı olduğuna dair arşiv vesikalarındabazı kayıtlar çıktı. Hat sanatına merakı olan bir kişininMustafa Râkım Efendi ile alâkalı bu kayıtları görünce neler h<strong>ise</strong>tttiğinibu meraka sahip olan herkes çok iyi takdir eder. Ancak bukayıtların mahiyeti ve neleri ihtiva ettiği <strong>ise</strong> o an için tamamenmeçhuldü. Ne derece gerçeği yansıttığını görmek için de zamanaihtiyaç vardı. Bu zaman <strong>ise</strong> aşağı-yukarı bir buçuk sene sürdü.1840’ta yapılan Atıyye Sultan-Fethi Ahmet Paşa düğünü ile1847’de yapılan Abdülmecid Han’ın şehzadeleri ve müstakbelOsmanlı padişahları V. Murad ve II. Abdülhamid’in sünnet düğünlerive bu düğünlere çağrılan zevatın isimleri. Bu zevat arasındayer alan ve bu işi çok ciddî bir şekilde takibe sevk eden bazıküçük işaretler bu vakfiyenin bulunmasının başlıca âmili oldu.Sultan II. Mahmud’un kızı Atıyye Sultan’ın düğün davetlileri arasında“Zincirlikuyu’da Râkım Efendi zâviyedârı... efendi” 1 şeklindeisimsiz bir kayıt ile mezkur sünnet düğününden bahseden belgede“Râkım Efendi Medresesi’nde sâkin Hattat Mehmed ZühdüEfendi ile Nakşiye’den Zincirlikuyu kurbünde Mustafa RâkımEfendi Tekkesi şeyhi Mehmed Murad Efendi” 2 isimleri zikrediliyor.


iki tarafın da memnuniyetini hedeflemiş bulunuyorum.Osmanlı Türkçesi’ne vâkıf olanlariçin asıl metin istifadelerine âmadedir. Yalnızvakfiye şartlarının derc olunduğu kısma kadarolan bölüm, yani vakfın kuruluş gerekçesi, duave salavâttan ibaret bölümlerini sâdeleştirme lüzumunuduymadım. İşbu vakfiyenin, VakıflarGenel Müdürlüğü Arşivi defter numarası 580 /341 ve Kısmet-i Askeriye Mahkemesi defterlerinden1169 numaralı defterin 83-85. sahifelerindekayıtlı metni şöyledir:“Hamd-ü mevfûr ve şükr-ü mahsûr ol Vâkıf-ıserâyir-i umûr, teâlet âlâuhu ve tevâlet na’mâuhu cenabınınmuallâ dergâh-ı kibriyasına şâyân-ı ihdâdır kibirr ü efâdıl-ı ile’l-ebed mine’l-ezel mehâvic-i ibâdı içinvakf-ı müseccel olup kulûb-u ekârim ibad-ı bâhirü’liktidarınıtahlîd ve zikr-i cemil içün vaz’ı hucerât-ıdâru’n-naîm ve tenşîr-i te’sisi bikâ’ı hayr ile sadakât-ıcâriyelerinden mânend-i suhub, medâr-ı mezârı ’imâle-ifeyzsâr etmiştir.Vakıf kâtipliğinin, yevmiye 20 akçe ile müderris MehmedEmin Râsim bin Hasan (İmam-zâde) tarafından ifası öngörülmüş.Bu zatın vefatıyla da bu hizmetin onun en büyük veen dirayetli (ekber ve erşed) evladınca yürütülmesini istemiş.Vakfın cibâyeti (tahsildarlık) <strong>ise</strong> hat câmiasının çok yakındantanıdığı bir isme şart koşulmuş. Râkım Efendi’nin bilinenen büyük talebesi Mehmed Haşim Efendi. Bu işe tahs<strong>ise</strong>dilen ücret <strong>ise</strong> yine aynı şekilde yevmiye 20 akçe. Vefatındansonra da bu vazifenin aynı şekilde onun en büyükve en dirayetli evladına geçmesi şartı var.Vakıf gelirlerinin fazlası ile de münasip akarlar alınmasıvasiyet ediliyor. Hazreti Pîr Râkım Efendi’nin vakfiyesindeher ne kadar hat tâlimi ile ilgili ve bizim anlayacağımıztarzda bir kayıt yoksa da vakfiyede yer alan “fünun-umütevâliye-i âliye” kaydından en başta hat sanatının kastedildiğinehükmetmek inşaallah yanlış bir iddia olmaz. Nitekimhattat Mehmed Zühdü Efendi’nin varlığı da bu iddiaiçin kuvvetli bir delil sayılabilir.Rakım Vakfiyesinin MetniBu tür metinlerin sâdeleştirilmesinin ilim çevrelerinde hoşkarşılanmadığı bir gerçek. Ama bu tarz bir yayımın çok sınırlısayıda insana ulaştığı da başka bir gerçek. Ben doğrusuçoğunluktan yana olmakla beraber bu işin erbabına olansaygıma binaen vakfiyenin temizlenmiş, daha kolay görülebilirbir duruma getirilmiş bir fotokopisini vermekle herVe revâyi’-ı vürû’-u muttasılü’l-vürûd ol Habib-i Rabb-iVedûd, ve sâhib-i havz-ı mevrûd Muhammedini’l–Mustafael-Mahmûd Hazretlerinin ravza-i behişt medâr-ıpür envârına sezâvâr-ı takdim ve tebşârdır ki ümmet-iusâtını şefaati sebebiyle yevme 8 meâsıyden tathir ve iksir-imütâbeatinden yek zerre re’feti sermâye-i pûyân-ı mağfireter’esü’l-mal-i vâfidir. Ve dahi tayyibe-i âl ü ashab veeşbah-ı tâhire-i evlâd ve ahbab üzerlerine olsun ki herbirivâkıf-ı hadis-i şerif 9 medlûlünce emvâlini vücûh-u hayratanisâr ve infak-ı fi-sebilillahı sâir ef’al üzerine iysâr eylediler.Rıdvânulli teâla aleyhim ecmeîn. Ba’de zalike çûn bu dâr-ıdünyanın atası nâ pâyidar ve mahall-i ikameti câ-yı bî-kararolduğunu her âkıl ve dânâ re’y-i reşid ile tedebbür ve fikr-<strong>ise</strong>did ile tefekkür edüp 10 hakikati vücûduna sirayet etmedin.Ve târik-i dünya olup âhirete gitmedin 11 mazmun-u şerifinceher bir hasene içün onar ecr-i gayr-i memnun 12 va’dbuyurulmuştur. 13Binâen alâ zalik Devlet-i Aliyye-i ebediyyü’l-istikrardasâbıkan sadr-ı Anadolu a’lemü’l-ulemâi’l-izam, efdalü’lfudalâi’l-fihâm,câmi’-ı eştati’l-ulûm ve’l-maarif, hâvi-ienvari’l-mehâsin ve’l-letâif, mecmeu’l-kelimâti’n-diyniyyeve, menbaı’l- melekâti’l-yakıyniyye devletlû, atûfetlû,re’fetlû"Mustafa Râkım Efendi kendisi tarafından asaleten ve zevcesiEmine Hanım binti merhum İbrahim Efendi tarafındanda vekâleten bu vakfın tescili için Mehmed Haşim Efendibin Mehmed ile Ahmed Efendi ibn-i Mehmed’in 14 de huzurlarıylabu vakfın tesciline karar verildi. Mahkeme tarafındanvekâleten görevlendirilen Başkâtib Müftü-zade Seyyidel-Hac Mustafa Efendi ibn-i es-Seyyid Osman. İstanbul BayezidCamii civarında Süleymaniye Mahallesi’nde bulunanRâkım Efendi’nin konağına (saadet hanelerine) giderek-Mustafa Râkım Efendi’nin- zât-ı âlilerine mahsus odada132


ve vakfiye sonunda isimleri yazılı şahısların hazır olduklarıbir meclis akd olundu. Bu mecliste Râkım Efendi’yevekâleten ve asaleten söz alan ve mütevelli nasb olunan(şimdiki avukat makamında) müderrislerden MehmedEmin Rasim Efendi bin Hasan mahzarında 15 asâleten vevekâleten söz alıp şunları söyledi:Aşağıda şartları yazılacak vakfın kuruluşuna kadar kendiözel mülkü olup İstanbul Zincirlikuyu kurbunda AtikAli Paşa Camii avlusunda bulunan; bir taraftan camii şerifavlusu, bir taraftan Esma Hanım evi ve bir taraftanÜnzile Hanım evi ve –dördüncü- taraftan umumi yol ileçevrili terbi’an 900 zira’ (682,2 metrekare) boş arsa ile27 bin 500 kuruş paramı, ayrıca zevcem ve müvekkilemEmine Hanım’ın da kendi parasından ayırdığı 7 bin 500kuruş nakdi ki toplam 35 bin kuruş (4 milyon 200 binakçe) nakit parayı sâdık bir niyet ve sadece rızâ-yı Bârî’yenâiliyet arzusu ile asaleten ve vekâleten şu şartların tahakkukumaksadıyla vakf ve haps eyledim. Şer‘an sahihbir vakıf olması için de şu şartları koydum:* ... 27 bin 500 kuruştan 12 bin 500 kuruşu ile mevkufarsa üzerine 10 hücre ve 1 dershaneden müteşekkil birdâru’l-hadis ile bir türbeyi hâvî güzel bir ilim merkezi yapılmaküzere vakfedilmiştir.* Arapça, şer’î ilimler, edebî ilimler ile aklî ilimlerde söz sahibi,çeşitli sanatlarda mâhir (fünun-u mütevâliye-i âliye) vebu ilimleri okutmağa muktedir ve Nakşibendî tarikatinemensub âlim ve kâmil bir zat ders-i âm olsun. Tespit edilengünlerde ders vererek günde 30 akçe yevmiye alsın.* Salihlerden bir kimse de kapıcı tayin olunsun. Kapılarıaçıp kapamak, muhafaza etmek mukabili buna <strong>ise</strong> günlük5 akçe verilsin.* Her Cuma ve Pazartesi geceleri müderris olan zat talebeyleberaber Ali Paşa Camii’nde veyahut medresedershanesinde hatm-i hâce okuyup dünya ve ahiret saadetimiçin bağışlasınlar. İş bu hatm-i hâce için yıllık 24kıyye (30,700 kg) şeker alınıp şeyhlerin alıştığı, bildiğişekilde okunan hatm-i şerif sonunda hazır olanlara vetalebeye dağıtılsın.* Dâru’l-Hadis helâları karşısında kandil yakmak için yıllık12 kıyye (15,5 kg) zeytinyağı alınsın. Bu yağ kapıcıyateslim edilsin. O da bu kandillerin yakılması için yevmiye3 akçe alsın.* Çöplerin atılması ve helâların temizlenmesi için yıllık 30kuruş verilsin.* Diğer 15 bin kuruş ile zevcem EmineHanım’ın vakfettiği 7 bin 500 kuruş, mütevellive vakıf nâzırının reyine göre 10'u 11,5 hesabıüzere (% 11,5) ve helal olmak şartıyla irbah(kârlı bir işte kullanma) olunsun. Benim vakfeylediğim 15 bin kuruşun hâsıl olan gelir venemâsından binâ olunacak 10 hücreden herbirine ders verebilecek kudret ve bilgiye sahip,kabiliyetli birer dânişmend (asistan, müderrismuavini) tayin edilsin. Bu dânişmendlerin herbirine ikişer paralık ikişer ekmek ve yıllık 15’erkuruş odun ve kömür parası verilsin.


* Eyyub Sultan Cami-i Şerifi’ne koyduğum 30 ayrı cüzhalindeki Kuran-ı Kerim’den Kadir gecelerinde iş bu camininüç imamı ve yedi hafız toplanarak hatim okusunlar.Hâsıl olan ecir ve sevapları Seyyidü’l-Kevneyn Aleyhi’sSalâtü ve’s-Selam Efendimiz (SAV) Hazretleri’nin ve bilcümleEnbiya-yı İzam ve Ashab-ı Kiram rıdvanullahi teala aleyhimecmaiyn hazretlerinin, ebeveynimin aziz ruhlarına vebenim de dünya ve âhıret saadetim için hediye etsinler. Bu10 kişiden her birine 22’şer akçe verilsin. Baş imam olanzat adı geçen cüzleri dağıtsın ve daha sonra da toplayarakmahfazasına koysun. Bu hizmetine karşı günlük 2 akçe alsın.Ve 5 kuruşluk da öd ve gül suyu alınarak orada bulunancemaate ikram edilsin.* Zevcem ve müvekkilem Emine Hanım’ın vakfettiği paranıngelirinden her sene Rebiulevvel’in 12. günü veya dahasonra medrese dershanesinde veya camii şerifte Efendimiz(SAV)’e tevhid, salat u selam ve mevlid okunsun. İşbu mevlidiokuyan zata 15 kuruş verilsin. Mevlitten önce 20 hafıziki hatim-i şerif okuyup hasıl olan sevabı Emine Hanım’ınebeveyninin ruhlarına hediye etsinler. Bu 20 zatın her birine22’şer akçe verilsin. 10 kıyye (12,800 kg) şekerden şerbetyapılıp hazır olan cemaatin şevk ve muhabbet ateşlerininteskini için ikram edilsin. 15 kıyye (19,200 kg) şeker dekâğıtlara konarak dağıtılsın. Şeker ve şerbet dağıtan 4 kişininher birine 3’er kuruştan 12 kuruş verilsin. 10 kuruşlukda öd ve gülsuyu alınarak yine o cemaate ikram olunsun.* İstanbul’da Molla Fenâyî yakınlarındaki Kasap Halil Efendimescidine Cuma ve Bayram namazları için izn-i âmm(herkes için ibadete açık) olmak üzere bir minber koydurdum.Sesi güzel âlim, âbid, müttaki ve zâhid bir kimse burayahatib ve devirhan olup Cuma ve Bayram günlerindeo mahalle halkına namaz kıldırsın. Bu hizmetlerine mukabilolmak üzere günlük 14 akçe verilsin. Kıraat olunmak içinkoymuş olduğum Mushaf-ı Şerif’i ve hatip için serilmiş olanseccadeyi muhafaza eden zata da günlük 2 akçe ödensin* Zevcem Emine Hanım’ın vakfı benim vakfımla birleştirilsin.Benim vakfıma her kim mütevelli, kâtip, câbi olursaonun vakfına da mütevelli, kâtip ve câbi olsun.* İşbu vakfın günlük 50 akçe vazife ile tevliyeti hayatta olduğummüddetçe bana aittir. Vefatımdan sonra zevcemEmine Hanım mütevelli olacaktır. Onun da vefatından sonradaha önce ismi geçen Hafız Mehmed Emin Rasim Efendi,ondan sonra da Haşim Efendi mütevelli olsun. Dahasonraları <strong>ise</strong> vakıf nazırının isteği ve seçimi ile dürüst birkimse mütevelli tayin olunsun.* Vakfın kâtibliği günlük 20 akçe vazife ile Hafız MehmedEmin Rasim Efendi’ye, onun vefatından sonra <strong>ise</strong> evlad vetorunlarından en büyük ve aklı başında olanına aittir* Vakfın cibâyeti günlük 20 akçe vazife ile Mehmed HaşimEfendi’ye onun vefatından sonra <strong>ise</strong> aynı şekilde onun çocuklarınaşart koşulmuştur.* Vakıf, askerî kassâmı efendiler nezaretinde devam etsin.Her sene vakfın gelir- giderleri mahkemece kontrol edilsin.Bunun için imza harcı olarak günlük 10 akçe verilsin. Askerîkassâm kâtiplerinin reisi muhâsib olsun yevmiye olarak dave 5 akçe alsın.* Yine vakfın gelirlerinden masraflar çıkarıldıktan sonraher ne kadar fazla kalır <strong>ise</strong> münasib bir şekilde akara çevrilsin.Emine Hanım vakfının tebdil ve tağyiri, azaltılmasıveya çoğaltılması kendi irademize tabi’dir. Eğer yukarıdasayılan şartlara uymak zor olursa veya imkânsız olursaadı geçen bu vakıflar fakir müslümanlara bağışlanmıştırdiye vakıf şartları tayin olunmuş ve bu beyanlar da kaydageçirilmiştir.Ayrıca vakf edilen arsanın mülkiyet hakları ile paralarıve Mushaf-ı Şerif’i mütevelli olan zata [M.Emin Râsim Efendi’ye] teslim eyledim. O da;“vâkıf olmak ve vakfiye şartlarına uymaküzere aldım ve kabul ettim” demesi üzerinemahkemece –işbu vakıf- tescil olundu.Vakıf sahibi Mustafa Râkım Efendi ile vekiliM. Emin Râsim Efendi sözü para (nükud)vakıfları ve ona taalluk eden şartlarve kayıtlar konusuna getirip şu fetvalarızikrettiler: Bu tarz bir vakıf üçimam (İmam-ı A’zam, İmam Muhammed,İmam Ebû Yusuf) nazarında sahiholmayıp, bunlara göre sahih olan,doğru olan akar vakıflarıdır. Lakinİmam-ı Azam Hazretleri katında buhüküm bağlayıcı değildir.Vakıf kurucusunun, vakfın menfaatlerinikendine şart etmesiİmam-ı Şeybânî katında vakfı batıl


kılar. Bundan dolayı bu vakıftan asaletenve vekâleten dönüyorum. Mezkur arsa ile27 bin 500 kuruş para ve Mushaf-ı Şerif’ikendime, 7 bin 500 kuruşu da zevcemEmine Hanım’a iadeyi murad ediyorum,deyince mütevellî Râsim Efendi söz alıpgerçi fetvalar bu şekildedir. Lakin nükûdvakıfları ve onları düzenleyen kayıt veşartlar, İmam Muhammedü’l-Ensârî’ninİmam Züfer’den naklettiği rivayete görecâizdir. İkinci imam Ebû Yusuf’a göre vakıfsahibi, vakfın menfaatini kendine şartetmesiyle artık bu vakıf sahih olur. İmamMuhammed’e göre <strong>ise</strong> vakfedilen şeylerinmütevelliye teslimi ile vakıf teşekküleder. İmameyn Kavilleri bu şekilde olduğunagöre onların mezhebine göre buvakfın tesisini rica ederim diye red ve teslimdençekinince ve Râkım Efendi’nin deİmameyn’e uyması hasebiyle... Vakfın kuruluşuna kararverildi. Bu husus orada bulunan zevat ve mahkemecegönderilen şahısların huzurunda aynen vaki’ olduğu şekildeyazıldı. Bütün bunlardan sonra bu vakfın lüzumluve tesisinde büyük faydalar olacağı düşünülerek bu şartlarındeğiştirilmesi konuşan, susan bir kimse için muhal,tağyir ve tebdili <strong>ise</strong> ihtimalden uzak olsun denildi.“Her kim bunu işittikten ve kullandıktan sonra vasiyetideğiştirirse, günahı onu değiştirenleredir. Şüphesiz Allahher şeyi işitir ve her şeyi bilir.” (Bakara Sûresi 181),(22.12.1824 / Gurre Cemaziye’l-Evvel 1240)Şühûdü’l-Hal: Osman Ağa ibn-i Ahmed, Mehmed AzizAğa ibn-i Mehmed, Mehmed Ağa ibn-i Hüseyin, MustafaAğa ibn-i Mehmed, Hafız Mustafa (?), AbdurrahmanAğa ibn Mehmed Nuri, Esseyyid Ali Ağa ibn-i Osman,Ali Ağa ibn-i Hasan, Abdullah Ağa ibn-i Süleyman,Said Efendi.”Tescil Sonrası DurumVakıf mütevelliyesi Emine Hanım arzuhal sunup zevci,sabıkan Anadolu Kadıaskeri Mustafa Râkım Efendimerhumun hayatta iken vakf eylediği paraları ilemezbure Emine Hanım’ın vakf eylediği para vakfının(nükûdî vakıf) vakfiyesi Anadolu muhasebesine kaydolunmasını -verdiği- bir arzuhalle istid’a etmekle sâdırolan ferman-ı âli vechile mezbure Emine Hanım’ın elindeolan vakfiyeye nazar ve kaide-i sakka muvafık salihaolmakla Anadolu Muhasebesine kayd ve cihat tevcihatımütevellisi arzıyla tevcih buyurulmak babındaAhıçelebi mahkemesi nâibi Râsim Mehmet Emin Efendii’lâm kilmakla imdi ber minval-i i’lam kayd... Olunmakbabında 17.01.1827 (18.C.1242) tarihinde sadırolan ferman-ı âli mucibince kayd... Olunmuştur. AhiÇelebi Mahkemesi sicillerinde yapılan araştırmada bu anakadar böyle bir kayda rast gelinmedi. Bu mahkemenin 391numaralı defterinin sonunda tarihsiz olarak talik yazı ileRâsim Mehmet Emin Efendi’nin mührü bulunmaktadır. Budefterin onun tarafından tanzim edildiği de kayıtlıdır. MustafaRakım Efendi’nin yakın dostlarından olan Râsim Efendiile ilgili olarak bulunan son bilgiler şöyledir: Vakfiyede yazıldığıüzere bu zatın 1824 yılında bir kaç yetişkin çocuğu olduğuanlaşılıyor. 1845 tarihli bir kayıtta <strong>ise</strong> onun hakkındaşu bilgiler ortaya çıktı:“Lâleli kurbunda Kızıltaş Mahallesi ahalisinden -Haşim Efendide aynı yerde mukim idi- olup Vilayet-i Rumeli’de Tırnovakazasında nâib-i şer’ iken fevt olan müderrisiyn-i kiramdanEsseyyid Mehmet Emin Râsim Efendi ibni el-Hac Hasan’ın…kızı Şerife Aişe Adeviyye ve… Şerife Esma’nın nafaka huccetihâmişidir. Asıl tarih 08.12.1839 (Gurre L. 1255) ve bu hüccetintarihi 04.04.1845 (25.Ra.1261).Bu hüccetteki bilgiler <strong>ise</strong> şöyle: Râsim Efendi’nin 1839’da vefatıile o tarihte küçük yaşta yetim kalan kızlarına aylık 450’şerkuruş maaş bağlanmış. Bunlara vasi olarak da süt anneleri(hâdıneleri) Hatice Hanım tayin edilmiş. 1845’e kadar bumaaşları aldıkları anlaşılan bu kızlardan Esma Hanım’ın maaşınabu tarihte 150 kuruş daha zam yapılmış.DİPNOTLAR: * Marmara Ün. Fen-Ed. Fak. Bilgi ve Belge Yönetimi Öğr. Üyesi 1) HR. MTV231. 2) A. TŞF 286 / 35 ve A. TŞF 10 / 58 ( Bu belgenin üzerindeki tarih tahminî olup 18511267)’dir. Ancak bu tarihte yapılan bir düğün şüpheli olup, doğrusu 1854 (1270)’deki FatmaSultan- Ali Galip Paşa düğün töreni ve bu sebeple tertip edilen ziyafet olabilir. 3) EV.11031 / 33. 4) Şer’î Siciller Arşivi, Kısmet-i Askeriyye Mahkemesi 5 / 1613 -72. 5) Kemal Çiçek,TDV İslam Ansiklopedisi, 28 / 363, 364. 6) bin Ömer Efendi ( ? – 1845 ), Şer’i SicillerArşivi, Rumeli Sadareti 507 / 23b. 7) Bu paranın yaklaşık olarak bugünkü değeri şöyleidi: 1823’te hazinenin para sıkıntısını gidermek için hükumet altının dirhemini 16 kuruştan(gramı 5 Kuruş), üç sene sonra 16,5 kuruştan gramı 5.15 Kuruş ) almağa karar vermiş vebu hususta II. Mahmud’dan bir de hatt-ı hümayun istihsal etmişti. (Tarih-i Cevdet XII / 51ve Osmanlı Arşivi Hatt-ı Himayun tasnifi (HAT) 26653, 27753). Ayrıca 90 dirhem (288 gr.)ekmek 2 para, 1 okka (1,280 kg) koyun eti 31 para idi. (H.H. 30840). Bir de şunu unutmamaklazım o da, paranın satın alma gücünün o zaman bugüne göre üç- beş kat daha yüksekolduğu gerçeğidir. 8) Bu ibare Rahman Suresinin 41. Âyet-i kerimesine atfen yazılmışbir ibare olup meâli şöyledir: “Suçlular – kıyamet günü- yüzlerinden ve perçemlerinden yakalanırlar.”Bu âyet-i kerimenin asıl metninde ilk kelime olan yevm kelimesi yoktur. Bu âyet“yü’rafü’l mücrimûne...” şeklinde başlar, son kısmı <strong>ise</strong> burada olduğu gibidir. 9) - Ahiretgünü - insan verdiği sadakaların gölgesi altında gölgelenir. 10) Dünyada her şey geçicidir,mealindeki Rahman Suresinin 26. âyet-i kerimesi. 11) Kim (Allah’ın huzuruna) iyilikle gelirseona getirdiğinin on katı verilir. (En’âm Sûresi 160) 12) Rahman Sûresindeki âyet-i kerimetekrar ediliyor. 13) Allah (C.C) vadini yerine getirir. 14) Prof. Dr. Ziya Yılmazer’in değerliaçıklamaları ile yayımlanan Vak’anüvis Es’ad Efendi tarihine göre (s. 521) M. Râkım ve İsmailZühdi Efendiler üç kardeş imiş. Bu yeni bilgiye göre Râkım ve Zühdi Efendilerin şu anda isminibilmediğimiz en büyük kardeşleri babaları gibi denizci imiş. 15) Mahzarın asıl ma’nasıbir makama verilen toplu dilekçedir Ama burada hazırlana metin, kuruluşun sebepleriniizah eden yazı anlamındadır. ŞSA, Kısmet-i Askeriye Mahkemesi defter nu. 1590 / 50b.135


Eskiden çeyiz denince akla uzun uğraş ve emeklerle hazırlanan ince işçiliklergelirdi. Danteller, kanaviçeler, oyalar, tığ ve iğne işleri, her genç kızın annesindenveya yakınındaki işin ustası olan kişilerden öğrenmesi gereken işlerdi.Kızların evde boş oturup hiçbir şey üretmeden durmasına iyi gözle bakmayananneler, küçük yaşta onların eline tığ verip zincir çektirir, günlerce çekilenzincirden sonra basit oya motiflerine başlatırdı. Şimdiki gibi el işi öğrenmekiçin kimse kursa gitmezdi ama yine de evlerde ciddi bir eğitimden geçilirdi.Mahallelerde her tür el işinin bir ustası olurdu çünkü. Genç kızlar, el işlerinininceliklerini öğrenmeleri için komşu teyzelere ya da ablalara gönderilir,daha iyi yapabildikleri işlemelerde ustalaşırlardı. Böylece gelinlik çağa gelmişbir kızdan çeyizinin büyük bir bölümünü kendisinin yapması beklenirdi.Hazırlanan el emeği göz nuru eşyalar, gündelik hayatta kullanılması için yapılanel işleriydi. Ancak kadınların gündelik yaşamlarını kolaylaştırdıkları peksöylenemezdi. Çünkü üzerinde kanaviçe ya da başka ince bir iş bulunan yatakörtülerinin bakımı oldukça zahmet isteyen bir işti. Kar beyazı örtülerin üzerindekinakışlarda kullanılan ipliklerin renklerinin birbirine karışmadan yıkanması,pürüzsüz durması için <strong>ise</strong> periyodik olarak kolalanması gerekiyordu.Unutulan Çeyiz GeleneğiKadınların çalışma hayatına başlamasıyla, el işi örtüler ve çeyizliklerin de yapımıazalmaya başladı. Sadece çalışan kadınlar değil, kendine daha fazla vakitayırmak isteyen ev hanımları da rahat kullanabilecekleri tekstil eşyalarını kullanmayıtercih ediyorlar artık. Annelerimizin, ninelerimizin çeyiz için gösterdikleriihtimamı göstermek, şimdilerde bu işleri farklı biçimlerde yaşatmaya çalışan,bu işe gönül vermiş öğretmenlere düşüyor. Bunlardan biri de Yalova’nınÇınarcık ilçesinde Halk Eğitim Merkezi’nde öğretmenlik yapan Birge Şahin.Yıllardır yöresinin el işini yaşatma çabasını sürdüren Çınarcıklı el sanatları öğretmeniBirge Şahin ile Yalova İl Kültür Müdürlüğü’nde görüştük. Şahin ilegörüşmemizde bize Kültür ve Turizm İl Müdürü Cemal Ulusoy da eşlik etti.Yalova’nın saklı kültür hazinelerinin tanıtılması konusunda büyük gayret gösterdiğini,şehrin unutulmuş, geri planda kalmış el sanatlarını tanıtmak için kurumunbütün imkânlarını seferber ettiğini öğreniyoruz. Birge Hanım ve onungibi Yalova’ya hizmet eden sanatseverlere, gösterdiği ihtimam ve bu söyleşiyemakam odasını mekân olarak tahsis etmesi de bunun bir göstergesi zaten.Birge Şahin’le konuşmaya başlamadan önce, konuya bir giriş ve temel oluşturmakiçin Cemal Ulusoy’dan geleneksel el sanatları bağlamında şehirdekikültürel durumu ve Yalova Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü’nün bu alandaki çalışmalarınıöğrenme fırsatımız oluyor. Müdürlük olarak Yalova’ya ait ne varsaaraştırıp tanıtma çabasında olduklarını söyleyen Cemal Ulusoy, 17 Ağustosdepremi ile birlikte kültürel olarak da birçok kayıp yaşadıklarını belirtiyor veşöyle diyor: “Giden şeylerin yerine yenilerini yerleştirmek çok zor, bazı şeylervar ki hiçbir şekilde telafisi mümkün olmuyor. Depremle birlikte Yalova sosyalve kültürel olarak da büyük bir değişime uğradı. Depremde birçok sanatçımızıve tarihi eserimizi de kaybettik. Depremden sonra Yalova’dan ayrılançok vatandaşımız oldu, ayrılanların yerine Türkiye’nin birçok bölgesinden degöç aldık. Bu da Yalova’nın farklı bir kimlik kazanmasına neden oldu. Bu çokkimlikli yeni kültürü eski kültürümüzle kaynaştırma çabasındayız.”Üç Kuşaktan Beri Çınarcık İşi ÖğretiyorlarŞehrin bugünkü sosyal ve kültürel durumunu özetleyen bu girizgahtan sonra,Birge Şahin ile röportaja, Çınarcık işine nasıl başladığını sorarak başlıyoruz.Çınarcık işine ilgisi aileden geliyormuş. Kendisi annesinden, annesi deanneannesinden öğrenmiş. Tabii sadece bu gelenek aile içinde sınırlı kalmamış.Annesi ve anneannesi çevrelerinde bulunan genç kızlara da bu işi öğretmişler.Birge Şahin, “Bizden önceki dönemlerde el işlerini annelerimizden,137


komşularımızdan öğreniyorduk.” diyor ve ekliyor:“Ama artık sandık çeyizi geleneği kalktığı için kimsebakımı bu kadar zahmet isteyen bir işi gündelikolarak kullanmak istemiyor.”Şimdilerde el işini hobi olarak öğrenen kadınlara,bu işi öğretmenin yolu bir kurs merkezinde ustaöğretici olarak çalışmaktan geçiyor. Birge Şahin deanne ve büyükannesinin el işi zanaatini öğretmegeleneğini bu şekilde yaşatıyor. Çınarcık işinin netür kullanımları olduğunu sorduğumuzda <strong>ise</strong> şu cevabıveriyor: “Eskiden Çınarcık işi yalnızca yatak takımlarındakullanılırmış, etek çarşafı, yorgan ağzı,yorgan kılıfı ve kırlent gibi. Ama şimdi birçok şeydekullanılıyor. Mesela elb<strong>ise</strong>de çalıştım, tepsilerde,panolarda, sabunluklarda, ipek keselerde kullandım.Çınarcık işinin kullanım alanları çok geniş.Sizin ufkunuza, bakış açınıza kalmış. Örneğin birgece lambası üzerinde çalışmıştım ben. Oldukçagüzel bir sonuç aldım. Çünkü ışığın kumaşta yansımasımekân içerisinde çok değişik motifler ortayaçıkarabiliyor.”Geleneksel İşe Yeni TasarımlarYaptığı işten zevk aldığı her halinden belli olan BirgeHanım’ın, el işiyle ilgili bir başka tutkusunu daöğreniyoruz. Gördüğü her güzel deseni Çınarcıkişine uyarlamak onda vazgeçilmez bir tutku olmuş.Birge Hanım, mezar taşlarındaki motifleri, çinilerdekimotifleri ve gözüne çarpan her türlü tasarımıÇınarcık işine uyarlayabiliyor. Bu uyarlamalardakiamacının yalnızca Çınarcık işini ortaya çıkarmakolmadığını, geleneksel motifleri el işlerine adapteederek, aynı zamanda yeni nesillere bu motifleriaktarıp tanıtmak olduğunu belirtiyor. Birge Hanım,adeta bir portreden etkilenip öyküsünü kalemealan bir yazar gibi, hatta bu öyküden esinlenipbir şarkı besteleyen bir kompozitör gibi çalışıyor,güzel olanın özüne inip, derinlerdeki o tek olan dildekonuşuyor ortaya çıkardığı el işleri vasıtasıyla.<strong>Sanat</strong>, icra edenin kendini ifade edebilmesi içinmükemmel bir vasıta olduğu gibi, aynı zamandatoplumsal bir iletişim aracı vazifesi de görüyor veçağlar ötesinden mesajlar taşıyor bugüne ve yarına.Çınarcık işinin tarihini ve kökenlerini merak ediyorve soruyoruz Birge Hanım’a.Çınarcık işinin öyküsü, Birinci Dünya Savaşı’ndanönceki zamanlara dayanıyor; bölgede TürklerleRumların birlikte yaşadığı, ortak motiflerin kullanıldığı,ortak türkülerin söylendiği, yıllara… Bukaynaşma, toplumun bağrından çıkan ürünlere dayansımış zamanla ve ortak bir tarz denilebilecek Çınarcıkişini meydana getirmiş. Bu döneme ait çokfazla örnek yok şu anda ne yazık ki, var olanlar dayine bu kardeşliği yaşayan insanlar sayesinde ulaşmışgünümüze. “Çünkü.” diyor Birge Hanım, “Yunanordusunun Marmara Bölgesi’nde bir eylem hazırlığıiçerisinde olduğu haberi, o günkü Rum vatandaşlarımıztarafından Türklere iletilmeseydi,belki de bugünkü eserlerin hiçbirine erişemeyecektik.O gün bu haberi alan atalarımız, şehri terk edipdağlara sığınırken sandıklarında bu çeyizleri taşıyarak,hem kendilerini, hem de en değerli eşyalarınımuhafaza etmeyi başarıyorlar.”138


Ellerinde eskilerden kalma el işi bulunup bulunmadığınıkendisine sorduğumuzda, en eski işlemenin şimdilerde90 yaşına gelmiş Çınarcık’ın yerlisi olan bir hanımaait olduğunu öğreniyoruz. Bu hanımın 1940 yılında 13yaşındayken yaptığı bu el işinin ne kadar mükemmel işlendiğinisöyleyen Birge Hanım, o dönmelere ait çalışmalarhakkında bilgi sahibi olmalarını sağladığı için deçok kıymetli olduğunu ifade ediyor.Çınarcık İşinin Tescili 3 Yıl SürdüYöre ismi ile anılan Çınarcık işinin, benzerlerinden farklı vekendine mahsus özellikler taşıyan müstakil bir el sanatı olarakAntep işinden farklı bir tür olduğunu kabul ettirmek için3 yıl uğraş verdiklerini öğreniyoruz İl Kültür Müdürü CemalUlusoy’dan. O güne kadar Antep işinden resmi olarak ayrıtutulan bir dal olmadığını kendilerinden öğreniyoruz. “BirgeHanım’ın Çınarcık yerlilerinden topladığı antika değerindekiparçalarla, bunun farklı bir tür olduğunu tescil ettirmişolduk.” diyor Cemal Ulusoy.Çınarcık işinin nasıl bir teknikle yapıldığına gelince… BirgeHanım’dan öğrendiğimiz kadarıyla Çınarcık işi en kısa tanıtımıyla,atkı ve çözgü iplikleri birbirine eşit olan ipek, keten,pamuklu ve el dokuması kumaşlara yapılmış, pamuklu,ipekli ve floşlu ipliklerle işlenmiş, işlemenin kasnakta yapıldığıbir ajur tekniği… Çınarcık haricinde, Yalova’nın diğerilçelerinde yapılmadığı için bu el işine Çınarcık işi denmiş.Birge Şahin, Çınarcık işi ile yaptığı ürünler ve ürünlere yönelikbeğeni, sadece il sınırları içinde kalmamış. Mesela Başbakanımızıneşi Emine Erdoğan Hanımefendi’ye ve kimi bakaneşlerine talep üzerine yaptığı işler, muhatapları tarafındançok beğenilmiş. Ortaya koyduğu ürünlerde özgün tasarımlar,daha önce yapılmamış kompozisyonlar da olmuş:“Çin Büyükelçisi’nin eşine yaptığım bir çalışma var, bu benimiçin çok farklı bir deneyim oldu. Kanuni motifini beyazipek üzerine beyaz ipek iplikle işledim ve oyalarını laledenyaptım. Lale, bildiğiniz gibi Osmanlı’da sıkça kullanılmış veOsmanlı’yı hatırlatan bir simge olmuştur. Bir de motifte Çintavanı vardı, onu da Çin’i anlatan bir motif olması dolayısıylaorada kullandım. Bu çalışmanın benim açımdan hem kıymeti,hem tecrübesi bakımından anlamı büyüktür.”Çınarcık işinin bugün az biliniyor olmasına rağmen, yakıngeçmişte bilinen bir el işi olduğunu söyleyen Birge Hanım,Çankaya Köşkü’nde Atatürk’ün yatağında serili örtünün Çınarcıkişi olmasını buna örnek gösteriyor ve ekliyor: “Bugünbizim amacımız Yalova’yı tanıtmak ve kültürünü yaşatmak…Nasıl Bartın işi ve Antep işi tanınıyorsa, Çınarcık işininde tanınması için çalışıyoruz.”Kullandıkları malzemeleri nasıl ve nereden temin ettiklerinisoruyoruz Birge Şahin’e. “Bir yemek yaparken malzemeninkalitesine özen gösterirseniz yemek de lezzetli olur ya...” diyorve ekliyor: “Ben de ipliğin rengini bozmadan, kumaşındokusunu iyi seçerek çalışmaya gayret ediyorum. İpeğimiÖdemiş’ten alıyor, Bursa’da boyatıyorum. Kumaş olarak daAnadolu’nun farklı yörelerindeki kumaşları inceleyip uygunolanları seçiyorum.” Birge Hanım, ortaya koyduğu ürünlerdenbirini göstererek, “Mesela şu gördüğünüz kandıra bezidir.Kandıra bezi, bildiğim kadarıyla sadece yaşlı bir teyzetarafından dokunuyordu. Birkaç kişiye öğretip öğretmediğiniAllah bilir; ama o vefat ettikten sonra, bu kumaşın üretimide sanıyorum bitti.”Birge Hanım’ın verdiği bu üzücü örnekten anlıyoruz ki onunbu kadar çok ürün vermek ve bu işi hakkıyla uygulayan öğrenciyetiştirmek için gösterdiği olağanüstü gayretinin arkasındatek bir neden var: Kandıra bezinin başına gelenin birgün Çınarcık işinin de başına gelmemesi…139


Dünyanın Dört Bir YanındaBu Zillerin Sesi ÇınlıyorAyşegül YILMAZMehmet Tamdeğer İstanbul’da yaşayan en eski bateri zili ustası. Caz’dan blues’a, rock’tan klasiğe farklı türlerde müzikicra eden yerli ve yabancı pek çok baterist, yarım asırdır onun elinden çıkan ‘İstanbul Mehmet’ markalı baterileri çalıyor.<strong>Usta</strong>sı <strong>ise</strong> Mikael Zilciyan. <strong>Usta</strong>sının son halkası olduğu Zilciyan ailesi 17. yüzyılın başında kil<strong>ise</strong> çanı ile başlamış zilüretimine. Tekkelere, mehter takımına halile üreterek üretimini genişleten Zilciyan ailesinin ürettiği zillerin şöhretizamanla, klasik müziğin revaç bulması ile Avrupa’ya da yayılmış, ünlü orkestralara enstrüman yapmış. Geçen yüzyıldada Beatles’tan Pink Floyd’a Deep Purple’dan Rolling Stones’a ünlü pek çok grup da Zilciyanların zillerini kullanmış.Mehmet Tamdeğer ile sanatını, ustasını, mesleğini devraldığı 400 yıllık Zilciyan ailesini konuştuk.


İstanbul, kendine mahsus ilginç birçok özelliğinin yanısıra, geçmişi asırlar öncesine dayanan ve hala devamettirilen el sanatlarını içinde barındırması ile de tarihikendisi kadar eski olan pek çok şehirden ayrılıyor.Mesleği bir sonraki nesle devreden ustalarınınunutulmasına izin vermedikleri bu el sanatları,günümüze ulaşana kadar zamanın ihtiyaçlarıve zevkleri ile kimi değişikliklere uğramış; ancaközlerinden bir şey kaybetmemişler. Bugün “İstanbulMehmet” markası ile üretim yapan MehmetTamdeğer’in ürettiği bateri zilleri de buna güzel birörnek… Evet, vurmalı çalgı takımındaki zillerinin geçmişi,belki bir asrı bile bulmuyor; ama zil çok eski birenstrüman ve Mehmet Tamdeğer’in ustası Mikael Zilciyan,400 yıldır ürettiği zillerle tüm dünyada şöhret bulmuşZilciyan ailesinin son ferdi…Mehmet Tamdeğer’in mesleğinde 60 yılı devirdiğihikâyesine geçmeden önce, mesleğini devraldığı Zilciyanailesinin 4 asır öncesine uzanan hikâyesini verelim.17. yüzyılda, tam tarihi ile 1623’te, asıl işi kalaycılık olanKerope Zilciyan’ın zil üretmesi ile başlıyor Zilciyanlarınhikayesi. İlk üretimlerin hemen ardından, Trabzon’danİstanbul’un Samatya semtine gelip kil<strong>ise</strong> çanları üretmeğebaşlamasıyla Zilciyan efsanesi de başlamış oluyor.Daha sonraki zamanlarda, zikirde musikiyi kullanan kimitarikatların meşklerinde ve mehter takımlarında kullanılanve halile adı verilen zilleri üretmiş Zilciyan ailesi. Batılalaşmaile birlikte kurulan Osmanlı bando takımlarınazil üreten ailenin zilleri zaman içinde öyle şöhrete ulaşmışki, Mozart ve Haydn gibi ünlü bestecilerin de eserlerindezil kullanmaya başlamasıyla ünleri Avrupa’ya kadaryayılmış. Avrupa’da kil<strong>ise</strong>lerin, bondo takımlarının,orkestraların, enstrümandaki yetkin tınıları sebebiylearadığı marka olmuş Zilciyan zilleri. Geçen yüzyılda Avrupave Amerika’da farklı müzik türlerinin ortaya çıkmasıylaailesinin şöhreti daha da artmış. 20 yüzyılın başlarındaortaya çıkan jazz, rock gibi yeni müzik türlerinin icracılarınında Zilciyan zillerini tercih etmesi ile şöhreti doruknoktasına çıkmış ailenin.60 Yıldır Süren Mesleki Aşk…Bugün Türkiye’de ve dünyada Zilciyanların yetiştirdiğiusta olarak tanınan Mehmet Tamdeğer’le görüşmekiçin Esenyurt’taki atölyesine gittik. Küçük bir fabrika olarakadlandırabileceğimiz atölyede Mehmet Tamdeğer,eşiyle birlikte yürütüyor işi. Atölyede bizi karşılayan personelininve kendilerinin gösterdiği misafirperver ve mütevazıtavır ile kendi aralarındaki samimi hava, dikkatimiziçekiyor. Kendisinden bize Zilciyanlarla nasıl tanıştığınıanlatmasını istediğimizde önce bir duraksıyor ve “Neredenbaşlayayım? Anlatacak çok şey var; ama hepsinihatırlamak çok zor.” diyor ve sonra başlıyor anlatmaya:“Biz Trabzon’dan İstanbul’a ben çok küçükken göçmüşüz.Gözümü Samatya’da açtım, şimdi nerelisiniz deseler,içimden daha çok Samatyalıyım demek geliyor. Babamben 10 yaşındayken vefat edince evin geçimi deağabeyime kalmıştı. Annem, ağabeyim, ablam ve benyalnız başımıza bu koca şehirde hayata tutunmaya çalışıyorduk.O sıralarda bir gün ben mahallede Zilciyanlarınatölyesinin önünden geçerken yaptıkları iş dikkatimiçekti, ellerindeki çekiçlerle kapak şeklindeki kocamanbir şeyi dövüyorlardı. Dayanamayıp yanlarına yaklaştımve ne yaptıklarını sordum. Daha sonra ustam olacakkişi ve mesai arkadaşım olacak çocuk, tencere kapağıyaptıklarını söyleyip işlettiler beni. Ben ‘Böyle tencerekapağı olmaz’ deyip itiraz edince gülüştüler.”İşe Çocuk Merakı ile BaşlamışO günden sonra hemen her gün yanlarına uğrar seyredermişonları. Zamanla çırakların içinde yaşıtı olan çocuklarlaarkadaş olmuş, birlikte top oynamaya başlamışlar.Atölyede çalışan çocukların hepsi, ustaları gibi Ermeniimiş. Çıraklardan Agop bir gün, ‘Sen de burada çalışsana,zaten her gün bizimle berabersin!’ demiş. Kendisininçırak alınacağına ihtimal vermemiş; çünkü o günekadar Zilciyanların tarihinde hiç Müslüman çalışmamış.<strong>Usta</strong>ya iletmişler ve Mehmet Bey, orada çalışmaya başlamış.“Mikael usta beni işe aldıktan sonra, Agop’la arkadaşlığımızartarak devam etti ve orada biz kardeş gibibüyüdük. Mikael <strong>Usta</strong> da sadece ustam değildi, banababalık yaptı aynı zamanda.” diyor gözleri dolarak vedevam ediyor mesleği öğrendiği ustasını anlatmaya:“Toprağı bol olsun, çok iyi bir insandı kendisi. Küçük olduğumuziçin Agop’la ikimizi çok korurdu.”<strong>Usta</strong>sının iş konusunda çok hassas olduğunu, sabahsaat 5.00’te Şişli’den gelip dükkânı açarak ocağı yaktığını,zillerin hammaddesi olan bakır ve kalay alaşımı hazırladığınısöylüyor Mehmet Bey. Kendisi de her sabahustası ile aynı saatte dükkânın önünde olan MehmetBey, ustasının bu kadar erken kalkıp gelmesine gönlü elvermediği için, biraz büyüdüğünde, dükkânın anahtarınıisteyerek dükkanı açmak için izin istemiş. “İlk başlardakarşı çıktı, sanırım yaşım küçük olduğu için bana kıyamıyordu,ama ısrarla her sabah ondan önce dükkânınönünde olunca anahtarı verdi.” diyor. <strong>Usta</strong>sının vefatı-141


na kadar 40 sene onun yanında çalışan Mehmet Tamdeğerve arkadaşı Agop, 50 yaşlarına gelip kendileriusta olduklarında bile yaşlı Mikael <strong>Usta</strong>’nın yanındanayrılmamışlar. Kendi çocuğu olmayan Mikael <strong>Usta</strong> da,öz evlatları gibi koruyup gözetmiş onları.“Yanından bir an bile ayrılmazdım.” dediği ustasındanbu zanaatın bütün inceliklerini öğrendiğini anlatıyorbize Mehmet Bey ve işin püf noktalarından birini şusözlerle açıklıyor: ”Bizim işin en önemli kısmı zilin tınısıdır.Eğer her biri ayrı ses veren zillerin sesini ayırt edemezsenizyaptığınız iş boşunadır. Baterinin çok çeşitlerivar, hepsinin de tınısı farklı. Benim kulağımı çok beğenirdiustam. O olmadığı zamanlarda kontrolleri ben yapardım.”Dile kolay, tam 40 yıl aynı yerde nasıl çalışabildiğinisorduğumuzda, “Eğer çalıştığınız yer sizin hayatınızınbir parçası, ustanız da babanız gibi olmuşsa, oradadeğil 40 yıl, daha da çok çalışabilirsiniz.” diyor.Dünyanın En Ünlü Gruplarının Zilleri İstanbul’danMikael <strong>Usta</strong>’nın zamanında “Made in Turkey / İstanbul”yazılan zilleri çok ünlü grupların aldığını öğreniyoruzMehmet Tamdeğer’den. <strong>Usta</strong>sının döneminde Beatles,Pink Floyd, Deep Purple, Jimmy Hendrix, Guns N’Roses, Rolling Stones gibi daha nice ünlü isim ve gruplarındönemde Zilciyanlardan enstrüman satın aldıklarınısöylüyor bize. Rock müziğin efsanesi olan bu gruplarınTürkiye’den bateri aldıklarını acaba kaç kişi biliyordur?Bu kadar önemli müzik adamlarına bateri yapmışolmak gerçek bir ustalık gerektiriyor olsa gerek diye düşünüyoruz.Mehmet Tamdeğer’e "Samatya’daki dükkânda zilleriçekiçle döverken, bir gün dünyada yaşayan en eski zilustası olacağınız aklınıza gelir miydi?" diye soruyoruz.Hemen her cevabı gibi bu cevabı da işine ve ustasınaduyduğu muhabbet ve saygıya işaret ediyor: “Dünyanınhemen her ülkesinden müzisyenler gelip bizi buluyor.Nasıl buluyorlar ben de bilmiyorum. Benim en eski ustaolma gibi iddiam yok, bunu müşterilerim söylüyor. Benişimi bu yaşıma rağmen severek yapıyorum. Mikael ustamda ölmemiş olsaydı onun yanında çalışmaya devameder, kendi işimi kurmaya asla teşebbüs bile etmezdim.”<strong>Usta</strong>sı ile Onu Ancak Ölüm Ayırabilmiş1978’de Mikael Zilciyan’ın vefatı ile, Türkiye’de Zilciyanmarkası da sona ermiş. Geride işini devam ettirecekbir yakını olmayınca ve isim hakkı da Mikael Zilciyan’ınAmerika’daki yakınlarına devredilince, Mehmet Tamdeğerve arkadaşı Agop Tomurcuk işsiz kalmış. Türkiye’deMikael Zilciyan’dan başka bu işi yapan kimsenin olmayışı,başka yapacak bir işi olmayan bu iki arkadaş için ilksenelerinin çok zor geçmesine neden olmuş.İki sene işsiz kalmış iki eski çırak, iki yeni usta… Girdikleriişlerin hiçbirinden tatmin olmayınca Agop’un aklınaatölye kurmak gelmiş ve kurmuşlar atölyelerini. Müziksektöründe bilininceye kadar bedavaya çalışmak zorundakalmışlar: “Biz sadece işin zanaat tarafını biliyorduk.İşimizi çok seviyor ve üretmekten zevk alıyorduk. İşin ticariyönüyle hiç ilgilenmemiştik. Başlarda bir hayli dolandırıldık.Bizden ürün alan Unkapanı esnafı paramızıödemiyordu.” İşleri, Amerika’da yaşayan Gülbin Yavuzisimli bir Türk kızının, kendilerine iş teklifinde bulunmasıile açılmış. Ritim sanatçısı Okay Temiz’in de o dönemdekendilerine müşteri bulma konusunda çok yardımcı olduğunuifade eden Mehmet <strong>Usta</strong>, “Müzik dünyasındahemen herkes birbirinden haberdar oluyor. Adınız, yaptığınıziş bir süre sonra dünyanın hemen her yerindekimüzisyenlere ulaşıyor.” diyor.Mehmet Tamdeğer’in hayatındaki ikinci kırılma <strong>ise</strong> ‘kardeşim’dediği arkadaşı Agop’un beklenmedik vefatı olmuş.Çocukluğundan vefatına kadar beraber olduğu ar-142


kadaşı ile ilgili sorular sorunca, gözlerinemleniyor, sesi titriyor. “Bugünbeni çok eskilere götürdünüz, çoközlediğim günleri yeniden yaşattınız.”diyor, teşekkür ederek. Pek anmakistemese de Mehmet Bey’denarkadaşı Agop’un vefatından sonra,Agop’un oğullarıyla anlaşamayıp ayrıldıklarını,kendisinin ‘İstanbul Mehmet’adı ile Agop’un çocuklarının da ‘İstanbulAgop’ adı ile yola ayrı ayrı devamettiklerini öğreniyoruz. Günümüzde el yapımızilleri sadece birkaç şirket üretiyor. ‘İstanbulAgop’ ve ‘İstanbul Mehmet’ de hala el işçiliğinebağlı kalarak üretim yapan iki marka…Zilciyanların Gizli FormülüZilciyan zillerinin bir özelliği de alaşımının yıllarcasaklanan sırrı. Mehmet Bey’e Mikael Bey’inkendilerine zil yapımının formülünü nasıl öğrettiğinisoruyoruz. Mehmet Tamdeğer adetagençlik günlerine dönerek muzip bir şekilde gülümsüyorve anlatıyor: “<strong>Usta</strong>mız aslında bize formülüöğretmedi, Agop’la ikimiz bir gün gizliceonu takip ettik. Zillerin yapımı ile ilgili ön hazırlıkzaten hep bizim elimizden geçerdi. Ama sıraformülün karışımına gelince usta bizi dışarı yollardı.Gençlik işte, bu da ağrımıza gidiyordu. Birkeresinde atölyeden çıkar gibi yapıp üst kata çıktıkve oradan ustayı seyrettik.” Gizli formülü buşekilde öğrendiklerini söyleyen Tamdeğer şunlarıda ekliyor: “Formülü öğrenmiş olmamıza rağmen,aklımıza ustamız hayattayken gidip başkabir dükkân açmak hiç gelmedi. Şimdilerde azıcıkbir şey öğrenen yanımızdan ayrılıyor ve kendiatölyesini kuruyor.”Geleneksel usta-çırak ilişkisinin kutsiyetineinanan bu zanaatkâr, geçmişteki yüksek değerlerinyaşatılmasının gerekliliğine inanıyor.Tamdeğer’in, bu bakımdan kendi dönemiyle yaşadığımızbu dönemi kıyaslamak bile istemediğinianlıyoruz sözlerinden: “Biz ustamıza her şeyimizlecân-ı gönülden bağlıydık. Onu üzmekten,incitmekten çok korkardık. O sadece ustamızdeğil, babamız gibiydi. Bu sadece bizim için geçerlideğildi, bizim nesil hep böyleydi. <strong>Usta</strong>mız nederse onu yapar, önümüzdeki işler bitene kadarçalışırdık. Yaptığımız iş bizim sorumluluğumuzdaydı.”<strong>Usta</strong>-çırak ilişkisinin bugünkü durumunun, her eski ustagibi unu da üzdüğünü anlıyoruz. Ama sanıyoruz onunçanını en çok sıkan şey, mesleği tam manasıyla öğrenmedenkendi işyerlerini kurmaya çalışmaları…Bateri Zillerinin YapımıZilin yapım aşamasının nasıl olduğunu öğrenmek içinMehmet Bey’le atölyeye geçiyoruz. Bize Zilciyan’ın gizliformülünü vermese de nasılyapıldığını anlatıyor. Kalayile bakır bir potada eritilipdöküm halini alıyor,dökümden sonra silindiregiriyor. Sonrasında göbeğebasılıyor ve fırına veriliyor.Suya atılan parçaların ortasına delikaçılıyor, sonrasında kesiliyor. Üzerineuzun süre çekiç vurulan zil, tornayagirdikten sonra cilalanıyor, son olarak markasıüzerine basılıyor. Mehmet Bey, artık seskontrollerini kendisinin yapmadığını, bununiçin haftanın bir günü Ayna grubunun bateristiBülent Akbay’ın gelip kontrolleri yaptığınıbelirtiyor. Ses kontrolünden geçemeyenziller <strong>ise</strong> eritilip yeniden yukarıda anlatılan işlemlerdengeçiriliyor. Her birinin farklı bir tınısınınolması sebebiyle muteber olan bu el yapımıziller, bugüne kadar pek çok bateri ustasıda yetiştirmiş. Jazz ve rock türü müziklerdeönemli ustalar yetiştirmiş. Mehmet Bey’ekendilerinden bateri alan Türk müzisyenlerinisorduğumuzda, “Bizden bateri alan tanınmışbir sürü grup ve kişi var; Sıla, Athena, Ayna,Yüksek Sadakat, bunlar şimdi hatırladıklarım.”diyor. Art Blakey, Gipsy Kings, Mel Lewis gibigrup ve sanatçılar da sürekli kendilerinden alıyormuşenstrümanlarını. Onların tam olarak istediklerinibildikleri için siparişlerini hep kendilerineverdiklerini söylüyor ve ekliyor: “Müzisyenlerçaldıkları enstrümana çok bağlılar. Biryere alıştıysalar hep oradan almak isterler aletlerini.Enstrümanla kullanıcısı arasında bir bağoluşur, insanın eli alıştığı tipteki aleti çalmak ister.”Mehmet Tamdeğer, müzisyen olmasa da60 yıldır müzik hayatının içinde. Birçok yerli veyabancı ünlü kişilerle bir arada olmuş, onlarladostluklar kurmuş. Nota bilmemesine rağmenzillerin çıkarttığı tınıları çok iyi tanıyor ve ayrıştırıyorolması onun müzik piyasasında kalıcı olmasınısağlamış.60 sene yılmadan aynı meslekte çalışmakherkesin yapabileceği bir şey olmasa gerek.Mehmet Tamdeğer geçirdiği ağır kalp hastalığınave eşinin itirazına rağmen her gün işininbaşına gelip en ince ayrıntısına kadar her şeylebizzat ilgileniyor. Birçok kişinin onun yaşındaemekliliğin tadını çıkarttığını düşünecek olursak,Mehmet Tamdeğer’in işine ne kadar bağlı olduğunadair söylenecek fazla bir söz yok. Atölyeden ayrılacağımızsırada, zillerin üzerine vurulan çekiç darbelerininritmik bir biçimde fark ediyoruz. Bir zaman sonramüzisyenlere teslim edilecek olan bu aletler, teslimatöncesi atölye işçilerinin ritmik çekiç darbeleri altındailk provalarını yapıyor sanki…143


<strong>Sanat</strong>ın En Kırılgan HaliMutia SOYLUİncecik, kırılmaya pek müsait olan yumurta kabukları, YusufEygören’in maharetli ellerinde birer sanat eserinedönüşüyor. Dişçilerin dolgu yaparken kullandığınabenzer bir el matkabıyla âdeta bir cerrah titizliğiyleçalışarak kabukların üzerini çiçek ve hatmotifleriyle beziyor Eygören. Kırılmalarınıönlemek içinse motiflendirilmiş kabuklarıcam fanuslarla korumaya alıyor, dahasonra led ışıklarla renklendiriyor.Türkiye’nin ilk yumurta oyma ustasıEygören’in en büyük hayali, Allah’ın99 ismiyle bezediği eserler üretipbir sergi açmak…


Bilim adamları her gün tüketmenin yararlımı, yoksa zararlı mı olduğu konusundakipolemiği sürdüredursun,her derde deva yumurtabu kez farklı bir yönüyle çıkıyorkarşımıza. Kahvaltı sofralarınınolmazsa olmazı yumurta,Yusuf Eygören’in maharetliellerinde sabır ve incebir işçilikle sanat eserine dönüşüyor.Sıradan yumurtaların nasılbirer sanat eserine dönüştüğünügörmek için yumurtaoyma ustası Yusuf Eygören’i,İkitelli İSTOÇ’taki atölyesindeziyaret ettik. Sıcak bir hoş geldinile karşılıyor bizi Eygören. İkikatlı atölyenin ilk katında bir marangoztornası gözümüze çarpıyor. Söyleşimiziyapmak üzere ikinci kata çıkıyoruz. Duvarlardakiraflarda kimi tamamlanmış, kimi de henüzyapım aşamasında olan, oyularak üzerlerine motifler işlenmişküçük abajurlar dikkatimizi çekiyor. Bir köşede küçükbir masa ve hemen yanında da dişçilerin dolgu yaparkenkullandığına benzer mini bir el matkabı duruyor.“Yumurtaları bu aletle oyuyor olmalı.” diye düşünüyoruz.<strong>Usta</strong>nın eliyle demlediği dumanı üstünde demli çayımızıyudumlarken yumurta oyma sanatıyla nasıl tanıştığınısoruyoruz.Yıllarca plastik imalatı işinde çalışmış Yusuf Eygören. Vebir gün, “Emekli olmanın vakti geldi.” deyip,işi gücü bırakmış. Dünyayı gezmişbir süre. Yaklaşık 40 ülkeye gittiğinisöyleyen Eygören, bakmış ki gezmeninsonu yok, kendisine yenibir uğraş bulmak istemiş. İnternettekarşılaştığı yumurtaoyma sanatına ilgi duyanEygören, “Ben de yapabilirmiyim acaba?” diyereksıvamış kolları. Eygören,emeklilik hayatını renklendirmekiçin giriştiğiyumurta oyma sanatınabaşlamasını, “Ukraynalıbir sanatçının yaptığı çalışmalarıgördüm internette.Görür görmez içimdefırtınalar koptu âdeta. Hemengittim bir koli yumurtaaldım. İlk yumurtanın içini kabuğukırmadan boşaltmak, benimiçin büyük bir başarıydı.” sözleriyleanlatıyor.Motiflendirilen Kabuklarınİşlevsel Olması ÖnemliElbette iş yumurtanın içindekibesin kısmını boşaltmakla bitmiyor.Eygören’in anlattığınagöre, yumurtayı boşalttıktansonra içini iyice yıkamakgerekiyor. Kuruyup iyicesertleşen kabuğun üzerineistenen motifler incebir kalem yardımıyla çiziliyor.Daha sonra ince uçlubir elektrikli matkap yardımıylaoyma işlemi yapılıyor.Saatlerce süren oymaişlemi, kimi zaman küçük birdikkatsizlik veya yumurta kabuğununmukavemetsizliği sonucukırılıvermesiyle hayal kırıklığıile neticelenebiliyor.Türkiye’nin ilk yumurta oyma ustası olan YusufEygören, yumurtaları matkapla oyduğu çalışmatezgâhının hemen yanındaki dolabın kapağını açıyor.İçindeki koli koli yumurtaları gösteriyor. Pek çoğununiçi daha önceden boşaltılıp, motiflenerek oymaya hazırhale getirilmiş. İşlenebilecek kadar iyi yumurta bulmaktagüçlük çektiğini söylüyor işin ustası. Yumurtanınhem büyük olması, hem de kabuğunun sağlam olmasıgerekiyormuş anlattığına göre.Genellikle beyaz kabuklu yumurtaları tercih ettiğini söyleyenEygören, koyu renkli yumurtaların işlendiğinde güzelgörüntü vermediğini düşünüyor. “Bu işi deve kuşuyumurtasıyla da yapanlar var. Esasında devekuşu yumurtasıyla çalışmak daha kolay, çünkükabuğunun kırılma riski çok az. Amatavuk yumurtası öyle değil. Çok dikkatliçalışmanız gerekiyor.” diyen Eygören,birkaç kez hindi yumurtası üzerindeçalıştığını fakat onda da yumurtabulmanın kolay olmadığınıifade ediyor.Yumurtanın kabuğunu âdetabir cerrah titizliğiyle oyarak,üzerine istediği motifi işlediktensonra, o kabuğu işlevsel halegetirmek gerektiğini düşünmüşYusuf Eygören. Oyarak desenverilen yumurtaların uygunbir ışıklandırmayla esas güzelliğekavuştuğunu söylerken gözleriışıldıyor Eygören’in. “Bu küçük yumurtalarıoyduktan sonra onlara asılgüzelliği veren içine tuttuğum lambaydı.O güzelliği keşfedince artık gece gün-145


düz bütün işim gücüm bu oldu.” diyen yumurtaoyma ustası, yaptığı işe olan tutkusunu şu sözlerledile getiriyor: “Emekli olmadan önce işe giderkensabah saat 10.00’da kalkardım, şimdi <strong>ise</strong>6.00’da kalkıyorum. Çok sevdim bu işi.”Fanuslar Su Bardağından, Cam VazodanMotiflendirdiği yumurta kabuklarını, hem kırılmalarınıönlemek hem de işlevsel hale getirmekiçin abajura dönüştürmüş Yusuf Eygören. “Baktımki, yumurta kabuklarını tek başına muhafazaetmek zor, hemen kırılıyor. Camfanus içerisine almayı denedim.” diyenEygören, daha estetik olmasıiçin fanusun altına ahşaptanbir kaide ve üzerine de kaideile uyumlu yine ahşaptankubbeler yapmış.Oyularak estetik bir form kazandırılan yumurta kabuklarını,içlerine led ışık düzenekleri yerleştirerek aydınlatıyormuşEygören. Yumurta oyma ustasınınbelirttiğine göre led lamba ısınmadığıiçin yumurta kabuğuna zarar vermiyorve böylece kabuğun renginideğiştirmiyormuş.Yusuf Eygören, ışıklandırılmışyumurta kabuklarını oturttuğuahşap platformları da, atölyeninbirinci katında gördüğümüzmarangoz tornasında kendisi yapıyor.Ahşap platformun altında,gerektiğinde lambanın değiştirilebilmesiiçin küçük bir açıklık bırakılıyor.İnce ince işlenip desenlendirilenyumurta kabuklarını cambir fanusun içinde korumayaaldığını söylemiştikEygören’in. İştebu cam fanus, kimi zamanbir su bardağı, kimi zaman bir kadeh,kimi zaman da şık bir vazo olabiliyor. Ama tamamlanmışbir kompozisyonda bu cam fanusun bir bardakveya vazodan bozma bir koruyucu olduğunu anlamakpek mümkün değil. Bu da işin ustasının maharetini gösteriyorbize.Yumurta kabuğun uzun yıllar dayanabilmesi için üzerineherhangi bir koruyucu cila sürüp sürmediğini merak ediyoruz.Eygören, gördüğümüzün, bildiğimiz yumurta kabuğuolduğunu, üzerine hiçbir koruyucu madde sürmediğiniifade ediyor.


Hat <strong>Sanat</strong>ını Yumurtaya UyguladıYusuf Eygören, emeklilik hayatını renklendirmek için giriştiği yumurtaoyma sanatıyla üç yılı aşkın bir süredir ilgileniyor. Türkiye’de bu sanatı ilkdefa kendisinin başlattığını söyleyen Eygören, son dönemde yeni yeniustalar yetiştiğini ifade ediyor. Ancak kendisini diğer ustalardan ayıranbir fark olduğunu belirten Eygören, “Bizim en büyük farkımız yumurtakabuklarına hat motifleri uygulamamız. Dünyada şimdiye kadar hiçbiryumurta oyma ustasının hat motifi kullandığını görmedim.” diyor.İşin ustasına, tümüyle bitmiş, fişe takılmaya hazır, yumurtakabuğundan bir abajurun ne kadar süredetamamlandığını soruyoruz. Ahşabı, lambasıve fanus yapacağı cam malzeme hazırsaeğer, yumurtayı desenlendiripoyma işlemini yaparak tamamenhazır hale getirmenin, iki-üç günsürebildiğini belirtiyor Eygören.İncecik, hemen kırılıvermeye pek müsait bir malzemeyle çalışıyor Yusuf Eygören. Bu faktörde göz önünde tutulduğunda çok kısa bir süreymiş gibi geliyor bize bu iki-üç gün.Fakat anlattığına göre, yaptığı işe duyduğu sevgi, sabah erken saatlerde atölyeye sürüklüyoryumurta oyma ustasını. Eygören, sabahtan akşama kadar şevkle ve titizlikle çalışıptamamlıyor her bir abajuru.Söyleşimiz sürerken gözlerimiz bir yandan da yapımı devam eden veya tamamlanmışobjelere takılıyor. “Bugüne kadar kaç tane yapmıştır acaba?” diye aklımızdan geçiriyoruz.Yaklaşık 500 kadar yumurta üzerinde çalışıp, her birini birer aydınlatma objesihaline getirdiğini öğreniyoruz. Ama atölyede bulunanların sınırlı sayıda olduğunuhatırlatınca, açıklama ihtiyacı hissediyor Yusuf Eygören. “Yaptıklarımı elimdetutmam ben; eşe, dosta, burada görüp beğenenlere hediye etmeyi seviyorum.Burada gördüklerinizin çoğu yapım aşamasında zaten. Şimdiye dek hiç satmadımdesem yalan olmaz. Kermeslere de bağışladığım oldu. Kısacası yaptıklarımı hediyeetmekten mutluluk duyuyorum.” diye konuşuyor.Çok severek sürdürdüğü bu uğraşı geliştirmek için çalıştığını ve bunun için internettençok faydalandığını anlatan Eygören, “Keşke bu işe çok daha öncebaşlasaydım dediğim zamanlar oluyor.” diyor ve hemen ekliyor sonrada: “Ama o zaman da diyorum ki 15-20 sene önce başlamışolsaydım imkânsızlıklarla karşılaşacaktım. Mesela led ışık,internet yoktu o zamanlarda. Bu kadar güzel olmayacaktıyaptıklarım belki de.”Yusuf Eygören’e son olarak, yumurta oymasanatında varmak istediği noktayı soruyoruz.En büyük hedefinin, ürettiklerini birsergide sanatseverlerin beğenisine sunmakolduğunu belirten Eygören, “Esmaü-lHüsna’yı yani Allah’ın 99 ismini yumurta kabuklarıüzerine işlemek istiyorum. Yanı sıra çiçek,hat gibi motiflerle süslediklerimi de dahil edip 300 kadar eserle birsergi açmayı planlıyorum. Bugüne kadar hiç sergi açmadım, bu ilk olacak. Belirttiğimgibi yaptıklarımı hediye ediyorum, elimde sergi açacak kadar malzemeyok şu anda.” diyor ve sergiden elde edilen geliri de hayır kurumlarına bağışlayacağınıhatırlatıyor. Eygören, bu sanatın gelecekte de yaşatılması için öğrenmekisteyenlere kapısının her zaman açık olduğunu da sözlerine ekliyor.


Gaziantep’in"Yaşayan" MüzesiEmine UÇAK ERDOĞANGaziantep’in kaybolmaya yüz tutan el sanatlarını yeni nesilleresadece bilgi olarak değil, görgü ve kültürel bilinç olarak daaktarmayı hedefleyen bir ‘yaşayan müzesi’ var artık. Aslınauygun olarak restore edilen tarihi Gümrük Han’da kurulanmüzede, el sanatlarının örnekleri otantik bir ortamda hemyapılıyor, hem sergileniyor, hem de ilgi duyanlara ulaştırılıyor.Sergileme, koruma, tanıtma gibi işlevleri olan müzeyi; ‘hapseden’ olarak tanımlayansanat uzmanları da var günümüzde. Kısmen yaygınlık kazanan bugörüşlerde, müzelerin, eserler için bir tür hapishane işlevi gördüğü belirtilir.Bu arada bizde bizzat cezaevlerinin de müzeye dönüştürüldüğü örneklerihatırlatmak lazım. İşte müzeciliği ‘yok olanı hatırlatan kurumlar’ olmaktançıkarıp, bizzat yaşatan mekânlara dönüştürmek fikrinden yola çıkarak‘yaşayan müze’ler oluşturmak, tüm dünyada olduğu gibi bizde de ilgi görmeyebaşladı. Beypazarı’ndaki yaşayan müze örneğindeki gibi… Bunun başarılıbir örneği <strong>ise</strong> geçtiğimiz aylarda Gaziantep’te sanatseverlerle buluştu.


Gaziantep’in kaybolmaya yüz tutan el sanatları ve meslekleri,aslına uygun olarak restore edilen GümrükHan’da; yeni nesiller için üretim, sergileme ve tanıtımyönleriyle yeniden canlandırılıyor. Müzeyi hayata geçirenŞahinbey Belediyesi, el sanatlarının, kültürel kimlikleriçin en canlı ve en anlamlı belgeler olduğu, ancak zamanlabu kimliğin kaybolmayla karşı karşıya kalmasındanhareketle, gelecek nesiller için tekrar yaşatma sosyalsorumluluk ilkesinden yola çıkmış.Kaybolmaya yüz tutmuş geleneksel el sanatlarının doğruve ilk elden anlatılması ve farklı bir anlayışta hayatbulması, el sanatlarının kayıt altına alınması gibi envanterdeğeri taşıyan konuların ele alınacağı bu yeni vefarklı müzecilik anlayışında; yöredeki ihtiyaç sahiplerininsosyo ekonomik açıdan desteklenmesi de hedefleniyor.Belediyeye ait eğitim merkezlerinde el sanatları öğrenenŞahinbeyli hanımların ürettiği eserler, hem ‘yaşayanmüze’de sergileniyor hem de onları beğenen alıcılarıile buluşuyor. Müzede özel olarak hazırlanan bölümdekursiyerler tarafından üretilen Antep İşi El İşlemesi, SimSırma, Tel Kırma, Makine Nakışı, Sarma İşi, Türkişi gibiteknikler ile üretilen çeşitli mefruşat ürünleri ve hediyelikeşyalar, Pazartesi günleri hariç, haftanın her günü alıcılarınıbekliyor.Kültürel Kodların Dile Geldiği MekânKapısından içeri girdiğiniz anda bir müzeden çok,Gaziantep’in köklü kültürünün, folklorunun dile geldiğiözel bir mekânda olduğunuzu hissediyorsunuz. Yemeniciler,yorgancılar, kutnucular, takunyacılar, Antep’in kendinehas işlemeleri ve daha niceleri. Hepsi 1800’lü yıllardayapılan ve geçtiğimiz yıl restore edilerek Gaziantep’inkültürel hayatına tekrar kazandırılan Gümrük Han’dahem üretilmeye, hem sergilenmeye hem de meraklısıylabuluşturulmaya çalışılıyor. Sadece Gaziantep’in değil,diğer yörelerin el sanatları da yaşatılıyor bu müzede.Ahşap-bakır-sedef-gümüş işlemeciliği gibi.Yaşayan müze dedik ya; bir tezgâhın başında, yaşlı biryemeni ustasına da rastlamanız mümkün, ahşap oymacılığınamerak sarmış bir gence de. Bu yaşayan müzede,tezgâhtan yeni çıkmış bir ürünü satın almanın tarifsizzevkini yaşayabilmek de mümkün. Yemeni atölyesindebir yanda klasik yemeniler üretilirken, birbirindenfarklı renk ve modellerde yemeni tasarımlarıyla da karşılaşmaksevindirici. Tezgâhında, gelen gidene aldırmadançalışan yaşlı usta; hâki renkli bir deriyi; yemeni halinegetirmekle meşgul. İlerlemiş yaşına rağmen oldukçadikkatli ve titiz, her detayı incelikle gözden geçiriyor.Antep’le Özdeşleşen Bir YemenliYemeni hakkında kısa bilgi vermek gerekirse; üstü kırmızıya da siyah deriden tabanı <strong>ise</strong> köseleden dikilen topuksuzayakkabılara yemeni deniyor. Yemen kökenli buayakkabılar Gaziantep’le özdeşleşmiş günümüzde. ÇünküKilis ve Gaziantep dışında yemeni üretilen yer neredeysekalmamış.Yemeni esas olarak gön ve yüz olmak üzere iki kısımdanoluşuyor. Gön, manda ve sığır derisinden yapılmışolup, yere gelen kısım ile bunun üzerine dana derisindenyapılmış taban kayışı ve bezlerden ibarettir. Yüz <strong>ise</strong>sırt ile birbirine birleştirilmiş ve çirişle yapıştırılmış sahtiyanve meşinden oluşuyor. Yemeni yapımında 5 farklıhayvan derisi kullanılıyor. Alt taban manda veya sığır149


derisinden, yüzü keçi derisinden, iç astar koyun derisinden,iç taban sığır veya keçi derisinden, kenarı oğlak(sızı) derisinden yapılıyor.Yemeni imalatında kesinlikle plastik madde kullanılmıyorve tüm dikişler elle yapılıyor. Ökçesiz olan bu yemenilerintersinden dikilmesi gerekiyor. Dikim işi bittiktensonra düz tarafı çevrilerek asıl giyilecek durumunu alıyor.Düz tarafı çevrildikten sonra kalıplanıyor. Etrafı düzgüncekesilerek kalıptan çıkarılıyor, kenar dikişi yapılıpsatışa ve giyime hazır hale getiriliyor. Diğer ayakkabılarda<strong>ise</strong> bu özelliklerin çoğu bulunmuyor. Yemeninin, sağlıkaçısından çok sıhhatli bir ayakkabı olduğunu da hatırlatalım.Müzenin başka bir sakini <strong>ise</strong>, 33 yıldır sedef işlemeciliğiyleuğraşan bir usta. Sandık, Kur’an rahlesi, aynagibi klasik ürünlerin yanı sıra mumluk, satranç takımı gibifarklı ürünlere de rastlıyoruz bu sedef atölyesinde. Hepsininortak noktası, sedef işlerindeki nadide motifler.Atölyeleri birbiri ardına gezerken, özellikle takunya üretimive satışı yapılan bölüm ilgimizi çekiyor. Camilerdenhatırladığımız takunyalar, şık terliklere dönüştürülmüş.Tasarımlar birbirinden renkli ve ilgi çekici; tıpkı mozaikatölyesinde olduğu gibi… Zeugma’dan sonra mo-150


zaik, Gaziantepliler için daha da önemli olmuş. Mozaikatölyesinde aynı zamanda mozaik dersleri verildiğinive özellikle gençlerin çok ilgi gösterdiğini öğreniyoruz.Diğer bir tezgâhta <strong>ise</strong> kutnular dokunuyor. Kutnu daunutulmaya yüz tutan el sanatlarından. Kutnu bezi dokumacılığı,Türkiye’de yalnızca Gaziantep’te dokunanipekli bir dokuma türüdür. Ham maddesi floş olan suniipek ve pamuk ipliğidir. Tamamen el tezgâhlarında dokunankutnu kumaşı değişik şekillerde dokunur. Kutnukumaşı imalatı önceleri Halep, Hama ve Humus’ta üretilipAnadolu pazarına sunulurdu, daha sonraları bu ipeklidokumalar Gaziantep il merkezi başta olmak üzere ilçeve köylerde de üretilmeye başlandı. Kutnu kumaşı yöreselbir kıyafet olarak kullanıldığı gibi, çeşitli aksesuar, turistikgiysi, çanta, terlik, perdelik kumaş olarak da kullanılır.Bütün bu farklı el sanatlarını yapılırken görmek için yolunuzuGümrük Han’a düşürmeniz yeterli. Tarih kokan bugezinin ardından kendinize hanın ortasında bulunan kafedebir kahve ısmarlamayı unutmayın. Kahvenize atölyelerdentaşan birbirinden güzel el sanatlarının renk, sesve kokuları da eşlik edecektir şüphesiz.151


Şair Hayâlî Çeşmesi (İki Lüleli Çeşme)Kurnalarına Hüzün AkıtanEdirne ÇeşmeleriMehmet KÖKREK“Her şey biter, Edirne bitmez…” Ord. Prof. Süheyl ÜNVER1361 tarihinde Osmanlı devlet sınırlarına katılan Edirne şehri, fethi takip eden günlerde yoğun bir imar faaliyetinesahne oldu. 16. yy’da kemal derecesine ulaşan şehrin imar faaliyetinin en önemli unsurlarından biri de su tesisleriydi.Fethin ilk yıllarında Edirne, Kaleiçi ve Yıldırım adında iki mahalleden ibaret küçük bir şehir olduğu için şehir ahalisisu ihtiyacını çevrede bulunan Tunca ve Meriç nehirlerinden giderirmiş. İlerleyen vakitlerde kurulan yeni mahallelerlebüyüyen şehrin su ihtiyacı artınca, bunu karşılamak amacıyla gerek devlet adamları, gerekse hayırsever zevat-ı kiram,şehre birçok çeşme ve sebil inşa ettirmiş. Tarih içinde inşa edilip şehri ihya eden, ancak şu an pek çoğu akmayanEdirne’nin susuz çeşme ve sebillerini ziyaret ettik, hikâyelerini bugüne aktaran zarif kitabelerinden kana kana içtik.152


Askeri Hastane ÇeşmesiSu… İnsanoğlunun hayatını idame etmede ve tekâmülserüveninde asli yoldaşı… Ayırım gözetmeksizin yeryüzününher coğrafyasında, medeniyetlerin mihenk taşı.Ecdadımız, İslam’da temiz ve temizleyici olduğu beyanbuyrulan bu nimetin şükrünü, biraz da çeşme ve sebiltesis ederek ödemişler. Ahalinin tabii su ihtiyacını karşılamamaksadıyla inşa ettirilen çeşmeler, yüzyıllar boyuncahem gözlere hem de gönüllere su serpmiş. Gerekmimari özellikleri, gerekse tezyini unsurlarıyla bediibir şölen sunan çeşme ve sebiller, günümüzde ne yazıkki kurnalarına su yerine hüzün akıtmakta. Kitabesi,“Aç besmeleyle iç suyu/ Han Ahmed’e eyle dua” olanbu güzide çeşmelerin kısmı küllisinden, günümüzdene yazık ki müstefit olamamakla birlikte, ecdadın bediişükründen de mahrumuz. İşte bu yazı, tarih içerisindeEdirne’de inşa edilmiş ve bu suretle şehri ihya etmişolan çeşme ve sebilleri anlatmak için kaleme alınmıştır.Çeşitli Edirne tevârihleri ve şehir ile ilgili arşiv belgeleriüzerinde yapmış olduğumuz araştırmalar sonucundaEdirne şehrinde inşa ettirilmiş olan 358 adet umumi çeşmeve sebil tarafımızca tespit edilmiştir. Bu çeşmelerinbir kısmı zaman içinde çeşitli nedenler bahane edilerekortadan kaldırılmış, günümüze ulaşan çeşmelerin çokbüyük bir kısmı <strong>ise</strong> muattal bir durumdadır.Edirne’de bulunan çeşmeler içinde en büyük olanı SelimiyeCamii’nin kuzey cihetinde, Mimar Sinan Caddesive Hastane Sokağı’nın kesiştiği yerde bulunan MerzifonluKara Mustafa Paşa Çeşmesi’dir. Sicil-i Osmani’de“cesur, akıllı, vakur ve tedbirli” olarak tanımlanan MerzifonluKara Mustafa Paşa, bilindiği üzere II. ViyanaKuşatması’nda alınan mağlubiyetin müsebbibi olduğugerekçesiyle idam ettirilmiştir. Üç cepheli olarak inşaedilen bu büyük çeşmenin orta cephesinde tek niş bulunmaktadır.Bu nişin içine yerleştirilen ayna taşı rumimotif şeridi ile nihayetlenmektedir. Rumi şeridin hemenaltında bulunan kartuşta <strong>ise</strong> hiçbir yazının bulunmamasıdüşündürücüdür. Kartuşun hemen altında <strong>ise</strong> sivri kemerlibir sağır niş bulunmaktadır. Nişin hemen yanında153


Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Çeşmesisimetrik şekilde oluşturulmuş iki bitk<strong>ise</strong>l motif, nişin içindebulunan lülenin her iki kenarında <strong>ise</strong> hayat ağacı motifibulunur. Lülenin hemen üzerinde <strong>ise</strong> gülbezek motifibulunmaktadır. Çeşmenin, Mimar Sinan Caddesi’ne bakancephesinde de bir adet niş bulunmakla birlikte nişinsol tarafında sonradan eklendiği fikrini uyandıran ikiadet ayna taşı bulunmaktadır. Mezkûr nişin içinde bulunanayna taşının tam ortasında bir hayat ağacı motifi veiki kenarında vazolu çiçek motifi yer almaktadır. HastaneSokağı'na bakan cephede <strong>ise</strong> diğer cephelerin aksineiki adet niş bulunmaktadır ki tıpkı diğer cephelerdekigibi sivri kemerlidir. Ahşap sakıfa malik mezkûr çeşmeninyapımında kesme taş kullanılmıştır. Orta nişin üzerindebulunan Hicri 1077 tarihli (m. 1667) mermer kitabesinde<strong>ise</strong> şu metin yer almaktadır:Sultan Süleyman Çeşmesi“Cenab-ı Mustafa Paşa-yı Ekrem / Vezir-i padişahi mesnedara / Odur piraye-yi bend-i şahid-i mülk / Odurkaim makam-ı adil pira / Akıttı Edirne şehrinde bir su /Kim itti cür’asın kevser-i temenna / Göründü feyz-i ismiMustafa’dan / Medine Edirne ma ayn-i zerka / Atallahuömreh ba sa’adet / Ademallahu ikbaleh ve ebka / Bimailfeyzi min tarihi şanı / Cer’i-aynü tüsemma selsebila” (1077)Gidenlerden Bir Hatıradır Çeşmeler1971 tarihinde eski Jandarma Okulu yanından alınarakBedesten yanında bulunan parka nakledilen AskeriHastahane Çeşmesi’nin önemi <strong>ise</strong> mimari özelliklerindençok kitabesi ile alakalıdır. 1911 tarihinde Edirne’debirçok can alan kolera ve lekeli tifo salgınına yakalanarakalem-i cemale intikal eden üç tabibin anısına, meşhurEdirne tarihçilerinden Rıfat Osman Tosyavizade tarafındaninşa edilmiştir. İki gözlü çeşmenin caddeyebakan gözünde bulunan kitabede mezkûr salgın nedeniile vefat eden, Mustafa Kazım (tabib-i kimyager),Mustafa Edhem (tabib cerrah) ve Cevad Sami’nin (göztabibi) isimleri bulunmaktadır. Diğer gözünde<strong>ise</strong> mezkûr salgının Edirne şehrinde yarattığıtesir anlatılmakta olup hicri 1334(m. 1915) tarihli mermer kitabeninokunuşu şöyledir:“Cenab-ı hafız-ı hakikihak-i pak-i vatan-ıOsmani bilcümle mesaibtenmuhafaza buyursunamin 1328 senesiTemmuz’unda başlayarak1330 Mayıs’ında nihayetbulan büyük salgında koleradanbin, yetmiş lekelitifodan dokuz yüz seksendört ve humma-yı raciadanyetmiş iki fevt vukuabulmuştur. Bu mühliksalgın esnasında etıbba-


dan üç arkadaşımız lekeli tifoya müptela olarak şehidenirtihal-i dar-ı beka etmişler ve bu çeşme şehid arkadaşlarımızabir vesile-yi rahmet olmak üzere inşa kılınmıştır.Rıfat Osman Muharrem fi sene 1334”Değerli Edirne tarihçisi Rıfat Osman Tosyavizade’ninEdirne’de inşa ettirdiği diğer bir çeşme <strong>ise</strong> 1915 tarihliolup, Edirne Ticaret L<strong>ise</strong>si’nin bahçesinde bulunmaktadır.Yukarıda bahsedilen iki çeşmenin aksine muattalolan bu çeşme dört cephelidir. Ana kütlenin üzerindebulunan dört sütun üzerinde yükselen sivri kemerler,küçük bir kubbe ile nihayetlenmektedir. Çeşmenin kuzeycihetinde bulunan bir kitabeden anlaşıldığı üzere bueser, 15 Kasım 1997 tarihinde Necdet Gökalp ve MustafaÜzüm tarafından restore edilmiştir.II. Murad devrinde inşa ettirilen Muradiye Camii’nin güneycihetinde inşa tarihi kesin olarak bilinmeyen bir çeşmevardır ki Sultan Süleyman Çeşmesi adıyla anılmaktadır.Muradiye Sokağı ve Şekerci bayırlarının kesiştiğinoktada bulunan mezkûr eser dört cepheli ve iki nişlidir.Nişler sivri kemer ile nihayetlenir. Nişlerin içinde yakılanateşlerin taşlarda bıraktığı deformasyon ve is lekelerioldukça kötü bir görünüme sebebiyet vermektedir.Bir vakitler çeşmenin batı cephesinde bulunan mermerkitabe kayıp olduğu için bugün bu çeşme hakkındakesin bir bilgiye sahip olmamız oldukça zordur. R. M.Meriç’in “Edirne'nin Tarihi ve Mimari Eserleri Hakkında”başlığı ile kaleme aldığı makalesinde çeşmenin adı hakkındaçeşitli iddialar ortaya atılsa dahi bu tezlerin temellendirilmesigerekmektedir.anılan mahallenin eski adını Hayâlî Vize Çelebi Mahallesiolarak beyan etmektedir. Şair Hayali’nin henüz hayattaiken vakfettiği ve günümüzde İki Lüleli Çeşme olarakda anılan Şair Hayâlî Çeşmesi muattaldır. UzunkaldırımSokağı’na bakan ve yan yana duran iki sivri kemerlinişe sahip olan çeşmenin bir diğer ismi <strong>ise</strong> Şair HayâlîÇeşmesi’dir. Yapı malzemesi olarak kesme taşın kullanıldığıçeşmenin mermer kitabesi hicri 1324 (m. 1906/7)tarihlidir. Üzerindeki tarih ibaresinden de anlaşılacağıüzere kitabe, “Edirne eşrafından sa’adetlü Hacı MustafaBey” tarafından hicri 1324 tarihinde gerçekleştirilen restorasyonfaaliyeti sonrasına aittir.Edirnede’ki Yegâne Yeniçeri ÇeşmesiYeniçeriler Çeşmesi <strong>ise</strong> Muradiye Camii ile YeniçerilerHamamı arasında, Çöplüce Hendek Sokağı üzerinde bulunmaktadır.16 Haziran 1826 tarihinde ortadan kaldırılanYeniçeri Ocağı’ndan geriye kalan bu çeşme, yakınbir zaman önce Edirne Belediye Başkanlığı tarafındanrestore edilmesine rağmen muattaldır. Yapı malzemesiolarak kesme taşın kullanıldığı mezkûr çeşmenin kitabesininkayıp olması son derece üzücüdür. Edirne’de, yeniçerilerdengeriye kalan yegâne çeşme olan YeniçerilerÇeşmesi’nin inşa tarihi kesin olarak bilinmemekle birliktehemen yanında bulunan Yeniçeriler Hamamı ile aynıtarihte yapıldığı düşünülmektedir. Yapılacak arşiv çalış-Yeniçeri ÇeşmesiHayâlî’nin ÇeşmesiHayal Olmasa BariMeşahir-i şuaradan Hayâlî de Edirne’deçeşme vakfeden hayırseverlerdendir. ŞairHayâlî, Hayretî, Usulî ve daha nice şairleryetiştiren Yenice doğumludur. Yenice’yi,Kınalızade, “mecma-yı şuarâ ve menba-yızurafâ”, Âşık Çelebi <strong>ise</strong> “gaziler ocağı ve ariflerdurağı” olarak tanımlamıştır. Devrin Kalenderişeyhlerinden Baba Ali Mest adındakibir zat ile tanışıp sıkça vakit geçiren HayâlîBey’in birkaç kez İstanbul’a gittiği bilinmektedir.İstanbul seyahatlerinin birinde devrin İstanbulkadısı Sarı Gürz Nureddin Efendi ilekarşılaşan Hayâlî Bey, bu karşılaşmadan sonra“tahsil-i mağrifet” ile iştigal etmiştir. Çeşitlientrikalar sonucunda “atabe-i âliyyedendûr ve iltifât-ı pâdişâhîden mehcûr” kalanHayâlî Bey, ceddinden yadigâr kalan VizeÇelebi Camii’nin -bugün bu caminin yerindeyeller esmektedir- haziresine defnedilmiştirki hemen yanında merhumun vakfı olançeşme bulunmaktadır. Riyaz-ı Belde-yi Edirnenam ile meşhur eserin müellifi Badi Efendi,günümüzde Abdurrahman Mahallesi olarak


maları çeşme-yimezkurenin inşatarihi hakkındadaha kesin bilgilerinortaya çıkmasınısağlayacaktır.Eski Cami’nin batıcihetindeki minareninkaidesinde bulunan çeşmeninismi bilinmemektedir.Edirne’de başka bir örneğibulunmayan bu çeşmenin sivrikemerli nişi içinde sıvanmış bir alanvardır ki burada eskiden bir kitabenin bulunduğu fikriniuyandırmaktadır. Çeşme, son dönemlerde restoreedilen cami ile birlikte küçük bir restorasyon geçirmiştir.Minare altı çeşme uygulamasını andıran bir başkaörnek <strong>ise</strong> Üç Şerefeli Cami’nin batı cihetinde, camiyeismini veren üç şerefeli minarenin kaide kısmında bulunankitabedir. Yanlış bir yorumlama ile kaide üzerineinşa edilmiş bir çeşmenin kitabesi olarak kabul edilenmezkûr kitabe buraya, yıkılan bir çeşmeden getirtilmiştir.Oldukça zor fark edilebilen bu çeşme kitabesininhangi çeşmeye ait olduğu belli olmamakla birlikte,değerli Edirne tarihçisi Oral Onur bu kitabenin ŞakirAğa Çeşmesi’ne ait olduğunu belirtmektedir. Oldukçatahrip olan kitabe tez vakitte buradan alınıp müzeyekaldırılmalı veya bulunduğu yerde muhafazası içinçareler aranmalıdır. Aksi halde bir değerimiz daha yokolup gidecektir. Oldukça ufak olan bu kitabenin metnişöyledir:“Var idi Sultan Murad’ın / Kimseler olmamışdi/ Oldu ihyasına ba’is / Hayrile adı sırdır/ Rıhleti tarihin didim / Kase sırdır imameyn/ Bir ayağı akdemi / Hiç bu sırrın mahremi/ Kim anın Şakir Ağa / Hıraş-ı zat-ı erkemi/ Mah-u Muharremde tamam / Aşkına iç zemzemi”(Tarih sene 1278)Tıpkı yukarıda bahsettiğimiz kitabe gibi kendi kaderineterk edilen ve uğradığı tahribat sonucundatanınmaz hale gelen Soğuk Çeşme, Kız Çeşme,Fon Fon Hasan Efendi Çeşmesi, KülahduzÇeşme, Lüleli Çeşme, II. Selim Çeşmesi, Rıfat AğaÇeşmesi ve daha nice eslaftan bergüzar kalanasar-ı atika, yetkililerin ve hayırseverlerin alakasınıbeklemektedir.Bu meyanda zikredilecek çeşmelerden bir taneside hiç şüphesiz Kadı Bedreddin Camii’nin kuzeycihetinde bulunan ve cami ile aynı adı taşıyançeşmedir ki kitabesi kayıptır. Külahtoz ÇeşmeSokak ve Eski İstanbul Caddesi’nin kesiştiğinoktada bulunan mezkûr çeşmenin yapımındaFon Fon Hasan Efendi Çeşmesikesme taş kullanılmıştır.Genel kanınınaksine ne camine de çeşme, Varidatadlı meşhureserin müellifi ŞeyhBedreddin tarafındanyaptırılmıştır ki caminincümle kapısı üzerindebulunan kitabe butezimizi doğrular nitelikteolup Şeyh Bedreddin’in vefatındanyaklaşık doksan sene sonrasınıişaret etmektedir.Kendine Şiir Yazdıran ÇeşmeKöprülü Mehmed Paşa’nın kardeşi Hasan Ağa’nınmahdumu olması hasebiyle Amcazade olarak anılanHüseyin Paşa’nın çeşmesi her ne kadar 1991 tarihinderestore edilmiş dahi olsa oldukça kötü durumdadır.Muattal olan çeşmeyi yaptırmak için Amcazade HüseyinPaşa’nın yüksek miktarlarda sarf etmiş olduğu paralarşuaranın ilgisini çekmiş ve bu konuda birkaç şiirkaleme alınmıştır. Edirneli şair Nizami tarafından kalemealınan şu beyit oldukça ünlüdür:“Gümüş suyu dişeler namına sezadır kimRakam yoluna giden mali aciz imladan”Amcazâde Hüseyin Paşa Çeşmesi156


Güney ve kuzey cephelerinde sivri kemer ile nihayetlenenbirer niş bulunur ki bu nişlerin nihayetlendiği sivrikemerlerin kilit taşlarının üzerinde çark-ı felek motifleribulunmaktadır. Beylerbeyliği ve kaptan-ı deryalık gibiönemli vazifeleri ifa etmiş olan Amcazade Hüseyin Paşa,İstanbul’da kendi vakfı olan dar’ül-hadiste medfundur.Güney cephesinde bulunan tamir kitabesinden anlaşıldığıüzere mezkûr çeşme, “Edirne vali vekili ve ikinciordu-yu hümayun müşiri Devletlü Arif Paşa” tarafındantamir ettirilmiştir. Çeşmenin doğu cephesinde de küçükbir tamir kitabesi vardır ki Kırkpınar ağası Alper Yazoğlusponsorluğunda 1991 tarihinde gerçekleştirilen tamireaittir. Kuzey cephesinde bulunan hicri 1116 (m. 1704/5)tarihli kitabenin okunuşu şöyledir;“Etti icra bu çeşmenin abın / Hükm-ü şahnşe mübareki/ Emredince Hüseyin Paşa’ya / İtti leb-i teşnegani ableri/ Nice paşa ki lütuf ve ihsanı / Gıpta ferma-yi ruh-uhatem-i tayyi / Bağlardan geçirdi bu abı / Oldu atişaneneşve-yi bahş-ı hami / Öyle bir ayn-i ruh-u perver kim /Ab-ı hıvan yanında leys-i şeb’i / Oldu yekpare Faika tarihi/ Bu iki mısra pey ender pey / İçine ruhtur bu ab-ı zülal/ Ve min’el-ma’i külli şey’in Hay” (1116)Hicri 14 Recep 1239 (m. 15 Mart 1824) tarihinde EdirneValisi olan Es’ad Mehmed Muhlis Paşa’nın kendi adıylaanılan sebili de ilgiden mahrum bırakılan asarmeyanında zikredilebilir. Ayaş MüftüsüHasan Efendi’nin mahdumuolan Es’ad Mehmed MuhlisPaşa, Sicil-i Osmani’de “âlim,fazıl, şair, vakur, azametle tanınmış,iffetli, sert” birisi olaraktanımlanmaktadır. Erzurum, Sahya,Musul-Kerkük Valiliklerinin ardındanhicri 1264 senesinin Zilhicceayında Kürdistan Valiliği'negetirilen Es’ad Mehmed MuhlisPaşa, mezkur görevinin başındaiken hicri 1267 senesininCemaziyel-evvel (1851 Mart) ayındaâlem-i bekaya irtihal eylemiştir.Dört adet köşeli sütun ile taşınankütlenin üzerinde bulunan sülüshatlı kitabe kuşağı, eserin dört cephesindede devam eder. Sadece üçcephesinde demir şebekelerin mevcutolduğu mezkûr sebil muattaldır.Riyaz-ı Belde-yi Edirne nam ile meşhureserin müellifi mezkûr sebil hakkındaşu bilgileri vermektedir: “SaraçlardaAli Paşa Çarşısı karşısındaEdirne kapusu kurbünde Saraçlarcaddesinde otuz ikinci numaradavaki’ Ayas Müftisizade Edirne valisiEs’ad Muhlis Paşa’nın ihya kerdesiolan sebildir…”Yapının dört bir yanını dolaşan inşa kitabesini kalemealan Râzi, Çırpanlı Hafız namıyla meşhur olmuştur. Râzi,tıpkı Es’ad Paşa Sebili'nin inşa kitabesinde olduğu gibiRüstem Bekir Paşa Çeşme kitabesini de kaleme almıştır.Yapının güney cihetinde bir kitabe daha vardır ki “BakkalbaşıEmin Efendi” tarafından gerçekleştirilen tamirdensonra koydurulmuş olup hicri 1338 (m. 1920) tarihlidir.Çeşmeler Kuru, Gözler YaşEdirne ahalisine uzunca yıllar hizmet etmiş bazı çeşmeler<strong>ise</strong> ne yazık ki günümüze ulaşamamıştır. Biz eslaftanbergüzar kalan bu güzide asarın hiç değilse bir kısmınınismini belirtmekle iktifa edeceğiz. Edirne şehrinin kaybettiğigüzide çeşmelerin başlıcaları şunlardır; MehmedAğa Çeşmesi, Zehra Hanım Çeşmesi, Acı Çeşme, ArpaKervan Çeşmesi, Firuz Ağa Çeşmesi, Nezir Ağa Çeşmesi,Hüseyin Çeşmesi, Mehmed Emin Ağa Çeşmesi, FatmaHatun Çeşmesi, Şahinzade Çeşmesi ve Abdülmeciddevri vüzerasından Bekir Rüstem Paşa tarafından inşaettirilen Bekir Rüstem Paşa Çeşmesi.Esad Paşa Sebili


Bu SaatteBir Terslik Var!Dilek DOĞANNamı dünyanın ta öteki ucuna kadar yayılmıştır NasreddinHoca’nın. Fıkraları ile Türk mizah anlayışına ayna tutanHoca; fıkralarında birbirinden farklı pek çok kişilikle çıkarkarşımıza. Ama her defasında gülümsetir, gülümsetirkenders çıkartmamızı sağlar. Çünkü hem yaşadığı döneme,hem çağlar sonrasına damga vuran, tam bir halkbilgesidir o. Bir fıkrasından mülhem, yaygın olarak eşeğineters binen haliyle zihinlerde yer eden Nasrettin Hoca, okıvrak zekâsıyla, insanlığa mesajlarını gönderdiği Akşehir’debugün Hoca’nın torunları onun bıraktığı tarihi ve manevimirası korumaya devam ediyor. Tersine çalışan saatlerinmucidi Erdoğan Özbakır da onlardan biri.Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar pek çok ülkede birbirinebenzer öyküleriyle anlatılan Nasreddin Hoca ve ilettiği mesajlarson derece önemlidir. O, hem toplumu ve kişilerieleştirir ve çözümler önerir, hem de tüm insanlığa hoşgörü,kardeşlik, barış, iyimserlik önerileriyle seslenir.Türk halk bilgesi… Halk dilinde, duygu ve inceliğiiçeren, gülmece türünün öncüsü olmuştur. SeyyidMahmud Hayrani ve Seyyid Hacı İbrahim’in derslerinidinledi, İslam diniyle ilgili çalışmalarını sürdürdü.Bir söylentiye göre medresede ders okuttu, kadılıkgörevinde bulundu. Bu görevlerinden dolayıkendisine Nasuriddin Hâce adı verilmiş, sonradanbu ad Nasreddin Hoca biçimini almıştır.Onun yaşamıyla ilgili bilgiler, halkın kendisine olan aşırısevgisi yüzünden, söylentilerle karışmış, yer yer olağanüstünitelikler kazanmıştır. Bu söylentiler arasında onunSelçuklu sultanlarıyla tanıştığı, Mevlânâ Celâleddin Rumi ileyakınlık kurduğu, kendisinden en az yetmiş yıl sonra yaşayanTimur’la konuştuğu ve aynı anda birkaç yerde birden göründüğübile vardır. Nasreddin Hoca’nın değeri, yaşadığı olaylarla değil, gerekkendisinin, gerekse halkın onun ağzından söylediği gülmecelerdekianlam, yergi ve alay öğelerinin inceliğiyle ölçülür.


Gülmecelerin ve fıkralarının incelenmesinden, bunlardageçen sözcüklerin açıklanışından anlaşıldığına göre o,belli bir dönemin değil, Anadolu halkının yaşama biçimini,güldürü öğesini, alay ve eğlenme türünü, övgü veyergi becerisini dile getirmiştir. Onunla ilgili gülmecelerioluşturan öğelerin odağı sevgi, yergi, övgü, alaya almadır.O, bunları söylerken bilgin, bilgisiz, açıkgöz, uysal,vurdumduymaz, utangaç, atak, şaşkın, kurnaz, korkak,atılgan gibi çelişik niteliklere bürünür. Özellikle karşısındakinindurumuyla çelişki içinde bulunma, gülmecelerininegemen öğesidir. Bu öğeler Anadolu insanının, belliolaylar karşısındaki tutumunu yansıtan düşünce ürünlerinioluşturur.Nasreddin Hoca’nın Dilinden YergilerNasreddin Hoca, halkın duygularını yansıtan,bir gülmece odağı olarak dikkat çeker.Söyletilen kişi, söyletenin ağzını kullanır;böylece halk, Nasreddin Hoca’nındiliyle, kendi sesini duyurur. NasreddinHoca, bütün gülmecelerinde, soyut birvarlık olarak değil, yaşanmış, yaşanan birolayla, bir olguyla bağlantılı bir biçimdeortaya çıkar. Olay karşısında duyulan tepkiyiya da onayı gülmece türlerinden biriyledile getirir. Tanık olduğu olaylar, genellikle,halk arasında geçer.Hoca, soyluların, yüksek saray çevresindebulunanların aralarına ya çok seyrek girerya da hiç girmez. Söz gelişi, onun tanıştığısöylenen Selçuklu sultanlarıyla ilgili gülmecesiyoktur. Timur’la ilgili “Hamam, Timurve peştamal” gülmecesi de, Timur’dançok önce yaşadığı için, sonradan üretilmiştir.Halkın beğenisi Hoca’yı, Timur gibi çevresinekorku salan bir imparatorun karşısınahamamda çıkararak, “Kızım sana söylüyorum,gelinim sen işit!” türünden bir yergiyaratmıştır. Burada yerilen, dolaylı olarak, kendini toplumun, halkın üstünde gören saray insanlarıdır.Nasreddin Hoca gülmecelerinde dile gelen, onun kişiliğindehalkın duygularını yansıtan bir başka unsur daeşeğidir. Hoca, eşeğinden ayrı düşünülemez. Onun taşıtı,bineği olan eşek gerçekte bir yergi ve alay öğesidir.Anadolu insanının yarattığı gülmece ürünlerinde atınyeri yoktur denilebilir. Eşek; acıya, sıkıntıya, dayağa, açlığakatlanışın en yaygın simgesidir. Soyluların, saraylarınçevresinde üretilmiş gülmecelerde eşek bulunmaz,oysa at geniş bir yer tutar. Bu konuda, başka bir çelişk<strong>ise</strong>rgilenir, gülmecede güldürücü öğe ile yerici öğeyan yana getirilir. Bunun örneği de kendisinden eşeğiisteyen köylüye, “Eşek evde yok.” deyince ahırda onunanırmasını duyan köylünün, “İşte eşek ahırda.” diye diretmesikarşısında, hocanın, “Eşeğin sözüne mi inanacaksınbenimkine mi?” demesidir.Onun gülmecelerinde, kaba sofuların “ahiret”le ilgiliinançları da önemli bir yer tutar. “Fincancı Katırları”,“Ben Sağlığımda Hep Buradan Geçerdim” başlıklı gülmecelerkatı bir inanç karşısındaki duyguyu açığa vurur.Toplumda neye önem verildiğini anlatan “Ye KürkümYe” gülmecesi, Hoca’nın dilinde, halkın tepkisini gösterir.Nasreddin Hoca’nın etkisi bütün toplum kesimlerineyayılmış, “İncili Çavuş”, “Bekri Mustafa”, “Bektaşi”gibi çok değişik yörelerin duygularını yansıtan gülmecetürlerinin doğmasına olanak sağlamıştır.Nasreddin Hoca, gerek yaşadığı döneme ve gerekseçağlar sonrasına damgasını vuran, toplumsal yergi ustasıve bir halk önderidir. Nasreddin Hoca Akşehir’deyaşamış ve döneminin Akşehir insanından yola çıkarakbütün insanlığa mesajlar göndermiştir. Hoca; AkşehirGölü’ne çaldığı umut mayasıyla, 'dünyanınortası’nı Akşehir’e taşıyan eşeğiyle, sertrüzgârlı Tekke Deresi’ne gerdirmek istediğihasırıyla Akşehir’e aittir.Akşehir ve Akşehirliler <strong>ise</strong> yüzyıllar boyuncaNasreddin Hoca’nın bıraktığı tarihi ve manevimirasa sahip çıkmış ve onu korumuşlardır.Nasreddin Hoca, Akşehir’in her köşesindevarlığını sürdürmeye devam ediyor.Akşehir’de karşılaşacağınız insanlar, gözlerindekiışıltı, yüzlerindeki gülümseme,tatlı bir aksanla süslü konuşmalarındakiesprileriyle size Nasreddin Hoca’nın torunlarıylakarşılaştığınızı kanıtlayacaktır.Hoca’nın Torunları da Tersten Gidiyorİşte bu örneklerden birisi de tersine çalışansaatin mucidi Erdoğan Özbakır.Gerçek bir Nasreddin Hoca torunuolan Özbakır, aynı zamanda 7 kezNasreddin Hoca’yı temsil etmiş. ErdoğanÖzbakır, 63 yaşında ve mesleğinin50. yılını dolduruyor ama kendisine sorarsanızo, henüz 24 yaşında.Henüz 13 yaşındayken evinin bir odasını atölyeye çevirenÖzbakır, o tarihlerde kendi çapında hediyelik eşyalarüretmeye başlar. Öğrenciliği ve sonrasında öğretmenliğisırasında da mesleğine devam eden Özbakır,Nasreddin Hoca figürünü hediyelik eşya sektörüneilk defa kendisi kazandırır. Mucit, 40 yıllık hayalinigerçekleştirerek tersine çalışan saati icat eder. Saatinakrep ve yelkovanı tersine dönüyor ama rakamlarda ters tarafa doğru sıralandığı için zamanı doğrugösteriyor. Tersine çalışan saati yaparken, başlardateknik birtakım sorunlarla karşılaştığını anlatan Özbakır,‘‘Bu benim 40 yıllık hayalimdi. Önceleri teknik olarakbaşaramadık, ama üzerinde daha yoğun çalışıncamekanik sorunu da çözdük. Ardından tiplemeler vemodeller geldi.” diye konuşuyor.159


Tersine çalışan saat fikrini Nasreddin Hoca’nın felsefesindenaldığını ifade eden Erdoğan Özbakır, hocanınfelsefesini ve ters çalışan saatin oluşma sürecinişu sözlerle özetliyor: “Nasreddin Hoca, yaşadığı yüzyıldave yaşadığını varsaydığımız fıkralarında daimaters işler yaparak insanları şaşırtmış. Şaşırtırken düşündürmüş,örneğin ipe un sermiş, bindiği dalı kesmiş,göle maya çalmış, kazanı doğurtmuş. Fıkralarındasürekli ters mantıklı işleri işlemiş. Yedi kez NasreddinHoca’yı temsil etmiş birisi olarak hocanın felsefesinisadece yaptığım işlerde değil, ruhumda daözümsedim. Hocanın şaşırtma felsefesine paralel birdoğrultuda iş üretmeyi amaçlıyordum. Hocanın torunuolarak aynen hocanın yaptığı gibi nesilleri şaşırtmakistedim. Saati görenler de ilk başta şaşırıyor.Çünkü ilk etapta algılamak zor oluyor. Rakamlar ters,akrep yelkovan hepsi ters dönüyor, bunu gördüktensonra gülümsemeye başlıyorlar.’’Tersine çalışan saat üretiminin, kendisinden sonra devametmeyeceğini ifade eden Erdoğan Özbakır, kimseninbu alanda çalışmak istemediğini söylüyor incebir sitemle. Özbakır, ‘‘Maalesef bu alanda kimse yetişmekistemiyor. ‘Ben bu işi öğrenmek istiyorum’ diyengençleri bulamıyorsunuz. Bir adımını içeride, bir adımıdışarıda tutacaklara ayıracak vaktim yok. Herkes çalışmadanpara kazanmanın peşinde, o yüzden de bumesleğin geleceği yok. Bizden sonra bu ve buna benzerişlerin tamamen biteceğini düşünüyorum.’’ diyor.Nasreddin Hoca torunu Erdoğan Özbakır, saatin terstenişleyişini soranlara, “Geçen zamanı geri getirir, tersinegiden işleri düzeltir, doğruyu bulmak için düşünmeyiyeniden öğretir.” gibi esprilerle karşılık veriyor. Saatlerede bu esprileri yazan mucit, “Tersine çalışan saatiyapmasını başardık başarmasına ya, bu sefer de yaptığımızsaatlerin ilgi görmemesinden korktuk. İlk yaptığımürünlerin elimde kalacağı ihtimalini de düşünüyordumelbette. Ama tam tersi oldu, çok büyük bir talepgördü.” diye konuşuyor. Ters çalışan saatlerin sadeceAkşehir’den veya Türkiye’den değil, dünyanın heryerinden talep gördüğünü ifade eden Akşehirli mucit,“Dış pazarlara açılmak, daha çok büyümek mümkündüaslında. Ama artık 24 yaşına gelmiş olmanın yorgunluğuylabundan sonra daha büyük atılımlar yapmakiçin gerekli gücü kendimde bulamadım.” diyor esprilibir dille.Erdoğan Özbakır, saatlerin altında yazan üç maddelikdizeleri de hatırlatarak, “Ters giden işleri düzeltir, geçenzamanı geri getirir, düşünerek doğruyu bulmayı öğretir.”diyor ve bu dizelerin, saatin kendi manasını da geçmişdurumda olduğuna vurgu yapıyor.Nasreddin Hoca ve Akşehir Rehberi HazırlıyorHayatını Nasreddin Hoca felsefesini anlamaya ve yaşamındauygulamaya adamış olan Akşehirli mucidinşikâyetçi olduğu tek konu, yerine birilerinin yetişmeyecekolması değil esasında. Meslek hayatının 50. yılındaAkşehir’e ve Akşehirlilere özel bir hediye sunmakisteyen Özbakır, “Cumhuriyet 9 Ay 10 GündeAkşehir’den Doğdu” isimli bir proje hazırladı. Projekapsamında Atatürk ve Akşehir’le ilgili pano, biblove magnet gibi işleri bu sloganla birleştirerek hediyelikeşya üretimine başladı. Akşehirli mucit, hazırladığıkalıpları, çizimleri hiçbir ücret almadan, tüm teşkilatıylabirlikte bu işi yürütecek olan bir vâkıfa ya daderneğe ücretsiz olarak vermeye hazır, ama ne yazıkki bu işi üstlenecek kurum ya da kuruluş bulamamış.Erdoğan Özbakır, meslek hayatındaki 50. yılı anısınaayrıca küçük bir cep kitapçığı şeklinde NasreddinHoca ve Akşehir rehberi hazırlıyor. Özbakır, üzerindeçalıştığı kitapçığın en az 10 bin adet basılacağınıbelirtiyor. Özbakır’a göre Akşehir’in en büyük eksikliklerindenbirisi de böyle bir kaynağın olmayışı:“Akşehir’e gelen yerli ve yabancı turistler, şehrimizitanıtacak bir rehber kitapçık bulmakta zorlanıyorlar,çünkü böyle bir kaynak yok. Nasreddin Hoca’dan çokşey almamıza rağmen, onu tanımıyoruz ve ona hiçbirşey vermiyoruz.’’160


İSMEKŞişhane Metro Satış OfisiTel: (0212) 250 90 35

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!