07.12.2012 Views

TÜRKOLOJİ - Ankara Üniversitesi Kitaplar Veritabanı

TÜRKOLOJİ - Ankara Üniversitesi Kitaplar Veritabanı

TÜRKOLOJİ - Ankara Üniversitesi Kitaplar Veritabanı

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

ANKARA ÜNIVERSITESI DIL VE TARIH • C OGRAF YA FAKÜLTESI<br />

TÜRıC DILI VE EDEBIYATı ARAŞTıRMALARı ENSTITÜSÜ<br />

V. cilt<br />

<strong>TÜRKOLOJİ</strong><br />

D E R G İ S İ<br />

1. sayı<br />

A N K A R A Ü N İ V E R S İ T E S İ B A S I M E V İ — 1 9 7 3


YÖNETİM KURULU<br />

Müdür<br />

Doç. Dr. Olcay ÖNERTOY<br />

Prof. Dr. Gündüz AKINCI<br />

Prof. Dr. Doğan AKSAN<br />

Prof. Dr. Hasan EREN<br />

Prof. Dr. Hasibe MAZIOĞLU


ANKIHA ÜNIVERSITESI DIL VE TARIH-COĞRAFYA FAKÜLTESI<br />

TÜRK DILI VE EDEBIYATı ARAŞTıRMALARı ENSTITÜSÜ<br />

<strong>TÜRKOLOJİ</strong><br />

DERGİSİ<br />

V. cilt 1. sayı<br />

A N K A R A Ü N İ V E R S İ T E S İ B A S I M E V İ — 1 9 7 3


İ Ç İ N D E K İ L E R<br />

PROF. DR. HASAN EREN: Türk Saz Şairleri Üskiidarî 1<br />

PROF. DR. HASAN EREN: Eski Bir Saz Şairi Sipahi 5<br />

PROF. DR. ZEYNEP KORKMAZ: Yunus Emre ve Anadolu Türkçesinin<br />

Kuruluşundaki Yeri 13<br />

ASIST. DR. MUSTAFA CANPOLAT: XIV. Yüzyılda Yazılmış Değerli Bir<br />

Tıp Eseri Edviye-i Müfrede 21<br />

ASİST. DR. MINE MENGİ: Edebiyat ve Edebiyat İncelemesi 49<br />

DR. NECDET BINGÖL: Hâşim'in Şiirinde Renkler 55<br />

DR. TÜNCER GÜLENSOY: Moğolların Gizli Tarihi'ndeki Türkçe Kelimeler<br />

Üzerine Bir Deneme 93<br />

ASİST. CAHIT KAVCAR: Romanda Tasvirin Psikolojik Rolü 137<br />

KÂMİLE İMER: Türk Yazı Dilinde Dil Devriminin Başlangıcından 1965<br />

Yılı Sonuna Kadar Özleşme Üzerine Sayıma Dayanan Bir Araştırma<br />

175<br />

DR. SEMIH TEZCAN: Kırımlıların E«ki Başkentinde Kazı 191


TÜRK SAZ ŞAİRLERİ<br />

ÜSKÜDARÎ<br />

HASAN EREN<br />

Üsküdarî adlı bir saz şairimizin bulunduğunu Fevziye Abdullah<br />

[Tansel] bildirmişti. 1 Fevziye Abdullah, onun özel olarak elde ettiği bir<br />

cönkte rastladığı şiirlerine dayanarak, adı ve yaşadığı yer ve zaman<br />

üzerine bilgi vermişti.<br />

Fevziye Abdullah'ın belirttiği gibi, bu cönkteki şiirlerin bir bölümünün<br />

başında Üsküdarî Ahmet, bir bölümünde yalnız Üsküdarî yazılmıştır.<br />

Fevziye Abdullah buna dayanarak bu yeni şairin adının Ahmet<br />

olduğunu, takma adını göz önüne alarak kendisinin İstanbul'lu bulunduğunu<br />

söylemişti.<br />

Üsküdarî'nin yaşadığı zamanı tayin ederken yazar onun şiirlerine<br />

dayanmıştı. Üsküdarî, Köprülüzade Fazıl Ahmet Paşa'nın 1663 (1074)<br />

yılında Üjvâr kalesini alması dolayısıyle güzel bir şiir yazmıştı. Bundan<br />

başka, cönkte onun Girit savaşı üzerine yazılmış bir şiiri de vardı. Bu<br />

şiirlere dayanan Fevziye Abdullah, Üsküdarî'nin XVII. yüzyılda yaşayan<br />

bir saz şairi olduğunu söylemişti.<br />

Fevziye Abdullah'ın yazısından dört yıl sonra, M. Fuad Köprülü,<br />

Türk Sazşâirleri (istanbul, 1940. II, 73. s.) adlı büyük eserinde, Üsküdarî<br />

üzerinde dururken Fevziye Abdullah'ın verdiği bilgileri özetlemekle<br />

yetinmiştir. Köprülü, örnek olarak Üsküdarî'nin<br />

1. Sevdiğim, derdinden mecnun olmuşum<br />

Dil-ü cânım sana vereldenberi<br />

Günden güne hazan gibi solmuşum<br />

Mübarek cemâlin göreldeaberi<br />

2. Dur a derviş, dur a haber sorayım<br />

Tarikat ne, erkân nedir, yol nedir?<br />

1 Fevziye Abdullah, XVII nci asır sazşairlerinden Üsküdarî: Ülkü VIII (1936), 119-122. s.


2 HASAN EREN<br />

Âşık isen gel haber ver göreyim<br />

Bülbül nedir, gülşen nedir, gül nedir?<br />

3. Müjde gelip Ehl-i-îslâm şâd oldu<br />

Gazi Vezir feth-eyledi Uyvar'ı<br />

Nemçe lâ'in kal'asından yâd oldu<br />

Gâzî Vezir feth-eyledi Uyvar'ı<br />

dörtlükleriyle başlayan koşmalarını da aktarmıştır (II, 117-119. s.).<br />

Biz, bundan yirmi yıl önce, Öksüz Âşık, Demiroğlu, Şahin (veya<br />

Şahinoğlu), Kayıkçı Kul Mustafa, Kuloğlu, Karacaoğlan gibi birtakım<br />

saz şairlerinin eserlerini içine alan yazma bir dergide Üsküdarî'nin güzel<br />

bir şiirini bulmuş, ancak o zaman bu tek şiiri, onun başka şiirlerinin de<br />

elimize geçeceğini umarak yaymamıştık. Şimdi, aradan yirmi yıl geçtiği<br />

halde Üsküdarî'nin yeni eserlerine rastlanmadığını gördük. Bunun üzerine<br />

onun vaktiyle elimize geçmiş olan bu şiirini olduğu gibi veriyoruz:<br />

Baharın eyyamı geldi seyrine varmak gerek<br />

önünden akan deryayı bakmağa doymaz yürek<br />

Balyemez topları vardır Kızkulesi il JLi-<br />

Payitahtın karşusında hoşça yerdir Üsküdar<br />

Seyretmeyüp görmeyenler seyrini gönlü umar<br />

Baharında bülbülleri figan eder zar zar<br />

Buna benzer bir makam yok demenüz kim misli var<br />

Lâciverdi kubbenin altında birdir Üsküdar<br />

Cennetülmevaya benzer zeyn oluptur her yeri<br />

Her birinde bir alem var gir içinde gez yürü<br />

Bitekellüf âşıkane sarılur dilberleri<br />

Ayş ü işret edecek bir hoşça yerdir Üsküdar<br />

Ahmet eder bu sevdaya düşen aklın dağıdır<br />

Buna benzer bir makam yok ki cennet bağıdır<br />

Arap Acem iskelesi Kabe'nin ayağıdır<br />

Vasf olunmaz hasılı bir hoşça yerdir Üsküdar<br />

Üsküdarî'nin bugüne değin elimize pek az şiiri geçmiştir. Bu bakımdan<br />

bu yeni şiir onun şairlik gücünü belirten değerli bir katkıdır.


TÜRK SAZ ŞAIRLERI 3<br />

Üsküdarî'nin bu yeni şiiri bilinenlere yeni bir şey katmamışsa da,<br />

eski bilgilerimizi teyit etmiştir.<br />

Fevziye Abdullah, yukarıda belirttiğimiz gibi, şairin adınm Ahmet<br />

olduğunu söylemişti. Yukarıdaki şiirinde şair, takma adını değil, yalnız<br />

adını kullanmıştır. Buna dayanarak Üsküdarî'nin adının Ahmet olduğu<br />

artık kesinlikle söylenebilir.<br />

Fevziye Abdullah, takma adını göz önünde tutarak Üsküdarî'nin<br />

Istanbul'lu olduğunu ileri sürmüştü. Bu yeni şiirinde Üsküdar'ın bütün<br />

güzelliklerini ustalıkla öven şairimizin Üsküdarlı olduğu açıktır.<br />

ESKÎ BÎR SAZ ŞAÎRÎ<br />

Sİ PAH î<br />

HASAN EREN<br />

Sipahî adlı bir saz şairimizin bulunduğunu Âşık Ömer Şairname , -<br />

sinde belirtmişti. Âşık Ömer bu şairin adını anmakla yetinmemiş,<br />

Sipahî'dir cümlesine ser nefer<br />

Mekân tutup kaldı ol Karaman'ı 1<br />

beytiyle onu şair olarak övmüştü. Ancak, Âşık Ömer'in andığı bu şairin<br />

eserleri bugüne değin elimize geçmemişti.<br />

Fevziye A. Tansel, 2 XYI-XVIII. yüzyıl şairlerinin eserlerini içine<br />

alan yazma bir dergide Sipahî'nin aşağıdaki şiirini bulmuştu:<br />

Ey vefasız sana gönül vereli<br />

Bana hasm olmadık eller mi kaldı


ğvııuvuijv 11II111 1 1111 IYU1U1<br />

Tansel'in bulduğu bu şiir. dergide XVII. yüzyıl saz şairlerinden<br />

Gevherî'nin bir koşmasıyle aynı sayfada ve "Türkî-i Sipahî" başlığı<br />

altında verilmiştir. Yazar, "bu âhenkli, fikir bakımından kuvvetli,<br />

ifâdece pek tabi'î ve samimî şiirin", "Âşık Ömer'in övdüğü Sipâhi'ye<br />

âit olduğunu" sandığını belirtmiştir.<br />

Tansel'in yazısını gördükten sonra, bu şiire - birtakım farklarla<br />

- Gevherî'nin koşmaları arasında rastladık. Bu koşmayı olduğu<br />

gibi veriyoruz:<br />

Ey bivefa sana gönül vereli,<br />

Bana hasm olmadık kullar mı kaldı?<br />

Dasitan eyledin illere beni,<br />

Ahvalim söylenmez diller mi kaldı?<br />

Ferhat gibi yol eyledik dağları,<br />

Kangı dilber güldürmüştür ağları,<br />

Şimdi viran oldu dostun bağları,<br />

Yad eller değmedik güller mi kaldı?<br />

Maşukum diye gel zulmetme canâ,<br />

Zamane dilberine yoktur bahane,<br />

Bir rüzgâr musallat oldu cihana,<br />

Meyvesin dökmedik dallar mı kaldı?<br />

Gel sönül bu işten olalım âri,


ESKÎ BÎR SAZ ŞAÎRÎ<br />

SİPAHÎ<br />

HASAN EREN<br />

Sipahî adlı bir saz şairimizin bulunduğunu Âşık Ömer Şaimame'sinde<br />

belirtmişti. Âşık Ömer bu şairin adını anmakla yetinmemiş,<br />

Sipahî'dir cümlesine ser nefer<br />

Mekân tutup kaldı ol Karaman'ı 1<br />

beytiyle onu şair olarak övmüştü. Ancak, Âşık Ömer'in andığı bu şairin<br />

eserleri bugüne değin elimize geçmemişti.<br />

Fevziye A. Tansel, 2 XVI-XVIII. yüzyıl şairlerinin eserlerini içine<br />

alan yazma bir dergide Sipahî'nin aşağıdaki şiirini bulmuştu:<br />

Ey vefâsız sana gönül vereli<br />

Bana hasm olmadık eller mi kaldı<br />

Dâstân eyledin cümle illere<br />

Ahvâlim (Hâlim ?) söylemedik diller mi kaldı<br />

Ferhad gibi yol eyledik dağları<br />

Hangi güzel güldürmüştür ağlar'ı<br />

Şimdi viran oldu dostun bağları<br />

Hoyrat el değmedik güller mi kaldı<br />

Ben güzelim deyu zulm etme câne<br />

Şimdiki hûblara yoktur bahâne<br />

Bir rüzgâr ârız oldu cihâne<br />

Meyvesin dökmedik dallar mı kaldı<br />

1 Sadettin Nüzhet Ergun (Âşık Ömer, Hayatı ve şiirleri, istanbul, 434. s.) bu beytin ikinci<br />

dizesinde geçen kaldı kelimesini kıldı biçiminde okumuştur. Ancak, Fevziye A. Tansel, bu keli-<br />

menin kaldı diye okunması gerektiğini belirtmiştir.<br />

2 Fevziye A. Tansel, Günümüze Kadar Bilinmeyen Beş Sazşâirimiz Hakkında Notlar ve<br />

Şiirlerinden örnekler: T. T. K. Belleten XXXVI (1972), 293-311. s.


6<br />

HASAN EREN<br />

Sipâhî müdâmâ (^f-L*: Dem be-dem) etmede feryâd<br />

Dilberin ahdini gütmeğe mu'tâd<br />

Felek'in çevrinden çekmekte evtâd<br />

Başına gelmedik hâller mi kaldı<br />

Tansel'in bulduğu bu şiir. dergide XVII. yüzyıl saz şairlerinden<br />

Gevherî'nin bir koşmasıyle aynı sayfada ve "Türkî-i Sipahî" başlığı<br />

altında verilmiştir. Yazar, "bu âhenkli, fikir bakımından kuvvetli,<br />

ifâdece pek tabi'î ve samimî şiirin", "Âşık Ömer'in övdüğü Sipâhi'ye<br />

âit olduğunu" sandığını belirtmiştir.<br />

Tansel'in yazısını gördükten sonra, bu şiire - birtakım farklarla<br />

- Gevherî'nin koşmaları arasında rastladık. Bu koşmayı olduğu<br />

gibi veriyoruz:<br />

Ey bivefa sana gönül vereli,<br />

Bana hasm olmadık kullar mı kaldı?<br />

Dasitan eyledin illere beni,<br />

Ahvalim söylenmez diller mi kaldı?<br />

Ferhat gibi yol eyledik dağları,<br />

Kangı dilber güldürmüştür ağları,<br />

Şimdi viran oldu dostun bağları,<br />

Yad eller değmedik güller mi kaldı?<br />

Maşukum diye gel zulmetme canâ,<br />

Zamane dilberine yoktur bahane,<br />

Bir rüzgâr musallat oldu cihana,<br />

Meyvesin dökmedik dallar mı kaldı?<br />

Gel gönül bu işten olalım âri,<br />

Görelim sonunda ne kılar Bâri,<br />

Gevheri der: Billâh ederim zâri,<br />

Başıma gelmedik haller mi kaldı? 3<br />

Bu koşma, Tansel'in dayandığı yazmada Sipahî adına yazılmış<br />

olan türkü'den farksızdır. Buna göre, bu şiirin bir nazire olduğu<br />

söylenemez.<br />

3 M. Halit Bayrı, Âşık Gevheri. İstanbul, 1958. 41-42. s.


ESKI BIR SAZ ŞAIRI 7<br />

M. Fuad Köprülü, XVII inci asır Sazşairlerinden Gevheri (İstanbul,<br />

1929) adlı eserinde (4. s.), eski dergilerde Gevheri adına yazılmış<br />

olan birtakım şiirlerin başka birtakım dergilerde başka şairlere<br />

isnat edildiğine sık sık tanık olduğunu belirtmişti. Ona göre:<br />

"Eski mecmualarda Gevherî'ye isnat edilen bütün eserlerin ona ait<br />

olup olmadığı mes'elesi, Gevheri metinlerini toplarken en evvel düşünülecek<br />

bir şeydir."<br />

Köprülü bu yolda birtakım örnekler de vermişti (4-7. s.). Onun<br />

saydığı örneklere ek olarak, Yusuf adlı bir saz şairimizin bir şiirinin<br />

de Gevherî'ye isnat edildiğini söyleyelim. 4 Bütün bu örneklere göre,<br />

eski dergilerde eski sazşairlerinin birtakım şiirlerinin Gevheri adına<br />

yazıldığı anlaşılıyor.<br />

Bu durumu göz önüne alınca, bize şu inanç geldi: Tansel'in yaymış<br />

olduğu türkü, Sipahî'nin eseridir ve bu şiirin sonradan Gevherî'ye<br />

isnat edilmesi yanlıştır. Ancak, bu durum, ünü her yana yayılan<br />

Gevherî'nin Sipahî'yi unutturmaya başladığına açık bir delil<br />

sayılabilir.<br />

Tansel, aynı yazmada Sipahî'nin "Türkî-i Sipahî" başlığıyle bir<br />

şiirine daha rastlamıştır:<br />

Kış da geçti, yaz erişti, nevbahâr eyyâmıdır<br />

Açılıp lâle ve sünbül gül'izâr eyyâmıdır<br />

Yiyüb içüb ayş(ü) işret etmek (eylemek) hûblar ile<br />

Bağçe zevki, su kenarı, fasl-ı yâr eyyâmıdır<br />

Her âşık sevdiğin buldu yalınızım ben gene<br />

Fakire i'tibâr olmaz, şimdi rağbet zengine<br />

Uşbu aşkın zevkini (zevrakını) salmışam bir engine<br />

Ulaşturur bir kenara rüzgâr eyyâmıdır<br />

Nice demler geşt eyledim ben bu dar-ı mihneti<br />

Bulmadım kendim diriga cana lâyık rağbeti<br />

Eyleyib dilberler ile sadıkane ülfeti<br />

Üç çifte kayık ile fasl-ı Hisâr eyyâmıdır<br />

Deli gönlüm niçedek (niceyedek) ah edersin böyle sen<br />

Bu cihânın sonu yoktur gel feragat eyle sen<br />

Ey Sipâhî ister isen dürr-i meknun söyle sen<br />

Dilberin makbulü değil, sim (ü) zer eyyâmıdır<br />

4. Bu dizide çıkacak olan Yusuf adlı yazımıza bakınız.


8<br />

HASAN EREN<br />

Tansel (300. s.), yazmada türkü adı verilen bu şiirin, Sadettin<br />

Nüzhet Ergun'un elinde bulunan bir dergide Siyahı adına yazıldığını<br />

belirtmiş, Ergun'un Siyahı diye okuduğu adın Sipahî okunması gerektiğini<br />

eklemiştir. 5<br />

Ergun (82 s.) "Siyah?nin,<br />

İşte geldi yaz irişti nevbahâr eyyamıdır<br />

mısraiyle başlayan murabbaı, bendeki bir mecmuada Âşık Ömer'in<br />

(543) numaralı manzumesine nazire olarak gösterilmiştir" diyor. Bu<br />

şiirin, Âşık Ömer'in<br />

Gitti hengâmı şita geldi bahar eyyâmıdır<br />

Ruy-i alem açılıb güldü bahar eyyâmıdır<br />

Kevn-ü sahralar şeref buldu bahar eyyâmıdır<br />

Her taraf cennet-misal oldu bahar eyyâmıdır<br />

dörtlüğü ile başlayan divan'ına nazire olarak yazıldığını Tansel de kabul<br />

ediyor. 6<br />

Şairlik gücüne ve ustalığına güvenen bütün şairler gibi, Sipahî'nin<br />

de arasıra nazireler yazdığı anlaşılıyor. Nitekim onun<br />

Ey vefâsız sana gönül vereli<br />

Bana hasm olmadık eller mi kaldı<br />

dizeleriyle başlayan şiiri de muhtemel olarak bir naziredir.<br />

5 Nihad Sami Banarlı, Türk Ansiklopedisi'nin 143. fasikülünde çıkan Halk Edebi-<br />

yatı (393 - 402. s.) maddesinde (398. s.), Karaca Oğlan, Gevheri, Âşık Ömer, Kuloğlu,<br />

Kâtibî, Kayıkçı Kul Mustafa, Âşık, Âşık Halil, Üsküdarî, Keşfî gibi tanınmış saz şairleri<br />

arasında Seyyâhî adlı bir saz şairini de anmıştır. Banarlı, XVII. yüzyılda Girit'te yapılan<br />

savaşlara katılan Seyyâhî'nin "bize âdetâ günlük hâtıralarını yazar gibi şiirler bırakan"<br />

bir şair olduğunu bildiriyor (398 - 399. s.). BanarU'nın Halk Edebiyatı maddesi 1970'te<br />

çıkmıştır. Ancak, Tansel, 1972'de çıkan yazısında, Sipahî'den söz ederken (298-301. s.)<br />

Banarlı'nın andığı Seyyâhî'ye değinmemiştir. Banarlı'nın Seyyâhî biçiminde okuduğu<br />

bu adın Sipahî olarak düzeltilmesi gerekir, inancındayız. Ancak, bu şairin Girit sa-<br />

vaşlarını anlatan şiirlerini görmediğimizi ekleyelim. Banarlı, Halk şairlerinde Girit sava-<br />

şı ve şair Aşık hakkında notlar (Ülkü X, 1937, 137-148) adlı yazısında bu saz şairi<br />

üzerinde durmamıştır.<br />

6 Bu şiirin Âşık Ömer'e nazire olarak söylendiğini M. Fuad Köprülü (Türk Saz-<br />

şairleri. <strong>Ankara</strong>, 1962. 263. s.) de belirtmiştir. Ergun'un gözlemlerine dayanan Köprülü,<br />

bu saz şairinin adım Siyahı olarak yazmıştır.


ESKI BIR SAZ ŞAIRI 9<br />

Benim bulduğum bir dergide Karacaoğlan adına yazılmış bir şiir<br />

vardır:<br />

Aciz kaldım şu gönlümün elinden<br />

Benim gitmediğim yollar mı kaldı<br />

jyüz döndürüp<br />

Başıma gelmedik haller mi kaldı<br />

Taşkın sular gibi akup çağlarım<br />

Didarm görüben gönül eğlerim<br />

Dünyaya geleli her dem ağlarım<br />

Çeşmim karışmadık seller mi kaldı<br />

Alları çıkarıp karalar giyüp<br />

Sen varup eller sözüne uyup<br />

Bir gün ben kendüme kıyarım deyüp<br />

Urgan atmadığım dallar mı kaldı<br />

Karacaoğlan eder dost bizim eller<br />

Biter benefşe dermeli güller<br />

Dinledim hep bizi söyleşir eller<br />

Benim düşmediğim diller mi kaldı 7<br />

Karacaoğlan'ın bu şiiriyle Sipahî'nin tür/cü'sü arasında büyük bir<br />

benzerlik göze çarpıyor. Bü şiirin birinci dörtlüğünün son dizesi, Sipahî<br />

adına yazılmış olan şiirin son dörtlüğünde olduğu gibi tekrarlanmıştır.<br />

Buna göre, Sipahî'nin, Âşık Ömer'in divanhna. nazire yazdığı gibi,<br />

Karacaoğlan'ın şiirine de nazire olarak bir türkü söylediği açıktır.<br />

Türk saz şiirinin usta bir şairi olduğu anlaşılan Sipahî'nin bu yolda<br />

yalnız birkaç şiir yazmakla kaldığı düşünülemez. İşte, biz de yazma bir<br />

dergide onun güzel bir şiirine daha rastladık. Daha çok XVII. yüzyıl<br />

şairlerimizden Gevherî'nin eserlerini içine alan bir yazmada 8 gördüğümüz<br />

bu şiiri olduğu gibi veriyoruz:<br />

7 Karacaoğlan'ın bu şiirine Sadettin Nüzhet Ergun'un Karaca Oğlan. Hayatı ve<br />

şiirleri (istanbul, 1950) adlı eserinde rastlanmaz. Cahit Öztelli'nin Karaca Oğlan (istan-<br />

bul, 1972) kitabında bu şiir koşmalar arasında (34) verilmiştir. Müjgân Cunbur da Ka-<br />

racaoğlan (<strong>Ankara</strong>, 1973) adlı eserine bu koşmayı almıştır (3).<br />

8 Tansel'in bulduğu şiir gibi, Sipahî'nin bu şiiri de Gevherî'nin bir koşmasıyle aynı<br />

sayfada verilmiştir. Buna dayanılarak, Sipahî'nin, Gevherî'nin çağdaşı olduğu kolaylıkla<br />

tahmin edilebilir.


10 HASAN EREN<br />

Kaşların lâm elif gözlerin mim sad<br />

Muhabbet namesin yazaldan gitti<br />

Vücudum şehrini eyledin berbad<br />

Gönlümün sarayın düzelden gitti<br />

Ferhad kim karlı dağlar yarmağa<br />

Pek mailim ince belin sarmağa<br />

Gönderdim gönlümü dostu görmeğe<br />

Akılcığım dersen evvelden gitti<br />

Çektiklerim gayret ile ar iken<br />

Kelp rakibin işi gücü var iken<br />

Canımın cananın buldum der iken<br />

Gönül eğlencesi tez elden gitti<br />

Der Sipahî buluştum nazlıma<br />

Nigâh yerine zulm eder mazluma<br />

Bizden selâm eylen ahu gözlüme<br />

Ağlayı ağlayı göz elden gitti<br />

Yukarıda Sipahî'nin, Âşık Ömer'in bir divan'ma nazire olarak<br />

bir şiir yazdığını belirtmiştik. Anlaşılan Sipahî'nin bizim ele geçirmiş<br />

olduğumuz bu yeni şiiri de Âşık Ömer'in bir koşmasına nazire<br />

olarak söylenmiştir. Karşılaştırmayı kolaylaştırmak üzere Âşık<br />

Ömer'in koşmasını da olduğu gibi aktarıyoruz:<br />

Devlet hümâsın tutayım der iken<br />

Uçurdum kolumdan baz elden gitti<br />

Cehd idüp ardından yeteyim derken<br />

Hazır turna ile kaz elden gitti<br />

Hudâ'nın verdiğine olmadım kail<br />

Gönül öte duta dilber mâil<br />

Olmuş iken bir dem devlete nâil<br />

Kıymetin bilmedim tiz elden gitti<br />

Yine cûş eyledi bu dertli yürek<br />

Sinemi çâk etti bu devr-i felek<br />

Mevlâ'nın verdiğine kanâat gerek<br />

Gönül çok isterken az elden gitti


ESKI BIR SAZ ŞAIRI<br />

Mevlâ'm verse varabilsem yârime<br />

Elim varmaz oldu kisb ü kârime<br />

Bir kara dumandır çöktü serime<br />

Kış eyyâmı geldi yaz elden gitti<br />

Ömer içini gör bakma taşma<br />

Çekdiğin gelmesin kullar başına<br />

Kimse rahm eylemez çeşmim yaşına<br />

Ağlayı ağlayı göz elden gitti 9<br />

Bu koşmanın son dizesi Sipahî'nin şiirinde olduğu gibi tekrarlanmıştır.<br />

Tansel, Sipahî'nin bir türkü'sü ile bir divan'ım vermişti. Bunlara<br />

bizim bulduğumuz yukarıdaki şiiri de katarsak, Sipahî'nin şiirlerinin<br />

sayısı şimdilik üçü bulur. Onun başka eserlerinin de ileride elimize<br />

geçeceğini umuyor, Sipahî'nin üzerinde durulmaya değer bir saz şairi<br />

olduğunu belirtmekle yetiniyoruz.<br />

YUNUS EMRE VE ANADOLU TÜRKÇESÎNÎN<br />

KURULUŞUNDAKİ YERÎ*<br />

ZEYNEP KORKMAZ<br />

I. §. Türk edebiyatının ölümsüz simalarından biri olan Yunus<br />

Emre üzerinde şimdiye kadar çeşitli inceleme ve yayınlar yapılmış;<br />

bu yayınlarda onun edebî kişiliği, fikir ve san'at yönü çeşitli açılardan<br />

ele alınıp değerlendirilmiştir. Yunus Emre'nin üzerinde en az<br />

durulmuş olan yönü dil yönüdür. Gerçi, Yunus'u fikir ve san'at açısından<br />

inceleyen her araştırıcı, sırası düştükçe onun diline de işaret etmekten,<br />

edebî kişiliğindeki en önemli başarı sırlarından biri olan dilindeki<br />

duruluktan, güzellikten ve coşkunluktan söz etmekten kendini alamamıştır.<br />

Doğrudan doğruya Yunus'un dili üzerinde duran pek az sayıdaki<br />

araştırıcı ise, konuyu daha çok, Yunus'un halkın dilini kullanan halka<br />

seslenen bir tekke ve halk ozanı olması açısından değerlendirmeğe çalışmıştır.<br />

Bu değerlendirme elbette yanlış değildir. Yunus Emre gerçekten<br />

de Türk halk şiirinin doruğa yükselmiş bir şairidir. Gününün halk<br />

arasında yaşayan edebî geleneklerini ve dilini, yaratıcı san'at süzgecinden<br />

geçirerek en iyi biçimde değerlendirebilmiş bir sanatçımızdır. Anadolu<br />

Türkçesi'ne yeni bir ruh ve estetik katabilmiştir. Ancak, bütün bu<br />

değerlendirmeler, yalnız Türk edebiyatının değil, Dünya edebiyatının<br />

da ölümsüzleri arasına karışmış olan Yunus Emre için bir dilci gözü ile<br />

yeterli sayılabilecek değerlendirmeler değildir. Yunus'a sırf bu açıdan<br />

11


_A.II. yuzyıı urta-Asya'nın Harezm ve Maveraünnehir bölgelerinin<br />

Türk dili tarihi bakımından yeni gelişmelere sahne olduğu bir dönemdir.<br />

Türk dilinin zaman ve yer bakımından biribirini izleyen tek bir kol olmaktan<br />

çıkıp dallanmalara uğradığı bir devrin başlangıcıdır. Bu sebeple<br />

XII., XIII. yüzyıllarda, Harezm ve Maveraünnehir bölgeleri Orta-Asya" 1nın<br />

geçirdiği tarihî, siyasal ve etnik karışmalarla bağlantıh olarak, yeni<br />

yazı dillerinin oluşumuna beşiklik etmiş dönem ve bölgelerdir. Oğuzcan'ın<br />

Eski Türk yazı dilinden ayrıhp müstakil bir yazı dili durumuna<br />

geçme çabaları da yine bu dönemde başlamıştır.<br />

Tarihî ve coğrafî kaynakların verdikleri bilgilerden ve yapılan çeşitli<br />

araştımalardan artık kesin olarak bilmekteyiz ki, Oğuzlar daha<br />

X. yüzyılda Sirderya boylarında Aral gölü kıyılarında Yenikent merkez<br />

olmak üzere bir yabgu devleti kurmuşlardır. X ve XI. yüzyıllarda Sirderya<br />

yakasında ve Aral çevresinde birtakım şehirler de kuran bu Oğuzlar,<br />

bu bölgede kısmen göçebe kısmen de yüksek kültürlü bir yerleşik hayata<br />

geçmiş bulunuyorlardı 1 . Burada tarihî olayların ayrıntılarına girecek<br />

durumda değiliz. Ancak, şu kadarını belirtelim ki, bu bölgelerde<br />

sürdürdükleri yerleşik ve göçebe yaşayış tarzları ile bir yandan Maveraünnehir<br />

,in yerli halkı ile karışan, bir yandan Karahanlılar'la komşuluk<br />

eden Oğuzlar'dan bir kısmı daha sonra Buhara'ya göç ederek ora-<br />

1 Bkz. Faruk Sümer, X yüzyılda Oğuzlar, DTCF. Derg. XVI/3-4, s. 135-138,<br />

not 47 ve s. 147; Faruk Sümer, Oğuzlar, Ank. Üniv. DTCF. yayuu, <strong>Ankara</strong> 1967,<br />

s. 52, 560; W. Barthold, Orta-Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, İstanbul 1927,<br />

128; Kaşgarlı Mahmud, Divanu Lügat it-Türk ( B . Atalay Tercümesi), c. I,<br />

s. 436, 443, 471, 473, 487; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti,


YUNUS EMRE VE ANADOLU TÜRKÇESÎNÎN<br />

KURULUŞUNDAKİ YERİ*<br />

ZEYNEP KORKMAZ<br />

I. §. Türk edebiyatının ölümsüz simalarından biri olan Yunus<br />

Emre üzerinde şimdiye kadar çeşitli inceleme ve yayınlar yapılmış;<br />

bu yayınlarda onun edebî kişiliği, fikir ve san'at yönü çeşitli açılardan<br />

ele alınıp değerlendirilmiştir. Yunus Emre'nin üzerinde en az<br />

durulmuş olan yönü dil yönüdür. Gerçi, Yunus'u fikir ve san'at açısından<br />

inceleyen her araştırıcı, sırası düştükçe onun diline de işaret etmekten,<br />

edebî kişiliğindeki en önemli başarı sırlarından biri olan dilindeki<br />

duruluktan, güzellikten ve coşkunluktan söz etmekten kendini alamamıştır.<br />

Doğrudan doğruya Yunus'un dili üzerinde duran pek az sayıdaki<br />

araştırıcı ise, konuyu daha çok, Yunus'un halkın dilini kullanan halka<br />

seslenen bir tekke ve halk ozanı olması açısından değerlendirmeğe çalışmıştır.<br />

Bu değerlendirme elbette yanlış değildir. Yunus Emre gerçekten<br />

de Türk halk şiirinin doruğa yükselmiş bir şairidir. Gününün halk<br />

arasında yaşayan edebî geleneklerini ve dilini, yaratıcı san'at süzgecinden<br />

geçirerek en iyi biçimde değerlendirebilmiş bir sanatçımızdır. Anadolu<br />

Türkçesi'ne yeni bir ruh ve estetik katabilmiştir. Ancak, bütün bu<br />

değerlendirmeler, yalnız Türk edebiyatının değil, Dünya edebiyatının<br />

da ölümsüzleri arasına karışmış olan Yunus Emre için bir dilci gözü ile<br />

yeterli sayılabilecek değerlendirmeler değildir. Yunus'a sırf bu açıdan<br />

bakmak, onun Türk dili tarihindeki önemli yerini dar bir çerçeve içine sıkıştırmak<br />

demektir. Bizce Yunus, edebiyat tarihimizde yalmz edebî<br />

kişiliği ile devrini aşan bir şair olmamış, dil tarihimizde Türk diline yaptığı<br />

üstün çaptaki hizmet ile de devrini aşmış ve Anadolu Türkçesi'nin<br />

kuruluşuna yön vermiş olan bir şahsiyettir. Yunus Emre'nin bu alan-<br />

* Bu yazı, Selçuklu Tarih ve Medeniyeti Araştırmaları Enstitüsü'nce 27-30 mayıs 1972<br />

tarihleri arasında Eskişehir'de düzenlenen Yunus Emre Semineri'nde yapılan bir konuşma<br />

metnine dayanmaktadır.


14<br />

ZEYNEP KORKMAZ<br />

daki fonksiyonunun kavranabilmesi için, Selçuklu Anadolu'sunun dil<br />

durumuna şöyle bir göz atmak gerekir.<br />

Selçuklular Devrinde Dil Durumu<br />

2. §. Türk yazı dilinin tarihî gelişme çizgisinde metinlerle izleyebildiğimiz<br />

VI-VIII. yüzyıllar Türkçesinden başlayarak XII. yüzyıl ortalarına<br />

gelinceye kadar Orta-Asya'da tek bir yazı dili hâkimdir. Köktürk<br />

Uygur, Karahanlı yazı dilleri, bu birtek kol olarak ilerleyen yazı dilinin<br />

yer, zaman, siyasal bölünmeler ve kültür alanı ayrılıklarına göre<br />

biribirine izleyen devamlarıdır.<br />

XII. yüzyıl Orta-Asya'nın Harezm ve Maveraünnehir bölgelerinin<br />

Türk dili tarihi bakımından yeni gelişmelere sahne olduğu bir dönemdir.<br />

Türk dilinin zaman ve yer bakımından biribirini izleyen tek bir kol olmaktan<br />

çıkıp dallanmalara uğradığı bir devrin başlangıcıdır. Bu sebeple<br />

XII., XIII. yüzyıllarda, Harezm ve Maveraünnehir bölgeleri Orta-Asya'nın<br />

geçirdiği tarihî, siyasal ve etnik karışmalarla bağlantıh olarak, yeni<br />

yazı dillerinin oluşumuna beşiklik etmiş dönem ve bölgelerdir. Oğuzcan'm<br />

Eski Türk yazı dilinden ayrılıp müstakil bir yazı dili durumuna<br />

geçme çabaları da yine bu dönemde başlamıştır.<br />

Tarihî ve coğrafî kaynakların verdikleri bilgilerden ve yapılan çeşitli<br />

araştımalardan artık kesin olarak bilmekteyiz ki, Oğuzlar daha<br />

X. yüzyılda Sirderya boylarında Aral gölü kıyılarında Yenikent merkez<br />

olmak üzere bir yabgu devleti kurmuşlardır. X ve XI. yüzyıllarda Sirderya<br />

yakasında ve Aral çevresinde birtakım şehirler de kuran bu Oğuzlar,<br />

bu bölgede kısmen göçebe kısmen de yüksek kültürlü bir yerleşik hayata<br />

geçmiş bulunuyorlardı 1 . Burada tarihî olayların ayrıntılarına girecek<br />

durumda değiliz. Ancak, şu kadarını belirtelim ki, bu bölgelerde<br />

sürdürdükleri yerleşik ve göçebe yaşayış tarzları ile bir yandan Maveraünnehir'm<br />

yerli halkı ile karışan, bir yandan Karahanlılar'la komşuluk<br />

eden Oğuzlar'dan bir kısmı daha sonra Buhara'ya göç ederek ora-<br />

1 Bkz. Faruk Sümer, X yüzyılda Oğuzlar, DTCF. Derg. XVI/3-4, s. 135-138,<br />

not 47 ve s. 147; Faruk Sümer, Oğuzlar, Ank. Üniv. DTCF. yayım, <strong>Ankara</strong> 1967,<br />

s. 52, 560; W. Barthold, Orta-Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, İstanbul 1927,<br />

128; Kaşgarlı Mahmud, Divanu Lügat it-Türk ( B . Atalay Tercümesi), c. I,<br />

s. 436, 443, 471, 473, 487; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti,<br />

<strong>Ankara</strong> 1965, s. 33-36; T. Banguoğlu, KaşgarVden Notlar: Oğuzlar ve Oğuzeli Üzerine,<br />

TDAY. 1959 (<strong>Ankara</strong> 1959), s. 7, 8; S.P. Tolstov, Gorodo Guzav (Oğuz Şehirleri),<br />

Sovetskaya Etnografiya, 1947/3, s. 55 ve öt.


YUNUS EMRE VE ANADOLU TÜRKÇESI 15<br />

da yerleşmişlerdir. Yine bunlardan büyük bir kısmı Ceyhun ırmağını<br />

geçerek Harezm yolu ile Horasan''a kadar uzanmışlar 1040 yılında Büyük<br />

Selçuklu Devleti'ni kurmuşlardır.<br />

XI.-XIII. yüzyıllar arasında, Kıpçaklarla birlikte Harezm''in türkleşmesinde<br />

rol oynayan Oğuzlar, Aral gölü, Sirderya yakasından Horasan'a<br />

kadar uzanmış olan bu Oğuzlar'dır. Horasan'da büyük Selçuklu<br />

devletini kurduktan bir süre sonra, büyük kümeler halinde İran,<br />

Azerbaycan yolu ile Irak ve Anadolu'ya kadar uzanarak Anadolu bölgesini<br />

türkleştiren ve bu bölgede Anadolu Selçuklu Devleti'ni kurmuş<br />

olanlar da yine bu Oğuzlar'dır. Görülüyor ki, Oğuz Türkleri X-XIII.<br />

yüzyıllarda ta Aral, Sirderya boylarından Anadolu ortalarına kadar<br />

uzanan bir siyasal varhk ve hakimiyet göstermiş bulunmaktadırlar.<br />

Ancak, bu siyasal varlıklarına paralel olarak, onların XI. yüzyılda müstakil<br />

bir yazı diline sahip oldukları hakkında bugün için kesin bir bilgimiz<br />

yoktur. Gerçi, Kaşgarlı Mahmud Divanu Lûgat-it-Türk''ünde<br />

Oğuzca hakkında çok değerli bilgiler vermiştir. Fakat bu bilgiler<br />

Karahanlı yazı diline oranla Oğuzca'daki lehçe ve ağız ayrılıklarını<br />

belirten bilgiler durumundadır. XI. yüzyılda Oğuzlar yazı dili olarak<br />

her halde daha Karahanlı Türkçesi'ni kullanmakta idiler. Oğuzca<br />

yalnız konuşma dili olarak devam etmekte idi. Oğuzca'nın yazı diline<br />

geçmiş ilk belirtilerini XII. yüzyıla ait bir eser olan Anonim Kur'an<br />

Tefsiri'nde bulmaktayız. Fakat bu eser de Oğuzca'yı değil doğrudan<br />

doğruya Karahanlı Türkçesi'ni temsil eden bir eser niteliğindedir.<br />

Gerek Horasan'daki Büyük Selçuklu devletinde gerek Anadolu<br />

Selçukluları'nda bu dönemde Oğuzca, daha bütünü ile yazı dili olarak<br />

kullanılabilecek bir varhk gösterememiştir. Selçuklu divanında,<br />

bir yandan devlet dairelerinde îran'lı unsurların büyük çapta yer almış<br />

olmaları, bir yandan da devlet memurlarının medrese eğitiminden geçmiş<br />

olması, ayrıca İslâm kültürünün yoğun etkisi altında Arap ve Fars<br />

dillerinin kazanmış olduğu büyük değer dolayısiyledir ki, her iki Selçuklu<br />

devletinde de resmî dil, edebiyat dili, ilim ve dış yazışmalar dili<br />

olarak Farsça ve Arapça benimsenmiş bulunuyordu. Anadolu Selçukluları'nda<br />

XII. yüzyılın ikinci yarısından bu yana Türkçe yalnız İslâmlığın<br />

ilkelerini büyük halk kitleleri arasında yaymak, halkın dinî cengaverlik<br />

duygularını beslemek ve Tasavvufu halk arasında yaymak üzere<br />

didaktik ve pratik maksatlarla kaleme ahnmış olan basit muhtevah<br />

eserlerin dili olarak kullanılabiliyordu. Esasen Anadolu'da XII. yüzyıl<br />

ortalarından XIII. yüzyıhn ikinci yarısına kadar süregelen dönemdeki


16<br />

ZEYNEP KORKMAZ<br />

Türkçe de dil yapısı bakımından yalnız Oğuzca'ya dayanmıyor; Kar<br />

ah anlı yazı dili özelliklerinden Oğuzca'ya doğru uzanan bir karışıklık<br />

içinde bulunuyordu. XII. ve XIII. yüzyıllarda bu ilk dönemin dili<br />

ile yazılmış olan eserlerden birkısmı bugün elimizde değildir. Şeyh San'an<br />

Hikâyesi ve Salsal-nâme gibi. Bunların varlıklarını tarihî kaynaklardan<br />

veya başka eserlerdeki kayıtlardan öğrenmekteyiz. Bu eserlerden birkaçı<br />

da bize sonraki yüzyılların azçok yenileştirilmiş olan dilleri ile ulaşmışlardır.<br />

Dânişmend-nâme ve Battal-nâme gibi. Bugün elimizde bulunan ve<br />

XIII. yüzyılın ikinci yarısından daha gerilere giden Türkçe eserlerin<br />

sayısı birkaçı geçmiyecek kadar azdır. Ali'nin Kıssa-i Yûsuf'u, Behçetü'l-hadâik<br />

fi-Mev'izetVl-halâik, Kitâb-ı Güzide üzerine yazılanlar, Kitâb<br />

al-Farâiz ve Eski bir Kudurî Tercümesi üzerinde yapılan incelemeler<br />

ortaya koymuştur ki, XII. yüzyıl ortalarından başlayarak gerek Orta-<br />

Asya' nın O ğuzlar'la meskûn kesiminde gerek Anadolu bölgesinde Oğuzca<br />

özellikler yazıh eserlere daha çok girmeğe başlamış, Kar ah anlı<br />

yazı dili ile - Oğuzca ve biraz da Kıpçakça karışımından oluşmuş bir<br />

karışık dilli eserler dönemi başlamıştır. Daha, nisbeten sisli bir perde ile<br />

örtülü bulunan bu dönem, Oğuzca'nın tarihî gelişmesine paralel olarak,<br />

Eski Türk yazı dilinden Oğuz yazı diline atlayış basamağında bulunan<br />

bir geçiş dönemi niteliğindedir. Bu sebeple Behcetü'l hadâik gibi<br />

bir eserde bir yandan Doğu Türkçesi'nden gelme munça 'bunca', meniz<br />

'beniz, yüz', mengü 'ebedî', barlık 'varlık, zenginlik', bol- 'olmak', acığ<br />

'acı, ıztırap', asıg 'fayda', körgemen 'göreceğim', yığlağay 'ağlayacak',<br />

birdeçimen 'vereceğim' gibi şekil ve özellikler yer alırken, bir yandan da<br />

Oğuzca'ya has bunça, bunca, beniz, varlık, acı, ulu, assı 'fayda', yığlaya<br />

'ağlayacak', veriserin 'vereceğim', geliserin 'geleceğim', ftılasılar 'kılacaklar',<br />

çağıruban 'çağırarak', ögrenüben, kemişürven 'atarım', tutarvuz<br />

'tutarız', sevinürvüz 'seviniriz' gibi kelime ve şekiller yer almış bulunmaktadır.<br />

Anadolu bölgesinde Türkçe'nin sesbilgisi (phonetik), şekilbilgisi<br />

(morphologie) ve kelime hazinesi bakımından XIII. yüzyılın 2.<br />

yansına kadar süregelen bu karışık yapısı dolayısiyledir ki, XIV. ve<br />

XV. yüzyıl yazar ve sanatçılannca bu dönemin dili olga bolga dili diye<br />

adlandırılmış veya 'kaba ve sakîm' olarak nitelendirilmiştir. Böyle bir<br />

nitelendirmenin başhca sebebi, bölgede Oğuzca özellikler ağır bastıkça,<br />

Oğuzca dışı dil özelliklerinin yadırganmış olmasıdır. Kaynaklarda<br />

bu durumu dile getiren güzel örnekler vardır 2 . Arapça ve Farsçanm yay-<br />

2 Bkz. Muhammed B. Baydur, Ahâid-i islâm (Kitab-ı GüzideJ, Manisa<br />

Ktb. no: 6886, s. 2 a; İstanbul Arkeoloji Ktb. no: 1498; mukaddime.


YUNUS EMRE VE ANADOLU TÜRKÇESI 17<br />

gın hakimiyeti dışında, Türkçenin daha durulmamış ve oturmamış olan<br />

bu karışık yapılı çehresi de, onun benimsenmesine ve eser verilmesine<br />

engel oluyordu.<br />

Demek oluyor ki, Yunus Emre'nin hayata gözlerini açtığı devirde,<br />

Anadolu, dil bakımından yukarıda özetlediğimiz durumda idi. Yazı<br />

diline bir dereceye kadar girmeğe başlamış olan Oğuzca'nın, kendi<br />

benliğini bulabilmesi için bir yandan resmî dil olan Arapça ve Farsça'nın<br />

hâkimiyetine karşı koyması bir yanda da bu geçiş döneminin ikili karışık<br />

dil yapısından sıyrılması gerekiyordu. Anadolu Türkçesi'nin tarih alanına<br />

müstakil bir yazı dili olarak çıkabilmesi, bu iki yönlü mücadelesindeki<br />

başarısına bağlı idi. Denebilir ki, Oğuzca'nın bu dönemdeki mücadelesi<br />

konuşma dilinden yazı diline atlayarak kendi öz varhğını bulma mücadelesidir.<br />

Bu mücadelenin yoğun devresi de XIII. yüzyılın ikinci yarısına<br />

rastlar. Öte yandan XIII. yüzyılda Moğol akını ile Anadolu'ya yeni<br />

Oğuz boylarının gelmiş olması, burada XI. yüzyıldan beri var olan<br />

sözlü edebî gelenekleri yeni edebî geleneklerle besleyerek daha da güçlendirmiştir.<br />

Selçuklu devletinin yıkılmağa yüz tutması ile, Andolu'nun<br />

millî geleneklerine son derece bağh birtakım Beylikler'e ayrılmış olması,<br />

bu beyliklerin başlarında bulunan Türkmen beylerinin Arap ve<br />

Fars kültürlerine yeterince aşina olmamalarına karşı, kendi millî dil<br />

ve kültürlerine olan yakın bağlılıkları, Oğuzca'nın gelişmesi için gerekli<br />

tarihî, sosyal ve kültürel ortamı hazırlamış bulunuyordu. Karamanoğlu<br />

Mehmed Bey'in 1277 yılında Türkçenin benimsenmesi konusunda<br />

verdiği önemli buyruk, Türk dili tarihinde bir dönüm noktası olmuştur.<br />

Ancak, şu noktayı da önemle belirtmek isteriz ki, bir memlekette<br />

tarihî, sosyal ve kültürel gelişmeler için gerekli ortam ne denli hazırlıklı<br />

olursa olsun, bu ortamda söz konusu gelişmelere öncülük edecek üstün<br />

yetenekli kişilere ihtiyaç vardır. İşte Yunus Emre böyle bir devirde<br />

ve böyle bir ortam içinde yetişmiş bulunuyordu.<br />

Yunus Emre ve Oğuzca<br />

3. §. Yunus Emre bölgenin ve devrin ihtiyacına Türk dilini kullanmaktaki<br />

başarısı ve san'at alanındaki dehası ile tercüman olmuştur.<br />

Bizce Yunus, Oğuzca'ya dayah Anadolu Türkçesi'nin özgür bir yazı<br />

dili olarak kuruluşunda, yüksek düzeyde bir şair olarak en büyük görevi<br />

yüklenmiş ve bu görevi yüzyılları aşan üstün bir başarı ile yürütebilmiştir.<br />

Gerçi, Anadolu Türkçesi'nin kuruluşunda zaman bakımından Yu-


18 ZEYNEP KORKMAZ<br />

nus'tan biraz daha önceye giren veya onunla çağdaş olan ve eserlerini<br />

Türkçe yazmış bulunan daha başka edebî şahsiyetler de yok değildir.<br />

Yunus'un XIII. yüzyılın ikinci yarısına giren çağdaşları arasında<br />

Ahmed Fakîh'i, Hoca Dehhanî'yi, Şeyyad Hamza'yı ve Sultan<br />

Yeled'i sayabiliriz. XIV. yüzyılın ikinci yarısına giren çağdaşları<br />

arasında ise Âşık Paşa, Gülşehrî, Beypazarlı Maazoğlu, Dursun<br />

Fakîh gibileri önemli birer yer tutarlar. Anadolu Türkçesi'nin kuruluşunda<br />

elbette Yunus'la çağdaş olan bütün bu kişilerin ve Anadolu'da<br />

Oğuz Türkleri'nin millî destanlarını dile getiren bugün adlarını bilemediğimiz<br />

ozanların da büyük emeği geçmiştir. Ancak, bunlarla Yunus<br />

Emre arasında bir karşılaştırma yapıldığında, Yunus'un dorukta yer<br />

almak suretiyle birincileri çok gerilerde bıraktığı, ikincilere ise ışık tuttuğu<br />

görülür. Yunus'un ilk çağdaşlarından olan Ahmed Fakih,<br />

Hoca Dehhanî, Şeyyad Hamza ve Sultan Yeled'in eserleri gegenellikle<br />

Anadolu halkını dinî yönden ikaz ve irşâd maksadı ile kaleme<br />

ahnmış didaktik manzumeler olduğu için, bunlar lirizm ve heyecandan<br />

yoksun, dil ve san'at değeri bakımından cılız kalmış eserler olmaktan ileri<br />

geçememişlerdir. Türkçe bunların elinde bir san'at inceliğine ve söyleyiş<br />

gücüne ulaşamamıştır. Ayrıca, Türkçe bunlar için severek bağlanılan<br />

her zaman başvurulan bir ifade aracı da olamamıştır. Arapça ve Farsça<br />

yanında yazı dili olarak küçümsendiği, geliştirme çabası gösterilmediği<br />

için kullanılışı da başarılı olamamıştır. Yunus'un Türkçesi, Oğuzca'dan<br />

geçme gramer şekilleri, kelime hazinesi ve dile hakimiyet bakımından<br />

bunların hiçbiri ile kıyaslanamıyacak bir üstünlük ve olgunluktadır.<br />

Lirizm onun san'atının olduğu kadar, san'atını kuran dilinin de en belirgin<br />

niteliğidir. Kendisinin daha genç çağdaşlarından olan Âşık Paşa<br />

ve Gülşehrî'nin Türkçe'ye bağlılıklarında her halde Yunus'un da<br />

büyük etkisi olmuştur.<br />

XIV. yüzyıl Aadolu Beylikleri devri, Oğuzca'nın büyük bir hızla<br />

yazı diline girmesi, Doğu Türkçesi'ne ait kalıntılardan temizlenmesi,<br />

telif ve çeviri yüzlerce eserin meydana getirilmesi bakımından çok verimli<br />

bir dönemdir. Selçuklular dönemindeki Arapça, Farsça tutkunluğuna<br />

karşı bir reaksiyon, bir uyanma ve konuşma dilinin belirli bir yazı geleneğine<br />

uyularak yazı diline aktarıldığı dönemdir. Tek cümle ile, doğrudan<br />

doğruya Oğuzca'ya dayalı yerli ve millî bir yazı dilinin kuruluş<br />

dönemidir, işte böyle bir dönemin başlatılmasında, Oğuz-Türk men<br />

beylerinin millî geleneklerine ve kendi bölge dillerine verdikleri önem,<br />

şairleri ve yazarları korumak bakımından gösterdikleri duyarlık yanında,


YUNUS EMRE VE ANADOLU TÜRKÇESI 19<br />

Yunus Emre'nin millî dile olan sevgi ve bağlılığının da büyük payı<br />

vardır. Denebilir ki, konuşma dilinden ve halk şiirinden yazı diline doğru<br />

uzanan gelişmede, Yunus Emre zirveye yükselmiş en eski öncü durumundadır.<br />

Onun bu alandaki başarısının sırrı da doğrudan doğruya dil<br />

ve san'at dehasında toplanmaktadır. Hiç şüphe yok ki:<br />

Işkun aldı beni benden, bana seni gerek seni<br />

Ben yanaram düni güni bana seni gerek seni,<br />

Ne varlığa sevinürem ne yokluğa yerinürem<br />

Işkufiıla avunuram bana seni gerek seni,<br />

Işkun âşıklar öldürür, ışk denizine taldurur<br />

Tecellîyile toldurur bana seni gerek seni,<br />

Işkun şarabından içeni mecnun olup taga düşem<br />

Sensin dün ü gün endişem bana seni gerek seni,<br />

Sufîlere sohbet gerek ahîlere ahret gerek<br />

Mecnunlara Leylî gerek bana seni gerek seni 3<br />

diyebilen Yunus'un elinde, Anadolu Türkçesi yüksek bir fikir ve edebî<br />

deyiş gücü kazanmış bulunmaktadır.<br />

Satırlarımızı bitirmeden Yunus Emre bakımından önemli olan<br />

bir noktaya daha dokunmak istiyoruz: Üzülerek belirtelim ki, Şimdiye<br />

kadar Yunus Emre Divam'nın, XIII. yüzyılın dil yapısının ayrıntılarına<br />

ve filolojik tahlillere dayanan bilimsel bir yayını yapılamadığı gibi,<br />

Yunus'un dil ve üslûbu üzerinde de ciddî bir inceleme yapılmış değildir.<br />

Oysa, her şair kendi ruh dünyasında biçimlenen ince duygulardan, derin<br />

düşüncelerden ve engin hayallerden örülmüş iç muhtevayı ancak kelimelerden<br />

kurulu mısralarla bir dış yapı, bir eser haline getirdiği için, şairin<br />

yaptığının aksine bir yol izlenerek, dil ve üslûp incelemesi yöntemi ile ondaki<br />

edebî değerleri daha elle tutulur ölçülerle ortaya koyma olanağı vardır.<br />

Böyle bir değerlendirme yolu, Yunus'un yalnız sanatçı kişiliğini daha<br />

belirgin bir şekilde ortaya koymakla kalmıyacak, aynı zamanda onun<br />

şiirlerinin kendisine ait olmayan sonraki Yunus'ların şiirlerinden ayıklanmasında<br />

da yardımcı olacaktır. Böyle bir çalışma, kanımızca Türk dili<br />

ile uğraşanların bugün için Yunus Emre'ye yapabilecekleri en büyük<br />

hizmet olacaktır.<br />

3 Yunus Emre, Risalat-un-Nushiyye ve Divan, Eskişehir Turizm ve Tanıtma Derneği<br />

yayını, 1965, s. 145.


XIV. YÜZYILDA YAZILMIŞ DEĞERLİ BİR TIP ESERİ<br />

EDVÎYE-Î MÜFREDE<br />

MUSTAFA CANPOLAT<br />

Türk tıp tarihi üzerine bugüne kadar yapdan araştırmaların yetersizliği<br />

acı bir gerçektir. En eski tıp metinlerimizden başlayarak ülkemizde tıp büiminin<br />

geçirdiği evreler, batıdan ve Arap bilginlerinden neler alındığı, bunlara<br />

neler eklendiği, halk hekimliği ile tarihî tıp bilimi arasındaki ilişkiler, henüz<br />

bu konu üzerinde ciddiyetle ve bilgiyle çalışacak tıp tarihçilerini beklemektedir*.<br />

Bu konuda tıp tarihçileri kadar filologları da bekleyen bir görev vardır:<br />

En eski eserlerden başlayarak Türk tıp tarihi metinlerini yayınlamak, bu<br />

metinlerdeki kelime hazinesini ve dü özelliklerini araştırarak tıp tarihi araştırıcılarına<br />

yardımcı olmak.<br />

Bu makalemizde, Osmanlı alanında yazılan ve bugüne kadar en eski Türkçe<br />

tıp metni olarak bilinen Edviye-i Müfrede üzerinde duracağız.<br />

EDVÎYE-Î MÜFREDE'NÎN XIV. YÜZYIL<br />

TIP ESERLERİ ARASINDAKİ YERİ<br />

xıv. yüzydda Osmanlı Türklerinde tıp biliminin büyük bir gelişme gösterdiği<br />

bilinmektedir. Bir yandan doğulu bilginlerin eserleri Türkçeye çevrilirken<br />

bir yandan da yarı telif yarı toplama saydabilecek eserlerin yazddığı görülmektedir.<br />

Bildiğimiz ilk çeviri eser Müfredât-ı İbn Baytar Tercümesi (İst.<br />

Üni. Kitaplığı T. 1204)dir. Çevireni bilinmeyen bu eser, Aydınoğullarından<br />

Umur Bey'in (1340-1348) emriyle, xnı. yüzyılın ünlü botanik bilgini İbnü'l-<br />

Baytar'ın Kitdbu'l-câmi c fVl-edviyetVl-müfrede adlı eserinden kısaltdarak Türkçeye<br />

çevrilmiştir**.<br />

•Burada, tıp tarihi alanında bugüne kadar değerli eserler vermiş olan Dr. Osman Şevki<br />

Uludağ, Dr. A. Adnan Adıvar, Dr. Rusçuklu Hakkı Uzel, Prof. Dr. Feridun Nazif Uzluk, Ord.<br />

Prof. Dr. Süheyl Ünver ve Prof. Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu'nun çalışmalarım anmadan geçemiye-<br />

ceğiz.<br />

** A. Adnan Adıvar: Osmanlı Türklerinde İlim (II. baskı) İst. 1970, s. 13.


22<br />

MUSTAFA CANPOLAT<br />

Müfredat-ı Ibn Baytar TerümesVnden sonra Türkçe olarak kaleme alınan<br />

ve tarihi bilinen ilk eser tshak bin Murâd'm Edviye-i Mü/rede'sidir. Eserin<br />

adı gördüğümüz bütün nüshalarda farklı şekillerde gösterilmiştir. Nüshalar<br />

üzerinde bilgi verirken bu konu üzerinde duracağız. A. Adnan Adıvar, eseri<br />

Havass-ül-edviye diye adlandırmakta ve şu bilgiyi vermektedir: "Osmanlı<br />

Türkleri tarafından yazılan ilk tıp eserinin Havass-iil-edviye adiyle İshak bin<br />

Murad adında biri tarafından derlendiğini sanıyoruz (bkz. Fatih Millet Kütüphanesi<br />

Tıp No. 109; Paris Bibi. Nat. Man. Turcs A.F. 170). Bu kitap 792<br />

(1387) (?) yılında "C.erede kalesinin katında ve Erkot dağında cem''' olunmuştur.<br />

Eserde bir takım ilâçların etkileri kısaca ve bayağı bir yoldan anlatılmaktadır.<br />

Bilgilerinin büyük bir kısmının Zeyneddin bin Ismail-ül-CürcanVnin eseri<br />

olan Zahire-i HarezmşahVden ve bir de Ibn Sina'nın Kanunundan alınmış<br />

olduğu görülür. En çok rastlanan hastalıkların tedavisinden de kısaca bahseden<br />

bu yazara dair bildiğimiz bir şey yoktur."*<br />

Yine xıv. yüzydda kaleme alınan tıp eserlerimizden biri de KâmilÜ'şşıraö<br />

c a'dır. (Bursa, Hüseyin Çelebi Kitaplığı, Tıp No. 2). Yine Adnan Adıvar'ın<br />

verdiği bilgiye göre** bu eser 384 (994) yılında ölen Ali bin Abbas bin El-<br />

Mecusî'nin Kâmil-üs-sınâat-üt-tıbbiye (yahut Kitab-ül Meliki) adlı eserinin<br />

sağlık bilgisi ve hastalıkların tedavisi üzerine olan ikinci kısmının üçüncü<br />

makalesinin 34. bölümüyle dördüncü makalesinin ülserler, çiçek ve kızamığa<br />

dair 5. bölümünün bir kısmını içine almaktadır. Eserde yazılış tarihi yoktur.<br />

Yakıf kaydından 857 (1453) yılında Timurtaş Oğlu Umur Bey tarafından vakfedildiği<br />

anlaşılmaktadır. Adıvar, bu vakıf kaydına ve eserin Türkçesinin<br />

üslûp ve imlâ bakımından daha eski bir zamana benzemesine göre, tercümenin<br />

XIV. yüzyılda yapılmış olduğunu kabul etmekte ve "Şu halde bu eser de<br />

yukarıda söylediğimiz Havass-ül-edviye kadar eski, belki ondan daha önce Türkçe<br />

yazılmış bir tıp kitabı olacaktır." demektedir.<br />

Muharrem Ergin ise: "Nüshamızda Temürtaş Oğlu Umur Beycin, (857)<br />

tarihini taşıyan vakıf kaydı vardır. Fakat bu tercümenin dili, nüshanın imlâsı,<br />

kâğıdı, yazısı açıkça gösteriyor ki, eser çok daha eskidir. 14. asırdan evvele ait<br />

olduğuna muhakkak nazarı ile bakılabilir." demektedir."***<br />

* Aynı eser, s. 16.<br />

** Adnan Adıvar, sözü geçen eserde kütüphane yeri olarak "Bursa Ulucami Kitaplığı 2"<br />

vermekte ise de, Muharrem Ergin bu yanlışı düzeltmektedir. M. Ergin: Bursa Kitaplıklarındaki<br />

Türkçe Yazmalar arasında, TDED, C.IV,.S. 1-2, s. 123.<br />

»*• Aynı makale, s. 123.


EDVIYE-I MÜFEDE 23<br />

XIV. yüzyılda yetişmiş büyük bir tıp bilgini de Hacı Paşa adı ile bilinen<br />

Celâlüddin Hızır'dır. Hacı Paşa, Arapça olarak yazdığı eserleri dışında Kitâbiı's-sa'âde<br />

vel-ikbâl calci erba ca ahval adlı Arapça eserini kısaltarak Müntahab-ı<br />

Şifâ adı ile Türkçeye çevirmiştir. Yine bu eserin Teshilü'ş-şifâ adı ile<br />

yapdmış biraz farklı bir çevirisi daha vardır.<br />

Müntahab-ı Şifa'nın Edvlye-i Müfrede ile birlikte istinsah edilerek tek bir<br />

kitap gibi kullanddığı görülmektedir. Bu yüzden eserin Malatya ve Bursa<br />

nüshalarında ilk kütüphane kayıtları yanlıştır. Muharrem Ergin de sözü<br />

geçen makalesinde bu karışıklık yüzünden, her iki eserin de İshak bin Murâd'a<br />

ait olduğunu sanmıştır *. Kütüphane kaydında ise tek kitap olduğu sandarak<br />

Müntahab-ı Şifâ adı ile gösterilmiştir.<br />

EDVİYE-İ MÜFREDE'NİN NÜSHALARI<br />

1. Malatya nüshası (Malatya Genel Kütüphanesi 1196-1) Yazmanın ilk<br />

77 varağında Edviye-i Müfrede, daha sonraki 188 varağında Müntahab-ı<br />

Şifâ vardır. Her iki eser de aynı kalemden çıkmıştır ve müstensihi Muhammed<br />

al-Zencerı'dir. istinsah tarihi 954 (1547)dir. Harekeli nesih kullandmıştır.<br />

Bu nüshada kitap ismi metin dışında ve sonradan yazddığı belli olan "kitâb-ı<br />

müntahab-ı Şifâ ve kütübün â^ar min mu t teberânı't-tıb" şeklinde gösterilmiştir.<br />

2. Bursa nüshası (Haraççıoğlu Kitaplığı No. 1134). Bu nüshada da Edviye-i<br />

Müfrede, Müntahab-ı Şifâ ile birlikte bulunmaktadır. Edviye-i Müfrede<br />

ilk 55 varak içersindedir. Bundan sonraki 136 varak içersinde de Müntahab-ı<br />

Şifa vardır. İstinsah tarihi 1083 (1672) dir. Kütüphane kayıtlarına her iki eser<br />

bir tek isim altında Müntehab-ı Şifâ, müellif adı ise İshak bin Murâd olarak<br />

geçmiştir. Bu nüshayı gören İstanbul <strong>Üniversitesi</strong> Tıp Tarihi öğretim üyesi<br />

Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu da "Anadolu'da Türkçeleşme Cereyanları ve Türkçe<br />

ilk tıp yazmaların daki terimler" başlıklı bildirisinin dip notlarında ** soru<br />

işareti ile kütüphane kayıtlarındaki hatayı tekrarlamıştır.<br />

3. Topkapı nüshası (Topkapı Kitaphğı, Revan kısmı No. 1693). Bu numarada<br />

kayıtlı bulunan Takvîmü'l-Büldân adlı eserin arkasına eklenmiş<br />

eksik bir nüshadır. 85b-112 a arasında baştan kavun maddesine kadar (Malatya<br />

nüshasında 32b'ye kadar) olan bölümü içine almaktadır. Edviye-i Müfrede<br />

kitaplık kayıtlarına da geçmemiştir. Nüsha oldukça yenidir. Yazısmdan,<br />

* Aynı makale s. 117.<br />

** VIII. Türk Dil Kurultayında Okunan Bilimsel Bildiriler 1957, <strong>Ankara</strong>, 1960, s. 25-35.


24<br />

MUSTAFA CANPOLAT<br />

kâğıdından XIX. yüzyılda istinsah edildiği anlaşılmaktadır. Eserin dili de<br />

Malatya ve Bursa nüshalarına göre oldukça değişiktir. Bir takım eklemeler,<br />

çıkarmalar, yanlış anlamalar dikkati çekmektedir. Birçok eski kelimeler<br />

XIX. yüzyıl Osmanlıcasına çevrilmiştir.<br />

4. Ali Emiri nüshası (Millet Kütüphanesi Tıp Yazmaları No: 109).<br />

XIX. yüzyılda güzel bir harekesiz rık'a ile yazılmıştır. 77 varak tutmaktadır.<br />

Her sahifede 17 satır vardır. Kütüphane kayıtlarına eser Kitab-ı Edviye-i<br />

Müfrede adiyle geçmiştir. A. Adnan Adıvar'ın gördüğü bu nüshadır. Eser<br />

üzerinde kurşun kalemle yazılmış olan HavassüH-edviye adı da Adıvar tarafından<br />

eklenmiş olacaktır. Yeni bir nüsha olmasına karşılık Malatya nüshasına<br />

en çok uyan ve ondaki bazı yanlışların düzeltilmesinde yardımcı olabilen bu<br />

nüshadır.<br />

5. Paris nüshası (Bibliotheque Nationale A. F. 170). Bu nüsha da Müntahab-ı<br />

Şifâ ile birlikte bulunmaktadır. 260 varak tutan yazmanın la-188a<br />

varakları arasmda Müntahab-ı Şifâ bulunmakta 188b'den itibaren Edviye-i<br />

Müfrede başlamakşadır. Bu nüshada eser ismi yoktur. İstinsah tarihi Müntahab-ı<br />

Şifâ'da 16 zi'l-ka'de 900 (8 ağustos 1495) olarak gösterilmiştir. Henüz<br />

bu nüshayı görmek imkânını bulamadığımız için Blochet katalogundaki bilgileri<br />

vermekle yetiniyoruz *.<br />

6. Gotha nüshası. Pertsch katalogunda ** tanıtılan bu nüshanın ismi<br />

"Müntahab-ı Şifa" olarak verilmektedir. Ancak ilk ve son sayfalan sonradan<br />

eklenen notlarla dolu olduğu bildirilen bu nüshada eser adının metin içersinde<br />

mi geçtiği, yoksa bu notlar arasında mı bulunduğu belirtilmemiştir. Büyük<br />

bir ihtimalle aynı yüzyılda yazdmış olan Hacı Paşa'nın Müntahab-ı Şifâ'sı<br />

ile karıştırılarak sonradan bu ad verilmiştir. Eserin nüshaları genellikle<br />

Müntahab-ı Şifâ ile birlikte bulunduğu için sonradan ayrılması ile üzerindeki<br />

isim öylece kalmış da olabilir.<br />

Bu nüshanın yazılış tarihi olarak 790 (1388) verilmektedir ki bu da yanlış<br />

olsa gerektir. Belki de tarih kısmındaki bir okuma güçlüğü bu yanlışın ortaya<br />

çıkmasına sebep olmuştur. Öteki nüshaların hepsinde de yazılış tarihi 792<br />

(1389-90) olarak metin içersinde verilmiştir. Eserin katalogda kısaca anlatılan<br />

kapsamından Edviye-i Müfrede'den başka bir metin olamıyacağı kesin<br />

* E. Blochet: Catalogue des Manuscrits Turcs, Paris 1932, T.I, p. 70.<br />

** Dr. Wilhelm Pertsch: Die Orientalischen Handscriften der herzogliehen Bibliothek zu<br />

Gotha, zvveiter Teil: Die türkisehen Handschriften, Wien 1864, s.99, no. 113.


EDVIYE-I MÜFREDE 25<br />

olarak anlaşılmaktadır. Nüsha tavsifinde istinsah tarihi de gösterilmemiştir.<br />

Henüz görmek olanağını bulamadığımız bu nüsha hakkında şimdilik daha fazla<br />

bilgi veremiyeceğiz.<br />

EDVİYE-İ MÜFREDE'NÎN ADI<br />

Yukarıdaki açıklamalardan anlaşdacağı üzere elimizde bulunan nüshaların<br />

hiçbirinde eser adı açık olarak bulunmamaktadır. Kütüphane kayıt -<br />

rına ise ya birlikte bulunduğu Müntahab-ı Şifâ adı ile ya da sonradan takdan<br />

ve metin içersinde bulunmayan adlarla geçmiştir. Tanıklariyle Tarama Sözlüğü<br />

için Topkapı nüshası Hüsamettin Yazar tarafından taranmıştır. Burada<br />

eser adn Edviye-i Müfrede olarak alınmıştır. Muharrem Ergin de nüsha tanıtmasıda<br />

eserin admı Edviye-i Müfrede olarak kabul etmiştir. Esere bu adın<br />

verilmesine sebep, giriş bölümündeki şu sözlerdir: "Amma ba cdu müsevvid-i<br />

beydi ve ahkar-ı Hbâd İshak bin Murâd aşlahd'llâhu şânehu diledi ki bu illerde<br />

bulunur ve dahi Türkl dilinde adı bilinür Edviye-i miifrede-i cem edüp bu beyaz<br />

içinde sevâda getüre."'''<br />

Yazar adının hemen yanında ve eser adının zikredilmesi beklenen yerde<br />

bulunan bu kelimeleri hiç olmazsa şimdilik eserin adı olarak kabul etmek en<br />

doğru hareket tarzı olacaktır. Eserin konusu incelendiğinde en uygun ismin de<br />

bu olacağı görülecektir.<br />

ESERİN KONUSU YE KAPSAMI<br />

Edviye-i Müfrede'yi başhca dört bölümde incelemek mümkündür.<br />

Gerçi eserin girişinde müellif her ne kadar iki kısım olduğunu söylemekte ise de,<br />

sözü geçen ikinci bölümden sonra Zeyneddin bin Ismailü'l-Cürcani'nin eseri<br />

olan Zahîre-i Hârezmşâhl'den ve İbn Sina'dan naklen verilen makaleler esere<br />

eklenmiştir. Metnin sonuna eklenen Arapça-Farsça-Türkçe terimler sözlüğü<br />

ise IV. bölüm olarak kabul edilebilir.<br />

Adnan Adıvar'ın: "Bilgilerinin büyük kısmının Zeyneddin bin İsmailül-Cürcanî'nin<br />

eseri olan Zahire-i Harezmşahi'den ve bir de İbn Sina'nın<br />

Kanun'undan alınmış olduğu görülüyor." şeklindeki hükmü, esere sonradan<br />

eklenmiş olması mümkün olan 3. bölümdeki makaleler dolayısiyle olsa gerektir.<br />

Eserin gerçek kaynakları ise daha derin araştırmaları gerektirmektedir.<br />

Şurasını da belirtmek gerekir ki, gerçek bir bilim anlayışı taşıyan İshak<br />

bin Murâd, zaman zaman faydalandığı kaynakları belirtmekten kaçınmamış-


26 MUSTAFA CANPOLAT<br />

tır: "Muhammed bin Zekeriyâ eydür" (7b), "işbu nakil Zikorizos-ı hakim<br />

naklidür" (18a), "Bu bâb Zahire-i Hârezmşâhî'den nakl olunmuştur" (62a),<br />

«0)1 V-J L- Je- Jİ a~JoJ\ ^JÜI ^ j,» (64b), "Müşelleşe-i Yü-<br />

sufiyye ki Ebü Yusuf rahmetu'l-lahi 'aleyhi kendüyiçün düzer ve içermiş"<br />

(66b), «öljJ-l JL* Jp oLJVI Jvai ^JLI ^iL* J» (66b).<br />

Aşağıdaki örnek, eserin bir tek kitaptan çevrilmeyip, bir derleme toplama<br />

ve yeniden değerlendirme olduğunu göstermektedir: "Ba czı kitâblarda hamlr<br />

yerine sığır yağı deyüpdürler, ba ciısında bal demişler, üçi dahi aşşılıdur, fâyide<br />

eder." (18a)<br />

Yine 23b'de söğüt maddesinde verilen bilgiler İshak bin Murâd'ın kendi<br />

buluşu olarak gösterilmektedir ki, onun tıbba yenilik getiren bir bilgin olduğunu<br />

göstermesi bakımından büyük bir önem taşımaktadır. Ayrıca böyle bir<br />

buluştan söz ederken kullandığı alçak gönüllü üslûp da dikkati çekicidir:<br />

"Ve dahi kerrat ile tecribe olınmışdur ve bu nesne tıbdan taşradur, kaçan bir<br />

kişinün endamında baş çıksa ve çıfcduğı yerüfi eti yense afia carabça "ekile"<br />

derler ve pârsice "hüre" derler ve türkçe "kesme" ve "göyündürme" derler. Bir<br />

niceler anı tizkereyile keserler arıdur (Zor), bir niceler demür dağlamağuyile<br />

dağlarlar. Amma anda kesilmedük ve göyünmedük bir habbe denlü nesne kalsa<br />

gerii endama yayılur. İkiledin kesmelü ve göyündürmelü olur. Amma bu deva<br />

bu zaHfden yadigâr olsun, kaçan ol rene bir gevde(de) belürse ve ol çıban yeri<br />

kararsa biraz hamlr fetil gibi eyleyeler, andan halka gibi edüp ol çıban üzerine<br />

koyalar, ol çıban halka içinde kala; andan bir aç kişi ol çıban üzerine tüküre ve<br />

ol halkanun içine söğüt külin tolduralar. Şöyle ki söğüt çıbuğınun kabvn soyalar,<br />

bir arıca yerde koyalar, ol çıbuğı yakalar ki ayruk nesne karışmaya; andan ol<br />

küli bir arıca bezden geçüreler, dahi ol çıban üzerine ol küli dökeler, ol şayru<br />

eti yeye, nesne komaya, sağ et esen kala, tekrârıyla hoş ola. Kesmekden, göyündürmekden<br />

kumla."<br />

I. Bölümde (la-46b) alfabetik sıra ile tek başına ilâç olarak kullandabilecek<br />

bitkiler, yiyecekler, içecekler, başka maddeler bir sözlük düzeni içersinde<br />

verilerek, kısaca bunların özelliklerinden ve hangi hastalıklara iyi geldiklerinden,<br />

zararlarından ve bu zararların giderilmesinden söz edilmektedir.*<br />

* Eserin girişinde "evvel kısım bu otları zikr eyler" denilmektedir. Buradaki ol •ilâç, deva'<br />

kelimesi, metnimiz hakkında bilgi veren bir takım kaynaklarda bugünkü anlamı ile alındığından<br />

sadece otlardan söz ettiği sanılmaştır.


EDVIYE-I MÜFREDE 27<br />

Burada sırası ile aşağıdaki maddeler bulunmaktadır: ebem gömeci, dilkü<br />

üzümi *, it boncuğı, etler (at eti, balık eti, bednus, tavuk eti, serçe, dilkü eti,<br />

sırtlan, ayu, çil eti, şığır eti, oğlak eti, koyun eti, keçi eti, deve eti, gügercin<br />

eti, geyik eti), etmek (arı tahıldan, hamîrsüz etmek, katâyif, beksimâd,<br />

arpa etmeği, pirinç etmeği, taru etmeği), odun otı, arpa, erük, amrüd, yüzerlik*,<br />

üzüm, ısfmâfy, ısırgan dikeni, eşek turpı, uşnan, ağaç kavunı, oğlan aşı,<br />

ağu ağacı, eftlmün, eğir, ekren, aluç, ılğun, ılğun yemişi, alma tatlusı, ydan boncuğı*,<br />

iğde, iklilü'l-melik, encîr, anlsün, eyit, ayran, ayva, pâpâdye, bâdem,<br />

badıncan, bal, badrık, pirinç, biryân, besbâse, besfâyic, buğday, bakam, beg<br />

börki, bögrülce, böğürtlen, belâdır, belâdı kemmün, baldırı kara, balasan,<br />

benefşe, peynir, büre, büre-i ermeni, püy, tebâşir, tohmegân, turp, tarhun,<br />

teke sakalı, temür hindi, tut, tütiyâ, şırmün, çörek otı, çoğan, çakır dikeni,<br />

çiğdem, çögündür, çınâr, cevz-i büyâ, hınâ, hardal, hurma, haşhâş, hatmf,<br />

hıyâr şenber, {uyar, dâr-ı fulful, dârçinl, dobalak, dudak otı, destenbüy,<br />

deniz köpügi, dilkü taşağı, demür dikeni, duz, zefni, râzyâne, râsuht, rişte,<br />

zâc, zerdâlü, zernîlj, za c ferân, zift, zencebil, zeyt, zeytün, südler (at süti, eşek<br />

südi, deve südi, sığır südi, c avrat südi, koyun südi, keçi südi), südlügen, süci, sirke,<br />

sarımsak, sarmaşık, şoğan, şakız, söğüt, sinirlice ot, sögülme, su kerdemesi<br />

süsen, simsim, şam sakızı, şeftâlü, şekâkul, şeker, şalgam, şenhıyâr, şırüğan,<br />

şabun, şabır, şaru boya, şığır dili, şığır kuyruğı, sandal, zaymurân, taru, tirfil,<br />

tatranbü, tornalan, zayyân, c akır karha, c uşfûr, c anber, c üd, ğârikün, ferfiyün,<br />

fıstık, fulful, fınduk, kabak, katır kuyruğı, kadın tuzluğı, karbüz, kurut,<br />

koruk, kuru üzüm, kuzğun otı, kızıl iğde, kasnı, katran, kamış, kuduz<br />

taşağı, kanbil, kavak, kavun, kâsnı, kebâbe, kebere, kepek, kerâviyâ, kesîrâ,<br />

küjen, kerefes, kerdeme, kestene, kişniç, keşür, gil-i ermeni, gil-i bemhür.<br />

gül, kelem, kemmün, kendenâ, kene to^umı, gündür, kenevür, kâşim, köknâr,<br />

kehrübâ, güyegü otı, kündüs, kübbâd, mârül, mazü, mercân bedeli, mâş,<br />

mahmüde, mercümek, müşg, müm, mersin, nârenc, nâr, nebât, nohud, nişeste,<br />

nuşâdır, na c nâ c , neft, nilüfer, vesligün, venbel otı, helyün, hindistân<br />

kozı, yağ, yâlikl eyreltü, yağ (arslan yağı, eşek yağı, balık yağı, dilkü yağı,<br />

sığır yağı, tonuz yağı, kaz ve ördek yağı) yaban hıyân, yonca, yumurda,<br />

yund dişi, yantak, yosun, yoğurt.<br />

Birinci bölümün sonunda sırası ile hastalıklar ahnmakta ve bunlara verilecek<br />

devalar yanlarında zikredilmektedir (43a-46b). Birinci bölümün hastahk<br />

* Bu maddelerin alfabetik sıraya uymamalarının sebebi, müstensih tarafından değiştiril-<br />

miş olmalarıdır. Doğru şekilleri: dilkü üzümi = it üzümi, yüzerlik — üzerlik, yılan boncuğı<br />

= ilan boncuğı olmalıdır.


28<br />

MUSTAFA CANPOLAT<br />

adlarına göre dizini olmaktadır. Burada da aşağıdaki maddeler yer almıştır:<br />

baş ağrısına, şovuktan olana, tulun ağrısına, kulak ağrısına, göz ağrısına,<br />

kulak dibinde olan şişe, ru'âficüna, ağız ağrısına, ağız kokuşma, diş ağrısına,<br />

boğaz ağrısma, boğazdan kan geldügine, öksürüğe, domağıya, yürek ditremesine,<br />

zâtü'l-cenbi rencine, talak ağrısına, fâlic ve lakve ve bunlara benzer nesnelere,<br />

kulınca, istiskâya, şarulık rencine, nemle ve humre ve âteş pâresi ve<br />

buna benzer nesnelere, ziyânlu cânever sokduğma, ağulu nesneler yeyene, nazleyiçün,<br />

uyuza gicige, kan geldügine, kanndağı kurtları kıran nesneler, karııı<br />

geçürür nesneler, karın bağlar nesneler, karında issi Rıhları sürer, karından<br />

sovuk, hdtları sürer, bevâsir rencine, od göynügine, issi şişlere yaku, şovuk<br />

şişlere, şusalık getüren neşeler, şusalık gideren nesneler, ta'âm arzüsm getüren,<br />

cimâ c arzüsın getüren, cimâ c arzüsm gideren ve erlik şuyın kurudan, eger bir<br />

kişi dilese ki düşi azmaya, sidük ve hayz sürer nesneler, yel eyleyen nesneler,<br />

yel sürüci nesneler, issi sıtmalara yarayan nesneler, şovuk sıtmaya yarayan<br />

nesneler, içegüden kan ki boğazdan gele, bögrekde kavukda su yolında taş<br />

bitene, hanâzir başma yarayan otlar, bel ağrısına yarayan otlar, kusmak<br />

tururan nesneler, nazleye ve diş ağrısma yarayan otlar, zahir içün, ekile rencciyiçün.<br />

II. Bölüm (46b-62a), "İkinci kısım ki müştemildür tıbbun 'ameliyesine<br />

ki mu^taşardur mu'âleceden" başhğını taşımaktadır. Bu bölümde hastalıkların<br />

sebebi, teşhisi ve tedavi yollan anlatılmaktadır. Çeşitli hastalıkları<br />

gruplandıran dört makaleyi içine almaktadır: Makâle-i evvel şüdâ c<br />

ve şakıka ve devâr mu c âlecesin ve sebebin ve 'alâmetin bildürür".<br />

Birinci makalede şu hastalıklar hakkında bilgi vardır: baş ağnsı, sersâm<br />

'illeti, uykusuzlık 'illeti, katı uyımak, sekte, teşennüc 'illeti, "ikinci makale<br />

şol 'illetleri beyân eder ki adamun yukaruğı yansında ola, her 'uzvında ferden<br />

mahşfış ola." başlıklı ikinci makalede şu hastalıklar yer almaktadır: nâzle,<br />

tanin, ru'âf, dil ağnsı, boğaz ağrısı, veremü'r-riye, karhatu'r-riye, eş-şûşa,<br />

zıyku'n-nefes, hafakan, nefeşü'd-dem, ğaşl, mağaz ya'nî bağarsuklarda sancu<br />

olmak, fuvâk, göbek borusı heyza, zahir, kulunç, bağır ağrısı, istiskâ, talak<br />

ağrısı, yarakan. "Üçünci makâle şol hastalıkları bildürür ki kişinün aşağı<br />

yansında olur" başlıklı üçüncü makalede şu hastalıklar yer almaktadır:<br />

bögrek ağrısı, emrâzu'l-meşâne, emrâzu'l-mak'ad, hurücu'l-mâi min el-kazîbi,<br />

ifrâtu't-tamşi ve za'fu'l-bâhi, nıkris ve vecî'a'l-mefâşil ve 'ırku'n-nisâ.<br />

"Dördünci makale tenün taşında olan 'illetleri ve ısıtmalan beyân<br />

eder" başlıklı dördüncü makalede şu hastalıklar yer almaktadır: sa'fe ve<br />

cüzâm, behek, hikke ve cereb (uyuz ve gicik), haşbe ve cüderî (çiçek çıkarmak),<br />

şişler, seretân ve ^anâzır.


EDVIYE-I MÜFREDE 29<br />

III. Bölüm (62a-74a). Bu dört makaleden sonra "nabız bilmek" başlıkh<br />

küçük bir parça, sonra da "bâb" başlığını taşıyan yeni bir bölüm gelmektedir.<br />

"Bu bâb Zahlre-i Hârezmşâhî'den nakl olunmuştur. Pirlerün mizacın beyân<br />

eder" diye başlayan bu bölümde ihtiyarbk, insanı çabuk ihtiyarlanan sebepler,<br />

her zaman sağlıklı yaşamak için uyulması gereken kurallar anlatdmaktadır.<br />

Daha sonra


30<br />

MUSTAFA CANPOLAT<br />

Edviye-i Müfrede'nin kelime hazinesi oldukça zengindir. Birinci ve ikinci<br />

bölüm için verdiğimiz listelerden de anlaşılacağı üzere pek çok bitki, hayvan,<br />

yiyecek, hastalık ve insan vücudu ile ilgili kelimeler, terimler bulunmaktadır.<br />

Ayrıca madde başı olan birçok kelimelerin yanında, kullananlarca, terimin<br />

yaşamakta olan, ya da o bölgede bilinen karşılığı yazılmıştır ki, dil araştırmaları<br />

bakımından son derece faydalı olacaktır: besfâyic = yaz kış göğcesi,<br />

tohmegân = semiz ot, destenbüy = şemme, demür dikeni = dadaş, zift =<br />

kara sakız, sögülme=kebap, su kerdemesi = cücer, şabır = şarı ezdi,<br />

sedef = makdenüs, şaru boya = zerde cev, tornalan = göbek, c uşfür =<br />

diş budak, kuzğun otı = karga kozı, küjen = kızılcık, kerefes = fena<br />

kokar, kerdeme = şu teresi, kendenâ = pırasa ot, gündür = beyaz günlük,<br />

kenevür = kendir v.b.<br />

Şimdilik, Edviye-i Müfrede'nin tenkidli basımını ve tam bir sözlüğünü<br />

hazırlamayı daha sonraya bırakarak, eserin kapsamı konusunda okurlara<br />

daha iyi bilgi vereceğini umduğumuz metin parçalarını (Malatya nüshasma<br />

göre) ve özellikle dil çalışmaları bakımından büyük bir önem taşıyan IV.<br />

bölümün tamamını vermekle yetineceğiz.<br />

METİN<br />

I<br />

(lb) El-hamdü li'Uâhi hamden mütevâliyen ol hamîd ü mecîd çalaba ki<br />

ögmeklik anundur ve şükren mütevâliyen ol ğafür u şekür Tanrıya ki şükürlenmek<br />

ana yaraşur. Hâlik-ı halk ve râzik-ı 'ibâddur. Kullarını yaratdı ve dürlü<br />

ni c metlerle besler. c Alımdür c ilmini bildürür ki L»-*»^ I ç i T ^llp j<br />

ve haklmdür hikmetini ögredür ki "C^LsJjl "l>C*lâJ l CJ j Rence<br />

şifâ ve derde devâ ol verür ki ve tuhaf-ı tahiyyât ve dürüd u şalavât ol mürseller<br />

serveri peyğâmberler hâtemi Muhammed Muştafâya şalavâtu'llâhi ve selâmuhu<br />

c aleyhi ve c alâ âlihi ecma c îne. Ammâ ba c du müsewid-i beyâz ve ahkar-ı<br />

c ibâd İshak bin Murâd aşlaha'llâhu şânehu diledi ki bu ellerde buhnur ve dahi<br />

Türk! dilinde adı bilinür Edviye-i Müfrede'i cem 1 edüp bu beyâz içinde<br />

sevâda getüre; mizâcından, hâşiyetinden ve menfa c atinden ve mazarratından<br />

ve ışlâh-ı zararından Türki dilinçe şerh eyleye. Bes hurüf üzerine Gerede<br />

(2a) kal'asınun katında Arkut tağında Peyğâmber hicreti târîhinün yedi<br />

yüz toksan iki yılında cem c olındı. Ve bu risale iki kısımdur: evvel kısım bu<br />

otları zikr eyler, ikinci kısımda biraz muhtasar ve müfîd 'ameliyesinden zikr<br />

eyledük, tâ ki bu risâle kâmil ola ve bi'llâhi'l-'işmeti ve't-tevflk.


L EDVIYE-I MÜFREDE 31<br />

EBEM GÖMECÎ dedikleri ot ki fârslee adı horperestdür ve penlrekdür<br />

ve 'arabça ana hubâzı derler ve Şâmda ol bostânıdür, ekerler, anda ana mulühiyâ<br />

derler, andan aş eylerler ve Şâm kavmi ana rağbet ederler, yerler, ol ebem<br />

gömecinden bir dürlüdiir ve dükeli bir cinsidür. Mizâc şovukdur, biraz telyın<br />

vardur. Yağ ile bâdemile bişürücek yeyicek eski öksürüğe müfiddür ve ma'de'i<br />

arıdur. Mu c tedil hazmı var. Nemle ve humre rencige şifâdur. Yaprağmı dögüp<br />

zeyt yağma karıcak od göynügine yaku ederlerse fâyide eder ve eger anı kaynadup<br />

şuym dahi butül ederlerse yarar. Ve eger biregünün diş eti yense ve<br />

ağzı koksa yaprağından bir kaç kez çiynese tükürse etin bitürür ve kokusın<br />

giderür, ve eger tokalını sarımsağile dögüp nemle üzerine dürterlerse, kurudur,<br />

ve eger kimse ziyânlu otlar yemiş olursa dibini yaprağıyla kaynadalar yeyeler<br />

ziyanın men c eder, ve eger ağulu nesneler dahi yemiş olursa fı'l-hâl kuşdurur<br />

giderür, ve yaprağmı zeyt yağıyla ovup merhem bigi eylerlerse aru sokmış<br />

yere vursalar ağusın çeker zahmetin giderür.<br />

(2b) DÎLKÜ ÜZÜMİ ki pârsîce adı engür-i rübâh ve c arabça c anebü'ş-şu c -<br />

lebdür, şovukdur kurudur ve ol iki dürlüdür: biri muhaddirdür bengi eder ve<br />

birisi kattâldur öldürür. Ol ki bengi eder uyku getürür, on dâneden artuk<br />

yerlerse ziyan eder ve şuyından içseler ya bir kaç kez gargara eyleseler boğaz<br />

ağrısın giderür ve eger kasnı şuym ve râziyâne şuym katup İçseler boğaz<br />

ağrısın giderür ve ziyanın men c eder, ve eger anı kaynadalar, kefin alalar,<br />

yigirmi direm şuyından içeler istiskâyı giderür ve ol kişiye ki ma'desinde şiş<br />

vardur, Içüreler, menfa c ati vardur. Ve ol ki öldüricidür, anı yemeyeler, anı<br />

yakulara hare edeler. Issiden olmış şişlere anı isfidâcile, gül yağıyla karışduralar,<br />

üzerine vuralar, şişini gidere ve eger andan kimse yemiş olursa, ki<br />

ziyan eyleye, ıslâhı kusmağile yoğurt yemegile ve anlsün ve bâdem yağı ve<br />

semüz tavuk şörvâsın içmegile ola.<br />

ÎT BONCUGl ki ana pârsice sib!d-i mühre ve c arabçâ vada c derler,<br />

şovukdur kurudur. Kaçan c avrat toğurmasa anı göyündüreler, 'avrat tütününe<br />

otura, tîzcek toğura. Kasuk ağrısma dahi kefâretdür, dutda işlemeye,<br />

eger dögeler, sirkeyle içeler, talak ağrısın giderür. Ve eger anı dögüp od<br />

göynügine yaku ederlerse hoş ola, ve eger anı göyündüreler bezden geçiireler,<br />

göze sürme çekeler, çöngelmiş gözlere cilâ verür; ve bevâsîr olana ve içinden<br />

kan gidene yavlak eyüdür.<br />

(3a) ETLER. Resül şallâ'llâhu 'aleyhi ve sellem buyurur ki etlerün<br />

eyisi oldur ki sünüge ulaşık ola. AT ETİ issidür, andan koyu kan hâşd olur,<br />

kalan etlerden tiz siner; ammâ az yeyeler ki ma c dede ağır gelür ve ol sevdâ<br />

tevellüd eyler. OĞLAK ETİ mu c tedildür, da^ı tiz siner, kuzı etine yakmdur.


32<br />

MUSTAFA CANPOLAT<br />

Semiz kişilere koyun kuzı etinden yegrekdür. BALIK ETÎ tazesi şovukdur<br />

terdür, âvâzı şâfî eder, yumşadur; ammâ balgamı tevellüd eyler. Yılan balık<br />

issirekdür, erlik suyun arturur ve dükel babk cimâ'a şehvet getürür ve kuru<br />

babk issidür, kurudur, ağulu nesneler yemiş kişilere müfîddür ve kuduz it<br />

talatığına yılan ve çayan sokduğına. Taranc balık issidür, kurudur, iç geçürür,<br />

azacuk yeyicek sevdayı yufkaldur, rubu c sıtmasına yarar, ammâ talağa ziyan<br />

eder ve ma c de'i fesâda verür. BEDNUS anun şörvâsı kulınç ve ra c şe ve şubat<br />

ve zıyku'n-nefes ve bendükşeler ağrısma muvâfıkdur ve ma c de yelin<br />

giderür. Eger bir direm bednus tersini iki direm darçinî iki direm köknâr<br />

için dögeler, karışduralar mey-i buhteyile içüreler, şol kişiye ki bögreginde<br />

ya şuyı yolında taş bitmiş ola, arıda, çıkara. Ve eger kettân tojjmınun lu'âbın<br />

bile katarlarsa ne ki meşânede ağrı var ise gidere ve yılan ve çayan sokduğına<br />

ve kuduz it ısırduğı yere bednusı yarup vururlarise şovuduğınca bir dahi vuralar,<br />

üç keze değin ziyânın götürür. TAVUK issidür ve anda kuvvet vardur (3b)<br />

ma'dede ağırdur. Çok yeyicek ziyân eder. Yumurtlamaduk tavuk etin yemek<br />

inen latifdür. c Akıl tîz eder ve dimâğun gevherin arturur ve menî çok eyler. Tavuğun<br />

yumurdasını, ki içinden tavuk çıkmış ola, dögeler, anun berâberi hacerü'l-yahüd<br />

katalar, bir kaşuk mey-i buhteyile ya süciyle içüreler, sidük yolında<br />

biten taşı arıda gidere; ve eger tavuğı yarup katı şişlere yaku edeler ve tavuğun<br />

beynisini, burun kanın turğurur. SERÇE mu c tedildür, dükeli kuşlardan<br />

anun eti yegrekdür, dimâğı andur, fehmi tiz eyler ve cimâ c şehvetin getürür<br />

ve c avratlarun südin arturur. Ma'dede yiynicekdiir ve şayrulıkdan durmış<br />

kişilere muvâfıkdur, kuvvetlerin tiz getürür.<br />

(20b)<br />

II<br />

BÂBU'S-SlN<br />

SÜDLER. AT SÜTl hayzı sürer ve sidük yolın açar ve karnı yumşadur<br />

ve eski öksürügi giderür ve dişler ağrısına dem-be-dem mazmaza edeler nâfi c -<br />

dür. EŞEK SÜDİ yavuz şayruluklara sil gibi içürseler ve dahi dik gibi cüzâm<br />

gibi bunlara benzer şayruluklara içürseler yarar ve dükeli südlerden ol tîz<br />

siner ve fâyidesi belürür. DEVE SÜDÎ tâzesi içicek karnı bağlar, ammâ gerü<br />

tiz açılur. Ve devenün kığını ezüp südine katıcak ki içeler istiskâya nâfi c dür;<br />

ve şaru suları içden sürer çıkarur. SÎClR SÜDÎ yağlurak ve koyurakdur,<br />

gerü kalan südlerden geç siner, issi mizâclulara ziyanı var, ve kulunc tevellüd<br />

eyler. Islâhı Ijâm balile yeyeler. c AVRAT SÜDÎ dükeli südlerden ol yegrekdür


EDVIYE-I MÜFREDE 33<br />

ve adam mizâema ol muvâfıkırakdur. Ma c dedeıı tîz iner ve gevde'i berkidür.<br />

Ve kuru şayruluklara yarar: cüzâm ve sil ve dik sıtmalar gibi. Ve eger göze<br />

tamzursalar ağrısına eyüdiir. KOYUN SÜDÎ öksürüğe nâfi c dür, ve yelleri<br />

sürer. Ve kanğı endamı ki anunla ovalar yoğnaldur. Teni andur. Uyuza ve<br />

gieige dürtseler giderür. Ve eger südile balile yeyeler Îçegüde başı berti onuldur<br />

ve katı Ijıltları sürer, ve eyü ğıdâ verür, ve dimâğı arturur. IJâşşa ki "avrat<br />

südi ola ki dükeli südlerden aşşdıdur ve kocalarda olan uyuzı ve gicigi<br />

giderür ki şekerile içeler ve yavuz rengini gökçek eder ve semirdür. Tâ haddedeki<br />

peynir şuyın işe ilticek semirdür. Ol bir rencdür ki bağarsugun şıyrundusı<br />

tiz şafrâyile ya tuzlu balğamile gider, dahi bağarsuk dericügi kanar ve başağır<br />

olana menfa c ati vardur. Ve ağulu nesneler yemiş kişiye içüreler menfa c ati<br />

vardur. Bene to^mı gibi ki yemiş ola ziyanın giderür. Ve südi çok içmek ziyan<br />

eder. Dahi yavuzı oldur ki süd bayat ola ve fesâda gide katı ziyanı vardur.<br />

Islâhı oldur ki sirke'i memzüc edeler ve içeler. Ya beş dirhem kurı yarpuzı<br />

dögeler içüreler, ya ljoz peynir eyledükleri mayadan yedüreler ki tîzcek ol<br />

süd anda peynir ola ve bağlana ve çevre tamarlara gitmeye. KEÇl SÜDÎ şovukdur<br />

yaşdur. Kattâl issi otlar yemiş kişiye içürseler ziyanın giderür, def c eder.<br />

SÜD ÇÜRÜGÎ şovukdur kurudur, karnı geçürür ve ol müberrîdür, yüreği<br />

şovudur; ahlâtun tîzligin giderür ve sidük (21b) yolın açar; ve issi sıtmalara<br />

nâfi'dür; ve mu c tedil kan tevellüd eyler ve susalığı giderür.<br />

SÜDLÜGEN issidür kurudur, galiz balgamları gevdeden arıdur. Eger<br />

beş kırât andan yeyeler şaru suları gevdeden arıdur; ve istiskâya aşşıdur.<br />

Şabrile türbüdile karıcak balğamı ishâl eder. Ve anun bir dengi şerbetdür,<br />

mukle ve segbîbah ve uşak ve kurt tersin katıcak kulunç açar ve anı edviyeye<br />

katıcak bir gece süde ışladalar, yârendesi ol südi dökeler ayruk süde ışladalar<br />

üç keze değin andan edviyeye katalar ki ziyanı bâtd ola. Ve anun artuğı<br />

ki haddinden taşra ola, ıslâhı kaymağiledür ve yağlu ta'âmlariledür.<br />

SÜCÎ issidür yaşdur. Ândan i c tidâl ile içicek harâret-i 'azîziye'i arturur<br />

ve gönü şâd eder ve tene kuvvet verür, ve ta c âm arzüsın getürür, ve ta'âmı<br />

sinirir. Ol ki akdur, eşlügi azdur ve ğıdâsı yeynirekdür ve mestîligi tiz geçer;<br />

ve ol ki kızıldur bunun hilâfmeadur; ve ol ki dadı datludur tîz siner ve kamı<br />

geçürür ve balğaml kişiye müfîddür; Ve ol ki ekşidür, kâbızdur, bunun Ijilâfıncadur,<br />

şafravl kişiye müfîddür; ol ki koyudur, çok ğıdâ verür,geç siner<br />

ve ta c âm iştihâsın giderür; ve ol ki turudur, bunun hilâfmeadur, ammâ yel<br />

eyler; ve ol ki yavuz kokuludur, yaramaz ziyân eyler, eskidür, kızdurur ve<br />

eskidükçe eskiliğin arturur. Yeğreği oldur ki ne yeni ve ne eski ola, şaru<br />

ve reyhânî ola, kokusı eyü ve şâfî ola, ana mu'tedilü'l-kıvâm (22a) derler.


34<br />

MUSTAFA CANPOLAT<br />

Böyle olsa beli berkidür, şehveti arturur, ta c âmı yedürür ve eyü siner. Ve göz<br />

ağrısın ki, balğamdan ola giderür. Ağulu nesnelerden saklar. Memzüc içicek,<br />

ki i'tidâl ile ola susalığı giderür, gönli açar, ğuşşa'i zâ'il eyler, karnı yumşadur<br />

ve sidük yolın açar, meşâne'i arıdur. Sağlığı saklar ve ba c zı rencleri sidük<br />

yolından arıdur, bevl eylemegile sürer, çıkarur ve şifâ hâşıl eder. Çün ifrâtile<br />

içeler 'akla ziyân eder, bağır ve talağı bişürür ve menî azaldur ve cimâ c şehvetin<br />

zâ'il eder, ve ta c âm arzüsm giderür, ve unutsakhk getürür ve sinirleri<br />

süst eder ve gözi tündürür ve ısıtmalar ve şara c ve sekte ve fâlic tevellüd eder<br />

ve boğaz ağrısın getürür, olur ki mefâcân ölümin getürür. Ve anı açla içmeyeler,<br />

ya cimâ c ardınca tızcek içmeyeler ki hunnak mütevellid eder. Ve ıslâhı<br />

kan almağile ve kuşmağile olur. Ve issi mizâclu kişinün humarı, koruk yemegile<br />

ve nilüfer yiylemegile ve ekşi nâr, alma ve şomak aşın yimegile def 1 olur.<br />

Ve mârül dibi dahi yavlak Ijoşdur ve şovuk mizâclu kişinün def c -i humârı<br />

şeker-i pâlüze yimegiledür; ve üzüm şuyı ki şîredür, şâfı edeler ve güneşe<br />

koyalar ki kaynaya, kefin alalar, andan sonra toprak vuralar ki oturuşa, bir<br />

dürlüdür. Ve eger hardal katarlarsa ki kaynamaya fukahâ mezhebinde helâldur<br />

ve dahi helâl ki imâm-ı a'zam mezhebinde anun ibâhâtında hiç şübhe olmaya.<br />

Oldur ki kaynadalar, müşelleg edeler, şan'atı budur ki: tatlu üzümi çöpinden<br />

arıdalar daljı (22b) sikalar, şlre edeler, ve kazan içinde şol kadar kaynadalar<br />

ki üç ülüde bir ülüsi kala. Andan sonra yigirmi ülüsine bir ülü şeker ya bal<br />

katalar ikiledin cüş vereler ki kıvâma gele. Sırçalı kaplara koyalar, dura.<br />

Hâcet vaktında bir kaşuğına üç kaşuk şu katup ezeler ve gülâb katup içeler.<br />

Süci menfa c atinden yegrekdür, fâyide ede. Ve eger dahi enfa c isterlerse maztaki<br />

ve za'ferân ve sünbül ve cevz-i bü ve zencebîl ve dârçînı ve c üd-ı hindi,<br />

her birinden berâber dögeler mikdârınca, şon kaynamasında beze bağlayalar,<br />

bile kaynadalar. Kıvâmından sonra ol bezi çıkaralar. Müşelleş içine katı katı<br />

sikalar ki kuvveti müsellese çıka ve karışduralar, andan saklayalar ki pirlere<br />

c a?Im fâyide-i nâfi c dür.<br />

III<br />

Bu za c îf şöyle der ki bu risâlede zikr olınan (43b) otları seçe çıkara,<br />

kankısı kankı hastahğa münâsibdür ayru ayru yaza, ta'yîn eyleye. Ve anlar<br />

ki hâcet ola bunda göreler, kankı ot matlübise ol otun adını bunda bulalar,<br />

ve ol harfün bâbında göreler. Nice eylemek gerek göreler: eger içmek, eger<br />

yaku eylemek, eger dürtmek gerek, ve eger dahi nesneler katmak gerek. Vaz c ım<br />

ve veznini okuyalar, göreler,ana göre isti'mâl edeler. Tâ hâcet vaktında bu<br />

kitâbı başdan başa okımayalar, hâcet olmaya. Tîzcek, genezligile matlübı


EDVIYE-I MÜFREDE 35<br />

bulma, makşûdı haşıl ola. Hak celle ve c alâ nâfi c müfıd edüp, derdlülere deva<br />

ve reclülere şifâ vere inşâ'llâhu ta'âlâ. Ve bu za c Ifi hayır du c âdan unıtmayalar<br />

bi'llâhi't-tevfîk. EVVEL ne ki baş ağrısına muvâfık ve ana münâsib otlar<br />

bunlarduT: oğlan aşı, acı bâdâm yağı, anîsün, pâpâdye, benefşe, şan sandal,<br />

tatranbü, gârikün, kabak yağı, koruk, kişniç, mârül tohmı, nilüfer, ŞOVUK-<br />

DAN OLANA katran, hıyârşenber, kızd gül, kunduz taşağı, mahmude. VE<br />

TULUN AĞRISINA, ki şakîka derler, bunlar muvâfıkdur: ikfflü'l-melik,<br />

pâpâdye tohmı, besbâse, hatmi, hıyar şenber, c anber, za'ferân, nilüfer. KU-<br />

LAK AĞRISINA bunlar muvâfıkdur: acı bâdâm yağı, turp yağı, tütiyâ,<br />

cüfân, çögündür, sirke buhârı, sumak, fınduk yağı, katrân, kenevür tohumı<br />

yağı, mazu, dilkü yağı. GÖZ AĞRISINA bunlar muvâfıkdur: eğir, tütiye,<br />

(44a) sirke, sumak, gülâb. KULAK DÎBÎNDE OLAN ŞÎŞE bunlar muvâfıkdur:<br />

yabanda biten râziyâne'i dögeler, tuzüe karışduralar, üstine vuralar.<br />

RU C ÂFİCÜNA bunlar münâsidbür: ısırğan dikeni, badrak, tavuk beynisi,<br />

kişniç, kendene, kemmün, gügercin kanı ve yumurdası ve yeşil zâc ve burun<br />

kanın yumurda katıp içine alalar ve oda koyalar, göyüne, sahk edeler. Ve<br />

mâsüreyile gene buruna üfüreler, katı bağlana bi-izni'llâhi ta c âlâ. Eger burun<br />

kanı dinmese yeşil mermeri oda koyalar ki kıza, getüreler, sirkeye katalar.<br />

İki direm andan, dört direm zâc, altı direm şap, bir denk kâfür, ayru aynı<br />

dögeler ve dükelin karışduralar, ve bir pâre bezi fitil edeler, ve ol otlara bulaşduralar,<br />

buruna sokalar, fl'l-hâl kanı dura. Bir dürlü dahi mizmer dedükleri<br />

mâsüreyle buruna uralar, kanı bağlana. AĞIZ AĞRISINA bu otlar muvâfıkdur:<br />

dğun yemişi, böğürtlen, topalak, sinirlüce yaprak, sığır dili, c aşfür,<br />

kebâbe, kişniç, gil-i ermeni, mazu. AĞIZ KOKUSINA bu otlar yarar: ebem<br />

gömeci, dğun yemişi, tarhun, topalak, deniz köpügi, zerdâlü, tatranbü, c anber,<br />

c ûd, kerefes, kişniç, cevz-i bü. DİŞ AĞRISINA bunlar yarar: ebem gömeci,<br />

ılğun yemişi, at südi, beg börki, böğürtlen yaprağı, çınar kabı, sirke, sarımsak,<br />

şaru boya, kebere, nohüd şuyı, encîr şuyı, bâdâm yağı, tarhun toljumı,<br />

tut şuyı, hıyâr şenber, kişniç, güyegü otı, mercimek, nişâdır. BOĞAZDAN<br />

KAN GELDÜGİNE bunlar (44b) münâsibdür: ydan bıçağı, şabır, mim,<br />

mercimek, mersin. ÖKSÜRÜĞE yarayan otlar bunlardur: ebem gömeci, at<br />

südi, ısfınâh, oğlan aşı, bâdâm yağı, burçak, benefşe, turp, haşhâş, erişte,<br />

şirüğan, sığır dili, kabak, katrân, kavak yemişi, kelem, keşîre, mârül, mâş,<br />

mülühiyâ, nişeste, neft. DOMAĞIYA muvafık otlar bunlardur: çörek otı,<br />

dârçînî, kettân tütüni, şanmsak, mârül, nişeste. YÜREK DİTREMESİNE<br />

muvâfık bunlardur: ak sandal, ağaç kavunı, bilâdi kemmün, şığır dili,tatranbü,<br />

c anber, c üd, kâsnî, kelem, kehrübâ, müşk, nâr.


36 MUSTAFA CANPOLAT<br />

IV •<br />

IKÎNCÎ KISIM Ki MÜŞTEMÎLDÜR TIBBUft 'AMELİYESİNE KÎ<br />

MUIJTAŞARDUR MU C ÂLECEDEN<br />

Dört makâledür. MAKÂLE-1 EVVEL şüdâ c ve şaklka ve devâr mu'âlecesin<br />

ve sebebin ve 'alâmetin bildürür. Bilgil ki baş ağrısı ya issiden olur ya<br />

şovukdan olur. Ammâ ol ki (47a) issiden olur ya kan ğalebesinden olur ya<br />

şafrâ çoklığmdan olur. Kan sebebindendür, 'ALÂMETİ oldur ki yüzünün<br />

rengi kızıl ola, ve gevdesi issi, ve tamarları yoğun ola, ve ağız dadı tatlu ola.<br />

'İLÂCI oldur ki kan alduralar ve hacâmet etdüreler ve şovuk nesneler yedüreler.<br />

Alma şarabı ve 'unnâb şarâbı ve temür hindi şarâbı ve hummâs şarâbı<br />

ve şekerile 'unnâb ve şekerile bezr-i katünâ ve şarâb-ı nilüfer va benefşe şarâbı<br />

gibi. Ğ-IDA cevâv ve ısfınâh aşı vereler. VE AMMÂ ol ki sebebi şafrâdur<br />

'ALÂMETİ oldur ki beniz şaru ve ağız acu ola , ve katı şuşaya, ve bevli şaru<br />

ve tun ola 'İLÂCI oldur ki şovuk ve yaş nesneler içerler: karbuz ve Jııyar gibi.<br />

Ve toljmegân südin şekerile içürmek hem müfiddür. Ve ekşi nâr ve ekşi yoğurt<br />

yemek hem aşşıdur. Ve kan aldurmayalar ve için işledeler temür hindi ve<br />

erük ve 'unnâb ve sistân ve terencübîn ve hıyar şenber ile, ve başına söğüt<br />

şuyı ve gülâb ve sandal ve kâfur dürteler. VE ClDA hem cevâv ve ısfınâh<br />

aşı ola. AMMÂ eger 'illet şovukdan olmış ola, sebebi sevdâdan ya balğamdandur.<br />

Ol ki sevdâdandur 'ALÂMETİ oldur ki yüzünün rengi karasağu ola<br />

ve gözleri içerü batmış ola ve nabzı za'if ola ve ağız dadı ekşi ola. 'İLÂCI<br />

oldur ki için işledeler kara helile ve eftimün ve ğârikün ve ustuhudusile. Ve<br />

başına bâdâm yağın iledüp dürteler. VE GlDÂ 'aşfür tohumın südile nohüd<br />

müzevveresin vereler. Ve dimâğı habb-i bârec ve habb-i şabrile arıdalar;<br />

işbu habbi vereler sevdâyı ishâl eder ve başı mâdde-i sevdâviyyeden ziyânsuz<br />

arıdur. ŞIFÂTI budur: eftimün iki direm ğârikün ve kazınmış türbüd<br />

ve besfâyic ve ustuhudus birer direm bu dükelin dögeler ve harirden geçüreler<br />

ve râziyâne şuyile yoğurup hablar eyleyeler ve yedüreler. Bu cemi'i bir şerbetdür.<br />

VE AMMÂ ol ki balğam ğâlib olmakdan ola 'ALÂMETİ oldur ki<br />

yakusı çok ola ve başı ağrır ola ve ağız dadı tuzlu ola ve yüzünün rengi ve<br />

sidüginün rengi boz ola, ve nabzı az bulına. 'İLÂCI oldur ki habb-i şabrile ve<br />

habb-i şebyârile tabiatın ishâl edeler ve iyâricâtile ğarğara etdüreler ve sirkeyle<br />

ve yağile başı ısladalar, ki anda merzencüş kaynamış ola. Ve müşk yiyledeler.<br />

Ve ğıda nohüd şuyın vereler 'aşfür toljmınun içiyle. Ve serçe şörvâsı dahi eyüdür.<br />

SERSÂM 'İLLETİ: ol bir şişdiir ki başun içinde olur, ya kandan ya<br />

gafrâdan olur. 01 ki kandan olur, 'alâmeti oldur ki yüzi ve gözi katı kızıl ola,


EDVIYE-I MÜFREDE 37<br />

ve dili üsti iri ve nabzı kavı ola, ve bevli kızd ve koyı ola, ve burundan gâh<br />

gâh kan tama. Ve aydınlık sevmeye, ve tiz katı ısıtması ola, (48a) baş kaldurmaya,<br />

ağrıya, ve sözini karışdura. 'İLÂCI: c illet berkişmez ve nabzı<br />

za'îf olmazdan evvel kîfâl tamarından kan alduralar hastanun kuvveti<br />

mikdârınça. Andan için işledeler erük ve 'unnâb ve terencübîn ve<br />

sîstân ve buyan dibi şuyıyla. VE ĞIDÂ benefşeyle cevâv vereler mayhoş<br />

nâr şuyıyile, ve kabı çıkmış mercimek bâdâm yağıyla yedürmek dahi<br />

eyüdür. AMMÂ ol ki şafrâdan ola, C ALÂMETİ oldur ki yüzinün rengi ve gözleri<br />

ve dili şaru ola, ve nabzı tîz ata ve sidügi ot renklü ola, ve uymaya, ve şuyı<br />

çok içe ve hezeyân söyleye, ve 'aklı gâh gele gâh gerü gide. 'İLÂCI oldur ki<br />

başına çok çok simsim yağıyla gül yağı dürteler, ve benefşe ve kabak çiçeği<br />

yağına başı ğark eyleyeler, tâ dimâğı kuvvetlene, mâdde'i kabül eylemeye.<br />

Ve tabî'atı matbüh fevâkihile ishâl edeler ki şıfâtı budur: sinâmeki yedi direm,<br />

benefşe yakurı beş direm, kâsnî tohımı ve nilüfer üçer direm, 'unnâb ve sîstân<br />

ve kara ekşi, erük yigirmişer dâne, temür hindi on direm, kızd gül yaprağı,<br />

şaru helîle ve kabili helıle ve kara helîle dörder direm, yüz direm şu içinde bişiireler,<br />

tâ yüz direm mikdârı kala. Helîlelerden artuğın otları dögüp harîrden<br />

geçürüp bu bişen otları bezden süzdükten sonra üstine ekeler, ve hıyar şenbeT<br />

içi, terengübîn on beş direm. (48b) Bunları otlar şuyile ezeler. Mecmü'ın<br />

birbirine katalar ve hastaya içüreler. Bu kamu bir şerbetdür. ĞIDÂ cevâv<br />

vereler ki erükle bişmiş ola. Ve eger "-illeti uzayası olursa etmek vereler, koruk<br />

ve ekşi nâr şuyına banup yeye. Andan şonra ısfınâh müzevveresin vereler.<br />

UYKUSUZLIK 'İLLETİ. Bu 'illet iki hıltdan taşra degüldür: ya issi<br />

bıltdandur ya şovuk hıltdandur. Ol ki issi hdtdan olmış ola 'alâmeti oldur<br />

ki sidügi kızd, nabzı tîz ve uykusuz ola. 'İLÂCI oldur ki benefşe yağın,<br />

kabak yağın, ljaşhâş yağın hastanun başına dürteler 'avrat südiyle ve matbüh<br />

yedüreler. Kara helîle ve eftîmün ve gârikün ve sakmüniyâ. Ve ğıdâsı<br />

mâş ola bâdâm yağıyla. Ve ammâ ol ki sebebi şovuk hıltlardandur, 'ALÂ-<br />

METİ oldur ki ağzından selyâr gele, ve gevdesi yeşil şıfat ola, ve nabzı za'ıf<br />

ola. 'İLÂCI oldur ki başına pâpâdye yağın ve bâdâm yağın dürteler, ve keçi<br />

südin dürteler, ve kara helîle ve eftîmün ve gârikün ve hıyâr şenberle matbühı<br />

içüreler; ve sirke yağın vereler; ve firik şörvâsın yedüreler.<br />

KATI UYIMAK- Bu 'illet iki hıltdan olur; ya balğamî ya sevdâvî. Balğamî<br />

oldur ki yüzi rengi ak ve semüz olur. 'İLÂCI oldur ki habb-i kükabâ<br />

ve habb-i ıştamîhufkün ve fulüniyâyı salık edeler, biribirine karışdurup burnından<br />

uralar. (49a) Ve ğıdâ yaban kuşları etin yedüreler. Ammâ ol ki sevdâvîdür,<br />

'ALÂMETİ yüz rengi karasağu ola. 'İLÂCI gârikün ve eftîmün


38 MUSTAFA CANPOLAT<br />

tablam içüreler. Ve iyâric düfis ve iyâric erkeltânîs vereler. Ve ğıdâ firik şörvâsın<br />

yedüreler.<br />

SEKTE. Bu 'illet cemî'i a'zâ hisden ve hareketden kalmakdur. Ve ol<br />

südde-i tâmmedeu hâşıl olur ki butün-ı dimâğda vâki' olur. Dahi ol südde-i<br />

hayvanı yürekden başa çıkmağa komaz. Ve rüh-ı nefsânîyi dimağdan cemî'i<br />

a'zâya yetişmekden men' eder. Ol hâlde marîzda nefesden artuk aşlâ hareket<br />

kalmaz. SEBEBİ fydt-ı balğamîdür ki ğalî? ve lezîc ola. Ya kan bedene ğâlib<br />

olmakdur, ve dimâğı ve cemî'i şerâyîn kan ile tolu olmakdur. 'ALÂMETİ:<br />

ol sektenün ki sebebi ğalîz ve lezîc balğamdur, baş çegzinüp ağır olmak, ve<br />

kulak çinlemek ve gülmek ve cemî'i beden segrişmek ve çok uyuyup dişlerin<br />

kırcıldatmak ve tamarları dolu olup mecmü'-ı etrâfı şovuk olmak, sümügi<br />

ve tükrügi çok olmakdur. Kaçan sana müşkil olsa, bilmesen ki mesküt diri<br />

midür ya ölü midür, kapağı kaldur, nazar kıl. Eger gözinün kapağı çukura<br />

düşmişse ölüdür. Ya atılmış panbuğı burnı önine ko, eger deprenirse diridür,<br />

deprenmezse ölüdür. 'İLÂCI yedi güne değin nesne etmeyeler. Andan şonra<br />

bir pâre yeni zeyt yağına banduralar dahi iyâriç (49a) faykarâya bulaşdurup<br />

hastanun boğazına sokalar, tâ ki kuşa. Ve müşk ve kündüs ve çörek otı ve<br />

zîre ve harbak ve fulful, bunları yumşak dögüp masüre ile burnına uralar.<br />

Andan şonra anîsön ve râziyâne tohmı ve sığır dili üçer direm ve gül-engübîn<br />

on direm, mecmü'ın kaynadup, süzüp her sabah içüreler. Cıdâ nohüd ile<br />

'asfur tohmı içiyle serçe şörvâsın vereler dârçînîyle. Ve her haftada bir kez<br />

ya iki kez kuvveti mikdârmca başını ve dimağını habb-i iyâric ya habb-i<br />

lüğâzile andalar. Ve eger bu 'illet mâdde-i demevîden olursa 'ALÂMETİ<br />

tamarları tolu olmakdur, ve marîzun benzi kızıl olmakdur. Gâh gâh burnından<br />

kan tamlamakdur. 'İLÂCI baş damarından kan almakdur, ve baldırından<br />

hacâmet etdürmekdür. Ve başı ve dimâğı habb-i benefşeyle andalar. Cıdâ:<br />

mâş müzevveresin yedüreler nohüdile. Andan şonra hukne-i leyyineyle mu-<br />

'âlece edeler.<br />

TEŞENNÜC 'İLLETİ. Bu 'illet tamarlar çeküldüginden olur. Balğam<br />

yaşlığından ve mizâc yaramazlığından olur. 'İLÂCI: iyâric faykarâ ve iyâric<br />

lüğâziyâ ve tiryâk fârük ve ma'cün-ı belâdır yedüreler. Cıdâ: serçe şörvâsın<br />

vereler ve eski süci içüreler.


EDVIYE-I MÜFREDE 41<br />

(Arapça) (Farsça) (Türkçe)<br />

jliû^l aUO -Lİ 7-1 y göz büyümek<br />

>tfjl I»İ4Jİ 6xî oLi- endamlar uyuşmak<br />

j- tA-» baş başı 'çıban başı'<br />

UJI bez büyümek<br />

j-jUJI «&T jö j -<br />

Jij 61 j j Ojf y.<br />

JjlJsH sinil<br />

JlÜJI el ayak yardmak<br />

irin<br />

şaru şu<br />

Î-4İİ kanlu şu<br />

HJ\ olj öyken ağrısı 'zatürrie'<br />

MUİ olj Aj O* eyegüde verem olmak 'zatülcenp*<br />

uU^ ^uı hicâbda şiş olmak<br />

•r^tiJI Jj jjj yürek ağrısı<br />

iLÖI J&r bağır ağrısı 'karaciğer iltihabı'<br />

o-s-UI öatl» JjJ kınlğan 'dolama*<br />

UJI J Jlj Jji uyluk ağrısı 'siyatik'<br />

: joiJI C-İJ İJİ arka ağrısı<br />

il jii\ l^Lî JJJ karın ağrısı 'ülser'<br />

kşjAÜ J ıj^JI iji ma c de ağrısı<br />

:UM «ili» kavukda taş olmak<br />

fjj» u-UI «iş<br />

o-ül<br />

«JıU<br />

göbek burmak<br />

"t "T<br />

öijT jjy. kusmak<br />

«UJI *Lj kabarcuk<br />

j-i»<br />

Ff TEŞRlŞÎ'L-A'ZÂÎ<br />

JM beyni 'beyin'<br />

pl^il (ma c rüf) 'uzuv, üy»'


42 MUSTAFA CANPOLAT<br />

/<br />

(Arapça) (Farsça) (Türkçe)<br />

l»lie öl kemük<br />

O l j i . ilik<br />

< - j j o A i k e m ü r d e k 'kırıkdak'<br />

•»i»- deri<br />

ıJJj J^J adamım taşrası 'dış deri'<br />

ı-»-U-l jyl kaş<br />

V^l • j* kirpük<br />

»^iül gözün pınarı<br />

• j iLtl göz yaşı<br />

>!«ill burun delügi<br />

f»JI J jö^l (^j burun<br />

jli boğaz düdügi<br />

iüll cJ dudak<br />

piil ağız<br />

«4&JI tîjj ağız kokusı<br />

AiS" ağız yıyısı<br />

ol^lll »j^U tamak<br />

1>Ü-I jvi^ >İİL göz kapağı<br />

jU-l ^İT boğaz<br />

• 1 j~> boğazlağu 'hançere'<br />

J Jdv" J" a ğ lz yarı 'ağız suyu'<br />


V<br />

ZLKR-Î ESMÂ-I EMRAZ BÎR IŞTILÂH LUCATI<br />

(Arapça) (Farsça) (Türkçe)<br />

ÎIJI J .IJJI tîjUi şayrulık<br />

jljîli güçsüzlük<br />

ısıtma<br />

dJLLI f/" V1 issi ısıtma<br />

UhJI ^Jjj J» V•' her gün dutan ısıtma<br />

VJI Jjj J 3 ^ İki günde bir dutan ısıtma<br />

cTJi<br />

dört günde bir dutan ısıtma<br />

J-4JI tîjUi ince şayrulık<br />

a> ı »Aj JJM* yanduncı ısıtma<br />

şovuk ısıtma<br />

ö-jii •lif jO iT 4İP öT üzen şayrulık 'müzmin'<br />

iLLI jy İ^JUH tîz şayrulık 'akut'<br />

baş ağrısı<br />

-r* e5 yarım baş ağrısı<br />

J I sıtma 'alâmeti<br />

fUjJI r u J" (ma'rüf) 'satlıcan'<br />

üt-" j* ır bağarsuk sıyrılmak<br />

A. J\ rr göz ağrısı<br />

ağız ağrısı<br />

JîUI 'jj'.j kirpük dökülmek<br />

JUJI öksürük<br />

Jİ^JI dhij ınckıruk 'hıçkırık'<br />

JMI J* ü 1 - 5 ^ baş çigzinmesi 'baş dönmesi'<br />

j-aı »T» JjV. O-L^LI baldır şişmek


MUSTAFA CANPOLAT<br />

(Arapça) (Farsça) (Türkçe)<br />

ı_jjıill .!> saç sakal dökülmek<br />

uilöl Çağz 'ağzı kapalı, içi cerahatli yara'<br />

uyuz<br />

J-î} ala tenlik cabraşlık' c'M-i<br />

taşrağular renci Ccüzzam' Lull Ijj j jji dermânsuz şayruhk<br />

fUJI Lf jTb j issi baş ağrısı<br />

liJUVI jjkil jvSJijj ı_>T karna şu tolmak<br />

jill »İJJ ÖJ^^O<br />

- T -T<br />

bağarsuk tolaşmak<br />

ÖIU^JI katı şiş 'kanser'<br />

lTİ^<br />

ayak ağrısı<br />

jilyJI jIT jju-l.1 boğaz şişmek<br />

^«Ifll >->\yi- ji Ai öl jT uykuda ağır başmak 'kâbus'<br />

jJUJI o— süst olmak 'felç'<br />

üliüJI Ji j-ul» -1 yürek oynaması<br />

İİCjJI 'jj ditremek<br />

M fl* tfjlrri ölüt 'veba'<br />

i-jiJI baş 'çıban'<br />

jJ^JI (ma'rüf) 'basur'<br />

çjuül flajl j»*lj sinir çekilmek<br />

oLJI şovuk baş ağrısı<br />

JOJI ÜJJ J jT göz kararmak<br />

karın burukmak<br />

dinsiz yatmak<br />

jli — (bir dürlü 'illetdür ki gözün kapağında<br />

içyağı gibi nesnecük biter, kapak<br />

aşağa sarkar, amma göze zahmet<br />

etmez)<br />

t^ 1 dolal acuk dutmak 'sara'<br />

U>JU.I delülük<br />

Jt-11<br />

(ma'rüf) 'göze inen perde'<br />

.JÜJI yüz göz eğilmek


(Arapça) (Farsça)<br />

Sİ JLI<br />

İJI o*<br />

Uijj<br />

3yi 1<br />

3yi 1 ilj<br />

EDVIYE-I MÜFREDE<br />

olo£><br />

iljiJI J*<br />

«JVİ<br />

P^ill V,<br />

J-bî cJÎ<br />

îj«aiJI İU<br />

&<br />

İSlill üUT<br />

76 a ola» j<br />

juÜİ<br />

«jui >J<br />

SjJI J»U<br />

İİJİ\ ölj<br />

*ŞJ\ jîij<br />

JUI -U<br />

JJ J;<br />

JrJ'<br />

1<br />

JaÂJI - t •<br />

JiUI<br />

JşmJJJI •jij*- J?<br />

jJUl j<br />

ıP.J».<br />

JÎUI oOiÜlaüj<br />

Jalil •j j jT J»-<br />

(Türkçe)<br />

öd<br />

öyken 'ciğer'<br />

bağarsuklar<br />

sinir<br />

der 'ter'<br />

tamar<br />

kursak<br />

yürek<br />

kuyruk<br />

iç yağı<br />

erlik âleti<br />

yârenleri 'husye'<br />

erün şuyı 'meni'<br />

kavuk 'mesane'<br />

oğlan yeri 'rahim'<br />

oturacak yer 'makat'<br />

kasuk<br />

göbek<br />

uyluk<br />

diz<br />

baldır<br />

topuk<br />

ayak<br />

karmdağı oğlan 'cenin'<br />

düşdü oğlan<br />

küçücek oğlan<br />

süd emer oğlan<br />

erişmiş oğlan<br />

sakalsuz<br />

dulum derlemiş<br />

sakalı gelmiş


MUSTAFA CANPOLAT<br />

(Arapça) (Farsça) (Türkçe)<br />

trdjk sakallu<br />

IJUJI öl yiğit<br />

pJÜl jo koca<br />

tfj** kırğıl 'saçma sakalına ak düşmüş'<br />

«J» jiJI Ojjy bunamış<br />

çV^I db aksak<br />

JiJLJI yoğun<br />

JJAİI jl> ince<br />

•jJ-l y?» ilyr.lj ö-il j cJjjl tıfldan ölinceye değin<br />

jwJI semüz<br />

Ij^İİ t-jl .>•» şulu<br />

j^iil Iff^i tuzlu<br />

İJJI arık 'zayıf'<br />

ci^JI jl 'J anulu arık 'nahif'<br />

>Lİ i! j. ölüm<br />

4-iUJ-l 6U-jl» canun şonı<br />

Fl'L-BUKÜLÎ VE BA'ZÎ'Ş-ŞEMERÂTl VE ĞAYRÎHÂ<br />

JiJI — (ma'rüf) 'sebze'<br />

— kendene<br />

jS3l kerevüz<br />

t>-U+!l (j-lf* yaban marub<br />

£U«ill ojjj na'ne<br />

jjjül 4»jS- tohmegân 'semiz otu'<br />

f j-**®-' • koruk<br />

tişalğam<br />

(j^uJI C*-jj j-Li budak<br />

£j>SJI jU diken<br />

£y«JI j*. budak ucı<br />

Jj^JI £j j yaprak<br />

jSOl ju-iT kişniç 'kara kimyon'


\<br />

EDVIYE-I MÜFREDE<br />

(Arapça) (Farsça) (Türkçe)<br />

j-l^VI j-ÜU» ıspanak<br />

Î.IİJI tornalan 'arap mantarı'<br />

76 b j jU\ jjöl üzüm<br />

1 jU yantak<br />

tJ>J1 kene tohmı<br />

J^JI hurmâ ağacı<br />

jrfjjı «-jUj*- jive 'cıva'<br />

(ma c rüf) 'tabii kurşun oksit'<br />

bezr-i hatun 'çiğit'<br />

J^UI yaban soğanı<br />

lüll (m.) 'hıyar'<br />

Jtii\ dJj şenhıyâr 'acur'<br />

^»JLiJI fiLi (m.) 'şalgam'<br />

F<br />

(m.) 'lahana'<br />

jUl juu»- çögündür 'pancar'<br />

ül^JVl pâbâdye<br />

ÖL.JI jiUi «JV (m.) 'lâle'<br />

kjlJLJI sedef<br />

w & turak otı 'dereotu'<br />

JfcJ.1 Bücehl karpuzı<br />

V^ÜII sarmaşık<br />

tj*« (m.) 'zerdali'<br />

t** jJlaü (m.) 'şeftali'<br />

jj"<br />

^ijii<br />

ı<br />

erük<br />

(m.) 'turunç'<br />

iğde<br />

amrüd 'armut'<br />

(m.) 'muz'<br />

kuru üzüm<br />

ûjJ3l '-rJ kemmün 'kimyon'<br />

li >11 ılğun


MUSTAFA CANPOLAT<br />

(Arapça) (Farsça) (Türkçe)<br />

jjj*^<br />

4İljil) râziyâne<br />

aluç<br />

yfŞ kerdeme 'tere'<br />

ı_j| y&Ş" su kerdemesi 'su teresi'<br />

tfv" U&T meri 'salça'<br />

tjii\ kabak<br />

OJJUI (m.) 'barut, güherçile'<br />

."U-l J jJ-l tornalan 'arap mantarı'<br />

öüiı A süd<br />

süei'şarap'<br />

,-J jJI yoğurt<br />

ayran<br />

ol çalkandur 'çalkama'<br />

JüjJI tere yağı<br />

CfJJ yağ<br />

77 a oUI sızmış yağ<br />

JH<br />

peynir<br />

J-ii kurut 'yoğurt kurusu, keş'<br />

u-ij*"<br />

(m.) 'çökelek'<br />

üll 4İ» ağuz<br />

«jL jO maya<br />

U.I JÜT kiras<br />

«jyu- köknar<br />

Fİ EŞYÂ'İL-MUHTELlFETİ YE'L-ÂLÂYÂTl<br />

jyJI pınar<br />

«_lül JJUI oU kuyı<br />

îUill<br />

t<br />

y.jvr (m.) 'kanal, lâğım'<br />


(Arapça) (Farsça)<br />

3 Jİİ\<br />

c-üJI<br />

EDVIYE-I MÜFREDE<br />

JÜ<br />

jb j3<br />

öfi\ .ır<br />

dLU- «LT<br />

jr ,\Ş<br />

V-JböJl jj<br />

40İJI<br />

^UJI<br />

pr<br />

ıSJJ<br />

İİİVI Vj-<br />

4JÜI<br />

U.I<br />

İJji<br />

4^1 JJ •<br />

(Türkçe)<br />

ok<br />

ok gezi<br />

ok ağacı<br />

terkeş<br />

ağaç<br />

odun<br />

saman<br />

kuru ot<br />

yaş ot<br />

altun<br />

gümüş<br />

bakır<br />

tuç 'tunç'<br />

kurşun<br />

(m.) 'pirinç'<br />

kalay<br />

kalkan<br />

altun uvağı 'altın tozu'


EDEBİYAT YE EDEBİYAT İNCELEMESİ<br />

RENE WELLEK - AUSTIN WARREN<br />

Önce edebiyatla edebiyat uğraşısı arasında bir ayrım yapmak gerek,<br />

îkisi birbirinden ayrı eylemler: Biri yaratıcı, sanat; öteki kesinlikle bir bilim<br />

değilse bile, bilginin ya da öğrenmenin bir türü. Bu ayrımı yok etme çabalarına<br />

girişilmiştir şüphesiz. Örneğin, kişinin yazma yeteneği olmadıkça edebiyatı<br />

anlayamayacağı tartışma konusu olmuştur. Buna göre Pope'un destanı<br />

beyitlerindeki kalem oynatışını denemeyen biri onu inceleyemez, incelememelidir;<br />

ya da kişi serbest nazımla yazılmış bir tiyatro yapıtı olmaksızın Elizabeth<br />

çağı tiyatrosunu anlayamaz. Ancak, araştırıcının, edebî yaratıcılık denemesinin<br />

kendine olan yararı nedeniyle görevi açıktır. O, kendi edebî denemesini ussal<br />

imgelere çevirip düzenli bir plân içinde eritmelidir. Edebiyat araştırıcısının<br />

çalışma konusunun saçma ya da hiç değilse usa aykırı öğelerden oluştuğu belki<br />

de doğrudur; ama her ne olursa olsun onun durumu bir sanat tarihçisinin, bir<br />

müzik eleştiricisinin, bir sosyologun ya da bir anatomi bilgininin durumdan<br />

daha değişik olmayacaktır.<br />

Açıkçası, edebiyatla edebiyat uğraşısı arasındaki ilişkiden bazı güç<br />

sorunlar ortaya çıkar. Konuyla ilgili olarak ileri sürülen çözüm yolları çeşitlidir.<br />

Bazı kuramcılar edebiyat incelemesinin bir bilim olduğunu yalanlayıp,<br />

çoğumuza, bugün, sonuçlarla boş ve anlamsız gelen ikinci bir yaratmayı<br />

öğütlerler- Pater'in Mona Lisa tasvirindeki ya da Symonds'un süslü pasajlarında<br />

olduğu gibi-Böyle bir yaratıcı eleştirme çoğu kez gereksiz bir kopya<br />

anlamına gelir; ya da olsa olsa bir sanat yapıtının ashndan çoğunlukla daha<br />

değersiz olan bir başkasına aktarılmasıdır. Başka kuramcılar, edebiyatla edebiyat<br />

uğraşısı arasındaki çelişkiden oldukça ayrı şüpheci sonuçlar çıkarırlar.<br />

Edebiyat incelenemez; sadece okur, hoşlanır, beğeniriz derler. Bundan ötesi,<br />

edebiyatla ilgili her çeşit bilgiyi toplamamızdan ibarettir. Bu kuşku gerçekten,<br />

sanıldığından daha yaygındır. Uygulamada kendini çevresel gerçekler üzerindeki<br />

baskıda ve bu düşüncenin ötesine giden tüm çabaların küçümsenmesinde<br />

gösterir. Acı ama kaçınılmaz olarak, beğenme, zevk, istek, gerçek bilim adamhğımn<br />

titizliğinden uzaklaşıp kişisel tutkuya bırakdır. Ama bilim adam-


50<br />

RENE WELLEK - AUSTIN WARREN<br />

bğı ve beğenme arasında yapdan bu türden bir ayrım gerçek edebî incelemeye<br />

bir yarar sağlamayacaktır.<br />

Sorun, sanatla, özellikle edebî sanatla, bilimsel olarak nasd uğraşdacağıdır.<br />

Yapdabilir mi? Ve nasd yapdabilir? Cevaplardan biri positiv bilimlerin<br />

kurduğu metodlarm edebî incelemeye uygulanmasıyla yapılabileceğidir. Bu<br />

çeşit metod uygulamaları dikkate alınabilir. Bunlardan biri tüm olarak tarafsız<br />

gerçeklerin toplanmasını destekleyen, nesnel, genel ve kesin olanın bilimsel<br />

ilişkilerini taklit etme çabasıdır. Bir başkası ise özün ve geçmişin nedenine dayanan<br />

araştırma aracıhğı ile positiv bilim metodlannı yansdamaktır. Bu evrim<br />

metodu, kronolojik alanda mümkün olan berbangi bir ilişkinin izlenmesini<br />

hakh gösterir. Daha kesinlikle uygulanınca, bilimsel nedensellik, ekonomik,<br />

sosyal ve politik durumlarm önemli nedenlerini belirliyerek edebî olayı açıklamakta<br />

kullanılır. Ayrıca bazı bilimlerde, sözgelimi istatistik, haritacılık<br />

ve grafikte, sayısal metod düzenli olarak kullandır. Son olarak, edebiyat evriminin<br />

izlenmesinde biyolojik kavramların kullandması çabasına girişilmiştir.<br />

Bugün positiv bilim metodlannın edebiyata uygulanmasının beklenenleri<br />

yerine getirmediği hemen hemen genel bir kanıdır. Bazan, bilimsel metodlar<br />

ya sınırlı bir alanda ya da istatistiğin vezin çahşmasına ve edition critique'in<br />

belirli metodlarına uygulanmasında olduğu gibi sınırlı bir teknikle<br />

kendi değerlerine tanıkhk ederler. Ancak, positiv bilimin edebiyat araştırmasına<br />

saldırısından doğan bu akımın en son temsilcileri ya yenilgiyi kabullenip<br />

şüpheciliğe düşmüşler ya da positiv bilim metodlannın gelecekteki<br />

başardarıyla ilgili düşlerle avunmuşlardır. Sözgelimi, I.A. Richards bütün<br />

edebiyat sorunlarını çözümleyeceği kanısıyla nörolojinin gelecekteki başarılanna<br />

değinir.<br />

Positiv bilimin edebiyat araştırmasına bu derece yaygın uygulanışından<br />

doğan bazı sorunlara dönmemiz gerek. Bu sorunlar kolaybkla baştan savulamazlar<br />

ve kendilerine özgü yöntemleri olan bu iki bilim dahnm ilintili olduğu,<br />

hatta üst üste geldiği geniş bir alan vardır şüphesiz. Kıyas, varsayım, analiz<br />

ve sentez gibi temel metodlar düzenli bilginin her çeşidinde ortaktırlar. Ancak,<br />

bunun yanısıra, edebiyatın her zaman positiv bilimlerinkiyle aynı olmayan<br />

ama bilinçli ve kendisince geçerli olan yöntemleri de vardır. Yalnızca dar bir<br />

gerçek kavramı sosyal bilimlerin katkdarını bilim alanınm dışında bırakır.<br />

Modern tekniğin gelişmesinden önce, felsefe, tarih, bukuk, ilâhiyat hatta filoloji,<br />

uzun bir süre bilginin geçerli metodlanyla uğraşmışlardır. Modern positiv<br />

bilimlerin kuramsal ve deneysel zaferleriyle onlann başardarı gölgelenmiş


EDEBIYAT VE EDEBIYAT INCELEMESI 51<br />

olabilir; ancak, her ne biçimde olurlarsa olsunlar gerçek ve süreklidirler; bazan<br />

da bir iki değişiklikle kolayca canlandırılır ya da yenilenirler. Positiv bilimlerin<br />

yöntemleri ve amaçlarıyla, sosyal bilimler arasındaki bu ayrım hatırda<br />

tutulmalıdır.<br />

Ancak, bu ayrımın nasıl tanımlanacağı karmaşık bir problemdir. 1883<br />

lerde Wilhelm Dilthey positiv bilim metodlarıyla tarihinkiler arasındaki ayrımı<br />

anlayış ve anlatım arasındaki karşıtlık açısından inceledi. Dilthey'e göre,<br />

tarihçi, bir olayın anlamı üzerinde durup onu kavramaya çakşırken, positiv<br />

bilim adamı aynı olayı nedensel kökeniyle değerlendiriyordu. Tarihçinin<br />

üzerinde kafa yorduğu bu anlama eylemi gerekli olarak kişisel ve hatta özneldir.<br />

Bir yıl sonTa, ünlü felsefe tarihçisi Wilhelm Windelband de sosyal bilimlerin,<br />

positiv bilim metodlarmı taklit etmesi görüşüne karşı çıktı. Ona göre, tarihçiler<br />

tek ve tekrarlanmayan gerçeği kavramaya çabalarken, positiv bilimle<br />

uğraşan bilginler genel yasalar kurmayı gaye edinmişlerdi. Positiv bilimlerle,<br />

kültür bilimleri arasında olduğu kadar genelleme ve özelleme metodları arasına<br />

kesin bir çizgi çekmeyen H. Rickert, bu görüşü geliştirmiş ve biraz da değiştirmiştir.<br />

Rickert, kültür bilimlerinin somut olanla ve kişiyle ilgilendiği görüşünü<br />

savunur. Bununla birlikte, kişiler, ancak bazı değer ölçülerine baş vurularak<br />

keşfedilebilir ve anlaşüabilirler; bu da kültürün bir başka adıdır sadece.<br />

Fransa'da A.D. Xenopol, tekrarlanan olayları kapsayan positiv bilimleri<br />

tarihten, tarihin birbirini izleyen olaylar silsilesini kapsamasıyla ayırır. İtalya'da<br />

Benedetto Croce, felsefesini positiv bilimlerinkinden tamamiyle ayrı<br />

olan bir tarih yöntemi üstüne kurdu.<br />

Bu sorunların tüm tartışması, positiv bilimlerin sınıflandınlması, tarih<br />

felsefesi ve bilgi yönteminde olduğu gibi çeşitli sorunların çözümlenmesini<br />

kapsayacaktır. Bununla birlikte, birkaç somut örnek, bir edebiyat araştırıcısının<br />

karşılaşacağı güç bir sorunun varhğı konusunda bir fikir verebilir.<br />

Shakespeare'i niçin inceleriz ? Şurası açık ki, Shakespeare'in bütün insanlarla<br />

neyinin ortak olduğu konusu bizi öncelikle ilgilendirmez. Eğer böyle olsaydı<br />

onun yerine başka birini de inceleyebilirdik. Biz Shakespeare'in İngilizlerle,<br />

Rönesans insanıyla ya da tüm Elizabeth çağı insanlarıyla, bütün ozanlar,<br />

tiyatro yazarları hatta tüm Elizabeth çağı tiyatro yazarlarıyla ortak olan yanlarıyla<br />

da ilgilenmeyiz. Çünkü bu durumda Dekker ya da Heyvvood'u da inceleyebilirdik.<br />

Biz daha çok, özellikle Shakespeare'e ait olanın, Shakespeare'i<br />

yapanın ne olduğunu bulmayı isteriz. Ve bu da hiç şüphesiz bir kişilik ve değer<br />

sorunudur. Bir edebiyat çağı , bir dönem ya da belli bir ulusal edebiyat incelenirken<br />

bile, araştırmacı, tıpkı bir kişiliğin incelenmesinde yaptığı gibi onu


52<br />

RENE WELLEK - AUSTIN WARREN<br />

diğer benzer gruplardan ayıran karakteristik çizgileri ve nitelikleriyle<br />

ilgilenecektir.<br />

Kişiliği ilgilendiren durum bir başka görüşle de desteklenebilir: Edebiyatta<br />

genel yasalar bulma çabaları daima başarısızhkla sonuçlanmıştır. Louis<br />

Cazamian'ın İngiliz edebiyatı yasası dediği İngiliz ulusal usunun duygu ve<br />

mantıktan oluşan iki kutup arasmdaki ritmik sahnımı- Bu sabnımlann çağımıza<br />

yaklaştıkça hızlandığı ileri sürülür.- görüşü ya önemsiz ya da sahtedir.<br />

Victoria çağma uygulanınca zaten anlamını tümüyle yitirir. Çoğu eylem ve<br />

tepki, ya da gelenek ve beğenmeme şeklindeki psikolojik biçimcilikler olarak<br />

karşımıza çıkan bu yasaların gerçeklikleri, su götürmez bile olsa edebiyat<br />

konusunda geçerli olamazlar. Fizik, başarılarının doruğuna, elektrik, ısı, çekim<br />

ve ışığı bir kaç genel kuram içinde bir formüle indirgiyerek ulaşırken edebiyat<br />

araştırmasının amacını ortaya koyacak genel bir kuram düşünülemez. Genelleştikçe<br />

soyutlaşır, boşlaşır.<br />

Sorunumuzun iki çözümü vardır. Doğa bilimlerinin üstünlüğüyle gözde<br />

olan çözüm yollarından biri bilimsel ve tarihsel yöntemi biçimlendirir ve kişiyi<br />

ya sırf olaylar yığınına ya da oldukça genelleştirilmiş tarihsel yasaların kuruluşuna<br />

yöneltir. Edebiyat incelemesinin bilimselliğini yalanlayan öteki çözüm<br />

yolu ise edebiyat anlayışının kendine özgü oluşunu ve bireyselliği doğrular<br />

ve hatta her edebiyat yapıtının eşsizliği görüşünü ileri sürer. Ancak, bilimselliğe<br />

karşı çıkan bu çözüm yolunun bazı tehlikeleri vardır. Kişisel seziş, bütün<br />

bütün duygusal beğeniye, tüm öznelliğe götürebilir insanı. Üstelik, bütünüyle<br />

boş genellemeye karşı çıkış olmakla birlikte, kişiselliği ve hatta her sanat<br />

yapıtının eşsizliğini önemsemek eşsiz sanat ürününün olamayacağmı unutma<br />

demektir. Çünkü eşsizliğe yöneldikçe sanat yapıtı anlamını yitirebilir. Ne<br />

Hamlet'in ne de Joyce Kilmer'in Trees (Ağaçlar)'inin tek oluşunda kuşkuya<br />

düşülür. Ama kendine özgü ölçüleri, biçimi ve kimyasal yapısı söz konusu olunca<br />

bir çöp yığını da eşsizdir, tektir, tam bir eşi yapdamaz. Daha ötesi, her edebiyat<br />

yapıtında bulunan sözcükler, kendilerine özgü yapdanyla geneldirler,<br />

özel değddirler. Edebiyattaki bu evrensellik ve öznellik tartışması ta Aristo'dan<br />

beri süregelir. Şöyle ki şiir daha evrensel olması nedeniyle yalnızca öznelle<br />

ilintisi olan tarihten daha felsefîdir ve Dr. Johnson'ın dediği gibi şair<br />

lâle yapraklarının çizgilerini saymakla uğraşmamabdır. Zaten romantikler ve<br />

günümüzün eleştirmenleri de şiirin öznelliği, yapısı, somutluğu üzerinde asla<br />

kafa yormazlar. Ama her edebiyat yapıtının hem özel, hem de genel olduğu<br />

hatırlanmalıdır. Ya da daha iyisi edebiyat hem öznel hem de geneldir. Kişisellik,<br />

tüm özel oluş ve teklikten ayırdedilebilir. Her insan gibi, her edebiyat


KıRıMLıLARıN ESKI BAŞKENTINDE KAZı 53<br />

yapıtı da kendi kişisel özelliklerinin yanı sıra, başka sanat yapıtlarıyla ortak<br />

olan özellikleri de paylaşır. Tıpkı her insanoğlunun tüm insanlıkla, kendi<br />

cinsinin bütün üyeleriyle, ulusuyla, sınıfıyla, mesleğiyle v.b. ortak özellikleri<br />

paylaştığı gibi. Böylece sanatın birbirleriyle ilintili olan yapıtlarını genelleştirmiş<br />

oluruz. Örneğin Elizabeth çağı tiyatrosu, bütün tiyatro, tüm edebiyat ve<br />

sanat gibi. Edebiyat eleştirisi de edebiyat tarihi de bir yapıtın, bir yazarın,<br />

bir çağın ya da ulusal bir edebiyatın özelliğini nitelemeye çalışırlar. Ancak,<br />

bu niteleme sadece evrensel terimler içinde, bir edebiyat kuramının temeline<br />

dayandırılarak yapılabilir. Günümüzde edebiyat kuramı, edebiyatm bilimselliği<br />

için büyük ihtiyaçtır.<br />

Edebiyatm bilimselliği ile ilgili bu istek, bilgimizin ön verileri olan beğenmenin<br />

ve anlayışın önemini ve böylece edebiyat üzerine eğilme isteğimizi<br />

azaltmaz şüphesiz. Edebiyat incelemesi yalnızca okuma sanatına hizmet eder<br />

demek, bu sanat, edebiyat inceleyicisi için ne denli gerekli olursa olsun, düzenli<br />

bilgi ülküsünü yanlış anlamak demektir. Eleştirel anlayışı ve duyarlığı kapsayarak,<br />

geniş bir alanda kullanılsa bile, okuma sanatı, ancak kişisel yetişme<br />

için bir ülkü olabilir. Okuma son derece istenilir olduğu gibi, oldukça yaygın<br />

bir edebiyat kültürüne de temel olarak hizmet eder. Bununla birlikte, kişiselliğin<br />

üsünde olan geleneğin kavranışı, bilgi, sağgörü ve usavurmanın bir yapıtı<br />

olan edebiyat bilginliği kavramının yerini tutamaz.<br />

/<br />

Çev. Dr. Mine Mengi


HÂŞÎM'İN ŞİİRİNDE RENKLER<br />

DR. NECDET BINGÖL<br />

Ahmet Hâşim "GöZ Saatleri"nin "Mukaddime"sinde:<br />

Seyr eyledim eşkâl-i hayâtı<br />

Ben havz-ı hayâlin sularında,<br />

Bir aks-i mülevvendir onunçün<br />

Arzın bana ahcâr-ü nebâtı.<br />

Diye yazdığı mısralarda, dünyadaki taşların ve bitkilerin renkli bir akisten<br />

başka bir şey olmadığını söylüyor . Bu "renkli akis", Hâşim'in hemen her<br />

şiirinde vardır, işte bunun için Ahmet Hâşim'in şiirlerindeki renklerin çeşidine<br />

bakarak bu renklerin nasıl bir derunî görüşle öyle göründüklerini araştırmaya<br />

çakşacağız.<br />

Önce, renk dediğimiz şey nedir, renklere çeşitli çağlarda verilen anlamlar<br />

nelerdir? Bunları gözden geçireceğiz, sonra da, "Renkler" yolu ile Hâşim'in<br />

mânevi hayatının portresini çizmeyi deneyeceğiz.<br />

Renk, fizik ve fizyolojik târifi ile, kısaca, renkli bir cisimden göz aracılığı<br />

ile ahnmış bir algıdır. Kâinat üzerine açdmış bir pencere olan göz, retina<br />

vasıtasiyle, bizi çevreleyen renkli âlemden aldığımız algıları beynimize nakleder;<br />

böylelikle, tabiattaki ve çevremizdeki canlı, cansız cisimlerin renklerini<br />

fark ederiz. Ama, bir cismin rengini söylerken çoğu zaman yanlış, daha doğrusu<br />

eksik söyleriz. Meselâ bize limonun rengini sorsalar, hiç düşünmeden sarı deriz.<br />

Evet, ama limon normal bir göze ve ancak beyaz ışık altında sarı görünür.<br />

Ayni limon kırmızı ışık altında beyaz; mavi veya yeşil ışık altında boz ya da<br />

kahve rengi görünecektir. Netekim bir manzara günün saatine göre, yani<br />

güneşin yüksekliğine, atmosferin durumuna göre renk değiştirir. Demek ki<br />

ashnda eşyanın rengi yoktur, kendisini aydınlatan ışığın rengine bağlı olarak<br />

onun da rengi dağişir. Bu, Epikür'denberi bilinen bir gerçektir. O halde<br />

renkli bir cisim beyaz veya çeşitli ışıklar altında, nasıl çeşitli renklerde görülebiliyorsa,<br />

şair gözü ile görülen eşya da, cisimler de öyle renk değiştirebiliyor.<br />

Bu renk değiştirme şairin o andaki duyuşuna, düşünüşüne, hatta<br />

mizacına uyuyor. Görüş bir kişiden ötekine göre değişebildiği gibi, ayni kişi-


56 DR. NECDET BINGÖL<br />

nin fizyolojik ya da psişik durumuna göre de değişebiliyor. Bir yerimiz<br />

ağrıdığı, ıstırap duyduğumuz vakit, eskiden bizim için neşeli bir dekor olan<br />

yerler kedere bürünüveriyor, gözlerimiz neşe veren renkler yerine, kederli<br />

renkler görüyor. Fransız filozofu Guyau bu görüşü: "Manzara bir ruh halidir."<br />

Diye özetliyor.<br />

Renk, bildiğimiz gibi, Newton'un çahşmariyle incelendi ve prizma bize<br />

yedi rengi verdi. Renk hakkında araştırmalar yapdmadan önce de insanlar<br />

yer yüzünde göründükleri tarihten itibaren ya tabii renkli bir dekor, gök,<br />

toprak, su gibi, ya da medeniyette ilerledikçe yaptıkları âlet ve eşyanın yarattığı<br />

yapma, fakat her zaman renkli bir dekor içinde yaşadılar. Kâinatı renksiz<br />

tasavvur etmek mümkün olmadığını düşünürsek, renk hep vardı ve hep var<br />

olacaktır, işte bunun için insanlar renklerin meydana getirdiği bir dekorun<br />

tesirinde kalddar. Nasıl Islamasınlar ki, mânasını bir türlü tahlil edemedikleri<br />

gök, aslmda rengi olmadığı için mavi görümekte, ancak güneşin doğuşunda ve<br />

batışında kırmızı nüansları göstermektedir. Denizin maviliği de, gökkuşağındaki<br />

renkler de öyle değil mi, bu yüzden eski çağlardaki insanlar ona kutsallık<br />

vermemişler miydi?<br />

Bir "ŞekiP'ler âlemi olduğu gibi bir de "Renk"ler âlemi var. Şekiller bize<br />

rahatlık, rahatsızlık, huzur, sıkıntı, fayda, zarar getirebiliyor; koyu, keskin,<br />

açık, soluk, kapanık renkler de bizde çeşitli ruh halleri yaratabiliyor ve adeta<br />

dünyayı başka bir gözle görmemize sebep oluyor. Psikolojik testler, renk<br />

tercihi ile ilgili meraklı sonuçlar vermiştir. Bunlara göre, içi kırmızıya boyanmış<br />

telefon kulübeleri müşterileri daha çok cezbeyormuş. Bir odanın renginin,<br />

içinde oturan kimsenin davranışı üzerindeki tesiri de incelenmiştir: Meselâ,<br />

ameliyat odalarını yeşil-mavi renklere boyamak uygundur, çünkü, bu renkler<br />

operatörün gözlerini dinlendiriyor ve neşterini emniyetle kullanmasını sağlıyormuş.<br />

Bazı akıl hastahanelerinde melankolik hastalar kırmızı ışıkla, nörastenikler<br />

mavi ışıkla tedavi edilince iyi neticeler almıyormuş.<br />

Renkler arasında bir tercih yapmak, coğrafi yerden ziyade yaşa göre<br />

değişiyor. Mavi renk birinci yeri alıyor, arkasından kırmızı renk geliyor. Goethe<br />

renklerin insan psikolojisi üzerindeki tesirini gayet iyi biliyordu. Hatta "Renkler<br />

Nazariyesi" adlı bir kitap bile yazmıştı. Söylerler ki Wagner ancak kırmızı<br />

bir dekor içinde konpozisyonlarmı yapabilirmiş. Yakup Kadri'nin romanlarında<br />

çizilen dekorlarda çoğu zaman kırmızı ve nüansları hâkimdir. Romantik<br />

şairler de kırmızıyı severlerdi 1 . " Ama bundan başka özel bir sevgimiz de<br />

1 "Romantızm'in Tarilıi"-Theoplıile Gautier. Çev. Dr. Necdet Bingöl. S.: 54 Millî Eğitim<br />

Bakanlığı öğretmen kitapları No. 125.


HAŞIm'IN ŞIIRINDE RENKLER 57<br />

vardı, kırmızı sevgisi; şimdi siyasi ihtiraslarla şerefi lekelenen, erguvan rengi,<br />

kan, hayat, ışık, sıcakhk olan ve altınla, mermerle o kadar güzel uyuşan,<br />

modern hayattan ve hatta resimden çekilip gittiğini görmekle cidden üzüldüğümüz<br />

bu asil renge âşıktık."<br />

Parnasien şair T. Gautier şöyle yazıyordu: "işitme duygusu fevkalade<br />

gelişmişti; renklerin gürültüsünü işitiyordum. Yeşil, mavi, sarı sesler gayet<br />

belirli olarak dalgalar halinde bana geliyordu."<br />

Senbolist Arthur Rimbau ise, "Voyelles-Sesli harfler" şiirinde:<br />

"A kara, E beyaz, I kırmızı, U yeşil, O mavi." Renklidir diyor. Demek<br />

ki senbolist şairlerden bir kısmı harflerde bile bir takım renkler tasavvur ediyorlardı.<br />

Ressamların üslûpları da kullandıkları renk tonlarına göre isimlendirümiştir.<br />

Konumuz dışı olduğu için örnekler vermek istemiyoruz.<br />

Bildiğimiz gibi insan ta başlangıçtan bu yana renkle yakından ilgilendi,<br />

rengin sırrını araştırdı ve onu kullanmak için çareler düşündü, usuller icat<br />

etti. insan , her şeyden önce renklerin kendisi için, gözü için, zevki ve faydası<br />

için yaratddığını düşünmekte haklıdır. Çünkü bu düşünüş insanın egoizmini<br />

tatmin eder, sonra da, bildiğimiz gibi, tabiat, yer yüzü yaratıkları içinde özellikle<br />

insanı renklerden en çok faydalanabilecek olarak yaratmıştır, işte bu<br />

yüzdendir ki her dilde renkleri sözle verebilmek için bir çok isim, sıfat bulmak,<br />

adeta bir "Renkler Sözlüğü" hazırlamak zarureti hasd oldu.<br />

Çağlar boyunca renkleri kısaca gözden geçirecek olursak, tarih öncesi<br />

devirlerde dinî merasimlerde genellikle kırmızı ve bayaz renklerin kullanddığını<br />

görüyoruz. İnsanhk başlangıçta belki estetik bir duygudan ziyade<br />

fayda gayesiyle renkleri kullanmak zorunda kaldı. Altemira, Lascaux gibi<br />

mağaraların duvarlarını süsliyen resimlerdeki sarı, kırmızı, manganez oksidi<br />

siyah renkler dikkati çekiyor. Daha sonraları renk bir ferdin veya aüenin<br />

belirgin bir niteliği olarak kullandıyor. Bugün de Avustralya yerlilerinin<br />

bazdan mağaralarını, vücutlarını kırmızı ve beyaz desenlerle süslüyorlar.<br />

Dinî ve totemik gayelerle yapdan resimler yerini, zamanla, gerçek sanata<br />

bırakıyor, sanatta renk tabiî ve mukadder yerini ahyor. Neticede renk sanatı<br />

form sanatı ile birleşiyor. Eski Mısırhlar, Kaideliler, Asurlular mavi, yeşil<br />

mineleri kullanddar. Fenikelüer boyama sanatmı biliyorlardı. Eski Yunan<br />

ve Roma'da da renge önem verildiğini biliyoruz. Zeus-Jüpiter mavi veya<br />

kırmızı bir manto giyiyordu; bu, gök ve ateşi temsil ediyordu. Diyonizos-<br />

Baküs kırmızıyı beğeniyordu; senbolü de ayni renkteki şaraptı.


58<br />

DR. NECDET BINGÖL<br />

İnsanlar muhtelif devirlerde renklerin kuvvetine inanıp dinî, kutsal bir<br />

takım mânalar vermişler, renklerle bir çok senboller yaratmışlar, ve renkleri,<br />

psişik durumlarını anlatmaya yarayan ifade vasıtaları olarak kullanmışlardır.<br />

Meselâ 9. yüzyılda III. Papa Inoscent renklere şu anlamları vermiştir: Beyaz,<br />

ışığın ve safiyetin timsalidir, neşeyi, mâsumluğu, zaferi, ölümsüzlüğü; kırmızı,<br />

ateşi, kanı, ilâhî aşkı; yeşil, ümidi, ebedî hayat arzusunu; menekşe rengi,<br />

tövbeyi; siyah ise matemi ifade eder.<br />

Yunan klisesine göre: Kırmızı, merhameti, din yolunda şehit olma<br />

arzusunu; altın sarısı, şerefi, kudreti; safran sarısı, günah çıkarma arzusunu;<br />

yeşil, imanı, ölümsüzlüğü, hayranlığı; mavi, ümidi, samimiliği, dindarhğı;<br />

soluk mavi, barışı, vicdanı, güzel sevgisini; erguvan rengi adaleti; beyaz,<br />

aşkı, mâsumluğu, safhğı; gri renk kederi, matemi, tasayı dile getirir.<br />

Bizde ise, siyah mateme; beyaz mâsumluğa, temiz yürekliliğe alâmettir;<br />

yeşil renge kutsal bir anlam da verilmiştir. Eski minyatürlerimizde, çinilerimizde,<br />

mavi, mavinin çeşitli tonları, kırmızı, altm sarısı, yeşil hâkim<br />

renklerdir. Kırmızı, belki bayrağımızın rengini hatırlattığı için, halkın çok<br />

beğendiği bir renktir. Mavi de öyle. Fransız sözlüğüne giren ve açık mavi<br />

veya yeşile çalan mavi renkteki kıymetli bir taşın adı olan "Turquin",<br />

"Turquoise" kelimeleri de Türk-Turque kelimesinden yapılmıştır. Bu da, bir<br />

bakıma, mavi rengin Türk'lerde çok kullanıldığını ifade eder. "Atatürk ve<br />

Bayrak " adlı yazısmda Enver Behnan Şapolyo 2 şöyle diyor: "Atatürk mavi<br />

rengi, yani turkuvaz rengini severdi. Çünkü bu renk eski Türk bayrağının<br />

rengi idi. Bu renk Selçuk çinilerinde ve Mevlâna türbesinde (Kubbe-i Hâdra)<br />

da görülmektedir. Sünnet çocuklarının entarisi mavidir. Köylü gençleri bayramlarda<br />

mavi gömlek giymektedirler. Fatih Sultan Mehmet'in istanbul'u<br />

fethi sıralarında giydiği çizme mavi, yani gök renginde idi."<br />

Renkler milletlerin bayraklarında, armalarında da kullanılmış, böylelikle<br />

milletlerin psikolojisinden izler taşıyan bir nitelik de kazanmıştır.<br />

Yukarıda da söylediğimiz gibi, yazarların, ressamların, müzisyenlerin<br />

tercih ettikleri renk veya renkler var. Gayet tabii ki Şairlerin de beğendikleri,<br />

ister farkında olarak, ister bilmiyerek, sık sık kullandıkları renkler vardır. Kimi<br />

şâirler beyazı tercih ederler, kimileri de siyahı. Alman romantik şâirlerinin<br />

siyahı çokça kullandıklarını, Baudelaire'in siyahı sevdiğini, biliyoruz.<br />

Hâşim'in şiirlerine gelince: Ahmet Hâşim'in şiirlerini inceliyenler, her<br />

halde kırmızı rengin göz alıcdığına kendilerini kaptırmış olacaklar ki, onun<br />

2 Enver Behnan Şapolyo: Türk Kültürü, sayı: 79, Yıl I x, Kasım 1970, Atatürk Sayısı.


HÂŞIM'IN ŞIIRINDE RENKLER 59<br />

şiirlerinde kırmızı ve kırmızı nüanslarından başka bir renk görmezler ve göstermezler.<br />

Abdühak Şinasi Hisar 3 : "Ahmet Hâşim"in şiirinde kendine mahsus<br />

bir âlemi ve hususi bir saati vardır. Hakikati vâzıh gösteren ve hayale müsait<br />

olmayan güneşin ufka veda ederek çekildiği ve kızılhğın aksi ile bütün tahiatin,<br />

suların, ağaçların ve kuşların tutuşmuş gibi göründükleri ve kanayor hissini<br />

verdikleri bir zaman yok mudur? İşte Ahmet Hâşim'in sevdiği o andır. O,<br />

şiirlerinde hep bu gurubun döktüğü kanlan, sulann alevini, dalların ve ağaçların<br />

yanan hallerini ve kuşların alevden halk olunmuş gibi görünmelerini<br />

tasavvur etmiş, hep bu bir Günün Sonunda'ki akşamın kanayarak geceye<br />

döktüğü zamanların şâiri olmuştur. O, hep lâ'lden kelimeler kullanıyor.<br />

Yine o bir nevi âfitab-ı temmuz giyiyor, bir nevi şule-i cihansûz içiyor gibidir.<br />

Onun her mısraı kızd bir ziya gibi yanıyor ve ruhu tutuşturuyor." " Mısraını<br />

mutlaka kızd bir renge boyamak ister ve buna muvaffak da olurdu.<br />

Âlemini boyadığı renk hep bu alev, hep bu kan kızıllığıdır 4 ." diyerek' Şerif<br />

Hulûsi de kırmızı üzerinde ısrarla duruyor. Oysa A. Hâşim'in şiirinde kullandığı<br />

renklerin sayı itibariyle en fazla olanı, kırmızı değil, siyahtır; mısralan<br />

incelediğimiz vakit bunu açıkça görüyoruz.<br />

KULLANILIŞ SAYISINA GÖRE RENKLER:<br />

1- Siyah: Hâşim bu rengin admı bazan siyah diye söyler, bazan da<br />

karanhk, zulmet, zalâm, muzlim diyerek ayni kara rengi verir: "Karanlıkta<br />

beyaz kuşlar" bir şiirine başlık olmuştur. Gene ayni şiirde:<br />

Vahşi karaltdardaki sîmîn kuşlann<br />

Mer'î miyan-ı sîne-i yeldada yerleri.<br />

"Yarasalar" adb şiirinde:<br />

Giderler, gelirler... san örmekteler<br />

Nücûm-u kederle zalâm-ı şebi.<br />

Olduğu gibi, kara renk doğrudan doğruya kullandıyor. Bazan da:<br />

Lâkin<br />

İniyor<br />

işte leylin zalâm-ı bîdâdı...<br />

-Yollar-<br />

3 Şerif Hulûsi: Ahmet Hâşim, Hayatı-Şiirleri, Remzi Kitapevi 1947. S.:XXVIII-XXIX.<br />

4 Ayni eser s.: XXX.


60<br />

DR. NECDET BINGÖL<br />

Karanlık, gadreden, cefaeden kara bir varlıktır.<br />

Bir şiire de "Zulmet-Karanlık" başlık olmuştur. Ayni şiirde:<br />

Dizim eğildi; soğuk bir deniz gibi zulmet<br />

Ağır ağır boğuyor bende ömr-ü bîsûdu.<br />

Gene ayni şiirde, daha dört defa "zulmet ve karanlık" kelimeleri ile siyah renk<br />

kullanılıyor.<br />

"Deniz" şiirinde:<br />

Ufuk siyahtır.<br />

Çarparken ufk-u zulmete bir bahr-i pür-hurûş<br />

"Şeb-i Nisan" da ise: "<br />

Ey çeşm-i siyâh, ey dağmık zülf-ü şeb-engîz,<br />

Siyah renk gözün sıfatı, oluyor siyah saçlar da "zülf-ğü şeb-engiz sıfat tam-<br />

laması ile ifade ediliyor.<br />

Sesimde ufku soran muhteriz, derin ve uzak<br />

Bu ra'şe... reng-i şeb-âlûd-u zülf-ü mağmumum,<br />

Yukarıdaki mısrâlarda zülfün rengini belirtmek için "reng-i şeb-âlûd-u zülf-ü<br />

mağmumum-gece rengi, yani siyah bulaşmış gamlı zülfüm" diyor şair. "Aks-i<br />

Sadâ" adk şiirden aldığımız yukarıdaki mısrâlar ve gene ayni şiirdeki şu mısrâlarda<br />

şair:<br />

Ve bil ki râhımı zulmette eyledim ta'kîp,<br />

diyerek zulmet-karanbk, havanın rengini veriyor.<br />

Ve şimdi zülmet-ü-vahşette her emelden uzak,<br />

mısrâında ise korku dolu karanlıkla karşı karşıyayız.<br />

Yalnız sadâ-yı kalbime münâd-ü-mu'tekid<br />

Zulmetlerin kudûmunu ben şimdi isterim<br />

—Şimdi-<br />

Mısâlarında görüldüğü gibi Hâşim havanın kara renklere büründüğü zamanı<br />

tercih ediyor. Gene ayni şiirde:<br />

Meze eylemiş zalâmını yeldâma infial.<br />

Înfiâl-Ofke, kızgınlık şairin gecelerine kara rengini katmış oluyor.<br />

"Şafkta" şiirinde:<br />

Zulmet bizi çekmekte visâle...<br />

Karanlık, sevgili ile buluşmaya teşvik ediyor şairi.


HÂŞIM'IN ŞIIRINDE RENKLER 61<br />

Aşkın, bu karanlık gecesinde<br />

Bülbiü yine vahşî müterennim,<br />

Başbğı "Karanlık' olan bu şiirde aşk gecesinin rengi de siyahtır.<br />

"Karie-Okuyucuya" şiirinde:<br />

Muzlim şeceristan arasında<br />

Esrâr ile yekpâre münevver<br />

Bir yoldur açdmış sana derdim<br />

Diyen Hâşim, okuyucuya açtığı derdini kara ağaçlar arasından geçen bir yola<br />

benzetiyor.<br />

Bir nefha-i meçhûlenin eşyâya temâsı,<br />

Zulmetlerin esrârını baştan başa sallar,<br />

Bilinmeyen bir esişin dokunuşu karanmıkların sırlarını sallar. Demek ki dekor<br />

gene siyah renklidir. Ayni şiirden bir başka mısrâ:<br />

Sâkin soluyorken gece eşbâh-ü-avâlim,<br />

Yalnız o ziyâlarda kalır sâkin-ü-muzlim.<br />

Gece sessiz sessiz soluyorken dünyanın benzerleri, yalnız o aydınlıkta hareketsiz<br />

ve karadır.<br />

Annemle karanbk geceler ba'zı çıkardık;<br />

Dekor siyah gecedir. İkinci mısrâda "karanbk" canlı bir varbktır:<br />

Boşlukta denizler gibi yokluk ve karanbk<br />

Sessiz uzatır tâ ebediyetlere kollar...<br />

Dekor gene siyahtır. Ayni şiiri okumaya devam edelim:<br />

Zulmette neler hissederek korku duyardı:<br />

Güya ki hafî nefesin nefha-i serdi,<br />

Rûhunda bu ferdâ-yı siyah-rengi fısıldar.<br />

- O -<br />

-Sensiz-<br />

Çocukluk anılarından söz açan şair karanlıklar içinde korku duyduğunu, gizli<br />

bir nefesin sertçe esişinin ruhuna siyah renkli geleceği fısddadığını söylüyor.<br />

Bu şiirde daha yedi kere karanlık veya zulmet kelimeleriyle siyah renk kullanılacaktır.<br />

"Hazân" şiirindeki şu mısrâda:<br />

Rûhumda bugün zulmet-i pür-girye onundur.<br />

Ağlayış dolu karanhğın sadece dışarıda değil ruhunda da olduğunu anlıyo-<br />

ruz. "Hasta iken" adlı şiirde:<br />

ı


62 DR. NECDET BINGÖL<br />

Bir ince çocuk çehresi-ben-muzlim-ü-ebkem,<br />

Zulmet o kadar doldu ki âfâk silindi,<br />

Tüllerde yatan hastayı sarmıştı karanlık;<br />

Mısrâlarında görüldüğü üzere şair, her yerde karanlığı arayıp bulmakta,<br />

mustarip ruhu ancak, eşyayı gözden silen kara renkte dinlenebilmektedir.<br />

"Çöller" şiirinde karanlık ve zulmet kelimeleri beş defa kullanılıyor.<br />

Hâşim gençlik şiirlerinde de siyahı çokça kullanmıştır:<br />

Bir sehâb-ı siyah içinde ayân,<br />

San bir çehre<br />

Zalâm-ı leylede mer'îdi râh-ı zer-kârı<br />

-Hayâl-i Aşkım-<br />

-Peri-i Hiirriyet-<br />

Ayni şiirde şair Hürriyet Perisinin çiçeklerle örülmüş siyah saçlarmı şöyle<br />

anlatıyordu:<br />

Ve onun:<br />

Şükûfelerle örülmüştü zülf-ü leyl-eseri.<br />

Gülen dudakları zulmette kanb bir güldü.<br />

"Hilâl-i Semen" şiirinde:<br />

Bu duâsıydı eski bir rûhun<br />

Sis ve zulmette gizli âtiye.<br />

Âtî-Gelecek de zulmette gizlidir.<br />

"Kış" şiirinde:<br />

Zalâm-ı hücre-i ye'sinde bir ziyâ îkaad<br />

Eyle ey fânî,<br />

Şair keder hücresinin karanhğında bir ışık yakmaktadır.<br />

"Güneşe" adb şiirde güneşe seslenerek:<br />

Güneş ? bu zacreti rûhumda başla teskine,<br />

Bu ufk-u leyleyi kalb et bir ufk-u şîrîne.<br />

Diyen şair ruhundaki sıkıntıyı yatıştırmasını ve karanlık ufku sevimli bir<br />

ufuk haline koymasını güneşten istiyor.<br />

"Akşamlarım" şiirinde de Hâşim muzlim, zulmet kelimelerini üç defa kullanıyor.<br />

Burada verdiğimiz ve vermediğimiz örnekler siyah rengi ifade eden kelimelerin<br />

elli dört kere kullanddığını gösteriyor.


HÂŞIM'IN ŞIIRINDE RENKLER 63<br />

2- Kırmızı ve Kırmızı nüansları: Hâşim'in kullandığı kızmızı renk içinde<br />

en fazla "kan rengi"ne rastlıyotuz. Bu kelime bâzan kan, bâzan hûn (farsca<br />

kan), bâzan kan kökünden gelme bir fiil olan kanamak, veya kanb sıfatı ile<br />

verilmiştir:<br />

Gurûb-u-hûn Ue perverde-rûh olan kuşlar<br />

-Siyah Kuşlar-<br />

Mıssrâında gurup (güneşin batışı) sadece hûn sıfatını alıp bir tamlama olmuştur.<br />

Suya bir hûn-u âteşin akıyor...<br />

-Batan Ayın Kenarına Satırlar-<br />

Da ise, Hûn-kan kelimesi isim olarak kullandmış, telkin ettiği kırmızı renk<br />

gene kırmızı nüansı olan âteşîn sıfatı ile daha da şiiddetlendirilmiştir.<br />

Dökerken ufka donuk, kardı bir ziyâ Eylül,<br />

-Son Bahar-<br />

Mısraında ise ziya-ışık kelimesinin anlamı Donuk ve Kanb sıfatları ile kuvvetlendiriliyor.<br />

"Aks-i Sadâ" adb şiirin ilk mısraında:<br />

Gözümde vahşet-i hûnîn-i şems-i gâribe bak,<br />

Hûnîn-kanh sıfatmı gene görüyoruz.<br />

Karşmda ufk-u hûn-u cidal etti irtisâm.<br />

Burada da Cidâl-Savaş ismine Ufku-hûn-Kanh vasfı eklenmiştir.<br />

"Ölmek" adb şiirde:<br />

Titrek<br />

Pardtdarla yanan bir mesâ-yı mezbaha-renk<br />

Dağdırken suhûr-u uryâna,<br />

—Kendime-<br />

Doğrudan doğruya kırmızı renk yerine, kanı akla getiren mezbaha-renk<br />

(Mezbaha-hayvan kesilen yer) denilmek suretiyle ayni renk çağrışımı oluyor.<br />

Gene ayni şiirde:<br />

Kanlı bir gömlek<br />

Gibi hârâ-yı şemsi arkamdan<br />

Ahp siirükliyerek,<br />

Kanb sıfatı kullandıyor.


64 DR. NECDET BINGÖL<br />

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller,<br />

Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,<br />

-Merdiven-<br />

Bu beyittede de kan kelimesi "kanar"da fiil; "kanb"da bülbüllere sıfat olarak<br />

kullanıbyor.<br />

Mahmûr ışıklar yüzer esrar üzerinde,<br />

Yorgun sular üstünde kanar bir şeb-i hande...<br />

Burada da Kanamak, kan ve kırmızı renk çağrışımı var.<br />

"Hazân" şiirinde:<br />

Bir kanlı ziyâ haşrediyorken, onu bir yed,<br />

On beş senedir, ufka güneş kanlı düşerken;<br />

Görüldüğü gibi, ziyanın ve güneşin sıfatı kanlıdır.<br />

M Süvârî"de ise:<br />

Bir süvârî geliyor kan rengi.<br />

Ve nihayet "Perî-i Hürriyet"in:<br />

Gülen dudakları zulmette kanlı bir güldü.<br />

Hâşim'in kullandığı kırmızı nüansları içinde frekansı sekiz olan ateş rengi ve<br />

onun sıfatı olan âteşin var:<br />

Ah o kuşlar ki şimdi bî-hareket<br />

Suların âteşinde sallanıyor...<br />

Ayni şiirin son mısraı şöyle bitiyor:<br />

Suya bir hûn-u-âteşîn akıyor...<br />

-O-<br />

-Batan ayın kenarına satırlar-<br />

Yukarıdaki mısrada suya akan kanın ateş kadar sıcak veya ateş renkli olduğunu<br />

görüyoruz. Ateş rengi bazan da "iştiâl eylemek-yanmak, alevlenmek"<br />

anlamına gelen kelime ile verilmektedir:<br />

Akşam, ufukta beldeler eylerken iştiâl<br />

Örter cebîn-i neş'eyi bir hüzn-ü bî-sebep;<br />

Veya "yanmak" fiili ile:<br />

-Son Saat—


HÂŞIM'IN ŞIIRINDE RENKLER 65<br />

Sular mı yandı? neden tunca benziyor mermer?<br />

"Panltı" şiirinde ise:<br />

Âteş gibi bir nehr akıyordu,<br />

Rûbumla o ruhun arasından,<br />

-Merdiven-<br />

tki ruh arasında akan nehir hem ateş kadar sıcak, hem de ateş renklidir.<br />

Hâşim, başını tasvir eden şiirinde:<br />

Bir kızd çehrede âteş gözler,<br />

derken ateş gene sıcaklığı ve rengi ile alınmış oluyor.<br />

Yaprak ateş oldu, kuş ta yakut;<br />

-Başım-<br />

-Ağaç-<br />

Yukandaki mısrâda ateş kelimesi sadece kırmızı nüanssmı vermek için kullandmıştır.<br />

"Bahçe" şiirinde ise:<br />

Bir Acem bahçesi, bir seccâde,<br />

Dolduran havzu, ateşten bâde...<br />

"Ateş", şarabın kırmızı rengini de ifade ediyor.<br />

Şimdi de gene bir kırmızı nüansı olan Kızd rengin bulunduğu mısrâlan araştıralım<br />

:<br />

Döner bu sâhil-i niylîye gölgeden kuşlar<br />

Ağızlarında güneşten birer kızd dür-ü nâb.<br />

-Akşam-<br />

Akşam saatlerinde kuşlar güneşten aldıkları kızd renkli halis incilerle dönmektedir.<br />

"Siyah Kuşlar" şiirinde:<br />

Gurûb-u-hûn ile perverde-rûh olan kuşlar<br />

Kızd kamışlara- yâkut âba konmuşlar;<br />

Gurubda- gün batarken, kamışların rengi kızddır.<br />

Bu bir lisân-ı hafidir ki rûha dolmakta,<br />

Kızıl havalan seyret ki akşam olmakta...<br />

Gene güneşin batma vaktidir ve kavalar kızddır:<br />

Bir kızd çehrede âteş gözler,<br />

Bana gûyâ ki içimden bakıyor ?<br />

-Merdiven-<br />

-Başım—


66<br />

DR. NECDET BINGÖL<br />

Daha önceki mısrâlarda Kızd sıfatı eşyanın bir vasfı olurken burada yüz'ün<br />

sıfatıdır. "Hazân" şiirinde:<br />

Bir gün ki hazân ufka kızd dalgalı bir nûr,<br />

Bir kanlı ziyâ haşrediyorken, onu bir yed.<br />

Bir bâd-ı haşin aldı o rü'yâyı müebbed.<br />

Hâzan-Sonbahar ufka kızıl dalgalı bir nûr, bir kanlı aydınlık yığmaktadır.<br />

"Perî-i Hürriyet" şiirini okuyahm:<br />

Kızıl ve gölgeli kıvrıntılarda gizlenmiş<br />

O hüsn-ü müskiri sarmıştı lerze-i hâhiş;<br />

Hürriyet Perisi kızıl ve gölgeli kıvrıntdarda gizlenmiştir.<br />

Başka bir kırmızı nüansı olan Yakut rengi iki defa su'ya bir defa da kuş'a<br />

renk vermektedir; gün batarken siyah kuşların konduğu su yakut rengindedir:<br />

Gurûb-u hûn ile perve'rde-rûh olan kuşlar<br />

Kızd kamışlara yâkut âba konmuşlar;<br />

"Piyale"de yayınlanan "Son Bahar" şiirinde:<br />

Suyu yâkuta döndüren bu hâzan,<br />

Bizi gark eyliyor düşüncelere...<br />

-Siyah Kuşlar-<br />

Diyen şair, sonbaharla kızaran yapraklan suya düşürerek suyu yâkut rengine<br />

boyamaktadır. Gene gün batışı dekoru içinde şair:<br />

Gün bitti. Ağaçta neş'e söndü.<br />

Yaprak ateş oldu, kuş ta yâkut;<br />

Empresyonist bir fırça vuruşuyla ateş renkli bir yaprak ve yâkuttan bir kuş<br />

çiziveriyor.<br />

Daha önce de verdiğimiz şu mısralarda Hâşim Fovist bir ressam gibi<br />

kırmızı nüanslarını yoğunlukla kullanmış ve buna Alev'in kızıllığını da katmıştır:<br />

Eğilmiş arza, kanar, muttasd kanar güller,<br />

Durur Alev gibi dallarda kanh bülbüller,<br />

Sular mı yandı? neden tunca benziyor mermer?


"Karanfil" adlı şiirde:<br />

HÂŞIM'IN ŞIIRINDE RENKLER 67<br />

Yârin dudağından getirilmiş<br />

Bir katre alevdir bu karanfil,<br />

Karanfili tasvir için kullandan "yârin dudağından getirilmiş" ve "bir katre<br />

alevdir" sözleri karanfilin sıcakbğmı, ama daha çok da kırmızı rengini belirtmektedir.<br />

"Bahçe" şiirinde ressam-şair Hâşim, yeri, göğü ve ağaçların dallarını<br />

keskin ve sıcak renklerle çiziyor, özellikle dallar batan güneşin akislerini<br />

taşıdığı için Mercan rengindedir:<br />

Gök yeşil, yer sarı, mercan dallar,.<br />

Kırmızı - mavi karışımı olan Erguvan rengi ise bir defa kullanılmıştır:<br />

Gün bitti. Ağaçta neş'e söndü.<br />

Yaprakla kuşun parıltısından<br />

Havzın suyu erguvana döndü.<br />

-Ağaç-<br />

İçinde Kırmızının hâkim renk olduğu Kırmızı-Sarı karışımı Bakır rengi<br />

Hâşim'in şiirine bir defa girmiştir:<br />

Şu bakır zirvelerin ardından<br />

Bir süvârî geliyor kan rengi.<br />

-Süvârî-<br />

Batan güneşin kırmızı renkleriyle tepelerin bakır rengini aldığı görülüyor.<br />

Tunç rengine şu mısrâda rastlıyoruz. Bilindiği gibi, bu renk Kırmızı-Sarı<br />

karışımıdır:<br />

Sular mı yandı? neden tunca benziyor mermer?<br />

—Merdiven—<br />

3- Altın rengi: Renkler yelpazesinde üçüncü yeri otuz bir frekansla Altın rengi<br />

işgal ediyor. "Yollar" şiirini okuyalım:<br />

Bir lamba hüzniyle<br />

Kısddı altın ufuklarda akşamın güneşi:<br />

Ayni şiirde yedi defa Altın rengi arapça kelimeler olan Zer, zerrin, zeheb,<br />

yahut zeheb'in sıfatı olan zehebî=altınımsı, altın renginde, kelimeleri kullandmaktadır:


68 DR. NECDET BİNGÖL<br />

Gurûp içinde bu eşkâl-i bî-hudûd-u zehep<br />

Bir el<br />

Derîçelerde bir altın ziyâ yakıp indi,<br />

Aktı âb-ı sükûta yıldızlar<br />

Bütün sular zehebî lerzelerle işlendi.<br />

Şimdi zer gözleriyle tâ öteden<br />

Gam-ı ervâhı vecde da'vet eder<br />

Biri altın göziyle, güya ki,<br />

Sana ey kalb-i müphem-ü-bâkı<br />

"Gel?" diyor.<br />

Şimdi zer gözleriyle, tâ öteden<br />

Tâ öteden<br />

Yukarıya aldığımız mısrâlarda: Ufuklar altın rengindedir, gün batarken,<br />

sınırı olmayan şekiller altındadır, bir el perdelerde bir altın ışık yakıp<br />

iner, bütün sular altın titreyişlerle işlenir, gözler altındandır." Zulmet"<br />

şiirinde:<br />

Ve sonra git. Bana biva'd olan bu yollar hep<br />

Adımların çün açılmış pür-incilâ-vü-zehep...<br />

Şairin "Ey sen" diye hitap ettiği kimse için bu yollar pardtı ve altın renklerle<br />

doludur. Gene ayni şiirde:<br />

Lâkin sen<br />

Dudakların yine pür-hande, gözlerin pür-zer,<br />

Dudaklar gülüş, gözler ise altın renklerle doludur.<br />

O belde-i zer-ü-hulyâda bekliyen gözler<br />

"Nerde?;" derlerse.


O ülke de altın renklidir.<br />

Burada da altın rengini görüyoruz:<br />

Deniz,<br />

HÂŞIM'IN ŞIIRINDE RENKLER 69<br />

Sürüklenir zehebî kumlar üstünde,<br />

Deniz altın renkli kumlar üstünde sürüklenmektedir.<br />

Hâşim "Birlikte" şiirinde ay'ı altın bir güle benzetmektedir:<br />

Gecenin dallarında şimdi açan<br />

Bu kamer,<br />

Bu altm gül...<br />

"Aks-i Sadâ" şiirinde "zer-altın kelimesi üç defa kullandıyor:<br />

Hudûd-u leylede yüzlerce çeşm-i âteş-ü-zer...<br />

Kopardığım o nücûmun kalırdı bende zeri,<br />

Zer-i nücûm ile nakş oldu pâyımın eseri,<br />

Şu mısrâlarda da kuleler gün doğarken altın renklidir:<br />

Güller ki kamıştan daha nâlan,<br />

Gün doğdu yazık arkalarında ?<br />

Altm kulelerde yine kuşlar,<br />

Tekrarını ömrün eder i'lân,<br />

-Yaz-<br />

-Bir Günün Sonunda Arzu-<br />

"0" şiirinde manzaranın ruhu gümüş rengi dumanlarla ölürken, karşıda yer<br />

yer altm bir ürperiş vardır:<br />

Sîmîn dumanlarda ölür rûhu menâzır,<br />

Bir ra'şe-i zerrin tâ karşıda yer yer<br />

Şair Dicle nehrinden söz ederken:<br />

Bir feyz-i ziyâ haşredederek âb-ı zerinde,<br />

Bir kafile-i rûh-u kevakip gibi mahmûr,<br />

Zulmette çizer, Dicle uzun bir reh-i pür-nûr...<br />

-Seıısiz-<br />

Dicle'nin altm sularında ışıkları bol bol bir araya toplamıştır. "Hazan" şiirinde<br />

krizanteme verilen renk altındır:<br />

Avare felâket gülü, altın krizanten,


70 DR. NECDET BINGÖL<br />

Hâşim hüzün, keder, acı-gibi soyut bir kavramı altın ile bir arada kullanı-<br />

yor:<br />

Bir hüzn-ü müzehhep gibi durgun yine Dicle,<br />

Sessizliği olmuş yine rü'yalara hacle.<br />

-Nehir Üzerinde-<br />

Gene ayni şiirde kürekler sessizce nehrin altm renkli sularının göğsünü yır-<br />

tar:<br />

sessizce kürekler<br />

Nehrin zehebî sîne-i emyahını yırtar,<br />

Ağlardı o altın suyun üstünde bir âhenk,<br />

Bir ince tül altında duran zülf-ü zerini;<br />

Güneş batarken sanki altm, safir, elmas renkleri bir birine karışır ve bir<br />

ışık kıvılcımı dökülür:<br />

Sanki zerin, safîr-ü elmasın,<br />

İmtizâcat-ı renk-renginden<br />

Dökülen bir şerare-i nûrun,<br />

Hep bu emvac-ı lem'a-perveridir!..<br />

"Perî-i Bahar şiirinde:<br />

Altm ufuklarında uçar maı manzaralar;<br />

Ufuklar altın renklidir.<br />

Sevgili güldüğü zaman:<br />

Diyor şair.<br />

Güldün; şafak-ı şi-rime altınlı ziyâlar<br />

Bir ufk-u ezelden gülerek şimdi saçıldı;<br />

"Her güzellik için" şiirinde güzelliği anlatırken:<br />

Müzehhep, hande-ver bir şi'r-i rüyâ...<br />

-Gurûp-<br />

-Sürûd-uEmel-<br />

mısrâı ile güzelliği altm renkleriyle parddayan, neşeli bir rüya inceliği, zarafeti<br />

olarak niteliyor. Gene ayni şiirde:<br />

Senin ey hande, ey şi'r-i müzehhep,<br />

Senin nurunla kaimdir hayâtım...<br />

ayni kullanışı görüyoruz.


HÂŞIM'IN ŞIIRINDE RENKLER 71<br />

Hâşim yolların rengini hep altın rengi ile çizer:<br />

Zalâm-ı leylede mer-îdi râh-ı zer-kârı<br />

Ve hayalin rengi de altın rengidir:<br />

Zer-i hayâl ile perverde nâşinîde, tarî<br />

Şükûfelerle örülmüştü zülf-ü leyl-eseri.<br />

Hürriyet Perisinin gözündeki yaş da zerrîn-altın renklidir.<br />

Gözünde Katre-i zerrîn-i ihtirâs-ü-heves.<br />

-Perî-i Hürriyet-<br />

-Ayni şiir—<br />

4- Sarı: Hâşim'in sevdiği renkler arasmda dördüncü sırayı Sarı alıyor. Bu<br />

bazan yollara sıfat olmaktadır:<br />

Bazan da sulara:<br />

Harâb olan sarı yollarda kalmamış ne gelen,<br />

Ne giden,<br />

Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta,<br />

Şu şiirde sarı rengi vermek için "Sırma" kelimesi sarının yerini alıyor:<br />

, Bir sırma kemerdir suya baksam;<br />

Havuzun rengi sarıdır:<br />

Hicrân-ı muhîtât ile solmuş, sarı, çıplak,<br />

"Çıktığm Geceler"de şair ay'a hitap ederek:<br />

Ba'zan sarı bir çehre-i rü'ya gibi hissiz,<br />

Tenhâ bir ufuktan görünürsün bize sessiz...<br />

-Kış-<br />

-Merdiven-<br />

-Bir Günün Sonunda Arzu •<br />

-Rûhum-<br />

Rüyadaki sarı bir yüz gibisin diyor. "Sensiz" şiirinde ay'dan söz edilirken güzel<br />

bir benzetişle "....san, gücenmiş bir pardtı" imajı ile beyit tamamlanıyor:<br />

En sonda nigâh-ı ebediyet gibi titrer,<br />

Tâ ufka asdmış sarı bir lem'a-i muğber...<br />

Yaprağın rengi de sarıdır:<br />

Yorgun, sarı yapraklar uçar bir kuru daldan,<br />

-Hazân-


72<br />

Gözler de sarıdır:<br />

DR. NECDET BINGÖL<br />

Titrek, karışık, hasta, hayâli, sarı gözler<br />

Ayni şiirde ışık da sarı:<br />

Âfâka yayarken mütemâdi sarı bir fer,<br />

Birden o donuk gözlere dolmuştu kamerler...<br />

-Hasta iken-<br />

"Nehir üzerinde" ise gök sarı renkte, akşam sahipsiz sese sarı bir renk serp-<br />

mekte; Dicle'nin rengi de sarıdır:<br />

Akşam... Sarı bir hasta semâ... Bir gam-ı meçhûl...<br />

Serperdi o bîkes sese akşam sarı bir renk,<br />

Güya ki o gün Dicle'nin üstündeki mâtem<br />

Âfâka sürükler sarı güller, krizantem...<br />

Ayni şiirde, bir sonbahar gecesinin yddızları silik ve sarıdır:<br />

Müphem, sarı yddızları bir leyl-i hazânın.<br />

"Bahçe" şiirinde yer sandır:<br />

Gök yeşil, yer sarı, mercan dallar.<br />

Hâşim'in Gençlik Şiirlerinden olan "Hayâl-i Aşkım"da gücenmiş, ağlayan<br />

bir gökün san renkli kırgınlığı altında gelişmiş ve ağlayan bir son bahar tablosu<br />

çiziliyor:<br />

Münfail bir semayı giryânın,<br />

Zerdi-i iğbirarı altında<br />

Münkeşif bir hazân-ı nalânın,<br />

Girdibâdî-i gam-nisârında<br />

Bir az daha aşağıda:<br />

Sarı bir çehre... Ah o dem görürüm,<br />

Sarı bir çehre, bir hayâl-i besim ,<br />

Sarı, pejmürde bir soluk zühre?...<br />

Mısrâlarını okuyoruz.<br />

Şair, gün batımmda can çekişen güneşin yansıyan san ışıklanyle titreyip<br />

ağlayan denizin yanmda eski günleri anıp ağlayor; burada Zerd=sarı kutlamıştır:


HÂŞIM'IN ŞIIRINDE RENKLER 73<br />

Şimdi rûhum bu şems-i muhtazırııı,<br />

în'ikâsât-ı nûr-u zerdiyle,<br />

Titreyip ağlayan bu deryanın,<br />

Pîş-i emvâç-ı nâle-dârında,<br />

Böyle bîkes, muhtazır, perâkende,<br />

Hatıratının tezekkürâtiyle,<br />

Ağbyor derbeder, hazîn, hâsir!..<br />

-Gurûp-<br />

5- Mavi: Hâşim, mavinin, potasyum ve kobalt sdikat karışımı olan, mâdenler<br />

üzerine yapılan minelerde kullandan mavi, bakır oksidi mavi, Prusya<br />

mavisi, Paris veya Berlin mavisi... gibi bir çok mavi nüanslarından sadece<br />

Arapça su renginde anlamına gelen (mâî) kelimesinden yapılma Maviyi kullanıyor:<br />

Eder bu da'veti, durgun sularda istiğrap<br />

Gürültüsüz ve uzak mâî ahülar...<br />

Ne de âlâm-ı fikre bir mersâ<br />

Olan bu mâî deniz,<br />

Melâli anlamıyan nesle âşinâ değiliz.<br />

Gene ayni şiirde belde, akşam, gölge, deniz, hepsi de mavidir:<br />

Ve mâî gölgeli bir beldeden ctidâ kalarak<br />

Bu nefy-ü-hicre müebbet bu yerde mahkûmuz..<br />

Mâî bir akşam<br />

Eder üstünde dâimâ ârâm;<br />

Bildiğim sen ve ben ve mâî deniz<br />

Ve mâî gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak,<br />

"Yaz" şiirinde ise yddız da mavidir:<br />

Büyük, derin, nazar-âvâre, mâî bir yıldız.,<br />

"Rüşt" şiirinde, gök de mavi:<br />

-Öğleden Sonra-<br />

-O Belde-


74<br />

DR. NECDET BINGÖL<br />

Bâlâda bil ki mâî semalar durur tehî,<br />

Aşağıdaki mısrâda olduğu gibi mavinin isim hali olan mavilik kullanılıyor:<br />

Bir mâilik üstünde yanar gizli ziyâlar,<br />

Şaire göre yıldızlar bir mavi ipek hoşluğun üstündedir:<br />

Bir mâî ipek boşluğun üstünde kevâkip,<br />

Mavi renk bazan bakış'a da sıfat oluyor:<br />

Altın ufuklarında uçar mâî nazralar;<br />

Ay'ın rengi de mâvi:<br />

Ey ince, penbe hilâl, ey yarınki mâî kamer.<br />

-Çöller-<br />

-Perî-i Bahar-<br />

-Bayrak-<br />

"Ahmet Hâşim'in bilinmeyen şiirleri" adı altında Fevziye A. Tansel'in yayınladığı<br />

makaleden 5 aldığımız şu mısrâlarda mavi, göze sıfat oluyor:<br />

Mavi gözler., nedim-i âlâmım<br />

Fikretim, ruhum orda perverde<br />

Hüzn-ü şevkim., ümid-i ilhâmım<br />

Hep o mest-i melâl gözlerde..<br />

-Mavi Gözler-<br />

Hâşim bir defa da mavi rengi vermek için Semavî sıfatını kullanıyor. Böylelikle<br />

gök rengini suya sıfat olarak veriyor:<br />

Neden bu âb-ı semâvîde avlananlar yok<br />

Bu haşr-ı nûr-ı hüveynâtı hangi kuşlar yer?<br />

-Mehtapta Leylekler-<br />

Gene bir defa farsça kıymetli, mavi bir tasın adı olan fîrûze'yi fîrûze-fâm=<br />

(mavi renkli) şekliyle kullanıyor:<br />

Bî-had iken semâ gibi, fîrûze-fâm iken<br />

Bir cilvegâh-ı encüm-ü lerzân-ı şam iken!<br />

5 Türk Kültürü, Sayı: 62,1 Aralık 1967, Musavver Terakki mecmuasından.<br />

-Deniz-


HÂŞIM'IN ŞIIRINDE RENKLER<br />

"Gurup" şiirinde günün batışını tasvir ederken:<br />

Sanki zerin, safîr-ü-elmâsın,<br />

îmtizâcât-ı renk-renginden<br />

Dökülen bir şerâre-i nûrun,<br />

Diyen şair, altın, safîr (kıymetli mavi taş) ve elmasm renklerinin karışımından<br />

meydana gelmiş renklerle çiziyor.<br />

6- Gümüş rengi: Gümüş kelimesi veya Farsça gümüş anlamına gelen sîm kelimesinden<br />

yapılma simin - gümüş gibi, gümüşten) sıfatı mısrâlarda yer abyor.<br />

Gümüş renkli böcekler suya ninni söylemektedir:<br />

Gümüş böcekler okur âba bir neşîde-i hâb,<br />

Kıyılar da gümüş renlidir:<br />

İçer gümüş kıyılardan remîde âhûlar,<br />

Gamlı manzaralar gümüş kapb bir buluttur:<br />

Melûl manzaralar şimdi bir gümüşlü sehâb;<br />

Korku veren karardıklarda gümüş renkli kuşlar vardır:<br />

Vahşî karaltdardaki sîmîn kuşların<br />

Mer'î miyân-ı sîne-i yeldâda yerleri:<br />

"Zulmet" şiirinde ay gümüş renklidir:<br />

Lâkin sen<br />

Ki gözlerinde güler nûru bir gümüş mâhın<br />

Eğilme, git,<br />

\<br />

75<br />

-Öğle-<br />

-Öğleden Sonra-<br />

-Gece-<br />

-Karanbkta Beyaz Kuşlar-<br />

"Perî-i Bahar" da ise; bahar perisi her gülüşünde, her gülümseyişinde sevdalar<br />

anlatır ve altın, gümüş zümrüt ve yakutlar saçar:<br />

Her hande, her tebessümü sevdâlar anlatır;<br />

Altın, gümüş, zümrüt ve yâkutlar saçar!<br />

Şair sulardan bahsederken de gümüş rengini seçiyor:<br />

Sularda,


76<br />

DR. NECDET BINGÖL<br />

O gümüş<br />

Safha üstünde şimdi her şey var:<br />

-Bahar-<br />

Öteki renklerde olduğu gibi Hâşim gümüş rengini, şu mısrâda da mücerret<br />

bir kelime ile kullanıyor ve akşamın gümüşten sessizliğini söylüyor:<br />

Gel bu şâmın gümüş sukûtunda<br />

Bu sedeften hilâle karşı...<br />

-Hilâl-i Semen-<br />

7- Yeşil: Hemen hemen bütün şairlerin sevdiği Yeşil rengi dilimizde bir çok<br />

nüansları olduğu halde, Hâşim az kullanmıştır. Bunu öteki renklere kıyasla<br />

söylüyoruz. Öteki renkler, meselâ kırmızı için çeşitli kelimeler bulmasına rağmen<br />

yeşili ifade için sadece Yeşil kelimesi, bir kere sebzgûn (Farsça, yeşil<br />

renkli), bir kere de zümrüt olarak geçiyor:<br />

"Evim" şiirinde:<br />

"Bahçe" şiirinde:<br />

"Güneşe" şiirinde:<br />

Yeşil sularda büyük inciden çiçekler açar,<br />

Yeşil ve gölgeli dallarda gizlenen ve gülen<br />

Evim... Bugün bana âit, bugün benimsin sen...<br />

Gök yeşil, yer sarı, mercan dallar,<br />

Yeşil ekinlere feyz-i hayâtı tesri et,<br />

-Öğle-<br />

Sulara akseden yeşil renkli ağaçları Hâşim ne güzel, ne kadar ustalıkla çiziyor:<br />

Sularda, tûde-i eşcâr-ı sebz-gû-nu bahar<br />

Yeniden ra'şelerle nakş olmuş...<br />

Şu mısrâda Zümrüt kelimesiyle Yeşil renk veriliyor:<br />

Yağar sanki altun, sanki zümrüt, sanki hülyadır!<br />

-Bahar-<br />

— Fevziye A. Tansel'in yukarıda adı geçen makalesinde yaymlanan "Terane"<br />

isimli şiirde alınmıştır.—<br />

"Hilâl-i Semen" adh şiirde Yeşil'in sürrealist diyebileceğimiz kullanılışı<br />

var:


HÂŞIM'IN ŞIIRINDE RENKLER 77<br />

Bir yeşil bûse sakhyan gözünün<br />

Göreyim cennetinde âtimi.<br />

Yeşil'i doğrudan doğruya söylemeksizin "ağaç"ın rengi diyerek yeşil'in verildiği<br />

de oluyor:<br />

Etmeden zehr-bâd-ı fasl-ı elem<br />

Rengi eşcâr-ü-âbı fersûde,<br />

-Gelmeden Evvel-<br />

8- Gül rengi: Şiirimizde, özellikle Divan şiirinde, çok işlenen bir tema olan<br />

gül, Hâşim'in şiirinde gül rengi veya gül renkli anlamına gelen gülgûn, gülfâm<br />

kelimeleriyle yerini ahyor. Çeşitli renklerde gül olduğunu biliriz. Ama dilimizde<br />

gül daha ziyade penpe rengi vermek için kullandmaktadır:<br />

Âteş doludur tutma yanarsın,<br />

Karşında şu gül-gûn piyâle...<br />

"Bir günün sonunda arzu" şiirinde şair:<br />

Güller gibi fecr oldu nümâyân,<br />

Güller gibi... sonsuz iri güller,<br />

-Mukaddime, PlYALE-<br />

derken, ağaran tan yerinin penpe renkli göründüğünü söylüyor. Çöllerde<br />

uzanıp giden sisler de gül renklidir:<br />

Bir hasta çocuk gezdirerek, çöllere gül-fâm<br />

Sisler uzanırken, o senin doğmanı bekler.<br />

Ufka dalga dalga bir gül rengi penbelik yayılır:<br />

Bir ince ziyâ toz dağıtır nûr-u semâdan...<br />

Ufkun sızar eşbâhına gül dalgak bir levn.<br />

- O -<br />

-Çöller-<br />

Ve sevgüinin gül renkli dudaklarında nağmeler uçar, sakladığı bakışları daima<br />

sakindir, ama ruhu titretir:<br />

Gül-gûn dudaklarında uçar nağmeler, müdâm<br />

Sâkin nigâh-ı muhtecibi; rûhu titretir;<br />

Şairce bir görüşle, öpücük parlak ve gül renklidir:<br />

-Perî-i Bahâr-


78<br />

DR. NECDET BINGÖL<br />

Her lahnımı bir bûse-i gül-reng-ü münevver,<br />

Bir sîne-i sevdâ ile âfâka fısddar,<br />

Gök de gül renklidir:<br />

Nev-incilâ fecrin,<br />

Semâ-yı sâkin-ü-gül-gûnü inkişaf etmiş,<br />

Bir cihân-ı buhânn üstünde.<br />

-Gözlerinin îlhamı-<br />

-Bahâr-<br />

9- Penbe: Penbe renk çoğunlukla gül rengi yerine geçebiliyor. Ama bileşik<br />

bir renk olan penbe, açığı veya koyusu dikkate abnmazsa, tam bir nüans<br />

gösterir. Penbe sıfatını şu beyitte buluyoruz:<br />

Ve şu mısrâlarda:<br />

Bu penbe gül, bu karanfil ağır ağır erimiş<br />

Üzerinde değiştikçe her mükedder kış.<br />

Sevimli ev... bugün altında aşkı bekliyorum,<br />

O penbe tıfl-ı melek-çebre nerdedir? diyorum...<br />

Şaire göre güneşin rengi penbe de olabiliyor:<br />

Önümde penbe güneşler açar, güler sanırım,<br />

Gene ayni şiirde goncanm rengi de penbedir:<br />

Açar bahâr-ı hayâtımda penbe bir gönce!<br />

Ay'm rengi de penbe:<br />

Ey ince, penbe hilâl, ey yarınki mâî kamer.<br />

-O Eski Hücreye Benzer ki-<br />

-Evim-<br />

-Gülerken-<br />

-Bayrak-<br />

10- Beyaz: Hâşim'in bu rengi pek sevmediği anlaşılıyor; beyaz'ı bir şiirine<br />

verdiği başhkta kullanmıştır: "Karanlıkta Beyaz Kuşlar". Bir kere de bir<br />

şiirinin adını "Hilâl-i Semen" koymuştur. Arapşa semen, yasemin demek<br />

olduğuna göre, semen beyaz sıfatının yerini almış oluyor:<br />

O soluk göz ki şimdi topraktan<br />

Seyreder başka bir hilâl-i semen,<br />

-Hilâl-i Semen-


HÂŞIM'IN ŞIIRINDE RENKLER 7*?<br />

Ayni şiirde beyaz renk sedef kelimesiyle veriliyor:<br />

Bu sedeften hilâle karşı senin<br />

Bir yeşil bûse saklıyan gözünün<br />

Göreyim cennetinde âtimi.<br />

Elmasm rengi beyaz kabul edilebileceğine göre, beyaz renk şu mısrâdaki teşbihte<br />

yerini buluyor:<br />

Sonra onlarla, sönmek üzre duran,<br />

Soluk semâdaki mahmûr dîde-i elmas...<br />

-B ahar-<br />

11- Esmer renk: Bu renk Hâşim'in şiirine iki defa girmiştir. Mehtabın dokuduğu<br />

ipekt en rüya esmerdir:<br />

Harir-i esmer-i rü'ya ki nesc eder mehtâp,<br />

-Aks-i Sadâ-<br />

îkincisi ise, mastar halinde, Arapça esmerleşmek anlamındaki ismirâr'dan<br />

yapdmış, ismirârî,- esmerlik'dir:<br />

tsmirârî-i rûy-u âfâka<br />

Saçdan nûr-u ra'şe-efzâsı;<br />

-Gurûp-<br />

12- Menekşe rengi: Temel yedi renkten biri olan menekşe-mor renk, bazan<br />

mavi-menekşe karışımı olarak da kullanılıyor. Hâşim'de bu renk ancak bir<br />

kere, şu mısrâda yer ahyor:<br />

Menekşe gözleri küsmüş bahâr-ı rü-yâya;<br />

-Güneşe-<br />

Buraya kadar Hâşim'in seçip beğendiği renkleri sunmuş bulunuyoruz.<br />

Şimdi de soyut kavramlarla kullandan Renk kelimesini görelim; bunlar her<br />

okuyana göre başka başka anlamlar kazanabiliyor. Meselâ, Düşünen renk:<br />

Reng-i tahâyyül:<br />

Bu cephemin düşünen rengi, titriyen bu elim,<br />

Akşam dökülen reng-i tahayyül gibi meşkûk,<br />

Sîmâ-yı sükûtunda yüzer mübhem-ü-metrûk...<br />

-Aks-i Sâda-<br />

-Çıktığın Geceler-


80<br />

Reng-i tahassüs:<br />

Reng-i küdûret:<br />

Reng-i garîp:<br />

DR. NECDET BINGÖL<br />

Eb'âdı boğan reng-i tahassüs gibi bir sis,<br />

Vermişti o sâkin odanın hüznüne bir renk,<br />

Bir reng-i küdûret ki eder bizleri dil-tenk.<br />

Yorgundu o gözlerle bakan rûh-u melûlun,<br />

Akşam gibi a'sâbı geren reng-i garibi...<br />

-Hasta İken-<br />

-Hasta İken-<br />

-Nehir Üzerinde-<br />

Renkleri ustakkla kullanan Hâşim, Renksiz kelimesine beş kere, soluk<br />

veya solgun sıfatma on iki kere, solmak fiiline üç kere, rengi tam mânasıyle<br />

söylemiyen Donuk sıfatma da üç kere yer vermiştir.<br />

RENKLERİN SUNULUŞ TARZI:<br />

Şimdi de bu renklerin genellikle nasıl sunulduğunu gene şiirlerden aldı-<br />

ğımız bazı örneklerle göstermeğe çalışalım:<br />

A) Prizmadan elde edilen renklerle yapılmış Îsim-Sıfat:<br />

Şiirin adı Kullanılan Renk<br />

Öğle YEŞİL sularda<br />

O Belde (Mavi) MÂÎ ve gölgeli bir beldeden<br />

O Belde MÂl bir akşam<br />

O Belde MÂl bir deniz<br />

Yaz MÂl bir yddız<br />

Kış SARI yollarda<br />

Şeb-i Nisan Ey çeşm-i SİYAH<br />

Evim YEŞİL ve gölgeli dallarda<br />

Evim O PENBE tıfl-ı melek çehre<br />

Rüşt Balâda bil ki MÂl semâlar<br />

Başım Bir KIZIL çehrede<br />

Ruhum SARI, çıplak, râkit, ölü bir ....


Çıktığın Geceler<br />

Sensiz<br />

Sensiz<br />

Hazân<br />

Hasta İken<br />

Hasta İken<br />

Nehir Üzerinde<br />

Nehir Üzerinde<br />

Nehir Üzerinde<br />

Nehir Üzerinde<br />

Bahçe<br />

Hayâl-i Aşkım<br />

Hayâl-i Aşkım<br />

Perî-i Bahâr<br />

Gülerken<br />

Gülerken<br />

Perî-i Hürriyet<br />

Bayrak<br />

Güneşe<br />

Mâî Gözler<br />

HÂŞIM'IN ŞIIRINDE RENKLER 81<br />

Bâzan SARI bir çehre-i rüyâ<br />

Rûhunda .. .ferdâ-yı SlYEH rengi...<br />

Tâ ufka asdmış SARI bir lem' â-i muğber<br />

Yorgun SARI yapraklar<br />

Titrek SARI gözler<br />

Afâka SARI bir fer;<br />

Akşam... SARI bir hasta semâ...<br />

Serperdi o bikes sese akşam<br />

SARI bir renk.<br />

Afâka sürükler SARI güller<br />

Müphem SARI yddızları<br />

Gök YEŞİL, yer SARI<br />

Bir sehâb-ı SÎYAH içinde ayân<br />

SARI bir çehre ararım<br />

SARI bir çehre<br />

SARI, pejmürde bir soluk zühre!..<br />

MÂI manzaralar;<br />

Önümde PENBE güneşler uçar<br />

Açar FENBE bir gönce!<br />

KIZIL ve gölgeli<br />

Ey ince PENBE hilâl, ey yarınki<br />

MÂI kamer.<br />

YEŞİL ekinlere<br />

MÂI gözler., nedîm-i âlâmım<br />

B) Benzetme yardımıyle renk belirten, sıfat olmuş isimler veya sıfatlar:<br />

Şiirin adı<br />

Karanlıkta Beyaz Kuşlar<br />

Yollar<br />

Yaz<br />

Mukaddime<br />

Ölmek<br />

Merdiven<br />

Merdiven<br />

Merdiven<br />

Kullanılan renk<br />

Vahşi karaltdardaki SÎMÎN Kuşların...<br />

Bütün sular ZEHEBÎ lerzelerle...<br />

Sürüklenir ZEHEBÎ kumlar üstünde,<br />

Karşında şu GÜLGÛN piyâle...<br />

Pardtdarla yanan bir mesâ-yı MEZBAHArenk<br />

Eteklerinde GÜNEŞ rengi bir yığın yaprak<br />

Durur ALEV gibi dallarda<br />

Sular mı yandı? neden TUNC'a benziyor<br />

mermer?


82 DR. NECDET BİNGÖL<br />

Parıltı ÂTEŞ gibi bir nehr akıyordu,<br />

0 SÎMÎN dumanlarda<br />

Sensiz Bir feyz-i ziyâ...âb-ı Zerinde,<br />

Hasta tken Ufkun GÜL DALGALI bir...<br />

Nehir Üzerinde Nehrin ZEHEBÎ sine-i emyahını....<br />

Perî-i Bahar GÜLGÛN dudaklarında<br />

Kış Cebin-i leylede bir katre-i ZEHEP gibi,<br />

Bahar Semâ-yı sâkin-ü-GÜL-GÜNU inkişâf etmiş,<br />

Bahar Sularda, tûde-i eşcar-ı SEBZ-GÛN-u bâhar<br />

C) Bitkilerden alınmış renklerle yapdan benzetmeler:<br />

Şiirin adı Kullanılan renk<br />

Nehir Üzerinde Afâka sürükler Sarı Güller, krizantem,<br />

Ağaç Havzın suyu ERGUYÂNE döndü.<br />

Güneşe MENEKŞE gözleri küsmüş<br />

0 Bir hasta çocuk..., çöllere GÜLFÂM<br />

Hilâl-i Semen Seyreder başka bir hilâl-i SEMEN,<br />

D) Hayvan hayatından alınmış renklerle yapdan benzetmeler;<br />

Şiirin adı Kullanılan renk<br />

Siyah Kuşlar Gurub-u HÛN ile<br />

Son Bahar Dökerken ufka donuk KANLI bir ziyâ Eylül<br />

Aks-i Sadâ Gözümde vahşet-i HÜNlN-i<br />

Kendime Karşında ufk-u HÜN-u cidâl<br />

Ölmek KANLI bir gömlek<br />

Merdiven Eğilmiş arza, KANAR, muttasd KANAR<br />

güller,<br />

Durur alev gibi dallarda KANLI bülbüller,<br />

0 Yorgun sular üstünde KANAR.....<br />

Hazân Bir KANLI ziyâ<br />

Hazân On beş senedir güneş KANLI....<br />

Süvârî Bir süvârî geliyor KAN rengi.<br />

Perî-i Hürriyet Gülen dudakları.... KANLI bir güldü<br />

Hilâl-i Semen Bu SEDEFTEN hilâle


Öğle<br />

Bahçe<br />

HÂŞIM'IN ŞIIRINDE RENKLER 83<br />

Yeşil sularda büyük iNCÎden çiçekler açar;<br />

Gök yeşil MERCAN dallar,<br />

E) Madenlerden, kıymetli, kıymetsiz taşlardan alınmış renklerle yapdan<br />

benzetmeler:<br />

Şiirin adı<br />

Öğle<br />

Öğleden Sonra<br />

Gece<br />

Siyah Kuşlar<br />

Yollar<br />

Yollar<br />

Yollar<br />

Yollar<br />

Yollar<br />

Yollar<br />

Zulmet<br />

Zulmet<br />

Zulmet<br />

Zulmet<br />

Birlikte<br />

Deniz<br />

Son Bahar<br />

Merdiven<br />

Bir Günün Sonunda Arzu<br />

Bir Günün Sonunda Arzu<br />

Sensiz<br />

Hazân<br />

Nehir Üzerinde<br />

Ağaç<br />

Gurûp<br />

Perî-i Bahar<br />

Kullandag renk<br />

GÜMÜŞ böcekler okur<br />

îçer GÜMÜŞ kıydardan<br />

Melûl manzaralar şimdi bir GÜMÜŞLÜ<br />

sehâp,<br />

Kızıl kamışlara, YÂKUT âba konmuşlar;<br />

Kısıldı ALTIN ufuklarda<br />

Gurûp içinde bu eşkâl-i bî-hudû-u ZEHEP<br />

Derîçelerde bir ALTIN ziyâ yakıp...<br />

Şimdi ZER gözleriyle<br />

Biri ALTIN göziyle<br />

Şimdi ZER gözleriyle, tâ öteden<br />

Adımlannçün... Pür-incilâ-vü -ZEHEP-<br />

Ki gözlerinde... bir GÜMÜŞ mâhın<br />

Dudakların... gözlerin pür-ZER,<br />

O belde-i ZER-ü-hulyâda<br />

Bu kamer,<br />

Bu ALTIN gül...<br />

Bî-had iken semâ gibi, FÎRÛZE-fâm iken,<br />

Suyu YÂKUT'a döndüren bu hazân,<br />

Sular mı yandı? neden TUNC'a benziyor...<br />

ALTIN kulelerden yine kuşlar,<br />

Bir SIRMA kemerdir suya baksam;<br />

Bir feyz-i ziyâ haşrederek âb-ı ZER'inde,<br />

Âvâre felâket gülü, ALTIN kırizantem,<br />

Ağlardı o ALTIN suyun üstünde<br />

Yaprak âteş oldu, kuş ta YÂKUT;<br />

Sanki ZER'in, SAFÎR'ü-ELMÂS'ın,<br />

Her hande, her tebessümü sevdalar anlatır;<br />

ALTIN, GÜMÜŞ, ZÜMRÜT ve YAKUT'lar<br />

saçar!


84<br />

Perî-i Bahar<br />

Sürûd-u Emel<br />

Her Güzellik İçin<br />

Her Güzellik İçin<br />

Perî-i Hürriyet<br />

Perî-i Hürriyet<br />

Perî-i Hürriyet<br />

Hilâl-i Semen<br />

Bahâr<br />

Bahâr<br />

DR. NECDET BINGÖL<br />

F) Düşünceyi, duyguyu anlatan renkler:<br />

Şiirin adı<br />

Aks-i Sadâ<br />

Çıktığın Geceler<br />

Hasta iken<br />

Hasta İken<br />

Nehir Üzerinde<br />

Nehir Üzerinde<br />

G) Yoğun olmayan renkler, renksizler:<br />

ALTIN ufuklarında uçar<br />

Güldün.... ALTIN'k ziyâlar<br />

MÜZEHHEP, hande-ver bir şi'r-i rü'ya...<br />

Senin ey ey şi'r-i MÜZEHHEP,<br />

Zalâm-ı leylede mer'îdi râh-ı ZERkân<br />

ZER-i hayâl ile perverde<br />

Gözünde katre-i ZERRİN-i ihtisas-ü-heves<br />

Gel bu şâmın GÜMÜŞ sükûtunda<br />

Sularda<br />

O GÜMÜŞ<br />

Safha üstünde şimdi her şey var:<br />

Soluk semâdeki mahmûr dîde-i ELMAS...<br />

Kullandan renk<br />

Bu cehennemin DÜŞÜNEN rengi<br />

Akşam dökülen reng-i TAHAYYÜL gibi<br />

muğber,<br />

Eb'âdı boğan reng-i TAHASSÜS gibi bir<br />

sis,<br />

Bir reng-i KÛDÛRET ki eder bizleri diltenk.<br />

Akşam gibi a'sâbı geren reng-i GARİBİ..<br />

Bir hüzn-ü MÜZEHHEP gihi durgun yine<br />

Dicle,<br />

Şiirin adı Kullandan renk<br />

Yollar<br />

Son Bahâr<br />

Merdiven<br />

Çıktığın Akşamlar<br />

SOLUK ve gölgeli sîmâlarında<br />

Dökerken ufka DONUK, kanlı bir ziyâ<br />

Eylül,<br />

Sular sarardı... yüzün perde perde SOL-<br />

MAKTA,<br />

Her şey dağılır, ince dumanlar gibi Bl-<br />

RENK


O<br />

O<br />

Sensiz<br />

Hazân<br />

Hasta İken<br />

Hasta İken<br />

Çöller<br />

Nehir Üzerinde<br />

Hayâl-i Aşkım<br />

Hayâl-i Aşkım<br />

Hayâl-i Aşkım<br />

Girye-i Niyâz<br />

Hilâl-i Semen<br />

Hilâl-i Semen<br />

Kış<br />

Bahâr<br />

Akşamlarım<br />

HÂŞIM'IN ŞIIRINDE RENKLER 85<br />

RENKLERİN PSİKOLOJİK AKİSLERİ:<br />

Hatta o SOLUK çehreye<br />

Altında o yorgun, o SOLUK heykel-i<br />

mâtem!<br />

Bir bir o DONUK gözlerin<br />

Yerlerde yatan, sisli, DONUK hüsrı-ü tebaha.<br />

Bir safha-i rü'yâ gibi Bl-RENK idi çehren!<br />

Birden O DONUK gözlere dolmuştu kamerler..<br />

Bir hâre-i nûr ince, SOLUK zulmete<br />

düşmüş;<br />

Her şey o kadar gamlı, SOLUK<br />

SOLUVERMÎŞ, peride reng-i bahâr,<br />

Bu SOLUK renkli,<br />

Sarı, pejmürde bir SOLUK zühre!...<br />

Seni mağrur eden bu hüsn-ü şebâp,<br />

SOLACAKTIR;<br />

O SOLUK göz ki şimdi topraktan<br />

O SOLAN şi'r-i sâf-ü-mağmûmu<br />

Bu SOLUK lem'a-i ümmît-resi,<br />

SOLUK semâdaki mahmûr dîde-i elmas...<br />

Erir bu dem kalır ufkumda Bİ-ZİYÂ bir<br />

renk,<br />

Hâşim'in kullandığı renkleri örnekleriyle verdik. Görülüyor ki ressamşair<br />

Hâşim şiiriierinde aydınlık getiren renkler kullanmakla beraber, renkleri,<br />

şekilleri silen, daha doğrusu, renklerin, şekillerin kusurlu yanlarını<br />

gözden gizleyen, onlara bir yumuşakhk, bir başka, belki de romantik bir<br />

güzellik veren karanlıkların rengini tercih etmiştir. Bu hoşlandığı yarı karanlık<br />

atmosferde Hâşim, insanlardan uzak, kendi muhayyilesinin yarattığı bir<br />

evrende yaşamayı düşünüyordu şüphesiz. İşte bu yüzden, şiirlerindeki çevre<br />

genellikle siyah renkle çizilmiştir. Yalnızlıktan hoşlanan, öfkenin ateşten<br />

çenberi içinde sıkışıp kalmış ve ruhundaki isyanın belki de en kuvvetli<br />

sebebi, hayal kırıldığına uğramış Hâşim için seçilecek en güzel renk, gayet


36<br />

DR. NECDET BINGÖL<br />

tabii ki siyah olacaktı. "Bu ürkek, bu kendi içine kapanmış hülyavî aşk<br />

hayatı yanında, daha pek küçük yaşta bile Hâşim'in ruhunu tenakuzlar,<br />

tezatlar sarmıştır. Onun ruhu daimî bir gece, daimî bir keder hali yaşamaktadır."<br />

6 "Çünkü içindeki tezatların kuduruşunu bu ışıkta seyretmeğe tahammülü<br />

yoktur; bunların cenkleri alaca karanlıkta cereyan etmelidir, bu sebeple,<br />

ömrünün bütün pencereleri, ışığa, güneşe karşı kapalıdır." 7 Gerçekten Hâşim'in<br />

şiirlerinde güneşi pek göremezsiniz. Güneş varsa eğer, "Güneşe" şiiri hariç,<br />

daha çok batarken tasvir edilmiştir. Uzakta parddıyan yddızlar gibi ay aa,<br />

solgun yüzü ve yumuşak renkleriyle, özellikle karanlıklar içinde, onun ruhuna<br />

ve mizacma daha uygun düşmektedir. O'nun şiirlerindeki "... sanki japonya'h<br />

bir ressamın siyah mürekkeple çizdiği müphem ve na tamam âlemin resimleri<br />

hep hafızamızda nakşolmuştur." 8 Hâşim'in siyah rengi bu kadar fazla<br />

kullanması belki de içinde hüküm süren ümitsizlik gecesinin kara renginin bir<br />

yer değiştirmesidir. Belki şâir karanlıklarda kendi kaderinin bir benzerini<br />

görüyordur. Sanırsınız ki karanlıklar ruhunu kasıp kavuran isyan ateşini perdeliyor.<br />

Siyah renk, eşyanın şeklini belirten hatlarını kaldırarak, onları müphemleştirerek<br />

içimizde sonsuza doğru bir yükseliş hissini yaratmıyor mu?<br />

Bu renk Hâşim'i eşyadan tecrit ederek bir nevi içe kapanışa zorluyor. Bu içe<br />

kapanışla şâir realitenin boğucu baskısından kendisini kurtararak avunabiliyor,<br />

kendi iç âleminin keşfine çıkıp, kimseden teselli beklemeğe muhtaç olmadığı<br />

için de gururunu kolayca tatmin edebiliyor!<br />

Uzlet-serâyı samt-ü-gurûrumda münferit,<br />

Yalnız sadâ-yı kalbime münâd-ü-mu'tekit,<br />

Zulmetlerin kudûmunu ben şimdi isterim!<br />

(Şimdi)<br />

Ahmet Hâşim gururlu insandı. Her gururlu insan gibi kendisinde maddî<br />

ve manevî meziyetlerin bulunmasını, pek tabii, istiyordu. Ama fizik bakımından<br />

kendisini çirkin buluşu onu her zaman ıstırap çekmeğe mahkûm etmiştir.<br />

Ne tekim Yakup Kadri" 9 : "O yazdığı şiirler bakımmdan değilse bile, kafası,<br />

yüzü, giyinişi ve tavrı hareketleri bakımından kendisini de beğenmezdi. Ve<br />

bundan dolayıdır ki, uzun bir süre bize görünmekten kaçmış, Fecr-i Âti semtine<br />

dahi uğramak istememiştir." diyor. Çirkinliği şüphesiz onda aşağıhk<br />

6 Şerif Hulusi; AHMET, HÂŞİM, Hayatı ve Şiirleri, s. XIX<br />

7 Ayni eser, s. XX<br />

8 Ayni eser, s. XXXI<br />

9 Y.K. Karaosmanoğlu; Hayat dergisi, sayı: 5; 28. I. 1965


HÂŞIM'IN ŞIIRINDE RENKLER 87<br />

konpleksi de yaratıyordu: "0 kendisini cemiyet kadar tabiatm da gadrine<br />

uğramış sanıyordu. Kafasmı biçimsiz, yüzünü çirkin ve bünyesini vaktinden evvel<br />

ihtiyarlamış buluyordu. Bu hali ile onu hangi kadın beğenebilirdi ? kimin<br />

senpatisini kazanmak ihtimali vardı ? işte bu kuruntu, bu kuşkudur ki Hâşim'i<br />

insandan kaçan, yarı vahşi bir kimse durumuna sokmuştu." 10 Toplumdan ve<br />

insanlardan kaçıp kendi içine kapanan şairin kinlerinin, hiddetinin yatışmasına,<br />

sükûnete kavuşmasma bu ışıksız, bu karanlık dekor, her halde, yardımcı<br />

oluyordu.<br />

Şiirlerine siyahtan sonra kırmızının ve nüanslarının hâkim renk olarak<br />

girmesi, Hâşim'in içindeki ateşi çok güzel anlatıyor ve kırmızı renk, ruhunun<br />

dalgalanışlarmı, benliğini saran öfkeyi dile getirmek suretiyle onun hassas,<br />

hatta almgan tabiatını ve romantik muhayyilesini tatmin ediyor. Yakın<br />

arkadaşlığı sebebiyle Hâşim'in manevî portresini her keşten daha iyi ve daha<br />

isabetli bir görüşle çizen Yakup Kadri Karaosmanoğlu şöyle diyor: "Hâşim,<br />

bence, Gourmont'u mutlaka kendi refoulment'larını, kendi konplekslerini en<br />

iyi ifade eden ve kendisindeki paradoks yapma istidadını besleyen bir yazar<br />

olarak beğeniyordu. Daha doğrusu ihtilaçlı mizacının izahını, bütün kıymet<br />

hükümlerini alt üst eden, bütün yerleşen kanaatları sarsan bu inkârcı, yıkıcı,<br />

dağıtıcı fikir adamının yazdarında buluyordu. 11<br />

Daha önce de bir yazımızda lz , ruhundaki ikiliğe temas ettiğimiz, şiirrindeki<br />

romantik izleri belirttiğimiz ve:<br />

Hayâl-ü hissimi reng-i muhite benzeterek,<br />

diyen Hâşim'in ruh hali ile manzara arasında bir benzerlik, bir yakınlaşma<br />

bulmak mümkündür. Şair içindeki yangının adeta dıştaki tezahürü<br />

olan dekoru kırmızı ve nüanslarıyle resmetmiştir. Bir çok kırmızı tonları<br />

vermekle beraber bunlara kan rengini, ateş rengini, alev rengini de katmıştır.<br />

Hâşim kırmızı rengi telkin eden Kan ve Ateş kelimelerini niçin çok<br />

kullanmıştır ? Ateş belki de içimizde durmadan yanan, onun şiirinin atmosferine<br />

girince bizim de kalbimizi aynı sıcaklıkla dolduran kandır. Çünkü<br />

kan da ateş kadar sıcaktır. Güneşin batışını tasvir ederken Hâşim'in: "Eğümiş<br />

arza kanar, muttasd kanar güller" demesinden; gene "Suya bir hûn-i<br />

âteşîn akıyor." mısraından, "Siyah Kuşlar" şiirindeki:<br />

10 Y.K. Karaosmanoğlu, Hayat dergisi, sayı. S; 28. I. 1965<br />

11 Y.K. Karaosmanoğlu, Hayat dergisi, sayı. 5; 28.1.1965<br />

12 Dr. Necdet Bingöl, Gazi Eğitim Enstitüsü Araştırmaları ve İncelemeleri, Bülten: 2,<br />

Mart 1962


88<br />

Mısralarından ve:<br />

DR. NECDET BINGÖL<br />

Gurûb-u-hûn ile perverde-rûh olan kuşlar<br />

Ufukta bir ser-i maktû'u andıran güneşi<br />

Sükût-u-gamla yemişler ve şimdi doymuşlar.<br />

Ezvak-ı gayz-ü kin ile mestidedir serim;<br />

Hûnumda zehr-i nûr-u gurûp etmiş inbilâl.<br />

Beyitinden de anlaşıkyor ki, ruhunda kanayan bir yaranın, belki kendisine<br />

rağmen, bütün yakıcılığı ve acısıyle kendisini duyurmasının, daha doğrusu,<br />

bütün kinci, âsi kimselerde görüldüğü gibi onda da benliğini kavuran, tahrip<br />

edici, şuur altına itilmiş bir tutkunun şuur üstüne çıkmasının bir işaretidir.<br />

Hayatın katı bir gerçek, ölümün ise kaçındamaz oluşu da buna sebep teşkil<br />

edebilir. KAN ve ATEŞ kelimeleri, bir anlamda, topluma, onu aptal sananlara,<br />

aşkına cevap vermiyenlere karşı içinde köpüren, her şeyi dinamitlemek isteyen<br />

bir öfkenin, sadik bir zevk alışın habercisi, senbollerdir. Hâşim'deki bu pek<br />

fazla sert olmayan sadizm onu bazan bencil, inkârcı, yıkıcı, her kese ve her<br />

şeye isyan edici, ama, bazan da sadizmin hücumuna karşı, hafifletilmiş diyebileceğimiz<br />

bir mazoşizm onu adeta korkak bir yaratık haline koyuyor, hatta<br />

onu sessizliğe, kendi kendini tecride, yanhzlığa sürüklüyor. Bu yalnızlık duygusu<br />

derinleşerek melankoliye dönüşüyor ve şaire ölümü hatırlatıyor:<br />

Durgun suya baktım ve dedim: âh ölebilsem.<br />

Madem ki yok ağlayacak mevtime kimsem.<br />

Bu bir birine zıt olan kin, isyan ile tevekkül ve kadere boyun eğiş, biri onu<br />

harekete geçirirken ötekisi onu durduruyor ve zulm etme duygusu yerini<br />

yumuşak hislere bırakıyor. Neticede Hâşim bu iki zıt kutup arasında, öfke,<br />

kin, ihtiras, arzu, ümit, ümitsizlik girdapları içerisinde, bu "nefy-ü-hicre<br />

müebbet bu yerde" mahkûm ve şüphesiz ki hâtıralar kaynağı o<br />

Uzak<br />

Ye mâî bir beldeden cüdâ kalarak,<br />

"suçsuz beden"inin "çetin baş"ı ile nasıl birleştiğine hep şaşarak, ve<br />

Firâz-ı zirve-i Sînâ-yı hahra yükselerek<br />

Oradan,<br />

Savt-ı ümmîd-i kalbi dinlemeden<br />

Cevf-i husrâna düşmek istiyorum. Der.<br />

Ahmet Hâşim'in kırmızıya niçin fazla yer verdiğini Şerif Hulûsi şöyle<br />

izah ediyor: " diğer taraftan, annesinin ve Dicle'nin elem, keder, hüzün,


HÂŞIM'IN ŞIIRINDE RENKLER 89<br />

gam ve ilâ... hislerini telkin eden ve bütün hayal âlemini melâl rengine bürüyen<br />

hâtıraları yanında, melâlin bir nevi transfigürasyonu olan akşamları, akşamın<br />

kızd renklerini yakalamakla, veya bu renkler üzerinde işlemekle meşguldür." 13<br />

Hâşim'in özellikle "Piyale"de sunduğu şiirler, kırmızı nüanslarının, altm<br />

sarısının ahenkli cünbüşü içinde yaratılmıştır. Yazımızdaki "Renklerin Sunuluş<br />

Tarzı" kısmına bakdaeak olursa Hâşim'in çoğu zaman altın, gümüş, bakır<br />

ve bir bakır alaşımı olan tunç gibi madenlerin rengini rercih ettiği görülür.<br />

Öyle ise şâirin mânevi dünyasmı incelemeğe çahşırken mâdenlerin pardtdan<br />

bize ışık tutabilir. Böylece "mâdenler" senbolü, yer altmda gizli yatan mâdenlerin<br />

gün ışığına çıkıp kendilerini haber vermeleri gibi, Hâşim'in benliğini<br />

yaratan unsurları bulmakta bize yardımcı olabilir. Anlaşdıyor ki şâir mâdenler<br />

âleminde hissiliğe, iç döküşe, coşkunluğa adeta karşı çıkan hissizliği, soğukluğu,<br />

sertliği ve katılığı buluyor. Çünkü, bu da gayet tabiidir, ıstıraplara,<br />

heyecanlara tabiatı icabı katdamayan mâden, gizli yanı olmayan objektif<br />

realiteyi önümüze dikerek sübjektif hayalin dolu dizgin koşmuk arzusuna<br />

set çeker. Hâşim'de vakit vakit rastladığımız heyecan, ihtiras ve isyan maddenin<br />

belli sınırlan içine çekilmek zorunda kalır, böylelikle mâden bir nevi denge<br />

unsuru olur. Mâdenlerden başka firûze, yakut, safir, elmas, zümrüt gibi kıymetli<br />

taşlar da onun şiirini süslemiştir. Mütevazi bir hayat süren Hâşim için<br />

kıymetli taşları kullanmak, gerçekte bulamadıklarına hiç olmazsa hayalinde<br />

kavuşmak arzusuna, mâsum, şairce bir isteğe, fantezist bir hevese, ama ayni<br />

zamanda ruh zenginliğine de delâlet edebilir. A. Hamdi Tanpınar bir yazısında<br />

14 : " Halbuki hakikatta kuru ekmeğini bile ilk rast geldiği ile paylaşacak<br />

bir yaratdışta idi." diyor.<br />

Hâşim'in kullandığı renkler arasında altm sansı önemli bir yer ahyor<br />

demiştik. Altm sarısındaki rengi veren altm, ağırlığı ve yoğunluğu ile onun<br />

ruhunda parlak ve sıcak ışdtdar yaratıyor. Altının sarı panltdarında kendini<br />

gösteren maddî gerçek, muhayyilenin mânevi gerçeğine, bilinmeyen iklimlere<br />

götüren, "hangi bir belde-i hayâle" gittiği belli olmayan "Yollar" açıyor.<br />

Bu renk, belki, zenginlik işareti altının rengi olduğu için, eskidenberi kudretin,<br />

şerefin senbolü haline gelmiştir. Asîl bir mâden telakki edilen altın şairdeki<br />

büyüklük ve gurur hissini de tatmin ediyor. Biliyoruz ki kendisine:<br />

Her gayen olsun ufk-u gurûrunda müntehi.<br />

Diye öğüt verir. Sarı ise, ümit sahili yasaklanmış, hüzün denizinde kulaç atan<br />

kimselerin ve "Melâli anlamayan nesle âşinâ değüiz" ve "Sarı bir çehre aranın."<br />

diyen Hâşim'in hoşlandığı bir renktir.<br />

13 Şerif Hulûsi, adı geçen eser. s, XX.<br />

14 Yeni Türk, No: 70, Temmuz 1935.


90 DR. NECDET BINGÖL<br />

Mavi, gözleri ve ruhu dinlendirir; göğü, denizi hatırlatarak mekânın bizi<br />

saran dar çerçecesinden kendimizi kurtarıp sonsuzluğa doğru yükselebilme<br />

imkânını hazırlar. Hâşim hayal kırıklığını bir yana atabildiği an, melalini,<br />

yalnızlığını, kimsesizliğini unutuyor, mavi denize, pek sevdiği Gün Batışının<br />

alev alev tutuşturduğu ve "Bir hırâm-ı hazin-i mâtem ile," güneşin kaybolup<br />

gittiği, üstünde yddızların dolaştığı "mavi ipek boşluğa", göklere, yddızlara,<br />

mavi denize, mavi akşama, mavi gölgeli Belde'ye bakıyor ve hicrana mahkûm<br />

şair:<br />

Bütün bizimçündür<br />

Ne varsa aşk ile bîdar-ı ra'şe, ya nâim,<br />

Ne varsa âit olan leyl-i hande-me'nûsa,<br />

Sana âit lehimdeki bûse,<br />

Lebinin surh-u bî-zevâli benim.<br />

Diyerek, az da olsa ümide kollarını açabiliyor.<br />

Hâşim'in kullandığı gül rengine ve penbeye gelince: Daha önce verdiğimiz<br />

örneklerden de görüldüğü üzere bunlar, meselâ güle sıfat olmuş veya yüzün,<br />

dudakların sislerin, fecir vakti göklerin aldığı rengi belirtmek için kullandmıştır.<br />

Bu da şâirin eşyayı ve insanları hep karanhk ve hüzün içinde görmekten<br />

sıyrılıp kötümserliğin her kese çabucak uyan kara elbisesini atarak iyimserliğe<br />

dönebildiği anlarda oluyor.<br />

Gümüş rengi, Hâşim'in şiirleri için hazırladığı dekorun zaman zaman<br />

ve yer yer sıcak renklerden kurtulup, hayal kurmaya daha elverişli havaya<br />

bürünmesini sağlamakta, şâirin içindeki ateşi âteta kül ile örtmektedir. Böylece<br />

bu renk şâirin gözüne olduğu kadar ruhuna da hem huzuru hem de rahathğı<br />

getirmiş oluyor. Hâşim bu rengi kıydar, bulutlar, kuşlar, ay, sular gibi tabiattaki<br />

varlıklara bir kere de sükûta sıfat olarak vermiştir.<br />

Yeşil; bizde de kutsal bir anlama sahip bu renk, bazı, ülkelerde dinî<br />

inanışları, hemen her yerde de neşeyi, canlılığı, ebedî hayatı ifade eder. Bu<br />

renk, hayattan bıkkınlıkla ezik, küskün, içindeki fırtınaya kendini kolayca<br />

teslim eden şâirin gönlünü dinlendirecek bir âlemin vaz geçilmez unsurları<br />

sulara ve:<br />

Yeşil ve gölgeli dallarda gizlenen ve gülen<br />

Evim... bu gün bana âit, bu gün benimsin sen...<br />

mısrâlarındaki gibi, dallara bir sıfat, olmuş; karamsarlığın" ufk-u teselliye<br />

karşı perdeleri çekilmiş" o eski hücresinde kendi kendisini hapseden şaire


HÂŞIM'IN ŞIIRINDE RENKLER 91<br />

yaşama sevinci telkin ederek onun hayata bağlanmasını adeta kolaylaştırmıştır.<br />

Renkler sıralamasında en sonda bulunan Beyaz'a gelince: Karanlığa,<br />

karaya gözü ve gönlü yatkın, açık seçikten ziyade belirsizi seven Hâşim beyaz'ı<br />

pek az kullanmıştır. Çünkü beyaz ışıktır, her şeyi gerçekteki haliyle<br />

gösterir; bir anlamda ümittir, neşedir.<br />

Neticede, bütün bu renkler yelpazesini dikkatle incelediğimiz zaman<br />

görüyoruz ki: Şairin ruhundaki kükreyişleri, veya sükûnete kavuşup durulmaları<br />

çizen sıcak, parlak, keskin renkler tezi ile, karanlık, silik, soğuk<br />

renkler antitezinden ustalıkla kullanılmış renkler sentezi meydana geliyor<br />

ve bu sentez onun ruh terazisinin iki kefesini dengede tutuyor. Bir başka<br />

deyişle bu, şairin mânevi hayatı için bir "psişik telâfi" oluyor.<br />

Bu araştırmamızda şair Hâşim'in psikolojisinin incelenmesinde ip uçları<br />

olabilecek hususlara dikkati çekmek, Renk Psikolojisi alanında yapdan ilmî<br />

araştırmalar daha tam mânasıyle sonuçlanmadığı; ister şair, ister ressam,<br />

renklerle uğraşan kimselerin neden şu veya bu rengi tercih ettiği ilim yoluyla<br />

henüz açıklanmadığı için, biz, sadece, değerli şairimiz Ahmet Hâşim'in dış<br />

âlem de iç âlemi arasında kurduğu ilişkileri göstermek, meselâ bir manzara<br />

karşısındaki ruh davranışını, renklerin onun ruhundaki psikolojik aksini,<br />

mısralanna eğilerek araştırmak, ileride Hâşim hakkında incelemeler yapacak<br />

araştırıcdara, elimizden geldiği kadar psikolojik veriler hazırlamak, bilinmiyen<br />

ufuklara doğru bir kapı açmak istedik.<br />

Sözlerimizi bitirirken diyeceğiz ki, hemen her rengin kullandmış olması,<br />

Hâşim'in kâinatı görüşünü daha müşahhas bir hale koymuş, eşya ve ruh<br />

münasebetlerini düzenliyen psikolojik faktörlerin bir az daha açıldık kazanmasına<br />

yardım etmiş, Hâşim'in şiirine, dolayısiyle şiirimize, ayrı ve müstesna<br />

bir renk katmıştır.


MOĞOLLARIN GİZLİ TARİHİ'NDEKİ TÜRKÇE<br />

KELİMELER ÜZERİNE BİR DENEME<br />

DR. TUNCER GÜLENSOY<br />

Bilindiği gibi yazıb moğolcanın en eski örneği olan beş satırbk taş kitabeden<br />

1 sonra, mongolistik yönünden en önemli eser, Türkiye'de "Moğolların<br />

Gizli Tarihi" 2 adı ile tanınan eserdir. MGT., milâdi 1240 yılında yazdmış veya<br />

yazıhşı tamamlanmış olmakla beraber, Moğollara ait en eski efsaneleri içine<br />

almakta, Çinggis-Han'ın ceddi ile ilgili kısmen efsanevî bir şecereyi 3 de ihtiva<br />

etmektedir. En eski moğolca eser 4 olması sebebiyle, Moğolların tarihi, sosyal<br />

hayatı, askerlikle ilgili konuları, dinî inanışları v. b. gibi konularm ilk başvurulacak<br />

kaynağıdır. Tarihî araştırmaların yanında, moğolcanın es eski özelliklerini<br />

5 gösterdiğinden, mongolistler için vazgeçilmez bir kaynak olarak kalmaktadır.<br />

MGT. üzerine Almanya'da, Fransa'da, Rusya'da, Amerika'da, Japonya'da<br />

v.b. yerlerde çeşitli yayınlar yapdmış, bu büyük eser E. H a e n i s c h 6 ,<br />

1- 1219-1220 yıllarında Uygur harfleriyle taş üzerine yazılan ve Baykal gölü civarında bulun-<br />

muş olan beş satırbk moğolca yazıt, bu dilin en eski abidesi olarak kabul edilmektedir. Taşın<br />

aslı halen Leningrad Asya Müzesi'nde olup, I.J. Schmidt, D.Banzarov ve I. Klyukin tarafından<br />

tetkik edilmiştir. Bu devirde meydana gelmiş diğer eserler için bk.: B. Laufer, Skizze der mon-<br />

golischen Literatür. KSz. VIII, 1907, s. 191-201 (bk. Temir, s. IX, not 4).<br />

2- Manghol-un Niuça Tobça'an (Yuan-ch'ao Pi-Shi). Moğolların Gizli Tarihi. (Yazılışı:<br />

1240), I, Tercüme. Prof. E. Haenisch'in Almanca ve S. Kozin'in Rusça tercümesini Moğolca<br />

aslı ile karşılaştırıp dilimize çeviren: Dr. Ahmet Temir. <strong>Ankara</strong> 1948, TTK Basımevi, 296 s.<br />

3- bk. Tuncer Gülensoy, "Moğolların Gizli Tarihi'ne ve Altan Tobçi'ye göre Çinggis-<br />

Han'ın Şeceresi", A.Ü.D.T.C.F. Tarih Araştırmaları dergisi, C.V, sayı: 8-9, <strong>Ankara</strong> 1970, s.<br />

189-191 ve 1 şecere cetveli.<br />

4- a) Moğol devrine ait kaynaklar üzerine bilgi için bk. Temir, not l'de adı geçen eserin<br />

girişi.<br />

b) MGT. üzerine genel bilgi için bk. Temir, a.g.e., s. XIV - XXXIV ve<br />

Moğolların Gizli Tarihi'nde Hal Ekleri ve Cümlede Kullanılış Şekilleri. <strong>Ankara</strong> 1971, Basılmamış<br />

Doktora Tezimizin Giriş bölümü.<br />

5- Türkçe ile Moğolcanın ilgisi üzerine bk.: Ahmet Temir, "Türkçe ile Moğolca Arasındaki<br />

İlgiler", A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, C. XIII, sayı-1-2 (Mart-Haziran 1955),<br />

s.1-25.<br />

6- a) Vntersuchungen über das Yüan-ch'ao pi-shi. Die geheime geschichte der Mongolen.<br />

Leipzig 1931.


94 TUNCER GÜLENSOY<br />

P. P e 11 i o t 7 , S. A. Kozin 8 , ShiratoriKurakichi 9 gibi bilim adamlarınca<br />

yayınlanmış, ayrıca bir de Moğolca-Almanca sözlüğü hazırlanmıştır 10 .<br />

Türk dili ile Moğol dilinin aynı ana köke dayanması dolayısiyle, Türkoloji<br />

ile parelel tutulması su götürmez bir gerçek olarak apaçık göründüğü halde,<br />

Türkiye'de moğolcaya gerekli ilgi gösterilmemiş, bu büyük eserin A. Temir<br />

tarafından yapdan türkçe tercümesi ve bizim Doktora tezimiz dışmda, üzerinde<br />

başka çabşma yapılmamıştır.<br />

Türkiye'de, Türk dili ile uğraşan bilim adamlarının moğolcanın üzerine<br />

eğilecekleri günün yakın olduğuna eminim. Çünkü, Türk dili çahşmaları<br />

moğolcanm eksikliğinden dolayı, her zaman yarım kalacaktır. Etimoloji denemeleri<br />

de, yine moğolcanın dikkate alınmaması halinde hedefine ulaşmış sayılamaz.<br />

MGT. üzerinde Doktora çalışması yaparken, bu büyük eserin, Türkoloji<br />

ve halkiyet ile ilgili kelime, deyim ve cümlelerini ayrı fişler halinde tesbit<br />

b) Manghol un niuca tobça'an (Yüan-ch'ao pi-shi) / Die Geheime Geschichte der Mongo-<br />

len /Aus der chinesischen Transkription (Ausgabe Ye Teh-hui) im mongolischen Wortlant uıieder-<br />

hergestellt. Leipzig 1937.<br />

c) Bemerkungen zur Textwiederherstellung des Manghol un Niuca Tobça'an (Yüan-ch'ao<br />

pi-shi). ZDMG XCII, 1938, s. 244-253.<br />

d) Die Geheime Geschichte der Mongolen jAus einer mongolischen Niederschrift des Jahres<br />

1240 von der Insel LKode'e im Keluren Flufi /Erstmalig übersetzt und erlâulert. Leipzig 1941,<br />

1941, 1948.<br />

e) Der Stand der Yü'an-ch'ao pi-shi-Forschung. ZDMG. XCVIII, 1944, s. 109-120.<br />

f) Grammatische Besonderheiten in der Sprache des Manghol un Niuca Tobça'an. Studia<br />

Orientalia, XIV, 3, 1950, 26 s.<br />

s. 139-149.<br />

g) Weiterer Beitrag zum Text der Geheimen Geschichte de Mongolen. ZDMG.CXI, 1961,<br />

7- a) Le titre mongol du Yuan tch'ao pi che. T'aong Pao, XIV, 1913, s. 131-132.<br />

b) Un passage altere dans le texte mongol ancien de l'Histoire secrete des Mongols. T'aong<br />

Pao, XXVII, 1930, s. 199-202.<br />

s.1-18.<br />

c) Deux lacunes aans le texte mongol actuel de l'Histoire secrite des Mongols. JA., 1940-41,<br />

d) Histoire secrite des Mongols /Restitution du texte et traduction française des chapitres<br />

I a VI. Paris 1949.<br />

8- Sokrovennoe Skazanie, Mongol'skaya khronika 1240 g. Moskva-Leningrad 1941.<br />

9- Shiratori Kurakichi, Onyaku-Mobun-Genchö-Hishi. A romanized representation of the<br />

Yüan-Ch'ao-Pi-Shi. (A Secret History of the Mongols). in its original Mongolian sound. Tokyo<br />

1942.<br />

10- E. Haenisch, Wörterbuch zu Manghol un Niuca Tobça'an (Yüan-Ch'ao pi-shi), Geheime<br />

Geschichte der Mongolen. Leipzig 1939.


MGT'DE TÜRKÇE KELIMELER<br />

etmiştim. Fakat, o sıradaki çalışmamın yöııü değişik olduğu için, elde ettiğim<br />

fişleri ikinci bir defa yaptığım tarama ile genişlettimse de, bu incelememin<br />

admın sonuna "...üzerine bir deneme" cümlesini eklemek gereğini hissettim.<br />

Çünkü, MGT.'de bulunan türkçe kelimelerin hepsinin benim tespit<br />

ettiklerim olduğuna emin değilim. Zira, daha çok fazla arkaik türkçe kelimenin<br />

bu gizli hazine içersinde yattığı görüşündeyim. Bu makale dışında kalan<br />

türkçe kelimeler, ancak eserin tam bir indeksinin ortaya konmasiyle tesbit<br />

edilebileceği için, ilerde bu eksikliği kapayacağımı umuyorum.<br />

95


BİBLİYOGRAFYA VE KISALTMALAR<br />

Aalto,F,: Altaistica, II, The Suffixes -lar, -nar, -lâr. Studia Orientalia, 1952.<br />

Abuşka: Abuşka Lügati veya Çağatay Sözlüğü. (Hazırlayan: Besim Atalay),<br />

<strong>Ankara</strong> 1970, 452 s.<br />

AKE: Ramstedt, G.J., Additional Korean Etymologies. JSFOu, 57/3, 1954.<br />

Ateş, A.: Arapça yazı dilinde Türkçe kelimeler üzerine bir deneme. Türk Kültürü<br />

Araştırmaları II, 1-2 (1965), s. 1-25.<br />

Bailey, H.W.: Turks in Khotanese Texts. JRAS, 1939, s. 85-91.<br />

Bayie, J.A.: Iru and Maru in the Secret History of the Mongols. HJAS, XVII,<br />

1954, s. 403-410.<br />

ÇBH.: Çastani Bey Hikâyesi. İstanbul 1945.<br />

Çuv. Sözl.: Paasonen, H., Çuvaş Sözlüğü. İstanbul 1950.<br />

Deny, J.: Grammaire de la Langue turque. Paris 1921.<br />

DKK.: Dede Korkut Kitabı (Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı. <strong>Ankara</strong><br />

1964, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü yayını.)<br />

Einf. I.: Ramstedt, G.J.: Einführung in die altaische Sprachwissenchaft I,<br />

Lautlehre. Helsinki 1957.<br />

Einf. II.: Ramstedt, G.J.: Einführung in die altaische Sprachuıissenchaft II,<br />

Formenlehre. Helsinki 1958.<br />

ETŞ.: Arat, R.R.: Eski Türk Şiiri. <strong>Ankara</strong> 1965.<br />

ETY.: Orkun, H.N.: Eski Yürk Yazıtları. 7-1V. istanbul 1936-41.<br />

EUTS.: Caferoğlu, A.: Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü. İstanbul 1968.<br />

Ferenc, L.: A kağan es csaladja. KCsA. III, 1940, s. 1 vd.<br />

Huas.: Huastuanift. <strong>Ankara</strong> 1941.<br />

Johansen: Johansen, Ulla: Alacuq. Reşid Rahmeti Arat için, <strong>Ankara</strong> 1966,<br />

T.K.A.E. yayını, s. 286-305.<br />

Jras.: The Journal of the Royal Asiatic Society, London.<br />

Kırg. Sözl.: Yudahin, K.K.: Kırgız Sözlüğü, I-II, <strong>Ankara</strong> 1945, 1948.<br />

Köprülü, M.F.: Yeni Fariside Türk unsurları. Türkiyat Mecmuası, VII-VIII<br />

(1940-1942), cüz I, s.1-16.


MGT.: Moğolların Gizli Tarihi (krş. Temir).<br />

MGT'DE TÜRKÇE KELIMELER 97<br />

MNT.: Manhol-un Niuça Tobça'an, bk. Moğolların Gizli Tarihi.<br />

Mostaert, A.: Sur quelques passages VHistoire Secrete des Mongols. HJAS,<br />

XIII, 1950, s. 285 vd.; XIV, 1951, s. 239 vd.<br />

Most.F.o.: Mostaert, A.: Folklore Ordes. Peip'ing 1947<br />

Most.T.o.: Mostaert, A.: Texte$ oraux ordos. Peip'ing 1937.<br />

MSOS.: Mitteilungen des Seminars für Orientalische Sprachen, Berlin.<br />

Muh.: Ali Şir Nevai, Muhakemet-ül-lûgateyn. <strong>Ankara</strong> 1941.<br />

Pelliot, P.: Histoire Secrete des Mongols /Restitution du texte mongol et traduction<br />

française des chapitres I â VI. Paris 1949.<br />

Pelliot. P. et Louis Hambis: Histoire des campagnes de Gengis Khan, Cheng-<br />

Wou Ts'in-Tcheng Lou. Tome I, Leiden 1951.<br />

Poppe, N.: The Group uya and üge in Mongol Languages. Studia Orientalia<br />

XIV: 8.<br />

, Die tschuutassische Sprache in ihrern Verhâltnis zu den Türk-sprachen.<br />

KCsA. II, 1926-1932, s. 65-83.<br />

, MongoVskiy slovar'' Mukaddimat al adab. Moskau-Leningrad 1938.<br />

, Grammar of Written Mongolian. Wiesbaden 1954.<br />

, Introduction to Mongolian Comparative Studies. MSFOu. 110, Helsinki<br />

1955.<br />

P.P. Geh.: Poucha, P.: Die geheime Geschichte der Mongolen. Praha 1956.<br />

Radl.: Radloff, W.: Versuch eines vıörterbuches der türk-dialekte. St.-Petersburg<br />

1893.<br />

Ramstedt, G.J.: Mogholica, Beitrâge zur Kenntnis der Moghol-Sprache iti<br />

Afghanistan. JSFOu. XXIII, 4, Helsingfors 1905.<br />

, Kalmükisches Wörterbuch. Helsinki 1935.<br />

, Finnish Turku, Swedish Torg, Danish and Norıvegian Torv, a ıvord<br />

from Central Asia. Neuphilologische Mitteilungen L, Helsinki 1949.<br />

Râs.T.M.: Râsânen, M.: Türkische miszellen. Studia Orientalia XXV:1, Helsinki<br />

1960, s. 1-22.<br />

Ras.U.W.: Rasanen,M.: Uralaltaische fVortforschungen. Studia Orientalia<br />

XVIII: 3, Helsinki 1955, s. 1-59.<br />

Rasânen, M.s Materialen zur Lautgeschichte der türkischen Sprachen. Studia<br />

Orientalia XV, Helsinki 1949.<br />

Sinor. D.: Qapqan. JRAS, XXII, 1954.


98<br />

TUNCER GÜLENSOY<br />

SKE.: Ramstedt, G.J.: Studies in Korean Etymology. MSFOu. 95, Helsinki<br />

1949.<br />

Tekin, O.T.: Tekin, Talât: A Grammar of the Orkhon Turkic. İndiana University<br />

Publication, Uralic and Altaic Series Volume 69, 1968.<br />

Temir: Manghol-un Niuça Tobça'an (Yüan-ch'ao pi-shi), Moğolların Gizli<br />

Tarihi, Yazılışı: 1240, I, Tercüme. Prof. E. Haenisch'in Almanca ve S.<br />

Kozin'in Rusça tercümesini Moğolca aslı ile karşdaştırıp dilimize çeviren<br />

Dr. Ahmet Temir, <strong>Ankara</strong> 1948.<br />

TM.: Türkiyat Mecmuası, İstanbul.<br />

Vladimirtsiv, B.Y.: 0 prozvişe Dayan-qagan (Dayanman). Dokl. Russ. Ak.<br />

Nauk, 1923, s. 119-121.<br />

Yak. Sözl.: Pekarsky, E.: Yakut Sözlüğü. İstanbul, TDK yayını.<br />

ZDMG.: Zeitschrift der deutschen Morgenlandischen Gesellschaft.<br />

Alt.: Altay Türkçesi<br />

Anad.: Anadolu Türkçesi<br />

Azerb.: Azerî Türkçesi<br />

Başk.: Başkırtça<br />

Çağ.: Çağatay Türkçesi<br />

Çulım-Tat.: Çulım Tatarcası<br />

Çuv.: Çuvaşça<br />

Go.: Goldca<br />

Kaim.: Kalmukça<br />

Karakalp.: Karakalpakça<br />

Kaz.: Kazan Türkçesi<br />

Kazak.: Kazakça<br />

Kh.: Kalka Moğolcası<br />

Kır.: Kırım Türkçesi<br />

Kırg.: Kırgızca<br />

Küer.: Küerik<br />

Diğer kısaltmalar için bk.<br />

deki kısaltmalar listesi.<br />

DİĞER KISALTMALAR<br />

Kor.: Korece<br />

Koyb.: Koybalca<br />

Kum.: Kumanca<br />

Ma.: Mançuca<br />

Mac.: Macarca<br />

Mon.: Monguorca<br />

Ork.: Orkun Yazıtları<br />

Sag.: Sagay Türkçesi<br />

Şor.: Şor Türkçesi<br />

Tel.: Teleütçe<br />

Tung.: Tunguzca<br />

Tuva: Tuva Türkçesi<br />

Türkm.: Türkmence<br />

Uyg.: Uygurca<br />

Yak.: Yakutça<br />

özlüğü ve Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü'n-


§. 1. Moğolların Gizli Tarihi'nde tesbit ettiğimiz Türkçe kelimelerden<br />

bir çoğu gerek şekil ve gerek anlam bakımından Moğolca ile aynıdır.<br />

Örnekler:<br />

aka (MNT.)<br />

'—'Uyg. ağa "Ağabey, büyük kardeş" (USp. 260; EUTS. 6), aka "Büyük<br />

ağabey, ağabey" (THV. 44, 11; EUTS. 9); Çağ. ağa (Abuşka. 19); Kırg. ake<br />

1. "Baba", 2. "Ata", 3. "Amca" (Kırg. Sözl. 12); Çuv. aha "Ağabey, amca"<br />

(Çuv. Sözl. 2) ~ pit'ç'e "Ağabey" (Çuv. Sözl. 109); Mac. bâcsi "Baba"<br />

(Arkaik: atya).<br />

alaçuk (MNT.)<br />

~ Uyg. alaçu (Johansen. 286; EUTS. 10); Kırg. alaçık "Küçücük keçe<br />

ev, obacık; kulübe, salaş" (Kırg. Sözl. 18); Anad., Azerb., Kır., Kaz., Kazak,<br />

Kırg., Alt. alacyq; Karaim: Luck. alağyq, Troki. alacyx; Anad., Azerb. alacug;<br />

Özb. olacik; Başk. alasyq; Karakalp. ylasyq; Kazak. lasyq; Çuv. las; Çulım-Tat.<br />

alandzyq; Anad., Alt., Tel. alancyq; Anad., Kum. alapcyq; Türkm. alağa;<br />

Tuva. alazy, alazy ög; Yak. alasa, alaha ğia; Çağ. alacuq (Johansen. 286).<br />

arslan (MNT.)<br />

~ Uyg. arslan (Suv. 646, 2; EUTS. 20); Kırg. arştan (Kırg. Sözl. 48);<br />

Kaz. arıslan (Çuv. Sözl. 6); Çuv. araslan (Uçebn.), araslan (Çuv. Sözl. 6);<br />

DKK. aslan (DKK. Sözlük. 171).<br />

ayil (MNT.)<br />

•—' Kırg. ayıl "avul, obalar yığını" (Kırg. Sözl. 66), ayıldaş "Aynı köyden<br />

olan" (gös. yer.); Kaz. auıul; Şor., Sag., Koyb. âl (Çuv. Sözl. 205); Çuv. yal<br />

"Köy" (Çuv. Sözl. 205); Küer. ağıl (gös. yer), (Ayrıca bk. Temir, s. 31, not: 3).<br />

bars (MNT.)<br />

~ Uyg. baars, "Bars" (TT. VII. 15, 56; EUTS. 29), bars (U. III. 63,<br />

11; TT. 15, 56; EUTS. 34), barz (EUTS. 34); Kırg. bars 1. "Pars", 2. "Her biri<br />

bir hayvan adı taşıyan ve on iki senelik bir devir teşkil eden yılların üçüncüsünün<br />

adı" (Kırg. Sözl. 90).


100<br />

TUNCER GÜLENSOY<br />

belge (MNT.)<br />

~ Uyg. belgü "Alâmet, sembol, işaret, belge, fal" (Suv. 164, 20; U. I. 8,<br />

15; Man. II. 7, 3; EUTS. 38); Kırg. belgi "Alâmet, nişane, damga, işaret"<br />

(Kırg. Sözl. 106); Çuv. palla "İşaret, belgi" (Çuv. Sözl. 95); Kaz. bilga (gös.<br />

yer).<br />

biçi- (MNT.)<br />

~ Ork. biti- "Yazmak", bitig "Yazı, tahrirat, kitap, yazıt", bitigli<br />

"Yazılı", bitit- "Yazdırmak", bitkaçi "Kayıt memuru, kâtip" (ETY.); Uyg.<br />

bidig (EUTS. 41), bitig 1. "Yazı, kitap, belge, vesika, vasiyetnâme" (TT. IV.<br />

14, 68. EUTS. 45), 2. "Hurufat, harfler" (TT. VI. s. 85. EUTS. 45), bitigaçi,<br />

bitgâçi "Kâtip, yazıcı" (Man. III. 43; N 28, 13; EUTS. 45), bitig taş "Abide,<br />

yazıt, yazdı taş" (EUTS. 45), bitimak "Yazmak, kopya etmek" (Suv. 447, 15;<br />

U. II. 38, 69; TT. VII. 35, 14;


ulak (MNT.)<br />

MGT'DE TÜRKÇE KELIMELER 101<br />

~ Uyg. bulak, "Kaynak, pınar, çeşme, kanal" (TT. VII. 41, 2; EUTS.<br />

52); Çağ. bulağ "Yerden kaynayıp çıkan pınar" (Abuşka. 151); Kırg. bulak<br />

(Kırg. Sözl. 143).<br />

bulka (MNT.)<br />

~ Uyg. bulğamak "Bulanmak, karmakarışık olmak, bozmak, karıştırmak"<br />

(TT. I. 9, 63; IV. 10, 14 bulkamak "bulandırmak"; H. I. 10, 99; EUTS.<br />

52), bulğanmak 1. "Bulanmak, karıştırmak, karışmak" (TT. I. 9, 63; III. 20,<br />

162; Man. I. 6, 7; U. IV. 8, 35; EUTS. 52), 2. "Yanılmak" (TT. VIII. 88; EUTS<br />

52), bulğanyuk "Karışık, bulanık" (TT. VI. 65; EUTS. 52), bulğaşu "Gürültülü,<br />

patındı" (Suv. 618, 20; EUTS. 52); Kırg. bulaan 1. "Kargaşalık",<br />

2. "Yağma" (Kırg. Sözl. 142); Çağ. bulğağ 1. "Tefrika, tarâc", 2. "Talân",<br />

3. "Harâb" (Abuşka. 152); Çuv. palhan- "Bulanmak, karışmak, heyecana<br />

gelmek" (Çuv. Sözl. 99), palhanç'ak "Bulanık" (gös. yer.): Kaz. bOlğan- (Kaz.<br />

B.).<br />

cebe (MNT.)<br />

'—' Çağ. cebe "Savaşta giyilen zırh" (Ali Şir Nevâî, Muhakemet-ül-Lûgateyn,<br />

<strong>Ankara</strong> 1941, s. 168); Kırg. cebe 1. "Ok", 2. "Temren", cebe tartmak<br />

"Ok çekmek, ok atmak", 3. "Yay (silâh)", cebenin oğu "Ok" (Kırg. Sözl. 196).<br />

(Cebe için ayrıca bk. Tuncer Gülensoy, "Cebe kelimesi üzerine", Kültür, Yıl:<br />

1, Sayı: 8 (Aralık 1969), s. 10-11).<br />

çak (MNT.)<br />

~ Uyg. çağ "Çağ, zaman" (Suv. 612, 20; EUTS. 58), çak 1. "=çağ,<br />

zaman" (H. I. 12, 151; EUTS. 58), 2. "Tam" (ETŞ. 373; EUTS. 58); Çağ.<br />

çağ "Vakit" (Abuşka. 226; Muh. 169: çağıda=zamanında, çağında).<br />

~ Yak. sax "Zeit", sâyyna "zur Zeit", soya "gleich" (Ras. T.M. 7).<br />

~ Kor. cek "Zeit" (SKE 27).<br />

çerig İçerik (MNT.)<br />

~ Ork. çarig "Ordu, asker" (ETY; Tekin. OT. 323); Uyg. çarig "Asker,<br />

çeri, ordu" (TT. I. 8, 39; U . II. 74 (61) 4; EUTS. 61), çarik (Suv. 409, 10;<br />

EUTS. 61); Osm. çeri (Radl.); Çağ., Tar. çerik (Radl.); Alt., Tel. çerü (Radl.);<br />

Kaz. çirü (Radl.); Çuv. sar "Ordu, çeri", utla sar "Atlı kıta" (Çuv. Sözl. 135).<br />

Çöl "Toponim" (MNT.)<br />

~ Ork. çöl/cöl "Çöl; tng. steppe, plain, desert" (ETY; Tekin. OT, 323).


102<br />

eke "anne" (MNT.)<br />

TUNCER GÜLENSOY<br />

~ Ork. aka "abla, büyük kız kardeş" (ETY; Tekin. OT. 325); Uyg.<br />

aka "abla" (TT. I. 13,155; Pfahl. 34-35; EUTS. 70).<br />

elçi (re) (MNT.)<br />

~ Ork. elçi "elçi, sefir, başbuğ", elçig (ETY.); Uyg. alçi "I. =i/çi, 2.<br />

Antroponim, özel ad" (EUTS. 70), ilçi "elçi, sefir" (DUD. 393, 16; URD.<br />

141, 6; EUTS. 92), ilçi bilgalar "diplomatlar" (Man. III. 34, 7; EUTS. 92).<br />

erte /erde (MNT.)<br />

Uyg. irta "erte, yarın, sabah erken" (USp. 272; Küen, Briefe, 1966;<br />

EUTS. 97), irtakan "erken" (EUTS, 98), irtaki "yarınki" (EUTS. 98), irtdkün<br />

"sabah, yarın, erte" (TT. I. 14, 171; EUTS. 98).<br />

gerü "arka, geri, kuzey" (MNT).<br />

~ Uyg. kiirü "=kirü 'geri," "(USp. 283; EUTS. 197), kirü "geri" (TT. I.<br />

174; Man. I. 26, 27).<br />

güç /güçü (MNT.)<br />

~ Uyg. küç. "güç, kuvvet, zor" (TT. I. 9, 56; Suv. 447, 15; EUTS.<br />

120; ÇBH. Sözlük. 60), küçadmak=küçatmak "güçlendirmek, kuvvetlendirmek"<br />

(TT. IX. 41; EUTS. 120), küçak "güçlü, kuvvetli" (TT. VIII. 92; EUTS. 120),<br />

küçamak "zorlamak" (Suv. 219, 22)=köçamak "çabalamak, eşkıyalık etmek"<br />

(EUTS. 120), küsün "güç, kuvvet" (ÇBH. Sözlük. 61), küç "güç. kuvvet,<br />

kudret" (Huas. Sözlük. 100).<br />

Uyg. Küç Tamür "Antroponim, erkek adı" (USp. 285; EUTS. 120).<br />

gürege (re) (MNT.)<br />

~ Uyg. küdagü "güveyi" (Pfah. 27; TT. IV. 44, 344; EUTS. 120), küd-<br />

=kütmak "gütmek" (Man. II. 6, 16; EUTS. 120), küd- "gütmek; beklemek"<br />

(ÇBH. Sözlük. 60), küde- "bağırmak" (ÇBH. Sözlük. 60).<br />

kablan (MNT.)<br />

~ Uyg. kaplan "kaplan" (TT. VII. 54, 7; EUTS. 166); kabılan "pars,<br />

kaplan" (Kırg. Sözl. 379).<br />

kadun /katun (MNT.)<br />

~ Ork. qatun "hatun, prenses" (ETY; Tekin. OT. 342), qadin "kayın,<br />

hısım" (ETY).; Uyg. katun "hatun, kadın, kraliçe" (Suv. 620,16; TT. VII. 52,<br />

144; EUTS. 171), katın=katun (USp. 279: Tekrar: Alt. Gr. 327; EUTS. 171);<br />

Kırg. katın "karı (zevce), kadın, evli kadın" (Kırg. Sözl. 417).


kamuk (MNT.)<br />

MGT'DE TÜRKÇE KELİMELER 103<br />

~ Ork. qamay "bütün, hep, tamamen" (ETY; Tekin. OT. 340)<br />

muqr^jqamu-f^qamiy (ETY); Uyg. kamuğ=kamak "hepsi, tamamiyle" (EU-<br />

TS. 164), kamağ "hepsi, bütün, topyekûn" (TT. I. 7, 1; USt. 209, 22=kamı ğ;<br />

EUTS. 163), kamağan "hepsi, bütün, baştan başa" (Wind. 249, 6; USt. 209,<br />

22; Hüen. 14, I61=kamağun, fcamığun; EUTS. 163), kamağlarını "hepsini"<br />

(Suv. 348, 10; EUTS. 163), kamağlık "umumî olarak" (EUTS. 163), kamağu<br />

"hep birlikte=^amığu" (EUTS. 163), kamağun "hep" (Alt. Gr. 326; Hüen.<br />

143; EUTS. 163), kamak=fcamağ (EUTS. 163), kamğağ=kamak (Man. III.<br />

11, 12; EUTS. 164), kamğun=kamağun (Man. III. 24, 8; EUTS. 164); Çağ.<br />

kamuk Jj*lS "bütün" (Abuşka. 314, 26).<br />

(tara (MNT.)<br />

~ Ork. qara "kara; âdi, köle; köle halk, avam" (ETY; Tekin. OT. 342),<br />

qara budun "avam" halk", qara yol tanri "kara yol Tanrı", qara öpgük "kara<br />

çacuş kuşu", qara quş "kara kartal, tavşancıl" (ETY.); Uyg. kara, siyah"<br />

(TT. V. 12, 129), karağu "kara, siyah" (H.I. 8, 56), hara «kara, zulmet"<br />

(Huas. Sözlük. 96); Çağ. karağ jjjlî "kara" (Abuşka. 307, 8); Kırg icara 1.<br />

"siyah, karayağız, esmer", 2. "karaltı, v.b. manâlarda" (Kırg. Sözl. 402-403);<br />

Çuv. hOra "kara" (Çuv. Sözl. 48).<br />

icara- "bakmak" (MNT.)<br />

~ Ork. qaray "göz bebeği" (ETY.); Uyg. karamak "bakmak" (USp.<br />

279; EUTS. 167), karağ "göz bebeği" = karak "göz bebeği, bakış"<br />

(TT. III. 12, 80; EUTS. 167); Çağ. karağ "göz" (Muh. Sözlük. 192); Kırg.<br />

kara- "bakmak, her yandan bakmak, dikkat etmek, birisine bakmak, beklemek,<br />

gözlemek" (Kırg. Sözl. 403).<br />

-kaya (MNT).<br />

~ Ork. qaya "kaya" (ETY.); Uyg. kaya 1. "geri" (U. I. 8; USp. 278;<br />

EUTS. 173), 2. "kaya" (TT. VII. 41,13; EUTS. 173).<br />

kerek (MNT.)<br />

~ Ork. kargâk "lâzım, gerek" (ETY; Tekin. OT. 350), kârgak 6o/-"ölmek",<br />

kargaksiz "lüzumundan fazla" (ETY.); Uyg. karak=kargak (TT. VII. 40, 54;<br />

EUTS. 106), kergek "gerek, lâzım, görüm, ihtiyaç, gereken şey" (Chuas. 89=<br />

kargak; EUTS. 106; Huas. 195, 248, 265. 274, Sözlük. 97); Çağ. kirek "gerek"<br />

(Muh. Sözlük. 196); Kırg. kerek "lâzım, gerek, lüzumlu, zarurî" (Kırg. Sözl. 441);<br />

Çuv. kirel» "iyi, uslu, elverişli" (Çuv. Sözl. 74), kiria "lâzım, gerek, gerekli"<br />

(gös. yer.); Kaz. kirekla "gerekli, lâzım" (Radl.).


104 TUNCER GÜLENSOY<br />

~ Ma. xergi-, xerci "umbinden, umwickeln'\ Kor. ker- "anhaken, aufhângen,<br />

befestigen" (SKE 104; Einf. I. 146).<br />

kırk- "tıraş etmek, kırkmak" (MNT.)<br />

~ Uyg. kırkmak "tıraş ermek, kırpmak, hayvan yüyünü kesmek" (Man.<br />

III. 33,4; EUTS. 176); Kırg. k lrk- "kırpmak; kesip almak; koy kırk- koyun<br />

kırpmak; çıbık kırk- çubuk kesmek" (Kırg. Sözl. 459).<br />

kor "okluk" (MNT.)<br />

~ Uyg. kor "zarar ziyan" (EUTS. 182; ist. 23); Çağ. kur j/s "altın<br />

ve gümüşten olan kemer kuşak" (Abuşka. 329, 6), korçi 1. "atlı asker", 2.<br />

"muhafız"=/cKrçi (Muh. Sözlük. 179 ve 200); Kırg. kur 1. "kuşak, kuşak<br />

yerine kullanılan büyük mendil", 2. "vakit, defa" (Kırg. Sözl. 522.)<br />

köke "gök, mavi" (MNT.)<br />

~ Ork. kök "gök, mavi" (ETY; Tekin. OT. 351), kök tanri "mavi sema",<br />

kök buymul toyan "boynu beyazlı, mavili doğan kuşu", kök tayâfi "gök sincap"<br />

(ETY.); Uyg. kök 1. "mavi, gök rengi" (TT. Y. 26, 85; EUTS. 114). 2. "sema,<br />

gök" (Hüen. 30; EUTS. 114), 3. "gece" (TT. VII. 46, 11; EUTS. 114), kög<br />

1. "=feö&" (TT. III. 16, 129; EUTS. 114), kök "gök" (ÇBH. Sözlük. 60), kök<br />

"gök, sema" (Huas. Sözlük, 99); Kırg. kök 1. "gök, sema", 2. "lâcivert, mavi",<br />

3. "yeşil" (Kırg. Sözl. 498); Çuv. kavak "gök, mavi, kır" (Çuv. Sözl. 68).<br />

~ Tung. kûkü-sin "blau" (Einf. I. 154).<br />

ı—' Yak. küöx "grün, blau", feöyör "grün, blau werden" (Râs. T.M. 18).<br />

~ Mac. kek


oro{n) (MNT).<br />

MGT'DE TÜRKÇE KELIMELER 105<br />

~ Uyg. orın=orun (USp. 288; EUTS. 142), orun "yer, mahal, taht,<br />

mesken" (Briefe. IV. s. 39; Suv. 315, 14e; EUTS. 143), "yer, yatak, döşek"<br />

(Ças. Sözlük, 62); Çağ. orun ÜJJ\ "onun yerine" (Abuşka. 95, 27), "millî<br />

vazifelerde bulunulan yer; mesnet, mansıp, memurluk makamı, manevî değer"<br />

(Muh. Sözlük. 214); orun "yer, mahal; ordu", 2. "yatak" (Kırg. Sözl. 601).<br />

saba (MNT.)<br />

~ Uyg. saba "bir ilâç adı" (H. II. 28, 117; EUTS. 192); Kırg. saba,<br />

sabaa "içinde kımız yapılan büyük deri tulum" (Kırg. Sözl. 627, 628).<br />

safral (MNT).<br />

~ Uyg. sakal "sakal" (H. I. 12, 144; EUTS. 194); Kırg. sakal "sakal"<br />

(Kırg. Sözl. 629); Çuv. sdhal, sdğal "sakal" (Çuv. Sözl. 129); Kaz. sakal (gös.<br />

yer.).<br />

sal (MNT.)<br />


106<br />

temür (MNT.)<br />

TUNCER GÜLENSOY<br />

~ Ork. tamir "demir" (Tekin. OT. 379); Uyg. tamür=tamir "demir"<br />

(TT. IV. 12, 42; P.P. 31, 5=tamür; EUTS. 233), Tamür "erkek adı" (URD.<br />

143, 3; EUTS. 233); Çağ. timür "demir" (Abuşka. 190, 35); Kırg. temir (Kırg.<br />

Sözl. 724); Çuv. tim ar "demir" (Çuv. Sözl. 178).<br />

tenggeri (MNT.)<br />

~ Ork. tdnri "gök, Tanrı" (ETY; Tekin. OT. 379); Uyg. t(a)ngri=tngri<br />

"Tanrı" (TM. 254, 85; EUTS. 233); Kırg. tenğiri "Tanrı " (Kırg. Sözl. 725);<br />

Çuv. tdra "Tanrı" (Çuv. Sözl. 184), ane-tOrn "ineklerin hâmisi olan tanrı"<br />

(gös. yer.); Kaz., Miş., Büg., terçarş (gös. yer.); Kaz. ter]ara, terjra (gös. yer.),<br />

tera (Kaz. O.), teri "aziz rezmi" (Radl.).<br />

tenggis (MNT.)<br />

~ Ork. taluy "deniz" (ETY; Tekin. OT. 374); Uyg. Tangiz "Antroponim"<br />

(EUTS. 233); Kırg. tenğiz 1. "deniz", 2. "iyi arkadaşlık edebilen" (Kırg. Sözl.<br />

725); Çuv. «iraas "f'^uiz" (Çuv. Sözl. 179>; Kaz. dirjaz, dirjgas (Kaz. B.).<br />

~ ma. terjgin "Meer" ~ Kor. t her] "allzu gerâumig, leer" (SKE 280;<br />

Einf. I. 145).<br />

toy (MNT.)<br />

~ Uyg. toy 1. "bayram, toy" (TT. VIII. 100; EUTS. 248), 2. "=to£:<br />

şehir, karargâh" (EUTS. 248; TT. II. 8, 65); Çağ. toy jy, "ziyafet" (Abuşka.<br />

220, 6); Kırg. toy "ziyafet, işret, düğün şöleni" (Kırg. Sözl. 752); Çuv. tuy<br />

"düğün" (Çuv. Sözl. 185); Kaz. tuy (gös. yer.).<br />

töre (MNT). (?).<br />

~ Ork. törü "anane, nizam, türe, kanun" (ETY.), törü, törü (Tekin. OT.<br />

385); Uyg. tora


~ Tibet, tog (SKE 271).<br />

MGT'DE TÜRKÇE KELIMELER 107<br />

~ Sanskrit, tuk "Flagge" (SKE 271; Einf. 1. 142).<br />

tümen "onbin" (MNT.)<br />

~ Ork. tümün "onbin" (ETY; Tekin. OT. 387); Uyg. tümün (DUD.<br />

393, 12; EUTS. 258); Çağ. tümen ^y, (Abuşka. 214, 35); Kırg. tümön "hesapsız,<br />

gayet çok, onbin" (Kırg. Sözl. 770).<br />

ululc "ulu, büyük" (MNT.)<br />

~ Ork. uluy "ulu, büyük, eski" (ETY; Tekin. OT. 390); Uyg. uluğ "ulu,<br />

büyük, seçkin, seçme, asil" (USt. 198, 63; EUTS. 264); Çağ. uluğ j-,ji j\ (Abuşka.<br />

110, 9); Kırg. uluu "büyük, ulu" (Kırg. Sözl. 783).<br />

ulus (MNT.)<br />

~ Ork. ulus "ulus, halk, kavim, millet" (ETY; Tekin. OT. 390); Uyg.<br />

ulus=uluş "memleket, devlet, ülke" (U. II. 22, 21; TT. IV. 10, 19; Suv. 27,<br />

10-14; EUTS. 265), uluşluğ "memlekete ait, memleketle ilgili" (EUTS. 265);<br />

Çağ. ulus ^ji j\ (Abuşka, 114, 20).<br />

uruk "nesil" (MNT.)<br />

~ Ork. uruy "kabile, soy, klan" (ETY.); Uyg. uruğ 1. "nesil, kuşak, soy,<br />

torunlar" (TT. VI. 30, 205; EUTS. 266), 2. "tohum, ekin" (H. I. 4, 3; Man.<br />

I. 17,15; EUTS. 267); Çağ. uruk kayaş JSU» jjjl "hısım kavim, uruk, uruğ=<br />

birisinin oğlu, kardeşi ve şâir yakınları" (Abuşka. 94, 20); Kırg. uruk 1- "tohum",<br />

2. "cins", 3. "soy, kabile" (Kırg. Sözl. 785), urukçulduk 1. "kabile<br />

münasebetleri", 2. "kabile kavgaları", uruktal- "türemek, çoğalmak" (gös.<br />

yer.).<br />

yedi (MNT.)<br />

~ Uyg. yiti 1. "yedi (7)" (P.P. 34, 4; Suv. 609, 18; EUTS. 299), 2. "keskin"<br />

(U. II. 86, 48; Suv. 615, 6; EUTS. 299); Kırg. ceti 1. "yedi", 2. "hafta"<br />

(Kırg. Sözl. 205).<br />

§. 2. Türkçe kelimelerin Moğolların Gizli Tarihi'nde gösterdiği fonetik<br />

hususiyetler:<br />

1. Türkçe sözlerin başındaki t-, MNT.'de t• ve d- olmaktadır:<br />

takiya "tavuk" (MNT.)<br />

~ Ork. taqîyu yîl "tavuk yılı" (ETY.); Uyg. takığu 1. "tavuk" (Man.


108 TUNCER GÜLENSOY<br />

ı<br />

I. 36, 2; H. I. 8, 69; EUTS. 221), 2. "Türklerin 12 hayvanlı takviminin bir yılı"<br />

(DUD. 389, 1; EUTS. 221); Çağ. takuk, tağuk (Radl.); Kırg., Kaz. v.b. tauk<br />

(Radl.); Çuv. ç'aha "tavuk" (Çuv. Sözl. 14; Gomb. ç'ağa).<br />

talan (MNT.), bk. § 1.<br />

tanı- "tanımak" (MNT).<br />

~ Uyg. tanuk "tanık, şahit" (URD. 132, 25; İst. 26; EUTS. 224); Çağ.<br />

tanır "bilir" (Abuşka. 173, 15).<br />

tarbaga "dağ sıçanı" (MNT.)


temür "demir" (MNT.), bk. § 1.<br />

tenggeri "tanrı" (MNT.), bk. § 1.<br />

tenggis "deniz" (MNT.), bk. § 1.<br />

to'osun "toz" (MNT.)<br />

MGT'DE TÜRKÇE KELIMELER 109<br />

~ Ork. toz "toz" (ETY.); Uyg. toz 1. "toz" (TT. I. 7, 5; EUTS. 248),<br />

2. "kayın ağacı" (U. II. 70 (31) 4; EUTS. 248); Çağ. tos ^ji "toz" (Abuşka.<br />

205, 12); Kırg. toz 1. "toz", 2. «un tozu" (Kırg. Sözl. 752); Çuv. td?an "toz"<br />

(Çuv. Sözl. 185).<br />

toy "ziyafet" (MNT.), bk. § 1.<br />

töre "yasa, kanun, töre, hizmet" (MNT.), bk. § 1.<br />

tuk "tuğ" (MNT.), bk. § 1.<br />

tusa "fayda, yardım, iyilik, hizmet" (MNT.)<br />

>—• Uyg. tusu "fayda, semere, kazanç" (TT. I. II. 13


110 TUNCER GÜLENSOY<br />

2. Türkçe sözlerin başındaki k• MNT.'de g- Jk- olmaktadır:<br />

gerü "arka, geri; kuzey" (MNT.)<br />

~ Uyg. karü u=kirü 'geri' " (USp. 283; EUTS. 107), kirü "geri" (TT.<br />

I. 14,174; Man. II. 26, 27).<br />

güç/güçü (MNT.), bk. § 1.<br />

gürege(n) (MNT.), bk. § 1.<br />

gü'ürger^ku ürge,—kö'ürge "davul; körük" (MNT.)<br />

~ Uyg. kövrüg 1. "davul" (TT. III. 10, 56; ÇBH. Sözlük. 60; EUTS.<br />

118), 2. "köprü" (TT. III. 10, 56; EUTS. 118).<br />

~ Yak. küört "Blasebalg",<br />

~ Tung. kurge^ "id.",<br />

~ Go. kuejge^ "id.",<br />

~ Kor. kuregi "Sack" (SKE. 131; Einf. I. 147).<br />

3. Türkçe sözlerin başındaki y• MNT.'de c- veya y- olmaktadır:<br />

cada "sihir, büyü" (MNT.)<br />

Uyg. yadşı "sihirbaz, efsuncu, yadacı, büyücü" (U. II. 84, 12; EUTS.<br />

279); Çağ. yada taşı "yağmur boncuğu adı verilen bir taş ki, üzerine kurban<br />

kanı sürülünce yağmur yağacağını inanılır" (Abuşka. 390); Kırg. cadı "sihir,<br />

büyü; sihirbazhk" (Kırg. Sözl. 161).<br />

~ Oyirat. jada "nicht können"


carim "yarım" (MNT.)<br />

MGT'E TÜRKÇE KELIMELER 111<br />

~ Uyg. yarım (URD. 132, 20; EUTS. 287); Kırg. carım "yarım; kârlılık,<br />

verimlilik" (Kırg. Sözl. 181).<br />

carlfu "mahkeme, yargı, adlî" (MNT.)<br />

~ Çağ. yarğu "adalet" (Abuşka. 398).<br />

carlıg/çarlık "yarlık, ferman, emirnâme" (MNT.)<br />

~ Uyg. yarlığ, 1. "=yarlık, emir, ferman, buyruk, yarlık" (TT. I. 7, 9;<br />

EUTS. 287), 2. "fakir, yoksul, âciz, bedbaht, sefil, perişan" (Suv. 612, 7; TT.<br />

IV. 10, 13; EUTS. 287), 23. "tarikat, sutra, mukadderat" (TT. VI. 30, 201;<br />

EUTS. 287), 4. "lütuf" (P.P. 18, 1; USt. 196, 33); Kırg. çarlık "ferman, emir,,<br />

buyrultu" (Kırg. Sözl. 182); Çuv. sirlax- "sich erbarmen" (Einf. I. 65).<br />

casa "idare, yasa'" (MNT.)<br />

~ Uyg. yasa "kanun, yasa" (URD. 139, 16; EUTS. 289); Çağ. yasaldı<br />

"düzeldi" (Abuşka. 402).<br />

~ Kalmuk. yasha<br />

~ Mançu, dasa<br />

casak "yasak, emir, kânun" (MNT.)<br />

~ Uyg. yasak 1. "bir çeşit vergi" (Pfahl. 6; USp. 274; EUTS. 289),<br />

2. "kânun, yasa" (Pfahl. 6, 6; EUTS. 289); Kırg. casak "bir serdarın müfrezesindeki<br />

savaşçı müfreze" (Kırg. Sözl. 184).<br />

cat "yat, yabancı" (MNT).<br />

~ Uyg. yat "yad, yabancı" (TT. VII. 42, 10= yad [TT. I. 9, 56; EUTS.<br />

279], EUTS. 291); Çağ. cet "çingene" (Abuşka. 224); Kırg. cat "yad, yabancı"<br />

(Kırg. Sözl. 187).<br />

cil "yd" (MNT.)<br />

~ Uyg. yıl "sene, yıl" (DUD. 389, 1; EUTS. 294); Kırg. cıl "yd" (Kırg.<br />

Sözl. 207); Çuv. âdi "yd" (Çuv. Sözl. 146), men "her yd", sOlla-har "yaşlı<br />

kız", sOldalak cıl.<br />

ciriige(n)~cürüge(n) "yürek" (MNT.)<br />

~ Uyg. yürek "yürek" (Suv. 4, 2; 421, 9; EUTS. 307); Kırg. cürök 1.<br />

"kalp, yürek", 2. "yürekldik, cesaret", cüröksün- "korkmak" (Kırg. Sözl.<br />

238); Çuv. ç'are "yürek", Gomb. t's'are (Çuv. Sözl. 18); Kaz.yürek (gös. yer.).


112<br />

yaratu "yaralı" (MNT.)<br />

TUNCER GÜLENSOY<br />

~ Uyg. yar "irin, cerehat, tükürük, salya" (Suv. 612, 6; EUTS. 285),<br />

yaratu "tarafların rızası üzerine (hukuk)" (EUTS. 286); Kırg. cara "yara;<br />

cerha" (Kırg. Sözl. 178).<br />

Yalavaçi "Antroponim, erkek adı" (MNT.)<br />

~ Uyg. yalavaç "elçi, peygamber" (TT. I. 22 not 105; EUTS. 281; U.II.<br />

21,18).<br />

yedi, bk. §. 1.<br />

4. Türkçede bâzı sözlerin son heceleri düşerek kısalmış,<br />

MNT.'de açık hecelerin son vokalleri arkaik hususiyetini muhafaza<br />

etmektedir:<br />

anda "dost, arkadaş" (MNT.)<br />

~ Uyg. ant "yemin" (EUTS. 17); Kırg. ant (Kırg. Sözl. 36); DKK.<br />

and "and, yemin" (DKK. Sözlük. 171).<br />

ayaka "mutfak edevâtından" (MNT.)<br />

~ Ork. ayaq "kadeh" (ETY.); Uyg. ayak 1. "kez, defa" (H. I. 6, 16;<br />

II. 10, 80; EUTS. 27), 2. "kadeh" (TS. 62; EUTS. 27); Kırg. ayak "çanak,<br />

fincan", ayak tabak "mutfak veya yemek odası kapkacağı", sır ayak "boyah<br />

(sırlı) ağaç çanak", kara ayak "boyasız (sırsız) kulplu ağaç çanak", kenğeş<br />

ayak "düğün ziyafetlerinden yahut yoğ aşlarından biri", ayakap, ayakkap<br />

"fincan kutusu", ayakçı 1. "kırmızı çanaklara dökerek sunan kimse", 2. "saki,<br />

şerbettâr" (Kırg. Sözl. 62); Çağ. ay ağ, ayak "kadeh, pay" (Abuşka. 36).<br />

beki "şaman, falcı" (MNT.)<br />

~ Kırg. bek 1. "prens", 2. "erkek veya kadın şahıs adlarının teşekkülüne<br />

giren parça" (Kırg. Sözl. 104).<br />

•—> Çuv. pit. "sehr, krâftig",<br />


oro "boz" (MNT.)<br />

MGT'DE TÜRKÇE KELIMELER 113<br />

~ Ork. boz "boz rengi" (ETY; Tekin. OT. 320); Çuv. purh "boz" (Çuv.<br />

Sözl. 114); Kaz. burl» (gös. yer.); Tel., Alt. pos (


114<br />

TUNCER GÜLENSOY<br />

212), 2. "Merih, su yıldızı" (TT. VII, 78; EUTS. 212); Çağ. su (Abuşka. 292,<br />

293); Kırg. suu 1. "su, nehir", 2. "yaş, nemli", 3. "tav" (Kırg. Sözl. 670).<br />

6. Türkçede r:<br />

o) MNT.'de r~r<br />

berke "sık" (MNT.), bk. § 2, 4.<br />

carku "mahkeme, yargı, adlî" (MNT.), bk. § 2, 3.<br />

carlıg/çarlık "yarlık, ferman, emirnâme" (MNT.), bk. § 2,3.<br />

çerig/çerik "asker." (MNT.), bk. § 1.<br />

dörben "dört" (MNT.), bk. § 2, 1.<br />

ere "er, erkek, koca, asker" (MNT.), bk. § 2, 4.<br />

erke "Erke-Kara*: Antroponim, erkek adı" (MNT.)<br />

/—' Ork. ark "kudret, nüfuz, sözü geçerlik", ârklig "kudretli nüfuzlu,<br />

sözü geçer", arksiz "kudretsiz, nüfuzsuz, kuvvetsiz" (ETY); Uyg. ark "erk,<br />

kuvvet, kudret, güç" (TT. I. 12, 121; U. II. 10, 15= arik; EUTS. 74; ÇBH.<br />

55: erk, 1. "kudret", 2. "ihtiyar, hürriyet").<br />

kımız.<br />

erte/erde (MNT.), bk. § 1.<br />

güregeÇn) (MNT.), bk. § 1.<br />

kara "kara (renk)" (MNT.), bk. § 1.<br />

kara- "bakmak" (MNT.), bk. § 1.<br />

kor "okluk" (MNT.), bk. § 1.<br />

oro(ra) "yer, mahal, mesken" (MNT.), bk. § 1.<br />

sokor "kör" (MNT.), bk. § 1.<br />

temür "demir" (MNT.), bk. § 1.<br />

töre "kanun, türe, nizam" (MNT.), bk. § 1.<br />

6) MNT.'de z~r<br />

borçin "boz; b. sono— boz ördek" (MNT.)<br />

* Krş. tiirkçe: karagözlü r*/gözü kara: hiç bir şeyden korkmayan; kara kımız: sert


MGT'DE TÜRKÇE KELIMELER 115<br />

Çağ. borcin "ördeğin dişisi" (Abuşka. 147).<br />

boro "boz" (MNT.), bk. § 2, 4.<br />

börte "boz; Börte 'Antroponim' "—'Türkçe, boz; Kırg. boz<br />

hüker "öküz" (MNT.)<br />

~ Uyg. öküz (URD. 141; Man. III. II, 9; EUTS. 149); Çuv. vağar,<br />

Uçbn. 45 mağar "sığır, öküz" (Çuv. Sözl. 198); Kaz. ügaz "öküz" (gös. yer.).<br />

~ Mon. fuGuor "Rindvieh, Ochs"; Tung. hukur,<br />

~ Mac. ökör,<br />

~ Japon, beko "Ochs" (Einf. I. 54.)<br />

kuri "kuzu" (MNT.)


116 TUNCER GÜLENSOY<br />

8. Türkçede s, MNT.'de ş:<br />

şira "san" (MNT.)<br />

~ Ork. sariy "san" (ETY.); Uyg. sarig "san" (H. I. 10, 1199; Pfahl.<br />

10, 16; EUTS. 197); Çağ. sarig, sarık ' JdjU "san" (Abuşka. 265, 27);<br />

Kırg. sarı 1. "sarı, kızıl, kumral", 2. "karakuş nevilerinden biri", 3. "mecazî:<br />

büyük keder" (Kırg. Sözl.; 639); Çuv. sara "sarı" (Çuv. Sözl. 119); Kaz, sarı<br />

(gös. yer.).<br />

9. MNT.'de Türkçe müşterek sözlere nazaran fazla olarak<br />

-un eki görülür:<br />

balakasufjı) "şebir" (MNT.)<br />

~ Uyg. balık "şebir" (Suv. 620, 16; TT. I. 7; Man. I. 32, 11; EUTS. 32).<br />

~ Tung. balağan "Winterhaus" (Einf. I. 56).<br />

çila'unr^çilaıvun "taş" (MNT.), bk. § 2, 7.<br />

güçü(n) "güç" (MNT.), bk. § 1.<br />

10. Türkçede y, MNT.'de n:<br />

konin "koyun" (MNT.)<br />

~ Ork. qoy "koyun", qoylîy "kâyunlu" (ETY.); Uyg. koy "koyun" (TT.<br />

3, 1; EUTS. 183), koym 1. "koyun" (TT. IY. 8, 55; EUTS. 183), 2. "Türklerin<br />

onikili hayvan takviminin bir yıh" (ist. 8; EUTS. 183), koyn=koyın (TT.<br />

VIII. 96; EUTS. 184), koyun "koyun, kol altı" (Suv. 6; EUTS. 184), /com=<br />

koym (TT. VIII. 40, 5; EUTS. 180); Çağ. koy "koyun" (Abuşka. 339;<br />

Muh. Sözlük. 197); Kırg. koy 1. "koyun", 2. "hayvan devri takviminin bir<br />

ydı" (Kırg. Sözl.).<br />

~ Bury. xonon,<br />

Kh. xoni,<br />

Kalın. xön,<br />

~ Tung. (Nep Tunguzcası) köni-ksa "Schaffell",<br />

~ Samoyet. konir "Schaf" (Einf. I. 115).


MGT'DE TÜRKÇE KELIMELER 117<br />

ffoniçi^koniçin "koyun çobanı" (MNT.)<br />

ı—' Ork. qoyçi "koyun çobanı" (ETY.); Çağ. koycı (JaÇ-_/> "çoban" (Abuşka.<br />

339, 16; Muh. koyçi "koyuncu" 197, 21); Kırg. koyçu "koyun çobanı" (Kırg.<br />

Sözl. 494).<br />

konin cil "koyun yılı" (MNT.)<br />

~ Ork. qoy yîl "koyun yılı" (ETY.)<br />

§. 3. Vokal değişmeleri:<br />

1. Türkçede a, MNT.'de a:<br />

(misaller için indekse bakınız)<br />

2. Türkçede u, MNT.'de a:<br />

altan "altın" (MNT.)<br />

~ Ork. altun "altın" (ETY; Tekin. OT. 301); Uyg. altun 1. "altın", 2.<br />

"Zühre yıldızının adı, sabah (akşam) yıldızının adı" (TT. VII. II, 45;; EUTS.<br />

13); Kırg. altın "altın, altından olan" (Kırg. Sözl. 30); Kaz. altan "altın"<br />

(Çuv. Sözl. 52); Çuv. ılıtan "altın" (gös. yer.).<br />

3. Türkçede o, MNT.'de ö:<br />

börte "boz" (MNT.), bk. § 2, 4.<br />

4. Türkçede u, MNT.'de i:<br />

kuri "kuzu" (MNT.), bk. § 2, 10.<br />

5. Türkçede u, MNT.'de o:<br />

ordo "Ordu" (MNT.), blffl § 1.<br />

Burada fonetik hususiyetleri zikredilmeyen diğer başka müşterek sözler<br />

ve MNT.'de bu sözlere başka sözler getirilerek yapılan sözlerden bazıları<br />

şunlardır:<br />

1. Hayvan adları:<br />

akta "at" (MNT.)~ Kırg. akta 1. "eğer kaşının arka kısımları", 2. "iğdiş at"<br />

(Kırg. Sözl. 15, 16).<br />

~ aktaçi "seyis" (MNT.)


118<br />

TUNCER GÜLENSOY<br />

anggir (MNT.) ("turpan, macreuse" (Kow. 21), (Alm. Trauerente, Lat. anas<br />

nigra); Kaim. enggir (id.)


MGT'DE TÜRKÇE KELIMELER 119<br />

sono "ördek" (MNT.)~Ork. suna "turna, erkek ördek" (ETY.); Çağ. suna<br />

*>"ördek" (Abuşka. 294, 25); Kırg. sono 1. "at sineği", 2. "yeşilbaş<br />

ördek" (Kırg. Sözl. 659).<br />

ta&ya "tavuk" (MNT.), bk. § 2, 1.<br />

tarbaga "dağ sıçanı" (MNT.), bk. § 2, 1.<br />

taulai "tavşan" (MNT.), bk. § 2, 1.<br />

teme'en "deve" (MNT.), bk. § 2, 1.<br />

2. Vücut azaları:<br />

bökse "karın" (MNT.)~Uyg. böksik "karın" (U. IV.34, 70; EUTS. 49), büksak<br />

(Kaş. I. 396, 2; EUTS. 49); Kırg. böksö 1. "dağ eteği", 2. "ilkyaz otlağı",<br />

3. "göğdenin alt kısmı", 4. "tam değil" (Kırg. Sözl 137).<br />

bö'ere /bükere "böğür" (MNT.)~Uyg. böğre "böbrek" (EUTS. 49); Kırg. boor<br />

1. "karaciğer", 2. "kan kardeşi" (Kırg. Sözl. 129, 130); Çuv. pa?aha<br />

"kuş kursağı" (Çuv. Sözl. 106; Gomb. pö^ege) (gös. yer.), püre "böbrek"<br />

(gös. yer.); Uranha. pürek (gös. yer.); Kaz. büteke "kursak" (Kaz.O.),<br />

bğyrek (Kaz. B.); Yak. bötöiğö (Çuv. Sözl. 106); Çağ. petike "mide, kursak"<br />

(gös. yer.).<br />

kabirka "kaburga" (MNT.) > Türkçe.<br />

manglai "abn" (MNT.)~Türk. manglay (id.) Çağ., Tar., Şark T., Kazan., bk.<br />

Temir, s. 70, not 2.<br />

öre "kalp"


120<br />

Didik-Salfal "toponim", bk. sözlük.<br />

Erdiş "toponim", bk. sözlük.<br />

TUNCER GÜLENSOY<br />

kada "kaya" (MNT.), bk. ve krş. § 1. -kaya.<br />

karanglfu "karanlık" (MNT.)~Uyg. karangğu: karanku (Alt. Gr. 327; EUTS.<br />

167), karanku "karankk" (USt. 209, 18; Suv. 101, 16; Hüen. 15, 185;<br />

EUTS. 167), kararığ "karanlık" (Man. III. 9, 11)=kar arık (EUTS. 168);<br />

Çağ. karangğu _>lî "karanlık, kararmış" (Abuşka. 310, 31: karalğudın<br />

=kararmış 310,32; karalub = kararıp 311,1; karağusıdurjji^ jl IjlS<br />

= kararsa 311, 6); Kırg. karanğğı 1. "karankk, zulmet", 2. "mecazî:<br />

kara câhil" (Kırg. Sözl. 406).<br />

kökö "mavi" (MNT). bk. § 1.<br />

modu(n) /mudu(n) "odun" (MNT.), bk. § 2, 5a.<br />

usu(n) "su" (MNT.), bk. § 2, 5b.<br />

Yukarıdan beri sıralayageldiğimiz örneklerden de görüldüğü gibi, Moğolca<br />

ile Türkçe'nin pek çok yönden müşterek benzerliği su götürmez bir gerçek<br />

olarak ortaya çıkmaktadır. Bu benzerlik sadece Türkçe'nin Farsça ve<br />

Arapça'dan aldığı ve bünyesine uydurduğu ödünç sözlerdeki benzerlikten çok<br />

ötede olup, kadim bir menşe birliğinden doğmaktadır.<br />

Bu tezimizi, "Moğolcadaki Türkçe Kelimelerin Kullanılışı" adı altında<br />

hazırlamakta olduğumuz makalfde enine boyuna araştırıp, geliştireceğimizi<br />

burada belirtmek isterim.


abaka "amca" 11/3<br />

SÖZLÜK VE İNDEKS (*><br />

-A-<br />

aka "ağabey" 76/8,9, 120/3,4,7,9,12, 124/31, 131/11,12,13, 138/9, 13;'2,4, 140/4, 152/2,3,<br />

160/7, 164/9, 210/8, 213/7,8,9, 216/5, 218/5,6,8, 219/2,3, 239/16,18, 242/3, 254/18,<br />

255/26,30, 269/6,9, 270/16,17,18,19(2),20,21, 271/1,3,5, 272,18, 19,21,23, 276/3,4,11,12,<br />

277/22, 279/7,10,25(2),27, 280/1,2,3,10,11, 281/21,22.<br />

akalaba 227 /23<br />

akalacu 191/14, 225/8,10,11,12,14<br />

akalakdaba 227/20<br />

alafuk "kulübe, salaş" 118/6,11<br />

alak "ala, ala renkli" 100/3, 101/2, 152/5.<br />

Alak "Antroponim, erkek adı" 149/l,5,29,41, 220 /2<br />

alakçi'ut 124/7, 170/22<br />

altan "altın" 233/6, 238/5,8,10, 248/14,18, 252/5, 254/3, 256/3,10, 260/24, 265/30, 267/4(2),<br />

272/8, 273/1, 274/3, 275/4<br />

a. amin "altın hayat" 269 /7<br />

a. arkamci "altın dizgin" 256 /3<br />

a. bosoka "altm kapı, altın eşik" 137 /9(2), 203 /İl<br />

a. büse "altın kuşak" 117/4<br />

a. cantaıvu "altm bardak" 188 /15.16<br />

a. e'emek dörebçi "altın halka" 135 /3<br />

a. eme'eltü "altın eğerli" 184/10<br />

a. gürü'e "altm körük" 187/2-3<br />

a. terme "altm çadır" 184 /3, 185 /2, 187 /2<br />

altatay /altatai "altınb" 188/10, 252/8,16, 273/2<br />

altatan "altınb" (şiramal altatan: sarı altınla işlenmiş) 274 /4<br />

Altan "Antroponim, erkek adı" 142/3, 166/2,9, 169/1, 174/11, 246/10, 248/2,10,16,<br />

250/2,4, 251/2,7,16, 252/3,10,17, 253/1, 255/17,19, 266/9<br />

Altan-JÇorkan "Toponim" 259,/4<br />

Altai/Altay "Toponim, dağ adı" 144/1, 158/3,4, 177/64, 194/9,10, 196/15, 205/25.<br />

Al-altun "Antroponim, kız adı" 238 /12<br />

Altun-Aşuk "Antroponim, erkek adı" 152 /19 (2)<br />

'Bakamlar P. Pelliot'nun "Histoire Secrete des Mongols" (Paris 1949) adb eseri esas alına-<br />

rak verilmiştir. Birinci rakam paragrafı, ikinci rakam satır numarasını gösterir. ( ) içindeki<br />

rakam, o satırda geçen aym kelimenin adedini göstermektedir.


122 TUNCER GÜLENSOY<br />

anda "dost, arkadaş" 106/14,15, 113/2, 116/2(2),3,5,6(2),10, 117/1,3,4,5,7,9, 118/6(2),16,17,<br />

127/3,4,5 (2),8 (2), 150/7,8,13, 151/8, 160/2,4, 164/1,12, 166/5,8, 170/32,34(2),46,47,<br />

171/4,5, 177/39,50,54, 179/1, 181/1,5,8,11,16, 195/41,44, 196/3,5, 200/7,9,11, 201/2(2),<br />

16,17,18,20,23(2),24,28,31,32, 204/4, 208/3, 217/1<br />

andakacu 178/5<br />

andakartan 108/9<br />

anggir "bir cins ördek" 78/8,9<br />

aral "ada" 115/3, 136/13, 269/4, 282/2<br />

Arık-usun "Toponim, Horitumat'ların memleketinde bir yer" 8 /4<br />

aralan "arslan", krş. Arslan-Kan<br />

Arslan-Kan "Antroponim, Karluk hükümdarı" 235 /2(2),4<br />

Aşık-temür "Antroponim, Cakagambu'nun aşçısı" 208 /34<br />

ayaka "mutfak edevatından; fincan, çanak, kadeh" 187/3, 189/5, 229/5,9, 232/4, 267/4,18,<br />

275/7, 278/24<br />

ayil "köy" 81/2<br />

ayimak "kabile" 156/6(3),7,8, 262/3<br />

ayima'ud 156 /9<br />

Bala "Antroponim; Calayir'lardan, binbaşı" 243/7, 257/24, 259/4, 264/2(2)<br />

-B-<br />

balakasu /balakasun "şehir" 253/5, 258/3,5,7, 259/1,2,3,6(2), 260/1, 263/9, 265/11, 267/1,2,<br />

274/8<br />

balakaçin 279/12<br />

bars "pars", krş. bars cil<br />

bars cil "pars yılı" 202/1<br />

-Bayan /-bayan "has ve cins isimlere getirilen tamlayıcı" 137/2; 92/6(2), 93/1(2)


ol- "olmak", krş. aşağıdaki örnekler:<br />

bol "ol!" 92/5, 190/5,11<br />

bolba 190/11, 191/14, 192/10<br />

bolbi 194/31<br />

boltukai 191 /13<br />

bolun 75 /2<br />

bolura 74 / 8<br />

bolurun 192/1, 195/7<br />

borçin sono "boz ördek, bk. sono" 200 /10<br />

fcoro "boz" 95/3, 200/İp<br />

6. feoçiiife "boz çadır" 245 /60<br />

i. feuJodu "boz at" 200/10<br />

6. şibauıun "boz atmaca" 260/18<br />

b. örmeğe "boz kaput" 205/14-15<br />

MGT'DE TÜRKÇE KELIMELER 123<br />

boro'an "fırtına" 108 /7~ Ork. bor "bora, fırtına" (ETY)<br />

borokan "fırtına" 78/7<br />

borokçin karçikai "dişi boz doğan" 25 /I<br />

Cosotu-boro "Çinggis'in kızıl-boz atı" 265 /4,5<br />

bö'ereIbökere "böğür" 96/13, 100/3, 101 /l, 104/11<br />

bökse "kann" 104/11<br />

bölük "bölük, parça, kısım" 5 /3<br />

Börte "Antroponim; Temücin'in ilk karısı, krş. boro" 66 /3<br />

budun "millet, halk, cemaat, ahali" 200/10<br />

buka "boğa" 106/3, 195/47, 240/13,16<br />

Buka "Antroponim; Calayir'lerden Gu'un-u'a'nm oğlu" 137/, 226/3, 227/2, 234/ ,<br />

239/2<br />

Buka-güregen "Antroponim; binbaşı" 202 /<br />

Buka-temür "Antroponim; Ong-kan'ın küçük kardeşi" 177/25<br />

Cali-Buka "Antroponim; Alçi-tatarlar'ın reisi" 51 /2, 58 / , 141 /<br />

buka'u "bukağı, kelepçe, bent" 81/8,10, 112/1<br />

bulak "memba, kaynak, pınar" 128 /2<br />

bulka "isyan" 241 /5<br />

bu'ura "erkek deve", bk. ağağıdaki örnekler:<br />

kara bu'ura "kara erkek deve" 64/3<br />

öle bu'ura "boz erkek deve" 64 /3<br />

Bu'ura-ke'er "Toponim; Erkek Deve Bozkırı, Selengge'nin aşağı kısmında, doğu<br />

tarafında" 105 /, 190/2, 152/6<br />

Büri "Antroponim; Prens, Ça'adai'yın oğlu" 270 / , 277 /<br />

cö'eböri "çakal" 78/8,9 (bk. Temir, s. 28-29, not:4)


124<br />

cada "sihir, büyü" 143/3(2),4<br />

TUNCER GÜLENSOY<br />

caka "yaka" 126 /S, 140 /9, 146 /15, 101 /İS, 254 /23,41,43, 254 /22,27<br />

calbari- "yalvarmak", bk. aşağıdaki ömek:<br />

calbaricu "yalvararak" 240/10<br />

carim "yaran" 73 /6, 118 /2, 177 /62, 278 /29<br />

-C-<br />

carimud/carimut "yansım" 162/3, 198/3, 232/15, 278/28<br />

sara-yin carim-a "ayın yansına; yanm aya" 177 /62<br />

carku "yargı; mahkeme, adlî" 203/26, 234/1,2<br />

cor/tg/çarlık "yarlık, ferman, emirnâme" 145/40, 154/16,21, 155/10, 156/7,14, 185/14,22,23,25,<br />

186/3, 187/1,6(2),11, 188/20, 191/14, 192/1,10, 193/13, 195/6, 198/4,24,28,199/1,2,22,<br />

28,36, 200/12,15,201/42,202/6,8, 203/3,18,22,29, 204/1,10, 205/27, 206/8, 207/7,11,13,<br />

208/32,39, 209/12, 210/7,9,211/9, 212/5, 213/10(2),15, 216/8,217/4, 218/7,9, 219/15,21,<br />

24,27, 220/15, 224/5(2),11,12,29,30,34, 225/1,2,5,6,15, 226/12,14,16,17,18(2),19, 228/1,6,<br />

229/1,2,10,26,233/3,4, 234/1,14, 235/4, 239/20, 240/11, 241/3, 242/1, 243/6, 244/9,<br />

254/13,14,26,255/3,13,28,34,38,41, 258/8, 260/27, 263/2, 265/40, 266/4,5,12, 267/8,<br />

11,12,19, 268/5, 269/5, 270/12,13,17, 272/16, 274/2,13, 275/16, 277/3, 278/1,3,4,5,17,<br />

26,32,47,50,56,66(2),67,68,78, 280 /10,11,21<br />

casa "idare; kanun, yasa" 170/30,32,33,34<br />

casacu 132/7, 144/11(2), 159/3,4, 163/6, 171/8, 172/6, 177/66,81, 224/20, 227/3,4,<br />

5,6, 240/10, 248 /7, 251 /9, 278 / , 53,54,55<br />

casa'at 131/1, 159/19<br />

casa'ul 278/18~Çağ. yasavul "çavuş" (Abuşka. 396)<br />

casa'ulba 195/11(2)<br />

casa'ulcu 194/29, 240/16<br />

casan "nezaret" 131 /3<br />

casalduba 170/39<br />

casarun (çerik casarun) 195/8, 240/İl<br />

casatukai 154/19, 232/10, 278/15,35,36,40<br />

casafe "yasak, emir, ferman" 153/4,8,11, 189/14, 193/14, 197/16,199/22,227/21, 57/28,<br />

278/71<br />

casaklacu 81 /2, 199 /2<br />

casaklarun 240 /14<br />

casaktan "kanunlu, intizamlı, mazbut" (bk. Temir, s. 26, not:2)<br />

cat "yad, yabancı" 40 /2<br />

Cayak "Toponim; nehir adı" 262 /4, 270 /8<br />

cebe "silâh, ok" 234/2, 279/11 (bk. T. Gülensoy, "Cebe kelimesi üzerine", Kültür, Yıl: 1, Sayı:8,<br />

Aralık 1969, s. 10-11).<br />

Cebe "Antroponim; Cirko'adai'ya Çinggis-han tarafından verilen isim, binbaşı" 146 /12,<br />

147/4,9,10, 153/13, 193/ ,3, 195/ , 202/ , 209/ , 221 /l, 237/l, 247/3,4,7,11,<br />

13, 248/1, 251/5, 252/2, 257/3,4,7,16,25(2),26, 272/2


cebelecü 147 /8<br />

cebelegü 147/3<br />

MGT'DE TÜRKÇE KELIMELER 125<br />

cil "yıl, sene" 141/1, 166/1, 193/1, 197/1, 198/8, 199/1,34, 202/1, 239/1, 247/1, 250/3, 251/3,<br />

257/1, 264/7, 265 /2, 269 /l, 272/1, 282 /I<br />

cirüge(n) "yürek" 89/2, 139/5, 194/28, 230/7~<br />

cürüge(n) "yürek" 181/5, 184/8, 200/22,23, 254/41, 265/15, 277/19<br />

co/£'o~ Moğ. colig "fidye, karşılık, tazmin" 272/9,14 (bk. Temir, s. 193, not: 3)<br />

cori- "yürümek" 256 /8,9<br />

coricu 256/8,9<br />

-ç-<br />

çak "çağ, zaman, devir" 118/17, 149/18, 150/6, 167/10, 170/34,45, 194/31, 197/11, 199/30,<br />

201/1,8,9, 205/2, 207/3, 219/2, 248/3, 254/35,49<br />

çak-u'u "değişme zamanı" 248/4<br />

Çaka "Antroponim; Haşin prensesi, Burhan'ın kızı" 249 /3<br />

çaka'an teme'en "ak deve" 244/14<br />

çerigİçerik "asker, çeri" 133/9,15, 141/17, 146/11, 150/12, 159/3,4, 163/6, 170/30,31,33,<br />

34,43,45, 173/13, 177/36, 194/29, 195/8,16, 198/ , 199/16,17,19, 209/11, 233/1,2,3,<br />

4,5,10, 240 /9,11,12,14, 247 /9, 248 /14,19, 251 /8, 256 /6, 257 /29, 265 /21, 270/21(2), 277 /9,<br />

13, 278/26,27<br />

çerik casa- "asker toplamak, ordu tertiplemek" 159 /3,4, 163 /6<br />

çerig'un 199 /12<br />

çeri'üt Içeri'üd "asker, çeri", krş. çerig: 101/1,4,8, 108/4,5,6, 114/4, 132/7, 135/3,<br />

144/10,14, 146/1,10,15, 151/3, 154/11,17, 155/12, 177/43,66,81, 193/14,24,<br />

197/7,11,19,20, 198/5, 208/5, 239/1, 240/13, 247/6,10,13, 248/6,7,22,24, 251/<br />

8,10,11,15,17, 252/3, 253/5, 258/5,6, 265/39, 266/3, 271 /7, 272/2,4<br />

çilaıvun Içila'un "taş", bk, aşağıdaki örnek:<br />

Çila'un "Antroponim; Merkitli Tokto'-a-beki'nin oğlu" 157 /5, 162 /4, 163 /5, 177 /76,<br />

1971 , 198/, 236/<br />

Çila'un-ba'atur "Tayçi'utlu Sorkan-Şira'nın oğlu, 'dört kahraman'dan biri" 84/,<br />

85/ , 163/ , 177/ , 209/ , 219/<br />

Çila'un-kayiçi "Calayir'li Telegetü-baiyan'm oğlu" 137/<br />

Çöi "Toponim; kurak mıntıka, bugünkü Uliyasutai'yın batısındaki Şarga gobi çölü?" 188/,<br />

279/15,17.<br />

darkalan "tarkan, yüksek bir rütbe" 181/5<br />

debter "defter" 203 /26<br />

-D-<br />

debterlecü "defterlensin, zaptedilsin" 203 /26<br />

debterkeksen "defter haline getirsin" 203 /28


126<br />

TUNCER GÜLENSOY<br />

Didik-Sakal "Toponim; Naimanlann memleketinde bir yer" 188 /2,5<br />

Dörben "Antroponim; Moğol kabilelerinden, dört anlamında " 11 / , 120/ , 141 /3(2), 196 /<br />

Eder-Altai "Toponim; bugünkü Uliyasutai'yın batısındaki Hanghai dağlarından kıkarak Seleng-<br />

ge'ye dökülen Eder nebri boyunda bir yer" 161 / , 177 /71.<br />

eke "anne" 43 /2, 46 /l, 76 /10,78 /l, 98 /3,4(2), 99 /1,2,3,7,120 /6,111 /4, 112 /2,3,4,9,113 /3, 114/4,<br />

118/10,14,15, 119/6(2), 130/11, 135/5(2), 137/14, 138/1,6, 152/9, 166/3, 185/2020, 189/2,<br />

22, 194/28, 195/32(2),45,60, 196/17,23, 201/19,21, 203/30, 214/1,6,13,19(2),43, 238/2,<br />

242/1,2,4,5, 243/1, 244/14,17,18(3),20,31,32,33,35, 254/8,41,42,49, 255/14, 268/2.<br />

Eke-korokan " = Ana nehir; Toponim; yukarı Sint mıntakasında" 257 /23<br />

elçi "elçi, sefir" 126/2, 127/1, 151/9, 163/2(2), 177/51, 181/9, 189/3, 190/3,9,14, 245/5,6,7,8,<br />

11,13,19(2).<br />

elçin "elçi, sefir", krş. elçi: 177/89, 181/10(2), 11(2), 12(2), 13(2), 183/7, 184/7,<br />

194/18, 238/1,2, 251/2,4, 254/2,4, 256/2, 259/5, 265/16(2),17, 275/1, 279/17,18.<br />

21,29, 280/9, 281/4.<br />

elçileldün 132 /5<br />

elçiıü 160/3, 166/6<br />

elçiten 245 /6<br />

emçü "sihirbaz" 224/24,28, 231/2, 269/9<br />

erdem "fazilet, kabiliyet" 255 /4<br />

erdemütten 139/6<br />

erdemtü 244/27,28(2)<br />

ere "er, erkek, koca, asker" 113/4, 146/10(2),11,14, 155/12, 185/15, 189/10, 190/21, 193/12,<br />

194/26, 195/34,35,49, 214/5, 224/24, 239/19, 240/15(2), 248/13, 254/53,55, 260/10,<br />

279/7<br />

erelesü "koca yapmak" 188/13<br />

erekün "er oğlu er, seçme kuvvet" 75 /3, 248 /5<br />

erej "erler, erkekler"


esen atu- "sağ olmak" 105 /23<br />

esüg "içki" 85/1, 145/12<br />

esükçiledü 28/3<br />

esü'üt "kımız" 145/10<br />

MGT'DE TÜRKÇE KELIMELER 127<br />

etügen "krş. Uyg. Ötügân "Toponim" (Man. I. 12, 17; EUTS. 155); Ork. ötüken yii (Tekin. OT.<br />

404).<br />

-G-<br />

gerü "arka, geri; kuzey" 28/1, 115/5, 116/4, 170/4(2)<br />

göre'ülüçin "yabanî hayvan avcısı", krş. Türkçe: güre: 1. Vahşi, talim görmemiş, işe alışmamış;<br />

2. Zıpır, haşarı (Tarama Sözlüğü, III, <strong>Ankara</strong> 1967, s. 1880-18).<br />

güç "güç, kuvvet" 113/3<br />

gücü "güç, kuvvet", krş. güç 125/7, 149/36,39,45, 185/18,19, 199/27, 208/13, 220/8,<br />

224 /7, 238 /6, 244 /28, 245 /47, 249 /6,7, 255 /4,12, 256 /5, 260 /9,23, 267 /16, 270 /26.<br />

Gücü "Antroponim erkek adı, Merkit'lerin ordugâhında bulunmuş dört çocuktan biri,<br />

binbaşı" 244/13<br />

güç üten 139/6<br />

güçütey 248/4<br />

güçütü "güçlü" 194/20, 209/1<br />

güçün 255 /6, 275 /2<br />

gür-ka (


128<br />

TUNCER GÜLENSOY<br />

-K-<br />

ka "han, kağan, hükümdar"


kara akta "kara beygir" 184 /10<br />

kara süni "kara gece" 210 /3<br />

kara hüker "kara öküz" 214/23<br />

MGT'DE TÜRKÇE KELIMELER 129<br />

Kara-korum "Toponim; Ling-pei, Moğolların Orhon boyundaki başkendi, harabeleri:<br />

Kara-balğasun" 273 /4<br />

Kara-Kidad j-Kilat "Kara Kitan'lar; Kara-Kitan'ın çoğulu; Kitat balkının bir kolu,<br />

12. yüzyılın başlarında Türkistan'a girmişlerdir" 151/ , 152/ , 177/44,45<br />

198/19, 247/ , 248/ , 266/10-11.<br />

karaçu~ karacu "kötü, bayağı, âdi köle" 63/4, 77/5, 111/11, 183/8,11, 200/8~ Uyg.<br />

kara baş "kul, köle, karavaş, cariye" (USp. 278; EUTS. 167).<br />

karaçus "tâbi' " 254/12<br />

kara- "bakmak"


130<br />

TUNCER GÜLENSOY<br />

Kibça'udr^jKibça'ut "Komanlar, Kıpçaklar, sonraları doğu Avrupa'da kurulan devlete verilen<br />

ad" 198/ , 262/1,270/ , 274/8, 275/ , 277/15,16~Kimça'ud 198/21<br />

kokosun "sarımsak" 75 /1


kuri "kuzu", bk. aşağıdaki örnek:<br />

MGT'DE TÜRKÇE KELIMELER 131<br />

kurikaçit "koyun çobanlan" 118/7,12


132<br />

TUNCER GÜLENSOY<br />

nökör "arkadaş" 76/ , 77/9, 255/32, 267/15, 277/19~Uyg. nökür "maiyet=nöfcür" (EUTS.<br />

138), nökür "mensubiyet, mensub olma" (THV. 46, 2; EUTS. 138)~ Kırgız. nökür "Yalnız<br />

destanlarda: 1. Uşak, 2. îçoğlan" (Kırg. Sözl. 585).<br />

-O-<br />

obok "oba, oymak, kabile" 41/5, 42/1,2,3(2), 44/3, 46/4,6,8,10,11, 139/8,263/4~ omok 139/<br />

7,8<br />

oboktu 9/3<br />

omok "oba, oymak, kabile", bk. obok<br />

olang "kolan" 158/7<br />

olca "ganimet" 153/4,5,12, 219/22~ Kırg. olco "ganimet (savaşta, avda)" (Kırg. Sözl. 589).<br />

ordo "saray" 123/3, 177/60, 190/25, 229/11,15, 232/1,3, 233/7, 234/6,8(2),9,10,11(2),12,13,<br />

264/8, 278/8,14,26,28,30,34,36,37,39,43,46,47~Ork. ordu "Karargâh, hâkanın oturduğu<br />

şehir, payitaht" (ETY.) ~ Uyg. ordu "Saray, orda, orgugâh" (P.P. 39, 3~ ortu: 1. = ordu,<br />

2. orta: T.T.V. 6, 20; EUTS. 142, 143; Huas. Sözlük. 105); Kırg. oordu=orun "1. yer,<br />

mahal, ordu; 2. yatak" (Kırg. Sözl. 595, 601).<br />

ordo ger "saray evi" 230/3, 232/10,13<br />

ordos


saç (a)- "saçmak" 106/2,7, bk. aşağıdaki örnekte:<br />

saçuba "saçtım" 106/2,7<br />

sa'a- "sağmak" 279/9(2)<br />

sa'a'at 279/9<br />

sa'arinçintan 219/9<br />

sa'a'ulkun 189/26<br />

sa'an 90/12<br />

sakal "sakal" 203/10,14<br />

sakallan "sakallı" 275/9<br />

sakal-bayan "sert ot" 105 /23<br />

MGT'DE TÜRKÇE KELIMELER 133<br />

sal "sal, ağaçların bağlanmasiyle yapılan bir çeşit nehir veya deniz nakil vasıtası" 105 /24,<br />

109/1<br />

sayın "iyi, asil" bir çok yerde geçer


134 TUNCER GÜLENSOY<br />

Teme'en-ke're "Toponim; Deve Bozkırı, Halha yakınında, Tulkinçe'ut civarında"<br />

190/13<br />

temeçin "deve çobanı"


uçumak "bir cins ok" 208/6


ROMANDA TASVİRÎN PSİKOLOJİK ROLÜ<br />

CAHIT KAVCAR<br />

Genel ve geniş anlamıyla tasvir, her hangi bir şeyin dış görünüşünün<br />

anlatdmasıdır. Güzel sanatlarda tasvirin çok büyük bir yeri ve önemi vardır.<br />

Çünkü tasvir, üstünde durulan ve anlatılan şeyin, okuyucu veya seyircinin<br />

gözleri önünde canlandırılmasını, somutlaşmasını sağlar ve sanat eseri ile<br />

seyirci veya okuyucuyu büyük ölçüde kaynaştırır.<br />

Romanda da tasvir, tahlille birlikte temel unsurlardan biridir. Zaten<br />

tahlil için de, ruh hallerinin, psikolojik durumların tasviridir diyebiliriz. Romanda<br />

tasvir, üç grup halinde incelenebilir:<br />

1) Ele alınan ve anlatılan şeyin cinsine göre: Kişi tasviri, mekân tasviri,<br />

tabiat tasviri, sosyal çevre tasviri, kıyafet, hareket tasviri...vb.<br />

2) Yapılış şekillerine göre:<br />

a) Vak'ayı durdurarak, uzun uzun.<br />

b) Olayların arasında, kısa kısa.<br />

3) Metod bakımından:<br />

a) Objektif tasvir: Yazar, tasvir ettiği şeyde gördüklerini olduğu gibi<br />

verir.<br />

b) Sübjektif tasvir: Yazar tasvir ettiği şeyde gördüklerini, hayalinde<br />

başka şeylere benzeterek ve gördüğü şeylere kendi duygu ve izlenimlerini de<br />

katarak verir.<br />

Tasvir vardır, yazar bunları sırf edebiyat yapmak için, eserini süslemek<br />

için yapar. Gerçekten bazı romanlarda bunaltıcı, uzun, şairane ve bazen gereksiz<br />

tasvirler bulunur. Bunlar vakanın akışını durdurur, genellikle okuyucuyu<br />

sıkar, dikkati dağıtır. Ve bu tasvirler atılsa bile, eser değerinden pek bir<br />

şey yitirmez. Ama tasvir vardır; kahramanı, olay ve durumları çok daha iyi<br />

tanıtır, okuyucuyu eserin havasına daha çok sokar. Eserin ayrılmaz, kopmaz<br />

birer parçasıdır bunlar. Onlar olmazsa eser, bütünlük , değer ve anlamını kaybedebilir<br />

l .<br />

1 ilerde bunlardan ayrıca söz edecek, örnekler vereceğim.


138<br />

CAHIT KAVCAR<br />

Edebiyatımızda Servet-i Fünun devrinin önde gelen yazarlarından biri<br />

ve Türk edebiyatının en ünlü psikolojik romanı diyebileceğimiz Eylül'ün yazarı<br />

olan Mehmet Rauf, Halit Ziya'nın bir gün kendisine tasvir konusunda şunları<br />

söylediğini belirtir: "Biz gurub tasviri yapımca artık her şey tamam oldu<br />

sanıyoruz, eserlerimizde tasvirler ne kadar çok olursa o kadar iyidir gibi geliyor.<br />

Halbuki meselâ Daudet'yi alsak, içinde, en bayıldığımız şey böyle tasvirler<br />

değildir , hayat tasvirleridir". Ardından da kendisi, "Hayat... İşte roman"<br />

der 2 . Gerçekten bütün sanatlarda olduğu gibi romanda da gerçek hayat ve<br />

gözlemin büyük bir rolü , önemi ve değeri vardır. Hele başdöndürücü teknolojik<br />

ve bilimsel gelişmelerin hızla arttığı devrimizde ve günümüz insanının<br />

yaşantısında, gözlem, deney ve araştırma çok büyük bir yer tutar. Artık<br />

bilim ve teknoloji alanlarında olduğu gibi sanat alanında da apriori hükümlerin<br />

değil, gözlem ve deneyimlerin değeri yer almıştır. Seyahat adlı romanının,<br />

bir İngiliz gazetesinde gördüğü Fransa'ya ait basit bir havadisten doğduğunu<br />

söyleyen Charles Morgan'm bu sözü de, görüş ve düşüncelerimizi destekleyip<br />

doğrulayan bir belgedir 3 .<br />

Gerçekten tabiat, renk renk mevsimleri, yenileşen görünüşleri; orman,<br />

dağ, çöl, göl, deniz vb., ile insanlar için tükenmez bir zevk kaynağıdır. Biraz<br />

güzellik duygusu olan herkes tabiatı güzel bulur ve sever. Şehrin gürültüsünden<br />

yorulan, aynı yapma çevre içinde yaşamaktan bıkan insanlar, kendilerini el<br />

değmemiş tabiatın kucağına atmakla "güzellik"i kucaklamış olurlar. Tabiatla<br />

bir süre başbaşa kalıp dönen insanların gözleri neşe pardtıları ile dolu olur,<br />

kendini dinlenmiş, rahatlamış bulur 4 . Böyle bir fırsatı bulamayan kimse ise,<br />

tabiat ve güzellik tasvirleri ile yüklü olan bir romanı, bir eseri okumakla aynı<br />

iç huzuruna kavuşma yoluna gidebilir. Gerçekten "okuduğumuz gerçek bir<br />

roman bizde birtakım duygular ve düşünceler uyandırarak kendini ve bizi<br />

zenginleştirmekle kalmaz, okuduğumuz müddetçe bizi çevreleyen şeylerle de<br />

esrarlaşarak kendini bize karşı çok yaklaştırır. Okuduğumuz bir romanın bize<br />

verdiği zevkte, çevrenin, çevre içinde uyanan duyguların ve hayallerin büyük<br />

payı vardır 5 ".<br />

1964.<br />

2 Servet-i Fünun, 1889, Sayı 445 ve Türk Dili Roman Özel Sayısı, No. 154, s. 635, <strong>Ankara</strong><br />

3 Bkz. Suut Kemal Yetkin, Edebiyat Üzerine, îst. 1952 , s. 10: Andrf Fronk, "Un<br />

simple fait divert m'a inspire Le Voyage" nous dit Charles Morgan, Les Nouvelles Litteraires,<br />

1, 1946.<br />

4 Bu konu ile ilgili olarak bkz. S. Kemal Yetkin, Sanat Meseleleri, İstanbul 1962, s. 28.<br />

5 S.K. Yetkin, Edebiyat Üzerine, s. 50.


ROMANDA TASVIRIN PSIKOLOJIK ROLÜ 139<br />

Artık bugün, insanın iç dünyası ile dış dünyasını ve çevreyi birbirinden<br />

ayrı şeylermiş gibi düşünmek imkânsızdır. Bu görüşü, ünlü Fransız yazarı ve<br />

romancısı Emile Zola'nın şu sözü daha da kuvvetlendiriyor: "Artık zevk olsun<br />

diye, tasvir için tasvir etmiyoruz. İnsanın, içinde yaşadığı çevreden ayrılamayacağını,<br />

elbisesi, evi, şehri, vilâyeti ile tamamlandığını kabul ediyoruz." 6<br />

Bu konu, yani tasvirin asıl amaç ve önemi ile ilgili olarak Fransız edebiyatının<br />

ünlü romancısı Goncourt'lar da, "Anlayışımıza göre, görülen şeylerin<br />

ve çevrelerin maddî tasviri, romanda tasvir için tasvir yapmak değildir. Tasvir,<br />

okuyucuyu bu şeylerden ve bu çevrelerden fışkırarak heyecana elverişli belli<br />

bir çevreye götüren bir vasıtadır" diyor 7 .<br />

Romanda vakanın yürüyüşünde ve olayların hikâye edilişinde olduğu gibi,<br />

tasvir ve tahlillerde de asıl rol sahibi olan ya 1. şahıs ya da 3. şahıstır. Bir<br />

kısım romanlarda kişiler konuşurken, düşünürken, kendi çevrelerini, çevre<br />

dekorunu da kısa veya uzun çizgilerle kendileri anlatırlar. Yani aktif olan<br />

1. şahıstır ve biz her şeyi ondan öğreniriz 8 . Böylece onların gerek kendilerini<br />

gerekse çevresini anlatıp tasvir edişlerinden, iç dünyalarını daha iyi anlarız.<br />

Bazı romanlarda da romancı, tasvir işini kendi üzerine abr. Burada ise<br />

aktif olan, yazar yani 3. şahıstır. Bu durumda yazarın yapacağı şey, çevreyi<br />

roman kişilerinin gözüyle görebilmesi, onların ruh hallerine inebilmesidir.<br />

Gerçekten dış çevre, insanı, ne ise o sıfatla değil de o insan tarafından kavranıldığı<br />

ölçüde etkiler.<br />

Tasvirlerin l.ya da 3. şahıs ağzıyla yapılıp yapılmaması, şüphesiz ki<br />

yazarın roman anlayışı ve tekniği ile ilgilidir. O bakımdan, burada bir tercih<br />

yapmaya kalkışmak hem gereksiz hem de yararsızdır. Ama ne olursa olsun romancının<br />

gücü ve başarısı; kendi nefsini bir yana bırakmaya, kahramanlarının<br />

maddî ve sosyal şartlarına uyarak onlar gibi görmeye, duymaya, işitmeye<br />

bağbdır ve şüphesiz ki romanın, okuyucu üstünde derin ve silinmez izler, etkiler<br />

bırakmasında tasvir ve tahlillerin çok büyük bir payı vardır.<br />

Şimdi, bu kısa ve genel girişten sonra edebiyatta insan-çevre, insan-tabiat<br />

ilişkisine ve dolayısıyle tasvirin tarihçesine şöyle kuşbakışı bir göz atmak<br />

yararlı olur kanısındayım.<br />

Tasvirin Tarihçesi<br />

Artık bugün çok .ilerlemiş olan psikoloji, sosyoloji ve sosyal psikoloji<br />

bilimleri de açık seçik göstermektedir ki, insan çevrenin dışında değil, dış<br />

6 Aynı eser, s. 23.<br />

7 Suut Kemal Yetkin, Edebiyatta Akımlar, İstanbul 1967, s. 103.<br />

8 Bu tarza en tipik örneklerden biri Yaban'dır. Bu eserden ilerde söz edeceğim.


140<br />

CAHIT KAVCAR<br />

çevrenin içinde ve sürekli olarak etkisi altındadır. Yalnız bu durumun yeterince<br />

anlaşılıp kavranması için, yüzyılların ve çok uzun çağların geçmesi gerekmiştir.<br />

Gerçekten Yunan ve Latin klâsiklerinde, dış çevre ve canb tabiat<br />

yoktur. Onlar tabiatı estetik gözlerle görmemişlerdir. Bu yüzden Yunan ve<br />

Lâtin yazarlarının eserlerinde, tabiatın bir sevgi ve duygu kaynağı olarak ele<br />

alınmış olduğu görülmez. Çünki tabiat duygusu, bilinçte henüz doğmamıştır<br />

9 .<br />

Aynı şey, 17. yüzyü Fransız klâsiklerinde de sürüp gitmektedir. Şüphesiz<br />

o zaman da, bugün gözlerimiz önünde uzanan canlı ve renkli tabiat vardı.<br />

Ve şüphesiz, gerek daha öncekiler, gerekse 17. yüzyd klâsikleri, tabiattan zevk<br />

almıştır. Ferdinand Brunetiere'in dediği gibi, "Bizzat Boileau, iki satır arasındaki<br />

boş zamanını Auteuil'deki bahçesinden zevk almakla geçirirdi. O da<br />

bizim gibi güneşi, koruları ve yeşilliği sevmişti... fakat "cümlesiz" sevmiştir;<br />

ve kendisine çok tabiî görünen zevklerle "edebiyat" yapmamıştır... Zamanında<br />

bu, moda değildi 10 ". Gerçekten Klassisizöıin kuramcısı olan Boileau'nun tabiat<br />

anlayışı çok sınırlıdır. O, bütün tabiatı değil, yalnız insan tabiatının taklit<br />

edilmesini ister. Çünkü ilerde J. J. Rousseau'nun keşfedeceği canlı, hareketli,<br />

renkli ve göz alıcı tabiatı, dış çevre ve tabiatı 17. yüzyd tanımamıştır 11 .<br />

Gerçekten birçok romancıların, şair ve ressamların, ortaya koydukları<br />

eserlerle bize, kendilerinden önce varlıklarından bile şüphe edilmeyen birtakım<br />

güzellikler göstermesi ve önümüze çok canlı tablolar sermesi, Romantizmin<br />

meydana çıkmasıyla başlar. Romantizmin kurucusu ve en büyük temsilcisi<br />

olan Victor Hugo, bu akım için şu görüşleri ileri sürer: "Romantizm,<br />

edebiyatta liberalizmden başka bir şey değildir. Onun, Klasisizmin baskısından<br />

kurtularak edebiyat türlerine, güzel sanatların diğer kollarına özgürlük,<br />

kişisellik kazandırmasıyle edebiyat geniş alanlara ve tabiata açılmıştır 12 .<br />

"Ancak Klasisizme bir tepki olarak oluşup gelişen Romantizm ve romantik<br />

eserler ruhları büyüledikten sonradır ki dağlar, ormanlar, göller, fırtınalar<br />

güzelleşmeye başladı. Sözgelişi dağ, güzelleşmek ve dile gelmek için Rousseau'yu<br />

bekledi. Büyük Fransız filozofu Henri Bergson bu konuda şunları söylüyor:<br />

"Dağ her zaman kendisini seyre gelenlerde duyumlara benzeyen ve gerçekten<br />

dağa bağlı olan bazı duygular uyandırabilmiştir. Ama Rousseau dağ hakkında<br />

9 Bu konu ile ilgili olarak bkz. S.K. Yetkin, Yokuşa Doğru, <strong>Ankara</strong> 1963, s. 59-60.<br />

10 F.Bruneti6re, L'Estb£tique de Boileau, 1889, s. 170 den naklen: S.K. Yetkin, Sanat<br />

Meseleleri, İstanbul 1962, s. 40.<br />

11 Bu konuda bkz. S.K. Yetkin, Edebiyatta Akımlar, İstanbul 1967, s. 17.<br />

12 Seyit Kemal Karaalioğlu, Edebiyat Akımları, İstanbul 1965, s. 33.


\<br />

ROMANDA TASVIRIN PSIKOLOJIK ROLÜ 141<br />

yeni ve orijinal bir heyecan yarattı. Onun tarafından ortaya konulan bu heyecan,<br />

sonradan herkesin duyduğu bir heyecan oldu 13 ". Bu konu ile ilgili olarak<br />

S.K. Yetkin de şunları ekliyor: "Dağ güzelleşmek için nasıl Rousseau'yu<br />

beklediyse, balta girmemiş ormanlar ve denizler Chateaubriand'ı, göller<br />

Lamartine'i, rüzgârlar Shelley'yi bekledi 14 ". Th. Ribot'nun görüşleri ise<br />

şöyle: "Halbuki Rousseau'yu gelinceye kadar buna benzer manzaralar bütün<br />

edipler nazarında çirkin sahnelerdi. Bilhassa isviçre'yi kaç defa baştanbaşa<br />

kateden Romalılar, burada hiçbir güzellik görememişlerdi; hattâ Sezar o<br />

muhteşem Alp Dağlarını gezerken tamamıyle lâkayıttı 15 ".<br />

Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan kolayca anlaşılacağı gibi 18.<br />

yüzyıla kadar, tabiat insanlarda bir güzellik duygusu, estetik duygu uyandırmamıştır.<br />

Türk Edebiyatında Tasvir<br />

Bizim edebiyatımıza gelince: Bizde bu duygunun uyanması daha da geç<br />

olmuş ve tabiatın güzelliğini anlamamız için bile Fransız edebiyatından, özellikle<br />

romantiklerden esinlenmemiz, bunun için de Tanzimat edebiyatını, daha<br />

doğrusu 1870 yıllarını beklememiz gerekmiştir. Bizim 600 yıllık Klâsik edebiyatımız<br />

ve Divan şairlerimiz için de , bugünkü anlamda bir tabiat güzelliği,<br />

bir tabiat duygusu yoktur. Divan edebiyatımız, güzelliği yalnız iç âlemde<br />

bulduğu için, tabiatı seyretmeye lüzum bile görmemiştir. Tevhit, nât ve kaside<br />

gibi uzun manzumelerin baş tarafında genellikle bir nesib yari tasgir bölümü<br />

bulunur. Şair burada, bir tabiat, bir zaman, bir olay., vb. tasviri yapar. Bu<br />

bölümlerde, pek çok gazelde ve daha başka manzumelerde gül, gülşen, servi,<br />

gülzar, bağ, çemen, çenar, lâle..vb. gibi bazı tabiat parçalarmdan söz edilir<br />

ama bunlar sadece birtakım işaret ve semboller durumundadır. Bunların belli<br />

bir zaman ve mekânla ilgisi yoktur. Yani somut değildir bunlar. Sözgelişi bir<br />

"gülzar" yani gül bahçesi, bir "hane" denir ama bunlar nerededir? Neyin<br />

yanındadır? Ayırıcı vasıfları var mıdır? Varsa nelerdir? Bunlar ve benzeri<br />

pek çok soruya cevap bulamayız. Yani bunlar gözle görülüp elle tutulmazlar.<br />

Ayırıcı özellikleri yoktur. Fakat her Divan şairi, aşağı yukarı aynı şekilde,<br />

hep kullanır bunları.<br />

13 H. Bergson , Les Deux Sorces de la Morale et de la Religion, 1934, s. 38 deıı naklen S.K.<br />

Yetkin, Sanat Meseleleri, İst. 1962, s. 40.<br />

14 S.K.Yetkin, Sanat Meseleleri, İst, 1962, s. 40.<br />

15 Th. Ribot, Psychologis des Sentiments (Türkçe tercümesi: Mustafa Şekip), Hissiyat<br />

Ruhiyatı, 1927, C. 2, s. 170 ve S. Kemal Yetkin, Sanat Meseleleri, s. 40.


142<br />

CAHIT KAVCAR<br />

Gene Divan edebiyatının sözde bahan anlatan "Bahariye" ve kıştan söz<br />

eden "Şitaiye"lerinde tasvir edilen, sözü geçen renk, ses ve kokularda duyguların<br />

payı yoktur. Divan şairleri bunları bize sadece fikir ve kavram halinde<br />

vermişlerdir. Divan edebiyatımız, dış âleme bütün pencerelerini kapamış ve<br />

kendi içinde oluşmuş, gelişmiş, kapalı bir edebiyattır.<br />

Gerçek tabiat da rengi, kokusu ve sesiyle edebiyatımıza Tanzimatın açtığı<br />

pencereden girdi. Bu konuda öncü, romantizm ve Victor Hugo etkisinde<br />

çok kalan Namık Kemal ve onun eserleridir. Gene bu arada Abdülhak Hamid<br />

ve onun Sahra, Belde gibi eserlerini de anmak gerekir. Zaten Türk edebiyatında,<br />

biraz basit ve teknik yönünden zayıf olmakla birlikte Batıh anlamda ilk<br />

roman yazarlarından biri Namık Kemal'dir. Şüphesiz ki bizim için yepyeni<br />

bir edebî tür olan romanın ilk örnekleri mükemmel olamazdı. Gerçekten<br />

Tanzimat devrinin ve Türk edebiyatının Batdı anlamdaki ilk romancıları,<br />

romanlarma başlarken, uzun bir piyes dekoru tasvir eder gibi çevreyi uzun<br />

uzun anlatırlar, sonra da o çevreye bir daha dönmezler. Bu durumu en çok,<br />

biraz farklı da olsa İntibah, Araba Sevdası ve Zehra adlı romanlarımızda<br />

görüyoruz. Hele bunların ilki olan İntibah, uzun ve romantik bir bahar tasviri<br />

ile başlar, ardmdan Çamlıca anlatılır ve bu tasvir altı sayfa sürer 16 . Gerek baharın<br />

tasvir ediliş tarzı, gerekse en başta bulunan ve hareket noktası kabul<br />

edilebilecek olan<br />

"Gel ey fasl-ı bahârân, mâye-i ârâm ü hâbımsm<br />

Enîs-i hâtırım kâm-ı dil-i pür-ıstırâbımsın"<br />

beyti, okuyucuya ister istemez Divan edebiyatındaki kasidelerin giriş yani<br />

nesib kısmı ile, Bahariye'leri hatırlatmaktadır. Gerçekten bu bahar tasvirinde,<br />

Divan edebiyatından alınarak genişletilmiş imajlar görülüyor. Ayrıca,<br />

eserin içindeki tasvirler de, vakanın akışını kesip yavaşlatacak kadar uzundur.<br />

Sonra bazı tasvirlerin gerçeğe uymayan yönleri de vardır. Ama ne olursa olsun,<br />

romanımıza dış âlemin tasviri Namık Kemal'le girmiştir ve bu eser, bu yönden<br />

ayrı bir özellik, önem ve değer kazanmaktadır.<br />

Recaizade Ekrem'in Araba Sevdası'nda ise vakaya, romanda önemli bir<br />

yeri ve rolü olan Çamhca'nm çok uzun bir tasviri ile başlanır ve bu da beş sayfa<br />

sürer 17 . Yakaya başlama bakımından Intibah'la aralarında benzerlik görülürse<br />

de tasvirlerin yapdış şekli değişiktir. Namık Kemal yer yer gerçekten<br />

16 Namık Kemal, Intibah-Ali Beyin Sergüzeşti, İstanbul (tarihsiz), s.6-12.<br />

17 Recaizade Ekrem, Araba Sevdası, İstanbul 1963, s. 11-16.


ROMANDA TASVIRIN PSIKOLOJIK ROLÜ 143<br />

ayrılıp benzetmeler yaptığı, kendi düşüncelerini söylediği lıalde, R. Ekrem<br />

okuyucuya bilgi verecek şekilde tasvirler yapmıştır. Önce, Çamkca'ya gitmek<br />

için izlenecek yol tarif edilmiş, sonra da bahçenin anlatılmasına geçilmiştir.<br />

Nabizade Nazım'ın yazdığı Zehra'nın baş tarafında da çok uzun bir<br />

Boğaziçi tasviri yer alır 18 . Ama ilerde ayrıca ele akp inceleyeceğimiz gibi, onda<br />

oldukça gerekli ve başardı tasvirler vardır.<br />

Şüphesiz ki romana başlarken yapdan uzun tasvirler ve çok aynntıb<br />

olarak anlatılan çevre, roman kişilerini çok yakmdan ilgilendirse bile, daha<br />

onları tanımadığı, tasvir edilen şeylerin onların hayatında oynıyacağı rolü<br />

önceden anlayamadığı için, okuyucuyu hiç ilgilendirmez. Üstelik psikolojik<br />

yönden sıkar ve onun dikkatini, ilgisini azaltır. O halde uzun, aynntıb ve gereksiz<br />

tasvirler, psikolojik bakımdan okuyucuyu eserden uzaklaştırır. Gerçi<br />

bir tablo ya da tasvirin bir bütün olması gereklidir. Parça parça anlaşılması,<br />

psikolojik yönden imkânsızdır. Bugünün psikolojisi der ki: Parçaları birbirinden<br />

ayırdığımız, sözgelimi onları ayrı ayrı dikkate almak üzere bir portrenin<br />

bütününü kapadığımız zaman ifade kaybolur 19 . Ama yazar bu bütünlüğü,<br />

vakayı büyük ölçüde kesip durdurmayı göze alarak vermek yerine, gerektiği<br />

zaman ve kısa sözler, kelimeler halinde de sağlayabilir. Yani tasvir ve tahliller,<br />

vaka ile birlikte, kısa kısa yürümelidir. Tasvirler, bir bütün olarak değil,<br />

vakayı kesmeden parça parça, tablo tablo yapılmahdır.<br />

Tasvirin, Edebî Akımlarla Olan İlişkisi<br />

Şüphesiz ki tasvir, yazara, yazarın bağlı bulunduğu edebî akım ve anlayışa<br />

göre değişir. Daha önce de belirttiğimiz gibi klâsiklerde tasvir yok gibidir.<br />

Romantiklerde daha çok şairane hayallere, süsleme ve benzetmelere yer verilir.<br />

Tasvir için de daha çok mehtâb, gece, yıldızlar, göl, deniz, ulu ağaçlar.,<br />

vb. gibi tabiat parçaları, tabiat manzaraları uygun bulunur. Realistlerde ve realist<br />

metotta kişiler tanıtıbrken çevresi, aile ve sosyal çevresi ile birlikte ve genişliğine<br />

ele abnır. Yani realist eserlerde kahraman tek başına değil, ailesi ve çevre<br />

özellikleri ile birlikte anlatılır. Bu yüzden ve realiteye bağlı kalmak düşüncecesiyle<br />

yer yer uzun ve çok aynntıb tasvirler bulunur. Pozitivist görüşe ve<br />

realist anlayışa göre yazılmış ilk büyük romanın Madame Bovary olduğunu<br />

söyleyebiliriz. S. Kemal Yetkin'e göre bu eser, realizmin kutsal kitabıdır 20 .<br />

18 Nabizade Nazım, Zehra, Baskıyı hazırlayan Aziz Behiç Serengil, <strong>Ankara</strong> 1960, s.3-9.<br />

19 Paul Guillaume, La Psyehologie de la Forme, Flammarion 1937, s. 191 ve S.K. Yetkin,<br />

Sanat Meseleleri, İst. 1962, s. 25.<br />

20 S.K Yetkin, Edebiyatta Akımlar, İst. 1967, s. 47.


144 CAHIT KAVCAR<br />

"Bu romanda düşsü hiçbir şey görülmez; bütün olaylar gerçektir, bütün kişiler<br />

yaşamıştır. Flaubert onların biyografilerini uydurmuş değildir. İkinci derecedeki<br />

kişiler ve olaylar da realiteden alınmıştır. Sık sık vesika avına çıkmak,<br />

onun için dayandmaz bir zaruretti. Realizm, realitenin objektif gözlemine dayanan<br />

bir edebiyat akımıdır 21 ". O halde bir romandaki kişilerin düşünceleri ve<br />

hisleri hakkında tam bir fikir edinmek için, içinde onların yaşamakta oldukları<br />

çevreyi etraflıca bilmek gerekir. İşte bu yüzden realist eserlerde sonu gelmez<br />

tasvirler çok önemlidir. Bu tasvirler sayesinde kavrama gücümüz, sebepten<br />

sonuca kaymak suretiyle kişilerin ruhuna kolaylıkla nüfuz eder. "Gustave<br />

Flaubert'in Yonville l'Abbaye'yi, Normandiya'nm bu küçük kasabasmı bütün<br />

ayrıntılarıyle tasvir etmesi, bize Madame Bovary'nın orada ölesiye sıkılacağını<br />

göstermek içindir. Madame Bovary, ömrünü tüketen çevresini<br />

unutup hayal içinde macera iklimlerine sığındığı zaman, bu hülya sarhoşluklarının<br />

Emma'nm ruhî sefaletine ve sükutuna sebep olduğunu kabul etmekte<br />

bir an tereddüt göstermiyoruz 22 ".<br />

Gerçekten dış çevre tasviri, realist romanda son derece büyük bir önem<br />

taşır. Ama çevre, içinde yaşayan insanları etkilediğine göre onu vak'a konusu<br />

olan kişilerin gözüyle tasvir etmek gereklidir. Realist bir romancı, vaka kişilerinden<br />

birini görmediği bir yere götürdüğü zaman, kendisi o yeri tasvir<br />

etmez, o yer, o kişinin bilgi seviyesine, duyuş derecesine göre yavaş yavaş<br />

okuyucuya gösterilir. Çünki çevre bir insanı, o çevre ne ise öyle değil de, o<br />

insan tarafından görüldüğü oranda etkiler 23 .<br />

Natüralistler ise bir bilim adamı titizliği içinde, hem gözlemci hem deneyci<br />

durumundadırlar. Onlarda da çok ayrıntdı ve gerçeklere tıpı tıpına uyan tasvirler<br />

vardır.<br />

Fransız edebiyatının ünlü natüralist romancısı Emile Zola, Deneysel<br />

Roman adlı yazısında, "gözlem" "gösterir", deney ise "öğretir" görüşünü esas<br />

kabul ettiğini belirtir ve ünlü bilgin Claude Bernard'm, kendisini çok etkilemiş<br />

olan bir sözünü abr. Bu söz, "Deneyci, tabiatın sorgu yargıcıdır" cümlesidir.<br />

Zola bunu kendisiiçin şöyle adapte eder: "Biz romancılar da öyleyse, insanlarla,<br />

insanların tutkularının sorgu yargıçlarıyız" 24 . Gene Zola, "Natüralizm, yaşadığımız<br />

bilim çağının edebiyatıdır" diyerek romanla müsbet bilimler arasındaki<br />

21 Aynı eser, aynı sayfa.<br />

22 Aynı eser. s. 51.<br />

23 Aynı eser, s. 51-52.<br />

24 Türk Dili, Roman özel Sayısı, No. 154, s. 700, <strong>Ankara</strong> 1964.


ROMANDA TASVIRIN PSIKOLOJIK ROLÜ 145<br />

çok sıkı ilişkiye değinir. Ona göre "Romancı bir gözlemciden ve bir deneyciden<br />

meydana gelmiştir. Onun gözlemci niteliği, olayları nasü görüyorsa öyle<br />

vermekte, hareket noktalarını koymakta, üzerinde kişilerin yürüyecekleri ve<br />

olayların gelişeceği sağlam toprağı kurmaktadır 25 ".<br />

Görülüyor ki müsbet bilimler alanındaki hızb ve baş döndürücü gelişmeler,<br />

romanı ve roman anlayışını da şiddetle etkilemektedir. Gerçekten<br />

daha önce de belirttiğimiz gibi, insanların gerçek tabiatı ve sosyal çevreyi ele<br />

akp incelemeleri, 19. yüzyılda başlar. Pek tabiî ki bu, roman için de böyledir.<br />

Yani romanda tasvirin estetik önemi, 19. yüzyıbn ortalarına doğru, maddî ve<br />

sosyal çevrenin insan üzerindeki etkileri incelendikten sonra, bilimsel gelişmelerle<br />

birlikte anlaşılmıştır. Şüphesiz ki insan soyut fikirler, mutlak duygular<br />

dünyasında yaşayan bir varlık değildir. Artık bugün, insanın iç dünyası ile dış<br />

dünyasını birbirinden ayrı şeyler gibi düşünemiyoruz. Onlar, bir bütünün ayrılmaz<br />

parçalan gibidir. Bu konuyu çok iyi aydınlatması bakımından, S.K.<br />

Yetkin'in şu sözlerini buraya almayı gerekli buluyorum:<br />

"Bir insanın konuşma tarzından, ileri sürdüğü fikirlerden dış çevresini<br />

anlamak, kurmak mümkün olduğu gibi; içinde yaşadığı çevreden, odasından,<br />

odasının döşenişinden, eşyanın tertibinden de iç çevresini anlamak öylece mümkündür.<br />

İnsan, içinde yaşadığı çevre ile aydınlandığına, tamamlandığına göre,<br />

bir romanda bu çevrelerin yer almasından daha tabiî ve daha zarurî bir şey<br />

olamaz. Emile Zola'nm: "Artık zevk olsun diye, tasvir için tasvir etmiyoruz.<br />

İnsanın, içinde yaşadığı çevreden aynlamıyacağını, elbisesi, evi, şehri, vilâyeti<br />

ile tamamlandığını kabul ediyoruz" sözü de gerçeği belirtir. İnsanın içinde<br />

olup bitenleri, dışında olup bitenlere bağlamaktan, içle dış arasında bir sebepnetice<br />

münasebeti kurmaktan daha tabiî ne olabilir? Birçok büyük romanlarda<br />

sonu gelmez tasvirlerin sebebi işte budur 26 ". Bu sözler de, romanda tasvirin<br />

önem ve gerekliliğini yeteri kadar belirtiyor sanırım.<br />

Gerçekten, "Tiyatroda dekor ne ise romanda da dış çevre tasviri odur.<br />

Nasıl dekorsuz bir piyes tasavvur olunamazsa tasvirden soyunmuş bir roman<br />

da öylece tasavvur olunamaz 27 ".<br />

Yukardan beri önemini belirtmeğe çalıştığımız tasvir; romana, yere ve<br />

okuyucunun ruh haline göre bazen sıkıcı, bazen sürükleyici olur. Şüphesiz<br />

ki romanı, hem yazar, hem eserin kahramanları hem de okuyucu yönünden<br />

25 Seyit Kemal Karaalioğlu, Edebiyat Akımları, s. 65-66.<br />

26 S.K. Yetkin, Edebiyat Üzerine, s. 22-23.<br />

27 Aynı eser, s. 23.<br />

zy Aynı eser, s. »a ya.


146 CAHIT KAVCAR<br />

olmak üzere üç koldan ele almak ve değerlendirmek mümkündür. Fakat<br />

148 CAHIT KAVCAR<br />

kâinat içinde kendisini yapayalnız hisseden genç kız, etrafını gölgeleyen akasya<br />

ağaçlarının tazeliği, ötüşen kuşların ahenkli cıvdtıları ve renk renk çiçeklerin<br />

bayıltıcı kokuları içinde, bir peri kızının gizli yuvası denilebilecek<br />

bu kameriyede tek başına oturuyordu. Burası onun için, cihanın her türlü<br />

dağdağa ve elemlerinden uzak yegâne sığınaktı. O gün etraftan topladığı<br />

çiçeklerle, birkaç gün önce Celâl Beyin odasında gördüğü ve pek beğendiği<br />

bir tabloyu taklit ederek, başına çiçeklerden bir çelenk takmıştı...' 0 ".<br />

"Gerçek romanın belirtilerinden biri de, ruhta bıraktığı lezzetin kolay<br />

kolay silinmemesi, günlerce sürüp gitmesidir. İşimizle uğraşırken, günlük<br />

konuşmalarm içinde bunalırken hep onun lezzetini ruhumuzda duyar, hep<br />

onun dünyasını ve dünyanın sesini içimizde yaşarız" 31 . îşte bu romanda aynı<br />

duygular bizi sarıp kuşatıyor ve eserin, özellikle Dilber'in durumunun etkisinden<br />

kendi nizi bir türlü sıyıramıyoruz.<br />

Bir gün gene Celâl bir dilenci resmi yapmak ister. Dilber'e zorla yırtık<br />

pırtık bir dilenci entarisi giydirir, genç kızın resmini yapmaya başlar. Yazar<br />

bu iç sızlatıcı durumdaki Dilber'i, önce kendi ağzından, sonra da Celâl'in gözüyle<br />

şöyle tasvir ediyor:<br />

/<br />

"Dilber, fildi;inden yapılmış gibi lekesiz, kusursuz kollarını ve pembe<br />

göğsünü iyice örtmeyen o lime lime entarinin içinde, koyu siyak saçları omuzlarına,<br />

sırtına ve vücudunun diğer çıplak yerlerine dökülmüş, için için ağhyordu.<br />

— Ah! Bu göz yaşları... Kendisine modellik etmek zorunda kalan dilenci<br />

kıyafetinde bir genç kızın gözlerinden akan bu yaşlar, ressama fırçasından dökülen<br />

boyalar kadar başarı sağhyatilirdi... Kollar.. Tatlı bir ilkbahar sabahı sırça<br />

renkli gökyüzünün sihirli kapılarını açmağa hazırlanıyor gibi görünen nuranî<br />

kollar.. Aşağıya doğru hafifçe meyillenen yuvarlakça omuzlar... Sonra, üzerinden<br />

geçen yüzyılların bin bir belâsından kurtularak olanca parlaklığı ve canlıhğıyle<br />

seyredenleri halâ hayretler içinde bırakan eski Yunan heykellerinde<br />

bile az raslanır bu göğüs... Hayret! İnsanların ve bilhassa kız çocuklarının<br />

vücut ve yüzce en büyük değişme devri olan on beş ile 011 yedi yaş arasındaki<br />

iki yıllık rahat bir hayatın Dilber'i bu derece güzelleştireceğini genç adam nerden<br />

ve nasıl tahmin edebilirdi?...<br />

Celâl, şimdi fırçasını ve boyalarını bir yana bırakmış, oturduğu yerde<br />

dirseklerini dizlerine dayamış, parmaklarıyle saçlarını karıştırıyor, karşısında<br />

30 Sergüzeşt, s. 46-47.<br />

31 S.K. Yetkin, Edebiyat Üzerine, s. 50 vd.


ROMANDA TASVIRIN PSIKOLOJIK ROLÜ 149<br />

halâ sessiz sessiz ağlayan perişan kıyafetli genç kızın bu Tanrısal güzelliğini<br />

hayretler içinde seyrediyordu... Dakikalarca o durumda kaldı. Dilber halâ<br />

ağbyordu. Kendisini, servet ve ikbal sahiplerinin sonu gelmez kaprislerine<br />

böyle esir eden talihine ağbyordu... Ne kadar üzgün, ne kadar kırgm olduğunu<br />

gösteren baygın gözlerinden iplik iplik yaşlar dükülüyordu... Her genç kız gibi<br />

onun da sayılmak ve sevilmek en tabiî hakkı değil miydi? Halbuki o haklar<br />

şimdi ayaklar altında eziliyordu... Uçları aşağıya doğru hafifçe meyletmiş<br />

ince hassas dudakları titreye titreye ta içinden boşanıp gelen hıçkırıklarla<br />

ağlıyordu... Ne kucağında ağlıyacak bir anacığı, ne de kendisine kanat gerecek<br />

bir babası veya ağabeyisi vardı... Şu anda Tanrısından başka güvenecek<br />

hiç kimsesi yoktu... Şu birkaç yıllık esaret hayatı, bütün acıkb sahneleriyle,<br />

gözlerinin önünde yine canlanmıştı. Uğradığı şiddetli hakaretler.. Haksız yere<br />

yediği hesapsız dayaklar.. Kırılan küçücük ümitleri.. Masumane arzuları.. 32 ".<br />

Artık "bu eski Yunan kadın heykellerini andıran sevimli tablo" karşısında<br />

Celâl kendi benliği ile başbaşa kalır, duygularını şöyle bir yoklayınca, bu<br />

esir kızı sevdiğini, sevmekte olduğunu anlar. Şu parçada da, seven, hem de<br />

ilk defa seven bir genç adamın gözüyle çizilen Dilber tablosunu ve gene tasvirtahlil<br />

kompozisyonunu buluyoruz:<br />

"O güne kadar hiç bir kadın Celâl'i ciddî şekilde ilgilendirmemiş, yirmi<br />

üç senelik hayatına aşkın ve ıstırabın zerresi karışmamıştı. Şu anda karşısında,<br />

karanfil yaprakları kadar zarif, ince, hassas dudakları titriye titriye ağlayan<br />

genç kıza karşı kalbinde, mahiyetini henüz kendi de tayin edemediği bazı<br />

müphem hisler uyanmağa başlıyordu.. Dünya yüzünde eski Yunanlıların,<br />

her biri gerçekten ayrı bir sanat âbidesi olan kadın heykellerinden başka güzel<br />

tanımayan genç ressam galiba seviyordu... Teessürden buz kesilmiş elini,<br />

zihninde ilk ışınlarını yaymaya başlayan bu ilk aşkın hararetiyle ateşler içinde<br />

yanan alnına götürdü. Biraz düşündükten sonra:<br />

— Fakat bu oyuncak bana niçin bu kadar dokundu?... diye kendi kendine<br />

sordu. Kıza hiç bir şey söylemeden yukarı çıktı.<br />

O güne kadar hiç farkına varamadığı büyüleyici bir güzellik kalbini alt<br />

üst etmiş, ruhunda dinmez fırtınalar yaratmıştı. Bu ruhî sarsıntdar içinde bir<br />

iki gününü düşünmekle, birkaç gecesini de uykusuzlukla geçirdi. Bu müddet<br />

zarfında Dilber'e rastladıkça artık eskisi gibi şakalaşmıyor, hiç bir şey söylemiyor,<br />

yalnız gizlemeye çalıştığı âşıkane bakışlarını kızın üzerinden ayıramıyordu.<br />

Dilber artık oyuncak değildi... Kleopatra artık Jülyet olmuştu... 33 ".<br />

32 Sergüzeşt, s. 48 vd.<br />

33 Sergüzeşt, s. 49.


150<br />

Zehra<br />

CAHIT KAVCAR<br />

Zehra, Nabizade Nazım'ın yazdığı ve bizde ilk defa realist bir görüşle<br />

meydana getirilen en başarılı eserlerden biridir. Daha önce de bir ara değindiğimiz<br />

gibi bu romanda vaka, Boğaziçi'nin uzunca bir tasviri ile başlar 34 .<br />

Hareketli olan vaka, gereksiz tasvir ve tahlillerle kesilmez.<br />

Eserin en önde gelen iki kahramanı Zehra ile Suphi'dir. Şüphesiz ki tabiat<br />

ve güzel manzaralar insanın içini açar ve güzel şeyleri hatırlatıp düşündürür.<br />

Bu eserden aldığımız şu parçada, tabiat gözellikleri karşısında Suphi'nin<br />

durumunu ve bahçede gördüğü, ilk defa sevmeye başladığı Zehra'nm, onun<br />

gözüyle yapdan realist bir tasvirini buluyoruz:<br />

"Hava gayet açık, güneş batı ufkuna yaklaşmış ve ziyası ağaçlardan pek<br />

zahmetle geçebildiği için bahçe serin bir gölge içinde kalmıştı.<br />

Gözüne güzel bir yüz göründü; bu çehrenin ne olduğunu farketmeden<br />

başını çekti. Utangaçça yürümeğe başladı. Fakat şu ansızm görünüş, düşsel<br />

duygularını uyandırmış ve gözünün önüne Zehra'nın belirsiz yüzü gelmişti...<br />

Gene pencerenin yanına geldi.. Bahçede gördüğü vücut bir gül fidanının<br />

sararmış yapraklarını koparmakla meşgul bulunuyordu. Saçlarını özentisizce,<br />

darmadağınık bir tutam halinde toplamış, arkasına doğru atıvermiş.<br />

Kavuniçi renkli satenden bir hafif entari giymiş; entarinin kollan dirseklerini<br />

pek de aşmıyor, beyaz kolları meydanda, entarisinin göğüs düğmelerinden<br />

iki tanesi çözülmüş, içindeki gömleğin göğsü açılmış, beyaz göğsü görünmekte.<br />

Dar entari, göğsünü kaplamaktan âcizlik getirecek derecede 35 ".<br />

Bir gün Suphi, Zehra'nm babası Şevket'in, cebinden düşürdüğü bir<br />

mukavva parçasını görür. Şu parçada, seven bir gencin psikolojisinin, kısa bir<br />

tasvirle nasd verildiğini görüyoruz:<br />

"Suphi hemen bunu yerden kaldınp iade ederken üzerine göz gezdirince<br />

beti benzi soluverdi. Vücudunu bir titreme aldı. Bu mukavva parçası üzerinde,<br />

Zehra'ya benzer bir küçük kız resmi görmüştü 36 ".<br />

Aşağıda tasvirin, seven ve hep sevdiğini düşünen bir kimsenin tahlili<br />

için ne kadar gerekli ve yararh olduğu görülüyor: "Güneş batmış, odanın içi<br />

bir alacakaranlığa dalmıştı. (Suphi) kanapeye arka üstü serilmiş, gözlerini<br />

34 Nabizade Nazım, Zehra, <strong>Ankara</strong> 1960, s. 3-9.<br />

35 Nabizade Nazım, Zehra, <strong>Ankara</strong> 1960, s. 14-15.<br />

36 Zehra, s. 20.


ROMANDA TASVIRIN PSIKOLOJIK ROLÜ 151<br />

tavana dikmiş, karanlık içinde dalıp gitmişti. Elindeki kitap yere düştüğü<br />

halde haberdar olmamış idi 37 ".<br />

Kıskançlık, özellikle kadınlar olmak üzere bütün insanların temel psikolojik<br />

özelliklerinden biridir. Şu parçada, en belirgin özelliği kıskançlık olan ve<br />

sevdiği adamı bir başkasına kaptırmaktan aşırı bir şekilde korkan Zehra'nın<br />

bu ruh halini gösteren bir tasvir yer alıyor:<br />

"Hırçınlığı bir dereceye gelmişti ki tam hiddetle yerinden sıçrayıp karşısında<br />

duran hayalî rakibi elleriyle boğmağa davranmıştı. Bu hareket hislerini<br />

yerine getirince üzüntü içinde kanapenin üzerine düşüverdi. Kimbilir ne<br />

zamandan beri bir fırsat gözlemekte olan gözyaşları akmağa başladı. Epeyce<br />

bir müddet ağladı 38 ".<br />

Usta bir yazar, sık sık vakayı kesip de uzun ve ayrıntılı tasvirler yapmaz.<br />

İşte bu eserin yazarı da genellikle böyle. Tabiî güzelliklerini anlatmak için<br />

ciltlerce eser yazmak yetmiyecek olan İstanbul'un genel güzelliklerine iki cümle<br />

ile, o da yeni evli Zehra-Suphi çiftinin ruh halini, mutluluğunu anlatmak<br />

için değinir: "İstanbul hakikaten tabiî güzellikler panoramasıdır. Her köşesinde,<br />

her bucağında bir türlü letafet, bir türlü güzellik vardır. İşte bizim yeni<br />

gelin ve güvey nisan başından kasım ortalarına kadar yedi buçuk ay bu zevk<br />

ve şevk verici âlem içinde hakikaten gıpta edilecek ömür sürdüler 39 ".<br />

Bir gün Suphi, kıskanç karısı Zehra'dan ayrılıp Sırrıcemal adb bir kadınla<br />

metres hayatı yaşamaya başlar ve ayrı bir ev tutar. Bu evin en büyük odasının<br />

bir bölümü şöyle tasvir edilir ve tasvir içinde tasvir yapılması çok dikkati<br />

çeker:<br />

"..Pencereler cicim perdelerle örtülmüş, ortaya yüksek bir porselen soba<br />

kurulmuş, duvarlara kalın yaldız çerçeveli yağlı boya resimler asılmıştı.<br />

Bunlardan bir tanesi Kadri'nin bele kadar bir resmi idi ki, ressam Hakkı Beyin<br />

fırçasından çıkmıştı. Buruşuk ahnlı, uzunca ak sakallı, esmer renkli, mavi<br />

gözlü, zühâf biçiminde ufak vişne çürüğü fesli, temizce giyinmiş olan bu adamın<br />

yüzü, biraz ahmak simasını andırmaktaydı. Onun yanıbaşında ise neresi<br />

olduğu malûm olmayan bir kır resmi bulunmaktaydı... Onun alt tarafında<br />

fırtınaya tutulmuş bir tekne resmi konulmuştu. Dağlar gibi köpüklü dalgalar<br />

yelkenleri parçalamış, ipleri kopmuş... 40 ".<br />

37 Zehra, s. 24<br />

38 Zehra, s.27.<br />

39 Zehra, s.32.<br />

40 Zehra, s. 66-67.


152 CAHIT KAVCAR<br />

Suphi ile metres hayatı yaşatan Sırrıcemal de onu Zehra'dan kıskanmaktadır.<br />

Bir akşam, saatlerce Suphi'nin yoluna bakar, gözü dışarda hep bekler.<br />

Gittikçe de aklına kötü şeyler gelir, kıskançlık duyguları kabarır. Gerçekten<br />

bir psikolojik buhranı inceleyen romancmın gereksiz tasvirler yerine yer yer<br />

ve zaman zaman durarak kısaca, bazen tek bir kelime ile mobilyaya, eşyaya,<br />

odaya, duvara, pencereye., vb. ait bir noktayı belirtmesi, bir kişinin ruhî<br />

portresini aydınlatması bakımından son derece önemlidir. Aşağıdaki parçada<br />

tasvir-kıskançlık psikolojisi ilişkilerinin en mükemmel örneklerinden biri<br />

olan bir tasvir görüyoruz:<br />

"Bir türlü yerinde oturamıyor, odadan odaya geziyor, rast geldiği eşyayı<br />

karıştırıyor, dolapları açıp kapıyordu. Salondaki sobanın başına oturdu; eline<br />

maşayı alarak ateşi karıştırmaya başladı; fakat ne yaptığından haberi yoktu.<br />

Düşünmekte idi: Mutlaka Zehra Suphi'yi kandırmış, yanına çekmiştir., mel'un<br />

karı! Öfkeyle yerinden fırladı., elinden maşa düştü, ellerini sıkı sıkı yummuş,<br />

mevhum bir düşmana doğru hiddetle kaldırmıştı.. Tüyleri ürpermiş, gözleri<br />

dönmüş, rengi atmış, saçları dağılmış, âzâsı titremeye başlamıştı. Pencereyi<br />

açarak parlaklığa abandı, demiryoluna gözlerini dikti. Hava kararmış, istasyonun<br />

fenerleri, yolun işaretleri yanmıştı... Pencereden uzaklaştı. Fırtına<br />

resmi önünde dikildi durdu. Levhayı temaşaya koyuldu. Şu kuş gibi uçup<br />

giden yelken gemisi güya Zehra ile Suphi'yi alıp götürüyormuş da onu yakalıyacakmış<br />

gibi ellerini uzattı 41 ".<br />

Bir insan sıkıntı ve bunalım içinde bulunduğu zaman genellikle maziye<br />

döner, geçmişin tatlı ve çekici, iç açıcı anılarını düşünür, gene öyle olmayı,<br />

o andan yaşamayı ister. Buna genel deyimiyle geçmişin özlemi psikolojisi diyoruz.<br />

Nabizade Nazım, Suphi'nin içinden bir türlü söküp atamadığı sevgi halini,<br />

tabiat atmosferi içinde Zehra ile gezdiği yalı bahçesini, geçirdiği tatlı anları,<br />

yersiz ve uzun tasvirlere kaçmadan şöyle anlatır:<br />

"Hâlâ o kara saçlarına bürünüp de müsterihane uykuya daldığı zamanları<br />

hatırladıkça yüreği kabarmaktaydı. Hele bir gün hani Boğaziçi'nde yalmm<br />

bahçesinde sabahleyin erkenden kol kola gezinmekte idiler ya.. İşte o zaman<br />

gayet sık bir koru ajtına geldikleri zaman yorulmuşlar, kaba otlar üzerine<br />

şöylece oturuvermişlerdi.. Buradan deniz ta Beykoz'a kadar tabak gibi görünmekte<br />

idi.. İşte oracıkta birbirinin yanıbaşmda, hiç ağız açmıyarak yarım saat<br />

kadar dinlenmişlerdi. Şu sessizlik içinde kalplerinin hasbihalleri ne açık ve aydınlık<br />

olmuştu?.. 42 ".<br />

41 Zehra,s.69-70.<br />

42 Zehra,s.75.


ROMANDA TASVIRIN PSIKOLOJIK ROLÜ 153<br />

Ay ışığı ve tabiat güzellikleri karşısında Suphi'nin geçmişe dönüşü ve geçmiş<br />

özlemi ilerde daha da şiddetle görülür:<br />

"Sütlüce'ye doğru uzakta bir sandaldan bir hazin mandolin sesi gelmekte<br />

idi... Ay Yûşâ tepesinden beş on mızrak boyu yükselmiş, etrafma hafif beyaz<br />

bulut parçacıkları üşüşmüştü.. Hava hemen hissolunmayacak kadar hareketli,<br />

deniz de o nisbette dalgalıydı... Suphi elinde olmayarak Zehra'yı hatırlayıvermişti.<br />

Hatırasını yenileyen şey ihtimal şu mehtab âlemi olmuştu. Zehra<br />

ile... köyündeki yalı penceresinde otururken bunun gibi ve belki bundan neşeli,<br />

bundan kalabalık mehtapçıklar gözlerinin önünden akıp geçmişti. O zaman<br />

ile bu zaman arasında ne kadar büyük fark vardı?... 43 ".<br />

Bir gün Suphi, Zehra'nın düzeniyle Ürani adlı çok şuh bir Ermeni kızıyla<br />

karşılaşır. Yazar onun tasvirini, Suphi'nin gözüyle şöyle yapar: "Fakat Suphi<br />

gözlerini Ürani'den de bir türlü ayıramıyordu. Ne vücut, ne eller, ne endam, ne<br />

renk, ne gözler, ne saçlar, bilhassa ne şive., ne edâ 44 ".<br />

Bilindiği gibi romanlarda sosyal çevre tasvirleri de büyük bir yer tutar.<br />

Bu eserde, çevrenin sabah vakti sakinliği şöyle anlatılıyor: "Bu gece pek ziyade<br />

çiğ düşmüş, her taraf bembeyaz kesilmişti. Dükkânlar henüz açılmakta, halk<br />

mahmur geçip gitmekte, tramvaylar sessiz sedasız geçmekte idi 45 ".<br />

Üzüntü, maddî ve manevî sıkıntı içinde olan bir kimse, yalnızlık duyguları<br />

ile kıvranan bir kimse, artık bir noktada kendini güçsüz, âciz hisseder ve<br />

bazen ölümü, intihan düşünür. Bu durumu, edebiyatımızın en ünlü şairlerinden<br />

biri olan Ahmet Haşim'de de görürüz. Şeb-i Nisan şiirinde deniz, ay ışığı,<br />

yıldızlar ve gece ile muhteşem bir tablo çizen şair, bu güzellikler ve her<br />

şeyin ay ışığı etkisiyle çift görünmesi karşısmda yalnızlığını daha çok hisseder<br />

ve şiirin sonunda:<br />

"Durgun suya baktım ve dedim: Âh ölebilsem<br />

Mâdâm ki yok ağbyacak mevtime kimsem" der 46 . İşte bu romanda<br />

da maddî ve manevî sıkıntılar, yalnızlık ve psikolojik bunalımlar içinde kıvranan<br />

Suphi'de de aynı şeyi görüyoruz:<br />

"Deniz kenarına kadar geldi. Bir müddet orada duraklayarak denizdeki<br />

ahenge kulak verdi. Titrek sesli bir kemanın uzaktan uzağa sesi gelmekte,<br />

43 Zehra,s.l31.<br />

44 Zehra,s.89.<br />

45 Zehra,s.122.<br />

46 Ahmet Haşim, Göl Saatleri, İstanbul 1337, s. 51.


154<br />

CAHIT KAVCAR<br />

Davudi bir ses neşeli bir taksim etmekteydi. Ay hemen ta tepeye yaklaşmış,<br />

gökyüzündeki beyaz beyaz bulutçuklar hafif bir cıgara dumanı haline gelmişlerdi.<br />

Ayın denizdeki izi daha ziyade parlak, hava daha ziyade sakindi.<br />

Neş'eler kızışmıştı.<br />

Suphi bir esefli ve üzüntülü bir gülümsemeden sonra yürümeğe başladı.<br />

Sahil boyunca gitmekteydi. Haberi olmadan denize düşüverip gebermek arzu<br />

ediyordu... 47 ".<br />

Şüphesiz ki parasızhk ve maddî sıkıntı, insanları anormal şartlar altında<br />

yaşamaya zorlar. Bu eserde de esas karısı Zehra'dan ayrdan, metresi Sırrıcemal<br />

ölen, öteki metresi Ürani tarafından her türlü maddî varhk ve zenginliği altüst<br />

edilen Suphi, yersiz yurtsuz, meteliksiz kalmış, sonunda çok acıklı durumlara<br />

düşmüştür. Şu parçada tasvirin sosyal ve psikolojik durumla olan büyük<br />

ilgisi görülüyor.<br />

"Sirkeci'de bir otelde geceliği dört kuruşa olmak üzere bir yatak kiraladı.<br />

Bu otelin yanıbaşmdaki pis aşçı dükkânından da karın doyurmağa başladı.<br />

Daracık, hava almaz, güneş görmez, rutubetli, murdar, örümcekli, alçak tavanlı<br />

bir oda içinde pash, kırık bir demir karyola üzerinde katı bir ot minder ile<br />

incecik bir yün şiltenin kirli bir çarşafla örtülüp bir tane yün yastık ve bir<br />

pis yorganla örtülüp tamamlanmasından vücuda gelmiş yatağı içine girip de<br />

haliyle mazisini mukayeseye başladığı zaman Suphi'nin ağlayacağı gelmekteydi<br />

48 ".<br />

Kırık Hayatlar<br />

Servet-i Fünun devrinin en büyük yazarı, edebiyatımızın da en büyük<br />

roman ve hikâyecilerinden biri olan Halit Ziya'nın, sosyal çevreyi, gerçekleri<br />

çok büyük ölçüde yansıtan eserlerinden biri, Kırık Hayatlar romanıdır. Bu<br />

eserin başında bulunan "Bir Hikâyenin Hikâyesi" başhkh yazıdan, yazarın bir<br />

yenilik, önemli bir arayış içinde olduğunu anlıyoruz:<br />

"İstiyordum ki bu eserimde ona tekaddüm eden yazdarıma ait şiir vesaiti<br />

ve hülyadan başka bir usûl takip edeyim. Bunda sadece hayat olacaktı.<br />

Memleketin hakikî hayatından bir levha ki onda gözleri oyahyacak, hayali<br />

taltif edecek süslerden hiç bir iz bulunmasın. Balzac'ın, Stendhal'in, Bour-<br />

47 Zehra, s. 134-135. Burada ve devamında yazarın tam tarafsız kalamadığı, Suphi'ye karşı<br />

çok hissi davrandığı, devrin baskı, âdet, ahlâk ve geleneklerine çok bağlı olduğu anlaşılıyor.<br />

48 Zehra, s. 143.


ROMANDA TASVIRIN PSIKOLOJIK ROLÜ 155<br />

get'nin müracaat ettikleri usulde bir hikâye ki bu üstadların namlarını ihtar<br />

ederken onlara yetişmek küstahlığına çıkışmamakla beraber kendi halince,<br />

kendi kadrince o nev'in mütevazi bir nümunesi olsun 49 ".<br />

Kırık Hayatlar'm iki ana kahramanı olan Dr. Ömer Behiç ve karısı Yedide,<br />

öteden beri bir ev sahibi olmak özlem ve hayali ile yaşarlar. En sonunda,<br />

mobilya, hab ve kilim döşeyecek imkânları yoksa da Şişli'de bir ev sahibi<br />

olurlar artık.<br />

İşte kendi evlerinde geçirdikleri ilk günün sabahında, Ömer Behiç yeni<br />

evlerinin penceresinin önüne gelir, çevresini seyreder. Bu ara karısmı yanına<br />

çağırır ve dağların artık ufuklara karıştığını, güneşin burada başka türlü parladığını<br />

söyler. Çok mutludur artık.<br />

Güneşin orada başka türlü parlaması, kahramanın mutluluğu ve bir ev<br />

sahibi olma duygusunun verdiği iç rahatlığından dolayıdır. Sanki mutluluğuna<br />

tabiat da katılmaktadır. İşte buradaki tasvir , onun psikolojisini daha iyi<br />

belirtmek yönünden çok etkili, çok yararbdır:<br />

"Nihayet açdan pencereden elini uzattı:-Bak, görüyor musun? Ne manzara!<br />

İşte geniş sahralar, işte âfâka karışan dağlar... Ya güneş! İtiraf et ki<br />

güneş burada daha başka türlü parbyor. Bak bütün yaldızlanmış, sanki<br />

güneşten şeffaf bir gümüş şelâlesi akıyor; havalarda, sahralarda beyaz bir<br />

alev kaynıyor 50 ".<br />

Ömer Behiç, gene karısıyle pencereden İstanbul halkının Kâğıthane<br />

dönüşünü seyreder. Doktor bu insanlardan bazılarını tanır. Bunlardan ikisi,<br />

Veli Bey'in süslü kızlarıdır. Bütün bir serveti eğlence yerlerinde harcayıp<br />

çarçur eden kızlardır bunlar. Bir başkası, kocası tarafından terkedilen Şekure,<br />

diğeri kocasını aldatan Kamer'dir. Öbürleri, kocasmdan ayrılmak üzere<br />

olan Mürüvvet Hanım ve gelinini evden atan Talât'ın anasıdır.<br />

"Karı koca şehnişinde, pancurun arkasından baktdar. Etrafa sisler döken<br />

serin bir rüzgâr çıkmış idi. Dönüş henüz mukaddemesinde idi. Köprüyü geçecek<br />

olanlarla erken avdet etmek itiyadmda olanlar seri bir güzeran ile yekdiğerini<br />

kovalıyarak gidiyorlardı. Sonra caddenin ötesinde berisinde ikişer üçer arabadan<br />

müteşekkil nadir kümeler, bî-şüphe istical ettiklerine nedametle, kenara<br />

çekilmiş bekliyorlardı 51 ".<br />

49 Halit Zira Uşaklıgil, Kırık Hayatlar, İstanbul 1944, s. 7-8.<br />

50 Halit Ziza Uşaklıgil, Kırık Hayatlar, Istabul 1924, s. 19-20.<br />

51 Kırık Hayatlar, s. 73.


156<br />

CAHIT KAVCAR<br />

Dışarda çok at da vardır. Ama usta yazar, "Dışarda şöyle şöyle şu kadar<br />

at vardı vs." diye uzun, gereksiz tasvirlere dalmıyor. "Yedide birden, ta ciğergâhından<br />

gelen bir nida ile :-"Ah! Ne güzel atlar!, dedi. Onun en büyük hevesi<br />

bir çift hayvanla zarif bir arabada idi" der ve kahramanının ruh tahliline girişir.<br />

Burada da dış çevre ve tasvirin, iç dünya ile olan sıkı ilişkisini, tahlil için<br />

önemini ve ruhî durumun aydınlanmasındaki değerini çok iyi görüyoruz.<br />

Şüphesiz ki dışarda görülen manzalaraların hepsi insanı eğlendirmez.<br />

Bunlardan kişiyi üzen, karamsarbğa sevkeden de olur. Nitekim dışarda insanlar,<br />

özellikle kocası ve erkeği tarafından terkedilmiş kadınlar gördükçe Vedide<br />

de aynı duygular içinde kıvranır, bir tiksinti duyar:<br />

"Artık Vedide kalbinde bir hiss-i istikrah ile, daha ziyade görmek istemeyerek,<br />

pencereden biraz çekildi. Bu temaşadan, eğlenmekten ziyade tiksinmişti.<br />

Bütün bu az çok murdar, az çok acı, daha bilinmemiş, işitilmemiş, büyük<br />

şehrin kim bilir nasıl meçhul köşelerinde kaybolmuş şeylerin mevcudiyetini<br />

tahmin ettirerek onun nazarında hayat-ı aileyi hep hıyanetlerden mürekkep,<br />

elim esrar ile dolu, mülevves bir fecia hükmünde getiriyordu 52 ". Bu arada,<br />

"Ah şu erkekler" diye kocasına dert yanar. Kocası da, karısı, sevdiği tarafından<br />

yüz üstü bırakdan erkekleri gösterir ve kadın-erkek ayırımı yapmadan,<br />

gözetmeden, "suçu insanda aramak gerektiğini" söyler.<br />

Gerçekten bu değişik manzaralar karşısında Vedide daha çok üzülür.<br />

Çok sarsılır. "Acaba bu etrafımızı saran bataklık çevresi içinde bizim mutluluğumuz<br />

devam edecek mi?" diye düşünür, kuşku duyar, korkar. Acaba<br />

kocası onu hep sevecek miydi? Yoksa o da gördüğü kadınların durumuna mı<br />

düşecekti? Çünki sosyal mevki ve tahsil bakımından, kocasını kendinden çok<br />

üstün, çok yüksek buluyor ve onun, kendisini bir lütuf kabilinden sevdiğini<br />

sanıyordu:<br />

"Vedide arkasında düşünen kocasına bakmayarak, şimdi artık karanlıklaşan<br />

boş odaya bir göz gezdirdi. Kalbinde müphem bir sual vardı: Kendi<br />

evi, kendi yeni evleri ne olacaktı ? Etrafında sallanıp yıkdan evlerin arasında,<br />

beyaz cephesinde her gün taze bir lem'a-i saadet ve meserret parlayarak,<br />

daima neşve-i sıhhatle gülümseyerek devam edemiyecek miydi? 53 ".<br />

Ve biraz sonra Vedide dalar, uzaktan bir düşmanın, kendisine hasım bir<br />

kadının şöyle demekte olduğunu duyar gibi olur:<br />

52 Kırık Hayatlar, ist. 1924, s. 84.<br />

53 Kırık Hayatlar, s. 86.


ROMANDA TASVIRIN PSIKOLOJIK ROLÜ 157<br />

"Bahtiyar kadın, inanıyor musun ki bu böyle daima, daima devam etsin?<br />

Demek isteyen hain bir mâna ile bakardı. Bu hayalin takib-i bi-insafından hiç<br />

kurtulamadı 54 ".<br />

Yaban<br />

Türk edebiyatının en büyük romancdarından biri olan Yakup Kadri'nin<br />

yazdığı Yaban için roman tekniği yönünden çok şey söylenebilir ama bu eser,<br />

Türk Millî Kurtuluş Savaşı yıllarındaki bir Anadolu köyü ve köylüsünün<br />

romanıdır. Hem de çok aynntdı, çok yönlü bir roman.Bu yüzden, yani konunun<br />

da zorunlu bir gereği olarak bu romanda sık sık tasvirlerle karşdaşıyoruz. Şüphesiz<br />

bunda, yazarın bağb olduğu realist görüş ve anlayışın da rolü vardır.<br />

Bu eserdeki kısa ve keskin tasvirlerin oldukça gerekli ve çok yararb olduğunu,<br />

her birinin ayrı bir ruh halini, bir iç yapıyı ve bir dış tabloyu canlandırdığını<br />

rahatça söyleyebiliriz.<br />

Yazar, "Barbarların yaktığı köyler ahalisine" adb giriş bölümünde, değişik<br />

cins ve yaştaki Anadolu köylüsünün canb resimlerini şu birkaç cümle ile<br />

çiziverir:<br />

"Ey, yanmış tarlası üstünde beyaz sakalını yolan ihtiyar; ey, evlâdının<br />

mezar taşından başına yastık yapan ana; ey, geceleri köpeklerle beraber uluyan<br />

aç çocuk; ey, bekâreti iğrenç bir yara halinde kanayan genç kız, Allah<br />

cümlenizi bizim düştüğümüz dertten masun eylesin 55 ".<br />

Roman, bir paragraftık bir tasvirle başlar ama bu tasvir, eserin özü ile<br />

çok yakından ilgilidir. Yani İntibah vb. gibi romanlarda görülenler cinsinden<br />

değil bu. Emile Zola'nın deyimiyle "tasvir için yapılan tasvir"lerden değil.<br />

Yani roman ve romancıkğımızda büyük ilerleme ve gelişmeler olmuştur. Yazar<br />

burada, Sakarya Savaşı'nın ardından düşman ordularının bıraktığı yıkıntı<br />

dolu bölgeleri ve bu bölgelerin halkını, keskin çizgilerle anlatıyor:<br />

"Sakarya muharebesinden sonra düşman orduları Haymana, Mihaliççık<br />

ve Sivrihisar bölgelerini, bize, yer yer ateş yığınlariyle örtülü ıssız ve engin<br />

bir virane halinde bıraktı. O âfetlerden arta kalmış halkın bu taş yığınları<br />

arasında, ilk insanlardan farkı yoktu. Bunlar, yarı çıplak bir halde dolaşıyor;<br />

alevin kararttığı harman yerlerinde toprağa, çamura karışmış yanık buğday<br />

ve mısır tanelerini iki taş arasında ezerek öğütmeğe çahşıyor; adı bilinmez<br />

otlardan, ağaç köklerinden kendilerine bir nevi yiyecek çıkarıyor ve bir<br />

54 Kırık Hayatlar, s. 87.<br />

55 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yabaıı, İstanbul 1965, s. 12.


158<br />

CAHIT KAVCAR<br />

yabancının ayak sesini duyunca ber biri bir yana kaçıp bir kovuğa saklanıyordu<br />

56 ".<br />

Köylerimizde hastalık ve sakatlıkların çok olduğunu, bu yüzden böyle<br />

durumların gayet olağan karşılandığını gösteren bir parça:<br />

"Sağ kolumun yokluğu kimsenin takdirini celbetmek şöyle dursun,<br />

hattâ merhametini bile uyandırmadı 57 . Acaba niçin? Bunu sonradan anladım:<br />

Zira, burada, sakathk hemen herkese mahsus bir hal gibidir.<br />

Mehmet Ali'nin anası enikonu topallıyor. Salih Ağanın oğullarından biri<br />

kamburdur. Bekir çavuşun kızı Zehra âmâdır. Ben görmedim, fakat Mehmet<br />

Ali'nin rivayetine göre muhtarın karısını, adı bilinmeyen bir illet sekiz yıldanberi<br />

öyle bir evirip kıvırmış, o kadar karmakarışık bir hale sokmuş ki, bacaklarını<br />

kollarından, kollarını bacaklarından ayırmanın imkânı yokmuş. Bütün<br />

vücudunda canh yalnız bir yer kalmış. O da gözleri imiş... 58 ".<br />

Romanın esas konusu olan köyün, ana kahramanı Ahmet Celâl tarafından<br />

çizilen gerçekçi ve keskin bir tablosu:<br />

"Buraya, bir akşamüstü, alacakaranlıkta geldikti. Mehmet Ali arabanm<br />

içinden kolunu dışarıya uzatıp:<br />

— Aha bizim köy...<br />

diye bağırdığı vakit, bir müddet, boş yere etrafı araştırdım, hiçbir şey görmedimdi.<br />

Neden sonra, Mehmet Ali'nin işaret ettiği tarafta bir karaltı seçer<br />

gibi olmuştum. Tek bir ışık yoktu. Yalnız uzaktan uzağa köpekler havlıyordu.<br />

Bu sesler, ıssız Anadolu ovalarının ortasında, yegâne hayat alâmetidir. Biraz<br />

daha sonra saman ve tezek kokularını duyacaktım. İşte, duymağa başlamıştım<br />

59 ". Gene o köy ve yolları: "Eşyamın arkasından acayip bir sıkılganhkla yürüyorum.<br />

Ayaklarım kâh bir çukura giriyor, kâh bir taşa çarpıyor, kâh karpuz<br />

kavun kabuklarını andıran birtakım zıypak şeyler üzerinde kayıyor. Ve köy,<br />

batakhkta bir uyuz manda gibi kokuyor 60 ".<br />

Yakup Kadri , genellikle dıştan içe bir psikoloji yaratır. Bireyleri karakteristik<br />

yönünden yakalar, duygularına iner, sonra da onların kişisel fikirlerine<br />

56 Yaban, 9. 13.<br />

57 Eserin ana kahramanı olan Ahmet Celâl, kolunun birini savaşta kaybetmiştir ve bu yüz-<br />

den takdir göreceğini sanmaktadır.<br />

58 Yaban,s.15-16<br />

59 Yaban,s.18.<br />

60 Yaban,s.19.


ROMANDA TASVIRIN PSIKOLOJIK ROLÜ 159<br />

tutunarak sosyal alanlara çıkar. Onun eserlerinde çevre tasviri, sadece insanla<br />

ilişkisi oranında vardır. İşte aşağıda bunlardan bir tanesini, roman kahramanının<br />

psikolojisini çok iyi belirtmesi yönünden, yapılan kısa ve etkili bir tasviri<br />

görüyoruz:<br />

"Düşünmek; insanların, mağara devrindeki gibi henüz birtakım toprak<br />

ve taş kovukları içinde yaşadığı ve hayvanlarla haşır neşir olduğu bu yerde<br />

düşünmek, bana bir ayıp gibi geliyor 61 ".<br />

Sabah vakti, köyün ve köylünün manzarası şöyle veriliyor:<br />

"Emeti ninenin yetimi, davan önüne katmış her adımda, bir ihtiyar adam<br />

gibi öksüre öksüre karşı sırtlan tırmanıyordu. Kara mandalar, bir filden daha<br />

buruşuk, daha uyuz, iri, çapaklı gözlerini devirerek, etrafta yiyecek bir şey<br />

aramaktadır. Köyün mezbelesinde, köpek enikleriyle insan yavrulan birbirine<br />

kanşmış, oynaşıyorlar. Kâh küçük çocuklardan biri, süprüntülerin arasından<br />

kemirerek bir şey bulup çıkarır. Köpek, üzerine hücum eder. Kâh köpeğin<br />

ön ayaklan arasındaki bir lokmaya çocuk saldınr. Bazan da iki taraf arasmda<br />

paylaşdamıyan bir karpuz veya kavun kabuğunu, bir mandanın sömürdüğü<br />

görülür 62 ".<br />

Gene ana kahramanın gözüyle çizilen bir köy ve köylü tablosu: "Gerçekten,<br />

bir eski Hitit harabesine benzeyen bu köyde, insanların, toprak altından<br />

henüz çıkarılmış kırık dökük heykellerden farkı ne? 63 ".<br />

Köylü-aydın çatışmasını gösteren ilgi çekici bir parça:<br />

"Buraya geldiğimin, bilmem kaçmcı haftası idi. Mehmet Ali'ye sordum:<br />

—"Kadınlarınız niçin yalnız benden kaçıyorlar?"<br />

—"Yabansın da ondan, beyim."<br />

Bu "yaban" lâfı, beni, önce çok kızdırdı. Fakat, sonra anladım ki, Anadolulular,<br />

Anadolu köylüleri tıpkı kadim Yunaı lıların kene'ilerinden başkasına<br />

"barbar" lâkabını vermesi gibi her yabancıya yaban diyorlar 64 ".<br />

On dört yaşındaki bir köylü çocuğunun ilgi çekici aıılatdışı:<br />

"Bu mahlûk, çocukluk nedir bilmedi. Başka diyarlardaki çocukların<br />

gülüp oynamaktan başka bir şey yapmadıklan mutlu çağda, bu, yirmi yaşında<br />

61 Yaban, «.22.<br />

62 Yaban,s.26.<br />

63 Yaban,s.27.<br />

64 Yaban,s.31.


160 CAHIT KAVCAR<br />

bir delikanlının güç dayanacağı bütün ağır işleri görüyordu. Yük taşıyordu.<br />

Çapa çapabyordu. Öbür taraftan sıtma, küçük böğrünü zehirli tırnaklarıyle<br />

oynuyordu. Acaba, doğduğu gündenberi, bir defa olsun, hiç bir şeye güldü<br />

mü? 65 ".<br />

Dış çevre-ruh ilişkisi ve köylülerin psikolojisi şöyle belirtiliyor: "Hele,<br />

bu donmuş âlem içinde, sevinçli bir adam görmek kadar anormal bir şey olur<br />

mu? Bu toprak duvarlar, örüldükleri günden beri mutlaka hiçbir kahkahanın<br />

aksi ile çınlamamıştır 66 ".<br />

I<br />

Şeyh Yusuf'un tasviri ve dış görünüş-iç dünya ilişkisi:<br />

"Muhtarın evinde, Şeyh Yusuf'un oturduğu oda tıkabasa insanla dolu.<br />

O, köşede, bir hasır üstünde bağdaş kurmuş oturuyor. Sırtında eskiden yeşil<br />

olduğu sanılır bir cübbe var. Üstü başı, saçı sakak o kadar kirli ki, yanma<br />

yaklaşmağa hacet yok; kapıdan itibaren bir teke gibi kokuyor 67 ".<br />

Gene Şeyh'in çok kısa bir tablosu: "Benim için, bu bunak ve kurnaz Türk<br />

şeyhinin, İstanbul'daki İngiliz zabitinden farkı nedir? Her ikisinin ruhu ile<br />

benim ruhum arasındaki uçurum, aynı derecede derin ve karanlıktır 68 ".<br />

Ahlâksız bir kadın olan Cennet de şöyle anlatılıyor:<br />

"..Kulaklarında küpeleri vardır. Boynunda küçük Mahmudiye altınları<br />

dizi dizi parbyordur. Göğsünün birkaç düğmesini, mahsus, açık bırakmıştır.<br />

Ağzı, çeşme başmdaki kadınlara bir şeyler anlatırken, gözleri gelip geçen erkekleri<br />

süzmektedir.<br />

İncil'de bahsi geçen Samireli kadın, bundan başka bir şey mi idi? 69 ".<br />

İç Anadolu bozkırının kavurucu yaz sıcağının anlatıbşı:<br />

"Bazı günler, bu gezinti bir çöl yolculuğu kadar zahmetli oluyor. Toprak,<br />

ayaklarımın altında, bir volkanın indifaları gibi sert ve sıcak. Güneş denilen<br />

ağır ve büyük ateş küresini, omuzlarım üzerinde, tek başıma, ben taşıyormuşum<br />

gibi gökyüzünün bütün yaz ağırhğmı sırtıma abanmış hissediyorum 70 ".<br />

Bozkır tarlasının ekinleri:<br />

65 Yaban,s.33.<br />

66 Yaban,s.35.<br />

67 Yaban,s.42.<br />

68 Yaban,s.43.<br />

69 Yaban,s.47.<br />

70 Yaban,s.53.


ROMANDA TASVIRIN PSIKOLOJIK ROLÜ 161<br />

"Ekinler sararmağa başladı. Zavallı ekinler... En yükseği iki yaşında bir<br />

çocuk boyunu geçmiyor. Orta Anadolu'nun topraklarındaki ıstırap sanki<br />

bunlarda en beliğ ifadesini bulmuş gibidir. Akşam üstleri bütün başaklar<br />

yetim boyunlarını büküyorlar ve hazin köklerine bakıyorlar 71 ".<br />

Anadolu insanının cephelere cephane taşımasına ait bir tablo:<br />

"Geçen gün bir cephanenin cepheye nasıl taşındığını gördüm. Uzun bir<br />

kağnı kafilesi... Ah, ne hazindi, bu kağnı kafilesi... Gıcır, gıcır... ve sıska mandaların<br />

kalça kemikleri o kadar sivrilmişti ki, yer yer derilerini delmiştir. Bu<br />

deliklerin üstünde sineklerin yüzlercesi kalkıp yüzlercesi konmaktadır. Kafileyi<br />

sevkeden insanlar ise sineklerin azmanı gibidir. Ne şekilleri insan şekline,<br />

ne yürüyüşleri insan yürüyüşüne, ne sesleri insan sesine benzer. Bu iki direk,<br />

iki tekerlekten ibaret arabalar sanki onların uzuvlarına bitişiktir. Bunların<br />

içinde yatarlar. Döşekleri, yorganları, yiyecek ve içecekleri bunların içindedir.<br />

Kaplumbağanın kabuğu belki kaplumbağadan ayrılabilir. Fakat bu arabaları<br />

o adamlardan ayırmanın imkânı yoktur 72 ".<br />

Çoğu kez insan üzgünse, tabiat da onun üzüntü ve sıkıntdarına ortak<br />

oluyor gibi hisseder. Şu parçada, geceleyin Anadolu yaylası-roman kahramanı<br />

kompozisyonunu buluyoruz:<br />

"Geceler, ıssız, çıplak Anadolu yaylasını daha ziyade garipleştirir. Bu<br />

ıssız topraklar, gökyüzünün altın mozayikli, muhteşem kubbesi altında ezilir,<br />

erir, yok olur. O kadar yok olur ki, bunun içinde, siz, kendinizi, çoktan âdeme<br />

inmiş bir gölge farzedersiniz. Hayat denilen şey, gür, kalabalık, pırıl pırd<br />

yukarıdadır. Sanki, arzm üstündeki medenî şehirlerden biri tersine dönüp<br />

tepeden size bakıyor. Başım dönmese, sabaha kadar sırtüstü yatıp bu engin<br />

şehrayini seyredeceğim 73 ".<br />

Millî Mücadeleye katılan Anadolu köylüsünün çabası ile ilgili bir tablo:<br />

"Bu kirli, pırtıl yorgana sardı şey ne ? Bir top arabası... Tâ orada, o hendeğin<br />

içinde birikmiş insanlar ne yapıyorlar ? Bunlar, bir manda leşini yüzmekle<br />

meşguldür. Ne için? Derisinden askere, çarık olur 74 ".<br />

Yurdunu ve yurttaşlarını gerçekten seven aydm bir kimse, geri kalmış ve<br />

yoksul halk yığınlarını gördükçe içinde bir acı, elem ve kaygu hisseder. Bir<br />

71 Yaban,s.59.<br />

72 Yaban,s.69<br />

73 Yaban,s.78.<br />

74 Yaban,s.88.


162<br />

CAHIT KAVCAR<br />

noktada isyan duygulan kabarır. İşte aşağıdaki parçada, çizilen bir acıkh ve<br />

gerilik tablosu karşısında feveran eden Ahmet Celâl'i, onun duygu ve fikirlerini<br />

görüyoruz:<br />

"Bunun sebebi, Türk münevveri, gene sensin! Bu viran ülke ve bu yoksul<br />

insan kütlesi için ne yaptın? Yıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa<br />

halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek<br />

hakkını kendinde buluyorsun.<br />

Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı;<br />

aydınlatmadın. Bir vücüdu vardı; besliyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak<br />

vardı! İşletemedin. Onu, behimiyetin, cehaletin ve yoksulluğun ve kıtlığın<br />

elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabanî ot gibi bitti.<br />

Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin ? Bu<br />

ısırganları, bu kuru dikenleri mi ? Tabiî ayaklanna batacak. İşte, her yanın şerha<br />

şerha kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklannı<br />

sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi<br />

eserindir 75 ".<br />

Daha ilerde de, tasvir-psikoloji ilişkisini ve söyleve hareket noktası olan<br />

acıklı bir tabloyu görüyoruz:<br />

"...Bunların hiçbiri ne yaptığını bilmiyor.<br />

Eğer, biliniyorlarsa kabahat kimin? Kabahat, benimdir. Kabahat, ey<br />

bu satırları heyecanla okuyacak arkadaş; senindir. Sen ve ben onları, asırlardan<br />

beri bu yalçın tabiatm göbeğinde, herkesten, her şeyden ve her türlü<br />

yaşamak zevkinden mahrum bir avuç kazazede halinde bırakmışız. Açlık,<br />

hastabk ve kimsesizlik bunların etrafını çevirmiştir. Ve cehalet denilen zifirî<br />

karanbk içinde, ruhları, her yanından örülü bir zindanda gibi mahpus kalmıştır.<br />

Bu zavallı insanlardan, sevgi, şefkat ve insanlık namına, artık ne bekliyebiliriz<br />

? Bu iklimin çoraklığı, ruhlannı kurutmuştur 76 ".<br />

Savaş, gerçekten bir felâkettir. İnsanlar ölür, tutsak edilir, evinden barkından,<br />

çoluk çocuğundan olur. Şu küçük parçada, savaş yüzünden yerini<br />

yurdunu terkeden insanlar anlatıkyor:<br />

"Öyle gelişigüzel yürüyorlar. Kiminin omuzunda bir yatak, kiminin<br />

koltuğu altında bir çıkın, kiminin sırtında bir kundak çocuğu, kimi bir küçük<br />

75 Yaban,s.100-101.<br />

76 Yaban,s.165.


ROMANDA TASVIRIN PSIKOLOJIK ROLÜ 163<br />

kazanı başına bir miğfer gibi geçirmiş, yürüyorlar. Porsuk Çayının akışı gibi<br />

şuursuz, faydasız ve hazin bir gidiş... 77 ".<br />

Bu arada kurtuluş umuduyla evini ve yerini terkedip de yolda kalanlar<br />

da çok olur. Nitekim bu şekilde yolda yığılıp kalan yaşh bir kadını yazar<br />

şöyle anlatıyor:<br />

"Bir gün de, yolun kenarında, bir eski heybe gibi bırakılmış bir ihtiyar<br />

kadın buldum. Kupkuru, kapkara bir kocakarı... Üstü başı o kadar parça<br />

parça idi ki, ilk görüşte yere bir tarla korkuluğu yuvarlanmış sandım. Kadın<br />

kıvrılıp yatmıştı... 78 "<br />

Sevilen bir kimse, seveni tarafından şüphesiz ki çok şeylere benzetilir.<br />

Burada da Ahmet Celâl, büyük bir tutkuyla sevdiği Emine'yi Frigya heykeline<br />

benzetir:<br />

"Artık sahnenin bütün alâka veren kısmı benim için Emine'de toplandı.<br />

Ondan ötesini görmüyorum. Ve derin bir hayranlıkla, bu, henüz topraktan<br />

çıkardmışa benziyen Frigya heykelini seyrediyorum. Gözlerim, tepeden tırnağa<br />

kadar bütün vücudu yutmuş gibidir. Öyle ki, bir bakışta, hem yuvarlak<br />

omuzbaşlarını, hem elinin tatlı inhinasını, hem de belden aşağısını görebiliyorum<br />

79 ".<br />

Aşağıda, karısı Cennet tarafından terkedilen Anadolu insanı Süleyman'ın<br />

yürek burkucu, kısa ve keskin bir tablosu yer alıyor: "..karşıma, çoktanberi<br />

görmediğim Süleyman çıkageldi. Sanki, Anadolu köylüsünün, tasavvur<br />

ettiğim sefalette en tipik örneği imiş gibi önümde dikili durdu. Esvap diye<br />

taşıdğı paçavralar, vücudunu yarı yarıya örtebiliyordu. Kolları iki ince<br />

değnek ve bunların üstünde, göz oyuklarına kor sokulmuş bir iskelet kafası 80 "...<br />

"Kendi elimle baktığım Süleyman, artık öbür dünyaya mensup olanların<br />

heybetini taşıyor. Bu âlemin işlerine artık metelik vermiyor 81 "..<br />

İç Anadolu bozkır yaylasını da yazar şöyle tasvir ediyor:<br />

"Bir kayanın üstüne çöküyorum. Önümde ıssız yaylâ, sayısız ve hareketsiz<br />

toprak dalgalarıyle donmuş bir boz denizi andırıyor. Tâ ufuklara kadar<br />

uzanan geniş saha içinde ne tek ağaç, ne bir tutam ot, be bir su pırıltısı, ne bir<br />

hayvan, ne bir bina görünüyor.<br />

77 Yaban,s.l 16.<br />

78 Yaban,s.117.<br />

79 Yaban,s,126.vd.<br />

80 Yaban,s.129.<br />

81 Yaban,s.135.


164<br />

CAHIT KAVCAR<br />

Sanki bu yerlerden hayat ebediyen çekilmiş gibidir. Sanki sönmüş kürenin<br />

üstünde tek başıma kalmışım... 82 "<br />

Verimsiz bozkır topraklarının bir iki kelime ile anlatıkverişi: "Türk<br />

köylüsünün bir avuç davarına güçlükle yiyecek veren bu topraklarda istilâ<br />

orduları neyi arıyor? Ve ne bulabilir? 83 ".<br />

Yakup Kadri'de insansız tabiat yok gibidir. Gerçekten 0, daha önceden de<br />

kısaca değindiğimiz gibi hiçbir zaman, tasvir için tasvir yapmaz. Şüphesiz<br />

ki insan, sevdiği bir tablo ve manzara karşısında çok rahatlar. Hele bir de<br />

yanmda sevdiği kimse olur da onun sıcak varbğmı ciğerlerine çekerse durum<br />

daha da değişik olur. Aşağıdaki parçada böyle bir tablo ve bu tablonun Ahmet<br />

Celâl'de yarattığı ruh hali ile karşılaşıyoruz:<br />

"Emine bir hemşire şefkatiyle, karanbk içinden, ellerini bana doğru<br />

uzattı.<br />

Gerçi ne yapacağını bilmiyordu. Gerçi, bu eller, benim vücudum üstünde<br />

beyhude yere dolaşıyordu. Gerçi onlarda, ne bir İstanbul hanımının ellerindeki<br />

beyazbk ve yumuşaklık vardı, ne de bir zambak gibi güzel kokulu idiler. Fakat<br />

kana bulanmış toprak içinden bana doğru uzanan bu katı, sert derili, beceriksiz<br />

eller ölümle dirim arasında bulunduğumuz şu anda bana, bütün acımı<br />

unutturmuş, bedenimi kasıp kavurmakta olan hummaya bir uhrevî tat ververmişti.<br />

Gözlerimi kapayıp serin bir rüyaya daldım 84 ".<br />

S inekli Bakkal<br />

Halide Edib'in bu ünlü romanı, esere adını veren Sinekli Bakkal sokağının<br />

ve semtiain ayrıntıb, realistçe yapılmış bir tasviri ile başlar. Bu tasvir, tiyatro<br />

perdesinin açılması ile birlikte dikkatimizi çeken dekoru andırmaktadır.<br />

Ayrıca bir semt ve sokak esere adını verdiğine göre, bu semt ve sokağın roman<br />

kişileri ile, onların hayatı ile çok yakından ilgili bulunduğunu derhal anbyor,<br />

dikkatle okuyoruz. Sinekli Bakkal, tipik bir taşra semti durumundadır. Eserin<br />

başlangıcı ve gözümüzün önüne gerilen tablo şöyledir:<br />

"Bu dar sokak bulunduğu semtin admı almıştır:<br />

Sinekli Bakkal.<br />

Evler hep ahşap ve iki katb. Köhne çatdar, karşıdan karşıya birbirinin<br />

üstüne abanır gibi uzanmış eski zaman saçakları. Ortada baştan başa uzanan<br />

82 Yaban,s.131.<br />

83 Yaban,s. 156.<br />

84 Yaban,s.180.


ROMANDA TASVIRIN PSIKOLOJIK ROLÜ 165<br />

bir arabk kalmış olmasa, sokak üstü kemerli karanlık bir geçit olacak. Doğuda<br />

batıda, bu arabk, renkten renge giren bir ışık yolu olur. Fakat sokağm yanları<br />

her zaman serin ve loştur.<br />

Köşenin başında durup bakarsanız: her pencereden kırmızı toprak saksdar<br />

ve kararmış gaz sandıkları görürsünüz. Saksdarda al, beyaz, mor sardunya,<br />

küpe çiçeği, karanfil. Gaz sandıkları da öbek öbek yeşil fesleğen ile dolu. Tâ<br />

köşede bir mor salkım çardağı altında civarın en işlek çeşmesi vardır. Bütün<br />

bunlarm arkasında tiyatro dekorunu andıran beyaz, uzun, ince minare.<br />

Sürülü kafeslerin arkasında kocakarı başlan dizili. Arada dikişlerini<br />

bırakır, pencereden bağıra bağıra dedikodu yaparlar. Sokakta, ayağı takunyah,<br />

başı yazma örtülü, eli bakraçlı kadınlar çeşmeye gider gelirler. Saçları iki<br />

örgülü, kız çocukları kapı eşiklerinde sakız çiğner, çakşırı yırtık yalınayak,<br />

başı kabak oğlanlar kırık taşlar arasmdaki su birikintileri etrafında çömelmiş,<br />

kâğıttan gemi yüzdürürler.<br />

Burası dünyanın herhangi yerindeki bir fukara mahallesinden çok farkh<br />

değildir. Bir geçitten ziyade toplantı yeri: Mahalleli orada muhabbet eder,<br />

konuşur, kavga eder, eğlenir. Hayatın orada geçmiyecek bir safhası yok gibidir.<br />

İhtiyarlar, çeşme başmda doğruran kadın bile olduğunu gülerek rivayet<br />

ederler.<br />

Eğer bir yabancı durur, su dolduran kadınlarla ahbaplık ederse bir kınalı<br />

parmak ona mutlaka iki yer gösterir: Biri Mustâfendinin "İstanbul Bakkaliyesi",<br />

öteki, arka pencereleri çeşmenin üstüne açdan İmamın evi. Birincisi<br />

sokağın ortasındaki evlerden birinin altma kara bir kovuk gibi gömülen<br />

dükkân, öteki sokağın biricik üç katlı binası 85 "...<br />

Şüphe yok ki insanları psikolojik yönden en çok sarsan duyguların başında<br />

aynlık duygusu yer ahr. İnsana bazen, tabiat da bu ayrılık acısına katdıyor,<br />

ortak oluyor gibi gelir. Tabiatta bir durgunluk, donukluk, kasvet var gibi olur.<br />

İşte, içinde Sinekli Bakkal romanının ana kahramanlarından Tevfik'in de<br />

bulunduğu sürgünler grubunun İstanbul'dan vapurla ayrılmak üzere olduğu<br />

sabah vaktini ve rıhtım çevresini yazar şöyle tasvir ediyor:<br />

"Karanlık dağddı. Şehrin üstü inci beyazhğında bir dumana bürünmüş.<br />

Minareler, kuleler, uçlu uçsuz bütün şekiller rüyada görülen şeyler gibi uzak,<br />

silik... Suların kurşunî yüzü uykuda, İstanbul gümüş bir sabah rüyası görüyor.<br />

85 Halide Edip Adıvar, Sinekli Bakkal, İstanbul 1957, s.3.


İ66 CAHIT KAVCAR<br />

Galata rıhtımı... Üstünde siyah esvaplı adamlar, rıhtımın kenarında bir<br />

sürü sandal ve salapurya. Kürekçiler kürekleriyle oynuyor, sabırsızlanıyor,<br />

siyah esvaplı adamlar uzaktan gelen araba seslerini dinliyorlar.<br />

Birbiri ardınca bir sıra kapab araba geldi, durdu. Siyah esvaplı adamlar<br />

araba kapılarını açtdar, içlerinden kara çarşaflı, eli bohçalı, çocuklu çocuksuz<br />

kadınlar, birkaç ihtiyar erkek ve bir mevlevî dedesi çıkarddar. Arabalardan<br />

çıkanlar birbirlerine sokuldular, elleri dolu olanlar omuz omuza, boş olanlar<br />

el ele, birbirlerine yapışıp kuvvet almak isteyen, canlı bir ıstırap kümesi gibi<br />

sandallara, salapuryalara indiler.<br />

Rıhtımda ayak sesleri kesildi. Kayıklar kurşunî suların üstünde yayddı,<br />

açddı.. Selimiye önünde demirliyen "Şevketi Derya"ya doğru yol aldılar<br />

86 ".<br />

Yazar, korkunç yaz sıcaklarından bunalmakta olan Sinekli Bakkal semtini<br />

ve sıcağı da şu şekilde anlatıyor:<br />

"Haziran ayında şehrin üstünden büyük bir sıcak dalgası geçiyordu.<br />

Sokaklar hamam gibi. Rutubetli bir sıcak insanın kemiklerine nüfuz ediyor,<br />

parmaklarının ucuna kadar terletiyor. İnsan, hayvan, her canlı mahlûk nefes<br />

alabilmek için sığınacak gölge, serinlik arıyor. Köpekler saçakların altına<br />

serilmişler. Sergüzeşt arayan köpek yavruları gölgeden ayrılınca dilleri dışarıda,<br />

karınları körük gibi inip çıkıyor 87 ".<br />

K ı T m ı z ı ve Siyah<br />

Gerek Fransız edebiyatının gerekse dünya edebiyatının en ünlü romancdarından<br />

biri olan Stendhal'in Kırmızı ve Siyah adlı romanı, uzun ve çok<br />

ayrıntılı tasvirlerle yüklüdür. Eserin bence en büyük özelliklerinden biri,<br />

kişi yani karakter tasvir ve tahlilleriyle çevre tasvirleridir. Bu romanm ana<br />

kahramanlarından biri olan Bayan de Renal'in yazar tarafından yapdan<br />

tasviri şöyledir:<br />

"Uzun boylu, yapısı güzel, bu dağlarda söylendiğine bakılırsa memlekette<br />

en hoş saydan bir kadındı. Duruşunda belirgin bir duruluk, yürüyüşünde gençlik<br />

saçan bir hava vardı; bu duru, masumluk ve canhlık taşıyan güzellik,<br />

Paris'li bir adamın gözünde, tatlı şehvet düşüncelerine kapdmağa dek uzanabilirdi<br />

88 ".<br />

86 Aynı eser, s. 124.<br />

87 Aynı eser, s. 203.<br />

88 Stendhal, Kırmızı Ve Siyah, Çev. Vedat Gülşen Üretürk, İstanbul 1961, s. 20.


ROMANDA TASVIRIN PSIKOLOJIK ROLÜ 167<br />

Eserin en önde gelen kahramanı Julien Sorel'i ise ilkin şu şekilde tanıyoruz:<br />

"Yanakları al al olmuş ve gözleri yere eğilmişti. On sekiz on dokuz yaşlarında,<br />

görünüşte çelimsiz, ama güzel yüzü çizgili, gaga burunlu bir delikanlıcıktı.<br />

Durgun anlarda, düşünce ve ateş saçan, o iri kara gözler, şu an, en<br />

korkunç kin alevi ile parlıyordu. Çok alttan çıkmış, koyu kumral saçlar,<br />

alnını basıklaştırıyor, artık, kızgınlık anlarında bu saçlar ona, bir zalimlik<br />

duruşu veriyordu. İnsan yüzünün sayısız örnekleri arasında, böylesine göze<br />

batan bir özellikle ayrdmış olanı hiç görülmez belki de. Fidan gibi güzel bir<br />

duruşu ve pek uçuk benizli oluşu babasına onun yaşamıyacağı, ya da ailesine<br />

bir yük olarak ömür süreceği düşüncesini vermişti. Evdeki milletin hor gördüğü<br />

çocuk, kardeşlerinden ve babasından tiksinirdi; genel alanda, pazar günü<br />

oyunlarında, dayak yerdi boyuna.<br />

Güzel yüzü genç kızlar arasında birkaç dost kazanmağa başlayalı bir yd<br />

bile olmamıştı henüz. Zayıf bir insan olduğu için, milletçe hor görülen<br />

Julien... 8 "'.<br />

Çocuklarına mürebbi olarak gelen genç Julien'in, Belediye reisinin hanımı<br />

Bn.de Renal'in gözüyle çizilen portresi:<br />

"Bn.de Renal, erkeklerin bakışlarından uzak olduğu zamanki o içten<br />

gelme tezcanlılık ve incelikle salonun bahçeye açılan penceresinden daha henüz<br />

dışarı çıkmıştı ki, giriş kapısının yanıbaşında sanki çocuk denecek yaşta, iyice<br />

uçuk benizli ve yeni ağlamış bir genç köylünün yüzünü gördü. Sırtında kar<br />

gibi bir mintan vardı, menekşe renkli havlu kumaştan yapılma tertemiz<br />

hırkasını da koluna almıştı.<br />

•<br />

Bu küçük köylünün teni o kadar ak, gözleri o kadar tatlı idi ki Bn.de<br />

Renal'in azıcık hayalsever aklına ilkin bunun belediye başkanma bir dilekte<br />

bulunmağa gelen, kılık kıyafet değiştirmiş bir genç kız olabileceği düşüncesi<br />

geldi. Giriş kapısı önünde duran, gerçekten elini çıngırağa kadar uzatmağa bile<br />

cesaret edemeyen bu zavallı insana acıdı. Bn.de Renal mürebbinin gelmesinin<br />

kendisine verdiği acı kederi bir an unutarak, yaklaştı. Julien, kapıya doğru<br />

dönmüş, kadının geldiğini görüyordu. Kulağının tâ dibinden tatlı bir ses:<br />

"A yavrum, ne arıyorsunuz burada ?" deyince titredi 90 ".<br />

Genç mürebbi Julien'in gözüyle çizilen bir Bn.de Renal tablosu:<br />

89 Aym eser, s. 24.<br />

90 Kırmızı Ve Siyah, s. 31.


168<br />

CAHIT KAVCAR<br />

"Julien o saat döndü, sonra da, Bn.de Renal'in öylesine tatlı bakışlarıyla<br />

aklı başından giderek, çekingenliğini unuttu azıcık. Hemen, güzelliğine içi<br />

giderek, her şeyi, hattâ ne yapmağa geldiğini bile unutup gitti... Julien, bu<br />

denli güzel giyinmiş bir insanın bu kadar göz abcı tenli bir kadının kendisiyle<br />

tatk bir sesle konuştuğunu ömründe görmemişti 91 ".<br />

"Bu kadar güzel bir kadının bu kadar tatlı ve hemen hemen yalvarır<br />

duruşu Julien'e lâtince bilir ününe verdiği önemi birden unutturdu. Bn.de<br />

Renal'in yüzü onunkinin tâ yanında idi, bir kadının yaz giysilerinden taşan<br />

kokuyu, bir köylü parçasına pek şaşılacak gibi gelen kokuyu duydu. Julien<br />

pancar gibi kızardı... 92 ".<br />

Bu tasvirlerden, tuhaf bir yetişme tarzı olan ve hep kardeşlerinden dayak yiyen<br />

Julien'in çekingenliği, şimdiye kadar insanlarla, hele kadınlarla doğru dürüst<br />

konuşma ve ilişkide bulunmadığı anlaşıhyor. Ve bu tasvirler bize, ana kahraman<br />

Julien'in iç dünyası, psikolojik yapısı hakkmda da bilgiler veriyor. Ayrıca<br />

kahramanların gözü ile yapılan yukariki tasvirler, ilerde aralarmda büyük bir<br />

yaklaşma ve kaynaşma olacağı şeklinde ihtimaller doğuruyor. Görülüyor ki<br />

dışla iç arasında, tasvirle iç dünya arasında çok büyük bir ilişki vardır.<br />

Bir gün Julien, o akşam için Bn.de Renal'in elini tutmağa kesin olarak<br />

karar verir. Ama çok heyecanbdır ve akşam yaklaştıkça daha da artar heyecanı.<br />

Şu parça, Onun o anki ruh halinin tabiat ve gece ile olan ilişkisini belirtir:<br />

"Batan, kesin anı da yaklaştıran güneş, Julien'in yüreğini garip garip<br />

çarptırdı. Sular karardı. Göğsünde büyük bir ağırbğı yok eden bir sevinçle,<br />

gördü ki gece alabildiğine karanbk olacaktı. Pek sıcak yelin sürükleyip<br />

getirdiği, iri iri bulutlu gök, bir fırtınayı sanki bildiriyor gibi idi 93 ".<br />

Aşağıda çizilen tabloda, manevî alanda yükselme tutkusu içinde bulunan<br />

Julien'in, kayaların tepesinde olmaya ve atmacaların uçup yükselmelerine<br />

karşı duyduğu özlemi ve dış dünya-iç dünya kompozisyonunu görüyoruz:<br />

"Julien bu büyük kayaların gölgesinde bir an durup soluk abyor, derken<br />

başbyordu gene tırmanmağa. Yeni açılmış ve ancak keçi çobanlarının<br />

işine yarayan bir keçi yolundan ilerleye ilerleye, kendini koca bir kaya üzerinde<br />

buldu ve bütün insanlardan ayrı düşmüş olduğuna güven duydu. Bu vücut<br />

duruşu kendisini gülümsetti, manevî alanda erişmeğe can attığı durumu yaşa-<br />

91 Kırmızı Ve Siyah, s. 32.<br />

92 Kırmızı Ve Siyah, s. 33.<br />

93 Kırmızı Ve Siyah, s. 53.


ROMANDA TASVIRIN PSIKOLOJIK ROLÜ 169<br />

tıyordu ona. Bu başı dumanlı dağların duru havası içine sessizlik ve sevinç verdi<br />

hattâ. Verrieres belediye başkanı, onun gözlerinde, gene yeryüzünün bütün<br />

varlıklı kişilerinin ve bütün küstahlarının temsilcisi idi... 94 ".<br />

"Julien, koca kayanın üzerinde, dimdik durmuş, ağustos güneşi ile kavrulan,<br />

şu göğe bakıyordu. Kayanın alt başındaki tarlada ağustos böcekleri ötüyor,<br />

böcekler susunca da her şey sessizleşiyordu çevresinde. Ayaklarının altında<br />

yirmi fersah memleket toprağı görüyordu. Başının üstündeki yüksek kayalardan<br />

havalanmış bir atmaca, zaman zaman, sessizce sonsuz çemberlerini<br />

çiziyor görülmüş oldu delikanlı tarafından. Julien'in gözü yırtıcı kuşu sezmeden<br />

izliyordu. Duru ve güçlü davranışları onu hayran bırakıyor, bu güce imreniyor,<br />

bu yalnızlığa içi gidiyordu.<br />

Napoleon'un ahnyazısı böyle yazdmıştı, acep onunki de mi böyle olacaktı<br />

günün birinde? 9 "*.<br />

Bu tasvir ve dış dünya-iç dünya kompozisyonu, okuyucunun ilgisini daha<br />

çok çekiyor ve okuyucu, kaprisli, hırslı bir tip olduğunu anlamaya başladığı<br />

Julien'in geleceğini, ilerde neler yapabileceğini daha çok merak ediyor.<br />

Madame Bovary<br />

Fransız ve dünya edebiyatının en ünlü romancılarından biri olan Gustave<br />

Flaubert'in gene dünyanın en meşhur romanları araşma giren, An dr e Gide'e<br />

göre Fransız edebiyatının en başarılı on romanından biri olan 96 Madame Bovary<br />

adlı eseri de oldukça canlı, hareketli, ayrıntılı ve aydınlatıcı tasvirlerle doludur.<br />

Adının Charles Bovary olduğunu sonradan öğrendiğimiz, ilkin Yeni<br />

adıyla bir etüd odasında tanıdığımız ve romanın en önde gelen kahramanlarından<br />

biri olan kişiyi yazar bize şöyle tanıtıyor (Kahraman, hayatının okul<br />

devresinde ele alınır, okulda dershanede tanıtılır):<br />

"Yeni, köşede, kapının ardında kalmıştı, ancak görülebiliyordu, on beş<br />

yaşlarında bir köy çocuğuydu, boyu hepimizin boyundan uzundu. Alnındaki<br />

saçlar, bir köy ilâhicisinin saçları gibi dümdüz kesilmişti, akıllı uslu, pek sıkılgan<br />

bir hali vardı. Omuzlan geniş değildi ya dört etekli, kara düğmeli, yeşil çu-<br />

94 Kırmızı Ve Siyah, s. 61.<br />

95 Kırmızı Ve Siyah, s. 62.<br />

96 Bkz. Andr£ Gide, Seçme Yazılar, Çev. Suut Kemal Yetkin, istanbul 1966, s. 113 vd.<br />

Andr6 Gide orada, "Bundan sonra hiçbir açıklamada bulunmadan Madame Bovary'yi alıyo-<br />

rum" der ve bu eseri en başarıh 10 romanın içine katar.


170<br />

CAHIT KAVCAR<br />

hadan elbisesi koltuk altlarını gene de rahatsız ediyor olmabydı, işlemeli<br />

kol ağızlarının arasından, çıplak durmaya ahşmış, kırmızı bilekleri görünüyordu.<br />

Askıların pek fazla çektiği sarımsı bir pantolondan, mavi çorapk bacakları<br />

çıkıyordu. İyi boyanmamış, çivili, sağlam kunduralar giymişti.<br />

Derse kalkıp anlatmaya başladık. Vaiz dinler gibi dikkatle, can kulağıyle<br />

dinledi, dinlerken ayak ayak üstüne atmaya, sıraya dirseğini dayamaya<br />

bile cesaret edemiyordu... 97 ".<br />

Derhal anlaşddığı gibi bu tasvir bize, eser kahramanının sosyal ve psikolojik<br />

durumu hakkında aydınlatıcı bilgiler vermekte, onun yoksul bir çevreye,<br />

bir köye mensup olduğunu, çok ürkek ve çekingen bir mizaca sahip bulunduğunu<br />

öğretmektedir. Bu durum da tasvirin önemi, gerekliliği, okuyucu psikolojisi<br />

üzerinde yarattığı olumlu etki ve katkı konusunda bize yeterli bir<br />

bilgi veriyor.<br />

Aşağıdaki parçada, çok ders çabşmaktan sıkıkp bunalan Charles'm, pansiyon<br />

odası penceresinden çevreyi seyredişini, onun gözüyle çizilen bir tabiat<br />

ve çevre tablosunu, sıkıntıdan kurtulmak isteyen bir insanm tabiat özlemini<br />

buluyoruz:<br />

"Güzel yaz akşamları, ıbk sokakların boş olduğu, hizmetçi kızların kapı<br />

eşiklerinde top oynadığı saatte, penceresini açıp dirseklerini dayıyordu. Bu<br />

Rouen mahallesine küçük, iğrenç bir Venedik hali veren ırmak, aşağıda, alt<br />

yanında, köprüler, parmaklıklar arasından sarı, mor ya da mavi akıyordu.<br />

Kıyıya çömelmiş ırgatlar, suda kollarını yıkıyorlardı. Çatı katlarının üzerinden<br />

çıkan sırıklarda pamuk çileleri kuruyordu. Karşıda, çatdarın üzerinde, kırmızı<br />

bir güneş batıyor, büyük, duru bir gökyüzü uzanıyordu. Kimbilir ne kadar<br />

güzeldi oralar! Kayın ağaçlarının altı ne serindi! Kırların kendisine kadar<br />

gelemeyen güzel kokularını içine çekmek için burun deliklerini ayırıyordu.<br />

Zayıfladı, boyu uzadı, yüzünde hüzünlü bir anlam belirdi, bu anlam oldukça<br />

ilginç bir hale soktu onu 98 ".<br />

Büyük ve titiz yazar Flaubert, bazı romanlarda az da olsa görülen tahlil-tasvir<br />

kompozisyonunu sık sık uygular ve bunun bol, en kusursuz örneklerini<br />

verir. Aşağıda, Charles'ı tahlil ederken onun duyguları ve gözüyle, ayrılmayı<br />

düşündüğü, çirkince dul karısının çok canb, başardı bir tasvirini görüyoruz:<br />

97 Gustave Flaubert, Madame Bovary, Çev. Tahsin Yücel, İstanbul 1967 (Varlık Yayını),<br />

s. 3.<br />

98 Madame Bovary, s. 10-11.


ROMANDA TASVIRIN PSIKOLOJIK ROLÜ 171<br />

"...Hem sonra dul kadın zayıftı; uzun uzun dişleri vardı, her mevsimde<br />

ucu kürek kemiklerinin arasına inen, küçük, kara bir şal taşırdı; kuru bedeni<br />

çok kısa elbiseler içinde kınlanmış gibi sarılıydı, geniş ayakkabılarının boz<br />

çoraplar üzerinde birbirini kesen bağları, topukları görünürdü 99 ".<br />

Burada yapılan tasvir, ayrılma öncesi psikolojisini ne güzel veriyor değil<br />

mi?<br />

Şu parçada, Dr. Charles Bovary'nin muayene odasının çok canlı, ayrıntılı<br />

ve fazla uzun olmayan bir tasvirini buluyoruz:<br />

"Koridorun öbür yanındaki oda Charles'm muayene odasıydı, içinde bir<br />

masa, üç iskemle, bir koltuk vardı, aşağı yukarı altı ayak genişliğinde bir odaydı.<br />

Çam ağacından yapılmış bir kitaplığın alt katını, hemen hemen tek başlarına,<br />

Tıp Bilimleri Sözlüğü'nün cütleri süslüyordu, sayfaları kesilmemişti<br />

ama biribiri ardından gelen satışlarda kapakları pek yıpranmıştı. Muayene<br />

odasından hastaların öksürüşü, dertlerini anlatışları geldiği gibi, salça kokuları<br />

da muayene sırasında duvarlardan geçiyordu 100 ".<br />

Bir gün Emma ve kocası Charles, Restorasyon devrinde bakanlık da yapan<br />

bir markinin, Andervilles markisinin evine davet edilir. Orada ziyafet,<br />

daha başkaları, sosyete mensubu davetliler ve eğlence de vardır.<br />

Marki ve markizin yanında yemek odasma, kendisi için çok yeni ve bambaşka<br />

bir yere giren Emma sağa sola bakınır ve yazar bu arada, kahramanının<br />

gözüyle şu tasviri yapar:<br />

"Emma içeri girince sıcacık bir havayla çevrildiğini hissetti, çiçeklerin,<br />

iyi çamaşırların, etlerin, mantarların kokusunun karışımı olan bir sıcacık havayla.<br />

Kollu şamdanlardaki mumların alevleri gümüş çanlara doğru uzanıyordu;<br />

küçük küçük yüzeylere bölünmüş, donuk bir buğuyla kaplı kristaller, soluk<br />

ışık çizgileri yolluyorlardı birbirlerine; çiçek demetleri, masanın uzunluğunca<br />

bir çizgi halindeydi, geniş kenarlı tabaklarda, piskopos başkğı şekline sokulmuş<br />

peçeteler vardı, her peçetenin kıvrımı arasında da yumurta biçimi bir<br />

ufak ekmek duruyordu. İstakozların kırmızı ayaklan, tabakları aşıyordu;<br />

sepetlerde kocaman meyveleri yosunlar üzerine, üst üste dizmişlerdi; bıldırcınların<br />

tüyleri üzerindeydi, buğular çıkıyordu; ipek çorapb, kısa poturlu,<br />

ak kıravatlı, dantel göğüslüklü baş uşak yargıçlar gibi ciddiydi, kenarları<br />

tırtdh tabaklan davetlilerin omuzlan arasmdan geçiriyor, sizin için seçilen<br />

99 Madame Bovary, s. 20.<br />

100 Madame Bovary, s. 32.


172<br />

CAHIT KAVCAR<br />

parçayı kaşığıyla bir vuruşta hoplatıveriyordu. Bakır çubuklu, büyük porselen<br />

sobanın üzerinde, elbise kıvrımları çenesine kadar yükselen bir kadın heykeli<br />

kalabalık salona kımddamadan bakıyordu 101 ".<br />

Daha sonra Emma dans salonuna iner, oradaki kadmlara bakar:<br />

"Oturan kadınların sırasında, resimli yelpazeler sallanıyor, demetler<br />

yüzlerdeki gülüşü yarı yarıya saklıyor, ak eldivenleri tırnakların biçimini belli<br />

eden, bileğin etini sıkan, aralık ellerde, altın tapalı şişeler dönüyordu. Dantelâların<br />

süsleri, elmas broşlar, madalyonlu bilezikler, korsajlarda titreşiyor,<br />

göğüslerde ışıldıyor, çıplak kollar üzerinde hışırdıyorlardı. Alınların üzerine<br />

iyice yapışmış, enselerde bükülmüş saçların üzerinde, çelenk, salkım, ya da<br />

dallar halinde, sevda çiçekleri, yaseminler, nar çiçekleri, başaklar, peygamber<br />

çiçekleri vardı 102 ".<br />

Dans sırasında da Emma daha çok çevresi ile ilgilidir ve biraz da gıpta<br />

ile başkalarını seyreder:<br />

"Emma'nın üç adım ötesinde, mavi elbiseli bir kavalye, inci gerdanlıkk,<br />

solgun benizli bir kadınla, İtalya'dan konuşuyordu. Saint-Pierre'in sütunlarını,<br />

Trivoli'yi, Vezüv'ü, Castellamare'yi, Sassine'leri, Cenova'nın güllerini, a\<br />

ışığında Colisee'nin görünüşünü övüyordu. Emma bir kulağıyla da anlamadığı<br />

kelimelerle dolu bir konuşma dinliyordu 103 ".<br />

Bazı manzaralar, insanı içinde bulunduğu yer ve zamandan abp geçmişe<br />

veya başka âlemlere götürür. İşte aşağıdaki parçada, bunun en mükemmel<br />

örneklerinden birini buluyoruz:<br />

"Balonun havası ağırdı; lâmbalar donuklaşıyordu. Bilârdo salonuna<br />

doğru akıyorlardı. Bir uşak bir iskemlenin üzerine çıktı, iki cam kırdı. Cam<br />

parçalarmın gürültüsü üzerine, Mme Bovary başını çevirdi, bahçeden içeriye<br />

bakan parmaklıklara dayanmış köylü yüzleri gördü. O zaman Bertaux<br />

hâtıraları geldi akkna. Çiftliği, çamurlu su birikintisini, köylü ceketiyle elma<br />

ağaçlarının altında duran babasını yeniden gördü, kendisini de gördü, eskisi<br />

gibi, parmağıyla süt çanaklarının kaymağını abyordu. Ama şu dakikanm<br />

yabancı şimşekleri, o zamana kadar öylesine açık olan geçmiş hayatını siliyordu,<br />

nerdeyse o hayatı yaşadığından şüphe edecekti. Emma buradaydı;<br />

sonra balonun çevresinde, yalnız gölge vardı, geriye kalan her şeyin üzerine<br />

101 Madame Bovary, s. 49.<br />

102 Madame Bovary, s. 51.<br />

103 Madame Bovary, s. 52.


ROMANDA TASVIRIN PSIKOLOJIK ROLÜ 173<br />

yayılmıştı. Sol elinde tuttuğu kor kırmızısı bir deniz kabuğunun içinde mareskenli<br />

dondurma yiyordu o sırada, kaşığı dişlerinin arasında, gözlerini yarı yarıya<br />

yumuyordu 104 ".<br />

Şüphesiz ki bir insandan, bilmediği bir şeyi yapması istenirse ve o insan<br />

buna biraz da zorlanırsa ruhî bir daralma, rahatsızlık, huzursuzluk duyar.<br />

İşte vals bilmeyen Emma'nın biraz da zorla kalktığı dans sırasında gözleri<br />

döner, yazar da böylece dış tasvirle birlikte onun ruh halini verir:<br />

"Ağır ağır başladdar, sonra hızlanddar. Dönüyorlardı; her şey dönüyordu<br />

çevrelerinde, lâmbalar, mobilyalar, tavan kaplamaları, döşeme, bir mihver<br />

üzerinde kurs gibi dönüyordu 105 ".<br />

Hayalci olan ve evlilikten umduğu mutluluğu bir türlü bulamayan Emma<br />

hastalık nöbetleri geçirmeye başlar. Kocası onu, iyileşir umuduyla başka bir<br />

yere götürmeye karar verir. Yol hazırlığına koyulan Emma'ya, evliliğin en tatlı<br />

ve unutulmaz andan bile saçma gelir. Her şey batar, dokunur ona. Şu parçada,<br />

o sahnenin canlı bir tablo halinde anlatılışı yer ahyor:<br />

"Emma yolculuğa hazırlanıyor, bir çekmeceyi düzeltiyordu bir gün, parmaklarına<br />

bir şey battı. Evlilik demetinin teliydi bu. Portakal tomurcuklan<br />

tozdan sapsanydı, gümüş kenarlı, saten kurdelânın uçları tiftikleniyordu. Ateşe<br />

attı bunu. Kuru samanlardan daha çabuk tutuştu. Sonra küller üzerinde,<br />

yavaş yavaş eriyen bir çalıyı andırdı. Emma yanışını seyretti. Küçük, kâğıt<br />

yemişler patlıyordu, san tel bükülüyor, şerit eriyordu; kâğıttan çiçek yaprakları<br />

sertleşmişlerdi, kara kelebekler gibi sallandılar, ocakta havalanıverdiler<br />

en sonunda 106 ".<br />

Bovary'lerin hazırlığı, Yonville l'Abbaye adh kasabaya gitmek içindir.<br />

Yazar, bu kasabaya gidişi ve kasabayı çok uzun, çok ayrıntılı bir şekilde tasvir<br />

eder, anlatır. İşte aşağıdaki parçada, bu kasabaya gidiş hakkında yapdan çok<br />

renkli, canh ve çok ayrıntılı bir tabiat tasviri buluyoruz:<br />

"Boissiere'de büyük yoldan ayrılırsanız, Leux bayırının üzerine kadar<br />

düz olarak devam edersiniz, oradan vadi görünür. Ortasmdan geçen dere,<br />

görünüşü farklı iki ayrı bölge gibi yapar vadiyi: solda her şey ot, sağda her şey<br />

ekin halindedir. Çayır, bir basık tepeler kabartması altında uzanır, arkadan<br />

Bray toprağının otlaklarına bağlanır, doğu tarafında ova usul usul yükselerek,<br />

genişleyerek ilerler, sanşın buğday tarlaları göz alabildiğine parça parça yaydırlar.<br />

Otların kıyısından akan su, çayırların ve tekerlek izlerinin rengini<br />

104 Madame Bovary, s. 53.<br />

105 Madame Bovary, s. 54.<br />

106 Madame Bovary, s. 69.


174<br />

CAHIT KAVCAR<br />

ayırır, böylece kır, kadife yakası gümüş şeritle çevrili bir büyük, açılmış mantoya<br />

benzer.<br />

Ufkun sonuna vardınız mı, Saint-Jean bayırının yukarıdan aşağı, eşit<br />

olmayan, uzun, kırmızı serpintileriyle çizgi çizgi olmuş, dik yamaçları ile Argeuil<br />

ormanmın meşeleri vardır önünüzde; bu serpintiler yağmur izleridir, dağm<br />

boz rengi üzerinde, ince ağlar halinde beliren bu tuğla renkleri de çevrelerde<br />

akan birçok maden suyu kaynaklarından ileri gelir... 107 ".<br />

Yazar bu kasabayı her şeyiyle, bütün aynntdarıyla anlatır, uzun uzun<br />

tasvir eder. Bütün bunlar, hayalci ve hayatta aradığını bir türlü bulamayan<br />

Emma'nın nasd bir çevrede, hangi şartlar altında yaşayacağını göstermek,<br />

onun ölesiye yalnızlık ve bunabmlannı daha iyi açıklamak içindir.<br />

Kasabanın uzun ve çok aynntıb tasvirinin sonunu da yazar şöyle bağlıyor:<br />

"Bundan sonra, Yonville'de görülecek bir şey yoktur artık. Sokak (tek<br />

sokak) yolun dönemecinde duruverir, bir silâh atımı uzunluğu vardır, bir iki<br />

dükkânla çevrilidir. Sokağı sağda bırakıp da Saint-Jean yamacmm alt yanından<br />

giderseniz, çok geçmeden mezarbğa varırsınız 108 ".<br />

Bu tasvir parçası da, son derece hayalci ve romantik bir tip olan Emma'nın<br />

sosyal çevresini belirlemesi, psikolojisi ve ilerdeki davranışları hakkında<br />

esasb ip uçları vermesi bakımından çok ilgi çekicidir.<br />

Şimdiye kadar yaptığımız bütün açıklamalardan, verdiğimiz bilgilerden<br />

ve ele aldığımız örneklerden de açıkça anlaşdacağı gibi tasvir, romanın temel<br />

unsurlarından biridir. Tasvirsiz bir roman hiç düşünülemez. Yalnız dozunun<br />

iyi ayarlanması gerekir. Okuyucu romanın havasına, kahramanlann duygu,<br />

hayâl âlemlerine, kısacası iç dünyasına, tasvirler sayesinde daha iyi girer,<br />

tipleri daha iyi anlar, romana daha çok bağlanır, eserle iyice kaynaşır. Aynca<br />

tasvir yoluyla, okuyucu ve yazar arasmda da bir yakınlaşma, psikolojik bir<br />

bağlılık kurulur. Yazarın psikolojisi, sosyal çevresi, yaşadığı devirdeki türlü<br />

fikir ve sanat olaylan çok daha iyi anlaşıbr. Romanın havasına giren okuyucu,<br />

içinde bulunduğu türlü sıkıntı, üzüntü ve bunabmlardan sıynlarak, eserin<br />

kahramanı ile birlikte tasvir edilen yerlere, bambaşka dünyalara gider. Artık<br />

eserin içindedir o da. Yeri gelir üzülür, yeri gelir sevinir. Ama ne olursa olsun<br />

büyük bir rahatbk, psikolojik bir ferahlık, boşalma duyar ve gevşer. Kendinde<br />

bir arınma, başkalaşma olur ve yeni bir güç, canlıhk kazanır. Kısacası tasvir;<br />

yazar-eser-okuyucu üçgeninin temel bir öğesidir ve bu üçgenin köşelerini birbirine<br />

sıkıca bağlar, biribiri ile kaynaştınr.<br />

107 Madame Bovary, s. 70.<br />

108 Madame Bovary, s. 73.


TÜRK YAZI DÎLÎNDE DİL DEVRİMİNİN BAŞLANGI-<br />

CINDAN 1965 YILI SONUNA KADAR ÖZLEŞME<br />

ÜZERİNE SAYIMA DAYANAN BİR ARAŞTIRMA<br />

KÂMILE IMER<br />

Anadolu Türkçesinde özellikle Dil Devriminden bu yana görülen ve son<br />

yıllarda büsbütün genelleşen özleşme eğilimi ve bunun için harcanan çabalar<br />

herkesçe biliniyor.Genç yazarların yazdıkları ile, daha eskiye gitmesek bile,<br />

10-15 yd önce yazdanlar arasında dil bakımından büyük bir ayrım bulunduğu<br />

ortadadır. Biz çalışmalarımızda bu ayrımı, sözcük sayımı yoluyle ve matematik<br />

bir kesinlikle belirtmeye, Dil Devriminden bu yana meydana gelen değişikliği,<br />

söz hazinemiz üzerinde bir istatistik araştırması yaparak ortaya koymaya<br />

çalıştık.<br />

Çalışmamızın ilk bölümünde gazete dilini, ikinci bölümünde dergi dilini,<br />

üçüncü bölümünde de roman-hikâye dilini ele almış bulunuyoruz. Ancak<br />

gazete (haber) dili, hem konuşma hem de yazı diline yalan olduğu için, buna<br />

daha çok önem verilmiştir. Ayrıca, genel olarak gazete dilinin, özellikle haber<br />

dilinin özleştirme bakımından her hangi bir zorlamadan uzak olduğu, roman<br />

ve hikâye gibi bir yazarın dil konusundaki tutumunu yansıtmadığı da göz<br />

önünde tutulmuştur. İkinci bölümde birkaç dergi koleksiyonu incelenmiş,<br />

roman-hikâye diline ise pek az değinilmiştir.<br />

Konunun önemli olduğu açıktır. Ama şimdiye kadar Ömer Asım Aksoy'un<br />

birkaç çalışması dışmda, doğrudan doğruya bu konuya değinen hemen hiçbir<br />

çalışma yoktur. Biz de gücümüzün yettiğince bu konuda bazı sonuçlar elde<br />

etmeğe çalıştık.<br />

Türk yazı dilindeki yabancı sözcükler, çoğu dillerdekinden fazladır. Ayrıca,<br />

bizim dilimize birçok yabancı kurallar da girmiş, Türkçe bağımsızlığını<br />

yitirecek duruma düşmüştür. Ancak bu baskı yazı dilinde kalmış, halk diline<br />

büyük etki yapmamıştır. Bir yandan yazı dilindeki bu baskıyı kaldırmak,<br />

bir yandan da halk dilini işleyip kültür dili durumuna getirmek gibi bir ödevle<br />

karşı karşıya bulunuyoruz. Özleştirme, böyle bir gereksinmeden doğmuştur.<br />

Bu gereksinme yüzyıllardan beri duyulmuş, Türkçemiz bağımsızlığını kazanma<br />

yolunu tutmuş bulunmaktadır. Atatürk'ün konuyu ele alması ve Türk Dil


176<br />

KÂMILE IMER<br />

Kurumunu kurmasıyladır ki bu akım daha sistemli, daha programk bir biçim<br />

almış, daha hızlanmıştır. Yalnız burada dilin kendi kendini yenilemesini de<br />

unutmamak gerekir.<br />

Şimdi yabancı sözcüklerin ölçüsünü, dolayısiyle dilde gerçekten özleşmenin<br />

oluşup oluşmadığım rakamların ışığı altında inceleyeceğiz. Konuya<br />

geçmeden önce, taramalar yapılırken tuttuğumuz yolu açıklayakm:<br />

1. İki yüz sözcüklü metinler üzerinde çalışdmıştır.<br />

2. Sayım yapılacak metinler, makaleler rasgele seçilmiş, herhangi bir amaç<br />

güdülmemiştir.<br />

3. Yabancı sözcükler, Türk Dil Kurumunun çıkardığı Türkçe Sözlük'e<br />

göre saptanmıştır.<br />

4. Özel adlar, kısaltmalar (TPAO, TMGT gibi), saydar sayıma katılmamıştır.<br />

5. Sayım sırasında yabancı sözcüklerin bize geçtiği kaynak değil, asıl<br />

kaynağı işaret edilmiştir. Örnek: Felsefe: Ar.


TÜRK YAZı DILINDE DIL DEVRIMI 177<br />

şıklığı tabiî görmek gerekir. Bugün de bu alanda eski geleneği sürdürmek<br />

isteyenler var. Ama yeni kuşak durmadan ilerlemektedir.<br />

Gazete (haber) dilinden çıkardığımız sonuçlan, önce liste halinde vermeyi<br />

uygun görüyoruz:<br />

CUMHURİYET GAZETESİ<br />

Türkçe Arapça Farsça Başka yab.<br />

Yıllar<br />

Ar-T. Far-T.<br />

%<br />

o/<br />

0/<br />

/o dil. °/o Osm. %<br />

/o<br />

1930 36.6 53.6 2 4 4<br />

1931 39.3 47.6 2 4 7<br />

1932 40 46 4 5 5<br />

1933 40.6 46 1 5.6 5.3<br />

1934 37.6 49 2 3 8<br />

1935 63 22 3 8 4<br />

1936 45 42 3 6 5<br />

1937 42 46 3 4.3 4.7<br />

1938 38.6 49 1.7 6.6 4<br />

1939 45.6 37.8 5.3 4 7.3<br />

1940 37.3 53 2 - 7.3<br />

1941 45 43 3 3 6<br />

1942 45.6 42 1.3 5 6<br />

1943 53.3 38.3 2 2 4.6<br />

1944 48.6 38.3 2 5.6 5.3<br />

1945 55 32 3.3 4.6 5<br />

1946 54.5 29.5 1 12 3<br />

1947 53.5 31.5 3.5 6.5 5<br />

1948 52.3 33 1.3 10 3<br />

1949 50.8 31 0.8 10.3 7.3<br />

1950 59 26 4 4 6<br />

1951 56 35 3 2 4<br />

1952 51.8 36 3.2 6 4<br />

1953 53.3 27.3 2.3 10 3.8<br />

1954 54.8 33.8 1.8 5 5<br />

1955 49.3 39 1.3 4 6.3<br />

1956 52.8 34.3 1.8 9 2.3<br />

1957 44.5 43.5 1 6 5<br />

1958 53.5 33.5 0.5 8.5 4<br />

1959 51.8 34.8 3.3 6.3 4<br />

1960 57 27 2 10 4<br />

1961 53 34.8 0.8 4.3 7.3<br />

1962 60 25.8 3 9 4<br />

1963 66 21 2 7 4<br />

1964 60.8 27.3 - 7 4.8<br />

'1965 57 26.8 1 9 6.8


178<br />

KÂMILE IMER<br />

ULUS GAZETESİ<br />

Yıllar Türkçe Arapça Farsça Başka yab. Ar-T.Far-T.<br />

V<br />

/o /o % dil. % Osm. %<br />

1931 31 54.8 2 7 5.3<br />

1932 27.3 59.3 4.3 7 4.3<br />

1936 51 35 3.8 5 6<br />

1941 53 36.3 1.6 4.6 4.3<br />

1946 61 31.3 2 2 4<br />

1951 48.6 38.6 1.3 5.8 5.8<br />

1956 51.6 37.8 1 7.3 3.3<br />

1961 59.8 27 0.8 5.3 7.3<br />

1965 53.3 30.3 1 10.8 4<br />

AKŞAM GAZETESİ<br />

Yıllar<br />

1933<br />

Türkçe<br />


TÜRK YAZı DILINDE DIL DEVRIMI 179<br />

Şimdi gazete (haber) dilimizin 30-35 yddan beri geçirdiği değişiklikler<br />

üzerinde duralım: Bunu, daha orta bir yol tutan Cumhuriyet gazetesi dilinde<br />

açık açık görebiliyoruz. Örnek: 1930 ydında % 53 civarında olan Arapça<br />

sözcükler, 1931'de % 47'ye düşüyor. Oysa o zaman da Türk Dili Tetkik Cemiyeti<br />

henüz kurulmamıştı. Dil Devriminden sonra bunlar daha da azalıyor.<br />

1932'de Cumhuriyet gazetesinde % 40 Türkçe, % 46 Arapça, % 1 Farsça,<br />

% 5,6 Başka yabancı dillerden, % 5,3 Ar-T. Far-T. Osm. sözcük vardır.<br />

Atatürk'ün önderliği ile 1933'te başlayan yabancı sözcüklere karşılık bulma<br />

işi büyük bir hızla ilerlemiştir. Bu çaba da 1935 yılma kadar sürer (Levend,<br />

Agâh Sırrı, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, TDK yayını, <strong>Ankara</strong>,<br />

1960, s: 416, 426). Bundan sonra biraz yavaşlar. 111. Türk Dil Kurultayından<br />

sonra, Güneş-Dil Teorisinin çizdiği yolda dilin kaynağı ve Türk dilinin tarihten<br />

önceki durumu üzerinde çalışmalara devam edilmiş, yabancı sözcüklere Türkçe<br />

karşılık bulma işi durmuştu. 1936 yılında%45'e kadar çıkan Türkçe sözcüklerin<br />

oranı bundan sonra yine azalmıştır. 1941'den sonra oranlarda yine göze batan<br />

bir değişme oluyor. Türkçe sözcüklerin sayısı artmaya, Arapçalannki düşmeye<br />

başlıyor. 1941'deki Cumhuriyet gazetesinde bu açıkça görülüyor: % 45 Türkçe,<br />

% 43 Arapça,% 3 Farsça,% 3 Başka yabancı dillerden,% 6 Ar-T. Far-T. Osm.<br />

sözcük vardır. 1950 yılında da yabancı sözcükler oldukça azahyor: % 26<br />

Arapça, % 4 Farsça, % 4 Başka yabancı dillerden, % 6 Ar-T. Far-T. Osm.<br />

1950-1960 yılları arasında Dil Devriminde bir duraklama, hatta gerileme<br />

görülüyor. Bu devrede devrimin gelişen hızı, yaygınlığı kösteklenmek istenmiştir.<br />

İlkokul çocuklarına "Genel Kurmay Başkanhğı"nı öğretmek dururken<br />

"Erkânı Harbiyeyi Umumiye Riyaseti" dedirtilmiştir. "Sayıştay" yerini<br />

"Divanı Muhasebat" a, "Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı" da yerini "Sıhhat<br />

ve İçtimai Muavenet Vekâleti" ne bırakmıştır. Daha bunlara benzer nice<br />

adlar, sözcükler kovulmuş, yerlerine yetişen kuşakların öğrenme güçlüklerine<br />

bakılmaksızın Osmanlıcaları konulmuştur. Böylelikle yabancı sözcüklerin<br />

sayısı artmıştır (Dil Devriminin 30 Ydı, TDK Tanıtma Yayınları, Dil Konuları<br />

Dizisi: 2, <strong>Ankara</strong>, 1962, s: 64). 1951 ydında Cumhuriyet gazetesi haber<br />

dilinde % 56 Türkçe, % 35 Arapça, % 3 Farsça, % 2 Başka yabancı dillerden,<br />

% 6 Ar-T. Far-T. Osm. sözcük vardır. 1960 yılına kadar Arapça sözcüklerin<br />

sayısı artmış, eksilmemiştir. Ölmüş olanlar da diriltilmeye çalışılmıştır.<br />

1960'tan sonra Türkçe yeniden devlet desteğine kavuşmuştur. 24.XI.1960<br />

günü Türk Dil Kurumu, Başbakanlığa başvurarak, dilimizi her gün biraz daha<br />

baskı altına almakta olan yabancı sözcüklerin salgınından kurtarmak için hükümetçe<br />

gerekli tedbirin alınması, dilimize sokulmak istenen yabancı sözcükle-


180<br />

KÂMILE IMER<br />

:rin Türkçe karşıbklarının kullanılmasını istemiştir. Türk Dil Kurumunun bu<br />

dileği uygun bulunmuş, bir genelge ile bütün bakanhklara Türkçeye özen<br />

göstermeleri, Türkçe karşılıkları bulunan yabancı sözcüklerin kullandmaması<br />

bildirilmiştir. Yazı dilimizde bundan sonra sezilir bir arılaşma olur. 1960 yıbnda,<br />

devrimden hemen sonraki aylarda Cumhuriyet gazetesinde yaptığımız<br />

sayımda % 57 Türkçe, % 27 Arapça, % 2 Farsça, % 10 Başka yabancı dillerden,<br />

% 4 Ar-T. Far-T. Osm. sözcük kullandmıştır. 1957'de % 43,5'e yükselmiş<br />

olan Arapça sözcükler, üç yıl sonra, 1960'ta % 27'ye düşüyor. Bu,<br />

dilimiz için bir zaferdir.<br />

Yalnız 1965 yıbna ait Ulus ve Cumhuriyet gazetelerinde yabancı sözcüklerin<br />

biraz arttığı görülmektedir. Bunun nedenini açıklayamıyoruz.<br />

Şurası gerçektir ki, haber dilimizde Dil Devriminden bu yana büyük bir<br />

özleşme vardır. Bunu istatistiklerle de göstermeye çalıştık. 1930-31 yıllarında<br />

Türkçe sözcükler % 35-40 iken, 1959-60 yıllarında % 50-57'ye yükselmiştir.<br />

Vereceğimiz örneklerde de bu açıkça görülüyor.<br />

5.10.1930 tarihli ve 2304 sayık Cumhuriyet gazetesinden örnek verelim:<br />

"Nihayet uzun hazırbklardan sonra şehrimizde de intihap günü hulûl<br />

etti. Bugün sabahtan itibaren, ilân edilecek yerlerdeki sandıkların başlarına<br />

gidecek müntehipler, reylerini istimale başhyacaklardır. Dört sene müddetle<br />

intihap edilecek belediye azası için kanunda muayyen şeraiti haiz olanlar rey<br />

hakkına maliktirler. 18 yaşına gelmeyenler Hukuku Medeniyeden sakıt olanlar,<br />

asker, jandarma, polis, zabit, ve askerî memurlar intihabata iştirak edemiyeceklerdir..."<br />

Bugün bunlardan intihap, müntehip, hulûl, rey, istimal, aza, şerait, sakıt<br />

gibi sözcükler ve Hukuku Medeniye gibi tamlamalar yerlerini yeni ve Türkçe<br />

olanlara bırakmışlardır.<br />

21.5.1961 (No: 13550) tarihli Ulus gazetesinden örnek:<br />

"Temsilciler Meclisi Anayasa'da bazı değişiklikler kabul etti. Temsilciler<br />

Meclisi, dünkü oturumlarında Millî Birlik Komitesinde bazı değişikliklere<br />

uğrayan Anayasa'nın 45. maddesini görüşmeye başladı. Saat 19.30 a kadar<br />

yaptığı üç oturumda 25 maddeyi sonuçlandırarak 17 sini kabul, 8 ini red<br />

etti. Değişik şekilleri ile ve komisyon raporuna uyularak benimsenmeyen<br />

maddeler arasında Cumhuriyetin niteliklerinin arasına millî yerine "milliyetçi"<br />

teriminin eklenmesi, millet vekili seçilmeye engel sebepler içindeki 5<br />

yıldan fazla hapis cezasının 3 yda indirilmesi..."


TÜRK YAZı DILINDE DIL DEVRIMI 181<br />

Bunlar da 1930 yıllarında yazdmış olsaydı, ne Anayasa, oturum, deği-<br />

şiklik, nitelik, ne de sonuçlandırmak, benimsemek, eklemek sözcüklerini göre-<br />

bilirdik.<br />

Öteki gazetelerden elde ettiğimiz sonuçlar Cumhuriyet ve Ulus gazete-<br />

lerinden farklı. Söz gelimi Akşam gazetesinin 1956 ile 1960 yıllarındaki istatis-<br />

tiklerinde hemen hiç bir değişiklik yok. Yine ayni gazetede 1951'de % 34 olan<br />

Arapça sözcükler, Dil Devriminin ilk anlarındaki gibi azalmış, 1956'da %<br />

31,6'ya düşmüştür. Bu, 1961 ydmda % 31 olarak sürmüş, 1965'te % 23,6<br />

ya düşmüştür. Bu da Dil Devriminden sonra doğal bir gelişim saydabilir.<br />

Milliyet gazetesinden de değişik sonuçlar elde ettik. Bu da Akşam gaze-<br />

tesinde olduğu gibi özleşmiştir. Türkçe sözcükler 1951'de %48,6 iken, 1956'da<br />

% 53,3, 1961'de % 59,6 ve 1965'te % 65,6'ya yükselmiştir. Arapça sözcükler<br />

de o oranda azalmıştır. 1951'de % 37, 1956'da % 30, 1961'de % 28,6 ve 1965'te<br />

% 20,6'dır. Öteki yabancı dillerden abnan sözcüklerin oranında da az çok de-<br />

ğişiklikler olmaktadır. Bunlar önceden gösterilmiştir.<br />

Hürriyet gazetesine gelince; bu da Cumhuriyet ve Ulus'un yolundadır.<br />

1948-1949 yıllarında Türkçe sözcükler % 53-56 iken, 1955-1956 yıllarında<br />

% 43-48'e düşmüş, 1960'tan sonra birdenbire artmıştır.<br />

Bu beş gazeteden elde ettiğimiz sonuçları da karşdaştırırsak, son 30-35<br />

yddaki gazete (haber) dilimizdeki yabancı sözcüklerin azalmasını gösterebi-<br />

liriz:<br />

Yıllar Türkçe<br />

0/<br />

/o<br />

Arapça<br />

V /o<br />

Farsça<br />

%<br />

Başka yab.<br />

dil. %<br />

Ar-T.Far-T.<br />

Osm. %<br />

1931 35 51 2 6 6<br />

1933 44 45 2 4 5<br />

1936 48 39 3 5 5<br />

1941 48 40 3 4 5<br />

1946 57 28 3 7 5<br />

1951 51 35 3 6 5<br />

1956 51 35.5 2 7.5 4<br />

1961 56 30.5 3 6 4.5<br />

1965 60.5 26 1 8.5 4


182 KÂMILE IMER<br />

DERGİ DİLİ<br />

VARLIK DERGİSİ<br />

Yıllar Türkçe Arapça Farsça Başka yab. Ar-T.Far-T.<br />

/o<br />

0/<br />

/o /o dil. % Osm. %<br />

1933 57.3 31.6 3.6 3.6 3.6<br />

1934 52.3 33.6 5.3 3 3.6<br />

1935 57.6 27.6 3 4.6 7<br />

1936 54.6 35 3.3 1 6<br />

1939 50.3 35.6 3 5 6.3<br />

1940 53.3 35 1 2.6 8<br />

1941 52.3 35.3 3.3 4.3 4.6<br />

1942 54 32.3 5.3 1.6 4.6<br />

1943 65 22.6 3.3 2.3 6.6<br />

1946 55 33 1.3 3 7.6<br />

1951 62.6 26 3.3 2.3 5.3<br />

1955 74 14.6 3.6 3.3 4.3<br />

1957 68 20 4.3 3.3 4.3<br />

1960 76 16 1 3.6 4<br />

1961 76.6 15.3 1.6 3.3 3<br />

1962 81.6 11.3 2 2 3<br />

1963 80.6 11.6 I 3.6 3<br />

1965 82.3 11.6 1.6 1 3.6<br />

RESİMLİ UYANIŞ (SERVETİFÜNUN) DERGİSİ<br />

Yıllar Türkçe<br />

0/<br />

/o<br />

Arapça<br />

0/<br />

/o<br />

Farsça<br />

%<br />

Başka yab.<br />

dil. %<br />

Ar-T.Far-T.<br />

Osm. %<br />

1929 51.6 36 6 1.3 5<br />

1930 53 33 3 4 7<br />

1932 57.6 27.3 3 4 8<br />

1934 54 34 3 4 5<br />

1936 48.6 37.6 2.3 5.6 • 6<br />

1938 59 27 3 4 7<br />

1940 54 32 4 5 5<br />

1941 63 23 5.3 4 3.6<br />

1942 61.7 24.3 4 4.3 5.7<br />

1943 59.6 24.3 4 5 7<br />

1944 51 36.6 2.3 4 6<br />

YEDlGÜN DERGİSİ<br />

Yıllar Türkçe<br />

0/<br />

/o<br />

Arapça<br />

0/<br />

/o<br />

Farsça<br />

%<br />

Başka yab.<br />

dil. %<br />

Ar-T.Far-T.<br />

Osm. %<br />

1936 58 30 2.8 2.3 7<br />

1938 49.3 37.8 3.8 4 5.3<br />

1940 58 27 3.8 6.8 5.8<br />

1941 54.8 31.8 2.3 3 8.3<br />

1942 64.3 26.3 3.8 2.3 3.3<br />

1944 55 32 4.8 1 7.3


TÜRK YAZı DILINDE DIL DEVRIMI 183<br />

YÜCEL DERGİSİ<br />

Yıllar Türkçe<br />

0/ /o<br />

Arapça<br />

0/<br />

/o<br />

Farsça<br />

%<br />

Başka yab.<br />

dil. %<br />

Ar-T.Far-T.<br />

Osm. %<br />

1935 67 21.6 3.8 1.3 6.8<br />

1937 52.6 37.3 0.6 2 7<br />

1939 55 33 5 1.3 5.6<br />

1941 59 27.6 4.3 3.3 5.6<br />

1943 59 29.6 3.3 4.3 3.6<br />

1945 66.6 25 1 2.6 4.6<br />

1947 56.6 31.6 5.3 1.3 5<br />

1950 59.3 30 3.6 1.6 5.3<br />

1956 70.3 16.6 1.6 5 6.6<br />

TÜRK DÜŞÜNCESİ DERGİSİ<br />

Yıllar Türkçe<br />

/o<br />

Arapça<br />

o/<br />

/o<br />

Farsça<br />

o/<br />

Başka yab.<br />

dil- %<br />

Ar-T.Far-T.<br />

Osm. %<br />

1954 70 20.3 2 /o<br />

2 5.6<br />

1956 56.3 29.3 2.6 5 6.6<br />

1958 50.6 41 0.3 2.6 5.3<br />

1960 60 29 3.6 3.3 4<br />

Dergi dilindeki yabancı sözcüklerin sayımında gazete dilindeki gibi kesin<br />

sonuçlar elde edemediğimiz gibi, çekinmeden söz de söyleyemiyoruz. Ayni<br />

yıhn bir yazısında % 55 Türkçe sözcük kullanılırken, başka bir yazısında % 88<br />

Türkçe sözcük kullandabiliyor. Bu konuda belirli sonuçlar elde edemememiz<br />

nedenlerinin en önemlisi, kişisel deyiş sorunudur. Kişi var, özleşmeyi benimsemiştir,<br />

Türkçe sözcükler kullanır, kişi var, dımb bir yol tutar, kişi var, yabancı<br />

sözcüklerden bir türlü ayrdamaz. Bu sonuncular Ord. Prof. Kessler'in dediği<br />

gibi yabancı dillerden ne kadar fazla sözcük sokuştururlarsa, kendilerini o<br />

kadar kibar, aydın sayarlar (Kessler, G., Almanyada Dil Tasfiyesi, Türk<br />

Dili Belleten, seri: 111/12-13, 1948, s: 67).<br />

Biraz dikkatle incelenirse dergi dili için de bazı sonuçlar çıkarabiliyoruz:<br />

1935 yık koleksiyonlarında yabancı sözcüklerin - özellikle Arapça olanlarıngazete<br />

dilinde olduğu gibi çok azaldığı görülüyor. 1936'dan sonra birdenbire<br />

artıyor. Örneğin: Varlık dergisinde 1935'te % 27,6 oranında olan Arapça sözcükler,<br />

bundan hemen sonraki ydlarda % 35'e yükseliyor. Yine Yücel dergisinde<br />

1935'te % 67 oranında olan Türkçe sözcükler, 1937'de % 52,6'ya düşüyor.<br />

Öteki dergilerde de aşağı yukarı böyledir. Bu durum 1941'e kadar sürüyor.<br />

Bu da yine önceden belirttiğimiz gibi 1935 yılı sonunda yabancı sözcüklere<br />

karşılık bulma işinin yavaşlamasından ileri gelmiş olmahdır.<br />

Dergi dilinde, gazete dilinde olduğu gibi 1950-1960 yıllarında yabancı<br />

sözcükler artmıyor. Buna karşdık Türkçe sözcüklerin sayısı artıyor. Dergilerde


184<br />

KÂMILE IMER<br />

yazı yazanların çoğu, özleşmeyi benimseyeler, hiç olmazsa ılımlı bir yol tutanlardır.<br />

Aşırı olarak Osmanlıcaya bağbbk yok, ama aşırı Türkçecilik vardır.<br />

Sevetifünun dergisinin devamı olan Uyanış dergisinde bile Dil Devrimiyle<br />

birlikte gözle görülür bir arılaşma olmuştur. Fakat sonradan, az da olsa yabancı<br />

sözcükler yeniden artıyor.<br />

Türk Düşüncesi dergisi de ilk çıktığı 1954 yıllarında Türkçeci olarak<br />

görünürken, sonradan devrin etkisinden kendini kurtaramamış olacak ki,<br />

1960 yıkna kadar dergide yabancı sözcükler artmıştır.<br />

İncelediğimiz koleksiyonlar içinde Varbk dergisi ötekilere göre daha<br />

olumlu sonuçlar vermektedir. 1933'te % 31,5 Arapça sözcük varken, 1935'te<br />

bunlar azabyor, % 27,5'e düşüyor. Ama 1936-1941 arası % 35 civarında ısrarla<br />

kullandıyor. Bundan sonra da Türkçe sözcüklerin sayısı durmadan artıyor.<br />

1955'te % 74, 1960'ta % 76, 1963'te % 80 ve 1965'te % 82'ye yükseliyor.<br />

Bu arada aynı yıl içinde değişik yazdarla da karşılaşıyoruz. Bir yazar<br />

% 86 Türkçe sözcük kullanırken, başka bir yazarın Türkçe sözcük oranı ancak<br />

% 56'yı buluyor. Bu durumda biz, o yılda % 86, ya da % 56 Türkçe sözcük<br />

kullanılmıştır, şeklinde bir sonuç çıkaramayız. Daha birkaç yazı abp yüzdelerini<br />

bulduktan sonra o dergide % 70 Türkçe sözcük vardır, gibi sonuca gidebiliriz.<br />

Elimizde, Dil Devriminden hemen sonraki ydlardan günümüze kadar<br />

izleyebildiğimiz yalnız Varbk dergisi olduğundan dergi dilimizin ortalamasını<br />

veremeyeceğiz. Ötekileri bugüne kadar izleyemiyoruz. Yedigün dergisi 1936-<br />

1950, Yücel dergisi 1935 - 1956 (arabkb olarak), Türk Düşüncesi dergisi<br />

1954 - 1960, Uyanış (Servetifünun) dergisi 1944 yıkna kadar çıkmıştır.<br />

ROMAN-HİKÂYE DİLİ<br />

Roman-hikâye dili, gazete dilinden tamamen ayrılır. Bu dilde kişilerin<br />

kendilerine özgü deyişleri, dil konusundaki tutumları önem taşır. Aşırı özleşmeyi<br />

benimseyenler ve dımlı bir yol tutanlar karşısında, yabancı sözcüklerden<br />

ayrılmayanlar da vardır. Ama, ıkmh yolu seçenler çoğunluktadır.<br />

İncelediğimiz birkaç eserin sonuçlarını verelim:<br />

1. Falih Rıfkı Atay, Eski Saat, (İstanbul, 1933)<br />

% 66 Türkçe<br />

% 22,5 Arapça


TÜRK YAZı DILINDE DIL DEVRIMI 185<br />

% 4,5 Farsça<br />

% 2,5 Başka yab. dil.<br />

% 4,5 Ar-T. Far-T. Osm.<br />

2. Sait Faik, Semaver, (İstanbul, 1936)<br />

% 75 Türkçe<br />

% 16 Arapça<br />

% 3,5 Farsça<br />

% 2,5 Başka yab. dil.<br />

% 3 Ar-T.Far-T.Osm.<br />

3. Sait Faik, Lüzumsuz Adam, (İstanbul, 1948)<br />

% 82,5 Türkçe<br />

% 10 Arapça<br />

% 2,5 Farsça<br />

% 3,5 Başka yab. dü.<br />

% 1,5 Ar-T.Far-T.Osm.<br />

4. Peyami Safa, Matmazel Noralyanın Koltuğu, (İstanbul, 1949)<br />

% 71 Türkçe<br />

% 19 Arapça<br />

% 3 Farsça<br />

% 3 Başka dil. yab.<br />

% 4 Ar-T.Far-T.Osm.<br />

5. Falih Rıfkı Atay, Başveren İnkilâpçı, (İstanbul, 1949)<br />

% 65 Türkçe<br />

% 24 Arapça<br />

% 5 Farsça<br />

% 3 Başka yab. dil.<br />

% 3 Ar-T.Far-T.Osm.<br />

6. Orhan Hançerlioğlu, Karanlık Dünya, (İstanbul, 1951)<br />

% 75,5 Türkçe<br />

% 17 Arapça<br />

% 2 Farsça<br />

% 2 Başka yab. dil.<br />

% 3,5 Ar-T.Far-T.Osm.<br />

7. Ziya Osman Saba, Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi, (İstanbul, 1952)<br />

% 77 Türkçe


186<br />

% 12,5 Arapça<br />

% 4 Farsça<br />

% 3 Başka yab. dil.<br />

% 3,5 Ar-T.Far-T.Osm.<br />

KÂMILE IMER<br />

8. Selâhattin Batu, Romancero, (İstanbul, 1953)<br />

% 75 Türkçe<br />

% 14 Arapça<br />

% 4 Farsça<br />

% 3 Başka yab. dil.<br />

% 4 Ar-T.Far-T.Osm.<br />

9. Fahri Celâl Göktulga, Rüzgâr, (İstanbul, 1955)<br />

% 71 Türkçe<br />

% 17 Arapça<br />

% 4 Farsça<br />

% 3 Başka yab. dil.<br />

% 5 Ar-T.Far-T.Osm.<br />

10. Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, (İstanbul,<br />

1961)<br />

% 69,5 Türkçe<br />

% 20 Arapça<br />

% 3 Farsça<br />

% 3 Başka yab. dil.<br />

% 4,5 Ar-T.Far-T.Osm.<br />

11. Suut Kemal Yetkin, Sanat Meseleleri, (İstanbul, 1962)<br />

% 62,5 Türkçe<br />

% 25 Arapça<br />

% 2,5 Farsça<br />

% 3,5 Başka yab. dil.<br />

% 6,5 Ar-T.Far-T.Osm.<br />

Görüldüğü üzere sonuçlar çok şaşırtıcıdır. 1951 yılında Falih Rıfkı Atay<br />

% 65 Türkçe sözcük kullanırken, Orhan Hançerlioğlu'nun sözcük oranı %<br />

75,5'tir. Falih Rıfkı Atay'da Ömer Asım Aksoy'un bulduğu Türkçe oranı<br />

% 62'dir ki bu da bizim ulaştığımız sonuca yakındır (Bkz. Ö.A.Aksoy, Dil<br />

Üzerine Düşünceler Düzeltmeler, TDK Yayınları, <strong>Ankara</strong>, 1964, s: 76; Ö.A.<br />

Aksoy, Gelişen ve Özleşen Dilimiz, TDK Yayınları, <strong>Ankara</strong>, 1968, s: 42).


TÜRK YAZı DILINDE DIL DEVRIMI 187<br />

1951 • 1961 arasındaki öteki incelemelerimizde de % 70-77 arasında Türkçe<br />

sözcükler değişiyor.<br />

Sait Faik'te 1936'da % 75 Türkçe sözcük var. Orhan Hançerlioğlu'nun<br />

1951'de basdan eseri ile aynı oranda. Sait Faik arı dilde büyük başarı gösteriyor<br />

ve 1948'de yayınlanan Lüzumsuz Adam adlı eserinde % 82,5 Türkçe<br />

sözcük kullanıyor. Bundan bir yd sonra basdan Peyami Safa'nın Matmazel<br />

Noralyanın Koltuğu adb eserinde ancak % 71 oranında Türkçe sözcüklere<br />

raslanıyor.<br />

Verdiğimiz bu oranlar yazarların incelediğimiz eserleri içindir. Ömer<br />

Asım Aksoy'un çabşmalarında Türkçe oranlar şöyle gösteriliyor.<br />

Sait Faik Abasıyanık'ta % 67<br />

Orhan Hançerlioğlu'nda % 83<br />

Peyami Safa'da % 62<br />

Ahmet Hamdi Tanpmar'da % 62<br />

Biz daha çok gazete (haber) dili üzerinde durduğumuzdan bu bölümde<br />

ancak yukarıdaki eserleri inceleyebildik.<br />

Son olarak belirtmek gerekir ki, edebî dildeki gelişme bir bakıma kişisel<br />

yönü olan bir sorundur. Bununla birlikte yazarlarımızın çoğu Dil Devrimini<br />

benimsediklerinden, özleşme daha olumlu sonuçlar verme yolundadır.<br />

SONUÇ<br />

Yeryüzünde tam anlamıyle arı bir dil yoktur. Her dilde yabancı sözcükler<br />

vardır. Ama bunların dilden atılmasında hiç bir ulus bizim kadar gecikmemiştir.<br />

Almanya'da daha 16. yüzydda Luther, İncil metni ile temiz bir Alman<br />

dilinin temellerini atmış, 18. yüzyd sonu ve 19. yüzyıl başlarında Alman dili<br />

özleşme yolunda hayli ilerlemişti. İtalya'da yabancı sözcüklerden arıtma işi<br />

çok erken başlamış, 1582'de Floransa'da Accademia della Crusca (Kepek<br />

Akademisi) kurulmuştur. Fransa'da 17. yüzyd başlarında Malherbe'in önderlik<br />

ettiği dili temizleme akımı Fransızcayı Yunan, Latin ve İtalyan sözcüklerinden<br />

kurtarmak amacmı gütmüştür. Macar dil devrimi ise ötekilerden daha<br />

geniş ve esasb olmuş, 18. yüzydın ikinci yarısmda başlayan devrim Macarcaya<br />

10.000 den fazla yeni sözcük kazandırmıştır. Yine Norveç, Finlandiya,<br />

Rusya ve İngiltere de dil devrimlerini çoktan yapmışlardı. Henüz çok yeni bir<br />

ulus olan İsrail dahi kısa zamanda dil devrimini yapmıştır (Türk Dilinde ve<br />

Başka Dillerde Özleşme, TDK yayını <strong>Ankara</strong>, 1959, s: 1-7).


188<br />

KÂMILE IMER<br />

J. Eckmann'ın dediği gibi bir dilin söz hazinesi yalnız doğal değişme ile<br />

değil, isteyerek yapılan söz üretimiyle de zenginleşir (Eckmann J., Macar<br />

Dil Devrimi, Türk Dili Belleten, seri: 111/12-13, 1948, s. 11). Yukarıda<br />

görüldüğü üzere, yabancı dillerde dili ardaştırma, ya edebiyat veya bilim<br />

alanında ün yapmış birinin önderliği ile ya da dil akademilerinin yardımiyle<br />

olmuştur.<br />

Bizde 1928 yılındaki yazı devrimi, Dil Devriminin hazırlayıcısı olmuştur.<br />

Türkçenin ses yapışma uygun bir temelde oluşturulmuş olan Latin alfabesi<br />

dildeki Arapça ve Farsça sözcüklerin arıtdmasma büyük ölçüde yol açmış,<br />

bundan sonra da 1932'de Atatürk'ün önderliği ile Türk Dili Tetkik Cemiyeti<br />

kurulmuştur.<br />

Dil kurultayınca çizilmiş olan programm uygulanmasına, devrim ilkelerine<br />

uyularak söz hazinesinden başlandı. Dildeki yabancı sözcükleri en kısa<br />

zamanda Türkçeleştirebilmek için, bir yandan bunların eski kaynaklarda<br />

bulunan, bir yandan da halk dilinde hâlâ yaşamakta olan Türkçe karşılıklarını<br />

bulmak gerekliydi.<br />

Türk Dili Tetkik Cemiyeti, 1932-1934 yıllarında tarama ve derleme yolunu<br />

tuttu. 1933 ydı başlarında söz derleme seferberliği açtı. Bu işin nasd yapılacağı,<br />

Söz Derleme Kdavuzu adlı bir kitapçıkta gösterilmişti. Cemiyet, söz<br />

derleme seferberliğini ileri götürürken, bir yandan da dilimizde kullandan<br />

yabancı sözcüklere, bütün okur-yazarlann ortaklaşa çalışmaları ile karşılıklar<br />

bulmak üzere bir dil anketi açmıştı. Gazetelerde açılan dil köşelerinde<br />

hergün 10-15 sözcük yayınlanarak soruşturma işi yürütülüyor, halktan öztürkçe<br />

karşılıklar geliyordu. Bunun sonunda Kurum, Osmanlıcadan Türkçeye<br />

Söz Karşdıkları Tarama Dergisi'ni çıkardı.<br />

Üçüncü bir iş olarak da, eski ve yeni, Türkiye içi ve dışı yazıh dil kaynaklarının<br />

taranmasına geçildi (Z. Korkmaz, Türk Dilinin Tarihî Akışı İçinde<br />

Atatürk ve Dil Devrimi, DTCF yayınları, <strong>Ankara</strong>, 1963, s: 58).<br />

Atatürk, yapdan bu çalışmalarla yakından ilgileniyor, öztürkçe yazdar<br />

yazılmasını istiyordu. 1933-1934 yılları soruşturma, derleme ve tarama yolu<br />

ile elde edilen malzemelerin yazıda kullanılmaya başlandığı devredir. Gerek<br />

gazetelerde ayrdmış dil köşelerinde, gerek başka yazdarda yeni sözler ile denemeler<br />

yapıhyordu.<br />

Bundan sonra Kurum, söz türetme ve karşılık bulma işlerinde öteki kollara<br />

yardımcı olabilmek için Türkiye Türkçesi Grameri, bunun da yalnız söz<br />

türetme yolları üzerinde durulmasını uygun gördü.


TÜRK YAZı DILINDE DIL DEVRIMI 189<br />

İkinci Türk Dil Kurultayından sonra Kurum'un Genel Merkez Kurulu<br />

dışında bir komisyon seçilerek, karşılıklar kdavuzunun hazırlanması işi ile<br />

görevlendirildi. Karşıhk bulma çabaları yapılırken aşırı özleştirmeciler ile<br />

orta yolu tutanlar arasında zaman zaman çetin tartışmalar olmuştur.<br />

Bu arada 1934'te çıkarılan Soyadı Kanunu da öztürkçecilik hareketini<br />

geliştirmiştir. Bu dönemde Atatürk, özleştirme hareketini yalnız desteklemekle<br />

kalmamış, kendi konuşmalarında da öztürkçe sözlere yer vermiştir.<br />

Ayrıca Türkçe ekler ile söz yapma yolundaki çalışmalar da ilerlemiştir. Bu<br />

alanda Besim Atalay'ın incelemelerini unutmamabdır. Bunlardan biri, 1940'ta<br />

İstanbul'da basdan "Türkçemizde man-men Eki", öteki 1942'de basdan<br />

"Türkçede Ekler ve Kökler Üzerine Bir Deneme" adlı çabşmadır.<br />

Türk Dil Kurumu 1940 yılından sonra daha olumlu temellere dayanan<br />

bir çalışma yoluna gitmiştir. Bu yıllarda özleştirme işi ele alınmış, her geçen<br />

ydda biraz daha ilerleyen bir çalışma ile yüzlerce yabancı sözcük, yerini<br />

Türkçe köklerden yapdmış sözcüklere bırakmıştır.<br />

1950-1960 yıllan arasında Dil Devrimi zaman zaman yanlış olarak anlaşılmış,<br />

bu devrede dilimizde bir ilerleme olmamıştır. Bunun yankdan basınımızda<br />

da belirir. 1951 ve 1956 gazete (haber) dili ortalamalannda Türkçe<br />

sözcükler % 51, Arapça sözcükler % 35 oranındadır (Bkz. Gazete (haber)<br />

dili bölümü).<br />

1960'tan sonra, Türkçe yeniden özleşmeye başlamış, elden geldiğince eski<br />

sözcükler atdıp yerlerine bilinen ve bulunabilen yenileri kul'andmıştır. 1950-<br />

1960 arasında % 51 olan Türkçe sözcükler, 1961 gazete (haber) dilinde % 56'ya,<br />

1965'te % 60,5'e yükselmiştir. Buna karşı yabancı sözcükler de o oranda<br />

azalmıştır.<br />

Bugün Türk dili yazann, öğretmenin, bilim adamının ve her türlü aydının<br />

düşüncesinde yer alan günlük bir dava haline gelmiş bulunuyor. Dilin, aydınlar<br />

topluluğunun ve genç kuşağın ortak bir sorunu haline gelmesi, Dil Devriminin<br />

en büyük başarılarındandır. Yazı dilimizdeki yabancı sözcüklerin sayımı da<br />

bunu göstermiştir. Bu konuda gazete (haber) dili bölümünde verilen sayım<br />

sonuçları, fikir verecek ve düşüncemizi destekliyecek niteliktedir. Bu bölümün<br />

sonunda verdiğimiz listede görüldüğü gibi, Türkçe sözcükler 1931'de % 35,<br />

1933'te%44,1936'da%48,1946'da% 57, 1951'de% 51,1961'de% 56, 1965'te<br />

% 60,5'tir. Dil Devriminden sonra Türkçe sözcükler artmaya başlamıştır.<br />

1965'te gazete (haber) dilimizde % 60,5 Türkçe, % 26 Arapça, % 1 Farsça,<br />

% 8,5 Başka yabancı dillerden, % 4 Ar-T.Far-T. Osm. sözcük kullandmıştır.


190<br />

KÂMILE IMER<br />

1931 yılındaki sonuçlarla karşılaştırddığında aradaki uçurum hemen görülüveriyor.<br />

1931'de % 35 Türkçe, % 51 Arapça, % 2 Farsça, % 6 Başka yabancı<br />

dillerden, % 6 Ar-T. Far-T. Osm. sözcük kullandmıştır. Dil Devriminden biraz<br />

önce Arapça sözcükler % 50'yi de geçiyordu.<br />

Verdiğimiz örneklerden de anlaşdacağı gibi, herhangi bir zorlamanın söz<br />

konusu olmadığı gazete dilimizde, dolayısiyle yazı dilimizde son 30-35 yıl<br />

içinde gözle görülüp elle tutulabilecek bir özleşme olmuştur. Sonuçlar da bunu<br />

tanıtlamaktadır.<br />

Dergi dilimizde de ayni değişikliği görebiliyoruz. Varlık dergisinde<br />

1933'te % 57 civarında olan Türkçe sözcükler, 1965 ydında % 82'ye kadar<br />

yükselmiştir.<br />

Bu büyük uçurumun kapandığını göremeyenler dilimizin özleşmesini<br />

"nesiller arasmda uçurum açddı", "birbirimizi anlamaz hale geldik" diye<br />

kötülemeye çalışanlar zaman zaman çıkmıyor değil. Fakat Ömer Asım Aksoy'un<br />

belirttiğine göre "nesiller arasmda uçurum açan" sözcüklerin sayısı 1.200'ü,<br />

hatta bağlı bulundukları ve herkesin bildiği köklere göre kümelendirilirse<br />

500'ü geçmez. Bu da 27.000 civarındaki sözcük haznemizin 1 % 4,5'idir (Ali<br />

Püsküllüoğlu, Öztürkçe Sözcükler ve Terimler Sözlüğü, <strong>Ankara</strong>, 1966).<br />

Verdiğimiz rakamlar, söz hazinemizin Türkçeleşmesi ve dolayısiyle<br />

Dil Devriminin başarı yolunda olup olmadığı konusunda fikir verecektir,<br />

sanıyoruz.<br />

1 Türkçe Sözlük esas alınarak bu rakam veriliyor.


KIRIMLILARIN ESKt BAŞKENTİNDE KAZI*<br />

I. N. BOROZDIN<br />

Sadeleştirerek eski harflerden<br />

aktaran Dr. Semih TEZCAN<br />

Türk-Tatar medeniyetinin, özellikle onun başlangıcının ve esaslarının<br />

araştırdması pek dikkate değer bir konu olup şu sıralarda başhca bilim meselelerinden<br />

biridir. Bundan yediyüz yd önce Asya'nın göbeğinden çıkarak şimdiki<br />

birleşik topluluğumuzun sahasında (yani Doğu Avrupa'da) görülen Tatarların,<br />

bu korkunç istilâcdarın vahşet ve ilkelliği hakkındaki kanaat daha zihinlerden<br />

çıkanlamamış bulunuyor. Yalnız ruslaştırma gayesini hedef tutan ders<br />

kitaplarının yazarları değil, çağdaş batı bilginleri de bu batıl düşünceyi oldukça<br />

zayıf delillerle tekrar edip durmuşlardır. İdil boyunda ve Eski Yurt'ta en son<br />

yıllarda yapdan arkeoloji keşifleri bu efsaneyi pek açık bir biçimde yalanlamaktadır.<br />

Eski Saray ile Yeni Saray'ın bulunduğu yerlerde yapılan kazdar<br />

Türk-Tatar medeniyetinin hiç de ilkel bir derecede olmadığını gösteriyor<br />

(tabii basitliği hakkında söz söylemeğe de imkân kalmıyor). Bu medeniyet<br />

kendi özellikleri dışında Uzak Doğunun (Çin) ve Orta Asya'nm unsurlarını<br />

da benimsemişti. Artık kesin olarak Altınordu medeniyetinden ve güzel sanatlarından<br />

söz edilebilir.<br />

Altınordu devirlerinde yaydarak gelişen Türk-Tatar medeniyetinin çeşitli<br />

bölgelerdeki görünümleri pek dikkate değerdir. Bu konuda bize yeni bir kaynak<br />

olabilecek Kırım Türk-Tatar arkeolojisi esaslarının incelenmesi zorunludur.<br />

Geçen yıl (1925) Eski Yurt'ta yapdan kazılar pek açık sonuçlar vermişti.<br />

*Türk Yurdu, yeni dizi cilt IV, sayı 19, Temmuz 1926, s. 77-80: "Kırımlıların kadim payi-<br />

tahtında hafriyat". Rusçadan kimin çevirdiği gösterilmemiş, yalmz "Profesör 1. Borozdin'in<br />

Izvestiya gazetesinde yayınlanan bu önemli makalesini Türk medeniyet tarihiyle ilgisi dolayı-<br />

siyle olduğu gibi almaktayız" denilmiştir. Yazının aslının îzvestiyanın hangi sayısında yayın-<br />

landığım tespit etmek mümkün olmadı. Çevirinin yayın tarihine bakarak 1926 yılı başlarında<br />

yayınlandığı tahmin edilebilir. Solhat üzerine şimdiye kadar Türkçe başka bir yaym yapılmamış<br />

olması nedeniyle bu yazıyı yeni harflerle aktarmayı yararlı gördüm. Makalenin arkasına Solhat<br />

ile ilgili diğer yazıların listesi de eklendi. (S.T.).


192 I. N. BOROZDIN<br />

Türk-Tatar medeniyetinin şimdiki durumunu ve geçmişini bütün genişliğiyle<br />

göz önüne alan Kırım halk vekilleri meclisi ve Kırım merkezî icra komitesi,<br />

müttefik cumhuriyetler merkezî icra komitesi (= SSCB hükümeti) katındaki<br />

Doğu Araştırmaları Bilim Cemiyeti ile birlikte Eski Kırım'ın (= Solhat, Kırım<br />

Hanlığını eski başkenti) eski eserlerini incelemek için bir bilim gezisi heyeti<br />

tertip etmişti. Pek tabiîdir ki burada, kelimenin tam anlamiyle geçmişin<br />

essrleriyle dolu olan bu alanda bizi ilgilendiren meselelerin çözülmesi gerekiyordu.<br />

Şimdi bir ayhk seferin sonuçlarını kısa ve seri bir biçimde özetlerken<br />

kesin olarak denilebilir ki: Evet ümitlerimiz gerçekleşti, Solhat Altınordu<br />

medeniyetinin Kırım'daki gelişimini öğrenmek ve anlamak için bize yeni ve<br />

taze malzeme vermiştir.<br />

Solhat 13. yüzyılın ikinci yansında ve 14. yüzyılda büyük bir ticaret ve<br />

medeniyet merkezi idi. Eskiden burada doğu ülkelerinin mahsullerini getiren<br />

yüzlerce kervan toplanır, çeşitli dillerin konuşulmasından meydana gelen<br />

gürültü duyulur, büyük ticaret işleri ve zamanın borsa oyunları yapılırdı.<br />

Anadolu, Mısır, Türkistan hatta uzak Hindistan bile, eski bir söylentiye göre<br />

surlarını iyi bir atlının ancak yarım günde dolaşabildiği bu Türk şehrimle ticaret<br />

ilişkilerinde bulunurlardı. Solhat bu iktisadî refahla birlikte o zamanın<br />

büyük bir medeniyet ve güzel sanatlar merkezi, toplanma yeri olma görevini<br />

de yerine getiriyordu.<br />

Usta sanatçıların yaptığı birçok cami, medrese ve türbe şehrin her tarafına<br />

serpilmişti. Doğunun bütün çekici renkleriyle parlayan bu güzel şehir gündoğusu<br />

zemi iinde yükselmekteydi. Bu eyalet şehrinin şimdiki yeknesak ve can<br />

sıkıcı sokaklarında dolaşırken bu hayaller canlanıyor. Ancak geçmiş devirlerin<br />

eserleri her adımda kendini gösteriyor, araştırmayı davet ediyor.<br />

Bilim heyeti son derece önemli pek çok eseri kaydetme ve toplama işini<br />

başarmıştır. Bu arada dikkate değer bir biçimde süslenmiş ve tarihleri konulmuş<br />

altmıştan fazla, çok güzel mezar taşı ortaya çıkarılmıştır. Bu mezar taşlarından<br />

birisi, bu zamana kadar Kırım'da bulunan eski eserler arasında birisi,<br />

en eskisi olarak bildiğimiz Özbeg Han camiinin yapım tarihinden daha önceki<br />

zamana, yâni 1303 milât yılına* aittir. Bazı eserler ise doğrudan doğruya doğu<br />

güzel sanatlar tarihinin sayfalarına geçirilmeğe lâyıktır. Yine çok miktarda<br />

bulunan madenî paralar (sikkeler) tarihlerin tesbiti için değerli bir kaynak<br />

teşkil etmektedir. Bunların en büyük kısmı XIV. yüzyıla (özellikle ilk yarısına)<br />

•"Türk Yurdu'nda bir dizgi yanlışı olarak 1903 olarak çıkmıştır. Özbeg Han'ın 1313-1341<br />

yıllan arasında hanlık ettiği göz önüne alınırsa verilmek istenen tarihin 1303 olduğu anlaşılıyor.


KıRıMLıLARıN ESKI BAŞKENTINDE KAZı 193<br />

ait olup birkaçı XIII. yüzyıl** sonlarında basdmıştır. Bazı madenî paralar<br />

pek ender bulunanlardandır. Bu eski eserlerin toplanması, kaydedilmesi, temizlenmesi,<br />

resimlerinin çizilmesi, fotoğraflarının çekilmesi, süsleme ve yazıtların<br />

kalıplarının alınması gibi işlerden başka bilim heyeti Solhat şehrinin hudutlarını<br />

hendeklerinin hatlarını, kale ve surlarının kalıntılarını incelemiştir. Sonunda<br />

bu eski şehrin zamanımıza kadar bulunmuş olan eski eserlerini gösteren genel<br />

bir plânı düzenlenmiştir. Ticaret ve medeniyet merkezi olması bakımından<br />

Eski Kırım'ın özelliklerini tespit maksadıyle iki yerin kazı niteliğinde arkeolojik<br />

incelenmesi yapılmıştır. Bunlardan biri Solhat'a doğru uzanan çeşitli<br />

ticaret kervanlarının toplanma yeri olan Kervan Saray mevkiinde yapılmıştır.<br />

Sonuçta bu yerin birçoklarının sandığı gibi Han Saray yahut darphane<br />

olmayıp kervansaray olduğu anlaşdmıştır. Bilim heyeti, eskiden üzerinde çatının<br />

dayandığı sütunların kaideleri bulunan geniş bir döşeme, göl çukuru ve<br />

eski bir su kemerinin borularını bulmuştur. Kazı sırasında çeşitli biçimlerde<br />

boyanmış ve süslenmiş birçok kap kaçak parçalan, madenî paralar ve başka<br />

eşya ortaya çıkanlmıştır. Böylece toplanan eşyaların sayısı bini aşmaktadır.<br />

Kervansaray yanında bulunan ve mahallî imalâtın gelişme derecesini gösteren<br />

kap kaçak imalâthanesinin kalıntdarı çok karakteristiktir. Yazık ki kervansaray<br />

sahasının büyük bir kısmında tütün ekilmiş olması çalışmalarımıza<br />

ciddi bir engel teşkil etmiştir. Gelecek yıl bütün bu sahanın boşaltdması ve araşrıtdması<br />

gerekmektedir.<br />

İkinci ameliye Özbeg camii yanında bulunan büyük medresenin yıkıntdarının<br />

incelenmesi olmuştur. Bazı yerlerde kazı işlemine dönüşen bu araştırma<br />

pek verimli olmuştur. Önce ustaca bir biçimde yapılmış, son derece<br />

güzel bir binanın genel hatları ortaya çıkmıştır. Keşf edilen 'giriş' (methal),<br />

onun zarif, haşmetli eşine az rastlanır sütunları bile, yalnız başına kazının<br />

sağladığı büyük bir başarı saydabilir. Fakat Memlûkler devri Mısır'ının ve<br />

Selçuklular devri Türkiye'sinin medenî etkilerini belirlemek için değerli eserler<br />

sağlayan bu 'giriş'ten başka bu dikkate değer binanın diğer kısımları da<br />

ortaya çıkarılmıştır. Binanın batısında Han'ın mezarı üzerinde inşa edilmiş<br />

olması muhtemel olan haşmetli bir türbe bulunmuştur. Özenle araştırdan<br />

bu türbede birisi altınla süslenmiş, çok güzel iki zarif mezar taşı bulunmuştur.<br />

Bu mezar taşlarından biri çeşitli renkli çinilerle örtülmüş olup tahta çerçevelerle<br />

dikkate değer bir bütün vücuda getirmektedir. Türbe açddığı zaman<br />

içerisinde ipekli kumaş ve deri parçaları ile kemik kalıntdarıyle birlikte altı<br />

"Gene "Türk Yurdu"nda XII, yüzyıl olarak çıkmıştır. Altınordu Devleti XIII. yüzyılda<br />

kurulduğuna göre bu da bir dizgi yanlışı olmalıdır.<br />

ı


194<br />

I. N. BOROZDIN<br />

lahdin parçaları bulunmuştur. Kemikler büsbütün çürümüş durumdadır.<br />

Girişin yakınında bulunan diğer iki mezardan biri çocuk mezarı olup içindeki<br />

kemikler daha az bozulmuştur. Doğu - batı yönünde, 34 metre uzunluğunda<br />

açdan büyük kazı çukuru medresenin başlıca özelliklerinin tesbitini mümkün<br />

lalmıştır. Medrese sahasında genel bir kazı yaparak Kırım'ın eski eserlerinden<br />

bu son derece dikkat çekici binayı bütünüyle ortaya çıkarmak görevi artık<br />

bir zorunluluktur. Medrese yıkıntısı bu eski Solhat akademisinin güzelliğini<br />

gösterdiği gibi buradaki bilim ve güzel sanatların gelişimini de doğrulamaktadır.<br />

Solhat ile ilgili diğer yazılar<br />

Aşağıdaki yazdar Bertold SPULER'in Die Goldene Horde (2. baskı<br />

Wiesbaden 1965) adlı eserinin bibliyografya kısmından alınmıştır. Buraya<br />

doğrudan doğruya Solhat ile ilgili yazdar alındı. Altınordu tarihi ve kültürü,<br />

Kırım ve Kırım'ın diğer kültür merkezlerinde yapılan araştırmalar üzerine<br />

aynı eserin çok zengin olan bibliyografya kısmmda pek çok eser gösterilmiştir.<br />

AKÇOKRAKLı, Osman: Starro-Krımskie i Otuzkie nadpisi XIII-XIV v.<br />

(XIII. ve XIV. yüzyıllardan kalma Eski Kırım ve Otuz Yazıtları),<br />

Izvestiya Tavriçeskoy obşçestva istorii, arheologii i etnografii I (LVIII),<br />

1927, s. 5rl0.<br />

BAŞKIROV, Aleksey Stepanoviç: ÜJudojestvennıe pamyatniki Solhata (Solhat'ın<br />

sanat anıtları), Krım, sayı 1 (3), 1927, s. 122-144.<br />

BOROZDLN, ıL'ya Nikolaeviç: Stolitsa Zolotoy Ordı (Solhat-Starıy Krım;<br />

Tatarskaya kul'tura XIII-XIV V. 'Altınordu'nun başkentlerinden biri,<br />

Solhat - Eski Kırım, XIII-XIV. yüzyıllarda Tatar kültürü', 30 dney,<br />

yıl 1917 sayı 1, s. 59-61.<br />

BOROZDIN, Solhat, Predvaritel'nıy otçet o rabotah arheologiçeskoy ekspedisitsii...<br />

(Solhat arkeoloji seferinin çalışmaları üzerine hazırlayıcı<br />

rapor), Novıy Vostok XIII/XIV, 1926, s. 271-301.<br />

BOROZDIN: Tekstı epigrafiçeskih pamyatnikov v Starom Krımu (Eski<br />

Kırım'daki epigrafik anıtların metinleri), 1925/26, Izvestiya Tavriçeskoy<br />

obşçestva istorii, arheoloii i etnografii I (LVIII), 1927, s. 10-17.


EDEBIYAT VE EDEBIYAT INCELEMESI 195<br />

KULAKOVSKİY, Yulian Andreeviç: Novıe dannıe dlya istorii Starogo Krıma<br />

(Eski Kırım'ın tarihi hakkında yeni haberler), Zapiski vostoçnogo otdeleniya<br />

împeratorskogo, russkogo arheologiçeskogo obşçestva, 1898.<br />

MARKEVİÇ, Aleksey Ivanoviç: Poezdka v Starıy Krım (Eski Kırım'a bir<br />

seyahat), Izvestiya Tavriçeskoy uçenoy arhivnoy komissii VI, 1888.<br />

MARKEVİÇ,: Staro-Krımskie drevnosti (Eski Kırım eski eserleri), îzvestiya<br />

Tavriçeskoy uçenoy arhivnoy komissii XVII, 1892.<br />

SPASSKİY, Grigoriy Ivanoviç: Starıy Krım (Eski Kırım), Zapiski Odesskago<br />

istorii i drevnostey IV, 1858, s. 85-102.<br />

TOMKEVtÇ, V.: Staro-Krımskiy priljod v istoriko-arheologiçeskom, etnografiçeskom<br />

i bıtovom otnoşeniyalj (Tarih, arkeoloji etnografya ve halkbilgisi<br />

açısından Eski Kırım cemaati), Tavr. eparhiaVnıe vedomosti, 1908,<br />

sayı 9-14.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!