Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Koza’dan sonra Portakal’a da sponsoruz<br />
n EEkim deyince akla ilk olarak Altın<br />
Portakal gelir. Biz de Altın Koza’yı<br />
bitirip Altın Portakal heyecanını duymaya<br />
başladık. Bu yıl Antalya Altın<br />
Portakal Film Festivali’ne basın sponsoru<br />
olarak kendimiz adına yeni bir<br />
ilke imza attık. Bu kadar köklü ve<br />
Türk sineması için önemli bir festivale<br />
sponsor olmak bizim için önemli. Tam<br />
kadro festivalde olacağız ve sizin için<br />
seyredeceğimiz yeni Türk filmlerini<br />
sayfalarımıza taşıyacağız. Özellikle festivalde<br />
yapacağımız yeni röportajlar Türk<br />
sinemasının nabzını tutmak için çok<br />
yararlı olacak. Röportaj demişken yine<br />
bomba gibi isimlerle çok önemli röportajlar<br />
yaptık. Venedik Film Festivali’nde<br />
Geleceğin Aslanı ödülünü alan Çoğunluk<br />
filminin iki başrol oyuncusu Esme Madra<br />
ve Bartu Küçükçağlayan sorularımızı<br />
yanıtladı. İlk filmleriyle yurt dışında<br />
böylesi önemli ödül alan iki ismin bizi<br />
tercih etmesi ayrı bir gurur kaynağı<br />
tabii. Geçen haftalarda vizyona giren<br />
ve deneysel yapısıyla festivallerin<br />
ilgi odağı olan Kakosi’nin yönetmeni<br />
Özlem Akovalıgil de röportaj yapmak<br />
için bizi seçen isimlerdendi. Özlem,<br />
Banu’nun sorularını büyük içtenlikle<br />
cevapladı. Son olarak ise Dilberin Sekiz<br />
Günü’ndeki başarılı performansıyla<br />
adını unutulmazlar arasına yazdıran<br />
Nesrin Cevadzade’ye uzattık teybibimizi.<br />
Onun cevapları Türk sinema endüstrisinin<br />
bütün çarpıklıklarını gözler<br />
önüne seriyor. Bu röportajı çok dikkatli<br />
okumanızı tavsiye ederim. Özellikle<br />
genç oyuncuların bu röportajdan<br />
ve Cevadzade’nin tecrübelerinden<br />
yararlanmaları en büyük ümidim. Gelelim<br />
dosyalarımıza. Çok ilginç iki dosya<br />
var dergimizin sayfaları arasında. Birincisi<br />
Murat Tolga Şen’in kaleminden üç<br />
boyutlu filmlerin tarihçesi. Üç boyutlu<br />
filmlerin 1950’de çekilmeye başlandığını<br />
biliyor muydunuz? Fırat Sayıcı ise<br />
Hollywood’un güzellik takıntısını felsefik<br />
ve psikolojik bir gözlem altına almış.<br />
Farklı ve ayrıcalıklı bir dosya olmuş.<br />
Portre sayfalarımızda ise Javier Bardem<br />
ve Julia Roberts var. Ali Ulvi Uyanık’ın<br />
İşte O an Köşesi, Seray Şahiner’in<br />
Teşrifatçı’sı, Kerem Akça’nın muhteşem<br />
DVD köşesi, Zeynep Bonçe’nin dizi<br />
dünyasını kaleme aldığı Episode’si,<br />
Fırat’ın Rolleriyle Yaşayanlar’ı ve tabii<br />
Banu’nun Sindrella’sı sizleri bekliyor.<br />
Geçen sayı dinlenen Alper Turgut<br />
ise Kritik sayfamızda Büyük Oyun ve<br />
Kakosi filmlerini konu etmiş. Müzik,<br />
kitap ve daha birçok konuyla alın size<br />
bir aylık dergi. Biz Altın Portakal’da<br />
sizin için önümüzdeki sayının dergisini<br />
hazırlarken büyük bir iştahla Ekim<br />
sayısını tüketeciğinizi umuyorum. İyi<br />
okumalar.<br />
Yayın Sahibi<br />
Star Medya Yayıncılık A.Ş. adına<br />
ETHEM SANCAK<br />
İcra Kurulu Başkanı<br />
MUSTAFA KARAALİOĞLU<br />
Genel Yayın Yönetmeni<br />
Serdar Akbıyık<br />
Yazı İşleri Müdürleri<br />
Banu Bozdemir<br />
Fırat Sayıcı<br />
Katkida Bulunanlar<br />
Ali Ulvi Uyanık<br />
Kerem Akça<br />
Alper Turgut<br />
Burak Yarkent<br />
Zeynep Bonçe<br />
Seray Şahiner<br />
Murat Tolga Şen
Yönetmen: Eric Brevig<br />
Senaryo: Brad Copeland, Joshua<br />
Sternin<br />
Seslendirenler: Anna Faris, Justin<br />
Timberlake, Dan Aykroyd, T.J. Miller<br />
Konu: Yaşadığı ormanda piknik sapetlerini çalan, herkesin<br />
sevgilisi Ayı Yogi, 3 boyutlu gösterime girecek ilk<br />
sinema filmi ile karşımızda olacak. Bir belgesel yönetmeni<br />
yeni projesi için Jellystone Park’a gelir ve burada yolu<br />
Ayı Yogi ve arkadaşlarıyla kesişir...
Yönetmen: David O.<br />
Russell<br />
Senaryo: Scott Silver, Paul<br />
Tamasy<br />
Oyuncular: Christian Bale,<br />
Mark Wahlberg, Amy Adams,<br />
Melissa Leo<br />
Konu: Kardeş ilişkileri,<br />
suç, uyuşturucu gibi<br />
konuların yoğunluğunda<br />
bir boksörün sıfırdan zirveye<br />
tırmanışını anlatıyor.<br />
Güçlü kadrosuyla dikkat<br />
çeken film, uzun zamandır<br />
sıkı bir boks filmi bekleyenlerin<br />
iştahını kabartıyor.<br />
Yönetmen: TGreg Berlanti<br />
Senaryo: Ian Deitchman,<br />
Kristin Rusk Robinson<br />
Oyuncular: Christina Hendricks,<br />
Katherine Heigl, Josh<br />
Duhamel, Josh Lucas<br />
Konu: Catering Uzmanı Holly<br />
ve Spor Direktörü Eric, tek<br />
ortak noktalarının birbirine<br />
olan nefretleri ve vaftiz<br />
kızları Sophie’ye olan sevgileri<br />
olduğunu keşfederler.<br />
Ama, aniden Sophie’nin<br />
hayatta tek sahip olduğu<br />
ebeveynler olduklarında,<br />
Holly ve Eric farklılıklarını<br />
bir kenara bırakmak zorunda<br />
kalırlar. Yeni kariyer hedefleri<br />
ve yoğun sosyal hayatları<br />
arasında gidip gelirken, aynı<br />
çatı altında yaşayabilmenin<br />
de bir yolunu bulmalıdırlar.
Yönetmen: Kevin Munroe<br />
Senaryo: Thomas Dean Donnelly, Joshua<br />
Oppenheimer<br />
Oyuncular: Brandon Routh, Peter Stormare,<br />
Sam Huntington, Taye Diggs, Brian<br />
Steele<br />
Konu: Londra’dan New York’a taşınan<br />
hikayede, doğaüstü olayları araştıran<br />
Dylan Dog, babasının gizemli bir yaratık<br />
tarafından öldürüldüğünü düşünen<br />
genç ve çekici bir kadının isteği üzerine<br />
araştırmalarına yeniden başlayacaktır.
Yönetmen: Michael Feifer<br />
Senaryo: Peter Sullivan,<br />
Jeffrey Schenck<br />
Oyuncular: Brittany Murphy,<br />
Dean Cain, Mimi Rogers,<br />
Peter Bogdanovich<br />
Konu: ”Abandoned”, kocasının<br />
kaybolduğuna inanan Mary Walsh ismindeki<br />
genç bir kadının kocasını bulmaya çalışırken<br />
yaşadığı esrarengiz olaylarla başa çıkma çabasını<br />
konu alıyor. Filmde yakın zamanda kaybettiğimiz<br />
genç oyuncu Brittany Murphy başrolde yer alıyor.<br />
Yönetmen: Martin Campbell<br />
Senaryo: Greg Berlanti, Michael Goldenberg<br />
Oyuncular: Ryan Reynolds, Blake Lively,<br />
Peter Sarsgaard, Mark Strong<br />
Konu: Evrende barışı korumayı amaçlayan<br />
galaksiler arası bir hava filosunun<br />
üyesi olan, kendini dünya işlerinin dışında<br />
bırakarak, gizemli yeşil bir yüzüğe adamış<br />
bir test pilotunun hikayesinin anlatıldığı<br />
filmin kahramanı, yüzüğü olmadığında<br />
sıradan bir insandan farkı kalmayan, Justice<br />
League Of America’nın kurucularından<br />
Green Lantern’den başkası değil.
Venedik Film Festivali’nde Geleceğin Aslanı ödülünü<br />
alan Çoğunluk filminin iki başrol oyuncusu Esme Madra<br />
ve Bartu Küçükçağlayan filmlerinin başarısını ve gelecekten<br />
beklentilerini <strong>Cinedergi</strong> ile paylaştı...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Sinemamız adına mutluluk verici bir<br />
dönem yaşıyoruz. Nuri Bilgeceylan’ın<br />
yurtdışı festivallerden aldığı ödüller,<br />
Semih Kaplanoğlu’nun Altın Ayısı ve<br />
Yeni Sinemacılar’dan Seren Yüce’nin<br />
filmi Çoğunluk’un Venedik Film<br />
Festivali’ndeki başarısı. Bu başarıyı çok<br />
önemsiyorum çünkü Geleceğin Aslanı<br />
ödülü ismi üstünde geleceğe umut<br />
veriyor. İlk filmini çeviren sinemacılara<br />
verilen bu ödülü almak sinemamız<br />
adına gelecek için önemli. Seren Yüce<br />
bu başarıyı tek başına kazanmadı tabii.<br />
Oyuncu kadrosunun ona inanmışlığı<br />
çok önemliydi. Settar Tanrıöğen gibi<br />
tecrübeli bir oyuncunun başarnısı<br />
tartışılmaz ama ilk filmlerini çeviren iki<br />
gencecik insan bu ödülün konseptini<br />
tamamlayan en önemli isimler herhalde.<br />
Filmin iki başrol oyuncusu Esme Madra<br />
ve Bartu Küçükçağlayan... Biz de bu<br />
gencecik iki isimle konuştuk. Bakın<br />
Bartu Küçükçağlayan ne dedi: “Bundan<br />
önce ödüller DVD film alırken üstülerindeki<br />
logolardan ibaretti sadece. Bizim<br />
filmimizin üstünde de o resimllerden<br />
olacak.” İşte dürüst ve etkileyici bir<br />
yorum. Daha birçok üstü ödüller ile<br />
bezenmiş DVD’ler olması temennisiyle,<br />
işte Esme ile Bartu’nun sorularımıza<br />
verdiği cevaplar.<br />
Projeye nasıl dahil olduğunuzla başlayalım.<br />
Bartu Küçükçağlayan: Seren’i tanıyordum zaten.<br />
Bir gün evdeyken yatarken Seren geldi senaryosuyla,<br />
ben de okumaya başladım ve hikâyede<br />
orada başladı.<br />
Esme Madra: Ben tanışmıyordum Seren’le. Yeni<br />
sinemacıların bir filmi olacak, seçmeler yapılacak<br />
diye duydum. Seçmeye girdim ama o başka bir<br />
filmdi. O kayıttan görmüş Seren beni. Sonrada<br />
deneme çekimiyle başladı.<br />
Projeyi okudunuz. Benim bildiğim kadarıyla birkaç<br />
yıllık bir proje bu. Sizin ilk sinema filminiz. Peki,<br />
bu filmi seçmenizdeki sebep nedir, size en çarpıcı<br />
gelen şey nedir?<br />
Bartu: Ben senaryoyu okur okumaz Seren’in bu<br />
filmi çok iyi çekeceğini düşündüm. Bende birkaç<br />
senedir bir filmde oynamak istiyordum, bu gerçekten<br />
tam istediğim gibi bir filmdi. O yüzden<br />
senaryoyu okur-okumaz bu iş için her şeyi<br />
yapabileceğimi düşündüm.<br />
Peki, senaryonun yönetmeni dışında konusunda<br />
içselleştirdiğiniz bir olay var mı? Filmi seçmenize<br />
sebep olan?<br />
Bartu: Ben senaryoyu içselleştirdiğim şeylerden<br />
ötürü kabul etmedim kesinlikle. Benimle hiçbir<br />
alakası yok.<br />
Esme Hanım 2001 yılında ilk uzun metraj tecrübenizden<br />
sonra aradan 9 yıl geçmiş. Bu projeyle<br />
sinemaya dönmenizin sebebi?<br />
Esme: Senaryoyu okuduğumda çok beğendim<br />
açıkçası. Titizlikle yazılmış, güçlü bir senaryo<br />
olduğunu düşündüm, oynayacağım karakteri de<br />
çok sevdim. Ayrıca Seren’de büyük bir güven
verdi bana. Onun çok iyi çekebileceğine ve süper olacağına<br />
inandım.<br />
Rollerinizle ilgili bilgi alabilir miyim?<br />
Esme: Benim rolüm Bartu’nun rolüyle bağlantılı. Mertkan’ın<br />
sevgilisi. Üniversitede okuyor aslen Van’lı.<br />
Bartu: Ben Mertkan’ı oynuyorum. Mertkan, hiçbir hayali<br />
olmayan tamamen babasının gölgesi altında geçirdiği<br />
yıllardan bahsediyor. Hayatının çok ağır bir dönemi. Başına<br />
her şeyin gelmeye başladığı kısım galiba. Yapacak, karşı<br />
koyacak hiçbir şey yok. Far görmüş bir tavşan gibi bakıyor<br />
sadece.<br />
Film biraz da 80 sonrası gençliği yorumluyor. Bu anlamda<br />
da siyasi diyebiliriz bu film için. Siz bunu biraz yorumlayabilir<br />
misiniz?<br />
Batu: Bizde 80 sonrası kuşağız sonuçta yorumlamamayı<br />
daha çok seviyorum. Çok sert bir film, izleyince göreceksiniz<br />
aynı zamanda çok da politik. Son zamanlarda böyle<br />
sert bir film hatırlamıyorum Türk sinemasında.<br />
Trajikomikte diyebilir miyiz?<br />
Batu: Ben çok seviyorum o filmdeki komikliği. Lezzetli hale<br />
getiriyor.<br />
Esme: Komik olsun diye komik değil, gerçekten absürt<br />
durumlar.<br />
Batu: Ben Venedik’teki gösterimde seyircilerin de bu komik<br />
sahnelerde gülmesinden çok mutlu oldum ve biz gerçekten<br />
komiklik yapmadık. Bu da filmin lezzeti.<br />
İlk filmleriniz ve yurtdışında önemsenecek bir ödül aldınız.<br />
Bunu nasıl karşıladınız?<br />
Esme: İçinde başka hiçbir amaç olmadan yapılan bir şeyin<br />
hâlâ görülüyor olabilmesi ve beğeniliyor olması mutlu edici<br />
açıkçası.<br />
Bartu: Bir yerden sonra herkes filmi kendi serüvenine dahil<br />
etmek için çalıştı. Parçası olduk bir şekilde. Filmin içinde<br />
olan herkes, kendini düşünerek çalıştı diyebilirim. En ufak<br />
bir sorun yaşamadık. Olayların buraya kadar gelmesi, hepimizin<br />
bir uçağa binip Venedik’e kadar gitmesine vesile<br />
oldu.<br />
Yurtdışı festivallerindeki ödüllendirmeler Türk sinemasına<br />
ne kadar katkı sağlıyor? Düşünceleriniz nelerdir?<br />
Bartu: Bizim ilk filmimiz, ilk festivalimiz. Bundan önce<br />
ödüller DVD film alırken üstülerindeki logolardan ibaretti<br />
sadece. Bizim filmimizin üstünde de olacak o şimdi. Bizim<br />
için anlamı bu olabilir. Aslında orada bir azınlık izledi. Ben<br />
asıl şimdi ne olacağını çok merak ediyorum. Tamam, orada<br />
sevinmemiz, ödüllendirilmemiz çok güzel bir şey ama burada<br />
ne olacak? Mesela ananem bu filme gidince ne olacak<br />
çok merak ediyorum.<br />
Türk sinemasının sorunlarından biri de filmlerin festival
filmleri ve gişe filmleri olarak ayrılması. Sizinde filminizi<br />
dili itibariyle festival filmi olarak görebiliriz. Bu<br />
yorumda bir hata olduğunu düşünüyor musunuz? Ve<br />
endişelerinizin altında bunun bir rolü var mı sizce?<br />
Bartu: Benim bir endişem yok sadece merak ediyorum.<br />
Hatta seviniyorum da burada gösterileceği için.<br />
Ama öteki filmler çok umurumda değil. Bir yandan<br />
da iki binlerin çocuğuyum ben, neyi istersem onu<br />
seyrediyorum. Kim ne yapmış hiç umurumda değil,<br />
herkes istediğini seyretsin.<br />
Film birde Antalya’daki festivalde gösterilecek. Bu<br />
size manen bir farklılık hissettiriyor mu?<br />
Bartu: Bilmiyorum ki çoğunluk karşılaşacak bu<br />
filmle.<br />
Esme: Asıl enteresan kısmı burası olacak Bartu’nun<br />
da dediği gibi.<br />
Dizi tecrübeleriniz var. Siz bu konuda nerede<br />
duruyorsunuz? Dizi endüstrisini nerede<br />
konumlandırıyorsunuz?<br />
Bartu: Ben okurken dizilerde oynadım en son 3 sene<br />
önce bitti oynadığım bir dizi. Hatta ben bu dizilerde<br />
oynarken de; Kenter tiyatrosunda Akbank Sanat’ta<br />
sahneye çıktım. Aslında dizilerde yaptığımdan çok<br />
daha fazlasını tiyatrolarda yaptım. En son 3 sene<br />
önce bir dizide oynadım ve ondan sonra sürekli<br />
oyun yaptım bu zamana kadar. 3 yılda 4 tane oyun<br />
yaptım. İnsanlar ne düşünüyor çok da düşünmek<br />
istemiyorum. Bir isteğim yok açıkçası şunu şöyle<br />
yapayım diye. Ama aslında temel olarak istediğim<br />
şey; tiyatro yapmak. Bir yerde de dizi yapıyorsam o<br />
bir gün tiyatro yapmamı devam ettirmek içindir.<br />
Size de sormak gerek. 2001 yılındaki<br />
oyunculuğunuzu çocuk oyuncu olarak da kabul<br />
etsek bu kadar dönem geçmiş. Bu uzun arayı niye<br />
verdiniz?<br />
Esme: Birincisi hâlâ okuyorum, son sınıftayım konservatuarda.<br />
Okulda da kendi yaptığımız şeyler var<br />
oyunculuk yapmıyor değilim aslında. Bir de arada<br />
kısa bir filmde oynadım. Okuldaydım, daha çok<br />
öyle geçti. Özel olarak bir şey yapmayayım gibi bir<br />
düşünceden değil.<br />
Dizi sektörü için sizin düşünceleriniz neler?<br />
Esme: Benim düşüncem Bartu’dan daha keskin.<br />
Mecbur kalmak gibi klişe şeyler var ama ben hiç<br />
mecbur kalmak istemiyorum. Bir yerde hepimiz<br />
mecbur bırakılmış gibi oluyoruz para kazanabilmemiz<br />
için. Ama eğer başka türlü bu para işini halledebileceksem<br />
o tarafta durmaya çalışıyorum ve
çalışacağımda. Ama bakalım nereye kadar.<br />
Oyunculuk bağlamında çoğunluğun ilk tecrübeleri<br />
dizide oluyor. Sinema için sizce bu problemli bir<br />
durum değil mi?<br />
Bartu: Bence televizyondaki bu dönem ikinci bir<br />
Yeşilçam dönemi gibi. Sonuçta o setler kuruluyor<br />
ve bir hafta da 90 dakika çıkıyor. Onlarda film çekiyorlar<br />
sadece sinemada yayınlanmıyor. Bence<br />
çok aynı durum. O Yeşilçam döneminde oyuncu<br />
kendini ne kadar geliştirebilirdi o filmlerde bilmiyorum.<br />
Bir oyuncunun kendini geliştirmesi her<br />
zaman kendine bağlı. Bir dizide, bir sette, isterse<br />
de evinde olsun. Yıldız hoca bize 24 saattir bu<br />
iş demişti. Zaten çok belli kimin oyunculukla<br />
ilgilendiği, kimin daha iyi olmak istediği. Her şey<br />
çok ortada.<br />
Yeni sinemacıları nasıl yorumluyorsunuz ve yeni<br />
sinemacılar gerçekten Türk sineması içerisinde<br />
yeni bir dalga olabilirler mi?<br />
Esme: Süper insanlar diyebilirim. Niyet denen<br />
şeyin çok önemli olduğunu düşünüyorum.<br />
Niyetlerinde hiçbir problem olmadığını<br />
düşünüyorum. Ve bu iyi niyetleriyle yaptıkları<br />
işlerin hep güzel sonuçlanacağını düşünüyorum.<br />
Bartu: Ben 99 senesinde 16 yaşındayken tanıştım<br />
yeni sinemacılarla. Onların filmlerini seyrederek<br />
büyüdüm demek uygun sanırım burası için. Ama<br />
bütün filmlerini küçük yaşımdan beri takip ettim.<br />
Ve son filmlerinin parçası olmak güzel. Sürekli<br />
bir şey söylüyor olmaları süper.<br />
Bundan sonrası için kendiniz adına ne görüyorsunuz?<br />
Bartu: Ben tekrardan Seren bir film yapsın,<br />
biz oynayalım-oynamayalım fark etmez bizde<br />
yapalım o filmi istiyorum.<br />
Esme: Bende aynısını düşünüyorum.<br />
Kamera arkasıyla olan ilginiz nedir?<br />
Bartu: Ben bu filmde prodüksiyon asistanı, reji<br />
asistanı, şoför olarak çalıştım. Gerçekten filmin<br />
iki bölümünde benim olmadığım sahne vardı<br />
orada kamera arkasında çalıştım. Sayın Barış<br />
Özbiçer’in asistanı olarak çalıştım bir 4 saat<br />
kadar ve birçok fırça yiyerek çok şey öğrendim.<br />
Kamera arkasında da çalıştım ben çok zevkli<br />
bir şey. Oyuncuları kaybettim prodüksiyon<br />
asistanıyken arabada, sete geç kalmalarını<br />
sağladım. Hiç uyumadan 48 saat çalıştım.<br />
Muhteşemdi.<br />
Esme: Ben yazıp çizmeye çalışıyorum ama<br />
henüz bir şey olmadı. Çok istiyorum.
Geçtiğimiz ay kaybettiğimiz usta aktör Tony Curtis, 3 Haziran 1925<br />
yılında Amerika’da doğdu. Aslen Macar asıllı olan ve oyunculuk<br />
dışında resim sanatıyla da ilgilenen Curtis, “Spartaküs” ve “Bazıları<br />
Sıcak Sever” gibi unutulmaz Hollywood yapımlarında yer aldı.<br />
n Asıl adı Bernard Schwartz olan Tony Curtis,<br />
1925 yılında New York’ta doğdu. Babası<br />
Budapeşte’de amatör olarak aktörlük yapmış<br />
bir göçmendi. Curtis’in ailesi Macar Yahudisiydi.<br />
1943 yılında orduya katıldı. Ordudan<br />
sonra drama okuluna gitti. 1948 yılında Universal<br />
Studios’tan teklif alınca ailesiyle birlikte<br />
Californiya’ya yerleşti. Birkaç film yaptı ve<br />
o dönemde çoğu yıldızın yaptığı gibi ismini<br />
değiştirerek Tony Curtis adını aldı. 1951 - 1962<br />
yılları arasında dönemin ünlü aktristi Janet<br />
Leigh’le evli kaldı. Çiftin, ikisi de oyuncu olan<br />
Jamie Lee Curtis ve Kelly Curtis olmak üzere<br />
iki kız çocukları oldu. Curtis’in ilk filmi 1949’da<br />
çevirdiği “Criss Cross” oldu. Ardından “City<br />
Across the River” (1949), “Francis the Talking<br />
Mule” (1950), “Flesh and Fury” (1952),ve<br />
“No Room for the Groom” (1952) gibi filmler<br />
yaptı. 1953’te, Janet Leigh’le birlikte Houdini<br />
adlı filmde rol aldı. 1890’li yıllarda geçen ve<br />
efsane sihirbaz Harry Houdini’nin yaşamını<br />
konu alan filmde Tony Curtis, ünlü sihirbaza<br />
can vermişti. 1956’da Burt Lancaster ve Gina<br />
Lollobrigida ile “Trapez”de oynadı. 1959’da ise<br />
Marilyn Monroe ve Jack Lemmon ile “Bazıları<br />
Sıcak Sever” adlı komedi filminde oynadı.<br />
Bugün bile Hollywood’un en çok sevilen komedilerinden<br />
biri olarak kabul edilen filmde Tony<br />
Curtis ve Jack Lemmon kadın kılığındaydılar.<br />
Ki, bu film daha sonra dünya sinemalarında bir<br />
çok kez uyarlanacak, tekrarlanacaktı. 60 yıllık<br />
sinema kariyeri boyunca 120’den fazla filmed<br />
rol alan Curtis gözlerini hayata yumduğunda<br />
85 yaşındaydı. Klasik Hollywood geleneğinin<br />
son temsilcilerindendi…
n Öncelikle tutkumuz sonra da mesleğimiz gereği<br />
çok fazla film izliyoruz. Ancak bunlardan çok azı<br />
bizleri koltuklarımıza çiviliyor, kendimizden geçiriyor<br />
ve kalbimizi çalıyor. İşte onlardan biri “Paris’te Son<br />
Konser”… Ünlü yönetmen Radu Mihaileanu’nun<br />
(Daha önce ‘Bir Şans Daha’ ve ‘Hayat Treni’ filmlerinden<br />
tanıdığımız) son eseri sinemanın büyüleyici<br />
gücünü seyirciye sonuna kadar tattırarak keyifli bir 2<br />
saat geçirmesini sağlıyor.<br />
Yaklaşık <strong>30</strong> yıl önce, Bolşoy orkestrasının ünlü şefi<br />
Andrei Filipov, Yahudi müzisyenleri orkestrasında<br />
çalıştırdığı için kovulur. Şimdi ise Bolşoy’da sadece<br />
bir temizlikçidir. Bir gün tesadüfen, Fransız Chatelet<br />
Tiyatrosu’nun Bolşoy’u Paris’te çalması için davet<br />
ettiklerini öğrenir. Fırsattan yararlanan Andrei,<br />
eski müzisyenlerini bir araya getirip Paris’te Bolşoy<br />
Orkestrası’nın yerine çalmaya karar verir. Yahudi<br />
ve Roman kökenli eski müzisyenlerine solo keman<br />
sanatçısı olarak genç virtüöz Anne-Marie Jacquet’in<br />
eşlik etmesini ister. Andrei’in bu güzel ve başarılı keman<br />
virtüözü ile geçmişten gelen gizemli ilişkisi hem<br />
orkestra ekibinin dikkatini çekecek hem de yıllar<br />
önce tanıştığı ve virtüözün menajeri olan Guylene’i<br />
rahatsız edecektir.<br />
Andrei rolünde döktüren Alexei Guskov,<br />
canlandırdığı karakterin derinliklerinde yaşayan<br />
kırgınlık, başarısızlık, tatmin olamama duygusunu<br />
öylesine dolu perdeye taşıyor ki, onunla bir olup<br />
heyecanına ortak olmamak elde değil doğrusu. O<br />
kadar ekibi biraraya getirerek, Rusya’dan kalkıp<br />
Paris’teki bilinmeyene doğru yol almak ve en<br />
önemlisi yıllardır ulaşmaya çalıştığı Anne-Marie<br />
Jacquet’in saklı geçmişini ona anlatmakla Andrei,<br />
hayatı boyunca içinde ukde kalmış hayalleri bir bir<br />
gerçekleştiriyor. En son “Inglourious Basterds”tan<br />
hatırlayacağınız duru güzellik Melanie Laurent, özellikle,<br />
muhteşem final sahnesinde sergilediği yüksek<br />
performansla yılların virtüözlerine taş çıkarıyor.<br />
Yeri gelmişken hemen belirtelim, özellikle de klasik<br />
müzik tutkunlarının hayranlıkla izleyecekleri ve de klasik<br />
müzik icracılarının kıskanacakları denli olağanüstü<br />
bir final sahnesi seyircileri ödüllendiriyor. Başlıkta<br />
da belirttiğimiz üzere, hem görsellikle, hem müzikle,<br />
hem de seyirciyi konser salonunda hissetmesini<br />
sağlayacak dinamik kurgusuyla yönetmen seyircinin<br />
kalbini çalmayı başarıyor.<br />
Sırası gelmişken filmlerini ve tarzını anlamak adına<br />
biraz yönetmenden bahsedelim. Radu Mihaileanu,<br />
Bükreş doğumlu. Çavuşesku döneminde henüz<br />
bir öğrenciyken Fransa’ya göç etmiş. Zamanında<br />
Marco Ferreri’nin asistanlığını da yapmış olan<br />
Mihaileanu’nun babası komünistliği ile nam salmış yahudi<br />
bir gazeteci. “Paris’te Son Konser”de komünizmin<br />
artı ve eksilerini de masaya yatırmaktan çekinmeyen<br />
yönetmen, bunu Ivan karakteriyle gerçekleştiriyor.<br />
Bükreş’te Romenlerin arasında büyüyen Mihaileanu,<br />
filmlerinde sık sık ‘Yahudi’ ve ‘Romen’ karakterleri<br />
kullanıyor, karşı karşıya getiriyor. “Hayat Treni”ndeki,<br />
çingenelerle yahudilerin karşılıklı müzik atışmasını<br />
nasıl bir duyguyla görsel şölene dönüştürdüğünü<br />
hatırlarsınız...<br />
Söylenecek daha fazla şey yok... Son dönemlerin<br />
en akılda kalan ve en kalbe hitap eden filmlerinden<br />
biri “Paris’te Son Konser”... Yıllar sonra bile tekrar<br />
tekrar izlenecek...
n ““Büyük Oyun”, zulmün tetiklediği katlanılamaz<br />
acıları resmetmeyi deniyor, rüzgâr eken elbette<br />
fırtına biçiyor ve tükenmişliğin savurduğu<br />
mazlum-mağdur insanlar, intikam için kendi<br />
bedenlerini infilak ettirmeyi dahi göze alabiliyor.<br />
İstanbul’u 2003 yılında derinden sarsan<br />
eş zamanlı iki ayrı saldırıyı unutmak mümkün<br />
müdür? Asla! İşte Büyük Oyun, intihar komandosu<br />
veya “canlı bomba” artık adı her neyse, o<br />
noktadan hareket eden, sinemasal bir yetkinlikten<br />
ve dolayısıyla etkiden noksan kalmış vasat bir<br />
deneme.<br />
Büyük Oyun’u, “Zincirbozan”ın genç yönetmeni<br />
Atıl İnanç çekti. Senaryo, İnanç ile gazeteci-yazar<br />
Avni Özgürel’e ait. Kültür ve Turizm Bakanlığı<br />
destekli Büyük Oyun, Kuzey Irak’ta Erbil ve Musul,<br />
ülkemizde ise Urfa, Adıyaman ve İstanbul’da<br />
çekildi. Filmin kilit rollerinde Selen Uçer, üç<br />
kardeş Suzan Genç, Serdal Genç, Serkan Genç<br />
ile Rana Cabbar var. Özellikle Selen Uçer,<br />
hakkını fazlasıyla vererek oynamış, Adana Altın<br />
Koza’da ödül almaması jüri ve sinema adına<br />
talihsizlikti. Suzan Genç ise, Büyük Oyun’daki<br />
performansıyla ikinci ödülünü Adana’da aldı.<br />
“Vaat Edilen Cennet” (Paradise Now), bedenini<br />
bombaya çevirenlere dair kurgulanan öykülerin<br />
doruğu idi, Büyük Oyun ise adı büyük, kendi ise<br />
küçük bir girişim olarak kalmış, ne yazık ki... Kurgu<br />
ve senaryoda aksaklılar var, resmen sırıtıyor,<br />
savaş ve işgal adlı insan işi cehennemde oluşan<br />
acı, ziyadesiyle resmedilememiş, inandırıcılık<br />
yok ve bu, karakterle aramızda bir duygu bağı<br />
kurmamızı engelliyor. Üstelik tempo sürekli<br />
düşüyor, sahneler lastik gibi uzuyor. “Kaybedecek<br />
hiçbir şeyi kalmamış insan dünyanın en<br />
tehlikeli silahıdır” gibi büyük bir cümleyi kuşanan<br />
Büyük Oyun, yine de ‘canlı bomba’ orijinli benzer<br />
bir konuyu eşeleyen facia muadili “Gecenin<br />
Kanatları”ndan fersah fersah iyi bir film, şüphesiz.<br />
Katıldığı Uluslararası San Francisco Tiburon Film Festivali<br />
ve Uluslararası Los Angeles Güney Avrupa Film<br />
festivallerinden “En İyi Film” ödülleriyle dönen Büyük<br />
Oyun, Kuzey Irak’taki köyü, ABD’li askerlerce basılan ve<br />
ailesi katledilen Cennet adlı Türkmen kızının, ağabeyini<br />
aramak için yönünü İstanbul’a çevirdiği zorunlu ve<br />
zorlu macerasını anlatıyor. Öncelikle baskın sahnesi,<br />
özensiz, amatörce ve hayli karıkatürize... Böylesi bir<br />
projeye daha yüksek bir maliyet gerektiği açık, tam<br />
da bu yüzden teknik zayıf. Ana karakter Cennet’in<br />
şivesi olmamış, olamamış. Cemaat ilişkileri, Ortadoğu<br />
sorununa bakış, kaçak ve kaçakçı gerçeği, ABD’nin<br />
kabalığa ve güce dayalı politikası, adeta havada<br />
kalmış. Türkmenler’in yaşadığı sorunları beyazperdeye<br />
taşıması ise yapımın en büyük artısı. Çaresizliği,<br />
yalnızlığı ve can pahasına hedefe kilitlenmeyi didikleyen<br />
bu filmin iyi niyetinden kuşkum yok ancak kendi adıma<br />
mutlaka izleyin diyemiyorum, bilginiz olsun.<br />
KAKO Sİ?<br />
Hah unutmadan bir de festival festival dolaşan ve<br />
Ekim’in ilk günü gösterime giren “Kako Si?”(Nasılsın?)<br />
var. Özlem Akovalıgil’in çektiği, hiçbir şekilde olmamış,<br />
olamamış bir film bu. Ne belgesel, ne de kurgusal,<br />
deneysel, deneysel dediğimiz yapımlardan biri, özetle…<br />
Belli başlı rolleri Semahat Garuşanin (Semahat), Mesut<br />
Akusta (Fatih), Deniz Çakır (Lidya), Kemal Okur (Ufuk),<br />
Atilla Öner (Selim) ve Ayberk Attila (Dedeko) sırtlıyorlar.<br />
Yaşlı bir kadının, uzun yıllar sonra İstanbul’dan<br />
Bosna’ya tersine göçünü anlatmaya çabalayan Kako<br />
Si?, keşke belgesel olarak çekilseymiş. Gereksiz diyaloglar,<br />
oyunculukların ve oyuncu yönetiminin aksaması,<br />
vs. vs. Say say bitmez, yaz yaz tükenmez. Tatsız,<br />
tuzsuz. Tamam, para sıkıntısını ve koşulların zorluğu<br />
anlaşılabilir ama ortaya çıkan şeye film diyemem ve<br />
sizleri sinemaya davet edemem, emin olun, mümkün<br />
değil.
n Türk yönetmenlerin ilk film heyecanının denemesi<br />
tahtası olmaktan biz sinema yazarları, ya<br />
da kendi adıma konuşayım ben iyice sıkılmaya<br />
başlamıştım. Eline kamera alanın film çekmesi<br />
fikrine büyük destek atan bünyem artık<br />
yavaştan isyan etmeye başladı. Sinema sezonu<br />
başlayalı neredeyse dört – beş tane ilk (Türk)<br />
film izledik ve ilk film sempatimiz silinip gitti.<br />
Sinema tarihine tanıklık etmek için canını dişine<br />
takıp, ciddi mesailer harcayarak film izleyen<br />
bizlere ve siz izleyicilere yapılan haksızlığa<br />
dur demek gerekiyor. Böyle kötü filmler çekilmeye<br />
devam ederse, Türk sineması birkaç yılda<br />
kazandığı sempati ve beğeniyi kaybedecek gibi<br />
geliyor bana.<br />
Üstte yazdığım feryatların artmasına neden<br />
olan bir film izledik geçenlerde. Yani böylesi de<br />
çekiliyor dedirten cinsten. Annemi Öldürdüm<br />
yirmi yaşında genç bir yönetmenin elinden<br />
çıkma. Xavier Dolan hem yazmış, hem<br />
yönetmiş hem de oynamış. Çok da yakışıklı,<br />
bu ayrı bir konu tabii. Geçen yıl Cannes’da<br />
gösterildi, çok konuşuldu, Kanada’dan Oscar<br />
adayı oldu… Film eşcinsel ergen bir oğul<br />
ve kocasından boşanmış orta yaşlı bir anne<br />
üzerine kurulu. Konu klasik gibi görünse de<br />
işleniş tamamen ayrıksı. Filmin açılış sahnesi<br />
ise ‘en iyi açılış sahnelerinde yer bulacak kadar<br />
başarılı. Filmde en ufak bir fazlalık, sarkan<br />
bir plan yok. En dramatik anlarda gülebilmek<br />
önemli…<br />
Diyalogların gerçekçi oluşu, anne ve oğul<br />
arasında yaşanan gerilimin gelip dayandığı<br />
uçlar, birbirlerine olan tahammülsüzlük her şey<br />
çok dozunda. Film asla sorunlu anne – çocuk<br />
ilişkisine çözüm önermesinde bulunmuyor, var<br />
olan bir durumu mümkün olduğunca başarılı<br />
bir biçimde anlatmayı seçiyor. Beş yaşından<br />
beri setlerde olan Dolan, tabii kamera önünde, bu yaşına<br />
kadar birçok Kanada yapımı film ve dizide rol almış,<br />
‘kötü’ filmlerden çok şey öğrendiğine inanmış ve kötü<br />
filmlerden aldığı ilhamla güzel bir filme imza atmış.<br />
Hubert’in annesi Chantal’ı oynayan Anne Dorval’ın<br />
başarısı da yabana atılır gibi değil. İkili birbirini yiyip<br />
bitiren, aşk ve nefret duygusunun iniş çıkışlarını en<br />
alasından yaşayan bu anne ve oğla can verirken bir<br />
hayli titiz davranmışlar, ortaya keyifli bir film çıkması<br />
epey uğraşmışlar belli ki. Filmi izledikten sonra aklıma<br />
ismen benzeyen Annemi Trenden Nasıl Atarım / Throw<br />
Momma from The Rain geldi. 1987 yapımı bir kara film.<br />
Filmde hayatı kendisine zindan eden annesini ortadan<br />
kaldırmayı kafasına koyan bir edebiyat öğrencisi,<br />
karısından kazık yiyen edebiyat profesörüne karşılıklı<br />
cinayet işleme teklifi yapar. Annesine karşılık karısı! Filmin<br />
mizahı zincirleme bir biçimde devam ediyordu. Aslında<br />
film 1951 yapımı Trendeki Yabancılar filminin komedi<br />
tarzında yeniden yapımı ama anne ve oğul arasındakiler<br />
meseleler sinemanın her daim markajında. Çağan Irmak<br />
imzalı Karanlıktakiler’in merkezinde bile sorunlu<br />
anne – oğul döngüsü vardı. Tekrar Annemi Öldürdüm’e<br />
dönecek olursak, senaryoda hiç fazlalık hissedilmiyor.<br />
Karakterlerin duygusal olarak yükseliş ve alçalışları her<br />
şey çok dengeli. Senaryoya çok kısa bir sürede yazan<br />
Dolan, en ufak bir kareyi bile ziyan etmeden kullanmış.<br />
İlk filmini çekenlere ve çekeceklere ders niyetine değil<br />
ama feyz niyetine izlemelerini öneririm.
n Hollywood’un arızalı yıldızı Lindsay Lohan,<br />
yeni filmi Machete’deki performansıyla<br />
oyuncu olduğu yeniden hatırlatmış ve kariyerinin<br />
ikinci baharında eline gelen şansı iyi<br />
değerlendireceğinin sinyallerini vermişti. Hapishaneden<br />
sonra gönderildiği rehabilitasyon<br />
merkezinden salıverildikten sonra yeni filmi<br />
Inferno için çalışmaya başlayan Lohan, şu sıralar<br />
tutuklanmadan önce rol aldığı Robert Rodriguez<br />
imzalı Machete’deki performansıyla konuşuluyor.<br />
Filmin başrol oyuncusu Jessica Alba da,<br />
Lohan’ın kısa performansından çok etkilendiğini<br />
açıkladı ve “Bence o muhteşem bir aktris. Birlikte<br />
çalıştığımız için çok Mutluyum” şeklinde konuştu.
n Yüzüne Harry Potter<br />
klasiğinden alışık olduğumuz<br />
ünlü oyuncu Daniel Radcliffe<br />
Anti-Harry Potter tiplemesi ile<br />
“The Woman In Black” filminde<br />
tekrar kameraların karşına geçti.<br />
The Woman in Black projesi<br />
Hammer Horror Film Şirketi’nin<br />
ikincisi büyük projesi olarak<br />
göze çarpıyor. Başarılı yönetmen<br />
James Watkins’in yönettigi<br />
film, ölen müvekkilinin ardından<br />
bazı belgeleri incelemek için<br />
küçük bir kasabaya taşınan<br />
genç avukat Artur Kipps (Radcliffe)<br />
karakterinin, bu kasabada<br />
başından geçen tuhaf olayları<br />
konu alıyor. Filmin beyaz perdeye<br />
çıkış tarihi 2011<br />
n Başarılı yazar Joss Whedon,<br />
üzerinde çalıştığı projesi “Avegers”<br />
hakkında ilk defa SFX’e<br />
konuştu. Avengers filminde<br />
birbirinden farklı, çok yönlü ve<br />
çok sayıda süper kahramanı ortak<br />
bir çalışma içinde toplamanın<br />
ve bir hikaye yaratmanın<br />
zorluğundan bahseden Whedon,<br />
erşeyin tam planlandığı gibi<br />
gittiğinin müjdesini verdi.<br />
“Herşeyi bir yana bırakin, film<br />
bittikten sonra kendinizi bu<br />
karakterlerle birlikte hissedeceksiniz”<br />
diyen yazar, sadece bu<br />
düşüncesini senaryoya katmanın<br />
üzerinde yoğunlaştığını<br />
söyledi. Aynı zamanda Edward<br />
Norton’dan boşalan Hulk rolünü<br />
Mark Ruffalo gibi iyi bir isim ile<br />
doldurduklarının müjdesini verdi.
n Titanik, Avatar, Terminatör gibi gişe rekorları<br />
kıran filmlerin ünlü yönetmeni James Cameron<br />
56. yaşını Sibirya’daki Baykal Gölü’ne dalarak<br />
kutladı. Ancak Cameron’un bu dalışla asıl<br />
amacı doğum gününü kutlamak değil, yeni filmi<br />
için bilgi toplamak. Daha öncede okyanustaki<br />
hayatla ilgili uzun bir belgesel hazırlayan Cameron,<br />
bu kez Baykal Gölü’nde kısa süre önce<br />
keşfedilen sıradışı organizmaları konu alan yeni<br />
bir film için kolları sıvadı. Cameron, yeni sualtı<br />
filmi için Avustralya’da da özel bir denizaltı<br />
inşaa ettiriyor. Amaç daha önce kimsenin<br />
inemediği 11 bin metre derinliğe inebilmek.<br />
n Muğla’nın Datça İlçesi’nde, Kültür ve Turizm<br />
Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlenen,<br />
‘Uluslararası Datça Sinema ve Kültür Festivali’<br />
açılış töreninde onur konuğu olarak<br />
konuşan Türkan Şoray, Yılmaz Güney ile ilgili<br />
samimi itiraflarda bulundu. Türkan Şoray,<br />
Yılmaz Güney’in dünyanın en güzel bakan<br />
insanlarından biri olduğunu belirten Şoray,<br />
“Yılmaz Güney, ben ona sinemanın büyücüsü<br />
derim. İnanılmaz bir sinema insanıydı. Maalesef,<br />
Yılmaz Güney ile bir filmde çalışamadık. O<br />
benim içimde her zaman en büyük acıdır. Onun<br />
kadar etkili, yürekten bakan bir insan görmedim.<br />
Yılmaz Güney ile birlikte bir film çevirseydim,<br />
her halde ona aşık olurdum” dedi.
n Stephen Fry “Mycroft Holmes” karakteri için Sherlock<br />
Holmes filminin ekibine dahil oldu.<br />
Robert Downey Jr., Jude Law ve Rachel McAdams<br />
gibi isimlerin 2. bölüm için de geri döneceği film, Noomi<br />
Rapace ile de fransız bir çingene rolü için dirsek<br />
temasında.<br />
BBC 5 kanalına canlı konuşan Fry, Robert Downey Jr.<br />
ile birlikte Sherlock Holmes filminin ikinci bölümünde<br />
rol alacağını ve bu işin çok keyifli bir iş olacağını<br />
düşündüğünü söyledi.<br />
Filmdeki son başrol, Holmes’un hasımı Moriarty karakteri<br />
için ise hala bir gelişmenin olmaması biraz şaşırtıcı.<br />
Bu rol için bir dönem Brad Pitt’in ismi geçiyordu fakat şu<br />
an için herhangi bir gelişme söz konusu değil.<br />
Film 2011 yılının 16 Aralık tarihinde gösterime girecek.
“Şunu bilin ki Prensim,<br />
Avatar’dan öncesi de vardı…”<br />
Yazarın notu: Yazıya girişmeden<br />
önce şunu belirtmek isterim<br />
ki; 3 Boyutlu filmlerden bahsederken<br />
3D’ mi (Three Dimension)<br />
yoksa 3B’ mi (3 Boyut) yazmak<br />
konusunda tercihimi Türkçe<br />
olanından yana kullandım. İlk defa<br />
80’ler de karşılaştığım da bu filmleri<br />
tanımlarken 3B tercih edilirdi.<br />
Yazının nostaljisine de uygun<br />
düşeceği kanaatindeyim.<br />
MURAT TOLGA ŞEN<br />
n Avatar… Kimilerine göre sinemanın miladı,<br />
kimilerine göre aşırılmış fikirlerle döşenmiş bir<br />
yutturmaca. Hangisi doğru, zaman gösterecek<br />
ama James Cameron’un çektiği “tüm zamanların<br />
en pahalı filmi” bazı şeyleri değiştirmeye başladı<br />
bile... İlk gösteriminin üzerinden neredeyse 1 yıl<br />
geçtiğinde görüyoruz ki, sinema âlemi daha çok<br />
bilet satabilmek uğruna da olsa 3. boyuta geçmeye<br />
oldukça hevesli…<br />
Avatar’ın peşi sıra 3B çekilmiş ya da sonradan<br />
etkilendirilmiş pek çok film izledik. Eğlence<br />
sineması için bir tercih sebebi haline gelen bu iştah
açıcı gelişmenin aslında sinema tarihi kadar<br />
eski olduğunu bilenlerin sayısı ise oldukça az.<br />
Özellikle yeni nesil AVM seyircisinin 3B mefhumunun<br />
Avatar’la başladığı gibi sabit bir fikri<br />
bile mevcut. Gel gör ki kazın ayağı öyle değil...<br />
Sinema yokken bile 3B vardı. Gelin birlikte<br />
hatırlayalım ama özellikle 3B filmlerin dosta<br />
düşmana caka sattığı 50’lere dönelim ve bu<br />
tekniğin ne olup da Avatar’a kadar hatıralara<br />
gömüldüğünün cevaplarını arayalım.<br />
Görüntüyü derinleştirerek gerçeği yansıtma fikri<br />
hep vardı. 1838 yılında İngiliz mucit Charles<br />
Wheatstone, stereopsis tekniğini geliştirmiş<br />
ve 1840 yılında 3B görüntüleri gösteren ilk<br />
stereoskop’u yapmıştı bile... Aradan geçen<br />
50 yıl ve bazı başarısız deneylerin ardından,<br />
Fransız fotoğrafçı Louis Ducos du Hauron, hala<br />
çok popüler olan analgyph tekniğini geliştirdi.<br />
Her iki boyutlandırma tekniği günümüzde özellikle<br />
statik görüntülerin boyutlandırılmasında<br />
kullanılmaktadır.<br />
Özellikle fotoğraf sanatçılarının hevesleriyle<br />
yükselen 3B, nihayet 1922 yılında kendine<br />
sinemada yer buldu. 1915’de Edwin S. Porter<br />
and William E. Waddell seyircilere açık bazı 3B<br />
test videoları yayınladılar. Niagara şelaleleri<br />
ve egzotik dansçıların görüntülerinden oluşan<br />
bu test bazı sinemacıları 3B film yapmak için
heveslendirdi ve 1922 yılında çekilen The Power<br />
of Love sinemalarda gösterilen ilk 3B film oldu.<br />
Fakat peşi sıra gelen birkaç film, henüz gelişme<br />
aşamasında olan ilkel 3B uygulamalarının seyirci<br />
üzerinde tam bir tatmin sağlamamasından kaynaklı<br />
olarak pek bir önem ifade etmedi.<br />
Başlangıcı kısaca hatırlattıktan sonra yazarın asıl<br />
gelmek istediği nokta 3B sinemanın Altın çağı<br />
olarak tescillenen 50’li yıllardır. 1952’de çekilen ve<br />
aynı zamanda ilk renkli 3B film olan Bwana Devil,<br />
2. Dünya savaşının sıkıntılarını aşmaya çalışan ve<br />
eğlence sinemasına susamış seyirci tarafından<br />
müthiş bir ilgiyle karşılandı ve 3B çılgınlığı resmen<br />
başlamış oldu. Bwana Devil aynı zamanda bu dönemin<br />
kaderini de belirleyen yapımdır. MGM, FOX<br />
gibi büyük stüdyoların filmleriyle kapışmak isteyen<br />
B filmi yapımcıları, büyük bir iştahla bu tekniğe<br />
sarıldılar ve ortalık bir anda, hepsi de 3B gösterilen<br />
Marslı yaratıklarla, uzay fatihleriyle, kötü robotlarla<br />
ve Jurasik canavarlarla doldu. B filmlerinin<br />
pazarlanması için büyük bir enstürman haline<br />
gelen 3B sinema, 10 yıllık bir dönem boyunca<br />
şimdikinden de fazla popülerleşerek pek çok örnek<br />
verdi.<br />
O yılların unutulmaz filmlerini hatırlatmadan önce,<br />
korku filmlerinin en büyük aktörlerinden biri olan<br />
Vincent Price’dan kısaca bahsetmek gerekecek.<br />
Price, The Mad Magician, Dangerous Mission ve<br />
Son of Sinbad gibi 3B filmlerde rol alarak popülerlik<br />
kazandı ki, kendisi o dönemde “King of 3D”<br />
olarak anılmaktaydı. Aktörün “Gallico the great”<br />
karakterini canlandırdığı The Mad Magician’ı özellikle<br />
severim. Hatta tüm çocukluğum boyunca<br />
Sermet Erkin’e bu karakter yüzünden katlandım<br />
diyebilirim.<br />
Vincent Price’ın en çok bilinen 3B filmi ise<br />
geçtiğimiz yıllarda yeniden çevrim olarak karşımıza<br />
çıkan House of Wax / Mumyalar Evi’dir. 1953 yapımı<br />
film, 3B tekniğinin korku filmleri için güçlü bir<br />
potansiyel barındırdığının da ispatı oldu. Yeniden<br />
çevrimine sadece ismen ilham veren bu B film<br />
klasiğini video furyası sırasında izlemiş ve kelimenin<br />
tam anlamıyla çarpılmıştım. Vincent Price’ın<br />
delici bakışlarından kaçmanın mümkün olmadığı<br />
filmde, ortağıyla işlettikleri mumya müzesinde
çıkan yangında vücudu tamamen yanan ve daha<br />
sonra intikam planlarıyla açtığı yeni müzede insanları<br />
mumyalaştıran çılgın Profesör Henry Jarrod karakterini<br />
izlemek için bile tekrar tekrar seyredilebilir.<br />
House of Wax aynı zamanda büyük bir stüdyo elinden<br />
çıkan ilk 3B filmdir. 3B filmlerin potansiyelini<br />
keşfeden ve seyirciyi kaptırmaktan korkan büyük<br />
stüdyolar, pek bulaşmadıkları korku, fantastik,<br />
bilim kurgu temalarına bu sayede dalmış oldular.<br />
Warner Bross stüdyoları, 3B çeken ilk büyük<br />
yapımcı olmasına rağmen Colombia Pictures<br />
müthiş bir zamanlamayla Man in the Dark’ı bitirip<br />
sadece 2 gün önce prömiyerini gerçekleştirdi.<br />
Film bir rollercoaster’da geçmesi sebebiyle tüm 3B<br />
tuzaklarını içeren, aksiyonu da güçlü bir yapımdı.<br />
Öncekilerden farklı olarak her iki yapım, sesi de<br />
boyutlandıran “stereophonic sound” tekniğini<br />
kullanıyordu. Saran ses uygulamalarının bu ilk<br />
örnekleri, seyircinin 3B filmlere olan iştahını iyice<br />
kabarttı. Büyük patronların da işin içine girmesiyle<br />
1953 yılı tam bir 3 boyutlu filmler savaşına sahne<br />
olacaktı…<br />
House of Wax ve Man in the Dark’ın bilet satışından<br />
etkilenen Walt Disney stüdyoları aynı yıl ilk 3B Western<br />
olan Melody’i çekti. Universal stüdyoları ise bu<br />
furyaya It Came From Other Space’i çekerek daldı.<br />
Arizona’ya düşen bir meteorun aslında meteor değil<br />
de uzay gemisi olmasının anlaşılmasının ardından<br />
gelen istila ile seyirciyi terörize eden bu naif bilim<br />
kurgu hala en çok hatırlanan 3B filmlerden biri olsa<br />
gerek… Paramount 3B’ye bulaşmamak konusunda<br />
bir süre ayak dirediyse de bilet alan seyircinin tercihini<br />
bu filmlerden yana kullanması üzerine Fernando<br />
Lamas ve Arlene Dahl’ın oynadığı aşk draması<br />
Sangaree’yi çekti. Meraklısına not; Fernando Lamas,<br />
Şahin Tepesi dizisi ile ünlenen aktör Lorenzo<br />
Lamas’ın babası ve 50’ler sinemasının önemli bir<br />
aktörüdür.<br />
1954 yılında yapımcı sam Katzman ve yönetmen William<br />
castle, artan seyirci ve bilet satışından memnun<br />
olan Columbia Pictures için bir dizi 3B Western filmi<br />
çektiler. Castle daha sonra yine aynı şirket için hepsi<br />
birer kült klasik haline gelen 13 Ghosts / 13 hayalet,<br />
House on Haunted Hill / Lanetli Tepedeki Ev ve The<br />
Tingler filmlerini çekti. Meraklısına bir not daha; Bu
filmlerin yeniden çevrimlerini yapan Dark<br />
Castle şirketinin isminde ki “Castle” kelimesi,<br />
William Castle’a bir saygı duruşudur.<br />
Columbia 3B tekniğini sadece korku, fantastik,<br />
bilim kurgu türleri içine hapsetmeyip aynı<br />
yıl bir dizi slapstick komedi filmini seyirciyle<br />
buluşturdu. Fatih Özgüven’in bir yazısında<br />
“vurdum-bayıldı-su döktüm-ayıldı filmleri”<br />
olarak nitelendirdiği, aksiyona dayanan bu<br />
komedi filmleri 3B için iyi birer malzeme oldular.<br />
Amerikanın “Komedi dans üçlüsü” olarak<br />
görebileceğimiz Three Stooges’in oynadığı<br />
Spooks ve Pardon My Backfire gibi yapımlar<br />
bu filmlere örnektir. 20th Century Fox’un tek 3B<br />
filmi ise başrollerde unutulmaz yıldız Rhonda<br />
Fleming’in oynadığı Inferno / Cehennem’dir.<br />
3B filmlerin Altın çağı olan 50’lerin en ünlü<br />
filmlerinden biri de, sadece 3 boyutlu filmler<br />
çekmek için kurulmuş olan 3 Dimensional<br />
Pictures’in çektiği The Robot Monster / Robot<br />
Canavar’dır. Kötü bir uzaylı olan Ro-Man’ın tüm<br />
dünyadaki yaşamı Calcinator ışınıyla yok etmesinin<br />
ardından kurtulan 8 kişinin mücadelesini<br />
anlatan filmin acıklı ve sefil görselliği ancak<br />
izlenerek anlaşılabilir. Yine de, sadece 2 haftada<br />
çekilen ve 16.000 $’lık bütçesiyle tam bir çöp<br />
film olan The Robot Monster, zaman içinde<br />
bir kült klasiği ve popüler kültür ikonu haline<br />
geldi. Bunda yapım zavallığının payı büyük<br />
sanırım. Bizim, Dünyayı Kurtaran Adam’ımızın<br />
başına gelene benzer bir durum bu aslında…<br />
Halen Amazon.com gibi sitelerde DVD’si en<br />
çok satılan B filmlerinden biridir. Olaya 3B<br />
tarafından baktığımızda ise bu film önemlidir<br />
çünkü, daha önce hiç denenmemiş derinlik<br />
duygusunu güçlendiren bazı kamera açılarına<br />
ve hareketlerine sahiptir.<br />
Çok daha uzun bir yazıda yeniden ele<br />
alınabileceği üzere tüm zamanların en büyük<br />
3B film çılgınlığı 50’lerde yaşanmıştı. Eğlence<br />
sineması ile birleşen 3 boyut tekniği bilet<br />
satmak için enfes bir yoldu ve irili ufaklı tüm<br />
stüdyolar bunu ellerinden geldiğince sömürdüler.<br />
Fakat ne olduysa bu çılgınlık ilerleyen<br />
zamanlara taşınamadı. 3 boyutlu film-
ler hep oldu ama artık eğlenceyi TV’den<br />
yakalayabilen seyirci ve 60’ların özgürlük<br />
rüzgârlarının getirdiği politik anlayış yüzünden,<br />
Hollywood’a egemen olan daha ciddi ve<br />
dertleri olan sinema yapma isteği, 3B filmlerin<br />
hatıralara gömülmesine yol açtı.<br />
3B, 70’lerin sonunda eğlence sinemasını<br />
büyük bütçe ile birleştirerek yeniden formülize<br />
eden Spielberg, Lucas gibi sinema<br />
adamlarının uzak durmasından belki de,<br />
sınırlı olarak denenen bir teknik haline geldi.<br />
Yine de özellikle 80’lerden, Amityville, Friday<br />
the 13th Part III, Jaws 3, The Man Who<br />
Wasn’t There, benim de sinemada 3B olarak<br />
seyrettiğim, Metalstorm ve Spacehunter:<br />
Adventures in the Forbidden Zone gibi filmleri<br />
saymak mümkün. 80’lerin ortasında<br />
yaşanan video furyası esnasında işini bilir<br />
bazı İtalyan sinemacıların da önemsiz 3B<br />
filmlerine rastlamışlığımız vardır ama asla<br />
50’lerde ya da şimdilerde yaşanılan ilgiden<br />
uzak karşılanmış yapımlardır bunlar.<br />
90’ların başında, sinemada çığır açacağı<br />
düşünülerek geliştirilen IMAX tekniği ile 3B<br />
mefhumu gerçek bir yetkinlik kazanmış oldu<br />
ama IMAX’ın kısa belgeselleri çok kişinin<br />
dikkatini çekecek işler değildi. Oldukça<br />
pahalı çekim ve gösterim ekipmanlarına<br />
sahip olan ve yorucu bir izleme deneyimi<br />
olacağı varsayıldığı için 45 dakikalık filmlerle<br />
sınırlanan IMAX deneyimi, icadından<br />
neredeyse 20 yıl sonra Avatar’la gerçek potansiyelini<br />
gösterdi ve 3B filmler için güçlü<br />
bir geri dönüşe yol açtı. Eski zamanların<br />
streoscopic ya da Analgyph gibi ilkel<br />
tekniklerinden çok daha zengin bir izleme<br />
deneyimi sunan IMAX, Real 3D, Xpand<br />
tekniğine uygun salonları artık her sinema<br />
kompleksinde bulmak mümkün. Sinemayı<br />
bir lunapark eğlencesine dönüştürdüğü için<br />
bazı sinemacıların uzak durduğu bu yeni<br />
çılgınlığın bir süreklilik mi yoksa geçici bir<br />
heves mi olacağını ise hep birlikte göreceğiz.<br />
Bu yazıda eski neşeli zamanları kısaca anmış,<br />
örneklemiş olduk. 2B ya da 3B ama mutlaka<br />
sinema ile kalın.
Yeni sezonun yeni dizileri yavaş yavaş ekranlardaki yerlerini<br />
almaya başladılar. Hangi dizileri takip edeceğinize<br />
karar vermeden önce hepsine bir göz atmaya ne dersiniz?<br />
Lone Star: Sırf Jon Voight için izlenebilecek<br />
dizi, bir dolandırıcının iki ayrı hayatını anlatan<br />
bir dram. Bir Fox dizisi olmasa ikinci sezonu<br />
görebilir diyebilirdik belki ama başarısızlığa bir<br />
bölüm bile tahammülü olmayan kanalın, diziyi<br />
sezon ortalarından bile iptal etme riski var gibi<br />
görünüyor.<br />
The Event: Yeni “Lost” olarak anılan dizi, büyük<br />
bütçesi, komplo teorileri ve hızlı temposu ile<br />
aramıza katıldı. Lost’un bıraktığı boşluğu yenilerden<br />
birinin dolduracağı garantisi olmasa<br />
da, bu role en yakın dizi şimdilik The Event.<br />
Hawaii Five-O: 1968 yapımı aynı adlı dizinin<br />
yeniden çevrimi olan yapım, orijinalinin<br />
başarısını yakalayabilmek için aynı unsurları<br />
kullanacak gibi görünüyor. Özel bir ekibin<br />
polisiye maceralarını anlatan eğlenceli dizinin en<br />
büyük kozlarından biri ise, “Moonlight” ile gönüllerde<br />
taht kuran Alex O’Loughlin…<br />
No Ordinary Family: Adından da anlaşılacağı gibi<br />
hiç de normal olmayan bir aileyi anlatan dizi, bir<br />
uçak kazasından sonra çeşitli özel güçler edinen<br />
aile bireylerini anlatıyor. “Dexter”dan ayrılan<br />
Julie Benz’i özleyenler ve süper kahramanlar<br />
karmasını sevenler için keyifli olabilecek dizi,<br />
takip listesine alınmaya değer.<br />
Detroit 1-8-7: Yeni bir polisiye daha… Detroit<br />
Cinayet Masası dedektiflerinin suçla savaşını<br />
izlemek isteyenler kaçırmasınlar ama şu da bir<br />
gerçek ki, dizinin kriminal yapımlara yeni bir şey<br />
eklediğini söylemek zor.<br />
Undercovers: J.J. Abrams’ın yeni dizisi Under-
covers, beş yıl sonra tekrar ajanlığa<br />
başlayan evli bir çiftin maceralarını<br />
anlatıyor. Abrams’ın ortaya kötü bir iş<br />
çıkarma olasılığı olmadığına inananlar<br />
için kaçırılmayacak bir fırsat.<br />
The Whole Truth: Dizi hukuk<br />
dramalarını sevenler için birebir. Bir<br />
Jerry Bruckheimer yapımı olan dizi,<br />
mahkeme salonlarını özleyenlere ilaç<br />
gibi gelecek.<br />
The Defenders: The Whole Truth<br />
size çok sert geldiyse, en sevdiğiniz<br />
hukuk dizileri “Ally McBeal” ve<br />
“Boston Legal” ise Jim Belushi’nin<br />
başrolünde olduğu The Defenders<br />
sizin kaleminiz.<br />
S#*t My Dad Says: Yeni sit-com’lar<br />
arasında en keyifli görünenlerden biri<br />
olan dizi, sırf her zaman lafı gediğine<br />
koyan baba rolündeki William<br />
Shatner’ın hatırına bile izlenebilir.<br />
Nikita: Luc Besson’un Nikita’sının<br />
televizyon uyarlaması olan dizide<br />
Maggie Q başrolde. Suikastçı<br />
yetiştiren özel bir birimi çökertmeye<br />
çalışan Nikita’nın maceraları şimdilik<br />
takip etmeye değer görünüyor.<br />
Blue Bloods: “The Sopranos”un<br />
yazarları yeni bir aile dramasıyla<br />
karşımızda. Bu sefer suç işleyen bir<br />
aileyi değil, suçla savaşan bir aileyi<br />
anlatıyorlar. Tom Selleck’le Donnie<br />
Wahlberg’i bir araya getiren dizi, aile<br />
boyu polis olan İrlandalı bir aileyi<br />
konu alıyor.<br />
Outlaw: Dizide Jimmy Smiths, Yüksek<br />
Mahkeme yargıçlığından istifa<br />
edip, avukatlığa geri dönen Cyrus<br />
Garza rolünde. Yarışa yeni katılan<br />
diğer hukuk dizileri arasında ne kadar<br />
şansı olduğunu söylemek içinse<br />
henüz erken.<br />
Boardwalk Empire: Konusuna<br />
bile bakılmadan, sadece HBO’da<br />
yayınlanması, Steve Buscemi’nin<br />
başrolde olması ve Martin Scorsese<br />
tarafından yönetilmiş olması nedenleriyle<br />
bile izlemeye değer. Boardwalk
Empire şüphe götürmez bir şekilde<br />
yeni diziler arasındaki en güçlü yapım.<br />
Deli Saraylı: Gani Müjde’nin kaleme<br />
aldığı dizi, özellikle oyuncu kadrosuyla<br />
göz dolduruyor. Perran Kutman ve Çetin<br />
Tekindor’u bir araya getiren yapım,<br />
dönem hikayeleri sevenleri ekrana<br />
kilitleyecek gibi görünüyor.<br />
Fatmagül’ün Suçu Ne?: Daha<br />
yayınlanmadan hakkında söylenmedik<br />
söz kalmayan dizi, aynı adlı 1986<br />
yapımı filmin televizyon uyarlaması.<br />
Konusu bir yana, Beren Saat sayesinde<br />
reyting sorunu yaşayacağa benzemiyor.<br />
Kılıç Günü: 90 günlük ömrü kalan<br />
birinin yaşadıklarını anlatan bir Osman<br />
Sınav yapımı olan dizi, yeni bir “Ezel”<br />
gibi kokmakta. İntikam hikayelerini çok<br />
sevdiği anlaşılan Türk izleyicisi böyle<br />
yapımları bol bol görmeye alışsa iyi<br />
olur, zira türevleri artmaya devam edecek<br />
gibi görünüyor.<br />
Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi: Yavaş<br />
yavaş kendine bir izleyici kitlesi edinen<br />
Türk polisiye dizilerine bir yenisi daha<br />
ekleniyor. Ağır dramlar ve ağdalı komedilerin<br />
arasında daha fazla görmek<br />
istediğimiz polisiyelerin artmaya<br />
başladığını görmek bile umut verici.<br />
Umut Yolcuları: Sokak çocuklarının<br />
dramlarını işleyen dizi, ekip macerası<br />
sevenleri belki tatmin edebilir. Zuhal<br />
Olcay’ı özleyenleri ise tatmin edeceği<br />
kesin.<br />
Bu liste daha uzayıp gitse de,<br />
aralarından çok azı ikinci sezonu görebilecek.<br />
Genel olarak baktığımızda;<br />
bu sene de yapımcıların popülist bir<br />
yaklaşımla, iş yapan dizilerin formüllerinin<br />
üzerine başka karakterleri ve<br />
ufak değişiklikler yaptıkları hikayeleri<br />
oturtma veya yeniden çevrimlere<br />
sığınma yolunu seçtiklerini söyleyebiliriz.<br />
Yine de bu yeni yüzlere bir şans<br />
vermenizi ama bu arada da eski dizileri<br />
es geçmemenizi öneririm.
Fotoğraflar: Murat Tolga Şen
Bu sene çokça izleyeceğimiz ilk filmden birisi Kako si? Türkçe adıyla<br />
Nerdesin? Bir belgesel projesi olarak başlayan, ufak bir manevrayla<br />
sinema filmine dönüşen ama belgeselden de taviz vermeyen bir sinema…<br />
Filmin yönetmeni Özlem Akovalıgil’le filmin sürecini konuştuk, ilk<br />
film yapmanın zorluklarıyla bir kez daha tanıştık…<br />
BANU BOZDEMİR<br />
n Kako Si ilk filmin. Oyuncuların kariyerlerinin<br />
son basamaklarında yönetmenlik<br />
yapmasına alışığız ama sen başında yönetmenlik<br />
yaptın. Filmini çekmek için büyük<br />
de çaba sarf etmişsin. Film çekmek nedir<br />
senin için?<br />
İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı<br />
oyunculuk bölümü, sonra da Marmara<br />
Güzel Sanatlar Sinema televizyon bölümü<br />
mezunuyum. Çok küçük yaşlarda meslek<br />
olarak seçtim ben bu mesleği. Sinema<br />
yapacağım dedim. Oyunculuk eğitimini de<br />
sinema için aldım. Dram sanatının bunun<br />
başı olduğunu düşündüm, oyunculuk<br />
birçok şeyi kapsıyor. Bilinçli olarak konservatuara<br />
yöneldim.<br />
Aldığın oyunculuk eğitiminin oyuncuları<br />
yönetirken nasıl bir faydası oldu?<br />
Sonuçta ilk film, ilk tecrübe yine acemilik<br />
oldu. Ne kadar biliyorum, ben oyuncuyu<br />
ve oyunculuğu tanıyorum, senaryoyu da<br />
ben yazdım desen de aslında bilmediğin<br />
bir alana adım atıyorsun. Bazı şeyleri çok<br />
biliyor olmanın bile zararını gördüm. Bilinmeze<br />
daha hazırlıklı olabiliyor insan. Bazı<br />
konularda çok yanıldım. Ya da yanılmadım<br />
onların öyle olması gerekiyordu. Ama<br />
kavramsal bilginin çok da uygulamada<br />
faydası yok. Ama daha çok arkadaşlarımla<br />
çalıştım zaten. İlişki kurmayı rahatlatıyor. Bir de<br />
oyunculuk son on yılda çok başka yerlere gitti.<br />
Televizyon oyunculuğu diye bir kavram var. Ben<br />
okula girdiğimde TRT vardı, ikinci sınıftayken Star<br />
televizyonu açıldı, ben mezun olduğumda herkes<br />
dizi yıldızı olmak için okula giriyordu.<br />
İlk filmler hep yakın olandan, yanı başındaki konulardan<br />
seçilir, senin tercihin de böyle oldu…<br />
Ben oldum olası yol filmlerini çok severim. Yol<br />
filmi yeterli. Çok fazla yol filmi de çekilmez. Bir<br />
gün annem ‘ölmeden beni Bosna’ya götür’ dedi.<br />
Ben de ‘tamam’ dedim ve bunu amatör kamerayla<br />
kaydetmek istedim. Çünkü bu ciddi bir belge<br />
olacaktı. Sonra proje büyüdü, ben bunu yazdım,<br />
yanına bir şeyler de ekledim, başka hayat parçaları<br />
da ekledim. Coğrafyaya yolculuk oldu, üstüne bir<br />
de göç hikayesi büyük bir hikaye çıktı ortaya. Çok<br />
tanıdık bir şeyin içine girdiğimi sanıp, çok büyük<br />
bit kuyuda kaybolma noktasına kadar gittim.<br />
Senaryo değişime uğradı mı peki bu yolculuk<br />
esnasında?<br />
Çok değişti. O dönem çekimleri yaptığımız sırada<br />
Balkanlar çok karışıktı. Kosova bağımsızlık ilan<br />
etti. Çekimlerimiz dört ay ertelendi bu yüzden.<br />
Lokasyonlarımız çok değişti. Hep sınır bölgelerinde<br />
sorun yaşadık, istediğimiz yerlere giremedik.<br />
Yol filminde doğaçlamaya izin vermek gerekiyor.<br />
Senaryo bir anlamda kılavuz oluyor. 128 sayfalık<br />
çok ciddi bir senaryomuz vardı yoksa…<br />
Filminin yapımı yönetimi, kurgusu ve senaryosu<br />
sana ait. Türk sinemasında filminin birçok şeyini
üstlenen yönetmenlere alışkınız. Sen de etkisi<br />
nasıl oldu?<br />
Bir kere öncelikle kilo aldım. Yıpratıcı oldu ama<br />
öğretici bir yandan da…<br />
Ülkemizde yönetmenler ilk filmlerine yapımcı ve<br />
ekip bulamadığı için her şeyi kendileri sırtlanmak<br />
zorunda kalıyor tabii bir yandan da.<br />
İlk filmini gişeye yönelik değil de, kendi için, film<br />
yapacağım diye duygusal bir tarzda baktığı için<br />
kendisi üstleniyor. Yapımcı ticari kaygıyla giriyor.<br />
Kimsenin sanatla ya da kara kaş kara gözle ilgili<br />
olarak yapımcılık derdi yok. Tüccar olsam ben de<br />
haklı görürdüm.<br />
Sinema sanat dersek…<br />
O zaman başka birilerinin bir şey yapması gerekiyor.<br />
Başka yapılanmaya gidilmesi gerekiyor.<br />
Birisi ilk filmini yapmadan da yönetmen olmaz,<br />
bir yerden başlanması gerekiyor. Tarzını ortaya<br />
koymak istiyorsan mutlaka bağımsız bir film<br />
yapabilmelisin. İlk üç film yönetmenin dilini<br />
oluşturma süreci. Pahalı bir süreç.<br />
Filmin afişine pek önem verilmez aslında ama<br />
seyircinin de filmle ilk iletişimidir. Ama geçen yıl<br />
en çok yapan filmin afişi başarılı değildi. Sizin<br />
filminizin afişi başarılı. Afiş sizin için ne derece<br />
önemli?<br />
Afişi farklı farklı kişiler çalıştı ama olmadı. Sonra<br />
kendim yapmaya çalıştım. Ya olsun ya olmasın<br />
tarzım da vardır aslında benim. Sonra Cüneyt<br />
(Ersöz) filmle tanıştı ve kendi algısına göre bir<br />
afiş yaptı.<br />
Sen filmin afişini yaparken nasıl bir yol izledin?<br />
Cüneyt Ersöz: Afişlerin özensiz olması bizim<br />
yaşam kültürümüzle alakalı. Sevmiyoruz öyle<br />
şeyleri. Göçebe toplumun verdiği bir rahatlık da<br />
var. Yediğimiz şeylerden kısmıyoruz ama<br />
diğer alanlarda bu böyle. Bu filmin afişi vizyonu<br />
etkiler diye düşünüyorum. Ama bu marketing<br />
çalışmasıyla anlam kazanan bir şey. Ama mesela<br />
filmin afişine kandım bir filme gittim, kötü çıktı<br />
bir daha da o yönetmenin ya da oyuncunun<br />
filmine gitmem. Bazı kandırmaca afişlerde var<br />
tabi. Örneğin güzel kadın koyan afişler vs… Bu<br />
film kendi afişini kolayca yarattı bana göre.<br />
Çok fazla film gösterilecek bu sene. Bu kadar<br />
çok filmle vizyona girmek seni korkutuyor mu<br />
yoksa iyi bir şey mi diyorsun buna?<br />
Hayır korkutmuyor. Ama bunu ukalaca söylemiyorum.<br />
Çok film olması iyi bir şey. Bu işin<br />
yapımcısı da olduğum için harcadığım para var<br />
sonuçta. İflas etmesem iyi olur diyorsun ama çok<br />
aktif bir düşünce değil o. Yapımcı çok insanın<br />
izlemesini para kazanmak için ister ben de filmim<br />
izlensin diye isterim. Sonuçta iki tarafta filmin<br />
çok izlenmesini istiyor.<br />
Bu filmin gişedeki karşılığı seni ikinci filmini<br />
çekip çekmeme konusunda etkiler mi?<br />
Hiç etkilemez. Ben ne yapmak istediğimi çok<br />
iyi biliyorum. Kafamda iki proje var. Bir tanesi<br />
bayağı ilerledi. Ben önce kafamda bir çekerim,<br />
sonra yazarım. Bir tanesini de yazmaya<br />
başladım. Onlar bu filmden çok farklı olacak…
Filmde anneye yapılan sürpriz çok hoştu. Spontane<br />
gelişen bir durum olduğunu biliyoruz. O<br />
karşılaşma anını biraz açabilir misiniz?<br />
Tamamen doğaçlama. İki tane ambulans vardı<br />
orada. Ama biz biraz belli ettik orada. İkisi de<br />
yaşlı ve hastalar. Orada ne olacağı belli değildi.<br />
Muhammet’e de yani annemim kuzenine de ‘biz’<br />
geliyoruz dedim. Beni zaten görmüştü. Önemli<br />
olan kameralarla karşılaştığında ne yapacağını<br />
bilmiyordu, ekip de bilmiyordu, biz de bilmiyorduk.<br />
Tamamen doğaçlama. Herkes birbirine dolandı,<br />
çok duygusal bir andı. Görüntü yönetmenimiz bile<br />
ağladı.<br />
Kurgusal bir filmin içinde gerçekçi bir an daha<br />
önce denenmiş midir acaba?<br />
Denenmiştir mutlaka. Sonuçta ikisi de<br />
oyuncu değil. Benim film boyunca vermeye<br />
çalıştığım şey, diğer oyuncularla da bunu<br />
yapmaya çalıştım, masa başında duyguları<br />
sergilemenin ötesinde bir şeylere geçmekti.<br />
Ben aldım onları tak diye Bosna’ya götürdüm,<br />
önceden götürmedim. Her gün bir şeyler<br />
görerek onların değişim sürecini izlemeye<br />
çalıştım ben. Kimisi çok katıydı, kimisi<br />
gördüklerinden çok etkilendi, kimisi etkilenmedi.<br />
Kimisi daha çok turist gibiydi. Oyunculuklara<br />
da yansıdı bu. Film bunu taşıyabildi<br />
çünkü bu onların da yolculuğu oldu. Ama<br />
Türk oyuncusunda büyük katılık var. Gir o<br />
serüvene, bırak kendini.<br />
Oyuncu için; başladığın noktada bulamayabilirsin<br />
kendini… Vaatler ve gelinen durum<br />
farklılığı olabilir bu…<br />
Hayat gibi. Bir film çekim süreci<br />
Hollywood’da yapılmıyorsa, bir çekim<br />
evresi sanattır bana göre… Her şeyin planlı<br />
olduğunu sanırsın ama değildir. Senaryo<br />
yazılmıştır ama nereye kadar gideceğini<br />
bilemezsin… Hatta kurgu aşamasına kadar<br />
ne yapacağını da bilemeyebilirsin. Hayat<br />
aşamaları gibi. Zevki orada çıkar aslında, ama<br />
ekibin bütününe bu algıyı yaymak mümkün<br />
olmaz. Bana göre set yaşamalı, herkes sürprizlere<br />
açık olmalı. Benim tarzım biraz bu.<br />
Oyuncular bundan pek memnun olamıyor.<br />
Gerçi çok değişti dedin, başladığımız yerden<br />
çok farklı bir yerdeyiz dedin peki bu film içine<br />
sinen bir iş oldu mu her anlamda?<br />
Kafamdaki filmi çekemedim. Bu başka bir<br />
şey oldu ama bunu da sevdim. Sevmek<br />
zorundayım. Bu da benim çocuğum sonuçta.<br />
Benden başka herkes yorum yapabilir. Ben<br />
yorum yaparsam benimle birlikte yola çıkmış<br />
herkese ayıp olur. Bu filmi de seviyorum.<br />
Bu film biraz bana doğru oyuncu seçiminin<br />
önemini gösterdi. Bu konuda çok dikkatli<br />
olunması gerektiğini öğrendim. İsim, fotoğraf,<br />
hiçbir şey tek başına yeterli değil. Oyuncunun<br />
o rol için doğru olduğuna emin olmadan<br />
ve karşılıklı olarak birlikte çalışacağına ikna<br />
olduktan sonra filme başlanmalı.
n Amerika’da geçtiğimiz hafta Cuma günü<br />
gösterime giren David Fincher imzalı film,<br />
kurulduğundan itibaren hemen hemen hepimizin,<br />
milyonların hayatının bir parçası olan<br />
“Facebook” sosyal ağının kuruluşundan<br />
günümüze kadar gelen oluşumunu anlatıyor<br />
ve belki de içinde bulunduğumuz iletişim<br />
çağını en iyi tarif eden, tanımlayan yapıt<br />
olarak göze çarpıyor.<br />
Daha spesifik anlatmak gerekirse, şu anda 26<br />
yaşında olan, Facebook çılgınlığını başlatan<br />
kişi ve kendi emeği ile dünyanın sayılı milyarderleri<br />
arasına girmeyi başarmış Mark<br />
Zuckerberg’in hayatının kırılma noktasının<br />
anlatıldığı, yalnız yapım aşamasından itibaren<br />
Zuckerberg ve Facebook ekibinin, bazı detaylar<br />
yüzünden, yapımına karşı çıktığı ve<br />
daha ileriye gidip reddettiği ve hatta kendi<br />
sayfalarında ilanlarına, reklamlarına yer vermeyip<br />
boykot ettiği yapıt.<br />
Jesse Eisenberg tarafından canlandırılan<br />
Zuckerberg’in, Facebook gibi bir fenomeni<br />
yaratırken başından geçenlere, inandığı yolda<br />
ilerlerken kimlerle, ne şartlar altında mücadele<br />
ettiğine şahitlik edecek, konuştuğum,<br />
filmi izleyen herkesin, ayrı bir yanını gördüğü<br />
Zuckerberg gibi bir karakteri tanıma fırsatını
yakayacak ve belki de tanıdığım çok kişi gibi<br />
siz de kişilikte pozitif yan bulabilmek için büyük<br />
çaba harcayacaksınız.<br />
Filmi izleyenler ve bazı eleştirmenler üzerinde<br />
Zuckerberg’in bıraktığı etki; başarıya aç,<br />
birşeyler başarabilmek ve insanlara kendini sevdirebilmek<br />
uğruna herseyi yapmayı göze alabilecek,<br />
yalnız beceriksiz, iğrenç, huysuz, alıngan,<br />
soğuk, güvenilirliği olmayan biri olduğu<br />
yönünde yoğunlaşıyor. Bu özellikleri yan yana<br />
koyduğunuzda, yukarıda bahsettiğim, “Zuckerberg<br />
ve ekibinin filmi kabullenememe’ ve tüm<br />
desteklerini filmden çekme, bir nevi boykot<br />
etme” durumunu daha net kavrayabileceğinizi<br />
düşünüyorum...<br />
Normalde aklı başında bir insan, kendi<br />
hakkında böyle bir filmi neden desteklesin<br />
değil mi ama.. Böyle birşey mümkün değil..<br />
Yanlız madalyona öteki tarafından bakan ben,<br />
film her ne kadar Zuckerberg karakterini hoş<br />
olan veya olmayan, en ince ayrıntısına kadar<br />
irdelese de, bu tür bir boykotu hak etmediği,<br />
ve her ne olursa olsun Facebook oluşumunun,<br />
bu filmin arkasında dimdik durması gerektiği<br />
kanaatindeyim.<br />
Neden mi? İşte size aklıma gelen ilk nedenler;<br />
Zuckerberg aslında bir “dahi”...<br />
Aslında Facebook ve Zuckerberg avukatlarının<br />
filmi izlerken neleri beğenmediklerini, ne<br />
gibi değerlerin “aksi patronlarının” hoşuna<br />
gitmeyeceğini iyi bildiklerini, ve ellerindeki not<br />
defterlerine ne gibi notlar düşüp, filmin hangi<br />
sahnelerine “tu, kaka” deyip, düşünmeden<br />
çizik attıklarını görür gibiyim.<br />
Bunlar hepsi olağan, doğal hareketler, yalnız<br />
unutulmaması gereken ve herkesin de iyi<br />
bildiği bir gerçek var ki, “Savaşlar mücadele<br />
edilmeden kazanılmıyorlar”. Belli bir mücadele<br />
vermeden bazı şeylerin üstesinden<br />
gelemeyeceğimizi iyi bilmemiz gerekiyor..<br />
Bu filmin temeli de iki ayrı legal ve psikolojik<br />
savaş üzerine oturmuş. Zuckerberg de bu<br />
savaşları kazanmak için elinden geleni ardına<br />
koymuyor, bunun neresi yanlış?<br />
Birincisi Zuckerberg’in okul arkadaşlarına, ikincisi<br />
ise eski ortaklarına karşı vermiş olduğu<br />
savaş bunlar. Zuckerberg karakteri bu savaşlar<br />
esnasında bazen cok acımasız, kaba, ve hırçın
iri olarak gösterilmiş, bildiğim<br />
kadarıyla da bu çok doğru bir tespit,<br />
yalnız her ne pahasına olursa olsun<br />
inandığı yolda, hayallerine doğru ilerleyen,<br />
ve bu hedefte önüne çıkan<br />
her engeli aşmaya, imha etmeye<br />
programlanmış bir dahi söz konusu. Bu<br />
da hiç azımsanacak bir nitelik olmasa<br />
gerek.<br />
Kim ne derse desin, Zuckerberg,<br />
Amerikan tarihinde bir başarı hikayesidir.<br />
Bazı çarpıklıkları olmuştur, yalnız<br />
bunlar hiçbir zaman kine dönüşmemiş,<br />
ve kendisi paranın ve parayla gelebilecek<br />
bir gücün esiri olmamıştır, ki<br />
bence bu da taktir edilebilecek ikinci<br />
niteliktir.<br />
Bunun yanında beyaz perdeye aksettirilen<br />
karakter, karizmatik olmamanın<br />
yanında, hiçbir çekiciliği olmayan ve<br />
normal şartlarda hiçbirimizin birlikte<br />
zaman geçirmek istemeyeceği, küstah<br />
bir karakter olarak karşımıza<br />
çıkıyor. Ama bu onun kötü biri olduğu<br />
anlamına gelmiyor tabii ki. Sadece<br />
insan ilişkilerinde yeterli olmayan<br />
biri ile karşı karşıya olduğumuzu<br />
unutmamamız gerekiyor, o kadar.<br />
Aklımıza gelen sorulardan bir diğeri;<br />
İnandığı yolda dur durak bilmeden<br />
ilerleyen ve önüne gelen engelleri, ki<br />
bu engeller kendi arkadaşları dahi olsa,<br />
gözünü bile kırpmadan bir bir imha<br />
edebilen, ve yeri geldiğinde sert ve<br />
radikal kararlar alabilen Zuckerberg,<br />
acaba bu kadar köşeli olmasaydı, Facebook<br />
gibi bir devi yaratabilir miydi?<br />
Cevap, tabii ki “Hayır”.<br />
Sosyal ağ oluşumları dediğiniz tarafsız<br />
olmalı... Bu film tarafsız...<br />
Aaron Sorkin beyaz perdeye uyarladığı<br />
filmde en çok etkilendiğim yanlardan
iri, kimin doğru veya kimin yanlış olduğu ile<br />
ilgilenilmemesi, bunun tamamen izleyicinin<br />
insiyatifine bırakılmış bşr olgu olarak kalması.<br />
Hiçbir sorgulama olmaksızın, tamamen legal<br />
ve psikolojik savaş temelleri üzerine oturmus,<br />
hiç kimseyi ve hiçbir kurumu töhmet altında<br />
bırakmayan bir flm yaratılmış.<br />
İnanın bana bu film hem Zuckerberg’den hem<br />
de Facebook’dan daha büyük...<br />
Modern çağdaki iletişimin en ortasına Facebook<br />
gerçeğini yerleştiren film, bu gerçeği çok<br />
çarpıcı anlatmış. “Biz insanlar kimiz ve nasıl<br />
birbirimize bir klik kadar yakın olabiliyor, olma<br />
ihtiyacı hissedebiliyor, ama aynı zamanda bir<br />
o kadar da birbirimizden uzak olabiliyoruz?”<br />
sorusunu kendimize defalarca sormamızı<br />
sağlıyor..<br />
Kültürel dünyamızın merkezini Facebook tayin<br />
eden Fincher, aynı zamanda bu sosyal ağı<br />
doğal bir web sayfası çerçevesinden çıkartıp,<br />
“Sosyal Devrim” kıvamına sokmuş.<br />
Ben bu filmi seyreden herkesin, eğer hala yok<br />
ise, hemen kendisine bir Facebook hesabı<br />
açacağına eminim. İnanıyorum ki bu filmi<br />
seyreden herkes, kendisini bu oluşumun bır<br />
parçası olmak zorunluluğunda hissedecek...<br />
Normal şartlarda insanlarla iletişim özürlü<br />
bir dahinin, dışarıya çıkıp insanlarla yüzyüze<br />
iletişime geçmek yerine “Sosyal Devrim”<br />
gerçekleştirip herkesi ayağına getirmesinin ve<br />
kendi etrafında toplamasının muazzam hikayesini<br />
izleyeceksiniz.<br />
Bu filmde Facebook ve Zuckerberg ikilisinin<br />
korkacak, çekinecek ve hatta filmi boykot<br />
edip reddedecek bir tavır içinde olmamaları<br />
gerektiği kanaatindeyim. Hatta şimdiden<br />
kendisine filme destek vermesini, arkasında<br />
dimdik durmasını ve seneye efsanevi Kodak<br />
Tiyatrosu’nun içinde Fincher’ın yanındaki<br />
koltuğu ayırtmasını tavsiye edebilirim...<br />
Çünkü bu film Oscar kokuyor...
Hollywood’da görünüş olarak belli bir beğeni<br />
düzeyinin altına düşecek kadın ya da erkek<br />
oyuncunun oynadığı çok az film örneği vardır.<br />
Bu durum çoğu kişinin kabul edebileceği bir<br />
gerçek. Peki ama birbirinden güzel kadınların,<br />
yakışıklı erkeklerin bilinçli olarak seçilmesinin<br />
ardında yatan en büyük etken nedir?<br />
Cevaplamaya çalışalım…<br />
FIRAT SAYICI<br />
n Sektörde güzel işler başarmış bir bayan oyuncu arkadaşım<br />
fiilen Hollywood’da çalışan bir akrabasından dinlediklerini<br />
anlatınca adeta beynim uçukladı. Önce, yok artık, o kadar da<br />
değil dedim kendimce ama sohbet ilerledikçe anlatılanların<br />
gerçek olabileceği ihtimaline daha da inanmaya başladım.<br />
Mevzu şu; Hollywood’un önde gelen yapımcıları filmlerine<br />
başrol seçerlerken ilginç bir eleme yapıyorlarmış. Filmin<br />
sahibi olan üst düzey yöneticiler, adayları izlemek için<br />
bir sinema salonunda toplanıyorlarmış. Adayların çekilen<br />
görüntülerini izlerken kendilerine şu soruları soruyorlarmış:<br />
“Ben bu kadınla/adamla yatar mıyım? Bana çekici, seksi
geliyor mu?” Sorunun cevabı evetse, hele ki,<br />
adayın role uygunluğu, kariyerindeki filmler..<br />
vs. de uygunsa bir an önce harekete geçip<br />
filme başlıyorlarmış. Hatta kararsız kaldıkları<br />
adaylar söz konusu olunca da kendi aralarında<br />
oylamalar yapılıyormuş. Buna ister pazarlama<br />
taktiği deyin (Ki büyük ölçüde doğru),<br />
ister yapımcıların ego tatmini, isterseniz<br />
saçmalık... Ama şurası kesin ki, zamanında<br />
Freud amca doğru çözmüş insanları ve<br />
blinçaltı mekanizmasını... Şimdi burada Freud<br />
ustanın id, ego ve süper ego kuramını uzun<br />
uzadıya anlatmaya gerek ve yer yok. Ancak<br />
kabaca, sırasıyla arzu, mantık ve vicdan olarak<br />
tek kelimeyle bu sözcükleri karşılayabiliriz.<br />
Tabi bizi ilgilendiren ve konumuzla alakalı<br />
kısım buzdağının görünmeyen kısmı; ‘id’ bir<br />
başka ve bilinen deyişle ‘bilinçaltı’. Seyirciyi<br />
filme çekmek, dahil etmek, özdeşleştirmek<br />
için bilinçaltına kodlar gönderen filmler her<br />
daim daha çok gişe yapar gibi bir genelleme<br />
yapmıyor olsak da, bu kodları başarıyla kullanan<br />
filmlerin hedeflerine kestirme yoldan<br />
ulaştıkları da bir gerçek. Freud’çu yaklaşıma
göre bilinçaltında, farkında olmadığımız<br />
korkular, kabul göremez cinsel arzular,<br />
mantık dışı istekler, vahşet yönelimleri, utanç<br />
verici deneyimler, bencilce istekler ve ahlak<br />
dışı dürtüler bulunmakta. Freud, insanın<br />
doğası gereği şiddet ve cinselliğe yönelik<br />
utanç verici dürtüler barındırdığını iddia<br />
ederek, bilinçaltımızda bu fikir ve dürtülerin<br />
koğuşlandığını belirtiyor.<br />
Freud’un bilimsel araştırmaları bize gösteriyor<br />
ki, hayatımızın her anında bilinçaltının<br />
büyük etkisi altındayız. Madem ki hal böyle,<br />
film izlerken kafamızda yarattığımız duygular,<br />
hisler, mantıklı ya da mantıksız özdeşleşmeler<br />
bilinçaltımızın şekillendirilmesiyle oluşuyor.<br />
projede, yapımcılar bilinçli olarak insanların söz<br />
konusu önyargısını kullanıyorlar. Örneğin Tomb<br />
Raider serisi, Wanted, Beowulf, Günahkar, 60<br />
Saniyede Geçti…vs. Clint Eastwood’un yönettiği<br />
Changeling’te bile, çocuğunu arayan masum bir<br />
anneyi canlandırmasına rağmen, Jolie istemeden<br />
de olsa erotik kodları seyirciye yolluyor. Konuyu<br />
fazla dağıtmadan örneğimize geçelim: “Salt”ta yine<br />
seksi bir ajan olarak karşımıza çıktı Angelina Jolie.<br />
Baştan sona aksiyonla dolu olan ve seyircinin<br />
dikkatine mani olmadan sonuca giden senaryo her<br />
şeyden önce gizem ve merak üzerine kurulu. Ajan<br />
Salt’ın gerçekten de Ruslar için mi çalıştığını yoksa<br />
Amerika’nın yanında olduğunu uzunca bir süre<br />
anlayamıyorsunuz. Seyirci olarak bunu çözümlemeye<br />
çalışırken bilinçaltınız bir süreliğine de<br />
Filmde gördüğümüz güzel bir karşı cinsle yatma<br />
fikri, bilinçaltında sürekli bizleri uyarıyor.<br />
Filmin iyi ya da kötü olması, sıkıcı olması,<br />
bilinçaltının isteklerini engellemiyor. Freud’a<br />
göre bilinçaltının istekleri zevk prensibine<br />
göre işlemekte. Çünkü ilkel güdüler, arzu ve<br />
isteklere bir an önce doyum arayıp kişilerin<br />
davranışlarını bu yönde şekillendiriyorlar.<br />
Gelin birkaç örnekle, söylediklerimizi<br />
somutlaştırmaya çalışalım. Yakın zamanda<br />
izlediğimiz “Salt” filminde Angelina Jolie<br />
oynuyordu. Herkes tarafından bilinen bu oyuncunun<br />
adı bile, çoğu erkek seyirci için seksi<br />
çağrıştırmakta. Üstelik Jolie’nin yer aldığı her<br />
olsa Angelina Jolie’nin ne kadar seksi bir kadın<br />
olduğunu unutuyor. Ta ki, eteğinin altından siyah<br />
iç çamaşırını çıkarıp bir kameranın üstünü<br />
örtene kadar… Evet, işte bu noktada ‘id’iniz devreye<br />
girdi. O an aklınızdan kim bilir neler geçti? O<br />
kadarını da biz söylemeyelim, siz anımsayın.<br />
Bayan okuyucularımız için de bir örnek vermek<br />
gerecek sanırım… Çevrenizdeki çoğu kadının en<br />
beğendiği, hem yakışıklı hem de seksi bulduğu<br />
belki de tek örnek Johnny Depp. Son dönemlerin<br />
en iyi ve çok kazanan aktörlerinden sayılan<br />
Depp’in hayranlarının büyük çoğunluğu kadın.<br />
Karayip Korsanları serisinde canlandırdığı Jack<br />
Sparrow karakteri takdire şayan. Sparrow, uka-
la, keskin zekalı, karizmatik ve umursamaz<br />
tavırlarıyla özellikle kadın hayranlarının ilgisini<br />
hemen çekti. Seri boyunca yaptığı zamparalıklar<br />
bir yana, Keira Knightley’in canlandırdığı Elizabeth<br />
Swann’ın peşinden koşması ama karşılık<br />
alamaması senaryonun etkili düğümlerinden<br />
biri. İşte bu düğüm noktası kadın izleyicilerin<br />
de yüreğini yakıyor. Filmde kendileri ile<br />
özdeşleştirebilecekleri yegane karakter olan<br />
Elizabeth’in nasıl olur da Sparrow’a karşılık<br />
vermediğini çözemiyorlar. Sparrow’un yaptığı<br />
her kur, kadın seyircinin bilinçaltını harekete<br />
geçirip içinin gıcıklanmasını sağlıyor. Artık o an<br />
akıllarından ne geçiyor, bilemeyiz… Sorsak da<br />
söylemezler.<br />
Sona yaklaşırken başa dönelim… Girişte<br />
bahsettiğimiz ve akılcı yapımcıların kullandığı<br />
yöntem özdeşleşmeye ve bilinçaltı dürtülerinin<br />
doğru bir şekilde yönlendirilmesini<br />
sağlıyor. Filmin başrol oyuncusunu (en<br />
azından bir süreliğine) kendisiyle bir tutan<br />
kişi, rol arkadaşı olan karşı cinsle (aslında<br />
gerçek hayatta yaşamış olmak istediği hayallerini)<br />
birlikteliğe girmesini arzuluyor. Bu<br />
da film boyunca bilinçaltımızın çalışmasını,<br />
filmi izleme kapasitemizin artmasını, filme<br />
dikkat kesilmemizi sağlıyor. Birçoğumuz<br />
da, bilinçaltımızın bile beğendiği filmi<br />
çevremizdekilere önermemizi sağlıyor. Bu da<br />
yapımcı için gişe ve başarı demek.
n Bu ay yollarımız “Kavşak” filminde kesişiyor.<br />
“Kavşak”, daha önce “Anlat İstanbul”da “Külkedisi”<br />
hikâyesinin yönetmeni olarak karşımıza çıkan<br />
Selim Demirdelen’in yazıp yönettiği ilk uzun metraj<br />
film. İsmiyle de işaret ettiği üzere “kesişmeler”<br />
filmin merkezinde.<br />
Güven (Güven Kıraç), bir muhasebe firmasında<br />
şeftir. Dışardan bakıldığında: âşık olduğu karısı,<br />
canından çok sevdiği kızıyla mutlu bir aile<br />
tablosu çizmektedir. Kızı Bahar her gün okul<br />
dönüşü aramakta; Güven eve biraz geç kalsa eşi<br />
Ayla meraklanıp telefona sarılmaktadır. Güven,<br />
“dünyası gezdiği yollar, işten eve, işten ev kadar<br />
kısa”(2), sessiz- sakin, aile hayatının verdiği huzuru<br />
dışarıdaki eğlenceye yeğleyen, sınırlarını<br />
korunaklı hissedeceği mesafeye kadar daraltmış,<br />
kendini tercihen izole etmiş biridir; “Pencere önü<br />
çiçeğine, ne ansızın yağmur ne gök kuşağı, ne dipdiri<br />
sabah gözyaşı.”(3)<br />
Ofisteki odasında tek başına çalışan Güven,<br />
işe yeni alınan Arzu’nun (Sezin Akbaşoğulları)<br />
odasına yerleşmesiyle yalnızlığından olur.<br />
Arzu, alkol problemi olan eşiyle evini ayırmış,<br />
ilkokul çağındaki kızıyla ayakta kalmaya<br />
çalışan bir kadındır. Güven, Arzu’ya temkinli<br />
ve mesafeli davranır: “Kendini bırakmak en<br />
büyük korku, baş edemediğimizden belki”(4)<br />
Neticede tanımadığı biridir: “Bir yıldızın köşesi<br />
kadar uzakmışız öyle derler, oysa yakından<br />
bakınca yıldızlar yuvarlaktırlar.”(5)<br />
Güven, sıradan bir günün ardından şirketten<br />
çıkar, otobüse biner, evinin bulunduğu ıssız<br />
sokak boyunca yürür, oturduğu üç katlı apartmana<br />
varır. Dairesine girer, üstünü çıkarır,<br />
yüzünü yıkar, salondaki kanepeye oturur: Sa-
lon boştur, ev boştur! Duvarda Güven’in gülümseyen<br />
bir kadınla yan yana resmini görürüz<br />
lakin ne kadın ortadadır ne çocuk… Güven,<br />
“kimsesiz değil, insansız”dır (6). Aynı zamanda<br />
ev sahibi olan komşularını hesaba katmazsak;<br />
İş dışındaki hayatında ne bir arkadaşını ne<br />
ailesinden birini görürüz; “Dünyadan okuduğu<br />
şeyler TV haberleri ve gazeteler, kuponlu;<br />
dünyası aldıklarının küçük bir listesi, 3-5-6,<br />
ucuz” dur. (7)<br />
Güven, her gün karısı- kızı tarafından aranmaya<br />
devam etmektedir fakat şirkette ailesinden<br />
biriyle tanışma şerefine nail olmuş<br />
kimse yoktur. İş arkadaşları onda bir gariplik<br />
olduğunu sezer ama irdelemez, lakin Arzu’nun<br />
gözleri daha keskindir, kimi şüpheli durumlar<br />
karşısında, Güven’e ailesiyle ilgili sorduğu<br />
sorulara tereddütlü cevaplar alır. “Laf arası<br />
sessizlikleri, tedirgin ettiğinden beri küçük gerilimler”(8)<br />
başlar.<br />
Güven hep aynı ev-iş arası yolu gidip geliyor<br />
gibi görünse de; aslında “Nereye Sokağı”nda (9)<br />
ikamet etmektedir. Arayanı soranı(!) vardır da…<br />
Ev hali, “sensiz, nedensiz, el yordamıyla”dır (10).<br />
Ancak gündelik hayatta “yürümek; hızlı hızlı, mutlaka<br />
yetişmek gerek”tir. (11)<br />
Arzu, bir yandan kendi ailevi sorunlarını çözmeye<br />
çalışırken öte yandan Güven’i irdelemeye<br />
devam ederek işi onu takip edip bir gün evine<br />
çat kapı gitmeye kadar vardırır. Gerçek hikâyenin<br />
peşindedir: oysa Güven; bunları kimseye<br />
anlatmamış, kendiyle bile konuşmamıştır<br />
(12). Sonunda anlarız ki bu, Arzu ve Güven’in<br />
hayatta kesiştikleri ilk kavşak değildir: Güven’in<br />
yalnızlığının sebeplerinden biri dolaylı olarak
da olsa Arzu’dur. Oysa onlar “yollarımız hiç<br />
kesişmemiş”(13) diye düşünmektedir…<br />
Adana Altın Koza Film Festivali’nde ‘En İyi Film<br />
Müziği’ dahil (Selim Demirdelen) dört dalda<br />
ödül alan “Kavşak”ta, iki Bülent Ortaçgil şarkısı<br />
kullanılmış ki Ortaçgilseverler için bunun ciddi<br />
haber değeri var: “öyleyse devam…”(14)<br />
Filmde kullanılan Ortaçgil şarkıları; “Gece<br />
yalanları” ve “Sana geldim” ki zaten insan bu iki<br />
şarkıyı art arda dinlese de gözünün önünde bir<br />
film belirir. Film boyunca gecenin insanın sırtına<br />
yüklediği ağır yalnızlığın altı sıkça ve başarıyla<br />
çizilmiş. Gündüz başkasına söylenen yalanlar gece<br />
çıplak ışık altında kendini en çiğ haliyle hatırlatır,<br />
kimi kahramanımız kabus görür, kimi uyuyamaz<br />
bile. “Düşlerdeki isteksizlik nedir, en açık seçik<br />
olan belirsizlik midir, gece yalanları sağda solda<br />
ipuçları”(15) diyen bir şarkı tabii tema olarak<br />
filme çok uygun, ancak sahne içinde daha iyi<br />
konumlandırılabilirdi…<br />
“Kavşak”, konusu itibariyle ve görsel açıdan<br />
karanlık bir tonda akıyor. Filmin; özellikle<br />
de başkarakter olan Güven’in sırlarının<br />
açıklanmasıyla beraber ton bir anda masalsı<br />
bir umuda geçiş yapıyor. Film boyunca<br />
akış; gerçeğe, kahramanların iç dünyalarına<br />
yolculukları yahut bu yoldan kaçışları seyrinde<br />
ilerliyor. Finalde seyirci biraz hazırlıksız<br />
yakalanarak, ani bir “birine” varışlar silsilesiyle,<br />
katharsis yaratılıyor. Finalde fonda<br />
Ortaçgil’den “Sana Geldim” çalıyor ki insan<br />
Ortaçgil şarkılarından hayatsal bir yol<br />
güzergahı çizebilir: “Nereye Sokağı?”ndan (16)<br />
yola çıkar, “bütün sokaklarım sana doğru”(17)<br />
istikametinde ilerler ve varış noktanıza; “sana
geldim”(18) diyerek yolculuğunuzu tamamlayabilirsiniz.<br />
Fonda “Sana Geldim” çalarken;<br />
kime, nereye giderseniz gidin haklısınız çünkü,<br />
“herkes kendinden biraz kaçar, yataklarda aynı<br />
iz aynalarda aynı yüz, cebinde yeni bir şey<br />
var mı diye kalktım sana geldim”(19) diyorsunuz.<br />
“Sana Geldim”, içeriğinden ötürü filmin<br />
karamsarlıktan umuda bir anda kırılmasına<br />
daha yumuşak bir zemin sağlasa da, şarkının<br />
durumu doğrulaması dışında finale yeterli<br />
temel atılmamış. Yönetmen son dakikalarda<br />
“bana biraz umut ver”(20) tonunda, “biz hiç<br />
kaybetmedik desem yalan, oyuna devam”(21)<br />
demeyi tercih etmiş.<br />
Senaryo’da az diyalog var, genelde durumlar<br />
üzerinden ilerliyor; zaten filmin görsel anlatımı<br />
diyaloglarından daha iyi. Diyalogların çocuk<br />
karakterde bile pek sıcak olmaması, filmin<br />
renkleriyle örtüşüyor. Arzu’nun ailesinden karakterlerde,<br />
“standartlar” özenle korunmuş: “bir<br />
daha içmeyeceğim,” diyen şablon sorunlu koca<br />
(Mete Horozoğlu), “kereviz yersem annemle<br />
barışır mısınız?” diyerek ailesini birleştirmeye<br />
çalışan çocuk… “Arzu”, daha çok açıcı karakter<br />
olarak kullanılmış, kendi başına ayakta durmaya<br />
çalışan şehirli kadın çerçevesi sabit tutulup karakter<br />
içi arazlara girilmemiş. İnsani gelgitler, ruhani<br />
çalkantılar genelde Güven ve onun çevresine<br />
yüklenmiş. Güven karakterinin sendromları çok<br />
iyi çizilmiş. Ruh hali, kişisel takıntıları, seyirciyi tedirgin<br />
edecek denli başarılı aktarılmış. Arazlarının<br />
ipuçları ustaca ve ince detaylarla verilmiş.<br />
Diğer yan karakterlere gelince; Güven’den,<br />
önce yardım isteyip sonra istediği desteği göremeyince<br />
sorununu “kendi usulünce” çözen<br />
muhasebeci Haydar’ın (Umut Kurt) öfkesi ve
kırılma noktaları gayet iyi aktarılmış. İzleyenin,<br />
seyrettiğinde kötülük yapana da hak verebilmesi,<br />
filmin yaratıcısının ustalığıdır ama filmin diğer<br />
yan karakteri olan Vedat’ın işlenişine gelince bu<br />
konuda biraz ikirciğe düşmek mümkün. Güven’in<br />
komşusu ve ev sahibinin oğlu Vedat; sorguişkence<br />
sırasında birini öldürüp, sonrasında<br />
görevden alınan bir polis eskisidir. Kiranın üstüne<br />
yatan, evi zorla müteahhide vermeye kalkan, kızını<br />
dövüp “Çocuğuma ders olsun diye tuttum tokat<br />
attım,”(22) havasına giren bir adamdır. Onu kategorize<br />
etmeye (23) benim dilim varır da; tanımımı,<br />
yayınlanacak kadar yumuşatmaya içim elvermiyor.<br />
Filmin başlarında türlü kötü yönlerini gördüğümüz<br />
Vedat’ı bir süre sonra aslında iyi yönleri de olan,<br />
merhametli biri olarak görmeye başlıyoruz. Sanatın<br />
güzelliği biraz da bu insan hallerini iyi- kötü diye<br />
iki boyutlu tanımlardan kurtarıp çok katmanlı<br />
yansıtmasıdır… “Kötü”lerin içinde de tabii ki iyi<br />
yönler olabilir, “normal”dir de “biri anlatsın hemen<br />
nedir bu normal?” (24) İşkenceci polisi<br />
de “özünde iyi bir insan” olarak görmemiz<br />
şart mıdır yani bir filmde? Senaryoyu yazan<br />
Demirdelen’in hakkını yemeyelim, siyasi<br />
açıdan, filmdeki çocuğun gözüyle “anneler ve<br />
polisler” üzerine yerinde göndermeler yapmış.<br />
Vedat’ın bir dönem yaptıkları övülmüyor tabii<br />
ki, film sonuna doğru karakterin dönüşümünü<br />
görüyoruz ama… Bazı kötülüklerin, onu<br />
yapanları “iyi yönleriyle” temsil edilmekten<br />
men etmesini bekliyorum. Vedat karakterini<br />
seyredince sinemada Erol Taş modelini özleyiverdim:<br />
ismiyle müsemma kötü. Vedat’a<br />
dair bir iki vicdan azabı anı görüyoruz ama<br />
bunlar, sorguda adam öldüren polisin özünde<br />
Nubar Terziyan olduğuna pek inandıramıyor.<br />
“Kavşak”, illa masalsı bitecektiyse, filmin<br />
“kötü”sü de masallardaki gibi “sadece<br />
kötü” olsaydı… Kedilere süt veren, şefkatle<br />
çocukların başını okşayan, meğerse iyi biri
olan; cadı, dev, canavar, tilki hatırlayan var mı<br />
dinlediği masallarda? “La fontaine’nin karıncaları<br />
bile şaşkın!” (25)<br />
Oyunculuklara gelince; Güven Kıraç, gene<br />
harika. Sezin Akbaşoğulları Adana Altın Koza<br />
Film Festivali’nde ‘En Eyi Kadın Oyuncu’ ödülünü<br />
aldı. Haydar rolündeki, Umut Kurt rolünün<br />
altından başarıyla kalkmış. Altın Koza’dan<br />
‘Umut Veren Erkek Oyuncu’ ödülünü aldığını da<br />
hatırlatalım. Cengiz Bozkurt da Vedat karakterindeki<br />
oyunculuğuyla övgüyü hak ediyor.<br />
Beyrut, İskenderiye, Rio, Denver ve Antalya<br />
Altın Portakal film festivallerine de kabul edilen<br />
“Kavşak”, Adana’da Selim Demirdelen’e En<br />
İyi Yönetmen ödülünü kazandırdı. Akış ve kurgu<br />
açısından; derli toplu, çapaksız; izlenmeye değer<br />
bir film olmuş… Seyire devam…<br />
DİPNOT<br />
1 Bülent Ortaçgil, ‘Memurun Şarkısı’; ‘Biz<br />
Şarkılarımızı’ albümünden<br />
2 Bülent Ortaçgil; ‘Arada Sırada Düşünür’,<br />
‘Rüzgarla Söylenen Şarkılar’ albümünden<br />
3 Bülent Ortaçgil- Fikret Kızılok; ‘Pencere<br />
Önü Çiçeği’, ‘Pencere Önü Çiçeği’ albümünden<br />
4 Ortaçgil, ‘Gece Yalanları’; ‘Gece Yalanları’<br />
albümünden<br />
5 Ortaçgil; ‘Memurun Şarkısı’<br />
6 Ortaçgil; ‘Yalnız’; ‘Oyuna Devam’ albümünden<br />
7 Ortaçgil; ‘Arada Sırada Düşünür’<br />
8 Ortaçgil; ‘Hiçbir Zaman’; ‘Gece Yalanları’<br />
albümünden<br />
9 Ortaçgil; ‘Nereye Sokağı’; ‘Gece<br />
Yalanları’ albümünden<br />
10 Ortaçgil; ‘Nereye Sokağı’<br />
11 Ortaçgil: ‘Nereye Sokağı’<br />
12 Ortaçgil, ‘Kimseye Anlatmadım’; ‘Light’<br />
albümünden<br />
13 Ortaçgil; ‘Eylül Akşamı’, ‘Light’ albümünden<br />
14 Ortaçgil: ‘Bir Tek Sen Yalanı’; ‘Gece<br />
Yalanları’ albümünden<br />
15 Ortaçgil; ‘Gece Yalanları’<br />
16 Ortaçgil; ‘Nereye Sokağı’<br />
17 Ortaçgil; ‘Bütün Sokaklarım’; ‘Oyuna<br />
Devam’ albümünden<br />
18 Ortaçgil; ‘Sana Geldim’; ‘Gece Yalanları’<br />
albümünden<br />
19 Ortaçgil; ‘Sana Geldim’<br />
20 Ortaçgil; ‘Biraz Umut’; ‘Light’ albümünden<br />
21 Ortaçgil; ‘Oyuna Devam’; ‘Oyuna Devam’<br />
albümünden<br />
22 Ortaçgil; ‘Fark Etmeden’; ‘Gece<br />
Yalanları’ albümünden<br />
23 Ortaçgil; ‘Beni Kategorize Etme’; ‘2.<br />
Perde’ albümünden<br />
24 Ortaçgil; ‘Normal’; ‘Light’ albümünden<br />
25 Ortaçgil; ‘İntegral’; ‘Bu Şarkılar Adam<br />
Olmaz’ albümünden
1972 / Yönetmen: John Boorman<br />
n Georgia’da, baraj yapımı nedeniyle<br />
doğası bozulacak Cahulawassee<br />
Nehri’nin vahşi doğasında rafting<br />
yapan, farklı ‘erkek doğaları’na<br />
sahip dört arkadaş (Lewis, Ed,<br />
Bobby, Drew), kendilerini, ‘derin<br />
Amerika’nın şiddet ve korku dolu<br />
ortamında, yabanıl / saldırgan adamlarla<br />
mücadele ederken bulurlar!<br />
Dondurduğumuz kare, saldırganlardan<br />
birinin kıstırdığı ‘zayıf karakterli’, kendini<br />
koruyamayan Bobby’i aşağıladığı<br />
andır. Aynı adam birazdan ona, Ed’in<br />
yanında tecavüz edecektir!<br />
İç karartıcı ‘karabasanlar yüklü’<br />
temaları olan şiirleri ve aynı çerçevede<br />
üç romanı ile ünlenen James<br />
Dickey (1923-1997), bu ‘çok satan’<br />
kitabını sinemaya bizzat uyarlamış;<br />
İngiliz John Boorman da, bu maceragerilimin<br />
içinde insanın doğa ve kendi<br />
ile etkileşimini, ustaca didiklediği<br />
karakterlerle anlatmıştı. “Deliverance-<br />
Kurtuluş”, değeri dolayısıyla Kongre<br />
Kütüphanesi’nin ‘Ulusal Film<br />
Arşivi’nde korunmaktadır.
Dilberin Sekiz Günü ile Bursa İpek Yolu ve Ankara Film<br />
Festivalleri’nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alan Nesrin Cevadzade<br />
bütün bu ödüllere ve kariyerine eklediği iyi filmlere rağmen<br />
gerekli çalışma ortamına ulaşamamasına tepki gösteriyor...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Türk sinemasında çok iyi kadın oyuncular<br />
görmeye başladık. Bunların en iyilerinden<br />
biri de Nesrin Cevadzade. Dilberin Sekiz<br />
Günü ile izleyenleri kendine hayran<br />
bırakan güzel yıldız Bursa İpek Yolu<br />
ve Ankara Film Festivali’nden aldığı<br />
ödüllerle de başarısını taçlandırdı.<br />
Daha sonra Cemal Şan ile ikinci<br />
filmi olan Acı filmini çekti.<br />
Genel itibariyle başarılı olan<br />
film her sanat filminin<br />
başına gelen kadersizliğe<br />
uğrayıp gişede yattı.<br />
Türk sinemasında<br />
filmlerin kalitesiyle<br />
gişe arasında bir<br />
oran bulmak<br />
imkansızdır.<br />
Hatta tersine<br />
bir<br />
oran<br />
olduğu rahatça gözlenebilir.<br />
Bu mantıksızlığın ceremesini<br />
de daha çok oyuncular çeker.<br />
Özellikle sanat filmleriyle kariyerine<br />
başlayan kabiliyeti ortada<br />
olan genç oyuncular en çabuk<br />
harcanan isimlerdir. Bu tür<br />
isimler çokça var. Nesrin Cevadzade<br />
de böyle bir şanssızlığa<br />
uğramış durumda. Hem kendi<br />
endüstrimizin gerçeklerini<br />
görmek hem de problemlerin<br />
resmini çekmek için çok<br />
önemli bir röportaj olduğunu<br />
düşünüyorum Cevadzade ile<br />
yaptığımız bu sohbetin. Nesrin<br />
Cevadzade’ye verdiği dürüst ve<br />
samimi cevaplar için teşekkür<br />
ediyorum. İşte Cevadzade’nin<br />
röportajı...<br />
Acı’dan beri neler gelişti?<br />
Özetleyin isterseniz.<br />
Acı filmi maalesef Dilber’in<br />
Sekiz Günü kadar iyi<br />
değerlendirilebilen bir film<br />
olamadı festivaller anlamında.<br />
Çok büyük geri dönüşler<br />
alamadık özellikle yurtdışı<br />
bağlantıları çok sönük geçti<br />
çünkü Cemal Şan kendi<br />
yapımcılığını kendisi yaptığı<br />
için bir yerde tıkanıyor. Ve<br />
gerekli ilgiyi görmüyor. Acı’dan
sonra Samanyolu adlı bir dizi için teklif aldım<br />
Atv’de yayınlanan. Televizyon kariyerime ara<br />
vereli üç yıl olmuştu. Biraz da bilinçli bir tercihti.<br />
Ama dedim ki “bir oyuncuyum ve kariyerimin bu<br />
kadar başındayken bu kadar selektif, bu kadar<br />
seçici olursam Türkiye gibi bir ülkede her zaman<br />
çok iyi sonuçlar getirmeyecek belli.” Ben hep<br />
şöyle düşündüm çok büyük yanılgı bu bir oyuncu<br />
için. İyi bir oyuncu olarak dört duvar arası bir<br />
yerde oturacağım ve insanlar bundan bir şekilde<br />
haberdar olacaklar, bana teklifler getirecekler,<br />
beni keşfedecekler. Ama dünyanın hiçbir yerinde<br />
hiçbir oyuncu için böyle bir şey yok. Dolayısıyla<br />
televizyonda iş yapmak konusunda kendimi<br />
mecbur hissettim. Bu talep edilebilirliği bir derece<br />
arttırmak için. 39 bölüm sürdü dizi ve yazın<br />
başında bitti.<br />
Sinema projesi var mı?<br />
Ben çok proje okudum özellikle Cemal Şan’ın Dört<br />
Adam projesi vardı. Askerden dönen dört adam<br />
üzerine kurulu bir hikâyeydi. Orada oynayacaktım<br />
ama yine gelin görün ki yapımcısız olmasından<br />
dolayı bu proje de ertelendi. Böylelikle bu yıl hiçbir<br />
sinema filminde oynamamış oldum. Yanlış mı<br />
yapıyorum bilmiyorum. Aslında soruyorum sürekli<br />
kendime çok fazla seçici mi davrandım diye.<br />
Peki, o seçicilikte, kıstas neydi?<br />
Mesela bana Kurtlar Vadisi’nden teklif geldi ama<br />
Nesrin olarak kendimi o filmin içinde göremedim.<br />
Hayata bakış açısı olsun, siyasi düşünce olsun<br />
göremedim yakıştıramadım. Kriter hep şu; bana<br />
yakın olması, her açıdan bana uyması.<br />
Gişe filmlerine yaklaşımınızda sert bir bakışınız<br />
olduğunu düşünebilir miyiz?<br />
Aslında çok iyi olabilecek gişe filmleri de var.<br />
Hiçbir zaman sinemayı ‘ticaret sineması’ ya da<br />
‘sanat sineması’ olarak ayırmayı doğru bulmadım.<br />
İyi film ve kötü film vardır diye düşünüyorum.<br />
Sadece gerçek bir şey söylemeli. Gişe filmi de<br />
bazen güzel olabilir. Sanatsal bir kaygısı olabilir.<br />
Mesela Vavien ya da Başka Dilde Aşk bu anlamda<br />
karşılaştırıldığında; benim oynadığım film 4 bin<br />
izleyiciye ulaştı, o filmler 150 bin izleyiciye ulaştı.<br />
Ya da Sonbahar... Onlar tabii ki gişe filmi değil ama<br />
katlanan gişe başarıları oldu. Recep İvedik gibi<br />
filmleri kastediyorsanız; evet o tür filmlerde kendimi<br />
göremiyorum ve açıkçası bunun sıkıntısını<br />
da çekiyorum. Ama bir yandan da televizyonda<br />
yaptığım şeyler onlardan çok mu ayrı? Hayır<br />
değil. Samanyolu, Kolpaçino’dan birçok anlamda<br />
çok da ayrılıyor diye düşünmüyorum.<br />
Televizyonla iş yapmayı kabul ettiğiniz zaman<br />
zaten birçok şeyi kabul etmiş oluyorsunuz.<br />
Sizin gibi Tülin Özen’de işe ödülle başlamış<br />
bir oyuncu fakat kaliteli işlerin devamı<br />
gelmediğinden ve O da sizin gibi televizyonu<br />
reddettiği zamanlarda bir takım sıkıntılar<br />
yaşadı. Bunu sektörün sıkıntısı olarak görebilir<br />
miyiz?<br />
Tülin Özen o anlamda çok değerli bir örnek.<br />
Onu şu açıdan da kendime örnek olarak<br />
görüyorum. Tülin neredeyse Türkiye’de hiçbir<br />
oyuncunun yapmaya cesaret edemediği bir<br />
şeyi yaptı. Oynadığı bir filmi gitti sinemada<br />
izledi ve beğenmediğini, o kadar da iyi bir film<br />
olmadığını bir hayal kırıklığı olduğunu açıkça<br />
bütün röportajlarında söyleyebildi. Bunu<br />
dünyadaki bütün oyuncular çok rahatlıkla<br />
yapabiliyorlar. Kendilerinin de bulunduğu<br />
projelere eleştirel bir gözle bakabiliyorlar ve<br />
açıkça fikirlerini söyleyebiliyorlar. Türkiye’de<br />
bu anlamda maalesef elimiz kolumuz bağlı.<br />
Ben Samanyolu’nda oynadıysam ve bir<br />
şeyi beğenmediysem ya da Acı filminde<br />
oynadıysam ve izledikten sonra senaryosu<br />
kadar etkileyici olmadığını düşündüysem<br />
bunu söyleyemiyorum. Çünkü yapımcıya<br />
karşı mesuliyetlerim var, yönetmene karşı<br />
var, dışlanma korkum var... Tülin o anlamda<br />
çok cesur bir oyuncu. Bir de benim en son<br />
Twitter’da yazdığım bir mesele; yurtdışında<br />
hatta dünyanın her yerinde bir oyuncu<br />
ödül aldığında iki şeye yol açıyor. Birincisi<br />
fiyatlarının yükselmesine, ikincisi de daha<br />
fazla talep görmelerine. Türkiye’de tam tersine<br />
bir lanetlenme oluyor. Ödüllü oyuncu<br />
birden korkulan biri haline geliyor. Neden<br />
çekindiklerini de bilmiyorum. Son 5-10 senedir<br />
benim takip ettiğim kadarıyla Altın Portakal’da<br />
ödül alan oyuncuların hak ettikleri yerde<br />
olmadığını düşünüyorum. O en üst mertebedeki<br />
ödülleri aldıktan sonra o oyuncular yok<br />
oluyor gibi... İçinde bulunduğumuz işte de<br />
açık sözlü olmalıyız bence. Oynadığım dizinin<br />
sürekli reklamını yapacak dünyanın en güzel<br />
dizisinde oynuyorum diyecek değilim. Ben
para karşılığı bir işi yapıyorum ve iş bittikten<br />
sonrada bu işe eleştirel bir gözle bakabilmeliyim.<br />
Ama yasak ve ayrıca da sürekli reklamını<br />
yapmak zorundasın. Bir televizyon programı<br />
olduğunda ona katılmak zorundasın.<br />
Kendini kanıtlamış bir oyuncu olarak bu noktada<br />
size proje gelmemesi neyi anlatıyor?<br />
Çünkü siz tek filmlik bir renk değilsiniz bunu<br />
kanıtlamış bir oyuncusunuz. Bunu nasıl<br />
aşmayı düşünüyorsunuz?<br />
Yani aslında bunlar benimde her gün<br />
kendime sorduğum sorular. Diyorum ki<br />
“bu ülkede Cemal Şan’a bağlı kalmak<br />
istemiyorum. Cemal Şan sinemasının<br />
dışında da bir şey yapmak, başka<br />
yönetmenlerle çalışmak istiyorum.”<br />
Bu ülkede çok değerli yönetmenler<br />
var. Ben ömrüm yettiğince<br />
oyunculuk yapmak istiyorum.<br />
Dolayısıyla ödüllü oyuncular<br />
olarak neden bu kadar<br />
ürkütücü olduğumuzu<br />
bilmiyorum. Aslında<br />
tamam benim<br />
örneğim Altın<br />
Portakallılar<br />
kadar
keskin değil. Kendimi yolun çok başında görüyorum.<br />
Ama ulaşılabilir olmayı çok isterdim ya da özellikle sinemada<br />
daha çok talep gören birisi olmayı…<br />
İşin bir de diğer tarafı var. Beni asıl ilgilendiren tarafı<br />
endüstri neyi bekliyor, oyuncuyu nasıl tanımlıyor? Biraz<br />
buradan bakmak lazım. Türk sinemasında kadın oyuncu<br />
olmak…<br />
Evet, hem melodram olduklarına katılıyorum hem de<br />
çoğunlukla ya bir adamın sevgilisi, ya metresi, ya da<br />
karısı... Yani hep bir adam var, kadında onu tamamlayıcı<br />
olarak var.<br />
Bu durumla Yeşilçam’daki durum arasında bir paralellik<br />
kurabiliyor musunuz?<br />
Uzantısı olarak görüyorum.<br />
80 döneminde kadın oyunculuğu anlamında çok cesaretli<br />
örnekler vardı. Türkiye’de feminizmin yer bulduğu<br />
dönemlerdir bunlar. Günümüzü o dönemin devamı olarak<br />
adlandırabilir miyiz?<br />
Kesinlikle devamı değil ben o kadar üretken olduğumuzu<br />
düşünmüyorum.<br />
Dönemimizin senaryoları günümüzün problemlerini<br />
işliyor mu?<br />
Bence gerçek dertlerimizden çok büyük bir soyutlanma<br />
oldu 2 bin sonrası sinemasında.<br />
Bunun sebebini ne olarak görüyorsunuz?<br />
Bir cesaretsizlik. Ama bu cesaretsizliğinde sebebini<br />
tam olarak bilmiyorum. Gerçekten bizim topraklarımıza<br />
ait hikâyelerde çok büyük bir azalma var. Yurtdışında<br />
ödül kazanmış çok büyük yönetmenlerimizde bile bizim<br />
topraklarımızın konusu yok. Kocaman kocaman<br />
sorunlarımız var ama bu sorunlarla ilgili elle tutulur senaryolar<br />
çıkmıyor. Kaldı ki kadınlarla ilgili hiç çıkmıyor.<br />
Mesela Kürt meselesi üstüne çok elle tutulur şeyler<br />
yapıldı mı? Hayır. Ama yönetmenlerimiz Berlin’de,<br />
Cannes’da ödüller alıyorlar. Çok bizden hissetmiyorum.<br />
Çok da duygusal bağ kurabileceğim hikâyeler çıkmıyor.<br />
Şuan ki festival yapısının Türk sinemasına pozitif bir etki<br />
yapacağına inanıyor musunuz?<br />
O kadar çok festival düzenlenmeye başlandı ki son zamanlarda,<br />
Çanakkale’deki Şeffaf Beygir Film Festivali<br />
gibi. Bizde festivaller de tam olarak yürümüyor. Festivalleri<br />
de kendimize benzetiyoruz. Ülkemiz gibi festivallerimizi<br />
de. Dolayısıyla endüstriyelleşmek adına sayı<br />
olarak artıyoruz ama nitelik olarak çok azı bu çıtayı geçebiliyor.<br />
Hâlâ İstanbul Film Festivali en iyisi. Onlarca yenisi<br />
düzenlendi ama belli bir çıtayı ve misyonu yüklenip<br />
geçemiyorlar. Dolayısıyla ne kadar işe yaradıklarını<br />
söylemek benim için çok güç. Daha ziyade gerçek bir
sendikamız olduğunda oyuncular olarak biraz daha örgütlü<br />
olabileceğiz, hakkımızı arayabileceğiz. Bir yapımcıyla iş<br />
bağlarken daha korkusuz olabileceğiz gibi birçok şey var.<br />
Peki, herhangi bir oyuncu derneğine üye misiniz?<br />
Değilim. Bu hep inançsızlıktan kaynaklanıyor. Çünkü gerçekten<br />
ortada yapılan bir şey yok henüz. İnsanlar o kadar<br />
güzel konuşuyorlar ki ağzım açık dinliyorum ama çok az iş<br />
yapıyorlar.<br />
Peki, bir arkadaş grubunuz var mı bu konuları konuşup<br />
tartıştığınız?<br />
Bütün oyuncu arkadaşlarımla sabah-akşam bunları<br />
konuşuyoruz.<br />
Peki, ortak olarak bir şey çıkartmaya çalışıyor musunuz ya<br />
da elle tutulur bir sonuca ulaştı mı?<br />
Ben aslında bireysel olarak sürekli bir şeyler söylediğimi<br />
düşünüyorum ama kimseyi örgütleme cesareti<br />
gösteremedim şimdilik. Bütün röportajlarımda buna<br />
değinen şeyler söylüyorum, kendi öykümden, bu ülkede<br />
nasıl hissettiğimden bahsediyorum. Ama başka insanları<br />
bir araya getirip bir şey yapmadım.<br />
Sizde bir geriye adım var. Bunu neye bağlıyorsunuz?<br />
4 sene öncesine nazaran daha umutsuzum evet. Boyumun<br />
ölçüsünü aldım diyebilirim, beni terbiye etti bu anlamda.<br />
Ani işsiz kalmanın ne demek olduğunu biliyorum mesela.<br />
Ben kendi tercihlerimle çalışmadım aslında ama bu süreçte<br />
ne kadar zorlandığımı hatırladığım için belki de bu kadar<br />
yalnız ve umutsuz olabilirim.<br />
Oyuncunun sorumluluğu izleyiciye midir? Ya da ne zamandan<br />
sonra kendinedir?<br />
Bence bir oyuncunun apolitik olması mümkün değildir.<br />
Bugün ekmeğin fiyatı da politikayla ilgilidir, burada<br />
oturmamız da… Çay içebilmem, sizinle konuşabilmem de<br />
politiktir. Dolayısıyla nasıl sindirildiysek artık bende hep<br />
böyle oyunculara denk geliyorum, röportajlarını okuyorum,<br />
televizyonda çok iyi tanıdığım, politik görüşlerini bildiğim<br />
insanların “Sağcı mısın? Solcu musun?” dendiğinde,<br />
ikisi de değilim dediklerine şahit oluyorum. Bu çok sıkıcı<br />
bir şey. Bilmiyorum bu oyuncunun topluma karşı görevimidir,<br />
kendine karşı görevimidir? Ama samimi olmak<br />
durumundadır. Çünkü samimi olmadığında oyunculuğunda<br />
da samimi olmaz.<br />
Her oyuncu tabii ki bir insandır ve kendi düşünceleri fikirleri<br />
vardır. Ama mesleği gereği bütün kılıklara karakterlere<br />
de girmek zorundadır. Size gelen projelerde siyasi tercihlerinizle<br />
rol arasında çatışma yaşıyor musunuz?<br />
Bütünüyle bir siyasi bildirge olmayan, sanat eseri olan<br />
her rolü oynarım. Projenin kendisinin bir şeye hizmet etmemesi<br />
lazım, belli bir ideolojinin ürünü olmaması lazım…<br />
Örneğin, Kurtlar Vadisi.
Hollywood romantizminin en bilindik yüzü Julia Roberts<br />
bu ay Eat Pray Love filmiyle sinema salonlarına konuk<br />
olacak. Külkedisi’nin yolculuğu devam ediyor…<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Hollywood dünya starları üretir.<br />
Güzel kadın oyuncular ise<br />
ayrıcalıklıdır. Bunların içinde romantizmin<br />
bayrağını taşıyan Julia Roberts<br />
ise 1980’lerde başlayan kariyerini<br />
bu zamana kadar en üst seviyede<br />
devam ettirerek bütün övgüleri hak<br />
eder. Büyük ağzı, uzun boynu her<br />
daim seksapelini yüksekte tutsa<br />
da onun asıl kabiliyeti erkeklerin<br />
yüreğini kıran naifliğidir. Mesela asıl<br />
patlamayı yaptığı Pretty Women’da<br />
bir fahişeyi canlandırır Roberts.<br />
Aklınızda o filmden kalan nedir?<br />
Kaçımız onun fahişe olduğunu<br />
hatırlarız. Aslında Richard Gere’in<br />
yanında en masum objedir o. Para<br />
babası insanlıktan çıkmış kapitalist<br />
bireyler kalplerini satarken kalbini<br />
satmayan tek insan odur. Onun<br />
canlandırdığı karakterler ister CIA<br />
ajanlarıyla aksiyonlu bir kovalamacaya<br />
girsin ister ünlü bir film yıldızı<br />
olup isimsiz bir adama âşık olsun<br />
aşka açık bir yürek taşır. Onun en<br />
sert filmi gerçek bir hayat hikâyesinden<br />
yola çıkan Erin Brokovich’tir.<br />
Çevreyi hiçe sayan büyük şirketlere<br />
ve onlara destek veren düzene karşı<br />
tek başına savaş açan Brokovich’in<br />
hikâyesi, Roberts’ın sayesinde<br />
daha parlak bir hal almış filmdeki<br />
başarı da Julia Roberts’a En İyi<br />
Kadın Oyuncu Oskar’ını getirmiştir.<br />
Kalbi yumuşak ama manolya kadar<br />
çelik bir duruş sergileyen Roberts,<br />
aslında dramatik bir geçmişe sahip.<br />
28 Ekim 1967’de Amerika’nın Georgia<br />
kentinde dünyaya geldi. Tam<br />
adı Julie Fiona Roberts’dır. Babası<br />
süpürge makinesi satıcısı, annesi<br />
ise kilise sekreteri olan aktrisin<br />
ailesi, 1972 yılında, sanatçı dört<br />
yaşındayken boşandı. Üç kardeş<br />
olan Robertslar’dan ağabey Eric,<br />
babasıyla Atlanta’ya geri taşandı,<br />
Julia ile Lisa ise anneleriyle beraber<br />
kaldılar. Babası beş yıl sonra kansere<br />
yenik düştü ve hayatını kaybetti.<br />
Çocukluğu okul çağına geldiğinde<br />
de kolay değildi. Şimdilerde onu<br />
ayrıcalıklı kılan biçimli ve büyük ağzı<br />
arkadaşlarının en çok dalga geçtiği<br />
yeriydi. Kalın çerçeveli gözlükleri<br />
ise işin tuzu biberi oluyordu. Ama<br />
yıllar geçtikçe uzayan boyu, lensleri<br />
takıp kalın gözlükleri attığında ortaya<br />
çıkan ela gözleri onu farklı<br />
yerlere getirdi. Ağabeyi Eric sayesinde<br />
1986 yılında Blood Red filmiyle<br />
sinemaya adım atan Roberts<br />
onlarca adaylığı ve aldığı ödüllerle<br />
upuzun bir yolculuğu devam ettiriyor.<br />
Hollywood’un külkedisi, bu<br />
yolculuğunun son durağı olarak Eat<br />
Pray Love ile karşımıza gelecek…
Javier Vardem, bu ay vizyonda olacak Ryan Murhpy imzalı<br />
Eat Pray Love filminde hayatı keşfetme yolculuğundaki<br />
bir kadına eşlik edecek, Julia Roberts’la yol kat edecek.<br />
BANU BOZDEMİR<br />
n İçimdeki Deniz ve Güneşli Pazartesiler<br />
filmleriyle içimdeki hayranlık<br />
kütlesini yükselten kötüyle iyi<br />
arasında gidip gelen, rolüne göre<br />
yüz ifadesinin ayarını bozan bu<br />
muhteşem oyuncu 1 Mart 1969’da<br />
İspanya’da doğdu. Herkesin sinema<br />
ve oyunculukla uğraştığı bir<br />
aileden gelmesi 6 yaşında sahnelere<br />
çıkması için yetti. Televizyon<br />
dizileri ve küçük bütçeli İspanyol<br />
filmleri onun da şöhret yolundaki<br />
durakları oldu. Çıkış filmi 2000<br />
yılında Julian Schnabel’in Kübalı<br />
şair ve yazar Reinaldo Reinas’ın<br />
hayatını anlattığı Before Night Falls<br />
ile oldu, eşcinsel yazara hayat<br />
verdi. Hemen sonrasında oyuncu<br />
John Malkovich’in ilk yönetmenlik<br />
denemesi olan bir Shakespeare<br />
uyarlaması olan Yukarıdaki<br />
Dansçı’da rol aldı. Güneşli Pazartesiler<br />
işçi sınıfına bir selam, kapitalizme<br />
bir yergi taşıyordu Bardem<br />
yine çok başarılıydı. Aslında Tom<br />
Cruise ve Jamie Foxx arasında<br />
dönen Collateral’da rol aldı ama asıl<br />
İçimdeki Deniz ile yüreklerimize en<br />
alasından uzandı. Yerinden kalkamadan,<br />
düşleriyle oynadı adeta<br />
Amenabar filminde. Milos Forman<br />
filmi Goya’nın Hayaletleri’nde ise kötü<br />
bir din adamını oynadı, çıkarları için<br />
gözü kararan birini… Birbirinden güzel<br />
rollere bürünen Bardem sonunda<br />
Oscar’a uzanacağı bir rol buldu, Coen<br />
Kardeşlerin İhtiyarlara Yer Yok filmindeki<br />
psikopat (saçlarının şekli ve<br />
düz yüz ifadesi) takipçi rolüyle… Marquez<br />
romanı Kolera Günlerinde Aşk<br />
filminde varlığıyla filme hayat verdi,<br />
ışık saçtı adeta… Sonrasında Woody<br />
Allen filmi Wicky Cristiana Barcelona<br />
filminde rol aldı, üç kadın etrafında<br />
pervane oldu ve birçok erkek için<br />
en hayal edilesi rolün adamı<br />
… Bu ay vizyonda olacak<br />
Ryan Murhpy imzalı<br />
Eat Pray Love filminde<br />
hayatı keşfetme<br />
yolculuğundaki bir<br />
kadına eşlik edecek,<br />
Julia Roberts’la yol kat<br />
edecek. Bu sene bir de<br />
vizyon yüzü görürse<br />
Beutiful adlı filmde rol<br />
alacak bu güzel ve<br />
karizmatik adam…<br />
Şimdilerde Penelope<br />
Cruz’la mutlu<br />
bir hayatın tadını<br />
çıkartıyor, yakışır!
n 11974 Miami doğumlu<br />
ve aslen Küba’lı olan Eva<br />
Mendes, beyaz perdenin<br />
son dönemlerde gördüğü<br />
en “dişi” karakterlerden biri.<br />
Ardı ardına canlandırdığı<br />
rollerle emin adımlarla ilerleyen<br />
Latin güzel, Crystal<br />
Allen kadar seksi, çekici,<br />
arzulu, Amada Juarez kadar<br />
da ne istediğini bilen, sadık<br />
ve duygu dolu. Erkek seyircilerin<br />
beğenisini kazanan<br />
Mendes, kadınların da haz<br />
ettiği türden bir oyuncu.<br />
Meslek hayatında da, hem<br />
kararsız ve çekingen,<br />
hem de atik ve tutarlı<br />
olabilen Eva Mendes,<br />
yapımcıların iştahını<br />
kabartmaya<br />
devam edeceğe<br />
benzer.
İlk İzlenim: Tek kelimeyle seksi…<br />
Konuştukça: Arıza bir tip. Tehlikeli, sinsi…<br />
Artıları: Keskin zekası ve karşı konulamaz<br />
görüntüsü…<br />
Handikapları: Rakibi olan kadının gücünü<br />
küçümsüyor.<br />
Yaşam Felsefesi: Her şeyin maddi bir karşılığı<br />
vardır. Aşkın bile!<br />
Hayattaki Düsturu: Önce lüks…<br />
Tanıyınca: Onun için hayatta ilk önce pahalı<br />
kıyafetler, mücevherler, arabalar, evler geliyor.<br />
Sevgili olduğu daha doğrusu kaba tabiriyle<br />
yolduğu erkekler daima ikinci planda. Siz siz<br />
olun erkek arkadaşınızı ondan uzak tutun. Hele<br />
ki varlıklıysa!<br />
İlk İzlenim: Tutku dolu, arzulu, gizemli…<br />
Konuştukça: Kışkırtıcı ama bir o kadar da masum…<br />
Artıları: Erkeğini sahiplenen ve onun iyiliği için her<br />
şeyi yapabilen biri. Dirençli…<br />
Handikapları: Her daim hayatının adamına söz geçiremiyor,<br />
yönlendiremiyor. Ve bu durum onun için can<br />
yakıyor.<br />
Yaşam Felsefesi: Aşk ve sadakat.<br />
Hayattaki Düsturu: Bir parça huzur için her şeyimi<br />
verirdim!<br />
Tanıyınca: Tutkunun sadakatle yoğrulmuş bu<br />
formu, şüphesiz ki her erkeğin hayallerindeki<br />
kadındır. Çarpıcı kişiliği ve candan seven kalbiyle<br />
Amada Juarez, eğer ki eşiniz olursa, dünyanın tüm<br />
sabahlarına mutlu uyanırsınız.
n Özcan Deniz ve Deniz Çakır’ın<br />
başrolünü üstlendiği, kadrosunda<br />
Naz Elmas, Barış Falay ve Janset’in<br />
bulunduğu ‘Ya Sonra’nın çekimleri<br />
tamamlandı. Romantik komedi<br />
türündeki filmde Özcan Deniz ile Deniz<br />
Çakır birbirlerine tutkulu iki sevgiliyi<br />
canlandırıyor. Özcan Deniz’in veterineri,<br />
Deniz Çakır’ın ise başarılı bir<br />
mimarı canlandırdığı, Barış Falay ile<br />
Naz Elmas’ın da rol aldığı yapımın,<br />
2011’in şubat ayında vizyona girmesi<br />
planlanıyor.<br />
n Yapımcılığını B Film’in, yönetmenliğini<br />
Rıza Kıraç’ın yaptığı “Küçük Günahlar”<br />
filminde yaklaşık yedi yıldır sinema filmlerinden<br />
ayrı kalan Macit Koper oynuyor.<br />
Koper filmde inzivaya çekilmiş, politik<br />
bir geçmişi olan, psikolojik sorunlarıyla<br />
başa çıkamayan, eski reklamcı İsmet karakterini<br />
canlandırıyor. Esra Ruşan, Kürt gazetesinde çalışan ve<br />
politik bağlantılarından dolayı sık sık gözaltına alınan<br />
Şilan karakterine hayat veriyor. Küçük Günahlar, üçlü bir<br />
aşk hikayesinin ardında bireyin vicdani hesaplaşmasını<br />
açığa çıkarmaya çalışırken, 12 Eylül darbesi ve sonrasında<br />
yaşanan Kürt-Türk çatışmasının Batı’daki bireyler üzerinde<br />
bıraktığı derin yaraların hikayesini anlatıyor.<br />
n Kadir Balcı’nın yönettiği<br />
ve Burak Balcı, Charlotte Vandermeersch, Nihat Alptuğ<br />
Altınkaya, Tilbe Saran’ın oynadığı Turquaze, önümüzdeki<br />
aylarda Gu Film tarafından vizyona çıkarılıyor.<br />
Babalarının İstanbul’daki cenazesinin ardından Timur,<br />
Ediz ve Bora, Belçika’nın Gent şehrine geri dönerler.<br />
Aralarında yaşça en olgunu olan Ediz baba rolünü<br />
üstlenir. Başıboş kalan Bora başını derde sokacak bir<br />
arkadaş çevresine girer. Timur ise babasının hayalini<br />
gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır. Bandoda trompet<br />
çalmak için seçmelere hazırlanacaktır. Kız arkadaşı<br />
Sarah, Timur kendisinden uzaklaştığını fark edene<br />
kadar bu tutkusunu destekler.
n Selim Evci’nin ikinci filmi Rüzgarlar’ın çekimleri<br />
tamamlandı. Gökçeada ve İstanbul’da<br />
çekilen filmde, Yusuf Nejat Buluz, Mediha<br />
Didem Türemen, Rüçhan Çalışkur, Zeynep<br />
Gülmez rol alıyor. Hollanda’nın Rotterdam<br />
Uluslararası Film Festivali’ne bağlı Hubert<br />
Buls Fonu tarafından desteklenen film, Evci<br />
Film yapımcılığında gerçekleştirildi. Filmin<br />
konusu şöyle: İstanbul’da yaşayan ve<br />
sesçilikle uğraşan Murat, Gökçeada’da<br />
yaptığı ses kayıtları ile farkında olmadan,<br />
bir büyükanne ile torunu arasındaki bağları<br />
güçlendirirken, ailenin geçmişine yapacağı<br />
yolculuğa tanıklık eder.<br />
n Özcan Alper Gelecek Uzun Sürer filminin<br />
çekimlerine başlayacak. Film bir yol filmi.<br />
İstanbul’da başlayacak filmin çatısını İstanbul<br />
ve Diyarbakır çekimleri oluştursa da, Çukurova,<br />
Bitlis, Van, Hakkari bu duraklardan bazıları. Ses<br />
unsurunun üstünde durduğunu anlatan Özcan<br />
Alper, filmini ağıtlar üzerine kurmuş. “Bir taraftan<br />
bu topraklardaki arzunun da ortaklaşması”<br />
olarak nitelediği filminin teması için şöyle diyor:<br />
“Ölümle temas var ama bir taraftan da tüm bunlara<br />
rağmen bir çıkış, barış, kardeşlik isteği’.<br />
n 1990 yılında gişe rekorları kıran ‘Minyeli<br />
Abdullah’ filminin yönetmeni Mehmet<br />
Tanrısever, 20 yıl aradan sonra imza attığı<br />
son filmi ‘Hür Adam’ın çekimlerini tamamladı.<br />
Çalışmaları bir yıldır süren; Eğridir, Safranbolu<br />
ve İstanbul’da sekiz haftada çekilen yapım, İslam<br />
alimi Said Nursi’nin hayatını anlatıyor. 70 kişilik<br />
bir ekibin ve bin kişilik dev figüran kadrosunun<br />
yer aldığı filmde, Said Nursi’yi Mürşit Ağa Bağ<br />
canlandırıyor.
Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle, Antalya<br />
Kültür Sanat Vakfı’nın organize edeceği 47. Uluslararası<br />
Antalya Altın Portakal Film Festivali, bu sene 9 -14 Ekim<br />
tarihleri arasında sinemaseverlerle buluşacak.<br />
n “Sinema ve Toplumsal Etkileşim”<br />
47. Uluslararası Antalya Altın Portakal<br />
Film Festivali bu sene “Sinema ve Toplumsal<br />
Etkileşim” teması ile geliyor. “Sinema<br />
ve sosyo-politik etkileşim”, “sinema ve<br />
ülke etkileşimi”, “sinema ve ekonomik<br />
etkileşim” başlıklarında yürütülecek festival<br />
kapsamında; tematik film gösterimleri, paneller,<br />
sergiler, söyleşiler, atölye çalışmaları ve<br />
‘Yapıma Beş Kala’ söyleşileri düzenlenecek.<br />
Festivalde, Ulusal Uzun Metraj, Uluslararası<br />
Uzun Metraj yarışmalarının yanı sıra, Ulusal<br />
Belgesel Film Yarışması ve Ulusal Kısa<br />
Film Yarışması da yer alacak. Festival ulusal<br />
ve uluslararası özel gösterimler ve gala<br />
gösterimleri ile de renklendirilecek.<br />
Altın Portakal’ın renkleri Emrah Yücel ile<br />
biçimleniyor<br />
Key Art ödüllü tasarımcı Emrah Yücel, 47<br />
ve 48. Uluslararası Antalya Altın Portakal<br />
Festivalleri’nin afişlerini tasarlayacak. ‘Saatler’,<br />
‘Kill Bill’, ‘GORA’, ‘Vizontele’, ‘Frida’,<br />
‘New York’ta Beş Minare’ gibi ulusal ve<br />
uluslararası birçok filmin afişlerini tasarlayan<br />
Emrah Yücel, bu yıl Altın Portakal’ın afişlerini<br />
tasarladı.<br />
“Emir Kusturica” ve Ödüllü Yönetmenler Altın<br />
Portakal Jürisi’nde<br />
Altın Portakal’ın jürisinde bu yıl, sinema<br />
dünyasının önemli, saygın ve ödüllü isimleri<br />
bir araya geliyor. Filmleri ile milyonlarca sinemaseveri<br />
kendine hayran bırakan, “Çingeneler<br />
Zamanı”, “Kara Kedi Ak Kedi”, “Yeraltı”,<br />
“Arizona Rüyası” gibi filmlerin yönetmeni<br />
Emir Kusturica, Altın Portakal Uluslararası<br />
Uzun Metraj Film Yarışması’nın jürisinde yer<br />
alacak. Festival kapsamında Emir Kusturica’nın<br />
film gösterimlerine de yer verilecek.<br />
2009 En İyi Belgesel Oscar’ını “Smile Pinki”<br />
adlı filmiyle alan yönetmen Megan Mylan, Altın<br />
Portakal Belgesel Film Yarışması’nda Jüri Üyesi<br />
olacak. 2010 Cannes Film Festivali’nde Kısa<br />
Film dalında Altın Palmiye alan “Barking Island<br />
– Hayırsız Ada” filminin yönetmeni Serge Avédikian<br />
ise, Altın Portakal Kısa Film Jürisinde yer<br />
alacak.<br />
Kadir İnanır Jüri Başkanı<br />
Bu yılın Altın Portakallarını belirleyecek Ulusal<br />
Uzun Metraj Film Yarışması’nın Jüri Başkanı<br />
Kadir İnanır oldu. Ana Jüri de ayrıca Tomris<br />
Giritlioğlu (yönetmen), Meltem Cumbul (oyuncu),<br />
Meral Okay (senaryo yazarı), Murathan Mungan<br />
(şair, yazar), Gökhan Kırdar (müzisyen), Atilla<br />
Dorsay (sinema yazarı), Zinos Panagiotidis<br />
(yapımcı) ve Prof. Dr. Mehmet Rıfkı Aktekin (Antalya<br />
Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri) yer<br />
alıyor.<br />
Festivalin 15 ulusal yarışma filmi<br />
Atlıkarınca / İlksen Başarır, Bal /Semih<br />
Kaplanoğlu (Altın Koza’da en iyi film ödülü<br />
kazandığı için yarışma dışı) Çakal / Erhan Kozan,<br />
Çoğunluk / Seren Yüce, Gişe Memuru /<br />
Tolga Karaçelik, Gölgeler ve Suretler / Derviş<br />
Zaim, HAYDE BRE Orhan Oğuz, Kağıt / Sinan<br />
Çetin, Kar beyaz / Selim Güneş, Kavşak / Selim<br />
Demirdelen, Press / Sedat Yılmaz, Saç / Tayfun<br />
Pirselimoğlu, Signora Enrica İle / Ali İlhan,<br />
İtalyan Olma, Siyah Beyaz / Ahmet Boyacıoğlu,<br />
Zefir Belma Baş.
İlk yönetmenlerden 9 film yarışacak!<br />
Ön jürinin başvuru yapan 47 film<br />
arasında yaptığı değerlendirme sonucunda<br />
seçtiği 15 filmin 9’u yönetmenlerin<br />
ilk filmi olma özelliğini taşıyor.<br />
“Çakal”, “Çoğunluk”, “Gişe Memuru”,<br />
“Kar Beyaz”, “Kavşak”, “Press”, “Sinyora<br />
Enrica ile İtalyan Olmak”, “Siyah<br />
Beyaz”, “Zefir” yönetmenlerinin ilk uzun<br />
metraj filmi olarak dikkat çekiyor.<br />
Ustalardan 5 film Altın Portakal’da!<br />
Usta yönetmenlerden Semih<br />
Kaplanoğlu “Bal”, Derviş Zaim “Gölgeler<br />
ve Suretler”, Orhan Oğuz “Hayde<br />
Bre”, Sinan Çetin “Kağıt” ve Tayfun<br />
Pirselimoğlu “Saç” adlı filmleri ile<br />
yarışacaklar. 46. Antalya Altın Portakal<br />
Film Festivali’ne “ Başka Dilde Aşk” adlı<br />
filmi ile katılan İlksen Başarır, ikinci filmi<br />
olan “Atlıkarınca” ile bu sene de Altın<br />
Portakal’da yarışacak.<br />
Belgesel Film Yarışması’nın Ana Jürisi,<br />
Megan Mylan (yönetmen), Coşkun<br />
Aral (yönetmen), Zeynep Tül Akbal<br />
(akademisyen, sinema yazarı), Semra<br />
Güzel Korver (BSB Başkanı) ve Savaş<br />
Güvezne (yönetmen)’den oluşurken;<br />
Ulusal Kısa Film Yarışması’nın Ana<br />
Jürisi’nde ise Serge Avedikian (yönetmen),<br />
Aslı Tandoğan (oyuncu), Mehmet<br />
Bahadır ER (yönetmen), Nil Kural (sinema<br />
yazarı) ve Nur Akalın (yönetmen)<br />
bulunuyor.<br />
Sinema Yazarları Derneği’nin verdiği<br />
SİYAD Ödülleri’nin jüri üyeleri ise şu<br />
isimlerden oluşuyor: Ulusal Uzun Metraj<br />
Film Yarışması SİYAD Jürisi, Necla Algan,<br />
Tunca Arslan ve Burçin S. Yalçın;<br />
Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması<br />
SİYAD Jürisi, Kerem Akça, Alkan<br />
Avcıoğlu ve Aylin Sayın.
Portakal’ın yabancı filmleri<br />
Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle,<br />
Antalya Kültür Sanat Vakfı’nın organize<br />
edeceği 47. Uluslararası Antalya Altın Portakal<br />
Film Festivali birbirinden değerli filmleri<br />
sinemaseverlerle buluşturmaya hazırlanıyor.<br />
“Uluslararası Özel Gösterim” başlığı altında<br />
“Sıradan Yaşamlar, Sıradan Öyküler”,<br />
“Sınırdakiler” ve “Aile’ye Bakmak, Aile’yi Aramak”<br />
bölümlerindeki filmler özel bir seçkiyle<br />
Altın Portakal’da sinemaseverlerle buluşacak.<br />
Günışığına çıkan filmler<br />
Altın Portakal bu yıl, sinema tarihinin kayıp<br />
filmlerini gün ışığına çıkarıyor, Türk Sinema<br />
Tarihi’ne yeni sayfalar ekliyor. “Pelikülün<br />
İzinde” başlığı altında bu yıl 4 film Altın Portakal<br />
izleyicisi ile buluşacak. Türk Sinema<br />
Tarihi kaynaklarında adı geçmeyen “Enis<br />
Aldjelis, Doğunun Çiçeği”, 93 yıl sonra<br />
Türkiye’de ilk defa Altın Portakal’da izleyiciyle<br />
buluşacak. Türk Sinema tarihine yeni bir<br />
sayfa ekleyecek film, İstanbul’da çekilen ilk<br />
yabancı film olma özelliğini taşıyor. “Enis<br />
Aldjelis, Doğunun Çiçeği” Baba Zula’nın<br />
film için hazırladığı özel müziklerin canlı<br />
performansı ile birlikte sunulacak.<br />
Muhsin Ertuğrul’un kayıp filmi ‘Kara Lale<br />
Bayramı - 1918’ da, yıllar sonra Altın<br />
Portakal’da gösterilecek. “Kadın Charlie<br />
Chaplin” olarak anılan Mabel Normand’ın rol<br />
aldığı “The Floor Below - 1918’ ve sinema<br />
dünyasının uzun yıllardır peşinde olduğu<br />
ve artık hiçbir kopyasının var olmadığına<br />
inandığı ‘Beyond The Rocks - 1922’ Altın<br />
Portakal’da gün ışığına çıkacak.<br />
Altın Portakal Yaşam Boyu Onur Ödülleri<br />
Tanıtım resepsiyonunda, Antalya Altın Portakal<br />
Film Festivali bünyesinde, 1996 yılından<br />
beri verilen Yaşam Boyu Onur Ödülleri’nin bu<br />
seneki sahipleri de açıklandı. Altın Portakal<br />
Festival Düzenleme Komitesi’nin, oy birliği ile<br />
aldığı kararla, senarist Safa Önal, yönetmen<br />
ve senarist Ertem Göreç, Nur Sürer, Gülşen<br />
Bubikoğlu, Metin Akpınar ve Zeki Alasya bu<br />
sene ödüle layık görüldü.<br />
Yıldırım Önal Anı Ödülü Yıldız Kenter’e verilecek<br />
1973 yılında “Dinmeyen Sızı” filmindeki rolüyle<br />
‘en iyi yardımcı erkek oyuncu’ seçilerek Altın<br />
Portakal Ödülü’nü alan tiyatro ve sinema<br />
sanatçısı Yıldırım Önal, yaşamının son yıllarında<br />
girdiği ekonomik sıkıntı nedeniyle, ödülünü bir<br />
rehinciye bırakmak zorunda kalmış ve ödülünü<br />
geri alamamıştı. Yıllar sonra rehincinin oğlu<br />
tarafından Antalya Kültür Sanat Vakfı ‘na teslim<br />
edilen ödül, 1999 yılından itibaren Yıldırım Önal<br />
Anı Ödülü olarak her yıl bir oyuncuya emanet<br />
ediliyor. Yıldırım Önal Anı Ödülü’nün bu seneki<br />
emanetçisi ise usta oyuncu Yıldız Kenter olacak.<br />
Sinema Emek Ödülü<br />
Antalya Altın Portakal Film Festivali 2006<br />
yılından itibaren, Türk Sinemasında kamera<br />
arkasında çalışan, başarılı işlere imza atmış<br />
kişilere “Sinema Emek Ödülü” veriyor. Sinema<br />
Emek Ödülü’nü bu yıl Necmettin Çobanoğlu’na<br />
verilecek.<br />
Yeni Bir Ödül: “Sanatta Sosyal Sorumluluk<br />
Ödülü”<br />
Türk sinema sektörünü geliştirmek, sinemaya<br />
ve sektör çalışanlarına değer katmak amacı ile<br />
hareket eden Altın Portakal Film Festivali, bu<br />
yıldan başlayarak “Sanatta Sosyal Sorumluluk<br />
Ödülü” vermeye hazırlanıyor. Maddi, manevi<br />
ve entelektüel kazanımlarını sanata ve topluma<br />
adayan, bu birikimi, sanat dünyasında yeni nesiller<br />
yetiştirerek, yeni sanatsal projelere imza<br />
atarak, ‘sanatta sosyal sorumluluk’ projelerinde<br />
yer alarak aktaran sanatçılara verilecek ödülün<br />
ilkini ise usta oyuncu Müjdat Gezen alacak.<br />
Altın Portakal’da yeni ödüller<br />
47. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali<br />
kapsamında düzenlenecek Ulusal Uzun<br />
Metraj Film Yarışması’nda, birinci olan film<br />
3<strong>30</strong> bin TL ile ödüllendirilecek. Bu sene en iyi<br />
filme yeni bir ödül daha verilecek. En İyi Film<br />
Ödülü’nün sahibi olan yapımcı, ödülü aldığı yılı<br />
takiben 2 yıl içinde çekeceği yeni filminin en az<br />
yüzde 15’lik bölümünü Antalya’da çeker ise, 70<br />
bin TL değerindeki Antalya Teşvik Ödülü’ne de<br />
sahip olacak.
Açılış Korteji özel çocuklarla daha da görkemli<br />
geçecek<br />
Sanatçıyla Antalya halkının kucaklaşması<br />
olan geleneksel Altın Portakal Korteji, özel<br />
çocuklardan oluşan Tomurcuk Perküsyon<br />
Grubu ile daha da renklenecek. Anadolu Ateşi<br />
özel gösteri grubu bu yıl da bizlerle birlikte<br />
festivali kutlayacak.<br />
Açılış Gecesi’nde Kusturica ve No Smoking<br />
Emir Kusturica ve etnik tekno-rock grubu ‘No<br />
Smoking’’, hareketli koreografileri ve özgün<br />
performanslarıyla renkli bir geceye imza atacaklar.<br />
Kusturica filmlerinden görüntüler, bu<br />
görkemli şölene eşlik edecek.<br />
Onur Ödülü Töreni’nde Beyazperde<br />
Şarkıları’na Yolculuk<br />
Onur Ödülleri Töreni’nde, Türk filmlerinin unutulmaz<br />
sesi Belkıs Özener & Barkın Özener<br />
ile, Yeşilçam şarkılarında yolculuğa çıkılacak.<br />
Törende, Altın Portakal Yaşam Boyu Onur<br />
Ödülleri, Yıldırım Önal Adı Ödülü, Sinema<br />
Emek Ödülü ve Sanatta Sosyal Sorumluluk<br />
ödülleri, sahiplerini bulacak. Sanatçılara, Şef<br />
Orhan Şallıel yönetimindeki Antalya Devlet<br />
Senfoni Orkestrası, dünyaca ünlü klarnet<br />
virtüözü Serkan Çağrı ve Rumeli Band eşlik<br />
edecek.<br />
Kapanış Töreni’nde Kültür Köprüleri<br />
Altın Portakal ödüllerinin sahiplerini bulacağı<br />
Kapanış ve Ödül Töreni’nde, ünlü klarnet<br />
virtüözü Hüsnü Şenlendirici ve Özcan Deniz’e,<br />
Orhan Şallıel yönetimindeki Antalya Devlet<br />
Senfoni Orkestrası eşlik edecek.<br />
Sürgün Bir Sinemacı: Yılmaz Güney<br />
1970’ler Türk sinemasının kilometre<br />
taşlarından biri olan Yılmaz Güney’e odaklanan<br />
bölümde Güney’in yönettiği Umut (1970),<br />
Ağıt (1971) ve Zavallılar (1974) adlı filmler<br />
gösterilecek.<br />
‘Avrasya Sinemaları’nda Gürcistan filmleri<br />
Her yıl Avrasya ülkelerinden birini seçerek o<br />
ülkenin sinemasına odaklanmayı planlayan<br />
festival, bu yıl Gürcistan sinemasının önemli<br />
yapımlarına yer verecek. Gürcistan’ın yakın<br />
tarihindeki çatışmalarla ve Yeni Gürcistan’ın<br />
inşasıyla ilgili bir seçki, 47. Festivalde izleyiciyle<br />
buluşturulacak.<br />
Kemal Sunal’ı Anma Programı<br />
Hicvin usta ismi Kemal Sunal’, ölümünün 10.<br />
yılında, Altın Portakal’da anılacak. Kemal Sunal<br />
Anma Programı kapsamında, VİPSAŞ tarafından<br />
restore edilen “Kapıcılar Kralı” ve “Kemal Sunal<br />
Sineması” üzerine hazırlanan belgesel gösterilecek.<br />
“Kemal Sunal Sineması Ekseninde Türk<br />
Gülmece Sanatına Bakış” adlı panel de program<br />
kapsamında gerçekleştirilecek.<br />
Sinemanın Renkleri Cezaevlerinde<br />
Altın Portakal bu yıl sanatı cezaevlerine sokacak.<br />
Cezaevi yönetimleriyle elbirliği içinde<br />
mahkumların eğitimi ve rehabilitasyonuna<br />
yönelik film ve tiyatro gösterimleri, sanatçı<br />
söyleşileri, senaryo ve drama atölye çalışmaları<br />
düzenlenecek.<br />
Konferanslar, paneller, söyleşiler, forumlar…<br />
Altın Portakal bünyesinde geçen yıl ilki yapılan<br />
Ortak Yapım Stratejileri panelinin ikincisi<br />
düzenlenecektir. FİYAB ve AKSAV işbirliği<br />
ile gerçekleştirilecek panelin bu yılki konusu<br />
“Avrupa ve Amerika’daki Fırsatlar”dır.<br />
Konuşmacılar; Amerika, Avrupa ve Türkiye’den<br />
ortak yapım alanında çalışan profesyoneller,<br />
yapımcılar, şirket sahipleri, akademisyenler,<br />
meslek birlikleri, sivil toplum kuruluşları, federasyon<br />
ve destek fonları temsilcileri olarak<br />
belirlenecektir. “Festivaller ve Stratejik Markalarla<br />
İşbirliği”’nin tartışıldığı panelin yanı sıra<br />
“Film Yapımlarında Sponsorluk Uygulamaları ve<br />
Sponsorlukların Önüne Çıkan Yasal Engeller”in<br />
konu edildiği panelle sinema sektörünün<br />
sorunları masaya yatırılacak.<br />
Doç. Dr. Nuran Yıldız’ın aynı “Tanklar ve<br />
Sözcükler” adlı kitabından yola çıkarak,<br />
“ordular ve iletişim” ile “TSK ve iletişim”<br />
kavramlarının tartışmaya açıldığı konferansta<br />
sinema, siyaset, ordu üçgeni arasındaki ilişkiler<br />
aktarılacak.
17. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali geçen sezonun filmlerinin<br />
yarıştığı tekrar bir festival olmaktan düzenlediği paneller ve<br />
öğrenci filmleriyle kurtuldu. Ödüller dört film arasında paylaşıldı...<br />
n Adana’yı son altı yıldır festival nedeniyle<br />
kesintisiz takip ediyorum, artık bilmediğim bir<br />
şehre değil, en azından büyük bir bölümünü<br />
bildiğim bir şehre gidip geliyorum. O yüzden<br />
Seyhan Oteli’nin önündeki inşaattan bile bahsedebilirim.<br />
Şehrin ana caddelerinden biri<br />
büyük çaplı bir düzenlemeye girince Adana<br />
trafiği iki kat artmış gibi geldi bana. Sıcağın<br />
Eylül ayını iplemeden şehrin üzerine yolladığı<br />
ışıklarından kaçmak üzere bizi her yere anında<br />
ve büyük hızla yetiştiren servislerden pek bir<br />
memnun kaldığımızı söylemeliyim. 17. Uluslar<br />
arası Adana Altın Koza Film Festivali bilindiği<br />
gibi birtakım iç ve dış olayları dert edinerek erteleme<br />
kararı almıştı. Normalde Haziran başında<br />
yapılacak olan festivalin starta çok az bir zaman<br />
kala erteleme yapması, festivali düzenleyenler,<br />
basın mensupları ve konuklar bazında pek iyi<br />
karşılanmamıştı. Sinemanın ‘eğlence’ yanının<br />
ağır bastığı düşüncesiydi bu ertelemeyi geçerli<br />
kılan. Ya da yıllardır festivalin ‘maddi’ sorunlardan<br />
oluşan duruma<br />
şaibeli yaklaşımıydı. Ben<br />
kendi adıma açıkçası<br />
ertelemeyi iptal kabul<br />
ederek, bu seneki Adana<br />
ve festival fikrini aklımdan<br />
çıkarmıştım. Kendimi o<br />
tarihlerde yapılacak olan<br />
Çanakkale Troia Film<br />
Festivali’ne hazırlamıştım<br />
ki oradan gelen ertelemeyle,<br />
tekrar yapılacağı<br />
duyurulan Altın Koza’ya<br />
sıkı sıkıya sarıldım. Nitekim<br />
gecikmeli, Türk<br />
filmlerinin biraz eskidiği,<br />
yeni filmlerin olmadığı (vizyon yüzü görmeyen<br />
bir tek Kavşak vardı) bir festival oldu bu sene<br />
Altın Koza… Amaç öncelikli olarak festivali<br />
yapmak olduğundan, eski programa sadık<br />
kalınmıştı. Ama Türk filmlerinin bu kadar yoğun<br />
bir üretim programında aynı kalması, eskimesi<br />
büyük bir talihsizlik… Çünkü Nergis Öztürk’ün<br />
bir yıl önce Antalya’da aldığı en iyi kadın oyuncu<br />
ödülünün burada tekrarlaması heyecan<br />
verici değildi, jüri eski bir ödülü hortlattığını<br />
düşünerek yanına Kavşak filminin oyuncusu<br />
Sezin Akbaşoğulları’nı da katmış. Bence ‘en’lik<br />
bir performansı yoktu Akbaşoğulları’nın, daha<br />
doğrusu rolünün… Jüri genelde ödülleri bütün<br />
filmlere dağıtmaya çalışsa da dört film arasında<br />
yaşandı ödül trafiği… Semih Kaplanoğlu’nun<br />
Altın Ayı’ya uzanan filmi Bal, Adana’nın da<br />
gözdesi oldu En iyi film ödülünü kazandı, aynı<br />
zamanda SİYAD ödülü de Bal’a gitti.<br />
Filmin ikili ödül dağıtma sistemi En iyi yönetmen<br />
ödülünde de yaşandı. Kavşak’la Selim Demirdelen,<br />
Nefes: Vatan Sağolsun’la Levent Semerci<br />
ödülü paylaştılar. Kavşak dingin anlatımıyla<br />
ilgi çeken bir film… Festivalin tek yeni filmi<br />
olması ona karşı sempatimizi arttırdı ama filmin<br />
birtakım konularda seyirciden müneccim tavrı<br />
beklemesi soru işaretlerimizi arttıran bir etken<br />
oldu.<br />
Adanalı olması nedeniyle herkesin ismini andığı<br />
Yılmaz Güney (Nur Sürer bu sene bir tane bile<br />
Yılmaz Güney filmi gösterilmediğinden yakındı)<br />
ve onun adına verilen Jüri Yılmaz Güney Ödülü<br />
Nesli Çölgeçen’in Denizden Gelen (Zeytin Dalı)<br />
filmine verildi. Mülteci konusuna eğilen filmin<br />
meselesinin olması bu ödülle özdeşleşmiş gibi…<br />
Bu kadar Yılmaz Güney adı geçince havaya<br />
uzanmış elleriyle koza tutan heykelciğe baktık
Öteki sinema yazarı Murat Tolga Şen’le…<br />
Keşke heykel Cannes’da elleri heykel biçiminde<br />
yumruk şeklinde kalkmış Yılmaz<br />
Güney silüeti olsak dedik ama bu biraz<br />
gerçekleşmesi zor bir hayal gibi… Ya da<br />
ilerideki bir yılda olur… Önce festival yola<br />
devam edip etmeyeceğinin kendi içindeki<br />
kararını vermesi gerekiyor. Şehirde protokol<br />
adına göreve vekaleten devam eden<br />
devlet adamlarını görmek ayrıca manidardı.<br />
Sonuçta iptal edilen bir festival kısa bir<br />
zamanda toparlandı ve yapıldı. Sonuçta<br />
bu çabayı da takdir etmek gerek. Festivalin<br />
onur konuğu Theo Angelopoulos’un<br />
sinema üzerine yaptığı heyecanlı ve anlamlı<br />
konuşmayı unutmak istemem bir sinemacı<br />
olsam. Genç ve Türk yönetmenlerin çok<br />
şey var ondan öğreneceği sinema tutkusunu<br />
yaşamak ve göstermek adına… Hala<br />
sinemaya devam dedi, bu ödül bir sonlanış<br />
değil, bir devam ediş… Filmlerinin her<br />
karesinin görselliğine hayran olduğum<br />
Angelopoulos’un Adana’da olması çok güzeldi…<br />
Gelelim tekrar ödüllere… Sinema eğer<br />
halk için yapılıyorsa Adana İzleyici (Halk)<br />
jürisi Ödülü ya Nefes: Vatan Sağolsun ya<br />
da Eyvah Eyvah olur dedik, Nefes : Vatan<br />
Sağolsun çıktı… Sonuçta Bal, Kavşak, Beş<br />
Şehir, Kıskanmak gibi filmleri halkın tercih<br />
etmediği festival filmleri… Festivalde<br />
kapanışa biraz geç gittiğimiz yer biraz<br />
protokol ve konuk dışı bir yerdi. Sona kalan<br />
dona kalır misali… Ama ben çok memnun<br />
kaldım oturduğumuz yerden. Özellikle de<br />
kızlarını almış gelmiş gerçek bir Adanalı<br />
teyze Selim Demirdelen’i Seda Sayan’ın<br />
kocasına benzetti ama ben hangisine<br />
benzettiğini anlayamadım tabii. Arkasından<br />
da ‘bak ceket giymiş’ diye ekledi ve biz<br />
orada grup olarak gülme krizi yaşadık.
Sonra da açtılar çekirdek torbasını çitlemeye<br />
başladılar… Sonuçta onları festivali tabii. Sahneye<br />
çıkan ünlüler onlar için ünlüydü, tanıdıktı<br />
ama isimlerini bilmiyorlardı… ‘Aaa bu şey’<br />
nidaları arkamızda çınladı durdu gece boyu…<br />
Fantastik film Beş Şehir, senaryolarını uçuk<br />
bulduğum Onur Ünlü’ye en iyi senaryo ödülü<br />
kazandırdı, üç oyuncusunu ihya etti. Tansu<br />
Biçer en iyi erkek, Beste Bereket ve Bülent<br />
Emin Yarar en iyi yardımcı kadın ve erkek ödülünü<br />
kazandı. Umut Kurt, Beynelminel’de iyi<br />
bir rolde karşımızda olmuştu, Kavşak’ta Umut<br />
Veren Erkek Oyuncu Ödülü kazanması gecenin<br />
sunucusu Oktay Kaynarca’nın haklı eleştirisini<br />
aldı. ‘Hala umut mu veriyor’ dedi… Sonuçta<br />
oyunculuk anlamında yol kat eden bir oyuncu<br />
Umut Kurt. Suzan Genç Büyük Oyun’daki ilk<br />
ve başarılı oyunculuğuyla umut veren kadını<br />
oldu bu seneki altın kozanın… Ödül dağılımı<br />
bu şekilde oldu, onur ödülleri Atilla Dorsay<br />
ve Müjde Ar’a verildi. Müjde Ar Onur Ödülleri<br />
gecesinde yer alamadı, Dorsay uzun<br />
konuşmasıyla geceye damgasını vurdu…<br />
Bu sene öğrenci kısa filmlerinin ön jürisindeydim,<br />
ön jürinin bu kadar es geçilmesine birazcık<br />
bozuldu açıkçası kendi adıma… Sonuçta o kadar<br />
filmi iki günde sürmenaj olmuş bir biçimde<br />
izledik ama ne basın bültenlerinde, ne gecelerde<br />
ne de herhangi bir ortamda adımız anılmadı,<br />
katalog da vardık neyse ki… Bu kadarcık<br />
alınganlık yapmayı hakkım olarak görüyorum<br />
sonuçta… Uluslar arası Akdeniz kısa Film<br />
Seçkisi’ni seyretme imkanı buldum bir gün<br />
boyunca ve başarılı örneklerle karşılaştım. Hilmi<br />
Etikan’ın yüzlerce filmi tek başına izlediğini ve<br />
seçtiğini biliyorum, o yüzden onu ayrıca takdir<br />
ediyorum…
Adana havası her daim sıcak olan bir şehir…<br />
Yazın serinleme yöntemi bicibici, taze yer fıstığı,<br />
şalvarcıları, Adana kebabı, taş köprüsü, Seyhan<br />
nehri kenarında uzayan keyifli yoluyla Adana<br />
bence bu festivali sonuna kadar hak ediyor…<br />
Adana’dan çıkan onlarca yazar, sinemacı, şair<br />
bu topraklarda sinemanın izini yaratmışsa,<br />
bundan sonra da o izi sürmek, sürdürmek gerekiyor…<br />
Sinema olan yerde üretim eksik olmaz,<br />
eğlencesi de olur, hüznü de, birlikte hareket<br />
etme duygusu da olur, hayata karşı koyma gücü<br />
de… Filistinli sinemacıların gelip ülkelerindeki<br />
sinemayı ve sinema koşullarını anlatmalarına<br />
imkan tanımak bile başlı başına sinemanın<br />
sadece eğlence olmadığının kanıtı…<br />
Sinemanın açtığı yola her daim girmek gerek…<br />
ÖDÜLLER<br />
En İyi Film Ödülü: Bal / Yönetmen: Semih<br />
Kaplanoğlu<br />
Yılmaz Güney Özel Ödülü: Denizden Gelen<br />
(Zeytin Dalı) / Yönetmen: Nesli Çölgeçen<br />
Jüri Özel Ödülü: Bal filmindeki rolü ile Bora<br />
Altaş’a Jüri Özel Ödülü’nü verildi.<br />
Adana İzleyici (Halk) Jürisi Ödülü: Nefes:<br />
Vatan Sağolsun / Yönetmen: Levent<br />
Semerci<br />
En İyi Yönetmen Ödülü: Selim<br />
Demirdelen / Kavşak ve Levent<br />
Semerci / Nefes: Vatan Sağolsun<br />
En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü:<br />
Emre Erkmen / Kıskanmak<br />
En İyi Senaryo Ödülü: Onur Ünlü<br />
/ Beş Şehir<br />
En İyi Müzik Ödülü: Selim<br />
Demirdelen / Kavşak<br />
En İyi Kadın Oyuncu Ödülü: Nergis<br />
Öztürk / Kıskanmak ve Sezin<br />
Akbaşoğulları / Kavşak<br />
En İyi Erkek Oyuncu Ödülü:<br />
Tansu Biçer / Beş Şehir<br />
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu<br />
Ödülü: Beste Bereket / Beş Şehir<br />
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu<br />
Ödülü: Bülent Emin Yarar / Beş<br />
Şehir<br />
Umut Veren Kadın Oyuncu<br />
Ödülü: Suzan Genç / Büyük<br />
Oyun<br />
Umut Veren Erkek Oyuncu<br />
Ödülü: Umut Kurt / Kavşak<br />
En İyi Sanat Yönetmeni Ödülü:<br />
Soner Caner / Nefes: Vatan<br />
Sağolsun ve Nilüfer Çamur<br />
Giritlioğlu / Kıskanmak<br />
En İyi Kurgu Ödülü: Çiçek Kahraman,<br />
Natalin Solakoğlu / Ses<br />
SİYAD En İyi Film Ödülü: Bal /<br />
Semih Kaplanoğlu
n “Başlangıç” filmi vizyona girmeden<br />
önce, sinema salonlarında fragmanıyla<br />
olası seyircilerini heyecan içinde<br />
bırakıyordu. Bunun en büyük sebebi,<br />
olağanüstü görüntülere eşlik eden,<br />
görüntülerin eksik parçalarını tamamlayan<br />
sarsıcı müzikti. Hans Zimmer’in<br />
elinden çıkma, hayranlık uyandıran, hem<br />
rahatsız eden hem de büyüleyen bir<br />
müzik… 57 Almanya doğumlu Hans Zimmer,<br />
Hollywood’da onlarca başarıya imza<br />
attı. Fragman müziği konusunda da uzman<br />
olan Zimmer, Oscar, Altın Küre, Grammy<br />
ödülleri kazandı. Sherlock Holmes, Melekler<br />
ve Şeytanlar, Batman:The Dark<br />
Night, Karayip Korsanları, Pearl Harbour,<br />
Hannibal, Gladiatör, Aslan Kral onun<br />
müziklerine imza attığı filmlerden sadece<br />
ilk akla gelenler. Hans Zimmer’in müziğe<br />
olan tutkusunu şu sözlerinden de anlamak<br />
mümkün: “Müzik benim için sadece bir iş<br />
ya da bir hobi değil. Müzik, sabahları uyanmak<br />
için tek nedenim.”
Türk Sinemasında İdeoloji<br />
Mesut Uçakan<br />
n Kitabın ilk baskısı aynen esas alınırken,<br />
yönetmenle kitabın içeriği hakkında altı oturumdan<br />
oluşan geniş bir röportaj yapan Suat Köçer,<br />
röportajları 2. bir bölüm olarak kitaba ekledi.<br />
Kitabın içerik ve tasnifine uygun bir şekilde yapılan<br />
röportajlarda, Uçakan’ın aradan geçen 33 yıllık<br />
sürede, yaşanan gelişmelerle ilgili düşüncelerinin<br />
yansıtılmasına özen gösterildi. Söyleşide,<br />
yönetmenin kendisine ve Türk sinemasında ideolojik<br />
filmler çeken yönetmenlere getirdiği çarpıcı eleştiriler<br />
yer alıyor. Kendisi ve yol arkadaşlarına dair yaptığı<br />
itirafları da içeren kitapta, Uçakan’ın son dönemde<br />
çekilen ve dini kavramları ele alan filmlere yönelik<br />
eleştiri ve yorumlar da bulunuyor.<br />
Sepya Yayınları / 266 Syf.<br />
Feminist Sinema ve Film Teorisi<br />
Anneke Smelik<br />
n Anneke Smelik’in yazdığı bu kitap, çağdaş<br />
feminist sinemanın siyaseti ve beğenilerini ele alan<br />
bir çalışmadır. Feminist yönetmenlerin son derece<br />
üretken yollarla yarattıkları alternatif film biçimlerini<br />
takip eden yazar, feminist filmlerin temelini oluşturan<br />
sinemasal sorunlar(yaratıcı yönetmenlik, bakış<br />
açısı, metafor, montaj ve imgesel aşırılık) üzerinde<br />
durmanın yanı sıra, teori ile sinema arasındaki<br />
kesintisiz bir ayna oyunu misali, bu sinemasal<br />
tekniklerin dişil öznelliği olumlu biçimde nasıl temsil<br />
edegeldiğini de ortaya koymaktadır. Feminist sinema<br />
görsel kültürü, bir toplumsal ve sembolik değişim<br />
motoru rolü oynayarak dönüştürmüştür.<br />
Agora Kitaplığı / 256 Syf.