You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
Mart ayı röportaj ayı<br />
n <strong>Cinedergi</strong>’nin <strong>35</strong>. sayısını yayınlıyoruz.<br />
Bu üçüncü mart ayımız. Her birinde de<br />
inanılmaz yoğun olduk ve sizlere önemli<br />
isimlerin röportajlarını sunduk. Ama bu<br />
yıl gerçekten rekor kırdık. Bu ay tam 7<br />
tane röportajla karşınıza geldik. Aslında<br />
bu kadar çok röportaj yapmak istemiyoruz<br />
ama mart ayı Türk sineması için<br />
o kadar yoğun ki neredeyse her hafta<br />
iki tane Türk filmi var. Kimlerle röportaj<br />
yapmadık ki? 72. Koğuş filminden<br />
Songül Öden, Gölgeler Ve Suretler’den<br />
yönetmen Derviş Zaim, filmin oyuncuları<br />
Settar Tanrıöğen ve Büğra Gülsoy, Bir<br />
Avuç Deniz filminden Berrak Tüzünataç,<br />
Atlıkarınca filminden yönetmen İlksen<br />
Başarır ve başrol oyuncusu Mert Fırat,<br />
Çalgı Çengi filminden Hazal Kaya ve<br />
Ahmet Kural. Röportajlarımız bu isimlerle<br />
de sınırlı değil. Son günlerde bir<br />
çok tartışmaya sebep olan Yeşilçam<br />
Ödülleri’nin kurucuları Beyoğlu Belediye<br />
Başkanı Ahmet Misbah Demircan, TÜR-<br />
SAK Başkanı Engin Yiğitgil ve Turkcell<br />
Kurumsal İletişim ve İlişkilerden Sorumlu<br />
Genel Müdür Yardımcısı Koray<br />
Öztürkler sorularımızı cevapladılar. Fırat<br />
(Sayıcı) ise yepyeni ve önemli bir köşeye<br />
başladı. Kısa filmleri değerlendireceği<br />
köşenin adı Uzun Filmin Kısası. Bu ilk<br />
bölümünde Akbank Sanat Müdürü Derya<br />
Bigalı ile röportaj yaptı. Tabii dergide<br />
sadece röportajlar yok. Banu’nun (Boz-<br />
demir) hazırladığı erkek kadın ilişkisinde<br />
aldatma üzerine odaklanan filmlerin<br />
dosyası, Murat’ın imzasını taşıyan en iyi<br />
devam filmleri dosyası ilginizi bekliyor.<br />
Ali Ulvi Uyanık’ta dergimize yenilik katan<br />
isimlerden. Yepyeni bir köşeyle bu<br />
sayıya merhaba dedi. Filmin Özü başlığı<br />
altında vizyondaki filmleri kısa ama öz<br />
olarak eleştirecek. Bu arada eski köşesi<br />
İşte O An’da devam edecek. Alper Turgut<br />
çok zor bir filmin kritiğini yaptı sizler için.<br />
Sinema eleştirmenlerinin sert kalemi Alper<br />
Atlıkarınca filmini eleştirdi. Murat Tolga<br />
Şen Kült köşesinde biz yaşdakilerin asla<br />
unutamayacağı bir filmi konu edindi.<br />
Bruce Lee ile Chuck Norris’in kapıştığı<br />
The Way Of The Dragon filmi Murat’ın<br />
kaleminden tam da nostalji severler için<br />
biçilmiş kaftan. Portre sayfalarımızda da<br />
önemli isimler var. Winters Bone filminin<br />
genç yıldızı Jennifer Lawrence ve<br />
Owen Wilson hayat hikayeleri ile sizleri<br />
bekliyor. DVD köşemizde aldı başını gitti.<br />
En yeni DVD’ler ve Blu Ray’ler Kerem<br />
Akça’nın kaleminden sizler için incelendi.<br />
Episode köşesinde Zeynep Bonçe İngiliz<br />
dizilerinin büyüsünü bizle paylaşıyor.<br />
Hollywood’tan en yeni haberler, sinema<br />
müzikleri, kitaplar, vizyondaki filmler, pek<br />
yakında sayfaları hepsi sizi bekliyor.<br />
Yayın Sahibi<br />
Star Medya Yayıncılık A.Ş. adına<br />
TEVHİT KARAKAYA<br />
İcra Kurulu Başkanı<br />
MUSTAFA KARAALİOĞLU<br />
Genel Yayın Yönetmeni<br />
Serdar Akbıyık<br />
Yazı İşleri Müdürleri<br />
Banu Bozdemir<br />
Fırat Sayıcı<br />
Katkida Bulunanlar<br />
Ali Ulvi Uyanık<br />
Kerem Akça<br />
Alper Turgut<br />
Burak Yarkent<br />
Zeynep Bonçe<br />
Murat Tolga Şen
Yönetmen: TDerek<br />
Cianfrance<br />
Senaryo: Derek Cianfrance,<br />
Cami Delavigne<br />
Oyuncular: Ryan<br />
Gosling, Michelle<br />
Williams, Mike Vogel,<br />
Ben Shenkman<br />
Konu: Şu ana dek daha çok belgesel tarzında kariyerini sürdüren yönetmen Derek<br />
Cianfrance‘nin 1998 yılında çektiği Brother Tied’den sonra ikinci filmi (belgeseller<br />
hariç). Cesur ve abartısız bir anlatımın benimsendiği aşikar olan film; yıkılmakta olan bir<br />
evliliğin samimi ve yıkıcı bir portresinin dürüst bir değerlendirmesi olarak özetlenebilir.
Yönetmen: Jaume Collet<br />
Senaryo: Oliver Butcher,<br />
Stephen Cornwell<br />
Oyuncular: Liam Neeson,<br />
Diane Kruger, January Jones,<br />
Aidan Quinn, Bruno Ganz<br />
Konu: Filmde Liam Neeson<br />
yine başarılı bir grafik çiziyor.<br />
Filmin diğer başrollerindeyse,<br />
Mad Men dizisinin afet<br />
sarışını January Jones<br />
ve Truvalı Helen olarak<br />
hafızalarımızda olan Diane<br />
Kruger var. Yönetmen<br />
koltuğundaysa Jaume Collet-Serra<br />
var. Girdiği koma<br />
sonrasında kahramanımız gerçek<br />
kimliğinin peşine düşer.<br />
Ancak eşi dahi ona inanmaz.<br />
Bu noktada Gina devreye girer<br />
ve kahramanımıza yardımcı<br />
olmaya başlar.<br />
Yönetmen: Mark Mylod<br />
Senaryo: Karyn Bosnak<br />
Oyuncular: Anna Faris,<br />
Chris Evans, Zachary<br />
Quinto, Matthew Bomer, Ari<br />
Graynor<br />
Konu: Bir kadın 20 erkek<br />
arasından birini seçer.<br />
Ve eğer seçtiği erkek<br />
ona gerçek aşkı tattırırsa<br />
tüm hayatını o erkeğe<br />
adayacaktır. Acaba<br />
seçtiği erkek istediği<br />
bir erkek midir? Filmde<br />
son dönemde yıldızı parlayan<br />
genç oyuncuların<br />
eğlenceli performanslarını<br />
izleyeceğiz.
Yönetmen: Jackie Chan, Zhang Li<br />
Senaryo: Hing-dong Wong<br />
Oyuncular: Jackie Chan, Ziyi Zhang,<br />
Bingbing Li, Joan Chen, Xueqi Wang,<br />
Chun Sun<br />
Konu: 1911 Xinhai Devrimi’ni anlatan bir<br />
yapıt. Sun Yat-sen’in, Ming Hanedanı devirerek<br />
Çin Cumhuriyeti’nin kuruluşunun<br />
hikayesini anlatıyor. Genelde patlamış<br />
mısır eşliğinde izlenecek eğlenceliklere<br />
imza atan Jackie Chan’den bir dönem<br />
filmi izlemek şaşırtıcı bir deneyim olabilir.<br />
Üstelik bu film Chan’in 100. filmi…<br />
Yönetmen:<br />
Duncan Jones<br />
Senaryo: Billy<br />
Ray, Ben Ripley<br />
Oyuncular:<br />
Jake Gyllenhaal,<br />
Michelle<br />
Monaghan,<br />
Vera Farmiga,<br />
Jeffrey Wright,<br />
Cas Anvar<br />
Konu: Bir banliyö treninde<br />
yaşanan patlamaya şahit<br />
olan birinin vücudunda<br />
uyanarak patlamaya sebep<br />
olan kişinin kimliğini<br />
tespit etmeye çalışmasını
konu alan bir bilim-kurgu<br />
hikayesi. Son dönemlerde<br />
hızlı yükselişini sürdüren<br />
Jake Gyllenhaal hayranlarının<br />
yüzünü güldürecek bir film<br />
daha.<br />
Yönetmen: Gonzalo López-Gallego<br />
Senaryo: Brian Miller, Cory Goodman<br />
Konu: Apollo 18, sinemaseverlere<br />
Ay’a yapılan son ziyaretin sebeplerini<br />
açıklıyor. İnsanlığın ayak basabildiği en<br />
uzak nokta olan Ay’a düzenlenen 17 resmi<br />
görevin ardından son bir gizli görev<br />
daha düzenlenmişti. Ancak görüntüler<br />
hariç ne bir kanıt ne de bir onaylama<br />
vardı. Kimse yukarıda ne olduğunu bilmiyor,<br />
görevin amacını bilmiyor ve bu 18.<br />
gizli görevden sonra neden bir daha Ay’a<br />
ayak basılmadığını bilmiyordu. Ta ki,<br />
şimdiye kadar.
Yönetmen: TCary Fukunaga<br />
Senaryo: Charlotte Bronte,<br />
Oyuncular: Mia Wasikowska, Michael<br />
Fassbender, Judi Dench,<br />
Imogen Poots, Jamie Bell<br />
Konu: On yaşında öksüz kalan,<br />
babasını da öldü bilen Jane Eyre,<br />
kendisine köle gibi davranan halası<br />
tarafından yoksul kızların gittiği<br />
katı disiplinli bir yatılı okula gönderilir.<br />
On yıl kadar kaldığı bu okula<br />
sonunda öğretmen olur. Bir süre<br />
sonra da Edward Rochester’ın<br />
malikânesinde mürebbiyelik yapmaya<br />
başlar. Jane, giderek hayal<br />
bile edemeyeceği zorluklar ve acılar<br />
yaşayacak, beş parasız kalacak,<br />
erkeklerin egemenliğindeki bir<br />
dünyada bir kadının tek başına ayakta<br />
kalabileceğini kanıtlamak için<br />
savaşacaktır...<br />
Yönetmen: Jake Kasdan<br />
Senaryo: Lee Eisenberg, Gene<br />
Stupnitsky<br />
Oyuncular: Cameron Diaz,<br />
Justin Timberlake, Jason Segel,<br />
Kaitlyn Dever<br />
Konu: Filmde ağzı bozuk<br />
ve paragöz bir öğretmeni<br />
canlandıran Cameron Diaz,<br />
rakip olduğu meslektaşının<br />
flört ettiği Justin<br />
Timberlake’ten hoşlanınca<br />
onu elde etmek için bütün<br />
yollara başvurur. Tahmin<br />
edebileceğiniz gibi standart bir<br />
romantik komedi…
n Temel sorumuz şu: Birçok kısa film, belgesel<br />
ve video klip çektikten sonra “Eternal Sunshine<br />
of the Spotless Mind” gibi bir başyapıtla piyasaya<br />
hızlı giriş yapan, insan beyninin kıvrımlarındaki<br />
esrarengiz düşünme biçimlerini gerçekçilikle<br />
karşılaştırarak varoluşu sorgulayan, üstüne üstlük<br />
hayal dünyasının derinliklerinde insan psikolojisini<br />
çözümlemeye çalışan, bunlara ek olarak “The<br />
Science Of Sleep” ve “Be Kind Rewind” gibi nev-i<br />
şahsına münhasır işler ortaya koyan Michel Gondry,<br />
Hollywood sisteminin bir parçası olma yolunda<br />
mı ilerliyor, yoksa, -belki de içine girmek zorunda<br />
kaldığı- bu sisteme kendi çözümlerini, anlayışlarını<br />
getirmek için mi çabalıyor?<br />
Britt Reid, Los Angeles’ın en bilinen medya<br />
şirketinin varisidir. Babası beklenmedik bir şekilde<br />
ölüp ona bir medya imparatorluğu bırakana kadar<br />
çılgın partilerin baş aktörü olarak amaçsız<br />
bir hayat sürer. Babasının yaratıcı çalışanı Kato<br />
ile sırlarla dolu bir arkadaşlık kurduklarında, ikisi<br />
de hayatlarında ilk kez anlamlı bir şey yapabilme<br />
şansları olduğunu düşünürler ve böylece suç<br />
dünyası ile savaşları başlar. Ancak, bunu yapmak<br />
için önce kendilerinin de suçlu olmasına ve<br />
kanunları onlara karşı gelerek korumaya karar verirler.<br />
Böylece Britt, gizli kahraman Yeşil Yaban Arısı<br />
olur ve ortağı Kato ile suç ve suçluların peşinde<br />
sokaklara çıkar.<br />
Süper kahraman olgusunun temel janrlarını kendilerine<br />
göre yeniden biçimlendirerek sektöre adım atan<br />
Britt ve Kato için Seth Rogen ve Jay Chou seçilmiş.<br />
Bu iki seçimi doğru bulmakla birlikte, iki karakterin<br />
ilişkisinin film boyunca bir türlü evrilemediğini,<br />
adının konulamadığını söyleyebilirim. Zira “Yeşil<br />
Yaban Arısı”nın başından sonuna kadar, iki karakter<br />
arasında kıskançlık ve dayanışma duyguları kafa<br />
kafaya gidiyor. Bu durum, sadece izleyicinin kafasını<br />
karıştırmakla kalmıyor, bir yandan da senaryonun<br />
asal yapısını zedeliyor. Hele bir de işin içine Cameron<br />
Diaz’ın canlandırdığı tek boyutlu Lenore Case<br />
karakteri katılınca, seyreyleyin cümbüşü… Şunu<br />
da biliyoruz ki, “The Green Hornet” bir radyo piyesi<br />
olarak 1930’lu yıllarda doğmuş. Ardından çizgi romanlara,<br />
oradan da 60’larda Bruce Lee’yi (Kato karakteri<br />
olarak) tüm dünyaya tanıtan dizilere uzanan bir yolculuk…<br />
Ki bu diziyi hatırlayan ve de seven kitlenin,<br />
yeni versiyonu sevemeyeceği tescillendi yurtdışında.<br />
Bizden örnek vermek gerekirse, “A Takımı” dizisiyle<br />
büyümüş bir jenerasyon olarak “A Takımı” filmini<br />
izlediğimizde tattığımız hayal kırıklığıyla benzerlik<br />
kurmak mümkün.<br />
Tüm bu olumsuzlukları bir yana koyarsak, Gondry’nin<br />
bu ilk büyük stüdyo işinde bir alıştırma yaptığını,<br />
kendini bu çarka hazırladığını tahmin etmek zor değil.<br />
Bir süper kahraman filmi izleme umuduyla filme gidenlerin<br />
tam olarak isteklerine cevap veremese de, ince<br />
espriler (Özellikle filmin ilk dakikalarındaki James<br />
Franco’nun konuk oyuncu olarak yer aldığı bölüm) ve<br />
3.boyutun hazmedilmiş tekniğiyle keyifli dakikalar vaat<br />
eden bir yapım “Yeşil Yaban Arısı”. En azından Christoph<br />
Waltz var…<br />
Her ne kadar Hollywood çarklısıyla ortak işler<br />
çıkaracağının sinyallerini verse de Michel Gondry<br />
takipçilerinin şimdilik panik yapmamaları gerek. Zira<br />
sık sık belgesel çeken ve belgeselden beslenen bir<br />
yönetmen, yolunu nasıl çizeceğini, hayranlarını öksüz<br />
bırakmaması gerektiğini iyi bilir…
n “Amansız bir trajedi… Evet, “Atlı Karınca”yı<br />
seyretmek hiç kolay değil, hazmetmesi çok zor bir<br />
film bu. Ama inanın, işlediği konuya öfke duymamak<br />
çok daha zor. Tamam, Atlı Karınca, kol kırılır<br />
yen içinde kalır gibi bildik bir güzergâh izliyor.<br />
Ancak azami bir özen göstermenin zaruri olduğu<br />
ensest denilen bıçak sırtı bir konuyu işliyor, bunu<br />
da göz önünde bulundurmak gerek. Ne yazık ki;<br />
Toplumun tabu bellediği, kurbanın utanıp, suçlunun<br />
güçlü olduğu bela bir durum bu, dikkat edilmezse<br />
her türlü suiistimale ve provokasyona da<br />
açık. Yönetmen İlksen Başarır, gerçek bir cesaret<br />
isteyen böyle bir konuyu seçerek, mesele sıkıntısı<br />
çeken sinemamız adına, hayli önemli bir projeyi<br />
sırtlamış, özetle. Metnine vicdan katan film,<br />
Antalya “Altın Portakal” Film Festivali’nde İlksen<br />
Başarır ve Mert Fırat ikilisine en iyi senaryo ödülünü<br />
getirdi.<br />
Atlı Karınca, İlksen Başarır’ın “Başka Dilde Aşk”ın<br />
ardından çektiği ikinci film. Belli başlı rolleri Mert<br />
Fırat, Nergis Öztürk, Sema Ceyrekbaşı, Zeynep<br />
Oral ve Sercan Badur üstlenmişler. Her şeyin<br />
giderek gişeye endekslendiği sinemamız adına,<br />
bu kötü gidişe dur diyenlerin de olduğunu bilmek<br />
güzel. İşte tam da bu yüzden İlksen Başarır ve<br />
Mert Fırat gibi isimlerin sinema yapmaları ve daha<br />
da çoğalmaları şart. Öncelikle beyazperdeye<br />
taşıdıkları bu kolektif çaba övgüye değer, işlerinde<br />
de samimiler. Üstelik sağduyulu ve toplumun<br />
sorunlarına karşı da duyarlılar, yetmez mi?<br />
Antalya’da film bitiminde, Atlı Karınca’nın her<br />
anlamda sınıfta kaldığını yazmıştım, bir iki satır.<br />
Haksızlık etmişim. Aradan epey zaman geçti,<br />
filme dair çok düşündüm, bazı şeyler netleşti ve<br />
yargım yeniden demlendi. Kendi adıma artık Atlı<br />
Karınca’nın vasatı aştığını söyleyebilirim.<br />
Bunun dışında filmin kurgusunda problem var<br />
ve bazı ufak tefek hatalar mevcut, hadi onları es<br />
geçelim. Ancak filmin en önemli karakteri olan<br />
babada durmak gerek. Karakterin altı boş ve bu<br />
elbette inandırıcılığı zedeliyor. Ensest dışında, pedofiliden<br />
de bahsedebiliriz. Yani salt cinsel değil resmen<br />
insanlık suçu bu. Ahlaktan ve istisnasız her şeyden<br />
çok daha öte. Birçok ailenin, zannımca utancı gerekçe<br />
göstererek, içlerindeki sapık ve sapkınları deşifre etmekten<br />
çekinmesi, dünyada ve ülkemizde sorunun geldiği<br />
noktayı görmemizi engelliyor.<br />
Atlı Karınca, dört insanın, 10 yıllık bir süreçte<br />
yaşadıklarını anlatıyor. Erdem ve Sevil çifti ve onların<br />
çocukları Edip ve Sevgi, küçük bir kasabada yaşarlar.<br />
Aile, Sevil’in annesinin felç geçirmesi sonucu İstanbul’a<br />
taşınır ve değişim başlar. Yazar olma hayalleri kuran<br />
Erdem, takıntılı bir tiptir. Sevgi de çalışan bir kadındır ve<br />
evde yaşananların farkında değildir. Babasına karşı tepkili<br />
olan ağabey Edip, yatılı okula gider, kız kardeşi Sevgi<br />
de zamanla içine kapanır. Çocukların resmen psikolojisi<br />
bozulmuştur. Her şeyi gören, hisseden ve bilen ise felçli<br />
anneannedir ama sadece gözlerle, neyi ne kadar anlatabilirsin<br />
ki. Ama sırlar eninde sonunda bir gün açığa<br />
çıkarlar. İtiraf edememek, görmemezlikten gelmek bile<br />
faydasızdır artık. Ve gizem çözüldüğü zaman, hiçbir şey<br />
eskisi gibi olmayacaktır. Çünkü yük inadına ağırdır, hayat<br />
kadar zor ve ölüm kadar gerçektir.
n Phikip K. Dick’in kısa öyküsünden uyarlanan<br />
film, temposu, yarattığı atmosferi ve konusuyla<br />
‘kaderinden kaç’ duygusunu sonuna kadar<br />
veriyor, kaderci yan tuzla buz oluyor. Ben kendi<br />
adıma filmi keyifle izledim. İyi ve kötünün yer<br />
almadığı bir çatışma hali izlemek bir hayli keyif<br />
vericiydi.<br />
Kader mi tesadüf mü? sorusu yıllardır<br />
kafamızı kurcalar, hangisinin diğerini alt ettiğini<br />
düşünür dururuz. Kader tasavvufi bir anlam<br />
taşırken, tesadüf daha marjinal anlamlar<br />
barındırır içinde. Geçen haftalarda vizyona<br />
giren yerli yapım Aşk Tesadüfleri Sever ‘kader<br />
yavaş yavaş ağlarını örmektedir’ tarzında<br />
bir dramaydı… Aslında hemen her filmi<br />
başımızdan geçenler sendromuna uyarlarsak<br />
bir kader ve tesadüf şablonuyla karşılaşabiliriz.<br />
Saptığımız her yol , bir diğerini düşündürtecek<br />
sonuçta! Kader Ajanları, insanın kaderinin önceden<br />
çizildiğini anlatan ama bir yandan da kaderinin<br />
insanın kendi elinde olduğunu hatırlatan<br />
ve bunu bildik bir anlatımın dışına taşıran<br />
hayli başarılı bir yapım. Bir politikacı ve bir<br />
balerin duygusal olarak pek bir araya gelemez<br />
öyle değil mi? Bu deneyimlerle sabitlenmiş,<br />
önyargılarla parlatılmış ve önümüze sunulmuş<br />
bir gerçeklik hali öyle değil mi? İşte filmimiz<br />
yolları habire kesilen, birlikte olmaları sürekli<br />
engellenen David ve Elise hakkında. David ve<br />
Elise tanıştıktan ve birbirlerine aşık olduktan<br />
kısa bir süre sonra şapkalı bir takım adamlar<br />
çıkar ortaya ve ikilinin buluşmasına taş koymaya<br />
başlar. İşin erkek tarafı bu engellemelerin<br />
farkına varır, hatta bir güzel tehdit edilir<br />
ve Elise bırakıp kendi yoluna çekip gitmesi<br />
istenir. İçinde taşıdığı saçma bir sırla ve Elise<br />
olmadan yaşamaya başlayan David, bir süre<br />
sonra kaderine isyan eder ve kaderine savaş açar. Kaderin<br />
şapkalı adamlar olarak karşımıza çıkması, ikilinin<br />
buluşmasını engellemek için komik yöntemler bulmaları<br />
filmi gözümüzde farklı bir yerlere taşıyor. Phikip K. Dick’in<br />
kısa öyküsünden uyarlanan film, temposu, yarattığı<br />
atmosferi ve konusuyla ‘kaderinden kaç’ duygusunu<br />
sonuna kadar veriyor, kaderci yan tuzla buz oluyor.<br />
Ben kendi adıma filmi keyifle izledim. İyi ve kötünün yer<br />
almadığı bir çatışma hali izlemek bir hayli keyif vericiydi.<br />
Matt Daman ve Emily Blunt’un kavuşamayan aşıkları<br />
canlandırdığı film Ocean’s Twelve’in senaristi Gerorge<br />
Nolfi’nin elinden çıkma… İlk yönetmenlik denemesinde<br />
bir hayli başarılı! Yani önümüze set çeken, bizim neden<br />
olduğunu bazen fark edemediğimiz bazı ayrıntıların ete<br />
kemiğe bürünmüş halini, olmazsa olmazların kaynağını<br />
göstermesi açısından gayet yaratıcı bulduğumu söylemeliyim.<br />
Bir de filmin son zamanlarda tavan yapan<br />
kavuşamama halli filmlerine farkıyla örmek teşkil ettiğini<br />
de belirtelim. Kadere karşı girişilen bu oyunda kimin galip<br />
geleceği illa ki belli ama, filmin sürükleme potansiyeli çok<br />
fazla. Özünde bir aşk filmi ama macera, kaçma kovalama<br />
ve hatta bilimkurgusal atraksiyonlar dahi var filmde.<br />
Bence izlenmeli!
n Y2010 sundance film festivali’nde Büyük<br />
Jüri ödülü ve Waldo Salt senaryo ödülü’nü<br />
alan 2010 mahsulü Debra Granik filmi Winter’s<br />
Bone, 4 dalda Oscar adayı olmasının yüzü<br />
suyu hürmetine ülkemizde de gösteriliyor.<br />
Film, yönetmeninin 2004’de çektiği Down to<br />
the Bone ile epey duygusal etkileşim yaşıyor,<br />
hatta hikayenin elden geçirilip yeniden çekilmiş<br />
hali bile diyebiliriz. Bir zamanların çiftçi toprağı<br />
olan Alabama’nın küçük bir kasabasında<br />
hayatını sürdürmeye çalışan 17 yaşındaki<br />
Ree Dolly’nin hikayesine odaklanıyor. Ree,<br />
iki küçük kardeşine ve hasta annelerine bakmak<br />
zorundadır. Ruhsal bir çöküntü içinde<br />
olan ve çevresiyle iletişimi kesen annesinin<br />
o hale gelmesinde ise uyuşturucu bağımlısı<br />
ve üreticisi olan babasının rolü çok büyüktür.<br />
Methamphetamin bağımlısı olan babası onları<br />
terk etmiştir. Bu Ree’nin umurunda değildir<br />
fakat mahkeme babasının ortaya çıkıp da<br />
duruşmaya gelmediği takdirde ellerinde kalan<br />
tek şeyi, evlerini almakla tehdit eder. Ree esrarengiz<br />
bir şekilde ortadan kaybolan babasını,<br />
aileyi bir arada tutabilmek için bulmak<br />
zorundadır ama bu araştırma başına olmadık<br />
belalar açacaktır.<br />
Tam bir sinemacı olan ve şimdiye kadar yönetmen,<br />
senarist, görüntü yönetmeni, kamera<br />
asistanı ve hatta boom operatörü olarak<br />
bile çalışmış olan Debra Granik’in Winter’s<br />
Bone’da, film mizanseninin dışına çıkarak çok<br />
etkileyici, neredeyse belgesel gerçekliğinde bir<br />
öykü anlattığı açık ve net.<br />
Winter’s Bone, küçük bir kasabanın daha da<br />
küçük insanlarının dertlerine odaklanırken,<br />
kapitalizmin ve buna bağlı olarak sistemin<br />
tükenişini bir yan öykü haline getiriyor ve bunu<br />
yaparken de sadece kameranın gösterdiğinin gücüne<br />
sığınıyor. Tempo derdi olmadan, oynadıklarını bile hissettirmeyecek<br />
kadar role girmiş oyuncularının yardımıyla<br />
aktardığı bu hikayeden aldığı sonuç muhteşem. Bir<br />
zamanların çalışkan çiftçileri, tükenen iş olanakları yüzünden<br />
birer uyuşturucu tüccarına dönüşmüş, giderek kuruyan<br />
bir gölette hayatta kalmaya çalışan vahşi hayvanlar<br />
gibiler. Her yerde çürüyen buzdolapları, otomobiller, boş<br />
kutular, kırık dökük eşyalarla gırtlağına kadar metaya<br />
gömülmüş bu insanların hayatında hiç umut kalmamış...<br />
Filmin bir başka zaferi ise Jennifer Lawrence’in<br />
oyunculuğu... Filmde oynayan en küçüğünden, büyüğüne<br />
tüm oyuncular çok başarılıyken, hikayenin odaklandığı<br />
Ree Dolly’i, abartılı jestlerden ve mimiklerden arındırarak<br />
gerçekten yaşayan bir karakter haline getiriyor Lawrence...<br />
Winter’s Bone’un, minimal oyunculukları ve ağır hikaye<br />
anlatımı yüzünden herkesin sevmeyeceği bir film<br />
olduğunun farkındayım. Bin türlü kamera hareketine ve<br />
hesaplanmış kurguya alışık bünyeler tarafından reddedilecek<br />
türden bir yapım. Minimalist yaklaşımdan çok<br />
hazzeden biri değilim fakat bu hikayeyi başka türlü anlatmak<br />
da mümkün değil.<br />
Mutlu, seksi ve zengin Amerikalılar illüzyonundan kopup<br />
ulusun asıl gerçeğine odaklanan ve Oscar’da bu yıl<br />
yarışan en bağımsız film olduğu tartışmasız Winter’s<br />
Bone, ödülleri daha popüler rakiplerine kaptırsa bile bir<br />
sinefilin kalbindeki tüm ödülleri alacak yeterlilikte saf bir<br />
sinema örneği. Oscar şansı biraz fazla ‘Amerikan’ oluşu<br />
yüzünden Türk izleyici tarafından kestirelemiyor olsa da<br />
Winter’s Bone’un bir sürpriz yapıp en az bir dalda ödülü<br />
kucaklayacağını düşünüyorum. Bazıları Oscar komitesinin<br />
son yıllarda gayrı resmi bir “kadın yönetmen” kontenjanı<br />
açtığını ve filmin bu yüzden aday gösterildiğini düşünse de<br />
bence tam anlamıyla hakedilmiş adaylıklar bunlar... Fakat<br />
tüm bu Oscar laflamaları bir yana kendi sinemasal kıymeti<br />
ile değerlenen bir film Winter’s Bone. Country müziğini<br />
sevenler içinde keyifli şeyler içeriyor. Mutlaka izleyin.
n Sinemamızda bazen çok garip şeyler oluyor.<br />
Gişeye oynayan filmlerin çekilmesini eleştirirken<br />
bazen büyük riskleri göze alıp sanatsal dürtüyle film<br />
yapanları es geçebiliyoruz. Kerem Alışık ve Yavuz<br />
Bingöl’ün yapımcılığını yaptığı 72. Koğuş böyle<br />
bir film. Uzun zamandır Sadri Alışık Tiyatrosu’nda<br />
oynanan 72. Koğuş bu sefer sinemada karşımıza<br />
çıkıyor. 1940’larda Bursa Ceza evinde en sefil,<br />
fakir ve düşmüş mahkumların kaldığı 72.Koğuş’ta<br />
yaşananların hikayesi bu. Orhan Kemal gibi<br />
insanlığa güveni olan bir yazarın suratımıza attığı<br />
bir tokat film. Nazım Hikmet’in etkisiyle de yazılan<br />
romanda 72. Koğuşta Kaptan denen bir mahkûm<br />
vardır. Aç biilaç, soğuktan donan diğer mahkûmlarla<br />
beraber kalır koğuşta Kaptan. Diğer mahkumlar<br />
bir tavuk kemiği için birbirlerini döverken o acı acı<br />
bakar bu insanlara. İnsanlığın düştüğü haller acı<br />
verir ona açlıktan ve soğuktan daha çok. Delikanlılık<br />
ve saflık birleştiğinde sefaletin yarattığı şeytanların<br />
en kolay hedefi olur bu adam. Annesinden gelen<br />
paralar için etrafını çeviren ve onu omuzlarına alan<br />
mahkûmlar paralar suyunu çekince onun üstündeki<br />
ceketi bile almaya tenezzül ederler. Çok ağır bir<br />
drama sahip olan romanın benim için ayrı bir önemi<br />
vardır. Erkekler ve kadınlar koğuşunun dünyasını<br />
ayrı ayrı anlatır roman. Orhan Kemal’in bu cinsiyet<br />
ayrımının yarattığı dünyaları bu kadar doğru<br />
satırlarına dökmesi beni hep şaşırtmıştır. Erkekler<br />
koğuşundaki karakterler gerçek insanlardan<br />
alınmıştır. Belki hikayenin dramatikliğinin en büyük<br />
sebebi budur. Çünkü insan onurunun en alçaklara<br />
düştüğü yerdir hapishane. Hele 1940’ları ve ülkenin<br />
o dönemki sefaletini düşünürsek.<br />
Yavuz Bingöl Kaptan karakterini oynuyor. Kerem<br />
Alışık ise adı gibi Berbat olan bir karakteri<br />
canlandırıyor. Koğuşta Kaptan’ın otoritesini sorgulayan,<br />
kıskanan bir kumarbaz Berbat. Yavuz<br />
Bingöl’ün fiziği ve sesi filmin finalinde canlandırdığı<br />
karakterin düştüğü durumu destekleyen bir renge<br />
sahip. Kadınlar koğuşunda dik başlılığı için birçok<br />
hapishaneyi gezmiş Fatma karakterini ise Hülya<br />
Avşar oynuyor. Muhteşem bir fizik. Karanlık ve derin<br />
bakışlar, sinemanın gerektirdiği her türlü avantaja<br />
sahip bir oyunculuk. Eğer Hülya Avşar ABD’de veya<br />
Avrupa’da doğmuş olsaydı biz şimdi onu bambaşka<br />
bir şekilde anabilirdik. Songül Öden ise Fatma’nın<br />
sırdaşı idam mahkumu Meryem olarak karşımızda.<br />
Songül Öden’in fiziğini bu rol için çok uyumlu bulmasam<br />
da role kendini kaptırdığını ve Avşar ile iyi bir ikili<br />
oluşturduklarını söyleyebilirim. Yan rollerde Ahmet<br />
Mekin, Volga Sorgu, Ayça Damgacı gibi çok başarılı<br />
isimler var. Özellikle Ahmet Mekin sinemamızın efsanesi.<br />
Yılların tecrübesini bakışlarıyla bize taşıyabiliyor,<br />
hissettiriyor. Kötü adam Civan Canova ise biraz karikatürize<br />
oynuyor. Hani sinemadan daha çok tiyatro<br />
yapar gibi. Filmin Kerem Alışık ile ikinci zayıf halkası<br />
oluyor. Kerem Alışık’ı böyle bir projeye cesaret ettiği<br />
için ve Songül Öden’den öğrendiğim kadar bu projenin<br />
baş mimarı olduğu için tebrik ediyorum. Para<br />
kazanmak için her türlü saçmalığın sinema diye önümüze<br />
getirildiği bu dönemde Orhan Kemal gibi büyük<br />
bir ustanın edebi zenginliğini gişe endişesi taşımadan<br />
film yapmaları her türlü övgüye değer.
GERÇEĞİN PARÇALARI – WINTER’S BONE / Yönetmen: DEBRA GRANIK<br />
n Dünyanın en gelişmiş ülkelerinden Amerika Birleşik Devletleri’nin yüreğinde yer alan Ozark<br />
Dağları’nda, çağcıl yaşama dair berbat izler taşıyan, yabanıl sertlikte, bozuk konjonktüre göre<br />
yaşamayı ve racon kesmeyi öğrenmiş insanlara dair suç gerilimi. Bir kız, uyuşturucu işine<br />
boğazına kadar batıp muhbir olmayı seçmiş babasının ortadan kaybolmasıyla, iki kardeşi ve akıl<br />
sağlığı yerinde olmayan annesinin temel ihtiyaçlarını karşılamak için çok zorlayıcı koşulların<br />
ortasında mücadele vermektedir. Şimdi, evlerinden atılmalarını engellemek için babasını<br />
bulması şarttır: Diri ya da ölü!<br />
Ozarklar’ın Missouri bölgesinde doğup yaşamını sürdürmekte olan yazar Daniel Woodrell, henüz<br />
reşit olmayan bir genç kızın Amerika’nın ‘derin bölge’sinde, nasıl ‘hızla büyüyüp başkalaşım<br />
geçirmesi’ gerektiğini, bir gizemli hikâye boyunca anlatıyor… Kadın yönetmen Debra Granik,<br />
bölgenin folklorik rengini aktardığı neredeyse yarı belgesel filminde, fiziksel ve psikolojik<br />
şiddetin varlığına karşın insan olmanın onuruna da sahip çıkan yöre insanlarını çarpıcı biçimde<br />
yansıtıyor. Belleklere çakılacak ve genç oyuncu Jennifer Lawrence unutulmayacak!
İKİ KADIN, BİR ERKEK – THE KIDS ARE ALL RIGHT<br />
Yönetmen: Lisa Cholodenko<br />
n Gezegende yedi milyara yakın insan yaşamaktadır;<br />
dolayısıyla cinselliğin ‘Gayya kuyusu’ da, işte bu sayı kadar<br />
‘çok özel ayrıntı’ barındırmaktadır. Esas olan ise cinselliğin<br />
açtığı kapıdan geçip, gerçek aşka ulaşmaktır: Nic ve Jules, âşık<br />
bir lezbiyen çiftti; aynı donörün spermlerini kullanarak, kızı Nic,<br />
erkeği Jules doğurdu. Joni 18 yaşına gelip üniversite için evi<br />
terk etme zamanı yaklaştığında, ‘biyolojik babası’nı merak eden<br />
15 yaşındaki erkek kardeşi Laser için adamı buldu: Çapkın ve<br />
henüz kendine bir aile inşa edememiş Paul!<br />
Gitarist, söz yazarı-şarkıcı Wendy Melvoin ile partnerliği devam<br />
eden yönetmen Lisa Cholodenko, belli ki ‘kendi içinden’<br />
izler taşıyan bir öykü anlatmış: Paul’ün, aile içindeki zihinsel<br />
ve ruhsal ahenkle oynayarak ‘kartları yeniden karıp dağıtmaya<br />
çalışması’yla birlikte, Nic - Jules ve çocuklar arasındaki<br />
ilişkilerin sınanması, bu filmi izleyen herkesi bir yerinden<br />
yakalıyor. Peki, doğal cinsel tercihler ve ihtiyaçlardan öte,<br />
sevgiyi her diam sıcak tutmanın önemli olduğunu, hem baskın<br />
karakter Nic, hem de ondan takdirler bekleyen Jules anlayabilecek<br />
midir? Onlarla birlikte, bir ilişki yaşayan her seyircinin<br />
bunu içselleştirebileceğini sanıyorum. Çünkü oyuncu<br />
performansları, ‘mizah –dram dengesi tam’ bir öyküleme içinde<br />
o kadar mükemmel ki, duygudaşlık kurmamak olanaksız.
Geçen yıldan başlayan<br />
deprem Oscar töreninde<br />
devam ediyor.<br />
Hangi kriterlere göre<br />
yapıldığı anlaşılamayan<br />
değerlendirmeler sinema<br />
adına en kötü yargılamaların<br />
devam etmesine sebep<br />
oluyor… Hurt Locker’ın<br />
Avatar karşısındaki utanç<br />
zaferi Zoraki Kral’ın Kara<br />
Kuğu karşısında aldığı<br />
ödülle tekrarlanıyor.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n 83. Oscar Ödülleri’nde en iyi<br />
film, yönetmen, özgün senaryo ve<br />
erkek oyuncu dallarında heykelciği<br />
kazanan “Zoraki Kral” zirveye<br />
çıktı. “Başlangıç” yine dört, “Sosyal<br />
Ağ” ise üç dalla gecenin diğer<br />
kazananları oldular. Bu saatten<br />
sonra ödülleri kimin aldığını söylemenin<br />
bir anlamı yok. Biz kendi<br />
çerçevemizden değerlendireceğiz<br />
Oscar’ı. Geçen yıldan beri<br />
Oscarlar’la yıldızım barışmadı. Hurt<br />
Locker’a giden ödül benim bütün<br />
dengelerimi bozdu. Avatar yerine<br />
neredeyse faşist bir film olan Hurt<br />
Locker seçimi ABD’nin psikolojik
karmaşasının da bir ifadesiydi aslında. Bu yıl da işler<br />
pek değişmedi. Mesela En İyi Erkek Oyuncu dalında<br />
Javier Bardem bir adım öndeydi ama Zoraki Kral-<br />
King Speech’teki rolüyle Colin Firth sanki arada çok<br />
fark varmış gibi herkesin favorisi olarak Oscar’ı aldı.<br />
Ödüller belli olmadan önceki yorumlara baktığımızda<br />
Zoraki Kral, Sosyal Ağ bir adım önde gibi görüldü<br />
hep. İşte zaten bu “bir adım önde” olmanın sebebini<br />
çözmek imkansız. O “bir adım önde” lafının, kriterinin<br />
sinemayla hiç ilgisi yok. Çünkü sinema olarak, hem<br />
sanatsal derinliği hem barındırdığı yenilikçi bakış açısı<br />
anlamında Black Swan Zoraki Kral’a fark atardı ama<br />
işte o sinemayla ilgisiz kriterler işin içine girdiği için<br />
ödül dağılımı tamamen farklı oldu. Peki bu sinemanın<br />
dışındaki kriterlerin Oscar’a ne kazandırdığını bir<br />
konuşalım. Dikkat edin sanki törenin büyüsü yoktu.<br />
Aslında aynı ünlü isimler, aynı ünlü modacıların<br />
kostümleri, aynı sahte Hollywood pırıltısı ama yine<br />
de geçen yıllara göre sönük, heyecansız bir Oscar<br />
töreni. Çünkü Hollywood farklı dengeleri gözeterek<br />
kendisinin altını oyuyor. Ve istem dışı bir değer<br />
kaybına uğruyor. Hatta En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu<br />
dalında ödül alan Melisa Leo’nun gösterdiği suni<br />
sevinç ve şaşkınlık barındıran tavırları bile bu gerçeği<br />
saklayamıyor. En İyi<br />
Yönetmen Oscarı’nı<br />
alan Zoraki Kral’ın<br />
yönetmeni Tom<br />
Hooper’ın şimdiye<br />
kadar 3 uzun metraj<br />
film çekmesi, bunlardan<br />
biri de kalitesiz<br />
bir yapım olan<br />
Red Dust, şaşkınlık<br />
yaratmamalı bizim için.<br />
Darren Aronofsky’nin<br />
filmine, senaryosuna,<br />
oyuncularının özverisine<br />
bakın. O da<br />
yetmezse sinemanın<br />
diğer güzel sanatlar<br />
ile beraberliği
adına verilen en iyi örneklerden olmasını<br />
düşünün. Bütün bunların üzerine<br />
olabildiği kadar klasik bir anlatıma sahip<br />
olan, tamamıyla plan plan çekilen<br />
sanki birbirini takip eden resimlerden<br />
oluşan Zoraki Kral’ı masaya yatırın. Peki<br />
nasıl oluyor da Zoraki Kral her anlamda<br />
Kara Kuğu’yu geçiyor? Kekeme bir kralı<br />
canlandıran Colin Firth’ün kabiliyetine<br />
bir şey diyeceğimiz yok ama bütün<br />
duygusal derinliği öfkesini ve iradesini<br />
kullanarak kekemeliği yenmek olan<br />
bir karakter karşısında, inancı, insanın<br />
günümüzde düştüğü sefilliği, vicdanı<br />
ve daha birçok duyguyu derinlemesine<br />
eleştiren, odağına alan Biutiful’da Javier<br />
Bardem’in canlandırdığı Uxbal karakterini<br />
koyduğumuzda bu tepetaklak olmuş<br />
ölçülendirmeler gözümüze batıyor.<br />
Açıkçası düşünün ve isyan edin. Her şey<br />
adına. Ve öncelikle isimlerden daha çok<br />
sinema adına isyan edin.<br />
ÖDÜLLERİN DAĞILIMI<br />
En İyi Film: Zoraki Kral<br />
En İyi Yönetmen: Zoraki Kral / Tom Hooper<br />
En İyi Kadın Oyuncu: Siyah Kuğu / Natalie Portman<br />
En İyi Erkek Oyuncu: Zoraki Kral / Colin Firth<br />
En İyi Yabancı Film: In a Better World /<br />
Susanne Bier / Danimarka<br />
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Melissa Leo / Dövüşçü<br />
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christian Bale / Dövüşçü<br />
En İyi Sanat Yönetmeni: Alis Harikalar Diyarında /<br />
Robert Stromberg ve Karen O’Hara<br />
En İyi Sinematografi: Başlangıç / Wally Pfister<br />
En İyi Özgün Senaryo: Zoraki Kral - David Seidler<br />
En İyi Uyarlama Senaryo: Sosyal Ağ - Aaron Sorkin<br />
En İyi Kısa Animasyon: The Lost Thing /<br />
Shaun Tan - Andrew Ruhemann<br />
En İyi Animasyon : Oyuncak Hikayesi 3 / Lee Unkrich<br />
En İyi Özgün Film Müziği: Sosyal Ağ /<br />
Trent Reznor - Atticus Ross<br />
En İyi Ses Montajı: Başlangıç / Richard King<br />
En İyi Ses Miksajı: Başlangıç / Lora Hirschberg,<br />
Gary A. Rizzo and Ed Novick<br />
En İyi Kostüm Tasarımı: Alis Harikalar Diyarında<br />
/ Colleen Atwood<br />
En İyi Makyaj: The Wolfman / Rick Baker - Dave Elsey<br />
En İyi Kısa Belgesel Film: Strangers No More /<br />
Karen Goodman - Kirk Simon<br />
En İyi Kısa Film: God of Love / Luke Matheny<br />
En İyi Belgesel Film: Inside Job / Charles Ferguson -<br />
Audrey Marrs<br />
En İyi Montaj: Sosyal Ağ / Angus Wall ve Kirk Baxte<br />
En İyi Göresel Efekt: Başlangıç / Paul Franklin,<br />
Chris Corbould, Andrew Lockley ve Peter Bebb<br />
En İyi Şarkı: Oyuncak Hikayesi 3 /<br />
“We Belong Together” - Randy Newman
Berrak Tüzünataç yeni filmi Bir Avuç Deniz ile gündemimize<br />
girdi. Filmde isyankar ve aşık bir kızı canlandıran<br />
Tüzünataç’a aşka inanıp inanmadığını sorduk...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Bu hafta vizyona giren Bir Avuç Deniz’in romantik<br />
ve isyankar karakteri Deniz’i canlandıran Berrak<br />
Tüzünataç cesareti nedeniyle kendine benzeyen<br />
bu karakterle ilgili sorularımızı cevapladı. Yapım bir<br />
aşk filmi olunca ister istemez aşktan da bahsettik.<br />
Sinemada kadın olmanın anlamından dizilerdeki<br />
çalışma şartlarına kadar her konuda, özellikle de<br />
filmin yönetmeni Leyla Yılmaz’ın kadın olmasının<br />
filmin duygusuna neler kattığını konuştuk. Sinemaya<br />
bakışında 19 yaşındaki Berrak ile bugünkü Berrak<br />
arasındaki fark sohbetimizin konularındandı.<br />
Bugüne kadar birçok magazin haberine konu<br />
olmuş ama içinde sanatçı olmanın inadını yaşayan<br />
Berrak Tüzünataç’ı yeniden tanımak ister misiniz?<br />
İşte kendi ağzından Berrak Tüzünataç...<br />
Öncelikle projeye nasıl dahil olduğunuzla<br />
başlayalım.<br />
Projede kesinleşen ilk isim bendim. 6 ay öncesinden<br />
senaryo benim elimdeydi. Aslında normal<br />
prosedürde yönetmen size senaryoyu yollar, okursunuz,<br />
diğer isimlere bakarsınız. Ama karakterim<br />
beni o kadar çok heyecanlandırdı ki, projeyle ilgili<br />
senaryo ve yönetmen dışında hiç bir şey belirli<br />
değilken ben projeyi kabul ettim..<br />
Yönetmen Leyla Yılmaz’ın ilk uzun metraj filmi.<br />
Onun kadın olması bu kararınıza biraz etki etti mi?<br />
Bilmiyorum ama ben daha önce hiç kadın bir<br />
yönetmenle çalışmadım. Belki bir kadın olarak<br />
kadın karakterleri de kendisi yazması bu karakterleri<br />
daha gerçek yaptı. O yüzden Ayda Aksel de çok<br />
heyecanlandı ben de. Özel, gerçek, ilginç kadın<br />
karakterler yazmış.<br />
Rolünüzden biraz bahseder misiniz?<br />
Film belirli bir sınıfın içerisinde geçiyor, bir burjuva<br />
filmi. Canlandırdığım karakter Deniz de o sınıfa ait<br />
ama o sınıfın ayrıkotu gibi. Hem de büyük burjuva<br />
bunlar, yani çok zengin aileler. Herkes çocuklarını<br />
imkan dahilinde en iyi şekilde yetiştirmiş. Deniz’in de<br />
bu özellikleri var ama Deniz’in anne babasıyla ilişkisi<br />
çok yoğun olamamış. Çünkü annesi İngiliz, orada<br />
yaşıyor. Babası dünya turuna çıkmış. Kimsesi yok<br />
yani, hiçbir yere ait hissetmiyor kendini. O yüzden<br />
de girdiği bir ortamda insanları rahatsız edebilecek<br />
bir sürü şey söylüyor. Aslında mutsuz olduklarına<br />
ikna edebiliyor ya da her şeyi sorgulatabilecek, kendine<br />
ait bir felsefesi ve hayata yaklaşımı var. Tabiî ki<br />
her karakter farklı reaksiyonlar veriyor buna karşı,<br />
kimisi korkuyor, kimisi yenmeye çalışıyor. Kimisi<br />
vazgeçmiş lanet olsun Deniz’e diyor, kimisi de aşık<br />
oluyor.<br />
Filminiz bir aşk filmi ve yönetmen olarak bir kadının<br />
dokunuşu var. Aşk duygusunu yorumlayışta bir fark<br />
hissettiniz mi?<br />
En yoğun farkı kadın karakterlerdeki özende, kadın<br />
karakterlerin yazılışında ve duruşlarında, hikâyeye<br />
katkılarında, hikâyedeki yerlerinde hissediyorum.<br />
Türk sinemasında kadın karakterlerin genelde edilgen<br />
olması, yazan insanların erkek olmasından<br />
kaynaklanıyor. Bu yüzden bence en heyecanlı<br />
şeylerden biri de Leyla’nın film çekmeyi, senaryo<br />
yazmayı planlaması. Çok yetenekli bir sürü kadın<br />
oyuncu var ve kimse de tatmin olmuyor, daha<br />
fazlasını yapmak istiyor herkes. Böyle bir filmde<br />
böyle bir rolü tecrübe edebildiğim için kendimi şanslı<br />
buluyorum. Kadınların da yazması, düşünmesi<br />
lazım. Çünkü öbür türlü var olmak için belirli<br />
şeylere dahil olmak zorunda kalıyoruz. Tanıdığım<br />
en idealist oyuncular bile aynı yoldan geçiyor. Ve<br />
bu kimsenin çok bayıldığı bir şey değil. Bir yandan<br />
da var olmak zorundasınız ve yaptığınız işin<br />
sürekliliğini getirmezseniz kolay unutulabileceğiniz,<br />
kaybolabileceğiniz bir iş. O yüzden bence biraz daha<br />
yazar kadın olması lazım, birilerimizin çabalaması<br />
lazım.<br />
Aşka ve bunun için mücadele etmeye inanıyor musunuz?
Evet, ikisine de inanıyorum.<br />
Bundan sonrası için projelerden ne bekliyorsunuz,<br />
kıstaslarınız nelerdir?<br />
Bu işe başladığımda 19 yaşındaydım. O<br />
zamandan beri de tercihler yavaş yavaş<br />
oturuyor. İlk zamanlarda zaten bir var<br />
olma “merhaba ben geldim” deme dönemi<br />
vardı. Baktığımda güvenilir kişilerle de<br />
çalışmışım. Belki biraz da şans, ne kadar<br />
bilinçliydim bilmiyorum çünkü. Belki de<br />
çok istediğim için şansımın yaver gittiğini<br />
düşünüyorum. Hep iyi yönetmenlerle, iyi<br />
oyuncularla çalıştım. Bu film de benim<br />
için çok özel. Beni çok zorlayan bir karakter.<br />
Düşündüğüm ve çok çalıştığım bir<br />
karakter ve çok heyecanlıyım. Yani herhalde<br />
herkes bu işi hep bu duyarlılıkla<br />
yapmak ister. Tabii çok mümkün olmuyor<br />
ama bu duyguda gitmek istiyorum. Bir<br />
şekilde böyle heyecanlanmak istiyorum,<br />
şansım yaver gitsin istiyorum aslında.<br />
Sanırım bu film biraz orta ve yüksek<br />
sınıfa sesleniyor. İzleyenlerin çoğu da<br />
orta sınıftan olacağından bu filmi daha<br />
kolay içselleştirebileceklerini düşünebilir<br />
miyiz?<br />
Bunu bilmiyorum ama filmin yüksek<br />
sınıfta geçmesinin bir sebebi var.<br />
Leyla’nın yapmak istediği bir burjuvazi<br />
eleştirisi de var. O sınıfın kendisini, düzenini<br />
korumak için neler yapabileceği de<br />
var. Ve aslında gelir arttıkça çocukların<br />
özgürlüğü azalıyor. Çünkü yapması<br />
gereken şeyler daha keskin kararlarla<br />
sınırlanıyor. Ailesinin çizdiği yolda giderse<br />
çok özgür oluyor, eğer o yoldan çıkarsa<br />
görüyor ki o kadar da özgür değilmiş<br />
aslında. Film sadece öyle güzel evler,<br />
güzel elbiseler görelim diye yapılmış bir<br />
burjuva hikayesi değil. İçinde sert mesajlar<br />
da barındırıyor.<br />
Dizi süreleri için yapılan tepki ve eylemleri<br />
yeterli ve doğru buluyor musunuz? Bu<br />
tepki ve eylemler hedefini doğru seçmiş<br />
mi sizce?<br />
Ben de katıldım “Yerli dizi yersiz<br />
uzun” diye bir eylem yapıldı. Bir şeyler<br />
yapılmalı. Mesela basında öyle bir<br />
yansıtılmış ki bu sadece oyuncular gitmiş<br />
gibi gösterilmiş. Hayır, orada hep birlikteydik<br />
biz. Ama oyuncu olarak senin resmin<br />
çıkıyor. Zaten o yüzden de daha çok<br />
sen gitmelisin, çünkü senin resmin daha<br />
çok çıkıyor. Amaç bir şikayet olduğunu<br />
ve bu sistemin değişmesi istendiğini<br />
duyurabilmekti ve bence de başarılı<br />
oldu. Çalışma Bakanı ve Kültür Bakanı<br />
da konuşmalar yaptı. Bunun üzerinde<br />
çalışılacağı söylendi, oyuncu sendikası<br />
başladı. Bir alt yapı kuruluyor ne kadar<br />
sürer bilemiyorum ama doğru şeyler<br />
yapılacağına inanıyorum.<br />
Ünlü olmanın bir dezavantajı var mı?<br />
Tabiî ki var. Bu işi yapan her bir bireyin<br />
kendine ait bir serüveni var. İdare etmesi<br />
gereken bir durumu var. Ünü tamamen<br />
reddedersiniz, sizi bu reddinizden dolayı<br />
çok güzel pişman ederler ve kabullenirsiniz.<br />
Ya da pişman olmayacağım diye inat<br />
da edebilirsiniz ve yıpranırsınız. Eğer o<br />
gücünüz varsa benim kahramanım olursunuz<br />
çünkü ben yoruluyorum. Tabiî ki de<br />
hayatını her yerde etkiliyor insanın.<br />
Sinema mı diziler mi sizi daha fazla tatmin<br />
ediyor?<br />
Tabiî ki her anlamda sinemadaki düzeni<br />
seçerim. Herkes kostümde, makyajda her<br />
anlamda işinin idealini yapmaya çalışıyor<br />
ve herkese bu imkan veriliyor. Tabiî ki<br />
daha fazla tatmin oluyorsunuz. İşe konsantrasyonunuz<br />
daha fazla oluyor. Bütün<br />
hayatının geçtiği bir şeyde konsantrasyonun<br />
sürekli kalamıyor.<br />
Televizyon dizilerinin yakın coğrafyada çok<br />
beğenildiği ortada...<br />
Orada nasıl bir düzen olduğunu bilmiyorum<br />
ama yine de o ülkelere satılmış olan<br />
dizilerden tanınan oyuncularla öncelikli<br />
çalışılmak istenecektir. Bu dizi sektöründen<br />
çıkmak için birçok şeyi atlatmak gerekiyor.<br />
Benim herhalde bir 5-6 senem daha<br />
var televizyondan çıkmak için. Çünkü<br />
daha sonuçlarını alacağım, sinemada da<br />
işime yarayacak, kariyerimle ilgili birçok<br />
faydası olacak şeyler almam gerekiyor<br />
daha televizyondan.
n Daha önceki yıllarda çekilen filmlerine<br />
güvenilmeyen oyunculardan biri de, ismen<br />
ne kadar büyük olursa olsun, Uma Thurman<br />
idi. “My Super Ex-Girlfriend”, “The<br />
Accidental Husband”, ve “Motherhood”<br />
gibi “kötü” diye nitelendirebileceğimiz<br />
filmlerde imzası bulunan oyuncu, izleyici<br />
üzerinde fazla etki bırakamamıştı.. Bize<br />
karşı çıkanlar tabii ki olacaktır ama, kendilerine<br />
soracak olursak onların da aklina<br />
Tarantino’nun Kill Bill serisinden başka film<br />
geleceğini pek tahmin etmiyoruz açıkçası.<br />
Variety dergisinin haberine göre Thurman,<br />
bu kötü gidişhatı değiştirecek gibi. Gabriele<br />
Muccino’nun “Playing the Field” isimli<br />
komedisi için Jessica Biel ve Gerard Butler<br />
ikilisine katılan Thurman, bakalım bu sefer<br />
şeytanın bacağını kırıp, izleyicinin aklında<br />
iz bırakmayı başarabilecek mi. “Married<br />
an Axe Murderer” ve “In the Army Now”<br />
gibi filmlerin de senaryo yazarlığını yapan<br />
Robbie Fox, bu filmin de senaryosunu<br />
yazmış. Biel’i, Butler’ın eski karısı ve<br />
Thurman’ı da Butler’ın ilgi duyduğu karşı<br />
takım oyuncularının birisinin annesi olarak<br />
izleyeceğimiz romantik komedi tarzındaki<br />
film, eskiden profesyonel futbol oyuncusu<br />
olan Gerard Butler’ın, oğlunun içinde<br />
bulunduğu futbol takımına antrenör olarak<br />
başlamasını anlatıyor. Thurman’a takılıp,<br />
Butler ve Biel ikilisini de es geçmemek<br />
lazım. Bu ikilinin de uzun süredir elle<br />
tutulabilecek iş çıkarmamaları, belki<br />
de bu filmi daha enteresan kılıyor.<br />
Konuda herhangi bir çekicilğin<br />
olmaması, “Seven Pounds”un<br />
yönetmeninin işini biraz zorlayacak<br />
gibi. Ama iyi bir yönetim,<br />
ve doğru açılarla, izlenebilir<br />
bir proje çıkabileceği aşikar.
n Kariyerinde önemli bir yere sahip olan<br />
televizyon serisi “The Office”den bu baharda<br />
ayrılacağını açılayan Steve Carell,<br />
yönetmenliğini David Frankel’in yapacağı,<br />
“Great Hope Springs” isimli yapıtta Meryl<br />
Streep ile kamera kaşısına geçecek.<br />
Filmde Streep ile eşinin heyecanını<br />
kaybetmiş olan evliliğini kurtarmak için<br />
çabalayacak. Prodüksiyonuna Ağustos<br />
ayında başlanacaği duyurulan filmin senaryo<br />
yazarı, HBO’da yayınlanan “Tell<br />
Me You Love Me”nin de yazarı Vanessa<br />
Taylor. “Great Hope Springs”, televizyon<br />
kariyerine ara verip, sinema filmi kariyerine<br />
ağırlık vermek isteyen Carell için önemli bir<br />
yapıt olacak gibi görünüyor. Bu yolda ciddi<br />
adımlar atmaya başlamak için geri sayıma<br />
geçen Carell’in bir sonraki durağı ise “Burt<br />
Wonderstone”, bu filmden sonra da Ryan<br />
Gosling, Julianne Moore, ve Kevin Bacon<br />
ile “Crazy, Stupid Love” filmiyle izleyici ile<br />
buluşacak olan Carell’in şimdilik görünen<br />
son durağı, kendisinin yazdığı “Get Smart”<br />
filminin 2. bölümü.<br />
n Yönetmenliğini başarlı yönetmen<br />
Tarsem Singh’in yaptığı<br />
“Immortals” filminin ilk görüntüleri<br />
elimize ulaştı.<br />
Konu itibariyle “Clash of the<br />
Titans” çalışmasını andıran<br />
çalışmanın elimize ulaşan karelerinde<br />
Henry Cavill, Twilight’tan<br />
Kallen Lutz, Slumdog Millionaire<br />
filminden Freida Pinto ve<br />
yüzünde ağır izlerle Mickey<br />
Rourke görünüyor.
n Özellikle erkek oyuncuları bilgisayarlara<br />
bağlayan oyun Tomb Raider’ın filmnin<br />
yapılacağı dedikoduları ilk kez kulaktan<br />
kulağa yayılmaya başlandığında başrol için<br />
akıllarda tek bir isim vardı; Angelina Jolie.<br />
Ancak şimdi yeni Tomb Raider filminde Lara<br />
Croft rolünü üstlenecek oyuncunun Olivia<br />
Wilde olduğu konuşuluyor. FanCarpet’a<br />
konuşan ismi gizli kişi şu açıklamalarda<br />
bulundu; “Bu çok daha karanlık ve ciddi bir<br />
Tomb Raider filmi olacak. Amaç en iyi yönetmenlerden<br />
birini alıp güçlü bir senaryoyla<br />
birleştirmek ve bu erkekler arasında da güçlü<br />
olan kadın karakteri canlandırmak.”
n Yaptığınız iyi bir işin ardından, Oscar<br />
gibi bir ödülü almak, ilerki tarihlerde<br />
çekilebilecek her iyi proje için sizin<br />
düşünülmeniz gibi “tatlı” bir derdi beraberinde<br />
getiriyor olsa gerek. Hatta daha<br />
önce istekli olduğunuz ve kibarca geri<br />
çevrildiğiniz roller için bile... Aldığımız<br />
duyumlara göre “The Kings Speech”<br />
ile Oscar’ı alan Colin Firth, Sony Film<br />
Şirketi tarafından yeniden çekilmesi<br />
kararlaştırılan 1964 yılı yapımı “My Lady<br />
First” müzikalinde Henry Higgins rolü için<br />
düşünülüyor. Bu rolü daha öncelerden<br />
Firth’in istediği biliniyordu, fakat yapımcı<br />
şirket tarafından bu rolün Hugh Grant’a<br />
teklif edilmesi planlanıyordu. Şimdi ise<br />
Firth’in bu teklife nasıl bir cevap vereceği<br />
merakla bekleniyor..<br />
n Başrollerinde Bradley Cooper ve<br />
Robert DeNiro’nun oynadığı “Limitless”<br />
filminin Avrupa, özellikle İngiltere, için<br />
tasarlanmış posteri elimize ulaştı.<br />
Zeka düzeyini arttrmak için aldığı haplar<br />
sayesinde, inanılmaz zeka düzeyine<br />
ulaşan, ve beyninin %100’ünü kullanmayı<br />
başarabilen, genelde başarısız bir<br />
yazarın<br />
başından<br />
geçenleri anlatan<br />
filmin<br />
posteri, bize<br />
biraz “Wall<br />
Street”i<br />
anımsattı. Daha<br />
önce Amerika<br />
için tasarlanmış<br />
posteri de hemen<br />
hemen<br />
aynı havada.
n Görünen o ki Martin Scorsese ve Leonardo Di-<br />
Caprio, ‘The Wolf of Wall Street’ projesiyle bir kez<br />
daha bir araya gelecek... Fakat ondan önce, yönetmenin<br />
çekmek istediği başka bir film var. Şu sıralar<br />
ilk 3D filmi ‘Hugo Cabret’ ile uğraşan Scorsese’nin<br />
bir sonraki projesinin ‘Silence’ olacağı belli oldu.<br />
Shusaku Endo’nun aynı isimli romanından uyarlanacak<br />
olan film, 17. y.y.’da Hrıstiyanlığı yaymak adına<br />
Japonya’ya giden Cizvit rahiplerinin karşılaştıkları<br />
şiddet ve işkenceyi anlatacak. Set tarihi belli olmayan<br />
filmin çekimlerinin başlaması için ise ‘Hugo Cabret’in<br />
tamamlanması bekleniyor...<br />
n Warner Bros. Pictures and Legendary Pictures, yeni<br />
çekilecek Superman filminin kahramanını açıkladı. Christopher<br />
Nolan yapımcılığında tekrar beyazperdeye gelecek<br />
olan ve yönetmenliğini Zack Snyder’in yapacağı yeni ‘Superman’<br />
için oyuncu nihayet bulundu. Çelik Adam’ı İngiliz<br />
Henry Cavill canlandıracak. Showtime’ın The Tudors<br />
dizisinin starı Henry Cavill böylece süper-kahramanları<br />
canlandıran İngiliz aktörler Andrew Garfield ( Örümcek<br />
Adam), Christian Bale ( Batman) kervanına katılmış oldu.
Gölgeler ve Suretler Derviş Zaim’in 60’lı yıllarda Kıbrıs’ta yaşananlara<br />
bir bakışı… Film konusu itibariyle ister istemez politik bir çizgiye<br />
oturuyor, Rum ve Türk oyuncuların varlığıyla farklı bir anlam<br />
kazanıyor. Derviş Zaim’le yaptığımız sohbetle bu tarihe uzandık, filmin<br />
oyuncuları Settar Tanrıöğer ve Buğra Gülsoy’la bu tarihin altını iyice<br />
bir çizdik! Herkesin Kıbrıs’la bir bağlantısının olduğunu öğrendiğimiz<br />
röportajı en yalın haliyle sunuyoruz… İyi okumalar…<br />
BANU BOZDEMİR<br />
MURAT TOLGA ŞEN<br />
Bu filmin ne kadarı sizin<br />
hayatınızdan? Tanıklık etmiş birileri<br />
var mı?<br />
Derviş Zaim: Benim yaşayan<br />
akrabalarım arasında birebir burada<br />
resmedildiği şekliyle olaylardan etkilenen<br />
olmadı. Ama olayların dalgaları<br />
bizi vurdu, çocukluk yıllarımda bir<br />
şekilde o çalkantıları yaşadığım için<br />
bu hikayenin benle ilgisi olduğundan<br />
bahsedilebilinir. Biz göçmen olmadık,<br />
ailemizden kimse hayatını kaybetmedi<br />
ama 74’e kadar da bunun etkilerini<br />
hissettik. Ben on yaşındaydım 74’te,<br />
etkilerini hissettik ve bu olaylardan<br />
bağımsız büyümedik.<br />
Şimdi bu konu Türk sinemasında hiç<br />
ele alınmadı, dünya sinemasında da<br />
ele alındığını düşünmüyorum…<br />
D.Z: Yunan sineması ya da Kıbrıs<br />
– Rum sineması 60’lı yıllara ilişkin<br />
olarak bir altın çağdır. Altın Çağ’dan<br />
kasıt adada herhangi bir problem<br />
yoktur, Türk askeri 74’te adaya<br />
gelince problem başlamıştır gibilerinden<br />
bir tablo çizilir. Ampirik olarak o<br />
meselenin üstüne gitmek istemiyorlar.<br />
O taraftan çok fazla film yapılmıyor,<br />
yapılınca da böyle şeyler yapılıyor.<br />
Türk sinemasının ilgili döneme<br />
yaklaşımı Küçük Mücahit Sezercik<br />
gibi filmlerden öteye gitmiş değil. Bu<br />
film o dönemle ilgili yapılan ender<br />
filmlerden. Bu anlamda bir boşluk<br />
doldurma işlevini yerine getirdiğini<br />
söyleyebilirim.<br />
İki taraftan da insan hikayesi anlatan<br />
başka film yok. Diğerleri daha şoven.<br />
Sezercik ya da Önce Vatan gibi. Peki<br />
Rum oyuncuları nasıl ikna ettiniz<br />
filmde oynamaları için…<br />
D.Z: Selanik Film Festivali’nden<br />
tanıyordum Popi Avraam’ı. Oranın<br />
önemli oyuncularından, her anlamda<br />
bir tiyatro insanı. Daha<br />
önce Stockholm’de 1998 yılında<br />
Tabutta Rövaşata’yı izlemişti. Bu<br />
projeyi 2006 yılında Selanik Film<br />
Festivali’nde tekrar kendisine açtım,<br />
sıcak bakabileceğini söyledi. Proje o<br />
zamanda vardı kafamda. Bu benim<br />
içi bir umut teşkil etti. Kesin evet<br />
dememişti, metni görmek istiyordu,<br />
ama bir tane Kıbrıslı Rum oyuncunun<br />
bu projeye sıcak bakması bile<br />
beni kamçıladı. Senaryoyu yazdım,<br />
finansal anlamda birtakım işaretler<br />
gelmeye başlayınca Popi’ye gittim.<br />
Senaryoya karşı çok olumlu<br />
olduğunu fark ettim ve gerisi deyim<br />
yerindeyse çorap söküğü gibi geldi.<br />
Senaryoda hiç itiraz noktaları oldu<br />
mu? Sizin yazdığınız haliyle mi izliyoruz?<br />
D.Z: Hayır, olmadı. Dürüst bir senaryo<br />
olduğunu söyledi zaten taa
aşından itibaren. Kendi anıları da vardı, o anılardan<br />
dolayı kendi bildikleri de vardı.<br />
Sonuçta bir risk alarak filmde oynadılar diyorsunuz,<br />
bunun sebebi ne olabilir?<br />
D.Z: Popi Avraam’la ilgili bildiğim bir şey var.<br />
2003’teki referandumda her iki tarafta ayrı ayrı Annan<br />
planını onaylıyordu. Ayrı ayrı sandığa gidip oy<br />
vermişti. Evet oyu verilmesini savunanlardan birisi<br />
olduğu için ve de Kıbrıs Rum kesimi o zaman yüzde<br />
75’lik kısımla hayır dediği için, Popi Avram iş bulmakta<br />
güçlük çekti o dönem, beş yıl kadar.<br />
Bu filmden sonra ne olur acaba?<br />
D.Z: Taa başından itibaren böyle enterasan bir<br />
kadındı, böyle bir kadınla çalıştığım için çok<br />
mutluyum. İnsanlar oyuncularla çalıştığı zaman<br />
falancanın tavuğunu ürkütürüm, şu bana bunu şunu<br />
der gib birtakım kaygılar görürsünüz. Halbuki Rum<br />
Popi Avraam’ın aldığı riski düşününce tüm bunların<br />
çocukça olduğunu görüyorsunuz. Filmde rol beş<br />
Rum oyuncunun da hiç çekinmeden kahraman<br />
olduğunu söyleyebilirim.<br />
Her oyuncu için diyemeyiz belki ama sanatçı biraz<br />
da böyle olmalı gibi düşünüyor insan, kendi<br />
kararlarını verebilme, risk alma ve farklı olma…<br />
D.Z: Birtakım şeyleri aşabilme ve risk alabilme<br />
gücü var. Gerçekle ve gerçeklikle uğraşıyorsunuz.<br />
Bu çok kolay değil. Sanatçının önemli görevlerinden<br />
bir tanesi dile getirilememiş olanı, güçsüzlerin,<br />
sessizlerin sesi olmaya çalışmaktır. Bu insanlarda<br />
kendi tarihlerinde, kendi resmi görüşlerinin ortaya<br />
çıkma ihtimali olan bir filmde oynadılar. Bu sessizlerin<br />
sesi olma anlamında risk almaları anlamına<br />
geliyor. Gerek yapım, gerek yapım sonrasında bir<br />
yüzleşme projesidir. Hristiyanlık’ta Katolik ve itiraf<br />
kültürünün olduğu yerlerde bunu yapmak daha<br />
kolaydır. Gerçi bundan ibaret değil sadece, zekice<br />
birtakım taktikler var. Kıbrıs, Yunanistan ve bizim<br />
ülkelerde hakikat komisyonlarının işlevsel olacağıyla<br />
ilgili benim kuşkuları var. Bizde aslolan pisliği halının<br />
altına itmektir. Eğer o pislik görülmüyorsa sen normal<br />
hayatına devam edersin. İnsanlar itiraf ettikten sonra<br />
risk alırlar hayatları dağılır. Lafı şuraya getirmeye<br />
çalışıyorum. Bireyler üzerinden yüzleşme biraz zor<br />
olacağı için bunu sanat üstlenecek. Belli insanların<br />
adını vermeden anonim biçimde bunu yapıyorsun.<br />
Gölgeler ve Suretler bu anlamda bir yüzleşme<br />
sunuyor hem Türkler hem Rumlar. Bu da ileride<br />
barışın imkanlarının artmasına yol açacak.<br />
Kameranın döndüğü bir plan var, o çok etkili fantastikti.<br />
İleride fantastik bir film çekmeyi düşünür<br />
müsünüz?<br />
D.Z: Gerilim filmi yaparım ama fantastik… Son<br />
zamanlarda sizi etkileyen filmler nedir diye falan sorulur<br />
ya Pan’ın Labirenti iyiydi. Fantastik yaparsam<br />
öyle bir şey yaparım, o sularda gezinen. Gerçeklikle<br />
ilgili meselesini topu fazla dolaştırmadan vermeye<br />
çalışıyor. Bu söylediği şeyin içine fantastiği de<br />
yerleştiriyor. Ama burada o dokuyu kullanmam çok<br />
mantıklı değildi, aksiyon çizgisinin sade oldu bir iş<br />
yapmak istedim, gerçi fantastik öğeler de var, daha<br />
önceki filmlerimde olduğu gibi.<br />
Bu filme hem bizden hem de Rum kesiminden<br />
haklar ve çıkarların savunumu anlamında bir eleştiri<br />
gelirse neler hisseder?<br />
D.Z: Bir maymunu Gölgeler ve Suretler’in önüne<br />
getirelim. Belleği, kapasitesi ve hayata bakışı çerçevesinde<br />
bu filmi anlayacaktır. (Gülüşmeler)<br />
Klasik sinemaya daha yakın duruşunuz var diyebiliriz,<br />
Antalya’da SİYAD ödülü aldınız ama ana<br />
jüri daha minimal bir film ödüllendirdi. Derviş Zaim
sineması değişiyor ama çizgisini değiştirmeyen<br />
yönetmenler var…<br />
D.Z: Bir gol atıp onun üzerine yatan ve defansa<br />
çekilen adamlar, bir sıfır kazanıyor olsalar da bu<br />
benim hoşuma gitmiyor. Sürekli bir şeyler deneyen,<br />
risk alan insan olarak anılmak hoşuma gidecektir.<br />
Risk almazsanız keşfetme ihtimali ortadan kalkar<br />
ve potansiyelinizi değerlendiremezsiniz. Çok<br />
yoğun izleme yapmadım festivalde, bir ya da iki<br />
film izledim. Bu festivalin omurgası var mıdır, yok<br />
mudur, festival belli tarz sinemanın temsil edildiği<br />
yer midir değil midir’e gidiyor biraz laf. Bu yok,<br />
orada insanları şahsi kimyasıyla oluşan bir şey var.<br />
Buna bir şey deme hakkımız yok, o jüriyi biliyorduk,<br />
kararlarına saygı göstermek durumundaydık.<br />
Geleneksel sanatlar üzerinden gidiyorsunuz filmlerinizde.<br />
Bu filmde önce hangisi oluştu kafanızda?<br />
D.Z: İkisi birbirini çağırır, ikisi bir yerlerde birbirlerini<br />
doygun hale getirmeye yaklaştırır. İkisi birbirini<br />
çağırır ve ortada bir yerde doygunluğa erişirler.<br />
Burada mesele biçimin ve içeriğin arasında bir<br />
dengesizliğin olmamasına, kantarın topuzunun<br />
kaçmamasına dikkat etmemektir. Bu işlerimde<br />
sevdiğim bir şeydir bu…<br />
Siz bu filmin içinde yer almaya nasıl karar verdiniz…<br />
Settar Tanrıöğen: Ben de Kıbrıslıyım… (Gülüşmeler)<br />
D.Z: Ben bir anımızı anlatayım.<br />
Rol çaldınız…<br />
D.Z: Settar Abiyle ilgili bu anlatacağım şey. Belli bir<br />
kalibresi, belli bir düzeyi olan oyuncu. Bunu bilmeyen<br />
de yok zaten. Nokta’nın çekimleri sırasında bir kulübe<br />
vardı, malum tek dam altı. Herkesin sığındığı tek<br />
yer. Settar abi ‘filozofu tanıyor musun’ diye bir laf attı<br />
bana. Filozof Kıbrıslı bir adamın lakabı. Settar abi<br />
tanıma şansına sahip olmuş. Ve etkilenmiş. Taklidini<br />
yapmaya başlamış. Nokta’nın hazırlıkları sırasında<br />
birdenbire arkamda Kıbrıs şivesi duymaya başladım.<br />
90’lı yılların ortalarında Settar Abi’nin gerçekleştirdiği<br />
stand up’ın önemli bölümlerinde filozof varmış ve o<br />
karakterin ağzıyla konuşuyormuş. Nokta’nın çekimleri<br />
sırasında yapılan bu şive Settar Tanrıöğer’in Gölgeler<br />
Ve Suretler’de yer alması için etkenlerden biri oldu.<br />
Yerini hazırladı. (Gülüşmeler) Bunu Fellini’yle Marcello<br />
Mastroianni ilişkisine benzetebiliriz. Hep Mercello<br />
ile çalışıyor ya Fellini. Bir film daha yapacağım<br />
ve bu kez Marcello’yu oynatmayacağım demiş. Marcello<br />
bozulmuş ama bir şey dememiş. Fellini cast için<br />
çeşitli adamlarla görüşmüş ama türlü istediği adamı<br />
bulamamış. Ama gözü şöyle olacak, omzu şöyle<br />
olacak, şöyle bakacak diye anlatıyormuş. Marcello’da<br />
evde çalışıyormuş. Bunlar bir gün kafa çekerken<br />
Marcello tam da istediği adam gibi davranmış.<br />
Sonra Fellini ‘ya sen de olursun aslında demiş’…<br />
(Gülüşmeler…) Bizimkisi de farklı bağlamda ama<br />
yumuşak bir geçiş oldu öyle… Buğra orada yedi yıl<br />
kalmış mesela…<br />
Evet herkesin bir Kıbrıs bağlantısı var galiba?<br />
Buğra Gülsoy: Ben Kıbrıs’a mimarlık eğitimi için gittim.<br />
Orada bir beş yıl kaldım. Daha sonra dönecekken<br />
enteresan bir şekilde orada kaldım ve Devlet<br />
Tiyatroları’nda çalışmaya başladım.<br />
S.Ö: Mimar olamadı, oyuncu oldu… (Gülüşmeler)<br />
Orada okurken bu filmin konusunu oluşturan konulardan,<br />
siyasi havadan haberdar mıydınız?<br />
B.G.: Kıbrıs’a üniversite okumak için gittiğinizde çok<br />
fazla siyasi hayatı içinde yer alamıyorsunuz. Kampüs<br />
içinde evrenizdeki insanlar da çok Kıbrıslı olmuyor.<br />
Ben mezun olduktan sonra Kıbrıs halkının içinde<br />
yaşamaya başladım. Tiyatroda çok değerli insanlar<br />
vardı, onları geçmişlerini dinleyerek Kıbrıs meseleleri-
ini öğrenmeye başladım. Kıbrıs’taki olayların aslında<br />
bizim hiç de Türkiye’den baktığımız gibi olmadığını<br />
öğrendim. Kıbrıs Türk, Kıbrıs Rum, gerçekten de<br />
Adalı. Ortak kültürleri var, bunlar zamanında aynı<br />
köyde, aynı çatı altında yaşıyorlarmış. Onlar Adalılar.<br />
Politikaların baskısından dolayı birbirlerinden<br />
uzaklaştırılmış, düşmanlaştırılmışlar. Bunları gözlemledim.<br />
Bir Settar Tanrıöğen olarak her yerde olma hali var<br />
ama kaliteden ödün vermeden…<br />
S.T: Ne mutlu kaliteli filmler yapılıyor ülkemizde ve<br />
bunlardan azımsanmayacak kadar var. Uluslar arası<br />
anlamda dikkat çeken bir ülkeyiz, üretim ve nitelik<br />
anlamında…<br />
Hangi kriterlere göre rol seçiyorsunuz? Derviş Bey’i<br />
kıramamış olabilirsiniz ama…<br />
S.T: Yok yok kırarım çok kolay kırarım. (Gülüşmeler)<br />
Derviş benim arkadaşım. Kırılması gerekiyorsa çok<br />
rahat kırarım, o da beni… Hikayenin gerçekliği birinci<br />
planda. Bence hikaye oyuncusunu ikna etmek zorunda,<br />
çalışanını ikna etmek zorunda. Senaryonun<br />
gerçekliğine ikna olduğunuz noktada o karakter<br />
orada nasıl dolanıyor ona bakıyorsunuz. Böyle bir<br />
adam tanıyorum, böyle bir karakter olabilir hayatta<br />
dersiniz…<br />
Bir hazırlık süreci oluyor mu, yoksa çıkıp oynuyor<br />
musunuz? Canlandırdığınız karakterler birbiriyle çok<br />
ayrı çünkü…<br />
S.T: Hem çıkıp oynuyorum hem de çok uzun<br />
hazırlanıyorum. Şöyle ki oyunculuk bir insanı tanıma<br />
ve algılama meselesi benim için. Bir karakter çıktı<br />
karşıma gideyim gözlem yapayım, arkadaş olayım<br />
bunlar yalan olur. Bu kadar kısa sürede bir insan<br />
tanınmaz. Eğer siz hayata bakınan bir insansanız<br />
daha önce bu tip karakterler olmuştur hayatınızda,<br />
tanıdık gelmeye başlar. Dolayısıyla insanın ömrüne<br />
yayılan bir hazırlık ve gözlem sürecinden bahsedebiliriz.<br />
Rum bir oyuncuyu canlandırmanız gerekseydi oynar<br />
mıydınız?<br />
Derviş Zaim: O risk bana ait.<br />
S.T: Konuşurduk bu konu hakkında tabii.<br />
D.Z: Rumları Rumlar oynasın istedim. Hiç<br />
bulamadığım noktada da çok iyi konuşan bir Kıbrıslı<br />
Türk’ü tercih ederdim.<br />
Türk sinemasının sıkıntısıdır zaten, yabancıları hep<br />
Türkler oynar…<br />
S:T: Evet gibiymiş gibi yapılmaması gerekir.<br />
İnandırması gerekiyor.<br />
D.Z: Rum oyuncu bulabilmek için adaya gittiğim<br />
sefer sayısı herhalde rekordur. Kuzeyden güneye,<br />
güneyden kuzeye pasaportu doldurdum neredeyse.<br />
Çok sayıda insan reddetti, korktular çünkü. Tekrar<br />
söylüyorum bu filmde oynayan Rum oyuncular birer<br />
kahramandır. Türk oyuncularım da çok emek verdiler<br />
ama onların yaptıkları çözülmemiş politik br<br />
risktir, saygıdeğer bir konuma getiriyor bu da onları.<br />
Size Kıbrıs Rum kesiminden Türk oyuncuları<br />
oynamanız yönde bir teklif gelse kabul eder misiniz?<br />
S.T: Olasılıklar ve koşullar üzerine konuşuyoruz.<br />
Derviş bir Rum yönetmen olsaydı, aynı senaryo<br />
olsaydı tabii ki oynardım.<br />
B.G: Benim kafamda Kıbrıs hakkında oluşmuş<br />
bir fikir var. Bunu Rum tarafından biri de yazabilir,<br />
İspanyol birisi de, fikirlerim doğrultusundaysa oynamak<br />
isterim.<br />
Sizin rolünüzde bir dervişlik, bir delilik, o ciddi<br />
havayı biraz da olsa kırma hali var…<br />
S.T: En masum karakterler arasında Cevdet ve ilk
olarak o ölüyor. Üstelik bir savaşın içinden geçip<br />
gelmiş, savaş görmüş birisi. Aklının gidip gelmesi<br />
belki de biraz ondan.<br />
Ahmet nasıl birisi?<br />
B.G: Ahmet aslında filmin içinde kendi karakterini<br />
oluşturmaya çalışan bir genç. Köyün<br />
delikanlılarından biri, kahvede çalışıyor. Muhtemelen<br />
anne babası ölmüş veya yok. O yüzden işte<br />
baba konumuna getirdiği bir adam var. Bu süreçte,<br />
o toplumsal baskıların içinde kendini ait hissedeceği<br />
bir yer arıyor ve onu da milliyetçi duygularda buluyor.<br />
Çatışma sahnesine gelelim, çünkü Türk<br />
sinemasında pek benzerini görmedim. Çatışarak<br />
geri çekiliyorlar. Oyuncu ve yönetmen olarak neler<br />
söylersiniz o sahnelerle ilgili…<br />
S.T: Yağmur yağdı ve çekemedik… (Gülüşmeler.)<br />
D.Z: Şimdi gelelim komedilere. İlk gün çekmeye<br />
başladık, o ana kadar damlayan hava yağmaya<br />
başladı. Setup değiştirip kapalı bir yere geçelim<br />
dedik. Orada oynatmam gereken oyuncu<br />
İstanbul’daydı. Komutanı canlandırdığım sahne<br />
o gün çekilmek zorunda kalındı. Etrafta oynayacak<br />
adam kalmamıştı, herkes bir şekilde gözükmüştü.<br />
Bizde Derviş Zaim son yılların kendisini filmlerinde<br />
gösteren yönetmenler modasına uydu mu diye<br />
düşündük…<br />
D.Z: Hiç öyle bir hırsım yok. Hayat şartları buraya<br />
getirince yapmak zorunda kalıyorsun, kendimi başka<br />
yerlere getirmek gibi büyük hırslarım yok. İlgili sahnelerde<br />
Buğra’nın sigara tutkusu, terlemesi, astımını<br />
olması bizi bir hayli zorladı, düşündürdü.<br />
B.G: Bundan sonra özellikle dikkat edeceğim, koşma,<br />
çatışma varsa iki kere düşüneceğim. (Gülüşmeler)<br />
D.Z: Tarlalarda köye doğru koştuğu sahne var<br />
Ahmet’in. Ciğerleri tekrarlar nedeniyle zorlanmaya<br />
başlamıştı. Tarlada yılan görmüş tekrarlardan birinde.<br />
B:G: Ben yedi sekiz yıl Kıbrıs’ta yaşadım. Yılanlar<br />
çok meşhurdur özellikle bahar mevsimi geldi mi<br />
yuvalarından çıkarlar. Yedi yıl görmedim, orada<br />
gördüm. Kaçmaya başladım.<br />
D.Z: Durması gereken yerde durmadı, kaçmaya<br />
başladı. Bunlar işin tuzu biberi. Yoğun bir program<br />
oldu, işin altından kalkmak için çok yoğun çalışıldı<br />
herkese çok teşekkür ediyorum. Filmde etken olan<br />
erkek oyuncular ama iki kadın oyuncunun gözü<br />
pekliği de gözden kaçmıyor.<br />
S.T: Cevdet’in erkekliği çenesinde kalmış…<br />
B.G: Ben şunu söylemek istiyorum birde. Çatışma<br />
sahnelerinde köy halkını Akdeniz Üniversitesi’nden<br />
Radyo tv sinema bölümünde okuyan arkadaşlarımız<br />
oynadılar, yardımcı oldular. Toplu olarak çok iyi organize<br />
olmak lazımdı, çok iyi oynadılar. Köyden yaşlılar<br />
vardı.<br />
Filmin zamanlaması için neler söylersiniz, şu aralar<br />
Kıbrıs meseleleri tekrardan..<br />
D:Z: Kıbrıs ve Kıbrıs meselesi her zaman gündemdedir<br />
ama Türk basını Kıbrıs’ın satmadığını düşündüğü<br />
için yukarılara taşımaz. Kıbrıs her zaman sıcak bir<br />
konudur. Ama evet, geçmişle kıyaslandığında daha<br />
fazla bir kaynama var. Ama bunun hesabını kitabını<br />
yaparak bu filmi yapmadım. Çamur’u yapmıştım<br />
Kıbrıs’ta çekememiştim ama bunu Kıbrıs’ta yaptığım<br />
için mutluyum. Otantik temsil bağlamında ki buna<br />
çok değer veririm ben taşların yerine geldiği bir film<br />
oldu bu. Oranın coğrafyasını, atmosferini, eşyasını<br />
kullandık. Bu açıdan mutluyum.<br />
İlk filmini çeken yönetmenlerle de çalışıyorsunuz,<br />
deneyimli yönetmenlerle de… Aradaki denge ve<br />
sıcaklığı nasıl kuruyorsunuz?
S.T: Onlarla tanışıp, çalıp, sohbet edip<br />
çalışabilmek benim için mutluluk verici. Kıyaslama<br />
yapamıyorsunuz. Ben zaten benimsemediğim,<br />
sevmediğim karakterleri oynamıyorum. İlk filmini<br />
çekecek olan yönetmenle bile sohbet esnasında<br />
tanıyorsunuz, az çok ne yapmak istediğini<br />
anlıyorsunuz. Ortak dil, arkadaşlık oluşuyor<br />
aranızda. İşini yapabilmek için olmazsa olmaz<br />
kural. Arkadaş değilsen, birbirini sevmiyorsan<br />
yapamazsın… Bütün işler için geçerli bu ama sinemada<br />
daha farklı. Hemen fark edilir, birbirine yan yan<br />
bakan iki insan.<br />
Çok fazla filmde rol alıyorsunuz, çok fazla<br />
arkadaşınız ve uyumlu çalıştığınız insan var sonuçta?<br />
S.T: Evet evet çok arkadaşım var bu sektörde. Bundan<br />
da mutluluk duyuyorum. Tek başıma olsaydım<br />
Cevdet gibi bir olurdum, ne güzel işte böyle olması.<br />
İkinci sinema filmin… Bundan sonarsı için neler<br />
düşünüyorsun?<br />
B.G: Mimarlık okudum ama artık oyunculuk<br />
yapmayıp mimarlık yapacağım diyeceğim bir noktada<br />
değilim…Mimarlığı bıraktım, zaten yapamam<br />
artık bu noktadan sonra. Kendimi geliştirmem lazım.<br />
Oyunculuğa kanalize olmuş durumdayım. Diziyi para<br />
kazanmak için yapıyorum. Tiyatroda yapıyorum.<br />
S.T: Yok canım, oynarım bende. Versinler paramızı<br />
oynarız, niye oynamayalım. Dizilerden şikayetçi<br />
değilim, sinemanın uluslar arası arenada bu kadar<br />
gelişmesinde dizilerin de katkısı var. Sektör çalışıyor,<br />
insanlar da bu sektörde kalıyor. Ben başka bir iş<br />
yapıyor da olabilirdim, Buğra mimarlık yapardı tekrardan.<br />
B.G: Beni dizilerde izleyenler belki sonrasında sinema<br />
filminde çalışmak istiyorlar. Bu da önemli bir şey.<br />
Ama şöyle bir şey var. Tiyatro ve sinemada üretim<br />
söz konusuyken, dizide para kazanıyoruz ama orada<br />
bir süre sonra tüketmeye başlıyorsun. Sinemada<br />
canlandırdığınız karakterin başı sonu belli ama dizide<br />
uzadıkça uzuyor. Sonsuz bir şey, bir süre sonra<br />
tükendiğini hissediyorsun. Eleştiren birisiyim ben bir<br />
de kendimi, perdede izlerken… Sonrası için hep iyisi<br />
derim.<br />
S.T: Olmazsa olmaz bir oyuncu duygusudur. Her<br />
planın arkasından bu daha güzel olabilirdi dersin<br />
yani. Tutulmamak lazım, onun sonu yoktur yani…
Kuzey amerika (Hollywood)<br />
film endüstrisinin<br />
erken keşfettiği şeylerden<br />
biri de, iyi gişe yapmış,<br />
seyirci desteğini arkasına<br />
almış filmlere devam<br />
bölümleri çekerek, asıl<br />
hikâyenin rüzgarıyla<br />
para kazandırmaya<br />
devam ettirecek<br />
filmler, tabiri caizse;<br />
tek bir portakalla<br />
bir sürahi portakal<br />
suyu yapmaktır.<br />
MURAT TOLGA ŞEN<br />
n Ola ki bir film beğenildiyse,<br />
giderek düşürülen bütçelerle<br />
ve iyice zavallılaşan oyunculuklarla<br />
çekilen ismi aynı,<br />
cismi farklı filmlerle, asıl esere<br />
aidiyet geliştiren seyircinin<br />
söğüşlenmesi devam eder.<br />
Erken dönemlerden beri süregelen<br />
seriyal mantığından<br />
farklı, her bölümün ayrıca<br />
paketlendiği işlerdir bunlar...<br />
Bu zihniyetin egemen olduğu<br />
bir film endüstrisinin çektiği<br />
devam filmleri de bazı istisnai<br />
durumlar dışında rezil işlerdir<br />
doğal olarak...<br />
Ama öyle devam filmleri
de vardır ki selefinin o türe getirdiği tüm<br />
beğenileri daha üst seviyelere taşır ve bir devam<br />
olmaktan uzaklaşıp hikâyenin aslı olmaya<br />
hak kazanır. Bu epey ender görülen bir durum<br />
olduğundan hatırlaması da hatırlatması da<br />
keyiflidir. Sinefiller nazarında kıymetli bu filmlerden<br />
bir seçki yapıp okurlarla paylaşmanın<br />
tam sırasıdır o zaman... İşte Murat Tolga Şen’in<br />
kişisel sinema süzgecinden geçen en iyi 10<br />
devam filmi!<br />
TERMINATOR 2 JUDGMENT DAY /<br />
TERMİNATÖR 2: MAHŞER GÜNÜ<br />
James Cameron<br />
ilk filmle<br />
seyirciyi tam<br />
ensesinden<br />
yakalayıp,<br />
distopik bir<br />
altmetine<br />
bağlı müthiş<br />
bir “tavşan<br />
kaç, tazı tut”<br />
öyküsünü<br />
peliküle<br />
aktarmıştı.<br />
Devam filminin<br />
benzer<br />
bir başarıyı<br />
yakalaması korunan yönetmen ve oyuncu<br />
kadrosu ile elbette mümkündü ama Cameron,<br />
yeni palazlanan CGI efektlerin sınırlarını zorlayarak<br />
tam bir adrenalin bombası yaratmayı<br />
başardı. İlk filmin kötü yokedicisini bu defa bir<br />
koruyucuya çeviren öykünün dur durak bilmeyen<br />
aksiyonu dönemin izleyicisini ki bunlardan<br />
biri de benim, kelimenin tam anlamıyla koltuğa<br />
çivilemişti. Konuşamayı çok sevmeyen T800’ün<br />
“I’ll be back” ve “Hastalavista baby” replikleri<br />
dillere pelesenk olmuştır ve hala üzerinden<br />
espri yapılmaya devam edilmektedir. Robert<br />
Patrick ve Edward Furlong hayatlarının rollerini<br />
oynarlar. Terminator 2, hala çok etkileyici ve<br />
muhteşem görünüyor.<br />
STAR WARS 5: EMPIRE STRIKES BACK / YILDIZ<br />
SAVAŞLARI 5: İMPARATOR<br />
Star Wars fanları<br />
arasında James<br />
Cameron’dan pek<br />
hoşlanmayan bir<br />
sürü insan vardır<br />
ve Empire Strikes<br />
Back onların<br />
argümanlarının<br />
temelini oluşturur.<br />
Tartışmasız kabul<br />
edilir ki tüm Star<br />
Wars bölümleri<br />
içinde en iyisi İngiliz<br />
yönetmen Irwin<br />
Kershner’in elinden<br />
çıkma 5. bölümdür.<br />
Macerasıyla ve<br />
karakterler kattığı derinlikle en zevkle izlenen Star<br />
Wars filmi olan Empire Strikes Back aynı zamanda<br />
en karanlık Star Wars evrenini inşaa eder. Karlarla<br />
kaplı Hoth gezegeni savaşı, Lando ve Yoda’nın<br />
maskaralıkları ve daha bir sürü şey yüzünden<br />
olağanüstüdür. Daha ileri gidersek, yetişkinler<br />
için yapılmış içinde salakça bir çocuksu ruh<br />
barındırmayan tek SW bölümü de budur. Lucas<br />
Revenge of the Sith’de aynı duyguyu yeniden<br />
oluşturmayı denemiş olsa bile ağzına kadar CGI’a<br />
boğulmuş bu bölüm, Empire Strikes Back’in<br />
yarattığı fantazmanın yakınından bile geçemez.<br />
MAD MAX 2: THE ROAD WARRIOR<br />
George miller uçsuz bucaksız Avustralya düzlüklerinde<br />
300.000 $’cık bütçeyle ilk mad Max<br />
filmini çekerken böyle bir başarıyı asla öngörmüyordu<br />
ama film gişede tam anlamıyla patladı. Herkes<br />
Çılgın Maks’a ve onun Post Apokaliptik soslu<br />
bir dünyadan geçen macerasına bayılınca hemen<br />
bir devam bölümü çekildi. Bu defa Miller’ın elinde<br />
7 kat daha fazla bir bütçe vardı ve yönetmen tüm<br />
yaratıcılığını kullanıp, bu defa post apokaliptik<br />
duygunun da altını iyice çizerek, aryan ırk yüceltmesi<br />
ile dolu bu bölümü çekti. Sonuç: muhteşem...
Arıza adam Max dışındaki karakterlerin dahi<br />
kendi hayran kitleleri oluştu ve film öyle etkili<br />
oldu ki hemen sonrasında özellikle İtalyan rip<br />
off’cu sinemacılar tarafından yüzlerce taklidi<br />
çekildi. 2010 yılı seyirliklerinden biri olan The<br />
Book of Eli dahi bu filmden çok güçlü esinlenmeler<br />
içerir. Hala en keyifle izlenen düstopik<br />
macera filmlerinden biridir. Ama dikkat: Kendi<br />
şahsi fikrime göre sinema salonu dışında<br />
izlendiğinde sinematografisinden çok şey<br />
yitirebilir.<br />
THE GODFATHER 2 / BABA 2<br />
Sicilyalı Corleone<br />
ailesinin Amerika’da<br />
kurduğu suç<br />
imparatorluğunun<br />
epik öyküsünü anlatan<br />
Baba filminin<br />
devamı olan Baba<br />
2 ilk filmden daha<br />
sakin ama daha<br />
yoğun ve oturmuş<br />
bir anlatıma sahiptir.<br />
İlk filmle hikâyeyi<br />
bitirdiğini düşünen<br />
Francis Ford Coppola<br />
bu filmi çekmek<br />
için pek istekli değildir ve bu yüzden,<br />
stüdyonun işine ve bütçeye karışmaması ve<br />
filmin adının The Godfather Part 2 olması gibi<br />
güçlü şartlar ileri sürer. Hala dumanı tüten ilk<br />
filmin yarattığı etki ve kazanç yüzünden stüdyo<br />
tüm şartlarını kabul eder. Amerikan sinema<br />
tarihinde numaralandırılarak isimlendirilen<br />
ilk filmdir ve ayrıca “En iyi film” Oscar’ını<br />
alan tek devam filmidir. Baba 2, Corleone<br />
saltanatının erken dönemlerini ve aslında<br />
bu işlere hiç bulaşmak istemeyen Michael<br />
Corleone’nin değişimini müthiş bir harman<br />
ve yoğun bir dönem duygusu içinde verir.<br />
Filmin tek günahı biraz fazla maskülen, fazla<br />
maço ruh hali içinde olmasıdır, hatta Michigan<br />
üniversitesinin yaptığı bir araştırmaya<br />
göre erkeklerin testosteron seviyelerini en çok<br />
yükselten film. Baba 2’yi izleyen erkeklerde<br />
hormon seviyesinin yüzde 30’a varan ölçülerde<br />
yükseldiği tespit edilmiş. Bu türden bir<br />
araştırma yapılması bile filmin sinema tarihindeki<br />
yerini anlamaya yardımcı oluyor. 70’Lerin<br />
muhteşem oyuncularının bir tür resmigeçidi<br />
olan Baba 2 çekilmiş en iyi “mafya” filmi olarak<br />
hafızalardaki yerini korumakta...<br />
ALIENS / YARATIKLAR<br />
Aslında bu filmi listeye sokup sokmamakta<br />
epey kararsızım. Üstelik neredeyse tüm “devam<br />
filmi” listelerinde ilk film seçilmesine<br />
rağmen... Aliens kesinlikle çok başarılı bir<br />
film. Kendini Terminator’le ispat etmiş James<br />
Cameron’un elinden çıkmış muhteşem bir<br />
macera sunuyor ve 10 yıllar boyu taklit edilecek<br />
bir “ekip” şablonu/klişesi üretiyordu ama<br />
Aliens, Ridley Scott’un ağır tempolu, daha<br />
gelecekçi fikirlerle dolu filminin devamı gibi<br />
durmuyordu. Uzaylı yaratık için başka bir tarifti<br />
sanki bu ve çok sevdiğim bir film olmasına<br />
rağmen hala ilk filmden daha başarılı olduğunu<br />
düşünmüyorum ama yine de yazmak gerekir<br />
çünkü en az onun kadar iyi!<br />
BATMAN THE<br />
DARK KNIGHT /<br />
BATMAN KARA<br />
ŞÖVALYE<br />
Christopher Nolan<br />
çektiği iki Batman<br />
filminde de açık<br />
bir şekilde eski<br />
filmlerden hıncını<br />
almaya, mitosu<br />
yeniden ama temellerini<br />
yıkarak<br />
yaratarak onları<br />
giderek güçsüz<br />
düşürmeye ve<br />
Batman denilence akla gelen tek isim olmaya<br />
çalışıyor. Bunu bir anlamda başardığını<br />
söyleyebiliriz. Zaten nefret edilen uyarlamaların<br />
sahibi Joel Schumaer’i şu an kimse bir Batman<br />
yönetmeni olarak hatırlamıyor. İş Tim<br />
Burton‘un gotik setleri ve kurgusunu aşmaya<br />
gelince Nolan’ın, bu filmlerin ve Burton’un<br />
yaramaz çocuk tavrının altında kaldığını ve<br />
bu sebeple Batman’i çizgi roman köklerinden<br />
uzaklaştırarak yeni bir gerçekliğe oturtmaya<br />
çalıştığını görüyoruz ve ne yazık ki pek sevinemiyoruz.<br />
Christopher Nolan’ın Batman’ı<br />
sıradan bir polisiye kahramanına indirgeyen
müdahalesi tartışmalı olsa da yeni Batman<br />
serisi son yılların en sansasyonel filmleri<br />
olmayı başarıyor. Tim Burton’un yarattığı<br />
fantastik evrenden hızla uzaklaşan serinin<br />
ilk filmi epey iyiydi ama devam filmi rahmetli<br />
Heath Ledger’in elinden çıkma enfes bir Joker<br />
kompozisyonu sayesinde çekilmiş en iyi<br />
Batman filmi olmayı başardı. Asıl karakteri<br />
biraz harcamış gibi görünen bu maceranın<br />
ardından daha iyi bir Batman bölümünün gelip<br />
gelmeyeceği ise şimdilik muamma...<br />
STAR TREK: WRATH OF KHAN / UZAY<br />
YOLU: HANIN GAZABI<br />
Star Trek haranlarını sevinçten havalara<br />
zıplatan ilk filmin ardından gelen<br />
bu devam bölümü, Kaptan Kirk’in en<br />
belalı düşmanlarından biri olan Han ile<br />
kapışmasını anlatmakta ve bunu çok da<br />
güzel yapmaktaydı. Setleri, efektleri ve<br />
makyajları ile hala hatırlanan karanlık bir<br />
maceradır. 80’ler çocuklarının en sevdiği<br />
bölümlerden biridir ve son Star Trek filminde<br />
tekrar edildiği üzere enfes bir “kulağakaçan<br />
böcük” sekansı içerir. Sinema tarihinin<br />
en sevilen karakterlerinden biri olan Mr.<br />
Spock’un öldüğü bölüm olarak fanlarının<br />
sinemadan hıçkırıklar içinde, salya sümük<br />
çıkmasına sebep olmuştur. Aslına<br />
bakarsanız Mr. Spock bu filmde net bir<br />
şekilde ölüyordu ama ön gösterimlerde bile<br />
Star Trek hayranları o kadar üzüldü, (biri tuvalette<br />
intihar etmeye kalktı) öyle güçlü tepki<br />
verdiler ki, yapımcılar finali yumuşattılar.<br />
Sonraki devam bölümü olan Search for<br />
Spock’da Vulkanlımız aklı biraz karışmış<br />
olarak ama sapasağlam geri döndü.<br />
Meraklısına not: Filmin asıl isimlendirmesi<br />
Revenge of the Khan<br />
şeklindedir fakat George Lucas Star<br />
Wars serisinin 6. bölümünün adının<br />
Revenge of the Jedi olduğunu belirterek<br />
Paramount’u mahkemeye vermiş<br />
ve yapımcılar filmin ismini değiştirmek<br />
zorunda kalmıştır. Komik olan ise<br />
Lucas’ın son anda filmin adını Return<br />
of the Jedi olarak değiştirmesi<br />
olmuştur yani yememiştir, mundar<br />
etmiştir.
NIGHTMARE ON<br />
THE ELM STREET:<br />
DREAM WARRIORS<br />
/ ELM SOKAĞI KA-<br />
BUSU 3<br />
Freddy Krueger’in<br />
80’lerin sevişken<br />
gençlerini parça<br />
pinçik ettiği bu<br />
serinin 3. filminin<br />
en iyi bölümü<br />
olması da istisna<br />
içinde istisnadır<br />
zannımca... İlk iki<br />
bölümde kümesteki<br />
tavuk kadar zavallı avlar olan gençlerin<br />
canlarına tak edip de Freddy’nin alanına FRP<br />
oyunlarındakine benzer güçlerle donanmış<br />
olmaları jilet eldivenli ucubeye bir miktar sıkıntı<br />
yaratsa da filmin finalinde herkes patronun kim<br />
olduğunu öğrenir. Freddy’nin annesiyle ilgili<br />
pek çok yeni bilgiyi seyirciye aktaran 87 yapımı<br />
Dream Warriors’un en akılda kalan oyuncusu<br />
da muhteşem güzelliği ile Patricia Arquette’dir.<br />
Film, çocukların uykuya dalmamak için kendi<br />
gözkapaklarını kesmeleri gibi şimdilerde ağır<br />
gelebilecek fikirler içerir. Soundtrack’i ile de<br />
öne çıkan bir filmdir ve Dokken’in Dream Warriors<br />
parçası hala hatırlanır.<br />
SUPERMAN 2<br />
İlk Süpermen filmi<br />
büyük sükse yapıp<br />
yapımcının cebini<br />
de doldurunca hemen<br />
ikincisi sipariş<br />
edildi tabi... Aslında<br />
Süpermen filmlerine<br />
çok düşkünlüğüm<br />
yoktur. Bu kadar<br />
idealize ve kimi<br />
zaman aptal bir<br />
karakteri seyretmekten<br />
sıkılmamak<br />
mümkün değil<br />
ama serinin 2. bölümü Süpermen’in karşısına<br />
çıkan Sürgündeki Kriptonlu General Zod ve<br />
iki yardakçısının hem dünyalılara hem de<br />
Süpermen’e yaşattıkları zulüm yüzünden feci<br />
seyredilesidir. Her şeyiyle ilk filmden ve kendinden<br />
sonra gelenlerden daha iyi bir macera<br />
sunar. Filmde “oh my god!” diyen dünyalıya<br />
generalin “No, my name is Zod!” dediği sahnesi<br />
için bile yüzlerce kez izlenebilir.<br />
DAWN OF THE DEAD / ÖLÜLERİN ŞAFAĞI<br />
George A. Romero’nun Night of the Dead,<br />
Dawn of the Dead ve Day of the Dead’den<br />
oluşan zombi üçlemesinin bence en iyi filmidir.<br />
Film içerdiği müthiş tüketim toplumu<br />
eleştirisi ile sadece bir korku filmi olarak<br />
hatırlanamayacak bir olgunluğa erişir. Filmin<br />
eleştirisini yükselttiği anlardan birinde bir<br />
alışveriş merkezine sığınarak sağ kalanlardan<br />
biri diğerine “neden hepsi buraya geliyor” diye<br />
sorar ve öteki cevap verir “başka bir yer bilmiyorlar<br />
da ondan” Kapitalizmin hücrelerimize<br />
kadar işlediğini hissettiren bu filmi iyi yapan<br />
şeylerden biri de Tom Savini’ini müthiş makyaj<br />
ve efektleri ile şenlenen ve vahşetin sınırlarını<br />
zorlayan şiddet içeriğidir. Aradan geçen onca<br />
yıla rağmen hala çok sert ve kehanetleri<br />
doğrulanan bir sinema klasiği... Romero’nun<br />
en muhteşem yapıtı.
n Çoğu dizi severin yabancı diziden<br />
anladığı Amerikan dizileri olsa da,<br />
bilen bilir İngiliz dizilerinin farkını.<br />
İzleyicinin ahlaki olarak hasar görmesini<br />
daha az kafaya takan sivri dilli<br />
İngilizler, çoğu zaman şaheserler<br />
yaratırlar. Esprileri, dramları,<br />
şiddetleri çok daha gerçek, çok daha<br />
serttir. İngiliz yapımı deyince aklına<br />
sadece Office, Coupling, Doctor Who,<br />
Merlin ve -maalesef hala- Benny Hill<br />
Show gelenlere biraz daha bilgi vermekte<br />
fayda var.<br />
İngiliz dizileri, çoğunlukla hemen<br />
Amerikan versiyonları yapılacak kadar<br />
iyi olmalarına rağmen, sağlam<br />
bir mide, esnek bir ahlak ve arsız bir<br />
espri anlayışı gerektirir çoğu zaman.<br />
Tutucu, at gözlüklü izleyiciye hitap<br />
etmez. Kıvrak bir zeka, ince ama haşin<br />
bir zevk sahibiyseniz keyiflidir. Bir de<br />
tabi güzel müziğin O.C. tarzı Amerikan<br />
gençlik dizilerinde çalan Indie<br />
gruplardan ibaret olmadığını bilen,<br />
müzikten anlayan kulaklar lazımdır.<br />
Gerçek televizyon deneyimi için, kendine<br />
güvenen her izleyicinin Krallığa<br />
bir şans vermesi gerekir. İşte Ada’dan<br />
ithal en güzel diziler.<br />
Hex: 2004 yapımı cadılı, şeytanlı bir<br />
gençlik dizisi olan Hex’in en büyük<br />
özelliklerinden biri, bugünlerde<br />
yıldızı artık iyice parlayan Michael
Fassbender’ın Azazeal isimli iblisi<br />
canlandırmasıydı. Şatodan bozma bir yatılı<br />
okulda geçen dizi, cadı soyundan bir kız<br />
öğrenci ve onun arkadaşı olan bir hayaletin<br />
bu iblisle savaşını anlatıyordu. İkinci sezonda<br />
diziye giren 445 yaşındaki cadı Ella Dee ile<br />
bambaşka yollara giren hikaye, ne yazık ki tadı<br />
damağımızda kalarak son bulsa da, Buffy’den<br />
beri gördüğümüz en leziz avcılarından biri<br />
olan Ella, unutulmaz bir karakter olarak<br />
hafızalarımıza kazındı. Asıl hüsran ise, dizinin<br />
yapımcılarından yeni bir başyapıt beklerken<br />
başarısız bir modern Van Helsing uyarlaması<br />
olan Demons ile karşımıza çıkmaları oldu.<br />
Being Human: Şu aralar oldukça vasat Amerikan<br />
versiyonuyla gündemde olan Being Human,<br />
günümüzün en başarılı doğaüstü hikayelerinden<br />
biri. Hassas ve gergin kurt adam<br />
Torchwood: Doctor Who’nun spin off’u –aynı<br />
zamanda da anagramı- olan bilimkurgu, bir zaman<br />
doktorunun ekibi ile çoğunlukla Cardiff’te<br />
yaşadığı maceraları konu alıyor. Romantik bir<br />
gay olan Amerikalı Captain Jack Harkness,<br />
izlenesi bir karakter. Doctor Who’nun çocuksu<br />
anlatımına ve retro efektlerine tahammül edemeyenler<br />
için daha olgun, ayakları daha yere<br />
basan, sarsıcı bir fantastik hikaye Torchwood.<br />
Bilimkurgu sevenlerin baş tacı yaptığı dizi, beş<br />
bölümlük özel son sezonu “Children of Earth”<br />
ile tadımlık olarak hasret giderdiğimiz ama bir<br />
an evvel uzun bir sezon ile karşılaşmaya can<br />
attığımız dizi.
George, kırılgan sevimli hayalet Annie ve<br />
seksi vampir Mitchell, oldukları gibi, yani aşırı<br />
İngilizken mükemmeller. Dizinin başarısının<br />
altında yatan şey müthiş bir fikir değil, İngiliz<br />
eli. Yoksa, üç gerçeküstü karakteri ev arkadaşı<br />
yapmak tek başına bir şey ifade etmiyor. Bunu<br />
reytinglerde hüsrana uğrayacak Amerikan versiyonu<br />
da kanıtlayacak. Siz siz olun taklidine<br />
hiç bulaşmayın, oturun üçüncü sezonu taze<br />
başlamış olan İngiliz dostlarımızı izleyin.<br />
Misfits: Asla ve asla Amerikanlaştırılamayacak<br />
dizilerden biri de Misfits. “Tutunamayan beş<br />
genç suçluya süper güçler verirseniz ve onları<br />
Hollywood ekseninden çıkarıp dünyayı kurtarma<br />
misyonundan arındırırsanız ne olurdu?” sorusuna<br />
cevap niteliğindeki hikaye, insanı kahkahalara<br />
boğan, küfürbaz, ar damarı çatlamış<br />
karakterleri ile tam bir eğlence. Bir İngiliz dizisi<br />
ile bir Amerikan dizisi arasındaki farkı daha iyi<br />
gösterebilecek bir dizi yok sanki. Bir bölüm Heroes<br />
ile bir bölüm Misfits izleyip siz de deneyebilirsiniz<br />
bunu. Espri kalitesi ile de çoğu yapımı<br />
geride bırakan Misfits’i izledikten sonra insanın<br />
canı bir süre Amerikan dizilerine bakmak bile<br />
istemiyor açıkçası. Özellikle gençlik dizilerinin<br />
en önemli unsurlarından biri haline gelen müzik<br />
seçimleri ile de bir numaraya oturan Misfits,<br />
İngiltere’nin hala müziğin beşiği olduğunu bize<br />
kanıtlıyor adeta.<br />
Luther: İdris Elba’nın karizmanın kelime anlamı<br />
haline dönüştüğü dizi, aslında basit bir polisiye.<br />
Karanlık ve aydınlık arasında gidip gelen,<br />
kendine has yöntemleri ve sıra dışı bir kanun<br />
anlayışı olan dedektif John Luther’ın zekası<br />
hepimiz hayran bırakırken, insani gelgitleri de<br />
kafamızı kurcalayıp duruyor. Sonuç olarak gerek<br />
müzikleriyle, gerek ağırlığı altında ezildiğimiz<br />
senaryosuyla bizi kendine aşık ediyor. O altı<br />
uzun bölüm dişimizin kovuğuna bile yetmese de,<br />
neyse ki etkisi uzun sürüyor. Bir kanun adamı<br />
ile sosyopat bir katilin garip ilişkisini hikayenin<br />
zeminine yerleştiren dizi, ciddiyetle üzerinde<br />
durulması gereken bir yapım.<br />
Bütün bu güzel dizilerin tek handikapları ise<br />
çoğunlukla kısacık tutulan bölüm sayıları.<br />
Bir yandan 55-60 dakikaya varan süreleri ile<br />
tadımlık değil doyumluk bölümlerle karşımıza<br />
çıkarlarken, 6 ila 12 bölümden oluşan kısa<br />
sezonlarıyla hayal kırıklığı yaratıyorlar.<br />
Değişmesi pek de muhtemel görünmese<br />
de, bir gün en kısası 12 bölüm olacak İngiliz<br />
sezonlarının hayalini kurmamak mümkün değil.
72. Koğuş’un<br />
Meryem’i Songül<br />
Öden filmde<br />
canlandırdığı<br />
karakterin<br />
yaşadıklarından<br />
yola çıkarak erkek<br />
dünyasının kadını<br />
cinsel anlamda<br />
sömürdüğünü<br />
söylüyor.
SERDAR AKBIYIK<br />
n Orhan Kemal’in 72. Koğuş filmi Kerem Alışık<br />
ve Yavuz Bingöl tarafından sinemaya uyarlandı.<br />
Hülya Avşar ile Songül Öden’in performansları çok<br />
konuşuldu. Zor bir çekim sürecinden geçen Songül<br />
Öden’e teybimizi uzattık. Kadınlar koğuşundaki<br />
idamlık mahkum Meryem’i canlandırırken en çok<br />
neden etkilendiğini sorduk. İntihar sahnesinden çok<br />
etkilendiğini söyleyen Songül Öden Hülya Avşar’ın<br />
tecavüz sahnesinde senaryo gereği diğer kadınların<br />
tecavüze yardım etmesini unutamadığını söyledi.<br />
İdam, suç ve ceza sistemi, ünlü olmanın oyuncu<br />
üstünde yarattığı baskı, hadım kanunu ve daha bir<br />
çok konu üzerinde konuştuk Öden ile. İşte ilginç bir<br />
röportaj daha…<br />
Proje size nasıl geldi?<br />
Yavuz Bingöl, Kerem zaten arkadaşımdı, bu projeyi<br />
yapacaklarını biliyordum. Daha sonra beni<br />
çağırdılar ve Meryem karakteri olduğumu söylediler,<br />
okumamı istediler. Uyarlama yapmak istediklerini<br />
söylediler. Ben daha önce Ayfer Tunç’un<br />
uyarlamasında çalışmıştım. Onu önerdim ve onlar<br />
da birbirlerini çok sevdiler. Hikaye böyle geldi ve<br />
ben de çok sevdim.<br />
Rolünüze hazırlanırken özel bir çalışmanız oldu<br />
mu?<br />
Bu mesleki bir şey, bir işe başladığınız, konsantre<br />
olduğunuz zaman bazı şeyleri algılamaya<br />
başlıyorsunuz. Hikayedeki öyküye benzer insanlara<br />
bakıyorsunuz. Öyle insanlar sizin dikkatinizi çekiyor.<br />
Bugüne kadar getirdiğiniz birikimlerinizde de<br />
benzer kişileri hatırlıyorsunuz. Beni bir fotoğraf çok<br />
etkiledi. Her işime böyle bir fotoğrafla başlamıyorum<br />
fakat canlandırdığım karakterin hamile olması ve<br />
çocuğu doğurur doğurmaz idam edilecek olması<br />
beni çok etkiledi. Yardım kampanyalarının birinde<br />
bir resim gördüm. Bir kız çocuğu ve saçı usturaya<br />
vurulmuş. Belli ki bitlenmiş çocuk, sinekler geziniyor<br />
etrafında ve biri ona yemek yedirmeye çalışıyor. O<br />
resim beni o kadar çok etkiledi ki kesip senaryoma<br />
yapıştırdım. Hamile olduğunun ilk söylendiği ve intihar<br />
edeceği sayfaya yapıştırdım o resmi. O benim<br />
için rehber oldu. Senaryonun duygusuna başka<br />
bir boyut getirdi. Böyle bir projeye başladığınızda<br />
bütün argümanlarınız değişiyor. Öyküyle ilgili veya<br />
ona benzer hikâyeleri okumaya başlıyorsunuz. Öyle<br />
insanlar tanımaya başlıyorsunuz.<br />
Romanı okudunuz mu veya daha önceki filmi izlediniz<br />
mi?<br />
Evet, ikisini de daha önce okudum ve izledim. Bu<br />
süreçten sonra ikisine de tekrar baktım.<br />
Türk sinemasında ve edebiyatında önemli bir yeri<br />
olan böyle bir projeyi hayata geçirmek çok büyük bir<br />
sorumluluk gerektiriyor herhalde.<br />
Proje fikri Kerem Alışık’tan çıktı; hatta Yavuz ve<br />
çevredeki insanlar daha muhalefetle baktılar. “Daha<br />
önce yapıldı bu iş, oyunu da oynandı ve başarılı<br />
oldu acaba başka bir iş yapsak mı” fikri vardı. Kerem<br />
o kadar inandı ki projeye herkesi ikna etti. Senaryo<br />
sürecinden sonra rolümle karşılaştığımda bunu kesinlikle<br />
iştahla oynamalıyım diye düşündüm.<br />
Roman uyarlaması bir oyuncu için avantaj mıdır<br />
dezavantaj mıdır?<br />
Bence avantajdır. Çünkü her canlandırdığınız karakter<br />
için sağlam deliller bulamıyorsunuz. Gelen senaryolarda<br />
ayakları yere basmama problemi oluyor.<br />
Ama edebi uyarlamada daha gerçek, daha ayakları<br />
yere basan, nerden geldiği, neden yaptığı, gerekçeleri<br />
sözler üzerinden değil de durum üzerinden<br />
anlatılan karakterler ve hikaye var. Bence çok büyük<br />
avantaj diye düşünüyorum.<br />
Filmin çekimlerinde sizi üzen ya da sıkan sahneler<br />
oldu mu?<br />
Canlandırdığım Meryem karakterinin film içindeki<br />
her durumu sertti. Bir uçurumun kenarında duran<br />
kişisel hikayesi var. Doğum sahnesi, intihar sahnesi,<br />
Fatma’nın tecavüze gitme sahnesi öyle. Yani<br />
hayatında tutunabileceği tek bir kişi geliyor ona da<br />
zarar veriliyor. Zaten hayatta karşılaştığı şeyler çok<br />
sertti. Düşünecek olursak bütün sahneler çok zordu<br />
aslında. İntihar sahnesi benim için çok farklı bir tecrübeydi<br />
diyebilirim.<br />
Çekimlerden sonra eve döndüğünüzde ne hissettiniz?<br />
Eve döndüğünüzde tabii o olmuyorsunuz. İşin<br />
profesyonelliği bu herhalde. Mesela doktor da<br />
hastasını kaybettiğinde etkilenir tabii ki ama çok pa-
patolojik bir durum olmaz. Bir şey sizi<br />
etkileyebilir ama bunun bir dengesi<br />
olmalı. Bir galaya gidip çok güzel bir<br />
kıyafetle yürüdüğümü düşünün ama<br />
evimde o kıyafetle gezemem. Aynı şey.<br />
O zaman oyuncuların duygusal kontrolünün<br />
normal insanlardan daha farklı<br />
olduğunu söyleyebilir miyiz?<br />
Çok iddialı bir cümle, emin değilim<br />
bundan. Hayatımız başka ama o<br />
bir meslek. Ben gerçek hayatta<br />
duygularını daha çok belli eden, saklayamayan<br />
bir insanım. Songül olarak<br />
bir disiplinim yok, yaradılış olarak böyleyim.<br />
Zamanla da ikisini ayrıştırabilme<br />
durumunuz oluyor. Ağzınızda buruk<br />
bir tat kalıyor ama Songül noktasından<br />
bakıyorsunuz işe.<br />
72. Koğuş’ta apayrı bir kadın dünyası<br />
var ve bu Türk sinemasında gerçekten<br />
azdır. Kadın rollerinden bahseder misiniz?<br />
Gerçekten kadın dünyasına dair<br />
bir mesaj veriyor mu?<br />
Aslında bu film insanlığa evrensel<br />
mesajlar veriyor. Bir nefis yoklaması<br />
bu film aslında. En zor koşullar altında<br />
insan insani özelliklerini kaybedebilir<br />
mi? Hayvanla eşit seviyeye gelebilir<br />
mi; aslında onu soruyor. Suç ve ceza<br />
sistemini yargılıyor. Tabi ki kadın da<br />
bundan nasibini alıyor. Cinsiyete<br />
dönük şiddet var tabiî ki içerde ama<br />
erkeğe de var bir şiddet. Erkek de<br />
dövülüyor. Kadın cinsel istismara<br />
uğruyor dünyanın her yerinde olduğu<br />
gibi. Kadının en zayıf cinselliği olarak<br />
düşünülüyor ve her zaman sömürülmeye<br />
açık. Bana burada en trajik<br />
gelen kadınların kadınları tecavüze<br />
götürmesinde faillerden biri olması.<br />
Hastalıklı erkek dünyası bunu zaten<br />
böyle algılıyor, kadın cinsel zevki<br />
giderecek bir nesne. Ama burada iki<br />
tane kadının da bu saldırıya yardım etmesi<br />
senaryoyu okuduğumda tüylerimi<br />
diken diken etti. Bu kadar mı insanlık<br />
yitirilir, bu kadar mı insan insanın<br />
kurdu olabilir? Bir de burada bence<br />
önemli olan suç ve ceza sistemi var.<br />
Ceza sistemi mahkûmları ehlileştirici<br />
bir şekilde mi, rehabilite edebilen bir<br />
şekilde mi? Hayır. Orada da cinsel<br />
istismar yapılıyor. Üstelik kadınlar<br />
tarafından, hırsızlık düzeni, kandırılma,<br />
itilip kakılma var. Dolayısıyla hayatın<br />
içinde tecrit ediyorsunuz bunları yanlış<br />
şeyler yaptı diye. Ama hayatın içindeki<br />
her şeyin prototipini hapishanede<br />
yapıyorsunuz. Aç bırakılarak, cinsel<br />
istismar yapılarak hiçbir canlı terbiye<br />
edilemez, aksine vahşileşir.<br />
İdama karşı çok güçlü bir mesaj da var.<br />
Bunu da biraz yorumlar mısınız?<br />
Kişisel olarak hiçbir suçun cezasının<br />
ölüm olacağına inanmıyorum. Suç ve<br />
ceza sisteminin de gerçekten düzenlenmesi<br />
gereken bir yara, bir veba<br />
olduğunu düşünüyorum. Başarısız<br />
olunuyor. Çünkü af çıkıyor ve bu aftan<br />
yararlananlar tekrar aynı suçu<br />
işliyorsa bir sorun var burada. O zaman<br />
sen onu ıslah edememişsin. Ben<br />
insanların sanatla edebiyatla iyilikle<br />
ıslah edilebileceğini düşünüyorum.<br />
Şiddet şiddeti doğurur. Şiddet kin<br />
duygusunu besleyebilir ancak. Bir cana<br />
karşı bir can almanın da dünyada kesinlikle<br />
kaldırılması gereken bir sistem<br />
olduğunu düşünüyorum.<br />
Hadım yasası hakkında ne<br />
düşünüyorsunuz?<br />
Bir hastalık boyutundaysa eğer<br />
yapılması bence adil. O bir silahla<br />
eşdeğer. Yükselen, nükseden, gözünü<br />
döndüren bir şey varsa bu tedavi edilmeli.<br />
Amaç o duyguları, o hormonları<br />
azaltmaksa neden olmasın? Yakın<br />
zamanda öyle spekülatif şeyler yapıldı<br />
ki... Kadın eğer açık giyinirse o cürümün<br />
yarısı kadına ait oluyor denildi,<br />
böyle bir şey olabilir mi? O zaman ben<br />
bir fırıncıyım ve çok güzel ekmekler<br />
yapıyorum, çok güzel kokuyor. O zaman<br />
gelip çalsınlar ekmekleri. Veya<br />
ekmekler o kadar güzel kokmasa<br />
mıydı? Kadına yaklaşım o kadar tuhaf
ve adaletsiz ki...<br />
80’lerde feminizmin ayak sesleri<br />
duyulurken 2000 sonrasında bu<br />
anlamda bir geri dönüş olduğunu<br />
düşünüyorum. Buna katılıyor musunuz?<br />
Kadın meselesinin oyunculukta çok<br />
bahtsız olduğunu düşünüyorum<br />
dünyada. Edebiyatta da erkek<br />
karakterler daha baskın. Hele Türk<br />
sinemasında kadınlar yan karakter<br />
mutlaka. Kendini, durumunu anlatabilecek<br />
ne zaman veriliyor, ne şans.<br />
Kadın o kadar kısıtlı ki bence senaryolara<br />
da yansıyor. Kadın daha<br />
geride, erkek karakterlerin hikâyeleri<br />
daha baskın. Shakespeare’e de<br />
baktığınızda öyle. Kadın karakter,<br />
kadın hikayeleri konusunda daha<br />
almamız gereken çok yol olduğunu<br />
düşünüyorum.<br />
Dizilerdeki başarınız ortada ve dizilerinizin<br />
yurtdışına satılması söz konusu.<br />
Türkiye’nin yurtdışına açılması<br />
için çok önemli bir yolculuk, oyuncular<br />
açısından da öyle. Bunu nasıl<br />
yorumlarsınız<br />
Bu Gümüş dizisiyle başlayan bir süreç<br />
oldu ama devamı da geldi ve çok<br />
başarılı oldu. Ben bu işten dolayı birçok<br />
Ortadoğu ülkesini ve Balkanlar’ı<br />
gezdim. Bulgaristan’da şöyle bir soru<br />
geldi “Siz ülkenizde başınızı kapatıyor<br />
musunuz?” Ben de “Bizim ülkemiz<br />
çok renkli ve başörtüsü takma ve<br />
takmama özgürlüğü olan bir ülke”<br />
dedim ve çok şaşırdım aslında. Bulgaristan<br />
ülkemize çok yakın bir yer.<br />
Aslında Bulgarların yaptığını da biz<br />
Arap ülkelerine yapıyoruz. Arap deyince<br />
bir Arap figürü geliyor aklımıza.<br />
Sanki insanlar hala develerin üstünde<br />
gidiyor. O kadar gelişmiş ki aslında o<br />
coğrafya da. Çeşitlilik ve farklılık var.<br />
Fakat bir benzerlik de var. Coğrafi<br />
açıdan da aslında birbirimize çok<br />
uzak olmadığımızı, o kadar zararlı<br />
olmadığımızı ve televizyonun, sanatın<br />
insanları birbirine yakınlaştıran çok<br />
güçlü bir silah olduğunu keşfettim.<br />
Bunun da oyunculuk sektörüne çok<br />
katkısı olduğunu düşünüyorum.<br />
Yurtdışında tanınıyoruz ve insanların<br />
da bizi fark ettiğini düşünüyorum.<br />
Ünlü olmak bazen dezavantaj oluyor<br />
mu?<br />
Aslında ünlü olma durumunu unutuyorum.<br />
Ben utangaç biriyimdir, daha<br />
geri planda durmayı tercih ederim.<br />
Ünlü olmak bu işin sadece gerçekliği.<br />
Oyunculuk benim hayatım değil, benim<br />
mesleğim. Böyle düşünürseniz bir<br />
hastalık olur ve kirlenilir. Tanınmak<br />
bu mesleğin getirdiği bir şey. Bu<br />
size tanrının verdiği bir fazlalık değil.<br />
Bu işi yaparsanız sonucu bu olur.<br />
Yarışma programına katılanlar da<br />
ünlü oluyor ama beni onlardan ayıran<br />
yaptığım iş. Ünlü olmak o kadar da<br />
mühim değil bence bir araç sadece.<br />
Hak eden ve istikrarlı olan biri için iyi.<br />
Sinemaya bakış açısınız nedir? Bundan<br />
sonrası için ne düşünüyorsunuz?<br />
İyi hikâyelerin, inandırıcı, ayakları<br />
yere basan kompozisyonların içinde<br />
olmak istiyorum.<br />
Sinema aynı zamanda gişe işidir.<br />
Proje geldiği zaman bunu nasıl<br />
değerlendiriyorsunuz?<br />
Ben tabiî ki gişe filmi, sanat filmi<br />
olarak ayırmıyorum. Ama ahlaki<br />
olarak da bir sınırı var bence. Bu<br />
Arap işleri olduktan sonra aslında<br />
bize o kadar çok proje geldi ki.<br />
Ama yeni bir şey yoktu. Hepsi taklit<br />
ve devamdı. Çok iyi paralar vardı<br />
ama bu işin de o kadar paraya<br />
dayandığını düşünmüyorum. Gişe<br />
benim için o kadar da öncelikli değil.<br />
Burada yanlış anlaşılmasın gişe<br />
tabiî ki önemli. Ama filmine göre de<br />
değişir. İnce bir dengesi var.<br />
Yeni bir projeniz var mı?<br />
Evet yeni bir senaryo geldi okuyorum<br />
şu an ama bakalım. İyi olacağını<br />
düşünüyorum.
n Aldatma mevzuları sinemanın bir hayli meşgul olduğu konular…<br />
Kadın da erkek de aldatıyor, ihanet ediyor. Tabii aldatmanın mantığına<br />
inilmediği sürece… Açığa çıkanlar var, sorunsuz devam edenler,<br />
bir yerden sonra açık verenler, hatta psikopatlığa kadar gidenler…<br />
İhanetin bedelini ödeyenler de var ödemeyenler de. İhanet filmlerinden<br />
en öne çıkanlar ve göze batanlardan bir derleme yaptık, sinemanın<br />
aldatma mevzularına bizde bu şekilde daldık!
BANU BOZDEMİR<br />
Unfaithfull / Sadakatsiz<br />
Edward ve Connie Sumner mükemmel bir<br />
evlilik hayatı yaşıyan bir çifttir. Orta yaşlı,<br />
8 yaşında çocukları olan bir aile, bir köpek<br />
ve bir hizmetçi. Daha ne isteyebilirlerdi<br />
ki... New York’ta mutlu bir yaşam devam<br />
ederken sorunlar ortaya çıkmaya başlar.<br />
Hangi yaşam kolaydır ki zaten? Connie bir<br />
gün sokakta bir yabancıyla karşılaşır ve<br />
hayatı değişir. Bu Connie’nin kaderi midir<br />
yoksa bir tesadüf müdür bilinmez ama onun<br />
tutkusu haline gelmiştir. Edward Connie’nin<br />
kendisine söylediklerinin yalan olduğunu<br />
anlayınca rakibiyle yüzleşmeye karar verir.<br />
İçinde git gide artan öfkesinin sonucuna<br />
katlanma zamanı gelmiştir artık... Richard<br />
Gere, Diane Lane ve Erik Per Sullivan<br />
başrolde, yönetmen Adrian Lyne.<br />
Eyes wide Shut / Gözleri Tamamen Kapalı<br />
Dr. William Harford ve karısı Alice uzun<br />
zamandır mutlu bir evlilik sürmektedirler.<br />
Fakat partiye gittikleri bir gecenin<br />
sonrasında William, bazı kadın hastalarının<br />
kendisiyle ilişkiye girmek istediklerini<br />
söyleyerek<br />
karısını oldukça<br />
kışkırtır.<br />
O da bir zamanlar<br />
karşılaştığı bir<br />
ordu çalışanıyla ilgili<br />
sexüel fantazilerini anlatır ve<br />
William’dan da kendi fantazilerini<br />
anlatmak konusunda dürüst<br />
olmasını ister. Bu William’ı çok üzer.<br />
Karısı ile ordu komutanın sevişirkenki<br />
görüntüsü aklından bir türlü çıkmaz. Bu onda<br />
seksüel bir ilişki yaşama takıntısı yaratır. Bir gece<br />
sokakta eski bir hastasının kızıyla karşılaşır. Üvey<br />
babası gibi gözüken adam kızını pazarlamaktadır.<br />
Daha sonra sokaktan geçen gençler tarafından hakarete<br />
uğrar. Başka biri onu evine götürür ve evde<br />
genç bir fahişeyle eğlenen adamları görür. Başka<br />
bir gece, Nick Nightingale adındaki bir arkadaşının<br />
piyano çaldığı gece kulübüne gittiğinde ise gizli bir<br />
seks grubunun var olduğunu öğrenir ve onların<br />
toplantılarına katılmaya karar verir ancak bu kararı,<br />
ilerde hayatını, kendisine saygısını ve evliliğini tehdit<br />
edecektir. Usta yönetmen Stanley Kubrick’in<br />
elinden çıkma farklı bir aldatma öyküsü. Tom<br />
Cruise ve Nicole Kidman başrolde!
A Perfect :Murder / Kusursuz<br />
Cinayet<br />
New York’un zengin iş<br />
adamlarından Steven<br />
Taylor, karısı Emily’nin<br />
kendisini aldattığından<br />
şüphelenmektedir.<br />
Aslında bu şüphelerinde<br />
haklıdır, çünkü Emily,<br />
David adında bir<br />
ressam ile birliktedir.<br />
Durumu öğrenen Steven<br />
karısından intikam<br />
almak için sinsi bir plan<br />
hazırlar. Suç ortağı olarak da kendine David’i<br />
seçmiştir. Andrew Davis’in yönettiği filmde<br />
Michael Douglas , Gwyneth Paltrow ve Wiggo<br />
Mortensen başrolde.<br />
Disclosure / Taciz<br />
Michael Crichton’ın<br />
romanından uyarlanan<br />
film, seksi patronu<br />
tarafından ‘taciz’<br />
edilen, ardından da<br />
şantaja maruz kalan<br />
bir adamın, bu durumdan<br />
kurtulmak<br />
için harcadığı ‘umutsuz’<br />
çabayı anlatıyor.<br />
Barry Levinson imzası<br />
taşıyan filmde Michael<br />
Douglas ve demi<br />
Moore başrolde!<br />
American Beauty /<br />
Amerikan Güzeli<br />
Lester Burnham orta<br />
yaş krizine girmiştir<br />
ve hayatı son derece<br />
sıkıcı gitmektedir.<br />
Gününün en mutlu<br />
zamanı banyoda<br />
duş esnasında mastürbasyon<br />
yaptığı<br />
zamandır ve cinsel<br />
hayatında birtakım<br />
değişiklikler yapmak<br />
istemektedir.<br />
Daha özgür olursa daha mutlu olacağını<br />
düşünmektedir. Tabii bu karısı Carolyn ve kızı<br />
Jane’i büsbütün çileden çıkarmaktadır; özellikle<br />
de gözlerini Jane’in arkadaşı Angela’ya diktikten<br />
sonra. Bunun üzerine Carolyn de iş arkadaşı<br />
Buddy Kane’e ilgi göstermeye başlar. Sam<br />
Mendes’in yönettiği filmde Kevin Spacey ve Annette<br />
Bening rol alıyor.<br />
Closer / Daha Yaklaş<br />
Günümüz Londra’sında<br />
birbirine yabancı iki çiftten<br />
birindeki adamın,<br />
diğer çiftteki kadınla<br />
tanışmasıyla tesadüfler<br />
arka arkaya gelmeye<br />
başlar. Birbirlerine<br />
duydukları anlık hislerse<br />
aldatmaları beraberinde<br />
getirir. İngiliz bir gazeteci<br />
olan Dan, mesleğini çok<br />
ciddiye alan ve kariyer<br />
yapmak isteyen biridir.<br />
Ancak, onun görevi gazetedeki ölüm ilanları<br />
yazmaktır. Dan, genç bir striptizci olan Alice’ten<br />
etkilenir. Ancak, fotoğrafçı Anna’yla tanışınca,<br />
duygularına ve ihtirasına hakim olamaz. Mike<br />
Nichols’un yönettiği filmde Julia Roberts, Jude<br />
Law, Natalie Portman ve Clive Owen var.<br />
Intersection / Kesişme<br />
Vincent Eastman 16 yıllık<br />
karısı ve yeni sevgilisi<br />
Olivia arasında bir seçim<br />
yapmak durumundadır.<br />
Film Vincent’ın bu iki<br />
kadınla olan ilişkisini ve<br />
geçirdiği büyük araba<br />
kazasını flashbacklerle<br />
anlatıyor. Çünkü<br />
Vincent’ın geçirdiği bu<br />
büyük araba kazası birçok<br />
şeyi değiştirecektir.<br />
Yeterince başarılı bulunmayan<br />
“Kesişme” aslında<br />
1970 yılı yapımı bir Claude Sautet filmi olan “Les<br />
Choses de le Vie” (The Things of Life) adlı filmden<br />
adaptasyon. Richaer Gere, Sharon Stone ve<br />
Lolita Davidovich başrolde, Mark Rydell yönetmen<br />
koltuğunda…
Bin –Jip / Boş Ev<br />
Kendine ait bir hayatı olmayan,<br />
diğer insanların<br />
yaşamına, kendi yöntemleriyle<br />
ortak olan bir<br />
adam... Yardıma ihtiyacı<br />
olan genç bir kadın...<br />
Tatile giden insanların<br />
boşalttığı evlerini kullanarak<br />
yaşayan ve<br />
karşılığını kendince,<br />
bozulmuş ev aletlerini<br />
onararak ödeyen tuhaf<br />
bir adamın hikayesi<br />
Boş Ev. Yine böyle bir<br />
misafirliği sırasında<br />
kaldığı evde yalnız olmadığını fark eder. Evde<br />
kocası tarafından işkence gören genç bir<br />
kadınla karışılaşan adam şaşkındır. İlk başta<br />
birbirlerinden çok farklı görünen bu iki insan<br />
giderek yakınlaşır ve aralarında sıradışı bir ilişki<br />
başlar. Sinemanın görsel gücünü kullanmayı<br />
büyük bir ustalıkla başaran Kim Ki-Duk’un Boş<br />
Ev’i, bunu en iyi kanıtladığı filmlerinden biri.<br />
Betrayed / İhanet<br />
Jamie’nin şeker hastası<br />
oğlu kaçırılmıştır. Genç<br />
kadın şimdi bir odada<br />
kilitlidir. Odaya giren<br />
maskeli bir adam ona,<br />
kocasının bir katil ve<br />
uyuşturucu satıcısı<br />
olduğunu, patronunun<br />
parasını çaldığını söyler.<br />
Kocasının bulunmasına<br />
yardım etmez ise<br />
kendisini ve oğlunu<br />
öldürmekle tehdit eder.<br />
Jamie’nin kocasını bulmak<br />
için sadece 12 saati<br />
vardır. Kendisini kaçıranların anlattıkları gerçek<br />
midir yoksa Jamie kocasına ihanet etmeye mi<br />
zorlanmaktadır?<br />
Fatal Attraction / Öldüren Cazibe<br />
Sıradan bir ilişkinin bir kabusa dönüşünü anlatan<br />
Fatal Attraction izleyenleri ürkütücü bir<br />
boyuta sürüklüyor. Hasılat rekorları kıran film,<br />
En İyi Film ve En İyi Yönetmen dahil altı dalda<br />
Oscar’a aday gösterilmişti. Michael Douglas’ın<br />
canlandırdığı New Yorklu avukat Dan Gallagher<br />
karısının şehir dışında olduğu sırada çekici bir<br />
kadın Alex Forrest ile ilişkiye girer. Daha sonra<br />
yaptığını bir hata olarak değerlendiren Dan,<br />
ilişkinin tamamen bittiğini düşünmektedir. Ancak<br />
Alex durumu kabullenmek istemez. Dan’ı elinde<br />
tutmak pahasına ailesini yok etmeyi bile göze<br />
alacaktır. Glenn Close ve Anne Archer filmin<br />
kadınları yönetmeni tandık bir isi Adrien Lyne…<br />
Chloe / Büyük Hata<br />
Biri doktor, diğeri profesör<br />
olan Catherine<br />
ve David uyumlu bir<br />
çift görünümündedir.<br />
Yetenekli bir oğula<br />
sahip olan bu çiftin<br />
evliliği gıpta edilecek<br />
cinstendir. Şehirdışına<br />
çıkan David uçağını<br />
ve dolayısıyla sürpriz<br />
doğumgünü partisini<br />
kaçırdığında, bu<br />
evlilikte saklı kalan<br />
şüpheler bir anda su<br />
yüzüne çıkar. David’in<br />
sadakatinden şüphe duymaya başlayan Catherine,<br />
kocasını sınavdan geçirmeye karar verir.<br />
Chloe isimli bir eskort kızla anlaşan Catherine,<br />
onun David’le yakınlaşmasını ister. Böylelikle<br />
kocasının kendisine bağlılığını test etmiş<br />
olacaktır. Ama bu ilişki üçgeni beklenmedik olaylara<br />
gebedir. Julianne Moore, Amanda Seyfried<br />
ve Liam Neeson’un başrolleri paylaştığı filmin<br />
yönetmeni Atom Egoyan…
Derailed / Raydan Çıkanlar<br />
Reklamcı Charles Schine her gün işiyle evi<br />
arasında mekik dokuyan Chicago’lulardan birisidir.<br />
İşine gitmek için her sabah düzenli olarak<br />
8:43 trenini yakalamak zorundadır. Bir gün treni<br />
kaçırır ve Lucinda Harris ile tanışır. Lucinda<br />
çok güzel, büyüleyici ve baştan çıkarıcıdır. Artık<br />
Charles’ın hayatı sonsuza dek değişecektir. Çok<br />
geçmeden de kendilerini bir otel odasında bulurlar.<br />
Charles ile Lucinda’nın mükemmel gibi<br />
görünen ilişkisi, odaya LaRoche adlı acımasız<br />
bir yabancının girmesi ve ikisini silahla tehdit<br />
etmesiyle çıkmaza girer. Yasak aşk artık akla<br />
hayale sığmayacak kadar tehlikeli ve şiddet<br />
yüklü bir kabusa dönmüştür. Charles’ın yaşamı<br />
artık ihanet, şantaj, şiddet ve cinayetlerle doludur.<br />
Karısına açılamayan ve polise de bir şey<br />
söyleyemeyen Charles,<br />
artık tanımlayamadığı<br />
bambaşka bir dünyanın<br />
içinde tuzağa düşmüştür.<br />
Yakın zaman öncesine<br />
kadar bildiği hayatından<br />
eser kalmamıştır. Vincent<br />
Cassel, Jennifer Aniston<br />
ve Clive Owen başrolde,<br />
Mikael Håfström yönetmen.<br />
Çatı Katı / Loft<br />
Sadakatsiz bir bir mimar,<br />
bir psikiyatr ve tamamen<br />
birbirinden farklı üç adam daha. Aralarında<br />
gizli bir anlaşma yaparak bir çatı katı edinecek<br />
kadar samimi olan bu beş yakın<br />
arkadaş çatı katında bulunan bir cesetle<br />
sarsılır. Şimdi ortada beş kişi tarafından<br />
birbirlerine sorulan sorular vardır. Bu<br />
kadın hangisinin sevgilisidir? Beş anahtardan<br />
başka anahtar var mıdır? Her şeyden<br />
önce katil kimdir? Erik Van Looy yönetmen<br />
koltuğunda.<br />
L’ultimo Bacio / Son Öpücük<br />
Yakışıklı reklamcı Carlo’nun düzenli<br />
yaşamı, otuz yaşına basmasıyla ve birlikte<br />
yaşadığı sevgilisi Giulia’nın hamile olduğu<br />
haberiyle sekteye uğrar. Carlo’nun hayatını<br />
tek bir kadına<br />
adamaktan,<br />
bir aile babası<br />
olmaktan ve<br />
yaşlanmaktan<br />
duyduğu<br />
korkular, onu,<br />
karşısına<br />
çıkan on sekiz<br />
yaşındaki<br />
güzel<br />
Francesca’yla<br />
bir kaçamağa<br />
yöneltir.<br />
Bu arada<br />
Carlo’nun<br />
uçarı<br />
arkadaşları<br />
Adriano,<br />
Paolo ve<br />
Marco, onu nerede biteceği belli olmayan<br />
çılgın bir geziye davet ederler. Adriano, baba<br />
olmanın güçlüklerinden dem vurmakta,<br />
Paolo hiç istemediği halde babasının işini<br />
devralmak zorunda olmanın üzüntüsünü<br />
yaşamakta, Marco ise bir sevgiliden diğerine<br />
koşarak sorumsuz bir hayat yaşamaktadır.<br />
Öte yandan Giulia’nın annesi Anna da elli<br />
yaş bunalımına girmiş, artık genç olmadığı<br />
gerçeğiyle yüzleşmeye çalışmaktadır. Gabriele<br />
Muccino yönetmen koltuğunda Stefano<br />
Accorsi ve Giovanna Mezzogiorno başrolde!
Ensest bir ilişki yaşayan ailenin dramını anlatan Atlıkarınca<br />
filminin yönetmeni İlksen Başarır ile başrol oyuncusu Mert<br />
Fırat “Tabuları yıkmalıyız, bu toplumun dikkatini bu tür gizli<br />
kalmış hastalıklı durumların üstüne çekmeliyiz” dediler…<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Bu ay vizyona girecek Atlıkarınca çok<br />
konuşulacak. İlksen Başarır’ın yönettiği<br />
ve Mert Fırat ile Nergis Öztürk’ün<br />
oynadığı filmde ensest bir ilişki yaşayan<br />
ailenin acılarını göreceğiz. Türk<br />
sinemasında pek de alışık olmadığımız<br />
bu konuya cesaretle yaklaşan İlksen<br />
Başarır ve Mert Fırat büyük bir açık<br />
yüreklilikle sorularımızı cevapladılar.<br />
Bu filmi çekmelerinin sebebi olarak<br />
kendilerini rahatsız eden her konunun<br />
üstüne gitmek istediklerini gösterdiler.<br />
“Eğer bu tür hastalıklı durumların önüne<br />
geçmezsek bir toplumu kaybederiz”<br />
diyen İlksen Başarır ve Mert Fırat bizim<br />
amacımız sizleri rahatsız edip dikkatleri<br />
bu tür konulara çekmek dediler.<br />
Proje nasıl ortaya çıktı?<br />
İlksen Başarır: Aslında bu konudan<br />
çok rahatsız oluyorum. Bu türlü filmler<br />
seyrederken kendimi çok rahatsız hissederim.<br />
Belki de onun için bu filmi<br />
çekmek istedim.<br />
Tabu olan konuları sinemalaştırmak<br />
istiyorsunuz. Niçin böyle bir konsept<br />
belirlediniz kendinize?<br />
Mert Fırat: Sinemanın gücünün<br />
farkındayız. Başka Dilde Aşk’ı çekmeden<br />
önce de farkındaydık. Biz<br />
İlksen’le tanıştıktan sonra ben ona<br />
bir hikâye anlattım. O hikaye gitti<br />
Başka Dilde Aşk oldu. İlksen ise başka bir<br />
şey anlattı o da Atlı Karınca oldu. Daha<br />
doğrusu ikimizi de rahatsız eden sorunlar ve<br />
tabulaşmaktan çıkartmaya çalıştığımız fikirlerimiz<br />
vardı. Onları gerçekleştirmek için bu<br />
projeleri yaptık. İstediğimiz gibi de oldu aslında.<br />
Başka Dilde Aşk’ın etkisini gördük. Bir Engelsiz<br />
Tv oluşturuluyor. Ve bizden ilham aldığını<br />
söylüyor kurucusu. Sabancı Üniversitesi’nde,<br />
Bilgi Üniversitesi’nde işaret dili dersi verilmeye<br />
başlandı. Örgütlenmeye çok büyük faydası<br />
oldu çağrı merkezlerinin. Çağrı merkezleri<br />
bir işçi sınıfı olarak bile görülmüyordu, şu<br />
an çok farklı bakılıyor. İşçiler arasında da<br />
öyle. Yani bir sinema filminin insanları etkileyip<br />
harekete geçirebileceğini gördük. O<br />
yüzden Atlıkarınca’yı çekmek çok istedik.<br />
Bazı durumları konuşup tabu olmaktan<br />
çıkarıp böylece bir sorunu belirlediğinizde<br />
çözüme yaklaşmış oluyorsunuz. Biz<br />
de çözüme yaklaşmak için en azından<br />
bir adım atmış oluyoruz. Bunun<br />
gerçekleşmesi için de Atlıkarınca’yı<br />
çekmek istedik. İlksen birçok ensest<br />
filmi seyretmiş. Sonrasında ben de<br />
seyrettim. Öncesinden de birçok<br />
film seyrettik. Bu tarz filmlerden<br />
de rahatsızız açıkçası. Onların<br />
anlatımı tabiî ki yönetmenin seçimi.<br />
Çünkü bunu sömürmemek<br />
lazım. Bence bir çocuğu<br />
arzu nesnesi yapmak filmin<br />
başarısı olmamalı. Bence
ödül getirir gibi düşüncelerimiz<br />
yok. Sanki bir sipariş üzerine<br />
gelmiş, senarist kimliklerimizle<br />
yazıyoruz. Sonrasında İlksen’le<br />
aramızda başka bir savaş<br />
başlıyor. O yönetmen ben<br />
oyuncu. Bu sefer ben her şeye<br />
itiraz etmeye başlıyorum ama<br />
yazdığımız bizim senaryo. Yani<br />
neye itiraz ediyorum? Sette ne<br />
güzel bunu çekelim olmuyor, al<br />
takke ver külah şeklinde oluyor.<br />
Ama hep huzurlu ve belirli bir<br />
seviyede.<br />
Bu noktada seyirciden beklentiniz<br />
nedir?<br />
Mert Fırat: Ben seyircinin<br />
algısının yavaş yavaş değiştiğini<br />
düşünüyorum. Televizyon dizilerine<br />
herkes tukaka dese de televizyon<br />
dizilerinin Türk sinemasının<br />
çıkışına katkı sağladığını<br />
düşünüyorum. Dijital teknolojinin<br />
gelişimi, bu ekiplerin gelişmesi<br />
dizilerle oldu. Diziler bir yandan<br />
seyirciyi de eğitti. Seyirci eskiden<br />
flashback’li bir dizi seyretmiyordu<br />
şimdi Ezel’i izliyor. Seyircinin<br />
artık oyun duygusu, karakter,<br />
gerçek ne, iyi mi kötü mü, bunu<br />
ayırabildiğini düşünüyorum. Ama<br />
bence oyuncu denen insan biraz<br />
mualif olmalı, biraz taşın altına<br />
elini sokmalı. Bende o yüzden<br />
taşın altına elimi soktum bakalım<br />
ne olacak.<br />
Diyorsunuz ya tabulara<br />
saldırmak istiyorsunuz. Ama<br />
bunun da faturası var. Bunu hiç<br />
düşündünüz mü?<br />
İlksen Başarır: Hiç düşünmedim.<br />
Herkes ne istiyorsa seyretsin. Zaten<br />
bu yola öyle çıkıyorsun. Bunu<br />
yapmak istiyorsan yapacaksın.<br />
Para kazanmanın başka yollarıyla<br />
haşır neşir olacaksın. Ama gerçekten<br />
eskisi gibi değil. Dün bir<br />
kanalla filmin haklarıyla alakalı<br />
oturup konuştuk. Sigara sahnelerini<br />
bir biçimde kurtardıktan<br />
sonra gösterilebilir bir yapısı<br />
var. Dolayısıyla bu güzel bir<br />
şey. O yüzden bu algının<br />
değiştiğini düşünüyorum.<br />
Söyleşi de bir bayan “bunu<br />
televizyon dizisi yapmayı<br />
düşünmüyor musunuz? Mesela<br />
bunu 2 bölümlük 4 bölümlük<br />
bir televizyon dizisi halinde<br />
bölümleyebilirsiniz.” dedi.<br />
Nergis Öztürk ile çalıştınız.<br />
Projeyi ilk götürdüğünüzde<br />
tepkiler neydi?<br />
İlksen Başarır: Türkiye’de<br />
oyuncular cesur değiller. Böyle<br />
tereddütlüler ve onları bir<br />
kalıplara sokuyorlar. Çıkmak<br />
istemiyorlar o kalıbın içinden,<br />
tuhaf geliyor bana. Hep<br />
böyle cesaretli filmlere özeniyorlar<br />
ama arkadaşım sen<br />
nasıl oynayacaksın o filmi.<br />
Bu filme çok marjinal diyorlar.<br />
Neresi marjinal bu filmin<br />
yani. Tamam daha önce Türk<br />
sinemasında yapılmamış<br />
bir film ama marjinal bir film<br />
olduğunu düşünmüyorum.<br />
Böyle yaklaşan çok gördüm<br />
bu filme. Nergis hiç tereddüt<br />
etmedi. Sadece “ben bu rolü<br />
nasıl yapacağım” sorusu üzerinde<br />
durduk. Çünkü zor bir rol<br />
onunkisi de. Gözlemle falan<br />
toplanıp çıkarılabilecek bir rol<br />
değildi bu. Filmdeki karakterler<br />
biraz zor bütün oyuncular<br />
için. Ama Nergis bu jenerasyonun<br />
en iyi oyuncusu. 25-32<br />
yaş aralığındaki en iyi kadın<br />
oyuncu. Çünkü role kendisini<br />
tamamıyla veriyor. Mert bence<br />
zaten çok iyi bir oyuncu. Bu film<br />
için onun kullandığı detaylar<br />
çok önemliydi.<br />
Detayları beraber mi
hazırladınız?<br />
İlksen Başarır: Bazılarını evet.<br />
Ama bazılarını bende sette<br />
gördüm yaparken. Ama o her<br />
oyuncuda oluyor. İkinci gün sette<br />
bir şey görüyorsun, tamam bunu<br />
tut diyorum. Oda oyuncunun<br />
kabiliyeti zaten. Birde çalışkan,<br />
disiplinli olmak önemli. Bizimkisi<br />
gibi 14 günde olan bir set. Gerçekten<br />
orada kendini vermen<br />
lazım. Yoksa çekemezsin.<br />
14 yaşındaki Zeynep Oral’ın<br />
ilk sinema tecrübesi, böyle<br />
riskli bir rolde hem siz hem o<br />
zorlanmadınız mı?<br />
İlksen Başarır: Bu bizim için<br />
yazmaya başladığımız andan<br />
itibaren bir mesele. Büyük olan<br />
ama küçük gösteren biri mi<br />
oynayacak, yoksa o yaşta biri<br />
mi oynamalı? Bunu kim oynayacak?<br />
Seçmeler yapıldı bir sürü.<br />
18-19 yaşında, küçük gösteren<br />
kızlar falan olmadı yani. Bir aile<br />
kurulacak ve inandırıcılık meselesi<br />
söz konusu. O yüzden baya<br />
bir aradık. Sonra bizim cast<br />
sorumlusu bir arkadaşının kızı<br />
Zeynep’in resmini gösterdi. O<br />
zaman bir şaşırdık, ilk başta çok<br />
çekingen utangaç duruyordu.<br />
Olmayacak diye düşünüyordum<br />
ben ama o hazırmış role. Önce<br />
ailesine verdik biz senaryoyu<br />
ister misiniz böyle bir film diye<br />
onlar “Zeynep’te okur, biz de<br />
okuruz bunu konuşuruz” dediler.<br />
Zaten babası doktor, annesi<br />
öğretmen bilinçli bir aile.<br />
Büyüyünce oyuncu değil veteriner<br />
olmak istiyor. Oynamak<br />
istiyorum dedi, tamam dedik.<br />
Oyuncu koçumuzla onu bir süre<br />
baş başa bıraktım. Ama hiç<br />
zorlanmadı. Hiç yabancılık çekmedi.<br />
En zor görünen sahneleri<br />
bile bir kere de çektik.<br />
Peki, oynadığı rolden etkilenmesini<br />
nasıl engellediniz?<br />
İlksen Başarır: O gerçekten<br />
ön hazırlıktaki oyunculuk<br />
çalışması. Dün kendisi de<br />
söyledi oyundan daha çok,<br />
kuzenini düşünüp ağlıyormuş.<br />
Bu oyunculukta olan şeyler,<br />
o da bunu kendisi buldu ve<br />
geliştirdi.<br />
Mert Fırat: Bu oyunculukta<br />
olan yöntemlerden biri aslında.<br />
Psikolojik transfer yapıyor.<br />
Sahne içinde, o sahnenin duygusuna<br />
ağlamak ya da o duyguyu<br />
içselleştirmek ideal ama<br />
öyle bir şey gerçekleşmiyorsa<br />
onu bir psikolojik transferle<br />
yapıyorsun. Zeynep’te tecrübesi<br />
olmadığı halde psikolojik<br />
transferle yönetmenin<br />
yardımıyla gerçekleştirdi.<br />
Bence yönetmenin en büyük<br />
başarısı buydu.<br />
İlksen Başarır: Bir de biz sette<br />
şöyle bir görev dağılımı yaptık.<br />
Ben onunla hiç samimiyet<br />
kurmadım. Beni dinlemesi<br />
gerektiği için biraz geride tuttum<br />
kendimi. Zaten çok sakin<br />
uslu bir kız.<br />
Mert Fırat: Bizim aramızdaki<br />
ilişki çok garipti. Günaydından<br />
öteye geçmiyorduk. O böyle<br />
bir muhabbet kurmaya,<br />
yakınlaşmaya çalıştıkça ben<br />
geride tutuyordum kendimi.<br />
Çünkü öyle bir hissi olması<br />
gerektiğini düşünüyordum.<br />
Başka Dilde Aşk’ta önemli<br />
olan işçilikti. İşçilik olmadan<br />
başarıya ulaşmak mümkün<br />
değildi. Bunda da bir işçilik var<br />
ama duygu daha baskın.<br />
İlksen Başarır: Bir de bazı filmler<br />
oyunculuk üzerinden geçer,<br />
bu film öyle değil. Bu durumun,<br />
duygunun filmi.
ödül getirir gibi düşüncelerimiz<br />
yok. Sanki bir sipariş üzerine<br />
gelmiş, senarist kimliklerimizle<br />
yazıyoruz. Sonrasında İlksen’le<br />
aramızda başka bir savaş<br />
başlıyor. O yönetmen ben<br />
oyuncu. Bu sefer ben her şeye<br />
itiraz etmeye başlıyorum ama<br />
yazdığımız bizim senaryo. Yani<br />
neye itiraz ediyorum? Sette ne<br />
güzel bunu çekelim olmuyor, al<br />
takke ver külah şeklinde oluyor.<br />
Ama hep huzurlu ve belirli bir<br />
seviyede.<br />
Bu noktada seyirciden beklentiniz<br />
nedir?<br />
Mert Fırat: Ben seyircinin<br />
algısının yavaş yavaş değiştiğini<br />
düşünüyorum. Televizyon dizilerine<br />
herkes tukaka dese de televizyon<br />
dizilerinin Türk sinemasının<br />
çıkışına katkı sağladığını<br />
düşünüyorum. Dijital teknolojinin<br />
gelişimi, bu ekiplerin gelişmesi<br />
dizilerle oldu. Diziler bir yandan<br />
seyirciyi de eğitti. Seyirci eskiden<br />
flashback’li bir dizi seyretmiyordu<br />
şimdi Ezel’i izliyor. Seyircinin<br />
artık oyun duygusu, karakter,<br />
gerçek ne, iyi mi kötü mü, bunu<br />
ayırabildiğini düşünüyorum. Ama<br />
bence oyuncu denen insan biraz<br />
mualif olmalı, biraz taşın altına<br />
elini sokmalı. Bende o yüzden<br />
taşın altına elimi soktum bakalım<br />
ne olacak.<br />
Diyorsunuz ya tabulara<br />
saldırmak istiyorsunuz. Ama<br />
bunun da faturası var. Bunu hiç<br />
düşündünüz mü?<br />
İlksen Başarır: Hiç düşünmedim.<br />
Herkes ne istiyorsa seyretsin. Zaten<br />
bu yola öyle çıkıyorsun. Bunu<br />
yapmak istiyorsan yapacaksın.<br />
Para kazanmanın başka yollarıyla<br />
haşır neşir olacaksın. Ama gerçekten<br />
eskisi gibi değil. Dün bir<br />
kanalla filmin haklarıyla alakalı<br />
oturup konuştuk. Sigara sahnelerini<br />
bir biçimde kurtardıktan<br />
sonra gösterilebilir bir yapısı<br />
var. Dolayısıyla bu güzel bir<br />
şey. O yüzden bu algının<br />
değiştiğini düşünüyorum.<br />
Söyleşi de bir bayan “bunu<br />
televizyon dizisi yapmayı<br />
düşünmüyor musunuz? Mesela<br />
bunu 2 bölümlük 4 bölümlük<br />
bir televizyon dizisi halinde<br />
bölümleyebilirsiniz.” dedi.<br />
Nergis Öztürk ile çalıştınız.<br />
Projeyi ilk götürdüğünüzde<br />
tepkiler neydi?<br />
İlksen Başarır: Türkiye’de<br />
oyuncular cesur değiller. Böyle<br />
tereddütlüler ve onları bir<br />
kalıplara sokuyorlar. Çıkmak<br />
istemiyorlar o kalıbın içinden,<br />
tuhaf geliyor bana. Hep<br />
böyle cesaretli filmlere özeniyorlar<br />
ama arkadaşım sen<br />
nasıl oynayacaksın o filmi.<br />
Bu filme çok marjinal diyorlar.<br />
Neresi marjinal bu filmin<br />
yani. Tamam daha önce Türk<br />
sinemasında yapılmamış<br />
bir film ama marjinal bir film<br />
olduğunu düşünmüyorum.<br />
Böyle yaklaşan çok gördüm<br />
bu filme. Nergis hiç tereddüt<br />
etmedi. Sadece “ben bu rolü<br />
nasıl yapacağım” sorusu üzerinde<br />
durduk. Çünkü zor bir rol<br />
onunkisi de. Gözlemle falan<br />
toplanıp çıkarılabilecek bir rol<br />
değildi bu. Filmdeki karakterler<br />
biraz zor bütün oyuncular<br />
için. Ama Nergis bu jenerasyonun<br />
en iyi oyuncusu. 25-32<br />
yaş aralığındaki en iyi kadın<br />
oyuncu. Çünkü role kendisini<br />
tamamıyla veriyor. Mert bence<br />
zaten çok iyi bir oyuncu. Bu film<br />
için onun kullandığı detaylar<br />
çok önemliydi.<br />
Detayları beraber mi
hazırladınız?<br />
İlksen Başarır: Bazılarını evet.<br />
Ama bazılarını bende sette<br />
gördüm yaparken. Ama o her<br />
oyuncuda oluyor. İkinci gün sette<br />
bir şey görüyorsun, tamam bunu<br />
tut diyorum. Oda oyuncunun<br />
kabiliyeti zaten. Birde çalışkan,<br />
disiplinli olmak önemli. Bizimkisi<br />
gibi 14 günde olan bir set. Gerçekten<br />
orada kendini vermen<br />
lazım. Yoksa çekemezsin.<br />
14 yaşındaki Zeynep Oral’ın<br />
ilk sinema tecrübesi, böyle<br />
riskli bir rolde hem siz hem o<br />
zorlanmadınız mı?<br />
İlksen Başarır: Bu bizim için<br />
yazmaya başladığımız andan<br />
itibaren bir mesele. Büyük olan<br />
ama küçük gösteren biri mi<br />
oynayacak, yoksa o yaşta biri<br />
mi oynamalı? Bunu kim oynayacak?<br />
Seçmeler yapıldı bir sürü.<br />
18-19 yaşında, küçük gösteren<br />
kızlar falan olmadı yani. Bir aile<br />
kurulacak ve inandırıcılık meselesi<br />
söz konusu. O yüzden baya<br />
bir aradık. Sonra bizim cast<br />
sorumlusu bir arkadaşının kızı<br />
Zeynep’in resmini gösterdi. O<br />
zaman bir şaşırdık, ilk başta çok<br />
çekingen utangaç duruyordu.<br />
Olmayacak diye düşünüyordum<br />
ben ama o hazırmış role. Önce<br />
ailesine verdik biz senaryoyu<br />
ister misiniz böyle bir film diye<br />
onlar “Zeynep’te okur, biz de<br />
okuruz bunu konuşuruz” dediler.<br />
Zaten babası doktor, annesi<br />
öğretmen bilinçli bir aile.<br />
Büyüyünce oyuncu değil veteriner<br />
olmak istiyor. Oynamak<br />
istiyorum dedi, tamam dedik.<br />
Oyuncu koçumuzla onu bir süre<br />
baş başa bıraktım. Ama hiç<br />
zorlanmadı. Hiç yabancılık çekmedi.<br />
En zor görünen sahneleri<br />
bile bir kere de çektik.<br />
Peki, oynadığı rolden etkilenmesini<br />
nasıl engellediniz?<br />
İlksen Başarır: O gerçekten<br />
ön hazırlıktaki oyunculuk<br />
çalışması. Dün kendisi de<br />
söyledi oyundan daha çok,<br />
kuzenini düşünüp ağlıyormuş.<br />
Bu oyunculukta olan şeyler,<br />
o da bunu kendisi buldu ve<br />
geliştirdi.<br />
Mert Fırat: Bu oyunculukta<br />
olan yöntemlerden biri aslında.<br />
Psikolojik transfer yapıyor.<br />
Sahne içinde, o sahnenin duygusuna<br />
ağlamak ya da o duyguyu<br />
içselleştirmek ideal ama<br />
öyle bir şey gerçekleşmiyorsa<br />
onu bir psikolojik transferle<br />
yapıyorsun. Zeynep’te tecrübesi<br />
olmadığı halde psikolojik<br />
transferle yönetmenin<br />
yardımıyla gerçekleştirdi.<br />
Bence yönetmenin en büyük<br />
başarısı buydu.<br />
İlksen Başarır: Bir de biz sette<br />
şöyle bir görev dağılımı yaptık.<br />
Ben onunla hiç samimiyet<br />
kurmadım. Beni dinlemesi<br />
gerektiği için biraz geride tuttum<br />
kendimi. Zaten çok sakin<br />
uslu bir kız.<br />
Mert Fırat: Bizim aramızdaki<br />
ilişki çok garipti. Günaydından<br />
öteye geçmiyorduk. O böyle<br />
bir muhabbet kurmaya,<br />
yakınlaşmaya çalıştıkça ben<br />
geride tutuyordum kendimi.<br />
Çünkü öyle bir hissi olması<br />
gerektiğini düşünüyordum.<br />
Başka Dilde Aşk’ta önemli<br />
olan işçilikti. İşçilik olmadan<br />
başarıya ulaşmak mümkün<br />
değildi. Bunda da bir işçilik var<br />
ama duygu daha baskın.<br />
İlksen Başarır: Bir de bazı filmler<br />
oyunculuk üzerinden geçer,<br />
bu film öyle değil. Bu durumun,<br />
duygunun filmi.
n Sinema tarihinin en naftalinli çamaşırlarını yeni<br />
nesil sinema seyircisine tanıtmayı amaç edindiğimiz<br />
kült film köşemizde bu hafta bir filmden değil ama<br />
neredeyse, aynı türe ait tüm filmlerin toplamından<br />
daha önemli bir hadise olan bir “film sahnesi”nden<br />
bahsetmek istiyorum.<br />
İtiraf etmeliyim ki, Filmlerini izlediğim ilk çekik gözlü<br />
“dövüş filmi” kahramanı Bruce Lee ya da o zaman<br />
sandığımız adıyla Burij li değildi. Daha isimsiz ya<br />
da uyduruk isimli onlarcasını izledikten ve hatta bir<br />
sürü Bruce Lee klonunu gördükten sonra tanıştım<br />
orjinal Lee filmleri ile…<br />
“Big Boss” benim için hiç bir zaman çok büyük bir<br />
anlam ifade etmedi. “Enter the Dragon” ise (taklitlerini<br />
önce izlemiş olmamdan kaynaklı olabilir.)<br />
bazı parlak anlarına karşı vasat bir filmdi. Yarım<br />
kalmış ve dublör desteği ile tamamlanmış “The<br />
Game of the Dead” bana Bruce’in gerçekten büyük<br />
olduğunu ispatlayan ilk filmdi ama onun neden<br />
bir efsaneye dönüştüğünü anlamama yetmemişti.<br />
Karışık bir sıralama sonucu seyrettiğim ve ne<br />
yazık ki sona kalan Bruce Lee filmi “The Way of<br />
the Dragon”u izleyene kadar da bunu tam olarak
idrak edebilmiş değildim. Ama “The Way of the<br />
Dragon” daha sonra basiretsizce taklit edilse bile<br />
asla aslının yanına yaklaşılamayacak bir “efsanevi<br />
sinema anı” barındırıyordu. Muhteşem bir<br />
kapışma: Lee Vs. Norris… Batı Vs. Doğu…<br />
Bir 3. dünyalıya ve özellikle Asyalı sinema seyircisine<br />
perdede verilmiş en büyük ödüldür bu<br />
kapışma... Batı uygarlığının simgesel merkezi<br />
Roma’nın, yine simgesel değeri büyük Kolezyumunda,<br />
eski çağ gladyatörlerinin sakinliği ve<br />
vahşiliği ile gerçekleşecek ve ufak tefek Asyalının<br />
dev gibi bir batı savaşçsını evire çevire dövmesini,<br />
tadını çıkara çıkara göstererek sarı tenlerin<br />
altında birikmiş acı dolu yüzyılların intikamını<br />
alan bir kapışma. Filmin tamamı bu sahneyi<br />
çekmeye adanmıştır. Lee bu kutsal savaşı<br />
yüceltmek adına filmin ilk 30 dakikasında hiç<br />
dövüşmemiştir ki bu o dönemde çekilen bir<br />
dövüş filmi için çok sıradışı bir durumdur.<br />
Filmin tek kurbanı yani Lee’nin elinden filmde<br />
ölen tek kişi de yine Norris olacaktır. Bu film<br />
ayrıca Norris’in oynayıp da sonunda öldüğü<br />
tek filmdir.<br />
Bazıları filmin çekildiği 1972 yılında Norris’in<br />
henüz adı sanı duyulmamış ve herhangi bir<br />
derecesi olmadığı için bu kapışmanın Bruce<br />
açısından abartılmış bir zafer olduğunu<br />
söylerler. Fakat bu yanlıştır: Chuck Norris<br />
filmin çekildiği tarihten epey önce kendini<br />
ispatlamıştı. 1966′da Ulusal Karate
Şampiyonu, 1967′de ABD Karate şampiyonu,<br />
dünya ortasiklet karate şampiyonu, 1968′de<br />
Dünya Profesyonel ortasiklet karate şampiyonu<br />
ve Kuzey Amerika Şampiyonu olmuş çok popüler<br />
bir dövüş sanatları uygulayıcısı idi. Uzun<br />
boylu, mavi gözlü ve sarışın Aryan savaşçı<br />
Norris “batıdan intikam alan asyalı” için en<br />
doğru isimdi ve mücadelenin büyüklüğüne uygun<br />
olarak da herhangi bir Lee filminde ustaya<br />
en fazla darbe vurabilen kişi olmuştur. Çoğu<br />
Lee dövüşü rakibin saldırısı ile başlar, Lee<br />
düşmanına bir tekme atar ve dövüş biter.<br />
Dövüşün seyri, güçlerin realitede ki<br />
izdüşümlerine denk gelecek şekilde yürür.<br />
Önce Norris Lee’yi hiç umursamadan savunma<br />
alır ve açığını yakaladığı anda bu küçük adamı<br />
yere yıkar. Yüzünde her daim alaycı bir gülümseme<br />
vardır. Bu gülüş aslında Çin merkezli<br />
Uzakdoğuya yüzyıllardır ticaret bahanesiyle<br />
gelen beyaz adamın sahtekarlığının ve<br />
zalimliğinin sembolüdür. Ama Lee kalkar ve<br />
beklenmedik darbeler indirir. Bir süre sonra<br />
gülüşün yerini şaşırma ve sonuna doğru çaresizlik<br />
almıştır. Milyarlarca Çinli için bu bir<br />
zaferdir. Sonunda batı diz çökmüş, Doğunun<br />
savaşçısı onu Batı uygarlığının tam ortasında<br />
öldürmüştür. Belki de ekonomik olarak giderek<br />
kalkınan ve tüm pazarları işgal ederek büyüyen<br />
Çin’e ait bir ön kehanettir bu ve Doğulunun<br />
asıl hırsını gösterir.<br />
Lee kafasındakini perdeye geçirme konusunda<br />
çok başarılı olmuş ve bizim gibi seyircilere<br />
Sinema tarihinin en iyi mücadelelerinden birini<br />
izletmiştir. Alt metinlerinden bihaber olarak<br />
izlense dahi müthiş keyifli olan bu savaşı bir<br />
de bu gözle izleyin isterseniz…
Geçen hafta vizyona giren ve Ankara’lı iki kuzenin komedi dolu macerasını anlatan “Çalgı Çengi”nin<br />
başrol oyuncularından Ahmet Kural ve filmde küçük bir rolü olmasına karşın her türlü desteği veren<br />
Hazal Kaya ile buluşuyoruz ilkbaharı andıran bir günde. Hava sıcaklığı ortalamanın çok üstünde.<br />
Fırsatını bulan, Yıldız parkına atmış kendini. Birbirlerini önceden de tanıyan Ahmet Kural ve Hazal<br />
Kaya, Cem Yılmaz’ın da destek verdiği “Çalgı Çengi”, dizi sektörü ve gelecek hayalleri ile ilgili<br />
sorularımızı yanıtlıyorlar, büyük bir içtenlikle… Röportaj sonunda, özellikle oyunculuk anlamında<br />
Türk sinemasının sektörel başarıyı nasıl yakalaması gerektiği ile ilgili fikirler de ediniyoruz. Zira,<br />
genç oyuncular, eskiye nazaran çok daha fazla kenetlenmiş durumdalar. Her zaman olduğu gibi bir<br />
umut daha filizleniyor geleceğe ve Türk sinemasına dair…<br />
FIRAT SAYICI<br />
“Çalgı Çengi” teklifi size nasıl geldi? Kabul etme<br />
nedenleriniz ve karakterlerinizden biraz bahseder<br />
misiniz?<br />
Ahmet Kural: Filmin yönetmeni ve senaristi Selçuk<br />
Aydemir. Onunla “Ramazan Güzeldir” diye bir<br />
çalışma yapmıştık. İftarda 20 dakikalık bir işti.<br />
Başrolü paylaştığım Murat Cemcir Selçuk’la “Çalgı<br />
Çengi” diye bir çalışmamız var diyince ben de kabul<br />
ettim. Çünkü kadroyu tanıyorum, Selçuk’un kalemini<br />
biliyorum, Murat’ın oyunculuğunu biliyorum. Bu<br />
şekilde başladık. Sette çok eğlendik. Doğaçlamamız<br />
fazla biraz. Benim karakterimin adı Gürkan. Salih’le<br />
Gürkan teyze oğlu. Ankaralılar. İkisi de saf Anadolu<br />
çocukları. Ben klarnet çalıyorum, Murat klavye.<br />
Hazal Kaya: Ben, Murat’ı da Ahmet’i daha önceden<br />
tanıyordum ama Selçuk’la tanışmamıştım daha<br />
önce. Yaptıkları işlerden haberim vardı. Nasıl bir<br />
mantıkla iş yaptıklarını biliyorum. Murat senaryoyu<br />
okutmuştu bana. Keşke bende içinde olsam bu<br />
projenin diye düşünmüştüm. Bunu Murat’a ifade<br />
edemeden Murat bana teklif etti. 3 sahnede<br />
görünecek bir kızımız var bunu sen oynamak ister<br />
misin, dedi. Ben hariç bütün ekip erkek. Bu kadar<br />
erkeğin arasında, üç sahnede ve benim için ilk<br />
sinema filmim olması çok farklı oldu. İlk filmimde<br />
başrol oynayayım diye bir düşüncem olmadı hiç.<br />
Bir günlüğüne sete gitmeme rağmen bu kadar<br />
eğlendiğimi hatırlamıyorum. Filmde, iki kuzenle hiç<br />
beklemediği bir anda, hiç olmaması gereken bir<br />
yerde karşılaşan bir kızı canlandırıyorum. Ve bu iki<br />
adamı görünce herhangi bir kızcağız nasıl bir tepki<br />
verirse oda öyle bir tepki veriyor.<br />
Seyredenlerden Ankaralı olan biri size bir eleştiride<br />
bulundu mu?<br />
A: Fragmanlardan aldığım tepki şu; geçenlerde<br />
Ankara’da iken bebe diyorlardı bana. Çok güzel bir<br />
tepki bu. Kullandığımız dilin doğru olduğunu gösteriyor<br />
en azından. Yorumlar çok güzel. İnternette de<br />
görüyoruz.<br />
Son zamanlarda sinemacılar İstanbul’dan sıkıldılar<br />
galiba. Ankara’ya doğru bir yönelme var filmlerin<br />
çekiminde. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?<br />
H: İstanbul kadar kozmopolit ve her şeyin olduğu<br />
bir şehirde film çekmek daha kolay olabilir.<br />
Beyoğlu’nun herhangi bir ara sokağında her şey<br />
olabilir mesela. Belki oradan yola çıkarak böyle<br />
filmler yapılıyor. Benim Ankara’yla ilk tanışıklığım<br />
“Behzat Ç.” dizisi. Ankara daha küçük ve insanların<br />
daha çok birbiriyle haşır neşir olduğu bir şehir ve<br />
insan ilişkileri işlenecekse eğer Ankara çok doğru<br />
bir seçim bence.<br />
A: Bir de Ankara’nın başkent olduğunu unuttuk biz<br />
sinemacılar. Çok büyük oyunculara baktığınızda<br />
hep Ankaralı. Bence Ankara saklı bir hazine. Biz<br />
geç kaldık Ankara’yı keşfetmekte. Sinemacıları nda<br />
oraya yönelmesi bu yüzden. İnsanlar çok seviyor<br />
Ankara’yı ama sadece memur şehri olarak görüyorlar.<br />
Sadece Ankaralılar bu filmi izlese çok büyük<br />
bir kitle oluşur. Behzat Ç.’nin tutma sebebi de bu.<br />
Ankara’nın dili, ağzı, Türk insanının çok seveceği bir<br />
ağızdır.<br />
Bir komedi filminin içerisinde bulunmanın<br />
sorumluluğu nedir? Hani genel bir kanı vardır.<br />
Güldürmek ağlatmaktan zordur derler. Kendinizi bir<br />
güldürme sorumluluğu altında hissettiniz mi?<br />
A: Hissetmedim çünkü bana güldürmek daha ko-
kolay geliyor. İnsanların neye güleceğini bilmek çok önemli. Mesela<br />
küfre insanlar çok güler. Ama küfrü öyle bir yersiz kullanırsın ki<br />
‘Allah cezanı versin!’ der insanlar. Ama, zamanında ve çok doğru<br />
bir küfür edersen insanlar çok güler. Partnerini ve Erdal Tosun’u<br />
tanıyorsun, neye gülüp gülmeyeceğini biliyorsun. Bir de komedi<br />
filminde sürekli söze gerek yok, durum komedisi var bizim filmimizde.<br />
Güldürmek için şebeklik ya da soytarılık yapmadık, zamanlama<br />
meselesi bence.<br />
H: Güldürmenin kolay olduğunu gördük aslında ama önemli olan<br />
nasıl güldürdüğü bence. Mesela bu filmde insanlar bu adamların<br />
haline gülecekler. Çünkü onlar ne kadar eğlenirse seyirci de o<br />
kadar eğlenecek. Filmde üç tane ufacık sahnem var ama gülmekten<br />
oynayamadım. Durum o kadar komik ki, kimsenin ekstradan<br />
küfür edip de güldürmesine ya da başka bir şey yapmasına gerek<br />
kalmıyor.<br />
A: Hazal’ın olduğu sahnede aslında bizde kendimizi tutamıyorduk<br />
çünkü durum komik. Hazal da profesyonelliğini kullanarak bunu<br />
daha da yukarı çekti.<br />
Cem Yılmaz’ın işin içerisine nasıl dahil olduğundan biraz bahsedelim<br />
isterseniz.<br />
A: Cem ağabey, bize hem maddi hem de manevi yönden çok<br />
yardımcı oldu. Türkiye’de bana göre mizahta tektir. Mizahta tek olan<br />
bir insanın Selçuk Aydemir’e destek vermesi bizi heyecanlandırdı<br />
tabi ki. Hakikaten güzel bir film yapmışız dedik. Cem ağabey,<br />
Selçuk’u zaten Erdal Tosun vasıtasıyla takip ediyormuş. Cem<br />
Yılmaz galada “Her Şey Çok Güzel Olacak” filminin tadını<br />
yakaladım, dedi. Bunu söylemesi bize ayrı bir cesaret getirdi. Gerçi<br />
filmimize sonradan dahil olduğu için müdahale etme şansı olmadı.<br />
Eğer başta olsaydı, kim bilir nasıl bir şey çıkacaktı ortaya?<br />
H: Bu da filmin ne kadar iyi olduğunun göstergesi bence. Milyon<br />
dolar harcanmadı bu filme ama mütevazıydi.<br />
Son zamanlarda sinemamızda bir yardımlaşma söz konusu. Çünkü<br />
Yeşilçam’da ünlü isimlerin birbirine desteği pek fazla yokmuş. Ama<br />
bu son 10 yıldır özellikle genç oyuncular birbirine yardım olması için<br />
küçük rollerde oynuyorlar, galalara gidip orada gözükerek destek<br />
oluyorlar. Bu hem oyuncular hem de Türk sinemasının gelişmesi<br />
açısından çok önemli bir şey. Katılıyor musunuz?<br />
H: Ben mesela bu filmde olmasaydım elime bir şey geçmeyecekti<br />
ama olduğum için çok mutluyum. Bu televizyonda da geçerli.<br />
Kenan’ın başrol oynadığı diziye Kıvanç da konuk oyuncu olarak<br />
gidebildi. Nejat İşler Behzat Ç.’ye gitti. Bunlar bence çok hoş ve<br />
ileriye doğru atılan adımların belirtisi. Yeni nesil her anlamda başka<br />
bence… Eskisi gibi kameranın önüne polemik yaratmak için atlayan<br />
birilerini bulamıyorsunuz yani.<br />
A: Bunun en büyük örneği Çalgı Çengi’dir. Kadroya baksanıza<br />
Erdal Tosun, Arif Erkin, Selahattin Taşdöğen, Sümer Tilmaç, Şinasi<br />
Yurtsever. Daha birçok kişi var. Ben gidip orada bulunmasam bu<br />
büyük saygısızlık.
H: İnsan bir yerde kendi şansını kendi yaratıyor. Behzat Ç.’nin<br />
ilk bölümünde konuk oyuncu olarak oynadım. Erdal Beşikçioğlu<br />
başrolde ve Serdar Akar çekiyor. İleride çok önemli yerlere<br />
gelecek oyuncular oynuyor. Sadece egom sebebiyle neden bu<br />
fırsatı kaçırayım ki?<br />
Ortalama yüzdeki, tipteki bir oyuncu her dizide rol alabilir ama<br />
dış görünüşünüzden dolayı sizler daha çok başrol için tercih<br />
edilirsiniz. Diğer oyunculardan farkınızı göstermek için nasıl bir<br />
farkındalık yaratıyorsunuz? Gelecek için endişeli misiniz?<br />
H: Bugün de aslında benim için bir endişe yaratıyor. Öyle<br />
bir film olur ki, belki başrol değil üçüncü dördüncü derece bir<br />
roldür. Ama inanılmazdır ve benim oynamam gerekiyordur.<br />
Ama yapımcılar, Hazal bu rolü kabul etmez diye bana getirmiyorlarsa<br />
ve ben o rolü kaçırıyorsam üzülürüm. Başrol insanın<br />
kendisini göstermesi açısından çok iyi olabilir ama insanın<br />
kendine kendini göstermesi açısından iyi midir onu bilemem.<br />
Güzellik nedir onu da bilmiyoruz aslında biraz coğrafidir bu<br />
durum. Mesela Kıvanç Tatlıtuğ, Arap ülkelerinde çok seviliyor<br />
çünkü onlar için değişik. Burada da daha değişik olan belki<br />
güzel geliyor. Birinin başrol olabilmesi için güzel mi olması gerekir?<br />
Mesela diğer ülkelerde böyle değil, insanın oyunculuğuna<br />
bakıyorlar. Mesela Beren Saatçi. Bihter’di, birden Fatmagül<br />
oldu. Ben çok ilginç bir şey duydum mesela. Etiler’de çekim<br />
yapıyorduk. Çekim yaptığımız apartman gerçekten sosyetenin<br />
oturduğu bir apartman. Kürklü bir kadın bana, sen aslında çok<br />
sıcacık bir kızmışsın. Aşk-ı Memnu’da çok soğuk duruyordun<br />
ama Feriha’da gördük ki öyle değilmişsin, dedi. Çok şaşırdım.<br />
Ben buna cesaret etmeseydim, yapımcı buna cesaret etmeseydi,<br />
yalı kızından kapıcı kızı olur mu, demeseydi belki de<br />
bu olmayacaktı. Belki de beni hep yalıda yaşayan kız zannedeceklerdi.<br />
A: Bence bu sorun da kırılmayacak. Bu da halkın talebi<br />
bence. Karakterler aynı, kişilikler aynı, oyunculukta da bir şey<br />
görmüyorsanız… Ama insanlar izliyor. Güzel ve karizma oyunculukla<br />
farkını ortaya koyan çok az insan var. Mesela Kıvanç<br />
Tatlıtuğ ya da Kenan İmirzalıoğlu. Hep değişikler ve değişik<br />
oldukları için seviliyorlar. Beren ve Hazal’da da böyle. Hazal’ın<br />
da böyle bir sorunu olmadığını gördüler.<br />
Diziler nasıl gidiyor?<br />
A: “Elde Var Hayat” güzel gidiyor. 30. bölümü çektik. Güzel bir<br />
kitlesi var, daha çok öğrenciler üzerine kurulu. Kadromuz çok<br />
güzel; Emre Altuğ, Kerem Kupacı, Erdem Akakçe gibi isimler<br />
oynuyor. Her şey güzel gidiyor. Reytingler iyi.<br />
Reyting baskısı oyunculuğunuzu etkiliyor mu?<br />
A: Reyting sisteminin ilk başlarda performansımı düşürdüğünü<br />
açıkça söyleyebilirim ama sonradan beni ilgilendirmez diye<br />
düşünmeye başladım. Ben işimi iyi yaparım gerisi yalan. Bizim<br />
yapmakla yükümlü olduğumuz işimiz oyunculuk. Tabii ki,
Tabii ki, reytingler yüksek gelsin, bizim dışımızda<br />
çalışanlar da işsiz kalmasın. Artık öyle bir noktaya<br />
geldi ki, dakikalık reytinglere bakıyoruz. Kimin<br />
oynadığı sahne daha çok izleniyorsa ona yüklenin<br />
deniyor. O zaman hikaye bozuluyor ve bir yerden<br />
sonra insanlar o kişiyi izlemekten sıkılıyorlar.<br />
Başkalarının da hikayesini görmek istiyorlar çünkü.<br />
H: “Aşk-ı Memnu”dayken hep çok yüksekti reytingler,<br />
bu başka bir sorumluluk . “Adını Feriha Koydum”<br />
daha mütevazi bir dizi, bunun sorumluluğu daha<br />
farklı. Reyting baskısını ben kendimden olduğunca<br />
uzak tutmaya çalışıyorum. % 2’lik bir dizide bile<br />
oynuyor olsam yaptığım işi yapmaya çalışıyorum.<br />
Beni hiç bağlamıyor reyting. Kanalla ve yapımcıyla<br />
ilgili bir şey. Reyting beni sadece ekip adına ilgilendirir.<br />
Kimse işsiz kalmasın, sezon ortası iş bulmak<br />
zordur.<br />
Dizilerin süresi ve çalışma şartları büyük bir katılımla<br />
protesto edildi. Ama sonuç pek fazla değişmedi,<br />
diziler hala 90 dakika. Sizce bu durum nasıl düzelir?<br />
A: Kanalların tek kazançları reklam. Reklamlardan<br />
bu kazanç yüksek olmadığı sürece dizi süreleri aşağı<br />
çekilemeyecek. Çünkü bir rant var. Reklamı alırsan<br />
parayı da alıyorsun, parayı da alamayınca dizide<br />
olmuyor.<br />
H: Yapılan eylem çok güzeldi bence. Herkes<br />
oradaydı. Eylem eylemdir. Biz tepkimizi yaparız<br />
sonuç ortaya konur veya konmaz. Eylemler umarım<br />
devam eder. Çünkü kimse artık sessiz kalmamalı bu<br />
konuda. İnsanların can güvenliğiyle ilgili bir sorun<br />
ortaya çıktığında herkes tepkisini ortaya koymalı.<br />
Çünkü oyuncunun gözaltları çökük, kameramanın elleri<br />
titriyor uykusuzluktan. İlla birilerinin ölmesi gerekmiyor<br />
bir şeylerin değişmesi için.<br />
Hayranlarınızın yaklaşımından hoşnut musunuz?<br />
A: İşimizin gereği farklı bir duruma giriyoruz artık.<br />
O rahatsızlık yok bende hiç. Alıştıktan sonra hiçbir<br />
sorun yok. Tanınmaya başladıktan sonra hayatımıza<br />
çeki düzen veriyoruz. Genelde evlerde oturup sinema<br />
üzerine muhabbetler ederiz. Memur ailesinden<br />
geldiğimiz için arkadaş çevremizde ona göre ve bir<br />
yanlışımız olduğunda zaten onlar söylüyorlar. Yaşam<br />
tarzıyla zarar verecek insanların bizim hayatımızda<br />
bulunması çok zor. Çünkü onun yüzünden rezil olma<br />
ihtimalimiz çok yüksek.<br />
H: Bende de hiç yok. Hayatına çeki düzen vermek<br />
zorunda kalıyorsun. Artık her istediğini yapamıyorsun<br />
sokakta. Bu kötü bir şey belki ama biz bunu biliyorduk<br />
bu işe başlarken, o yüzden bir sıkıntı<br />
yaratmıyor. Sadece bir kere çok üzülmüştüm lise<br />
sondayken. Bir dersten kalma ihtimalim yüksekti.<br />
Çok üzülmüştüm, bir kenarda ağlarken bir kadın<br />
beni tutup çekmişti fotoğraf çektirmek için. Ama<br />
ünlü olmak ne demek biz bilmiyoruz ki, o şekilde<br />
yaşamıyoruz çünkü. Bizim çevremizde de öyle<br />
biri yok. Herkes işinde gücünde hayatında. Bizim<br />
şu anda ki tek derdimiz; ailemize, kendimize ve<br />
arkadaşlarımıza çok fazla vakit ayıramamak.<br />
Gelecek hayalleriniz nelerdir?<br />
A: Benim yıllardır hayalimde olan şey Al<br />
Pacino’yla workshop yapmak. Bunu yapan<br />
arkadaşlarım da var. Dilini anlasam da anlamasam<br />
da yapmak istiyorum bunu. Şener Şen’le<br />
Cem Yılmaz’la çok oynamak isterim. O kadar<br />
büyük insanlar var ki. Oyunculukta hayaller bitmez<br />
sorsanız bir sürü büyük oyuncu var.<br />
H: Ben geçtiğimiz Eylül’e kadar öyleydim zaten.<br />
Amerika’daydım sonra Berlin’e döndüm<br />
Almanca öğrenmek için. Ben aslında kendimi<br />
geliştirmek için elimden geleni yapıyorum. İşler<br />
orada nasıl dönüyor, buradan farklı olan nedir,<br />
onları öğrenmek için gittim. Amerika’ya gitmem<br />
gerekiyorsa orasıyla ilgili bu işlerin nasıl<br />
olduğunu az çok öğrendim. Bilgi Üniversitesi’nde<br />
Sahne Sanatları okuyorum ve okulla da yurtdışı<br />
programlarıyla ilgili konuştum. Berlin’de de birçok<br />
oyuncuyla konuşup yönetmenle tanışıp orada da<br />
işlerin nasıl döndüğünü öğrenmeye çalıştım. Ama<br />
şu an ki asıl amacım dil öğrenip işlerin oralarda<br />
nasıl olduğu hakkında bilgi sahibi olmaktı. Onur<br />
Ünlü’nün bir filminde oynamak çok isterim,<br />
kişisel olarak da çok severim kendisini. Kişisel<br />
anlamda çok desteği vardır bana. Reha Erdem,<br />
Zeki Demirkul, Yavuz Turgul’la da çalışmayı çok<br />
isterim. Oyunculardan da Şener Şen, Uğur Yücel,<br />
Lale Mansur…<br />
Peki son olarak şunu sormak istiyorum; Türk halkı<br />
bu filme niçin gitsin?<br />
A: İnsanları kandırmayan bir film. Olan bir şeyi<br />
gösteren, samimi, içten ve ortak bir çıkar için<br />
yapılmış bir film. Buradan da desteği olan tüm<br />
insanlara teşekkür ediyorum.<br />
H: Güzel bir komedi filmi izlemeye, bizim küçük<br />
dünyamızı görmeye gitsinler. Samimi bir film ve<br />
bizim bunları söyleme sebebimiz de belki de<br />
arkamızda olmaları, destek olmalarıdır
1965 / Robert Wise<br />
n Önce kazandığı Oscar ödülleri: ‘En İyi Film’, ‘En iyi Yönetmen’, ‘En iyi Müzik’, ‘En iyi Kurgu’ ve<br />
‘En İyi Ses’. Daha önce “West Side Story – Batı Yakası Hikâyesi”(1961) ile de ‘film’ ve ‘yönetmen’<br />
Oscar ödülleri kazanan yönetmen, yapımcı, kurgucu Robert Wise (1914-2005), “Star Trek” dizisinin<br />
ilk sinema filmine de (1979) imza atan ölümsüz sanatçılardan. Bir önceki yıl, “Mary Poppins”deki<br />
rolüyle ‘En İyi Kadın Oyuncu’ Oscar’ını alan genç yıldız Julie Andrews’ün müzikal sinemanın en<br />
başarılı performanslarından birini sergilediği, ona yakışıklı Christopher Plummer’ın eşlik ettiği,<br />
ülkemizde “Neşeli Günler” adıyla gösterime girmiş müzikal, Nazizmin yükseliş dönemi olan<br />
1930’ların Avusturya’sında geçer. Rahibe adayı olarak hayli başarısız ‘deli dolu’ Maria, ‘halden<br />
anlayan’ zeki başrahibe tarafından, dul deniz subayı Kaptan Von Trapp’ın yedi çocuğuna mürebbiyelik<br />
yapmak üzere görevlendirilir. Babalarının disiplininden sıkılmış ve<br />
bunalmış, bu nedenle yaramazlıklarıyla tüm mürebbiyeleri kaçıran yedi sevimli<br />
afacanı yaşamın neşesi ve müziğin coşkusuyla tanıştıran Maria, onların<br />
kısa zamanda sevgilerini kazanacaktır… Kim bilir; belki babalarının da sevgisini<br />
de… Dondurduğumuz kare, Maria’nın “Do-Re-Mi” adlı şarkıyla çocuklara<br />
notaları öğretmeye başladığı bölümden bir andır. Anımsatalım, film bir Broadway<br />
müzikalinden uyarlanmıştır; tüm şarkılar, Richard Rodgers (müzik) ve<br />
Oscar Hammerstein (söz) imzalıdır.
n Bundan böyle bu köşede, kısa film üzerine yazılara, röportajlara,<br />
haber ve duyurulara, en önemlisi de Türkiye’de pek<br />
fazla önemsenmeyen kısa film eleştirilerine yer vereceğim.<br />
Çeşitli zamanlarda çeşitli mecralarda yayınlanan “Uzun Filmin<br />
Kısası” köşesine bu kez <strong>Cinedergi</strong>’de devam ediyorum. Benim<br />
için önemi büyük olan kısa filmciliğin gelişimine küçücük de<br />
olsa bir katkım olacaksa ne mutlu bana. (Yeri gelmişken,<br />
uzun zamandır aylık Mega Movie dergisinde kısa film köşesi<br />
hazırlayan sanat yönetmeni sevgili Natali Yeres’e de selam yolluyorum.)<br />
Köşenin logosu ise, kurucularından olduğum Yıldız<br />
Kısa Film Festivali’nin 2004’te düzenlenen 2.sinin afişinden…<br />
Bir çok kez kısa film jürilerinde bulunmuş, kısa filmler çekmiş<br />
biri olarak bu köşenin devamlılığını sağlamaya çalışacağım.<br />
Tabi bunun için, siz okurlardan, kısa film üreticilerinden ve<br />
sinema-tv öğrencilerinden de katkılar, öneriler bekliyorum. İlk<br />
olarak, biraz da gündem gereği, bu yıl 7.si düzenlenen Akbank<br />
Kısa Film Festivali’ne yer vermek istiyorum. Akbank Sanat<br />
Müdürü Sn.Derya Bigalı köşemizin ilk konuğu…<br />
Bu yıl 7.kez düzenlenen Akbank Kısa Film Festivali nasıl<br />
başladı, biraz bahsedebilir misiniz?<br />
Akbank Kısa Film Festivali, 7 yıl önce başladı. Her sene<br />
genişleyerek, yeni projeler üretilerek festival bugüne kadar geldi.<br />
Zaten her yıl yeni projeler, fikirler çıkartıyoruz. Bu yıl da 430<br />
film başvurdu festivalimize. Birçok bölümden oluşuyor festival.<br />
Dünyanın her yerinden bol ödüllü filmler başvurdu. ‘Kısadan<br />
Uzuna’ bölümümüz var her sene. Bu seneyi de Seyfi Teoman’a<br />
ayırdık. İlk kısa filminin ve ilk uzun metrajlı filminin gösterimlerini<br />
yapacağız. 7 Mart pazartesi günü 10 gün boyunca kısa<br />
film gösterileri, atölye çalışmaları, panel ve söyleşilerle ücretsiz<br />
olarak izleyiciyle buluşacak. Yoğun ilgiden dolayı filmler ayrıca<br />
eş zamanlı olarak Akbank Sanat Kafesi’nden de izlenebilecek.<br />
Bu yıl da, diğer yıllarda olduğu gibi, festivalimizde ödül kazanan<br />
filmleri 30 tane üniversiteye götürüyoruz. İstanbul’dan<br />
başlayıp birçok şehirde, toplam 30 üniversitenin, özellikle<br />
iletişim bölümlerinde gösterilecek.<br />
Kısa Film sektöründen biraz bahsedebilir misiniz?<br />
Bilindiği üzere dünyada pek çok yönetmen kariyerine kısa<br />
film ile adım atıyor. Daha sonra uzun metrajlı film çekmeye<br />
başlıyorlar. Hatta kariyerine sadece kısa film ile devam eden<br />
yönetmenler de mevcut. Türkiye’de özellikle gençlerin kısa<br />
filme çok fazla ilgisi var. Biz de bu konuda onları desteklemek<br />
için her yıl Akbank Kısa Film Festivali’ni düzenliyoruz Bu yıl<br />
da her zaman olduğu gibi festival boyunca jüri kurulunun<br />
değerlendireceği “En İyi Kurmaca Film” ile “En İyi Belgesel
Film”ine 8.000 TL ile ödül vereceğiz.<br />
7 yıldır süren Akbank Kısa film festivalinde bu sene iki tane<br />
farklılık öne çıkıyor. Bu farklardan bahsedebilir misiniz?<br />
Her yıl festivalimiz gelişmeye devam ediyor. Birçok bölümden<br />
oluşuyor festival. Özellikle canlandırma kısaları, animasyon filmleri<br />
için özel bir yer ayırdık. Canlandırma Kısalar, Kısadan Uzuna,<br />
Deneyimler, Belgesel Sinema gibi festival filmlerini 4 bölümde<br />
kategorize ettik. Ayrıca 7. senemizde diğer festivallerimizden farklı<br />
olarak bir izleyici jürisi oluşturduk. Böylelikle dileyen Akbank Sanat<br />
resepsiyonundan başvuru formunu alarak beğendiği filmin seçilmesini<br />
sağlayabilecek. Ayrıca sosyal medya iletişim kanallarından<br />
Vimeo’dan da beğendikleri filme oy verebilecekler. Sosyal<br />
Medya’nın çok fazla revaçta olduğu bir yıl yaşıyoruz. Bu yüzden<br />
festival öncesinde, sosyal medya takipçilerine ve de özellikle gençlere<br />
ulaşmak için, ‘Dijital Ortamda Sinema Yazarlığı’ konulu bir<br />
söyleşi gerçekleştirdik.<br />
Festivale olan ilgiden biraz bahsedebilir misiniz?<br />
Çok büyük ilgi oluyor. Hem gençler, hem de filmseverlerden<br />
katılım oldukça fazla. 10 günde 7.000 kişiye yakın izleyici geliyor.<br />
Salonumuz dolduğu için kafede de aynı anda gösterim yapıyoruz.<br />
Festival ayrıca üniversitelerde de gösteriliyor. Bu yıl kaç tane üniversite<br />
gezeceksiniz?<br />
Geçen sene 6. Kısa Film Festivalimizde yaklaşık 8.000 üniversite<br />
öğrencisine ulaştık. Bu yıl Festivalde toplam 21 ülkeden 92<br />
film gösterilecek. 10 gün boyunca gerçek anlamda bir maraton<br />
yaşayacağız. Hem film gösterimleri hem de atölye, söyleşi ve panellerle.<br />
Biz de heyecanla bekliyoruz.<br />
AKBANK 7. KISA FİLM FESTİVALİ<br />
n Akbank 7. Kısa Film Festivali 7 Mart Pazartesi 2011 tarihinde<br />
kısa filmler, atölye çalışmaları ve söyleşilerle dolu<br />
keyifli bir programla başlıyor. Festivalin “En İyi Kurmaca<br />
Film”ini belirleyecek Kurmaca Kategorisi Jüri Kurulu;<br />
fotoğraf sanatçısı ve yönetmen Ebru Ceylan, oyuncu Lale<br />
Mansur, yönetmen Seyfi Teoman, Kadir Has Üniversitesi<br />
Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman ve<br />
Akbank Sanat Müdürü Derya Bigalı’dan oluşuyor. Jüri<br />
kurullarının festival sürerken yapacakları değerlendirmenin<br />
ardından, Festival’in ödül töreni sırasında “En İyi Kurmaca<br />
Film” 8.000 TL, “En İyi Belgesel Film” 8.000 TL ile<br />
ödüllendirilecek. 21 ülkeden 92 film, söyleşiler ve atölye<br />
çalışmalarının yer alacağı Akbank 7. Kısa Film Festivali’nin<br />
10 gün boyunca herkese kapısı açık olacak ve tüm etkinlikler<br />
ücretsiz olarak Akbank Sanat’ta izlenebilecek. Ayrıca<br />
Festival boyunca bütün filmler Akbank Sanat’ın kafesinde<br />
eş zamanlı olarak gösterilecek. Ayrıntılı bilgi için:<br />
www.akbankkisafilm.com
Özcan Deniz merakla beklenen filmi Ya Sonra’nın<br />
izleyiciyi şaşırtacak mesajlarını Ajanda için<br />
yorumladı. Filmden yola çıkan röportaj Deniz’in<br />
aşk anlayışı, geleceğe dair planlarına kadar uzadı.
SERDAR AKBIYIK<br />
n Son dönemde Türk sinemasında çok ilginç<br />
gelişmeler oluyor. Özcan Deniz gibi yola müzisyen<br />
olarak başlayan çok önemli bir isim kökten<br />
sinemacılara taş çıkartacak bir film çekiyor. Bu yetmiyor<br />
filmin senaryosunu yazıyor, bir de baş<br />
rolünde oynuyor. Uzaktan bakarsanız<br />
burun kıvırabilirsiniz. Ama Türkiye’de<br />
çekilen romantik komedilerin bence<br />
en iyilerinden Ya Sonra. Böyle bir<br />
filmi ne oyuncularla ne başkasıyla<br />
konuşabilirdik. Bu filmin gerçek sahibi<br />
Özcan Deniz’e uzattık teybimizi.<br />
İşte ünlü sanatçının filmle ilgili<br />
verdiği ilk röportaj.<br />
Proje nasıl ortaya çıktı?<br />
Proje bir kere sinema filmi yapma isteğimle<br />
ortaya çıktı. Kafamda çok hikaye vardı,<br />
onları senaryolaştırmaya karar verdim. Türk<br />
sinemasında aşk filmi boşluğu olduğunu gördüm.<br />
Sürekli o boşluğu absürt komedi ya da ağır siyasi<br />
mesajlar veren dramlar dolduruyordu. Böylece<br />
daha Yeşilçam etkisi olan bir film yapmak istedim.<br />
Aşk filmi yapmak istedim. Nasıl olacağı konusunda<br />
bir arkadaşımın boşanması bana ilham oldu.<br />
Arkadaşım uzun bir süre bende kaldı. Onunla<br />
dertleşirken, kadın erkek ilişkisini o kadar irdeledik<br />
ki buradan yola çıkarak böyle bir şey yapma<br />
isteği oldu.<br />
Filmin hikayesi gençler kadar orta yaşa da hitap<br />
ediyor.<br />
Evet filmin kök hikayesi daha çok orta yaşa hitap<br />
ediyor. Fakat filmin temposu, eğlencesi, durum<br />
komedileri, gençleri de cezbediyor. İlişki yaşayan<br />
evlenmemiş çiftler de var gençlerde. İlişkide nasıl<br />
davranmalarını anlayamamış, bütün bu ilişkileri<br />
çocukça yaşayan gençler var. Yani onlarında ilgisi<br />
çekeceğinidüşünüyorum.<br />
Filmin kadın karakteri Didem Türk sinemasında<br />
çok da rastlamadığımız ayrıntılı bir şekilde<br />
işlenmiş. Ve orada çalışan kadına dair mesajlar<br />
var. Birazda bundan bahsedelim mi?<br />
Türk Sinemasında kadınlara çok rol yazılmıyor.<br />
Dominant roller yazılmıyor. Son dönemlerde<br />
erkek egemen bir sinemamız var. Bir kadın starın<br />
üzerine yazılmış film az. Burada çok az filmin<br />
ana malzemesinde kadın var. Kadına sahip<br />
çıkarsak, empati kurarsak, o hikaye bizi daha çok<br />
ilgilendirir. O yüzden ben filmimdeki Didem karakterinin<br />
dozunu yüksek tuttum.<br />
Durum böyle oluncada Cast çalışması çok önemli.<br />
Deniz Çakır’ı çok başarılı bulduk. Filmin kötü<br />
karakteri Barış Palay da başarılı bir performansa<br />
sahip.<br />
Barış biraz karikatürize olmalıydı. Barış’ın<br />
oynadığı karakter biraz parasıyla kendine dünya<br />
kurmuş, plastik bir hayat yaşıyor. Deniz Çakır’ı<br />
tercih etmemizin iki sebebi var.
Bir tanesi fiziği dişi kadın sayısı çok az. Dişi görünen,<br />
giydiği elbiseyi taşıyan, giyindiğinde yürüyüşü ile kadın<br />
çizgisiyle duran çok az kadın var Türk sinemasında.<br />
İkincisi oyunculuğu. İlk rolü konuştuğumuzda,<br />
tartıştığımızda bir ara o kadar konsentre oldu ki bana<br />
bir sure sonra Didem gibi bakmaya başladı. Farkında<br />
değildi onun. Ondan sonra evet bu dedim.<br />
Filmin hem senaristi, hem yönetmeni hem oyuncususunuz.<br />
Bu anlamda sizing aşk algılayışınızda filmi<br />
anlamamızda önemli.<br />
Şimdi uzun süreli ilişkilerde ister istemez aşka karşı<br />
reflekslerimizi kaybediyoruz. Ilk başlardaki çiçekler,<br />
mesajlar, tatil planları, öpücükler, telefonlar, mesajlar<br />
bir süre sonra monotonlaşıyor. Erkek ilk baştaki o aşkı<br />
yok etmiyorsa da derinlere bir yere gömüyor. Bir süre<br />
sonra da unutuyor. Fakat bir travma bütün bunları ortaya<br />
çıkarıyor. Filmdeki Adem karakteri o an hatırlıyor.<br />
Didem’in filmin başında sorduğu sorular var. Ben senin<br />
neyinim gibi?, Adem “sen benim karımsın” diyor. O<br />
anda konu kapansın diye söylenen bir şey tabii. Finalde<br />
bu soruların cevabını çok daha sahici söylediğini<br />
görüyoruz Ademin. Aslında reflenkslerini canlandırıyor<br />
tekrar onun için aşk acısı çekiyor.<br />
Filmin müzikleri hakkında konuşalım.<br />
Filmin müzikleri benim için çok önemliydi. Bu filmde<br />
şarkılar, durumu anlatan müzikler çok dikkatli<br />
çekildi. Ben müziklere de zaman ayırdım. 5 ay kadar<br />
stüdyoda müziklerle uğraştım .Çok önemli müzisyen<br />
arkadaşlarım var buna imzasını atan, kendi yazdığım<br />
şarkılar var. Hayat Arkadaşı’nı ben bu film için<br />
besteledim .<br />
Sizin sinema oyunculuğunuz dizi oyunculuğunuz var<br />
bunların hangisinde tatmin oldunuz.<br />
Sinema.<br />
Bunun sonrasında sadece sinemaya yönelme olur mu?<br />
Denge değişebilir. Bir dönem müzik yapabilirim, bir<br />
dönem sinema yapabilirim. Belki zaman zaman denge<br />
değişebilir ama bundan birini bırakıcam gibi bir şey<br />
olamaz. Evet çok yoruluyorum müzikle uğraşırken.<br />
Konserler, albüm çalışması, onun dışında klipler, promosyonlar<br />
doğal olarak yoruyor insanı. Konser sayısını<br />
azaltabilirim, singıl çıkarabilirim. Bu bir doygunluk<br />
kazandığımda olabilir, manyağa bağlamak istemiyorum.<br />
O yüzden müzik sinema gibi değil. Belki biraz<br />
seviyesi düşebilir.<br />
Sinema için bundan sonra ne düşünüyorsunuz?<br />
Devam edeceğim. Şu an planladığım birşey var. Yapabilirsem<br />
Eylül’e yetiştirmeyi düşünüyorum.<br />
Mahsun Kırmızıgül’le ilgili bir benzeşme<br />
var. Bunu da anlıyorum. Bence kariyer<br />
benzeşmesi. Sinemanıza bakınca ise çok<br />
farklılıklar görüyorum . Bunun yorumunu<br />
isteyeceğim.<br />
Yani öyle bir kıyaslama yapmayacağım. O onu<br />
yapıyor, ben bunu yapıyorum diyemeyeceğim.<br />
Şu anda vitrinde ben varım ve yıpratılıyor olabilirim.<br />
Bu yüzden bunu yorumlamayacağım.<br />
Benzer hiç bir şeyimiz yok.<br />
Bu müziklerden bahsederken Yıldıray<br />
Gülgen’den de bahsetmek lazım. Mahsun<br />
Kırmızıgül de Yıldıray Gülgen ile çalıştı, sizde<br />
onunla çalıştınız. Onda sizi cezbeden neydi?<br />
Yıldıray bizim 25 yıllık ortak arkadaşımız.<br />
daha önceki albümümüzü de beraber<br />
yaptığımız arkadaşımız, birbirimize nazımız<br />
geçiyor. Aynı zamanda Yıldıray çok hızlı bir<br />
müzisyen. Yani ona verdiğiniz şeyi size kısa<br />
sürede servis ediyor. Bu durum çok önemli.<br />
Son dönemde aşk filmlerinde bir artış oldu. Bu<br />
konuda ne diyeceksiniz?<br />
Bu beklenen birşeydi. Yani böyle bir boşluk<br />
var zaten. Aşk filmi çekmek çok zordur. Hem<br />
aşk filmini dengeleyeceksiniz hem gişeyi
düşüneceksiniz bu zor. Yani aksiyon filmi,<br />
korku filmi çekebilirsiniz ama bu ikisini bir<br />
arada tutmak zor gerçekten. Kullandığınız<br />
teknik, müzik herşey çok önemli. Bu anlamda<br />
senaryonun, castın çok doğru ve güzel olması<br />
lazım. Bu zor birşey. Bu yüzden bu tarz film<br />
çok yok.<br />
Filmin bence vurucu kısımlarından bir tanesi<br />
romantizm ile komedisini dengesi. Filmin komedisini<br />
oldukça başarılı buldum.<br />
Filmde anlattığım şey aslında oldukça depresif<br />
birşey. Komediyi çıkarırsak ortaya dram<br />
çıkar. Bu benim işime gelmezdi. Gişeyi etkiler,<br />
yaş grubunu etkiler, filmin seyrini etkilerdi,<br />
bunu çok tercih etmedim açıkçası. Durum<br />
oraya götürdü, böyle bir hikaye komik ilerler.<br />
Sizin dizi çalışmalarınız da var. Çalışma<br />
şartlarını biliyorsunuz. Bu anlamda eylemler<br />
var. Siz bu eylemlere katılıyor musunuz? Bu<br />
durumun bi sonuca ulaşacağını düşünüyor<br />
musunuz?<br />
Sonuca ulaşacak, ulaşmak zorunda. Giderek<br />
dizilerde kalite düştü, hem dizi sayısı azaldı.<br />
Kaliteli dizi olarak bir kaç tane isim var. Behzat<br />
Ç., Muhteşem Yüzyıl, Öyle Bir Geçer Zamanki<br />
yani üçü geçemiyoruz. Düzelmek zorunda yoksa<br />
herşey batar.<br />
Çoğu kişi şunu söylüyor, “Eylemler doğru ama kimi<br />
hedef alıyoruz?”<br />
Bir kere eylemin şekli yanlış. Biz Unkapanında müzik<br />
anlamında daha once yaptığımız eylemler yüzünden<br />
tecrübeliyiz. İstediğinizi yapın, Taksime gidin sadece<br />
sesinizi duyurursunuz ama somut birşey olmaz.<br />
İnsiyatife saldırmak yerine sendikalarla, adaletle durumu<br />
bağlamak lazım. Sendikalar var. Türkiyedeki tüm<br />
oyuncuları alamıyor, açıkta kalanlar var Yapımcılar<br />
sendikalı olmayan çalışanı tercih ediyor. Böylelikle<br />
sendikanın yaptırım gücü azalıyor. Amerika’da sen film<br />
çekmek istersen, her hangi bir teknik ekiple çalışmak<br />
istersen, sendikayla karşı karşıya kalıyorsun. Yemek<br />
saatinden tut herşeyine kadar sendika ilgileniyor. Bizim<br />
de buna ihtiyacımız var.<br />
Herhangi bir dizi projeniz var mı?<br />
Hayır yok. Teklifler geliyor ama içimden gelmiyor dizi<br />
çekmek.<br />
Bundan sonra bir sinema projeniz olduğunu söylediniz<br />
onun konusu hakkında bilgi verir misiniz?<br />
Biraz daha sert olacak onu söyleyebilirim. Ben çok<br />
mesaj bombardımanına sokmak istemiyorum seyirciyi.<br />
İzleyen biraz zevk alsın istiyorum. Aslında mesaj<br />
verirken insanları sıkmamak gerekir. Birşey öğrenmek<br />
istemeyen de var. Adam Matrix’i çekiyor. Aslında<br />
baktığında altında felsefik bir mesaj var ama mesajına<br />
kafa yormak zorunda değilsin. O filmi her türlü izleyebilirsin.<br />
Ben de bunu hedefliyorum.<br />
Bu filmde de bir mesaj verme kaygısı içine girilmemiş…<br />
Cümle kurmamaya özen gösterdim. Evlenirsen şu<br />
olur, bu böyle olursa bu olur gibi birşey yapmak istemedim.<br />
Böyle uzun cümleler kurmak istemedim. Ben<br />
senaryoya inanıyorum.<br />
Benim size sormadığım ama sizin söylemek istediğiniz<br />
birşey var mı?<br />
Şöyle söyleyebilirim, bu filmin tüm şeyleri gerçek<br />
sinema malzemeleri ile yapıldı. Zamanımızda genelde<br />
sinema tv teknik alet ve edevatları ile yapılıyor.<br />
Müzikler minimal, reji dizi rejisi, HD kameralar, Led<br />
kameralar. Bu filmin sesleri tamamen Londra’da mixlendi.<br />
Dünyanın en önemli ses mixçileri bu filmin mixinin<br />
başındaydı. Berlin Armoni Orkestrası tarafından<br />
çalındı. Birinci sınıf oyuncularla cast oluşturuldu. Mekanlar<br />
özenle seçildi. Yani bunu söyleyebilirim elimden<br />
geleni yaptım. Top seyircide bu saatten sonra<br />
değiştirecek birşeyim yok.
SERDAR AKBIYIK<br />
n Hollywood’u Hollywood yapan yıldızlarıdır.<br />
Özellikle kadın oyuncular bu endüstrinin en<br />
parlak parçasıdır. Yıllarca onların ismiyle<br />
anıldı bu endüstri, Brooke Shields, Phobe<br />
Cates, Lindsay Lohan, Miley Syrus ve daha<br />
kimler kimler. Bu isimlere en son katılan<br />
ise Jennifer Lawrence. 1990 doğumlu Lawrence<br />
14 yaşında keşfedildi. Kentucky’de<br />
doğan yıldız New York’a gittiğinde bir iki<br />
ajansa başvurdu ve deneme çekimleri<br />
sonucunda menejerler peşine düştü. Annesi<br />
Karen kızının bu isteğine önceleri çok<br />
sıcak bakmadı. Fakat menejerlerin ısrarları,<br />
katıldığı bir katalog çekimlerindeki başarısı<br />
Lawrence ailesini dönemeyeceği bir yola<br />
çıkardı. İlk başlarda televizyon dizilerinde<br />
yer alan Lawrence 2008 yılında Guillermo<br />
Arriaga’nın yönettiği Burning Plan’da rol<br />
alınca dikkatleri üzerine çekti. Kim Basinger<br />
ve Charlize Theron gibi önemli isimlerle<br />
beraber rol alan Lawrence gösterdiği<br />
performansla asla ezilmedi. Hatta bu seksi<br />
kadınların yanında tazeliğiyle daha fazla<br />
dikkat çekti. Daha sonra 2009 yılında<br />
Devill You Know’da rol aldı. Oynadığı iki<br />
filmle Winter Bones’daki rolü kaptı. Filmin<br />
deneme çekimlerine giderken çok yorgun<br />
olduğunu söyleyen Lawrence çekimlerde<br />
herkesin ondan güzel olmasını, iyi<br />
konuşmasını beklediğini ama yorgunluktan<br />
hiç havasında olmadığını fakat senaryoyu<br />
okuyunca müthiş bir kadın karakteri gözlerinde<br />
canlandığını anlattı. Bazı oyuncularıh<br />
kendini yarattığını bazılarının ise başkaları<br />
tarafından yaratıldığını söyleyen Lawrence<br />
“Ben kendimi yarattım” diyerek iddiasını<br />
ortaya koyuyor. Kendi yaş gurubunda bir<br />
Robert Redford, Paul Newman olmadığını<br />
ama James Franco’yu oyuncu olarak<br />
beğendiğini anlatan Lawrence “İkinci bir<br />
James Franco da yok” diyor kendi yaş<br />
gurubu için. Gitar çalan oyunculuktan<br />
önce amigo kız olan Lawrence her filmiyle<br />
üstüne koyuyor. Winter Bones’dan<br />
sonra Jodie Foster’ın yöneteceği The<br />
Beaver’da Mel Gibson ve Foster ile birlikte<br />
rol alacak. 2012’de ise X Men First Class’da<br />
Mystque’i canlandıracak. Oscar töreninde<br />
giydiği o vücudunu saran kırmızı elbiseyle<br />
hayal ettiğimiz Lawrence’ı X Men’de<br />
Mystque olarak düşünmek bile insanı<br />
heyecanlandırıyor.
Winter Bones’un genç yıldızı<br />
Jennifer Lawrence belki Natalie<br />
Portman’a Oscar’ı kaptırdı ama<br />
hem filmdeki başarısıyla hem<br />
de Oscar törenindeki kendinden<br />
emin tavırlarıyla herkesi<br />
kendine hayran bıraktı.
BANU BOZDEMİR<br />
n Kim ne derse desin, burnuna, saçına, kaşına, hatta<br />
dudaklarına takılmış olsun ben bir filmde Ben Stiller ile onu<br />
görünce mutlu oluyorum. Ben Stiller (kamera önü) ve Wes<br />
Anderson (kamera arkası) ile kanka, Luke Wilson ile kardeş,<br />
çiçeği burnunda bir baba ve filmlerin uçuk oyuncusu… Tam<br />
adı Owen Cunningham Wilson olan oyuncu 1968, Dallas<br />
doğumlu. Yazar yanı da kuvvetli olduğu, filmlere oyuncu ve<br />
senarist olarak katılmayı seven hatta kendisini aslen yazar<br />
olarak gören zat! Bottle Rocket’ta senaryosunu yazıp<br />
kendisine hayalci bir rol biçen Wilson, 1997 yapımı<br />
Jennifer Lopezli Anaconda’da rol aldı. Perili Ev’de<br />
çenesi kesilmesine rağmen deney insanı Dr. Marrow<br />
rolündeydi, Jackie Chan’le türlü sakarlıklara imza<br />
attıkları Şangaylı Kovboy ise bir sene sonra<br />
çıkacak Zırtapoz’a hazırlıktı adeta. Ben Stiller<br />
etkisi fazla olsa da! Senarist olarak imza attığı<br />
Tenenbaum Ailesi’nde yine kovboy kadrosundan<br />
yerini aldı, Düşman Hattı’nda aksiyon ve<br />
drama daldı, Şangay Şövalyeleri’nde Chan<br />
ortaklığı devam etti. Deniz’de Yaşam filminde<br />
ekibe yeni katılan çaylağı, The Big Bounce<br />
filminde zıpırların zıpırını, Starsky & Hutch’da<br />
Stiller ile kanka dedektifleri oynadılar. 80<br />
Günde Devrialem’de kalabalık bir kadronun<br />
içinde yer aldı, The Wedding Crashers onun<br />
sulu sepken ve sevimli hallerinin tıpkısının<br />
aynısı, Sen, Ben ve Duprie’de arkadaşlarına<br />
fenalıklar geçirten Duprie’yi, Müzede Bir<br />
gece’de müze sakinlerinden Jedidiah’ı,<br />
Marley ve Ben’de köpekli bir adamı, Zor<br />
Baba serisinde Ben Stiller’ın karşısına<br />
çıkan karısının kıl ve eski sevgilisi olarak<br />
rol aldı. Bu ay ve sonrasında vizyonu açık<br />
görünüyor. Bu ay vizyonda olan Farrelly<br />
Kardeşlerin Hall Pass’ın da çapkınlık turuna<br />
çıkan adam olarak karşımıza çıkacak,<br />
komiklik yapacak yine… Nisan’da ise<br />
How Do You Know’da kendini beğenen<br />
bir beyzbol oyuncusu olarak karşımızda<br />
olacak! Sevenler izlesin!
Bu ay ve<br />
sonrasında vizyonu<br />
açık görünüyor. Bu<br />
ay vizyonda olan<br />
Farrelly Kardeşlerin<br />
Hall Pass’ın da<br />
çapkınlık turuna<br />
çıkan adam olarak<br />
karşımıza çıkacak,<br />
komiklik yapacak<br />
yine…
n Uzun zamandır ismi usta<br />
oyuncularla anılan Russel<br />
Crowe, cesur ve girişken<br />
tavrıyla Hollywood’un<br />
vazgeçilmez oyuncularından.<br />
Kadın hayranları kadar erkek<br />
sinemaseverlerin de takdirini<br />
kazanmış olan Crowe, Maximus<br />
gibi azimli ve sevdikleri<br />
için ölümüne savaşabilen<br />
biri iken, John Nash kadar<br />
da iç dünyası karmaşık biri.<br />
Zaman zaman sabırsızca<br />
davranarak seçtiği rollerle<br />
hayal kırıklığı yaşayan sevilen<br />
oyuncu, sadece setlerde<br />
değil, her alanda başrol<br />
hayatı yaşamakta. En yüksek<br />
paraları kazanan aktörler<br />
arasında sayılan Russel<br />
Crowe özel hayatıyla da muadillerine<br />
örnek olmaktadır.
İlk İzlenim: Güçlü, kuvvetli,<br />
Konuştukça: İntikam duygusuyla yanıp<br />
tutuşan, istikrarlı biri…<br />
Artıları: Mangal yüreği çevik bileğiyle<br />
buluşunca önüne geleni deviriyor.<br />
Handikapları: Gözlerini kör eden hırsı, sonunda<br />
kendisini de ebediyete uğurluyor.<br />
Yaşam Felsefesi: Her şey ailem için!<br />
Hayattaki Düsturu: Birlikte olursak, hayatta<br />
kalırız!<br />
Tanıyınca: Maximus gibi bir adamla<br />
tanışırsanız iki seçeneğiniz var. Ya onun<br />
yanında olup, onurlu bir mücadele içinde<br />
ölürsünüz. Ya da onu karşınıza alıp<br />
kılıcıyla ölürsünüz. Seçim sizin.<br />
İlk İzlenim: Aklı başında, sakin görünümlü biri.<br />
Konuştukça: Bu adam kimle konuşuyor? Bir bilen<br />
var mı?<br />
Artıları: Kafası bambaşka çalışan, olayları farklı<br />
açılardan gören bir zeka küpü, matematik dehası…<br />
Handikapları: Şizofren…<br />
Yaşam Felsefesi: Her problemin bir çözümü<br />
vardır…<br />
Hayattaki Düsturu: Siz, benim her şeyi berbat eden<br />
bir deli olmamı görmek istediniz. Ama olmadı.<br />
Tanıyınca: Sayılarla ve formüllerle dolu dünyasına<br />
girebilmek için en azından onun ruhunu iyi<br />
okumanız gerekli. Aksi takdirde ona nasıl<br />
yaklaşacağınızı kestiremeyebilir ve hayal dolu<br />
dünyasında boğulabilirsiniz.
n Evrensel hümanizm<br />
düşüncesinin öncülerinden Yunus<br />
Emre’nin hayatı film tadında<br />
çekilecek dramatik bir belgesele<br />
konu oluyor. Projenin<br />
mimarı Kürşat Kızbaz. Yunus’un<br />
yaşadığı Selçuklu kentini bire bir yansıtacak platonun<br />
yapımına da başlandı. Belgesel kadrosunda Yıldız<br />
Kenter, Müşfik Kenter, Selçuk Yöntem ve Burak Sergen<br />
rol alıyor. Çekimlere 20 Mayıs’ta başlanacak.<br />
n Temmuz ayının ilk haftası çekimlerine<br />
başlanılacak olan “Son 10 Dakika” isimli<br />
sinema filminin ön çalışmalarına şimdiden<br />
başlandı. Yönetmenliğini Uğur Balkan’ın<br />
üstleneceği sinema filmi için başarılı isimlerle<br />
görüşmeler yapılıyor. Uğur Balkan<br />
“İddiamı ‘Son 10 Dakika’ isimli filmimle<br />
göstereceğim” dedi. Filmde Kainat güzeli<br />
Almeda Abazi ve Damla Debre rol alıyor.<br />
Balkan, Sakarya Üniversitesi Güzel Sanatlar<br />
Fakültesini bitirdikten sonra dizi film ve<br />
reklam dünyasında önemli isimlerle başarılı<br />
işlerde çalıştı.<br />
n Yalana, dolana, talana, hırsıza, arsıza,<br />
yolsuza, laine ve haine ve de cümle<br />
haşerata Hop Dedik! sloganıyla yola çıkan,<br />
yönetmenliğini Oğuz Yalçın’ın üstlendiği,<br />
senaryosunu Emniyet<br />
Amiri Bayram<br />
Özbek’in yazdığı<br />
“Hop Dedik!” sinema<br />
filminin çekimleri bitti.<br />
Filmde Perihan Savaş,<br />
Bulut Aras, Emir<br />
Benderlioğlu, Orhan<br />
Bıyıklı, Ceren Şekerci,<br />
Mesut Çakarlı ve<br />
İsrafil Köse gibi oyuncular<br />
rol alıyor.
n 8. Yüzyıl’da yaşadığı<br />
tahmin edilen Türk<br />
kumandanı Battal<br />
Gazi’nin yaşamını konu<br />
alan kısa metrajlı film için<br />
6,5 milyon euro bütçe<br />
ayrıldığı bildirildi. Öztürk,<br />
sinemanın gücünü<br />
de kullanarak kültürel<br />
değerlerin tanıtımını<br />
yapacaklarını vurguladı.<br />
Mayıs ayında çalışmalara<br />
başlayacaklarını bildiren<br />
Öztürk, filmde Battal<br />
Gazi”nin babasını Cüneyt<br />
Arkın’ın oynayacağını<br />
anlattı. Öztürk, “Türkiye<br />
genelinden tanınmamış<br />
isimleri de düşünüyoruz”<br />
diye konuştu.<br />
n Yönetmen Sinan Çetin, “Sinema topal<br />
bir sanat mı ki devlet yardım ediyor?”<br />
sözleri sinema dünyasını ikiye<br />
bölündü. Kimi yönetmen “Verdikleri para<br />
sadakadır” diyerek Çetin’e destek olurken,<br />
kimi de “Devlet daha çok destek<br />
vermelidir” görüşünü savundu. Çetin<br />
“Devletin film yapana yardım etmesine<br />
gerek yok. Fonlar, yardımlar biter, devlet<br />
sinemadan elini çekerse son derece<br />
gerzek ve aptal filmlerin yapılması<br />
ortadan kalkacaktır. ” diyerek sözlerini<br />
tamamladı.<br />
n Siyah Beyaz ile başlayan Ankara sevdası diğer<br />
filmlere de sıçradı! Bizim Büyük Çaresizliğimiz için;<br />
“Bu filmi Ankara’dan başka bir yerde çekemezdim”<br />
diyor Seyfi Teoman. Yeni filmi Yeraltı için ise Zeki<br />
Demirkubuz şunları söylüyor: Filmimdeki baş karakterin<br />
memur olmasını da düşünerek memur şehri<br />
olarak anılan Ankara’ya geldim. Ankara’da inanılmaz<br />
bir sinematografi var. Sinemacılar, kısa filmciler bunu<br />
nasıl keşfetmiyorlar<br />
bilmiyorum. Behzet<br />
Ç. ekibi dışında daha<br />
kimse keşfetmedi<br />
bunu. . Ankara’nın<br />
kendisine sinematografik<br />
açıdan mükemmel<br />
geldiğini dile<br />
getiren Demirkubuz,<br />
film bittiğinde izleyicilerin<br />
“Ankara bu<br />
kadar sinematografik<br />
miydi?” sorusunu<br />
soracaklarını belirtti.
SERDAR AKBIYIK<br />
n Yeşilçam Film Ödülleri yaklaşırken<br />
ve tartışmalar almış başını gitmişken<br />
biz de teybimizi bu festivali hayata<br />
geçirenlere uzattık. Beyoğlu Belediye<br />
Başkanı Ahmet Misbah Demircan,<br />
Turkcell Kurumsal İletişim ve<br />
İlişkilerden Sorumlu Genel Müdür<br />
Yardımcısı Koray Öztürkler ve tabii<br />
ki TÜRSAK Başkanı Engin Yiğitgil.<br />
Yeşilçam Ödülleri ile önemli bilgileri<br />
en yetkili ağızlardan sizlere<br />
ulaştırdık…<br />
Yeşilçam Ödülleri sinema<br />
dünyamızdaki hangi açığı kapatıyor?<br />
Ahmet Misbah Demircan: Yeşilçam<br />
Beyoğlu’nun bir sokağı ancak<br />
Yeşilçam aynı zamanda Türk<br />
sinemasının sembolleşmiş bir<br />
markası. Dolayısıyla böyle bir markaya<br />
sahip çıkmaya ve parlatmaya<br />
Türk sinemasının ihtiyacı vardı diye<br />
düşündük. Yeşilçam geçmişten günümüze<br />
gelen bir değerdir. Yeşilçam böyle bir sembol<br />
değer olarak önde olmalıydı. Yeşilçam Ödülleri’nin<br />
bir başka kıymeti de şudur; Türk sinemasının üzerinde<br />
tartışılan bir jüri sistematiğinin olduğu, neticeleri<br />
tartışmalara açık bir mekanizmadan sıyrılıp<br />
kendi kendinin ödülünü verebildiği bir mekanizmaya<br />
ihtiyacı vardı. Yeşilçam ödülü işte bu iki açığı<br />
kapatıyor.<br />
Değişik bir oylama sistemi var. En kapsamlı jüri<br />
sistemi diyebiliriz. Jüri seçiminde kriterler nedir ve<br />
bu yapıyı doğru buluyor musunuz?<br />
Engin Yiğitgil: Yeşilçam Ödülleri dünyadaki benzerlerinden<br />
hiçbir farkı olmayan bir sinema ödülleridir.<br />
En kapsamlı jüri sistemi bu ödül projesinde vardır.<br />
Şöyle ki; vizyona giren ve yapımcısı tarafından<br />
onaylanan filmlerin kendi ekipleri ilk oylamada 13<br />
kategorideki ilk 5 adayı belirler. Sonraki büyük jüri<br />
ise yine birinci etaptaki jürinin katılımı ile sinema<br />
dünyasının önde gelenleri, diğer bazı disiplinlerin<br />
(edebiyat, plastik sanatlar, vb.) akil adamlar<br />
topluluğundan oluşur. Burada esas olan mesleki<br />
örgütlerin ve sinema sektörünün birinci oylamadaki<br />
profesyonelce uzmanlık alanlarındaki görüşlerinin ve<br />
kriterlerinin oylaması olmasıdır.<br />
Yeşilçam Ödülleri’ne bir filmin aday olabilmesi için<br />
hangi özelliklere sahip olması lazım?<br />
Engin Yiğitgil: Bu seneki dahil Yeşilçam Ödüllerinde<br />
aday olabilmek için o sene bir hafta boyunca ticari<br />
bir gösterimde yer alması yeterli bir sebeptir. Ancak<br />
önümüzdeki seneden itibaren Vakfımız Mesleki Güç<br />
Birliği ile işbirliği yapmak üzere sözlü bir anlaşma<br />
yapmıştır. Bundan sonra vizyona giren filmlerin aday<br />
adayları Mesleki Güç Birliği tarafından kendilerince<br />
uygulanacak bir kriterler silsilesinden sonra tespit
edilerek TÜRSAK Vakfı’na verilecek ve ilk oylama<br />
bu aday adaylarının tespitinden sonra yine eskisi<br />
gibi yapılacaktır. Esas olan da bu oylama şeklidir.<br />
Yeşilçam Ödülleri’nin, Oscar’larla benzeştiği bir<br />
yönü de var. Bu noktada sizin yorumunuz nedir?<br />
Türk sinema endüstrisinin Yeşilçam Ödülleri gibi<br />
büyük bir organizasyonu yaşatacak üretime sahip<br />
olduğuna inanıyor musunuz?<br />
Ahmet Misbah Demircan: Yeşilçam Ödülleri’nin,<br />
bugün için dünyadaki büyük örneklerine<br />
baktığımızda onlarla yarışacak düzeyde<br />
olduğunu söyleyemeyiz ancak bu gelecekte<br />
onlarla yarışamayacağımız anlamına asla gelmez.<br />
Bu endüstrinin oluşması aslında ülkenin<br />
gelişmesiyle de alakalı bir şey olduğunu söyleyebiliriz.<br />
Türkiye sanayicisi, ticareti ve iş kapasiteleriyle<br />
birlikte büyüyor. Bu büyüme içerisinde<br />
bütün sektörlerin olduğu gibi sinema<br />
sektörünün de gelişeceğini ve daha<br />
iyiye gideceğini hep birlikte göreceğiz.<br />
Dolayısıyla, ufkumuzu ve hedefimizi<br />
büyük tutuyor olmamız gelecekte bütün<br />
bu sorunları aşmaya yetecektir.<br />
Ödül sisteminde verilen para ödüllerinin<br />
filmleri üreten sanatçılara etkisini<br />
değerlendirebilir misiniz?<br />
Engin Yiğitgil: Vakıf olarak bu projenin<br />
başlangıcından itibaren ödülleri yüksek<br />
tutmamızın en önemli sebebi üretime<br />
yapabilecekleri pozitif etkidir. Yani<br />
şunu demek istiyoruz ki; birinci ödülün<br />
250.000 TL kadar bir miktarda olmasının<br />
asıl sebebi alınacak ödül ile hiç olmazsa<br />
bir projenin harekete geçmesini<br />
sağlayacak bir itici güç olmasıdır.<br />
Türk sinemasında sponsorluk sistemi<br />
yeteri kadar işliyor mu? Eğer işlemiyorsa<br />
aslında bu ödülleri birer sponsorluk<br />
olarak da düşünebilir miyiz?<br />
Ahmet Misbah Demircan: Pek işlediği<br />
söylenemez. Nedenleri üzerinde çok<br />
konuşulabilir ama tematik alanlara<br />
kaydıkça bu sponsorlukta kazan-kazan<br />
modelinin gelişebileceği kanaatindeyim.<br />
Sinema hayatımızda söylemek<br />
istediklerimi, toplumla paylaşmak istediklerimizi<br />
ortaya koyduğu sürece insanlar<br />
açısından, kendini ifade etme alanı<br />
olarak görmeye başladığı sürece sponsorluklar da<br />
güçlü olabilecektir diye düşünüyorum.<br />
Koray Öztürkler : Turkcell olarak film sponsorluğumuz<br />
bulunmuyor ancak bu ödül sisteminin bütün Türk<br />
filmlerine kucak açtığını, ayrım yapmadığını ve teşvik<br />
edici olduğunu düşünüyoruz. Bir teknoloji ve iletişim<br />
şirketi olarak, iletişim kurmanın en güzel yollarından<br />
birinin sanat ve sinemadan geçtiğine inanıyoruz. Mobil<br />
altyapılarımızı kullanarak da, ilerleyen yıllarda Türk<br />
sinemasının gelişimine daha fazla katkı sağlamayı<br />
arzuluyoruz.<br />
Türkiye’de sinema üzerine bu tür ödüller hep bir<br />
festival yapısı içinde verilir. Yeşilçam Ödüller’i ise<br />
Türkiye’de pek de görmediğimiz bir yapı. Bu farklılık<br />
hangi etkiyi yaratır?<br />
Engin Yiğitgil: Sorduğunuz soru için çok teşekkür<br />
ederiz. Sinema dünyasının çok iyi bildiği ancak ka-
kamuoyunun pek iyi bilmediği bir<br />
hususa şimdi değiniyoruz. Yeşilçam<br />
Ödülleri sistemi ile festivaller ödül<br />
sistemi birbiriyle hiç alakası olmayan<br />
iki ödül sistemidir. Festivallerin<br />
ödül sistemi birbirine çok benzer. Her<br />
festivalde festival düzenleme kurulu<br />
tarafından tespit edilen ve sinema<br />
dünyasının kendi dallarında uzman<br />
ve profesyonel kişiler tarafından<br />
oluşan, 11 kişiyi pek geçmeyen bir jüri<br />
vardır. Bu özel bir seçimdir. Ve filmlerin<br />
yine festival komitesi tarafından<br />
yarışma için özel seçimi söz konusudur.<br />
Yeşilçam Ödülleri ise dünyadaki<br />
diğer ülkelerdeki benzerleri gibi<br />
(Amerika’daki Oscar, İngiltere’deki<br />
Bafta, Fransa’daki Cesar, vb.) tüm bir<br />
senenin ticari gösterime giren filmleri<br />
için geçerli olup, en kapsamlı ve geniş<br />
katılımlı jüri tarafından seçime tabii<br />
tutulur. Arada sistem, mantık ve görüş<br />
bakımından çok büyük farklılıklar<br />
vardır.<br />
Türkiye’de en fazla seyredilen sinema<br />
türü komedidir. Komedi filmlerini<br />
üreten yönetmenlerin, komedyenlerin<br />
şikayeti festivaller tarafından ciddiye<br />
alınmamaktır. Yeşilçam Ödülleri’nin<br />
bu duruma yaklaşımı nedir? Bu konu<br />
hakkında sizin görüşlerinizi alabilir<br />
miyiz?<br />
Engin Yiğitgil: Yeşilçam Ödülleri şu<br />
andaki sistemine göre o sene itibariyle<br />
vizyona girmiş bütün yapımları<br />
seçkisine alır. Herhangi bir tür seçimi<br />
yapmaz. Bu konuda benim özel<br />
görüşüm ise; -eğer soruluyorsa- komedi<br />
gerek sinema gerekse tiyatro<br />
sanatında en zor türdür. Her zaman güldüren sanat<br />
değildir. Komedi aslında mizah ve dram sanatıdır.<br />
Güldürmek her zaman daha zor bir uğraşıdır.<br />
Dolayısıyla, kaliteli bir komedi filmi üretmek bütün<br />
dünyada olduğu gibi Türkiye’de de zordur. Ama<br />
dediğim gibi Yeşilçam Ödülleri gibi sistemde tür<br />
ayrımı yapılmaz. Her film seçkiye girebilir.<br />
Her yıl çekilen film sayısı artmakta bu sayı artışı<br />
Türkiye’deki festival yapısını nasıl etkiler?<br />
Engin Yiğitgil: Aslında kalite nicelikte aranmaz ve<br />
fakat nitelikte aranır. Buna rağmen film sayısının<br />
artışı Türkiye’deki festival yapısını ve Yeşilçam Ödüllerini<br />
olumlu manada etkiler.<br />
Beyoğlu Türk Sineması için önemli bir yer. Buna<br />
rağmen ard arda sinemalar kapanıyor. Halbuki<br />
Beyoğlu Belediyesi’nin sinemaya verdiği önem ortada.<br />
Bu noktada Belediye’nin aldığı önlemler nelerdir,<br />
yeni projeleri var mı?<br />
Ahmet Misbah Demircan: Beyoğlu’nda sinemaların
kapandığı doğru ancak sinemalar Beyoğlu’nda<br />
mutsuz oldukları için kapanmıyor. Aslında,<br />
Beyoğlu’na herkes gelirken, sinemalarda gelmek<br />
istiyor ancak, Beyoğlu’nun sinemaları çok eskidi.<br />
Bugünün ihtiyaçlarına cevap veremiyor.<br />
Beyoğlu’ndaki, mimarlık projelerinde yeteri<br />
kadar bu çözüme odaklanılmadı. Bu çözüme<br />
odaklanıldığında çok tartışıldı. Bütün bunlar<br />
süreç içerisinde aşılacaktır. Çünkü, sinemasız bir<br />
Beyoğlu, Beyoğlusuz bir sinema düşünülemez.<br />
Bu gelişme trendi kendi çözümünü de<br />
getirecektir.<br />
Yeşilçam’ın ve eski sinemaların<br />
Beyoğlu’nda yaşadığı sıkıntılarla ilgili<br />
olarak Tursak vakfının da yorumlarını<br />
öğrenmek isteriz.<br />
Engin Yiğitgil: TÜRSAK Vakfı 21 yıllık<br />
kuruluş olup, 21 yıldır Beyoğlu’ndaki<br />
merkezinde faaliyet göstermektedir.<br />
Beyoğlu’nda sinemalarla ilgili<br />
sıkıntıların gerçek sebeplerinin<br />
aranmasında Vakfımız her zaman<br />
öncü olmaya çalışmış ve problemlerin<br />
derinine inerek sıkıntıların giderilebilmesi<br />
için de her daim önerilerini yetkili<br />
makamlara ve özellikle kamuoyuna<br />
sunmuştur. TÜRSAK Vakfı Başkanı da<br />
bütün bu sinemaları 55 yıldır yakından<br />
takip etmekte olup, bu sorunu Yönetim<br />
Kurulu’ndaki değerli üyeleriyle çok<br />
yakından takip etmektedir. Değişimin<br />
kaçınılmaz olduğu ve ancak bu sorunun<br />
Beyoğlu’nun tarihsel dokusuyla<br />
etik ve estetik olarak çözümlenmesi<br />
gerektiğini de daima vurgulamıştır.<br />
Turkcell gibi büyük şirketlerin sinemaya<br />
sponsor olması önemli. Tek<br />
Tek filmlere sponsor olmak mı, yoksa<br />
bu tür sinema endüstrisinin genelini<br />
etkileyen etkinliklere mi destek vermek<br />
gerekir?<br />
Koray Öztürkler: Film endüstrisinin<br />
geliştiği noktada, doğal süreçte filmlerin<br />
kalitesi de gelişecektir. Son<br />
yıllarda bu konuda çok sevindirici<br />
gelişmeler var. Türk filmlerinin kalitesi<br />
son yıllarda çok gelişti, ayrıca<br />
geçmiş yıllara oranla yıl içerisinde<br />
çekilen filmlerde de önemli bir artış<br />
gözlemliyoruz. Son yıllarda Türk sinemasına olan<br />
ilginin ciddi oranda artması mutluluk verici. Bu ilginin<br />
devam etmesi ve Türk sinemasının ulusal ve uluslar<br />
arası alanlardaki başarılarının sürmesi için, desteklerin<br />
artarak devam etmesi gerek. Bu nedenle, sinemamızı<br />
ileriye taşıyacak her türlü adım ve özel sektörün bu<br />
alandaki desteği çok değerli. Ayrıca Yeşilçam Ödülleri<br />
gibi büyük ve toplu organizasyonların da, Türk filminin<br />
gelişimine çok büyük etkisi olduğunu düşünüyoruz.
Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından gerçekleştirilecek 2. Ankara<br />
Film Festivali bu yıl 17 – 27 Mart tarihleri arasında yapılıyor. Açılış<br />
filmi 2009 Arjantin yapımı Javier Mrad imzalı Teklopolis / Teclopolis…<br />
SULUSAL YARIŞMA BÖLÜMÜ<br />
Çoğunluk- Seren Yüce-2010, Gölgeler ve<br />
Suretler- Derviş Zaim-2010, Kars Hikâyeleri-<br />
Özcan Alper, Ülkü Oktay, Emre Akay, Ahu<br />
Öztürk, Zehra Derya Koç-2010, Kavşak- Selim<br />
Demirdelen-2010, Kayıp Özgürlük - Umur<br />
Hozatlı-2010, Kar beyaz- Selim Güneş-2010,<br />
Press- Sedat Yılmaz-2010, Siyah Beyaz- Ahmet<br />
Boyacıoğlu-2010, Ses- Ümit Ünal-2010, Teslimiyet-<br />
Emre Yalgın-2010<br />
DÜNYANIN HER KÖŞESİNDEN<br />
Festivalin en renkli bölümlerinden biri olan<br />
“Dünyanın Her Köşesinden”, dünyadaki en<br />
önemli film festivallerinde gösterilmiş, ödül<br />
almış, eleştirmenler ve seyirciler tarafından en<br />
çok beğenilen filmlerden oluşan, Uzakdoğu’dan<br />
Amerika’ya, Afrika’dan Avrupa’ya uzanan bir<br />
yolculuk. Dünyanın her köşesinden öyküleri<br />
Ankaralı seyircilere taşıyacak olan programda<br />
bol ödüllü filmlerin yanı sıra keşfedilmeyi<br />
bekleyen filmler de var. 22 Mayıs 22nd of May,<br />
Koen Mortier, 2010, Belçika; Akbaba Carancho,<br />
Pablo Trapero, 2010, Arjantin; Ana Mother<br />
Madeo, Bong Joon-ho, 2009, Güney Kore; Baltık<br />
Günlükleri The Poll Diaries, Chris Kraus, 2010,<br />
Almanya, Avusturya, Estonya; Bitmeyen Yaz<br />
How I Ended This Summer Kak ya provel etim<br />
letom, Alexei Popogrebsky, 2010, Rusya; Devrim<br />
Revolución Revolution, Mariana Chenillo, Patricia<br />
Riggen, Fernando Eimbcke, Amat Escalante,<br />
Gael García Bernal, Rodrigo García, Diego Luna,<br />
Gerardo Naranjo, Rodrigo Plá, Carlos Reygadas,<br />
2010, Meksika; Görünmeyen Göz The Invisible<br />
Eye La mirada invisible, Diego Lerman, 2010,<br />
Arjantin, Fransa, İspanya; Havyanlar Krallığı<br />
Animal Kingdom, David Michôd, 2010, Avustralya;<br />
Hayali Aşklar Heartbeats Les amours<br />
imaginaires, Xavier Dolan, 2010, Kanada; Hücre<br />
211 Celda 211 Cell 211, Daniel Monzón, 2009,<br />
İspanya, Fransa<br />
USTALAR<br />
Onları biliyor, seviyor ve en son ne yaptıklarını<br />
merak ediyoruz. Ustalar programı, çağdaş sinemaya<br />
yön veren, dünyanın en tanınmış yönetmenlerinin<br />
en son filmlerini içeriyor. Benim<br />
Güzel Oğlum, Ne Yaptın Sen? My Son, My Son,<br />
What Have Ye Done Werner Herzog, 2009, ABD,<br />
Almanya; Carlos , Olivier Assayas, 2010, Fransa;<br />
Hayatta Kalmak Surviving Life Prezít svuj zivot<br />
(teorie a praxe), Jan Švankmajer, 2010, Çek Cumhuriyeti;<br />
Montpensier Prensesi The Princess of<br />
Montpensier La princesse de Montpensier, Bertrand<br />
Tavernier, 2010, Fransa;<br />
Öfke Outrage, Takeshi Kitano, 2010, Japonya;<br />
Özgürlük Freedom Korkoro, Tony Gatlif, 2009,<br />
Fransa; Son Sirk A Sad Trumpet Ballad Balada<br />
Triste, Álex de la Iglesia, 2010, İspanya; Tehlikeli<br />
Yol Route Irish, Ken Loach, 2010, İngiltere<br />
TOPLU GÖSTERİM: JERZY SKOLIMOWSKI<br />
Festival programının en önemli bölümlerinden<br />
biri olan, yedinci sanat ustalarını başyapıtlarıyla<br />
andığımız “Toplu Gösterim” bölümünün bu<br />
seneki konuğu 40 yıllık sinema kariyerine 25<br />
film sığdırmayı başaran ünlü Polonyalı yönetmen<br />
Jerzy Skolimowski. 1960’lı yıllarda ismi<br />
Jean-Luc Godard ile birlikte anılan ve The<br />
Shout, Moonlighting, The Departure gibi kült<br />
filmlerin yönetmeni olan Skolimowski, 1991’den<br />
beri film çekmemiş, 2008’de ise Anna ile Dört<br />
Gece filmiyle 17 yıllık sessizliğini bozmuştu.<br />
Bu sene çektiği Essential Killing filmiyle Venedik<br />
Film Festivali’nde yarışan Skolimowski, 22.<br />
Ankara Uluslararası Film Festivali’ni 6 filmiyle<br />
renklendirirken, yönetmenin son filminin Türkiye<br />
Prömiyeri de Ankara’da gerçekleştirilecek.
Gösterilecek filmleri ise şöyle; Essential Killing,<br />
2010; Anna ile Dört Gece Four Nights with Anna<br />
Cztery noce z Anna, 200; Eller Yukarı! Hands<br />
Up!, 1967; Engel Barrier, 1966; Ferdydurke<br />
Thirty Door Key, 1991; Kolay Başarı Walkover,<br />
1965; Yüz Tarifi Rysopis, 1964.<br />
DOĞAYA KARŞI İNSAN<br />
Son 30 yıla damgasını vuran ekolojik-çevresel<br />
sorunlar, günümüz dünyasının karşı karşıya<br />
olduğu sorunlar bakımından en önemli gerçeklik<br />
olarak karşımızda duruyor. Küresel ısınma, hızla<br />
kuruyan içme suyu kaynakları, verimsizleşen<br />
tarımsal alanlar, iklim değişikliğinin tetiklediği<br />
sel, kuraklık, salgın hastalık ve ekosistem<br />
değişiklikleri, genetiği<br />
değiştirilmiş besinler,<br />
atmosferde hızla artan<br />
karbon salınımı, doğal<br />
kaynakların aşırı ve kontrolsüz<br />
tüketimi, doğal<br />
enerji kaynakları yerine<br />
doğayı yıkıma uğratan enerji<br />
kaynaklarının kullanımında<br />
ısrar edilmesi gibi nedenler<br />
dolayısıyla dünya bugün<br />
devasa bir çöplük haline<br />
gelmiş durumda. Zaman<br />
bütün bunların farkına varma<br />
ve farkındalığını artırma<br />
zamanı. Ankara Uluslararası<br />
Film Festivali, seyircisini<br />
dengesi bozulan doğa ve bunun<br />
ardındaki nedenler üzerine<br />
düşünmeye çağırıyor.<br />
Bu kapsamda gösterilecek<br />
filmler şöyle; Dive! Living off America’s Waste,<br />
Jeremy Seifert, 2010, ABD; Into Eternity, Michael<br />
Madsen, 2010, Danimarka, İsveç, Finlandiya;<br />
Plastik ve Cam Plastic and Glass, Tessa Joosse,<br />
2009, Fransa;<br />
Poşet Plastic Bag, Ramin Bahrani, 2009, ABD;<br />
Teklopolis Teclópolis, Javier Mrad, 2009, Arjantin;<br />
The Broken Moon, Marcos Negrao, Andre<br />
Rangel, 2010, Brezilya; There Once was an Island:<br />
Te Henua e Nnoho, Briar March, 2010, Yeni<br />
Zelanda; Underkastelsen Submission, Stefan<br />
Jarl, 2010, İsveç<br />
YAŞASIN KOMÜN! (VIVE LA COMMUNE!)<br />
140 yıl önce Paris’te görülmemiş bir sefalet<br />
içinde yaşayan emekçi kitleler, eşitlikçi, özgürlükçü,<br />
dayanışmacı bir dünya için ayağa kalktılar.<br />
18 Mart 1871’de bütün askeri birliklerini Paris’e<br />
gönderen burjuvazi, Yaşasın Komün (Vive la<br />
Commune!) haykırışıyla karşılaştı. Ve tarihin ilk<br />
proleter yönetimi kuruldu. Ardından Lyon, Marsilya,<br />
Narbonne, Toulouse, Saint-Etienne komünleri<br />
geldi. Komün, tarihte benzeri görülmemiş<br />
bir gaddarlıkla yok edilse de, Micheal Hardt ve<br />
Antonio Negri’nin deyişiyle “bütün devrimlerin<br />
anası” olmaya devam ediyor. Ankaralı seyirciler<br />
Paris Komününün 140. yıldönümünde Peter<br />
Watkins‘in 345 dakikalık başyapıtı La Commune<br />
(Paris, 1871) filmini seyrederek o yıllarda ne<br />
yaşandığına tanıklık edecek.<br />
YENİ İTALYAN SİNEMASI<br />
Son 3 senedir gerek Cannes, Berlin gibi film festivallerinde<br />
aldığı ödüller, gerekse ele aldığı güncel<br />
ve politik konularla adından sıkça bahsettiren<br />
İtalyan Sinemasının en seçkin örnekleri Ankaralı<br />
sinemaseverlerle buluşacak. Abim Evin Tek<br />
Çocuğu My Brother is an Only Child Mio fratello<br />
è figlio unico, Daniele Luchetti, 2007, İtalya; Il<br />
Divo, Paolo Sorrentino, 2008, İtalya; Timsah The
Caiman Il caimano, Nanni Moretti, 2007, İtalya;<br />
Yenmek Vincere, Marco Bellocchio, 2009,<br />
İtalya bu bölümün filmleri…<br />
YENİ BİR PENCERE: KAZAKİSTAN<br />
Kazak sineması gerek Borat, Mongol gibi<br />
anaakım sinemaya daha yakın duran, gerekse<br />
Strizh, Baksy, Tulpan gibi festival çevrelerinde<br />
takdir edilmiş filmleriyle parlamaya devam ediyor.<br />
Gelin Kelin, Ermek Tursunov, 2009, Kazakistan;<br />
Şaman Native Dancer Baksy, Gulshat<br />
Omarova, 2008, Kazakistan ve Tulpan, Sergei<br />
Dvortsevoy, 2008, Almanya, Kazakistan bu<br />
bölümün filmleri…<br />
PANAHİ VE RASOULOF’A ÖZGÜRLÜK!<br />
Ankara Uluslararası Film Festivali, Aralık<br />
ayında “sisteme karşı propaganda yapmak”<br />
suçlamasıyla altı yıl hapis ve 20 yıl film çekmeme,<br />
senaryo yazmama ve ülke dışına<br />
çıkmama cezasına çarptırılan İranlı yönetmen<br />
Cafer Panahi ve meslektaşı Mohammad<br />
Rasoulof’un filmlerine ev sahipliği yapacak. Bu<br />
bölümde Beyaz Çayırlar Keshtzar haye sepid<br />
The White Meadows, Mohammad Rasoulof,<br />
2009, İran ve Kanlı Altın Talaye sorkh Crimson<br />
Gold, Jafar Panahi, 2003, İran gibi filmler var!<br />
YİTİP GİDENLERİN ARDINDAN<br />
Yitip Gidenlerin Ardından bölümünde, 2010<br />
yılı içinde zamansız bir şekilde kaybettiğimiz<br />
3 usta sinemacıyı anıyoruz: animasyon<br />
dünyasının en yaratıcı isimlerinden biri olan<br />
ve Paprika, Perfect Blue, Tokyo’s Godfather<br />
gibi çok özel animasyon filmlerle hayal<br />
dünyamızı zenginleştiren anime ustası Satoshi<br />
Kon; en çok Dünyanın Tüm Sabahları<br />
filmiyle bilindiği için filmografisinde gizlenmiş<br />
diğer zenginliklere haksızlık ettiğimiz Alain<br />
Corneau ve Fransız burjuvazisinin iki yüzlülük<br />
ve kokuşmuşluğunu sergilediği filmleriyle<br />
kalplerimizi fetheden, Fransa ve dünya<br />
sinemasının devrimci öncülerinden Claude<br />
Chabrol… 3 ustanın onları en iyi anlatan birer<br />
filmi bu bölüme konuk olacak. Aşk Suçu Love<br />
Crime Crime d’amour, Alain Corneau, 2010,<br />
Fransa; Bellamy , Claude Chabrol, 2009, Fransa<br />
ve Paprika, Satoshi Kon, 2006, Japonya:<br />
Ustaların birer filmi programda yer alacak.<br />
GECEYARISI SİNEMASI<br />
Beklenmedik misafirler, zombiler, vampirler,<br />
eli kanlı katiller… Korku / gerilim sinemasının<br />
en tekinsiz örnekleri geceyarısına doğru loş<br />
duvarımıza yansıyacak. Koltuklarınıza gömülün<br />
ve korkunun, gerilimin ve vahşetin dehlizlerinde<br />
bir yolculuk yapmaya hazırlanın. Bu bölümde<br />
Anneme ve Babama To My Mother and Father<br />
Can Evrenol, 2010, İngiltere; Beaver Dam Efsanesi<br />
The Legend of Beaver Dam Jerome Sable,<br />
2010 Kanada, ABD; Ölü Sezon Off Season Jonathan<br />
van Tulleken, 2009, ABD, İngiltere, Kanada;<br />
Şeytanı Gördüm I Saw the Devil Akmareul boattda,<br />
Kim Ji-Woon, 2010, Güney Kore; Tanrının<br />
Gazabı Deus Irae, Pedro Cristiani, 2010, Arjantin<br />
filmleri yer alıyor.<br />
ULUSAL KISA FİLM YARIŞMASI / GÖSTERİMİ<br />
Son bir yılda çekilmiş kısa filmler, kurmaca,<br />
deneysel ve canlandırma film dallarında<br />
yarışacak. Toplam 229 filmin başvurduğu Ulusal<br />
Kısa Film Yarışması’nda 15 kurmaca , 7<br />
canlandırma ve 13 de deneysel olmak üzere<br />
toplam <strong>35</strong> film finalist oldu. Kısa film programı<br />
dahilinde izleyici karşısına 22 kısa film çıkacak.<br />
Festival’in vize sorulmayan bölümünde, on dört<br />
ülkeden yirmi yedi kısa film izleyici karşısına<br />
çıkacak. Başka Bir Evren bölümünde Şili’den<br />
İran’a, Romanya’dan Japonya’ya on ülke, on beş<br />
canlandırma: Önemli kısa film festivallerinden<br />
Yunanisan’ın Drama Kısa Film Festivali altı filmlik<br />
bir Yunan kısaları seçkisiyle Ankara’da. Festival<br />
programcısı Stavros Chassapis de seçkiyi<br />
sunmak ve soruları yanıtlamak üzere salonda<br />
olacak.<br />
ULUSAL BELGESEL FİLM YARIŞMASI<br />
2010 yılı yapımı 72 filmin başvurduğu Ulusal<br />
Belgesel Film Yarışması’nda Ahmet Gürata, Bülent<br />
Özkam ve Ersan Ocak’tan oluşan ön eleme<br />
Seçiciler Kurulu; 7 Öğrenci Filmleri kategorisi, 11<br />
Profesyonel Filmler kategorisinde olmak üzere<br />
toplam 18 belgesel filmin yarışmaya katılmasına<br />
karar verdi. Öğrenci kategorisi: Babam Tarih<br />
Yapıyor - Haydar Demirtaş/ Bayrampaşa’da<br />
Sonbahar - Cem Terbiyeli/ Gülay Usta - Selin
Altay / Kahpe Devran - Cahit Çeçen/ Mada -<br />
Musa Ak/ Müebbet Kuşları - Hüdai Ateş/ Urbanbugs<br />
- Aykut Alp Ersoy. Profesyonel kategori:<br />
Göç - Mehmet Özgür Candan/ Bir Adım Ötesi<br />
- Tülin Dağ; Bir Filateli Öyküsü - Ümit Topaloğlu;<br />
Canıyla Oynayanlar - Serdar Güven; Hayal<br />
Çetesi - Seyfettin Tokmak, Kenan Kavut; Herkes<br />
Uyurken - Erdem Murat Çelikler; İfakat - Orhan<br />
Tekeoğlu; Ofsayt - Reyan Tuvi; Pippa’ya Mektubum<br />
- Bingöl Elmas; Selahattin’in Istanbul’u<br />
- Aysim Türkmen;<br />
Taşlaşan<br />
Vicdanlar -<br />
Cenk Örtülü,<br />
Zeynel Koç.<br />
ULUSAL BEL-<br />
GESEL FİLM<br />
GÖSTERİMİ<br />
Bu bölümde;<br />
Oğlunuz Erdal,<br />
Your Son,<br />
Erdal, Tunç<br />
Erenkuş 2010<br />
ve Uçurtmam<br />
Teller Takıldı,<br />
Ümit Kıvanç<br />
2010 belgeselleri<br />
var. Fiziksel<br />
engellerine<br />
rağmen hayata<br />
tutunmayı<br />
başaran<br />
insanların etkileyici<br />
hikâyeleri<br />
ise Do<br />
Dna, Maciej<br />
Glowinski 2010<br />
Polonya; Tu<br />
come mi vedi?,<br />
How Do You<br />
See Me?, Belén Lemaitre 2010 Meksika; Svoboda,<br />
Freedom, Neda Kirilova 2010 Bulgaristan<br />
gibi belgesellerle; yalnız çalışan, yalnız yaşayan,<br />
yalnızlaşan, tek başına yaşayan insanların hikayeleri<br />
ise Barzha , The Barge , Mikhail Kolchin<br />
2010 Rusya; Rättskıparen , The Refeere, Mattias<br />
Löw 2010 İsveç; Holding Still, Florian Riegel<br />
2010 Almanya; Letters from the Desert (eulogy<br />
to slowness), Michela Occhipinti 2010 İtalya gibi<br />
belgesellerle anlatılıyor.<br />
FESTİLAB<br />
Festilab Ankara Uluslar arası Film Festivali’nin<br />
bir Video/Film Üretim Laboratuarı girişimidir.<br />
Ankara’da yıl boyunca ses ve görüntü üretimi<br />
konusunda yurtiçinden ve yurtdışından gelecek<br />
konukların katılımıyla düzenlenecek bir dizi<br />
laboratuar-atölye<br />
çalışmasının, bir<br />
üretim bürosunun<br />
çatı-ismidir. Üretilen<br />
işleri periyodik olarak<br />
yayınlanacak bir<br />
Videozine yoluyla<br />
bağımsız dolaşımının<br />
sağlanacağı, bir<br />
dahaki festivalde<br />
gösteriminin<br />
yapılacağı bir<br />
dağıtım-gösterim<br />
ağı projesidir. Festivaller<br />
artık gösterim<br />
işlevlerinin ötesinde<br />
kendi izleyicisini<br />
yetiştirme, onu bir<br />
üreticiye dönüştürme<br />
noktasına sıçramak<br />
zorundadır. Sanatsal<br />
üretim genel<br />
olarak ayrıcalıklı<br />
bir sınıf tarafından<br />
düşünülmüş ve<br />
kurul¬muş olan<br />
bir üretimi, yani<br />
ayrıcalıklı sınıf<br />
tarafından çoğunluk<br />
için düşünülmüşü<br />
sür¬dürmek istiyor.<br />
Festilab bunun tersine herkes tarafından<br />
her¬kes için yapılan bir Video/Film üretiminden<br />
yanadır ve burada sinemacı çevrenini saran<br />
kutsallaştırıl¬mış şeylerden sıyrılırken, seyirci<br />
de artık Video/Film karşısındaki edilgen konumundan<br />
kendini kurtaracak, Video/Filmin ortak<br />
yaratıcısı, ortak sorumlusu olacaktır.
n 23 Haziran 1970 tarihinde<br />
Fransa’da dünyaya gelen Yann<br />
Tiersen, deneysel ve minimalist<br />
çalışmalarıyla adından söz<br />
ettiren bir müzisyen. Piyano,<br />
akordeon, keman ve gitarı eserlerinde<br />
sıkça kullanan usta<br />
müzisyen ona yakın enstrümanı<br />
da hakkını vererek kullanmakta.<br />
İlk gençliğini Rennes, Nantes,<br />
Boulogne gibi pek çok müzik<br />
akademisinde eğitim alarak<br />
geçirmiş, bu eğitimin ardından<br />
çeşitli rock gruplarına girmiştir.<br />
Eleştirmenler tarafından Erik<br />
Satie ve Nino Rota gibi isimlerle<br />
birlikte anılan Tiersen’i<br />
dünyaya tanıtan ise muazzam<br />
bir film oldu; “Amelie”… Jean-<br />
Pierre Jeunet’in yönettiği ve<br />
başrollerini Audrey Tautou ile<br />
Mathieu Kassovitz’in paylaştığı<br />
film çoktan başyapıtlar arasına<br />
girdi. Ve elbette ki, bunda<br />
Tiersen’in imza attığı müziklerin<br />
de etkisi büyük.
Bir Ruh Macerası<br />
AySE Sasa<br />
n Cumhuriyet Türkiyesi’nin seçkin ailelerinden birine<br />
doğdu. Kurtuluş Savaşı’nın efsane isimlerinden Rauf<br />
Orbay’ın yeğeniydi. Mürebbiyelerin elinde Türkçeden<br />
önce Almancaya hakimiyet kazanarak yetişti. Ülkenin<br />
“en iyi okullarında” okudu. Yeşilçam sinemasının en<br />
önemli yönetmenleriyle birlikte çalıştı. Halit Refiğ,<br />
Atıf Yılmaz, Memduh Ün gibi isimlerle ortak işlere<br />
imza attı. Kemal Tahir, neredeyse manevi babası<br />
oldu. Yakın tarihin başat aktörlerinin hayatlarına<br />
yakından tanıklık etti. Ama hep eksikliğini duyduğu<br />
bir şey vardı?Hayatı nevrotik korkularla, şizofreni<br />
krizleriyle geçiyordu. Ta ki “yeniden doğuşum”<br />
dediği İslamiyet’le tanışana kadar. Ayşe Şasa ömrü<br />
boyunca yaşadığı “ruh macerasını” anlattı.<br />
Timaş Yayınları / 158 Syf.<br />
Sinema - Politik<br />
UGur Kutay<br />
n Bir isim duyduğumuzda görsel belleğimiz devreye<br />
girer. ‘Bir an’ bile denemeyecek kadar kısa sürede,<br />
adı geçen kişinin yüzü başta olmak üzere fiziksel<br />
varlığına dair ayrıntıları gözümüzün önüne getirir,<br />
düşünce üretimini bu görsel çağrışımlar üzerinden<br />
sürdürürüz. Böylece bir düşünce ya da kavramı,<br />
algı evrenimizdeki sinema perdesine yansıttığımız<br />
görüntüler sayesinde daha somut kılarız. 21.<br />
yüzyılın ‘sürekli film izleyen insanlar’ı olarak, son<br />
derece zorlu bir üretim süreci sonunda ortaya çıkan<br />
bu görüntüleri, o filmleri ne kadar benimsemiş olsak<br />
da basitçe tüketip geçeriz. Çünkü “Her film, o filmi<br />
üretenlerin harcadığının en az yarısı kadar çaba<br />
göstermeye layıktır.”<br />
Es Yayınları / 304 Syf.