Arkeo Magma
Magma Dergisi Özel Sayısı
Magma Dergisi Özel Sayısı
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
2020
Patara
Yılı
KÜLTEPE-KANİŞ
ANADOLU ’ NUN İLK SÖZÜ
BÜYÜK KESİF
ANADOLU'NUN ELLERİ
İSTANBUL ARKEOLOJİ MÜZELERİ
GEÇMİŞİN GÖSTERİSİ
PATARA
DENİZCİLİK VE
TİCARETİN BAŞKENTİ
ŞANLIURFA
EDESSA MOZAİKLERİ
DİYARBAKIR
ZERZEVAN KALESİ
ISSN 2148-7707
facebook / twitter: magmadergisi
www.magmadergisi.com
ÖZEL
SAYI-1
2020
Sayı: Nisan 2020
Kapak Fotoğrafı: Kültepe Kazı Arşivi
54
MERSİN’İN MAĞARA RESİMLERİ
ANADOLU’NUN ELLERİ
70
2020 PATARA YILI
DENİZCİLİK VE TİCARETİN BAŞKENTİ
22
RAYLARIN
ALTINDAKİ TARİH
28
SAKLI
ZAMANIN KENTİ
104
ŞANLIURFA
EDESSA MOZAİKLERİ
110
DİYARBAKIR
ZERZEVAN KALESİ
34
GEÇMİŞİN
GÖSTERİSİ
122
HER YOL
LİKYA’YA ÇIKAR
Özcan Yüksek
YAYIN YÖNETMENİ
Kemal Tayfur
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Necmi Karul
ARKEOLOJİ EDİTÖRÜ
Editöryal Servis
Oktay Uludağ / EDİTÖRYAL KOORDİNATÖR
Tijen Burultay / FOTOĞRAF
Onur Caymaz / TÜRKÇE
Güven Eken / DOĞA
Güneşin Aydemir / DOĞAL YAŞAM
Yazgülü Yüksek / HABER
Selcen Küçüküstel / ANTROPOLOJİ
Özlem Türkdoğan / DİJİTAL YAYINLAR
Tasarım
Özgür Çakır / GÖRSEL YÖNETMEN
Baysan Yüksel / İLLÜSTRASYON
Yazı Kurulu
Bedia Ceylan Güzelce, Buket Şahin, Buket Uzuner, Bülent Kale,
Cenk Durmuşkahya, Esra Danacıoğlu Tamur, Faik Bulut, Feray Coşkun,
Hüseyin Çağlar İnce, Mehmet Sait Taşkıran, Murat Topçu (Papşu),
Mustafa Alp Dağıstanlı, Mustafa Cemal, Oruç Türker Özger, Özgür Gürbüz,
Rüstem Aslan, Saadet Özen, Serkan Ayazoğlu, Süreyya İsfendiyaroğlu,
Uğur Biryol, Yusuf Yavuz
Fotoğraf
Ahmet Özyurt, Ali Ethem Keskin, Ali İhsan Gökçen, Baybars Sağlamtimur,
Burak Doğansoysal, Bünyad Dinç, Can Erok, Ersin Demirel, Fatih Pınar,
Fazıl Yıldırım, Hakan Deliç, Hakan Öge, Hüsamettin Bahçe, Kubilay Akdemir,
Mahmut Orhan Alkaya, Mert Gökalp, Murat Germen, Mahmut Koyaş,
Murat Kaan, Mustafa Önder, Pelin Asfuroğlu, Serkan Taycan,
Sevim Sancaktar, Tahir Özgür, Teoman Cimit, Timur Kara,
Tuncay Dersinlioğlu, Yağız Karahan, Yusuf Aslan, Zafer Kızılkaya
Bilimsel Danışma Kurulu
Prof. Dr. Suavi Aydın (İletişim), Prof. Dr. Serpil Bağcı (Sanat Tarihi),
Prof. Dr. M. Ertuğrul Bayraktar (Müzik), Prof. Dr. Kutalmış Görkay (Arkeoloji),
Doç. Dr. Mehmet Kalpaklı (Tarih), Prof. Dr. Ahmet Karataş (Biyoloji),
Ersu Pekin (Müzik Tarihi), Prof. Dr. Mehmet Emin Özel (Astrofizik),
Prof. Dr. Mehmet Özdoğan (Prehistorya), Prof. Dr. Mehmet Sakınç (Jeoloji),
Prof. Dr. Orhan Tekelioğlu (Sosyoloji)
Katkıda Bulunanlar
Abdullah Deveci, Altuğ Şenel, Amy Toensıng, Ara Güler, Barış Salman,
Derya Şahin, Edhem Eldem, Erhan Demirtaş, Feyzullah Şahin,
Fikri Kulakoğlu, Gürbüz Engin, Hale Tümer, Havva İşkan, İzzet Keribar,
Mahmut Akok, Müslüm Ercan, Nedim Dervişoğlu, Neşe Atik, Orhan Durgut,
Orkun Hamza Kayci, Osman Emre Köse, Patrıck Aventurıer, Rahmi Asal,
Reyhan Ekşi, Sedat Ateş, Taner Özgür, Veysel Donbaz,
Yasin Gökhan Çakan, Yaşar Ünlü, Zeynep Kızıltan,
Reklam
İnci Gür Yabeyli / REKLAM DİREKTÖRÜ
TEL: (0212) 267 08 90 FAKS: (0212) 267 08 70
Abone
www.magmaabone.com
abonelikmerkezi.com/urun/magma
Destekçiler
Buğday Derneği, Doğa Derneği, Doğa Okulu, GOLA Derneği
Yayın Türü
Yaygın, süreli, aylık
ISSN 2148-7707
Baskı ve Cilt
UNIPRINT BASIM SANAYİ VE TİCARET A.Ş.
Ömerli Mah. Hadımköy-İstanbul Cad. No: 159 34555 İstanbul
Tel: (0212) 798 28 40 Faks: (0212) 798 20 63
www.apa.com.tr
Dağıtım
Turkuvaz Haberleşme ve Yayıncılık A.Ş.
Yayıncı
Evliya Çelebi Yayıncılık A.Ş.
Oktay Uludağ
TÜZEL KİŞİ TEMSİLCİSİ
© EVLİYA ÇELEBİ YAYINCILIK A.Ş.
bilgi@evliyacelebi.co
Her hakkı saklıdır. Yazı, fotoğraf, illüstrasyon ve haritalar
izinsiz kullanılamaz, alıntı yapılamaz.
/ MagmaDergisi / MagmaDergisi / magmadergisi
/ dunyasenicagiriyor
NİSAN 2020
84
KÜLTEPE-KANİŞ
ANADOLU’NUN İ LK SÖZÜ
SİMRU HAZAL CİVAN
GEÇMİŞİN BİLGİSİ
İnsanın geçmişe olan ilgisinin ne zaman
başladığını tam olarak bilmiyoruz. MÖ
6. yüzyılda Babil Kralı Nabonidus’un,
Sippar kentinde ve Harran’daki Ay Tanrısı
Naram-Sin’in tapınağında yaptığı kazıları
bu ilginin ilk kanıtları arasında görebiliriz.
Hatta MÖ 5. yüzyılda yaşamış Heredot’u
geçmişe ilgiyi uyandıran kişilerin başına
koyabiliriz. Bugün çoğu insan için geçmiş,
yaşamın önemli bir parçası, insanın
bireysel ve toplumsal varoluşunun önemli
bir bileşenidir. Bu bağlamda formel
organizasyonların yanı sıra okumak,
öğrenmek, gezmek gibi insanın bireysel ilgi
ve çabası da belirleyicidir. Magma Dergisi
altıncı yılını ve 50 sayısını geride bıraktığı
bugünlerde ArkeoMagma adında özel
bir sayı hazırlayarak geçmişe ilgi duyan
okurlarına Anadolu’dan derlenmiş konular
sunmayı amaçladı.
Arkeoloji, Magma Dergisi ilk çıktığı
günden bu yana, hemen her sayıda kendine
Türkiye’den ve dünyadan seçilen konular ve
haberlerle yer buldu. Bu özel sayıda, daha
önce yayımlanmış konu ve haberlerden
bir seçki yapıldı. Bunlar arasında 2016
yılında 125. yılını kutlayan İstanbul
Arkeoloji Müzeleri’nden, adı 2020 yılı ile
anılacak olan Patara’ya ya da Anadolu’da
geçtiğimiz yılın en önemli keşiflerinde
biri olan ve Anadolu’nun Elleri başlığıyla
yayımlanan Mersin’deki prehistorik kaya
resimlerine kadar farklı dönemlere ve farklı
coğrafyalara ait çok sayıda yazı var.
İçinde bulunduğumuz şu günler geçmişin bize
öğreteceği ne kadar çok bilginin olduğunu
gösteriyor. Magma Arkeoloji özel sayısının
arkeolojinin toplumsallaşmasına katkı
sağlaması dileğiyle. Sağlıcakla...
Necmi Karul
ARKEO MAGMA
KUZEY IRAK’TAKİ NEANDERTAL
AGROS DAĞLARI'NDA-
Z Kİ Şanidar Mağarası’nda
1950’li yıllarda yapılan bir
keşif insanlık tarihi için çok önemli
bulgular ortaya çıkarmıştı. Yaklaşık
on adet Neandertal gömütü bulunan
mağarada yapılan çalışmalarda iskeletlerden
birinin üzerinde çiçek polenleri
bulunmuştu. Bu durum, gömü
esnasında birilerinin mezara çiçek
koymuş olabileceği teorisinin ortaya
atılmasına neden olmuştu. Yapılan
keşif, Neandertaller ile ilgili teorileri
değiştirmiş ve Neandertallerin gelişkin
bir soyutlama yetisine sahip olup
olmadığı konusu yaygın olarak tartışılmaya
başlamıştı. Kimi araştırmacılar
polenleri bilinçli olarak gömütün
üzerine bırakılan çiçekleri işaret
ettiğinden şüphe ederken bir kısmı
da Neandertallerin ölülerini gömüp
gömmediğini bile sorgulamıştı.
Yıllar sonra, 2014 yılında Şanidar
Mağarası’ndaki araştırmalara yeniden
başlayan araştırmacılar geçtiğimiz
sonbaharda kafatasının ve üst
göğüs kafesinin tamamı ile kol ve el
kemikleri korunagelen yeni bir Neandertal
iskeleti buldular. Ekip lideri
arkeolog Christopher Hunt bu
yeni iskeletin “Çiçek Gömütü” olarak
adlandırılan iskeletin de bulunduğu
çökelti bloğunda yer aldığını, dolayısıyla
Çiçek Gömütü’nü de yeni teknolojiyle
test etme olanağı bulacaklarını
söyledi. Bulunan yeni iskeletin
yaklaşık 80.000 yıl önce yaşadığını
belirten uzmanlar, günümüzde modern
teknoloji yardımıyla Neandertal
iskeletlerinden ve hatta bulunan dip
tortulardan DNA örnekleri alarak heyecan
verici yeni bilgilere ulaşmayı
umuyorlar. Araştırmalar sonuçlanmadan
kesin bilgiler vermenin zor
olduğunu söyleyen Dr. Hunt, Çiçek
Gömütü alanında bulunan iskeletlerin
birbirinden farklı jeolojik seviyelerde
olduğunu dolayısıyla eş zamanlı
olarak gömülmediklerini belirtiyor.
Bu durumun Neandertallerin nesiller
boyunca aynı alana geldiklerinin ve
olasılıkla daha önceki gömütlerden
haberdar, başka bir deyişle bir hafızanın
ürünü olarak bilinçli şekilde
ölülerini buraya gömdüklerinin bir
kanıtı olarak görülüyor. Araştırma
ekibi gibi gerek geçmiş meraklıları,
gerekse bilim dünyası araştırmanın
sonucunda ortaya çıkacak yeni gelişmeleri
merakla bekliyor.
6
MAGMA
Binlerce yıl sonra
ilk kez gün yüzüne çıkıyor.
Kültürel mirasımızı gelecek kuşaklara aktarmak için
arkeolojik kazı çalışmalarını destekliyoruz.
7
ROTA
LİKYA YOLU’NU KORU
ARANTİ BANKASI’NIN
G 1998 yılında düzenlediği Geleceğe
Dört Işık (çevre, spor,
eğitim, endüstri) yarışmasının çevre
dalındaki ödülünü kazanan ve Kate
Clow tarafından projelendirilen Türkiye’nin
uluslararası standartlarda
işaretlenmiş ilk uzun soluklu yürüyüş
parkuru Likya Yolu Kültür Rotası, yıllardan
beri büyük bir sorunla karşı
karşıya. Uluslararası dergiler tarafından
dünyanın en uzun elli rotası,
en güzel manzaralı on yürüyüş rotası
listelerine seçilen ülkemizin bu nadide
turizm değeri, geçen yirmi yıl içerisinde
Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından
tescil edilemedi ve bu nedenle
belirlenen sabit rota, yıllar içerisinde
bozularak değişmek zorunda bırakıldı.
Toplam uzunluğu 555 kilometre
olan kültür yolunun 79 kilometrelik
bölümü Muğla il sınırlarında, kalan
kısmıysa Antalya’nın batı sahillerinden
geçiyor. Teke Yarımadası’na
yayılan 78 Likya kentinden yalnızca
yirmisine uğrayan rota, aynı zamanda
turizm hareketliliği olan Fethiye, Ölüdeniz,
Kelebekler Vadisi, Kabak Koyu,
Patara, Kalkan, Kaş, Kekova, Demre,
Finike, Adrasan, Olimpos, Çıralı, Tekirova
gibi turizm merkezlerinden
geçiyor. Likya Yolu’nu her yıl yaklaşık
yüz bin kişi yürüyor ve bölgedeki on
binlerce kişi ve pek çok aile bu turizm
değerinden ekonomik gelir elde
ediyor. Ne var ki bir eko-turizm güzergâhı
olan Likya Yolu aynı zamanda
mücavir alan, hazine arazisi, milli
park, orman sınırları ve özel mülkiyet
gibi farklı bölgeleri de kapsıyor. Yeni
açılan orman yolları, düzenleme yapılan
alanlar, yeni seralar, tarla ve bahçelerin
açılarak çit veya tel örgülerle
çevrilmesi Likya Yolu’nun her yıl yeniden
gözden geçirilmesine ve haritanın
değiştirilmesine neden oluyor. Oysa
dünyanın hiçbir yerinde uluslararası
alanda tanınan bir kültür yolunun
güzergâhı değişmez, haritası her yıl
yeniden belirlenmez. Aksine var olan
kültürel miras niteliğindeki eski göç
yolları koruma altına alınarak sürdürülebilirlikle
birlikte ülkenin turizm
gelirine katkısının artabilmesi için gelişmesi
ve yerel farkındalığı sağlanır.
Türkiye’nin TBMM Genel Kurulu
tarafından kabul edilerek taraf olduğu
Genişletilmiş Avrupa Konseyi Kültür
Yolları Sözleşmesi kapsamında
yer alan şartlara uygun olarak mevcut
kültür rotalarının tescillenmesini ve
korunmasını sağlaması, uluslararası
bir mecburiyettir. Bu anlamda Türkiye
turizm portföyünün önemli elemanlarından
biri olan Likya Yolu Kültür
Rotası’nın bir an önce koruma altına
alınması, Kültür Varlıkları Koruma
Müdürlüğü tarafından tescil edilmesi
ve bu tescilin yasallaşabilmesi için
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın gerekli
kanuni düzeltmeleri bir an önce hayata
geçirmesi gerekiyor.
8
MAGMA
sanatsalbaski.com
Online
Fineart
Baskı
Atölyesi
Fotoğraf ve dijital çalışmalarını yükle
Kağıt ve çerçeveni seç
Siparişini ver
Kargon kapına gelsin
www.sanatsalbaski.com
9
ARKEO MAGMA
İLLÜSTRASYON: TANER ÖZGÜR
ÇATALHÖYÜK’ÜN KUTSAL KUŞLARI
ENVIRONMENTAL ARCHEOLOGY
MAGMA
Neolitik sembolizme göre
turna tüyleriyle yapılan
dansın, ruhu ebediyete
ulaştırdığı düşünülüyor
(sol üstte).
Çatalhöyük'te bir evde
bulunan detaylı duvar
resimlerinde başta akbaba
ve turna olmak üzere kuşlar
resmediliyor (sağ üstte).
UŞLAR, İKİ AYAKÜSTÜN-
K DE durabilmeleri, çevreleriyle
etkileşimleri, serenat
yaparcasına ötmeleri ve dans etmeleri
gibi insansı davranışlarının yanı
sıra uçma becerileriyle de toplumların
dikkatini çekiyor. Toplumların
çoğu zaman kuşları ruh veya ruhlar
aleminden gelen haberciler olarak
algıladığı biliniyor. Kuşların ruhani
görevlerinin detayları geçmişte kaybolmuş
olsa da günümüze ulaşan bulguların
analiziyle bu konuda yorum
yapmak mümkün.
Çatalhöyük’te, İÖ 7100 - 6000 tarihleri
arasına tarihlenen yerleşimlerdeki
inançla ilgili ögelere, daha
önceki ya da sonraki dönemlerde
olduğu gibi tapınak olarak adlandırabileceğimiz
özel bir yapıdan ziyade
hane içlerinde rastlanıyor; olasılıkla
ritüeller her hanede münferit olarak
sürdürülüyordu. Yapıların içerisinde
mezarlarda, duvar resimlerinde, hayvan
kemiği yığınlarında ya da duvar
resimlerinde hep kuşlar kullanılmış.
Çatalhöyük’te yaşayan insanların
beslenmesinde memeli hayvanlar
önemli yer tutarken Konya Ovası’nda
bulunan çağdaşları Pınarbaşı ve Boncuklu
gibi yerlerde sıklıkla kuş tüketildiği,
sadece Çatalhöyük’te bütün
olarak saklandıkları görülüyor. Özellikle
kanat tüylerinin korunması, bu
kısmın etten daha değerli olduğunu
gösteriyor. Çatalhöyük kazılarında
akbaba ve turna tüylerinin yanı sıra
diğer su kuşu tüylerinin de bulunması
araştırmacıların dikkatini çekiyor.
Dr. Russel’a göre kızıl akbaba
(Gyps fulvus) ve turna (Grus grus) kemiklerinin
özenle bir araya getirilmiş
ve saklanmış olması bölgedeki insanların
inanç sisteminde, kuşların ruhu
ölüm sonrasına hazırlayan birer araç
olduğunu gösteriyor. Bunun yanı sıra
kaşıkçı (Platalea leucorodia), fiyu
(Anas penelope), küçük sakarca kazı
(Anser erythropus) ve küçük balaban
(Ixobrychus minutus) türlerine ait kuş
tüylerinin benzer şekilde bir araya
getirilerek çocuk mezarlarına yerleştirilmesi
de daha küçük su kuşlarının
çocukların ruhunu, ölüm sonrası yaşama
ulaştırdığına dair inanışa işaret
ediyor. Yazısında kuşların Çatalhöyük’te
sosyal sınıfları belirlediğinin
kesin olduğunu yazan Russel, tam
olarak ne ifade ettiklerininse henüz
değerlendirildiğini belirtiyor.
Magma’ya açıklama yapan Nerissa
Russel, eski insanların inançlarını
ve dini törenlerini tahmin etmenin
zor olduğunu ifade ederek özellikle
turna ve akbaba tüylerinin tören giysileri
olarak kullanıldığını düşündüğünü
ancak bunlara totem demekten
kaçındığını belirtti. Belki de insan
ruhlarının turna dansı ve akbaba
süzülüşü benzeri hareketlerle gökyüzüne
yükseldiğini ekleyen Russel,
çocuk ruhlarının daha küçük kuşlar
tarafından ebediyete yollanabileceğini
söyledi.
11
MAVGA KALESİ
NADOLU’NUN, hakkında
A çok fazla bilgi sahibi olamadığımız
en etkileyici ve şaşırtıcı
tarihi mekânlarından biri. Yerel halkı
bir tarafa bırakırsak gerçek bir Anadolu
bilinmeyeni: Mavga Kalesi... İsminin
kökeni ve anlamı konusunda da bir
bilgi yok. Mersin ili Mut ilçesine bağlı
Kozlar Yaylası’nın hemen önünde çok
sarp ve korkutucu uçurumlarla çevrili
devasa bir kaya kulesinin üzerinde
yükseliyor. Kalykadnos yani Göksü
Nehri ve Vadisi’ne tamamen hâkim
noktada. Antik dönemin Claudiopolis’i,
bugünün Mut yerleşimine de tam
tepeden bakıyor.
Aslında tam bir doğal kale olan bu kayalığın
üzerinde bilinen tek yapı parçası,
bölge Selçuklu egemenliğindeyken
yarım daire şeklinde yapılan bir kule.
Bunun dışında ne geçmiş ne de daha
sonraki dönemlerde herhangi bir başka
savunma yapısı inşa edilmeye ihtiyaç
duyulmamış. Zaten kaleyi gördüğünüzde
bunun gereksizliğini hemen algılayabiliyorsunuz.
Sadece ufak bir noktadan
karşısındaki yamaçla bağlantısı olan
kulenin bulunduğu kütleye, belli ki zamanında
açılır kapanır ahşap köprüyle
ulaşılabiliyordu. Bugün de aynı noktada
derme çatma bir ahşap köprü var
ama geçmek cesaret istiyor. Özellikle
yükseklik korkusu olanların kullanabileceği
bir geçiş değil. Kulenin bulunduğu
ve çevre kayalıklarda hem doğal hem
de insan eliyle oyulmuş, kimi yerlerde
koridorlarla birbirine bağlı sayısız yaşam
alanı var. Bunlar buradaki yerleşim
tarihinin çok eskilere uzandığını gösteriyor.
Oldukça kalabalık bir nüfusu
MAGMA
barındırabilecek genişlikte olan bu yerleşim
alanları kalenin bulunduğu kaya
kütlesinin haricinde bütün çevreye de
dağılmış durumda. Mavga Kalesi’nin
bulunduğu coğrafya tarihsel öneminin
ötesinde aynı zamanda çok etkileyici
bir doğal güzellik bölgesi. Anadolu’nun
birçok yerinde karşımıza çıkan, tarihin
ve doğanın iç içe geçtiği coğrafyalara
çok güzel bir örnek.
Üzerindeki kitabeye göre kule 13.
yüzyıl başları Alaeddin Keykubat zamanında
inşa edilmiş. Mavga Kalesi’nin
güvenliğinden sorumlu, İbrahim isimli
kişinin yani dizdarının 1.378 akçe geliri
olduğunu beyan eden Osmanlı dönemi
yazılı kaynak, bize buranın Osmanlılarca
da kullanılmaya devam ettiğini
gösteriyor. Aslında hemen yanı başında
bulunan günümüz Kozlar Yaylası’nın
varlığı, yerleşim sürecinin bitmediğinin
ve halen devam ettiğinin de bir belirtisi.
Belli ki başlangıçta mağaralarda
yaşayan insanlar, zamanla buraları terk
edip hemen yanı başlarına inşa ettikleri
yerleşimlerde yaşamaya başlamış.
Mavga Kalesi, doğal kayalığın üzerinde
yükselen bir kuleden ibaret. Kale, Göksu
Nehri Vadisi’ne hâkim konumda ve Mut
ilçesine tepeden bakıyor (solda üstte).
Kulenin bulunduğu ana kayada ve çevre
kayalıklarda hem doğal hem de insan
eliyle oyulmuş, kimi yerlerde koridorlarla
birbirine bağlı sayısız yaşam alanı var
(üstte ve solda).
NASIL GİDİLİR
KOZLAR, BİR YAYLADAN ÇOK Mut halkı için bir hafta sonu sayfiye yeri gibi. Bu
yüzden özellikle hafta sonları Mut merkezden kolaylıkla minibüs bulabilirsiniz. Yaz aylarında
belediye otobüsü de çalışıyor. Anayoldan itibaren görüş alanında olan kaleye
yürüyerek ulaşılıyor.
13
ARKEO MAGMA
TRAK MEZARLARI
EKİRDAĞ, Karaevlialtı mevkisindeki
Heraion Teikhos
T
yerleşiminde kazı çalışmalarıyla
üç tümülüs mezar gün ışığına
çıkartıldı. Bilinenlerden daha farklı
mimariye sahip mezarlardan biri oldukça
iyi korunmuş ve mezar yapıları
hakkında kapsamlı bilgi veriyor.
Trakların tipik mezar yapıları tümülüstür.
Trak tümülüs mezarları genellikle
bir mezar odası ve bu mezar odasının
üstündeki yapay tepeden oluşur. Bazen
mezar odasının yerini bir lahit, sandık
mezar ya da doğrudan toprak çukura
yapılan gömü alırken bazen de mezar
odasının önünde mezar sahibinin atlarının
gömüldüğü bir ön mekân bulunur.
Karaevlialtı tümülüsüyse çok farklıdır.
Trak yerleşimi Heraion Teikhos’ta
bulunan tümülüslerden iyi durumda
olanı yaklaşık beş metre çapında. Mezar,
gömü çukurları üstüne kapatılan
pişmiş toprak levhalar, onun üstüne
konan pişmiş toprak kemerler ve en
üstte yer alan yapay tepeden oluşuyor.
Yapısı bozulmamış olmasına rağmen
bu mezara, antik dönemde soyguncuların
yandan girerek iskeletleri kısmen
dışarı çıkardığı, kısmen dağıttığı ve
ölü hediyelerinin bir bölümünü aldıkları
anlaşılıyor.
Mezarın mimarisinden anlaşıldığı
üzere iki ölü, aynı anda yan yana gömülmüş.
Çünkü bu mezar odası, birden
fazla kez açılıp gömü yapılacak
biçimde değil. Mezardaki kalıntılara
göre iskeletlerden batıdakinin sağ
kolu ve ayakları korunmuş. Ayaklar
Tekirdağ’da Heraion
Teikhos tümülüsünde yapılan kazılarda,
Helenistik döneme tarihlenen Tyhe
figürinine ait bir baş çıkartıldı. Tyhe figürini
gibi mezarlara bırakılan hediyelerle
Trakların ölü gömme gelenekleri
hakkında bilgilere ulaşıldı.
özgün konumunda (in-situ) olmasına
rağmen mezar karıştırıldığı sırada kolun
yerinden oynatıldığı fark ediliyor.
Mezarda Doç. Dr. Dilek Erdal’ın kırk
yaşlarında bir erkeğe ait olduğunu
tespit ettiği bu iskelet kalıntılarının
dışında az sayıda dağınık halde kemik
parçaları da bulundu. Mezarın doğusunda
çok daha az buluntuya rastlandığı
için soyguncuların mezarı bu
yönden tahrip ettiği anlaşılıyor.
Yan yana yaklaşık 90 santimetre genişliğindeki
mezar çukurlarına yatırılan
ölülerin üzeri, pişmiş toprak levhalarla
örtülü. Bu levhaların üzerlerinde
pişmiş topraktan altışar adet kemer
bulunuyor. Çeyrek daire şeklindeki iki
parçadan oluşan kemerlerin üzerine
toprak atılarak tümülüs oluşturulmuş.
Paralelleri henüz bilinmeyen, Trakların
Odrys Sülalesi’nin şehri olan Heraion
Teikhos’taki bu tümülüsler, bu
krallığa özgü olmalı.
Mezarda bulunan hediyeler; yalın
pişmiş toprak kaplar, Helenistik döneme
tarihlenen Tyhe figürinine ait bir
baş ve Büyük İskender sikkesi. Yalın
kapların, dönemin pahalı metal kaplarını
taklit eden siyah parlak astarlı
kaplara benzer şekilde biçimlendirilmesine
karşın çok aceleyle ve kabaca
şekillendirildiği görülüyor. Alt kısımları
düzgün olmadığından dik duramayan,
kötü pişirilmiş bu kapların mezar
hediyesi olarak yapıldığı anlaşılıyor.
Diğer iki tümülüs mezarda da ölü hediyesi
olarak aynı yalın kaplardan çok
sayıda bulunması Heraion Teikhos tümülüslerinin
üçünün de çağdaş olduğunu
ve Helenistik dönemde yapıldıklarını
gösteriyor.
Bu mezar tipinin defalarca açılıp kapatılamayacak
mimariye sahip olması,
antik yazarların belirttiği bir Trak geleneğini
doğrular nitelikte. İlk kez MÖ
5. yüzyılda Herodot, Trak erkeklerinin
çok eşli olduğunu ve erkeğin ölümü
halinde, eşlerin onunla birlikte gömülmek
istediklerini ve bir ihtiyar heyetinin
bu şerefi sadece bir eşe, genellikle
de ilk eşe verdiğini söyler. MÖ 1. yüzyılda
Pompeus Mela, MÖ 3. yüzyılda
Solinus ve MS 6. yüzyılda Bizanslı
Stephanus da eşlerden birinin gönüllü
olarak kurban edildiğini ve erkeğin bu
eşle birlikte gömüldüğünü yazar.
14
MAGMA
HERAION TEIKHOS TÜMÜLÜSLERİ
Tekirdağ Karaevlialtı mevkisindeki Heraion Teikhos
yerleşiminde, kazı çalışmalarıyla bilinen tümülüs
mezarlardan çok farklı tipte üç tümülüs mezar gün ışığına
çıkarıldı. Trak tümülüs mezarları genellikle bir mezar odası
ve bu mezar odasının üstündeki yapay tepeden oluşur.
TRAKLARDA ÇOK EŞLİLİK
Trak erkekleri çok eşliydi. Eşlerden
biri gönüllü olarak kurban edilerek
ölen erkekle birlikte gömülüyordu.
5. yüzyılda Herodot, 1. yüzyılda
Pompeus Mela, 3. yüzyılda Solinus,
6. yüzyılda Stephanus bu konuya
değinmiştir.
Tümülüs mezar kesiti
KARAEVLİALTI HÖYÜĞÜ NEREDE?
Tekirdağ il merkezinin 10 kilometre
doğusunda, İstanbul – Tekirdağ
karayolu üzerinde, Karaevli Köyü'nün
Karaevlialtı mevkisinde yer alır.
Kemerler iki parçadan oluşuyor.
Mezarların yarıçapı
5 metreyi bulabiliyor.
Mezarların yeraltında kalan bölümü
KADİR ÖZMEN
Mezarların üstünde yan yana
altışar kemer bulunuyor.
TÜMÜLÜS MEZARLARINDA
BULUNAN EŞYALAR
• Sikke
• Pişmiş toprak figürin başı
• Yalın mezar kapları
Mezarları
örten
yapay tepe
Toprak levha üstüne
konan pişmiş
toprak kemerler
Gömü çukuru üstüne kapatılan
pişmiş toprak levhalar
15
ARKEO MAGMA
SON KAPAKLIKAYALAR DOLMENLER
ANAKKALE Behramkale’de,
Ç Demir Çağı’nın megalitik
mezar anıtları dolmenler
bulundu. Batıda, Trakya ile sınırlı
bir coğrafyadan bilinen dolmenlerin
Marmara’nın güneyinde bulunması
son yılların önemli keşifleri arasında.
Henüz çok azı bilinen ve tahrip edilen
bu anıtların acilen koruma altına
alınması gerekiyor. Dolmenlerin bulunduktan
hemen sonra definecilerin
talanına uğraması, Magma tarafından
görüntülendi.
Yakın zamana kadar Trakya’daki
dolmenlerin Istranca Dağları ile sınırlı
bir bölgede olduğu biliniyor ve bu
nedenle de Istranca Dolmenleri olarak
adlandırılıyordu ancak geçtiğimiz
günlerde Magma dergisi fotoğrafçılarından
Bünyad Dinç, Çanakkale’nin
Ayvacık ilçesine bağlı Behramkale
ve Büyükhusun Köyleri arasında dolmenleri
fotoğrafladı. Kısa süre önce
Çanakkale Müzesi’nin envanter çalışmalarında
ortaya çıkan dolmenler bilim
dünyasında henüz yeterince yankı
bulmamışken Bünyad Dinç, dolmenlerin
tahrip edildiğini görüntüledi. Öyle
ki definecilerin kazı aletleri, araç
gereçleri yağmalanmış, yıkılmış anıtların
yanı başındaydı. Durum acilen
Çanakkale Müzesi’ne bildirildi. Bu
arada bölgede yaşayanlardan, Anadolu
arkeolojisi açısından büyük bir
keşif olan dolmenlerin çok daha fazla
olduğunu ancak günümüze çok azının
korunageldiğini öğreniyoruz. Şimdiyse
kalanların akıbetinin ne olacağı
merak konusu.
16
MAGMA
Çanakkale’nin Ayvacık ilçesine bağlı Behramkale’de, megalitik mezar anıtları
dolmenler bulundu. Henüz çok azı bilinen dolmenler, şimdiden definecilerin
saldırısına uğradı ve zarar gördü (üstte ve solda).
İnsan için gizemini her zaman koruyan
ölüm, farklı din ve inançların üzerinde
durduğu ortak olguların başında gelir;
birçoğu ölümü bir son olarak görmese
de her inanç, ölülerini farklı ritüellerle
uğurlar. Ölümün herkesçe kabul edilen
ortak noktası bedenin artık yaşamıyor
olmasından öte bir şey değildir aslında.
Bununla birlikte ölümün anlamı
da ölenin arkasından yaşananlar da
farklıdır. Kimi insan yaşadığı dünyayı
sessiz sedasız terk ederken kimileri
için törenler düzenlenip anıtlar inşa
edilir. Güç sahibi olanların yaşarken
sahip olduğu statüyü ölümden sonra
da sürdürme arzusu çoğu ritüellerin de
kaynağı olur. Yok oluşu hafifletmeye,
ölümden sonra da kalıcı olmaya dair
arayışlarsa neredeyse insanlık tarihi
kadar eskiye dayanır.
Tarihöncesinden günümüze ölümün
farklı yansımalarıyla karşılaşılır. Ev tabanlarının
altlarına cenin pozisyonunda
gömülen bedenler ve ölü hediyeleri
ölümle yaşam arasındaki sınırı zorlarken
kayalara oyulan mezarlar, gömüt
üzerine metrelerce toprak yığılarak
oluşturulan tümülüsler ve piramitler
âdeta ölüme meydan okur. Mısır’da olduğu
gibi hükümdarlar, hizmetkârları
ve hayvanlarıyla ya da ilk Çin İmparatoru
Qin Shi Huang gibi öteki dünyayı
yönetirken ona eşlik edecek binlerce
terakota askerle birlikte gömülür.
Anıt mezarlar arasında yer alan
megalitik mezar ya da dolmenler Avrupa’ya
özgü bir gelenek olarak tanınmakta,
özellikle İngiltere’deki Stonehenge
gibi Kuzey ve Batı Avrupa’da
kazısı yapılmış birçok örneği bulunmaktadır.
Megalitik anıtların MÖ 3.
bin yılın başlarına kadar inen Avrupa’daki
örnekleri dışında Kafkaslar,
Doğu Akdeniz, Kuzey Afrika ve Batı
Akdeniz’deki adalarda keşfedilenler;
bu geleneğin Kırım’dan Japonya’ya
kadar geniş bir coğrafyaya yayıldığını
gösterir.
Türkiye’de, 20. yüzyılın başlarından
itibaren Trakya’da Istranca Dağları’ndan
tanınan megalitik anıtlar sonraki
yıllarda kuzeydoğu Anadolu’da,
Adıyaman ve Kahramanmaraş’ta da
bulundu. Ancak sayısal olarak en yoğun
olduğu ve araştırıldığı yer Trakya.
Kırklareli ve Edirne illerinin yanı sıra
Trakya’nın Yunanistan ve Bulgaristan
kesimlerinde yoğun olarak bulunan bu
mezar anıtlarının ülkemizde 120 kadarı
belgelenmiş durumda.
Yörede iki tür megalit anıtla karşılaşılır.
Bunların ilki dikilitaş şeklinde
ve menhir adıyla bilinir, genelde aynı
alanda çok sayıda bulunur. Diğeri kapaklıkaya
olarak da anılan dolmen
17
lerdir. Dolmenlere daha çok bölgenin
dağlık kesimlerinde, yapımı için
gerekli olan yassı büyük taş blokların
olduğu yerlerde rastlanır. Bulundukları
arazinin, çevreye hâkim bir noktasına
inşa edilen bu yapılar yerel
adından da anlaşılacağı gibi dörtgen
bir mekân oluşturacak şekilde yerleştirilen
2 - 3 metre boyutlarındaki
taşların üzerine konan bir kapak taşından
oluşur. Bir ya da iki odalı olan
örneklerin önünde bir de sundurma
bulunur. Odaların sundurmaya açılan
ön yüzündeki taşta büyükçe bir delik
vardır ve bunun ruhların giriş çıkışı
için bırakılan bir açıklık olduğuna
inanılır. Ancak bu açıklıklar olasılıkla
farklı zamanlarda yeni gömütlerin
yapılabilmesi için kapı olarak kullanılmıştır.
İlk bakışta, yalnızca mezar
odalarını oluşturan taş bloklardan
ibaret gözükse de dolmenler dairesel
bir duvarla çevrelenir ve bazen
merkezinde yer alan odaya doğru konikleşen
toprak ve taştan bir yığma
tepenin içinde kalacak şekilde gömülür.
Bu tür mezar anıtlarından biri
olan Lalapaşa Dolmeni, Edirne Müzesi
adına Murat Akman’ın yürüttüğü
çalışmalarla açığa çıkarılan, ülkemizdeki
kazısı yapılmış tek örnektir.
Dolmenlerin içerisinde bulunan
kaplardan yola çıkarak Son Tunç Çağı
ve İlk Demir Çağı’nda yapıldıkları;
bazılarının Helenistik dönemde de
kullanılmaya devam ettiği anlaşılıyor.
MÖ 12. yüzyıl ile MÖ 5. yüzyıl arasına
tarihlenen mezar anıtlarının Trak
dönemiyle birlikte işlevini yitirdiği
sanılıyor.
Magma dergisi fotoğrafçısı
Bünyad Dinç, dolmenleri
fotoğraflamak için alana geldiğinde
defineciler henüz ayrılmıştı. Belki
Bünyad’ın geldiğini görüp aletlerini,
kazma küreklerini bırakarak
kaçmışlardı (üstte). Bazı dolmenler
tamamen ortadan kaldırılmış (altta).
18
19
ARKEO MAGMA
MYNDOS’UN KUTSAL EKMEKLERİ
Bodrum
Yarımadası'nın
batı ucunda,
Gümüşlük'te yer
alan Myndos antik
kentinden yürütülen
kazılar buranın
Bizans döneminde
önemli bir dini
merkez olduğunu
ortaya koydu.
MAGMA
Myndos antik kentine ait kalıntılar Tavşan Adası'nı tümüyle
kaplıyor (solda). Buluntular arasında hacı kafilelerine verilen
kutsal ekmeklere basılan mühürler ve hacıların muska olarak
satın aldıkları hacı pulları bulunuyor (altta).
ODRUM’UN TAVŞAN
B Adası’ndaki Myndos antik
kentinde 2009 yılında bir bazilika
keşfedildi. Adanın en üst noktasında
MS 5. yüzyılın sonu 6. yüzyılın
başlarına tarihlenen bazilika ve çevresinde
devam eden kazılar buradaki
yerleşimin Hristiyanlık döneminin ilk
yıllarından itibaren önemli bir dinsel
merkez olduğunu ortaya koydu. Bazilikanın
bulunduğu yükseltiden denize
doğru alçalan teraslarda çok sayıda
mabetle ilişkili yapının varlığı da adadaki
mimari örüntünün büyük bir manastır
kompleksini oluşturduğu fikrini
güçlendirdi.
Arkeolojik kazılar sırasında kilisenin
altındaki mezar içinde bedenlerinden
ayrılarak gömülmüş kafatasları
ve üzerine kafatası parçaları yapışmış
halde bulunan metal çiviler bunların
kendine eziyet eden ve bu süreçte ölüp
şehit (martyr) sayılan azizlere ait kafatasları
olduğunu akla getirdi.
Adanın kuzeydoğu yamacında yapılan
kazılarda kare planlı bir mekân
ve onunla bağlantılı bir koridor ortaya
çıkartıldı. Kerpiç bir platform üzerine
yerleştirilmiş bir küp (pithos) ile köşede
bir ocak kalıntısına rastlandı, ayrıca
bu alanda bir ekmek mühür kalıbı
ve iki hacı pulu da bulundu. Ekmek
mühür kalıbının ön yüzündeki Yunanca
yazıtta “Azizlerin eulogiası (bir tür
kutsanmış ekmek) ki o senin için veriliyor”
sözü yazılı. Mührün baş kısımları
arasında kalan boşluklardaki haç
motifleri ve figürlerin askeri kıyafetleri,
bu kişilerin birer asker aziz olduğunu
gösteriyor. Ekmek mühür kalıbı,
buluntuların dışarıdan getirilmediğini
doğrudan adada, özel günlerde üretilen
eulogia ekmekleri için kullanıldığına
işaret ediyor. Bu tür mühürler yortu
gününün anısına aziz ya da azizlerle
ilişkili törenlerde kullanılan eulogia
ekmekleri için yapılır. Büyük olasılıkla
imparatorluğun en güçlü olduğu MS 6.
yüzyıldan Arap akınlarının başladığı
7. yüzyıla kadar, Tavşan (Asar) Adası’ndaki
kült merkezinde hem yerel
halka hem de hacı kafilelerine eulogia
ekmekleriyle törenler düzenleniyor;
eziyet sonucu öldüğü ya da kendini
kurban ettiği düşünülen ve şimdilik
kimlikleri belirlenemeyen asker azizlerin
resmedildiği mühürlü ekmekler
yediriliyordu. İnançlı insanlar bu azizlerin
resmedildiği hacı pulları muska
gibi üzerlerinde taşımak için satın alarak
bir yandan da din turizmine katkıda
bulunuyor olabilir.
Adadaki bir mezar odasında azizlerin
mezarlarıyla kutsallaşan yer, tam
anlamıyla ökarist (ekmek-şarap ayini)
törenlerindeki kutsal yer, kutsal mekân
ve kutsal obje üçlemesini karşılıyor.
ARKEO MAGMA
RAYLARIN ALTINDAKİ TARİH
Bir dönem trenlerin yolcu aldığı peronlarda
bugün yüzlerce işçi ve onlarca arkeolog
tarihin derinliklerinden izler arıyor.
22
MAGMA
-
23
ARKEO MAGMA
ERHAN DEMİRTAŞ
ARİHİ HAYDARPAŞA Garı
T arazisinde bir yılı aşkın süredir
hummalı çalışmalar yürütülmekte.
Mühendisler, 2018’in Mayıs
ayında Haydarpaşa Köprüsü’nün inşaat
çalışmaları sırasında alanda arkeolojik
kalıntılara rastladı. İstanbul V
Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma
Bölge Kurulu’nun kararıyla arazide
arkeolojik kazı çalışmalarının başlatılmasına
karar verildi.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü’nün
denetiminde yürütülen kazı çalışmalarında
neredeyse her gün yeni tarihi
kalıntılar çıkartılıyor; dönümlerce
büyüklükteki arazinin her noktasında
Roma, Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet
dönemine ait tarihi bulguları görmek
mümkün. Arkeologların verdiği bilgilere
göre Erken Bizans dönemine tarihlenen
mimari kalıntıların yanı sıra Geç
Osmanlı dönemine ait olduğu düşünülen
bir çeşmeyle yine Klasik - Helenistik,
Roma, Erken Bizans ve Osmanlı
dönemlerine ait pişmiş toprak kandil,
sikke ve çanak çömlek parçalarına
rastlanıldı.Peronların olduğu kısımda
Helenistik döneme ait olduğu düşünülen
ve demir kenetlerle birbirine bağlı
kesme dörtgen blok taşlardan yapılmış
bir podyum bulundu. Geç Roma - Erken
Bizans, Orta ve Geç Bizans dönemlerine
ait yol, hamam, kamusal veya dinsel
yapılara ait çok sayıda mimari kalıntılar
ve Geç Osmanlı dönemi duvarları da şu
ana kadar bulunanlar arasında.
Peronların kuzeyinde bulunan alanda
sürdürülen çalışmalarda da batı yüzü
kesme dörtgen blok taşlarla çok düzgün
bir şekilde inşa edilmiş, sandık duvar
tekniğiyle yapılmış büyük bir duvar
tespit edildi. Uzunluğu yüz metre, genişliği
üç metre olan bu duvarın hangi
döneme ait olduğu henüz kesinleşmiş
değil. Ancak arkeologlar iki bin yıllık
geçmişe sahip sur duvarının devamı olduğunu
düşünmekte. Duvarın önündeki
toprak yapısını inceleyen uzmanlar,
limanın bu noktadan başladığını belirtiyor.
İbrahimağa bölgesinde yapılan
kazılarda da Orta Bizans dönemine ait
seramik tuğla fırını açığa çıktı.
Kazı alanında süren çalışmalarda şimdiye
kadar yaklaşık iki bin adet sikke
bulundu. Altın ve gümüş sikkeler titizlikle
incelenip numaralandırılıyor.
Bazı sikkeler oldukça temiz durumda;
üzerindeki yazılarda nerede basıldığına
ve dönemine ait bilgiler de mevcut.
Bulunan sikkelerden bazıları M.S. 610
- 641 3. Konstantinos, M.S. 527 - 565
1. Justinianus’a ait.
Kazı çalışmalarında şimdiye kadar çok
sayıda mezar kalıntısı bulundu. Onlardan
biri de aylar önce ortaya çıkarılan
bir mezarda, bütünlüğü çok fazla
bozulmayan ve bin yaşında olduğu
düşünülen bir iskeletti. İskeletin üzerinde
bir de koku kolyesi vardı. Resmi
olarak doğrulanamayan bilgilere göre
Haydarpaşa arazisinde toplu mezar
(nekropol) bulunduğu iddia ediliyor.
Bu iddiayı henüz doğrulayamasak da
geçtiğimiz yıl fotoğrafladığımız ve bin
yıllık olduğu düşünülen iskelet iddiayı
doğrular bir kaynak olabilir.
24 MAGMA
Tıbbiye Köprüsü’nün üzerinden,
restorasyonu devam eden tarihi
Haydarpaşa Garı’nı ve kazıların devam ettiği
alanı görmek mümkün (solda).
Peronların altından çıkan tarihi kalıntıların
Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait
olduğu belirtiliyor (sağda).
Kazı alanında bulunan ve bin yıllık olduğu
düşünülen bir iskeletin boynunda süs
eşyası olarak koku kolyesi bulunmuştu.
Bütünlüğünü koruyan bu iskeletin dışında
alandan şimdiye kadar onlarca iskelet
çıkarıldı (sağda altta).
Haydarpaşa Garı ve Liman Dönüşüm
Projesi için son düzenleme kararı 2012
yılında İstanbul Büyükşehir Belediye
Meclisi’nde kabul edildi. Haydarpaşa
Port Projesi kapsamında Haydarpaşa
Gar çevresinde arkeolojik kazı çalışmaları
yapılacağı söylenmiş; Marmaray
projesi Gebze - Haydarpaşa hattı Pendik
bölgesinde İstanbul Arkeoloji Müzesi
denetiminde kazılar yapılmıştı. Arkeologlar
çalışmaları sırasında tarihi Neolitik
döneme uzanan bir köye rastladı.
Günümüzden 8 bin 500 yıl öncesinin
evlerinin temelleri, yanında çöp çukuruyla
mezarlar birlikte ortaya çıkarıldı.
Çöp çukurunda sayesinde de çok sayıda
deniz mahsulü tüketildiği belirlendi.
Arkeologlara göre, Bizans imparatorlarının
yazlık sarayı Haydarpaşa Çayırı’nda
yer almakta. Yakın zamanda
hayatını kaybeden Kadıköylü bilimci,
Türkiye’nin önde gelen sanat tarihçisi
Bizantolog Semavi Eyice, sarayın 13.
yüzyılda Venedik’ten Kudüs’e doğru
yola çıkan Haçlı şövalyeleri tarafından
işgal edildiğini belirtirken Avrupalı
seyyahların, yazılarında saraydan
bahsedildiğini söylemişti.
Kadıköy Konsülü’nün toplandığı Sainte
Euphemie Kilisesi’nin de büyük
bir bazilika olduğunu ve Hıristiyanlar
için kutsal ziyaret yeri olarak görüldüğünü
belirten Eyice, daha önce
İstanbul’da incelemeler yapan Alman
arkeologların kilisenin yeriyle ilgili
iki nokta belirlediğini ifade etmişti.
Kilisenin, garın hemen arkasında ya
ERHAN DEMİRTAŞ
da Kadıköy’ün Yeldeğirmeni semtinde
olabileceğini belirten Eyice, proje
alanında arkeolojik kazı yapmanın zor
olduğunu da eklemişti.
Binalarla dolu olan bölgede kazı yapmak
için büyük istimlak çalışmasına ihtiyaç
olduğunun altını çizen Eyice sözlerine
şöyle devam etmişti: “Söz edilen
eserlerin toprak üzerinde görülen bir
kalıntısı olmadığı için arkeolojik çalışma
çok zor olacaktır. Ayrıca bu alandaki
eserlerin bulunması için en az 8 - 10
metre derine inilmesi gerekir. Çünkü bu
eserlerin yerleri kesin olarak belirlenmiş
değil. Ama sonradan, belirlenmesi
için bir çalışma yapıldıysa bilemem.”
İstanbul V Numaralı Kültür Varlıklarını
Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü sorularımıza
yanıt vererek güncel bilgileri
paylaştı. Müdürlüğün temmuz ayında
gönderdiği bilgilendirme metninde şu
ifadelere yer verildi: “Kurulumuzun
29.11.2018 tarih 5832 sayılı kararı ile
Haydarpaşa Garı sahasında Tıbbiye
Köprüsü G8 ayağında ilgili müze denetiminde
yapılan kazı çalışmalarında
açığa çıkarılan kalıntıların 2863 sayılı
yasanın 6’ncı maddesi gereğince korunması
gerekli kültür varlığı olarak tescil
edilmesine, koruma grubunun I (bir)
olarak belirlenmesine, kamu yararı ve
Marmaray projesinin bütünlüğü dikkate
alınarak kalıntıların yerinde ve kapatılarak
korunmasına ilişkin sunulan
projenin uygun olduğuna, uygulamanın
gerekli koruma önlemleri alınarak ilgili
müze denetiminde yapılmasına karar
verilmiştir. Kurulumuzun 13.06.2019
tarih ve 6302 sayılı kararı ile peron 2 ve
3 arasındaki Helenistik / Roma, Bizans
ve Geç Osmanlı dönemlerine tarihlenen
kalıntıların 2863 sayılı yasanın 6’ncı
maddesinde belirtilen özellikleri taşıdığından
korunması gerekli kültür varlığı
olarak tescil edilmesine, koruma grubunun
I (bir) olarak belirlenmesine karar
verildiği görülmüştür.”
25
ARKEO MAGMA
Kazı alanı ve tarihi Haydarpaşa Garı
Ulaştırma Bakanlığı’nın yetkisinde.
Hem sahadan edindiğimiz izlenime
hem de yetkililerin açıklamalarına
göre Haydarpaşa Garı uzun süre daha
trensiz... Haydarpaşa Garı’na trenlerin
gelmesi kazıların akıbetine bağlı.
Ulaştırma Bakanlığı geçtiğimiz şubat
ayında şu görüşleri paylaşmıştı:
“Haydarpaşa bağlantısı inşaatı sırasında
rastlanılan buluntular sebebiyle
trenlerin Haydarpaşa Garı’na erişimi
işlerinde gecikme olmuştur. Bu bölge
için bir tarih verilememekle birlikte
şehirlerarası trenler için Haydarpaşa
Garı’na erişim temin edilecektir.”
Haydarpaşa Çayırı’na inşa edilen Haydarpaşa
Garı’nın yapımına ilk olarak
1871 yılında başlandı. Kent ve Demiryolu
sitesindeki yazıda Haydarpaşa
Garı’na ait şu bilgiler yer alıyor: “7
Ağustos 1871’de Nafia Nazırı (Bayındırlık
Bakanı) Ethem Paşa’nın ilk kazmayı
vurmasıyla Haydarpaşa - İzmit demiryolu
hattının yapımına başlanmış. Bu
hattın yapımında Türk kurmay subaylarıyla
birlikte birkaç İngiliz ve Fransız
yol ve maden mühendisi çalışmış.
Ebüzziya Tevfik Bey, Yeni Osmanlılar
Tarihi adlı eserinde: “1289 senesi Şaban’ın
16’ncı Cuma günü (18 Ekim 1872)
Mithat Paşa, bazı vekiller ve özellikle
Nafia Nazırı (Bayındırlık Bakanı) Ethem
Paşa da yanında olduğu halde, bir
sene evvelden beri inşa edilmekte ola
İzmit demiryolunu muayeneye gitmişti.
Fakat bu açılış merasimi değildi…”
İlk Haydarpaşa Garı binasının temeli
11 Mart 1872’de atıldı. Bugünkü Haydarpaşa
Köprüsü’nün İngiliz Mezarlığı
tarafındaki son ayağının bulunduğu
yere, bugünkü gar binasıyla karşılaştırılamayacak
kadar gösterişsiz bir
istasyon binası yapılmış; memur ve
işçilerin kalacağı lojmanlar da yanında
yer almıştı. Yapı, 22 Eylül 1872’de
Haydarpaşa - Pendik hattının sefere
başlamasıyla hizmete açılmış. Gar binasının
yakınında kâgir bir vapur iskelesi
inşaatına da aynı zamanda başlanılmış.
İnşaat için gerekli malzemenin
artmasıyla gar binasının önünden is-
Kazıların ne zaman tamamlanacağı ve alanın nasıl kullanılacağı belirsizliğini koruyor.
Koruma Kurulu’nun ve bakanlığın vereceği kararlara göre Haydarpaşa Garı yeniden
kullanıma açılacak (en üstte).
Yetkililerin verdiği bilgilere göre alandan çıkarılan birçok eser tescillendi. Söz konusu
kalıntılar hem İstanbul’un hem de Kadıköy’ün tarihine ışık tutacak nitelikte (üstte).
26 MAGMA
Çalışmalar deniz kıyısından İbrahimağa bölgesine kadar uzanıyor. Geçtiğimiz yıl Acıbadem’de
bulunan Bizans duvarlarının ve lahitin de bu kazılarla ilgisi olduğu öngörülüyor. Bunun netlik
kazanması çalışmaların sağlıklı bir şekilde tamamlanmasına bağlı.
keleye doğru ray döşenmiş; böylelikle
malzemenin taşınmasında kolaylık
sağlanmış. Ancak kısa zamanda bu iskele
de yetersiz kaldığı için uzatılmış.
Kolağası Mehmet Raif’in belirttiğine
göre Haydarpaşa Garı, 1894 yılında
meydana gelen depremde tamir olamayacak
kadar zarar gördüğünden yenilenmiş.
Onarım kitabesi Ankara TCDD
Müzesi’nde korunuyor. Bu kitabeye
göre yolcu binası 1312 Hicri (1894 –
1895) yıllarında yeniden inşa edilmiş.
Aynı kaynakta bu yapının karşısında
Sultan Selim’in Darüsaade Ağası Halid
Ağa’nın yaptırmış olduğu bir çeşmeyle
demir parmaklıklılarla çevrili birkaç
yüz kişilik bir namazgâh mevcutmuş.
Takvimler 22 Eylül 1872 tarihini
gösterirken bu mütevazi hatta ilk tren
düdüğü işitildi. Haydarpaşa - Pendik
hattı tamamlanarak işletmeye açıldı.
Saatte en fazla 30 kilometre hız yapabilen
Alman malı küçük lokomotiflerin
çektiği dört – beş ahşap vagondan oluşan
katarlar ilk yolcularını taşımaya
başladı. İlk yolcu trenlerinin lokomotifleri
marka olarak ünlü Alman sanayici
August Bosig’in soyadını taşıyordu.
Buhar gücüyle ve yakıt olarak ilk
önceleri odun sonraları kömür kullanılan
bu lokomotifler saatte 30 - 50
kilometre hız yapabilmekteydi. O dönemde
Kadıköy yakasında ulaşım aracı
olarak sadece atlı arabalar vardı. Otobüs,
otomobil henüz doğmamış; şehrin
Rumeli yakasında çalışmaya başlayan
tramvaylar da bu yakaya henüz
intikal etmemişti. Orta halli insanların
özellikle uzun mesafelere gitmek için
binecekleri atlı arabalar için alınan
ücretse çok fazlaydı. Bu nedenle halk
Haydarpaşa’dan çalışmaya başlayan
trenlere büyük ilgi gösterdi. Güvenilir
ve ucuz olması her insanın gelirine
göre yolculuk yapabilecek mevkilere
ayrılması ilgiyi artırdı. Demiryolunun
Anadolu yakasına bir başka katkısı da
semtlerin gelişmesine yardımcı olmasıydı.
Gerçekten de ulaşım olanaklarının
artmasıyla birlikte zaman içinde
demiryolunun geçtiği semtler birbirinden
zarif ahşap köşk ve konaklarla
süslenecek, birçok ünlü devlet adamı
bu semtlerde köşkler yaptırmak için
birbirleriyle yarışacaktı.
27
LAUZADOS
SAKLI ZAMANIN KENTİ
28 MAGMA
ÜNÜMÜZDE genellikle gezilecek
antik yerleşim denilin-
G
ce insanların aklına abidevi
yapılanmaların görülebildiği yerler
geliyor. Bu bir önyargı. Gezilen antik
yerleşim yerlerinin çoğu sahip oldukları
güncel görünümlerini uzun yıllar
süren arkeolojik çalışmalar sayesinde
kazanmıştır. Henüz arkeolojik çalışmaların
yapılmadığı ören alanlarının
ziyarete değmeyecek yerler olarak düşünülmesi
çok yanlış. Belki de asıl gezilmesi
gereken yerler oralardır. Böyle
yerlerde toprak üstünde görülen çok
fazla kalıntı olmayabilir ama insana
keşfetme duygusu verir.
Lauzados antik yerleşimi de Anadolu
da bulunan binlerce tarihi yaşam
alanlarından biri. Karaman ilinin
Başyayla ilçesi sınırları içinde ve ilçe
merkezinin 10 kilometre kadar kuzeydoğusunda
yer alıyor. Burası aynı
zamanda doğa ve tarih birlikteliğinin
muhteşem bir örneğidir. Her ne kadar
Ermenek üzerinden ulaşılan Başyayla
ilçe merkezinden ören alanına gitmek
çok yakın olsa da Lauzados’a başka
bir yönden ulaşmak çok daha etkileyicidir.
İlk izlenim veya ilk görüş çok
önemlidir denilir. İşte o yüzden başka
bir yoldan Lauzados antik kentine
ulaşmayı tavsiye ederim. Bunun için
Hadim - Taşkent üzerinden Sarıveliler
ilçe merkezine doğru devam eden
yol takip edilir. Sarıveliler’e gelmeden
önce sola, Başyayla tabelası bulunan
sapaktan doğuya doğru devam edilir.
Yaklaşık 10 kilometre sonra bir anda
son derece etkili bir manzara bu yolun
yolcularını bekler. Antik ismi Kalykadnos
olan Göksu Nehri’nin derin
vadiler ve kanyonlardan oluşan yukarı
coğrafyası ayakların altına serilir. Göz
alabildiği kadar uzanan bu vadi sisteminin
yakın tarihteki yerel ismi Nevahi’dir.
Nevahi nayiheler anlamında ve
Osmanlı dönemi kayıtlarında Nevahi-i
Ermenek olarak geçer. Bir yerleşim
ismi olmayıp bölgenin genel ismidir.
Antik yerleşimin nekropolünde görülen
kaya mezarlarının çokluğu, zamanında
burada yoğun bir nüfusun yaşadığını
gösteriyor.
29
Yol bu noktadan itibaren keskin virajlar
yaparak vadinin aşağı kısımlarına
inmeye başlar. Aşağıda gözüken
ilk yerleşim Başyayla ilçe merkezidir.
Coğrafyanın kuzeyinde uzayıp giden
devasa kayalık yarın hemen altında bir
gölet dikkati çeker. İşte o göletten biraz
ileride Lauzados antik kentinden
günümüze ulaşan kalıntılar bulunur.
Ören alanına Başyayla ya varmadan
hemen önce yolu terk edip ancak araziden
devam edilerek ulaşılır. Gölet
yanından ufak bir yürüyüşle kente varılır.
Ama burada dikkat edilmelidir.
Klasik bir ören alanında olunmadığı
unutulmamalıdır. Kalıntılar hemen
göz önünde değildir. Hatta tecrübesiz
gözler araziye bakıp hiçbir şey göremeyebilir.
O yüzden arazinin çeşitli
yerlerine dağılmış kalıntıları görmek
için taban tepmek ve biraz keşif duygularını
harekete geçirmekte yarar var.
Lauzados kalıntılarının bulunduğu
yeri yerel insanlar Lauzados isminden
türediği belli olan Lafsa - Lavza olarak
adlandırır. Günümüzde ise Kirazlıyayla
deniyor. Başyayla Köyü, zamanında
şimdinin Kirazlıyayla Mahallesi yani
Lafsa Köyü ile birleşerek kasaba ve yakın
tarihte de ilçe olmuş.
Bölgeye gelen ilk Batılı gezgin
1880’lerde Amerikalı eğitimci ve arkeolog
John Robert Sitlington Sterrett.
Antik kentin kalıntılarından bahsetmese
bile o da yöreyi Nevahi olarak
adlandırır. Daha sonra nerdeyse burası
arkeolojik ve tarihsel anlamda unutulur.
O yüzden şu anda burayla ilgili
çok az bilgiye sahibiz. Kentin varlığı
ve ismi ilk olarak bir iki tarihsel kaynakta
geçer. Hıristiyanlık döneminde
toplanan piskoposlar kurultaylarına
yani konsüllere katılan piskoposların
listelerinde Lausada ismi görülür. 908
ile 959 yılları arasında hüküm süren
Bizans İmparatoru VII. Konstantinos
Porphyrogennetos’un imparatorluğun
illeri (Thema) üzerine kaleme aldığı
eserinde ise kent Lauzados olarak
anılır. Ayrıca 6. yüzyıl Bizanslı coğrafyacı
Hierokles’in imparatorluğun
idari bölümlemelerini ve şehirlerini
listelediği Synekdemos adlı eserinde
İsauria Dekapolisi’nde bir şehir olarak
gözükür. Roma döneminde Taşeli
bölgesini ele geçiren Romalılar merkezi
Germanikopolis (Ermenek) olan
30 MAGMA
İsauria Dekapolis (on şehir) eyaletini
k urar. İşte bu on şehirden biri de Lauzados’dur.
1851 - 1939 yılları arasında
yaşamış ve Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası
adlı eserin yazarı İngiliz coğrafyacı
ve arkeolog William Ramsay
de Lafsa da bulunan kalıntılar alanını
Lauzados antik kentine lokalize etmiş.
Lauzados adının kökeni hakkında
şu ana kadar net bir bilgi yok. Bazı
araştırmacılar burasının Hitit yazılı
belgelerinde geçen Lauazantiia adlı
İsaura bölgesinde çok sık rastlanan, kapağı
aslan heykeliyle süslenmiş, sandukası kaya
oyma bir mezar (solda üstte).
Kaya mezarları, antik yerleşimlerin ilk anda
kendini gösteren kalıntıları (üstte).
yerleşim olabileceğini düşünseler de
yerleşimin dip tarihi konusunda henüz
herhangi bir bilgiye sahip değiliz.
Görülebilen kalıntılar Roma ve Bizans
dönemlerine tarihlendiriliyor.
İsaura bölgesindeki dağlık ören
alanlarını gezmek ilginçtir. Çünkü
çoğunda alışıldığı gibi bir kalıntılar
alanı sizi karşılamaz. Genellikle
görülenler yerleşimin nekropolisine
ait mezarlar ve bir de tapınımla ilgili
buraya özgü yapılanmalardır. Diğer
olması düşünülen anıtsal yapılar
veya genellikle savunma amacıyla
yerleşimleri çevrelemesi gerektiğini
bildiğimiz surların izleri yoktur. Lauzados’ta
da aynı şey sözkonusudur.
Sandukaları yerli kayaya oyulmuş,
kapakları aslan heykelleri olan veya
çok sayıda insan elinin değmesiyle
oluşturulmuş arcosolium tipi yani
kaya oyma mezarlar ilk elden dikkati
çekenlerdir. Yine bu bölgeye özgü
tapınım yapıları olan basamaklı kaya
anıtları kendini gösterir. Kökeni oldukça
eskilere dayandığı belli bir pagan
inanışın göstergesi olan bu basamaklı
kaya anıtları aslında yerleşimin
dip tarihi hakkında önemli bir ipucudur.
Daha sonra gezdikçe insan ister
istemez burada yaşayan insanlara ait
diğer yapılar nerede diye kendine sormaya
başlar. Piskoposluk listelerinde
adı geçiyor buranın. Nerede buradaki
kilise veya kiliseler? Temel seviyesinde
bir iz de mi olmaz? Evet belki şu
ana kadar burada hiç kazı yapılmadığı
için kendilerini hâlâ toprak altında
31
İsaura bölgesine özgü bir tür tapınma alanı
olan basamaklı kaya anıtı (solda).
Kente ait kaya mezarları hem doğa hem
insan tahribatına rağmen günümüze kadar
varlıklarını sürdürebilmiş (solda altta).
saklıyor olabilirler veya bütün taşları
köy evlerinin yapımında kullanmış
denilebilir. Ama yine de hiçbir şey
olmaması ilk anda pek anlaşılır değil
ve hayret verici. Üstelik yukarıda
anlatıldığı gibi bu durum sadece
Lauzados’a özgü olmayıp yöredeki
birçok diğer antik yerleşim için de
sözkonusu.
Bölgenin tarihiyle ilgili ilginç bir
genel bilgi var. Mısır Kraliçesi Kleopatra
ile MÖ 37’de evlenen Romalı
komutan Marcus Antonius, Dağlık
Kilikya’da büyük bir toprak parçasını
düğün hediyesi olarak vermiş. Bu toprak
parçası İsauria Dekapolisi’ni de
içermektedir. Anlamlı bir hediyeydi
çünkü şu anda dağ başı sayılabilecek
bu yerler o dönemler için çok önemli
bir zenginliğin kaynağıydı. Bütün
bölge gemi yapımına uygun sedir ormanlarıyla
kaplıydı. Sedir ağacı demek
büyük bir ticaret ve zenginlik
demekti. Anlaşılacağı üzere bölge o
tarihlerde ağaç işçiliği konusunda çok
gelişmiş ve bu konuda uzmanlaşmış
ustalara sahipti. Belki de antik dönemde
buradaki yapılanmaların bir
kısmı da bu gelişmiş ağaç işçiliğinden
nasibini alıyor ve yerleşimlerdeki yapıların
imarında ağaç kullanılıyordu.
Ağaç yapılar taş yapılara göre zamanın
yok edici etkisine daha dayanıksız
olmasından dolayısıyla da iz bırakmamacasına
tarihten siliniyorlardı.
Aslında bölgede bunun böyle olduğunun
izleri yakın zamana kadar görülebiliyordu.
Onun için Lauzados’ta
veya diğer antik yerleşimlerde kuruldukları
yerlerin ortak bir özelliğine
dikkat etmek gerekiyor. Nerdeyse
hepsi yalçın bir kayalığın eteğinde kurulmuş.
İşte o yalçın kayalıkların bir
kısmı yakın zamana kadar yerleşim
yerleriydi. Kayaların oyularak oluşturulmuş
veya doğal mağaralarının
önü ustalık şaheseri ahşap konstrüksiyonlarla
bazen birbirine bağlanarak
bazen önünde mekân oluşturarak
yaşam alanları olarak kullanılıyordu.
Ayrıca böyle yaşam alanları gereğinde
savunma amaçlı kullanılmak için ideal
konuma sahip bir nevi kale işlevi de
görüyordu. Hâlâ bu tür bir yaşamın
izlerini Lauzados’a gelirken kullanılan
Taşkent - Sarveliler yolu üzerindeki
kayalıklarda veya Ermenek’in arkasında
yükselen devasa kayalık duvar
ve Ermenek’in artık yok olmaya yüz
tutmuş geleneksel mimarisinde görebiliyoruz.
İyice çürümeye yüz tutmuş,
son anlarını yaşayan ahşap konstrüksiyon
bu tür yapılanmalar kendilerini
gösteriyor. Bütün bunlar bölgenin
geçmişinde ahşap yapı ustalığının çok
önemli bir yer tuttuğuna işaret ediyor.
Muhtemelen antik dönemde de böyle
bir durum vardı ki o dönemin birçok
yapısı kendini bugüne taşıyamamış.
Lauzados ören alanının hemen yanından
yükselen devasa kaya duvarlarına
bunları düşünerek baktığında, insanın
zihninde başka şeyler canlandırması
bu yüzden olsa gerek.
32 MAGMA
33
129. YIL
İSTANBUL ARKEOLOJİ MÜZELERİ
GEÇMİŞİN GÖSTERİSİ
34
Akad Mitolojisinde tanrıça
İştar’ın Sümer tanrıçası
İanna’dan türediği düşünülür.
Babil’de tanrıça adına
yaptırılan tapınak MÖ 604-
562 yıllarına tarihleniyor.
Tapınağa ait kabartmalar,
Osmanlı topraklarından Müze-İ
Hümayun’a (İmparatorluk
Müzesi) getirilen eserler
arasında yer alıyor. II
Nabukadnezar zamanında
yapılan kabartmaların büyük
bölümü Berlin’de Pergamon
Museum’da bulunuyor.
35
İskender Lahdi, 1887 yılında Sidon kentinin krallar
mezarlığında bulundu. MÖ 325-311 yıllarına tarihlenen lahdin
aslında Büyük İskender’e değil Sidon Kralı Abdalonymos’a
ait olduğu düşünülüyor. Bezemeleri lahdi yapanların
doğu süsleme sanatını çok iyi bildiğini gösterir. Lahdin bir
yüzünde dost olarak bir arada avlanan Persler ve Yunanlılar
betimlenmiş. Uzun yüzlerinden birinde ise Pers ve Yunanlılar
savaş halinde görülüyor.
36
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN
MÜZESİ OLARAK KURULAN
İSTANBUL ARKEOLOJİ MÜZELERİ,
129 YILI GERİDE BIRAKTI. OSMANLI
TOPRAKLARINDAN YÜZBİNLERCE
ESERİN TOPLANDIĞI MÜZE,
İSKENDER LAHDİ GİBİ EŞSİZ
ESERLERİN YANI SIRA BİLİNEN
EN İYİ TABLET ARŞİVLERİNDEN
BİRİNE SAHİP. MÜZEDE BUGÜN
KOMŞU COĞRAFYALARDA TAHRİP
EDİLEN YERLERDEN DE ESERLER
BULUNUYOR.
37
38
Doğu Roma İmparatoru Arcadius’a
ait heykel başı İstanbul, Beyazıt’ta
bulunmuş. Heykel MS 4. yüzyılın
sonuna tarihleniyor.
39
40
Ölümden sonra yaşam inancı çok yaygın ve yerleşmiş
bir gelenek olduğu için mezar buluntuları, günümüze
kalan Mısır eserlerinin arasında önemli yer tutar. Anıtsal
mezarlarda mumya, iç içe iki veya üç lahde konulurdu.
Teşhirde küçük ziyaretçilerin en çok ilgisini çeken mumya
Amon Tapınağı rahibi Bak-Na-Mut'a ait .
41
İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde kabartma
tekniğiyle bezenmiş çok sayıda ortostat ve duvar
kaplama levhası bulunuyor. Bunlardan biri
II. Assurnazirpal’ın kuzeybatı sarayından getirilen
hayat ağacı önünde ayakta duran bir periye ait.
MÖ 883-859 yıllarına tarihlenen kabartmanın
geldiği Nimrut ve oradan çıkan eserlerin büyük
bölümü Irak işgali sırasında tahrip edildi.
42 MAGMA
İSTANBUL ARKEOLOJİ MÜZELERİ,
Sultanahmet’te Gülhane Parkı girişinin
yanından Topkapı Sarayı Müzesi’ne
uzanan Osman Hamdi Bey Yokuşu Sokağı’nın
sol tarafında yer alır. Müze,
Topkapı Sarayı, Darphane Binaları ve Gülhane
Parkı ile çevrili. Arkeoloji Müzesi,
Eski Şark Eserleri Müzesi ve Çinili Köşk
Müzesi’nde oluşur ve bu nedenle kuruluşundan
itibaren çoğul olarak İstanbul Arkeoloji
Müzeleri diye isimlendirilmiştir.
Türkiye’de ilk Müze, Osmanlı Padişahı Abdülmecid
zamanında Tophane Müşiri Fethi
Ahmet Paşa (1801-1858) tarafından gerçekleştirilmişti.
Çeşitli görevlerle Avrupa’yı gezen,
kültürlü biriydi Fethi Ahmet Paşa; 1846
yılında Topkapı Sarayı’nın dış avlusundaki 6.
yüzyıla ait Bizans yapısı Aya İrini Kilisesi’nde
(Hagia Eirene) eski silah ve eşyayı toplatarak
bir müze oluşturmuştu. Zaman içinde, Osmanlı
İmparatorluğu’nun sınırlarında kalan
çeşitli bölgelerden getirilen eski eserler bu
binada toplandı. Aya İrini Kilisesi’nde toplanan
bu eserlerden, Eski Silah (Esliha-i Atika)
ve Eski Eser (Mecma-ı Âsâr-ı Atika) adlarıyla
iki koleksiyon oluşmaya başladı. Bu iki koleksiyonla
Askeri Müze ve Müze-i Hümayun’un
yani imparatorluk müzesinin temeli atılmıştı.
Türk müzeciliğinin temelini atan Fethi Ahmet
Paşa’nın ölümüyle Aya İrini’deki eserler
bir süre sahipsiz kaldı. Ancak Osmanlı Sarayı’nın
geniş kültürlü devlet adamlarından
Saffet Paşa’nın maarif nazırı (eğitim bakanı)
olmasıyla Aya İrini’deki eserlerle Müze-i Hümayun
kuruldu ve Galatasaray Lisesi öğretmenlerinden
Edward Goold adlı bir İngiliz,
8 Temmuz 1869’da bu müzeye müdür olarak
atandı. Böylece Müze-i Hümayun veya Müzehane-i
Osmanî şeklinde anılan, ilk Türk müzesini
oluşturan kurum resmen doğmuş oldu.
Maarif Nazırı Saffet Paşa, müzeyle özel
olarak ilgilenerek çevrede dağınık halde bulunan
eserleri bir araya toplamak ve yeni kurulan
müzeye getirtmek için valilere genelgeler
gönderdi, bu genelgelerde eski eserlerin
nelerden ibaret olduğunu anlattı. Bu sayede
müzenin eser sayısı Osmanlı vilayetlerinin
duyarlı valilerinin gönderdikleriyle artmaya
başladı. Ayrıca dönemin müze müdürü
Edward Goold’un 1869’da Kapıdağ Yarımadası’nda
Kyzikos antik kentinde yaptığı kazılar
sayesinde çok sayıda eser müzeye kazandırıldı.
Müze müdürlüğü iki buçuk yıl süren Goold’un
yerine 1871 yılında Alman Dr. Philipp
Anton Dethier atandı.
Müzenin son yabancı müdürü Dethier, eski
eser toplatmaya devam etti ve 160 olan eser
sayısını 650’ye çıkardı. Ayrıca müzeyle ilgili
yazışma ve olayların kaydedildiği bir defter
düzenledi, küçük bir katalog hazırladı. 1874
tarihli ilk eski eserler kanunu olan Âsâr-ı Ati-
43
ka Nizamnamesi’nin çıkartılması ve arkeoloji
okulu açılmasının istenmesi de Dr. Dethier’in
müdürlüğü zamanındaydı. Dethier’in önemli
faaliyetlerinden biri de Aya İrini’deki eserleri
Çinili Köşk’e taşımasıydı. Çinili Köşk, Selçuklu
etkisinde yapılmış Osmanlı sivil mimarisinin
İstanbul'da bulunan tek örneğidir.
Fatih Sultan Mehmed dönemini (1451 - 1481)
anlatan kaynaklarda, 1472 yılında, Sarayburnu’ndaki
korulukta ve Topkapı Sarayı’nı saran
surların içinde yaptırıldığı yazılır.
Yeni müzenin 16 Ağustos 1880 tarihindeki
açılış töreni, dönemin gazetelerinde de yer
aldı. Artık ülke topraklarının eski eser bakımından
zenginliği, müzeciliğin önemi birçok
Türk aydını tarafından dile getirilmekte, nitekim
gazetelerde müze ve eski eserlerle ilgili
yazılar yer alırken eski eser kaçakçılığından
duyulan üzüntüler vurgulanmaktaydı.
OSMAN HAMDİ BEY’İN
İMPARATORLUK MÜZESİ
Dethier’in ölümü ile Sadrazam Edhem Paşa’nın
oğlu ressam Osman Hamdi Bey, 1881 tarihinde
Sultan 2. Abdülhamid tarafından Müze-i Hümayun’un
müdürlüğüne atandı; bu atama Türk
müzeciliğinde yeni bir dönemin başlangıcıdır.
On dokuzuncu yüzyıl sonlarında, Osmanlı
İmparatorluğu’nda ve Avrupa’da ekonomik,
siyasal, toplumsal değişimlerin yaşandığı, savaş
ve isyanların devam ettiği, geçmişe ilginin
az olduğu bir dönemde, Osman Hamdi Bey
çağının çok ötesinde ileri görüşlülükle muazzam
işler yaptı. Arkeoloji, korumacılık ve
müzecilik gibi önemli kavramları yerleştirerek
Türk arkeolojisi ve müzeciliğinin sağlam
temeller üzerinde yükselmesini sağladı. Osman
Hamdi Bey müzenin başına geçtiğinde
sadece 30 yıllık geçmişi olan, henüz kurumsallaşmamış
bir kurum devralmıştı. Ama 1910
yılına kadar devam eden 29 yıllık müdürlüğü
zamanında bu kurum Müze-i Hümayun adıyla
dünyanın sayılı müzeleri arasına girmişti.
Osman Hamdi Bey, eserlerin bilimsel tasnif
ve teşhiri için Fransız arkeoloğu ve filoloji
uzmanı Salomon Reinach’ı İstanbul’a davet
etmiş ve Reinach’ın 1882 yılında Cataloque
du Musée Imperial d’antiquites Constantinople
adıyla müzenin bir kataloğunun yayınlanmasını
sağlamıştı. Osman Hamdi Bey, eski eserlerin
yurtdışına çıkarılmasını önlemek için 1884
tarihinde yürürlüğe giren yeni bir Eski Eserler
Yasası (Âsâr-ı Atika Nizamnamesi) hazırlatmıştı
ki bu yasa 90 yıl boyunca kullanıldı.
Osman Hamdi Bey’in başarılı bir arkeolog
ve müzeci olarak tanınmasına ve İmparatorluk
Müzesi’nin dünyanın önemli müzeleri
arasına girmesine neden olan Sidon (Sayda)
Yılda yaklaşık
500 bin kişinin gezdiği
İstanbul Arkeoloji
Müzeleri özellikle
yabancı ziyaretçilerin en
çok rağbet ettiği yerler
arasında. Antiokhela
ad Pisidium (Yalvaç)
kazılarında bulunan Roma
dönemi Cornelia Antonia
heykeli usta işçiliği
ile müzenin gözdeleri
arasında.
44 MAGMA
Eski Şark Eserleri
Müzesi’nde başta
Mezopotamya, Arap
Yarımadası, Mısır ve
Anadolu uygarlıklarına
ait eserler sergileniyor.
Müzede Anadolu’nun
farklı yerlerinden gelen
kabartmalar, heykeller,
steller de bulunuyor.
kazısıdır. 1887 yılında Osman Hamdi Bey tarafından
yapılan kazılarda bir kral nekropolü
ve pek çok lahit açığa çıkartılmıştı. Bu lahitler
arasında İskender Lahdi, Ağlayan Kadınlar
Lahdi, Satrap Lahdi, Likya Lahdi, Sayda
Kralı Tabnit’in Lahdi bugün de müzenin en
önemli eserlerini oluşturur.
Bu eserler yeni bir binanın yapılmasını gerektirdi
ve 1891 - 1907 arasında dönemin tanınmış
mimarı Alexandre Vallaury tarafından
tasarlanan yeni yapılar inşa edildi. Böylelikle
Eski Sanâyi-i Nefîse Mektebi binasının Şark
Eserleri Müzesi’ne dönüştürülmesi ve Çinili
Köşk’ün de Çini Müzesi olarak yeniden düzenlenip
açılmasıyla üç büyük yapıdan oluşan bir
müze kompleksi meydana getirildi. Açık alanlarda
sergilenen çok sayıdaki mermer eserse
kompleksin kendi özgün atmosferi içinde yer
aldı. Ana binaya eklenen iki yeni bölümle 192
metrelik bir uzunluğa ulaşan müze binası, yaklaşık
dokuz bin metrekarelik bir alana yayıldı
ama yine de yetersiz kaldığı için 1968 yılında
arka cepheye eklenen bir yapıyla genişletildi.
İstanbul’daki neoklasik mimarinin en güzel
ve görkemli örneklerinden biri olan Arkeoloji
Müzesi, cephesinin ihtişamıyla son derece dikkat
çekici, sarsıcı bir mimari etkiye sahiptir. Ön
cephede, geniş merdivenlerle ulaşılan ve dört
sütunun taşıdığı iki giriş vardır, sütunlar iki kat
yüksekliğindedir. Lotus yapraklı başlıklar ve
akroterler dışında bezeme yoktur. Çinili Köşk
ile aynı eksen üzerinde olan propileden sonra
girilen holde, tek kollu bir merdivenle üst kata
ulaşılır. Ağlayan Kadınlar Lahdi’nin müzenin
mimari konseptini etkilemiş olduğu pek çok yazar
tarafından öne sürülmüştür. Girişteki alınlık
üzerinde bulunan kufi üsluptaki Osmanlıca
yazıda Âsâr-ı Atika Müzesi (Eski Eserler Müzesi)
yazmaktadır. Bu yazının üzerinde bulunan
tuğra, müze binasını inşa ettiren Osmanlı Padişahı
2. Abdülhamid’e aittir.
Müzenin ikinci bölümünün en kuzey ucunda
ilgi çekici mimari özelliğiyle kütüphane
yer alır. Burada 70 bin baskı, 2.000 el yazması
ve 100 bine yakın arşiv belgesi muhafaza
ediliyor. El yazmalarından 1.304 adedi
Türkçe, diğerleri Arapça, Farsça başta olmak
üzere yabancı dillerdedir; 12 - 19. yüzyıllara
ait din, tarih, astronomi, coğrafya, edebiyat,
kanun, cebir, geometri, felsefe, mantık gibi
konuları ve lügatleri içermektedir.
Arkeoloji Müzesi’nin üst katındaki sikke
kabineleri müzenin sahip olduğu en zengin
ve önemli koleksiyonlardan. Bugün müzedeki
Gayri İslami Sikke Koleksiyonu; Yunan,
Roma, Bizans ve Avrupa sikkeleriyle Bizans
45
kurşun mühürleri ve sencelerden (cam ağırlıklar)
oluşan 220 bin adetlik önemli bir koleksiyondur.
İslami Sikkeler Koleksiyonu ise
sikke, madalya, nişan, mühür, kâğıt para, sikke
kalıpları, cam vezinleri içine alan 300 bin
adetlik bir koleksiyondur.
LAHİTLER MÜZESİ
Lahitler Müzesi adıyla 13 Haziran 1891’de
açılan, Âsâr-i Atika Müzesi olarak da anılan
bu yapı 19. yüzyıl sonlarında, dünyada müze
binası olarak tasarlanıp yapılan nadir müze
binalarından biridir.
Bu dönemde müzeyle adı anılan arkeologlardan
bir de Gustave Mendel’dir. Müze-i Hümayun’da
görevlendirilmesi kararlaştırılan
Mendel ile eğitim bakanlığı arasında 1910 tarihinde,
üç yıl süreli bir sözleşme imzalandı.
Bu sözleşmeye göre Mendel’e üç bin kuruş
aylık verilecek, buna karşılık Mendel Yunan,
Roma ve Bizans eserleri muhafızlığı göreviyle
birlikte kendi şubesine ait katalogları
hazırlayacak, eserlerin teşhirine ve müzenin
yapacağı kazılara nezaret edecek, İstanbul
içindeki eserlerin teftişi, müzenin yayınlayacağı
derginin kontrol işlerini üstlenecektir.
Osman Hamdi Bey 1910 yılında vefat etti ve
müze müdürlüğüne 1892 yılından beri yardımcılığını
yapan Halil Edhem Bey atandı. Onun
döneminde, 1898 yılında Konya’da açığa çıkartılan
24 ton ağırlığındaki Sidamara Lahdi İstanbul’a
getirildi, İslami sikkeler konusuna olan
ilgisi nedeniyle Müze-i Hümayun’un sikke ve
madalya koleksiyonu oldukça zenginleşti.
Türkiye’nin ilk müzesi olan İstanbul Arkeoloji
Müzeleri’ndeki koleksiyonlar içinde
Osmanlı İmparatorluğu idaresi altındaki tüm
bölgelerden eserler bulunuyor. Toplam 36
teşhir salonuna sahip müzenin Osman Hamdi
Bey zamanında yapılan sergi düzeni 1991 yılına
kadar korunmuştu. Yeniden düzenlenen
serginin en önemli eser ve koleksiyonları ara-
Müzenin en keyifli
alanlarından biri
bahçesi. Günün her
saatinde burada
dinlenen, fotoğraf
çeken ya da ders
çalışmak üzere
yakındaki İstanbul
Üniversitesi’nden
gelen öğrencilerle
karşılaşmak mümkün.
46 MAGMA
sında, Sidon (Sayda) Kral Nekropoli Lahitleri,
İskender, Ağlayan Kadınlar, Satrap Lahitleri,
arkaik dönemden Roma dönemi sonuna kadarki
heykeller, Kyme, Milet ve Ilgın’da bulunan
ana tanrıça Kybele’ye adanan adak stelleri;
Halikarnassus Mausoleum’una ait adak kabartmaları,
Bergama Zeus Sunağı’ndan heykel
parçaları, İskender başı, Afrodisias, Efesos ve
Miletos’ta bulunan heykeller; günlük yaşamla
ilişkili, çanak çömlek, pişmiş toprak figürinler;
hazine bölümünden takı ve süs eşyasıyla
sikke kabinelerinden eserler bulunuyor.
Binaya ek olarak 1968 yılında inşa edilen
Anadolu’nun Çevre Kültürleri Bölümü’nde;
Kıbrıs’ta, Filistin - Suriye bölgesinde, Beyrut,
Sayda, Sebasteia, Megiddo gibi merkezlerde
yapılan kazılarda bulunan eserler; Anadolu
ve Truva Kültürleri Bölümü’nde Trakya bölgesinden
Truva’ya, Frigya ve Gordion’a kadar
çeşitli arkeolojik buluntular yer alıyor.
Çağlar Boyu İstanbul Kültürleri Bölümü’nde,
tarihöncesi dönemden, Bizans dönemine kadar
İstanbul’da bulunan eserler, İstanbul’un
Çevre Kültürleri Bölümü’nde ise Thrakia ve
Bithynia bölgelerine ait eserler sergileniyor.
Ziyarete 1991 yılında açılan bu bölümler yerli
ve yabancı kamuoyunda büyük ilgi ve beğeni
topladı. İstanbul Arkeoloji Müzeleri, 17 Avrupa
ülkesinden 46 müze arasında Avrupa’da Yılın
Müze Ödülü Komitesi tarafından 1993 yılı
Avrupa Konseyi Müze Ödülü’ne layık görüldü.
ESKİ ŞARK ESERLERİ MÜZESİ
Sanâyi-i Nefîse Mekteb-i Âlisi olarak yine
Osman Hamdi Bey tarafından 1883 yılında
dönemin ünlü mimarı Alexandre Vallaury’ye
yaptırılmış, uzun süre okul olarak kullanılmıştı.
1917 - 1919 yılları arasında, dönemin
müze müdürü Halil Edhem Bey tarafından
Yakındoğu ülkelerinden getirilen eserlerin
sergilenmesi amacıyla müze haline getirilmişti.
Eski Şark Eserleri Müzesi’nin koleksiyonları,
Anadolu ve Mezopotamya›nın Yunan
öncesi, Mısır ve Arap yarımadasının İslam
öncesi çağlarına ait eserlerinden oluşuyor.
Bu eserlerin çoğunluğu 19. yüzyıl sonunda
İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin bir parçası
olan, Fatih Sultan Mehmed’in av köşkü
Çinili Köşk, 1880 yılında İmparatorluk
Müzesi (Müze-i Hümayun) bünyesinde
arkeolojik ve İslami eserlerin sergilenmesi
için kullanıldı. Müzenin bahçesindeki çok
sayıda eser arasında bir de medusa başı
bulunuyor (sağda en üstte).
Müzede ziyaretçilerin görmediği
mekânlarda birçok uzmanın görev aldığı
restorasyon ve belgeleme çalışmalarının
yapıldığı atölyeler, laboratuvarlar
bulunuyor (üstte ve ortada).
47
Deniz Tanrısı
Poseidon
heykeli, Lübnan,
Byblos’tan gelen
eserler arasında.
Heykel Roma
dönemine,
MÖ 1. yüzyıl ile MS
1. yüzyıl arasına
tarihleniyor.
48 MAGMA
Envanter kayıtları ya da idari yazışmalar
gibi evrakların bulunduğu arşiv, müzenin
işleyişini, kendi dışındaki dünyayla bağını
ya da dönemin diplomatik ilişkilerini
anlamak açısından önemli bir hazine.
İstanbul Arkeoloj Müzeler Arşv
Evrak Haznes
yazı: EDHEM ELDEM*
BİR ARŞİVİN HERHANGİ bir kurumun belleğini
oluşturduğu ve bu anlamda kimliğinin
en önemli unsurlarından biri olduğuna şüphe
yoktur. Osmanlıların kullandıkları “hazine-i evrak”
tabiri, bu kıymeti hatırlatmanın hoş bir yolu
olabilir. Ne var ki Osmanlı döneminden cumhuriyete
intikal eden birçok kurumun arşivinin
kayıp, eksik, düzensiz veya ulaşılmaz olması
bu belleğin asıl amacına hizmet edememesi,
dolayısıyla da kurumun ciddi kimlik ve devamlılık
sorunlarıyla karşılaşması manasına geliyor.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri, arşiv açısından
en şanslı kurumlar arasında yer alıyor. Zaten
müzeler, birer arşiv niteliğindedir: Koleksiyonları,
odaklandıkları geçmişin her türlü eşya ve
izinden oluşan bir tür arşivden başka şey değildir.
Bu açıdan arşivin belgesiyle bir müzenin
koleksiyonunun objesi esasen aynı işlevi gören
ve her ikisi de tarihi incelemeye ve kavramaya
yarayan belge niteliğindedir. Hele ki ciddi bir
müze, tam da bir arşiv mantığıyla koleksiyonlarını
kapsam ve tutarlılık açısından sistemli
şekilde toplamayı, tasnif etmeyi ve incelemeyi
kendine amaç edinendir.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin birbirinden
ayrılan ama aslında birbirini tamamlayan birkaç
arşivinden bahsetmek mümkün. Bunların
en önemlisi, doğrudan doğruya koleksiyonlarla
ilgili olup genellikle envanter şeklini alanlar. Anlaşılır
nedenlerle bu envanterlerin büyük kısmı,
koleksiyonla olan bağlantıları nedeniyle halen
kullanılıyor, belirli seksiyonların günlük tasnif
ve sayım işlemleri için ana referans kaynağını
oluşturuyor. Fakat biraz ileride anlatılacağı gibi
müzenin en eski envanter defterlerinin konumu,
onları cari bir arşiv malzemesinden çok tarihi
arşivin en önemli unsurlarından biri yapıyor.
Diğer çok önemli iki arşiv serisiyse ağırlıklı
olarak müzenin idaresinin yazışmalarını içeren
Türkçe ve yabancı dil arşivi. Belgelerde kullanılan
lisana dayanan bu ayırım her ne kadar
bilimsel olmaktan çok pratik nitelikteyse de
aslında fiilen önemli diğer bir ayrıma da işaret
ediyor. Türkçe belgeler genellikle idari nitelikte
olup müzenin devletin muhtelif kurumlarıyla
yazışmalarını içeriyor. Yabancı lisandakilerin
çoğu ise ki bunların neredeyse tamamı Fransızca,
müzenin yabancı kurum ve kişilerle olan
yazışmalarını ve dolayısıyla daha çok doğrudan
doğruya arkeoloji ve bilimle ilgili meseleleri
kapsıyor. Bu iki seriden elde edilen bilgilerse
müzenin işleyişini ve kendi dışındaki dünyayla
olan ilişkilerini anlamak açısından vazgeçilmez
önemi haizdir.
Daha çok yazılı malzemeden oluşan bu arşivlere
bir de kurumun kütüphanesini katmak
gerekir. Kütüphane kendisi ayrı bir dokümantasyon
merkezi oluşturmakla beraber, aslında
daha yakından bakıldığı takdirde belgeler kümesi
olarak da düşünülmelidir. Kitap ve dergi
seçimleri, bunların envanter ve kayıt defterleri,
bazı kitaplara düşülmüş notlar gibi bazı ayrıntılar
sadece kitaplardan oluşan bir koleksiyonun
ötesinde önemli bilgilerin elde edilebileceğine
işaret ediyor.
Daha çok yazılı malzemeye dayanan arşivlerden
başka İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin
daha görsel nitelikteki arşiv serileri de çok
önemlidir. Bunların herhalde en önemli kısmını
fotoğraf koleksiyonları oluşturuyor. Bunların
biri, 1917’de kurulan Âsâr-ı Atika Encümen-i
Daimisi’nin oluşturduğu ve ağırlıklı olarak İstanbul’un
eski bina ve anıtlarının fotoğraflarının
yer aldığı zengin koleksiyondur. Fakat şüphesiz
en önemlisi, müzenin kendi fotoğraf arşividir.
Müze koleksiyonlarında yer alan eserlerin sistemli
olarak görüntülendiği bu arşivde ayrıca
yapılmış olan kazıları ve eser tespitlerini belgeleyen
malzemenin de bulunduğu düşünülürse
ne derecede zengin ve önemli bir görsel arşiv
oluşturduğu rahatlıkla anlaşılacaktır. Bu arşivin
içinde on dokuzuncu yüzyıla ait binlerce adet
büyük ebatta cam negatifin orijinal kutularında
korunmuş olarak durduğunu da eklemek gerekir.
Fotoğraf arşivinin bu en eski kısmı eşsiz bir
güzelliğe ve öneme sahiptir.
49
başlayıp 1. Dünya Savaşı’na kadar süren arkeolojik
kazılarda ortaya çıkarılmış ve bu ülkelerin
o zamanki hâkimi olan Osmanlı İmparatorluğu’nun
başkenti İstanbul’a getirilmişti.
Bunlar arasında Arami yazıtlı güneş saati,
Mısır mumyaları, Akad Kralı Lugal Dalu’nun
heykeli, Kadeş Antlaşması gibi dünyaca bilinen,
tanınan eserler bulunuyor.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin bir diğer
gözde koleksiyonu da Çivi Yazılı Belgeler
Arşivi’dir. Bu arşivde Boğazköy kazılarından
2.529 ve Asur’dan elde edilen 3.604 tabletle
Babil, Kaniş, Nippur, Lagaş, Sippar ve Uruk
gibi çeşitli yerlerden gelen toplam 73.275
adet tablet bulunuyor.
Bu yıl 129. yaşını kutladığımız, İstanbul Arkeoloji
Müzeleri koleksiyonları arasında 100
bin arkeolojik, 568 bin sikke, 73 bin 275 çivi
yazılı tablet, 2 bin elyazması, 100 bin arşiv
malzemesi ve binlerce cam negatif ve fotoğraf
arşivi mevcut. Her yıl müzeyi ziyaret eden
binlerce yerli ve yabancı ziyaretçiyle birlikte
çok sayıda bilimci de çalışmalarını sürdürüyor.
Ayrıca müzecilik çalışmalarıyla eşzamanlı
olarak kent arkeolojisi alanında kesintisiz
devam eden proje kazılarıyla birlikte üçüncü
derece SİT alanlarında altyapı projeleriyle birlikte
ayda yaklaşık 40 temel kazısı yapılıyor.
Müze müdürlüğünün, ulaşım projeleri kapsamında
2004 yılından itibaren yürüttüğü
kentsel arkeolojik kazılarla da İstanbul’un
tarihine yadsınamaz katkılar sağladı. Özelikle
Marmaray ve metro projeleri nedeniyle
İstanbul’un kentsel ve arkeolojik SİT alanlarında
sürdürülen kurtarma kazılarında, binlerce
eserle birlikte Yenikapı liman alanında
açığa çıkan 37 gemi kalıntısı, Bizans dönemi
gemi tipolojisi, gemi yapım teknolojisi ve dönemin
ticari ilişkileri hakkında çok önemli
bilgiler sunmuştu. Liman tabanı altında gün
ışığıyla buluşan, neolitik döneme ait mimari
kalıntılarla diğer buluntular ve özellikle neolitik
dönem insanına ait ayak izleri, soyut
olan kavramları somutlaştırarak, bilimcilerin
dikkatini bu alana ve müzeye yönlendirdi.
Müze, Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği’nin
ana sponsorluğunda 2012 yılında
başlatılan restorasyon ve güçlendirme projesiyle
yeni yüze kavuşacak. Burası, Darphane–i
Amire binalarının tahsisiyle âdeta
bir müze adasına dönüşecek. Üç ayrı müzeden
oluşan İstanbul Arkeoloji Müzeleri binlerce
koleksiyonu, kent belleğindeki yeri ve
denetimi altında 13 özel müze ve 200 özel
koleksiyoncuyla bir bütün olarak Türk arkeoloji
ve müzecilik tarihi içindeki yerini
daima koruyacak.
OSMAN HAMDİ BEY
Osman Hamdi Bey, 30 Aralık 1842’de İstanbul’da dünyaya geldi.
1860 yılında hukuk okumak üzere Paris ’e gönderildi; Güzel Sanatlar
Okulu’nda resim derslerine devam etti, 1869 yılında İstanbul’a
dönüp devlet kademesinde çeşitli görevlerde bulundu. 1881 yılında
Sultan II. Abdülhamid tarafından Müze-i Hümayun müdürlüğüne
atandı. İmparatorluk Müzesi’nin dünyanın önemli müzeleri arasına
girmesini sağlayan başarılı bir arkeolog ve müzeci olarak ünlendi.
Yaptığı kazılar ve getirdiği eserlerle İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin
bugünkü haline gelmesinde en büyük emek sahibi oldu. Osman
Hamdi Bey, sonraki kuşak müzeciler için de bir ilham kaynağıydı.
50 MAGMA
İSTANBUL ARKEOLOJİ MÜZELERİ ARŞİVİ
KADEŞ ANTLAŞMASI
Tarihin bilinen ilk yazılı barış anlaşması
olan Kadeş Anlaşması, MÖ 1269 yılında iki
büyük siyasi ve askeri güç olan Hitit ve Mısır
devletleri arasında yapılmıştı. Hitit Kralı III.
Hattuşili ve Mısır Firavunu II. Ramses arasında
yapılan bu anlaşmanın metnini içeren kil tablet
1906 yılında Boğazköy kazılarında bulundu.
İlk barış antlaşması olması nedeniyle tabletin
bakır bir kopyası Birleşmiş Milletler binasının
duvarında asılı bulunuyor.
Tablet Kayıtlar
İSTANBUL ARKEOLOJİ MÜZELERİ,
EN ESKİLERİ BEŞ BİN YIL
ÖNCESİNE UZANAN ÇİVİ YAZILI
TABLETLERİ BARINDIRIYOR.
yazı: VEYSEL DONBAZ*
TABLET ARŞİVİ OLARAK da anılan Çiviyazılı
Belgeler Arşivi, İstanbul Arkeoloji Müzeleri
kompleksi içinde girişte sol tarafta, Eski Şark
Eserleri Müzesi’nin alt katında bulunuyor. 19.
yüzyılın sonlarında Osmanlı yönetiminde bulunan
bugünkü Irak’ta yapılan kazılardan elde
edilen Sümer, Babil, Asur ve Urartu eserleri,
önceleri Klasik Eserler Müzesi depolarında
saklanıyordu. Eserlerin, Eski Şark Eserleri Müzesi’ne
taşınması, tanzim ve teşhiri için o zamanki
Müze-i Hümayun (İmparatorluk Müzesi)
Müdürü Halil Edhem Bey 1911 yılında Alman
asıllı Dr. Eckhard Unger’i İstanbul’a çağırdı. Dr.
Unger müzeyi düzenlerken çiviyazılı objeleri de
tanzim etti. Asiriyolog olan Eckhard Unger, yaptığı
düzenlemeyi gösteren Unger kataloğunda
(1935) 60 bin çiviyazılı objenin varlığından söz
eder. Bunlar Sümerce, Akatça ve Hititçe yazılmış
çeşitli boydaki tabletler, tuğlalar, yazılı arkeolojik
objeler, kapı eşik taşları, adak kitabeleri,
duvar kaplama mermerleri, taş kitabeler, yazılı
tanrı ve kral heykelleri, küp ve vazolarla benzeri
malzemelerden oluşuyor ve en eskilerinin tarihi
MÖ 3000 yıllarına kadar uzanıyor.
Eserlerin toplanması süreci 19. yüzyılın ortalarına
dayanıyor. O zamanlar, bütün dünyayı saran
arkeoloji tutkusu, keşfedilen ören yerlerinin
ve buluntuların etkisi Osmanlı’da da eski eserlere
ilgiyi artırmış; bu eserleri korumak bir yükümlülük
olmuştu. Bu
ihtiyacı iyi anlayıp değerlendiren Osman Hamdi
Bey yürüttüğü birçok kazının yanı sıra müzeyi
yeni buluntuların bir deposu haline getirmişti.
Amerikan Şark Cemiyeti ve Amerikan Arkeoloji
Enstitüsü komite üyeleri, Harvard Üniversitesi
ve New York Saint Michel Theological Seminary
asistanı John Punnet Peters ile Alman H.V. Hilprecht’ten
oluşan bir heyet 1885 yılından itibaren
Nippur’da kazılar gerçekleştirmişti. Bu kazılardan
çıkan 30 binden fazla tablet, kazı heyetiyle
varılan antlaşmayla yarı yarıya bölüşülmüş ve 14
bin civarında bir tablet grubu Osmanlı İmparatorluk
Müzesi’ne getirilmişti. İmparatorluk Müzesi’ne
getirilen tablet sayısı yalnız Nippur’dakiler
ile sınırlı kalmamıştı. Fransız De Serzac,
Henry de Genouillac ve Delaporte ile Cros’un
yaptığı kazılardan elde edilen 41 bin Sümerce
yazılı tablet de getirilmişti. Bunlara Nippur ve
Lagaş’ın yanı sıra dört bin civarı tabletle Umma,
Puzişdagan, Asur, Babil, Kiş, Şuruppak, Sippar,
Adab kazı buluntuları da eklenmişti. Mezopotamya’nın
büyük merkezleri Uruk, El-Muhattap
Gezer ve Babylon’dan getirilen tabletlerin toplam
sayısı da 500 civarındaydı.
İmparatorluk Müzesi kompleksinin Eski Şark
Eserleri kanadı altında bulunan tablet arşivinin
özünü Mezopotamya çıkışlı tabletler oluşturur.
2. Abdülhamid’in Alman İmparatoru Kaiser
Wilhelm’e hediye ettiği Asur’daki Qal’at
Shergat Höyüğü’nde, mimar arkeolog Walther
Andrea’nın yaptığı kazılarda yedi bin civarında
tablet bulunmuştu. Bu tabletler de Nippur kazısından
çıkan tabletler gibi geçerli bir anlaşma
olmamasına rağmen Bāb-ı Ǻli’ye yapılan baskı
neticesinde yarı yarıya paylaşılmak zorunda kalınmıştı.
Bu koleksiyonda 3.660 adet tablet bulunuyor.
Aynı yıllarda Alman Robert Koldewey’in
yürüttüğü Babil kazısından da çoğu mimari
arkeolojik parçalar olmak üzere 230 civarında
tablet, arşivdeki yerini almış. Çiviyazılı olup da
Eski Şark Eserleri Müzesi çatısı altında depo
ve sergide bulunan büyük boydaki taş eserler,
klossal yazıtlı parçalar, prizma, silindir ve 5
- 6 köşeli yazıtlı objeler, yazıtlı tuğlalar, eşik ve
mezar taşları, Tablet Arşivi dışındaki eserler ve
bunların sayısı da birkaç bin civarında.
Mezopotamya çıkışlı tabletlerin yanı sıra
Türkiye’den, Boğazköy kazılarından gelen çok
sayıda tablet de bulunuyor. Türkiye’yi temsilen
İstanbul Arkeoloji Müzeleri görevlisi Theodor
Makridi ile Alman asıllı Asiriyoloji Hugo Winckler’in
işbirliğiyle 1907, 1911 ve 1912 yıllarında
yapılan kazılardan 10.500 civarında Hitit tableti
bulundu. Bu tabletler temizlik, konservasyon ve
değerlendirme çalışmaları yapılmak üzere Almanya’ya
gönderildi. 1915 ve 1917 yıllarında, geri
verilmek üzere gönderilen 33 sandık tabletin
üç bin civarındaki bölümü 1. ve 2. Dünya Savaşları
sırasında, zor koşullarda İstanbul Arkeoloji
Müzeleri’ne gönderilmesine rağmen geri kalan
7.500 adedi 1987 Kasım ayında bu satırların
yazarı tarafından Doğu Almanya Cumhuriyeti
yetkililerinden teslim alınarak Ankara Anadolu
Medeniyetleri Müzesine teslim edildi.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri Tablet Arşivi’nde
bulunan diğer tablet koleksiyonu da Kültepe
kökenli. 1925 yılında Bedrich Hrozny yönetiminde
yapılan Kültepe kazısından gelen ve
satın alma yoluyla onlara eklenen Kapodokya
- Kültepe tabletlerinin sayısı 1.129.
On beşi aşkın koleksiyonu barındıran İstanbul
Arkeoloji Müzeleri Tablet Arşivi, üç ölü dille
(Sümerce, Akatça ve Hititçe) yazılmış, iki tane
de Van Çavuştepe’den bulunmuş Urartu tabletiyle
birlikte 73 bin tablete ev sahipliği yapıyor.
Tablet Arşivi Londra’daki British Museum’dan
sonra konusunda dünyanın ikinci büyük merkezidir.
Tüm tabletleri envanterlenmiş, fotoğrafları
çektirilmiş, hemen hepsinin koruyucu konsevasyonları
yapılmış, sıcaklık ve nem miktarları
24 saat ölçülen, alarm sistemi bulunan ve on
yıl önce de Eski Şark Eserleri Müzesi ile birlikte
dolapları ve depoları yenilenmiş olarak bilimcilerin
ve meraklıların ilgisini bekliyor.
51
İstanbul Kazıları
Yaşayan Geçmşn İzn Sürmek
yazı: RAHMİ ASAL*
AVRUPA’DA 16. YÜZYILDA başlayan arkeolojik
kazılar, Osmanlı İmparatorluğu’nda 19.
yüzyılda ilk olarak yabancı arkeologlar tarafından
gerçekleştirilmişti. Tıpkı müzecilikte
olduğu gibi Türk arkeolojisinin de temellerini
Osman Hamdi Bey atmış ve 1881’de müze
müdürü olduktan sonra 1883’te Nemrud
Dağı, 1887’de Sidon ve 1891 - 1892 tarihlerinde
Lagina’da yaptığı kazılarla kendisini
dönemin arkeoloji dünyasına kabul ettirmişti.
22 Şubat 1884’te hazırlattığı yeni Âsâr-ı Atika
Nizamnamesi (Eski Eserler Tüzüğü) ile kültür
varlıklarının yurtdışına çıkışını da yasaklatmıştı.
Onun mirasını Halil Edhem, Aziz Ogan,
Rüstem Duyuran ve diğer müdürler devam
ettirerek, önemli arkeolojik kazılar gerçekleştirerek
müzeye çok sayıda eser kazandırdılar.
Müze-i Hümayun’un devamı olarak İstanbul
Arkeoloji Müzeleri bugün de misyonunu
devam ettiriyor ve önemli arkeolojik kazılar
gerçekleştiriyor. Kuşkusuz bu kazılar müzenin
sorumluluk alanında kalan İstanbul il sınırları
içinde yer alıyor. Silivri, Küçükçekmece,
Şile, Pendik gibi kentin en uç noktalarına
da uzanan geniş bir alanda, Kültür Varlıklarını
Koruma Bölge Kurulları’nın aldığı kararlar
doğrultusunda kurtarma kazısı, ulaşım ve diğer
projelere yönelik kazılar, temel araştırma
ve temel kazısıyla sondaj kazıları yapılıyor.
Küçükçekmece Rhegion, Maltepe İnceğiz ve
Sultanahmet Eski Cezaevi kazıları müze müdürleri
başkanlığında gerçekleştirilen bu tip
kazıların yakın geçmişteki örnekleri.
Günümüzde hız kazanan altyapı ve ulaşım
projeleri, kentsel dönüşüm projeleri, parsel
bazında gerçekleşen inşaat projeleri ve kültür
varlıklarına yönelik restorasyon projeleri
kapsamında hemen hemen kentin her noktasında
arkeolojik kazı çalışmaları yine müze
başkanlığında sürdürülüyor. Özellikle 2004
yılından bu yana çoğunluğu tarihi yarımadada
olmak üzere her yıl en az iki veya üç ulaşım
veya altyapı projesine yönelik büyük ölçekli
kazı ve 300 civarında temel araştırma,
temel kazısı ve sondaj kazısı müze uzmanları
denetiminde yapılıyor.
Üsküdar Meydanı’nda 2004’te başlatılan
Marmaray Projesi arkeolojik kazıları aynı
çerçevede gerçekleştirilen ve bugüne kadar
yürütülen en kapsamlı kazırlardır. Bu çalışmaları
aynı projeye yönelik yürütülen Yenikapı,
Sirkeci, Ayrılık Çeşmesi ve Yedikule’deki
kazılar takip etti. Aynı yıllarda İstanbul metro
projesi kapsamında yürütülen kazılarsa Yenikapı
ve Şehzadebaşı’nda (Vezneciler) gerçekleştirildi.
İstanbul gibi kuruluşundan günümüze en
önemli ticaret yollarının merkezinde yer alan
ve üç imparatorluğa başkentlik yapmış bir
kentin en önemli merkezlerinde gerçekleştirilen
bu kazıların sonuçları adına yakışır şekilde
çok çarpıcı oldu. Özellikle Yenikapı’da
Eski Theodosius Limanı’nın bulunduğu alanda
58 bin metrekarelik alanda gerçekleştirilen
arkeolojik kazılar ülkemizin ve dünyanın
gündemine oturdu.
Kazılar sırasında başta Atina metrosu arkeolojik
kazıları ve müze istasyon projesi olmak
üzere Avrupa ülkelerindeki benzer çalışmalar
yerinde incelenerek onların deneyimlerinden
faydalanıldı ve arkeolojik kazı gereklerinden
ödün verilmeden bu büyük projelerin bir parçası
olarak çalışmalar yürütüldü. Yine günümüz
arkeolojik çalışma prensipleri doğrultusunda,
hem yurtdışından hem de yurtiçinden
birçok üniversiteden onlarca bilimciyle ortak
çalışma yapıldı.
Bu titiz çalışmalar çok geçmeden meyvesini
verdi ve taşınır taşınmaz birçok kültür
varlığı tespit edilerek müzede koruma altına
alındı. Kuşkusuz Marmaray ve metro kazıla-
52 MAGMA
rının en önemli buluntuları 5 - 11. yüzyıllara
ait batıklar ve tarihi yarımadada özgün
konumunda ilk kez tespit edilen neolitik
dönem yerleşmesidir. Bunların içinde de
en çarpıcısı, neolitik yerleşmede yaşayan
insanlara ait binlerce ayak izidir. Bu ayak
izleri de diğer buluntular gibi titizlikle belgelenerek
müzeye nakledildi. Yine aynı
projeler kapsamında Üsküdar Meydanı ve
Sirkeci’deki kazılarda da çok önemli arkeolojik
kalıntı ve buluntular tespit edildi ve
önemli sonuçlara ulaşıldı. 2004 yılından itibaren
yaklaşık 12 yıldır devam eden büyük
proje kazıları hepimizi şaşırtacak keşiflerle
bugün de devam ediyor.
Müze kazılarının bir diğer ayağı Anıtsal
Kültür Varlıklarının Rölöve - Restorasyon
Projeleri ve Bunların Uygulamalarına Yönelik
Olarak Gerçekleştirilen Kazılar’dır. Halen
çalışmalarına devam edilen Aydos Kalesi,
Zeyrek Camii (Eski Pantokrator Kilisesi),
Zeyrek Hamamı, Küçükyalı Arkeopark Projesi
kazıları ile çalışmalarına ara verilmiş
olan Sancaktepe’de yer alan Damatrys
Sarayı kalıntıları ve Kartal-Dragos’taki olasılıkla
yazlık saraya ait kalıntılara yönelik
kazılar da sürdürülüyor.
Kent arkeolojisine yönelik olarak müze
denetiminde sürdürülen kazıların en zor
şartlarda yapılanı ve en az veriye ulaşılabileniyse
ilgili bölge kurullarının kararlarına
istinaden parsel bazında gerçekleştirilen
Temel Kazıları’dır. Bu kazıların büyük çoğunluğu
tarihi yarımadada (Fatih ilçe sınırları
içinde) yapılıyor. Parseller ortalama 100
- 200 metrekare boyutlarında. Özellikle
Aksaray’dan başlayarak kara surlarına doğru
olan bölümde daha fazla olmak üzere,
uzun yıllardan bu yana sürdürülen bodrum
katlı inşa faaliyetleri nedeniyle olması muhtemel
arkeolojik kalıntıların büyük bölümü
günümüze ulaşmamıştır. Bu nedenle halen
süregelen parsel bazındaki bu çalışmalarda
genellikle mevcut bodrum katı seviyesinin
altına inilmediğinden kalıntıya rastlama
ihtimali de çok düşük. Ayrıca farklı mülkiyetlerdeki
çok küçük alanlarda yapılan bu
kazılarda kalıntı veya buluntu tespit edilmesi
durumunda bile hemen bitişiğindeki
alanın kazılması mümkün olmuyor ve bu
süre uzun yıllara yayılabiliyor. Buna rağmen
çıkan tüm buluntu ve kalıntılar belgelenerek
kayıt altına alınıyor ve sonuçları rapor
halinde ilgili bölge kuruluna gönderiliyor.
Taşınır kültür varlıklarıysa müzeye nakledilerek
koruma altına alınıyor.
Benzer boyutlarda bir başka kazı çalışmasıysa
Temel Araştırma Kazıları. Çeşitli
kurum ve kuruluşlarca yeniden inşa edilmesi
uygun bulunan eser projelerinin hazırlanmasına
yönelik tip kazıların amacı, ilgili
yapının temel izlerinin ve kalıntıların tespit
edilerek rölöve projesinin hazırlanması.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri, kurulduğu
1891 yılından bu yana müzecilik çalışmalarının
yanı sıra büyük bir özveriyle gerçekleştirdiği
arkeolojik kazılarla kültür hayatımızın
temel taşlarından biri olmaya devam ediyor.
1
İstanbul Arkeoloji Müzeleri, kentin
birçok yerinde kimi zaman beklenmedik
bir şekilde karşılaşılan eserler, kimi
zaman tasarlanmış projeler nedeniyle
kazılar yürütüyor. Bunların en kapsamlısı
Marmaray Projesi çerçevesinde
gerçekleştirilen kazılar oldu. Yüzlerce
uzman ve işçinin katılımı ile yürütülen
bilimsel kazılar İstanbul’un geçmişine
yeni bir boyut kazandırdı (solda).
1 7. yüzyıl altın Bizans sikkeleri
2 İnsan yüzlü kap, MS 7-8. yüzyıl
3 Neolitik dönem kap MÖ 6000-5600
4 Bizans Dönemi Batık
3
4
2
İSTANBUL ARKEOLOJİ MÜZELERİ ARŞİVİ
53
Doğu Sandal Mağaraları’nda iki farklı yöntemle
yapılmış el betimleri bulunuyor. Birincisi elin
ya da ellerin boyaya batırılıp, mağara yüzeyine
bastırılması ile yapılan pozitif el baskı tekniği,
diğeri ise elin ya da ellerin mağara yüzeyine
dayandırıldıktan sonra, boyanın ağızdan ya
da içi boşaltılmış kemik ve kamış gibi araçlar
kullanılarak püskürtülmesi ile yapılır. Püskürtme
yöntemi olarak bilinen bu yöntem Anadolu’da ilk
defa Doğu Sandal Mağaraları’nda karşımıza çıktı.
54
Arkeolojide büyük keşif... Mağara duvarlarından yansıyan uzak
geçmiş... Tarihöncesi el figürleri Anadolu’nun önemli arkeolojik
keşifleri arasında yerini aldı. Mersin’in dağlık kesiminde bulunan
mağaralarda püskürtme tekniğiyle yapılmış çok sayıda el
betimi bulundu. Benzerlerine üst paleolitik çağa tarihlenen
Avrupa mağara sanatında rastlanan bu betimlerin neolitik
dönemde ya da daha öncesinde yapıldıkları düşünülüyor.
55
Mağaraların keşfedildiği Sandal Vadisi, Mersin’in
dağlık kesiminde, Akdeniz’in kuzeyinde kuş uçumu
yaklaşık 11 kilometre uzaklıkta yer alır. Sandal Çayı
güneyde Gilindirez Vadisi ile birleşir ve Akdeniz’e
dökülür. Boyalı kaya resimli mağaralar ya da kaya
oyukları kuzeyden güneye bir sıra halinde vadinin
üst terasının altında sıralanır.
56
57
58
Güney Fransa’da 1994 yılında keşfedilen
Chauvet Mağarası’nda, iki farklı yöntemle
yapılan el baskıları yan yana bulundu. El
baskıları, bizon, aslan, mamut gibi hayvanlarla
beraber sahnede yerini almış. Chauvet
Mağarası’nda yapılan radyokarbon yaş
tarihlendirmeleri el baskılarının günümüzden
30 bin yıl öncesine ait olduklarını gösteriyor.
PATRICK AVENTURIER
59
SON YILLARDA, Orta Toroslarda,
Mersin’in dağlık kesimindeki
mağaralarda, kaya resimleri
keşfedilmeye başlandı. İlk olarak
Gülnar’ın Ilısu köyünde Akkapı
/ Alakapı Mağarası’nda, tarihöncesine,
olasılıkla neolitik döneme ait olabilecek on
kadar stilize insan figürü bulundu. Bunları
2015 ve 2016 yıllarında, yörede yaşayanlar
tarafından Mersin Arkeoloji Müzesi’ne bildirilen,
kırmızı aşı boyası kullanılarak yapılmış
kaya resimlerinin bulunduğu iki mağara
izledi. Doğu Sandal Mağaraları'nda bulunan
bu resimler, uygulama yöntemleri açısından
Anadolu ve Yakındoğu’da tek olma özelliğine
sahip. Mağaranın keşif süreci, Doğu Sandal
Köyü’nde yaşayan Ahmet Nadir Yavuz’un
Mersin Arkeoloji Müzesi’nden emekli uzman
Yaşar Ünlü’ye boya izlerinden bahsetmesiyle
başladı. Mağaradan gelen ilk fotoğraflarlar
arasında, daha çok Batı Avrupa’da üst
paleolitik çağ mağaralarında gördüğümüz
püskürtme yöntemiyle yapılmış negatif bir
el baskısı da bulunmaktaydı. Bu fotoğrafın
yarattığı heyecan Yaşar Ünlü, Sedat Ateş,
Orkun Hamza Kayci ve Hale Tümer’in tescil
ve tespit çalışmaları yapmak üzere vakit
kaybetmeden mağaraların bulunduğu
köye doğru yol alması için yeterli olmuştu.
Çeşmeli beldesinden kuzeye doğru, Kargı-
Doğu Sandal Mağaraları’nda sadece
bir mağarada günümüze izleri
kalmış 29 adet püskürtme yöntemi
ile yapılmış el baskısı bulundu.
Ellerin boyutlarındaki farklılıklar,
bir grup tarafından yapıldıklarını
gösterir. Kesin olmamakla beraber,
el boyutunun küçüklüğü, bunların
kadınlar tarafından da yapılmış
olabileceğini gösteriyor. Batı
Avrupa’da üst paleolitik çağda
mağaralarda bu yöntemle yapılmış
el baskılarının boyutlarının analizi
kadınların erkeklere oranla daha fazla
el baskısı bıraktığını gösteriyor.
60 MAGMA
pınarı’ndan suya dökülen Gilindirez Deresi
boyunca ilerledikten sonra Doğu Sandal Köyü’ne
ulaşılır. Akdeniz’den kuş uçumu yaklaşık
11 kilometre uzaklıkta yer alan Doğu
Sandal, Gilindirez Deresi’ne bağlanan bir
ara vadi olan Sandal Deresi’nin batısında yer
alır. Sözkonusu mağaralar Sandal Deresi vadisinin
doğusunda bulunmaktadır. Yaklaşık
60 metre derinlikteki vadinin, üst terasının
hemen altında, vadi boyunca uzanan yedi
adet mağara her ne kadar kayıtlara bu isimle
geçtiyse de aslında kaya sığınağı ya da oyuğu
görünümündeydi.
Mağaralara, özellikle en kuzeydekine ulaşmak
oldukça zorluydu. Mağaranın hemen
güneyinde, vadinin üst teraslarından gelen
suların oluşturduğu küçük bir doğal suyolu
bulunuyordu. Buradan yaklaşık 3,5 metrelik
düz bir kaya tırmanışı yaptıktan sonra mağaranın,
iki gözünden biri olan güney gözüne
ulaşıldı. Maalesef kısmen tahrip edilen bu
gözün duvarı tümüyle is kaplıydı. Kırmızı
boya izleri ayırt edilse de sonraki dönemlerdeki
kullanımından ötürü oluşan is bu izleri
örtmüştü. Hemen yandaki, daha küçük ve
Alata Vadisi kuzeyde Bolkar Dağları’ndan başlar
ve güneyde Erdemli ilçe merkezinden geçerek
Akdeniz’e ulaşır. Derinliği, uzunluğu ve genişliği ile
Mersin’in büyük vadilerinden biridir. Vadi boyunca
ilerleyerek Ereğli’ye ve Orta Anadolu’ya ulaşmak
mümkündür. Vadinin içinden akan Alata Deresi’nin
kollarıyla birlikte uzunluğu 172 kilometre. 2015
yılında keşfedilen Arslanlı Mağarası bu vadide yer
alır. Vadide araştırılmayı bekleyen yüzlerce mağara
daha var (sağda).
TANER ÖZGÜR
61
Doğu Sandal Mağaraları'nda bulunan eller Anadolu’da bugüne
kadar bilinen tek örnek niteliğinde. Gerekli tarihlendirme
çalışmaları yapılmadan geçerli olmasa da mağaraların birinde
neolitik dönemden iyi bilinen stilize insan figürünün bu ellerin
üzerine yapılmış olması, el baskılarının neolitik dönemde ya da
daha önce yapılmış olabileceğini gösteriyor.
tabanı vadiye doğru eğimli olan gözde durum
farklıydı. İki göz arasındaki geçişin riskli olması
belki de buranın tahrip olmasını engellemişti.
İki gözde de herhangi bir arkeolojik
buluntuya rastlanmadı. Vadide duvar boyası
görülen diğer mağaralar için de benzeri bir
durum mevcuttu; dolayısıyla bu mağaralarda
arkeolojik birikim oluşturacak uzun süreli bir
aktivite olmamıştı.
Kuzeydeki gözde yoğunlukla kırmızı aşı
boyası kullanılarak yapılmış, pozitif ve negatif
el baskıları başta olmak üzere, stilize
insan ve hayvan figürleriyle geometrik
figürler bulunuyordu. Bu figürler arasında
mağara duvarı boyunca aralıklarla, püskürtme
yöntemiyle yapılmış, 8 adet negatif
el baskısı dikkati çekiyordu. Sahnenin üst
kısmı pozitif el baskısı olarak adlandırılan,
sadece ellerin boyaya batırılıp duvara
işlenerek yapıldığı 16 adet el baskısıyla sınırlandırılmıştı.
Farklı iki yöntemle yapılmış
el baskılarının yanı sıra stilize insan
figürleri dönemin sembolik dünyasını anlamamız
bakımından önemliydi. Bu figürlerden,
profilden şematik olarak resmedilmiş
olanı siyah boyayla yapılmıştı. Sahnenin
tam ortasında, kayanın doğal çıkıntı yaptığı
yüzeyde, vücutları üçgen formundaki
üç insan yan yana betimlenmişti. Sahnenin
sağındaysa neolitik dönemden çok iyi bilinen,
kollarını dirsekten yukarı kaldırmış
ve bacaklarını iki yana açmış stilize insan
figürü, daha önceden yapılmış bir püskürtme
el baskısının üzerine, alttaki figürü
bozmayacak bir şekilde işlenmişti. Bu durum
mağarada en az iki boyama evresinin
varlığını kanıtlamakla birlikte püskürtme
yöntemiyle yapılan ellerin daha önce yapıldığını
da gösteriyor. Ayrıca bu şematize insan
figürünün, Mersin’in Gülnar ilçesindeki
Alakapı Mağarası’nda on kadar benzerinin
bulunması Orta Toroslarda yaygın olarak
karşılaşılabileceğini akla getiriyor. Mağarada
insan figürlerinin yanında kuş, yılan
gibi hayvan figürleri ve geometrik, noktalı
figürlerle çetere benzeri kırmızı boyayla
yapılmış figürlere de yer verilmişti.
Doğu Sandal Mağaraları arasında en iyi korunanı
dört numaralı mağaraysa ülkemizde
ve yakın coğrafyamızda bir benzeri olmayan
figürlere sahip. Mağarada tamamı püskürtme
yöntemiyle yapılmış seçilebilen 29 negatif
baskı el figürü bulunuyor. Diğerleri gibi burada
da figürler duvarın orta seviyesinde,
bazıları da tavana yakın bir yerde. Figürler
arasında çift el kullanılarak yapılan el baskısı
dikkat çekiyor. Mağaranın iç duvarında doğal
su sızıntıları bazı ellerin boya izlerinin yok
olmasına neden olmuş.
Doğu Sandal Mağaraları'nda, hem püs-
Bu çizimde de görüldüğü gibi, el
duvara konulduktan sonra boya
püskürtülerek yapılan el baskılarında,
boru şeklinde, içi boşaltılmış kamış
ya da kemiklerin üfleç olarak
kullanıldığı düşünülüyor. Ayrıca bu
resimlerin yapabilmesi için mağaranın
aydınlatılmış olması gerekiyordu (altta).
Ege Bölgesi’ndeki
Latmos Dağları'nda da (Beşparmak
Dağları) mağara resimlerine sıkça
rastlanır. Buradaki resimlerin içeriği
ve boyaların işleniş biçimleri
Doğu Sandal Mağarası’ndaki
betimlere çok benzer (sağda).
FIELD MÜZESİ, ŞİKAGO
62 MAGMA
SİNAN ÇAKMAK
63
64 MAGMA
AMY TOENSING
kürtme hem de baskı yöntemiyle yapılmış
ellinin üzerinde el betimi bulunuyor. Tarihöncesine
ait bu betimlerin benzerleri
Batı Avrupa’da çoğunlukla Fransa, İspanya
ve İtalya’da bulunan, üst paleolitik çağa
tarihlenen mağaralardan biliniyor. İspanya’daki
El Castillo, Maltravieso, Fuente del
Trucho, Fransa’da Gargas ve Marsilya’da
Cosquer mağaraları çok sayıdaki el figürünün
bir arada yapıldığı yerler arasında.
Örneğin Gargas Mağarası’nda 193, El Castillo
mağarasında 70 püskürtme yöntemiyle
Mersin Müzesi emekli uzmanlarından Yaşar Ünlü, Mersin bölgesinde 35 yılı aşkın bir süredir
arkeolojik tespit ve tescil çalışmaları gerçekleştirdi. Yaşar Ünlü’nün yerel halkla kurduğu
iletişimin mağaraların keşfinde büyük payı var (solda üstte).
Mersin, mağara oluşumu açısından, karstik arazi yapısı nedeniyle çok zengin bir bölge. Çok
sayıdaki mağaradan bazılarının insanlar tarafından da kullanıldığı biliniyor. Doğu Sandal
Mağaraları dışında, Erdemli ilçesinde, Alata Vadisi’ndeki Arslanlı Mağarası’nda da kırmızı aşı
boyası ile yapılmış kaya resimleri bulundu. 2015 yılında keşfedilen mağarada, çeşitli insan ve
hayvan figürleri birlikte resmedilmiş (sodla).
Papua Yeni Gine’de, çok renkli yapılmış püskürtme el baskıları. Günümüzde de Papua Yeni
Gine’de, bu tür el baskıları ritüel olarak yapılmaya devam ediyor. Kayalara, kaya sığınaklarına,
ağaçlara hatta insan bedenleri üzerine de bu tür el baskıları yapılıyor (üstte).
yapılmış el baskısı bulunuyor. Gargas Mağarası
günümüzden 27 bin, El Castillo Mağarası
ise 40 bin yıl öncesine tarihlendirilmiştir.
Sadece Avrupa’da değil bu yöntemle
yapılan ellere tüm dünyada rastlanıyor.
Özellikle Avustralya’da MÖ 20 binle MS
1000 yıllarına tarihlenen birçok mağara ve
kaya sığınağında püskürtme eller kendini
görülüyor. Papua Yeni Gine, Borneo ve Okyanusya’daki
bazı adalarda da benzer geleneğin
yaşadığı biliniyor. Endonezya’nın
Sulawesi Adası’ndaki Maros Mağarası’nda
bulunanlar da günümüzden 40 binyıl öncesine
tarihleniyor. Çin’de İç Moğolistan Bölgesi’nde
Yabrai Dağlarında da bu yöntemle
yapılmış eller bulunmuş. Anadolu’ya en
yakın, Mısır’ın güneyinde Libya Çölü’nde
yer alan Wadi Şura II’de bulunanlarsa MÖ 6
binli yıllara, neolitik döneme tarihleniyor.
Orta Amerika, bugünkü Meksika’da Cueva
Manitas’ta da erken klasik Maya kültüründe
ve Arjantin’de MÖ 9 binli yıllara tarihlenen
Cueva Del Les Manos’ta da bu yöntemle
yapılmış el baskıları bulunuyor.
Doğu Sandal Mağaraları'nda bulunan eller
Anadolu’da bugüne kadar bilinen tek örnek
niteliğinde. Tarihleme açısından bir şeyler
65
söyleyebilmek, gerekli tarihlendirme çalışmaları
yapılmadan önce çok geçerli olmasa
da mağaraların birinde neolitik dönemden iyi
bilinen stilize insan figürünün bu ellerin üzerine
yapılmış olması, el baskılarının neolitik
dönemde ya da daha önce yapılmış olabileceğini
gösteriyor.
Konu üzerine çalışan birçok kişi için sanat,
türümüz olan homo sapiens’in üst paleolitik
çağda, Batı Avrupa’daki mağara duvarlarına,
özellikle siyah ve kırmızı renkte yaptığı
hayvan figürleriyle başlatılır. Sözkonusu el
baskıları, bu konuda uzmanlaşmış bilimciler
tarafından genellikle üst paleolitik çağın
erken dönemlerine tarihlenir; ancak Anadolu’da
bu dönemle ilgili bilgilerimiz yok denecek
kadar azdır. Son yıllarda İspanya’da
yapılan çalışmalar, bu yöntemle yapılmış el
baskılarının, günümüzden 60 bin yıl öncesinde,
Neandertal döneminde yapılmış olduklarını
da öne sürmektedir.
Mersin’in büyük bir kısmı Orta Torosları
ve onun eteklerini kapsar. Çukurova ovalık
sınırı Erdemli’ye kadar ulaşır ve buradan
sonra mağara oluşumuna uygun olan karstik
arazi başlar. Bugüne kadar mağara araştırma
gruplarının yaptığı çalışmalar sonu-
GRAFİK: YASİN GÖKHAN ÇAKAN, OSMAN EMRE KÖSE
Doğu Sandal Mağaraları’nda el baskıları
ile birlikte çeşitli insan, hayvan figürleri ve
geometrik figürler bulundu. Resimdeki 1
numaralı mağarada bir püskürtme el figürünün
üzerine, örneklerini Neolitik Dönem’de yaygın
şekilde gördüğümüz çizgisel insan figürü
resmedilmiş. Bu durum mağarada en az iki
boyama evresinin varlığını gösterir. Mağaranın
iç duvar yüzeyindeki çıkıntılar ve düz alanlara
yapılan resimler, mağara yüzeyi göz önüne
alınarak, ön hazırlık çalışmasının yapıldığını akla
getirmektedir (üstte sağda).
İspanya’nın kuzeyinde Cantabria Bölgesinde
Üst Paleolitik Çağa tarihlenen kaya resimli
birçok mağara bilinir. El Castillo Mağarası’nda
püskürtme yöntemi ile yapılmış 70 adet el
baskısı bulunuyor. Son zamanlarda yapılan
tarihlendirme çalışmaları ile bu el baskılarının
günümüzden 40 bin yıl öncesine ait oldukları
anlaşıldı (sağda).
Asya, Avrupa ve Amerika’ya kadar birçok
yerde resmedilmiş çizgisel insan figürü,
özellikle Anadolu’da Neolitik Dönem’de
sıklıkla kullanılmış. Bu insan betimi, Mersin’de
yeni keşfedilen Doğu Sandal ve Alakapı
mağaralarında da karşımıza çıktı (en sağda).
66 MAGMA
67
cunda Mersin sınırları içerisinde yaklaşık
160 mağara tespit edilmiştir. Mersin’de
doğudan batıya, yani Tarsus’tan Anamur’a
kadar olan bölgede turistik amaçlarla kullanılan
birçok mağara var. Tarsus’ta Ziyaret
Dağı ve etrafı mağara oluşumu açısından
zengin bir bölge. Eshab-Kehf ve yeni
bulunan Taş Kuyusu Mağarası bunların
başında gelir. Daha batıda Kanlıdivane,
Cennet-Cehennem obrukları, Aynalıgöl /
Gilindire Mağarası gibi içerisinde kültürel
izler barındıran çok sayıda mağara da yine
turistik yerler. Gülnar’da Alakapı, Erdemli’de
Doğu Sandal ve Arslanlı mağaraları
da Mersin’in tarihi ve tarihöncesi kültürel
izlere sahip mağara potansiyelini gösterir.
Kuşkusuz yeni araştırmalarla bu mağaraların
sayısı artacaktır.
Bu potansiyeli yansıtan diğer yer de Arslanlı
Mağarası... Erdemli’nin kuzeyinde, Arslanlı
Köyü’nün, Eski Köy bölgesindeki mağara,
Alata Vadisi’nin içerisinde yer alır. Buradaki
keşif, Gazi Üniversitesi öğretim üyesi Prof.
Dr. İhsan Erdoğan’ın, arazisine yakın bir
alanda kaya resimli bir mağaranın varlığını
müzeye haber vermesiyle başlamıştır.
Alata, Erdemli’nin kuzeye açılmasını
sağlayan en büyük vadidir ve derinliği 600
metreyi bulur. Arslanlı Mağarası yüzlerce
kaya oyuntusunun bulunduğu vadinin batı
terasının altında, üç dört kat şeklinde oluşmuş
oyuk sıralarının en alt sırasında yer
Arslanlı Mağarası’nda kırmızı boya ile yapılmış çok sayıda insan figürü var.
Önde erekte olmuş cinsel organa sahip bir erkek figürünü, diğer bir erkek figürü omuzdan
tutar vaziyette resmedilmiş.
68 MAGMA
KADİR ÖZMEN
alır. Altı metre genişlikte, üç metre kadar
yükseklikteki bu mağarada da birikmiş arkeolojik
dolgu bulunmamaktadır. Mağara
tabanında, Doğu Sandal Mağaraları'ndan
da bildiğimiz, oldukça düzgün şekilde açılmış
oyuklar vardır. Oyuklar ne kadar akla
ocak, ateş yeri ya da boyama çukurlarını
getirse de bunu kanıtlayacak izler bulunamadı.
Yine de bu oyukların içine bitkisel bir
fitil konulmuş hayvan iç yağından yapılmış
mumların mağarayı aydınlatmak için kullanıldıkları
düşünülebilir.
Arslanlı Mağarası’nda Doğu Sandal’dan
farklı betimlerle karşılaşıldı. Ancak mağara
yüzeyinden sızan sular boyaların akmasına
ve birbirine karışmalarına neden olmuştu.
Sadece kırmızı aşı boyası kullanılarak yapılan
betimlerde hayvan ve insanın birlikte resmedildikleri
görülüyordu. Bir sahne düzenlemesinden
bahsedilemez, figürler gelişigüzel
uygun olan yüzeyine işlenmişti. Hayvanlardan
resimlerinde keçi ve geyikle ayırt edilirken
insan betimlerinde erkek ve kadın figürleri
birlikte görülüyordu. En belirgin insan
figürü dokuz figürün yan yana sıralı olarak
resmedildiği sahnenin ortasında yer alıyordu.
Figür, uçları kıvrık T harfi biçiminde bir
başlığa sahipti. Boynuz olarak yorumladığımız
başlığın yukarısında çok boynuzlu başlık
devam ediyordu. Bu insan figürünün yanında
daha küçük resmedilmiş bir çocuk ya da genç
bir birey yer alıyordu. Sahnede iç kısmı dört
parçaya bölümlendirilmiş yuvarlak figür iki
kere resmedilmişti. Bilindiği gibi yazı sistemi
de birbirine tekrar eden şekillerden oluşur.
Bu betimleri yazıyla ilişkilendirmek fazla
iddialı olsa bile bu bakış açısını da göz ardı
etmememiz gerektiğini düşünmekteyiz.
Bu sahnede adeta bir Şaman ya da ayrıcalıklı
biri çocuğuyla birlikte resmedilmişti.
Bir bakıma figürlerin inanışlarla ilgisi olduğu
kadar birer statü göstergesi olarak da
kullanılmış oldukları öngörülebilir. Benzer
başlığa sahip figürler Batı Anadolu’da yine
Toros dağ sırası içerisinde yer alan Ege Bölgesi’ndeki
Latmos Dağlarında da (Beşparmak
Dağları) çokça bulunur. Seçilen konu
ve boyaların işleniş biçimleri Latmos’taki
örneklerle çok benzerdir. Bu nedenle Arslanlı
Mağarası’ndaki resimlerin kalkolitik
döneme, günümüzden 7 bin yıl kadar öncesine
ait olabileceği düşünülmektedir.
69
2020 PATARA YILI
vrk
EaLa
AkkrTrr
yryRr
körkayrk
Tyr
rrkvy
rvrkrayv
70
Patara Limanı’nın önemini
deniz feneridir. Üzerindeki
Nero döneminde (MS 54 –
68) yapıldığı anlaşılıyor.
71
72
Patara, denizden 2 kilometre içeri
sokulan tektonik bir olukta oluşan halicin
kenarındadır. Kenti var eden, bu oluğun
ucundaki limandır. Yerleşim kente hâkim
bir yükselti olan Kurşunlu Tepe ile Tepecik
arasında 100 hektarlık bir alana yayılır.
73
DDA ANTALYA Körfezi (Mare
Pamphylium), batıda Fethiye
Körfezi (Sinus Glaucos) arasında
kalan, kuzey sınırını Batı Torosların
şekillendirdiği ve güneyde
Akdeniz’e uzanan Likya oldukça yüksek ve
engebeli topoğrafyaya sahiptir. Bu doğal korunmalı
fiziki yapı içinde, kıyı kentleriyle
iç bölgelerdeki yerleşimler arasında ulaşımı
sağlayan geçitler oldukça kısıtlıdır. Coğrafyanın
bu çetin yapısının yanı sıra Doğu
Akdeniz ticaretinin önemli uğrak noktalarından
olan ve askeri deniz yolu olarak da
hayati önem taşıyan kıyı şeridinde doğal limana
sahip az sayıda yer vardır. Bu durum
limanlarda kurulan kentlerin zaman içinde
giderek önem kazanmasını sağlamıştır. Patara
kenti, gerek bölgenin en önemli geçidi
Ksanthos Vadisi’nin güneydoğu ucunda, iç
bölgelere ulaşımı sağlayan temel üs olarak
adlandırılabilecek konumuyla gerekse sahip
olduğu doğal limanıyla sadece içinde bulunduğu
Ksanthos Vadisi’nin değil tüm Likya’nın
yüzyıllar boyunca ana limanı olmuştur.
Günümüzde Antalya’nın Kaş ilçesindeki
Patara kenti, Eşen Çayı’nın (Ksanthos) oluşturduğu
delta taşkın ovasının güneydoğusunda
yer alır. Eşen Ovası’ndan, 100-120 metre
yükseklikteki kütleyle ayrılan, batısında yüksekliği
300 metreyi bulan tepelerle sınırlanmış
kuzey - güney doğrultulu tektonik oluk,
denizden yaklaşık 2 kilometre içeri uzanarak
bir haliç oluşturur. Patara, onu var eden ve liman
koyunun sınırlarını da belirleyen bu haliç
çevresinde gelişmiştir.
Kentin adı ilk olarak Hitit Büyük Kralı IV.
Tuthaliya’nın (MÖ 1250 - 1225) Lukka seferinin
anlatıldığı Yalburt yazıtında geçer. Bu
yazıtta IV. Tuthaliya “Patar kutsal dağının
önünde (bir sunu) verdim, (stel) diktim (ve)
taştan anıt yap(tır)dım” demektedir. Kentin
Likya dilindeki adı Pttara’dır.
Epigrafik veriler aracılığıyla MÖ 13. yüzyılda
varlığı bilinen Patara’daki arkeolojik
çalışmalar, kentin çok daha önce yerleşildiğine
dair verileri ortaya çıkarmıştır. Yerleşim
alanının kuzeyinde yer alan Tepecik Akropolisi’nde
bulunan çanak çömlek ve pişmiş
toprak ana tanrıça figürini gibi buluntular,
yerleşimin en geç İlk Tunç Çağı’ndaki varlığını
kanıtlar niteliktedir. Yaşamsal değerdeki
limanıyla Tunç Çağı’nda gelişen Doğu Akde-
Yıkılan yapı ve surlar,
kazılması için yerinde
belgelendikten sonra olası bir
üzere “taş tarlalarına” diziliyor.
74 M MAGMA A
Meclis binasıyla tiyatro arasına
Prytaneion adı verilen bir yapı
inşa edilmişti. Bu yapının özelliği,
ocağındaki ateşin hiç eksik
olmamasıydı. Burada yabancı
ülkelerden gelen elçiler, seçkin
kişiler ya da halkın övgüsünü
toplayan savaşçılar ağırlanıyordu.
niz ticaretindeki kıyı taşımacılığının önemli
noktalarından birini oluşturan Patara, MÖ
2. binyılda Ksanthos Vadisi kentlerinde de
yaşayan Lukka halkının, dış dünyaya açıldığı
ana liman özelliğini bu süreçte kazanmış
olmalıdır. Tepecik Akropolisi’nin doğusunda
uzanan Tepecik Nekropolisi’nde bulunan iç
içe geçmiş eş merkezli dairelerle süslenmiş
kap parçalarıysa Patara’da İlk Demir Çağı›na
geçişin izlerini taşır.
Kentin günümüze kadar tespit edilebilen
en erken tarihli yapısı da Tepecik Akropolisi’nde
yer alır. Buradaki yapı kompleksinin
ilk evresi MÖ 7. yüzyıla tarihlenir. Yapı, konut
işlevinin yanı sıra ona bağlanan sur duvarıyla
ilişkisi nedeniyle savunma sisteminin de
bir parçası olmalıdır. Gerek bu alanda tespit
edilen mimari öğeler gerekse diğer buluntular,
arkaik ve klasik dönemlerde kentin yönetsel
merkezinin Tepecik olduğunu gösterir.
Likya’nın, Pers işgalinden önceki tarihiyle
ilgili elimizde çok fazla veri bulunmamaktadır.
Bölge hakkında bilinen ilk tarihsel referans,
Herodotos’un, Lydia Kralı Kroisos’un
Kilikia ve Likya haricinde, boyun eğdirdiği
ve onun egemenliğini tanıyan Anadolu halklarını
sıraladığı pasajda geçer. MÖ 546 yılında
Perslerin Lydia Krallığı’na son vermesinin
ardından Likya’da gelişen tarihi olaylar, bu
dönemde Hekateios tarafından bölgedeki
kentlerden biri olarak anılan Patara’nın da
tarihini belirlemiştir. Hekateios’a göre kent,
Apollon’un oğlu Pataros tarafından kurulur.
MÖ 540 dolaylarında Pers komutanlarından
Harpagos’un idaresindeki ordu Karia’yı ele
geçirdikten sonra güneye Likya’ya yönelmiştir.
Patara’da bu süreçte Pers egemenliği altına
girmiştir.
Pers egemenliği altındaki Likya kentleri,
kısa süreli bir kesintiye uğrasa da Pers büyük
kralına vergi ödeyen yerel beyler tarafından
yönetilmekteydi. Nümizmatik veriler bu beylerin
kendi adına sikke bastırabildiklerini ve
böylece sınırlı da olsa belirli bir otonoma
sahip olduklarını gösterir. Bu dönemde, Patara’nın
özerk bir kent devleti olarak gücü,
Batı Likya’ya özgü “hafif standart” ağırlık
sisteminde bastırılmış yerel Patara sikkelerinde
yönetici olarak adı geçen I. Vekhessere
(yaklaşık MÖ 450 - 430) ve II. Vekhessere
(yaklaşık MÖ 430 - 410) ile bilinmektedir.
I. Vekhessere’nin, Ksanthos prensi (dynast)
PATARA 75
Kuprili’ye bağlı bir bey olduğu ve Kuprili’nin
gücünün zayıflamasından sonra etki
alanını genişleterek Kadyanda, Tlos ve belki
de Ksanthos’ta da sikke bastırdığı düşünülmektedir.
Üzerinde Likçe karakterlerle
II. Vekhessere’nin ve Patara adının birlikte
okunduğu gümüş bir sikke bu düşünceyi hem
desteklemiş hem de kentte hüküm sürmüş ve
aralarında akrabalık ilişkisi olan iki ismi kesinleştirmiştir.
Ksanthos’taki Yazıtlı Dikme
Mezar’da, Ksanthos Beyi Kherei’nin II. Vekhessere’yi
yendiği yazmaktadır. Bu, MÖ 410
dolaylarında Batı Likya’da Tlos ve Orta Likya’da
Phellos’ta da adına sikke basıldığı bilinen
II. Vekhessere’nin kendi politik çıkarları
için bağımsız olarak hareket edebilecek güce
geldiğini göstermektedir.
Klasik dönem boyunca yani yaklaşık olarak
MÖ 5 - 4. yüzyıllarda Patara, Apollon Patroos’a
(Ataların Apollon’u) ait kehanet merkeziyle
ünlenmişti. Halikarnassoslu Herodotos,
kehanet merkeziyle ilgili olarak şöyle demektedir:
“Likya’daki Patara’da, tanrının gelip kaldığı
zamanlar için; çünkü bu kentte kehanete
her zaman danışılmaz; tanrı geldiği zamanlar,
büyük rahibe de her gece onunla beraber tapınağa
kapanır.” Ünlü Romalı şair Vergilius’un
mısralarından, Herodotos’un “tanrının gelip
kaldığı zamanlar” söyleminden de anlaşılabileceği
gibi Apollon’un yılın bir yarısını Delos’ta,
diğer yarısını da Patara’da geçiriyordu.
Antik kaynaklar ve epigrafik veriler bu kutsal
alanının bir koruluk içinde bulunduğunu belirtir.
Fahri Işık, kentin kuzeyinde, günümüzde
Mezar Kilise’nin kalıntılarının bulunduğu
alanın en uygun yer olduğunu önermektedir.
Gerek kilisede gerekse kentin farklı alanlarında
bulunan epigrafik buluntular bu varsayımı
destekler niteliktedir.
MÖ 4. yüzyılın ikinci çeyreğine yayılan ve
Pers Kralı II. Artakserkses’e karşı başlatılmış
Büyük Satrap Ayaklanması’nın bastırılmasının
ardından, II. Artakserkses’in kendi
yanında saf tutan Karia Satrabı Mausolos’a
Likya’yı armağan olarak vermişti. Mausolos
ve ardılları (Hekatomnidler), Likya’daki
egemenliklerini artırmak için kentlere kendi
ordusundan birlikler yerleştirerek buradaki
surları tahkim ettirmişti. Patara’da bu süreçle
ilgili arkeolojik veriler son yıllarda yapılan çalışmalarla
ortaya çıkartılmıştır. 2013 yılında
Tepecik Akropolisi’nde yer alan Kuzey Bastion’da
yapılan çalışmalarda bulunan, MÖ 4.
yüzyılın sonlarına ait özellikler taşıyan çanak
çömlek grupları ve üzerinde karşılıklı olarak
“PHILIPPOU” ve “ALEKSANDROU” isimleri
okunan kurşun bir sapan mermisi gibi buluntular,
Kuzey Bastion’un, Hekatomnidler
hâkimiyeti sürecinde inşa edilmiş olduğunu
akla getirir. Kurşun sapan mermisinde yer
alan isimlerin Büyük İskender ve babası Philippos’a
ait olabileceği düşünülmektedir. Bu
bağlamda, yapıdaki tahribat ve geniş alana
yayılan yangın tabakası da Büyük İskender’in
ordusunun tüm Likya’yı ve Patara’yı ele geçirdiği
seferle ilişkilendirilmektedir.
Likya’nın ana limanı olarak Patara’nın stratejik
önemi Büyük İskender’in varisleri tarafından
da kavranmış ve kent uzun savaşlar
sonrasında, MÖ 278 ya da 277 yılında Ptolemaios’ların
eline geçmişti. II. Ptolemaios,
kentin ismini kız kardeşi ve karısı olan Arsinoe’nin
ismiyle onurlandırır. Ancak, kentin
kadim ismi baskın gelir ve Patara ismi kullanılmaya
devam eder.
Roma askeri gücünün Anadolu ve çevresinde
etkin olmaya başladığı MÖ 2. yüzyılın
başlarında, Seleukoslar ile Roma arasında yapılan
Apameia Anlaşması ile (MÖ 189 ya da
188) Likya’nın yönetimi Roma tarafından Rodos’a
bırakılır. Hem siyasi yönden hem de alınan
yüksek oranda vergiler nedeniyle ekonomik
açıdan zayıflayan Likyalılar, Rodoslulara
itaat etmektense askeri ve siyasi alanda mücadeleye
başlar ve MÖ 167 yılında geçmişten
kalma özgürlüklerini tekrar kazanırlar. Bu
süreçte kurulan Likya Birliği’ne başkentlik
etme onuru da Patara’ya layık görülür. Ünlü
coğrafyacı Strabon, kendi zamanında Likya
Birliği’nin atadan kalma kurumlarının korunduğunu
ve Artemidoros’tan (MÖ 104–100)
alıntılayarak Likya Birliği’nde 3 oy hakkına
sahip altı büyük kentten birinin Patara olduğunu
belirtir. Tarihçi Livius, MÖ 2. yüzyılda
yaşanan siyasal olayları anlatırken Patara’yı
soyun başı (caput gentis) olarak isimlendirir.
Patara bu dönemde Likya Birliği tipinde sikke
basan önemli bir darphane olmuştur. Hatta
Likya Birliği adına basılan bütün sikkeler üye
kentler adına bu kentte basılarak diğer kentlere
gönderilmiş olmalıdır. Patara’da Geç Helenistik
- Erken Roma İmparatorluk dönemlerine
tarihlendirilen tiyatro, meclis binası
gibi yapılar ve oldukça zengin buluntulara
sahip mezarlar, kentin yoğun biçimde askeri
savaşların ve siyasi çekişmelerin bir arenası
haline geldiği Helenistik Dönem’de, ticaret
potansiyelini de belirgin biçimde yükselttiğini
gösterir. Kent, yaşamsal önemdeki limanın
getirdiği kazanımlarla hem denizaşırı ticaretteki
etkin yerini hem de bölgedeki siyasal konumunu
Roma İmparatorluk Dönemi’nde de
korumuştur.
Anadolu’da birçok bölge, MÖ 2. yüzyılda
bir Roma eyaleti haline getirilmişti. Likya
ise İmparator Claudius Dönemi’ne (MS 41 –
54) kadar bağımsızlığını korur. Bölgenin ilk
olarak MS 43 yılında Likya eyaleti olarak
Roma’ya bağlandığı bilinmektedir. Patara’da
1993 yılı çalışmalarında ortaya çıkarılan bir
anıt bu sürece de tanıklık eder. Patara Yol
Anıtı (Miliarium Lyciae / Stadiasmus Pata-
PATARA KAZI ARŞİVİ
76 M MAGMA A
Limandan kentin içine doğru uzanan
Liman Caddesi’nin her iki yanında
revaklar vardı. Kent bu anacaddeye
dik gelen yollarla bölümlenmiş,
tasarlanmış bir plana sahipti (üstte).
Kazılarda çıkan buluntulardan mezar
hediyesi, yılan biçimli yüzük (solda).
rensis) olarak anılan anıtın ön yüzünde İmparator
Claudius’a ithaf bulunurken, diğer
yüzlerde bölgedeki ve çevresindeki kentler
arasındaki mesafeler bir liste halinde yer alır.
Kentte sürekli kullanılan alanların genişleyerek
değerlendirildiği bu süreçte, Roma
İmparatorluk Dönemi kent tasarımcılığının
özgün örneğini oluşturan şehircilik anlayışı,
kentin planlanmasında, mimaride ve yapı
tekniğinde belirgin olarak takip edilebilmektedir.
MS 1. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
başlayan ve MS 2. yüzyıldaki Roma imar
politikalarıyla genişleyen kentin yapı repertuarı
içinde tiyatro, meclis binası, agora gibi
geleneksel yapıların yanı sıra sütunlu caddeler,
hamamlar, fener, onursal tak, granarium
gibi yeni yapı tipleri yer bulmuş, ayrıca uzak
mesafelerden kente su getirmeye yönelik suyolları
inşa edilmiştir.
Kentteki yapılaşma halicin doğusunda,
Kurşunlu Tepe ile Tepecik arasında kalan
yaklaşık 100 hektarlık alanda yoğunlaşır.
Bunun yanı sıra kentin genişlemesiyle halicin
batı yakasında da imar faaliyetleri gerçekleştirilir.
Kentin en güneyinde bulunan ve
Kurşunlu Tepe’nin kuzey yamacına yaslanan
tiyatro yaklaşık 6.000 kişiliktir. Geç Helenistik
Dönem’de inşa edilen yapının bu sü-
PATARA 77
reçte bir sahne binasına sahip olup olmadığı
sorusu henüz yanıtlanamamıştır. Ancak tüm
Likya kentlerini etkileyen MS 141 yılı depreminin
yaralarının sarılmaya çalışıldığı dönemde,
yapıya yeni oturma sıraları eklendiği
ve görkemli bir sahne binasının inşa edildiği
tiyatronun girişindeki yazıttan anlaşılmaktadır.
Bu çalışmalar Patara’nın yetiştirdiği
en önemli kadınlardan bir olan Pataralı Vilia
Procula tarafından desteklenmiştir. Bu yenileme
ve onarımlar, Vilia Procula tarafından,
tiyatronun deprem sonrası yeniden açılış yılı
olan MS 147’de İmparator Antoninus Pius’a,
Patara kentine ve onların soy atalarına ve Augustus
tanrılarının anısına sunulmuştur
Tiyatronun kuzeybatısında yer alan meclis
binasının en erken evresi yine Geç Helenistik
Dönem’e tarihlenir. Roma İmparatorluk Dönemi’nde
farklı mimari eklemelerin gerçekleştirildiği
yapı, küçük bir tiyatro biçimindedir;
merkezinde mermer döşeli bir orkestra,
yamaçta yarım daire şeklinde 21 oturma sırası
(cavea) bulunur. Yaklaşık 1.400 kişinin oturabileceği
bu sıraların merkezi, meclis başkanı
ya da eyalet valisi için özel olan tribunalia
adlı bir koltukla vurgulanmıştır. Yapı, meclis
binası işlevinin yanı sıra bir odeion olarak da
kent halkına hizmet etmiştir.
Meclis binasının doğusundan başlayarak
kuzeydeki Liman Caddesi’ne kadar yaklaşık
120 metre uzanan sütunlu galerinin (stoa) duvarlarının
bir kısmı, sütun kaideleri ve sütunların
oturduğu bezemeli üst temel (stylobat)
düzlemi korunmuştur. Galerinin kuzey kapısı
liman caddesine açılır. Limana kadar kuzey -
güney doğrultusunda uzanan caddenin her iki
yanı revaklarla (portikus) sınırlandırılmıştır.
Liman Caddesi’nin oluşturduğu bu temel aks
ve Liman Hamamı’nın güneybatısından doğu
- batı doğrultulu uzanan bir cadde, Patara’da
dik açılı bir düzenlemenin varlığını gösterir.
Birbirini dik kesen bu cadde ve sokaklar arasında
oluşturulan düzenli yapı adaları (insula)
ön yüzü caddeye bakan ve cephesel mimarinin
ön plana çıktığı yapılar yer alır. Batı
Portikus’un arkasında oluşturulan dükkân
sıralarıyla hareketliliğin arttığı Liman Caddesi’nin
doğusunda yer alan Nero Hamamı,
inşa
edilen ve Roma İmparatorluk
Dönemi’nde geliştirilen
meclis binası, merkezinde bir
tiyatro biçimindedir. Yamaçta,
yarım daire şeklindeki 21
oturma sırası (cavea) ile yapı
Liman Caddesi’nin
üzerinde çok işlevli, cazip
mekânlar inşa edilmişti,
bunlardan biri de Merkez
Hamamı’ydı (sağda).
Oygu mezarlardan
birinde bulunan küpe,
lir çalan Eros figürini ile
78 M MAGMA A
PATARA KAZI ARŞİVİ
Merkez Hamam gibi yapılar kent merkezinde
çok işlevli cazip mekânların oluşturulduğunu
da gösterir. Kentin kuzeyinde bulunan Liman
Hamamı ise hemen güneybatısından geçen
bir cadde ile limana bağlanmaktadır.
Üzerindeki yazıttan İmparator Nero döneminde
(MS 54 – 68) yapıldığı anlaşılan deniz
feneri limanın kent ve bölge için önemini vurgulamaktadır.
İmparator Claudius Dönemi’nde
yapılan suyollarının ise olasılıkla MS 68
yılındaki deprem sonrasında hasar gördüğü
ve İmparator Vespasianus (MS 69 – 79) tarafından
onarıldığı bilinmektedir. İmparator
Traianus Dönemi’nde (MS 98 – 117) kentin
girişine inşa edilen onursal tak aynı zamanda
kentin girişini simgeler. Dört ayak üzerine
oturan yapı, 19 metre uzunluğunda ve 10
metre yüksekliğinde görkemli bir anıttır. Kuzeyindeki
üst silmeye kazılı yazıtından «Likya
ulusunun metropolisi Patara halkı tarafından”
Likya ve Pamphlyia eyaleti Genel Valisi
C. Trebonius Proculus Mettius Modestus için
MS 100 yılı civarında dikilen bir onur takı
olduğu bilinmektedir. Kentin batı yakasında
yapılaşmanın İmparator Hadrianus (MS 117
– 138) döneminde arttığı ve deniz fenerinin
kuzeyinde büyük bir Horeum’un inşa edildiği
görülmektedir. İmparatorluk ve kent için
hayati önemdeki tahılın depolandığı bu yapı,
kentin ve limanın stratejik önemine tanıklık
eder. Bu süreçte, klasik dönemde büyük bir
üne sahip Apollon Patroos kehanet merkezi
uzun bir sessizlikten sonra yeniden canlanır.
Patara’ya MS 2/3. yüzyılda, imparator kültü
için tapınak yapma hakkı verildiği (neokoros),
1992 yılında yapılan çalışmalarda bulunan
bir yazıtta karşımıza çıkmaktadır. Bu
yazıtta Patara, yönetimsel olarak üç sıfat ile
anılır. “Likya ulusunun metropolisi, baş rahiplik
makamı ve iki kere neokorosu”. Neokoros
tapınak gibi yapılar inşa ederek içerisine
imparator ve ailesinin heykellerini yaptırmak
yoluyla imparatorluğunu propagandasını
yapma hakkı anlamına gelir. Patara’da imparator
kültü tapınaklarının yeri bilinmemekle
birlikte, kent merkezinin kuzeyinde Liman
Agorası’nın 50 metre güneydoğusunda konumlanan
Prostylos Planlı Tapınak (Korinth
Tapınağı), bunun için önemli bir aday olarak
görünmektedir. Roma tapınak mimarlığında
gelenekselleşmiş olan bir podyum üzerinde
yükselen ve bu podyumla birlikte neredeyse
11 metrelik bir yüksekliğe sahip yapı, gerek
ana işlev olarak dini törenlerde gerekse yüksek
podyumdan halka hitap gibi daha dünyevi
işler sırasında podyum önünde toplanan
halkı etkisi altına almış olmalıdır.
Patara’nın Doğu Roma Dönemi yerleşimi
de Roma İmparatorluk Dönemi kentleşme ve
yapılaşmasına göre düzenlenmiş liman merkezli
planlama sürdürülmüştü. Aziz Methodius’un
şehit edildiği ve çağdaş dünyanın en
çok anılan azizlerinden biri olan Aziz Nikholaos’un
(Noel Baba) doğum yeri olan kentte
Mezar Kilisesi, Kent Bazilikası, Liman Kilisesi
gibi dinsel yapılar inşa edilmişti. MS 325
yılında toplanan 1. Nikaia (İznik) Konsili’ne
Likya’nın tek imza yetkilisi olarak Pataralı
PATARA
79
Piskopos Eudomos’un katıldığı bilinmektedir.
Konstantinopolis Konsili’nde (MS 381) ise
Piskopos Eudumos’un katılmış olması kentin
dinsel merkez konumunu gösterir. MS 4. yüzyılda
tüm kente yayılan hatta kuzeyde Roma
İmparatorluk Dönemi sınırları dışına genişleyen
kent, MS 5. yüzyıldaki kargaşa ortamının
getirdiği savunma ihtiyacını karşılayan yeni
surlar ile çevrilerek küçültülür.
MS 529/530’da, Myra merkezli büyük deprem
ve ardından MS 541 yılında başlayan veba
salgını nüfusun azalmasına yol açmış olmalıdır.
MS 7. yüzyılın ortalarından itibaren kıyıların
Arap donanmaları için açık hedef haline
gelmiş olması, Patara gibi talana açık liman
kentlerinde yaşayanların dağlık Likya’ya çekilmesine
ve kentin giderek küçülmeye başlamasına
neden olur. Doğu Roma İmparatorluğu’nun
MS 10. yüzyıldaki önemli yerel idari
birimlerinden (thema) biri olan Kibyraitoton
Theması’na dahil olan Patara, oluşumdaki konumuyla
imparatorluğun deniz üssü özelliğini
korumaktadır. MS 12. yüzyılda ise limanın
güneyindeki düzlüğü kuşatan kalın bir surla
kendi içine kapanmış bir ortaçağ liman köyüne
dönüşür. Kitab Ghara’ ib al-funun wa-mulah
al-un adlı eserin MS 13. yüzyıla ait kopyasında,
Patara demirleme yerlerinin yıkıntı
durumda olduğu belirtilmektedir. Piri Reis’in
Kitab-ı Bahriye adlı eserinde 27a olarak kodlanan
haritada güney limanları içinde Patara’nın
da adı geçer. MS 13 – 15. yüzyıllarda İtalyan
portulanlarında ve denizcilik haritalarında ise
Lapatera ya da Patera olarak farklı adlandırmalarla
yer bulan yerleşim ile ilgili bilinen son
tarihi olay MS 1478 yılına aittir. Şehzade Cem
Sultan’ın, babası Fatih Sultan Mehmet’in emriyle
Rodoslularla anlaşma yapmak için Patara’ya
geldiği bilinmektedir.
Patara’ya can veren halicin girişinin en
geç MS 15/16. yüzyılda Ksanthos Irmağı’nın
taşıdığı alüvyonlarla tamamen örtülmesi sonucunda
limanın denizle bağlantısı kesilir ve
Patara kentinin kapıları da tarihe kapanır.
Kentin içine sokulan sular
Liman Caddesi’ni kısmen
su altında bırakıyor. Cadde
boyunca inşa edilmiş
Merkez Hamamı ve Nero
Hamamı’na ait kalıntılar.
80 M MAGMA A
HER YERDE MACERA, HER YERDE HEYECAN
HER YERDE MAGMA
Magma Turkcell Dergilik'te
81
Boğa başı biçimli akıtacağı olan ve kutsal
törenlerde kullanılan küp Kültepe’nin özgün
buluntuları arasında. Küp Kayseri Müzesi’nde
sergileniyor (sağda).
Karum’da özel evlerdeki arşivlerde zarf
içinde çok sayıda tablet bulundu.
Tabletler mektupsa üzeri kille
kaplanarak bir zarf oluşturulur,
gönderenin ve alıcının kimliği
yazılırdı. Sözleşme yapılması
gibi durumlarda da zarf
alıcı kişilerin yanı sıra
şahitler tarafından da
mühürlenirdi (en sağda).
YUSUF ASLAN
Kültepe-Kaniş
Anadolu'nun İlk Sözü
Anadolu’nun okuyup yazmaya başladığı yerdi Kültepe... Beş bin yıl önce
bu toprakların en büyük ticari merkeziydi. Anıtsal sarayları, geçmişin
gizemini aydınlatan binlerce çiviyazılı kil tabletleri, her biri sanat eseri
çömlekleri, hayranlık uyandıran idolleri, figürinleriyle insanlığın tarihi
yürüyüşünün en önemli duraklarından biriydi. Kayseri’deki Kültepe-Kaniş
Höyüğü kazıları arkeoloji ve tarihte çığır açıyor.
83
84
Ankara Üniversitesi, Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi
tarafından başlatılan Kültepe
kazıları yarım yüzyılı aşkın
süredir devam eden, Türkiye
arkeolojisinin en eski
projelerinden biri.
YUSUF ASLAN
85
Sanat Kapları
KÜLTEPE-KANİŞ, çömlekçilikte eşsizdir. Çok
çeşitli form ve teknikte, büyük miktarlarda
kap üretilen seçkin merkezlerden biridir. Bu
dönemde üretilen kaplar yerli halk Hattilerin ve
onların ülkesine sonradan yerleşerek zamanla
bölgeye hâkim olan Hititlerin ortak ürünüdür.
Bu eserler, hayal gücü çok zengin ustaların,
zanaat ile sanatı nasıl bir araya getirdiklerini
de gösterir. Kültepe kapları tüm Önasya’da,
özellikle biçim çeşitliği açısından da eşsiz
bir yere sahiptir. Asur Ticaret Kolonileri
Çağı kaplarının yapım teknikleri ve biçim
zenginliğinde hızlı dönen çömlekçi çarkının
etkisi büyüktür. Kapların büyük çoğunluğu
biçim ve teknik olarak MÖ 3. bin yılın
sonlarından itibaren Anadolu’da kullanılmaya
başlanan madeni kapların taklididir. İlk
kez Kültepe Höyüğü 2. katta görülen kap
biçimlerinin bir bölümü daha sonra da kendini
göstermeye devam etti; bazıları tamamen
ortadan kalktı ya da yeni biçimlerde üretildi.
86
Karum’da özel evlerde bulunan
oldukça farklı formlarda üretilmiş kaplar
bu dönemde çömlekçiliğe verilen önemi
göstermesinin yanı sıra işin sanata
dönüştüğünü de kanıtlıyor. Kaplar işlevsel
olduğu kadar birçoğunun da ritüel amaçlı
yapıldığı açık.
87
88 MAGMA
Karum’da özel evlerde karşılaşılan buluntular
arasında kutsal törenlerde kullanılan aralarında
aslanların da bulunduğu hayvan biçimli kaplar var.
Törenlerde tanrının huzurunda sunulacak
sıvı, hayvanın sırtındaki bardaktan doldurulur
ve ağzındaki delikten dökülürdü.
89
ORHAN DURGUT / KÜLTEPE KAZI ARŞİVİ
TARİH YAZIYLA BAŞLAR.
Kültepe’de gün yüzüne
çıkartılan çiviyazılı kil
tabletler, Anadolu’nun
en eski yazılı belgeleridir; öyleyse
Kültepe, Anadolu’da tarihin başladığı
yerdir ki Kültepe’nin keşfi
de bu çiviyazılı belgeler sayesinde
gerçekleşmişti. İlk kez 1881 yılında
British Museum uzmanlarından
Th. G. Pinches, bir benzerinin
Paris Bibliotheque Nationale’da
bulunduğunu belirterek, Kapadokya’dan
geldiği söylenen ve İstanbul’dan
satın alınan çiviyazılı bir
tablet yayımlamıştı. Bu tabletleri
de geldikleri yer itibarıyla Kapadokya
Tabletleri olarak isimlendirmişti.
E. Chantre, Kaniş isimli
bir merkezle bağlantılı olduğu anlaşılan
bu tabletlerin nereden geldiğini
araştırmak için 1893-1894
yıllarında Anadolu’ya gelmiş ve
tabletlerin Kayseri’nin kuzeydoğusunda
yer alan Karahöyük Köyü’ndeki
Kültepe Höyüğü’nden çıkarılmış
olabileceği sonucuna varmıştı.
Nihayet 1925’te, Hitit dilini çözümleyen
B. Hrozny, Kültepe’de
kazılara başladı. Ancak Hrozny,
höyük kazılarında herhangi bir
tablete rastlayamadı. Aslında höyükteki
en büyük tahribat da bu
sırada gerçekleşti. Geri dönmek
üzereyken aldığı bilgilerle tabletlerin
Varşama Sarayı olarak adlandırılan
ve höyük merkezinde yer
alan bölgede değil, höyük eteklerinde
bulunduğunu öğrendi. Bunun
üzerine aşağıdaki tarlalarda
yaptığı kazılarda tabletlerle karşılaştı.
Çıkarılan tabletlerde adı geçen
Kaniş’in, Kültepe ile aynı yer
olduğu ispatlanmıştı böylece.
Kültepe, Kayseri’nin ve ülkemizin
adını dünyaya duyuran en
önemli kültür varlıklarının başında
gelir. Kültepe, sadece büyük bir ticaret
merkezi veya Hitit devletinin
ilk başkenti değil, aynı zamanda
Anadolu’yu Asur ile ilişkileri sayesinde
Mezopotamya ve Suriye’deki
ileri uygarlıklara bağlayan büyük
bir kültür merkezi niteliğindedir.
Kültepe, Orta Anadolu platosunun
en yüksek dağı Erciyes’in
hemen eteğinde, Sarımsaklı Ovası’nın
ortasında yer alır. Ovadan
20 metre kadar yükselen höyüğün
çapı 550 metredir. Sur nedeniyle
höyüğün kenarları daha yüksek,
ortası çukurdur. Höyüğü çevreleyen
Aşağı Şehir’in sınırları henüz
Erciyes Dağı’nın
eteğinde
Sarımsaklı
Ovası’nın ortasında
bulunan Kültepe,
Aşağı Şehir ile
birlikte çapı 2,5
kilometreye ulaşan
bir alana yayılan
oldukça büyük
bir yerleşim yeri
(üstte).
Karum’da bir
mezarda bulunan
fildişi kadın
tanrıça heykelciği
Ankara, Anadolu
Medeniyetleri
Müzesi’nde
sergileniyor
(sağda).
90 MAGMA
kesin olarak bilinmemekle beraber,
çapı en azından 2,5 kilometreyi
bulur. Höyüğün batısı, eski çağlarda
daha geniş bir alana yayılan
Engir Gölü’nün suları ve şimdilerdeyse
Engir Bataklığı ile sınırlanır.
İlk dönem araştırmalarının
ardından, 1948 yılında, Ankara
Üniversitesi’nden Tahsin Özgüç’ün
başlattığı kazılar sayesinde
bugün Eski Anadolu ve Kültepe
hakkında muazzam bilgiye
ulaşabiliyoruz. Bunların en başında
Kaniş’teki sosyal, siyasi ve
ekonomik hayata dair bilgiler yer
alıyor. 23.500 civarında çiviyazılı
tablet sayesinde dönemin medeni
hukuk, insan ilişkileri ve özelikle
ülkeler arası ilişkiler hakkında
çok şey söyleyebiliyoruz.
ARA GÜLER
TUNÇ ÇAĞI’NDA KÜLTEPE
Kazılar, Kültepe’nin en azından MÖ
3. bin yılın ilk yarısından itibaren
yerleşildiğini gösteriyor. Höyükteki
en eski katmanları oluşturan İlk
Tunç Çağı’nın başlarına ait kalıntılar
ve başsız mermer idoller gibi
bazı tipik buluntular bölgenin Güneybatı
Anadolu ile bağlantılarını;
ithal Suriye şişeleriyse yine Anadolu’nun
güneyi ve Kuzey Suriye
ile olan en erken ilişkileri yansıtıyor.
Bundan sonraki katmanlarda,
başlarda ithal olarak gelen Suriye
şişelerinin yerelde de üretildiğini,
ancak ortaya çıkan yeni bir kap türü
(metalik hamurlu kaplar) sayesinde
Kültepe’nin ilişkilerinin Güney
Irak’taki Ur şehrine kadar geniş bir
alana yayıldığını ispat ediyor.
İlk Tunç Çağı’nın sonunda, güneyindeki
komşularıyla yakın ilişkileri
sayesinde zenginleşen Kültepe’nin
anıtsal yapılarla donatıldığı
görülüyor. Yine bu döneme ait
ithal silindir mühürler, çömlekler,
kıymetli maden ya da taş objeler,
Kültepe’nin bir taraftan Kuzey Suriye-Mezopotamya,
diğer taraftan
Batı Anadolu ile sıkı bağlar içinde
olduğunu kanıtlıyor.
Yazıyı kullanan ve oldukça gelişmiş
Mezopotamyalı ve Suriyeli
toplumlarla bağlantı kurulmuş olmasına
rağmen Anadolu kendisine
ait bir yazı tipi geliştirmemişti.
Bu döneme ait en eski bilgiler
MÖ 24-23. yüzyıllarda yaşayan
Akkad Kralı Sargon ve torunu
Naram-Sin’in kahramanlıklarını
91
Tanrının ırmakta gezdirilmesini
betimleyen kutsal törenlerde kullanılan
tekne biçimli kap, Karum’da Asurlu bir
tüccarın arşivinde bulundu.
92 MAGMA
Karum’da özel evlerden birinde bulunan
iki bölmeli kap, bir çift insan gibi
biçimlendirilmiş. Kabın doldurma delikleri de
insan ağzı şeklinde.
93
KÜLTEPE KAZI ARŞİVİ
anlatan efsanevi Savaş Kralı / Şartamhari
metinlerinden gelir. Şavaş
Kralı, tüccarların şikâyetleri sonucunda
Purushattum şehrine savaş
açmış, sonraki yıllarda torunu
Naram-Sin, aralarında Hatti Kralı
Pampa ile Kaniş Kralı’nın da olduğu
17 kralın oluşturduğu birliği
yenmişti. Bu belgelerde Kaniş kralının
adı Zipani olarak geçer. Kaniş
Karumu’nun ikinci yapı katında
Asurlu bir tüccarın arşivinde, Akkad
kralı Sargon’dan 400 yıl sonraya
tarihlenen, eski Asur lehçesinde
yazılmış Sargon ile ilgili bir
tablet bulunmuştu. Kaniş’te yaşayan
Asurlu tüccar, efsanevi kralın
anısına ait kahramanlık hikâyesi
içeren bu önemli metni evinde kendi
arşivinde saklamış olmalıydı.
Yine bu döneme ait, 2010 yılında
açığa çıkarılan anıtsal yapı kompleksi,
her bakımdan Anadolu’daki
çağdaşlarından farklıdır. Henüz 75
metrelik bölümü açığa çıkarılan,
taş temelli, yer yer 3 metre yüksekliğe
kadar korunmuş kerpiç duvarlara
sahip yapı olasılıkla kamusal
bir işleve sahipti. Bu yapı tahrip
edildikten sonra aynı yere yeniden
bir kamusal yapı inşa edilmiş. Megaron
planlı bu yapı eklentileriyle
Batı Anadolu’daki çağdaşlarından
farklılaşıyor, Orta Anadolu için
benzersiz bir örnek oluşturuyordu.
Yapının büyük salonunun ortasında
bir ocak yer alıyor, etrafındaki dört
taş sütun kaidesiyle yükselen ağaç
direklerse yüksek çatıya destek
veriyordu. Yangınla tahrip olan ve
ölçüsüyle Troia 2 megaronlarının
en büyüğüne benzeyen yapıdaki
su mermerinden idol ve figürin gibi
buluntular yine kutsal bir mekâna
işaret ediyor.
Aynı alanın kamusal yapılar için
kullanımı sonraki dönemlerde de
devam etmiş. Bu defa ortadaki
büyük bir salonun çevresinde
çok odalı, kerpiç duvarları içten
ve dıştan yarım sütunlarla desteklenmiş
anıtsal bir bina daha
inşa edilmiş. Salonda çatıyı taşıyan
ağaç direklerin taş kaideleri
ve çapları 1,5-2 metre arasında
değişen büyük ocaklar var. Yine
yangınla tahrip olan bu binada da
adak olarak bırakılmış su mermerinden
tanrı, tanrıça heykelcikleri
ve idolleri bulunmuş.
ASUR TİCARET KOLONİLERİ
Asurlu tüccarların Kültepe’de ticaret
kolonisi oluşturduklarına dair
ize rastlanmasa da yerleşimin sonraki
katmanlarında (10-9) ve hemen
yanı başındaki karumda (pazaryeri)
yapılan kazılarla çiviyazılı
kaynaklar Asur’un erken dönem
beylerinin ticaretteki etkinliklerini
ortaya koyar.
MÖ 3. bin yılın sonlarında ba-
Kültepe
kazılarında
bugüne kadar
ulaşılan en eski
kalıntılar MÖ 3. bin
yılın başlarına, İlk
Tunç Çağı’na kadar
uzanıyor.
94 MAGMA
Karum Ib katında açığa çıkarılan
büyük bir evin canlandırmasında
mekânların ne kadar sofistike
tasarlandığı görülüyor. Karum’daki
yerleşim, altı ya da sekiz evden oluşan
yapı adaları şeklindeydi. Bu adalar düzenli
sokaklar ve meydanlarla bölünmüştü.
ÇİZİM: MAHMUT AKOK / DİJİTAL YORUM: KADİR ÖZMEN
KAYNAK: T.-N. ÖZGÜÇ, 1953, KÜLTEPE KAZISI RAPORU
95
TİJEN BURULTAY
Kaniş Şehir Meclisi’nin kararını içeren; Ankara'da, Anadolu
Medeniyetleri Müzesi'nde teşhir edilen zarf.
Dil, Yazı, Hayat
KÜLTEPE’DE AÇIĞA çıkarılan arkeolojik belgelerinin başında,
Anadolu’ya Mezopotamya veya Suriye’den ithal edilmiş silindir mühür
ve baskıları gelir. İçlerine mektupların konulduğu pişmiş toprak zarflar
ve mühür baskıları, silindir mühürlerle daha sonra da silindir ya da
damga biçimli mühürlerle mühürlenmekteydi. Korunması istenen
taşınır veya taşınmaz malların, gönderilen ticari malın, tabletlerin
veya kişisel eşyanın ambalajına bağlanan mühürlü kil topakların da
çoğunlukla üst yüzü yazılı ve mühürlüydü.
Kültepe’deki toplumun kozmopolit karakteri, mühürcülük sanatında,
en azından dört farklı üslubun doğmasına neden olmuştu. Nitekim
Anadolu yerlilerinin sosyal hayatına ışık tutan çiviyazılı belgeler
de yerlilerin Eski Mezopotamya’dan farklı bir sosyal yapıya sahip
olduklarına işaret eder.
Bu çağda Anadolu’da kadın ve erkek eşitliği sosyal hayatın özünü
oluşturmaktaydı. Kadının hem iş hem de yönetimde yeri vardı.
Devletin başında kraliçenin görev alması gibi yerli panteonun (tanrılar
topluluğu) başında da tanrıça vardı. Yerliler arasındaki kadın ve erkek
eşitliğini kanıtlayan evlenme ve boşanma sözleşmeleri karşılıklı
anlaşma esasına göre düzenlenmişti. Yerli çiftler mal ve mülklerinde
eşit haklara sahipti. Boşanma, mahkeme kararına bağlıydı. Her iki taraf
da boşanma için mahkemeye başvurabiliyor, ölüm halinde mal eşit
olarak bölüşülüyordu.
Uzun süre Asur’dan uzakta kalan tüccarlar, sosyal durumlarına
bakılmaksızın iki kadınla evlenme uygulamasını kabullenmişti. Bu tür
evliliklerin nedeni, olasılıkla iş ilişkilerinin her iki tarafın da yararına
olacağı düşüncesidir. Kadının statüsüne ve onun etnik kökenine
bakılmaksızın iki evlenme şekli uygulanıyordu. Yerli kadınlarla
evlenen Asurlular da yerli usullere bağlıydı. Evlenmede hukuk
düzeninin en önemli yönü, kanunun ilk eşin haklarını, miras hukukuyla
garantilemesiydi. Metinlerde içgüvey ve nişan adetlerinin varlığı
da açıkça belli. Evli kadınlar, kendi adlarına anlaşma yapar, onları
mühürlerlerdi. Birçok borç belgesi karı koca tarafından mühürlenmiş.
Alacaklı, borçlunun eşini de borçlu sayar, onun garantisini isterdi.
Kadınlar, evli veya bekâr olsunlar, kontrata dayanan anlaşmalara ve
hukuki işlere karışırdı.
Bu dönemde, Anadolu’da evlat edinme adetinin varlığı da belgeler
sayesinde ortaya çıktı. Eşit hakların uygulandığı dönemde Anadolu’da
esir alımı ve satımı da yaygın bir uygulamaydı. Esir satışı hem Asurlular
arasında hem de yerliler arasında oluyordu ancak esirlerin hepsi yerli
isimlerle çağrılmaktaydı.
96 MAGMA
ÇİZİM: MAHMUT AKOK / DİJİTAL YORUM: KADİR ÖZMEN / KAYNAK: T.-N. ÖZGÜÇ, 1953, KÜLTEPE KAZISI RAPORU
Karum ikinci katta
açığa çıkarılan
evler çok odalıydı.
Fırının bulunduğu
bu odalardan
birinde günlük
işler yapılıyordu.
ğımsızlığını kazanan Asur Krallığı,
Kral 1. Erisum ile ticarette çeşitli
reformlar yapmış ve Anadolu ile
sistemli ticareti başlatmıştı. Ticarette
devlet tekeli kaldırılmış,
serbest ticaretin aile fertleri ve onların
kuracağı firmalar tarafından
yapılmasının yolu açılmıştı. Bu şekilde,
MÖ 2. bin yılın başlarında,
Anadolu ile Kuzey Mezopotamya
arasında çok kuvvetli, sistematik
ve yaygın bir ticaret ağı kurulmuştu.
Bu ticaret sisteminin Anadolu’daki
merkezi Kültepe-Kaniş’ti
ve buraya gelen ticari malların
dağıtımı Anadolu içlerine Kültepe’den
yapılıyordu.
Asurlular, kurdukları bu sistemi,
bir ticaret kolonisi anlamında
geliştirmeyi başarmışlar, çoğu
yerli krallıkların merkezinde veya
önemli şehirlerinde, liman anlamına
gelen ve karum denilen
birer ticaret merkezi / pazaryeri
kurmuşlardı. Kültepe’de bulunan
belgelerde, Asurlu tüccarların
hem konakladığı hem de mallarını
satmak amacıyla pazar kurduğu
yaklaşık 40 civarında yerleşim
adı belirlenmişti. Ancak günümüzde
bunlardan sadece Kaniş
(Kültepe), Hattuş (Boğazköy) ve
Samuha Karumlarının yerleri kesin
olarak biliniyor. Anadolu bu
dönemde, şehir devletleri olarak
yerli krallıklarla idare ediliyordu.
Asurluların yerli krallıklar
üzerinde siyasi, idari veya askeri
hiçbir etkinlik ve üstünlüğü yoktu.
Yerliler ve Asurlular, karşılıklı
ekonomik yararlar esasına göre
anlaşmıştı. Bu dönemde Kültepe,
Kaniş krallığının ve Anadolu’daki
ticaret kolonileri sisteminin merkezi
durumundaydı. Anadolu’da
Asurlular tarafından kurulan on
karumun başkenti veya idare merkeziydi.
Yönetim bakımından bütün
karumlar Kaniş’e, o da doğrudan
Asur’a bağlıydı.
KÜLTEPE-KANİŞ SARAYLARI
Kültepe’de bu döneme ait, Kaniş
Krallığı’nın (Neşa) bilinen ilk krallarının
içinde yaşadıkları, devlet
yönettikleri ve aynı zamanda bir
kervansaray gibi kullandıkları saraylarıyla
yaptırdıkları mabetleri
açığa çıkarıldı. Bunlardan Güney
Teras Sarayı, 90 metre uzunlukta
bir kısmı ahşap travers, bir kısmı
sal taşlarıyla kaplı uzun bir koridor,
bu koridorun iki yanındaki kanatlar
ve koridora bağlanan avludan oluşan
bir komplekstir. Sarayın zemin
katında, hizmet, depo ve oturma
odaları vardır. Yangınla tahrip olan
yapının zemin katındaki büyük
ocaklı odalarda erzak küplerinden,
az sayıda çanak çömlekten başka
geriye fazla bir şey kalmamış. İki
tablet, yanmış bir silindir mühür ve
97
ÇİZİM: MAHMUT AKOK / DİJİTAL YORUM: KADİR ÖZMEN / KAYNAK: T.-N. ÖZGÜÇ, 1953, KÜLTEPE KAZISI RAPORU
silindir mühür basılmış bir mühür
baskısı (bulla) yangın enkazından
geri kalanlar arasında.
İç kalede bulunan Eski Saray ise
20’li yıllardaki kazılarda büyük
ölçüde zarar görmesine rağmen
Neşa Krallığı’nın gizlerine ışık tutar.
En az üç binadan oluşan saray
kompleksinde bulunan eserlerin
sayısı yine çok azdır. Saray yangından
önce boşaltılmış ya da yağmalanmış
olmalı. Buluntular arasında
çoğu parça halde tabletler ve
silindir mühür baskılı zarf parçaları
dikkat çekiyor. Eski Saray ve
onu çeviren 4 metre genişliğindeki
surun yangından sonra bir daha
kullanılmadığı, aynı yere yeni bir
sarayın, Warshama Sarayı’nın inşa
edildiği görülüyor.
Çiviyazılı tabletlerden adlarını
bildiğimiz beş Kaniş Kralı, iç
kaledeki Varşama Sarayı’nda ikamet
etmişlerdi. Yine şiddetli bir
Karum’un ikinci katında açığa çıkartılan evlerin çoğu oturma odası, depo ve arşiv
odası gibi farklı bölümlere ayrılmıştı (üstte).
yangınla yıkılan anıtsal sarayın
enkazında bulunan ve Maraş civarına
lokalize edilen Mama Kralı
Anum-hirbi’nin Kaniş’e gönderdiği
bir mektuba göre sarayın Kaniş
Kralı İnar’ın oğlu Varşama’ya ait
olduğu düşünülür.
Sarayın dış duvarını oluşturan
iç kale suru 110 metre uzunlukta.
Surun üzerinde yedi metre aralıkla
çok sayıda kule yerleştirilmiş.
Anadolu’da ilk kez burada karşımıza
çıkan bir plana sahip saray
merkezi bir avlu etrafında toplanmış
odalardan oluşur ve bu haliyle
Hitit saray ve tapınaklarının da
öncüsüdür. Yerli andezit, kerpiç
ve ağaç kullanılarak inşa edilen
saray iki katlı ve kuzey yönünde
42 odası vardır. Güneybatıya bakan
giriş, karşılıklı taş kulelerle,
iki oda tarafından kontrol edilir.
Hitit başkenti Boğazköy kapılarının
prototipini oluşturan bu kapıların
güneyinde, Anadolu’da ilk
kez gördüğümüz bir yeraltı geçidi
(potern) bulunuyor.
AŞAĞI ŞEHİR VE KANİŞ KARUMU
Anadolu’daki Eski Asur Ticaret
Kolonileri’nin merkezi olan Kaniş
Limanı, yani Kaniş Karumu, Aşağı
Şehir’de yer alıyor. Yaklaşık 300 yıl
iskân edilen bu alanda ilk yerleşim
izleri MÖ 2050 / 2000 yıllarına
kadar uzanır. Yazılı kaynaklardan,
98 MAGMA
Karum’da hemen
hemen her evin
avlusunda bir
adet fırını vardı.
Genelde tek ağız
açıklığına sahip
fırınların içinde oluşan
duman, tepesindeki
delikten dışarı verilirdi.
Fırınlar, evlerin günlük
yiyecek ihtiyaçlarını
karşılıyordu.
Yarım kubbe
şeklindeki fırınlar,
tabanına çanak
kırıkları döşeli
yüksekçe bir
podyum üzerine
inşa edilirdi.
Duvarları orta boy
taşlar ve çamur
harçla örülür, içten
ve dıştan sıvanırdı.
ÇİZİM: MAHMUT AKOK / DİJİTAL YORUM: KADİR ÖZMEN / KAYNAK: T.-N. ÖZGÜÇ, 1953, KÜLTEPE KAZISI RAPORU
çapı yaklaşık 2,5 kilometre civarında
olan bu yerleşimin güçlü bir
surla çevrili olduğu anlaşılıyor. Buradaki
ilk yerleşim evresini Asurlu
tüccarların ticaret için gelip yerleştikleri
ve binlerce çiviyazılı belge
bıraktıkları 1. kat şehri izliyor.
Yazılı belgeler, ticaretin Asur Kralı
1. Erişum’un 26. saltanat yılından
itibaren başladığını gösteriyor.
Kent, çoğu taş döşeli ve rahatlıkla
bir arabanın geçebileceği genişlikte,
üzerleri taşla kapalı su kanallarının
geçtiği sokak ve meydanlarla
birbirlerinden ayrılmış mahalleler
halinde düzenlenmişti. Sokakların
iki yanındaki bordürler evleri
sokaktan ayırıyor, yürüme alanları
oluşturuyordu. Sokaklara atılan
çanak kırıklarıysa çamurdan korumayı
sağlıyordu. Evler, genelde altı
veya sekiz yapıdan oluşan adalar
şeklindeydi ve Asurlu tüccarlar ya
satın alarak ya da yaptırdıkları evlerinde
bu mahallelerde yerli halkla
beraber oturuyorlardı. Geleneksel
Anadolu tarzında yapım tekniği
ve malzemesi kullanılan evler, taş
temelli, kerpiç duvarları ağaç kalaslarla
takviye edilmiş iki-altı odalı,
çoğu iki katlı binalardı. Evlerin
çoğu, oturma odası, kiler, depo ve
arşiv odası olmak üzere iki bölüme
ayrılmaktaydı. Duvarları sıvalı ve
birçok kez badanalanmış bu evlerin
dar ve uzun odaları taş döşeliydi.
Kaniş Karumu’nda özel evlerin
veya tüccarların evlerinde kilitli,
mühürlü küçük arşiv odaları, satışa
sunulacak malların depolandığı
odalar, evin diğer bölümlerinden
ayrılmıştı. Arşiv odalarındaki tabletler,
düzenli sıralar halinde yerleştirilmiş
kapların, ağaç sandıkların,
hasır ve çuvalların içinde, ağaç rafların
üstünde muhafaza edilmişti.
MÖ 1920-1835 yıllarına tarihlenen
2. kat yerleşiminin yıkılmasının
ardından, MÖ 1830-1720
yıllarına ait, benzeri planlı bir yerleşim
kurulmuş. Yine yangınla yok
olan bu kentin ardından buradaki
yerleşim iyice küçülmüş ve güney
komşularıyla ticaret bağları iyice
zayıflayan Kültepe giderek önemini
yitirmiş.
İLK OKUR YAZARLAR
Dünyada ilk kez Sümerler tarafından
MÖ 3200 yıllarında yaygın
olarak kullanılan yazı, ticari ilişkiler
sayesinde ancak MÖ 2. bin
yılın başlarından itibaren Anadolu’da
kullanılmaya başlandı. Kültepe’de
bulunan binlerce tablet,
Yakındoğu’daki en büyük koleksiyonlardan
birini oluşturuyor ve
aynı zamanda Anadolu insanının
okumayı ve yazmayı ilk kez Kültepe’de
öğrendiğini gösteriyor.
Tabletlerin yaklaşık 23 bin tanesi
2. katta, sadece 500 tanesiyse
99
YUSUF ASLAN
yerleşimin son evrelerine, Ib katına
ait. Çoğu karumda bulunan
tabletler, özellikle Anadolu tarihinin
başlangıcını temsil ettiği
kadar Mezopotamya tarihinin pek
bilinmeyen bir döneminin aydınlatılması
açısından da çok önemli
bilgiler içeriyor. Tüccar evlerinde,
tüm ekonomik faaliyetlerin yazılı
olduğu belgelerin ve ticari eşyanın
saklandığı arşiv odalarındaki bu
tabletlerin çoğunu iş mektupları
ve borç senetleridir. Mahkeme tutanakları,
çeşitli kayıt ve listelere
de sıkça rastlanır. Daha az olmak
üzere evlenme boşanma, evlatlık
alma ve miras gibi aile hukukunu
ilgilendiren belgelerle köle, ev ve
tarla satış senetleri de bulunuyor.
DÜNYA TİCARETİNE AÇILAN KAPI
Asur Ticaret Kolonileri Çağı ekonomisi
büyük oranda maden ve
tekstil üzerine dayalı. Asurlu
tüccarların Anadolu’da kurdukları
bu ticaret kolonilerinin amacı
da Anadolu’nun zenginliğinden
faydalanmaktı. Asur’dan yola
çıkan tüccarlar, 200-250 yüklü
eşekten oluşan kervanlarla Dicle,
Habur vadilerini geçerek Orta
Anadolu’ya; bu büyük ticaret
sisteminin Anadolu’daki merkezi
Kültepe Kaniş Karumu’na erişiyorlardı.
Kültepe’ye getirilen
mallar, gerekli işlemlerden sonra
Anadolu içlerine kadar dağıtılmaktaydı.
Bu ticaret, belli esaslara
bağlı, kanunları ve düzenlemeleri
olan bir ticaretti. Esasen
Kazılarda günümüze kadar korunagelen yanmış ahşap kalıntılar, yapı teknikleri ve
kullanılan malzeme konusunda önemli ipuçları veriyor (üstte).
Gözleri lapis lazuli ve kalkerden yapılmış akik domuz başı biçimli asa başı Karum
Ib katına ait bir mezarda bulundu (altta).
100 MAGMA
YUSUF ASLAN
Prof. Dr. Tahsin Özgüç başkanlığında 1948 yılında başlayan Kültepe kazıları
günümüzde de devam ediyor (üstte).
Kayseri Müzesi’nde sergilenen ve Kültepe Höyüğü’nde bulunan bazalttan
yapılmış, adı bilinmeyen bir tanrıya ait kabartma (altta).
YUSUF ASLAN
tüccarların, burada ticaret yapabilmeleri
için bu organizasyona
dahil olmaları, kayıt yaptırmaları,
aidat veya belli bir bedel ödemeleri
gerekmekteydi. Buna rağmen
kazandıkları bu hak, onlara,
kuralsızca ticaret yapma ayrıcalığı
vermemekteydi; kaçakçılık
yapmayacaklar, gümrüksüz mal
alıp satmayacaklar, her türlü vergilerini
ödeyeceklerdi.
Anadolu’da yapılan ilk sistemli
uluslararası ticaretinin kuralları,
Kültepe’de bulunan çiviyazılı tabletlerde
karşımıza çıkıyor. Bu belgelerden,
iki tarafın da birbirlerine
karşı sorumlulukları ve haklarının
kayıt altına alındığı anlaşılıyor.
Asur’dan gelen tüccarların
krallık bölgesinde ulaşımlarının
ve güvenliklerinin korunma altına
alınması karşılığında onların karumda
ikamet izinleri, ödeyecekleri
vergilerin oranı yazılı olarak
belirtilmiş. Sarayın birtakım lüks
malların ticaretini yasaklaması
veya Asurluların kendi hukuk
sistemlerine göre yargılanması
gibi hak ve kısıtlamalar da detaylı
olarak belirtilmiş. Anlaşmalara
aykırı davranan tüccarların cezalandırıldığı
da yine bu çiviyazılı
tabletlerden öğreniliyor.
Bütün bu sistemli ticari organizasyonun
düzenleyicisi, denetçisi,
başkurumu bit karim idi. Bir ticaret
odası vazifesi de gören bit-karim
aynı zamanda verginin tahsil edildiği
merkezdi. Tüccarlar burada,
köprü geçme ve emanet bırakma
101
TİJEN BURULTAY
gibi çeşitli vergileri ödemek zorundaydı.
Bu yapı ayrıca mahkeme yetkisine
sahipti; tüccarlar arasındaki
olası davalar konusundaysa hakem
sıfatıyla hüküm vermekteydi.
Kültepe’de şimdiye kadar keşfedilen
metinler, Anadolu’da Asurlu
olmayan tüccarların da ticarete
katıldığını gösteriyor. Kaniş’te çok
az sayıda da olsa Hurri ve Amorit
kökenli tüccarların bu organizasyonda
var olduğu anlaşılıyor.
Esası maden ve tekstil ticareti
üzerine kurulu bu ticaret düzeninde,
Anadolu’da bulunmayan kalay,
gümüş veya altın karşılığında satılmaktaydı.
Asurluların Mezopotamya’da
da bulunmayan kalayı
nereden elde ettikleri bilinmiyor;
büyük olasılıkla daha doğudaki
Türkmenistan veya Afganistan’dan
ithal ediliyordu. Hammadde olarak
Anadolu’dan satın alınan yünse
Babil modasına uygun olarak
Asur’da dokutulup yine Anadolu
halkına gümüş ve altın karşılığında
satılmaktaydı. Ancak Anadolu
altını ve gümüşünün dışarı çıkarılması
ticarette yerlilerin aleyhineydi.
Asurlular, ayrıca Anadolu’da
bakır, deri, yün ve takı-boncuk
ticareti de yapmaktaydı. Anadolu’dan
aldıkları bazı malları, örneğin
ham olarak aldıkları bakırı temizledikten
sonra yine yerli halka
yüksek fiyata satıyorlardı.
Kültepe, MÖ 2. bin yılın başlarında
çok gelişmiş bir madencilik
merkeziydi. Madenin birinci derecede
önemli olduğu, hem üretimin
hem de satışın yapıldığı atölyelerden
bellidir. Bu atölyeler, yerleşim
alanının çeşitli bölgelerine
dağılmıştı. Madeni eserlerin çoğu
bakır, tunç, gümüş, altın, elektrum
ve kurşundan imal edilmişti.
Bakır veya tunçtan yapılmış kaplar,
silahlar, tokalar, makaralar,
çalparalar, iğneler, insan ve hayvan
figürinleri, çeşitli işlevlere sahip
halkalar önemli bir koleksiyon
oluşturuyor. Çiviyazılı belgeler,
bir tüccar evinin envanterinde
çoğunluğu kap olmak üzere 100
kilograma yakın madeni objeden
bahsediyor. Kaplar, dövme ve dökme
tekniklerinde biçimlendirilmiş,
kulp veya diğer parçaların birleştirilmelerindeyse
perçinleme veya
lehimleme uygulanmış.
SANATSAL BAKIŞIN ZİRVESİ
Kültepe MÖ 2. bin yılın başlarında
Orta Anadolu’da doruk noktasına
çıkan gelişmiş bir kültüre ev
sahipliği yaptı. Bu kültür, yerli
Anadolular ile Kuzey Suriye-Mezopotamya
ilişkileriyle gerçekleşen
sentez sonucunda meydana
gelmişti. İlk Tunç Çağı’nın
sonlarında yerli Hattili beylikler
dönemin sanatında görülen Anadolulu
özellikler, MÖ 2. bin yılın
başında, Asurlu tüccarların güney
ülkelerinden getirdikleri yabancı
sanatsal öğelerle birleştirilerek
Anadolu’ya özgü bir üslubun oluşmasını
sağlamıştı. Bu üslubun en
iyi örneklerini gördüğümüz Kültepe’de
hem günlük hem de dini
hayata ilişkin bulgular, bu sanatın
Kayseri
Müzesi’nde
sergilenen mezar
buluntularından
örnekler
ziyaretçilerin en
çok ilgisini çeken
eserler arasında
yer alıyor.
102 MAGMA
KADİR ÖZMEN
gelişmişlik düzeyini ve bu kültürün
oluşumunda ekonomik zenginliğin
ne denli etkili olduğunu
ortaya koyuyor.
Asur Ticaret Kolonileri Çağı’nın
sona ermesinden sonra Orta Anadolu’da
merkezi birliği sağlayan
Hitit uygarlığının kökeni de bu
senteze dayanır. Tanrı ve tanrıça
heykelcikleri, özellikle de aslan
üzerinde duran ve elinde aslan tutan
Savaş Tanrısı’nın stil özellikleri,
Hitit sanatının en erken örneğidir.
Baş kadın tanrıçanın iki eliyle
göğüslerini sunan çıplak heykelcikleri,
fildişinden, fayanstan ve
tunçtan yapılmış. Bu heykelcikler,
Hitit İmparatorluk Dönemi’nin
tunç ve altından yapılmış tanrıça
heykelciklerinin öncüsü sayılır.
Baş tanrıça, tanrıçayla çocukları
ve mitolojik varlıkların işlendiği
kurşun figürinler ve bunların döküldüğü
taş kalıplar, bu çağ tanrılar
aleminin değişik simgelere
sahip ayrı tanrılardan oluştuğunu
kanıtlamaktadır. Dinsel amaçlı
kullanılan bu küçük figürinlerin
Yakındoğu’da geniş bir alana yayıldıkları
biliniyor. Bu figürinler, mühür
baskılarında da görüldüğü gibi
çeşitli tanrı ve tanrıçaları, değişik
tanrı ailelerini ve mitolojik varlıkları
temsil ediyor.
Kültepe, MÖ 1700’lerde yangınla
tahrip olmuş, güney komşularıyla
ticaret bağları zayıflamış,
yaşam sönükleşmiş ve giderek
küçülmüştü. Orta Anadolu’daki
başka merkezlerin aksine Kültepe’de
Eski Hitit krallık ve Hitit
imparatorluk dönemlerine ait
yerleşim izlerine bugüne kadar
rastlanmadı. Yaklaşık 800 yıl süren
bir kesintiden sonra Kültepe,
Demir Çağı’nda, Geç Hitit Dönemi’nde
yeniden iskân edildi. Bu
dönemde Kültepe, Büyük Tabal
ülkesine bağlı krallıklardan birinin
merkezi durumundaydı. Ancak
bu yerleşim MÖ 8. yüzyılın
sonlarında Asurlular tarafından
tahrip edilmiş, hiyeroglifli stelleri,
heykel ve kabartmalı taş
levhaları (ortostad) parçalanarak
kent büyük yıkıma uğramıştı.
Kültepe’ye Helenistik ve Roma
dönemlerinde de yerleşilmişti
ve surlarla çevrili yerleşimin adı
olasılıkla Anisa’ydı. Bu dönemde
Aşağı Şehir’de çiftçiler yaşıyor,
bir kısmı da mezarlık olarak kullanılıyordu.
Bizans, Selçuklu, Osmanlı
dönemlerine ait kalıntılarsa
oldukça silik. Ancak yine de karum
kesimindeki Selçuklu Sultanı
2. Keyhüsrev’e ait bir sikke gibi
buluntulardan yerleşimin İS 13.
yüzyıla kadar devam ettiği anlaşılıyor.
Kayseri’nin resmi kayıtlarına
göre bölgeye 17. yüzyıldan itibaren
verilen Karye-i Kınış adı da
bölgenin antik adı olan Kaniş’in
kullanılmaya devam edildiğinin
açık kanıtı sayılır.
103
ŞANLIURFA
EDESSA MOZAİKLERİ
Şanlıurfa Viranşehir,
Yolbilen Köyü'nde bulunan
mozaik Doğu Roma
dönemine, MS 562 yılına
tarihleniyor. Oda mezarın
tabanını süsleyen mozaik,
mezarla birlikte taşınarak
müzede yeniden inşa edildi.
104
Şanlıurfa Haleplibahçe, Edessa Kralı Abgar’ın yazlık sarayının
bulunduğu yerde bir mozaik müzesine kavuştu. Yerinde
sergilenen mozaiklerde Amazonların en savaşçı kadınları
da konu ediliyor; Troya Savaşı’nın kahramanı Akhilleus’un
bebekliğinden savaşa kadar geçen hayat hikâyesi de...
105
Haleplibahçe saray
odalarından birinin tabanını
süsleyen mozaikte, Amazon
Melanippe ve Hippolite’nin
avlanma sahneleri yer alıyor.
ELEUKOSLAR MÖ 301 yılında Şanlıurfa’yı
aldıklarında kentin adını
Edessa olarak değiştirmişlerdi. Daha
sonra aynı isimle yerel bir krallığın
yönettiği kent MS 242/244 yılına kadar
görkemli günler yaşadı. Bu zenginlik
ne kadar eskiye götürülebilir
bilinmese de Göbeklitepe ya da Balıklıgöl’ün
hemen yanı başındaki Yeni
Mahalle Höyüğü, Şanlıurfa’nın kadim
ve bir o kadar gösterişli geçmişinin Neolitik
Çağ’ın başlarına kadar uzadığını gösterir. Balıklıgöl’ün
yakınındaki Haleplibahçe’de 2006
yılında keşfedilen Edessa Kralı Abgar’ın yazlık
sarayı da bu geçmişin önemli durak noktalarından
biriydi.
Balıklıgöl’ün çevresi bu dönemde, MS 4-6.
yüzyıllarda yazlık saray, villa, hamam ve zeminleri
bazalt döşeli caddelerle donatılmıştı.
Gökkuşağında bulunan tüm renkleri barındıran
mozaik döşemeleriyle Roma Dönemi
sarayı ve villalar zenginliğin birer göstergesi
olarak yükselirken mozaiklerin kimi binlerce
yıllık bir mitosun kahramanlarını ve onların
hayat hikâyelerini, kimileriyse doğa tasvirlerini
anlatıyordu.
Haleplibahçe, Şanlıurfa şehir surunun batısında,
zamanla dolan ya da yatağını sık
değiştirdiğini anladığımız Karakoyun Deresi’nin
kolu Daysan’ın (Scritus) doğusunda
yer almakta. Sarayın bulunduğu bu vadiyi bir
taraftan Kızılkoyun kaya mezarlarının bulunduğu
sarp kayalık sınırlarken, sık sık da su
taşkınlarından etkilendiği anlaşılıyor. Nitekim
Doğu Roma İmparatoru I. Justinianus’un
gönderdiği mühendislerin nehir yatağını doğuya
doğru değiştirdikleri biliniyor. Hatta imparatorun
iyiliklerinden dolayı kent bir süre
Justinianopolis adıyla da anılıyor.
Yazlık sarayın mimarisi simetrik yerleştirilen
iki iç avlu arasında yer alan dikdörtgen
planlı büyük salon ve onun etrafına dizili
odalarla yine simetrik yerleştirilmiş havuz
bölümünden oluşuyor. Yapıların tabanlarını
kaplayan mozaiklerde bitkisel ve geometrik
desenlerin yanı sıra insan ve hayvan figürleri
görülürken sarayda figürlü, villada geometrik,
hamamdaysa bitki ve geometrik desenlerin
tercih edildiği anlaşılıyor. Mozaiklerdeki
tesseraların (mozaik tanesi) oldukça küçük
oldukları, bazı odalarda 10 cm’de 500 kadar
tesseranın kullanıldığı görülüyor. Fonu
106 MAGMA NİSAN 2020
oluşturan beyaz tesseralar genelde balık pulu
biçiminde döşenmiş kafes desenleri şeklinde.
Mozaik kompozisyonlarında da bazı standartların
olduğu anlaşılıyor. Örneğin odanın
merkezine dikdörtgen panolar yerleştirilerek
etrafı figürlü ya da geometrik bordürlerle
süsleniyor. Gerek bu tip tessera dizilişi, gerekse
av sahneli mozaiklerde merkezi figür
etrafında avlanma tasvirleriyle yazlık saraydaki
mozaikler Doğu Roma geleneğini yansıtırken,
benzerlerine MS 4-6. yüzyıllarda
Antiocheia’daki (Antakya) gibi birçok antik
kentte yaygın olarak rastlanıyor.
Edessa mozaikleri özellikle Osrhoene Krallığı
sınırları içinde, Halep’in hemen kuzeydoğusundaki
Sarrin’de bulunan mitolojik konulu
mozaiklere benzemektedir. MS 6. yüzyılın
ilk yarısına tarihlenen Sarrin Mozaiği, Doğu
Roma için örnek teşkil ederken Hıristiyanlığın
yaygın olduğu bir dönemde mitolojik konulu
olması Carrhae’deki (Harran) çok tanrılı
din taraftarlarıyla ilişkilendirilir. Edessa’da
Osrhoene Krallığı döneminde yapılan mozaiklerde
Süryanice karakterler görülürken
Doğu Roma İmparatorluğu döneminde yapıldığı
düşünülen Haleplibahçe mozaikle-
1 Haleplibahçe’de bulunan mozaikte, leopar postu giymiş Akhilleus,
hayli üzgün görünen annesi Thetis'e veda ediyor.
2 Edessa mozaiklerinin bulunduğu saray yapısı 2006 yılında keşfedildi. Şanlıurfa
Müzesi tarafından kazısı yapılan bu alanda bir mozaik müzesi inşa edildi.
107
Babası Akhilleus’u
bilge Kheiron’a
emanet etmişti.
Efsaneye göre
doğadan aldığı
derslerle kendisini
yetiştiren
bilge Kheiron,
Akhilleus’a
avlanma ve
savaşmanın
yanı sıra müzik,
ahlak ve hekimlik
dersleri de
veriyordu. Kheiron,
yarı insan yarı
at görünümlü
kentauros’ların en
ünlüsü, en akıllısı,
en bilgesiydi.
Doğu Roma döneminde
Şanlıurfa ve çevresinde yoğun
bir yerleşim vardı. Dönemin ileri
gelenleri lüks villalarda yaşıyor,
yapıların tabanlarını mitolojik ve
doğa tasvirleri içeren mozaiklerle
süslüyorlardı. Bunlardan biri
Halfeti’nin Yukarı Göklü Köyü'nde
(üstte ortada), diğeri merkeze bağlı
köylerden Aşağıbaşak’ta açığa
çıkarıldı (solda).
108 MAGMA NİSAN 2020
rindeyse Yunanca yazıtlar vardır. Olasılıkla
bunun nedeni, Doğu Roma İmparatoru I. Justinianus’un
imar faaliyetlerinde de görüldüğü
gibi Edessa kentine imparatorluğun maddi
desteği ve imparatorluk kültürünün yerel kültürlere
baskın olmasıyla açıklanabilir.
Haleplibahçe mozaikleri betimleriyle, mitolojik
kaynaklardan tanıdığımız Hippolite,
Melanippe, Thermodosa, Penthesileia yani
Amazonlar’ın en ünlü, en savaşçı kadınları,
Troya Savaşı’nın kahramanı Akhilleus, mucit
diyebileceğimiz Odyseus, bilge Khrion,
oğluna ölümsüzlük kazandırmak için uğraş
veren Akhilleus’un annesi Thetis ile mimar
Ktisis Edessa’nın misafirleri arasındadır. Akhilleus’un
bebekliğinden Troya Savaşı’na gidişine
kadar geçen süreyi içeren sahnelerin
anlatıldığı tasvirlerle ana salonunun taban
mozaiğiyse Argos ve Opora figürleri, avlanan
soylu figürü, kuşlar ve bitkisel desenlerle bezelidir.
Çalışma odasının mozaiği Ktisis büstü,
dinlenme odasının mozaiği Zebra götüren
siyahi bir erkek betimlidir. Konuk odasıysa
amazonların avlanmasının tasvir edildiği mozaikle
döşelidir.
Edessa’da krallık dönemine ait mozaikler
sadece Haleplibahçe’de bulunanlar ile sınırlı
değil. 2013 yılında çevre köylerde keşfedilen
12 mozaik de bugün Haleplibahçe’de inşası
tamamlanan mozaik müzesinde sergileniyor.
Şanlıurfa kent merkezindeki
Haleplibahçe’de açığa
çıkarılan Edessa Mozaikleri’nin
bulunduğu alana, Şanlıurfa
Arkeoloji Müzesi ile birlikte
bir de mozaik müzesi
inşa edildi (üst).
Siverek Hazinedere’de bulunan
Doğu Roma dönemi mozaikleri,
müzede teşhir edilen
örnekler arasında (alt).
109
DİYARBAKIR
ZERZEVAN
KALESİ
110
İlk defa 1766 yılında bir
gezginin kayıtlarında yer
alan Zerzevan Kalesi'nin
antik dönemdeki ismi
olasılıkla Samachi'ydi.
Kalenin İmparator 1.
(MS 527 - 565) Mardin
ve Diyarbakır arasında
inşa edilen kalelerden biri
olduğu düşünülüyor.
GÜNEYDOĞU ANADOLU BİR ZAMANLAR İKİ BÜYÜK GÜCÜN, ROMA
İLE SASANİLERİN SINIRINI OLUŞTURUYORDU. SAĞLAM SURLARI,
BURÇLARI VE KULELERİYLE ZERZEVAN KALESİ, YÜZYILLAR
BOYUNCA BU SINIRIN BEKÇİSİYDİ. DİYARBAKIR YAKINLARINDAKİ,
ROMA’NIN ASKERİ YERLEŞİMİ KALEDE BAŞLAYAN KAZI
ÇALIŞMALARI BÖLGENİN TARİHİNE IŞIK TUTUYOR.
111
Zerzevan Kalesi'nde
en iyi korunmuş kamu
yapılarından birisi kilise. Doğu
- batı doğrultusunda dört
mekândan oluşan kilisenin
hemen güneyinde bir kaya
sunağı bulunuyor. En yüksek
noktada bulunan sunağın
kenarları düzeltilerek sunu
doğal bırakılmış.
112
113
İMPARATORLUĞUN DOĞU SINIRINI KORUYAN ZERZEVAN KALESİ
60 DÖNÜMLÜK BİR ALANA, 124 METRE YÜKSEKLİKTEKİ KAYALIK BİR TEPE
ÜZERİNE KURULMUŞTU. ASKERİ YERLEŞİMİ, 15 METRE YÜKSEKLİKTE,
1,2 KİLOMETRE UZUNLUĞUNDAKİ SURLAR KORUYORDU.
42 114 MAGMA OCAK 2017
ZERZEVAN KALESİ KAZI ARŞİVİ
115 43
ROMA İmparatorluğu'nun
doğudaki en uç sınırını
oluşturan Anadolu’nun
güneydoğusu, ekonomik,
siyasi ve stratejik açıdan her zaman
önemini korumuş, bu coğrafyada
hâkimiyet kurmak isteyen dönemin
iki büyük gücü Roma ve Partlar ile
daha sonra onların yerini alan Sasaniler
arasında büyük mücadelelere
sahne olmuştu. Diyarbakır’ın Çınar
ilçesine 13 kilometre uzaklıkta,
Demirölçek Köyü’nde bulunan Zerzevan
Kalesi’nde 2014 yılında başlatılan
arkeolojik kazılar buradaki
yerleşimi açığa çıkarmakla birlikte
Güneydoğu Anadolu’nun tarihi
coğrafya içindeki yeri hakkında da
fikir veriyor.
Zerzevan Kalesi, antik dönemde
Amida’dan (Diyarbakır) Dara’ya
(Mardin) giden yol üzerindeki
stratejik bir noktada bulunuyor.
Kale, bu konumuyla aynı zamanda
Edessa’dan (Şanlıurfa), Nisibis’e
(Nusaybin) kadar uzanan antik yol
güzergâhında bulunuyor. Sözkonusu
antik yolu Sasani hükümdarı 2.
Şapur MS 359 yılında Doğu Roma
İmparatoru 2. Konstantin’e karşı
Surların dışında anakayaya oyulu, farklı tipte mezarlardan
oluşan nekropol alanı bulunuyor (üstte). Ayrıca bu alanda
616 metrelik kısmı ortaya çıkarılan kanal, yerleşimin içindeki
sarnıçlara su sağlıyordu (sağda üstte ve altta).
116 44 MAGMA OCAK 2017
yaptığı sefer sırasında kullanmış ve
Diyarbakır’ı ele geçirmişti. Özellikle
bu tarihten sonra sınır güvenliği
için garnizon kentler kurulmaya
başlanmıştı. Öncesinde küçük bir
yerleşim olan diğer sınır garnizonu
Mardin ise Sasani baskısı nedeniyle
Doğu Roma İmparatoru 1. Anastasios
tarafından garnizon kent olarak
seçilmiş ve 503 - 507 yıllarında
inşa faaliyetleri yürütülmüştü. Antik
yazar Procopius, İmparator 1.
Jüstinyen döneminde (527 - 565)
Mardin ve Diyarbakır arasında kalelerin
yeniden inşa edilerek güvenli
hale getirildiğinden ve zapt
edilemez olduğundan bahseder.
Procopius’un saydığı yeniden inşa
edilen kaleler arasında Zerzevan’ı
(Samachi) saymaması ilgi çekicidir.
Bu durum yerleşimin 1. Jüstinyen’den
önce inşa edildiğini akla
getirir. Zerzevan isminin günümüzde
verildiği düşünüldüğünde büyük
olasılıkla kalenin antik ismi Samachi
olmalıdır. Bu askeri yerleşim aynı
zamanda su bakımından zengin bir
vadide yerleşik ve tarımla uğraşan
45
117
2014 yılında başlayan kazı çalışmalarını
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Diyarbakır
Valiliği ve Çınar Kaymakamlığı
destekliyor. Diyarbakır Müzesi ve Dicle
Üniversitesi’nin yürüttüğü kazılarda
75 kişilik ekip çalışıyor.
insanlar için ideal bir yerdedir ve
sadece askerlerin değil, sivillerin
de yaşadığı bir bölge olarak kabul
edilir. Yerleşim, bütün vadiye hâkim
konumuyla antik ticaret yolu
üzerinde, geniş bir alanı kontrol altında
tutan, stratejik bir Roma sınır
garnizonu olarak tarif edilebilir ve
Roma ile Sasaniler arasındaki savaşlara
da şahit olduğu açıktır.
Yerleşimin ilk inşa edildiği dönem
kesin olmamakla birlikte arkeolojik
kazılardan elde edilen veriler
ışığında MS 3. yüzyılda alanın
kullanıldığı söylenebilir. Fakat bu
dönemdeki boyutları hakkında bilgi
vermek şu an için çok zor. Büyük
olasılıkla yerleşimin surları ve yapıları
1. Anastasios ve 1. Jüstinyen dönemlerinde
onarılarak, bazı yapılarsa
yeniden inşa edilerek mevcut
son haline getirildiği söylenebilir.
Bölgenin 639 yılında İslam orduları
tarafından fethine kadar bu yerleşimin
kullanılmış olduğu sanılıyor.
İslamiyet’in yayılma sürecinde
Diyarbakır ve Mardin’de yerleşim
devam ederken Zerzevan’ın bulunduğu
alan önemini kaybetmiş, yüksek
bir tepede yer alması, ulaşım,
su sorunu nedeniyle terk edilmiş,
639’dan itibaren 1890’lı yıllara kadar
geçici barınak yeri olmanın dışında
kullanılmamış.
Zerzevan Kalesi ilk defa 1766’da
Carsten Niebuhr tarafından ziyaret
edilmişti. Yerleşim yerini Kasr
Zerzaua olarak adlandıran Niebuhr
bazı yapılar hakkında bilgi vererek
alanda yazıt bulamadığından
bahseder. 1880 yılında Mardin’den
Diyarbakır’a seyahat ederken yerleşimi
ziyaret eden Eduard Sachau
burayla ilgili ayrıntılı olmayan kısa
tanımlamalar yapar. Sonrasında
1910 yılında Conrad Preusser de
Zerzevan Kalesi’ne kısa bir ziyaret
gerçekleştirmiş, detaylı bilgiler
vermemişti. 1911 yılında ise Samuel
Guyer gözlemlerini bir inceleme yazısı
olarak kaleme aldı. Guyer aynı
zamanda kendinden önceki seyyah-
46 118 MAGMA OCAK 2017
ZERZEVAN KALESİ ANTİK TİCARET
YOLU VE GENİŞ BİR VADİYİ
KONTROL ALTINDA TUTAN BÜYÜK
BİR ROMA SINIR GARNİZONUYDU.
119 47
lar tarafından görülmeyen bir köyden
bahsetti. Kaleye bir kilometre
mesafedeki Demirölçek Köyü, Guyer’in
bahsettiği, daha önce Zerzevan
Kalesi’nde yaşayanlar tarafından
kurulmuştu. 1890’larda ilk
olarak bir ailenin kaleye yerleştiği
ve sonrasında 17 haneye ulaştığı biliniyor.
1967’de ise su sıkıntısı ve
ulaşım zorluğu gibi nedenlerle köy
halkı bugünkü Aşağı Konak Köyü’nün
hemen yakınına, Zerzevan’a
oldukça yakın bir alana yerleşmişlerdi.
Zerzevan ismi yerleşime köy
burada bulunurken verilmiş olmalıydı
ve seyyahların bahsettiği Zerzaua’nın
uyarlamasıydı.
Diyarbakır - Mardin karayolunun
45. kilometresinde yer alan
Zerzevan Kalesi ova seviyesinden
124 metre yükseklikteki kayalık
tepe üzerine kurulu. Askeri yerleşim
kalenin çevresinde 60 dönüm
kadar bir alana yayılır ve surların
dışındaki mezarlık alanı yüzeyden
rahatlıkla ayırt edilir. Surlarla
çevrili yerleşimde kamu yapılarının
bulunduğu güney kesiminde,
gözetleme ve lise, yönetim binası,
silah deposu (arsenal), kaya sunağı
gibi kullanılan savunma kulesinin
mimari kalıntıları yer alır. Yerleşimin
kuzey kesiminde cadde ve
sokaklarla konutlar vardır. Konutların
bulunduğu alanda aynı
zamanda su sarnıçları, yeraltı ibadethanesi,
yeraltı sığınağı, henüz
işlevi belirlenemeyen birçok yapı
daha bulunur. Surların dışında
yerleşime su sağlayan kanallar ve
ana kayaya açılan oyuk yerleriyle
ayırt edebildiğimiz sunu alanları,
nekropol alanındaysa kaya mezarları
ve tonozlu mezarlar görülür.
Surlardan giriş antik yolun da
bulunduğu doğudan, iki büyük burcun
arasından sağlanır. Tüm yerleşim
yüksekliği 15, kalınlığıysa yer
yer 3,2 metreye varan surlarla çevrelidir.
1,2 kilometre uzunluğundaki
sur duvarına belirli aralıklarla
yerleştirilmiş 10 adet burç ve 2 kule
vardır. Aynı zamanda burçlar arasında
dışa çıkıntılı destek duvarları
da bulunur. Surların bir bölümü
özellikle doğu ve güney bölümlerinde
ana kayanın oyularak belirli
bir yüksekliğe kadar sur duvarı
olarak kullanıldığı, duvarın kesme
bloklardan oluşturulduğu görülür.
Geçtiğimiz yıl keşfedilen, ana kaya oyularak yapılan yeraltı
sığınağı yaklaşık 400 kişilik kapasiteye sahip.
Doğu sur duvarlarında burçların
fazlaca yapılması, kaleye tek girişin
ve antik yolun bu bölümde yer
alması, konumunun saldırıya açık
bir topoğrafik özelliğe sahip olmasındandır.
Yerleşimin güneyinde
dikkati çeken gözetleme ve savunma
amaçlı üç katlı büyük kulenin
19 metrelik kısmı günümüze ulaşırken
yapıldığında yüksekliğinin 21
metre kadar olduğu anlaşılıyor. Kulenin
yamaç eğimine bağlı olarak
alt kısmı dışa doğru yedi basamaklı
kaide şeklinde. Güney kulede gerçekleştirilen
çalışmalarda yeraltına
doğru devam eden bir geçit tespit
edildi ve bir bölümü ortaya çıkarıldı,
fakat geçidin son kuşatmadan
önce düzgün bloklar ve harçla kapatıldığı
görüldü.
Cadde ve sokakların izlenebildiği
kuzeye doğru alçalan bölgeyse
konut alanı. Konutlar tek veya
birden fazla mekândan oluşmuş,
120 48
MAGMA OCAK 2017
Kamu yapılarının çoğunlukta olduğu güney kesimde büyük, beş veya daha fazla odadan
oluşan bağımsız yapı grupları bulunuyor. Konutlardan farklılaşan bu yapılar askeri garnizonun
YARBAKIR 121
temel kısımları ana kayaya oyulmuş,
ana kayanın oyulmasıyla elde
edilen bloklar yapı duvarlarında
kullanılmış. Sözkonusu konutlardan
günümüze kadar belirli bir
yüksekliğe kadar korunmuş duvar
ve kapı blokları izlenebiliyor. İki
katlı olarak tasarlanan konutların
büyük kapılara sahip alt katı atlara
ve besi hayvanlarına ayrılmış,
ayrıca depo işlevi görmüş, üst katı
insanların yaşam alanı olarak kullanılmış.
Yapılara ait bazı duvarlarda
dikkati çeken dikme şeklinde
blokların araları kaba taşlardan
örülmüş olmalı. Kuzeydeki konut
alanı dışında kamu yapılarının
ağırlıkta bulunduğu güney bölümde
de daha büyük boyutlu dört
veya daha fazla mekânla bağımsız
yerleşim birimleri bulunuyor. Bu
özel yapılardan birisi yerleşimin
orta kısmında, silah deposuyla
büyük su sarnıcı arasında kalıyor
ve dört mekândan oluşuyor. 9,6 x
12,4 metre boyutlarındaki konut,
askeri üst düzey bir yönetici tarafından
kullanılmış olmalı. Büyük
boyutlu bloklardan oluşturulan
duvarları belirli seviyeye kadar
korunmuş, kapı söve ve lentoları
günümüze kadar ulaşmış durumda.
Konutun duvarlarının diğer yapılara
göre oldukça kalın yapılmış
olması ısı kaybını önlemeye ve dayanıklılığa
yönelik.
Yerleşimin merkezinde, Roma
dönemi kaya mezarından dönüştürülmüş,
burada yaşayan ilk Hıristiyanların
kullandığı yeraltı ibadethanesi
bulunuyor. Güneyde ise
yeraltı ibadethanesinden sonra, 6.
yüzyılda inşa edilen ve kentte en
iyi korunmuş kamu yapılarından
biri olan, doğu - batı doğrultusunda
dört mekândan oluşan kilise
ZERZEVAN KALESİ KAZI ARŞİVİ
Farklı tiplerde ok uçları, kandiller, kadın ve çocuklara ait taş, cam ve
tunçtan üretilmiş takılar en sık rastlanan buluntular arasında.
122 50 MAGMA OCAK 2017
KADİR ÖZMEN
Yerleşimin kuzeyinde sokak ve teraslarla düzenlenmiş
konutlar yer alıyordu. İki katlı inşa edilen bu yapıların üst
katında insanlar yaşıyor. Büyük kapılı alt katlar at ve besi
hayvanlarına ayrılmıştı (solda üstte).
ner merdivenli bir girişe sahip. Her
bir bölümü 14 x 3,5 metre boyutlarında
olan sığınağın yüksekliği
4,3 metre. Yapının savaş zamanı
çevrede yerleşik tarımla uğraşan
insanların sığındığı, barış zamanındaysa
yiyecek deposu olarak
kullanıldığı düşünülüyor.
Yerleşimde su ihtiyacını karşılayan
ana kayaya oyulmuş 54 sarnıç
yapısı tespit edildi. Konutların
önünde yer alan sarnıçlar dışında,
kamunun kullanımı için kuzey
bölümde büyük sarnıçlar da var.
Sözkonusu tonozlu sarnıçların alt
bölümü kemer başlangıcına kadar
ana kayaya oyulmuş. Sarnıçta toplanan
suyu ihtiyaç halinde sarnıçlardan
çıkrık benzeri bir düzenekle
çekebilmek için tavanına açıklıklar
yapılmış. Doğu duvarı sura dayalı,
250 metrekarelik alana sahip, üzeri
tonozlarla örtülü büyük sarnıcın
kentin ana su kaynağı olduğu kesin.
Kentin güneyinde, surların dışında
yer alan ve henüz 616 metrelik kısyer
alır. Alandaki en yüksek noktaya
inşa edilen kiliseye geniş bir
avludan girilir. Kilisenin kuzeyindeyse
yerleşimin en büyük yapısı
bulunur. Dar uzun forma, yaklaşık
400 metrekarelik bir alanı kaplar.
Beşik çatıya sahip iki bölümlü bu
yapının silah deposu olduğu düşünülüyor.
1975’e kadar ayakta olan
yapının doğu duvarı, yıkıldığı haliyle
günümüzde görülebilir.
Kazı ekibinin 2016 yılında en
ilgi çekici keşiflerinden biri de
yerleşimin kuzey sur duvarına yakın
bir alanda, 400 kişinin geçici
olarak barınabileceği, ana kayanın
oyularak oluşturulduğu yeraltı
sığınağıydı. İki bölümden oluşan
sığınak beş havalandırmaya ve dömı
açığa çıkarılan kanal bu büyük
sarnıca su sağlamaktaydı. Yerleşim
alanı dışındaysa farklı tip mezarlardan
oluşan nekropol alanı bulunur;
burada genel olarak üç tür mezar
tespit edilmiştir. Bunlar tonozlu
mezarlar, klineli ve lahit biçiminde
oyulmuş kaya mezarlarıdır.
Diyarbakır’ın Roma dönemi hakkında
bugüne kadar kapsamlı herhangi
bir kazı ya da araştırmanın
gerçekleştirilmemiş olması nedeniyle
bilgilerimiz halen çok az. Bu
nedenle Zerzevan Kalesi’nde başlayan
çalışmalar, bölgenin Roma
dönemine ışık tutması açısından
oldukça önemli. Ayrıca uzun yıllar
sürmesi öngörülen kazı çalışmaları,
restorasyon ve çevre düzenleme
projeleriyle de askeri yerleşimin
ziyaretçilerin gezebileceği bir ören
yeri haline getirilmesi gerekiyor.
123 51
ROTA
Kekova Üçağız’ın deniz
seviyesinde bulunan
geniş düzlükleri, Likya
Yolu’nun zorlu olmayan
en keyifli patikaları.
124
MAGMA
HER YOL LİKYA’YA ÇIKAR
125
ROTA
Kİ GÜNDÜR yoldayım.
İ Kaş’tan başladığım yürüyüşte
uluslararası kırmızı-beyaz
Grande Randonnee sistemiyle işaretlenmiş
Likya Yolu patikaları boyunca
sırasıyla Sabeda (Limanağzı), Apollonia
(Kılınçlı), Aperlai (Sıçak), Teimiussa
(Üçağız) ve Simena (Kaleköy)
antik yerleşimlerinden geçerek Kaleköy’e
kadar toplam 45 kilometre yol
kat ettim. Likya Yolu’nun tarihi ve doğal
güzellikleri arasında zorlu patikalardan
yürürken her şeyi geride bırakıp
yalnızlığı duymak, doğa ve yolun
parçası olmak demekti. Fethiye’den
Antalya’ya kadar uzanan Teke Yarımadası’nda
yaşamış Likyalılara ait stratejik
yerleşimlerin büyük kısmı Roma
döneminde de ticari, dini önemini koruyan
ve bugünkü Demre ilçesini kapsayan
Orta Likya’da bulunuyor.
Kaleköy’ün arkasındaki geniş düzlüklerden
Çayağız’a (Andriake) doğru
ilerliyordum. Yürüyüş sırasında gördü-
ğüm antik kalıntılar kısıtlı oysa Likya
ve Roma döneminde kalabalık nüfusa
sahip antik yerleşimler çok uzağımda
olmamalı... Kaleköy sonrası ulaştığım
Gökkaya, sert rüzgârlara kapalı bir
koy, aynı zamanda Istlada antik kentinin
de limanı. Istlada geniş bir alana
yayılmış nekropolüyle yukarıda kalıyor
ama hiçbir yol işareti bulunmadığından
zeytinlikler arasında saklı bu
kente ulaşmak mümkün değil. Çakıl
Plajı ve Kalemlik Deresi’nin üzerindeki
tahta köprüyü geçerek Çayağız sahiline
iniyorum. Burada zaman geçirdikçe
çok geçmeden Kekova’nın doğasına,
tarihine hatta yalnızlığınızla baş başa
kalmaya doyamadığınızı anlarsınız.
Çayağız’dan sonra Demre’ye Likya
Yolu üzerinden ulaşabilmem için Eğridere
Vadisi üzerinden Gürses Köyü’ne
çıkıp Myra antik kentine inmem gerekiyor.
Biraz dikkatli baktığımda vadi
boyunca gördüğüm yapılar Hoyran’dan
Andriake’ye inen antik bir yol olduğunu
doğrular nitelikte. Bu rota Demre
bölgesinde artan seracılık sebebiyle
yok olmaya yüz tuttuğu sıralarda
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Birleşmiş
Milletler Kalkınma Programı (UNDP)
ve Anadolu Efes ortaklığında yürütülen
Gelecek Turizmde Projesi, Likya
Yolu’nun imdat çağrısına yetişti. Likya
Yolu’nda Bir Tarih Molası adlı proje
kapsamında Istlada, Hoyran ve Trysa
antik kentleri de Likya Yolu kapsamına
alındı. Böylece sürdürülebilir turizmin
gelişmesi için Kapaklı ve Hoyran köylerinde
yapılan yatırımlarla yürüyüşçüler
gerek konaklama gerek alışveriş
için molalar vererek Demre’ye alternatif
rotalar üzerinden ulaşabilecek.
Gökkaya Koyu’nu geçip Hayıtlı üzerinden
Kapaklı’ya doğru devam eden yeni
rota sayesinde saklı kent Istlada’ya
rahatça ulaşabiliyorum. Antik yazıtlarda
ismi geçmese de bölgede yapılan
çalışmalardan ismini öğrendiğim
bu etkileyici yerleşim, bir beyin oturduğu,
etrafı surlarla çevrili küçük bir
kaleyi andırıyor. Nekropolde Likya ve
126
MAGMA
Roma dönemine ait mezarlar yoğunlukta.
Lahitlerin çoğunluğu Roma olsa
da sfenks, horoz ve mezar sahiplerinin
tasvir edildiği MÖ 4. yüzyıla tarihlenen
bir Likya kaya mezarını ve yanındaki
ayakta kalabilmiş eski yapıları
yakından görülüp inceliyorum.
Istlada içerisinden mevcut rotaya
devam edebilir ya da isterseniz yeni
eklenen Kapaklı Köyü’ne doğru çıkabilirsiniz.
Ben Kapaklı Köyü’ne doğru ilerliyorum.
Köye ulaştığımda güleç yüzlü
Eğridere Vadisi üzerinden
Gürses’e doğru çıkılan rotada
Eseler bölgesinde sizi Çayağız
sahili manzarası karşılar. Bu
kısım, bölgede artan seracılık ve
yapılaşma sebebiyle yok olmaya
yüz tutmuştu fakat Gelecek
Turizmde projesinin desteğiyle
yenilendi (solda).
Arap akınları sebebiyle terk
edilen birçok kıyı yerleşiminin
aksine Likya’nın dağlık
topografyasına yayılan antik
döneme ait çiftlikler ve tarlalar,
günümüzde de işlevlerine devam
ediyor (üstte).
Likya Yolu’na yeni eklenen
rotalar üzerinde bulunan antik
yerleşimlerden biri de Hoyran.
Burada yer alan Likya, Roma ve
Bizans dönemine ait yapılar ve
mezarlar ziyaretçilere zaman
tüneline girmiş hissi veriyor (altta).
127
ROTA
Likya Yolu’nda Bir Tarih Molası projesi
kapsamında bağlantısı yapılan rotada
Kapaklı’dan Hoyran’a Roma yolu
boyunca ilerlendiğinde yürüyüşçüleri
yaşlı bir pırnal ağacı karşılar. Gölgesinde
oda tipi bir Likya mezarı uzanır.
nekropolünde Roma dönemine ait lahitler
arasında kalmış kaya mezarları
ziyaretçileri Likya dönemine geri götürüyor,
üzerlerine işlenmiş tasvir ve
kabartmalar yaşamı ve sonrasını betimliyor...
Proje kapsamında bu bölgede
dinlenme noktası inşa edilerek bölge
halkının Likya Yolu yürüyüşçüleriyle
tanışıp etkileşim halinde olması sağlanacak.
Böylelikle sürdürülebilir turizme
bir köy daha kazandırılmış olacak.
Hoyran’dan sonra uzun bir yürüyüşle
Davazlar Köyü üzerinden Gölbaşı
mevkisindeki Trysa’ya ulaşıyorum.
Yerleşime dair en önemli yapı Heroon
anıt mezarı. Anıtın kabartmalarla süslü
blokları bugün Viyana Müzesi’nde
sergileniyor. Mitolojik sahnelerin beköy
halkı beni karşılıyor. Proje kapsamında
köy merkezine inşa edilecek
büfeyi işletecek yerel halk, bugünlerde
yürüyüş turizmi konusunda bilinçlendiriliyor.
Eski ve yeni rotanın birbirinden
ayrıldığı bölgede Buzağılık Koyu’nda
yürüyüşçülerin Kekova’nın serin sularında
yüzmesine imkân sağlayacak küçük
bir iskelenin yapılacağının müjdesini
verelim. Likya Yolu’nda yapılan doğa ve
kültür yürüyüşüne deniz turizminin de
eklenebiliyor olması, bu kültür rotasının
dünyada diğer yürüyüş rotalarından
farklı kılan özelliklerden sadece biri.
Kapaklı üzerinden antik Roma yolu
boyunca deniz seviyesinden yaklaşık
600 metre yüksekliğindeki Hoyran’a
çıkıyor ve Çayağız’dan Aperlai’ye kadar
uzanan etkileyici panoramik manzaraya
ulaşıyorum.
Likya’da birçok yerleşim Arap akınları
sonrası kaderine terk edilmiş olsa da
etrafı surlarla çevrili küçük bir beylik
olduğu tahmin edilen Hoyran’da Bizans
dönemi de dahil olmak üzere kesintisiz
yerleşim olduğu, tarıma elverişli düzlükler
ve antik dönemden kalma çok
sayıda çiftlikten anlaşılıyor. Hoyran’ın
128
MAGMA
KADİR ÖZMEN
timlendiği bu eşsiz kabartmalarda İlyada’dan
bölümler, kahramanlıklar ve
büyük savaş sahneleri yer alıyor. Trysa’da
mezarlar önemli ölçüde tahrip
edilmiş olsa bile antik kent Likyalıların
ölülerini defnetme konusunda önemli
bilgiler verir. Akropolde çok sayıda
antik yapı göze çarpıyor ama tapınak
ve mezarlar haricinde tanımlanabilen
yapı oldukça az. Eşsiz manzarası ve
taşıdığı hüznüyle hatırlayacağım Trysa’dan
Demre Çayı’na Asarçukuru üzerinden
indikten sonra Myra antik kenti
ve Demre’ye ulaşıyorum. Yolculuğum
burada sona eriyor.
Likya Yolu’nda Bir Tarih Molası
projesi kapsamında ruhen birbirine
bağlı Likya ve St. Nicholas Yolları,
Asarçukuru’nda fiilen birleşiyor. St.
Nicholas Yolu’na devam etmek isteyenler
Ahmetler Köyü’ne doğru çıkıp
Alacahisar Kilisesi’ne ulaşabilir.
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı,
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı
(UNDP) ve Anadolu Efes ortaklığında
desteklenen Likya Yolu’nda Bir
Tarih Molası, Kültür Rotaları Derneği
tarafından Demre Belediyesi, Demre
Kaymakamlığı ve Kapaklı Muhtarlığı
işbirliğiyle yürütülüyor. Projede
köy halkının yerel ürünlerini satması
veya konaklama hizmeti vererek sürekliliğinin
sağlanması ve aile ekonomilerine
katkıda bulunması öncelikli
hedef. Son dönemlerde bölgede artan
yangınlar, gelişi güzel atılan kamplar
ve beraberinde ortaya çıkan kirlilik
tüm kültür rotalarının temel sorunlarından
birisi. Üzerimize düşen en
önemli görev, doğada izlerimizi bilinçli
ve duyarlılıkla bırakmamız. Gelecek
Turizmde projelerini gördükten sonra
emek ve çabayı takdir etmemek elde
değil. Bunların yanında kültür rotalarını
belli standart çerçevesinde sürdürülebilir
turizme kazandırıp korumaya
çalışan Kültür Rotaları Derneği, özel
bir teşekkürü hak ediyor.
Likya Yolu’nda Bir Tarih Molası
projesinin tüm bağlantı yolları, işaret
tabelaları, restorasyon çalışmaları bu
yıl bitecek, sonbaharla birlikte doğaseverler,
yeni Likya Yolu rotalarında
yürüyor olacak.
129
ROTA
1871’den beri
bol köpüklü
nefis Türk kahvesi
1933 yılında Beşinci Yerli Mallar Sergisi’nde açılan stand.
1871’den beri kalitesini ve titizliğini hiç bozmadan evlerimize nefis
Türk kahvesini getiren Kurukahveci Mehmet Efendi, bugün 50’den fazla ülkede tüketiliyor.
Kurukahveci Mehmet Efendi, Türklerin dünyaya armağan ettiği Türk kahvesini,
her yudumda aynı kalite ve keyifle dünyaya ulaştırıyor.
130
www.mehmetefendi.com
MAGMA NİSAN 2020