You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
Festivalim geldi...<br />
n Eylül ayı Türk sinemasında hem yeni sezonun<br />
başlangıcıdır hem de festivaller yavaş<br />
yavaş kendini göstermeye başlar. 16 Eylül’de<br />
Adana’dayız. 20. Altın Koza Film Festivali’nde<br />
SİYAD jürisinde yer alacağım. Onun için biraz<br />
stresli geçecek bu sefer Adana benim için.<br />
Neyse ki hemen ardından Bodrum Türk Filmleri<br />
Haftası var. Sinema ve Bodrum’un güneşiyle<br />
denizini birleştirmek ise beni rahatlatır<br />
sanıyorum. Bu ayın çok önemli bir organizasyonu<br />
daha var. Üçüncüsü yapılan Suç Ve<br />
Ceza Filmleri Festivali ilginize değer bir organizasyon.<br />
Çocukça Adalet alt başlığında yapılan<br />
festivalin danışmanı ve yönetim kurulu üyesi<br />
Prof. Dr. Berrin Semerci ile sinemanın çocuklar<br />
üzerindeki etkisini konuştuk. Önemli bir<br />
röportajdı. İkinci bomba röportajımız ise Alper<br />
Turgut’un Fırat Tanış ile yaptığı söyleşi. Biliyorsunuz<br />
Fırat Tanış öyle her yayına çıkmaz, zordur<br />
ondan röportaj almak ama <strong>Cinedergi</strong> olunca<br />
başka oluyor bu işler. Tabii burada Alper’in<br />
de rolünü es geçmemek lazım. Tanış röportajı<br />
sadece ona o da <strong>Cinedergi</strong>’ye verdi. Korku<br />
filmleri saldırısına uğradık. Bu ay vizyona giren<br />
Şeytanı Racim de onlardan biri. Banu Bozdemir<br />
filmin yönetmeni Arkın Aktaç ve oyuncusu<br />
Uğur Güneş ile konuştu. Mommo filmini seyredip<br />
te göz yaşı dökmeyen var mı? İşte o filmin<br />
yönetmeni Atalay Taşdiken yeni filmi Meryem’i<br />
bize anlattı. Raga Oktay’ın ilk filmi McDandik’in<br />
güzel oyuncusu Zerrin Arıkan ise tabii benim<br />
tuzağıma düştü. İlk filminde bir oyuncu başrol<br />
olursa teybimizi hemen ona uzatırız. Geçen<br />
yıl vizyona girip bizi kahkahalara boğan Sağ<br />
Salim filminin ikincisi çekiliyor. Ve <strong>Cinedergi</strong><br />
onların setindeydi. Buket Kahraman<br />
eğlenceli bir sohbet yapmış. Biliyorsunuz<br />
Buket tv dizilerini takip ettiğiniz bölümümüz<br />
CineDizi’nin ağır topudur. Bu sefer de Bir Aşk<br />
Hikayesi dizisi setindeydi. Bir diğer televizyon<br />
yazarımız Gizem Merve Kaboğlu ise<br />
Show Tv’nin yayın politikasını ve dizilerini<br />
odağına almış. Tartışmalar yaratan yazılarıyla<br />
Murat Tolga Şen Susmayan Köşesi’nde Kültür<br />
Bakanlığı’nın değişen politikasıyla bu<br />
sürecin devamında bağımsız sinemacıların<br />
içine düşeceği kaosu değerlendirmiş. Ve<br />
yepyeni bir yazarımız var. Esra Başak Narin<br />
yeni köşesi Sinemasal’da artık her ay sizlerle<br />
beraber olacak. İlk yazısı Hint filmi<br />
Black üzerine. Farklı bir tarz ve yumuşak<br />
diliyle zevkle okuyacağınız bir kalem. Özel<br />
dosyalarımızda Egemen Tokatlıoğlu Kick Ass<br />
2’yi değerlendirdi. Başak ise yine mükemmel<br />
bir dosyaya imza atmış. Türkiye’de<br />
yaşananlar ile Portekiz’de Salazar dönemini<br />
anlatan üç filmi karşılıklı değerlendirmiş.<br />
Tam da benim sevdiğim bir tarz. 2014<br />
Türk Sinemasının 100. Yılı biz de bu yeni<br />
dönemde hangi filmleri izleyeciğinize dair bir<br />
dosya hazırladık. Sayfada yer kalmadı ama<br />
<strong>Cinedergi</strong>’nin konularını bitiremedim. Gerisi<br />
de sizin için sürpriz olsun. İyi okumalar...<br />
Yayın Sahibi<br />
Genel Yayın Yönetmeni<br />
Serdar Akbıyık<br />
Yazı İşleri Müdürü<br />
Banu Bozdemir<br />
YAZARLAR<br />
Alper Turgut Murat Tolga Şen<br />
Aysıt Genç Burcu Mercan<br />
Merve İnce Merve Genç<br />
Başak Bıçak Buket Kahraman<br />
Gizem Merve Kaboğlu Bünyamin Esen<br />
Egemen Tokatlıoğlu Esra Başak Narin
Türkiye’de sinema 2014’te 100.<br />
yılını kutlayacak. Böylesi önemli<br />
bir yılda neler seyredeceğiz?<br />
Size kısa bir rapor hazırladık…<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Türkiye’deki sinema hareketi, 2014’te 100. yılını kutlayacak.<br />
Türk sinema sektörü de 100. yılda 100 yerli yapım sayısına<br />
ulaşabilmek için çaba içinde. Osmanlı İmparatorluğu’nun<br />
1. Dünya Savaşı’na girdiği ilk günlerde Ayestefanos’taki<br />
(Yeşilköy) Rus Anıtı yıkılırken, yedek subay Fuat Uzkınay<br />
tarafından görüntülenen ve ‘’Ayestefanos’taki Rus Abidesinin<br />
Yıkılışı’’ adlı tarihi belgesel, ilk Türk filmi olarak kabul edildi.<br />
Film, 14 Kasım 1914’te vizyona girdi. Tabii sinemacılarımız<br />
ne kadar bu yılın öneminden haberdar şüpheliyiz ama önemli<br />
yönetmenlerimizin yeni filmlerinin de bu yıl vizyona gireceği<br />
bir gerçek. İşte size 100’üncü yılda seyredeceğimiz filmlerin<br />
bir raporu<br />
Bir Peri Masalı<br />
Yönetmen: Biray Dalkıran<br />
Oyuncular: Alp Korkmaz, Emre Şahin, Sedef Kızılırmak<br />
Araf’, Cennet’,’Cehennem 3D, Bana Bir Soygun Yaz filmleri ve<br />
Kanıt dizisiyle tanınan yönetmen Biray Dalkıran son filmi Peri<br />
Masalı için çalışmalara başladı. Dalkıran’ın senaryosunu da<br />
yazdığı ve memleketi Kırklareli’nin Kıyıköy beldesinde çekecek.<br />
Benim Dünyam<br />
Yönetmen: Uğur Yücel<br />
Oyuncular: Uğur Yücel, Beren Saat, Hazal Ergüçlü<br />
1950’li yılların Büyükadası’nda, iki yaşındayken geçirdiği bir<br />
rahatsızlık nedeniyle hem kör<br />
hem sağır olan, bu nedenle<br />
hiçbir kavramı “bilmeyen”,<br />
çevresiyle tamamen uyumsuz<br />
bir çocuk olan Ela ile Ela’yı<br />
iyileştirebilmeye hayatını<br />
adayan Mahir Hoca’nın çarpıcı<br />
hikâyesini beyazperdeye<br />
taşıyorlar...
Yılın Aşk Filmi<br />
Yönetmen: Hakan Yonat<br />
Oyuncular: Belçim Bilgin, İbrahim Çelikkol<br />
Duygu yüklü senaryosuyla izleyiciyi derinden<br />
sarsacak olam filmde eski bir boksör<br />
olan İbrahim Çelikkol ve kör bir kızı<br />
oynayacak olan Belçim Bilgin oyunculuk<br />
performansları merak konusu.<br />
sağlayacak… Yılmaz Okumuş, Hilal<br />
Çelenk ve Faruk Aksoy’un senaryosunu<br />
yazdığı ‘Erkekler’ komedi dozu yüksek<br />
anlatım diliyle yıl sonunda sinema izleyicisiyle<br />
beyazperdede buluşacak.<br />
Tamam mıyız<br />
Yönetmen: Çağan Irmak<br />
Oyuncular: Aras Bulut İynemli, Deniz<br />
Celiloğlu, Sumru Yavrucuk<br />
Filmin konusu iki yakın arkadaşın<br />
hikayesi üzerine kurulu. İhsan ve<br />
Temmuz’un birbirlerinden güç alarak<br />
hayatın zorluklarının üstesinden gelme<br />
mücadelesi ele alınırken farklı karakterlerin<br />
dramatik ve eğlenceli hikayesi<br />
işleniyor.<br />
Mucize<br />
Yönetmen: Mahsun Kırmızıgül<br />
Oyuncular: Mahsun Kırmızıgül<br />
Filmin konusu hakkında kimselere bilgi<br />
vermeyen Mahsun Kımızıgül, filmin kendisi<br />
için çok değerli olduğunu belirterek,<br />
filmin vizyona girince izleyicilerin hem<br />
derinlemesine içlerine işleyeceğini hem de<br />
umut aşılayacağını söyledi.<br />
Erkekler<br />
Yönetmen: Faruk Aksoy<br />
Oyuncular: Fikret Kuşkan, Ali Poyrazoğlu<br />
‘Erkekler’ adlı film, kadınların, erkeklerin,<br />
evlilerin, bekarların, gençlerin ve orta<br />
yaşlıların erkeklere bakış açısını sorgulayarak,<br />
keyifli bir iki saat geçirmelerini<br />
Su ve Ateş<br />
Yönetmen: Özcan Deniz<br />
Oyuncular: Özcan Deniz, Yasemin Allen,<br />
Pelin Akil<br />
Bir kan davasını aşk ekseninde ele alan<br />
yeni filmi Su ve Ateş’in başrolünde<br />
de yer alan Özcan Deniz, senaryoyu<br />
da kendisi kaleme alıyor. Yapımı<br />
Avşar Film ve DNZ Film ortaklığında<br />
gerçekleştirilen projenin diğer<br />
başrolünde Yasemin Allen’ın yer alacağı<br />
açıklandı.<br />
Behzat Ç. Ankara Yanıyor<br />
Yönetmen: Serdar Akar<br />
Oyuncular: Erdal Beşikçioğlu, Fatih Artman,<br />
İnanç Konukçu<br />
Televizyon tarihinin sevilen dizilerinden<br />
biri olan ve üç sezonun ardından final<br />
yapan Behzat Ç, ilk filmi Behzat Ç. Seni<br />
Kalbime Gömdüm’ün ardından ikinci<br />
filmiyle izleyicisi karşısına çıkıyor.
Bu İşte Bir Yalnızlık Var<br />
Yönetmen: Ketche<br />
Oyuncular: Engin Altan Düzyatan, Özgü Namal,<br />
Emin Gürsoy<br />
Gençliğinde uzun süre bir müzik grubunda gitar<br />
çalığ beste yapan Mehmet, 30’lu yaşların<br />
sonuna geldiğinde hem müziği bırakmış hem<br />
de aile hayatında zor zamanlar geçirmiş birine<br />
dönüşmüştür. Eşiyle boşanıp müziği bırakır;<br />
Sürgün İnek<br />
Yönetmen: Ayhan Özen<br />
Oyuncular: Hasan Kaçan, Şebnem Sönmez,<br />
Vildan Atasever<br />
Çekimleri Muğla’nın Yatağan ilçesine bağlı<br />
Bozüyük köyünde yapılan filmde 28 Şubat<br />
sürecinde bir köyde yaşayan insanların<br />
televizyonda izleyip ülkede olan olaylardan<br />
endişelenmesi ve ineğin Atatürk büstünü<br />
kırmasıyla da “bizim de başımıza bir şey gelir<br />
mi” korkusunu yaşamasını anlatıyor.<br />
Düğün Dernek<br />
Yönetmen: Selçuk Aydemir<br />
Oyuncular: Ahmet Kural, Murat Cemcir, Binnur<br />
Kaya<br />
Çekimleri Sivas’ta yapılacak olan komedi<br />
filmini, televizyon sektörünün başarılı<br />
yapımlarından biri olan İşler Güçler dizisinin<br />
yönetmeni Selçuk Aydemir yazıp yönetecek.<br />
Başrolleri ise aynı dizide yer alan Ahmet Kural<br />
ve Murat Cemcir paylaşırken, ikiliye Binnur<br />
Kaya eşlik edecek.<br />
Sesime Gel<br />
Yönetmen: Hüseyin Karabey<br />
Oyuncular: Feride Gezer, Melek Ülger, Muhsin<br />
Topçu<br />
Türkiye’nin doğusunda geçen filmde, yaşlı<br />
bir kadın Berfe ve torunu Jiyan kendilerini<br />
ciddi bir sorunla karşı karşıya bulur. Kadının<br />
oğlu ve Jiyan’ın da babası Temo jandarma<br />
tarafından silah sakladığı gerekçesiyle<br />
gözaltına alınmıştır. Fakat ne Berfe ne de<br />
Jiyan’ın elinde silah vardır. Silah edinmenin<br />
yollarını arayan bu iki kadının bitmeyen<br />
çatışma ortasında Temo’yu kurtarabilmek için<br />
başka çareleri yoktur...<br />
maddi anlamda da bitik durumdadır ve bu süreçte<br />
kendisini hayata yaklaştıran tek şey kızı Ezgi’dir.<br />
Bu nedenle hiç istemese de anlaşamadığı eski<br />
eşiyle sık sık görüşmek zorunda kalır.<br />
Kış Uykusu<br />
Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan<br />
Oyuncular: Demet Akbağ, Haluk Bilginer, Melisa<br />
Sözen<br />
Aydın emekli bir oyuncudur; aktörlüğü bıraktıktan<br />
sonra Anadolu’da kendi halinde küçük bir otelde<br />
çalışarak günlerini geçirir. Hayatında ise iki kadın<br />
vardır: kendisine her anlamda uzak ve soğuk olan<br />
genç karısı Nihal ve boşanmış olan kız kardeşi<br />
Necla. Kışın bastırması ve kar yağışının artması<br />
bu küçük taşrtada en çok Aydın’ın sinirlerine dokunur<br />
ve onu uzaklara gitmeye teşvik eder...
fark edeceklerdir...<br />
İftarlık Gazoz<br />
Yönetmen: Yüksel Aksu<br />
Oyuncular: Egeli yerel oyuncular<br />
Bu film de, ‘Dondurmam Gaymak’ta<br />
olduğu gibi yine bir seyyar satıcı üzerine<br />
kurulu. O seyyar satıcı da bir gazozcu!<br />
Bizim Hikayemiz<br />
Yönetmen: Tolga Örnek<br />
Oyuncular: Timuçin Esen, Selma Ergeç,<br />
Nevra Serezli, Sait Genay<br />
Kaybedenler Kulübü filmiyle tanınan<br />
yönetmen Tolga Örnek’in yeni filmi Bizim<br />
Hikayemiz’in başrollerini Timuçin Esen<br />
ve Selma Ergeç’in paylaşıyor. Film yedi<br />
yıllık evliliklerinde çocuk sahibi olma<br />
aşamasına gelen bir çiftin öyküsünü<br />
anlatıyor.<br />
Gulyabani<br />
Yönetmen: Orçun Benli<br />
Oyuncular: Deniz Uğur, Melike Öcalan,<br />
Cüneyt Arkın<br />
Güneş, Duygu, Aslı ve Yasemin fantastik<br />
bir konusu olan bir filmin senaryosunu<br />
yazmak için ormandaki bir av evine<br />
giderler. Mekanın ruhunu keşfetmeye<br />
çalıştıklarında tahmin etmedikleri olaylar<br />
da ardarda gelecektir. Falcı bir kadından<br />
duydukları Gulyabani efsanesini başta<br />
onlara boş gelse de yaşadıkları olaylarla<br />
o bölgedeki Gulyabani’yi uyandırdıklarını<br />
Kolpaçino Amsterdam<br />
Yönetmen: Şafak Sezer<br />
Oyuncular: Şafak Sezer, Aydemir Akbaş,<br />
Ferdi Mermer<br />
Kolpaçino bu sefer Hollanda<br />
semalarında. Şafak Sezer Fida filminden<br />
çıkaracağı filmin bütün diyaloglarını kendisi<br />
yazmış.<br />
Üvertür<br />
Yönetmen: Alpgiray M. Uğurlu<br />
Oyuncular: Burak Türker, Özge Gönan,<br />
Tuba Ölçener<br />
Yatalak annesi Sultan ile birlikte<br />
yaşayan ve mümessil olarak çalışan<br />
Atıf uzun yıllardır annesinin hastalığını<br />
iyileştirecek bir tedavi bulamamıştır.<br />
Anne Sultan’ın bakımı Hanife isimli<br />
bir hemşire üstlenmekte, Atıf’ın mesai<br />
saatleri bitene dek Sultan’a o eşlik etmektedir.<br />
Günlerden bir gün Atıf, annesinin<br />
yıllar önce yazmış olduğu bir<br />
mektupla karşılaşır. Mektupta yazan<br />
şeylerle yüzleşmek ve burada yazanların<br />
anlamını çözmek için önce kardeşlerine<br />
danışmış olsa da bir sonuca varamaz.<br />
Sonrasında bu durumun muhasebesini<br />
yapmak için yalnız bir gece geçirmeye<br />
karar verir. Bu gecenin sonu annesiyle<br />
başbaşa kalacağı saatleri beraberinde<br />
getirir.
Lavinya<br />
Yönetmen: Kerem Topuz<br />
Film yaşadığı hayatın anlamsızlığından yakınan<br />
fotomodel ile Can Vural adında aşkı arayan bohem<br />
yazarın ilişkisini anlatacak. Can, kadına git<br />
gide âşık olurken güzel model yepyeni biri olmak<br />
uğruna geçmişinden vazgeçerek kendine Lavinya<br />
adını verecek ve bu, ikisinin arasında sır olarak<br />
kalacak.<br />
Büyük Sürgün<br />
Yönetmen: Erol Özlevi<br />
Oyuncular: Tolgahan Sayışman, Saadet Işıl<br />
Aksoy<br />
1964 yılında Büyükada’da geçen, Rum bir<br />
ailenin kızı Eleni ile adalı bir faytoncunun oğlu<br />
Sedat’ın imkansız aşk hikâyelerini konu alan<br />
filmin yönetmen koltuğunda Erol Özlevi oturuyor.<br />
Hayat sana Güzel<br />
Yönetmen: Murat Şeker<br />
Oyuncular: Tuba Ünsal, Şevket Çoruh, Timur<br />
Acar, Hande Katipoğlu<br />
Eşi ile mutlu bir yaşam sürerken öleceğini<br />
öğrenen 45 yaşındaki Azmi’nin komik<br />
öyküsünü anlatıyor film. Panik hastası olan<br />
Azmi dışarıya karşı mutlu gözükürken iç<br />
dünyasında herkesle kavga eder.<br />
Şevkat Yerim Dar<br />
Yönetmen: Bülent İşbilen<br />
Oyuncular: Özgürcan Çevik, Başak Parlar, Tarık<br />
Papuççuoğlu, Cezmi Baskın<br />
Oldu Teşekkürler adlı televizyon programının<br />
sevilen karakteri Şevkat Yerimdar yakında sinema<br />
seyircisiyle buluşacak. Sosyal medyadan doğan<br />
ilk karakter Şevkat Yerimdar’ın videoları internette<br />
2.5 milyonun üzerinde izlendi.<br />
Gerçekten Mavi<br />
Yönetmen: Elvin Ekşioğlu<br />
Oyuncular: Seray Gözler<br />
Zeynep Ana uzun yıllar yaşamış ve artık<br />
hayatının son demlerine geldiğini hisseden bir<br />
kadındır. Fakat bunca yıldır hayalini kurduğu ve<br />
gerçekleştiremediği bir düşü vardır. Kabuğunu<br />
kırarak hayallerini gerçekleştirmesi mümkün<br />
olacak mıdır?
Bir Küçük Eylül Meselesi<br />
Yönetmen: Kerem Deren<br />
Oyuncular: Farah Zeynep Abdullah, Engin<br />
Akyürek<br />
Eylül yaz tatili için Çanakkale’ye bağlı ve<br />
şarapçılığı ile ünlü Bozcaada’ya gider.<br />
Tekin ise yıllardır burada yaşayan ada<br />
sakinlerinden biridir. Eylül ile Tekin yolları<br />
tesadüfler üzerine kesişecek ve ikisi de<br />
hiç beklemedikleri bir zamanda aşka<br />
tutulacaktır.<br />
Mc Dandik<br />
Yönetmen: Ragga Oktay<br />
Oyuncular: Ragga Oktay, Zerrin Arıkan,<br />
Sümer Tilmaç<br />
Öksüz ve yetim bir çocuk olarak büyüyen<br />
Dandik, hayatı boyunca çeşitli sorunlarla<br />
karşılaşmış ve herbirini tek başına<br />
halletmeyi başarmıştır. Bir gün seneler<br />
önce kaybettiği çocukluk aşkı Aslı ile<br />
karşılaştığında ise hayatı değişir. Dandik,<br />
aşkının peşinden gitmeye kararlıdır ancak<br />
o esnada karşısında beklenmedik bir<br />
düşman vardır.<br />
Çilek<br />
Yönetmen: Emrah Sönmez<br />
Oyuncular: Azra Akın, Kadir Özdal, Selen<br />
Öztürk, İlker Aksum<br />
Azra Akın ile Kadir Özdal banka soyup<br />
hem polisten hem de kötü adamlardan<br />
kaçıyor. Müzikleri Halil Sezai ile Ekin Eti<br />
tarafından hazırlanan “Çilek” filminin<br />
2014 yılının ilk aylarında vizyona girmesi<br />
bekleniyor<br />
Halam Geldi<br />
Yönetmen: Erhan Kozan<br />
Oyuncular: Burçin Terzioğlu, Turgay<br />
Tanülkü, Necip Memilli, Tunç Oral<br />
Çocuk yaşta evlendirilen kızları konu<br />
alan film; 1974 yılında Kuzey Kıbrıs’a<br />
göç eden Anadolulu bir ailenin, töre<br />
ve kanunlarını anlatıyor. Anadolu’da<br />
kadınların regl dönemini anlatmak için<br />
kullandığı ‘Halam geldi’ sözünü filmin<br />
ismi olarak belirleyen yönetmen Erhan<br />
Kozan, filmde herkesin içini acıtacak<br />
sahneler olduğunu söyledi.<br />
Bensiz<br />
Yönetmen: Ahmet Küçükkayalı<br />
Oyuncular: Melissa Papel, Metin Akdülger,<br />
Öykü Çelik, Burçin Abdullah<br />
Necip, yıllardır sürdürdüğü başarılı,<br />
profesyonel futbolcu olma hayalini 1.lige<br />
çıkmak için mücadele verdikleri son<br />
playoff maçına kadar taşımıştır. Egoların,<br />
kazanma hırsının öne çıktığı maçta,<br />
sert bir müdahale sonunda Necip’in<br />
vücudunun tamamı felç olur. Hastanede<br />
geçen yoğunbakım ve tedavi sonrasında<br />
evinde ilk gününde yaşananlar Necip’in<br />
yaşamına ve çevresindeki insanlara mercek<br />
tutacaktır.
Yönetmen: TAlfonso Cuarón<br />
Senaryo: Alfonso Cuarón<br />
Oyuncular: Sandra Bullock,<br />
George Clooney, Eric Michels<br />
Konu: Dr. Ryan Stone zeki bir tıp mühendisidir<br />
ve emekliliğinden önce son<br />
görevine çıkan yetenekli ve deneyimli<br />
astronot Matt Kowalsky’nin yönetimindeki<br />
mekikte ilk uzay yolculuğuna çıkar.<br />
Herşey yolunda gibi görünürken rutin<br />
bir keşif yürüyüşü sırasında bir felaket<br />
yaşanır. Mekik çarpan bir cisim<br />
sonucu paramparça olur. İki bilim<br />
insanı uzay boşluğunda yapayalnız<br />
kalırlar. Yeryüzü ile iletişimleri<br />
tamamen kopmuştur ve sonsuz<br />
karanlıkla baş başadırlar.<br />
Şimdi korkunun yerini panik<br />
alır, üstelik var olan sınırlı<br />
oksijenleri de git gide<br />
tükenmektedir.
Yönetmen: Mikael Hafstrom<br />
Senaryo: Miles Chapman<br />
Oyuncular: Sylvester Stallone, Arnold<br />
Schwarzenegger, Jim Caviezel, Vincent<br />
D’Onofrio, Vinnie Jones, Sam Neill<br />
Konu: Dünyanın en önemli güvenlik<br />
uzmanlarından biri olan Ray Breslin,<br />
işinde son derece tanınan bir güvenlik<br />
tasarımcısıdır. Kendi tasarlayıp inşa<br />
ettiği üst düzey korumalı hapishanenin<br />
konuklarından biri ise kendisi olur. Kendi<br />
tasarladığı hapishanede şimdilerde mahkum<br />
olarak yer alan Ray, yüksek güvenlik<br />
engellerini bir bir aşarak firar etmeyi<br />
planlamaktadır. Bu yolda hapishanenin<br />
en saygı duyulan mahkumlarından olan<br />
gizemli Emil ile anlaşır.<br />
Yönetmen: Robert Rodriguez<br />
Senaryo: Stephen Jeffreys<br />
Oyuncular: Charlie Sheen, Edward<br />
James Olmos, William<br />
Sadler, Vanessa Hudgens,<br />
Cuba Gooding Jr., Antonio<br />
Banderas<br />
Konu: Amerika Birleşik Devletleri<br />
hükümeti tarafından<br />
görevlendirilen eski ajan Machete<br />
Cortez, yeni görevi için<br />
Meksika’ya gitmek zorundadır.<br />
Ölümcül bir silahla gezegeni<br />
yok etmek gibi son derece<br />
tehlikeli planlar kurmakta olan<br />
bir silah tüccarını bulmak ve<br />
etkisiz hale getirmek zorunda<br />
olan Machete’i bekleyen<br />
görev oldukça zorludur...
Yönetmen: Robert Luketic<br />
Senaryo: Jason Dean Hall<br />
Oyuncular: Liam Hemsworth, Gary Oldman, Harrison<br />
Ford, Amber Heard<br />
Konu: Adam Cassidy uzun zamandır bir parçası<br />
olduğu Wyatt isimli önemli bir telekomünikasyon<br />
şirketinde iyi bir kariyere sahip olmak için var<br />
gücüyle ve büyük bir hırsla çalışmaktadır. Ancak<br />
anlık bir dikkatsizliğinden kaynaklanan ufacık<br />
bir hataya sebep olması şirketin önemli miktarda<br />
para kaybetmesine neden olur. Bu nedenle de<br />
patronu Nicholas Wyatt’ı bir hayli zor bir durumda<br />
bırakır. Bu hatayı telafi etmesi ise ilginç bir<br />
görevle mümkün olacaktır.<br />
Yönetm<br />
Senar<br />
Oyuncular
en: J.C. Chandor<br />
yo: J.C. Chandor<br />
: Robert Redford<br />
Konu: Hint Okyanusu’nda tek başına gezinti yapan<br />
bir adam, yatının bir gemi konteynırına çarpması<br />
üzerine bilincini kaybeder. Uyandığında bilinci<br />
yerinde değildir ve kazayı yavaş yavaş hatırlamaya<br />
başlar. Telsiz, radyo ve navigasyon ekipmanını<br />
kaybetmiştir ve vahşi bir fırtınanın tam ortasında<br />
kalmıştır. Teknik donanımları olmadan bir hiç olan<br />
adam direnişi ve tecrübeli denizcilik geçmişi sayesinde<br />
hayatta kalacağına inanmaktadır. Okyanusun<br />
ve dalgalarının sesine kulak verir ve planlarını bu<br />
dalgalara göre yaparak yakınlarından bir geminin<br />
geçmesini dilemeye başlar.<br />
Yönetmen: Bill Condon<br />
Senaryo: Daniel Domscheit-Berg<br />
Oyuncular: Benedict Cumberbatch, Daniel<br />
Brühl, Carice Van Houten<br />
Konu: Wikileaks’in ilk kurulduğu dönemi ve<br />
kurucuları Julian Assange ile Daniel Domscheit-Berg<br />
arasındaki ilişkiyi anlatan yapım,<br />
bir dönem tüm dünyayı sarsan bu önemli<br />
olayı tekrar gündeme taşıyor... Yolun başında<br />
Assange’ın destekçisi ve çalışma arkadaşı<br />
olan Daniel Domscheit-Berg’in bakış açısıyla<br />
Wikileaks’in ilk günlerine dönüyoruz. Tarihin<br />
karanlık sayfaları açığa çıktıkça Berg ve Assange<br />
arasındaki anlaşmazlıklar da çığ gibi<br />
büyümektedir.
Yönetmen:<br />
Paul Greengrass<br />
Senaryo: Billy Ray<br />
Oyuncular: Tom Hanks,<br />
Catherine Keener, Michael<br />
Chernus<br />
Konu: 2009 Nisan’ında<br />
yaşanan gerçek bir olaydan<br />
hikayesini alan film<br />
Maersk Alabama isimli<br />
bir geminin kaptanı olan<br />
Richard Phillips’in Somalili<br />
korsanlar tarafından<br />
rehin alınması öyküsünü<br />
beyaz perdeye yansıtıyor.<br />
Bourne serisinin son<br />
iki filmini çeken yönetmen<br />
Paul Greengrass’in<br />
bu seriyi bırakıp Kaptan<br />
Philips’e odaklandığnı<br />
hatırlatalım.<br />
Yönetmen: David Twohy<br />
Senaryo: David Twohy<br />
Oyuncular: Vin Diesel, Karl Urban,<br />
Dave Bautista, Katee Sackhoff<br />
Konu: Güneşin kavurduğu bir gezegende<br />
yaşayan Riddick, ölüme terk<br />
edilmiş bu gezegende kendisini oldukça<br />
ilginç bir uzaylı türüyle aynı<br />
yerde bulur. Hayatını kurtarmak için<br />
uğraşırken bir yardım alarmını aktive<br />
eder ve bu alarmın aktive olmasıyla<br />
birlikte iki gemi harekete geçer.<br />
Gemilerden birinde paralı askerler<br />
çalışmaktayken, diğer gemiye<br />
Riddick’in geçmişinden gelen önemli<br />
biri kaptanlık etmektedir.
n “Sancılı bir büyüme öyküsü…” Resmen uyuz olurum<br />
bu klişeye, yetişkinler, ergenlere dair kalıplar<br />
uydurmak ve hep saçmalamak zorundadırlar sanki.<br />
Sancısız büyümeme mi olur? Çocukları yarış atına<br />
çevireceksiniz, kötü ebeveyn pozlarına bürüneceksiniz,<br />
fena örnekler olacaksınız, sonra yeniyetme<br />
acı çekmesin, sancılanmasın. Hadi canım sende…<br />
Hah, ben iyiyim, müthiş bir örneğim, çocukla çocuk<br />
oluyorum derseniz, sizi mi kıralım? İstisnalar kaideyi<br />
bozmaz elbette, her neyse… “Bir Hayalimiz<br />
Vardı” (Ginger & Rosa), 1960’ların, soğuk savaşın<br />
en gerilimli döneminde geçen, siyasi bir sos<br />
katılmış ergen ve ebeveyn hikâyesi, özetle… Lakin<br />
mevzu siyasi değil, tamamen psikolojik. Affedersiniz<br />
kızınızın en yakın arkadaşıyla birlikte olursanız,<br />
füze krizi bahane, travma şahane olur.<br />
Sally Potter’ın yazıp yönettiği Bir Hayalimiz Vardı,<br />
yaklaşık beş ay önce İstanbul Film Festivali’nin<br />
Kadın Hikâyeleri kuşağında gösterilmişti. Aradan<br />
geçen sürede filmi neredeyse unutmuşum, mekân<br />
kullanımındaki ustalık, politikayı iğdiş eden<br />
apolitik haller ve sahneler, isyanını anne, baba ve<br />
kankaya değil, dünyanın gidişatına haykıran genç<br />
bir kız, aklımda kalanlar. Elle Fanning, Alice Englert,<br />
bu iki genç kadın, rollerinin hakkını ziyadesiyle<br />
veriyorlar, filmin oyuncu kadrosunda Christina<br />
Hendricks, Timothy Spall, Alessandro Nivola ve<br />
Annette Bening de var. Bir Hayalimiz Vardı, Sally<br />
Potter’dan (becerisine ve ustalığına elbette laf yok)<br />
umduğumuz derinlikli ve katmanlı bir proje değil,<br />
vurucu ve akılda kalıcı hiç değil, kuşkusuz. Beklentiyi<br />
karşılamayan ama yine izlenmeyi hak eden tipik<br />
bir festival işi seyirlik, en nihayetinde…<br />
Mevzuya dönelim, Ginger ve Rosa, çok yakın iki<br />
arkadaş, aralarından su sızmıyor. Çevreleri entellerle<br />
çevrili, Küba’daki füze krizi, ABD ve Sovyetler<br />
Birliği arasındaki didişmeyi daha da büyütmüş ve<br />
gerginlik, iki tarafın yandaşlarına da sirayet etmiş,<br />
ister istemez. Kaotik bir dönem olsa dahi, bu serpilmeye<br />
engel değil. Şimdi Ginger, hemen her kız<br />
gibi babasına âşık, o esnada aile çatırdıyor ve baba,<br />
pılını pırtısını toplayıp evden gidiyor. Kadınlığını daha<br />
erken keşfeden güzel Rosa da, Ginger’in babasına<br />
âşık, lakin bu bir sevi öyküsü, yani bildiğin kadın-erkek<br />
ilişkisi… Ginger, bu Lolita hikâyesine tanık oluyor, haliyle<br />
kıskanıyor ve kabullenemiyor bu durumu, sevgi,<br />
tez zamanda nefrete dönüşüyor. Çünkü ortak çocuk<br />
düşleri hükmünü yitiriyor, hayata bakış açılarının<br />
değiştiği, farklılıkların ve farkındalıkların daha bariz<br />
göründüğü bir devre geliyor. Çocuklar, gençliğe ilk<br />
adımı atıyor. Ve Ginger, çözümü, politikada bulmaya<br />
çabalıyor, eylemci olmakla, protestolara katılmakla,<br />
travmayı atlatırım sanıyor, kuşkusuz aldanıyor. Doluyor,<br />
şişiyor, birikiyor, annesinden sakladığı sır giderek<br />
büyüyor, kocaman oluyor. Ta ki patlayıncaya dek…<br />
Ve hesaplaşma vakti yaklaşıyor, kırılgan, üzgün ve<br />
süzgün anne, sorumsuz, adeta her şeye koy vermiş<br />
baba, bizim kızlar Rosa, Ginger, ‘marjinal’ aile dostları<br />
ve son olarak Rosa’nın emekçi annesi… Eteklerdeki<br />
taş dökülür, Küba krizinden önce evdeki kriz çözülür,<br />
tarafları acıtsa dahi… Son olarak; biz dram damarını,<br />
arabeskte bulurken, ecnebi, kahrını ve kederini de<br />
siyasette yaşıyor. Vay be!
n Fransız sinemasını çok tercih etmem ama bazen<br />
öyle örnekler çıkıyor ki benim filmlerim listeme<br />
severek ekliyorum. Bu hafta vizyona giren<br />
Direniş Günlerinde Aşk filmi de işte böyle bir film.<br />
Bizim dağıtımcıların filmlerin orijinal isimlerini<br />
değiştirerek koyduğu adlar çoğunlukla çuvallıyor.<br />
Bu filmin de orijinal adı Apres Mai yani Mayıs’tan<br />
Sonra. Filmin anlattığıyla birebir uyuşan bir ad.<br />
Tabii bizimkiler bakmış biraz aşk, biraz gençlerin<br />
eylemi, yapıştırmışlar Direniş Günlerinde Aşk ismini.<br />
Halbuki film çok zor bir konuyu çok yaratıcı<br />
bir şekilde işliyor. 1968 Mayıs’ından sonra yaşanan<br />
çözülmeyi kişisel boyutta işliyor. Yönetmen Olivier<br />
Assayas 1955 doğumlu yani 1971’de 16 yaşında;<br />
filmin kahramanı Gilles ile benzer yaş, zaten Gilles<br />
yönetmenin altergosu. Film için yarı otobiyografik<br />
bir çalışma diyebiliriz. 1968’ten sonra hayatlar<br />
değişime uğradı, peki nereye doğru evrildi? Biz ve<br />
bütün dünya bu gençlik hareketinden sonra nasıl<br />
bu duruma geldi. Böylesi büyük soruları kendi<br />
küçük cevaplarıyla bireyselleştiren, çözülmenin ana<br />
hatlarını en kişisel şekilde cevaplayan bir yapım.<br />
Bu anlamıyla çok tartışılacak da bir film. 68 sonrası<br />
toplumun her bireyi ama öncelikle gençler hücrelerine<br />
kadar siyasileşmiş ama yola nasıl devam edeceklerini<br />
bilememişlerdir. İşte bu belirsizliğin içinde<br />
yuvarlanan lise öğrencisi Gilles hem siyasi mücadelesini<br />
hem de kendini bulma savaşını vermektedir.<br />
Tam da bu noktada çok tartışılacak sorular sorar<br />
yönetmen ama sadece soruları sorup bırakmaz.<br />
Yaşantısının kendisini götürdüğü yerlerle aslında<br />
cevaplarını da verir. Gilles lisedeki arkadaşlarıyla<br />
siyasi eylemlere karışmakta, sol örgütlerin içinde<br />
bulunmakta aynı zamanda resim yaparak da<br />
kimliğini oluşturmaktadır. Bütün bu dönemde sol<br />
örgütler kendi içinde bir bölünme yaşamaktadır.<br />
Maocularla, Troçkistler ve Sovyetçiler yaşanan günlerin<br />
hangi devrime doğru evrileceğinin hesaplarını<br />
yaparlar. Gilles bu arada bütün bu sistemin içinde<br />
kendi kişisel yerini bulma çabasındadır. Kendi kişisel<br />
yerini bulma savaşının en önemli bölümlerinde ise<br />
aşk karşımıza çıkar. Özellikle gençlik, devrim ve<br />
aşk üçlemesi tartışmalı bir konudur. Günümüzde<br />
de öyle. Aşk örgütler ve sosyalizm tarafından hoş<br />
karşılanmaz. Bu söylediğimi eleştiren çok olacaktır<br />
ama 80 öncesi örgütlerde bulunanlar beni eminim ki<br />
doğrularlar. İkinci olarak bireyselleşme sosyalizm ile<br />
çatışmaktadır. Çünkü bireyselleşme burjuvazinin bir<br />
dışa vurumu olarak kabul edilir. Zaten sosyalizmin en<br />
büyük çıkmazı da burjuvaziden doğan bir ideoloji olup<br />
işçi sınıfına dayanma gibi bir tezat yaşamasıdır. Bütün<br />
bu çatışmalar Gilles’in ve arkadaşlarının tercihlerinde<br />
rol oynayacaktır. Film sonuna kadar siyasi bir film<br />
olmasına rağmen aşkı odağına oturtmuş ve Gilles’in<br />
acılarının en büyüğü olarak bize sunmuş. Mesela<br />
bir aşkın unutulmamasının en büyük gereği nedir?<br />
Gilles’in de yaşadığı gibi ulaşılmaz veya yaşanamaz<br />
olmasıdır. Bu bazen karşılıksız bir aşktır bazen ölüm<br />
onu unutulmazlar arasına yerleştirir ki Gilles için ikisi<br />
de söz konusudur. Örgüt içinde yerini ararken sanatçı<br />
yönünün baskısıyla yaratıcılığını öne çıkarmak<br />
Gilles’in daha çok anarşist olarak tanımlanmasına<br />
sebep olur. Bu aslında doğru bir tanımlama değildir,<br />
sadece bir ideolojinin altında bireyselleşme çabasına<br />
ve yaratıcılığına sahip her insanın karşılaştığı tezattır.<br />
Apres Mai görseli güçlü bir film olmasından daha<br />
çok diyaloglara dayalı bir film. Ve bu sefer alt yazı<br />
çok önemli filmi algılayabilmek için. İnternette bir<br />
versiyonu var ama alt yazısı çok yetersiz. Onun için<br />
Fransızcanız iyi değilse Apres Mai’yi mutlaka sinemada<br />
seyredin. Yönetmen dönemin bir çok şair,<br />
örgüt, edebi eser hatta tablosuna gönderme yapıyor.<br />
Bu filmi iyice hazmedebilmek için biraz birikim de<br />
gerekiyor. Filmi seyrettikten sonra bazı isimleri internetten<br />
arayacağınızı düşünüyorum. Arkadaşlarınızla<br />
gidebileceğiniz ve üstüne uzun tartışmalar<br />
yapabileceğiniz başarılı bir yapım Apres Mai.
n 1Bu yazıya başlarken köpekbalığı filmleri külliyati<br />
yapmamaya özen göstereceğim ama son Bait<br />
/ Yem’den önce vizyona giren Shark Night’a bir<br />
göz atacağım. Tabii Spielberg imzalı nerede o eski<br />
köpekbalıkları demeden de geçemeyeceğim. Shark<br />
Night piranha yiyiciliğinin köpekbalığına uyarlanmış<br />
haliydi ve fazlaca kan görememiştik, sadece pazarlama<br />
mantığının kadınların bikinileri üzerinden<br />
dolaşan vahşeti hakimdi! Külliyat yapmayacağım<br />
dedim ama Deep Blue Sea / Mavi Korku da konusu<br />
itibariyle yabana atılmayacak bir filmdi bana göre,<br />
yunus zekasına ulaşan köpekbalığı tanımıyla benden<br />
tam not almayı başarmıştı!<br />
Spielberg’ün Jaws’ında tansiyonu sıçratacak atmosfer<br />
hakimiyeti vardı o yüzden çıplaklık arasında<br />
mola aramıyorduk. Avustralya’da geçen filmde de<br />
teknik bir hakimiyet var, mekan tasarımı ve görüntü<br />
yönetimi konusunda gayet dirsek temasıyla hareket<br />
etmişler . Neredeyse tek mekanda geçen film arada<br />
tekrarlara düşse de gerilimi diri tuttuğunu söyleyebiliriz.<br />
Filmin birkaç bileşeni var tabi ki, öncelikle açık<br />
denizlerde, göl vs.’de geçmiyor. Öncesine konulan<br />
ve ayrılıkla sonuçlanan hikaye ise kader ortaklığıyla<br />
çözülmek üzere cepte bekletiliyor. Tsunami sonucunda<br />
bir markette sıkışan insanların, köpekbalığıyla<br />
olan mücadelesi konu ediliyor.<br />
Film sonrasında bir mekanda tıkılıp kalan insan<br />
psikolojisine odaklı ilerliyor daha çok, gerilen sinirler,<br />
onarılmayı bekleyen ilişkiler ve ortamın havasını<br />
solumayı reddedip erken davrananlar! Film yaş<br />
aralığını çocuklara da yöneltmek için şiddetin dozunu<br />
azaltmış diyebiliriz, kopan organlar, havada kapılan<br />
vücutlar yok değil ama dediğimiz gibi Shark Night gibi<br />
cinsellik temalı çağrışımlar da yok. Tabii her şeyin<br />
sindiği teknoloji burada da karşımıza çıkıyor ama<br />
atmosfer yaratmada ki başarısı tartışılmaz filmin.<br />
Arabada kalan ve dünyadan bi haber çiftin varlığı her<br />
filmde prim yapıyor demek ki! Ya da onlar bu filmin<br />
slash kafasının kurbanları… Tabii çocuğun ölmesi,<br />
kızın ve köpeğin sağ kalması da bir nevi sıra savmaca<br />
yaşatıyor ki, Final Destination geliyor insanın<br />
aklına kısa bir an!<br />
Bait / Yem dediğim gibi mekan açısından fark<br />
yaratıyor, köpekbalığını bir marketin içine sokarak<br />
koridorlarında dehşet yaşattırıyor. Her dakika<br />
köpekbalığı tarafından yenen birileri yok ama filmin<br />
tansiyonu bir hayli yerinde bence! İzlenesi!
n Çocukluğu video furyasına denk gelen herkes<br />
gibi ben de bir kiralamacıya girdiğim vakit<br />
korku filmlerinin olduğu kısımda alırdım soluğu.<br />
Çünkü korku filmlerini sinemada görmemize<br />
izin verilmez, bu türün örnekleri TV’de de (TRT)<br />
pek karşımıza çıkmazdı. O zamandan beri<br />
favori temam hep “tekinsiz evler” oldu. Bu tema<br />
asıl iyi örneklerini, The Shining, The Changeling,<br />
Poltergeist gibi filmlerle 80’ler sineması<br />
döneminde verse de son birkaç yıldır yeniden<br />
revaçta…<br />
Saw / Testere filmiyle uluslararası şöhreti yakalayan<br />
ve ardından gelen Dead Silence, Death<br />
Sentence gibi filmlerle yeni şiddet sinemasının<br />
önemli temsilcilerinden biri haline gelen yönetmen<br />
James Wan, bir önceki filmi Insidious<br />
ile ilk kez bir “tekinsiz ev” hikayesi çekmiş<br />
ve sanırım bundan hoşlanmış olmalı ki, yeni<br />
filmi de benzer bir hikayeyi aktarıyor. Aslına<br />
bakarsanız, Insidious epey potansiyeli olan<br />
bir korku filmiydi ve Poltergeist’tan açık esinlenmeler<br />
taşıyordu ancak PG-13 sınırlamaları<br />
içinde kaldığından tür meraklıları için TV’de<br />
yayınlanan herhangi bir Twilight Zone bölümünden<br />
daha ilgi çekici olamadı. (Yatacak<br />
yerin yok MPAA)<br />
James Wan, The Conjuring’i çekerken bu<br />
defa şiddete meyletmekten kaçınmamış. ‘R’<br />
sertifikası ile sınıflandırılan film pek çok sekansta<br />
korku filmi meraklılarının istediğini vermeyi<br />
başarıyor.<br />
Peki, bir korku filmi düşkünü ne ister? Bu<br />
filmler bizim gibiler için bir meydan okumadan<br />
ibaret. Yönetmen tüm hünerlerini ve hikaye<br />
anlatıcılığını göstererek bizi korkutmaya, biz<br />
ise korkmamaya çalışıyoruz. Yani, ne kadar<br />
korkunç, o kadar iyi! The Conjuring bu etkiyi<br />
sağlamak açısından son yılların en başarılı<br />
filmlerinden biri… Dürüstçe itiraf edeyim; Stir of<br />
Echoes’dan beri hiçbir filmden bu kadar korkmadım!<br />
James Wan her ne kadar temayı önceden çalışmış olsa da<br />
hikaye gerçekten iyi. Evet, yeni bir şey yok, bol çocuklu bir<br />
Amerikan ailesi yeni bir ev alıyor ve 19. Yüzyılda bu evde<br />
yaşayıp ölmüş Bathsheba Sherman adında bir kadının<br />
ruhu aileye musallat oluyor. Bu ve benzeri konuları daha<br />
önce defalarca kez izledik ancak artık iyiden iyiye bir pazarlama<br />
tuzağına dönüşmüş olan “Yaşanmış olaylardan<br />
uyarlanmıştır” ibaresi bu filmde sahici bir anlam kazanıyor.<br />
Elbette her zaman olduğu gibi pek çok ekleme-çıkarma<br />
yapılarak. Ed ve Lorraine Warren çifti gerçekten kafa kafaya<br />
verip bir sürü paranormal olayı aydınlatmış insanlar. Filmde<br />
bir yan hikaye olarak izlediğimiz ve Warren’ların çocuğuna<br />
musallat olan oyuncağın (Annabelle Doll) Perron ailesinin<br />
lanetiyle alakası yok ancak The Conjuring ustaca yazılmış<br />
bir senaryo ile çiftin ele aldığı iki dosyayı birleştiriyor. Ayrıca<br />
filmde aile eve taşınır taşınmaz başlayan olaylar gerçek<br />
hayatta bu kadar ani vuku bulmuyor. Aile bu evde tam 10 yıl<br />
yaşamış…<br />
Tabi bizim ilgimizi çeken, gerçeğin ne olduğu değil<br />
kurmacanın ne kadar iyi olduğu… Belli ki, James Wan<br />
ürkünç bir film çekmeye çalışmış ve bunu başarmış. The<br />
Conjuring yeni nesil korku filmi meraklıları için gerçek bir<br />
ödül, asla ıskalanmaması gereken bir film. Geçtiğimiz aylarda<br />
gösterilen “en korkunç film” olarak lanse edilen Evil Dead<br />
yeniden çevriminden çok daha iyi ve bunu yaparken her<br />
tarafı kan içinde bırakmıyor. Sonunda birileri, film izleyen<br />
insanları korkutmak için etrafa saçılan kollardan, bacaklardan<br />
ve kafalardan daha fazlasının gerekli olduğunu, önemli<br />
olanın iyi bir hikayede atmosfer sağlamak olduğunu fark etti.<br />
Bu anlamda da El Orfanato’dan beri en başarılı çalışma The<br />
Conjuring olsa gerek.<br />
Filmin ön adı olan “Warren Dosyaları” etiketinden anladığım<br />
doğruysa, The Conjuring sinemada ya da TV’de seriye<br />
dönüşecek. Warren’lar pek çok lanetli olaya el atmışlar ve<br />
en az 10 filmlik bir serinin malzemesi hazır gibi görünüyor.<br />
Umarım olur, merakla bekliyorum.
Şeytan-ı Racim daha önce Üç Harfliler:Marid’i çeken Arkın<br />
Aktaç’ın ikinci korku filmi. ‘Gerçek bir öyküden uyarlanmıştır<br />
ve geçek cin çıkarma sahneleri kullanılmıştır’ söylemleriyle<br />
dikkatlerimizi çeken filmle ilgili olarak yönetmen Aktaç ve<br />
oyuncu Uğur Güneş’in görüşlerini aldık… İyi okumalar<br />
BANU BOZDEMİR<br />
Korku sinemasının ülkemizde dayadığı<br />
koşullar uzun süre saklı kaldı ve bu konuda<br />
öne çıkmış birkaç yönetmen var.<br />
İlk filminiz Üç harfliler: Marid’i çekerken<br />
düşünceniz neydi? Korku sinemasına<br />
ilginiz nereden geliyor?<br />
Korku, insan olarak var olmaya<br />
başladığımız andan son nefesimize<br />
kadar bizimle beraber olan bir<br />
duygu. Yaşam akıp giderken, gülerken,<br />
aşık olurken, yeni heyecanlar<br />
yaşarken bir taraftan korkularımızla<br />
mücadele etmekle, korkularımızdan<br />
sakınmakla, korkularımızı bastırmakla<br />
uğraşıyoruz. Bilinen bazı şeylerden<br />
korkarken bilinmeyenden daha da<br />
çok korkuyoruz.”Üç Harfliler:Marid”<br />
filmi bu temel üzerine kurulmuştu.<br />
Göremediğimiz,tanımadığımız ama var<br />
olduğuna inandığımız ve dinimizce de<br />
var olduğu kabul edilen varlıkların bizim<br />
dünyamıza geçmesini ve yarattıkları<br />
kötülüğü anlatıyordu.Bu tür hikayeler<br />
bizim kültürel belleğimize kazınmış<br />
durumda.Türk halkını korkusuyla tekrar<br />
yüzleştirmek için çekmiştik filmi.<br />
İnsanlar sinemaya eğlenmek için gidiyorlar.<br />
Ama korku filmlerine de korkmak<br />
için gidiyorlar. Bence bu durum çok<br />
ilginç. İnsanların para ödeyerek korku<br />
satın almak istemesi bence korku filmi<br />
çekmek için yeterli bir sebep<br />
Üç aşağı beş yukarı bizdeki korku<br />
sinemasının kaynakları aynı. Batının<br />
şeytanı biz de cin oluyor. Bizde de<br />
şeytan kavramı olmasına rağmen<br />
neden cinler tercih edilir korku unsuru<br />
olarak? Gerçi ikinci filminizde<br />
şeytan deniyor ama yine de cin<br />
çıkarma seansları uygulanmış galiba!<br />
Cinlerin korku unsuru olarak<br />
kullanılmasının sebebi tamamen<br />
Anadolu’nun korku hikayelerinden<br />
kaynaklanıyor. Hepimizin yakın<br />
çevresinde ya da kendinde mutlaka<br />
cinlerin sebep olduğu korkunç olaylara<br />
şahit olma durumu ya da bu<br />
tür olayların bize aktarılma durumu<br />
olmuştur. Türk insanı en çok cinden<br />
korkar hatta adını bile söylemeden<br />
üç harfliler olarak geçiştirir çoğu zaman.<br />
Dolayısıyla cinleri korku unsuru<br />
olarak kullanmak kendiliğinden<br />
oluşan bir durum. Bu filmi izlerken<br />
aslında bilinmesi gereken tek bir<br />
nokta var. Şeytan da cin taifesindendir<br />
ve bütün kötülüklerin başıdır.<br />
Filmde Şeytan, kötülüklerini emrinde<br />
olan kötü cinlerine yaptırıyor ve<br />
cin çıkartma seansları bu sebepten<br />
dolayı filmde kullanıldı.<br />
Siz de gerçek bir hikayeden<br />
esinlenilmiştir vurgusu yapanlardan<br />
mısınız filmlerinizde? Bunun sebebi<br />
ne olabilir, seyircinin korkusuna daha<br />
fazla korku katmak için mi?<br />
Filmi izlediğiniz zaman böyle bir vurgu<br />
olup olmadığını anlarsınız. Filmin<br />
bence en önemli özelliği gerçekçi ve<br />
inandırıcı olması.
İkinci filminiz ve o da korku.<br />
Şeytan-Racim. Neden iki üniversite<br />
öğrencisinden yola çıkmayı seçtiniz.<br />
Gerçi iki filminizin de senaryo yazarı<br />
Murat Toktamışoğlu, onun yazdıklarını<br />
çekiyorsunuz. Siz yazmayı<br />
düşünmediniz mi?<br />
Murat (Toktamışoğlu) konuyu anlattığı<br />
zaman çok beğendim ve çekilebilir<br />
bir hikaye olduğuna inandım. Küçük<br />
insanların küçük dünyalarının tahmin<br />
edemeyecekleri bir şekilde alt<br />
üst olmasını sahici ve korkutucu bir<br />
şekilde anlatmak keyifliydi. Bir yönetmenin<br />
kendi yazdığını çekmesi tabii ki<br />
olması gereken. Röportajın sonunda<br />
bu sorunun cevabını vereceğim.<br />
Neden gerçek cin çağırma sahneleri<br />
yapılır bu tarz filmlerde? Gerçekliğe<br />
katkı olsun diye ama film işi zaten kurmaca<br />
değil midir?<br />
Film işi kurmaca bir iş ancak biz filmlerimizi<br />
çekerken bazı özel sahnelerin<br />
inandırıcı olması için mümkün<br />
olduğunca gerçekçi ortamlar yaratmaya<br />
çalışıyoruz. Cin çağırma sahneleri<br />
bunlardan birkaçı. Oyuncuların motive<br />
olabilmesi ve sahnenin inandırıcı<br />
olması için gerçekçi unsurlar kullanmak<br />
işimizi kolaylaştırıyor. Hatta cin<br />
çağırma sahnelerinde kullanılan dualar<br />
bile gerçek cin çağırma duaları.<br />
Bu tarz korku filmlerini senede bir<br />
çekerek Pazar haline getiren ve bir<br />
süre sonra hep aynı filmi çekiyormuş<br />
hissi yaratan yönetmenler var. Sizce<br />
korku piyasası bu kadar geniş mi?<br />
Konular genelde aynı çünkü?<br />
Bu doğru bir tespit. Yepyeni yaratıcı<br />
fikirlerle izleyenleri etkileyecek dimdik<br />
filmler çekmek mümkün. Ancak Türk<br />
korku filmi yönetmenleri şimdi izledikleri<br />
yoldan emin adımlarla giderek,<br />
daha iyisi için çalışarak, yanlışlarını<br />
görerek daha farklı ve yaratıcı filmlere<br />
imza atacaklardır.<br />
Bu tarz filmler fantastik boyutu olan<br />
aynı zamanda efektlerin yoğun bir<br />
biçimde kullanıldığı filmler. Aynı zamanda<br />
da gerçekçi. Bu üçünü nasıl<br />
bir potada eritiyorsunuz?<br />
Bunu ne kadar başarabildiğimiz<br />
tartışılır. Ancak bütçeler ve imkanlar<br />
dahilinde herkes elinden geleni<br />
yapıyor ve yapmaya çalışıyor.<br />
Aslında üçünü bir araya getirmek<br />
yemek yapmaya benziyor. Elinizdekileri<br />
doğru oranlarda kullanıp,<br />
doğru zamanlamayla ve güzel<br />
bir sunumla sinema seyircisine<br />
ulaştırabiliyorsanız bu konuda bir<br />
sıkıntı yaşamazsınız.<br />
Genelde bu tarz filmlerde isimsiz<br />
oyuncular yer alıyor, bunun bir sebebi<br />
var mı sizce?<br />
Mutlaka var. Henüz tanınmamış<br />
oyuncuların bu gerçeküstü hikayelere<br />
izleyenleri inandırması<br />
daha kolay. Ünlü oyuncular korku<br />
filmlerinde yer aldığında, seyirci<br />
o oyuncuyla ilgili bilinçaltında yer<br />
alan imajı yok sayıp filmde çizdiği<br />
imaja inanmaya çalışırken farkında<br />
olmadan filmden uzaklaşıyor. Oysa<br />
isimsiz bir oyuncu seyirci için kendisi<br />
gibi sıradan biri ve kendisine<br />
yakın hissettiği birini başına gelenleri<br />
izlemek ve özdeşleştirmek çok<br />
daha kolay.<br />
Korku sinemasıyla ilgili çok film<br />
çektikçe farklı denemeler yapmayı<br />
düşünür müsünüz? Örneğin buluntu<br />
film havası, kameralarla destekli<br />
görüntüler vs…<br />
Bir sonraki projem, korkuyu insan<br />
doğasında olan içgüdüsel bir<br />
davranış biçimi olarak ele alacağım<br />
ve bu uzun bir deniz yolculuğu<br />
sırasında geçen bir aşk hikayesi<br />
olacak. Korku sinemasının tüm<br />
klişelerini aşk klişeleriyle ele<br />
alacağım. Bu senaryoyu Los<br />
Angeles’da uzun yıllardır yaşayan<br />
çok yakın bir arkadaşımla çıktığımız<br />
bir deniz yolculuğunda tasarladık<br />
ve yazmaya başladık.
UĞUR GÜNEŞ<br />
İlk sinema filminiz sanırım, neden böyle bir film.<br />
Sonuçta bildik ve sıradan bir rol değil?<br />
İlk sinema filmim, Türkiye’de korku filmlerine<br />
önyargılı bakılmasından dolayı başlarda tereddüt<br />
ettim. Hikayeyi okuduktan sonra son derece ilgi<br />
çekici buldum. Oynayacağım karakter de sıradan<br />
bir karakter olmadığından kabul ettim. Filmin<br />
yönetmeninin Arkın Aktaç olması da karar vermemde<br />
etkili oldu.<br />
Bir süre tiyatroyla devam etmiş sonra ekranlara<br />
geçiş yapmış bir oyunculuk sizinki. Tiyatro daha<br />
çok ideallerle ifade edilir, dizi para için yapılır,<br />
sinema ise hayaldir. Sizin geçişiniz nasıl oldu,<br />
gönlünüzde yatan hangisi?<br />
Tiyatroya küçük yaşlarda başladım, sonrasında<br />
Ankara Üniversitesi D.T.C.F. tiyatro bölümünde<br />
okudum. Bu süre zarfında hem tiyatro hem<br />
de birtakım televizyon projelerinde yer aldım.<br />
Tiyatro’nun benim için her zaman ayrı bir yeri<br />
oldu.Çünkü bana göre oyunculuğun temeli<br />
tiyatro’dan geçer.Tiyatro yaptığım dönemlerde<br />
de bir oyuncu olarak kamera karşısında da<br />
kendimi denemek istedim.Ülkemizde dizilerin<br />
sektör açısından önemli bir potansiyeli olduğunu<br />
inanıyorum.Dizi projelerinde yer almanın sadece<br />
maddi olarak değil,mesleki anlamda da sektörde<br />
yer edinmeyi sağladığına düşünüyorum.Sinema<br />
filmlerinde oynamayı hayal ederdim ve bu filmle<br />
hayalim gerçek oldu.Sinema,fikirsel olarak<br />
oyuncu olmam konusunda başlangıç noktam<br />
oldu.Çünkü ben sinema filmleri ile büyüdüm.Bu<br />
yüzden oyuncu olmak istedim.Tercih yapmam<br />
gerekse bile,mesleğimi icra edebildiğim sürece<br />
sinema ve tiyatro arasında mukayese yapmam<br />
doğru olmaz,ikisinin de farklı tatları olduğuna<br />
inanıyorum.<br />
Filmdeki deneyimleriniz nasıl oldu, zorlu bir filmin<br />
içinde olmak, korku sinemasının içine dalmak.<br />
İlginiz var mıydı bu tarz filmlere?<br />
Gerçekten düşündüğümden çok daha zor oldu.<br />
Çünkü zor sahneler çektik, duygusal ve fiziksel<br />
olarak çok zorlandığım sahneler oldu, bu işin<br />
gerçeklik payının düşünüldüğü bir atmosfer vardı<br />
ve sahneler çekilirken herkes muazzam ciddiydi,<br />
bu yüzden büyük bir sorumluluğa büründüm<br />
ve böyle olması filmin gidişatında önemli rol<br />
oynadı. Küçüklüğümden beri bu tarz filmlerin<br />
nasıl çekildiğini merak ederdim, korku ve gerilim<br />
filmlerine her zaman özel bir ilgim olmuştur. Bu<br />
projeyle detaylarını da tecrübe etmiş oldum.<br />
Havas ilmi nedir ve daha önce biliyor muydunuz<br />
bu kavramı? Sinemamızın korku anlayışının cinlerden<br />
gitmesini nasıl buluyorsunuz?<br />
Havas ilmini ilk başlarda bilmiyordum,<br />
araştırdığımda gördüm ki içinden çıkılamaz<br />
ve baştan sona şifrelerden oluşan bir ilim. Bu<br />
yüzden bu konuda yorum yapmam doğru olmaz.<br />
Batı sinemasına baktığımız zaman korku<br />
filmlerinin çeşitliliğini görebiliriz, bunun sebebi<br />
olarak geçmişten bugüne korku temalı filmlerin<br />
çekildiğini ve sürekli kendini geliştirerek<br />
yaratıcılaşmış olduğunu söyleyebiliriz. Batı<br />
sinemasında da benzer konulardan beslenildiği<br />
apaçıktır.Ülkemizde insanların ilgi duyduğu aynı<br />
zamanda korktuğu bir inanç var. Bu doğrultuda<br />
bakıldığı zaman bizim inancımıza has bir konu<br />
olan cin temasının ülkemizde ilgi gördüğüne<br />
inanıyorum.<br />
Korku filmlerini sever misiniz ve etkilendiğiniz bir<br />
korku filmi var mı?<br />
Korku filmlerine küçüklüğümden beri ilgi duyuyorum<br />
ve izlemekten keyif alıyorum. Her şeyi ile<br />
etkilendiğim ve beğendiğim birkaç film var; Shining,<br />
Mama, Evil Dead bunlardan birkaçı…<br />
Filmde gerçek cin seansları yapıldığı yazıyor?<br />
Nasıl olduğunu paylaşabilir misiniz?<br />
Gerçekten cin seansları yapıldı. Bu konuda<br />
bilgi vermem doğru olmaz, hep birlikte izleyip<br />
göreceğiz. Sadece çok gerçek ve ürkütücü<br />
olduğunu söyleyebilirim.<br />
Filmi izleyebildiniz mi? içinize sinen bir film olmuş<br />
mu?<br />
Henüz filmi izleyemedim ama izlediğim birkaç<br />
sahneden yola çıkaran son derece kaliteli bir<br />
yapım olduğunu söyleyebilirim.<br />
Bundan sonra ne gibi projeler var, kariyerinize<br />
nasıl bir yön vereceksiniz?<br />
Kasım ayında yer aldığım bir film daha vizyona<br />
girecek, onun dışında görüştüğüm yeni sezonda<br />
başlayacak olan diziler var bekleyip göreceğiz.<br />
Ben her zaman olduğu gibi disiplinli duruşumla<br />
çalışmaya ve kendimi geliştirmeye devam<br />
edeceğim, gelecek teklifler doğrultusunda en<br />
doğru tercihleri yapmaya çalışıp, kaliteli projelerde<br />
yer almayı ümit ediyorum.
Geçen Sene Altın Portakal’da özel bir gösterimle izledik<br />
Menekşe’den Önce’yi… İnsan aklının almadığı galeyan ve vahşet<br />
duygularından bir tanesidir Sivas Katliamı benim için. Kabul<br />
edemiyorum bu duyguyu ve hiçbir zamanda kabul edemeyeceğim<br />
BANU BOZDEMİR<br />
n Geçen Sene Altın Portakal’da özel bir gösterimle<br />
izledik Menekşe’den Önce’yi… İnsan aklının<br />
almadığı galeyan ve vahşet duygularından bir<br />
tanesidir Sivas Katliamı benim için. Kabul edemiyorum<br />
bu duyguyu ve hiçbir zamanda kabul<br />
edemeyeceğim sanırım. Soner Yalçın tanıklıklarla<br />
yani bu vahşeti yaşayan ve hayatta kalanların<br />
anlattıklarıyla karşımıza getirmiş bu belgeseli.<br />
Salonda çıt çıkmıyordu önce, nefesler tutulmuştu,<br />
olayı yaşayanlar nefes alamadıklarını anlatırken<br />
biz de nefes alamamaya başladık, gerçekten<br />
de olan buydu… Onların gözyaşlarıyla beraber<br />
çıkardık biz de içimizde gizli tuttuğumuz nefesi…<br />
2 Temmuz 1993’te meydana gelen katliamı<br />
duyunca bir Sivaslı olarak inanılmaz acı çektim.<br />
O zamanlar ortalıkta dolaşan ‘yakanlardan<br />
mısınız yoksa yananlardan mı’ lafına kimi zaman<br />
kızarak, kimi zaman utanarak ‘yananlardanız elbet’<br />
yanıtını verdim. Başka türlüsü nasıl mümkün<br />
olurdu ki! Madımak otelinin karşısına dikilmiş<br />
ve tek amaçları içerideki insanları yok<br />
etmek olan bir kitle vardı ve<br />
bu kitlenin uğultusu<br />
uzun süre gitmedi<br />
kulaklarımdan. Ellerinde<br />
gazlarla,<br />
kibrit ve ağızlarından<br />
köpükler saçarak<br />
bekleyen kitlenin öfkesi<br />
(neyin öfkesi!) giderek<br />
artıyordu, karşılarında<br />
onlara müdahale edecek<br />
bir polis ordusu da yoktu<br />
üstelik. Ve bu onların işine<br />
geliyordu, yaşlılar meydanda<br />
tekbir çekerken, gençler otelin camlarını<br />
kırıyor, otele tırmanmaya çabalıyor ve oteli<br />
yakmaya çalışıyordu. Belgeseli izlerken de<br />
elim ayağım boşaldı, sanki olay karşımızda<br />
oluyordu ve biz hiçbir şey yapamıyorduk.<br />
Aziz Nesin’in yangın merdivenlerindeki halini<br />
hiç unutmayacağım, içim parçalanmıştı…<br />
Sonra otelin merdivenlerine oturmuş, bitkin,<br />
şaşkın ve çaresiz ellerine aldıkları yangın<br />
tüpü ve fırçayla aslında kendilerini savunmayan<br />
Metin Altıok, Behçet Aysan, Uğur<br />
Kaynar…<br />
Belgesele ismini veren Menekşe’nin abisi ve<br />
ablası Madımak’ta yanarak öldü. Bu acıya<br />
nasıl dayanacağını düşünen annesi onların
anısına Menekşe’yi doğurmuş. Onların yerine<br />
koymak için değil elbet, onları yaşatmak için.<br />
Abla ve abisi hiç tanıyamayacak olan Menekşe<br />
ise onların mezarıyla avunuyor, omuzlarında<br />
büyük yük var, ailesine destek olmak zorunda.<br />
Bütün gözler onun üzerinde, küçük Menekşe 12<br />
yaşında ölen abisi Koray’ı ve aynı adı taşıdığı 15<br />
yaşındaki ablası Menekşe’nin nasıl öldüğünü,<br />
nasıl böyle bir vahşete kurban gittiklerini<br />
öğrenmek istiyor. Menekşe’nin yolculuğu Lütfiye<br />
Aydın’ın katliamı anlattığı kitapla başlıyor ve<br />
tanıklıklarla devam ediyor.<br />
Belgesel çok özenli hazırlanmış, o zamana kadar<br />
görmediğimiz, öğrenemediğimiz birçok ayrıntı<br />
bir anda önümüze serilince gerçekten de engel<br />
olamadık gözyaşlarımıza. Ben uzun zamandır<br />
bir salonu toplu olarak ağlarken görmemiştim<br />
ama ne ağlama! Hıçkıra hıçkıra ağladık, güzel<br />
insanları öldürmeye yemin etmiş, insanlıktan nasibini<br />
almamış o çirkin yüzleri görmenin acısıyla,<br />
çaresizliğin, adalet beklemenin, zamanaşımına<br />
uğramanın ve elimizden bir şeyler gelmiyor<br />
olmasının acısıyla ağladık.<br />
Sivas katliamı olduğunda yüreğim nasıl<br />
yandıysa belgeseli izlerken de o derece yandım<br />
kavruldum. Yaşanan vahşet çok etkiliyor elbette<br />
ama insanın aklının almadığı şey ‘neden’<br />
sorusu oluyor. Neden yaptınız bunu? Neden<br />
bu kadar vicdansınız, insanlıktan nasibini<br />
almamışsınız? Orada bidonlarla insanları yakmak<br />
nereden aklınıza geldi, neden sizin gibi<br />
olmayanlara tahammülünüz yok ve neden bu<br />
kadar çabuk galeyana geliyorsunuz? O kadar<br />
çok sorulacak soru var ki, bitmez, bitmez…<br />
Sonra Yeni Akit gibi Gezi olaylarında da pis<br />
yüzünü gösteren gazetenin yalan haberi var<br />
ki, senin çıkarın ne katliamdan diye sormak<br />
istiyoruz? Onlar zehirlenmedi, kurşunlanarak<br />
öldüler diyerek saçma bir yalanın arkasında<br />
eşelenen, yalan söyledikçe iyice batan bir<br />
gazete. Yalancı olduğunuzu biliyoruz ve sizleri<br />
dikkate almıyoruz, sadece birazcık insanlık<br />
beklediğim için sizden de bahsetme gereği<br />
duydum bu masumca katledilen insanları derin<br />
bir hüzünle andım bu yazıda!<br />
Sonuçta 20 Eylül’de vizyona giriyor<br />
Menekşe’den Önce. Çok daha önce girmeli<br />
yüzlerce salonda gösterilmeliydi. İbret alınacak<br />
bir belge, yürek acıtan bir ölüm hikayesi… Mutlaka<br />
izleyin, ölüme ve faşizme inat, gericiliğe ve<br />
yobazlığa inat!
Yönetmenliğini Ersoy Güler’in<br />
üstlendiği Burçin Bildik, Ezgi<br />
Asaroğlu, Hüseyin Avni Danyal,<br />
Nazlı Tosunoğlu, Murat<br />
Akkoyunlu, Metin Yıldız, Erkan<br />
Bektaş’ın yer aldığı, devam<br />
filmi olarak çekilen Sağ Salim<br />
2, görsel zenginlikleriyle<br />
izleyenleri şaşırtacak...<br />
BUKET KAHRAMAN<br />
n Yönetmenliğini Ersoy Güler’in üstlendiği<br />
Başrollerinde Burçin Bildik, Ezgi Asaroğlu,<br />
Hüseyin Avni Danyal, Nazlı Tosunoğlu, Murat<br />
Akkoyunlu, Metin Yıldız, Erkan Bektaş’ın yer<br />
aldığı, devam filmi olarak çekilen Sağ Salim 2,<br />
görsel zenginlikleriyle izleyenleri şaşırtacak.<br />
Film ekibi bayram boyunca tatil yapmadan<br />
çekimlerini Kastamonu’nun Cide ilçesinde<br />
tamamladı. Sağ salim1 geçen sene 64 bin<br />
996 kişi tarafından izlendi ve istenilen gişeyi<br />
yakalayamadı. Film vizyondan kaldırıldıktan<br />
sonra online ortamda 8 milyon kişi tarafından<br />
izlenerek bir ilke imza attı. Sağ sağlim 2 Şubat<br />
ayında vizyona girecek.<br />
Sağ salim2 DVD olmayacak!<br />
Gülen Adam film şirketinin de aynı zamanda sahibi<br />
olan Ersoy Güler, Sağ Salim 2’nin ilk filmden<br />
daha büyük bir patlama yapacağını söyledi.<br />
Güler, “Genellikle devam filmleri ilkinden düşük<br />
olur ama ikinci filmimiz birden daha aksiyonlu<br />
oldu. Senaryosunu yazarken İngiliz suç komedilerden<br />
esinlendim. Tek mekânlı konular ve<br />
yol filmleri ilgimi çok çekiyor. Ama Türkiye’de yol<br />
filmleri gişe yapmıyor. Kara mizah da tek başına<br />
işe yaramıyor. Ben de ikisini birleştirdim. Suç,<br />
durum komedisi, diyalog komedisi eklendiğinde<br />
yurtdışında Coen kardeşlerin filmlerine benzetenler<br />
oldu. Birinci filmde gişede çok büyük<br />
bir zarar ettim. Yanlış zamanda gösterime gir-
dik korsanın da etkisiyle gişede başarısız<br />
olduk. Bu nedenle Sağ Salim 2 nin DVD’<br />
ni çıkarmayacağım. Kastamonu halkı bize<br />
taahhüt ettiği şeyleri yapmadı. Eğer sözlerini<br />
tutarlarsa burada da bir ön gösterim<br />
yapacağız” dedi. İkinci filmin çekimleri<br />
tamamlanmadan başbakanlığa bağlı bir<br />
kurumdan ‘Sağ Salim 3’ün Afrika’da çekilmesini<br />
üzerine bir teklif aldıklarını sözlerine<br />
ekleyen Güler, şimdiden üçüncü filmin sinyallerini<br />
de vermiş oldu.<br />
Türkiye’de “Aksiyon Komedi” tarzını<br />
başlattık.<br />
Salim’in arabasına otostop çekip bindikten<br />
sonra kendini bambaşka bir dünyanın<br />
içine bulan Nihal(Ezgi Asaroğlu), Nurgül<br />
Yeşilçay ile başrollerini paylaştığı “Aşk<br />
Kırmızı” filmindeki performansı ile<br />
konuşuldu. Türkiye’nin fenomen dizisi Leyla<br />
ile Mecnun’nun ilk Leyla’sı olan Asaroğlu<br />
daha sonra Yağmurdan Kaçarken dizisinde<br />
İdil karakteriyle karşımıza çıkmıştı.<br />
Kastamonu Cide’ye ilk kez geldiğini söyleyen<br />
Asaroğlu,” Cide’ye ilk kez geliyorum.<br />
Hasret kaldığımız bir doğanın içindeyiz.<br />
Senaryoda pek es yok. Oyuncuların birbirlerinin<br />
suratına cümlelerini söyleyecekleri<br />
yerler yok. Hep bir aksiyon var. Biz de<br />
bu akışın içinde sürüklenip gidiyoruz.<br />
Nihal, bu macera da Salim’le bir takım<br />
oluşturuyor. Salim’in iyi niyetli olduğunu<br />
biliyor. Kurtarmaları gereken bir durum var<br />
ve Salim işleri yavaşlatan bir talihsizliğe<br />
sahip. Bu da Salim karakterini sevimli kılan<br />
bir şey. Tempoyu daha da yoğunlaştırarak<br />
ikinci filme aktardık. Hiç beklemediğimiz<br />
bir yerde, aniden bir aksiyon oluşuyor.<br />
Bu yüzden ben sadece bir komedi filmi<br />
çektiğimize inanmıyorum. Türkiye’de aksiyon<br />
komedi tarzını başlattık” şeklinde<br />
konuştu.<br />
Buhar makinesi beni yaktı!<br />
Sağ salim’in en naif karakterine hayat<br />
veren Burçin Bildik, çekimler sırasında<br />
buhar makinesinin yanlış kullanılmasıyla<br />
vücudunda oluşan yanıklar sonucunda çekimlere<br />
ara vererek Kastamonu Devlet hastanesinde<br />
bir süre tedavi altına alındı. Biz
onu 118 33 reklâmlarıyla<br />
tanıdık. Ardından Tozlu Yollar<br />
ve Salih kuşu dizilerinde izledik.<br />
Şimdi Sağ Salim’in Salim’i.<br />
Birinci filmini çıraklık dönemi<br />
olarak değerlendiren Bildik<br />
“Acemilik gitti. Karakteri yaratmada<br />
büyük kolaylık sağladım.<br />
İkinci film birinci filmin devamı<br />
olarak çekildi. Dolayısıyla hikaye<br />
bir gün sonrasında geçiyor<br />
ama çekimleri 1.5 yıl sonra<br />
yaptık. Bu yüzden oyunculuğu<br />
aynı oranda tutmak gerçekten<br />
zor oldu. Salim, iyi niyetli<br />
olduğundan başına gelmeyen<br />
kalmadı. Nihal’i kurtarayım<br />
derken işler iyice karıştı. Anadolu<br />
insanının en saf halini<br />
canlandırıyorum. Komik olmaya<br />
çalışmıyorum. Salim’in<br />
içinde bulunduğu durama<br />
verdiği büyük tepkiler filmi zaten<br />
komikleştiriyor. Karakterin<br />
naifliğine saflığına hayranım.<br />
Benim hayatımda böyle benzer<br />
şeyler oldu. İyilikten maraz<br />
doğar derler aynen öyle” dedi.<br />
Rolüm gereği “Rambo” oldum<br />
Arka Sokaklar dizisinin “Nazike”<br />
si usta oyuncu Nazlı<br />
Tosunoğlu, daha önce İşler<br />
Güçler, Yabancı Damat, Aşk<br />
Oyunu, Sen Harikasın, İkinci<br />
Bahar gibi sevilen TV dizilerinde<br />
yer almıştı.<br />
Sağsalim1’ de sadece sesini<br />
duyduğumuz Nazlı Tosunoğlu<br />
ikinci film’de cesur sahneleri<br />
ile izleyiciyi güldürecek. Kızı<br />
Nihal’i korumak için televizyonda<br />
izlediği dizilerden gördüğü<br />
kadarıyla kendini kamufle<br />
eden Tosunoğlu, özel bir ekip<br />
yardımıyla ağaçtan uçtuğunu<br />
söylüyor. “Oynadığım karakter<br />
bir Anadolu kadını, Televizyonda<br />
izlediği kahramanlardan biri<br />
olan Rambo’nın kılığına girerek<br />
kendimi tanınmaz hale getiriyor.<br />
Tek amacı Kızı Nihal’i kötü insanlardan<br />
korumak. Bazı sahnelerde<br />
gerçekten zorlandım.<br />
Orakla buz gibi sudan çıktım.<br />
Özel bir ekip yardımıyla ağaçtan<br />
ağaca uçtum. Yüzüme sürülen<br />
siyah boyayı gören Kastamonu<br />
insanı bana deliymişim gibi<br />
bakıyordu” dedi.<br />
Seyirciyi şaşırmayı seviyorum<br />
Dizi ve sinemada sıkça görmeye<br />
alıştığımız Murat Akkoyunlu<br />
Limon yapım imzalı Her şey<br />
Yolunda Merkez’de Vakıf Bilir<br />
karakterini canladoryor. Oyuncu<br />
daha önce de aynı yapımın<br />
İşler Güçler dizisnde oynamıştı.<br />
Çakallarla Dans filminin<br />
serisinde Del piyero Hikmet,<br />
aynı yıl vizyone giren Arkadaşım<br />
Max filmin de Özkan karakterini<br />
oynadı.<br />
Sağ salim filminin ilk serisinde<br />
“Gucur Osman” ı oynayan<br />
Murat Akkoyunlu, senaryo<br />
gereği filmin sonlarında yanarak<br />
ölmüştü. Devam filminde ise<br />
bu sefer karşımıza Gucur<br />
Osman’ın ikizi olarak çıkan<br />
Akkoyunlu rolüyle ilgili “ Birinci<br />
film’de oynadığım karakterin<br />
ikizini oynuyorum. Tek farkı<br />
daha psikopat olması. Abisinin<br />
intikamını almak için diğer<br />
karakterlerin peşine düşüyor ve<br />
macera öyle başlıyor. Ben farklı<br />
karakterleri oynamayı seviyorum.<br />
Türk sinemasında tek tip<br />
karakterleri oynayanlar zaten<br />
var. Seyirciyi her seferinde<br />
şaşırmayı istiyorum. Komedi<br />
oynamayı çok seviyorum ama<br />
komedyen değilim. Zaten bu işi<br />
çok iyi yapan çok değerli isimler<br />
var. Onlar bir şemsiyenin altında<br />
ki farklı damlalar gibi” söyledi.
n Dünyada 65 milyonun üzerinde satan<br />
Fifty Shades of Grey (Grinin Elli Tonu)<br />
kitabının film uyarlaması için heyecanlı<br />
bekleyiş sona erdi. Kitabın yazarı E. L<br />
James, romanın kahramanlarından Anastasia<br />
Steele’i Dakota Johnson’un,<br />
Christian Grey’i ise Charlie Hunman’ın<br />
canlandıracağını açıkladı. Oysa kitaptaki<br />
milyoner işadamı Christian Grey’i uzun<br />
süre Chuck dizisinin yıldızı Matt Bomer’ın<br />
canlandıracağı düşünülmüştü. Game of<br />
Thrones dizisi hayranlarının beklentisi ise<br />
kitaptaki üniversite öğrencisi Anastasia<br />
Steele’i Targaryenlerin<br />
son üyesi<br />
Daenerys Targaryen,<br />
Khalessi’yi<br />
canlandıran<br />
İngiliz oyuncu<br />
Emilia Clarke’ın<br />
oynamasıydı.<br />
Anastasia rolünü<br />
Melanie Griffith ve<br />
Don Johnson’ın<br />
kızı Dakota’ya<br />
kaptırsa da<br />
Emilia Clarke<br />
dizi hayranlarının<br />
gönlünde kraliçe<br />
olarak kalmaya<br />
devam edecek.
n Jessica Alba, Barely Lethal filminde<br />
Samuel L. Jackson ve True Grit filminde<br />
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu<br />
dalında Oscar adayı olan 17 yaşındaki<br />
Hailee Steinfeld ile birlikte başrolü<br />
paylaşacak. Filmde Steinfeld, küçük<br />
bir kasabada sıradan bir lise öğrencisi<br />
gibi görünen ama aslında uluslararası<br />
bir suikastçi olan kızı, Jessica<br />
Alba ise Victoria Knox isimli suikastçiyi<br />
canlandırıyor. Filmin<br />
yönetmenliğini komedi tecrübesini<br />
Fanboys filmiyle edinen<br />
Kyle Newman yapacak. Önprodüksiyon<br />
aşamasında<br />
bulunan filmin çekimlerine<br />
Ekim ayında<br />
başlanacak. Jessica<br />
Alba’nın başrolünü<br />
paylaştığı kült<br />
filmler Sin City: A<br />
Dame to Kill For<br />
postprodüksiyon<br />
aşamasında<br />
bulunuyor, tamamlanan<br />
Machete<br />
Kills filminin<br />
ise bu yıl içinde<br />
gösterime girmesi<br />
bekleniyor.
n Aralık 2015’te<br />
gösterime girmesi<br />
beklenen Star Wars<br />
VII filmindeki erkek<br />
oyuncuların çoğunun<br />
belli olmasına<br />
karşın kadın başrol<br />
oyuncuların bir tanesi<br />
kesin gibi, o da Parfum<br />
filminden tanıdığımız<br />
Rachel Hurd-Wood.<br />
Görüşmeler olumlu<br />
sonuçlanırsa genç<br />
yıldız Star Wars’ta<br />
Prenses Leia’nın kızını<br />
canlandıracak. Star<br />
Wars VII’de ağırlıklı<br />
olarak Han Solo ve<br />
Leia’nın yanısıra<br />
Luke Skywalker’ın<br />
çocuklarının öyküsü<br />
anlatılacak. Harrison<br />
Ford, Carrie Fisher<br />
ve Mark Hamill gibi<br />
eski demirbaşları ise<br />
misafir oyuncu olarak<br />
izleyeceğiz. Luke’un<br />
oğlu için Ryan Gosling,<br />
Han Solo’nun oğlu<br />
içinse Zac Efron’un<br />
ismi adaylar arasında<br />
geçiyor. İlk üçlemede<br />
olduğu gibi son bölüm<br />
de ağırlıklı olarak<br />
İngiltere’de çekilecek.
n Ramin Matin’in ikinci filmi “Kusursuzlar” 3 - 12<br />
Ekim tarihlerinde gerçekleştirilecek Asya’nin en prestijli<br />
festivallerinden 18. Uluslararası Busan Film Festivali’<br />
ne seçildi. “Kusursuzlar” festivalin Asya dışı filmlerin<br />
yer aldığı Flash Forward bölümünde yarışacak ve aynı<br />
zamanda dünya prömiyerini gerçekleştirecek. Kültür<br />
Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü Yapım Desteği<br />
alan film daha önce İstanbul Film Festivali Köprüde<br />
Buluşmalar Yapım Aşamasındaki Filmler Yarışması’nda<br />
Efes Pilsen tanıtım ödülünü kazanmıştı.<br />
n Başrollerini Uğur Polat, Nergis Öztürk ve Serdar<br />
Orçin’in paylaştığı; yönetmenliğini Alphan Eşeli’nin<br />
yaptığı; senaryosunu Alphan Eşeli ve Serdar<br />
Tantekin’in birlikte yazdıkları; sinema çevreleri<br />
tarafından büyük beğeni toplayan Eve Dönüş<br />
“Sarıkamış 1915” filmi, 22 Ağustos-02 Eylül 2013<br />
tarihlerinde Kanada’da düzenlenen dünyanın sayılı<br />
film festivallerinden Montreal Uluslararası Film<br />
Festivali’nin iki büyük ödülünü aldı. Uluslararası<br />
Sinema Eleştirmenleri Federasyonu tarafından<br />
verilen usta yönetmenlerin ödülü Fipresci ödülüne<br />
layık görülen Alphan Eşeli, festivalin yönetmenlerin<br />
ilk filmlerini ödüllendirdiği “İlk Filmler<br />
Dünya Yarışması”ndan da En İyi Film Ödülü Golden<br />
Zenith’i aldı. Eve Dönüş “Sarıkamış 1915” festivalin<br />
en ses getiren filmi oldu.
Aslında hepiniz sanatçısınız ama<br />
bu gerçek hepinizden saklanıyor.<br />
ALPER TURGUT<br />
n Fırat Tanış ile Kadıköy’den tanışıyoruz, sürekli<br />
karşılaşıyoruz, selamlaşıyoruz, laflıyoruz, falan filan.<br />
Ancak sinema, dizi, oyunculuk, müzik, eğitmenlik<br />
ve Gezi Parkı üzerine söyleşmek, Muğla’da rol aldığı<br />
son filmi “Sürgün İnek”in setine kısmetmiş, sevgilimiz<br />
Kadıköy kusura bakmasın, dönüp dolaşıp ona<br />
döneceğiz elbet. Ne biçim, ne tuhaf bir giriş oldu bu,<br />
neyse… Soranın muhatabı hakkında bik bik ettiği,<br />
nesnel bir durumu, öznel bir hale çevirdiği söyleşinin<br />
giriş bölümü değil, haliyle sorular ve en çok da<br />
yanıtlar önemlidir. O zaman, daha da uzatmadan<br />
söyleşiye geçelim.<br />
TV dizilerine devam mı, tamam mı?<br />
Rol aldığım filmlerin sayısı iki elin parmağını<br />
geçmiyor, zaten iki elin parmağını geçtiğinde de<br />
çok olur. Ancak bundan sonra umarım daha çok<br />
olacak. Çünkü televizyona harcanılan mesai, süre,<br />
zaman artık geçti. Bundan sonra öyle yerlerde<br />
oynamayacağım, dizi vesaire gibi. Böylelikle yaz<br />
dışında kışın da film çekebileceğim.<br />
Yönetmen ya da başka bir şey konusunda ayrımın<br />
var mı, genç bir yönetmen olabilir, kısa filmde oyna<br />
der, senaryo da senin kafana yatar...<br />
Böyle bir ayrımım yok. Özneyle ilgili değil, hikâyeyle<br />
ilgili.<br />
Bakmaz mısın, yönetmen bu senaryoyu ya da bu<br />
öyküyü nasıl yansıtabilir ya da yansıtır mı?<br />
Şöyle bir problem var… Gezi Direnişi’nde bütün<br />
oyuncular sinemacıların çadırında takılıyorlardı.<br />
Hâlbuki sinemayla oyunculuğun hiçbir ilgisi yok.<br />
Senin sanatın değil, yönetmenin sanatı. Sen onun<br />
istediğinin, yirmi dört kare içerisindeki bir resmin bir<br />
parçasısın.
O orkestranın bir bölümüsün sonuçta, yönetmen maestro.<br />
Eldivensin sen, el değilsin.<br />
Unutulmaz oynayabilirsin, kalıcı olabilirsin ama çok iyi bir<br />
oyunculuk bile bir filmi iyi bir film yapmayabilir.<br />
Mesela ayrılık sahnesi, gün batımında bankta kızdan<br />
ayrılmışsın, iki gün o sahneyi düşünürsün, bomba gibi<br />
oynarsın ama adam o sahneyi bir vinçle senin arkandan<br />
İstanbul’a bağlar sen orada öyle durursun.<br />
Ya da “tamam” deyip orayı kesebilirler.<br />
Aynen öyle. Ayrıca bir oyuncu için sinema pişmanlık<br />
sanatı da. Neden çünkü şöyle bir şansın yok, “Kötü<br />
oynadık, suarede düzeltiriz.” Düzeltemezsin. O bitti çektin<br />
onu. O film bağlandı. Ondan sonra izleyicinin oldu. Hatta<br />
izleyicinin de olmadı dağıtıcının oldu.<br />
İzleyicinin de oluyor. Belki izleyicinin oğlunun ve torunun<br />
da olacak.<br />
Tabii ki onlara da kaldı. Evet, yönetmenin de kim olduğu<br />
çok önemli. Bir de mesela oyuncunun bir sinema filminde<br />
düşebileceği büyük hatalardan bir tanesi de kendi<br />
kafasındaki filmi oynamak. Yönetmenin de kim olduğu<br />
önemli. Önceden izlemek çok önünü açıcı bir şey oluyor.<br />
Yönetmenin anlatışı, hikâye edişi ya da oyuncu yönetimi…<br />
Yönetmen de sonuçta seni serbest de bırakabilir, sana<br />
“Dur” da diyebilir. Sonuçta her yönetmenin farklı bir tarzı<br />
var.<br />
O meselede gördüğüm en temiz adam Nuri Bilge<br />
Ceylan’dır. Müthişti.<br />
Bir Zamanlar Anadolu’da da müthiş kareler çıkarttın<br />
konuşmadan.<br />
Bir şey yapmıyorsun, duruyorsun orada. Adamın hikâyeyi<br />
ne kadar çalıştığını, oradaki her insanlık halinin pek çok<br />
boyutu hakkında ne kadar düşündüğünü görüyorsun. Çok<br />
boyutlu düşünmüş ve sana gelip çok boyutlu alternatifler<br />
sunuyor. Tabii ki sana nasıl oynaman gerektiğini tarif etmiyor,<br />
sana bir durumu tarif ediyor ve bu sende bir şeye yol<br />
açıyor. Neye yol açıyorsa sen de o durumun içinde oluyorsun.<br />
Ressam olamamış, romancı olamamış, fotoğrafçı<br />
olmuş. “Bir Zamanlar Anadolu’da” ile sanki bir Hristiyan<br />
ikonografisi peşinde gitmiyor mu? On bir tane herif, bir<br />
tutuklu ondan sonra yedi kapı dolaşıyorlar, taş atıyor Golgota<br />
Yolu gibi. Muhtarın kızı, bekaret, masumiyet, Meryem<br />
gibi. Değil mi ya? Öyle bir şeydi yani.<br />
Son film “Sürgün İnek”, 28 Şubat meselesiyle ilgili sanki…<br />
İneğin adı “Sarıkız”, yapımcı da üstüne basarak “Evet 28<br />
Şubat’ta gösterime gireceğiz, onu biz belirledik” dedi.<br />
Buradaki mesele şu, bu bir komedi filmi… Neyin mizahı<br />
yapılıyor ve mizah niye yapılır? Biraz buradan bakmak gerek<br />
ya da ben böyle bir yerden bakıyorum. Burada mizahı
yapılan şey aslında toplumların üzerindeki<br />
korku, kaygı, endişe. Zannedersem<br />
buna bir gönderme yapmak için 28 Şubat<br />
vizyon tarihi belirlenmiş. Ne oluyor filmde,<br />
yok yere bir olay oluyor, bir inek ilkokul<br />
bahçesindeki Atatürk büstünü deviriyor.<br />
Sonra çarşı Pazar birbirine giriyor.<br />
Gazetelere de yansıyan bir olaydı bu zaten.<br />
Evet, bu gerçek bir hikayeden alıntıymış.<br />
İneği önce kesecekler, kesmiyorlar.<br />
Bayağı başlarına iş açıyor. Sonra diyorlar<br />
ki hayvanı bir yere gönderelim, hayvan<br />
sürgüne gidiyor. Bu “Manda yuva<br />
yapmış söğüt dalına, yavrusunu sinek<br />
kapmış gördün mü?” gibi bir şey. Bu orada<br />
yaşayan insanlar üzerinde bir korku ve<br />
endişe uyandırıyor.<br />
Yine istediklerini dile getiriyorlar mı?<br />
Kampanya oluyor ya.<br />
Gezi Parkı değil mi bu?<br />
Evet, tabii ki yani… Biz bugün olsa “Diren<br />
Sarıkız” diye ayaklanabilirdik.<br />
Ağacı, hayvanı… Aslında tüm bunların<br />
ötesindeki olan şey, adalet arayışı ve toplulukta<br />
baskı içinde yaşamama isteği… Gençler<br />
“Biz hür bir toplumda yaşamak istiyoruz”<br />
dediler. Bu bir özgürlük arayışıydı.<br />
Süper olmadı mı?<br />
Öyle oldu. Sosyal medyanın da gücü<br />
anlaşıldı.<br />
İnşaat devri bitti, yaşasın bilgisayar devri.<br />
Ve Sürgün İnek’in hikâyesi, bunun üstüne…<br />
Yani bu korkunun yarattığı endişe, her dönem<br />
yaşanıyor.<br />
Son dönemlerde bu tür filmler de çekiliyor<br />
aslında, misal “Hükümet Kadın 2” var<br />
sırada, Ferhan Şensoy’un “Muhalif Başkan”<br />
yine başka bir örnek. Bence Hükümet<br />
Kadın ve Muhalif Başkan, çıtayı aşamayan<br />
projelerdi. Bizler “Kibar Feyzo”yla<br />
büyüdük. Şimdi oynasa, yine izlerim, izleriz.<br />
Çünkü o, hem güldürüyor hem faşizmi<br />
de eleştiriyor. Aşireti eleştiriyor, faşizmi<br />
eleştiriyor, baskıyı eleştiriyor. En nihayetinde<br />
mizah, güçlü bir izah türü. Hani<br />
Gırgır’ın beş yüz bin sattığı dönemler gibi…<br />
Ağlayan toplumların birazcık gülmeye<br />
ihtiyacı vardır. Günümüzde çoğu mizahçı,
siyasetten sıyrıldı ben işte bunu anlamıyorum.<br />
Aslında mizah eleştirmektir yani. Neyi<br />
eleştirirsin? Bu filmde mesela korkuların nedenini<br />
eleştiriyorsun. İşte bir jandarma cemsesi<br />
görüyorlar ödleri kopuyor yani “Eyvah!” falan<br />
oluyorlar. Atatürk heykeli kırılıyor, “Allah!” yani.<br />
Sonra heykel kırıldığı zaman, devlet baskı uyguluyor.<br />
Gezi’nin ardından milletin devletten önemli<br />
olduğunu anlayacağımız bir sürece gireriz,<br />
umudum bu. Kolay bir iş değil. Ama devlet bizim<br />
yarattığımız sanal bir şey ve her şeyi onun üzerine<br />
yüklüyoruz, katliamları onun üzerine yüklüyoruz,<br />
“Katil Devlet” diyoruz. Sorumlu aslında<br />
seçtiklerimiz, atananlar, kolluk güçleri… Yani<br />
hepsi… Devletin ne alakası var bununla, devlet<br />
senin ona uydurduğun bir kılıf. Burada da “baskı<br />
toplumuyla ilgili bir film” diyorsun. Okurken<br />
bunu mu hissettin?<br />
Aynen bunu hissettim. Yani korkunun insana ne<br />
numaralar ne taklalar attıracağını... Benim karakterim<br />
burada “köyün omurgasızı”. Fantastik<br />
bir köy burası. İşte bu ineğin sahiplerinin daha<br />
doğrusu, Hasan Kaçan’ın erkek kardeşiyim ben.<br />
Sarıkız’ın da uzaktan amcası sayılıyor. Bir araba<br />
sevdalısı... Mesela bu taraftan da okunabilir bu<br />
hikaye. Gözüne bir tane Murat 131 kestirmiş.<br />
Araba, manita, öğretmen de güzel, aşk meşk,<br />
falan filan. Yani işsiz güçsüz takımı var köyde.<br />
Bunlar niye işsiz güçsüz? Bu omurgasızlığının<br />
arkasında adamın bu işsizliği, bu güçsüzlüğü<br />
de var. Sabahtan akşama kadar kahvede okey<br />
oynuyorlar. Ve bu Sarıkız’ın sahipleri için<br />
simgelediği sadece bir hayvan sevgisi değil,<br />
sütü, eti, ederi, en önemli şey. Ama bakıyorsun<br />
meseleye, mesela bugün bizim çiftçilerin her<br />
birinin yıllık geliri beş bin lira var mıdır? Yoktur.<br />
Ben geldim burada çekim yaptığımız yere<br />
soruyorum herkesle konuşuyorum, nedir, ne<br />
yapıyorsunuz? İşte, insanları bir ineğe mahkum<br />
bırakan da bu devlet.<br />
Sarıkız’ın iyi oyuncu olduğu söyleniyor.<br />
Müthiş. Oynamıyor yani, o kadar süper natürel<br />
bir inek. Her yönetmenin mutlaka aradığı bir<br />
oyuncu. Bayağı uysal. Mesela dün akşam<br />
çekilen sahnede ineğimizin poposunun bir<br />
aracın sol tarafına doğru gitmesi gerekiyordu<br />
kameranın açısı ve gördüğü resim gereği.<br />
Sarıkızı oynayan inek arkadaşımıza kasanın sağ<br />
tarafından yemek verildi. Böylelikle o tarafla ilgilenirken<br />
kıçı da sola yapışmış oldu.<br />
Eskiden hatırlıyor musun, tarımda kendine yeten<br />
ülkeyiz denirdi. Ama şu an tarımda kendini yetemeyen,<br />
ekonomisi üretime dayanmayan, borsaya<br />
ya da başka bir şeye tabi olan ve giderek<br />
kalabalıklaşan, üçer çocuk istenen bir ülkede<br />
yaşıyoruz. Sorum şu; bu köyden Türkiye’nin<br />
profili çıkabiliyor mu?<br />
Tabii ki çıkıyor. Elbette ki yani hani bu bir senaristin<br />
zaten kurgusunu yapması gereken bir<br />
şey. Köyde hepimiz Anadolu’ya has bir şiveyle<br />
konuşuyoruz ama yörenin neresi olduğu çok şey<br />
değil. Çok belirgin değil. Anadolu’da bir köy. Tarih<br />
içinde bulunduğumuz zaman, bugün. Gomalak<br />
köyü var bir de Topuzlu köyü var. Bu iki köy<br />
arasında da farklılıklar var. Gomalak’ın insanları<br />
daha işsiz güçsüz, bayağı yoksul bırakılmışlar.<br />
Bir şey diyeceğim peki, gözüme battığı için<br />
söylüyorum, Şebnem (Sönmez) var oyuncular<br />
arasında, sen varsın, Gezi Parkı’nın bir<br />
tarafısınız siz, sonra Hasan Kaçan da var. Oyuncular<br />
arasında, kendi aranızda tartışma oluyor<br />
mu? Yoksa burada işimizi yapıyoruz şeklinde<br />
mi?<br />
Dışarıda da yapmıyoruz, benim için bir sıkıntı olmuyor.<br />
Ne sıkıntısı olabilir ki? Niye sıkıntı olsun<br />
ya da şöyle söyleyeyim sıkıntı oluşturacaksa<br />
niye burada olalım.<br />
Ben de onu söylüyorum konuşup<br />
tartışamayacağımız hiçbir şey olmamalı.<br />
Tabii ki olmamalı. Bir diyalog içinde olmak,<br />
bunda hiçbir sıkıntı yok. Aslında bir şey söyleyeyim<br />
mi belki de bu tablonun hoş ve güzel<br />
yanlarından bir tanesi de budur yani. Dünya<br />
tatlısı bir adam şimdi, ne yapayım ben yani.<br />
Hasan abi yani, dünya tatlısı bir adam. Ne<br />
olacak yani. Şunu da söyleyeyim mesela mecliste<br />
atıyorum türbanlı birini görmekse mesele,<br />
yeminle ben türbanlılardan daha çok istiyorum.<br />
Burada bir yöntem ve tarz problemi yaşanıyor,<br />
mesele bu.<br />
Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde eğitmenlik<br />
sürüyor mu?<br />
Elbette, sürüyor ve sürecek. Hayatımın en<br />
keyif aldığım şeyi. Büyük bir anlam yani, o kadar<br />
ki... Evet, bu bizim başrolümüz ve bence<br />
geleneksel yerlerden oyunculuğun, sanatın
hemen kurtulması lazım. Şimdi Nazım<br />
Hikmet Kültür Merkezi, Nazım Hikmet<br />
Akademi içinde aslında. Aynı zamanda<br />
yan tarafta Sevimli İş Hanı’nda “Kadıköy<br />
Blok” diye bir çalışma mekânı var.<br />
Bayağı 140 metrekare acayip bir yer.<br />
Baktın mı böyle yakışıklı bir yer. Sadece<br />
çalışma ve prova için yapılmış bir yer.<br />
Şöyle oldu özellikle bir yıl öncesine<br />
geri dönersek, Şehir Tiyatrosu’nun<br />
özelleştirilmesi pek çok buluşmayanı,<br />
birleşmeyeni bir araya getirdi. İşte ne<br />
oldu, “Sanat Maratonu” diye bir şey<br />
yapıldı. Biz bütün bunların hepsini devlete<br />
borçluyuz. İktidarın bizzat kendisine<br />
borçluyuz. Onlar olmasaydı bütün<br />
bunların hiçbirini yapamazdık. Herkes<br />
kendi içinde takılacaktı. Sağolsunlar<br />
bütün perdelerimizi açtılar. Buna da<br />
ihtiyacımız vardı, sağolsunlar. Tabii tam<br />
da o dönemde şu çok dikkat çekici bir<br />
şeydi yani. Arkadaş nasıl bir eğitim?<br />
Oyuncu eğitiyorsun da nasıl bir oyuncu<br />
eğitiyorsun? Burada karşıdan gelen<br />
bir şikayet var daha doğrusu karşı<br />
tarafın en kaba sınırlarıyla tanımladığı<br />
bir şikayet, “Elinizde içki kadehleriyle<br />
sırça köşkünüzde takılıyorsunuz.”.<br />
Meseleye bu karikatür hatlarını kesip<br />
biçip “Hakikaten ne oluyor burada ya?”<br />
diye baktığınız zaman aslında birdenbire<br />
AKP kültür sanat politikasından<br />
daha muhafazakar bir devlet tiyatrosuyla<br />
karşılaşıyorsunuz. Bugün devlet<br />
tiyatrolarına oyuncu yetiştiren devlet<br />
konservatuarlarının konuşma derslerine<br />
bakıyorsun mesela. Cımbızla çekilmiş<br />
gibi ayıklıyorsun beni oradan çünkü<br />
bütün konuşma dersleri İstanbul şivesi<br />
üzerine kurulu. İstanbul şivesiyle doğru<br />
dürüst konuşabiliyorsan, sen oyuncu<br />
olabilirsin, devlet tiyatrosunda oynarsın.<br />
Haydi, bakayım devlet tiyatrosuna hiç<br />
bozulmamış şivesiyle bir Zaza alsınlar,<br />
bir Kürt aslınlar, bir Laz alsınlar, bir<br />
Tekirdağlı, bir Adanalı alsınlar. Sanki<br />
bunun temeli buymuş gibi. Ben bunu<br />
söylediğim zaman etrafımda yıllarca
oyunculuk yapıp, İstanbul şivesiyle konuşup<br />
“Ama benim şivem yok” deme cahil cesaretini<br />
gösterenler oldu. Dil varsa şive de var. Bu dil<br />
meselesinden baktığın zaman aslında devlet<br />
tiyatrosunun daha da muhafazakar bir noktada<br />
durduğunu görüyorsun. Peki, devlet<br />
konservatuarlarında ne yetiştiriyorlar? Oyuncu.<br />
Nasıl yani? Çok afaki bir durum, oyunculuktan<br />
kastınız ne yani. Herkesten herkese değişir.<br />
Bizim akademimizde de iç yönetmeliğinde yazar<br />
ilk maddesidir “Nazım Hikmet Akademisi tiyatro<br />
bölümünde amaç oyuncu yetiştirmek değildir,<br />
amaç farkındalığı gelişmiş birey yetişmektir.”<br />
İster oynar, ister oynamaz…<br />
Evet, bu birey isterse oyunculuk<br />
da yapabilir, isterse<br />
başka bir şey yapabilir<br />
ya da hiçbir şey yapmaz<br />
ama baş tacımızdır, bizim<br />
arkadaşımızdır. Kendinin<br />
kim olduğu konusunda<br />
meselelere ayıkmayan biri<br />
ile sen izleyici arasında<br />
empati kurabilir misin,<br />
katarsis oluşturabilir<br />
misin? Yapamazsın. Ama<br />
bakıyorsun sokaktaki insan<br />
gibi konuşmayan,<br />
bırak insanı insan gibi<br />
konuşmayan, tuhaf bir<br />
şivede, tuhaf bir duruşla, tuhaf<br />
bir edayla hareket eden<br />
kişiler. Ne bu? Atıyorum devlet tiyatrosu. Tuhaf<br />
bir biçimde, tirat atan bir topluluk. Bununla kimseyi<br />
ikna edemezsin ki. Ama mesela bak şu çok<br />
ilginç bir şey. Kardeşim bizim için oyuncunun<br />
gerçek hayatta nasıl kişilikli, disiplinli falan biri<br />
olduğu ilgilendirmez. Herkes oyunculuğu sahnede<br />
geliştirilen bir cacık olduğunu zannediyor.<br />
Hayır, oyunculuk sahnede denenen bir şey…<br />
Oyuncunun çalışma alanı sokak. Bir oyuncunun<br />
eve gidip başını vicdanıyla yastığa koyduğu an<br />
yani. Sokakta çalışılır. Kendi hayatında çalışırsın.<br />
Sen hayatta disipline ettiğin, fark ettiğin ne varsa<br />
bunu sahneye çıkartırsın. Yoksa bir şey hiçbir<br />
cacık çıkartamazsın. Hiçbir cacık yoksa da kimseyi<br />
ilgilendirmez, kimse de bunu izlemez. Bütün<br />
hikâye bu. Bu noktadan bakıldığı zaman bir şey<br />
söyleyeyim mi bomba gibi bir okul oldu, çakı<br />
gibi yani. Biz ücretsiz eğitim yapıyoruz, “bedelli”<br />
yapıyoruz. Bizim şeyimiz bu “bedel”. Çünkü<br />
bunun ücreti ne? Kim bilir ne? Bedel öyle bir<br />
kavram değil ama bunun bir bedeli olduğunu<br />
bilmelerini de istiyoruz insanların. Sanat denen<br />
hadise eğer ki “yetenekli”, yeteneğe inanan,<br />
doğuştan gelen yetenekle bu işi yaptıklarına<br />
inanan bir azınlığın elinde, buna böyle devam<br />
edersek hiçbir bok olmaz. Bu hepimizin içinde<br />
olan bir şey… Cüneyt Abi’min(Uzunlar) kulakları<br />
çınlasın, onun mottosu bu, aynı bizim “Sanat<br />
Hareketi” dediğimiz şey, yani diyoruz ki “Aslında<br />
hepiniz sanatçısınız ama<br />
bu gerçek hepinizden<br />
saklanıyor.” Sonra Gezi<br />
Direnişi’nden sonra<br />
şöyle dönüştü; “Aslında<br />
hepiniz siyasetçisiniz<br />
ama bu gerçek sizden<br />
saklanıyor.”<br />
Tiyatro, binalardan<br />
kurtulmalı, özetle…<br />
Bence asıl yapılacağı<br />
yer sokaklardır. Sen,<br />
“Ses Kumpanyası Şiir<br />
Korosu”nu duydun mu?<br />
Bizim koromuz. Elli<br />
kişilik bir şiir koromuz<br />
var. Geçen yıldan beri<br />
çalışıyoruz. Youtube’a<br />
“Ses Kumpanyası<br />
Şiir Korosu” diye yazdığın zaman ilk<br />
provalarımızdan bir tanesi, Moda’da kayalıkların<br />
orada “Memleketimden İnsan Manzaraları”. İşte<br />
bu bir gösteri… Bahariye Caddesi’nde yürüyorsun,<br />
aniden sokaktan Edip Cansever okunuyor.<br />
Belli ki bir elli altmış kişiler ama kim olduklarını<br />
anlamıyorsun.<br />
Eskişehir’de başladılar, mesela tramvayda, çay<br />
bahçelerinde birisi çıkıyor, sonra diğerleri ona<br />
katılıyor; “Ali İsmail Korkmaz”ı unutmayın” gibi.<br />
Bu oyundur işte, bu Allah’ına kadar oyundur.<br />
Son soru müzik… Nasıl gidiyor?<br />
Eylül, Ekim, Kasım döneminde beş şarkılık bir<br />
albüm yapacağız. Hepsi benim bestelerim değil,<br />
Turgay Yakut’un var, benim var, Cüneyt Abi’nin<br />
sözlerini yazdığı var.
Gündemimiz Ortadoğu<br />
karışıklıklarının yanı sıra,<br />
futbol ve siyaset ilişkisiyle<br />
bu denli meşgul olunca<br />
aklımıza, Portekiz’in faşist<br />
diktatörü Oliviera Salazar<br />
gelmemesi neredeyse<br />
imkansız diyerek onun dönemini<br />
anlatan filmleri yazdık...
BAŞAK BIÇAK<br />
n Türkiye’de Mayıs sonu ile Haziran ayında<br />
yaşanan olaylar, tarihimiz açısından çok önemli bir<br />
kavramı ortaya çıkardı: Gezi Ruhu. Kimi çevreler<br />
bunun dünyada bir ilk olduğunu, kimileri ise öyle<br />
bir ruhun olmadığını ve harekete gereğinden fazla<br />
anlam yüklendiğini söylediler. Fazla ütopik hayaller<br />
kuranlar da mevcut, işlerine gelmediği için<br />
yerden yere vuranlar; hatta ve hatta Ortadoğu’da<br />
yaşananlara bağlayanlar, Şubat’ta planlanmış<br />
olduğu iddiasında bulunanlar da…<br />
Benim şahsi kanaatim, Gezi sürecinin Türkiye’de,<br />
baskıcı bir rejime doğru evirilen devlete ve iktidara<br />
yönelik bir reaksiyonun yanında ek olarak;<br />
bırakın halkı adına konuşmayı, kendileri adına<br />
bile söz söyleme yeteneğinden yoksun bir muhalefete<br />
tepkime niteliği taşıdığı yönünde. Gezi<br />
ile halk, -özellikle yaşam koşullarının değiştiği<br />
endişesi taşıyanlar- kendi düşüncelerini, kendilerinin<br />
söylemeleri gerektiğini öğrendiler. Yani, sıkça<br />
kullanılan ifadeyle direnmeleri gerektiğinin farkına<br />
vardılar. Gezi ruhu diye bahsedilen şey aslında<br />
sadece bundan ibaretti.<br />
Gezi ile ilgili bir giriş yapmamın sebebi ise, hayatın<br />
her alanında hissetmeye başladığımız otoriter<br />
bir baskının, spora, dolayısıyla futbola da sirayet<br />
etmiş olması… AKP iktidarının başa gelmesinden<br />
sonra, spor kulüplerine yönelik sistemli olarak yürütülen<br />
kontrol altına alma çalışmaları, Gezi olayları<br />
sonrasında yeniden gündemimize girdi. Çünkü<br />
Gezi’de kazanılan direniş ruhu, spor kulüplerinin<br />
taraftarları, bilhassa Çarşı grubu ile stadyumlara girdi<br />
ve atılan sloganlar hükümet aleyhtarı söylemlere<br />
dönüşerek siyasi bir içerik kazandı. Gençlik ve Spor<br />
Bakanı Suat Kılıç da, spora siyaset karıştıranların<br />
hesabı sorulacak diyerek tehditvari söylemlerine,<br />
stadyum girişlerindeki kontrolleri arttırarak tuz biber<br />
ekti. Alkollü taraftarlar stada alınmadı, sloganlar<br />
esnasında yayın yapan kanallar seslerini kıstı, siyasi<br />
her türlü eylem engellenmeye çalışıldı, faillerinin<br />
peşine düşüldü. Bir de elektronik bilet uygulaması<br />
çıkarıldı ki (yakında uygulamaya konulacağı söyleniyor),<br />
kim nerede oturuyor bilinsin, Mobeselerle tespit<br />
ettikten sonra yakalayabilsinler… Sonra da biz hiçbir<br />
şeyi kontrol etmiyoruz mavraları…<br />
Gündemimiz Ortadoğu karışıklıklarının yanı sıra,<br />
futbol ve siyaset ilişkisiyle bu denli meşgul olunca<br />
aklımıza, Portekiz’in faşist diktatörü Oliviera Salazar<br />
gelmemesi neredeyse imkansız diyerek onun<br />
dönemini anlatan filmleri yazmaya karar verdim.<br />
Ülkesini -bir kuram olarak ortaya koymasa da- 3F ile<br />
yöneten Salazar’ın, nefret ettiği komünistlerin babası<br />
Marx’ın, din kitlelerin afyonudur söylemine futbolu da<br />
ekleyip bu düsturla hareket etmesi, 36 yıl boyunca<br />
yönetimde kalmasını sağladı. Her ne kadar bu 3F,<br />
fado, fiesta, futbol olarak bilinse de ben doğrusunun<br />
fado, fatima, futbol olduğuna inananlardanım. Çünkü<br />
fiesta, daha çok İspanyollara özgü bir gelenek;<br />
Salazar ise rejimini daha muhafazakar bir tabana<br />
oturtma niyetinde. Bunun için de, dini değerleri<br />
temsil eden fatima daha yakın Portekizlilere. Fatima,<br />
Portekiz’de Katoliklerin hac yeri olarak kabul edilen<br />
bir kasaba. Kilise açısından da çok önemli çünkü<br />
burada Meryem Ana’yı gördüğünü iddia eden üç<br />
çocuktan birine, Meryem Ana’nın üç sır verdiğine
inanılıyor. Hatta bu sırlardan birinin,<br />
M. Ali Ağca’nın, Papa’ya suikast<br />
düzenleyeceği yönünde olduğuna<br />
inanılması da oldukça ilginç bir<br />
ayrıntı… ne kadar doğru onu Vatikan<br />
bilir…<br />
Fado ve futbola gelince… Fado<br />
malumunuz, Portekiz halk müziğini<br />
ifade eder. İspanyol yönetmen Carlos<br />
Saura’nın, Fadolar isimli 2007<br />
yapımı bir filmi dahi vardır. Futbol ise<br />
Salazar’ın faşist rejiminin en önemli<br />
ayağıdır ve kitleleri oyalama amacına<br />
hizmet eder. Hatta Salazar’ın “Bana<br />
on binleri uyutacak bir beşik yapın”<br />
dediği bile söylenir. “Futbol olmasaydı,<br />
bu ülkeyi 36 yıl yönetemezdim” dediği<br />
de… Arka planda ülkenin siyasi,<br />
ekonomik, sosyal, kültürel hayatını<br />
kontrol altında tutan, her türlü muhalif<br />
girişimi şiddetle bastıran, orduyu bertaraf<br />
edip polisi güçlendirerek maşası<br />
haline getiren ve tüm bunları şiddet<br />
kullanarak yapan; ama madalyonun<br />
öteki yüzünde futbolla toplumu<br />
uyutmaya çalışan bir iktidar, totaliter<br />
bir rejim. İlginç olan ise böylesine<br />
önemli bir dönemin, sinemada fon<br />
olarak kullanılmak dışında yeterince<br />
deşilmemiş olması. Var olanların<br />
çoğunluğunun da, ülkemizde kendisine<br />
yer bulamaması ya da internet<br />
üzerinden izlenmek istediğinde<br />
altyazılarının hiç olmaması. Mesela<br />
döneme ilişkin Susana de Sousa<br />
Dias’ın 2010 yapımı, 1926-74 yılları<br />
arasında Portekiz’de hüküm süren<br />
diktatörlüğü, politik mahkumlarla<br />
yaptığı röportajlarla anlatmaya çalışan<br />
48 isimli bir belgesel filmi var. Ülkemizde<br />
bir iki festivalde gösterilmiş ama<br />
onun dışında filmi bulup izlemek çok<br />
zor... Dediğim gibi, bulabildiklerimizin<br />
de altyazısı olmuyor zaten.<br />
Bu sebeple, sizin de bulup izleme<br />
imkanı bulabileceğiniz üç film üzerinden<br />
dönemi açıklamaya çalışacağım.<br />
Keyifli okumalar…<br />
Nisan Devrimi /<br />
Capitaes de Abril (1999)<br />
Daha önce birçok sinema filminde<br />
rol alan Portekizli aktris Maria de<br />
Medeiros’un ikinci yönetmenlik denemesi<br />
olan Nisan Devrimi, Portekiz’de<br />
yaşanan Karanfil devrimini anlatıyor.<br />
Diktatör Salazar’ın devrildiği ve faşizme<br />
son verildiği askeri darbeyi merkezine<br />
alan film, baskıcı rejimlere ve sömürgelerde<br />
yaşanan katliamlara da değinmeyi<br />
ihmal etmiyor.<br />
Portekiz’de monarşinin yerine kurulan<br />
cumhuriyeti, askeri darbeyle ele geçiren<br />
General Carmona, ülkenin ekonomik<br />
sorunların çözüm bulabilmek amacıyla<br />
iktisat profesörü Oliveira Salazar’ı<br />
maliye bakanlığına getirdi. Aldığı tedbirlerle<br />
ülkenin 1929 bunalımını daha<br />
az hasarla atlatmasını sağlayan Salazar,<br />
1932’de başbakan olduktan bir yıl<br />
sonra kabul edilen anayasayla faşist<br />
rejimini kurdu. Mussolini hayranı olan<br />
ve Nazi yanlısı olan Salazar, İtalya’daki<br />
gibi bir Estada Novo yani Yeni Devlet’ini<br />
kurdu. Tanrı, Ülke, Aile, Çalışma, Otorite<br />
rejimin parolaları haline geldi ve<br />
toplumun her kesiminin faaliyetlerinin<br />
amacını dayanışmaya ve ortak çıkara<br />
indirgeyen bir ekonomi politikası -korporatizm-<br />
benimsedi. Ülkesini İkinci Dünya<br />
Savaşı’na sokmasa da, sömürgelerde
yaşanan sorunlar Salazar’ın rejimini<br />
çıkmaza sokan unsurların en<br />
başında geliyordu çünkü savaşın<br />
getirdiği mali yük, zorunlu askerliğin<br />
dört yıla çıkarılması, ekonomik<br />
bunalımı da beraberinde getirmişti.<br />
Aynı zamanda rejimini, PIDE denilen<br />
gizli bir polis örgütüne dayandırarak<br />
halkını tam manasıyla baskı altına<br />
alan Salazar, 1968 yılında geçirdiği<br />
beyin kanaması yüzünden yönetimi<br />
devretti. Yerine Marcello Caetano<br />
geçmesine rağmen, iyileşmeyi<br />
başaran diktatörün sonunu getiren<br />
olay ise Karanfil Devrimi oldu. Nisan<br />
Devrimi, işte bahsettiğimiz bu sürecin<br />
devamında yaşanan olayları ve<br />
Marcello Caetano’nun yönetimde<br />
olduğu diktatörlüğün son iki gününü<br />
ekrana taşıyor. Film, sömürgelerde<br />
yaşanan katliamı gösterebilmek<br />
amacıyla siyah beyaz olarak insan<br />
ölüleriyle açılıyor ve ardından 24<br />
Nisan gününe gidiyor. Yönetmen Medeiros,<br />
Antonia adında bir öğretmeni<br />
canlandırıyor. Antonia’nın eşi Manuel<br />
asker ve Afrika’daki katliamlara<br />
katıldığını düşündüğü için Antonia<br />
sürekli onu suçluyor. Çünkü Portekiz,<br />
katıldığı Sömürgeler Savaşı’nda<br />
Angola, Gine, Mozambik vb. ülkelerde<br />
çok ciddi katliamlar yapmış<br />
ve bu yüzden uluslararası arenada<br />
da yalnızlaşmaya başlamış. Ancak<br />
Manuel ve arkadaşı Maia’nın, orada<br />
yaşadıklarından ötürü artık insan<br />
öldürmeye tahammülleri kalmamış<br />
ve bu yüzden ordunun içinde örgütlediklerini<br />
darbe hareketinin kansız<br />
olmasını istiyorlar. Hatta darbe<br />
sonrasında askerler Lizbon çiçek<br />
pazarına girip orada silahlarının<br />
ve tanklarının namlularına karanfil<br />
takıyorlar. Devrimin adı da buradan<br />
geliyor.<br />
Film, darbenin nasıl bir yol izlediğini<br />
anlatırken bir yandan da, Salazar<br />
rejiminin halka yaptığı baskıyı, sırf<br />
komünistlikle suçlandıkları için cezaevinde<br />
yatan insanları, şiddet görenleri,<br />
işkenceye maruz kalanları yüzeysel<br />
de olsa gösteriyor. Darbeyle beraber<br />
ilerleyen Antonia-Manuel ilişkisi ise<br />
bana göre biraz havada kalmış. Açılışı<br />
onların hayatıyla yapıyoruz ama<br />
film sonuna doğru yarım bırakılıyor<br />
hikaye. Filmin başkahramanı ise,<br />
ordudaki hareketi düzenleyen Maia.<br />
Bu karakteri Ferzan Özpetek’in Cahil<br />
Periler’inde de karşımıza çıkan Stefano<br />
Accorsi canlandırıyor fakat her<br />
ne kadar karakterin naif ruhuna uymuş<br />
olsa da, devrimin önderlerinden biri<br />
olarak daha farklı bir yüzü görmeyi<br />
isterdim…<br />
Nisan Devrimi, 2001 yılında 3 dalda<br />
Golden Globe’a aday olmuş ve Yönetmen<br />
Medeiros En İyi Kadın Oyuncu<br />
ve En İyi Film ödüllerinin sahibi olmuş.<br />
Bana göre dört dörtlük olmasa da,<br />
dönemi öğrenmek açısından şans<br />
verilmesi gereken bir film…
Lizbon’a Gece Treni /<br />
Night Train To Lisbon (2013)<br />
Felsefe profesörü Pascal Mercier’nin Lizbon’a Gece<br />
Treni adlı romanı yayımlandıktan sonra, bir anda<br />
dünya çapında ün kazandı ve on beşten fazla dile<br />
çevrildi. Tarihin tozlu sayfalarında gezinirken, aynı<br />
zamanda kendi iç dünyasına da yolculuk yapan<br />
bir adamın hikayesini anlatan roman, Bille August<br />
tarafından sinemaya uyarlandı. Her edebi eser<br />
uyarlamasında olduğu gibi film, romanın tutkunlarını<br />
tatmin etmese de Jeremy Irons ve Jack Huston ve<br />
Mélanie Laurent ile seyir zevkine fazlasıyla sahip bir<br />
film...<br />
Lizbon’a Gece Treni’nde, İsviçre’nin Bern kentinde<br />
antik diller öğretmeni olan Raimund Gregorius’un<br />
(Jeremy Irons), tesadüf eseri hayatını, mesleğini<br />
geride bırakarak Lizbon’a gidişi ve orada, bir yazarın<br />
izini sürmesi anlatılıyor. Yaşadığı bir olaydan sonra<br />
eline geçen Portekizli yazar Amadeu Prado’nun<br />
kitabında okuduklarından çok etkileniyor ve kendisini<br />
Lizbon’da buluyor. Amadeu’yu tanıyan herkesle<br />
teker teker görüşerek onun yaşamını öğrenmeyi, o<br />
zamana dek kendisini üzen bütün şeyleri yazan bir<br />
adamın geçmişine yolculuk yapmayı umuyor. Ancak<br />
Amadeu’nun Salazar döneminde bir direnişçi<br />
olduğunu öğrenince olay bambaşka bir boyut<br />
kazanıyor ve Raimund, Amadeu’nun peşinde, Salazar<br />
dönemi Lizbon’una tarihsel bir yolculuk yapıyor.<br />
Raimund’un okuduğu cümleler sayesinde kendi<br />
iç dünyasında yaptığı yolculuk aynı zamanda bizi<br />
Amadeu’nun dünyasına götürüyor ve dönemin<br />
baskıcı rejimiyle, arka planda hazırlanan direniş<br />
hareketiyle tanışıyoruz. Amadeu’nun yaşadıkları,<br />
aşkı, direnişe olan katkısı, babasıyla yaşadığı fikir<br />
ayrılıkları bir yana, filmin ve aslında romanın en etkileyici<br />
yanı felsefi alt yapısı... Amadeu’nun cümleleriyle<br />
Raimund yaşamını, seçimlerini, düşüncelerini<br />
sorguladığı sekanslar sanırım filmin en sevdiğim<br />
kısımlarıydı. Film izlemek biz sinemaseverler için<br />
zaten başlı başına bir keyif aracı ancak bir de<br />
üzerine böyle farkındalık yaşatma becerisine sahip<br />
olduğunda tadından yenmiyor. Lizbon’a Gece Treni<br />
bu açıdan, roman kadar olmasa da, etkileyici bir<br />
film. Bir sekansta, polisler tarafından piyano çalması<br />
istenen John’un, Mozart’tan bir parçayı çalması<br />
ve başrolün isminin Amadeus olması da Mozart’a<br />
güzel bir saygı duruşuydu…Amadeus’un, babasıyla<br />
yaşadığı fikir ayrılıkları ise aslında çok da uzak<br />
olmadığımız bir duruma akıllara getiriyor: Rejimin,<br />
düzene ayak uydurmuş önemli hakimlerinden biri<br />
olan babası ile direnişe katılan Amadeus arasındaki<br />
çatışma bizim son dönemlerde yaşadığımız ve<br />
ileride yaşayacağımız sorunlara benziyor. Darbelerden<br />
bezmiş ve bastırılmış bir kuşağın baskıcı<br />
rejime karşı suskunluğu ve onlara karşı çıkarak<br />
meydanlara dökülen, her şeyin farkında olan yeni<br />
nesil... Sanırım kuşaklar arası bu çatışma, baskıcı<br />
rejimlerin kaçınılmaz bir sonucu... Filmde Jeremy<br />
Irons’ın performansından söz etmeye gerek var mı<br />
bilmiyorum ama Jack Huston, Amadeus rolü için çok<br />
doğru bir seçim olmuş. Keza Estafania’yı canlandıran<br />
Mélanie Laurent de öyle. Edebi eser uyarlamaları<br />
genelde, kitabın okuyucusunu pek tatmin etmez ama<br />
Bille August, doğru oyuncu seçimleriyle işe bir sıfır<br />
önde başlamayı bilmiş. Daha önce Les Miserables’ı<br />
(1998) da sinemaya uyarlayan Bill August’ün, o<br />
yapımda çok fazla eksiği vardı ama Lizbon’a Gece<br />
Treni’nde güzel bir iş çıkardığını söyleyebilirim.<br />
Ülkemizde İstanbul Film Festivali kapsamında bu yıl<br />
gösterilen Lizbon’a Gece Treni bana göre senenin<br />
kesinlikle gözden kaçırılmaması gereken filmlerinden.<br />
Vizyon tarihi henüz belli değil ama bulabilirseniz<br />
mutlaka izleyin...
Sostiene Pereira /<br />
According To Pereira (1995)<br />
Yeniden bir edebi eser uyarlaması, yine Salazar<br />
dönemi Lizbon’u ancak bu kez 1938 yılı... İtalyan<br />
yazar Antonia Tabucchi’nin aynı adlı kitabından<br />
sinemaya uyarlanan Sostiene Pereira, Federico<br />
Fellini filmlerinin unutulmaz oyuncusu Marcello<br />
Mastroianni’nin hayatını kaybetmeden kısa bir süre<br />
önce çektiği filmlerden biri. Salazar’ın diktatörlüğünü<br />
kurmasından kısa bir süre yaşananları anlatan film,<br />
aynı zamanda Avrupa’da yükselişe geçen totaliter rejimleri<br />
de ele alıyor. Pereira, (Marcello Marstronianni)<br />
Lizbon gazetesinin ünlü edebiyatçılar üzerine yazılar<br />
yazmak konusunda takıntılı olan editörü. Eşini bir<br />
süre önce kaybetmiş ancak onunla yaşamaya ve<br />
hatta devamlı olarak fotoğrafıyla konuşmaya devam<br />
ediyor. Sağlığı pek yerinde olmadığı için de<br />
ölüm korkusuyla baş başa, bu sebeple de daha çok<br />
edebiyatçıların ölümlerinden sonra onların üzerine<br />
bir şeyler karalamaya gayret ediyor. Politikayla<br />
ilgilenmesine rağmen siyasi çizgiden uzak yazılar<br />
yazmayı tercih ediyor; yeni aldığı yazarın dahi politik<br />
metinler yazmasına izin vermiyor. Portekiz ise o<br />
dönemde Salazar’ın diktatörlüğü ile çoktan baskı<br />
altına girmiş ve polis müdahalesi her noktada gözle<br />
görülür hale gelmiş. Pereira tüm bunları görmesine<br />
rağmen inatla duyduğu haberleri ya da yaşananları<br />
yazmak yerine, sakin sularda yüzüyor. Ta ki sakin<br />
hayatına alt üst edecek olan İtalyan Monteiro<br />
Rossi’yi yazar olarak gazeteye alana kadar... Çocuğu<br />
olmadığı için Monteiro’yu oğlu yerine koyan Pereira,<br />
bu idealist gençte aynı zamanda yapmaya cesaret<br />
edemediği başkaldırı ruhunu da görüyor ve bu zamandan<br />
sonra kendisini ve seçimlerini sorgulamaya<br />
başlıyor. Film, Salazar’ın diktatörlük yıllarında medya<br />
baskısı ve diğer faşist rejimlerde de kullanılan<br />
propaganda sinemasının örneklerini sunuyor. Daha<br />
önce hiç uyarı almamış olan Pereira’nın içine siyaset<br />
bulaşmış ilk yazıdan sonra ikaz edilmesi ve<br />
sinemalarda gösterilen rejim propagandaları bunun<br />
en bariz örneği. Propaganda sinemasını ve baskıyı<br />
eleştiren film, bir yandan da Vatikan’ın o dönemlerde<br />
Franco’yu desteklemesini de yermekten çekinmiyor.<br />
Ancak şöyle bir durum da var ki, Sömürge<br />
Savaşları’na kadar Vatikan, Portekiz’deki diktatörlüğü<br />
de destekledi. Ne zaman uluslararası alanda Portekiz<br />
yalnız kalmaya başladı o zaman elini eteğini çekti.<br />
Sostiene Pereira ile ilgili ilginç detay ise, roman<br />
yayımlandıktan sonra Marcello Mastroianni’nin,<br />
Tabucchi’yi arayıp “Pereira benim” demesi. Aktör bu<br />
rolü öylesine istemiş ki, hatta etkisinden uzun süre<br />
kurtulamadığı bile söyleniyor. Mastroianni, başrolleri<br />
Joaquim de Almeida, Daniel Auteuil, Stefana Dianissi<br />
ve Nicoletta Braschi gibi isimlerle paylaşıyor<br />
ancak ne yazık ki benim için hiçbiri efsanevi aktörün<br />
yanında varlık gösteremediler. Yönetmenliğini Roberto<br />
Faenza’nın yaptığı Sostiene Pereira, sadece<br />
Mastroianni’nin yaşlanmış halini görmek için bile<br />
izlenmeli… Özetle; Salazar rejiminde polis gücünün<br />
artması, medya baskısı, sivil toplum kuruluşlarının<br />
ve sendikaların kapatılmasıyla toplum her alanda<br />
kısıtlanırken, spor-eğlence-dini faaliyetlerle halkın<br />
gözlerinin boyanması, resme dikkatli baktığımızda<br />
bize çok fazla şey anlattığının kanıtı aslında. Hatta<br />
bayındırlık politikalarının gereğinden fazla önem<br />
taşıması ve halka bunun sürekli anlatılmasını bir<br />
yerlerden hatırladığınıza eminim. Eğlence konusunun<br />
ise medya aracılığıyla yürütülmesi bambaşka<br />
bir tartışma konusu… Bir tek spor konusunda<br />
farklı bir tutumla karşı karşıyayız ki o da bizim<br />
orijinalliğimizden kaynaklanıyor; ne de olsa büyük<br />
devletlerden biriyiz, bize özel baskı mekanizmaları<br />
geliştirebiliyoruz. Uzun lafın kısası, Salazar dönemini<br />
anlatan bunlardan başka filmler varsa araştırın, izleyin,<br />
ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız…
Uluslararası Suç Ve Ceza Film Festivali’nin bu yılki<br />
konusu Suça Sürüklenen Çocuklar. Festivalin<br />
yönetim kurulu üyesi Psikanalist Prof. Dr. Bengi Semerci<br />
ile sinemanın çocuk üzerindeki etkisini konuştuk.<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Suç Ve Ceza fil festivalinin yönetim kurulu üyesi<br />
Prof. Dr. Bengi Semerci ile sinemanın çocuklar<br />
üzerine etkisini konuştuk. Semerci filmlerde artık<br />
30 kişi ölmeden film bitmiyor dedi ve ekledi “Bu<br />
da çocuğa Ne kadar çok adam öldürürsem o<br />
kadar değerli, kıymetli, saygı gören, yüksekte biri<br />
olurum hissi veriyor”. Yeşilçam filmlerinin bu anlamda<br />
çok daha doğru bir içeriğe sahip olduğunu<br />
söyleyen Semerci özellikle günümüzün komedi<br />
filmlerinin çocuk filmi olarak algılanmasından<br />
şikayetçi. Semerci “Recep İvedik’in yapımcısıyla<br />
tartıştığımda ‘Ben çocuğuma seyrettiriyorum, bu<br />
çocuk filmidir’ diye benimle tartıştı televizyonda.<br />
O zaman orada durmak zorunda. O zaman sansür<br />
isterim. Onun çocuğunu korumak da benim<br />
görevim o koruyamıyorsa. Komedi filmi çocuk filmi<br />
demek değildir” diyerek itirazını belirtiyor. İşte çok<br />
düşünülmesi gereken bir röportaj...<br />
Festival nasıl başladı?<br />
Festival, Başkanımızın hem Türkiye hem dünya<br />
için çok önemli, çok tartışılması gereken konularda<br />
yapılan birçok akademik toplantı ve çalışmanın,<br />
akademisyenlerin kendi aralarında kaldığı,<br />
aslında toplum, devlet ve sivil toplum örgütleriyle<br />
paylaşılması gereken şeylerin paylaşılamadığı<br />
düşüncesiyle başladı. Biz bu çalışmaları bir sanatsal<br />
bir etkinlikle birleştirip hem de topluma daha<br />
fazla yansıtabilen, hem toplumla bütünleşebilen,<br />
aslında toplumun görüşlerini de yansıtan bir<br />
sanat dalı bulalım dedik. Buna en uygun sinema<br />
sanatı geldi. Hem topluma ulaşması açısından<br />
hem de filmlerin konularıyla, yapılarıyla, dönemsel<br />
özellikleriyle o toplum içinde yaşanan şeyleri<br />
yansıtması nedeniyle. Öyle bir görüşle başladık<br />
ve akademik bir toplantıyla bir film festivalini iç<br />
içe yapmayı, böylelikle hem sanat dünyasını<br />
soğuk bulunan akademi grubuyla aynı masaya<br />
oturtup, aynı konuları farklı açılardan tartışmayı<br />
planladık. 2011 yılında birincisini yaptık. Temel<br />
olarak İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi<br />
tarafından düzenlendiği için de “Suç ve Ceza”<br />
oldu, ki hayatımızın çok büyük bir kısmı suç ve<br />
ceza kavramlarıyla geçiyor. Yasal suç ve cezalar<br />
olması gerekmiyor günümüzde önemli bir kavram<br />
sonuçta, çocukluğumuzdan itibaren önemli bir<br />
kavram. Akademik bir kaygıyla bir film festivalini,<br />
ya da akademik bir sanat etkinliğini bu kadar iç içe<br />
sokan, dünyada bir ilk.<br />
Biraz da festivalin amacı tartışma oluşturmak ya<br />
da tartışmalara ışık tutmak buraya dönmek istiyorum.<br />
Bugünkü konunuz çok önemli. Öncellikle<br />
dikkatimi çeken şey “Sinemanın çocuk psikolojisi<br />
üzerinde etkisi”. Çocuğu suça itiyor mu, itmiyor<br />
mu, bu çok tartışılan bir şey. Sinema kendi kendine<br />
bir takım önlemler alıyor, yaş sınırlaması da<br />
var. Bu alınan önlemler sizce gerçekten etkili mi?<br />
Şimdi şiddete meyili olmayan hiç kimseyi, hiç<br />
kimse şiddete meyilli hale getiremez. Ama bazı<br />
yaş gruplarının etkilenme düzeyi, gerçeği ve<br />
gerçek olmayanı, hayali ve hayattaki yaşananı<br />
ayırt etmeleri bunlar her zaman farklıdır. Çocuk<br />
dediğimiz şey çok geniş, 0 yaştan 18 yaşa kadar
ir dönemden bahsediyoruz. Beynin<br />
ve toplumsal yaşamın sürekli değişim<br />
gösterdiği bir dönemden bahsediyoruz.<br />
Sizin sinemada gösterdiğiniz bir cinayet<br />
ya da sadistçe bir şeyi, 10 yaşındaki<br />
birinin algılamasıyla, 30 yaşındaki bir<br />
erişkinin algılaması çok farklıdır. Belli bir<br />
yaş grubundan sonra tabii ki patolojisi<br />
olan, gerçekten problemi olan kişileri de<br />
olumsuz etkiler. Ama yaş grubuna özgü<br />
özellikler olarak farklı etkileme şekilleri<br />
var. Bu tartışma konusu değil, bu bütün<br />
dünyanın kabul ettiği bir konu. Burada<br />
sorun hangi yaş grubuna neyi izlettirmemiz<br />
gerektiği konusu. Biliyorsunuz akıllı<br />
işaretler var ama siz onlara uyulduğunu<br />
görüyor musunuz? “Postacı Kapıyı İki<br />
Kere Çalar” filmi 7 yaş üstü kabul ediliyorsa<br />
demek ki uygulanmıyor demektir.<br />
Ya da sinemaya gittiğinizde ben çok<br />
sık rastlıyorum, hatta birisi bir gün beni<br />
dövecek diye korkuyorum çünkü müdahale<br />
ediyorum, üstünde yazıyor ama aile<br />
almış 5 yaşında çocuğu sokmuş oraya;<br />
şiddet, seks ya da gerçekten o yaş<br />
grubunun olumsuz algılayacağı bir şey,<br />
bunlara dikkat etmemiz gerekiyor. Her<br />
şey sinemada yapılmaz diye bir şey yok<br />
ama hangi yaş grubuna hitap ettiğiniz<br />
önemli. Bir de sinemada altyazılar<br />
var her şeyde olduğu gibi biz kötüyü<br />
gösterirken kötüyü övüp övmediğimiz,<br />
yüceltip yüceltmediğimiz de önemli.<br />
Sinema sadece çiçekler, kuşlar, kelebekler,<br />
böcekler göstermeyecek<br />
ama benim sevdiğim örnektir benim<br />
çocukluğumda en şiddetli sayılan filmler<br />
kovboy filmleriydi. Şimdi o filmleri izliyorum<br />
arada bir kişi ölüyor, iki kişi ölüyor,<br />
çok adamın öldüğü kovboy filmi çok az.<br />
Ve hep iyiler kazanıyor. Ölenler kötü ve<br />
iyiler asla bilerek, isteyerek öldürmek<br />
amaçlı öldürmüyor. Bir haklı gerekçe<br />
bulunuyor. Dolayısıyla çocuk kafanda<br />
durup dururken insan öldürülemeyeceği<br />
gibi bir şey yavaş yavaş yerleşiyor.<br />
Şimdiki kahramanlara bakıyorsunuz 30<br />
kişinin ölmediği film filmden sayılmıyor.<br />
Ve kahraman öldürüyor ve sürekli<br />
yüceltiliyor. Öldürdüğü oranda kahraman<br />
oluyor ve amaç kayboluyor.<br />
Dolayısıyla bu 10 yaşındaki bir çocuk<br />
için şu demektir, “Ne kadar çok adam<br />
öldürürsem o kadar değerli, kıymetli,<br />
saygı gören, yüksekte biri olurum. Bu<br />
yanlış bir şey.<br />
Sizin söylediklerinizden yola<br />
çıkarak sinemayla çocuk arasındaki<br />
ilişkiyi daha çok seyretme yaşıyla<br />
düzenleyebileceğinizi görüyoruz<br />
fakat şöyle bir tezat var, sinema<br />
sonuçta hayatın aynasıdır ve sinema<br />
yaratıcılarının hayattaki bütün<br />
çirkinlikleri filmlerinde işleyebilme<br />
özgürlüğüne sahip olmaları lazım. Sizin<br />
söylediğiniz şekilde olduğu zaman zaten<br />
bir problem yok. Yaratıcılarla ilgili değil,<br />
tüketimle ilgili bir problemden bahsediyorsunuz.<br />
Fakat Türkiye’de işler öyle<br />
yürümüyor. Sonuçta Kültür Bakanlığı’nın<br />
araştırmaları, Kültür Bakanlığı’nın<br />
desteği, senaryo denetlemesi, sansür<br />
diyeceğimiz kadar önlemler var. Ve<br />
bu önlemlerin sebepleri de çocuk izleyicilere<br />
dayandırılıyor. Burada bir iki<br />
yüzlülük söz konusu değil mi?<br />
Sinema başka bir şey. Sinema salona<br />
gidip para verilip izlenen bir şey,<br />
orada yaratıcının dürüstlüğü şuradan<br />
kaynaklanmalı, “Ben bu filmi bu yaş<br />
grubu için seçtim”. Biz bazı çok gündeme<br />
oturan filmler nedeniyle çeşitli<br />
yapımcı ve yönetmenlerle de tartıştık<br />
bunu. Maalesef, birçok yapımcı şuradan<br />
başlıyor tartışmaya “Hayır bunun<br />
çocuklara bir zararı yok”. Oradan<br />
tartışmaya başladığı zaman otomatik<br />
olarak kaybetmek zorunda. Bana dese<br />
ki “Haklısınız ben bunu zaten çocuklar<br />
için çekmedim, bu erişkin filmi.” Hayır<br />
o gişede daha çok iş yapabilmek için<br />
küfürbaz, kötü, iyi bir özdeşim modeli<br />
olmayan kahramanı neredeyse<br />
çocuk filmiymiş gibi sunuyor. Kendinizi<br />
denetleyemiyorsanız, başkaları gelir sizi<br />
denetler. Önce kendinizi denetlemeyi
ileceksiniz. Tartışmaya yanlış yerden<br />
giriyorlar, o önemli. Mesela Amerikalı<br />
yönetmenler bunu çok iyi öğrendi<br />
çünkü öyle bir sivil toplum baskısı var<br />
ki biliyorlar filmlerinin ve daha sonraki<br />
filmlerinin aileler tarafından protesto<br />
edileceğini. Herkes denetlemeye kendinden<br />
başlamalı. Sinemayla televizyonda<br />
oynayacak şeyi de ayırt etmemiz<br />
gerekiyor. Çünkü sinema para vererek<br />
gidip dışarıda seçtiğiniz bir şeydir.<br />
Televizyon sizin evinizin içindedir.<br />
Ama bütün sinema filmleri sonunda<br />
televizyonda gösterilir.<br />
Denetlenmesi daha zor bir şeydir.<br />
Ücretsizdir. Her türlü sosyo-kültürel durumdaki<br />
insanın evine girer, dolayısıyla<br />
onun denetimi gerekiyor. Çünkü bizim<br />
maalesef o kadar eğitimli bir halk<br />
kitlemiz yok. Bizim okur yazar oranımız<br />
belli, şu belli bu belli. Çocuklara zararlı<br />
mı, zararsız mı tartışmalarında, panellerinde<br />
bir de RTÜK temsilcisi olur.<br />
Ben hep en sonunda ailelere “Lütfen<br />
aynaya bakın ve yüzleşin” diyorum.<br />
Çünkü şöyle bir şey yapıyor aileler,<br />
ben “Çocuğu şöyle korumanız lazım”<br />
diye anlattığım zaman kendilerine<br />
göre verildiği için mıy mıy yapıyorlar<br />
kelimenin tam anlamıyla. RTÜK temsilcisi<br />
de konuşurken başlıyorlar,<br />
“Şunu da yasaklamanız lazım, bunu<br />
da yasaklamanız lazım” diye. Sonra da<br />
sansür diyorlar. “Hep başkası kontrol<br />
etsin, ben yapmayayım” bu kolay bir<br />
yöntem. Bundan vazgeçmediğimiz<br />
sürece de birileri isteğimiz dışında her<br />
alanda çok fazla kontrol edebilir. Kendimiz<br />
kontrol edemezsek.<br />
Bu konuştuğumuz konu aslında kültürel<br />
rengi de çok ortaya çıkartıyor.<br />
Sonuçta Amerika’da üretilen neredeyse<br />
bütün filmler, bir şekilde Türkiye’de de<br />
seyrediliyor, televizyonda gösteriliyor,<br />
internetten izleniyor. Aynı etki bizde de<br />
var. Ama dediğiniz gibi Amerika’daki<br />
yansımaları tam olarak Türkiye’de<br />
yaşanmıyor. Amerika’da çok büyük<br />
dezenformasyon var ve gerçekten<br />
birçok cinayet görüyoruz, toplu katliam<br />
görüyoruz... Türkiye’de tam olarak bu<br />
şekilde yansımamasının sizce sebebi<br />
ne? Biz doğru bir şey mi yapıyoruz<br />
yoksa bizim kültürel farklılığımızdan mı<br />
kaynaklanıyor.<br />
Bir kere oradaki şeyi uygulamanız için<br />
aynı iklime sahip olmanız lazım. Uygulanabilecek<br />
şeyler var, uygulanamayacak<br />
şeyler var. Uygulandığı zaman<br />
başka yerde çok doğal olup da sizde<br />
çok tuhaf olacak şeyler var. Biz daha<br />
çok etkileniyoruz. Oradaki katliamlar<br />
vesaire, çok bireysel patolojilerle ilgili<br />
ama çekilen filmler o katliamları<br />
övmüyor. O filmden çıkarken şu hissi<br />
yaşamıyorsunuz, “Bu kadar eziyet<br />
çekmiş, bu çocuğun da hakkıymış<br />
bunu yapmak.” Benim söylemeye<br />
çalıştığım o gerçeği gösterdiğiniz zaman<br />
onun her yönünü göstermeniz<br />
lazım. O zaman insanların seçim<br />
hakları olur. O zaman sadece sorunu<br />
olanlar olumsuz etkilenir ama akli<br />
dengesi yerinde makul, mantıklı insanlar<br />
da çıkarılacak sonucu çıkarır.<br />
Siz şiddeti “Bak ne kadar güzel, nasıl<br />
muhteşem” diye verirseniz kendisine<br />
özdeşim modeli arayan birisini için<br />
de, ister çocuk olsun ister erişkin<br />
olsun, o sarılacak bir dal olur. Onun<br />
için biz aslında çok farklı değiliz ama<br />
doğal olarak bizim kültürel özelliklerimize<br />
göre bizim özdeşim kurmaya<br />
çalıştığımız kahramanlar farklı çünkü<br />
öbür kahramanlar burada çok da iş yapacak<br />
durumda değiller. Genel olarak<br />
filmlerin, sinemaların toplumsal yapıyı<br />
etkilemekte önemi var bu kabul edilen<br />
bir şey. Hani hep şey savunmamız<br />
vardır ya “Bizim kültürümüze uygun<br />
değil” diye. Kültür ölü bir şey değil, yani<br />
bir yerin bir kültürü olup da kalan bir<br />
şey değil. Kültür değişen ve gelişen bir<br />
şey. Bu gelişim ve değişime televizyonun,<br />
görsel şeylerin de katkısı var. Bu<br />
katkıyı olumlu mu koyacağız, olumsuz
mu koyacağız o bizim seçeceğimiz bir şey. Ne<br />
onlar bizim kültürümüzü tamamen değiştirebilir,<br />
o zaman zaten bir kültürden bahsedilmez o kadar<br />
kolaysa, ama yavaş yavaş bir takım şeyleri<br />
bir sonraki nesile daha normalize ederek gider.<br />
Çok iyi bir örnektir aldatmayı eğer çok normalize<br />
hale getirirseniz, devamlı filmlerde gösterirseniz,<br />
bir sonraki jenerasyonda artık bu normalleşebilir.<br />
Şiddet de böyledir. Kendini savunmak için yapabilirsin,<br />
iyi amaçlarla yapabilirsin, inandığın şey<br />
uğruna yapabilirsin... Bir sonraki kuşak artık<br />
bunu normal kabul etmeye başlar, doğal bir şey<br />
olmaya başlar. Ya da tam tersini yapabilirsiniz,<br />
aldatma örneğine dönersek bizim ülkemizde<br />
olduğu gibi; aldatanı vurabilirsin,<br />
öldürebilirsin, her şeyi<br />
yapmak hakkındır, dolayısıyla<br />
da senin kültürün o olmaya<br />
başlar. Neyi normalize<br />
ettiğiniz çok önemli. Çocuk<br />
suçluluğu konusunda son iki,<br />
üç ay içinde 300 küsur film<br />
izledim. Hangi sinema nasıl<br />
bakıyor? Tabii ki Şili’den gelen,<br />
Türki Cumhuriyetlerden<br />
gelen, Kanada’dan gelen<br />
bir filmi izlerken o kültürel<br />
farklılıkları görüyorsunuz.<br />
Neyin suç olduğu, neyin<br />
olmadığı gibi. Ama söyleyiş<br />
tarzları farklı, yaşam tarzları<br />
farklı. Sonuçta genel bakış<br />
açısı önemli. Suça ne neden<br />
oluyor? Ne yapılırsa geçiyor?<br />
Hangi kültürde olursanız olun<br />
mutlak doğru olan şeyler var. O mutlak doğruları<br />
kendi kültürünüze uygun şekilde yapıyorsunuz.<br />
Türk Sineması’nda komedi türü çok önemli ve en<br />
çok tüketilen tür. Özellikle yaş meselesi girdiği<br />
zaman çocukların, gençlerin, genelde tüm halkın<br />
tükettiği bir tür. Eskiye baktığımız zaman Yeşilçam<br />
Sineması’na sonlarına doğru Kemal Sunallar,<br />
Hababam Sınıflarına baktığımız zaman bunlarda<br />
küfür görüyoruz. Ve çok tüketiliyorlardı. Şu an ise<br />
Cem Yılmaz, Şahan Gökbakar bu türde film üretiyorlar<br />
ve genel irtibatıyla en fazla eleştiri küfürden<br />
dolayı geliyor. Komedi içindeki küfür kullanımı bir<br />
çocuğu etkiler mi, küfürbaz yapar mı?<br />
Etkiler tabii, çok sempatik birinden küfür duyuyorsunuz.<br />
Bakın bizim kültürümüzde biliyorsunuz çok<br />
önemlidir. Konuşmaya başlayan erkek çocuklarına<br />
amcalar, komşular küfür ettirirler, övgü verirler ve<br />
hediye verirler. Çocuk aslında ne anlama geldiğini<br />
bilmediği bir kelimeyi başlar tekrarlamaya. “Ben<br />
bunu söylediğimde herkes beni seviyor, herkes<br />
benimle ilgileniyor” der. Sonra o para, hediye veren<br />
amca “Ne biçim konuşuyorsun sen!” diye dövmeye<br />
başlarlar. Çocuk için müthiş bir ikilemdir bu. “Üç<br />
güne kadar siz söyleyeyim diye yalvarıyordunuz,<br />
şimdi ne oldu?” diye. Dolayısıyla siz sevimli, övgülü<br />
bir şekilde yanlış bir şeyi verirseniz, orada problem<br />
var. Kaldı ki komedi filmi demek,<br />
çocuk filmi demek değildir.<br />
Kemal Sunal filmleri çocuk<br />
filmi değildir ki. Çocuklar için<br />
çekilmiş de değildir. Cem Yılmaz<br />
da gösterilerini çocuklar için<br />
yapmıyor, erişkinler için yapıyor.<br />
Ben Cem Yılmaz’ın çektiği filmlerin<br />
de çocuklar için olduğunu<br />
sanmıyorum. “Recep İvedik”<br />
de, ben onun yapımcısıyla<br />
tartıştığımda “Ben çocuğuma<br />
seyrettiriyorum, bu çocuk filmidir”<br />
diye benimle tartıştı televizyonda.<br />
O zaman orada durmak<br />
zorunda. O zaman sansür isterim.<br />
Onun çocuğunu korumak da<br />
benim görevim o koruyamıyorsa.<br />
Komedi filmi çocuk filmi demek<br />
değildir. Herkes diyor “Film bir<br />
eğlencedir”, hayır efendim film<br />
bir eğitim aracıdır. Gelen kısa<br />
filmlerde gördük ne kadar yanlış anlaşıldığını.<br />
Film çekmişler belli ki bizim festival için çekilmiş.<br />
Ben onu derste eğitim olarak gösterebilirim; hiçbir<br />
esnekliği yok, hiçbir yaratıcılığı yok. Algılayışımız<br />
öyle,eğitici dediğimiz zaman tık tık tık koymamız<br />
gerektiğini düşünüyoruz. Halbuki “Kevin Hakkında<br />
Konuşmamız Gerekiyor” muhteşem bir filmdi. En<br />
ufak bir şiddet sahnesi yoktu içinde, bir tek kan<br />
damlası yoktu. Ama bir çocuğun okulda katliam<br />
yaptığını, o çocuğun o okula niye geldiğini, aile<br />
ilişkilerini, hepsini gördük biz. Oradan çıktığınız<br />
zaman “Okula gideyim de bir katliam yapayım”<br />
demiyorsunuz. Aile olarak çıktığınız zaman “Benim
çocuğumla ilişkim nasıl? Acaba ben bir yerde<br />
hata mı yapıyorum?” diyorsunuz. Ergen olarak<br />
çıktığınızda “Acaba ben bir şeyleri yanlış mı<br />
götürüyorum?” duygusuyla çıkıyorsunuz. Bu bir<br />
eğitimdir. Eski Yeşilçam hep suçlanıyor, bence<br />
bu anlamda çok daha hoş filmler var. Çocuk<br />
suçluluğu taraması yaparken dikkatimiz çekti,<br />
hiç yok Türk Sineması’nda. Eski “Sezercik”,<br />
“Ayşecik” filmleri muhteşem. O dönemdeki<br />
polis modeli şu an yok. Cezalandırmayan, hafif<br />
tatlı sert, yaptığı yanlışı ona göstermeye çalışıp<br />
ona bir yol bulmaya çalışan kolluk ve hakim<br />
modeli var, çok daha iyi bir şey. Türk Sineması<br />
o zaman daha doğru bakıyormuş.<br />
Bu bir tezat değil mi, çünkü Yeşilçam’ın özellikle<br />
söylediğiniz yapısı “Gerçeklikten kopuk, romantik<br />
bakış açısı” olarak eleştirilir.<br />
Açın gazeteleri, şöyle haberler var “Marketten<br />
kola çalan 12 yaşındaki çocuk mahkemeye<br />
çıktı” diye. Orada bakmak lazım. Bu<br />
çocuk kaçıncı kere bu suçu işliyor? Herkes<br />
çocukluğunda ufak tefek bir şey yapabilir.<br />
Ben onu hemen kollukta sorgularsam, hemen<br />
mahkemeye çıkarırsam, birincisi onu<br />
damgalıyorum ikincisi “Sen buradasın, yerini<br />
bil” diyorum. Halbuki önce ne olduğuna bakmam<br />
lazım. Çocuğun kişisel patolojisi mi var,<br />
aile durumu ne? Uzlaşmacı denilen gruplar<br />
var, belli yaş gruplarında, özellikle de 12-15<br />
yaş grubunda, hiç kollukla ve mahkemeyle<br />
muhatap olmadan ama hukuki ve psikoloji<br />
bilgisi olan uzlaşmacıların çocukla, ailesiyle,<br />
çevresiyle görüşüp çocuğun yaşına uygun<br />
bir yaptırımla geriye dönüş sağlamak. Hapse<br />
atmak değil, mahkemeye çıkartmak değil ama<br />
“Haydi bakayım bir daha yapma, güle güle”<br />
demek de değil. Ona yaptığının yanlış olduğunu<br />
öğretecek. Amerikan filmlerinde görürüz ya<br />
toplum görevleri, üç gün kütüphanede yerleri<br />
silmek gibi yaşına uygun bu tür yaptırımlarla ve<br />
sonrasında takip ederek onlar hep denetimlidir,<br />
devamlı takip ederler ne oluyor, nasıl gidiyor<br />
diye. Cezalandırmak çok kolay bir şey ki onu da<br />
beceremiyoruz. Koyduğumuz yerler de uygun<br />
yerler değil. Ben o eleştirilere katılmıyorum,<br />
Yeşilçam’la dalga geçtiğimiz aşk filmlerini<br />
Amerikalılar çektiğinde ağzı açık seyrediyoruz.<br />
“Pretty Woman” çok mu farklı türde bir film?
Naomi Watts<br />
tarihi<br />
karakterleri<br />
canlandırmaya<br />
devam<br />
ediyor. Ünlü<br />
yıldızı Marilyn<br />
Monroe’dan<br />
sonra<br />
Prenses<br />
Diana’nın<br />
hüzünlü<br />
öyküsünü<br />
perdeye<br />
taşırken<br />
seyredeceğiz...
SERDAR AKBIYIK<br />
n Bazı yıldızlar var ki güzelliklerinden daha çok sabır ve oyunculuk<br />
yetenekleriyle zirveye ulaşıyorlar. Bunların içinde en öne<br />
çıkanlardan biri Naomi Watts. Sarışın yıldız deyim yerindeyse<br />
tırnaklarıyla kazıyarak yıldızlaştı Hollywood’ta. Daha küçücükken<br />
hayat onu sınamaya başladı. 1968’te Shoreham, İngiltere’de<br />
dünyaya gelen Naomi dört yaşındayken anne babası boşandı. Bu<br />
yetmezmiş gibi 7 yaşına geldiğinde babası Peter Watts hayatını<br />
kaybetti. Pink Floyd’un sesteknisyeni olan Peter aslında hepimizin<br />
sesini duyduğu bir isim. Bu satırları okuyanlar arasında<br />
The Dark Side of the Moon’u dinlememiş olan var mıdır? Hepiniz<br />
dinledik diyorsanız oradaki çılgın kahkahaları da hatırlarsınız. İşte<br />
o kahkahaların sahibi Naomi Watts’ın babası. Annesi Myfanwy<br />
Roberts’da o dönemde Pink Floyd’un çalışmalarında katkısı olmuş<br />
biraz çılgın bir hippi. Baba Watts öldükten sonra anne Myfanwy,<br />
Naomi ve kardeşi Peter’ı alarak Kuzey Galler’e büyükbaba ile babanenin<br />
yanına taşınır. Naomi 14 yaşına kadar annesinin aşıklarıyla<br />
kendisini terketmesi ve sonra geri dönmesini defalarca yaşar. 14<br />
yaşına geldiğindeyse annesi çocuklyarını da alıp kökenlerinin<br />
dayandığı Avusturalya’ya göç eder. Naomi İngiltereyi bırakmaktan<br />
hiç hoşnut değildir. Bunu da şu sözleriyle anlatır, “Düşündüğümde<br />
kendimi Britanya’lı olarak hissediyorum ve Birleşik Krallık’ta<br />
çok güzel anılarm var, 14 yaşımdayken İngiltere’den ayrılmak<br />
hiç istememiştim.” Bütün bu isteksizliğe rağmen Avusturalya<br />
Naomi’nin Hollywood’taki kariyerinin temellerini attığı yer olacaktır.<br />
Watts, oyunculuk kurslarına kayıt olmuş ve bir deneme çekiminde<br />
Nicole Kidman ile tanışarak 1991 yılında ilk rolünü “For Love<br />
Alone”da ve ikincisini de “The Dustodian”de alır. 1995’de kendisine<br />
Hollywood’un kapılarını açan Tank Girl adlı filmde yardımcı<br />
rolde ‘Jet Girl’ karakterini canlandırır. Naomi Watts 2001’de iki ayrı<br />
karakteri (Betty Elms ve Diane Selwyn) canlandırdığı, David Linch<br />
yapımı Mulholland Çıkmazı (Mulholland Drive) filmiyle asıl çıkışını<br />
yapar. Watts, 2003’de Sean Penn ve Benicio Del Toro ile başrollerini<br />
paylaştığı 21 Gram (21 Grams) adlı filmdeki<br />
performansıyla, En İyi Kadın Oyuncu<br />
dalında Akademi Ödülü adaylığı kazanır.<br />
Budizme ilgi duymaya başladığını söyleyen<br />
ve vejetaryen olan Naomi, zamanını<br />
Sdyney, Los Angeles ve New York City’deki<br />
evleri arasında geçirir. Sabırla hep üstüne<br />
koyarak devam ettiği kariyeri aldığı yaşlarla<br />
yokuş aşağıya gideceğine daha da parlak<br />
bir hale geliyor sarışın yıldızın. Marlyn Monroe<br />
yu canlandıracağı Blondie’nin ardından<br />
Prenses Diana ile karşımızda. Watts eğer<br />
tanıtım için çektiği fotoğraflarda ki kadar<br />
Diana’ya benzerlik gösteriyorsa özel<br />
hayatına dikkat etmesini öneririz.
1970 Teksas doğumlu oyuncu Ethan<br />
Green Hawke aynı zamanda senarist ve<br />
yönetmen kimliğiyle de biliniyor.<br />
BANU BOZDEMİR<br />
n 1970 Teksas doğumlu oyuncu Ethan Green Hawke aynı zamanda senarist<br />
ve yönetmen kimliğiyle de biliniyor. New York Üniversitesi’nde okuyan<br />
Hawke’i ünlü yapan lise yıllarında rol aldığı Dead Poets Society / Ölü Ozanlar<br />
Derneği filmindeki Todd Anderson rolüydü. 1995 yılında 9 yıl aralıklarla çekilecek<br />
olan ve herkesin çok seveceği Gün Doğmadan Önce filminde Jesse<br />
rolüyle rol aldı, hemen arkasından gelen Gattaca’da kimliğini değiştiren bir<br />
adam olarak karşımıza çıktı. 1998 yılında çekilen Büyük Umutlar’ın modern<br />
versiyonunda çocukluk aşkına ulaşmak için çabalayan bir adamın dramı<br />
anlatılıyor, Hawke Finnegen Bell olarak karşımıza çıkıyor.<br />
2003 yılında karşımıza gelen Tape / Kaset filminde üç kişinin ruh hali<br />
sürekli değişen konuşmaları Vince tarafından kayda alınıyor ve gerçeklik<br />
bir anlamda boyut değiştiriyor. Hayatın Benim de ise Angelina Jolie’nin<br />
karşısında azılı bir katili canlandırıyor. 2004 yılında Gün Doğmadan Önce<br />
filminin devamı niteliğindeki Gün Batarken de rol aldı, dokuz yıl sonra bir<br />
araya gelen, birbirlerine hisleri olan iki kişiyi canlandırıyorlar ve yine birkaç<br />
saatleri var! Sonra sırasıyla Seni Seviyorum New York, Chalsea’de Rock,<br />
Vampir İmparatorluğu, Gizemli Kadın, Madonna Ağlıyor, Lanet ve en son da<br />
Geceyarısından Önce’de rol aldı. Biz onu bu ay The Purge / Arınma Gecesi<br />
filminde izleyeceğiz. James Sandin rolüyle farklı bir korku filminin içinde yer<br />
alıyor. Bu yıl ayrıca Getaway filminde bekliyoruz kendisini, karısı kaçırılan<br />
bir adamı canlandıracak…
Mommo Kız<br />
Kardeşim filmi<br />
ile büyük sükse<br />
yapan Atalay<br />
Taşdiken yeni<br />
filmi Meryem’i<br />
<strong>Cinedergi</strong>’ye<br />
anlattı…
SERDAR AKBIYIK<br />
n Bazen hiç beklemediğiniz anda bir film gelir<br />
ve sinemanın güzelliklerini size tekrar hatırlatır.<br />
İşte 2008 yılında Mommo filmini seyrettiğimde<br />
bunları hissetmiştim. Filmin yönetmeni Atalay<br />
Taşdiken ile o günlerde de bir röportaj yapıp bu<br />
sayfalarda yayınlamıştım. Yıl oldu 2013 ve iyi<br />
bir başlangıçtan sonra Taşdiken’in ikinci filmi<br />
Meryem görücüye çıkmaya hazırlanıyor. Tabii biz<br />
de kariyerini dikkatlice takip ettiğimiz bu yönetmeni<br />
karşımıza oturttuk. İşte Atalay Taşdiken’in<br />
Meryem’inin sırları…<br />
Atalay Bey ilk önce senaryo ile başlayalım. Bu<br />
senaryoyu yazmanısı tetikleyen şey nedir?<br />
Bu senaryonun hikâyesi aslında “Mommo”yla<br />
benzerlik gösteriyor. Hikaye “Mommo”ya benzerlik<br />
göstermiyor elbette ama senaryoya alma<br />
biçimi benzerlik gösteriyor. “Mommo” da benim<br />
çocukken çevremde, yakınımda yaşanmış bir<br />
olaydı, onu yazmıştım. Bu da aşağı yukarı o<br />
dönemlerden biraz sonra yine benim çok yakın<br />
çevremde yaşanan, benim gözlemlediğim, bizim<br />
evimizde meselesi edilen bir hikâyeydi. O<br />
da cebimdeki hikâyelerden birisiydi. İkinci filmi<br />
yaparken, her yönetmende olduğu gibi ben de<br />
çok büyük bir baskı ve gerilim hissettim. Sebebi<br />
de şu; “Mommo”nun aldığı övgüler üzerimdeki<br />
baskıyı artırdı. Bir ilk film olmasına rağmen<br />
aşağı yukarı hem sinema çevresinden, hem<br />
yazarlardan, hem seyirciden çok iyi karşılıklar<br />
alınca... Dolayısıyla ikinci film yönetmen için<br />
biraz daha baskı unsuru haline dönüşüyor.<br />
Birkaç tane daha farklı hikâyeler vardı, onlardan<br />
birine karar vermek durumundaydım ama biraz<br />
da “Mommo”yla anlatım dili olarak kardeşlik<br />
gördüğüm için bu hikâyeye karar verdim. Çünkü<br />
bir yönetmen olarak birkaç film dilinizi, tarzınızı<br />
seyircinin gözünde belirleyen bir unsur oluyor.<br />
Her daldan her türden hikâyeyi anlatan bir<br />
yönetmen değil de, kendine ait öyküleri olan ve<br />
belli bir bütünlükle o öyküleri anlatan bir yönetmen<br />
olarak bilinmek daha avantajlı bir şey.<br />
Dolayısıyla diğer düşündüğüm öyküler hem<br />
hikâye olarak, hem anlatım biçimi olarak çok<br />
farklıydı. En sonunda “Meryem”in benim ikinci<br />
filmim olmasının daha avantajlı, daha doğru<br />
olacağını düşünerek “Meryem”e karar verdim.<br />
Gerçek bir hikâye. Elbette ki baştan sona<br />
bütün karakterler gerçek değil ama başı sonu<br />
bir kadının hikâyesi anlamında benim tanık<br />
olduğum bir hikayeydi. Beni de çok etkilemişti.<br />
Dolayısıyla Meryem’in hikâyesini ikinci film<br />
olarak yapmaya karar verdim. Bu anlamda<br />
da aslında yaptıktan sonraki fikrim de şu<br />
“Mommo”dan sonra filmin “Meryem” olması<br />
şimdi daha da doğru olmuş.<br />
Bazı yönetmenler ise her çiçekten bal alır gibi<br />
farklı türleri deneyimleyen bir yapıya sahip.<br />
Sanki bunu tercih ediyorlar. Bu konuda siz ne<br />
düşünüyorsunuz?<br />
Bir yönetmen bakışı olarak bu tavrı doğru<br />
bulmuyorum bir defa onu söyleyeyim. Bu tavır<br />
olsa olsa bir oyuncu tavrı olabilir; çünkü bir<br />
oyuncu ne kadar farklı karakter, ne kadar farklı<br />
anlatım dili içinde yer alırsa, o oyuncunun<br />
yeteneğini göstermesi anlamında bu çok büyük<br />
bir avantaj sayılabilir. Ben bir yönetmenin<br />
davranış biçimi olarak bunun doğru olmadığını<br />
düşünüyorum; çünkü benim algıladığım, benim<br />
kafamda kurduğum yönetmen modeli derdi<br />
olan, hikâyesi olan, hayata dair söyleyecek<br />
sözü olanlarındır. Elbette ki sektörün bir başka<br />
gerçeği daha var, bir de ikinci gruptaki yönetmenler<br />
var. “Ben teknisyenim ve her filmi<br />
çekerim” diye bakan yönetmenler var. Elbette<br />
onlar da saygı duyulması gereken bir şey ama<br />
ben onun gerçekten teknisyenlik olduğunu<br />
düşünüyorum. Bir yönetmenin her hikâyeyi<br />
doğru anlatabileceğine ben inanmıyorum.<br />
Filminize dönersek, filminizde iki baskın konu<br />
var, göç ve kadın. Bu belki 1970’lerde, 80’lerde<br />
çok baskın bir durumdu, günümüzde de<br />
yaşanıyor ama belki biraz kabul edildi, belki<br />
artık kanıksandı. Bu noktada bugünden bakmak<br />
bize yeni olarak ne verecek?<br />
Filmin kırılma noktalarından birisi göçle<br />
oluşan başka bir şehre gidip ekmeğini arayan<br />
bir adamın neden olduğu bir hikâye olmakla
irlikte, bunun bugünkü sosyal karşılığı 70’lerdeki,<br />
80’lerdeki kadar baskın değil elbette ama insanın<br />
olduğu her yerdeki hikâye 70’lerde de aynıydı,<br />
bugün de aynı. Daha temel bir şey var, biz zaten<br />
hikâyelerimizi sosyal olarak popüler meseleler<br />
üzerine kurmuyoruz. Ben bütün kameramı,<br />
bütün odağımı insani şeyler üzerine kuruyorum.<br />
Dolayısıyla bu göçün neden olduğu Meryem’in<br />
hikâyesinde asıl mesele göçün sosyal boyutunu anlatmak<br />
değil, insanlar üzerinde yarattığı, insanlarda<br />
yarattığı kırılganlığı, olabildiğince insani bir ölçüde<br />
anlatmaya çalışmak. O anlamda bugünün popüler<br />
bir meselesi olmayabilir ama insanın olduğu her<br />
yerdeki duygular hem evrenseldir, hem bugüne, hem<br />
yarına, hem geçmişe mutlaka ışık tutacaktır.<br />
Filmin cast’ından söz edelim. İsmail’i (Hacıoğlu)<br />
zaten biliyoruz; fakat Zeynep Çamcı sürpriz bir<br />
seçim. “Recep İvedik”te de görmüştüm gerçekten<br />
çok değişik bir ışığı var, perdede de öyleydi.<br />
“Recep İvedik”e bile farklı bir anlam kazandırmıştı<br />
bence. Bunu görüp kullanmışsınız. Biraz da bu<br />
seçiminizden bahsedelim.<br />
Ben Zeynep’i (Çamcı) “Recep İvedik”’te görmedim<br />
açıkçası. “Leyla ile Mecnun” dizisinde gördüm.<br />
Gördüğüm zaman dizide sizin söylediklerinize çok<br />
benzer şeyler hissettim çünkü gerçekten çok farklı<br />
bir ışığı var. Bir komik karakteri oynarken bile gözlerindeki<br />
hüzün, tavrı, duruşu, tonlamaları insanı<br />
çok etkiliyor. Ben o zaman çok şaşırdım “Kimmiş<br />
bu kız?” diye. Sonra geçmişe yönelik yaptığı işleri<br />
oturdum teker teker izledim. Ben Zeynep’in oyunculuk<br />
kariyerinin önümüzdeki dönemde gerçekten<br />
uluslararası boyutta bir yere gidebileceğini<br />
düşünüyorum. O anlamda çok yetenekli. Allah’ın<br />
herkese nasip etmediği bir iç enerjisi var. Aslında<br />
biraz popüler bir isimle çalışmak belki “Meryem”in<br />
tanıtımları, duyuruları, gişesi için avantajlı olabilirdi<br />
ama ben asla Zeynep’le çalıştığım için<br />
pişman değilim. Çünkü Zeynep, benim kafamdaki<br />
“Meryem”e hemen hemen birebir oturdu, kendini<br />
oraya ait hissetti ve hiç de zorlanmadan gitti “Meryem”<br />
oldu. Elbette televizyonda çok başarılı işler<br />
yapıyor, şu anda da çok beğenilen bir dizisi var ama<br />
bu filmden sonra Zeynep’in sinemada çok önünün<br />
açılacağını düşünüyorum. Çok farklı bir yetenek. Allah<br />
yolunu açık etsin diyorum.<br />
Son 10 yılda Türk sinemasında Anadolu hikayesine<br />
sahip iki tane çok iyi film izledim. Bunlardan biri sizin<br />
Mommo diğeri de Cemal Şan’ın Dilber’in Hikayesi.<br />
Her ikiniz de Anadolulu ve onun dertlerini önemseyen<br />
isimlersiniz.<br />
Aslında benim açımdan yorumu şöyle. Ben<br />
Anadolu’da doğup büyüyen bir insanım. Liseyi<br />
bitirene kadar Anadolu’nun bir kasabasında,<br />
Nevşehir’de yaşadım. Köyümle sürekli irtibatım<br />
vardı. Sinemacılığın olmazsa olmazının çok ciddi<br />
gözlem yeteneği olduğunu düşünüyorum.<br />
Bakmıyorum, birçok şeyi anlıyorum, görüyorum.<br />
O insanları da çok yakınen tanıyorum.<br />
Oradaki herkesi tanıyorum; “Mommo”daki tüm<br />
kahramanları birebir tanıyordum, “Meryem”deki<br />
bütün kahramanları birebir tanıyorum. Bu in-
sanlar hangi evlerde yaşarlar, ne tür giyinirler,<br />
ne yemek yerler, komşu ilişkileri, evdeki ilişkileri<br />
nasıldır, çarşı pazardaki durumları nasıldır; bütün<br />
bu durumları ben yaşadım ve reel olarak bunlar<br />
gözlemledim. Bu insanları ben senaryoyu yazarken<br />
gözü kapalı yazabilirim, diyaloglarıyla beraber.<br />
Elbette bir yönetmenin bence en büyük sermayesi<br />
kendi bildiği insanları, kendi bildiği öyküleri<br />
senaryolaştırması ve onları sinemaya aktarmasıdır.<br />
Bu çok önemli bir servettir bir yönetmen için. Mesela<br />
şimdi bana siparişle bir Balkan hikayesi gelse,<br />
ya da bir Kars hikayesi gelse ben çok kolaylıkla<br />
o filmi çekmeye cesaret edemem; evet insan her<br />
yerde insan, hikayeler her yerde yaşanan hikayeler<br />
ama bir filmi inandırıcı, sahici kılabilmek için<br />
sizin o kahramanların hepsini iyi tanımanız, davranış<br />
biçimlerini iyi bilmeniz, lehçelerini iyi bilmeniz, olaylar<br />
karşısında tavırlarını tepkilerini iyi bilmeniz lazım<br />
ki bu seyircide inandırıcı bir karşılık bulabilsin.<br />
Bunları bilmeden yapılan işlerin ben gerçekten bir<br />
ayağının eksik kalacağını düşünüyorum. Dolayısıyla<br />
Anadolu’ya ait hikayeler anlatma noktasında da birikimimin<br />
bu anlamda bana bir artı getirdiğini söyleyebilirim.<br />
Filmde bir kadını anlatıyorsunuz. Fakat bir kadını<br />
anlatmak ya da onların gerçeklerine vakıf olmak<br />
bizim cinsiyetimiz için çok da kolay bir şey değil. Bu<br />
dezavantajı nasıl aştınız?<br />
Bu bir dezavantaj gibi duruyor ama bununla ilgili<br />
gerçekten sıkıntı yaşamadım. Çünkü Meryem’in<br />
yaşadığı öyküde kendine var etmeye çalıştığı alanı<br />
ve çevresiyle olan ilişkileri ben çok iyi biliyordum.<br />
Sadece kendi gözlemlerimle değil onunla ilgili bütün<br />
yansımalar; evde annem, ablamın bu meseleyle ilgili<br />
tepkileri hepsi benim kafamda bir yerde yazılıydı.<br />
Bir de bununla ilgili avantaj mıdır, değil midir bilmiyorum<br />
ama Berlin Film Festivali’nde yaşadığım bir<br />
olayı anlatayım. “Mommo” Berlin Film Festivali’nde<br />
gösterildi. Filmden sonra yönetmen ve oyuncular<br />
sahneye çıkıp seyircilerin sorularını cevaplandırıyor.<br />
Çıktık biz de soruları cevaplandırdık. Sonra sahneden<br />
indik fuaye kısmında büyük bir kalabalık vardı.<br />
İnsanlar orada da sorular sormaya devam ettiler.<br />
Bir Alman kadın geldi “Filmden sonra siz sahneye<br />
çıkmasaydınız, ben sizi görmeseydim, bu filmi kesinlikle<br />
kadın yönetmen çekmiş diye düşünürdüm”<br />
dedi. “Sahneye yönetmen olarak bir erkeğin çıktığını<br />
görünce çok şaşırdım ve sonuna kadar bekledim;<br />
hatta şimdi de bekledim sizinle tanışmak için. Bu bir<br />
erkeğin göremeyeceği ayrıntılar ve hassasiyetler”<br />
dedi. Ben biraz da bundan gocunmalı mıyım onu<br />
da bilemedim, bir ikilem yaşadım. Bu benim için<br />
söylenmiş güzel bir şey midir, yoksa olumsuz bir şey<br />
midir onu da anlayamadım. O anlamda birçok erkek<br />
için zor sayılabilecek kadın dünyasıyla ilgili doğru<br />
gözlemler yaptığımı düşünüyorum. Elbette seyirci,<br />
kadın seyirci izlediğinde buna karar verecek ama ben<br />
onların hassasiyetlerini duyarlıklarına çok yakın bir<br />
“Meryem” ortaya çıktığını düşünüyorum.<br />
Bu tür filmler Anadolu’nın bağrından çıkıyor ama<br />
Anadolu’da tüketilmesinde problemler oluyor. Bu<br />
konuda bir strateji geliştirdiniz mi; Anadolu’daki<br />
gösterimler veya izleyiciyle bağlantısıyla ilgili olarak?
Açıkçası bir sürü strateji üretmeye çalışıyoruz.<br />
Maalesef değişmeyecek bir gerçek var, salon<br />
bulma, seyirciye ulaşmak noktasında ne kadar<br />
uğraşırsak uğraşalım bizim elimizden bir yere kadar<br />
bir şey geliyor, sonrasında elimiz kolumuz<br />
bağlanıyor. Elbette ki ben bu filmin Anadolu’da,<br />
en azından önemli sinemalarda yer almasının<br />
çok doğru olacağını düşünüyorum, seyircinin de<br />
seveceğini düşünüyorum ama sonuçta maalesef<br />
bizim elimizde olan bir şey değil. Şu anda henüz<br />
kaç salonda gireceğimiz belli değil, kopya sayımız<br />
da belli değil. Dolayısıyla önlem almak noktasında<br />
çok da fazla bir şey elimizden gelmiyor. Şunun da<br />
farkındayım, ürününüz ne kadar iyi olursa olsun<br />
çok büyük hipermarketlerin raflarında ürününüzü<br />
sergileyemiyorsanız, sadece mahalle bakkallarında<br />
satılan bir ürün olarak kalıyorsanız, o ürünün çok<br />
da bir niteliği olmuyor tüketicinin gözünde; çünkü<br />
ulaşılmaz bir ürünün gerçekten hiç kimse için bir<br />
değeri yok. Biz de bu filmin olabildiğince ulaşılabilir<br />
olması için çalışıyoruz ama dediğim gibi bir yerden<br />
sonra yapabileceğimiz maalesef bir şey yok.<br />
Bu yıl içinde Anadolu’daki üniversitelerde panellere<br />
gittim. Oradaki en büyük dert filmlere<br />
ulaşamamalarıydı. “Bir Zamanlar Anadolu’da”yı<br />
bile seyretmekte problem yaşamalarıydı. O<br />
konuşmalarda şöyle bir şey çıktı ortaya, ben yönetmenlere<br />
hep bunu söylüyorum, hem kulaklarına<br />
su kaçırmak için, hem de sonrasında belki bir şey<br />
olursa hazırlıklı olurlar diye. Anadolu’da belli üniversiteleri<br />
“Pilot Üniversite” olarak seçip her yönetmen<br />
ister ise eğer filminin kopyasını pilot üniversitelerde<br />
gösterecek. Buna nasıl bakarsınız?<br />
Ben alternatif bir hareket gözüyle çok olumlu<br />
bakarım böyle bir şeye. Çünkü çok iddialı cast’ı<br />
olmayan ve popüler kültüre hizmet etmeyen filmleri<br />
önümüzdeki dönemde salon bulmasının çok daha<br />
güç olacağının farkındayım, onu öngörebiliyorum.<br />
Ama bu filmlerin de sonuçta bir talep edeni var,<br />
bekleyen ciddi bir kesim var. Bu sistemin o insanlara<br />
da haksızlık yaptığını düşünüyorum. Dolayısıyla<br />
alternatif gösterim mecraları bulmak noktasında<br />
biz mutlaka kafa yormalıyız. En azından işin ticari<br />
yanı bir yana, yaptığımız işin seyirciye ulaşabilmesi<br />
anlamında bunu yapmak zorundayız. Bunun için de<br />
üniversiteler belki de en önemli mecra. Hedef kitlemizi<br />
bulabileceğimiz çok önemli bir mecra. Böyle<br />
bir çalışmaya ben bir organizasyon anlamında bir<br />
çalışma olursa seve seve katılırım. En azından o<br />
insanlar, Anadolu’da üniversite okuyan insanlar da<br />
bu filmlere ulaşabilmeli diye düşünüyorum.<br />
Sizin filmlerinizde politikadan çok insanı öne<br />
çıkaran bir yapıya sahip. Bu sizin yapınızdan da<br />
mı kaynaklanıyor?<br />
Ben insanın, sadece bir tek insanın bile dünyada<br />
var edilmiş bütün siyasi görüşlerden ve<br />
değerlerden daha değerli olduğunu düşünüyorum.<br />
Bunun başka bir tabanı daha var elbette ki o da<br />
şu, daha önce söyledim, “Anadolu’da yaşadım,<br />
bir kasabada büyüdüm o insanları tanıyorum”<br />
diye. Gerçekten o insanlar için siyaset, seçimden<br />
seçime gidip oy vermekten öteye geçen bir<br />
şey değildi. Öyle zannedildiği gibi bizim büyük<br />
kentlerde yaşadığımız gibi siyasi görüşlerden<br />
dolayı insanlar kamplaşmazlar, insanlar uzun<br />
uzadıya siyasi tartışmalar yapmazlar; herkes<br />
ekmeğinin derdindedir, ekmeğinin peşindedir,<br />
huzurunun peşindedir. Özellikle yaptığım bir şey<br />
değildir bu siyasi söylemi filmin dışında tutma<br />
meselesi, gayret ederek yaptığım bir şey değildir.<br />
Kalemim öyle götürür, ayrıca dediğim gibi oradaki<br />
en basit insanın ruh dünyasını, duygu dünyasını<br />
anlatmanın dünyadaki bütün siyasi söylemlerden<br />
çok daha değerli olduğunu düşünüyorum.
n MF yapım imzalı Fox tv’nin Salı akşamları<br />
yayınlanan dizisi “Bir Aşk Hikâyesi “ dopdolu<br />
hikayeleriyle ekranda olmaya devam ediyor.<br />
Korkut Ali’nin Ceylan’a olan aşkı çıkılmaz bir hal<br />
alırken, yalıda ki büyük sır yavaş yavaş çözülmeye<br />
başlıyor. Aşkın, intikamın ve sırrın bir<br />
arada olduğu dizinin Çamlıca’da yapılan çekimlerinde<br />
oyuncuları ziyaret ettim. Dizinin başrol<br />
oyuncularından Seçkin Özdemir ve Damla Sönmez<br />
ile çok keyifli bir röportaj yaptık.<br />
Seçkin Özdemir/ Korkut Ali<br />
Hiç ara vermeden yaz ayında da çekimler<br />
yaptınız…<br />
Evet. Öyle bir karar alındı. Dizinin sevilmesinden<br />
ve yazında devam etmesinden mutluluk duyuyorum.<br />
Çünkü biz sezon sonuna doğru çekimlere<br />
başladık. Seyircimizde bizi bırakmak istemiyor<br />
bizde istemiyoruz. Tatil yapamayacağım belki<br />
aralarda birkaç gün bir yerlere gidebilirim.<br />
Sosyal Medya ile aranız nasıl?<br />
Bizim dizi sosyal medya da çok etkili oldu. En<br />
çok konuşulan diziler arasında üst sıralarda<br />
yer alıyoruz. Günümüzde sosyal medya kitlesi<br />
çok önemli bir kitle onların sahipleniyor olması<br />
beni ayrıca sevindiriyor. Her zaman olmasa da<br />
twitter’da onlarla konuşuyorum. Güzel tepkiler<br />
geliyor ve bu beni motive ediyor.<br />
Bu projeyi seçmenizde en büyük etken neydi?<br />
Oynadığım Korkut Ali karakteri. Bu adamı<br />
oynamayı çok istedim. Geçmişi çok etkiledi<br />
karakterin. Annesi tarafından yetimhaneye<br />
bırakılmış sonra bir Almancı aile tarafından alınıp<br />
büyütülmüş orda ailesini kaybetmiş 7 yaşından<br />
beri sokaklarda büyümüş hırsızlık yapmış bir<br />
adam. Bir yandan da vicdanını kaybetmemiş.<br />
Hayata hiç isyan etmeden elinden geldiğince
mutlu olmaya çalışan bir adam. Çok dolu bir karakter.<br />
İkincisi dizi alıştığımız dizi formatında değil.<br />
Kurgusu ve akışı farklı. Olaylar hemen çözülüyor<br />
hiç uzamıyor. Bölümlerce bir olayın çözülmesini<br />
beklemiyoruz. Bu sefer farklı şeyler izliyoruz.<br />
Korkut Ali’nin aşk ile arası nasıl?<br />
Âşık oldu. Ceylan ile bir şeyler yaşamaya<br />
başladılar. Aşk konusunda gözü kara yapmayacağı<br />
şey yok. Ama bir yandan da içinde bir İntikam<br />
duygusu, entrika, anne eksikliği var. Annesini<br />
görüyor ama bir türlü ona kavuşamama durumu<br />
var, kardeşi, yeğeni var bir de başında bir kurşun<br />
var. Birçok duygu iç içe karışmış bir durumda<br />
Korkut Ali’de.<br />
Küçük Emrah’ın modern hali gibi…<br />
Hiç öyle değil. Bunları gayet başı dik bir şekilde<br />
karşılıyor Korkut Ali. Bunları hiç kimseye karşı bir<br />
acıtasyon olarak kullanmıyor. Tam tersi kendisi<br />
bilerek birçok şeyi yaşıyor. Sadece söylemesi<br />
gerektiği durumlarda birileriyle paylaşıyor.<br />
Yoksa acıtasyonun derdinde değil.<br />
Sizin aşk ile aranız nasıl?<br />
Korut Ali gözü kara bir âşık ben öyle değilim.<br />
Romantik bir âşık değilim keşke olabilseydim.<br />
Korkut Ali özdeşleştirdiğiniz yanlarınız var mı?<br />
Bende Korkut Ali gibi istediğim bir şeyin<br />
peşinden koşarım. Karşıma ne çıkarsa çıksın<br />
ayakta kalmaya çalışırım.<br />
Bugüne kadar oynadığınız karakterler arasında<br />
sizi en çok hangisi tatmin etti?<br />
Bana hepsi bir şeyler kattı. Muhteşem<br />
Yüzyıl’da Leo’yu oynadım çok severek.<br />
İlyas bambaşka bir karakterdi. Korkut Ali’de<br />
öyle. Ben zaten istemediğim karakterleri<br />
oynamıyorum. Karakterden ziyade senaryo<br />
benim için önemli. Karakterin nasıl yazıldığı
önemli. Her şeyi oynarım yeter ki güzel yazılsın.<br />
Yakın çevrenizden nasıl tepkiler alıyorsunuz?<br />
Annem ve Ananem benim başıma kötü bir şey<br />
geldiyse ya da bir problemin içinde kaldıysam Annem<br />
diziyi kapatıyor izlemiyor. Ananem annemi<br />
arıyor izlemiyorum diyor. Dizide de olsa zor durumda<br />
kalmamı görmek istemiyorlar. Yeğenlerim<br />
başıma kötü bir şey geldi mi beni arayıp ağlamaya<br />
başlıyorlar. Kendimi mutlaka her bölüm izlerim. Ne<br />
oynadığımı görmem lazım.<br />
Damla Sönmez/ Ceylan<br />
Bir Aşk hikayesi’nde nasıl bir aşk’ın içindesiniz?<br />
Dizinin başlarında çocukluktan beri platonik<br />
duyduğu bir aşk vardı. Onun içinde olduğunu<br />
düşünürken Korkut Ali karşıma çıktı. Ama Korkut’un<br />
geçmişinde açtığı birçok yara var hatta Ceylan ile<br />
tanıştıktan sonra da insanlara açtığı birçok yara<br />
var. O yaralar Korkut’un peşinden geliyor ve Ceylan<br />
bunları öğrenmeye başladığında hayal kırıklığına<br />
uğrayacak.<br />
Platonik âşık oldunuz mu?<br />
Ben aşkta ceylana göre daha mantıklıyım. Ama<br />
ortaokuldayken platonik âşık oldum. Okuldan bir<br />
arkadaşımdı. Çok uzun bir süre konuşamadım.<br />
Doğru düzgün gözlerine bakamadım. Biri bana gözleri<br />
ne renk diye sorsa söyleyemezdim.<br />
Ceylan nasıl bir karakter?<br />
Çok saf ve naif bir karakter. Bir o kadar da güçlü.<br />
Bütün üzüntüleri kendi içinde yaşıyor. Kimseyi<br />
rahatsız etmeyeyim dürtüsü var içinde o yüzden hem<br />
kendini hem de başkasının başını belaya sokabiliyor.<br />
Çok yardımsever ama yardım istemek onun için pek<br />
söz konusu değil. Korkut ile tanıştıktan sonra kendisini<br />
kim olduğunu hissettirdikten sonra yavaş yavaş<br />
Ceylanında etrafına bakışı değişecek.<br />
Senaryonuz bir Kore dizisinden uyarlama…<br />
Kore dizisinden uyarlama bir aşk hikâyesi. Kore<br />
uyarlamasında dizi pek iç açıcı bitmiyor mutlu son<br />
yok. Ama bizde öyle bitecek mi henüz belli değil.<br />
Mutlu son ile bitsin diye çok mesajlar alıyorum.<br />
Sosyal Medya ‘dan nasıl tepkiler alıyorsunuz?<br />
Ceylanı sevdiler. Güzel tepkiler alıyorum. Korkut Ali<br />
ile çok yakıştırıyorlar. Kızlar hayranı oldukları oyuncunun<br />
partnerini kolay benimsemezler. Ama bizi<br />
yakıştırdılar. Demek ki biz inandırabilmişiz. Geçenlerde<br />
böyle bir mesaj aldım. “Senin dizide yaşadığın<br />
aşk benim yaşadığım aşka çok benziyor. Ceylanı Çok<br />
seviyorum” gibi yorumlar geliyor.
Suskunlar dizisinde Takoz İrfan ile kazındı hafızamıza.<br />
Sonra Tepenin Ardı filminde çiftliğin kahyası ile gönlümüzü<br />
kazandı. Her oynadığı rolde şaheserler yaratıyor. İşte<br />
Mehmet Özgür’ün o beklenmedik dünyası…<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Bu ülkenin öyle değerleri var ki nasıl ortaya<br />
çıkmıyorlar veya niye böyle geç keşfediliyorlar<br />
bilinmez. Mehmet Özgür benim için bu isimlerin<br />
başında geliyor. Onu ilk kez Tepenin<br />
Ardı’nda gördüm, sonra Bana Bir Soygun Yaz<br />
filminde hacı mafya reisi tiplemesiyle kahkahalarla<br />
güldüm. Bu kadar farklı iki karakteri<br />
başarıyla canlandırması beni şaşırttı. Bu adam<br />
nereden çıktı dedim, iyi ki de çıkmış. Ben fazla<br />
televizyon dizisi seyretmem, hadi açık söyleyeyim<br />
hiç seyretmem. Oyuncular ve yönetmenler<br />
ne kadar sinemada var olurlarsa benim<br />
için o kadar varlardır. Ama baktım Mehmet<br />
Özgür insanlar tarafından Takoz İrfan olarak<br />
tanınıyor. Yani televizyonda da çok başarılı.<br />
Konuştuk tabii ve gördük ki trajik anıları olan,<br />
değerli bir hayat hikayesi var. Herşey tecrübe<br />
ve kişilik. Bir oyuncu için doğru bir önerme<br />
Mehmet Özgür’ün hikayesi. Buyrun siz de ortak<br />
olun bu hikayeye.<br />
Antalyalısınız, Antalya’da yaşıyorsunuz.<br />
İstanbul dışında oturmak oyunculuk açısından<br />
risk taşıyor mu? Bunun negatif bir etkisini<br />
yaşadınız mı?<br />
Aslında negatif değil, pozitif etkisini yaşıyorum<br />
bana göre. Bilmiyorum başka arkadaşlarım<br />
farklı düşünüyorlar tabii, başka bir yerde<br />
oturunca sektöre uzak kalmış gibi hissediyorlar,<br />
gözden uzak olan gönülden de ırak<br />
olurmuş derler ya... Ama ben şöyle bakıyorum;<br />
Antalya benim dolduğum, beslendiğim bir<br />
yer. İstanbul’da tanımadığınız insanlarla olan<br />
ilişkileriniz biraz daha soğuk. Hiç tanımadığınız<br />
birine merhaba etme şansınız yok burada, ya<br />
da oturup biriyle sohbet etme şansınız çok az<br />
çünkü öyle bir şey gelişmiş, İstanbul’da art niyet<br />
beklentisi içindesiniz, siz de karşıdaki insanda<br />
hiç tanımıyorsanız. Ama Anadolu’da böyle değil,<br />
özellikle Antalya’da hiç değil. Dolayısıyla ben<br />
Antalya’da hiç tanımadığım bir adama merhaba<br />
edip oturup onunla dakikalarca sohbet edebiliyorum,<br />
havadan sudan bile olsa yapabiliyorum<br />
bunu çünkü öyle bir art niyet beklentisi yok.<br />
Mesela esnaf kapısını açar, bırakır gider; yandaki<br />
adama “Ben geliyorum. Bir bak on beş dakika”<br />
der ve gider. Oyunculukla ilgili gelişimimde bu tür<br />
ilişkilerin çok önemli olduğunu düşünüyorum ve<br />
konuştuğum, irtibat kurduğum herkesten bir şey<br />
kaptığımı hissediyorum. Benim cebimde biriktirdiklerim<br />
onlar ve Antalya bu anlamda bana çok<br />
yardımcı oluyor. Çok sıcak bir kent her anlamda;<br />
hem hava hem de insani ilişkiler olarak. Ben negatif<br />
bir etkisini görmedim bugüne kadar ve bundan<br />
sonra da hep böyle yaşamaya devam edeceğim,<br />
bir ayağım Antalya’da olacak.<br />
İstanbul’da okudunuz…<br />
İstanbul’da okumadım.<br />
İstanbul Üniversitesi’nde tiyatro diye okudum<br />
internette...<br />
Yok değil. Onlar hep yanlış bilgiler. Benimle ilgili<br />
internette, soyadım dahil çok yanlış bilgiler<br />
geziyor. İstanbul Üniversitesi mezunu olduğum<br />
konuşuluyor, Bulgaristan’da bir okul bitirdiğim<br />
konuşuluyor. Sinematürk’te ve diğer sinema<br />
sitelerinde farklı soyisimlerim var. Onları bir türlü<br />
düzeltemedim. İki sene falan mücadele ettim bununla.<br />
Baktım ki olmuyor, bıraktım ipin ucunu.<br />
Peki o zaman sizden gerçekleri öğrenelim.<br />
Ben 1970 Antalya Korkuteli doğumluyum.<br />
Tiyatroya Antalya Büyükşehir Belediye<br />
Tiyatrosu’nda başladım. Onun öncesinde bir iki<br />
yıl Antalya Halk Evleri var ama ciddi bir tiyatro
serüvenim olmadı. Asıl başlangıcım Antalya<br />
Büyükşehir Belediye Tiyatrosu. Orada<br />
başladım, eğitimlerimi de orada aldım.<br />
Alaylıyım, herhangi bir konservatuar bitirmedim<br />
ama okumaya çok meraklı olduğum için<br />
dışarıdan şu anda üçüncü üniversitemi okuyorum.<br />
Ben daha önce ön lisansta iktisat ve<br />
halkla ilişkiler bitirdim, şimdi İşletme üçüncü<br />
sınıf öğrencisiyim. Bundan sonra felsefe ve<br />
hukuk...<br />
Çok ilginç peki niye iktisat, işletme okudunuz;<br />
ne bileyim niye sosyoloji, felsefe, psikoloji gibi<br />
dalları tercih etmediniz?<br />
Aynen. Ben aslında felsefeye çok hazır hissetmiyordum<br />
kendimi fakat işletme zekam, iktisat<br />
zekam hep vardı. Ailem ticaretle ilgilendiği için<br />
hep ticaretin içindeydim. Mesela muhasebe,<br />
iktisat, istatistiki dersler insanlara zor gelir<br />
ama bana hep kolay gelmiştir. Dolayısıyla<br />
kolay okuyabileceğim üniversitelerdi; felsefe<br />
ve sosyoloji çok istediğim ama kendimi hazır<br />
hissetmediğim, donanım elde edebileceğimi<br />
düşünmediğim bölümlerdi şimdi şimdi hayatla<br />
kavrulduktan sonra kendimi çok daha hazır<br />
hissediyorum. İşletmeden sonra felsefe ve<br />
sosyoloji sonra da hukuk okuyacağım.<br />
Karakter oyuncusu olarak çok başarılısınız<br />
ama ilk kamera karşısına geçişiniz 2005, ilk<br />
sinema filminiz de 2006’da.<br />
2006’da vizyon yaptı. “Sözün Bittiği Yer.”<br />
Niye bu kadar geç? O dönem karakter<br />
oyuncularına ihtiyacı vardı Türk Sineması’nın.<br />
Valla onu ben de hiç bilmiyorum. Birçok kişi<br />
“Sen neredeydin?” diyor. Çalıştığım her yönetmen<br />
“Sen bugüne kadar neredeydin?” diyor.<br />
Ben hep tiyatro yapıyordum, hep oyunculuk<br />
yapıyordum, başka iş yapmadım ve niye bu kadar<br />
geç kaldığını bilmiyorum. Belki de zamanı<br />
böyleydi, her şeyin bir zamanı olduğunu<br />
düşünüyorum. 2005’te Türk sinemasıyla<br />
tanıştığımda İsmail Güneş sayesinde ilk filmimde<br />
oynadım. Ben tiyatroda da bir gün şöhret<br />
olmak için değil bir gün oyunculuk adına çok<br />
iyi işler yapabilmek adına çalıştım. Bununla<br />
ilgili workshoplara, eğitimlere gittim. Dünyanın<br />
birçok yerinde, birçok hocayla çalıştım. Televizyonu<br />
düşünmüyordum. Sinemada ve tiyatroda<br />
çok iyi işlerde oynayayım dilerdim. Niye<br />
bu kadar geç kaldım çünkü ben hiç saldırmadım<br />
işin o tarafına. Bunlar biraz çevre işi, bir yerlerde<br />
birileriyle tanışmış olman lazım, bir menajerin<br />
olması lazım vesaire... Ben ilk menajerimle daha<br />
geçen sene çalışmaya başladım. “Sözün Bittiği<br />
Yer”den sonra. “Kollama”da oynamaya başladım.<br />
Dört sene öyle geçti zaten. Dört sene o kanalda<br />
oynadığın zaman zaten otomatikman sektörün<br />
dışında tutuluyorsun. İnsanlar seni o önyargıyla<br />
izliyorlar, gerçek kimliğini hiç merak etmiyorlar,<br />
oyunculuğuna sadece<br />
ekranda gördükleri<br />
kadarıyla bakıyorlar<br />
ve sen o zaman<br />
“Başka bir şey olsa da<br />
göstersem” derdine<br />
düşüyorsun. Ve şansa<br />
bekliyorsunuz. O şans<br />
da “Kollama”dan<br />
sonra “Tepenin Ardı”<br />
ve “Suskunlar” ile<br />
geldi. Gelmeseydi belki<br />
hala 5-10 sene daha<br />
bir yerlerde oturuyor<br />
olacaktım ya da ufak<br />
tefek işlerde oynuyor<br />
olacaktım.<br />
Türk sinemasında<br />
bir kategorize etme<br />
durumu vardır.<br />
Çalışmalarınızda bunun<br />
sıkıntısını hiç<br />
yaşadınız mı?<br />
Buna izin vermiyorum. “Suskunlar”dan sonra<br />
birçok teklifle karşılaştım mafya oynamak için<br />
ama kabul etmedim. Her şeyin karşılığının para<br />
olmadığını düşünüyorum. Evet belki o dönem o<br />
işlerden çok iyi para kazanabilirdim ama o zaman<br />
işte o kategorizasyonun içine girmiş olurdum.<br />
Eski karakter oyuncularının “Ben böyle bir şeyi de<br />
oynayabilirdim” dediklerini hep duyuyorum. Ben<br />
bunu istemedim ve bunun için de mücadele ettim.<br />
Hatta en son “Bana Bir Soygun Yaz”da yine mafya<br />
rolü gelmişti, “Tamam ben mafyayı oynayacağım<br />
ama başka türlü oynayacağım ve ben yazacağım<br />
ona göre oynayacağım” dedim. O bir şanstı<br />
mesela kabul ettiler ve başka bir şey oynadım<br />
orada. Bundan sonra da böyle olacak, yani hep bir
kalıbın içerisinde kalmak istemiyorum. İstanbul’a<br />
ilk geldiğim yıllarda çok düşünme, kendi kuramım<br />
üstünde çalışma fırsatım oldu. “İstanbul’da bir şey<br />
yapmalıyım ki onlardan bir farkım olsun” dedim ve<br />
kendi kuramımı böyle geliştirdim. Tek rolün adamı<br />
olmak hiçbir zaman istemedim, tiyatroda da bana<br />
senelerce deli oynattılar. Öyle bir kadersizliğim<br />
var. 5-6 oyunda deli oynadım. Bir gün isyan ettim,<br />
Komşu Köyün Delisi’ni oynayacağız orada isyan<br />
ettim “Yeter ben oynamayacağım artık deliyi” dedim<br />
bayağı sert kavga ettik, yönetimle de yönetmenle<br />
de… Sinemada da öyle dizide de öyle artık. Bana<br />
biçilen rolden çok, hangi rolde benim faydam<br />
olabilir projede ona bakıyorum. Ve buna izin veren<br />
yönetmenlerle ve yapımcılarla çalışmayı tercih<br />
ediyorum. “Biz seni bunun için düşündük bunu<br />
oynayacaksan oyna oynamayacaksan oynama”<br />
diyenle çalışmam çünkü beni paraya ihtiyacım yok.<br />
Çok parayı seven bir adam değilim. Hayatımı da<br />
ona göre kurdum. Çok azla yetinebilen bir adamım<br />
öyle büyüdüm. Senaryoyu okuyorum hangi rolde<br />
benim faydam olabilir bu senaryoya küçük ya<br />
büyük, arkadan geçen bir adam da olabilir; onu<br />
teklif ediyorum.<br />
İki tür oyuncu var, biri oyunculuğunu<br />
yapar dediğiniz olaylarla fazla ilgilenmez,<br />
oyunculuğunun üstüne gider yoluna devam<br />
eder; ama biri vardır sizin düşündüklerinizi<br />
düşünür. Bu oyuncuların da eninde sonunda<br />
yolu senaristliğe, belki de yönetmenliğe çıkar.<br />
Sizin şu an kamera arkasıyla ilişkiniz nedir?<br />
Ben haddimi biliyorum; tiyatroda da ilk<br />
oyunumu 10 yıl sonra yönettim, bir çocuk<br />
oyunuydu ve onu da ürkerek yönettim.<br />
Çünkü oyunculuk başka bir şey, yönetmenlik<br />
başka bir şey. Bunu sinemada ve dizide<br />
düşündüğüm zaman çok daha başka bir<br />
şey, o anlamda haddimi biliyorum. Kamera<br />
arkasıyla ilgili planlarım var, kendi hikayelerim<br />
var kendi yazdığım denediğim şeyler var ama<br />
senaristlik olabilir mi, yönetmenlik olabilir mi?<br />
Yıllar sonra olabilir ama şu anda değil, bunun<br />
için görünürde bir 15 yıl var en az. Çünkü ben<br />
o kameranın arkasına geçtiğim zaman başta<br />
ustalara, sonra kendime, kameranın önündeki<br />
oyuncu arkadaşlarıma saygısızlık etmiş olurum.<br />
O kadar basit görmüyorum, o bir başka<br />
bir dünya. Biraz önce dedin ya iki ayrı oyuncu<br />
var diye; ben oyunculuğu dert edinenlerdenim,<br />
meslek olarak görmüyorum, acaba bu<br />
kuyunun dibi nereye çıkıyor onun derdindeyim,<br />
sürekli eşeliyorum, sürekli iniyorum sonu<br />
yok. Kendimle ilgili bir dert olduğu kadar benden<br />
sonrakilere de bırakabileceğim bir dert.<br />
Evet birçok kuram var, kuramlara yönelebilir<br />
oyuncular; ama bir şeyi atlamamaları<br />
gerekiyor bence kuram aynı parmak izimiz<br />
gibi her insanda farklı olan duygulardan<br />
çıkan, onun tekniğe dönüştürülmüş hali.<br />
Hepimizin duyguları farklı olduğuna göre<br />
hepimizin kuramı da farklı olmalı, ana kuramlardan<br />
etkilenebiliriz ama asıl kuramı kendi<br />
duygularımıza göre kurmalıyız.<br />
Bu söylediklerinizden de anlaşılıyor ki kendini<br />
tanıyarak, olgunlaşarak bir yol tutturan<br />
oyuncusunuz. Özellikle bu tür oyuncular için<br />
çocuk ve ailenin bambaşka katkıları vardır,<br />
çocuğunuz olduğunu biliyorum. Nasıl etkiledi<br />
sizi?<br />
Benim çocuk mevzum çok karışık. Beni<br />
hayatta asıl pişiren nokta çocuk konusudur.<br />
Bunu birkaç yerde, haberlerde, internette
gezmişseniz belki görmüşsünüzdür.<br />
Ben 2005 yılında bir oğlumu kaybettim,<br />
vefat etti ona gelinceye<br />
kadar da altı tane düşük vardı o<br />
yedinciydi. Bu oğlum eşimin sekizinci<br />
gebeliği ve eşim bu oğlumu<br />
yaklaşık sekiz ay Hacettepe<br />
Üniversitesi’nin bir odasında tabiri<br />
caizse karantina altında yatarak<br />
dünyaya getirdi. Dolayısıyla biz<br />
96’da evlendik 96’dan 2008’e kadar<br />
yaklaşık 12 yıl çocukla ilgili mücadele<br />
verdik. Hatta “Sözün Bittiği<br />
Yer”in şöyle ilginç bir tarafı vardır,<br />
senaryosu bana geldiğinde ben<br />
oğlumu kaybedeli bir ay olmuştu ve<br />
ben senaryoyu okudum filmi biliyorsunuz,<br />
o film benim hayat hikayem<br />
ama İsmail Güneş bunu bilmeden<br />
yazmış. Ben okuyunca şok oldum<br />
çünkü her şeyiyle aynıydı, bindiği<br />
arabaya kadar aynıydı. Oğlu hastanedeyken<br />
verdiği mücadeleye<br />
kadar aynıydı. İsmail Abi’yi aradım<br />
dedim ki “Ben bu filmde tabii ki<br />
olmak isterim sen hangi rolü uygun<br />
görürsen.” Çok küçük bir<br />
roldü orada bana biçtiği, arkadan<br />
yürüyen bir adamdım. Söylemedim<br />
hiç ona, “Bu benim hayat hikayem”<br />
demedim. Ondan sonra bir daha<br />
görüştük rol biraz daha büyüdü, bir<br />
daha görüştük biraz daha büyüdü.<br />
Son görüşmemizde bana “Başrolü<br />
oynar mısın” dedi hayatımda film<br />
yapmamışım ben. Oynarsın dedi<br />
daha önce bir şov programım<br />
vardı oradan beni izliyordu sürekli.<br />
Sonra ben de “Bana destek olursan<br />
gayret ederim” dedim ama<br />
yine söylemedim bunun benim<br />
hayat hikayem olduğunu. Çünkü<br />
oradaki duygular benim yaşadığım<br />
şeylerdi, benim bildiğim duygular<br />
yeniden bir çalışma yapmama gerek<br />
yok. Sonra başladık filme. Çektik,<br />
bitirdik, vizyona girdi. Ben yine bir<br />
şey söylemedim. Sonra Kıbrıs’ta<br />
bir galaya gittik. Galada bir çay<br />
bahçesinde oturdum İsmail Abi’yle<br />
başbaşa. Anlattım her şeyi söyledim<br />
şok oldu, ağladı. “Niye bunu bana<br />
söylemedin?” dedi. “Söyleseydin<br />
ne ben bunu oynayabilirdim ne sen<br />
bu filmi çekebilirdin. O yüzden hiç<br />
sana bahsetmedim” dedim. Oradan<br />
şuna geleceğim işte çocuk hikayesi<br />
beni hayatta biraz fazla pişirdi.<br />
Benim tarzımdaki oyuncular için<br />
ailenin ve çocuğun çok önemli, çok<br />
besleyici olduğunu düşünüyorum.<br />
Sahne kadar besleyici bana göre<br />
çünkü ben oğlumdan da ve oğluma<br />
gelene kadar olan süreçten oyunculuk<br />
adına ve insanlık adına çok<br />
şey öğrendim. Dolayısıyla birçok<br />
oyuncunun aslında yabancı olduğu<br />
ve oynamakta zorlanacağı duyguları<br />
ben zaten biliyorum şu an. Ben<br />
mesela ağlarken asla katkı maddesi<br />
kullanmam; çünkü çok anım<br />
var benim ağlayabilmeme destek<br />
olacak. Mesela “Sözün Bittiği Yer”in<br />
final sahnesini jimmy jib operatörü<br />
yüzünden 18 tekrarla çektim. 18<br />
tekrarın 18’inde de ağladım çünkü<br />
malzemem çok. O süreç benim için<br />
çok eğitici bir süreç oldu. Konservatif<br />
eğitimden belki üç kat daha etkili<br />
benim için bu süreç.<br />
Komedide seyrettik, dramda<br />
seyrettik sizi, anladığım kadarıyla<br />
bundan sonra da farklı türlerde<br />
seyredeceğiz.<br />
Ama uzmanlığım komedi onu da<br />
araya sokayım<br />
Peki niye komedi?<br />
Yıllardır komedi oynadım, komedide<br />
çok iyiyim. Kendimi övmek<br />
gibi algılamayın ama komedinin<br />
her yerini biliyorum, bir adamı<br />
sahnede nasıl güldüreceğimi çok<br />
iyi bilirim. Dört sene talk show<br />
programı yaptım, espri timing’ini<br />
çok iyi bilirim. Kapalı gişe oynardım<br />
Antalya’da. Çok insan vardır yere
düşürdüğüm gülmekten ama kamera<br />
karşısında denk gelmiyor,<br />
kimse oynatmıyor beni. Komedide<br />
beynimdekileri daha iyi aktarıyorum.<br />
“Suskunlar”da keşfettim, psikopat<br />
bir adamla çok şey anlatabileceğimi<br />
hiç düşünmemiştim. “Takoz İrfan”<br />
ile çok şey keşfettim oyunculuk<br />
adına. Her oyunda bir şey denerim<br />
ama seyirci bunu hissetmez, partnerim<br />
de hissetmez. “Bak bu timing<br />
burada olmadı, bu bir tık önceydi,<br />
bir tık sonraydı” gibi bir sürü denemem<br />
olur. Akşam eve gelince not<br />
alırım.<br />
Son dönemlerde proje<br />
yoğunluğunuz vardı. Şu an<br />
karşımızda ne var? Televizyon<br />
dizisi, sinema olarak yeni bir proje<br />
var mı?<br />
Var, Tims’in işi yine, Çalıkuşu’nda<br />
bu sefer iyi adamı oynayacağım,<br />
yıllar sonra. Üç bölüm okudum,<br />
üç bölüm içerisinde deli tarafı var<br />
adamın, hafif parladığı tarafları var<br />
ama hakikaten iyi bir insan. Böyle<br />
adamlar kaldı mı diyebileceğimiz<br />
adamlardan biri. Özlemiştim de<br />
öyle bir adam oynamayı. Çok enteresan<br />
da bir Çalıkuşu olacağa<br />
benziyor. Çok klasik bir Çalıkuşu<br />
gibi durmuyor. Bir tane dizi var o<br />
başlayacak, onun dışında sinemayla<br />
ilgili çekilmesi planlanan<br />
“Çekmeköy Underground” diye<br />
bir arthaus bir iş var. Çok sevdim<br />
onun da senaryosunu. O işlerden<br />
pek para kazanamıyoruz ama sinemaya<br />
canım feda, parası hiç önemli<br />
değil. Öyle senaryolar az geliyor<br />
çünkü oyuncuya. Emin’in (Alper)<br />
bir işi var yine. Okudum, döndüm<br />
başa bir daha okudum keyiften, çok<br />
güzel bir senaryo. Bir de “Bana Bir<br />
Soygun Yaz”daki Hacamat karakteri<br />
var biliyorsun. Hacamat’a seri<br />
düşünüyoruz aynı yapımcıyla ama<br />
başka bir ekiple yapacağız. Şu anda<br />
hikayesi falan yazılıyor. Bir dizi<br />
var ama o dizinin supervisor’lığını<br />
yapacağım gibi duruyor, bir komedi<br />
işi sitcom. Hayata geçirebilirsek<br />
çok güzel bir senaryo o da. Bugüne<br />
kadar Türkiye’de yazılmış en iyi<br />
sitcom. Hem cast’ıyla ilgileneceğim<br />
hem de oyunculuk anlamında bir<br />
supervisorluk yapacağım.<br />
Sinema dünyasına katıldınız,<br />
sinemanın bir entelektüel sınıfı var,<br />
yönetmenler, senaristler, oyuncular,<br />
sinema yazarları, bunların hepsini<br />
içine katıyorum. Bu entelektüel<br />
sınıfın sizi en fazla rahatsız eden<br />
yönü neydi?<br />
Rahatsız eden demeyeyim de sinemaya<br />
karşı bir kayıp diyebileceğim<br />
bir şey var. Kendi etraflarında<br />
ördükleri dairenin dışına<br />
çıkmıyorlar. Anadolu’da o kadar<br />
iyi oyuncular var ki. Ben oyunculuk<br />
tarafından bakıyorum. Bütün<br />
dünyalarını burada kurmuşlar.<br />
Hani diyorsun ya “Bunca zaman<br />
neredeydin?” Oradaki adamları<br />
da bulup getirmenin peşindeyim.<br />
Bu entelektüel çevre bir çember<br />
örmüş, o çemberin dışına bir türlü<br />
çıkmıyorlar. İçeri girecek olana da<br />
“Bir dur bakalım. Kimsin, nesin”<br />
diyorlar. Halbuki daha kucaklayıcı<br />
olsa sinema fayda görecek bundan.<br />
Evet kafalarını çok seviyorum<br />
ama mesela sen de gittin bir<br />
sürü festivale, bir sürü festivalde<br />
de beraberdik, bir avuç insan bir<br />
şeyler yapmaya çalışıyor. Bunu<br />
büyütmenin hiç kimseye zararı yok.<br />
Yeni oyuncular bulalım, ben isterim<br />
ki mesela bir yönetmenin, Nuri<br />
Abi’nin boşluklarında Anadolu’da<br />
gidip tiyatro izlemesini isterim.<br />
Fatih Terim, nasıl Fatih Terim oldu;<br />
bütün Anadolu’yu gezdi çok iyi<br />
futbolcular buldu. Aldı getirdi ve o<br />
adamlar Fatih Terim’i Fatih Terim<br />
yaptı.
Show TV, yeni sezona yeni projelerle hazırlanan<br />
kanallardan biri… Yakın zamanda el değiştirerek<br />
Ciner Grubu bünyesine katılan kanalın yeni sezon<br />
programları ile ilgili detaylar duyuldukça bir öngörü<br />
yazısı yazmak için erken olmadığı kanaatine vardım.<br />
n Show TV, yeni sezona yeni projelerle<br />
hazırlanan kanallardan biri… Yakın zamanda<br />
el değiştirerek Ciner Grubu bünyesine katılan<br />
kanalın yeni sezon programları ile ilgili detaylar<br />
duyuldukça bir öngörü yazısı yazmak için<br />
erken olmadığı kanaatine vardım.<br />
“Show TV ekranların Posta Gazetesi’dir”<br />
argümanını aylar önce twitter’da okumuş ve<br />
aklımın bir köşesine yazmıştım… Yeni sezon<br />
işleri açıklandıkça bu önerme zihnimde<br />
yeniden doğrulandı.<br />
Reklam kuşak açılış ve kapanışlarında izleyicilerin<br />
çocuklarının fotoğraflarının yayınlandığı<br />
kanal aklımda adeta “Posta Gazetesi”nin televizyon<br />
versiyonu olarak nitelendi. Yaz boyunca<br />
ana haber bültenlerinde yerel düğünleri, tüp<br />
bebek haberlerini, zeki Karadeniz insanlarını<br />
sıkça görmeye başladığımız kanal, kış<br />
aylarında da bu benzerliğin süreceğini adeta<br />
taahhüt ediyor. Yeni sezonda da çok yenilikçi<br />
bir vizyon vadedilmediğini ilan etmeliyim.<br />
Benzerliğin en önemli kriteri hedef kitle…<br />
Kanalın yeni sezon projeleri sıralandığında<br />
AB’den ziyade total kitlenin hedeflendiğini tahmin<br />
edebiliyorum. Show tv’nin Eylül’de ekrana<br />
gelecek dizileri Bebek İşi, Benim için Üzülme,<br />
Pis Yedili, Sevdaluk ve adı henüz netleşmeyen<br />
“Hülya Avşar’lı dizi”. Kanalın dizilerden yana<br />
bu yıl yüzünü güldürecek işlerinin Pis Yedili<br />
ve Benim için üzülme olacağından eminim.<br />
Bebek İşi ve Sevdaluk gibi AB kitlesine biraz<br />
olsun yatkın işlerin bunca kanal ve Show’un<br />
total izleyici odaklı kuşakları arasında izleyici<br />
çekebileceğinden şüpheliyim.<br />
Alişan ve Çağla Şikel’li sabah kuşağının<br />
ardından TRT’de yaptığı programla eğlencenin<br />
yanı sıra bilgilendirici bir program da yapan Ergen,<br />
yayın akışında Show tv’nin Esra Ceyhan’ı<br />
olarak kendine yer bulacak. Evet duyar gibiyim,<br />
iç sesiniz tekrarlıyor değil mi “İşte bunlar hep<br />
total”.<br />
Kelime Oyunu, Bulmaca Ekidir<br />
Bir diğer benzerlik… Kanalda haber öncesi<br />
ise Ali İhsan Varol’lu Kelime Oyunu ekranda<br />
olacak. Bu program da Posta Gazetesi’nin<br />
bulmaca ekine denk geliyor ve belli bir izleyici<br />
kesimi için kanalı listede tutma sebebi olacaktır<br />
belirteyim.<br />
Gülmeli şiirler nerede diyenlere: Cumartesi<br />
akşamları 2013 yılında hala nasıl ekranda<br />
kendine yer bulabildiğine inanamadığım mizah<br />
anlayışının iki temsilcisi Tayfun Güneyer ve<br />
Şafak Sezer’in yeni projesi yayınlanacak.<br />
Komedi şovu formatındaki bu program “Kumar’s<br />
at no 42”nin Türkiye versiyonu olacak.<br />
Pazar akşamları ise İzzet Yıldızhan ile Bülent<br />
Ersoy’dan müzik ziyafeti(?) çekecek izleyici.<br />
Ahmet Çakar’lı “Var mısın yok musun”un, biraz
önce saydığım iki işle beraber kanalın okurken<br />
güldüren şiir köşesi kıvamında esprilere denk<br />
olacağından eminim. Bana hatırlattığı cinsiyetçi<br />
yorumlarla önyargı duyduran Çakar’ın bol<br />
gaflı sezon vadettiğinden şüphem yok. Alkışlarla<br />
yaşıyorum hep bu programlarla dolacak demedi<br />
demeyin…<br />
Yaz aylarında gündüz kuşağı Türk Malı, Pis<br />
Yedili ve Cennet Mahallesi üçgeninde geçen<br />
Show’un Posta kitlesinden uzak istisnaları ise<br />
şunlar: Show’da gün Simge Fıstıkoğlu’nun<br />
sabah programıyla başlayacak. Cuma gecelerinin<br />
konuğu Saba Tümer olacak. İki program da<br />
sunucuları ve gelen ilk ipuçları ile buram buram<br />
AB işi olacaklarının sinyallerini veriyor.<br />
Posta Gazetesi’nin Türkiye’nin en çok satan<br />
gazetelerinden olduğu gerçeği ortada... Show<br />
tv’nin de bu sezon genele hitap eden işler<br />
ekrana getireceği belli ancak bunun her<br />
izleyici kitlesi için başarı ispatı olacağını<br />
düşünmediğimi şimdiden söyleyeyim aynen<br />
Posta’nın haber anlayışı magazinden ibaret<br />
olmayan kimselere “haber” vermediğini<br />
düşündüğüm gibi… Her ne kadar Show<br />
TV’nin 90’lı yıllardaki hafif müstehcen,<br />
kırmızı noktalı programlarına benzer projeler<br />
kanalın şimdiki yayın çizgisinin çok<br />
uzağında olsa da (Bu sezon kanalda bir Haydar<br />
Dümen benzerliği mevcut değil)<br />
Özetle, Show tv’nin yeni programları bana<br />
günümüzden birkaç yıl geriden gelen,<br />
reyting olsun da vizyonerlik eksik kalsın<br />
temelinde bir televizyonculuk anlayışını<br />
hatırlatıyor.
EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />
n 2010 senesinde gösterime giren çizgi roman<br />
uyarlaması Kick-Ass (Bizdeki adıyla<br />
Göster Gününü) çizgi roman severleri tatmin<br />
etmenin yanı sıra sinemaseverlerin de<br />
gönlünü çalmayı başarmıştı. O zamana kadar<br />
yalnızca Layer Cake (2004) ve Stardust<br />
(2007)’a imza atmış olan yönetmen Matthew<br />
Vaughn çizgi roman ruhunu beyazperdeye<br />
oldukça başarılı bir şekilde taşımıştı. Filmin<br />
oyuncuları genç, yükselen yıldızlardan<br />
oluşuyordu. Bununla beraber film insanları<br />
yakalamayı başaran öyküsüyle tam not<br />
almıştı. Artık kolları sıvayıp ikinci film için<br />
harekete geçmek bir zorunluluk halini almıştı.<br />
Kick-Ass 2 (Göster Gününü 2)’nin kamera<br />
arkasına bu sefer Cry_Wolf (2005) ve Never<br />
Back Down (2008) gibi nispeten daha az<br />
bilinen filmlerle tanınan Jeff Wadlow geçmiş.<br />
<strong>Cinedergi</strong>’nin Nisan sayısında Kick-Ass 2’nin<br />
ön incelemesini yaparken Jeff Wadlow’un<br />
bayrağı yetenekli bir yönetmenden aldığını<br />
ve bu nedenle sırtına iki kat yükün bindiğini<br />
söylemiştim. Nispeten de öyle olmuş. Filmdeki<br />
yönetmen değişikliği her ne kadar kendini<br />
belli etse de Wadlow’un başarısı görmezden<br />
gelinecek gibi değil. Oyuncu kadrosunda<br />
ise Kick-Ass rolünde yine yetenekli oyuncu<br />
Aaron Taylor-Johnson’ı izliyoruz. Hit-Girl<br />
rolünde yine son dönemin yükselen yıldızı<br />
Chloë Grace Moretz’i izliyoruz. Red Mist<br />
yeni adıyla Mother Fu**er rolünde Christopher<br />
Mintz-Plasse de filme yeniden dönüyor.<br />
Bu kemik kadronun yanına bir de taze kan<br />
ekleniyor ve başarılı komedyen Jim Carrey’i<br />
de Colonel Stars and Stripes rolünde izliyoruz.<br />
Yeni katılan diğer oyuncuları da göz<br />
önüne aldığımızda başarılı seçimler yapıldığı<br />
bir gerçek.<br />
Hikayemiz ilk filmin kaldığı yerden devam<br />
ediyor. Mindy Macready nam-ı diğer Hit-Girl<br />
okuluna adapte olmaya çalışmakta, Dave<br />
Lizewski diğer adıyla Kick-Ass ise içinde<br />
yanan süper kahraman ateşini söndürmeye<br />
çalışarak sıradan sıkıcı hayatına devam etmektedir.<br />
Tabii ki bu fazla uzun sürmeyecektir. İlk filmde<br />
babası öldürülen ve bundan Kick-Ass’i sorumlu<br />
tutan Christopher Mintz-Plasse’in canlandırdığı<br />
Chris D’Amico yani Red Mist, ortaya yeni adıyla<br />
tekrar çıkacak ve normal hayata adapte olamayan<br />
kahramanlarımız maskelerini yeniden takmak<br />
zorunda kalacaklardır. Üstelik bu sefer ekibe yeni<br />
kahramanların da katılmasıyla konu daha da ilginç<br />
bir hal alacaktır. Filme gelen en taze kan kuşkusuz<br />
Jim Carrey. Carrey’in canlandırdığı Colonel Stars<br />
and Stripes Kick-Ass’den etkilenerek kurduğu<br />
çete ile filme yepyeni bir soluk getirmiş. Kick-<br />
Ass ve Colonel Stars and Stripes büyük bir ittifak<br />
kuracak, eski adıyla Red Mist yeni adıyla Mother<br />
Fu**er’ın kurduğu çeteye karşı amansız bir mücadeleye<br />
girişeceklerdir. Her ne kadar başlarda<br />
sırf babasına verdiği sözü tutmak için sıradan<br />
bir yaşantı seçmiş olsa da Hit-Girl de sonunda<br />
benliğine yenik düşecek ve ekibe katılacaktır.<br />
Burada bir parantez açacak olursak, serinin ikinci<br />
filmi ilk filme oranla adapte olması biraz daha<br />
zor bir yapım. Her ne kadar çizgi romana sadık<br />
kalınmış olsa da bu sefer ilk filme oranla biraz<br />
daha kendini ciddiye alan bir film izlediğimiz<br />
aşikar. Özellikle dramatik yapıyı ve şiddeti kullanış<br />
biçimini göz önüne aldığımızda ilk filmden ayrılan<br />
keskin noktaları fark etmek mümkün. Örneğin<br />
Kick-Ass’in babasının öldürülmesi, Night Bitch<br />
karakterinin tecavüze uğraması (her ne kadar bu<br />
sahnede iş biraz olsun dalgaya alınmış olsa da)<br />
ilk filme oranla daha sert noktalar denebilir. Bu<br />
noktalar ile film, ilk filme göre dramatik açıdan<br />
daha ciddi bir zemine oturtulmuş. İlk filmde Red<br />
Mist’in babasının mizahi bir anlatımla öldüğünü<br />
hatırlarsak, Kick-Ass’in babasının sert öldürülme<br />
biçimini ortaya koyduğumuzda açık bir şekilde<br />
farkı hissetmek mümkün. İlk filmdeki mizahi hava<br />
bu sefer biraz daha ciddi bir atmosferde kendini<br />
hissettiriyor. Chloe Grace Moretz’in büyümüş<br />
olması, artık o sevimli küçük kız edasının<br />
kaybolmuş olması da Hit-Girl’ü bu bağlamda<br />
değerlendirmemize bir neden teşkil edebilir.
Göze batan bu noktaları saymakla beraber bunların büyük negatif etkiler<br />
olduğunu ve filmi çok aşağıya çektiğini söylemek güç. En azından<br />
ilk filmi beğenerek seyretmiş olanlar için. Bu noktalar her ne kadar<br />
göze batsa da orijinal çizgi romanla paralel giden noktalar. İlk filmdeki<br />
mizahi havadan biraz uzaklaşılmış olsa da tamamen uygun bir uyarlama<br />
olması için çabalanmış.<br />
İkinci filmde daha geniş ve eğlenceli bir oyuncu kadrosuyla, daha<br />
yoğun bir hikayede kendimizi buluyoruz. Mother Fu**er’ın ekibine<br />
katılan ve bizzat Mother Fu**er tarafından isimlendirilen kötü<br />
kahramanları keyifle izliyoruz. ‘Black Death’ olsun ‘Mother Russia’<br />
olsun kötü takımda öne çıkan isimler. Özellikle filmin sonlarına doğru<br />
Mother Russia ve Hit-Girl kapışması oldukça başarılı ve bir o kadar<br />
eğlenceli. Kısa bir sahnede olsa Mother Fu**er’ın amcası rolünde<br />
Game Of Thrones’dan aşina olduğumuz Iain Glen’i görmek yüzümüzde<br />
hafiften bir gülümsemeye neden oluyor. Şayet bir üçleme olur ise Iain<br />
Glen’in yeni kötü adamımız olacağı sinyalleri de şimdiden verilmiş gibi.<br />
Jim Carrey’in filmden biraz erken ayrıldığını düşünsem de<br />
performansıyla filme kattığı renk çok başka. Gönül isterdi ki son sahnedeki<br />
iyiler takımı-kötüler takımı kavgasında onu da görebilelim. Filmden<br />
sonra Carrey’in yaptığı ‘filmdeki şiddeti desteklemiyorum’ tarzı<br />
açıklamaları ise beraberinde tartışmalar getirmişti. Filmin oyuncuları<br />
Carrey’in düşüncesine saygı duyduklarını ama bu tepkisine anlam<br />
veremediklerini söylemişlerdi.<br />
Toparlamak gerekirse Kick-Ass 2, ilk filmi keyifle izlemiş olanlar için<br />
kaçırılmayacak bir seyirlik.<br />
Yönetmen Jeff Wadlow’un çekimler<br />
sırasında nete düşen<br />
fotoğraflarından da anladığımız<br />
kadarıyla varını yoğunu ortaya<br />
koyduğu ortada. Ve kabul edelim<br />
ki Wadlow alnının akıyla bu işin<br />
altından kalkmış. Film, seyircileri<br />
toplamda 103 dakikalık aksiyon<br />
dolu eğlenceli bir maceraya<br />
çıkarıyor. Jenerikten hemen sonra<br />
gelen sahneden anladığımız<br />
kadarıyla üçüncü film haberlerini<br />
yakın zamanda almamız olası.<br />
Lakin çizgi-romandaki karakterlerin<br />
küçük olduklarını göz<br />
önüne alırsak yaşları ilerleyen ve<br />
deyim yerindeyse boyu posu alıp<br />
başını giden kemik kadro Chloe<br />
Grace Moretz’in, Aaron Taylor-<br />
Johnson’ın, Christopher Mintz-<br />
Plasse’in devam filmine uygun<br />
düşmeleri için yapımcı firmanın<br />
biraz acele etmesi gerek.
n 3Adanalılar, Antalyalılar, Malatyalılar<br />
çok şanslı! Onlar ülkenin geri kalanının<br />
asla göremeyeceği filmler izleyecekler<br />
bu yıl…<br />
Altın Koza ve Altın Portakal’da 25 kadar,<br />
belki de daha fazla, bağımsız film ulusal<br />
yarışmada yarışacak. Seçkisi daha çok<br />
Adana’da yarışan filmlerden oluşmakla<br />
birlikte Malatya Film Festivali de bu ikisinin<br />
rövanşı niteliğinde olacak. Malatya<br />
bir festival olarak rüştünü çoktan ispat<br />
etti ama verilen akçeli ödüllerin cılızlığı<br />
sebebiyle ilk defa orada izleyeceğimiz<br />
bir film yok. Bunu başarabilirlerse<br />
sinemacıların ilgisi o yöne de kayabilir.<br />
Şimdi, gelelim işin acı tarafına… Bu<br />
saydığım festivallerde ve başka birkaç<br />
festivalde daha gösterilecek olan<br />
bağımsız yerli sinema örneklerinin en<br />
az yarısı vizyon takvimine giremeyecek,<br />
girenler ise sınırlı sayıda kopya ile<br />
ücra salonlarda gösterilecek çünkü<br />
sinemanın yapma<br />
kısmı sanat, gösterme<br />
kısmı ise<br />
ticaretten ibaret<br />
ve oradaki anlayış<br />
farklılığı giderek yükseliyor.<br />
Festivallerde<br />
gösterilen filmlere<br />
artık TV kanalları<br />
da talip olmuyor. Ev<br />
Sineması hepten<br />
sıkıntılı… Kimse bu<br />
filmleri DVD’ye basmak<br />
istemiyor çünkü<br />
tüm o alkışlar yalancı<br />
bir takdirden ibaret.<br />
Bol ödüllü filmlerimizi ucuzluk sepetlerinde<br />
her daim görebilirsiniz.<br />
En dürüst haliyle durum şu; Festivallerin<br />
kendine ait illüzyonu dağılınca kimse<br />
bu filmleri görmek istemiyor çünkü
‘Festival Filmi’ olarak etiketlendirilen bağımsız<br />
sinema örneklerinin sıradan seyirciyle arası<br />
çok açık.<br />
Sinemacı ve seyirci arasındaki<br />
küslüğün nasıl giderileceğiyle<br />
ilgili farklı reçeteler yazılabilir.<br />
Açıkçası bu konuya kafa<br />
yoran çok kimse yok. Sinema<br />
yazarlarının geneli hala<br />
ülke sinemasının geçmişini<br />
geleceğini tartışmaktan<br />
ısrarla çekiniyor çünkü bu<br />
tartışmalar yıllardır festivaller<br />
yoluyla yapılan kayırmaları<br />
da ortaya çıkaracak. Ya da<br />
umursamıyorlar… Zahit Atam,<br />
Hüseyin Kuzu gibi isimleri<br />
okumak bu konuda zihin açıcı<br />
olacaktır, lütfen not alın.<br />
Hal böyle olunca, sinemacılar<br />
seyircinin olmadığı yerde Kültür Bakanlığı<br />
fonlarına Abdurrahman Çelebi diyordu ama o<br />
dere de kurudu. Her gelene<br />
bir dilim yağlı ekmek verip<br />
gönderme zamanı bitti.<br />
Ünü ülke sınırlarının dışına<br />
taşmış bol ödüllü Nuri Bilge<br />
Ceylan ve eleştirmenlerce<br />
sevilirken seyircinin de<br />
ıskalamadığı filmlere imza<br />
atan Yüksel Aksu bu yıl<br />
dağıtılan desteğin büyük dilimini<br />
kaptı ama en azından<br />
festivaller nezdinde başarılı<br />
bir yönetmen olmasına<br />
rağmen Emin Alper’in ikinci<br />
filmi desteklenmedi.<br />
Bu anlayış yükselerek devam<br />
edecek. Kültür Bakanlığı bu yıl verdiği<br />
desteklerle ülkemizde düzenlenen festivalleri<br />
ciddiye almadığını göstermiş oldu. Ülkenin<br />
dört bir yanında ‘Film Festivali’ düzenleyenler<br />
bakanlık desteğinin her yıl azaldığından şikâyet<br />
ediyorlar. Bunlar arasında gerçekten sinema<br />
aşkıyla yola çıkanlar olduğu gibi, bakanlıktan<br />
nemalanmaya çalışanlar da var.<br />
Festival işinin de sonu acıklı<br />
olacağa benzer.<br />
Emin Alper’in destek olmadığı<br />
için filmini çekemeyeceğini<br />
açıklaması durumun nereye<br />
geldiğinin acıklı bir ispatı.<br />
Bağımsız sinemanın devlet<br />
eliyle fonlanması dönemi sona<br />
erdi. Sinemacılar artık yeni<br />
finans yöntemleri bulmak/<br />
icat etmek zorunda. Ayrıca bu<br />
açıklamayla “bağımsız sinema”<br />
tanımı geçerliliğini yitiriyor.<br />
Film yapmak için devlete ve bir<br />
şekilde onun siyasi anlayışına<br />
muhtaç olan bir sinemacı ne<br />
kadar bağımsız olabilir ki?<br />
Bazı sinemacılar ise ağlayıp sızlanmak yerine alternatif<br />
finans yöntemlerini keşfetmiş durumda.<br />
Henüz ülkemizde cılız faydalar sağlasa da Kickstarter<br />
ve Indiegogo gibi oluşumlar üzerinden<br />
bu filmler desteklenebiliyor. Sinemacılar da bu<br />
destekleri sağlayanlara ön gösterim davetiyesi,<br />
film temalı tişört gibi çeşitli hediyelerle teşekkür<br />
ediyor. Büyük Oyun filminin yönetmeni Atıl İnaç<br />
yeni filmi Daire için böyle bir yöntem izliyor ama<br />
ne yazık ki kuvvetli bir destekten söz etmek<br />
olanaksız… Bağımsız sinemanın yetimliği o<br />
alanda da devam ediyor diyebilirim.<br />
Tüm bu ahval ve şerait altında, film yapmak<br />
giderek zorlaşacak. Kim bilir, bu belki de iyi bir<br />
şey çünkü ben çok film izlemek istemiyorum, iyi<br />
film izlemek istiyorum.<br />
Festivaller bağımsız sinema için son savunma<br />
hattı gibi görünüyor ama seyirciyle sinemacının<br />
arasının açılmasına bu festivallerde dağıtılan<br />
bol kayırmalı ödül sandviçlerinin sebep<br />
olduğunu da unutmayalım. 10 yıl önce ödüllü<br />
filmlere koşanlarla bu yıl o filmlerden koşarak<br />
kaçanlar aynı insanlar.
Durumu özetleyelim;<br />
- Bağımsız sinemacıların takkeyi önlerine koyup<br />
düşünmelerinin zamanı geldi! Bakanlık fonları<br />
kurudu ve seyirci yeniden önemli hale geldi. Seyirci<br />
sadece iyi filmler izlemek istiyor. 70’ler, 80’ler<br />
boyunca bu yapıldı ancak sinemacılar geçmişin<br />
geleneğini tamamen yok sayma eğiliminde…<br />
- Festivallerin, daha doğrusu jürilerin ödül<br />
dağıtırken çok daha evrensel kıstaslarla hareket<br />
ederek kişisel dostlukları, husumetleri bir kenara<br />
bırakarak karar almaları gerekiyor. Bu yıl Altın<br />
Portakal’da olduğu gibi ulusal jüride uluslararası<br />
isimlerin olması buna hizmet edecektir.<br />
- Festival jürilerinin ahbap kollama duygusu<br />
sinema yazarlarına da aynen geçiyor. İdeolojik<br />
kollamacılık had safhada… Filmler sinema olma<br />
haliyle değil meselesiyle öne çıkarılıyor. Seyirci,<br />
sinema yazarının “mutlaka görmelisiniz”<br />
dediği filmden mutsuz çıkıyor ve bu birkaç kez<br />
tekrarlandıktan sonra artık onun yazdıklarına itibar<br />
etmiyor. Sinema yazarlığında mutlak etki sahibi<br />
bazı isimlerin beğenisi neredeyse herkese geçiyor.<br />
Özgür irade ile kalem sallayanların sayısı çok az.<br />
- Türk sineması çok fazla örnek veriyor ancak her<br />
hafta sinemaya gidip film izlemek ciddi bir bütçe<br />
meselesi artık. AVM salonları şık ama burada<br />
işletmecilik ve dolayısıyla biletler pahalı... Bu da<br />
salonların uluslararası PR katkılı pahalı eğlence<br />
sineması örneklerine yönelmesine yol açıyor.<br />
Sinemada film izlemek bir haftasonu eğlencesine<br />
dönüşmüş durumda...<br />
- Gerçek sinema seyircisi ise film izlemek için<br />
sinemaya gitmiyor. Sanat takipçiliği festival<br />
haftalarında sınırlı kalıyor. Festival gişelerinde<br />
kuyrukta bekleyen genç seyirci izleyemedikleri<br />
için hiç beklemeyip vuruyor Torrent’in teline… Bu<br />
da bağımsız sinema örneklerini vizyon takviminin<br />
dışına atmaya yetiyor.<br />
2007’den beri tekrar tekrar yazdığım şeyleri bir<br />
kez daha toparlayarak sizlere aktarmak istedim.<br />
Bunlar bir zamanlar hevesli bir blog yazarının<br />
saçma sapan kehanetleri gibi görünüyordu ama<br />
şimdi gerçeklik bundan ibaret. O yüzden baştaki<br />
kelamımı tekrar edeyim; Adanalılar, Antalyalılar<br />
ve Malatyalılar çok şanslı… Onlar bu yıl yine bin<br />
bir imkânsızlıkla çekilmiş filmleri herkesten önce<br />
görme şansına kavuşacaklar. Herkesten önce ve<br />
belki de sadece onlar!
2005 yapımı bir Hint filmi olan<br />
Black (Siyah) ezber bozan cinsten...<br />
Irakla, Rusyayla, ajanlarla<br />
haşır neşir Hollywood’a inat, sıra<br />
dışı senaryosu ve harikulade<br />
oyunculukları ile Black “Beni izle!<br />
İzle ve unutma!” diye haykırıyor.<br />
n Çoğumuz için bir renktir siyah; çiçeğin<br />
kırmızısı, denizin mavisi, ağacın yeşili gibi...<br />
Michelle McNally içinse bir renk değil siyah; bir<br />
hapishane, bir ışık yokluğu, dünyanın ona kendini<br />
sunma biçimi...<br />
Ve sesler... Tahtadaki tebeşir gıcırtısı, Vivaldi’nin<br />
Dört Mevsim’i, kedi mırıltısı, kayalara çarpan<br />
dalgalar, burundan çıkan nefesin attığı tiz çığlık,<br />
sevgilinin “buradayım” demesi... Bunlar da siyah<br />
Michelle McNally için...<br />
Michelle kör, sağır ve dilsiz...<br />
Siyah, Michelle için her şey! Her şey; kader<br />
hariç...<br />
O sadece dokunabilir, koklayabilir ve tadabilir...<br />
Duyamaz, göremez ve konuşamaz. Hani öyle<br />
ki, ancak bir sihirbaz çekebilir onu insanlığa,<br />
hayvanlığın eşiğinden. Ama size söyleyeyim; sihirbazlar<br />
var hayatta!<br />
2005 yapımı bir Hint filmi olan Black (Siyah) ezber<br />
bozan cinsten... Irakla, Rusyayla, ajanlarla haşır<br />
neşir Hollywood’a inat, sıra dışı senaryosu ve<br />
harikulade oyunculukları ile Black “Beni izle! İzle<br />
ve unutma!” diye haykırıyor.<br />
Sanjay Leela Bhansali’nin yönettiği ve<br />
başrollerini Amitabh Bachchan ve Rani<br />
Mukerji’nin ustalıkla paylaştığı Black, doğuştan<br />
kör-sağır ve dilsiz olan Michelle McNally’nin,<br />
Debraj Sahai adında tuhaf bir “öğretmen”<br />
aracılığıyla ışıkla tanışmasını ve çiçek açmasını<br />
anlatıyor. Filmin türünü “dram” olarak etiketleyip<br />
bırakmanın haksızlık olacağını düşünüyorum zira
122 dakikalık bu seyirde kâh bir şiiri “izliyor”,<br />
kâh bir masala “dokunuyor” hissine kapılıyor<br />
insan.<br />
Michelle’in erişilemez vahşi dünyasında<br />
kelimelerin, cümlelerin, anlamların yeri yoktur.<br />
Anglo-Hint bir çift olan Paul ve Catherine<br />
McNally Michelle’i “zarar görmemesi” adına<br />
dış dünyadan sakınır ve beline bağladıkları<br />
bir zil ile takip ederek gözlerinin önünden<br />
ayırmazlar. Sahip olduğu üç duyuyla<br />
hayata tutunmaya çalışan yarı insan-yarı<br />
hayvan Michelle’le baş etmek zordur. Fakat<br />
McNally’ler için Michelle gibi –noksan- bir<br />
çocuğa sahip olmanın zorlukları ikinci kızları<br />
Sara doğduğunda daha da artar ve Paul Mc-<br />
Nally yapılacak en doğru şeyin Michelle’i bir<br />
akıl hastanesine yatırmak olduğuna karar<br />
verir. Catherine McNally kocasından son bir<br />
şans isteyerek, Michelle’i akıl hastanesine<br />
yatırmadan önce Michelle gibi özel çocuklara<br />
yaptığı öğretmenlikle nam salan Debraj<br />
Sahai’ye ulaşır. Siyaha ilk ışık düşmüştür<br />
artık.<br />
Debraj Sahai hafif çatlak, alkolik, sivri dilli<br />
ve inatçı bir adamdır. Kendine has, tuhaf,<br />
acımasız yöntemleri olan Debraj işe ilk olarak<br />
Michelle’in beline bağlanan zili çıkarıp “Kızınıza<br />
bunu yapamazsınız; o bir hayvan değil. Onu akıl<br />
hastanesine de yatıramazsınız çünkü onun aklı<br />
hasta değil!” tavrıyla Paul’ün öfkesini kazanır ve<br />
kovulur ancak Debraj’ın gitmeye niyeti yoktur.<br />
Debraj’ın inadı, siyaha düşen ikinci ışıktır. Işığın<br />
siyaha damla damla düştüğü uzun yolculuk böylece<br />
başlar.<br />
Ve kimse bilmez ki, Michelle’in aydınlanan bilinci,<br />
Debraj’ın yıllar sonra içine düşeceği zihinsel<br />
karanlığın umudu olacaktır. Michelle anormal<br />
koşullar altında zorlu ama ışığın olduğu normal<br />
bir hayatta ilerlerken, Sahai’nin zihnindeki siyah<br />
lekeler karanlığa dönüşecektir ve<br />
kader bu iki noksan insandan, güzel<br />
bir tamlık yaratacaktır.<br />
Işığın karanlığı, sözcüklerin sessizliği<br />
peyderpey ele geçirişinin hikâyesinde,<br />
her hayatın alfabesinin farklı olduğunu<br />
ve bütün duyuların beynin himayesindeki<br />
hizmetçiler olduğunu görüyoruz.<br />
Çoğunluğun alfabesi A-B-C-D-E<br />
ile başlıyor, bazılarınınki ise S-İ-Y-A-H<br />
ile… Bilinç, öncelikli olarak kafadaki<br />
gözlerle görmeyi tercih ediyor; onların<br />
yokluğunda ise kendi gözlerini açıyor.<br />
Işığın tek kapısı gözler değil, sesin tek<br />
kapısı kulaklar değil ve konuşmanın<br />
dille sandığımız kadar derin bağları<br />
yok. Debraj Michelle’e teniyle duymayı, elleriyle<br />
konuşmayı –ama en önemlisi- bilinciyle<br />
eksiksiz bir hayat yaşamayı öğretiyor. Başta da<br />
söylediğim gibi, sihirbazlar var hayatta!<br />
Duyuların noksanlığı üzerine kurulu olan Black,<br />
beş duyunuzu yerinden oynatıyor ve insana<br />
sorduruyor: Her noksanlık, bir yetersizlik midir?<br />
Her siyah karanlık mıdır?<br />
Hint diyarının mistik ezgileri eşliğinde kendi<br />
kendini izlettiren Black, hayatı dogmalarla ve<br />
dayatmalarla algılayış biçimimize bir balyoz<br />
indirip bizi duyular üstü bir bilince davet ediyor.<br />
IMDB’deki 7.9’luk oyu bir yana, bu film izlenir mi<br />
diye sorarsanız, bi’ dokunun derim…
3. Uluslararası Suç ve Ceza Film<br />
Festivali 13-19 Eylül 2013 tarihleri<br />
arasında gerçekleşecek<br />
n Henüz ruhsal ve fiziki olarak gelişimlerini yeterli<br />
seviyede tamamlamamış olan çocuklar bu sebeple<br />
sıklıkla hem suça sürüklenmekte hem de suç mağduru<br />
olmaktadırlar. Tüm dünya çocukların suça sürüklenmesi<br />
ve çocuklar tarafından gösterilen şiddet davranışlarının<br />
artması sorunu ile uğraşmaktadır. Adalet Bakanlığı’ndan<br />
edinilen verilere göre yılda hakkında dava açılan çocuk<br />
sayısı yaklaşık ikiyüzbindir. Bu sayılara ceza sorumluluğu<br />
olmayan ve hakkında sadece tedbir uygulanan 12 yaşın<br />
altındaki çocuklar dahil değildir. Tespit edilemeyenler de<br />
düşünüldüğünde ülkemizdeki suça sürüklenen çocuk<br />
sorununun ne kadar ciddi boyutlarda olduğu görülmektedir.<br />
Esas itibarıyla sadece kolluk ve mahkemelerde<br />
muhatap olduğumuz ve her yıl yeni on binlerin ilave<br />
edildiği suça sürüklenen çocukları bu şekilde topluma<br />
kazanmak mümkün olabilir mi? Anayasamızda, taraf<br />
olduğumuz sözleşmelerde ve kanunlarımızda öngörülen<br />
çocuğu koruyucu tedbirler neden etkin bir şekilde<br />
hayata geçememektedir? Zaten çeşitli sorunlarla karşı<br />
karşıya olan adli sistem dışında, çocukları damgalamadan<br />
alternatif çözümler bulamaz mıyız? Bu aşamaya<br />
gelmeden çocuklarımızı kanunların suç olarak belirlediği<br />
davranışlardan niçin koruyamıyoruz? Adli süreçler ve<br />
cezalandırma gibi yaptırımlar sonrasında gerçekten<br />
onları suç davranışlarından uzak tutabiliyor muyuz? Sorun<br />
büyüyor. Nerede hata yapıyoruz? Bu sorulara cevap<br />
bulmak için, öncelikle sorunun ortaya çıkış nedenlerinin<br />
çeşitli açılardan araştırılarak tartışılması ve buna bağlı<br />
olarak çözüm aranması gerekir. İşte bu nedenlerle, Festivalimizin<br />
ana temasının suça sürüklenen çocuklar<br />
bağlamında “Çocuk(ça) Adalet?” olması karalaştırıldı.<br />
Çok yönlü böyle bir soruna çözüm arayışı, sadece hukuk<br />
değil farklı akademik disiplinlerle birlikte yapılmalıdır. Sorunun<br />
kökenlerinin, boyutlarının ve etkilerinin anlaşılması
akımından, sanatın ancak özellikle<br />
sinema sanatının perspektifi<br />
de çok yararlı bir işlev görecektir.<br />
Toplumun her dokusunda,<br />
bugününde ve yarınında ciddi<br />
olumsuz sonuçları olan böyle bir<br />
sorun karşısında sivil toplumun<br />
katkısının vazgeçilmez olduğu<br />
açıktır. Uluslararası Suç ve Ceza<br />
Film Festivalinin üçüncüsünde,<br />
yerli -yabancı ilgili tüm çevreler,<br />
sinema ve akademik zeminde bir<br />
araya gelerek tartışacak ve sonuçlar<br />
çıkarmaya çalışacaktır.<br />
Bu amaç doğrultusunda; festivalin bu seneki programında<br />
gelenekselleşmiş program başlıkları, uluslararası kısa ve<br />
uzun film yarışmaları, özel gösterimler, söyleşilerin yanı<br />
sıra “Suça Sürüklenen Çocuklar” konusunda film seçkisi,<br />
tematik yarışma, panel ve sergiler de yer alacaktır. Bu<br />
kapsamda ulusal ve uluslararası alanda çalışmaları bulunan<br />
tanınmış sayıları 100’ü aşkın akademisyen, sivil toplum<br />
kuruluşu temsilcileri ve sinema sanatçıları ile iletişime<br />
geçilmiş olup, davet edilen katılımcıların konuya ilişkin<br />
deneyimlerinden tartışmalar aracılığıyla faydalanılması<br />
sağlanacaktır. İstanbul sinemaları Çocuk(ça) Adalet diyerek,<br />
festival filmleri ile soruna sanatsal bakışı sizlerle<br />
buluşturacaktır.<br />
Akademik bir program ile sinema sanatını birleştiren, sorunlara<br />
çok boyutlu yaklaşımı ve her türlü paydaşı katarak<br />
çözüm arayan Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivalinin<br />
Üçüncüsünde sizleri akademik programlarda dinleyici ve<br />
tartışmacı, sinema salonlarında izleyici ama herkesi ilgilendiren<br />
bu sorunda çözüm ortağı paydaş olmak için bekliyoruz.<br />
Prof. Dr. Adem SÖZÜER<br />
Festival Başkanı
Bu yıl 16 – 22 Eylül tarihleri<br />
arasında gerçekleştirilecek,<br />
Adana Büyükşehir Belediyesi<br />
20. Altın Koza Film Festivali<br />
muhteşem bir seçkiyle geliyor…<br />
n ABu yıl 16 – 22 Eylül tarihleri arasında<br />
gerçekleştirilecek, Adana Büyükşehir Belediyesi<br />
20. Altın Koza Film Festivali’nin, dünya<br />
sineması bölümü ile ilgili detaylar belli olmaya<br />
başladı. Konuyla ilgili bir açıklama yapan Adana<br />
Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili Zihni<br />
Aldırmaz, dünyanın çeşitli festivallerinden<br />
ödülle dönmüş pek çok eserin Türkiye prömiyerlerinin,<br />
Adana’da yapılacağını açıkladı.<br />
Adana Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili<br />
Zihni Aldırmaz ayrıca, başkanlığını Berlin Film<br />
Festivali Avrupa Film Pazarı Direktörü Beki<br />
Probst’un yapacağı jüride, her yıl olduğu gibi,<br />
bu yılda kendi dallarında önemli isimlerin yer<br />
aldığını sözlerine ekledi.<br />
Zihni Aldırmaz’ın açıklamasına göre, 20. Altın<br />
Koza Film Festivali Ulusal Uzun Metraj Film<br />
Yarışması’nda görev yapacak jüri üyeleri<br />
şöyle: yönetmen Pelin Esmer, yapımcı Türker<br />
Korkmaz, görüntü yönetmeni Özgür Eken,<br />
oyuncular Melisa Sözen ve Yiğit Özşener ile<br />
müzisyen Cengiz Onural.<br />
FİLM – YÖN’DEN ‘EN İYİ<br />
YÖNETMEN’ ÖDÜLÜ<br />
Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması<br />
kapsamında Film – Yön (Film Yönetmenleri<br />
Derneği)’nin de bir ödül vereceğini açıklayan<br />
Zihni Aldırmaz, Film-Yön jürisinin, yönetmenler<br />
İsmail Güneş, Ezel Akay ve Handan<br />
Öztürk’ten oluşacağını belirtti.<br />
Film – Yön ve Altın Koza Film Festivali<br />
tarafından ilki geçtiğimiz yıl düzenlenen 19.<br />
Altın Koza’da açılan bu ödül bölümünün<br />
amacı, sinemanın temel yaratıcısının,<br />
yani yönetmenin daha iyi tanımlanması,<br />
farklılığının algılanması konusunda bir ufuk<br />
açmak olarak nitelendiriliyor. Uygulama, seyirci<br />
açısından da, yönetmen sinemasının daha<br />
iyi algılanması konusuna dikkat çekmeye<br />
çalışıyor.<br />
SİNEMA YAZARLARI FİLMLERİ<br />
DEĞERLENDİRECEK<br />
Festival kapsamında her yıl verilen ödüllerden<br />
birinin de SİYAD En İyi Film Ödülü olduğunu<br />
belirten Başkan Vekili Zihni Aldırmaz, bu<br />
yıl SİYAD Jürisi’nde sinema yazarları Serdar<br />
Akbıyık, Yeşim Burul Seven ve Olkan<br />
Özyurt’un görev yapacağını sözlerine ekledi.<br />
Adana Büyükşehir Belediyesi 20. Altın Koza<br />
Film Festivali kapsamında yapılacak Ulusal<br />
Uzun Metraj Film Yarışması’nda ödüller, 21<br />
Eylül tarihinde yapılacak Ödül Töreni’nde sahiplerini<br />
bulacak.
Altın Koza’da yarışacak eserler şöyle;<br />
Çanakkale Yolun Sonu / Yönetmen: Mustafa Kemal<br />
Uzun<br />
Daire / Yönetmen: Atıl İnaç<br />
Eve Dönüş Sarıkamış 1915 / Yönetmen: Alphan Eşeli<br />
Gözümün Nuru / Yönetmen: Hakkı Kurtuluş – Melik<br />
Saraçoğlu<br />
Hadi baba Gene Yap / Yönetmen: Emre Yalgın<br />
Hayat Boyu / Yönetmen: Aslı Özge<br />
Jin / Yönetmen: Reha Erdem<br />
Köksüz / Yönetmen: Deniz Akçay Katıksız<br />
Lal / Yönetmen: Semir Aslanyürek<br />
Soğuk / Yönetmen: Uğur Yücel<br />
Yarım Kalan Mucize / Yönetmen: Biket İlhan<br />
Yozgat Blues / Yönetmen: Mahmut Fazıl Coşkun<br />
SONUÇLAR 22 EYLÜL’DE BELLİ OLACAK<br />
En İyi Film seçilecek eserin 350.000 TL’lik ödülün<br />
sahibi olacağı yarışmanın sonuçları 22 Eylül gecesi<br />
yapılacak Kapanış Töreni’nde belli olacak.<br />
16 Eylül’de başlayacak Adana Büyükşehir Belediyesi<br />
Altın Koza Film Festivali’nde Ulusal Uzun Metraj<br />
Film Yarışması’nın yanı sıra, Ulusal Öğrenci Filmleri<br />
Yarışması ve Akdeniz Ülkeleri Kısa Film Yarışması<br />
da düzenlenecek. Özel gösterimler, söyleşiler, sergiler<br />
ve atölye çalışmaları ise yine festival haftası<br />
boyunca sanatseverleri bekleyen diğer etkinlikler<br />
olacak.<br />
ALTIN KOZA’DA TÜRKİYE İLK GÖSTERİMLERİ<br />
Bu yıl 20. yaşını kutlayacak olan, Adana Büyükşehir<br />
Belediyesi Altın Koza Film Festivali’nin, uluslararası<br />
gösterim bölümünün detayları açıklanmaya<br />
başlandı. Cannes ve Berlin gibi festivallerden ödüllerle<br />
dönen filmlerin, Türkiye’deki ilk gösterimlerinin<br />
Altın Koza Film Festivali kapsamında yapılacağını<br />
ifade eden, Adana Büyükşehir Belediyesi Başkan<br />
Vekili Zihni Aldırmaz, ‘Her yıl belirttiğim gibi, festivalimizin<br />
gösterim bölümüne özel bir önem veriyoruz.<br />
Bu yıl, dünyadaki festivallerden ödüllerle dönmüş<br />
pek çok önemli filmin ülkemizdeki ilk gösterimi,<br />
Altın Koza kapsamında gerçekleştirilecek. Tüm sinemaseverleri,<br />
normal şartlarda sinemalarda görme<br />
imkanı bulamayacakları bu filmleri, ücretsiz izlemek<br />
üzere, sinema salonlarına davet ediyorum’ dedi.<br />
Coen Kardeşler’in, Cannes’da yarışan ve Büyük<br />
Ödülü alan son filmi INSIDE LLEWYN DAVIS, festival<br />
kapsamında Türkiye’deki ilk gösterimi yapılacak<br />
filmlerden ilk göze çarpanlar arasında bulunuyor.<br />
Yine Türkiye’deki ilk gösterimleri yapılacak olan bazı
filmler; Berlin Film Festivali’nde büyük beğeni<br />
toplayan ve En İyi Kadın Oyuncu ödülüne<br />
layık görülen, Sebastian Lelio imzalı GLO-<br />
RIA; Bu yılki Cannes Film Festivali’nde Altın<br />
Palmiye için yarışan filmler arasında yer alan,<br />
Amerikan bağımsız sinemasının önemli isimlerinden<br />
Jim Jarmush’un yönettiği SADECE<br />
AŞIKLAR HAYATTA KALIR (Only Lovers<br />
Left Alive); Bir Ayrılık adlı filmiyle büyük<br />
ses getiren Ashgar Farhadi’nin yönettiği, bu<br />
yıl Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın<br />
Oyuncu ödülünü kazanan GEÇMİŞ (The<br />
Past); Cannes’da Jüri Özel Ödülü’ne layık<br />
görülen, Kore-Eda Hirakazu imzalı BENİM<br />
BABAM BENİM OĞLUM (Like Father Like<br />
Son); filmleriyle ses getiren Meksikalı Amat<br />
Escalante’ye Cannes’da En İyi Yönetmen<br />
ödülünü getiren HELİ; Arnaud Desplechin<br />
imzasını taşıyan, Cannes’da altın Palmiye<br />
için yarışmış olan DÜŞ VE GERÇEK (JIMMY<br />
P. PSYCHOTHERAPY OF A PLAINS INDI-<br />
AN); Karlovy Vary Film Festivali’nde büyük<br />
ödül Kristal Küre’yi alan Janos Szasz’ın<br />
yönettiği Macaristan yapımı NOT DEFTERİ<br />
(Le Grand Cahier); Tanınmış yönetmen Hany<br />
Abu-Assad’ın son filmi ÖMER (OMAR) ve<br />
Cannes’da Eleştirmenler Haftası İzleyici Ödülünü<br />
kazanan, Ritesh Batra’nın yönettiği SE-<br />
FERTASI (The Lunchbox).<br />
ONUR ÖDÜLLERİ<br />
20. Altın Koza Film Festivali kapsamında<br />
verilen geleneksel Yaşam Boyu Onur Ödülleri,<br />
bu yıl oyuncular Çolpan İlhan, İzzet Günay<br />
ve Demir Görgün Karahan ile yapımcı Necip<br />
Sarıcı’ya takdim edilecek.<br />
20. Altın Koza Film Festivali kapsamında<br />
verilen Yaşam Boyu Onur Ödülleri, bu yıl Türk<br />
Sineması’nın önemli oyuncularından Çolpan<br />
İlhan, İzzet Günay ve Demir Görgün Karahan<br />
ile yine yapımcı kimliği ile sinemamızda çok<br />
önemli bir yer tutan Necip Sarıcı’ya takdim<br />
edilecek. Her yıl olduğu gibi bu yıl da onur<br />
ödülleri kapsamında İlhan, Günay, Karahan ve<br />
Sarıcı’nın sinema serüvenlerini anlatan kitaplar<br />
sinema yazarı Burçak Evren tarafından<br />
kaleme alınacaktır” dedi. Aldırmaz ayrıca onur<br />
ödülü sahibi sinemacıların filmlerinden oluşan<br />
seçkilerin de izleyiciyle buluşacağını belirtti.