05.05.2016 Views

Cinedergi 35

Binder35

Binder35

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Mart ayı röportaj ayı<br />

n <strong>Cinedergi</strong>’nin <strong>35</strong>. sayısını yayınlıyoruz.<br />

Bu üçüncü mart ayımız. Her birinde de<br />

inanılmaz yoğun olduk ve sizlere önemli<br />

isimlerin röportajlarını sunduk. Ama bu<br />

yıl gerçekten rekor kırdık. Bu ay tam 7<br />

tane röportajla karşınıza geldik. Aslında<br />

bu kadar çok röportaj yapmak istemiyoruz<br />

ama mart ayı Türk sineması için<br />

o kadar yoğun ki neredeyse her hafta<br />

iki tane Türk filmi var. Kimlerle röportaj<br />

yapmadık ki? 72. Koğuş filminden<br />

Songül Öden, Gölgeler Ve Suretler’den<br />

yönetmen Derviş Zaim, filmin oyuncuları<br />

Settar Tanrıöğen ve Büğra Gülsoy, Bir<br />

Avuç Deniz filminden Berrak Tüzünataç,<br />

Atlıkarınca filminden yönetmen İlksen<br />

Başarır ve başrol oyuncusu Mert Fırat,<br />

Çalgı Çengi filminden Hazal Kaya ve<br />

Ahmet Kural. Röportajlarımız bu isimlerle<br />

de sınırlı değil. Son günlerde bir<br />

çok tartışmaya sebep olan Yeşilçam<br />

Ödülleri’nin kurucuları Beyoğlu Belediye<br />

Başkanı Ahmet Misbah Demircan, TÜR-<br />

SAK Başkanı Engin Yiğitgil ve Turkcell<br />

Kurumsal İletişim ve İlişkilerden Sorumlu<br />

Genel Müdür Yardımcısı Koray<br />

Öztürkler sorularımızı cevapladılar. Fırat<br />

(Sayıcı) ise yepyeni ve önemli bir köşeye<br />

başladı. Kısa filmleri değerlendireceği<br />

köşenin adı Uzun Filmin Kısası. Bu ilk<br />

bölümünde Akbank Sanat Müdürü Derya<br />

Bigalı ile röportaj yaptı. Tabii dergide<br />

sadece röportajlar yok. Banu’nun (Boz-<br />

demir) hazırladığı erkek kadın ilişkisinde<br />

aldatma üzerine odaklanan filmlerin<br />

dosyası, Murat’ın imzasını taşıyan en iyi<br />

devam filmleri dosyası ilginizi bekliyor.<br />

Ali Ulvi Uyanık’ta dergimize yenilik katan<br />

isimlerden. Yepyeni bir köşeyle bu<br />

sayıya merhaba dedi. Filmin Özü başlığı<br />

altında vizyondaki filmleri kısa ama öz<br />

olarak eleştirecek. Bu arada eski köşesi<br />

İşte O An’da devam edecek. Alper Turgut<br />

çok zor bir filmin kritiğini yaptı sizler için.<br />

Sinema eleştirmenlerinin sert kalemi Alper<br />

Atlıkarınca filmini eleştirdi. Murat Tolga<br />

Şen Kült köşesinde biz yaşdakilerin asla<br />

unutamayacağı bir filmi konu edindi.<br />

Bruce Lee ile Chuck Norris’in kapıştığı<br />

The Way Of The Dragon filmi Murat’ın<br />

kaleminden tam da nostalji severler için<br />

biçilmiş kaftan. Portre sayfalarımızda da<br />

önemli isimler var. Winters Bone filminin<br />

genç yıldızı Jennifer Lawrence ve<br />

Owen Wilson hayat hikayeleri ile sizleri<br />

bekliyor. DVD köşemizde aldı başını gitti.<br />

En yeni DVD’ler ve Blu Ray’ler Kerem<br />

Akça’nın kaleminden sizler için incelendi.<br />

Episode köşesinde Zeynep Bonçe İngiliz<br />

dizilerinin büyüsünü bizle paylaşıyor.<br />

Hollywood’tan en yeni haberler, sinema<br />

müzikleri, kitaplar, vizyondaki filmler, pek<br />

yakında sayfaları hepsi sizi bekliyor.<br />

Yayın Sahibi<br />

Star Medya Yayıncılık A.Ş. adına<br />

TEVHİT KARAKAYA<br />

İcra Kurulu Başkanı<br />

MUSTAFA KARAALİOĞLU<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

Serdar Akbıyık<br />

Yazı İşleri Müdürleri<br />

Banu Bozdemir<br />

Fırat Sayıcı<br />

Katkida Bulunanlar<br />

Ali Ulvi Uyanık<br />

Kerem Akça<br />

Alper Turgut<br />

Burak Yarkent<br />

Zeynep Bonçe<br />

Murat Tolga Şen


Yönetmen: TDerek<br />

Cianfrance<br />

Senaryo: Derek Cianfrance,<br />

Cami Delavigne<br />

Oyuncular: Ryan<br />

Gosling, Michelle<br />

Williams, Mike Vogel,<br />

Ben Shenkman<br />

Konu: Şu ana dek daha çok belgesel tarzında kariyerini sürdüren yönetmen Derek<br />

Cianfrance‘nin 1998 yılında çektiği Brother Tied’den sonra ikinci filmi (belgeseller<br />

hariç). Cesur ve abartısız bir anlatımın benimsendiği aşikar olan film; yıkılmakta olan bir<br />

evliliğin samimi ve yıkıcı bir portresinin dürüst bir değerlendirmesi olarak özetlenebilir.


Yönetmen: Jaume Collet<br />

Senaryo: Oliver Butcher,<br />

Stephen Cornwell<br />

Oyuncular: Liam Neeson,<br />

Diane Kruger, January Jones,<br />

Aidan Quinn, Bruno Ganz<br />

Konu: Filmde Liam Neeson<br />

yine başarılı bir grafik çiziyor.<br />

Filmin diğer başrollerindeyse,<br />

Mad Men dizisinin afet<br />

sarışını January Jones<br />

ve Truvalı Helen olarak<br />

hafızalarımızda olan Diane<br />

Kruger var. Yönetmen<br />

koltuğundaysa Jaume Collet-Serra<br />

var. Girdiği koma<br />

sonrasında kahramanımız gerçek<br />

kimliğinin peşine düşer.<br />

Ancak eşi dahi ona inanmaz.<br />

Bu noktada Gina devreye girer<br />

ve kahramanımıza yardımcı<br />

olmaya başlar.<br />

Yönetmen: Mark Mylod<br />

Senaryo: Karyn Bosnak<br />

Oyuncular: Anna Faris,<br />

Chris Evans, Zachary<br />

Quinto, Matthew Bomer, Ari<br />

Graynor<br />

Konu: Bir kadın 20 erkek<br />

arasından birini seçer.<br />

Ve eğer seçtiği erkek<br />

ona gerçek aşkı tattırırsa<br />

tüm hayatını o erkeğe<br />

adayacaktır. Acaba<br />

seçtiği erkek istediği<br />

bir erkek midir? Filmde<br />

son dönemde yıldızı parlayan<br />

genç oyuncuların<br />

eğlenceli performanslarını<br />

izleyeceğiz.


Yönetmen: Jackie Chan, Zhang Li<br />

Senaryo: Hing-dong Wong<br />

Oyuncular: Jackie Chan, Ziyi Zhang,<br />

Bingbing Li, Joan Chen, Xueqi Wang,<br />

Chun Sun<br />

Konu: 1911 Xinhai Devrimi’ni anlatan bir<br />

yapıt. Sun Yat-sen’in, Ming Hanedanı devirerek<br />

Çin Cumhuriyeti’nin kuruluşunun<br />

hikayesini anlatıyor. Genelde patlamış<br />

mısır eşliğinde izlenecek eğlenceliklere<br />

imza atan Jackie Chan’den bir dönem<br />

filmi izlemek şaşırtıcı bir deneyim olabilir.<br />

Üstelik bu film Chan’in 100. filmi…<br />

Yönetmen:<br />

Duncan Jones<br />

Senaryo: Billy<br />

Ray, Ben Ripley<br />

Oyuncular:<br />

Jake Gyllenhaal,<br />

Michelle<br />

Monaghan,<br />

Vera Farmiga,<br />

Jeffrey Wright,<br />

Cas Anvar<br />

Konu: Bir banliyö treninde<br />

yaşanan patlamaya şahit<br />

olan birinin vücudunda<br />

uyanarak patlamaya sebep<br />

olan kişinin kimliğini<br />

tespit etmeye çalışmasını


konu alan bir bilim-kurgu<br />

hikayesi. Son dönemlerde<br />

hızlı yükselişini sürdüren<br />

Jake Gyllenhaal hayranlarının<br />

yüzünü güldürecek bir film<br />

daha.<br />

Yönetmen: Gonzalo López-Gallego<br />

Senaryo: Brian Miller, Cory Goodman<br />

Konu: Apollo 18, sinemaseverlere<br />

Ay’a yapılan son ziyaretin sebeplerini<br />

açıklıyor. İnsanlığın ayak basabildiği en<br />

uzak nokta olan Ay’a düzenlenen 17 resmi<br />

görevin ardından son bir gizli görev<br />

daha düzenlenmişti. Ancak görüntüler<br />

hariç ne bir kanıt ne de bir onaylama<br />

vardı. Kimse yukarıda ne olduğunu bilmiyor,<br />

görevin amacını bilmiyor ve bu 18.<br />

gizli görevden sonra neden bir daha Ay’a<br />

ayak basılmadığını bilmiyordu. Ta ki,<br />

şimdiye kadar.


Yönetmen: TCary Fukunaga<br />

Senaryo: Charlotte Bronte,<br />

Oyuncular: Mia Wasikowska, Michael<br />

Fassbender, Judi Dench,<br />

Imogen Poots, Jamie Bell<br />

Konu: On yaşında öksüz kalan,<br />

babasını da öldü bilen Jane Eyre,<br />

kendisine köle gibi davranan halası<br />

tarafından yoksul kızların gittiği<br />

katı disiplinli bir yatılı okula gönderilir.<br />

On yıl kadar kaldığı bu okula<br />

sonunda öğretmen olur. Bir süre<br />

sonra da Edward Rochester’ın<br />

malikânesinde mürebbiyelik yapmaya<br />

başlar. Jane, giderek hayal<br />

bile edemeyeceği zorluklar ve acılar<br />

yaşayacak, beş parasız kalacak,<br />

erkeklerin egemenliğindeki bir<br />

dünyada bir kadının tek başına ayakta<br />

kalabileceğini kanıtlamak için<br />

savaşacaktır...<br />

Yönetmen: Jake Kasdan<br />

Senaryo: Lee Eisenberg, Gene<br />

Stupnitsky<br />

Oyuncular: Cameron Diaz,<br />

Justin Timberlake, Jason Segel,<br />

Kaitlyn Dever<br />

Konu: Filmde ağzı bozuk<br />

ve paragöz bir öğretmeni<br />

canlandıran Cameron Diaz,<br />

rakip olduğu meslektaşının<br />

flört ettiği Justin<br />

Timberlake’ten hoşlanınca<br />

onu elde etmek için bütün<br />

yollara başvurur. Tahmin<br />

edebileceğiniz gibi standart bir<br />

romantik komedi…


n Temel sorumuz şu: Birçok kısa film, belgesel<br />

ve video klip çektikten sonra “Eternal Sunshine<br />

of the Spotless Mind” gibi bir başyapıtla piyasaya<br />

hızlı giriş yapan, insan beyninin kıvrımlarındaki<br />

esrarengiz düşünme biçimlerini gerçekçilikle<br />

karşılaştırarak varoluşu sorgulayan, üstüne üstlük<br />

hayal dünyasının derinliklerinde insan psikolojisini<br />

çözümlemeye çalışan, bunlara ek olarak “The<br />

Science Of Sleep” ve “Be Kind Rewind” gibi nev-i<br />

şahsına münhasır işler ortaya koyan Michel Gondry,<br />

Hollywood sisteminin bir parçası olma yolunda<br />

mı ilerliyor, yoksa, -belki de içine girmek zorunda<br />

kaldığı- bu sisteme kendi çözümlerini, anlayışlarını<br />

getirmek için mi çabalıyor?<br />

Britt Reid, Los Angeles’ın en bilinen medya<br />

şirketinin varisidir. Babası beklenmedik bir şekilde<br />

ölüp ona bir medya imparatorluğu bırakana kadar<br />

çılgın partilerin baş aktörü olarak amaçsız<br />

bir hayat sürer. Babasının yaratıcı çalışanı Kato<br />

ile sırlarla dolu bir arkadaşlık kurduklarında, ikisi<br />

de hayatlarında ilk kez anlamlı bir şey yapabilme<br />

şansları olduğunu düşünürler ve böylece suç<br />

dünyası ile savaşları başlar. Ancak, bunu yapmak<br />

için önce kendilerinin de suçlu olmasına ve<br />

kanunları onlara karşı gelerek korumaya karar verirler.<br />

Böylece Britt, gizli kahraman Yeşil Yaban Arısı<br />

olur ve ortağı Kato ile suç ve suçluların peşinde<br />

sokaklara çıkar.<br />

Süper kahraman olgusunun temel janrlarını kendilerine<br />

göre yeniden biçimlendirerek sektöre adım atan<br />

Britt ve Kato için Seth Rogen ve Jay Chou seçilmiş.<br />

Bu iki seçimi doğru bulmakla birlikte, iki karakterin<br />

ilişkisinin film boyunca bir türlü evrilemediğini,<br />

adının konulamadığını söyleyebilirim. Zira “Yeşil<br />

Yaban Arısı”nın başından sonuna kadar, iki karakter<br />

arasında kıskançlık ve dayanışma duyguları kafa<br />

kafaya gidiyor. Bu durum, sadece izleyicinin kafasını<br />

karıştırmakla kalmıyor, bir yandan da senaryonun<br />

asal yapısını zedeliyor. Hele bir de işin içine Cameron<br />

Diaz’ın canlandırdığı tek boyutlu Lenore Case<br />

karakteri katılınca, seyreyleyin cümbüşü… Şunu<br />

da biliyoruz ki, “The Green Hornet” bir radyo piyesi<br />

olarak 1930’lu yıllarda doğmuş. Ardından çizgi romanlara,<br />

oradan da 60’larda Bruce Lee’yi (Kato karakteri<br />

olarak) tüm dünyaya tanıtan dizilere uzanan bir yolculuk…<br />

Ki bu diziyi hatırlayan ve de seven kitlenin,<br />

yeni versiyonu sevemeyeceği tescillendi yurtdışında.<br />

Bizden örnek vermek gerekirse, “A Takımı” dizisiyle<br />

büyümüş bir jenerasyon olarak “A Takımı” filmini<br />

izlediğimizde tattığımız hayal kırıklığıyla benzerlik<br />

kurmak mümkün.<br />

Tüm bu olumsuzlukları bir yana koyarsak, Gondry’nin<br />

bu ilk büyük stüdyo işinde bir alıştırma yaptığını,<br />

kendini bu çarka hazırladığını tahmin etmek zor değil.<br />

Bir süper kahraman filmi izleme umuduyla filme gidenlerin<br />

tam olarak isteklerine cevap veremese de, ince<br />

espriler (Özellikle filmin ilk dakikalarındaki James<br />

Franco’nun konuk oyuncu olarak yer aldığı bölüm) ve<br />

3.boyutun hazmedilmiş tekniğiyle keyifli dakikalar vaat<br />

eden bir yapım “Yeşil Yaban Arısı”. En azından Christoph<br />

Waltz var…<br />

Her ne kadar Hollywood çarklısıyla ortak işler<br />

çıkaracağının sinyallerini verse de Michel Gondry<br />

takipçilerinin şimdilik panik yapmamaları gerek. Zira<br />

sık sık belgesel çeken ve belgeselden beslenen bir<br />

yönetmen, yolunu nasıl çizeceğini, hayranlarını öksüz<br />

bırakmaması gerektiğini iyi bilir…


n “Amansız bir trajedi… Evet, “Atlı Karınca”yı<br />

seyretmek hiç kolay değil, hazmetmesi çok zor bir<br />

film bu. Ama inanın, işlediği konuya öfke duymamak<br />

çok daha zor. Tamam, Atlı Karınca, kol kırılır<br />

yen içinde kalır gibi bildik bir güzergâh izliyor.<br />

Ancak azami bir özen göstermenin zaruri olduğu<br />

ensest denilen bıçak sırtı bir konuyu işliyor, bunu<br />

da göz önünde bulundurmak gerek. Ne yazık ki;<br />

Toplumun tabu bellediği, kurbanın utanıp, suçlunun<br />

güçlü olduğu bela bir durum bu, dikkat edilmezse<br />

her türlü suiistimale ve provokasyona da<br />

açık. Yönetmen İlksen Başarır, gerçek bir cesaret<br />

isteyen böyle bir konuyu seçerek, mesele sıkıntısı<br />

çeken sinemamız adına, hayli önemli bir projeyi<br />

sırtlamış, özetle. Metnine vicdan katan film,<br />

Antalya “Altın Portakal” Film Festivali’nde İlksen<br />

Başarır ve Mert Fırat ikilisine en iyi senaryo ödülünü<br />

getirdi.<br />

Atlı Karınca, İlksen Başarır’ın “Başka Dilde Aşk”ın<br />

ardından çektiği ikinci film. Belli başlı rolleri Mert<br />

Fırat, Nergis Öztürk, Sema Ceyrekbaşı, Zeynep<br />

Oral ve Sercan Badur üstlenmişler. Her şeyin<br />

giderek gişeye endekslendiği sinemamız adına,<br />

bu kötü gidişe dur diyenlerin de olduğunu bilmek<br />

güzel. İşte tam da bu yüzden İlksen Başarır ve<br />

Mert Fırat gibi isimlerin sinema yapmaları ve daha<br />

da çoğalmaları şart. Öncelikle beyazperdeye<br />

taşıdıkları bu kolektif çaba övgüye değer, işlerinde<br />

de samimiler. Üstelik sağduyulu ve toplumun<br />

sorunlarına karşı da duyarlılar, yetmez mi?<br />

Antalya’da film bitiminde, Atlı Karınca’nın her<br />

anlamda sınıfta kaldığını yazmıştım, bir iki satır.<br />

Haksızlık etmişim. Aradan epey zaman geçti,<br />

filme dair çok düşündüm, bazı şeyler netleşti ve<br />

yargım yeniden demlendi. Kendi adıma artık Atlı<br />

Karınca’nın vasatı aştığını söyleyebilirim.<br />

Bunun dışında filmin kurgusunda problem var<br />

ve bazı ufak tefek hatalar mevcut, hadi onları es<br />

geçelim. Ancak filmin en önemli karakteri olan<br />

babada durmak gerek. Karakterin altı boş ve bu<br />

elbette inandırıcılığı zedeliyor. Ensest dışında, pedofiliden<br />

de bahsedebiliriz. Yani salt cinsel değil resmen<br />

insanlık suçu bu. Ahlaktan ve istisnasız her şeyden<br />

çok daha öte. Birçok ailenin, zannımca utancı gerekçe<br />

göstererek, içlerindeki sapık ve sapkınları deşifre etmekten<br />

çekinmesi, dünyada ve ülkemizde sorunun geldiği<br />

noktayı görmemizi engelliyor.<br />

Atlı Karınca, dört insanın, 10 yıllık bir süreçte<br />

yaşadıklarını anlatıyor. Erdem ve Sevil çifti ve onların<br />

çocukları Edip ve Sevgi, küçük bir kasabada yaşarlar.<br />

Aile, Sevil’in annesinin felç geçirmesi sonucu İstanbul’a<br />

taşınır ve değişim başlar. Yazar olma hayalleri kuran<br />

Erdem, takıntılı bir tiptir. Sevgi de çalışan bir kadındır ve<br />

evde yaşananların farkında değildir. Babasına karşı tepkili<br />

olan ağabey Edip, yatılı okula gider, kız kardeşi Sevgi<br />

de zamanla içine kapanır. Çocukların resmen psikolojisi<br />

bozulmuştur. Her şeyi gören, hisseden ve bilen ise felçli<br />

anneannedir ama sadece gözlerle, neyi ne kadar anlatabilirsin<br />

ki. Ama sırlar eninde sonunda bir gün açığa<br />

çıkarlar. İtiraf edememek, görmemezlikten gelmek bile<br />

faydasızdır artık. Ve gizem çözüldüğü zaman, hiçbir şey<br />

eskisi gibi olmayacaktır. Çünkü yük inadına ağırdır, hayat<br />

kadar zor ve ölüm kadar gerçektir.


n Phikip K. Dick’in kısa öyküsünden uyarlanan<br />

film, temposu, yarattığı atmosferi ve konusuyla<br />

‘kaderinden kaç’ duygusunu sonuna kadar<br />

veriyor, kaderci yan tuzla buz oluyor. Ben kendi<br />

adıma filmi keyifle izledim. İyi ve kötünün yer<br />

almadığı bir çatışma hali izlemek bir hayli keyif<br />

vericiydi.<br />

Kader mi tesadüf mü? sorusu yıllardır<br />

kafamızı kurcalar, hangisinin diğerini alt ettiğini<br />

düşünür dururuz. Kader tasavvufi bir anlam<br />

taşırken, tesadüf daha marjinal anlamlar<br />

barındırır içinde. Geçen haftalarda vizyona<br />

giren yerli yapım Aşk Tesadüfleri Sever ‘kader<br />

yavaş yavaş ağlarını örmektedir’ tarzında<br />

bir dramaydı… Aslında hemen her filmi<br />

başımızdan geçenler sendromuna uyarlarsak<br />

bir kader ve tesadüf şablonuyla karşılaşabiliriz.<br />

Saptığımız her yol , bir diğerini düşündürtecek<br />

sonuçta! Kader Ajanları, insanın kaderinin önceden<br />

çizildiğini anlatan ama bir yandan da kaderinin<br />

insanın kendi elinde olduğunu hatırlatan<br />

ve bunu bildik bir anlatımın dışına taşıran<br />

hayli başarılı bir yapım. Bir politikacı ve bir<br />

balerin duygusal olarak pek bir araya gelemez<br />

öyle değil mi? Bu deneyimlerle sabitlenmiş,<br />

önyargılarla parlatılmış ve önümüze sunulmuş<br />

bir gerçeklik hali öyle değil mi? İşte filmimiz<br />

yolları habire kesilen, birlikte olmaları sürekli<br />

engellenen David ve Elise hakkında. David ve<br />

Elise tanıştıktan ve birbirlerine aşık olduktan<br />

kısa bir süre sonra şapkalı bir takım adamlar<br />

çıkar ortaya ve ikilinin buluşmasına taş koymaya<br />

başlar. İşin erkek tarafı bu engellemelerin<br />

farkına varır, hatta bir güzel tehdit edilir<br />

ve Elise bırakıp kendi yoluna çekip gitmesi<br />

istenir. İçinde taşıdığı saçma bir sırla ve Elise<br />

olmadan yaşamaya başlayan David, bir süre<br />

sonra kaderine isyan eder ve kaderine savaş açar. Kaderin<br />

şapkalı adamlar olarak karşımıza çıkması, ikilinin<br />

buluşmasını engellemek için komik yöntemler bulmaları<br />

filmi gözümüzde farklı bir yerlere taşıyor. Phikip K. Dick’in<br />

kısa öyküsünden uyarlanan film, temposu, yarattığı<br />

atmosferi ve konusuyla ‘kaderinden kaç’ duygusunu<br />

sonuna kadar veriyor, kaderci yan tuzla buz oluyor.<br />

Ben kendi adıma filmi keyifle izledim. İyi ve kötünün yer<br />

almadığı bir çatışma hali izlemek bir hayli keyif vericiydi.<br />

Matt Daman ve Emily Blunt’un kavuşamayan aşıkları<br />

canlandırdığı film Ocean’s Twelve’in senaristi Gerorge<br />

Nolfi’nin elinden çıkma… İlk yönetmenlik denemesinde<br />

bir hayli başarılı! Yani önümüze set çeken, bizim neden<br />

olduğunu bazen fark edemediğimiz bazı ayrıntıların ete<br />

kemiğe bürünmüş halini, olmazsa olmazların kaynağını<br />

göstermesi açısından gayet yaratıcı bulduğumu söylemeliyim.<br />

Bir de filmin son zamanlarda tavan yapan<br />

kavuşamama halli filmlerine farkıyla örmek teşkil ettiğini<br />

de belirtelim. Kadere karşı girişilen bu oyunda kimin galip<br />

geleceği illa ki belli ama, filmin sürükleme potansiyeli çok<br />

fazla. Özünde bir aşk filmi ama macera, kaçma kovalama<br />

ve hatta bilimkurgusal atraksiyonlar dahi var filmde.<br />

Bence izlenmeli!


n Y2010 sundance film festivali’nde Büyük<br />

Jüri ödülü ve Waldo Salt senaryo ödülü’nü<br />

alan 2010 mahsulü Debra Granik filmi Winter’s<br />

Bone, 4 dalda Oscar adayı olmasının yüzü<br />

suyu hürmetine ülkemizde de gösteriliyor.<br />

Film, yönetmeninin 2004’de çektiği Down to<br />

the Bone ile epey duygusal etkileşim yaşıyor,<br />

hatta hikayenin elden geçirilip yeniden çekilmiş<br />

hali bile diyebiliriz. Bir zamanların çiftçi toprağı<br />

olan Alabama’nın küçük bir kasabasında<br />

hayatını sürdürmeye çalışan 17 yaşındaki<br />

Ree Dolly’nin hikayesine odaklanıyor. Ree,<br />

iki küçük kardeşine ve hasta annelerine bakmak<br />

zorundadır. Ruhsal bir çöküntü içinde<br />

olan ve çevresiyle iletişimi kesen annesinin<br />

o hale gelmesinde ise uyuşturucu bağımlısı<br />

ve üreticisi olan babasının rolü çok büyüktür.<br />

Methamphetamin bağımlısı olan babası onları<br />

terk etmiştir. Bu Ree’nin umurunda değildir<br />

fakat mahkeme babasının ortaya çıkıp da<br />

duruşmaya gelmediği takdirde ellerinde kalan<br />

tek şeyi, evlerini almakla tehdit eder. Ree esrarengiz<br />

bir şekilde ortadan kaybolan babasını,<br />

aileyi bir arada tutabilmek için bulmak<br />

zorundadır ama bu araştırma başına olmadık<br />

belalar açacaktır.<br />

Tam bir sinemacı olan ve şimdiye kadar yönetmen,<br />

senarist, görüntü yönetmeni, kamera<br />

asistanı ve hatta boom operatörü olarak<br />

bile çalışmış olan Debra Granik’in Winter’s<br />

Bone’da, film mizanseninin dışına çıkarak çok<br />

etkileyici, neredeyse belgesel gerçekliğinde bir<br />

öykü anlattığı açık ve net.<br />

Winter’s Bone, küçük bir kasabanın daha da<br />

küçük insanlarının dertlerine odaklanırken,<br />

kapitalizmin ve buna bağlı olarak sistemin<br />

tükenişini bir yan öykü haline getiriyor ve bunu<br />

yaparken de sadece kameranın gösterdiğinin gücüne<br />

sığınıyor. Tempo derdi olmadan, oynadıklarını bile hissettirmeyecek<br />

kadar role girmiş oyuncularının yardımıyla<br />

aktardığı bu hikayeden aldığı sonuç muhteşem. Bir<br />

zamanların çalışkan çiftçileri, tükenen iş olanakları yüzünden<br />

birer uyuşturucu tüccarına dönüşmüş, giderek kuruyan<br />

bir gölette hayatta kalmaya çalışan vahşi hayvanlar<br />

gibiler. Her yerde çürüyen buzdolapları, otomobiller, boş<br />

kutular, kırık dökük eşyalarla gırtlağına kadar metaya<br />

gömülmüş bu insanların hayatında hiç umut kalmamış...<br />

Filmin bir başka zaferi ise Jennifer Lawrence’in<br />

oyunculuğu... Filmde oynayan en küçüğünden, büyüğüne<br />

tüm oyuncular çok başarılıyken, hikayenin odaklandığı<br />

Ree Dolly’i, abartılı jestlerden ve mimiklerden arındırarak<br />

gerçekten yaşayan bir karakter haline getiriyor Lawrence...<br />

Winter’s Bone’un, minimal oyunculukları ve ağır hikaye<br />

anlatımı yüzünden herkesin sevmeyeceği bir film<br />

olduğunun farkındayım. Bin türlü kamera hareketine ve<br />

hesaplanmış kurguya alışık bünyeler tarafından reddedilecek<br />

türden bir yapım. Minimalist yaklaşımdan çok<br />

hazzeden biri değilim fakat bu hikayeyi başka türlü anlatmak<br />

da mümkün değil.<br />

Mutlu, seksi ve zengin Amerikalılar illüzyonundan kopup<br />

ulusun asıl gerçeğine odaklanan ve Oscar’da bu yıl<br />

yarışan en bağımsız film olduğu tartışmasız Winter’s<br />

Bone, ödülleri daha popüler rakiplerine kaptırsa bile bir<br />

sinefilin kalbindeki tüm ödülleri alacak yeterlilikte saf bir<br />

sinema örneği. Oscar şansı biraz fazla ‘Amerikan’ oluşu<br />

yüzünden Türk izleyici tarafından kestirelemiyor olsa da<br />

Winter’s Bone’un bir sürpriz yapıp en az bir dalda ödülü<br />

kucaklayacağını düşünüyorum. Bazıları Oscar komitesinin<br />

son yıllarda gayrı resmi bir “kadın yönetmen” kontenjanı<br />

açtığını ve filmin bu yüzden aday gösterildiğini düşünse de<br />

bence tam anlamıyla hakedilmiş adaylıklar bunlar... Fakat<br />

tüm bu Oscar laflamaları bir yana kendi sinemasal kıymeti<br />

ile değerlenen bir film Winter’s Bone. Country müziğini<br />

sevenler içinde keyifli şeyler içeriyor. Mutlaka izleyin.


n Sinemamızda bazen çok garip şeyler oluyor.<br />

Gişeye oynayan filmlerin çekilmesini eleştirirken<br />

bazen büyük riskleri göze alıp sanatsal dürtüyle film<br />

yapanları es geçebiliyoruz. Kerem Alışık ve Yavuz<br />

Bingöl’ün yapımcılığını yaptığı 72. Koğuş böyle<br />

bir film. Uzun zamandır Sadri Alışık Tiyatrosu’nda<br />

oynanan 72. Koğuş bu sefer sinemada karşımıza<br />

çıkıyor. 1940’larda Bursa Ceza evinde en sefil,<br />

fakir ve düşmüş mahkumların kaldığı 72.Koğuş’ta<br />

yaşananların hikayesi bu. Orhan Kemal gibi<br />

insanlığa güveni olan bir yazarın suratımıza attığı<br />

bir tokat film. Nazım Hikmet’in etkisiyle de yazılan<br />

romanda 72. Koğuşta Kaptan denen bir mahkûm<br />

vardır. Aç biilaç, soğuktan donan diğer mahkûmlarla<br />

beraber kalır koğuşta Kaptan. Diğer mahkumlar<br />

bir tavuk kemiği için birbirlerini döverken o acı acı<br />

bakar bu insanlara. İnsanlığın düştüğü haller acı<br />

verir ona açlıktan ve soğuktan daha çok. Delikanlılık<br />

ve saflık birleştiğinde sefaletin yarattığı şeytanların<br />

en kolay hedefi olur bu adam. Annesinden gelen<br />

paralar için etrafını çeviren ve onu omuzlarına alan<br />

mahkûmlar paralar suyunu çekince onun üstündeki<br />

ceketi bile almaya tenezzül ederler. Çok ağır bir<br />

drama sahip olan romanın benim için ayrı bir önemi<br />

vardır. Erkekler ve kadınlar koğuşunun dünyasını<br />

ayrı ayrı anlatır roman. Orhan Kemal’in bu cinsiyet<br />

ayrımının yarattığı dünyaları bu kadar doğru<br />

satırlarına dökmesi beni hep şaşırtmıştır. Erkekler<br />

koğuşundaki karakterler gerçek insanlardan<br />

alınmıştır. Belki hikayenin dramatikliğinin en büyük<br />

sebebi budur. Çünkü insan onurunun en alçaklara<br />

düştüğü yerdir hapishane. Hele 1940’ları ve ülkenin<br />

o dönemki sefaletini düşünürsek.<br />

Yavuz Bingöl Kaptan karakterini oynuyor. Kerem<br />

Alışık ise adı gibi Berbat olan bir karakteri<br />

canlandırıyor. Koğuşta Kaptan’ın otoritesini sorgulayan,<br />

kıskanan bir kumarbaz Berbat. Yavuz<br />

Bingöl’ün fiziği ve sesi filmin finalinde canlandırdığı<br />

karakterin düştüğü durumu destekleyen bir renge<br />

sahip. Kadınlar koğuşunda dik başlılığı için birçok<br />

hapishaneyi gezmiş Fatma karakterini ise Hülya<br />

Avşar oynuyor. Muhteşem bir fizik. Karanlık ve derin<br />

bakışlar, sinemanın gerektirdiği her türlü avantaja<br />

sahip bir oyunculuk. Eğer Hülya Avşar ABD’de veya<br />

Avrupa’da doğmuş olsaydı biz şimdi onu bambaşka<br />

bir şekilde anabilirdik. Songül Öden ise Fatma’nın<br />

sırdaşı idam mahkumu Meryem olarak karşımızda.<br />

Songül Öden’in fiziğini bu rol için çok uyumlu bulmasam<br />

da role kendini kaptırdığını ve Avşar ile iyi bir ikili<br />

oluşturduklarını söyleyebilirim. Yan rollerde Ahmet<br />

Mekin, Volga Sorgu, Ayça Damgacı gibi çok başarılı<br />

isimler var. Özellikle Ahmet Mekin sinemamızın efsanesi.<br />

Yılların tecrübesini bakışlarıyla bize taşıyabiliyor,<br />

hissettiriyor. Kötü adam Civan Canova ise biraz karikatürize<br />

oynuyor. Hani sinemadan daha çok tiyatro<br />

yapar gibi. Filmin Kerem Alışık ile ikinci zayıf halkası<br />

oluyor. Kerem Alışık’ı böyle bir projeye cesaret ettiği<br />

için ve Songül Öden’den öğrendiğim kadar bu projenin<br />

baş mimarı olduğu için tebrik ediyorum. Para<br />

kazanmak için her türlü saçmalığın sinema diye önümüze<br />

getirildiği bu dönemde Orhan Kemal gibi büyük<br />

bir ustanın edebi zenginliğini gişe endişesi taşımadan<br />

film yapmaları her türlü övgüye değer.


GERÇEĞİN PARÇALARI – WINTER’S BONE / Yönetmen: DEBRA GRANIK<br />

n Dünyanın en gelişmiş ülkelerinden Amerika Birleşik Devletleri’nin yüreğinde yer alan Ozark<br />

Dağları’nda, çağcıl yaşama dair berbat izler taşıyan, yabanıl sertlikte, bozuk konjonktüre göre<br />

yaşamayı ve racon kesmeyi öğrenmiş insanlara dair suç gerilimi. Bir kız, uyuşturucu işine<br />

boğazına kadar batıp muhbir olmayı seçmiş babasının ortadan kaybolmasıyla, iki kardeşi ve akıl<br />

sağlığı yerinde olmayan annesinin temel ihtiyaçlarını karşılamak için çok zorlayıcı koşulların<br />

ortasında mücadele vermektedir. Şimdi, evlerinden atılmalarını engellemek için babasını<br />

bulması şarttır: Diri ya da ölü!<br />

Ozarklar’ın Missouri bölgesinde doğup yaşamını sürdürmekte olan yazar Daniel Woodrell, henüz<br />

reşit olmayan bir genç kızın Amerika’nın ‘derin bölge’sinde, nasıl ‘hızla büyüyüp başkalaşım<br />

geçirmesi’ gerektiğini, bir gizemli hikâye boyunca anlatıyor… Kadın yönetmen Debra Granik,<br />

bölgenin folklorik rengini aktardığı neredeyse yarı belgesel filminde, fiziksel ve psikolojik<br />

şiddetin varlığına karşın insan olmanın onuruna da sahip çıkan yöre insanlarını çarpıcı biçimde<br />

yansıtıyor. Belleklere çakılacak ve genç oyuncu Jennifer Lawrence unutulmayacak!


İKİ KADIN, BİR ERKEK – THE KIDS ARE ALL RIGHT<br />

Yönetmen: Lisa Cholodenko<br />

n Gezegende yedi milyara yakın insan yaşamaktadır;<br />

dolayısıyla cinselliğin ‘Gayya kuyusu’ da, işte bu sayı kadar<br />

‘çok özel ayrıntı’ barındırmaktadır. Esas olan ise cinselliğin<br />

açtığı kapıdan geçip, gerçek aşka ulaşmaktır: Nic ve Jules, âşık<br />

bir lezbiyen çiftti; aynı donörün spermlerini kullanarak, kızı Nic,<br />

erkeği Jules doğurdu. Joni 18 yaşına gelip üniversite için evi<br />

terk etme zamanı yaklaştığında, ‘biyolojik babası’nı merak eden<br />

15 yaşındaki erkek kardeşi Laser için adamı buldu: Çapkın ve<br />

henüz kendine bir aile inşa edememiş Paul!<br />

Gitarist, söz yazarı-şarkıcı Wendy Melvoin ile partnerliği devam<br />

eden yönetmen Lisa Cholodenko, belli ki ‘kendi içinden’<br />

izler taşıyan bir öykü anlatmış: Paul’ün, aile içindeki zihinsel<br />

ve ruhsal ahenkle oynayarak ‘kartları yeniden karıp dağıtmaya<br />

çalışması’yla birlikte, Nic - Jules ve çocuklar arasındaki<br />

ilişkilerin sınanması, bu filmi izleyen herkesi bir yerinden<br />

yakalıyor. Peki, doğal cinsel tercihler ve ihtiyaçlardan öte,<br />

sevgiyi her diam sıcak tutmanın önemli olduğunu, hem baskın<br />

karakter Nic, hem de ondan takdirler bekleyen Jules anlayabilecek<br />

midir? Onlarla birlikte, bir ilişki yaşayan her seyircinin<br />

bunu içselleştirebileceğini sanıyorum. Çünkü oyuncu<br />

performansları, ‘mizah –dram dengesi tam’ bir öyküleme içinde<br />

o kadar mükemmel ki, duygudaşlık kurmamak olanaksız.


Geçen yıldan başlayan<br />

deprem Oscar töreninde<br />

devam ediyor.<br />

Hangi kriterlere göre<br />

yapıldığı anlaşılamayan<br />

değerlendirmeler sinema<br />

adına en kötü yargılamaların<br />

devam etmesine sebep<br />

oluyor… Hurt Locker’ın<br />

Avatar karşısındaki utanç<br />

zaferi Zoraki Kral’ın Kara<br />

Kuğu karşısında aldığı<br />

ödülle tekrarlanıyor.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n 83. Oscar Ödülleri’nde en iyi<br />

film, yönetmen, özgün senaryo ve<br />

erkek oyuncu dallarında heykelciği<br />

kazanan “Zoraki Kral” zirveye<br />

çıktı. “Başlangıç” yine dört, “Sosyal<br />

Ağ” ise üç dalla gecenin diğer<br />

kazananları oldular. Bu saatten<br />

sonra ödülleri kimin aldığını söylemenin<br />

bir anlamı yok. Biz kendi<br />

çerçevemizden değerlendireceğiz<br />

Oscar’ı. Geçen yıldan beri<br />

Oscarlar’la yıldızım barışmadı. Hurt<br />

Locker’a giden ödül benim bütün<br />

dengelerimi bozdu. Avatar yerine<br />

neredeyse faşist bir film olan Hurt<br />

Locker seçimi ABD’nin psikolojik


karmaşasının da bir ifadesiydi aslında. Bu yıl da işler<br />

pek değişmedi. Mesela En İyi Erkek Oyuncu dalında<br />

Javier Bardem bir adım öndeydi ama Zoraki Kral-<br />

King Speech’teki rolüyle Colin Firth sanki arada çok<br />

fark varmış gibi herkesin favorisi olarak Oscar’ı aldı.<br />

Ödüller belli olmadan önceki yorumlara baktığımızda<br />

Zoraki Kral, Sosyal Ağ bir adım önde gibi görüldü<br />

hep. İşte zaten bu “bir adım önde” olmanın sebebini<br />

çözmek imkansız. O “bir adım önde” lafının, kriterinin<br />

sinemayla hiç ilgisi yok. Çünkü sinema olarak, hem<br />

sanatsal derinliği hem barındırdığı yenilikçi bakış açısı<br />

anlamında Black Swan Zoraki Kral’a fark atardı ama<br />

işte o sinemayla ilgisiz kriterler işin içine girdiği için<br />

ödül dağılımı tamamen farklı oldu. Peki bu sinemanın<br />

dışındaki kriterlerin Oscar’a ne kazandırdığını bir<br />

konuşalım. Dikkat edin sanki törenin büyüsü yoktu.<br />

Aslında aynı ünlü isimler, aynı ünlü modacıların<br />

kostümleri, aynı sahte Hollywood pırıltısı ama yine<br />

de geçen yıllara göre sönük, heyecansız bir Oscar<br />

töreni. Çünkü Hollywood farklı dengeleri gözeterek<br />

kendisinin altını oyuyor. Ve istem dışı bir değer<br />

kaybına uğruyor. Hatta En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu<br />

dalında ödül alan Melisa Leo’nun gösterdiği suni<br />

sevinç ve şaşkınlık barındıran tavırları bile bu gerçeği<br />

saklayamıyor. En İyi<br />

Yönetmen Oscarı’nı<br />

alan Zoraki Kral’ın<br />

yönetmeni Tom<br />

Hooper’ın şimdiye<br />

kadar 3 uzun metraj<br />

film çekmesi, bunlardan<br />

biri de kalitesiz<br />

bir yapım olan<br />

Red Dust, şaşkınlık<br />

yaratmamalı bizim için.<br />

Darren Aronofsky’nin<br />

filmine, senaryosuna,<br />

oyuncularının özverisine<br />

bakın. O da<br />

yetmezse sinemanın<br />

diğer güzel sanatlar<br />

ile beraberliği


adına verilen en iyi örneklerden olmasını<br />

düşünün. Bütün bunların üzerine<br />

olabildiği kadar klasik bir anlatıma sahip<br />

olan, tamamıyla plan plan çekilen<br />

sanki birbirini takip eden resimlerden<br />

oluşan Zoraki Kral’ı masaya yatırın. Peki<br />

nasıl oluyor da Zoraki Kral her anlamda<br />

Kara Kuğu’yu geçiyor? Kekeme bir kralı<br />

canlandıran Colin Firth’ün kabiliyetine<br />

bir şey diyeceğimiz yok ama bütün<br />

duygusal derinliği öfkesini ve iradesini<br />

kullanarak kekemeliği yenmek olan<br />

bir karakter karşısında, inancı, insanın<br />

günümüzde düştüğü sefilliği, vicdanı<br />

ve daha birçok duyguyu derinlemesine<br />

eleştiren, odağına alan Biutiful’da Javier<br />

Bardem’in canlandırdığı Uxbal karakterini<br />

koyduğumuzda bu tepetaklak olmuş<br />

ölçülendirmeler gözümüze batıyor.<br />

Açıkçası düşünün ve isyan edin. Her şey<br />

adına. Ve öncelikle isimlerden daha çok<br />

sinema adına isyan edin.<br />

ÖDÜLLERİN DAĞILIMI<br />

En İyi Film: Zoraki Kral<br />

En İyi Yönetmen: Zoraki Kral / Tom Hooper<br />

En İyi Kadın Oyuncu: Siyah Kuğu / Natalie Portman<br />

En İyi Erkek Oyuncu: Zoraki Kral / Colin Firth<br />

En İyi Yabancı Film: In a Better World /<br />

Susanne Bier / Danimarka<br />

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Melissa Leo / Dövüşçü<br />

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christian Bale / Dövüşçü<br />

En İyi Sanat Yönetmeni: Alis Harikalar Diyarında /<br />

Robert Stromberg ve Karen O’Hara<br />

En İyi Sinematografi: Başlangıç / Wally Pfister<br />

En İyi Özgün Senaryo: Zoraki Kral - David Seidler<br />

En İyi Uyarlama Senaryo: Sosyal Ağ - Aaron Sorkin<br />

En İyi Kısa Animasyon: The Lost Thing /<br />

Shaun Tan - Andrew Ruhemann<br />

En İyi Animasyon : Oyuncak Hikayesi 3 / Lee Unkrich<br />

En İyi Özgün Film Müziği: Sosyal Ağ /<br />

Trent Reznor - Atticus Ross<br />

En İyi Ses Montajı: Başlangıç / Richard King<br />

En İyi Ses Miksajı: Başlangıç / Lora Hirschberg,<br />

Gary A. Rizzo and Ed Novick<br />

En İyi Kostüm Tasarımı: Alis Harikalar Diyarında<br />

/ Colleen Atwood<br />

En İyi Makyaj: The Wolfman / Rick Baker - Dave Elsey<br />

En İyi Kısa Belgesel Film: Strangers No More /<br />

Karen Goodman - Kirk Simon<br />

En İyi Kısa Film: God of Love / Luke Matheny<br />

En İyi Belgesel Film: Inside Job / Charles Ferguson -<br />

Audrey Marrs<br />

En İyi Montaj: Sosyal Ağ / Angus Wall ve Kirk Baxte<br />

En İyi Göresel Efekt: Başlangıç / Paul Franklin,<br />

Chris Corbould, Andrew Lockley ve Peter Bebb<br />

En İyi Şarkı: Oyuncak Hikayesi 3 /<br />

“We Belong Together” - Randy Newman


Berrak Tüzünataç yeni filmi Bir Avuç Deniz ile gündemimize<br />

girdi. Filmde isyankar ve aşık bir kızı canlandıran<br />

Tüzünataç’a aşka inanıp inanmadığını sorduk...<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Bu hafta vizyona giren Bir Avuç Deniz’in romantik<br />

ve isyankar karakteri Deniz’i canlandıran Berrak<br />

Tüzünataç cesareti nedeniyle kendine benzeyen<br />

bu karakterle ilgili sorularımızı cevapladı. Yapım bir<br />

aşk filmi olunca ister istemez aşktan da bahsettik.<br />

Sinemada kadın olmanın anlamından dizilerdeki<br />

çalışma şartlarına kadar her konuda, özellikle de<br />

filmin yönetmeni Leyla Yılmaz’ın kadın olmasının<br />

filmin duygusuna neler kattığını konuştuk. Sinemaya<br />

bakışında 19 yaşındaki Berrak ile bugünkü Berrak<br />

arasındaki fark sohbetimizin konularındandı.<br />

Bugüne kadar birçok magazin haberine konu<br />

olmuş ama içinde sanatçı olmanın inadını yaşayan<br />

Berrak Tüzünataç’ı yeniden tanımak ister misiniz?<br />

İşte kendi ağzından Berrak Tüzünataç...<br />

Öncelikle projeye nasıl dahil olduğunuzla<br />

başlayalım.<br />

Projede kesinleşen ilk isim bendim. 6 ay öncesinden<br />

senaryo benim elimdeydi. Aslında normal<br />

prosedürde yönetmen size senaryoyu yollar, okursunuz,<br />

diğer isimlere bakarsınız. Ama karakterim<br />

beni o kadar çok heyecanlandırdı ki, projeyle ilgili<br />

senaryo ve yönetmen dışında hiç bir şey belirli<br />

değilken ben projeyi kabul ettim..<br />

Yönetmen Leyla Yılmaz’ın ilk uzun metraj filmi.<br />

Onun kadın olması bu kararınıza biraz etki etti mi?<br />

Bilmiyorum ama ben daha önce hiç kadın bir<br />

yönetmenle çalışmadım. Belki bir kadın olarak<br />

kadın karakterleri de kendisi yazması bu karakterleri<br />

daha gerçek yaptı. O yüzden Ayda Aksel de çok<br />

heyecanlandı ben de. Özel, gerçek, ilginç kadın<br />

karakterler yazmış.<br />

Rolünüzden biraz bahseder misiniz?<br />

Film belirli bir sınıfın içerisinde geçiyor, bir burjuva<br />

filmi. Canlandırdığım karakter Deniz de o sınıfa ait<br />

ama o sınıfın ayrıkotu gibi. Hem de büyük burjuva<br />

bunlar, yani çok zengin aileler. Herkes çocuklarını<br />

imkan dahilinde en iyi şekilde yetiştirmiş. Deniz’in de<br />

bu özellikleri var ama Deniz’in anne babasıyla ilişkisi<br />

çok yoğun olamamış. Çünkü annesi İngiliz, orada<br />

yaşıyor. Babası dünya turuna çıkmış. Kimsesi yok<br />

yani, hiçbir yere ait hissetmiyor kendini. O yüzden<br />

de girdiği bir ortamda insanları rahatsız edebilecek<br />

bir sürü şey söylüyor. Aslında mutsuz olduklarına<br />

ikna edebiliyor ya da her şeyi sorgulatabilecek, kendine<br />

ait bir felsefesi ve hayata yaklaşımı var. Tabiî ki<br />

her karakter farklı reaksiyonlar veriyor buna karşı,<br />

kimisi korkuyor, kimisi yenmeye çalışıyor. Kimisi<br />

vazgeçmiş lanet olsun Deniz’e diyor, kimisi de aşık<br />

oluyor.<br />

Filminiz bir aşk filmi ve yönetmen olarak bir kadının<br />

dokunuşu var. Aşk duygusunu yorumlayışta bir fark<br />

hissettiniz mi?<br />

En yoğun farkı kadın karakterlerdeki özende, kadın<br />

karakterlerin yazılışında ve duruşlarında, hikâyeye<br />

katkılarında, hikâyedeki yerlerinde hissediyorum.<br />

Türk sinemasında kadın karakterlerin genelde edilgen<br />

olması, yazan insanların erkek olmasından<br />

kaynaklanıyor. Bu yüzden bence en heyecanlı<br />

şeylerden biri de Leyla’nın film çekmeyi, senaryo<br />

yazmayı planlaması. Çok yetenekli bir sürü kadın<br />

oyuncu var ve kimse de tatmin olmuyor, daha<br />

fazlasını yapmak istiyor herkes. Böyle bir filmde<br />

böyle bir rolü tecrübe edebildiğim için kendimi şanslı<br />

buluyorum. Kadınların da yazması, düşünmesi<br />

lazım. Çünkü öbür türlü var olmak için belirli<br />

şeylere dahil olmak zorunda kalıyoruz. Tanıdığım<br />

en idealist oyuncular bile aynı yoldan geçiyor. Ve<br />

bu kimsenin çok bayıldığı bir şey değil. Bir yandan<br />

da var olmak zorundasınız ve yaptığınız işin<br />

sürekliliğini getirmezseniz kolay unutulabileceğiniz,<br />

kaybolabileceğiniz bir iş. O yüzden bence biraz daha<br />

yazar kadın olması lazım, birilerimizin çabalaması<br />

lazım.<br />

Aşka ve bunun için mücadele etmeye inanıyor musunuz?


Evet, ikisine de inanıyorum.<br />

Bundan sonrası için projelerden ne bekliyorsunuz,<br />

kıstaslarınız nelerdir?<br />

Bu işe başladığımda 19 yaşındaydım. O<br />

zamandan beri de tercihler yavaş yavaş<br />

oturuyor. İlk zamanlarda zaten bir var<br />

olma “merhaba ben geldim” deme dönemi<br />

vardı. Baktığımda güvenilir kişilerle de<br />

çalışmışım. Belki biraz da şans, ne kadar<br />

bilinçliydim bilmiyorum çünkü. Belki de<br />

çok istediğim için şansımın yaver gittiğini<br />

düşünüyorum. Hep iyi yönetmenlerle, iyi<br />

oyuncularla çalıştım. Bu film de benim<br />

için çok özel. Beni çok zorlayan bir karakter.<br />

Düşündüğüm ve çok çalıştığım bir<br />

karakter ve çok heyecanlıyım. Yani herhalde<br />

herkes bu işi hep bu duyarlılıkla<br />

yapmak ister. Tabii çok mümkün olmuyor<br />

ama bu duyguda gitmek istiyorum. Bir<br />

şekilde böyle heyecanlanmak istiyorum,<br />

şansım yaver gitsin istiyorum aslında.<br />

Sanırım bu film biraz orta ve yüksek<br />

sınıfa sesleniyor. İzleyenlerin çoğu da<br />

orta sınıftan olacağından bu filmi daha<br />

kolay içselleştirebileceklerini düşünebilir<br />

miyiz?<br />

Bunu bilmiyorum ama filmin yüksek<br />

sınıfta geçmesinin bir sebebi var.<br />

Leyla’nın yapmak istediği bir burjuvazi<br />

eleştirisi de var. O sınıfın kendisini, düzenini<br />

korumak için neler yapabileceği de<br />

var. Ve aslında gelir arttıkça çocukların<br />

özgürlüğü azalıyor. Çünkü yapması<br />

gereken şeyler daha keskin kararlarla<br />

sınırlanıyor. Ailesinin çizdiği yolda giderse<br />

çok özgür oluyor, eğer o yoldan çıkarsa<br />

görüyor ki o kadar da özgür değilmiş<br />

aslında. Film sadece öyle güzel evler,<br />

güzel elbiseler görelim diye yapılmış bir<br />

burjuva hikayesi değil. İçinde sert mesajlar<br />

da barındırıyor.<br />

Dizi süreleri için yapılan tepki ve eylemleri<br />

yeterli ve doğru buluyor musunuz? Bu<br />

tepki ve eylemler hedefini doğru seçmiş<br />

mi sizce?<br />

Ben de katıldım “Yerli dizi yersiz<br />

uzun” diye bir eylem yapıldı. Bir şeyler<br />

yapılmalı. Mesela basında öyle bir<br />

yansıtılmış ki bu sadece oyuncular gitmiş<br />

gibi gösterilmiş. Hayır, orada hep birlikteydik<br />

biz. Ama oyuncu olarak senin resmin<br />

çıkıyor. Zaten o yüzden de daha çok<br />

sen gitmelisin, çünkü senin resmin daha<br />

çok çıkıyor. Amaç bir şikayet olduğunu<br />

ve bu sistemin değişmesi istendiğini<br />

duyurabilmekti ve bence de başarılı<br />

oldu. Çalışma Bakanı ve Kültür Bakanı<br />

da konuşmalar yaptı. Bunun üzerinde<br />

çalışılacağı söylendi, oyuncu sendikası<br />

başladı. Bir alt yapı kuruluyor ne kadar<br />

sürer bilemiyorum ama doğru şeyler<br />

yapılacağına inanıyorum.<br />

Ünlü olmanın bir dezavantajı var mı?<br />

Tabiî ki var. Bu işi yapan her bir bireyin<br />

kendine ait bir serüveni var. İdare etmesi<br />

gereken bir durumu var. Ünü tamamen<br />

reddedersiniz, sizi bu reddinizden dolayı<br />

çok güzel pişman ederler ve kabullenirsiniz.<br />

Ya da pişman olmayacağım diye inat<br />

da edebilirsiniz ve yıpranırsınız. Eğer o<br />

gücünüz varsa benim kahramanım olursunuz<br />

çünkü ben yoruluyorum. Tabiî ki de<br />

hayatını her yerde etkiliyor insanın.<br />

Sinema mı diziler mi sizi daha fazla tatmin<br />

ediyor?<br />

Tabiî ki her anlamda sinemadaki düzeni<br />

seçerim. Herkes kostümde, makyajda her<br />

anlamda işinin idealini yapmaya çalışıyor<br />

ve herkese bu imkan veriliyor. Tabiî ki<br />

daha fazla tatmin oluyorsunuz. İşe konsantrasyonunuz<br />

daha fazla oluyor. Bütün<br />

hayatının geçtiği bir şeyde konsantrasyonun<br />

sürekli kalamıyor.<br />

Televizyon dizilerinin yakın coğrafyada çok<br />

beğenildiği ortada...<br />

Orada nasıl bir düzen olduğunu bilmiyorum<br />

ama yine de o ülkelere satılmış olan<br />

dizilerden tanınan oyuncularla öncelikli<br />

çalışılmak istenecektir. Bu dizi sektöründen<br />

çıkmak için birçok şeyi atlatmak gerekiyor.<br />

Benim herhalde bir 5-6 senem daha<br />

var televizyondan çıkmak için. Çünkü<br />

daha sonuçlarını alacağım, sinemada da<br />

işime yarayacak, kariyerimle ilgili birçok<br />

faydası olacak şeyler almam gerekiyor<br />

daha televizyondan.


n Daha önceki yıllarda çekilen filmlerine<br />

güvenilmeyen oyunculardan biri de, ismen<br />

ne kadar büyük olursa olsun, Uma Thurman<br />

idi. “My Super Ex-Girlfriend”, “The<br />

Accidental Husband”, ve “Motherhood”<br />

gibi “kötü” diye nitelendirebileceğimiz<br />

filmlerde imzası bulunan oyuncu, izleyici<br />

üzerinde fazla etki bırakamamıştı.. Bize<br />

karşı çıkanlar tabii ki olacaktır ama, kendilerine<br />

soracak olursak onların da aklina<br />

Tarantino’nun Kill Bill serisinden başka film<br />

geleceğini pek tahmin etmiyoruz açıkçası.<br />

Variety dergisinin haberine göre Thurman,<br />

bu kötü gidişhatı değiştirecek gibi. Gabriele<br />

Muccino’nun “Playing the Field” isimli<br />

komedisi için Jessica Biel ve Gerard Butler<br />

ikilisine katılan Thurman, bakalım bu sefer<br />

şeytanın bacağını kırıp, izleyicinin aklında<br />

iz bırakmayı başarabilecek mi. “Married<br />

an Axe Murderer” ve “In the Army Now”<br />

gibi filmlerin de senaryo yazarlığını yapan<br />

Robbie Fox, bu filmin de senaryosunu<br />

yazmış. Biel’i, Butler’ın eski karısı ve<br />

Thurman’ı da Butler’ın ilgi duyduğu karşı<br />

takım oyuncularının birisinin annesi olarak<br />

izleyeceğimiz romantik komedi tarzındaki<br />

film, eskiden profesyonel futbol oyuncusu<br />

olan Gerard Butler’ın, oğlunun içinde<br />

bulunduğu futbol takımına antrenör olarak<br />

başlamasını anlatıyor. Thurman’a takılıp,<br />

Butler ve Biel ikilisini de es geçmemek<br />

lazım. Bu ikilinin de uzun süredir elle<br />

tutulabilecek iş çıkarmamaları, belki<br />

de bu filmi daha enteresan kılıyor.<br />

Konuda herhangi bir çekicilğin<br />

olmaması, “Seven Pounds”un<br />

yönetmeninin işini biraz zorlayacak<br />

gibi. Ama iyi bir yönetim,<br />

ve doğru açılarla, izlenebilir<br />

bir proje çıkabileceği aşikar.


n Kariyerinde önemli bir yere sahip olan<br />

televizyon serisi “The Office”den bu baharda<br />

ayrılacağını açılayan Steve Carell,<br />

yönetmenliğini David Frankel’in yapacağı,<br />

“Great Hope Springs” isimli yapıtta Meryl<br />

Streep ile kamera kaşısına geçecek.<br />

Filmde Streep ile eşinin heyecanını<br />

kaybetmiş olan evliliğini kurtarmak için<br />

çabalayacak. Prodüksiyonuna Ağustos<br />

ayında başlanacaği duyurulan filmin senaryo<br />

yazarı, HBO’da yayınlanan “Tell<br />

Me You Love Me”nin de yazarı Vanessa<br />

Taylor. “Great Hope Springs”, televizyon<br />

kariyerine ara verip, sinema filmi kariyerine<br />

ağırlık vermek isteyen Carell için önemli bir<br />

yapıt olacak gibi görünüyor. Bu yolda ciddi<br />

adımlar atmaya başlamak için geri sayıma<br />

geçen Carell’in bir sonraki durağı ise “Burt<br />

Wonderstone”, bu filmden sonra da Ryan<br />

Gosling, Julianne Moore, ve Kevin Bacon<br />

ile “Crazy, Stupid Love” filmiyle izleyici ile<br />

buluşacak olan Carell’in şimdilik görünen<br />

son durağı, kendisinin yazdığı “Get Smart”<br />

filminin 2. bölümü.<br />

n Yönetmenliğini başarlı yönetmen<br />

Tarsem Singh’in yaptığı<br />

“Immortals” filminin ilk görüntüleri<br />

elimize ulaştı.<br />

Konu itibariyle “Clash of the<br />

Titans” çalışmasını andıran<br />

çalışmanın elimize ulaşan karelerinde<br />

Henry Cavill, Twilight’tan<br />

Kallen Lutz, Slumdog Millionaire<br />

filminden Freida Pinto ve<br />

yüzünde ağır izlerle Mickey<br />

Rourke görünüyor.


n Özellikle erkek oyuncuları bilgisayarlara<br />

bağlayan oyun Tomb Raider’ın filmnin<br />

yapılacağı dedikoduları ilk kez kulaktan<br />

kulağa yayılmaya başlandığında başrol için<br />

akıllarda tek bir isim vardı; Angelina Jolie.<br />

Ancak şimdi yeni Tomb Raider filminde Lara<br />

Croft rolünü üstlenecek oyuncunun Olivia<br />

Wilde olduğu konuşuluyor. FanCarpet’a<br />

konuşan ismi gizli kişi şu açıklamalarda<br />

bulundu; “Bu çok daha karanlık ve ciddi bir<br />

Tomb Raider filmi olacak. Amaç en iyi yönetmenlerden<br />

birini alıp güçlü bir senaryoyla<br />

birleştirmek ve bu erkekler arasında da güçlü<br />

olan kadın karakteri canlandırmak.”


n Yaptığınız iyi bir işin ardından, Oscar<br />

gibi bir ödülü almak, ilerki tarihlerde<br />

çekilebilecek her iyi proje için sizin<br />

düşünülmeniz gibi “tatlı” bir derdi beraberinde<br />

getiriyor olsa gerek. Hatta daha<br />

önce istekli olduğunuz ve kibarca geri<br />

çevrildiğiniz roller için bile... Aldığımız<br />

duyumlara göre “The Kings Speech”<br />

ile Oscar’ı alan Colin Firth, Sony Film<br />

Şirketi tarafından yeniden çekilmesi<br />

kararlaştırılan 1964 yılı yapımı “My Lady<br />

First” müzikalinde Henry Higgins rolü için<br />

düşünülüyor. Bu rolü daha öncelerden<br />

Firth’in istediği biliniyordu, fakat yapımcı<br />

şirket tarafından bu rolün Hugh Grant’a<br />

teklif edilmesi planlanıyordu. Şimdi ise<br />

Firth’in bu teklife nasıl bir cevap vereceği<br />

merakla bekleniyor..<br />

n Başrollerinde Bradley Cooper ve<br />

Robert DeNiro’nun oynadığı “Limitless”<br />

filminin Avrupa, özellikle İngiltere, için<br />

tasarlanmış posteri elimize ulaştı.<br />

Zeka düzeyini arttrmak için aldığı haplar<br />

sayesinde, inanılmaz zeka düzeyine<br />

ulaşan, ve beyninin %100’ünü kullanmayı<br />

başarabilen, genelde başarısız bir<br />

yazarın<br />

başından<br />

geçenleri anlatan<br />

filmin<br />

posteri, bize<br />

biraz “Wall<br />

Street”i<br />

anımsattı. Daha<br />

önce Amerika<br />

için tasarlanmış<br />

posteri de hemen<br />

hemen<br />

aynı havada.


n Görünen o ki Martin Scorsese ve Leonardo Di-<br />

Caprio, ‘The Wolf of Wall Street’ projesiyle bir kez<br />

daha bir araya gelecek... Fakat ondan önce, yönetmenin<br />

çekmek istediği başka bir film var. Şu sıralar<br />

ilk 3D filmi ‘Hugo Cabret’ ile uğraşan Scorsese’nin<br />

bir sonraki projesinin ‘Silence’ olacağı belli oldu.<br />

Shusaku Endo’nun aynı isimli romanından uyarlanacak<br />

olan film, 17. y.y.’da Hrıstiyanlığı yaymak adına<br />

Japonya’ya giden Cizvit rahiplerinin karşılaştıkları<br />

şiddet ve işkenceyi anlatacak. Set tarihi belli olmayan<br />

filmin çekimlerinin başlaması için ise ‘Hugo Cabret’in<br />

tamamlanması bekleniyor...<br />

n Warner Bros. Pictures and Legendary Pictures, yeni<br />

çekilecek Superman filminin kahramanını açıkladı. Christopher<br />

Nolan yapımcılığında tekrar beyazperdeye gelecek<br />

olan ve yönetmenliğini Zack Snyder’in yapacağı yeni ‘Superman’<br />

için oyuncu nihayet bulundu. Çelik Adam’ı İngiliz<br />

Henry Cavill canlandıracak. Showtime’ın The Tudors<br />

dizisinin starı Henry Cavill böylece süper-kahramanları<br />

canlandıran İngiliz aktörler Andrew Garfield ( Örümcek<br />

Adam), Christian Bale ( Batman) kervanına katılmış oldu.


Gölgeler ve Suretler Derviş Zaim’in 60’lı yıllarda Kıbrıs’ta yaşananlara<br />

bir bakışı… Film konusu itibariyle ister istemez politik bir çizgiye<br />

oturuyor, Rum ve Türk oyuncuların varlığıyla farklı bir anlam<br />

kazanıyor. Derviş Zaim’le yaptığımız sohbetle bu tarihe uzandık, filmin<br />

oyuncuları Settar Tanrıöğer ve Buğra Gülsoy’la bu tarihin altını iyice<br />

bir çizdik! Herkesin Kıbrıs’la bir bağlantısının olduğunu öğrendiğimiz<br />

röportajı en yalın haliyle sunuyoruz… İyi okumalar…<br />

BANU BOZDEMİR<br />

MURAT TOLGA ŞEN<br />

Bu filmin ne kadarı sizin<br />

hayatınızdan? Tanıklık etmiş birileri<br />

var mı?<br />

Derviş Zaim: Benim yaşayan<br />

akrabalarım arasında birebir burada<br />

resmedildiği şekliyle olaylardan etkilenen<br />

olmadı. Ama olayların dalgaları<br />

bizi vurdu, çocukluk yıllarımda bir<br />

şekilde o çalkantıları yaşadığım için<br />

bu hikayenin benle ilgisi olduğundan<br />

bahsedilebilinir. Biz göçmen olmadık,<br />

ailemizden kimse hayatını kaybetmedi<br />

ama 74’e kadar da bunun etkilerini<br />

hissettik. Ben on yaşındaydım 74’te,<br />

etkilerini hissettik ve bu olaylardan<br />

bağımsız büyümedik.<br />

Şimdi bu konu Türk sinemasında hiç<br />

ele alınmadı, dünya sinemasında da<br />

ele alındığını düşünmüyorum…<br />

D.Z: Yunan sineması ya da Kıbrıs<br />

– Rum sineması 60’lı yıllara ilişkin<br />

olarak bir altın çağdır. Altın Çağ’dan<br />

kasıt adada herhangi bir problem<br />

yoktur, Türk askeri 74’te adaya<br />

gelince problem başlamıştır gibilerinden<br />

bir tablo çizilir. Ampirik olarak o<br />

meselenin üstüne gitmek istemiyorlar.<br />

O taraftan çok fazla film yapılmıyor,<br />

yapılınca da böyle şeyler yapılıyor.<br />

Türk sinemasının ilgili döneme<br />

yaklaşımı Küçük Mücahit Sezercik<br />

gibi filmlerden öteye gitmiş değil. Bu<br />

film o dönemle ilgili yapılan ender<br />

filmlerden. Bu anlamda bir boşluk<br />

doldurma işlevini yerine getirdiğini<br />

söyleyebilirim.<br />

İki taraftan da insan hikayesi anlatan<br />

başka film yok. Diğerleri daha şoven.<br />

Sezercik ya da Önce Vatan gibi. Peki<br />

Rum oyuncuları nasıl ikna ettiniz<br />

filmde oynamaları için…<br />

D.Z: Selanik Film Festivali’nden<br />

tanıyordum Popi Avraam’ı. Oranın<br />

önemli oyuncularından, her anlamda<br />

bir tiyatro insanı. Daha<br />

önce Stockholm’de 1998 yılında<br />

Tabutta Rövaşata’yı izlemişti. Bu<br />

projeyi 2006 yılında Selanik Film<br />

Festivali’nde tekrar kendisine açtım,<br />

sıcak bakabileceğini söyledi. Proje o<br />

zamanda vardı kafamda. Bu benim<br />

içi bir umut teşkil etti. Kesin evet<br />

dememişti, metni görmek istiyordu,<br />

ama bir tane Kıbrıslı Rum oyuncunun<br />

bu projeye sıcak bakması bile<br />

beni kamçıladı. Senaryoyu yazdım,<br />

finansal anlamda birtakım işaretler<br />

gelmeye başlayınca Popi’ye gittim.<br />

Senaryoya karşı çok olumlu<br />

olduğunu fark ettim ve gerisi deyim<br />

yerindeyse çorap söküğü gibi geldi.<br />

Senaryoda hiç itiraz noktaları oldu<br />

mu? Sizin yazdığınız haliyle mi izliyoruz?<br />

D.Z: Hayır, olmadı. Dürüst bir senaryo<br />

olduğunu söyledi zaten taa


aşından itibaren. Kendi anıları da vardı, o anılardan<br />

dolayı kendi bildikleri de vardı.<br />

Sonuçta bir risk alarak filmde oynadılar diyorsunuz,<br />

bunun sebebi ne olabilir?<br />

D.Z: Popi Avraam’la ilgili bildiğim bir şey var.<br />

2003’teki referandumda her iki tarafta ayrı ayrı Annan<br />

planını onaylıyordu. Ayrı ayrı sandığa gidip oy<br />

vermişti. Evet oyu verilmesini savunanlardan birisi<br />

olduğu için ve de Kıbrıs Rum kesimi o zaman yüzde<br />

75’lik kısımla hayır dediği için, Popi Avram iş bulmakta<br />

güçlük çekti o dönem, beş yıl kadar.<br />

Bu filmden sonra ne olur acaba?<br />

D.Z: Taa başından itibaren böyle enterasan bir<br />

kadındı, böyle bir kadınla çalıştığım için çok<br />

mutluyum. İnsanlar oyuncularla çalıştığı zaman<br />

falancanın tavuğunu ürkütürüm, şu bana bunu şunu<br />

der gib birtakım kaygılar görürsünüz. Halbuki Rum<br />

Popi Avraam’ın aldığı riski düşününce tüm bunların<br />

çocukça olduğunu görüyorsunuz. Filmde rol beş<br />

Rum oyuncunun da hiç çekinmeden kahraman<br />

olduğunu söyleyebilirim.<br />

Her oyuncu için diyemeyiz belki ama sanatçı biraz<br />

da böyle olmalı gibi düşünüyor insan, kendi<br />

kararlarını verebilme, risk alma ve farklı olma…<br />

D.Z: Birtakım şeyleri aşabilme ve risk alabilme<br />

gücü var. Gerçekle ve gerçeklikle uğraşıyorsunuz.<br />

Bu çok kolay değil. Sanatçının önemli görevlerinden<br />

bir tanesi dile getirilememiş olanı, güçsüzlerin,<br />

sessizlerin sesi olmaya çalışmaktır. Bu insanlarda<br />

kendi tarihlerinde, kendi resmi görüşlerinin ortaya<br />

çıkma ihtimali olan bir filmde oynadılar. Bu sessizlerin<br />

sesi olma anlamında risk almaları anlamına<br />

geliyor. Gerek yapım, gerek yapım sonrasında bir<br />

yüzleşme projesidir. Hristiyanlık’ta Katolik ve itiraf<br />

kültürünün olduğu yerlerde bunu yapmak daha<br />

kolaydır. Gerçi bundan ibaret değil sadece, zekice<br />

birtakım taktikler var. Kıbrıs, Yunanistan ve bizim<br />

ülkelerde hakikat komisyonlarının işlevsel olacağıyla<br />

ilgili benim kuşkuları var. Bizde aslolan pisliği halının<br />

altına itmektir. Eğer o pislik görülmüyorsa sen normal<br />

hayatına devam edersin. İnsanlar itiraf ettikten sonra<br />

risk alırlar hayatları dağılır. Lafı şuraya getirmeye<br />

çalışıyorum. Bireyler üzerinden yüzleşme biraz zor<br />

olacağı için bunu sanat üstlenecek. Belli insanların<br />

adını vermeden anonim biçimde bunu yapıyorsun.<br />

Gölgeler ve Suretler bu anlamda bir yüzleşme<br />

sunuyor hem Türkler hem Rumlar. Bu da ileride<br />

barışın imkanlarının artmasına yol açacak.<br />

Kameranın döndüğü bir plan var, o çok etkili fantastikti.<br />

İleride fantastik bir film çekmeyi düşünür<br />

müsünüz?<br />

D.Z: Gerilim filmi yaparım ama fantastik… Son<br />

zamanlarda sizi etkileyen filmler nedir diye falan sorulur<br />

ya Pan’ın Labirenti iyiydi. Fantastik yaparsam<br />

öyle bir şey yaparım, o sularda gezinen. Gerçeklikle<br />

ilgili meselesini topu fazla dolaştırmadan vermeye<br />

çalışıyor. Bu söylediği şeyin içine fantastiği de<br />

yerleştiriyor. Ama burada o dokuyu kullanmam çok<br />

mantıklı değildi, aksiyon çizgisinin sade oldu bir iş<br />

yapmak istedim, gerçi fantastik öğeler de var, daha<br />

önceki filmlerimde olduğu gibi.<br />

Bu filme hem bizden hem de Rum kesiminden<br />

haklar ve çıkarların savunumu anlamında bir eleştiri<br />

gelirse neler hisseder?<br />

D.Z: Bir maymunu Gölgeler ve Suretler’in önüne<br />

getirelim. Belleği, kapasitesi ve hayata bakışı çerçevesinde<br />

bu filmi anlayacaktır. (Gülüşmeler)<br />

Klasik sinemaya daha yakın duruşunuz var diyebiliriz,<br />

Antalya’da SİYAD ödülü aldınız ama ana<br />

jüri daha minimal bir film ödüllendirdi. Derviş Zaim


sineması değişiyor ama çizgisini değiştirmeyen<br />

yönetmenler var…<br />

D.Z: Bir gol atıp onun üzerine yatan ve defansa<br />

çekilen adamlar, bir sıfır kazanıyor olsalar da bu<br />

benim hoşuma gitmiyor. Sürekli bir şeyler deneyen,<br />

risk alan insan olarak anılmak hoşuma gidecektir.<br />

Risk almazsanız keşfetme ihtimali ortadan kalkar<br />

ve potansiyelinizi değerlendiremezsiniz. Çok<br />

yoğun izleme yapmadım festivalde, bir ya da iki<br />

film izledim. Bu festivalin omurgası var mıdır, yok<br />

mudur, festival belli tarz sinemanın temsil edildiği<br />

yer midir değil midir’e gidiyor biraz laf. Bu yok,<br />

orada insanları şahsi kimyasıyla oluşan bir şey var.<br />

Buna bir şey deme hakkımız yok, o jüriyi biliyorduk,<br />

kararlarına saygı göstermek durumundaydık.<br />

Geleneksel sanatlar üzerinden gidiyorsunuz filmlerinizde.<br />

Bu filmde önce hangisi oluştu kafanızda?<br />

D.Z: İkisi birbirini çağırır, ikisi bir yerlerde birbirlerini<br />

doygun hale getirmeye yaklaştırır. İkisi birbirini<br />

çağırır ve ortada bir yerde doygunluğa erişirler.<br />

Burada mesele biçimin ve içeriğin arasında bir<br />

dengesizliğin olmamasına, kantarın topuzunun<br />

kaçmamasına dikkat etmemektir. Bu işlerimde<br />

sevdiğim bir şeydir bu…<br />

Siz bu filmin içinde yer almaya nasıl karar verdiniz…<br />

Settar Tanrıöğen: Ben de Kıbrıslıyım… (Gülüşmeler)<br />

D.Z: Ben bir anımızı anlatayım.<br />

Rol çaldınız…<br />

D.Z: Settar Abiyle ilgili bu anlatacağım şey. Belli bir<br />

kalibresi, belli bir düzeyi olan oyuncu. Bunu bilmeyen<br />

de yok zaten. Nokta’nın çekimleri sırasında bir kulübe<br />

vardı, malum tek dam altı. Herkesin sığındığı tek<br />

yer. Settar abi ‘filozofu tanıyor musun’ diye bir laf attı<br />

bana. Filozof Kıbrıslı bir adamın lakabı. Settar abi<br />

tanıma şansına sahip olmuş. Ve etkilenmiş. Taklidini<br />

yapmaya başlamış. Nokta’nın hazırlıkları sırasında<br />

birdenbire arkamda Kıbrıs şivesi duymaya başladım.<br />

90’lı yılların ortalarında Settar Abi’nin gerçekleştirdiği<br />

stand up’ın önemli bölümlerinde filozof varmış ve o<br />

karakterin ağzıyla konuşuyormuş. Nokta’nın çekimleri<br />

sırasında yapılan bu şive Settar Tanrıöğer’in Gölgeler<br />

Ve Suretler’de yer alması için etkenlerden biri oldu.<br />

Yerini hazırladı. (Gülüşmeler) Bunu Fellini’yle Marcello<br />

Mastroianni ilişkisine benzetebiliriz. Hep Mercello<br />

ile çalışıyor ya Fellini. Bir film daha yapacağım<br />

ve bu kez Marcello’yu oynatmayacağım demiş. Marcello<br />

bozulmuş ama bir şey dememiş. Fellini cast için<br />

çeşitli adamlarla görüşmüş ama türlü istediği adamı<br />

bulamamış. Ama gözü şöyle olacak, omzu şöyle<br />

olacak, şöyle bakacak diye anlatıyormuş. Marcello’da<br />

evde çalışıyormuş. Bunlar bir gün kafa çekerken<br />

Marcello tam da istediği adam gibi davranmış.<br />

Sonra Fellini ‘ya sen de olursun aslında demiş’…<br />

(Gülüşmeler…) Bizimkisi de farklı bağlamda ama<br />

yumuşak bir geçiş oldu öyle… Buğra orada yedi yıl<br />

kalmış mesela…<br />

Evet herkesin bir Kıbrıs bağlantısı var galiba?<br />

Buğra Gülsoy: Ben Kıbrıs’a mimarlık eğitimi için gittim.<br />

Orada bir beş yıl kaldım. Daha sonra dönecekken<br />

enteresan bir şekilde orada kaldım ve Devlet<br />

Tiyatroları’nda çalışmaya başladım.<br />

S.Ö: Mimar olamadı, oyuncu oldu… (Gülüşmeler)<br />

Orada okurken bu filmin konusunu oluşturan konulardan,<br />

siyasi havadan haberdar mıydınız?<br />

B.G.: Kıbrıs’a üniversite okumak için gittiğinizde çok<br />

fazla siyasi hayatı içinde yer alamıyorsunuz. Kampüs<br />

içinde evrenizdeki insanlar da çok Kıbrıslı olmuyor.<br />

Ben mezun olduktan sonra Kıbrıs halkının içinde<br />

yaşamaya başladım. Tiyatroda çok değerli insanlar<br />

vardı, onları geçmişlerini dinleyerek Kıbrıs meseleleri-


ini öğrenmeye başladım. Kıbrıs’taki olayların aslında<br />

bizim hiç de Türkiye’den baktığımız gibi olmadığını<br />

öğrendim. Kıbrıs Türk, Kıbrıs Rum, gerçekten de<br />

Adalı. Ortak kültürleri var, bunlar zamanında aynı<br />

köyde, aynı çatı altında yaşıyorlarmış. Onlar Adalılar.<br />

Politikaların baskısından dolayı birbirlerinden<br />

uzaklaştırılmış, düşmanlaştırılmışlar. Bunları gözlemledim.<br />

Bir Settar Tanrıöğen olarak her yerde olma hali var<br />

ama kaliteden ödün vermeden…<br />

S.T: Ne mutlu kaliteli filmler yapılıyor ülkemizde ve<br />

bunlardan azımsanmayacak kadar var. Uluslar arası<br />

anlamda dikkat çeken bir ülkeyiz, üretim ve nitelik<br />

anlamında…<br />

Hangi kriterlere göre rol seçiyorsunuz? Derviş Bey’i<br />

kıramamış olabilirsiniz ama…<br />

S.T: Yok yok kırarım çok kolay kırarım. (Gülüşmeler)<br />

Derviş benim arkadaşım. Kırılması gerekiyorsa çok<br />

rahat kırarım, o da beni… Hikayenin gerçekliği birinci<br />

planda. Bence hikaye oyuncusunu ikna etmek zorunda,<br />

çalışanını ikna etmek zorunda. Senaryonun<br />

gerçekliğine ikna olduğunuz noktada o karakter<br />

orada nasıl dolanıyor ona bakıyorsunuz. Böyle bir<br />

adam tanıyorum, böyle bir karakter olabilir hayatta<br />

dersiniz…<br />

Bir hazırlık süreci oluyor mu, yoksa çıkıp oynuyor<br />

musunuz? Canlandırdığınız karakterler birbiriyle çok<br />

ayrı çünkü…<br />

S.T: Hem çıkıp oynuyorum hem de çok uzun<br />

hazırlanıyorum. Şöyle ki oyunculuk bir insanı tanıma<br />

ve algılama meselesi benim için. Bir karakter çıktı<br />

karşıma gideyim gözlem yapayım, arkadaş olayım<br />

bunlar yalan olur. Bu kadar kısa sürede bir insan<br />

tanınmaz. Eğer siz hayata bakınan bir insansanız<br />

daha önce bu tip karakterler olmuştur hayatınızda,<br />

tanıdık gelmeye başlar. Dolayısıyla insanın ömrüne<br />

yayılan bir hazırlık ve gözlem sürecinden bahsedebiliriz.<br />

Rum bir oyuncuyu canlandırmanız gerekseydi oynar<br />

mıydınız?<br />

Derviş Zaim: O risk bana ait.<br />

S.T: Konuşurduk bu konu hakkında tabii.<br />

D.Z: Rumları Rumlar oynasın istedim. Hiç<br />

bulamadığım noktada da çok iyi konuşan bir Kıbrıslı<br />

Türk’ü tercih ederdim.<br />

Türk sinemasının sıkıntısıdır zaten, yabancıları hep<br />

Türkler oynar…<br />

S:T: Evet gibiymiş gibi yapılmaması gerekir.<br />

İnandırması gerekiyor.<br />

D.Z: Rum oyuncu bulabilmek için adaya gittiğim<br />

sefer sayısı herhalde rekordur. Kuzeyden güneye,<br />

güneyden kuzeye pasaportu doldurdum neredeyse.<br />

Çok sayıda insan reddetti, korktular çünkü. Tekrar<br />

söylüyorum bu filmde oynayan Rum oyuncular birer<br />

kahramandır. Türk oyuncularım da çok emek verdiler<br />

ama onların yaptıkları çözülmemiş politik br<br />

risktir, saygıdeğer bir konuma getiriyor bu da onları.<br />

Size Kıbrıs Rum kesiminden Türk oyuncuları<br />

oynamanız yönde bir teklif gelse kabul eder misiniz?<br />

S.T: Olasılıklar ve koşullar üzerine konuşuyoruz.<br />

Derviş bir Rum yönetmen olsaydı, aynı senaryo<br />

olsaydı tabii ki oynardım.<br />

B.G: Benim kafamda Kıbrıs hakkında oluşmuş<br />

bir fikir var. Bunu Rum tarafından biri de yazabilir,<br />

İspanyol birisi de, fikirlerim doğrultusundaysa oynamak<br />

isterim.<br />

Sizin rolünüzde bir dervişlik, bir delilik, o ciddi<br />

havayı biraz da olsa kırma hali var…<br />

S.T: En masum karakterler arasında Cevdet ve ilk


olarak o ölüyor. Üstelik bir savaşın içinden geçip<br />

gelmiş, savaş görmüş birisi. Aklının gidip gelmesi<br />

belki de biraz ondan.<br />

Ahmet nasıl birisi?<br />

B.G: Ahmet aslında filmin içinde kendi karakterini<br />

oluşturmaya çalışan bir genç. Köyün<br />

delikanlılarından biri, kahvede çalışıyor. Muhtemelen<br />

anne babası ölmüş veya yok. O yüzden işte<br />

baba konumuna getirdiği bir adam var. Bu süreçte,<br />

o toplumsal baskıların içinde kendini ait hissedeceği<br />

bir yer arıyor ve onu da milliyetçi duygularda buluyor.<br />

Çatışma sahnesine gelelim, çünkü Türk<br />

sinemasında pek benzerini görmedim. Çatışarak<br />

geri çekiliyorlar. Oyuncu ve yönetmen olarak neler<br />

söylersiniz o sahnelerle ilgili…<br />

S.T: Yağmur yağdı ve çekemedik… (Gülüşmeler.)<br />

D.Z: Şimdi gelelim komedilere. İlk gün çekmeye<br />

başladık, o ana kadar damlayan hava yağmaya<br />

başladı. Setup değiştirip kapalı bir yere geçelim<br />

dedik. Orada oynatmam gereken oyuncu<br />

İstanbul’daydı. Komutanı canlandırdığım sahne<br />

o gün çekilmek zorunda kalındı. Etrafta oynayacak<br />

adam kalmamıştı, herkes bir şekilde gözükmüştü.<br />

Bizde Derviş Zaim son yılların kendisini filmlerinde<br />

gösteren yönetmenler modasına uydu mu diye<br />

düşündük…<br />

D.Z: Hiç öyle bir hırsım yok. Hayat şartları buraya<br />

getirince yapmak zorunda kalıyorsun, kendimi başka<br />

yerlere getirmek gibi büyük hırslarım yok. İlgili sahnelerde<br />

Buğra’nın sigara tutkusu, terlemesi, astımını<br />

olması bizi bir hayli zorladı, düşündürdü.<br />

B.G: Bundan sonra özellikle dikkat edeceğim, koşma,<br />

çatışma varsa iki kere düşüneceğim. (Gülüşmeler)<br />

D.Z: Tarlalarda köye doğru koştuğu sahne var<br />

Ahmet’in. Ciğerleri tekrarlar nedeniyle zorlanmaya<br />

başlamıştı. Tarlada yılan görmüş tekrarlardan birinde.<br />

B:G: Ben yedi sekiz yıl Kıbrıs’ta yaşadım. Yılanlar<br />

çok meşhurdur özellikle bahar mevsimi geldi mi<br />

yuvalarından çıkarlar. Yedi yıl görmedim, orada<br />

gördüm. Kaçmaya başladım.<br />

D.Z: Durması gereken yerde durmadı, kaçmaya<br />

başladı. Bunlar işin tuzu biberi. Yoğun bir program<br />

oldu, işin altından kalkmak için çok yoğun çalışıldı<br />

herkese çok teşekkür ediyorum. Filmde etken olan<br />

erkek oyuncular ama iki kadın oyuncunun gözü<br />

pekliği de gözden kaçmıyor.<br />

S.T: Cevdet’in erkekliği çenesinde kalmış…<br />

B.G: Ben şunu söylemek istiyorum birde. Çatışma<br />

sahnelerinde köy halkını Akdeniz Üniversitesi’nden<br />

Radyo tv sinema bölümünde okuyan arkadaşlarımız<br />

oynadılar, yardımcı oldular. Toplu olarak çok iyi organize<br />

olmak lazımdı, çok iyi oynadılar. Köyden yaşlılar<br />

vardı.<br />

Filmin zamanlaması için neler söylersiniz, şu aralar<br />

Kıbrıs meseleleri tekrardan..<br />

D:Z: Kıbrıs ve Kıbrıs meselesi her zaman gündemdedir<br />

ama Türk basını Kıbrıs’ın satmadığını düşündüğü<br />

için yukarılara taşımaz. Kıbrıs her zaman sıcak bir<br />

konudur. Ama evet, geçmişle kıyaslandığında daha<br />

fazla bir kaynama var. Ama bunun hesabını kitabını<br />

yaparak bu filmi yapmadım. Çamur’u yapmıştım<br />

Kıbrıs’ta çekememiştim ama bunu Kıbrıs’ta yaptığım<br />

için mutluyum. Otantik temsil bağlamında ki buna<br />

çok değer veririm ben taşların yerine geldiği bir film<br />

oldu bu. Oranın coğrafyasını, atmosferini, eşyasını<br />

kullandık. Bu açıdan mutluyum.<br />

İlk filmini çeken yönetmenlerle de çalışıyorsunuz,<br />

deneyimli yönetmenlerle de… Aradaki denge ve<br />

sıcaklığı nasıl kuruyorsunuz?


S.T: Onlarla tanışıp, çalıp, sohbet edip<br />

çalışabilmek benim için mutluluk verici. Kıyaslama<br />

yapamıyorsunuz. Ben zaten benimsemediğim,<br />

sevmediğim karakterleri oynamıyorum. İlk filmini<br />

çekecek olan yönetmenle bile sohbet esnasında<br />

tanıyorsunuz, az çok ne yapmak istediğini<br />

anlıyorsunuz. Ortak dil, arkadaşlık oluşuyor<br />

aranızda. İşini yapabilmek için olmazsa olmaz<br />

kural. Arkadaş değilsen, birbirini sevmiyorsan<br />

yapamazsın… Bütün işler için geçerli bu ama sinemada<br />

daha farklı. Hemen fark edilir, birbirine yan yan<br />

bakan iki insan.<br />

Çok fazla filmde rol alıyorsunuz, çok fazla<br />

arkadaşınız ve uyumlu çalıştığınız insan var sonuçta?<br />

S.T: Evet evet çok arkadaşım var bu sektörde. Bundan<br />

da mutluluk duyuyorum. Tek başıma olsaydım<br />

Cevdet gibi bir olurdum, ne güzel işte böyle olması.<br />

İkinci sinema filmin… Bundan sonarsı için neler<br />

düşünüyorsun?<br />

B.G: Mimarlık okudum ama artık oyunculuk<br />

yapmayıp mimarlık yapacağım diyeceğim bir noktada<br />

değilim…Mimarlığı bıraktım, zaten yapamam<br />

artık bu noktadan sonra. Kendimi geliştirmem lazım.<br />

Oyunculuğa kanalize olmuş durumdayım. Diziyi para<br />

kazanmak için yapıyorum. Tiyatroda yapıyorum.<br />

S.T: Yok canım, oynarım bende. Versinler paramızı<br />

oynarız, niye oynamayalım. Dizilerden şikayetçi<br />

değilim, sinemanın uluslar arası arenada bu kadar<br />

gelişmesinde dizilerin de katkısı var. Sektör çalışıyor,<br />

insanlar da bu sektörde kalıyor. Ben başka bir iş<br />

yapıyor da olabilirdim, Buğra mimarlık yapardı tekrardan.<br />

B.G: Beni dizilerde izleyenler belki sonrasında sinema<br />

filminde çalışmak istiyorlar. Bu da önemli bir şey.<br />

Ama şöyle bir şey var. Tiyatro ve sinemada üretim<br />

söz konusuyken, dizide para kazanıyoruz ama orada<br />

bir süre sonra tüketmeye başlıyorsun. Sinemada<br />

canlandırdığınız karakterin başı sonu belli ama dizide<br />

uzadıkça uzuyor. Sonsuz bir şey, bir süre sonra<br />

tükendiğini hissediyorsun. Eleştiren birisiyim ben bir<br />

de kendimi, perdede izlerken… Sonrası için hep iyisi<br />

derim.<br />

S.T: Olmazsa olmaz bir oyuncu duygusudur. Her<br />

planın arkasından bu daha güzel olabilirdi dersin<br />

yani. Tutulmamak lazım, onun sonu yoktur yani…


Kuzey amerika (Hollywood)<br />

film endüstrisinin<br />

erken keşfettiği şeylerden<br />

biri de, iyi gişe yapmış,<br />

seyirci desteğini arkasına<br />

almış filmlere devam<br />

bölümleri çekerek, asıl<br />

hikâyenin rüzgarıyla<br />

para kazandırmaya<br />

devam ettirecek<br />

filmler, tabiri caizse;<br />

tek bir portakalla<br />

bir sürahi portakal<br />

suyu yapmaktır.<br />

MURAT TOLGA ŞEN<br />

n Ola ki bir film beğenildiyse,<br />

giderek düşürülen bütçelerle<br />

ve iyice zavallılaşan oyunculuklarla<br />

çekilen ismi aynı,<br />

cismi farklı filmlerle, asıl esere<br />

aidiyet geliştiren seyircinin<br />

söğüşlenmesi devam eder.<br />

Erken dönemlerden beri süregelen<br />

seriyal mantığından<br />

farklı, her bölümün ayrıca<br />

paketlendiği işlerdir bunlar...<br />

Bu zihniyetin egemen olduğu<br />

bir film endüstrisinin çektiği<br />

devam filmleri de bazı istisnai<br />

durumlar dışında rezil işlerdir<br />

doğal olarak...<br />

Ama öyle devam filmleri


de vardır ki selefinin o türe getirdiği tüm<br />

beğenileri daha üst seviyelere taşır ve bir devam<br />

olmaktan uzaklaşıp hikâyenin aslı olmaya<br />

hak kazanır. Bu epey ender görülen bir durum<br />

olduğundan hatırlaması da hatırlatması da<br />

keyiflidir. Sinefiller nazarında kıymetli bu filmlerden<br />

bir seçki yapıp okurlarla paylaşmanın<br />

tam sırasıdır o zaman... İşte Murat Tolga Şen’in<br />

kişisel sinema süzgecinden geçen en iyi 10<br />

devam filmi!<br />

TERMINATOR 2 JUDGMENT DAY /<br />

TERMİNATÖR 2: MAHŞER GÜNÜ<br />

James Cameron<br />

ilk filmle<br />

seyirciyi tam<br />

ensesinden<br />

yakalayıp,<br />

distopik bir<br />

altmetine<br />

bağlı müthiş<br />

bir “tavşan<br />

kaç, tazı tut”<br />

öyküsünü<br />

peliküle<br />

aktarmıştı.<br />

Devam filminin<br />

benzer<br />

bir başarıyı<br />

yakalaması korunan yönetmen ve oyuncu<br />

kadrosu ile elbette mümkündü ama Cameron,<br />

yeni palazlanan CGI efektlerin sınırlarını zorlayarak<br />

tam bir adrenalin bombası yaratmayı<br />

başardı. İlk filmin kötü yokedicisini bu defa bir<br />

koruyucuya çeviren öykünün dur durak bilmeyen<br />

aksiyonu dönemin izleyicisini ki bunlardan<br />

biri de benim, kelimenin tam anlamıyla koltuğa<br />

çivilemişti. Konuşamayı çok sevmeyen T800’ün<br />

“I’ll be back” ve “Hastalavista baby” replikleri<br />

dillere pelesenk olmuştır ve hala üzerinden<br />

espri yapılmaya devam edilmektedir. Robert<br />

Patrick ve Edward Furlong hayatlarının rollerini<br />

oynarlar. Terminator 2, hala çok etkileyici ve<br />

muhteşem görünüyor.<br />

STAR WARS 5: EMPIRE STRIKES BACK / YILDIZ<br />

SAVAŞLARI 5: İMPARATOR<br />

Star Wars fanları<br />

arasında James<br />

Cameron’dan pek<br />

hoşlanmayan bir<br />

sürü insan vardır<br />

ve Empire Strikes<br />

Back onların<br />

argümanlarının<br />

temelini oluşturur.<br />

Tartışmasız kabul<br />

edilir ki tüm Star<br />

Wars bölümleri<br />

içinde en iyisi İngiliz<br />

yönetmen Irwin<br />

Kershner’in elinden<br />

çıkma 5. bölümdür.<br />

Macerasıyla ve<br />

karakterler kattığı derinlikle en zevkle izlenen Star<br />

Wars filmi olan Empire Strikes Back aynı zamanda<br />

en karanlık Star Wars evrenini inşaa eder. Karlarla<br />

kaplı Hoth gezegeni savaşı, Lando ve Yoda’nın<br />

maskaralıkları ve daha bir sürü şey yüzünden<br />

olağanüstüdür. Daha ileri gidersek, yetişkinler<br />

için yapılmış içinde salakça bir çocuksu ruh<br />

barındırmayan tek SW bölümü de budur. Lucas<br />

Revenge of the Sith’de aynı duyguyu yeniden<br />

oluşturmayı denemiş olsa bile ağzına kadar CGI’a<br />

boğulmuş bu bölüm, Empire Strikes Back’in<br />

yarattığı fantazmanın yakınından bile geçemez.<br />

MAD MAX 2: THE ROAD WARRIOR<br />

George miller uçsuz bucaksız Avustralya düzlüklerinde<br />

300.000 $’cık bütçeyle ilk mad Max<br />

filmini çekerken böyle bir başarıyı asla öngörmüyordu<br />

ama film gişede tam anlamıyla patladı. Herkes<br />

Çılgın Maks’a ve onun Post Apokaliptik soslu<br />

bir dünyadan geçen macerasına bayılınca hemen<br />

bir devam bölümü çekildi. Bu defa Miller’ın elinde<br />

7 kat daha fazla bir bütçe vardı ve yönetmen tüm<br />

yaratıcılığını kullanıp, bu defa post apokaliptik<br />

duygunun da altını iyice çizerek, aryan ırk yüceltmesi<br />

ile dolu bu bölümü çekti. Sonuç: muhteşem...


Arıza adam Max dışındaki karakterlerin dahi<br />

kendi hayran kitleleri oluştu ve film öyle etkili<br />

oldu ki hemen sonrasında özellikle İtalyan rip<br />

off’cu sinemacılar tarafından yüzlerce taklidi<br />

çekildi. 2010 yılı seyirliklerinden biri olan The<br />

Book of Eli dahi bu filmden çok güçlü esinlenmeler<br />

içerir. Hala en keyifle izlenen düstopik<br />

macera filmlerinden biridir. Ama dikkat: Kendi<br />

şahsi fikrime göre sinema salonu dışında<br />

izlendiğinde sinematografisinden çok şey<br />

yitirebilir.<br />

THE GODFATHER 2 / BABA 2<br />

Sicilyalı Corleone<br />

ailesinin Amerika’da<br />

kurduğu suç<br />

imparatorluğunun<br />

epik öyküsünü anlatan<br />

Baba filminin<br />

devamı olan Baba<br />

2 ilk filmden daha<br />

sakin ama daha<br />

yoğun ve oturmuş<br />

bir anlatıma sahiptir.<br />

İlk filmle hikâyeyi<br />

bitirdiğini düşünen<br />

Francis Ford Coppola<br />

bu filmi çekmek<br />

için pek istekli değildir ve bu yüzden,<br />

stüdyonun işine ve bütçeye karışmaması ve<br />

filmin adının The Godfather Part 2 olması gibi<br />

güçlü şartlar ileri sürer. Hala dumanı tüten ilk<br />

filmin yarattığı etki ve kazanç yüzünden stüdyo<br />

tüm şartlarını kabul eder. Amerikan sinema<br />

tarihinde numaralandırılarak isimlendirilen<br />

ilk filmdir ve ayrıca “En iyi film” Oscar’ını<br />

alan tek devam filmidir. Baba 2, Corleone<br />

saltanatının erken dönemlerini ve aslında<br />

bu işlere hiç bulaşmak istemeyen Michael<br />

Corleone’nin değişimini müthiş bir harman<br />

ve yoğun bir dönem duygusu içinde verir.<br />

Filmin tek günahı biraz fazla maskülen, fazla<br />

maço ruh hali içinde olmasıdır, hatta Michigan<br />

üniversitesinin yaptığı bir araştırmaya<br />

göre erkeklerin testosteron seviyelerini en çok<br />

yükselten film. Baba 2’yi izleyen erkeklerde<br />

hormon seviyesinin yüzde 30’a varan ölçülerde<br />

yükseldiği tespit edilmiş. Bu türden bir<br />

araştırma yapılması bile filmin sinema tarihindeki<br />

yerini anlamaya yardımcı oluyor. 70’Lerin<br />

muhteşem oyuncularının bir tür resmigeçidi<br />

olan Baba 2 çekilmiş en iyi “mafya” filmi olarak<br />

hafızalardaki yerini korumakta...<br />

ALIENS / YARATIKLAR<br />

Aslında bu filmi listeye sokup sokmamakta<br />

epey kararsızım. Üstelik neredeyse tüm “devam<br />

filmi” listelerinde ilk film seçilmesine<br />

rağmen... Aliens kesinlikle çok başarılı bir<br />

film. Kendini Terminator’le ispat etmiş James<br />

Cameron’un elinden çıkmış muhteşem bir<br />

macera sunuyor ve 10 yıllar boyu taklit edilecek<br />

bir “ekip” şablonu/klişesi üretiyordu ama<br />

Aliens, Ridley Scott’un ağır tempolu, daha<br />

gelecekçi fikirlerle dolu filminin devamı gibi<br />

durmuyordu. Uzaylı yaratık için başka bir tarifti<br />

sanki bu ve çok sevdiğim bir film olmasına<br />

rağmen hala ilk filmden daha başarılı olduğunu<br />

düşünmüyorum ama yine de yazmak gerekir<br />

çünkü en az onun kadar iyi!<br />

BATMAN THE<br />

DARK KNIGHT /<br />

BATMAN KARA<br />

ŞÖVALYE<br />

Christopher Nolan<br />

çektiği iki Batman<br />

filminde de açık<br />

bir şekilde eski<br />

filmlerden hıncını<br />

almaya, mitosu<br />

yeniden ama temellerini<br />

yıkarak<br />

yaratarak onları<br />

giderek güçsüz<br />

düşürmeye ve<br />

Batman denilence akla gelen tek isim olmaya<br />

çalışıyor. Bunu bir anlamda başardığını<br />

söyleyebiliriz. Zaten nefret edilen uyarlamaların<br />

sahibi Joel Schumaer’i şu an kimse bir Batman<br />

yönetmeni olarak hatırlamıyor. İş Tim<br />

Burton‘un gotik setleri ve kurgusunu aşmaya<br />

gelince Nolan’ın, bu filmlerin ve Burton’un<br />

yaramaz çocuk tavrının altında kaldığını ve<br />

bu sebeple Batman’i çizgi roman köklerinden<br />

uzaklaştırarak yeni bir gerçekliğe oturtmaya<br />

çalıştığını görüyoruz ve ne yazık ki pek sevinemiyoruz.<br />

Christopher Nolan’ın Batman’ı<br />

sıradan bir polisiye kahramanına indirgeyen


müdahalesi tartışmalı olsa da yeni Batman<br />

serisi son yılların en sansasyonel filmleri<br />

olmayı başarıyor. Tim Burton’un yarattığı<br />

fantastik evrenden hızla uzaklaşan serinin<br />

ilk filmi epey iyiydi ama devam filmi rahmetli<br />

Heath Ledger’in elinden çıkma enfes bir Joker<br />

kompozisyonu sayesinde çekilmiş en iyi<br />

Batman filmi olmayı başardı. Asıl karakteri<br />

biraz harcamış gibi görünen bu maceranın<br />

ardından daha iyi bir Batman bölümünün gelip<br />

gelmeyeceği ise şimdilik muamma...<br />

STAR TREK: WRATH OF KHAN / UZAY<br />

YOLU: HANIN GAZABI<br />

Star Trek haranlarını sevinçten havalara<br />

zıplatan ilk filmin ardından gelen<br />

bu devam bölümü, Kaptan Kirk’in en<br />

belalı düşmanlarından biri olan Han ile<br />

kapışmasını anlatmakta ve bunu çok da<br />

güzel yapmaktaydı. Setleri, efektleri ve<br />

makyajları ile hala hatırlanan karanlık bir<br />

maceradır. 80’ler çocuklarının en sevdiği<br />

bölümlerden biridir ve son Star Trek filminde<br />

tekrar edildiği üzere enfes bir “kulağakaçan<br />

böcük” sekansı içerir. Sinema tarihinin<br />

en sevilen karakterlerinden biri olan Mr.<br />

Spock’un öldüğü bölüm olarak fanlarının<br />

sinemadan hıçkırıklar içinde, salya sümük<br />

çıkmasına sebep olmuştur. Aslına<br />

bakarsanız Mr. Spock bu filmde net bir<br />

şekilde ölüyordu ama ön gösterimlerde bile<br />

Star Trek hayranları o kadar üzüldü, (biri tuvalette<br />

intihar etmeye kalktı) öyle güçlü tepki<br />

verdiler ki, yapımcılar finali yumuşattılar.<br />

Sonraki devam bölümü olan Search for<br />

Spock’da Vulkanlımız aklı biraz karışmış<br />

olarak ama sapasağlam geri döndü.<br />

Meraklısına not: Filmin asıl isimlendirmesi<br />

Revenge of the Khan<br />

şeklindedir fakat George Lucas Star<br />

Wars serisinin 6. bölümünün adının<br />

Revenge of the Jedi olduğunu belirterek<br />

Paramount’u mahkemeye vermiş<br />

ve yapımcılar filmin ismini değiştirmek<br />

zorunda kalmıştır. Komik olan ise<br />

Lucas’ın son anda filmin adını Return<br />

of the Jedi olarak değiştirmesi<br />

olmuştur yani yememiştir, mundar<br />

etmiştir.


NIGHTMARE ON<br />

THE ELM STREET:<br />

DREAM WARRIORS<br />

/ ELM SOKAĞI KA-<br />

BUSU 3<br />

Freddy Krueger’in<br />

80’lerin sevişken<br />

gençlerini parça<br />

pinçik ettiği bu<br />

serinin 3. filminin<br />

en iyi bölümü<br />

olması da istisna<br />

içinde istisnadır<br />

zannımca... İlk iki<br />

bölümde kümesteki<br />

tavuk kadar zavallı avlar olan gençlerin<br />

canlarına tak edip de Freddy’nin alanına FRP<br />

oyunlarındakine benzer güçlerle donanmış<br />

olmaları jilet eldivenli ucubeye bir miktar sıkıntı<br />

yaratsa da filmin finalinde herkes patronun kim<br />

olduğunu öğrenir. Freddy’nin annesiyle ilgili<br />

pek çok yeni bilgiyi seyirciye aktaran 87 yapımı<br />

Dream Warriors’un en akılda kalan oyuncusu<br />

da muhteşem güzelliği ile Patricia Arquette’dir.<br />

Film, çocukların uykuya dalmamak için kendi<br />

gözkapaklarını kesmeleri gibi şimdilerde ağır<br />

gelebilecek fikirler içerir. Soundtrack’i ile de<br />

öne çıkan bir filmdir ve Dokken’in Dream Warriors<br />

parçası hala hatırlanır.<br />

SUPERMAN 2<br />

İlk Süpermen filmi<br />

büyük sükse yapıp<br />

yapımcının cebini<br />

de doldurunca hemen<br />

ikincisi sipariş<br />

edildi tabi... Aslında<br />

Süpermen filmlerine<br />

çok düşkünlüğüm<br />

yoktur. Bu kadar<br />

idealize ve kimi<br />

zaman aptal bir<br />

karakteri seyretmekten<br />

sıkılmamak<br />

mümkün değil<br />

ama serinin 2. bölümü Süpermen’in karşısına<br />

çıkan Sürgündeki Kriptonlu General Zod ve<br />

iki yardakçısının hem dünyalılara hem de<br />

Süpermen’e yaşattıkları zulüm yüzünden feci<br />

seyredilesidir. Her şeyiyle ilk filmden ve kendinden<br />

sonra gelenlerden daha iyi bir macera<br />

sunar. Filmde “oh my god!” diyen dünyalıya<br />

generalin “No, my name is Zod!” dediği sahnesi<br />

için bile yüzlerce kez izlenebilir.<br />

DAWN OF THE DEAD / ÖLÜLERİN ŞAFAĞI<br />

George A. Romero’nun Night of the Dead,<br />

Dawn of the Dead ve Day of the Dead’den<br />

oluşan zombi üçlemesinin bence en iyi filmidir.<br />

Film içerdiği müthiş tüketim toplumu<br />

eleştirisi ile sadece bir korku filmi olarak<br />

hatırlanamayacak bir olgunluğa erişir. Filmin<br />

eleştirisini yükselttiği anlardan birinde bir<br />

alışveriş merkezine sığınarak sağ kalanlardan<br />

biri diğerine “neden hepsi buraya geliyor” diye<br />

sorar ve öteki cevap verir “başka bir yer bilmiyorlar<br />

da ondan” Kapitalizmin hücrelerimize<br />

kadar işlediğini hissettiren bu filmi iyi yapan<br />

şeylerden biri de Tom Savini’ini müthiş makyaj<br />

ve efektleri ile şenlenen ve vahşetin sınırlarını<br />

zorlayan şiddet içeriğidir. Aradan geçen onca<br />

yıla rağmen hala çok sert ve kehanetleri<br />

doğrulanan bir sinema klasiği... Romero’nun<br />

en muhteşem yapıtı.


n Çoğu dizi severin yabancı diziden<br />

anladığı Amerikan dizileri olsa da,<br />

bilen bilir İngiliz dizilerinin farkını.<br />

İzleyicinin ahlaki olarak hasar görmesini<br />

daha az kafaya takan sivri dilli<br />

İngilizler, çoğu zaman şaheserler<br />

yaratırlar. Esprileri, dramları,<br />

şiddetleri çok daha gerçek, çok daha<br />

serttir. İngiliz yapımı deyince aklına<br />

sadece Office, Coupling, Doctor Who,<br />

Merlin ve -maalesef hala- Benny Hill<br />

Show gelenlere biraz daha bilgi vermekte<br />

fayda var.<br />

İngiliz dizileri, çoğunlukla hemen<br />

Amerikan versiyonları yapılacak kadar<br />

iyi olmalarına rağmen, sağlam<br />

bir mide, esnek bir ahlak ve arsız bir<br />

espri anlayışı gerektirir çoğu zaman.<br />

Tutucu, at gözlüklü izleyiciye hitap<br />

etmez. Kıvrak bir zeka, ince ama haşin<br />

bir zevk sahibiyseniz keyiflidir. Bir de<br />

tabi güzel müziğin O.C. tarzı Amerikan<br />

gençlik dizilerinde çalan Indie<br />

gruplardan ibaret olmadığını bilen,<br />

müzikten anlayan kulaklar lazımdır.<br />

Gerçek televizyon deneyimi için, kendine<br />

güvenen her izleyicinin Krallığa<br />

bir şans vermesi gerekir. İşte Ada’dan<br />

ithal en güzel diziler.<br />

Hex: 2004 yapımı cadılı, şeytanlı bir<br />

gençlik dizisi olan Hex’in en büyük<br />

özelliklerinden biri, bugünlerde<br />

yıldızı artık iyice parlayan Michael


Fassbender’ın Azazeal isimli iblisi<br />

canlandırmasıydı. Şatodan bozma bir yatılı<br />

okulda geçen dizi, cadı soyundan bir kız<br />

öğrenci ve onun arkadaşı olan bir hayaletin<br />

bu iblisle savaşını anlatıyordu. İkinci sezonda<br />

diziye giren 445 yaşındaki cadı Ella Dee ile<br />

bambaşka yollara giren hikaye, ne yazık ki tadı<br />

damağımızda kalarak son bulsa da, Buffy’den<br />

beri gördüğümüz en leziz avcılarından biri<br />

olan Ella, unutulmaz bir karakter olarak<br />

hafızalarımıza kazındı. Asıl hüsran ise, dizinin<br />

yapımcılarından yeni bir başyapıt beklerken<br />

başarısız bir modern Van Helsing uyarlaması<br />

olan Demons ile karşımıza çıkmaları oldu.<br />

Being Human: Şu aralar oldukça vasat Amerikan<br />

versiyonuyla gündemde olan Being Human,<br />

günümüzün en başarılı doğaüstü hikayelerinden<br />

biri. Hassas ve gergin kurt adam<br />

Torchwood: Doctor Who’nun spin off’u –aynı<br />

zamanda da anagramı- olan bilimkurgu, bir zaman<br />

doktorunun ekibi ile çoğunlukla Cardiff’te<br />

yaşadığı maceraları konu alıyor. Romantik bir<br />

gay olan Amerikalı Captain Jack Harkness,<br />

izlenesi bir karakter. Doctor Who’nun çocuksu<br />

anlatımına ve retro efektlerine tahammül edemeyenler<br />

için daha olgun, ayakları daha yere<br />

basan, sarsıcı bir fantastik hikaye Torchwood.<br />

Bilimkurgu sevenlerin baş tacı yaptığı dizi, beş<br />

bölümlük özel son sezonu “Children of Earth”<br />

ile tadımlık olarak hasret giderdiğimiz ama bir<br />

an evvel uzun bir sezon ile karşılaşmaya can<br />

attığımız dizi.


George, kırılgan sevimli hayalet Annie ve<br />

seksi vampir Mitchell, oldukları gibi, yani aşırı<br />

İngilizken mükemmeller. Dizinin başarısının<br />

altında yatan şey müthiş bir fikir değil, İngiliz<br />

eli. Yoksa, üç gerçeküstü karakteri ev arkadaşı<br />

yapmak tek başına bir şey ifade etmiyor. Bunu<br />

reytinglerde hüsrana uğrayacak Amerikan versiyonu<br />

da kanıtlayacak. Siz siz olun taklidine<br />

hiç bulaşmayın, oturun üçüncü sezonu taze<br />

başlamış olan İngiliz dostlarımızı izleyin.<br />

Misfits: Asla ve asla Amerikanlaştırılamayacak<br />

dizilerden biri de Misfits. “Tutunamayan beş<br />

genç suçluya süper güçler verirseniz ve onları<br />

Hollywood ekseninden çıkarıp dünyayı kurtarma<br />

misyonundan arındırırsanız ne olurdu?” sorusuna<br />

cevap niteliğindeki hikaye, insanı kahkahalara<br />

boğan, küfürbaz, ar damarı çatlamış<br />

karakterleri ile tam bir eğlence. Bir İngiliz dizisi<br />

ile bir Amerikan dizisi arasındaki farkı daha iyi<br />

gösterebilecek bir dizi yok sanki. Bir bölüm Heroes<br />

ile bir bölüm Misfits izleyip siz de deneyebilirsiniz<br />

bunu. Espri kalitesi ile de çoğu yapımı<br />

geride bırakan Misfits’i izledikten sonra insanın<br />

canı bir süre Amerikan dizilerine bakmak bile<br />

istemiyor açıkçası. Özellikle gençlik dizilerinin<br />

en önemli unsurlarından biri haline gelen müzik<br />

seçimleri ile de bir numaraya oturan Misfits,<br />

İngiltere’nin hala müziğin beşiği olduğunu bize<br />

kanıtlıyor adeta.<br />

Luther: İdris Elba’nın karizmanın kelime anlamı<br />

haline dönüştüğü dizi, aslında basit bir polisiye.<br />

Karanlık ve aydınlık arasında gidip gelen,<br />

kendine has yöntemleri ve sıra dışı bir kanun<br />

anlayışı olan dedektif John Luther’ın zekası<br />

hepimiz hayran bırakırken, insani gelgitleri de<br />

kafamızı kurcalayıp duruyor. Sonuç olarak gerek<br />

müzikleriyle, gerek ağırlığı altında ezildiğimiz<br />

senaryosuyla bizi kendine aşık ediyor. O altı<br />

uzun bölüm dişimizin kovuğuna bile yetmese de,<br />

neyse ki etkisi uzun sürüyor. Bir kanun adamı<br />

ile sosyopat bir katilin garip ilişkisini hikayenin<br />

zeminine yerleştiren dizi, ciddiyetle üzerinde<br />

durulması gereken bir yapım.<br />

Bütün bu güzel dizilerin tek handikapları ise<br />

çoğunlukla kısacık tutulan bölüm sayıları.<br />

Bir yandan 55-60 dakikaya varan süreleri ile<br />

tadımlık değil doyumluk bölümlerle karşımıza<br />

çıkarlarken, 6 ila 12 bölümden oluşan kısa<br />

sezonlarıyla hayal kırıklığı yaratıyorlar.<br />

Değişmesi pek de muhtemel görünmese<br />

de, bir gün en kısası 12 bölüm olacak İngiliz<br />

sezonlarının hayalini kurmamak mümkün değil.


72. Koğuş’un<br />

Meryem’i Songül<br />

Öden filmde<br />

canlandırdığı<br />

karakterin<br />

yaşadıklarından<br />

yola çıkarak erkek<br />

dünyasının kadını<br />

cinsel anlamda<br />

sömürdüğünü<br />

söylüyor.


SERDAR AKBIYIK<br />

n Orhan Kemal’in 72. Koğuş filmi Kerem Alışık<br />

ve Yavuz Bingöl tarafından sinemaya uyarlandı.<br />

Hülya Avşar ile Songül Öden’in performansları çok<br />

konuşuldu. Zor bir çekim sürecinden geçen Songül<br />

Öden’e teybimizi uzattık. Kadınlar koğuşundaki<br />

idamlık mahkum Meryem’i canlandırırken en çok<br />

neden etkilendiğini sorduk. İntihar sahnesinden çok<br />

etkilendiğini söyleyen Songül Öden Hülya Avşar’ın<br />

tecavüz sahnesinde senaryo gereği diğer kadınların<br />

tecavüze yardım etmesini unutamadığını söyledi.<br />

İdam, suç ve ceza sistemi, ünlü olmanın oyuncu<br />

üstünde yarattığı baskı, hadım kanunu ve daha bir<br />

çok konu üzerinde konuştuk Öden ile. İşte ilginç bir<br />

röportaj daha…<br />

Proje size nasıl geldi?<br />

Yavuz Bingöl, Kerem zaten arkadaşımdı, bu projeyi<br />

yapacaklarını biliyordum. Daha sonra beni<br />

çağırdılar ve Meryem karakteri olduğumu söylediler,<br />

okumamı istediler. Uyarlama yapmak istediklerini<br />

söylediler. Ben daha önce Ayfer Tunç’un<br />

uyarlamasında çalışmıştım. Onu önerdim ve onlar<br />

da birbirlerini çok sevdiler. Hikaye böyle geldi ve<br />

ben de çok sevdim.<br />

Rolünüze hazırlanırken özel bir çalışmanız oldu<br />

mu?<br />

Bu mesleki bir şey, bir işe başladığınız, konsantre<br />

olduğunuz zaman bazı şeyleri algılamaya<br />

başlıyorsunuz. Hikayedeki öyküye benzer insanlara<br />

bakıyorsunuz. Öyle insanlar sizin dikkatinizi çekiyor.<br />

Bugüne kadar getirdiğiniz birikimlerinizde de<br />

benzer kişileri hatırlıyorsunuz. Beni bir fotoğraf çok<br />

etkiledi. Her işime böyle bir fotoğrafla başlamıyorum<br />

fakat canlandırdığım karakterin hamile olması ve<br />

çocuğu doğurur doğurmaz idam edilecek olması<br />

beni çok etkiledi. Yardım kampanyalarının birinde<br />

bir resim gördüm. Bir kız çocuğu ve saçı usturaya<br />

vurulmuş. Belli ki bitlenmiş çocuk, sinekler geziniyor<br />

etrafında ve biri ona yemek yedirmeye çalışıyor. O<br />

resim beni o kadar çok etkiledi ki kesip senaryoma<br />

yapıştırdım. Hamile olduğunun ilk söylendiği ve intihar<br />

edeceği sayfaya yapıştırdım o resmi. O benim<br />

için rehber oldu. Senaryonun duygusuna başka<br />

bir boyut getirdi. Böyle bir projeye başladığınızda<br />

bütün argümanlarınız değişiyor. Öyküyle ilgili veya<br />

ona benzer hikâyeleri okumaya başlıyorsunuz. Öyle<br />

insanlar tanımaya başlıyorsunuz.<br />

Romanı okudunuz mu veya daha önceki filmi izlediniz<br />

mi?<br />

Evet, ikisini de daha önce okudum ve izledim. Bu<br />

süreçten sonra ikisine de tekrar baktım.<br />

Türk sinemasında ve edebiyatında önemli bir yeri<br />

olan böyle bir projeyi hayata geçirmek çok büyük bir<br />

sorumluluk gerektiriyor herhalde.<br />

Proje fikri Kerem Alışık’tan çıktı; hatta Yavuz ve<br />

çevredeki insanlar daha muhalefetle baktılar. “Daha<br />

önce yapıldı bu iş, oyunu da oynandı ve başarılı<br />

oldu acaba başka bir iş yapsak mı” fikri vardı. Kerem<br />

o kadar inandı ki projeye herkesi ikna etti. Senaryo<br />

sürecinden sonra rolümle karşılaştığımda bunu kesinlikle<br />

iştahla oynamalıyım diye düşündüm.<br />

Roman uyarlaması bir oyuncu için avantaj mıdır<br />

dezavantaj mıdır?<br />

Bence avantajdır. Çünkü her canlandırdığınız karakter<br />

için sağlam deliller bulamıyorsunuz. Gelen senaryolarda<br />

ayakları yere basmama problemi oluyor.<br />

Ama edebi uyarlamada daha gerçek, daha ayakları<br />

yere basan, nerden geldiği, neden yaptığı, gerekçeleri<br />

sözler üzerinden değil de durum üzerinden<br />

anlatılan karakterler ve hikaye var. Bence çok büyük<br />

avantaj diye düşünüyorum.<br />

Filmin çekimlerinde sizi üzen ya da sıkan sahneler<br />

oldu mu?<br />

Canlandırdığım Meryem karakterinin film içindeki<br />

her durumu sertti. Bir uçurumun kenarında duran<br />

kişisel hikayesi var. Doğum sahnesi, intihar sahnesi,<br />

Fatma’nın tecavüze gitme sahnesi öyle. Yani<br />

hayatında tutunabileceği tek bir kişi geliyor ona da<br />

zarar veriliyor. Zaten hayatta karşılaştığı şeyler çok<br />

sertti. Düşünecek olursak bütün sahneler çok zordu<br />

aslında. İntihar sahnesi benim için çok farklı bir tecrübeydi<br />

diyebilirim.<br />

Çekimlerden sonra eve döndüğünüzde ne hissettiniz?<br />

Eve döndüğünüzde tabii o olmuyorsunuz. İşin<br />

profesyonelliği bu herhalde. Mesela doktor da<br />

hastasını kaybettiğinde etkilenir tabii ki ama çok pa-


patolojik bir durum olmaz. Bir şey sizi<br />

etkileyebilir ama bunun bir dengesi<br />

olmalı. Bir galaya gidip çok güzel bir<br />

kıyafetle yürüdüğümü düşünün ama<br />

evimde o kıyafetle gezemem. Aynı şey.<br />

O zaman oyuncuların duygusal kontrolünün<br />

normal insanlardan daha farklı<br />

olduğunu söyleyebilir miyiz?<br />

Çok iddialı bir cümle, emin değilim<br />

bundan. Hayatımız başka ama o<br />

bir meslek. Ben gerçek hayatta<br />

duygularını daha çok belli eden, saklayamayan<br />

bir insanım. Songül olarak<br />

bir disiplinim yok, yaradılış olarak böyleyim.<br />

Zamanla da ikisini ayrıştırabilme<br />

durumunuz oluyor. Ağzınızda buruk<br />

bir tat kalıyor ama Songül noktasından<br />

bakıyorsunuz işe.<br />

72. Koğuş’ta apayrı bir kadın dünyası<br />

var ve bu Türk sinemasında gerçekten<br />

azdır. Kadın rollerinden bahseder misiniz?<br />

Gerçekten kadın dünyasına dair<br />

bir mesaj veriyor mu?<br />

Aslında bu film insanlığa evrensel<br />

mesajlar veriyor. Bir nefis yoklaması<br />

bu film aslında. En zor koşullar altında<br />

insan insani özelliklerini kaybedebilir<br />

mi? Hayvanla eşit seviyeye gelebilir<br />

mi; aslında onu soruyor. Suç ve ceza<br />

sistemini yargılıyor. Tabi ki kadın da<br />

bundan nasibini alıyor. Cinsiyete<br />

dönük şiddet var tabiî ki içerde ama<br />

erkeğe de var bir şiddet. Erkek de<br />

dövülüyor. Kadın cinsel istismara<br />

uğruyor dünyanın her yerinde olduğu<br />

gibi. Kadının en zayıf cinselliği olarak<br />

düşünülüyor ve her zaman sömürülmeye<br />

açık. Bana burada en trajik<br />

gelen kadınların kadınları tecavüze<br />

götürmesinde faillerden biri olması.<br />

Hastalıklı erkek dünyası bunu zaten<br />

böyle algılıyor, kadın cinsel zevki<br />

giderecek bir nesne. Ama burada iki<br />

tane kadının da bu saldırıya yardım etmesi<br />

senaryoyu okuduğumda tüylerimi<br />

diken diken etti. Bu kadar mı insanlık<br />

yitirilir, bu kadar mı insan insanın<br />

kurdu olabilir? Bir de burada bence<br />

önemli olan suç ve ceza sistemi var.<br />

Ceza sistemi mahkûmları ehlileştirici<br />

bir şekilde mi, rehabilite edebilen bir<br />

şekilde mi? Hayır. Orada da cinsel<br />

istismar yapılıyor. Üstelik kadınlar<br />

tarafından, hırsızlık düzeni, kandırılma,<br />

itilip kakılma var. Dolayısıyla hayatın<br />

içinde tecrit ediyorsunuz bunları yanlış<br />

şeyler yaptı diye. Ama hayatın içindeki<br />

her şeyin prototipini hapishanede<br />

yapıyorsunuz. Aç bırakılarak, cinsel<br />

istismar yapılarak hiçbir canlı terbiye<br />

edilemez, aksine vahşileşir.<br />

İdama karşı çok güçlü bir mesaj da var.<br />

Bunu da biraz yorumlar mısınız?<br />

Kişisel olarak hiçbir suçun cezasının<br />

ölüm olacağına inanmıyorum. Suç ve<br />

ceza sisteminin de gerçekten düzenlenmesi<br />

gereken bir yara, bir veba<br />

olduğunu düşünüyorum. Başarısız<br />

olunuyor. Çünkü af çıkıyor ve bu aftan<br />

yararlananlar tekrar aynı suçu<br />

işliyorsa bir sorun var burada. O zaman<br />

sen onu ıslah edememişsin. Ben<br />

insanların sanatla edebiyatla iyilikle<br />

ıslah edilebileceğini düşünüyorum.<br />

Şiddet şiddeti doğurur. Şiddet kin<br />

duygusunu besleyebilir ancak. Bir cana<br />

karşı bir can almanın da dünyada kesinlikle<br />

kaldırılması gereken bir sistem<br />

olduğunu düşünüyorum.<br />

Hadım yasası hakkında ne<br />

düşünüyorsunuz?<br />

Bir hastalık boyutundaysa eğer<br />

yapılması bence adil. O bir silahla<br />

eşdeğer. Yükselen, nükseden, gözünü<br />

döndüren bir şey varsa bu tedavi edilmeli.<br />

Amaç o duyguları, o hormonları<br />

azaltmaksa neden olmasın? Yakın<br />

zamanda öyle spekülatif şeyler yapıldı<br />

ki... Kadın eğer açık giyinirse o cürümün<br />

yarısı kadına ait oluyor denildi,<br />

böyle bir şey olabilir mi? O zaman ben<br />

bir fırıncıyım ve çok güzel ekmekler<br />

yapıyorum, çok güzel kokuyor. O zaman<br />

gelip çalsınlar ekmekleri. Veya<br />

ekmekler o kadar güzel kokmasa<br />

mıydı? Kadına yaklaşım o kadar tuhaf


ve adaletsiz ki...<br />

80’lerde feminizmin ayak sesleri<br />

duyulurken 2000 sonrasında bu<br />

anlamda bir geri dönüş olduğunu<br />

düşünüyorum. Buna katılıyor musunuz?<br />

Kadın meselesinin oyunculukta çok<br />

bahtsız olduğunu düşünüyorum<br />

dünyada. Edebiyatta da erkek<br />

karakterler daha baskın. Hele Türk<br />

sinemasında kadınlar yan karakter<br />

mutlaka. Kendini, durumunu anlatabilecek<br />

ne zaman veriliyor, ne şans.<br />

Kadın o kadar kısıtlı ki bence senaryolara<br />

da yansıyor. Kadın daha<br />

geride, erkek karakterlerin hikâyeleri<br />

daha baskın. Shakespeare’e de<br />

baktığınızda öyle. Kadın karakter,<br />

kadın hikayeleri konusunda daha<br />

almamız gereken çok yol olduğunu<br />

düşünüyorum.<br />

Dizilerdeki başarınız ortada ve dizilerinizin<br />

yurtdışına satılması söz konusu.<br />

Türkiye’nin yurtdışına açılması<br />

için çok önemli bir yolculuk, oyuncular<br />

açısından da öyle. Bunu nasıl<br />

yorumlarsınız<br />

Bu Gümüş dizisiyle başlayan bir süreç<br />

oldu ama devamı da geldi ve çok<br />

başarılı oldu. Ben bu işten dolayı birçok<br />

Ortadoğu ülkesini ve Balkanlar’ı<br />

gezdim. Bulgaristan’da şöyle bir soru<br />

geldi “Siz ülkenizde başınızı kapatıyor<br />

musunuz?” Ben de “Bizim ülkemiz<br />

çok renkli ve başörtüsü takma ve<br />

takmama özgürlüğü olan bir ülke”<br />

dedim ve çok şaşırdım aslında. Bulgaristan<br />

ülkemize çok yakın bir yer.<br />

Aslında Bulgarların yaptığını da biz<br />

Arap ülkelerine yapıyoruz. Arap deyince<br />

bir Arap figürü geliyor aklımıza.<br />

Sanki insanlar hala develerin üstünde<br />

gidiyor. O kadar gelişmiş ki aslında o<br />

coğrafya da. Çeşitlilik ve farklılık var.<br />

Fakat bir benzerlik de var. Coğrafi<br />

açıdan da aslında birbirimize çok<br />

uzak olmadığımızı, o kadar zararlı<br />

olmadığımızı ve televizyonun, sanatın<br />

insanları birbirine yakınlaştıran çok<br />

güçlü bir silah olduğunu keşfettim.<br />

Bunun da oyunculuk sektörüne çok<br />

katkısı olduğunu düşünüyorum.<br />

Yurtdışında tanınıyoruz ve insanların<br />

da bizi fark ettiğini düşünüyorum.<br />

Ünlü olmak bazen dezavantaj oluyor<br />

mu?<br />

Aslında ünlü olma durumunu unutuyorum.<br />

Ben utangaç biriyimdir, daha<br />

geri planda durmayı tercih ederim.<br />

Ünlü olmak bu işin sadece gerçekliği.<br />

Oyunculuk benim hayatım değil, benim<br />

mesleğim. Böyle düşünürseniz bir<br />

hastalık olur ve kirlenilir. Tanınmak<br />

bu mesleğin getirdiği bir şey. Bu<br />

size tanrının verdiği bir fazlalık değil.<br />

Bu işi yaparsanız sonucu bu olur.<br />

Yarışma programına katılanlar da<br />

ünlü oluyor ama beni onlardan ayıran<br />

yaptığım iş. Ünlü olmak o kadar da<br />

mühim değil bence bir araç sadece.<br />

Hak eden ve istikrarlı olan biri için iyi.<br />

Sinemaya bakış açısınız nedir? Bundan<br />

sonrası için ne düşünüyorsunuz?<br />

İyi hikâyelerin, inandırıcı, ayakları<br />

yere basan kompozisyonların içinde<br />

olmak istiyorum.<br />

Sinema aynı zamanda gişe işidir.<br />

Proje geldiği zaman bunu nasıl<br />

değerlendiriyorsunuz?<br />

Ben tabiî ki gişe filmi, sanat filmi<br />

olarak ayırmıyorum. Ama ahlaki<br />

olarak da bir sınırı var bence. Bu<br />

Arap işleri olduktan sonra aslında<br />

bize o kadar çok proje geldi ki.<br />

Ama yeni bir şey yoktu. Hepsi taklit<br />

ve devamdı. Çok iyi paralar vardı<br />

ama bu işin de o kadar paraya<br />

dayandığını düşünmüyorum. Gişe<br />

benim için o kadar da öncelikli değil.<br />

Burada yanlış anlaşılmasın gişe<br />

tabiî ki önemli. Ama filmine göre de<br />

değişir. İnce bir dengesi var.<br />

Yeni bir projeniz var mı?<br />

Evet yeni bir senaryo geldi okuyorum<br />

şu an ama bakalım. İyi olacağını<br />

düşünüyorum.


n Aldatma mevzuları sinemanın bir hayli meşgul olduğu konular…<br />

Kadın da erkek de aldatıyor, ihanet ediyor. Tabii aldatmanın mantığına<br />

inilmediği sürece… Açığa çıkanlar var, sorunsuz devam edenler,<br />

bir yerden sonra açık verenler, hatta psikopatlığa kadar gidenler…<br />

İhanetin bedelini ödeyenler de var ödemeyenler de. İhanet filmlerinden<br />

en öne çıkanlar ve göze batanlardan bir derleme yaptık, sinemanın<br />

aldatma mevzularına bizde bu şekilde daldık!


BANU BOZDEMİR<br />

Unfaithfull / Sadakatsiz<br />

Edward ve Connie Sumner mükemmel bir<br />

evlilik hayatı yaşıyan bir çifttir. Orta yaşlı,<br />

8 yaşında çocukları olan bir aile, bir köpek<br />

ve bir hizmetçi. Daha ne isteyebilirlerdi<br />

ki... New York’ta mutlu bir yaşam devam<br />

ederken sorunlar ortaya çıkmaya başlar.<br />

Hangi yaşam kolaydır ki zaten? Connie bir<br />

gün sokakta bir yabancıyla karşılaşır ve<br />

hayatı değişir. Bu Connie’nin kaderi midir<br />

yoksa bir tesadüf müdür bilinmez ama onun<br />

tutkusu haline gelmiştir. Edward Connie’nin<br />

kendisine söylediklerinin yalan olduğunu<br />

anlayınca rakibiyle yüzleşmeye karar verir.<br />

İçinde git gide artan öfkesinin sonucuna<br />

katlanma zamanı gelmiştir artık... Richard<br />

Gere, Diane Lane ve Erik Per Sullivan<br />

başrolde, yönetmen Adrian Lyne.<br />

Eyes wide Shut / Gözleri Tamamen Kapalı<br />

Dr. William Harford ve karısı Alice uzun<br />

zamandır mutlu bir evlilik sürmektedirler.<br />

Fakat partiye gittikleri bir gecenin<br />

sonrasında William, bazı kadın hastalarının<br />

kendisiyle ilişkiye girmek istediklerini<br />

söyleyerek<br />

karısını oldukça<br />

kışkırtır.<br />

O da bir zamanlar<br />

karşılaştığı bir<br />

ordu çalışanıyla ilgili<br />

sexüel fantazilerini anlatır ve<br />

William’dan da kendi fantazilerini<br />

anlatmak konusunda dürüst<br />

olmasını ister. Bu William’ı çok üzer.<br />

Karısı ile ordu komutanın sevişirkenki<br />

görüntüsü aklından bir türlü çıkmaz. Bu onda<br />

seksüel bir ilişki yaşama takıntısı yaratır. Bir gece<br />

sokakta eski bir hastasının kızıyla karşılaşır. Üvey<br />

babası gibi gözüken adam kızını pazarlamaktadır.<br />

Daha sonra sokaktan geçen gençler tarafından hakarete<br />

uğrar. Başka biri onu evine götürür ve evde<br />

genç bir fahişeyle eğlenen adamları görür. Başka<br />

bir gece, Nick Nightingale adındaki bir arkadaşının<br />

piyano çaldığı gece kulübüne gittiğinde ise gizli bir<br />

seks grubunun var olduğunu öğrenir ve onların<br />

toplantılarına katılmaya karar verir ancak bu kararı,<br />

ilerde hayatını, kendisine saygısını ve evliliğini tehdit<br />

edecektir. Usta yönetmen Stanley Kubrick’in<br />

elinden çıkma farklı bir aldatma öyküsü. Tom<br />

Cruise ve Nicole Kidman başrolde!


A Perfect :Murder / Kusursuz<br />

Cinayet<br />

New York’un zengin iş<br />

adamlarından Steven<br />

Taylor, karısı Emily’nin<br />

kendisini aldattığından<br />

şüphelenmektedir.<br />

Aslında bu şüphelerinde<br />

haklıdır, çünkü Emily,<br />

David adında bir<br />

ressam ile birliktedir.<br />

Durumu öğrenen Steven<br />

karısından intikam<br />

almak için sinsi bir plan<br />

hazırlar. Suç ortağı olarak da kendine David’i<br />

seçmiştir. Andrew Davis’in yönettiği filmde<br />

Michael Douglas , Gwyneth Paltrow ve Wiggo<br />

Mortensen başrolde.<br />

Disclosure / Taciz<br />

Michael Crichton’ın<br />

romanından uyarlanan<br />

film, seksi patronu<br />

tarafından ‘taciz’<br />

edilen, ardından da<br />

şantaja maruz kalan<br />

bir adamın, bu durumdan<br />

kurtulmak<br />

için harcadığı ‘umutsuz’<br />

çabayı anlatıyor.<br />

Barry Levinson imzası<br />

taşıyan filmde Michael<br />

Douglas ve demi<br />

Moore başrolde!<br />

American Beauty /<br />

Amerikan Güzeli<br />

Lester Burnham orta<br />

yaş krizine girmiştir<br />

ve hayatı son derece<br />

sıkıcı gitmektedir.<br />

Gününün en mutlu<br />

zamanı banyoda<br />

duş esnasında mastürbasyon<br />

yaptığı<br />

zamandır ve cinsel<br />

hayatında birtakım<br />

değişiklikler yapmak<br />

istemektedir.<br />

Daha özgür olursa daha mutlu olacağını<br />

düşünmektedir. Tabii bu karısı Carolyn ve kızı<br />

Jane’i büsbütün çileden çıkarmaktadır; özellikle<br />

de gözlerini Jane’in arkadaşı Angela’ya diktikten<br />

sonra. Bunun üzerine Carolyn de iş arkadaşı<br />

Buddy Kane’e ilgi göstermeye başlar. Sam<br />

Mendes’in yönettiği filmde Kevin Spacey ve Annette<br />

Bening rol alıyor.<br />

Closer / Daha Yaklaş<br />

Günümüz Londra’sında<br />

birbirine yabancı iki çiftten<br />

birindeki adamın,<br />

diğer çiftteki kadınla<br />

tanışmasıyla tesadüfler<br />

arka arkaya gelmeye<br />

başlar. Birbirlerine<br />

duydukları anlık hislerse<br />

aldatmaları beraberinde<br />

getirir. İngiliz bir gazeteci<br />

olan Dan, mesleğini çok<br />

ciddiye alan ve kariyer<br />

yapmak isteyen biridir.<br />

Ancak, onun görevi gazetedeki ölüm ilanları<br />

yazmaktır. Dan, genç bir striptizci olan Alice’ten<br />

etkilenir. Ancak, fotoğrafçı Anna’yla tanışınca,<br />

duygularına ve ihtirasına hakim olamaz. Mike<br />

Nichols’un yönettiği filmde Julia Roberts, Jude<br />

Law, Natalie Portman ve Clive Owen var.<br />

Intersection / Kesişme<br />

Vincent Eastman 16 yıllık<br />

karısı ve yeni sevgilisi<br />

Olivia arasında bir seçim<br />

yapmak durumundadır.<br />

Film Vincent’ın bu iki<br />

kadınla olan ilişkisini ve<br />

geçirdiği büyük araba<br />

kazasını flashbacklerle<br />

anlatıyor. Çünkü<br />

Vincent’ın geçirdiği bu<br />

büyük araba kazası birçok<br />

şeyi değiştirecektir.<br />

Yeterince başarılı bulunmayan<br />

“Kesişme” aslında<br />

1970 yılı yapımı bir Claude Sautet filmi olan “Les<br />

Choses de le Vie” (The Things of Life) adlı filmden<br />

adaptasyon. Richaer Gere, Sharon Stone ve<br />

Lolita Davidovich başrolde, Mark Rydell yönetmen<br />

koltuğunda…


Bin –Jip / Boş Ev<br />

Kendine ait bir hayatı olmayan,<br />

diğer insanların<br />

yaşamına, kendi yöntemleriyle<br />

ortak olan bir<br />

adam... Yardıma ihtiyacı<br />

olan genç bir kadın...<br />

Tatile giden insanların<br />

boşalttığı evlerini kullanarak<br />

yaşayan ve<br />

karşılığını kendince,<br />

bozulmuş ev aletlerini<br />

onararak ödeyen tuhaf<br />

bir adamın hikayesi<br />

Boş Ev. Yine böyle bir<br />

misafirliği sırasında<br />

kaldığı evde yalnız olmadığını fark eder. Evde<br />

kocası tarafından işkence gören genç bir<br />

kadınla karışılaşan adam şaşkındır. İlk başta<br />

birbirlerinden çok farklı görünen bu iki insan<br />

giderek yakınlaşır ve aralarında sıradışı bir ilişki<br />

başlar. Sinemanın görsel gücünü kullanmayı<br />

büyük bir ustalıkla başaran Kim Ki-Duk’un Boş<br />

Ev’i, bunu en iyi kanıtladığı filmlerinden biri.<br />

Betrayed / İhanet<br />

Jamie’nin şeker hastası<br />

oğlu kaçırılmıştır. Genç<br />

kadın şimdi bir odada<br />

kilitlidir. Odaya giren<br />

maskeli bir adam ona,<br />

kocasının bir katil ve<br />

uyuşturucu satıcısı<br />

olduğunu, patronunun<br />

parasını çaldığını söyler.<br />

Kocasının bulunmasına<br />

yardım etmez ise<br />

kendisini ve oğlunu<br />

öldürmekle tehdit eder.<br />

Jamie’nin kocasını bulmak<br />

için sadece 12 saati<br />

vardır. Kendisini kaçıranların anlattıkları gerçek<br />

midir yoksa Jamie kocasına ihanet etmeye mi<br />

zorlanmaktadır?<br />

Fatal Attraction / Öldüren Cazibe<br />

Sıradan bir ilişkinin bir kabusa dönüşünü anlatan<br />

Fatal Attraction izleyenleri ürkütücü bir<br />

boyuta sürüklüyor. Hasılat rekorları kıran film,<br />

En İyi Film ve En İyi Yönetmen dahil altı dalda<br />

Oscar’a aday gösterilmişti. Michael Douglas’ın<br />

canlandırdığı New Yorklu avukat Dan Gallagher<br />

karısının şehir dışında olduğu sırada çekici bir<br />

kadın Alex Forrest ile ilişkiye girer. Daha sonra<br />

yaptığını bir hata olarak değerlendiren Dan,<br />

ilişkinin tamamen bittiğini düşünmektedir. Ancak<br />

Alex durumu kabullenmek istemez. Dan’ı elinde<br />

tutmak pahasına ailesini yok etmeyi bile göze<br />

alacaktır. Glenn Close ve Anne Archer filmin<br />

kadınları yönetmeni tandık bir isi Adrien Lyne…<br />

Chloe / Büyük Hata<br />

Biri doktor, diğeri profesör<br />

olan Catherine<br />

ve David uyumlu bir<br />

çift görünümündedir.<br />

Yetenekli bir oğula<br />

sahip olan bu çiftin<br />

evliliği gıpta edilecek<br />

cinstendir. Şehirdışına<br />

çıkan David uçağını<br />

ve dolayısıyla sürpriz<br />

doğumgünü partisini<br />

kaçırdığında, bu<br />

evlilikte saklı kalan<br />

şüpheler bir anda su<br />

yüzüne çıkar. David’in<br />

sadakatinden şüphe duymaya başlayan Catherine,<br />

kocasını sınavdan geçirmeye karar verir.<br />

Chloe isimli bir eskort kızla anlaşan Catherine,<br />

onun David’le yakınlaşmasını ister. Böylelikle<br />

kocasının kendisine bağlılığını test etmiş<br />

olacaktır. Ama bu ilişki üçgeni beklenmedik olaylara<br />

gebedir. Julianne Moore, Amanda Seyfried<br />

ve Liam Neeson’un başrolleri paylaştığı filmin<br />

yönetmeni Atom Egoyan…


Derailed / Raydan Çıkanlar<br />

Reklamcı Charles Schine her gün işiyle evi<br />

arasında mekik dokuyan Chicago’lulardan birisidir.<br />

İşine gitmek için her sabah düzenli olarak<br />

8:43 trenini yakalamak zorundadır. Bir gün treni<br />

kaçırır ve Lucinda Harris ile tanışır. Lucinda<br />

çok güzel, büyüleyici ve baştan çıkarıcıdır. Artık<br />

Charles’ın hayatı sonsuza dek değişecektir. Çok<br />

geçmeden de kendilerini bir otel odasında bulurlar.<br />

Charles ile Lucinda’nın mükemmel gibi<br />

görünen ilişkisi, odaya LaRoche adlı acımasız<br />

bir yabancının girmesi ve ikisini silahla tehdit<br />

etmesiyle çıkmaza girer. Yasak aşk artık akla<br />

hayale sığmayacak kadar tehlikeli ve şiddet<br />

yüklü bir kabusa dönmüştür. Charles’ın yaşamı<br />

artık ihanet, şantaj, şiddet ve cinayetlerle doludur.<br />

Karısına açılamayan ve polise de bir şey<br />

söyleyemeyen Charles,<br />

artık tanımlayamadığı<br />

bambaşka bir dünyanın<br />

içinde tuzağa düşmüştür.<br />

Yakın zaman öncesine<br />

kadar bildiği hayatından<br />

eser kalmamıştır. Vincent<br />

Cassel, Jennifer Aniston<br />

ve Clive Owen başrolde,<br />

Mikael Håfström yönetmen.<br />

Çatı Katı / Loft<br />

Sadakatsiz bir bir mimar,<br />

bir psikiyatr ve tamamen<br />

birbirinden farklı üç adam daha. Aralarında<br />

gizli bir anlaşma yaparak bir çatı katı edinecek<br />

kadar samimi olan bu beş yakın<br />

arkadaş çatı katında bulunan bir cesetle<br />

sarsılır. Şimdi ortada beş kişi tarafından<br />

birbirlerine sorulan sorular vardır. Bu<br />

kadın hangisinin sevgilisidir? Beş anahtardan<br />

başka anahtar var mıdır? Her şeyden<br />

önce katil kimdir? Erik Van Looy yönetmen<br />

koltuğunda.<br />

L’ultimo Bacio / Son Öpücük<br />

Yakışıklı reklamcı Carlo’nun düzenli<br />

yaşamı, otuz yaşına basmasıyla ve birlikte<br />

yaşadığı sevgilisi Giulia’nın hamile olduğu<br />

haberiyle sekteye uğrar. Carlo’nun hayatını<br />

tek bir kadına<br />

adamaktan,<br />

bir aile babası<br />

olmaktan ve<br />

yaşlanmaktan<br />

duyduğu<br />

korkular, onu,<br />

karşısına<br />

çıkan on sekiz<br />

yaşındaki<br />

güzel<br />

Francesca’yla<br />

bir kaçamağa<br />

yöneltir.<br />

Bu arada<br />

Carlo’nun<br />

uçarı<br />

arkadaşları<br />

Adriano,<br />

Paolo ve<br />

Marco, onu nerede biteceği belli olmayan<br />

çılgın bir geziye davet ederler. Adriano, baba<br />

olmanın güçlüklerinden dem vurmakta,<br />

Paolo hiç istemediği halde babasının işini<br />

devralmak zorunda olmanın üzüntüsünü<br />

yaşamakta, Marco ise bir sevgiliden diğerine<br />

koşarak sorumsuz bir hayat yaşamaktadır.<br />

Öte yandan Giulia’nın annesi Anna da elli<br />

yaş bunalımına girmiş, artık genç olmadığı<br />

gerçeğiyle yüzleşmeye çalışmaktadır. Gabriele<br />

Muccino yönetmen koltuğunda Stefano<br />

Accorsi ve Giovanna Mezzogiorno başrolde!


Ensest bir ilişki yaşayan ailenin dramını anlatan Atlıkarınca<br />

filminin yönetmeni İlksen Başarır ile başrol oyuncusu Mert<br />

Fırat “Tabuları yıkmalıyız, bu toplumun dikkatini bu tür gizli<br />

kalmış hastalıklı durumların üstüne çekmeliyiz” dediler…<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Bu ay vizyona girecek Atlıkarınca çok<br />

konuşulacak. İlksen Başarır’ın yönettiği<br />

ve Mert Fırat ile Nergis Öztürk’ün<br />

oynadığı filmde ensest bir ilişki yaşayan<br />

ailenin acılarını göreceğiz. Türk<br />

sinemasında pek de alışık olmadığımız<br />

bu konuya cesaretle yaklaşan İlksen<br />

Başarır ve Mert Fırat büyük bir açık<br />

yüreklilikle sorularımızı cevapladılar.<br />

Bu filmi çekmelerinin sebebi olarak<br />

kendilerini rahatsız eden her konunun<br />

üstüne gitmek istediklerini gösterdiler.<br />

“Eğer bu tür hastalıklı durumların önüne<br />

geçmezsek bir toplumu kaybederiz”<br />

diyen İlksen Başarır ve Mert Fırat bizim<br />

amacımız sizleri rahatsız edip dikkatleri<br />

bu tür konulara çekmek dediler.<br />

Proje nasıl ortaya çıktı?<br />

İlksen Başarır: Aslında bu konudan<br />

çok rahatsız oluyorum. Bu türlü filmler<br />

seyrederken kendimi çok rahatsız hissederim.<br />

Belki de onun için bu filmi<br />

çekmek istedim.<br />

Tabu olan konuları sinemalaştırmak<br />

istiyorsunuz. Niçin böyle bir konsept<br />

belirlediniz kendinize?<br />

Mert Fırat: Sinemanın gücünün<br />

farkındayız. Başka Dilde Aşk’ı çekmeden<br />

önce de farkındaydık. Biz<br />

İlksen’le tanıştıktan sonra ben ona<br />

bir hikâye anlattım. O hikaye gitti<br />

Başka Dilde Aşk oldu. İlksen ise başka bir<br />

şey anlattı o da Atlı Karınca oldu. Daha<br />

doğrusu ikimizi de rahatsız eden sorunlar ve<br />

tabulaşmaktan çıkartmaya çalıştığımız fikirlerimiz<br />

vardı. Onları gerçekleştirmek için bu<br />

projeleri yaptık. İstediğimiz gibi de oldu aslında.<br />

Başka Dilde Aşk’ın etkisini gördük. Bir Engelsiz<br />

Tv oluşturuluyor. Ve bizden ilham aldığını<br />

söylüyor kurucusu. Sabancı Üniversitesi’nde,<br />

Bilgi Üniversitesi’nde işaret dili dersi verilmeye<br />

başlandı. Örgütlenmeye çok büyük faydası<br />

oldu çağrı merkezlerinin. Çağrı merkezleri<br />

bir işçi sınıfı olarak bile görülmüyordu, şu<br />

an çok farklı bakılıyor. İşçiler arasında da<br />

öyle. Yani bir sinema filminin insanları etkileyip<br />

harekete geçirebileceğini gördük. O<br />

yüzden Atlıkarınca’yı çekmek çok istedik.<br />

Bazı durumları konuşup tabu olmaktan<br />

çıkarıp böylece bir sorunu belirlediğinizde<br />

çözüme yaklaşmış oluyorsunuz. Biz<br />

de çözüme yaklaşmak için en azından<br />

bir adım atmış oluyoruz. Bunun<br />

gerçekleşmesi için de Atlıkarınca’yı<br />

çekmek istedik. İlksen birçok ensest<br />

filmi seyretmiş. Sonrasında ben de<br />

seyrettim. Öncesinden de birçok<br />

film seyrettik. Bu tarz filmlerden<br />

de rahatsızız açıkçası. Onların<br />

anlatımı tabiî ki yönetmenin seçimi.<br />

Çünkü bunu sömürmemek<br />

lazım. Bence bir çocuğu<br />

arzu nesnesi yapmak filmin<br />

başarısı olmamalı. Bence


ödül getirir gibi düşüncelerimiz<br />

yok. Sanki bir sipariş üzerine<br />

gelmiş, senarist kimliklerimizle<br />

yazıyoruz. Sonrasında İlksen’le<br />

aramızda başka bir savaş<br />

başlıyor. O yönetmen ben<br />

oyuncu. Bu sefer ben her şeye<br />

itiraz etmeye başlıyorum ama<br />

yazdığımız bizim senaryo. Yani<br />

neye itiraz ediyorum? Sette ne<br />

güzel bunu çekelim olmuyor, al<br />

takke ver külah şeklinde oluyor.<br />

Ama hep huzurlu ve belirli bir<br />

seviyede.<br />

Bu noktada seyirciden beklentiniz<br />

nedir?<br />

Mert Fırat: Ben seyircinin<br />

algısının yavaş yavaş değiştiğini<br />

düşünüyorum. Televizyon dizilerine<br />

herkes tukaka dese de televizyon<br />

dizilerinin Türk sinemasının<br />

çıkışına katkı sağladığını<br />

düşünüyorum. Dijital teknolojinin<br />

gelişimi, bu ekiplerin gelişmesi<br />

dizilerle oldu. Diziler bir yandan<br />

seyirciyi de eğitti. Seyirci eskiden<br />

flashback’li bir dizi seyretmiyordu<br />

şimdi Ezel’i izliyor. Seyircinin<br />

artık oyun duygusu, karakter,<br />

gerçek ne, iyi mi kötü mü, bunu<br />

ayırabildiğini düşünüyorum. Ama<br />

bence oyuncu denen insan biraz<br />

mualif olmalı, biraz taşın altına<br />

elini sokmalı. Bende o yüzden<br />

taşın altına elimi soktum bakalım<br />

ne olacak.<br />

Diyorsunuz ya tabulara<br />

saldırmak istiyorsunuz. Ama<br />

bunun da faturası var. Bunu hiç<br />

düşündünüz mü?<br />

İlksen Başarır: Hiç düşünmedim.<br />

Herkes ne istiyorsa seyretsin. Zaten<br />

bu yola öyle çıkıyorsun. Bunu<br />

yapmak istiyorsan yapacaksın.<br />

Para kazanmanın başka yollarıyla<br />

haşır neşir olacaksın. Ama gerçekten<br />

eskisi gibi değil. Dün bir<br />

kanalla filmin haklarıyla alakalı<br />

oturup konuştuk. Sigara sahnelerini<br />

bir biçimde kurtardıktan<br />

sonra gösterilebilir bir yapısı<br />

var. Dolayısıyla bu güzel bir<br />

şey. O yüzden bu algının<br />

değiştiğini düşünüyorum.<br />

Söyleşi de bir bayan “bunu<br />

televizyon dizisi yapmayı<br />

düşünmüyor musunuz? Mesela<br />

bunu 2 bölümlük 4 bölümlük<br />

bir televizyon dizisi halinde<br />

bölümleyebilirsiniz.” dedi.<br />

Nergis Öztürk ile çalıştınız.<br />

Projeyi ilk götürdüğünüzde<br />

tepkiler neydi?<br />

İlksen Başarır: Türkiye’de<br />

oyuncular cesur değiller. Böyle<br />

tereddütlüler ve onları bir<br />

kalıplara sokuyorlar. Çıkmak<br />

istemiyorlar o kalıbın içinden,<br />

tuhaf geliyor bana. Hep<br />

böyle cesaretli filmlere özeniyorlar<br />

ama arkadaşım sen<br />

nasıl oynayacaksın o filmi.<br />

Bu filme çok marjinal diyorlar.<br />

Neresi marjinal bu filmin<br />

yani. Tamam daha önce Türk<br />

sinemasında yapılmamış<br />

bir film ama marjinal bir film<br />

olduğunu düşünmüyorum.<br />

Böyle yaklaşan çok gördüm<br />

bu filme. Nergis hiç tereddüt<br />

etmedi. Sadece “ben bu rolü<br />

nasıl yapacağım” sorusu üzerinde<br />

durduk. Çünkü zor bir rol<br />

onunkisi de. Gözlemle falan<br />

toplanıp çıkarılabilecek bir rol<br />

değildi bu. Filmdeki karakterler<br />

biraz zor bütün oyuncular<br />

için. Ama Nergis bu jenerasyonun<br />

en iyi oyuncusu. 25-32<br />

yaş aralığındaki en iyi kadın<br />

oyuncu. Çünkü role kendisini<br />

tamamıyla veriyor. Mert bence<br />

zaten çok iyi bir oyuncu. Bu film<br />

için onun kullandığı detaylar<br />

çok önemliydi.<br />

Detayları beraber mi


hazırladınız?<br />

İlksen Başarır: Bazılarını evet.<br />

Ama bazılarını bende sette<br />

gördüm yaparken. Ama o her<br />

oyuncuda oluyor. İkinci gün sette<br />

bir şey görüyorsun, tamam bunu<br />

tut diyorum. Oda oyuncunun<br />

kabiliyeti zaten. Birde çalışkan,<br />

disiplinli olmak önemli. Bizimkisi<br />

gibi 14 günde olan bir set. Gerçekten<br />

orada kendini vermen<br />

lazım. Yoksa çekemezsin.<br />

14 yaşındaki Zeynep Oral’ın<br />

ilk sinema tecrübesi, böyle<br />

riskli bir rolde hem siz hem o<br />

zorlanmadınız mı?<br />

İlksen Başarır: Bu bizim için<br />

yazmaya başladığımız andan<br />

itibaren bir mesele. Büyük olan<br />

ama küçük gösteren biri mi<br />

oynayacak, yoksa o yaşta biri<br />

mi oynamalı? Bunu kim oynayacak?<br />

Seçmeler yapıldı bir sürü.<br />

18-19 yaşında, küçük gösteren<br />

kızlar falan olmadı yani. Bir aile<br />

kurulacak ve inandırıcılık meselesi<br />

söz konusu. O yüzden baya<br />

bir aradık. Sonra bizim cast<br />

sorumlusu bir arkadaşının kızı<br />

Zeynep’in resmini gösterdi. O<br />

zaman bir şaşırdık, ilk başta çok<br />

çekingen utangaç duruyordu.<br />

Olmayacak diye düşünüyordum<br />

ben ama o hazırmış role. Önce<br />

ailesine verdik biz senaryoyu<br />

ister misiniz böyle bir film diye<br />

onlar “Zeynep’te okur, biz de<br />

okuruz bunu konuşuruz” dediler.<br />

Zaten babası doktor, annesi<br />

öğretmen bilinçli bir aile.<br />

Büyüyünce oyuncu değil veteriner<br />

olmak istiyor. Oynamak<br />

istiyorum dedi, tamam dedik.<br />

Oyuncu koçumuzla onu bir süre<br />

baş başa bıraktım. Ama hiç<br />

zorlanmadı. Hiç yabancılık çekmedi.<br />

En zor görünen sahneleri<br />

bile bir kere de çektik.<br />

Peki, oynadığı rolden etkilenmesini<br />

nasıl engellediniz?<br />

İlksen Başarır: O gerçekten<br />

ön hazırlıktaki oyunculuk<br />

çalışması. Dün kendisi de<br />

söyledi oyundan daha çok,<br />

kuzenini düşünüp ağlıyormuş.<br />

Bu oyunculukta olan şeyler,<br />

o da bunu kendisi buldu ve<br />

geliştirdi.<br />

Mert Fırat: Bu oyunculukta<br />

olan yöntemlerden biri aslında.<br />

Psikolojik transfer yapıyor.<br />

Sahne içinde, o sahnenin duygusuna<br />

ağlamak ya da o duyguyu<br />

içselleştirmek ideal ama<br />

öyle bir şey gerçekleşmiyorsa<br />

onu bir psikolojik transferle<br />

yapıyorsun. Zeynep’te tecrübesi<br />

olmadığı halde psikolojik<br />

transferle yönetmenin<br />

yardımıyla gerçekleştirdi.<br />

Bence yönetmenin en büyük<br />

başarısı buydu.<br />

İlksen Başarır: Bir de biz sette<br />

şöyle bir görev dağılımı yaptık.<br />

Ben onunla hiç samimiyet<br />

kurmadım. Beni dinlemesi<br />

gerektiği için biraz geride tuttum<br />

kendimi. Zaten çok sakin<br />

uslu bir kız.<br />

Mert Fırat: Bizim aramızdaki<br />

ilişki çok garipti. Günaydından<br />

öteye geçmiyorduk. O böyle<br />

bir muhabbet kurmaya,<br />

yakınlaşmaya çalıştıkça ben<br />

geride tutuyordum kendimi.<br />

Çünkü öyle bir hissi olması<br />

gerektiğini düşünüyordum.<br />

Başka Dilde Aşk’ta önemli<br />

olan işçilikti. İşçilik olmadan<br />

başarıya ulaşmak mümkün<br />

değildi. Bunda da bir işçilik var<br />

ama duygu daha baskın.<br />

İlksen Başarır: Bir de bazı filmler<br />

oyunculuk üzerinden geçer,<br />

bu film öyle değil. Bu durumun,<br />

duygunun filmi.


ödül getirir gibi düşüncelerimiz<br />

yok. Sanki bir sipariş üzerine<br />

gelmiş, senarist kimliklerimizle<br />

yazıyoruz. Sonrasında İlksen’le<br />

aramızda başka bir savaş<br />

başlıyor. O yönetmen ben<br />

oyuncu. Bu sefer ben her şeye<br />

itiraz etmeye başlıyorum ama<br />

yazdığımız bizim senaryo. Yani<br />

neye itiraz ediyorum? Sette ne<br />

güzel bunu çekelim olmuyor, al<br />

takke ver külah şeklinde oluyor.<br />

Ama hep huzurlu ve belirli bir<br />

seviyede.<br />

Bu noktada seyirciden beklentiniz<br />

nedir?<br />

Mert Fırat: Ben seyircinin<br />

algısının yavaş yavaş değiştiğini<br />

düşünüyorum. Televizyon dizilerine<br />

herkes tukaka dese de televizyon<br />

dizilerinin Türk sinemasının<br />

çıkışına katkı sağladığını<br />

düşünüyorum. Dijital teknolojinin<br />

gelişimi, bu ekiplerin gelişmesi<br />

dizilerle oldu. Diziler bir yandan<br />

seyirciyi de eğitti. Seyirci eskiden<br />

flashback’li bir dizi seyretmiyordu<br />

şimdi Ezel’i izliyor. Seyircinin<br />

artık oyun duygusu, karakter,<br />

gerçek ne, iyi mi kötü mü, bunu<br />

ayırabildiğini düşünüyorum. Ama<br />

bence oyuncu denen insan biraz<br />

mualif olmalı, biraz taşın altına<br />

elini sokmalı. Bende o yüzden<br />

taşın altına elimi soktum bakalım<br />

ne olacak.<br />

Diyorsunuz ya tabulara<br />

saldırmak istiyorsunuz. Ama<br />

bunun da faturası var. Bunu hiç<br />

düşündünüz mü?<br />

İlksen Başarır: Hiç düşünmedim.<br />

Herkes ne istiyorsa seyretsin. Zaten<br />

bu yola öyle çıkıyorsun. Bunu<br />

yapmak istiyorsan yapacaksın.<br />

Para kazanmanın başka yollarıyla<br />

haşır neşir olacaksın. Ama gerçekten<br />

eskisi gibi değil. Dün bir<br />

kanalla filmin haklarıyla alakalı<br />

oturup konuştuk. Sigara sahnelerini<br />

bir biçimde kurtardıktan<br />

sonra gösterilebilir bir yapısı<br />

var. Dolayısıyla bu güzel bir<br />

şey. O yüzden bu algının<br />

değiştiğini düşünüyorum.<br />

Söyleşi de bir bayan “bunu<br />

televizyon dizisi yapmayı<br />

düşünmüyor musunuz? Mesela<br />

bunu 2 bölümlük 4 bölümlük<br />

bir televizyon dizisi halinde<br />

bölümleyebilirsiniz.” dedi.<br />

Nergis Öztürk ile çalıştınız.<br />

Projeyi ilk götürdüğünüzde<br />

tepkiler neydi?<br />

İlksen Başarır: Türkiye’de<br />

oyuncular cesur değiller. Böyle<br />

tereddütlüler ve onları bir<br />

kalıplara sokuyorlar. Çıkmak<br />

istemiyorlar o kalıbın içinden,<br />

tuhaf geliyor bana. Hep<br />

böyle cesaretli filmlere özeniyorlar<br />

ama arkadaşım sen<br />

nasıl oynayacaksın o filmi.<br />

Bu filme çok marjinal diyorlar.<br />

Neresi marjinal bu filmin<br />

yani. Tamam daha önce Türk<br />

sinemasında yapılmamış<br />

bir film ama marjinal bir film<br />

olduğunu düşünmüyorum.<br />

Böyle yaklaşan çok gördüm<br />

bu filme. Nergis hiç tereddüt<br />

etmedi. Sadece “ben bu rolü<br />

nasıl yapacağım” sorusu üzerinde<br />

durduk. Çünkü zor bir rol<br />

onunkisi de. Gözlemle falan<br />

toplanıp çıkarılabilecek bir rol<br />

değildi bu. Filmdeki karakterler<br />

biraz zor bütün oyuncular<br />

için. Ama Nergis bu jenerasyonun<br />

en iyi oyuncusu. 25-32<br />

yaş aralığındaki en iyi kadın<br />

oyuncu. Çünkü role kendisini<br />

tamamıyla veriyor. Mert bence<br />

zaten çok iyi bir oyuncu. Bu film<br />

için onun kullandığı detaylar<br />

çok önemliydi.<br />

Detayları beraber mi


hazırladınız?<br />

İlksen Başarır: Bazılarını evet.<br />

Ama bazılarını bende sette<br />

gördüm yaparken. Ama o her<br />

oyuncuda oluyor. İkinci gün sette<br />

bir şey görüyorsun, tamam bunu<br />

tut diyorum. Oda oyuncunun<br />

kabiliyeti zaten. Birde çalışkan,<br />

disiplinli olmak önemli. Bizimkisi<br />

gibi 14 günde olan bir set. Gerçekten<br />

orada kendini vermen<br />

lazım. Yoksa çekemezsin.<br />

14 yaşındaki Zeynep Oral’ın<br />

ilk sinema tecrübesi, böyle<br />

riskli bir rolde hem siz hem o<br />

zorlanmadınız mı?<br />

İlksen Başarır: Bu bizim için<br />

yazmaya başladığımız andan<br />

itibaren bir mesele. Büyük olan<br />

ama küçük gösteren biri mi<br />

oynayacak, yoksa o yaşta biri<br />

mi oynamalı? Bunu kim oynayacak?<br />

Seçmeler yapıldı bir sürü.<br />

18-19 yaşında, küçük gösteren<br />

kızlar falan olmadı yani. Bir aile<br />

kurulacak ve inandırıcılık meselesi<br />

söz konusu. O yüzden baya<br />

bir aradık. Sonra bizim cast<br />

sorumlusu bir arkadaşının kızı<br />

Zeynep’in resmini gösterdi. O<br />

zaman bir şaşırdık, ilk başta çok<br />

çekingen utangaç duruyordu.<br />

Olmayacak diye düşünüyordum<br />

ben ama o hazırmış role. Önce<br />

ailesine verdik biz senaryoyu<br />

ister misiniz böyle bir film diye<br />

onlar “Zeynep’te okur, biz de<br />

okuruz bunu konuşuruz” dediler.<br />

Zaten babası doktor, annesi<br />

öğretmen bilinçli bir aile.<br />

Büyüyünce oyuncu değil veteriner<br />

olmak istiyor. Oynamak<br />

istiyorum dedi, tamam dedik.<br />

Oyuncu koçumuzla onu bir süre<br />

baş başa bıraktım. Ama hiç<br />

zorlanmadı. Hiç yabancılık çekmedi.<br />

En zor görünen sahneleri<br />

bile bir kere de çektik.<br />

Peki, oynadığı rolden etkilenmesini<br />

nasıl engellediniz?<br />

İlksen Başarır: O gerçekten<br />

ön hazırlıktaki oyunculuk<br />

çalışması. Dün kendisi de<br />

söyledi oyundan daha çok,<br />

kuzenini düşünüp ağlıyormuş.<br />

Bu oyunculukta olan şeyler,<br />

o da bunu kendisi buldu ve<br />

geliştirdi.<br />

Mert Fırat: Bu oyunculukta<br />

olan yöntemlerden biri aslında.<br />

Psikolojik transfer yapıyor.<br />

Sahne içinde, o sahnenin duygusuna<br />

ağlamak ya da o duyguyu<br />

içselleştirmek ideal ama<br />

öyle bir şey gerçekleşmiyorsa<br />

onu bir psikolojik transferle<br />

yapıyorsun. Zeynep’te tecrübesi<br />

olmadığı halde psikolojik<br />

transferle yönetmenin<br />

yardımıyla gerçekleştirdi.<br />

Bence yönetmenin en büyük<br />

başarısı buydu.<br />

İlksen Başarır: Bir de biz sette<br />

şöyle bir görev dağılımı yaptık.<br />

Ben onunla hiç samimiyet<br />

kurmadım. Beni dinlemesi<br />

gerektiği için biraz geride tuttum<br />

kendimi. Zaten çok sakin<br />

uslu bir kız.<br />

Mert Fırat: Bizim aramızdaki<br />

ilişki çok garipti. Günaydından<br />

öteye geçmiyorduk. O böyle<br />

bir muhabbet kurmaya,<br />

yakınlaşmaya çalıştıkça ben<br />

geride tutuyordum kendimi.<br />

Çünkü öyle bir hissi olması<br />

gerektiğini düşünüyordum.<br />

Başka Dilde Aşk’ta önemli<br />

olan işçilikti. İşçilik olmadan<br />

başarıya ulaşmak mümkün<br />

değildi. Bunda da bir işçilik var<br />

ama duygu daha baskın.<br />

İlksen Başarır: Bir de bazı filmler<br />

oyunculuk üzerinden geçer,<br />

bu film öyle değil. Bu durumun,<br />

duygunun filmi.


n Sinema tarihinin en naftalinli çamaşırlarını yeni<br />

nesil sinema seyircisine tanıtmayı amaç edindiğimiz<br />

kült film köşemizde bu hafta bir filmden değil ama<br />

neredeyse, aynı türe ait tüm filmlerin toplamından<br />

daha önemli bir hadise olan bir “film sahnesi”nden<br />

bahsetmek istiyorum.<br />

İtiraf etmeliyim ki, Filmlerini izlediğim ilk çekik gözlü<br />

“dövüş filmi” kahramanı Bruce Lee ya da o zaman<br />

sandığımız adıyla Burij li değildi. Daha isimsiz ya<br />

da uyduruk isimli onlarcasını izledikten ve hatta bir<br />

sürü Bruce Lee klonunu gördükten sonra tanıştım<br />

orjinal Lee filmleri ile…<br />

“Big Boss” benim için hiç bir zaman çok büyük bir<br />

anlam ifade etmedi. “Enter the Dragon” ise (taklitlerini<br />

önce izlemiş olmamdan kaynaklı olabilir.)<br />

bazı parlak anlarına karşı vasat bir filmdi. Yarım<br />

kalmış ve dublör desteği ile tamamlanmış “The<br />

Game of the Dead” bana Bruce’in gerçekten büyük<br />

olduğunu ispatlayan ilk filmdi ama onun neden<br />

bir efsaneye dönüştüğünü anlamama yetmemişti.<br />

Karışık bir sıralama sonucu seyrettiğim ve ne<br />

yazık ki sona kalan Bruce Lee filmi “The Way of<br />

the Dragon”u izleyene kadar da bunu tam olarak


idrak edebilmiş değildim. Ama “The Way of the<br />

Dragon” daha sonra basiretsizce taklit edilse bile<br />

asla aslının yanına yaklaşılamayacak bir “efsanevi<br />

sinema anı” barındırıyordu. Muhteşem bir<br />

kapışma: Lee Vs. Norris… Batı Vs. Doğu…<br />

Bir 3. dünyalıya ve özellikle Asyalı sinema seyircisine<br />

perdede verilmiş en büyük ödüldür bu<br />

kapışma... Batı uygarlığının simgesel merkezi<br />

Roma’nın, yine simgesel değeri büyük Kolezyumunda,<br />

eski çağ gladyatörlerinin sakinliği ve<br />

vahşiliği ile gerçekleşecek ve ufak tefek Asyalının<br />

dev gibi bir batı savaşçsını evire çevire dövmesini,<br />

tadını çıkara çıkara göstererek sarı tenlerin<br />

altında birikmiş acı dolu yüzyılların intikamını<br />

alan bir kapışma. Filmin tamamı bu sahneyi<br />

çekmeye adanmıştır. Lee bu kutsal savaşı<br />

yüceltmek adına filmin ilk 30 dakikasında hiç<br />

dövüşmemiştir ki bu o dönemde çekilen bir<br />

dövüş filmi için çok sıradışı bir durumdur.<br />

Filmin tek kurbanı yani Lee’nin elinden filmde<br />

ölen tek kişi de yine Norris olacaktır. Bu film<br />

ayrıca Norris’in oynayıp da sonunda öldüğü<br />

tek filmdir.<br />

Bazıları filmin çekildiği 1972 yılında Norris’in<br />

henüz adı sanı duyulmamış ve herhangi bir<br />

derecesi olmadığı için bu kapışmanın Bruce<br />

açısından abartılmış bir zafer olduğunu<br />

söylerler. Fakat bu yanlıştır: Chuck Norris<br />

filmin çekildiği tarihten epey önce kendini<br />

ispatlamıştı. 1966′da Ulusal Karate


Şampiyonu, 1967′de ABD Karate şampiyonu,<br />

dünya ortasiklet karate şampiyonu, 1968′de<br />

Dünya Profesyonel ortasiklet karate şampiyonu<br />

ve Kuzey Amerika Şampiyonu olmuş çok popüler<br />

bir dövüş sanatları uygulayıcısı idi. Uzun<br />

boylu, mavi gözlü ve sarışın Aryan savaşçı<br />

Norris “batıdan intikam alan asyalı” için en<br />

doğru isimdi ve mücadelenin büyüklüğüne uygun<br />

olarak da herhangi bir Lee filminde ustaya<br />

en fazla darbe vurabilen kişi olmuştur. Çoğu<br />

Lee dövüşü rakibin saldırısı ile başlar, Lee<br />

düşmanına bir tekme atar ve dövüş biter.<br />

Dövüşün seyri, güçlerin realitede ki<br />

izdüşümlerine denk gelecek şekilde yürür.<br />

Önce Norris Lee’yi hiç umursamadan savunma<br />

alır ve açığını yakaladığı anda bu küçük adamı<br />

yere yıkar. Yüzünde her daim alaycı bir gülümseme<br />

vardır. Bu gülüş aslında Çin merkezli<br />

Uzakdoğuya yüzyıllardır ticaret bahanesiyle<br />

gelen beyaz adamın sahtekarlığının ve<br />

zalimliğinin sembolüdür. Ama Lee kalkar ve<br />

beklenmedik darbeler indirir. Bir süre sonra<br />

gülüşün yerini şaşırma ve sonuna doğru çaresizlik<br />

almıştır. Milyarlarca Çinli için bu bir<br />

zaferdir. Sonunda batı diz çökmüş, Doğunun<br />

savaşçısı onu Batı uygarlığının tam ortasında<br />

öldürmüştür. Belki de ekonomik olarak giderek<br />

kalkınan ve tüm pazarları işgal ederek büyüyen<br />

Çin’e ait bir ön kehanettir bu ve Doğulunun<br />

asıl hırsını gösterir.<br />

Lee kafasındakini perdeye geçirme konusunda<br />

çok başarılı olmuş ve bizim gibi seyircilere<br />

Sinema tarihinin en iyi mücadelelerinden birini<br />

izletmiştir. Alt metinlerinden bihaber olarak<br />

izlense dahi müthiş keyifli olan bu savaşı bir<br />

de bu gözle izleyin isterseniz…


Geçen hafta vizyona giren ve Ankara’lı iki kuzenin komedi dolu macerasını anlatan “Çalgı Çengi”nin<br />

başrol oyuncularından Ahmet Kural ve filmde küçük bir rolü olmasına karşın her türlü desteği veren<br />

Hazal Kaya ile buluşuyoruz ilkbaharı andıran bir günde. Hava sıcaklığı ortalamanın çok üstünde.<br />

Fırsatını bulan, Yıldız parkına atmış kendini. Birbirlerini önceden de tanıyan Ahmet Kural ve Hazal<br />

Kaya, Cem Yılmaz’ın da destek verdiği “Çalgı Çengi”, dizi sektörü ve gelecek hayalleri ile ilgili<br />

sorularımızı yanıtlıyorlar, büyük bir içtenlikle… Röportaj sonunda, özellikle oyunculuk anlamında<br />

Türk sinemasının sektörel başarıyı nasıl yakalaması gerektiği ile ilgili fikirler de ediniyoruz. Zira,<br />

genç oyuncular, eskiye nazaran çok daha fazla kenetlenmiş durumdalar. Her zaman olduğu gibi bir<br />

umut daha filizleniyor geleceğe ve Türk sinemasına dair…<br />

FIRAT SAYICI<br />

“Çalgı Çengi” teklifi size nasıl geldi? Kabul etme<br />

nedenleriniz ve karakterlerinizden biraz bahseder<br />

misiniz?<br />

Ahmet Kural: Filmin yönetmeni ve senaristi Selçuk<br />

Aydemir. Onunla “Ramazan Güzeldir” diye bir<br />

çalışma yapmıştık. İftarda 20 dakikalık bir işti.<br />

Başrolü paylaştığım Murat Cemcir Selçuk’la “Çalgı<br />

Çengi” diye bir çalışmamız var diyince ben de kabul<br />

ettim. Çünkü kadroyu tanıyorum, Selçuk’un kalemini<br />

biliyorum, Murat’ın oyunculuğunu biliyorum. Bu<br />

şekilde başladık. Sette çok eğlendik. Doğaçlamamız<br />

fazla biraz. Benim karakterimin adı Gürkan. Salih’le<br />

Gürkan teyze oğlu. Ankaralılar. İkisi de saf Anadolu<br />

çocukları. Ben klarnet çalıyorum, Murat klavye.<br />

Hazal Kaya: Ben, Murat’ı da Ahmet’i daha önceden<br />

tanıyordum ama Selçuk’la tanışmamıştım daha<br />

önce. Yaptıkları işlerden haberim vardı. Nasıl bir<br />

mantıkla iş yaptıklarını biliyorum. Murat senaryoyu<br />

okutmuştu bana. Keşke bende içinde olsam bu<br />

projenin diye düşünmüştüm. Bunu Murat’a ifade<br />

edemeden Murat bana teklif etti. 3 sahnede<br />

görünecek bir kızımız var bunu sen oynamak ister<br />

misin, dedi. Ben hariç bütün ekip erkek. Bu kadar<br />

erkeğin arasında, üç sahnede ve benim için ilk<br />

sinema filmim olması çok farklı oldu. İlk filmimde<br />

başrol oynayayım diye bir düşüncem olmadı hiç.<br />

Bir günlüğüne sete gitmeme rağmen bu kadar<br />

eğlendiğimi hatırlamıyorum. Filmde, iki kuzenle hiç<br />

beklemediği bir anda, hiç olmaması gereken bir<br />

yerde karşılaşan bir kızı canlandırıyorum. Ve bu iki<br />

adamı görünce herhangi bir kızcağız nasıl bir tepki<br />

verirse oda öyle bir tepki veriyor.<br />

Seyredenlerden Ankaralı olan biri size bir eleştiride<br />

bulundu mu?<br />

A: Fragmanlardan aldığım tepki şu; geçenlerde<br />

Ankara’da iken bebe diyorlardı bana. Çok güzel bir<br />

tepki bu. Kullandığımız dilin doğru olduğunu gösteriyor<br />

en azından. Yorumlar çok güzel. İnternette de<br />

görüyoruz.<br />

Son zamanlarda sinemacılar İstanbul’dan sıkıldılar<br />

galiba. Ankara’ya doğru bir yönelme var filmlerin<br />

çekiminde. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?<br />

H: İstanbul kadar kozmopolit ve her şeyin olduğu<br />

bir şehirde film çekmek daha kolay olabilir.<br />

Beyoğlu’nun herhangi bir ara sokağında her şey<br />

olabilir mesela. Belki oradan yola çıkarak böyle<br />

filmler yapılıyor. Benim Ankara’yla ilk tanışıklığım<br />

“Behzat Ç.” dizisi. Ankara daha küçük ve insanların<br />

daha çok birbiriyle haşır neşir olduğu bir şehir ve<br />

insan ilişkileri işlenecekse eğer Ankara çok doğru<br />

bir seçim bence.<br />

A: Bir de Ankara’nın başkent olduğunu unuttuk biz<br />

sinemacılar. Çok büyük oyunculara baktığınızda<br />

hep Ankaralı. Bence Ankara saklı bir hazine. Biz<br />

geç kaldık Ankara’yı keşfetmekte. Sinemacıları nda<br />

oraya yönelmesi bu yüzden. İnsanlar çok seviyor<br />

Ankara’yı ama sadece memur şehri olarak görüyorlar.<br />

Sadece Ankaralılar bu filmi izlese çok büyük<br />

bir kitle oluşur. Behzat Ç.’nin tutma sebebi de bu.<br />

Ankara’nın dili, ağzı, Türk insanının çok seveceği bir<br />

ağızdır.<br />

Bir komedi filminin içerisinde bulunmanın<br />

sorumluluğu nedir? Hani genel bir kanı vardır.<br />

Güldürmek ağlatmaktan zordur derler. Kendinizi bir<br />

güldürme sorumluluğu altında hissettiniz mi?<br />

A: Hissetmedim çünkü bana güldürmek daha ko-


kolay geliyor. İnsanların neye güleceğini bilmek çok önemli. Mesela<br />

küfre insanlar çok güler. Ama küfrü öyle bir yersiz kullanırsın ki<br />

‘Allah cezanı versin!’ der insanlar. Ama, zamanında ve çok doğru<br />

bir küfür edersen insanlar çok güler. Partnerini ve Erdal Tosun’u<br />

tanıyorsun, neye gülüp gülmeyeceğini biliyorsun. Bir de komedi<br />

filminde sürekli söze gerek yok, durum komedisi var bizim filmimizde.<br />

Güldürmek için şebeklik ya da soytarılık yapmadık, zamanlama<br />

meselesi bence.<br />

H: Güldürmenin kolay olduğunu gördük aslında ama önemli olan<br />

nasıl güldürdüğü bence. Mesela bu filmde insanlar bu adamların<br />

haline gülecekler. Çünkü onlar ne kadar eğlenirse seyirci de o<br />

kadar eğlenecek. Filmde üç tane ufacık sahnem var ama gülmekten<br />

oynayamadım. Durum o kadar komik ki, kimsenin ekstradan<br />

küfür edip de güldürmesine ya da başka bir şey yapmasına gerek<br />

kalmıyor.<br />

A: Hazal’ın olduğu sahnede aslında bizde kendimizi tutamıyorduk<br />

çünkü durum komik. Hazal da profesyonelliğini kullanarak bunu<br />

daha da yukarı çekti.<br />

Cem Yılmaz’ın işin içerisine nasıl dahil olduğundan biraz bahsedelim<br />

isterseniz.<br />

A: Cem ağabey, bize hem maddi hem de manevi yönden çok<br />

yardımcı oldu. Türkiye’de bana göre mizahta tektir. Mizahta tek olan<br />

bir insanın Selçuk Aydemir’e destek vermesi bizi heyecanlandırdı<br />

tabi ki. Hakikaten güzel bir film yapmışız dedik. Cem ağabey,<br />

Selçuk’u zaten Erdal Tosun vasıtasıyla takip ediyormuş. Cem<br />

Yılmaz galada “Her Şey Çok Güzel Olacak” filminin tadını<br />

yakaladım, dedi. Bunu söylemesi bize ayrı bir cesaret getirdi. Gerçi<br />

filmimize sonradan dahil olduğu için müdahale etme şansı olmadı.<br />

Eğer başta olsaydı, kim bilir nasıl bir şey çıkacaktı ortaya?<br />

H: Bu da filmin ne kadar iyi olduğunun göstergesi bence. Milyon<br />

dolar harcanmadı bu filme ama mütevazıydi.<br />

Son zamanlarda sinemamızda bir yardımlaşma söz konusu. Çünkü<br />

Yeşilçam’da ünlü isimlerin birbirine desteği pek fazla yokmuş. Ama<br />

bu son 10 yıldır özellikle genç oyuncular birbirine yardım olması için<br />

küçük rollerde oynuyorlar, galalara gidip orada gözükerek destek<br />

oluyorlar. Bu hem oyuncular hem de Türk sinemasının gelişmesi<br />

açısından çok önemli bir şey. Katılıyor musunuz?<br />

H: Ben mesela bu filmde olmasaydım elime bir şey geçmeyecekti<br />

ama olduğum için çok mutluyum. Bu televizyonda da geçerli.<br />

Kenan’ın başrol oynadığı diziye Kıvanç da konuk oyuncu olarak<br />

gidebildi. Nejat İşler Behzat Ç.’ye gitti. Bunlar bence çok hoş ve<br />

ileriye doğru atılan adımların belirtisi. Yeni nesil her anlamda başka<br />

bence… Eskisi gibi kameranın önüne polemik yaratmak için atlayan<br />

birilerini bulamıyorsunuz yani.<br />

A: Bunun en büyük örneği Çalgı Çengi’dir. Kadroya baksanıza<br />

Erdal Tosun, Arif Erkin, Selahattin Taşdöğen, Sümer Tilmaç, Şinasi<br />

Yurtsever. Daha birçok kişi var. Ben gidip orada bulunmasam bu<br />

büyük saygısızlık.


H: İnsan bir yerde kendi şansını kendi yaratıyor. Behzat Ç.’nin<br />

ilk bölümünde konuk oyuncu olarak oynadım. Erdal Beşikçioğlu<br />

başrolde ve Serdar Akar çekiyor. İleride çok önemli yerlere<br />

gelecek oyuncular oynuyor. Sadece egom sebebiyle neden bu<br />

fırsatı kaçırayım ki?<br />

Ortalama yüzdeki, tipteki bir oyuncu her dizide rol alabilir ama<br />

dış görünüşünüzden dolayı sizler daha çok başrol için tercih<br />

edilirsiniz. Diğer oyunculardan farkınızı göstermek için nasıl bir<br />

farkındalık yaratıyorsunuz? Gelecek için endişeli misiniz?<br />

H: Bugün de aslında benim için bir endişe yaratıyor. Öyle<br />

bir film olur ki, belki başrol değil üçüncü dördüncü derece bir<br />

roldür. Ama inanılmazdır ve benim oynamam gerekiyordur.<br />

Ama yapımcılar, Hazal bu rolü kabul etmez diye bana getirmiyorlarsa<br />

ve ben o rolü kaçırıyorsam üzülürüm. Başrol insanın<br />

kendisini göstermesi açısından çok iyi olabilir ama insanın<br />

kendine kendini göstermesi açısından iyi midir onu bilemem.<br />

Güzellik nedir onu da bilmiyoruz aslında biraz coğrafidir bu<br />

durum. Mesela Kıvanç Tatlıtuğ, Arap ülkelerinde çok seviliyor<br />

çünkü onlar için değişik. Burada da daha değişik olan belki<br />

güzel geliyor. Birinin başrol olabilmesi için güzel mi olması gerekir?<br />

Mesela diğer ülkelerde böyle değil, insanın oyunculuğuna<br />

bakıyorlar. Mesela Beren Saatçi. Bihter’di, birden Fatmagül<br />

oldu. Ben çok ilginç bir şey duydum mesela. Etiler’de çekim<br />

yapıyorduk. Çekim yaptığımız apartman gerçekten sosyetenin<br />

oturduğu bir apartman. Kürklü bir kadın bana, sen aslında çok<br />

sıcacık bir kızmışsın. Aşk-ı Memnu’da çok soğuk duruyordun<br />

ama Feriha’da gördük ki öyle değilmişsin, dedi. Çok şaşırdım.<br />

Ben buna cesaret etmeseydim, yapımcı buna cesaret etmeseydi,<br />

yalı kızından kapıcı kızı olur mu, demeseydi belki de<br />

bu olmayacaktı. Belki de beni hep yalıda yaşayan kız zannedeceklerdi.<br />

A: Bence bu sorun da kırılmayacak. Bu da halkın talebi<br />

bence. Karakterler aynı, kişilikler aynı, oyunculukta da bir şey<br />

görmüyorsanız… Ama insanlar izliyor. Güzel ve karizma oyunculukla<br />

farkını ortaya koyan çok az insan var. Mesela Kıvanç<br />

Tatlıtuğ ya da Kenan İmirzalıoğlu. Hep değişikler ve değişik<br />

oldukları için seviliyorlar. Beren ve Hazal’da da böyle. Hazal’ın<br />

da böyle bir sorunu olmadığını gördüler.<br />

Diziler nasıl gidiyor?<br />

A: “Elde Var Hayat” güzel gidiyor. 30. bölümü çektik. Güzel bir<br />

kitlesi var, daha çok öğrenciler üzerine kurulu. Kadromuz çok<br />

güzel; Emre Altuğ, Kerem Kupacı, Erdem Akakçe gibi isimler<br />

oynuyor. Her şey güzel gidiyor. Reytingler iyi.<br />

Reyting baskısı oyunculuğunuzu etkiliyor mu?<br />

A: Reyting sisteminin ilk başlarda performansımı düşürdüğünü<br />

açıkça söyleyebilirim ama sonradan beni ilgilendirmez diye<br />

düşünmeye başladım. Ben işimi iyi yaparım gerisi yalan. Bizim<br />

yapmakla yükümlü olduğumuz işimiz oyunculuk. Tabii ki,


Tabii ki, reytingler yüksek gelsin, bizim dışımızda<br />

çalışanlar da işsiz kalmasın. Artık öyle bir noktaya<br />

geldi ki, dakikalık reytinglere bakıyoruz. Kimin<br />

oynadığı sahne daha çok izleniyorsa ona yüklenin<br />

deniyor. O zaman hikaye bozuluyor ve bir yerden<br />

sonra insanlar o kişiyi izlemekten sıkılıyorlar.<br />

Başkalarının da hikayesini görmek istiyorlar çünkü.<br />

H: “Aşk-ı Memnu”dayken hep çok yüksekti reytingler,<br />

bu başka bir sorumluluk . “Adını Feriha Koydum”<br />

daha mütevazi bir dizi, bunun sorumluluğu daha<br />

farklı. Reyting baskısını ben kendimden olduğunca<br />

uzak tutmaya çalışıyorum. % 2’lik bir dizide bile<br />

oynuyor olsam yaptığım işi yapmaya çalışıyorum.<br />

Beni hiç bağlamıyor reyting. Kanalla ve yapımcıyla<br />

ilgili bir şey. Reyting beni sadece ekip adına ilgilendirir.<br />

Kimse işsiz kalmasın, sezon ortası iş bulmak<br />

zordur.<br />

Dizilerin süresi ve çalışma şartları büyük bir katılımla<br />

protesto edildi. Ama sonuç pek fazla değişmedi,<br />

diziler hala 90 dakika. Sizce bu durum nasıl düzelir?<br />

A: Kanalların tek kazançları reklam. Reklamlardan<br />

bu kazanç yüksek olmadığı sürece dizi süreleri aşağı<br />

çekilemeyecek. Çünkü bir rant var. Reklamı alırsan<br />

parayı da alıyorsun, parayı da alamayınca dizide<br />

olmuyor.<br />

H: Yapılan eylem çok güzeldi bence. Herkes<br />

oradaydı. Eylem eylemdir. Biz tepkimizi yaparız<br />

sonuç ortaya konur veya konmaz. Eylemler umarım<br />

devam eder. Çünkü kimse artık sessiz kalmamalı bu<br />

konuda. İnsanların can güvenliğiyle ilgili bir sorun<br />

ortaya çıktığında herkes tepkisini ortaya koymalı.<br />

Çünkü oyuncunun gözaltları çökük, kameramanın elleri<br />

titriyor uykusuzluktan. İlla birilerinin ölmesi gerekmiyor<br />

bir şeylerin değişmesi için.<br />

Hayranlarınızın yaklaşımından hoşnut musunuz?<br />

A: İşimizin gereği farklı bir duruma giriyoruz artık.<br />

O rahatsızlık yok bende hiç. Alıştıktan sonra hiçbir<br />

sorun yok. Tanınmaya başladıktan sonra hayatımıza<br />

çeki düzen veriyoruz. Genelde evlerde oturup sinema<br />

üzerine muhabbetler ederiz. Memur ailesinden<br />

geldiğimiz için arkadaş çevremizde ona göre ve bir<br />

yanlışımız olduğunda zaten onlar söylüyorlar. Yaşam<br />

tarzıyla zarar verecek insanların bizim hayatımızda<br />

bulunması çok zor. Çünkü onun yüzünden rezil olma<br />

ihtimalimiz çok yüksek.<br />

H: Bende de hiç yok. Hayatına çeki düzen vermek<br />

zorunda kalıyorsun. Artık her istediğini yapamıyorsun<br />

sokakta. Bu kötü bir şey belki ama biz bunu biliyorduk<br />

bu işe başlarken, o yüzden bir sıkıntı<br />

yaratmıyor. Sadece bir kere çok üzülmüştüm lise<br />

sondayken. Bir dersten kalma ihtimalim yüksekti.<br />

Çok üzülmüştüm, bir kenarda ağlarken bir kadın<br />

beni tutup çekmişti fotoğraf çektirmek için. Ama<br />

ünlü olmak ne demek biz bilmiyoruz ki, o şekilde<br />

yaşamıyoruz çünkü. Bizim çevremizde de öyle<br />

biri yok. Herkes işinde gücünde hayatında. Bizim<br />

şu anda ki tek derdimiz; ailemize, kendimize ve<br />

arkadaşlarımıza çok fazla vakit ayıramamak.<br />

Gelecek hayalleriniz nelerdir?<br />

A: Benim yıllardır hayalimde olan şey Al<br />

Pacino’yla workshop yapmak. Bunu yapan<br />

arkadaşlarım da var. Dilini anlasam da anlamasam<br />

da yapmak istiyorum bunu. Şener Şen’le<br />

Cem Yılmaz’la çok oynamak isterim. O kadar<br />

büyük insanlar var ki. Oyunculukta hayaller bitmez<br />

sorsanız bir sürü büyük oyuncu var.<br />

H: Ben geçtiğimiz Eylül’e kadar öyleydim zaten.<br />

Amerika’daydım sonra Berlin’e döndüm<br />

Almanca öğrenmek için. Ben aslında kendimi<br />

geliştirmek için elimden geleni yapıyorum. İşler<br />

orada nasıl dönüyor, buradan farklı olan nedir,<br />

onları öğrenmek için gittim. Amerika’ya gitmem<br />

gerekiyorsa orasıyla ilgili bu işlerin nasıl<br />

olduğunu az çok öğrendim. Bilgi Üniversitesi’nde<br />

Sahne Sanatları okuyorum ve okulla da yurtdışı<br />

programlarıyla ilgili konuştum. Berlin’de de birçok<br />

oyuncuyla konuşup yönetmenle tanışıp orada da<br />

işlerin nasıl döndüğünü öğrenmeye çalıştım. Ama<br />

şu an ki asıl amacım dil öğrenip işlerin oralarda<br />

nasıl olduğu hakkında bilgi sahibi olmaktı. Onur<br />

Ünlü’nün bir filminde oynamak çok isterim,<br />

kişisel olarak da çok severim kendisini. Kişisel<br />

anlamda çok desteği vardır bana. Reha Erdem,<br />

Zeki Demirkul, Yavuz Turgul’la da çalışmayı çok<br />

isterim. Oyunculardan da Şener Şen, Uğur Yücel,<br />

Lale Mansur…<br />

Peki son olarak şunu sormak istiyorum; Türk halkı<br />

bu filme niçin gitsin?<br />

A: İnsanları kandırmayan bir film. Olan bir şeyi<br />

gösteren, samimi, içten ve ortak bir çıkar için<br />

yapılmış bir film. Buradan da desteği olan tüm<br />

insanlara teşekkür ediyorum.<br />

H: Güzel bir komedi filmi izlemeye, bizim küçük<br />

dünyamızı görmeye gitsinler. Samimi bir film ve<br />

bizim bunları söyleme sebebimiz de belki de<br />

arkamızda olmaları, destek olmalarıdır


1965 / Robert Wise<br />

n Önce kazandığı Oscar ödülleri: ‘En İyi Film’, ‘En iyi Yönetmen’, ‘En iyi Müzik’, ‘En iyi Kurgu’ ve<br />

‘En İyi Ses’. Daha önce “West Side Story – Batı Yakası Hikâyesi”(1961) ile de ‘film’ ve ‘yönetmen’<br />

Oscar ödülleri kazanan yönetmen, yapımcı, kurgucu Robert Wise (1914-2005), “Star Trek” dizisinin<br />

ilk sinema filmine de (1979) imza atan ölümsüz sanatçılardan. Bir önceki yıl, “Mary Poppins”deki<br />

rolüyle ‘En İyi Kadın Oyuncu’ Oscar’ını alan genç yıldız Julie Andrews’ün müzikal sinemanın en<br />

başarılı performanslarından birini sergilediği, ona yakışıklı Christopher Plummer’ın eşlik ettiği,<br />

ülkemizde “Neşeli Günler” adıyla gösterime girmiş müzikal, Nazizmin yükseliş dönemi olan<br />

1930’ların Avusturya’sında geçer. Rahibe adayı olarak hayli başarısız ‘deli dolu’ Maria, ‘halden<br />

anlayan’ zeki başrahibe tarafından, dul deniz subayı Kaptan Von Trapp’ın yedi çocuğuna mürebbiyelik<br />

yapmak üzere görevlendirilir. Babalarının disiplininden sıkılmış ve<br />

bunalmış, bu nedenle yaramazlıklarıyla tüm mürebbiyeleri kaçıran yedi sevimli<br />

afacanı yaşamın neşesi ve müziğin coşkusuyla tanıştıran Maria, onların<br />

kısa zamanda sevgilerini kazanacaktır… Kim bilir; belki babalarının da sevgisini<br />

de… Dondurduğumuz kare, Maria’nın “Do-Re-Mi” adlı şarkıyla çocuklara<br />

notaları öğretmeye başladığı bölümden bir andır. Anımsatalım, film bir Broadway<br />

müzikalinden uyarlanmıştır; tüm şarkılar, Richard Rodgers (müzik) ve<br />

Oscar Hammerstein (söz) imzalıdır.


n Bundan böyle bu köşede, kısa film üzerine yazılara, röportajlara,<br />

haber ve duyurulara, en önemlisi de Türkiye’de pek<br />

fazla önemsenmeyen kısa film eleştirilerine yer vereceğim.<br />

Çeşitli zamanlarda çeşitli mecralarda yayınlanan “Uzun Filmin<br />

Kısası” köşesine bu kez <strong>Cinedergi</strong>’de devam ediyorum. Benim<br />

için önemi büyük olan kısa filmciliğin gelişimine küçücük de<br />

olsa bir katkım olacaksa ne mutlu bana. (Yeri gelmişken,<br />

uzun zamandır aylık Mega Movie dergisinde kısa film köşesi<br />

hazırlayan sanat yönetmeni sevgili Natali Yeres’e de selam yolluyorum.)<br />

Köşenin logosu ise, kurucularından olduğum Yıldız<br />

Kısa Film Festivali’nin 2004’te düzenlenen 2.sinin afişinden…<br />

Bir çok kez kısa film jürilerinde bulunmuş, kısa filmler çekmiş<br />

biri olarak bu köşenin devamlılığını sağlamaya çalışacağım.<br />

Tabi bunun için, siz okurlardan, kısa film üreticilerinden ve<br />

sinema-tv öğrencilerinden de katkılar, öneriler bekliyorum. İlk<br />

olarak, biraz da gündem gereği, bu yıl 7.si düzenlenen Akbank<br />

Kısa Film Festivali’ne yer vermek istiyorum. Akbank Sanat<br />

Müdürü Sn.Derya Bigalı köşemizin ilk konuğu…<br />

Bu yıl 7.kez düzenlenen Akbank Kısa Film Festivali nasıl<br />

başladı, biraz bahsedebilir misiniz?<br />

Akbank Kısa Film Festivali, 7 yıl önce başladı. Her sene<br />

genişleyerek, yeni projeler üretilerek festival bugüne kadar geldi.<br />

Zaten her yıl yeni projeler, fikirler çıkartıyoruz. Bu yıl da 430<br />

film başvurdu festivalimize. Birçok bölümden oluşuyor festival.<br />

Dünyanın her yerinden bol ödüllü filmler başvurdu. ‘Kısadan<br />

Uzuna’ bölümümüz var her sene. Bu seneyi de Seyfi Teoman’a<br />

ayırdık. İlk kısa filminin ve ilk uzun metrajlı filminin gösterimlerini<br />

yapacağız. 7 Mart pazartesi günü 10 gün boyunca kısa<br />

film gösterileri, atölye çalışmaları, panel ve söyleşilerle ücretsiz<br />

olarak izleyiciyle buluşacak. Yoğun ilgiden dolayı filmler ayrıca<br />

eş zamanlı olarak Akbank Sanat Kafesi’nden de izlenebilecek.<br />

Bu yıl da, diğer yıllarda olduğu gibi, festivalimizde ödül kazanan<br />

filmleri 30 tane üniversiteye götürüyoruz. İstanbul’dan<br />

başlayıp birçok şehirde, toplam 30 üniversitenin, özellikle<br />

iletişim bölümlerinde gösterilecek.<br />

Kısa Film sektöründen biraz bahsedebilir misiniz?<br />

Bilindiği üzere dünyada pek çok yönetmen kariyerine kısa<br />

film ile adım atıyor. Daha sonra uzun metrajlı film çekmeye<br />

başlıyorlar. Hatta kariyerine sadece kısa film ile devam eden<br />

yönetmenler de mevcut. Türkiye’de özellikle gençlerin kısa<br />

filme çok fazla ilgisi var. Biz de bu konuda onları desteklemek<br />

için her yıl Akbank Kısa Film Festivali’ni düzenliyoruz Bu yıl<br />

da her zaman olduğu gibi festival boyunca jüri kurulunun<br />

değerlendireceği “En İyi Kurmaca Film” ile “En İyi Belgesel


Film”ine 8.000 TL ile ödül vereceğiz.<br />

7 yıldır süren Akbank Kısa film festivalinde bu sene iki tane<br />

farklılık öne çıkıyor. Bu farklardan bahsedebilir misiniz?<br />

Her yıl festivalimiz gelişmeye devam ediyor. Birçok bölümden<br />

oluşuyor festival. Özellikle canlandırma kısaları, animasyon filmleri<br />

için özel bir yer ayırdık. Canlandırma Kısalar, Kısadan Uzuna,<br />

Deneyimler, Belgesel Sinema gibi festival filmlerini 4 bölümde<br />

kategorize ettik. Ayrıca 7. senemizde diğer festivallerimizden farklı<br />

olarak bir izleyici jürisi oluşturduk. Böylelikle dileyen Akbank Sanat<br />

resepsiyonundan başvuru formunu alarak beğendiği filmin seçilmesini<br />

sağlayabilecek. Ayrıca sosyal medya iletişim kanallarından<br />

Vimeo’dan da beğendikleri filme oy verebilecekler. Sosyal<br />

Medya’nın çok fazla revaçta olduğu bir yıl yaşıyoruz. Bu yüzden<br />

festival öncesinde, sosyal medya takipçilerine ve de özellikle gençlere<br />

ulaşmak için, ‘Dijital Ortamda Sinema Yazarlığı’ konulu bir<br />

söyleşi gerçekleştirdik.<br />

Festivale olan ilgiden biraz bahsedebilir misiniz?<br />

Çok büyük ilgi oluyor. Hem gençler, hem de filmseverlerden<br />

katılım oldukça fazla. 10 günde 7.000 kişiye yakın izleyici geliyor.<br />

Salonumuz dolduğu için kafede de aynı anda gösterim yapıyoruz.<br />

Festival ayrıca üniversitelerde de gösteriliyor. Bu yıl kaç tane üniversite<br />

gezeceksiniz?<br />

Geçen sene 6. Kısa Film Festivalimizde yaklaşık 8.000 üniversite<br />

öğrencisine ulaştık. Bu yıl Festivalde toplam 21 ülkeden 92<br />

film gösterilecek. 10 gün boyunca gerçek anlamda bir maraton<br />

yaşayacağız. Hem film gösterimleri hem de atölye, söyleşi ve panellerle.<br />

Biz de heyecanla bekliyoruz.<br />

AKBANK 7. KISA FİLM FESTİVALİ<br />

n Akbank 7. Kısa Film Festivali 7 Mart Pazartesi 2011 tarihinde<br />

kısa filmler, atölye çalışmaları ve söyleşilerle dolu<br />

keyifli bir programla başlıyor. Festivalin “En İyi Kurmaca<br />

Film”ini belirleyecek Kurmaca Kategorisi Jüri Kurulu;<br />

fotoğraf sanatçısı ve yönetmen Ebru Ceylan, oyuncu Lale<br />

Mansur, yönetmen Seyfi Teoman, Kadir Has Üniversitesi<br />

Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman ve<br />

Akbank Sanat Müdürü Derya Bigalı’dan oluşuyor. Jüri<br />

kurullarının festival sürerken yapacakları değerlendirmenin<br />

ardından, Festival’in ödül töreni sırasında “En İyi Kurmaca<br />

Film” 8.000 TL, “En İyi Belgesel Film” 8.000 TL ile<br />

ödüllendirilecek. 21 ülkeden 92 film, söyleşiler ve atölye<br />

çalışmalarının yer alacağı Akbank 7. Kısa Film Festivali’nin<br />

10 gün boyunca herkese kapısı açık olacak ve tüm etkinlikler<br />

ücretsiz olarak Akbank Sanat’ta izlenebilecek. Ayrıca<br />

Festival boyunca bütün filmler Akbank Sanat’ın kafesinde<br />

eş zamanlı olarak gösterilecek. Ayrıntılı bilgi için:<br />

www.akbankkisafilm.com


Özcan Deniz merakla beklenen filmi Ya Sonra’nın<br />

izleyiciyi şaşırtacak mesajlarını Ajanda için<br />

yorumladı. Filmden yola çıkan röportaj Deniz’in<br />

aşk anlayışı, geleceğe dair planlarına kadar uzadı.


SERDAR AKBIYIK<br />

n Son dönemde Türk sinemasında çok ilginç<br />

gelişmeler oluyor. Özcan Deniz gibi yola müzisyen<br />

olarak başlayan çok önemli bir isim kökten<br />

sinemacılara taş çıkartacak bir film çekiyor. Bu yetmiyor<br />

filmin senaryosunu yazıyor, bir de baş<br />

rolünde oynuyor. Uzaktan bakarsanız<br />

burun kıvırabilirsiniz. Ama Türkiye’de<br />

çekilen romantik komedilerin bence<br />

en iyilerinden Ya Sonra. Böyle bir<br />

filmi ne oyuncularla ne başkasıyla<br />

konuşabilirdik. Bu filmin gerçek sahibi<br />

Özcan Deniz’e uzattık teybimizi.<br />

İşte ünlü sanatçının filmle ilgili<br />

verdiği ilk röportaj.<br />

Proje nasıl ortaya çıktı?<br />

Proje bir kere sinema filmi yapma isteğimle<br />

ortaya çıktı. Kafamda çok hikaye vardı,<br />

onları senaryolaştırmaya karar verdim. Türk<br />

sinemasında aşk filmi boşluğu olduğunu gördüm.<br />

Sürekli o boşluğu absürt komedi ya da ağır siyasi<br />

mesajlar veren dramlar dolduruyordu. Böylece<br />

daha Yeşilçam etkisi olan bir film yapmak istedim.<br />

Aşk filmi yapmak istedim. Nasıl olacağı konusunda<br />

bir arkadaşımın boşanması bana ilham oldu.<br />

Arkadaşım uzun bir süre bende kaldı. Onunla<br />

dertleşirken, kadın erkek ilişkisini o kadar irdeledik<br />

ki buradan yola çıkarak böyle bir şey yapma<br />

isteği oldu.<br />

Filmin hikayesi gençler kadar orta yaşa da hitap<br />

ediyor.<br />

Evet filmin kök hikayesi daha çok orta yaşa hitap<br />

ediyor. Fakat filmin temposu, eğlencesi, durum<br />

komedileri, gençleri de cezbediyor. İlişki yaşayan<br />

evlenmemiş çiftler de var gençlerde. İlişkide nasıl<br />

davranmalarını anlayamamış, bütün bu ilişkileri<br />

çocukça yaşayan gençler var. Yani onlarında ilgisi<br />

çekeceğinidüşünüyorum.<br />

Filmin kadın karakteri Didem Türk sinemasında<br />

çok da rastlamadığımız ayrıntılı bir şekilde<br />

işlenmiş. Ve orada çalışan kadına dair mesajlar<br />

var. Birazda bundan bahsedelim mi?<br />

Türk Sinemasında kadınlara çok rol yazılmıyor.<br />

Dominant roller yazılmıyor. Son dönemlerde<br />

erkek egemen bir sinemamız var. Bir kadın starın<br />

üzerine yazılmış film az. Burada çok az filmin<br />

ana malzemesinde kadın var. Kadına sahip<br />

çıkarsak, empati kurarsak, o hikaye bizi daha çok<br />

ilgilendirir. O yüzden ben filmimdeki Didem karakterinin<br />

dozunu yüksek tuttum.<br />

Durum böyle oluncada Cast çalışması çok önemli.<br />

Deniz Çakır’ı çok başarılı bulduk. Filmin kötü<br />

karakteri Barış Palay da başarılı bir performansa<br />

sahip.<br />

Barış biraz karikatürize olmalıydı. Barış’ın<br />

oynadığı karakter biraz parasıyla kendine dünya<br />

kurmuş, plastik bir hayat yaşıyor. Deniz Çakır’ı<br />

tercih etmemizin iki sebebi var.


Bir tanesi fiziği dişi kadın sayısı çok az. Dişi görünen,<br />

giydiği elbiseyi taşıyan, giyindiğinde yürüyüşü ile kadın<br />

çizgisiyle duran çok az kadın var Türk sinemasında.<br />

İkincisi oyunculuğu. İlk rolü konuştuğumuzda,<br />

tartıştığımızda bir ara o kadar konsentre oldu ki bana<br />

bir sure sonra Didem gibi bakmaya başladı. Farkında<br />

değildi onun. Ondan sonra evet bu dedim.<br />

Filmin hem senaristi, hem yönetmeni hem oyuncususunuz.<br />

Bu anlamda sizing aşk algılayışınızda filmi<br />

anlamamızda önemli.<br />

Şimdi uzun süreli ilişkilerde ister istemez aşka karşı<br />

reflekslerimizi kaybediyoruz. Ilk başlardaki çiçekler,<br />

mesajlar, tatil planları, öpücükler, telefonlar, mesajlar<br />

bir süre sonra monotonlaşıyor. Erkek ilk baştaki o aşkı<br />

yok etmiyorsa da derinlere bir yere gömüyor. Bir süre<br />

sonra da unutuyor. Fakat bir travma bütün bunları ortaya<br />

çıkarıyor. Filmdeki Adem karakteri o an hatırlıyor.<br />

Didem’in filmin başında sorduğu sorular var. Ben senin<br />

neyinim gibi?, Adem “sen benim karımsın” diyor. O<br />

anda konu kapansın diye söylenen bir şey tabii. Finalde<br />

bu soruların cevabını çok daha sahici söylediğini<br />

görüyoruz Ademin. Aslında reflenkslerini canlandırıyor<br />

tekrar onun için aşk acısı çekiyor.<br />

Filmin müzikleri hakkında konuşalım.<br />

Filmin müzikleri benim için çok önemliydi. Bu filmde<br />

şarkılar, durumu anlatan müzikler çok dikkatli<br />

çekildi. Ben müziklere de zaman ayırdım. 5 ay kadar<br />

stüdyoda müziklerle uğraştım .Çok önemli müzisyen<br />

arkadaşlarım var buna imzasını atan, kendi yazdığım<br />

şarkılar var. Hayat Arkadaşı’nı ben bu film için<br />

besteledim .<br />

Sizin sinema oyunculuğunuz dizi oyunculuğunuz var<br />

bunların hangisinde tatmin oldunuz.<br />

Sinema.<br />

Bunun sonrasında sadece sinemaya yönelme olur mu?<br />

Denge değişebilir. Bir dönem müzik yapabilirim, bir<br />

dönem sinema yapabilirim. Belki zaman zaman denge<br />

değişebilir ama bundan birini bırakıcam gibi bir şey<br />

olamaz. Evet çok yoruluyorum müzikle uğraşırken.<br />

Konserler, albüm çalışması, onun dışında klipler, promosyonlar<br />

doğal olarak yoruyor insanı. Konser sayısını<br />

azaltabilirim, singıl çıkarabilirim. Bu bir doygunluk<br />

kazandığımda olabilir, manyağa bağlamak istemiyorum.<br />

O yüzden müzik sinema gibi değil. Belki biraz<br />

seviyesi düşebilir.<br />

Sinema için bundan sonra ne düşünüyorsunuz?<br />

Devam edeceğim. Şu an planladığım birşey var. Yapabilirsem<br />

Eylül’e yetiştirmeyi düşünüyorum.<br />

Mahsun Kırmızıgül’le ilgili bir benzeşme<br />

var. Bunu da anlıyorum. Bence kariyer<br />

benzeşmesi. Sinemanıza bakınca ise çok<br />

farklılıklar görüyorum . Bunun yorumunu<br />

isteyeceğim.<br />

Yani öyle bir kıyaslama yapmayacağım. O onu<br />

yapıyor, ben bunu yapıyorum diyemeyeceğim.<br />

Şu anda vitrinde ben varım ve yıpratılıyor olabilirim.<br />

Bu yüzden bunu yorumlamayacağım.<br />

Benzer hiç bir şeyimiz yok.<br />

Bu müziklerden bahsederken Yıldıray<br />

Gülgen’den de bahsetmek lazım. Mahsun<br />

Kırmızıgül de Yıldıray Gülgen ile çalıştı, sizde<br />

onunla çalıştınız. Onda sizi cezbeden neydi?<br />

Yıldıray bizim 25 yıllık ortak arkadaşımız.<br />

daha önceki albümümüzü de beraber<br />

yaptığımız arkadaşımız, birbirimize nazımız<br />

geçiyor. Aynı zamanda Yıldıray çok hızlı bir<br />

müzisyen. Yani ona verdiğiniz şeyi size kısa<br />

sürede servis ediyor. Bu durum çok önemli.<br />

Son dönemde aşk filmlerinde bir artış oldu. Bu<br />

konuda ne diyeceksiniz?<br />

Bu beklenen birşeydi. Yani böyle bir boşluk<br />

var zaten. Aşk filmi çekmek çok zordur. Hem<br />

aşk filmini dengeleyeceksiniz hem gişeyi


düşüneceksiniz bu zor. Yani aksiyon filmi,<br />

korku filmi çekebilirsiniz ama bu ikisini bir<br />

arada tutmak zor gerçekten. Kullandığınız<br />

teknik, müzik herşey çok önemli. Bu anlamda<br />

senaryonun, castın çok doğru ve güzel olması<br />

lazım. Bu zor birşey. Bu yüzden bu tarz film<br />

çok yok.<br />

Filmin bence vurucu kısımlarından bir tanesi<br />

romantizm ile komedisini dengesi. Filmin komedisini<br />

oldukça başarılı buldum.<br />

Filmde anlattığım şey aslında oldukça depresif<br />

birşey. Komediyi çıkarırsak ortaya dram<br />

çıkar. Bu benim işime gelmezdi. Gişeyi etkiler,<br />

yaş grubunu etkiler, filmin seyrini etkilerdi,<br />

bunu çok tercih etmedim açıkçası. Durum<br />

oraya götürdü, böyle bir hikaye komik ilerler.<br />

Sizin dizi çalışmalarınız da var. Çalışma<br />

şartlarını biliyorsunuz. Bu anlamda eylemler<br />

var. Siz bu eylemlere katılıyor musunuz? Bu<br />

durumun bi sonuca ulaşacağını düşünüyor<br />

musunuz?<br />

Sonuca ulaşacak, ulaşmak zorunda. Giderek<br />

dizilerde kalite düştü, hem dizi sayısı azaldı.<br />

Kaliteli dizi olarak bir kaç tane isim var. Behzat<br />

Ç., Muhteşem Yüzyıl, Öyle Bir Geçer Zamanki<br />

yani üçü geçemiyoruz. Düzelmek zorunda yoksa<br />

herşey batar.<br />

Çoğu kişi şunu söylüyor, “Eylemler doğru ama kimi<br />

hedef alıyoruz?”<br />

Bir kere eylemin şekli yanlış. Biz Unkapanında müzik<br />

anlamında daha once yaptığımız eylemler yüzünden<br />

tecrübeliyiz. İstediğinizi yapın, Taksime gidin sadece<br />

sesinizi duyurursunuz ama somut birşey olmaz.<br />

İnsiyatife saldırmak yerine sendikalarla, adaletle durumu<br />

bağlamak lazım. Sendikalar var. Türkiyedeki tüm<br />

oyuncuları alamıyor, açıkta kalanlar var Yapımcılar<br />

sendikalı olmayan çalışanı tercih ediyor. Böylelikle<br />

sendikanın yaptırım gücü azalıyor. Amerika’da sen film<br />

çekmek istersen, her hangi bir teknik ekiple çalışmak<br />

istersen, sendikayla karşı karşıya kalıyorsun. Yemek<br />

saatinden tut herşeyine kadar sendika ilgileniyor. Bizim<br />

de buna ihtiyacımız var.<br />

Herhangi bir dizi projeniz var mı?<br />

Hayır yok. Teklifler geliyor ama içimden gelmiyor dizi<br />

çekmek.<br />

Bundan sonra bir sinema projeniz olduğunu söylediniz<br />

onun konusu hakkında bilgi verir misiniz?<br />

Biraz daha sert olacak onu söyleyebilirim. Ben çok<br />

mesaj bombardımanına sokmak istemiyorum seyirciyi.<br />

İzleyen biraz zevk alsın istiyorum. Aslında mesaj<br />

verirken insanları sıkmamak gerekir. Birşey öğrenmek<br />

istemeyen de var. Adam Matrix’i çekiyor. Aslında<br />

baktığında altında felsefik bir mesaj var ama mesajına<br />

kafa yormak zorunda değilsin. O filmi her türlü izleyebilirsin.<br />

Ben de bunu hedefliyorum.<br />

Bu filmde de bir mesaj verme kaygısı içine girilmemiş…<br />

Cümle kurmamaya özen gösterdim. Evlenirsen şu<br />

olur, bu böyle olursa bu olur gibi birşey yapmak istemedim.<br />

Böyle uzun cümleler kurmak istemedim. Ben<br />

senaryoya inanıyorum.<br />

Benim size sormadığım ama sizin söylemek istediğiniz<br />

birşey var mı?<br />

Şöyle söyleyebilirim, bu filmin tüm şeyleri gerçek<br />

sinema malzemeleri ile yapıldı. Zamanımızda genelde<br />

sinema tv teknik alet ve edevatları ile yapılıyor.<br />

Müzikler minimal, reji dizi rejisi, HD kameralar, Led<br />

kameralar. Bu filmin sesleri tamamen Londra’da mixlendi.<br />

Dünyanın en önemli ses mixçileri bu filmin mixinin<br />

başındaydı. Berlin Armoni Orkestrası tarafından<br />

çalındı. Birinci sınıf oyuncularla cast oluşturuldu. Mekanlar<br />

özenle seçildi. Yani bunu söyleyebilirim elimden<br />

geleni yaptım. Top seyircide bu saatten sonra<br />

değiştirecek birşeyim yok.


SERDAR AKBIYIK<br />

n Hollywood’u Hollywood yapan yıldızlarıdır.<br />

Özellikle kadın oyuncular bu endüstrinin en<br />

parlak parçasıdır. Yıllarca onların ismiyle<br />

anıldı bu endüstri, Brooke Shields, Phobe<br />

Cates, Lindsay Lohan, Miley Syrus ve daha<br />

kimler kimler. Bu isimlere en son katılan<br />

ise Jennifer Lawrence. 1990 doğumlu Lawrence<br />

14 yaşında keşfedildi. Kentucky’de<br />

doğan yıldız New York’a gittiğinde bir iki<br />

ajansa başvurdu ve deneme çekimleri<br />

sonucunda menejerler peşine düştü. Annesi<br />

Karen kızının bu isteğine önceleri çok<br />

sıcak bakmadı. Fakat menejerlerin ısrarları,<br />

katıldığı bir katalog çekimlerindeki başarısı<br />

Lawrence ailesini dönemeyeceği bir yola<br />

çıkardı. İlk başlarda televizyon dizilerinde<br />

yer alan Lawrence 2008 yılında Guillermo<br />

Arriaga’nın yönettiği Burning Plan’da rol<br />

alınca dikkatleri üzerine çekti. Kim Basinger<br />

ve Charlize Theron gibi önemli isimlerle<br />

beraber rol alan Lawrence gösterdiği<br />

performansla asla ezilmedi. Hatta bu seksi<br />

kadınların yanında tazeliğiyle daha fazla<br />

dikkat çekti. Daha sonra 2009 yılında<br />

Devill You Know’da rol aldı. Oynadığı iki<br />

filmle Winter Bones’daki rolü kaptı. Filmin<br />

deneme çekimlerine giderken çok yorgun<br />

olduğunu söyleyen Lawrence çekimlerde<br />

herkesin ondan güzel olmasını, iyi<br />

konuşmasını beklediğini ama yorgunluktan<br />

hiç havasında olmadığını fakat senaryoyu<br />

okuyunca müthiş bir kadın karakteri gözlerinde<br />

canlandığını anlattı. Bazı oyuncularıh<br />

kendini yarattığını bazılarının ise başkaları<br />

tarafından yaratıldığını söyleyen Lawrence<br />

“Ben kendimi yarattım” diyerek iddiasını<br />

ortaya koyuyor. Kendi yaş gurubunda bir<br />

Robert Redford, Paul Newman olmadığını<br />

ama James Franco’yu oyuncu olarak<br />

beğendiğini anlatan Lawrence “İkinci bir<br />

James Franco da yok” diyor kendi yaş<br />

gurubu için. Gitar çalan oyunculuktan<br />

önce amigo kız olan Lawrence her filmiyle<br />

üstüne koyuyor. Winter Bones’dan<br />

sonra Jodie Foster’ın yöneteceği The<br />

Beaver’da Mel Gibson ve Foster ile birlikte<br />

rol alacak. 2012’de ise X Men First Class’da<br />

Mystque’i canlandıracak. Oscar töreninde<br />

giydiği o vücudunu saran kırmızı elbiseyle<br />

hayal ettiğimiz Lawrence’ı X Men’de<br />

Mystque olarak düşünmek bile insanı<br />

heyecanlandırıyor.


Winter Bones’un genç yıldızı<br />

Jennifer Lawrence belki Natalie<br />

Portman’a Oscar’ı kaptırdı ama<br />

hem filmdeki başarısıyla hem<br />

de Oscar törenindeki kendinden<br />

emin tavırlarıyla herkesi<br />

kendine hayran bıraktı.


BANU BOZDEMİR<br />

n Kim ne derse desin, burnuna, saçına, kaşına, hatta<br />

dudaklarına takılmış olsun ben bir filmde Ben Stiller ile onu<br />

görünce mutlu oluyorum. Ben Stiller (kamera önü) ve Wes<br />

Anderson (kamera arkası) ile kanka, Luke Wilson ile kardeş,<br />

çiçeği burnunda bir baba ve filmlerin uçuk oyuncusu… Tam<br />

adı Owen Cunningham Wilson olan oyuncu 1968, Dallas<br />

doğumlu. Yazar yanı da kuvvetli olduğu, filmlere oyuncu ve<br />

senarist olarak katılmayı seven hatta kendisini aslen yazar<br />

olarak gören zat! Bottle Rocket’ta senaryosunu yazıp<br />

kendisine hayalci bir rol biçen Wilson, 1997 yapımı<br />

Jennifer Lopezli Anaconda’da rol aldı. Perili Ev’de<br />

çenesi kesilmesine rağmen deney insanı Dr. Marrow<br />

rolündeydi, Jackie Chan’le türlü sakarlıklara imza<br />

attıkları Şangaylı Kovboy ise bir sene sonra<br />

çıkacak Zırtapoz’a hazırlıktı adeta. Ben Stiller<br />

etkisi fazla olsa da! Senarist olarak imza attığı<br />

Tenenbaum Ailesi’nde yine kovboy kadrosundan<br />

yerini aldı, Düşman Hattı’nda aksiyon ve<br />

drama daldı, Şangay Şövalyeleri’nde Chan<br />

ortaklığı devam etti. Deniz’de Yaşam filminde<br />

ekibe yeni katılan çaylağı, The Big Bounce<br />

filminde zıpırların zıpırını, Starsky & Hutch’da<br />

Stiller ile kanka dedektifleri oynadılar. 80<br />

Günde Devrialem’de kalabalık bir kadronun<br />

içinde yer aldı, The Wedding Crashers onun<br />

sulu sepken ve sevimli hallerinin tıpkısının<br />

aynısı, Sen, Ben ve Duprie’de arkadaşlarına<br />

fenalıklar geçirten Duprie’yi, Müzede Bir<br />

gece’de müze sakinlerinden Jedidiah’ı,<br />

Marley ve Ben’de köpekli bir adamı, Zor<br />

Baba serisinde Ben Stiller’ın karşısına<br />

çıkan karısının kıl ve eski sevgilisi olarak<br />

rol aldı. Bu ay ve sonrasında vizyonu açık<br />

görünüyor. Bu ay vizyonda olan Farrelly<br />

Kardeşlerin Hall Pass’ın da çapkınlık turuna<br />

çıkan adam olarak karşımıza çıkacak,<br />

komiklik yapacak yine… Nisan’da ise<br />

How Do You Know’da kendini beğenen<br />

bir beyzbol oyuncusu olarak karşımızda<br />

olacak! Sevenler izlesin!


Bu ay ve<br />

sonrasında vizyonu<br />

açık görünüyor. Bu<br />

ay vizyonda olan<br />

Farrelly Kardeşlerin<br />

Hall Pass’ın da<br />

çapkınlık turuna<br />

çıkan adam olarak<br />

karşımıza çıkacak,<br />

komiklik yapacak<br />

yine…


n Uzun zamandır ismi usta<br />

oyuncularla anılan Russel<br />

Crowe, cesur ve girişken<br />

tavrıyla Hollywood’un<br />

vazgeçilmez oyuncularından.<br />

Kadın hayranları kadar erkek<br />

sinemaseverlerin de takdirini<br />

kazanmış olan Crowe, Maximus<br />

gibi azimli ve sevdikleri<br />

için ölümüne savaşabilen<br />

biri iken, John Nash kadar<br />

da iç dünyası karmaşık biri.<br />

Zaman zaman sabırsızca<br />

davranarak seçtiği rollerle<br />

hayal kırıklığı yaşayan sevilen<br />

oyuncu, sadece setlerde<br />

değil, her alanda başrol<br />

hayatı yaşamakta. En yüksek<br />

paraları kazanan aktörler<br />

arasında sayılan Russel<br />

Crowe özel hayatıyla da muadillerine<br />

örnek olmaktadır.


İlk İzlenim: Güçlü, kuvvetli,<br />

Konuştukça: İntikam duygusuyla yanıp<br />

tutuşan, istikrarlı biri…<br />

Artıları: Mangal yüreği çevik bileğiyle<br />

buluşunca önüne geleni deviriyor.<br />

Handikapları: Gözlerini kör eden hırsı, sonunda<br />

kendisini de ebediyete uğurluyor.<br />

Yaşam Felsefesi: Her şey ailem için!<br />

Hayattaki Düsturu: Birlikte olursak, hayatta<br />

kalırız!<br />

Tanıyınca: Maximus gibi bir adamla<br />

tanışırsanız iki seçeneğiniz var. Ya onun<br />

yanında olup, onurlu bir mücadele içinde<br />

ölürsünüz. Ya da onu karşınıza alıp<br />

kılıcıyla ölürsünüz. Seçim sizin.<br />

İlk İzlenim: Aklı başında, sakin görünümlü biri.<br />

Konuştukça: Bu adam kimle konuşuyor? Bir bilen<br />

var mı?<br />

Artıları: Kafası bambaşka çalışan, olayları farklı<br />

açılardan gören bir zeka küpü, matematik dehası…<br />

Handikapları: Şizofren…<br />

Yaşam Felsefesi: Her problemin bir çözümü<br />

vardır…<br />

Hayattaki Düsturu: Siz, benim her şeyi berbat eden<br />

bir deli olmamı görmek istediniz. Ama olmadı.<br />

Tanıyınca: Sayılarla ve formüllerle dolu dünyasına<br />

girebilmek için en azından onun ruhunu iyi<br />

okumanız gerekli. Aksi takdirde ona nasıl<br />

yaklaşacağınızı kestiremeyebilir ve hayal dolu<br />

dünyasında boğulabilirsiniz.


n Evrensel hümanizm<br />

düşüncesinin öncülerinden Yunus<br />

Emre’nin hayatı film tadında<br />

çekilecek dramatik bir belgesele<br />

konu oluyor. Projenin<br />

mimarı Kürşat Kızbaz. Yunus’un<br />

yaşadığı Selçuklu kentini bire bir yansıtacak platonun<br />

yapımına da başlandı. Belgesel kadrosunda Yıldız<br />

Kenter, Müşfik Kenter, Selçuk Yöntem ve Burak Sergen<br />

rol alıyor. Çekimlere 20 Mayıs’ta başlanacak.<br />

n Temmuz ayının ilk haftası çekimlerine<br />

başlanılacak olan “Son 10 Dakika” isimli<br />

sinema filminin ön çalışmalarına şimdiden<br />

başlandı. Yönetmenliğini Uğur Balkan’ın<br />

üstleneceği sinema filmi için başarılı isimlerle<br />

görüşmeler yapılıyor. Uğur Balkan<br />

“İddiamı ‘Son 10 Dakika’ isimli filmimle<br />

göstereceğim” dedi. Filmde Kainat güzeli<br />

Almeda Abazi ve Damla Debre rol alıyor.<br />

Balkan, Sakarya Üniversitesi Güzel Sanatlar<br />

Fakültesini bitirdikten sonra dizi film ve<br />

reklam dünyasında önemli isimlerle başarılı<br />

işlerde çalıştı.<br />

n Yalana, dolana, talana, hırsıza, arsıza,<br />

yolsuza, laine ve haine ve de cümle<br />

haşerata Hop Dedik! sloganıyla yola çıkan,<br />

yönetmenliğini Oğuz Yalçın’ın üstlendiği,<br />

senaryosunu Emniyet<br />

Amiri Bayram<br />

Özbek’in yazdığı<br />

“Hop Dedik!” sinema<br />

filminin çekimleri bitti.<br />

Filmde Perihan Savaş,<br />

Bulut Aras, Emir<br />

Benderlioğlu, Orhan<br />

Bıyıklı, Ceren Şekerci,<br />

Mesut Çakarlı ve<br />

İsrafil Köse gibi oyuncular<br />

rol alıyor.


n 8. Yüzyıl’da yaşadığı<br />

tahmin edilen Türk<br />

kumandanı Battal<br />

Gazi’nin yaşamını konu<br />

alan kısa metrajlı film için<br />

6,5 milyon euro bütçe<br />

ayrıldığı bildirildi. Öztürk,<br />

sinemanın gücünü<br />

de kullanarak kültürel<br />

değerlerin tanıtımını<br />

yapacaklarını vurguladı.<br />

Mayıs ayında çalışmalara<br />

başlayacaklarını bildiren<br />

Öztürk, filmde Battal<br />

Gazi”nin babasını Cüneyt<br />

Arkın’ın oynayacağını<br />

anlattı. Öztürk, “Türkiye<br />

genelinden tanınmamış<br />

isimleri de düşünüyoruz”<br />

diye konuştu.<br />

n Yönetmen Sinan Çetin, “Sinema topal<br />

bir sanat mı ki devlet yardım ediyor?”<br />

sözleri sinema dünyasını ikiye<br />

bölündü. Kimi yönetmen “Verdikleri para<br />

sadakadır” diyerek Çetin’e destek olurken,<br />

kimi de “Devlet daha çok destek<br />

vermelidir” görüşünü savundu. Çetin<br />

“Devletin film yapana yardım etmesine<br />

gerek yok. Fonlar, yardımlar biter, devlet<br />

sinemadan elini çekerse son derece<br />

gerzek ve aptal filmlerin yapılması<br />

ortadan kalkacaktır. ” diyerek sözlerini<br />

tamamladı.<br />

n Siyah Beyaz ile başlayan Ankara sevdası diğer<br />

filmlere de sıçradı! Bizim Büyük Çaresizliğimiz için;<br />

“Bu filmi Ankara’dan başka bir yerde çekemezdim”<br />

diyor Seyfi Teoman. Yeni filmi Yeraltı için ise Zeki<br />

Demirkubuz şunları söylüyor: Filmimdeki baş karakterin<br />

memur olmasını da düşünerek memur şehri<br />

olarak anılan Ankara’ya geldim. Ankara’da inanılmaz<br />

bir sinematografi var. Sinemacılar, kısa filmciler bunu<br />

nasıl keşfetmiyorlar<br />

bilmiyorum. Behzet<br />

Ç. ekibi dışında daha<br />

kimse keşfetmedi<br />

bunu. . Ankara’nın<br />

kendisine sinematografik<br />

açıdan mükemmel<br />

geldiğini dile<br />

getiren Demirkubuz,<br />

film bittiğinde izleyicilerin<br />

“Ankara bu<br />

kadar sinematografik<br />

miydi?” sorusunu<br />

soracaklarını belirtti.


SERDAR AKBIYIK<br />

n Yeşilçam Film Ödülleri yaklaşırken<br />

ve tartışmalar almış başını gitmişken<br />

biz de teybimizi bu festivali hayata<br />

geçirenlere uzattık. Beyoğlu Belediye<br />

Başkanı Ahmet Misbah Demircan,<br />

Turkcell Kurumsal İletişim ve<br />

İlişkilerden Sorumlu Genel Müdür<br />

Yardımcısı Koray Öztürkler ve tabii<br />

ki TÜRSAK Başkanı Engin Yiğitgil.<br />

Yeşilçam Ödülleri ile önemli bilgileri<br />

en yetkili ağızlardan sizlere<br />

ulaştırdık…<br />

Yeşilçam Ödülleri sinema<br />

dünyamızdaki hangi açığı kapatıyor?<br />

Ahmet Misbah Demircan: Yeşilçam<br />

Beyoğlu’nun bir sokağı ancak<br />

Yeşilçam aynı zamanda Türk<br />

sinemasının sembolleşmiş bir<br />

markası. Dolayısıyla böyle bir markaya<br />

sahip çıkmaya ve parlatmaya<br />

Türk sinemasının ihtiyacı vardı diye<br />

düşündük. Yeşilçam geçmişten günümüze<br />

gelen bir değerdir. Yeşilçam böyle bir sembol<br />

değer olarak önde olmalıydı. Yeşilçam Ödülleri’nin<br />

bir başka kıymeti de şudur; Türk sinemasının üzerinde<br />

tartışılan bir jüri sistematiğinin olduğu, neticeleri<br />

tartışmalara açık bir mekanizmadan sıyrılıp<br />

kendi kendinin ödülünü verebildiği bir mekanizmaya<br />

ihtiyacı vardı. Yeşilçam ödülü işte bu iki açığı<br />

kapatıyor.<br />

Değişik bir oylama sistemi var. En kapsamlı jüri<br />

sistemi diyebiliriz. Jüri seçiminde kriterler nedir ve<br />

bu yapıyı doğru buluyor musunuz?<br />

Engin Yiğitgil: Yeşilçam Ödülleri dünyadaki benzerlerinden<br />

hiçbir farkı olmayan bir sinema ödülleridir.<br />

En kapsamlı jüri sistemi bu ödül projesinde vardır.<br />

Şöyle ki; vizyona giren ve yapımcısı tarafından<br />

onaylanan filmlerin kendi ekipleri ilk oylamada 13<br />

kategorideki ilk 5 adayı belirler. Sonraki büyük jüri<br />

ise yine birinci etaptaki jürinin katılımı ile sinema<br />

dünyasının önde gelenleri, diğer bazı disiplinlerin<br />

(edebiyat, plastik sanatlar, vb.) akil adamlar<br />

topluluğundan oluşur. Burada esas olan mesleki<br />

örgütlerin ve sinema sektörünün birinci oylamadaki<br />

profesyonelce uzmanlık alanlarındaki görüşlerinin ve<br />

kriterlerinin oylaması olmasıdır.<br />

Yeşilçam Ödülleri’ne bir filmin aday olabilmesi için<br />

hangi özelliklere sahip olması lazım?<br />

Engin Yiğitgil: Bu seneki dahil Yeşilçam Ödüllerinde<br />

aday olabilmek için o sene bir hafta boyunca ticari<br />

bir gösterimde yer alması yeterli bir sebeptir. Ancak<br />

önümüzdeki seneden itibaren Vakfımız Mesleki Güç<br />

Birliği ile işbirliği yapmak üzere sözlü bir anlaşma<br />

yapmıştır. Bundan sonra vizyona giren filmlerin aday<br />

adayları Mesleki Güç Birliği tarafından kendilerince<br />

uygulanacak bir kriterler silsilesinden sonra tespit


edilerek TÜRSAK Vakfı’na verilecek ve ilk oylama<br />

bu aday adaylarının tespitinden sonra yine eskisi<br />

gibi yapılacaktır. Esas olan da bu oylama şeklidir.<br />

Yeşilçam Ödülleri’nin, Oscar’larla benzeştiği bir<br />

yönü de var. Bu noktada sizin yorumunuz nedir?<br />

Türk sinema endüstrisinin Yeşilçam Ödülleri gibi<br />

büyük bir organizasyonu yaşatacak üretime sahip<br />

olduğuna inanıyor musunuz?<br />

Ahmet Misbah Demircan: Yeşilçam Ödülleri’nin,<br />

bugün için dünyadaki büyük örneklerine<br />

baktığımızda onlarla yarışacak düzeyde<br />

olduğunu söyleyemeyiz ancak bu gelecekte<br />

onlarla yarışamayacağımız anlamına asla gelmez.<br />

Bu endüstrinin oluşması aslında ülkenin<br />

gelişmesiyle de alakalı bir şey olduğunu söyleyebiliriz.<br />

Türkiye sanayicisi, ticareti ve iş kapasiteleriyle<br />

birlikte büyüyor. Bu büyüme içerisinde<br />

bütün sektörlerin olduğu gibi sinema<br />

sektörünün de gelişeceğini ve daha<br />

iyiye gideceğini hep birlikte göreceğiz.<br />

Dolayısıyla, ufkumuzu ve hedefimizi<br />

büyük tutuyor olmamız gelecekte bütün<br />

bu sorunları aşmaya yetecektir.<br />

Ödül sisteminde verilen para ödüllerinin<br />

filmleri üreten sanatçılara etkisini<br />

değerlendirebilir misiniz?<br />

Engin Yiğitgil: Vakıf olarak bu projenin<br />

başlangıcından itibaren ödülleri yüksek<br />

tutmamızın en önemli sebebi üretime<br />

yapabilecekleri pozitif etkidir. Yani<br />

şunu demek istiyoruz ki; birinci ödülün<br />

250.000 TL kadar bir miktarda olmasının<br />

asıl sebebi alınacak ödül ile hiç olmazsa<br />

bir projenin harekete geçmesini<br />

sağlayacak bir itici güç olmasıdır.<br />

Türk sinemasında sponsorluk sistemi<br />

yeteri kadar işliyor mu? Eğer işlemiyorsa<br />

aslında bu ödülleri birer sponsorluk<br />

olarak da düşünebilir miyiz?<br />

Ahmet Misbah Demircan: Pek işlediği<br />

söylenemez. Nedenleri üzerinde çok<br />

konuşulabilir ama tematik alanlara<br />

kaydıkça bu sponsorlukta kazan-kazan<br />

modelinin gelişebileceği kanaatindeyim.<br />

Sinema hayatımızda söylemek<br />

istediklerimi, toplumla paylaşmak istediklerimizi<br />

ortaya koyduğu sürece insanlar<br />

açısından, kendini ifade etme alanı<br />

olarak görmeye başladığı sürece sponsorluklar da<br />

güçlü olabilecektir diye düşünüyorum.<br />

Koray Öztürkler : Turkcell olarak film sponsorluğumuz<br />

bulunmuyor ancak bu ödül sisteminin bütün Türk<br />

filmlerine kucak açtığını, ayrım yapmadığını ve teşvik<br />

edici olduğunu düşünüyoruz. Bir teknoloji ve iletişim<br />

şirketi olarak, iletişim kurmanın en güzel yollarından<br />

birinin sanat ve sinemadan geçtiğine inanıyoruz. Mobil<br />

altyapılarımızı kullanarak da, ilerleyen yıllarda Türk<br />

sinemasının gelişimine daha fazla katkı sağlamayı<br />

arzuluyoruz.<br />

Türkiye’de sinema üzerine bu tür ödüller hep bir<br />

festival yapısı içinde verilir. Yeşilçam Ödüller’i ise<br />

Türkiye’de pek de görmediğimiz bir yapı. Bu farklılık<br />

hangi etkiyi yaratır?<br />

Engin Yiğitgil: Sorduğunuz soru için çok teşekkür<br />

ederiz. Sinema dünyasının çok iyi bildiği ancak ka-


kamuoyunun pek iyi bilmediği bir<br />

hususa şimdi değiniyoruz. Yeşilçam<br />

Ödülleri sistemi ile festivaller ödül<br />

sistemi birbiriyle hiç alakası olmayan<br />

iki ödül sistemidir. Festivallerin<br />

ödül sistemi birbirine çok benzer. Her<br />

festivalde festival düzenleme kurulu<br />

tarafından tespit edilen ve sinema<br />

dünyasının kendi dallarında uzman<br />

ve profesyonel kişiler tarafından<br />

oluşan, 11 kişiyi pek geçmeyen bir jüri<br />

vardır. Bu özel bir seçimdir. Ve filmlerin<br />

yine festival komitesi tarafından<br />

yarışma için özel seçimi söz konusudur.<br />

Yeşilçam Ödülleri ise dünyadaki<br />

diğer ülkelerdeki benzerleri gibi<br />

(Amerika’daki Oscar, İngiltere’deki<br />

Bafta, Fransa’daki Cesar, vb.) tüm bir<br />

senenin ticari gösterime giren filmleri<br />

için geçerli olup, en kapsamlı ve geniş<br />

katılımlı jüri tarafından seçime tabii<br />

tutulur. Arada sistem, mantık ve görüş<br />

bakımından çok büyük farklılıklar<br />

vardır.<br />

Türkiye’de en fazla seyredilen sinema<br />

türü komedidir. Komedi filmlerini<br />

üreten yönetmenlerin, komedyenlerin<br />

şikayeti festivaller tarafından ciddiye<br />

alınmamaktır. Yeşilçam Ödülleri’nin<br />

bu duruma yaklaşımı nedir? Bu konu<br />

hakkında sizin görüşlerinizi alabilir<br />

miyiz?<br />

Engin Yiğitgil: Yeşilçam Ödülleri şu<br />

andaki sistemine göre o sene itibariyle<br />

vizyona girmiş bütün yapımları<br />

seçkisine alır. Herhangi bir tür seçimi<br />

yapmaz. Bu konuda benim özel<br />

görüşüm ise; -eğer soruluyorsa- komedi<br />

gerek sinema gerekse tiyatro<br />

sanatında en zor türdür. Her zaman güldüren sanat<br />

değildir. Komedi aslında mizah ve dram sanatıdır.<br />

Güldürmek her zaman daha zor bir uğraşıdır.<br />

Dolayısıyla, kaliteli bir komedi filmi üretmek bütün<br />

dünyada olduğu gibi Türkiye’de de zordur. Ama<br />

dediğim gibi Yeşilçam Ödülleri gibi sistemde tür<br />

ayrımı yapılmaz. Her film seçkiye girebilir.<br />

Her yıl çekilen film sayısı artmakta bu sayı artışı<br />

Türkiye’deki festival yapısını nasıl etkiler?<br />

Engin Yiğitgil: Aslında kalite nicelikte aranmaz ve<br />

fakat nitelikte aranır. Buna rağmen film sayısının<br />

artışı Türkiye’deki festival yapısını ve Yeşilçam Ödüllerini<br />

olumlu manada etkiler.<br />

Beyoğlu Türk Sineması için önemli bir yer. Buna<br />

rağmen ard arda sinemalar kapanıyor. Halbuki<br />

Beyoğlu Belediyesi’nin sinemaya verdiği önem ortada.<br />

Bu noktada Belediye’nin aldığı önlemler nelerdir,<br />

yeni projeleri var mı?<br />

Ahmet Misbah Demircan: Beyoğlu’nda sinemaların


kapandığı doğru ancak sinemalar Beyoğlu’nda<br />

mutsuz oldukları için kapanmıyor. Aslında,<br />

Beyoğlu’na herkes gelirken, sinemalarda gelmek<br />

istiyor ancak, Beyoğlu’nun sinemaları çok eskidi.<br />

Bugünün ihtiyaçlarına cevap veremiyor.<br />

Beyoğlu’ndaki, mimarlık projelerinde yeteri<br />

kadar bu çözüme odaklanılmadı. Bu çözüme<br />

odaklanıldığında çok tartışıldı. Bütün bunlar<br />

süreç içerisinde aşılacaktır. Çünkü, sinemasız bir<br />

Beyoğlu, Beyoğlusuz bir sinema düşünülemez.<br />

Bu gelişme trendi kendi çözümünü de<br />

getirecektir.<br />

Yeşilçam’ın ve eski sinemaların<br />

Beyoğlu’nda yaşadığı sıkıntılarla ilgili<br />

olarak Tursak vakfının da yorumlarını<br />

öğrenmek isteriz.<br />

Engin Yiğitgil: TÜRSAK Vakfı 21 yıllık<br />

kuruluş olup, 21 yıldır Beyoğlu’ndaki<br />

merkezinde faaliyet göstermektedir.<br />

Beyoğlu’nda sinemalarla ilgili<br />

sıkıntıların gerçek sebeplerinin<br />

aranmasında Vakfımız her zaman<br />

öncü olmaya çalışmış ve problemlerin<br />

derinine inerek sıkıntıların giderilebilmesi<br />

için de her daim önerilerini yetkili<br />

makamlara ve özellikle kamuoyuna<br />

sunmuştur. TÜRSAK Vakfı Başkanı da<br />

bütün bu sinemaları 55 yıldır yakından<br />

takip etmekte olup, bu sorunu Yönetim<br />

Kurulu’ndaki değerli üyeleriyle çok<br />

yakından takip etmektedir. Değişimin<br />

kaçınılmaz olduğu ve ancak bu sorunun<br />

Beyoğlu’nun tarihsel dokusuyla<br />

etik ve estetik olarak çözümlenmesi<br />

gerektiğini de daima vurgulamıştır.<br />

Turkcell gibi büyük şirketlerin sinemaya<br />

sponsor olması önemli. Tek<br />

Tek filmlere sponsor olmak mı, yoksa<br />

bu tür sinema endüstrisinin genelini<br />

etkileyen etkinliklere mi destek vermek<br />

gerekir?<br />

Koray Öztürkler: Film endüstrisinin<br />

geliştiği noktada, doğal süreçte filmlerin<br />

kalitesi de gelişecektir. Son<br />

yıllarda bu konuda çok sevindirici<br />

gelişmeler var. Türk filmlerinin kalitesi<br />

son yıllarda çok gelişti, ayrıca<br />

geçmiş yıllara oranla yıl içerisinde<br />

çekilen filmlerde de önemli bir artış<br />

gözlemliyoruz. Son yıllarda Türk sinemasına olan<br />

ilginin ciddi oranda artması mutluluk verici. Bu ilginin<br />

devam etmesi ve Türk sinemasının ulusal ve uluslar<br />

arası alanlardaki başarılarının sürmesi için, desteklerin<br />

artarak devam etmesi gerek. Bu nedenle, sinemamızı<br />

ileriye taşıyacak her türlü adım ve özel sektörün bu<br />

alandaki desteği çok değerli. Ayrıca Yeşilçam Ödülleri<br />

gibi büyük ve toplu organizasyonların da, Türk filminin<br />

gelişimine çok büyük etkisi olduğunu düşünüyoruz.


Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı tarafından gerçekleştirilecek 2. Ankara<br />

Film Festivali bu yıl 17 – 27 Mart tarihleri arasında yapılıyor. Açılış<br />

filmi 2009 Arjantin yapımı Javier Mrad imzalı Teklopolis / Teclopolis…<br />

SULUSAL YARIŞMA BÖLÜMÜ<br />

Çoğunluk- Seren Yüce-2010, Gölgeler ve<br />

Suretler- Derviş Zaim-2010, Kars Hikâyeleri-<br />

Özcan Alper, Ülkü Oktay, Emre Akay, Ahu<br />

Öztürk, Zehra Derya Koç-2010, Kavşak- Selim<br />

Demirdelen-2010, Kayıp Özgürlük - Umur<br />

Hozatlı-2010, Kar beyaz- Selim Güneş-2010,<br />

Press- Sedat Yılmaz-2010, Siyah Beyaz- Ahmet<br />

Boyacıoğlu-2010, Ses- Ümit Ünal-2010, Teslimiyet-<br />

Emre Yalgın-2010<br />

DÜNYANIN HER KÖŞESİNDEN<br />

Festivalin en renkli bölümlerinden biri olan<br />

“Dünyanın Her Köşesinden”, dünyadaki en<br />

önemli film festivallerinde gösterilmiş, ödül<br />

almış, eleştirmenler ve seyirciler tarafından en<br />

çok beğenilen filmlerden oluşan, Uzakdoğu’dan<br />

Amerika’ya, Afrika’dan Avrupa’ya uzanan bir<br />

yolculuk. Dünyanın her köşesinden öyküleri<br />

Ankaralı seyircilere taşıyacak olan programda<br />

bol ödüllü filmlerin yanı sıra keşfedilmeyi<br />

bekleyen filmler de var. 22 Mayıs 22nd of May,<br />

Koen Mortier, 2010, Belçika; Akbaba Carancho,<br />

Pablo Trapero, 2010, Arjantin; Ana Mother<br />

Madeo, Bong Joon-ho, 2009, Güney Kore; Baltık<br />

Günlükleri The Poll Diaries, Chris Kraus, 2010,<br />

Almanya, Avusturya, Estonya; Bitmeyen Yaz<br />

How I Ended This Summer Kak ya provel etim<br />

letom, Alexei Popogrebsky, 2010, Rusya; Devrim<br />

Revolución Revolution, Mariana Chenillo, Patricia<br />

Riggen, Fernando Eimbcke, Amat Escalante,<br />

Gael García Bernal, Rodrigo García, Diego Luna,<br />

Gerardo Naranjo, Rodrigo Plá, Carlos Reygadas,<br />

2010, Meksika; Görünmeyen Göz The Invisible<br />

Eye La mirada invisible, Diego Lerman, 2010,<br />

Arjantin, Fransa, İspanya; Havyanlar Krallığı<br />

Animal Kingdom, David Michôd, 2010, Avustralya;<br />

Hayali Aşklar Heartbeats Les amours<br />

imaginaires, Xavier Dolan, 2010, Kanada; Hücre<br />

211 Celda 211 Cell 211, Daniel Monzón, 2009,<br />

İspanya, Fransa<br />

USTALAR<br />

Onları biliyor, seviyor ve en son ne yaptıklarını<br />

merak ediyoruz. Ustalar programı, çağdaş sinemaya<br />

yön veren, dünyanın en tanınmış yönetmenlerinin<br />

en son filmlerini içeriyor. Benim<br />

Güzel Oğlum, Ne Yaptın Sen? My Son, My Son,<br />

What Have Ye Done Werner Herzog, 2009, ABD,<br />

Almanya; Carlos , Olivier Assayas, 2010, Fransa;<br />

Hayatta Kalmak Surviving Life Prezít svuj zivot<br />

(teorie a praxe), Jan Švankmajer, 2010, Çek Cumhuriyeti;<br />

Montpensier Prensesi The Princess of<br />

Montpensier La princesse de Montpensier, Bertrand<br />

Tavernier, 2010, Fransa;<br />

Öfke Outrage, Takeshi Kitano, 2010, Japonya;<br />

Özgürlük Freedom Korkoro, Tony Gatlif, 2009,<br />

Fransa; Son Sirk A Sad Trumpet Ballad Balada<br />

Triste, Álex de la Iglesia, 2010, İspanya; Tehlikeli<br />

Yol Route Irish, Ken Loach, 2010, İngiltere<br />

TOPLU GÖSTERİM: JERZY SKOLIMOWSKI<br />

Festival programının en önemli bölümlerinden<br />

biri olan, yedinci sanat ustalarını başyapıtlarıyla<br />

andığımız “Toplu Gösterim” bölümünün bu<br />

seneki konuğu 40 yıllık sinema kariyerine 25<br />

film sığdırmayı başaran ünlü Polonyalı yönetmen<br />

Jerzy Skolimowski. 1960’lı yıllarda ismi<br />

Jean-Luc Godard ile birlikte anılan ve The<br />

Shout, Moonlighting, The Departure gibi kült<br />

filmlerin yönetmeni olan Skolimowski, 1991’den<br />

beri film çekmemiş, 2008’de ise Anna ile Dört<br />

Gece filmiyle 17 yıllık sessizliğini bozmuştu.<br />

Bu sene çektiği Essential Killing filmiyle Venedik<br />

Film Festivali’nde yarışan Skolimowski, 22.<br />

Ankara Uluslararası Film Festivali’ni 6 filmiyle<br />

renklendirirken, yönetmenin son filminin Türkiye<br />

Prömiyeri de Ankara’da gerçekleştirilecek.


Gösterilecek filmleri ise şöyle; Essential Killing,<br />

2010; Anna ile Dört Gece Four Nights with Anna<br />

Cztery noce z Anna, 200; Eller Yukarı! Hands<br />

Up!, 1967; Engel Barrier, 1966; Ferdydurke<br />

Thirty Door Key, 1991; Kolay Başarı Walkover,<br />

1965; Yüz Tarifi Rysopis, 1964.<br />

DOĞAYA KARŞI İNSAN<br />

Son 30 yıla damgasını vuran ekolojik-çevresel<br />

sorunlar, günümüz dünyasının karşı karşıya<br />

olduğu sorunlar bakımından en önemli gerçeklik<br />

olarak karşımızda duruyor. Küresel ısınma, hızla<br />

kuruyan içme suyu kaynakları, verimsizleşen<br />

tarımsal alanlar, iklim değişikliğinin tetiklediği<br />

sel, kuraklık, salgın hastalık ve ekosistem<br />

değişiklikleri, genetiği<br />

değiştirilmiş besinler,<br />

atmosferde hızla artan<br />

karbon salınımı, doğal<br />

kaynakların aşırı ve kontrolsüz<br />

tüketimi, doğal<br />

enerji kaynakları yerine<br />

doğayı yıkıma uğratan enerji<br />

kaynaklarının kullanımında<br />

ısrar edilmesi gibi nedenler<br />

dolayısıyla dünya bugün<br />

devasa bir çöplük haline<br />

gelmiş durumda. Zaman<br />

bütün bunların farkına varma<br />

ve farkındalığını artırma<br />

zamanı. Ankara Uluslararası<br />

Film Festivali, seyircisini<br />

dengesi bozulan doğa ve bunun<br />

ardındaki nedenler üzerine<br />

düşünmeye çağırıyor.<br />

Bu kapsamda gösterilecek<br />

filmler şöyle; Dive! Living off America’s Waste,<br />

Jeremy Seifert, 2010, ABD; Into Eternity, Michael<br />

Madsen, 2010, Danimarka, İsveç, Finlandiya;<br />

Plastik ve Cam Plastic and Glass, Tessa Joosse,<br />

2009, Fransa;<br />

Poşet Plastic Bag, Ramin Bahrani, 2009, ABD;<br />

Teklopolis Teclópolis, Javier Mrad, 2009, Arjantin;<br />

The Broken Moon, Marcos Negrao, Andre<br />

Rangel, 2010, Brezilya; There Once was an Island:<br />

Te Henua e Nnoho, Briar March, 2010, Yeni<br />

Zelanda; Underkastelsen Submission, Stefan<br />

Jarl, 2010, İsveç<br />

YAŞASIN KOMÜN! (VIVE LA COMMUNE!)<br />

140 yıl önce Paris’te görülmemiş bir sefalet<br />

içinde yaşayan emekçi kitleler, eşitlikçi, özgürlükçü,<br />

dayanışmacı bir dünya için ayağa kalktılar.<br />

18 Mart 1871’de bütün askeri birliklerini Paris’e<br />

gönderen burjuvazi, Yaşasın Komün (Vive la<br />

Commune!) haykırışıyla karşılaştı. Ve tarihin ilk<br />

proleter yönetimi kuruldu. Ardından Lyon, Marsilya,<br />

Narbonne, Toulouse, Saint-Etienne komünleri<br />

geldi. Komün, tarihte benzeri görülmemiş<br />

bir gaddarlıkla yok edilse de, Micheal Hardt ve<br />

Antonio Negri’nin deyişiyle “bütün devrimlerin<br />

anası” olmaya devam ediyor. Ankaralı seyirciler<br />

Paris Komününün 140. yıldönümünde Peter<br />

Watkins‘in 345 dakikalık başyapıtı La Commune<br />

(Paris, 1871) filmini seyrederek o yıllarda ne<br />

yaşandığına tanıklık edecek.<br />

YENİ İTALYAN SİNEMASI<br />

Son 3 senedir gerek Cannes, Berlin gibi film festivallerinde<br />

aldığı ödüller, gerekse ele aldığı güncel<br />

ve politik konularla adından sıkça bahsettiren<br />

İtalyan Sinemasının en seçkin örnekleri Ankaralı<br />

sinemaseverlerle buluşacak. Abim Evin Tek<br />

Çocuğu My Brother is an Only Child Mio fratello<br />

è figlio unico, Daniele Luchetti, 2007, İtalya; Il<br />

Divo, Paolo Sorrentino, 2008, İtalya; Timsah The


Caiman Il caimano, Nanni Moretti, 2007, İtalya;<br />

Yenmek Vincere, Marco Bellocchio, 2009,<br />

İtalya bu bölümün filmleri…<br />

YENİ BİR PENCERE: KAZAKİSTAN<br />

Kazak sineması gerek Borat, Mongol gibi<br />

anaakım sinemaya daha yakın duran, gerekse<br />

Strizh, Baksy, Tulpan gibi festival çevrelerinde<br />

takdir edilmiş filmleriyle parlamaya devam ediyor.<br />

Gelin Kelin, Ermek Tursunov, 2009, Kazakistan;<br />

Şaman Native Dancer Baksy, Gulshat<br />

Omarova, 2008, Kazakistan ve Tulpan, Sergei<br />

Dvortsevoy, 2008, Almanya, Kazakistan bu<br />

bölümün filmleri…<br />

PANAHİ VE RASOULOF’A ÖZGÜRLÜK!<br />

Ankara Uluslararası Film Festivali, Aralık<br />

ayında “sisteme karşı propaganda yapmak”<br />

suçlamasıyla altı yıl hapis ve 20 yıl film çekmeme,<br />

senaryo yazmama ve ülke dışına<br />

çıkmama cezasına çarptırılan İranlı yönetmen<br />

Cafer Panahi ve meslektaşı Mohammad<br />

Rasoulof’un filmlerine ev sahipliği yapacak. Bu<br />

bölümde Beyaz Çayırlar Keshtzar haye sepid<br />

The White Meadows, Mohammad Rasoulof,<br />

2009, İran ve Kanlı Altın Talaye sorkh Crimson<br />

Gold, Jafar Panahi, 2003, İran gibi filmler var!<br />

YİTİP GİDENLERİN ARDINDAN<br />

Yitip Gidenlerin Ardından bölümünde, 2010<br />

yılı içinde zamansız bir şekilde kaybettiğimiz<br />

3 usta sinemacıyı anıyoruz: animasyon<br />

dünyasının en yaratıcı isimlerinden biri olan<br />

ve Paprika, Perfect Blue, Tokyo’s Godfather<br />

gibi çok özel animasyon filmlerle hayal<br />

dünyamızı zenginleştiren anime ustası Satoshi<br />

Kon; en çok Dünyanın Tüm Sabahları<br />

filmiyle bilindiği için filmografisinde gizlenmiş<br />

diğer zenginliklere haksızlık ettiğimiz Alain<br />

Corneau ve Fransız burjuvazisinin iki yüzlülük<br />

ve kokuşmuşluğunu sergilediği filmleriyle<br />

kalplerimizi fetheden, Fransa ve dünya<br />

sinemasının devrimci öncülerinden Claude<br />

Chabrol… 3 ustanın onları en iyi anlatan birer<br />

filmi bu bölüme konuk olacak. Aşk Suçu Love<br />

Crime Crime d’amour, Alain Corneau, 2010,<br />

Fransa; Bellamy , Claude Chabrol, 2009, Fransa<br />

ve Paprika, Satoshi Kon, 2006, Japonya:<br />

Ustaların birer filmi programda yer alacak.<br />

GECEYARISI SİNEMASI<br />

Beklenmedik misafirler, zombiler, vampirler,<br />

eli kanlı katiller… Korku / gerilim sinemasının<br />

en tekinsiz örnekleri geceyarısına doğru loş<br />

duvarımıza yansıyacak. Koltuklarınıza gömülün<br />

ve korkunun, gerilimin ve vahşetin dehlizlerinde<br />

bir yolculuk yapmaya hazırlanın. Bu bölümde<br />

Anneme ve Babama To My Mother and Father<br />

Can Evrenol, 2010, İngiltere; Beaver Dam Efsanesi<br />

The Legend of Beaver Dam Jerome Sable,<br />

2010 Kanada, ABD; Ölü Sezon Off Season Jonathan<br />

van Tulleken, 2009, ABD, İngiltere, Kanada;<br />

Şeytanı Gördüm I Saw the Devil Akmareul boattda,<br />

Kim Ji-Woon, 2010, Güney Kore; Tanrının<br />

Gazabı Deus Irae, Pedro Cristiani, 2010, Arjantin<br />

filmleri yer alıyor.<br />

ULUSAL KISA FİLM YARIŞMASI / GÖSTERİMİ<br />

Son bir yılda çekilmiş kısa filmler, kurmaca,<br />

deneysel ve canlandırma film dallarında<br />

yarışacak. Toplam 229 filmin başvurduğu Ulusal<br />

Kısa Film Yarışması’nda 15 kurmaca , 7<br />

canlandırma ve 13 de deneysel olmak üzere<br />

toplam <strong>35</strong> film finalist oldu. Kısa film programı<br />

dahilinde izleyici karşısına 22 kısa film çıkacak.<br />

Festival’in vize sorulmayan bölümünde, on dört<br />

ülkeden yirmi yedi kısa film izleyici karşısına<br />

çıkacak. Başka Bir Evren bölümünde Şili’den<br />

İran’a, Romanya’dan Japonya’ya on ülke, on beş<br />

canlandırma: Önemli kısa film festivallerinden<br />

Yunanisan’ın Drama Kısa Film Festivali altı filmlik<br />

bir Yunan kısaları seçkisiyle Ankara’da. Festival<br />

programcısı Stavros Chassapis de seçkiyi<br />

sunmak ve soruları yanıtlamak üzere salonda<br />

olacak.<br />

ULUSAL BELGESEL FİLM YARIŞMASI<br />

2010 yılı yapımı 72 filmin başvurduğu Ulusal<br />

Belgesel Film Yarışması’nda Ahmet Gürata, Bülent<br />

Özkam ve Ersan Ocak’tan oluşan ön eleme<br />

Seçiciler Kurulu; 7 Öğrenci Filmleri kategorisi, 11<br />

Profesyonel Filmler kategorisinde olmak üzere<br />

toplam 18 belgesel filmin yarışmaya katılmasına<br />

karar verdi. Öğrenci kategorisi: Babam Tarih<br />

Yapıyor - Haydar Demirtaş/ Bayrampaşa’da<br />

Sonbahar - Cem Terbiyeli/ Gülay Usta - Selin


Altay / Kahpe Devran - Cahit Çeçen/ Mada -<br />

Musa Ak/ Müebbet Kuşları - Hüdai Ateş/ Urbanbugs<br />

- Aykut Alp Ersoy. Profesyonel kategori:<br />

Göç - Mehmet Özgür Candan/ Bir Adım Ötesi<br />

- Tülin Dağ; Bir Filateli Öyküsü - Ümit Topaloğlu;<br />

Canıyla Oynayanlar - Serdar Güven; Hayal<br />

Çetesi - Seyfettin Tokmak, Kenan Kavut; Herkes<br />

Uyurken - Erdem Murat Çelikler; İfakat - Orhan<br />

Tekeoğlu; Ofsayt - Reyan Tuvi; Pippa’ya Mektubum<br />

- Bingöl Elmas; Selahattin’in Istanbul’u<br />

- Aysim Türkmen;<br />

Taşlaşan<br />

Vicdanlar -<br />

Cenk Örtülü,<br />

Zeynel Koç.<br />

ULUSAL BEL-<br />

GESEL FİLM<br />

GÖSTERİMİ<br />

Bu bölümde;<br />

Oğlunuz Erdal,<br />

Your Son,<br />

Erdal, Tunç<br />

Erenkuş 2010<br />

ve Uçurtmam<br />

Teller Takıldı,<br />

Ümit Kıvanç<br />

2010 belgeselleri<br />

var. Fiziksel<br />

engellerine<br />

rağmen hayata<br />

tutunmayı<br />

başaran<br />

insanların etkileyici<br />

hikâyeleri<br />

ise Do<br />

Dna, Maciej<br />

Glowinski 2010<br />

Polonya; Tu<br />

come mi vedi?,<br />

How Do You<br />

See Me?, Belén Lemaitre 2010 Meksika; Svoboda,<br />

Freedom, Neda Kirilova 2010 Bulgaristan<br />

gibi belgesellerle; yalnız çalışan, yalnız yaşayan,<br />

yalnızlaşan, tek başına yaşayan insanların hikayeleri<br />

ise Barzha , The Barge , Mikhail Kolchin<br />

2010 Rusya; Rättskıparen , The Refeere, Mattias<br />

Löw 2010 İsveç; Holding Still, Florian Riegel<br />

2010 Almanya; Letters from the Desert (eulogy<br />

to slowness), Michela Occhipinti 2010 İtalya gibi<br />

belgesellerle anlatılıyor.<br />

FESTİLAB<br />

Festilab Ankara Uluslar arası Film Festivali’nin<br />

bir Video/Film Üretim Laboratuarı girişimidir.<br />

Ankara’da yıl boyunca ses ve görüntü üretimi<br />

konusunda yurtiçinden ve yurtdışından gelecek<br />

konukların katılımıyla düzenlenecek bir dizi<br />

laboratuar-atölye<br />

çalışmasının, bir<br />

üretim bürosunun<br />

çatı-ismidir. Üretilen<br />

işleri periyodik olarak<br />

yayınlanacak bir<br />

Videozine yoluyla<br />

bağımsız dolaşımının<br />

sağlanacağı, bir<br />

dahaki festivalde<br />

gösteriminin<br />

yapılacağı bir<br />

dağıtım-gösterim<br />

ağı projesidir. Festivaller<br />

artık gösterim<br />

işlevlerinin ötesinde<br />

kendi izleyicisini<br />

yetiştirme, onu bir<br />

üreticiye dönüştürme<br />

noktasına sıçramak<br />

zorundadır. Sanatsal<br />

üretim genel<br />

olarak ayrıcalıklı<br />

bir sınıf tarafından<br />

düşünülmüş ve<br />

kurul¬muş olan<br />

bir üretimi, yani<br />

ayrıcalıklı sınıf<br />

tarafından çoğunluk<br />

için düşünülmüşü<br />

sür¬dürmek istiyor.<br />

Festilab bunun tersine herkes tarafından<br />

her¬kes için yapılan bir Video/Film üretiminden<br />

yanadır ve burada sinemacı çevrenini saran<br />

kutsallaştırıl¬mış şeylerden sıyrılırken, seyirci<br />

de artık Video/Film karşısındaki edilgen konumundan<br />

kendini kurtaracak, Video/Filmin ortak<br />

yaratıcısı, ortak sorumlusu olacaktır.


n 23 Haziran 1970 tarihinde<br />

Fransa’da dünyaya gelen Yann<br />

Tiersen, deneysel ve minimalist<br />

çalışmalarıyla adından söz<br />

ettiren bir müzisyen. Piyano,<br />

akordeon, keman ve gitarı eserlerinde<br />

sıkça kullanan usta<br />

müzisyen ona yakın enstrümanı<br />

da hakkını vererek kullanmakta.<br />

İlk gençliğini Rennes, Nantes,<br />

Boulogne gibi pek çok müzik<br />

akademisinde eğitim alarak<br />

geçirmiş, bu eğitimin ardından<br />

çeşitli rock gruplarına girmiştir.<br />

Eleştirmenler tarafından Erik<br />

Satie ve Nino Rota gibi isimlerle<br />

birlikte anılan Tiersen’i<br />

dünyaya tanıtan ise muazzam<br />

bir film oldu; “Amelie”… Jean-<br />

Pierre Jeunet’in yönettiği ve<br />

başrollerini Audrey Tautou ile<br />

Mathieu Kassovitz’in paylaştığı<br />

film çoktan başyapıtlar arasına<br />

girdi. Ve elbette ki, bunda<br />

Tiersen’in imza attığı müziklerin<br />

de etkisi büyük.


Bir Ruh Macerası<br />

AySE Sasa<br />

n Cumhuriyet Türkiyesi’nin seçkin ailelerinden birine<br />

doğdu. Kurtuluş Savaşı’nın efsane isimlerinden Rauf<br />

Orbay’ın yeğeniydi. Mürebbiyelerin elinde Türkçeden<br />

önce Almancaya hakimiyet kazanarak yetişti. Ülkenin<br />

“en iyi okullarında” okudu. Yeşilçam sinemasının en<br />

önemli yönetmenleriyle birlikte çalıştı. Halit Refiğ,<br />

Atıf Yılmaz, Memduh Ün gibi isimlerle ortak işlere<br />

imza attı. Kemal Tahir, neredeyse manevi babası<br />

oldu. Yakın tarihin başat aktörlerinin hayatlarına<br />

yakından tanıklık etti. Ama hep eksikliğini duyduğu<br />

bir şey vardı?Hayatı nevrotik korkularla, şizofreni<br />

krizleriyle geçiyordu. Ta ki “yeniden doğuşum”<br />

dediği İslamiyet’le tanışana kadar. Ayşe Şasa ömrü<br />

boyunca yaşadığı “ruh macerasını” anlattı.<br />

Timaş Yayınları / 158 Syf.<br />

Sinema - Politik<br />

UGur Kutay<br />

n Bir isim duyduğumuzda görsel belleğimiz devreye<br />

girer. ‘Bir an’ bile denemeyecek kadar kısa sürede,<br />

adı geçen kişinin yüzü başta olmak üzere fiziksel<br />

varlığına dair ayrıntıları gözümüzün önüne getirir,<br />

düşünce üretimini bu görsel çağrışımlar üzerinden<br />

sürdürürüz. Böylece bir düşünce ya da kavramı,<br />

algı evrenimizdeki sinema perdesine yansıttığımız<br />

görüntüler sayesinde daha somut kılarız. 21.<br />

yüzyılın ‘sürekli film izleyen insanlar’ı olarak, son<br />

derece zorlu bir üretim süreci sonunda ortaya çıkan<br />

bu görüntüleri, o filmleri ne kadar benimsemiş olsak<br />

da basitçe tüketip geçeriz. Çünkü “Her film, o filmi<br />

üretenlerin harcadığının en az yarısı kadar çaba<br />

göstermeye layıktır.”<br />

Es Yayınları / 304 Syf.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!