26.01.2017 Views

ŞUBAT 2015

Vizyon Dergisi Şubat 2015 sayısı

Vizyon Dergisi Şubat 2015 sayısı

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

trt’den<br />

TRT ile yeni ufuklara<br />

TRT olarak <strong>2015</strong>’e hızlı başladık. Ocak ayının ortasında, İngilizce<br />

kanalımız TRT World’ün teknik altyapısı tamamlanarak, ilk sinyal uyduya<br />

gönderildi. Yurtiçi ve yurtdışından gelen tepkilere bakılırsa, TRT World’ün<br />

hem TRT’nin televizyonculuk kariyeri hem de Türkiye için çok önemli bir<br />

adım olduğunu gururla söyleyebilirim. Emeği geçen tüm arkadaşlarıma<br />

teşekkür ediyorum.<br />

Şenol GÖKA<br />

TRT Genel Müdürü<br />

TRT, yayıncılıkta<br />

gelinen son gelişmeleri,<br />

son teknolojiyi dünya<br />

ile birlikte aynı anda<br />

izleyicimizle buluşturmaya<br />

da devam ediyor.<br />

Hazırlıklarda artık sona<br />

gelindi. İzleyicilerimiz,<br />

20 Şubat’ta yüksek<br />

çözünürlükte Ultra HD -<br />

4K kalitesinin örneklerini<br />

TRT ekranlarından<br />

görebilecekler. Bu<br />

özelliği ile TRT, HD 4K<br />

kalitesinde yayınlarıyla<br />

Türkiye’de bir ilke de imza<br />

atmış olacak.<br />

Bir başka gelişme eski adıyla “TRT 6” ya da “TRT ŞEŞ”te yaşandı.<br />

2009’dan bu yana Kürtçe yayın yapan kanalımız yeni yaşına, yeni bir<br />

isimle “TRT Kurdî” olarak girdi. TRT 6, geride bıraktığımız altı yılda,<br />

kültürel çeşitliliklerimizin aslında ülkemiz için bir zenginlik olduğunu<br />

kanıtladı. TRT Kurdî de yayın hayatına aynı anlayışla devam ederken;<br />

yurtiçinde ve çevre ülkelerde Türkiye’nin sesi olmayı sürdürecek.<br />

TRT, yayıncılıkta gelinen son gelişmeleri, son teknolojiyi dünya ile birlikte<br />

aynı anda izleyicimizle buluşturmaya da devam ediyor. Hazırlıklarda artık<br />

sona gelindi. İzleyicilerimiz, 20 Şubat’ta yüksek çözünürlükte Ultra HD -<br />

4K kalitesinin örneklerini TRT ekranlarından görebilecekler. Bu özelliği<br />

ile TRT, HD 4K kalitesinde yayınlarıyla Türkiye’de bir ilke de imza atmış<br />

olacak. Teknolojiyi yakından takip eden izleyicilerimize şimdiden hayırlı<br />

olsun.<br />

TRT Spor’un HD yayına geçmesi bir başka yeni gelişme. Bu atılımla<br />

futbolseverler TRT Spor’dan yayınlanacak UEFA Avrupa Ligi maçlarını<br />

HD kalitesinde izleyebilecek.<br />

Ve Radyolarımız…<br />

12 Ocak’ta yayınlara başlayan TRT Kent FM İstanbul şimdiden şehrin<br />

gözbebeği oldu. Ankara ve İzmir TRT Kent Radyolarımız da yayınlarıyla<br />

büyük beğeni topluyor. Dinleyicilerimizden gelen mesajlar ile bölgesel ve<br />

yerel medyanın Kent Radyoları’na ilgisi, şevkimizi ve heyecanımızı daha<br />

da artırdı.<br />

Dört yıl aradan sonra “Radyovizyon” dergimizin İngilizce ve Türkçe<br />

olarak yeniden yayın hayatına başlaması bir başka sevindirici haber.<br />

İnternet ortamında e-dergi olarak da okuyucuyla buluşacak olan dergimizin<br />

kısa zamanda hem yurt içi hem de yurt dışında ciddi bir takipçi kitlesi<br />

oluşturacağına inancımın tam olduğunu belirtmek isterim.<br />

Yeni dergimize yayın hayatında başarılar diliyor, önümüzdeki aylarda<br />

TRT’nin atılımlarının her alanda artarak devam edeceğinin altını<br />

çiziyorum.<br />

Şenol GÖKA


içindekiler<br />

TRT AYLIK<br />

RADYO TELEVİZYON<br />

DERGİSİ<br />

TÜRKİYE RADYO TELEVİZYON<br />

KURUMU ADINA SAHİBİ<br />

ŞENOL GÖKA<br />

GENEL KOORDİNATÖR<br />

SİBEL ARZU YILMAZ VAROL<br />

GENEL YAYIN YÖNETMENİ<br />

Yılmaz ÇINAR<br />

SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ<br />

Özlem DOĞAN<br />

YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ<br />

Dr. Vural ORHAN<br />

GRAFİK TASARIM<br />

Gamze ÖZGÖREN<br />

Armağan KÜPELİ<br />

Feride ORTAÇ<br />

YAZI KURULU<br />

Meral ÜNSAL BAKICI<br />

Ela GÜRMAN TEKİN<br />

Ceren BÖLÜKBAŞIOĞLU<br />

Bengi BAYDAR<br />

Esin ÖZALP ÖZTÜRK<br />

Mine ÜNVER<br />

Cahit CESUR<br />

Öztürk Miraç SARAL<br />

Didem ŞAHSUVAROĞLU<br />

FOTOĞRAF EDİTÖRÜ<br />

İsmail YAŞAR<br />

İSTANBUL TEMSİLCİSİ<br />

Aynur ÇELİKCAN<br />

HALKLA İLİŞKİLER<br />

Hatice DÖNMEZ<br />

YÖNETİM YERİ<br />

TRT GENEL SEKRETERLİK<br />

TRT SİTESİ A BLOK KAT: 4<br />

ORAN/ANKARA<br />

Tel: (312) 463 23 21<br />

Faks: (312) 463 23 45<br />

ISSN 1308-7495<br />

YAYIN TÜRÜ Yaygın/Süreli<br />

BASIM TARİHİ<br />

28 OCAK <strong>2015</strong><br />

BASILDIĞI YER<br />

Dorukkaya Matbaacılık Yay. Rek.<br />

Madencilik Enerji ve İnş. A.Ş.<br />

Macun Mahallesi 3. Cadde No: 2<br />

Yenimahalle-Ankara<br />

Tel: (312) 397 11 97<br />

Faks: (312) 397 11 98<br />

10<br />

Her dem tiryaki<br />

5 bin yıldır içilen ve pek çok<br />

toplumun kültüründe önemli<br />

bir yere sahip olan çay hakkında<br />

bilmediklerimizi uzmanına<br />

sorduk.<br />

14<br />

TRT’de yarışıyoruz<br />

Yarışmalar, kimi zaman kazanma ve<br />

kaybetme mücadelesi. Kimi zaman ise<br />

eğlence ve öğrenmeye araç.<br />

Geçmişte unutulmaz yarışma programlarına<br />

imza atan TRT, bugün de<br />

rekabeti, eğlenceye ve<br />

öğrenmeye araç kılıyor.<br />

18<br />

Letaif-i Âl-i Osman<br />

Osmanlı insanının mizah<br />

dergilerinden önce, ağızdan<br />

ağıza dolaşıp “güldürürken<br />

düşündüren” deyişleri vardı.<br />

Üstelik bunlar, şehirlerdeki<br />

sınırlı bir zümreyle sınırlı<br />

kalmayıp taşranın en ucundaki<br />

insana kadar ulaşıyordu.<br />

22<br />

Buz üstünde şah-mat<br />

Körling<br />

Olimpik bir spor olan Körling’in<br />

500 yıllık bir geçmişi ve dünyada<br />

1,5 milyonu aşkın<br />

sporcusu var. Üstelik 2009 yılından<br />

beridir başta Erzurum olmak<br />

üzere ülkemizde de icra ediliyor.<br />

2 Vizyon


28<br />

Sokaktan hikâyeler<br />

Dünyanın dört bir tarafına<br />

ülkemizden, çoğunlukla<br />

da İstanbul’dan siyah beyaz<br />

hikâyeler anlatan Mustafa Seven<br />

ile sokak fotoğrafçılığı üzerine<br />

keyifli bir sohbet.<br />

trtdergisi@trt.net.tr.www.trt.net.tr<br />

Şubat <strong>2015</strong>/ Sayı: 308<br />

Kapak Fotoğrafı: Veli Çetinkaya<br />

Savaşın ortasında<br />

bir şair<br />

Tarihin yazmadığı gerçekler kimi<br />

zaman tanıklarının aktardıklarıyla<br />

gelecek kuşaklara taşındı. “1828-<br />

1829 Osmanlı-Rus Savaşı” sırasında<br />

Rus ordusu ile Erzurum’a giren<br />

Puşkin, büyük oranda koruduğu<br />

tarafsız bakış açısıyla aslında ne o<br />

taraftan ne öbüründendi…<br />

34 38<br />

Bir Osmanlı zabiti<br />

Filinta Mustafa<br />

Daha ilk bölümden itibaren adından<br />

övgüyle söz ettiren “Filinta” dizisinin<br />

başrol oyuncusu Onur Tuna’yla,<br />

kendisi ve oyunculuğu hakkında pek<br />

çok şey konuştuk.<br />

42<br />

“Filinta çığır açtı”<br />

“Filinta” dizisiyle bir kez<br />

daha dikkatleri üzerine<br />

çeken başarılı yönetmen<br />

Kudret Sabancı’dan televizyon<br />

ve sinema üzerine<br />

çarpıcı tespitler.<br />

46<br />

İstanbul’un<br />

sığınağıTünel<br />

Londra’dan sonra dünyanın<br />

en eski yer altı yolu olan ve<br />

kısacık rotasıyla İstanbul’un<br />

simgelerinden biri haline<br />

gelen Tünel’in ilginç<br />

hikâyesi.<br />

Vizyon 3


ayın kareleri<br />

Meral ÜNSAL BAKICI meral.bakici@trt.net.tr<br />

Bu şekil size bir şey ifade etti mi? Neon ışıklarını andıran ve kendine sevimli süsü vermiş bu şekil aslında bir canlı<br />

ve hatta canavar. Çağımızın en büyük belalarından birinin Ebola hastalığının virüsü. Adını, Afrika’daki bir nehirden<br />

alan ve bulaşıcı olan bu virüs sadece 80 nanometre boyutunda olmasına karşın şu sıralarda dünya sağlığını tehdit<br />

ediyor.<br />

İlk kez 1976’da o zamanki adı Zaire olan Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde ortaya çıkan virüsün şu an etkili olduğu<br />

Afrika kıtasından tüm dünyaya yayılma riski herkesi korkutuyor. Fotoğrafımız hastalığın en sık görüldüğü ülkelerden<br />

Gine’de bir sağlık merkezinin bahçesinden. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, geçen yılsonunda başlayan<br />

salgında,bugüne dek Gine, Liberya, Sierra Leone ve Nijerya’da toplam 932 kişi hayatını kaybetti. En az 1700 kişi de<br />

virüsü kaptı. Hastalığın bilenen bir aşısı ya da ilacı yok. Denemeleri süren bir ilaç üzerindeki tartışmalar da bitecek gibi<br />

görünmüyor.


Şubat ayı dillerden<br />

düşmeyen sevdaların,<br />

en romantik eylemlerle<br />

taçlandırıldığı günü<br />

saklıyor koynunda.<br />

Biraz suni boyalarla<br />

renklendirilmiş aşklar<br />

araya karışsa da, gerçek<br />

sevdalar da bir kez daha<br />

tazeleniyor.<br />

Fotoğraf: Meral ÜNSAL BAKICI<br />

Şubat, her yerde sevdiğinin silüetini görenlerin ayı biraz da…<br />

Vizyon 5


Aşklarını efsanelere konu edenlerin ayı Şubat.<br />

Fotoğraf: Meral ÜNSAL BAKICI<br />

Masalların sonu çoğunlukla acı bitti…


Aşkın melodilerinin ölümsüz<br />

sesi Edith Piaf ise bir kez daha<br />

ölümsüzleşti. Paris’te balmumu<br />

heykelleriyle ünlü Grevin<br />

Müzesi’nin atölyelerinde yapılan<br />

ve poşetlenen Piaf heykeli, daha<br />

sonra sergilenmek için geçtiğimiz<br />

yıl Prag’da açılan müzeye<br />

gönderildi.<br />

Fotoğraf: Meral ÜNSAL BAKICI<br />

Bu sevimli kardan adamlar ülkemizden…Bu yıl geçen yıla oranla daha çok kar<br />

görmüş olsak da doyamadık. Sevimli kardan adamlar yazın bile evimizi süsleyebilir<br />

çünkü sabundan yapılmışlar…<br />

Vizyon 7


Yeni yılda dertlerimiz sabun köpüğü,<br />

renklerimiz İnsanda bir daim masalın olsun… içinde olduğu<br />

Hepimiz hissini için uyandıran güzel bir bu gelecek fotoğraf diliyoruz… ise,<br />

Nevada Çölü’nde düzenlenen sanat<br />

ve müzik festivalinde çekilmiş. Çölde<br />

açan kağıt çiçekler…


güncel<br />

Her dem<br />

tiryaki<br />

Dumanı üstünde,<br />

ince belli cam bardakta,<br />

tavşankanı taze çay;<br />

evde, işte, okulda,<br />

misafirlikte her dem<br />

sizin… İçin…<br />

10 Vizyon


Ela GÜRMAN TEKİN ela.gurman@trt.net.tr<br />

Demliler geliyor! Zarifler geliyor! Bu sefer<br />

dökülmeden geliyor! Kış günlerinin iç ısıtan<br />

yareni, yemek ertesi, akşamüstü sohbetlerinin<br />

sırdaşı, kahvaltının vazgeçilmez eşi, dumanı<br />

üstünde çay geliyor! Çay müptelası olun ya da olmayın,<br />

zengin de olsanız fakir de fark etmez çünkü sınıflandırmaz<br />

sizi çay. Şefkatlidir, sağlıklıdır, yoldaştır, memlekettir, asildir<br />

ve hepimizindir…<br />

Çay, 5 bin yıldır içilen ve aynı zamanda kendi kültürü ve<br />

felsefesi olan bir içecek. Çıkışı ise bir efsaneye dayanıyor;<br />

Çin’in ilk imparatorlarından Shen Yung, çay bitkisinin<br />

tesadüfen sıcak suya düşmesine şahit oluyor. Çinliler<br />

tarafından ilaç olarak içilen bu içecek, ardından Endonezya<br />

ve Hindistan üzerinden batıya ulaşıyor. Nereden mi<br />

biliyoruz? Özel bir firmanın Türkiye İçecekler ve Yeni<br />

Projeler Pazarlama Direktörü Toloy Tanrıdağlı ile uzmanlık<br />

alanı çay üzerine gerçekleştirdiğimiz söyleşi sayesinde<br />

elbette. Öyleyse, çayın toplumsal gücünü bilsek de fiziksel,<br />

kimyasal ve kültürel özelliklerini yansıtacağımız bu yazıyı<br />

uzmanından demledik diyebiliriz.<br />

Sudan sonra çay<br />

Türkiye’de tarımsal istihdamın ve üretimin yaklaşık yüzde 4’ünü<br />

çay tarımı oluşturuyor ve nüfusumuzun yüzde 96’sı çay içiyor.<br />

Şaşırdınız mı? Şaşırmayın çünkü ülkemizde kişi başına düşen<br />

yıllık çay tüketimi 3,5 kilogramı bulurken, bu miktar bizi dünya<br />

ülkeleri arasında birinci sıraya taşıyor. Anlamı; ülkemizde sudan<br />

sonra en çok çay içiliyor. Karadeniz ise çay için yadsınamaz bir<br />

bölge. Bunların yanı sıra öğreniyoruz ki; çay her ülkede kültüre<br />

bağlı olarak farklı zamanlarda ve farklı konseptlerde tüketiliyor.<br />

Örneğin İngiltere’de çay öğleden sonra saat 4 civarında hafif bir<br />

yiyecek eşliğinde içilirken; daha ağır çay ziyafetleri ise, akşam saat<br />

5 ile 7 arasında gerçekleşiyor. Hindistan, Türkiye gibi çayı hem<br />

üreten hem de çay tüketiminin yoğun olduğu bir ülke. Assam ve<br />

Darjeeling gibi çayın yetiştiği bölgelere göre isimlendirilmiş özel<br />

türleri var. Hindistan’da siyah çay genelde deminin hafiflemesi için<br />

süt ile tüketiliyor; şeker, bal veya palmiye şekeri ile tatlandırılarak,<br />

tarçın, zencefil, anason, rezene, karabiber, hindistan cevizi ve<br />

karanfil ile aroma verilerek hem de. Çin çayları genellikle yeşil çay<br />

olarak üretiliyor. Çayın tipine göre içerken çim, tahıl, sebze, balık<br />

ve çiçekli aromalar hissediliyor.<br />

En iyi çay<br />

Toloy Tanrıdağlı<br />

Çay iklim koşullarına bağlı olarak değişkenlik<br />

gösterir. En iyi deniz seviyesinde<br />

yetişmekle birlikte 1800-2000 metreye<br />

kadar yetişebilmektedir. Yüksek rakımlarda<br />

ve soğuk/kuru şartlarda yetişme gelişimi<br />

yavaşlatmakla birlikte aromanın gelişimine<br />

katkı sağlar. Çayın yetişmesine etki yapan<br />

en önemli etken iklim ve topraktır. Yıllık<br />

sıcaklık ortalamasının 14 derecenin altına<br />

düşmemesi, toplam yıllık yağışın, 2000<br />

mm’den az olmaması ve aylara göre dağılımının<br />

düzenli olması, bağıl nem oranının<br />

ise en az yüzde 70 olması, çay bitkisinin<br />

normal gelişimi için gerekli olan koşullar.<br />

En iyi çay en çok çayın nereden geldiğiyle<br />

ilintilidir. Kalite pek çok farklı etmenin sonucudur. Bunlar<br />

arasında bitkinin kendisi, toprak, iklim, yağmur miktarı, toplama<br />

standartları, proses şartları sayılabilir. Çayın en iyi tropik şartlarda<br />

yetiştiği bilinmektedir. Ekvatora yakın olan Kenya, Uganda,<br />

Endonezya, Güney Asya gibi ülkelerde yılın 12 ayı boyunca yaş<br />

yetişir ve toplanır. Ekvatordan kuzeye ya da güneye ilerledikçe<br />

çay üretiminde mevsimsellik söz konusudur. Çay çok fazla yağmura<br />

ve yeterli miktarda güneş ışığına ihtiyaç duyar. Çay üretimi<br />

için geçirgen özellikli topraklar uygundur. Çay bitkisi kumdan<br />

kile değin değişen yapıdaki asit tepkimeli topraklarda yetişebilmektedir,<br />

bu nedenle toprağın asidik olması beklenir.<br />

Pazarlama Direktörü<br />

Toloy Tanrıdağlı<br />

Mutlaka iyi<br />

demlenmiş<br />

Oğuz Atay “…biz çayın<br />

yalnızlığa iyi gelen tarafını<br />

da severiz.” derken çayın<br />

kalbimizdeki yerini, Nazım<br />

Hikmet Ran ise; “…basit<br />

yaşayacaksın basit, sanki<br />

bir gün yaşamın sona<br />

erecekmiş gibi basit, çay,<br />

simit ve peynirle…” diyerek<br />

hayatımızdaki duruşunu<br />

tasvir etmiş çayın. Adını<br />

bizden almış olan Türk<br />

Kahvesi’nden bile çok daha<br />

değerli çay bizim için..<br />

Şekerli, şekersiz, limonlu,<br />

kıtlama ama illaki ince<br />

Çayın en makbul yeri;<br />

2,5 yaprak denilen,<br />

bir tomurcuk,<br />

iki yapraktan oluşan ve<br />

çay filizinin polifenol<br />

içeren en zengin kısmı<br />

üst filizidir.<br />

Vizyon 11


Çay doğal yapısı gereği polifenol maddesi içerir,<br />

bu madde demirin bitkilere bağlanmasını sağlar.<br />

Bu etki, C vitamini açısından zengin gıdalar tüketilmesine<br />

karşılık demir emiliminin artmasına neden olur.<br />

Öğün ile çayın tüketilmesi arasında<br />

minimum bir saatlik zaman dilimi olması,<br />

demir emilimi etkisini minimuma düşürecektir.<br />

belli cam bardakta, sıcağı tam, dudak payı yerinde, taze ve<br />

mutlaka iyi demlenmiş…<br />

“Türkiye’de üretilen çaylar diğer ülkelere göre daha çetin<br />

şartlarda yetiştiğinden, isteğimiz çayın rengini ve tadını<br />

alabilmek için minimum 15 dakika demlenmesi. 15 dakika<br />

demlenmiş Türk çayından pişmiş çay ve kuru meyve<br />

notası hissedilir.” diyor Toloy Tanrıdağlı ve ekliyor; “İyi çay<br />

demlemenin önemli kurallarından biri suyu doğru şekilde<br />

kullanmak. Taze kaynamış suda bulunan yüksek oksijen oranı<br />

çayın lezzetini ve demini arttıran önemli bir unsur. Burada<br />

en önemli nokta kaynadıktan sonra soğumuş suyun yeniden<br />

kaynatılmaması. Bu durum su içerisinde bulunan kimi<br />

minerallerin normalin üstünde artmasına ve böylece çayın<br />

lezzetinin olumsuz yönde etkilenmesine neden olur. Bunların<br />

dışında demleme teknikleri çayın çeşidine göre değişir.”<br />

Çeşit çeşit çay<br />

Yasemin, papatya, rezene, kuşburnu, elma, kiraz sapı,<br />

biberiye, beyaz, siyah, yeşil derken sayısız çeşitlilikte<br />

tüketiyoruz onu. Bitkisel çaylar kendinden mütevellit tatlara<br />

ve sağlıksal faydalara sahip. Peki, siyah, beyaz, yeşil ya da<br />

organik çayların farkı ne? Çaylar toplandığı zaman yapraklar<br />

hemen oksitlenmeye başlıyor. Yeşil çayda, oksidasyon<br />

sürecine giren enzimler sıcaklık yoluyla sönüyor ve kuruma<br />

sürecinde yaprakları yeşil kalıyor. Siyah çayda ise yaprakların<br />

tamamen okside olmasına izin veriliyor. Bu oksidasyon<br />

süreci çayın niteliğini değiştiriyor. Beyaz çay, goncalar yeni<br />

yaprakları sıkıca çevrelediğinde toplanıyor. Bu yapraklar yeni<br />

yetiştiğinde beyaz, ipeksi tüyleri var. Bu tüylere son aşamada<br />

dahi dokunulmuyor. Beyaz çay, oksitlenmeyi engellemek için<br />

güneş ışığında kurutuluyor. Bu nedenle diğer çaylara göre fiyatı<br />

yüksek. Yalnızca marka ve kurumsal çerçevedeki uzmanlığı ile<br />

değil bireysel bir tüketici ve çay sever olan Tanrıdağlı organik<br />

çaylar için ise; “Ürünün yetiştirilmesi, toplanması, hasat,<br />

kesim, işleme, tasnif, ambalajlama, etiketleme, muhafaza,<br />

depolama, taşıma ile tüketiciye ulaşmasına kadar olan diğer<br />

işlemlerde kimyasal ilaç ve kimyasal gübre kullanılmayan,<br />

üretimi esnasında organik yapısını bozacak herhangi bir<br />

12 Vizyon


Dökme çayın<br />

demlenmesi<br />

Çayı demlemeden<br />

önce<br />

demliğin<br />

ısıtılmamasına<br />

dikkat edin. Demleyeceğiniz<br />

çayın<br />

nemli ve sıcak ortamlardan<br />

uzak tutulması, ağzının<br />

açık kalarak herhangi bir koku ya da aromaya maruz<br />

kalmamış olması gerekir. Elbette damak zevkine göre<br />

değişmekle birlikte, demliğinize her bardak için bir<br />

tatlı kaşığı çay koyup en sonunda bir kaşık da fazladan<br />

ekleyebilirsiniz. Çayınızı demlerken taze kaynamış, iyi<br />

kalite içme suyu ve porselen veya cam demlik tercih<br />

edin. 15– 20 dakika demleyip servis yapın.<br />

Demlik poşet çayın demlenmesi<br />

Demlik poşet çayın en büyük faydası hiç kuşkusuz tüketicilerine<br />

zaman ve temizlik avantajı sunması. Dökme<br />

çay ile poşet çay demlemenin tüm prensipleri aynı. Her<br />

2-3 bardak çay için 1 adet demlik poşet çayın konması,<br />

üzerine taze kaynamış içme suyu eklenerek 15-20 dakika<br />

demlenerek servis yapılması uygun.<br />

Bardak poşet çayın demlenmesi<br />

Bardak poşet çayın suya demini ve doğal rengini daha<br />

yoğun ve hızlı bir şekilde verebilmesi için en kaliteli<br />

çay yaprakları seçilerek ufak parçalar haline getiriliyor.<br />

Bu anlamda sanılanın aksine poşet çayın demini suya<br />

hemen vermesi, kullanılan çayın kalitesini gösteriyor.<br />

Önce poşet çayınızı bardağa koymalı; sonrasında taze<br />

kaynamış içme suyunuzu eklemelisiniz. 10 kere batırıp<br />

çıkarmanız tavsiye ediliyor. Bardak poşet çayın ağaç<br />

liflerinden oluşan delikli yapısı sayesinde bu demlenme<br />

hemen kendini gösterir. Bardak poşet çayın demleme<br />

süresi yaklaşık 2 dakika.<br />

Bitki ve meyve bardak poşet çaylarının demlenmesi<br />

Bitki ve meyve çayı için seçilen bitki ve meyve parçaları<br />

temizlenir, kurutulur, küçük parçalara ayrılır ve zengin<br />

baharatlarla harmanlanır. Bitki ve meyve bardak poşet<br />

çaylarından maksimum keyif alabilmek için önce poşet<br />

çayı bardağa koymalı; sonrasında taze kaynamış içme<br />

suyu eklenmeli. Bardak poşet çayın demleme süresi<br />

yaklaşık 3-4 dakika. Önemli nokta bitki ve meyve çayları<br />

kaynatılmamalı.<br />

işleme tabi tutulmayan, hiçbir surette sentetik<br />

katkı maddesi içermeyen çay da organik çaydır.”<br />

diye konuşuyor.<br />

Faydalı bir bitki<br />

Çay, günlük sıvı ihtiyacının karşılanmasına<br />

önemli ölçüde katkıda bulunuyor. Keza<br />

ABD’nin önde gelen üniversitelerinden<br />

California Üniversitesi’nde yürütülen ve<br />

özel bir firmanın çay enstitüsü tarafından da<br />

desteklenen araştırmaya göre siyah ve yeşil çay<br />

çeşitlerinin felç geçirme riskini önemli derecede<br />

azaltabildiği tespit edilmiş. Araştırmada, 9 farklı<br />

çalışmada yer alan 4.378 felç vakası incelenmiş.<br />

Araştırmaya katılan bilim adamları, günde bir<br />

fincandan daha az siyah ya da yeşil çay tüketen<br />

ve günde 3 ya da fazla fincan çay tüketen kişileri<br />

karşılaştırıyor. Sonuçlarına göre, günde 3 ya<br />

da fazla fincan siyah ya da yeşil çay tüketen<br />

kişilerde, ölümcül ya da ölümcül olmayan<br />

felç riskinin yüzde 21 oranında azalabildiği<br />

saptanmış. Öte yandan çay, şeker veya süt ile<br />

tüketilmediği takdirde kilo kontrolü sağlayan<br />

bir beslenme düzeninde yer alabilen önemli bir<br />

içecek. Aynı zamanda önemli bir antioksidan<br />

kaynağı. Flovonoidler olarak adlandırılan<br />

bu antioksidanlar meyve ve sebzelerde de<br />

bulunuyor. Ayrıca bu antioksidanların antibakterial<br />

özellikleri bulunduğu ve dişlerin<br />

asitlere karşı daha dayanıklı olmasını sağlamaları<br />

ile diş sağlığına faydalarından da söz ediliyor.<br />

Kalp sağlığı ile düzenli olarak çay tüketimi<br />

arasında ilişki olduğu son yıllarda üzerinde<br />

durulan diğer bir bulgu. Öte yandan çayda doğal<br />

olarak bulunan bir aminoasit olan Theanine’in,<br />

insan zihninde konsantrasyonu ve odaklanmayı<br />

arttırmaya yardımcı olduğuna yönelik bilimsel<br />

araştırmalar da giderek ilgi odağı olmaya<br />

başlamış gözüküyor.<br />

İkramların efendisi<br />

Fas’ta bir kutlama asla, buharda kızgın servis<br />

edilen naneli çay olmadan düşünülemez; ya tatlı<br />

ya da çok tatlı olarak servis edilir. Japonya’da<br />

çay içilmesinin ve ikramının da ritüelleri<br />

vardır. Çay içileceği zaman, çayın sunulduğu<br />

bardaktan, hangi sezonda içildiğine kadar<br />

her ayrıntı önemsenir. Adeta bir seremoni<br />

gibi sunulan çayın içildiği ana ve çayın tadına<br />

konsantre olunur. Rusya’da çay odun ateşinde<br />

bizimkine benzer şekilde demlenir. Ülkemizde<br />

ise; çay tiryakilerinin ya da geniş ailelerin<br />

vazgeçilmez semaverinden, porselen demliklere<br />

kadar tükettiğimiz çay misafir ikramlıklarının<br />

efendisidir. Her ne kadar biz onu şekeriyle<br />

hemhâl olabilmesi için baş döndürücü bir hız<br />

ve olabildiğince yüksek bir sesle karıştırmayı<br />

sevsek de o mis kokusuyla her dem sıcacık sarar<br />

bizi.<br />

Vizyon 13


program<br />

Mine Sultan ÜNVER<br />

mine.unver@trt.net.tr<br />

Hayatın kendisi bir yarış! Yarışmalar, kimi zaman kazanma ve kaybetme mücadelesi. Kimi zaman ise eğlence ve öğrenmeye araç.<br />

TRT’nin o eski yarışmalarını unutmak<br />

mümkün değil; Cenk Koray’ın “Tele<br />

Kutu”su, Erkan Yolaç’ın “Evet-Hayır”ı,<br />

“Barış Manço’yla 7’den 77’ye”, “Aileler<br />

Yarışıyor”, “Gülünüz Güldürünüz”...<br />

TRT bugün de, aynı kamu yayıncısı<br />

sorumluluğuyla rekabeti, eğlenceye ve<br />

öğrenmeye araç kılıyor. Televizyon kanallarında,<br />

her yaşa hitap eden, pek çok<br />

yarışmaya yer veriyor. İşte bazıları;<br />

“Bir Kelime Bir İşlem”<br />

TRT klasiklerinden bir yarışma programı.<br />

27 yıldır sevilerek takip edilen<br />

Bir Kelime Bir İşlem, matematik ve dil<br />

esasına dayalı bir yarışma. Amacı; yarışmacıların<br />

türetmiş olduğu<br />

kelimeler örnek alınarak,<br />

14 Vizyon<br />

Türk dili kuralları hakkında bilgiler<br />

vermek, doğru telaffuzları ve anlamlarını<br />

açıklamak. Matematik sorularında<br />

ise amaç; 4 işlem kullanarak, seri ve<br />

doğru şekilde cevaplara ulaşmak, bu sayede<br />

yarışmacılara ve izleyenlere zihin<br />

jimnastiği yaptırmak.<br />

Yıllardır devam eden ve ilgiyle<br />

takip edilen “Bir Kelime Bir<br />

İşlem” başarısını neye borçlu<br />

sizce?<br />

İzleyici; Saadet Ortaç (65)<br />

“Bir Kelime Bir İşlem”i senelerce izledim,<br />

her hafta takip ettim. O bir klasik,<br />

vazgeçilmezlerimden biri. Çünkü<br />

o ilkti. Onun kadar kaliteli bir yarışma<br />

programı daha yoktu. Kendimizi sınadığımız,<br />

eğlendiğimiz, zekâmızı eğittiğimiz<br />

bir programdı, hâlâ da öyle. İnsan<br />

alışkanlıklarından kolay vazgeçemiyor<br />

ki. İnanın şimdi pek çok televizyon kanalı<br />

ve pek çok yarışma programı olmasına<br />

karşın, hala “Bir Kelime Bir İşlem”<br />

en iyi birkaç yarışmadan birisi çoğumuz<br />

için.<br />

“Annem Söyler Ben Yaparım”<br />

Anne ve çocuklarından oluşan iki çift…<br />

Heyecan, telaş içinde geçen yarışmada<br />

annelerin hiçbir şeye dokunma izni yok.<br />

Sadece çocuklarına direktifler vererek,<br />

tarife göre rehberlik ediyorlar. Yarışmacıların<br />

seçilmiş tarifi yapabilmeleri için<br />

kısıtlı süreleri var. Süre işlemeye başladığında,<br />

evlatlar pişirmeye başlamak<br />

için tezgâha giderek annelerinin belirttiği<br />

her bir malzemeyi temin etmek<br />

zorundalar. Anneler işlerin kendileri<br />

adına iyi gitmediğini düşündüklerinde,<br />

istedikleri sayıda cankurtaran ipi atabilirler.<br />

Bunu sağlayacak olan “Panik<br />

Tuşu”na bastıkları andan itibaren anneler<br />

mutfağa girerek çocuklarına yardım<br />

edebilirler. Ama bu süreçte saat iki kat<br />

hızlı işliyor. Sonuçları değerlendirmek<br />

ve kazanan çifti belirlemek için, tanınmış<br />

bir eleştirmen, pişirilen yemekleri<br />

lezzet testinden geçiriyor.<br />

“Ana Ocağı”<br />

Sıradışı bir yarışma olan “Ana Ocağı”,<br />

yayınlandığı ilk günden itibaren sevilerek<br />

izlenmeye başladı. Yarışmanın


amacı, yarışmacılar aracılığıyla, şehir<br />

yaşamının karmaşasında özlenen köy<br />

hayatını, unutulan örf ve adetlerimizi<br />

hatırlatmak. Çekimleri Sakarya’nın<br />

Serdivan ilçesindeki 50 dönümlük bir<br />

arazi üzerine kurulu bir çiftlikte gerçekleştirilen<br />

“Ana Ocağı”nda, yarışmacılara<br />

köydeki yaşamını ve unutulmaya yüz<br />

tutmuş değerlerimizi öğretecek üç eğitmen<br />

anne var. Köy evlerinde, kışın çetin<br />

şartlarına karşı hayat sürdürmeye çalışan<br />

genç yarışmacılar, teknolojiden uzak<br />

bir yaşam sürerken bir yandan da hayat<br />

boyu kendilerine yardımcı olacak birçok<br />

bilgi edinebilme şansı yakalıyorlar.<br />

Yarışma yayınlanmaya başlar<br />

başlamaz büyük ilgi gördü. Bu<br />

fikir nereden aklınıza geldi?<br />

Yapımcı; Erhan Öz<br />

Bizi heyecanlandıran, orijinal olan yarışma<br />

formatını kültürümüze uyarlama<br />

kısmı oldu. Geleneklerimiz, örf adetlerimiz,<br />

tabiatın, Anadolu’nun muazzam<br />

dokusu, kırsal hayatın hem zevkli, hem<br />

meşakkatli şartları derken bizi besleyen<br />

öyle çok malzeme var ki! Her hafta 4<br />

acemi genç kızımız, 3 tecrübeli eğitmen<br />

anneyle, Sakarya Serdivan köyündeki<br />

evimizde bazen zorlanarak, bazen eğlenerek<br />

yaptıkları görevlerle yarışıyor.<br />

Hem yarışmacılarımız hem izleyicilerimiz<br />

hayat boyu faydalanacakları bilgileri,<br />

unutulan değerleri ve özlenen köy<br />

hayatını “Ana Ocağı” aracılığıyla yaşıyorlar.<br />

Sanırım izleyicimiz bu sıcaklığı<br />

sevdi ve ne mutlu ki biz de programdan<br />

beklediğimiz değeri gördüğümüzü<br />

düşünüyoruz. Gelecek haftalarda da<br />

bol aksiyonlu ve eğlenceli bölümlerimiz<br />

geliyor. Karadeniz’in hırçın dalgalarında<br />

balık avı, -10 derece ve yarım metre<br />

karda açık arazide birçok zorlu görev<br />

yarışmacılarımızı bekliyor.<br />

Hani şehirde yaşayan bizler köy<br />

yaşamına özenir, kırsalı kutsarız<br />

ya! Yarışmaya katıldıktan<br />

sonra fikirlerinizde bir değişme<br />

var mı? Yoksa köy yaşamı zor<br />

mu geldi?<br />

Yarışmacı Eylül Tatlıcı<br />

“Ana Ocağı”na gelirken aklımda hiç<br />

kuşku yoktu. Hep köy hayatını merak<br />

ediyordum. Oysa bildiklerim, filmlerde<br />

gördüğüm ve kitaplarda okuduğumla<br />

sınırlıydı. Açıkçası bizi rahat bir hayatın<br />

beklediğini sanıyordum. Ama yanılmışım.<br />

Köy yerinde erken kalkmak<br />

gerekiyormuş. Her<br />

işimizi kendimiz<br />

yapmak zorundayız.<br />

Bunun güzelliği de ayrı tabii ki. Yemek<br />

yapmaktan hiç anlamazdım ama şimdi<br />

kendimi bir aşçı gibi hissediyorum.<br />

Çok zindeyim. Burada rekabetle birlikte<br />

samimiyet ve doğallık da var. Yediğimiz,<br />

içtiklerimiz, hava ve anneler o<br />

kadar doğallar ki anlatamam. Artık iyi<br />

bir anne olabileceğimi biliyorum, kendi<br />

toprağım olursa, hayvanlarım olursa<br />

ne yapacağımı da. Her saniye yeni bir<br />

şeyler öğreniyoruz. 4 gündür buradayım<br />

ama artık burası benim evim. Yarışıyoruz<br />

ama kimse kaybetmiyor. Daha hiç<br />

bileziği hak edemedim ama ben kazandım.<br />

Kesinlikle burada öğrendiklerimle<br />

ben kazandım.<br />

“Bir Kitap Bir Yarışma”<br />

Kitap okumak her zaman kazandırır.<br />

Programda, kitapevlerinde kitapseverlerin<br />

karşılarını çıkılıyor ve sorular<br />

soruluyor. Bilen elbette kazanıyor. Her<br />

programa, bir yazar konuk oluyor. Yazın<br />

hayatını kendi dilinden dinlediğimiz<br />

yazarla, okurları bir araya getiriliyor.<br />

Yarışma sayesinde kitapseverler, hem<br />

edebiyatın ünlü isimleriyle tanışıyor<br />

hem de ödüller kazanıyor.<br />

“Sana Bir Sorum Var”<br />

5’i Balkanlardan, 5’i Türkî Cumhuriyetlerden<br />

olmak üzere tam 10 ülkeden<br />

gençler bu yarışma programında buluşuyor<br />

ve hem eğlenip hem de bilgilerini<br />

sınıyor. Her bölümünde farklı ülkelerden<br />

3 yarışmacının yarıştığı programda<br />

çekişmeli bir mücadelenin heyecanı ekrana<br />

geliyor. Bir taraftan yarışma heyecanını<br />

izlerken bir taraftan da yarışmacıların<br />

ülkelerini sokak sokak gezdiren<br />

programla, geniş bir coğrafyanın ortak<br />

kültürüne, tarihine ve yaşantısına tanıklık<br />

edeceksiniz.<br />

“Kelimelerle Yarış”<br />

Yarışma, kelimelerin kimi zaman karışık<br />

sunulduğu, kimi zaman cümle aralarında<br />

gizlendiği tam 6 eğlenceli turdan<br />

oluşuyor. Stüdyoda bulunan 4 yarışmacıdan<br />

sadece biri, bu 6 turu geçerek finale<br />

kalıyor. Finalde şifreli kasa içinde<br />

2 bin liralık çeki kazanma şansı finalist<br />

yarışmacıyı bekliyor. Bu turda sorulan<br />

sorulara verilen her doğru cevap, kasanın<br />

bir şifresini açıyor.<br />

“Kripteks”<br />

Türkiye’nin tüm üniversitelerinde kıyasıya<br />

bir mücadele yaşanıyor! Heyecan,<br />

serüven, hareket, eğlence arıyorsanız ve<br />

şifrelerin gizeminde kaybolmak istiyorsanız<br />

“Kripteks” i kaçırmayın.<br />

“Türkçeyle Yarışıyorum”<br />

Yakın coğrafyamızda yer alan ülkelerde,<br />

o ülke vatandaşlarıyla Türkçe olarak yarışıyor;<br />

Türkçe’nin güzelliklerini, sınırların<br />

ötesinden seslerle taşıyor ve kültür<br />

köprüleri kuruyoruz. Program sırasında<br />

Balkanlar’dan Orta Asya’ya, yarışmanın<br />

yapıldığı şehirler de tanıtılıyor.<br />

Vizyon 15


“Ben Yaparım”<br />

Her gün yaptığınız işi bir kenara bırakıp,<br />

farklı bir meslekte farklı deneyimler<br />

yaşamak istiyorsanız ve diğer mesleklerin<br />

zorluklarını ve keyifli yanlarını keşfetmek<br />

niyetindeyseniz “Ben Yaparım”<br />

TRT ekranlarında.<br />

Biri kadın diğeri erkek, tiyatro sanatçısı<br />

ya da mimar yarışmacılar her hafta<br />

daha önce hiç denemedikleri bir meslekte<br />

çalışıyorlar. Garsonluk, camcılık,<br />

çiftçilik gibi farklı işleri tüm gün fiilen<br />

yaparak, birbirleriyle yarışıyorlar. Kimi<br />

zaman hasat yapıyorlar, kimi zaman bir<br />

müzik aleti.<br />

“Ben Yaparım” tekrarları dahi<br />

ilgiyle izlenen, takip edilen bir<br />

program. Programla eğitime<br />

farklı bir boyut kazandırmışsınız.<br />

Belki de pek çok izleyiciniz<br />

program sayesinde yapmak istedikleri<br />

iş alanını keşfediyorlar.<br />

Ne dersiniz?<br />

Yapımcı; Safiye Genli<br />

İki yarışmacımız da yarışma gereği kendilerine<br />

verilen zor işleri gerçekten en<br />

ince noktasına kadar tüm detaylarıyla<br />

yapıyorlar. Bedeni zorluğu varsa o işin<br />

hakikaten çok yoruluyorlar. Sağlıklarının<br />

bozulduğu dahi oldu bu işleri yaparken.<br />

Program sırasında yarışmacılar,<br />

daha önce alakalı olmadıkları, kendilerine<br />

verilen o işi yaparken empati kuruyorlar.<br />

Elbette seyirci de onlarla birlikte<br />

empati kuruyor. Ve biz yarışmacılarımız<br />

sayesinde, bir mesleğin zorluklarını, keyifli<br />

hallerini tüm detaylarıyla, izleyiciye<br />

göstermiş oluyoruz.<br />

Bir bölümde Konya’da hasat<br />

yapmıştı tiyatrocu yarışmalarımız.<br />

Binlerce dönüm arazinin<br />

hasatını yaptılar ki, bayan<br />

yarışmacının o kocaman hasat<br />

aracına merdivenle çıkıp, aracı<br />

kullanarak biçmesini herkes şaşkınlıkla<br />

ve takdirle izlemişti.<br />

“Otobüs Durağı”<br />

Otobüsü kaçırın ama bu programı kaçırmayın!<br />

Yarışma şehir şehir geziyor. Seyyar otobüs<br />

durağını kurduktan sonra yarışmacılarını<br />

seçiyor ve bol bol ödül dağıtırken<br />

eğlendiriyor, öğretiyor. Üç etaptan<br />

oluşan yarışmanın ilk etabında yarışmacılardan<br />

bir dakika içinde yöneltilen<br />

sorulara doğru yanıt vermesi isteniyor.<br />

Soruları doğru cevaplayan yarışmacı bir<br />

sonraki etapta yarışmaya hak kazanıyor.<br />

“Otobüs Durağı” yarışma programında<br />

katılanlar keyifli dakikalar geçiriyor.<br />

Otobüs beklemenin en keyifli yolu<br />

“Otobüs Durağı”<br />

Yarışmanız çok enteresan. Öncelikle<br />

fikri enteresan? Niçin<br />

bir otobüs durağı? Bir yaşanmışlıktan<br />

mı kaynaklanıyor?<br />

Yapımcı; Orhan Öztürk- Ramazan<br />

Arman<br />

Evet, aslında öyle. Biz öğrencilik yıllarımızda<br />

otobüs durağında beklerken<br />

geleceğe dair çok hayal kurardık. Malum<br />

eskiden belli saatlerde otobüs vardı,<br />

çok beklerdik. Zaman içinde nasip oldu,<br />

hayal ettiğimiz işleri yapmaya başladık.<br />

“Otobüs Durağı”nı da böyle bir yarışma<br />

formatı olarak düşündük. Çünkü otobüs<br />

durağı hepimizin hayatının içinde<br />

var olan bir şeydir.<br />

Sokakta olduğu ve anlık geliştiği<br />

için siz yarışma ekibi açısından<br />

da süprizlerle dolu olmalı.<br />

Yaşadığınız hoşluklar var mı?<br />

Yapımcı; Orhan Öztürk-Ramazan<br />

Arman<br />

Çok yaşanmışlığımız var. Mesela durağı<br />

yerleştirdiğimizde gelip oturan ve<br />

gerçekten otobüs geçecekmiş gibi araç<br />

bekleyenler oluyor. Bir keresinde bir<br />

teyze biz hazırlanırken oturdu oturdu,<br />

sonra “Oğlum bu otobüs niye gelmedi?”<br />

diye sordu. Öte yandan biz çekim<br />

yaparken orada biriken şehir halkı arasından<br />

yarışmacılara tiyo vermeye çalışanlar<br />

oluyor. Ayrıca üniversitelerden<br />

öğrencileri büyük ilgi gösteriyor, bizleri<br />

arıyorlar: “Durak ne zaman bizim kampüse<br />

gelecek?” diye. Öğrenci dünyası<br />

çok farklı ve zengin. Hatta program sırasında<br />

onların arasından nice yetenekler<br />

keşfediyoruz. Enteresan bir durum<br />

daha var: Durağı kent merkezlerinde<br />

kurduğumuzda kuyruklar oluşuyor. Bilmeden<br />

“Bak burada kuyruk var” deyip<br />

kuyruğa girenler oluyor. Çok eğlenceli<br />

haller yaşıyoruz doğrusu.<br />

16 Vizyon


Vizyon 17


tarih<br />

LETAİF-İ ÂL-İ OSMAN<br />

Osmanlı’da Mizah<br />

“Osmanlı ülkesini ziyaret eden<br />

yabancılar, Türkleri ‘gülmeyi<br />

seven, mizah anlayışı gelişmiş’<br />

bir millet olarak niteler.”<br />

18 Vizyon


Didem ŞAHSUVAROĞLU<br />

didem.sahsuvaroglu@trt.net.tr<br />

“Orhan Gazi Camii inşaatının orta yerinde bir anda peyda oluveren, mizahları da ömürleri<br />

gibi kısa olan Hacivat ile Karagöz, daha sonra Ahibaşı Şeyh Küşteri’nin çarıklarında hayat<br />

buldu ve çiçeği burnunda imparatorluğun mizah hayatına damgasını vurdu.”<br />

Osmanlı ülkesini ziyaret eden yabancılar, Türkleri<br />

“gülmeyi seven, mizah anlayışı gelişmiş”<br />

bir millet olarak niteler. Ancak Osmanlı<br />

ülkesinde mizah, gizli kapaklı yürütülen bir işti.<br />

Büyüklerinin yanında vakarlarını koruyan gençler, esprilerini<br />

akranlarıyla baş başa kaldıkları zamana saklarlardı. Yüzyıl<br />

sonraki torunlarının, mizah dergilerini ve çizgi romanları ders<br />

kitaplarının arasında okumalarına benzer şekilde Osmanlılar,<br />

mizah eserlerini kara kaplı kitapların arasına saklayıp gizli<br />

kapaklı okudu.<br />

Osmanlı’da mizah kültürü, kültürün öteki kollarında<br />

olduğu gibi sözlü kültürle başlar. Osmanlı insanının mizah<br />

dergilerinden önce, ağızdan ağıza dolaşıp “güldürürken<br />

düşündüren” deyişleri vardı. Üstelik bunlar, şehirlerdeki sınırlı<br />

bir zümreyle sınırlı kalmayıp taşranın en ucundaki insana<br />

kadar ulaşıyordu.<br />

Hoca Bir Gün…<br />

Türk kültüründe gülmek deyince akla Nasreddin Hoca<br />

gelir. “Nasreddin Hoca” adı ilk kez, Ebul Hayrî Rumi’nin<br />

1480’de yazdığı ve Sarı Saltuk’un menkıbelerini anlatan<br />

“Saltukname”de geçer. Buna göre Nasreddin Hoca, Sarı<br />

Saltuk’un Akşehir’de karşılaştığı bir derviştir. Sarı Saltuk,<br />

Nasreddin Hoca’nın tasavvufî kişiliğinin altında sakladığı<br />

ve beklenmedik bir anda ortaya atıverdiği mizahî yönünden<br />

şaşkınlıkla bahseder.<br />

Evliya Çelebi de Seyahatname’de, Nasreddin Hoca’nın<br />

kabrini, Konya’daki önemli ziyaret yerleri arasında sayar ve<br />

Hoca’yı şu sözlerle anlatır:<br />

“Din ve dünya uleması Şeyh Hoca Nasreddin… Gazi<br />

Hüdavendigar’a yetişip Yıldırım Bayezid Han zamanında<br />

gelişmiş engin erdem sahibi, hazırcevap, keşif ve keramet<br />

sahibi ulu sultan. Timur ile hemmeclis oldu. Timur onun<br />

sohbetinden hoşlanırdı ve onun mübarek hatırı için Akşehir’i<br />

yağmadan muaf tuttu. Hoca Nasreddin, Çelebi Mehmet<br />

zamanında öldü.”<br />

Anadolu filozofunun mizah yüklü maceraları, nesilden<br />

nesile aktarıldı. Önce ağızdan ağıza dolaşan bu fıkralar, daha<br />

sonra el yazması kitaplarda yerini aldı. Orta Anadolu’nun<br />

bilge hocası, Türk dilinin konuşulduğu ve Osmanlı sancağının<br />

dalgalandığı topraklara yayıldı. Türkistan’dan Macaristan’a,<br />

Sibirya’dan Kuzey Afrika’ya… Azerbaycan Türkleri, “Molla<br />

Nasreddin” dedikleri hocayı, yüzlerce kilometre öteden<br />

bağrına bastı. Hoca’nın ünü Türk dünyasıyla sınırlı kalmayıp<br />

dünyaya yayıldı. Nasreddin Hoca yazmaları, Avrupa ve<br />

ABD’de akademi ve devlet kütüphanelerinde kendine yer<br />

buldu.<br />

Türk mizah anlayışının temel taşlarından Nasreddin Hoca,<br />

yüzyıllar içinde zaman içinde bir kişi olmaktan çıkıp bir<br />

felsefe halini aldı. Bu felsefe doğrultusunda kendisine birçok<br />

fıkra da mâl edildi.<br />

Lehcetül Hakayık – Gerçeklerin Dili<br />

“Gerçeklerin Dili” anlamına gelen Lehcetül<br />

Hakayık, kelimelere gerçek anlamlarının dışında<br />

yüklediği mizahî anlamlarla Türk Edebiyatında<br />

bir ilkti. Bu yönüyle günümüz kullanıcı<br />

sözlüklerinin dedesi sayılabilecek olan sözlük,<br />

Diyojen’de tefrika halinde yayımlandı. Sözlüğün<br />

yazarı, “Osmanlıların Moliere”i lakaplı<br />

Mehmet Ali Bey, sözlüğü daha sonra kitaplaştırdı.<br />

Lehcetül Hakayık’ın aradan geçen yüz<br />

küsur yıla rağmen eskimeyen tespitlerinden<br />

bazıları:<br />

İnşallah: Nezaketle verilen ret cevabı<br />

Barbar: Topu icat edemeyenler<br />

Tarih: Züğürtlendikçe eski defterleri karıştırmak<br />

Tecrübe: Sonbahar çiçeği<br />

Cesaret: Korktuğunu belli etmemek<br />

Rüşvet: Hizmet mukabili hediye<br />

Sır: Yayılma kudreti sonsuz madde<br />

Yaş: Kadınların saklamayı başardıkları tek sır<br />

Tokat: Tesiri bin nasihatten evla keskin kılıç<br />

Sabır: Başka yol olmadığı zaman köşede kalmışlığın<br />

fazileti<br />

Âlim: Bir şey bilmediğini bilen<br />

Falcı: İstediğimizi söyleyen<br />

Nikâh: Boşanmanın ilk faslı<br />

Şiir: Darası alınmış söz<br />

Şair: Söz kantarcısı<br />

İnsan ömrü: Dönüş bileti satılmayan bir seyahat<br />

Çocuk: Ailenin gerçek reisi<br />

Aferin: Ucuz ihsan<br />

Dün: Bugünün arka tarafı<br />

Af: En güzel intikam<br />

Bahşiş: Zoraki bağış<br />

Cüce: Bazı büyük adamları yakından görünüşü<br />

Diken: Gül bekçisi<br />

Vizyon 19


Hayy! Hakk!<br />

Tarihler ve suretleri bir kenara koyarsak, atalarımızın<br />

da bize benzer ilgi alanları olduğunu görürüz. Bizim gibi<br />

büyük salonlarda ünlü komedyenleri seyretmiyorlardı ama<br />

atalarımızın omzu mendilli, eli bastonlu meddahları vardı.<br />

Meddahlar, daha kara mürekkep ak kâğıda düşmeden,<br />

mizah dergilerinin yaptığı işi yapıyorlardı. Sözlü kültürün<br />

egemen olduğu Doğu toplumlarının ortak değerlerinden<br />

olan meddah, en ciddi olayı bile mizahi üslupla aktarmayı<br />

başarır. Bunu yaparken tek kişilik bir tiyatro gibi davranır.<br />

Meddahın sahnedeki yalnızlığına tezat, sahnenin<br />

birbirinden ayrılmaz ikilisi Karagöz’le Hacivat’tır. Demirci<br />

ustası Kambur Bali Çelebi ile duvarcı ustası Halil Hacı İvaz… 14. yüzyıl<br />

Bursası’nda Orhan Gazi Camii’nin inşaatının orta yerinde bir anda peyda<br />

oluveren, mizahları da ömürleri gibi kısa olan ikili, daha sonra Ahibaşı Şeyh<br />

Küşteri’nin çarıklarında hayat buldu ve çiçeği burnunda imparatorluğun<br />

mizah hayatına damgasını vurdu. Kuruluşta başlayan gelenek, özellikle 17.<br />

yüzyılda popülerleşti ve 6 asırlık Osmanlı dönemini aşıp günümüze kadar<br />

geldi.<br />

Karagözle Hacivat’ın bu derece sevilmesinin ve uzun yıllar canlılığını<br />

korumasının kökeninde hiç şüphesiz, zamanın kendisi kadar eski iki<br />

değişmez tipi barındırmasının etkisi var. Karagöz sade vatandaştır, Hacivat<br />

ekâbir… Karagöz cahildir, Hacivat yarı aydın…<br />

Halk çocuğu ile yarı aydının öyküsü hayal perdesi ile sınırlı kalmaz.<br />

Bir süre sonra oyuncuların vücudunda ete kemiğe bürünür ve çıkıverir<br />

meydane. Adına “ortaoyunu” denir. Burada artık Hacivat “Pişekâr”, Karagöz<br />

de “Kavuklu”dur. İsimler değişse de, mevzu gene aynıdır. Meddahtan beri<br />

süregelen, güncel olayların esprili şekilde tenkidi…<br />

Millî Kütüphane Süreli Yayınlar Arşivi’nden<br />

Latifetül Hümayun<br />

Türkleri “gülmeyi seven insanlar” olarak tanımlayan yabancıların hakkı<br />

var… Osmanlı’da halkın her kesiminde ve devletin her kademesinde espritüel<br />

kimselere rastlamak mümkün. Mahiyetlerindeki soytarılara kendilerini<br />

eğlendirten kralların aksine Osmanlı’nın bizzat kendisi şakacı sultanları<br />

oldu. Bunların başında, ıslahatçı padişah Sultan II. Mahmud gelir.<br />

II. Mahmud, dönemin iki gölge oyunu ustası Abdi ve Sait Beylerle çok<br />

iyi anlaşırdı. Gündelik hayatlarında zarif iki Osmanlı Beyefendisi olan<br />

bu kişiler, geniş görüşlü padişahın sevgisini kazanmıştı. Öyle ki, “söz ola<br />

kestire başı” türünden lakırdıları bile sultanın huzurunda mizahî bir üslupta<br />

edebiliyorlardı.<br />

Mizahsever hünkârın latifeleri de musahiplerini aratmayacak cinstendi.<br />

Günün birinde Sultan Mahmud, Sait Bey’i de yanına alarak Abdi Bey’i<br />

ziyarete gitti. Evin kapısını Abdi Bey’in karısı açtı ve kocasının evde<br />

olmadığını söyledi. Sultan Mahmud “Doğru ya, yanlış geldik. Abdi Bey<br />

bizi öteki karısının evine davet etmişti.” dedi ve bıyık altından gülerek<br />

oradan ayrıldı. Zira Abdi Bey’in “öteki karısı” diye biri yoktu. Abdi Bey eve<br />

döndüğünde kızılca kıyamet koptu. “Koskoca padişah, yalan mı söyleyecek”<br />

diyen karısına ne dediyse, kendini inandıramadı. Ertesi gün Abdi Bey<br />

başından geçenleri anlattığında sultan, Sait Bey’i işaret ederek: “Vallahi ben<br />

söylemedim, bu söyledi…”<br />

Abdi ve Sait Beyler, Batı’da gördükleri gibi bir mizah dergisi çıkarabilmek<br />

için sultandan icazet istediler. Sultan, mizahın öneminin farkındaydı ancak<br />

devir, henüz mizah dergisine hazır değildi. Yeniçeri Ocağı henüz kaldırılmış,<br />

yenilikçi padişahın icraatları yadırganır durumdaydı. II. Mahmut,<br />

musahiplerinin bu talebini reddetmedi, fakat bir süre beklemelerini söyleyerek<br />

erteledi. Ne var ki bu bekleme, beklenenden uzun sürdü ve Osmanlı’nın ilk<br />

mizah dergisini ne Abdi ve Sait beyler ne de Sultan Mahmut görebildi.<br />

20 Vizyon


Gölge etme başka ihsan istemem<br />

İlk mizah dergisi, Abdi ve Sait Beyler’in girişiminden<br />

yaklaşık kırk yıl sonra 1869’da Sultan Abdülaziz devrinde<br />

çıktı. Girişimin sahipleri, Rum asıllı Osmanlı Teodor Kasap<br />

ile mizahi yönü pek bilinmeyen vatan şairi Namık Kemal…<br />

Anadolu kökenli olmasına karşın Batı’ya öykünen bu girişim<br />

adını, Batı felsefesinin Anadolu kökenli filozofundan alır:<br />

Diyojen… Derginin kapağında, dünya imparatoru İskender<br />

ile fıçının içinde yaşayan filozofun efsane karşılaşması<br />

resmedilir. Ve ikisinin diyaloğu, resmin altında Osmanlıca<br />

harflerle yazar: Gölge etme başka ihsan istemem…<br />

Diyojen endişe içinde çıktı. Batı’dan gelenin mesafeli<br />

karşılandığı bu dönemde olayları sivri diliyle irdeleyen<br />

üstelik Batı kültürü kökenli bir isme sahip bu dergi nasıl<br />

karşılanacaktı? Bu, Avrupa’ya seyahat etmiş ve böyle şeylerin<br />

artık kendi ülkesi için de elzem olduğunun idrakinde olan<br />

padişah Abdülaziz’i bile kaygılandırır. Ancak korkulan olmaz.<br />

Bilakis, okumayla o devirde de arası olmayan halk, Diyojen’i<br />

beklenmedik biçimde benimser.<br />

Diyojen okur tarafından benimsendikçe, Türk mizahının ilk<br />

dergisi de kendi kültürel dinamikleri üzerinde yolunu çizdi ve<br />

Batı’ya öykünme giderek azaldı. Bu dönüşüme paralel olarak<br />

dergi, hayal perdesine istinaden “Hayal” adını aldı. Hacivat ve<br />

Karagöz, Namık Kemal ve Teodor Kasap’ın kaleminde perde<br />

arkasından çıkıp sayfalarda karşı karşıya geldi. Geleneksel<br />

atışmalarını, güncel olayların eleştirisi için yaptılar.<br />

Bu dergileri Çıngıraklı Tatar, Letaif-i Asar, Kahkaha,<br />

Çaylak ve Beberuhi takip etti. Ancak 93 Harbi döneminde<br />

meclisini kapatılmasıyla mizah basını da uzun süren sessizliğe<br />

büründü.<br />

II. Meşrutiyet’in ilanı, mizah dergiciliği açısından da<br />

önemli bir adımdı. Çok sayıda derginin yayına başlama<br />

yılı olarak “1908” kayıtlara geçti. Bu dönem ayrıca, mizah<br />

dergiciliğinin acemiliği üzerinden atması açısından da<br />

önemliydi. Bu tarihten sonra çıkan dergilerde gerek yazılar,<br />

gerekse karikatür itibaren yazılar ve çizgiler daha ustacaydı.<br />

Yıllara meydan okuyan mevzular<br />

Aradan yüzyılın üzerinde zaman geçmesine rağmen<br />

Osmanlı mizahına bakıldığında, espri anlayışındaki ufak<br />

değişiklikler olmakla beraber gülünen ve eleştirilen konuların<br />

değişmediği görülür.<br />

Gelenekçi-yenilikçi çekişmesi, “devlet”in kendisi kadar eski<br />

bir mesele… Bu mevzu Türk mizahına alaturka-alafranga,<br />

kaftan-istanbulin, fes-şapka ikiliği olarak yansır. Diyojen<br />

yazarı Teodor Kasap, dönemin eğitim politikası gereği<br />

Avrupa’ya gidip, burada kaldığı süre içinde kendini Avrupalı<br />

zannetmeye başlayan ve ülkeye döndüğünde gizliden gizliye<br />

feslerini çıkarıp şapka giyenleri tiye alır:<br />

“Kışın odunundan, yazın buzundan, her mevsim sofranın<br />

tadından tuzundan kesip Frenkistan’a gönderdiğimiz<br />

gençlerimiz; siz medeniyeti kılık kıyafette, ya da öğreneceğiniz<br />

yarım yamalak ecnebi lisanında mı zannedersiniz?”<br />

Belediyecilik sorunları da mizah dergilerinin yazarlarını<br />

meşgul eder. Victor Hugo’nun “Paris insanlığın beynidir”<br />

sözüne nazire yapan bir İstanbul belediye meclis üyesi<br />

“İstanbul da insanlığın kalbidir” der. Bunun üzerine<br />

Diyojen’den tepki gecikmez: “Yolsuz köprüsüz, toz toprak<br />

içindeki İstanbul insanlığın kalbi olursa, vah insanlığın<br />

haline…”<br />

Geçim sıkıntısı da halkın ve dolayısıyla mizah dergilerinin<br />

eskimez konusudur. Mehmet Tevfik, Kastamonulu köylünün<br />

ağzından fakirliği Çaylak’ta şöyle anlatır:<br />

Toptan pılıyı pırtıyı sattudu züğürtlük<br />

Köycek bize gardaş duman attudu züğürtlük<br />

Zalt ben mi ya, Gastambolu da hep cıbur oldu<br />

Dünyayı birbirine gattudu züğürtlük<br />

Namlunun ucunda mizah<br />

“93 Harbi” olarak kayıtlara geçen 1877-78 Osmanlı-Rus<br />

Savaşı’nda mizahın duruşu, destekleyici ve cesaret vericidir.<br />

Türk askerini “zafer bizimdir” diyerek cesaretlendirirken,<br />

Rus yönetimine verip veriştirir. Mizah yazarlarının tek sözü<br />

Rus yönetimine değildir. Kendi yöneticilerine söylemek<br />

isteyip söyleyemediklerini de “sözüm sana Rus Çarı, sen anla<br />

devletlûm” diyerek ortaya koymaktan geri durmazlar. Hacivat<br />

ile Karagöz’ün savaş konusunda endişesi, dönemin durumuna<br />

iyi bir aynadır:<br />

Hacivat: Karagözüm, hiçbir telgraf ajansının yazdığı<br />

birbirini tutmuyor. Neden Osmanlının zaferlerini saklamak<br />

için bunca gayret sarf ediyorlar?<br />

Karagöz: Neden olacak? Bizim kendi telgraf ajansımız<br />

olmadığı için…<br />

Millî Mücadele yıllarında da mizahın savaş üzerine<br />

söyleyecek iki çift sözü vardı. Mizah dergileri de ülkedeki<br />

herkes gibi safını seçmişti: İstanbulcular ve Ankaracılar…<br />

Ankaracılar başta biraz daha çekingendi. Ancak Batı<br />

cephesinden iyi haberler gelmeye başladıkça roller değişti<br />

ve Babı Âli’cilerin sedası azalırken, Millî Mücadelecilerinki<br />

yükseldi.<br />

Namlunun ucunda mizah, yalnız karşı tarafı eleştirmekten<br />

ibaret değildi. Yeri geldiğinde, milletini de eleştirmekten geri<br />

durmadı:<br />

Ey koç yiğit, tosun kardaş, tasa etme gam yeme<br />

Eğerçi sen bahtiyarlık illerine ermedin.<br />

Lakin sana EY TÜRK UYAN dedim de ben şiirime<br />

Uzun uzun esnemekten gayrı cevap vermedin.<br />

Vizyon 21


spor Öztürk Miraç SARAL ozturkmirac.saral@trt.net.tr<br />

Buz üstünde şah-mat<br />

Körling<br />

Körling’in buz üstünde icra edilen bir spor<br />

olduğu herkesin malumu. Bu yüzden Kuzey<br />

Britanya’nın soğuk atmosferinde ortaya çıkması<br />

şaşırtıcı değil. 500 yıl önce gölleri sürekli donan<br />

İskoçların, taşları buz tutmuş gölde kaydırarak<br />

başladıkları eğlence arayışı, kısa zaman içinde<br />

Körling’e dönüşmüş.<br />

22 Vizyon


Vizyon 23


Spor, günümüzde fiziksel temelli bir rekabet silsilesinden çok daha fazlası… Muazzam bir ekonomiyi temsil etmesinin<br />

yanında sanattan politikaya, insanın olduğu her yerde mutlaka bir etkisi var. Ancak maalesef ülkemizde futbol, biraz<br />

da basketbol dışında diğer sporlara verdiğimiz önem devede kulak kalıyor.<br />

Gazetelerimizin spor sayfalarında bolca futbol haberi, belki biraz basketbol, meze olarak voleybol veya tenis dışında<br />

diğer sporlar görmezden geliniyor. Hâlbuki ülkemizin bazı şehirlerinde, pek de aşina olmadığımız sporlar profesyonel olarak<br />

yapılıyor, ilgi görüyor ve başarı da sağlanıyor.<br />

Körling de o sporlardan bir tanesi. Olimpik bir spor olan Körling’in 500 yıllık bir geçmişi ve dünyada 1,5 milyonu aşkın<br />

sporcusu var. Üstelik 2009 yılından beri başta Erzurum olmak üzere ülkemizde de icra ediliyor.<br />

Fotoğraflara bakıp “Süpürgeyle yerin silindiği bir spor mu olur?” demeyin. Körling sadece seyrederek ve başkasının<br />

anlatmasıyla kolay anlaşılabilen bir oyun değil, kabul ediyoruz. Ancak biz yine de şansımızı deneyelim ve Türk Dil Kurumu’nun<br />

“Buz Topacı” ismini verdiği Körling’i tanımaya çalışalım.<br />

24 Vizyon


Körling’in yolu Türkiye’ye, Buz Hokeyi Federasyonu altında bir şube olarak 2009 yılında düştü. Ancak<br />

Türk Körling sporcuları herkesi, hatta Federasyon yetkililerini bile şaşırtarak 6 yılda adeta 60 yıllık<br />

ilerleme kaydettiler.<br />

Donmuş gölde başlayan eğlence<br />

Körling’in buz üstünde icra edilen bir spor olduğu<br />

herkesin malumu. Bu yüzden Kuzey Britanya’nın soğuk<br />

atmosferinde ortaya çıkması şaşırtıcı değil. 500 yıl önce<br />

gölleri sürekli donan İskoçların, taşları buz tutmuş gölde<br />

kaydırarak başladıkları eğlence arayışı, kısa zaman içinde<br />

Körling’e dönüşmüş.<br />

Gölde kaydırılan taşların aslında mitolojik hikâyesi de<br />

var. İskoçlar “kader taşı” dedikleri ve vaktinde krallarının<br />

üzerinde oturduğu söylenen efsanevi bir taşa sahip. Bu<br />

taş, İskoçların ataları olarak kabul ettikleri Kelt’lerin<br />

Britanya’ya ayak bastıklarında yanlarında getirdikleri taşmış<br />

ve egemenliği temsil ediyormuş. Zaten Körling’in gayesi de<br />

bu; kendi taşını egemenlik alanına taşımak.<br />

İskoçya’dan sonra Britanya’nın tamamına, ardından da<br />

göllerin “donma” ihtimali olan İsveç, Finlandiya, Kanada,<br />

Norveç gibi ülkelerde yayılan Körling 1924’te uluslararası<br />

bir nitelik kazandı. 1998 yılından itibaren de Kış<br />

Olimpiyatları’nın parçası haline geldi ve göl eğlencesinden<br />

daha ziyade satranç misali incelikli bir zekâ sporuna dönüştü.<br />

Türkiye’nin Körling’le tanışması<br />

Körling’in yolu Türkiye’ye, Buz Hokeyi Federasyonu<br />

altında bir şube olarak 2009 yılında düştü. Ancak Türk<br />

Körling sporcuları herkesi, hatta Federasyon yetkililerini<br />

bile şaşırtarak 6 yılda adeta 60 yıllık ilerleme kaydettiler.<br />

Bunun da basit bir sebebi var elbette: Erzurum’daki Milli<br />

Piyango Curling Arena… Belki henüz beklediğimiz büyük<br />

kış sporları devrimini gerçekleştiremedik, ama en azından<br />

Avrupa’nın en kaliteli Körling pistlerinden bir tanesine<br />

Erzurum’da sahip olmayı başardık.<br />

2011 yılında Erzurum’da düzenlenen Dünya Üniversiteler<br />

Kış Oyunları (Winter Universiade) için inşa edilen 1000<br />

kişilik bu arena, Türkiye’nin yakın zamana kadarki tek<br />

Körling arenasıydı. Zaten bu organizasyonun ardından<br />

Avrupa ve Dünya Karışık Körling Şampiyonaları da bu<br />

arenada gerçekleşti.<br />

Muntazam bir Körling pistinden sonra sıra doğal olarak<br />

milli takımın kurulmasına geldi. Federasyon bu yüzden<br />

Erzurum’da gayriresmi bir turnuva düzenleyerek tüm<br />

Türkiye’den Körling meraklılarını buraya çağırdı. Kadın<br />

Türk Sinemasında Körling izleri: Süpürrr<br />

Mazisinde pek çok değişik temaya yer veren Türk Sineması, Körling’e de tabii ki bir yer ayırır. 2009 yılında vizyona<br />

girmiş “Süpürrr” isimli komedi filmi, dünyada Körling hakkında çekilmiş çok az filmden bir tanesi.<br />

Filmin konusu ise şöyle: Üniversite mezunu işsiz bir delikanlı, kız arkadaşıyla evlenebilmenin yollarını aramaktadır.<br />

Kızın babası ise kızını sadece Milli formayı giymiş, birisine vermeyi düşünmektedir. Kahramanımız ise milli sporcu<br />

Real<br />

olmanın basit bir yolunu bulur: Körling Milli Takımı’na girmek.<br />

Madrid<br />

efsanesi<br />

Raul<br />

Vizyon 25


A’dan Z’ye Körling<br />

End: İki takımın bir oyunda sekizer kez taşı attığı oyun süresi.<br />

Hammer: Oyunun temelindeki avantaj olan son atış hakkı, çekiç atış hakkı da deniliyor. Oyundan önce para atışıyla<br />

kimin alacağı belirleniyor.<br />

House: Oyunun oynadığı temel kısım. Atışların gönderildiği ve puanların toplandığı dairelerin olduğu yerin adı.<br />

Hack: Oyuncular atış öncesinde hızlanmak için kullandıkları tahta veya metal takozun adı.<br />

Hog Line: Oyuncuların taşı elinden çıkartmak zorunda oldukları son nokta. İhlal Çizgisi.<br />

Sweepers: Atış sırasında bağırıp çağıran ve piste basın uygulayan sporcular. Yani, süpürgeciler.<br />

Button: Düğme, evin içindeki en küçük ve en değerli daire.<br />

Rink: Oyunun gerçekleştiği saha, yani Körling Pisti<br />

Guard: Oyunun temel hamlelerinden. Bir taşı korumak yapılan atış. Defansif bir hamle olarak kabul ediliyor.<br />

Draw: Bir taşın, merkez içindeki başka bir taşı vurarak başka yere göndermesi. Körling’de sıkça kullanılan bir atış<br />

türüdür.<br />

Pebble: Buz çakılı. Yarıştan önce pistin üzerine püskürtülen ve çakıllaşan yüzeyin ismi. Bu yüzey sayesinde taşa yön<br />

veriliyor.<br />

- erkek 160 adayın başvurduğu adaylar üçer aşamalı bir<br />

turnuvayla elemine edildi ve ilk aday kadrolarımız belirlendi.<br />

Koçluğunu İskoçyalı Brian Gray’in yaptığı takımlarımız<br />

Avrupa C Klasmanında Körling serüvenlerine başladı.<br />

Özellikle kadın milli takımımız tüm maçlarını kazanarak<br />

B Klasmanına yükseldi. Şu anda dünya sıralamasında<br />

ise erkekler 46 takım arasında 29, kadınlar ise 38 takım<br />

arasında 22. sırada bulunuyorlar. Bu iki klasmanda da liderlik<br />

Kanada’ya, ikincilik ise İsveç’e ait.<br />

Haydi, Körling oynayalım<br />

Körling en basit haliyle her biri dört oyuncudan oluşan iki<br />

26 Vizyon


akip takımın 19,96 kg’lık bir granit taşı, buz zemin üzerinde<br />

kaydırarak sahanın diğer ucundaki bölge içinde en uygun yere<br />

konumlandırmaya çalıştıkları oyundur. Takımlar Körling’de<br />

ya defansif oyunu yani, rakip taşları vurarak bölgeden<br />

uzaklaştırmayı ya da atak oyunu yani kendi taşlarını merkezde<br />

tutmayı tercih ederler.<br />

Maçlar 10 devreden oluşur. Devreler ise her takımın dörder<br />

oyuncusunun da 2 atış yapması, yani toplam 16 atıştan sonra<br />

sona erer. 16 atış yapıldıktan sonra “burun” denilen merkez<br />

bölgeye yakın taşlar sayılır. Merkeze rakip takımdan daha yakın<br />

taşı bulunan, o taş sayısı kadar puan kazanır.<br />

Oyunun en kritik noktası ise çekiç hakkı denilen devrelerde<br />

atılan en son taş. Maç başında kurayla belirlenen bu hakkı<br />

doğru kullandığınız takdirde merkez bölgeden rakibinizin tüm<br />

taşlarını bile çıkartabilirsiniz.<br />

Takımların mevkileri ise sırayla birinci, ikinci, üçüncü (2.<br />

kaptan) ve dördüncü (skip/kaptan) şeklinde isimlendiriliyor.<br />

felsefeye, çok önemli bir ekleme daha yapıyor: Daha adil ve<br />

daha sportmence…<br />

Meşhur “süpürge” meselesi<br />

Körling’i anlatan en iyi görüntü kuşkusuz süpürgeyle buzu<br />

temizleyen sporculardır. Bu durumun sebeplerini açıklamadan<br />

önce çok temel bir fizik kuralına atıfta bulunmamız gerekiyor:<br />

Sürtünmesiz bir ortamda hareket eden bir cisim yönünü ve hızını<br />

hiç kaybetmeden ilerler. Evet, ama Körling pisti sürtünmesiz<br />

bir ortam değil. İşte süpürge de orada devreye giriyor.<br />

Oyun süresince -6 derecede olması gereken sıcaklık buz<br />

oluşumunu doğal şekilde sağlar. Pisti hazırlarken de buzun<br />

üzerine su damlaları püskürtülerek, çakıl denilen yeni bir yüzey<br />

oluşturulur. Bu yüzey ise Körling taşını ya içe doğru, ya dışa<br />

doğru yön verir. Süpürme işlemi ise bu tabakayı eriterek, taşın<br />

doğru şekilde gitmesini sağlar.<br />

Körling kültürü<br />

Sportmenlik futbolda, basketbolda veya voleybolda yani<br />

amiyane tabiriyle “baba” sporların hepsinde bir tercihtir.<br />

Bazısında vardır, bazısında yoktur. Sporcudan sporcuya değişir.<br />

Körling’de ise sportmenlik sporun kendisidir.<br />

Mesela hakeme itiraz mı? Hiç görülmemiş… Kırmızı kart<br />

veya oyundan ihraç mı? Tarihinde yok. Körling’de hakem<br />

zaten “olmasa da olur” bir hüviyete sahip çünkü sporcular hata<br />

yaptıklarında diyelim ki süpürgeyle taşa dokundular, bunu<br />

kendileri ifade ediyorlar.<br />

Belirli karar anlarında ise hakemler kaptanlara danışıyor<br />

ve büyük kararları almayı onlara bırakıyorlar. Adil oynamak,<br />

Körling’de kazanmaktan kat be kat daha önemli. Körling<br />

oyuncuları bunu bir hayat düsturu olarak belirliyorlar.<br />

Biten her Körling maçında galip takım, mağlup takıma sıcak<br />

çikolata, kahve veya Türkiye’deki gibi çay ısmarlaması adetten<br />

sayılıyor. Bu adet olimpiyatlarda bile aynen uygulanıyor.<br />

Spor ruhu<br />

Diğer geleneksel sporlarda ihtiyaç duyulan fiziksel<br />

gereksinimler dışında, Körling’de strateji, zekâ ve olgunluk da<br />

bir o kadar önemli. Hatta yeterli düzeyde fizik ve matematik<br />

bilgisi de kesinlikle gerekiyor. Zaten tüm spor dallarındaki<br />

takımların yaş ortalamasına bakıldığında, Körling oldukça üst<br />

sıralarda.<br />

Olimpiyatların sloganını hepimiz biliyoruz: “Citius, Altius,<br />

Fortius…”Daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü. Körling ise bu<br />

Vizyon 27


söyleşi<br />

Meral ÜNSAL BAKICI meral.bakici@trt.net.tr<br />

Sokaktan<br />

hikâyeler<br />

28 Vizyon


“<br />

Ürettiğin fotoğraf neyse sen<br />

osun aslında. Onu günlük<br />

hayatınızdan bağımsız bir<br />

şeymiş gibi düşünemezsiniz.<br />

Benim nasıl bir insan<br />

olduğumu fotoğraflarıma<br />

bakarak anlayabilirsiniz. Bu<br />

adam zaten hayatının çoğunu<br />

sokakta, fotoğrafladığı<br />

insanlarla birlikte geçiriyor…<br />

“<br />

Vizyon 29


Zaman, hızla akıyor. Ve yaşam, zamanın hızına ayak<br />

uydurmuş, sürekli bir devinim içinde. Bizlerse hem<br />

zamana, hem yaşama yetişebilme telaşındayız…<br />

Çoğumuzun bir telaşı daha var; saniyenin binlerce<br />

parçasından birinde yaşamı dondurup, hapsetmek ve saklamak…<br />

Bir ırmağın kıyısında durup, damlalıkla birkaç damla<br />

alıp kenara koymak gibi. Hayatın ritmini, renklerini, müziğini,<br />

insanlarını, kedilerini, evlerini resmetmek… Fırçayla boyayla<br />

değil, ışıkla…<br />

Fotoğrafın iki asırlık serüveninde geçirdiği evrim akıllara<br />

durgunluk verecek boyutta. Biz bile kısacık ömrümüzde bu<br />

hızlı devinimin bir kısmına tanık olduk. Teknoloji hepimizin<br />

hayal gücünü zorluyor. Bundan sonrasını kestirmek güç. Ama<br />

şu an, sürekli hayatı izliyor, kaydediyor ve paylaşıyoruz. Hiç<br />

bilmediğimiz bir yerde, hiç tanımadığımız birinin, günlük<br />

hayatından bir “an”a tanık oluyoruz. Sonra bir başkasınınkine…<br />

Tüketiyoruz. Hem de baş döndürücü bir hızla… Oysa<br />

ne demişti büyük usta Henri Cartier-Bresson; “Fotoğraf çekmek;<br />

insanın aklını, gözünü ve yüreğini aynı hizaya getirmesidir.”<br />

Kaç fotoğraf karesi aklımıza kazınıyor, kaçı yüreğimize<br />

dokunuyor? Kaçına âşık oluyoruz?<br />

Şöyle bir geriye yaslanıp düşünün, hiç unutamadığınız<br />

fotoğraf kareleri hangileri? Eminiz çoğu, güçlü anlatımı ve<br />

hikâyesi olan, yalın ve “gerçek” fotoğraflardır… İşte Mustafa<br />

Seven fotoğrafları da böyle… Âşık olunacak ve hatırlanacak<br />

türden…<br />

Instagram’da takipçi sayısı bir milyona yaklaşan Mustafa<br />

Seven’in paylaştığı bir kare fotoğraf dakikalar içinde 20-30<br />

bin beğeni alıyor. Seven, neredeyse dünyanın dört bir tarafına<br />

ülkemizden, çoğunlukla da İstanbul’dan siyah beyaz hikâyeler<br />

anlatıyor. Söyleşi sırasında belirttiği gibi, aslında fotoğraflarına<br />

bakınca Mustafa Seven’i ve dünyaya, fotoğrafa bakışını<br />

tanıyorsunuz biraz. Daha fazlası için, buyurun söyleşimize…<br />

Fotoğrafçılık konusunda sürekli yeni kavramlar, yeni<br />

alanlar oluşuyor. Sokak fotoğrafçılığının sınırları nerede<br />

başlar, nerede biter? Olmazsa olmazları nelerdir?<br />

Sokağın izlerini görebildiğiniz, çoğunlukla an fotoğrafı<br />

üzerine kurgulanan, o sokaktaki günlük hayatın nasıl aktığını,<br />

insanın hikâyesini anlatan fotoğraftır sokak fotoğrafı.<br />

Biliyorsunuz, belgesel fotoğraf bir konuyu birkaç kareyle anlatmaya<br />

çalışır. Sokak fotoğrafı ise hikâyeyi bir kareyle anlatır.<br />

Nerede başlar? Tabii ki insan unsurunu işin içine dâhil etmek<br />

önemli ama ben bunun çok da şart olmadığını düşünüyorum.<br />

İnsan izlerini göstermesi de yeterli. İnsanın varlığı değişime<br />

ve dönüşüme müsait bir şey yaratıyor.<br />

DSLR makineler ya da minik bir cep telefonu… Sokakta<br />

küçük olan her zaman avantajlı mı? Yoksa insanlar yavaş<br />

yavaş daha gösterişli ekipmanlara da alışıyor mu?<br />

Sokaktan bahsederken aslında mahrem bir alandan bahsediyoruz<br />

yine de. Bu anlamda, fotoğraflarının çekilmesinden<br />

çok hoşnut değil insanlar. Bu yıllar önce de böyleydi, hâlâ<br />

da böyle. Sizin de söylediğiniz gibi, hepimiz fotoğraf üretmeye<br />

başladık. Kendilerinin de kullandığı ve günlük hayatı<br />

kaydettiği cihazlara biraz daha alıştılar. Cep telefonu ile çekiyorsanız<br />

mesela çok rahatsız olmuyorlar. Bu tür cihazlarla çalışanlar<br />

daha şanslı. Ama DSLR makinelerin çok profesyonel<br />

bir algısı var ve hâlâ sorun yaratabiliyor. Ben de duruma göre<br />

değiştiriyorum kullandığım makineyi. Güvenliğim açısından<br />

riskli durumlarda, bazen bir kompakt makine, bazen cep telefonu<br />

bazen de aynasız dediğimiz daha küçük kameralarla<br />

Fotoğraf: Mustafa Seven<br />

30 Vizyon


çekiyorum. Kendimi daha iyi ifade<br />

edebildiğim ya da bildiğim alanlarda<br />

fotoğraf çekiyorsam tabii ki DSLR’la<br />

çekiyorum. Çünkü hem çalışırken<br />

hem de baskı halinde bu makinelerin<br />

diğerlerine göre avantajları var.<br />

Kadrajınıza giren insanlardan<br />

sonradan izin alma şansınız oluyor<br />

mu? Ya da bunu tercih ediyor musunuz?<br />

Bunun maalesef net bir çizgisi yok.<br />

Evet, biz insanları çekiyoruz,hem de<br />

mahrem alanlarında. Salt bir kaydedici<br />

olarak baktığımızda çok da doğru<br />

bir iş yaptığımız söylenemez tabii.<br />

Ama bir belge niteliği, hayatı belgelemekle<br />

ilgili bir durum söz konusu<br />

ve aksi düşünülemez. Yoksa sokak fotoğrafı<br />

biter. Ben sokak portrelerinde<br />

izin alıyorum. An fotoğraflarında ise,<br />

zaman varsa durum müsaitse, çektikten<br />

sonra “fotoğrafınızı çektim” diyorum,<br />

gösteriyorum. Üzerinde biraz<br />

konuşuyoruz. Ama bunun riski de<br />

var. Fotoğrafın silinmesini isteyebilir<br />

ki, bunu asla tercih etmeyiz. Çok özel<br />

bir fotoğraf olabilir bu ve silmeyi istemeyiz.<br />

Açıkçası bugüne kadar bin-<br />

“<br />

Bizim insanımızı, yaşadığımız<br />

hayatın rengini, dokusunu,<br />

tadını, sesini insanlara<br />

anlatmaya çalışıyorum. Bunu<br />

yaparken de ürettiğimle<br />

duygusal bağ kurmamaya<br />

çalışıyorum. Çok sevdiğim<br />

işlerim var tabii. Ama onu,<br />

daha çekerken biliyorum.<br />

Deklanşöre bastığım an<br />

seviyorum. Ama sonrasında o<br />

bağı geri çekmeye, azaltmaya<br />

çalışıyorum. Fotoğrafın ana<br />

unsurlarından bir tanesi de<br />

heyecan duymak. Yeni bir<br />

şey çekerken yine heyecan<br />

duymam lazım. Eğer heyecan<br />

duymuyorsam, o zaman<br />

yaptığım işe saygısızlık olur<br />

diye düşünüyorum.<br />

“<br />

lerce fotoğraf çektim ancak hiç sorun<br />

yaşamadım.<br />

Siyah beyaz çalışmalarınız çoğunlukta.<br />

Bu kişisel tercihiniz mi yoksa<br />

sokak fotoğrafçılığına en çok yakışan<br />

siyah beyaz mıdır?<br />

Renk artık çok aldatıcı bir unsur<br />

olarak kullanılmaya başlandı. Artık<br />

milyonlarca insan fotoğraf üretiyor<br />

biliyorsunuz. Değişime ve dönüşüme<br />

çok müsait bir malzemeden bahsediyoruz.<br />

Kolaylıkla rengi bir unsur olarak<br />

kullanıp dijital yöntemlerle daha<br />

iyi olabilir hissini vermeye dönük<br />

yaklaşımlar var. İzleyenin renklere aldanmaması<br />

ve ana hikâyeden kopmaması<br />

için renklerden soyutluyorum.<br />

Bir diğer yöntemim de şu; fotoğrafın<br />

iyi olup olmadığını anlamak için siyah<br />

beyaz yapıyorum. Öğrencilerime<br />

de bunu söylüyorum. Renkli sunacaksanız<br />

ve fotoğrafın iyi olduğundan<br />

emin değilseniz önce mutlaka<br />

siyah beyaz yapın; anlatacak hikâyesi<br />

varsa, bir derdi varsa siyah beyazken<br />

de iyidir o fotoğraf. Renk ve ışık bize<br />

bazen yalan söylüyor. Bir de elbette,<br />

ustalarımızdan öğrendiğimiz ve gör-<br />

Vizyon 31


“<br />

İstanbul... Ben buraya aitim. Buranın insanlarını,<br />

sokaklarını, buranın dokusunu biliyorum. Bizim<br />

gibi sokakta fotoğraf çekiyorsanız bu, bilmediğiniz<br />

yerde yapılacak bir iş değil. Nereyi çok iyi<br />

biliyorsanız orada başarılı olursunuz. Dünyada<br />

sevdiğim pek çok şehir var. Oralarda olmaktan ve<br />

fotoğraf üretmekten tabii ki keyif alıyorum ama<br />

oralarda ürettiğim işlere baktığımda İstanbul’daki<br />

samimiyeti göremiyorum.<br />

“<br />

Mustafa Seven<br />

düğümüz de siyah beyazın sokak fotoğrafında dramatik etkiyi<br />

artırması gerçeği. Bazen ana hikâyenin kahramanı renk olduğunda<br />

ise renkli kullanıyorum.<br />

Analog, dijital ve cep telefonu geçişleri sizi zorladı mı?<br />

İki tarafı var bu işin. 20 yıla yakın foto muhabirliği yaptım.<br />

Dijitalle ilk o dönemde tanıştım. Bu dönemde yılların vermiş<br />

olduğu alışkanlıkla bir anda çok daha kolay üretebilir hale<br />

dönmemiz bize mutluluk verdi aslında. İşlerimizi anında görebilmemiz<br />

büyük avantajdı. Oysa daha önce ne çekeceğimizi<br />

ya da çektiğimizi bilemezdik. Ama bu da bize iyi fotoğrafı<br />

seçebilmek gibi bir göz kazandırmıştı tabii.<br />

Diğer tarafta ise üretilen malzeme bizi mutlu etmemeye<br />

başladı. Dijital teknoloji filmle kıyaslandığında çok doğru<br />

sonuçlar vermiyor. Çünkü çok kolaylıkla dönüştürülebilen<br />

bir malzeme üretiyoruz. Filmle çektiğinizde, neyi ne kadar<br />

yapabildiyseniz, nasıl pozlandırdıysanız o var elinizde. Bu<br />

anlamda alışmak biraz zor oldu tabii. Dijitalin ne olduğunu<br />

anladıktan sonra onu doğru kullanmaya başladık diyebilirim.<br />

Evet, analogla başlayan bizler, dijitali de filmimiz bitecekmiş<br />

gibi düşünerek çekiyorduk önceleri.<br />

Aynen. Çok çekiyor olmak da kötü bir şey aslında. Bir de<br />

fotoğrafın masa başı kısmı var artık. Çok çekersen, masa başında<br />

daha fazla zaman kaybetmene yol açıyor. Bu da o anlamda<br />

bir tuzak aslında. Filmde bir iki karemizi, en doğru,<br />

zamanda, en doğru ışıkta, en doğru anda yani bütün doğruların<br />

birleştiği zamanda çekmek zorundaydık. Bu bir disiplindi.<br />

Şimdi dilediğiniz sayıda çekerek işi garanti altına alabilirsiniz<br />

ama bu fotoğrafçıyı tembelleştiren bir durum bir yandan da.<br />

Yıllarca bir fotoğrafı tanımlarken “fotoğraf karesi” sözünü<br />

kullandık. Ama aslında bir dikdörtgen formattan bahsediyorduk.<br />

Şimdi ise akıllı telefonlar ve İnstagram gibi<br />

uygulamalar sayesinde hayatı “kare”liyoruz. Kare format<br />

sizi zorluyor mu?<br />

İnstagram’dan dolayı, kareyi artık olduğundan daha geniş<br />

tutmak, ölü alanlarla birlikte çekmek, kurgulamak zorundayız.<br />

Fotoğrafı kesip, ölü alanlar gittiğinde fotoğrafın ana<br />

hikâyesini etkileyen unsurlar dışarıda kalmasın diye… Buna<br />

alışmak da zaman alan bir şey. Eskiden 24 mm, 35 mm objektifler<br />

kullanıyordum. Şimdi 20 mm, 16 mm’ye döndüm<br />

objektifte ki, ölü alanlar yaratabileyim.<br />

Foto muhabirliğinin “haberi ve hayatı iyi koklamak” tan<br />

geçen püf noktalarını bilmek, bugün İnstagram’da geldiğiniz<br />

noktaya katkı sağladı mı? Yoksa gözlem yapmak, hayatı<br />

izlemek ve merak etmek aslında sizin kişiliğinize ait özellikler<br />

miydi?<br />

Çok net bir şey söylemek zor tabii. Ama şunu söyleyebilirim<br />

ürettiğin fotoğraf neyse sen osun aslında. Onu günlük hayatınızdan<br />

bağımsız bir şeymiş gibi düşünemezsiniz. Benim nasıl<br />

bir insan olduğumu fotoğraflarıma bakarak anlayabilirsiniz.<br />

Bu adam zaten hayatının çoğunu sokakta, fotoğrafladığı insanlarla<br />

birlikte geçiriyor… Aslında bir kimlik yaratıyorsunuz<br />

orda. Fotoğrafı benden bağımsız düşünüyor olmak onu çok<br />

teknik bir malzeme haline getirmeye başlar ve samimiyetsiz<br />

bir iş ortaya çıkar. Böyle bir işin başarılı olacağını da sanmıyorum.<br />

Hangi işi yapıyorsak yapalım samimiyet unsurlarıyla<br />

onu örmemiz gerekir. Bunun için de bildiğin bir şeyle hareket<br />

ediyor olmak önemli. Fotoğrafı da bundan koparmak<br />

mümkün değil. Eğer yaşadığınız dünya dışında bir iş yapıp<br />

onu fotoğraflarla anlatmaya çalışıyorsanız, bu çok zor. Mesela<br />

reklam fotoğrafında bir kurgu yapıyorsunuz. Fotoğrafçının o<br />

dünyaya ait olmasını beklemezsiniz. Ama sokak fotoğrafı için<br />

bunu söylemek mümkün değil.<br />

Bağlandığınız fotoğraflarınız var mı?<br />

Çok bağ kurmamaya çalışıyorum. Ürettiğim şeyle duygusal<br />

bağlarım arttıkça kendime tuzaklar kurduğumu düşünüyorum.<br />

Bizim insanımızı, yaşadığımız hayatın rengini, dokusunu,<br />

tadını, sesini insanlara anlatmaya çalışıyorum. Bunu yaparken<br />

de ürettiğimle duygusal bağ kurmamaya çalışıyorum.<br />

Çok sevdiğim işlerim var tabii. Ama onu, daha çekerken biliyorum.<br />

Deklanşöre bastığım an seviyorum. Sonrasında ise, o<br />

bağı geri çekmeye, azaltmaya çalışıyorum. Fotoğrafın ana unsurlarından<br />

bir tanesi de heyecan duymak. Yeni bir şey çekerken<br />

yine heyecan duymam lazım. Eğer heyecan duymuyorsam,<br />

o zaman yaptığım işe saygısızlık olur diye düşünüyorum.<br />

Binlerce insan sizi takip ediyor. Siz kimi takip ediyorsunuz?<br />

Hem sokak fotoğrafçılığında hem de genel olarak,<br />

etkilendiğiniz birkaç ismi bizimle paylaşır mısınız?<br />

Bizdeki bütün foto muhabirlerini takip ediyorum. Zaten<br />

çoğu meslekten arkadaşım. Genç kuşak fotoğrafçılardan takip<br />

ettiklerim var. Yurt dışından çok sayıda sokak fotoğrafçısını<br />

takip etmeye çalışıyorum. Onların meseleye nasıl yaklaştığı<br />

32 Vizyon


ana çok şey öğretiyor. Uzun yıllar fotoğraf üretince yaptığın<br />

şeyle bir ilişki kuruyor olmak çok zorlaşıyor. Yeni fotoğrafçılar<br />

bunu nasıl çözüyor bunu merak ediyorum. İlgi alanları<br />

çok değişiyor. New York’ta yaşayan biriyle İstanbul’daki bir<br />

fotoğrafçının ilgi alanı değişiyor. “Acaba mekân mı belirliyor?<br />

Tarzları ortaya çıkaran ne? O adamı alıp İstanbul’a koysak bizim<br />

çektiğimiz şeyleri mi çekmeye başlayacak?” gibi sorulara<br />

kafa yoruyorum.<br />

Sokaklarında en rahat fotoğraf çektiğiniz ülkeler ve şehirler<br />

hangileri?<br />

İstanbul... Ben buraya aitim. Buranın insanlarını, sokaklarını,<br />

buranın dokusunu biliyorum. Bizim gibi sokakta fotoğraf<br />

çekiyorsanız bu, bilmediğiniz yerde yapılacak bir iş değil.<br />

Nereyi çok iyi biliyorsanız orada başarılı olursunuz. Dünyada<br />

sevdiğim pek çok şehir var. Oralarda olmaktan ve fotoğraf<br />

üretmekten tabii ki keyif alıyorum ama oralarda ürettiğim<br />

işlere baktığımda İstanbul’daki samimiyeti göremiyorum. Bu<br />

dışarıdan hissediliyor mu bilmiyorum ama bunu ben biliyorum.<br />

Yeni başlayanlara da söylüyorum; “Evinizden, bakkalınızdan,<br />

en iyi bildiğiniz yerlerden başlayın” diye. Ben de işte<br />

bu topraklarda yaşıyorum, burayı iyi biliyorum. Bu topraklara<br />

borcum da var. O yüzden buraları fotoğraflamak daha iyi<br />

bana göre.<br />

Şehir çok hızlı değişiyor ve fotoğraflamak bu yüzden<br />

daha da önem kazanıyor.?<br />

Kesinlikle. Bu yüzden diyorum zaten borçluyuz diye. Biz<br />

fotoğrafçıların sorumluluğunda bu değişimi fotoğraflamak.<br />

İyi ya da kötü. Olayı kontrol altına alma bizim sorumluluğumuzda<br />

değil, ama kayıt altına almamız gerekiyor. Paylaşmak<br />

da bunun bir parçası. Zaten profesyonel fotoğrafçıyı diğerlerinden<br />

ayıran da bu. Herkes fotoğraf çekiyor ama onu nasıl<br />

saklayacağı, nasıl paylaşacağı, nasıl kullanacağı hakkında fikir<br />

sahibi değil.<br />

Sanal dünyanın bir çıkmazı da orada paylaştığınız her şeyin<br />

başkaları tarafından izinsiz kullanılma ihtimali. Fotoğraflarınızla<br />

ilgili böyle kaygılar duyuyor musunuz?<br />

Kaygı duymuyorum çünkü bunun önünü almanın imkânı<br />

yok. Dolaşıma girdiği andan itibaren nereden ulaşıldığını<br />

takip etmeye imkân yok. Bunu saplantı haline getirirsek fotoğraf<br />

paylaşamayız. Fotoğrafımı kullanan insanlardan emeğe<br />

saygı için ismimi kullanmalarını istiyorum. Kullanmıyorsa da<br />

yapabileceğim bir şey yok tabii. Benim fotoğrafımla ne yapıyor?<br />

Eğer ticari anlamda bir kullanım oluyorsa orada müdahil<br />

oluyorum. Mesela kız arkadaşına “Ben çektim” diyerek hava<br />

atacaksa sorun yok.<br />

Fotoğrafların seçimi de ayrı bir iş. Siz fotoğraflarınızı<br />

nasıl seçiyorsunuz?<br />

Fotoğrafları çektikten sonra çok uzun süre bakmıyorum.<br />

Bir süre geçiyor ve sonra seçmeye başlıyorum. Çünkü sokakta<br />

fotoğraf çekerken bir sürü enteresan an yaşıyoruz ve o anlarla<br />

duygusal bağ kuruyoruz. Fotoğrafı çektiğim gün seçersem, bu<br />

duygusal bağlar fotoğrafı çekerken yanıltabiliyor. Mesela bir<br />

çocuk çektiniz, o çocukla bağ kurdunuz, onun fotoğrafını o<br />

duygusallıkla seçerseniz doğru seçimler yapamazsınız. Daha<br />

da kararsız kaldıysam fotoğrafla çok ilgisi olmayan insanlara<br />

gösteriyorum. Onların eleştirileri çok önemli. Anneme gösteriyorum<br />

mesela.”Sevdin mi bunu?” diyorum, “Sevmedim”<br />

diyor. Dışarıdan yabancı bir gözün fotoğrafa bakması çok şey<br />

kazandırıyor.<br />

Vizyon 33


tarih Didem ŞAHSUVAROĞLU didem.sahsuvaroglu@trt.net.tr<br />

“Bir şairle karşılaşmak her zaman<br />

hayırlıdır. Şair, dervişin kardeşidir.<br />

Onun ne vatanı vardır, ne dünya<br />

nimetlerinde gözü. Bizler şan, iktidar<br />

ve para peşinde koşarken; o, yeryüzünün<br />

hükümdarlarıyla aynı sırada durur ve<br />

herkes onun karşısında saygıyla eğilir”.<br />

SAVAŞIN ORTASINDA BİR ŞAİR:<br />

PUŞKİN’İN ERZURUM<br />

YOLCULUĞU<br />

34 Vizyon


19. yüzyıl, Osmanlı<br />

D e v l e t i ’ n e<br />

bağımsızlık isyanları<br />

ile geldi. Sırpların<br />

ardından isyan eden Yunanların ayrılık<br />

girişimi İngiltere, Fransa ve Rusya<br />

gibi dünya devletleri tarafından da<br />

desteklendi. Ayrılık fikrini Osmanlı’ya<br />

dayatmak isteyen Rusya, dört koldan<br />

Osmanlı topraklarına yürümeye<br />

başladığında takvimler miladî 1828<br />

yılını gösteriyordu.<br />

Tarih bu savaşı “1828-1829<br />

Osmanlı-Rus Savaşı” olarak kaydetti.<br />

Tarihin yazmadığı şeyler ise, zamanın<br />

tanıklarının aktardıklarıyla gelecek<br />

kuşaklara taşındı.<br />

Bu tanıklardan biri de Rus şair ve<br />

yazar Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’di.<br />

Rus ordusu ile Erzurum’a giren Puşkin,<br />

büyük oranda koruduğu tarafsız<br />

bakış açısıyla aslında ne o taraftan ne<br />

öbüründendi…<br />

Henüz 29 yaşındaydı. Rusya’nın<br />

dışındaki dünyayı görmek istiyordu<br />

ancak Çarlık Rusya’sının katı yönetimi,<br />

onun yurtdışına seyahat etmesi için<br />

engeldi. Siyasi baskının üzerine<br />

gelen, cevapsız kalmış bir evlenme<br />

teklifinin sebep olduğu kalp kırıklığı<br />

ile Moskova’dan uzaklaşmak istedi<br />

ve Kafkasya’ya geçti. Rus ordusunun<br />

Erzurum seferini hem yurtdışına<br />

çıkmak hem de kalp kırıklığından<br />

uzaklaşmak için fırsat bildi ve sivil<br />

gözlemci olarak orduya dâhil oldu.<br />

Uzun ve çileli Kafkasya yürüyüşünün<br />

ardından Arpaçay ırmağı üzerinden<br />

Türkiye’ye girişi ile ilgili şu sözleri sarf<br />

eder:<br />

“Ömrümde ilk kez yabancı bir ülkeye<br />

giriyordum. Uzun süre oradan oraya<br />

gezmiş; kâh güneyde kâh kuzeyde<br />

sürtmüş, fakat engin Rusya’nın<br />

sınırlarını hiç aşmamıştım. Bu kutsal<br />

ırmağa sevinçle girdim ve atım Türk<br />

kıyısına çıkardı beni. Fakat bizimkiler<br />

ele geçirmişti bu kıyıyı. Böylece, demek<br />

ki Rusya’daydım hâlâ…”<br />

Düşman topraklarda<br />

Puşkin, Türk topraklarına “düşman”<br />

olarak ayak basar; bunu da Erzurum<br />

notlarında birkaç yerde kullandığı<br />

“düşman” ifadesiyle dile getirir. Fakat<br />

karşı tarafta olmak, Puşkin’in bir<br />

edebiyatçı olarak savaşa ve insana karşı<br />

evrensel bakışını değiştirmez. Genç<br />

Türk şehidini betimlediği satırları,<br />

Puşkin’in insani bakış açısının en<br />

belirgin hissedildiği yerlerdendir.<br />

Rus yazar, Türk ordusu ile karşı<br />

karşıya geldiği ilk anı ise “yüksek<br />

sarıkları, kırmızı kaftanları ve atlarının<br />

parlak koşumları” ile, kendi askerlerine<br />

tezat bir gösterişle betimler.<br />

Tarih 27 Haziran 1829’u gösterirken<br />

Erzurum Ruslara teslim edilir. Şehre<br />

giren Rus askerlerinin arasında,<br />

sivil giyimiyle olaylara tanıklık eden<br />

Puşkin de vardır. “Kalesi, minareleri ve<br />

birbiri üzerine abanan yeşil damlarıyla<br />

Erzurum, gözlerimizin önüne<br />

seriliverdi.” diye şehirle ilk teşerrüfünü<br />

anlatırken, “minare” gibi bazı sözcükleri,<br />

Türkçe olarak yazar.<br />

Erzurum Kalesi’nde Rus bayrağı<br />

dalgalanırken, Puşkin halen<br />

gözlemcidir. Erzurum Türklerinin<br />

evlerinin damlarına çıkmış, işgali asık<br />

suratlarla izlediğini aktarır. Öte yandan,<br />

Ermenilerin coşku içinde sokaklara<br />

döküldüğünü, çocuklarının istavroz<br />

çıkarıp “Hıristiyan, Hıristiyan” diye<br />

bağırarak atların arasında koşuştuklarını<br />

“Asya görkemi sözünden<br />

daha anlamsız bir şey<br />

bilmiyorum. Bu deyim<br />

haçlı seferleri sırasında<br />

çıkmış olmalı. Kalelerin<br />

çıplak duvarlarını,<br />

meşe odunundan<br />

sandalyelerini bırakarak<br />

sefere katılan ve<br />

Doğunun kırmızı<br />

divanlarını, renk renk<br />

halılarını, kabzaları<br />

renkli taşla süslü<br />

hançerlerini görünce<br />

gözleri kamaşan<br />

yoksul şövalyelerin<br />

işidir bu. Bugün Asya<br />

yoksulluğundan,<br />

Asya ilkelliğinden söz<br />

edilebilir ancak. Görkem<br />

hiç kuşkusuz, Avrupa’nın<br />

sahip olduğu bir şeydir<br />

artık.”<br />

kaydeder.<br />

İnsanlığı düşmanlığın önüne geçiren<br />

bir tek Puşkin değildir. Tutsak Türk<br />

paşalarından biri, askerlerin içinde<br />

frakla dolaşan Puşkin’in kim olduğunu<br />

merak eder. Şair olduğunu öğrenince<br />

elini göğsüne koyup “eyvallah” çeker<br />

ve “Bir şairle karşılaşmak her zaman<br />

hayırlıdır.” der; “Şair, dervişin kardeşidir.<br />

Onun ne vatanı vardır, ne dünya<br />

nimetlerinde gözü. Bizler şan, iktidar ve<br />

para peşinde koşarken; o, yeryüzünün<br />

hükümdarlarıyla aynı sırada durur ve<br />

herkes onun karşısında saygıyla eğilir.”<br />

“Asya Rüyası”nın sonu<br />

Diğer Batılı yazarlardaki oryantalist<br />

doğu algısının aksine Rus yazarları, belki<br />

Batı’nın en doğusunda olmalarından<br />

dolayı, Doğu’ya farklı bakarlar. Söz<br />

konusu ünlü Rus gerçekçi yazarı Puşkin<br />

olunca, Doğu’nun gerçeği de bütün<br />

çıplaklığı ile gözler önüne seriliyor.<br />

“Asya görkemi sözünden daha<br />

anlamsız bir şey bilmiyorum. Bu deyim<br />

Haçlı Seferleri sırasında çıkmış olmalı.<br />

Kalelerin çıplak duvarlarını, meşe<br />

odunundan sandalyelerini bırakarak<br />

sefere katılan ve Doğunun kırmızı<br />

divanlarını, renk renk halılarını,<br />

kabzaları renkli taşla süslü hançerlerini<br />

görünce gözleri kamaşan yoksul<br />

şövalyelerin işidir bu. Bugün Asya<br />

yoksulluğundan, Asya ilkelliğinden söz<br />

edilebilir ancak. Görkem hiç kuşkusuz,<br />

Avrupa’nın sahip olduğu bir şeydir<br />

artık.”<br />

Puşkin’in gördüğü Erzurum,<br />

Türkiye’nin Asya topraklarındaki en<br />

önemli kentidir. Bir gezginin, “Asya<br />

kentleri içinde sadece Erzurum’da bir<br />

saat kulesi olduğunu, onun da saatinin<br />

çalışmadığını” ifade ettiğini aktarır.<br />

Doğu’dan gelip Avrupa’ya uzanan<br />

ticaret yolu Erzurum’dan geçer. Ancak<br />

Erzurum’dan geçen mal ve paranın<br />

kente bir faydası yoktur. Puşkin’in ifade<br />

ettiğine göre; Erzurum’da bir hasta,<br />

ravent otu bulamadığı için ölebilir,<br />

ancak kentten çuval çuval ravent gelip<br />

geçmektedir.<br />

Puşkin, Erzurum’daki bu geri<br />

kalmışlığı, İstanbul ile arasındaki<br />

kopukluğa bağlar. Dönemin sultanı<br />

II. Mahmud’un askeri ıslahatlarına ve<br />

İstanbul’daki ordunun yeni giyimine<br />

rağmen, Erzurum’daki askerlerin halen<br />

Vizyon 35


Puşkin’in gördüğü<br />

Erzurum, Türkiye’nin Asya<br />

topraklarının en önemli<br />

kentidir. Bir gezginin, ‘Asya<br />

kentleri içinde sadece<br />

Erzurum’da bir saat<br />

kulesi olduğunu, onun da<br />

saatinin çalışmadığını’<br />

ifade ettiğini aktarır.<br />

Puşkin’in şiirinde İslamiyet ve Türk<br />

İzleri<br />

Puşkin, Erzurum yolculuğundan önce de Türk kültürü<br />

ile ilgilidir. Erzurum Seferi’nden birkaç yıl önce kaleme<br />

aldığı “Bülbül ve Gül”de divan şiirinin etkisi açıkça<br />

görülür. Puşkin bu şiirinde, tıpkı divan edebiyatındaki<br />

gibi bülbülü gülün âşığı olarak kişileştirir.<br />

Rusça tercümesinden okuduğu Kuran-ı Kerim’den<br />

yaptığı alıntılar da Puşkin’in şiirini özel kılan<br />

noktalardandır.<br />

“Gizli Mağarada<br />

Gizli mağarada, sürgünlerde<br />

Ben tatlı Kuran’ı okudum<br />

Aniden bir teselli meleği<br />

Uçup geldi, bana tılsım getirdi<br />

Onun sırlı gücü<br />

Kutsal sözcükler yazdı<br />

Üzerinde bilinmez bir el»<br />

Doğulu tarzda giyindiğini dile getirir.<br />

Öte yandan Puşkin, Erzurumlunun, geleneği bırakıp yüzünü<br />

batıya döndüğü için İstanbul’a kızdığını savunur. Hatta bu<br />

konuda, “Yeniçeri Eminoğlu” takma adıyla bir şiir bile yazar.<br />

Puşkin’den medet umanlar<br />

Erzurum her açıdan ilgiye muhtaç haldedir. Doktorsuzlukla<br />

başı dertte olan halk, şehre gelen her yabancıyı doktor zanneder.<br />

Çok defa sokaklarda gezen Puşkin’in önünü keser ve dillerini<br />

çıkarıp boğazlarını muayene ettirmeye çalışırlar. Sivil halkın<br />

yanı sıra, esir düşen Türk askerleri de, yaralı arkadaşları için,<br />

doktor sandıkları Puşkin’den medet umar.<br />

Veba ise çağın ve de Asya’nın başının belasıdır. Yol üzerinde<br />

çeşitli duraklarda veba görüldüğünden söz eden Puşkin,<br />

hastalığın Erzurum’a ulaşması ile büyük bir korkuya kapılır.<br />

Kentte bulunduğu süre içinde hiçbir vebalıya temas etmemeye<br />

gayret gösteren Puşkin, Türklerin, vebalı arkadaşları ile sanki<br />

nezle imiş gibi rahat temas ettiklerini görünce kendi ‘Avrupalı’<br />

ürkekliğinden utanır.<br />

Bulaşıcı hastalığın da etkisi ile bir an evvel Rusya’ya geri<br />

dönmek isteyen Puşkin’in baştaki, “Rusyadaydım hala” tepkisi<br />

değişmiş gibidir. Yazının sonundaki “Sevimli anayurdumun bana<br />

ilk hoşgeldini” ifadesi ile Erzurum’un Rus toprağı olmadığını<br />

kendisi de kabul eder.<br />

1828-1829 Rus Savaşı’nın ardından Osmanlı Hükûmeti,<br />

ağır şartları beraberinde getiren Edirne Antlaşması’nı imzalar.<br />

Puşkin ise âşık olduğu kadını evlenmeye ikna eder ve sonraları<br />

hayatını değiştirecek olan evlilik akdini imzalar. Erzurum,<br />

Puşkin’in ülkesi dışında gördüğü ilk ve son şehir olur. Bundan<br />

sekiz yıl sonra, karısının âşığı tarafından bir düelloda öldürülür.<br />

Hem Puşkin, hem de Türkiye açısından uğursuz bir dönemde<br />

yazılmış olmasına karşın Erzurum notları, Rus edebiyatına<br />

meraklı Türk okuru için ilgi çekici bir eser olarak tozlu raflardaki<br />

yerini alır.<br />

1824’te, yani Erzurum’a gelmeden dört yıl önce<br />

“Kuran’a Öykünmeler” şiirini yazar. Şiir, adına yaraşır<br />

biçimde Kuranı Kerim’in içeriğine ve şiirsel ifadelerine<br />

öykünür.<br />

“Çift ve tek üstüne and içerim<br />

Kılıç ve kutsal savaş üzerine and içerim<br />

Sabah yeli üzerine and içerim<br />

Akşam namazı üzerine and içerim.”<br />

Puşkin’in Kuranı Kerim’e olan ilgisini bazı<br />

araştırmacılar İslam’a geçiş olarak yorumlar. Bazıları<br />

ise İslam’ı kabul etmemekle beraber, Kuran’ın birçok<br />

ahlaki hakikati, güçlü bir şiirsel ifade kullanılarak<br />

aktarmasından dolayı etkilendiğini savunur.<br />

36 Vizyon


Vizyon 37


kapak<br />

Aynur ÇELİKCAN<br />

aynur.celikcan@trt.net.tr<br />

Bir Osmanlı zabiti<br />

Filinta Mustafa<br />

“Filinta” dizisi daha ilk bölümden itibaren TRT seyircisinin gönlüne taht kurdu. Dizinin başrolünü başarıyla canlandıran,<br />

kendisi de “filinta” gibi bir delikanlı olan Onur Tuna, uzun boyu, masmavi gözleri ve başarılı oyunculuğuyla<br />

“Filinta Mustafa” olarak hafızalara kazındı bile. Onur Tuna ile dizideki, zeki, yiğit Osmanlı zabiti karakteri<br />

“Filinta Mustafa’yı konuşurken, kendisini de yakından tanımaya çalıştık.<br />

Dizi çok sevildi; seyirci hem diziyi<br />

hem de sizi çok kanıksadı.<br />

Filinta Mustafa nasıl bir karakterdir,<br />

sizden dinleyelim.<br />

Filinta Mustafa bir kumpasa maruz<br />

kalan, Kadı Gıyaseddin tarafından külliyenin<br />

önünde bulunmuş, yurt dışında<br />

eğitimini tamamlamış, birçok başarı<br />

almış, herkesten bir adım önde gitmeyi<br />

çok seven bir Osmanlı zabiti. Mustafa’nın<br />

amacı; kendisine kurulan kumpası<br />

çözmek ve zabitliğinin gerektirdiği<br />

görev olgusu içinde episodik olarak işlenen<br />

hikâyeleri çözmek. Bu arada hem<br />

kendi adaletini aramak hem de insanlara<br />

adalet dağıtmak gibi bir misyonu da<br />

var.<br />

Siz de kanıksadınız mı rolünüzü?<br />

Ben senaryoyu okuduğumda çok heyecanlanmıştım.<br />

Hikâye gerek fantastik<br />

yapısı, gerek kronolojik yapısı, gerekse<br />

38 Vizyon<br />

diğer senaryolardan farklılığıyla kendini<br />

ortaya koyuyor öncelikle. Oyuncu olmaya,<br />

kendini yetiştirmeye çalışan biri<br />

olarak, bir karakteri ele geçirmek ve insanlarla<br />

ilişkilerini tam anlamıyla oturtabilmek<br />

belli bir zaman istiyor. Bunun<br />

için Mustafa karakterini çok seviyorum<br />

ve olabildiğince iyi canlandırmaya çalışıyorum.<br />

İlerleyen bölümlerde daha<br />

canlı, daha oturmuş bir karakter olarak<br />

göreceklerine söz verebilirim.<br />

Sosyal medyada da en çok konuşulan<br />

dizilerden biri oldu<br />

“Filinta”. Siz de çok konuşuluyorsunuz.<br />

“Filinta”yı diğer dizilerden<br />

ayıran ne oldu size göre?<br />

Seyircilerden olumlu şeyler duyuyorum.<br />

Olumlu tepki gelmesi bizi iyi anlamda<br />

kamçılıyor, daha güzelini yapma konusunda<br />

motive ediyor. 30 yaşındayım ve<br />

bugüne kadar çekilmiş dizileri biliyorum.<br />

“Filinta” konuşulması gereken bir<br />

iş! Bu işte, altı dakikalık bir şarkı çaldığında<br />

kimse sahilden altı dakika boğaza<br />

bakmıyor. Bir konusu var ve müzik altı<br />

sahnelerimiz yok. Yani olabildiğince bir<br />

hikâye çerçevesinde yol almaya çalışıyoruz.<br />

Burada bir saat elli dakikalık bir<br />

malzeme çıkarmaya çalışıyoruz. Bu da<br />

kolay bir şey değil, çünkü dünya üzerinde<br />

bu kadar süreyi kapsayan bir aksiyon<br />

filmi yok. Çok yoruluyoruz, çok emek<br />

sarf ediyoruz, sanat gurubu, kamera,<br />

reji gurubu, oyuncular hiçbir ayrıntıyı<br />

kaçırmadan hareket etmeye çalışıyoruz.<br />

Yaptığımız işin farklılığının farkındayız<br />

ve arkasındayız.<br />

Daha önce bir dönem karakteri<br />

canlandırmadınız. Dönem karakteri<br />

canlandırmak daha zor<br />

oluyordur sanırım.<br />

Öncelikle işinin ehli insanlarla birlikte


çalışıp kaliteli bir işin parçası olmaktan<br />

çok mutluyum. Dönem işinde yer almanın,<br />

zorluğu yanında büyük artıları<br />

da oluyor. Oyunculuk anlamında, insanı<br />

her yerde insan olarak değerlendiriyorum.<br />

Galata Limanı’nda işlediğimiz<br />

kaçakçılık, para ticareti dünyanın her<br />

yerinde ve günümüzde de dönen olgular.<br />

Dönem işinde yer almak o dönemi<br />

daha iyi hissetmeme neden oldu. Yakın<br />

tarihle alakalı herkesin kronolojik<br />

bilgisi var. Bizim işlediğimiz şey daha<br />

farklı; o dönemlerde insanların sokaklarda<br />

neler yaptığını, neler giydiğini,<br />

nasıl oturup kalktığını, fesinin püskülünü<br />

hangi tarafa çevirip taktığını araştırıp<br />

oynuyoruz.<br />

Kariyerinize bir katkı sağlayacağınızı<br />

düşünüyor musunuz?<br />

Bunu düşünmemem imkânsız. Dizi,<br />

bugüne kadar yaptığım işlerin içinde<br />

oynadığım ilk başrol olması bakımından<br />

önem taşıyor benim için. “Filinta”<br />

gibi büyük bir prodüksiyonu sırtlamaya<br />

çalışıyorsunuz. Sahaya çıkıp oynamanın<br />

dışında, insanın üzerindeki baskısı da<br />

var aynı zamanda.<br />

Bu iş devam ettiği sürece ve bittikten<br />

sonra büyük prodüksiyonlu bir işi nasıl<br />

sırtlayabilirim, bu konuda ne kadar başarılıyım<br />

gibi durumları deneme yanılma<br />

yöntemiyle test etme fırsatı sunuyor<br />

bana. Bunların hepsi bir tecrübe tabii.<br />

Dizi çekimleri sırasında ölüm<br />

tehlikesi atlatmışsınız, nasıl<br />

oldu?<br />

Aksiyon şefimizle çalışırken bir duvara<br />

basıp takla attım fakat boynumun<br />

üzerine düştüm. Şu an sırtımda üç tane<br />

fıtıkla seyircilerin izlediği sahneleri<br />

yapmaya çalışıyorum. Dublör kullanmıyorum,<br />

sadece seve seve yaptığım<br />

sahneleri sakat olarak yapmak zorunda<br />

kalıyorum.<br />

Henüz çok genç bir oyuncusunuz.<br />

Daha yolun başındasınız<br />

ama bir anda isminiz jön oyuncuya<br />

çıktı. Şöhret sizi memnun<br />

ediyor mu?<br />

Ben şuna inanıyorum. İnsan sette<br />

işini düzgün yapıp eve dönmek isterse<br />

bunu yapabilir. Yani ben işimi<br />

yapıp evime dönüyorum. Olabildiğince<br />

jön kavramından uzak,<br />

kendi işini en iyi şekilde yapmaya<br />

çalışan biriyim. İnsanların mesleki<br />

açıdan “Daha olmadım” dediğim<br />

bir zamanda bana bu şekilde bir<br />

sıfatla yaklaşmaları beni mutlu ediyor<br />

tabii ki. Geri çevirmiyorum yanlış<br />

anlaşılmasın; fakat sahneye çıktığımda<br />

ya da Onur olarak kendi hayatımı yaşamaya<br />

çalışırken jön olarak yaşamıyorum.<br />

Bana hayatımda jön kavramının<br />

dışında bazı önemli şeyler olduğunu<br />

hatırlatan bir ailem ve arkadaşlarım var.<br />

Bu durumdan da son derece memnunum.<br />

Kendimi jön olarak görmüyorum,<br />

ama bu sıfatı bana yakıştırmalarından<br />

mutluyum. Daha fazlası için elimden<br />

geleni yapmaya çalışacağım.<br />

Bir oyuncu koçuyla çalışıyorsunuz<br />

yanılmıyorsam. Koçunuzdan<br />

oyunculuk adına ne gibi<br />

yardımlar alıyorsunuz?<br />

Evet, Ayla Algan. Ayla Abla ile bu proje<br />

dolayısıyla tanıştık ama çok fazla kaynaştık.<br />

Saatlerce telefonda konuşuyoruz,<br />

evine gidiyorum. Ayla Abla’dan aldığım<br />

iki tane önemli tavsiye var. Birincisi<br />

oynamamak… Kendisi bana “oynamamayı”<br />

öğretti. İkincisi ise kamera<br />

oyunculuğu; yani kamerayı hissederek<br />

oynamak. Rodin’in heykellerini vücut<br />

formlarını inceledik birlikte. İnsanların<br />

duygularını hiçbir kelam etmeden sadece<br />

heykele bakarak analiz edebiliyorsunuz.<br />

Ve şöyle bir kanıya vardık, “Yahu<br />

insan taşa yapmış ben kendi vücuduma<br />

nasıl yapamam?” İşte hem anda olup<br />

hem de pozunuzu verebilirsiniz. Üstelik<br />

kamerayı unutmak zorundasınız. Bu<br />

dengeyi kurmayı öğrendim ondan.<br />

Hâlbuki siz tiyatro eğitimi alıyorsunuz<br />

ve seyirciye oynuyorsunuz.<br />

Evet, tiyatro olgusundan çıkarmaya<br />

çalıştı Ayla Abla beni. Burada montaj<br />

oyunculuğu denen bir durum var. Yani<br />

yönetmenine veya kurgu masasına ne<br />

kadar doğru ve fazla malzeme verirsen<br />

oyunların o kadar doğru olur. Kesilmiş<br />

ve dekupajlı bir sahneyi oynayabilmek<br />

tiyatral bir durum değil.<br />

Kıvanç Tatlıtuğ ile isimleriniz<br />

sık sık aynı cümle içerisinde geçiyor.<br />

Başkalarına benzetilmek konusunda<br />

neler söyleyeceksiniz.<br />

Ortada bir rekabet yok veya onun gibi<br />

olmak söz konusu değil.<br />

Vizyon 39


Fotoğraflar: Veli ÇETİNKAYA<br />

Kıvanç Tatlıtuğ başarılı bir isim. Amerika’ya<br />

gitti sinema filmi için, Türkiye’de<br />

çektiği dizilerle milyonlar tarafından<br />

izlendi. Dolayısıyla Tatlıtuğ, televizyon<br />

piyasasında marka olmuş bir isim. Meslek<br />

hayatında marka olmuş bir isimle<br />

daha işe başlar başlamaz aynı çizgide<br />

gösterilmek beni mutlu ediyor. Ama<br />

gerek fiziksel olarak, gerek oyun olarak<br />

birine benzetilmeyi önemsemiyorum.<br />

Sayısı 70’i geçen kendi besteleriniz<br />

varmış; hâlâ beste yapıyor<br />

musunuz, müzik piyasasında<br />

ben de varım diyecek misiniz<br />

günün birinde?<br />

Bir albüm, bir sahne, bir konser,<br />

sponsor gibi bu durumu reklam haline<br />

getirmektense kendi imkanlarımla<br />

stüdyoda çoklu enstrümanlarla<br />

kaydedip, sosyal medyada insanlarla<br />

paylaşarak, “Oyuncu ama böyle bir yanı<br />

da varmış” demelerini istiyorum sadece.<br />

Bunun dışında “Mutlaka dinleyenlerin<br />

nabzını yoklayarak daha fazla sevebileceği<br />

şeyler yapmalıyım, daha çok<br />

popüler olmalıyım” gibi toplu fikirlerle<br />

müzik işi yapmak istemiyorum. Çünkü<br />

benim işim oyunculuk. Yine hobi olarak<br />

kalsın istiyorum yani.<br />

Başka neler mutlu eder sizi?<br />

Arkadaş ve dost kavramına çok inanırım.<br />

Ama bunu taşıyabilmenin ve uzun<br />

vadede her haliyle kabul edebilmenin,<br />

büyük bir emek ve sabır olduğuna inanıyorum.<br />

Bunu başardığım on senelik,<br />

yirmi senelik arkadaşlarım, dostlarım<br />

var hayatımda. Boş zamanlarımda, setten<br />

çıkar çıkmaz hemen onların yanına<br />

koşuyorum. Ağabeyimin kızı Zeynep,<br />

yeğenim, şu an hayatımın varlığı. Ona<br />

vakit ayırmaya çalışıyorum. Ailemi görmeye<br />

çalışıyorum.<br />

Gece hayatıyla pek aranız yok gibi…<br />

Benim öyle bir vaktim olmadığı gibi<br />

tercihim de yok. Basketbol oynamak,<br />

müzik dinlemek, gitar çalmak bunların<br />

hepsi beni mutlu eden şeyler. Haftanın<br />

altı günü setteyim zaten, geceli<br />

gündüzlü 16 saat çalışıyorum. Severek<br />

yapıyorum ama bu yorulduğum<br />

gerçeğini değiştirmiyor tabii.<br />

Bir yengeç burcu olarak ailenizi<br />

de çok seviyorsunuz sanırım.<br />

Elbette. Liseden beri birbirlerini seven<br />

41 yıldır evli olan bir anne- babam var.<br />

Onlara söyleyemeyeceğim, bu da benim<br />

gizli kutumda kalsın diyebileceğim<br />

hiçbir şeyim yok. Çünkü anlattığımda<br />

bana karşı tepkilerini değiştirecek bir<br />

ailem yok.<br />

Babanız size hep “Akılla büyü,<br />

nakille büyüme” dermiş. Bunu<br />

biraz açabilir misiniz?<br />

Türkiye’de insanların yüzde 85’i babadan,<br />

deden, haladan, teyzeden<br />

görme büyüyorlar. Bizim toplumumuzda<br />

aile içinde “Biz atın bastığı<br />

yerden su içtik” deyince o en bilge<br />

seçiliyor. Ben damacanadan su<br />

içiyorum ve bu durum insanı bilge<br />

kılacak bir şey değil artık günümüzde.<br />

Babadan görme düzeni yaşayan<br />

toplum nakille büyüyor. Ama bir genci<br />

akılla büyümeye iterseniz emin olun bu<br />

daha güzel. Mesela babam benim yaptığım<br />

en büyük yanlıştan sonra bile “Neden?”<br />

diye sordu; “Nasıl böyle bir şeyi<br />

yaparsın?” demedi.<br />

Oyunculuğunuzla ilgilisiz neler<br />

düşünüyorsunuz? Her şeyi<br />

çok sorgulayan bir yapınız var<br />

gibi. Kendinize çok eleştirel mi<br />

bakarsınız?<br />

Bu sette herkes bana “Kendine haksız-<br />

40 Vizyon


lık etme, niye kendini bu kadar eleştiriyorsun?”<br />

diyor. Oldum derseniz olmaz.<br />

Zaman zaman kendime çok kızıyorum,<br />

“Neden orda öyle yaptım?” diye. Ama<br />

bunlar düzeltilmeyecek şeyler değil. Bu<br />

bir süreç, aynı zamanda öğreniyorum<br />

tabii bu süreçte. Büyüklerime de soruyorum,<br />

eleştirdiklerinde seviniyorum.<br />

“Yakışıklı çocuk yerine ‘iyi<br />

oyuncu’ denmesi beni daha çok<br />

mutlu eder” diyorsunuz. Bu<br />

cümleyi sizin hayata bakışınızı,<br />

karakterinizi, oyunculuğunuzu<br />

özetleyen bir cümle olarak kabul<br />

edebilir miyiz?<br />

Kimse tasarlanmış ürünler değil. Görsel<br />

bir iş yapıyoruz. Kamera önündeki<br />

insanlar, farklı bir enerjileri olduğunda<br />

bu işe kabul ediliyorlar. Fakat benim varoluşum<br />

benim elimde olan bir durum<br />

değil. Fiziksel anlamda söylüyorum. Bir<br />

iş yaparak insanlara bir şeyler sunmaya<br />

çalışıyorum, bu benim elimde olan bir<br />

şey işte. Ben elimde olan bir şeyi onlara<br />

sunduğumda onlara eleştiri hakkı veriyorum.<br />

Ama fiziksel olarak bir insanı<br />

eleştirirlerse öncelikle aynaya bakmalarını<br />

öneriyorum.<br />

Oyunculukta canlandırmak istediğiniz<br />

bir karakter var mı?<br />

Obsesif bir alkoliği canlandırmak isterim<br />

mesela. Çünkü, gerçekten sorgulayan<br />

ve hayata dair eksiklikleri bulan<br />

insanların kendi içlerinde bazı şeyleri<br />

çözümlemeye çalışıyorken, bazı hatalara<br />

düşmeleri çok normal. Yani gereğinden<br />

fazla içmek, uyumak, birçok<br />

şeyi takıntı haline getirmek, bunların<br />

hepsi oynanacak karakter için zengin<br />

malzeme demek.<br />

Geleceğe dair planlarınızı da<br />

öğrenelim son olarak…<br />

Bunu hep söylüyorum, çünkü çok sevdiğim<br />

bir cümle; “Yaşayacağınız günü<br />

planlamaktansa uyandığınız günü iyi<br />

koordine edin”. İşler planlandığı gibi<br />

gitmediğinde demoralize olabiliyoruz.<br />

Bazen çok katı yollar çizdiğimizde bu<br />

insanı çok fazla etkileyebiliyor. Elastike<br />

durum burada ortaya çıkıyor işte.<br />

Mutlaka hayaller kuruyorum ama bunları<br />

planlamak çok da işime gelmiyor,<br />

akışına bırakıyorum. Tesadüfler siz hazırsanız<br />

gelir sizi bulur.<br />

Tarihin fısıltılarını duyan,<br />

tarihe ve adalete duyarlı<br />

insanların projesi<br />

Televizyon tarihinin ilk Osmanlı Polisiyesi<br />

olan “Filinta”, adalet, dostluk,<br />

kardeşlik kavramlarını ortaya koyan<br />

bir dizi. İlim irfan sahibi Kadılar, adaletin<br />

kılıcını 600 yıl Devlet-i Aliyye-i<br />

Osmaniye’de taşımış, dünyanın en<br />

büyük imparatorluklarından olan Osmanlı<br />

İmparatorluğu’nun yüzyıllar<br />

boyunca dirliğini sağlamış, toplumda<br />

huzuru ihdas etmişlerdir. “Filinta” işte<br />

bu nedenle, Osmanlı’nın temel gücü<br />

olan hukuka bir saygı duruşudur.<br />

Hikâye Galata Kadısı Gıyasettin Hatemi<br />

ve onun yetiştirdiği Galata Amiri<br />

Filinta Mustafa ekseninde geçmektedir.<br />

Mustafa oldukça zeki, maharetli,<br />

yakışıklı bir gençtir. Kendisi gibi öksüz<br />

ve yetim olan en yakın arkadaşı Ali ile<br />

birlikte zaptiye olarak görev yapmaktadır.<br />

Kadı Gıyasettin ise, Simavnalı<br />

Bedrettin’in soyundan gelen bir aileye<br />

mensup, küçük yaşlardan itibaren<br />

Şam, Buhara, Kahire ve Konya’da eğitim<br />

görmüş bir kadıdır. Kalender ve soğukkanlı<br />

bir yapısı vardır. Damıtılmış<br />

bilgeliğini her sahnede bize gösterir.<br />

Ayrıca sarayda şehzadelere eğitim vermiştir.<br />

Sultan ile hoca- öğrenci ilişkisi<br />

vardır. Olaylar Mustafa ve Ali’ye kurulan<br />

bir komplo ile başlar.<br />

Vizyon 41


söyleşi<br />

Aynur ÇELİKCAN aynur.celikcan@trt.net.tr<br />

“Filinta çığır açtı”<br />

dev prodüksiyonlu yapımlara<br />

imza attığı bugünlerde, “Diriliş” ve<br />

TRT’nin<br />

“Filinta” seyirciyi ekrana kilitledi<br />

adeta. Bu dizilerin dünya çapında seyirci bulacağı kuşkusuz.<br />

Onlarca kanalda, yüzlerce dizinin yayınlandığı sırada, Filinta<br />

Mustafa ve Ertuğrul Gazi karakterlerinin etrafında dönen<br />

bu dönem dizilerinin, neden seyirciyi aynı saatte, aynı ekrana<br />

bağladığını merak ettik ve “Filinta” dizisinin İzmit’teki<br />

devasa setine gidip, usta Yönetmen Kudret Sabancı’ya bunun<br />

sebeplerini sorduk.<br />

Filinta’nın bol aksiyonlu ve gizemlerle dolu öyküsünün<br />

geçtiği dönemi nasıl özetlersiniz?<br />

Bu hikâyenin yapısı kendiliğinden oluştu aslında. O<br />

dönemde dünyaya baktığımız zaman; Fransız devrimi olalı<br />

60-70 sene olmuş. Krallar olmadan da yaşanabileceği fikri<br />

yayılmaya başlıyor. Üretim ilişkileri değişiyor. Var olan feodal<br />

yapı kapitalist yapıya dönüşüyor. Sanayi Devrimi’yle beraber<br />

sermaye el değiştirmiş. Toprak sahipleri yönetime el koymak<br />

istiyor. Yakın dönemde Amerika’nın İngiltere’ye karşı verdiği<br />

bağımsızlık savaşı var. İspanya, İngiltere, Rusya, Osmanlı gibi<br />

“<br />

Burası tek dizi için yapılmış<br />

dünyadaki en büyük<br />

plato. 55 bin metrekarelik<br />

kullandığımız alan<br />

var burada. Film için<br />

gerekli her şeyi burada<br />

üretiyoruz. Hızlı hareket<br />

edebiliyoruz. Setlerimiz<br />

hızla dönüşebiliyor. Hastane<br />

alanını işimiz bittiğinde hızlı<br />

bir şekilde otele veya bir ofise<br />

dönüştürebiliyoruz.<br />

“<br />

42 Vizyon


emperyal imparatorluklar var. Bunlar çok uluslu, çok ırklı,<br />

çok dinli devletler ve zamanla içlerinde milli kimlikler ortaya<br />

çıkmaya başlıyor. Diğer yandan bilimsel alandaki çalışmalar<br />

hızlanmış. Buharın ekonomiye girmesi söz konusu. Devlet<br />

yapıları değişiyor, devletlerarası ilişkiler farklılaşıyor. Teknoloji<br />

askeri alana yansımış, savaş teknikleri değişiyor. Önce Balkan<br />

savaşı sonra 1. Dünya Savaşı’na gidilen dönemin başındayız<br />

biz. 19. yüzyılın ikinci yarısı.<br />

Osmanlı döneminin de hareketli olduğu bir dönem,<br />

değil mi?<br />

Bizde de hemen bizim ele aldığımız dönemin 20-30<br />

sene öncesinden II. Mahmut dönemiyle birlikte başlayan<br />

değişiklikler var. Yani Osmanlı Devleti’nin şekil değiştirmeye<br />

başladığı dönemler. Devlet yapısı değişirken askeri okullar,<br />

tıbbiyeler, üniversiteler kuruluyor. Para birimi değişiyor.<br />

Bizim konumuz olan adalet sistemi değişiyor, yani şer’i<br />

mahkemeler hukuk mahkemelerine dönüşmeye başlıyor.<br />

Tam bizim dönemimizde de Tanzimat Fermanı var, çok<br />

önemli. Tanzimat döneminde, padişah diyor ki, “Artık<br />

benim tebaam değilsiniz, vatandaşımsınız”. Bu çok önemli<br />

Osmanlı’da. Bundan sonra askeri, ticari ilişkiler değişiyor<br />

ve biz bu gidişe ayak uyduramaz hale geliyoruz. Yenileşme,<br />

ıslahat, Tanzimat hareketlerinin altında çağı yakalama<br />

çabası var. Savaşlar yapılıyor, müttefikler değişmeye başlıyor.<br />

Diğer yandan Osmanlı’da ekonomiyi tek merkezde toplama<br />

çabaları var. Ve tabii ki bunların olmasını istemeyen başka<br />

güçler de var. Devletlerarası savaşlar artık askeri olmaktan<br />

çıkmış, ekonomik işgal başlıyor. Bizim dönemimiz tam bu<br />

dönem. Dolayısıyla çok eğlenceli sinemasal olarak. Çok aktif<br />

bir dönem.<br />

Dizide bunların yansımalarını görüyoruz sanırız;<br />

entrikalar, gizemli ilişkiler, sırlar…<br />

Az önce bahsettiğim şeyler, aslında bugünkü yapının<br />

kurulmaya başladığı dönem, o dönemi ne kadar iyi anlarsak<br />

bu dönemi de o kadar iyi anlarız. Mesela dizide geçen o<br />

dönemdeki petrol paylaşımını anladığımız zaman bugünü<br />

de anlamış olacağız. Bugüne kadar benzer şeyler yapıldı<br />

ama yukarıdan anlatıldı hep. İşte “O padişah bu sadrazama<br />

bunu yaptı” gibi çok da halkın anlayamayacağı, bu ilişkiler<br />

bütününü çok da kavrayamayacağı şekilde anlatıldı. Biz<br />

“Filinta”da sokaktan anlatıyoruz bütün bunları. Otto diye<br />

bir adam geliyor mesela, sağı solu bombalıyor, Bizans’ın<br />

tünellerine kadar giden bir sırlar silsilesi var burada. İstanbul<br />

aynı zamanda gizemli bir şehir, sırlı. Otto, padişahı öldürmeye<br />

gelmiş sanılıyor ama aslında Yunanlıları havaya uçuracak ve<br />

buradan da bir Balkan savaşına sebep olmaya çalışacak.<br />

Sinemayı ayakta tutanlar televizyondan<br />

yetişmiş<br />

Televizyon ve sinema sektöründe şöyle bir şey var.<br />

Mesela dünyanın en iyi sinemasına bakalım, Alman<br />

sinemasını ayakta tutanlar, aslında televizyondan<br />

yetişmiş bir ekip. Fassbinder bile televizyondan gelme.<br />

İspanya’da da aynı şekilde. Bizde de bu gerçekleşecek.<br />

Yani televizyon dizilerinin standardının yükselmesi<br />

sinemayı da yükseltecek. Bu da şunu getirecek; şu anda<br />

bile dünyanın üçte ikisinde star olan oyuncularımız var.<br />

Mesela Kıvanç, Halit, Bergüzar gibi bir dolu starımız<br />

var. Bu şunun önünü açacak bir süre sonra, biz de kendi<br />

kültürümüzü, ekonomimizi dünyaya tanıtacağız.<br />

büyük ve en önemli limanı; bütün dünyanın mallarının<br />

toplanıp dağıldığı ve tekrar toplandığı bir liman. Ayrıca para<br />

da burada el değiştiriyor.<br />

Platonuz da çok enteresan; “Filinta” ekibi çok şanslı.<br />

Burası tek dizi için yapılmış dünyadaki en büyük plato.<br />

55 bin metrekarelik kullandığımız alan var burada. Film<br />

için gerekli her şeyi burada üretiyoruz. Hızlı hareket<br />

edebiliyoruz. Setlerimiz hızla dönüşebiliyor. Hastane<br />

alanını işimiz bittiğinde hızlı bir şekilde otele veya bir ofise<br />

dönüştürebiliyoruz. Sokaklarımız var burada mesela. Şu<br />

anda limanı görüyoruz, Pera’yı, Üsküdar’ı görüyoruz, bütün<br />

İstanbul’u yaşıyoruz burada. Mekân sayısını arttırabiliyoruz.<br />

Yedinci bölüm için söyleyeyim, tam 55 tane mekân var. Bir<br />

sonraki bölümde bunların pek çoğunu değiştireceğiz. Bu<br />

platonun kolaylığı bu.<br />

Ekrana yansımayan zorluklar, sıkıntılar da vardır<br />

mutlaka.<br />

Temel sıkıntımız şuydu aslında; yönetmenler, oyuncular<br />

ve teknik elemanlar böyle bir dizinin çekilemeyeceği<br />

inancındaydı. Hâlbuki çekilebilirmiş işte, gördük. Mesela<br />

dünyada en çok seyredilen dizilerden “Game of Thrones”<br />

hangi kameralarla, hangi teknik malzemelerle çekiliyorsa<br />

Osmanlı’nın sokaklarından döneme, saraya ve ilişkilere<br />

bir bakış yani.<br />

Evet. Biz bütün olayları sokaktan görüyoruz dizide.<br />

Bombadan, kilisedeki bir rahipten, bir zabitten, bir<br />

hahambaşının üzerinden anlatıyoruz hikâyemizi. Mesela<br />

şimdi Karaköy limanında oturuyoruz. Londra, Paris, İstanbul<br />

o dönemin en önemli üç şehri. Daha New York yok o<br />

dönemde; ne Atina var, ne günümüzün limanları. Dünyanın<br />

kalbi İstanbul o dönemde. Karaköy limanı dünyanın en<br />

Vizyon 43


Annemin sinemada sancısı başlamış<br />

Babaannemle aynı evde yaşardık. Babaannemin<br />

okuması yazması yoktu ama tam bir sinema delisiydi.<br />

Rumeli göçmeniydi. O zamanlar yazlık sinemalara<br />

gidilirdi. Annem bana hamileyken sürekli sinemalara<br />

götürürmüş. Hatta bana sinemada sancılanmış.<br />

Babaannem tabii gözünü ayıramıyormuş perdeden,<br />

anneme “Dayan biraz bitsin öyle gideriz” diyormuş.<br />

Annem kötü adamlar çıktığında onlara benzemeyeyim<br />

diye gözünü yumarmış, Ayhan Işık falan çıkınca da<br />

benzesin diye bakarmış. Babaannem okuma bilmeden<br />

çizgi roman okurdu. Çizimlerden hikâye çıkarırdı, ben<br />

de dizine yatar dinlerdim. Okumayı öğrenince bu defa<br />

ben babaanneme okumaya başlamıştım. O zaman çizgi<br />

romanlara cep sineması derdik.<br />

bizde de bire bir aynıları var artık. Dünyada hangi malzeme<br />

kullanılıyorsa biz de onları kullanıyoruz. Ama koşullarımız<br />

hâlâ eşitlenmedi bizim. Onlar yılda en çok yılda 12-22 bölüm<br />

ve 40 dakika çekiyorlar. Biz yaklaşık iki saatlik bölümleri altı<br />

günde çekmek zorundayız ve yılda da 39-40 bölüm çekiyoruz.<br />

Neticede biz eşit olmayan bu koşullarla bu işin altından<br />

kalkabiliyoruz.<br />

Sektörün sorunlarına değinmek ister misiniz?<br />

Yayın sürelerinin çok uzun sürmesi sorunu çözülebilmeli<br />

artık. Bir ara 150 dakikalara bile çıktı bu süre. Biz “Filinta”yı<br />

90 dakikaya yakın çekiyoruz. Bunun standardı 42 ila 60<br />

dakika dünyada. Eskiden böyleydi. Her hafta bir sinema filmi<br />

performansı ve sinema filmi kalitesinde olması bekleniyor.<br />

Ama ne o kadar bütçe ayrılıyor, ne de zaman. O kadar<br />

prodüksiyon da olmuyor elimizde. Bir de o olanaklarla<br />

çalışılmış işlerle karşılaştırılıyor. Bunu körükleyen de<br />

kanalların kendileri oluyor. Bir kuşak daha reklam alabilmek<br />

için yapıyorlar. Hâlbuki bunun çözümü, içerden reklam almak<br />

yerine filmi yurtdışına satabilmektir. Daha diziyi çekmeden<br />

yurtdışına satıyorlar artık, örnekleri var.<br />

Diziye katkıda bulunan yabancı uzmanlar ne düşünüyor<br />

dizi hakkında?<br />

Batılı meslektaşlarımızla zaman zaman bir araya geliyoruz,<br />

konuşuyoruz. Onlar günümüzde geçen ve normal bir<br />

melodram dizisini altı günde çekebilmemize inanamıyorlardı.<br />

Bu mucizeyi ikiye katlamış olduk “Filinta” ve “Diriliş”le.<br />

İzleyicide de bu algı vardı, biz yapamayız, bizde olmaz gibi.<br />

Hayır, biz bunun daha iyisini de yapabiliriz; çok yetenekli<br />

oyuncular, senaristler, müzisyenler var bu ülkede. Ben şunu<br />

iddia ediyorum, eşit koşullar verilse, “Game of Thrones”tan<br />

da, “Sherlock Holmes”tan da daha iyilerini yapabiliriz. Bunu<br />

yapabileceğimizi görüyoruz. Şu anda bir mucizeye tanıklık<br />

ediyoruz aslında “Filinta” ve “Diriliş”le.<br />

Nasıl bir mucize bu?<br />

Bizde dizi sektörü başlayalı yirmi yıl kadar oldu. O<br />

dönemde, basit hikâyeleri olan, bazı manken ve şarkıcıların<br />

oynadığı kötü yapımlar vardı. Sonra “İkinci Bahar” diye bir<br />

dizi yaptılar ve bize tiyatro oyuncularıyla dizi yapıldığı zaman<br />

ortaya bambaşka şeyler çıktığını gösterdiler. İşte tam burada<br />

bir sıçrama yaptı dizi sektörü. Bir anda çıta yükseldi. Sektörel<br />

anlamda bir başka sıçrama da “Asmalı Konak” ve “Binbir Gece”<br />

ile günümüze geldi.<br />

“Filinta” ve “Diriliş”le yeni bir sıçrama mı gerçekleşecek,<br />

neyin altını çizeceksiniz burada?<br />

Büyük prodüksiyonlu dev dizilerin sıçramasını yapıyor<br />

Türkiye. Bu dizilerle sektörel olarak Batı’yla her anlamda<br />

boy ölçüşecek kaliteli diziler üretiyoruz. Aynı aksiyonu<br />

gerçekleştirebildiğimiz, aynı prodüksiyonu, aynı senaryoları<br />

kullandığımız diziler dönemi başlıyor artık. “Biz bunu yapabilir<br />

miyiz?” diye korkmadığımız bir döneme giriyoruz. Emin olun ki<br />

şu anda Türkiye’de kaç tane yapımcı, kanal varsa hepsi “Diriliş”<br />

gibi, “Filinta” gibi işler bakıyorlar, kendi aralarında konuşuyorlar.<br />

Yakında daha iyileri gelecek, bu kaçınılmaz. Bu arada biz bu<br />

kapıyı açıp göstermiş olduk bu iki diziyle. Kapı açıldıktan sonra<br />

daha da iyileri yapılacak, ilerde başka sıçramalar da olacak.<br />

Zaten biz şu ana kadarki birikimle dünyaya kafa tutar duruma<br />

gelmiştik dizi sektörümüzde. Yavaş yavaş da ele geçirmeye doğru<br />

gidiyoruz.<br />

Bu devasa sektörde Türkiye’ye de dünyanın kapıları açılıyor<br />

diyorsunuz yani.<br />

Açıldı zaten. Geçen aradılar beni “Binbir Gece” Arjantin’de<br />

yayınlanıyormuş. Yugoslavya da aynı şeyi yaptı. Bulgaristan,<br />

Türkistan, Rusya’da orda burada dizilerimiz pazarın içinde artık.<br />

Türkiye’nin ekonomisinin dış gelir kalemine baktığınızda, dizi<br />

sektörü şu anda ikinci, üçüncü kalem oldu dış gelirde. Bu daha<br />

da büyüyecek.<br />

Bu büyüme sete, çalışanlara nasıl yansıyor? Şartları<br />

düzeltiyor mu bari?<br />

Şartları düzeltmiyor ama o da olacak. Kademe kademe olacak<br />

şeyler bunlar. Çünkü yüz seneden fazla sinema yapılıyor bu ülkede<br />

ama sinema sektörü olan bir ülke değildik. Bir Hollywood’umuz<br />

bir, Cinecita’mız yoktu tabii. Şimdi kaçınılmaz olarak ciddi bir<br />

sektöre doğru gidiyoruz artık. Bakın burada dünyanın yatırımı<br />

yapıldı, bu plato kalacak bu diziden sonra. Esas yatırım o kısımda.<br />

Küçük bir dönüşümle Pera kısmında günümüz Beyoğlu’su da<br />

çekilebilir orada artık. Bu kostümler kalacak. Sektör olduğu için<br />

başka insanlar kullanacak bunu ve daha ucuza mal edecekler.<br />

Üstelik bizim önümüzde “Filinta” gibi, “Diriliş” gibi bir örnek<br />

yoktu, şimdi o da var. Bizim yaptığımız hataları yapmayacaklar,<br />

bizim geçtiğimiz dolambaçlı yollardan geçmeyecekler. Birikim<br />

de oluşuyor aynı zamanda.<br />

Eski dizi ve filmlerde dövüş sahneleri çok komik olurdu.<br />

Şimdi hayranlıkla izliyoruz.<br />

Görüyorsunuz işte bizim dövüş sahnelerini, “Diriliş”teki<br />

kılıç sahnelerini, çok başarılı. Herkes eğitim aldı, bu işi<br />

bilenlerle çalıştık. Teknik ve bilgisayar girdi işin içine. Aksiyon<br />

tasarımcımız Dusan Hyska’nın bizden önceki işi “Örümcek<br />

Adam 2” idi mesela. “Er Ryan’ı Kurtarmak”, “Titanik” gibi<br />

dünyadaki dev prodüksiyonlu işlerini yapan uzmanlarla<br />

çalışıyoruz artık. Oyuncular teknikleri, durmayı kalkmayı<br />

ustalarından öğreniyorlar. Bu büyük bir sıçrayış bu sektör için.<br />

Çok yakından ortak yapımlara doğru gideceğiz. Çünkü şu anda<br />

bu ülkede 150 tane set var. Bu muazzam bir birikim demektir.<br />

Bu işte çok pratikleştik, hızlı hareket edebiliyoruz ve biz de<br />

uzman ekiplere pek çok şey öğretiyoruz aslında.<br />

44 Vizyon


“Dünyada en çok<br />

seyredilen dizilerden<br />

“Game of Thrones” hangi<br />

kameralarla, hangi teknik<br />

malzemelerle çekiliyorsa<br />

bizde de bire bir aynıları<br />

var artık. Dünyada hangi<br />

malzeme kullanılıyorsa<br />

biz de onları kullanıyoruz.<br />

Ama koşullarımız hâlâ<br />

eşitlenmedi bizim.”<br />

Fotoğraflar: Veli Çetinkaya<br />

Bu kadar dizi çekilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />

Bizim çok güzel bir seyircimiz var. Aynı zamanda<br />

profesyonel ve seçici. Yüzlerce dizi izlediği için bir dizi<br />

kültürü, bir algı, birikim oluştu ve artık seyirci tepkisini çok<br />

net koyuyor ve seçiyor. İzleyici bu anlamda yapımcıların daha<br />

önünde çünkü onlar dünyayı da takip ediyorlar. Sektörü de<br />

bu anlamda izleyici yönlendiriyor.<br />

Özel kanalların başka kriterleri de var değil mi?<br />

Tabii. Bunlar ticari birer şirket ve yayınlarını yapıyorlar,<br />

reklam olarak satıyorlar, parasını da buradan alıyorlar. Kanal<br />

yöneticisi aslında bir şirketin yöneticisi demek. Yirmi tane<br />

dizi başlatıyor o sene diyelim. Bir dizisi ya tutuyor ya tutmuyor<br />

o kadar diziden ve bu yönetici görevde kalmaya devam<br />

ediyor. Başka bir şirketin yöneticisi olsanız, yirmi tane proje<br />

başlatsanız ve batırsanız sizi bir daha kapısından geçirirler<br />

mi? Televizyonda nasıl tutuyorlar peki? Neye göre seçiyorlar<br />

dizileri? Demek ki yanlış yapıyorlar bir yerlerde. Ben hiçbir<br />

özel kanalda bir drama kurulu, bir dramaturg olduğunu<br />

bilmiyorum. Hâlbuki bizim sinema, senaryo okullarımız var,<br />

niye bunlardan yararlanılmıyor? Üniversitelerdeki akademik<br />

birikimi işbirliği yaparak değerlendirmek zorundayız.<br />

Dizi başlıyor ve üç bölüm sonra yayından kaldırılıyor,<br />

buna ne dersiniz?<br />

Çünkü baştan yanlış başlatıyorlar. Seyirci daha akıllı<br />

olduğundan kabullenmiyor ve tutmuyor. Oysa yirmi dizi<br />

başlatıyorsa 18’inin tutması lazım. Bu yapının kurulması<br />

gerekiyor. Yöneticiler hala bunun farkında değil ama seyirci<br />

buna zorluyor işte. Dramaturglarla, üniversitelerle işbirliği<br />

yapıldığı zaman bizim sektörümüzü kimse tutamayacak.<br />

Yapacak çok şey var.<br />

Sizin yönetmen olarak çekmeyi hayal ettiğiniz bir<br />

film, dizi var mı?<br />

Var tabii. 1912 Balkan savaşıyla başlayan, 1922’de Büyük<br />

Taarruz’la biten dönemini anlatan bir projem var. Osmanlı<br />

döneminin bittiği, bitirildiği ve yeni bir yapının kurulduğu<br />

bir dönem. Bizim anlatacak çok şeyimizin olduğu bir<br />

dönem. Mesela Ermeni katliamıyla suçlanıyoruz, başka<br />

şeylerle suçlanıyoruz. Gerçekleri anlatacak bir proje.<br />

Koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nun batma sebebi üç<br />

kişi. Enver Paşa dediğiniz bizim ulusal kahramanımız.<br />

Bilmek gerekiyor, Enver Paşa kim, İttihat Terakki ne, Jön<br />

Türkler ne yapıyorlar? Abdülhamit 32 yıl iktidarda kalmış,<br />

Han diyenler de var Kızıl Sultan diyenler de… Hangisi<br />

peki, bunları dizilerle öğretmek lazım.<br />

Geçmişimiz çok zengin, malzeme bol. Filinta Mustafa<br />

da sıradan bir Osmanlı zabiti bakacak olursak. Ama<br />

odaklanınca o da bir adsız kahraman.<br />

Evet, mesela dizideki Foto Abdullah karakteri çılgın<br />

bir mucit ama karikatürize bir tip değil. Türk-İslam<br />

geleneğinde matematik ve mekanik bilimini kullanan<br />

adamlar vardır. Mesela El-Cezeri 1200’lü yıllarda robot<br />

yapmıştır. Taküyiddin; Osmanlı Türkü hezârfen, gök<br />

bilimci, mühendis ve matematikçidir. Foto Abdullah da bu<br />

geleneğin devamı. Tarihimiz Osmanlı’da başlayıp bitmiyor.<br />

5 bin senelik bir tarihimiz var. Cumhurbaşkanlığı forsunda<br />

bulunan 16 yıldızı düşünün. Bizim de öğretmemiz<br />

gerekiyor artık bu ülkenin sinemacıları, televizyoncuları<br />

olarak. Bunları anlatmak vatan borcudur. “Diriliş”i<br />

yapanların da farklı düşündüğünü zannetmiyorum.<br />

Sohbetlerimizde bunu gördük.<br />

Vizyon 45


tarih Öztürk Miraç SARAL ozturkmirac.saral@trt.net.tr<br />

İstanbul’un sığınağı<br />

Tünel<br />

180 bin altın lira<br />

harcanan Tünel,<br />

o yıl Kurban<br />

Bayramı’nın ilk<br />

gününe denk<br />

gelen 14 Ocak<br />

1875 tarihinde<br />

davullarlazurnalarla<br />

açılır<br />

ve 15 Ocak’ta hizmet<br />

vermeye başlar.<br />

Tünel’de ilk<br />

kullanılan trenler,<br />

basitçe birbirlerine<br />

bağlı halatların<br />

çektiği iki ayrı<br />

vagondan ibarettir.<br />

46 Vizyon


Her şeyden öte ve her şeyden gayrı İstanbul<br />

büyük bir resimden ibarettir aslında. Yüzlerce<br />

farklı desenden yaratılmış; zarif, görkemli<br />

ve özgün…3 bin yıl önce başlanan, asırlar<br />

boyunca çizilen ve boyamasına bugün de devam edilen bu<br />

tablonun her bir parçası kendine has ve her bir rengi çok<br />

özel.<br />

Tünel de, İstanbul tablosunun en güzel renklerinden bir<br />

tanesi… Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında bir<br />

hayalle doğan “kısacık” ancak dünyaları birbirine bağlayan<br />

kocaman bir rota.<br />

Gereksiz bir uğraş: Metro<br />

Metro, şehir içi ulaşımda kullanılan ve çoğunlukla<br />

yerin altından giden hızlı trenlerin genel adı. Tüneller de<br />

doğal olarak bu trenlerin gitmesi için açılan uzun yer altı<br />

yolları. Metro sistemlerinin amacı kâğıt üstünde büyük<br />

şehirlerdeki trafiğin azaltılmasına yardımcı olmak. Üstelik<br />

bunda da çok başarılılar; Londra Metrosu geçen yıl 1<br />

milyardan fazla yolcu taşıdı.<br />

Otomobilleri hayatlarımıza sokan Henry Ford’un<br />

meşhur bir vecizesidir: “İnsanlara ne istediğini sorsaydım<br />

araba değil, daha hızlı atlar isterlerdi”. Metro fikrinin<br />

doğuşu ve gerçekleşmesi de akıllara bu cümleyi getiriyor.<br />

Çünkü ilk metro Londra’da 10 Ocak 1863 günü saat 06.00<br />

da hizmete girdi ve ilginç olan şuydu ki o tarihte bırakın<br />

trafiği doğru düzgün otomobil bile yoktu.<br />

Peki, neden yüz binlerce sterlin harcanarak Londra’nın<br />

altında delikler açıldı? Daha sonra açıklanan askeri<br />

belgelerden anlaşıldığına göre, bu tünel açma sevdası sadece<br />

yolcu taşıma amacından değil, büyük bir savaş durumunda<br />

sığınak sağlayabilmek amacından kaynaklanmış. Bugüne<br />

kadar açılmış her metro istasyonu aynı zamanda bir<br />

savaş durumunda insanların sığınacağı ilk yer olarak da<br />

planlanmış.<br />

Bir yokuştan çıkan fikir<br />

Beyoğlu ile Karaköy’ü bağlayan Tünel, Londra’dan sonra


Yaşam tünelleri<br />

Tüneller dünyada sadece istikametleri birleştirmiyor,<br />

yaşama tutunmayı da sağlıyor. Bosna Savaşı’nda tam<br />

3 yıl boyunca kuşatma altında kalan Saraybosna’ya<br />

yapılan yardımların taşıyıcısı olan Saraybosna tüneli<br />

“Bilge Kral” lakaplı Aliya İzzetbegoviç’in fikriydi.<br />

Saraybosna Havaalanı ile Dobrinya Mahallesi’ndeki<br />

iki katlı ev arasındaki 800 metrelik tünel, 4 yıllık savaş<br />

boyunca Boşnakların adeta can damarı olarak, belki de<br />

bir ulusun tarihini değiştirdi.<br />

İsrail ablukası altındaki Gazze’ye gıda ve ilaç<br />

sağlayan Gazze Tünelleri’nin hikâyesi ise bugün de<br />

devam ediyor.<br />

dünyanın en eski yer altı yolu; bunu artık çoğumuz<br />

biliyoruz. Tünel’in doğuşu ise bizi 19. yüzyılın son<br />

demindeki İstanbul’a ve ilginç bir hikâyeye götürüyor.<br />

1867 yılının Mayıs ayında İstanbul’a genç bir Fransız<br />

mühendis ayak basar. Eugene Henri Gavand adındaki<br />

bu mühendis günler boyunca Beyoğlu’yu gezip durur.<br />

Galata ile Pera arasındaki yegâne ulaşım yolu “Yüksek<br />

Kaldırım” denilen dik bir yoldur. Bu yoldan her gün<br />

binlerce kişi atla ya da yürüyerek kan ter içinde kalarak<br />

geçiyordur. Bunu gören Gavand’ın aklına dâhiyane bir<br />

fikir gelir: Galata-Pera arasında bir tünel açmak ve<br />

burada kısa bir tren çalıştırmak.<br />

Reddedilen proje<br />

Gavand’ın fikri sadece Şehr-i İstanbul’un iyiliği<br />

için değildir elbette, aklında para kazanmak da vardır.<br />

Teknik çizimlerini bitiren Mühendis projeyi önce<br />

Fransız Hükümeti’ne sunar ama istediği para “külfetli”<br />

geldiğinden reddedilir. Ardından yardımına Londra<br />

Metrosu’nu da yapan İngiliz Hükümeti’nin Demiryolu<br />

Şirketi koşar ve kendisi 250 bin sterlinlik bir destekle<br />

şirketin hissedarı yapılır.<br />

Gavand’ın İngiltere destekli Tünel Projesi, 20<br />

Temmuz 1868’de Bab-ı Ali’ye sunulur. Proje bu sefer de<br />

maddi imkânsızlıklar yüzünden değil, mühendise olan<br />

güvensizlikten kabul edilmez. Ancak Gavand’ın pes<br />

etmeye pek niyeti yoktur. Bir yıl sonra, bu sefer Sultan<br />

Abdulaziz’le görüşmeyi başaran Fransız mühendisin<br />

yenilenmiş projesi kabul edilir ve proje dönemin<br />

Bayındırlık Bakanlığı’na intikal ettirilerek bir ferman<br />

yayınlanır.<br />

İnşaat başlar<br />

Yapılan anlaşmaya göre Gavand ve şirketi hem<br />

Tünel’in, hem de tren yolunun yapım maliyetini<br />

üstlenecek, çevre yolları tanzim edecek, Tünel’i 42<br />

yıllığına işletmeye hak kazanacak ve her yıl toplam<br />

kârının yüzde 1,5’ini devlet hazinesine vergi olarak<br />

verecektir.<br />

573 metre uzunluğundaki tünel inşaatına 30 Haziran<br />

1871’de başlanır. Projeyi yapan mühendis kurulu arasında<br />

Türk mühendis Süleyman Bey de vardır. Mekanik kazı<br />

araçları olmadığından yüzlerce işçi çalıştırılırken, çıkan<br />

hafriyat ise Tepebaşı’na ve Karaköy Meydanı’na yığılır.<br />

Tünel’in açılışı ve ilk yankılar<br />

180 bin altın lira harcanan Tünel, o yıl Kurban<br />

Bayramı’nın ilk gününe denk gelen 14 Ocak 1875<br />

tarihinde davullarla-zurnalarla açılır ve 15 Ocak’ta<br />

hizmet vermeye başlar.<br />

Tünel’de ilk kullanılan trenler, basitçe birbirlerine<br />

bağlı halatların çektiği iki ayrı vagondan ibarettir. 150<br />

beygir gücündeki iki vagon aynı zamanda birbirlerini<br />

hem çekip, hem de itiyordur. Böylelikle biri yukarı<br />

çıkarken diğeri aşağıya iniyor ve tünelin tam ortasında<br />

karşılaşıyorlardır.<br />

Tünel, Osmanlı vatandaşlarının hayatını çok<br />

kolaylaştırsa da aslında ilk aylarda çok da ilgi görmez.<br />

Çünkü kandillerle aydınlatılan vagonlar çok dar ve<br />

havasızdır. Üstelik küçükbaş-büyükbaş hayvanlar için<br />

de yer yoktur. Bu nedenle şirket ek bir vagonla hayvan<br />

ve araba taşımaya başlar.<br />

Tünel’deki ilk kaza açıldıktan 7 ay sonra gerçekleşir ve<br />

1950’lere kadar kazalar ara ara devam eder. Tek ölümlü<br />

kazanın gerçekleştiği 1943 yılında ise bir kontrol<br />

memuru hayatını kaybeder.<br />

Tünel’in açılması Beyoğlu-Galata arasındaki<br />

ekonomik yerleşimi de etkiler. Gavand’ın kendi<br />

günlüklerinde anlattığına göre Tünel’den sonra<br />

günümüzde dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayacak<br />

şöyle kozmopolit bir yapı meydana gelir. Alman fırıncı<br />

Benditsch, İtalyan erkek berberi Alberti, İranlı Halıcı<br />

Behar, Musevi Kitapçı Rosemann, Ermeni Doktor<br />

Minerdijian, Lokantacı Hacı Abdullah Efendi ve<br />

niceleri.<br />

“Üç kuruşluk” adamlar<br />

I. Dünya Savaşı ve sonrasındaki işgal günlerinde de<br />

Tünel’in işletmesi Fransızların elindedir. Galip tarafta<br />

olmanın kudretiyle Tünel’i kullanmanın ücretini<br />

Fransızlar için 3 kuruş, bilhassa Müslüman vatandaşlar<br />

48 Vizyon


içinse 5 kuruşa çıkartırlar.<br />

Kendi vatanlarında parya muamelesi gören Türk<br />

öğrencilerin başlattığı gösteriler kısa sürede alevlenir<br />

ve tüm İstanbul’da büyük bir etki yaratır. Bugün<br />

kullandığımız “3 kuruşluk insan” türü sıfatların<br />

kökeninde biraz da Türk öğrencilerin bu soylu isyanları<br />

vardır aslında.<br />

vagonlarının kendisine meşhur “köhne” kokusuyla<br />

1,5 dakikada insanları Beyoğlu’ndan alıp, Beyoğlu’na<br />

bırakmaya devam ediyor.<br />

Dergiyi elinizde tuttuğunuzda 140. yılını kutlayacak<br />

Tünel, görevini sessizce yapmaya devam ederken,<br />

İstanbul büyüyecek, değişecek, kalabalıklaşacak ancak<br />

bu tünel hep baki kalacak…<br />

Tünel’in bugünü<br />

Cumhuriyetin ilanından sonra millileştirilen Tünel,<br />

1971’de büyük bir yenilemeye girdiği günden beri<br />

kullanılmaya devam ediliyor. Duvarlarındaki çinileri,<br />

Tünel, Osmanlı vatandaşlarının hayatını çok kolaylaştırsa da aslında ilk aylarda<br />

çok da ilgi görmez. Çünkü kandillerle aydınlatılan vagonlar çok dar ve havasızdır.<br />

Üstelik küçükbaş- büyükbaş hayvanlar için de yer yoktur. Bu nedenle şirket ek bir<br />

vagonla hayvan ve araba taşımaya başlar.<br />

Vizyon 49


insan Didem ŞAHSUVAROĞLU didem.sahsuvaroglu@trt.net.tr<br />

Ustaların sadâsı, Sürmeli’nin nidâsı<br />

Nida Tüfekçi<br />

Nida Tüfekçi (sağdan ikinci) sanatçı arkadaşlarıyla<br />

“Kırmızı ışıklar yanıp da<br />

Muzaffer Sarısözen Hoca<br />

mikrofonda ismimi söyleyince<br />

kalbim duracakmış gibi<br />

oldu. Nefes alamadım. Ağır<br />

ağır çalmaya başladım. O<br />

sırada gözüme ilişen tek yer<br />

mikrofonun içi idi. Sanki milyonlarca<br />

insan bana bakıyormuş<br />

gibi geldi, titredim. Bu<br />

titreyişi sazımın tellerinde<br />

hissettim.”<br />

1929’da Yozgat’ın Akdağmağdeni İlçesi’nde<br />

dünyaya geldi. Müzik hayatı -belki dedoğduğu<br />

gün, “Nida” adını almasıyla başladı.<br />

Müziğin okulunun, notasının olmadığı,<br />

sazın ustadan öğrenildiği yılların çocuğuydu<br />

Mehmet Nida. İlk ustası olan babası Hamdi Tüfekçi<br />

bağlamayı eline verdiği çocukluk günlerini şu<br />

sözlerle yâd eder:<br />

“7-8 yaşlarındaydım her halde. Sazla benim<br />

boyumu ölçtüklerinde saz bir buçuk karış uzun<br />

gelirdi benden. Sazın sapına kolum yetişmezdi de<br />

teknesini bir duvara dayayıp öyle çalmaya çalışırdım.”<br />

Sazı kendinden, yeteneği sazından büyük Mehmet<br />

Nida, sahne tozunu ilk kez ilkokul müsamerelerinde<br />

yuttu. Eğitim hayatı devam ederken bağlama<br />

ile bağı da kopmadı. Lise çağına geldiğinde<br />

ekonomik sebepler onu, Ankara’daki Maliye Okulu’na<br />

Yozgat Tavrı<br />

Nida Tüfekçi’nin Türk Halk<br />

Müziği’ne ilk getirisi, henüz<br />

amatör bir sanatçıyken kitlelerle<br />

buluşturduğu “Yozgat Tavrı”dır.<br />

Sonradan Nida Tüfekçi adıyla<br />

birlikte anılan bu bağlama tavrı,<br />

Türk müziğindeki birçok unsur<br />

gibi o yıllarda bilinmiyordu. Sözlü<br />

kültürde ustadan çırağa aktarılan<br />

tekniği Nida Tüfekçi de “ben<br />

eğer ona yetişemeseydim, bu tavır<br />

onunla ölecekti” dediği babasından<br />

öğrendi.<br />

yönlendirdi. Maliyecilik yaptığı dönemi “Ekmek parası derdim olmadığı için sazımla daha<br />

içli dışlı oluyordum” diye yorumlar.


“Yurttan Sesler”den dünyaya<br />

Ankara’daki Maliye Okulu yıllarında<br />

hayatına yön verecek kişi ile tanıştı;<br />

Muzaffer Sarısözen… Henüz 18<br />

yaşında, Ankara Radyosu’ndaki,<br />

Yurttan Sesler programına konuk<br />

sanatçı olarak katıldı. İlk sahneye<br />

çıkışını şu sözlerle anlatır:<br />

“Radyonun 1 numaralı stüdyosunda<br />

Muzaffer Sarısözen ekibine dâhil<br />

olarak ilk defa radyoda saz çalarak<br />

okuyacaktım. Orada bir kenara<br />

oturarak beklemeye başladım. Müthiş<br />

surette heyecanlıydım. Kırmızı ışıklar<br />

yanıp da Muzaffer Sarısözen Hoca<br />

mikrofonda ismimi söyleyince kalbim<br />

duracakmış gibi oldu. Nefes alamadım.<br />

Ağır ağır çalmaya başladım. O sırada<br />

gözüme ilişen tek yer mikrofonun<br />

içi idi. Sanki milyonlarca insan bana<br />

bakıyormuş gibi geldi, titredim. Bu<br />

titreyişi sazımın tellerinde hissettim.”<br />

1953’te konukluk sona erdi ve Nida<br />

Tüfekçi, Ankara Radyosu’nun açtığı<br />

sınavı kazanarak saz sanatçısı unvanıyla<br />

Kurum bünyesine dâhil oldu.<br />

Ankara Radyosu yıllarında, hayatına<br />

damga vuracak ikinci isimle tanıştı:<br />

Neriman Altındağ… Çift, gerek<br />

meslekî gerekse özel hayatlarında bir<br />

“ 7-8 yaşlarındaydım her<br />

halde. Sazla benim<br />

boyumu ölçtüklerinde<br />

saz bir buçuk karış uzun<br />

gelirdi benden. Sazın<br />

sapına kolum yetişmezdi<br />

de<br />

teknesini bir duvara<br />

dayayıp öyle çalmaya<br />

çalışırdım.<br />

“<br />

an olsun ayrılmadı. Türk Halk Müziği’nin<br />

gelişmesi ve sanatçı yetiştirme yolunda<br />

yan yana yürüdü.<br />

1959 yılına gelindiğinde Tüfekçi çifti<br />

için İstanbul Radyosu günleri başladı.<br />

Nida Tüfekçi, İstanbul Radyosu’ndaki<br />

çalışmalarına devam ederken öte<br />

yandan musiki cemiyetlerinde ders<br />

verdi. Nida Tüfekçi’nin verdiği derslerle<br />

Türk Halk Müziği, ustayı taklide dayalı<br />

sistemden sıyrılıp kurumsal bir yapıya<br />

sahip oldu. Türkiye’nin bir kuşak halk<br />

müziği sanatçıları bu cemiyetlerde, Nida<br />

Tüfekçi’nin öğrencisi olarak yetişti.<br />

60’lı yıllarda TRT’nin açılışıyla birlikte<br />

TRT müzik dairesinin yapılanmasında<br />

görev aldı. Kurum bünyesinde çeşitli<br />

unvanlarda görev yaparken, eğitici<br />

programlar hazırlayıp sundu.<br />

Halk müziğinin “mektepli” olması<br />

da Nida Tüfekçi eliyle oldu. Usta,<br />

İstanbul Devlet Konservatuvarı Halk<br />

Müziği Bölümü’nün kurucuları arasında<br />

yer aldı. 1976 yılına gelindiğinde<br />

TRT’deki görevinden istifa ederek<br />

konservatuvardaki çalışmalarına<br />

yoğunluk verdi.<br />

Nida Tüfekçi ve karısı Neriman Altındağ Vizyon Tüfekçi 51


Halk müziği davası<br />

“Halk müziği davası” Muzaffer Sarısözen’le başladı. Sarısözen,<br />

öğrencilerine ve çalışma arkadaşlarına hep bu dava ruhunu<br />

aşıladı. 60’larda Muzaffer Sarısözen’in ölümüyle halk müziği<br />

davasında Nida Tüfekçi dönemi başladı. Tüfekçi, Sarısözen<br />

Usta ile çalışmasını ve onun felsefesini kavramış olmasını Halk<br />

müziği açısından bir şans olarak niteler: “Muzaffer Sarısözen’e<br />

yetişemeseydik halk musikisi bugünkü yerinde olmazdı.”<br />

Nida Tüfekçi, Sarısözen’den bayrağı devraldı ve ömrünün<br />

sonuna kadar başarıyla taşıdı. binden fazla parça derleyip<br />

notaya aktardı.<br />

Halk müziği dağarcığı çok genişti. Haklı olarak ona “ayaklı<br />

kütüphane” diyorlardı, ancak onu tanıyanlar “ayaklı arşiv”<br />

demenin daha uygun olacağını söyler. Zira o engin bilgisini<br />

herkesin değil, gerçekten dava insanı olanların kullanımına<br />

sunardı.<br />

“Türk Halk Müziği” dendiğinde akan sular dururdu büyük<br />

usta için. Sanatçı arkadaşlarına sarf ettiği “Hepinizi seviyorum,<br />

ama halk müziğini hepinizden çok seviyorum” sözleri, Türk<br />

müziği söz konusu olduğunda müsamahası olmadığının<br />

deliliydi.<br />

Radyo ve televizyonda eğitici işlevi öne çıkan programlar<br />

yaptı. Eğitici program çalışmaları Türkiye ile sınırlı kalmadı.<br />

Belçika Radyosu’nda da “Bağlama Ailesi” adlı bir program<br />

hazırlayıp sundu.<br />

Ayrıca uluslararası birçok panel ve sempozyumda Türk<br />

Halk Müziği’ni tanıttı. Eşi Neriman Altındağ Tüfekçi ile<br />

beraber hazırladığı “Memleket Türküleri” kitabının yanı sıra<br />

UNESCO’nun “Dünya Müziği Tarihi” adlı kitabın “Türk Halk<br />

Müziği” bölümünü kaleme aldı.<br />

Türkü âşığı<br />

“Ona göre giysilerin en güzeli halk giysisi, yazınların<br />

en güzeli halk edebiyatı, musikinin en güzel halk müziği,<br />

dansların en güzeli halk oyunlarıdır.” diye tanımlar ustayı, kızı<br />

Gamze Tüfekçi Yazıcı… Nida Usta, folkloru yalnız türküye<br />

indirgemez. Müziğiyle, oyunuyla, giyimiyle, edebiyatıyla bütün<br />

olarak kabul eder.<br />

Halk müziğinin sözlü kültürden yazılıya geçmesine verdiği<br />

emeklere rağmen esas öğrenimin sahada olduğuna inanır.<br />

Öğrencilerine “masa başı folklorcusu” olmamalarını öğütler.<br />

“Kitabiyet iyidir, ancak yeterli değildir” der, “Folklorcu için<br />

halkın telakkisi, kitaplarda yazandan önce gelir. Zira halkını<br />

tanımayan, folklorcu olamaz.”<br />

1993’te ölümünden iki yıl önce “devlet sanatçılığı” unvanını<br />

aldı. Türk müziğinin otoritesi, ölümünün ardından “Türk<br />

müziğinin efsanesi” haline geldi.<br />

Çamlığın başında bir ince duman<br />

Gördükçe ağlardı gözü Nida’nın<br />

Ziyayı vurmuşlar yol ortasında<br />

Nasıl dayanırdı özü Nida’nın<br />

Baba oldu türkülerin merdine<br />

Acı çekti bir sürmeli derdine<br />

Şikâyet gelmedi bir gün virdine<br />

İlkbahardı kışı yazı Nida’nın<br />

Bir gün Kırşehir’de, bir gün Banaz’da<br />

Adım adım gezdi, baharda, yazda<br />

Bizi üşütmedi karda, ayazda<br />

Yandıkça büyüdü közü Nida’nın<br />

Türküler Nida’sız, onulmaz hasta<br />

Halaylar üzgündür, bozlaklar yasta<br />

Ankara’da Kayseri’de, Sivas’ta<br />

Hürmetle edilir sözü Nida’nın*<br />

*Bayram Bilge Tokel<br />

Not: Fotoğraflar: (Gürsoy Babaoğlu’nun kişisel arşivinden)<br />

“Hepinizi seviyorum, ama<br />

halk müziğini hepinizden<br />

çok seviyorum.”<br />

52 Vizyon


Vizyon 53


tarih<br />

Raflardan<br />

bilgisayar ekranına<br />

Evimizin en nadide<br />

köşesindeydi bir zamanlar.<br />

Ciltleri zarar görmesin diye<br />

ihtimam gösterdiğimiz,<br />

kütüphanemizde inci gibi dizili<br />

ansiklopedilerimiz. “Ne oldu, artık<br />

ansiklopedi yok mu?” demeyin.<br />

Elbette hâlâ görevlerini icra ediyorlar.<br />

Ancak kalın ve güçlü yapılarına<br />

en son ne zaman başvurduğunuzu<br />

hatırlarsanız geçmiş zaman olur ki<br />

hayali cihan değer. Rafından indirilip<br />

bakılan en önemli bilgi kaynağımız<br />

ansiklopedilerin yerini bugün sosyal<br />

medya ve internet siteleri çaldı. Artık<br />

54 Vizyon<br />

bilgi raflardan bir tık yakında. Doğru<br />

bilgiye ulaşıp ulaşmadığımız ise<br />

muamma. Her ne kadar teknolojinin<br />

sınırsızlığı kaynakları sonsuzlaştırsa<br />

da aslında bugün tozlu cilt kokusunu<br />

ve kuşe kâğıtta kayan elimizin aradığı<br />

bilgiyi özlüyoruz. Sayfaları çevirdikçe<br />

bilgiye ulaşmanın heyecanını arıyor<br />

gözlerimiz. Ağırlığının ne kadar da<br />

önemli bir kaynak dedirttiği, onun<br />

babadan çocuğa evladiyelik saklandığı<br />

zamanları unuttuk. Ancak çok da<br />

uzak değil ödevlerimizi yaparken ya<br />

da yarışma programları izlerken ona<br />

danıştığımız günler.<br />

Bilgi güçtür<br />

İçeriği ne ile ilgili olursa olsun<br />

bilgi gücün yapıtaşı. Bilgiyi edinen ve<br />

doğru yerde kullanabilen kişi ise ipi<br />

göğüslemeye hatta tarihi değiştirmeye<br />

daha yakın. Ansiklopedinin tarihi ve bu<br />

yolda yaptığı görev de yadsınmayacak<br />

kadar önemli. Ansiklopediler, bilginin<br />

yayılması ve sınıflandırılıp her kitleye<br />

ulaşması açısından önemli bir dönüm<br />

noktası. Aslında ilk ansiklopedinin<br />

hangi eser olduğu ve kim tarafından<br />

yazıldığı birçok kaynakta farklı olsa<br />

da, antikçağdan bu yana yazılan her<br />

eser verdikleri bilgi ve şekil açısından


Ela GÜRMAN TEKİN<br />

ela.gurman@trt.net.tr<br />

İçeriği ne ile ilgili<br />

olursa olsun bilgi<br />

gücün yapıtaşı. Bilgiyi<br />

edinen ve doğru yerde<br />

kullanabilen kişi ise<br />

ipi göğüslemeye hatta<br />

tarihi değiştirmeye daha<br />

yakın. Ansiklopedinin<br />

tarihi ve bu yolda yaptığı<br />

görev ise yadsınmayacak<br />

kadar önemli.<br />

Vizyon 55


13. yüzyılın en kayda değer<br />

çalışması Roger Bacon’un<br />

“Opus Majus”u. Gerçekte<br />

ansiklopedik ruh 13. yüzyıl<br />

boyunca canlı. Bu dönem<br />

“Summa”, “Universitas”<br />

ve “Speculum” çarpıcı<br />

başlıklarını kullanan kitaplar<br />

çağı. Aynı ruh, 16.yüzyılın<br />

ortasına kadar devam eder.<br />

ansiklopedilerle bir yerde buluşuyor.<br />

Babil ve Asurluların standart astroloji<br />

ansiklopedisi çalışmasının, Sargon<br />

kütüphanesinde bulunan 70 tabletlik<br />

bir örnekte kendini göstermesi gibi.<br />

Pliny’den İbn’i Sina’ya<br />

Bildiğimiz ansiklopedilerin öncüsü<br />

olarak yaşlı Pliny’in yazdığı “Historia<br />

Naturalis” yani “Doğa Tarihi” sayılabilir.<br />

Pliny’nin çalışması iki ayrı önem taşır.<br />

İlki, içerdiği konularla Rönesans’tan 19.<br />

yüzyıla kadar ilgili konularda yazılan<br />

kitaplara temel ve güvenilir referans<br />

eserlerden biri olarak kabul edilmesi;<br />

ikincisi de konu ve sınıflama şekli ve<br />

çok yazarlı bir yapıyı benimsemesi.<br />

10 cilt ve 37 kitaptan oluşan bu geniş<br />

kapsamlı ansiklopedi çalışmasının; 200<br />

kitaptan alınmış 20 bin madde olduğu<br />

ve 146 Romalı ile 327 Yunan olmak<br />

üzere toplam 473 yazar tarafından<br />

hazırlandığı belirtilir. Kitapta<br />

birincil kaynak olarak Aristo’dan<br />

yararlanılmıştır. Ansiklopedici<br />

Varro’nun “Disciplinarum Libri<br />

Novem” kitabında konular daha<br />

sonra trivium ve quadrivium olarak<br />

da adlandırılacak gramer, mantık,<br />

retorik, geometri, aritmetik, astronomi,<br />

müzik olarak ayrılmış, bunlara tıp<br />

ve mimari de eklemiştir. Özellikle<br />

ilkçağ ve ortaçağda bu sınıflama, tüm<br />

ansiklopedi ve eğitim dünyasına katkı<br />

yaparak kaynak oluşturmuştur. Verrius<br />

Flaccus ise, bir Romalı ansiklopedist<br />

olarak çağdaşlarını etkileyecek önemli<br />

bir yeniliğe imza atmıştır. Flaccus, dev<br />

çalışması “De Verborum Significatum”<br />

da ilk alfabetik düzenleme metodunu<br />

geliştiren kişidir.<br />

Pliny’nin yarattığı etki tek bir<br />

konu üzerine hazırlanan başka<br />

bir ansiklopedide de görülür. Bu<br />

ansiklopedik kitap, İbn’i Sina’nın<br />

56 Vizyon<br />

Avrupa’da “Avicenna” ismiyle tanınan<br />

“Tıp kanunu” yani “Canon Medicinae”<br />

kitabıdır. Ortaçağ felsefecisi Bath’lı<br />

Adelard tarafından 12.yüzyılda<br />

Arapçadan Latinceye çevrilen kitap, 17.<br />

yüzyıla kadar batı Avrupa’daki tüm tıp<br />

fakültelerinde ana referans ders kitabı<br />

olarak kullanılmasıyla da değer arz eder.<br />

Ortaçağ<br />

Ortaçağın ilk dönemlerinde var<br />

olan ansiklopedilerin çoğunluğunun<br />

dini kaynaklı olduğu görülür. Bu<br />

dönemdeki ansiklopedilerin en<br />

önemlilerinden biri, Seville’li Isidore’in<br />

20 ciltlik “Etimolojinin Kökenleri”<br />

yani “Origines des Etymologiae” isimli<br />

eseri. Ernest Brehaut’a göre Isidore’in<br />

kitabı karanlık çağların entelektüel<br />

durumunu çizer. Geç Ortaçağ’ın<br />

ansiklopedileri en yüksek değerdeki<br />

bilgiyi arayarak öne çıkar. Bunların<br />

Tanrı’nın iki kitabı hakkındaki gerçeği<br />

ifade ettiği düşünülür: İncil ve doğa.<br />

Ansiklopediler, böylece, Tanrı’nın<br />

rasyonel yaratımları için planlandığı<br />

bilgiyi insanın elde etme tutkusunu ve<br />

çabasını kaydeder.<br />

Dominikan Rahip Vincent of<br />

Beavois tarafından yazılan “Speculum<br />

Maius”, “Daha Büyük Ayna” 3 kitaptır:<br />

Doğa hakkında, Tarih hakkında,<br />

Doktrin hakkında. Hedef: ilahi ve<br />

insana ait bilginin en iyilerini ayırıp,<br />

harmanlayarak korumaya almaktır.<br />

Açıkça belirtilen bir çalışma da Vincent<br />

of Beavois’in diğer bir ansiklopedik<br />

kitabı; “Speculum naturale, morale,<br />

doctrinale, et historiale”. Kitap, Aristo<br />

ve Thomas Aquinas gibi filozofların bir<br />

derlemesi. 1541’de Basel’de terim olarak<br />

en yakın ismi başlık seçen “Cyclopedia”<br />

yayınlanır. Takip eden 60 yılda benzer<br />

birçok kitap basılacaktır.<br />

Çin’de “kategori kitabı” diye<br />

adlandırılan “leishu” ilk defa<br />

11. yüzyılda ortaya çıkar. Çin’de<br />

ansiklopediler imparatorluk mâli<br />

yardımlarıyla can bulur. Ming ve<br />

Qing hanedanı döneminde İmparator<br />

Yongle, “Yongle Canon” isminde<br />

edebi alıntılardan oluşan büyük<br />

hacimli bir ansiklopedi hazırlatmış,<br />

ansiklopedi için 3000’den fazla yazar ve<br />

akademisyen 8000’in üzerinde çalışma<br />

yapmıştır. Bu eserin tek nüshası, 1449<br />

yılında çıkan bir yangında yok oluncaya<br />

dek imparatorluk kütüphanesinde<br />

vücut bulmuştur.<br />

Sonraları…<br />

“The Grand Dictionnaire Historique”<br />

Fransız Akademisyen Louis Moreri<br />

tarafından yazılan kitap ilk ansiklopedik<br />

referans çalışması olur. Kısa süre sonra<br />

Pierre Bayle’ın yazdığı “Dictionnaire<br />

Historique et Critique” yayınlanır.<br />

Moreri’nin eseri alt başlıklarında<br />

belirtildiği gibi “dini ve din dışı<br />

tarihin kendine özgü bir bileşimi”dir.<br />

İçinde ünlü Katolik soyluların kısa<br />

yaşam öyküleri bulunduğundan çok<br />

tutulur. 1727’de Ephraim Chambers<br />

Londra’da “Cyclopedia” veya “Universal<br />

Dictionary of the Arts and Sciences”<br />

adıyla bir çalışma ortaya koyar. Özellikle<br />

Newtoncu bilim, Locke felsefesi ve<br />

boyama, bira yapımı, gravür, mumculuk<br />

gibi teknolojik konularda güçlü, tarih,<br />

coğrafya ve biyografide ise zayıftır.<br />

17. yüzyıla kadar<br />

ansiklopedi ağırlıklı olarak<br />

konu bazında sıralanan<br />

maddelere sahip olur.<br />

17. yüzyıldan itibaren<br />

ansiklopedicilik alfabetik<br />

sıralama sistemini<br />

benimsemeye başlar.<br />

“Ansiklopedi” aydınlanma<br />

dönüşümünde güçlü bir<br />

motordur.<br />

Ansiklopedi projesi<br />

“Ansiklopedi” projesi 1745-1748<br />

yılları arasında tasarlanarak üzerinde<br />

çalışıldıktan sonra 1750’de duyurulur<br />

ve tanıtımda yazar olarak belirtilen isim<br />

Diderot’tur. Toplam 7 cildin ilki 1751,<br />

ikincisi 1752 tarihlidir. Ansiklopedideki<br />

71.818 maddeyi yazmak için 135<br />

yazarla işbirliği yapılır. Editörlerin<br />

zanaatları betimlemeleri ve bol resim<br />

kullanarak anlatmakta ısrar etmeleri de<br />

yapıtın kabul ettiği felsefe gibi radikal<br />

bir yeniliktir kuşkusuz. Orijinal ve<br />

korsan baskılarıyla birlikte “ansiklopedi”<br />

her biri ortalama 30 ciltlik, toplam 25<br />

bin takım, yani yedi yüz elli bin nüsha<br />

satar. “Ansiklopedi”nin döneminin en<br />

çok satan yapıtı olduğu ve Avrupa’nın<br />

her yöresinde aralarında hukukçu,<br />

papaz ve doktorlarında bulunduğu<br />

geniş bir eğitimli okur kitlesine ulaştığı<br />

tartışma götürmez bir gerçek. Kısa


“Tüm makinalarımızın ve aletlerimizin yok edildiği bir senaryoda, tüm subjektif bilgileri,<br />

buna makinaların ve aletlerin bilgisi ile onları nasıl kullanacağımız da dâhil olmak üzere,<br />

kütüphanelerin kapasiteleri sayesinde öğrenmeye devam ederiz”<br />

Karl POPPER<br />

ve öz olması 200 ciltlik ansiklopedi<br />

denemelerine oranla satışını ve halka<br />

daha fazla yayılmasını sağlar. Kendisini<br />

takip eden ansiklopediler, büyüklükleri<br />

ile etki alanları dar bir şekilde sadece<br />

kütüphanelerde yaşamaya başlar, kısa<br />

ve etkili ansiklopediler ise ticari olarak<br />

başarı kaydeder.<br />

Abone usulü<br />

Britannica’nın 1771’de yayımlanan<br />

ilk baskısı bir matbaacı, bir gravürcü ve<br />

ikinci sınıf yoksul bir yazar tarafından<br />

kısa sürede oluşturulan alçak gönüllü<br />

bir yapıttı. İlk Britannica baskısında<br />

Diderot’un yaptığı gibi uzmanlardan<br />

yararlanılmadı. Onun yerine iyi bilinen<br />

birkaç kitap kullanıldı. Britannica’nın<br />

1778-1784 yılları arasında basılan ikinci<br />

baskısı ise ilkinin 3 katı uzunluğundaydı.<br />

Yeni baskı daha önce ihmal edilen tarih<br />

ve biyografi alanlarını da içeriyordu.<br />

Üçüncü Britannica (1794-1797)’da<br />

ise maddeler birkaç kişi tarafından<br />

yazılmıştı. İkinciye göre iki kat uzundu<br />

ve 18 ciltlik 14.579 sayfadan oluşuyor,<br />

542 resimli sayfa içeriyordu. İlk<br />

“Encyclopaedia Britannica” 3 bölümde<br />

ilk cildi A-B ve son cildi M-Z olarak<br />

sınıflanmıştı. Uzun ansiklopediler<br />

abone usulü satılıyordu ve abone sayısı<br />

kimi kez on yıllar süren bir yayın tarihi<br />

boyunca değişiyordu. Ayrıca “telif hakkı”<br />

olmadığından “resmi” baskılar korsan<br />

baskılarla rekabet etmek zorundaydı.<br />

Almanlar’ın Conversations-<br />

Lexicon’unu ise girişimci-yayıncı<br />

Friedrich Arnold Brockhaus tarafından<br />

hazırlandı. Bu iş için Brockhaus yarım<br />

kalmış bir ansiklopediyi satın aldı,<br />

tamamlatmak için yazarlar tuttu ve ilk<br />

baskıyı 1809-1811 yıllarında yayımladı.<br />

Bunlar bilgi şaheseri ya da bütün<br />

bilgilerin bir özeti değil, basit başvuru<br />

kitaplarıydı. Buna rağmen iki yüzyıl<br />

sonra ve sayısız baskının ardından hala<br />

yayınlanmaktadır.<br />

Ansiklopedinin değeri<br />

Yazının ilk olarak ortaya çıkışından<br />

itibaren temel problem, bilginin<br />

düzenlenmesi ve sunulması. Bilginin<br />

düzenlenmesi ve sunulmasında<br />

ansiklopedilerin doğuşu önemli bir<br />

rol üstlenmiş, ansiklopediler sayesinde<br />

geçmiş bilgi birikimi bir yandan özet<br />

halinde sunulurken bir yandan referans<br />

bilgi kavramı oluşmuş. Ansiklopediler<br />

geçirdikleri evrim itibariyle, elit kesime<br />

bilgi veren bir referans kaynağından,<br />

zamanla halkın her kesimine temel<br />

bilgiler veren bir kaynağa dönüşmüş.<br />

İlk kil tabletlerden beri hayatımıza<br />

giren ansiklopedik bilgi, günümüzde<br />

internet çağı ile birlikte halen en geçerli<br />

bilgi erişim aracı. Bilgi arayışımızdaki<br />

isteğimiz değişmedi sadece artan nüfus<br />

ve gelişen teknoloji ile bilgiye erişim<br />

yollarımız değişti. Ansiklopedinin<br />

tarihi geçmişi elbette yazdıklarımızdan<br />

çok daha detaylı. Ancak bu konuyu ele<br />

alışımız, baş tacı ettiğimiz yıllardan<br />

bugüne kutulara kaldırdığımız<br />

ansiklopedilerin değerini bir kez<br />

daha gözler önüne serecek detaylar<br />

barındırması açısından önemli.<br />

Vizyon 57


güncel Bengi BAYDAR bengi.baydar@trt.net.tr<br />

Bu kostümler<br />

engel tanımıyor<br />

Son dönemlerin<br />

en ilgi çekici<br />

ve en anlamlı<br />

projelerinden<br />

biri OLAN “<br />

Tekstilde Engelsiz<br />

Adım Projesi”,<br />

yaşamın pek çok<br />

alanında kendi<br />

engellerinden<br />

daha büyük<br />

engelleri aşmak<br />

zorunda kalan<br />

pek çok kişi ve<br />

aileye ,giyim<br />

konusunda büyük<br />

kolaylıklar<br />

getirmeyi<br />

amaçlıyor.<br />

58 Vizyon


Engellilik çoğu zaman değişken bir konudur.<br />

Başka bir deyişle ile nerede ve nasıl<br />

karşılaşacağınıza bağlı olarak sonuçları değişen<br />

bir durumdur. Eğer bir gözlükle, var olan<br />

görme probleminizi rahatlıkla giderebiliyor ve işlerinizi<br />

görebiliyorsanız bir sorununuz yoktur. Ancak geri kalmış<br />

bir köyde ya da yörede bu gözlüğe ulaşamıyorsanız, ciddi<br />

bir sorunla karşı karşıyasınız demektir.<br />

Günümüzde engelliler için yaşamlarını kolaylaştıracak<br />

birçok tasarıma ve projeye imza atılıyor olsa da henüz<br />

yeterli düzeyde değil. Engellilik konusu Türkiye’de<br />

yaklaşık yirmi yıl önce hareketlenmeye başladı. Ondan<br />

önce kayda değer bir çalışma yoktu. İlk zamanlar hizmet<br />

denilince, sadece tekerlekli sandalye veya danışmanlık<br />

vermek akla geliyordu. Artık teknolojinin ve yaratıcı<br />

yepyeni fikirlerin sayesinde, engelli dostlarımıza daha<br />

güvenli ve daha rahat bir yaşam sunabilmek mümkün<br />

olabiliyor.<br />

Engelli bireyler genel olarak zihinsel ve bedensel<br />

engelliler şeklinde iki ana gurupta sınıflandırılıyor.<br />

Peki, engelli vatandaşlarımızın en büyük sorunlarından<br />

birinin ne olduğunu biliyor musunuz? Bizim için sıradan<br />

gibi görünen giyinme eylemini kolayca gerçekleştirmek<br />

ve giydikleri kıyafetler içinde rahat olabilmek. Son<br />

dönemlerde yurt dışında, dünya hazır giyim sektöründe<br />

trend haline gelen uyarlanabilir giysi (Adaptive<br />

Clothing) kavramı gelişmeye başladı. Türkiye’de de bu<br />

tür uygulamalar üniversiteler ve özel sektör tarafından<br />

hayata geçiriliyor. Engellilere uygun kıyafet üretmek<br />

için el ele veren tekstil sektörü farklı tasarımlar üretmek<br />

için düğmeye başmış durumda. Kendi içlerinde kolay<br />

giyilebilirlilik, konfor, estetik ve bakım kolaylığı<br />

sağlayan bu kıyafetler, her iki gruptaki engelliler için de<br />

büyük önem taşıyor. Tekstilde Engelsiz Adım Projesi<br />

de üzerinde titizlilikle durulan, ilk ve sürdürülebilinir<br />

projelerden biri olma özelliğini taşıyor. Bu orijinal fikri<br />

ortaya atan kişi ise İstanbul Teknik Üniversitesi Tekstil<br />

Teknolojileri ve Tasarım Fakültesi, Tekstil Mühendisliği<br />

Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nevin Ç. Gürsoy.<br />

Küçük detaylara, büyük sorunlar<br />

Hiç beklemediğimiz biranda ufacık bir detay,<br />

hayatımızı kolaylaştırabilir veya zorlaştırabilir. İşimize<br />

yarayacak bir öğüt, akıllı bir mutfak eşyası veya bir çift<br />

su geçirmeyen ayakkabı Hiç fark etmez. Hayatımız<br />

boyunca, farkındalığa uzanan o ince çizgide nefes almaya<br />

çalışırız. Bazen olumsuz detaylar bizi hayattan soğutur.<br />

Bazı fiziksel engeller vardır ki yaşamımızın sonuna kadar<br />

bizimle bütünleşir. Aslında kime göre, neye göre engeldir<br />

bu tartışılır. Fakat hayat her zaman çiçekli, aydınlık<br />

bir bahçe değil ve bu yüzdende bazen olumsuz gibi<br />

görülebilen ufacık bir detay, hayatı kolaylaştıran büyük<br />

olumlu projelere dönüşebilir.<br />

Son dönemlerin en ilgi çekici ve en anlamlı<br />

projelerinden biri “Tekstilde Engelsiz Adım Projesi.”<br />

Henüz tam olarak başlanmamış olsa da şimdiden<br />

adından çokça bahsedilen orijinal ve geliştirilmeye uygun<br />

bir proje. Projenin fikir sahibi olan Gürsoy, projenin<br />

Vizyon 59


Bize sıradan gibi görünen fakat engelliler<br />

için büyük sorunlar oluşturan küçük<br />

detaylara kalıcı çözümler getirmemizin<br />

zamanı geldi de geçiyor. O yüzden “Tekstilde<br />

Engelsiz Adım Projesi”nin desteklenmesi çok<br />

önemli. Bu proje geliştikçe ve sektörde yerini<br />

buldukça, engelli arkadaşlarımızın yaşam<br />

kaliteleri daha artacaktır.<br />

ortaya çıkışını şu sözlerle anlatıyor:<br />

“Geçen yılki engelliler haftasında, Sancaktepe Belediyesi<br />

giysi yardımında bulunuyordu. Benden de yardım istediler.<br />

Oradaki birkaç engelli arkadaşa, gelen giysileri giydirip,<br />

fotoğraflayıp, yardımda bulunan firmaya yollamak istedik.<br />

Amacımız insanların dikkatini çekip, yardımların devamının<br />

gelmesini sağlamaktı. Ama gördük ki o kadar güzel giysiler<br />

geldiği halde, fotoğraf çekimi için üç kişiyi giydirmeyi bile<br />

başaramıyoruz. O kadar zorlandık ki, inanılır gibi değildi.<br />

Sonuç olarak oradaki ürünlerin engelli arkadaşlar için uygun<br />

olmadığına karar verdik. Kıpırdayamadılar ve giydirilirken<br />

sandalyesinden düşen bile oldu. Düşündüğümüzde hiçbir<br />

zaman, engelliler için özel tasarlanan kıyafet olmamıştı.<br />

Dünyanın herhangi bir yerinde böyle bir pazar yok. Böylece<br />

farkındalık ve ihtiyaç üzerine, engellilere giysi tasarlama fikri<br />

ortaya çıkmış oldu.”<br />

Her yerde rastlayabileceğiniz bir mont hayal edin. Çok<br />

Duyarsızlık<br />

Son yapılan istatistik verilere göre; Türkiye’de<br />

hanelerin yüzde 5,4’ünde engelli yaşıyor. Ülkemizde<br />

engelli sayısı bu kadar çokken, engelli vatandaşlarımız<br />

ile ilgili dernek ya da vakıflara üyelik oranı maalesef<br />

sadece yüzde 0,4 olarak kalıyor. Bu oran belki de<br />

ülkemizde engelli vatandaşlara karşı duyarsızlığın en<br />

büyük göstergesi.<br />

güzel ama rahat değil, yanından ve arkasından bağcıkları<br />

sarkıyor. Giyildiği zaman bağcıkları, tekerlekleri sandalyeye<br />

takılan bir montu giymek kullanışlı olabilir mi? Upuzun<br />

bağcıklı bir ayakkabıyı giymek zahmetli olmaz mı? Örneğin<br />

otistik çocuklar giysileri ile aynı renkte olan düğmeleri<br />

ilikleyemiyor. Bize sıradan gibi görünen fakat onlar için<br />

büyük sorunlar oluşturan bu tarz küçük detaylara kalıcı<br />

çözümler getirmemizin zamanı geldi de geçiyor. O yüzden<br />

Tekstilde Engelsiz Adım Projesi’nin desteklenmesi çok<br />

önemli. Bu proje geliştikçe ve sektörde yerini buldukça,<br />

engelli arkadaşlarımızın yaşam kaliteleri daha artacaktır.<br />

Özel atölye<br />

Tekstilde engelsiz adım projesi, İstanbul Kalkınma<br />

Ajansı’nın desteği ile gerçekleştiriliyor. Buradan alınan<br />

destek kapsamında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde bir alan<br />

kendilerine tahsis edilmiş. Atölyenin, yani giysi tasarımlarının<br />

yapılacağı ve sergileneceği mekânın inşaatı ise kısa bir süre<br />

önce başladı. Yakında iplikten, satılan ürüne kadar prototip<br />

60 Vizyon


“Alzheimer hastalarının<br />

kıyafetlerine çip, görme<br />

engelliler için giydikleri<br />

kıyafetlerin renklerini<br />

seçebilsin diye kabartmalı<br />

etiketler tasarladık. Çünkü<br />

onlar da nasıl göründüklerini<br />

önemsiyorlar.”<br />

Prof. Dr. Nevin Ç. GÜRSOY<br />

üretebilecek kapsamlı bir atölye üniversitenin bahçesinde<br />

hizmet verecek. Öncelikle giysi tasarımları yapabilmek adına<br />

sadece makine desteği alınmış. Diğer yandan ürünlerin konfor<br />

özelliklerini tespit edebilmek üzere muhtelif test cihazları da<br />

var. Engelli bir insana ölçü almada kullanılan cihazlar, dikiş<br />

makineleri gibi eksikler yakında tamamlanacak. Atölyenin en<br />

önemli amacı engelli bireyleri ayrımcılığa maruz bırakmadan,<br />

en temel ihtiyaçlardan olan giyinme konusunda destekleyici<br />

nitelikte olmasına önem verilmesi. Yapılacak merkezin<br />

adı ise “Engelliler İçin Tekstil Tasarım Merkezi” olacak.<br />

Tekstilde evrensel tasarım olgusunun, Türkiye de yerleşmesi<br />

çok önemli. Engelli bireyler böylece giyebilecekleri ürünleri,<br />

akranları ile aynı mağazalardan ve modayı takip ederek<br />

tedarik edebilecekler.<br />

Görme engelliler artık kıyafetinin rengini<br />

sormadan seçebilecek<br />

Projeye destek verenler oldukça fazla. Aile ve Sosyal<br />

Politikalar Bakanlığı, Sancaktepe Kaymakamlığı, İstanbul<br />

Büyükşehir Belediyesi, Sancaktepe Belediyesi, İstanbul Sanayi<br />

Odası, İstanbul Tekstil ve Hammaddeleri İhracatçıları Birliği,<br />

Modacı Bahar Korçan gibi ünlü modacılar, üniversiteler ve<br />

diğer kuruluşları sayabiliriz. Gürsoy, şimdiye kadar yapılanları<br />

şöyle özetliyor:<br />

“Biz birçok engelli merkezinde çalışıyoruz. Sıkıntıları ve<br />

ihtiyaçları belirlemek üzere belli pilot bölgelerimiz var ve saha<br />

çalışmalarımız devam ediyor. Spastik çocuklar merkezine<br />

gidiyoruz ve çocuklar sıkıntılarını dile getiremedikleri için<br />

anneleri ile iletişim kuruyoruz. Oraya gittiğimizde yanımızda<br />

bir modacı arkadaşımız ve okulun fizyoterapistleri bulunuyor.<br />

Anneden çocuğa giysisini giydirmesini istiyoruz. Anne o<br />

anda zorlukları pek göremiyor fakat biz en ufak olumsuz<br />

detayları görebiliyoruz. Bizim proje için kurduğumuz<br />

çalıştaydan elde ettiğimiz bir takım veriler de var. Diyelim<br />

ki on yaşa kadar olan çocukların altları bezleniyor ve bunlara<br />

göre body bulmak zor olabiliyor. Bu çocuklar için özel bodyler<br />

tasarladık ve karın bölgelerine çıt çıtlar ekledik. Diğer yandan<br />

Alzheimer hastalarının kıyafetlerine çip, görme engelliler için<br />

giydikleri kıyafetlerin renklerini seçebilsin diye kabartmalı<br />

etiketler tasarladık. Çünkü onlar da nasıl göründüklerini<br />

önemsiyorlar. Bunları ve daha birçok cezbedici fikirleri<br />

hayata geçirmek için canla başla çalışıyoruz. Zaten birçok<br />

tekstil ürününü tasarladıkça pilot bölgelerimizde, kendileri<br />

üzerinde deneyeceğiz.”<br />

İkinci aşamada da oluşabilecek sıkıntıları ve ihtiyaçları<br />

belirlemek adına bir tanıtım filmi çekileceğini öğreniyoruz<br />

Gürsoy’dan. Masa başında ünlü modacılar ile görüşülerek,<br />

kendilerinin kafalarında oluşturdukları imajlar doğrultusunda<br />

tasarımlar gerçekleştirilecek. Aslında katma değeri yüksek bir<br />

alan bu ve bu yüzden devletin alıcı olması çok önemli. Ayrıca<br />

bu proje tekstil sanayisini de içine alıyor. Bu alanda ülkemiz<br />

üretime başlarsa eğer, dünya pazarına da girebilir.<br />

Engelli Yaşlı Hizmetler Genel Müdürü ve şuan<br />

Darülaceze’nin başında bulunan Dr. Aylin Çiftçi<br />

projeyiyakından takip eden isimlerden biri. “Siz ürünleri<br />

ortaya çıkarın, pazarlamasını biz yaparız” diyerek ekibe destek<br />

vereceklerini belirtmiş. Her bir farklı engelli için ayrı ayrı<br />

çalışma yapılması gerekiyor. Başta detaylara çok takılmayıp,<br />

genel olarak bilinen şikâyetleri giderecekler. Devamlı oturan<br />

için beli sıkmayan lastikli bir pantolon, kışın vücudu sıcak<br />

tutan veya yazın terletmeyen kullanışlı kostümler gibi.<br />

Birde üretilen kıyafetler İstanbul Fashion Week haftasında<br />

görücüye çıkacak.<br />

Bu çalışmaya destek verenlerin en büyük arzusu ise,<br />

projenin Avrupa Birliği projeleri ile desteklenip, evrensel ve<br />

sürdürebilinir hale gelmesi. Biz de hiçbir engele takılmadan<br />

projenin gerçekleşmesini diliyoruz.<br />

Vizyon 61


sir’li tarih<br />

14 Şubat gerçeği<br />

Sevgililer Günü, her yıl 14<br />

Şubat’ta birçok ülkede<br />

kutlanan özel bir<br />

gündür.<br />

Kimi zaman evlilik<br />

yıldönümlerinden dahi<br />

değerli görülür.<br />

Kimi zaman ise,<br />

yalnızların ya da hediye<br />

almak istemeyenlerin<br />

kapitalizmi<br />

suçlayabilmeleri için<br />

bir fırsattır. Haklılık<br />

payları da var elbette!<br />

Bir diğer adı “dünya<br />

çiçekçiler günü”<br />

olabilir.<br />

Unutan ya da ihmal<br />

eden çiftleri birbirine<br />

düşüren gündür.<br />

Ve ayrıca çoğu kişinin<br />

cesaret edip sevdiğini itiraf<br />

ettiği gündür.<br />

Mevcut aşkları,<br />

birliktelikleri pekiştirmeye de<br />

araçtır doğrusu.<br />

Küsleri barıştırır!<br />

Gelelim ilk yüzyıllardan beri Sevgililer<br />

Günü’nün başlangıcı ile ilgili enteresan efsane<br />

ve hikâyelere...<br />

Kleopatra ve Marcus Antonius<br />

Aşkın, evliliğin yasaklandığı zamanlar<br />

Bazı kaynaklara göre bu özel günün kutlanma sebebi<br />

14 Şubat’ta öldürülen Romalı Aziz Valentine’dir. Bu<br />

nedenle bazı toplumlarda “Aziz Valentin Günü” (İng: St.<br />

Valentine’s Day) olarak bilinir.<br />

Aziz Valentine’ın öyküsü III. yüzyıl’dan gelir. O<br />

dönemde Roma tahtında İmparator II. Claudius vardı,<br />

“Zalim” adıyla tanımlanan Claudius, aşırı derecede savaşa<br />

tutkuluydu, her yetişmiş erkeğin muhakkak asker olmasını<br />

istiyordu. Onun için en büyük problem ordusunda<br />

savaşacak asker bulamamaktı. Bu durumun tek sebebi<br />

ise Romalı erkeklerin aşklarını ve ailelerini bırakmak<br />

istememeleriydi.<br />

Bu nedenle Claudius, askerliğe<br />

engel oluyor düşüncesiyle<br />

nişanlanmayı ve evlenmeyi<br />

yasakladı. Yani aşk<br />

yasaklanmıştı. Kimse<br />

sevdiğiyle beraber<br />

olamıyordu. Roma kenti<br />

sevdiğine kavuşamayan<br />

ve uzak ülkelerdeki<br />

savaşlarda ölen<br />

sevgililerinin ardından<br />

ağlayan kadınlar ve<br />

kızlarla dolmuştu.<br />

Aziz Valentine,<br />

Claudius’un<br />

hükümdarlığı<br />

zamanında Roma’da<br />

yaşayan bir filozof ve<br />

papazdı. Claudius’un<br />

yasağına rağmen gizlice<br />

çiftleri evlendirmeye<br />

devam etti. Ancak<br />

imparator bu durumu bir<br />

süre sonra öğrendi. Aziz<br />

Valentine, insanları evlendirmeye<br />

devam ettiği ve bu gençlere<br />

Hıristiyanlığı aşılayarak Tanrı’ya yakın<br />

olmalarını öğütlediği için tutuklandı ve<br />

hapse atıldı. Ardından yaptıklarının cezası<br />

olarak sopa ile dövülerek öldürüldü. Sevgililer, onun<br />

mezarının yanına pembe çiçekler açan bir badem ağacı<br />

diktiler. Günümüzde sevginin ve dostluğun simgesinin<br />

badem ağacı olması bundan kaynaklanır.<br />

Bu olaydan 226 yıl sonra 496’da Papa Gelasius, Aziz<br />

Valentine’i onurlandırmak için Şubat 14’ü Valentine Günü<br />

olarak belirledi. Aziz Valentine, zaman içinde sevgi ve<br />

evlilikle simgeleştirildi. Bütün sevenlerin koruyucu azizi<br />

haline gelip böyle anılmaya başlandı. 14 Şubat ise âşıkların<br />

birbirlerine sevgi mesajları yolladığı bir gün haline<br />

geldi. Onun Antik Roma’daki Lupercalia Bayramı’nın<br />

arifesinde, yani 14 Şubat’ta öldürülmüş olması iyi bir<br />

rastlantıydı, böylece putperest Roma’nın bereketlilik<br />

ve çoğalma kutsamalarıyla, Hıristiyanlığın evlilik ilkesi<br />

bütünleştirilmiş oldu.<br />

62 Vizyon


Mine Sultan Ünver<br />

mine.unver@trt.net.tr<br />

Banu Begüm (Mümtaz Mahal) ve Prens Khurrum<br />

Tristan ve Isolde<br />

Sevgililer Günü’nün duyulması ve çoğu<br />

insan tarafından kutlanması, Amerikalı Esther<br />

Howland’ın ilk Sevgililer Günü kartını yollamasıyla<br />

oldu. Günümüzde ise Sevgililer Günü daha çok<br />

sayıda insanın kutladığı toplumsal bir olay haline<br />

geldi. Dolayısıyla zamanla bir pazarlama stratejisine<br />

dönüştü. Kapitalizm, sevgiyi gösterebilmek için<br />

alınacak hediyeleri, izlenecek film, tiyatro, konser<br />

gibi aktiviteleri, çıkılacak yemek ve tatilleri,<br />

dolayısıyla bunları yapabilmek için de para<br />

harcamayı şart koştu.<br />

Aziz Valentine, insanları<br />

evlendirmeye devam ettiği ve bu<br />

gençlere Hıristiyanlığı aşılayarak<br />

Tanrı’ya yakın olmalarını öğütlediği<br />

için tutuklandı ve hapse atıldı.<br />

Ardından yaptıklarının cezası olarak<br />

sopa ile dövülerek öldürüldü. Bu<br />

olaydan 226 yıl sonra 496’da<br />

Papa Gelasius, Aziz Valentine’i<br />

onurlandırmak için Şubat 14’ü<br />

Valentine Günü olarak belirledi.<br />

Aziz Valentine, zaman içinde sevgi ve<br />

evlilikle simgeleştirildi.<br />

Valentine kelimesi, Batı medeniyetlerinde<br />

“Hoşlanılan kişi” veya “Sevgili” anlamındadır.<br />

Doğu’da ise “Sevgili” karşı cinsten öte, evlattan<br />

anne babaya, dosttan üstada, manaca öyle geniş bir<br />

yelpazedir ki bu özel günde sevgiyi hissedebilmek,<br />

gerçekten sevdiğiniz birilerinin olması, herhalde<br />

her şeyden çok daha önemli.<br />

Vizyon 63


Joe Dimaggio’nun Marilyn Monroe’ya aşk mektubu<br />

Frida Kahlo ve Calderon<br />

Antik Roma’da 14 Şubat günü, kadınların karşılaştıkları ilk erkeğe<br />

aşık olacaklarına ve bir yıl içinde evleneceklerine inanılırdı. 14<br />

Şubat günü kadınlar gün doğmadan kalkar ve pencereden bakmaya<br />

başlarlardı.<br />

Roma’da 15 Şubat, bereket tanrısı<br />

Lupercus’un onuruna, Lupercalia bayramı<br />

olarak kutlanmaktaydı. Romalı genç kızlar<br />

isimlerini küçük kağıt parçalarına yazıp bir<br />

kavanoza koyuyorlardı. Genç Romalı erkekler<br />

ise kavanozdan bu kağıtları çekerek üzerinde<br />

hangi kızın ismi yazıyorsa o kızla bayram<br />

eğlenceleri boyunca eş oluyorlardı. Bu<br />

birliktelikler, çoğu kez aşka dönüşüp, bayram<br />

süresinin dışına taşarak genellikle evlilikle<br />

sonlanıyordu. 469’da Papa bu gayri-Hıristiyan<br />

bayramını yasaklayarak sadece kura çekilişine<br />

izin verdi. Ancak artık kuralarda kızların<br />

değil azizlerin isimlerini yazılıydı.<br />

John Lennon ve Yoko Ono<br />

Antik Yunan takvimlerinde, Şubat ayı ortası<br />

Gamelyon olarak adlandırılmıştı ve Zeus ile Hera’nın<br />

kutsal evliliğine adanmıştı. Bu tarihte, yani 14<br />

Şubat’ta büyük bir şenlikle iki tanrının evliliği ve aşkı<br />

kutlanıyordu.<br />

Nazım Hikmet ve Vera<br />

Amerikalı Esther Howland Sevgililer Günü’nün çoğu insan<br />

tarafından kutlanmasını sağladı. 1847 yılında dantel süslemeli<br />

kartları seri halinde üretip, babasının kırtasiye dükkanında<br />

satmaya başladı. Kartları o kadar çok beğenildi ki iyi iş yaparak<br />

zengin oldu. Zamanla Sevgililer Günü ticari önem kazandı ve<br />

Şubat ayının ilk yarısı tüm dünyada alışverişin canlandığı bir<br />

dönem haline geldi.<br />

64 Vizyon


Vizyon 65


trt külliyat Ceren BÖLÜKBAŞIOĞLU ceren.bolukbasioglu@trt.net.tr<br />

Kırk dört yıllık radyo hayatının en az otuz yılını Mesud Cemil,<br />

Ruşen Kam, Cevdet Kozanoğlu gibi ustaların arasında geçirdi.<br />

Saygı ve sevgi gördü, sanatı takdir edildi. Kendi ifadesinde<br />

de belirttiği gibi bu beraberlik ve sanat anlayışı sayesinde<br />

icrası eşsiz bir uslûp kazandı. Yılların akışı içinde musiki<br />

anlayışındaki ve yönetim kadrosundaki değişiklikleri ve her<br />

anlayışı hoşgörü ile karşılamıştı. Hocalarını kastederek “Beni<br />

onlardan sonraya bırakma” diye Allah’a yakarışı kabul olunmuş<br />

diyebiliriz. Bestekârlıkla pek uğraşmayan Daryal’ın Nişaburek<br />

makamında bir şarkısı ile bir saz eseri olduğu biliniyor. Çok<br />

güçlü nota bilgisinden dolayı, dinlediği eserleri icrâ edilirken<br />

not tutar gibi dikte ederdi. Bu koleksiyon TRT Müzik Dairesi<br />

Başkanlığı tarafından ölümünden sonra satın alınarak uzun<br />

yıllar yararlanılmış, daha sonra TRT Külliyat Projesi kapsamında<br />

Osmanlı Devlet Arşivleri’ne devredilmiştir. Kütüphanesi ile<br />

diğer belgeleri ise Dicle Üniversitesi’ne intikal etmiştir.<br />

www.trtkulliyat.com


İstanbul Radyosu’ndaki çalışmalar, o yılların imkânsızlıkları içinde büyük sıkıntılarla yürütülüyordu. Vecihe<br />

Hanım, ilk evliliği sırasında kısa bir süre için radyodan ayrıldı ise de sonra eski görevine geri döndü. Birçok<br />

tanınmış sanatkâr gibi 1938 yılında Ankara Radyosu’na girdi. Bu tarihten 1953 yılına kadar; icrakâr öğretmen,<br />

koro şefi, repertuar kurulu üyesi olarak çalıştı.<br />

1953 yılında tekrar İstanbul’a yerleşen Vecihe Daryal, İstanbul Radyosu’nda, Belediye Konservatuarı İcra<br />

Heyeti’nde görev aldı. 1966 yılında tekrar Ankara Radyosu’na nakloldu. Böylece aralıksız kırk dört yıl yorucu çalışmalar<br />

yapmış, resmi konserlere katılmış, sınav jürilerinde bulunmuş ve 1956 yılında Kıbrıs’a gitmiştir. Uzun zamandır<br />

şeker hastalığından muzdaripti.12 Kasım 1970 Perşembe günü görevi başında hastalanarak hastaneye kaldırıldı.<br />

Girdiği şeker komasından çıkamadı ve aynı gece hayata gözlerini yumdu. Ertesi gün Ankara Radyosu’nda ve 14<br />

Kasım 1970 günü İstanbul Radyosu’nda düzenlenen törenlerden sonra Merkezefendi Mezarlığı’nda toprağa verildi.<br />

Vecihe Daryal<br />

(1914 – 1970)<br />

Kanun sanatçısı Vecihe Daryal, 9 Nisan 1914 tarihinde<br />

Abdülmecid Efendi ile Şahende Hanım’ın yedi çocuğundan<br />

biri olarak, İstanbul’un Beylerbeyi semtinde dünyaya geldi.<br />

İlkokul çağına kadar bu kültürlü ve musiki sanatına düşkün<br />

aile ortamında yetişen sanatkâr, yedi yaşında iken aile dostları<br />

olan ve evlerine sık sık gelen bestekâr Şevki Bey’in yeğeni<br />

Nazire Hanım’dan kanun dersleri almaya başladı.<br />

Nazire Hanım, bir gelişinde evdeki kanunu gördüğünü<br />

“Niçin çocuğa öğretmiyorsunuz?” dediğini ve bunun üzerine<br />

iki yıl boyunca ders aldığını hatıralarında anlatır. İki yıl<br />

sonra Nazire Hanım, “Ben küçüğe elimden geleni yaptım;<br />

bu kadar yetiştirebildim. Şimdi onu daha usta ellere teslim<br />

etmek gerek” diyerek dersleri bırakmıştı. Darülelhan’ın<br />

santur öğretmenlerinden komşuları Nevsal Hanım’ın<br />

aracılığı ile on yaşında Vecihe Mecid adı ve 129 numara ile<br />

Darülelhan’a kaydoldu. Buradaki hocası Muazzez (Yurcu)<br />

Hanım’dır. O sıralarda müdür olan Ziya Bey küçük Vecihe<br />

ile bizzat ilgilenmiştir.<br />

Öğrenimini Musa Süreyya Bey, Yusuf Ziya Bey<br />

(Demircioğlu), Selahaddin Candan zamanında da sürdürdü.<br />

Rauf Yekta Bey’den Türk Musikisi nazariyatı ve musiki<br />

tarihi, Ahmet Irsoy’dan usul, İsmail Hakkı Bey’den nota ve<br />

fasıl musikisi, Sedat Öztoprak ile Reşad Erer’den saz eserleri<br />

öğrendi. Armoni ve kontrpuan hocası Edgar Manas’tır. Ali<br />

Ekrem Bolayır’dan edebiyat bilgisini ilerletti. Darülelhan<br />

kapatılarak konservatuar adı altında yeniden açıldıktan ve<br />

Türk Musikisi öğrenimine son verildikten sonra Mehmed<br />

Ekrem Bey’in müdürlüğü ve Musa Süreyya Bey’in<br />

öğretmenliği sırasında 29 Aralık 1926 tarihinde mezun oldu.<br />

Böylece “Kız Muallim Mektebi”ni bitirmiş oldu ve<br />

diplomasını aldı. Bundan sonra aynı yerde üç yıl boyunca<br />

Madam Heze ile yine Edgar Manas’tan piyano dersi aldı.<br />

Muhiddin Sadak’tan solfej, Ekrem Besim Tektaş’tan Batı<br />

Musikisi Tarihi, Cemal Reşid Bey’den tekrar armoni öğrendi.<br />

İlk İstanbul Radyosu Eyüp’ten 1928 yılında Beyoğlu’ndaki<br />

Büyük Postane’ye taşındıktan sonra Vecihe Daryal da “daimi<br />

sanatkâr” olarak kadroya alındı. Vecihe Daryal, “Mesud<br />

Cemil ve Ruşen Kam gibi hocalarım benim naçizane<br />

çalışmalarıma tahammül ederek aralarına aldılar. O günden<br />

bugüne kadar her ikisinin aşıladığı güzel tavırları muhafaza<br />

ederek bugünkü halimi buldum” şeklinde alçak gönüllü bir<br />

ifade kullanıyor.<br />

Vecihe Daryal, Türk Musikisi içinde yetişmiş olan en<br />

kudretli kanunilerdendi. Bu sazı olağanüstü bir müzikalite<br />

ve kendine özgü estetik ölçüler içinde çalardı. Kusursuz bir<br />

refakat duygusuna sahipti. Yeni yetişen saz sanatkârlarına her<br />

zaman “Sadece ses sanatkârlarına değil saz arkadaşlarınıza<br />

da refakat edeceksiniz.” diyerek öğüt verirdi.<br />

İcracılığındaki ustalığı gibi son derece güçlü bir ritim<br />

duygusu vardı. Her gün programdan saatlerce önce<br />

radyoevine gelir, bir stüdyoya girerek sazının akordu ile<br />

uğraşır, kusursuz bir akorttan sonra yayına girerdi. Vecihe<br />

Daryal’ın katıldığı bir programda ritim aksaması gibi bir<br />

durum düşünülemez, sanki her sazı avucunun içine alır, bir<br />

metronom gibi programı toparlardı.<br />

Mızrabı teller üzerinde âdeta uçuşurdu. Yumuşak mızrabı,<br />

tellerin üzerinde dolaşan zarif elleri, mandalların indirilip<br />

kaldırılmasındaki ustalığı izleyenlerin gözünü okşar,<br />

hayranlık uyandırırdı. Çok alçak gönüllü, herkesin yardımına<br />

koşan, sınava girenlere yardımcı olarak onların heyecanlarını<br />

yatıştıran şefkatli bir insandı.<br />

Bütün bunlara rağmen, bir amatörlük duygusu ile hareket<br />

eder, her türlü icraya bu düşünce ile katılırdı. Mesud Cemil,<br />

babası hakkında kaleme aldığı kitapta; “Türk Musikisi’ni<br />

biraz öğrendikten sonra, bugüne kadar kelimenin tam<br />

manasıyla hayranı olduğum aziz Vecihe’yi eğer Cemil<br />

de tanısaydı, bu hayranlık belki de benden daha ileride<br />

olacaktı. Ben Cemil’in oğlu olduğum kadar, Vecihe de onun<br />

halis kızıdır. Bu küçük kitap kız kardeşime armağan olsun”<br />

demiştir. Vecihe Hanım’ın kanun icrasını “Metal bir zemin<br />

üzerine düşen billur damlalarıdır” şeklinde tanımlardı.<br />

Vecihe Daryal’a göre kanunu orta derece çalmak diye bir<br />

şey yoktu, ya mükemmel çalmak ya da hiç çalmamak vardı.<br />

İşte bu düşünüş ve anlayış içerisinde yetişmiş olduğu içindir<br />

ki, kanun icracıları arasında onu virtüöz kılmıştır. Çok<br />

okuyan, çok çalışan, yüksek edebiyat bilgisi olan, öğrendiğini<br />

unutmayan, en ufak bir belgeyi saklayan bir yaratılışta olan<br />

Vecihe Daryal, elli yıllık sanat hayatında titiz bir koleksiyoncu<br />

olarak eser ve belge toplamıştı. Pek çok nadide saz ve sözlü<br />

eseri koleksiyonuna katmış, bunların en doğrularını notaya<br />

almıştı.<br />

Çok güçlü nota bilgisinden dolayı, dinlediği eserleri icrâ<br />

edilirken not tutar gibi dikte ederdi. Bu koleksiyon TRT<br />

Müzik Dairesi Başkanlığı tarafından ölümünden sonra<br />

satın alınarak uzun yıllar yararlanılmış, daha sonra TRT<br />

Külliyat Projesi kapsamında Osmanlı Devlet Arşivleri’ne<br />

devredilmiştir. Kütüphanesi ile diğer belgeleri ise Dicle<br />

Üniversitesi’ne intikal etmiştir.


müzik tarihimizden notlar<br />

Ceren BÖLÜKBAŞIOĞLU ceren.bolukbasioglu@trt.net.tr<br />

Şair Yahya Kemal “Eski Musiki”<br />

şiirinde şöyle der: “Çok insan<br />

anlayamaz eski musikimizden…<br />

Ve ondan anlamayan bir şey<br />

anlamaz bizden…” Yavaşça; bir sohbetinde<br />

Türk Musikisi’nin, gönlündeki yerinden<br />

bahsederken bu dizeleri tekrarlamıştır.<br />

Alâeddin Yavaşça bir “Türk Musikisi<br />

mensubudur”. İcracı, bestekâr, hoca, koro<br />

şefi, arşivci kimliklerinin ortak özelliği,<br />

bütün bu ihtisas sahalarında “üstad”<br />

oluşudur. “İz bırakabilmek”; zengin bir ruh,<br />

parlak bir zihin ve elbette Allah’ın verdiği<br />

sanatkâr olabilme izniyle mümkün oluyor.<br />

Alâeddin Yavaşça hem tıp doktorluğunda,<br />

hem de Türk müziği sahasında kolay kolay<br />

herkese nasip olmayan kıymette bir “iz<br />

sahibi”dir.<br />

Alâeddin Yavaşça, büyük bir sadakatle<br />

bağlı olduğu Türk Musikisi’nde; “Meşk<br />

Silsilesi”nin öneminden bahseder. Kökü<br />

Abdülkâdir Merâgi’ye dayanan Meşk Silsilesi<br />

sisteminde, öğrenci, usta musıkîşinastan<br />

bütün incelikleri ile eser öğrenip, tavır –<br />

üslûp kazanmaktadır. Yavaşça işte bu terbiye<br />

usulünü belki de hayatın usta – çırak ilişkisi<br />

gerektiren her sahasına bir atıf niteliğinde<br />

şöyle değerlendirmiştir:<br />

“Eski meşk sisteminde; meşk edilecek<br />

eserin usulü tekrar tekrar vurulur, hoca kendi<br />

vurur, sonra beraber vurulur, böylece usul<br />

iyice yerleşirdi. Daha sonra eserin her bir<br />

satırı usul vurmak suretiyle ezbere alınıncaya<br />

kadar çalışılırdı. Bir satır oturuncaya kadar,<br />

öğrenci diğer satıra geçemez, hoca buna izin<br />

vermezdi.<br />

Büyük bir eserin meşki neredeyse bir ay<br />

sürerdi. Böylece kişide usul en ufak detayına<br />

kadar yerleşir, bastığı perdeler ise kaymamak<br />

üzere sağlam hale gelirdi.<br />

Şimdi bu pek böyle uygulanmıyor. Nota,<br />

hazır kuvvet, notanın yardımıyla kolaycacık<br />

okunup gidiyor. Tabii bu söylediğim nota<br />

deşifresi olanlar için geçerli. Bu yüzden<br />

eserlerin çoğu ezbere alınamıyor. Ben<br />

buna nota bağımlılığı diyorum. Yanlış<br />

da anlaşılmasın; nota musiki sanatının<br />

ayrılmaz bir parçasıdır. Sanatkârın yakın bir<br />

yardımcısıdır. Ancak eserin hafızada kalışı<br />

usul gücüne dayanırsa, böylece eseri sağlam<br />

perde basarak ve usul kaçırmadan okumak<br />

imkânı doğar.<br />

Usta – çırak sistemi ile meşk etmek, usta<br />

ağızlardan öğrenmek hala önemli ve geçerli<br />

bir yoldur.”<br />

Yavaşça’nın bağlı bulunduğu meşk<br />

Ustalık ve Tevazu<br />

ALâEDDİN YAVAŞÇA<br />

zincirinde, Sâdeddin Kaynak’tan, Subhi Ezgi’ye; Şeyh Celâleddin Dede’den,<br />

İsmail Hakkı Bey’e; Hammâmizâde İsmail Dede Efendi’den, Münir Nurettin<br />

Selçuk’a birçok usta bulunmaktadır.<br />

Alâeddin Yavaşça, ömür boyunca, aşkla müziğe bağlanmıştır. Yaşayan bir<br />

abide olan Yavaşça, engin ilham kaynağını, köklü musıkî bilgisiyle birleştirmiş,<br />

ölmez eserler ortaya koymuştur.<br />

Yavaşça şöyle demektedir: “Türk Musikisi’nde gerçek anlamdaki<br />

bestekârlarımızın ortak bir düşünceleri vardır. Musikideki güzellikleri insanlara<br />

ulaştırabilmeleri için Yüce Allah bestekâr kullarını vasıta olarak kullanır. Asıl<br />

kaynak O’dur, bu güzellikler için bestekâr görevlendirilmiştir.”<br />

1 Mart 1926’da Kilis’te doğdu. Babası Kilisli Şair Yavaşca’zade Sezai<br />

Efendi’nin oğlu Hacı Cemil Efendi, Annesi Kınoğlu Kadri Efendi’nin kızı<br />

Enver Hanım’dır.<br />

Kilis Kemaliye İlkokulu ve Kilis Ortaokulu’nu bitirdikten sonra lise birinci<br />

sınıfı yatılı olarak Konya Lisesi’nde başlayıp, 2 ve 3. Sınıfları İstanbul Erkek<br />

Lisesi’nde birincilikle tamamlayıp 1945’te mezun oldu. İstanbul Üniversitesi<br />

Tıp Fakültesini kazandı.<br />

Doktorluk<br />

1951 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olan Yavaşça,<br />

İstanbul Üniversitesi 1. Kadın Doğum Kliniğinde, Ord. Prof. Dr. Tevfik<br />

Remzi Kazancıgil’in yanında Haseki Hastanesi’nde ihtisasını yaptı ve 1955<br />

yılında Kadın-Doğum Mütehassısı oldu.<br />

Askeri hizmetini Kasımpaşa Askeri Deniz Hastanesi’nde yapan Yavaşça,<br />

sırasıyla, Zeynep Kamil Doğumevi, Taksim İlk Yardım Hastanesi, Şişli Etfal<br />

Hastanesi’nde görev yapmıştır. 1969 yılından 1976’ya kadar Vakıf Gureba<br />

Hastanesi Kadın-Doğum Kliniği Şefliği yaparak, bu hastanede olmayan<br />

Doğum Bölümü’nü kurmuştur. 1976 yılında da, Haseki Hastanesi Klinik<br />

Şefliği’ne naklen atanmıştır. Bu süreler içinde birçok uzman doktor yetiştirmiştir.<br />

1985 yılında aynı hastanenin Başhekimi olmuştur.<br />

68 Vizyon


Yavaşça şöyle demektedir:<br />

“Türk Musıkîsi’nde<br />

gerçek anlamdaki<br />

bestekârlarımızın ortak<br />

bir düşünceleri vardır.<br />

Musıkîdeki güzellikleri<br />

insanlara ulaştırabilmeleri<br />

için Yüce Allah bestekâr<br />

kullarını vasıta olarak<br />

kullanır. Asıl kaynak O’dur,<br />

bu güzellikler için bestekâr<br />

görevlendirilmiştir.”<br />

Müzik Hayatı<br />

Prof. Dr. Alâeddin Yavaşça’nın müzik hayatı; doğduğu<br />

ve ailece bağlı bulunduğu Kilis’te küçük yaşlarda<br />

başlamıştır. Babasının güzel sesiyle okuduğu Kur’an<br />

ve ezan, ağabeyinin söylediği şarkılar, kabul günlerinde<br />

ablalarının çaldığı ud ve seslendirdiği eserler küçücük<br />

yaşından beri, Yavaşça’nın hayatının bir parçasıdır,<br />

sanat hayatının şekillenmesinde büyük rol oynamıştır.<br />

Daha 8 yaşındayken o sıralarda Ortaokulda hoca<br />

olan Zihni Çelikalp’ten Batı müziği formunda keman<br />

dersleri almıştır. İstanbul’a gittikten sonra, Sâdeddin<br />

Kaynak, Münir Nurettin Selçuk, Dr. Subhi Ezgi, Hüseyin<br />

Sâdeddin Arel, Zeki Arif Ataergin, Nuri Halil<br />

Poyraz,Refik Fersan, Mes’ud Cemil, Ekrem Karadeniz,<br />

Dede Süleyman Erguner, Dr. Selahaddin Tanur,<br />

Hakkı Süha Gezgin, S. Ziya Özbekkan, Fehmi Tokay,<br />

İ. Hakkı Nebiloğlu, Salih Murat Uzdilek, Artaki<br />

Candan gibi üstatlardan feyz almıştır. İstanbul Belediye<br />

Konservatuarı, İleri Türk Musikisi Konservatuarı,<br />

İstanbul Üniversitesi Korosu gibi kuruluşlarda<br />

icra kabiliyetini ve musiki bilgisini geliştirdikten sonra<br />

1950 yılında açılan imtihanı kazanarak İstanbul Radyosunda<br />

solist icracı olmuştur. Zamanla Türkiye Radyolarında<br />

ve TRT bünyesinde “Danışma, Denetleme<br />

ve Repertuar Kurulları’nda üyelik ve başkanlık dahil<br />

önemli görevler almıştır. 1967’den bu yana solistliği<br />

yanında koro yöneticiliği de yapmış, Türkiye Radyolarına<br />

alınan stajyerlerin hocası olarak onların sanatçı<br />

olmalarını sağlamıştır. Prof. Dr. Alâeddin Yavaşça,<br />

Türk musikisinde devlete bağlı ilk konservatuarın kurucuları<br />

arasında yer almıştır.<br />

Yavaşça, 1991 Yılında Devlet Sanatçısı olarak ödüllendirilmiştir.<br />

Çeşitli dallarda almış olduğu 200’ü aşkın<br />

ödülün yanı sıra; Türk musikisine yaptığı önemli<br />

katkılar nedeniyle, 2008 yılında “Cumhurbaşkanlığı<br />

Kültür ve Sanat Büyük Ödülü” , 2010 yılında ise<br />

“TBMM Üstün Hizmet Ödülü” verilmiştir.<br />

Prof. Dr. Alâeddin Yavaşça; icracılığı yanında, 2’si<br />

kâr-ı natık, 5’i takım, 1’i ayin-i şerif olmak üzere yapmış<br />

olduğu 654 adet bestede; 33 form (takım, kâr-ı<br />

natık, şarkı, peşrev, saz semai, medhal, etüd, marş,<br />

divan, çocuk şarkıları, Mevlevi ayin-i, ilahi vb.), 74<br />

makam, 46 usul kullanmış ve bu bestelerde 159 şairin<br />

güftesine yer vermiştir. Ayrıca 9 bestekâra ait 21 esere<br />

aranağme yapmıştır. Bestelerinin birçoğu radyo repertuarında<br />

yer almış, plak ve kasetlere okunmuştur.


u ay trt<br />

“Bak Hele Bak”<br />

“Bak Hele Bak”, bilinmeyen bir durum içerisine<br />

atıldıklarında, doğaçlama yapma zorunda kalan<br />

ünlülerin ne yapacakları üzerine kurulu olan ve<br />

bu koşullardan benzersiz durum komedileriyle<br />

mizah çıkaran bir şov programı.<br />

Emre Altuğ’un sunuculuğunu yaptığı “Bak<br />

Hele Bak”ın, jüri koltuğunda tiyatronun duayen<br />

isimlerinden Rasim Öztekin var. Emre Altuğ<br />

konuk ünlüleri yeni hayatlarında başarılar dileyip<br />

bir kapıdan oyununa uğurlarken; Rasim Öztekin,<br />

skeçleri elindeki zille sonlandırıp, yorumluyor...<br />

“Bak Hele Bak”ın sabit oyuncuları ise; Ürüncan<br />

Kesin, Mehmet Ali Gümüş, Ayhan Anıl, Bulut<br />

Akkale, Elit Çam, Şehnaz Özkaya ve Vahit<br />

Sarıtaş.. Bu programda bol kahkaha var ama<br />

ünlüler için senaryo yok!<br />

“Bak Hele Bak” salı günleri, saat 23.00’te TRT<br />

1’de…<br />

“Stan Lee’nin Süper İnsanları”<br />

Örümcek Adam, Hulk, X-Men ve Iron Man’in yaratıcısı Stan<br />

Lee’den büyük bir ilgi ve heyecanla izleyeceğiniz harika bir yapım…<br />

Dizinin amacı, çizgi romanlarda gördüğümüz insanüstü güçlere<br />

sahip insanların gerçek hayatta var olup olmadığını göstermek…<br />

Programda, üstün fiziksel ve zihinsel güçlere sahip pek çok sıra dışı<br />

karakterle tanışacağız…<br />

Dünyanın en hızlı silah çeken, en güçlü yumruğunu atabilen, en<br />

yüksek sıcaklıklara dayanabilen, yerçekimine meydan okuyarak<br />

inanılmaz dalışlar gerçekleştiren “süper insan”lar…<br />

Sadece onlar da değil… Kılıç yutan, yılan zehirlerine bağışıklığı<br />

olan, 12 saat boyunca hiç durmadan koşabilen, tek nefeste<br />

okyanusun 200 metre altına inebilen, bir kurşunu havada bölebilen,<br />

boyun kasları geliştiği için kafasında araba taşıyan, 100 binden fazla<br />

arıyı kontrol edebilen, bir kurt sürüsünün içinde onlar gibi yaşayan<br />

diğer kahramanlarımız ve çok daha fazlası… Evet, süper insanlar<br />

aramızda… Onlarla tanışmaya hazır olun…<br />

“Stan Lee’nin Süper İnsanları” salı, cuma ve cumartesi günleri TRT<br />

HD ekranlarında…<br />

“Oltanın İki Ucu”<br />

Deniz ve doğa tutkunları ekran<br />

başına! Deniz, doğa ve amatör<br />

balıkçılık belgeseli “Oltanın İki<br />

Ucu” TRT Belgesel ekranında.<br />

Amatör balıkçılığa gönül<br />

vermiş dostların teknelerine<br />

ve sofralarına konuk olup<br />

balık tutma deneyimlerini ve<br />

heyecanlarını paylaşan belgesel,<br />

izleyicilerini ülkemizin en güzel<br />

sahil beldelerinde iyot kokulu bir<br />

mavi yolculuğa çıkarıyor.<br />

70 Vizyon


“Kahvenin Dünya Serüveni”<br />

Kahvenin dünyadaki serüveni, kahve üreten ülkelerde<br />

kahvenin nasıl bir üretim kültürü oluşturduğu, kahvenin<br />

nasıl bir bitki olduğu ve üretim tarzları bu belgeselde<br />

ekrana geliyor.<br />

Etiyopya, Endonezya, Vietnam, Brezilya, Kolombiya<br />

ve Yemen’de çekimleri gerçekleştirilen belgeselde,<br />

dünya üzerindeki yetiştirilen kahve çeşitleri ve bu türler<br />

arasındaki farklar da ele alınıyor.<br />

Tüm dünyada ticari olarak el değiştiren en büyük ikinci<br />

emtiya kabul edilen kahvenin, keşfedildiği Yemen’den<br />

İstanbul’a Osmanlı sarayına getirilişi ve oradan dünyaya<br />

yayılışına da kısaca değinen belgesel, 3 bölüm olarak<br />

hazırlandı. Yapım ve yönetimini Rıza Sezgin’in üstlendiği<br />

“Kahvenin Dünya Serüveni” TRT Belgesel ekranında.<br />

“Vahşi Yaşam İçin Umut”<br />

Vahşi yaşamda yaralanmış, saldırıya uğramış, araba çarpmış ya<br />

da annesini kaybetmiş hayvanlar… Hayata tekrar tutunmak<br />

için bir umuda ve desteğe ihtiyaç duyuyorlar. Ama artık<br />

yalnız değiller. Yanlarında onlar için çırpınan, yüreklerini<br />

ve sevgilerini ortaya koyan, umudu yaşatmak için bütün<br />

olanaklarını zorlayan insanlar var… Bütün mücadele onları<br />

tekrar hayata kazandırıp ait oldukları yere, doğaya bırakmak<br />

için.<br />

Hope Swinimer’in kendi çiftliğinde kişisel çabalarıyla<br />

başlattığı idealist bir girişimin insanı derinden etkileyen<br />

olağanüstü öyküsü…<br />

“Vahşi Yaşam İçin Umut”, salı ve perşembe günleri TRT HD<br />

ekranlarında…<br />

“Elçiye Zeval Olmaz”<br />

Ülkemizdeki elçileri ziyaret ederek, geleneksel kültürleri<br />

birbirinden renkli röportajlarla sunan “Elçiye Zeval<br />

Olmaz”, her hafta farklı bir ülkenin misafiri oluyor.<br />

Diplomasiden uzak sıcacık sohbetlerin ve sıra dışı<br />

lezzetlerin ekrana geldiği program Çarşamba günleri,<br />

18.15’te TRT Haber’de.<br />

“Sen Olsan Ne Yapardın?”<br />

Kimsenin sizi izlemediğini düşünseniz de, birileri orada olabilir. İhtiyaç halinde birine yardım elini mi uzatır, yoksa yolunuza<br />

devam mı edersiniz? Duygusal anlar, hareketler ve sıra dışı olaylar karşısında nasıl tepki verirsiniz? İhtiyaç sahibine destek<br />

mi olursunuz yoksa onu görmemiş gibi mi davranırsınız? Duyguları sorgulayan, kaybolan değerleri tekrar hatırlatan yepyeni<br />

program “Sen Olsan Ne Yapardın” usta sanatçı Altan Erkekli’nin sunumuyla her pazar TRT ekranlarında…<br />

Dört bir tarafı gizli robot kameralarla çevrili mekânlarda profesyonel oyuncular eşliğinde gerçekleşen çekimlerde her<br />

bölümde farklı olaylar işleniyor. İnsani duyguların ön plana çıktığı, Türk insanının değişen koşullara inat yardıma muhtaç<br />

insanlara el uzatmaktan vazgeçmediğini gösteren program “Sen Olsan Ne Yapardın?” her hafta pazar günleri, saat 18.00’de<br />

TRT1’de…<br />

Vizyon 71


ajanda<br />

Esin ÖZALP ÖZTÜRK<br />

esin.ozalp@trt.net.tr<br />

Görsel düşünce<br />

sergi<br />

Galerist, Şakir Gökçebağ’ın<br />

“Think Tank” isimli kişisel<br />

sergisini ağırlıyor. Gündelik<br />

hayatta sıkça kullanılan hazır<br />

nesneleri dönüştürerek yaptığı<br />

yerleştirmelerle tanınan<br />

Gökçebağ, eserleri aracılığıyla<br />

izleyicinin kalıplaşmış algısını<br />

altüst ederek, yeni anlayış ve<br />

görme olanakları yaratıyor.<br />

Sergiye ismini veren ‘Think<br />

Tank’, sanatçıya göre ‘görsel<br />

düşünce üretimi’ anlamında.<br />

Gökçebağ, sergide yer alan<br />

aynı başlıklı yerleştirmesinde,<br />

bahçelerde bitkileri tutturmak<br />

için kullanılan demir örgülerden<br />

yeni bir form oluşturarak<br />

görsel bir bulmaca yaratıyor<br />

ve imgesel bir düşünce önerisi ortaya koyuyor. Yerleştirmelerinde<br />

‘fluxus’, minimalizm, ‘Bauhaus’, ‘Dadaizm’, ‘pop-art’, gibi farklı sanat<br />

akımlarından izler taşıyan sanatçı, şiirsellik, mizah, çözümleme ve<br />

yalınlaştırmalar aracılığıyla yeni önermelerde bulunduğu sergisiyle 14<br />

Şubat’a kadar Galerist’te…<br />

sergi<br />

Ressam ve resim<br />

İstanbul Modern, “Ressam ve Resim: Mehmet Güleryüz Retrospektifi”<br />

ile eleştirel ve dışavurumcu üslubuyla yarım yüzyıldır Türk sanat<br />

sahnesinde kendisine özel bir yer edinen Mehmet Güleryüz’ün 1960’lı<br />

yıllardan 2010’lu yıllara uzanan kariyerinin dökümünü sunuyor. Küratörlüğünü<br />

İstanbul Modern Direktörü Levent Çalıkoğlu’nun üstlendiği<br />

sergi; sanatçının resimden desene, heykelden gravüre, tiyatrodan<br />

performansa uzanan zengin ifade arayışının gelişim ve dönüşümüne ışık<br />

tutuyor. 150’ye yakın yapıt ve multimedya sunumuyla 200’e yakın deseni<br />

bir araya getiren “Ressam ve Resim: Mehmet Güleryüz Retrospektifi”<br />

başlıklı sergi, 28 Haziran’a dek İstanbul Modern’in Süreli Sergiler<br />

Salonu’nda sanatseverleri bekliyor.<br />

tiyatro<br />

Bir yaz gecesi rüyası<br />

Shakespeare’in en sevilen klasiklerinden<br />

olan “Bir Yaz Gecesi Rüyası,” Avrupa’nın<br />

önemli yönetmenlerinden Aleksandar<br />

Popovski tarafından çağdaş bir reji anlayışıyla<br />

sahneleniyor. Metni sahneye olduğu<br />

gibi aktarmak yerine, onunla oynamayı ve<br />

görsel olarak etkileyici bir performansa<br />

çevirmeyi tercih eden Popovski, bu çok<br />

özel klasiği sahnelerken, üç ana eksende<br />

ilerleyen hikâyeyi sahne tasarımına da<br />

yansıtmış. Oyun seyirciyi; saray çevresinden<br />

‘Theseus’ ve ‘Hippolyta’ ile dört<br />

genç âşık arasında geçen olaylar, ‘Pyramus’<br />

ve ‘Thisbe’nin trajik aşk hikâyesini<br />

sahneleyen esnafların dünyası ve ‘Oberon,’<br />

‘Titanya,’ ‘Puck,’ diğer periler ve elflerden<br />

oluşan periler dünyası arasında gezdiriyor.<br />

Neşe Ceren Aktay, Arda Aydın, Elyesa<br />

Çağlar Evkaya, Gürol Güngör, Selin İşcan,<br />

Nurdan Kalınağa, Levent Üzümcü, Erhan<br />

Yazıcıoğlu, Çağlar Yiğitoğulları’nın oyunculuklarıyla<br />

göz doldurduğu “Bir Yaz Gecesi<br />

Rüyası,” 18-21 Şubat ve 25-28 Şubat<br />

tarihlerinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi<br />

Şehir Tiyatroları Üsküdar Musahipzade<br />

Celâl Sahnesi’nde…<br />

72 Vizyon


konser<br />

kitap<br />

Yıldız yağmuru<br />

Caz sanatçısı, besteci ve basçı Ozan Musluoğlu, son albümüyle İş Sanat sahnesini âdeta yıldız yağmuruna tutuyor...<br />

Musluoğlu’nun, hayranı olduğu efsanevi kontrbasçı Ray Brown’un “My Best Friends” serisinden etkilenerek hazırladığı<br />

bu çalışması aslında onun Aralık 2012’de marketlerde yerini alan “My Best Friends Are Pianists” adlı üçüncü<br />

albümünün devamı niteliğinde... Daha önceden birlikte sahne aldığı on iki farklı vokalle bir araya gelen sanatçı, caz<br />

severlere on iki farklı dünyaya girip çıktığı oldukça renkli ve keyifli bir çalışma sunuyor. Sahnede, Şevval Sam, Gökhan<br />

Özoğuz, Fatih Erkoç, Ceylan Ertem, Bora Uzer, Sibel Köse, Ayşe Gencer, İlham Gencer, İpek Dinç, Meltem Ege,<br />

Sanem Kalfa, Ece Göksu, Dolunay Obruk gibi caz ve pop dünyasının en önemli vokalistlerinin yanı sıra; George Dumitriu,<br />

Sarp Maden, Neşet Ruacan, Önder Focan, Kamil Özler, Dave Allen, İmer Demirer, Elvan Aracı, Can Çankaya,<br />

Şenova Ülker, Bulut Gülen, Engin Recepoğulları, Uraz Kıvaner, Ferit Odman gibi birçok usta caz müzisyeninin sesinin<br />

duyulduğu zengin bir kadro yer alıyor. İlk kez bu efsane kadroyla aynı sahnede buluşacak olan Ozan Musluoğlu, 17<br />

Şubat Salı akşamı İş Sanat’ta…<br />

konser<br />

Ankara - İstanbul<br />

İlk kez 2012’de yayımladıkları “EP” ile “Be<br />

The Band” müzik yarışmasında dereceye giren<br />

Ankaralı alternatif müzik grubu Son Feci Bisiklet<br />

sahnede... Üzerine bir de, Erdem Topsakal’ın<br />

öncülüğünde kurulan ve ‘şarkı çizip resim çalan<br />

grup’ olarak tanımlanan, kendi adlarını taşıyan<br />

ilk albümlerini bir şarkı sergisiyle duyurarak<br />

dikkatleri üzerine çeken İstanbullu alternatif<br />

müzik grubu Yok Öyle Kararlı Şeyler’i dinlediğinizi<br />

düşünün... Beğeniyle dinlenen Son<br />

Feci Bisiklet ve Yok Öyle Kararlı Şeyler müzik<br />

grupları, 20 Şubat Cuma gecesi, 21.45’de art<br />

arda Salon’da dinleyicileriyle buluşuyorlar.<br />

Vizyon 73


ayraç Mine Sultan ÜNVER mine.unver@trt.net.tr<br />

Yabancı gözüyle<br />

Türk insanı<br />

“Aksini iddia ediyorum ki; insanlık, kibarlık ve şefkat konusunda<br />

Osmanlı Devleti’nin Müslüman halkı, dünyanın hangi milleti ile<br />

karşılaştırırsanız karşılaştırınız, üstün gelir…” Johnstone<br />

Türk ve Müslüman dostu Butler Johnstone tarafından<br />

kaleme alınan bu eser, 1876 yılında Oxford ve<br />

Londra`da basılmıştır. (The Turks: Their Characters,<br />

Manners and Institutions.)<br />

Johnstone kitabında, İmparatorluğun dağılmakta olduğu,<br />

klasik, değer ve müesseselerin sarsılmaya ve gözden düşmeye<br />

başladığı bir devirde bile dünyaya insaniyet ve fazilet dersi<br />

verecek kadar sağlam bir hamura sahip bulunduğumuzu anlatıyor.<br />

1800’lerin sonlarında Osmanlı topraklarında bir süre yaşayan<br />

ve sonra sıklıkla tekrar gelen Johnstone, o devrin Türk insanını<br />

bir yabancının gözüyle tasvir ediyor. Kısa, öz anlatımı<br />

bize dair önemli bilgiler sunuyor. Döneminin ünlü oryantalistlerinin<br />

ve siyasi karşı duruşun aksine yazar farklı bir bakış<br />

açısıyla Türk milletinin karakteristik özelliklerini, yasalarını,<br />

siyasi yaşanmışlıklarını, bu manada hata ve üstünlüklerini,<br />

adalet ve nezaketini, selam ve sohbet adabını, hatta harem<br />

yaşantısını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. İngiliz elçiliğiyle<br />

yazışmaları ve imparatorluğun dört bir yanında faaliyet<br />

gösteren casuslara dair sunduğu bilgiler de dönemi anlamamız<br />

açısından oldukça enteresan.<br />

Yazar, Osmanlı’nın son dönemdeki düzensizliğini asla İslami<br />

sistemden veya halktan kaynaklanmadığını, bu duruma<br />

Avrupalıları dinleyen üst düzeydeki Osmanlı yöneticilerin<br />

sebep olduğunu ısrarla ve delilleriyle belirtiyor. O dönem isyanlarını<br />

ve Osmanlının son dönem anayasalarını tartışarak,<br />

bilmediğimiz gerçekleri dile getiren Johnstone’un kitaptaki<br />

bir ifadesi şöyle; “Gerçek şu ki, Türkiye anarşizmin yukarıdan<br />

kaynaklandığı dünyadaki tek ülkedir. Sistemin kendisi saygıdeğer<br />

ve bir saat gibi çalışacak bir sistemdir. Halkı barışçı ve<br />

itaatkar hatta oldukça çalışkandır.”<br />

Kitabı okurken, dönem konjektürü gereği tüm dünya<br />

Osmanlı’nın karşısındayken, Johnstone’un niçin Türk-<br />

Müslüman milleti yanında yer aldığını sorgulama ihtiyacı<br />

duyuyoruz. Hayatı pahasına böyle davranmasının nedeni<br />

neydi diye sormadan edemiyoruz. Bu sorunun cevabı kitabın<br />

satır aralarında!<br />

Butler Johnstone, lisans ve master eğitimini Oxford<br />

Üniversitesi`nde tamamladı. 1862-1878 yılları arasında<br />

Avam Kamarası’nda milletvekili olarak bulundu.1856`da<br />

David Urguhart tarafından Osmanlı Devleti`nin lehinde faaliyet<br />

gösteren “Foreign Affairs Commitee”lerin faal bir üyesi<br />

oldu. Milletvekilliği müddetince İngiliz parlamentosunda sürekli<br />

Türkiye`yi ve Türkleri savundu.<br />

74 Vizyon


Vizyon 75


KLAPE<br />

Cahit CESUR<br />

cahit.cesur@trt.net.tr<br />

OSCAR : Sinema sektörünün<br />

en prestijli ödülü<br />

Oscar olarak bilinen<br />

Akademi Ödülleri sinema<br />

alanında verilen dünyanın<br />

en prestijli ve en eski<br />

ödülleri. Sunuculuğunu Neil Patrick<br />

Harris’in üstleneceği ve bu yıl 87.kez<br />

düzenlenecek olan Oscar töreni 22<br />

Şubat tarihinde gerçekleştirilecek. Her<br />

yıl olduğu gibi bu yıl da tam bir görsel<br />

şölenle sahiplerini bulacak olan Oscar<br />

heykelleri, heyecanla bekleniyor.<br />

Amerikan Sinema Bilimleri ve Sanat<br />

Akademisi tarafından dağıtılan Oscar<br />

ödüllerinin resmi internet sitesinin<br />

yanı sıra, sinema sektörünün yayın<br />

organları da, Oscar hazırlıklarına<br />

ilişkin gelişmeleri dakika dakika<br />

meraklılarına duyurmayı sürdürüyor.<br />

Tüm ödüller 4 dakikada<br />

dağıtılmıştı<br />

1927 yılında Amerikan sinema<br />

endüstrisinin içinde bulunduğu<br />

sorunları çözmek, sinema seyircisindeki<br />

önemli düşüşün önüne geçebilmek,<br />

sinemayı daha ilgi çekici bir hale<br />

getirebilmek amacıyla o zamanki<br />

sinema endüstrisinin önde gelen<br />

kişileri tarafından “Academy of Motion<br />

Picture Arts and Sciences” (Amerikan<br />

Akademisi) kuruldu. Mayıs 1928’de<br />

toplanan kurul, akademinin her yıl<br />

ödül vereceğini açıkladı.<br />

İlk Oscar töreni Hollywood’da<br />

Roosevelt Hotel’de gerçekleştirildi. 16<br />

Mayıs 1929 Perşembe günü yapılan,<br />

başkanlığını ünlü aktör Douglas<br />

Fairbanks’in yaptığı, Amerikan Sinema<br />

Akademisi’nin düzenlediği bu ilk Oscar<br />

törenine, şimdiki törenlerin aksine<br />

medya hiç ilgi göstermemiş, zaten<br />

kazananların listesi de 3 ay öncesinden<br />

duyurulmuştu. Tüm ödüller toplam 4<br />

dakika 22 saniyede sahiplerini buldu.<br />

Henüz kırılamayan bu rekor, gelecekte<br />

de pek kırılacak gibi gözükmüyor.<br />

Çok heyecansız geçen törende, “En<br />

iyi kadın oyuncu” ödülünü alan Janet<br />

Gaynor’un sonradan söyledikleri bir<br />

hayli ilginç: “İlk yıl olduğu için tabii<br />

çok heyecanlandım, ama akademi<br />

ödüllerinin o zamana kadar oluşmuş<br />

bir geleneği yoktu. Birkaç yıl içinde ne<br />

anlama geleceğini bilseydim, eminim<br />

daha çok etkilenirdim. O zaman daha<br />

çok Douglas Fairbanks ile tanıştığım<br />

için heyecanlanmıştım.”<br />

Oscar günleri<br />

Oscar ödül töreni 1954 yılına<br />

kadar çoğunlukla perşembe geceleri<br />

gerçekleşiyordu. 1955-1958 yılları<br />

arasındaki ödül törenleri çarşamba<br />

günleri sahiplerini bulurken;<br />

1959’dan 1999 yılına kadar, birkaç<br />

istisna haricinde ödüller pazartesi<br />

geceleri dağıtıldı. 1999 yılından bu<br />

yana ise pazar geceleri yapılıyor.<br />

Charlie Chaplin’e özel Oscar<br />

ödülü<br />

Törende ayrıca iki özel ödül vardı.<br />

İlk özel ödül Charlie Chaplin’e<br />

verildi. Chaplin, bu ödülü yazarlığını,<br />

yönetmenliğini ve yapımcılığını<br />

üstlendiği “Sirk” (The Circus)<br />

filmiyle aldı. İkinci özel ödül, film<br />

endüstrisinde devrim yapan ilk sesli<br />

yapım olan “The Jazz Singer” filmini<br />

gerçekleştiren Warner Brothers film<br />

şirketine verildi.<br />

Şimdi de bu ilk Oscar töreninde<br />

başarılı olan filmler ve sanatçılar<br />

hakkında bilgiler verelim:<br />

“Wings”, Oscar tarihinde “En iyi<br />

film” ödülünü almış ilk ve tek sessiz<br />

filmdir. Konusu 2. Dünya Savaşı’nda<br />

Hava Kuvvetleri’nde pilotluk yapan<br />

iki çocukluk arkadaşı ile Fransa’da<br />

hemşirelik yapan bir kız arasındaki<br />

aşk ilişkisine dayanan film, bir yılda ve<br />

toplam 2 milyon dolarlık bir bütçeyle<br />

çekildi. Jack Powell (Charles ‘Buddy’<br />

Rogers) ve David Armstrong (Richard<br />

Arlen), hava kuvvetlerinde pilotluk<br />

yapmaktadır. İlk savaş uçuşlarında<br />

başarılı olunca cesaret madalyalarını<br />

76 Vizyon


Charlie Chaplin’”Sirk”<br />

fimindeki performansıyla<br />

özel ödül aldı.<br />

Vizyon 77


“Caz Şarkıcısı”<br />

“Şafak”<br />

da aynı zamanda alırlar. Jack’in<br />

sevgilisi Mary Preston (Clara Bow)<br />

ise Fransa’da hemşirelik yapmaktadır.<br />

Kampta çıkan bir kavgada Jack’in<br />

mahkemeye çıkmasını engellemek için<br />

suçu üzerine alır ve Fransa’yı terk etmek<br />

zorunda kalır. Savaş devam etmektedir.<br />

Jack ve David’e iki Alman gözleme<br />

balonuna saldırma görevi verilir. Ne<br />

yazık ki, saldırı sırasında David’in<br />

uçağı Almanlar tarafından düşürülür.<br />

Fakat David kurtulur. Jack, uçağın<br />

düşürüldüğünü öğrenince, arkadaşının<br />

intikamını almak için uçağa biner ve<br />

Almanlara saldırır. Bu arada David<br />

kurtulduktan sonra çaldığı bir Alman<br />

uçağıyla kampa dönmek için yola çıkar.<br />

Jack, olanlardan habersiz Almanlara<br />

saldırmaktadır. David’in kullandığı<br />

uçağı da düşürür. Düşürdüğü uçağın<br />

armalarını almak için indiğinde yaptığı<br />

büyük hatanın farkına varır. Arkadaşı<br />

kollarında can verir. Savaş sonrası<br />

Mary her şeyden habersiz David’i<br />

beklerken, Jack ruhsal çöküntüler<br />

içinde Amerika’ya dönecektir.<br />

Kan yerine çikolata şurubu<br />

I. Dünya Savaşı’nda pilotluk<br />

yapmış bir yönetmen olan William<br />

A. Wellman, filmde herhangi bir film<br />

hilesine başvurmadı. Özellikle uçak<br />

sahneleri çok başarılıydı ve büyük<br />

ilgi gördü. Bunun yanı sıra, filmde<br />

kullanılan bazı görüntü ve ses efektleri<br />

(uçak motorlarının uğultusu, bazı savaş<br />

sahnelerinin renklendirilmesi) seyirciyi<br />

çok etkilemişti. Gök ve bulutlar mavi<br />

iken makinalı tüfeklerden çıkan ateşler<br />

kırmızı olarak verildi. Zaten film<br />

bu yönü ile özel efekt dalında Oscar<br />

ödülünü de aldı.<br />

Kanlı sahnelerde çikolata şurubunun<br />

kullanıldığı filmde, özellikle<br />

kostümlerin seçiminde unutulmaz<br />

hatalar yapıldı. Filmde olaylar 1917-<br />

1918 döneminde geçiyordu ama<br />

filmdeki sivil halk ile başrol oynayan<br />

Clara Bow’un ev sahnelerindeki<br />

kostümleri ve saç stili 1920 sonlarına<br />

aitti.<br />

Gary Cooper ilk kez 20 saniye<br />

göründü<br />

Filmin yapımına Amerikan Ordusu<br />

büyük katkıda bulundu. Savaş sahneleri<br />

için yüzlerce figüran asker ve havada<br />

çekilen savaş sahneleri için milyon<br />

dolar değerinde uçak ve malzeme<br />

desteği verdi.<br />

“Wings”e ait önemli bir not ise<br />

yeni yeni ün kazanmaya başlayan bir<br />

Hollywood yıldızına ait. Filmin bir<br />

sahnesinde sadece 20 saniye görünen<br />

Garry Cooper seyirciden o kadar<br />

büyük bir ilgi görmüştü ki Paramount<br />

stüdyosu bu yakışıklı pilotun kim<br />

olduğunu soran mektuplarla dolmuştu.<br />

Sonunda stüdyo Cooper’a anlaşma bile<br />

teklif etti.<br />

En iyi oyuncu Gaynor ve<br />

Jannings<br />

“En iyi kadın oyuncu” ödülünü alan<br />

Janet Gaynor, bu ödüle üç değişik<br />

filmdeki başarısından dolayı lâyık<br />

görüldü. Bu filmlerden “Yedinci<br />

Cennet” (7th Heaven, 1927) ve “Sokak<br />

Meleği” (Street Angel, 1928)’in<br />

yönetmeni Frank Borzage, “En iyi<br />

yönetmen” ödülünü aldı. Gaynor her<br />

iki filmde de kendini seven bir adamın<br />

yardımıyla yoksulluktan ve günah<br />

işlemekten kurtulan bir kimsesiz<br />

çocuğu canlandırdı. “Şafak” (Sunrise,<br />

1927) filminde ise bir çiftçinin karısı<br />

rolündeydi. Çiftçi, şehirde tanıdığı<br />

çekici bir kadınla iş birliği yaparak<br />

kendi karısını öldürme plânlan yapıyor,<br />

ancak hatanın daha sonra farkına<br />

vararak finalde karısıyla ikinci balayına<br />

çıkıyordu. Paramonth stüdyosu filmin<br />

daha başarılı olması için ünlü Alman<br />

yönetmen ve oyuncu Emil Jannings’in<br />

katkılarını da sağladı. Jannings<br />

Almanya’dan getirtildi. O dönemde<br />

yabancı düşmanlığını önlemek<br />

amacıyla yönetmenin Brooklyn’de<br />

doğduğu (aslında İsviçre’de doğmuştu),<br />

bir yaşındayken Almanya’ya gittiği<br />

söylendi.<br />

“En iyi erkek oyuncu” ödülüne lâyık<br />

görülen Emil Jannings, iki ayrı filmde<br />

başrol oynamıştı. Daha sonra 1939’da<br />

“Rüzgar Gibi Geçti”yi yönetecek olan<br />

Victor Fleming’in “Tendeki Şeytan”<br />

(The Way of All Flesh, 1927) ve Joseph<br />

Van Sternberg’in yönettiği “Son Emir”<br />

(The Last Command, 1928). Jannings,<br />

ilk filmde sarışın vamp bir kadına olan<br />

düşkünlüğü yüzünden hayatı altüst olan<br />

saygın bir aile babasını, ikinci filmde<br />

ise Tsarist’den sürgüne gönderilen bir<br />

Rus generali canlandırıyordu. Sürekli<br />

düşle rolü birbirine karıştıran general,<br />

filmin sonunda rolünü başarıyla<br />

gerçekleştiriyordu. Jannings ödülünü<br />

aldıktan sonra ünü sinema çevrelerinde<br />

giderek arttı. Ancak sesli sinemanın<br />

başlamasıyla Hollywood’daki sinema<br />

yaşamı son buldu. Çünkü Jannings’de<br />

çok belirgin bir Alman aksanı vardı.<br />

1929’da Hollywood’dan ayrılarak<br />

Almanya’ya dönen sanatçı daha sonra<br />

Nazi rejimi için propaganda filmleri<br />

yapmaya başladı ve 1960 yılında da<br />

öldü.<br />

78 Vizyon


“Son Emir”<br />

“Sirk”<br />

İlk Oscar ödülleri<br />

1927/28<br />

16 Mayıs 1929<br />

Roosevelt Hotel-<br />

HOLLYWOOD<br />

En iyi film<br />

“Wings” (Kanatlar), Paramount<br />

En iyi erkek oyuncu<br />

Emil Jannings “Son Emir” (The<br />

Last Command), Paramount<br />

Emil Jannings “Tendeki Şeytan”<br />

(The Way Of All Flesh),<br />

Paramount<br />

En iyi kadın oyuncu<br />

Janet Gaynor “Yedinci Cennet”<br />

(Seventh Heaven), Fox<br />

Janet Gaynor “Sokak Meleği”<br />

(Street Angel), Fox<br />

Janet Gaynor “Şafak” (Sunrise),<br />

Fox<br />

En iyi yönetmen<br />

Frank Borzage “Yedinci Cennet”<br />

(Seventh Heaven)<br />

En iyi yönetmen (güldürü)<br />

(Sonraki yıllarda kaldırıldı)<br />

Lewis Milestone “İki Arap<br />

Şövalyesi” (Two Arabian Knights),<br />

UA<br />

En iyi uyarlama senaryo<br />

Benjamin Glazer “Yedinci Cennet”<br />

(Seventh Heaven)<br />

En iyi öykü<br />

Ben Hecht “Yeraltı Dünyası”<br />

(Underworld), Paramount<br />

En iyi ara yazı<br />

(Sonraki yıllarda kaldırıldı)<br />

Joseph Farnham “The Fair Co-<br />

Ed”, Mgm<br />

Joseph Farnham “Laugh, Clown,<br />

Laugh”, Mgm<br />

Joseph Farnham “Telling the<br />

World”, MGM<br />

En iyi görüntü yönetmeni<br />

Charles Rosher-Karl Struss<br />

“Şafak” (Sunrise)<br />

En iyi çevre düzenlemesi<br />

William Cameron Menzies “The<br />

Güvercin” (The Dove), Ua<br />

William Cameron Menzies<br />

“Fırtına” (The Tempest), UA<br />

Artistic quality of production<br />

(Sonraki yıllarda kaldırıldı)<br />

“Sunrise”<br />

En iyi özel efektler<br />

(Engineering effects olarak<br />

verildi)<br />

Roy Pomeroy “Kanatlar” (Wings)<br />

Özel ödüller<br />

Charles Chaplin “Sirk” (The<br />

Circus)<br />

(Yazarlığı, oyunculuğu, yapımcılığı<br />

ve yönetmenliği)<br />

Warner Bros “The Jazz Singer”<br />

(Film endüstrisinde devrim yapan<br />

ilk sesli film)<br />

Ayrıca, Honorable Mention<br />

Awards adı verilen ve sadece bu<br />

ilk törende kullanılan özel ödüller<br />

de Oscar kazanamayan adaylara<br />

verildi.<br />

“Şafak”<br />

Vizyon 79


sinema<br />

Özlem Karadayı Doğan<br />

ozlem.karadayi@trt.net.tr<br />

“Keskin Nişancı”<br />

Şubat ayı Oscar adayı filmlerle renkleniyor.<br />

“En iyi film” kategorisiyle birlikte<br />

toplam 6 dalda Oscar’a aday gösterilen<br />

“Keskin Nişanci” (American Sniper)<br />

da bu ayın en merak edilen seyirliklerinden.<br />

Bahriye Komandoları’na katılan ve<br />

Irak’ta 150’den fazla insanın ölümüne<br />

sebep olan Chris Kyle (1974-2013)<br />

isimli askerin, aynı isimli kitabından<br />

uyarlanan filmde, Chris Kyle’ın, askeri<br />

kariyeri ve yaşadıkları anlatılacak.<br />

Afganistan ve Irak’ta 4 kez göreve çağrılan,<br />

düşman ülkelerde başına ödül<br />

konulan ve eşi ile de ailenin güvenliği<br />

endişesi ile arası açılan Kyle’ın yaşamından<br />

bir kesit sunan film, bu yılın<br />

en favori filmleri arasında.<br />

Yönetmen koltuğundaki 4 Oscar’lı<br />

Clint Eastwood ile bu yıl 4. kez Oscar’a<br />

aday gösterilen oyuncu Bradley<br />

Cooper’ı bir araya getiren filmde,<br />

Cooper’a Sienna Miller ve Kyle Gallner<br />

eşlik ediyor.<br />

Bu yılın en çok ses getiren<br />

filmlerinden biri olan ve<br />

6 dalda Oscar’a aday<br />

gösterilen “Keskin Nişancı”<br />

(American Sniper),<br />

20 Şubat’ta vizyona giriyor.<br />

80 Vizyon


vizyondaki filmler<br />

Cahilliğin Umulmayan Erdemi<br />

“Birdman”<br />

“Riggan” adlı bir tiyatro oyunun başoyuncusu, provalar esnasında<br />

beklenmedik bir biçimde yaralanır ve yerinin acil olarak doldurulması<br />

gerekir. Lesley ve onun en yakın arkadaşı olan Jake’in önerisiyle<br />

bir zamanların gözde yıldızı olan Mike Shiner baş aktörlüğe<br />

getirilir. Mike, sahneye çıkma hazırlıkları yaparken, bir yandan da<br />

oyuncu olan sevgilisi Laura, kişisel asistanlığını yürüten kızı Sam ve<br />

mükemmeliyetçi eski karısı Sylvia ile uğraşmak zorundadır. Film “En<br />

İyi film” ve “En iyi yönetmen” kategorileri başta olmak üzere tam 9<br />

dalda Oscar’a aday oldu.<br />

Yönetmen: Alejandro González Iñárritu<br />

Oyuncular: Michael Keaton, Zach Galifianakis, Edward Norton<br />

Türü: Komedi, dram<br />

Vizyon Tarihi: 27 Şubat<br />

The Imitation<br />

Game<br />

Bu yıl “En iyi Film” ve “En iyi<br />

yönetmen” dâhil 8 dalda<br />

Oscar’a aday olan film, 2.<br />

Dünya Savaşı sırasında,<br />

savaşın kaderine etki eden<br />

ünlü matematikçi Alan<br />

Turing’in Nazilerin şifreli<br />

haberleşme için kullandığı<br />

enigma kodunu çözme<br />

sürecini anlatıyor.<br />

Yönetmen: Morten Tyldum<br />

Oyuncular: Benedict Cumberbatch,<br />

Keira Knightley, Mattew Goode<br />

Türü: Biyografik,dram<br />

Vizyon Tarihi: 20 Şubat<br />

Her Şeyin Teorisi<br />

“The Theory of Everything”<br />

“En iyi film” dâhil 5<br />

dalda Oscar’a aday<br />

gösterilen film,<br />

modern bilim ve<br />

teknoloji tarihini<br />

değiştiren İngiliz<br />

fizikçi ve teorisyen<br />

Stephen Hawking’in<br />

hayatından bir kesit<br />

sunuyor. Hawking’in, 1965 ve 1991 yılları arasında evli<br />

kaldığı ilk eşi Jane Wilde ile olan ilişkini konu alan filmde,<br />

öğrencilik yıllarında başlayan ilişkilerine, birlikte bilim adına<br />

yaptıklarına ve hastalık teşhisiyle yaşadıkları sarsıntılara<br />

tanık olacağız.<br />

Yönetmen: James Marsh<br />

Oyuncular: Eddie Redmayne, Felicity Jones, Tom Prior<br />

Türü: Biyografik, dram<br />

Vizyon Tarihi: 27 Şubat<br />

Özgürlük Yürüyüşü<br />

“Selma”<br />

1965’te Alabama eyaletinin Selma kentinden eyalet başkentine giden 87 km’lik<br />

yolda, o dönem ABD tarihine geçen üç protesto yürüyüşü gerçekleştirildi. Martin<br />

Luther King’in öncülük ettiği bu yürüyüşler, kamuoyunu harekete geçirdi ve dönemin<br />

ABD Başkanı Johnson Oy Hakkı Kanunu konusunda köşeye sıkıştı. Nihayetinde<br />

protestolar etkili oldu ve kanun çıktı. Değişen Amerika’nın hikâyesini anlatan film,<br />

“En iyi film” dalında bu yılın Oscar adaylarından.<br />

Yönetmen: Ava DuVernay<br />

Oyuncular: David Oyelowo, Tom Wilkinson, Tim Roth<br />

Türü: Dram, tarih, biyografi<br />

Vizyon Tarihi: 6 Şubat<br />

Vizyon 81


kısa kısa<br />

Altın Ahududu ve<br />

en kötüler<br />

35 yıldır “gelenekselleşmiş”<br />

biçimde<br />

dağıtılan The Razzies<br />

(Golden Raspberry<br />

Awards), yani Altın<br />

Ahududu adayları<br />

açıklandı. 2014’ün<br />

en kötü adaylarının<br />

seçildiği olan listede,<br />

“En kötü film” kategorisinde<br />

Kirk Cameron<br />

imzalı aile komedisi<br />

“Saving Christmas”ın yanı sıra Michael<br />

Bay imzalı “Transformers 4: Age of Extinction”<br />

göze çarpıyor. Adam Sandler<br />

ve Drew Barrymore’un “Blended”<br />

filmiyle “En kötü erkek oyuncu” ve “En<br />

kötü kadın oyuncu” dallarında listeye<br />

girmeyi başardığı “Altın Ahudu”da,<br />

Kelsey Grammer da geçtiğimiz sene<br />

rol aldığı tüm yapımlarla en kötülere<br />

aday olmayı başardı. Kazananlar ise<br />

Oscar ödül töreninin hemen öncesinde<br />

21 Şubat’ta Hollywood Montalban<br />

Theatre’da açıklanacak.<br />

Powers Rangers<br />

geri dönüyor<br />

90’lara damgasını vuran bilim- kurgu<br />

ve macera dizisi “Power Rangers” beyaz<br />

perdeye uyarlanıyor. Henüz kadroda<br />

yer alacak isimler ya da projenin kamera<br />

arkasına geçecek olan yönetmeni<br />

hakkında bir netliğe varmamış olsalar<br />

da, yapımcılar projenin takvimini<br />

çoktan çıkarmışlar. Kahramanlarımızın<br />

kötülere karşı mücadele ettiği filmin<br />

2016’da vizyona girmesi bekleniyor.<br />

Kadrodaki netleşen tek isim Beyaz<br />

Ranger karakterini canlandıracak olan<br />

Jason David Frank. Filmin senaryosunu<br />

kaleme alacak isimler ise Zack Stentz<br />

ve Ashley Miller.<br />

Oscar için geri sayım<br />

<strong>2015</strong> Altın Küre Ödülleri’nin dağıtılmasının<br />

hemen ardından, heyecanla beklenen<br />

Oscar adayları da belli oldu. “En İyi Film” kategorisinin<br />

içinde olduğu 9 adaylıkla “Birdman”<br />

ve “Büyük Budapeşte Oteli” (Grand<br />

Budapest Hotel) filmleri listeye damgasını<br />

vururken, onları 8 dalda adaylıkla “The<br />

Imitation Game” filmi izledi. Listenin diğer<br />

dikkat çeken filmleri ise 6 adaylıkla “Keskin Nişancı”(American Sniper) ile<br />

“Çocukluk” (Boyhood) ve 5 adaylıkla “Her Şeyin Teorisi” (Theory of Everything)<br />

filmleri oldu. Bu sene 87. kez düzenlenecek olan <strong>2015</strong> Akademi Ödülleri 22<br />

Şubat’ta Neil Patrick Harris’in sunacağı görkemli bir tören ile sahiplerini bulacak.<br />

Önemli kategorilerin tam listesi ise şöyle:<br />

En İyi Film<br />

“American Sniper”<br />

“Birdman!”<br />

“Boyhood”<br />

“The Grand Budapest<br />

Hotel”<br />

“The Imitation Game”<br />

“Selma”<br />

“The Theory of Everything”<br />

“Whiplash”<br />

En İyi Yönetmen<br />

Alejandro G. Inarritu,<br />

“Birdman”<br />

Richard Linklater, “Boyhood”<br />

Bennett Miller, “Foxcatcher”<br />

Wes Anderson, “The Grand<br />

Budapest Hotel”<br />

Morten Tyldum, “The<br />

Imitation Game”<br />

En İyi Özgün Senaryo<br />

“Birdman”<br />

“Boyhood”<br />

“Foxcatcher”<br />

“The Grand Budapest<br />

Hotel”<br />

“Nightcrawler”<br />

En İyi Uyarlama Senaryo<br />

“American Sniper”<br />

“The Imitation Game”<br />

“Inherent Vice”<br />

“The Theory of Everything”<br />

“Whiplash”<br />

En İyi Kadın Oyuncu<br />

Marion Cotillard, “Two<br />

Days One Night”<br />

Felicity Jones, “The Theory<br />

of Everything”<br />

Julianne Moore, “Still Alice”<br />

Rosemund Pike, “Gone<br />

Girl”<br />

Reese Witherspoon, “Wild”<br />

En İyi Erkek Oyuncu<br />

Steve Carell, “Foxcatcher”<br />

Bradley Cooper, “American<br />

Sniper”<br />

Benedict Cumberbatch,<br />

“The Imitation Game”<br />

Michael Keaton, “Birdman”<br />

Eddie Redmayne, “The<br />

Theory of Everything”<br />

En İyi Yardımcı Kadın<br />

Oyuncu<br />

Patricia Arquette, “Boyhood”<br />

Laura Dern, “Wild”<br />

Keira Knightley, “The Imitation<br />

Game”<br />

Emma Stone, “Birdman”<br />

Meryl Streep, “Into the<br />

Woods”<br />

En İyi Yardımcı Erkek<br />

Oyuncu<br />

Robert Duvall, “The Judge”<br />

Ethan Hawke, “Boyhood”<br />

Edward Norton, “Birdman”<br />

Mark Ruffalo, “Foxcatcher”<br />

J.K. Simmons, “Whiplash”<br />

En İyi Kurgu<br />

“American Sniper”<br />

“Boyhood”<br />

“The Grand Budapest<br />

Hotel”<br />

“The Imitation Game”<br />

“Whiplash”<br />

En İyi Görüntü Yönetimi<br />

“Birdman”<br />

“The Grand Budapest<br />

Hotel”<br />

“Ida”<br />

“Mr. Turner”<br />

“Unbroken”<br />

En İyi Animasyon<br />

“Big Hero 6”<br />

“The Boxtrolls”<br />

“How to Train Your Dragon<br />

2”<br />

“Song of the Sea”<br />

“The Tale of Princess<br />

Kaguya”<br />

En İyi Belgesel<br />

“Citizenfour”<br />

“Finding Vivian Maier”<br />

“Last Days in Vietnam”<br />

“The Salt of Earth”<br />

“Virunga”<br />

Yabancı Dilde En İyi Film<br />

“Leviathan”, Rusya<br />

“Tangerines”, Estonya<br />

“Timbuktu”, Moritanya<br />

“Ida”, Polonya<br />

“Wild Tales”, Arjantin<br />

En İyi Özgün Müzik<br />

“The Grand Budapest<br />

Hotel”<br />

“The Imitation Game”<br />

“Interstellar”<br />

“Mr. Turner”<br />

“The Theory of Everything”<br />

82 Vizyon


Vizyon 83


tuvalin öyküsü Mine Sultan ÜNVER mine.unver@trt.net.tr<br />

“Yanan Zürafa”<br />

Salvador Dali<br />

1937, Kunstmuseum/Basel<br />

”Düşmanlarımın, arkadaşlarımın ve halkın<br />

resimlerime aktardığım imgelerin anlamını<br />

çözemediklerini söylemeleri bence son derece<br />

anlaşılır bir durum. Onları yapan kişi olarak ben<br />

bile anlayamazken, başkaları nasıl olur da bu<br />

imgeleri anlamayı umabilir.” Salvador Dali<br />

Yanan Zürafa Salvador Dali’nin<br />

anlatımıyla ”erkeksi kozmik<br />

kıyamet canavarıdır.” Zürafa<br />

Dali’ye göre savaşın önsezisidir.<br />

Tablodaki iki kadının ifadesiz yüzleri<br />

kaybolmuşluğu ve çaresizliği anlatır. Salvador<br />

Dali insan vücudunu psikanaliz ile açılabilen<br />

tamamen gizli çekmeceler olarak görmektedir.<br />

Bu nedenle ön plandaki kadın figürünün sol<br />

bacağından çıkan çekmeceler bilinçaltına<br />

yaptığı bir kinayedir. Kadınların sırtını iskelet<br />

benzeri bir yapıyla destekleyerek toplumun<br />

hatalarını ve zayıflıklarını anlatmak istemiştir.<br />

Bazı yorumlarda ise bu figürlerin uzun boylu<br />

mankenler tarzında, savaşın yaklaştığını<br />

duyuran ölüm melekleri olduğu söyleniyor.<br />

Nitekim kası bir süre sonra Dali’nin bu<br />

önsezisinde haklı çıktığını görüyoruz.<br />

Salvador Dali (1904-1989),Katalan<br />

sürrealist ressamdır. Gerçeküstü eserlerindeki<br />

tuhaf ve çarpıcı imgelerle ünlenmiştir. En iyi<br />

bilinen eseri “Belleğin Azmi”dir. Salvador<br />

Dali ressamlığın yanı sıra heykel, fotoğrafçılık<br />

ve film yapımıyla da ilgilenmiş, Amerikalı<br />

Walt Disney ile Destino adlı kısa çizgi filmi<br />

hazırlamıştır. Salvador Dali, hayatı boyunca,<br />

sanatıyla olduğu kadar sıradışı giyimi,<br />

davranışları ve sözleriyle de dikkat çekmiş, bu<br />

davranışların getirdiği kötü şöhret, Dali’nin<br />

geniş kitleler tarafından tanınmasını sağlamış<br />

ve eserlerine duyulan ilgiyi arttırmıştır.<br />

İspanya’dan Fransa’ya ve sonra Amerika’ya<br />

uzanan çalkantılı yaşamında, Franco’nun<br />

faşist yönetimini dahi destekleyerek türlü<br />

tuhaflıklarıyla ilgi çeken Dali, Sigmund<br />

Freud’dan da bir hayli etkilenmiştir.<br />

Ressam, 1989’da kalp yetmezliğinden öldü<br />

ve Figueres’te kendi adını taşıyan müzenin<br />

mahzenine gömüldü.<br />

84 Vizyon


Vizyon 85


siyah<br />

beyaz<br />

trt<br />

“Orta Oyunu”<br />

“Televizyon Stüdyosu”


1971<br />

“Hangisi Doğru” yarışma programı.<br />

Stüdyo, yarışmacılar, seyirciler...<br />

Fotoğraflar: TRT Dış Çekim Fotoğraf Servisi’nden alınmıştır.


YAYINCININ SÖZLÜGÜ<br />

kadraj bk. çekim ölçeği<br />

Kkamçı anten Boyu değiştirilebilen çeyrek dalga boyu anteni.<br />

kameranın yönü Kameranın bulunduğu konumdan görüntülenen konuya doğru baktığı yön.<br />

kanal kimliği Televizyon ve radyo kanalının logosu, yazı karakterleri, grafik, jenerik ve<br />

müzikleri, haber stüdyolarının dekoru ve hâkim renkleri gibi ögeler ile oluşturulan kurumsal<br />

kimlik.<br />

kararma-açılma Televizyon ve sinemada genellikle zaman, mekân, konu ve bölüm değişimini vurgulamak<br />

için bir görüntünün kaybolarak karanlığın oluşması ve ardından karanlığın içinden yeni bir görüntünün<br />

belirmesi.<br />

karasal yayın Yeryüzünde bulunan vericilerden yayımlanan elektromanyetik dalgalar aracılığıyla izleyici ve<br />

dinleyiciye doğrudan ulaşan televizyon ve radyo yayını.<br />

kayıt dışı Basın mensubuna, kaynağı açıklanmaması ve kayıt yapılmaması şartıyla, sözlü olarak verilen bilgi,<br />

gizli olarak ulaştırılan her türlü belge, off-the record.<br />

kaynak kişi 1. Yöresinde söylenen ya da bilinen eski zamanlara ait türküleri hafızasında çok iyi saklayabilen<br />

ve ait olduğu yörenin ağız özelliklerine göre icra edebilen kişi. 2. Derleme çalışmasında söz ve müziğin<br />

kayda geçirilmesi için bilgisine başvurulan kişi, kimden alındığı.<br />

karakter jeneratörü Televizyon yayınlarında ekrana bindirilen yazı ve grafiklerin hazırlandığı elektronik<br />

cihaz, KJ.<br />

koaksiyel kablo Görüntü sinyali ve antenden RF sinyali taşımada ve sayısal ses iletiminde kullanılan dışı<br />

blendajlı, bir canlı ucu olan kablo.<br />

kodek Bir sinyal ya da veri dosyasının kodlamasında ve çözülmesinde kullanılan yazılım ya da donanım,<br />

codec.<br />

konuşma radyosu Müziğin olmadığı ya da çok az olduğu, dinleyici ya da konuklarla ağırlıklı olarak güncel<br />

sohbetlerin yer aldığı radyo yayıncılığı formatı, sohbet radyosu.<br />

koruyucu sembol Yayın hizmetinin içeriği hakkında izleyicilerin bilgilendirilmesi amacıyla medya hizmet<br />

sağlayıcılar tarafından kullanılan ortak semboller.<br />

kutu televizyon seti Genellikle kapalı bir mekânın üç duvarının kurulduğu, bir duvarının ise kamera, ses ve<br />

ışık ekibinin çalışabilmesi için kurulmadığı set türü.<br />

medya hizmet sağlayıcısı Radyo, televizyon ve isteğe bağlı yayın hizmeti içeriğinin seçimin-<br />

editoryal sorumluluğu bulunan ve bu hizmetin düzenleme ve yayınlama biçimine karar<br />

Mde<br />

veren tüzel kişilik.<br />

medya planlaması Reklam kampanyasının en etkili biçimde sunulacağı kitle iletişim araçlarının<br />

değerlendirilip seçilmesi; reklamların yer alacağı programların ve yayınlanacağı zaman<br />

dilimlerinin belirlenmesi, satın alınması, istenilen gün ve saatte yayınının sağlanması.<br />

mekân sponsoru Televizyon, radyo ve sinema yapımlarında çekimler için ücret almadan mekân tahsis eden,<br />

mekânın geçici olarak kullanılmasına olanak veren kurum ya da kişi.<br />

manevi haklar Eser sahibinin esere ilişkin sahip olduğu kamuya sunma, adının belirtilmesini isteme ve<br />

eserde değişiklik yapılmasını menetme hakları.<br />

manyetik kafa Görüntü, ses, veri kayıtları ve okumaları için farklı düzeneklerde hazırlanan; manyetik bant,<br />

şerit ve disk üzerindeki verileri işleyen; manyetik yapıya göre çalışan donanım birimi.<br />

metin 1. Yazılı ileti, yazılı dilin temsili. 2. İletişim çalışmalarında çözümlenmeyi bekleyen her türlü medya<br />

içeriği. 3. bk. program metni<br />

metni dinlendirme mes. dili Metin yazarı ve yapım-yönetim ekibinin, metin yazımına ya da redaksiyonuna<br />

bir süre ara vermesi, daha nesnel biçimde metni yeniden değerlendirmek için bir süre beklemesi, metni<br />

soğutma.<br />

mikrofon çevresi Radyoda, bir masa çevresinde oturan katılımcıların eşit sürelerde konuştuğu tartışma<br />

programı.<br />

motor mes. dili Çekim setinde hazırlıklar tamamlandıktan sonra kameranın çekime başlayabilmesi için<br />

yönetmenin verdiği sözlü komut.<br />

-<br />

TRT Eğitim Dairesi Başkanlığı tarafından hazırlanmakta olan Güncel Yayıncılık ve Medya Sözlüğü’nden alınan örnek maddeler ile oluşturulmuştur.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!