09.05.2016 Views

Cinedergi 62

Binder62

Binder62

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Festivalim geldi...<br />

n Eylül ayı Türk sinemasında hem yeni sezonun<br />

başlangıcıdır hem de festivaller yavaş<br />

yavaş kendini göstermeye başlar. 16 Eylül’de<br />

Adana’dayız. 20. Altın Koza Film Festivali’nde<br />

SİYAD jürisinde yer alacağım. Onun için biraz<br />

stresli geçecek bu sefer Adana benim için.<br />

Neyse ki hemen ardından Bodrum Türk Filmleri<br />

Haftası var. Sinema ve Bodrum’un güneşiyle<br />

denizini birleştirmek ise beni rahatlatır<br />

sanıyorum. Bu ayın çok önemli bir organizasyonu<br />

daha var. Üçüncüsü yapılan Suç Ve<br />

Ceza Filmleri Festivali ilginize değer bir organizasyon.<br />

Çocukça Adalet alt başlığında yapılan<br />

festivalin danışmanı ve yönetim kurulu üyesi<br />

Prof. Dr. Berrin Semerci ile sinemanın çocuklar<br />

üzerindeki etkisini konuştuk. Önemli bir<br />

röportajdı. İkinci bomba röportajımız ise Alper<br />

Turgut’un Fırat Tanış ile yaptığı söyleşi. Biliyorsunuz<br />

Fırat Tanış öyle her yayına çıkmaz, zordur<br />

ondan röportaj almak ama <strong>Cinedergi</strong> olunca<br />

başka oluyor bu işler. Tabii burada Alper’in<br />

de rolünü es geçmemek lazım. Tanış röportajı<br />

sadece ona o da <strong>Cinedergi</strong>’ye verdi. Korku<br />

filmleri saldırısına uğradık. Bu ay vizyona giren<br />

Şeytanı Racim de onlardan biri. Banu Bozdemir<br />

filmin yönetmeni Arkın Aktaç ve oyuncusu<br />

Uğur Güneş ile konuştu. Mommo filmini seyredip<br />

te göz yaşı dökmeyen var mı? İşte o filmin<br />

yönetmeni Atalay Taşdiken yeni filmi Meryem’i<br />

bize anlattı. Raga Oktay’ın ilk filmi McDandik’in<br />

güzel oyuncusu Zerrin Arıkan ise tabii benim<br />

tuzağıma düştü. İlk filminde bir oyuncu başrol<br />

olursa teybimizi hemen ona uzatırız. Geçen<br />

yıl vizyona girip bizi kahkahalara boğan Sağ<br />

Salim filminin ikincisi çekiliyor. Ve <strong>Cinedergi</strong><br />

onların setindeydi. Buket Kahraman<br />

eğlenceli bir sohbet yapmış. Biliyorsunuz<br />

Buket tv dizilerini takip ettiğiniz bölümümüz<br />

CineDizi’nin ağır topudur. Bu sefer de Bir Aşk<br />

Hikayesi dizisi setindeydi. Bir diğer televizyon<br />

yazarımız Gizem Merve Kaboğlu ise<br />

Show Tv’nin yayın politikasını ve dizilerini<br />

odağına almış. Tartışmalar yaratan yazılarıyla<br />

Murat Tolga Şen Susmayan Köşesi’nde Kültür<br />

Bakanlığı’nın değişen politikasıyla bu<br />

sürecin devamında bağımsız sinemacıların<br />

içine düşeceği kaosu değerlendirmiş. Ve<br />

yepyeni bir yazarımız var. Esra Başak Narin<br />

yeni köşesi Sinemasal’da artık her ay sizlerle<br />

beraber olacak. İlk yazısı Hint filmi<br />

Black üzerine. Farklı bir tarz ve yumuşak<br />

diliyle zevkle okuyacağınız bir kalem. Özel<br />

dosyalarımızda Egemen Tokatlıoğlu Kick Ass<br />

2’yi değerlendirdi. Başak ise yine mükemmel<br />

bir dosyaya imza atmış. Türkiye’de<br />

yaşananlar ile Portekiz’de Salazar dönemini<br />

anlatan üç filmi karşılıklı değerlendirmiş.<br />

Tam da benim sevdiğim bir tarz. 2014<br />

Türk Sinemasının 100. Yılı biz de bu yeni<br />

dönemde hangi filmleri izleyeciğinize dair bir<br />

dosya hazırladık. Sayfada yer kalmadı ama<br />

<strong>Cinedergi</strong>’nin konularını bitiremedim. Gerisi<br />

de sizin için sürpriz olsun. İyi okumalar...<br />

Yayın Sahibi<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

Serdar Akbıyık<br />

Yazı İşleri Müdürü<br />

Banu Bozdemir<br />

YAZARLAR<br />

Alper Turgut Murat Tolga Şen<br />

Aysıt Genç Burcu Mercan<br />

Merve İnce Merve Genç<br />

Başak Bıçak Buket Kahraman<br />

Gizem Merve Kaboğlu Bünyamin Esen<br />

Egemen Tokatlıoğlu Esra Başak Narin


Türkiye’de sinema 2014’te 100.<br />

yılını kutlayacak. Böylesi önemli<br />

bir yılda neler seyredeceğiz?<br />

Size kısa bir rapor hazırladık…<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Türkiye’deki sinema hareketi, 2014’te 100. yılını kutlayacak.<br />

Türk sinema sektörü de 100. yılda 100 yerli yapım sayısına<br />

ulaşabilmek için çaba içinde. Osmanlı İmparatorluğu’nun<br />

1. Dünya Savaşı’na girdiği ilk günlerde Ayestefanos’taki<br />

(Yeşilköy) Rus Anıtı yıkılırken, yedek subay Fuat Uzkınay<br />

tarafından görüntülenen ve ‘’Ayestefanos’taki Rus Abidesinin<br />

Yıkılışı’’ adlı tarihi belgesel, ilk Türk filmi olarak kabul edildi.<br />

Film, 14 Kasım 1914’te vizyona girdi. Tabii sinemacılarımız<br />

ne kadar bu yılın öneminden haberdar şüpheliyiz ama önemli<br />

yönetmenlerimizin yeni filmlerinin de bu yıl vizyona gireceği<br />

bir gerçek. İşte size 100’üncü yılda seyredeceğimiz filmlerin<br />

bir raporu<br />

Bir Peri Masalı<br />

Yönetmen: Biray Dalkıran<br />

Oyuncular: Alp Korkmaz, Emre Şahin, Sedef Kızılırmak<br />

Araf’, Cennet’,’Cehennem 3D, Bana Bir Soygun Yaz filmleri ve<br />

Kanıt dizisiyle tanınan yönetmen Biray Dalkıran son filmi Peri<br />

Masalı için çalışmalara başladı. Dalkıran’ın senaryosunu da<br />

yazdığı ve memleketi Kırklareli’nin Kıyıköy beldesinde çekecek.<br />

Benim Dünyam<br />

Yönetmen: Uğur Yücel<br />

Oyuncular: Uğur Yücel, Beren Saat, Hazal Ergüçlü<br />

1950’li yılların Büyükadası’nda, iki yaşındayken geçirdiği bir<br />

rahatsızlık nedeniyle hem kör<br />

hem sağır olan, bu nedenle<br />

hiçbir kavramı “bilmeyen”,<br />

çevresiyle tamamen uyumsuz<br />

bir çocuk olan Ela ile Ela’yı<br />

iyileştirebilmeye hayatını<br />

adayan Mahir Hoca’nın çarpıcı<br />

hikâyesini beyazperdeye<br />

taşıyorlar...


Yılın Aşk Filmi<br />

Yönetmen: Hakan Yonat<br />

Oyuncular: Belçim Bilgin, İbrahim Çelikkol<br />

Duygu yüklü senaryosuyla izleyiciyi derinden<br />

sarsacak olam filmde eski bir boksör<br />

olan İbrahim Çelikkol ve kör bir kızı<br />

oynayacak olan Belçim Bilgin oyunculuk<br />

performansları merak konusu.<br />

sağlayacak… Yılmaz Okumuş, Hilal<br />

Çelenk ve Faruk Aksoy’un senaryosunu<br />

yazdığı ‘Erkekler’ komedi dozu yüksek<br />

anlatım diliyle yıl sonunda sinema izleyicisiyle<br />

beyazperdede buluşacak.<br />

Tamam mıyız<br />

Yönetmen: Çağan Irmak<br />

Oyuncular: Aras Bulut İynemli, Deniz<br />

Celiloğlu, Sumru Yavrucuk<br />

Filmin konusu iki yakın arkadaşın<br />

hikayesi üzerine kurulu. İhsan ve<br />

Temmuz’un birbirlerinden güç alarak<br />

hayatın zorluklarının üstesinden gelme<br />

mücadelesi ele alınırken farklı karakterlerin<br />

dramatik ve eğlenceli hikayesi<br />

işleniyor.<br />

Mucize<br />

Yönetmen: Mahsun Kırmızıgül<br />

Oyuncular: Mahsun Kırmızıgül<br />

Filmin konusu hakkında kimselere bilgi<br />

vermeyen Mahsun Kımızıgül, filmin kendisi<br />

için çok değerli olduğunu belirterek,<br />

filmin vizyona girince izleyicilerin hem<br />

derinlemesine içlerine işleyeceğini hem de<br />

umut aşılayacağını söyledi.<br />

Erkekler<br />

Yönetmen: Faruk Aksoy<br />

Oyuncular: Fikret Kuşkan, Ali Poyrazoğlu<br />

‘Erkekler’ adlı film, kadınların, erkeklerin,<br />

evlilerin, bekarların, gençlerin ve orta<br />

yaşlıların erkeklere bakış açısını sorgulayarak,<br />

keyifli bir iki saat geçirmelerini<br />

Su ve Ateş<br />

Yönetmen: Özcan Deniz<br />

Oyuncular: Özcan Deniz, Yasemin Allen,<br />

Pelin Akil<br />

Bir kan davasını aşk ekseninde ele alan<br />

yeni filmi Su ve Ateş’in başrolünde<br />

de yer alan Özcan Deniz, senaryoyu<br />

da kendisi kaleme alıyor. Yapımı<br />

Avşar Film ve DNZ Film ortaklığında<br />

gerçekleştirilen projenin diğer<br />

başrolünde Yasemin Allen’ın yer alacağı<br />

açıklandı.<br />

Behzat Ç. Ankara Yanıyor<br />

Yönetmen: Serdar Akar<br />

Oyuncular: Erdal Beşikçioğlu, Fatih Artman,<br />

İnanç Konukçu<br />

Televizyon tarihinin sevilen dizilerinden<br />

biri olan ve üç sezonun ardından final<br />

yapan Behzat Ç, ilk filmi Behzat Ç. Seni<br />

Kalbime Gömdüm’ün ardından ikinci<br />

filmiyle izleyicisi karşısına çıkıyor.


Bu İşte Bir Yalnızlık Var<br />

Yönetmen: Ketche<br />

Oyuncular: Engin Altan Düzyatan, Özgü Namal,<br />

Emin Gürsoy<br />

Gençliğinde uzun süre bir müzik grubunda gitar<br />

çalığ beste yapan Mehmet, 30’lu yaşların<br />

sonuna geldiğinde hem müziği bırakmış hem<br />

de aile hayatında zor zamanlar geçirmiş birine<br />

dönüşmüştür. Eşiyle boşanıp müziği bırakır;<br />

Sürgün İnek<br />

Yönetmen: Ayhan Özen<br />

Oyuncular: Hasan Kaçan, Şebnem Sönmez,<br />

Vildan Atasever<br />

Çekimleri Muğla’nın Yatağan ilçesine bağlı<br />

Bozüyük köyünde yapılan filmde 28 Şubat<br />

sürecinde bir köyde yaşayan insanların<br />

televizyonda izleyip ülkede olan olaylardan<br />

endişelenmesi ve ineğin Atatürk büstünü<br />

kırmasıyla da “bizim de başımıza bir şey gelir<br />

mi” korkusunu yaşamasını anlatıyor.<br />

Düğün Dernek<br />

Yönetmen: Selçuk Aydemir<br />

Oyuncular: Ahmet Kural, Murat Cemcir, Binnur<br />

Kaya<br />

Çekimleri Sivas’ta yapılacak olan komedi<br />

filmini, televizyon sektörünün başarılı<br />

yapımlarından biri olan İşler Güçler dizisinin<br />

yönetmeni Selçuk Aydemir yazıp yönetecek.<br />

Başrolleri ise aynı dizide yer alan Ahmet Kural<br />

ve Murat Cemcir paylaşırken, ikiliye Binnur<br />

Kaya eşlik edecek.<br />

Sesime Gel<br />

Yönetmen: Hüseyin Karabey<br />

Oyuncular: Feride Gezer, Melek Ülger, Muhsin<br />

Topçu<br />

Türkiye’nin doğusunda geçen filmde, yaşlı<br />

bir kadın Berfe ve torunu Jiyan kendilerini<br />

ciddi bir sorunla karşı karşıya bulur. Kadının<br />

oğlu ve Jiyan’ın da babası Temo jandarma<br />

tarafından silah sakladığı gerekçesiyle<br />

gözaltına alınmıştır. Fakat ne Berfe ne de<br />

Jiyan’ın elinde silah vardır. Silah edinmenin<br />

yollarını arayan bu iki kadının bitmeyen<br />

çatışma ortasında Temo’yu kurtarabilmek için<br />

başka çareleri yoktur...<br />

maddi anlamda da bitik durumdadır ve bu süreçte<br />

kendisini hayata yaklaştıran tek şey kızı Ezgi’dir.<br />

Bu nedenle hiç istemese de anlaşamadığı eski<br />

eşiyle sık sık görüşmek zorunda kalır.<br />

Kış Uykusu<br />

Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan<br />

Oyuncular: Demet Akbağ, Haluk Bilginer, Melisa<br />

Sözen<br />

Aydın emekli bir oyuncudur; aktörlüğü bıraktıktan<br />

sonra Anadolu’da kendi halinde küçük bir otelde<br />

çalışarak günlerini geçirir. Hayatında ise iki kadın<br />

vardır: kendisine her anlamda uzak ve soğuk olan<br />

genç karısı Nihal ve boşanmış olan kız kardeşi<br />

Necla. Kışın bastırması ve kar yağışının artması<br />

bu küçük taşrtada en çok Aydın’ın sinirlerine dokunur<br />

ve onu uzaklara gitmeye teşvik eder...


fark edeceklerdir...<br />

İftarlık Gazoz<br />

Yönetmen: Yüksel Aksu<br />

Oyuncular: Egeli yerel oyuncular<br />

Bu film de, ‘Dondurmam Gaymak’ta<br />

olduğu gibi yine bir seyyar satıcı üzerine<br />

kurulu. O seyyar satıcı da bir gazozcu!<br />

Bizim Hikayemiz<br />

Yönetmen: Tolga Örnek<br />

Oyuncular: Timuçin Esen, Selma Ergeç,<br />

Nevra Serezli, Sait Genay<br />

Kaybedenler Kulübü filmiyle tanınan<br />

yönetmen Tolga Örnek’in yeni filmi Bizim<br />

Hikayemiz’in başrollerini Timuçin Esen<br />

ve Selma Ergeç’in paylaşıyor. Film yedi<br />

yıllık evliliklerinde çocuk sahibi olma<br />

aşamasına gelen bir çiftin öyküsünü<br />

anlatıyor.<br />

Gulyabani<br />

Yönetmen: Orçun Benli<br />

Oyuncular: Deniz Uğur, Melike Öcalan,<br />

Cüneyt Arkın<br />

Güneş, Duygu, Aslı ve Yasemin fantastik<br />

bir konusu olan bir filmin senaryosunu<br />

yazmak için ormandaki bir av evine<br />

giderler. Mekanın ruhunu keşfetmeye<br />

çalıştıklarında tahmin etmedikleri olaylar<br />

da ardarda gelecektir. Falcı bir kadından<br />

duydukları Gulyabani efsanesini başta<br />

onlara boş gelse de yaşadıkları olaylarla<br />

o bölgedeki Gulyabani’yi uyandırdıklarını<br />

Kolpaçino Amsterdam<br />

Yönetmen: Şafak Sezer<br />

Oyuncular: Şafak Sezer, Aydemir Akbaş,<br />

Ferdi Mermer<br />

Kolpaçino bu sefer Hollanda<br />

semalarında. Şafak Sezer Fida filminden<br />

çıkaracağı filmin bütün diyaloglarını kendisi<br />

yazmış.<br />

Üvertür<br />

Yönetmen: Alpgiray M. Uğurlu<br />

Oyuncular: Burak Türker, Özge Gönan,<br />

Tuba Ölçener<br />

Yatalak annesi Sultan ile birlikte<br />

yaşayan ve mümessil olarak çalışan<br />

Atıf uzun yıllardır annesinin hastalığını<br />

iyileştirecek bir tedavi bulamamıştır.<br />

Anne Sultan’ın bakımı Hanife isimli<br />

bir hemşire üstlenmekte, Atıf’ın mesai<br />

saatleri bitene dek Sultan’a o eşlik etmektedir.<br />

Günlerden bir gün Atıf, annesinin<br />

yıllar önce yazmış olduğu bir<br />

mektupla karşılaşır. Mektupta yazan<br />

şeylerle yüzleşmek ve burada yazanların<br />

anlamını çözmek için önce kardeşlerine<br />

danışmış olsa da bir sonuca varamaz.<br />

Sonrasında bu durumun muhasebesini<br />

yapmak için yalnız bir gece geçirmeye<br />

karar verir. Bu gecenin sonu annesiyle<br />

başbaşa kalacağı saatleri beraberinde<br />

getirir.


Lavinya<br />

Yönetmen: Kerem Topuz<br />

Film yaşadığı hayatın anlamsızlığından yakınan<br />

fotomodel ile Can Vural adında aşkı arayan bohem<br />

yazarın ilişkisini anlatacak. Can, kadına git<br />

gide âşık olurken güzel model yepyeni biri olmak<br />

uğruna geçmişinden vazgeçerek kendine Lavinya<br />

adını verecek ve bu, ikisinin arasında sır olarak<br />

kalacak.<br />

Büyük Sürgün<br />

Yönetmen: Erol Özlevi<br />

Oyuncular: Tolgahan Sayışman, Saadet Işıl<br />

Aksoy<br />

1964 yılında Büyükada’da geçen, Rum bir<br />

ailenin kızı Eleni ile adalı bir faytoncunun oğlu<br />

Sedat’ın imkansız aşk hikâyelerini konu alan<br />

filmin yönetmen koltuğunda Erol Özlevi oturuyor.<br />

Hayat sana Güzel<br />

Yönetmen: Murat Şeker<br />

Oyuncular: Tuba Ünsal, Şevket Çoruh, Timur<br />

Acar, Hande Katipoğlu<br />

Eşi ile mutlu bir yaşam sürerken öleceğini<br />

öğrenen 45 yaşındaki Azmi’nin komik<br />

öyküsünü anlatıyor film. Panik hastası olan<br />

Azmi dışarıya karşı mutlu gözükürken iç<br />

dünyasında herkesle kavga eder.<br />

Şevkat Yerim Dar<br />

Yönetmen: Bülent İşbilen<br />

Oyuncular: Özgürcan Çevik, Başak Parlar, Tarık<br />

Papuççuoğlu, Cezmi Baskın<br />

Oldu Teşekkürler adlı televizyon programının<br />

sevilen karakteri Şevkat Yerimdar yakında sinema<br />

seyircisiyle buluşacak. Sosyal medyadan doğan<br />

ilk karakter Şevkat Yerimdar’ın videoları internette<br />

2.5 milyonun üzerinde izlendi.<br />

Gerçekten Mavi<br />

Yönetmen: Elvin Ekşioğlu<br />

Oyuncular: Seray Gözler<br />

Zeynep Ana uzun yıllar yaşamış ve artık<br />

hayatının son demlerine geldiğini hisseden bir<br />

kadındır. Fakat bunca yıldır hayalini kurduğu ve<br />

gerçekleştiremediği bir düşü vardır. Kabuğunu<br />

kırarak hayallerini gerçekleştirmesi mümkün<br />

olacak mıdır?


Bir Küçük Eylül Meselesi<br />

Yönetmen: Kerem Deren<br />

Oyuncular: Farah Zeynep Abdullah, Engin<br />

Akyürek<br />

Eylül yaz tatili için Çanakkale’ye bağlı ve<br />

şarapçılığı ile ünlü Bozcaada’ya gider.<br />

Tekin ise yıllardır burada yaşayan ada<br />

sakinlerinden biridir. Eylül ile Tekin yolları<br />

tesadüfler üzerine kesişecek ve ikisi de<br />

hiç beklemedikleri bir zamanda aşka<br />

tutulacaktır.<br />

Mc Dandik<br />

Yönetmen: Ragga Oktay<br />

Oyuncular: Ragga Oktay, Zerrin Arıkan,<br />

Sümer Tilmaç<br />

Öksüz ve yetim bir çocuk olarak büyüyen<br />

Dandik, hayatı boyunca çeşitli sorunlarla<br />

karşılaşmış ve herbirini tek başına<br />

halletmeyi başarmıştır. Bir gün seneler<br />

önce kaybettiği çocukluk aşkı Aslı ile<br />

karşılaştığında ise hayatı değişir. Dandik,<br />

aşkının peşinden gitmeye kararlıdır ancak<br />

o esnada karşısında beklenmedik bir<br />

düşman vardır.<br />

Çilek<br />

Yönetmen: Emrah Sönmez<br />

Oyuncular: Azra Akın, Kadir Özdal, Selen<br />

Öztürk, İlker Aksum<br />

Azra Akın ile Kadir Özdal banka soyup<br />

hem polisten hem de kötü adamlardan<br />

kaçıyor. Müzikleri Halil Sezai ile Ekin Eti<br />

tarafından hazırlanan “Çilek” filminin<br />

2014 yılının ilk aylarında vizyona girmesi<br />

bekleniyor<br />

Halam Geldi<br />

Yönetmen: Erhan Kozan<br />

Oyuncular: Burçin Terzioğlu, Turgay<br />

Tanülkü, Necip Memilli, Tunç Oral<br />

Çocuk yaşta evlendirilen kızları konu<br />

alan film; 1974 yılında Kuzey Kıbrıs’a<br />

göç eden Anadolulu bir ailenin, töre<br />

ve kanunlarını anlatıyor. Anadolu’da<br />

kadınların regl dönemini anlatmak için<br />

kullandığı ‘Halam geldi’ sözünü filmin<br />

ismi olarak belirleyen yönetmen Erhan<br />

Kozan, filmde herkesin içini acıtacak<br />

sahneler olduğunu söyledi.<br />

Bensiz<br />

Yönetmen: Ahmet Küçükkayalı<br />

Oyuncular: Melissa Papel, Metin Akdülger,<br />

Öykü Çelik, Burçin Abdullah<br />

Necip, yıllardır sürdürdüğü başarılı,<br />

profesyonel futbolcu olma hayalini 1.lige<br />

çıkmak için mücadele verdikleri son<br />

playoff maçına kadar taşımıştır. Egoların,<br />

kazanma hırsının öne çıktığı maçta,<br />

sert bir müdahale sonunda Necip’in<br />

vücudunun tamamı felç olur. Hastanede<br />

geçen yoğunbakım ve tedavi sonrasında<br />

evinde ilk gününde yaşananlar Necip’in<br />

yaşamına ve çevresindeki insanlara mercek<br />

tutacaktır.


Yönetmen: TAlfonso Cuarón<br />

Senaryo: Alfonso Cuarón<br />

Oyuncular: Sandra Bullock,<br />

George Clooney, Eric Michels<br />

Konu: Dr. Ryan Stone zeki bir tıp mühendisidir<br />

ve emekliliğinden önce son<br />

görevine çıkan yetenekli ve deneyimli<br />

astronot Matt Kowalsky’nin yönetimindeki<br />

mekikte ilk uzay yolculuğuna çıkar.<br />

Herşey yolunda gibi görünürken rutin<br />

bir keşif yürüyüşü sırasında bir felaket<br />

yaşanır. Mekik çarpan bir cisim<br />

sonucu paramparça olur. İki bilim<br />

insanı uzay boşluğunda yapayalnız<br />

kalırlar. Yeryüzü ile iletişimleri<br />

tamamen kopmuştur ve sonsuz<br />

karanlıkla baş başadırlar.<br />

Şimdi korkunun yerini panik<br />

alır, üstelik var olan sınırlı<br />

oksijenleri de git gide<br />

tükenmektedir.


Yönetmen: Mikael Hafstrom<br />

Senaryo: Miles Chapman<br />

Oyuncular: Sylvester Stallone, Arnold<br />

Schwarzenegger, Jim Caviezel, Vincent<br />

D’Onofrio, Vinnie Jones, Sam Neill<br />

Konu: Dünyanın en önemli güvenlik<br />

uzmanlarından biri olan Ray Breslin,<br />

işinde son derece tanınan bir güvenlik<br />

tasarımcısıdır. Kendi tasarlayıp inşa<br />

ettiği üst düzey korumalı hapishanenin<br />

konuklarından biri ise kendisi olur. Kendi<br />

tasarladığı hapishanede şimdilerde mahkum<br />

olarak yer alan Ray, yüksek güvenlik<br />

engellerini bir bir aşarak firar etmeyi<br />

planlamaktadır. Bu yolda hapishanenin<br />

en saygı duyulan mahkumlarından olan<br />

gizemli Emil ile anlaşır.<br />

Yönetmen: Robert Rodriguez<br />

Senaryo: Stephen Jeffreys<br />

Oyuncular: Charlie Sheen, Edward<br />

James Olmos, William<br />

Sadler, Vanessa Hudgens,<br />

Cuba Gooding Jr., Antonio<br />

Banderas<br />

Konu: Amerika Birleşik Devletleri<br />

hükümeti tarafından<br />

görevlendirilen eski ajan Machete<br />

Cortez, yeni görevi için<br />

Meksika’ya gitmek zorundadır.<br />

Ölümcül bir silahla gezegeni<br />

yok etmek gibi son derece<br />

tehlikeli planlar kurmakta olan<br />

bir silah tüccarını bulmak ve<br />

etkisiz hale getirmek zorunda<br />

olan Machete’i bekleyen<br />

görev oldukça zorludur...


Yönetmen: Robert Luketic<br />

Senaryo: Jason Dean Hall<br />

Oyuncular: Liam Hemsworth, Gary Oldman, Harrison<br />

Ford, Amber Heard<br />

Konu: Adam Cassidy uzun zamandır bir parçası<br />

olduğu Wyatt isimli önemli bir telekomünikasyon<br />

şirketinde iyi bir kariyere sahip olmak için var<br />

gücüyle ve büyük bir hırsla çalışmaktadır. Ancak<br />

anlık bir dikkatsizliğinden kaynaklanan ufacık<br />

bir hataya sebep olması şirketin önemli miktarda<br />

para kaybetmesine neden olur. Bu nedenle de<br />

patronu Nicholas Wyatt’ı bir hayli zor bir durumda<br />

bırakır. Bu hatayı telafi etmesi ise ilginç bir<br />

görevle mümkün olacaktır.<br />

Yönetm<br />

Senar<br />

Oyuncular


en: J.C. Chandor<br />

yo: J.C. Chandor<br />

: Robert Redford<br />

Konu: Hint Okyanusu’nda tek başına gezinti yapan<br />

bir adam, yatının bir gemi konteynırına çarpması<br />

üzerine bilincini kaybeder. Uyandığında bilinci<br />

yerinde değildir ve kazayı yavaş yavaş hatırlamaya<br />

başlar. Telsiz, radyo ve navigasyon ekipmanını<br />

kaybetmiştir ve vahşi bir fırtınanın tam ortasında<br />

kalmıştır. Teknik donanımları olmadan bir hiç olan<br />

adam direnişi ve tecrübeli denizcilik geçmişi sayesinde<br />

hayatta kalacağına inanmaktadır. Okyanusun<br />

ve dalgalarının sesine kulak verir ve planlarını bu<br />

dalgalara göre yaparak yakınlarından bir geminin<br />

geçmesini dilemeye başlar.<br />

Yönetmen: Bill Condon<br />

Senaryo: Daniel Domscheit-Berg<br />

Oyuncular: Benedict Cumberbatch, Daniel<br />

Brühl, Carice Van Houten<br />

Konu: Wikileaks’in ilk kurulduğu dönemi ve<br />

kurucuları Julian Assange ile Daniel Domscheit-Berg<br />

arasındaki ilişkiyi anlatan yapım,<br />

bir dönem tüm dünyayı sarsan bu önemli<br />

olayı tekrar gündeme taşıyor... Yolun başında<br />

Assange’ın destekçisi ve çalışma arkadaşı<br />

olan Daniel Domscheit-Berg’in bakış açısıyla<br />

Wikileaks’in ilk günlerine dönüyoruz. Tarihin<br />

karanlık sayfaları açığa çıktıkça Berg ve Assange<br />

arasındaki anlaşmazlıklar da çığ gibi<br />

büyümektedir.


Yönetmen:<br />

Paul Greengrass<br />

Senaryo: Billy Ray<br />

Oyuncular: Tom Hanks,<br />

Catherine Keener, Michael<br />

Chernus<br />

Konu: 2009 Nisan’ında<br />

yaşanan gerçek bir olaydan<br />

hikayesini alan film<br />

Maersk Alabama isimli<br />

bir geminin kaptanı olan<br />

Richard Phillips’in Somalili<br />

korsanlar tarafından<br />

rehin alınması öyküsünü<br />

beyaz perdeye yansıtıyor.<br />

Bourne serisinin son<br />

iki filmini çeken yönetmen<br />

Paul Greengrass’in<br />

bu seriyi bırakıp Kaptan<br />

Philips’e odaklandığnı<br />

hatırlatalım.<br />

Yönetmen: David Twohy<br />

Senaryo: David Twohy<br />

Oyuncular: Vin Diesel, Karl Urban,<br />

Dave Bautista, Katee Sackhoff<br />

Konu: Güneşin kavurduğu bir gezegende<br />

yaşayan Riddick, ölüme terk<br />

edilmiş bu gezegende kendisini oldukça<br />

ilginç bir uzaylı türüyle aynı<br />

yerde bulur. Hayatını kurtarmak için<br />

uğraşırken bir yardım alarmını aktive<br />

eder ve bu alarmın aktive olmasıyla<br />

birlikte iki gemi harekete geçer.<br />

Gemilerden birinde paralı askerler<br />

çalışmaktayken, diğer gemiye<br />

Riddick’in geçmişinden gelen önemli<br />

biri kaptanlık etmektedir.


n “Sancılı bir büyüme öyküsü…” Resmen uyuz olurum<br />

bu klişeye, yetişkinler, ergenlere dair kalıplar<br />

uydurmak ve hep saçmalamak zorundadırlar sanki.<br />

Sancısız büyümeme mi olur? Çocukları yarış atına<br />

çevireceksiniz, kötü ebeveyn pozlarına bürüneceksiniz,<br />

fena örnekler olacaksınız, sonra yeniyetme<br />

acı çekmesin, sancılanmasın. Hadi canım sende…<br />

Hah, ben iyiyim, müthiş bir örneğim, çocukla çocuk<br />

oluyorum derseniz, sizi mi kıralım? İstisnalar kaideyi<br />

bozmaz elbette, her neyse… “Bir Hayalimiz<br />

Vardı” (Ginger & Rosa), 1960’ların, soğuk savaşın<br />

en gerilimli döneminde geçen, siyasi bir sos<br />

katılmış ergen ve ebeveyn hikâyesi, özetle… Lakin<br />

mevzu siyasi değil, tamamen psikolojik. Affedersiniz<br />

kızınızın en yakın arkadaşıyla birlikte olursanız,<br />

füze krizi bahane, travma şahane olur.<br />

Sally Potter’ın yazıp yönettiği Bir Hayalimiz Vardı,<br />

yaklaşık beş ay önce İstanbul Film Festivali’nin<br />

Kadın Hikâyeleri kuşağında gösterilmişti. Aradan<br />

geçen sürede filmi neredeyse unutmuşum, mekân<br />

kullanımındaki ustalık, politikayı iğdiş eden<br />

apolitik haller ve sahneler, isyanını anne, baba ve<br />

kankaya değil, dünyanın gidişatına haykıran genç<br />

bir kız, aklımda kalanlar. Elle Fanning, Alice Englert,<br />

bu iki genç kadın, rollerinin hakkını ziyadesiyle<br />

veriyorlar, filmin oyuncu kadrosunda Christina<br />

Hendricks, Timothy Spall, Alessandro Nivola ve<br />

Annette Bening de var. Bir Hayalimiz Vardı, Sally<br />

Potter’dan (becerisine ve ustalığına elbette laf yok)<br />

umduğumuz derinlikli ve katmanlı bir proje değil,<br />

vurucu ve akılda kalıcı hiç değil, kuşkusuz. Beklentiyi<br />

karşılamayan ama yine izlenmeyi hak eden tipik<br />

bir festival işi seyirlik, en nihayetinde…<br />

Mevzuya dönelim, Ginger ve Rosa, çok yakın iki<br />

arkadaş, aralarından su sızmıyor. Çevreleri entellerle<br />

çevrili, Küba’daki füze krizi, ABD ve Sovyetler<br />

Birliği arasındaki didişmeyi daha da büyütmüş ve<br />

gerginlik, iki tarafın yandaşlarına da sirayet etmiş,<br />

ister istemez. Kaotik bir dönem olsa dahi, bu serpilmeye<br />

engel değil. Şimdi Ginger, hemen her kız<br />

gibi babasına âşık, o esnada aile çatırdıyor ve baba,<br />

pılını pırtısını toplayıp evden gidiyor. Kadınlığını daha<br />

erken keşfeden güzel Rosa da, Ginger’in babasına<br />

âşık, lakin bu bir sevi öyküsü, yani bildiğin kadın-erkek<br />

ilişkisi… Ginger, bu Lolita hikâyesine tanık oluyor, haliyle<br />

kıskanıyor ve kabullenemiyor bu durumu, sevgi,<br />

tez zamanda nefrete dönüşüyor. Çünkü ortak çocuk<br />

düşleri hükmünü yitiriyor, hayata bakış açılarının<br />

değiştiği, farklılıkların ve farkındalıkların daha bariz<br />

göründüğü bir devre geliyor. Çocuklar, gençliğe ilk<br />

adımı atıyor. Ve Ginger, çözümü, politikada bulmaya<br />

çabalıyor, eylemci olmakla, protestolara katılmakla,<br />

travmayı atlatırım sanıyor, kuşkusuz aldanıyor. Doluyor,<br />

şişiyor, birikiyor, annesinden sakladığı sır giderek<br />

büyüyor, kocaman oluyor. Ta ki patlayıncaya dek…<br />

Ve hesaplaşma vakti yaklaşıyor, kırılgan, üzgün ve<br />

süzgün anne, sorumsuz, adeta her şeye koy vermiş<br />

baba, bizim kızlar Rosa, Ginger, ‘marjinal’ aile dostları<br />

ve son olarak Rosa’nın emekçi annesi… Eteklerdeki<br />

taş dökülür, Küba krizinden önce evdeki kriz çözülür,<br />

tarafları acıtsa dahi… Son olarak; biz dram damarını,<br />

arabeskte bulurken, ecnebi, kahrını ve kederini de<br />

siyasette yaşıyor. Vay be!


n Fransız sinemasını çok tercih etmem ama bazen<br />

öyle örnekler çıkıyor ki benim filmlerim listeme<br />

severek ekliyorum. Bu hafta vizyona giren<br />

Direniş Günlerinde Aşk filmi de işte böyle bir film.<br />

Bizim dağıtımcıların filmlerin orijinal isimlerini<br />

değiştirerek koyduğu adlar çoğunlukla çuvallıyor.<br />

Bu filmin de orijinal adı Apres Mai yani Mayıs’tan<br />

Sonra. Filmin anlattığıyla birebir uyuşan bir ad.<br />

Tabii bizimkiler bakmış biraz aşk, biraz gençlerin<br />

eylemi, yapıştırmışlar Direniş Günlerinde Aşk ismini.<br />

Halbuki film çok zor bir konuyu çok yaratıcı<br />

bir şekilde işliyor. 1968 Mayıs’ından sonra yaşanan<br />

çözülmeyi kişisel boyutta işliyor. Yönetmen Olivier<br />

Assayas 1955 doğumlu yani 1971’de 16 yaşında;<br />

filmin kahramanı Gilles ile benzer yaş, zaten Gilles<br />

yönetmenin altergosu. Film için yarı otobiyografik<br />

bir çalışma diyebiliriz. 1968’ten sonra hayatlar<br />

değişime uğradı, peki nereye doğru evrildi? Biz ve<br />

bütün dünya bu gençlik hareketinden sonra nasıl<br />

bu duruma geldi. Böylesi büyük soruları kendi<br />

küçük cevaplarıyla bireyselleştiren, çözülmenin ana<br />

hatlarını en kişisel şekilde cevaplayan bir yapım.<br />

Bu anlamıyla çok tartışılacak da bir film. 68 sonrası<br />

toplumun her bireyi ama öncelikle gençler hücrelerine<br />

kadar siyasileşmiş ama yola nasıl devam edeceklerini<br />

bilememişlerdir. İşte bu belirsizliğin içinde<br />

yuvarlanan lise öğrencisi Gilles hem siyasi mücadelesini<br />

hem de kendini bulma savaşını vermektedir.<br />

Tam da bu noktada çok tartışılacak sorular sorar<br />

yönetmen ama sadece soruları sorup bırakmaz.<br />

Yaşantısının kendisini götürdüğü yerlerle aslında<br />

cevaplarını da verir. Gilles lisedeki arkadaşlarıyla<br />

siyasi eylemlere karışmakta, sol örgütlerin içinde<br />

bulunmakta aynı zamanda resim yaparak da<br />

kimliğini oluşturmaktadır. Bütün bu dönemde sol<br />

örgütler kendi içinde bir bölünme yaşamaktadır.<br />

Maocularla, Troçkistler ve Sovyetçiler yaşanan günlerin<br />

hangi devrime doğru evrileceğinin hesaplarını<br />

yaparlar. Gilles bu arada bütün bu sistemin içinde<br />

kendi kişisel yerini bulma çabasındadır. Kendi kişisel<br />

yerini bulma savaşının en önemli bölümlerinde ise<br />

aşk karşımıza çıkar. Özellikle gençlik, devrim ve<br />

aşk üçlemesi tartışmalı bir konudur. Günümüzde<br />

de öyle. Aşk örgütler ve sosyalizm tarafından hoş<br />

karşılanmaz. Bu söylediğimi eleştiren çok olacaktır<br />

ama 80 öncesi örgütlerde bulunanlar beni eminim ki<br />

doğrularlar. İkinci olarak bireyselleşme sosyalizm ile<br />

çatışmaktadır. Çünkü bireyselleşme burjuvazinin bir<br />

dışa vurumu olarak kabul edilir. Zaten sosyalizmin en<br />

büyük çıkmazı da burjuvaziden doğan bir ideoloji olup<br />

işçi sınıfına dayanma gibi bir tezat yaşamasıdır. Bütün<br />

bu çatışmalar Gilles’in ve arkadaşlarının tercihlerinde<br />

rol oynayacaktır. Film sonuna kadar siyasi bir film<br />

olmasına rağmen aşkı odağına oturtmuş ve Gilles’in<br />

acılarının en büyüğü olarak bize sunmuş. Mesela<br />

bir aşkın unutulmamasının en büyük gereği nedir?<br />

Gilles’in de yaşadığı gibi ulaşılmaz veya yaşanamaz<br />

olmasıdır. Bu bazen karşılıksız bir aşktır bazen ölüm<br />

onu unutulmazlar arasına yerleştirir ki Gilles için ikisi<br />

de söz konusudur. Örgüt içinde yerini ararken sanatçı<br />

yönünün baskısıyla yaratıcılığını öne çıkarmak<br />

Gilles’in daha çok anarşist olarak tanımlanmasına<br />

sebep olur. Bu aslında doğru bir tanımlama değildir,<br />

sadece bir ideolojinin altında bireyselleşme çabasına<br />

ve yaratıcılığına sahip her insanın karşılaştığı tezattır.<br />

Apres Mai görseli güçlü bir film olmasından daha<br />

çok diyaloglara dayalı bir film. Ve bu sefer alt yazı<br />

çok önemli filmi algılayabilmek için. İnternette bir<br />

versiyonu var ama alt yazısı çok yetersiz. Onun için<br />

Fransızcanız iyi değilse Apres Mai’yi mutlaka sinemada<br />

seyredin. Yönetmen dönemin bir çok şair,<br />

örgüt, edebi eser hatta tablosuna gönderme yapıyor.<br />

Bu filmi iyice hazmedebilmek için biraz birikim de<br />

gerekiyor. Filmi seyrettikten sonra bazı isimleri internetten<br />

arayacağınızı düşünüyorum. Arkadaşlarınızla<br />

gidebileceğiniz ve üstüne uzun tartışmalar<br />

yapabileceğiniz başarılı bir yapım Apres Mai.


n 1Bu yazıya başlarken köpekbalığı filmleri külliyati<br />

yapmamaya özen göstereceğim ama son Bait<br />

/ Yem’den önce vizyona giren Shark Night’a bir<br />

göz atacağım. Tabii Spielberg imzalı nerede o eski<br />

köpekbalıkları demeden de geçemeyeceğim. Shark<br />

Night piranha yiyiciliğinin köpekbalığına uyarlanmış<br />

haliydi ve fazlaca kan görememiştik, sadece pazarlama<br />

mantığının kadınların bikinileri üzerinden<br />

dolaşan vahşeti hakimdi! Külliyat yapmayacağım<br />

dedim ama Deep Blue Sea / Mavi Korku da konusu<br />

itibariyle yabana atılmayacak bir filmdi bana göre,<br />

yunus zekasına ulaşan köpekbalığı tanımıyla benden<br />

tam not almayı başarmıştı!<br />

Spielberg’ün Jaws’ında tansiyonu sıçratacak atmosfer<br />

hakimiyeti vardı o yüzden çıplaklık arasında<br />

mola aramıyorduk. Avustralya’da geçen filmde de<br />

teknik bir hakimiyet var, mekan tasarımı ve görüntü<br />

yönetimi konusunda gayet dirsek temasıyla hareket<br />

etmişler . Neredeyse tek mekanda geçen film arada<br />

tekrarlara düşse de gerilimi diri tuttuğunu söyleyebiliriz.<br />

Filmin birkaç bileşeni var tabi ki, öncelikle açık<br />

denizlerde, göl vs.’de geçmiyor. Öncesine konulan<br />

ve ayrılıkla sonuçlanan hikaye ise kader ortaklığıyla<br />

çözülmek üzere cepte bekletiliyor. Tsunami sonucunda<br />

bir markette sıkışan insanların, köpekbalığıyla<br />

olan mücadelesi konu ediliyor.<br />

Film sonrasında bir mekanda tıkılıp kalan insan<br />

psikolojisine odaklı ilerliyor daha çok, gerilen sinirler,<br />

onarılmayı bekleyen ilişkiler ve ortamın havasını<br />

solumayı reddedip erken davrananlar! Film yaş<br />

aralığını çocuklara da yöneltmek için şiddetin dozunu<br />

azaltmış diyebiliriz, kopan organlar, havada kapılan<br />

vücutlar yok değil ama dediğimiz gibi Shark Night gibi<br />

cinsellik temalı çağrışımlar da yok. Tabii her şeyin<br />

sindiği teknoloji burada da karşımıza çıkıyor ama<br />

atmosfer yaratmada ki başarısı tartışılmaz filmin.<br />

Arabada kalan ve dünyadan bi haber çiftin varlığı her<br />

filmde prim yapıyor demek ki! Ya da onlar bu filmin<br />

slash kafasının kurbanları… Tabii çocuğun ölmesi,<br />

kızın ve köpeğin sağ kalması da bir nevi sıra savmaca<br />

yaşatıyor ki, Final Destination geliyor insanın<br />

aklına kısa bir an!<br />

Bait / Yem dediğim gibi mekan açısından fark<br />

yaratıyor, köpekbalığını bir marketin içine sokarak<br />

koridorlarında dehşet yaşattırıyor. Her dakika<br />

köpekbalığı tarafından yenen birileri yok ama filmin<br />

tansiyonu bir hayli yerinde bence! İzlenesi!


n Çocukluğu video furyasına denk gelen herkes<br />

gibi ben de bir kiralamacıya girdiğim vakit<br />

korku filmlerinin olduğu kısımda alırdım soluğu.<br />

Çünkü korku filmlerini sinemada görmemize<br />

izin verilmez, bu türün örnekleri TV’de de (TRT)<br />

pek karşımıza çıkmazdı. O zamandan beri<br />

favori temam hep “tekinsiz evler” oldu. Bu tema<br />

asıl iyi örneklerini, The Shining, The Changeling,<br />

Poltergeist gibi filmlerle 80’ler sineması<br />

döneminde verse de son birkaç yıldır yeniden<br />

revaçta…<br />

Saw / Testere filmiyle uluslararası şöhreti yakalayan<br />

ve ardından gelen Dead Silence, Death<br />

Sentence gibi filmlerle yeni şiddet sinemasının<br />

önemli temsilcilerinden biri haline gelen yönetmen<br />

James Wan, bir önceki filmi Insidious<br />

ile ilk kez bir “tekinsiz ev” hikayesi çekmiş<br />

ve sanırım bundan hoşlanmış olmalı ki, yeni<br />

filmi de benzer bir hikayeyi aktarıyor. Aslına<br />

bakarsanız, Insidious epey potansiyeli olan<br />

bir korku filmiydi ve Poltergeist’tan açık esinlenmeler<br />

taşıyordu ancak PG-13 sınırlamaları<br />

içinde kaldığından tür meraklıları için TV’de<br />

yayınlanan herhangi bir Twilight Zone bölümünden<br />

daha ilgi çekici olamadı. (Yatacak<br />

yerin yok MPAA)<br />

James Wan, The Conjuring’i çekerken bu<br />

defa şiddete meyletmekten kaçınmamış. ‘R’<br />

sertifikası ile sınıflandırılan film pek çok sekansta<br />

korku filmi meraklılarının istediğini vermeyi<br />

başarıyor.<br />

Peki, bir korku filmi düşkünü ne ister? Bu<br />

filmler bizim gibiler için bir meydan okumadan<br />

ibaret. Yönetmen tüm hünerlerini ve hikaye<br />

anlatıcılığını göstererek bizi korkutmaya, biz<br />

ise korkmamaya çalışıyoruz. Yani, ne kadar<br />

korkunç, o kadar iyi! The Conjuring bu etkiyi<br />

sağlamak açısından son yılların en başarılı<br />

filmlerinden biri… Dürüstçe itiraf edeyim; Stir of<br />

Echoes’dan beri hiçbir filmden bu kadar korkmadım!<br />

James Wan her ne kadar temayı önceden çalışmış olsa da<br />

hikaye gerçekten iyi. Evet, yeni bir şey yok, bol çocuklu bir<br />

Amerikan ailesi yeni bir ev alıyor ve 19. Yüzyılda bu evde<br />

yaşayıp ölmüş Bathsheba Sherman adında bir kadının<br />

ruhu aileye musallat oluyor. Bu ve benzeri konuları daha<br />

önce defalarca kez izledik ancak artık iyiden iyiye bir pazarlama<br />

tuzağına dönüşmüş olan “Yaşanmış olaylardan<br />

uyarlanmıştır” ibaresi bu filmde sahici bir anlam kazanıyor.<br />

Elbette her zaman olduğu gibi pek çok ekleme-çıkarma<br />

yapılarak. Ed ve Lorraine Warren çifti gerçekten kafa kafaya<br />

verip bir sürü paranormal olayı aydınlatmış insanlar. Filmde<br />

bir yan hikaye olarak izlediğimiz ve Warren’ların çocuğuna<br />

musallat olan oyuncağın (Annabelle Doll) Perron ailesinin<br />

lanetiyle alakası yok ancak The Conjuring ustaca yazılmış<br />

bir senaryo ile çiftin ele aldığı iki dosyayı birleştiriyor. Ayrıca<br />

filmde aile eve taşınır taşınmaz başlayan olaylar gerçek<br />

hayatta bu kadar ani vuku bulmuyor. Aile bu evde tam 10 yıl<br />

yaşamış…<br />

Tabi bizim ilgimizi çeken, gerçeğin ne olduğu değil<br />

kurmacanın ne kadar iyi olduğu… Belli ki, James Wan<br />

ürkünç bir film çekmeye çalışmış ve bunu başarmış. The<br />

Conjuring yeni nesil korku filmi meraklıları için gerçek bir<br />

ödül, asla ıskalanmaması gereken bir film. Geçtiğimiz aylarda<br />

gösterilen “en korkunç film” olarak lanse edilen Evil Dead<br />

yeniden çevriminden çok daha iyi ve bunu yaparken her<br />

tarafı kan içinde bırakmıyor. Sonunda birileri, film izleyen<br />

insanları korkutmak için etrafa saçılan kollardan, bacaklardan<br />

ve kafalardan daha fazlasının gerekli olduğunu, önemli<br />

olanın iyi bir hikayede atmosfer sağlamak olduğunu fark etti.<br />

Bu anlamda da El Orfanato’dan beri en başarılı çalışma The<br />

Conjuring olsa gerek.<br />

Filmin ön adı olan “Warren Dosyaları” etiketinden anladığım<br />

doğruysa, The Conjuring sinemada ya da TV’de seriye<br />

dönüşecek. Warren’lar pek çok lanetli olaya el atmışlar ve<br />

en az 10 filmlik bir serinin malzemesi hazır gibi görünüyor.<br />

Umarım olur, merakla bekliyorum.


Şeytan-ı Racim daha önce Üç Harfliler:Marid’i çeken Arkın<br />

Aktaç’ın ikinci korku filmi. ‘Gerçek bir öyküden uyarlanmıştır<br />

ve geçek cin çıkarma sahneleri kullanılmıştır’ söylemleriyle<br />

dikkatlerimizi çeken filmle ilgili olarak yönetmen Aktaç ve<br />

oyuncu Uğur Güneş’in görüşlerini aldık… İyi okumalar<br />

BANU BOZDEMİR<br />

Korku sinemasının ülkemizde dayadığı<br />

koşullar uzun süre saklı kaldı ve bu konuda<br />

öne çıkmış birkaç yönetmen var.<br />

İlk filminiz Üç harfliler: Marid’i çekerken<br />

düşünceniz neydi? Korku sinemasına<br />

ilginiz nereden geliyor?<br />

Korku, insan olarak var olmaya<br />

başladığımız andan son nefesimize<br />

kadar bizimle beraber olan bir<br />

duygu. Yaşam akıp giderken, gülerken,<br />

aşık olurken, yeni heyecanlar<br />

yaşarken bir taraftan korkularımızla<br />

mücadele etmekle, korkularımızdan<br />

sakınmakla, korkularımızı bastırmakla<br />

uğraşıyoruz. Bilinen bazı şeylerden<br />

korkarken bilinmeyenden daha da<br />

çok korkuyoruz.”Üç Harfliler:Marid”<br />

filmi bu temel üzerine kurulmuştu.<br />

Göremediğimiz,tanımadığımız ama var<br />

olduğuna inandığımız ve dinimizce de<br />

var olduğu kabul edilen varlıkların bizim<br />

dünyamıza geçmesini ve yarattıkları<br />

kötülüğü anlatıyordu.Bu tür hikayeler<br />

bizim kültürel belleğimize kazınmış<br />

durumda.Türk halkını korkusuyla tekrar<br />

yüzleştirmek için çekmiştik filmi.<br />

İnsanlar sinemaya eğlenmek için gidiyorlar.<br />

Ama korku filmlerine de korkmak<br />

için gidiyorlar. Bence bu durum çok<br />

ilginç. İnsanların para ödeyerek korku<br />

satın almak istemesi bence korku filmi<br />

çekmek için yeterli bir sebep<br />

Üç aşağı beş yukarı bizdeki korku<br />

sinemasının kaynakları aynı. Batının<br />

şeytanı biz de cin oluyor. Bizde de<br />

şeytan kavramı olmasına rağmen<br />

neden cinler tercih edilir korku unsuru<br />

olarak? Gerçi ikinci filminizde<br />

şeytan deniyor ama yine de cin<br />

çıkarma seansları uygulanmış galiba!<br />

Cinlerin korku unsuru olarak<br />

kullanılmasının sebebi tamamen<br />

Anadolu’nun korku hikayelerinden<br />

kaynaklanıyor. Hepimizin yakın<br />

çevresinde ya da kendinde mutlaka<br />

cinlerin sebep olduğu korkunç olaylara<br />

şahit olma durumu ya da bu<br />

tür olayların bize aktarılma durumu<br />

olmuştur. Türk insanı en çok cinden<br />

korkar hatta adını bile söylemeden<br />

üç harfliler olarak geçiştirir çoğu zaman.<br />

Dolayısıyla cinleri korku unsuru<br />

olarak kullanmak kendiliğinden<br />

oluşan bir durum. Bu filmi izlerken<br />

aslında bilinmesi gereken tek bir<br />

nokta var. Şeytan da cin taifesindendir<br />

ve bütün kötülüklerin başıdır.<br />

Filmde Şeytan, kötülüklerini emrinde<br />

olan kötü cinlerine yaptırıyor ve<br />

cin çıkartma seansları bu sebepten<br />

dolayı filmde kullanıldı.<br />

Siz de gerçek bir hikayeden<br />

esinlenilmiştir vurgusu yapanlardan<br />

mısınız filmlerinizde? Bunun sebebi<br />

ne olabilir, seyircinin korkusuna daha<br />

fazla korku katmak için mi?<br />

Filmi izlediğiniz zaman böyle bir vurgu<br />

olup olmadığını anlarsınız. Filmin<br />

bence en önemli özelliği gerçekçi ve<br />

inandırıcı olması.


İkinci filminiz ve o da korku.<br />

Şeytan-Racim. Neden iki üniversite<br />

öğrencisinden yola çıkmayı seçtiniz.<br />

Gerçi iki filminizin de senaryo yazarı<br />

Murat Toktamışoğlu, onun yazdıklarını<br />

çekiyorsunuz. Siz yazmayı<br />

düşünmediniz mi?<br />

Murat (Toktamışoğlu) konuyu anlattığı<br />

zaman çok beğendim ve çekilebilir<br />

bir hikaye olduğuna inandım. Küçük<br />

insanların küçük dünyalarının tahmin<br />

edemeyecekleri bir şekilde alt<br />

üst olmasını sahici ve korkutucu bir<br />

şekilde anlatmak keyifliydi. Bir yönetmenin<br />

kendi yazdığını çekmesi tabii ki<br />

olması gereken. Röportajın sonunda<br />

bu sorunun cevabını vereceğim.<br />

Neden gerçek cin çağırma sahneleri<br />

yapılır bu tarz filmlerde? Gerçekliğe<br />

katkı olsun diye ama film işi zaten kurmaca<br />

değil midir?<br />

Film işi kurmaca bir iş ancak biz filmlerimizi<br />

çekerken bazı özel sahnelerin<br />

inandırıcı olması için mümkün<br />

olduğunca gerçekçi ortamlar yaratmaya<br />

çalışıyoruz. Cin çağırma sahneleri<br />

bunlardan birkaçı. Oyuncuların motive<br />

olabilmesi ve sahnenin inandırıcı<br />

olması için gerçekçi unsurlar kullanmak<br />

işimizi kolaylaştırıyor. Hatta cin<br />

çağırma sahnelerinde kullanılan dualar<br />

bile gerçek cin çağırma duaları.<br />

Bu tarz korku filmlerini senede bir<br />

çekerek Pazar haline getiren ve bir<br />

süre sonra hep aynı filmi çekiyormuş<br />

hissi yaratan yönetmenler var. Sizce<br />

korku piyasası bu kadar geniş mi?<br />

Konular genelde aynı çünkü?<br />

Bu doğru bir tespit. Yepyeni yaratıcı<br />

fikirlerle izleyenleri etkileyecek dimdik<br />

filmler çekmek mümkün. Ancak Türk<br />

korku filmi yönetmenleri şimdi izledikleri<br />

yoldan emin adımlarla giderek,<br />

daha iyisi için çalışarak, yanlışlarını<br />

görerek daha farklı ve yaratıcı filmlere<br />

imza atacaklardır.<br />

Bu tarz filmler fantastik boyutu olan<br />

aynı zamanda efektlerin yoğun bir<br />

biçimde kullanıldığı filmler. Aynı zamanda<br />

da gerçekçi. Bu üçünü nasıl<br />

bir potada eritiyorsunuz?<br />

Bunu ne kadar başarabildiğimiz<br />

tartışılır. Ancak bütçeler ve imkanlar<br />

dahilinde herkes elinden geleni<br />

yapıyor ve yapmaya çalışıyor.<br />

Aslında üçünü bir araya getirmek<br />

yemek yapmaya benziyor. Elinizdekileri<br />

doğru oranlarda kullanıp,<br />

doğru zamanlamayla ve güzel<br />

bir sunumla sinema seyircisine<br />

ulaştırabiliyorsanız bu konuda bir<br />

sıkıntı yaşamazsınız.<br />

Genelde bu tarz filmlerde isimsiz<br />

oyuncular yer alıyor, bunun bir sebebi<br />

var mı sizce?<br />

Mutlaka var. Henüz tanınmamış<br />

oyuncuların bu gerçeküstü hikayelere<br />

izleyenleri inandırması<br />

daha kolay. Ünlü oyuncular korku<br />

filmlerinde yer aldığında, seyirci<br />

o oyuncuyla ilgili bilinçaltında yer<br />

alan imajı yok sayıp filmde çizdiği<br />

imaja inanmaya çalışırken farkında<br />

olmadan filmden uzaklaşıyor. Oysa<br />

isimsiz bir oyuncu seyirci için kendisi<br />

gibi sıradan biri ve kendisine<br />

yakın hissettiği birini başına gelenleri<br />

izlemek ve özdeşleştirmek çok<br />

daha kolay.<br />

Korku sinemasıyla ilgili çok film<br />

çektikçe farklı denemeler yapmayı<br />

düşünür müsünüz? Örneğin buluntu<br />

film havası, kameralarla destekli<br />

görüntüler vs…<br />

Bir sonraki projem, korkuyu insan<br />

doğasında olan içgüdüsel bir<br />

davranış biçimi olarak ele alacağım<br />

ve bu uzun bir deniz yolculuğu<br />

sırasında geçen bir aşk hikayesi<br />

olacak. Korku sinemasının tüm<br />

klişelerini aşk klişeleriyle ele<br />

alacağım. Bu senaryoyu Los<br />

Angeles’da uzun yıllardır yaşayan<br />

çok yakın bir arkadaşımla çıktığımız<br />

bir deniz yolculuğunda tasarladık<br />

ve yazmaya başladık.


UĞUR GÜNEŞ<br />

İlk sinema filminiz sanırım, neden böyle bir film.<br />

Sonuçta bildik ve sıradan bir rol değil?<br />

İlk sinema filmim, Türkiye’de korku filmlerine<br />

önyargılı bakılmasından dolayı başlarda tereddüt<br />

ettim. Hikayeyi okuduktan sonra son derece ilgi<br />

çekici buldum. Oynayacağım karakter de sıradan<br />

bir karakter olmadığından kabul ettim. Filmin<br />

yönetmeninin Arkın Aktaç olması da karar vermemde<br />

etkili oldu.<br />

Bir süre tiyatroyla devam etmiş sonra ekranlara<br />

geçiş yapmış bir oyunculuk sizinki. Tiyatro daha<br />

çok ideallerle ifade edilir, dizi para için yapılır,<br />

sinema ise hayaldir. Sizin geçişiniz nasıl oldu,<br />

gönlünüzde yatan hangisi?<br />

Tiyatroya küçük yaşlarda başladım, sonrasında<br />

Ankara Üniversitesi D.T.C.F. tiyatro bölümünde<br />

okudum. Bu süre zarfında hem tiyatro hem<br />

de birtakım televizyon projelerinde yer aldım.<br />

Tiyatro’nun benim için her zaman ayrı bir yeri<br />

oldu.Çünkü bana göre oyunculuğun temeli<br />

tiyatro’dan geçer.Tiyatro yaptığım dönemlerde<br />

de bir oyuncu olarak kamera karşısında da<br />

kendimi denemek istedim.Ülkemizde dizilerin<br />

sektör açısından önemli bir potansiyeli olduğunu<br />

inanıyorum.Dizi projelerinde yer almanın sadece<br />

maddi olarak değil,mesleki anlamda da sektörde<br />

yer edinmeyi sağladığına düşünüyorum.Sinema<br />

filmlerinde oynamayı hayal ederdim ve bu filmle<br />

hayalim gerçek oldu.Sinema,fikirsel olarak<br />

oyuncu olmam konusunda başlangıç noktam<br />

oldu.Çünkü ben sinema filmleri ile büyüdüm.Bu<br />

yüzden oyuncu olmak istedim.Tercih yapmam<br />

gerekse bile,mesleğimi icra edebildiğim sürece<br />

sinema ve tiyatro arasında mukayese yapmam<br />

doğru olmaz,ikisinin de farklı tatları olduğuna<br />

inanıyorum.<br />

Filmdeki deneyimleriniz nasıl oldu, zorlu bir filmin<br />

içinde olmak, korku sinemasının içine dalmak.<br />

İlginiz var mıydı bu tarz filmlere?<br />

Gerçekten düşündüğümden çok daha zor oldu.<br />

Çünkü zor sahneler çektik, duygusal ve fiziksel<br />

olarak çok zorlandığım sahneler oldu, bu işin<br />

gerçeklik payının düşünüldüğü bir atmosfer vardı<br />

ve sahneler çekilirken herkes muazzam ciddiydi,<br />

bu yüzden büyük bir sorumluluğa büründüm<br />

ve böyle olması filmin gidişatında önemli rol<br />

oynadı. Küçüklüğümden beri bu tarz filmlerin<br />

nasıl çekildiğini merak ederdim, korku ve gerilim<br />

filmlerine her zaman özel bir ilgim olmuştur. Bu<br />

projeyle detaylarını da tecrübe etmiş oldum.<br />

Havas ilmi nedir ve daha önce biliyor muydunuz<br />

bu kavramı? Sinemamızın korku anlayışının cinlerden<br />

gitmesini nasıl buluyorsunuz?<br />

Havas ilmini ilk başlarda bilmiyordum,<br />

araştırdığımda gördüm ki içinden çıkılamaz<br />

ve baştan sona şifrelerden oluşan bir ilim. Bu<br />

yüzden bu konuda yorum yapmam doğru olmaz.<br />

Batı sinemasına baktığımız zaman korku<br />

filmlerinin çeşitliliğini görebiliriz, bunun sebebi<br />

olarak geçmişten bugüne korku temalı filmlerin<br />

çekildiğini ve sürekli kendini geliştirerek<br />

yaratıcılaşmış olduğunu söyleyebiliriz. Batı<br />

sinemasında da benzer konulardan beslenildiği<br />

apaçıktır.Ülkemizde insanların ilgi duyduğu aynı<br />

zamanda korktuğu bir inanç var. Bu doğrultuda<br />

bakıldığı zaman bizim inancımıza has bir konu<br />

olan cin temasının ülkemizde ilgi gördüğüne<br />

inanıyorum.<br />

Korku filmlerini sever misiniz ve etkilendiğiniz bir<br />

korku filmi var mı?<br />

Korku filmlerine küçüklüğümden beri ilgi duyuyorum<br />

ve izlemekten keyif alıyorum. Her şeyi ile<br />

etkilendiğim ve beğendiğim birkaç film var; Shining,<br />

Mama, Evil Dead bunlardan birkaçı…<br />

Filmde gerçek cin seansları yapıldığı yazıyor?<br />

Nasıl olduğunu paylaşabilir misiniz?<br />

Gerçekten cin seansları yapıldı. Bu konuda<br />

bilgi vermem doğru olmaz, hep birlikte izleyip<br />

göreceğiz. Sadece çok gerçek ve ürkütücü<br />

olduğunu söyleyebilirim.<br />

Filmi izleyebildiniz mi? içinize sinen bir film olmuş<br />

mu?<br />

Henüz filmi izleyemedim ama izlediğim birkaç<br />

sahneden yola çıkaran son derece kaliteli bir<br />

yapım olduğunu söyleyebilirim.<br />

Bundan sonra ne gibi projeler var, kariyerinize<br />

nasıl bir yön vereceksiniz?<br />

Kasım ayında yer aldığım bir film daha vizyona<br />

girecek, onun dışında görüştüğüm yeni sezonda<br />

başlayacak olan diziler var bekleyip göreceğiz.<br />

Ben her zaman olduğu gibi disiplinli duruşumla<br />

çalışmaya ve kendimi geliştirmeye devam<br />

edeceğim, gelecek teklifler doğrultusunda en<br />

doğru tercihleri yapmaya çalışıp, kaliteli projelerde<br />

yer almayı ümit ediyorum.


Geçen Sene Altın Portakal’da özel bir gösterimle izledik<br />

Menekşe’den Önce’yi… İnsan aklının almadığı galeyan ve vahşet<br />

duygularından bir tanesidir Sivas Katliamı benim için. Kabul<br />

edemiyorum bu duyguyu ve hiçbir zamanda kabul edemeyeceğim<br />

BANU BOZDEMİR<br />

n Geçen Sene Altın Portakal’da özel bir gösterimle<br />

izledik Menekşe’den Önce’yi… İnsan aklının<br />

almadığı galeyan ve vahşet duygularından bir<br />

tanesidir Sivas Katliamı benim için. Kabul edemiyorum<br />

bu duyguyu ve hiçbir zamanda kabul<br />

edemeyeceğim sanırım. Soner Yalçın tanıklıklarla<br />

yani bu vahşeti yaşayan ve hayatta kalanların<br />

anlattıklarıyla karşımıza getirmiş bu belgeseli.<br />

Salonda çıt çıkmıyordu önce, nefesler tutulmuştu,<br />

olayı yaşayanlar nefes alamadıklarını anlatırken<br />

biz de nefes alamamaya başladık, gerçekten<br />

de olan buydu… Onların gözyaşlarıyla beraber<br />

çıkardık biz de içimizde gizli tuttuğumuz nefesi…<br />

2 Temmuz 1993’te meydana gelen katliamı<br />

duyunca bir Sivaslı olarak inanılmaz acı çektim.<br />

O zamanlar ortalıkta dolaşan ‘yakanlardan<br />

mısınız yoksa yananlardan mı’ lafına kimi zaman<br />

kızarak, kimi zaman utanarak ‘yananlardanız elbet’<br />

yanıtını verdim. Başka türlüsü nasıl mümkün<br />

olurdu ki! Madımak otelinin karşısına dikilmiş<br />

ve tek amaçları içerideki insanları yok<br />

etmek olan bir kitle vardı ve<br />

bu kitlenin uğultusu<br />

uzun süre gitmedi<br />

kulaklarımdan. Ellerinde<br />

gazlarla,<br />

kibrit ve ağızlarından<br />

köpükler saçarak<br />

bekleyen kitlenin öfkesi<br />

(neyin öfkesi!) giderek<br />

artıyordu, karşılarında<br />

onlara müdahale edecek<br />

bir polis ordusu da yoktu<br />

üstelik. Ve bu onların işine<br />

geliyordu, yaşlılar meydanda<br />

tekbir çekerken, gençler otelin camlarını<br />

kırıyor, otele tırmanmaya çabalıyor ve oteli<br />

yakmaya çalışıyordu. Belgeseli izlerken de<br />

elim ayağım boşaldı, sanki olay karşımızda<br />

oluyordu ve biz hiçbir şey yapamıyorduk.<br />

Aziz Nesin’in yangın merdivenlerindeki halini<br />

hiç unutmayacağım, içim parçalanmıştı…<br />

Sonra otelin merdivenlerine oturmuş, bitkin,<br />

şaşkın ve çaresiz ellerine aldıkları yangın<br />

tüpü ve fırçayla aslında kendilerini savunmayan<br />

Metin Altıok, Behçet Aysan, Uğur<br />

Kaynar…<br />

Belgesele ismini veren Menekşe’nin abisi ve<br />

ablası Madımak’ta yanarak öldü. Bu acıya<br />

nasıl dayanacağını düşünen annesi onların


anısına Menekşe’yi doğurmuş. Onların yerine<br />

koymak için değil elbet, onları yaşatmak için.<br />

Abla ve abisi hiç tanıyamayacak olan Menekşe<br />

ise onların mezarıyla avunuyor, omuzlarında<br />

büyük yük var, ailesine destek olmak zorunda.<br />

Bütün gözler onun üzerinde, küçük Menekşe 12<br />

yaşında ölen abisi Koray’ı ve aynı adı taşıdığı 15<br />

yaşındaki ablası Menekşe’nin nasıl öldüğünü,<br />

nasıl böyle bir vahşete kurban gittiklerini<br />

öğrenmek istiyor. Menekşe’nin yolculuğu Lütfiye<br />

Aydın’ın katliamı anlattığı kitapla başlıyor ve<br />

tanıklıklarla devam ediyor.<br />

Belgesel çok özenli hazırlanmış, o zamana kadar<br />

görmediğimiz, öğrenemediğimiz birçok ayrıntı<br />

bir anda önümüze serilince gerçekten de engel<br />

olamadık gözyaşlarımıza. Ben uzun zamandır<br />

bir salonu toplu olarak ağlarken görmemiştim<br />

ama ne ağlama! Hıçkıra hıçkıra ağladık, güzel<br />

insanları öldürmeye yemin etmiş, insanlıktan nasibini<br />

almamış o çirkin yüzleri görmenin acısıyla,<br />

çaresizliğin, adalet beklemenin, zamanaşımına<br />

uğramanın ve elimizden bir şeyler gelmiyor<br />

olmasının acısıyla ağladık.<br />

Sivas katliamı olduğunda yüreğim nasıl<br />

yandıysa belgeseli izlerken de o derece yandım<br />

kavruldum. Yaşanan vahşet çok etkiliyor elbette<br />

ama insanın aklının almadığı şey ‘neden’<br />

sorusu oluyor. Neden yaptınız bunu? Neden<br />

bu kadar vicdansınız, insanlıktan nasibini<br />

almamışsınız? Orada bidonlarla insanları yakmak<br />

nereden aklınıza geldi, neden sizin gibi<br />

olmayanlara tahammülünüz yok ve neden bu<br />

kadar çabuk galeyana geliyorsunuz? O kadar<br />

çok sorulacak soru var ki, bitmez, bitmez…<br />

Sonra Yeni Akit gibi Gezi olaylarında da pis<br />

yüzünü gösteren gazetenin yalan haberi var<br />

ki, senin çıkarın ne katliamdan diye sormak<br />

istiyoruz? Onlar zehirlenmedi, kurşunlanarak<br />

öldüler diyerek saçma bir yalanın arkasında<br />

eşelenen, yalan söyledikçe iyice batan bir<br />

gazete. Yalancı olduğunuzu biliyoruz ve sizleri<br />

dikkate almıyoruz, sadece birazcık insanlık<br />

beklediğim için sizden de bahsetme gereği<br />

duydum bu masumca katledilen insanları derin<br />

bir hüzünle andım bu yazıda!<br />

Sonuçta 20 Eylül’de vizyona giriyor<br />

Menekşe’den Önce. Çok daha önce girmeli<br />

yüzlerce salonda gösterilmeliydi. İbret alınacak<br />

bir belge, yürek acıtan bir ölüm hikayesi… Mutlaka<br />

izleyin, ölüme ve faşizme inat, gericiliğe ve<br />

yobazlığa inat!


Yönetmenliğini Ersoy Güler’in<br />

üstlendiği Burçin Bildik, Ezgi<br />

Asaroğlu, Hüseyin Avni Danyal,<br />

Nazlı Tosunoğlu, Murat<br />

Akkoyunlu, Metin Yıldız, Erkan<br />

Bektaş’ın yer aldığı, devam<br />

filmi olarak çekilen Sağ Salim<br />

2, görsel zenginlikleriyle<br />

izleyenleri şaşırtacak...<br />

BUKET KAHRAMAN<br />

n Yönetmenliğini Ersoy Güler’in üstlendiği<br />

Başrollerinde Burçin Bildik, Ezgi Asaroğlu,<br />

Hüseyin Avni Danyal, Nazlı Tosunoğlu, Murat<br />

Akkoyunlu, Metin Yıldız, Erkan Bektaş’ın yer<br />

aldığı, devam filmi olarak çekilen Sağ Salim 2,<br />

görsel zenginlikleriyle izleyenleri şaşırtacak.<br />

Film ekibi bayram boyunca tatil yapmadan<br />

çekimlerini Kastamonu’nun Cide ilçesinde<br />

tamamladı. Sağ salim1 geçen sene 64 bin<br />

996 kişi tarafından izlendi ve istenilen gişeyi<br />

yakalayamadı. Film vizyondan kaldırıldıktan<br />

sonra online ortamda 8 milyon kişi tarafından<br />

izlenerek bir ilke imza attı. Sağ sağlim 2 Şubat<br />

ayında vizyona girecek.<br />

Sağ salim2 DVD olmayacak!<br />

Gülen Adam film şirketinin de aynı zamanda sahibi<br />

olan Ersoy Güler, Sağ Salim 2’nin ilk filmden<br />

daha büyük bir patlama yapacağını söyledi.<br />

Güler, “Genellikle devam filmleri ilkinden düşük<br />

olur ama ikinci filmimiz birden daha aksiyonlu<br />

oldu. Senaryosunu yazarken İngiliz suç komedilerden<br />

esinlendim. Tek mekânlı konular ve<br />

yol filmleri ilgimi çok çekiyor. Ama Türkiye’de yol<br />

filmleri gişe yapmıyor. Kara mizah da tek başına<br />

işe yaramıyor. Ben de ikisini birleştirdim. Suç,<br />

durum komedisi, diyalog komedisi eklendiğinde<br />

yurtdışında Coen kardeşlerin filmlerine benzetenler<br />

oldu. Birinci filmde gişede çok büyük<br />

bir zarar ettim. Yanlış zamanda gösterime gir-


dik korsanın da etkisiyle gişede başarısız<br />

olduk. Bu nedenle Sağ Salim 2 nin DVD’<br />

ni çıkarmayacağım. Kastamonu halkı bize<br />

taahhüt ettiği şeyleri yapmadı. Eğer sözlerini<br />

tutarlarsa burada da bir ön gösterim<br />

yapacağız” dedi. İkinci filmin çekimleri<br />

tamamlanmadan başbakanlığa bağlı bir<br />

kurumdan ‘Sağ Salim 3’ün Afrika’da çekilmesini<br />

üzerine bir teklif aldıklarını sözlerine<br />

ekleyen Güler, şimdiden üçüncü filmin sinyallerini<br />

de vermiş oldu.<br />

Türkiye’de “Aksiyon Komedi” tarzını<br />

başlattık.<br />

Salim’in arabasına otostop çekip bindikten<br />

sonra kendini bambaşka bir dünyanın<br />

içine bulan Nihal(Ezgi Asaroğlu), Nurgül<br />

Yeşilçay ile başrollerini paylaştığı “Aşk<br />

Kırmızı” filmindeki performansı ile<br />

konuşuldu. Türkiye’nin fenomen dizisi Leyla<br />

ile Mecnun’nun ilk Leyla’sı olan Asaroğlu<br />

daha sonra Yağmurdan Kaçarken dizisinde<br />

İdil karakteriyle karşımıza çıkmıştı.<br />

Kastamonu Cide’ye ilk kez geldiğini söyleyen<br />

Asaroğlu,” Cide’ye ilk kez geliyorum.<br />

Hasret kaldığımız bir doğanın içindeyiz.<br />

Senaryoda pek es yok. Oyuncuların birbirlerinin<br />

suratına cümlelerini söyleyecekleri<br />

yerler yok. Hep bir aksiyon var. Biz de<br />

bu akışın içinde sürüklenip gidiyoruz.<br />

Nihal, bu macera da Salim’le bir takım<br />

oluşturuyor. Salim’in iyi niyetli olduğunu<br />

biliyor. Kurtarmaları gereken bir durum var<br />

ve Salim işleri yavaşlatan bir talihsizliğe<br />

sahip. Bu da Salim karakterini sevimli kılan<br />

bir şey. Tempoyu daha da yoğunlaştırarak<br />

ikinci filme aktardık. Hiç beklemediğimiz<br />

bir yerde, aniden bir aksiyon oluşuyor.<br />

Bu yüzden ben sadece bir komedi filmi<br />

çektiğimize inanmıyorum. Türkiye’de aksiyon<br />

komedi tarzını başlattık” şeklinde<br />

konuştu.<br />

Buhar makinesi beni yaktı!<br />

Sağ salim’in en naif karakterine hayat<br />

veren Burçin Bildik, çekimler sırasında<br />

buhar makinesinin yanlış kullanılmasıyla<br />

vücudunda oluşan yanıklar sonucunda çekimlere<br />

ara vererek Kastamonu Devlet hastanesinde<br />

bir süre tedavi altına alındı. Biz


onu 118 33 reklâmlarıyla<br />

tanıdık. Ardından Tozlu Yollar<br />

ve Salih kuşu dizilerinde izledik.<br />

Şimdi Sağ Salim’in Salim’i.<br />

Birinci filmini çıraklık dönemi<br />

olarak değerlendiren Bildik<br />

“Acemilik gitti. Karakteri yaratmada<br />

büyük kolaylık sağladım.<br />

İkinci film birinci filmin devamı<br />

olarak çekildi. Dolayısıyla hikaye<br />

bir gün sonrasında geçiyor<br />

ama çekimleri 1.5 yıl sonra<br />

yaptık. Bu yüzden oyunculuğu<br />

aynı oranda tutmak gerçekten<br />

zor oldu. Salim, iyi niyetli<br />

olduğundan başına gelmeyen<br />

kalmadı. Nihal’i kurtarayım<br />

derken işler iyice karıştı. Anadolu<br />

insanının en saf halini<br />

canlandırıyorum. Komik olmaya<br />

çalışmıyorum. Salim’in<br />

içinde bulunduğu durama<br />

verdiği büyük tepkiler filmi zaten<br />

komikleştiriyor. Karakterin<br />

naifliğine saflığına hayranım.<br />

Benim hayatımda böyle benzer<br />

şeyler oldu. İyilikten maraz<br />

doğar derler aynen öyle” dedi.<br />

Rolüm gereği “Rambo” oldum<br />

Arka Sokaklar dizisinin “Nazike”<br />

si usta oyuncu Nazlı<br />

Tosunoğlu, daha önce İşler<br />

Güçler, Yabancı Damat, Aşk<br />

Oyunu, Sen Harikasın, İkinci<br />

Bahar gibi sevilen TV dizilerinde<br />

yer almıştı.<br />

Sağsalim1’ de sadece sesini<br />

duyduğumuz Nazlı Tosunoğlu<br />

ikinci film’de cesur sahneleri<br />

ile izleyiciyi güldürecek. Kızı<br />

Nihal’i korumak için televizyonda<br />

izlediği dizilerden gördüğü<br />

kadarıyla kendini kamufle<br />

eden Tosunoğlu, özel bir ekip<br />

yardımıyla ağaçtan uçtuğunu<br />

söylüyor. “Oynadığım karakter<br />

bir Anadolu kadını, Televizyonda<br />

izlediği kahramanlardan biri<br />

olan Rambo’nın kılığına girerek<br />

kendimi tanınmaz hale getiriyor.<br />

Tek amacı Kızı Nihal’i kötü insanlardan<br />

korumak. Bazı sahnelerde<br />

gerçekten zorlandım.<br />

Orakla buz gibi sudan çıktım.<br />

Özel bir ekip yardımıyla ağaçtan<br />

ağaca uçtum. Yüzüme sürülen<br />

siyah boyayı gören Kastamonu<br />

insanı bana deliymişim gibi<br />

bakıyordu” dedi.<br />

Seyirciyi şaşırmayı seviyorum<br />

Dizi ve sinemada sıkça görmeye<br />

alıştığımız Murat Akkoyunlu<br />

Limon yapım imzalı Her şey<br />

Yolunda Merkez’de Vakıf Bilir<br />

karakterini canladoryor. Oyuncu<br />

daha önce de aynı yapımın<br />

İşler Güçler dizisnde oynamıştı.<br />

Çakallarla Dans filminin<br />

serisinde Del piyero Hikmet,<br />

aynı yıl vizyone giren Arkadaşım<br />

Max filmin de Özkan karakterini<br />

oynadı.<br />

Sağ salim filminin ilk serisinde<br />

“Gucur Osman” ı oynayan<br />

Murat Akkoyunlu, senaryo<br />

gereği filmin sonlarında yanarak<br />

ölmüştü. Devam filminde ise<br />

bu sefer karşımıza Gucur<br />

Osman’ın ikizi olarak çıkan<br />

Akkoyunlu rolüyle ilgili “ Birinci<br />

film’de oynadığım karakterin<br />

ikizini oynuyorum. Tek farkı<br />

daha psikopat olması. Abisinin<br />

intikamını almak için diğer<br />

karakterlerin peşine düşüyor ve<br />

macera öyle başlıyor. Ben farklı<br />

karakterleri oynamayı seviyorum.<br />

Türk sinemasında tek tip<br />

karakterleri oynayanlar zaten<br />

var. Seyirciyi her seferinde<br />

şaşırmayı istiyorum. Komedi<br />

oynamayı çok seviyorum ama<br />

komedyen değilim. Zaten bu işi<br />

çok iyi yapan çok değerli isimler<br />

var. Onlar bir şemsiyenin altında<br />

ki farklı damlalar gibi” söyledi.


n Dünyada 65 milyonun üzerinde satan<br />

Fifty Shades of Grey (Grinin Elli Tonu)<br />

kitabının film uyarlaması için heyecanlı<br />

bekleyiş sona erdi. Kitabın yazarı E. L<br />

James, romanın kahramanlarından Anastasia<br />

Steele’i Dakota Johnson’un,<br />

Christian Grey’i ise Charlie Hunman’ın<br />

canlandıracağını açıkladı. Oysa kitaptaki<br />

milyoner işadamı Christian Grey’i uzun<br />

süre Chuck dizisinin yıldızı Matt Bomer’ın<br />

canlandıracağı düşünülmüştü. Game of<br />

Thrones dizisi hayranlarının beklentisi ise<br />

kitaptaki üniversite öğrencisi Anastasia<br />

Steele’i Targaryenlerin<br />

son üyesi<br />

Daenerys Targaryen,<br />

Khalessi’yi<br />

canlandıran<br />

İngiliz oyuncu<br />

Emilia Clarke’ın<br />

oynamasıydı.<br />

Anastasia rolünü<br />

Melanie Griffith ve<br />

Don Johnson’ın<br />

kızı Dakota’ya<br />

kaptırsa da<br />

Emilia Clarke<br />

dizi hayranlarının<br />

gönlünde kraliçe<br />

olarak kalmaya<br />

devam edecek.


n Jessica Alba, Barely Lethal filminde<br />

Samuel L. Jackson ve True Grit filminde<br />

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu<br />

dalında Oscar adayı olan 17 yaşındaki<br />

Hailee Steinfeld ile birlikte başrolü<br />

paylaşacak. Filmde Steinfeld, küçük<br />

bir kasabada sıradan bir lise öğrencisi<br />

gibi görünen ama aslında uluslararası<br />

bir suikastçi olan kızı, Jessica<br />

Alba ise Victoria Knox isimli suikastçiyi<br />

canlandırıyor. Filmin<br />

yönetmenliğini komedi tecrübesini<br />

Fanboys filmiyle edinen<br />

Kyle Newman yapacak. Önprodüksiyon<br />

aşamasında<br />

bulunan filmin çekimlerine<br />

Ekim ayında<br />

başlanacak. Jessica<br />

Alba’nın başrolünü<br />

paylaştığı kült<br />

filmler Sin City: A<br />

Dame to Kill For<br />

postprodüksiyon<br />

aşamasında<br />

bulunuyor, tamamlanan<br />

Machete<br />

Kills filminin<br />

ise bu yıl içinde<br />

gösterime girmesi<br />

bekleniyor.


n Aralık 2015’te<br />

gösterime girmesi<br />

beklenen Star Wars<br />

VII filmindeki erkek<br />

oyuncuların çoğunun<br />

belli olmasına<br />

karşın kadın başrol<br />

oyuncuların bir tanesi<br />

kesin gibi, o da Parfum<br />

filminden tanıdığımız<br />

Rachel Hurd-Wood.<br />

Görüşmeler olumlu<br />

sonuçlanırsa genç<br />

yıldız Star Wars’ta<br />

Prenses Leia’nın kızını<br />

canlandıracak. Star<br />

Wars VII’de ağırlıklı<br />

olarak Han Solo ve<br />

Leia’nın yanısıra<br />

Luke Skywalker’ın<br />

çocuklarının öyküsü<br />

anlatılacak. Harrison<br />

Ford, Carrie Fisher<br />

ve Mark Hamill gibi<br />

eski demirbaşları ise<br />

misafir oyuncu olarak<br />

izleyeceğiz. Luke’un<br />

oğlu için Ryan Gosling,<br />

Han Solo’nun oğlu<br />

içinse Zac Efron’un<br />

ismi adaylar arasında<br />

geçiyor. İlk üçlemede<br />

olduğu gibi son bölüm<br />

de ağırlıklı olarak<br />

İngiltere’de çekilecek.


n Ramin Matin’in ikinci filmi “Kusursuzlar” 3 - 12<br />

Ekim tarihlerinde gerçekleştirilecek Asya’nin en prestijli<br />

festivallerinden 18. Uluslararası Busan Film Festivali’<br />

ne seçildi. “Kusursuzlar” festivalin Asya dışı filmlerin<br />

yer aldığı Flash Forward bölümünde yarışacak ve aynı<br />

zamanda dünya prömiyerini gerçekleştirecek. Kültür<br />

Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü Yapım Desteği<br />

alan film daha önce İstanbul Film Festivali Köprüde<br />

Buluşmalar Yapım Aşamasındaki Filmler Yarışması’nda<br />

Efes Pilsen tanıtım ödülünü kazanmıştı.<br />

n Başrollerini Uğur Polat, Nergis Öztürk ve Serdar<br />

Orçin’in paylaştığı; yönetmenliğini Alphan Eşeli’nin<br />

yaptığı; senaryosunu Alphan Eşeli ve Serdar<br />

Tantekin’in birlikte yazdıkları; sinema çevreleri<br />

tarafından büyük beğeni toplayan Eve Dönüş<br />

“Sarıkamış 1915” filmi, 22 Ağustos-02 Eylül 2013<br />

tarihlerinde Kanada’da düzenlenen dünyanın sayılı<br />

film festivallerinden Montreal Uluslararası Film<br />

Festivali’nin iki büyük ödülünü aldı. Uluslararası<br />

Sinema Eleştirmenleri Federasyonu tarafından<br />

verilen usta yönetmenlerin ödülü Fipresci ödülüne<br />

layık görülen Alphan Eşeli, festivalin yönetmenlerin<br />

ilk filmlerini ödüllendirdiği “İlk Filmler<br />

Dünya Yarışması”ndan da En İyi Film Ödülü Golden<br />

Zenith’i aldı. Eve Dönüş “Sarıkamış 1915” festivalin<br />

en ses getiren filmi oldu.


Aslında hepiniz sanatçısınız ama<br />

bu gerçek hepinizden saklanıyor.<br />

ALPER TURGUT<br />

n Fırat Tanış ile Kadıköy’den tanışıyoruz, sürekli<br />

karşılaşıyoruz, selamlaşıyoruz, laflıyoruz, falan filan.<br />

Ancak sinema, dizi, oyunculuk, müzik, eğitmenlik<br />

ve Gezi Parkı üzerine söyleşmek, Muğla’da rol aldığı<br />

son filmi “Sürgün İnek”in setine kısmetmiş, sevgilimiz<br />

Kadıköy kusura bakmasın, dönüp dolaşıp ona<br />

döneceğiz elbet. Ne biçim, ne tuhaf bir giriş oldu bu,<br />

neyse… Soranın muhatabı hakkında bik bik ettiği,<br />

nesnel bir durumu, öznel bir hale çevirdiği söyleşinin<br />

giriş bölümü değil, haliyle sorular ve en çok da<br />

yanıtlar önemlidir. O zaman, daha da uzatmadan<br />

söyleşiye geçelim.<br />

TV dizilerine devam mı, tamam mı?<br />

Rol aldığım filmlerin sayısı iki elin parmağını<br />

geçmiyor, zaten iki elin parmağını geçtiğinde de<br />

çok olur. Ancak bundan sonra umarım daha çok<br />

olacak. Çünkü televizyona harcanılan mesai, süre,<br />

zaman artık geçti. Bundan sonra öyle yerlerde<br />

oynamayacağım, dizi vesaire gibi. Böylelikle yaz<br />

dışında kışın da film çekebileceğim.<br />

Yönetmen ya da başka bir şey konusunda ayrımın<br />

var mı, genç bir yönetmen olabilir, kısa filmde oyna<br />

der, senaryo da senin kafana yatar...<br />

Böyle bir ayrımım yok. Özneyle ilgili değil, hikâyeyle<br />

ilgili.<br />

Bakmaz mısın, yönetmen bu senaryoyu ya da bu<br />

öyküyü nasıl yansıtabilir ya da yansıtır mı?<br />

Şöyle bir problem var… Gezi Direnişi’nde bütün<br />

oyuncular sinemacıların çadırında takılıyorlardı.<br />

Hâlbuki sinemayla oyunculuğun hiçbir ilgisi yok.<br />

Senin sanatın değil, yönetmenin sanatı. Sen onun<br />

istediğinin, yirmi dört kare içerisindeki bir resmin bir<br />

parçasısın.


O orkestranın bir bölümüsün sonuçta, yönetmen maestro.<br />

Eldivensin sen, el değilsin.<br />

Unutulmaz oynayabilirsin, kalıcı olabilirsin ama çok iyi bir<br />

oyunculuk bile bir filmi iyi bir film yapmayabilir.<br />

Mesela ayrılık sahnesi, gün batımında bankta kızdan<br />

ayrılmışsın, iki gün o sahneyi düşünürsün, bomba gibi<br />

oynarsın ama adam o sahneyi bir vinçle senin arkandan<br />

İstanbul’a bağlar sen orada öyle durursun.<br />

Ya da “tamam” deyip orayı kesebilirler.<br />

Aynen öyle. Ayrıca bir oyuncu için sinema pişmanlık<br />

sanatı da. Neden çünkü şöyle bir şansın yok, “Kötü<br />

oynadık, suarede düzeltiriz.” Düzeltemezsin. O bitti çektin<br />

onu. O film bağlandı. Ondan sonra izleyicinin oldu. Hatta<br />

izleyicinin de olmadı dağıtıcının oldu.<br />

İzleyicinin de oluyor. Belki izleyicinin oğlunun ve torunun<br />

da olacak.<br />

Tabii ki onlara da kaldı. Evet, yönetmenin de kim olduğu<br />

çok önemli. Bir de mesela oyuncunun bir sinema filminde<br />

düşebileceği büyük hatalardan bir tanesi de kendi<br />

kafasındaki filmi oynamak. Yönetmenin de kim olduğu<br />

önemli. Önceden izlemek çok önünü açıcı bir şey oluyor.<br />

Yönetmenin anlatışı, hikâye edişi ya da oyuncu yönetimi…<br />

Yönetmen de sonuçta seni serbest de bırakabilir, sana<br />

“Dur” da diyebilir. Sonuçta her yönetmenin farklı bir tarzı<br />

var.<br />

O meselede gördüğüm en temiz adam Nuri Bilge<br />

Ceylan’dır. Müthişti.<br />

Bir Zamanlar Anadolu’da da müthiş kareler çıkarttın<br />

konuşmadan.<br />

Bir şey yapmıyorsun, duruyorsun orada. Adamın hikâyeyi<br />

ne kadar çalıştığını, oradaki her insanlık halinin pek çok<br />

boyutu hakkında ne kadar düşündüğünü görüyorsun. Çok<br />

boyutlu düşünmüş ve sana gelip çok boyutlu alternatifler<br />

sunuyor. Tabii ki sana nasıl oynaman gerektiğini tarif etmiyor,<br />

sana bir durumu tarif ediyor ve bu sende bir şeye yol<br />

açıyor. Neye yol açıyorsa sen de o durumun içinde oluyorsun.<br />

Ressam olamamış, romancı olamamış, fotoğrafçı<br />

olmuş. “Bir Zamanlar Anadolu’da” ile sanki bir Hristiyan<br />

ikonografisi peşinde gitmiyor mu? On bir tane herif, bir<br />

tutuklu ondan sonra yedi kapı dolaşıyorlar, taş atıyor Golgota<br />

Yolu gibi. Muhtarın kızı, bekaret, masumiyet, Meryem<br />

gibi. Değil mi ya? Öyle bir şeydi yani.<br />

Son film “Sürgün İnek”, 28 Şubat meselesiyle ilgili sanki…<br />

İneğin adı “Sarıkız”, yapımcı da üstüne basarak “Evet 28<br />

Şubat’ta gösterime gireceğiz, onu biz belirledik” dedi.<br />

Buradaki mesele şu, bu bir komedi filmi… Neyin mizahı<br />

yapılıyor ve mizah niye yapılır? Biraz buradan bakmak gerek<br />

ya da ben böyle bir yerden bakıyorum. Burada mizahı


yapılan şey aslında toplumların üzerindeki<br />

korku, kaygı, endişe. Zannedersem<br />

buna bir gönderme yapmak için 28 Şubat<br />

vizyon tarihi belirlenmiş. Ne oluyor filmde,<br />

yok yere bir olay oluyor, bir inek ilkokul<br />

bahçesindeki Atatürk büstünü deviriyor.<br />

Sonra çarşı Pazar birbirine giriyor.<br />

Gazetelere de yansıyan bir olaydı bu zaten.<br />

Evet, bu gerçek bir hikayeden alıntıymış.<br />

İneği önce kesecekler, kesmiyorlar.<br />

Bayağı başlarına iş açıyor. Sonra diyorlar<br />

ki hayvanı bir yere gönderelim, hayvan<br />

sürgüne gidiyor. Bu “Manda yuva<br />

yapmış söğüt dalına, yavrusunu sinek<br />

kapmış gördün mü?” gibi bir şey. Bu orada<br />

yaşayan insanlar üzerinde bir korku ve<br />

endişe uyandırıyor.<br />

Yine istediklerini dile getiriyorlar mı?<br />

Kampanya oluyor ya.<br />

Gezi Parkı değil mi bu?<br />

Evet, tabii ki yani… Biz bugün olsa “Diren<br />

Sarıkız” diye ayaklanabilirdik.<br />

Ağacı, hayvanı… Aslında tüm bunların<br />

ötesindeki olan şey, adalet arayışı ve toplulukta<br />

baskı içinde yaşamama isteği… Gençler<br />

“Biz hür bir toplumda yaşamak istiyoruz”<br />

dediler. Bu bir özgürlük arayışıydı.<br />

Süper olmadı mı?<br />

Öyle oldu. Sosyal medyanın da gücü<br />

anlaşıldı.<br />

İnşaat devri bitti, yaşasın bilgisayar devri.<br />

Ve Sürgün İnek’in hikâyesi, bunun üstüne…<br />

Yani bu korkunun yarattığı endişe, her dönem<br />

yaşanıyor.<br />

Son dönemlerde bu tür filmler de çekiliyor<br />

aslında, misal “Hükümet Kadın 2” var<br />

sırada, Ferhan Şensoy’un “Muhalif Başkan”<br />

yine başka bir örnek. Bence Hükümet<br />

Kadın ve Muhalif Başkan, çıtayı aşamayan<br />

projelerdi. Bizler “Kibar Feyzo”yla<br />

büyüdük. Şimdi oynasa, yine izlerim, izleriz.<br />

Çünkü o, hem güldürüyor hem faşizmi<br />

de eleştiriyor. Aşireti eleştiriyor, faşizmi<br />

eleştiriyor, baskıyı eleştiriyor. En nihayetinde<br />

mizah, güçlü bir izah türü. Hani<br />

Gırgır’ın beş yüz bin sattığı dönemler gibi…<br />

Ağlayan toplumların birazcık gülmeye<br />

ihtiyacı vardır. Günümüzde çoğu mizahçı,


siyasetten sıyrıldı ben işte bunu anlamıyorum.<br />

Aslında mizah eleştirmektir yani. Neyi<br />

eleştirirsin? Bu filmde mesela korkuların nedenini<br />

eleştiriyorsun. İşte bir jandarma cemsesi<br />

görüyorlar ödleri kopuyor yani “Eyvah!” falan<br />

oluyorlar. Atatürk heykeli kırılıyor, “Allah!” yani.<br />

Sonra heykel kırıldığı zaman, devlet baskı uyguluyor.<br />

Gezi’nin ardından milletin devletten önemli<br />

olduğunu anlayacağımız bir sürece gireriz,<br />

umudum bu. Kolay bir iş değil. Ama devlet bizim<br />

yarattığımız sanal bir şey ve her şeyi onun üzerine<br />

yüklüyoruz, katliamları onun üzerine yüklüyoruz,<br />

“Katil Devlet” diyoruz. Sorumlu aslında<br />

seçtiklerimiz, atananlar, kolluk güçleri… Yani<br />

hepsi… Devletin ne alakası var bununla, devlet<br />

senin ona uydurduğun bir kılıf. Burada da “baskı<br />

toplumuyla ilgili bir film” diyorsun. Okurken<br />

bunu mu hissettin?<br />

Aynen bunu hissettim. Yani korkunun insana ne<br />

numaralar ne taklalar attıracağını... Benim karakterim<br />

burada “köyün omurgasızı”. Fantastik<br />

bir köy burası. İşte bu ineğin sahiplerinin daha<br />

doğrusu, Hasan Kaçan’ın erkek kardeşiyim ben.<br />

Sarıkız’ın da uzaktan amcası sayılıyor. Bir araba<br />

sevdalısı... Mesela bu taraftan da okunabilir bu<br />

hikaye. Gözüne bir tane Murat 131 kestirmiş.<br />

Araba, manita, öğretmen de güzel, aşk meşk,<br />

falan filan. Yani işsiz güçsüz takımı var köyde.<br />

Bunlar niye işsiz güçsüz? Bu omurgasızlığının<br />

arkasında adamın bu işsizliği, bu güçsüzlüğü<br />

de var. Sabahtan akşama kadar kahvede okey<br />

oynuyorlar. Ve bu Sarıkız’ın sahipleri için<br />

simgelediği sadece bir hayvan sevgisi değil,<br />

sütü, eti, ederi, en önemli şey. Ama bakıyorsun<br />

meseleye, mesela bugün bizim çiftçilerin her<br />

birinin yıllık geliri beş bin lira var mıdır? Yoktur.<br />

Ben geldim burada çekim yaptığımız yere<br />

soruyorum herkesle konuşuyorum, nedir, ne<br />

yapıyorsunuz? İşte, insanları bir ineğe mahkum<br />

bırakan da bu devlet.<br />

Sarıkız’ın iyi oyuncu olduğu söyleniyor.<br />

Müthiş. Oynamıyor yani, o kadar süper natürel<br />

bir inek. Her yönetmenin mutlaka aradığı bir<br />

oyuncu. Bayağı uysal. Mesela dün akşam<br />

çekilen sahnede ineğimizin poposunun bir<br />

aracın sol tarafına doğru gitmesi gerekiyordu<br />

kameranın açısı ve gördüğü resim gereği.<br />

Sarıkızı oynayan inek arkadaşımıza kasanın sağ<br />

tarafından yemek verildi. Böylelikle o tarafla ilgilenirken<br />

kıçı da sola yapışmış oldu.<br />

Eskiden hatırlıyor musun, tarımda kendine yeten<br />

ülkeyiz denirdi. Ama şu an tarımda kendini yetemeyen,<br />

ekonomisi üretime dayanmayan, borsaya<br />

ya da başka bir şeye tabi olan ve giderek<br />

kalabalıklaşan, üçer çocuk istenen bir ülkede<br />

yaşıyoruz. Sorum şu; bu köyden Türkiye’nin<br />

profili çıkabiliyor mu?<br />

Tabii ki çıkıyor. Elbette ki yani hani bu bir senaristin<br />

zaten kurgusunu yapması gereken bir<br />

şey. Köyde hepimiz Anadolu’ya has bir şiveyle<br />

konuşuyoruz ama yörenin neresi olduğu çok şey<br />

değil. Çok belirgin değil. Anadolu’da bir köy. Tarih<br />

içinde bulunduğumuz zaman, bugün. Gomalak<br />

köyü var bir de Topuzlu köyü var. Bu iki köy<br />

arasında da farklılıklar var. Gomalak’ın insanları<br />

daha işsiz güçsüz, bayağı yoksul bırakılmışlar.<br />

Bir şey diyeceğim peki, gözüme battığı için<br />

söylüyorum, Şebnem (Sönmez) var oyuncular<br />

arasında, sen varsın, Gezi Parkı’nın bir<br />

tarafısınız siz, sonra Hasan Kaçan da var. Oyuncular<br />

arasında, kendi aranızda tartışma oluyor<br />

mu? Yoksa burada işimizi yapıyoruz şeklinde<br />

mi?<br />

Dışarıda da yapmıyoruz, benim için bir sıkıntı olmuyor.<br />

Ne sıkıntısı olabilir ki? Niye sıkıntı olsun<br />

ya da şöyle söyleyeyim sıkıntı oluşturacaksa<br />

niye burada olalım.<br />

Ben de onu söylüyorum konuşup<br />

tartışamayacağımız hiçbir şey olmamalı.<br />

Tabii ki olmamalı. Bir diyalog içinde olmak,<br />

bunda hiçbir sıkıntı yok. Aslında bir şey söyleyeyim<br />

mi belki de bu tablonun hoş ve güzel<br />

yanlarından bir tanesi de budur yani. Dünya<br />

tatlısı bir adam şimdi, ne yapayım ben yani.<br />

Hasan abi yani, dünya tatlısı bir adam. Ne<br />

olacak yani. Şunu da söyleyeyim mesela mecliste<br />

atıyorum türbanlı birini görmekse mesele,<br />

yeminle ben türbanlılardan daha çok istiyorum.<br />

Burada bir yöntem ve tarz problemi yaşanıyor,<br />

mesele bu.<br />

Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde eğitmenlik<br />

sürüyor mu?<br />

Elbette, sürüyor ve sürecek. Hayatımın en<br />

keyif aldığım şeyi. Büyük bir anlam yani, o kadar<br />

ki... Evet, bu bizim başrolümüz ve bence<br />

geleneksel yerlerden oyunculuğun, sanatın


hemen kurtulması lazım. Şimdi Nazım<br />

Hikmet Kültür Merkezi, Nazım Hikmet<br />

Akademi içinde aslında. Aynı zamanda<br />

yan tarafta Sevimli İş Hanı’nda “Kadıköy<br />

Blok” diye bir çalışma mekânı var.<br />

Bayağı 140 metrekare acayip bir yer.<br />

Baktın mı böyle yakışıklı bir yer. Sadece<br />

çalışma ve prova için yapılmış bir yer.<br />

Şöyle oldu özellikle bir yıl öncesine<br />

geri dönersek, Şehir Tiyatrosu’nun<br />

özelleştirilmesi pek çok buluşmayanı,<br />

birleşmeyeni bir araya getirdi. İşte ne<br />

oldu, “Sanat Maratonu” diye bir şey<br />

yapıldı. Biz bütün bunların hepsini devlete<br />

borçluyuz. İktidarın bizzat kendisine<br />

borçluyuz. Onlar olmasaydı bütün<br />

bunların hiçbirini yapamazdık. Herkes<br />

kendi içinde takılacaktı. Sağolsunlar<br />

bütün perdelerimizi açtılar. Buna da<br />

ihtiyacımız vardı, sağolsunlar. Tabii tam<br />

da o dönemde şu çok dikkat çekici bir<br />

şeydi yani. Arkadaş nasıl bir eğitim?<br />

Oyuncu eğitiyorsun da nasıl bir oyuncu<br />

eğitiyorsun? Burada karşıdan gelen<br />

bir şikayet var daha doğrusu karşı<br />

tarafın en kaba sınırlarıyla tanımladığı<br />

bir şikayet, “Elinizde içki kadehleriyle<br />

sırça köşkünüzde takılıyorsunuz.”.<br />

Meseleye bu karikatür hatlarını kesip<br />

biçip “Hakikaten ne oluyor burada ya?”<br />

diye baktığınız zaman aslında birdenbire<br />

AKP kültür sanat politikasından<br />

daha muhafazakar bir devlet tiyatrosuyla<br />

karşılaşıyorsunuz. Bugün devlet<br />

tiyatrolarına oyuncu yetiştiren devlet<br />

konservatuarlarının konuşma derslerine<br />

bakıyorsun mesela. Cımbızla çekilmiş<br />

gibi ayıklıyorsun beni oradan çünkü<br />

bütün konuşma dersleri İstanbul şivesi<br />

üzerine kurulu. İstanbul şivesiyle doğru<br />

dürüst konuşabiliyorsan, sen oyuncu<br />

olabilirsin, devlet tiyatrosunda oynarsın.<br />

Haydi, bakayım devlet tiyatrosuna hiç<br />

bozulmamış şivesiyle bir Zaza alsınlar,<br />

bir Kürt aslınlar, bir Laz alsınlar, bir<br />

Tekirdağlı, bir Adanalı alsınlar. Sanki<br />

bunun temeli buymuş gibi. Ben bunu<br />

söylediğim zaman etrafımda yıllarca


oyunculuk yapıp, İstanbul şivesiyle konuşup<br />

“Ama benim şivem yok” deme cahil cesaretini<br />

gösterenler oldu. Dil varsa şive de var. Bu dil<br />

meselesinden baktığın zaman aslında devlet<br />

tiyatrosunun daha da muhafazakar bir noktada<br />

durduğunu görüyorsun. Peki, devlet<br />

konservatuarlarında ne yetiştiriyorlar? Oyuncu.<br />

Nasıl yani? Çok afaki bir durum, oyunculuktan<br />

kastınız ne yani. Herkesten herkese değişir.<br />

Bizim akademimizde de iç yönetmeliğinde yazar<br />

ilk maddesidir “Nazım Hikmet Akademisi tiyatro<br />

bölümünde amaç oyuncu yetiştirmek değildir,<br />

amaç farkındalığı gelişmiş birey yetişmektir.”<br />

İster oynar, ister oynamaz…<br />

Evet, bu birey isterse oyunculuk<br />

da yapabilir, isterse<br />

başka bir şey yapabilir<br />

ya da hiçbir şey yapmaz<br />

ama baş tacımızdır, bizim<br />

arkadaşımızdır. Kendinin<br />

kim olduğu konusunda<br />

meselelere ayıkmayan biri<br />

ile sen izleyici arasında<br />

empati kurabilir misin,<br />

katarsis oluşturabilir<br />

misin? Yapamazsın. Ama<br />

bakıyorsun sokaktaki insan<br />

gibi konuşmayan,<br />

bırak insanı insan gibi<br />

konuşmayan, tuhaf bir<br />

şivede, tuhaf bir duruşla, tuhaf<br />

bir edayla hareket eden<br />

kişiler. Ne bu? Atıyorum devlet tiyatrosu. Tuhaf<br />

bir biçimde, tirat atan bir topluluk. Bununla kimseyi<br />

ikna edemezsin ki. Ama mesela bak şu çok<br />

ilginç bir şey. Kardeşim bizim için oyuncunun<br />

gerçek hayatta nasıl kişilikli, disiplinli falan biri<br />

olduğu ilgilendirmez. Herkes oyunculuğu sahnede<br />

geliştirilen bir cacık olduğunu zannediyor.<br />

Hayır, oyunculuk sahnede denenen bir şey…<br />

Oyuncunun çalışma alanı sokak. Bir oyuncunun<br />

eve gidip başını vicdanıyla yastığa koyduğu an<br />

yani. Sokakta çalışılır. Kendi hayatında çalışırsın.<br />

Sen hayatta disipline ettiğin, fark ettiğin ne varsa<br />

bunu sahneye çıkartırsın. Yoksa bir şey hiçbir<br />

cacık çıkartamazsın. Hiçbir cacık yoksa da kimseyi<br />

ilgilendirmez, kimse de bunu izlemez. Bütün<br />

hikâye bu. Bu noktadan bakıldığı zaman bir şey<br />

söyleyeyim mi bomba gibi bir okul oldu, çakı<br />

gibi yani. Biz ücretsiz eğitim yapıyoruz, “bedelli”<br />

yapıyoruz. Bizim şeyimiz bu “bedel”. Çünkü<br />

bunun ücreti ne? Kim bilir ne? Bedel öyle bir<br />

kavram değil ama bunun bir bedeli olduğunu<br />

bilmelerini de istiyoruz insanların. Sanat denen<br />

hadise eğer ki “yetenekli”, yeteneğe inanan,<br />

doğuştan gelen yetenekle bu işi yaptıklarına<br />

inanan bir azınlığın elinde, buna böyle devam<br />

edersek hiçbir bok olmaz. Bu hepimizin içinde<br />

olan bir şey… Cüneyt Abi’min(Uzunlar) kulakları<br />

çınlasın, onun mottosu bu, aynı bizim “Sanat<br />

Hareketi” dediğimiz şey, yani diyoruz ki “Aslında<br />

hepiniz sanatçısınız ama<br />

bu gerçek hepinizden<br />

saklanıyor.” Sonra Gezi<br />

Direnişi’nden sonra<br />

şöyle dönüştü; “Aslında<br />

hepiniz siyasetçisiniz<br />

ama bu gerçek sizden<br />

saklanıyor.”<br />

Tiyatro, binalardan<br />

kurtulmalı, özetle…<br />

Bence asıl yapılacağı<br />

yer sokaklardır. Sen,<br />

“Ses Kumpanyası Şiir<br />

Korosu”nu duydun mu?<br />

Bizim koromuz. Elli<br />

kişilik bir şiir koromuz<br />

var. Geçen yıldan beri<br />

çalışıyoruz. Youtube’a<br />

“Ses Kumpanyası<br />

Şiir Korosu” diye yazdığın zaman ilk<br />

provalarımızdan bir tanesi, Moda’da kayalıkların<br />

orada “Memleketimden İnsan Manzaraları”. İşte<br />

bu bir gösteri… Bahariye Caddesi’nde yürüyorsun,<br />

aniden sokaktan Edip Cansever okunuyor.<br />

Belli ki bir elli altmış kişiler ama kim olduklarını<br />

anlamıyorsun.<br />

Eskişehir’de başladılar, mesela tramvayda, çay<br />

bahçelerinde birisi çıkıyor, sonra diğerleri ona<br />

katılıyor; “Ali İsmail Korkmaz”ı unutmayın” gibi.<br />

Bu oyundur işte, bu Allah’ına kadar oyundur.<br />

Son soru müzik… Nasıl gidiyor?<br />

Eylül, Ekim, Kasım döneminde beş şarkılık bir<br />

albüm yapacağız. Hepsi benim bestelerim değil,<br />

Turgay Yakut’un var, benim var, Cüneyt Abi’nin<br />

sözlerini yazdığı var.


Gündemimiz Ortadoğu<br />

karışıklıklarının yanı sıra,<br />

futbol ve siyaset ilişkisiyle<br />

bu denli meşgul olunca<br />

aklımıza, Portekiz’in faşist<br />

diktatörü Oliviera Salazar<br />

gelmemesi neredeyse<br />

imkansız diyerek onun dönemini<br />

anlatan filmleri yazdık...


BAŞAK BIÇAK<br />

n Türkiye’de Mayıs sonu ile Haziran ayında<br />

yaşanan olaylar, tarihimiz açısından çok önemli bir<br />

kavramı ortaya çıkardı: Gezi Ruhu. Kimi çevreler<br />

bunun dünyada bir ilk olduğunu, kimileri ise öyle<br />

bir ruhun olmadığını ve harekete gereğinden fazla<br />

anlam yüklendiğini söylediler. Fazla ütopik hayaller<br />

kuranlar da mevcut, işlerine gelmediği için<br />

yerden yere vuranlar; hatta ve hatta Ortadoğu’da<br />

yaşananlara bağlayanlar, Şubat’ta planlanmış<br />

olduğu iddiasında bulunanlar da…<br />

Benim şahsi kanaatim, Gezi sürecinin Türkiye’de,<br />

baskıcı bir rejime doğru evirilen devlete ve iktidara<br />

yönelik bir reaksiyonun yanında ek olarak;<br />

bırakın halkı adına konuşmayı, kendileri adına<br />

bile söz söyleme yeteneğinden yoksun bir muhalefete<br />

tepkime niteliği taşıdığı yönünde. Gezi<br />

ile halk, -özellikle yaşam koşullarının değiştiği<br />

endişesi taşıyanlar- kendi düşüncelerini, kendilerinin<br />

söylemeleri gerektiğini öğrendiler. Yani, sıkça<br />

kullanılan ifadeyle direnmeleri gerektiğinin farkına<br />

vardılar. Gezi ruhu diye bahsedilen şey aslında<br />

sadece bundan ibaretti.<br />

Gezi ile ilgili bir giriş yapmamın sebebi ise, hayatın<br />

her alanında hissetmeye başladığımız otoriter<br />

bir baskının, spora, dolayısıyla futbola da sirayet<br />

etmiş olması… AKP iktidarının başa gelmesinden<br />

sonra, spor kulüplerine yönelik sistemli olarak yürütülen<br />

kontrol altına alma çalışmaları, Gezi olayları<br />

sonrasında yeniden gündemimize girdi. Çünkü<br />

Gezi’de kazanılan direniş ruhu, spor kulüplerinin<br />

taraftarları, bilhassa Çarşı grubu ile stadyumlara girdi<br />

ve atılan sloganlar hükümet aleyhtarı söylemlere<br />

dönüşerek siyasi bir içerik kazandı. Gençlik ve Spor<br />

Bakanı Suat Kılıç da, spora siyaset karıştıranların<br />

hesabı sorulacak diyerek tehditvari söylemlerine,<br />

stadyum girişlerindeki kontrolleri arttırarak tuz biber<br />

ekti. Alkollü taraftarlar stada alınmadı, sloganlar<br />

esnasında yayın yapan kanallar seslerini kıstı, siyasi<br />

her türlü eylem engellenmeye çalışıldı, faillerinin<br />

peşine düşüldü. Bir de elektronik bilet uygulaması<br />

çıkarıldı ki (yakında uygulamaya konulacağı söyleniyor),<br />

kim nerede oturuyor bilinsin, Mobeselerle tespit<br />

ettikten sonra yakalayabilsinler… Sonra da biz hiçbir<br />

şeyi kontrol etmiyoruz mavraları…<br />

Gündemimiz Ortadoğu karışıklıklarının yanı sıra,<br />

futbol ve siyaset ilişkisiyle bu denli meşgul olunca<br />

aklımıza, Portekiz’in faşist diktatörü Oliviera Salazar<br />

gelmemesi neredeyse imkansız diyerek onun<br />

dönemini anlatan filmleri yazmaya karar verdim.<br />

Ülkesini -bir kuram olarak ortaya koymasa da- 3F ile<br />

yöneten Salazar’ın, nefret ettiği komünistlerin babası<br />

Marx’ın, din kitlelerin afyonudur söylemine futbolu da<br />

ekleyip bu düsturla hareket etmesi, 36 yıl boyunca<br />

yönetimde kalmasını sağladı. Her ne kadar bu 3F,<br />

fado, fiesta, futbol olarak bilinse de ben doğrusunun<br />

fado, fatima, futbol olduğuna inananlardanım. Çünkü<br />

fiesta, daha çok İspanyollara özgü bir gelenek;<br />

Salazar ise rejimini daha muhafazakar bir tabana<br />

oturtma niyetinde. Bunun için de, dini değerleri<br />

temsil eden fatima daha yakın Portekizlilere. Fatima,<br />

Portekiz’de Katoliklerin hac yeri olarak kabul edilen<br />

bir kasaba. Kilise açısından da çok önemli çünkü<br />

burada Meryem Ana’yı gördüğünü iddia eden üç<br />

çocuktan birine, Meryem Ana’nın üç sır verdiğine


inanılıyor. Hatta bu sırlardan birinin,<br />

M. Ali Ağca’nın, Papa’ya suikast<br />

düzenleyeceği yönünde olduğuna<br />

inanılması da oldukça ilginç bir<br />

ayrıntı… ne kadar doğru onu Vatikan<br />

bilir…<br />

Fado ve futbola gelince… Fado<br />

malumunuz, Portekiz halk müziğini<br />

ifade eder. İspanyol yönetmen Carlos<br />

Saura’nın, Fadolar isimli 2007<br />

yapımı bir filmi dahi vardır. Futbol ise<br />

Salazar’ın faşist rejiminin en önemli<br />

ayağıdır ve kitleleri oyalama amacına<br />

hizmet eder. Hatta Salazar’ın “Bana<br />

on binleri uyutacak bir beşik yapın”<br />

dediği bile söylenir. “Futbol olmasaydı,<br />

bu ülkeyi 36 yıl yönetemezdim” dediği<br />

de… Arka planda ülkenin siyasi,<br />

ekonomik, sosyal, kültürel hayatını<br />

kontrol altında tutan, her türlü muhalif<br />

girişimi şiddetle bastıran, orduyu bertaraf<br />

edip polisi güçlendirerek maşası<br />

haline getiren ve tüm bunları şiddet<br />

kullanarak yapan; ama madalyonun<br />

öteki yüzünde futbolla toplumu<br />

uyutmaya çalışan bir iktidar, totaliter<br />

bir rejim. İlginç olan ise böylesine<br />

önemli bir dönemin, sinemada fon<br />

olarak kullanılmak dışında yeterince<br />

deşilmemiş olması. Var olanların<br />

çoğunluğunun da, ülkemizde kendisine<br />

yer bulamaması ya da internet<br />

üzerinden izlenmek istediğinde<br />

altyazılarının hiç olmaması. Mesela<br />

döneme ilişkin Susana de Sousa<br />

Dias’ın 2010 yapımı, 1926-74 yılları<br />

arasında Portekiz’de hüküm süren<br />

diktatörlüğü, politik mahkumlarla<br />

yaptığı röportajlarla anlatmaya çalışan<br />

48 isimli bir belgesel filmi var. Ülkemizde<br />

bir iki festivalde gösterilmiş ama<br />

onun dışında filmi bulup izlemek çok<br />

zor... Dediğim gibi, bulabildiklerimizin<br />

de altyazısı olmuyor zaten.<br />

Bu sebeple, sizin de bulup izleme<br />

imkanı bulabileceğiniz üç film üzerinden<br />

dönemi açıklamaya çalışacağım.<br />

Keyifli okumalar…<br />

Nisan Devrimi /<br />

Capitaes de Abril (1999)<br />

Daha önce birçok sinema filminde<br />

rol alan Portekizli aktris Maria de<br />

Medeiros’un ikinci yönetmenlik denemesi<br />

olan Nisan Devrimi, Portekiz’de<br />

yaşanan Karanfil devrimini anlatıyor.<br />

Diktatör Salazar’ın devrildiği ve faşizme<br />

son verildiği askeri darbeyi merkezine<br />

alan film, baskıcı rejimlere ve sömürgelerde<br />

yaşanan katliamlara da değinmeyi<br />

ihmal etmiyor.<br />

Portekiz’de monarşinin yerine kurulan<br />

cumhuriyeti, askeri darbeyle ele geçiren<br />

General Carmona, ülkenin ekonomik<br />

sorunların çözüm bulabilmek amacıyla<br />

iktisat profesörü Oliveira Salazar’ı<br />

maliye bakanlığına getirdi. Aldığı tedbirlerle<br />

ülkenin 1929 bunalımını daha<br />

az hasarla atlatmasını sağlayan Salazar,<br />

1932’de başbakan olduktan bir yıl<br />

sonra kabul edilen anayasayla faşist<br />

rejimini kurdu. Mussolini hayranı olan<br />

ve Nazi yanlısı olan Salazar, İtalya’daki<br />

gibi bir Estada Novo yani Yeni Devlet’ini<br />

kurdu. Tanrı, Ülke, Aile, Çalışma, Otorite<br />

rejimin parolaları haline geldi ve<br />

toplumun her kesiminin faaliyetlerinin<br />

amacını dayanışmaya ve ortak çıkara<br />

indirgeyen bir ekonomi politikası -korporatizm-<br />

benimsedi. Ülkesini İkinci Dünya<br />

Savaşı’na sokmasa da, sömürgelerde


yaşanan sorunlar Salazar’ın rejimini<br />

çıkmaza sokan unsurların en<br />

başında geliyordu çünkü savaşın<br />

getirdiği mali yük, zorunlu askerliğin<br />

dört yıla çıkarılması, ekonomik<br />

bunalımı da beraberinde getirmişti.<br />

Aynı zamanda rejimini, PIDE denilen<br />

gizli bir polis örgütüne dayandırarak<br />

halkını tam manasıyla baskı altına<br />

alan Salazar, 1968 yılında geçirdiği<br />

beyin kanaması yüzünden yönetimi<br />

devretti. Yerine Marcello Caetano<br />

geçmesine rağmen, iyileşmeyi<br />

başaran diktatörün sonunu getiren<br />

olay ise Karanfil Devrimi oldu. Nisan<br />

Devrimi, işte bahsettiğimiz bu sürecin<br />

devamında yaşanan olayları ve<br />

Marcello Caetano’nun yönetimde<br />

olduğu diktatörlüğün son iki gününü<br />

ekrana taşıyor. Film, sömürgelerde<br />

yaşanan katliamı gösterebilmek<br />

amacıyla siyah beyaz olarak insan<br />

ölüleriyle açılıyor ve ardından 24<br />

Nisan gününe gidiyor. Yönetmen Medeiros,<br />

Antonia adında bir öğretmeni<br />

canlandırıyor. Antonia’nın eşi Manuel<br />

asker ve Afrika’daki katliamlara<br />

katıldığını düşündüğü için Antonia<br />

sürekli onu suçluyor. Çünkü Portekiz,<br />

katıldığı Sömürgeler Savaşı’nda<br />

Angola, Gine, Mozambik vb. ülkelerde<br />

çok ciddi katliamlar yapmış<br />

ve bu yüzden uluslararası arenada<br />

da yalnızlaşmaya başlamış. Ancak<br />

Manuel ve arkadaşı Maia’nın, orada<br />

yaşadıklarından ötürü artık insan<br />

öldürmeye tahammülleri kalmamış<br />

ve bu yüzden ordunun içinde örgütlediklerini<br />

darbe hareketinin kansız<br />

olmasını istiyorlar. Hatta darbe<br />

sonrasında askerler Lizbon çiçek<br />

pazarına girip orada silahlarının<br />

ve tanklarının namlularına karanfil<br />

takıyorlar. Devrimin adı da buradan<br />

geliyor.<br />

Film, darbenin nasıl bir yol izlediğini<br />

anlatırken bir yandan da, Salazar<br />

rejiminin halka yaptığı baskıyı, sırf<br />

komünistlikle suçlandıkları için cezaevinde<br />

yatan insanları, şiddet görenleri,<br />

işkenceye maruz kalanları yüzeysel<br />

de olsa gösteriyor. Darbeyle beraber<br />

ilerleyen Antonia-Manuel ilişkisi ise<br />

bana göre biraz havada kalmış. Açılışı<br />

onların hayatıyla yapıyoruz ama<br />

film sonuna doğru yarım bırakılıyor<br />

hikaye. Filmin başkahramanı ise,<br />

ordudaki hareketi düzenleyen Maia.<br />

Bu karakteri Ferzan Özpetek’in Cahil<br />

Periler’inde de karşımıza çıkan Stefano<br />

Accorsi canlandırıyor fakat her<br />

ne kadar karakterin naif ruhuna uymuş<br />

olsa da, devrimin önderlerinden biri<br />

olarak daha farklı bir yüzü görmeyi<br />

isterdim…<br />

Nisan Devrimi, 2001 yılında 3 dalda<br />

Golden Globe’a aday olmuş ve Yönetmen<br />

Medeiros En İyi Kadın Oyuncu<br />

ve En İyi Film ödüllerinin sahibi olmuş.<br />

Bana göre dört dörtlük olmasa da,<br />

dönemi öğrenmek açısından şans<br />

verilmesi gereken bir film…


Lizbon’a Gece Treni /<br />

Night Train To Lisbon (2013)<br />

Felsefe profesörü Pascal Mercier’nin Lizbon’a Gece<br />

Treni adlı romanı yayımlandıktan sonra, bir anda<br />

dünya çapında ün kazandı ve on beşten fazla dile<br />

çevrildi. Tarihin tozlu sayfalarında gezinirken, aynı<br />

zamanda kendi iç dünyasına da yolculuk yapan<br />

bir adamın hikayesini anlatan roman, Bille August<br />

tarafından sinemaya uyarlandı. Her edebi eser<br />

uyarlamasında olduğu gibi film, romanın tutkunlarını<br />

tatmin etmese de Jeremy Irons ve Jack Huston ve<br />

Mélanie Laurent ile seyir zevkine fazlasıyla sahip bir<br />

film...<br />

Lizbon’a Gece Treni’nde, İsviçre’nin Bern kentinde<br />

antik diller öğretmeni olan Raimund Gregorius’un<br />

(Jeremy Irons), tesadüf eseri hayatını, mesleğini<br />

geride bırakarak Lizbon’a gidişi ve orada, bir yazarın<br />

izini sürmesi anlatılıyor. Yaşadığı bir olaydan sonra<br />

eline geçen Portekizli yazar Amadeu Prado’nun<br />

kitabında okuduklarından çok etkileniyor ve kendisini<br />

Lizbon’da buluyor. Amadeu’yu tanıyan herkesle<br />

teker teker görüşerek onun yaşamını öğrenmeyi, o<br />

zamana dek kendisini üzen bütün şeyleri yazan bir<br />

adamın geçmişine yolculuk yapmayı umuyor. Ancak<br />

Amadeu’nun Salazar döneminde bir direnişçi<br />

olduğunu öğrenince olay bambaşka bir boyut<br />

kazanıyor ve Raimund, Amadeu’nun peşinde, Salazar<br />

dönemi Lizbon’una tarihsel bir yolculuk yapıyor.<br />

Raimund’un okuduğu cümleler sayesinde kendi<br />

iç dünyasında yaptığı yolculuk aynı zamanda bizi<br />

Amadeu’nun dünyasına götürüyor ve dönemin<br />

baskıcı rejimiyle, arka planda hazırlanan direniş<br />

hareketiyle tanışıyoruz. Amadeu’nun yaşadıkları,<br />

aşkı, direnişe olan katkısı, babasıyla yaşadığı fikir<br />

ayrılıkları bir yana, filmin ve aslında romanın en etkileyici<br />

yanı felsefi alt yapısı... Amadeu’nun cümleleriyle<br />

Raimund yaşamını, seçimlerini, düşüncelerini<br />

sorguladığı sekanslar sanırım filmin en sevdiğim<br />

kısımlarıydı. Film izlemek biz sinemaseverler için<br />

zaten başlı başına bir keyif aracı ancak bir de<br />

üzerine böyle farkındalık yaşatma becerisine sahip<br />

olduğunda tadından yenmiyor. Lizbon’a Gece Treni<br />

bu açıdan, roman kadar olmasa da, etkileyici bir<br />

film. Bir sekansta, polisler tarafından piyano çalması<br />

istenen John’un, Mozart’tan bir parçayı çalması<br />

ve başrolün isminin Amadeus olması da Mozart’a<br />

güzel bir saygı duruşuydu…Amadeus’un, babasıyla<br />

yaşadığı fikir ayrılıkları ise aslında çok da uzak<br />

olmadığımız bir duruma akıllara getiriyor: Rejimin,<br />

düzene ayak uydurmuş önemli hakimlerinden biri<br />

olan babası ile direnişe katılan Amadeus arasındaki<br />

çatışma bizim son dönemlerde yaşadığımız ve<br />

ileride yaşayacağımız sorunlara benziyor. Darbelerden<br />

bezmiş ve bastırılmış bir kuşağın baskıcı<br />

rejime karşı suskunluğu ve onlara karşı çıkarak<br />

meydanlara dökülen, her şeyin farkında olan yeni<br />

nesil... Sanırım kuşaklar arası bu çatışma, baskıcı<br />

rejimlerin kaçınılmaz bir sonucu... Filmde Jeremy<br />

Irons’ın performansından söz etmeye gerek var mı<br />

bilmiyorum ama Jack Huston, Amadeus rolü için çok<br />

doğru bir seçim olmuş. Keza Estafania’yı canlandıran<br />

Mélanie Laurent de öyle. Edebi eser uyarlamaları<br />

genelde, kitabın okuyucusunu pek tatmin etmez ama<br />

Bille August, doğru oyuncu seçimleriyle işe bir sıfır<br />

önde başlamayı bilmiş. Daha önce Les Miserables’ı<br />

(1998) da sinemaya uyarlayan Bill August’ün, o<br />

yapımda çok fazla eksiği vardı ama Lizbon’a Gece<br />

Treni’nde güzel bir iş çıkardığını söyleyebilirim.<br />

Ülkemizde İstanbul Film Festivali kapsamında bu yıl<br />

gösterilen Lizbon’a Gece Treni bana göre senenin<br />

kesinlikle gözden kaçırılmaması gereken filmlerinden.<br />

Vizyon tarihi henüz belli değil ama bulabilirseniz<br />

mutlaka izleyin...


Sostiene Pereira /<br />

According To Pereira (1995)<br />

Yeniden bir edebi eser uyarlaması, yine Salazar<br />

dönemi Lizbon’u ancak bu kez 1938 yılı... İtalyan<br />

yazar Antonia Tabucchi’nin aynı adlı kitabından<br />

sinemaya uyarlanan Sostiene Pereira, Federico<br />

Fellini filmlerinin unutulmaz oyuncusu Marcello<br />

Mastroianni’nin hayatını kaybetmeden kısa bir süre<br />

önce çektiği filmlerden biri. Salazar’ın diktatörlüğünü<br />

kurmasından kısa bir süre yaşananları anlatan film,<br />

aynı zamanda Avrupa’da yükselişe geçen totaliter rejimleri<br />

de ele alıyor. Pereira, (Marcello Marstronianni)<br />

Lizbon gazetesinin ünlü edebiyatçılar üzerine yazılar<br />

yazmak konusunda takıntılı olan editörü. Eşini bir<br />

süre önce kaybetmiş ancak onunla yaşamaya ve<br />

hatta devamlı olarak fotoğrafıyla konuşmaya devam<br />

ediyor. Sağlığı pek yerinde olmadığı için de<br />

ölüm korkusuyla baş başa, bu sebeple de daha çok<br />

edebiyatçıların ölümlerinden sonra onların üzerine<br />

bir şeyler karalamaya gayret ediyor. Politikayla<br />

ilgilenmesine rağmen siyasi çizgiden uzak yazılar<br />

yazmayı tercih ediyor; yeni aldığı yazarın dahi politik<br />

metinler yazmasına izin vermiyor. Portekiz ise o<br />

dönemde Salazar’ın diktatörlüğü ile çoktan baskı<br />

altına girmiş ve polis müdahalesi her noktada gözle<br />

görülür hale gelmiş. Pereira tüm bunları görmesine<br />

rağmen inatla duyduğu haberleri ya da yaşananları<br />

yazmak yerine, sakin sularda yüzüyor. Ta ki sakin<br />

hayatına alt üst edecek olan İtalyan Monteiro<br />

Rossi’yi yazar olarak gazeteye alana kadar... Çocuğu<br />

olmadığı için Monteiro’yu oğlu yerine koyan Pereira,<br />

bu idealist gençte aynı zamanda yapmaya cesaret<br />

edemediği başkaldırı ruhunu da görüyor ve bu zamandan<br />

sonra kendisini ve seçimlerini sorgulamaya<br />

başlıyor. Film, Salazar’ın diktatörlük yıllarında medya<br />

baskısı ve diğer faşist rejimlerde de kullanılan<br />

propaganda sinemasının örneklerini sunuyor. Daha<br />

önce hiç uyarı almamış olan Pereira’nın içine siyaset<br />

bulaşmış ilk yazıdan sonra ikaz edilmesi ve<br />

sinemalarda gösterilen rejim propagandaları bunun<br />

en bariz örneği. Propaganda sinemasını ve baskıyı<br />

eleştiren film, bir yandan da Vatikan’ın o dönemlerde<br />

Franco’yu desteklemesini de yermekten çekinmiyor.<br />

Ancak şöyle bir durum da var ki, Sömürge<br />

Savaşları’na kadar Vatikan, Portekiz’deki diktatörlüğü<br />

de destekledi. Ne zaman uluslararası alanda Portekiz<br />

yalnız kalmaya başladı o zaman elini eteğini çekti.<br />

Sostiene Pereira ile ilgili ilginç detay ise, roman<br />

yayımlandıktan sonra Marcello Mastroianni’nin,<br />

Tabucchi’yi arayıp “Pereira benim” demesi. Aktör bu<br />

rolü öylesine istemiş ki, hatta etkisinden uzun süre<br />

kurtulamadığı bile söyleniyor. Mastroianni, başrolleri<br />

Joaquim de Almeida, Daniel Auteuil, Stefana Dianissi<br />

ve Nicoletta Braschi gibi isimlerle paylaşıyor<br />

ancak ne yazık ki benim için hiçbiri efsanevi aktörün<br />

yanında varlık gösteremediler. Yönetmenliğini Roberto<br />

Faenza’nın yaptığı Sostiene Pereira, sadece<br />

Mastroianni’nin yaşlanmış halini görmek için bile<br />

izlenmeli… Özetle; Salazar rejiminde polis gücünün<br />

artması, medya baskısı, sivil toplum kuruluşlarının<br />

ve sendikaların kapatılmasıyla toplum her alanda<br />

kısıtlanırken, spor-eğlence-dini faaliyetlerle halkın<br />

gözlerinin boyanması, resme dikkatli baktığımızda<br />

bize çok fazla şey anlattığının kanıtı aslında. Hatta<br />

bayındırlık politikalarının gereğinden fazla önem<br />

taşıması ve halka bunun sürekli anlatılmasını bir<br />

yerlerden hatırladığınıza eminim. Eğlence konusunun<br />

ise medya aracılığıyla yürütülmesi bambaşka<br />

bir tartışma konusu… Bir tek spor konusunda<br />

farklı bir tutumla karşı karşıyayız ki o da bizim<br />

orijinalliğimizden kaynaklanıyor; ne de olsa büyük<br />

devletlerden biriyiz, bize özel baskı mekanizmaları<br />

geliştirebiliyoruz. Uzun lafın kısası, Salazar dönemini<br />

anlatan bunlardan başka filmler varsa araştırın, izleyin,<br />

ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız…


Uluslararası Suç Ve Ceza Film Festivali’nin bu yılki<br />

konusu Suça Sürüklenen Çocuklar. Festivalin<br />

yönetim kurulu üyesi Psikanalist Prof. Dr. Bengi Semerci<br />

ile sinemanın çocuk üzerindeki etkisini konuştuk.<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Suç Ve Ceza fil festivalinin yönetim kurulu üyesi<br />

Prof. Dr. Bengi Semerci ile sinemanın çocuklar<br />

üzerine etkisini konuştuk. Semerci filmlerde artık<br />

30 kişi ölmeden film bitmiyor dedi ve ekledi “Bu<br />

da çocuğa Ne kadar çok adam öldürürsem o<br />

kadar değerli, kıymetli, saygı gören, yüksekte biri<br />

olurum hissi veriyor”. Yeşilçam filmlerinin bu anlamda<br />

çok daha doğru bir içeriğe sahip olduğunu<br />

söyleyen Semerci özellikle günümüzün komedi<br />

filmlerinin çocuk filmi olarak algılanmasından<br />

şikayetçi. Semerci “Recep İvedik’in yapımcısıyla<br />

tartıştığımda ‘Ben çocuğuma seyrettiriyorum, bu<br />

çocuk filmidir’ diye benimle tartıştı televizyonda.<br />

O zaman orada durmak zorunda. O zaman sansür<br />

isterim. Onun çocuğunu korumak da benim<br />

görevim o koruyamıyorsa. Komedi filmi çocuk filmi<br />

demek değildir” diyerek itirazını belirtiyor. İşte çok<br />

düşünülmesi gereken bir röportaj...<br />

Festival nasıl başladı?<br />

Festival, Başkanımızın hem Türkiye hem dünya<br />

için çok önemli, çok tartışılması gereken konularda<br />

yapılan birçok akademik toplantı ve çalışmanın,<br />

akademisyenlerin kendi aralarında kaldığı,<br />

aslında toplum, devlet ve sivil toplum örgütleriyle<br />

paylaşılması gereken şeylerin paylaşılamadığı<br />

düşüncesiyle başladı. Biz bu çalışmaları bir sanatsal<br />

bir etkinlikle birleştirip hem de topluma daha<br />

fazla yansıtabilen, hem toplumla bütünleşebilen,<br />

aslında toplumun görüşlerini de yansıtan bir<br />

sanat dalı bulalım dedik. Buna en uygun sinema<br />

sanatı geldi. Hem topluma ulaşması açısından<br />

hem de filmlerin konularıyla, yapılarıyla, dönemsel<br />

özellikleriyle o toplum içinde yaşanan şeyleri<br />

yansıtması nedeniyle. Öyle bir görüşle başladık<br />

ve akademik bir toplantıyla bir film festivalini iç<br />

içe yapmayı, böylelikle hem sanat dünyasını<br />

soğuk bulunan akademi grubuyla aynı masaya<br />

oturtup, aynı konuları farklı açılardan tartışmayı<br />

planladık. 2011 yılında birincisini yaptık. Temel<br />

olarak İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi<br />

tarafından düzenlendiği için de “Suç ve Ceza”<br />

oldu, ki hayatımızın çok büyük bir kısmı suç ve<br />

ceza kavramlarıyla geçiyor. Yasal suç ve cezalar<br />

olması gerekmiyor günümüzde önemli bir kavram<br />

sonuçta, çocukluğumuzdan itibaren önemli bir<br />

kavram. Akademik bir kaygıyla bir film festivalini,<br />

ya da akademik bir sanat etkinliğini bu kadar iç içe<br />

sokan, dünyada bir ilk.<br />

Biraz da festivalin amacı tartışma oluşturmak ya<br />

da tartışmalara ışık tutmak buraya dönmek istiyorum.<br />

Bugünkü konunuz çok önemli. Öncellikle<br />

dikkatimi çeken şey “Sinemanın çocuk psikolojisi<br />

üzerinde etkisi”. Çocuğu suça itiyor mu, itmiyor<br />

mu, bu çok tartışılan bir şey. Sinema kendi kendine<br />

bir takım önlemler alıyor, yaş sınırlaması da<br />

var. Bu alınan önlemler sizce gerçekten etkili mi?<br />

Şimdi şiddete meyili olmayan hiç kimseyi, hiç<br />

kimse şiddete meyilli hale getiremez. Ama bazı<br />

yaş gruplarının etkilenme düzeyi, gerçeği ve<br />

gerçek olmayanı, hayali ve hayattaki yaşananı<br />

ayırt etmeleri bunlar her zaman farklıdır. Çocuk<br />

dediğimiz şey çok geniş, 0 yaştan 18 yaşa kadar


ir dönemden bahsediyoruz. Beynin<br />

ve toplumsal yaşamın sürekli değişim<br />

gösterdiği bir dönemden bahsediyoruz.<br />

Sizin sinemada gösterdiğiniz bir cinayet<br />

ya da sadistçe bir şeyi, 10 yaşındaki<br />

birinin algılamasıyla, 30 yaşındaki bir<br />

erişkinin algılaması çok farklıdır. Belli bir<br />

yaş grubundan sonra tabii ki patolojisi<br />

olan, gerçekten problemi olan kişileri de<br />

olumsuz etkiler. Ama yaş grubuna özgü<br />

özellikler olarak farklı etkileme şekilleri<br />

var. Bu tartışma konusu değil, bu bütün<br />

dünyanın kabul ettiği bir konu. Burada<br />

sorun hangi yaş grubuna neyi izlettirmemiz<br />

gerektiği konusu. Biliyorsunuz akıllı<br />

işaretler var ama siz onlara uyulduğunu<br />

görüyor musunuz? “Postacı Kapıyı İki<br />

Kere Çalar” filmi 7 yaş üstü kabul ediliyorsa<br />

demek ki uygulanmıyor demektir.<br />

Ya da sinemaya gittiğinizde ben çok<br />

sık rastlıyorum, hatta birisi bir gün beni<br />

dövecek diye korkuyorum çünkü müdahale<br />

ediyorum, üstünde yazıyor ama aile<br />

almış 5 yaşında çocuğu sokmuş oraya;<br />

şiddet, seks ya da gerçekten o yaş<br />

grubunun olumsuz algılayacağı bir şey,<br />

bunlara dikkat etmemiz gerekiyor. Her<br />

şey sinemada yapılmaz diye bir şey yok<br />

ama hangi yaş grubuna hitap ettiğiniz<br />

önemli. Bir de sinemada altyazılar<br />

var her şeyde olduğu gibi biz kötüyü<br />

gösterirken kötüyü övüp övmediğimiz,<br />

yüceltip yüceltmediğimiz de önemli.<br />

Sinema sadece çiçekler, kuşlar, kelebekler,<br />

böcekler göstermeyecek<br />

ama benim sevdiğim örnektir benim<br />

çocukluğumda en şiddetli sayılan filmler<br />

kovboy filmleriydi. Şimdi o filmleri izliyorum<br />

arada bir kişi ölüyor, iki kişi ölüyor,<br />

çok adamın öldüğü kovboy filmi çok az.<br />

Ve hep iyiler kazanıyor. Ölenler kötü ve<br />

iyiler asla bilerek, isteyerek öldürmek<br />

amaçlı öldürmüyor. Bir haklı gerekçe<br />

bulunuyor. Dolayısıyla çocuk kafanda<br />

durup dururken insan öldürülemeyeceği<br />

gibi bir şey yavaş yavaş yerleşiyor.<br />

Şimdiki kahramanlara bakıyorsunuz 30<br />

kişinin ölmediği film filmden sayılmıyor.<br />

Ve kahraman öldürüyor ve sürekli<br />

yüceltiliyor. Öldürdüğü oranda kahraman<br />

oluyor ve amaç kayboluyor.<br />

Dolayısıyla bu 10 yaşındaki bir çocuk<br />

için şu demektir, “Ne kadar çok adam<br />

öldürürsem o kadar değerli, kıymetli,<br />

saygı gören, yüksekte biri olurum. Bu<br />

yanlış bir şey.<br />

Sizin söylediklerinizden yola<br />

çıkarak sinemayla çocuk arasındaki<br />

ilişkiyi daha çok seyretme yaşıyla<br />

düzenleyebileceğinizi görüyoruz<br />

fakat şöyle bir tezat var, sinema<br />

sonuçta hayatın aynasıdır ve sinema<br />

yaratıcılarının hayattaki bütün<br />

çirkinlikleri filmlerinde işleyebilme<br />

özgürlüğüne sahip olmaları lazım. Sizin<br />

söylediğiniz şekilde olduğu zaman zaten<br />

bir problem yok. Yaratıcılarla ilgili değil,<br />

tüketimle ilgili bir problemden bahsediyorsunuz.<br />

Fakat Türkiye’de işler öyle<br />

yürümüyor. Sonuçta Kültür Bakanlığı’nın<br />

araştırmaları, Kültür Bakanlığı’nın<br />

desteği, senaryo denetlemesi, sansür<br />

diyeceğimiz kadar önlemler var. Ve<br />

bu önlemlerin sebepleri de çocuk izleyicilere<br />

dayandırılıyor. Burada bir iki<br />

yüzlülük söz konusu değil mi?<br />

Sinema başka bir şey. Sinema salona<br />

gidip para verilip izlenen bir şey,<br />

orada yaratıcının dürüstlüğü şuradan<br />

kaynaklanmalı, “Ben bu filmi bu yaş<br />

grubu için seçtim”. Biz bazı çok gündeme<br />

oturan filmler nedeniyle çeşitli<br />

yapımcı ve yönetmenlerle de tartıştık<br />

bunu. Maalesef, birçok yapımcı şuradan<br />

başlıyor tartışmaya “Hayır bunun<br />

çocuklara bir zararı yok”. Oradan<br />

tartışmaya başladığı zaman otomatik<br />

olarak kaybetmek zorunda. Bana dese<br />

ki “Haklısınız ben bunu zaten çocuklar<br />

için çekmedim, bu erişkin filmi.” Hayır<br />

o gişede daha çok iş yapabilmek için<br />

küfürbaz, kötü, iyi bir özdeşim modeli<br />

olmayan kahramanı neredeyse<br />

çocuk filmiymiş gibi sunuyor. Kendinizi<br />

denetleyemiyorsanız, başkaları gelir sizi<br />

denetler. Önce kendinizi denetlemeyi


ileceksiniz. Tartışmaya yanlış yerden<br />

giriyorlar, o önemli. Mesela Amerikalı<br />

yönetmenler bunu çok iyi öğrendi<br />

çünkü öyle bir sivil toplum baskısı var<br />

ki biliyorlar filmlerinin ve daha sonraki<br />

filmlerinin aileler tarafından protesto<br />

edileceğini. Herkes denetlemeye kendinden<br />

başlamalı. Sinemayla televizyonda<br />

oynayacak şeyi de ayırt etmemiz<br />

gerekiyor. Çünkü sinema para vererek<br />

gidip dışarıda seçtiğiniz bir şeydir.<br />

Televizyon sizin evinizin içindedir.<br />

Ama bütün sinema filmleri sonunda<br />

televizyonda gösterilir.<br />

Denetlenmesi daha zor bir şeydir.<br />

Ücretsizdir. Her türlü sosyo-kültürel durumdaki<br />

insanın evine girer, dolayısıyla<br />

onun denetimi gerekiyor. Çünkü bizim<br />

maalesef o kadar eğitimli bir halk<br />

kitlemiz yok. Bizim okur yazar oranımız<br />

belli, şu belli bu belli. Çocuklara zararlı<br />

mı, zararsız mı tartışmalarında, panellerinde<br />

bir de RTÜK temsilcisi olur.<br />

Ben hep en sonunda ailelere “Lütfen<br />

aynaya bakın ve yüzleşin” diyorum.<br />

Çünkü şöyle bir şey yapıyor aileler,<br />

ben “Çocuğu şöyle korumanız lazım”<br />

diye anlattığım zaman kendilerine<br />

göre verildiği için mıy mıy yapıyorlar<br />

kelimenin tam anlamıyla. RTÜK temsilcisi<br />

de konuşurken başlıyorlar,<br />

“Şunu da yasaklamanız lazım, bunu<br />

da yasaklamanız lazım” diye. Sonra da<br />

sansür diyorlar. “Hep başkası kontrol<br />

etsin, ben yapmayayım” bu kolay bir<br />

yöntem. Bundan vazgeçmediğimiz<br />

sürece de birileri isteğimiz dışında her<br />

alanda çok fazla kontrol edebilir. Kendimiz<br />

kontrol edemezsek.<br />

Bu konuştuğumuz konu aslında kültürel<br />

rengi de çok ortaya çıkartıyor.<br />

Sonuçta Amerika’da üretilen neredeyse<br />

bütün filmler, bir şekilde Türkiye’de de<br />

seyrediliyor, televizyonda gösteriliyor,<br />

internetten izleniyor. Aynı etki bizde de<br />

var. Ama dediğiniz gibi Amerika’daki<br />

yansımaları tam olarak Türkiye’de<br />

yaşanmıyor. Amerika’da çok büyük<br />

dezenformasyon var ve gerçekten<br />

birçok cinayet görüyoruz, toplu katliam<br />

görüyoruz... Türkiye’de tam olarak bu<br />

şekilde yansımamasının sizce sebebi<br />

ne? Biz doğru bir şey mi yapıyoruz<br />

yoksa bizim kültürel farklılığımızdan mı<br />

kaynaklanıyor.<br />

Bir kere oradaki şeyi uygulamanız için<br />

aynı iklime sahip olmanız lazım. Uygulanabilecek<br />

şeyler var, uygulanamayacak<br />

şeyler var. Uygulandığı zaman<br />

başka yerde çok doğal olup da sizde<br />

çok tuhaf olacak şeyler var. Biz daha<br />

çok etkileniyoruz. Oradaki katliamlar<br />

vesaire, çok bireysel patolojilerle ilgili<br />

ama çekilen filmler o katliamları<br />

övmüyor. O filmden çıkarken şu hissi<br />

yaşamıyorsunuz, “Bu kadar eziyet<br />

çekmiş, bu çocuğun da hakkıymış<br />

bunu yapmak.” Benim söylemeye<br />

çalıştığım o gerçeği gösterdiğiniz zaman<br />

onun her yönünü göstermeniz<br />

lazım. O zaman insanların seçim<br />

hakları olur. O zaman sadece sorunu<br />

olanlar olumsuz etkilenir ama akli<br />

dengesi yerinde makul, mantıklı insanlar<br />

da çıkarılacak sonucu çıkarır.<br />

Siz şiddeti “Bak ne kadar güzel, nasıl<br />

muhteşem” diye verirseniz kendisine<br />

özdeşim modeli arayan birisini için<br />

de, ister çocuk olsun ister erişkin<br />

olsun, o sarılacak bir dal olur. Onun<br />

için biz aslında çok farklı değiliz ama<br />

doğal olarak bizim kültürel özelliklerimize<br />

göre bizim özdeşim kurmaya<br />

çalıştığımız kahramanlar farklı çünkü<br />

öbür kahramanlar burada çok da iş yapacak<br />

durumda değiller. Genel olarak<br />

filmlerin, sinemaların toplumsal yapıyı<br />

etkilemekte önemi var bu kabul edilen<br />

bir şey. Hani hep şey savunmamız<br />

vardır ya “Bizim kültürümüze uygun<br />

değil” diye. Kültür ölü bir şey değil, yani<br />

bir yerin bir kültürü olup da kalan bir<br />

şey değil. Kültür değişen ve gelişen bir<br />

şey. Bu gelişim ve değişime televizyonun,<br />

görsel şeylerin de katkısı var. Bu<br />

katkıyı olumlu mu koyacağız, olumsuz


mu koyacağız o bizim seçeceğimiz bir şey. Ne<br />

onlar bizim kültürümüzü tamamen değiştirebilir,<br />

o zaman zaten bir kültürden bahsedilmez o kadar<br />

kolaysa, ama yavaş yavaş bir takım şeyleri<br />

bir sonraki nesile daha normalize ederek gider.<br />

Çok iyi bir örnektir aldatmayı eğer çok normalize<br />

hale getirirseniz, devamlı filmlerde gösterirseniz,<br />

bir sonraki jenerasyonda artık bu normalleşebilir.<br />

Şiddet de böyledir. Kendini savunmak için yapabilirsin,<br />

iyi amaçlarla yapabilirsin, inandığın şey<br />

uğruna yapabilirsin... Bir sonraki kuşak artık<br />

bunu normal kabul etmeye başlar, doğal bir şey<br />

olmaya başlar. Ya da tam tersini yapabilirsiniz,<br />

aldatma örneğine dönersek bizim ülkemizde<br />

olduğu gibi; aldatanı vurabilirsin,<br />

öldürebilirsin, her şeyi<br />

yapmak hakkındır, dolayısıyla<br />

da senin kültürün o olmaya<br />

başlar. Neyi normalize<br />

ettiğiniz çok önemli. Çocuk<br />

suçluluğu konusunda son iki,<br />

üç ay içinde 300 küsur film<br />

izledim. Hangi sinema nasıl<br />

bakıyor? Tabii ki Şili’den gelen,<br />

Türki Cumhuriyetlerden<br />

gelen, Kanada’dan gelen<br />

bir filmi izlerken o kültürel<br />

farklılıkları görüyorsunuz.<br />

Neyin suç olduğu, neyin<br />

olmadığı gibi. Ama söyleyiş<br />

tarzları farklı, yaşam tarzları<br />

farklı. Sonuçta genel bakış<br />

açısı önemli. Suça ne neden<br />

oluyor? Ne yapılırsa geçiyor?<br />

Hangi kültürde olursanız olun<br />

mutlak doğru olan şeyler var. O mutlak doğruları<br />

kendi kültürünüze uygun şekilde yapıyorsunuz.<br />

Türk Sineması’nda komedi türü çok önemli ve en<br />

çok tüketilen tür. Özellikle yaş meselesi girdiği<br />

zaman çocukların, gençlerin, genelde tüm halkın<br />

tükettiği bir tür. Eskiye baktığımız zaman Yeşilçam<br />

Sineması’na sonlarına doğru Kemal Sunallar,<br />

Hababam Sınıflarına baktığımız zaman bunlarda<br />

küfür görüyoruz. Ve çok tüketiliyorlardı. Şu an ise<br />

Cem Yılmaz, Şahan Gökbakar bu türde film üretiyorlar<br />

ve genel irtibatıyla en fazla eleştiri küfürden<br />

dolayı geliyor. Komedi içindeki küfür kullanımı bir<br />

çocuğu etkiler mi, küfürbaz yapar mı?<br />

Etkiler tabii, çok sempatik birinden küfür duyuyorsunuz.<br />

Bakın bizim kültürümüzde biliyorsunuz çok<br />

önemlidir. Konuşmaya başlayan erkek çocuklarına<br />

amcalar, komşular küfür ettirirler, övgü verirler ve<br />

hediye verirler. Çocuk aslında ne anlama geldiğini<br />

bilmediği bir kelimeyi başlar tekrarlamaya. “Ben<br />

bunu söylediğimde herkes beni seviyor, herkes<br />

benimle ilgileniyor” der. Sonra o para, hediye veren<br />

amca “Ne biçim konuşuyorsun sen!” diye dövmeye<br />

başlarlar. Çocuk için müthiş bir ikilemdir bu. “Üç<br />

güne kadar siz söyleyeyim diye yalvarıyordunuz,<br />

şimdi ne oldu?” diye. Dolayısıyla siz sevimli, övgülü<br />

bir şekilde yanlış bir şeyi verirseniz, orada problem<br />

var. Kaldı ki komedi filmi demek,<br />

çocuk filmi demek değildir.<br />

Kemal Sunal filmleri çocuk<br />

filmi değildir ki. Çocuklar için<br />

çekilmiş de değildir. Cem Yılmaz<br />

da gösterilerini çocuklar için<br />

yapmıyor, erişkinler için yapıyor.<br />

Ben Cem Yılmaz’ın çektiği filmlerin<br />

de çocuklar için olduğunu<br />

sanmıyorum. “Recep İvedik”<br />

de, ben onun yapımcısıyla<br />

tartıştığımda “Ben çocuğuma<br />

seyrettiriyorum, bu çocuk filmidir”<br />

diye benimle tartıştı televizyonda.<br />

O zaman orada durmak<br />

zorunda. O zaman sansür isterim.<br />

Onun çocuğunu korumak da<br />

benim görevim o koruyamıyorsa.<br />

Komedi filmi çocuk filmi demek<br />

değildir. Herkes diyor “Film bir<br />

eğlencedir”, hayır efendim film<br />

bir eğitim aracıdır. Gelen kısa<br />

filmlerde gördük ne kadar yanlış anlaşıldığını.<br />

Film çekmişler belli ki bizim festival için çekilmiş.<br />

Ben onu derste eğitim olarak gösterebilirim; hiçbir<br />

esnekliği yok, hiçbir yaratıcılığı yok. Algılayışımız<br />

öyle,eğitici dediğimiz zaman tık tık tık koymamız<br />

gerektiğini düşünüyoruz. Halbuki “Kevin Hakkında<br />

Konuşmamız Gerekiyor” muhteşem bir filmdi. En<br />

ufak bir şiddet sahnesi yoktu içinde, bir tek kan<br />

damlası yoktu. Ama bir çocuğun okulda katliam<br />

yaptığını, o çocuğun o okula niye geldiğini, aile<br />

ilişkilerini, hepsini gördük biz. Oradan çıktığınız<br />

zaman “Okula gideyim de bir katliam yapayım”<br />

demiyorsunuz. Aile olarak çıktığınız zaman “Benim


çocuğumla ilişkim nasıl? Acaba ben bir yerde<br />

hata mı yapıyorum?” diyorsunuz. Ergen olarak<br />

çıktığınızda “Acaba ben bir şeyleri yanlış mı<br />

götürüyorum?” duygusuyla çıkıyorsunuz. Bu bir<br />

eğitimdir. Eski Yeşilçam hep suçlanıyor, bence<br />

bu anlamda çok daha hoş filmler var. Çocuk<br />

suçluluğu taraması yaparken dikkatimiz çekti,<br />

hiç yok Türk Sineması’nda. Eski “Sezercik”,<br />

“Ayşecik” filmleri muhteşem. O dönemdeki<br />

polis modeli şu an yok. Cezalandırmayan, hafif<br />

tatlı sert, yaptığı yanlışı ona göstermeye çalışıp<br />

ona bir yol bulmaya çalışan kolluk ve hakim<br />

modeli var, çok daha iyi bir şey. Türk Sineması<br />

o zaman daha doğru bakıyormuş.<br />

Bu bir tezat değil mi, çünkü Yeşilçam’ın özellikle<br />

söylediğiniz yapısı “Gerçeklikten kopuk, romantik<br />

bakış açısı” olarak eleştirilir.<br />

Açın gazeteleri, şöyle haberler var “Marketten<br />

kola çalan 12 yaşındaki çocuk mahkemeye<br />

çıktı” diye. Orada bakmak lazım. Bu<br />

çocuk kaçıncı kere bu suçu işliyor? Herkes<br />

çocukluğunda ufak tefek bir şey yapabilir.<br />

Ben onu hemen kollukta sorgularsam, hemen<br />

mahkemeye çıkarırsam, birincisi onu<br />

damgalıyorum ikincisi “Sen buradasın, yerini<br />

bil” diyorum. Halbuki önce ne olduğuna bakmam<br />

lazım. Çocuğun kişisel patolojisi mi var,<br />

aile durumu ne? Uzlaşmacı denilen gruplar<br />

var, belli yaş gruplarında, özellikle de 12-15<br />

yaş grubunda, hiç kollukla ve mahkemeyle<br />

muhatap olmadan ama hukuki ve psikoloji<br />

bilgisi olan uzlaşmacıların çocukla, ailesiyle,<br />

çevresiyle görüşüp çocuğun yaşına uygun<br />

bir yaptırımla geriye dönüş sağlamak. Hapse<br />

atmak değil, mahkemeye çıkartmak değil ama<br />

“Haydi bakayım bir daha yapma, güle güle”<br />

demek de değil. Ona yaptığının yanlış olduğunu<br />

öğretecek. Amerikan filmlerinde görürüz ya<br />

toplum görevleri, üç gün kütüphanede yerleri<br />

silmek gibi yaşına uygun bu tür yaptırımlarla ve<br />

sonrasında takip ederek onlar hep denetimlidir,<br />

devamlı takip ederler ne oluyor, nasıl gidiyor<br />

diye. Cezalandırmak çok kolay bir şey ki onu da<br />

beceremiyoruz. Koyduğumuz yerler de uygun<br />

yerler değil. Ben o eleştirilere katılmıyorum,<br />

Yeşilçam’la dalga geçtiğimiz aşk filmlerini<br />

Amerikalılar çektiğinde ağzı açık seyrediyoruz.<br />

“Pretty Woman” çok mu farklı türde bir film?


Naomi Watts<br />

tarihi<br />

karakterleri<br />

canlandırmaya<br />

devam<br />

ediyor. Ünlü<br />

yıldızı Marilyn<br />

Monroe’dan<br />

sonra<br />

Prenses<br />

Diana’nın<br />

hüzünlü<br />

öyküsünü<br />

perdeye<br />

taşırken<br />

seyredeceğiz...


SERDAR AKBIYIK<br />

n Bazı yıldızlar var ki güzelliklerinden daha çok sabır ve oyunculuk<br />

yetenekleriyle zirveye ulaşıyorlar. Bunların içinde en öne<br />

çıkanlardan biri Naomi Watts. Sarışın yıldız deyim yerindeyse<br />

tırnaklarıyla kazıyarak yıldızlaştı Hollywood’ta. Daha küçücükken<br />

hayat onu sınamaya başladı. 1968’te Shoreham, İngiltere’de<br />

dünyaya gelen Naomi dört yaşındayken anne babası boşandı. Bu<br />

yetmezmiş gibi 7 yaşına geldiğinde babası Peter Watts hayatını<br />

kaybetti. Pink Floyd’un sesteknisyeni olan Peter aslında hepimizin<br />

sesini duyduğu bir isim. Bu satırları okuyanlar arasında<br />

The Dark Side of the Moon’u dinlememiş olan var mıdır? Hepiniz<br />

dinledik diyorsanız oradaki çılgın kahkahaları da hatırlarsınız. İşte<br />

o kahkahaların sahibi Naomi Watts’ın babası. Annesi Myfanwy<br />

Roberts’da o dönemde Pink Floyd’un çalışmalarında katkısı olmuş<br />

biraz çılgın bir hippi. Baba Watts öldükten sonra anne Myfanwy,<br />

Naomi ve kardeşi Peter’ı alarak Kuzey Galler’e büyükbaba ile babanenin<br />

yanına taşınır. Naomi 14 yaşına kadar annesinin aşıklarıyla<br />

kendisini terketmesi ve sonra geri dönmesini defalarca yaşar. 14<br />

yaşına geldiğindeyse annesi çocuklyarını da alıp kökenlerinin<br />

dayandığı Avusturalya’ya göç eder. Naomi İngiltereyi bırakmaktan<br />

hiç hoşnut değildir. Bunu da şu sözleriyle anlatır, “Düşündüğümde<br />

kendimi Britanya’lı olarak hissediyorum ve Birleşik Krallık’ta<br />

çok güzel anılarm var, 14 yaşımdayken İngiltere’den ayrılmak<br />

hiç istememiştim.” Bütün bu isteksizliğe rağmen Avusturalya<br />

Naomi’nin Hollywood’taki kariyerinin temellerini attığı yer olacaktır.<br />

Watts, oyunculuk kurslarına kayıt olmuş ve bir deneme çekiminde<br />

Nicole Kidman ile tanışarak 1991 yılında ilk rolünü “For Love<br />

Alone”da ve ikincisini de “The Dustodian”de alır. 1995’de kendisine<br />

Hollywood’un kapılarını açan Tank Girl adlı filmde yardımcı<br />

rolde ‘Jet Girl’ karakterini canlandırır. Naomi Watts 2001’de iki ayrı<br />

karakteri (Betty Elms ve Diane Selwyn) canlandırdığı, David Linch<br />

yapımı Mulholland Çıkmazı (Mulholland Drive) filmiyle asıl çıkışını<br />

yapar. Watts, 2003’de Sean Penn ve Benicio Del Toro ile başrollerini<br />

paylaştığı 21 Gram (21 Grams) adlı filmdeki<br />

performansıyla, En İyi Kadın Oyuncu<br />

dalında Akademi Ödülü adaylığı kazanır.<br />

Budizme ilgi duymaya başladığını söyleyen<br />

ve vejetaryen olan Naomi, zamanını<br />

Sdyney, Los Angeles ve New York City’deki<br />

evleri arasında geçirir. Sabırla hep üstüne<br />

koyarak devam ettiği kariyeri aldığı yaşlarla<br />

yokuş aşağıya gideceğine daha da parlak<br />

bir hale geliyor sarışın yıldızın. Marlyn Monroe<br />

yu canlandıracağı Blondie’nin ardından<br />

Prenses Diana ile karşımızda. Watts eğer<br />

tanıtım için çektiği fotoğraflarda ki kadar<br />

Diana’ya benzerlik gösteriyorsa özel<br />

hayatına dikkat etmesini öneririz.


1970 Teksas doğumlu oyuncu Ethan<br />

Green Hawke aynı zamanda senarist ve<br />

yönetmen kimliğiyle de biliniyor.<br />

BANU BOZDEMİR<br />

n 1970 Teksas doğumlu oyuncu Ethan Green Hawke aynı zamanda senarist<br />

ve yönetmen kimliğiyle de biliniyor. New York Üniversitesi’nde okuyan<br />

Hawke’i ünlü yapan lise yıllarında rol aldığı Dead Poets Society / Ölü Ozanlar<br />

Derneği filmindeki Todd Anderson rolüydü. 1995 yılında 9 yıl aralıklarla çekilecek<br />

olan ve herkesin çok seveceği Gün Doğmadan Önce filminde Jesse<br />

rolüyle rol aldı, hemen arkasından gelen Gattaca’da kimliğini değiştiren bir<br />

adam olarak karşımıza çıktı. 1998 yılında çekilen Büyük Umutlar’ın modern<br />

versiyonunda çocukluk aşkına ulaşmak için çabalayan bir adamın dramı<br />

anlatılıyor, Hawke Finnegen Bell olarak karşımıza çıkıyor.<br />

2003 yılında karşımıza gelen Tape / Kaset filminde üç kişinin ruh hali<br />

sürekli değişen konuşmaları Vince tarafından kayda alınıyor ve gerçeklik<br />

bir anlamda boyut değiştiriyor. Hayatın Benim de ise Angelina Jolie’nin<br />

karşısında azılı bir katili canlandırıyor. 2004 yılında Gün Doğmadan Önce<br />

filminin devamı niteliğindeki Gün Batarken de rol aldı, dokuz yıl sonra bir<br />

araya gelen, birbirlerine hisleri olan iki kişiyi canlandırıyorlar ve yine birkaç<br />

saatleri var! Sonra sırasıyla Seni Seviyorum New York, Chalsea’de Rock,<br />

Vampir İmparatorluğu, Gizemli Kadın, Madonna Ağlıyor, Lanet ve en son da<br />

Geceyarısından Önce’de rol aldı. Biz onu bu ay The Purge / Arınma Gecesi<br />

filminde izleyeceğiz. James Sandin rolüyle farklı bir korku filminin içinde yer<br />

alıyor. Bu yıl ayrıca Getaway filminde bekliyoruz kendisini, karısı kaçırılan<br />

bir adamı canlandıracak…


Mommo Kız<br />

Kardeşim filmi<br />

ile büyük sükse<br />

yapan Atalay<br />

Taşdiken yeni<br />

filmi Meryem’i<br />

<strong>Cinedergi</strong>’ye<br />

anlattı…


SERDAR AKBIYIK<br />

n Bazen hiç beklemediğiniz anda bir film gelir<br />

ve sinemanın güzelliklerini size tekrar hatırlatır.<br />

İşte 2008 yılında Mommo filmini seyrettiğimde<br />

bunları hissetmiştim. Filmin yönetmeni Atalay<br />

Taşdiken ile o günlerde de bir röportaj yapıp bu<br />

sayfalarda yayınlamıştım. Yıl oldu 2013 ve iyi<br />

bir başlangıçtan sonra Taşdiken’in ikinci filmi<br />

Meryem görücüye çıkmaya hazırlanıyor. Tabii biz<br />

de kariyerini dikkatlice takip ettiğimiz bu yönetmeni<br />

karşımıza oturttuk. İşte Atalay Taşdiken’in<br />

Meryem’inin sırları…<br />

Atalay Bey ilk önce senaryo ile başlayalım. Bu<br />

senaryoyu yazmanısı tetikleyen şey nedir?<br />

Bu senaryonun hikâyesi aslında “Mommo”yla<br />

benzerlik gösteriyor. Hikaye “Mommo”ya benzerlik<br />

göstermiyor elbette ama senaryoya alma<br />

biçimi benzerlik gösteriyor. “Mommo” da benim<br />

çocukken çevremde, yakınımda yaşanmış bir<br />

olaydı, onu yazmıştım. Bu da aşağı yukarı o<br />

dönemlerden biraz sonra yine benim çok yakın<br />

çevremde yaşanan, benim gözlemlediğim, bizim<br />

evimizde meselesi edilen bir hikâyeydi. O<br />

da cebimdeki hikâyelerden birisiydi. İkinci filmi<br />

yaparken, her yönetmende olduğu gibi ben de<br />

çok büyük bir baskı ve gerilim hissettim. Sebebi<br />

de şu; “Mommo”nun aldığı övgüler üzerimdeki<br />

baskıyı artırdı. Bir ilk film olmasına rağmen<br />

aşağı yukarı hem sinema çevresinden, hem<br />

yazarlardan, hem seyirciden çok iyi karşılıklar<br />

alınca... Dolayısıyla ikinci film yönetmen için<br />

biraz daha baskı unsuru haline dönüşüyor.<br />

Birkaç tane daha farklı hikâyeler vardı, onlardan<br />

birine karar vermek durumundaydım ama biraz<br />

da “Mommo”yla anlatım dili olarak kardeşlik<br />

gördüğüm için bu hikâyeye karar verdim. Çünkü<br />

bir yönetmen olarak birkaç film dilinizi, tarzınızı<br />

seyircinin gözünde belirleyen bir unsur oluyor.<br />

Her daldan her türden hikâyeyi anlatan bir<br />

yönetmen değil de, kendine ait öyküleri olan ve<br />

belli bir bütünlükle o öyküleri anlatan bir yönetmen<br />

olarak bilinmek daha avantajlı bir şey.<br />

Dolayısıyla diğer düşündüğüm öyküler hem<br />

hikâye olarak, hem anlatım biçimi olarak çok<br />

farklıydı. En sonunda “Meryem”in benim ikinci<br />

filmim olmasının daha avantajlı, daha doğru<br />

olacağını düşünerek “Meryem”e karar verdim.<br />

Gerçek bir hikâye. Elbette ki baştan sona<br />

bütün karakterler gerçek değil ama başı sonu<br />

bir kadının hikâyesi anlamında benim tanık<br />

olduğum bir hikayeydi. Beni de çok etkilemişti.<br />

Dolayısıyla Meryem’in hikâyesini ikinci film<br />

olarak yapmaya karar verdim. Bu anlamda<br />

da aslında yaptıktan sonraki fikrim de şu<br />

“Mommo”dan sonra filmin “Meryem” olması<br />

şimdi daha da doğru olmuş.<br />

Bazı yönetmenler ise her çiçekten bal alır gibi<br />

farklı türleri deneyimleyen bir yapıya sahip.<br />

Sanki bunu tercih ediyorlar. Bu konuda siz ne<br />

düşünüyorsunuz?<br />

Bir yönetmen bakışı olarak bu tavrı doğru<br />

bulmuyorum bir defa onu söyleyeyim. Bu tavır<br />

olsa olsa bir oyuncu tavrı olabilir; çünkü bir<br />

oyuncu ne kadar farklı karakter, ne kadar farklı<br />

anlatım dili içinde yer alırsa, o oyuncunun<br />

yeteneğini göstermesi anlamında bu çok büyük<br />

bir avantaj sayılabilir. Ben bir yönetmenin<br />

davranış biçimi olarak bunun doğru olmadığını<br />

düşünüyorum; çünkü benim algıladığım, benim<br />

kafamda kurduğum yönetmen modeli derdi<br />

olan, hikâyesi olan, hayata dair söyleyecek<br />

sözü olanlarındır. Elbette ki sektörün bir başka<br />

gerçeği daha var, bir de ikinci gruptaki yönetmenler<br />

var. “Ben teknisyenim ve her filmi<br />

çekerim” diye bakan yönetmenler var. Elbette<br />

onlar da saygı duyulması gereken bir şey ama<br />

ben onun gerçekten teknisyenlik olduğunu<br />

düşünüyorum. Bir yönetmenin her hikâyeyi<br />

doğru anlatabileceğine ben inanmıyorum.<br />

Filminize dönersek, filminizde iki baskın konu<br />

var, göç ve kadın. Bu belki 1970’lerde, 80’lerde<br />

çok baskın bir durumdu, günümüzde de<br />

yaşanıyor ama belki biraz kabul edildi, belki<br />

artık kanıksandı. Bu noktada bugünden bakmak<br />

bize yeni olarak ne verecek?<br />

Filmin kırılma noktalarından birisi göçle<br />

oluşan başka bir şehre gidip ekmeğini arayan<br />

bir adamın neden olduğu bir hikâye olmakla


irlikte, bunun bugünkü sosyal karşılığı 70’lerdeki,<br />

80’lerdeki kadar baskın değil elbette ama insanın<br />

olduğu her yerdeki hikâye 70’lerde de aynıydı,<br />

bugün de aynı. Daha temel bir şey var, biz zaten<br />

hikâyelerimizi sosyal olarak popüler meseleler<br />

üzerine kurmuyoruz. Ben bütün kameramı,<br />

bütün odağımı insani şeyler üzerine kuruyorum.<br />

Dolayısıyla bu göçün neden olduğu Meryem’in<br />

hikâyesinde asıl mesele göçün sosyal boyutunu anlatmak<br />

değil, insanlar üzerinde yarattığı, insanlarda<br />

yarattığı kırılganlığı, olabildiğince insani bir ölçüde<br />

anlatmaya çalışmak. O anlamda bugünün popüler<br />

bir meselesi olmayabilir ama insanın olduğu her<br />

yerdeki duygular hem evrenseldir, hem bugüne, hem<br />

yarına, hem geçmişe mutlaka ışık tutacaktır.<br />

Filmin cast’ından söz edelim. İsmail’i (Hacıoğlu)<br />

zaten biliyoruz; fakat Zeynep Çamcı sürpriz bir<br />

seçim. “Recep İvedik”te de görmüştüm gerçekten<br />

çok değişik bir ışığı var, perdede de öyleydi.<br />

“Recep İvedik”e bile farklı bir anlam kazandırmıştı<br />

bence. Bunu görüp kullanmışsınız. Biraz da bu<br />

seçiminizden bahsedelim.<br />

Ben Zeynep’i (Çamcı) “Recep İvedik”’te görmedim<br />

açıkçası. “Leyla ile Mecnun” dizisinde gördüm.<br />

Gördüğüm zaman dizide sizin söylediklerinize çok<br />

benzer şeyler hissettim çünkü gerçekten çok farklı<br />

bir ışığı var. Bir komik karakteri oynarken bile gözlerindeki<br />

hüzün, tavrı, duruşu, tonlamaları insanı<br />

çok etkiliyor. Ben o zaman çok şaşırdım “Kimmiş<br />

bu kız?” diye. Sonra geçmişe yönelik yaptığı işleri<br />

oturdum teker teker izledim. Ben Zeynep’in oyunculuk<br />

kariyerinin önümüzdeki dönemde gerçekten<br />

uluslararası boyutta bir yere gidebileceğini<br />

düşünüyorum. O anlamda çok yetenekli. Allah’ın<br />

herkese nasip etmediği bir iç enerjisi var. Aslında<br />

biraz popüler bir isimle çalışmak belki “Meryem”in<br />

tanıtımları, duyuruları, gişesi için avantajlı olabilirdi<br />

ama ben asla Zeynep’le çalıştığım için<br />

pişman değilim. Çünkü Zeynep, benim kafamdaki<br />

“Meryem”e hemen hemen birebir oturdu, kendini<br />

oraya ait hissetti ve hiç de zorlanmadan gitti “Meryem”<br />

oldu. Elbette televizyonda çok başarılı işler<br />

yapıyor, şu anda da çok beğenilen bir dizisi var ama<br />

bu filmden sonra Zeynep’in sinemada çok önünün<br />

açılacağını düşünüyorum. Çok farklı bir yetenek. Allah<br />

yolunu açık etsin diyorum.<br />

Son 10 yılda Türk sinemasında Anadolu hikayesine<br />

sahip iki tane çok iyi film izledim. Bunlardan biri sizin<br />

Mommo diğeri de Cemal Şan’ın Dilber’in Hikayesi.<br />

Her ikiniz de Anadolulu ve onun dertlerini önemseyen<br />

isimlersiniz.<br />

Aslında benim açımdan yorumu şöyle. Ben<br />

Anadolu’da doğup büyüyen bir insanım. Liseyi<br />

bitirene kadar Anadolu’nun bir kasabasında,<br />

Nevşehir’de yaşadım. Köyümle sürekli irtibatım<br />

vardı. Sinemacılığın olmazsa olmazının çok ciddi<br />

gözlem yeteneği olduğunu düşünüyorum.<br />

Bakmıyorum, birçok şeyi anlıyorum, görüyorum.<br />

O insanları da çok yakınen tanıyorum.<br />

Oradaki herkesi tanıyorum; “Mommo”daki tüm<br />

kahramanları birebir tanıyordum, “Meryem”deki<br />

bütün kahramanları birebir tanıyorum. Bu in-


sanlar hangi evlerde yaşarlar, ne tür giyinirler,<br />

ne yemek yerler, komşu ilişkileri, evdeki ilişkileri<br />

nasıldır, çarşı pazardaki durumları nasıldır; bütün<br />

bu durumları ben yaşadım ve reel olarak bunlar<br />

gözlemledim. Bu insanları ben senaryoyu yazarken<br />

gözü kapalı yazabilirim, diyaloglarıyla beraber.<br />

Elbette bir yönetmenin bence en büyük sermayesi<br />

kendi bildiği insanları, kendi bildiği öyküleri<br />

senaryolaştırması ve onları sinemaya aktarmasıdır.<br />

Bu çok önemli bir servettir bir yönetmen için. Mesela<br />

şimdi bana siparişle bir Balkan hikayesi gelse,<br />

ya da bir Kars hikayesi gelse ben çok kolaylıkla<br />

o filmi çekmeye cesaret edemem; evet insan her<br />

yerde insan, hikayeler her yerde yaşanan hikayeler<br />

ama bir filmi inandırıcı, sahici kılabilmek için<br />

sizin o kahramanların hepsini iyi tanımanız, davranış<br />

biçimlerini iyi bilmeniz, lehçelerini iyi bilmeniz, olaylar<br />

karşısında tavırlarını tepkilerini iyi bilmeniz lazım<br />

ki bu seyircide inandırıcı bir karşılık bulabilsin.<br />

Bunları bilmeden yapılan işlerin ben gerçekten bir<br />

ayağının eksik kalacağını düşünüyorum. Dolayısıyla<br />

Anadolu’ya ait hikayeler anlatma noktasında da birikimimin<br />

bu anlamda bana bir artı getirdiğini söyleyebilirim.<br />

Filmde bir kadını anlatıyorsunuz. Fakat bir kadını<br />

anlatmak ya da onların gerçeklerine vakıf olmak<br />

bizim cinsiyetimiz için çok da kolay bir şey değil. Bu<br />

dezavantajı nasıl aştınız?<br />

Bu bir dezavantaj gibi duruyor ama bununla ilgili<br />

gerçekten sıkıntı yaşamadım. Çünkü Meryem’in<br />

yaşadığı öyküde kendine var etmeye çalıştığı alanı<br />

ve çevresiyle olan ilişkileri ben çok iyi biliyordum.<br />

Sadece kendi gözlemlerimle değil onunla ilgili bütün<br />

yansımalar; evde annem, ablamın bu meseleyle ilgili<br />

tepkileri hepsi benim kafamda bir yerde yazılıydı.<br />

Bir de bununla ilgili avantaj mıdır, değil midir bilmiyorum<br />

ama Berlin Film Festivali’nde yaşadığım bir<br />

olayı anlatayım. “Mommo” Berlin Film Festivali’nde<br />

gösterildi. Filmden sonra yönetmen ve oyuncular<br />

sahneye çıkıp seyircilerin sorularını cevaplandırıyor.<br />

Çıktık biz de soruları cevaplandırdık. Sonra sahneden<br />

indik fuaye kısmında büyük bir kalabalık vardı.<br />

İnsanlar orada da sorular sormaya devam ettiler.<br />

Bir Alman kadın geldi “Filmden sonra siz sahneye<br />

çıkmasaydınız, ben sizi görmeseydim, bu filmi kesinlikle<br />

kadın yönetmen çekmiş diye düşünürdüm”<br />

dedi. “Sahneye yönetmen olarak bir erkeğin çıktığını<br />

görünce çok şaşırdım ve sonuna kadar bekledim;<br />

hatta şimdi de bekledim sizinle tanışmak için. Bu bir<br />

erkeğin göremeyeceği ayrıntılar ve hassasiyetler”<br />

dedi. Ben biraz da bundan gocunmalı mıyım onu<br />

da bilemedim, bir ikilem yaşadım. Bu benim için<br />

söylenmiş güzel bir şey midir, yoksa olumsuz bir şey<br />

midir onu da anlayamadım. O anlamda birçok erkek<br />

için zor sayılabilecek kadın dünyasıyla ilgili doğru<br />

gözlemler yaptığımı düşünüyorum. Elbette seyirci,<br />

kadın seyirci izlediğinde buna karar verecek ama ben<br />

onların hassasiyetlerini duyarlıklarına çok yakın bir<br />

“Meryem” ortaya çıktığını düşünüyorum.<br />

Bu tür filmler Anadolu’nın bağrından çıkıyor ama<br />

Anadolu’da tüketilmesinde problemler oluyor. Bu<br />

konuda bir strateji geliştirdiniz mi; Anadolu’daki<br />

gösterimler veya izleyiciyle bağlantısıyla ilgili olarak?


Açıkçası bir sürü strateji üretmeye çalışıyoruz.<br />

Maalesef değişmeyecek bir gerçek var, salon<br />

bulma, seyirciye ulaşmak noktasında ne kadar<br />

uğraşırsak uğraşalım bizim elimizden bir yere kadar<br />

bir şey geliyor, sonrasında elimiz kolumuz<br />

bağlanıyor. Elbette ki ben bu filmin Anadolu’da,<br />

en azından önemli sinemalarda yer almasının<br />

çok doğru olacağını düşünüyorum, seyircinin de<br />

seveceğini düşünüyorum ama sonuçta maalesef<br />

bizim elimizde olan bir şey değil. Şu anda henüz<br />

kaç salonda gireceğimiz belli değil, kopya sayımız<br />

da belli değil. Dolayısıyla önlem almak noktasında<br />

çok da fazla bir şey elimizden gelmiyor. Şunun da<br />

farkındayım, ürününüz ne kadar iyi olursa olsun<br />

çok büyük hipermarketlerin raflarında ürününüzü<br />

sergileyemiyorsanız, sadece mahalle bakkallarında<br />

satılan bir ürün olarak kalıyorsanız, o ürünün çok<br />

da bir niteliği olmuyor tüketicinin gözünde; çünkü<br />

ulaşılmaz bir ürünün gerçekten hiç kimse için bir<br />

değeri yok. Biz de bu filmin olabildiğince ulaşılabilir<br />

olması için çalışıyoruz ama dediğim gibi bir yerden<br />

sonra yapabileceğimiz maalesef bir şey yok.<br />

Bu yıl içinde Anadolu’daki üniversitelerde panellere<br />

gittim. Oradaki en büyük dert filmlere<br />

ulaşamamalarıydı. “Bir Zamanlar Anadolu’da”yı<br />

bile seyretmekte problem yaşamalarıydı. O<br />

konuşmalarda şöyle bir şey çıktı ortaya, ben yönetmenlere<br />

hep bunu söylüyorum, hem kulaklarına<br />

su kaçırmak için, hem de sonrasında belki bir şey<br />

olursa hazırlıklı olurlar diye. Anadolu’da belli üniversiteleri<br />

“Pilot Üniversite” olarak seçip her yönetmen<br />

ister ise eğer filminin kopyasını pilot üniversitelerde<br />

gösterecek. Buna nasıl bakarsınız?<br />

Ben alternatif bir hareket gözüyle çok olumlu<br />

bakarım böyle bir şeye. Çünkü çok iddialı cast’ı<br />

olmayan ve popüler kültüre hizmet etmeyen filmleri<br />

önümüzdeki dönemde salon bulmasının çok daha<br />

güç olacağının farkındayım, onu öngörebiliyorum.<br />

Ama bu filmlerin de sonuçta bir talep edeni var,<br />

bekleyen ciddi bir kesim var. Bu sistemin o insanlara<br />

da haksızlık yaptığını düşünüyorum. Dolayısıyla<br />

alternatif gösterim mecraları bulmak noktasında<br />

biz mutlaka kafa yormalıyız. En azından işin ticari<br />

yanı bir yana, yaptığımız işin seyirciye ulaşabilmesi<br />

anlamında bunu yapmak zorundayız. Bunun için de<br />

üniversiteler belki de en önemli mecra. Hedef kitlemizi<br />

bulabileceğimiz çok önemli bir mecra. Böyle<br />

bir çalışmaya ben bir organizasyon anlamında bir<br />

çalışma olursa seve seve katılırım. En azından o<br />

insanlar, Anadolu’da üniversite okuyan insanlar da<br />

bu filmlere ulaşabilmeli diye düşünüyorum.<br />

Sizin filmlerinizde politikadan çok insanı öne<br />

çıkaran bir yapıya sahip. Bu sizin yapınızdan da<br />

mı kaynaklanıyor?<br />

Ben insanın, sadece bir tek insanın bile dünyada<br />

var edilmiş bütün siyasi görüşlerden ve<br />

değerlerden daha değerli olduğunu düşünüyorum.<br />

Bunun başka bir tabanı daha var elbette ki o da<br />

şu, daha önce söyledim, “Anadolu’da yaşadım,<br />

bir kasabada büyüdüm o insanları tanıyorum”<br />

diye. Gerçekten o insanlar için siyaset, seçimden<br />

seçime gidip oy vermekten öteye geçen bir<br />

şey değildi. Öyle zannedildiği gibi bizim büyük<br />

kentlerde yaşadığımız gibi siyasi görüşlerden<br />

dolayı insanlar kamplaşmazlar, insanlar uzun<br />

uzadıya siyasi tartışmalar yapmazlar; herkes<br />

ekmeğinin derdindedir, ekmeğinin peşindedir,<br />

huzurunun peşindedir. Özellikle yaptığım bir şey<br />

değildir bu siyasi söylemi filmin dışında tutma<br />

meselesi, gayret ederek yaptığım bir şey değildir.<br />

Kalemim öyle götürür, ayrıca dediğim gibi oradaki<br />

en basit insanın ruh dünyasını, duygu dünyasını<br />

anlatmanın dünyadaki bütün siyasi söylemlerden<br />

çok daha değerli olduğunu düşünüyorum.


n MF yapım imzalı Fox tv’nin Salı akşamları<br />

yayınlanan dizisi “Bir Aşk Hikâyesi “ dopdolu<br />

hikayeleriyle ekranda olmaya devam ediyor.<br />

Korkut Ali’nin Ceylan’a olan aşkı çıkılmaz bir hal<br />

alırken, yalıda ki büyük sır yavaş yavaş çözülmeye<br />

başlıyor. Aşkın, intikamın ve sırrın bir<br />

arada olduğu dizinin Çamlıca’da yapılan çekimlerinde<br />

oyuncuları ziyaret ettim. Dizinin başrol<br />

oyuncularından Seçkin Özdemir ve Damla Sönmez<br />

ile çok keyifli bir röportaj yaptık.<br />

Seçkin Özdemir/ Korkut Ali<br />

Hiç ara vermeden yaz ayında da çekimler<br />

yaptınız…<br />

Evet. Öyle bir karar alındı. Dizinin sevilmesinden<br />

ve yazında devam etmesinden mutluluk duyuyorum.<br />

Çünkü biz sezon sonuna doğru çekimlere<br />

başladık. Seyircimizde bizi bırakmak istemiyor<br />

bizde istemiyoruz. Tatil yapamayacağım belki<br />

aralarda birkaç gün bir yerlere gidebilirim.<br />

Sosyal Medya ile aranız nasıl?<br />

Bizim dizi sosyal medya da çok etkili oldu. En<br />

çok konuşulan diziler arasında üst sıralarda<br />

yer alıyoruz. Günümüzde sosyal medya kitlesi<br />

çok önemli bir kitle onların sahipleniyor olması<br />

beni ayrıca sevindiriyor. Her zaman olmasa da<br />

twitter’da onlarla konuşuyorum. Güzel tepkiler<br />

geliyor ve bu beni motive ediyor.<br />

Bu projeyi seçmenizde en büyük etken neydi?<br />

Oynadığım Korkut Ali karakteri. Bu adamı<br />

oynamayı çok istedim. Geçmişi çok etkiledi<br />

karakterin. Annesi tarafından yetimhaneye<br />

bırakılmış sonra bir Almancı aile tarafından alınıp<br />

büyütülmüş orda ailesini kaybetmiş 7 yaşından<br />

beri sokaklarda büyümüş hırsızlık yapmış bir<br />

adam. Bir yandan da vicdanını kaybetmemiş.<br />

Hayata hiç isyan etmeden elinden geldiğince


mutlu olmaya çalışan bir adam. Çok dolu bir karakter.<br />

İkincisi dizi alıştığımız dizi formatında değil.<br />

Kurgusu ve akışı farklı. Olaylar hemen çözülüyor<br />

hiç uzamıyor. Bölümlerce bir olayın çözülmesini<br />

beklemiyoruz. Bu sefer farklı şeyler izliyoruz.<br />

Korkut Ali’nin aşk ile arası nasıl?<br />

Âşık oldu. Ceylan ile bir şeyler yaşamaya<br />

başladılar. Aşk konusunda gözü kara yapmayacağı<br />

şey yok. Ama bir yandan da içinde bir İntikam<br />

duygusu, entrika, anne eksikliği var. Annesini<br />

görüyor ama bir türlü ona kavuşamama durumu<br />

var, kardeşi, yeğeni var bir de başında bir kurşun<br />

var. Birçok duygu iç içe karışmış bir durumda<br />

Korkut Ali’de.<br />

Küçük Emrah’ın modern hali gibi…<br />

Hiç öyle değil. Bunları gayet başı dik bir şekilde<br />

karşılıyor Korkut Ali. Bunları hiç kimseye karşı bir<br />

acıtasyon olarak kullanmıyor. Tam tersi kendisi<br />

bilerek birçok şeyi yaşıyor. Sadece söylemesi<br />

gerektiği durumlarda birileriyle paylaşıyor.<br />

Yoksa acıtasyonun derdinde değil.<br />

Sizin aşk ile aranız nasıl?<br />

Korut Ali gözü kara bir âşık ben öyle değilim.<br />

Romantik bir âşık değilim keşke olabilseydim.<br />

Korkut Ali özdeşleştirdiğiniz yanlarınız var mı?<br />

Bende Korkut Ali gibi istediğim bir şeyin<br />

peşinden koşarım. Karşıma ne çıkarsa çıksın<br />

ayakta kalmaya çalışırım.<br />

Bugüne kadar oynadığınız karakterler arasında<br />

sizi en çok hangisi tatmin etti?<br />

Bana hepsi bir şeyler kattı. Muhteşem<br />

Yüzyıl’da Leo’yu oynadım çok severek.<br />

İlyas bambaşka bir karakterdi. Korkut Ali’de<br />

öyle. Ben zaten istemediğim karakterleri<br />

oynamıyorum. Karakterden ziyade senaryo<br />

benim için önemli. Karakterin nasıl yazıldığı


önemli. Her şeyi oynarım yeter ki güzel yazılsın.<br />

Yakın çevrenizden nasıl tepkiler alıyorsunuz?<br />

Annem ve Ananem benim başıma kötü bir şey<br />

geldiyse ya da bir problemin içinde kaldıysam Annem<br />

diziyi kapatıyor izlemiyor. Ananem annemi<br />

arıyor izlemiyorum diyor. Dizide de olsa zor durumda<br />

kalmamı görmek istemiyorlar. Yeğenlerim<br />

başıma kötü bir şey geldi mi beni arayıp ağlamaya<br />

başlıyorlar. Kendimi mutlaka her bölüm izlerim. Ne<br />

oynadığımı görmem lazım.<br />

Damla Sönmez/ Ceylan<br />

Bir Aşk hikayesi’nde nasıl bir aşk’ın içindesiniz?<br />

Dizinin başlarında çocukluktan beri platonik<br />

duyduğu bir aşk vardı. Onun içinde olduğunu<br />

düşünürken Korkut Ali karşıma çıktı. Ama Korkut’un<br />

geçmişinde açtığı birçok yara var hatta Ceylan ile<br />

tanıştıktan sonra da insanlara açtığı birçok yara<br />

var. O yaralar Korkut’un peşinden geliyor ve Ceylan<br />

bunları öğrenmeye başladığında hayal kırıklığına<br />

uğrayacak.<br />

Platonik âşık oldunuz mu?<br />

Ben aşkta ceylana göre daha mantıklıyım. Ama<br />

ortaokuldayken platonik âşık oldum. Okuldan bir<br />

arkadaşımdı. Çok uzun bir süre konuşamadım.<br />

Doğru düzgün gözlerine bakamadım. Biri bana gözleri<br />

ne renk diye sorsa söyleyemezdim.<br />

Ceylan nasıl bir karakter?<br />

Çok saf ve naif bir karakter. Bir o kadar da güçlü.<br />

Bütün üzüntüleri kendi içinde yaşıyor. Kimseyi<br />

rahatsız etmeyeyim dürtüsü var içinde o yüzden hem<br />

kendini hem de başkasının başını belaya sokabiliyor.<br />

Çok yardımsever ama yardım istemek onun için pek<br />

söz konusu değil. Korkut ile tanıştıktan sonra kendisini<br />

kim olduğunu hissettirdikten sonra yavaş yavaş<br />

Ceylanında etrafına bakışı değişecek.<br />

Senaryonuz bir Kore dizisinden uyarlama…<br />

Kore dizisinden uyarlama bir aşk hikâyesi. Kore<br />

uyarlamasında dizi pek iç açıcı bitmiyor mutlu son<br />

yok. Ama bizde öyle bitecek mi henüz belli değil.<br />

Mutlu son ile bitsin diye çok mesajlar alıyorum.<br />

Sosyal Medya ‘dan nasıl tepkiler alıyorsunuz?<br />

Ceylanı sevdiler. Güzel tepkiler alıyorum. Korkut Ali<br />

ile çok yakıştırıyorlar. Kızlar hayranı oldukları oyuncunun<br />

partnerini kolay benimsemezler. Ama bizi<br />

yakıştırdılar. Demek ki biz inandırabilmişiz. Geçenlerde<br />

böyle bir mesaj aldım. “Senin dizide yaşadığın<br />

aşk benim yaşadığım aşka çok benziyor. Ceylanı Çok<br />

seviyorum” gibi yorumlar geliyor.


Suskunlar dizisinde Takoz İrfan ile kazındı hafızamıza.<br />

Sonra Tepenin Ardı filminde çiftliğin kahyası ile gönlümüzü<br />

kazandı. Her oynadığı rolde şaheserler yaratıyor. İşte<br />

Mehmet Özgür’ün o beklenmedik dünyası…<br />

SERDAR AKBIYIK<br />

n Bu ülkenin öyle değerleri var ki nasıl ortaya<br />

çıkmıyorlar veya niye böyle geç keşfediliyorlar<br />

bilinmez. Mehmet Özgür benim için bu isimlerin<br />

başında geliyor. Onu ilk kez Tepenin<br />

Ardı’nda gördüm, sonra Bana Bir Soygun Yaz<br />

filminde hacı mafya reisi tiplemesiyle kahkahalarla<br />

güldüm. Bu kadar farklı iki karakteri<br />

başarıyla canlandırması beni şaşırttı. Bu adam<br />

nereden çıktı dedim, iyi ki de çıkmış. Ben fazla<br />

televizyon dizisi seyretmem, hadi açık söyleyeyim<br />

hiç seyretmem. Oyuncular ve yönetmenler<br />

ne kadar sinemada var olurlarsa benim<br />

için o kadar varlardır. Ama baktım Mehmet<br />

Özgür insanlar tarafından Takoz İrfan olarak<br />

tanınıyor. Yani televizyonda da çok başarılı.<br />

Konuştuk tabii ve gördük ki trajik anıları olan,<br />

değerli bir hayat hikayesi var. Herşey tecrübe<br />

ve kişilik. Bir oyuncu için doğru bir önerme<br />

Mehmet Özgür’ün hikayesi. Buyrun siz de ortak<br />

olun bu hikayeye.<br />

Antalyalısınız, Antalya’da yaşıyorsunuz.<br />

İstanbul dışında oturmak oyunculuk açısından<br />

risk taşıyor mu? Bunun negatif bir etkisini<br />

yaşadınız mı?<br />

Aslında negatif değil, pozitif etkisini yaşıyorum<br />

bana göre. Bilmiyorum başka arkadaşlarım<br />

farklı düşünüyorlar tabii, başka bir yerde<br />

oturunca sektöre uzak kalmış gibi hissediyorlar,<br />

gözden uzak olan gönülden de ırak<br />

olurmuş derler ya... Ama ben şöyle bakıyorum;<br />

Antalya benim dolduğum, beslendiğim bir<br />

yer. İstanbul’da tanımadığınız insanlarla olan<br />

ilişkileriniz biraz daha soğuk. Hiç tanımadığınız<br />

birine merhaba etme şansınız yok burada, ya<br />

da oturup biriyle sohbet etme şansınız çok az<br />

çünkü öyle bir şey gelişmiş, İstanbul’da art niyet<br />

beklentisi içindesiniz, siz de karşıdaki insanda<br />

hiç tanımıyorsanız. Ama Anadolu’da böyle değil,<br />

özellikle Antalya’da hiç değil. Dolayısıyla ben<br />

Antalya’da hiç tanımadığım bir adama merhaba<br />

edip oturup onunla dakikalarca sohbet edebiliyorum,<br />

havadan sudan bile olsa yapabiliyorum<br />

bunu çünkü öyle bir art niyet beklentisi yok.<br />

Mesela esnaf kapısını açar, bırakır gider; yandaki<br />

adama “Ben geliyorum. Bir bak on beş dakika”<br />

der ve gider. Oyunculukla ilgili gelişimimde bu tür<br />

ilişkilerin çok önemli olduğunu düşünüyorum ve<br />

konuştuğum, irtibat kurduğum herkesten bir şey<br />

kaptığımı hissediyorum. Benim cebimde biriktirdiklerim<br />

onlar ve Antalya bu anlamda bana çok<br />

yardımcı oluyor. Çok sıcak bir kent her anlamda;<br />

hem hava hem de insani ilişkiler olarak. Ben negatif<br />

bir etkisini görmedim bugüne kadar ve bundan<br />

sonra da hep böyle yaşamaya devam edeceğim,<br />

bir ayağım Antalya’da olacak.<br />

İstanbul’da okudunuz…<br />

İstanbul’da okumadım.<br />

İstanbul Üniversitesi’nde tiyatro diye okudum<br />

internette...<br />

Yok değil. Onlar hep yanlış bilgiler. Benimle ilgili<br />

internette, soyadım dahil çok yanlış bilgiler<br />

geziyor. İstanbul Üniversitesi mezunu olduğum<br />

konuşuluyor, Bulgaristan’da bir okul bitirdiğim<br />

konuşuluyor. Sinematürk’te ve diğer sinema<br />

sitelerinde farklı soyisimlerim var. Onları bir türlü<br />

düzeltemedim. İki sene falan mücadele ettim bununla.<br />

Baktım ki olmuyor, bıraktım ipin ucunu.<br />

Peki o zaman sizden gerçekleri öğrenelim.<br />

Ben 1970 Antalya Korkuteli doğumluyum.<br />

Tiyatroya Antalya Büyükşehir Belediye<br />

Tiyatrosu’nda başladım. Onun öncesinde bir iki<br />

yıl Antalya Halk Evleri var ama ciddi bir tiyatro


serüvenim olmadı. Asıl başlangıcım Antalya<br />

Büyükşehir Belediye Tiyatrosu. Orada<br />

başladım, eğitimlerimi de orada aldım.<br />

Alaylıyım, herhangi bir konservatuar bitirmedim<br />

ama okumaya çok meraklı olduğum için<br />

dışarıdan şu anda üçüncü üniversitemi okuyorum.<br />

Ben daha önce ön lisansta iktisat ve<br />

halkla ilişkiler bitirdim, şimdi İşletme üçüncü<br />

sınıf öğrencisiyim. Bundan sonra felsefe ve<br />

hukuk...<br />

Çok ilginç peki niye iktisat, işletme okudunuz;<br />

ne bileyim niye sosyoloji, felsefe, psikoloji gibi<br />

dalları tercih etmediniz?<br />

Aynen. Ben aslında felsefeye çok hazır hissetmiyordum<br />

kendimi fakat işletme zekam, iktisat<br />

zekam hep vardı. Ailem ticaretle ilgilendiği için<br />

hep ticaretin içindeydim. Mesela muhasebe,<br />

iktisat, istatistiki dersler insanlara zor gelir<br />

ama bana hep kolay gelmiştir. Dolayısıyla<br />

kolay okuyabileceğim üniversitelerdi; felsefe<br />

ve sosyoloji çok istediğim ama kendimi hazır<br />

hissetmediğim, donanım elde edebileceğimi<br />

düşünmediğim bölümlerdi şimdi şimdi hayatla<br />

kavrulduktan sonra kendimi çok daha hazır<br />

hissediyorum. İşletmeden sonra felsefe ve<br />

sosyoloji sonra da hukuk okuyacağım.<br />

Karakter oyuncusu olarak çok başarılısınız<br />

ama ilk kamera karşısına geçişiniz 2005, ilk<br />

sinema filminiz de 2006’da.<br />

2006’da vizyon yaptı. “Sözün Bittiği Yer.”<br />

Niye bu kadar geç? O dönem karakter<br />

oyuncularına ihtiyacı vardı Türk Sineması’nın.<br />

Valla onu ben de hiç bilmiyorum. Birçok kişi<br />

“Sen neredeydin?” diyor. Çalıştığım her yönetmen<br />

“Sen bugüne kadar neredeydin?” diyor.<br />

Ben hep tiyatro yapıyordum, hep oyunculuk<br />

yapıyordum, başka iş yapmadım ve niye bu kadar<br />

geç kaldığını bilmiyorum. Belki de zamanı<br />

böyleydi, her şeyin bir zamanı olduğunu<br />

düşünüyorum. 2005’te Türk sinemasıyla<br />

tanıştığımda İsmail Güneş sayesinde ilk filmimde<br />

oynadım. Ben tiyatroda da bir gün şöhret<br />

olmak için değil bir gün oyunculuk adına çok<br />

iyi işler yapabilmek adına çalıştım. Bununla<br />

ilgili workshoplara, eğitimlere gittim. Dünyanın<br />

birçok yerinde, birçok hocayla çalıştım. Televizyonu<br />

düşünmüyordum. Sinemada ve tiyatroda<br />

çok iyi işlerde oynayayım dilerdim. Niye<br />

bu kadar geç kaldım çünkü ben hiç saldırmadım<br />

işin o tarafına. Bunlar biraz çevre işi, bir yerlerde<br />

birileriyle tanışmış olman lazım, bir menajerin<br />

olması lazım vesaire... Ben ilk menajerimle daha<br />

geçen sene çalışmaya başladım. “Sözün Bittiği<br />

Yer”den sonra. “Kollama”da oynamaya başladım.<br />

Dört sene öyle geçti zaten. Dört sene o kanalda<br />

oynadığın zaman zaten otomatikman sektörün<br />

dışında tutuluyorsun. İnsanlar seni o önyargıyla<br />

izliyorlar, gerçek kimliğini hiç merak etmiyorlar,<br />

oyunculuğuna sadece<br />

ekranda gördükleri<br />

kadarıyla bakıyorlar<br />

ve sen o zaman<br />

“Başka bir şey olsa da<br />

göstersem” derdine<br />

düşüyorsun. Ve şansa<br />

bekliyorsunuz. O şans<br />

da “Kollama”dan<br />

sonra “Tepenin Ardı”<br />

ve “Suskunlar” ile<br />

geldi. Gelmeseydi belki<br />

hala 5-10 sene daha<br />

bir yerlerde oturuyor<br />

olacaktım ya da ufak<br />

tefek işlerde oynuyor<br />

olacaktım.<br />

Türk sinemasında<br />

bir kategorize etme<br />

durumu vardır.<br />

Çalışmalarınızda bunun<br />

sıkıntısını hiç<br />

yaşadınız mı?<br />

Buna izin vermiyorum. “Suskunlar”dan sonra<br />

birçok teklifle karşılaştım mafya oynamak için<br />

ama kabul etmedim. Her şeyin karşılığının para<br />

olmadığını düşünüyorum. Evet belki o dönem o<br />

işlerden çok iyi para kazanabilirdim ama o zaman<br />

işte o kategorizasyonun içine girmiş olurdum.<br />

Eski karakter oyuncularının “Ben böyle bir şeyi de<br />

oynayabilirdim” dediklerini hep duyuyorum. Ben<br />

bunu istemedim ve bunun için de mücadele ettim.<br />

Hatta en son “Bana Bir Soygun Yaz”da yine mafya<br />

rolü gelmişti, “Tamam ben mafyayı oynayacağım<br />

ama başka türlü oynayacağım ve ben yazacağım<br />

ona göre oynayacağım” dedim. O bir şanstı<br />

mesela kabul ettiler ve başka bir şey oynadım<br />

orada. Bundan sonra da böyle olacak, yani hep bir


kalıbın içerisinde kalmak istemiyorum. İstanbul’a<br />

ilk geldiğim yıllarda çok düşünme, kendi kuramım<br />

üstünde çalışma fırsatım oldu. “İstanbul’da bir şey<br />

yapmalıyım ki onlardan bir farkım olsun” dedim ve<br />

kendi kuramımı böyle geliştirdim. Tek rolün adamı<br />

olmak hiçbir zaman istemedim, tiyatroda da bana<br />

senelerce deli oynattılar. Öyle bir kadersizliğim<br />

var. 5-6 oyunda deli oynadım. Bir gün isyan ettim,<br />

Komşu Köyün Delisi’ni oynayacağız orada isyan<br />

ettim “Yeter ben oynamayacağım artık deliyi” dedim<br />

bayağı sert kavga ettik, yönetimle de yönetmenle<br />

de… Sinemada da öyle dizide de öyle artık. Bana<br />

biçilen rolden çok, hangi rolde benim faydam<br />

olabilir projede ona bakıyorum. Ve buna izin veren<br />

yönetmenlerle ve yapımcılarla çalışmayı tercih<br />

ediyorum. “Biz seni bunun için düşündük bunu<br />

oynayacaksan oyna oynamayacaksan oynama”<br />

diyenle çalışmam çünkü beni paraya ihtiyacım yok.<br />

Çok parayı seven bir adam değilim. Hayatımı da<br />

ona göre kurdum. Çok azla yetinebilen bir adamım<br />

öyle büyüdüm. Senaryoyu okuyorum hangi rolde<br />

benim faydam olabilir bu senaryoya küçük ya<br />

büyük, arkadan geçen bir adam da olabilir; onu<br />

teklif ediyorum.<br />

İki tür oyuncu var, biri oyunculuğunu<br />

yapar dediğiniz olaylarla fazla ilgilenmez,<br />

oyunculuğunun üstüne gider yoluna devam<br />

eder; ama biri vardır sizin düşündüklerinizi<br />

düşünür. Bu oyuncuların da eninde sonunda<br />

yolu senaristliğe, belki de yönetmenliğe çıkar.<br />

Sizin şu an kamera arkasıyla ilişkiniz nedir?<br />

Ben haddimi biliyorum; tiyatroda da ilk<br />

oyunumu 10 yıl sonra yönettim, bir çocuk<br />

oyunuydu ve onu da ürkerek yönettim.<br />

Çünkü oyunculuk başka bir şey, yönetmenlik<br />

başka bir şey. Bunu sinemada ve dizide<br />

düşündüğüm zaman çok daha başka bir<br />

şey, o anlamda haddimi biliyorum. Kamera<br />

arkasıyla ilgili planlarım var, kendi hikayelerim<br />

var kendi yazdığım denediğim şeyler var ama<br />

senaristlik olabilir mi, yönetmenlik olabilir mi?<br />

Yıllar sonra olabilir ama şu anda değil, bunun<br />

için görünürde bir 15 yıl var en az. Çünkü ben<br />

o kameranın arkasına geçtiğim zaman başta<br />

ustalara, sonra kendime, kameranın önündeki<br />

oyuncu arkadaşlarıma saygısızlık etmiş olurum.<br />

O kadar basit görmüyorum, o bir başka<br />

bir dünya. Biraz önce dedin ya iki ayrı oyuncu<br />

var diye; ben oyunculuğu dert edinenlerdenim,<br />

meslek olarak görmüyorum, acaba bu<br />

kuyunun dibi nereye çıkıyor onun derdindeyim,<br />

sürekli eşeliyorum, sürekli iniyorum sonu<br />

yok. Kendimle ilgili bir dert olduğu kadar benden<br />

sonrakilere de bırakabileceğim bir dert.<br />

Evet birçok kuram var, kuramlara yönelebilir<br />

oyuncular; ama bir şeyi atlamamaları<br />

gerekiyor bence kuram aynı parmak izimiz<br />

gibi her insanda farklı olan duygulardan<br />

çıkan, onun tekniğe dönüştürülmüş hali.<br />

Hepimizin duyguları farklı olduğuna göre<br />

hepimizin kuramı da farklı olmalı, ana kuramlardan<br />

etkilenebiliriz ama asıl kuramı kendi<br />

duygularımıza göre kurmalıyız.<br />

Bu söylediklerinizden de anlaşılıyor ki kendini<br />

tanıyarak, olgunlaşarak bir yol tutturan<br />

oyuncusunuz. Özellikle bu tür oyuncular için<br />

çocuk ve ailenin bambaşka katkıları vardır,<br />

çocuğunuz olduğunu biliyorum. Nasıl etkiledi<br />

sizi?<br />

Benim çocuk mevzum çok karışık. Beni<br />

hayatta asıl pişiren nokta çocuk konusudur.<br />

Bunu birkaç yerde, haberlerde, internette


gezmişseniz belki görmüşsünüzdür.<br />

Ben 2005 yılında bir oğlumu kaybettim,<br />

vefat etti ona gelinceye<br />

kadar da altı tane düşük vardı o<br />

yedinciydi. Bu oğlum eşimin sekizinci<br />

gebeliği ve eşim bu oğlumu<br />

yaklaşık sekiz ay Hacettepe<br />

Üniversitesi’nin bir odasında tabiri<br />

caizse karantina altında yatarak<br />

dünyaya getirdi. Dolayısıyla biz<br />

96’da evlendik 96’dan 2008’e kadar<br />

yaklaşık 12 yıl çocukla ilgili mücadele<br />

verdik. Hatta “Sözün Bittiği<br />

Yer”in şöyle ilginç bir tarafı vardır,<br />

senaryosu bana geldiğinde ben<br />

oğlumu kaybedeli bir ay olmuştu ve<br />

ben senaryoyu okudum filmi biliyorsunuz,<br />

o film benim hayat hikayem<br />

ama İsmail Güneş bunu bilmeden<br />

yazmış. Ben okuyunca şok oldum<br />

çünkü her şeyiyle aynıydı, bindiği<br />

arabaya kadar aynıydı. Oğlu hastanedeyken<br />

verdiği mücadeleye<br />

kadar aynıydı. İsmail Abi’yi aradım<br />

dedim ki “Ben bu filmde tabii ki<br />

olmak isterim sen hangi rolü uygun<br />

görürsen.” Çok küçük bir<br />

roldü orada bana biçtiği, arkadan<br />

yürüyen bir adamdım. Söylemedim<br />

hiç ona, “Bu benim hayat hikayem”<br />

demedim. Ondan sonra bir daha<br />

görüştük rol biraz daha büyüdü, bir<br />

daha görüştük biraz daha büyüdü.<br />

Son görüşmemizde bana “Başrolü<br />

oynar mısın” dedi hayatımda film<br />

yapmamışım ben. Oynarsın dedi<br />

daha önce bir şov programım<br />

vardı oradan beni izliyordu sürekli.<br />

Sonra ben de “Bana destek olursan<br />

gayret ederim” dedim ama<br />

yine söylemedim bunun benim<br />

hayat hikayem olduğunu. Çünkü<br />

oradaki duygular benim yaşadığım<br />

şeylerdi, benim bildiğim duygular<br />

yeniden bir çalışma yapmama gerek<br />

yok. Sonra başladık filme. Çektik,<br />

bitirdik, vizyona girdi. Ben yine bir<br />

şey söylemedim. Sonra Kıbrıs’ta<br />

bir galaya gittik. Galada bir çay<br />

bahçesinde oturdum İsmail Abi’yle<br />

başbaşa. Anlattım her şeyi söyledim<br />

şok oldu, ağladı. “Niye bunu bana<br />

söylemedin?” dedi. “Söyleseydin<br />

ne ben bunu oynayabilirdim ne sen<br />

bu filmi çekebilirdin. O yüzden hiç<br />

sana bahsetmedim” dedim. Oradan<br />

şuna geleceğim işte çocuk hikayesi<br />

beni hayatta biraz fazla pişirdi.<br />

Benim tarzımdaki oyuncular için<br />

ailenin ve çocuğun çok önemli, çok<br />

besleyici olduğunu düşünüyorum.<br />

Sahne kadar besleyici bana göre<br />

çünkü ben oğlumdan da ve oğluma<br />

gelene kadar olan süreçten oyunculuk<br />

adına ve insanlık adına çok<br />

şey öğrendim. Dolayısıyla birçok<br />

oyuncunun aslında yabancı olduğu<br />

ve oynamakta zorlanacağı duyguları<br />

ben zaten biliyorum şu an. Ben<br />

mesela ağlarken asla katkı maddesi<br />

kullanmam; çünkü çok anım<br />

var benim ağlayabilmeme destek<br />

olacak. Mesela “Sözün Bittiği Yer”in<br />

final sahnesini jimmy jib operatörü<br />

yüzünden 18 tekrarla çektim. 18<br />

tekrarın 18’inde de ağladım çünkü<br />

malzemem çok. O süreç benim için<br />

çok eğitici bir süreç oldu. Konservatif<br />

eğitimden belki üç kat daha etkili<br />

benim için bu süreç.<br />

Komedide seyrettik, dramda<br />

seyrettik sizi, anladığım kadarıyla<br />

bundan sonra da farklı türlerde<br />

seyredeceğiz.<br />

Ama uzmanlığım komedi onu da<br />

araya sokayım<br />

Peki niye komedi?<br />

Yıllardır komedi oynadım, komedide<br />

çok iyiyim. Kendimi övmek<br />

gibi algılamayın ama komedinin<br />

her yerini biliyorum, bir adamı<br />

sahnede nasıl güldüreceğimi çok<br />

iyi bilirim. Dört sene talk show<br />

programı yaptım, espri timing’ini<br />

çok iyi bilirim. Kapalı gişe oynardım<br />

Antalya’da. Çok insan vardır yere


düşürdüğüm gülmekten ama kamera<br />

karşısında denk gelmiyor,<br />

kimse oynatmıyor beni. Komedide<br />

beynimdekileri daha iyi aktarıyorum.<br />

“Suskunlar”da keşfettim, psikopat<br />

bir adamla çok şey anlatabileceğimi<br />

hiç düşünmemiştim. “Takoz İrfan”<br />

ile çok şey keşfettim oyunculuk<br />

adına. Her oyunda bir şey denerim<br />

ama seyirci bunu hissetmez, partnerim<br />

de hissetmez. “Bak bu timing<br />

burada olmadı, bu bir tık önceydi,<br />

bir tık sonraydı” gibi bir sürü denemem<br />

olur. Akşam eve gelince not<br />

alırım.<br />

Son dönemlerde proje<br />

yoğunluğunuz vardı. Şu an<br />

karşımızda ne var? Televizyon<br />

dizisi, sinema olarak yeni bir proje<br />

var mı?<br />

Var, Tims’in işi yine, Çalıkuşu’nda<br />

bu sefer iyi adamı oynayacağım,<br />

yıllar sonra. Üç bölüm okudum,<br />

üç bölüm içerisinde deli tarafı var<br />

adamın, hafif parladığı tarafları var<br />

ama hakikaten iyi bir insan. Böyle<br />

adamlar kaldı mı diyebileceğimiz<br />

adamlardan biri. Özlemiştim de<br />

öyle bir adam oynamayı. Çok enteresan<br />

da bir Çalıkuşu olacağa<br />

benziyor. Çok klasik bir Çalıkuşu<br />

gibi durmuyor. Bir tane dizi var o<br />

başlayacak, onun dışında sinemayla<br />

ilgili çekilmesi planlanan<br />

“Çekmeköy Underground” diye<br />

bir arthaus bir iş var. Çok sevdim<br />

onun da senaryosunu. O işlerden<br />

pek para kazanamıyoruz ama sinemaya<br />

canım feda, parası hiç önemli<br />

değil. Öyle senaryolar az geliyor<br />

çünkü oyuncuya. Emin’in (Alper)<br />

bir işi var yine. Okudum, döndüm<br />

başa bir daha okudum keyiften, çok<br />

güzel bir senaryo. Bir de “Bana Bir<br />

Soygun Yaz”daki Hacamat karakteri<br />

var biliyorsun. Hacamat’a seri<br />

düşünüyoruz aynı yapımcıyla ama<br />

başka bir ekiple yapacağız. Şu anda<br />

hikayesi falan yazılıyor. Bir dizi<br />

var ama o dizinin supervisor’lığını<br />

yapacağım gibi duruyor, bir komedi<br />

işi sitcom. Hayata geçirebilirsek<br />

çok güzel bir senaryo o da. Bugüne<br />

kadar Türkiye’de yazılmış en iyi<br />

sitcom. Hem cast’ıyla ilgileneceğim<br />

hem de oyunculuk anlamında bir<br />

supervisorluk yapacağım.<br />

Sinema dünyasına katıldınız,<br />

sinemanın bir entelektüel sınıfı var,<br />

yönetmenler, senaristler, oyuncular,<br />

sinema yazarları, bunların hepsini<br />

içine katıyorum. Bu entelektüel<br />

sınıfın sizi en fazla rahatsız eden<br />

yönü neydi?<br />

Rahatsız eden demeyeyim de sinemaya<br />

karşı bir kayıp diyebileceğim<br />

bir şey var. Kendi etraflarında<br />

ördükleri dairenin dışına<br />

çıkmıyorlar. Anadolu’da o kadar<br />

iyi oyuncular var ki. Ben oyunculuk<br />

tarafından bakıyorum. Bütün<br />

dünyalarını burada kurmuşlar.<br />

Hani diyorsun ya “Bunca zaman<br />

neredeydin?” Oradaki adamları<br />

da bulup getirmenin peşindeyim.<br />

Bu entelektüel çevre bir çember<br />

örmüş, o çemberin dışına bir türlü<br />

çıkmıyorlar. İçeri girecek olana da<br />

“Bir dur bakalım. Kimsin, nesin”<br />

diyorlar. Halbuki daha kucaklayıcı<br />

olsa sinema fayda görecek bundan.<br />

Evet kafalarını çok seviyorum<br />

ama mesela sen de gittin bir<br />

sürü festivale, bir sürü festivalde<br />

de beraberdik, bir avuç insan bir<br />

şeyler yapmaya çalışıyor. Bunu<br />

büyütmenin hiç kimseye zararı yok.<br />

Yeni oyuncular bulalım, ben isterim<br />

ki mesela bir yönetmenin, Nuri<br />

Abi’nin boşluklarında Anadolu’da<br />

gidip tiyatro izlemesini isterim.<br />

Fatih Terim, nasıl Fatih Terim oldu;<br />

bütün Anadolu’yu gezdi çok iyi<br />

futbolcular buldu. Aldı getirdi ve o<br />

adamlar Fatih Terim’i Fatih Terim<br />

yaptı.


Show TV, yeni sezona yeni projelerle hazırlanan<br />

kanallardan biri… Yakın zamanda el değiştirerek<br />

Ciner Grubu bünyesine katılan kanalın yeni sezon<br />

programları ile ilgili detaylar duyuldukça bir öngörü<br />

yazısı yazmak için erken olmadığı kanaatine vardım.<br />

n Show TV, yeni sezona yeni projelerle<br />

hazırlanan kanallardan biri… Yakın zamanda<br />

el değiştirerek Ciner Grubu bünyesine katılan<br />

kanalın yeni sezon programları ile ilgili detaylar<br />

duyuldukça bir öngörü yazısı yazmak için<br />

erken olmadığı kanaatine vardım.<br />

“Show TV ekranların Posta Gazetesi’dir”<br />

argümanını aylar önce twitter’da okumuş ve<br />

aklımın bir köşesine yazmıştım… Yeni sezon<br />

işleri açıklandıkça bu önerme zihnimde<br />

yeniden doğrulandı.<br />

Reklam kuşak açılış ve kapanışlarında izleyicilerin<br />

çocuklarının fotoğraflarının yayınlandığı<br />

kanal aklımda adeta “Posta Gazetesi”nin televizyon<br />

versiyonu olarak nitelendi. Yaz boyunca<br />

ana haber bültenlerinde yerel düğünleri, tüp<br />

bebek haberlerini, zeki Karadeniz insanlarını<br />

sıkça görmeye başladığımız kanal, kış<br />

aylarında da bu benzerliğin süreceğini adeta<br />

taahhüt ediyor. Yeni sezonda da çok yenilikçi<br />

bir vizyon vadedilmediğini ilan etmeliyim.<br />

Benzerliğin en önemli kriteri hedef kitle…<br />

Kanalın yeni sezon projeleri sıralandığında<br />

AB’den ziyade total kitlenin hedeflendiğini tahmin<br />

edebiliyorum. Show tv’nin Eylül’de ekrana<br />

gelecek dizileri Bebek İşi, Benim için Üzülme,<br />

Pis Yedili, Sevdaluk ve adı henüz netleşmeyen<br />

“Hülya Avşar’lı dizi”. Kanalın dizilerden yana<br />

bu yıl yüzünü güldürecek işlerinin Pis Yedili<br />

ve Benim için üzülme olacağından eminim.<br />

Bebek İşi ve Sevdaluk gibi AB kitlesine biraz<br />

olsun yatkın işlerin bunca kanal ve Show’un<br />

total izleyici odaklı kuşakları arasında izleyici<br />

çekebileceğinden şüpheliyim.<br />

Alişan ve Çağla Şikel’li sabah kuşağının<br />

ardından TRT’de yaptığı programla eğlencenin<br />

yanı sıra bilgilendirici bir program da yapan Ergen,<br />

yayın akışında Show tv’nin Esra Ceyhan’ı<br />

olarak kendine yer bulacak. Evet duyar gibiyim,<br />

iç sesiniz tekrarlıyor değil mi “İşte bunlar hep<br />

total”.<br />

Kelime Oyunu, Bulmaca Ekidir<br />

Bir diğer benzerlik… Kanalda haber öncesi<br />

ise Ali İhsan Varol’lu Kelime Oyunu ekranda<br />

olacak. Bu program da Posta Gazetesi’nin<br />

bulmaca ekine denk geliyor ve belli bir izleyici<br />

kesimi için kanalı listede tutma sebebi olacaktır<br />

belirteyim.<br />

Gülmeli şiirler nerede diyenlere: Cumartesi<br />

akşamları 2013 yılında hala nasıl ekranda<br />

kendine yer bulabildiğine inanamadığım mizah<br />

anlayışının iki temsilcisi Tayfun Güneyer ve<br />

Şafak Sezer’in yeni projesi yayınlanacak.<br />

Komedi şovu formatındaki bu program “Kumar’s<br />

at no 42”nin Türkiye versiyonu olacak.<br />

Pazar akşamları ise İzzet Yıldızhan ile Bülent<br />

Ersoy’dan müzik ziyafeti(?) çekecek izleyici.<br />

Ahmet Çakar’lı “Var mısın yok musun”un, biraz


önce saydığım iki işle beraber kanalın okurken<br />

güldüren şiir köşesi kıvamında esprilere denk<br />

olacağından eminim. Bana hatırlattığı cinsiyetçi<br />

yorumlarla önyargı duyduran Çakar’ın bol<br />

gaflı sezon vadettiğinden şüphem yok. Alkışlarla<br />

yaşıyorum hep bu programlarla dolacak demedi<br />

demeyin…<br />

Yaz aylarında gündüz kuşağı Türk Malı, Pis<br />

Yedili ve Cennet Mahallesi üçgeninde geçen<br />

Show’un Posta kitlesinden uzak istisnaları ise<br />

şunlar: Show’da gün Simge Fıstıkoğlu’nun<br />

sabah programıyla başlayacak. Cuma gecelerinin<br />

konuğu Saba Tümer olacak. İki program da<br />

sunucuları ve gelen ilk ipuçları ile buram buram<br />

AB işi olacaklarının sinyallerini veriyor.<br />

Posta Gazetesi’nin Türkiye’nin en çok satan<br />

gazetelerinden olduğu gerçeği ortada... Show<br />

tv’nin de bu sezon genele hitap eden işler<br />

ekrana getireceği belli ancak bunun her<br />

izleyici kitlesi için başarı ispatı olacağını<br />

düşünmediğimi şimdiden söyleyeyim aynen<br />

Posta’nın haber anlayışı magazinden ibaret<br />

olmayan kimselere “haber” vermediğini<br />

düşündüğüm gibi… Her ne kadar Show<br />

TV’nin 90’lı yıllardaki hafif müstehcen,<br />

kırmızı noktalı programlarına benzer projeler<br />

kanalın şimdiki yayın çizgisinin çok<br />

uzağında olsa da (Bu sezon kanalda bir Haydar<br />

Dümen benzerliği mevcut değil)<br />

Özetle, Show tv’nin yeni programları bana<br />

günümüzden birkaç yıl geriden gelen,<br />

reyting olsun da vizyonerlik eksik kalsın<br />

temelinde bir televizyonculuk anlayışını<br />

hatırlatıyor.


EGEMEN TOKATLIOĞLU<br />

n 2010 senesinde gösterime giren çizgi roman<br />

uyarlaması Kick-Ass (Bizdeki adıyla<br />

Göster Gününü) çizgi roman severleri tatmin<br />

etmenin yanı sıra sinemaseverlerin de<br />

gönlünü çalmayı başarmıştı. O zamana kadar<br />

yalnızca Layer Cake (2004) ve Stardust<br />

(2007)’a imza atmış olan yönetmen Matthew<br />

Vaughn çizgi roman ruhunu beyazperdeye<br />

oldukça başarılı bir şekilde taşımıştı. Filmin<br />

oyuncuları genç, yükselen yıldızlardan<br />

oluşuyordu. Bununla beraber film insanları<br />

yakalamayı başaran öyküsüyle tam not<br />

almıştı. Artık kolları sıvayıp ikinci film için<br />

harekete geçmek bir zorunluluk halini almıştı.<br />

Kick-Ass 2 (Göster Gününü 2)’nin kamera<br />

arkasına bu sefer Cry_Wolf (2005) ve Never<br />

Back Down (2008) gibi nispeten daha az<br />

bilinen filmlerle tanınan Jeff Wadlow geçmiş.<br />

<strong>Cinedergi</strong>’nin Nisan sayısında Kick-Ass 2’nin<br />

ön incelemesini yaparken Jeff Wadlow’un<br />

bayrağı yetenekli bir yönetmenden aldığını<br />

ve bu nedenle sırtına iki kat yükün bindiğini<br />

söylemiştim. Nispeten de öyle olmuş. Filmdeki<br />

yönetmen değişikliği her ne kadar kendini<br />

belli etse de Wadlow’un başarısı görmezden<br />

gelinecek gibi değil. Oyuncu kadrosunda<br />

ise Kick-Ass rolünde yine yetenekli oyuncu<br />

Aaron Taylor-Johnson’ı izliyoruz. Hit-Girl<br />

rolünde yine son dönemin yükselen yıldızı<br />

Chloë Grace Moretz’i izliyoruz. Red Mist<br />

yeni adıyla Mother Fu**er rolünde Christopher<br />

Mintz-Plasse de filme yeniden dönüyor.<br />

Bu kemik kadronun yanına bir de taze kan<br />

ekleniyor ve başarılı komedyen Jim Carrey’i<br />

de Colonel Stars and Stripes rolünde izliyoruz.<br />

Yeni katılan diğer oyuncuları da göz<br />

önüne aldığımızda başarılı seçimler yapıldığı<br />

bir gerçek.<br />

Hikayemiz ilk filmin kaldığı yerden devam<br />

ediyor. Mindy Macready nam-ı diğer Hit-Girl<br />

okuluna adapte olmaya çalışmakta, Dave<br />

Lizewski diğer adıyla Kick-Ass ise içinde<br />

yanan süper kahraman ateşini söndürmeye<br />

çalışarak sıradan sıkıcı hayatına devam etmektedir.<br />

Tabii ki bu fazla uzun sürmeyecektir. İlk filmde<br />

babası öldürülen ve bundan Kick-Ass’i sorumlu<br />

tutan Christopher Mintz-Plasse’in canlandırdığı<br />

Chris D’Amico yani Red Mist, ortaya yeni adıyla<br />

tekrar çıkacak ve normal hayata adapte olamayan<br />

kahramanlarımız maskelerini yeniden takmak<br />

zorunda kalacaklardır. Üstelik bu sefer ekibe yeni<br />

kahramanların da katılmasıyla konu daha da ilginç<br />

bir hal alacaktır. Filme gelen en taze kan kuşkusuz<br />

Jim Carrey. Carrey’in canlandırdığı Colonel Stars<br />

and Stripes Kick-Ass’den etkilenerek kurduğu<br />

çete ile filme yepyeni bir soluk getirmiş. Kick-<br />

Ass ve Colonel Stars and Stripes büyük bir ittifak<br />

kuracak, eski adıyla Red Mist yeni adıyla Mother<br />

Fu**er’ın kurduğu çeteye karşı amansız bir mücadeleye<br />

girişeceklerdir. Her ne kadar başlarda<br />

sırf babasına verdiği sözü tutmak için sıradan<br />

bir yaşantı seçmiş olsa da Hit-Girl de sonunda<br />

benliğine yenik düşecek ve ekibe katılacaktır.<br />

Burada bir parantez açacak olursak, serinin ikinci<br />

filmi ilk filme oranla adapte olması biraz daha<br />

zor bir yapım. Her ne kadar çizgi romana sadık<br />

kalınmış olsa da bu sefer ilk filme oranla biraz<br />

daha kendini ciddiye alan bir film izlediğimiz<br />

aşikar. Özellikle dramatik yapıyı ve şiddeti kullanış<br />

biçimini göz önüne aldığımızda ilk filmden ayrılan<br />

keskin noktaları fark etmek mümkün. Örneğin<br />

Kick-Ass’in babasının öldürülmesi, Night Bitch<br />

karakterinin tecavüze uğraması (her ne kadar bu<br />

sahnede iş biraz olsun dalgaya alınmış olsa da)<br />

ilk filme oranla daha sert noktalar denebilir. Bu<br />

noktalar ile film, ilk filme göre dramatik açıdan<br />

daha ciddi bir zemine oturtulmuş. İlk filmde Red<br />

Mist’in babasının mizahi bir anlatımla öldüğünü<br />

hatırlarsak, Kick-Ass’in babasının sert öldürülme<br />

biçimini ortaya koyduğumuzda açık bir şekilde<br />

farkı hissetmek mümkün. İlk filmdeki mizahi hava<br />

bu sefer biraz daha ciddi bir atmosferde kendini<br />

hissettiriyor. Chloe Grace Moretz’in büyümüş<br />

olması, artık o sevimli küçük kız edasının<br />

kaybolmuş olması da Hit-Girl’ü bu bağlamda<br />

değerlendirmemize bir neden teşkil edebilir.


Göze batan bu noktaları saymakla beraber bunların büyük negatif etkiler<br />

olduğunu ve filmi çok aşağıya çektiğini söylemek güç. En azından<br />

ilk filmi beğenerek seyretmiş olanlar için. Bu noktalar her ne kadar<br />

göze batsa da orijinal çizgi romanla paralel giden noktalar. İlk filmdeki<br />

mizahi havadan biraz uzaklaşılmış olsa da tamamen uygun bir uyarlama<br />

olması için çabalanmış.<br />

İkinci filmde daha geniş ve eğlenceli bir oyuncu kadrosuyla, daha<br />

yoğun bir hikayede kendimizi buluyoruz. Mother Fu**er’ın ekibine<br />

katılan ve bizzat Mother Fu**er tarafından isimlendirilen kötü<br />

kahramanları keyifle izliyoruz. ‘Black Death’ olsun ‘Mother Russia’<br />

olsun kötü takımda öne çıkan isimler. Özellikle filmin sonlarına doğru<br />

Mother Russia ve Hit-Girl kapışması oldukça başarılı ve bir o kadar<br />

eğlenceli. Kısa bir sahnede olsa Mother Fu**er’ın amcası rolünde<br />

Game Of Thrones’dan aşina olduğumuz Iain Glen’i görmek yüzümüzde<br />

hafiften bir gülümsemeye neden oluyor. Şayet bir üçleme olur ise Iain<br />

Glen’in yeni kötü adamımız olacağı sinyalleri de şimdiden verilmiş gibi.<br />

Jim Carrey’in filmden biraz erken ayrıldığını düşünsem de<br />

performansıyla filme kattığı renk çok başka. Gönül isterdi ki son sahnedeki<br />

iyiler takımı-kötüler takımı kavgasında onu da görebilelim. Filmden<br />

sonra Carrey’in yaptığı ‘filmdeki şiddeti desteklemiyorum’ tarzı<br />

açıklamaları ise beraberinde tartışmalar getirmişti. Filmin oyuncuları<br />

Carrey’in düşüncesine saygı duyduklarını ama bu tepkisine anlam<br />

veremediklerini söylemişlerdi.<br />

Toparlamak gerekirse Kick-Ass 2, ilk filmi keyifle izlemiş olanlar için<br />

kaçırılmayacak bir seyirlik.<br />

Yönetmen Jeff Wadlow’un çekimler<br />

sırasında nete düşen<br />

fotoğraflarından da anladığımız<br />

kadarıyla varını yoğunu ortaya<br />

koyduğu ortada. Ve kabul edelim<br />

ki Wadlow alnının akıyla bu işin<br />

altından kalkmış. Film, seyircileri<br />

toplamda 103 dakikalık aksiyon<br />

dolu eğlenceli bir maceraya<br />

çıkarıyor. Jenerikten hemen sonra<br />

gelen sahneden anladığımız<br />

kadarıyla üçüncü film haberlerini<br />

yakın zamanda almamız olası.<br />

Lakin çizgi-romandaki karakterlerin<br />

küçük olduklarını göz<br />

önüne alırsak yaşları ilerleyen ve<br />

deyim yerindeyse boyu posu alıp<br />

başını giden kemik kadro Chloe<br />

Grace Moretz’in, Aaron Taylor-<br />

Johnson’ın, Christopher Mintz-<br />

Plasse’in devam filmine uygun<br />

düşmeleri için yapımcı firmanın<br />

biraz acele etmesi gerek.


n 3Adanalılar, Antalyalılar, Malatyalılar<br />

çok şanslı! Onlar ülkenin geri kalanının<br />

asla göremeyeceği filmler izleyecekler<br />

bu yıl…<br />

Altın Koza ve Altın Portakal’da 25 kadar,<br />

belki de daha fazla, bağımsız film ulusal<br />

yarışmada yarışacak. Seçkisi daha çok<br />

Adana’da yarışan filmlerden oluşmakla<br />

birlikte Malatya Film Festivali de bu ikisinin<br />

rövanşı niteliğinde olacak. Malatya<br />

bir festival olarak rüştünü çoktan ispat<br />

etti ama verilen akçeli ödüllerin cılızlığı<br />

sebebiyle ilk defa orada izleyeceğimiz<br />

bir film yok. Bunu başarabilirlerse<br />

sinemacıların ilgisi o yöne de kayabilir.<br />

Şimdi, gelelim işin acı tarafına… Bu<br />

saydığım festivallerde ve başka birkaç<br />

festivalde daha gösterilecek olan<br />

bağımsız yerli sinema örneklerinin en<br />

az yarısı vizyon takvimine giremeyecek,<br />

girenler ise sınırlı sayıda kopya ile<br />

ücra salonlarda gösterilecek çünkü<br />

sinemanın yapma<br />

kısmı sanat, gösterme<br />

kısmı ise<br />

ticaretten ibaret<br />

ve oradaki anlayış<br />

farklılığı giderek yükseliyor.<br />

Festivallerde<br />

gösterilen filmlere<br />

artık TV kanalları<br />

da talip olmuyor. Ev<br />

Sineması hepten<br />

sıkıntılı… Kimse bu<br />

filmleri DVD’ye basmak<br />

istemiyor çünkü<br />

tüm o alkışlar yalancı<br />

bir takdirden ibaret.<br />

Bol ödüllü filmlerimizi ucuzluk sepetlerinde<br />

her daim görebilirsiniz.<br />

En dürüst haliyle durum şu; Festivallerin<br />

kendine ait illüzyonu dağılınca kimse<br />

bu filmleri görmek istemiyor çünkü


‘Festival Filmi’ olarak etiketlendirilen bağımsız<br />

sinema örneklerinin sıradan seyirciyle arası<br />

çok açık.<br />

Sinemacı ve seyirci arasındaki<br />

küslüğün nasıl giderileceğiyle<br />

ilgili farklı reçeteler yazılabilir.<br />

Açıkçası bu konuya kafa<br />

yoran çok kimse yok. Sinema<br />

yazarlarının geneli hala<br />

ülke sinemasının geçmişini<br />

geleceğini tartışmaktan<br />

ısrarla çekiniyor çünkü bu<br />

tartışmalar yıllardır festivaller<br />

yoluyla yapılan kayırmaları<br />

da ortaya çıkaracak. Ya da<br />

umursamıyorlar… Zahit Atam,<br />

Hüseyin Kuzu gibi isimleri<br />

okumak bu konuda zihin açıcı<br />

olacaktır, lütfen not alın.<br />

Hal böyle olunca, sinemacılar<br />

seyircinin olmadığı yerde Kültür Bakanlığı<br />

fonlarına Abdurrahman Çelebi diyordu ama o<br />

dere de kurudu. Her gelene<br />

bir dilim yağlı ekmek verip<br />

gönderme zamanı bitti.<br />

Ünü ülke sınırlarının dışına<br />

taşmış bol ödüllü Nuri Bilge<br />

Ceylan ve eleştirmenlerce<br />

sevilirken seyircinin de<br />

ıskalamadığı filmlere imza<br />

atan Yüksel Aksu bu yıl<br />

dağıtılan desteğin büyük dilimini<br />

kaptı ama en azından<br />

festivaller nezdinde başarılı<br />

bir yönetmen olmasına<br />

rağmen Emin Alper’in ikinci<br />

filmi desteklenmedi.<br />

Bu anlayış yükselerek devam<br />

edecek. Kültür Bakanlığı bu yıl verdiği<br />

desteklerle ülkemizde düzenlenen festivalleri<br />

ciddiye almadığını göstermiş oldu. Ülkenin<br />

dört bir yanında ‘Film Festivali’ düzenleyenler<br />

bakanlık desteğinin her yıl azaldığından şikâyet<br />

ediyorlar. Bunlar arasında gerçekten sinema<br />

aşkıyla yola çıkanlar olduğu gibi, bakanlıktan<br />

nemalanmaya çalışanlar da var.<br />

Festival işinin de sonu acıklı<br />

olacağa benzer.<br />

Emin Alper’in destek olmadığı<br />

için filmini çekemeyeceğini<br />

açıklaması durumun nereye<br />

geldiğinin acıklı bir ispatı.<br />

Bağımsız sinemanın devlet<br />

eliyle fonlanması dönemi sona<br />

erdi. Sinemacılar artık yeni<br />

finans yöntemleri bulmak/<br />

icat etmek zorunda. Ayrıca bu<br />

açıklamayla “bağımsız sinema”<br />

tanımı geçerliliğini yitiriyor.<br />

Film yapmak için devlete ve bir<br />

şekilde onun siyasi anlayışına<br />

muhtaç olan bir sinemacı ne<br />

kadar bağımsız olabilir ki?<br />

Bazı sinemacılar ise ağlayıp sızlanmak yerine alternatif<br />

finans yöntemlerini keşfetmiş durumda.<br />

Henüz ülkemizde cılız faydalar sağlasa da Kickstarter<br />

ve Indiegogo gibi oluşumlar üzerinden<br />

bu filmler desteklenebiliyor. Sinemacılar da bu<br />

destekleri sağlayanlara ön gösterim davetiyesi,<br />

film temalı tişört gibi çeşitli hediyelerle teşekkür<br />

ediyor. Büyük Oyun filminin yönetmeni Atıl İnaç<br />

yeni filmi Daire için böyle bir yöntem izliyor ama<br />

ne yazık ki kuvvetli bir destekten söz etmek<br />

olanaksız… Bağımsız sinemanın yetimliği o<br />

alanda da devam ediyor diyebilirim.<br />

Tüm bu ahval ve şerait altında, film yapmak<br />

giderek zorlaşacak. Kim bilir, bu belki de iyi bir<br />

şey çünkü ben çok film izlemek istemiyorum, iyi<br />

film izlemek istiyorum.<br />

Festivaller bağımsız sinema için son savunma<br />

hattı gibi görünüyor ama seyirciyle sinemacının<br />

arasının açılmasına bu festivallerde dağıtılan<br />

bol kayırmalı ödül sandviçlerinin sebep<br />

olduğunu da unutmayalım. 10 yıl önce ödüllü<br />

filmlere koşanlarla bu yıl o filmlerden koşarak<br />

kaçanlar aynı insanlar.


Durumu özetleyelim;<br />

- Bağımsız sinemacıların takkeyi önlerine koyup<br />

düşünmelerinin zamanı geldi! Bakanlık fonları<br />

kurudu ve seyirci yeniden önemli hale geldi. Seyirci<br />

sadece iyi filmler izlemek istiyor. 70’ler, 80’ler<br />

boyunca bu yapıldı ancak sinemacılar geçmişin<br />

geleneğini tamamen yok sayma eğiliminde…<br />

- Festivallerin, daha doğrusu jürilerin ödül<br />

dağıtırken çok daha evrensel kıstaslarla hareket<br />

ederek kişisel dostlukları, husumetleri bir kenara<br />

bırakarak karar almaları gerekiyor. Bu yıl Altın<br />

Portakal’da olduğu gibi ulusal jüride uluslararası<br />

isimlerin olması buna hizmet edecektir.<br />

- Festival jürilerinin ahbap kollama duygusu<br />

sinema yazarlarına da aynen geçiyor. İdeolojik<br />

kollamacılık had safhada… Filmler sinema olma<br />

haliyle değil meselesiyle öne çıkarılıyor. Seyirci,<br />

sinema yazarının “mutlaka görmelisiniz”<br />

dediği filmden mutsuz çıkıyor ve bu birkaç kez<br />

tekrarlandıktan sonra artık onun yazdıklarına itibar<br />

etmiyor. Sinema yazarlığında mutlak etki sahibi<br />

bazı isimlerin beğenisi neredeyse herkese geçiyor.<br />

Özgür irade ile kalem sallayanların sayısı çok az.<br />

- Türk sineması çok fazla örnek veriyor ancak her<br />

hafta sinemaya gidip film izlemek ciddi bir bütçe<br />

meselesi artık. AVM salonları şık ama burada<br />

işletmecilik ve dolayısıyla biletler pahalı... Bu da<br />

salonların uluslararası PR katkılı pahalı eğlence<br />

sineması örneklerine yönelmesine yol açıyor.<br />

Sinemada film izlemek bir haftasonu eğlencesine<br />

dönüşmüş durumda...<br />

- Gerçek sinema seyircisi ise film izlemek için<br />

sinemaya gitmiyor. Sanat takipçiliği festival<br />

haftalarında sınırlı kalıyor. Festival gişelerinde<br />

kuyrukta bekleyen genç seyirci izleyemedikleri<br />

için hiç beklemeyip vuruyor Torrent’in teline… Bu<br />

da bağımsız sinema örneklerini vizyon takviminin<br />

dışına atmaya yetiyor.<br />

2007’den beri tekrar tekrar yazdığım şeyleri bir<br />

kez daha toparlayarak sizlere aktarmak istedim.<br />

Bunlar bir zamanlar hevesli bir blog yazarının<br />

saçma sapan kehanetleri gibi görünüyordu ama<br />

şimdi gerçeklik bundan ibaret. O yüzden baştaki<br />

kelamımı tekrar edeyim; Adanalılar, Antalyalılar<br />

ve Malatyalılar çok şanslı… Onlar bu yıl yine bin<br />

bir imkânsızlıkla çekilmiş filmleri herkesten önce<br />

görme şansına kavuşacaklar. Herkesten önce ve<br />

belki de sadece onlar!


2005 yapımı bir Hint filmi olan<br />

Black (Siyah) ezber bozan cinsten...<br />

Irakla, Rusyayla, ajanlarla<br />

haşır neşir Hollywood’a inat, sıra<br />

dışı senaryosu ve harikulade<br />

oyunculukları ile Black “Beni izle!<br />

İzle ve unutma!” diye haykırıyor.<br />

n Çoğumuz için bir renktir siyah; çiçeğin<br />

kırmızısı, denizin mavisi, ağacın yeşili gibi...<br />

Michelle McNally içinse bir renk değil siyah; bir<br />

hapishane, bir ışık yokluğu, dünyanın ona kendini<br />

sunma biçimi...<br />

Ve sesler... Tahtadaki tebeşir gıcırtısı, Vivaldi’nin<br />

Dört Mevsim’i, kedi mırıltısı, kayalara çarpan<br />

dalgalar, burundan çıkan nefesin attığı tiz çığlık,<br />

sevgilinin “buradayım” demesi... Bunlar da siyah<br />

Michelle McNally için...<br />

Michelle kör, sağır ve dilsiz...<br />

Siyah, Michelle için her şey! Her şey; kader<br />

hariç...<br />

O sadece dokunabilir, koklayabilir ve tadabilir...<br />

Duyamaz, göremez ve konuşamaz. Hani öyle<br />

ki, ancak bir sihirbaz çekebilir onu insanlığa,<br />

hayvanlığın eşiğinden. Ama size söyleyeyim; sihirbazlar<br />

var hayatta!<br />

2005 yapımı bir Hint filmi olan Black (Siyah) ezber<br />

bozan cinsten... Irakla, Rusyayla, ajanlarla haşır<br />

neşir Hollywood’a inat, sıra dışı senaryosu ve<br />

harikulade oyunculukları ile Black “Beni izle! İzle<br />

ve unutma!” diye haykırıyor.<br />

Sanjay Leela Bhansali’nin yönettiği ve<br />

başrollerini Amitabh Bachchan ve Rani<br />

Mukerji’nin ustalıkla paylaştığı Black, doğuştan<br />

kör-sağır ve dilsiz olan Michelle McNally’nin,<br />

Debraj Sahai adında tuhaf bir “öğretmen”<br />

aracılığıyla ışıkla tanışmasını ve çiçek açmasını<br />

anlatıyor. Filmin türünü “dram” olarak etiketleyip<br />

bırakmanın haksızlık olacağını düşünüyorum zira


122 dakikalık bu seyirde kâh bir şiiri “izliyor”,<br />

kâh bir masala “dokunuyor” hissine kapılıyor<br />

insan.<br />

Michelle’in erişilemez vahşi dünyasında<br />

kelimelerin, cümlelerin, anlamların yeri yoktur.<br />

Anglo-Hint bir çift olan Paul ve Catherine<br />

McNally Michelle’i “zarar görmemesi” adına<br />

dış dünyadan sakınır ve beline bağladıkları<br />

bir zil ile takip ederek gözlerinin önünden<br />

ayırmazlar. Sahip olduğu üç duyuyla<br />

hayata tutunmaya çalışan yarı insan-yarı<br />

hayvan Michelle’le baş etmek zordur. Fakat<br />

McNally’ler için Michelle gibi –noksan- bir<br />

çocuğa sahip olmanın zorlukları ikinci kızları<br />

Sara doğduğunda daha da artar ve Paul Mc-<br />

Nally yapılacak en doğru şeyin Michelle’i bir<br />

akıl hastanesine yatırmak olduğuna karar<br />

verir. Catherine McNally kocasından son bir<br />

şans isteyerek, Michelle’i akıl hastanesine<br />

yatırmadan önce Michelle gibi özel çocuklara<br />

yaptığı öğretmenlikle nam salan Debraj<br />

Sahai’ye ulaşır. Siyaha ilk ışık düşmüştür<br />

artık.<br />

Debraj Sahai hafif çatlak, alkolik, sivri dilli<br />

ve inatçı bir adamdır. Kendine has, tuhaf,<br />

acımasız yöntemleri olan Debraj işe ilk olarak<br />

Michelle’in beline bağlanan zili çıkarıp “Kızınıza<br />

bunu yapamazsınız; o bir hayvan değil. Onu akıl<br />

hastanesine de yatıramazsınız çünkü onun aklı<br />

hasta değil!” tavrıyla Paul’ün öfkesini kazanır ve<br />

kovulur ancak Debraj’ın gitmeye niyeti yoktur.<br />

Debraj’ın inadı, siyaha düşen ikinci ışıktır. Işığın<br />

siyaha damla damla düştüğü uzun yolculuk böylece<br />

başlar.<br />

Ve kimse bilmez ki, Michelle’in aydınlanan bilinci,<br />

Debraj’ın yıllar sonra içine düşeceği zihinsel<br />

karanlığın umudu olacaktır. Michelle anormal<br />

koşullar altında zorlu ama ışığın olduğu normal<br />

bir hayatta ilerlerken, Sahai’nin zihnindeki siyah<br />

lekeler karanlığa dönüşecektir ve<br />

kader bu iki noksan insandan, güzel<br />

bir tamlık yaratacaktır.<br />

Işığın karanlığı, sözcüklerin sessizliği<br />

peyderpey ele geçirişinin hikâyesinde,<br />

her hayatın alfabesinin farklı olduğunu<br />

ve bütün duyuların beynin himayesindeki<br />

hizmetçiler olduğunu görüyoruz.<br />

Çoğunluğun alfabesi A-B-C-D-E<br />

ile başlıyor, bazılarınınki ise S-İ-Y-A-H<br />

ile… Bilinç, öncelikli olarak kafadaki<br />

gözlerle görmeyi tercih ediyor; onların<br />

yokluğunda ise kendi gözlerini açıyor.<br />

Işığın tek kapısı gözler değil, sesin tek<br />

kapısı kulaklar değil ve konuşmanın<br />

dille sandığımız kadar derin bağları<br />

yok. Debraj Michelle’e teniyle duymayı, elleriyle<br />

konuşmayı –ama en önemlisi- bilinciyle<br />

eksiksiz bir hayat yaşamayı öğretiyor. Başta da<br />

söylediğim gibi, sihirbazlar var hayatta!<br />

Duyuların noksanlığı üzerine kurulu olan Black,<br />

beş duyunuzu yerinden oynatıyor ve insana<br />

sorduruyor: Her noksanlık, bir yetersizlik midir?<br />

Her siyah karanlık mıdır?<br />

Hint diyarının mistik ezgileri eşliğinde kendi<br />

kendini izlettiren Black, hayatı dogmalarla ve<br />

dayatmalarla algılayış biçimimize bir balyoz<br />

indirip bizi duyular üstü bir bilince davet ediyor.<br />

IMDB’deki 7.9’luk oyu bir yana, bu film izlenir mi<br />

diye sorarsanız, bi’ dokunun derim…


3. Uluslararası Suç ve Ceza Film<br />

Festivali 13-19 Eylül 2013 tarihleri<br />

arasında gerçekleşecek<br />

n Henüz ruhsal ve fiziki olarak gelişimlerini yeterli<br />

seviyede tamamlamamış olan çocuklar bu sebeple<br />

sıklıkla hem suça sürüklenmekte hem de suç mağduru<br />

olmaktadırlar. Tüm dünya çocukların suça sürüklenmesi<br />

ve çocuklar tarafından gösterilen şiddet davranışlarının<br />

artması sorunu ile uğraşmaktadır. Adalet Bakanlığı’ndan<br />

edinilen verilere göre yılda hakkında dava açılan çocuk<br />

sayısı yaklaşık ikiyüzbindir. Bu sayılara ceza sorumluluğu<br />

olmayan ve hakkında sadece tedbir uygulanan 12 yaşın<br />

altındaki çocuklar dahil değildir. Tespit edilemeyenler de<br />

düşünüldüğünde ülkemizdeki suça sürüklenen çocuk<br />

sorununun ne kadar ciddi boyutlarda olduğu görülmektedir.<br />

Esas itibarıyla sadece kolluk ve mahkemelerde<br />

muhatap olduğumuz ve her yıl yeni on binlerin ilave<br />

edildiği suça sürüklenen çocukları bu şekilde topluma<br />

kazanmak mümkün olabilir mi? Anayasamızda, taraf<br />

olduğumuz sözleşmelerde ve kanunlarımızda öngörülen<br />

çocuğu koruyucu tedbirler neden etkin bir şekilde<br />

hayata geçememektedir? Zaten çeşitli sorunlarla karşı<br />

karşıya olan adli sistem dışında, çocukları damgalamadan<br />

alternatif çözümler bulamaz mıyız? Bu aşamaya<br />

gelmeden çocuklarımızı kanunların suç olarak belirlediği<br />

davranışlardan niçin koruyamıyoruz? Adli süreçler ve<br />

cezalandırma gibi yaptırımlar sonrasında gerçekten<br />

onları suç davranışlarından uzak tutabiliyor muyuz? Sorun<br />

büyüyor. Nerede hata yapıyoruz? Bu sorulara cevap<br />

bulmak için, öncelikle sorunun ortaya çıkış nedenlerinin<br />

çeşitli açılardan araştırılarak tartışılması ve buna bağlı<br />

olarak çözüm aranması gerekir. İşte bu nedenlerle, Festivalimizin<br />

ana temasının suça sürüklenen çocuklar<br />

bağlamında “Çocuk(ça) Adalet?” olması karalaştırıldı.<br />

Çok yönlü böyle bir soruna çözüm arayışı, sadece hukuk<br />

değil farklı akademik disiplinlerle birlikte yapılmalıdır. Sorunun<br />

kökenlerinin, boyutlarının ve etkilerinin anlaşılması


akımından, sanatın ancak özellikle<br />

sinema sanatının perspektifi<br />

de çok yararlı bir işlev görecektir.<br />

Toplumun her dokusunda,<br />

bugününde ve yarınında ciddi<br />

olumsuz sonuçları olan böyle bir<br />

sorun karşısında sivil toplumun<br />

katkısının vazgeçilmez olduğu<br />

açıktır. Uluslararası Suç ve Ceza<br />

Film Festivalinin üçüncüsünde,<br />

yerli -yabancı ilgili tüm çevreler,<br />

sinema ve akademik zeminde bir<br />

araya gelerek tartışacak ve sonuçlar<br />

çıkarmaya çalışacaktır.<br />

Bu amaç doğrultusunda; festivalin bu seneki programında<br />

gelenekselleşmiş program başlıkları, uluslararası kısa ve<br />

uzun film yarışmaları, özel gösterimler, söyleşilerin yanı<br />

sıra “Suça Sürüklenen Çocuklar” konusunda film seçkisi,<br />

tematik yarışma, panel ve sergiler de yer alacaktır. Bu<br />

kapsamda ulusal ve uluslararası alanda çalışmaları bulunan<br />

tanınmış sayıları 100’ü aşkın akademisyen, sivil toplum<br />

kuruluşu temsilcileri ve sinema sanatçıları ile iletişime<br />

geçilmiş olup, davet edilen katılımcıların konuya ilişkin<br />

deneyimlerinden tartışmalar aracılığıyla faydalanılması<br />

sağlanacaktır. İstanbul sinemaları Çocuk(ça) Adalet diyerek,<br />

festival filmleri ile soruna sanatsal bakışı sizlerle<br />

buluşturacaktır.<br />

Akademik bir program ile sinema sanatını birleştiren, sorunlara<br />

çok boyutlu yaklaşımı ve her türlü paydaşı katarak<br />

çözüm arayan Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivalinin<br />

Üçüncüsünde sizleri akademik programlarda dinleyici ve<br />

tartışmacı, sinema salonlarında izleyici ama herkesi ilgilendiren<br />

bu sorunda çözüm ortağı paydaş olmak için bekliyoruz.<br />

Prof. Dr. Adem SÖZÜER<br />

Festival Başkanı


Bu yıl 16 – 22 Eylül tarihleri<br />

arasında gerçekleştirilecek,<br />

Adana Büyükşehir Belediyesi<br />

20. Altın Koza Film Festivali<br />

muhteşem bir seçkiyle geliyor…<br />

n ABu yıl 16 – 22 Eylül tarihleri arasında<br />

gerçekleştirilecek, Adana Büyükşehir Belediyesi<br />

20. Altın Koza Film Festivali’nin, dünya<br />

sineması bölümü ile ilgili detaylar belli olmaya<br />

başladı. Konuyla ilgili bir açıklama yapan Adana<br />

Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili Zihni<br />

Aldırmaz, dünyanın çeşitli festivallerinden<br />

ödülle dönmüş pek çok eserin Türkiye prömiyerlerinin,<br />

Adana’da yapılacağını açıkladı.<br />

Adana Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili<br />

Zihni Aldırmaz ayrıca, başkanlığını Berlin Film<br />

Festivali Avrupa Film Pazarı Direktörü Beki<br />

Probst’un yapacağı jüride, her yıl olduğu gibi,<br />

bu yılda kendi dallarında önemli isimlerin yer<br />

aldığını sözlerine ekledi.<br />

Zihni Aldırmaz’ın açıklamasına göre, 20. Altın<br />

Koza Film Festivali Ulusal Uzun Metraj Film<br />

Yarışması’nda görev yapacak jüri üyeleri<br />

şöyle: yönetmen Pelin Esmer, yapımcı Türker<br />

Korkmaz, görüntü yönetmeni Özgür Eken,<br />

oyuncular Melisa Sözen ve Yiğit Özşener ile<br />

müzisyen Cengiz Onural.<br />

FİLM – YÖN’DEN ‘EN İYİ<br />

YÖNETMEN’ ÖDÜLÜ<br />

Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması<br />

kapsamında Film – Yön (Film Yönetmenleri<br />

Derneği)’nin de bir ödül vereceğini açıklayan<br />

Zihni Aldırmaz, Film-Yön jürisinin, yönetmenler<br />

İsmail Güneş, Ezel Akay ve Handan<br />

Öztürk’ten oluşacağını belirtti.<br />

Film – Yön ve Altın Koza Film Festivali<br />

tarafından ilki geçtiğimiz yıl düzenlenen 19.<br />

Altın Koza’da açılan bu ödül bölümünün<br />

amacı, sinemanın temel yaratıcısının,<br />

yani yönetmenin daha iyi tanımlanması,<br />

farklılığının algılanması konusunda bir ufuk<br />

açmak olarak nitelendiriliyor. Uygulama, seyirci<br />

açısından da, yönetmen sinemasının daha<br />

iyi algılanması konusuna dikkat çekmeye<br />

çalışıyor.<br />

SİNEMA YAZARLARI FİLMLERİ<br />

DEĞERLENDİRECEK<br />

Festival kapsamında her yıl verilen ödüllerden<br />

birinin de SİYAD En İyi Film Ödülü olduğunu<br />

belirten Başkan Vekili Zihni Aldırmaz, bu<br />

yıl SİYAD Jürisi’nde sinema yazarları Serdar<br />

Akbıyık, Yeşim Burul Seven ve Olkan<br />

Özyurt’un görev yapacağını sözlerine ekledi.<br />

Adana Büyükşehir Belediyesi 20. Altın Koza<br />

Film Festivali kapsamında yapılacak Ulusal<br />

Uzun Metraj Film Yarışması’nda ödüller, 21<br />

Eylül tarihinde yapılacak Ödül Töreni’nde sahiplerini<br />

bulacak.


Altın Koza’da yarışacak eserler şöyle;<br />

Çanakkale Yolun Sonu / Yönetmen: Mustafa Kemal<br />

Uzun<br />

Daire / Yönetmen: Atıl İnaç<br />

Eve Dönüş Sarıkamış 1915 / Yönetmen: Alphan Eşeli<br />

Gözümün Nuru / Yönetmen: Hakkı Kurtuluş – Melik<br />

Saraçoğlu<br />

Hadi baba Gene Yap / Yönetmen: Emre Yalgın<br />

Hayat Boyu / Yönetmen: Aslı Özge<br />

Jin / Yönetmen: Reha Erdem<br />

Köksüz / Yönetmen: Deniz Akçay Katıksız<br />

Lal / Yönetmen: Semir Aslanyürek<br />

Soğuk / Yönetmen: Uğur Yücel<br />

Yarım Kalan Mucize / Yönetmen: Biket İlhan<br />

Yozgat Blues / Yönetmen: Mahmut Fazıl Coşkun<br />

SONUÇLAR 22 EYLÜL’DE BELLİ OLACAK<br />

En İyi Film seçilecek eserin 350.000 TL’lik ödülün<br />

sahibi olacağı yarışmanın sonuçları 22 Eylül gecesi<br />

yapılacak Kapanış Töreni’nde belli olacak.<br />

16 Eylül’de başlayacak Adana Büyükşehir Belediyesi<br />

Altın Koza Film Festivali’nde Ulusal Uzun Metraj<br />

Film Yarışması’nın yanı sıra, Ulusal Öğrenci Filmleri<br />

Yarışması ve Akdeniz Ülkeleri Kısa Film Yarışması<br />

da düzenlenecek. Özel gösterimler, söyleşiler, sergiler<br />

ve atölye çalışmaları ise yine festival haftası<br />

boyunca sanatseverleri bekleyen diğer etkinlikler<br />

olacak.<br />

ALTIN KOZA’DA TÜRKİYE İLK GÖSTERİMLERİ<br />

Bu yıl 20. yaşını kutlayacak olan, Adana Büyükşehir<br />

Belediyesi Altın Koza Film Festivali’nin, uluslararası<br />

gösterim bölümünün detayları açıklanmaya<br />

başlandı. Cannes ve Berlin gibi festivallerden ödüllerle<br />

dönen filmlerin, Türkiye’deki ilk gösterimlerinin<br />

Altın Koza Film Festivali kapsamında yapılacağını<br />

ifade eden, Adana Büyükşehir Belediyesi Başkan<br />

Vekili Zihni Aldırmaz, ‘Her yıl belirttiğim gibi, festivalimizin<br />

gösterim bölümüne özel bir önem veriyoruz.<br />

Bu yıl, dünyadaki festivallerden ödüllerle dönmüş<br />

pek çok önemli filmin ülkemizdeki ilk gösterimi,<br />

Altın Koza kapsamında gerçekleştirilecek. Tüm sinemaseverleri,<br />

normal şartlarda sinemalarda görme<br />

imkanı bulamayacakları bu filmleri, ücretsiz izlemek<br />

üzere, sinema salonlarına davet ediyorum’ dedi.<br />

Coen Kardeşler’in, Cannes’da yarışan ve Büyük<br />

Ödülü alan son filmi INSIDE LLEWYN DAVIS, festival<br />

kapsamında Türkiye’deki ilk gösterimi yapılacak<br />

filmlerden ilk göze çarpanlar arasında bulunuyor.<br />

Yine Türkiye’deki ilk gösterimleri yapılacak olan bazı


filmler; Berlin Film Festivali’nde büyük beğeni<br />

toplayan ve En İyi Kadın Oyuncu ödülüne<br />

layık görülen, Sebastian Lelio imzalı GLO-<br />

RIA; Bu yılki Cannes Film Festivali’nde Altın<br />

Palmiye için yarışan filmler arasında yer alan,<br />

Amerikan bağımsız sinemasının önemli isimlerinden<br />

Jim Jarmush’un yönettiği SADECE<br />

AŞIKLAR HAYATTA KALIR (Only Lovers<br />

Left Alive); Bir Ayrılık adlı filmiyle büyük<br />

ses getiren Ashgar Farhadi’nin yönettiği, bu<br />

yıl Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın<br />

Oyuncu ödülünü kazanan GEÇMİŞ (The<br />

Past); Cannes’da Jüri Özel Ödülü’ne layık<br />

görülen, Kore-Eda Hirakazu imzalı BENİM<br />

BABAM BENİM OĞLUM (Like Father Like<br />

Son); filmleriyle ses getiren Meksikalı Amat<br />

Escalante’ye Cannes’da En İyi Yönetmen<br />

ödülünü getiren HELİ; Arnaud Desplechin<br />

imzasını taşıyan, Cannes’da altın Palmiye<br />

için yarışmış olan DÜŞ VE GERÇEK (JIMMY<br />

P. PSYCHOTHERAPY OF A PLAINS INDI-<br />

AN); Karlovy Vary Film Festivali’nde büyük<br />

ödül Kristal Küre’yi alan Janos Szasz’ın<br />

yönettiği Macaristan yapımı NOT DEFTERİ<br />

(Le Grand Cahier); Tanınmış yönetmen Hany<br />

Abu-Assad’ın son filmi ÖMER (OMAR) ve<br />

Cannes’da Eleştirmenler Haftası İzleyici Ödülünü<br />

kazanan, Ritesh Batra’nın yönettiği SE-<br />

FERTASI (The Lunchbox).<br />

ONUR ÖDÜLLERİ<br />

20. Altın Koza Film Festivali kapsamında<br />

verilen geleneksel Yaşam Boyu Onur Ödülleri,<br />

bu yıl oyuncular Çolpan İlhan, İzzet Günay<br />

ve Demir Görgün Karahan ile yapımcı Necip<br />

Sarıcı’ya takdim edilecek.<br />

20. Altın Koza Film Festivali kapsamında<br />

verilen Yaşam Boyu Onur Ödülleri, bu yıl Türk<br />

Sineması’nın önemli oyuncularından Çolpan<br />

İlhan, İzzet Günay ve Demir Görgün Karahan<br />

ile yine yapımcı kimliği ile sinemamızda çok<br />

önemli bir yer tutan Necip Sarıcı’ya takdim<br />

edilecek. Her yıl olduğu gibi bu yıl da onur<br />

ödülleri kapsamında İlhan, Günay, Karahan ve<br />

Sarıcı’nın sinema serüvenlerini anlatan kitaplar<br />

sinema yazarı Burçak Evren tarafından<br />

kaleme alınacaktır” dedi. Aldırmaz ayrıca onur<br />

ödülü sahibi sinemacıların filmlerinden oluşan<br />

seçkilerin de izleyiciyle buluşacağını belirtti.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!