04.05.2016 Views

Cinedergi 30

Binder30

Binder30

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Koza’dan sonra Portakal’a da sponsoruz<br />

n EEkim deyince akla ilk olarak Altın<br />

Portakal gelir. Biz de Altın Koza’yı<br />

bitirip Altın Portakal heyecanını duymaya<br />

başladık. Bu yıl Antalya Altın<br />

Portakal Film Festivali’ne basın sponsoru<br />

olarak kendimiz adına yeni bir<br />

ilke imza attık. Bu kadar köklü ve<br />

Türk sineması için önemli bir festivale<br />

sponsor olmak bizim için önemli. Tam<br />

kadro festivalde olacağız ve sizin için<br />

seyredeceğimiz yeni Türk filmlerini<br />

sayfalarımıza taşıyacağız. Özellikle festivalde<br />

yapacağımız yeni röportajlar Türk<br />

sinemasının nabzını tutmak için çok<br />

yararlı olacak. Röportaj demişken yine<br />

bomba gibi isimlerle çok önemli röportajlar<br />

yaptık. Venedik Film Festivali’nde<br />

Geleceğin Aslanı ödülünü alan Çoğunluk<br />

filminin iki başrol oyuncusu Esme Madra<br />

ve Bartu Küçükçağlayan sorularımızı<br />

yanıtladı. İlk filmleriyle yurt dışında<br />

böylesi önemli ödül alan iki ismin bizi<br />

tercih etmesi ayrı bir gurur kaynağı<br />

tabii. Geçen haftalarda vizyona giren<br />

ve deneysel yapısıyla festivallerin<br />

ilgi odağı olan Kakosi’nin yönetmeni<br />

Özlem Akovalıgil de röportaj yapmak<br />

için bizi seçen isimlerdendi. Özlem,<br />

Banu’nun sorularını büyük içtenlikle<br />

cevapladı. Son olarak ise Dilberin Sekiz<br />

Günü’ndeki başarılı performansıyla<br />

adını unutulmazlar arasına yazdıran<br />

Nesrin Cevadzade’ye uzattık teybibimizi.<br />

Onun cevapları Türk sinema endüstrisinin<br />

bütün çarpıklıklarını gözler<br />

önüne seriyor. Bu röportajı çok dikkatli<br />

okumanızı tavsiye ederim. Özellikle<br />

genç oyuncuların bu röportajdan<br />

ve Cevadzade’nin tecrübelerinden<br />

yararlanmaları en büyük ümidim. Gelelim<br />

dosyalarımıza. Çok ilginç iki dosya<br />

var dergimizin sayfaları arasında. Birincisi<br />

Murat Tolga Şen’in kaleminden üç<br />

boyutlu filmlerin tarihçesi. Üç boyutlu<br />

filmlerin 1950’de çekilmeye başlandığını<br />

biliyor muydunuz? Fırat Sayıcı ise<br />

Hollywood’un güzellik takıntısını felsefik<br />

ve psikolojik bir gözlem altına almış.<br />

Farklı ve ayrıcalıklı bir dosya olmuş.<br />

Portre sayfalarımızda ise Javier Bardem<br />

ve Julia Roberts var. Ali Ulvi Uyanık’ın<br />

İşte O an Köşesi, Seray Şahiner’in<br />

Teşrifatçı’sı, Kerem Akça’nın muhteşem<br />

DVD köşesi, Zeynep Bonçe’nin dizi<br />

dünyasını kaleme aldığı Episode’si,<br />

Fırat’ın Rolleriyle Yaşayanlar’ı ve tabii<br />

Banu’nun Sindrella’sı sizleri bekliyor.<br />

Geçen sayı dinlenen Alper Turgut<br />

ise Kritik sayfamızda Büyük Oyun ve<br />

Kakosi filmlerini konu etmiş. Müzik,<br />

kitap ve daha birçok konuyla alın size<br />

bir aylık dergi. Biz Altın Portakal’da<br />

sizin için önümüzdeki sayının dergisini<br />

hazırlarken büyük bir iştahla Ekim<br />

sayısını tüketeciğinizi umuyorum. İyi<br />

okumalar.<br />

Yayın Sahibi<br />

Star Medya Yayıncılık A.Ş. adına<br />

ETHEM SANCAK<br />

İcra Kurulu Başkanı<br />

MUSTAFA KARAALİOĞLU<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

Serdar Akbıyık<br />

Yazı İşleri Müdürleri<br />

Banu Bozdemir<br />

Fırat Sayıcı<br />

Katkida Bulunanlar<br />

Ali Ulvi Uyanık<br />

Kerem Akça<br />

Alper Turgut<br />

Burak Yarkent<br />

Zeynep Bonçe<br />

Seray Şahiner<br />

Murat Tolga Şen


Yönetmen: Eric Brevig<br />

Senaryo: Brad Copeland, Joshua<br />

Sternin<br />

Seslendirenler: Anna Faris, Justin<br />

Timberlake, Dan Aykroyd, T.J. Miller<br />

Konu: Yaşadığı ormanda piknik sapetlerini çalan, herkesin<br />

sevgilisi Ayı Yogi, 3 boyutlu gösterime girecek ilk<br />

sinema filmi ile karşımızda olacak. Bir belgesel yönetmeni<br />

yeni projesi için Jellystone Park’a gelir ve burada yolu<br />

Ayı Yogi ve arkadaşlarıyla kesişir...


Yönetmen: David O.<br />

Russell<br />

Senaryo: Scott Silver, Paul<br />

Tamasy<br />

Oyuncular: Christian Bale,<br />

Mark Wahlberg, Amy Adams,<br />

Melissa Leo<br />

Konu: Kardeş ilişkileri,<br />

suç, uyuşturucu gibi<br />

konuların yoğunluğunda<br />

bir boksörün sıfırdan zirveye<br />

tırmanışını anlatıyor.<br />

Güçlü kadrosuyla dikkat<br />

çeken film, uzun zamandır<br />

sıkı bir boks filmi bekleyenlerin<br />

iştahını kabartıyor.<br />

Yönetmen: TGreg Berlanti<br />

Senaryo: Ian Deitchman,<br />

Kristin Rusk Robinson<br />

Oyuncular: Christina Hendricks,<br />

Katherine Heigl, Josh<br />

Duhamel, Josh Lucas<br />

Konu: Catering Uzmanı Holly<br />

ve Spor Direktörü Eric, tek<br />

ortak noktalarının birbirine<br />

olan nefretleri ve vaftiz<br />

kızları Sophie’ye olan sevgileri<br />

olduğunu keşfederler.<br />

Ama, aniden Sophie’nin<br />

hayatta tek sahip olduğu<br />

ebeveynler olduklarında,<br />

Holly ve Eric farklılıklarını<br />

bir kenara bırakmak zorunda<br />

kalırlar. Yeni kariyer hedefleri<br />

ve yoğun sosyal hayatları<br />

arasında gidip gelirken, aynı<br />

çatı altında yaşayabilmenin<br />

de bir yolunu bulmalıdırlar.


Yönetmen: Kevin Munroe<br />

Senaryo: Thomas Dean Donnelly, Joshua<br />

Oppenheimer<br />

Oyuncular: Brandon Routh, Peter Stormare,<br />

Sam Huntington, Taye Diggs, Brian<br />

Steele<br />

Konu: Londra’dan New York’a taşınan<br />

hikayede, doğaüstü olayları araştıran<br />

Dylan Dog, babasının gizemli bir yaratık<br />

tarafından öldürüldüğünü düşünen<br />

genç ve çekici bir kadının isteği üzerine<br />

araştırmalarına yeniden başlayacaktır.


Yönetmen: Michael Feifer<br />

Senaryo: Peter Sullivan,<br />

Jeffrey Schenck<br />

Oyuncular: Brittany Murphy,<br />

Dean Cain, Mimi Rogers,<br />

Peter Bogdanovich<br />

Konu: ”Abandoned”, kocasının<br />

kaybolduğuna inanan Mary Walsh ismindeki<br />

genç bir kadının kocasını bulmaya çalışırken<br />

yaşadığı esrarengiz olaylarla başa çıkma çabasını<br />

konu alıyor. Filmde yakın zamanda kaybettiğimiz<br />

genç oyuncu Brittany Murphy başrolde yer alıyor.<br />

Yönetmen: Martin Campbell<br />

Senaryo: Greg Berlanti, Michael Goldenberg<br />

Oyuncular: Ryan Reynolds, Blake Lively,<br />

Peter Sarsgaard, Mark Strong<br />

Konu: Evrende barışı korumayı amaçlayan<br />

galaksiler arası bir hava filosunun<br />

üyesi olan, kendini dünya işlerinin dışında<br />

bırakarak, gizemli yeşil bir yüzüğe adamış<br />

bir test pilotunun hikayesinin anlatıldığı<br />

filmin kahramanı, yüzüğü olmadığında<br />

sıradan bir insandan farkı kalmayan, Justice<br />

League Of America’nın kurucularından<br />

Green Lantern’den başkası değil.


Venedik Film Festivali’nde Geleceğin Aslanı ödülünü<br />

alan Çoğunluk filminin iki başrol oyuncusu Esme Madra<br />

ve Bartu Küçükçağlayan filmlerinin başarısını ve gelecekten<br />

beklentilerini <strong>Cinedergi</strong> ile paylaştı...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Sinemamız adına mutluluk verici bir<br />

dönem yaşıyoruz. Nuri Bilgeceylan’ın<br />

yurtdışı festivallerden aldığı ödüller,<br />

Semih Kaplanoğlu’nun Altın Ayısı ve<br />

Yeni Sinemacılar’dan Seren Yüce’nin<br />

filmi Çoğunluk’un Venedik Film<br />

Festivali’ndeki başarısı. Bu başarıyı çok<br />

önemsiyorum çünkü Geleceğin Aslanı<br />

ödülü ismi üstünde geleceğe umut<br />

veriyor. İlk filmini çeviren sinemacılara<br />

verilen bu ödülü almak sinemamız<br />

adına gelecek için önemli. Seren Yüce<br />

bu başarıyı tek başına kazanmadı tabii.<br />

Oyuncu kadrosunun ona inanmışlığı<br />

çok önemliydi. Settar Tanrıöğen gibi<br />

tecrübeli bir oyuncunun başarnısı<br />

tartışılmaz ama ilk filmlerini çeviren iki<br />

gencecik insan bu ödülün konseptini<br />

tamamlayan en önemli isimler herhalde.<br />

Filmin iki başrol oyuncusu Esme Madra<br />

ve Bartu Küçükçağlayan... Biz de bu<br />

gencecik iki isimle konuştuk. Bakın<br />

Bartu Küçükçağlayan ne dedi: “Bundan<br />

önce ödüller DVD film alırken üstülerindeki<br />

logolardan ibaretti sadece. Bizim<br />

filmimizin üstünde de o resimllerden<br />

olacak.” İşte dürüst ve etkileyici bir<br />

yorum. Daha birçok üstü ödüller ile<br />

bezenmiş DVD’ler olması temennisiyle,<br />

işte Esme ile Bartu’nun sorularımıza<br />

verdiği cevaplar.<br />

Projeye nasıl dahil olduğunuzla başlayalım.<br />

Bartu Küçükçağlayan: Seren’i tanıyordum zaten.<br />

Bir gün evdeyken yatarken Seren geldi senaryosuyla,<br />

ben de okumaya başladım ve hikâyede<br />

orada başladı.<br />

Esme Madra: Ben tanışmıyordum Seren’le. Yeni<br />

sinemacıların bir filmi olacak, seçmeler yapılacak<br />

diye duydum. Seçmeye girdim ama o başka bir<br />

filmdi. O kayıttan görmüş Seren beni. Sonrada<br />

deneme çekimiyle başladı.<br />

Projeyi okudunuz. Benim bildiğim kadarıyla birkaç<br />

yıllık bir proje bu. Sizin ilk sinema filminiz. Peki,<br />

bu filmi seçmenizdeki sebep nedir, size en çarpıcı<br />

gelen şey nedir?<br />

Bartu: Ben senaryoyu okur okumaz Seren’in bu<br />

filmi çok iyi çekeceğini düşündüm. Bende birkaç<br />

senedir bir filmde oynamak istiyordum, bu gerçekten<br />

tam istediğim gibi bir filmdi. O yüzden<br />

senaryoyu okur-okumaz bu iş için her şeyi<br />

yapabileceğimi düşündüm.<br />

Peki, senaryonun yönetmeni dışında konusunda<br />

içselleştirdiğiniz bir olay var mı? Filmi seçmenize<br />

sebep olan?<br />

Bartu: Ben senaryoyu içselleştirdiğim şeylerden<br />

ötürü kabul etmedim kesinlikle. Benimle hiçbir<br />

alakası yok.<br />

Esme Hanım 2001 yılında ilk uzun metraj tecrübenizden<br />

sonra aradan 9 yıl geçmiş. Bu projeyle<br />

sinemaya dönmenizin sebebi?<br />

Esme: Senaryoyu okuduğumda çok beğendim<br />

açıkçası. Titizlikle yazılmış, güçlü bir senaryo<br />

olduğunu düşündüm, oynayacağım karakteri de<br />

çok sevdim. Ayrıca Seren’de büyük bir güven


verdi bana. Onun çok iyi çekebileceğine ve süper olacağına<br />

inandım.<br />

Rollerinizle ilgili bilgi alabilir miyim?<br />

Esme: Benim rolüm Bartu’nun rolüyle bağlantılı. Mertkan’ın<br />

sevgilisi. Üniversitede okuyor aslen Van’lı.<br />

Bartu: Ben Mertkan’ı oynuyorum. Mertkan, hiçbir hayali<br />

olmayan tamamen babasının gölgesi altında geçirdiği<br />

yıllardan bahsediyor. Hayatının çok ağır bir dönemi. Başına<br />

her şeyin gelmeye başladığı kısım galiba. Yapacak, karşı<br />

koyacak hiçbir şey yok. Far görmüş bir tavşan gibi bakıyor<br />

sadece.<br />

Film biraz da 80 sonrası gençliği yorumluyor. Bu anlamda<br />

da siyasi diyebiliriz bu film için. Siz bunu biraz yorumlayabilir<br />

misiniz?<br />

Batu: Bizde 80 sonrası kuşağız sonuçta yorumlamamayı<br />

daha çok seviyorum. Çok sert bir film, izleyince göreceksiniz<br />

aynı zamanda çok da politik. Son zamanlarda böyle<br />

sert bir film hatırlamıyorum Türk sinemasında.<br />

Trajikomikte diyebilir miyiz?<br />

Batu: Ben çok seviyorum o filmdeki komikliği. Lezzetli hale<br />

getiriyor.<br />

Esme: Komik olsun diye komik değil, gerçekten absürt<br />

durumlar.<br />

Batu: Ben Venedik’teki gösterimde seyircilerin de bu komik<br />

sahnelerde gülmesinden çok mutlu oldum ve biz gerçekten<br />

komiklik yapmadık. Bu da filmin lezzeti.<br />

İlk filmleriniz ve yurtdışında önemsenecek bir ödül aldınız.<br />

Bunu nasıl karşıladınız?<br />

Esme: İçinde başka hiçbir amaç olmadan yapılan bir şeyin<br />

hâlâ görülüyor olabilmesi ve beğeniliyor olması mutlu edici<br />

açıkçası.<br />

Bartu: Bir yerden sonra herkes filmi kendi serüvenine dahil<br />

etmek için çalıştı. Parçası olduk bir şekilde. Filmin içinde<br />

olan herkes, kendini düşünerek çalıştı diyebilirim. En ufak<br />

bir sorun yaşamadık. Olayların buraya kadar gelmesi, hepimizin<br />

bir uçağa binip Venedik’e kadar gitmesine vesile<br />

oldu.<br />

Yurtdışı festivallerindeki ödüllendirmeler Türk sinemasına<br />

ne kadar katkı sağlıyor? Düşünceleriniz nelerdir?<br />

Bartu: Bizim ilk filmimiz, ilk festivalimiz. Bundan önce<br />

ödüller DVD film alırken üstülerindeki logolardan ibaretti<br />

sadece. Bizim filmimizin üstünde de olacak o şimdi. Bizim<br />

için anlamı bu olabilir. Aslında orada bir azınlık izledi. Ben<br />

asıl şimdi ne olacağını çok merak ediyorum. Tamam, orada<br />

sevinmemiz, ödüllendirilmemiz çok güzel bir şey ama burada<br />

ne olacak? Mesela ananem bu filme gidince ne olacak<br />

çok merak ediyorum.<br />

Türk sinemasının sorunlarından biri de filmlerin festival


filmleri ve gişe filmleri olarak ayrılması. Sizinde filminizi<br />

dili itibariyle festival filmi olarak görebiliriz. Bu<br />

yorumda bir hata olduğunu düşünüyor musunuz? Ve<br />

endişelerinizin altında bunun bir rolü var mı sizce?<br />

Bartu: Benim bir endişem yok sadece merak ediyorum.<br />

Hatta seviniyorum da burada gösterileceği için.<br />

Ama öteki filmler çok umurumda değil. Bir yandan<br />

da iki binlerin çocuğuyum ben, neyi istersem onu<br />

seyrediyorum. Kim ne yapmış hiç umurumda değil,<br />

herkes istediğini seyretsin.<br />

Film birde Antalya’daki festivalde gösterilecek. Bu<br />

size manen bir farklılık hissettiriyor mu?<br />

Bartu: Bilmiyorum ki çoğunluk karşılaşacak bu<br />

filmle.<br />

Esme: Asıl enteresan kısmı burası olacak Bartu’nun<br />

da dediği gibi.<br />

Dizi tecrübeleriniz var. Siz bu konuda nerede<br />

duruyorsunuz? Dizi endüstrisini nerede<br />

konumlandırıyorsunuz?<br />

Bartu: Ben okurken dizilerde oynadım en son 3 sene<br />

önce bitti oynadığım bir dizi. Hatta ben bu dizilerde<br />

oynarken de; Kenter tiyatrosunda Akbank Sanat’ta<br />

sahneye çıktım. Aslında dizilerde yaptığımdan çok<br />

daha fazlasını tiyatrolarda yaptım. En son 3 sene<br />

önce bir dizide oynadım ve ondan sonra sürekli<br />

oyun yaptım bu zamana kadar. 3 yılda 4 tane oyun<br />

yaptım. İnsanlar ne düşünüyor çok da düşünmek<br />

istemiyorum. Bir isteğim yok açıkçası şunu şöyle<br />

yapayım diye. Ama aslında temel olarak istediğim<br />

şey; tiyatro yapmak. Bir yerde de dizi yapıyorsam o<br />

bir gün tiyatro yapmamı devam ettirmek içindir.<br />

Size de sormak gerek. 2001 yılındaki<br />

oyunculuğunuzu çocuk oyuncu olarak da kabul<br />

etsek bu kadar dönem geçmiş. Bu uzun arayı niye<br />

verdiniz?<br />

Esme: Birincisi hâlâ okuyorum, son sınıftayım konservatuarda.<br />

Okulda da kendi yaptığımız şeyler var<br />

oyunculuk yapmıyor değilim aslında. Bir de arada<br />

kısa bir filmde oynadım. Okuldaydım, daha çok<br />

öyle geçti. Özel olarak bir şey yapmayayım gibi bir<br />

düşünceden değil.<br />

Dizi sektörü için sizin düşünceleriniz neler?<br />

Esme: Benim düşüncem Bartu’dan daha keskin.<br />

Mecbur kalmak gibi klişe şeyler var ama ben hiç<br />

mecbur kalmak istemiyorum. Bir yerde hepimiz<br />

mecbur bırakılmış gibi oluyoruz para kazanabilmemiz<br />

için. Ama eğer başka türlü bu para işini halledebileceksem<br />

o tarafta durmaya çalışıyorum ve


çalışacağımda. Ama bakalım nereye kadar.<br />

Oyunculuk bağlamında çoğunluğun ilk tecrübeleri<br />

dizide oluyor. Sinema için sizce bu problemli bir<br />

durum değil mi?<br />

Bartu: Bence televizyondaki bu dönem ikinci bir<br />

Yeşilçam dönemi gibi. Sonuçta o setler kuruluyor<br />

ve bir hafta da 90 dakika çıkıyor. Onlarda film çekiyorlar<br />

sadece sinemada yayınlanmıyor. Bence<br />

çok aynı durum. O Yeşilçam döneminde oyuncu<br />

kendini ne kadar geliştirebilirdi o filmlerde bilmiyorum.<br />

Bir oyuncunun kendini geliştirmesi her<br />

zaman kendine bağlı. Bir dizide, bir sette, isterse<br />

de evinde olsun. Yıldız hoca bize 24 saattir bu<br />

iş demişti. Zaten çok belli kimin oyunculukla<br />

ilgilendiği, kimin daha iyi olmak istediği. Her şey<br />

çok ortada.<br />

Yeni sinemacıları nasıl yorumluyorsunuz ve yeni<br />

sinemacılar gerçekten Türk sineması içerisinde<br />

yeni bir dalga olabilirler mi?<br />

Esme: Süper insanlar diyebilirim. Niyet denen<br />

şeyin çok önemli olduğunu düşünüyorum.<br />

Niyetlerinde hiçbir problem olmadığını<br />

düşünüyorum. Ve bu iyi niyetleriyle yaptıkları<br />

işlerin hep güzel sonuçlanacağını düşünüyorum.<br />

Bartu: Ben 99 senesinde 16 yaşındayken tanıştım<br />

yeni sinemacılarla. Onların filmlerini seyrederek<br />

büyüdüm demek uygun sanırım burası için. Ama<br />

bütün filmlerini küçük yaşımdan beri takip ettim.<br />

Ve son filmlerinin parçası olmak güzel. Sürekli<br />

bir şey söylüyor olmaları süper.<br />

Bundan sonrası için kendiniz adına ne görüyorsunuz?<br />

Bartu: Ben tekrardan Seren bir film yapsın,<br />

biz oynayalım-oynamayalım fark etmez bizde<br />

yapalım o filmi istiyorum.<br />

Esme: Bende aynısını düşünüyorum.<br />

Kamera arkasıyla olan ilginiz nedir?<br />

Bartu: Ben bu filmde prodüksiyon asistanı, reji<br />

asistanı, şoför olarak çalıştım. Gerçekten filmin<br />

iki bölümünde benim olmadığım sahne vardı<br />

orada kamera arkasında çalıştım. Sayın Barış<br />

Özbiçer’in asistanı olarak çalıştım bir 4 saat<br />

kadar ve birçok fırça yiyerek çok şey öğrendim.<br />

Kamera arkasında da çalıştım ben çok zevkli<br />

bir şey. Oyuncuları kaybettim prodüksiyon<br />

asistanıyken arabada, sete geç kalmalarını<br />

sağladım. Hiç uyumadan 48 saat çalıştım.<br />

Muhteşemdi.<br />

Esme: Ben yazıp çizmeye çalışıyorum ama<br />

henüz bir şey olmadı. Çok istiyorum.


Geçtiğimiz ay kaybettiğimiz usta aktör Tony Curtis, 3 Haziran 1925<br />

yılında Amerika’da doğdu. Aslen Macar asıllı olan ve oyunculuk<br />

dışında resim sanatıyla da ilgilenen Curtis, “Spartaküs” ve “Bazıları<br />

Sıcak Sever” gibi unutulmaz Hollywood yapımlarında yer aldı.<br />

n Asıl adı Bernard Schwartz olan Tony Curtis,<br />

1925 yılında New York’ta doğdu. Babası<br />

Budapeşte’de amatör olarak aktörlük yapmış<br />

bir göçmendi. Curtis’in ailesi Macar Yahudisiydi.<br />

1943 yılında orduya katıldı. Ordudan<br />

sonra drama okuluna gitti. 1948 yılında Universal<br />

Studios’tan teklif alınca ailesiyle birlikte<br />

Californiya’ya yerleşti. Birkaç film yaptı ve<br />

o dönemde çoğu yıldızın yaptığı gibi ismini<br />

değiştirerek Tony Curtis adını aldı. 1951 - 1962<br />

yılları arasında dönemin ünlü aktristi Janet<br />

Leigh’le evli kaldı. Çiftin, ikisi de oyuncu olan<br />

Jamie Lee Curtis ve Kelly Curtis olmak üzere<br />

iki kız çocukları oldu. Curtis’in ilk filmi 1949’da<br />

çevirdiği “Criss Cross” oldu. Ardından “City<br />

Across the River” (1949), “Francis the Talking<br />

Mule” (1950), “Flesh and Fury” (1952),ve<br />

“No Room for the Groom” (1952) gibi filmler<br />

yaptı. 1953’te, Janet Leigh’le birlikte Houdini<br />

adlı filmde rol aldı. 1890’li yıllarda geçen ve<br />

efsane sihirbaz Harry Houdini’nin yaşamını<br />

konu alan filmde Tony Curtis, ünlü sihirbaza<br />

can vermişti. 1956’da Burt Lancaster ve Gina<br />

Lollobrigida ile “Trapez”de oynadı. 1959’da ise<br />

Marilyn Monroe ve Jack Lemmon ile “Bazıları<br />

Sıcak Sever” adlı komedi filminde oynadı.<br />

Bugün bile Hollywood’un en çok sevilen komedilerinden<br />

biri olarak kabul edilen filmde Tony<br />

Curtis ve Jack Lemmon kadın kılığındaydılar.<br />

Ki, bu film daha sonra dünya sinemalarında bir<br />

çok kez uyarlanacak, tekrarlanacaktı. 60 yıllık<br />

sinema kariyeri boyunca 120’den fazla filmed<br />

rol alan Curtis gözlerini hayata yumduğunda<br />

85 yaşındaydı. Klasik Hollywood geleneğinin<br />

son temsilcilerindendi…


n Öncelikle tutkumuz sonra da mesleğimiz gereği<br />

çok fazla film izliyoruz. Ancak bunlardan çok azı<br />

bizleri koltuklarımıza çiviliyor, kendimizden geçiriyor<br />

ve kalbimizi çalıyor. İşte onlardan biri “Paris’te Son<br />

Konser”… Ünlü yönetmen Radu Mihaileanu’nun<br />

(Daha önce ‘Bir Şans Daha’ ve ‘Hayat Treni’ filmlerinden<br />

tanıdığımız) son eseri sinemanın büyüleyici<br />

gücünü seyirciye sonuna kadar tattırarak keyifli bir 2<br />

saat geçirmesini sağlıyor.<br />

Yaklaşık <strong>30</strong> yıl önce, Bolşoy orkestrasının ünlü şefi<br />

Andrei Filipov, Yahudi müzisyenleri orkestrasında<br />

çalıştırdığı için kovulur. Şimdi ise Bolşoy’da sadece<br />

bir temizlikçidir. Bir gün tesadüfen, Fransız Chatelet<br />

Tiyatrosu’nun Bolşoy’u Paris’te çalması için davet<br />

ettiklerini öğrenir. Fırsattan yararlanan Andrei,<br />

eski müzisyenlerini bir araya getirip Paris’te Bolşoy<br />

Orkestrası’nın yerine çalmaya karar verir. Yahudi<br />

ve Roman kökenli eski müzisyenlerine solo keman<br />

sanatçısı olarak genç virtüöz Anne-Marie Jacquet’in<br />

eşlik etmesini ister. Andrei’in bu güzel ve başarılı keman<br />

virtüözü ile geçmişten gelen gizemli ilişkisi hem<br />

orkestra ekibinin dikkatini çekecek hem de yıllar<br />

önce tanıştığı ve virtüözün menajeri olan Guylene’i<br />

rahatsız edecektir.<br />

Andrei rolünde döktüren Alexei Guskov,<br />

canlandırdığı karakterin derinliklerinde yaşayan<br />

kırgınlık, başarısızlık, tatmin olamama duygusunu<br />

öylesine dolu perdeye taşıyor ki, onunla bir olup<br />

heyecanına ortak olmamak elde değil doğrusu. O<br />

kadar ekibi biraraya getirerek, Rusya’dan kalkıp<br />

Paris’teki bilinmeyene doğru yol almak ve en<br />

önemlisi yıllardır ulaşmaya çalıştığı Anne-Marie<br />

Jacquet’in saklı geçmişini ona anlatmakla Andrei,<br />

hayatı boyunca içinde ukde kalmış hayalleri bir bir<br />

gerçekleştiriyor. En son “Inglourious Basterds”tan<br />

hatırlayacağınız duru güzellik Melanie Laurent, özellikle,<br />

muhteşem final sahnesinde sergilediği yüksek<br />

performansla yılların virtüözlerine taş çıkarıyor.<br />

Yeri gelmişken hemen belirtelim, özellikle de klasik<br />

müzik tutkunlarının hayranlıkla izleyecekleri ve de klasik<br />

müzik icracılarının kıskanacakları denli olağanüstü<br />

bir final sahnesi seyircileri ödüllendiriyor. Başlıkta<br />

da belirttiğimiz üzere, hem görsellikle, hem müzikle,<br />

hem de seyirciyi konser salonunda hissetmesini<br />

sağlayacak dinamik kurgusuyla yönetmen seyircinin<br />

kalbini çalmayı başarıyor.<br />

Sırası gelmişken filmlerini ve tarzını anlamak adına<br />

biraz yönetmenden bahsedelim. Radu Mihaileanu,<br />

Bükreş doğumlu. Çavuşesku döneminde henüz<br />

bir öğrenciyken Fransa’ya göç etmiş. Zamanında<br />

Marco Ferreri’nin asistanlığını da yapmış olan<br />

Mihaileanu’nun babası komünistliği ile nam salmış yahudi<br />

bir gazeteci. “Paris’te Son Konser”de komünizmin<br />

artı ve eksilerini de masaya yatırmaktan çekinmeyen<br />

yönetmen, bunu Ivan karakteriyle gerçekleştiriyor.<br />

Bükreş’te Romenlerin arasında büyüyen Mihaileanu,<br />

filmlerinde sık sık ‘Yahudi’ ve ‘Romen’ karakterleri<br />

kullanıyor, karşı karşıya getiriyor. “Hayat Treni”ndeki,<br />

çingenelerle yahudilerin karşılıklı müzik atışmasını<br />

nasıl bir duyguyla görsel şölene dönüştürdüğünü<br />

hatırlarsınız...<br />

Söylenecek daha fazla şey yok... Son dönemlerin<br />

en akılda kalan ve en kalbe hitap eden filmlerinden<br />

biri “Paris’te Son Konser”... Yıllar sonra bile tekrar<br />

tekrar izlenecek...


n ““Büyük Oyun”, zulmün tetiklediği katlanılamaz<br />

acıları resmetmeyi deniyor, rüzgâr eken elbette<br />

fırtına biçiyor ve tükenmişliğin savurduğu<br />

mazlum-mağdur insanlar, intikam için kendi<br />

bedenlerini infilak ettirmeyi dahi göze alabiliyor.<br />

İstanbul’u 2003 yılında derinden sarsan<br />

eş zamanlı iki ayrı saldırıyı unutmak mümkün<br />

müdür? Asla! İşte Büyük Oyun, intihar komandosu<br />

veya “canlı bomba” artık adı her neyse, o<br />

noktadan hareket eden, sinemasal bir yetkinlikten<br />

ve dolayısıyla etkiden noksan kalmış vasat bir<br />

deneme.<br />

Büyük Oyun’u, “Zincirbozan”ın genç yönetmeni<br />

Atıl İnanç çekti. Senaryo, İnanç ile gazeteci-yazar<br />

Avni Özgürel’e ait. Kültür ve Turizm Bakanlığı<br />

destekli Büyük Oyun, Kuzey Irak’ta Erbil ve Musul,<br />

ülkemizde ise Urfa, Adıyaman ve İstanbul’da<br />

çekildi. Filmin kilit rollerinde Selen Uçer, üç<br />

kardeş Suzan Genç, Serdal Genç, Serkan Genç<br />

ile Rana Cabbar var. Özellikle Selen Uçer,<br />

hakkını fazlasıyla vererek oynamış, Adana Altın<br />

Koza’da ödül almaması jüri ve sinema adına<br />

talihsizlikti. Suzan Genç ise, Büyük Oyun’daki<br />

performansıyla ikinci ödülünü Adana’da aldı.<br />

“Vaat Edilen Cennet” (Paradise Now), bedenini<br />

bombaya çevirenlere dair kurgulanan öykülerin<br />

doruğu idi, Büyük Oyun ise adı büyük, kendi ise<br />

küçük bir girişim olarak kalmış, ne yazık ki... Kurgu<br />

ve senaryoda aksaklılar var, resmen sırıtıyor,<br />

savaş ve işgal adlı insan işi cehennemde oluşan<br />

acı, ziyadesiyle resmedilememiş, inandırıcılık<br />

yok ve bu, karakterle aramızda bir duygu bağı<br />

kurmamızı engelliyor. Üstelik tempo sürekli<br />

düşüyor, sahneler lastik gibi uzuyor. “Kaybedecek<br />

hiçbir şeyi kalmamış insan dünyanın en<br />

tehlikeli silahıdır” gibi büyük bir cümleyi kuşanan<br />

Büyük Oyun, yine de ‘canlı bomba’ orijinli benzer<br />

bir konuyu eşeleyen facia muadili “Gecenin<br />

Kanatları”ndan fersah fersah iyi bir film, şüphesiz.<br />

Katıldığı Uluslararası San Francisco Tiburon Film Festivali<br />

ve Uluslararası Los Angeles Güney Avrupa Film<br />

festivallerinden “En İyi Film” ödülleriyle dönen Büyük<br />

Oyun, Kuzey Irak’taki köyü, ABD’li askerlerce basılan ve<br />

ailesi katledilen Cennet adlı Türkmen kızının, ağabeyini<br />

aramak için yönünü İstanbul’a çevirdiği zorunlu ve<br />

zorlu macerasını anlatıyor. Öncelikle baskın sahnesi,<br />

özensiz, amatörce ve hayli karıkatürize... Böylesi bir<br />

projeye daha yüksek bir maliyet gerektiği açık, tam<br />

da bu yüzden teknik zayıf. Ana karakter Cennet’in<br />

şivesi olmamış, olamamış. Cemaat ilişkileri, Ortadoğu<br />

sorununa bakış, kaçak ve kaçakçı gerçeği, ABD’nin<br />

kabalığa ve güce dayalı politikası, adeta havada<br />

kalmış. Türkmenler’in yaşadığı sorunları beyazperdeye<br />

taşıması ise yapımın en büyük artısı. Çaresizliği,<br />

yalnızlığı ve can pahasına hedefe kilitlenmeyi didikleyen<br />

bu filmin iyi niyetinden kuşkum yok ancak kendi adıma<br />

mutlaka izleyin diyemiyorum, bilginiz olsun.<br />

KAKO Sİ?<br />

Hah unutmadan bir de festival festival dolaşan ve<br />

Ekim’in ilk günü gösterime giren “Kako Si?”(Nasılsın?)<br />

var. Özlem Akovalıgil’in çektiği, hiçbir şekilde olmamış,<br />

olamamış bir film bu. Ne belgesel, ne de kurgusal,<br />

deneysel, deneysel dediğimiz yapımlardan biri, özetle…<br />

Belli başlı rolleri Semahat Garuşanin (Semahat), Mesut<br />

Akusta (Fatih), Deniz Çakır (Lidya), Kemal Okur (Ufuk),<br />

Atilla Öner (Selim) ve Ayberk Attila (Dedeko) sırtlıyorlar.<br />

Yaşlı bir kadının, uzun yıllar sonra İstanbul’dan<br />

Bosna’ya tersine göçünü anlatmaya çabalayan Kako<br />

Si?, keşke belgesel olarak çekilseymiş. Gereksiz diyaloglar,<br />

oyunculukların ve oyuncu yönetiminin aksaması,<br />

vs. vs. Say say bitmez, yaz yaz tükenmez. Tatsız,<br />

tuzsuz. Tamam, para sıkıntısını ve koşulların zorluğu<br />

anlaşılabilir ama ortaya çıkan şeye film diyemem ve<br />

sizleri sinemaya davet edemem, emin olun, mümkün<br />

değil.


n Türk yönetmenlerin ilk film heyecanının denemesi<br />

tahtası olmaktan biz sinema yazarları, ya<br />

da kendi adıma konuşayım ben iyice sıkılmaya<br />

başlamıştım. Eline kamera alanın film çekmesi<br />

fikrine büyük destek atan bünyem artık<br />

yavaştan isyan etmeye başladı. Sinema sezonu<br />

başlayalı neredeyse dört – beş tane ilk (Türk)<br />

film izledik ve ilk film sempatimiz silinip gitti.<br />

Sinema tarihine tanıklık etmek için canını dişine<br />

takıp, ciddi mesailer harcayarak film izleyen<br />

bizlere ve siz izleyicilere yapılan haksızlığa<br />

dur demek gerekiyor. Böyle kötü filmler çekilmeye<br />

devam ederse, Türk sineması birkaç yılda<br />

kazandığı sempati ve beğeniyi kaybedecek gibi<br />

geliyor bana.<br />

Üstte yazdığım feryatların artmasına neden<br />

olan bir film izledik geçenlerde. Yani böylesi de<br />

çekiliyor dedirten cinsten. Annemi Öldürdüm<br />

yirmi yaşında genç bir yönetmenin elinden<br />

çıkma. Xavier Dolan hem yazmış, hem<br />

yönetmiş hem de oynamış. Çok da yakışıklı,<br />

bu ayrı bir konu tabii. Geçen yıl Cannes’da<br />

gösterildi, çok konuşuldu, Kanada’dan Oscar<br />

adayı oldu… Film eşcinsel ergen bir oğul<br />

ve kocasından boşanmış orta yaşlı bir anne<br />

üzerine kurulu. Konu klasik gibi görünse de<br />

işleniş tamamen ayrıksı. Filmin açılış sahnesi<br />

ise ‘en iyi açılış sahnelerinde yer bulacak kadar<br />

başarılı. Filmde en ufak bir fazlalık, sarkan<br />

bir plan yok. En dramatik anlarda gülebilmek<br />

önemli…<br />

Diyalogların gerçekçi oluşu, anne ve oğul<br />

arasında yaşanan gerilimin gelip dayandığı<br />

uçlar, birbirlerine olan tahammülsüzlük her şey<br />

çok dozunda. Film asla sorunlu anne – çocuk<br />

ilişkisine çözüm önermesinde bulunmuyor, var<br />

olan bir durumu mümkün olduğunca başarılı<br />

bir biçimde anlatmayı seçiyor. Beş yaşından<br />

beri setlerde olan Dolan, tabii kamera önünde, bu yaşına<br />

kadar birçok Kanada yapımı film ve dizide rol almış,<br />

‘kötü’ filmlerden çok şey öğrendiğine inanmış ve kötü<br />

filmlerden aldığı ilhamla güzel bir filme imza atmış.<br />

Hubert’in annesi Chantal’ı oynayan Anne Dorval’ın<br />

başarısı da yabana atılır gibi değil. İkili birbirini yiyip<br />

bitiren, aşk ve nefret duygusunun iniş çıkışlarını en<br />

alasından yaşayan bu anne ve oğla can verirken bir<br />

hayli titiz davranmışlar, ortaya keyifli bir film çıkması<br />

epey uğraşmışlar belli ki. Filmi izledikten sonra aklıma<br />

ismen benzeyen Annemi Trenden Nasıl Atarım / Throw<br />

Momma from The Rain geldi. 1987 yapımı bir kara film.<br />

Filmde hayatı kendisine zindan eden annesini ortadan<br />

kaldırmayı kafasına koyan bir edebiyat öğrencisi,<br />

karısından kazık yiyen edebiyat profesörüne karşılıklı<br />

cinayet işleme teklifi yapar. Annesine karşılık karısı! Filmin<br />

mizahı zincirleme bir biçimde devam ediyordu. Aslında<br />

film 1951 yapımı Trendeki Yabancılar filminin komedi<br />

tarzında yeniden yapımı ama anne ve oğul arasındakiler<br />

meseleler sinemanın her daim markajında. Çağan Irmak<br />

imzalı Karanlıktakiler’in merkezinde bile sorunlu<br />

anne – oğul döngüsü vardı. Tekrar Annemi Öldürdüm’e<br />

dönecek olursak, senaryoda hiç fazlalık hissedilmiyor.<br />

Karakterlerin duygusal olarak yükseliş ve alçalışları her<br />

şey çok dengeli. Senaryoya çok kısa bir sürede yazan<br />

Dolan, en ufak bir kareyi bile ziyan etmeden kullanmış.<br />

İlk filmini çekenlere ve çekeceklere ders niyetine değil<br />

ama feyz niyetine izlemelerini öneririm.


n Hollywood’un arızalı yıldızı Lindsay Lohan,<br />

yeni filmi Machete’deki performansıyla<br />

oyuncu olduğu yeniden hatırlatmış ve kariyerinin<br />

ikinci baharında eline gelen şansı iyi<br />

değerlendireceğinin sinyallerini vermişti. Hapishaneden<br />

sonra gönderildiği rehabilitasyon<br />

merkezinden salıverildikten sonra yeni filmi<br />

Inferno için çalışmaya başlayan Lohan, şu sıralar<br />

tutuklanmadan önce rol aldığı Robert Rodriguez<br />

imzalı Machete’deki performansıyla konuşuluyor.<br />

Filmin başrol oyuncusu Jessica Alba da,<br />

Lohan’ın kısa performansından çok etkilendiğini<br />

açıkladı ve “Bence o muhteşem bir aktris. Birlikte<br />

çalıştığımız için çok Mutluyum” şeklinde konuştu.


n Yüzüne Harry Potter<br />

klasiğinden alışık olduğumuz<br />

ünlü oyuncu Daniel Radcliffe<br />

Anti-Harry Potter tiplemesi ile<br />

“The Woman In Black” filminde<br />

tekrar kameraların karşına geçti.<br />

The Woman in Black projesi<br />

Hammer Horror Film Şirketi’nin<br />

ikincisi büyük projesi olarak<br />

göze çarpıyor. Başarılı yönetmen<br />

James Watkins’in yönettigi<br />

film, ölen müvekkilinin ardından<br />

bazı belgeleri incelemek için<br />

küçük bir kasabaya taşınan<br />

genç avukat Artur Kipps (Radcliffe)<br />

karakterinin, bu kasabada<br />

başından geçen tuhaf olayları<br />

konu alıyor. Filmin beyaz perdeye<br />

çıkış tarihi 2011<br />

n Başarılı yazar Joss Whedon,<br />

üzerinde çalıştığı projesi “Avegers”<br />

hakkında ilk defa SFX’e<br />

konuştu. Avengers filminde<br />

birbirinden farklı, çok yönlü ve<br />

çok sayıda süper kahramanı ortak<br />

bir çalışma içinde toplamanın<br />

ve bir hikaye yaratmanın<br />

zorluğundan bahseden Whedon,<br />

erşeyin tam planlandığı gibi<br />

gittiğinin müjdesini verdi.<br />

“Herşeyi bir yana bırakin, film<br />

bittikten sonra kendinizi bu<br />

karakterlerle birlikte hissedeceksiniz”<br />

diyen yazar, sadece bu<br />

düşüncesini senaryoya katmanın<br />

üzerinde yoğunlaştığını<br />

söyledi. Aynı zamanda Edward<br />

Norton’dan boşalan Hulk rolünü<br />

Mark Ruffalo gibi iyi bir isim ile<br />

doldurduklarının müjdesini verdi.


n Titanik, Avatar, Terminatör gibi gişe rekorları<br />

kıran filmlerin ünlü yönetmeni James Cameron<br />

56. yaşını Sibirya’daki Baykal Gölü’ne dalarak<br />

kutladı. Ancak Cameron’un bu dalışla asıl<br />

amacı doğum gününü kutlamak değil, yeni filmi<br />

için bilgi toplamak. Daha öncede okyanustaki<br />

hayatla ilgili uzun bir belgesel hazırlayan Cameron,<br />

bu kez Baykal Gölü’nde kısa süre önce<br />

keşfedilen sıradışı organizmaları konu alan yeni<br />

bir film için kolları sıvadı. Cameron, yeni sualtı<br />

filmi için Avustralya’da da özel bir denizaltı<br />

inşaa ettiriyor. Amaç daha önce kimsenin<br />

inemediği 11 bin metre derinliğe inebilmek.<br />

n Muğla’nın Datça İlçesi’nde, Kültür ve Turizm<br />

Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlenen,<br />

‘Uluslararası Datça Sinema ve Kültür Festivali’<br />

açılış töreninde onur konuğu olarak<br />

konuşan Türkan Şoray, Yılmaz Güney ile ilgili<br />

samimi itiraflarda bulundu. Türkan Şoray,<br />

Yılmaz Güney’in dünyanın en güzel bakan<br />

insanlarından biri olduğunu belirten Şoray,<br />

“Yılmaz Güney, ben ona sinemanın büyücüsü<br />

derim. İnanılmaz bir sinema insanıydı. Maalesef,<br />

Yılmaz Güney ile bir filmde çalışamadık. O<br />

benim içimde her zaman en büyük acıdır. Onun<br />

kadar etkili, yürekten bakan bir insan görmedim.<br />

Yılmaz Güney ile birlikte bir film çevirseydim,<br />

her halde ona aşık olurdum” dedi.


n Stephen Fry “Mycroft Holmes” karakteri için Sherlock<br />

Holmes filminin ekibine dahil oldu.<br />

Robert Downey Jr., Jude Law ve Rachel McAdams<br />

gibi isimlerin 2. bölüm için de geri döneceği film, Noomi<br />

Rapace ile de fransız bir çingene rolü için dirsek<br />

temasında.<br />

BBC 5 kanalına canlı konuşan Fry, Robert Downey Jr.<br />

ile birlikte Sherlock Holmes filminin ikinci bölümünde<br />

rol alacağını ve bu işin çok keyifli bir iş olacağını<br />

düşündüğünü söyledi.<br />

Filmdeki son başrol, Holmes’un hasımı Moriarty karakteri<br />

için ise hala bir gelişmenin olmaması biraz şaşırtıcı.<br />

Bu rol için bir dönem Brad Pitt’in ismi geçiyordu fakat şu<br />

an için herhangi bir gelişme söz konusu değil.<br />

Film 2011 yılının 16 Aralık tarihinde gösterime girecek.


“Şunu bilin ki Prensim,<br />

Avatar’dan öncesi de vardı…”<br />

Yazarın notu: Yazıya girişmeden<br />

önce şunu belirtmek isterim<br />

ki; 3 Boyutlu filmlerden bahsederken<br />

3D’ mi (Three Dimension)<br />

yoksa 3B’ mi (3 Boyut) yazmak<br />

konusunda tercihimi Türkçe<br />

olanından yana kullandım. İlk defa<br />

80’ler de karşılaştığım da bu filmleri<br />

tanımlarken 3B tercih edilirdi.<br />

Yazının nostaljisine de uygun<br />

düşeceği kanaatindeyim.<br />

MURAT TOLGA ŞEN<br />

n Avatar… Kimilerine göre sinemanın miladı,<br />

kimilerine göre aşırılmış fikirlerle döşenmiş bir<br />

yutturmaca. Hangisi doğru, zaman gösterecek<br />

ama James Cameron’un çektiği “tüm zamanların<br />

en pahalı filmi” bazı şeyleri değiştirmeye başladı<br />

bile... İlk gösteriminin üzerinden neredeyse 1 yıl<br />

geçtiğinde görüyoruz ki, sinema âlemi daha çok<br />

bilet satabilmek uğruna da olsa 3. boyuta geçmeye<br />

oldukça hevesli…<br />

Avatar’ın peşi sıra 3B çekilmiş ya da sonradan<br />

etkilendirilmiş pek çok film izledik. Eğlence<br />

sineması için bir tercih sebebi haline gelen bu iştah


açıcı gelişmenin aslında sinema tarihi kadar<br />

eski olduğunu bilenlerin sayısı ise oldukça az.<br />

Özellikle yeni nesil AVM seyircisinin 3B mefhumunun<br />

Avatar’la başladığı gibi sabit bir fikri<br />

bile mevcut. Gel gör ki kazın ayağı öyle değil...<br />

Sinema yokken bile 3B vardı. Gelin birlikte<br />

hatırlayalım ama özellikle 3B filmlerin dosta<br />

düşmana caka sattığı 50’lere dönelim ve bu<br />

tekniğin ne olup da Avatar’a kadar hatıralara<br />

gömüldüğünün cevaplarını arayalım.<br />

Görüntüyü derinleştirerek gerçeği yansıtma fikri<br />

hep vardı. 1838 yılında İngiliz mucit Charles<br />

Wheatstone, stereopsis tekniğini geliştirmiş<br />

ve 1840 yılında 3B görüntüleri gösteren ilk<br />

stereoskop’u yapmıştı bile... Aradan geçen<br />

50 yıl ve bazı başarısız deneylerin ardından,<br />

Fransız fotoğrafçı Louis Ducos du Hauron, hala<br />

çok popüler olan analgyph tekniğini geliştirdi.<br />

Her iki boyutlandırma tekniği günümüzde özellikle<br />

statik görüntülerin boyutlandırılmasında<br />

kullanılmaktadır.<br />

Özellikle fotoğraf sanatçılarının hevesleriyle<br />

yükselen 3B, nihayet 1922 yılında kendine<br />

sinemada yer buldu. 1915’de Edwin S. Porter<br />

and William E. Waddell seyircilere açık bazı 3B<br />

test videoları yayınladılar. Niagara şelaleleri<br />

ve egzotik dansçıların görüntülerinden oluşan<br />

bu test bazı sinemacıları 3B film yapmak için


heveslendirdi ve 1922 yılında çekilen The Power<br />

of Love sinemalarda gösterilen ilk 3B film oldu.<br />

Fakat peşi sıra gelen birkaç film, henüz gelişme<br />

aşamasında olan ilkel 3B uygulamalarının seyirci<br />

üzerinde tam bir tatmin sağlamamasından kaynaklı<br />

olarak pek bir önem ifade etmedi.<br />

Başlangıcı kısaca hatırlattıktan sonra yazarın asıl<br />

gelmek istediği nokta 3B sinemanın Altın çağı<br />

olarak tescillenen 50’li yıllardır. 1952’de çekilen ve<br />

aynı zamanda ilk renkli 3B film olan Bwana Devil,<br />

2. Dünya savaşının sıkıntılarını aşmaya çalışan ve<br />

eğlence sinemasına susamış seyirci tarafından<br />

müthiş bir ilgiyle karşılandı ve 3B çılgınlığı resmen<br />

başlamış oldu. Bwana Devil aynı zamanda bu dönemin<br />

kaderini de belirleyen yapımdır. MGM, FOX<br />

gibi büyük stüdyoların filmleriyle kapışmak isteyen<br />

B filmi yapımcıları, büyük bir iştahla bu tekniğe<br />

sarıldılar ve ortalık bir anda, hepsi de 3B gösterilen<br />

Marslı yaratıklarla, uzay fatihleriyle, kötü robotlarla<br />

ve Jurasik canavarlarla doldu. B filmlerinin<br />

pazarlanması için büyük bir enstürman haline<br />

gelen 3B sinema, 10 yıllık bir dönem boyunca<br />

şimdikinden de fazla popülerleşerek pek çok örnek<br />

verdi.<br />

O yılların unutulmaz filmlerini hatırlatmadan önce,<br />

korku filmlerinin en büyük aktörlerinden biri olan<br />

Vincent Price’dan kısaca bahsetmek gerekecek.<br />

Price, The Mad Magician, Dangerous Mission ve<br />

Son of Sinbad gibi 3B filmlerde rol alarak popülerlik<br />

kazandı ki, kendisi o dönemde “King of 3D”<br />

olarak anılmaktaydı. Aktörün “Gallico the great”<br />

karakterini canlandırdığı The Mad Magician’ı özellikle<br />

severim. Hatta tüm çocukluğum boyunca<br />

Sermet Erkin’e bu karakter yüzünden katlandım<br />

diyebilirim.<br />

Vincent Price’ın en çok bilinen 3B filmi ise<br />

geçtiğimiz yıllarda yeniden çevrim olarak karşımıza<br />

çıkan House of Wax / Mumyalar Evi’dir. 1953 yapımı<br />

film, 3B tekniğinin korku filmleri için güçlü bir<br />

potansiyel barındırdığının da ispatı oldu. Yeniden<br />

çevrimine sadece ismen ilham veren bu B film<br />

klasiğini video furyası sırasında izlemiş ve kelimenin<br />

tam anlamıyla çarpılmıştım. Vincent Price’ın<br />

delici bakışlarından kaçmanın mümkün olmadığı<br />

filmde, ortağıyla işlettikleri mumya müzesinde


çıkan yangında vücudu tamamen yanan ve daha<br />

sonra intikam planlarıyla açtığı yeni müzede insanları<br />

mumyalaştıran çılgın Profesör Henry Jarrod karakterini<br />

izlemek için bile tekrar tekrar seyredilebilir.<br />

House of Wax aynı zamanda büyük bir stüdyo elinden<br />

çıkan ilk 3B filmdir. 3B filmlerin potansiyelini<br />

keşfeden ve seyirciyi kaptırmaktan korkan büyük<br />

stüdyolar, pek bulaşmadıkları korku, fantastik,<br />

bilim kurgu temalarına bu sayede dalmış oldular.<br />

Warner Bross stüdyoları, 3B çeken ilk büyük<br />

yapımcı olmasına rağmen Colombia Pictures<br />

müthiş bir zamanlamayla Man in the Dark’ı bitirip<br />

sadece 2 gün önce prömiyerini gerçekleştirdi.<br />

Film bir rollercoaster’da geçmesi sebebiyle tüm 3B<br />

tuzaklarını içeren, aksiyonu da güçlü bir yapımdı.<br />

Öncekilerden farklı olarak her iki yapım, sesi de<br />

boyutlandıran “stereophonic sound” tekniğini<br />

kullanıyordu. Saran ses uygulamalarının bu ilk<br />

örnekleri, seyircinin 3B filmlere olan iştahını iyice<br />

kabarttı. Büyük patronların da işin içine girmesiyle<br />

1953 yılı tam bir 3 boyutlu filmler savaşına sahne<br />

olacaktı…<br />

House of Wax ve Man in the Dark’ın bilet satışından<br />

etkilenen Walt Disney stüdyoları aynı yıl ilk 3B Western<br />

olan Melody’i çekti. Universal stüdyoları ise bu<br />

furyaya It Came From Other Space’i çekerek daldı.<br />

Arizona’ya düşen bir meteorun aslında meteor değil<br />

de uzay gemisi olmasının anlaşılmasının ardından<br />

gelen istila ile seyirciyi terörize eden bu naif bilim<br />

kurgu hala en çok hatırlanan 3B filmlerden biri olsa<br />

gerek… Paramount 3B’ye bulaşmamak konusunda<br />

bir süre ayak dirediyse de bilet alan seyircinin tercihini<br />

bu filmlerden yana kullanması üzerine Fernando<br />

Lamas ve Arlene Dahl’ın oynadığı aşk draması<br />

Sangaree’yi çekti. Meraklısına not; Fernando Lamas,<br />

Şahin Tepesi dizisi ile ünlenen aktör Lorenzo<br />

Lamas’ın babası ve 50’ler sinemasının önemli bir<br />

aktörüdür.<br />

1954 yılında yapımcı sam Katzman ve yönetmen William<br />

castle, artan seyirci ve bilet satışından memnun<br />

olan Columbia Pictures için bir dizi 3B Western filmi<br />

çektiler. Castle daha sonra yine aynı şirket için hepsi<br />

birer kült klasik haline gelen 13 Ghosts / 13 hayalet,<br />

House on Haunted Hill / Lanetli Tepedeki Ev ve The<br />

Tingler filmlerini çekti. Meraklısına bir not daha; Bu


filmlerin yeniden çevrimlerini yapan Dark<br />

Castle şirketinin isminde ki “Castle” kelimesi,<br />

William Castle’a bir saygı duruşudur.<br />

Columbia 3B tekniğini sadece korku, fantastik,<br />

bilim kurgu türleri içine hapsetmeyip aynı<br />

yıl bir dizi slapstick komedi filmini seyirciyle<br />

buluşturdu. Fatih Özgüven’in bir yazısında<br />

“vurdum-bayıldı-su döktüm-ayıldı filmleri”<br />

olarak nitelendirdiği, aksiyona dayanan bu<br />

komedi filmleri 3B için iyi birer malzeme oldular.<br />

Amerikanın “Komedi dans üçlüsü” olarak<br />

görebileceğimiz Three Stooges’in oynadığı<br />

Spooks ve Pardon My Backfire gibi yapımlar<br />

bu filmlere örnektir. 20th Century Fox’un tek 3B<br />

filmi ise başrollerde unutulmaz yıldız Rhonda<br />

Fleming’in oynadığı Inferno / Cehennem’dir.<br />

3B filmlerin Altın çağı olan 50’lerin en ünlü<br />

filmlerinden biri de, sadece 3 boyutlu filmler<br />

çekmek için kurulmuş olan 3 Dimensional<br />

Pictures’in çektiği The Robot Monster / Robot<br />

Canavar’dır. Kötü bir uzaylı olan Ro-Man’ın tüm<br />

dünyadaki yaşamı Calcinator ışınıyla yok etmesinin<br />

ardından kurtulan 8 kişinin mücadelesini<br />

anlatan filmin acıklı ve sefil görselliği ancak<br />

izlenerek anlaşılabilir. Yine de, sadece 2 haftada<br />

çekilen ve 16.000 $’lık bütçesiyle tam bir çöp<br />

film olan The Robot Monster, zaman içinde<br />

bir kült klasiği ve popüler kültür ikonu haline<br />

geldi. Bunda yapım zavallığının payı büyük<br />

sanırım. Bizim, Dünyayı Kurtaran Adam’ımızın<br />

başına gelene benzer bir durum bu aslında…<br />

Halen Amazon.com gibi sitelerde DVD’si en<br />

çok satılan B filmlerinden biridir. Olaya 3B<br />

tarafından baktığımızda ise bu film önemlidir<br />

çünkü, daha önce hiç denenmemiş derinlik<br />

duygusunu güçlendiren bazı kamera açılarına<br />

ve hareketlerine sahiptir.<br />

Çok daha uzun bir yazıda yeniden ele<br />

alınabileceği üzere tüm zamanların en büyük<br />

3B film çılgınlığı 50’lerde yaşanmıştı. Eğlence<br />

sineması ile birleşen 3 boyut tekniği bilet<br />

satmak için enfes bir yoldu ve irili ufaklı tüm<br />

stüdyolar bunu ellerinden geldiğince sömürdüler.<br />

Fakat ne olduysa bu çılgınlık ilerleyen<br />

zamanlara taşınamadı. 3 boyutlu film-


ler hep oldu ama artık eğlenceyi TV’den<br />

yakalayabilen seyirci ve 60’ların özgürlük<br />

rüzgârlarının getirdiği politik anlayış yüzünden,<br />

Hollywood’a egemen olan daha ciddi ve<br />

dertleri olan sinema yapma isteği, 3B filmlerin<br />

hatıralara gömülmesine yol açtı.<br />

3B, 70’lerin sonunda eğlence sinemasını<br />

büyük bütçe ile birleştirerek yeniden formülize<br />

eden Spielberg, Lucas gibi sinema<br />

adamlarının uzak durmasından belki de,<br />

sınırlı olarak denenen bir teknik haline geldi.<br />

Yine de özellikle 80’lerden, Amityville, Friday<br />

the 13th Part III, Jaws 3, The Man Who<br />

Wasn’t There, benim de sinemada 3B olarak<br />

seyrettiğim, Metalstorm ve Spacehunter:<br />

Adventures in the Forbidden Zone gibi filmleri<br />

saymak mümkün. 80’lerin ortasında<br />

yaşanan video furyası esnasında işini bilir<br />

bazı İtalyan sinemacıların da önemsiz 3B<br />

filmlerine rastlamışlığımız vardır ama asla<br />

50’lerde ya da şimdilerde yaşanılan ilgiden<br />

uzak karşılanmış yapımlardır bunlar.<br />

90’ların başında, sinemada çığır açacağı<br />

düşünülerek geliştirilen IMAX tekniği ile 3B<br />

mefhumu gerçek bir yetkinlik kazanmış oldu<br />

ama IMAX’ın kısa belgeselleri çok kişinin<br />

dikkatini çekecek işler değildi. Oldukça<br />

pahalı çekim ve gösterim ekipmanlarına<br />

sahip olan ve yorucu bir izleme deneyimi<br />

olacağı varsayıldığı için 45 dakikalık filmlerle<br />

sınırlanan IMAX deneyimi, icadından<br />

neredeyse 20 yıl sonra Avatar’la gerçek potansiyelini<br />

gösterdi ve 3B filmler için güçlü<br />

bir geri dönüşe yol açtı. Eski zamanların<br />

streoscopic ya da Analgyph gibi ilkel<br />

tekniklerinden çok daha zengin bir izleme<br />

deneyimi sunan IMAX, Real 3D, Xpand<br />

tekniğine uygun salonları artık her sinema<br />

kompleksinde bulmak mümkün. Sinemayı<br />

bir lunapark eğlencesine dönüştürdüğü için<br />

bazı sinemacıların uzak durduğu bu yeni<br />

çılgınlığın bir süreklilik mi yoksa geçici bir<br />

heves mi olacağını ise hep birlikte göreceğiz.<br />

Bu yazıda eski neşeli zamanları kısaca anmış,<br />

örneklemiş olduk. 2B ya da 3B ama mutlaka<br />

sinema ile kalın.


Yeni sezonun yeni dizileri yavaş yavaş ekranlardaki yerlerini<br />

almaya başladılar. Hangi dizileri takip edeceğinize<br />

karar vermeden önce hepsine bir göz atmaya ne dersiniz?<br />

Lone Star: Sırf Jon Voight için izlenebilecek<br />

dizi, bir dolandırıcının iki ayrı hayatını anlatan<br />

bir dram. Bir Fox dizisi olmasa ikinci sezonu<br />

görebilir diyebilirdik belki ama başarısızlığa bir<br />

bölüm bile tahammülü olmayan kanalın, diziyi<br />

sezon ortalarından bile iptal etme riski var gibi<br />

görünüyor.<br />

The Event: Yeni “Lost” olarak anılan dizi, büyük<br />

bütçesi, komplo teorileri ve hızlı temposu ile<br />

aramıza katıldı. Lost’un bıraktığı boşluğu yenilerden<br />

birinin dolduracağı garantisi olmasa<br />

da, bu role en yakın dizi şimdilik The Event.<br />

Hawaii Five-O: 1968 yapımı aynı adlı dizinin<br />

yeniden çevrimi olan yapım, orijinalinin<br />

başarısını yakalayabilmek için aynı unsurları<br />

kullanacak gibi görünüyor. Özel bir ekibin<br />

polisiye maceralarını anlatan eğlenceli dizinin en<br />

büyük kozlarından biri ise, “Moonlight” ile gönüllerde<br />

taht kuran Alex O’Loughlin…<br />

No Ordinary Family: Adından da anlaşılacağı gibi<br />

hiç de normal olmayan bir aileyi anlatan dizi, bir<br />

uçak kazasından sonra çeşitli özel güçler edinen<br />

aile bireylerini anlatıyor. “Dexter”dan ayrılan<br />

Julie Benz’i özleyenler ve süper kahramanlar<br />

karmasını sevenler için keyifli olabilecek dizi,<br />

takip listesine alınmaya değer.<br />

Detroit 1-8-7: Yeni bir polisiye daha… Detroit<br />

Cinayet Masası dedektiflerinin suçla savaşını<br />

izlemek isteyenler kaçırmasınlar ama şu da bir<br />

gerçek ki, dizinin kriminal yapımlara yeni bir şey<br />

eklediğini söylemek zor.<br />

Undercovers: J.J. Abrams’ın yeni dizisi Under-


covers, beş yıl sonra tekrar ajanlığa<br />

başlayan evli bir çiftin maceralarını<br />

anlatıyor. Abrams’ın ortaya kötü bir iş<br />

çıkarma olasılığı olmadığına inananlar<br />

için kaçırılmayacak bir fırsat.<br />

The Whole Truth: Dizi hukuk<br />

dramalarını sevenler için birebir. Bir<br />

Jerry Bruckheimer yapımı olan dizi,<br />

mahkeme salonlarını özleyenlere ilaç<br />

gibi gelecek.<br />

The Defenders: The Whole Truth<br />

size çok sert geldiyse, en sevdiğiniz<br />

hukuk dizileri “Ally McBeal” ve<br />

“Boston Legal” ise Jim Belushi’nin<br />

başrolünde olduğu The Defenders<br />

sizin kaleminiz.<br />

S#*t My Dad Says: Yeni sit-com’lar<br />

arasında en keyifli görünenlerden biri<br />

olan dizi, sırf her zaman lafı gediğine<br />

koyan baba rolündeki William<br />

Shatner’ın hatırına bile izlenebilir.<br />

Nikita: Luc Besson’un Nikita’sının<br />

televizyon uyarlaması olan dizide<br />

Maggie Q başrolde. Suikastçı<br />

yetiştiren özel bir birimi çökertmeye<br />

çalışan Nikita’nın maceraları şimdilik<br />

takip etmeye değer görünüyor.<br />

Blue Bloods: “The Sopranos”un<br />

yazarları yeni bir aile dramasıyla<br />

karşımızda. Bu sefer suç işleyen bir<br />

aileyi değil, suçla savaşan bir aileyi<br />

anlatıyorlar. Tom Selleck’le Donnie<br />

Wahlberg’i bir araya getiren dizi, aile<br />

boyu polis olan İrlandalı bir aileyi<br />

konu alıyor.<br />

Outlaw: Dizide Jimmy Smiths, Yüksek<br />

Mahkeme yargıçlığından istifa<br />

edip, avukatlığa geri dönen Cyrus<br />

Garza rolünde. Yarışa yeni katılan<br />

diğer hukuk dizileri arasında ne kadar<br />

şansı olduğunu söylemek içinse<br />

henüz erken.<br />

Boardwalk Empire: Konusuna<br />

bile bakılmadan, sadece HBO’da<br />

yayınlanması, Steve Buscemi’nin<br />

başrolde olması ve Martin Scorsese<br />

tarafından yönetilmiş olması nedenleriyle<br />

bile izlemeye değer. Boardwalk


Empire şüphe götürmez bir şekilde<br />

yeni diziler arasındaki en güçlü yapım.<br />

Deli Saraylı: Gani Müjde’nin kaleme<br />

aldığı dizi, özellikle oyuncu kadrosuyla<br />

göz dolduruyor. Perran Kutman ve Çetin<br />

Tekindor’u bir araya getiren yapım,<br />

dönem hikayeleri sevenleri ekrana<br />

kilitleyecek gibi görünüyor.<br />

Fatmagül’ün Suçu Ne?: Daha<br />

yayınlanmadan hakkında söylenmedik<br />

söz kalmayan dizi, aynı adlı 1986<br />

yapımı filmin televizyon uyarlaması.<br />

Konusu bir yana, Beren Saat sayesinde<br />

reyting sorunu yaşayacağa benzemiyor.<br />

Kılıç Günü: 90 günlük ömrü kalan<br />

birinin yaşadıklarını anlatan bir Osman<br />

Sınav yapımı olan dizi, yeni bir “Ezel”<br />

gibi kokmakta. İntikam hikayelerini çok<br />

sevdiği anlaşılan Türk izleyicisi böyle<br />

yapımları bol bol görmeye alışsa iyi<br />

olur, zira türevleri artmaya devam edecek<br />

gibi görünüyor.<br />

Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi: Yavaş<br />

yavaş kendine bir izleyici kitlesi edinen<br />

Türk polisiye dizilerine bir yenisi daha<br />

ekleniyor. Ağır dramlar ve ağdalı komedilerin<br />

arasında daha fazla görmek<br />

istediğimiz polisiyelerin artmaya<br />

başladığını görmek bile umut verici.<br />

Umut Yolcuları: Sokak çocuklarının<br />

dramlarını işleyen dizi, ekip macerası<br />

sevenleri belki tatmin edebilir. Zuhal<br />

Olcay’ı özleyenleri ise tatmin edeceği<br />

kesin.<br />

Bu liste daha uzayıp gitse de,<br />

aralarından çok azı ikinci sezonu görebilecek.<br />

Genel olarak baktığımızda;<br />

bu sene de yapımcıların popülist bir<br />

yaklaşımla, iş yapan dizilerin formüllerinin<br />

üzerine başka karakterleri ve<br />

ufak değişiklikler yaptıkları hikayeleri<br />

oturtma veya yeniden çevrimlere<br />

sığınma yolunu seçtiklerini söyleyebiliriz.<br />

Yine de bu yeni yüzlere bir şans<br />

vermenizi ama bu arada da eski dizileri<br />

es geçmemenizi öneririm.


Fotoğraflar: Murat Tolga Şen


Bu sene çokça izleyeceğimiz ilk filmden birisi Kako si? Türkçe adıyla<br />

Nerdesin? Bir belgesel projesi olarak başlayan, ufak bir manevrayla<br />

sinema filmine dönüşen ama belgeselden de taviz vermeyen bir sinema…<br />

Filmin yönetmeni Özlem Akovalıgil’le filmin sürecini konuştuk, ilk<br />

film yapmanın zorluklarıyla bir kez daha tanıştık…<br />

BANU BOZDEMİR<br />

n Kako Si ilk filmin. Oyuncuların kariyerlerinin<br />

son basamaklarında yönetmenlik<br />

yapmasına alışığız ama sen başında yönetmenlik<br />

yaptın. Filmini çekmek için büyük<br />

de çaba sarf etmişsin. Film çekmek nedir<br />

senin için?<br />

İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı<br />

oyunculuk bölümü, sonra da Marmara<br />

Güzel Sanatlar Sinema televizyon bölümü<br />

mezunuyum. Çok küçük yaşlarda meslek<br />

olarak seçtim ben bu mesleği. Sinema<br />

yapacağım dedim. Oyunculuk eğitimini de<br />

sinema için aldım. Dram sanatının bunun<br />

başı olduğunu düşündüm, oyunculuk<br />

birçok şeyi kapsıyor. Bilinçli olarak konservatuara<br />

yöneldim.<br />

Aldığın oyunculuk eğitiminin oyuncuları<br />

yönetirken nasıl bir faydası oldu?<br />

Sonuçta ilk film, ilk tecrübe yine acemilik<br />

oldu. Ne kadar biliyorum, ben oyuncuyu<br />

ve oyunculuğu tanıyorum, senaryoyu da<br />

ben yazdım desen de aslında bilmediğin<br />

bir alana adım atıyorsun. Bazı şeyleri çok<br />

biliyor olmanın bile zararını gördüm. Bilinmeze<br />

daha hazırlıklı olabiliyor insan. Bazı<br />

konularda çok yanıldım. Ya da yanılmadım<br />

onların öyle olması gerekiyordu. Ama<br />

kavramsal bilginin çok da uygulamada<br />

faydası yok. Ama daha çok arkadaşlarımla<br />

çalıştım zaten. İlişki kurmayı rahatlatıyor. Bir de<br />

oyunculuk son on yılda çok başka yerlere gitti.<br />

Televizyon oyunculuğu diye bir kavram var. Ben<br />

okula girdiğimde TRT vardı, ikinci sınıftayken Star<br />

televizyonu açıldı, ben mezun olduğumda herkes<br />

dizi yıldızı olmak için okula giriyordu.<br />

İlk filmler hep yakın olandan, yanı başındaki konulardan<br />

seçilir, senin tercihin de böyle oldu…<br />

Ben oldum olası yol filmlerini çok severim. Yol<br />

filmi yeterli. Çok fazla yol filmi de çekilmez. Bir<br />

gün annem ‘ölmeden beni Bosna’ya götür’ dedi.<br />

Ben de ‘tamam’ dedim ve bunu amatör kamerayla<br />

kaydetmek istedim. Çünkü bu ciddi bir belge<br />

olacaktı. Sonra proje büyüdü, ben bunu yazdım,<br />

yanına bir şeyler de ekledim, başka hayat parçaları<br />

da ekledim. Coğrafyaya yolculuk oldu, üstüne bir<br />

de göç hikayesi büyük bir hikaye çıktı ortaya. Çok<br />

tanıdık bir şeyin içine girdiğimi sanıp, çok büyük<br />

bit kuyuda kaybolma noktasına kadar gittim.<br />

Senaryo değişime uğradı mı peki bu yolculuk<br />

esnasında?<br />

Çok değişti. O dönem çekimleri yaptığımız sırada<br />

Balkanlar çok karışıktı. Kosova bağımsızlık ilan<br />

etti. Çekimlerimiz dört ay ertelendi bu yüzden.<br />

Lokasyonlarımız çok değişti. Hep sınır bölgelerinde<br />

sorun yaşadık, istediğimiz yerlere giremedik.<br />

Yol filminde doğaçlamaya izin vermek gerekiyor.<br />

Senaryo bir anlamda kılavuz oluyor. 128 sayfalık<br />

çok ciddi bir senaryomuz vardı yoksa…<br />

Filminin yapımı yönetimi, kurgusu ve senaryosu<br />

sana ait. Türk sinemasında filminin birçok şeyini


üstlenen yönetmenlere alışkınız. Sen de etkisi<br />

nasıl oldu?<br />

Bir kere öncelikle kilo aldım. Yıpratıcı oldu ama<br />

öğretici bir yandan da…<br />

Ülkemizde yönetmenler ilk filmlerine yapımcı ve<br />

ekip bulamadığı için her şeyi kendileri sırtlanmak<br />

zorunda kalıyor tabii bir yandan da.<br />

İlk filmini gişeye yönelik değil de, kendi için, film<br />

yapacağım diye duygusal bir tarzda baktığı için<br />

kendisi üstleniyor. Yapımcı ticari kaygıyla giriyor.<br />

Kimsenin sanatla ya da kara kaş kara gözle ilgili<br />

olarak yapımcılık derdi yok. Tüccar olsam ben de<br />

haklı görürdüm.<br />

Sinema sanat dersek…<br />

O zaman başka birilerinin bir şey yapması gerekiyor.<br />

Başka yapılanmaya gidilmesi gerekiyor.<br />

Birisi ilk filmini yapmadan da yönetmen olmaz,<br />

bir yerden başlanması gerekiyor. Tarzını ortaya<br />

koymak istiyorsan mutlaka bağımsız bir film<br />

yapabilmelisin. İlk üç film yönetmenin dilini<br />

oluşturma süreci. Pahalı bir süreç.<br />

Filmin afişine pek önem verilmez aslında ama<br />

seyircinin de filmle ilk iletişimidir. Ama geçen yıl<br />

en çok yapan filmin afişi başarılı değildi. Sizin<br />

filminizin afişi başarılı. Afiş sizin için ne derece<br />

önemli?<br />

Afişi farklı farklı kişiler çalıştı ama olmadı. Sonra<br />

kendim yapmaya çalıştım. Ya olsun ya olmasın<br />

tarzım da vardır aslında benim. Sonra Cüneyt<br />

(Ersöz) filmle tanıştı ve kendi algısına göre bir<br />

afiş yaptı.<br />

Sen filmin afişini yaparken nasıl bir yol izledin?<br />

Cüneyt Ersöz: Afişlerin özensiz olması bizim<br />

yaşam kültürümüzle alakalı. Sevmiyoruz öyle<br />

şeyleri. Göçebe toplumun verdiği bir rahatlık da<br />

var. Yediğimiz şeylerden kısmıyoruz ama<br />

diğer alanlarda bu böyle. Bu filmin afişi vizyonu<br />

etkiler diye düşünüyorum. Ama bu marketing<br />

çalışmasıyla anlam kazanan bir şey. Ama mesela<br />

filmin afişine kandım bir filme gittim, kötü çıktı<br />

bir daha da o yönetmenin ya da oyuncunun<br />

filmine gitmem. Bazı kandırmaca afişlerde var<br />

tabi. Örneğin güzel kadın koyan afişler vs… Bu<br />

film kendi afişini kolayca yarattı bana göre.<br />

Çok fazla film gösterilecek bu sene. Bu kadar<br />

çok filmle vizyona girmek seni korkutuyor mu<br />

yoksa iyi bir şey mi diyorsun buna?<br />

Hayır korkutmuyor. Ama bunu ukalaca söylemiyorum.<br />

Çok film olması iyi bir şey. Bu işin<br />

yapımcısı da olduğum için harcadığım para var<br />

sonuçta. İflas etmesem iyi olur diyorsun ama çok<br />

aktif bir düşünce değil o. Yapımcı çok insanın<br />

izlemesini para kazanmak için ister ben de filmim<br />

izlensin diye isterim. Sonuçta iki tarafta filmin<br />

çok izlenmesini istiyor.<br />

Bu filmin gişedeki karşılığı seni ikinci filmini<br />

çekip çekmeme konusunda etkiler mi?<br />

Hiç etkilemez. Ben ne yapmak istediğimi çok<br />

iyi biliyorum. Kafamda iki proje var. Bir tanesi<br />

bayağı ilerledi. Ben önce kafamda bir çekerim,<br />

sonra yazarım. Bir tanesini de yazmaya<br />

başladım. Onlar bu filmden çok farklı olacak…


Filmde anneye yapılan sürpriz çok hoştu. Spontane<br />

gelişen bir durum olduğunu biliyoruz. O<br />

karşılaşma anını biraz açabilir misiniz?<br />

Tamamen doğaçlama. İki tane ambulans vardı<br />

orada. Ama biz biraz belli ettik orada. İkisi de<br />

yaşlı ve hastalar. Orada ne olacağı belli değildi.<br />

Muhammet’e de yani annemim kuzenine de ‘biz’<br />

geliyoruz dedim. Beni zaten görmüştü. Önemli<br />

olan kameralarla karşılaştığında ne yapacağını<br />

bilmiyordu, ekip de bilmiyordu, biz de bilmiyorduk.<br />

Tamamen doğaçlama. Herkes birbirine dolandı,<br />

çok duygusal bir andı. Görüntü yönetmenimiz bile<br />

ağladı.<br />

Kurgusal bir filmin içinde gerçekçi bir an daha<br />

önce denenmiş midir acaba?<br />

Denenmiştir mutlaka. Sonuçta ikisi de<br />

oyuncu değil. Benim film boyunca vermeye<br />

çalıştığım şey, diğer oyuncularla da bunu<br />

yapmaya çalıştım, masa başında duyguları<br />

sergilemenin ötesinde bir şeylere geçmekti.<br />

Ben aldım onları tak diye Bosna’ya götürdüm,<br />

önceden götürmedim. Her gün bir şeyler<br />

görerek onların değişim sürecini izlemeye<br />

çalıştım ben. Kimisi çok katıydı, kimisi<br />

gördüklerinden çok etkilendi, kimisi etkilenmedi.<br />

Kimisi daha çok turist gibiydi. Oyunculuklara<br />

da yansıdı bu. Film bunu taşıyabildi<br />

çünkü bu onların da yolculuğu oldu. Ama<br />

Türk oyuncusunda büyük katılık var. Gir o<br />

serüvene, bırak kendini.<br />

Oyuncu için; başladığın noktada bulamayabilirsin<br />

kendini… Vaatler ve gelinen durum<br />

farklılığı olabilir bu…<br />

Hayat gibi. Bir film çekim süreci<br />

Hollywood’da yapılmıyorsa, bir çekim<br />

evresi sanattır bana göre… Her şeyin planlı<br />

olduğunu sanırsın ama değildir. Senaryo<br />

yazılmıştır ama nereye kadar gideceğini<br />

bilemezsin… Hatta kurgu aşamasına kadar<br />

ne yapacağını da bilemeyebilirsin. Hayat<br />

aşamaları gibi. Zevki orada çıkar aslında, ama<br />

ekibin bütününe bu algıyı yaymak mümkün<br />

olmaz. Bana göre set yaşamalı, herkes sürprizlere<br />

açık olmalı. Benim tarzım biraz bu.<br />

Oyuncular bundan pek memnun olamıyor.<br />

Gerçi çok değişti dedin, başladığımız yerden<br />

çok farklı bir yerdeyiz dedin peki bu film içine<br />

sinen bir iş oldu mu her anlamda?<br />

Kafamdaki filmi çekemedim. Bu başka bir<br />

şey oldu ama bunu da sevdim. Sevmek<br />

zorundayım. Bu da benim çocuğum sonuçta.<br />

Benden başka herkes yorum yapabilir. Ben<br />

yorum yaparsam benimle birlikte yola çıkmış<br />

herkese ayıp olur. Bu filmi de seviyorum.<br />

Bu film biraz bana doğru oyuncu seçiminin<br />

önemini gösterdi. Bu konuda çok dikkatli<br />

olunması gerektiğini öğrendim. İsim, fotoğraf,<br />

hiçbir şey tek başına yeterli değil. Oyuncunun<br />

o rol için doğru olduğuna emin olmadan<br />

ve karşılıklı olarak birlikte çalışacağına ikna<br />

olduktan sonra filme başlanmalı.


n Amerika’da geçtiğimiz hafta Cuma günü<br />

gösterime giren David Fincher imzalı film,<br />

kurulduğundan itibaren hemen hemen hepimizin,<br />

milyonların hayatının bir parçası olan<br />

“Facebook” sosyal ağının kuruluşundan<br />

günümüze kadar gelen oluşumunu anlatıyor<br />

ve belki de içinde bulunduğumuz iletişim<br />

çağını en iyi tarif eden, tanımlayan yapıt<br />

olarak göze çarpıyor.<br />

Daha spesifik anlatmak gerekirse, şu anda 26<br />

yaşında olan, Facebook çılgınlığını başlatan<br />

kişi ve kendi emeği ile dünyanın sayılı milyarderleri<br />

arasına girmeyi başarmış Mark<br />

Zuckerberg’in hayatının kırılma noktasının<br />

anlatıldığı, yalnız yapım aşamasından itibaren<br />

Zuckerberg ve Facebook ekibinin, bazı detaylar<br />

yüzünden, yapımına karşı çıktığı ve<br />

daha ileriye gidip reddettiği ve hatta kendi<br />

sayfalarında ilanlarına, reklamlarına yer vermeyip<br />

boykot ettiği yapıt.<br />

Jesse Eisenberg tarafından canlandırılan<br />

Zuckerberg’in, Facebook gibi bir fenomeni<br />

yaratırken başından geçenlere, inandığı yolda<br />

ilerlerken kimlerle, ne şartlar altında mücadele<br />

ettiğine şahitlik edecek, konuştuğum,<br />

filmi izleyen herkesin, ayrı bir yanını gördüğü<br />

Zuckerberg gibi bir karakteri tanıma fırsatını


yakayacak ve belki de tanıdığım çok kişi gibi<br />

siz de kişilikte pozitif yan bulabilmek için büyük<br />

çaba harcayacaksınız.<br />

Filmi izleyenler ve bazı eleştirmenler üzerinde<br />

Zuckerberg’in bıraktığı etki; başarıya aç,<br />

birşeyler başarabilmek ve insanlara kendini sevdirebilmek<br />

uğruna herseyi yapmayı göze alabilecek,<br />

yalnız beceriksiz, iğrenç, huysuz, alıngan,<br />

soğuk, güvenilirliği olmayan biri olduğu<br />

yönünde yoğunlaşıyor. Bu özellikleri yan yana<br />

koyduğunuzda, yukarıda bahsettiğim, “Zuckerberg<br />

ve ekibinin filmi kabullenememe’ ve tüm<br />

desteklerini filmden çekme, bir nevi boykot<br />

etme” durumunu daha net kavrayabileceğinizi<br />

düşünüyorum...<br />

Normalde aklı başında bir insan, kendi<br />

hakkında böyle bir filmi neden desteklesin<br />

değil mi ama.. Böyle birşey mümkün değil..<br />

Yanlız madalyona öteki tarafından bakan ben,<br />

film her ne kadar Zuckerberg karakterini hoş<br />

olan veya olmayan, en ince ayrıntısına kadar<br />

irdelese de, bu tür bir boykotu hak etmediği,<br />

ve her ne olursa olsun Facebook oluşumunun,<br />

bu filmin arkasında dimdik durması gerektiği<br />

kanaatindeyim.<br />

Neden mi? İşte size aklıma gelen ilk nedenler;<br />

Zuckerberg aslında bir “dahi”...<br />

Aslında Facebook ve Zuckerberg avukatlarının<br />

filmi izlerken neleri beğenmediklerini, ne<br />

gibi değerlerin “aksi patronlarının” hoşuna<br />

gitmeyeceğini iyi bildiklerini, ve ellerindeki not<br />

defterlerine ne gibi notlar düşüp, filmin hangi<br />

sahnelerine “tu, kaka” deyip, düşünmeden<br />

çizik attıklarını görür gibiyim.<br />

Bunlar hepsi olağan, doğal hareketler, yalnız<br />

unutulmaması gereken ve herkesin de iyi<br />

bildiği bir gerçek var ki, “Savaşlar mücadele<br />

edilmeden kazanılmıyorlar”. Belli bir mücadele<br />

vermeden bazı şeylerin üstesinden<br />

gelemeyeceğimizi iyi bilmemiz gerekiyor..<br />

Bu filmin temeli de iki ayrı legal ve psikolojik<br />

savaş üzerine oturmuş. Zuckerberg de bu<br />

savaşları kazanmak için elinden geleni ardına<br />

koymuyor, bunun neresi yanlış?<br />

Birincisi Zuckerberg’in okul arkadaşlarına, ikincisi<br />

ise eski ortaklarına karşı vermiş olduğu<br />

savaş bunlar. Zuckerberg karakteri bu savaşlar<br />

esnasında bazen cok acımasız, kaba, ve hırçın


iri olarak gösterilmiş, bildiğim<br />

kadarıyla da bu çok doğru bir tespit,<br />

yalnız her ne pahasına olursa olsun<br />

inandığı yolda, hayallerine doğru ilerleyen,<br />

ve bu hedefte önüne çıkan<br />

her engeli aşmaya, imha etmeye<br />

programlanmış bir dahi söz konusu. Bu<br />

da hiç azımsanacak bir nitelik olmasa<br />

gerek.<br />

Kim ne derse desin, Zuckerberg,<br />

Amerikan tarihinde bir başarı hikayesidir.<br />

Bazı çarpıklıkları olmuştur, yalnız<br />

bunlar hiçbir zaman kine dönüşmemiş,<br />

ve kendisi paranın ve parayla gelebilecek<br />

bir gücün esiri olmamıştır, ki<br />

bence bu da taktir edilebilecek ikinci<br />

niteliktir.<br />

Bunun yanında beyaz perdeye aksettirilen<br />

karakter, karizmatik olmamanın<br />

yanında, hiçbir çekiciliği olmayan ve<br />

normal şartlarda hiçbirimizin birlikte<br />

zaman geçirmek istemeyeceği, küstah<br />

bir karakter olarak karşımıza<br />

çıkıyor. Ama bu onun kötü biri olduğu<br />

anlamına gelmiyor tabii ki. Sadece<br />

insan ilişkilerinde yeterli olmayan<br />

biri ile karşı karşıya olduğumuzu<br />

unutmamamız gerekiyor, o kadar.<br />

Aklımıza gelen sorulardan bir diğeri;<br />

İnandığı yolda dur durak bilmeden<br />

ilerleyen ve önüne gelen engelleri, ki<br />

bu engeller kendi arkadaşları dahi olsa,<br />

gözünü bile kırpmadan bir bir imha<br />

edebilen, ve yeri geldiğinde sert ve<br />

radikal kararlar alabilen Zuckerberg,<br />

acaba bu kadar köşeli olmasaydı, Facebook<br />

gibi bir devi yaratabilir miydi?<br />

Cevap, tabii ki “Hayır”.<br />

Sosyal ağ oluşumları dediğiniz tarafsız<br />

olmalı... Bu film tarafsız...<br />

Aaron Sorkin beyaz perdeye uyarladığı<br />

filmde en çok etkilendiğim yanlardan


iri, kimin doğru veya kimin yanlış olduğu ile<br />

ilgilenilmemesi, bunun tamamen izleyicinin<br />

insiyatifine bırakılmış bşr olgu olarak kalması.<br />

Hiçbir sorgulama olmaksızın, tamamen legal<br />

ve psikolojik savaş temelleri üzerine oturmus,<br />

hiç kimseyi ve hiçbir kurumu töhmet altında<br />

bırakmayan bir flm yaratılmış.<br />

İnanın bana bu film hem Zuckerberg’den hem<br />

de Facebook’dan daha büyük...<br />

Modern çağdaki iletişimin en ortasına Facebook<br />

gerçeğini yerleştiren film, bu gerçeği çok<br />

çarpıcı anlatmış. “Biz insanlar kimiz ve nasıl<br />

birbirimize bir klik kadar yakın olabiliyor, olma<br />

ihtiyacı hissedebiliyor, ama aynı zamanda bir<br />

o kadar da birbirimizden uzak olabiliyoruz?”<br />

sorusunu kendimize defalarca sormamızı<br />

sağlıyor..<br />

Kültürel dünyamızın merkezini Facebook tayin<br />

eden Fincher, aynı zamanda bu sosyal ağı<br />

doğal bir web sayfası çerçevesinden çıkartıp,<br />

“Sosyal Devrim” kıvamına sokmuş.<br />

Ben bu filmi seyreden herkesin, eğer hala yok<br />

ise, hemen kendisine bir Facebook hesabı<br />

açacağına eminim. İnanıyorum ki bu filmi<br />

seyreden herkes, kendisini bu oluşumun bır<br />

parçası olmak zorunluluğunda hissedecek...<br />

Normal şartlarda insanlarla iletişim özürlü<br />

bir dahinin, dışarıya çıkıp insanlarla yüzyüze<br />

iletişime geçmek yerine “Sosyal Devrim”<br />

gerçekleştirip herkesi ayağına getirmesinin ve<br />

kendi etrafında toplamasının muazzam hikayesini<br />

izleyeceksiniz.<br />

Bu filmde Facebook ve Zuckerberg ikilisinin<br />

korkacak, çekinecek ve hatta filmi boykot<br />

edip reddedecek bir tavır içinde olmamaları<br />

gerektiği kanaatindeyim. Hatta şimdiden<br />

kendisine filme destek vermesini, arkasında<br />

dimdik durmasını ve seneye efsanevi Kodak<br />

Tiyatrosu’nun içinde Fincher’ın yanındaki<br />

koltuğu ayırtmasını tavsiye edebilirim...<br />

Çünkü bu film Oscar kokuyor...


Hollywood’da görünüş olarak belli bir beğeni<br />

düzeyinin altına düşecek kadın ya da erkek<br />

oyuncunun oynadığı çok az film örneği vardır.<br />

Bu durum çoğu kişinin kabul edebileceği bir<br />

gerçek. Peki ama birbirinden güzel kadınların,<br />

yakışıklı erkeklerin bilinçli olarak seçilmesinin<br />

ardında yatan en büyük etken nedir?<br />

Cevaplamaya çalışalım…<br />

FIRAT SAYICI<br />

n Sektörde güzel işler başarmış bir bayan oyuncu arkadaşım<br />

fiilen Hollywood’da çalışan bir akrabasından dinlediklerini<br />

anlatınca adeta beynim uçukladı. Önce, yok artık, o kadar da<br />

değil dedim kendimce ama sohbet ilerledikçe anlatılanların<br />

gerçek olabileceği ihtimaline daha da inanmaya başladım.<br />

Mevzu şu; Hollywood’un önde gelen yapımcıları filmlerine<br />

başrol seçerlerken ilginç bir eleme yapıyorlarmış. Filmin<br />

sahibi olan üst düzey yöneticiler, adayları izlemek için<br />

bir sinema salonunda toplanıyorlarmış. Adayların çekilen<br />

görüntülerini izlerken kendilerine şu soruları soruyorlarmış:<br />

“Ben bu kadınla/adamla yatar mıyım? Bana çekici, seksi


geliyor mu?” Sorunun cevabı evetse, hele ki,<br />

adayın role uygunluğu, kariyerindeki filmler..<br />

vs. de uygunsa bir an önce harekete geçip<br />

filme başlıyorlarmış. Hatta kararsız kaldıkları<br />

adaylar söz konusu olunca da kendi aralarında<br />

oylamalar yapılıyormuş. Buna ister pazarlama<br />

taktiği deyin (Ki büyük ölçüde doğru),<br />

ister yapımcıların ego tatmini, isterseniz<br />

saçmalık... Ama şurası kesin ki, zamanında<br />

Freud amca doğru çözmüş insanları ve<br />

blinçaltı mekanizmasını... Şimdi burada Freud<br />

ustanın id, ego ve süper ego kuramını uzun<br />

uzadıya anlatmaya gerek ve yer yok. Ancak<br />

kabaca, sırasıyla arzu, mantık ve vicdan olarak<br />

tek kelimeyle bu sözcükleri karşılayabiliriz.<br />

Tabi bizi ilgilendiren ve konumuzla alakalı<br />

kısım buzdağının görünmeyen kısmı; ‘id’ bir<br />

başka ve bilinen deyişle ‘bilinçaltı’. Seyirciyi<br />

filme çekmek, dahil etmek, özdeşleştirmek<br />

için bilinçaltına kodlar gönderen filmler her<br />

daim daha çok gişe yapar gibi bir genelleme<br />

yapmıyor olsak da, bu kodları başarıyla kullanan<br />

filmlerin hedeflerine kestirme yoldan<br />

ulaştıkları da bir gerçek. Freud’çu yaklaşıma


göre bilinçaltında, farkında olmadığımız<br />

korkular, kabul göremez cinsel arzular,<br />

mantık dışı istekler, vahşet yönelimleri, utanç<br />

verici deneyimler, bencilce istekler ve ahlak<br />

dışı dürtüler bulunmakta. Freud, insanın<br />

doğası gereği şiddet ve cinselliğe yönelik<br />

utanç verici dürtüler barındırdığını iddia<br />

ederek, bilinçaltımızda bu fikir ve dürtülerin<br />

koğuşlandığını belirtiyor.<br />

Freud’un bilimsel araştırmaları bize gösteriyor<br />

ki, hayatımızın her anında bilinçaltının<br />

büyük etkisi altındayız. Madem ki hal böyle,<br />

film izlerken kafamızda yarattığımız duygular,<br />

hisler, mantıklı ya da mantıksız özdeşleşmeler<br />

bilinçaltımızın şekillendirilmesiyle oluşuyor.<br />

projede, yapımcılar bilinçli olarak insanların söz<br />

konusu önyargısını kullanıyorlar. Örneğin Tomb<br />

Raider serisi, Wanted, Beowulf, Günahkar, 60<br />

Saniyede Geçti…vs. Clint Eastwood’un yönettiği<br />

Changeling’te bile, çocuğunu arayan masum bir<br />

anneyi canlandırmasına rağmen, Jolie istemeden<br />

de olsa erotik kodları seyirciye yolluyor. Konuyu<br />

fazla dağıtmadan örneğimize geçelim: “Salt”ta yine<br />

seksi bir ajan olarak karşımıza çıktı Angelina Jolie.<br />

Baştan sona aksiyonla dolu olan ve seyircinin<br />

dikkatine mani olmadan sonuca giden senaryo her<br />

şeyden önce gizem ve merak üzerine kurulu. Ajan<br />

Salt’ın gerçekten de Ruslar için mi çalıştığını yoksa<br />

Amerika’nın yanında olduğunu uzunca bir süre<br />

anlayamıyorsunuz. Seyirci olarak bunu çözümlemeye<br />

çalışırken bilinçaltınız bir süreliğine de<br />

Filmde gördüğümüz güzel bir karşı cinsle yatma<br />

fikri, bilinçaltında sürekli bizleri uyarıyor.<br />

Filmin iyi ya da kötü olması, sıkıcı olması,<br />

bilinçaltının isteklerini engellemiyor. Freud’a<br />

göre bilinçaltının istekleri zevk prensibine<br />

göre işlemekte. Çünkü ilkel güdüler, arzu ve<br />

isteklere bir an önce doyum arayıp kişilerin<br />

davranışlarını bu yönde şekillendiriyorlar.<br />

Gelin birkaç örnekle, söylediklerimizi<br />

somutlaştırmaya çalışalım. Yakın zamanda<br />

izlediğimiz “Salt” filminde Angelina Jolie<br />

oynuyordu. Herkes tarafından bilinen bu oyuncunun<br />

adı bile, çoğu erkek seyirci için seksi<br />

çağrıştırmakta. Üstelik Jolie’nin yer aldığı her<br />

olsa Angelina Jolie’nin ne kadar seksi bir kadın<br />

olduğunu unutuyor. Ta ki, eteğinin altından siyah<br />

iç çamaşırını çıkarıp bir kameranın üstünü<br />

örtene kadar… Evet, işte bu noktada ‘id’iniz devreye<br />

girdi. O an aklınızdan kim bilir neler geçti? O<br />

kadarını da biz söylemeyelim, siz anımsayın.<br />

Bayan okuyucularımız için de bir örnek vermek<br />

gerecek sanırım… Çevrenizdeki çoğu kadının en<br />

beğendiği, hem yakışıklı hem de seksi bulduğu<br />

belki de tek örnek Johnny Depp. Son dönemlerin<br />

en iyi ve çok kazanan aktörlerinden sayılan<br />

Depp’in hayranlarının büyük çoğunluğu kadın.<br />

Karayip Korsanları serisinde canlandırdığı Jack<br />

Sparrow karakteri takdire şayan. Sparrow, uka-


la, keskin zekalı, karizmatik ve umursamaz<br />

tavırlarıyla özellikle kadın hayranlarının ilgisini<br />

hemen çekti. Seri boyunca yaptığı zamparalıklar<br />

bir yana, Keira Knightley’in canlandırdığı Elizabeth<br />

Swann’ın peşinden koşması ama karşılık<br />

alamaması senaryonun etkili düğümlerinden<br />

biri. İşte bu düğüm noktası kadın izleyicilerin<br />

de yüreğini yakıyor. Filmde kendileri ile<br />

özdeşleştirebilecekleri yegane karakter olan<br />

Elizabeth’in nasıl olur da Sparrow’a karşılık<br />

vermediğini çözemiyorlar. Sparrow’un yaptığı<br />

her kur, kadın seyircinin bilinçaltını harekete<br />

geçirip içinin gıcıklanmasını sağlıyor. Artık o an<br />

akıllarından ne geçiyor, bilemeyiz… Sorsak da<br />

söylemezler.<br />

Sona yaklaşırken başa dönelim… Girişte<br />

bahsettiğimiz ve akılcı yapımcıların kullandığı<br />

yöntem özdeşleşmeye ve bilinçaltı dürtülerinin<br />

doğru bir şekilde yönlendirilmesini<br />

sağlıyor. Filmin başrol oyuncusunu (en<br />

azından bir süreliğine) kendisiyle bir tutan<br />

kişi, rol arkadaşı olan karşı cinsle (aslında<br />

gerçek hayatta yaşamış olmak istediği hayallerini)<br />

birlikteliğe girmesini arzuluyor. Bu<br />

da film boyunca bilinçaltımızın çalışmasını,<br />

filmi izleme kapasitemizin artmasını, filme<br />

dikkat kesilmemizi sağlıyor. Birçoğumuz<br />

da, bilinçaltımızın bile beğendiği filmi<br />

çevremizdekilere önermemizi sağlıyor. Bu da<br />

yapımcı için gişe ve başarı demek.


n Bu ay yollarımız “Kavşak” filminde kesişiyor.<br />

“Kavşak”, daha önce “Anlat İstanbul”da “Külkedisi”<br />

hikâyesinin yönetmeni olarak karşımıza çıkan<br />

Selim Demirdelen’in yazıp yönettiği ilk uzun metraj<br />

film. İsmiyle de işaret ettiği üzere “kesişmeler”<br />

filmin merkezinde.<br />

Güven (Güven Kıraç), bir muhasebe firmasında<br />

şeftir. Dışardan bakıldığında: âşık olduğu karısı,<br />

canından çok sevdiği kızıyla mutlu bir aile<br />

tablosu çizmektedir. Kızı Bahar her gün okul<br />

dönüşü aramakta; Güven eve biraz geç kalsa eşi<br />

Ayla meraklanıp telefona sarılmaktadır. Güven,<br />

“dünyası gezdiği yollar, işten eve, işten ev kadar<br />

kısa”(2), sessiz- sakin, aile hayatının verdiği huzuru<br />

dışarıdaki eğlenceye yeğleyen, sınırlarını<br />

korunaklı hissedeceği mesafeye kadar daraltmış,<br />

kendini tercihen izole etmiş biridir; “Pencere önü<br />

çiçeğine, ne ansızın yağmur ne gök kuşağı, ne dipdiri<br />

sabah gözyaşı.”(3)<br />

Ofisteki odasında tek başına çalışan Güven,<br />

işe yeni alınan Arzu’nun (Sezin Akbaşoğulları)<br />

odasına yerleşmesiyle yalnızlığından olur.<br />

Arzu, alkol problemi olan eşiyle evini ayırmış,<br />

ilkokul çağındaki kızıyla ayakta kalmaya<br />

çalışan bir kadındır. Güven, Arzu’ya temkinli<br />

ve mesafeli davranır: “Kendini bırakmak en<br />

büyük korku, baş edemediğimizden belki”(4)<br />

Neticede tanımadığı biridir: “Bir yıldızın köşesi<br />

kadar uzakmışız öyle derler, oysa yakından<br />

bakınca yıldızlar yuvarlaktırlar.”(5)<br />

Güven, sıradan bir günün ardından şirketten<br />

çıkar, otobüse biner, evinin bulunduğu ıssız<br />

sokak boyunca yürür, oturduğu üç katlı apartmana<br />

varır. Dairesine girer, üstünü çıkarır,<br />

yüzünü yıkar, salondaki kanepeye oturur: Sa-


lon boştur, ev boştur! Duvarda Güven’in gülümseyen<br />

bir kadınla yan yana resmini görürüz<br />

lakin ne kadın ortadadır ne çocuk… Güven,<br />

“kimsesiz değil, insansız”dır (6). Aynı zamanda<br />

ev sahibi olan komşularını hesaba katmazsak;<br />

İş dışındaki hayatında ne bir arkadaşını ne<br />

ailesinden birini görürüz; “Dünyadan okuduğu<br />

şeyler TV haberleri ve gazeteler, kuponlu;<br />

dünyası aldıklarının küçük bir listesi, 3-5-6,<br />

ucuz” dur. (7)<br />

Güven, her gün karısı- kızı tarafından aranmaya<br />

devam etmektedir fakat şirkette ailesinden<br />

biriyle tanışma şerefine nail olmuş<br />

kimse yoktur. İş arkadaşları onda bir gariplik<br />

olduğunu sezer ama irdelemez, lakin Arzu’nun<br />

gözleri daha keskindir, kimi şüpheli durumlar<br />

karşısında, Güven’e ailesiyle ilgili sorduğu<br />

sorulara tereddütlü cevaplar alır. “Laf arası<br />

sessizlikleri, tedirgin ettiğinden beri küçük gerilimler”(8)<br />

başlar.<br />

Güven hep aynı ev-iş arası yolu gidip geliyor<br />

gibi görünse de; aslında “Nereye Sokağı”nda (9)<br />

ikamet etmektedir. Arayanı soranı(!) vardır da…<br />

Ev hali, “sensiz, nedensiz, el yordamıyla”dır (10).<br />

Ancak gündelik hayatta “yürümek; hızlı hızlı, mutlaka<br />

yetişmek gerek”tir. (11)<br />

Arzu, bir yandan kendi ailevi sorunlarını çözmeye<br />

çalışırken öte yandan Güven’i irdelemeye<br />

devam ederek işi onu takip edip bir gün evine<br />

çat kapı gitmeye kadar vardırır. Gerçek hikâyenin<br />

peşindedir: oysa Güven; bunları kimseye<br />

anlatmamış, kendiyle bile konuşmamıştır<br />

(12). Sonunda anlarız ki bu, Arzu ve Güven’in<br />

hayatta kesiştikleri ilk kavşak değildir: Güven’in<br />

yalnızlığının sebeplerinden biri dolaylı olarak


da olsa Arzu’dur. Oysa onlar “yollarımız hiç<br />

kesişmemiş”(13) diye düşünmektedir…<br />

Adana Altın Koza Film Festivali’nde ‘En İyi Film<br />

Müziği’ dahil (Selim Demirdelen) dört dalda<br />

ödül alan “Kavşak”ta, iki Bülent Ortaçgil şarkısı<br />

kullanılmış ki Ortaçgilseverler için bunun ciddi<br />

haber değeri var: “öyleyse devam…”(14)<br />

Filmde kullanılan Ortaçgil şarkıları; “Gece<br />

yalanları” ve “Sana geldim” ki zaten insan bu iki<br />

şarkıyı art arda dinlese de gözünün önünde bir<br />

film belirir. Film boyunca gecenin insanın sırtına<br />

yüklediği ağır yalnızlığın altı sıkça ve başarıyla<br />

çizilmiş. Gündüz başkasına söylenen yalanlar gece<br />

çıplak ışık altında kendini en çiğ haliyle hatırlatır,<br />

kimi kahramanımız kabus görür, kimi uyuyamaz<br />

bile. “Düşlerdeki isteksizlik nedir, en açık seçik<br />

olan belirsizlik midir, gece yalanları sağda solda<br />

ipuçları”(15) diyen bir şarkı tabii tema olarak<br />

filme çok uygun, ancak sahne içinde daha iyi<br />

konumlandırılabilirdi…<br />

“Kavşak”, konusu itibariyle ve görsel açıdan<br />

karanlık bir tonda akıyor. Filmin; özellikle<br />

de başkarakter olan Güven’in sırlarının<br />

açıklanmasıyla beraber ton bir anda masalsı<br />

bir umuda geçiş yapıyor. Film boyunca<br />

akış; gerçeğe, kahramanların iç dünyalarına<br />

yolculukları yahut bu yoldan kaçışları seyrinde<br />

ilerliyor. Finalde seyirci biraz hazırlıksız<br />

yakalanarak, ani bir “birine” varışlar silsilesiyle,<br />

katharsis yaratılıyor. Finalde fonda<br />

Ortaçgil’den “Sana Geldim” çalıyor ki insan<br />

Ortaçgil şarkılarından hayatsal bir yol<br />

güzergahı çizebilir: “Nereye Sokağı?”ndan (16)<br />

yola çıkar, “bütün sokaklarım sana doğru”(17)<br />

istikametinde ilerler ve varış noktanıza; “sana


geldim”(18) diyerek yolculuğunuzu tamamlayabilirsiniz.<br />

Fonda “Sana Geldim” çalarken;<br />

kime, nereye giderseniz gidin haklısınız çünkü,<br />

“herkes kendinden biraz kaçar, yataklarda aynı<br />

iz aynalarda aynı yüz, cebinde yeni bir şey<br />

var mı diye kalktım sana geldim”(19) diyorsunuz.<br />

“Sana Geldim”, içeriğinden ötürü filmin<br />

karamsarlıktan umuda bir anda kırılmasına<br />

daha yumuşak bir zemin sağlasa da, şarkının<br />

durumu doğrulaması dışında finale yeterli<br />

temel atılmamış. Yönetmen son dakikalarda<br />

“bana biraz umut ver”(20) tonunda, “biz hiç<br />

kaybetmedik desem yalan, oyuna devam”(21)<br />

demeyi tercih etmiş.<br />

Senaryo’da az diyalog var, genelde durumlar<br />

üzerinden ilerliyor; zaten filmin görsel anlatımı<br />

diyaloglarından daha iyi. Diyalogların çocuk<br />

karakterde bile pek sıcak olmaması, filmin<br />

renkleriyle örtüşüyor. Arzu’nun ailesinden karakterlerde,<br />

“standartlar” özenle korunmuş: “bir<br />

daha içmeyeceğim,” diyen şablon sorunlu koca<br />

(Mete Horozoğlu), “kereviz yersem annemle<br />

barışır mısınız?” diyerek ailesini birleştirmeye<br />

çalışan çocuk… “Arzu”, daha çok açıcı karakter<br />

olarak kullanılmış, kendi başına ayakta durmaya<br />

çalışan şehirli kadın çerçevesi sabit tutulup karakter<br />

içi arazlara girilmemiş. İnsani gelgitler, ruhani<br />

çalkantılar genelde Güven ve onun çevresine<br />

yüklenmiş. Güven karakterinin sendromları çok<br />

iyi çizilmiş. Ruh hali, kişisel takıntıları, seyirciyi tedirgin<br />

edecek denli başarılı aktarılmış. Arazlarının<br />

ipuçları ustaca ve ince detaylarla verilmiş.<br />

Diğer yan karakterlere gelince; Güven’den,<br />

önce yardım isteyip sonra istediği desteği göremeyince<br />

sorununu “kendi usulünce” çözen<br />

muhasebeci Haydar’ın (Umut Kurt) öfkesi ve


kırılma noktaları gayet iyi aktarılmış. İzleyenin,<br />

seyrettiğinde kötülük yapana da hak verebilmesi,<br />

filmin yaratıcısının ustalığıdır ama filmin diğer<br />

yan karakteri olan Vedat’ın işlenişine gelince bu<br />

konuda biraz ikirciğe düşmek mümkün. Güven’in<br />

komşusu ve ev sahibinin oğlu Vedat; sorguişkence<br />

sırasında birini öldürüp, sonrasında<br />

görevden alınan bir polis eskisidir. Kiranın üstüne<br />

yatan, evi zorla müteahhide vermeye kalkan, kızını<br />

dövüp “Çocuğuma ders olsun diye tuttum tokat<br />

attım,”(22) havasına giren bir adamdır. Onu kategorize<br />

etmeye (23) benim dilim varır da; tanımımı,<br />

yayınlanacak kadar yumuşatmaya içim elvermiyor.<br />

Filmin başlarında türlü kötü yönlerini gördüğümüz<br />

Vedat’ı bir süre sonra aslında iyi yönleri de olan,<br />

merhametli biri olarak görmeye başlıyoruz. Sanatın<br />

güzelliği biraz da bu insan hallerini iyi- kötü diye<br />

iki boyutlu tanımlardan kurtarıp çok katmanlı<br />

yansıtmasıdır… “Kötü”lerin içinde de tabii ki iyi<br />

yönler olabilir, “normal”dir de “biri anlatsın hemen<br />

nedir bu normal?” (24) İşkenceci polisi<br />

de “özünde iyi bir insan” olarak görmemiz<br />

şart mıdır yani bir filmde? Senaryoyu yazan<br />

Demirdelen’in hakkını yemeyelim, siyasi<br />

açıdan, filmdeki çocuğun gözüyle “anneler ve<br />

polisler” üzerine yerinde göndermeler yapmış.<br />

Vedat’ın bir dönem yaptıkları övülmüyor tabii<br />

ki, film sonuna doğru karakterin dönüşümünü<br />

görüyoruz ama… Bazı kötülüklerin, onu<br />

yapanları “iyi yönleriyle” temsil edilmekten<br />

men etmesini bekliyorum. Vedat karakterini<br />

seyredince sinemada Erol Taş modelini özleyiverdim:<br />

ismiyle müsemma kötü. Vedat’a<br />

dair bir iki vicdan azabı anı görüyoruz ama<br />

bunlar, sorguda adam öldüren polisin özünde<br />

Nubar Terziyan olduğuna pek inandıramıyor.<br />

“Kavşak”, illa masalsı bitecektiyse, filmin<br />

“kötü”sü de masallardaki gibi “sadece<br />

kötü” olsaydı… Kedilere süt veren, şefkatle<br />

çocukların başını okşayan, meğerse iyi biri


olan; cadı, dev, canavar, tilki hatırlayan var mı<br />

dinlediği masallarda? “La fontaine’nin karıncaları<br />

bile şaşkın!” (25)<br />

Oyunculuklara gelince; Güven Kıraç, gene<br />

harika. Sezin Akbaşoğulları Adana Altın Koza<br />

Film Festivali’nde ‘En Eyi Kadın Oyuncu’ ödülünü<br />

aldı. Haydar rolündeki, Umut Kurt rolünün<br />

altından başarıyla kalkmış. Altın Koza’dan<br />

‘Umut Veren Erkek Oyuncu’ ödülünü aldığını da<br />

hatırlatalım. Cengiz Bozkurt da Vedat karakterindeki<br />

oyunculuğuyla övgüyü hak ediyor.<br />

Beyrut, İskenderiye, Rio, Denver ve Antalya<br />

Altın Portakal film festivallerine de kabul edilen<br />

“Kavşak”, Adana’da Selim Demirdelen’e En<br />

İyi Yönetmen ödülünü kazandırdı. Akış ve kurgu<br />

açısından; derli toplu, çapaksız; izlenmeye değer<br />

bir film olmuş… Seyire devam…<br />

DİPNOT<br />

1 Bülent Ortaçgil, ‘Memurun Şarkısı’; ‘Biz<br />

Şarkılarımızı’ albümünden<br />

2 Bülent Ortaçgil; ‘Arada Sırada Düşünür’,<br />

‘Rüzgarla Söylenen Şarkılar’ albümünden<br />

3 Bülent Ortaçgil- Fikret Kızılok; ‘Pencere<br />

Önü Çiçeği’, ‘Pencere Önü Çiçeği’ albümünden<br />

4 Ortaçgil, ‘Gece Yalanları’; ‘Gece Yalanları’<br />

albümünden<br />

5 Ortaçgil; ‘Memurun Şarkısı’<br />

6 Ortaçgil; ‘Yalnız’; ‘Oyuna Devam’ albümünden<br />

7 Ortaçgil; ‘Arada Sırada Düşünür’<br />

8 Ortaçgil; ‘Hiçbir Zaman’; ‘Gece Yalanları’<br />

albümünden<br />

9 Ortaçgil; ‘Nereye Sokağı’; ‘Gece<br />

Yalanları’ albümünden<br />

10 Ortaçgil; ‘Nereye Sokağı’<br />

11 Ortaçgil: ‘Nereye Sokağı’<br />

12 Ortaçgil, ‘Kimseye Anlatmadım’; ‘Light’<br />

albümünden<br />

13 Ortaçgil; ‘Eylül Akşamı’, ‘Light’ albümünden<br />

14 Ortaçgil: ‘Bir Tek Sen Yalanı’; ‘Gece<br />

Yalanları’ albümünden<br />

15 Ortaçgil; ‘Gece Yalanları’<br />

16 Ortaçgil; ‘Nereye Sokağı’<br />

17 Ortaçgil; ‘Bütün Sokaklarım’; ‘Oyuna<br />

Devam’ albümünden<br />

18 Ortaçgil; ‘Sana Geldim’; ‘Gece Yalanları’<br />

albümünden<br />

19 Ortaçgil; ‘Sana Geldim’<br />

20 Ortaçgil; ‘Biraz Umut’; ‘Light’ albümünden<br />

21 Ortaçgil; ‘Oyuna Devam’; ‘Oyuna Devam’<br />

albümünden<br />

22 Ortaçgil; ‘Fark Etmeden’; ‘Gece<br />

Yalanları’ albümünden<br />

23 Ortaçgil; ‘Beni Kategorize Etme’; ‘2.<br />

Perde’ albümünden<br />

24 Ortaçgil; ‘Normal’; ‘Light’ albümünden<br />

25 Ortaçgil; ‘İntegral’; ‘Bu Şarkılar Adam<br />

Olmaz’ albümünden


1972 / Yönetmen: John Boorman<br />

n Georgia’da, baraj yapımı nedeniyle<br />

doğası bozulacak Cahulawassee<br />

Nehri’nin vahşi doğasında rafting<br />

yapan, farklı ‘erkek doğaları’na<br />

sahip dört arkadaş (Lewis, Ed,<br />

Bobby, Drew), kendilerini, ‘derin<br />

Amerika’nın şiddet ve korku dolu<br />

ortamında, yabanıl / saldırgan adamlarla<br />

mücadele ederken bulurlar!<br />

Dondurduğumuz kare, saldırganlardan<br />

birinin kıstırdığı ‘zayıf karakterli’, kendini<br />

koruyamayan Bobby’i aşağıladığı<br />

andır. Aynı adam birazdan ona, Ed’in<br />

yanında tecavüz edecektir!<br />

İç karartıcı ‘karabasanlar yüklü’<br />

temaları olan şiirleri ve aynı çerçevede<br />

üç romanı ile ünlenen James<br />

Dickey (1923-1997), bu ‘çok satan’<br />

kitabını sinemaya bizzat uyarlamış;<br />

İngiliz John Boorman da, bu maceragerilimin<br />

içinde insanın doğa ve kendi<br />

ile etkileşimini, ustaca didiklediği<br />

karakterlerle anlatmıştı. “Deliverance-<br />

Kurtuluş”, değeri dolayısıyla Kongre<br />

Kütüphanesi’nin ‘Ulusal Film<br />

Arşivi’nde korunmaktadır.


Dilberin Sekiz Günü ile Bursa İpek Yolu ve Ankara Film<br />

Festivalleri’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alan Nesrin Cevadzade<br />

bütün bu ödüllere ve kariyerine eklediği iyi filmlere rağmen<br />

gerekli çalışma ortamına ulaşamamasına tepki gösteriyor...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Türk sinemasında çok iyi kadın oyuncular<br />

görmeye başladık. Bunların en iyilerinden<br />

biri de Nesrin Cevadzade. Dilberin Sekiz<br />

Günü ile izleyenleri kendine hayran<br />

bırakan güzel yıldız Bursa İpek Yolu<br />

ve Ankara Film Festivali’nden aldığı<br />

ödüllerle de başarısını taçlandırdı.<br />

Daha sonra Cemal Şan ile ikinci<br />

filmi olan Acı filmini çekti.<br />

Genel itibariyle başarılı olan<br />

film her sanat filminin<br />

başına gelen kadersizliğe<br />

uğrayıp gişede yattı.<br />

Türk sinemasında<br />

filmlerin kalitesiyle<br />

gişe arasında bir<br />

oran bulmak<br />

imkansızdır.<br />

Hatta tersine<br />

bir<br />

oran<br />

olduğu rahatça gözlenebilir.<br />

Bu mantıksızlığın ceremesini<br />

de daha çok oyuncular çeker.<br />

Özellikle sanat filmleriyle kariyerine<br />

başlayan kabiliyeti ortada<br />

olan genç oyuncular en çabuk<br />

harcanan isimlerdir. Bu tür<br />

isimler çokça var. Nesrin Cevadzade<br />

de böyle bir şanssızlığa<br />

uğramış durumda. Hem kendi<br />

endüstrimizin gerçeklerini<br />

görmek hem de problemlerin<br />

resmini çekmek için çok<br />

önemli bir röportaj olduğunu<br />

düşünüyorum Cevadzade ile<br />

yaptığımız bu sohbetin. Nesrin<br />

Cevadzade’ye verdiği dürüst ve<br />

samimi cevaplar için teşekkür<br />

ediyorum. İşte Cevadzade’nin<br />

röportajı...<br />

Acı’dan beri neler gelişti?<br />

Özetleyin isterseniz.<br />

Acı filmi maalesef Dilber’in<br />

Sekiz Günü kadar iyi<br />

değerlendirilebilen bir film<br />

olamadı festivaller anlamında.<br />

Çok büyük geri dönüşler<br />

alamadık özellikle yurtdışı<br />

bağlantıları çok sönük geçti<br />

çünkü Cemal Şan kendi<br />

yapımcılığını kendisi yaptığı<br />

için bir yerde tıkanıyor. Ve<br />

gerekli ilgiyi görmüyor. Acı’dan


sonra Samanyolu adlı bir dizi için teklif aldım<br />

Atv’de yayınlanan. Televizyon kariyerime ara<br />

vereli üç yıl olmuştu. Biraz da bilinçli bir tercihti.<br />

Ama dedim ki “bir oyuncuyum ve kariyerimin bu<br />

kadar başındayken bu kadar selektif, bu kadar<br />

seçici olursam Türkiye gibi bir ülkede her zaman<br />

çok iyi sonuçlar getirmeyecek belli.” Ben hep<br />

şöyle düşündüm çok büyük yanılgı bu bir oyuncu<br />

için. İyi bir oyuncu olarak dört duvar arası bir<br />

yerde oturacağım ve insanlar bundan bir şekilde<br />

haberdar olacaklar, bana teklifler getirecekler,<br />

beni keşfedecekler. Ama dünyanın hiçbir yerinde<br />

hiçbir oyuncu için böyle bir şey yok. Dolayısıyla<br />

televizyonda iş yapmak konusunda kendimi<br />

mecbur hissettim. Bu talep edilebilirliği bir derece<br />

arttırmak için. 39 bölüm sürdü dizi ve yazın<br />

başında bitti.<br />

Sinema projesi var mı?<br />

Ben çok proje okudum özellikle Cemal Şan’ın Dört<br />

Adam projesi vardı. Askerden dönen dört adam<br />

üzerine kurulu bir hikâyeydi. Orada oynayacaktım<br />

ama yine gelin görün ki yapımcısız olmasından<br />

dolayı bu proje de ertelendi. Böylelikle bu yıl hiçbir<br />

sinema filminde oynamamış oldum. Yanlış mı<br />

yapıyorum bilmiyorum. Aslında soruyorum sürekli<br />

kendime çok fazla seçici mi davrandım diye.<br />

Peki, o seçicilikte, kıstas neydi?<br />

Mesela bana Kurtlar Vadisi’nden teklif geldi ama<br />

Nesrin olarak kendimi o filmin içinde göremedim.<br />

Hayata bakış açısı olsun, siyasi düşünce olsun<br />

göremedim yakıştıramadım. Kriter hep şu; bana<br />

yakın olması, her açıdan bana uyması.<br />

Gişe filmlerine yaklaşımınızda sert bir bakışınız<br />

olduğunu düşünebilir miyiz?<br />

Aslında çok iyi olabilecek gişe filmleri de var.<br />

Hiçbir zaman sinemayı ‘ticaret sineması’ ya da<br />

‘sanat sineması’ olarak ayırmayı doğru bulmadım.<br />

İyi film ve kötü film vardır diye düşünüyorum.<br />

Sadece gerçek bir şey söylemeli. Gişe filmi de<br />

bazen güzel olabilir. Sanatsal bir kaygısı olabilir.<br />

Mesela Vavien ya da Başka Dilde Aşk bu anlamda<br />

karşılaştırıldığında; benim oynadığım film 4 bin<br />

izleyiciye ulaştı, o filmler 150 bin izleyiciye ulaştı.<br />

Ya da Sonbahar... Onlar tabii ki gişe filmi değil ama<br />

katlanan gişe başarıları oldu. Recep İvedik gibi<br />

filmleri kastediyorsanız; evet o tür filmlerde kendimi<br />

göremiyorum ve açıkçası bunun sıkıntısını<br />

da çekiyorum. Ama bir yandan da televizyonda<br />

yaptığım şeyler onlardan çok mu ayrı? Hayır<br />

değil. Samanyolu, Kolpaçino’dan birçok anlamda<br />

çok da ayrılıyor diye düşünmüyorum.<br />

Televizyonla iş yapmayı kabul ettiğiniz zaman<br />

zaten birçok şeyi kabul etmiş oluyorsunuz.<br />

Sizin gibi Tülin Özen’de işe ödülle başlamış<br />

bir oyuncu fakat kaliteli işlerin devamı<br />

gelmediğinden ve O da sizin gibi televizyonu<br />

reddettiği zamanlarda bir takım sıkıntılar<br />

yaşadı. Bunu sektörün sıkıntısı olarak görebilir<br />

miyiz?<br />

Tülin Özen o anlamda çok değerli bir örnek.<br />

Onu şu açıdan da kendime örnek olarak<br />

görüyorum. Tülin neredeyse Türkiye’de hiçbir<br />

oyuncunun yapmaya cesaret edemediği bir<br />

şeyi yaptı. Oynadığı bir filmi gitti sinemada<br />

izledi ve beğenmediğini, o kadar da iyi bir film<br />

olmadığını bir hayal kırıklığı olduğunu açıkça<br />

bütün röportajlarında söyleyebildi. Bunu<br />

dünyadaki bütün oyuncular çok rahatlıkla<br />

yapabiliyorlar. Kendilerinin de bulunduğu<br />

projelere eleştirel bir gözle bakabiliyorlar ve<br />

açıkça fikirlerini söyleyebiliyorlar. Türkiye’de<br />

bu anlamda maalesef elimiz kolumuz bağlı.<br />

Ben Samanyolu’nda oynadıysam ve bir<br />

şeyi beğenmediysem ya da Acı filminde<br />

oynadıysam ve izledikten sonra senaryosu<br />

kadar etkileyici olmadığını düşündüysem<br />

bunu söyleyemiyorum. Çünkü yapımcıya<br />

karşı mesuliyetlerim var, yönetmene karşı<br />

var, dışlanma korkum var... Tülin o anlamda<br />

çok cesur bir oyuncu. Bir de benim en son<br />

Twitter’da yazdığım bir mesele; yurtdışında<br />

hatta dünyanın her yerinde bir oyuncu<br />

ödül aldığında iki şeye yol açıyor. Birincisi<br />

fiyatlarının yükselmesine, ikincisi de daha<br />

fazla talep görmelerine. Türkiye’de tam tersine<br />

bir lanetlenme oluyor. Ödüllü oyuncu<br />

birden korkulan biri haline geliyor. Neden<br />

çekindiklerini de bilmiyorum. Son 5-10 senedir<br />

benim takip ettiğim kadarıyla Altın Portakal’da<br />

ödül alan oyuncuların hak ettikleri yerde<br />

olmadığını düşünüyorum. O en üst mertebedeki<br />

ödülleri aldıktan sonra o oyuncular yok<br />

oluyor gibi... İçinde bulunduğumuz işte de<br />

açık sözlü olmalıyız bence. Oynadığım dizinin<br />

sürekli reklamını yapacak dünyanın en güzel<br />

dizisinde oynuyorum diyecek değilim. Ben


para karşılığı bir işi yapıyorum ve iş bittikten<br />

sonrada bu işe eleştirel bir gözle bakabilmeliyim.<br />

Ama yasak ve ayrıca da sürekli reklamını<br />

yapmak zorundasın. Bir televizyon programı<br />

olduğunda ona katılmak zorundasın.<br />

Kendini kanıtlamış bir oyuncu olarak bu noktada<br />

size proje gelmemesi neyi anlatıyor?<br />

Çünkü siz tek filmlik bir renk değilsiniz bunu<br />

kanıtlamış bir oyuncusunuz. Bunu nasıl<br />

aşmayı düşünüyorsunuz?<br />

Yani aslında bunlar benimde her gün<br />

kendime sorduğum sorular. Diyorum ki<br />

“bu ülkede Cemal Şan’a bağlı kalmak<br />

istemiyorum. Cemal Şan sinemasının<br />

dışında da bir şey yapmak, başka<br />

yönetmenlerle çalışmak istiyorum.”<br />

Bu ülkede çok değerli yönetmenler<br />

var. Ben ömrüm yettiğince<br />

oyunculuk yapmak istiyorum.<br />

Dolayısıyla ödüllü oyuncular<br />

olarak neden bu kadar<br />

ürkütücü olduğumuzu<br />

bilmiyorum. Aslında<br />

tamam benim<br />

örneğim Altın<br />

Portakallılar<br />

kadar


keskin değil. Kendimi yolun çok başında görüyorum.<br />

Ama ulaşılabilir olmayı çok isterdim ya da özellikle sinemada<br />

daha çok talep gören birisi olmayı…<br />

İşin bir de diğer tarafı var. Beni asıl ilgilendiren tarafı<br />

endüstri neyi bekliyor, oyuncuyu nasıl tanımlıyor? Biraz<br />

buradan bakmak lazım. Türk sinemasında kadın oyuncu<br />

olmak…<br />

Evet, hem melodram olduklarına katılıyorum hem de<br />

çoğunlukla ya bir adamın sevgilisi, ya metresi, ya da<br />

karısı... Yani hep bir adam var, kadında onu tamamlayıcı<br />

olarak var.<br />

Bu durumla Yeşilçam’daki durum arasında bir paralellik<br />

kurabiliyor musunuz?<br />

Uzantısı olarak görüyorum.<br />

80 döneminde kadın oyunculuğu anlamında çok cesaretli<br />

örnekler vardı. Türkiye’de feminizmin yer bulduğu<br />

dönemlerdir bunlar. Günümüzü o dönemin devamı olarak<br />

adlandırabilir miyiz?<br />

Kesinlikle devamı değil ben o kadar üretken olduğumuzu<br />

düşünmüyorum.<br />

Dönemimizin senaryoları günümüzün problemlerini<br />

işliyor mu?<br />

Bence gerçek dertlerimizden çok büyük bir soyutlanma<br />

oldu 2 bin sonrası sinemasında.<br />

Bunun sebebini ne olarak görüyorsunuz?<br />

Bir cesaretsizlik. Ama bu cesaretsizliğinde sebebini<br />

tam olarak bilmiyorum. Gerçekten bizim topraklarımıza<br />

ait hikâyelerde çok büyük bir azalma var. Yurtdışında<br />

ödül kazanmış çok büyük yönetmenlerimizde bile bizim<br />

topraklarımızın konusu yok. Kocaman kocaman<br />

sorunlarımız var ama bu sorunlarla ilgili elle tutulur senaryolar<br />

çıkmıyor. Kaldı ki kadınlarla ilgili hiç çıkmıyor.<br />

Mesela Kürt meselesi üstüne çok elle tutulur şeyler<br />

yapıldı mı? Hayır. Ama yönetmenlerimiz Berlin’de,<br />

Cannes’da ödüller alıyorlar. Çok bizden hissetmiyorum.<br />

Çok da duygusal bağ kurabileceğim hikâyeler çıkmıyor.<br />

Şuan ki festival yapısının Türk sinemasına pozitif bir etki<br />

yapacağına inanıyor musunuz?<br />

O kadar çok festival düzenlenmeye başlandı ki son zamanlarda,<br />

Çanakkale’deki Şeffaf Beygir Film Festivali<br />

gibi. Bizde festivaller de tam olarak yürümüyor. Festivalleri<br />

de kendimize benzetiyoruz. Ülkemiz gibi festivallerimizi<br />

de. Dolayısıyla endüstriyelleşmek adına sayı<br />

olarak artıyoruz ama nitelik olarak çok azı bu çıtayı geçebiliyor.<br />

Hâlâ İstanbul Film Festivali en iyisi. Onlarca yenisi<br />

düzenlendi ama belli bir çıtayı ve misyonu yüklenip<br />

geçemiyorlar. Dolayısıyla ne kadar işe yaradıklarını<br />

söylemek benim için çok güç. Daha ziyade gerçek bir


sendikamız olduğunda oyuncular olarak biraz daha örgütlü<br />

olabileceğiz, hakkımızı arayabileceğiz. Bir yapımcıyla iş<br />

bağlarken daha korkusuz olabileceğiz gibi birçok şey var.<br />

Peki, herhangi bir oyuncu derneğine üye misiniz?<br />

Değilim. Bu hep inançsızlıktan kaynaklanıyor. Çünkü gerçekten<br />

ortada yapılan bir şey yok henüz. İnsanlar o kadar<br />

güzel konuşuyorlar ki ağzım açık dinliyorum ama çok az iş<br />

yapıyorlar.<br />

Peki, bir arkadaş grubunuz var mı bu konuları konuşup<br />

tartıştığınız?<br />

Bütün oyuncu arkadaşlarımla sabah-akşam bunları<br />

konuşuyoruz.<br />

Peki, ortak olarak bir şey çıkartmaya çalışıyor musunuz ya<br />

da elle tutulur bir sonuca ulaştı mı?<br />

Ben aslında bireysel olarak sürekli bir şeyler söylediğimi<br />

düşünüyorum ama kimseyi örgütleme cesareti<br />

gösteremedim şimdilik. Bütün röportajlarımda buna<br />

değinen şeyler söylüyorum, kendi öykümden, bu ülkede<br />

nasıl hissettiğimden bahsediyorum. Ama başka insanları<br />

bir araya getirip bir şey yapmadım.<br />

Sizde bir geriye adım var. Bunu neye bağlıyorsunuz?<br />

4 sene öncesine nazaran daha umutsuzum evet. Boyumun<br />

ölçüsünü aldım diyebilirim, beni terbiye etti bu anlamda.<br />

Ani işsiz kalmanın ne demek olduğunu biliyorum mesela.<br />

Ben kendi tercihlerimle çalışmadım aslında ama bu süreçte<br />

ne kadar zorlandığımı hatırladığım için belki de bu kadar<br />

yalnız ve umutsuz olabilirim.<br />

Oyuncunun sorumluluğu izleyiciye midir? Ya da ne zamandan<br />

sonra kendinedir?<br />

Bence bir oyuncunun apolitik olması mümkün değildir.<br />

Bugün ekmeğin fiyatı da politikayla ilgilidir, burada<br />

oturmamız da… Çay içebilmem, sizinle konuşabilmem de<br />

politiktir. Dolayısıyla nasıl sindirildiysek artık bende hep<br />

böyle oyunculara denk geliyorum, röportajlarını okuyorum,<br />

televizyonda çok iyi tanıdığım, politik görüşlerini bildiğim<br />

insanların “Sağcı mısın? Solcu musun?” dendiğinde,<br />

ikisi de değilim dediklerine şahit oluyorum. Bu çok sıkıcı<br />

bir şey. Bilmiyorum bu oyuncunun topluma karşı görevimidir,<br />

kendine karşı görevimidir? Ama samimi olmak<br />

durumundadır. Çünkü samimi olmadığında oyunculuğunda<br />

da samimi olmaz.<br />

Her oyuncu tabii ki bir insandır ve kendi düşünceleri fikirleri<br />

vardır. Ama mesleği gereği bütün kılıklara karakterlere<br />

de girmek zorundadır. Size gelen projelerde siyasi tercihlerinizle<br />

rol arasında çatışma yaşıyor musunuz?<br />

Bütünüyle bir siyasi bildirge olmayan, sanat eseri olan<br />

her rolü oynarım. Projenin kendisinin bir şeye hizmet etmemesi<br />

lazım, belli bir ideolojinin ürünü olmaması lazım…<br />

Örneğin, Kurtlar Vadisi.


Hollywood romantizminin en bilindik yüzü Julia Roberts<br />

bu ay Eat Pray Love filmiyle sinema salonlarına konuk<br />

olacak. Külkedisi’nin yolculuğu devam ediyor…<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Hollywood dünya starları üretir.<br />

Güzel kadın oyuncular ise<br />

ayrıcalıklıdır. Bunların içinde romantizmin<br />

bayrağını taşıyan Julia Roberts<br />

ise 1980’lerde başlayan kariyerini<br />

bu zamana kadar en üst seviyede<br />

devam ettirerek bütün övgüleri hak<br />

eder. Büyük ağzı, uzun boynu her<br />

daim seksapelini yüksekte tutsa<br />

da onun asıl kabiliyeti erkeklerin<br />

yüreğini kıran naifliğidir. Mesela asıl<br />

patlamayı yaptığı Pretty Women’da<br />

bir fahişeyi canlandırır Roberts.<br />

Aklınızda o filmden kalan nedir?<br />

Kaçımız onun fahişe olduğunu<br />

hatırlarız. Aslında Richard Gere’in<br />

yanında en masum objedir o. Para<br />

babası insanlıktan çıkmış kapitalist<br />

bireyler kalplerini satarken kalbini<br />

satmayan tek insan odur. Onun<br />

canlandırdığı karakterler ister CIA<br />

ajanlarıyla aksiyonlu bir kovalamacaya<br />

girsin ister ünlü bir film yıldızı<br />

olup isimsiz bir adama âşık olsun<br />

aşka açık bir yürek taşır. Onun en<br />

sert filmi gerçek bir hayat hikâyesinden<br />

yola çıkan Erin Brokovich’tir.<br />

Çevreyi hiçe sayan büyük şirketlere<br />

ve onlara destek veren düzene karşı<br />

tek başına savaş açan Brokovich’in<br />

hikâyesi, Roberts’ın sayesinde<br />

daha parlak bir hal almış filmdeki<br />

başarı da Julia Roberts’a En İyi<br />

Kadın Oyuncu Oskar’ını getirmiştir.<br />

Kalbi yumuşak ama manolya kadar<br />

çelik bir duruş sergileyen Roberts,<br />

aslında dramatik bir geçmişe sahip.<br />

28 Ekim 1967’de Amerika’nın Georgia<br />

kentinde dünyaya geldi. Tam<br />

adı Julie Fiona Roberts’dır. Babası<br />

süpürge makinesi satıcısı, annesi<br />

ise kilise sekreteri olan aktrisin<br />

ailesi, 1972 yılında, sanatçı dört<br />

yaşındayken boşandı. Üç kardeş<br />

olan Robertslar’dan ağabey Eric,<br />

babasıyla Atlanta’ya geri taşandı,<br />

Julia ile Lisa ise anneleriyle beraber<br />

kaldılar. Babası beş yıl sonra kansere<br />

yenik düştü ve hayatını kaybetti.<br />

Çocukluğu okul çağına geldiğinde<br />

de kolay değildi. Şimdilerde onu<br />

ayrıcalıklı kılan biçimli ve büyük ağzı<br />

arkadaşlarının en çok dalga geçtiği<br />

yeriydi. Kalın çerçeveli gözlükleri<br />

ise işin tuzu biberi oluyordu. Ama<br />

yıllar geçtikçe uzayan boyu, lensleri<br />

takıp kalın gözlükleri attığında ortaya<br />

çıkan ela gözleri onu farklı<br />

yerlere getirdi. Ağabeyi Eric sayesinde<br />

1986 yılında Blood Red filmiyle<br />

sinemaya adım atan Roberts<br />

onlarca adaylığı ve aldığı ödüllerle<br />

upuzun bir yolculuğu devam ettiriyor.<br />

Hollywood’un külkedisi, bu<br />

yolculuğunun son durağı olarak Eat<br />

Pray Love ile karşımıza gelecek…


Javier Vardem, bu ay vizyonda olacak Ryan Murhpy imzalı<br />

Eat Pray Love filminde hayatı keşfetme yolculuğundaki<br />

bir kadına eşlik edecek, Julia Roberts’la yol kat edecek.<br />

BANU BOZDEMİR<br />

n İçimdeki Deniz ve Güneşli Pazartesiler<br />

filmleriyle içimdeki hayranlık<br />

kütlesini yükselten kötüyle iyi<br />

arasında gidip gelen, rolüne göre<br />

yüz ifadesinin ayarını bozan bu<br />

muhteşem oyuncu 1 Mart 1969’da<br />

İspanya’da doğdu. Herkesin sinema<br />

ve oyunculukla uğraştığı bir<br />

aileden gelmesi 6 yaşında sahnelere<br />

çıkması için yetti. Televizyon<br />

dizileri ve küçük bütçeli İspanyol<br />

filmleri onun da şöhret yolundaki<br />

durakları oldu. Çıkış filmi 2000<br />

yılında Julian Schnabel’in Kübalı<br />

şair ve yazar Reinaldo Reinas’ın<br />

hayatını anlattığı Before Night Falls<br />

ile oldu, eşcinsel yazara hayat<br />

verdi. Hemen sonrasında oyuncu<br />

John Malkovich’in ilk yönetmenlik<br />

denemesi olan bir Shakespeare<br />

uyarlaması olan Yukarıdaki<br />

Dansçı’da rol aldı. Güneşli Pazartesiler<br />

işçi sınıfına bir selam, kapitalizme<br />

bir yergi taşıyordu Bardem<br />

yine çok başarılıydı. Aslında Tom<br />

Cruise ve Jamie Foxx arasında<br />

dönen Collateral’da rol aldı ama asıl<br />

İçimdeki Deniz ile yüreklerimize en<br />

alasından uzandı. Yerinden kalkamadan,<br />

düşleriyle oynadı adeta<br />

Amenabar filminde. Milos Forman<br />

filmi Goya’nın Hayaletleri’nde ise kötü<br />

bir din adamını oynadı, çıkarları için<br />

gözü kararan birini… Birbirinden güzel<br />

rollere bürünen Bardem sonunda<br />

Oscar’a uzanacağı bir rol buldu, Coen<br />

Kardeşlerin İhtiyarlara Yer Yok filmindeki<br />

psikopat (saçlarının şekli ve<br />

düz yüz ifadesi) takipçi rolüyle… Marquez<br />

romanı Kolera Günlerinde Aşk<br />

filminde varlığıyla filme hayat verdi,<br />

ışık saçtı adeta… Sonrasında Woody<br />

Allen filmi Wicky Cristiana Barcelona<br />

filminde rol aldı, üç kadın etrafında<br />

pervane oldu ve birçok erkek için<br />

en hayal edilesi rolün adamı<br />

… Bu ay vizyonda olacak<br />

Ryan Murhpy imzalı<br />

Eat Pray Love filminde<br />

hayatı keşfetme<br />

yolculuğundaki bir<br />

kadına eşlik edecek,<br />

Julia Roberts’la yol kat<br />

edecek. Bu sene bir de<br />

vizyon yüzü görürse<br />

Beutiful adlı filmde rol<br />

alacak bu güzel ve<br />

karizmatik adam…<br />

Şimdilerde Penelope<br />

Cruz’la mutlu<br />

bir hayatın tadını<br />

çıkartıyor, yakışır!


n 11974 Miami doğumlu<br />

ve aslen Küba’lı olan Eva<br />

Mendes, beyaz perdenin<br />

son dönemlerde gördüğü<br />

en “dişi” karakterlerden biri.<br />

Ardı ardına canlandırdığı<br />

rollerle emin adımlarla ilerleyen<br />

Latin güzel, Crystal<br />

Allen kadar seksi, çekici,<br />

arzulu, Amada Juarez kadar<br />

da ne istediğini bilen, sadık<br />

ve duygu dolu. Erkek seyircilerin<br />

beğenisini kazanan<br />

Mendes, kadınların da haz<br />

ettiği türden bir oyuncu.<br />

Meslek hayatında da, hem<br />

kararsız ve çekingen,<br />

hem de atik ve tutarlı<br />

olabilen Eva Mendes,<br />

yapımcıların iştahını<br />

kabartmaya<br />

devam edeceğe<br />

benzer.


İlk İzlenim: Tek kelimeyle seksi…<br />

Konuştukça: Arıza bir tip. Tehlikeli, sinsi…<br />

Artıları: Keskin zekası ve karşı konulamaz<br />

görüntüsü…<br />

Handikapları: Rakibi olan kadının gücünü<br />

küçümsüyor.<br />

Yaşam Felsefesi: Her şeyin maddi bir karşılığı<br />

vardır. Aşkın bile!<br />

Hayattaki Düsturu: Önce lüks…<br />

Tanıyınca: Onun için hayatta ilk önce pahalı<br />

kıyafetler, mücevherler, arabalar, evler geliyor.<br />

Sevgili olduğu daha doğrusu kaba tabiriyle<br />

yolduğu erkekler daima ikinci planda. Siz siz<br />

olun erkek arkadaşınızı ondan uzak tutun. Hele<br />

ki varlıklıysa!<br />

İlk İzlenim: Tutku dolu, arzulu, gizemli…<br />

Konuştukça: Kışkırtıcı ama bir o kadar da masum…<br />

Artıları: Erkeğini sahiplenen ve onun iyiliği için her<br />

şeyi yapabilen biri. Dirençli…<br />

Handikapları: Her daim hayatının adamına söz geçiremiyor,<br />

yönlendiremiyor. Ve bu durum onun için can<br />

yakıyor.<br />

Yaşam Felsefesi: Aşk ve sadakat.<br />

Hayattaki Düsturu: Bir parça huzur için her şeyimi<br />

verirdim!<br />

Tanıyınca: Tutkunun sadakatle yoğrulmuş bu<br />

formu, şüphesiz ki her erkeğin hayallerindeki<br />

kadındır. Çarpıcı kişiliği ve candan seven kalbiyle<br />

Amada Juarez, eğer ki eşiniz olursa, dünyanın tüm<br />

sabahlarına mutlu uyanırsınız.


n Özcan Deniz ve Deniz Çakır’ın<br />

başrolünü üstlendiği, kadrosunda<br />

Naz Elmas, Barış Falay ve Janset’in<br />

bulunduğu ‘Ya Sonra’nın çekimleri<br />

tamamlandı. Romantik komedi<br />

türündeki filmde Özcan Deniz ile Deniz<br />

Çakır birbirlerine tutkulu iki sevgiliyi<br />

canlandırıyor. Özcan Deniz’in veterineri,<br />

Deniz Çakır’ın ise başarılı bir<br />

mimarı canlandırdığı, Barış Falay ile<br />

Naz Elmas’ın da rol aldığı yapımın,<br />

2011’in şubat ayında vizyona girmesi<br />

planlanıyor.<br />

n Yapımcılığını B Film’in, yönetmenliğini<br />

Rıza Kıraç’ın yaptığı “Küçük Günahlar”<br />

filminde yaklaşık yedi yıldır sinema filmlerinden<br />

ayrı kalan Macit Koper oynuyor.<br />

Koper filmde inzivaya çekilmiş, politik<br />

bir geçmişi olan, psikolojik sorunlarıyla<br />

başa çıkamayan, eski reklamcı İsmet karakterini<br />

canlandırıyor. Esra Ruşan, Kürt gazetesinde çalışan ve<br />

politik bağlantılarından dolayı sık sık gözaltına alınan<br />

Şilan karakterine hayat veriyor. Küçük Günahlar, üçlü bir<br />

aşk hikayesinin ardında bireyin vicdani hesaplaşmasını<br />

açığa çıkarmaya çalışırken, 12 Eylül darbesi ve sonrasında<br />

yaşanan Kürt-Türk çatışmasının Batı’daki bireyler üzerinde<br />

bıraktığı derin yaraların hikayesini anlatıyor.<br />

n Kadir Balcı’nın yönettiği<br />

ve Burak Balcı, Charlotte Vandermeersch, Nihat Alptuğ<br />

Altınkaya, Tilbe Saran’ın oynadığı Turquaze, önümüzdeki<br />

aylarda Gu Film tarafından vizyona çıkarılıyor.<br />

Babalarının İstanbul’daki cenazesinin ardından Timur,<br />

Ediz ve Bora, Belçika’nın Gent şehrine geri dönerler.<br />

Aralarında yaşça en olgunu olan Ediz baba rolünü<br />

üstlenir. Başıboş kalan Bora başını derde sokacak bir<br />

arkadaş çevresine girer. Timur ise babasının hayalini<br />

gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır. Bandoda trompet<br />

çalmak için seçmelere hazırlanacaktır. Kız arkadaşı<br />

Sarah, Timur kendisinden uzaklaştığını fark edene<br />

kadar bu tutkusunu destekler.


n Selim Evci’nin ikinci filmi Rüzgarlar’ın çekimleri<br />

tamamlandı. Gökçeada ve İstanbul’da<br />

çekilen filmde, Yusuf Nejat Buluz, Mediha<br />

Didem Türemen, Rüçhan Çalışkur, Zeynep<br />

Gülmez rol alıyor. Hollanda’nın Rotterdam<br />

Uluslararası Film Festivali’ne bağlı Hubert<br />

Buls Fonu tarafından desteklenen film, Evci<br />

Film yapımcılığında gerçekleştirildi. Filmin<br />

konusu şöyle: İstanbul’da yaşayan ve<br />

sesçilikle uğraşan Murat, Gökçeada’da<br />

yaptığı ses kayıtları ile farkında olmadan,<br />

bir büyükanne ile torunu arasındaki bağları<br />

güçlendirirken, ailenin geçmişine yapacağı<br />

yolculuğa tanıklık eder.<br />

n Özcan Alper Gelecek Uzun Sürer filminin<br />

çekimlerine başlayacak. Film bir yol filmi.<br />

İstanbul’da başlayacak filmin çatısını İstanbul<br />

ve Diyarbakır çekimleri oluştursa da, Çukurova,<br />

Bitlis, Van, Hakkari bu duraklardan bazıları. Ses<br />

unsurunun üstünde durduğunu anlatan Özcan<br />

Alper, filmini ağıtlar üzerine kurmuş. “Bir taraftan<br />

bu topraklardaki arzunun da ortaklaşması”<br />

olarak nitelediği filminin teması için şöyle diyor:<br />

“Ölümle temas var ama bir taraftan da tüm bunlara<br />

rağmen bir çıkış, barış, kardeşlik isteği’.<br />

n 1990 yılında gişe rekorları kıran ‘Minyeli<br />

Abdullah’ filminin yönetmeni Mehmet<br />

Tanrısever, 20 yıl aradan sonra imza attığı<br />

son filmi ‘Hür Adam’ın çekimlerini tamamladı.<br />

Çalışmaları bir yıldır süren; Eğridir, Safranbolu<br />

ve İstanbul’da sekiz haftada çekilen yapım, İslam<br />

alimi Said Nursi’nin hayatını anlatıyor. 70 kişilik<br />

bir ekibin ve bin kişilik dev figüran kadrosunun<br />

yer aldığı filmde, Said Nursi’yi Mürşit Ağa Bağ<br />

canlandırıyor.


Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle, Antalya<br />

Kültür Sanat Vakfı’nın organize edeceği 47. Uluslararası<br />

Antalya Altın Portakal Film Festivali, bu sene 9 -14 Ekim<br />

tarihleri arasında sinemaseverlerle buluşacak.<br />

n “Sinema ve Toplumsal Etkileşim”<br />

47. Uluslararası Antalya Altın Portakal<br />

Film Festivali bu sene “Sinema ve Toplumsal<br />

Etkileşim” teması ile geliyor. “Sinema<br />

ve sosyo-politik etkileşim”, “sinema ve<br />

ülke etkileşimi”, “sinema ve ekonomik<br />

etkileşim” başlıklarında yürütülecek festival<br />

kapsamında; tematik film gösterimleri, paneller,<br />

sergiler, söyleşiler, atölye çalışmaları ve<br />

‘Yapıma Beş Kala’ söyleşileri düzenlenecek.<br />

Festivalde, Ulusal Uzun Metraj, Uluslararası<br />

Uzun Metraj yarışmalarının yanı sıra, Ulusal<br />

Belgesel Film Yarışması ve Ulusal Kısa<br />

Film Yarışması da yer alacak. Festival ulusal<br />

ve uluslararası özel gösterimler ve gala<br />

gösterimleri ile de renklendirilecek.<br />

Altın Portakal’ın renkleri Emrah Yücel ile<br />

biçimleniyor<br />

Key Art ödüllü tasarımcı Emrah Yücel, 47<br />

ve 48. Uluslararası Antalya Altın Portakal<br />

Festivalleri’nin afişlerini tasarlayacak. ‘Saatler’,<br />

‘Kill Bill’, ‘GORA’, ‘Vizontele’, ‘Frida’,<br />

‘New York’ta Beş Minare’ gibi ulusal ve<br />

uluslararası birçok filmin afişlerini tasarlayan<br />

Emrah Yücel, bu yıl Altın Portakal’ın afişlerini<br />

tasarladı.<br />

“Emir Kusturica” ve Ödüllü Yönetmenler Altın<br />

Portakal Jürisi’nde<br />

Altın Portakal’ın jürisinde bu yıl, sinema<br />

dünyasının önemli, saygın ve ödüllü isimleri<br />

bir araya geliyor. Filmleri ile milyonlarca sinemaseveri<br />

kendine hayran bırakan, “Çingeneler<br />

Zamanı”, “Kara Kedi Ak Kedi”, “Yeraltı”,<br />

“Arizona Rüyası” gibi filmlerin yönetmeni<br />

Emir Kusturica, Altın Portakal Uluslararası<br />

Uzun Metraj Film Yarışması’nın jürisinde yer<br />

alacak. Festival kapsamında Emir Kusturica’nın<br />

film gösterimlerine de yer verilecek.<br />

2009 En İyi Belgesel Oscar’ını “Smile Pinki”<br />

adlı filmiyle alan yönetmen Megan Mylan, Altın<br />

Portakal Belgesel Film Yarışması’nda Jüri Üyesi<br />

olacak. 2010 Cannes Film Festivali’nde Kısa<br />

Film dalında Altın Palmiye alan “Barking Island<br />

– Hayırsız Ada” filminin yönetmeni Serge Avédikian<br />

ise, Altın Portakal Kısa Film Jürisinde yer<br />

alacak.<br />

Kadir İnanır Jüri Başkanı<br />

Bu yılın Altın Portakallarını belirleyecek Ulusal<br />

Uzun Metraj Film Yarışması’nın Jüri Başkanı<br />

Kadir İnanır oldu. Ana Jüri de ayrıca Tomris<br />

Giritlioğlu (yönetmen), Meltem Cumbul (oyuncu),<br />

Meral Okay (senaryo yazarı), Murathan Mungan<br />

(şair, yazar), Gökhan Kırdar (müzisyen), Atilla<br />

Dorsay (sinema yazarı), Zinos Panagiotidis<br />

(yapımcı) ve Prof. Dr. Mehmet Rıfkı Aktekin (Antalya<br />

Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri) yer<br />

alıyor.<br />

Festivalin 15 ulusal yarışma filmi<br />

Atlıkarınca / İlksen Başarır, Bal /Semih<br />

Kaplanoğlu (Altın Koza’da en iyi film ödülü<br />

kazandığı için yarışma dışı) Çakal / Erhan Kozan,<br />

Çoğunluk / Seren Yüce, Gişe Memuru /<br />

Tolga Karaçelik, Gölgeler ve Suretler / Derviş<br />

Zaim, HAYDE BRE Orhan Oğuz, Kağıt / Sinan<br />

Çetin, Kar beyaz / Selim Güneş, Kavşak / Selim<br />

Demirdelen, Press / Sedat Yılmaz, Saç / Tayfun<br />

Pirselimoğlu, Signora Enrica İle / Ali İlhan,<br />

İtalyan Olma, Siyah Beyaz / Ahmet Boyacıoğlu,<br />

Zefir Belma Baş.


İlk yönetmenlerden 9 film yarışacak!<br />

Ön jürinin başvuru yapan 47 film<br />

arasında yaptığı değerlendirme sonucunda<br />

seçtiği 15 filmin 9’u yönetmenlerin<br />

ilk filmi olma özelliğini taşıyor.<br />

“Çakal”, “Çoğunluk”, “Gişe Memuru”,<br />

“Kar Beyaz”, “Kavşak”, “Press”, “Sinyora<br />

Enrica ile İtalyan Olmak”, “Siyah<br />

Beyaz”, “Zefir” yönetmenlerinin ilk uzun<br />

metraj filmi olarak dikkat çekiyor.<br />

Ustalardan 5 film Altın Portakal’da!<br />

Usta yönetmenlerden Semih<br />

Kaplanoğlu “Bal”, Derviş Zaim “Gölgeler<br />

ve Suretler”, Orhan Oğuz “Hayde<br />

Bre”, Sinan Çetin “Kağıt” ve Tayfun<br />

Pirselimoğlu “Saç” adlı filmleri ile<br />

yarışacaklar. 46. Antalya Altın Portakal<br />

Film Festivali’ne “ Başka Dilde Aşk” adlı<br />

filmi ile katılan İlksen Başarır, ikinci filmi<br />

olan “Atlıkarınca” ile bu sene de Altın<br />

Portakal’da yarışacak.<br />

Belgesel Film Yarışması’nın Ana Jürisi,<br />

Megan Mylan (yönetmen), Coşkun<br />

Aral (yönetmen), Zeynep Tül Akbal<br />

(akademisyen, sinema yazarı), Semra<br />

Güzel Korver (BSB Başkanı) ve Savaş<br />

Güvezne (yönetmen)’den oluşurken;<br />

Ulusal Kısa Film Yarışması’nın Ana<br />

Jürisi’nde ise Serge Avedikian (yönetmen),<br />

Aslı Tandoğan (oyuncu), Mehmet<br />

Bahadır ER (yönetmen), Nil Kural (sinema<br />

yazarı) ve Nur Akalın (yönetmen)<br />

bulunuyor.<br />

Sinema Yazarları Derneği’nin verdiği<br />

SİYAD Ödülleri’nin jüri üyeleri ise şu<br />

isimlerden oluşuyor: Ulusal Uzun Metraj<br />

Film Yarışması SİYAD Jürisi, Necla Algan,<br />

Tunca Arslan ve Burçin S. Yalçın;<br />

Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması<br />

SİYAD Jürisi, Kerem Akça, Alkan<br />

Avcıoğlu ve Aylin Sayın.


Portakal’ın yabancı filmleri<br />

Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle,<br />

Antalya Kültür Sanat Vakfı’nın organize<br />

edeceği 47. Uluslararası Antalya Altın Portakal<br />

Film Festivali birbirinden değerli filmleri<br />

sinemaseverlerle buluşturmaya hazırlanıyor.<br />

“Uluslararası Özel Gösterim” başlığı altında<br />

“Sıradan Yaşamlar, Sıradan Öyküler”,<br />

“Sınırdakiler” ve “Aile’ye Bakmak, Aile’yi Aramak”<br />

bölümlerindeki filmler özel bir seçkiyle<br />

Altın Portakal’da sinemaseverlerle buluşacak.<br />

Günışığına çıkan filmler<br />

Altın Portakal bu yıl, sinema tarihinin kayıp<br />

filmlerini gün ışığına çıkarıyor, Türk Sinema<br />

Tarihi’ne yeni sayfalar ekliyor. “Pelikülün<br />

İzinde” başlığı altında bu yıl 4 film Altın Portakal<br />

izleyicisi ile buluşacak. Türk Sinema<br />

Tarihi kaynaklarında adı geçmeyen “Enis<br />

Aldjelis, Doğunun Çiçeği”, 93 yıl sonra<br />

Türkiye’de ilk defa Altın Portakal’da izleyiciyle<br />

buluşacak. Türk Sinema tarihine yeni bir<br />

sayfa ekleyecek film, İstanbul’da çekilen ilk<br />

yabancı film olma özelliğini taşıyor. “Enis<br />

Aldjelis, Doğunun Çiçeği” Baba Zula’nın<br />

film için hazırladığı özel müziklerin canlı<br />

performansı ile birlikte sunulacak.<br />

Muhsin Ertuğrul’un kayıp filmi ‘Kara Lale<br />

Bayramı - 1918’ da, yıllar sonra Altın<br />

Portakal’da gösterilecek. “Kadın Charlie<br />

Chaplin” olarak anılan Mabel Normand’ın rol<br />

aldığı “The Floor Below - 1918’ ve sinema<br />

dünyasının uzun yıllardır peşinde olduğu<br />

ve artık hiçbir kopyasının var olmadığına<br />

inandığı ‘Beyond The Rocks - 1922’ Altın<br />

Portakal’da gün ışığına çıkacak.<br />

Altın Portakal Yaşam Boyu Onur Ödülleri<br />

Tanıtım resepsiyonunda, Antalya Altın Portakal<br />

Film Festivali bünyesinde, 1996 yılından<br />

beri verilen Yaşam Boyu Onur Ödülleri’nin bu<br />

seneki sahipleri de açıklandı. Altın Portakal<br />

Festival Düzenleme Komitesi’nin, oy birliği ile<br />

aldığı kararla, senarist Safa Önal, yönetmen<br />

ve senarist Ertem Göreç, Nur Sürer, Gülşen<br />

Bubikoğlu, Metin Akpınar ve Zeki Alasya bu<br />

sene ödüle layık görüldü.<br />

Yıldırım Önal Anı Ödülü Yıldız Kenter’e verilecek<br />

1973 yılında “Dinmeyen Sızı” filmindeki rolüyle<br />

‘en iyi yardımcı erkek oyuncu’ seçilerek Altın<br />

Portakal Ödülü’nü alan tiyatro ve sinema<br />

sanatçısı Yıldırım Önal, yaşamının son yıllarında<br />

girdiği ekonomik sıkıntı nedeniyle, ödülünü bir<br />

rehinciye bırakmak zorunda kalmış ve ödülünü<br />

geri alamamıştı. Yıllar sonra rehincinin oğlu<br />

tarafından Antalya Kültür Sanat Vakfı ‘na teslim<br />

edilen ödül, 1999 yılından itibaren Yıldırım Önal<br />

Anı Ödülü olarak her yıl bir oyuncuya emanet<br />

ediliyor. Yıldırım Önal Anı Ödülü’nün bu seneki<br />

emanetçisi ise usta oyuncu Yıldız Kenter olacak.<br />

Sinema Emek Ödülü<br />

Antalya Altın Portakal Film Festivali 2006<br />

yılından itibaren, Türk Sinemasında kamera<br />

arkasında çalışan, başarılı işlere imza atmış<br />

kişilere “Sinema Emek Ödülü” veriyor. Sinema<br />

Emek Ödülü’nü bu yıl Necmettin Çobanoğlu’na<br />

verilecek.<br />

Yeni Bir Ödül: “Sanatta Sosyal Sorumluluk<br />

Ödülü”<br />

Türk sinema sektörünü geliştirmek, sinemaya<br />

ve sektör çalışanlarına değer katmak amacı ile<br />

hareket eden Altın Portakal Film Festivali, bu<br />

yıldan başlayarak “Sanatta Sosyal Sorumluluk<br />

Ödülü” vermeye hazırlanıyor. Maddi, manevi<br />

ve entelektüel kazanımlarını sanata ve topluma<br />

adayan, bu birikimi, sanat dünyasında yeni nesiller<br />

yetiştirerek, yeni sanatsal projelere imza<br />

atarak, ‘sanatta sosyal sorumluluk’ projelerinde<br />

yer alarak aktaran sanatçılara verilecek ödülün<br />

ilkini ise usta oyuncu Müjdat Gezen alacak.<br />

Altın Portakal’da yeni ödüller<br />

47. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali<br />

kapsamında düzenlenecek Ulusal Uzun<br />

Metraj Film Yarışması’nda, birinci olan film<br />

3<strong>30</strong> bin TL ile ödüllendirilecek. Bu sene en iyi<br />

filme yeni bir ödül daha verilecek. En İyi Film<br />

Ödülü’nün sahibi olan yapımcı, ödülü aldığı yılı<br />

takiben 2 yıl içinde çekeceği yeni filminin en az<br />

yüzde 15’lik bölümünü Antalya’da çeker ise, 70<br />

bin TL değerindeki Antalya Teşvik Ödülü’ne de<br />

sahip olacak.


Açılış Korteji özel çocuklarla daha da görkemli<br />

geçecek<br />

Sanatçıyla Antalya halkının kucaklaşması<br />

olan geleneksel Altın Portakal Korteji, özel<br />

çocuklardan oluşan Tomurcuk Perküsyon<br />

Grubu ile daha da renklenecek. Anadolu Ateşi<br />

özel gösteri grubu bu yıl da bizlerle birlikte<br />

festivali kutlayacak.<br />

Açılış Gecesi’nde Kusturica ve No Smoking<br />

Emir Kusturica ve etnik tekno-rock grubu ‘No<br />

Smoking’’, hareketli koreografileri ve özgün<br />

performanslarıyla renkli bir geceye imza atacaklar.<br />

Kusturica filmlerinden görüntüler, bu<br />

görkemli şölene eşlik edecek.<br />

Onur Ödülü Töreni’nde Beyazperde<br />

Şarkıları’na Yolculuk<br />

Onur Ödülleri Töreni’nde, Türk filmlerinin unutulmaz<br />

sesi Belkıs Özener & Barkın Özener<br />

ile, Yeşilçam şarkılarında yolculuğa çıkılacak.<br />

Törende, Altın Portakal Yaşam Boyu Onur<br />

Ödülleri, Yıldırım Önal Adı Ödülü, Sinema<br />

Emek Ödülü ve Sanatta Sosyal Sorumluluk<br />

ödülleri, sahiplerini bulacak. Sanatçılara, Şef<br />

Orhan Şallıel yönetimindeki Antalya Devlet<br />

Senfoni Orkestrası, dünyaca ünlü klarnet<br />

virtüözü Serkan Çağrı ve Rumeli Band eşlik<br />

edecek.<br />

Kapanış Töreni’nde Kültür Köprüleri<br />

Altın Portakal ödüllerinin sahiplerini bulacağı<br />

Kapanış ve Ödül Töreni’nde, ünlü klarnet<br />

virtüözü Hüsnü Şenlendirici ve Özcan Deniz’e,<br />

Orhan Şallıel yönetimindeki Antalya Devlet<br />

Senfoni Orkestrası eşlik edecek.<br />

Sürgün Bir Sinemacı: Yılmaz Güney<br />

1970’ler Türk sinemasının kilometre<br />

taşlarından biri olan Yılmaz Güney’e odaklanan<br />

bölümde Güney’in yönettiği Umut (1970),<br />

Ağıt (1971) ve Zavallılar (1974) adlı filmler<br />

gösterilecek.<br />

‘Avrasya Sinemaları’nda Gürcistan filmleri<br />

Her yıl Avrasya ülkelerinden birini seçerek o<br />

ülkenin sinemasına odaklanmayı planlayan<br />

festival, bu yıl Gürcistan sinemasının önemli<br />

yapımlarına yer verecek. Gürcistan’ın yakın<br />

tarihindeki çatışmalarla ve Yeni Gürcistan’ın<br />

inşasıyla ilgili bir seçki, 47. Festivalde izleyiciyle<br />

buluşturulacak.<br />

Kemal Sunal’ı Anma Programı<br />

Hicvin usta ismi Kemal Sunal’, ölümünün 10.<br />

yılında, Altın Portakal’da anılacak. Kemal Sunal<br />

Anma Programı kapsamında, VİPSAŞ tarafından<br />

restore edilen “Kapıcılar Kralı” ve “Kemal Sunal<br />

Sineması” üzerine hazırlanan belgesel gösterilecek.<br />

“Kemal Sunal Sineması Ekseninde Türk<br />

Gülmece Sanatına Bakış” adlı panel de program<br />

kapsamında gerçekleştirilecek.<br />

Sinemanın Renkleri Cezaevlerinde<br />

Altın Portakal bu yıl sanatı cezaevlerine sokacak.<br />

Cezaevi yönetimleriyle elbirliği içinde<br />

mahkumların eğitimi ve rehabilitasyonuna<br />

yönelik film ve tiyatro gösterimleri, sanatçı<br />

söyleşileri, senaryo ve drama atölye çalışmaları<br />

düzenlenecek.<br />

Konferanslar, paneller, söyleşiler, forumlar…<br />

Altın Portakal bünyesinde geçen yıl ilki yapılan<br />

Ortak Yapım Stratejileri panelinin ikincisi<br />

düzenlenecektir. FİYAB ve AKSAV işbirliği<br />

ile gerçekleştirilecek panelin bu yılki konusu<br />

“Avrupa ve Amerika’daki Fırsatlar”dır.<br />

Konuşmacılar; Amerika, Avrupa ve Türkiye’den<br />

ortak yapım alanında çalışan profesyoneller,<br />

yapımcılar, şirket sahipleri, akademisyenler,<br />

meslek birlikleri, sivil toplum kuruluşları, federasyon<br />

ve destek fonları temsilcileri olarak<br />

belirlenecektir. “Festivaller ve Stratejik Markalarla<br />

İşbirliği”’nin tartışıldığı panelin yanı sıra<br />

“Film Yapımlarında Sponsorluk Uygulamaları ve<br />

Sponsorlukların Önüne Çıkan Yasal Engeller”in<br />

konu edildiği panelle sinema sektörünün<br />

sorunları masaya yatırılacak.<br />

Doç. Dr. Nuran Yıldız’ın aynı “Tanklar ve<br />

Sözcükler” adlı kitabından yola çıkarak,<br />

“ordular ve iletişim” ile “TSK ve iletişim”<br />

kavramlarının tartışmaya açıldığı konferansta<br />

sinema, siyaset, ordu üçgeni arasındaki ilişkiler<br />

aktarılacak.


17. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali geçen sezonun filmlerinin<br />

yarıştığı tekrar bir festival olmaktan düzenlediği paneller ve<br />

öğrenci filmleriyle kurtuldu. Ödüller dört film arasında paylaşıldı...<br />

n Adana’yı son altı yıldır festival nedeniyle<br />

kesintisiz takip ediyorum, artık bilmediğim bir<br />

şehre değil, en azından büyük bir bölümünü<br />

bildiğim bir şehre gidip geliyorum. O yüzden<br />

Seyhan Oteli’nin önündeki inşaattan bile bahsedebilirim.<br />

Şehrin ana caddelerinden biri<br />

büyük çaplı bir düzenlemeye girince Adana<br />

trafiği iki kat artmış gibi geldi bana. Sıcağın<br />

Eylül ayını iplemeden şehrin üzerine yolladığı<br />

ışıklarından kaçmak üzere bizi her yere anında<br />

ve büyük hızla yetiştiren servislerden pek bir<br />

memnun kaldığımızı söylemeliyim. 17. Uluslar<br />

arası Adana Altın Koza Film Festivali bilindiği<br />

gibi birtakım iç ve dış olayları dert edinerek erteleme<br />

kararı almıştı. Normalde Haziran başında<br />

yapılacak olan festivalin starta çok az bir zaman<br />

kala erteleme yapması, festivali düzenleyenler,<br />

basın mensupları ve konuklar bazında pek iyi<br />

karşılanmamıştı. Sinemanın ‘eğlence’ yanının<br />

ağır bastığı düşüncesiydi bu ertelemeyi geçerli<br />

kılan. Ya da yıllardır festivalin ‘maddi’ sorunlardan<br />

oluşan duruma<br />

şaibeli yaklaşımıydı. Ben<br />

kendi adıma açıkçası<br />

ertelemeyi iptal kabul<br />

ederek, bu seneki Adana<br />

ve festival fikrini aklımdan<br />

çıkarmıştım. Kendimi o<br />

tarihlerde yapılacak olan<br />

Çanakkale Troia Film<br />

Festivali’ne hazırlamıştım<br />

ki oradan gelen ertelemeyle,<br />

tekrar yapılacağı<br />

duyurulan Altın Koza’ya<br />

sıkı sıkıya sarıldım. Nitekim<br />

gecikmeli, Türk<br />

filmlerinin biraz eskidiği,<br />

yeni filmlerin olmadığı (vizyon yüzü görmeyen<br />

bir tek Kavşak vardı) bir festival oldu bu sene<br />

Altın Koza… Amaç öncelikli olarak festivali<br />

yapmak olduğundan, eski programa sadık<br />

kalınmıştı. Ama Türk filmlerinin bu kadar yoğun<br />

bir üretim programında aynı kalması, eskimesi<br />

büyük bir talihsizlik… Çünkü Nergis Öztürk’ün<br />

bir yıl önce Antalya’da aldığı en iyi kadın oyuncu<br />

ödülünün burada tekrarlaması heyecan<br />

verici değildi, jüri eski bir ödülü hortlattığını<br />

düşünerek yanına Kavşak filminin oyuncusu<br />

Sezin Akbaşoğulları’nı da katmış. Bence ‘en’lik<br />

bir performansı yoktu Akbaşoğulları’nın, daha<br />

doğrusu rolünün… Jüri genelde ödülleri bütün<br />

filmlere dağıtmaya çalışsa da dört film arasında<br />

yaşandı ödül trafiği… Semih Kaplanoğlu’nun<br />

Altın Ayı’ya uzanan filmi Bal, Adana’nın da<br />

gözdesi oldu En iyi film ödülünü kazandı, aynı<br />

zamanda SİYAD ödülü de Bal’a gitti.<br />

Filmin ikili ödül dağıtma sistemi En iyi yönetmen<br />

ödülünde de yaşandı. Kavşak’la Selim Demirdelen,<br />

Nefes: Vatan Sağolsun’la Levent Semerci<br />

ödülü paylaştılar. Kavşak dingin anlatımıyla<br />

ilgi çeken bir film… Festivalin tek yeni filmi<br />

olması ona karşı sempatimizi arttırdı ama filmin<br />

birtakım konularda seyirciden müneccim tavrı<br />

beklemesi soru işaretlerimizi arttıran bir etken<br />

oldu.<br />

Adanalı olması nedeniyle herkesin ismini andığı<br />

Yılmaz Güney (Nur Sürer bu sene bir tane bile<br />

Yılmaz Güney filmi gösterilmediğinden yakındı)<br />

ve onun adına verilen Jüri Yılmaz Güney Ödülü<br />

Nesli Çölgeçen’in Denizden Gelen (Zeytin Dalı)<br />

filmine verildi. Mülteci konusuna eğilen filmin<br />

meselesinin olması bu ödülle özdeşleşmiş gibi…<br />

Bu kadar Yılmaz Güney adı geçince havaya<br />

uzanmış elleriyle koza tutan heykelciğe baktık


Öteki sinema yazarı Murat Tolga Şen’le…<br />

Keşke heykel Cannes’da elleri heykel biçiminde<br />

yumruk şeklinde kalkmış Yılmaz<br />

Güney silüeti olsak dedik ama bu biraz<br />

gerçekleşmesi zor bir hayal gibi… Ya da<br />

ilerideki bir yılda olur… Önce festival yola<br />

devam edip etmeyeceğinin kendi içindeki<br />

kararını vermesi gerekiyor. Şehirde protokol<br />

adına göreve vekaleten devam eden<br />

devlet adamlarını görmek ayrıca manidardı.<br />

Sonuçta iptal edilen bir festival kısa bir<br />

zamanda toparlandı ve yapıldı. Sonuçta<br />

bu çabayı da takdir etmek gerek. Festivalin<br />

onur konuğu Theo Angelopoulos’un<br />

sinema üzerine yaptığı heyecanlı ve anlamlı<br />

konuşmayı unutmak istemem bir sinemacı<br />

olsam. Genç ve Türk yönetmenlerin çok<br />

şey var ondan öğreneceği sinema tutkusunu<br />

yaşamak ve göstermek adına… Hala<br />

sinemaya devam dedi, bu ödül bir sonlanış<br />

değil, bir devam ediş… Filmlerinin her<br />

karesinin görselliğine hayran olduğum<br />

Angelopoulos’un Adana’da olması çok güzeldi…<br />

Gelelim tekrar ödüllere… Sinema eğer<br />

halk için yapılıyorsa Adana İzleyici (Halk)<br />

jürisi Ödülü ya Nefes: Vatan Sağolsun ya<br />

da Eyvah Eyvah olur dedik, Nefes : Vatan<br />

Sağolsun çıktı… Sonuçta Bal, Kavşak, Beş<br />

Şehir, Kıskanmak gibi filmleri halkın tercih<br />

etmediği festival filmleri… Festivalde<br />

kapanışa biraz geç gittiğimiz yer biraz<br />

protokol ve konuk dışı bir yerdi. Sona kalan<br />

dona kalır misali… Ama ben çok memnun<br />

kaldım oturduğumuz yerden. Özellikle de<br />

kızlarını almış gelmiş gerçek bir Adanalı<br />

teyze Selim Demirdelen’i Seda Sayan’ın<br />

kocasına benzetti ama ben hangisine<br />

benzettiğini anlayamadım tabii. Arkasından<br />

da ‘bak ceket giymiş’ diye ekledi ve biz<br />

orada grup olarak gülme krizi yaşadık.


Sonra da açtılar çekirdek torbasını çitlemeye<br />

başladılar… Sonuçta onları festivali tabii. Sahneye<br />

çıkan ünlüler onlar için ünlüydü, tanıdıktı<br />

ama isimlerini bilmiyorlardı… ‘Aaa bu şey’<br />

nidaları arkamızda çınladı durdu gece boyu…<br />

Fantastik film Beş Şehir, senaryolarını uçuk<br />

bulduğum Onur Ünlü’ye en iyi senaryo ödülü<br />

kazandırdı, üç oyuncusunu ihya etti. Tansu<br />

Biçer en iyi erkek, Beste Bereket ve Bülent<br />

Emin Yarar en iyi yardımcı kadın ve erkek ödülünü<br />

kazandı. Umut Kurt, Beynelminel’de iyi<br />

bir rolde karşımızda olmuştu, Kavşak’ta Umut<br />

Veren Erkek Oyuncu Ödülü kazanması gecenin<br />

sunucusu Oktay Kaynarca’nın haklı eleştirisini<br />

aldı. ‘Hala umut mu veriyor’ dedi… Sonuçta<br />

oyunculuk anlamında yol kat eden bir oyuncu<br />

Umut Kurt. Suzan Genç Büyük Oyun’daki ilk<br />

ve başarılı oyunculuğuyla umut veren kadını<br />

oldu bu seneki altın kozanın… Ödül dağılımı<br />

bu şekilde oldu, onur ödülleri Atilla Dorsay<br />

ve Müjde Ar’a verildi. Müjde Ar Onur Ödülleri<br />

gecesinde yer alamadı, Dorsay uzun<br />

konuşmasıyla geceye damgasını vurdu…<br />

Bu sene öğrenci kısa filmlerinin ön jürisindeydim,<br />

ön jürinin bu kadar es geçilmesine birazcık<br />

bozuldu açıkçası kendi adıma… Sonuçta o kadar<br />

filmi iki günde sürmenaj olmuş bir biçimde<br />

izledik ama ne basın bültenlerinde, ne gecelerde<br />

ne de herhangi bir ortamda adımız anılmadı,<br />

katalog da vardık neyse ki… Bu kadarcık<br />

alınganlık yapmayı hakkım olarak görüyorum<br />

sonuçta… Uluslar arası Akdeniz kısa Film<br />

Seçkisi’ni seyretme imkanı buldum bir gün<br />

boyunca ve başarılı örneklerle karşılaştım. Hilmi<br />

Etikan’ın yüzlerce filmi tek başına izlediğini ve<br />

seçtiğini biliyorum, o yüzden onu ayrıca takdir<br />

ediyorum…


Adana havası her daim sıcak olan bir şehir…<br />

Yazın serinleme yöntemi bicibici, taze yer fıstığı,<br />

şalvarcıları, Adana kebabı, taş köprüsü, Seyhan<br />

nehri kenarında uzayan keyifli yoluyla Adana<br />

bence bu festivali sonuna kadar hak ediyor…<br />

Adana’dan çıkan onlarca yazar, sinemacı, şair<br />

bu topraklarda sinemanın izini yaratmışsa,<br />

bundan sonra da o izi sürmek, sürdürmek gerekiyor…<br />

Sinema olan yerde üretim eksik olmaz,<br />

eğlencesi de olur, hüznü de, birlikte hareket<br />

etme duygusu da olur, hayata karşı koyma gücü<br />

de… Filistinli sinemacıların gelip ülkelerindeki<br />

sinemayı ve sinema koşullarını anlatmalarına<br />

imkan tanımak bile başlı başına sinemanın<br />

sadece eğlence olmadığının kanıtı…<br />

Sinemanın açtığı yola her daim girmek gerek…<br />

ÖDÜLLER<br />

En İyi Film Ödülü: Bal / Yönetmen: Semih<br />

Kaplanoğlu<br />

Yılmaz Güney Özel Ödülü: Denizden Gelen<br />

(Zeytin Dalı) / Yönetmen: Nesli Çölgeçen<br />

Jüri Özel Ödülü: Bal filmindeki rolü ile Bora<br />

Altaş’a Jüri Özel Ödülü’nü verildi.<br />

Adana İzleyici (Halk) Jürisi Ödülü: Nefes:<br />

Vatan Sağolsun / Yönetmen: Levent<br />

Semerci<br />

En İyi Yönetmen Ödülü: Selim<br />

Demirdelen / Kavşak ve Levent<br />

Semerci / Nefes: Vatan Sağolsun<br />

En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü:<br />

Emre Erkmen / Kıskanmak<br />

En İyi Senaryo Ödülü: Onur Ünlü<br />

/ Beş Şehir<br />

En İyi Müzik Ödülü: Selim<br />

Demirdelen / Kavşak<br />

En İyi Kadın Oyuncu Ödülü: Nergis<br />

Öztürk / Kıskanmak ve Sezin<br />

Akbaşoğulları / Kavşak<br />

En İyi Erkek Oyuncu Ödülü:<br />

Tansu Biçer / Beş Şehir<br />

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu<br />

Ödülü: Beste Bereket / Beş Şehir<br />

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu<br />

Ödülü: Bülent Emin Yarar / Beş<br />

Şehir<br />

Umut Veren Kadın Oyuncu<br />

Ödülü: Suzan Genç / Büyük<br />

Oyun<br />

Umut Veren Erkek Oyuncu<br />

Ödülü: Umut Kurt / Kavşak<br />

En İyi Sanat Yönetmeni Ödülü:<br />

Soner Caner / Nefes: Vatan<br />

Sağolsun ve Nilüfer Çamur<br />

Giritlioğlu / Kıskanmak<br />

En İyi Kurgu Ödülü: Çiçek Kahraman,<br />

Natalin Solakoğlu / Ses<br />

SİYAD En İyi Film Ödülü: Bal /<br />

Semih Kaplanoğlu


n “Başlangıç” filmi vizyona girmeden<br />

önce, sinema salonlarında fragmanıyla<br />

olası seyircilerini heyecan içinde<br />

bırakıyordu. Bunun en büyük sebebi,<br />

olağanüstü görüntülere eşlik eden,<br />

görüntülerin eksik parçalarını tamamlayan<br />

sarsıcı müzikti. Hans Zimmer’in<br />

elinden çıkma, hayranlık uyandıran, hem<br />

rahatsız eden hem de büyüleyen bir<br />

müzik… 57 Almanya doğumlu Hans Zimmer,<br />

Hollywood’da onlarca başarıya imza<br />

attı. Fragman müziği konusunda da uzman<br />

olan Zimmer, Oscar, Altın Küre, Grammy<br />

ödülleri kazandı. Sherlock Holmes, Melekler<br />

ve Şeytanlar, Batman:The Dark<br />

Night, Karayip Korsanları, Pearl Harbour,<br />

Hannibal, Gladiatör, Aslan Kral onun<br />

müziklerine imza attığı filmlerden sadece<br />

ilk akla gelenler. Hans Zimmer’in müziğe<br />

olan tutkusunu şu sözlerinden de anlamak<br />

mümkün: “Müzik benim için sadece bir iş<br />

ya da bir hobi değil. Müzik, sabahları uyanmak<br />

için tek nedenim.”


Türk Sinemasında İdeoloji<br />

Mesut Uçakan<br />

n Kitabın ilk baskısı aynen esas alınırken,<br />

yönetmenle kitabın içeriği hakkında altı oturumdan<br />

oluşan geniş bir röportaj yapan Suat Köçer,<br />

röportajları 2. bir bölüm olarak kitaba ekledi.<br />

Kitabın içerik ve tasnifine uygun bir şekilde yapılan<br />

röportajlarda, Uçakan’ın aradan geçen 33 yıllık<br />

sürede, yaşanan gelişmelerle ilgili düşüncelerinin<br />

yansıtılmasına özen gösterildi. Söyleşide,<br />

yönetmenin kendisine ve Türk sinemasında ideolojik<br />

filmler çeken yönetmenlere getirdiği çarpıcı eleştiriler<br />

yer alıyor. Kendisi ve yol arkadaşlarına dair yaptığı<br />

itirafları da içeren kitapta, Uçakan’ın son dönemde<br />

çekilen ve dini kavramları ele alan filmlere yönelik<br />

eleştiri ve yorumlar da bulunuyor.<br />

Sepya Yayınları / 266 Syf.<br />

Feminist Sinema ve Film Teorisi<br />

Anneke Smelik<br />

n Anneke Smelik’in yazdığı bu kitap, çağdaş<br />

feminist sinemanın siyaseti ve beğenilerini ele alan<br />

bir çalışmadır. Feminist yönetmenlerin son derece<br />

üretken yollarla yarattıkları alternatif film biçimlerini<br />

takip eden yazar, feminist filmlerin temelini oluşturan<br />

sinemasal sorunlar(yaratıcı yönetmenlik, bakış<br />

açısı, metafor, montaj ve imgesel aşırılık) üzerinde<br />

durmanın yanı sıra, teori ile sinema arasındaki<br />

kesintisiz bir ayna oyunu misali, bu sinemasal<br />

tekniklerin dişil öznelliği olumlu biçimde nasıl temsil<br />

edegeldiğini de ortaya koymaktadır. Feminist sinema<br />

görsel kültürü, bir toplumsal ve sembolik değişim<br />

motoru rolü oynayarak dönüştürmüştür.<br />

Agora Kitaplığı / 256 Syf.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!