You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
trt’den<br />
TRT ile yeni ufuklara<br />
TRT olarak <strong>2015</strong>’e hızlı başladık. Ocak ayının ortasında, İngilizce<br />
kanalımız TRT World’ün teknik altyapısı tamamlanarak, ilk sinyal uyduya<br />
gönderildi. Yurtiçi ve yurtdışından gelen tepkilere bakılırsa, TRT World’ün<br />
hem TRT’nin televizyonculuk kariyeri hem de Türkiye için çok önemli bir<br />
adım olduğunu gururla söyleyebilirim. Emeği geçen tüm arkadaşlarıma<br />
teşekkür ediyorum.<br />
Şenol GÖKA<br />
TRT Genel Müdürü<br />
TRT, yayıncılıkta<br />
gelinen son gelişmeleri,<br />
son teknolojiyi dünya<br />
ile birlikte aynı anda<br />
izleyicimizle buluşturmaya<br />
da devam ediyor.<br />
Hazırlıklarda artık sona<br />
gelindi. İzleyicilerimiz,<br />
20 Şubat’ta yüksek<br />
çözünürlükte Ultra HD -<br />
4K kalitesinin örneklerini<br />
TRT ekranlarından<br />
görebilecekler. Bu<br />
özelliği ile TRT, HD 4K<br />
kalitesinde yayınlarıyla<br />
Türkiye’de bir ilke de imza<br />
atmış olacak.<br />
Bir başka gelişme eski adıyla “TRT 6” ya da “TRT ŞEŞ”te yaşandı.<br />
2009’dan bu yana Kürtçe yayın yapan kanalımız yeni yaşına, yeni bir<br />
isimle “TRT Kurdî” olarak girdi. TRT 6, geride bıraktığımız altı yılda,<br />
kültürel çeşitliliklerimizin aslında ülkemiz için bir zenginlik olduğunu<br />
kanıtladı. TRT Kurdî de yayın hayatına aynı anlayışla devam ederken;<br />
yurtiçinde ve çevre ülkelerde Türkiye’nin sesi olmayı sürdürecek.<br />
TRT, yayıncılıkta gelinen son gelişmeleri, son teknolojiyi dünya ile birlikte<br />
aynı anda izleyicimizle buluşturmaya da devam ediyor. Hazırlıklarda artık<br />
sona gelindi. İzleyicilerimiz, 20 Şubat’ta yüksek çözünürlükte Ultra HD -<br />
4K kalitesinin örneklerini TRT ekranlarından görebilecekler. Bu özelliği<br />
ile TRT, HD 4K kalitesinde yayınlarıyla Türkiye’de bir ilke de imza atmış<br />
olacak. Teknolojiyi yakından takip eden izleyicilerimize şimdiden hayırlı<br />
olsun.<br />
TRT Spor’un HD yayına geçmesi bir başka yeni gelişme. Bu atılımla<br />
futbolseverler TRT Spor’dan yayınlanacak UEFA Avrupa Ligi maçlarını<br />
HD kalitesinde izleyebilecek.<br />
Ve Radyolarımız…<br />
12 Ocak’ta yayınlara başlayan TRT Kent FM İstanbul şimdiden şehrin<br />
gözbebeği oldu. Ankara ve İzmir TRT Kent Radyolarımız da yayınlarıyla<br />
büyük beğeni topluyor. Dinleyicilerimizden gelen mesajlar ile bölgesel ve<br />
yerel medyanın Kent Radyoları’na ilgisi, şevkimizi ve heyecanımızı daha<br />
da artırdı.<br />
Dört yıl aradan sonra “Radyovizyon” dergimizin İngilizce ve Türkçe<br />
olarak yeniden yayın hayatına başlaması bir başka sevindirici haber.<br />
İnternet ortamında e-dergi olarak da okuyucuyla buluşacak olan dergimizin<br />
kısa zamanda hem yurt içi hem de yurt dışında ciddi bir takipçi kitlesi<br />
oluşturacağına inancımın tam olduğunu belirtmek isterim.<br />
Yeni dergimize yayın hayatında başarılar diliyor, önümüzdeki aylarda<br />
TRT’nin atılımlarının her alanda artarak devam edeceğinin altını<br />
çiziyorum.<br />
Şenol GÖKA
içindekiler<br />
TRT AYLIK<br />
RADYO TELEVİZYON<br />
DERGİSİ<br />
TÜRKİYE RADYO TELEVİZYON<br />
KURUMU ADINA SAHİBİ<br />
ŞENOL GÖKA<br />
GENEL KOORDİNATÖR<br />
SİBEL ARZU YILMAZ VAROL<br />
GENEL YAYIN YÖNETMENİ<br />
Yılmaz ÇINAR<br />
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ<br />
Özlem DOĞAN<br />
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ<br />
Dr. Vural ORHAN<br />
GRAFİK TASARIM<br />
Gamze ÖZGÖREN<br />
Armağan KÜPELİ<br />
Feride ORTAÇ<br />
YAZI KURULU<br />
Meral ÜNSAL BAKICI<br />
Ela GÜRMAN TEKİN<br />
Ceren BÖLÜKBAŞIOĞLU<br />
Bengi BAYDAR<br />
Esin ÖZALP ÖZTÜRK<br />
Mine ÜNVER<br />
Cahit CESUR<br />
Öztürk Miraç SARAL<br />
Didem ŞAHSUVAROĞLU<br />
FOTOĞRAF EDİTÖRÜ<br />
İsmail YAŞAR<br />
İSTANBUL TEMSİLCİSİ<br />
Aynur ÇELİKCAN<br />
HALKLA İLİŞKİLER<br />
Hatice DÖNMEZ<br />
YÖNETİM YERİ<br />
TRT GENEL SEKRETERLİK<br />
TRT SİTESİ A BLOK KAT: 4<br />
ORAN/ANKARA<br />
Tel: (312) 463 23 21<br />
Faks: (312) 463 23 45<br />
ISSN 1308-7495<br />
YAYIN TÜRÜ Yaygın/Süreli<br />
BASIM TARİHİ<br />
28 OCAK <strong>2015</strong><br />
BASILDIĞI YER<br />
Dorukkaya Matbaacılık Yay. Rek.<br />
Madencilik Enerji ve İnş. A.Ş.<br />
Macun Mahallesi 3. Cadde No: 2<br />
Yenimahalle-Ankara<br />
Tel: (312) 397 11 97<br />
Faks: (312) 397 11 98<br />
10<br />
Her dem tiryaki<br />
5 bin yıldır içilen ve pek çok<br />
toplumun kültüründe önemli<br />
bir yere sahip olan çay hakkında<br />
bilmediklerimizi uzmanına<br />
sorduk.<br />
14<br />
TRT’de yarışıyoruz<br />
Yarışmalar, kimi zaman kazanma ve<br />
kaybetme mücadelesi. Kimi zaman ise<br />
eğlence ve öğrenmeye araç.<br />
Geçmişte unutulmaz yarışma programlarına<br />
imza atan TRT, bugün de<br />
rekabeti, eğlenceye ve<br />
öğrenmeye araç kılıyor.<br />
18<br />
Letaif-i Âl-i Osman<br />
Osmanlı insanının mizah<br />
dergilerinden önce, ağızdan<br />
ağıza dolaşıp “güldürürken<br />
düşündüren” deyişleri vardı.<br />
Üstelik bunlar, şehirlerdeki<br />
sınırlı bir zümreyle sınırlı<br />
kalmayıp taşranın en ucundaki<br />
insana kadar ulaşıyordu.<br />
22<br />
Buz üstünde şah-mat<br />
Körling<br />
Olimpik bir spor olan Körling’in<br />
500 yıllık bir geçmişi ve dünyada<br />
1,5 milyonu aşkın<br />
sporcusu var. Üstelik 2009 yılından<br />
beridir başta Erzurum olmak<br />
üzere ülkemizde de icra ediliyor.<br />
2 Vizyon
28<br />
Sokaktan hikâyeler<br />
Dünyanın dört bir tarafına<br />
ülkemizden, çoğunlukla<br />
da İstanbul’dan siyah beyaz<br />
hikâyeler anlatan Mustafa Seven<br />
ile sokak fotoğrafçılığı üzerine<br />
keyifli bir sohbet.<br />
trtdergisi@trt.net.tr.www.trt.net.tr<br />
Şubat <strong>2015</strong>/ Sayı: 308<br />
Kapak Fotoğrafı: Veli Çetinkaya<br />
Savaşın ortasında<br />
bir şair<br />
Tarihin yazmadığı gerçekler kimi<br />
zaman tanıklarının aktardıklarıyla<br />
gelecek kuşaklara taşındı. “1828-<br />
1829 Osmanlı-Rus Savaşı” sırasında<br />
Rus ordusu ile Erzurum’a giren<br />
Puşkin, büyük oranda koruduğu<br />
tarafsız bakış açısıyla aslında ne o<br />
taraftan ne öbüründendi…<br />
34 38<br />
Bir Osmanlı zabiti<br />
Filinta Mustafa<br />
Daha ilk bölümden itibaren adından<br />
övgüyle söz ettiren “Filinta” dizisinin<br />
başrol oyuncusu Onur Tuna’yla,<br />
kendisi ve oyunculuğu hakkında pek<br />
çok şey konuştuk.<br />
42<br />
“Filinta çığır açtı”<br />
“Filinta” dizisiyle bir kez<br />
daha dikkatleri üzerine<br />
çeken başarılı yönetmen<br />
Kudret Sabancı’dan televizyon<br />
ve sinema üzerine<br />
çarpıcı tespitler.<br />
46<br />
İstanbul’un<br />
sığınağıTünel<br />
Londra’dan sonra dünyanın<br />
en eski yer altı yolu olan ve<br />
kısacık rotasıyla İstanbul’un<br />
simgelerinden biri haline<br />
gelen Tünel’in ilginç<br />
hikâyesi.<br />
Vizyon 3
ayın kareleri<br />
Meral ÜNSAL BAKICI meral.bakici@trt.net.tr<br />
Bu şekil size bir şey ifade etti mi? Neon ışıklarını andıran ve kendine sevimli süsü vermiş bu şekil aslında bir canlı<br />
ve hatta canavar. Çağımızın en büyük belalarından birinin Ebola hastalığının virüsü. Adını, Afrika’daki bir nehirden<br />
alan ve bulaşıcı olan bu virüs sadece 80 nanometre boyutunda olmasına karşın şu sıralarda dünya sağlığını tehdit<br />
ediyor.<br />
İlk kez 1976’da o zamanki adı Zaire olan Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde ortaya çıkan virüsün şu an etkili olduğu<br />
Afrika kıtasından tüm dünyaya yayılma riski herkesi korkutuyor. Fotoğrafımız hastalığın en sık görüldüğü ülkelerden<br />
Gine’de bir sağlık merkezinin bahçesinden. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, geçen yılsonunda başlayan<br />
salgında,bugüne dek Gine, Liberya, Sierra Leone ve Nijerya’da toplam 932 kişi hayatını kaybetti. En az 1700 kişi de<br />
virüsü kaptı. Hastalığın bilenen bir aşısı ya da ilacı yok. Denemeleri süren bir ilaç üzerindeki tartışmalar da bitecek gibi<br />
görünmüyor.
Şubat ayı dillerden<br />
düşmeyen sevdaların,<br />
en romantik eylemlerle<br />
taçlandırıldığı günü<br />
saklıyor koynunda.<br />
Biraz suni boyalarla<br />
renklendirilmiş aşklar<br />
araya karışsa da, gerçek<br />
sevdalar da bir kez daha<br />
tazeleniyor.<br />
Fotoğraf: Meral ÜNSAL BAKICI<br />
Şubat, her yerde sevdiğinin silüetini görenlerin ayı biraz da…<br />
Vizyon 5
Aşklarını efsanelere konu edenlerin ayı Şubat.<br />
Fotoğraf: Meral ÜNSAL BAKICI<br />
Masalların sonu çoğunlukla acı bitti…
Aşkın melodilerinin ölümsüz<br />
sesi Edith Piaf ise bir kez daha<br />
ölümsüzleşti. Paris’te balmumu<br />
heykelleriyle ünlü Grevin<br />
Müzesi’nin atölyelerinde yapılan<br />
ve poşetlenen Piaf heykeli, daha<br />
sonra sergilenmek için geçtiğimiz<br />
yıl Prag’da açılan müzeye<br />
gönderildi.<br />
Fotoğraf: Meral ÜNSAL BAKICI<br />
Bu sevimli kardan adamlar ülkemizden…Bu yıl geçen yıla oranla daha çok kar<br />
görmüş olsak da doyamadık. Sevimli kardan adamlar yazın bile evimizi süsleyebilir<br />
çünkü sabundan yapılmışlar…<br />
Vizyon 7
Yeni yılda dertlerimiz sabun köpüğü,<br />
renklerimiz İnsanda bir daim masalın olsun… içinde olduğu<br />
Hepimiz hissini için uyandıran güzel bir bu gelecek fotoğraf diliyoruz… ise,<br />
Nevada Çölü’nde düzenlenen sanat<br />
ve müzik festivalinde çekilmiş. Çölde<br />
açan kağıt çiçekler…
güncel<br />
Her dem<br />
tiryaki<br />
Dumanı üstünde,<br />
ince belli cam bardakta,<br />
tavşankanı taze çay;<br />
evde, işte, okulda,<br />
misafirlikte her dem<br />
sizin… İçin…<br />
10 Vizyon
Ela GÜRMAN TEKİN ela.gurman@trt.net.tr<br />
Demliler geliyor! Zarifler geliyor! Bu sefer<br />
dökülmeden geliyor! Kış günlerinin iç ısıtan<br />
yareni, yemek ertesi, akşamüstü sohbetlerinin<br />
sırdaşı, kahvaltının vazgeçilmez eşi, dumanı<br />
üstünde çay geliyor! Çay müptelası olun ya da olmayın,<br />
zengin de olsanız fakir de fark etmez çünkü sınıflandırmaz<br />
sizi çay. Şefkatlidir, sağlıklıdır, yoldaştır, memlekettir, asildir<br />
ve hepimizindir…<br />
Çay, 5 bin yıldır içilen ve aynı zamanda kendi kültürü ve<br />
felsefesi olan bir içecek. Çıkışı ise bir efsaneye dayanıyor;<br />
Çin’in ilk imparatorlarından Shen Yung, çay bitkisinin<br />
tesadüfen sıcak suya düşmesine şahit oluyor. Çinliler<br />
tarafından ilaç olarak içilen bu içecek, ardından Endonezya<br />
ve Hindistan üzerinden batıya ulaşıyor. Nereden mi<br />
biliyoruz? Özel bir firmanın Türkiye İçecekler ve Yeni<br />
Projeler Pazarlama Direktörü Toloy Tanrıdağlı ile uzmanlık<br />
alanı çay üzerine gerçekleştirdiğimiz söyleşi sayesinde<br />
elbette. Öyleyse, çayın toplumsal gücünü bilsek de fiziksel,<br />
kimyasal ve kültürel özelliklerini yansıtacağımız bu yazıyı<br />
uzmanından demledik diyebiliriz.<br />
Sudan sonra çay<br />
Türkiye’de tarımsal istihdamın ve üretimin yaklaşık yüzde 4’ünü<br />
çay tarımı oluşturuyor ve nüfusumuzun yüzde 96’sı çay içiyor.<br />
Şaşırdınız mı? Şaşırmayın çünkü ülkemizde kişi başına düşen<br />
yıllık çay tüketimi 3,5 kilogramı bulurken, bu miktar bizi dünya<br />
ülkeleri arasında birinci sıraya taşıyor. Anlamı; ülkemizde sudan<br />
sonra en çok çay içiliyor. Karadeniz ise çay için yadsınamaz bir<br />
bölge. Bunların yanı sıra öğreniyoruz ki; çay her ülkede kültüre<br />
bağlı olarak farklı zamanlarda ve farklı konseptlerde tüketiliyor.<br />
Örneğin İngiltere’de çay öğleden sonra saat 4 civarında hafif bir<br />
yiyecek eşliğinde içilirken; daha ağır çay ziyafetleri ise, akşam saat<br />
5 ile 7 arasında gerçekleşiyor. Hindistan, Türkiye gibi çayı hem<br />
üreten hem de çay tüketiminin yoğun olduğu bir ülke. Assam ve<br />
Darjeeling gibi çayın yetiştiği bölgelere göre isimlendirilmiş özel<br />
türleri var. Hindistan’da siyah çay genelde deminin hafiflemesi için<br />
süt ile tüketiliyor; şeker, bal veya palmiye şekeri ile tatlandırılarak,<br />
tarçın, zencefil, anason, rezene, karabiber, hindistan cevizi ve<br />
karanfil ile aroma verilerek hem de. Çin çayları genellikle yeşil çay<br />
olarak üretiliyor. Çayın tipine göre içerken çim, tahıl, sebze, balık<br />
ve çiçekli aromalar hissediliyor.<br />
En iyi çay<br />
Toloy Tanrıdağlı<br />
Çay iklim koşullarına bağlı olarak değişkenlik<br />
gösterir. En iyi deniz seviyesinde<br />
yetişmekle birlikte 1800-2000 metreye<br />
kadar yetişebilmektedir. Yüksek rakımlarda<br />
ve soğuk/kuru şartlarda yetişme gelişimi<br />
yavaşlatmakla birlikte aromanın gelişimine<br />
katkı sağlar. Çayın yetişmesine etki yapan<br />
en önemli etken iklim ve topraktır. Yıllık<br />
sıcaklık ortalamasının 14 derecenin altına<br />
düşmemesi, toplam yıllık yağışın, 2000<br />
mm’den az olmaması ve aylara göre dağılımının<br />
düzenli olması, bağıl nem oranının<br />
ise en az yüzde 70 olması, çay bitkisinin<br />
normal gelişimi için gerekli olan koşullar.<br />
En iyi çay en çok çayın nereden geldiğiyle<br />
ilintilidir. Kalite pek çok farklı etmenin sonucudur. Bunlar<br />
arasında bitkinin kendisi, toprak, iklim, yağmur miktarı, toplama<br />
standartları, proses şartları sayılabilir. Çayın en iyi tropik şartlarda<br />
yetiştiği bilinmektedir. Ekvatora yakın olan Kenya, Uganda,<br />
Endonezya, Güney Asya gibi ülkelerde yılın 12 ayı boyunca yaş<br />
yetişir ve toplanır. Ekvatordan kuzeye ya da güneye ilerledikçe<br />
çay üretiminde mevsimsellik söz konusudur. Çay çok fazla yağmura<br />
ve yeterli miktarda güneş ışığına ihtiyaç duyar. Çay üretimi<br />
için geçirgen özellikli topraklar uygundur. Çay bitkisi kumdan<br />
kile değin değişen yapıdaki asit tepkimeli topraklarda yetişebilmektedir,<br />
bu nedenle toprağın asidik olması beklenir.<br />
Pazarlama Direktörü<br />
Toloy Tanrıdağlı<br />
Mutlaka iyi<br />
demlenmiş<br />
Oğuz Atay “…biz çayın<br />
yalnızlığa iyi gelen tarafını<br />
da severiz.” derken çayın<br />
kalbimizdeki yerini, Nazım<br />
Hikmet Ran ise; “…basit<br />
yaşayacaksın basit, sanki<br />
bir gün yaşamın sona<br />
erecekmiş gibi basit, çay,<br />
simit ve peynirle…” diyerek<br />
hayatımızdaki duruşunu<br />
tasvir etmiş çayın. Adını<br />
bizden almış olan Türk<br />
Kahvesi’nden bile çok daha<br />
değerli çay bizim için..<br />
Şekerli, şekersiz, limonlu,<br />
kıtlama ama illaki ince<br />
Çayın en makbul yeri;<br />
2,5 yaprak denilen,<br />
bir tomurcuk,<br />
iki yapraktan oluşan ve<br />
çay filizinin polifenol<br />
içeren en zengin kısmı<br />
üst filizidir.<br />
Vizyon 11
Çay doğal yapısı gereği polifenol maddesi içerir,<br />
bu madde demirin bitkilere bağlanmasını sağlar.<br />
Bu etki, C vitamini açısından zengin gıdalar tüketilmesine<br />
karşılık demir emiliminin artmasına neden olur.<br />
Öğün ile çayın tüketilmesi arasında<br />
minimum bir saatlik zaman dilimi olması,<br />
demir emilimi etkisini minimuma düşürecektir.<br />
belli cam bardakta, sıcağı tam, dudak payı yerinde, taze ve<br />
mutlaka iyi demlenmiş…<br />
“Türkiye’de üretilen çaylar diğer ülkelere göre daha çetin<br />
şartlarda yetiştiğinden, isteğimiz çayın rengini ve tadını<br />
alabilmek için minimum 15 dakika demlenmesi. 15 dakika<br />
demlenmiş Türk çayından pişmiş çay ve kuru meyve<br />
notası hissedilir.” diyor Toloy Tanrıdağlı ve ekliyor; “İyi çay<br />
demlemenin önemli kurallarından biri suyu doğru şekilde<br />
kullanmak. Taze kaynamış suda bulunan yüksek oksijen oranı<br />
çayın lezzetini ve demini arttıran önemli bir unsur. Burada<br />
en önemli nokta kaynadıktan sonra soğumuş suyun yeniden<br />
kaynatılmaması. Bu durum su içerisinde bulunan kimi<br />
minerallerin normalin üstünde artmasına ve böylece çayın<br />
lezzetinin olumsuz yönde etkilenmesine neden olur. Bunların<br />
dışında demleme teknikleri çayın çeşidine göre değişir.”<br />
Çeşit çeşit çay<br />
Yasemin, papatya, rezene, kuşburnu, elma, kiraz sapı,<br />
biberiye, beyaz, siyah, yeşil derken sayısız çeşitlilikte<br />
tüketiyoruz onu. Bitkisel çaylar kendinden mütevellit tatlara<br />
ve sağlıksal faydalara sahip. Peki, siyah, beyaz, yeşil ya da<br />
organik çayların farkı ne? Çaylar toplandığı zaman yapraklar<br />
hemen oksitlenmeye başlıyor. Yeşil çayda, oksidasyon<br />
sürecine giren enzimler sıcaklık yoluyla sönüyor ve kuruma<br />
sürecinde yaprakları yeşil kalıyor. Siyah çayda ise yaprakların<br />
tamamen okside olmasına izin veriliyor. Bu oksidasyon<br />
süreci çayın niteliğini değiştiriyor. Beyaz çay, goncalar yeni<br />
yaprakları sıkıca çevrelediğinde toplanıyor. Bu yapraklar yeni<br />
yetiştiğinde beyaz, ipeksi tüyleri var. Bu tüylere son aşamada<br />
dahi dokunulmuyor. Beyaz çay, oksitlenmeyi engellemek için<br />
güneş ışığında kurutuluyor. Bu nedenle diğer çaylara göre fiyatı<br />
yüksek. Yalnızca marka ve kurumsal çerçevedeki uzmanlığı ile<br />
değil bireysel bir tüketici ve çay sever olan Tanrıdağlı organik<br />
çaylar için ise; “Ürünün yetiştirilmesi, toplanması, hasat,<br />
kesim, işleme, tasnif, ambalajlama, etiketleme, muhafaza,<br />
depolama, taşıma ile tüketiciye ulaşmasına kadar olan diğer<br />
işlemlerde kimyasal ilaç ve kimyasal gübre kullanılmayan,<br />
üretimi esnasında organik yapısını bozacak herhangi bir<br />
12 Vizyon
Dökme çayın<br />
demlenmesi<br />
Çayı demlemeden<br />
önce<br />
demliğin<br />
ısıtılmamasına<br />
dikkat edin. Demleyeceğiniz<br />
çayın<br />
nemli ve sıcak ortamlardan<br />
uzak tutulması, ağzının<br />
açık kalarak herhangi bir koku ya da aromaya maruz<br />
kalmamış olması gerekir. Elbette damak zevkine göre<br />
değişmekle birlikte, demliğinize her bardak için bir<br />
tatlı kaşığı çay koyup en sonunda bir kaşık da fazladan<br />
ekleyebilirsiniz. Çayınızı demlerken taze kaynamış, iyi<br />
kalite içme suyu ve porselen veya cam demlik tercih<br />
edin. 15– 20 dakika demleyip servis yapın.<br />
Demlik poşet çayın demlenmesi<br />
Demlik poşet çayın en büyük faydası hiç kuşkusuz tüketicilerine<br />
zaman ve temizlik avantajı sunması. Dökme<br />
çay ile poşet çay demlemenin tüm prensipleri aynı. Her<br />
2-3 bardak çay için 1 adet demlik poşet çayın konması,<br />
üzerine taze kaynamış içme suyu eklenerek 15-20 dakika<br />
demlenerek servis yapılması uygun.<br />
Bardak poşet çayın demlenmesi<br />
Bardak poşet çayın suya demini ve doğal rengini daha<br />
yoğun ve hızlı bir şekilde verebilmesi için en kaliteli<br />
çay yaprakları seçilerek ufak parçalar haline getiriliyor.<br />
Bu anlamda sanılanın aksine poşet çayın demini suya<br />
hemen vermesi, kullanılan çayın kalitesini gösteriyor.<br />
Önce poşet çayınızı bardağa koymalı; sonrasında taze<br />
kaynamış içme suyunuzu eklemelisiniz. 10 kere batırıp<br />
çıkarmanız tavsiye ediliyor. Bardak poşet çayın ağaç<br />
liflerinden oluşan delikli yapısı sayesinde bu demlenme<br />
hemen kendini gösterir. Bardak poşet çayın demleme<br />
süresi yaklaşık 2 dakika.<br />
Bitki ve meyve bardak poşet çaylarının demlenmesi<br />
Bitki ve meyve çayı için seçilen bitki ve meyve parçaları<br />
temizlenir, kurutulur, küçük parçalara ayrılır ve zengin<br />
baharatlarla harmanlanır. Bitki ve meyve bardak poşet<br />
çaylarından maksimum keyif alabilmek için önce poşet<br />
çayı bardağa koymalı; sonrasında taze kaynamış içme<br />
suyu eklenmeli. Bardak poşet çayın demleme süresi<br />
yaklaşık 3-4 dakika. Önemli nokta bitki ve meyve çayları<br />
kaynatılmamalı.<br />
işleme tabi tutulmayan, hiçbir surette sentetik<br />
katkı maddesi içermeyen çay da organik çaydır.”<br />
diye konuşuyor.<br />
Faydalı bir bitki<br />
Çay, günlük sıvı ihtiyacının karşılanmasına<br />
önemli ölçüde katkıda bulunuyor. Keza<br />
ABD’nin önde gelen üniversitelerinden<br />
California Üniversitesi’nde yürütülen ve<br />
özel bir firmanın çay enstitüsü tarafından da<br />
desteklenen araştırmaya göre siyah ve yeşil çay<br />
çeşitlerinin felç geçirme riskini önemli derecede<br />
azaltabildiği tespit edilmiş. Araştırmada, 9 farklı<br />
çalışmada yer alan 4.378 felç vakası incelenmiş.<br />
Araştırmaya katılan bilim adamları, günde bir<br />
fincandan daha az siyah ya da yeşil çay tüketen<br />
ve günde 3 ya da fazla fincan çay tüketen kişileri<br />
karşılaştırıyor. Sonuçlarına göre, günde 3 ya<br />
da fazla fincan siyah ya da yeşil çay tüketen<br />
kişilerde, ölümcül ya da ölümcül olmayan<br />
felç riskinin yüzde 21 oranında azalabildiği<br />
saptanmış. Öte yandan çay, şeker veya süt ile<br />
tüketilmediği takdirde kilo kontrolü sağlayan<br />
bir beslenme düzeninde yer alabilen önemli bir<br />
içecek. Aynı zamanda önemli bir antioksidan<br />
kaynağı. Flovonoidler olarak adlandırılan<br />
bu antioksidanlar meyve ve sebzelerde de<br />
bulunuyor. Ayrıca bu antioksidanların antibakterial<br />
özellikleri bulunduğu ve dişlerin<br />
asitlere karşı daha dayanıklı olmasını sağlamaları<br />
ile diş sağlığına faydalarından da söz ediliyor.<br />
Kalp sağlığı ile düzenli olarak çay tüketimi<br />
arasında ilişki olduğu son yıllarda üzerinde<br />
durulan diğer bir bulgu. Öte yandan çayda doğal<br />
olarak bulunan bir aminoasit olan Theanine’in,<br />
insan zihninde konsantrasyonu ve odaklanmayı<br />
arttırmaya yardımcı olduğuna yönelik bilimsel<br />
araştırmalar da giderek ilgi odağı olmaya<br />
başlamış gözüküyor.<br />
İkramların efendisi<br />
Fas’ta bir kutlama asla, buharda kızgın servis<br />
edilen naneli çay olmadan düşünülemez; ya tatlı<br />
ya da çok tatlı olarak servis edilir. Japonya’da<br />
çay içilmesinin ve ikramının da ritüelleri<br />
vardır. Çay içileceği zaman, çayın sunulduğu<br />
bardaktan, hangi sezonda içildiğine kadar<br />
her ayrıntı önemsenir. Adeta bir seremoni<br />
gibi sunulan çayın içildiği ana ve çayın tadına<br />
konsantre olunur. Rusya’da çay odun ateşinde<br />
bizimkine benzer şekilde demlenir. Ülkemizde<br />
ise; çay tiryakilerinin ya da geniş ailelerin<br />
vazgeçilmez semaverinden, porselen demliklere<br />
kadar tükettiğimiz çay misafir ikramlıklarının<br />
efendisidir. Her ne kadar biz onu şekeriyle<br />
hemhâl olabilmesi için baş döndürücü bir hız<br />
ve olabildiğince yüksek bir sesle karıştırmayı<br />
sevsek de o mis kokusuyla her dem sıcacık sarar<br />
bizi.<br />
Vizyon 13
program<br />
Mine Sultan ÜNVER<br />
mine.unver@trt.net.tr<br />
Hayatın kendisi bir yarış! Yarışmalar, kimi zaman kazanma ve kaybetme mücadelesi. Kimi zaman ise eğlence ve öğrenmeye araç.<br />
TRT’nin o eski yarışmalarını unutmak<br />
mümkün değil; Cenk Koray’ın “Tele<br />
Kutu”su, Erkan Yolaç’ın “Evet-Hayır”ı,<br />
“Barış Manço’yla 7’den 77’ye”, “Aileler<br />
Yarışıyor”, “Gülünüz Güldürünüz”...<br />
TRT bugün de, aynı kamu yayıncısı<br />
sorumluluğuyla rekabeti, eğlenceye ve<br />
öğrenmeye araç kılıyor. Televizyon kanallarında,<br />
her yaşa hitap eden, pek çok<br />
yarışmaya yer veriyor. İşte bazıları;<br />
“Bir Kelime Bir İşlem”<br />
TRT klasiklerinden bir yarışma programı.<br />
27 yıldır sevilerek takip edilen<br />
Bir Kelime Bir İşlem, matematik ve dil<br />
esasına dayalı bir yarışma. Amacı; yarışmacıların<br />
türetmiş olduğu<br />
kelimeler örnek alınarak,<br />
14 Vizyon<br />
Türk dili kuralları hakkında bilgiler<br />
vermek, doğru telaffuzları ve anlamlarını<br />
açıklamak. Matematik sorularında<br />
ise amaç; 4 işlem kullanarak, seri ve<br />
doğru şekilde cevaplara ulaşmak, bu sayede<br />
yarışmacılara ve izleyenlere zihin<br />
jimnastiği yaptırmak.<br />
Yıllardır devam eden ve ilgiyle<br />
takip edilen “Bir Kelime Bir<br />
İşlem” başarısını neye borçlu<br />
sizce?<br />
İzleyici; Saadet Ortaç (65)<br />
“Bir Kelime Bir İşlem”i senelerce izledim,<br />
her hafta takip ettim. O bir klasik,<br />
vazgeçilmezlerimden biri. Çünkü<br />
o ilkti. Onun kadar kaliteli bir yarışma<br />
programı daha yoktu. Kendimizi sınadığımız,<br />
eğlendiğimiz, zekâmızı eğittiğimiz<br />
bir programdı, hâlâ da öyle. İnsan<br />
alışkanlıklarından kolay vazgeçemiyor<br />
ki. İnanın şimdi pek çok televizyon kanalı<br />
ve pek çok yarışma programı olmasına<br />
karşın, hala “Bir Kelime Bir İşlem”<br />
en iyi birkaç yarışmadan birisi çoğumuz<br />
için.<br />
“Annem Söyler Ben Yaparım”<br />
Anne ve çocuklarından oluşan iki çift…<br />
Heyecan, telaş içinde geçen yarışmada<br />
annelerin hiçbir şeye dokunma izni yok.<br />
Sadece çocuklarına direktifler vererek,<br />
tarife göre rehberlik ediyorlar. Yarışmacıların<br />
seçilmiş tarifi yapabilmeleri için<br />
kısıtlı süreleri var. Süre işlemeye başladığında,<br />
evlatlar pişirmeye başlamak<br />
için tezgâha giderek annelerinin belirttiği<br />
her bir malzemeyi temin etmek<br />
zorundalar. Anneler işlerin kendileri<br />
adına iyi gitmediğini düşündüklerinde,<br />
istedikleri sayıda cankurtaran ipi atabilirler.<br />
Bunu sağlayacak olan “Panik<br />
Tuşu”na bastıkları andan itibaren anneler<br />
mutfağa girerek çocuklarına yardım<br />
edebilirler. Ama bu süreçte saat iki kat<br />
hızlı işliyor. Sonuçları değerlendirmek<br />
ve kazanan çifti belirlemek için, tanınmış<br />
bir eleştirmen, pişirilen yemekleri<br />
lezzet testinden geçiriyor.<br />
“Ana Ocağı”<br />
Sıradışı bir yarışma olan “Ana Ocağı”,<br />
yayınlandığı ilk günden itibaren sevilerek<br />
izlenmeye başladı. Yarışmanın
amacı, yarışmacılar aracılığıyla, şehir<br />
yaşamının karmaşasında özlenen köy<br />
hayatını, unutulan örf ve adetlerimizi<br />
hatırlatmak. Çekimleri Sakarya’nın<br />
Serdivan ilçesindeki 50 dönümlük bir<br />
arazi üzerine kurulu bir çiftlikte gerçekleştirilen<br />
“Ana Ocağı”nda, yarışmacılara<br />
köydeki yaşamını ve unutulmaya yüz<br />
tutmuş değerlerimizi öğretecek üç eğitmen<br />
anne var. Köy evlerinde, kışın çetin<br />
şartlarına karşı hayat sürdürmeye çalışan<br />
genç yarışmacılar, teknolojiden uzak<br />
bir yaşam sürerken bir yandan da hayat<br />
boyu kendilerine yardımcı olacak birçok<br />
bilgi edinebilme şansı yakalıyorlar.<br />
Yarışma yayınlanmaya başlar<br />
başlamaz büyük ilgi gördü. Bu<br />
fikir nereden aklınıza geldi?<br />
Yapımcı; Erhan Öz<br />
Bizi heyecanlandıran, orijinal olan yarışma<br />
formatını kültürümüze uyarlama<br />
kısmı oldu. Geleneklerimiz, örf adetlerimiz,<br />
tabiatın, Anadolu’nun muazzam<br />
dokusu, kırsal hayatın hem zevkli, hem<br />
meşakkatli şartları derken bizi besleyen<br />
öyle çok malzeme var ki! Her hafta 4<br />
acemi genç kızımız, 3 tecrübeli eğitmen<br />
anneyle, Sakarya Serdivan köyündeki<br />
evimizde bazen zorlanarak, bazen eğlenerek<br />
yaptıkları görevlerle yarışıyor.<br />
Hem yarışmacılarımız hem izleyicilerimiz<br />
hayat boyu faydalanacakları bilgileri,<br />
unutulan değerleri ve özlenen köy<br />
hayatını “Ana Ocağı” aracılığıyla yaşıyorlar.<br />
Sanırım izleyicimiz bu sıcaklığı<br />
sevdi ve ne mutlu ki biz de programdan<br />
beklediğimiz değeri gördüğümüzü<br />
düşünüyoruz. Gelecek haftalarda da<br />
bol aksiyonlu ve eğlenceli bölümlerimiz<br />
geliyor. Karadeniz’in hırçın dalgalarında<br />
balık avı, -10 derece ve yarım metre<br />
karda açık arazide birçok zorlu görev<br />
yarışmacılarımızı bekliyor.<br />
Hani şehirde yaşayan bizler köy<br />
yaşamına özenir, kırsalı kutsarız<br />
ya! Yarışmaya katıldıktan<br />
sonra fikirlerinizde bir değişme<br />
var mı? Yoksa köy yaşamı zor<br />
mu geldi?<br />
Yarışmacı Eylül Tatlıcı<br />
“Ana Ocağı”na gelirken aklımda hiç<br />
kuşku yoktu. Hep köy hayatını merak<br />
ediyordum. Oysa bildiklerim, filmlerde<br />
gördüğüm ve kitaplarda okuduğumla<br />
sınırlıydı. Açıkçası bizi rahat bir hayatın<br />
beklediğini sanıyordum. Ama yanılmışım.<br />
Köy yerinde erken kalkmak<br />
gerekiyormuş. Her<br />
işimizi kendimiz<br />
yapmak zorundayız.<br />
Bunun güzelliği de ayrı tabii ki. Yemek<br />
yapmaktan hiç anlamazdım ama şimdi<br />
kendimi bir aşçı gibi hissediyorum.<br />
Çok zindeyim. Burada rekabetle birlikte<br />
samimiyet ve doğallık da var. Yediğimiz,<br />
içtiklerimiz, hava ve anneler o<br />
kadar doğallar ki anlatamam. Artık iyi<br />
bir anne olabileceğimi biliyorum, kendi<br />
toprağım olursa, hayvanlarım olursa<br />
ne yapacağımı da. Her saniye yeni bir<br />
şeyler öğreniyoruz. 4 gündür buradayım<br />
ama artık burası benim evim. Yarışıyoruz<br />
ama kimse kaybetmiyor. Daha hiç<br />
bileziği hak edemedim ama ben kazandım.<br />
Kesinlikle burada öğrendiklerimle<br />
ben kazandım.<br />
“Bir Kitap Bir Yarışma”<br />
Kitap okumak her zaman kazandırır.<br />
Programda, kitapevlerinde kitapseverlerin<br />
karşılarını çıkılıyor ve sorular<br />
soruluyor. Bilen elbette kazanıyor. Her<br />
programa, bir yazar konuk oluyor. Yazın<br />
hayatını kendi dilinden dinlediğimiz<br />
yazarla, okurları bir araya getiriliyor.<br />
Yarışma sayesinde kitapseverler, hem<br />
edebiyatın ünlü isimleriyle tanışıyor<br />
hem de ödüller kazanıyor.<br />
“Sana Bir Sorum Var”<br />
5’i Balkanlardan, 5’i Türkî Cumhuriyetlerden<br />
olmak üzere tam 10 ülkeden<br />
gençler bu yarışma programında buluşuyor<br />
ve hem eğlenip hem de bilgilerini<br />
sınıyor. Her bölümünde farklı ülkelerden<br />
3 yarışmacının yarıştığı programda<br />
çekişmeli bir mücadelenin heyecanı ekrana<br />
geliyor. Bir taraftan yarışma heyecanını<br />
izlerken bir taraftan da yarışmacıların<br />
ülkelerini sokak sokak gezdiren<br />
programla, geniş bir coğrafyanın ortak<br />
kültürüne, tarihine ve yaşantısına tanıklık<br />
edeceksiniz.<br />
“Kelimelerle Yarış”<br />
Yarışma, kelimelerin kimi zaman karışık<br />
sunulduğu, kimi zaman cümle aralarında<br />
gizlendiği tam 6 eğlenceli turdan<br />
oluşuyor. Stüdyoda bulunan 4 yarışmacıdan<br />
sadece biri, bu 6 turu geçerek finale<br />
kalıyor. Finalde şifreli kasa içinde<br />
2 bin liralık çeki kazanma şansı finalist<br />
yarışmacıyı bekliyor. Bu turda sorulan<br />
sorulara verilen her doğru cevap, kasanın<br />
bir şifresini açıyor.<br />
“Kripteks”<br />
Türkiye’nin tüm üniversitelerinde kıyasıya<br />
bir mücadele yaşanıyor! Heyecan,<br />
serüven, hareket, eğlence arıyorsanız ve<br />
şifrelerin gizeminde kaybolmak istiyorsanız<br />
“Kripteks” i kaçırmayın.<br />
“Türkçeyle Yarışıyorum”<br />
Yakın coğrafyamızda yer alan ülkelerde,<br />
o ülke vatandaşlarıyla Türkçe olarak yarışıyor;<br />
Türkçe’nin güzelliklerini, sınırların<br />
ötesinden seslerle taşıyor ve kültür<br />
köprüleri kuruyoruz. Program sırasında<br />
Balkanlar’dan Orta Asya’ya, yarışmanın<br />
yapıldığı şehirler de tanıtılıyor.<br />
Vizyon 15
“Ben Yaparım”<br />
Her gün yaptığınız işi bir kenara bırakıp,<br />
farklı bir meslekte farklı deneyimler<br />
yaşamak istiyorsanız ve diğer mesleklerin<br />
zorluklarını ve keyifli yanlarını keşfetmek<br />
niyetindeyseniz “Ben Yaparım”<br />
TRT ekranlarında.<br />
Biri kadın diğeri erkek, tiyatro sanatçısı<br />
ya da mimar yarışmacılar her hafta<br />
daha önce hiç denemedikleri bir meslekte<br />
çalışıyorlar. Garsonluk, camcılık,<br />
çiftçilik gibi farklı işleri tüm gün fiilen<br />
yaparak, birbirleriyle yarışıyorlar. Kimi<br />
zaman hasat yapıyorlar, kimi zaman bir<br />
müzik aleti.<br />
“Ben Yaparım” tekrarları dahi<br />
ilgiyle izlenen, takip edilen bir<br />
program. Programla eğitime<br />
farklı bir boyut kazandırmışsınız.<br />
Belki de pek çok izleyiciniz<br />
program sayesinde yapmak istedikleri<br />
iş alanını keşfediyorlar.<br />
Ne dersiniz?<br />
Yapımcı; Safiye Genli<br />
İki yarışmacımız da yarışma gereği kendilerine<br />
verilen zor işleri gerçekten en<br />
ince noktasına kadar tüm detaylarıyla<br />
yapıyorlar. Bedeni zorluğu varsa o işin<br />
hakikaten çok yoruluyorlar. Sağlıklarının<br />
bozulduğu dahi oldu bu işleri yaparken.<br />
Program sırasında yarışmacılar,<br />
daha önce alakalı olmadıkları, kendilerine<br />
verilen o işi yaparken empati kuruyorlar.<br />
Elbette seyirci de onlarla birlikte<br />
empati kuruyor. Ve biz yarışmacılarımız<br />
sayesinde, bir mesleğin zorluklarını, keyifli<br />
hallerini tüm detaylarıyla, izleyiciye<br />
göstermiş oluyoruz.<br />
Bir bölümde Konya’da hasat<br />
yapmıştı tiyatrocu yarışmalarımız.<br />
Binlerce dönüm arazinin<br />
hasatını yaptılar ki, bayan<br />
yarışmacının o kocaman hasat<br />
aracına merdivenle çıkıp, aracı<br />
kullanarak biçmesini herkes şaşkınlıkla<br />
ve takdirle izlemişti.<br />
“Otobüs Durağı”<br />
Otobüsü kaçırın ama bu programı kaçırmayın!<br />
Yarışma şehir şehir geziyor. Seyyar otobüs<br />
durağını kurduktan sonra yarışmacılarını<br />
seçiyor ve bol bol ödül dağıtırken<br />
eğlendiriyor, öğretiyor. Üç etaptan<br />
oluşan yarışmanın ilk etabında yarışmacılardan<br />
bir dakika içinde yöneltilen<br />
sorulara doğru yanıt vermesi isteniyor.<br />
Soruları doğru cevaplayan yarışmacı bir<br />
sonraki etapta yarışmaya hak kazanıyor.<br />
“Otobüs Durağı” yarışma programında<br />
katılanlar keyifli dakikalar geçiriyor.<br />
Otobüs beklemenin en keyifli yolu<br />
“Otobüs Durağı”<br />
Yarışmanız çok enteresan. Öncelikle<br />
fikri enteresan? Niçin<br />
bir otobüs durağı? Bir yaşanmışlıktan<br />
mı kaynaklanıyor?<br />
Yapımcı; Orhan Öztürk- Ramazan<br />
Arman<br />
Evet, aslında öyle. Biz öğrencilik yıllarımızda<br />
otobüs durağında beklerken<br />
geleceğe dair çok hayal kurardık. Malum<br />
eskiden belli saatlerde otobüs vardı,<br />
çok beklerdik. Zaman içinde nasip oldu,<br />
hayal ettiğimiz işleri yapmaya başladık.<br />
“Otobüs Durağı”nı da böyle bir yarışma<br />
formatı olarak düşündük. Çünkü otobüs<br />
durağı hepimizin hayatının içinde<br />
var olan bir şeydir.<br />
Sokakta olduğu ve anlık geliştiği<br />
için siz yarışma ekibi açısından<br />
da süprizlerle dolu olmalı.<br />
Yaşadığınız hoşluklar var mı?<br />
Yapımcı; Orhan Öztürk-Ramazan<br />
Arman<br />
Çok yaşanmışlığımız var. Mesela durağı<br />
yerleştirdiğimizde gelip oturan ve<br />
gerçekten otobüs geçecekmiş gibi araç<br />
bekleyenler oluyor. Bir keresinde bir<br />
teyze biz hazırlanırken oturdu oturdu,<br />
sonra “Oğlum bu otobüs niye gelmedi?”<br />
diye sordu. Öte yandan biz çekim<br />
yaparken orada biriken şehir halkı arasından<br />
yarışmacılara tiyo vermeye çalışanlar<br />
oluyor. Ayrıca üniversitelerden<br />
öğrencileri büyük ilgi gösteriyor, bizleri<br />
arıyorlar: “Durak ne zaman bizim kampüse<br />
gelecek?” diye. Öğrenci dünyası<br />
çok farklı ve zengin. Hatta program sırasında<br />
onların arasından nice yetenekler<br />
keşfediyoruz. Enteresan bir durum<br />
daha var: Durağı kent merkezlerinde<br />
kurduğumuzda kuyruklar oluşuyor. Bilmeden<br />
“Bak burada kuyruk var” deyip<br />
kuyruğa girenler oluyor. Çok eğlenceli<br />
haller yaşıyoruz doğrusu.<br />
16 Vizyon
Vizyon 17
tarih<br />
LETAİF-İ ÂL-İ OSMAN<br />
Osmanlı’da Mizah<br />
“Osmanlı ülkesini ziyaret eden<br />
yabancılar, Türkleri ‘gülmeyi<br />
seven, mizah anlayışı gelişmiş’<br />
bir millet olarak niteler.”<br />
18 Vizyon
Didem ŞAHSUVAROĞLU<br />
didem.sahsuvaroglu@trt.net.tr<br />
“Orhan Gazi Camii inşaatının orta yerinde bir anda peyda oluveren, mizahları da ömürleri<br />
gibi kısa olan Hacivat ile Karagöz, daha sonra Ahibaşı Şeyh Küşteri’nin çarıklarında hayat<br />
buldu ve çiçeği burnunda imparatorluğun mizah hayatına damgasını vurdu.”<br />
Osmanlı ülkesini ziyaret eden yabancılar, Türkleri<br />
“gülmeyi seven, mizah anlayışı gelişmiş”<br />
bir millet olarak niteler. Ancak Osmanlı<br />
ülkesinde mizah, gizli kapaklı yürütülen bir işti.<br />
Büyüklerinin yanında vakarlarını koruyan gençler, esprilerini<br />
akranlarıyla baş başa kaldıkları zamana saklarlardı. Yüzyıl<br />
sonraki torunlarının, mizah dergilerini ve çizgi romanları ders<br />
kitaplarının arasında okumalarına benzer şekilde Osmanlılar,<br />
mizah eserlerini kara kaplı kitapların arasına saklayıp gizli<br />
kapaklı okudu.<br />
Osmanlı’da mizah kültürü, kültürün öteki kollarında<br />
olduğu gibi sözlü kültürle başlar. Osmanlı insanının mizah<br />
dergilerinden önce, ağızdan ağıza dolaşıp “güldürürken<br />
düşündüren” deyişleri vardı. Üstelik bunlar, şehirlerdeki sınırlı<br />
bir zümreyle sınırlı kalmayıp taşranın en ucundaki insana<br />
kadar ulaşıyordu.<br />
Hoca Bir Gün…<br />
Türk kültüründe gülmek deyince akla Nasreddin Hoca<br />
gelir. “Nasreddin Hoca” adı ilk kez, Ebul Hayrî Rumi’nin<br />
1480’de yazdığı ve Sarı Saltuk’un menkıbelerini anlatan<br />
“Saltukname”de geçer. Buna göre Nasreddin Hoca, Sarı<br />
Saltuk’un Akşehir’de karşılaştığı bir derviştir. Sarı Saltuk,<br />
Nasreddin Hoca’nın tasavvufî kişiliğinin altında sakladığı<br />
ve beklenmedik bir anda ortaya atıverdiği mizahî yönünden<br />
şaşkınlıkla bahseder.<br />
Evliya Çelebi de Seyahatname’de, Nasreddin Hoca’nın<br />
kabrini, Konya’daki önemli ziyaret yerleri arasında sayar ve<br />
Hoca’yı şu sözlerle anlatır:<br />
“Din ve dünya uleması Şeyh Hoca Nasreddin… Gazi<br />
Hüdavendigar’a yetişip Yıldırım Bayezid Han zamanında<br />
gelişmiş engin erdem sahibi, hazırcevap, keşif ve keramet<br />
sahibi ulu sultan. Timur ile hemmeclis oldu. Timur onun<br />
sohbetinden hoşlanırdı ve onun mübarek hatırı için Akşehir’i<br />
yağmadan muaf tuttu. Hoca Nasreddin, Çelebi Mehmet<br />
zamanında öldü.”<br />
Anadolu filozofunun mizah yüklü maceraları, nesilden<br />
nesile aktarıldı. Önce ağızdan ağıza dolaşan bu fıkralar, daha<br />
sonra el yazması kitaplarda yerini aldı. Orta Anadolu’nun<br />
bilge hocası, Türk dilinin konuşulduğu ve Osmanlı sancağının<br />
dalgalandığı topraklara yayıldı. Türkistan’dan Macaristan’a,<br />
Sibirya’dan Kuzey Afrika’ya… Azerbaycan Türkleri, “Molla<br />
Nasreddin” dedikleri hocayı, yüzlerce kilometre öteden<br />
bağrına bastı. Hoca’nın ünü Türk dünyasıyla sınırlı kalmayıp<br />
dünyaya yayıldı. Nasreddin Hoca yazmaları, Avrupa ve<br />
ABD’de akademi ve devlet kütüphanelerinde kendine yer<br />
buldu.<br />
Türk mizah anlayışının temel taşlarından Nasreddin Hoca,<br />
yüzyıllar içinde zaman içinde bir kişi olmaktan çıkıp bir<br />
felsefe halini aldı. Bu felsefe doğrultusunda kendisine birçok<br />
fıkra da mâl edildi.<br />
Lehcetül Hakayık – Gerçeklerin Dili<br />
“Gerçeklerin Dili” anlamına gelen Lehcetül<br />
Hakayık, kelimelere gerçek anlamlarının dışında<br />
yüklediği mizahî anlamlarla Türk Edebiyatında<br />
bir ilkti. Bu yönüyle günümüz kullanıcı<br />
sözlüklerinin dedesi sayılabilecek olan sözlük,<br />
Diyojen’de tefrika halinde yayımlandı. Sözlüğün<br />
yazarı, “Osmanlıların Moliere”i lakaplı<br />
Mehmet Ali Bey, sözlüğü daha sonra kitaplaştırdı.<br />
Lehcetül Hakayık’ın aradan geçen yüz<br />
küsur yıla rağmen eskimeyen tespitlerinden<br />
bazıları:<br />
İnşallah: Nezaketle verilen ret cevabı<br />
Barbar: Topu icat edemeyenler<br />
Tarih: Züğürtlendikçe eski defterleri karıştırmak<br />
Tecrübe: Sonbahar çiçeği<br />
Cesaret: Korktuğunu belli etmemek<br />
Rüşvet: Hizmet mukabili hediye<br />
Sır: Yayılma kudreti sonsuz madde<br />
Yaş: Kadınların saklamayı başardıkları tek sır<br />
Tokat: Tesiri bin nasihatten evla keskin kılıç<br />
Sabır: Başka yol olmadığı zaman köşede kalmışlığın<br />
fazileti<br />
Âlim: Bir şey bilmediğini bilen<br />
Falcı: İstediğimizi söyleyen<br />
Nikâh: Boşanmanın ilk faslı<br />
Şiir: Darası alınmış söz<br />
Şair: Söz kantarcısı<br />
İnsan ömrü: Dönüş bileti satılmayan bir seyahat<br />
Çocuk: Ailenin gerçek reisi<br />
Aferin: Ucuz ihsan<br />
Dün: Bugünün arka tarafı<br />
Af: En güzel intikam<br />
Bahşiş: Zoraki bağış<br />
Cüce: Bazı büyük adamları yakından görünüşü<br />
Diken: Gül bekçisi<br />
Vizyon 19
Hayy! Hakk!<br />
Tarihler ve suretleri bir kenara koyarsak, atalarımızın<br />
da bize benzer ilgi alanları olduğunu görürüz. Bizim gibi<br />
büyük salonlarda ünlü komedyenleri seyretmiyorlardı ama<br />
atalarımızın omzu mendilli, eli bastonlu meddahları vardı.<br />
Meddahlar, daha kara mürekkep ak kâğıda düşmeden,<br />
mizah dergilerinin yaptığı işi yapıyorlardı. Sözlü kültürün<br />
egemen olduğu Doğu toplumlarının ortak değerlerinden<br />
olan meddah, en ciddi olayı bile mizahi üslupla aktarmayı<br />
başarır. Bunu yaparken tek kişilik bir tiyatro gibi davranır.<br />
Meddahın sahnedeki yalnızlığına tezat, sahnenin<br />
birbirinden ayrılmaz ikilisi Karagöz’le Hacivat’tır. Demirci<br />
ustası Kambur Bali Çelebi ile duvarcı ustası Halil Hacı İvaz… 14. yüzyıl<br />
Bursası’nda Orhan Gazi Camii’nin inşaatının orta yerinde bir anda peyda<br />
oluveren, mizahları da ömürleri gibi kısa olan ikili, daha sonra Ahibaşı Şeyh<br />
Küşteri’nin çarıklarında hayat buldu ve çiçeği burnunda imparatorluğun<br />
mizah hayatına damgasını vurdu. Kuruluşta başlayan gelenek, özellikle 17.<br />
yüzyılda popülerleşti ve 6 asırlık Osmanlı dönemini aşıp günümüze kadar<br />
geldi.<br />
Karagözle Hacivat’ın bu derece sevilmesinin ve uzun yıllar canlılığını<br />
korumasının kökeninde hiç şüphesiz, zamanın kendisi kadar eski iki<br />
değişmez tipi barındırmasının etkisi var. Karagöz sade vatandaştır, Hacivat<br />
ekâbir… Karagöz cahildir, Hacivat yarı aydın…<br />
Halk çocuğu ile yarı aydının öyküsü hayal perdesi ile sınırlı kalmaz.<br />
Bir süre sonra oyuncuların vücudunda ete kemiğe bürünür ve çıkıverir<br />
meydane. Adına “ortaoyunu” denir. Burada artık Hacivat “Pişekâr”, Karagöz<br />
de “Kavuklu”dur. İsimler değişse de, mevzu gene aynıdır. Meddahtan beri<br />
süregelen, güncel olayların esprili şekilde tenkidi…<br />
Millî Kütüphane Süreli Yayınlar Arşivi’nden<br />
Latifetül Hümayun<br />
Türkleri “gülmeyi seven insanlar” olarak tanımlayan yabancıların hakkı<br />
var… Osmanlı’da halkın her kesiminde ve devletin her kademesinde espritüel<br />
kimselere rastlamak mümkün. Mahiyetlerindeki soytarılara kendilerini<br />
eğlendirten kralların aksine Osmanlı’nın bizzat kendisi şakacı sultanları<br />
oldu. Bunların başında, ıslahatçı padişah Sultan II. Mahmud gelir.<br />
II. Mahmud, dönemin iki gölge oyunu ustası Abdi ve Sait Beylerle çok<br />
iyi anlaşırdı. Gündelik hayatlarında zarif iki Osmanlı Beyefendisi olan<br />
bu kişiler, geniş görüşlü padişahın sevgisini kazanmıştı. Öyle ki, “söz ola<br />
kestire başı” türünden lakırdıları bile sultanın huzurunda mizahî bir üslupta<br />
edebiliyorlardı.<br />
Mizahsever hünkârın latifeleri de musahiplerini aratmayacak cinstendi.<br />
Günün birinde Sultan Mahmud, Sait Bey’i de yanına alarak Abdi Bey’i<br />
ziyarete gitti. Evin kapısını Abdi Bey’in karısı açtı ve kocasının evde<br />
olmadığını söyledi. Sultan Mahmud “Doğru ya, yanlış geldik. Abdi Bey<br />
bizi öteki karısının evine davet etmişti.” dedi ve bıyık altından gülerek<br />
oradan ayrıldı. Zira Abdi Bey’in “öteki karısı” diye biri yoktu. Abdi Bey eve<br />
döndüğünde kızılca kıyamet koptu. “Koskoca padişah, yalan mı söyleyecek”<br />
diyen karısına ne dediyse, kendini inandıramadı. Ertesi gün Abdi Bey<br />
başından geçenleri anlattığında sultan, Sait Bey’i işaret ederek: “Vallahi ben<br />
söylemedim, bu söyledi…”<br />
Abdi ve Sait Beyler, Batı’da gördükleri gibi bir mizah dergisi çıkarabilmek<br />
için sultandan icazet istediler. Sultan, mizahın öneminin farkındaydı ancak<br />
devir, henüz mizah dergisine hazır değildi. Yeniçeri Ocağı henüz kaldırılmış,<br />
yenilikçi padişahın icraatları yadırganır durumdaydı. II. Mahmut,<br />
musahiplerinin bu talebini reddetmedi, fakat bir süre beklemelerini söyleyerek<br />
erteledi. Ne var ki bu bekleme, beklenenden uzun sürdü ve Osmanlı’nın ilk<br />
mizah dergisini ne Abdi ve Sait beyler ne de Sultan Mahmut görebildi.<br />
20 Vizyon
Gölge etme başka ihsan istemem<br />
İlk mizah dergisi, Abdi ve Sait Beyler’in girişiminden<br />
yaklaşık kırk yıl sonra 1869’da Sultan Abdülaziz devrinde<br />
çıktı. Girişimin sahipleri, Rum asıllı Osmanlı Teodor Kasap<br />
ile mizahi yönü pek bilinmeyen vatan şairi Namık Kemal…<br />
Anadolu kökenli olmasına karşın Batı’ya öykünen bu girişim<br />
adını, Batı felsefesinin Anadolu kökenli filozofundan alır:<br />
Diyojen… Derginin kapağında, dünya imparatoru İskender<br />
ile fıçının içinde yaşayan filozofun efsane karşılaşması<br />
resmedilir. Ve ikisinin diyaloğu, resmin altında Osmanlıca<br />
harflerle yazar: Gölge etme başka ihsan istemem…<br />
Diyojen endişe içinde çıktı. Batı’dan gelenin mesafeli<br />
karşılandığı bu dönemde olayları sivri diliyle irdeleyen<br />
üstelik Batı kültürü kökenli bir isme sahip bu dergi nasıl<br />
karşılanacaktı? Bu, Avrupa’ya seyahat etmiş ve böyle şeylerin<br />
artık kendi ülkesi için de elzem olduğunun idrakinde olan<br />
padişah Abdülaziz’i bile kaygılandırır. Ancak korkulan olmaz.<br />
Bilakis, okumayla o devirde de arası olmayan halk, Diyojen’i<br />
beklenmedik biçimde benimser.<br />
Diyojen okur tarafından benimsendikçe, Türk mizahının ilk<br />
dergisi de kendi kültürel dinamikleri üzerinde yolunu çizdi ve<br />
Batı’ya öykünme giderek azaldı. Bu dönüşüme paralel olarak<br />
dergi, hayal perdesine istinaden “Hayal” adını aldı. Hacivat ve<br />
Karagöz, Namık Kemal ve Teodor Kasap’ın kaleminde perde<br />
arkasından çıkıp sayfalarda karşı karşıya geldi. Geleneksel<br />
atışmalarını, güncel olayların eleştirisi için yaptılar.<br />
Bu dergileri Çıngıraklı Tatar, Letaif-i Asar, Kahkaha,<br />
Çaylak ve Beberuhi takip etti. Ancak 93 Harbi döneminde<br />
meclisini kapatılmasıyla mizah basını da uzun süren sessizliğe<br />
büründü.<br />
II. Meşrutiyet’in ilanı, mizah dergiciliği açısından da<br />
önemli bir adımdı. Çok sayıda derginin yayına başlama<br />
yılı olarak “1908” kayıtlara geçti. Bu dönem ayrıca, mizah<br />
dergiciliğinin acemiliği üzerinden atması açısından da<br />
önemliydi. Bu tarihten sonra çıkan dergilerde gerek yazılar,<br />
gerekse karikatür itibaren yazılar ve çizgiler daha ustacaydı.<br />
Yıllara meydan okuyan mevzular<br />
Aradan yüzyılın üzerinde zaman geçmesine rağmen<br />
Osmanlı mizahına bakıldığında, espri anlayışındaki ufak<br />
değişiklikler olmakla beraber gülünen ve eleştirilen konuların<br />
değişmediği görülür.<br />
Gelenekçi-yenilikçi çekişmesi, “devlet”in kendisi kadar eski<br />
bir mesele… Bu mevzu Türk mizahına alaturka-alafranga,<br />
kaftan-istanbulin, fes-şapka ikiliği olarak yansır. Diyojen<br />
yazarı Teodor Kasap, dönemin eğitim politikası gereği<br />
Avrupa’ya gidip, burada kaldığı süre içinde kendini Avrupalı<br />
zannetmeye başlayan ve ülkeye döndüğünde gizliden gizliye<br />
feslerini çıkarıp şapka giyenleri tiye alır:<br />
“Kışın odunundan, yazın buzundan, her mevsim sofranın<br />
tadından tuzundan kesip Frenkistan’a gönderdiğimiz<br />
gençlerimiz; siz medeniyeti kılık kıyafette, ya da öğreneceğiniz<br />
yarım yamalak ecnebi lisanında mı zannedersiniz?”<br />
Belediyecilik sorunları da mizah dergilerinin yazarlarını<br />
meşgul eder. Victor Hugo’nun “Paris insanlığın beynidir”<br />
sözüne nazire yapan bir İstanbul belediye meclis üyesi<br />
“İstanbul da insanlığın kalbidir” der. Bunun üzerine<br />
Diyojen’den tepki gecikmez: “Yolsuz köprüsüz, toz toprak<br />
içindeki İstanbul insanlığın kalbi olursa, vah insanlığın<br />
haline…”<br />
Geçim sıkıntısı da halkın ve dolayısıyla mizah dergilerinin<br />
eskimez konusudur. Mehmet Tevfik, Kastamonulu köylünün<br />
ağzından fakirliği Çaylak’ta şöyle anlatır:<br />
Toptan pılıyı pırtıyı sattudu züğürtlük<br />
Köycek bize gardaş duman attudu züğürtlük<br />
Zalt ben mi ya, Gastambolu da hep cıbur oldu<br />
Dünyayı birbirine gattudu züğürtlük<br />
Namlunun ucunda mizah<br />
“93 Harbi” olarak kayıtlara geçen 1877-78 Osmanlı-Rus<br />
Savaşı’nda mizahın duruşu, destekleyici ve cesaret vericidir.<br />
Türk askerini “zafer bizimdir” diyerek cesaretlendirirken,<br />
Rus yönetimine verip veriştirir. Mizah yazarlarının tek sözü<br />
Rus yönetimine değildir. Kendi yöneticilerine söylemek<br />
isteyip söyleyemediklerini de “sözüm sana Rus Çarı, sen anla<br />
devletlûm” diyerek ortaya koymaktan geri durmazlar. Hacivat<br />
ile Karagöz’ün savaş konusunda endişesi, dönemin durumuna<br />
iyi bir aynadır:<br />
Hacivat: Karagözüm, hiçbir telgraf ajansının yazdığı<br />
birbirini tutmuyor. Neden Osmanlının zaferlerini saklamak<br />
için bunca gayret sarf ediyorlar?<br />
Karagöz: Neden olacak? Bizim kendi telgraf ajansımız<br />
olmadığı için…<br />
Millî Mücadele yıllarında da mizahın savaş üzerine<br />
söyleyecek iki çift sözü vardı. Mizah dergileri de ülkedeki<br />
herkes gibi safını seçmişti: İstanbulcular ve Ankaracılar…<br />
Ankaracılar başta biraz daha çekingendi. Ancak Batı<br />
cephesinden iyi haberler gelmeye başladıkça roller değişti<br />
ve Babı Âli’cilerin sedası azalırken, Millî Mücadelecilerinki<br />
yükseldi.<br />
Namlunun ucunda mizah, yalnız karşı tarafı eleştirmekten<br />
ibaret değildi. Yeri geldiğinde, milletini de eleştirmekten geri<br />
durmadı:<br />
Ey koç yiğit, tosun kardaş, tasa etme gam yeme<br />
Eğerçi sen bahtiyarlık illerine ermedin.<br />
Lakin sana EY TÜRK UYAN dedim de ben şiirime<br />
Uzun uzun esnemekten gayrı cevap vermedin.<br />
Vizyon 21
spor Öztürk Miraç SARAL ozturkmirac.saral@trt.net.tr<br />
Buz üstünde şah-mat<br />
Körling<br />
Körling’in buz üstünde icra edilen bir spor<br />
olduğu herkesin malumu. Bu yüzden Kuzey<br />
Britanya’nın soğuk atmosferinde ortaya çıkması<br />
şaşırtıcı değil. 500 yıl önce gölleri sürekli donan<br />
İskoçların, taşları buz tutmuş gölde kaydırarak<br />
başladıkları eğlence arayışı, kısa zaman içinde<br />
Körling’e dönüşmüş.<br />
22 Vizyon
Vizyon 23
Spor, günümüzde fiziksel temelli bir rekabet silsilesinden çok daha fazlası… Muazzam bir ekonomiyi temsil etmesinin<br />
yanında sanattan politikaya, insanın olduğu her yerde mutlaka bir etkisi var. Ancak maalesef ülkemizde futbol, biraz<br />
da basketbol dışında diğer sporlara verdiğimiz önem devede kulak kalıyor.<br />
Gazetelerimizin spor sayfalarında bolca futbol haberi, belki biraz basketbol, meze olarak voleybol veya tenis dışında<br />
diğer sporlar görmezden geliniyor. Hâlbuki ülkemizin bazı şehirlerinde, pek de aşina olmadığımız sporlar profesyonel olarak<br />
yapılıyor, ilgi görüyor ve başarı da sağlanıyor.<br />
Körling de o sporlardan bir tanesi. Olimpik bir spor olan Körling’in 500 yıllık bir geçmişi ve dünyada 1,5 milyonu aşkın<br />
sporcusu var. Üstelik 2009 yılından beri başta Erzurum olmak üzere ülkemizde de icra ediliyor.<br />
Fotoğraflara bakıp “Süpürgeyle yerin silindiği bir spor mu olur?” demeyin. Körling sadece seyrederek ve başkasının<br />
anlatmasıyla kolay anlaşılabilen bir oyun değil, kabul ediyoruz. Ancak biz yine de şansımızı deneyelim ve Türk Dil Kurumu’nun<br />
“Buz Topacı” ismini verdiği Körling’i tanımaya çalışalım.<br />
24 Vizyon
Körling’in yolu Türkiye’ye, Buz Hokeyi Federasyonu altında bir şube olarak 2009 yılında düştü. Ancak<br />
Türk Körling sporcuları herkesi, hatta Federasyon yetkililerini bile şaşırtarak 6 yılda adeta 60 yıllık<br />
ilerleme kaydettiler.<br />
Donmuş gölde başlayan eğlence<br />
Körling’in buz üstünde icra edilen bir spor olduğu<br />
herkesin malumu. Bu yüzden Kuzey Britanya’nın soğuk<br />
atmosferinde ortaya çıkması şaşırtıcı değil. 500 yıl önce<br />
gölleri sürekli donan İskoçların, taşları buz tutmuş gölde<br />
kaydırarak başladıkları eğlence arayışı, kısa zaman içinde<br />
Körling’e dönüşmüş.<br />
Gölde kaydırılan taşların aslında mitolojik hikâyesi de<br />
var. İskoçlar “kader taşı” dedikleri ve vaktinde krallarının<br />
üzerinde oturduğu söylenen efsanevi bir taşa sahip. Bu<br />
taş, İskoçların ataları olarak kabul ettikleri Kelt’lerin<br />
Britanya’ya ayak bastıklarında yanlarında getirdikleri taşmış<br />
ve egemenliği temsil ediyormuş. Zaten Körling’in gayesi de<br />
bu; kendi taşını egemenlik alanına taşımak.<br />
İskoçya’dan sonra Britanya’nın tamamına, ardından da<br />
göllerin “donma” ihtimali olan İsveç, Finlandiya, Kanada,<br />
Norveç gibi ülkelerde yayılan Körling 1924’te uluslararası<br />
bir nitelik kazandı. 1998 yılından itibaren de Kış<br />
Olimpiyatları’nın parçası haline geldi ve göl eğlencesinden<br />
daha ziyade satranç misali incelikli bir zekâ sporuna dönüştü.<br />
Türkiye’nin Körling’le tanışması<br />
Körling’in yolu Türkiye’ye, Buz Hokeyi Federasyonu<br />
altında bir şube olarak 2009 yılında düştü. Ancak Türk<br />
Körling sporcuları herkesi, hatta Federasyon yetkililerini<br />
bile şaşırtarak 6 yılda adeta 60 yıllık ilerleme kaydettiler.<br />
Bunun da basit bir sebebi var elbette: Erzurum’daki Milli<br />
Piyango Curling Arena… Belki henüz beklediğimiz büyük<br />
kış sporları devrimini gerçekleştiremedik, ama en azından<br />
Avrupa’nın en kaliteli Körling pistlerinden bir tanesine<br />
Erzurum’da sahip olmayı başardık.<br />
2011 yılında Erzurum’da düzenlenen Dünya Üniversiteler<br />
Kış Oyunları (Winter Universiade) için inşa edilen 1000<br />
kişilik bu arena, Türkiye’nin yakın zamana kadarki tek<br />
Körling arenasıydı. Zaten bu organizasyonun ardından<br />
Avrupa ve Dünya Karışık Körling Şampiyonaları da bu<br />
arenada gerçekleşti.<br />
Muntazam bir Körling pistinden sonra sıra doğal olarak<br />
milli takımın kurulmasına geldi. Federasyon bu yüzden<br />
Erzurum’da gayriresmi bir turnuva düzenleyerek tüm<br />
Türkiye’den Körling meraklılarını buraya çağırdı. Kadın<br />
Türk Sinemasında Körling izleri: Süpürrr<br />
Mazisinde pek çok değişik temaya yer veren Türk Sineması, Körling’e de tabii ki bir yer ayırır. 2009 yılında vizyona<br />
girmiş “Süpürrr” isimli komedi filmi, dünyada Körling hakkında çekilmiş çok az filmden bir tanesi.<br />
Filmin konusu ise şöyle: Üniversite mezunu işsiz bir delikanlı, kız arkadaşıyla evlenebilmenin yollarını aramaktadır.<br />
Kızın babası ise kızını sadece Milli formayı giymiş, birisine vermeyi düşünmektedir. Kahramanımız ise milli sporcu<br />
Real<br />
olmanın basit bir yolunu bulur: Körling Milli Takımı’na girmek.<br />
Madrid<br />
efsanesi<br />
Raul<br />
Vizyon 25
A’dan Z’ye Körling<br />
End: İki takımın bir oyunda sekizer kez taşı attığı oyun süresi.<br />
Hammer: Oyunun temelindeki avantaj olan son atış hakkı, çekiç atış hakkı da deniliyor. Oyundan önce para atışıyla<br />
kimin alacağı belirleniyor.<br />
House: Oyunun oynadığı temel kısım. Atışların gönderildiği ve puanların toplandığı dairelerin olduğu yerin adı.<br />
Hack: Oyuncular atış öncesinde hızlanmak için kullandıkları tahta veya metal takozun adı.<br />
Hog Line: Oyuncuların taşı elinden çıkartmak zorunda oldukları son nokta. İhlal Çizgisi.<br />
Sweepers: Atış sırasında bağırıp çağıran ve piste basın uygulayan sporcular. Yani, süpürgeciler.<br />
Button: Düğme, evin içindeki en küçük ve en değerli daire.<br />
Rink: Oyunun gerçekleştiği saha, yani Körling Pisti<br />
Guard: Oyunun temel hamlelerinden. Bir taşı korumak yapılan atış. Defansif bir hamle olarak kabul ediliyor.<br />
Draw: Bir taşın, merkez içindeki başka bir taşı vurarak başka yere göndermesi. Körling’de sıkça kullanılan bir atış<br />
türüdür.<br />
Pebble: Buz çakılı. Yarıştan önce pistin üzerine püskürtülen ve çakıllaşan yüzeyin ismi. Bu yüzey sayesinde taşa yön<br />
veriliyor.<br />
- erkek 160 adayın başvurduğu adaylar üçer aşamalı bir<br />
turnuvayla elemine edildi ve ilk aday kadrolarımız belirlendi.<br />
Koçluğunu İskoçyalı Brian Gray’in yaptığı takımlarımız<br />
Avrupa C Klasmanında Körling serüvenlerine başladı.<br />
Özellikle kadın milli takımımız tüm maçlarını kazanarak<br />
B Klasmanına yükseldi. Şu anda dünya sıralamasında<br />
ise erkekler 46 takım arasında 29, kadınlar ise 38 takım<br />
arasında 22. sırada bulunuyorlar. Bu iki klasmanda da liderlik<br />
Kanada’ya, ikincilik ise İsveç’e ait.<br />
Haydi, Körling oynayalım<br />
Körling en basit haliyle her biri dört oyuncudan oluşan iki<br />
26 Vizyon
akip takımın 19,96 kg’lık bir granit taşı, buz zemin üzerinde<br />
kaydırarak sahanın diğer ucundaki bölge içinde en uygun yere<br />
konumlandırmaya çalıştıkları oyundur. Takımlar Körling’de<br />
ya defansif oyunu yani, rakip taşları vurarak bölgeden<br />
uzaklaştırmayı ya da atak oyunu yani kendi taşlarını merkezde<br />
tutmayı tercih ederler.<br />
Maçlar 10 devreden oluşur. Devreler ise her takımın dörder<br />
oyuncusunun da 2 atış yapması, yani toplam 16 atıştan sonra<br />
sona erer. 16 atış yapıldıktan sonra “burun” denilen merkez<br />
bölgeye yakın taşlar sayılır. Merkeze rakip takımdan daha yakın<br />
taşı bulunan, o taş sayısı kadar puan kazanır.<br />
Oyunun en kritik noktası ise çekiç hakkı denilen devrelerde<br />
atılan en son taş. Maç başında kurayla belirlenen bu hakkı<br />
doğru kullandığınız takdirde merkez bölgeden rakibinizin tüm<br />
taşlarını bile çıkartabilirsiniz.<br />
Takımların mevkileri ise sırayla birinci, ikinci, üçüncü (2.<br />
kaptan) ve dördüncü (skip/kaptan) şeklinde isimlendiriliyor.<br />
felsefeye, çok önemli bir ekleme daha yapıyor: Daha adil ve<br />
daha sportmence…<br />
Meşhur “süpürge” meselesi<br />
Körling’i anlatan en iyi görüntü kuşkusuz süpürgeyle buzu<br />
temizleyen sporculardır. Bu durumun sebeplerini açıklamadan<br />
önce çok temel bir fizik kuralına atıfta bulunmamız gerekiyor:<br />
Sürtünmesiz bir ortamda hareket eden bir cisim yönünü ve hızını<br />
hiç kaybetmeden ilerler. Evet, ama Körling pisti sürtünmesiz<br />
bir ortam değil. İşte süpürge de orada devreye giriyor.<br />
Oyun süresince -6 derecede olması gereken sıcaklık buz<br />
oluşumunu doğal şekilde sağlar. Pisti hazırlarken de buzun<br />
üzerine su damlaları püskürtülerek, çakıl denilen yeni bir yüzey<br />
oluşturulur. Bu yüzey ise Körling taşını ya içe doğru, ya dışa<br />
doğru yön verir. Süpürme işlemi ise bu tabakayı eriterek, taşın<br />
doğru şekilde gitmesini sağlar.<br />
Körling kültürü<br />
Sportmenlik futbolda, basketbolda veya voleybolda yani<br />
amiyane tabiriyle “baba” sporların hepsinde bir tercihtir.<br />
Bazısında vardır, bazısında yoktur. Sporcudan sporcuya değişir.<br />
Körling’de ise sportmenlik sporun kendisidir.<br />
Mesela hakeme itiraz mı? Hiç görülmemiş… Kırmızı kart<br />
veya oyundan ihraç mı? Tarihinde yok. Körling’de hakem<br />
zaten “olmasa da olur” bir hüviyete sahip çünkü sporcular hata<br />
yaptıklarında diyelim ki süpürgeyle taşa dokundular, bunu<br />
kendileri ifade ediyorlar.<br />
Belirli karar anlarında ise hakemler kaptanlara danışıyor<br />
ve büyük kararları almayı onlara bırakıyorlar. Adil oynamak,<br />
Körling’de kazanmaktan kat be kat daha önemli. Körling<br />
oyuncuları bunu bir hayat düsturu olarak belirliyorlar.<br />
Biten her Körling maçında galip takım, mağlup takıma sıcak<br />
çikolata, kahve veya Türkiye’deki gibi çay ısmarlaması adetten<br />
sayılıyor. Bu adet olimpiyatlarda bile aynen uygulanıyor.<br />
Spor ruhu<br />
Diğer geleneksel sporlarda ihtiyaç duyulan fiziksel<br />
gereksinimler dışında, Körling’de strateji, zekâ ve olgunluk da<br />
bir o kadar önemli. Hatta yeterli düzeyde fizik ve matematik<br />
bilgisi de kesinlikle gerekiyor. Zaten tüm spor dallarındaki<br />
takımların yaş ortalamasına bakıldığında, Körling oldukça üst<br />
sıralarda.<br />
Olimpiyatların sloganını hepimiz biliyoruz: “Citius, Altius,<br />
Fortius…”Daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü. Körling ise bu<br />
Vizyon 27
söyleşi<br />
Meral ÜNSAL BAKICI meral.bakici@trt.net.tr<br />
Sokaktan<br />
hikâyeler<br />
28 Vizyon
“<br />
Ürettiğin fotoğraf neyse sen<br />
osun aslında. Onu günlük<br />
hayatınızdan bağımsız bir<br />
şeymiş gibi düşünemezsiniz.<br />
Benim nasıl bir insan<br />
olduğumu fotoğraflarıma<br />
bakarak anlayabilirsiniz. Bu<br />
adam zaten hayatının çoğunu<br />
sokakta, fotoğrafladığı<br />
insanlarla birlikte geçiriyor…<br />
“<br />
Vizyon 29
Zaman, hızla akıyor. Ve yaşam, zamanın hızına ayak<br />
uydurmuş, sürekli bir devinim içinde. Bizlerse hem<br />
zamana, hem yaşama yetişebilme telaşındayız…<br />
Çoğumuzun bir telaşı daha var; saniyenin binlerce<br />
parçasından birinde yaşamı dondurup, hapsetmek ve saklamak…<br />
Bir ırmağın kıyısında durup, damlalıkla birkaç damla<br />
alıp kenara koymak gibi. Hayatın ritmini, renklerini, müziğini,<br />
insanlarını, kedilerini, evlerini resmetmek… Fırçayla boyayla<br />
değil, ışıkla…<br />
Fotoğrafın iki asırlık serüveninde geçirdiği evrim akıllara<br />
durgunluk verecek boyutta. Biz bile kısacık ömrümüzde bu<br />
hızlı devinimin bir kısmına tanık olduk. Teknoloji hepimizin<br />
hayal gücünü zorluyor. Bundan sonrasını kestirmek güç. Ama<br />
şu an, sürekli hayatı izliyor, kaydediyor ve paylaşıyoruz. Hiç<br />
bilmediğimiz bir yerde, hiç tanımadığımız birinin, günlük<br />
hayatından bir “an”a tanık oluyoruz. Sonra bir başkasınınkine…<br />
Tüketiyoruz. Hem de baş döndürücü bir hızla… Oysa<br />
ne demişti büyük usta Henri Cartier-Bresson; “Fotoğraf çekmek;<br />
insanın aklını, gözünü ve yüreğini aynı hizaya getirmesidir.”<br />
Kaç fotoğraf karesi aklımıza kazınıyor, kaçı yüreğimize<br />
dokunuyor? Kaçına âşık oluyoruz?<br />
Şöyle bir geriye yaslanıp düşünün, hiç unutamadığınız<br />
fotoğraf kareleri hangileri? Eminiz çoğu, güçlü anlatımı ve<br />
hikâyesi olan, yalın ve “gerçek” fotoğraflardır… İşte Mustafa<br />
Seven fotoğrafları da böyle… Âşık olunacak ve hatırlanacak<br />
türden…<br />
Instagram’da takipçi sayısı bir milyona yaklaşan Mustafa<br />
Seven’in paylaştığı bir kare fotoğraf dakikalar içinde 20-30<br />
bin beğeni alıyor. Seven, neredeyse dünyanın dört bir tarafına<br />
ülkemizden, çoğunlukla da İstanbul’dan siyah beyaz hikâyeler<br />
anlatıyor. Söyleşi sırasında belirttiği gibi, aslında fotoğraflarına<br />
bakınca Mustafa Seven’i ve dünyaya, fotoğrafa bakışını<br />
tanıyorsunuz biraz. Daha fazlası için, buyurun söyleşimize…<br />
Fotoğrafçılık konusunda sürekli yeni kavramlar, yeni<br />
alanlar oluşuyor. Sokak fotoğrafçılığının sınırları nerede<br />
başlar, nerede biter? Olmazsa olmazları nelerdir?<br />
Sokağın izlerini görebildiğiniz, çoğunlukla an fotoğrafı<br />
üzerine kurgulanan, o sokaktaki günlük hayatın nasıl aktığını,<br />
insanın hikâyesini anlatan fotoğraftır sokak fotoğrafı.<br />
Biliyorsunuz, belgesel fotoğraf bir konuyu birkaç kareyle anlatmaya<br />
çalışır. Sokak fotoğrafı ise hikâyeyi bir kareyle anlatır.<br />
Nerede başlar? Tabii ki insan unsurunu işin içine dâhil etmek<br />
önemli ama ben bunun çok da şart olmadığını düşünüyorum.<br />
İnsan izlerini göstermesi de yeterli. İnsanın varlığı değişime<br />
ve dönüşüme müsait bir şey yaratıyor.<br />
DSLR makineler ya da minik bir cep telefonu… Sokakta<br />
küçük olan her zaman avantajlı mı? Yoksa insanlar yavaş<br />
yavaş daha gösterişli ekipmanlara da alışıyor mu?<br />
Sokaktan bahsederken aslında mahrem bir alandan bahsediyoruz<br />
yine de. Bu anlamda, fotoğraflarının çekilmesinden<br />
çok hoşnut değil insanlar. Bu yıllar önce de böyleydi, hâlâ<br />
da böyle. Sizin de söylediğiniz gibi, hepimiz fotoğraf üretmeye<br />
başladık. Kendilerinin de kullandığı ve günlük hayatı<br />
kaydettiği cihazlara biraz daha alıştılar. Cep telefonu ile çekiyorsanız<br />
mesela çok rahatsız olmuyorlar. Bu tür cihazlarla çalışanlar<br />
daha şanslı. Ama DSLR makinelerin çok profesyonel<br />
bir algısı var ve hâlâ sorun yaratabiliyor. Ben de duruma göre<br />
değiştiriyorum kullandığım makineyi. Güvenliğim açısından<br />
riskli durumlarda, bazen bir kompakt makine, bazen cep telefonu<br />
bazen de aynasız dediğimiz daha küçük kameralarla<br />
Fotoğraf: Mustafa Seven<br />
30 Vizyon
çekiyorum. Kendimi daha iyi ifade<br />
edebildiğim ya da bildiğim alanlarda<br />
fotoğraf çekiyorsam tabii ki DSLR’la<br />
çekiyorum. Çünkü hem çalışırken<br />
hem de baskı halinde bu makinelerin<br />
diğerlerine göre avantajları var.<br />
Kadrajınıza giren insanlardan<br />
sonradan izin alma şansınız oluyor<br />
mu? Ya da bunu tercih ediyor musunuz?<br />
Bunun maalesef net bir çizgisi yok.<br />
Evet, biz insanları çekiyoruz,hem de<br />
mahrem alanlarında. Salt bir kaydedici<br />
olarak baktığımızda çok da doğru<br />
bir iş yaptığımız söylenemez tabii.<br />
Ama bir belge niteliği, hayatı belgelemekle<br />
ilgili bir durum söz konusu<br />
ve aksi düşünülemez. Yoksa sokak fotoğrafı<br />
biter. Ben sokak portrelerinde<br />
izin alıyorum. An fotoğraflarında ise,<br />
zaman varsa durum müsaitse, çektikten<br />
sonra “fotoğrafınızı çektim” diyorum,<br />
gösteriyorum. Üzerinde biraz<br />
konuşuyoruz. Ama bunun riski de<br />
var. Fotoğrafın silinmesini isteyebilir<br />
ki, bunu asla tercih etmeyiz. Çok özel<br />
bir fotoğraf olabilir bu ve silmeyi istemeyiz.<br />
Açıkçası bugüne kadar bin-<br />
“<br />
Bizim insanımızı, yaşadığımız<br />
hayatın rengini, dokusunu,<br />
tadını, sesini insanlara<br />
anlatmaya çalışıyorum. Bunu<br />
yaparken de ürettiğimle<br />
duygusal bağ kurmamaya<br />
çalışıyorum. Çok sevdiğim<br />
işlerim var tabii. Ama onu,<br />
daha çekerken biliyorum.<br />
Deklanşöre bastığım an<br />
seviyorum. Ama sonrasında o<br />
bağı geri çekmeye, azaltmaya<br />
çalışıyorum. Fotoğrafın ana<br />
unsurlarından bir tanesi de<br />
heyecan duymak. Yeni bir<br />
şey çekerken yine heyecan<br />
duymam lazım. Eğer heyecan<br />
duymuyorsam, o zaman<br />
yaptığım işe saygısızlık olur<br />
diye düşünüyorum.<br />
“<br />
lerce fotoğraf çektim ancak hiç sorun<br />
yaşamadım.<br />
Siyah beyaz çalışmalarınız çoğunlukta.<br />
Bu kişisel tercihiniz mi yoksa<br />
sokak fotoğrafçılığına en çok yakışan<br />
siyah beyaz mıdır?<br />
Renk artık çok aldatıcı bir unsur<br />
olarak kullanılmaya başlandı. Artık<br />
milyonlarca insan fotoğraf üretiyor<br />
biliyorsunuz. Değişime ve dönüşüme<br />
çok müsait bir malzemeden bahsediyoruz.<br />
Kolaylıkla rengi bir unsur olarak<br />
kullanıp dijital yöntemlerle daha<br />
iyi olabilir hissini vermeye dönük<br />
yaklaşımlar var. İzleyenin renklere aldanmaması<br />
ve ana hikâyeden kopmaması<br />
için renklerden soyutluyorum.<br />
Bir diğer yöntemim de şu; fotoğrafın<br />
iyi olup olmadığını anlamak için siyah<br />
beyaz yapıyorum. Öğrencilerime<br />
de bunu söylüyorum. Renkli sunacaksanız<br />
ve fotoğrafın iyi olduğundan<br />
emin değilseniz önce mutlaka<br />
siyah beyaz yapın; anlatacak hikâyesi<br />
varsa, bir derdi varsa siyah beyazken<br />
de iyidir o fotoğraf. Renk ve ışık bize<br />
bazen yalan söylüyor. Bir de elbette,<br />
ustalarımızdan öğrendiğimiz ve gör-<br />
Vizyon 31
“<br />
İstanbul... Ben buraya aitim. Buranın insanlarını,<br />
sokaklarını, buranın dokusunu biliyorum. Bizim<br />
gibi sokakta fotoğraf çekiyorsanız bu, bilmediğiniz<br />
yerde yapılacak bir iş değil. Nereyi çok iyi<br />
biliyorsanız orada başarılı olursunuz. Dünyada<br />
sevdiğim pek çok şehir var. Oralarda olmaktan ve<br />
fotoğraf üretmekten tabii ki keyif alıyorum ama<br />
oralarda ürettiğim işlere baktığımda İstanbul’daki<br />
samimiyeti göremiyorum.<br />
“<br />
Mustafa Seven<br />
düğümüz de siyah beyazın sokak fotoğrafında dramatik etkiyi<br />
artırması gerçeği. Bazen ana hikâyenin kahramanı renk olduğunda<br />
ise renkli kullanıyorum.<br />
Analog, dijital ve cep telefonu geçişleri sizi zorladı mı?<br />
İki tarafı var bu işin. 20 yıla yakın foto muhabirliği yaptım.<br />
Dijitalle ilk o dönemde tanıştım. Bu dönemde yılların vermiş<br />
olduğu alışkanlıkla bir anda çok daha kolay üretebilir hale<br />
dönmemiz bize mutluluk verdi aslında. İşlerimizi anında görebilmemiz<br />
büyük avantajdı. Oysa daha önce ne çekeceğimizi<br />
ya da çektiğimizi bilemezdik. Ama bu da bize iyi fotoğrafı<br />
seçebilmek gibi bir göz kazandırmıştı tabii.<br />
Diğer tarafta ise üretilen malzeme bizi mutlu etmemeye<br />
başladı. Dijital teknoloji filmle kıyaslandığında çok doğru<br />
sonuçlar vermiyor. Çünkü çok kolaylıkla dönüştürülebilen<br />
bir malzeme üretiyoruz. Filmle çektiğinizde, neyi ne kadar<br />
yapabildiyseniz, nasıl pozlandırdıysanız o var elinizde. Bu<br />
anlamda alışmak biraz zor oldu tabii. Dijitalin ne olduğunu<br />
anladıktan sonra onu doğru kullanmaya başladık diyebilirim.<br />
Evet, analogla başlayan bizler, dijitali de filmimiz bitecekmiş<br />
gibi düşünerek çekiyorduk önceleri.<br />
Aynen. Çok çekiyor olmak da kötü bir şey aslında. Bir de<br />
fotoğrafın masa başı kısmı var artık. Çok çekersen, masa başında<br />
daha fazla zaman kaybetmene yol açıyor. Bu da o anlamda<br />
bir tuzak aslında. Filmde bir iki karemizi, en doğru,<br />
zamanda, en doğru ışıkta, en doğru anda yani bütün doğruların<br />
birleştiği zamanda çekmek zorundaydık. Bu bir disiplindi.<br />
Şimdi dilediğiniz sayıda çekerek işi garanti altına alabilirsiniz<br />
ama bu fotoğrafçıyı tembelleştiren bir durum bir yandan da.<br />
Yıllarca bir fotoğrafı tanımlarken “fotoğraf karesi” sözünü<br />
kullandık. Ama aslında bir dikdörtgen formattan bahsediyorduk.<br />
Şimdi ise akıllı telefonlar ve İnstagram gibi<br />
uygulamalar sayesinde hayatı “kare”liyoruz. Kare format<br />
sizi zorluyor mu?<br />
İnstagram’dan dolayı, kareyi artık olduğundan daha geniş<br />
tutmak, ölü alanlarla birlikte çekmek, kurgulamak zorundayız.<br />
Fotoğrafı kesip, ölü alanlar gittiğinde fotoğrafın ana<br />
hikâyesini etkileyen unsurlar dışarıda kalmasın diye… Buna<br />
alışmak da zaman alan bir şey. Eskiden 24 mm, 35 mm objektifler<br />
kullanıyordum. Şimdi 20 mm, 16 mm’ye döndüm<br />
objektifte ki, ölü alanlar yaratabileyim.<br />
Foto muhabirliğinin “haberi ve hayatı iyi koklamak” tan<br />
geçen püf noktalarını bilmek, bugün İnstagram’da geldiğiniz<br />
noktaya katkı sağladı mı? Yoksa gözlem yapmak, hayatı<br />
izlemek ve merak etmek aslında sizin kişiliğinize ait özellikler<br />
miydi?<br />
Çok net bir şey söylemek zor tabii. Ama şunu söyleyebilirim<br />
ürettiğin fotoğraf neyse sen osun aslında. Onu günlük hayatınızdan<br />
bağımsız bir şeymiş gibi düşünemezsiniz. Benim nasıl<br />
bir insan olduğumu fotoğraflarıma bakarak anlayabilirsiniz.<br />
Bu adam zaten hayatının çoğunu sokakta, fotoğrafladığı insanlarla<br />
birlikte geçiriyor… Aslında bir kimlik yaratıyorsunuz<br />
orda. Fotoğrafı benden bağımsız düşünüyor olmak onu çok<br />
teknik bir malzeme haline getirmeye başlar ve samimiyetsiz<br />
bir iş ortaya çıkar. Böyle bir işin başarılı olacağını da sanmıyorum.<br />
Hangi işi yapıyorsak yapalım samimiyet unsurlarıyla<br />
onu örmemiz gerekir. Bunun için de bildiğin bir şeyle hareket<br />
ediyor olmak önemli. Fotoğrafı da bundan koparmak<br />
mümkün değil. Eğer yaşadığınız dünya dışında bir iş yapıp<br />
onu fotoğraflarla anlatmaya çalışıyorsanız, bu çok zor. Mesela<br />
reklam fotoğrafında bir kurgu yapıyorsunuz. Fotoğrafçının o<br />
dünyaya ait olmasını beklemezsiniz. Ama sokak fotoğrafı için<br />
bunu söylemek mümkün değil.<br />
Bağlandığınız fotoğraflarınız var mı?<br />
Çok bağ kurmamaya çalışıyorum. Ürettiğim şeyle duygusal<br />
bağlarım arttıkça kendime tuzaklar kurduğumu düşünüyorum.<br />
Bizim insanımızı, yaşadığımız hayatın rengini, dokusunu,<br />
tadını, sesini insanlara anlatmaya çalışıyorum. Bunu yaparken<br />
de ürettiğimle duygusal bağ kurmamaya çalışıyorum.<br />
Çok sevdiğim işlerim var tabii. Ama onu, daha çekerken biliyorum.<br />
Deklanşöre bastığım an seviyorum. Sonrasında ise, o<br />
bağı geri çekmeye, azaltmaya çalışıyorum. Fotoğrafın ana unsurlarından<br />
bir tanesi de heyecan duymak. Yeni bir şey çekerken<br />
yine heyecan duymam lazım. Eğer heyecan duymuyorsam,<br />
o zaman yaptığım işe saygısızlık olur diye düşünüyorum.<br />
Binlerce insan sizi takip ediyor. Siz kimi takip ediyorsunuz?<br />
Hem sokak fotoğrafçılığında hem de genel olarak,<br />
etkilendiğiniz birkaç ismi bizimle paylaşır mısınız?<br />
Bizdeki bütün foto muhabirlerini takip ediyorum. Zaten<br />
çoğu meslekten arkadaşım. Genç kuşak fotoğrafçılardan takip<br />
ettiklerim var. Yurt dışından çok sayıda sokak fotoğrafçısını<br />
takip etmeye çalışıyorum. Onların meseleye nasıl yaklaştığı<br />
32 Vizyon
ana çok şey öğretiyor. Uzun yıllar fotoğraf üretince yaptığın<br />
şeyle bir ilişki kuruyor olmak çok zorlaşıyor. Yeni fotoğrafçılar<br />
bunu nasıl çözüyor bunu merak ediyorum. İlgi alanları<br />
çok değişiyor. New York’ta yaşayan biriyle İstanbul’daki bir<br />
fotoğrafçının ilgi alanı değişiyor. “Acaba mekân mı belirliyor?<br />
Tarzları ortaya çıkaran ne? O adamı alıp İstanbul’a koysak bizim<br />
çektiğimiz şeyleri mi çekmeye başlayacak?” gibi sorulara<br />
kafa yoruyorum.<br />
Sokaklarında en rahat fotoğraf çektiğiniz ülkeler ve şehirler<br />
hangileri?<br />
İstanbul... Ben buraya aitim. Buranın insanlarını, sokaklarını,<br />
buranın dokusunu biliyorum. Bizim gibi sokakta fotoğraf<br />
çekiyorsanız bu, bilmediğiniz yerde yapılacak bir iş değil.<br />
Nereyi çok iyi biliyorsanız orada başarılı olursunuz. Dünyada<br />
sevdiğim pek çok şehir var. Oralarda olmaktan ve fotoğraf<br />
üretmekten tabii ki keyif alıyorum ama oralarda ürettiğim<br />
işlere baktığımda İstanbul’daki samimiyeti göremiyorum. Bu<br />
dışarıdan hissediliyor mu bilmiyorum ama bunu ben biliyorum.<br />
Yeni başlayanlara da söylüyorum; “Evinizden, bakkalınızdan,<br />
en iyi bildiğiniz yerlerden başlayın” diye. Ben de işte<br />
bu topraklarda yaşıyorum, burayı iyi biliyorum. Bu topraklara<br />
borcum da var. O yüzden buraları fotoğraflamak daha iyi<br />
bana göre.<br />
Şehir çok hızlı değişiyor ve fotoğraflamak bu yüzden<br />
daha da önem kazanıyor.?<br />
Kesinlikle. Bu yüzden diyorum zaten borçluyuz diye. Biz<br />
fotoğrafçıların sorumluluğunda bu değişimi fotoğraflamak.<br />
İyi ya da kötü. Olayı kontrol altına alma bizim sorumluluğumuzda<br />
değil, ama kayıt altına almamız gerekiyor. Paylaşmak<br />
da bunun bir parçası. Zaten profesyonel fotoğrafçıyı diğerlerinden<br />
ayıran da bu. Herkes fotoğraf çekiyor ama onu nasıl<br />
saklayacağı, nasıl paylaşacağı, nasıl kullanacağı hakkında fikir<br />
sahibi değil.<br />
Sanal dünyanın bir çıkmazı da orada paylaştığınız her şeyin<br />
başkaları tarafından izinsiz kullanılma ihtimali. Fotoğraflarınızla<br />
ilgili böyle kaygılar duyuyor musunuz?<br />
Kaygı duymuyorum çünkü bunun önünü almanın imkânı<br />
yok. Dolaşıma girdiği andan itibaren nereden ulaşıldığını<br />
takip etmeye imkân yok. Bunu saplantı haline getirirsek fotoğraf<br />
paylaşamayız. Fotoğrafımı kullanan insanlardan emeğe<br />
saygı için ismimi kullanmalarını istiyorum. Kullanmıyorsa da<br />
yapabileceğim bir şey yok tabii. Benim fotoğrafımla ne yapıyor?<br />
Eğer ticari anlamda bir kullanım oluyorsa orada müdahil<br />
oluyorum. Mesela kız arkadaşına “Ben çektim” diyerek hava<br />
atacaksa sorun yok.<br />
Fotoğrafların seçimi de ayrı bir iş. Siz fotoğraflarınızı<br />
nasıl seçiyorsunuz?<br />
Fotoğrafları çektikten sonra çok uzun süre bakmıyorum.<br />
Bir süre geçiyor ve sonra seçmeye başlıyorum. Çünkü sokakta<br />
fotoğraf çekerken bir sürü enteresan an yaşıyoruz ve o anlarla<br />
duygusal bağ kuruyoruz. Fotoğrafı çektiğim gün seçersem, bu<br />
duygusal bağlar fotoğrafı çekerken yanıltabiliyor. Mesela bir<br />
çocuk çektiniz, o çocukla bağ kurdunuz, onun fotoğrafını o<br />
duygusallıkla seçerseniz doğru seçimler yapamazsınız. Daha<br />
da kararsız kaldıysam fotoğrafla çok ilgisi olmayan insanlara<br />
gösteriyorum. Onların eleştirileri çok önemli. Anneme gösteriyorum<br />
mesela.”Sevdin mi bunu?” diyorum, “Sevmedim”<br />
diyor. Dışarıdan yabancı bir gözün fotoğrafa bakması çok şey<br />
kazandırıyor.<br />
Vizyon 33
tarih Didem ŞAHSUVAROĞLU didem.sahsuvaroglu@trt.net.tr<br />
“Bir şairle karşılaşmak her zaman<br />
hayırlıdır. Şair, dervişin kardeşidir.<br />
Onun ne vatanı vardır, ne dünya<br />
nimetlerinde gözü. Bizler şan, iktidar<br />
ve para peşinde koşarken; o, yeryüzünün<br />
hükümdarlarıyla aynı sırada durur ve<br />
herkes onun karşısında saygıyla eğilir”.<br />
SAVAŞIN ORTASINDA BİR ŞAİR:<br />
PUŞKİN’İN ERZURUM<br />
YOLCULUĞU<br />
34 Vizyon
19. yüzyıl, Osmanlı<br />
D e v l e t i ’ n e<br />
bağımsızlık isyanları<br />
ile geldi. Sırpların<br />
ardından isyan eden Yunanların ayrılık<br />
girişimi İngiltere, Fransa ve Rusya<br />
gibi dünya devletleri tarafından da<br />
desteklendi. Ayrılık fikrini Osmanlı’ya<br />
dayatmak isteyen Rusya, dört koldan<br />
Osmanlı topraklarına yürümeye<br />
başladığında takvimler miladî 1828<br />
yılını gösteriyordu.<br />
Tarih bu savaşı “1828-1829<br />
Osmanlı-Rus Savaşı” olarak kaydetti.<br />
Tarihin yazmadığı şeyler ise, zamanın<br />
tanıklarının aktardıklarıyla gelecek<br />
kuşaklara taşındı.<br />
Bu tanıklardan biri de Rus şair ve<br />
yazar Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’di.<br />
Rus ordusu ile Erzurum’a giren Puşkin,<br />
büyük oranda koruduğu tarafsız<br />
bakış açısıyla aslında ne o taraftan ne<br />
öbüründendi…<br />
Henüz 29 yaşındaydı. Rusya’nın<br />
dışındaki dünyayı görmek istiyordu<br />
ancak Çarlık Rusya’sının katı yönetimi,<br />
onun yurtdışına seyahat etmesi için<br />
engeldi. Siyasi baskının üzerine<br />
gelen, cevapsız kalmış bir evlenme<br />
teklifinin sebep olduğu kalp kırıklığı<br />
ile Moskova’dan uzaklaşmak istedi<br />
ve Kafkasya’ya geçti. Rus ordusunun<br />
Erzurum seferini hem yurtdışına<br />
çıkmak hem de kalp kırıklığından<br />
uzaklaşmak için fırsat bildi ve sivil<br />
gözlemci olarak orduya dâhil oldu.<br />
Uzun ve çileli Kafkasya yürüyüşünün<br />
ardından Arpaçay ırmağı üzerinden<br />
Türkiye’ye girişi ile ilgili şu sözleri sarf<br />
eder:<br />
“Ömrümde ilk kez yabancı bir ülkeye<br />
giriyordum. Uzun süre oradan oraya<br />
gezmiş; kâh güneyde kâh kuzeyde<br />
sürtmüş, fakat engin Rusya’nın<br />
sınırlarını hiç aşmamıştım. Bu kutsal<br />
ırmağa sevinçle girdim ve atım Türk<br />
kıyısına çıkardı beni. Fakat bizimkiler<br />
ele geçirmişti bu kıyıyı. Böylece, demek<br />
ki Rusya’daydım hâlâ…”<br />
Düşman topraklarda<br />
Puşkin, Türk topraklarına “düşman”<br />
olarak ayak basar; bunu da Erzurum<br />
notlarında birkaç yerde kullandığı<br />
“düşman” ifadesiyle dile getirir. Fakat<br />
karşı tarafta olmak, Puşkin’in bir<br />
edebiyatçı olarak savaşa ve insana karşı<br />
evrensel bakışını değiştirmez. Genç<br />
Türk şehidini betimlediği satırları,<br />
Puşkin’in insani bakış açısının en<br />
belirgin hissedildiği yerlerdendir.<br />
Rus yazar, Türk ordusu ile karşı<br />
karşıya geldiği ilk anı ise “yüksek<br />
sarıkları, kırmızı kaftanları ve atlarının<br />
parlak koşumları” ile, kendi askerlerine<br />
tezat bir gösterişle betimler.<br />
Tarih 27 Haziran 1829’u gösterirken<br />
Erzurum Ruslara teslim edilir. Şehre<br />
giren Rus askerlerinin arasında,<br />
sivil giyimiyle olaylara tanıklık eden<br />
Puşkin de vardır. “Kalesi, minareleri ve<br />
birbiri üzerine abanan yeşil damlarıyla<br />
Erzurum, gözlerimizin önüne<br />
seriliverdi.” diye şehirle ilk teşerrüfünü<br />
anlatırken, “minare” gibi bazı sözcükleri,<br />
Türkçe olarak yazar.<br />
Erzurum Kalesi’nde Rus bayrağı<br />
dalgalanırken, Puşkin halen<br />
gözlemcidir. Erzurum Türklerinin<br />
evlerinin damlarına çıkmış, işgali asık<br />
suratlarla izlediğini aktarır. Öte yandan,<br />
Ermenilerin coşku içinde sokaklara<br />
döküldüğünü, çocuklarının istavroz<br />
çıkarıp “Hıristiyan, Hıristiyan” diye<br />
bağırarak atların arasında koşuştuklarını<br />
“Asya görkemi sözünden<br />
daha anlamsız bir şey<br />
bilmiyorum. Bu deyim<br />
haçlı seferleri sırasında<br />
çıkmış olmalı. Kalelerin<br />
çıplak duvarlarını,<br />
meşe odunundan<br />
sandalyelerini bırakarak<br />
sefere katılan ve<br />
Doğunun kırmızı<br />
divanlarını, renk renk<br />
halılarını, kabzaları<br />
renkli taşla süslü<br />
hançerlerini görünce<br />
gözleri kamaşan<br />
yoksul şövalyelerin<br />
işidir bu. Bugün Asya<br />
yoksulluğundan,<br />
Asya ilkelliğinden söz<br />
edilebilir ancak. Görkem<br />
hiç kuşkusuz, Avrupa’nın<br />
sahip olduğu bir şeydir<br />
artık.”<br />
kaydeder.<br />
İnsanlığı düşmanlığın önüne geçiren<br />
bir tek Puşkin değildir. Tutsak Türk<br />
paşalarından biri, askerlerin içinde<br />
frakla dolaşan Puşkin’in kim olduğunu<br />
merak eder. Şair olduğunu öğrenince<br />
elini göğsüne koyup “eyvallah” çeker<br />
ve “Bir şairle karşılaşmak her zaman<br />
hayırlıdır.” der; “Şair, dervişin kardeşidir.<br />
Onun ne vatanı vardır, ne dünya<br />
nimetlerinde gözü. Bizler şan, iktidar ve<br />
para peşinde koşarken; o, yeryüzünün<br />
hükümdarlarıyla aynı sırada durur ve<br />
herkes onun karşısında saygıyla eğilir.”<br />
“Asya Rüyası”nın sonu<br />
Diğer Batılı yazarlardaki oryantalist<br />
doğu algısının aksine Rus yazarları, belki<br />
Batı’nın en doğusunda olmalarından<br />
dolayı, Doğu’ya farklı bakarlar. Söz<br />
konusu ünlü Rus gerçekçi yazarı Puşkin<br />
olunca, Doğu’nun gerçeği de bütün<br />
çıplaklığı ile gözler önüne seriliyor.<br />
“Asya görkemi sözünden daha<br />
anlamsız bir şey bilmiyorum. Bu deyim<br />
Haçlı Seferleri sırasında çıkmış olmalı.<br />
Kalelerin çıplak duvarlarını, meşe<br />
odunundan sandalyelerini bırakarak<br />
sefere katılan ve Doğunun kırmızı<br />
divanlarını, renk renk halılarını,<br />
kabzaları renkli taşla süslü hançerlerini<br />
görünce gözleri kamaşan yoksul<br />
şövalyelerin işidir bu. Bugün Asya<br />
yoksulluğundan, Asya ilkelliğinden söz<br />
edilebilir ancak. Görkem hiç kuşkusuz,<br />
Avrupa’nın sahip olduğu bir şeydir<br />
artık.”<br />
Puşkin’in gördüğü Erzurum,<br />
Türkiye’nin Asya topraklarındaki en<br />
önemli kentidir. Bir gezginin, “Asya<br />
kentleri içinde sadece Erzurum’da bir<br />
saat kulesi olduğunu, onun da saatinin<br />
çalışmadığını” ifade ettiğini aktarır.<br />
Doğu’dan gelip Avrupa’ya uzanan<br />
ticaret yolu Erzurum’dan geçer. Ancak<br />
Erzurum’dan geçen mal ve paranın<br />
kente bir faydası yoktur. Puşkin’in ifade<br />
ettiğine göre; Erzurum’da bir hasta,<br />
ravent otu bulamadığı için ölebilir,<br />
ancak kentten çuval çuval ravent gelip<br />
geçmektedir.<br />
Puşkin, Erzurum’daki bu geri<br />
kalmışlığı, İstanbul ile arasındaki<br />
kopukluğa bağlar. Dönemin sultanı<br />
II. Mahmud’un askeri ıslahatlarına ve<br />
İstanbul’daki ordunun yeni giyimine<br />
rağmen, Erzurum’daki askerlerin halen<br />
Vizyon 35
Puşkin’in gördüğü<br />
Erzurum, Türkiye’nin Asya<br />
topraklarının en önemli<br />
kentidir. Bir gezginin, ‘Asya<br />
kentleri içinde sadece<br />
Erzurum’da bir saat<br />
kulesi olduğunu, onun da<br />
saatinin çalışmadığını’<br />
ifade ettiğini aktarır.<br />
Puşkin’in şiirinde İslamiyet ve Türk<br />
İzleri<br />
Puşkin, Erzurum yolculuğundan önce de Türk kültürü<br />
ile ilgilidir. Erzurum Seferi’nden birkaç yıl önce kaleme<br />
aldığı “Bülbül ve Gül”de divan şiirinin etkisi açıkça<br />
görülür. Puşkin bu şiirinde, tıpkı divan edebiyatındaki<br />
gibi bülbülü gülün âşığı olarak kişileştirir.<br />
Rusça tercümesinden okuduğu Kuran-ı Kerim’den<br />
yaptığı alıntılar da Puşkin’in şiirini özel kılan<br />
noktalardandır.<br />
“Gizli Mağarada<br />
Gizli mağarada, sürgünlerde<br />
Ben tatlı Kuran’ı okudum<br />
Aniden bir teselli meleği<br />
Uçup geldi, bana tılsım getirdi<br />
Onun sırlı gücü<br />
Kutsal sözcükler yazdı<br />
Üzerinde bilinmez bir el»<br />
Doğulu tarzda giyindiğini dile getirir.<br />
Öte yandan Puşkin, Erzurumlunun, geleneği bırakıp yüzünü<br />
batıya döndüğü için İstanbul’a kızdığını savunur. Hatta bu<br />
konuda, “Yeniçeri Eminoğlu” takma adıyla bir şiir bile yazar.<br />
Puşkin’den medet umanlar<br />
Erzurum her açıdan ilgiye muhtaç haldedir. Doktorsuzlukla<br />
başı dertte olan halk, şehre gelen her yabancıyı doktor zanneder.<br />
Çok defa sokaklarda gezen Puşkin’in önünü keser ve dillerini<br />
çıkarıp boğazlarını muayene ettirmeye çalışırlar. Sivil halkın<br />
yanı sıra, esir düşen Türk askerleri de, yaralı arkadaşları için,<br />
doktor sandıkları Puşkin’den medet umar.<br />
Veba ise çağın ve de Asya’nın başının belasıdır. Yol üzerinde<br />
çeşitli duraklarda veba görüldüğünden söz eden Puşkin,<br />
hastalığın Erzurum’a ulaşması ile büyük bir korkuya kapılır.<br />
Kentte bulunduğu süre içinde hiçbir vebalıya temas etmemeye<br />
gayret gösteren Puşkin, Türklerin, vebalı arkadaşları ile sanki<br />
nezle imiş gibi rahat temas ettiklerini görünce kendi ‘Avrupalı’<br />
ürkekliğinden utanır.<br />
Bulaşıcı hastalığın da etkisi ile bir an evvel Rusya’ya geri<br />
dönmek isteyen Puşkin’in baştaki, “Rusyadaydım hala” tepkisi<br />
değişmiş gibidir. Yazının sonundaki “Sevimli anayurdumun bana<br />
ilk hoşgeldini” ifadesi ile Erzurum’un Rus toprağı olmadığını<br />
kendisi de kabul eder.<br />
1828-1829 Rus Savaşı’nın ardından Osmanlı Hükûmeti,<br />
ağır şartları beraberinde getiren Edirne Antlaşması’nı imzalar.<br />
Puşkin ise âşık olduğu kadını evlenmeye ikna eder ve sonraları<br />
hayatını değiştirecek olan evlilik akdini imzalar. Erzurum,<br />
Puşkin’in ülkesi dışında gördüğü ilk ve son şehir olur. Bundan<br />
sekiz yıl sonra, karısının âşığı tarafından bir düelloda öldürülür.<br />
Hem Puşkin, hem de Türkiye açısından uğursuz bir dönemde<br />
yazılmış olmasına karşın Erzurum notları, Rus edebiyatına<br />
meraklı Türk okuru için ilgi çekici bir eser olarak tozlu raflardaki<br />
yerini alır.<br />
1824’te, yani Erzurum’a gelmeden dört yıl önce<br />
“Kuran’a Öykünmeler” şiirini yazar. Şiir, adına yaraşır<br />
biçimde Kuranı Kerim’in içeriğine ve şiirsel ifadelerine<br />
öykünür.<br />
“Çift ve tek üstüne and içerim<br />
Kılıç ve kutsal savaş üzerine and içerim<br />
Sabah yeli üzerine and içerim<br />
Akşam namazı üzerine and içerim.”<br />
Puşkin’in Kuranı Kerim’e olan ilgisini bazı<br />
araştırmacılar İslam’a geçiş olarak yorumlar. Bazıları<br />
ise İslam’ı kabul etmemekle beraber, Kuran’ın birçok<br />
ahlaki hakikati, güçlü bir şiirsel ifade kullanılarak<br />
aktarmasından dolayı etkilendiğini savunur.<br />
36 Vizyon
Vizyon 37
kapak<br />
Aynur ÇELİKCAN<br />
aynur.celikcan@trt.net.tr<br />
Bir Osmanlı zabiti<br />
Filinta Mustafa<br />
“Filinta” dizisi daha ilk bölümden itibaren TRT seyircisinin gönlüne taht kurdu. Dizinin başrolünü başarıyla canlandıran,<br />
kendisi de “filinta” gibi bir delikanlı olan Onur Tuna, uzun boyu, masmavi gözleri ve başarılı oyunculuğuyla<br />
“Filinta Mustafa” olarak hafızalara kazındı bile. Onur Tuna ile dizideki, zeki, yiğit Osmanlı zabiti karakteri<br />
“Filinta Mustafa’yı konuşurken, kendisini de yakından tanımaya çalıştık.<br />
Dizi çok sevildi; seyirci hem diziyi<br />
hem de sizi çok kanıksadı.<br />
Filinta Mustafa nasıl bir karakterdir,<br />
sizden dinleyelim.<br />
Filinta Mustafa bir kumpasa maruz<br />
kalan, Kadı Gıyaseddin tarafından külliyenin<br />
önünde bulunmuş, yurt dışında<br />
eğitimini tamamlamış, birçok başarı<br />
almış, herkesten bir adım önde gitmeyi<br />
çok seven bir Osmanlı zabiti. Mustafa’nın<br />
amacı; kendisine kurulan kumpası<br />
çözmek ve zabitliğinin gerektirdiği<br />
görev olgusu içinde episodik olarak işlenen<br />
hikâyeleri çözmek. Bu arada hem<br />
kendi adaletini aramak hem de insanlara<br />
adalet dağıtmak gibi bir misyonu da<br />
var.<br />
Siz de kanıksadınız mı rolünüzü?<br />
Ben senaryoyu okuduğumda çok heyecanlanmıştım.<br />
Hikâye gerek fantastik<br />
yapısı, gerek kronolojik yapısı, gerekse<br />
38 Vizyon<br />
diğer senaryolardan farklılığıyla kendini<br />
ortaya koyuyor öncelikle. Oyuncu olmaya,<br />
kendini yetiştirmeye çalışan biri<br />
olarak, bir karakteri ele geçirmek ve insanlarla<br />
ilişkilerini tam anlamıyla oturtabilmek<br />
belli bir zaman istiyor. Bunun<br />
için Mustafa karakterini çok seviyorum<br />
ve olabildiğince iyi canlandırmaya çalışıyorum.<br />
İlerleyen bölümlerde daha<br />
canlı, daha oturmuş bir karakter olarak<br />
göreceklerine söz verebilirim.<br />
Sosyal medyada da en çok konuşulan<br />
dizilerden biri oldu<br />
“Filinta”. Siz de çok konuşuluyorsunuz.<br />
“Filinta”yı diğer dizilerden<br />
ayıran ne oldu size göre?<br />
Seyircilerden olumlu şeyler duyuyorum.<br />
Olumlu tepki gelmesi bizi iyi anlamda<br />
kamçılıyor, daha güzelini yapma konusunda<br />
motive ediyor. 30 yaşındayım ve<br />
bugüne kadar çekilmiş dizileri biliyorum.<br />
“Filinta” konuşulması gereken bir<br />
iş! Bu işte, altı dakikalık bir şarkı çaldığında<br />
kimse sahilden altı dakika boğaza<br />
bakmıyor. Bir konusu var ve müzik altı<br />
sahnelerimiz yok. Yani olabildiğince bir<br />
hikâye çerçevesinde yol almaya çalışıyoruz.<br />
Burada bir saat elli dakikalık bir<br />
malzeme çıkarmaya çalışıyoruz. Bu da<br />
kolay bir şey değil, çünkü dünya üzerinde<br />
bu kadar süreyi kapsayan bir aksiyon<br />
filmi yok. Çok yoruluyoruz, çok emek<br />
sarf ediyoruz, sanat gurubu, kamera,<br />
reji gurubu, oyuncular hiçbir ayrıntıyı<br />
kaçırmadan hareket etmeye çalışıyoruz.<br />
Yaptığımız işin farklılığının farkındayız<br />
ve arkasındayız.<br />
Daha önce bir dönem karakteri<br />
canlandırmadınız. Dönem karakteri<br />
canlandırmak daha zor<br />
oluyordur sanırım.<br />
Öncelikle işinin ehli insanlarla birlikte
çalışıp kaliteli bir işin parçası olmaktan<br />
çok mutluyum. Dönem işinde yer almanın,<br />
zorluğu yanında büyük artıları<br />
da oluyor. Oyunculuk anlamında, insanı<br />
her yerde insan olarak değerlendiriyorum.<br />
Galata Limanı’nda işlediğimiz<br />
kaçakçılık, para ticareti dünyanın her<br />
yerinde ve günümüzde de dönen olgular.<br />
Dönem işinde yer almak o dönemi<br />
daha iyi hissetmeme neden oldu. Yakın<br />
tarihle alakalı herkesin kronolojik<br />
bilgisi var. Bizim işlediğimiz şey daha<br />
farklı; o dönemlerde insanların sokaklarda<br />
neler yaptığını, neler giydiğini,<br />
nasıl oturup kalktığını, fesinin püskülünü<br />
hangi tarafa çevirip taktığını araştırıp<br />
oynuyoruz.<br />
Kariyerinize bir katkı sağlayacağınızı<br />
düşünüyor musunuz?<br />
Bunu düşünmemem imkânsız. Dizi,<br />
bugüne kadar yaptığım işlerin içinde<br />
oynadığım ilk başrol olması bakımından<br />
önem taşıyor benim için. “Filinta”<br />
gibi büyük bir prodüksiyonu sırtlamaya<br />
çalışıyorsunuz. Sahaya çıkıp oynamanın<br />
dışında, insanın üzerindeki baskısı da<br />
var aynı zamanda.<br />
Bu iş devam ettiği sürece ve bittikten<br />
sonra büyük prodüksiyonlu bir işi nasıl<br />
sırtlayabilirim, bu konuda ne kadar başarılıyım<br />
gibi durumları deneme yanılma<br />
yöntemiyle test etme fırsatı sunuyor<br />
bana. Bunların hepsi bir tecrübe tabii.<br />
Dizi çekimleri sırasında ölüm<br />
tehlikesi atlatmışsınız, nasıl<br />
oldu?<br />
Aksiyon şefimizle çalışırken bir duvara<br />
basıp takla attım fakat boynumun<br />
üzerine düştüm. Şu an sırtımda üç tane<br />
fıtıkla seyircilerin izlediği sahneleri<br />
yapmaya çalışıyorum. Dublör kullanmıyorum,<br />
sadece seve seve yaptığım<br />
sahneleri sakat olarak yapmak zorunda<br />
kalıyorum.<br />
Henüz çok genç bir oyuncusunuz.<br />
Daha yolun başındasınız<br />
ama bir anda isminiz jön oyuncuya<br />
çıktı. Şöhret sizi memnun<br />
ediyor mu?<br />
Ben şuna inanıyorum. İnsan sette<br />
işini düzgün yapıp eve dönmek isterse<br />
bunu yapabilir. Yani ben işimi<br />
yapıp evime dönüyorum. Olabildiğince<br />
jön kavramından uzak,<br />
kendi işini en iyi şekilde yapmaya<br />
çalışan biriyim. İnsanların mesleki<br />
açıdan “Daha olmadım” dediğim<br />
bir zamanda bana bu şekilde bir<br />
sıfatla yaklaşmaları beni mutlu ediyor<br />
tabii ki. Geri çevirmiyorum yanlış<br />
anlaşılmasın; fakat sahneye çıktığımda<br />
ya da Onur olarak kendi hayatımı yaşamaya<br />
çalışırken jön olarak yaşamıyorum.<br />
Bana hayatımda jön kavramının<br />
dışında bazı önemli şeyler olduğunu<br />
hatırlatan bir ailem ve arkadaşlarım var.<br />
Bu durumdan da son derece memnunum.<br />
Kendimi jön olarak görmüyorum,<br />
ama bu sıfatı bana yakıştırmalarından<br />
mutluyum. Daha fazlası için elimden<br />
geleni yapmaya çalışacağım.<br />
Bir oyuncu koçuyla çalışıyorsunuz<br />
yanılmıyorsam. Koçunuzdan<br />
oyunculuk adına ne gibi<br />
yardımlar alıyorsunuz?<br />
Evet, Ayla Algan. Ayla Abla ile bu proje<br />
dolayısıyla tanıştık ama çok fazla kaynaştık.<br />
Saatlerce telefonda konuşuyoruz,<br />
evine gidiyorum. Ayla Abla’dan aldığım<br />
iki tane önemli tavsiye var. Birincisi<br />
oynamamak… Kendisi bana “oynamamayı”<br />
öğretti. İkincisi ise kamera<br />
oyunculuğu; yani kamerayı hissederek<br />
oynamak. Rodin’in heykellerini vücut<br />
formlarını inceledik birlikte. İnsanların<br />
duygularını hiçbir kelam etmeden sadece<br />
heykele bakarak analiz edebiliyorsunuz.<br />
Ve şöyle bir kanıya vardık, “Yahu<br />
insan taşa yapmış ben kendi vücuduma<br />
nasıl yapamam?” İşte hem anda olup<br />
hem de pozunuzu verebilirsiniz. Üstelik<br />
kamerayı unutmak zorundasınız. Bu<br />
dengeyi kurmayı öğrendim ondan.<br />
Hâlbuki siz tiyatro eğitimi alıyorsunuz<br />
ve seyirciye oynuyorsunuz.<br />
Evet, tiyatro olgusundan çıkarmaya<br />
çalıştı Ayla Abla beni. Burada montaj<br />
oyunculuğu denen bir durum var. Yani<br />
yönetmenine veya kurgu masasına ne<br />
kadar doğru ve fazla malzeme verirsen<br />
oyunların o kadar doğru olur. Kesilmiş<br />
ve dekupajlı bir sahneyi oynayabilmek<br />
tiyatral bir durum değil.<br />
Kıvanç Tatlıtuğ ile isimleriniz<br />
sık sık aynı cümle içerisinde geçiyor.<br />
Başkalarına benzetilmek konusunda<br />
neler söyleyeceksiniz.<br />
Ortada bir rekabet yok veya onun gibi<br />
olmak söz konusu değil.<br />
Vizyon 39
Fotoğraflar: Veli ÇETİNKAYA<br />
Kıvanç Tatlıtuğ başarılı bir isim. Amerika’ya<br />
gitti sinema filmi için, Türkiye’de<br />
çektiği dizilerle milyonlar tarafından<br />
izlendi. Dolayısıyla Tatlıtuğ, televizyon<br />
piyasasında marka olmuş bir isim. Meslek<br />
hayatında marka olmuş bir isimle<br />
daha işe başlar başlamaz aynı çizgide<br />
gösterilmek beni mutlu ediyor. Ama<br />
gerek fiziksel olarak, gerek oyun olarak<br />
birine benzetilmeyi önemsemiyorum.<br />
Sayısı 70’i geçen kendi besteleriniz<br />
varmış; hâlâ beste yapıyor<br />
musunuz, müzik piyasasında<br />
ben de varım diyecek misiniz<br />
günün birinde?<br />
Bir albüm, bir sahne, bir konser,<br />
sponsor gibi bu durumu reklam haline<br />
getirmektense kendi imkanlarımla<br />
stüdyoda çoklu enstrümanlarla<br />
kaydedip, sosyal medyada insanlarla<br />
paylaşarak, “Oyuncu ama böyle bir yanı<br />
da varmış” demelerini istiyorum sadece.<br />
Bunun dışında “Mutlaka dinleyenlerin<br />
nabzını yoklayarak daha fazla sevebileceği<br />
şeyler yapmalıyım, daha çok<br />
popüler olmalıyım” gibi toplu fikirlerle<br />
müzik işi yapmak istemiyorum. Çünkü<br />
benim işim oyunculuk. Yine hobi olarak<br />
kalsın istiyorum yani.<br />
Başka neler mutlu eder sizi?<br />
Arkadaş ve dost kavramına çok inanırım.<br />
Ama bunu taşıyabilmenin ve uzun<br />
vadede her haliyle kabul edebilmenin,<br />
büyük bir emek ve sabır olduğuna inanıyorum.<br />
Bunu başardığım on senelik,<br />
yirmi senelik arkadaşlarım, dostlarım<br />
var hayatımda. Boş zamanlarımda, setten<br />
çıkar çıkmaz hemen onların yanına<br />
koşuyorum. Ağabeyimin kızı Zeynep,<br />
yeğenim, şu an hayatımın varlığı. Ona<br />
vakit ayırmaya çalışıyorum. Ailemi görmeye<br />
çalışıyorum.<br />
Gece hayatıyla pek aranız yok gibi…<br />
Benim öyle bir vaktim olmadığı gibi<br />
tercihim de yok. Basketbol oynamak,<br />
müzik dinlemek, gitar çalmak bunların<br />
hepsi beni mutlu eden şeyler. Haftanın<br />
altı günü setteyim zaten, geceli<br />
gündüzlü 16 saat çalışıyorum. Severek<br />
yapıyorum ama bu yorulduğum<br />
gerçeğini değiştirmiyor tabii.<br />
Bir yengeç burcu olarak ailenizi<br />
de çok seviyorsunuz sanırım.<br />
Elbette. Liseden beri birbirlerini seven<br />
41 yıldır evli olan bir anne- babam var.<br />
Onlara söyleyemeyeceğim, bu da benim<br />
gizli kutumda kalsın diyebileceğim<br />
hiçbir şeyim yok. Çünkü anlattığımda<br />
bana karşı tepkilerini değiştirecek bir<br />
ailem yok.<br />
Babanız size hep “Akılla büyü,<br />
nakille büyüme” dermiş. Bunu<br />
biraz açabilir misiniz?<br />
Türkiye’de insanların yüzde 85’i babadan,<br />
deden, haladan, teyzeden<br />
görme büyüyorlar. Bizim toplumumuzda<br />
aile içinde “Biz atın bastığı<br />
yerden su içtik” deyince o en bilge<br />
seçiliyor. Ben damacanadan su<br />
içiyorum ve bu durum insanı bilge<br />
kılacak bir şey değil artık günümüzde.<br />
Babadan görme düzeni yaşayan<br />
toplum nakille büyüyor. Ama bir genci<br />
akılla büyümeye iterseniz emin olun bu<br />
daha güzel. Mesela babam benim yaptığım<br />
en büyük yanlıştan sonra bile “Neden?”<br />
diye sordu; “Nasıl böyle bir şeyi<br />
yaparsın?” demedi.<br />
Oyunculuğunuzla ilgilisiz neler<br />
düşünüyorsunuz? Her şeyi<br />
çok sorgulayan bir yapınız var<br />
gibi. Kendinize çok eleştirel mi<br />
bakarsınız?<br />
Bu sette herkes bana “Kendine haksız-<br />
40 Vizyon
lık etme, niye kendini bu kadar eleştiriyorsun?”<br />
diyor. Oldum derseniz olmaz.<br />
Zaman zaman kendime çok kızıyorum,<br />
“Neden orda öyle yaptım?” diye. Ama<br />
bunlar düzeltilmeyecek şeyler değil. Bu<br />
bir süreç, aynı zamanda öğreniyorum<br />
tabii bu süreçte. Büyüklerime de soruyorum,<br />
eleştirdiklerinde seviniyorum.<br />
“Yakışıklı çocuk yerine ‘iyi<br />
oyuncu’ denmesi beni daha çok<br />
mutlu eder” diyorsunuz. Bu<br />
cümleyi sizin hayata bakışınızı,<br />
karakterinizi, oyunculuğunuzu<br />
özetleyen bir cümle olarak kabul<br />
edebilir miyiz?<br />
Kimse tasarlanmış ürünler değil. Görsel<br />
bir iş yapıyoruz. Kamera önündeki<br />
insanlar, farklı bir enerjileri olduğunda<br />
bu işe kabul ediliyorlar. Fakat benim varoluşum<br />
benim elimde olan bir durum<br />
değil. Fiziksel anlamda söylüyorum. Bir<br />
iş yaparak insanlara bir şeyler sunmaya<br />
çalışıyorum, bu benim elimde olan bir<br />
şey işte. Ben elimde olan bir şeyi onlara<br />
sunduğumda onlara eleştiri hakkı veriyorum.<br />
Ama fiziksel olarak bir insanı<br />
eleştirirlerse öncelikle aynaya bakmalarını<br />
öneriyorum.<br />
Oyunculukta canlandırmak istediğiniz<br />
bir karakter var mı?<br />
Obsesif bir alkoliği canlandırmak isterim<br />
mesela. Çünkü, gerçekten sorgulayan<br />
ve hayata dair eksiklikleri bulan<br />
insanların kendi içlerinde bazı şeyleri<br />
çözümlemeye çalışıyorken, bazı hatalara<br />
düşmeleri çok normal. Yani gereğinden<br />
fazla içmek, uyumak, birçok<br />
şeyi takıntı haline getirmek, bunların<br />
hepsi oynanacak karakter için zengin<br />
malzeme demek.<br />
Geleceğe dair planlarınızı da<br />
öğrenelim son olarak…<br />
Bunu hep söylüyorum, çünkü çok sevdiğim<br />
bir cümle; “Yaşayacağınız günü<br />
planlamaktansa uyandığınız günü iyi<br />
koordine edin”. İşler planlandığı gibi<br />
gitmediğinde demoralize olabiliyoruz.<br />
Bazen çok katı yollar çizdiğimizde bu<br />
insanı çok fazla etkileyebiliyor. Elastike<br />
durum burada ortaya çıkıyor işte.<br />
Mutlaka hayaller kuruyorum ama bunları<br />
planlamak çok da işime gelmiyor,<br />
akışına bırakıyorum. Tesadüfler siz hazırsanız<br />
gelir sizi bulur.<br />
Tarihin fısıltılarını duyan,<br />
tarihe ve adalete duyarlı<br />
insanların projesi<br />
Televizyon tarihinin ilk Osmanlı Polisiyesi<br />
olan “Filinta”, adalet, dostluk,<br />
kardeşlik kavramlarını ortaya koyan<br />
bir dizi. İlim irfan sahibi Kadılar, adaletin<br />
kılıcını 600 yıl Devlet-i Aliyye-i<br />
Osmaniye’de taşımış, dünyanın en<br />
büyük imparatorluklarından olan Osmanlı<br />
İmparatorluğu’nun yüzyıllar<br />
boyunca dirliğini sağlamış, toplumda<br />
huzuru ihdas etmişlerdir. “Filinta” işte<br />
bu nedenle, Osmanlı’nın temel gücü<br />
olan hukuka bir saygı duruşudur.<br />
Hikâye Galata Kadısı Gıyasettin Hatemi<br />
ve onun yetiştirdiği Galata Amiri<br />
Filinta Mustafa ekseninde geçmektedir.<br />
Mustafa oldukça zeki, maharetli,<br />
yakışıklı bir gençtir. Kendisi gibi öksüz<br />
ve yetim olan en yakın arkadaşı Ali ile<br />
birlikte zaptiye olarak görev yapmaktadır.<br />
Kadı Gıyasettin ise, Simavnalı<br />
Bedrettin’in soyundan gelen bir aileye<br />
mensup, küçük yaşlardan itibaren<br />
Şam, Buhara, Kahire ve Konya’da eğitim<br />
görmüş bir kadıdır. Kalender ve soğukkanlı<br />
bir yapısı vardır. Damıtılmış<br />
bilgeliğini her sahnede bize gösterir.<br />
Ayrıca sarayda şehzadelere eğitim vermiştir.<br />
Sultan ile hoca- öğrenci ilişkisi<br />
vardır. Olaylar Mustafa ve Ali’ye kurulan<br />
bir komplo ile başlar.<br />
Vizyon 41
söyleşi<br />
Aynur ÇELİKCAN aynur.celikcan@trt.net.tr<br />
“Filinta çığır açtı”<br />
dev prodüksiyonlu yapımlara<br />
imza attığı bugünlerde, “Diriliş” ve<br />
TRT’nin<br />
“Filinta” seyirciyi ekrana kilitledi<br />
adeta. Bu dizilerin dünya çapında seyirci bulacağı kuşkusuz.<br />
Onlarca kanalda, yüzlerce dizinin yayınlandığı sırada, Filinta<br />
Mustafa ve Ertuğrul Gazi karakterlerinin etrafında dönen<br />
bu dönem dizilerinin, neden seyirciyi aynı saatte, aynı ekrana<br />
bağladığını merak ettik ve “Filinta” dizisinin İzmit’teki<br />
devasa setine gidip, usta Yönetmen Kudret Sabancı’ya bunun<br />
sebeplerini sorduk.<br />
Filinta’nın bol aksiyonlu ve gizemlerle dolu öyküsünün<br />
geçtiği dönemi nasıl özetlersiniz?<br />
Bu hikâyenin yapısı kendiliğinden oluştu aslında. O<br />
dönemde dünyaya baktığımız zaman; Fransız devrimi olalı<br />
60-70 sene olmuş. Krallar olmadan da yaşanabileceği fikri<br />
yayılmaya başlıyor. Üretim ilişkileri değişiyor. Var olan feodal<br />
yapı kapitalist yapıya dönüşüyor. Sanayi Devrimi’yle beraber<br />
sermaye el değiştirmiş. Toprak sahipleri yönetime el koymak<br />
istiyor. Yakın dönemde Amerika’nın İngiltere’ye karşı verdiği<br />
bağımsızlık savaşı var. İspanya, İngiltere, Rusya, Osmanlı gibi<br />
“<br />
Burası tek dizi için yapılmış<br />
dünyadaki en büyük<br />
plato. 55 bin metrekarelik<br />
kullandığımız alan<br />
var burada. Film için<br />
gerekli her şeyi burada<br />
üretiyoruz. Hızlı hareket<br />
edebiliyoruz. Setlerimiz<br />
hızla dönüşebiliyor. Hastane<br />
alanını işimiz bittiğinde hızlı<br />
bir şekilde otele veya bir ofise<br />
dönüştürebiliyoruz.<br />
“<br />
42 Vizyon
emperyal imparatorluklar var. Bunlar çok uluslu, çok ırklı,<br />
çok dinli devletler ve zamanla içlerinde milli kimlikler ortaya<br />
çıkmaya başlıyor. Diğer yandan bilimsel alandaki çalışmalar<br />
hızlanmış. Buharın ekonomiye girmesi söz konusu. Devlet<br />
yapıları değişiyor, devletlerarası ilişkiler farklılaşıyor. Teknoloji<br />
askeri alana yansımış, savaş teknikleri değişiyor. Önce Balkan<br />
savaşı sonra 1. Dünya Savaşı’na gidilen dönemin başındayız<br />
biz. 19. yüzyılın ikinci yarısı.<br />
Osmanlı döneminin de hareketli olduğu bir dönem,<br />
değil mi?<br />
Bizde de hemen bizim ele aldığımız dönemin 20-30<br />
sene öncesinden II. Mahmut dönemiyle birlikte başlayan<br />
değişiklikler var. Yani Osmanlı Devleti’nin şekil değiştirmeye<br />
başladığı dönemler. Devlet yapısı değişirken askeri okullar,<br />
tıbbiyeler, üniversiteler kuruluyor. Para birimi değişiyor.<br />
Bizim konumuz olan adalet sistemi değişiyor, yani şer’i<br />
mahkemeler hukuk mahkemelerine dönüşmeye başlıyor.<br />
Tam bizim dönemimizde de Tanzimat Fermanı var, çok<br />
önemli. Tanzimat döneminde, padişah diyor ki, “Artık<br />
benim tebaam değilsiniz, vatandaşımsınız”. Bu çok önemli<br />
Osmanlı’da. Bundan sonra askeri, ticari ilişkiler değişiyor<br />
ve biz bu gidişe ayak uyduramaz hale geliyoruz. Yenileşme,<br />
ıslahat, Tanzimat hareketlerinin altında çağı yakalama<br />
çabası var. Savaşlar yapılıyor, müttefikler değişmeye başlıyor.<br />
Diğer yandan Osmanlı’da ekonomiyi tek merkezde toplama<br />
çabaları var. Ve tabii ki bunların olmasını istemeyen başka<br />
güçler de var. Devletlerarası savaşlar artık askeri olmaktan<br />
çıkmış, ekonomik işgal başlıyor. Bizim dönemimiz tam bu<br />
dönem. Dolayısıyla çok eğlenceli sinemasal olarak. Çok aktif<br />
bir dönem.<br />
Dizide bunların yansımalarını görüyoruz sanırız;<br />
entrikalar, gizemli ilişkiler, sırlar…<br />
Az önce bahsettiğim şeyler, aslında bugünkü yapının<br />
kurulmaya başladığı dönem, o dönemi ne kadar iyi anlarsak<br />
bu dönemi de o kadar iyi anlarız. Mesela dizide geçen o<br />
dönemdeki petrol paylaşımını anladığımız zaman bugünü<br />
de anlamış olacağız. Bugüne kadar benzer şeyler yapıldı<br />
ama yukarıdan anlatıldı hep. İşte “O padişah bu sadrazama<br />
bunu yaptı” gibi çok da halkın anlayamayacağı, bu ilişkiler<br />
bütününü çok da kavrayamayacağı şekilde anlatıldı. Biz<br />
“Filinta”da sokaktan anlatıyoruz bütün bunları. Otto diye<br />
bir adam geliyor mesela, sağı solu bombalıyor, Bizans’ın<br />
tünellerine kadar giden bir sırlar silsilesi var burada. İstanbul<br />
aynı zamanda gizemli bir şehir, sırlı. Otto, padişahı öldürmeye<br />
gelmiş sanılıyor ama aslında Yunanlıları havaya uçuracak ve<br />
buradan da bir Balkan savaşına sebep olmaya çalışacak.<br />
Sinemayı ayakta tutanlar televizyondan<br />
yetişmiş<br />
Televizyon ve sinema sektöründe şöyle bir şey var.<br />
Mesela dünyanın en iyi sinemasına bakalım, Alman<br />
sinemasını ayakta tutanlar, aslında televizyondan<br />
yetişmiş bir ekip. Fassbinder bile televizyondan gelme.<br />
İspanya’da da aynı şekilde. Bizde de bu gerçekleşecek.<br />
Yani televizyon dizilerinin standardının yükselmesi<br />
sinemayı da yükseltecek. Bu da şunu getirecek; şu anda<br />
bile dünyanın üçte ikisinde star olan oyuncularımız var.<br />
Mesela Kıvanç, Halit, Bergüzar gibi bir dolu starımız<br />
var. Bu şunun önünü açacak bir süre sonra, biz de kendi<br />
kültürümüzü, ekonomimizi dünyaya tanıtacağız.<br />
büyük ve en önemli limanı; bütün dünyanın mallarının<br />
toplanıp dağıldığı ve tekrar toplandığı bir liman. Ayrıca para<br />
da burada el değiştiriyor.<br />
Platonuz da çok enteresan; “Filinta” ekibi çok şanslı.<br />
Burası tek dizi için yapılmış dünyadaki en büyük plato.<br />
55 bin metrekarelik kullandığımız alan var burada. Film<br />
için gerekli her şeyi burada üretiyoruz. Hızlı hareket<br />
edebiliyoruz. Setlerimiz hızla dönüşebiliyor. Hastane<br />
alanını işimiz bittiğinde hızlı bir şekilde otele veya bir ofise<br />
dönüştürebiliyoruz. Sokaklarımız var burada mesela. Şu<br />
anda limanı görüyoruz, Pera’yı, Üsküdar’ı görüyoruz, bütün<br />
İstanbul’u yaşıyoruz burada. Mekân sayısını arttırabiliyoruz.<br />
Yedinci bölüm için söyleyeyim, tam 55 tane mekân var. Bir<br />
sonraki bölümde bunların pek çoğunu değiştireceğiz. Bu<br />
platonun kolaylığı bu.<br />
Ekrana yansımayan zorluklar, sıkıntılar da vardır<br />
mutlaka.<br />
Temel sıkıntımız şuydu aslında; yönetmenler, oyuncular<br />
ve teknik elemanlar böyle bir dizinin çekilemeyeceği<br />
inancındaydı. Hâlbuki çekilebilirmiş işte, gördük. Mesela<br />
dünyada en çok seyredilen dizilerden “Game of Thrones”<br />
hangi kameralarla, hangi teknik malzemelerle çekiliyorsa<br />
Osmanlı’nın sokaklarından döneme, saraya ve ilişkilere<br />
bir bakış yani.<br />
Evet. Biz bütün olayları sokaktan görüyoruz dizide.<br />
Bombadan, kilisedeki bir rahipten, bir zabitten, bir<br />
hahambaşının üzerinden anlatıyoruz hikâyemizi. Mesela<br />
şimdi Karaköy limanında oturuyoruz. Londra, Paris, İstanbul<br />
o dönemin en önemli üç şehri. Daha New York yok o<br />
dönemde; ne Atina var, ne günümüzün limanları. Dünyanın<br />
kalbi İstanbul o dönemde. Karaköy limanı dünyanın en<br />
Vizyon 43
Annemin sinemada sancısı başlamış<br />
Babaannemle aynı evde yaşardık. Babaannemin<br />
okuması yazması yoktu ama tam bir sinema delisiydi.<br />
Rumeli göçmeniydi. O zamanlar yazlık sinemalara<br />
gidilirdi. Annem bana hamileyken sürekli sinemalara<br />
götürürmüş. Hatta bana sinemada sancılanmış.<br />
Babaannem tabii gözünü ayıramıyormuş perdeden,<br />
anneme “Dayan biraz bitsin öyle gideriz” diyormuş.<br />
Annem kötü adamlar çıktığında onlara benzemeyeyim<br />
diye gözünü yumarmış, Ayhan Işık falan çıkınca da<br />
benzesin diye bakarmış. Babaannem okuma bilmeden<br />
çizgi roman okurdu. Çizimlerden hikâye çıkarırdı, ben<br />
de dizine yatar dinlerdim. Okumayı öğrenince bu defa<br />
ben babaanneme okumaya başlamıştım. O zaman çizgi<br />
romanlara cep sineması derdik.<br />
bizde de bire bir aynıları var artık. Dünyada hangi malzeme<br />
kullanılıyorsa biz de onları kullanıyoruz. Ama koşullarımız<br />
hâlâ eşitlenmedi bizim. Onlar yılda en çok yılda 12-22 bölüm<br />
ve 40 dakika çekiyorlar. Biz yaklaşık iki saatlik bölümleri altı<br />
günde çekmek zorundayız ve yılda da 39-40 bölüm çekiyoruz.<br />
Neticede biz eşit olmayan bu koşullarla bu işin altından<br />
kalkabiliyoruz.<br />
Sektörün sorunlarına değinmek ister misiniz?<br />
Yayın sürelerinin çok uzun sürmesi sorunu çözülebilmeli<br />
artık. Bir ara 150 dakikalara bile çıktı bu süre. Biz “Filinta”yı<br />
90 dakikaya yakın çekiyoruz. Bunun standardı 42 ila 60<br />
dakika dünyada. Eskiden böyleydi. Her hafta bir sinema filmi<br />
performansı ve sinema filmi kalitesinde olması bekleniyor.<br />
Ama ne o kadar bütçe ayrılıyor, ne de zaman. O kadar<br />
prodüksiyon da olmuyor elimizde. Bir de o olanaklarla<br />
çalışılmış işlerle karşılaştırılıyor. Bunu körükleyen de<br />
kanalların kendileri oluyor. Bir kuşak daha reklam alabilmek<br />
için yapıyorlar. Hâlbuki bunun çözümü, içerden reklam almak<br />
yerine filmi yurtdışına satabilmektir. Daha diziyi çekmeden<br />
yurtdışına satıyorlar artık, örnekleri var.<br />
Diziye katkıda bulunan yabancı uzmanlar ne düşünüyor<br />
dizi hakkında?<br />
Batılı meslektaşlarımızla zaman zaman bir araya geliyoruz,<br />
konuşuyoruz. Onlar günümüzde geçen ve normal bir<br />
melodram dizisini altı günde çekebilmemize inanamıyorlardı.<br />
Bu mucizeyi ikiye katlamış olduk “Filinta” ve “Diriliş”le.<br />
İzleyicide de bu algı vardı, biz yapamayız, bizde olmaz gibi.<br />
Hayır, biz bunun daha iyisini de yapabiliriz; çok yetenekli<br />
oyuncular, senaristler, müzisyenler var bu ülkede. Ben şunu<br />
iddia ediyorum, eşit koşullar verilse, “Game of Thrones”tan<br />
da, “Sherlock Holmes”tan da daha iyilerini yapabiliriz. Bunu<br />
yapabileceğimizi görüyoruz. Şu anda bir mucizeye tanıklık<br />
ediyoruz aslında “Filinta” ve “Diriliş”le.<br />
Nasıl bir mucize bu?<br />
Bizde dizi sektörü başlayalı yirmi yıl kadar oldu. O<br />
dönemde, basit hikâyeleri olan, bazı manken ve şarkıcıların<br />
oynadığı kötü yapımlar vardı. Sonra “İkinci Bahar” diye bir<br />
dizi yaptılar ve bize tiyatro oyuncularıyla dizi yapıldığı zaman<br />
ortaya bambaşka şeyler çıktığını gösterdiler. İşte tam burada<br />
bir sıçrama yaptı dizi sektörü. Bir anda çıta yükseldi. Sektörel<br />
anlamda bir başka sıçrama da “Asmalı Konak” ve “Binbir Gece”<br />
ile günümüze geldi.<br />
“Filinta” ve “Diriliş”le yeni bir sıçrama mı gerçekleşecek,<br />
neyin altını çizeceksiniz burada?<br />
Büyük prodüksiyonlu dev dizilerin sıçramasını yapıyor<br />
Türkiye. Bu dizilerle sektörel olarak Batı’yla her anlamda<br />
boy ölçüşecek kaliteli diziler üretiyoruz. Aynı aksiyonu<br />
gerçekleştirebildiğimiz, aynı prodüksiyonu, aynı senaryoları<br />
kullandığımız diziler dönemi başlıyor artık. “Biz bunu yapabilir<br />
miyiz?” diye korkmadığımız bir döneme giriyoruz. Emin olun ki<br />
şu anda Türkiye’de kaç tane yapımcı, kanal varsa hepsi “Diriliş”<br />
gibi, “Filinta” gibi işler bakıyorlar, kendi aralarında konuşuyorlar.<br />
Yakında daha iyileri gelecek, bu kaçınılmaz. Bu arada biz bu<br />
kapıyı açıp göstermiş olduk bu iki diziyle. Kapı açıldıktan sonra<br />
daha da iyileri yapılacak, ilerde başka sıçramalar da olacak.<br />
Zaten biz şu ana kadarki birikimle dünyaya kafa tutar duruma<br />
gelmiştik dizi sektörümüzde. Yavaş yavaş da ele geçirmeye doğru<br />
gidiyoruz.<br />
Bu devasa sektörde Türkiye’ye de dünyanın kapıları açılıyor<br />
diyorsunuz yani.<br />
Açıldı zaten. Geçen aradılar beni “Binbir Gece” Arjantin’de<br />
yayınlanıyormuş. Yugoslavya da aynı şeyi yaptı. Bulgaristan,<br />
Türkistan, Rusya’da orda burada dizilerimiz pazarın içinde artık.<br />
Türkiye’nin ekonomisinin dış gelir kalemine baktığınızda, dizi<br />
sektörü şu anda ikinci, üçüncü kalem oldu dış gelirde. Bu daha<br />
da büyüyecek.<br />
Bu büyüme sete, çalışanlara nasıl yansıyor? Şartları<br />
düzeltiyor mu bari?<br />
Şartları düzeltmiyor ama o da olacak. Kademe kademe olacak<br />
şeyler bunlar. Çünkü yüz seneden fazla sinema yapılıyor bu ülkede<br />
ama sinema sektörü olan bir ülke değildik. Bir Hollywood’umuz<br />
bir, Cinecita’mız yoktu tabii. Şimdi kaçınılmaz olarak ciddi bir<br />
sektöre doğru gidiyoruz artık. Bakın burada dünyanın yatırımı<br />
yapıldı, bu plato kalacak bu diziden sonra. Esas yatırım o kısımda.<br />
Küçük bir dönüşümle Pera kısmında günümüz Beyoğlu’su da<br />
çekilebilir orada artık. Bu kostümler kalacak. Sektör olduğu için<br />
başka insanlar kullanacak bunu ve daha ucuza mal edecekler.<br />
Üstelik bizim önümüzde “Filinta” gibi, “Diriliş” gibi bir örnek<br />
yoktu, şimdi o da var. Bizim yaptığımız hataları yapmayacaklar,<br />
bizim geçtiğimiz dolambaçlı yollardan geçmeyecekler. Birikim<br />
de oluşuyor aynı zamanda.<br />
Eski dizi ve filmlerde dövüş sahneleri çok komik olurdu.<br />
Şimdi hayranlıkla izliyoruz.<br />
Görüyorsunuz işte bizim dövüş sahnelerini, “Diriliş”teki<br />
kılıç sahnelerini, çok başarılı. Herkes eğitim aldı, bu işi<br />
bilenlerle çalıştık. Teknik ve bilgisayar girdi işin içine. Aksiyon<br />
tasarımcımız Dusan Hyska’nın bizden önceki işi “Örümcek<br />
Adam 2” idi mesela. “Er Ryan’ı Kurtarmak”, “Titanik” gibi<br />
dünyadaki dev prodüksiyonlu işlerini yapan uzmanlarla<br />
çalışıyoruz artık. Oyuncular teknikleri, durmayı kalkmayı<br />
ustalarından öğreniyorlar. Bu büyük bir sıçrayış bu sektör için.<br />
Çok yakından ortak yapımlara doğru gideceğiz. Çünkü şu anda<br />
bu ülkede 150 tane set var. Bu muazzam bir birikim demektir.<br />
Bu işte çok pratikleştik, hızlı hareket edebiliyoruz ve biz de<br />
uzman ekiplere pek çok şey öğretiyoruz aslında.<br />
44 Vizyon
“Dünyada en çok<br />
seyredilen dizilerden<br />
“Game of Thrones” hangi<br />
kameralarla, hangi teknik<br />
malzemelerle çekiliyorsa<br />
bizde de bire bir aynıları<br />
var artık. Dünyada hangi<br />
malzeme kullanılıyorsa<br />
biz de onları kullanıyoruz.<br />
Ama koşullarımız hâlâ<br />
eşitlenmedi bizim.”<br />
Fotoğraflar: Veli Çetinkaya<br />
Bu kadar dizi çekilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />
Bizim çok güzel bir seyircimiz var. Aynı zamanda<br />
profesyonel ve seçici. Yüzlerce dizi izlediği için bir dizi<br />
kültürü, bir algı, birikim oluştu ve artık seyirci tepkisini çok<br />
net koyuyor ve seçiyor. İzleyici bu anlamda yapımcıların daha<br />
önünde çünkü onlar dünyayı da takip ediyorlar. Sektörü de<br />
bu anlamda izleyici yönlendiriyor.<br />
Özel kanalların başka kriterleri de var değil mi?<br />
Tabii. Bunlar ticari birer şirket ve yayınlarını yapıyorlar,<br />
reklam olarak satıyorlar, parasını da buradan alıyorlar. Kanal<br />
yöneticisi aslında bir şirketin yöneticisi demek. Yirmi tane<br />
dizi başlatıyor o sene diyelim. Bir dizisi ya tutuyor ya tutmuyor<br />
o kadar diziden ve bu yönetici görevde kalmaya devam<br />
ediyor. Başka bir şirketin yöneticisi olsanız, yirmi tane proje<br />
başlatsanız ve batırsanız sizi bir daha kapısından geçirirler<br />
mi? Televizyonda nasıl tutuyorlar peki? Neye göre seçiyorlar<br />
dizileri? Demek ki yanlış yapıyorlar bir yerlerde. Ben hiçbir<br />
özel kanalda bir drama kurulu, bir dramaturg olduğunu<br />
bilmiyorum. Hâlbuki bizim sinema, senaryo okullarımız var,<br />
niye bunlardan yararlanılmıyor? Üniversitelerdeki akademik<br />
birikimi işbirliği yaparak değerlendirmek zorundayız.<br />
Dizi başlıyor ve üç bölüm sonra yayından kaldırılıyor,<br />
buna ne dersiniz?<br />
Çünkü baştan yanlış başlatıyorlar. Seyirci daha akıllı<br />
olduğundan kabullenmiyor ve tutmuyor. Oysa yirmi dizi<br />
başlatıyorsa 18’inin tutması lazım. Bu yapının kurulması<br />
gerekiyor. Yöneticiler hala bunun farkında değil ama seyirci<br />
buna zorluyor işte. Dramaturglarla, üniversitelerle işbirliği<br />
yapıldığı zaman bizim sektörümüzü kimse tutamayacak.<br />
Yapacak çok şey var.<br />
Sizin yönetmen olarak çekmeyi hayal ettiğiniz bir<br />
film, dizi var mı?<br />
Var tabii. 1912 Balkan savaşıyla başlayan, 1922’de Büyük<br />
Taarruz’la biten dönemini anlatan bir projem var. Osmanlı<br />
döneminin bittiği, bitirildiği ve yeni bir yapının kurulduğu<br />
bir dönem. Bizim anlatacak çok şeyimizin olduğu bir<br />
dönem. Mesela Ermeni katliamıyla suçlanıyoruz, başka<br />
şeylerle suçlanıyoruz. Gerçekleri anlatacak bir proje.<br />
Koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nun batma sebebi üç<br />
kişi. Enver Paşa dediğiniz bizim ulusal kahramanımız.<br />
Bilmek gerekiyor, Enver Paşa kim, İttihat Terakki ne, Jön<br />
Türkler ne yapıyorlar? Abdülhamit 32 yıl iktidarda kalmış,<br />
Han diyenler de var Kızıl Sultan diyenler de… Hangisi<br />
peki, bunları dizilerle öğretmek lazım.<br />
Geçmişimiz çok zengin, malzeme bol. Filinta Mustafa<br />
da sıradan bir Osmanlı zabiti bakacak olursak. Ama<br />
odaklanınca o da bir adsız kahraman.<br />
Evet, mesela dizideki Foto Abdullah karakteri çılgın<br />
bir mucit ama karikatürize bir tip değil. Türk-İslam<br />
geleneğinde matematik ve mekanik bilimini kullanan<br />
adamlar vardır. Mesela El-Cezeri 1200’lü yıllarda robot<br />
yapmıştır. Taküyiddin; Osmanlı Türkü hezârfen, gök<br />
bilimci, mühendis ve matematikçidir. Foto Abdullah da bu<br />
geleneğin devamı. Tarihimiz Osmanlı’da başlayıp bitmiyor.<br />
5 bin senelik bir tarihimiz var. Cumhurbaşkanlığı forsunda<br />
bulunan 16 yıldızı düşünün. Bizim de öğretmemiz<br />
gerekiyor artık bu ülkenin sinemacıları, televizyoncuları<br />
olarak. Bunları anlatmak vatan borcudur. “Diriliş”i<br />
yapanların da farklı düşündüğünü zannetmiyorum.<br />
Sohbetlerimizde bunu gördük.<br />
Vizyon 45
tarih Öztürk Miraç SARAL ozturkmirac.saral@trt.net.tr<br />
İstanbul’un sığınağı<br />
Tünel<br />
180 bin altın lira<br />
harcanan Tünel,<br />
o yıl Kurban<br />
Bayramı’nın ilk<br />
gününe denk<br />
gelen 14 Ocak<br />
1875 tarihinde<br />
davullarlazurnalarla<br />
açılır<br />
ve 15 Ocak’ta hizmet<br />
vermeye başlar.<br />
Tünel’de ilk<br />
kullanılan trenler,<br />
basitçe birbirlerine<br />
bağlı halatların<br />
çektiği iki ayrı<br />
vagondan ibarettir.<br />
46 Vizyon
Her şeyden öte ve her şeyden gayrı İstanbul<br />
büyük bir resimden ibarettir aslında. Yüzlerce<br />
farklı desenden yaratılmış; zarif, görkemli<br />
ve özgün…3 bin yıl önce başlanan, asırlar<br />
boyunca çizilen ve boyamasına bugün de devam edilen bu<br />
tablonun her bir parçası kendine has ve her bir rengi çok<br />
özel.<br />
Tünel de, İstanbul tablosunun en güzel renklerinden bir<br />
tanesi… Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında bir<br />
hayalle doğan “kısacık” ancak dünyaları birbirine bağlayan<br />
kocaman bir rota.<br />
Gereksiz bir uğraş: Metro<br />
Metro, şehir içi ulaşımda kullanılan ve çoğunlukla<br />
yerin altından giden hızlı trenlerin genel adı. Tüneller de<br />
doğal olarak bu trenlerin gitmesi için açılan uzun yer altı<br />
yolları. Metro sistemlerinin amacı kâğıt üstünde büyük<br />
şehirlerdeki trafiğin azaltılmasına yardımcı olmak. Üstelik<br />
bunda da çok başarılılar; Londra Metrosu geçen yıl 1<br />
milyardan fazla yolcu taşıdı.<br />
Otomobilleri hayatlarımıza sokan Henry Ford’un<br />
meşhur bir vecizesidir: “İnsanlara ne istediğini sorsaydım<br />
araba değil, daha hızlı atlar isterlerdi”. Metro fikrinin<br />
doğuşu ve gerçekleşmesi de akıllara bu cümleyi getiriyor.<br />
Çünkü ilk metro Londra’da 10 Ocak 1863 günü saat 06.00<br />
da hizmete girdi ve ilginç olan şuydu ki o tarihte bırakın<br />
trafiği doğru düzgün otomobil bile yoktu.<br />
Peki, neden yüz binlerce sterlin harcanarak Londra’nın<br />
altında delikler açıldı? Daha sonra açıklanan askeri<br />
belgelerden anlaşıldığına göre, bu tünel açma sevdası sadece<br />
yolcu taşıma amacından değil, büyük bir savaş durumunda<br />
sığınak sağlayabilmek amacından kaynaklanmış. Bugüne<br />
kadar açılmış her metro istasyonu aynı zamanda bir<br />
savaş durumunda insanların sığınacağı ilk yer olarak da<br />
planlanmış.<br />
Bir yokuştan çıkan fikir<br />
Beyoğlu ile Karaköy’ü bağlayan Tünel, Londra’dan sonra
Yaşam tünelleri<br />
Tüneller dünyada sadece istikametleri birleştirmiyor,<br />
yaşama tutunmayı da sağlıyor. Bosna Savaşı’nda tam<br />
3 yıl boyunca kuşatma altında kalan Saraybosna’ya<br />
yapılan yardımların taşıyıcısı olan Saraybosna tüneli<br />
“Bilge Kral” lakaplı Aliya İzzetbegoviç’in fikriydi.<br />
Saraybosna Havaalanı ile Dobrinya Mahallesi’ndeki<br />
iki katlı ev arasındaki 800 metrelik tünel, 4 yıllık savaş<br />
boyunca Boşnakların adeta can damarı olarak, belki de<br />
bir ulusun tarihini değiştirdi.<br />
İsrail ablukası altındaki Gazze’ye gıda ve ilaç<br />
sağlayan Gazze Tünelleri’nin hikâyesi ise bugün de<br />
devam ediyor.<br />
dünyanın en eski yer altı yolu; bunu artık çoğumuz<br />
biliyoruz. Tünel’in doğuşu ise bizi 19. yüzyılın son<br />
demindeki İstanbul’a ve ilginç bir hikâyeye götürüyor.<br />
1867 yılının Mayıs ayında İstanbul’a genç bir Fransız<br />
mühendis ayak basar. Eugene Henri Gavand adındaki<br />
bu mühendis günler boyunca Beyoğlu’yu gezip durur.<br />
Galata ile Pera arasındaki yegâne ulaşım yolu “Yüksek<br />
Kaldırım” denilen dik bir yoldur. Bu yoldan her gün<br />
binlerce kişi atla ya da yürüyerek kan ter içinde kalarak<br />
geçiyordur. Bunu gören Gavand’ın aklına dâhiyane bir<br />
fikir gelir: Galata-Pera arasında bir tünel açmak ve<br />
burada kısa bir tren çalıştırmak.<br />
Reddedilen proje<br />
Gavand’ın fikri sadece Şehr-i İstanbul’un iyiliği<br />
için değildir elbette, aklında para kazanmak da vardır.<br />
Teknik çizimlerini bitiren Mühendis projeyi önce<br />
Fransız Hükümeti’ne sunar ama istediği para “külfetli”<br />
geldiğinden reddedilir. Ardından yardımına Londra<br />
Metrosu’nu da yapan İngiliz Hükümeti’nin Demiryolu<br />
Şirketi koşar ve kendisi 250 bin sterlinlik bir destekle<br />
şirketin hissedarı yapılır.<br />
Gavand’ın İngiltere destekli Tünel Projesi, 20<br />
Temmuz 1868’de Bab-ı Ali’ye sunulur. Proje bu sefer de<br />
maddi imkânsızlıklar yüzünden değil, mühendise olan<br />
güvensizlikten kabul edilmez. Ancak Gavand’ın pes<br />
etmeye pek niyeti yoktur. Bir yıl sonra, bu sefer Sultan<br />
Abdulaziz’le görüşmeyi başaran Fransız mühendisin<br />
yenilenmiş projesi kabul edilir ve proje dönemin<br />
Bayındırlık Bakanlığı’na intikal ettirilerek bir ferman<br />
yayınlanır.<br />
İnşaat başlar<br />
Yapılan anlaşmaya göre Gavand ve şirketi hem<br />
Tünel’in, hem de tren yolunun yapım maliyetini<br />
üstlenecek, çevre yolları tanzim edecek, Tünel’i 42<br />
yıllığına işletmeye hak kazanacak ve her yıl toplam<br />
kârının yüzde 1,5’ini devlet hazinesine vergi olarak<br />
verecektir.<br />
573 metre uzunluğundaki tünel inşaatına 30 Haziran<br />
1871’de başlanır. Projeyi yapan mühendis kurulu arasında<br />
Türk mühendis Süleyman Bey de vardır. Mekanik kazı<br />
araçları olmadığından yüzlerce işçi çalıştırılırken, çıkan<br />
hafriyat ise Tepebaşı’na ve Karaköy Meydanı’na yığılır.<br />
Tünel’in açılışı ve ilk yankılar<br />
180 bin altın lira harcanan Tünel, o yıl Kurban<br />
Bayramı’nın ilk gününe denk gelen 14 Ocak 1875<br />
tarihinde davullarla-zurnalarla açılır ve 15 Ocak’ta<br />
hizmet vermeye başlar.<br />
Tünel’de ilk kullanılan trenler, basitçe birbirlerine<br />
bağlı halatların çektiği iki ayrı vagondan ibarettir. 150<br />
beygir gücündeki iki vagon aynı zamanda birbirlerini<br />
hem çekip, hem de itiyordur. Böylelikle biri yukarı<br />
çıkarken diğeri aşağıya iniyor ve tünelin tam ortasında<br />
karşılaşıyorlardır.<br />
Tünel, Osmanlı vatandaşlarının hayatını çok<br />
kolaylaştırsa da aslında ilk aylarda çok da ilgi görmez.<br />
Çünkü kandillerle aydınlatılan vagonlar çok dar ve<br />
havasızdır. Üstelik küçükbaş-büyükbaş hayvanlar için<br />
de yer yoktur. Bu nedenle şirket ek bir vagonla hayvan<br />
ve araba taşımaya başlar.<br />
Tünel’deki ilk kaza açıldıktan 7 ay sonra gerçekleşir ve<br />
1950’lere kadar kazalar ara ara devam eder. Tek ölümlü<br />
kazanın gerçekleştiği 1943 yılında ise bir kontrol<br />
memuru hayatını kaybeder.<br />
Tünel’in açılması Beyoğlu-Galata arasındaki<br />
ekonomik yerleşimi de etkiler. Gavand’ın kendi<br />
günlüklerinde anlattığına göre Tünel’den sonra<br />
günümüzde dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayacak<br />
şöyle kozmopolit bir yapı meydana gelir. Alman fırıncı<br />
Benditsch, İtalyan erkek berberi Alberti, İranlı Halıcı<br />
Behar, Musevi Kitapçı Rosemann, Ermeni Doktor<br />
Minerdijian, Lokantacı Hacı Abdullah Efendi ve<br />
niceleri.<br />
“Üç kuruşluk” adamlar<br />
I. Dünya Savaşı ve sonrasındaki işgal günlerinde de<br />
Tünel’in işletmesi Fransızların elindedir. Galip tarafta<br />
olmanın kudretiyle Tünel’i kullanmanın ücretini<br />
Fransızlar için 3 kuruş, bilhassa Müslüman vatandaşlar<br />
48 Vizyon
içinse 5 kuruşa çıkartırlar.<br />
Kendi vatanlarında parya muamelesi gören Türk<br />
öğrencilerin başlattığı gösteriler kısa sürede alevlenir<br />
ve tüm İstanbul’da büyük bir etki yaratır. Bugün<br />
kullandığımız “3 kuruşluk insan” türü sıfatların<br />
kökeninde biraz da Türk öğrencilerin bu soylu isyanları<br />
vardır aslında.<br />
vagonlarının kendisine meşhur “köhne” kokusuyla<br />
1,5 dakikada insanları Beyoğlu’ndan alıp, Beyoğlu’na<br />
bırakmaya devam ediyor.<br />
Dergiyi elinizde tuttuğunuzda 140. yılını kutlayacak<br />
Tünel, görevini sessizce yapmaya devam ederken,<br />
İstanbul büyüyecek, değişecek, kalabalıklaşacak ancak<br />
bu tünel hep baki kalacak…<br />
Tünel’in bugünü<br />
Cumhuriyetin ilanından sonra millileştirilen Tünel,<br />
1971’de büyük bir yenilemeye girdiği günden beri<br />
kullanılmaya devam ediliyor. Duvarlarındaki çinileri,<br />
Tünel, Osmanlı vatandaşlarının hayatını çok kolaylaştırsa da aslında ilk aylarda<br />
çok da ilgi görmez. Çünkü kandillerle aydınlatılan vagonlar çok dar ve havasızdır.<br />
Üstelik küçükbaş- büyükbaş hayvanlar için de yer yoktur. Bu nedenle şirket ek bir<br />
vagonla hayvan ve araba taşımaya başlar.<br />
Vizyon 49
insan Didem ŞAHSUVAROĞLU didem.sahsuvaroglu@trt.net.tr<br />
Ustaların sadâsı, Sürmeli’nin nidâsı<br />
Nida Tüfekçi<br />
Nida Tüfekçi (sağdan ikinci) sanatçı arkadaşlarıyla<br />
“Kırmızı ışıklar yanıp da<br />
Muzaffer Sarısözen Hoca<br />
mikrofonda ismimi söyleyince<br />
kalbim duracakmış gibi<br />
oldu. Nefes alamadım. Ağır<br />
ağır çalmaya başladım. O<br />
sırada gözüme ilişen tek yer<br />
mikrofonun içi idi. Sanki milyonlarca<br />
insan bana bakıyormuş<br />
gibi geldi, titredim. Bu<br />
titreyişi sazımın tellerinde<br />
hissettim.”<br />
1929’da Yozgat’ın Akdağmağdeni İlçesi’nde<br />
dünyaya geldi. Müzik hayatı -belki dedoğduğu<br />
gün, “Nida” adını almasıyla başladı.<br />
Müziğin okulunun, notasının olmadığı,<br />
sazın ustadan öğrenildiği yılların çocuğuydu<br />
Mehmet Nida. İlk ustası olan babası Hamdi Tüfekçi<br />
bağlamayı eline verdiği çocukluk günlerini şu<br />
sözlerle yâd eder:<br />
“7-8 yaşlarındaydım her halde. Sazla benim<br />
boyumu ölçtüklerinde saz bir buçuk karış uzun<br />
gelirdi benden. Sazın sapına kolum yetişmezdi de<br />
teknesini bir duvara dayayıp öyle çalmaya çalışırdım.”<br />
Sazı kendinden, yeteneği sazından büyük Mehmet<br />
Nida, sahne tozunu ilk kez ilkokul müsamerelerinde<br />
yuttu. Eğitim hayatı devam ederken bağlama<br />
ile bağı da kopmadı. Lise çağına geldiğinde<br />
ekonomik sebepler onu, Ankara’daki Maliye Okulu’na<br />
Yozgat Tavrı<br />
Nida Tüfekçi’nin Türk Halk<br />
Müziği’ne ilk getirisi, henüz<br />
amatör bir sanatçıyken kitlelerle<br />
buluşturduğu “Yozgat Tavrı”dır.<br />
Sonradan Nida Tüfekçi adıyla<br />
birlikte anılan bu bağlama tavrı,<br />
Türk müziğindeki birçok unsur<br />
gibi o yıllarda bilinmiyordu. Sözlü<br />
kültürde ustadan çırağa aktarılan<br />
tekniği Nida Tüfekçi de “ben<br />
eğer ona yetişemeseydim, bu tavır<br />
onunla ölecekti” dediği babasından<br />
öğrendi.<br />
yönlendirdi. Maliyecilik yaptığı dönemi “Ekmek parası derdim olmadığı için sazımla daha<br />
içli dışlı oluyordum” diye yorumlar.
“Yurttan Sesler”den dünyaya<br />
Ankara’daki Maliye Okulu yıllarında<br />
hayatına yön verecek kişi ile tanıştı;<br />
Muzaffer Sarısözen… Henüz 18<br />
yaşında, Ankara Radyosu’ndaki,<br />
Yurttan Sesler programına konuk<br />
sanatçı olarak katıldı. İlk sahneye<br />
çıkışını şu sözlerle anlatır:<br />
“Radyonun 1 numaralı stüdyosunda<br />
Muzaffer Sarısözen ekibine dâhil<br />
olarak ilk defa radyoda saz çalarak<br />
okuyacaktım. Orada bir kenara<br />
oturarak beklemeye başladım. Müthiş<br />
surette heyecanlıydım. Kırmızı ışıklar<br />
yanıp da Muzaffer Sarısözen Hoca<br />
mikrofonda ismimi söyleyince kalbim<br />
duracakmış gibi oldu. Nefes alamadım.<br />
Ağır ağır çalmaya başladım. O sırada<br />
gözüme ilişen tek yer mikrofonun<br />
içi idi. Sanki milyonlarca insan bana<br />
bakıyormuş gibi geldi, titredim. Bu<br />
titreyişi sazımın tellerinde hissettim.”<br />
1953’te konukluk sona erdi ve Nida<br />
Tüfekçi, Ankara Radyosu’nun açtığı<br />
sınavı kazanarak saz sanatçısı unvanıyla<br />
Kurum bünyesine dâhil oldu.<br />
Ankara Radyosu yıllarında, hayatına<br />
damga vuracak ikinci isimle tanıştı:<br />
Neriman Altındağ… Çift, gerek<br />
meslekî gerekse özel hayatlarında bir<br />
“ 7-8 yaşlarındaydım her<br />
halde. Sazla benim<br />
boyumu ölçtüklerinde<br />
saz bir buçuk karış uzun<br />
gelirdi benden. Sazın<br />
sapına kolum yetişmezdi<br />
de<br />
teknesini bir duvara<br />
dayayıp öyle çalmaya<br />
çalışırdım.<br />
“<br />
an olsun ayrılmadı. Türk Halk Müziği’nin<br />
gelişmesi ve sanatçı yetiştirme yolunda<br />
yan yana yürüdü.<br />
1959 yılına gelindiğinde Tüfekçi çifti<br />
için İstanbul Radyosu günleri başladı.<br />
Nida Tüfekçi, İstanbul Radyosu’ndaki<br />
çalışmalarına devam ederken öte<br />
yandan musiki cemiyetlerinde ders<br />
verdi. Nida Tüfekçi’nin verdiği derslerle<br />
Türk Halk Müziği, ustayı taklide dayalı<br />
sistemden sıyrılıp kurumsal bir yapıya<br />
sahip oldu. Türkiye’nin bir kuşak halk<br />
müziği sanatçıları bu cemiyetlerde, Nida<br />
Tüfekçi’nin öğrencisi olarak yetişti.<br />
60’lı yıllarda TRT’nin açılışıyla birlikte<br />
TRT müzik dairesinin yapılanmasında<br />
görev aldı. Kurum bünyesinde çeşitli<br />
unvanlarda görev yaparken, eğitici<br />
programlar hazırlayıp sundu.<br />
Halk müziğinin “mektepli” olması<br />
da Nida Tüfekçi eliyle oldu. Usta,<br />
İstanbul Devlet Konservatuvarı Halk<br />
Müziği Bölümü’nün kurucuları arasında<br />
yer aldı. 1976 yılına gelindiğinde<br />
TRT’deki görevinden istifa ederek<br />
konservatuvardaki çalışmalarına<br />
yoğunluk verdi.<br />
Nida Tüfekçi ve karısı Neriman Altındağ Vizyon Tüfekçi 51
Halk müziği davası<br />
“Halk müziği davası” Muzaffer Sarısözen’le başladı. Sarısözen,<br />
öğrencilerine ve çalışma arkadaşlarına hep bu dava ruhunu<br />
aşıladı. 60’larda Muzaffer Sarısözen’in ölümüyle halk müziği<br />
davasında Nida Tüfekçi dönemi başladı. Tüfekçi, Sarısözen<br />
Usta ile çalışmasını ve onun felsefesini kavramış olmasını Halk<br />
müziği açısından bir şans olarak niteler: “Muzaffer Sarısözen’e<br />
yetişemeseydik halk musikisi bugünkü yerinde olmazdı.”<br />
Nida Tüfekçi, Sarısözen’den bayrağı devraldı ve ömrünün<br />
sonuna kadar başarıyla taşıdı. binden fazla parça derleyip<br />
notaya aktardı.<br />
Halk müziği dağarcığı çok genişti. Haklı olarak ona “ayaklı<br />
kütüphane” diyorlardı, ancak onu tanıyanlar “ayaklı arşiv”<br />
demenin daha uygun olacağını söyler. Zira o engin bilgisini<br />
herkesin değil, gerçekten dava insanı olanların kullanımına<br />
sunardı.<br />
“Türk Halk Müziği” dendiğinde akan sular dururdu büyük<br />
usta için. Sanatçı arkadaşlarına sarf ettiği “Hepinizi seviyorum,<br />
ama halk müziğini hepinizden çok seviyorum” sözleri, Türk<br />
müziği söz konusu olduğunda müsamahası olmadığının<br />
deliliydi.<br />
Radyo ve televizyonda eğitici işlevi öne çıkan programlar<br />
yaptı. Eğitici program çalışmaları Türkiye ile sınırlı kalmadı.<br />
Belçika Radyosu’nda da “Bağlama Ailesi” adlı bir program<br />
hazırlayıp sundu.<br />
Ayrıca uluslararası birçok panel ve sempozyumda Türk<br />
Halk Müziği’ni tanıttı. Eşi Neriman Altındağ Tüfekçi ile<br />
beraber hazırladığı “Memleket Türküleri” kitabının yanı sıra<br />
UNESCO’nun “Dünya Müziği Tarihi” adlı kitabın “Türk Halk<br />
Müziği” bölümünü kaleme aldı.<br />
Türkü âşığı<br />
“Ona göre giysilerin en güzeli halk giysisi, yazınların<br />
en güzeli halk edebiyatı, musikinin en güzel halk müziği,<br />
dansların en güzeli halk oyunlarıdır.” diye tanımlar ustayı, kızı<br />
Gamze Tüfekçi Yazıcı… Nida Usta, folkloru yalnız türküye<br />
indirgemez. Müziğiyle, oyunuyla, giyimiyle, edebiyatıyla bütün<br />
olarak kabul eder.<br />
Halk müziğinin sözlü kültürden yazılıya geçmesine verdiği<br />
emeklere rağmen esas öğrenimin sahada olduğuna inanır.<br />
Öğrencilerine “masa başı folklorcusu” olmamalarını öğütler.<br />
“Kitabiyet iyidir, ancak yeterli değildir” der, “Folklorcu için<br />
halkın telakkisi, kitaplarda yazandan önce gelir. Zira halkını<br />
tanımayan, folklorcu olamaz.”<br />
1993’te ölümünden iki yıl önce “devlet sanatçılığı” unvanını<br />
aldı. Türk müziğinin otoritesi, ölümünün ardından “Türk<br />
müziğinin efsanesi” haline geldi.<br />
Çamlığın başında bir ince duman<br />
Gördükçe ağlardı gözü Nida’nın<br />
Ziyayı vurmuşlar yol ortasında<br />
Nasıl dayanırdı özü Nida’nın<br />
Baba oldu türkülerin merdine<br />
Acı çekti bir sürmeli derdine<br />
Şikâyet gelmedi bir gün virdine<br />
İlkbahardı kışı yazı Nida’nın<br />
Bir gün Kırşehir’de, bir gün Banaz’da<br />
Adım adım gezdi, baharda, yazda<br />
Bizi üşütmedi karda, ayazda<br />
Yandıkça büyüdü közü Nida’nın<br />
Türküler Nida’sız, onulmaz hasta<br />
Halaylar üzgündür, bozlaklar yasta<br />
Ankara’da Kayseri’de, Sivas’ta<br />
Hürmetle edilir sözü Nida’nın*<br />
*Bayram Bilge Tokel<br />
Not: Fotoğraflar: (Gürsoy Babaoğlu’nun kişisel arşivinden)<br />
“Hepinizi seviyorum, ama<br />
halk müziğini hepinizden<br />
çok seviyorum.”<br />
52 Vizyon
Vizyon 53
tarih<br />
Raflardan<br />
bilgisayar ekranına<br />
Evimizin en nadide<br />
köşesindeydi bir zamanlar.<br />
Ciltleri zarar görmesin diye<br />
ihtimam gösterdiğimiz,<br />
kütüphanemizde inci gibi dizili<br />
ansiklopedilerimiz. “Ne oldu, artık<br />
ansiklopedi yok mu?” demeyin.<br />
Elbette hâlâ görevlerini icra ediyorlar.<br />
Ancak kalın ve güçlü yapılarına<br />
en son ne zaman başvurduğunuzu<br />
hatırlarsanız geçmiş zaman olur ki<br />
hayali cihan değer. Rafından indirilip<br />
bakılan en önemli bilgi kaynağımız<br />
ansiklopedilerin yerini bugün sosyal<br />
medya ve internet siteleri çaldı. Artık<br />
54 Vizyon<br />
bilgi raflardan bir tık yakında. Doğru<br />
bilgiye ulaşıp ulaşmadığımız ise<br />
muamma. Her ne kadar teknolojinin<br />
sınırsızlığı kaynakları sonsuzlaştırsa<br />
da aslında bugün tozlu cilt kokusunu<br />
ve kuşe kâğıtta kayan elimizin aradığı<br />
bilgiyi özlüyoruz. Sayfaları çevirdikçe<br />
bilgiye ulaşmanın heyecanını arıyor<br />
gözlerimiz. Ağırlığının ne kadar da<br />
önemli bir kaynak dedirttiği, onun<br />
babadan çocuğa evladiyelik saklandığı<br />
zamanları unuttuk. Ancak çok da<br />
uzak değil ödevlerimizi yaparken ya<br />
da yarışma programları izlerken ona<br />
danıştığımız günler.<br />
Bilgi güçtür<br />
İçeriği ne ile ilgili olursa olsun<br />
bilgi gücün yapıtaşı. Bilgiyi edinen ve<br />
doğru yerde kullanabilen kişi ise ipi<br />
göğüslemeye hatta tarihi değiştirmeye<br />
daha yakın. Ansiklopedinin tarihi ve bu<br />
yolda yaptığı görev de yadsınmayacak<br />
kadar önemli. Ansiklopediler, bilginin<br />
yayılması ve sınıflandırılıp her kitleye<br />
ulaşması açısından önemli bir dönüm<br />
noktası. Aslında ilk ansiklopedinin<br />
hangi eser olduğu ve kim tarafından<br />
yazıldığı birçok kaynakta farklı olsa<br />
da, antikçağdan bu yana yazılan her<br />
eser verdikleri bilgi ve şekil açısından
Ela GÜRMAN TEKİN<br />
ela.gurman@trt.net.tr<br />
İçeriği ne ile ilgili<br />
olursa olsun bilgi<br />
gücün yapıtaşı. Bilgiyi<br />
edinen ve doğru yerde<br />
kullanabilen kişi ise<br />
ipi göğüslemeye hatta<br />
tarihi değiştirmeye daha<br />
yakın. Ansiklopedinin<br />
tarihi ve bu yolda yaptığı<br />
görev ise yadsınmayacak<br />
kadar önemli.<br />
Vizyon 55
13. yüzyılın en kayda değer<br />
çalışması Roger Bacon’un<br />
“Opus Majus”u. Gerçekte<br />
ansiklopedik ruh 13. yüzyıl<br />
boyunca canlı. Bu dönem<br />
“Summa”, “Universitas”<br />
ve “Speculum” çarpıcı<br />
başlıklarını kullanan kitaplar<br />
çağı. Aynı ruh, 16.yüzyılın<br />
ortasına kadar devam eder.<br />
ansiklopedilerle bir yerde buluşuyor.<br />
Babil ve Asurluların standart astroloji<br />
ansiklopedisi çalışmasının, Sargon<br />
kütüphanesinde bulunan 70 tabletlik<br />
bir örnekte kendini göstermesi gibi.<br />
Pliny’den İbn’i Sina’ya<br />
Bildiğimiz ansiklopedilerin öncüsü<br />
olarak yaşlı Pliny’in yazdığı “Historia<br />
Naturalis” yani “Doğa Tarihi” sayılabilir.<br />
Pliny’nin çalışması iki ayrı önem taşır.<br />
İlki, içerdiği konularla Rönesans’tan 19.<br />
yüzyıla kadar ilgili konularda yazılan<br />
kitaplara temel ve güvenilir referans<br />
eserlerden biri olarak kabul edilmesi;<br />
ikincisi de konu ve sınıflama şekli ve<br />
çok yazarlı bir yapıyı benimsemesi.<br />
10 cilt ve 37 kitaptan oluşan bu geniş<br />
kapsamlı ansiklopedi çalışmasının; 200<br />
kitaptan alınmış 20 bin madde olduğu<br />
ve 146 Romalı ile 327 Yunan olmak<br />
üzere toplam 473 yazar tarafından<br />
hazırlandığı belirtilir. Kitapta<br />
birincil kaynak olarak Aristo’dan<br />
yararlanılmıştır. Ansiklopedici<br />
Varro’nun “Disciplinarum Libri<br />
Novem” kitabında konular daha<br />
sonra trivium ve quadrivium olarak<br />
da adlandırılacak gramer, mantık,<br />
retorik, geometri, aritmetik, astronomi,<br />
müzik olarak ayrılmış, bunlara tıp<br />
ve mimari de eklemiştir. Özellikle<br />
ilkçağ ve ortaçağda bu sınıflama, tüm<br />
ansiklopedi ve eğitim dünyasına katkı<br />
yaparak kaynak oluşturmuştur. Verrius<br />
Flaccus ise, bir Romalı ansiklopedist<br />
olarak çağdaşlarını etkileyecek önemli<br />
bir yeniliğe imza atmıştır. Flaccus, dev<br />
çalışması “De Verborum Significatum”<br />
da ilk alfabetik düzenleme metodunu<br />
geliştiren kişidir.<br />
Pliny’nin yarattığı etki tek bir<br />
konu üzerine hazırlanan başka<br />
bir ansiklopedide de görülür. Bu<br />
ansiklopedik kitap, İbn’i Sina’nın<br />
56 Vizyon<br />
Avrupa’da “Avicenna” ismiyle tanınan<br />
“Tıp kanunu” yani “Canon Medicinae”<br />
kitabıdır. Ortaçağ felsefecisi Bath’lı<br />
Adelard tarafından 12.yüzyılda<br />
Arapçadan Latinceye çevrilen kitap, 17.<br />
yüzyıla kadar batı Avrupa’daki tüm tıp<br />
fakültelerinde ana referans ders kitabı<br />
olarak kullanılmasıyla da değer arz eder.<br />
Ortaçağ<br />
Ortaçağın ilk dönemlerinde var<br />
olan ansiklopedilerin çoğunluğunun<br />
dini kaynaklı olduğu görülür. Bu<br />
dönemdeki ansiklopedilerin en<br />
önemlilerinden biri, Seville’li Isidore’in<br />
20 ciltlik “Etimolojinin Kökenleri”<br />
yani “Origines des Etymologiae” isimli<br />
eseri. Ernest Brehaut’a göre Isidore’in<br />
kitabı karanlık çağların entelektüel<br />
durumunu çizer. Geç Ortaçağ’ın<br />
ansiklopedileri en yüksek değerdeki<br />
bilgiyi arayarak öne çıkar. Bunların<br />
Tanrı’nın iki kitabı hakkındaki gerçeği<br />
ifade ettiği düşünülür: İncil ve doğa.<br />
Ansiklopediler, böylece, Tanrı’nın<br />
rasyonel yaratımları için planlandığı<br />
bilgiyi insanın elde etme tutkusunu ve<br />
çabasını kaydeder.<br />
Dominikan Rahip Vincent of<br />
Beavois tarafından yazılan “Speculum<br />
Maius”, “Daha Büyük Ayna” 3 kitaptır:<br />
Doğa hakkında, Tarih hakkında,<br />
Doktrin hakkında. Hedef: ilahi ve<br />
insana ait bilginin en iyilerini ayırıp,<br />
harmanlayarak korumaya almaktır.<br />
Açıkça belirtilen bir çalışma da Vincent<br />
of Beavois’in diğer bir ansiklopedik<br />
kitabı; “Speculum naturale, morale,<br />
doctrinale, et historiale”. Kitap, Aristo<br />
ve Thomas Aquinas gibi filozofların bir<br />
derlemesi. 1541’de Basel’de terim olarak<br />
en yakın ismi başlık seçen “Cyclopedia”<br />
yayınlanır. Takip eden 60 yılda benzer<br />
birçok kitap basılacaktır.<br />
Çin’de “kategori kitabı” diye<br />
adlandırılan “leishu” ilk defa<br />
11. yüzyılda ortaya çıkar. Çin’de<br />
ansiklopediler imparatorluk mâli<br />
yardımlarıyla can bulur. Ming ve<br />
Qing hanedanı döneminde İmparator<br />
Yongle, “Yongle Canon” isminde<br />
edebi alıntılardan oluşan büyük<br />
hacimli bir ansiklopedi hazırlatmış,<br />
ansiklopedi için 3000’den fazla yazar ve<br />
akademisyen 8000’in üzerinde çalışma<br />
yapmıştır. Bu eserin tek nüshası, 1449<br />
yılında çıkan bir yangında yok oluncaya<br />
dek imparatorluk kütüphanesinde<br />
vücut bulmuştur.<br />
Sonraları…<br />
“The Grand Dictionnaire Historique”<br />
Fransız Akademisyen Louis Moreri<br />
tarafından yazılan kitap ilk ansiklopedik<br />
referans çalışması olur. Kısa süre sonra<br />
Pierre Bayle’ın yazdığı “Dictionnaire<br />
Historique et Critique” yayınlanır.<br />
Moreri’nin eseri alt başlıklarında<br />
belirtildiği gibi “dini ve din dışı<br />
tarihin kendine özgü bir bileşimi”dir.<br />
İçinde ünlü Katolik soyluların kısa<br />
yaşam öyküleri bulunduğundan çok<br />
tutulur. 1727’de Ephraim Chambers<br />
Londra’da “Cyclopedia” veya “Universal<br />
Dictionary of the Arts and Sciences”<br />
adıyla bir çalışma ortaya koyar. Özellikle<br />
Newtoncu bilim, Locke felsefesi ve<br />
boyama, bira yapımı, gravür, mumculuk<br />
gibi teknolojik konularda güçlü, tarih,<br />
coğrafya ve biyografide ise zayıftır.<br />
17. yüzyıla kadar<br />
ansiklopedi ağırlıklı olarak<br />
konu bazında sıralanan<br />
maddelere sahip olur.<br />
17. yüzyıldan itibaren<br />
ansiklopedicilik alfabetik<br />
sıralama sistemini<br />
benimsemeye başlar.<br />
“Ansiklopedi” aydınlanma<br />
dönüşümünde güçlü bir<br />
motordur.<br />
Ansiklopedi projesi<br />
“Ansiklopedi” projesi 1745-1748<br />
yılları arasında tasarlanarak üzerinde<br />
çalışıldıktan sonra 1750’de duyurulur<br />
ve tanıtımda yazar olarak belirtilen isim<br />
Diderot’tur. Toplam 7 cildin ilki 1751,<br />
ikincisi 1752 tarihlidir. Ansiklopedideki<br />
71.818 maddeyi yazmak için 135<br />
yazarla işbirliği yapılır. Editörlerin<br />
zanaatları betimlemeleri ve bol resim<br />
kullanarak anlatmakta ısrar etmeleri de<br />
yapıtın kabul ettiği felsefe gibi radikal<br />
bir yeniliktir kuşkusuz. Orijinal ve<br />
korsan baskılarıyla birlikte “ansiklopedi”<br />
her biri ortalama 30 ciltlik, toplam 25<br />
bin takım, yani yedi yüz elli bin nüsha<br />
satar. “Ansiklopedi”nin döneminin en<br />
çok satan yapıtı olduğu ve Avrupa’nın<br />
her yöresinde aralarında hukukçu,<br />
papaz ve doktorlarında bulunduğu<br />
geniş bir eğitimli okur kitlesine ulaştığı<br />
tartışma götürmez bir gerçek. Kısa
“Tüm makinalarımızın ve aletlerimizin yok edildiği bir senaryoda, tüm subjektif bilgileri,<br />
buna makinaların ve aletlerin bilgisi ile onları nasıl kullanacağımız da dâhil olmak üzere,<br />
kütüphanelerin kapasiteleri sayesinde öğrenmeye devam ederiz”<br />
Karl POPPER<br />
ve öz olması 200 ciltlik ansiklopedi<br />
denemelerine oranla satışını ve halka<br />
daha fazla yayılmasını sağlar. Kendisini<br />
takip eden ansiklopediler, büyüklükleri<br />
ile etki alanları dar bir şekilde sadece<br />
kütüphanelerde yaşamaya başlar, kısa<br />
ve etkili ansiklopediler ise ticari olarak<br />
başarı kaydeder.<br />
Abone usulü<br />
Britannica’nın 1771’de yayımlanan<br />
ilk baskısı bir matbaacı, bir gravürcü ve<br />
ikinci sınıf yoksul bir yazar tarafından<br />
kısa sürede oluşturulan alçak gönüllü<br />
bir yapıttı. İlk Britannica baskısında<br />
Diderot’un yaptığı gibi uzmanlardan<br />
yararlanılmadı. Onun yerine iyi bilinen<br />
birkaç kitap kullanıldı. Britannica’nın<br />
1778-1784 yılları arasında basılan ikinci<br />
baskısı ise ilkinin 3 katı uzunluğundaydı.<br />
Yeni baskı daha önce ihmal edilen tarih<br />
ve biyografi alanlarını da içeriyordu.<br />
Üçüncü Britannica (1794-1797)’da<br />
ise maddeler birkaç kişi tarafından<br />
yazılmıştı. İkinciye göre iki kat uzundu<br />
ve 18 ciltlik 14.579 sayfadan oluşuyor,<br />
542 resimli sayfa içeriyordu. İlk<br />
“Encyclopaedia Britannica” 3 bölümde<br />
ilk cildi A-B ve son cildi M-Z olarak<br />
sınıflanmıştı. Uzun ansiklopediler<br />
abone usulü satılıyordu ve abone sayısı<br />
kimi kez on yıllar süren bir yayın tarihi<br />
boyunca değişiyordu. Ayrıca “telif hakkı”<br />
olmadığından “resmi” baskılar korsan<br />
baskılarla rekabet etmek zorundaydı.<br />
Almanlar’ın Conversations-<br />
Lexicon’unu ise girişimci-yayıncı<br />
Friedrich Arnold Brockhaus tarafından<br />
hazırlandı. Bu iş için Brockhaus yarım<br />
kalmış bir ansiklopediyi satın aldı,<br />
tamamlatmak için yazarlar tuttu ve ilk<br />
baskıyı 1809-1811 yıllarında yayımladı.<br />
Bunlar bilgi şaheseri ya da bütün<br />
bilgilerin bir özeti değil, basit başvuru<br />
kitaplarıydı. Buna rağmen iki yüzyıl<br />
sonra ve sayısız baskının ardından hala<br />
yayınlanmaktadır.<br />
Ansiklopedinin değeri<br />
Yazının ilk olarak ortaya çıkışından<br />
itibaren temel problem, bilginin<br />
düzenlenmesi ve sunulması. Bilginin<br />
düzenlenmesi ve sunulmasında<br />
ansiklopedilerin doğuşu önemli bir<br />
rol üstlenmiş, ansiklopediler sayesinde<br />
geçmiş bilgi birikimi bir yandan özet<br />
halinde sunulurken bir yandan referans<br />
bilgi kavramı oluşmuş. Ansiklopediler<br />
geçirdikleri evrim itibariyle, elit kesime<br />
bilgi veren bir referans kaynağından,<br />
zamanla halkın her kesimine temel<br />
bilgiler veren bir kaynağa dönüşmüş.<br />
İlk kil tabletlerden beri hayatımıza<br />
giren ansiklopedik bilgi, günümüzde<br />
internet çağı ile birlikte halen en geçerli<br />
bilgi erişim aracı. Bilgi arayışımızdaki<br />
isteğimiz değişmedi sadece artan nüfus<br />
ve gelişen teknoloji ile bilgiye erişim<br />
yollarımız değişti. Ansiklopedinin<br />
tarihi geçmişi elbette yazdıklarımızdan<br />
çok daha detaylı. Ancak bu konuyu ele<br />
alışımız, baş tacı ettiğimiz yıllardan<br />
bugüne kutulara kaldırdığımız<br />
ansiklopedilerin değerini bir kez<br />
daha gözler önüne serecek detaylar<br />
barındırması açısından önemli.<br />
Vizyon 57
güncel Bengi BAYDAR bengi.baydar@trt.net.tr<br />
Bu kostümler<br />
engel tanımıyor<br />
Son dönemlerin<br />
en ilgi çekici<br />
ve en anlamlı<br />
projelerinden<br />
biri OLAN “<br />
Tekstilde Engelsiz<br />
Adım Projesi”,<br />
yaşamın pek çok<br />
alanında kendi<br />
engellerinden<br />
daha büyük<br />
engelleri aşmak<br />
zorunda kalan<br />
pek çok kişi ve<br />
aileye ,giyim<br />
konusunda büyük<br />
kolaylıklar<br />
getirmeyi<br />
amaçlıyor.<br />
58 Vizyon
Engellilik çoğu zaman değişken bir konudur.<br />
Başka bir deyişle ile nerede ve nasıl<br />
karşılaşacağınıza bağlı olarak sonuçları değişen<br />
bir durumdur. Eğer bir gözlükle, var olan<br />
görme probleminizi rahatlıkla giderebiliyor ve işlerinizi<br />
görebiliyorsanız bir sorununuz yoktur. Ancak geri kalmış<br />
bir köyde ya da yörede bu gözlüğe ulaşamıyorsanız, ciddi<br />
bir sorunla karşı karşıyasınız demektir.<br />
Günümüzde engelliler için yaşamlarını kolaylaştıracak<br />
birçok tasarıma ve projeye imza atılıyor olsa da henüz<br />
yeterli düzeyde değil. Engellilik konusu Türkiye’de<br />
yaklaşık yirmi yıl önce hareketlenmeye başladı. Ondan<br />
önce kayda değer bir çalışma yoktu. İlk zamanlar hizmet<br />
denilince, sadece tekerlekli sandalye veya danışmanlık<br />
vermek akla geliyordu. Artık teknolojinin ve yaratıcı<br />
yepyeni fikirlerin sayesinde, engelli dostlarımıza daha<br />
güvenli ve daha rahat bir yaşam sunabilmek mümkün<br />
olabiliyor.<br />
Engelli bireyler genel olarak zihinsel ve bedensel<br />
engelliler şeklinde iki ana gurupta sınıflandırılıyor.<br />
Peki, engelli vatandaşlarımızın en büyük sorunlarından<br />
birinin ne olduğunu biliyor musunuz? Bizim için sıradan<br />
gibi görünen giyinme eylemini kolayca gerçekleştirmek<br />
ve giydikleri kıyafetler içinde rahat olabilmek. Son<br />
dönemlerde yurt dışında, dünya hazır giyim sektöründe<br />
trend haline gelen uyarlanabilir giysi (Adaptive<br />
Clothing) kavramı gelişmeye başladı. Türkiye’de de bu<br />
tür uygulamalar üniversiteler ve özel sektör tarafından<br />
hayata geçiriliyor. Engellilere uygun kıyafet üretmek<br />
için el ele veren tekstil sektörü farklı tasarımlar üretmek<br />
için düğmeye başmış durumda. Kendi içlerinde kolay<br />
giyilebilirlilik, konfor, estetik ve bakım kolaylığı<br />
sağlayan bu kıyafetler, her iki gruptaki engelliler için de<br />
büyük önem taşıyor. Tekstilde Engelsiz Adım Projesi<br />
de üzerinde titizlilikle durulan, ilk ve sürdürülebilinir<br />
projelerden biri olma özelliğini taşıyor. Bu orijinal fikri<br />
ortaya atan kişi ise İstanbul Teknik Üniversitesi Tekstil<br />
Teknolojileri ve Tasarım Fakültesi, Tekstil Mühendisliği<br />
Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nevin Ç. Gürsoy.<br />
Küçük detaylara, büyük sorunlar<br />
Hiç beklemediğimiz biranda ufacık bir detay,<br />
hayatımızı kolaylaştırabilir veya zorlaştırabilir. İşimize<br />
yarayacak bir öğüt, akıllı bir mutfak eşyası veya bir çift<br />
su geçirmeyen ayakkabı Hiç fark etmez. Hayatımız<br />
boyunca, farkındalığa uzanan o ince çizgide nefes almaya<br />
çalışırız. Bazen olumsuz detaylar bizi hayattan soğutur.<br />
Bazı fiziksel engeller vardır ki yaşamımızın sonuna kadar<br />
bizimle bütünleşir. Aslında kime göre, neye göre engeldir<br />
bu tartışılır. Fakat hayat her zaman çiçekli, aydınlık<br />
bir bahçe değil ve bu yüzdende bazen olumsuz gibi<br />
görülebilen ufacık bir detay, hayatı kolaylaştıran büyük<br />
olumlu projelere dönüşebilir.<br />
Son dönemlerin en ilgi çekici ve en anlamlı<br />
projelerinden biri “Tekstilde Engelsiz Adım Projesi.”<br />
Henüz tam olarak başlanmamış olsa da şimdiden<br />
adından çokça bahsedilen orijinal ve geliştirilmeye uygun<br />
bir proje. Projenin fikir sahibi olan Gürsoy, projenin<br />
Vizyon 59
Bize sıradan gibi görünen fakat engelliler<br />
için büyük sorunlar oluşturan küçük<br />
detaylara kalıcı çözümler getirmemizin<br />
zamanı geldi de geçiyor. O yüzden “Tekstilde<br />
Engelsiz Adım Projesi”nin desteklenmesi çok<br />
önemli. Bu proje geliştikçe ve sektörde yerini<br />
buldukça, engelli arkadaşlarımızın yaşam<br />
kaliteleri daha artacaktır.<br />
ortaya çıkışını şu sözlerle anlatıyor:<br />
“Geçen yılki engelliler haftasında, Sancaktepe Belediyesi<br />
giysi yardımında bulunuyordu. Benden de yardım istediler.<br />
Oradaki birkaç engelli arkadaşa, gelen giysileri giydirip,<br />
fotoğraflayıp, yardımda bulunan firmaya yollamak istedik.<br />
Amacımız insanların dikkatini çekip, yardımların devamının<br />
gelmesini sağlamaktı. Ama gördük ki o kadar güzel giysiler<br />
geldiği halde, fotoğraf çekimi için üç kişiyi giydirmeyi bile<br />
başaramıyoruz. O kadar zorlandık ki, inanılır gibi değildi.<br />
Sonuç olarak oradaki ürünlerin engelli arkadaşlar için uygun<br />
olmadığına karar verdik. Kıpırdayamadılar ve giydirilirken<br />
sandalyesinden düşen bile oldu. Düşündüğümüzde hiçbir<br />
zaman, engelliler için özel tasarlanan kıyafet olmamıştı.<br />
Dünyanın herhangi bir yerinde böyle bir pazar yok. Böylece<br />
farkındalık ve ihtiyaç üzerine, engellilere giysi tasarlama fikri<br />
ortaya çıkmış oldu.”<br />
Her yerde rastlayabileceğiniz bir mont hayal edin. Çok<br />
Duyarsızlık<br />
Son yapılan istatistik verilere göre; Türkiye’de<br />
hanelerin yüzde 5,4’ünde engelli yaşıyor. Ülkemizde<br />
engelli sayısı bu kadar çokken, engelli vatandaşlarımız<br />
ile ilgili dernek ya da vakıflara üyelik oranı maalesef<br />
sadece yüzde 0,4 olarak kalıyor. Bu oran belki de<br />
ülkemizde engelli vatandaşlara karşı duyarsızlığın en<br />
büyük göstergesi.<br />
güzel ama rahat değil, yanından ve arkasından bağcıkları<br />
sarkıyor. Giyildiği zaman bağcıkları, tekerlekleri sandalyeye<br />
takılan bir montu giymek kullanışlı olabilir mi? Upuzun<br />
bağcıklı bir ayakkabıyı giymek zahmetli olmaz mı? Örneğin<br />
otistik çocuklar giysileri ile aynı renkte olan düğmeleri<br />
ilikleyemiyor. Bize sıradan gibi görünen fakat onlar için<br />
büyük sorunlar oluşturan bu tarz küçük detaylara kalıcı<br />
çözümler getirmemizin zamanı geldi de geçiyor. O yüzden<br />
Tekstilde Engelsiz Adım Projesi’nin desteklenmesi çok<br />
önemli. Bu proje geliştikçe ve sektörde yerini buldukça,<br />
engelli arkadaşlarımızın yaşam kaliteleri daha artacaktır.<br />
Özel atölye<br />
Tekstilde engelsiz adım projesi, İstanbul Kalkınma<br />
Ajansı’nın desteği ile gerçekleştiriliyor. Buradan alınan<br />
destek kapsamında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde bir alan<br />
kendilerine tahsis edilmiş. Atölyenin, yani giysi tasarımlarının<br />
yapılacağı ve sergileneceği mekânın inşaatı ise kısa bir süre<br />
önce başladı. Yakında iplikten, satılan ürüne kadar prototip<br />
60 Vizyon
“Alzheimer hastalarının<br />
kıyafetlerine çip, görme<br />
engelliler için giydikleri<br />
kıyafetlerin renklerini<br />
seçebilsin diye kabartmalı<br />
etiketler tasarladık. Çünkü<br />
onlar da nasıl göründüklerini<br />
önemsiyorlar.”<br />
Prof. Dr. Nevin Ç. GÜRSOY<br />
üretebilecek kapsamlı bir atölye üniversitenin bahçesinde<br />
hizmet verecek. Öncelikle giysi tasarımları yapabilmek adına<br />
sadece makine desteği alınmış. Diğer yandan ürünlerin konfor<br />
özelliklerini tespit edebilmek üzere muhtelif test cihazları da<br />
var. Engelli bir insana ölçü almada kullanılan cihazlar, dikiş<br />
makineleri gibi eksikler yakında tamamlanacak. Atölyenin en<br />
önemli amacı engelli bireyleri ayrımcılığa maruz bırakmadan,<br />
en temel ihtiyaçlardan olan giyinme konusunda destekleyici<br />
nitelikte olmasına önem verilmesi. Yapılacak merkezin<br />
adı ise “Engelliler İçin Tekstil Tasarım Merkezi” olacak.<br />
Tekstilde evrensel tasarım olgusunun, Türkiye de yerleşmesi<br />
çok önemli. Engelli bireyler böylece giyebilecekleri ürünleri,<br />
akranları ile aynı mağazalardan ve modayı takip ederek<br />
tedarik edebilecekler.<br />
Görme engelliler artık kıyafetinin rengini<br />
sormadan seçebilecek<br />
Projeye destek verenler oldukça fazla. Aile ve Sosyal<br />
Politikalar Bakanlığı, Sancaktepe Kaymakamlığı, İstanbul<br />
Büyükşehir Belediyesi, Sancaktepe Belediyesi, İstanbul Sanayi<br />
Odası, İstanbul Tekstil ve Hammaddeleri İhracatçıları Birliği,<br />
Modacı Bahar Korçan gibi ünlü modacılar, üniversiteler ve<br />
diğer kuruluşları sayabiliriz. Gürsoy, şimdiye kadar yapılanları<br />
şöyle özetliyor:<br />
“Biz birçok engelli merkezinde çalışıyoruz. Sıkıntıları ve<br />
ihtiyaçları belirlemek üzere belli pilot bölgelerimiz var ve saha<br />
çalışmalarımız devam ediyor. Spastik çocuklar merkezine<br />
gidiyoruz ve çocuklar sıkıntılarını dile getiremedikleri için<br />
anneleri ile iletişim kuruyoruz. Oraya gittiğimizde yanımızda<br />
bir modacı arkadaşımız ve okulun fizyoterapistleri bulunuyor.<br />
Anneden çocuğa giysisini giydirmesini istiyoruz. Anne o<br />
anda zorlukları pek göremiyor fakat biz en ufak olumsuz<br />
detayları görebiliyoruz. Bizim proje için kurduğumuz<br />
çalıştaydan elde ettiğimiz bir takım veriler de var. Diyelim<br />
ki on yaşa kadar olan çocukların altları bezleniyor ve bunlara<br />
göre body bulmak zor olabiliyor. Bu çocuklar için özel bodyler<br />
tasarladık ve karın bölgelerine çıt çıtlar ekledik. Diğer yandan<br />
Alzheimer hastalarının kıyafetlerine çip, görme engelliler için<br />
giydikleri kıyafetlerin renklerini seçebilsin diye kabartmalı<br />
etiketler tasarladık. Çünkü onlar da nasıl göründüklerini<br />
önemsiyorlar. Bunları ve daha birçok cezbedici fikirleri<br />
hayata geçirmek için canla başla çalışıyoruz. Zaten birçok<br />
tekstil ürününü tasarladıkça pilot bölgelerimizde, kendileri<br />
üzerinde deneyeceğiz.”<br />
İkinci aşamada da oluşabilecek sıkıntıları ve ihtiyaçları<br />
belirlemek adına bir tanıtım filmi çekileceğini öğreniyoruz<br />
Gürsoy’dan. Masa başında ünlü modacılar ile görüşülerek,<br />
kendilerinin kafalarında oluşturdukları imajlar doğrultusunda<br />
tasarımlar gerçekleştirilecek. Aslında katma değeri yüksek bir<br />
alan bu ve bu yüzden devletin alıcı olması çok önemli. Ayrıca<br />
bu proje tekstil sanayisini de içine alıyor. Bu alanda ülkemiz<br />
üretime başlarsa eğer, dünya pazarına da girebilir.<br />
Engelli Yaşlı Hizmetler Genel Müdürü ve şuan<br />
Darülaceze’nin başında bulunan Dr. Aylin Çiftçi<br />
projeyiyakından takip eden isimlerden biri. “Siz ürünleri<br />
ortaya çıkarın, pazarlamasını biz yaparız” diyerek ekibe destek<br />
vereceklerini belirtmiş. Her bir farklı engelli için ayrı ayrı<br />
çalışma yapılması gerekiyor. Başta detaylara çok takılmayıp,<br />
genel olarak bilinen şikâyetleri giderecekler. Devamlı oturan<br />
için beli sıkmayan lastikli bir pantolon, kışın vücudu sıcak<br />
tutan veya yazın terletmeyen kullanışlı kostümler gibi.<br />
Birde üretilen kıyafetler İstanbul Fashion Week haftasında<br />
görücüye çıkacak.<br />
Bu çalışmaya destek verenlerin en büyük arzusu ise,<br />
projenin Avrupa Birliği projeleri ile desteklenip, evrensel ve<br />
sürdürebilinir hale gelmesi. Biz de hiçbir engele takılmadan<br />
projenin gerçekleşmesini diliyoruz.<br />
Vizyon 61
sir’li tarih<br />
14 Şubat gerçeği<br />
Sevgililer Günü, her yıl 14<br />
Şubat’ta birçok ülkede<br />
kutlanan özel bir<br />
gündür.<br />
Kimi zaman evlilik<br />
yıldönümlerinden dahi<br />
değerli görülür.<br />
Kimi zaman ise,<br />
yalnızların ya da hediye<br />
almak istemeyenlerin<br />
kapitalizmi<br />
suçlayabilmeleri için<br />
bir fırsattır. Haklılık<br />
payları da var elbette!<br />
Bir diğer adı “dünya<br />
çiçekçiler günü”<br />
olabilir.<br />
Unutan ya da ihmal<br />
eden çiftleri birbirine<br />
düşüren gündür.<br />
Ve ayrıca çoğu kişinin<br />
cesaret edip sevdiğini itiraf<br />
ettiği gündür.<br />
Mevcut aşkları,<br />
birliktelikleri pekiştirmeye de<br />
araçtır doğrusu.<br />
Küsleri barıştırır!<br />
Gelelim ilk yüzyıllardan beri Sevgililer<br />
Günü’nün başlangıcı ile ilgili enteresan efsane<br />
ve hikâyelere...<br />
Kleopatra ve Marcus Antonius<br />
Aşkın, evliliğin yasaklandığı zamanlar<br />
Bazı kaynaklara göre bu özel günün kutlanma sebebi<br />
14 Şubat’ta öldürülen Romalı Aziz Valentine’dir. Bu<br />
nedenle bazı toplumlarda “Aziz Valentin Günü” (İng: St.<br />
Valentine’s Day) olarak bilinir.<br />
Aziz Valentine’ın öyküsü III. yüzyıl’dan gelir. O<br />
dönemde Roma tahtında İmparator II. Claudius vardı,<br />
“Zalim” adıyla tanımlanan Claudius, aşırı derecede savaşa<br />
tutkuluydu, her yetişmiş erkeğin muhakkak asker olmasını<br />
istiyordu. Onun için en büyük problem ordusunda<br />
savaşacak asker bulamamaktı. Bu durumun tek sebebi<br />
ise Romalı erkeklerin aşklarını ve ailelerini bırakmak<br />
istememeleriydi.<br />
Bu nedenle Claudius, askerliğe<br />
engel oluyor düşüncesiyle<br />
nişanlanmayı ve evlenmeyi<br />
yasakladı. Yani aşk<br />
yasaklanmıştı. Kimse<br />
sevdiğiyle beraber<br />
olamıyordu. Roma kenti<br />
sevdiğine kavuşamayan<br />
ve uzak ülkelerdeki<br />
savaşlarda ölen<br />
sevgililerinin ardından<br />
ağlayan kadınlar ve<br />
kızlarla dolmuştu.<br />
Aziz Valentine,<br />
Claudius’un<br />
hükümdarlığı<br />
zamanında Roma’da<br />
yaşayan bir filozof ve<br />
papazdı. Claudius’un<br />
yasağına rağmen gizlice<br />
çiftleri evlendirmeye<br />
devam etti. Ancak<br />
imparator bu durumu bir<br />
süre sonra öğrendi. Aziz<br />
Valentine, insanları evlendirmeye<br />
devam ettiği ve bu gençlere<br />
Hıristiyanlığı aşılayarak Tanrı’ya yakın<br />
olmalarını öğütlediği için tutuklandı ve<br />
hapse atıldı. Ardından yaptıklarının cezası<br />
olarak sopa ile dövülerek öldürüldü. Sevgililer, onun<br />
mezarının yanına pembe çiçekler açan bir badem ağacı<br />
diktiler. Günümüzde sevginin ve dostluğun simgesinin<br />
badem ağacı olması bundan kaynaklanır.<br />
Bu olaydan 226 yıl sonra 496’da Papa Gelasius, Aziz<br />
Valentine’i onurlandırmak için Şubat 14’ü Valentine Günü<br />
olarak belirledi. Aziz Valentine, zaman içinde sevgi ve<br />
evlilikle simgeleştirildi. Bütün sevenlerin koruyucu azizi<br />
haline gelip böyle anılmaya başlandı. 14 Şubat ise âşıkların<br />
birbirlerine sevgi mesajları yolladığı bir gün haline<br />
geldi. Onun Antik Roma’daki Lupercalia Bayramı’nın<br />
arifesinde, yani 14 Şubat’ta öldürülmüş olması iyi bir<br />
rastlantıydı, böylece putperest Roma’nın bereketlilik<br />
ve çoğalma kutsamalarıyla, Hıristiyanlığın evlilik ilkesi<br />
bütünleştirilmiş oldu.<br />
62 Vizyon
Mine Sultan Ünver<br />
mine.unver@trt.net.tr<br />
Banu Begüm (Mümtaz Mahal) ve Prens Khurrum<br />
Tristan ve Isolde<br />
Sevgililer Günü’nün duyulması ve çoğu<br />
insan tarafından kutlanması, Amerikalı Esther<br />
Howland’ın ilk Sevgililer Günü kartını yollamasıyla<br />
oldu. Günümüzde ise Sevgililer Günü daha çok<br />
sayıda insanın kutladığı toplumsal bir olay haline<br />
geldi. Dolayısıyla zamanla bir pazarlama stratejisine<br />
dönüştü. Kapitalizm, sevgiyi gösterebilmek için<br />
alınacak hediyeleri, izlenecek film, tiyatro, konser<br />
gibi aktiviteleri, çıkılacak yemek ve tatilleri,<br />
dolayısıyla bunları yapabilmek için de para<br />
harcamayı şart koştu.<br />
Aziz Valentine, insanları<br />
evlendirmeye devam ettiği ve bu<br />
gençlere Hıristiyanlığı aşılayarak<br />
Tanrı’ya yakın olmalarını öğütlediği<br />
için tutuklandı ve hapse atıldı.<br />
Ardından yaptıklarının cezası olarak<br />
sopa ile dövülerek öldürüldü. Bu<br />
olaydan 226 yıl sonra 496’da<br />
Papa Gelasius, Aziz Valentine’i<br />
onurlandırmak için Şubat 14’ü<br />
Valentine Günü olarak belirledi.<br />
Aziz Valentine, zaman içinde sevgi ve<br />
evlilikle simgeleştirildi.<br />
Valentine kelimesi, Batı medeniyetlerinde<br />
“Hoşlanılan kişi” veya “Sevgili” anlamındadır.<br />
Doğu’da ise “Sevgili” karşı cinsten öte, evlattan<br />
anne babaya, dosttan üstada, manaca öyle geniş bir<br />
yelpazedir ki bu özel günde sevgiyi hissedebilmek,<br />
gerçekten sevdiğiniz birilerinin olması, herhalde<br />
her şeyden çok daha önemli.<br />
Vizyon 63
Joe Dimaggio’nun Marilyn Monroe’ya aşk mektubu<br />
Frida Kahlo ve Calderon<br />
Antik Roma’da 14 Şubat günü, kadınların karşılaştıkları ilk erkeğe<br />
aşık olacaklarına ve bir yıl içinde evleneceklerine inanılırdı. 14<br />
Şubat günü kadınlar gün doğmadan kalkar ve pencereden bakmaya<br />
başlarlardı.<br />
Roma’da 15 Şubat, bereket tanrısı<br />
Lupercus’un onuruna, Lupercalia bayramı<br />
olarak kutlanmaktaydı. Romalı genç kızlar<br />
isimlerini küçük kağıt parçalarına yazıp bir<br />
kavanoza koyuyorlardı. Genç Romalı erkekler<br />
ise kavanozdan bu kağıtları çekerek üzerinde<br />
hangi kızın ismi yazıyorsa o kızla bayram<br />
eğlenceleri boyunca eş oluyorlardı. Bu<br />
birliktelikler, çoğu kez aşka dönüşüp, bayram<br />
süresinin dışına taşarak genellikle evlilikle<br />
sonlanıyordu. 469’da Papa bu gayri-Hıristiyan<br />
bayramını yasaklayarak sadece kura çekilişine<br />
izin verdi. Ancak artık kuralarda kızların<br />
değil azizlerin isimlerini yazılıydı.<br />
John Lennon ve Yoko Ono<br />
Antik Yunan takvimlerinde, Şubat ayı ortası<br />
Gamelyon olarak adlandırılmıştı ve Zeus ile Hera’nın<br />
kutsal evliliğine adanmıştı. Bu tarihte, yani 14<br />
Şubat’ta büyük bir şenlikle iki tanrının evliliği ve aşkı<br />
kutlanıyordu.<br />
Nazım Hikmet ve Vera<br />
Amerikalı Esther Howland Sevgililer Günü’nün çoğu insan<br />
tarafından kutlanmasını sağladı. 1847 yılında dantel süslemeli<br />
kartları seri halinde üretip, babasının kırtasiye dükkanında<br />
satmaya başladı. Kartları o kadar çok beğenildi ki iyi iş yaparak<br />
zengin oldu. Zamanla Sevgililer Günü ticari önem kazandı ve<br />
Şubat ayının ilk yarısı tüm dünyada alışverişin canlandığı bir<br />
dönem haline geldi.<br />
64 Vizyon
Vizyon 65
trt külliyat Ceren BÖLÜKBAŞIOĞLU ceren.bolukbasioglu@trt.net.tr<br />
Kırk dört yıllık radyo hayatının en az otuz yılını Mesud Cemil,<br />
Ruşen Kam, Cevdet Kozanoğlu gibi ustaların arasında geçirdi.<br />
Saygı ve sevgi gördü, sanatı takdir edildi. Kendi ifadesinde<br />
de belirttiği gibi bu beraberlik ve sanat anlayışı sayesinde<br />
icrası eşsiz bir uslûp kazandı. Yılların akışı içinde musiki<br />
anlayışındaki ve yönetim kadrosundaki değişiklikleri ve her<br />
anlayışı hoşgörü ile karşılamıştı. Hocalarını kastederek “Beni<br />
onlardan sonraya bırakma” diye Allah’a yakarışı kabul olunmuş<br />
diyebiliriz. Bestekârlıkla pek uğraşmayan Daryal’ın Nişaburek<br />
makamında bir şarkısı ile bir saz eseri olduğu biliniyor. Çok<br />
güçlü nota bilgisinden dolayı, dinlediği eserleri icrâ edilirken<br />
not tutar gibi dikte ederdi. Bu koleksiyon TRT Müzik Dairesi<br />
Başkanlığı tarafından ölümünden sonra satın alınarak uzun<br />
yıllar yararlanılmış, daha sonra TRT Külliyat Projesi kapsamında<br />
Osmanlı Devlet Arşivleri’ne devredilmiştir. Kütüphanesi ile<br />
diğer belgeleri ise Dicle Üniversitesi’ne intikal etmiştir.<br />
www.trtkulliyat.com
İstanbul Radyosu’ndaki çalışmalar, o yılların imkânsızlıkları içinde büyük sıkıntılarla yürütülüyordu. Vecihe<br />
Hanım, ilk evliliği sırasında kısa bir süre için radyodan ayrıldı ise de sonra eski görevine geri döndü. Birçok<br />
tanınmış sanatkâr gibi 1938 yılında Ankara Radyosu’na girdi. Bu tarihten 1953 yılına kadar; icrakâr öğretmen,<br />
koro şefi, repertuar kurulu üyesi olarak çalıştı.<br />
1953 yılında tekrar İstanbul’a yerleşen Vecihe Daryal, İstanbul Radyosu’nda, Belediye Konservatuarı İcra<br />
Heyeti’nde görev aldı. 1966 yılında tekrar Ankara Radyosu’na nakloldu. Böylece aralıksız kırk dört yıl yorucu çalışmalar<br />
yapmış, resmi konserlere katılmış, sınav jürilerinde bulunmuş ve 1956 yılında Kıbrıs’a gitmiştir. Uzun zamandır<br />
şeker hastalığından muzdaripti.12 Kasım 1970 Perşembe günü görevi başında hastalanarak hastaneye kaldırıldı.<br />
Girdiği şeker komasından çıkamadı ve aynı gece hayata gözlerini yumdu. Ertesi gün Ankara Radyosu’nda ve 14<br />
Kasım 1970 günü İstanbul Radyosu’nda düzenlenen törenlerden sonra Merkezefendi Mezarlığı’nda toprağa verildi.<br />
Vecihe Daryal<br />
(1914 – 1970)<br />
Kanun sanatçısı Vecihe Daryal, 9 Nisan 1914 tarihinde<br />
Abdülmecid Efendi ile Şahende Hanım’ın yedi çocuğundan<br />
biri olarak, İstanbul’un Beylerbeyi semtinde dünyaya geldi.<br />
İlkokul çağına kadar bu kültürlü ve musiki sanatına düşkün<br />
aile ortamında yetişen sanatkâr, yedi yaşında iken aile dostları<br />
olan ve evlerine sık sık gelen bestekâr Şevki Bey’in yeğeni<br />
Nazire Hanım’dan kanun dersleri almaya başladı.<br />
Nazire Hanım, bir gelişinde evdeki kanunu gördüğünü<br />
“Niçin çocuğa öğretmiyorsunuz?” dediğini ve bunun üzerine<br />
iki yıl boyunca ders aldığını hatıralarında anlatır. İki yıl<br />
sonra Nazire Hanım, “Ben küçüğe elimden geleni yaptım;<br />
bu kadar yetiştirebildim. Şimdi onu daha usta ellere teslim<br />
etmek gerek” diyerek dersleri bırakmıştı. Darülelhan’ın<br />
santur öğretmenlerinden komşuları Nevsal Hanım’ın<br />
aracılığı ile on yaşında Vecihe Mecid adı ve 129 numara ile<br />
Darülelhan’a kaydoldu. Buradaki hocası Muazzez (Yurcu)<br />
Hanım’dır. O sıralarda müdür olan Ziya Bey küçük Vecihe<br />
ile bizzat ilgilenmiştir.<br />
Öğrenimini Musa Süreyya Bey, Yusuf Ziya Bey<br />
(Demircioğlu), Selahaddin Candan zamanında da sürdürdü.<br />
Rauf Yekta Bey’den Türk Musikisi nazariyatı ve musiki<br />
tarihi, Ahmet Irsoy’dan usul, İsmail Hakkı Bey’den nota ve<br />
fasıl musikisi, Sedat Öztoprak ile Reşad Erer’den saz eserleri<br />
öğrendi. Armoni ve kontrpuan hocası Edgar Manas’tır. Ali<br />
Ekrem Bolayır’dan edebiyat bilgisini ilerletti. Darülelhan<br />
kapatılarak konservatuar adı altında yeniden açıldıktan ve<br />
Türk Musikisi öğrenimine son verildikten sonra Mehmed<br />
Ekrem Bey’in müdürlüğü ve Musa Süreyya Bey’in<br />
öğretmenliği sırasında 29 Aralık 1926 tarihinde mezun oldu.<br />
Böylece “Kız Muallim Mektebi”ni bitirmiş oldu ve<br />
diplomasını aldı. Bundan sonra aynı yerde üç yıl boyunca<br />
Madam Heze ile yine Edgar Manas’tan piyano dersi aldı.<br />
Muhiddin Sadak’tan solfej, Ekrem Besim Tektaş’tan Batı<br />
Musikisi Tarihi, Cemal Reşid Bey’den tekrar armoni öğrendi.<br />
İlk İstanbul Radyosu Eyüp’ten 1928 yılında Beyoğlu’ndaki<br />
Büyük Postane’ye taşındıktan sonra Vecihe Daryal da “daimi<br />
sanatkâr” olarak kadroya alındı. Vecihe Daryal, “Mesud<br />
Cemil ve Ruşen Kam gibi hocalarım benim naçizane<br />
çalışmalarıma tahammül ederek aralarına aldılar. O günden<br />
bugüne kadar her ikisinin aşıladığı güzel tavırları muhafaza<br />
ederek bugünkü halimi buldum” şeklinde alçak gönüllü bir<br />
ifade kullanıyor.<br />
Vecihe Daryal, Türk Musikisi içinde yetişmiş olan en<br />
kudretli kanunilerdendi. Bu sazı olağanüstü bir müzikalite<br />
ve kendine özgü estetik ölçüler içinde çalardı. Kusursuz bir<br />
refakat duygusuna sahipti. Yeni yetişen saz sanatkârlarına her<br />
zaman “Sadece ses sanatkârlarına değil saz arkadaşlarınıza<br />
da refakat edeceksiniz.” diyerek öğüt verirdi.<br />
İcracılığındaki ustalığı gibi son derece güçlü bir ritim<br />
duygusu vardı. Her gün programdan saatlerce önce<br />
radyoevine gelir, bir stüdyoya girerek sazının akordu ile<br />
uğraşır, kusursuz bir akorttan sonra yayına girerdi. Vecihe<br />
Daryal’ın katıldığı bir programda ritim aksaması gibi bir<br />
durum düşünülemez, sanki her sazı avucunun içine alır, bir<br />
metronom gibi programı toparlardı.<br />
Mızrabı teller üzerinde âdeta uçuşurdu. Yumuşak mızrabı,<br />
tellerin üzerinde dolaşan zarif elleri, mandalların indirilip<br />
kaldırılmasındaki ustalığı izleyenlerin gözünü okşar,<br />
hayranlık uyandırırdı. Çok alçak gönüllü, herkesin yardımına<br />
koşan, sınava girenlere yardımcı olarak onların heyecanlarını<br />
yatıştıran şefkatli bir insandı.<br />
Bütün bunlara rağmen, bir amatörlük duygusu ile hareket<br />
eder, her türlü icraya bu düşünce ile katılırdı. Mesud Cemil,<br />
babası hakkında kaleme aldığı kitapta; “Türk Musikisi’ni<br />
biraz öğrendikten sonra, bugüne kadar kelimenin tam<br />
manasıyla hayranı olduğum aziz Vecihe’yi eğer Cemil<br />
de tanısaydı, bu hayranlık belki de benden daha ileride<br />
olacaktı. Ben Cemil’in oğlu olduğum kadar, Vecihe de onun<br />
halis kızıdır. Bu küçük kitap kız kardeşime armağan olsun”<br />
demiştir. Vecihe Hanım’ın kanun icrasını “Metal bir zemin<br />
üzerine düşen billur damlalarıdır” şeklinde tanımlardı.<br />
Vecihe Daryal’a göre kanunu orta derece çalmak diye bir<br />
şey yoktu, ya mükemmel çalmak ya da hiç çalmamak vardı.<br />
İşte bu düşünüş ve anlayış içerisinde yetişmiş olduğu içindir<br />
ki, kanun icracıları arasında onu virtüöz kılmıştır. Çok<br />
okuyan, çok çalışan, yüksek edebiyat bilgisi olan, öğrendiğini<br />
unutmayan, en ufak bir belgeyi saklayan bir yaratılışta olan<br />
Vecihe Daryal, elli yıllık sanat hayatında titiz bir koleksiyoncu<br />
olarak eser ve belge toplamıştı. Pek çok nadide saz ve sözlü<br />
eseri koleksiyonuna katmış, bunların en doğrularını notaya<br />
almıştı.<br />
Çok güçlü nota bilgisinden dolayı, dinlediği eserleri icrâ<br />
edilirken not tutar gibi dikte ederdi. Bu koleksiyon TRT<br />
Müzik Dairesi Başkanlığı tarafından ölümünden sonra<br />
satın alınarak uzun yıllar yararlanılmış, daha sonra TRT<br />
Külliyat Projesi kapsamında Osmanlı Devlet Arşivleri’ne<br />
devredilmiştir. Kütüphanesi ile diğer belgeleri ise Dicle<br />
Üniversitesi’ne intikal etmiştir.
müzik tarihimizden notlar<br />
Ceren BÖLÜKBAŞIOĞLU ceren.bolukbasioglu@trt.net.tr<br />
Şair Yahya Kemal “Eski Musiki”<br />
şiirinde şöyle der: “Çok insan<br />
anlayamaz eski musikimizden…<br />
Ve ondan anlamayan bir şey<br />
anlamaz bizden…” Yavaşça; bir sohbetinde<br />
Türk Musikisi’nin, gönlündeki yerinden<br />
bahsederken bu dizeleri tekrarlamıştır.<br />
Alâeddin Yavaşça bir “Türk Musikisi<br />
mensubudur”. İcracı, bestekâr, hoca, koro<br />
şefi, arşivci kimliklerinin ortak özelliği,<br />
bütün bu ihtisas sahalarında “üstad”<br />
oluşudur. “İz bırakabilmek”; zengin bir ruh,<br />
parlak bir zihin ve elbette Allah’ın verdiği<br />
sanatkâr olabilme izniyle mümkün oluyor.<br />
Alâeddin Yavaşça hem tıp doktorluğunda,<br />
hem de Türk müziği sahasında kolay kolay<br />
herkese nasip olmayan kıymette bir “iz<br />
sahibi”dir.<br />
Alâeddin Yavaşça, büyük bir sadakatle<br />
bağlı olduğu Türk Musikisi’nde; “Meşk<br />
Silsilesi”nin öneminden bahseder. Kökü<br />
Abdülkâdir Merâgi’ye dayanan Meşk Silsilesi<br />
sisteminde, öğrenci, usta musıkîşinastan<br />
bütün incelikleri ile eser öğrenip, tavır –<br />
üslûp kazanmaktadır. Yavaşça işte bu terbiye<br />
usulünü belki de hayatın usta – çırak ilişkisi<br />
gerektiren her sahasına bir atıf niteliğinde<br />
şöyle değerlendirmiştir:<br />
“Eski meşk sisteminde; meşk edilecek<br />
eserin usulü tekrar tekrar vurulur, hoca kendi<br />
vurur, sonra beraber vurulur, böylece usul<br />
iyice yerleşirdi. Daha sonra eserin her bir<br />
satırı usul vurmak suretiyle ezbere alınıncaya<br />
kadar çalışılırdı. Bir satır oturuncaya kadar,<br />
öğrenci diğer satıra geçemez, hoca buna izin<br />
vermezdi.<br />
Büyük bir eserin meşki neredeyse bir ay<br />
sürerdi. Böylece kişide usul en ufak detayına<br />
kadar yerleşir, bastığı perdeler ise kaymamak<br />
üzere sağlam hale gelirdi.<br />
Şimdi bu pek böyle uygulanmıyor. Nota,<br />
hazır kuvvet, notanın yardımıyla kolaycacık<br />
okunup gidiyor. Tabii bu söylediğim nota<br />
deşifresi olanlar için geçerli. Bu yüzden<br />
eserlerin çoğu ezbere alınamıyor. Ben<br />
buna nota bağımlılığı diyorum. Yanlış<br />
da anlaşılmasın; nota musiki sanatının<br />
ayrılmaz bir parçasıdır. Sanatkârın yakın bir<br />
yardımcısıdır. Ancak eserin hafızada kalışı<br />
usul gücüne dayanırsa, böylece eseri sağlam<br />
perde basarak ve usul kaçırmadan okumak<br />
imkânı doğar.<br />
Usta – çırak sistemi ile meşk etmek, usta<br />
ağızlardan öğrenmek hala önemli ve geçerli<br />
bir yoldur.”<br />
Yavaşça’nın bağlı bulunduğu meşk<br />
Ustalık ve Tevazu<br />
ALâEDDİN YAVAŞÇA<br />
zincirinde, Sâdeddin Kaynak’tan, Subhi Ezgi’ye; Şeyh Celâleddin Dede’den,<br />
İsmail Hakkı Bey’e; Hammâmizâde İsmail Dede Efendi’den, Münir Nurettin<br />
Selçuk’a birçok usta bulunmaktadır.<br />
Alâeddin Yavaşça, ömür boyunca, aşkla müziğe bağlanmıştır. Yaşayan bir<br />
abide olan Yavaşça, engin ilham kaynağını, köklü musıkî bilgisiyle birleştirmiş,<br />
ölmez eserler ortaya koymuştur.<br />
Yavaşça şöyle demektedir: “Türk Musikisi’nde gerçek anlamdaki<br />
bestekârlarımızın ortak bir düşünceleri vardır. Musikideki güzellikleri insanlara<br />
ulaştırabilmeleri için Yüce Allah bestekâr kullarını vasıta olarak kullanır. Asıl<br />
kaynak O’dur, bu güzellikler için bestekâr görevlendirilmiştir.”<br />
1 Mart 1926’da Kilis’te doğdu. Babası Kilisli Şair Yavaşca’zade Sezai<br />
Efendi’nin oğlu Hacı Cemil Efendi, Annesi Kınoğlu Kadri Efendi’nin kızı<br />
Enver Hanım’dır.<br />
Kilis Kemaliye İlkokulu ve Kilis Ortaokulu’nu bitirdikten sonra lise birinci<br />
sınıfı yatılı olarak Konya Lisesi’nde başlayıp, 2 ve 3. Sınıfları İstanbul Erkek<br />
Lisesi’nde birincilikle tamamlayıp 1945’te mezun oldu. İstanbul Üniversitesi<br />
Tıp Fakültesini kazandı.<br />
Doktorluk<br />
1951 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olan Yavaşça,<br />
İstanbul Üniversitesi 1. Kadın Doğum Kliniğinde, Ord. Prof. Dr. Tevfik<br />
Remzi Kazancıgil’in yanında Haseki Hastanesi’nde ihtisasını yaptı ve 1955<br />
yılında Kadın-Doğum Mütehassısı oldu.<br />
Askeri hizmetini Kasımpaşa Askeri Deniz Hastanesi’nde yapan Yavaşça,<br />
sırasıyla, Zeynep Kamil Doğumevi, Taksim İlk Yardım Hastanesi, Şişli Etfal<br />
Hastanesi’nde görev yapmıştır. 1969 yılından 1976’ya kadar Vakıf Gureba<br />
Hastanesi Kadın-Doğum Kliniği Şefliği yaparak, bu hastanede olmayan<br />
Doğum Bölümü’nü kurmuştur. 1976 yılında da, Haseki Hastanesi Klinik<br />
Şefliği’ne naklen atanmıştır. Bu süreler içinde birçok uzman doktor yetiştirmiştir.<br />
1985 yılında aynı hastanenin Başhekimi olmuştur.<br />
68 Vizyon
Yavaşça şöyle demektedir:<br />
“Türk Musıkîsi’nde<br />
gerçek anlamdaki<br />
bestekârlarımızın ortak<br />
bir düşünceleri vardır.<br />
Musıkîdeki güzellikleri<br />
insanlara ulaştırabilmeleri<br />
için Yüce Allah bestekâr<br />
kullarını vasıta olarak<br />
kullanır. Asıl kaynak O’dur,<br />
bu güzellikler için bestekâr<br />
görevlendirilmiştir.”<br />
Müzik Hayatı<br />
Prof. Dr. Alâeddin Yavaşça’nın müzik hayatı; doğduğu<br />
ve ailece bağlı bulunduğu Kilis’te küçük yaşlarda<br />
başlamıştır. Babasının güzel sesiyle okuduğu Kur’an<br />
ve ezan, ağabeyinin söylediği şarkılar, kabul günlerinde<br />
ablalarının çaldığı ud ve seslendirdiği eserler küçücük<br />
yaşından beri, Yavaşça’nın hayatının bir parçasıdır,<br />
sanat hayatının şekillenmesinde büyük rol oynamıştır.<br />
Daha 8 yaşındayken o sıralarda Ortaokulda hoca<br />
olan Zihni Çelikalp’ten Batı müziği formunda keman<br />
dersleri almıştır. İstanbul’a gittikten sonra, Sâdeddin<br />
Kaynak, Münir Nurettin Selçuk, Dr. Subhi Ezgi, Hüseyin<br />
Sâdeddin Arel, Zeki Arif Ataergin, Nuri Halil<br />
Poyraz,Refik Fersan, Mes’ud Cemil, Ekrem Karadeniz,<br />
Dede Süleyman Erguner, Dr. Selahaddin Tanur,<br />
Hakkı Süha Gezgin, S. Ziya Özbekkan, Fehmi Tokay,<br />
İ. Hakkı Nebiloğlu, Salih Murat Uzdilek, Artaki<br />
Candan gibi üstatlardan feyz almıştır. İstanbul Belediye<br />
Konservatuarı, İleri Türk Musikisi Konservatuarı,<br />
İstanbul Üniversitesi Korosu gibi kuruluşlarda<br />
icra kabiliyetini ve musiki bilgisini geliştirdikten sonra<br />
1950 yılında açılan imtihanı kazanarak İstanbul Radyosunda<br />
solist icracı olmuştur. Zamanla Türkiye Radyolarında<br />
ve TRT bünyesinde “Danışma, Denetleme<br />
ve Repertuar Kurulları’nda üyelik ve başkanlık dahil<br />
önemli görevler almıştır. 1967’den bu yana solistliği<br />
yanında koro yöneticiliği de yapmış, Türkiye Radyolarına<br />
alınan stajyerlerin hocası olarak onların sanatçı<br />
olmalarını sağlamıştır. Prof. Dr. Alâeddin Yavaşça,<br />
Türk musikisinde devlete bağlı ilk konservatuarın kurucuları<br />
arasında yer almıştır.<br />
Yavaşça, 1991 Yılında Devlet Sanatçısı olarak ödüllendirilmiştir.<br />
Çeşitli dallarda almış olduğu 200’ü aşkın<br />
ödülün yanı sıra; Türk musikisine yaptığı önemli<br />
katkılar nedeniyle, 2008 yılında “Cumhurbaşkanlığı<br />
Kültür ve Sanat Büyük Ödülü” , 2010 yılında ise<br />
“TBMM Üstün Hizmet Ödülü” verilmiştir.<br />
Prof. Dr. Alâeddin Yavaşça; icracılığı yanında, 2’si<br />
kâr-ı natık, 5’i takım, 1’i ayin-i şerif olmak üzere yapmış<br />
olduğu 654 adet bestede; 33 form (takım, kâr-ı<br />
natık, şarkı, peşrev, saz semai, medhal, etüd, marş,<br />
divan, çocuk şarkıları, Mevlevi ayin-i, ilahi vb.), 74<br />
makam, 46 usul kullanmış ve bu bestelerde 159 şairin<br />
güftesine yer vermiştir. Ayrıca 9 bestekâra ait 21 esere<br />
aranağme yapmıştır. Bestelerinin birçoğu radyo repertuarında<br />
yer almış, plak ve kasetlere okunmuştur.
u ay trt<br />
“Bak Hele Bak”<br />
“Bak Hele Bak”, bilinmeyen bir durum içerisine<br />
atıldıklarında, doğaçlama yapma zorunda kalan<br />
ünlülerin ne yapacakları üzerine kurulu olan ve<br />
bu koşullardan benzersiz durum komedileriyle<br />
mizah çıkaran bir şov programı.<br />
Emre Altuğ’un sunuculuğunu yaptığı “Bak<br />
Hele Bak”ın, jüri koltuğunda tiyatronun duayen<br />
isimlerinden Rasim Öztekin var. Emre Altuğ<br />
konuk ünlüleri yeni hayatlarında başarılar dileyip<br />
bir kapıdan oyununa uğurlarken; Rasim Öztekin,<br />
skeçleri elindeki zille sonlandırıp, yorumluyor...<br />
“Bak Hele Bak”ın sabit oyuncuları ise; Ürüncan<br />
Kesin, Mehmet Ali Gümüş, Ayhan Anıl, Bulut<br />
Akkale, Elit Çam, Şehnaz Özkaya ve Vahit<br />
Sarıtaş.. Bu programda bol kahkaha var ama<br />
ünlüler için senaryo yok!<br />
“Bak Hele Bak” salı günleri, saat 23.00’te TRT<br />
1’de…<br />
“Stan Lee’nin Süper İnsanları”<br />
Örümcek Adam, Hulk, X-Men ve Iron Man’in yaratıcısı Stan<br />
Lee’den büyük bir ilgi ve heyecanla izleyeceğiniz harika bir yapım…<br />
Dizinin amacı, çizgi romanlarda gördüğümüz insanüstü güçlere<br />
sahip insanların gerçek hayatta var olup olmadığını göstermek…<br />
Programda, üstün fiziksel ve zihinsel güçlere sahip pek çok sıra dışı<br />
karakterle tanışacağız…<br />
Dünyanın en hızlı silah çeken, en güçlü yumruğunu atabilen, en<br />
yüksek sıcaklıklara dayanabilen, yerçekimine meydan okuyarak<br />
inanılmaz dalışlar gerçekleştiren “süper insan”lar…<br />
Sadece onlar da değil… Kılıç yutan, yılan zehirlerine bağışıklığı<br />
olan, 12 saat boyunca hiç durmadan koşabilen, tek nefeste<br />
okyanusun 200 metre altına inebilen, bir kurşunu havada bölebilen,<br />
boyun kasları geliştiği için kafasında araba taşıyan, 100 binden fazla<br />
arıyı kontrol edebilen, bir kurt sürüsünün içinde onlar gibi yaşayan<br />
diğer kahramanlarımız ve çok daha fazlası… Evet, süper insanlar<br />
aramızda… Onlarla tanışmaya hazır olun…<br />
“Stan Lee’nin Süper İnsanları” salı, cuma ve cumartesi günleri TRT<br />
HD ekranlarında…<br />
“Oltanın İki Ucu”<br />
Deniz ve doğa tutkunları ekran<br />
başına! Deniz, doğa ve amatör<br />
balıkçılık belgeseli “Oltanın İki<br />
Ucu” TRT Belgesel ekranında.<br />
Amatör balıkçılığa gönül<br />
vermiş dostların teknelerine<br />
ve sofralarına konuk olup<br />
balık tutma deneyimlerini ve<br />
heyecanlarını paylaşan belgesel,<br />
izleyicilerini ülkemizin en güzel<br />
sahil beldelerinde iyot kokulu bir<br />
mavi yolculuğa çıkarıyor.<br />
70 Vizyon
“Kahvenin Dünya Serüveni”<br />
Kahvenin dünyadaki serüveni, kahve üreten ülkelerde<br />
kahvenin nasıl bir üretim kültürü oluşturduğu, kahvenin<br />
nasıl bir bitki olduğu ve üretim tarzları bu belgeselde<br />
ekrana geliyor.<br />
Etiyopya, Endonezya, Vietnam, Brezilya, Kolombiya<br />
ve Yemen’de çekimleri gerçekleştirilen belgeselde,<br />
dünya üzerindeki yetiştirilen kahve çeşitleri ve bu türler<br />
arasındaki farklar da ele alınıyor.<br />
Tüm dünyada ticari olarak el değiştiren en büyük ikinci<br />
emtiya kabul edilen kahvenin, keşfedildiği Yemen’den<br />
İstanbul’a Osmanlı sarayına getirilişi ve oradan dünyaya<br />
yayılışına da kısaca değinen belgesel, 3 bölüm olarak<br />
hazırlandı. Yapım ve yönetimini Rıza Sezgin’in üstlendiği<br />
“Kahvenin Dünya Serüveni” TRT Belgesel ekranında.<br />
“Vahşi Yaşam İçin Umut”<br />
Vahşi yaşamda yaralanmış, saldırıya uğramış, araba çarpmış ya<br />
da annesini kaybetmiş hayvanlar… Hayata tekrar tutunmak<br />
için bir umuda ve desteğe ihtiyaç duyuyorlar. Ama artık<br />
yalnız değiller. Yanlarında onlar için çırpınan, yüreklerini<br />
ve sevgilerini ortaya koyan, umudu yaşatmak için bütün<br />
olanaklarını zorlayan insanlar var… Bütün mücadele onları<br />
tekrar hayata kazandırıp ait oldukları yere, doğaya bırakmak<br />
için.<br />
Hope Swinimer’in kendi çiftliğinde kişisel çabalarıyla<br />
başlattığı idealist bir girişimin insanı derinden etkileyen<br />
olağanüstü öyküsü…<br />
“Vahşi Yaşam İçin Umut”, salı ve perşembe günleri TRT HD<br />
ekranlarında…<br />
“Elçiye Zeval Olmaz”<br />
Ülkemizdeki elçileri ziyaret ederek, geleneksel kültürleri<br />
birbirinden renkli röportajlarla sunan “Elçiye Zeval<br />
Olmaz”, her hafta farklı bir ülkenin misafiri oluyor.<br />
Diplomasiden uzak sıcacık sohbetlerin ve sıra dışı<br />
lezzetlerin ekrana geldiği program Çarşamba günleri,<br />
18.15’te TRT Haber’de.<br />
“Sen Olsan Ne Yapardın?”<br />
Kimsenin sizi izlemediğini düşünseniz de, birileri orada olabilir. İhtiyaç halinde birine yardım elini mi uzatır, yoksa yolunuza<br />
devam mı edersiniz? Duygusal anlar, hareketler ve sıra dışı olaylar karşısında nasıl tepki verirsiniz? İhtiyaç sahibine destek<br />
mi olursunuz yoksa onu görmemiş gibi mi davranırsınız? Duyguları sorgulayan, kaybolan değerleri tekrar hatırlatan yepyeni<br />
program “Sen Olsan Ne Yapardın” usta sanatçı Altan Erkekli’nin sunumuyla her pazar TRT ekranlarında…<br />
Dört bir tarafı gizli robot kameralarla çevrili mekânlarda profesyonel oyuncular eşliğinde gerçekleşen çekimlerde her<br />
bölümde farklı olaylar işleniyor. İnsani duyguların ön plana çıktığı, Türk insanının değişen koşullara inat yardıma muhtaç<br />
insanlara el uzatmaktan vazgeçmediğini gösteren program “Sen Olsan Ne Yapardın?” her hafta pazar günleri, saat 18.00’de<br />
TRT1’de…<br />
Vizyon 71
ajanda<br />
Esin ÖZALP ÖZTÜRK<br />
esin.ozalp@trt.net.tr<br />
Görsel düşünce<br />
sergi<br />
Galerist, Şakir Gökçebağ’ın<br />
“Think Tank” isimli kişisel<br />
sergisini ağırlıyor. Gündelik<br />
hayatta sıkça kullanılan hazır<br />
nesneleri dönüştürerek yaptığı<br />
yerleştirmelerle tanınan<br />
Gökçebağ, eserleri aracılığıyla<br />
izleyicinin kalıplaşmış algısını<br />
altüst ederek, yeni anlayış ve<br />
görme olanakları yaratıyor.<br />
Sergiye ismini veren ‘Think<br />
Tank’, sanatçıya göre ‘görsel<br />
düşünce üretimi’ anlamında.<br />
Gökçebağ, sergide yer alan<br />
aynı başlıklı yerleştirmesinde,<br />
bahçelerde bitkileri tutturmak<br />
için kullanılan demir örgülerden<br />
yeni bir form oluşturarak<br />
görsel bir bulmaca yaratıyor<br />
ve imgesel bir düşünce önerisi ortaya koyuyor. Yerleştirmelerinde<br />
‘fluxus’, minimalizm, ‘Bauhaus’, ‘Dadaizm’, ‘pop-art’, gibi farklı sanat<br />
akımlarından izler taşıyan sanatçı, şiirsellik, mizah, çözümleme ve<br />
yalınlaştırmalar aracılığıyla yeni önermelerde bulunduğu sergisiyle 14<br />
Şubat’a kadar Galerist’te…<br />
sergi<br />
Ressam ve resim<br />
İstanbul Modern, “Ressam ve Resim: Mehmet Güleryüz Retrospektifi”<br />
ile eleştirel ve dışavurumcu üslubuyla yarım yüzyıldır Türk sanat<br />
sahnesinde kendisine özel bir yer edinen Mehmet Güleryüz’ün 1960’lı<br />
yıllardan 2010’lu yıllara uzanan kariyerinin dökümünü sunuyor. Küratörlüğünü<br />
İstanbul Modern Direktörü Levent Çalıkoğlu’nun üstlendiği<br />
sergi; sanatçının resimden desene, heykelden gravüre, tiyatrodan<br />
performansa uzanan zengin ifade arayışının gelişim ve dönüşümüne ışık<br />
tutuyor. 150’ye yakın yapıt ve multimedya sunumuyla 200’e yakın deseni<br />
bir araya getiren “Ressam ve Resim: Mehmet Güleryüz Retrospektifi”<br />
başlıklı sergi, 28 Haziran’a dek İstanbul Modern’in Süreli Sergiler<br />
Salonu’nda sanatseverleri bekliyor.<br />
tiyatro<br />
Bir yaz gecesi rüyası<br />
Shakespeare’in en sevilen klasiklerinden<br />
olan “Bir Yaz Gecesi Rüyası,” Avrupa’nın<br />
önemli yönetmenlerinden Aleksandar<br />
Popovski tarafından çağdaş bir reji anlayışıyla<br />
sahneleniyor. Metni sahneye olduğu<br />
gibi aktarmak yerine, onunla oynamayı ve<br />
görsel olarak etkileyici bir performansa<br />
çevirmeyi tercih eden Popovski, bu çok<br />
özel klasiği sahnelerken, üç ana eksende<br />
ilerleyen hikâyeyi sahne tasarımına da<br />
yansıtmış. Oyun seyirciyi; saray çevresinden<br />
‘Theseus’ ve ‘Hippolyta’ ile dört<br />
genç âşık arasında geçen olaylar, ‘Pyramus’<br />
ve ‘Thisbe’nin trajik aşk hikâyesini<br />
sahneleyen esnafların dünyası ve ‘Oberon,’<br />
‘Titanya,’ ‘Puck,’ diğer periler ve elflerden<br />
oluşan periler dünyası arasında gezdiriyor.<br />
Neşe Ceren Aktay, Arda Aydın, Elyesa<br />
Çağlar Evkaya, Gürol Güngör, Selin İşcan,<br />
Nurdan Kalınağa, Levent Üzümcü, Erhan<br />
Yazıcıoğlu, Çağlar Yiğitoğulları’nın oyunculuklarıyla<br />
göz doldurduğu “Bir Yaz Gecesi<br />
Rüyası,” 18-21 Şubat ve 25-28 Şubat<br />
tarihlerinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi<br />
Şehir Tiyatroları Üsküdar Musahipzade<br />
Celâl Sahnesi’nde…<br />
72 Vizyon
konser<br />
kitap<br />
Yıldız yağmuru<br />
Caz sanatçısı, besteci ve basçı Ozan Musluoğlu, son albümüyle İş Sanat sahnesini âdeta yıldız yağmuruna tutuyor...<br />
Musluoğlu’nun, hayranı olduğu efsanevi kontrbasçı Ray Brown’un “My Best Friends” serisinden etkilenerek hazırladığı<br />
bu çalışması aslında onun Aralık 2012’de marketlerde yerini alan “My Best Friends Are Pianists” adlı üçüncü<br />
albümünün devamı niteliğinde... Daha önceden birlikte sahne aldığı on iki farklı vokalle bir araya gelen sanatçı, caz<br />
severlere on iki farklı dünyaya girip çıktığı oldukça renkli ve keyifli bir çalışma sunuyor. Sahnede, Şevval Sam, Gökhan<br />
Özoğuz, Fatih Erkoç, Ceylan Ertem, Bora Uzer, Sibel Köse, Ayşe Gencer, İlham Gencer, İpek Dinç, Meltem Ege,<br />
Sanem Kalfa, Ece Göksu, Dolunay Obruk gibi caz ve pop dünyasının en önemli vokalistlerinin yanı sıra; George Dumitriu,<br />
Sarp Maden, Neşet Ruacan, Önder Focan, Kamil Özler, Dave Allen, İmer Demirer, Elvan Aracı, Can Çankaya,<br />
Şenova Ülker, Bulut Gülen, Engin Recepoğulları, Uraz Kıvaner, Ferit Odman gibi birçok usta caz müzisyeninin sesinin<br />
duyulduğu zengin bir kadro yer alıyor. İlk kez bu efsane kadroyla aynı sahnede buluşacak olan Ozan Musluoğlu, 17<br />
Şubat Salı akşamı İş Sanat’ta…<br />
konser<br />
Ankara - İstanbul<br />
İlk kez 2012’de yayımladıkları “EP” ile “Be<br />
The Band” müzik yarışmasında dereceye giren<br />
Ankaralı alternatif müzik grubu Son Feci Bisiklet<br />
sahnede... Üzerine bir de, Erdem Topsakal’ın<br />
öncülüğünde kurulan ve ‘şarkı çizip resim çalan<br />
grup’ olarak tanımlanan, kendi adlarını taşıyan<br />
ilk albümlerini bir şarkı sergisiyle duyurarak<br />
dikkatleri üzerine çeken İstanbullu alternatif<br />
müzik grubu Yok Öyle Kararlı Şeyler’i dinlediğinizi<br />
düşünün... Beğeniyle dinlenen Son<br />
Feci Bisiklet ve Yok Öyle Kararlı Şeyler müzik<br />
grupları, 20 Şubat Cuma gecesi, 21.45’de art<br />
arda Salon’da dinleyicileriyle buluşuyorlar.<br />
Vizyon 73
ayraç Mine Sultan ÜNVER mine.unver@trt.net.tr<br />
Yabancı gözüyle<br />
Türk insanı<br />
“Aksini iddia ediyorum ki; insanlık, kibarlık ve şefkat konusunda<br />
Osmanlı Devleti’nin Müslüman halkı, dünyanın hangi milleti ile<br />
karşılaştırırsanız karşılaştırınız, üstün gelir…” Johnstone<br />
Türk ve Müslüman dostu Butler Johnstone tarafından<br />
kaleme alınan bu eser, 1876 yılında Oxford ve<br />
Londra`da basılmıştır. (The Turks: Their Characters,<br />
Manners and Institutions.)<br />
Johnstone kitabında, İmparatorluğun dağılmakta olduğu,<br />
klasik, değer ve müesseselerin sarsılmaya ve gözden düşmeye<br />
başladığı bir devirde bile dünyaya insaniyet ve fazilet dersi<br />
verecek kadar sağlam bir hamura sahip bulunduğumuzu anlatıyor.<br />
1800’lerin sonlarında Osmanlı topraklarında bir süre yaşayan<br />
ve sonra sıklıkla tekrar gelen Johnstone, o devrin Türk insanını<br />
bir yabancının gözüyle tasvir ediyor. Kısa, öz anlatımı<br />
bize dair önemli bilgiler sunuyor. Döneminin ünlü oryantalistlerinin<br />
ve siyasi karşı duruşun aksine yazar farklı bir bakış<br />
açısıyla Türk milletinin karakteristik özelliklerini, yasalarını,<br />
siyasi yaşanmışlıklarını, bu manada hata ve üstünlüklerini,<br />
adalet ve nezaketini, selam ve sohbet adabını, hatta harem<br />
yaşantısını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. İngiliz elçiliğiyle<br />
yazışmaları ve imparatorluğun dört bir yanında faaliyet<br />
gösteren casuslara dair sunduğu bilgiler de dönemi anlamamız<br />
açısından oldukça enteresan.<br />
Yazar, Osmanlı’nın son dönemdeki düzensizliğini asla İslami<br />
sistemden veya halktan kaynaklanmadığını, bu duruma<br />
Avrupalıları dinleyen üst düzeydeki Osmanlı yöneticilerin<br />
sebep olduğunu ısrarla ve delilleriyle belirtiyor. O dönem isyanlarını<br />
ve Osmanlının son dönem anayasalarını tartışarak,<br />
bilmediğimiz gerçekleri dile getiren Johnstone’un kitaptaki<br />
bir ifadesi şöyle; “Gerçek şu ki, Türkiye anarşizmin yukarıdan<br />
kaynaklandığı dünyadaki tek ülkedir. Sistemin kendisi saygıdeğer<br />
ve bir saat gibi çalışacak bir sistemdir. Halkı barışçı ve<br />
itaatkar hatta oldukça çalışkandır.”<br />
Kitabı okurken, dönem konjektürü gereği tüm dünya<br />
Osmanlı’nın karşısındayken, Johnstone’un niçin Türk-<br />
Müslüman milleti yanında yer aldığını sorgulama ihtiyacı<br />
duyuyoruz. Hayatı pahasına böyle davranmasının nedeni<br />
neydi diye sormadan edemiyoruz. Bu sorunun cevabı kitabın<br />
satır aralarında!<br />
Butler Johnstone, lisans ve master eğitimini Oxford<br />
Üniversitesi`nde tamamladı. 1862-1878 yılları arasında<br />
Avam Kamarası’nda milletvekili olarak bulundu.1856`da<br />
David Urguhart tarafından Osmanlı Devleti`nin lehinde faaliyet<br />
gösteren “Foreign Affairs Commitee”lerin faal bir üyesi<br />
oldu. Milletvekilliği müddetince İngiliz parlamentosunda sürekli<br />
Türkiye`yi ve Türkleri savundu.<br />
74 Vizyon
Vizyon 75
KLAPE<br />
Cahit CESUR<br />
cahit.cesur@trt.net.tr<br />
OSCAR : Sinema sektörünün<br />
en prestijli ödülü<br />
Oscar olarak bilinen<br />
Akademi Ödülleri sinema<br />
alanında verilen dünyanın<br />
en prestijli ve en eski<br />
ödülleri. Sunuculuğunu Neil Patrick<br />
Harris’in üstleneceği ve bu yıl 87.kez<br />
düzenlenecek olan Oscar töreni 22<br />
Şubat tarihinde gerçekleştirilecek. Her<br />
yıl olduğu gibi bu yıl da tam bir görsel<br />
şölenle sahiplerini bulacak olan Oscar<br />
heykelleri, heyecanla bekleniyor.<br />
Amerikan Sinema Bilimleri ve Sanat<br />
Akademisi tarafından dağıtılan Oscar<br />
ödüllerinin resmi internet sitesinin<br />
yanı sıra, sinema sektörünün yayın<br />
organları da, Oscar hazırlıklarına<br />
ilişkin gelişmeleri dakika dakika<br />
meraklılarına duyurmayı sürdürüyor.<br />
Tüm ödüller 4 dakikada<br />
dağıtılmıştı<br />
1927 yılında Amerikan sinema<br />
endüstrisinin içinde bulunduğu<br />
sorunları çözmek, sinema seyircisindeki<br />
önemli düşüşün önüne geçebilmek,<br />
sinemayı daha ilgi çekici bir hale<br />
getirebilmek amacıyla o zamanki<br />
sinema endüstrisinin önde gelen<br />
kişileri tarafından “Academy of Motion<br />
Picture Arts and Sciences” (Amerikan<br />
Akademisi) kuruldu. Mayıs 1928’de<br />
toplanan kurul, akademinin her yıl<br />
ödül vereceğini açıkladı.<br />
İlk Oscar töreni Hollywood’da<br />
Roosevelt Hotel’de gerçekleştirildi. 16<br />
Mayıs 1929 Perşembe günü yapılan,<br />
başkanlığını ünlü aktör Douglas<br />
Fairbanks’in yaptığı, Amerikan Sinema<br />
Akademisi’nin düzenlediği bu ilk Oscar<br />
törenine, şimdiki törenlerin aksine<br />
medya hiç ilgi göstermemiş, zaten<br />
kazananların listesi de 3 ay öncesinden<br />
duyurulmuştu. Tüm ödüller toplam 4<br />
dakika 22 saniyede sahiplerini buldu.<br />
Henüz kırılamayan bu rekor, gelecekte<br />
de pek kırılacak gibi gözükmüyor.<br />
Çok heyecansız geçen törende, “En<br />
iyi kadın oyuncu” ödülünü alan Janet<br />
Gaynor’un sonradan söyledikleri bir<br />
hayli ilginç: “İlk yıl olduğu için tabii<br />
çok heyecanlandım, ama akademi<br />
ödüllerinin o zamana kadar oluşmuş<br />
bir geleneği yoktu. Birkaç yıl içinde ne<br />
anlama geleceğini bilseydim, eminim<br />
daha çok etkilenirdim. O zaman daha<br />
çok Douglas Fairbanks ile tanıştığım<br />
için heyecanlanmıştım.”<br />
Oscar günleri<br />
Oscar ödül töreni 1954 yılına<br />
kadar çoğunlukla perşembe geceleri<br />
gerçekleşiyordu. 1955-1958 yılları<br />
arasındaki ödül törenleri çarşamba<br />
günleri sahiplerini bulurken;<br />
1959’dan 1999 yılına kadar, birkaç<br />
istisna haricinde ödüller pazartesi<br />
geceleri dağıtıldı. 1999 yılından bu<br />
yana ise pazar geceleri yapılıyor.<br />
Charlie Chaplin’e özel Oscar<br />
ödülü<br />
Törende ayrıca iki özel ödül vardı.<br />
İlk özel ödül Charlie Chaplin’e<br />
verildi. Chaplin, bu ödülü yazarlığını,<br />
yönetmenliğini ve yapımcılığını<br />
üstlendiği “Sirk” (The Circus)<br />
filmiyle aldı. İkinci özel ödül, film<br />
endüstrisinde devrim yapan ilk sesli<br />
yapım olan “The Jazz Singer” filmini<br />
gerçekleştiren Warner Brothers film<br />
şirketine verildi.<br />
Şimdi de bu ilk Oscar töreninde<br />
başarılı olan filmler ve sanatçılar<br />
hakkında bilgiler verelim:<br />
“Wings”, Oscar tarihinde “En iyi<br />
film” ödülünü almış ilk ve tek sessiz<br />
filmdir. Konusu 2. Dünya Savaşı’nda<br />
Hava Kuvvetleri’nde pilotluk yapan<br />
iki çocukluk arkadaşı ile Fransa’da<br />
hemşirelik yapan bir kız arasındaki<br />
aşk ilişkisine dayanan film, bir yılda ve<br />
toplam 2 milyon dolarlık bir bütçeyle<br />
çekildi. Jack Powell (Charles ‘Buddy’<br />
Rogers) ve David Armstrong (Richard<br />
Arlen), hava kuvvetlerinde pilotluk<br />
yapmaktadır. İlk savaş uçuşlarında<br />
başarılı olunca cesaret madalyalarını<br />
76 Vizyon
Charlie Chaplin’”Sirk”<br />
fimindeki performansıyla<br />
özel ödül aldı.<br />
Vizyon 77
“Caz Şarkıcısı”<br />
“Şafak”<br />
da aynı zamanda alırlar. Jack’in<br />
sevgilisi Mary Preston (Clara Bow)<br />
ise Fransa’da hemşirelik yapmaktadır.<br />
Kampta çıkan bir kavgada Jack’in<br />
mahkemeye çıkmasını engellemek için<br />
suçu üzerine alır ve Fransa’yı terk etmek<br />
zorunda kalır. Savaş devam etmektedir.<br />
Jack ve David’e iki Alman gözleme<br />
balonuna saldırma görevi verilir. Ne<br />
yazık ki, saldırı sırasında David’in<br />
uçağı Almanlar tarafından düşürülür.<br />
Fakat David kurtulur. Jack, uçağın<br />
düşürüldüğünü öğrenince, arkadaşının<br />
intikamını almak için uçağa biner ve<br />
Almanlara saldırır. Bu arada David<br />
kurtulduktan sonra çaldığı bir Alman<br />
uçağıyla kampa dönmek için yola çıkar.<br />
Jack, olanlardan habersiz Almanlara<br />
saldırmaktadır. David’in kullandığı<br />
uçağı da düşürür. Düşürdüğü uçağın<br />
armalarını almak için indiğinde yaptığı<br />
büyük hatanın farkına varır. Arkadaşı<br />
kollarında can verir. Savaş sonrası<br />
Mary her şeyden habersiz David’i<br />
beklerken, Jack ruhsal çöküntüler<br />
içinde Amerika’ya dönecektir.<br />
Kan yerine çikolata şurubu<br />
I. Dünya Savaşı’nda pilotluk<br />
yapmış bir yönetmen olan William<br />
A. Wellman, filmde herhangi bir film<br />
hilesine başvurmadı. Özellikle uçak<br />
sahneleri çok başarılıydı ve büyük<br />
ilgi gördü. Bunun yanı sıra, filmde<br />
kullanılan bazı görüntü ve ses efektleri<br />
(uçak motorlarının uğultusu, bazı savaş<br />
sahnelerinin renklendirilmesi) seyirciyi<br />
çok etkilemişti. Gök ve bulutlar mavi<br />
iken makinalı tüfeklerden çıkan ateşler<br />
kırmızı olarak verildi. Zaten film<br />
bu yönü ile özel efekt dalında Oscar<br />
ödülünü de aldı.<br />
Kanlı sahnelerde çikolata şurubunun<br />
kullanıldığı filmde, özellikle<br />
kostümlerin seçiminde unutulmaz<br />
hatalar yapıldı. Filmde olaylar 1917-<br />
1918 döneminde geçiyordu ama<br />
filmdeki sivil halk ile başrol oynayan<br />
Clara Bow’un ev sahnelerindeki<br />
kostümleri ve saç stili 1920 sonlarına<br />
aitti.<br />
Gary Cooper ilk kez 20 saniye<br />
göründü<br />
Filmin yapımına Amerikan Ordusu<br />
büyük katkıda bulundu. Savaş sahneleri<br />
için yüzlerce figüran asker ve havada<br />
çekilen savaş sahneleri için milyon<br />
dolar değerinde uçak ve malzeme<br />
desteği verdi.<br />
“Wings”e ait önemli bir not ise<br />
yeni yeni ün kazanmaya başlayan bir<br />
Hollywood yıldızına ait. Filmin bir<br />
sahnesinde sadece 20 saniye görünen<br />
Garry Cooper seyirciden o kadar<br />
büyük bir ilgi görmüştü ki Paramount<br />
stüdyosu bu yakışıklı pilotun kim<br />
olduğunu soran mektuplarla dolmuştu.<br />
Sonunda stüdyo Cooper’a anlaşma bile<br />
teklif etti.<br />
En iyi oyuncu Gaynor ve<br />
Jannings<br />
“En iyi kadın oyuncu” ödülünü alan<br />
Janet Gaynor, bu ödüle üç değişik<br />
filmdeki başarısından dolayı lâyık<br />
görüldü. Bu filmlerden “Yedinci<br />
Cennet” (7th Heaven, 1927) ve “Sokak<br />
Meleği” (Street Angel, 1928)’in<br />
yönetmeni Frank Borzage, “En iyi<br />
yönetmen” ödülünü aldı. Gaynor her<br />
iki filmde de kendini seven bir adamın<br />
yardımıyla yoksulluktan ve günah<br />
işlemekten kurtulan bir kimsesiz<br />
çocuğu canlandırdı. “Şafak” (Sunrise,<br />
1927) filminde ise bir çiftçinin karısı<br />
rolündeydi. Çiftçi, şehirde tanıdığı<br />
çekici bir kadınla iş birliği yaparak<br />
kendi karısını öldürme plânlan yapıyor,<br />
ancak hatanın daha sonra farkına<br />
vararak finalde karısıyla ikinci balayına<br />
çıkıyordu. Paramonth stüdyosu filmin<br />
daha başarılı olması için ünlü Alman<br />
yönetmen ve oyuncu Emil Jannings’in<br />
katkılarını da sağladı. Jannings<br />
Almanya’dan getirtildi. O dönemde<br />
yabancı düşmanlığını önlemek<br />
amacıyla yönetmenin Brooklyn’de<br />
doğduğu (aslında İsviçre’de doğmuştu),<br />
bir yaşındayken Almanya’ya gittiği<br />
söylendi.<br />
“En iyi erkek oyuncu” ödülüne lâyık<br />
görülen Emil Jannings, iki ayrı filmde<br />
başrol oynamıştı. Daha sonra 1939’da<br />
“Rüzgar Gibi Geçti”yi yönetecek olan<br />
Victor Fleming’in “Tendeki Şeytan”<br />
(The Way of All Flesh, 1927) ve Joseph<br />
Van Sternberg’in yönettiği “Son Emir”<br />
(The Last Command, 1928). Jannings,<br />
ilk filmde sarışın vamp bir kadına olan<br />
düşkünlüğü yüzünden hayatı altüst olan<br />
saygın bir aile babasını, ikinci filmde<br />
ise Tsarist’den sürgüne gönderilen bir<br />
Rus generali canlandırıyordu. Sürekli<br />
düşle rolü birbirine karıştıran general,<br />
filmin sonunda rolünü başarıyla<br />
gerçekleştiriyordu. Jannings ödülünü<br />
aldıktan sonra ünü sinema çevrelerinde<br />
giderek arttı. Ancak sesli sinemanın<br />
başlamasıyla Hollywood’daki sinema<br />
yaşamı son buldu. Çünkü Jannings’de<br />
çok belirgin bir Alman aksanı vardı.<br />
1929’da Hollywood’dan ayrılarak<br />
Almanya’ya dönen sanatçı daha sonra<br />
Nazi rejimi için propaganda filmleri<br />
yapmaya başladı ve 1960 yılında da<br />
öldü.<br />
78 Vizyon
“Son Emir”<br />
“Sirk”<br />
İlk Oscar ödülleri<br />
1927/28<br />
16 Mayıs 1929<br />
Roosevelt Hotel-<br />
HOLLYWOOD<br />
En iyi film<br />
“Wings” (Kanatlar), Paramount<br />
En iyi erkek oyuncu<br />
Emil Jannings “Son Emir” (The<br />
Last Command), Paramount<br />
Emil Jannings “Tendeki Şeytan”<br />
(The Way Of All Flesh),<br />
Paramount<br />
En iyi kadın oyuncu<br />
Janet Gaynor “Yedinci Cennet”<br />
(Seventh Heaven), Fox<br />
Janet Gaynor “Sokak Meleği”<br />
(Street Angel), Fox<br />
Janet Gaynor “Şafak” (Sunrise),<br />
Fox<br />
En iyi yönetmen<br />
Frank Borzage “Yedinci Cennet”<br />
(Seventh Heaven)<br />
En iyi yönetmen (güldürü)<br />
(Sonraki yıllarda kaldırıldı)<br />
Lewis Milestone “İki Arap<br />
Şövalyesi” (Two Arabian Knights),<br />
UA<br />
En iyi uyarlama senaryo<br />
Benjamin Glazer “Yedinci Cennet”<br />
(Seventh Heaven)<br />
En iyi öykü<br />
Ben Hecht “Yeraltı Dünyası”<br />
(Underworld), Paramount<br />
En iyi ara yazı<br />
(Sonraki yıllarda kaldırıldı)<br />
Joseph Farnham “The Fair Co-<br />
Ed”, Mgm<br />
Joseph Farnham “Laugh, Clown,<br />
Laugh”, Mgm<br />
Joseph Farnham “Telling the<br />
World”, MGM<br />
En iyi görüntü yönetmeni<br />
Charles Rosher-Karl Struss<br />
“Şafak” (Sunrise)<br />
En iyi çevre düzenlemesi<br />
William Cameron Menzies “The<br />
Güvercin” (The Dove), Ua<br />
William Cameron Menzies<br />
“Fırtına” (The Tempest), UA<br />
Artistic quality of production<br />
(Sonraki yıllarda kaldırıldı)<br />
“Sunrise”<br />
En iyi özel efektler<br />
(Engineering effects olarak<br />
verildi)<br />
Roy Pomeroy “Kanatlar” (Wings)<br />
Özel ödüller<br />
Charles Chaplin “Sirk” (The<br />
Circus)<br />
(Yazarlığı, oyunculuğu, yapımcılığı<br />
ve yönetmenliği)<br />
Warner Bros “The Jazz Singer”<br />
(Film endüstrisinde devrim yapan<br />
ilk sesli film)<br />
Ayrıca, Honorable Mention<br />
Awards adı verilen ve sadece bu<br />
ilk törende kullanılan özel ödüller<br />
de Oscar kazanamayan adaylara<br />
verildi.<br />
“Şafak”<br />
Vizyon 79
sinema<br />
Özlem Karadayı Doğan<br />
ozlem.karadayi@trt.net.tr<br />
“Keskin Nişancı”<br />
Şubat ayı Oscar adayı filmlerle renkleniyor.<br />
“En iyi film” kategorisiyle birlikte<br />
toplam 6 dalda Oscar’a aday gösterilen<br />
“Keskin Nişanci” (American Sniper)<br />
da bu ayın en merak edilen seyirliklerinden.<br />
Bahriye Komandoları’na katılan ve<br />
Irak’ta 150’den fazla insanın ölümüne<br />
sebep olan Chris Kyle (1974-2013)<br />
isimli askerin, aynı isimli kitabından<br />
uyarlanan filmde, Chris Kyle’ın, askeri<br />
kariyeri ve yaşadıkları anlatılacak.<br />
Afganistan ve Irak’ta 4 kez göreve çağrılan,<br />
düşman ülkelerde başına ödül<br />
konulan ve eşi ile de ailenin güvenliği<br />
endişesi ile arası açılan Kyle’ın yaşamından<br />
bir kesit sunan film, bu yılın<br />
en favori filmleri arasında.<br />
Yönetmen koltuğundaki 4 Oscar’lı<br />
Clint Eastwood ile bu yıl 4. kez Oscar’a<br />
aday gösterilen oyuncu Bradley<br />
Cooper’ı bir araya getiren filmde,<br />
Cooper’a Sienna Miller ve Kyle Gallner<br />
eşlik ediyor.<br />
Bu yılın en çok ses getiren<br />
filmlerinden biri olan ve<br />
6 dalda Oscar’a aday<br />
gösterilen “Keskin Nişancı”<br />
(American Sniper),<br />
20 Şubat’ta vizyona giriyor.<br />
80 Vizyon
vizyondaki filmler<br />
Cahilliğin Umulmayan Erdemi<br />
“Birdman”<br />
“Riggan” adlı bir tiyatro oyunun başoyuncusu, provalar esnasında<br />
beklenmedik bir biçimde yaralanır ve yerinin acil olarak doldurulması<br />
gerekir. Lesley ve onun en yakın arkadaşı olan Jake’in önerisiyle<br />
bir zamanların gözde yıldızı olan Mike Shiner baş aktörlüğe<br />
getirilir. Mike, sahneye çıkma hazırlıkları yaparken, bir yandan da<br />
oyuncu olan sevgilisi Laura, kişisel asistanlığını yürüten kızı Sam ve<br />
mükemmeliyetçi eski karısı Sylvia ile uğraşmak zorundadır. Film “En<br />
İyi film” ve “En iyi yönetmen” kategorileri başta olmak üzere tam 9<br />
dalda Oscar’a aday oldu.<br />
Yönetmen: Alejandro González Iñárritu<br />
Oyuncular: Michael Keaton, Zach Galifianakis, Edward Norton<br />
Türü: Komedi, dram<br />
Vizyon Tarihi: 27 Şubat<br />
The Imitation<br />
Game<br />
Bu yıl “En iyi Film” ve “En iyi<br />
yönetmen” dâhil 8 dalda<br />
Oscar’a aday olan film, 2.<br />
Dünya Savaşı sırasında,<br />
savaşın kaderine etki eden<br />
ünlü matematikçi Alan<br />
Turing’in Nazilerin şifreli<br />
haberleşme için kullandığı<br />
enigma kodunu çözme<br />
sürecini anlatıyor.<br />
Yönetmen: Morten Tyldum<br />
Oyuncular: Benedict Cumberbatch,<br />
Keira Knightley, Mattew Goode<br />
Türü: Biyografik,dram<br />
Vizyon Tarihi: 20 Şubat<br />
Her Şeyin Teorisi<br />
“The Theory of Everything”<br />
“En iyi film” dâhil 5<br />
dalda Oscar’a aday<br />
gösterilen film,<br />
modern bilim ve<br />
teknoloji tarihini<br />
değiştiren İngiliz<br />
fizikçi ve teorisyen<br />
Stephen Hawking’in<br />
hayatından bir kesit<br />
sunuyor. Hawking’in, 1965 ve 1991 yılları arasında evli<br />
kaldığı ilk eşi Jane Wilde ile olan ilişkini konu alan filmde,<br />
öğrencilik yıllarında başlayan ilişkilerine, birlikte bilim adına<br />
yaptıklarına ve hastalık teşhisiyle yaşadıkları sarsıntılara<br />
tanık olacağız.<br />
Yönetmen: James Marsh<br />
Oyuncular: Eddie Redmayne, Felicity Jones, Tom Prior<br />
Türü: Biyografik, dram<br />
Vizyon Tarihi: 27 Şubat<br />
Özgürlük Yürüyüşü<br />
“Selma”<br />
1965’te Alabama eyaletinin Selma kentinden eyalet başkentine giden 87 km’lik<br />
yolda, o dönem ABD tarihine geçen üç protesto yürüyüşü gerçekleştirildi. Martin<br />
Luther King’in öncülük ettiği bu yürüyüşler, kamuoyunu harekete geçirdi ve dönemin<br />
ABD Başkanı Johnson Oy Hakkı Kanunu konusunda köşeye sıkıştı. Nihayetinde<br />
protestolar etkili oldu ve kanun çıktı. Değişen Amerika’nın hikâyesini anlatan film,<br />
“En iyi film” dalında bu yılın Oscar adaylarından.<br />
Yönetmen: Ava DuVernay<br />
Oyuncular: David Oyelowo, Tom Wilkinson, Tim Roth<br />
Türü: Dram, tarih, biyografi<br />
Vizyon Tarihi: 6 Şubat<br />
Vizyon 81
kısa kısa<br />
Altın Ahududu ve<br />
en kötüler<br />
35 yıldır “gelenekselleşmiş”<br />
biçimde<br />
dağıtılan The Razzies<br />
(Golden Raspberry<br />
Awards), yani Altın<br />
Ahududu adayları<br />
açıklandı. 2014’ün<br />
en kötü adaylarının<br />
seçildiği olan listede,<br />
“En kötü film” kategorisinde<br />
Kirk Cameron<br />
imzalı aile komedisi<br />
“Saving Christmas”ın yanı sıra Michael<br />
Bay imzalı “Transformers 4: Age of Extinction”<br />
göze çarpıyor. Adam Sandler<br />
ve Drew Barrymore’un “Blended”<br />
filmiyle “En kötü erkek oyuncu” ve “En<br />
kötü kadın oyuncu” dallarında listeye<br />
girmeyi başardığı “Altın Ahudu”da,<br />
Kelsey Grammer da geçtiğimiz sene<br />
rol aldığı tüm yapımlarla en kötülere<br />
aday olmayı başardı. Kazananlar ise<br />
Oscar ödül töreninin hemen öncesinde<br />
21 Şubat’ta Hollywood Montalban<br />
Theatre’da açıklanacak.<br />
Powers Rangers<br />
geri dönüyor<br />
90’lara damgasını vuran bilim- kurgu<br />
ve macera dizisi “Power Rangers” beyaz<br />
perdeye uyarlanıyor. Henüz kadroda<br />
yer alacak isimler ya da projenin kamera<br />
arkasına geçecek olan yönetmeni<br />
hakkında bir netliğe varmamış olsalar<br />
da, yapımcılar projenin takvimini<br />
çoktan çıkarmışlar. Kahramanlarımızın<br />
kötülere karşı mücadele ettiği filmin<br />
2016’da vizyona girmesi bekleniyor.<br />
Kadrodaki netleşen tek isim Beyaz<br />
Ranger karakterini canlandıracak olan<br />
Jason David Frank. Filmin senaryosunu<br />
kaleme alacak isimler ise Zack Stentz<br />
ve Ashley Miller.<br />
Oscar için geri sayım<br />
<strong>2015</strong> Altın Küre Ödülleri’nin dağıtılmasının<br />
hemen ardından, heyecanla beklenen<br />
Oscar adayları da belli oldu. “En İyi Film” kategorisinin<br />
içinde olduğu 9 adaylıkla “Birdman”<br />
ve “Büyük Budapeşte Oteli” (Grand<br />
Budapest Hotel) filmleri listeye damgasını<br />
vururken, onları 8 dalda adaylıkla “The<br />
Imitation Game” filmi izledi. Listenin diğer<br />
dikkat çeken filmleri ise 6 adaylıkla “Keskin Nişancı”(American Sniper) ile<br />
“Çocukluk” (Boyhood) ve 5 adaylıkla “Her Şeyin Teorisi” (Theory of Everything)<br />
filmleri oldu. Bu sene 87. kez düzenlenecek olan <strong>2015</strong> Akademi Ödülleri 22<br />
Şubat’ta Neil Patrick Harris’in sunacağı görkemli bir tören ile sahiplerini bulacak.<br />
Önemli kategorilerin tam listesi ise şöyle:<br />
En İyi Film<br />
“American Sniper”<br />
“Birdman!”<br />
“Boyhood”<br />
“The Grand Budapest<br />
Hotel”<br />
“The Imitation Game”<br />
“Selma”<br />
“The Theory of Everything”<br />
“Whiplash”<br />
En İyi Yönetmen<br />
Alejandro G. Inarritu,<br />
“Birdman”<br />
Richard Linklater, “Boyhood”<br />
Bennett Miller, “Foxcatcher”<br />
Wes Anderson, “The Grand<br />
Budapest Hotel”<br />
Morten Tyldum, “The<br />
Imitation Game”<br />
En İyi Özgün Senaryo<br />
“Birdman”<br />
“Boyhood”<br />
“Foxcatcher”<br />
“The Grand Budapest<br />
Hotel”<br />
“Nightcrawler”<br />
En İyi Uyarlama Senaryo<br />
“American Sniper”<br />
“The Imitation Game”<br />
“Inherent Vice”<br />
“The Theory of Everything”<br />
“Whiplash”<br />
En İyi Kadın Oyuncu<br />
Marion Cotillard, “Two<br />
Days One Night”<br />
Felicity Jones, “The Theory<br />
of Everything”<br />
Julianne Moore, “Still Alice”<br />
Rosemund Pike, “Gone<br />
Girl”<br />
Reese Witherspoon, “Wild”<br />
En İyi Erkek Oyuncu<br />
Steve Carell, “Foxcatcher”<br />
Bradley Cooper, “American<br />
Sniper”<br />
Benedict Cumberbatch,<br />
“The Imitation Game”<br />
Michael Keaton, “Birdman”<br />
Eddie Redmayne, “The<br />
Theory of Everything”<br />
En İyi Yardımcı Kadın<br />
Oyuncu<br />
Patricia Arquette, “Boyhood”<br />
Laura Dern, “Wild”<br />
Keira Knightley, “The Imitation<br />
Game”<br />
Emma Stone, “Birdman”<br />
Meryl Streep, “Into the<br />
Woods”<br />
En İyi Yardımcı Erkek<br />
Oyuncu<br />
Robert Duvall, “The Judge”<br />
Ethan Hawke, “Boyhood”<br />
Edward Norton, “Birdman”<br />
Mark Ruffalo, “Foxcatcher”<br />
J.K. Simmons, “Whiplash”<br />
En İyi Kurgu<br />
“American Sniper”<br />
“Boyhood”<br />
“The Grand Budapest<br />
Hotel”<br />
“The Imitation Game”<br />
“Whiplash”<br />
En İyi Görüntü Yönetimi<br />
“Birdman”<br />
“The Grand Budapest<br />
Hotel”<br />
“Ida”<br />
“Mr. Turner”<br />
“Unbroken”<br />
En İyi Animasyon<br />
“Big Hero 6”<br />
“The Boxtrolls”<br />
“How to Train Your Dragon<br />
2”<br />
“Song of the Sea”<br />
“The Tale of Princess<br />
Kaguya”<br />
En İyi Belgesel<br />
“Citizenfour”<br />
“Finding Vivian Maier”<br />
“Last Days in Vietnam”<br />
“The Salt of Earth”<br />
“Virunga”<br />
Yabancı Dilde En İyi Film<br />
“Leviathan”, Rusya<br />
“Tangerines”, Estonya<br />
“Timbuktu”, Moritanya<br />
“Ida”, Polonya<br />
“Wild Tales”, Arjantin<br />
En İyi Özgün Müzik<br />
“The Grand Budapest<br />
Hotel”<br />
“The Imitation Game”<br />
“Interstellar”<br />
“Mr. Turner”<br />
“The Theory of Everything”<br />
82 Vizyon
Vizyon 83
tuvalin öyküsü Mine Sultan ÜNVER mine.unver@trt.net.tr<br />
“Yanan Zürafa”<br />
Salvador Dali<br />
1937, Kunstmuseum/Basel<br />
”Düşmanlarımın, arkadaşlarımın ve halkın<br />
resimlerime aktardığım imgelerin anlamını<br />
çözemediklerini söylemeleri bence son derece<br />
anlaşılır bir durum. Onları yapan kişi olarak ben<br />
bile anlayamazken, başkaları nasıl olur da bu<br />
imgeleri anlamayı umabilir.” Salvador Dali<br />
Yanan Zürafa Salvador Dali’nin<br />
anlatımıyla ”erkeksi kozmik<br />
kıyamet canavarıdır.” Zürafa<br />
Dali’ye göre savaşın önsezisidir.<br />
Tablodaki iki kadının ifadesiz yüzleri<br />
kaybolmuşluğu ve çaresizliği anlatır. Salvador<br />
Dali insan vücudunu psikanaliz ile açılabilen<br />
tamamen gizli çekmeceler olarak görmektedir.<br />
Bu nedenle ön plandaki kadın figürünün sol<br />
bacağından çıkan çekmeceler bilinçaltına<br />
yaptığı bir kinayedir. Kadınların sırtını iskelet<br />
benzeri bir yapıyla destekleyerek toplumun<br />
hatalarını ve zayıflıklarını anlatmak istemiştir.<br />
Bazı yorumlarda ise bu figürlerin uzun boylu<br />
mankenler tarzında, savaşın yaklaştığını<br />
duyuran ölüm melekleri olduğu söyleniyor.<br />
Nitekim kası bir süre sonra Dali’nin bu<br />
önsezisinde haklı çıktığını görüyoruz.<br />
Salvador Dali (1904-1989),Katalan<br />
sürrealist ressamdır. Gerçeküstü eserlerindeki<br />
tuhaf ve çarpıcı imgelerle ünlenmiştir. En iyi<br />
bilinen eseri “Belleğin Azmi”dir. Salvador<br />
Dali ressamlığın yanı sıra heykel, fotoğrafçılık<br />
ve film yapımıyla da ilgilenmiş, Amerikalı<br />
Walt Disney ile Destino adlı kısa çizgi filmi<br />
hazırlamıştır. Salvador Dali, hayatı boyunca,<br />
sanatıyla olduğu kadar sıradışı giyimi,<br />
davranışları ve sözleriyle de dikkat çekmiş, bu<br />
davranışların getirdiği kötü şöhret, Dali’nin<br />
geniş kitleler tarafından tanınmasını sağlamış<br />
ve eserlerine duyulan ilgiyi arttırmıştır.<br />
İspanya’dan Fransa’ya ve sonra Amerika’ya<br />
uzanan çalkantılı yaşamında, Franco’nun<br />
faşist yönetimini dahi destekleyerek türlü<br />
tuhaflıklarıyla ilgi çeken Dali, Sigmund<br />
Freud’dan da bir hayli etkilenmiştir.<br />
Ressam, 1989’da kalp yetmezliğinden öldü<br />
ve Figueres’te kendi adını taşıyan müzenin<br />
mahzenine gömüldü.<br />
84 Vizyon
Vizyon 85
siyah<br />
beyaz<br />
trt<br />
“Orta Oyunu”<br />
“Televizyon Stüdyosu”
1971<br />
“Hangisi Doğru” yarışma programı.<br />
Stüdyo, yarışmacılar, seyirciler...<br />
Fotoğraflar: TRT Dış Çekim Fotoğraf Servisi’nden alınmıştır.
YAYINCININ SÖZLÜGÜ<br />
kadraj bk. çekim ölçeği<br />
Kkamçı anten Boyu değiştirilebilen çeyrek dalga boyu anteni.<br />
kameranın yönü Kameranın bulunduğu konumdan görüntülenen konuya doğru baktığı yön.<br />
kanal kimliği Televizyon ve radyo kanalının logosu, yazı karakterleri, grafik, jenerik ve<br />
müzikleri, haber stüdyolarının dekoru ve hâkim renkleri gibi ögeler ile oluşturulan kurumsal<br />
kimlik.<br />
kararma-açılma Televizyon ve sinemada genellikle zaman, mekân, konu ve bölüm değişimini vurgulamak<br />
için bir görüntünün kaybolarak karanlığın oluşması ve ardından karanlığın içinden yeni bir görüntünün<br />
belirmesi.<br />
karasal yayın Yeryüzünde bulunan vericilerden yayımlanan elektromanyetik dalgalar aracılığıyla izleyici ve<br />
dinleyiciye doğrudan ulaşan televizyon ve radyo yayını.<br />
kayıt dışı Basın mensubuna, kaynağı açıklanmaması ve kayıt yapılmaması şartıyla, sözlü olarak verilen bilgi,<br />
gizli olarak ulaştırılan her türlü belge, off-the record.<br />
kaynak kişi 1. Yöresinde söylenen ya da bilinen eski zamanlara ait türküleri hafızasında çok iyi saklayabilen<br />
ve ait olduğu yörenin ağız özelliklerine göre icra edebilen kişi. 2. Derleme çalışmasında söz ve müziğin<br />
kayda geçirilmesi için bilgisine başvurulan kişi, kimden alındığı.<br />
karakter jeneratörü Televizyon yayınlarında ekrana bindirilen yazı ve grafiklerin hazırlandığı elektronik<br />
cihaz, KJ.<br />
koaksiyel kablo Görüntü sinyali ve antenden RF sinyali taşımada ve sayısal ses iletiminde kullanılan dışı<br />
blendajlı, bir canlı ucu olan kablo.<br />
kodek Bir sinyal ya da veri dosyasının kodlamasında ve çözülmesinde kullanılan yazılım ya da donanım,<br />
codec.<br />
konuşma radyosu Müziğin olmadığı ya da çok az olduğu, dinleyici ya da konuklarla ağırlıklı olarak güncel<br />
sohbetlerin yer aldığı radyo yayıncılığı formatı, sohbet radyosu.<br />
koruyucu sembol Yayın hizmetinin içeriği hakkında izleyicilerin bilgilendirilmesi amacıyla medya hizmet<br />
sağlayıcılar tarafından kullanılan ortak semboller.<br />
kutu televizyon seti Genellikle kapalı bir mekânın üç duvarının kurulduğu, bir duvarının ise kamera, ses ve<br />
ışık ekibinin çalışabilmesi için kurulmadığı set türü.<br />
medya hizmet sağlayıcısı Radyo, televizyon ve isteğe bağlı yayın hizmeti içeriğinin seçimin-<br />
editoryal sorumluluğu bulunan ve bu hizmetin düzenleme ve yayınlama biçimine karar<br />
Mde<br />
veren tüzel kişilik.<br />
medya planlaması Reklam kampanyasının en etkili biçimde sunulacağı kitle iletişim araçlarının<br />
değerlendirilip seçilmesi; reklamların yer alacağı programların ve yayınlanacağı zaman<br />
dilimlerinin belirlenmesi, satın alınması, istenilen gün ve saatte yayınının sağlanması.<br />
mekân sponsoru Televizyon, radyo ve sinema yapımlarında çekimler için ücret almadan mekân tahsis eden,<br />
mekânın geçici olarak kullanılmasına olanak veren kurum ya da kişi.<br />
manevi haklar Eser sahibinin esere ilişkin sahip olduğu kamuya sunma, adının belirtilmesini isteme ve<br />
eserde değişiklik yapılmasını menetme hakları.<br />
manyetik kafa Görüntü, ses, veri kayıtları ve okumaları için farklı düzeneklerde hazırlanan; manyetik bant,<br />
şerit ve disk üzerindeki verileri işleyen; manyetik yapıya göre çalışan donanım birimi.<br />
metin 1. Yazılı ileti, yazılı dilin temsili. 2. İletişim çalışmalarında çözümlenmeyi bekleyen her türlü medya<br />
içeriği. 3. bk. program metni<br />
metni dinlendirme mes. dili Metin yazarı ve yapım-yönetim ekibinin, metin yazımına ya da redaksiyonuna<br />
bir süre ara vermesi, daha nesnel biçimde metni yeniden değerlendirmek için bir süre beklemesi, metni<br />
soğutma.<br />
mikrofon çevresi Radyoda, bir masa çevresinde oturan katılımcıların eşit sürelerde konuştuğu tartışma<br />
programı.<br />
motor mes. dili Çekim setinde hazırlıklar tamamlandıktan sonra kameranın çekime başlayabilmesi için<br />
yönetmenin verdiği sözlü komut.<br />
-<br />
TRT Eğitim Dairesi Başkanlığı tarafından hazırlanmakta olan Güncel Yayıncılık ve Medya Sözlüğü’nden alınan örnek maddeler ile oluşturulmuştur.