27.04.2020 Views

Arkeo Magma

Magma Dergisi Özel Sayısı

Magma Dergisi Özel Sayısı

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

2020

Patara

Yılı

KÜLTEPE-KANİŞ

ANADOLU ’ NUN İLK SÖZÜ

BÜYÜK KESİF

ANADOLU'NUN ELLERİ

İSTANBUL ARKEOLOJİ MÜZELERİ

GEÇMİŞİN GÖSTERİSİ

PATARA

DENİZCİLİK VE

TİCARETİN BAŞKENTİ

ŞANLIURFA

EDESSA MOZAİKLERİ

DİYARBAKIR

ZERZEVAN KALESİ

ISSN 2148-7707

facebook / twitter: magmadergisi

www.magmadergisi.com

ÖZEL

SAYI-1

2020


Sayı: Nisan 2020

Kapak Fotoğrafı: Kültepe Kazı Arşivi

54

MERSİN’İN MAĞARA RESİMLERİ

ANADOLU’NUN ELLERİ

70

2020 PATARA YILI

DENİZCİLİK VE TİCARETİN BAŞKENTİ

22

RAYLARIN

ALTINDAKİ TARİH

28

SAKLI

ZAMANIN KENTİ

104

ŞANLIURFA

EDESSA MOZAİKLERİ

110

DİYARBAKIR

ZERZEVAN KALESİ

34

GEÇMİŞİN

GÖSTERİSİ

122

HER YOL

LİKYA’YA ÇIKAR

Özcan Yüksek

YAYIN YÖNETMENİ

Kemal Tayfur

YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ

Necmi Karul

ARKEOLOJİ EDİTÖRÜ

Editöryal Servis

Oktay Uludağ / EDİTÖRYAL KOORDİNATÖR

Tijen Burultay / FOTOĞRAF

Onur Caymaz / TÜRKÇE

Güven Eken / DOĞA

Güneşin Aydemir / DOĞAL YAŞAM

Yazgülü Yüksek / HABER

Selcen Küçüküstel / ANTROPOLOJİ

Özlem Türkdoğan / DİJİTAL YAYINLAR

Tasarım

Özgür Çakır / GÖRSEL YÖNETMEN

Baysan Yüksel / İLLÜSTRASYON

Yazı Kurulu

Bedia Ceylan Güzelce, Buket Şahin, Buket Uzuner, Bülent Kale,

Cenk Durmuşkahya, Esra Danacıoğlu Tamur, Faik Bulut, Feray Coşkun,

Hüseyin Çağlar İnce, Mehmet Sait Taşkıran, Murat Topçu (Papşu),

Mustafa Alp Dağıstanlı, Mustafa Cemal, Oruç Türker Özger, Özgür Gürbüz,

Rüstem Aslan, Saadet Özen, Serkan Ayazoğlu, Süreyya İsfendiyaroğlu,

Uğur Biryol, Yusuf Yavuz

Fotoğraf

Ahmet Özyurt, Ali Ethem Keskin, Ali İhsan Gökçen, Baybars Sağlamtimur,

Burak Doğansoysal, Bünyad Dinç, Can Erok, Ersin Demirel, Fatih Pınar,

Fazıl Yıldırım, Hakan Deliç, Hakan Öge, Hüsamettin Bahçe, Kubilay Akdemir,

Mahmut Orhan Alkaya, Mert Gökalp, Murat Germen, Mahmut Koyaş,

Murat Kaan, Mustafa Önder, Pelin Asfuroğlu, Serkan Taycan,

Sevim Sancaktar, Tahir Özgür, Teoman Cimit, Timur Kara,

Tuncay Dersinlioğlu, Yağız Karahan, Yusuf Aslan, Zafer Kızılkaya

Bilimsel Danışma Kurulu

Prof. Dr. Suavi Aydın (İletişim), Prof. Dr. Serpil Bağcı (Sanat Tarihi),

Prof. Dr. M. Ertuğrul Bayraktar (Müzik), Prof. Dr. Kutalmış Görkay (Arkeoloji),

Doç. Dr. Mehmet Kalpaklı (Tarih), Prof. Dr. Ahmet Karataş (Biyoloji),

Ersu Pekin (Müzik Tarihi), Prof. Dr. Mehmet Emin Özel (Astrofizik),

Prof. Dr. Mehmet Özdoğan (Prehistorya), Prof. Dr. Mehmet Sakınç (Jeoloji),

Prof. Dr. Orhan Tekelioğlu (Sosyoloji)

Katkıda Bulunanlar

Abdullah Deveci, Altuğ Şenel, Amy Toensıng, Ara Güler, Barış Salman,

Derya Şahin, Edhem Eldem, Erhan Demirtaş, Feyzullah Şahin,

Fikri Kulakoğlu, Gürbüz Engin, Hale Tümer, Havva İşkan, İzzet Keribar,

Mahmut Akok, Müslüm Ercan, Nedim Dervişoğlu, Neşe Atik, Orhan Durgut,

Orkun Hamza Kayci, Osman Emre Köse, Patrıck Aventurıer, Rahmi Asal,

Reyhan Ekşi, Sedat Ateş, Taner Özgür, Veysel Donbaz,

Yasin Gökhan Çakan, Yaşar Ünlü, Zeynep Kızıltan,

Reklam

İnci Gür Yabeyli / REKLAM DİREKTÖRÜ

TEL: (0212) 267 08 90 FAKS: (0212) 267 08 70

Abone

www.magmaabone.com

abonelikmerkezi.com/urun/magma

Destekçiler

Buğday Derneği, Doğa Derneği, Doğa Okulu, GOLA Derneği

Yayın Türü

Yaygın, süreli, aylık

ISSN 2148-7707

Baskı ve Cilt

UNIPRINT BASIM SANAYİ VE TİCARET A.Ş.

Ömerli Mah. Hadımköy-İstanbul Cad. No: 159 34555 İstanbul

Tel: (0212) 798 28 40 Faks: (0212) 798 20 63

www.apa.com.tr

Dağıtım

Turkuvaz Haberleşme ve Yayıncılık A.Ş.

Yayıncı

Evliya Çelebi Yayıncılık A.Ş.

Oktay Uludağ

TÜZEL KİŞİ TEMSİLCİSİ

© EVLİYA ÇELEBİ YAYINCILIK A.Ş.

bilgi@evliyacelebi.co

Her hakkı saklıdır. Yazı, fotoğraf, illüstrasyon ve haritalar

izinsiz kullanılamaz, alıntı yapılamaz.

/ MagmaDergisi / MagmaDergisi / magmadergisi

/ dunyasenicagiriyor


NİSAN 2020

84

KÜLTEPE-KANİŞ

ANADOLU’NUN İ LK SÖZÜ


SİMRU HAZAL CİVAN

GEÇMİŞİN BİLGİSİ

İnsanın geçmişe olan ilgisinin ne zaman

başladığını tam olarak bilmiyoruz. MÖ

6. yüzyılda Babil Kralı Nabonidus’un,

Sippar kentinde ve Harran’daki Ay Tanrısı

Naram-Sin’in tapınağında yaptığı kazıları

bu ilginin ilk kanıtları arasında görebiliriz.

Hatta MÖ 5. yüzyılda yaşamış Heredot’u

geçmişe ilgiyi uyandıran kişilerin başına

koyabiliriz. Bugün çoğu insan için geçmiş,

yaşamın önemli bir parçası, insanın

bireysel ve toplumsal varoluşunun önemli

bir bileşenidir. Bu bağlamda formel

organizasyonların yanı sıra okumak,

öğrenmek, gezmek gibi insanın bireysel ilgi

ve çabası da belirleyicidir. Magma Dergisi

altıncı yılını ve 50 sayısını geride bıraktığı

bugünlerde ArkeoMagma adında özel

bir sayı hazırlayarak geçmişe ilgi duyan

okurlarına Anadolu’dan derlenmiş konular

sunmayı amaçladı.

Arkeoloji, Magma Dergisi ilk çıktığı

günden bu yana, hemen her sayıda kendine

Türkiye’den ve dünyadan seçilen konular ve

haberlerle yer buldu. Bu özel sayıda, daha

önce yayımlanmış konu ve haberlerden

bir seçki yapıldı. Bunlar arasında 2016

yılında 125. yılını kutlayan İstanbul

Arkeoloji Müzeleri’nden, adı 2020 yılı ile

anılacak olan Patara’ya ya da Anadolu’da

geçtiğimiz yılın en önemli keşiflerinde

biri olan ve Anadolu’nun Elleri başlığıyla

yayımlanan Mersin’deki prehistorik kaya

resimlerine kadar farklı dönemlere ve farklı

coğrafyalara ait çok sayıda yazı var.

İçinde bulunduğumuz şu günler geçmişin bize

öğreteceği ne kadar çok bilginin olduğunu

gösteriyor. Magma Arkeoloji özel sayısının

arkeolojinin toplumsallaşmasına katkı

sağlaması dileğiyle. Sağlıcakla...

Necmi Karul



ARKEO MAGMA

KUZEY IRAK’TAKİ NEANDERTAL

AGROS DAĞLARI'NDA-

Z Kİ Şanidar Mağarası’nda

1950’li yıllarda yapılan bir

keşif insanlık tarihi için çok önemli

bulgular ortaya çıkarmıştı. Yaklaşık

on adet Neandertal gömütü bulunan

mağarada yapılan çalışmalarda iskeletlerden

birinin üzerinde çiçek polenleri

bulunmuştu. Bu durum, gömü

esnasında birilerinin mezara çiçek

koymuş olabileceği teorisinin ortaya

atılmasına neden olmuştu. Yapılan

keşif, Neandertaller ile ilgili teorileri

değiştirmiş ve Neandertallerin gelişkin

bir soyutlama yetisine sahip olup

olmadığı konusu yaygın olarak tartışılmaya

başlamıştı. Kimi araştırmacılar

polenleri bilinçli olarak gömütün

üzerine bırakılan çiçekleri işaret

ettiğinden şüphe ederken bir kısmı

da Neandertallerin ölülerini gömüp

gömmediğini bile sorgulamıştı.

Yıllar sonra, 2014 yılında Şanidar

Mağarası’ndaki araştırmalara yeniden

başlayan araştırmacılar geçtiğimiz

sonbaharda kafatasının ve üst

göğüs kafesinin tamamı ile kol ve el

kemikleri korunagelen yeni bir Neandertal

iskeleti buldular. Ekip lideri

arkeolog Christopher Hunt bu

yeni iskeletin “Çiçek Gömütü” olarak

adlandırılan iskeletin de bulunduğu

çökelti bloğunda yer aldığını, dolayısıyla

Çiçek Gömütü’nü de yeni teknolojiyle

test etme olanağı bulacaklarını

söyledi. Bulunan yeni iskeletin

yaklaşık 80.000 yıl önce yaşadığını

belirten uzmanlar, günümüzde modern

teknoloji yardımıyla Neandertal

iskeletlerinden ve hatta bulunan dip

tortulardan DNA örnekleri alarak heyecan

verici yeni bilgilere ulaşmayı

umuyorlar. Araştırmalar sonuçlanmadan

kesin bilgiler vermenin zor

olduğunu söyleyen Dr. Hunt, Çiçek

Gömütü alanında bulunan iskeletlerin

birbirinden farklı jeolojik seviyelerde

olduğunu dolayısıyla eş zamanlı

olarak gömülmediklerini belirtiyor.

Bu durumun Neandertallerin nesiller

boyunca aynı alana geldiklerinin ve

olasılıkla daha önceki gömütlerden

haberdar, başka bir deyişle bir hafızanın

ürünü olarak bilinçli şekilde

ölülerini buraya gömdüklerinin bir

kanıtı olarak görülüyor. Araştırma

ekibi gibi gerek geçmiş meraklıları,

gerekse bilim dünyası araştırmanın

sonucunda ortaya çıkacak yeni gelişmeleri

merakla bekliyor.

6

MAGMA


Binlerce yıl sonra

ilk kez gün yüzüne çıkıyor.

Kültürel mirasımızı gelecek kuşaklara aktarmak için

arkeolojik kazı çalışmalarını destekliyoruz.

7


ROTA

LİKYA YOLU’NU KORU

ARANTİ BANKASI’NIN

G 1998 yılında düzenlediği Geleceğe

Dört Işık (çevre, spor,

eğitim, endüstri) yarışmasının çevre

dalındaki ödülünü kazanan ve Kate

Clow tarafından projelendirilen Türkiye’nin

uluslararası standartlarda

işaretlenmiş ilk uzun soluklu yürüyüş

parkuru Likya Yolu Kültür Rotası, yıllardan

beri büyük bir sorunla karşı

karşıya. Uluslararası dergiler tarafından

dünyanın en uzun elli rotası,

en güzel manzaralı on yürüyüş rotası

listelerine seçilen ülkemizin bu nadide

turizm değeri, geçen yirmi yıl içerisinde

Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından

tescil edilemedi ve bu nedenle

belirlenen sabit rota, yıllar içerisinde

bozularak değişmek zorunda bırakıldı.

Toplam uzunluğu 555 kilometre

olan kültür yolunun 79 kilometrelik

bölümü Muğla il sınırlarında, kalan

kısmıysa Antalya’nın batı sahillerinden

geçiyor. Teke Yarımadası’na

yayılan 78 Likya kentinden yalnızca

yirmisine uğrayan rota, aynı zamanda

turizm hareketliliği olan Fethiye, Ölüdeniz,

Kelebekler Vadisi, Kabak Koyu,

Patara, Kalkan, Kaş, Kekova, Demre,

Finike, Adrasan, Olimpos, Çıralı, Tekirova

gibi turizm merkezlerinden

geçiyor. Likya Yolu’nu her yıl yaklaşık

yüz bin kişi yürüyor ve bölgedeki on

binlerce kişi ve pek çok aile bu turizm

değerinden ekonomik gelir elde

ediyor. Ne var ki bir eko-turizm güzergâhı

olan Likya Yolu aynı zamanda

mücavir alan, hazine arazisi, milli

park, orman sınırları ve özel mülkiyet

gibi farklı bölgeleri de kapsıyor. Yeni

açılan orman yolları, düzenleme yapılan

alanlar, yeni seralar, tarla ve bahçelerin

açılarak çit veya tel örgülerle

çevrilmesi Likya Yolu’nun her yıl yeniden

gözden geçirilmesine ve haritanın

değiştirilmesine neden oluyor. Oysa

dünyanın hiçbir yerinde uluslararası

alanda tanınan bir kültür yolunun

güzergâhı değişmez, haritası her yıl

yeniden belirlenmez. Aksine var olan

kültürel miras niteliğindeki eski göç

yolları koruma altına alınarak sürdürülebilirlikle

birlikte ülkenin turizm

gelirine katkısının artabilmesi için gelişmesi

ve yerel farkındalığı sağlanır.

Türkiye’nin TBMM Genel Kurulu

tarafından kabul edilerek taraf olduğu

Genişletilmiş Avrupa Konseyi Kültür

Yolları Sözleşmesi kapsamında

yer alan şartlara uygun olarak mevcut

kültür rotalarının tescillenmesini ve

korunmasını sağlaması, uluslararası

bir mecburiyettir. Bu anlamda Türkiye

turizm portföyünün önemli elemanlarından

biri olan Likya Yolu Kültür

Rotası’nın bir an önce koruma altına

alınması, Kültür Varlıkları Koruma

Müdürlüğü tarafından tescil edilmesi

ve bu tescilin yasallaşabilmesi için

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın gerekli

kanuni düzeltmeleri bir an önce hayata

geçirmesi gerekiyor.

8

MAGMA


sanatsalbaski.com

Online

Fineart

Baskı

Atölyesi

Fotoğraf ve dijital çalışmalarını yükle

Kağıt ve çerçeveni seç

Siparişini ver

Kargon kapına gelsin

www.sanatsalbaski.com

9


ARKEO MAGMA

İLLÜSTRASYON: TANER ÖZGÜR

ÇATALHÖYÜK’ÜN KUTSAL KUŞLARI

ENVIRONMENTAL ARCHEOLOGY

MAGMA


Neolitik sembolizme göre

turna tüyleriyle yapılan

dansın, ruhu ebediyete

ulaştırdığı düşünülüyor

(sol üstte).

Çatalhöyük'te bir evde

bulunan detaylı duvar

resimlerinde başta akbaba

ve turna olmak üzere kuşlar

resmediliyor (sağ üstte).

UŞLAR, İKİ AYAKÜSTÜN-

K DE durabilmeleri, çevreleriyle

etkileşimleri, serenat

yaparcasına ötmeleri ve dans etmeleri

gibi insansı davranışlarının yanı

sıra uçma becerileriyle de toplumların

dikkatini çekiyor. Toplumların

çoğu zaman kuşları ruh veya ruhlar

aleminden gelen haberciler olarak

algıladığı biliniyor. Kuşların ruhani

görevlerinin detayları geçmişte kaybolmuş

olsa da günümüze ulaşan bulguların

analiziyle bu konuda yorum

yapmak mümkün.

Çatalhöyük’te, İÖ 7100 - 6000 tarihleri

arasına tarihlenen yerleşimlerdeki

inançla ilgili ögelere, daha

önceki ya da sonraki dönemlerde

olduğu gibi tapınak olarak adlandırabileceğimiz

özel bir yapıdan ziyade

hane içlerinde rastlanıyor; olasılıkla

ritüeller her hanede münferit olarak

sürdürülüyordu. Yapıların içerisinde

mezarlarda, duvar resimlerinde, hayvan

kemiği yığınlarında ya da duvar

resimlerinde hep kuşlar kullanılmış.

Çatalhöyük’te yaşayan insanların

beslenmesinde memeli hayvanlar

önemli yer tutarken Konya Ovası’nda

bulunan çağdaşları Pınarbaşı ve Boncuklu

gibi yerlerde sıklıkla kuş tüketildiği,

sadece Çatalhöyük’te bütün

olarak saklandıkları görülüyor. Özellikle

kanat tüylerinin korunması, bu

kısmın etten daha değerli olduğunu

gösteriyor. Çatalhöyük kazılarında

akbaba ve turna tüylerinin yanı sıra

diğer su kuşu tüylerinin de bulunması

araştırmacıların dikkatini çekiyor.

Dr. Russel’a göre kızıl akbaba

(Gyps fulvus) ve turna (Grus grus) kemiklerinin

özenle bir araya getirilmiş

ve saklanmış olması bölgedeki insanların

inanç sisteminde, kuşların ruhu

ölüm sonrasına hazırlayan birer araç

olduğunu gösteriyor. Bunun yanı sıra

kaşıkçı (Platalea leucorodia), fiyu

(Anas penelope), küçük sakarca kazı

(Anser erythropus) ve küçük balaban

(Ixobrychus minutus) türlerine ait kuş

tüylerinin benzer şekilde bir araya

getirilerek çocuk mezarlarına yerleştirilmesi

de daha küçük su kuşlarının

çocukların ruhunu, ölüm sonrası yaşama

ulaştırdığına dair inanışa işaret

ediyor. Yazısında kuşların Çatalhöyük’te

sosyal sınıfları belirlediğinin

kesin olduğunu yazan Russel, tam

olarak ne ifade ettiklerininse henüz

değerlendirildiğini belirtiyor.

Magma’ya açıklama yapan Nerissa

Russel, eski insanların inançlarını

ve dini törenlerini tahmin etmenin

zor olduğunu ifade ederek özellikle

turna ve akbaba tüylerinin tören giysileri

olarak kullanıldığını düşündüğünü

ancak bunlara totem demekten

kaçındığını belirtti. Belki de insan

ruhlarının turna dansı ve akbaba

süzülüşü benzeri hareketlerle gökyüzüne

yükseldiğini ekleyen Russel,

çocuk ruhlarının daha küçük kuşlar

tarafından ebediyete yollanabileceğini

söyledi.

11


MAVGA KALESİ

NADOLU’NUN, hakkında

A çok fazla bilgi sahibi olamadığımız

en etkileyici ve şaşırtıcı

tarihi mekânlarından biri. Yerel halkı

bir tarafa bırakırsak gerçek bir Anadolu

bilinmeyeni: Mavga Kalesi... İsminin

kökeni ve anlamı konusunda da bir

bilgi yok. Mersin ili Mut ilçesine bağlı

Kozlar Yaylası’nın hemen önünde çok

sarp ve korkutucu uçurumlarla çevrili

devasa bir kaya kulesinin üzerinde

yükseliyor. Kalykadnos yani Göksü

Nehri ve Vadisi’ne tamamen hâkim

noktada. Antik dönemin Claudiopolis’i,

bugünün Mut yerleşimine de tam

tepeden bakıyor.

Aslında tam bir doğal kale olan bu kayalığın

üzerinde bilinen tek yapı parçası,

bölge Selçuklu egemenliğindeyken

yarım daire şeklinde yapılan bir kule.

Bunun dışında ne geçmiş ne de daha

sonraki dönemlerde herhangi bir başka

savunma yapısı inşa edilmeye ihtiyaç

duyulmamış. Zaten kaleyi gördüğünüzde

bunun gereksizliğini hemen algılayabiliyorsunuz.

Sadece ufak bir noktadan

karşısındaki yamaçla bağlantısı olan

kulenin bulunduğu kütleye, belli ki zamanında

açılır kapanır ahşap köprüyle

ulaşılabiliyordu. Bugün de aynı noktada

derme çatma bir ahşap köprü var

ama geçmek cesaret istiyor. Özellikle

yükseklik korkusu olanların kullanabileceği

bir geçiş değil. Kulenin bulunduğu

ve çevre kayalıklarda hem doğal hem

de insan eliyle oyulmuş, kimi yerlerde

koridorlarla birbirine bağlı sayısız yaşam

alanı var. Bunlar buradaki yerleşim

tarihinin çok eskilere uzandığını gösteriyor.

Oldukça kalabalık bir nüfusu

MAGMA


barındırabilecek genişlikte olan bu yerleşim

alanları kalenin bulunduğu kaya

kütlesinin haricinde bütün çevreye de

dağılmış durumda. Mavga Kalesi’nin

bulunduğu coğrafya tarihsel öneminin

ötesinde aynı zamanda çok etkileyici

bir doğal güzellik bölgesi. Anadolu’nun

birçok yerinde karşımıza çıkan, tarihin

ve doğanın iç içe geçtiği coğrafyalara

çok güzel bir örnek.

Üzerindeki kitabeye göre kule 13.

yüzyıl başları Alaeddin Keykubat zamanında

inşa edilmiş. Mavga Kalesi’nin

güvenliğinden sorumlu, İbrahim isimli

kişinin yani dizdarının 1.378 akçe geliri

olduğunu beyan eden Osmanlı dönemi

yazılı kaynak, bize buranın Osmanlılarca

da kullanılmaya devam ettiğini

gösteriyor. Aslında hemen yanı başında

bulunan günümüz Kozlar Yaylası’nın

varlığı, yerleşim sürecinin bitmediğinin

ve halen devam ettiğinin de bir belirtisi.

Belli ki başlangıçta mağaralarda

yaşayan insanlar, zamanla buraları terk

edip hemen yanı başlarına inşa ettikleri

yerleşimlerde yaşamaya başlamış.

Mavga Kalesi, doğal kayalığın üzerinde

yükselen bir kuleden ibaret. Kale, Göksu

Nehri Vadisi’ne hâkim konumda ve Mut

ilçesine tepeden bakıyor (solda üstte).

Kulenin bulunduğu ana kayada ve çevre

kayalıklarda hem doğal hem de insan

eliyle oyulmuş, kimi yerlerde koridorlarla

birbirine bağlı sayısız yaşam alanı var

(üstte ve solda).

NASIL GİDİLİR

KOZLAR, BİR YAYLADAN ÇOK Mut halkı için bir hafta sonu sayfiye yeri gibi. Bu

yüzden özellikle hafta sonları Mut merkezden kolaylıkla minibüs bulabilirsiniz. Yaz aylarında

belediye otobüsü de çalışıyor. Anayoldan itibaren görüş alanında olan kaleye

yürüyerek ulaşılıyor.

13


ARKEO MAGMA

TRAK MEZARLARI

EKİRDAĞ, Karaevlialtı mevkisindeki

Heraion Teikhos

T

yerleşiminde kazı çalışmalarıyla

üç tümülüs mezar gün ışığına

çıkartıldı. Bilinenlerden daha farklı

mimariye sahip mezarlardan biri oldukça

iyi korunmuş ve mezar yapıları

hakkında kapsamlı bilgi veriyor.

Trakların tipik mezar yapıları tümülüstür.

Trak tümülüs mezarları genellikle

bir mezar odası ve bu mezar odasının

üstündeki yapay tepeden oluşur. Bazen

mezar odasının yerini bir lahit, sandık

mezar ya da doğrudan toprak çukura

yapılan gömü alırken bazen de mezar

odasının önünde mezar sahibinin atlarının

gömüldüğü bir ön mekân bulunur.

Karaevlialtı tümülüsüyse çok farklıdır.

Trak yerleşimi Heraion Teikhos’ta

bulunan tümülüslerden iyi durumda

olanı yaklaşık beş metre çapında. Mezar,

gömü çukurları üstüne kapatılan

pişmiş toprak levhalar, onun üstüne

konan pişmiş toprak kemerler ve en

üstte yer alan yapay tepeden oluşuyor.

Yapısı bozulmamış olmasına rağmen

bu mezara, antik dönemde soyguncuların

yandan girerek iskeletleri kısmen

dışarı çıkardığı, kısmen dağıttığı ve

ölü hediyelerinin bir bölümünü aldıkları

anlaşılıyor.

Mezarın mimarisinden anlaşıldığı

üzere iki ölü, aynı anda yan yana gömülmüş.

Çünkü bu mezar odası, birden

fazla kez açılıp gömü yapılacak

biçimde değil. Mezardaki kalıntılara

göre iskeletlerden batıdakinin sağ

kolu ve ayakları korunmuş. Ayaklar

Tekirdağ’da Heraion

Teikhos tümülüsünde yapılan kazılarda,

Helenistik döneme tarihlenen Tyhe

figürinine ait bir baş çıkartıldı. Tyhe figürini

gibi mezarlara bırakılan hediyelerle

Trakların ölü gömme gelenekleri

hakkında bilgilere ulaşıldı.

özgün konumunda (in-situ) olmasına

rağmen mezar karıştırıldığı sırada kolun

yerinden oynatıldığı fark ediliyor.

Mezarda Doç. Dr. Dilek Erdal’ın kırk

yaşlarında bir erkeğe ait olduğunu

tespit ettiği bu iskelet kalıntılarının

dışında az sayıda dağınık halde kemik

parçaları da bulundu. Mezarın doğusunda

çok daha az buluntuya rastlandığı

için soyguncuların mezarı bu

yönden tahrip ettiği anlaşılıyor.

Yan yana yaklaşık 90 santimetre genişliğindeki

mezar çukurlarına yatırılan

ölülerin üzeri, pişmiş toprak levhalarla

örtülü. Bu levhaların üzerlerinde

pişmiş topraktan altışar adet kemer

bulunuyor. Çeyrek daire şeklindeki iki

parçadan oluşan kemerlerin üzerine

toprak atılarak tümülüs oluşturulmuş.

Paralelleri henüz bilinmeyen, Trakların

Odrys Sülalesi’nin şehri olan Heraion

Teikhos’taki bu tümülüsler, bu

krallığa özgü olmalı.

Mezarda bulunan hediyeler; yalın

pişmiş toprak kaplar, Helenistik döneme

tarihlenen Tyhe figürinine ait bir

baş ve Büyük İskender sikkesi. Yalın

kapların, dönemin pahalı metal kaplarını

taklit eden siyah parlak astarlı

kaplara benzer şekilde biçimlendirilmesine

karşın çok aceleyle ve kabaca

şekillendirildiği görülüyor. Alt kısımları

düzgün olmadığından dik duramayan,

kötü pişirilmiş bu kapların mezar

hediyesi olarak yapıldığı anlaşılıyor.

Diğer iki tümülüs mezarda da ölü hediyesi

olarak aynı yalın kaplardan çok

sayıda bulunması Heraion Teikhos tümülüslerinin

üçünün de çağdaş olduğunu

ve Helenistik dönemde yapıldıklarını

gösteriyor.

Bu mezar tipinin defalarca açılıp kapatılamayacak

mimariye sahip olması,

antik yazarların belirttiği bir Trak geleneğini

doğrular nitelikte. İlk kez MÖ

5. yüzyılda Herodot, Trak erkeklerinin

çok eşli olduğunu ve erkeğin ölümü

halinde, eşlerin onunla birlikte gömülmek

istediklerini ve bir ihtiyar heyetinin

bu şerefi sadece bir eşe, genellikle

de ilk eşe verdiğini söyler. MÖ 1. yüzyılda

Pompeus Mela, MÖ 3. yüzyılda

Solinus ve MS 6. yüzyılda Bizanslı

Stephanus da eşlerden birinin gönüllü

olarak kurban edildiğini ve erkeğin bu

eşle birlikte gömüldüğünü yazar.

14

MAGMA


HERAION TEIKHOS TÜMÜLÜSLERİ

Tekirdağ Karaevlialtı mevkisindeki Heraion Teikhos

yerleşiminde, kazı çalışmalarıyla bilinen tümülüs

mezarlardan çok farklı tipte üç tümülüs mezar gün ışığına

çıkarıldı. Trak tümülüs mezarları genellikle bir mezar odası

ve bu mezar odasının üstündeki yapay tepeden oluşur.

TRAKLARDA ÇOK EŞLİLİK

Trak erkekleri çok eşliydi. Eşlerden

biri gönüllü olarak kurban edilerek

ölen erkekle birlikte gömülüyordu.

5. yüzyılda Herodot, 1. yüzyılda

Pompeus Mela, 3. yüzyılda Solinus,

6. yüzyılda Stephanus bu konuya

değinmiştir.

Tümülüs mezar kesiti

KARAEVLİALTI HÖYÜĞÜ NEREDE?

Tekirdağ il merkezinin 10 kilometre

doğusunda, İstanbul – Tekirdağ

karayolu üzerinde, Karaevli Köyü'nün

Karaevlialtı mevkisinde yer alır.

Kemerler iki parçadan oluşuyor.

Mezarların yarıçapı

5 metreyi bulabiliyor.

Mezarların yeraltında kalan bölümü

KADİR ÖZMEN

Mezarların üstünde yan yana

altışar kemer bulunuyor.

TÜMÜLÜS MEZARLARINDA

BULUNAN EŞYALAR

• Sikke

• Pişmiş toprak figürin başı

• Yalın mezar kapları

Mezarları

örten

yapay tepe

Toprak levha üstüne

konan pişmiş

toprak kemerler

Gömü çukuru üstüne kapatılan

pişmiş toprak levhalar

15


ARKEO MAGMA

SON KAPAKLIKAYALAR DOLMENLER

ANAKKALE Behramkale’de,

Ç Demir Çağı’nın megalitik

mezar anıtları dolmenler

bulundu. Batıda, Trakya ile sınırlı

bir coğrafyadan bilinen dolmenlerin

Marmara’nın güneyinde bulunması

son yılların önemli keşifleri arasında.

Henüz çok azı bilinen ve tahrip edilen

bu anıtların acilen koruma altına

alınması gerekiyor. Dolmenlerin bulunduktan

hemen sonra definecilerin

talanına uğraması, Magma tarafından

görüntülendi.

Yakın zamana kadar Trakya’daki

dolmenlerin Istranca Dağları ile sınırlı

bir bölgede olduğu biliniyor ve bu

nedenle de Istranca Dolmenleri olarak

adlandırılıyordu ancak geçtiğimiz

günlerde Magma dergisi fotoğrafçılarından

Bünyad Dinç, Çanakkale’nin

Ayvacık ilçesine bağlı Behramkale

ve Büyükhusun Köyleri arasında dolmenleri

fotoğrafladı. Kısa süre önce

Çanakkale Müzesi’nin envanter çalışmalarında

ortaya çıkan dolmenler bilim

dünyasında henüz yeterince yankı

bulmamışken Bünyad Dinç, dolmenlerin

tahrip edildiğini görüntüledi. Öyle

ki definecilerin kazı aletleri, araç

gereçleri yağmalanmış, yıkılmış anıtların

yanı başındaydı. Durum acilen

Çanakkale Müzesi’ne bildirildi. Bu

arada bölgede yaşayanlardan, Anadolu

arkeolojisi açısından büyük bir

keşif olan dolmenlerin çok daha fazla

olduğunu ancak günümüze çok azının

korunageldiğini öğreniyoruz. Şimdiyse

kalanların akıbetinin ne olacağı

merak konusu.

16

MAGMA


Çanakkale’nin Ayvacık ilçesine bağlı Behramkale’de, megalitik mezar anıtları

dolmenler bulundu. Henüz çok azı bilinen dolmenler, şimdiden definecilerin

saldırısına uğradı ve zarar gördü (üstte ve solda).

İnsan için gizemini her zaman koruyan

ölüm, farklı din ve inançların üzerinde

durduğu ortak olguların başında gelir;

birçoğu ölümü bir son olarak görmese

de her inanç, ölülerini farklı ritüellerle

uğurlar. Ölümün herkesçe kabul edilen

ortak noktası bedenin artık yaşamıyor

olmasından öte bir şey değildir aslında.

Bununla birlikte ölümün anlamı

da ölenin arkasından yaşananlar da

farklıdır. Kimi insan yaşadığı dünyayı

sessiz sedasız terk ederken kimileri

için törenler düzenlenip anıtlar inşa

edilir. Güç sahibi olanların yaşarken

sahip olduğu statüyü ölümden sonra

da sürdürme arzusu çoğu ritüellerin de

kaynağı olur. Yok oluşu hafifletmeye,

ölümden sonra da kalıcı olmaya dair

arayışlarsa neredeyse insanlık tarihi

kadar eskiye dayanır.

Tarihöncesinden günümüze ölümün

farklı yansımalarıyla karşılaşılır. Ev tabanlarının

altlarına cenin pozisyonunda

gömülen bedenler ve ölü hediyeleri

ölümle yaşam arasındaki sınırı zorlarken

kayalara oyulan mezarlar, gömüt

üzerine metrelerce toprak yığılarak

oluşturulan tümülüsler ve piramitler

âdeta ölüme meydan okur. Mısır’da olduğu

gibi hükümdarlar, hizmetkârları

ve hayvanlarıyla ya da ilk Çin İmparatoru

Qin Shi Huang gibi öteki dünyayı

yönetirken ona eşlik edecek binlerce

terakota askerle birlikte gömülür.

Anıt mezarlar arasında yer alan

megalitik mezar ya da dolmenler Avrupa’ya

özgü bir gelenek olarak tanınmakta,

özellikle İngiltere’deki Stonehenge

gibi Kuzey ve Batı Avrupa’da

kazısı yapılmış birçok örneği bulunmaktadır.

Megalitik anıtların MÖ 3.

bin yılın başlarına kadar inen Avrupa’daki

örnekleri dışında Kafkaslar,

Doğu Akdeniz, Kuzey Afrika ve Batı

Akdeniz’deki adalarda keşfedilenler;

bu geleneğin Kırım’dan Japonya’ya

kadar geniş bir coğrafyaya yayıldığını

gösterir.

Türkiye’de, 20. yüzyılın başlarından

itibaren Trakya’da Istranca Dağları’ndan

tanınan megalitik anıtlar sonraki

yıllarda kuzeydoğu Anadolu’da,

Adıyaman ve Kahramanmaraş’ta da

bulundu. Ancak sayısal olarak en yoğun

olduğu ve araştırıldığı yer Trakya.

Kırklareli ve Edirne illerinin yanı sıra

Trakya’nın Yunanistan ve Bulgaristan

kesimlerinde yoğun olarak bulunan bu

mezar anıtlarının ülkemizde 120 kadarı

belgelenmiş durumda.

Yörede iki tür megalit anıtla karşılaşılır.

Bunların ilki dikilitaş şeklinde

ve menhir adıyla bilinir, genelde aynı

alanda çok sayıda bulunur. Diğeri kapaklıkaya

olarak da anılan dolmen

17


lerdir. Dolmenlere daha çok bölgenin

dağlık kesimlerinde, yapımı için

gerekli olan yassı büyük taş blokların

olduğu yerlerde rastlanır. Bulundukları

arazinin, çevreye hâkim bir noktasına

inşa edilen bu yapılar yerel

adından da anlaşılacağı gibi dörtgen

bir mekân oluşturacak şekilde yerleştirilen

2 - 3 metre boyutlarındaki

taşların üzerine konan bir kapak taşından

oluşur. Bir ya da iki odalı olan

örneklerin önünde bir de sundurma

bulunur. Odaların sundurmaya açılan

ön yüzündeki taşta büyükçe bir delik

vardır ve bunun ruhların giriş çıkışı

için bırakılan bir açıklık olduğuna

inanılır. Ancak bu açıklıklar olasılıkla

farklı zamanlarda yeni gömütlerin

yapılabilmesi için kapı olarak kullanılmıştır.

İlk bakışta, yalnızca mezar

odalarını oluşturan taş bloklardan

ibaret gözükse de dolmenler dairesel

bir duvarla çevrelenir ve bazen

merkezinde yer alan odaya doğru konikleşen

toprak ve taştan bir yığma

tepenin içinde kalacak şekilde gömülür.

Bu tür mezar anıtlarından biri

olan Lalapaşa Dolmeni, Edirne Müzesi

adına Murat Akman’ın yürüttüğü

çalışmalarla açığa çıkarılan, ülkemizdeki

kazısı yapılmış tek örnektir.

Dolmenlerin içerisinde bulunan

kaplardan yola çıkarak Son Tunç Çağı

ve İlk Demir Çağı’nda yapıldıkları;

bazılarının Helenistik dönemde de

kullanılmaya devam ettiği anlaşılıyor.

MÖ 12. yüzyıl ile MÖ 5. yüzyıl arasına

tarihlenen mezar anıtlarının Trak

dönemiyle birlikte işlevini yitirdiği

sanılıyor.

Magma dergisi fotoğrafçısı

Bünyad Dinç, dolmenleri

fotoğraflamak için alana geldiğinde

defineciler henüz ayrılmıştı. Belki

Bünyad’ın geldiğini görüp aletlerini,

kazma küreklerini bırakarak

kaçmışlardı (üstte). Bazı dolmenler

tamamen ortadan kaldırılmış (altta).

18


19


ARKEO MAGMA

MYNDOS’UN KUTSAL EKMEKLERİ

Bodrum

Yarımadası'nın

batı ucunda,

Gümüşlük'te yer

alan Myndos antik

kentinden yürütülen

kazılar buranın

Bizans döneminde

önemli bir dini

merkez olduğunu

ortaya koydu.

MAGMA


Myndos antik kentine ait kalıntılar Tavşan Adası'nı tümüyle

kaplıyor (solda). Buluntular arasında hacı kafilelerine verilen

kutsal ekmeklere basılan mühürler ve hacıların muska olarak

satın aldıkları hacı pulları bulunuyor (altta).

ODRUM’UN TAVŞAN

B Adası’ndaki Myndos antik

kentinde 2009 yılında bir bazilika

keşfedildi. Adanın en üst noktasında

MS 5. yüzyılın sonu 6. yüzyılın

başlarına tarihlenen bazilika ve çevresinde

devam eden kazılar buradaki

yerleşimin Hristiyanlık döneminin ilk

yıllarından itibaren önemli bir dinsel

merkez olduğunu ortaya koydu. Bazilikanın

bulunduğu yükseltiden denize

doğru alçalan teraslarda çok sayıda

mabetle ilişkili yapının varlığı da adadaki

mimari örüntünün büyük bir manastır

kompleksini oluşturduğu fikrini

güçlendirdi.

Arkeolojik kazılar sırasında kilisenin

altındaki mezar içinde bedenlerinden

ayrılarak gömülmüş kafatasları

ve üzerine kafatası parçaları yapışmış

halde bulunan metal çiviler bunların

kendine eziyet eden ve bu süreçte ölüp

şehit (martyr) sayılan azizlere ait kafatasları

olduğunu akla getirdi.

Adanın kuzeydoğu yamacında yapılan

kazılarda kare planlı bir mekân

ve onunla bağlantılı bir koridor ortaya

çıkartıldı. Kerpiç bir platform üzerine

yerleştirilmiş bir küp (pithos) ile köşede

bir ocak kalıntısına rastlandı, ayrıca

bu alanda bir ekmek mühür kalıbı

ve iki hacı pulu da bulundu. Ekmek

mühür kalıbının ön yüzündeki Yunanca

yazıtta “Azizlerin eulogiası (bir tür

kutsanmış ekmek) ki o senin için veriliyor”

sözü yazılı. Mührün baş kısımları

arasında kalan boşluklardaki haç

motifleri ve figürlerin askeri kıyafetleri,

bu kişilerin birer asker aziz olduğunu

gösteriyor. Ekmek mühür kalıbı,

buluntuların dışarıdan getirilmediğini

doğrudan adada, özel günlerde üretilen

eulogia ekmekleri için kullanıldığına

işaret ediyor. Bu tür mühürler yortu

gününün anısına aziz ya da azizlerle

ilişkili törenlerde kullanılan eulogia

ekmekleri için yapılır. Büyük olasılıkla

imparatorluğun en güçlü olduğu MS 6.

yüzyıldan Arap akınlarının başladığı

7. yüzyıla kadar, Tavşan (Asar) Adası’ndaki

kült merkezinde hem yerel

halka hem de hacı kafilelerine eulogia

ekmekleriyle törenler düzenleniyor;

eziyet sonucu öldüğü ya da kendini

kurban ettiği düşünülen ve şimdilik

kimlikleri belirlenemeyen asker azizlerin

resmedildiği mühürlü ekmekler

yediriliyordu. İnançlı insanlar bu azizlerin

resmedildiği hacı pulları muska

gibi üzerlerinde taşımak için satın alarak

bir yandan da din turizmine katkıda

bulunuyor olabilir.

Adadaki bir mezar odasında azizlerin

mezarlarıyla kutsallaşan yer, tam

anlamıyla ökarist (ekmek-şarap ayini)

törenlerindeki kutsal yer, kutsal mekân

ve kutsal obje üçlemesini karşılıyor.


ARKEO MAGMA

RAYLARIN ALTINDAKİ TARİH

Bir dönem trenlerin yolcu aldığı peronlarda

bugün yüzlerce işçi ve onlarca arkeolog

tarihin derinliklerinden izler arıyor.

22

MAGMA


-

23


ARKEO MAGMA

ERHAN DEMİRTAŞ

ARİHİ HAYDARPAŞA Garı

T arazisinde bir yılı aşkın süredir

hummalı çalışmalar yürütülmekte.

Mühendisler, 2018’in Mayıs

ayında Haydarpaşa Köprüsü’nün inşaat

çalışmaları sırasında alanda arkeolojik

kalıntılara rastladı. İstanbul V

Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma

Bölge Kurulu’nun kararıyla arazide

arkeolojik kazı çalışmalarının başlatılmasına

karar verildi.

İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü’nün

denetiminde yürütülen kazı çalışmalarında

neredeyse her gün yeni tarihi

kalıntılar çıkartılıyor; dönümlerce

büyüklükteki arazinin her noktasında

Roma, Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet

dönemine ait tarihi bulguları görmek

mümkün. Arkeologların verdiği bilgilere

göre Erken Bizans dönemine tarihlenen

mimari kalıntıların yanı sıra Geç

Osmanlı dönemine ait olduğu düşünülen

bir çeşmeyle yine Klasik - Helenistik,

Roma, Erken Bizans ve Osmanlı

dönemlerine ait pişmiş toprak kandil,

sikke ve çanak çömlek parçalarına

rastlanıldı.Peronların olduğu kısımda

Helenistik döneme ait olduğu düşünülen

ve demir kenetlerle birbirine bağlı

kesme dörtgen blok taşlardan yapılmış

bir podyum bulundu. Geç Roma - Erken

Bizans, Orta ve Geç Bizans dönemlerine

ait yol, hamam, kamusal veya dinsel

yapılara ait çok sayıda mimari kalıntılar

ve Geç Osmanlı dönemi duvarları da şu

ana kadar bulunanlar arasında.

Peronların kuzeyinde bulunan alanda

sürdürülen çalışmalarda da batı yüzü

kesme dörtgen blok taşlarla çok düzgün

bir şekilde inşa edilmiş, sandık duvar

tekniğiyle yapılmış büyük bir duvar

tespit edildi. Uzunluğu yüz metre, genişliği

üç metre olan bu duvarın hangi

döneme ait olduğu henüz kesinleşmiş

değil. Ancak arkeologlar iki bin yıllık

geçmişe sahip sur duvarının devamı olduğunu

düşünmekte. Duvarın önündeki

toprak yapısını inceleyen uzmanlar,

limanın bu noktadan başladığını belirtiyor.

İbrahimağa bölgesinde yapılan

kazılarda da Orta Bizans dönemine ait

seramik tuğla fırını açığa çıktı.

Kazı alanında süren çalışmalarda şimdiye

kadar yaklaşık iki bin adet sikke

bulundu. Altın ve gümüş sikkeler titizlikle

incelenip numaralandırılıyor.

Bazı sikkeler oldukça temiz durumda;

üzerindeki yazılarda nerede basıldığına

ve dönemine ait bilgiler de mevcut.

Bulunan sikkelerden bazıları M.S. 610

- 641 3. Konstantinos, M.S. 527 - 565

1. Justinianus’a ait.

Kazı çalışmalarında şimdiye kadar çok

sayıda mezar kalıntısı bulundu. Onlardan

biri de aylar önce ortaya çıkarılan

bir mezarda, bütünlüğü çok fazla

bozulmayan ve bin yaşında olduğu

düşünülen bir iskeletti. İskeletin üzerinde

bir de koku kolyesi vardı. Resmi

olarak doğrulanamayan bilgilere göre

Haydarpaşa arazisinde toplu mezar

(nekropol) bulunduğu iddia ediliyor.

Bu iddiayı henüz doğrulayamasak da

geçtiğimiz yıl fotoğrafladığımız ve bin

yıllık olduğu düşünülen iskelet iddiayı

doğrular bir kaynak olabilir.

24 MAGMA


Tıbbiye Köprüsü’nün üzerinden,

restorasyonu devam eden tarihi

Haydarpaşa Garı’nı ve kazıların devam ettiği

alanı görmek mümkün (solda).

Peronların altından çıkan tarihi kalıntıların

Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait

olduğu belirtiliyor (sağda).

Kazı alanında bulunan ve bin yıllık olduğu

düşünülen bir iskeletin boynunda süs

eşyası olarak koku kolyesi bulunmuştu.

Bütünlüğünü koruyan bu iskeletin dışında

alandan şimdiye kadar onlarca iskelet

çıkarıldı (sağda altta).

Haydarpaşa Garı ve Liman Dönüşüm

Projesi için son düzenleme kararı 2012

yılında İstanbul Büyükşehir Belediye

Meclisi’nde kabul edildi. Haydarpaşa

Port Projesi kapsamında Haydarpaşa

Gar çevresinde arkeolojik kazı çalışmaları

yapılacağı söylenmiş; Marmaray

projesi Gebze - Haydarpaşa hattı Pendik

bölgesinde İstanbul Arkeoloji Müzesi

denetiminde kazılar yapılmıştı. Arkeologlar

çalışmaları sırasında tarihi Neolitik

döneme uzanan bir köye rastladı.

Günümüzden 8 bin 500 yıl öncesinin

evlerinin temelleri, yanında çöp çukuruyla

mezarlar birlikte ortaya çıkarıldı.

Çöp çukurunda sayesinde de çok sayıda

deniz mahsulü tüketildiği belirlendi.

Arkeologlara göre, Bizans imparatorlarının

yazlık sarayı Haydarpaşa Çayırı’nda

yer almakta. Yakın zamanda

hayatını kaybeden Kadıköylü bilimci,

Türkiye’nin önde gelen sanat tarihçisi

Bizantolog Semavi Eyice, sarayın 13.

yüzyılda Venedik’ten Kudüs’e doğru

yola çıkan Haçlı şövalyeleri tarafından

işgal edildiğini belirtirken Avrupalı

seyyahların, yazılarında saraydan

bahsedildiğini söylemişti.

Kadıköy Konsülü’nün toplandığı Sainte

Euphemie Kilisesi’nin de büyük

bir bazilika olduğunu ve Hıristiyanlar

için kutsal ziyaret yeri olarak görüldüğünü

belirten Eyice, daha önce

İstanbul’da incelemeler yapan Alman

arkeologların kilisenin yeriyle ilgili

iki nokta belirlediğini ifade etmişti.

Kilisenin, garın hemen arkasında ya

ERHAN DEMİRTAŞ

da Kadıköy’ün Yeldeğirmeni semtinde

olabileceğini belirten Eyice, proje

alanında arkeolojik kazı yapmanın zor

olduğunu da eklemişti.

Binalarla dolu olan bölgede kazı yapmak

için büyük istimlak çalışmasına ihtiyaç

olduğunun altını çizen Eyice sözlerine

şöyle devam etmişti: “Söz edilen

eserlerin toprak üzerinde görülen bir

kalıntısı olmadığı için arkeolojik çalışma

çok zor olacaktır. Ayrıca bu alandaki

eserlerin bulunması için en az 8 - 10

metre derine inilmesi gerekir. Çünkü bu

eserlerin yerleri kesin olarak belirlenmiş

değil. Ama sonradan, belirlenmesi

için bir çalışma yapıldıysa bilemem.”

İstanbul V Numaralı Kültür Varlıklarını

Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü sorularımıza

yanıt vererek güncel bilgileri

paylaştı. Müdürlüğün temmuz ayında

gönderdiği bilgilendirme metninde şu

ifadelere yer verildi: “Kurulumuzun

29.11.2018 tarih 5832 sayılı kararı ile

Haydarpaşa Garı sahasında Tıbbiye

Köprüsü G8 ayağında ilgili müze denetiminde

yapılan kazı çalışmalarında

açığa çıkarılan kalıntıların 2863 sayılı

yasanın 6’ncı maddesi gereğince korunması

gerekli kültür varlığı olarak tescil

edilmesine, koruma grubunun I (bir)

olarak belirlenmesine, kamu yararı ve

Marmaray projesinin bütünlüğü dikkate

alınarak kalıntıların yerinde ve kapatılarak

korunmasına ilişkin sunulan

projenin uygun olduğuna, uygulamanın

gerekli koruma önlemleri alınarak ilgili

müze denetiminde yapılmasına karar

verilmiştir. Kurulumuzun 13.06.2019

tarih ve 6302 sayılı kararı ile peron 2 ve

3 arasındaki Helenistik / Roma, Bizans

ve Geç Osmanlı dönemlerine tarihlenen

kalıntıların 2863 sayılı yasanın 6’ncı

maddesinde belirtilen özellikleri taşıdığından

korunması gerekli kültür varlığı

olarak tescil edilmesine, koruma grubunun

I (bir) olarak belirlenmesine karar

verildiği görülmüştür.”

25


ARKEO MAGMA

Kazı alanı ve tarihi Haydarpaşa Garı

Ulaştırma Bakanlığı’nın yetkisinde.

Hem sahadan edindiğimiz izlenime

hem de yetkililerin açıklamalarına

göre Haydarpaşa Garı uzun süre daha

trensiz... Haydarpaşa Garı’na trenlerin

gelmesi kazıların akıbetine bağlı.

Ulaştırma Bakanlığı geçtiğimiz şubat

ayında şu görüşleri paylaşmıştı:

“Haydarpaşa bağlantısı inşaatı sırasında

rastlanılan buluntular sebebiyle

trenlerin Haydarpaşa Garı’na erişimi

işlerinde gecikme olmuştur. Bu bölge

için bir tarih verilememekle birlikte

şehirlerarası trenler için Haydarpaşa

Garı’na erişim temin edilecektir.”

Haydarpaşa Çayırı’na inşa edilen Haydarpaşa

Garı’nın yapımına ilk olarak

1871 yılında başlandı. Kent ve Demiryolu

sitesindeki yazıda Haydarpaşa

Garı’na ait şu bilgiler yer alıyor: “7

Ağustos 1871’de Nafia Nazırı (Bayındırlık

Bakanı) Ethem Paşa’nın ilk kazmayı

vurmasıyla Haydarpaşa - İzmit demiryolu

hattının yapımına başlanmış. Bu

hattın yapımında Türk kurmay subaylarıyla

birlikte birkaç İngiliz ve Fransız

yol ve maden mühendisi çalışmış.

Ebüzziya Tevfik Bey, Yeni Osmanlılar

Tarihi adlı eserinde: “1289 senesi Şaban’ın

16’ncı Cuma günü (18 Ekim 1872)

Mithat Paşa, bazı vekiller ve özellikle

Nafia Nazırı (Bayındırlık Bakanı) Ethem

Paşa da yanında olduğu halde, bir

sene evvelden beri inşa edilmekte ola

İzmit demiryolunu muayeneye gitmişti.

Fakat bu açılış merasimi değildi…”

İlk Haydarpaşa Garı binasının temeli

11 Mart 1872’de atıldı. Bugünkü Haydarpaşa

Köprüsü’nün İngiliz Mezarlığı

tarafındaki son ayağının bulunduğu

yere, bugünkü gar binasıyla karşılaştırılamayacak

kadar gösterişsiz bir

istasyon binası yapılmış; memur ve

işçilerin kalacağı lojmanlar da yanında

yer almıştı. Yapı, 22 Eylül 1872’de

Haydarpaşa - Pendik hattının sefere

başlamasıyla hizmete açılmış. Gar binasının

yakınında kâgir bir vapur iskelesi

inşaatına da aynı zamanda başlanılmış.

İnşaat için gerekli malzemenin

artmasıyla gar binasının önünden is-

Kazıların ne zaman tamamlanacağı ve alanın nasıl kullanılacağı belirsizliğini koruyor.

Koruma Kurulu’nun ve bakanlığın vereceği kararlara göre Haydarpaşa Garı yeniden

kullanıma açılacak (en üstte).

Yetkililerin verdiği bilgilere göre alandan çıkarılan birçok eser tescillendi. Söz konusu

kalıntılar hem İstanbul’un hem de Kadıköy’ün tarihine ışık tutacak nitelikte (üstte).

26 MAGMA


Çalışmalar deniz kıyısından İbrahimağa bölgesine kadar uzanıyor. Geçtiğimiz yıl Acıbadem’de

bulunan Bizans duvarlarının ve lahitin de bu kazılarla ilgisi olduğu öngörülüyor. Bunun netlik

kazanması çalışmaların sağlıklı bir şekilde tamamlanmasına bağlı.

keleye doğru ray döşenmiş; böylelikle

malzemenin taşınmasında kolaylık

sağlanmış. Ancak kısa zamanda bu iskele

de yetersiz kaldığı için uzatılmış.

Kolağası Mehmet Raif’in belirttiğine

göre Haydarpaşa Garı, 1894 yılında

meydana gelen depremde tamir olamayacak

kadar zarar gördüğünden yenilenmiş.

Onarım kitabesi Ankara TCDD

Müzesi’nde korunuyor. Bu kitabeye

göre yolcu binası 1312 Hicri (1894 –

1895) yıllarında yeniden inşa edilmiş.

Aynı kaynakta bu yapının karşısında

Sultan Selim’in Darüsaade Ağası Halid

Ağa’nın yaptırmış olduğu bir çeşmeyle

demir parmaklıklılarla çevrili birkaç

yüz kişilik bir namazgâh mevcutmuş.

Takvimler 22 Eylül 1872 tarihini

gösterirken bu mütevazi hatta ilk tren

düdüğü işitildi. Haydarpaşa - Pendik

hattı tamamlanarak işletmeye açıldı.

Saatte en fazla 30 kilometre hız yapabilen

Alman malı küçük lokomotiflerin

çektiği dört – beş ahşap vagondan oluşan

katarlar ilk yolcularını taşımaya

başladı. İlk yolcu trenlerinin lokomotifleri

marka olarak ünlü Alman sanayici

August Bosig’in soyadını taşıyordu.

Buhar gücüyle ve yakıt olarak ilk

önceleri odun sonraları kömür kullanılan

bu lokomotifler saatte 30 - 50

kilometre hız yapabilmekteydi. O dönemde

Kadıköy yakasında ulaşım aracı

olarak sadece atlı arabalar vardı. Otobüs,

otomobil henüz doğmamış; şehrin

Rumeli yakasında çalışmaya başlayan

tramvaylar da bu yakaya henüz

intikal etmemişti. Orta halli insanların

özellikle uzun mesafelere gitmek için

binecekleri atlı arabalar için alınan

ücretse çok fazlaydı. Bu nedenle halk

Haydarpaşa’dan çalışmaya başlayan

trenlere büyük ilgi gösterdi. Güvenilir

ve ucuz olması her insanın gelirine

göre yolculuk yapabilecek mevkilere

ayrılması ilgiyi artırdı. Demiryolunun

Anadolu yakasına bir başka katkısı da

semtlerin gelişmesine yardımcı olmasıydı.

Gerçekten de ulaşım olanaklarının

artmasıyla birlikte zaman içinde

demiryolunun geçtiği semtler birbirinden

zarif ahşap köşk ve konaklarla

süslenecek, birçok ünlü devlet adamı

bu semtlerde köşkler yaptırmak için

birbirleriyle yarışacaktı.

27


LAUZADOS

SAKLI ZAMANIN KENTİ

28 MAGMA


ÜNÜMÜZDE genellikle gezilecek

antik yerleşim denilin-

G

ce insanların aklına abidevi

yapılanmaların görülebildiği yerler

geliyor. Bu bir önyargı. Gezilen antik

yerleşim yerlerinin çoğu sahip oldukları

güncel görünümlerini uzun yıllar

süren arkeolojik çalışmalar sayesinde

kazanmıştır. Henüz arkeolojik çalışmaların

yapılmadığı ören alanlarının

ziyarete değmeyecek yerler olarak düşünülmesi

çok yanlış. Belki de asıl gezilmesi

gereken yerler oralardır. Böyle

yerlerde toprak üstünde görülen çok

fazla kalıntı olmayabilir ama insana

keşfetme duygusu verir.

Lauzados antik yerleşimi de Anadolu

da bulunan binlerce tarihi yaşam

alanlarından biri. Karaman ilinin

Başyayla ilçesi sınırları içinde ve ilçe

merkezinin 10 kilometre kadar kuzeydoğusunda

yer alıyor. Burası aynı

zamanda doğa ve tarih birlikteliğinin

muhteşem bir örneğidir. Her ne kadar

Ermenek üzerinden ulaşılan Başyayla

ilçe merkezinden ören alanına gitmek

çok yakın olsa da Lauzados’a başka

bir yönden ulaşmak çok daha etkileyicidir.

İlk izlenim veya ilk görüş çok

önemlidir denilir. İşte o yüzden başka

bir yoldan Lauzados antik kentine

ulaşmayı tavsiye ederim. Bunun için

Hadim - Taşkent üzerinden Sarıveliler

ilçe merkezine doğru devam eden

yol takip edilir. Sarıveliler’e gelmeden

önce sola, Başyayla tabelası bulunan

sapaktan doğuya doğru devam edilir.

Yaklaşık 10 kilometre sonra bir anda

son derece etkili bir manzara bu yolun

yolcularını bekler. Antik ismi Kalykadnos

olan Göksu Nehri’nin derin

vadiler ve kanyonlardan oluşan yukarı

coğrafyası ayakların altına serilir. Göz

alabildiği kadar uzanan bu vadi sisteminin

yakın tarihteki yerel ismi Nevahi’dir.

Nevahi nayiheler anlamında ve

Osmanlı dönemi kayıtlarında Nevahi-i

Ermenek olarak geçer. Bir yerleşim

ismi olmayıp bölgenin genel ismidir.

Antik yerleşimin nekropolünde görülen

kaya mezarlarının çokluğu, zamanında

burada yoğun bir nüfusun yaşadığını

gösteriyor.

29


Yol bu noktadan itibaren keskin virajlar

yaparak vadinin aşağı kısımlarına

inmeye başlar. Aşağıda gözüken

ilk yerleşim Başyayla ilçe merkezidir.

Coğrafyanın kuzeyinde uzayıp giden

devasa kayalık yarın hemen altında bir

gölet dikkati çeker. İşte o göletten biraz

ileride Lauzados antik kentinden

günümüze ulaşan kalıntılar bulunur.

Ören alanına Başyayla ya varmadan

hemen önce yolu terk edip ancak araziden

devam edilerek ulaşılır. Gölet

yanından ufak bir yürüyüşle kente varılır.

Ama burada dikkat edilmelidir.

Klasik bir ören alanında olunmadığı

unutulmamalıdır. Kalıntılar hemen

göz önünde değildir. Hatta tecrübesiz

gözler araziye bakıp hiçbir şey göremeyebilir.

O yüzden arazinin çeşitli

yerlerine dağılmış kalıntıları görmek

için taban tepmek ve biraz keşif duygularını

harekete geçirmekte yarar var.

Lauzados kalıntılarının bulunduğu

yeri yerel insanlar Lauzados isminden

türediği belli olan Lafsa - Lavza olarak

adlandırır. Günümüzde ise Kirazlıyayla

deniyor. Başyayla Köyü, zamanında

şimdinin Kirazlıyayla Mahallesi yani

Lafsa Köyü ile birleşerek kasaba ve yakın

tarihte de ilçe olmuş.

Bölgeye gelen ilk Batılı gezgin

1880’lerde Amerikalı eğitimci ve arkeolog

John Robert Sitlington Sterrett.

Antik kentin kalıntılarından bahsetmese

bile o da yöreyi Nevahi olarak

adlandırır. Daha sonra nerdeyse burası

arkeolojik ve tarihsel anlamda unutulur.

O yüzden şu anda burayla ilgili

çok az bilgiye sahibiz. Kentin varlığı

ve ismi ilk olarak bir iki tarihsel kaynakta

geçer. Hıristiyanlık döneminde

toplanan piskoposlar kurultaylarına

yani konsüllere katılan piskoposların

listelerinde Lausada ismi görülür. 908

ile 959 yılları arasında hüküm süren

Bizans İmparatoru VII. Konstantinos

Porphyrogennetos’un imparatorluğun

illeri (Thema) üzerine kaleme aldığı

eserinde ise kent Lauzados olarak

anılır. Ayrıca 6. yüzyıl Bizanslı coğrafyacı

Hierokles’in imparatorluğun

idari bölümlemelerini ve şehirlerini

listelediği Synekdemos adlı eserinde

İsauria Dekapolisi’nde bir şehir olarak

gözükür. Roma döneminde Taşeli

bölgesini ele geçiren Romalılar merkezi

Germanikopolis (Ermenek) olan

30 MAGMA


İsauria Dekapolis (on şehir) eyaletini

k urar. İşte bu on şehirden biri de Lauzados’dur.

1851 - 1939 yılları arasında

yaşamış ve Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası

adlı eserin yazarı İngiliz coğrafyacı

ve arkeolog William Ramsay

de Lafsa da bulunan kalıntılar alanını

Lauzados antik kentine lokalize etmiş.

Lauzados adının kökeni hakkında

şu ana kadar net bir bilgi yok. Bazı

araştırmacılar burasının Hitit yazılı

belgelerinde geçen Lauazantiia adlı

İsaura bölgesinde çok sık rastlanan, kapağı

aslan heykeliyle süslenmiş, sandukası kaya

oyma bir mezar (solda üstte).

Kaya mezarları, antik yerleşimlerin ilk anda

kendini gösteren kalıntıları (üstte).

yerleşim olabileceğini düşünseler de

yerleşimin dip tarihi konusunda henüz

herhangi bir bilgiye sahip değiliz.

Görülebilen kalıntılar Roma ve Bizans

dönemlerine tarihlendiriliyor.

İsaura bölgesindeki dağlık ören

alanlarını gezmek ilginçtir. Çünkü

çoğunda alışıldığı gibi bir kalıntılar

alanı sizi karşılamaz. Genellikle

görülenler yerleşimin nekropolisine

ait mezarlar ve bir de tapınımla ilgili

buraya özgü yapılanmalardır. Diğer

olması düşünülen anıtsal yapılar

veya genellikle savunma amacıyla

yerleşimleri çevrelemesi gerektiğini

bildiğimiz surların izleri yoktur. Lauzados’ta

da aynı şey sözkonusudur.

Sandukaları yerli kayaya oyulmuş,

kapakları aslan heykelleri olan veya

çok sayıda insan elinin değmesiyle

oluşturulmuş arcosolium tipi yani

kaya oyma mezarlar ilk elden dikkati

çekenlerdir. Yine bu bölgeye özgü

tapınım yapıları olan basamaklı kaya

anıtları kendini gösterir. Kökeni oldukça

eskilere dayandığı belli bir pagan

inanışın göstergesi olan bu basamaklı

kaya anıtları aslında yerleşimin

dip tarihi hakkında önemli bir ipucudur.

Daha sonra gezdikçe insan ister

istemez burada yaşayan insanlara ait

diğer yapılar nerede diye kendine sormaya

başlar. Piskoposluk listelerinde

adı geçiyor buranın. Nerede buradaki

kilise veya kiliseler? Temel seviyesinde

bir iz de mi olmaz? Evet belki şu

ana kadar burada hiç kazı yapılmadığı

için kendilerini hâlâ toprak altında

31


İsaura bölgesine özgü bir tür tapınma alanı

olan basamaklı kaya anıtı (solda).

Kente ait kaya mezarları hem doğa hem

insan tahribatına rağmen günümüze kadar

varlıklarını sürdürebilmiş (solda altta).

saklıyor olabilirler veya bütün taşları

köy evlerinin yapımında kullanmış

denilebilir. Ama yine de hiçbir şey

olmaması ilk anda pek anlaşılır değil

ve hayret verici. Üstelik yukarıda

anlatıldığı gibi bu durum sadece

Lauzados’a özgü olmayıp yöredeki

birçok diğer antik yerleşim için de

sözkonusu.

Bölgenin tarihiyle ilgili ilginç bir

genel bilgi var. Mısır Kraliçesi Kleopatra

ile MÖ 37’de evlenen Romalı

komutan Marcus Antonius, Dağlık

Kilikya’da büyük bir toprak parçasını

düğün hediyesi olarak vermiş. Bu toprak

parçası İsauria Dekapolisi’ni de

içermektedir. Anlamlı bir hediyeydi

çünkü şu anda dağ başı sayılabilecek

bu yerler o dönemler için çok önemli

bir zenginliğin kaynağıydı. Bütün

bölge gemi yapımına uygun sedir ormanlarıyla

kaplıydı. Sedir ağacı demek

büyük bir ticaret ve zenginlik

demekti. Anlaşılacağı üzere bölge o

tarihlerde ağaç işçiliği konusunda çok

gelişmiş ve bu konuda uzmanlaşmış

ustalara sahipti. Belki de antik dönemde

buradaki yapılanmaların bir

kısmı da bu gelişmiş ağaç işçiliğinden

nasibini alıyor ve yerleşimlerdeki yapıların

imarında ağaç kullanılıyordu.

Ağaç yapılar taş yapılara göre zamanın

yok edici etkisine daha dayanıksız

olmasından dolayısıyla da iz bırakmamacasına

tarihten siliniyorlardı.

Aslında bölgede bunun böyle olduğunun

izleri yakın zamana kadar görülebiliyordu.

Onun için Lauzados’ta

veya diğer antik yerleşimlerde kuruldukları

yerlerin ortak bir özelliğine

dikkat etmek gerekiyor. Nerdeyse

hepsi yalçın bir kayalığın eteğinde kurulmuş.

İşte o yalçın kayalıkların bir

kısmı yakın zamana kadar yerleşim

yerleriydi. Kayaların oyularak oluşturulmuş

veya doğal mağaralarının

önü ustalık şaheseri ahşap konstrüksiyonlarla

bazen birbirine bağlanarak

bazen önünde mekân oluşturarak

yaşam alanları olarak kullanılıyordu.

Ayrıca böyle yaşam alanları gereğinde

savunma amaçlı kullanılmak için ideal

konuma sahip bir nevi kale işlevi de

görüyordu. Hâlâ bu tür bir yaşamın

izlerini Lauzados’a gelirken kullanılan

Taşkent - Sarveliler yolu üzerindeki

kayalıklarda veya Ermenek’in arkasında

yükselen devasa kayalık duvar

ve Ermenek’in artık yok olmaya yüz

tutmuş geleneksel mimarisinde görebiliyoruz.

İyice çürümeye yüz tutmuş,

son anlarını yaşayan ahşap konstrüksiyon

bu tür yapılanmalar kendilerini

gösteriyor. Bütün bunlar bölgenin

geçmişinde ahşap yapı ustalığının çok

önemli bir yer tuttuğuna işaret ediyor.

Muhtemelen antik dönemde de böyle

bir durum vardı ki o dönemin birçok

yapısı kendini bugüne taşıyamamış.

Lauzados ören alanının hemen yanından

yükselen devasa kaya duvarlarına

bunları düşünerek baktığında, insanın

zihninde başka şeyler canlandırması

bu yüzden olsa gerek.

32 MAGMA


33


129. YIL

İSTANBUL ARKEOLOJİ MÜZELERİ

GEÇMİŞİN GÖSTERİSİ

34


Akad Mitolojisinde tanrıça

İştar’ın Sümer tanrıçası

İanna’dan türediği düşünülür.

Babil’de tanrıça adına

yaptırılan tapınak MÖ 604-

562 yıllarına tarihleniyor.

Tapınağa ait kabartmalar,

Osmanlı topraklarından Müze-İ

Hümayun’a (İmparatorluk

Müzesi) getirilen eserler

arasında yer alıyor. II

Nabukadnezar zamanında

yapılan kabartmaların büyük

bölümü Berlin’de Pergamon

Museum’da bulunuyor.

35


İskender Lahdi, 1887 yılında Sidon kentinin krallar

mezarlığında bulundu. MÖ 325-311 yıllarına tarihlenen lahdin

aslında Büyük İskender’e değil Sidon Kralı Abdalonymos’a

ait olduğu düşünülüyor. Bezemeleri lahdi yapanların

doğu süsleme sanatını çok iyi bildiğini gösterir. Lahdin bir

yüzünde dost olarak bir arada avlanan Persler ve Yunanlılar

betimlenmiş. Uzun yüzlerinden birinde ise Pers ve Yunanlılar

savaş halinde görülüyor.

36


OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN

MÜZESİ OLARAK KURULAN

İSTANBUL ARKEOLOJİ MÜZELERİ,

129 YILI GERİDE BIRAKTI. OSMANLI

TOPRAKLARINDAN YÜZBİNLERCE

ESERİN TOPLANDIĞI MÜZE,

İSKENDER LAHDİ GİBİ EŞSİZ

ESERLERİN YANI SIRA BİLİNEN

EN İYİ TABLET ARŞİVLERİNDEN

BİRİNE SAHİP. MÜZEDE BUGÜN

KOMŞU COĞRAFYALARDA TAHRİP

EDİLEN YERLERDEN DE ESERLER

BULUNUYOR.

37


38

Doğu Roma İmparatoru Arcadius’a

ait heykel başı İstanbul, Beyazıt’ta

bulunmuş. Heykel MS 4. yüzyılın

sonuna tarihleniyor.


39


40


Ölümden sonra yaşam inancı çok yaygın ve yerleşmiş

bir gelenek olduğu için mezar buluntuları, günümüze

kalan Mısır eserlerinin arasında önemli yer tutar. Anıtsal

mezarlarda mumya, iç içe iki veya üç lahde konulurdu.

Teşhirde küçük ziyaretçilerin en çok ilgisini çeken mumya

Amon Tapınağı rahibi Bak-Na-Mut'a ait .

41


İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde kabartma

tekniğiyle bezenmiş çok sayıda ortostat ve duvar

kaplama levhası bulunuyor. Bunlardan biri

II. Assurnazirpal’ın kuzeybatı sarayından getirilen

hayat ağacı önünde ayakta duran bir periye ait.

MÖ 883-859 yıllarına tarihlenen kabartmanın

geldiği Nimrut ve oradan çıkan eserlerin büyük

bölümü Irak işgali sırasında tahrip edildi.

42 MAGMA


İSTANBUL ARKEOLOJİ MÜZELERİ,

Sultanahmet’te Gülhane Parkı girişinin

yanından Topkapı Sarayı Müzesi’ne

uzanan Osman Hamdi Bey Yokuşu Sokağı’nın

sol tarafında yer alır. Müze,

Topkapı Sarayı, Darphane Binaları ve Gülhane

Parkı ile çevrili. Arkeoloji Müzesi,

Eski Şark Eserleri Müzesi ve Çinili Köşk

Müzesi’nde oluşur ve bu nedenle kuruluşundan

itibaren çoğul olarak İstanbul Arkeoloji

Müzeleri diye isimlendirilmiştir.

Türkiye’de ilk Müze, Osmanlı Padişahı Abdülmecid

zamanında Tophane Müşiri Fethi

Ahmet Paşa (1801-1858) tarafından gerçekleştirilmişti.

Çeşitli görevlerle Avrupa’yı gezen,

kültürlü biriydi Fethi Ahmet Paşa; 1846

yılında Topkapı Sarayı’nın dış avlusundaki 6.

yüzyıla ait Bizans yapısı Aya İrini Kilisesi’nde

(Hagia Eirene) eski silah ve eşyayı toplatarak

bir müze oluşturmuştu. Zaman içinde, Osmanlı

İmparatorluğu’nun sınırlarında kalan

çeşitli bölgelerden getirilen eski eserler bu

binada toplandı. Aya İrini Kilisesi’nde toplanan

bu eserlerden, Eski Silah (Esliha-i Atika)

ve Eski Eser (Mecma-ı Âsâr-ı Atika) adlarıyla

iki koleksiyon oluşmaya başladı. Bu iki koleksiyonla

Askeri Müze ve Müze-i Hümayun’un

yani imparatorluk müzesinin temeli atılmıştı.

Türk müzeciliğinin temelini atan Fethi Ahmet

Paşa’nın ölümüyle Aya İrini’deki eserler

bir süre sahipsiz kaldı. Ancak Osmanlı Sarayı’nın

geniş kültürlü devlet adamlarından

Saffet Paşa’nın maarif nazırı (eğitim bakanı)

olmasıyla Aya İrini’deki eserlerle Müze-i Hümayun

kuruldu ve Galatasaray Lisesi öğretmenlerinden

Edward Goold adlı bir İngiliz,

8 Temmuz 1869’da bu müzeye müdür olarak

atandı. Böylece Müze-i Hümayun veya Müzehane-i

Osmanî şeklinde anılan, ilk Türk müzesini

oluşturan kurum resmen doğmuş oldu.

Maarif Nazırı Saffet Paşa, müzeyle özel

olarak ilgilenerek çevrede dağınık halde bulunan

eserleri bir araya toplamak ve yeni kurulan

müzeye getirtmek için valilere genelgeler

gönderdi, bu genelgelerde eski eserlerin

nelerden ibaret olduğunu anlattı. Bu sayede

müzenin eser sayısı Osmanlı vilayetlerinin

duyarlı valilerinin gönderdikleriyle artmaya

başladı. Ayrıca dönemin müze müdürü

Edward Goold’un 1869’da Kapıdağ Yarımadası’nda

Kyzikos antik kentinde yaptığı kazılar

sayesinde çok sayıda eser müzeye kazandırıldı.

Müze müdürlüğü iki buçuk yıl süren Goold’un

yerine 1871 yılında Alman Dr. Philipp

Anton Dethier atandı.

Müzenin son yabancı müdürü Dethier, eski

eser toplatmaya devam etti ve 160 olan eser

sayısını 650’ye çıkardı. Ayrıca müzeyle ilgili

yazışma ve olayların kaydedildiği bir defter

düzenledi, küçük bir katalog hazırladı. 1874

tarihli ilk eski eserler kanunu olan Âsâr-ı Ati-

43


ka Nizamnamesi’nin çıkartılması ve arkeoloji

okulu açılmasının istenmesi de Dr. Dethier’in

müdürlüğü zamanındaydı. Dethier’in önemli

faaliyetlerinden biri de Aya İrini’deki eserleri

Çinili Köşk’e taşımasıydı. Çinili Köşk, Selçuklu

etkisinde yapılmış Osmanlı sivil mimarisinin

İstanbul'da bulunan tek örneğidir.

Fatih Sultan Mehmed dönemini (1451 - 1481)

anlatan kaynaklarda, 1472 yılında, Sarayburnu’ndaki

korulukta ve Topkapı Sarayı’nı saran

surların içinde yaptırıldığı yazılır.

Yeni müzenin 16 Ağustos 1880 tarihindeki

açılış töreni, dönemin gazetelerinde de yer

aldı. Artık ülke topraklarının eski eser bakımından

zenginliği, müzeciliğin önemi birçok

Türk aydını tarafından dile getirilmekte, nitekim

gazetelerde müze ve eski eserlerle ilgili

yazılar yer alırken eski eser kaçakçılığından

duyulan üzüntüler vurgulanmaktaydı.

OSMAN HAMDİ BEY’İN

İMPARATORLUK MÜZESİ

Dethier’in ölümü ile Sadrazam Edhem Paşa’nın

oğlu ressam Osman Hamdi Bey, 1881 tarihinde

Sultan 2. Abdülhamid tarafından Müze-i Hümayun’un

müdürlüğüne atandı; bu atama Türk

müzeciliğinde yeni bir dönemin başlangıcıdır.

On dokuzuncu yüzyıl sonlarında, Osmanlı

İmparatorluğu’nda ve Avrupa’da ekonomik,

siyasal, toplumsal değişimlerin yaşandığı, savaş

ve isyanların devam ettiği, geçmişe ilginin

az olduğu bir dönemde, Osman Hamdi Bey

çağının çok ötesinde ileri görüşlülükle muazzam

işler yaptı. Arkeoloji, korumacılık ve

müzecilik gibi önemli kavramları yerleştirerek

Türk arkeolojisi ve müzeciliğinin sağlam

temeller üzerinde yükselmesini sağladı. Osman

Hamdi Bey müzenin başına geçtiğinde

sadece 30 yıllık geçmişi olan, henüz kurumsallaşmamış

bir kurum devralmıştı. Ama 1910

yılına kadar devam eden 29 yıllık müdürlüğü

zamanında bu kurum Müze-i Hümayun adıyla

dünyanın sayılı müzeleri arasına girmişti.

Osman Hamdi Bey, eserlerin bilimsel tasnif

ve teşhiri için Fransız arkeoloğu ve filoloji

uzmanı Salomon Reinach’ı İstanbul’a davet

etmiş ve Reinach’ın 1882 yılında Cataloque

du Musée Imperial d’antiquites Constantinople

adıyla müzenin bir kataloğunun yayınlanmasını

sağlamıştı. Osman Hamdi Bey, eski eserlerin

yurtdışına çıkarılmasını önlemek için 1884

tarihinde yürürlüğe giren yeni bir Eski Eserler

Yasası (Âsâr-ı Atika Nizamnamesi) hazırlatmıştı

ki bu yasa 90 yıl boyunca kullanıldı.

Osman Hamdi Bey’in başarılı bir arkeolog

ve müzeci olarak tanınmasına ve İmparatorluk

Müzesi’nin dünyanın önemli müzeleri

arasına girmesine neden olan Sidon (Sayda)

Yılda yaklaşık

500 bin kişinin gezdiği

İstanbul Arkeoloji

Müzeleri özellikle

yabancı ziyaretçilerin en

çok rağbet ettiği yerler

arasında. Antiokhela

ad Pisidium (Yalvaç)

kazılarında bulunan Roma

dönemi Cornelia Antonia

heykeli usta işçiliği

ile müzenin gözdeleri

arasında.

44 MAGMA


Eski Şark Eserleri

Müzesi’nde başta

Mezopotamya, Arap

Yarımadası, Mısır ve

Anadolu uygarlıklarına

ait eserler sergileniyor.

Müzede Anadolu’nun

farklı yerlerinden gelen

kabartmalar, heykeller,

steller de bulunuyor.

kazısıdır. 1887 yılında Osman Hamdi Bey tarafından

yapılan kazılarda bir kral nekropolü

ve pek çok lahit açığa çıkartılmıştı. Bu lahitler

arasında İskender Lahdi, Ağlayan Kadınlar

Lahdi, Satrap Lahdi, Likya Lahdi, Sayda

Kralı Tabnit’in Lahdi bugün de müzenin en

önemli eserlerini oluşturur.

Bu eserler yeni bir binanın yapılmasını gerektirdi

ve 1891 - 1907 arasında dönemin tanınmış

mimarı Alexandre Vallaury tarafından

tasarlanan yeni yapılar inşa edildi. Böylelikle

Eski Sanâyi-i Nefîse Mektebi binasının Şark

Eserleri Müzesi’ne dönüştürülmesi ve Çinili

Köşk’ün de Çini Müzesi olarak yeniden düzenlenip

açılmasıyla üç büyük yapıdan oluşan bir

müze kompleksi meydana getirildi. Açık alanlarda

sergilenen çok sayıdaki mermer eserse

kompleksin kendi özgün atmosferi içinde yer

aldı. Ana binaya eklenen iki yeni bölümle 192

metrelik bir uzunluğa ulaşan müze binası, yaklaşık

dokuz bin metrekarelik bir alana yayıldı

ama yine de yetersiz kaldığı için 1968 yılında

arka cepheye eklenen bir yapıyla genişletildi.

İstanbul’daki neoklasik mimarinin en güzel

ve görkemli örneklerinden biri olan Arkeoloji

Müzesi, cephesinin ihtişamıyla son derece dikkat

çekici, sarsıcı bir mimari etkiye sahiptir. Ön

cephede, geniş merdivenlerle ulaşılan ve dört

sütunun taşıdığı iki giriş vardır, sütunlar iki kat

yüksekliğindedir. Lotus yapraklı başlıklar ve

akroterler dışında bezeme yoktur. Çinili Köşk

ile aynı eksen üzerinde olan propileden sonra

girilen holde, tek kollu bir merdivenle üst kata

ulaşılır. Ağlayan Kadınlar Lahdi’nin müzenin

mimari konseptini etkilemiş olduğu pek çok yazar

tarafından öne sürülmüştür. Girişteki alınlık

üzerinde bulunan kufi üsluptaki Osmanlıca

yazıda Âsâr-ı Atika Müzesi (Eski Eserler Müzesi)

yazmaktadır. Bu yazının üzerinde bulunan

tuğra, müze binasını inşa ettiren Osmanlı Padişahı

2. Abdülhamid’e aittir.

Müzenin ikinci bölümünün en kuzey ucunda

ilgi çekici mimari özelliğiyle kütüphane

yer alır. Burada 70 bin baskı, 2.000 el yazması

ve 100 bine yakın arşiv belgesi muhafaza

ediliyor. El yazmalarından 1.304 adedi

Türkçe, diğerleri Arapça, Farsça başta olmak

üzere yabancı dillerdedir; 12 - 19. yüzyıllara

ait din, tarih, astronomi, coğrafya, edebiyat,

kanun, cebir, geometri, felsefe, mantık gibi

konuları ve lügatleri içermektedir.

Arkeoloji Müzesi’nin üst katındaki sikke

kabineleri müzenin sahip olduğu en zengin

ve önemli koleksiyonlardan. Bugün müzedeki

Gayri İslami Sikke Koleksiyonu; Yunan,

Roma, Bizans ve Avrupa sikkeleriyle Bizans

45


kurşun mühürleri ve sencelerden (cam ağırlıklar)

oluşan 220 bin adetlik önemli bir koleksiyondur.

İslami Sikkeler Koleksiyonu ise

sikke, madalya, nişan, mühür, kâğıt para, sikke

kalıpları, cam vezinleri içine alan 300 bin

adetlik bir koleksiyondur.

LAHİTLER MÜZESİ

Lahitler Müzesi adıyla 13 Haziran 1891’de

açılan, Âsâr-i Atika Müzesi olarak da anılan

bu yapı 19. yüzyıl sonlarında, dünyada müze

binası olarak tasarlanıp yapılan nadir müze

binalarından biridir.

Bu dönemde müzeyle adı anılan arkeologlardan

bir de Gustave Mendel’dir. Müze-i Hümayun’da

görevlendirilmesi kararlaştırılan

Mendel ile eğitim bakanlığı arasında 1910 tarihinde,

üç yıl süreli bir sözleşme imzalandı.

Bu sözleşmeye göre Mendel’e üç bin kuruş

aylık verilecek, buna karşılık Mendel Yunan,

Roma ve Bizans eserleri muhafızlığı göreviyle

birlikte kendi şubesine ait katalogları

hazırlayacak, eserlerin teşhirine ve müzenin

yapacağı kazılara nezaret edecek, İstanbul

içindeki eserlerin teftişi, müzenin yayınlayacağı

derginin kontrol işlerini üstlenecektir.

Osman Hamdi Bey 1910 yılında vefat etti ve

müze müdürlüğüne 1892 yılından beri yardımcılığını

yapan Halil Edhem Bey atandı. Onun

döneminde, 1898 yılında Konya’da açığa çıkartılan

24 ton ağırlığındaki Sidamara Lahdi İstanbul’a

getirildi, İslami sikkeler konusuna olan

ilgisi nedeniyle Müze-i Hümayun’un sikke ve

madalya koleksiyonu oldukça zenginleşti.

Türkiye’nin ilk müzesi olan İstanbul Arkeoloji

Müzeleri’ndeki koleksiyonlar içinde

Osmanlı İmparatorluğu idaresi altındaki tüm

bölgelerden eserler bulunuyor. Toplam 36

teşhir salonuna sahip müzenin Osman Hamdi

Bey zamanında yapılan sergi düzeni 1991 yılına

kadar korunmuştu. Yeniden düzenlenen

serginin en önemli eser ve koleksiyonları ara-

Müzenin en keyifli

alanlarından biri

bahçesi. Günün her

saatinde burada

dinlenen, fotoğraf

çeken ya da ders

çalışmak üzere

yakındaki İstanbul

Üniversitesi’nden

gelen öğrencilerle

karşılaşmak mümkün.

46 MAGMA


sında, Sidon (Sayda) Kral Nekropoli Lahitleri,

İskender, Ağlayan Kadınlar, Satrap Lahitleri,

arkaik dönemden Roma dönemi sonuna kadarki

heykeller, Kyme, Milet ve Ilgın’da bulunan

ana tanrıça Kybele’ye adanan adak stelleri;

Halikarnassus Mausoleum’una ait adak kabartmaları,

Bergama Zeus Sunağı’ndan heykel

parçaları, İskender başı, Afrodisias, Efesos ve

Miletos’ta bulunan heykeller; günlük yaşamla

ilişkili, çanak çömlek, pişmiş toprak figürinler;

hazine bölümünden takı ve süs eşyasıyla

sikke kabinelerinden eserler bulunuyor.

Binaya ek olarak 1968 yılında inşa edilen

Anadolu’nun Çevre Kültürleri Bölümü’nde;

Kıbrıs’ta, Filistin - Suriye bölgesinde, Beyrut,

Sayda, Sebasteia, Megiddo gibi merkezlerde

yapılan kazılarda bulunan eserler; Anadolu

ve Truva Kültürleri Bölümü’nde Trakya bölgesinden

Truva’ya, Frigya ve Gordion’a kadar

çeşitli arkeolojik buluntular yer alıyor.

Çağlar Boyu İstanbul Kültürleri Bölümü’nde,

tarihöncesi dönemden, Bizans dönemine kadar

İstanbul’da bulunan eserler, İstanbul’un

Çevre Kültürleri Bölümü’nde ise Thrakia ve

Bithynia bölgelerine ait eserler sergileniyor.

Ziyarete 1991 yılında açılan bu bölümler yerli

ve yabancı kamuoyunda büyük ilgi ve beğeni

topladı. İstanbul Arkeoloji Müzeleri, 17 Avrupa

ülkesinden 46 müze arasında Avrupa’da Yılın

Müze Ödülü Komitesi tarafından 1993 yılı

Avrupa Konseyi Müze Ödülü’ne layık görüldü.

ESKİ ŞARK ESERLERİ MÜZESİ

Sanâyi-i Nefîse Mekteb-i Âlisi olarak yine

Osman Hamdi Bey tarafından 1883 yılında

dönemin ünlü mimarı Alexandre Vallaury’ye

yaptırılmış, uzun süre okul olarak kullanılmıştı.

1917 - 1919 yılları arasında, dönemin

müze müdürü Halil Edhem Bey tarafından

Yakındoğu ülkelerinden getirilen eserlerin

sergilenmesi amacıyla müze haline getirilmişti.

Eski Şark Eserleri Müzesi’nin koleksiyonları,

Anadolu ve Mezopotamya›nın Yunan

öncesi, Mısır ve Arap yarımadasının İslam

öncesi çağlarına ait eserlerinden oluşuyor.

Bu eserlerin çoğunluğu 19. yüzyıl sonunda

İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin bir parçası

olan, Fatih Sultan Mehmed’in av köşkü

Çinili Köşk, 1880 yılında İmparatorluk

Müzesi (Müze-i Hümayun) bünyesinde

arkeolojik ve İslami eserlerin sergilenmesi

için kullanıldı. Müzenin bahçesindeki çok

sayıda eser arasında bir de medusa başı

bulunuyor (sağda en üstte).

Müzede ziyaretçilerin görmediği

mekânlarda birçok uzmanın görev aldığı

restorasyon ve belgeleme çalışmalarının

yapıldığı atölyeler, laboratuvarlar

bulunuyor (üstte ve ortada).

47


Deniz Tanrısı

Poseidon

heykeli, Lübnan,

Byblos’tan gelen

eserler arasında.

Heykel Roma

dönemine,

MÖ 1. yüzyıl ile MS

1. yüzyıl arasına

tarihleniyor.

48 MAGMA


Envanter kayıtları ya da idari yazışmalar

gibi evrakların bulunduğu arşiv, müzenin

işleyişini, kendi dışındaki dünyayla bağını

ya da dönemin diplomatik ilişkilerini

anlamak açısından önemli bir hazine.

İstanbul Arkeoloj Müzeler Arşv

Evrak Haznes

yazı: EDHEM ELDEM*

BİR ARŞİVİN HERHANGİ bir kurumun belleğini

oluşturduğu ve bu anlamda kimliğinin

en önemli unsurlarından biri olduğuna şüphe

yoktur. Osmanlıların kullandıkları “hazine-i evrak”

tabiri, bu kıymeti hatırlatmanın hoş bir yolu

olabilir. Ne var ki Osmanlı döneminden cumhuriyete

intikal eden birçok kurumun arşivinin

kayıp, eksik, düzensiz veya ulaşılmaz olması

bu belleğin asıl amacına hizmet edememesi,

dolayısıyla da kurumun ciddi kimlik ve devamlılık

sorunlarıyla karşılaşması manasına geliyor.

İstanbul Arkeoloji Müzeleri, arşiv açısından

en şanslı kurumlar arasında yer alıyor. Zaten

müzeler, birer arşiv niteliğindedir: Koleksiyonları,

odaklandıkları geçmişin her türlü eşya ve

izinden oluşan bir tür arşivden başka şey değildir.

Bu açıdan arşivin belgesiyle bir müzenin

koleksiyonunun objesi esasen aynı işlevi gören

ve her ikisi de tarihi incelemeye ve kavramaya

yarayan belge niteliğindedir. Hele ki ciddi bir

müze, tam da bir arşiv mantığıyla koleksiyonlarını

kapsam ve tutarlılık açısından sistemli

şekilde toplamayı, tasnif etmeyi ve incelemeyi

kendine amaç edinendir.

İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin birbirinden

ayrılan ama aslında birbirini tamamlayan birkaç

arşivinden bahsetmek mümkün. Bunların

en önemlisi, doğrudan doğruya koleksiyonlarla

ilgili olup genellikle envanter şeklini alanlar. Anlaşılır

nedenlerle bu envanterlerin büyük kısmı,

koleksiyonla olan bağlantıları nedeniyle halen

kullanılıyor, belirli seksiyonların günlük tasnif

ve sayım işlemleri için ana referans kaynağını

oluşturuyor. Fakat biraz ileride anlatılacağı gibi

müzenin en eski envanter defterlerinin konumu,

onları cari bir arşiv malzemesinden çok tarihi

arşivin en önemli unsurlarından biri yapıyor.

Diğer çok önemli iki arşiv serisiyse ağırlıklı

olarak müzenin idaresinin yazışmalarını içeren

Türkçe ve yabancı dil arşivi. Belgelerde kullanılan

lisana dayanan bu ayırım her ne kadar

bilimsel olmaktan çok pratik nitelikteyse de

aslında fiilen önemli diğer bir ayrıma da işaret

ediyor. Türkçe belgeler genellikle idari nitelikte

olup müzenin devletin muhtelif kurumlarıyla

yazışmalarını içeriyor. Yabancı lisandakilerin

çoğu ise ki bunların neredeyse tamamı Fransızca,

müzenin yabancı kurum ve kişilerle olan

yazışmalarını ve dolayısıyla daha çok doğrudan

doğruya arkeoloji ve bilimle ilgili meseleleri

kapsıyor. Bu iki seriden elde edilen bilgilerse

müzenin işleyişini ve kendi dışındaki dünyayla

olan ilişkilerini anlamak açısından vazgeçilmez

önemi haizdir.

Daha çok yazılı malzemeden oluşan bu arşivlere

bir de kurumun kütüphanesini katmak

gerekir. Kütüphane kendisi ayrı bir dokümantasyon

merkezi oluşturmakla beraber, aslında

daha yakından bakıldığı takdirde belgeler kümesi

olarak da düşünülmelidir. Kitap ve dergi

seçimleri, bunların envanter ve kayıt defterleri,

bazı kitaplara düşülmüş notlar gibi bazı ayrıntılar

sadece kitaplardan oluşan bir koleksiyonun

ötesinde önemli bilgilerin elde edilebileceğine

işaret ediyor.

Daha çok yazılı malzemeye dayanan arşivlerden

başka İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin

daha görsel nitelikteki arşiv serileri de çok

önemlidir. Bunların herhalde en önemli kısmını

fotoğraf koleksiyonları oluşturuyor. Bunların

biri, 1917’de kurulan Âsâr-ı Atika Encümen-i

Daimisi’nin oluşturduğu ve ağırlıklı olarak İstanbul’un

eski bina ve anıtlarının fotoğraflarının

yer aldığı zengin koleksiyondur. Fakat şüphesiz

en önemlisi, müzenin kendi fotoğraf arşividir.

Müze koleksiyonlarında yer alan eserlerin sistemli

olarak görüntülendiği bu arşivde ayrıca

yapılmış olan kazıları ve eser tespitlerini belgeleyen

malzemenin de bulunduğu düşünülürse

ne derecede zengin ve önemli bir görsel arşiv

oluşturduğu rahatlıkla anlaşılacaktır. Bu arşivin

içinde on dokuzuncu yüzyıla ait binlerce adet

büyük ebatta cam negatifin orijinal kutularında

korunmuş olarak durduğunu da eklemek gerekir.

Fotoğraf arşivinin bu en eski kısmı eşsiz bir

güzelliğe ve öneme sahiptir.

49


başlayıp 1. Dünya Savaşı’na kadar süren arkeolojik

kazılarda ortaya çıkarılmış ve bu ülkelerin

o zamanki hâkimi olan Osmanlı İmparatorluğu’nun

başkenti İstanbul’a getirilmişti.

Bunlar arasında Arami yazıtlı güneş saati,

Mısır mumyaları, Akad Kralı Lugal Dalu’nun

heykeli, Kadeş Antlaşması gibi dünyaca bilinen,

tanınan eserler bulunuyor.

İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin bir diğer

gözde koleksiyonu da Çivi Yazılı Belgeler

Arşivi’dir. Bu arşivde Boğazköy kazılarından

2.529 ve Asur’dan elde edilen 3.604 tabletle

Babil, Kaniş, Nippur, Lagaş, Sippar ve Uruk

gibi çeşitli yerlerden gelen toplam 73.275

adet tablet bulunuyor.

Bu yıl 129. yaşını kutladığımız, İstanbul Arkeoloji

Müzeleri koleksiyonları arasında 100

bin arkeolojik, 568 bin sikke, 73 bin 275 çivi

yazılı tablet, 2 bin elyazması, 100 bin arşiv

malzemesi ve binlerce cam negatif ve fotoğraf

arşivi mevcut. Her yıl müzeyi ziyaret eden

binlerce yerli ve yabancı ziyaretçiyle birlikte

çok sayıda bilimci de çalışmalarını sürdürüyor.

Ayrıca müzecilik çalışmalarıyla eşzamanlı

olarak kent arkeolojisi alanında kesintisiz

devam eden proje kazılarıyla birlikte üçüncü

derece SİT alanlarında altyapı projeleriyle birlikte

ayda yaklaşık 40 temel kazısı yapılıyor.

Müze müdürlüğünün, ulaşım projeleri kapsamında

2004 yılından itibaren yürüttüğü

kentsel arkeolojik kazılarla da İstanbul’un

tarihine yadsınamaz katkılar sağladı. Özelikle

Marmaray ve metro projeleri nedeniyle

İstanbul’un kentsel ve arkeolojik SİT alanlarında

sürdürülen kurtarma kazılarında, binlerce

eserle birlikte Yenikapı liman alanında

açığa çıkan 37 gemi kalıntısı, Bizans dönemi

gemi tipolojisi, gemi yapım teknolojisi ve dönemin

ticari ilişkileri hakkında çok önemli

bilgiler sunmuştu. Liman tabanı altında gün

ışığıyla buluşan, neolitik döneme ait mimari

kalıntılarla diğer buluntular ve özellikle neolitik

dönem insanına ait ayak izleri, soyut

olan kavramları somutlaştırarak, bilimcilerin

dikkatini bu alana ve müzeye yönlendirdi.

Müze, Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği’nin

ana sponsorluğunda 2012 yılında

başlatılan restorasyon ve güçlendirme projesiyle

yeni yüze kavuşacak. Burası, Darphane–i

Amire binalarının tahsisiyle âdeta

bir müze adasına dönüşecek. Üç ayrı müzeden

oluşan İstanbul Arkeoloji Müzeleri binlerce

koleksiyonu, kent belleğindeki yeri ve

denetimi altında 13 özel müze ve 200 özel

koleksiyoncuyla bir bütün olarak Türk arkeoloji

ve müzecilik tarihi içindeki yerini

daima koruyacak.

OSMAN HAMDİ BEY

Osman Hamdi Bey, 30 Aralık 1842’de İstanbul’da dünyaya geldi.

1860 yılında hukuk okumak üzere Paris ’e gönderildi; Güzel Sanatlar

Okulu’nda resim derslerine devam etti, 1869 yılında İstanbul’a

dönüp devlet kademesinde çeşitli görevlerde bulundu. 1881 yılında

Sultan II. Abdülhamid tarafından Müze-i Hümayun müdürlüğüne

atandı. İmparatorluk Müzesi’nin dünyanın önemli müzeleri arasına

girmesini sağlayan başarılı bir arkeolog ve müzeci olarak ünlendi.

Yaptığı kazılar ve getirdiği eserlerle İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin

bugünkü haline gelmesinde en büyük emek sahibi oldu. Osman

Hamdi Bey, sonraki kuşak müzeciler için de bir ilham kaynağıydı.

50 MAGMA


İSTANBUL ARKEOLOJİ MÜZELERİ ARŞİVİ

KADEŞ ANTLAŞMASI

Tarihin bilinen ilk yazılı barış anlaşması

olan Kadeş Anlaşması, MÖ 1269 yılında iki

büyük siyasi ve askeri güç olan Hitit ve Mısır

devletleri arasında yapılmıştı. Hitit Kralı III.

Hattuşili ve Mısır Firavunu II. Ramses arasında

yapılan bu anlaşmanın metnini içeren kil tablet

1906 yılında Boğazköy kazılarında bulundu.

İlk barış antlaşması olması nedeniyle tabletin

bakır bir kopyası Birleşmiş Milletler binasının

duvarında asılı bulunuyor.

Tablet Kayıtlar

İSTANBUL ARKEOLOJİ MÜZELERİ,

EN ESKİLERİ BEŞ BİN YIL

ÖNCESİNE UZANAN ÇİVİ YAZILI

TABLETLERİ BARINDIRIYOR.

yazı: VEYSEL DONBAZ*

TABLET ARŞİVİ OLARAK da anılan Çiviyazılı

Belgeler Arşivi, İstanbul Arkeoloji Müzeleri

kompleksi içinde girişte sol tarafta, Eski Şark

Eserleri Müzesi’nin alt katında bulunuyor. 19.

yüzyılın sonlarında Osmanlı yönetiminde bulunan

bugünkü Irak’ta yapılan kazılardan elde

edilen Sümer, Babil, Asur ve Urartu eserleri,

önceleri Klasik Eserler Müzesi depolarında

saklanıyordu. Eserlerin, Eski Şark Eserleri Müzesi’ne

taşınması, tanzim ve teşhiri için o zamanki

Müze-i Hümayun (İmparatorluk Müzesi)

Müdürü Halil Edhem Bey 1911 yılında Alman

asıllı Dr. Eckhard Unger’i İstanbul’a çağırdı. Dr.

Unger müzeyi düzenlerken çiviyazılı objeleri de

tanzim etti. Asiriyolog olan Eckhard Unger, yaptığı

düzenlemeyi gösteren Unger kataloğunda

(1935) 60 bin çiviyazılı objenin varlığından söz

eder. Bunlar Sümerce, Akatça ve Hititçe yazılmış

çeşitli boydaki tabletler, tuğlalar, yazılı arkeolojik

objeler, kapı eşik taşları, adak kitabeleri,

duvar kaplama mermerleri, taş kitabeler, yazılı

tanrı ve kral heykelleri, küp ve vazolarla benzeri

malzemelerden oluşuyor ve en eskilerinin tarihi

MÖ 3000 yıllarına kadar uzanıyor.

Eserlerin toplanması süreci 19. yüzyılın ortalarına

dayanıyor. O zamanlar, bütün dünyayı saran

arkeoloji tutkusu, keşfedilen ören yerlerinin

ve buluntuların etkisi Osmanlı’da da eski eserlere

ilgiyi artırmış; bu eserleri korumak bir yükümlülük

olmuştu. Bu

ihtiyacı iyi anlayıp değerlendiren Osman Hamdi

Bey yürüttüğü birçok kazının yanı sıra müzeyi

yeni buluntuların bir deposu haline getirmişti.

Amerikan Şark Cemiyeti ve Amerikan Arkeoloji

Enstitüsü komite üyeleri, Harvard Üniversitesi

ve New York Saint Michel Theological Seminary

asistanı John Punnet Peters ile Alman H.V. Hilprecht’ten

oluşan bir heyet 1885 yılından itibaren

Nippur’da kazılar gerçekleştirmişti. Bu kazılardan

çıkan 30 binden fazla tablet, kazı heyetiyle

varılan antlaşmayla yarı yarıya bölüşülmüş ve 14

bin civarında bir tablet grubu Osmanlı İmparatorluk

Müzesi’ne getirilmişti. İmparatorluk Müzesi’ne

getirilen tablet sayısı yalnız Nippur’dakiler

ile sınırlı kalmamıştı. Fransız De Serzac,

Henry de Genouillac ve Delaporte ile Cros’un

yaptığı kazılardan elde edilen 41 bin Sümerce

yazılı tablet de getirilmişti. Bunlara Nippur ve

Lagaş’ın yanı sıra dört bin civarı tabletle Umma,

Puzişdagan, Asur, Babil, Kiş, Şuruppak, Sippar,

Adab kazı buluntuları da eklenmişti. Mezopotamya’nın

büyük merkezleri Uruk, El-Muhattap

Gezer ve Babylon’dan getirilen tabletlerin toplam

sayısı da 500 civarındaydı.

İmparatorluk Müzesi kompleksinin Eski Şark

Eserleri kanadı altında bulunan tablet arşivinin

özünü Mezopotamya çıkışlı tabletler oluşturur.

2. Abdülhamid’in Alman İmparatoru Kaiser

Wilhelm’e hediye ettiği Asur’daki Qal’at

Shergat Höyüğü’nde, mimar arkeolog Walther

Andrea’nın yaptığı kazılarda yedi bin civarında

tablet bulunmuştu. Bu tabletler de Nippur kazısından

çıkan tabletler gibi geçerli bir anlaşma

olmamasına rağmen Bāb-ı Ǻli’ye yapılan baskı

neticesinde yarı yarıya paylaşılmak zorunda kalınmıştı.

Bu koleksiyonda 3.660 adet tablet bulunuyor.

Aynı yıllarda Alman Robert Koldewey’in

yürüttüğü Babil kazısından da çoğu mimari

arkeolojik parçalar olmak üzere 230 civarında

tablet, arşivdeki yerini almış. Çiviyazılı olup da

Eski Şark Eserleri Müzesi çatısı altında depo

ve sergide bulunan büyük boydaki taş eserler,

klossal yazıtlı parçalar, prizma, silindir ve 5

- 6 köşeli yazıtlı objeler, yazıtlı tuğlalar, eşik ve

mezar taşları, Tablet Arşivi dışındaki eserler ve

bunların sayısı da birkaç bin civarında.

Mezopotamya çıkışlı tabletlerin yanı sıra

Türkiye’den, Boğazköy kazılarından gelen çok

sayıda tablet de bulunuyor. Türkiye’yi temsilen

İstanbul Arkeoloji Müzeleri görevlisi Theodor

Makridi ile Alman asıllı Asiriyoloji Hugo Winckler’in

işbirliğiyle 1907, 1911 ve 1912 yıllarında

yapılan kazılardan 10.500 civarında Hitit tableti

bulundu. Bu tabletler temizlik, konservasyon ve

değerlendirme çalışmaları yapılmak üzere Almanya’ya

gönderildi. 1915 ve 1917 yıllarında, geri

verilmek üzere gönderilen 33 sandık tabletin

üç bin civarındaki bölümü 1. ve 2. Dünya Savaşları

sırasında, zor koşullarda İstanbul Arkeoloji

Müzeleri’ne gönderilmesine rağmen geri kalan

7.500 adedi 1987 Kasım ayında bu satırların

yazarı tarafından Doğu Almanya Cumhuriyeti

yetkililerinden teslim alınarak Ankara Anadolu

Medeniyetleri Müzesine teslim edildi.

İstanbul Arkeoloji Müzeleri Tablet Arşivi’nde

bulunan diğer tablet koleksiyonu da Kültepe

kökenli. 1925 yılında Bedrich Hrozny yönetiminde

yapılan Kültepe kazısından gelen ve

satın alma yoluyla onlara eklenen Kapodokya

- Kültepe tabletlerinin sayısı 1.129.

On beşi aşkın koleksiyonu barındıran İstanbul

Arkeoloji Müzeleri Tablet Arşivi, üç ölü dille

(Sümerce, Akatça ve Hititçe) yazılmış, iki tane

de Van Çavuştepe’den bulunmuş Urartu tabletiyle

birlikte 73 bin tablete ev sahipliği yapıyor.

Tablet Arşivi Londra’daki British Museum’dan

sonra konusunda dünyanın ikinci büyük merkezidir.

Tüm tabletleri envanterlenmiş, fotoğrafları

çektirilmiş, hemen hepsinin koruyucu konsevasyonları

yapılmış, sıcaklık ve nem miktarları

24 saat ölçülen, alarm sistemi bulunan ve on

yıl önce de Eski Şark Eserleri Müzesi ile birlikte

dolapları ve depoları yenilenmiş olarak bilimcilerin

ve meraklıların ilgisini bekliyor.

51


İstanbul Kazıları

Yaşayan Geçmşn İzn Sürmek

yazı: RAHMİ ASAL*

AVRUPA’DA 16. YÜZYILDA başlayan arkeolojik

kazılar, Osmanlı İmparatorluğu’nda 19.

yüzyılda ilk olarak yabancı arkeologlar tarafından

gerçekleştirilmişti. Tıpkı müzecilikte

olduğu gibi Türk arkeolojisinin de temellerini

Osman Hamdi Bey atmış ve 1881’de müze

müdürü olduktan sonra 1883’te Nemrud

Dağı, 1887’de Sidon ve 1891 - 1892 tarihlerinde

Lagina’da yaptığı kazılarla kendisini

dönemin arkeoloji dünyasına kabul ettirmişti.

22 Şubat 1884’te hazırlattığı yeni Âsâr-ı Atika

Nizamnamesi (Eski Eserler Tüzüğü) ile kültür

varlıklarının yurtdışına çıkışını da yasaklatmıştı.

Onun mirasını Halil Edhem, Aziz Ogan,

Rüstem Duyuran ve diğer müdürler devam

ettirerek, önemli arkeolojik kazılar gerçekleştirerek

müzeye çok sayıda eser kazandırdılar.

Müze-i Hümayun’un devamı olarak İstanbul

Arkeoloji Müzeleri bugün de misyonunu

devam ettiriyor ve önemli arkeolojik kazılar

gerçekleştiriyor. Kuşkusuz bu kazılar müzenin

sorumluluk alanında kalan İstanbul il sınırları

içinde yer alıyor. Silivri, Küçükçekmece,

Şile, Pendik gibi kentin en uç noktalarına

da uzanan geniş bir alanda, Kültür Varlıklarını

Koruma Bölge Kurulları’nın aldığı kararlar

doğrultusunda kurtarma kazısı, ulaşım ve diğer

projelere yönelik kazılar, temel araştırma

ve temel kazısıyla sondaj kazıları yapılıyor.

Küçükçekmece Rhegion, Maltepe İnceğiz ve

Sultanahmet Eski Cezaevi kazıları müze müdürleri

başkanlığında gerçekleştirilen bu tip

kazıların yakın geçmişteki örnekleri.

Günümüzde hız kazanan altyapı ve ulaşım

projeleri, kentsel dönüşüm projeleri, parsel

bazında gerçekleşen inşaat projeleri ve kültür

varlıklarına yönelik restorasyon projeleri

kapsamında hemen hemen kentin her noktasında

arkeolojik kazı çalışmaları yine müze

başkanlığında sürdürülüyor. Özellikle 2004

yılından bu yana çoğunluğu tarihi yarımadada

olmak üzere her yıl en az iki veya üç ulaşım

veya altyapı projesine yönelik büyük ölçekli

kazı ve 300 civarında temel araştırma,

temel kazısı ve sondaj kazısı müze uzmanları

denetiminde yapılıyor.

Üsküdar Meydanı’nda 2004’te başlatılan

Marmaray Projesi arkeolojik kazıları aynı

çerçevede gerçekleştirilen ve bugüne kadar

yürütülen en kapsamlı kazırlardır. Bu çalışmaları

aynı projeye yönelik yürütülen Yenikapı,

Sirkeci, Ayrılık Çeşmesi ve Yedikule’deki

kazılar takip etti. Aynı yıllarda İstanbul metro

projesi kapsamında yürütülen kazılarsa Yenikapı

ve Şehzadebaşı’nda (Vezneciler) gerçekleştirildi.

İstanbul gibi kuruluşundan günümüze en

önemli ticaret yollarının merkezinde yer alan

ve üç imparatorluğa başkentlik yapmış bir

kentin en önemli merkezlerinde gerçekleştirilen

bu kazıların sonuçları adına yakışır şekilde

çok çarpıcı oldu. Özellikle Yenikapı’da

Eski Theodosius Limanı’nın bulunduğu alanda

58 bin metrekarelik alanda gerçekleştirilen

arkeolojik kazılar ülkemizin ve dünyanın

gündemine oturdu.

Kazılar sırasında başta Atina metrosu arkeolojik

kazıları ve müze istasyon projesi olmak

üzere Avrupa ülkelerindeki benzer çalışmalar

yerinde incelenerek onların deneyimlerinden

faydalanıldı ve arkeolojik kazı gereklerinden

ödün verilmeden bu büyük projelerin bir parçası

olarak çalışmalar yürütüldü. Yine günümüz

arkeolojik çalışma prensipleri doğrultusunda,

hem yurtdışından hem de yurtiçinden

birçok üniversiteden onlarca bilimciyle ortak

çalışma yapıldı.

Bu titiz çalışmalar çok geçmeden meyvesini

verdi ve taşınır taşınmaz birçok kültür

varlığı tespit edilerek müzede koruma altına

alındı. Kuşkusuz Marmaray ve metro kazıla-

52 MAGMA


rının en önemli buluntuları 5 - 11. yüzyıllara

ait batıklar ve tarihi yarımadada özgün

konumunda ilk kez tespit edilen neolitik

dönem yerleşmesidir. Bunların içinde de

en çarpıcısı, neolitik yerleşmede yaşayan

insanlara ait binlerce ayak izidir. Bu ayak

izleri de diğer buluntular gibi titizlikle belgelenerek

müzeye nakledildi. Yine aynı

projeler kapsamında Üsküdar Meydanı ve

Sirkeci’deki kazılarda da çok önemli arkeolojik

kalıntı ve buluntular tespit edildi ve

önemli sonuçlara ulaşıldı. 2004 yılından itibaren

yaklaşık 12 yıldır devam eden büyük

proje kazıları hepimizi şaşırtacak keşiflerle

bugün de devam ediyor.

Müze kazılarının bir diğer ayağı Anıtsal

Kültür Varlıklarının Rölöve - Restorasyon

Projeleri ve Bunların Uygulamalarına Yönelik

Olarak Gerçekleştirilen Kazılar’dır. Halen

çalışmalarına devam edilen Aydos Kalesi,

Zeyrek Camii (Eski Pantokrator Kilisesi),

Zeyrek Hamamı, Küçükyalı Arkeopark Projesi

kazıları ile çalışmalarına ara verilmiş

olan Sancaktepe’de yer alan Damatrys

Sarayı kalıntıları ve Kartal-Dragos’taki olasılıkla

yazlık saraya ait kalıntılara yönelik

kazılar da sürdürülüyor.

Kent arkeolojisine yönelik olarak müze

denetiminde sürdürülen kazıların en zor

şartlarda yapılanı ve en az veriye ulaşılabileniyse

ilgili bölge kurullarının kararlarına

istinaden parsel bazında gerçekleştirilen

Temel Kazıları’dır. Bu kazıların büyük çoğunluğu

tarihi yarımadada (Fatih ilçe sınırları

içinde) yapılıyor. Parseller ortalama 100

- 200 metrekare boyutlarında. Özellikle

Aksaray’dan başlayarak kara surlarına doğru

olan bölümde daha fazla olmak üzere,

uzun yıllardan bu yana sürdürülen bodrum

katlı inşa faaliyetleri nedeniyle olması muhtemel

arkeolojik kalıntıların büyük bölümü

günümüze ulaşmamıştır. Bu nedenle halen

süregelen parsel bazındaki bu çalışmalarda

genellikle mevcut bodrum katı seviyesinin

altına inilmediğinden kalıntıya rastlama

ihtimali de çok düşük. Ayrıca farklı mülkiyetlerdeki

çok küçük alanlarda yapılan bu

kazılarda kalıntı veya buluntu tespit edilmesi

durumunda bile hemen bitişiğindeki

alanın kazılması mümkün olmuyor ve bu

süre uzun yıllara yayılabiliyor. Buna rağmen

çıkan tüm buluntu ve kalıntılar belgelenerek

kayıt altına alınıyor ve sonuçları rapor

halinde ilgili bölge kuruluna gönderiliyor.

Taşınır kültür varlıklarıysa müzeye nakledilerek

koruma altına alınıyor.

Benzer boyutlarda bir başka kazı çalışmasıysa

Temel Araştırma Kazıları. Çeşitli

kurum ve kuruluşlarca yeniden inşa edilmesi

uygun bulunan eser projelerinin hazırlanmasına

yönelik tip kazıların amacı, ilgili

yapının temel izlerinin ve kalıntıların tespit

edilerek rölöve projesinin hazırlanması.

İstanbul Arkeoloji Müzeleri, kurulduğu

1891 yılından bu yana müzecilik çalışmalarının

yanı sıra büyük bir özveriyle gerçekleştirdiği

arkeolojik kazılarla kültür hayatımızın

temel taşlarından biri olmaya devam ediyor.

1

İstanbul Arkeoloji Müzeleri, kentin

birçok yerinde kimi zaman beklenmedik

bir şekilde karşılaşılan eserler, kimi

zaman tasarlanmış projeler nedeniyle

kazılar yürütüyor. Bunların en kapsamlısı

Marmaray Projesi çerçevesinde

gerçekleştirilen kazılar oldu. Yüzlerce

uzman ve işçinin katılımı ile yürütülen

bilimsel kazılar İstanbul’un geçmişine

yeni bir boyut kazandırdı (solda).

1 7. yüzyıl altın Bizans sikkeleri

2 İnsan yüzlü kap, MS 7-8. yüzyıl

3 Neolitik dönem kap MÖ 6000-5600

4 Bizans Dönemi Batık

3

4

2

İSTANBUL ARKEOLOJİ MÜZELERİ ARŞİVİ

53


Doğu Sandal Mağaraları’nda iki farklı yöntemle

yapılmış el betimleri bulunuyor. Birincisi elin

ya da ellerin boyaya batırılıp, mağara yüzeyine

bastırılması ile yapılan pozitif el baskı tekniği,

diğeri ise elin ya da ellerin mağara yüzeyine

dayandırıldıktan sonra, boyanın ağızdan ya

da içi boşaltılmış kemik ve kamış gibi araçlar

kullanılarak püskürtülmesi ile yapılır. Püskürtme

yöntemi olarak bilinen bu yöntem Anadolu’da ilk

defa Doğu Sandal Mağaraları’nda karşımıza çıktı.

54


Arkeolojide büyük keşif... Mağara duvarlarından yansıyan uzak

geçmiş... Tarihöncesi el figürleri Anadolu’nun önemli arkeolojik

keşifleri arasında yerini aldı. Mersin’in dağlık kesiminde bulunan

mağaralarda püskürtme tekniğiyle yapılmış çok sayıda el

betimi bulundu. Benzerlerine üst paleolitik çağa tarihlenen

Avrupa mağara sanatında rastlanan bu betimlerin neolitik

dönemde ya da daha öncesinde yapıldıkları düşünülüyor.

55


Mağaraların keşfedildiği Sandal Vadisi, Mersin’in

dağlık kesiminde, Akdeniz’in kuzeyinde kuş uçumu

yaklaşık 11 kilometre uzaklıkta yer alır. Sandal Çayı

güneyde Gilindirez Vadisi ile birleşir ve Akdeniz’e

dökülür. Boyalı kaya resimli mağaralar ya da kaya

oyukları kuzeyden güneye bir sıra halinde vadinin

üst terasının altında sıralanır.

56


57


58


Güney Fransa’da 1994 yılında keşfedilen

Chauvet Mağarası’nda, iki farklı yöntemle

yapılan el baskıları yan yana bulundu. El

baskıları, bizon, aslan, mamut gibi hayvanlarla

beraber sahnede yerini almış. Chauvet

Mağarası’nda yapılan radyokarbon yaş

tarihlendirmeleri el baskılarının günümüzden

30 bin yıl öncesine ait olduklarını gösteriyor.

PATRICK AVENTURIER

59


SON YILLARDA, Orta Toroslarda,

Mersin’in dağlık kesimindeki

mağaralarda, kaya resimleri

keşfedilmeye başlandı. İlk olarak

Gülnar’ın Ilısu köyünde Akkapı

/ Alakapı Mağarası’nda, tarihöncesine,

olasılıkla neolitik döneme ait olabilecek on

kadar stilize insan figürü bulundu. Bunları

2015 ve 2016 yıllarında, yörede yaşayanlar

tarafından Mersin Arkeoloji Müzesi’ne bildirilen,

kırmızı aşı boyası kullanılarak yapılmış

kaya resimlerinin bulunduğu iki mağara

izledi. Doğu Sandal Mağaraları'nda bulunan

bu resimler, uygulama yöntemleri açısından

Anadolu ve Yakındoğu’da tek olma özelliğine

sahip. Mağaranın keşif süreci, Doğu Sandal

Köyü’nde yaşayan Ahmet Nadir Yavuz’un

Mersin Arkeoloji Müzesi’nden emekli uzman

Yaşar Ünlü’ye boya izlerinden bahsetmesiyle

başladı. Mağaradan gelen ilk fotoğraflarlar

arasında, daha çok Batı Avrupa’da üst

paleolitik çağ mağaralarında gördüğümüz

püskürtme yöntemiyle yapılmış negatif bir

el baskısı da bulunmaktaydı. Bu fotoğrafın

yarattığı heyecan Yaşar Ünlü, Sedat Ateş,

Orkun Hamza Kayci ve Hale Tümer’in tescil

ve tespit çalışmaları yapmak üzere vakit

kaybetmeden mağaraların bulunduğu

köye doğru yol alması için yeterli olmuştu.

Çeşmeli beldesinden kuzeye doğru, Kargı-

Doğu Sandal Mağaraları’nda sadece

bir mağarada günümüze izleri

kalmış 29 adet püskürtme yöntemi

ile yapılmış el baskısı bulundu.

Ellerin boyutlarındaki farklılıklar,

bir grup tarafından yapıldıklarını

gösterir. Kesin olmamakla beraber,

el boyutunun küçüklüğü, bunların

kadınlar tarafından da yapılmış

olabileceğini gösteriyor. Batı

Avrupa’da üst paleolitik çağda

mağaralarda bu yöntemle yapılmış

el baskılarının boyutlarının analizi

kadınların erkeklere oranla daha fazla

el baskısı bıraktığını gösteriyor.

60 MAGMA


pınarı’ndan suya dökülen Gilindirez Deresi

boyunca ilerledikten sonra Doğu Sandal Köyü’ne

ulaşılır. Akdeniz’den kuş uçumu yaklaşık

11 kilometre uzaklıkta yer alan Doğu

Sandal, Gilindirez Deresi’ne bağlanan bir

ara vadi olan Sandal Deresi’nin batısında yer

alır. Sözkonusu mağaralar Sandal Deresi vadisinin

doğusunda bulunmaktadır. Yaklaşık

60 metre derinlikteki vadinin, üst terasının

hemen altında, vadi boyunca uzanan yedi

adet mağara her ne kadar kayıtlara bu isimle

geçtiyse de aslında kaya sığınağı ya da oyuğu

görünümündeydi.

Mağaralara, özellikle en kuzeydekine ulaşmak

oldukça zorluydu. Mağaranın hemen

güneyinde, vadinin üst teraslarından gelen

suların oluşturduğu küçük bir doğal suyolu

bulunuyordu. Buradan yaklaşık 3,5 metrelik

düz bir kaya tırmanışı yaptıktan sonra mağaranın,

iki gözünden biri olan güney gözüne

ulaşıldı. Maalesef kısmen tahrip edilen bu

gözün duvarı tümüyle is kaplıydı. Kırmızı

boya izleri ayırt edilse de sonraki dönemlerdeki

kullanımından ötürü oluşan is bu izleri

örtmüştü. Hemen yandaki, daha küçük ve

Alata Vadisi kuzeyde Bolkar Dağları’ndan başlar

ve güneyde Erdemli ilçe merkezinden geçerek

Akdeniz’e ulaşır. Derinliği, uzunluğu ve genişliği ile

Mersin’in büyük vadilerinden biridir. Vadi boyunca

ilerleyerek Ereğli’ye ve Orta Anadolu’ya ulaşmak

mümkündür. Vadinin içinden akan Alata Deresi’nin

kollarıyla birlikte uzunluğu 172 kilometre. 2015

yılında keşfedilen Arslanlı Mağarası bu vadide yer

alır. Vadide araştırılmayı bekleyen yüzlerce mağara

daha var (sağda).

TANER ÖZGÜR

61


Doğu Sandal Mağaraları'nda bulunan eller Anadolu’da bugüne

kadar bilinen tek örnek niteliğinde. Gerekli tarihlendirme

çalışmaları yapılmadan geçerli olmasa da mağaraların birinde

neolitik dönemden iyi bilinen stilize insan figürünün bu ellerin

üzerine yapılmış olması, el baskılarının neolitik dönemde ya da

daha önce yapılmış olabileceğini gösteriyor.

tabanı vadiye doğru eğimli olan gözde durum

farklıydı. İki göz arasındaki geçişin riskli olması

belki de buranın tahrip olmasını engellemişti.

İki gözde de herhangi bir arkeolojik

buluntuya rastlanmadı. Vadide duvar boyası

görülen diğer mağaralar için de benzeri bir

durum mevcuttu; dolayısıyla bu mağaralarda

arkeolojik birikim oluşturacak uzun süreli bir

aktivite olmamıştı.

Kuzeydeki gözde yoğunlukla kırmızı aşı

boyası kullanılarak yapılmış, pozitif ve negatif

el baskıları başta olmak üzere, stilize

insan ve hayvan figürleriyle geometrik

figürler bulunuyordu. Bu figürler arasında

mağara duvarı boyunca aralıklarla, püskürtme

yöntemiyle yapılmış, 8 adet negatif

el baskısı dikkati çekiyordu. Sahnenin üst

kısmı pozitif el baskısı olarak adlandırılan,

sadece ellerin boyaya batırılıp duvara

işlenerek yapıldığı 16 adet el baskısıyla sınırlandırılmıştı.

Farklı iki yöntemle yapılmış

el baskılarının yanı sıra stilize insan

figürleri dönemin sembolik dünyasını anlamamız

bakımından önemliydi. Bu figürlerden,

profilden şematik olarak resmedilmiş

olanı siyah boyayla yapılmıştı. Sahnenin

tam ortasında, kayanın doğal çıkıntı yaptığı

yüzeyde, vücutları üçgen formundaki

üç insan yan yana betimlenmişti. Sahnenin

sağındaysa neolitik dönemden çok iyi bilinen,

kollarını dirsekten yukarı kaldırmış

ve bacaklarını iki yana açmış stilize insan

figürü, daha önceden yapılmış bir püskürtme

el baskısının üzerine, alttaki figürü

bozmayacak bir şekilde işlenmişti. Bu durum

mağarada en az iki boyama evresinin

varlığını kanıtlamakla birlikte püskürtme

yöntemiyle yapılan ellerin daha önce yapıldığını

da gösteriyor. Ayrıca bu şematize insan

figürünün, Mersin’in Gülnar ilçesindeki

Alakapı Mağarası’nda on kadar benzerinin

bulunması Orta Toroslarda yaygın olarak

karşılaşılabileceğini akla getiriyor. Mağarada

insan figürlerinin yanında kuş, yılan

gibi hayvan figürleri ve geometrik, noktalı

figürlerle çetere benzeri kırmızı boyayla

yapılmış figürlere de yer verilmişti.

Doğu Sandal Mağaraları arasında en iyi korunanı

dört numaralı mağaraysa ülkemizde

ve yakın coğrafyamızda bir benzeri olmayan

figürlere sahip. Mağarada tamamı püskürtme

yöntemiyle yapılmış seçilebilen 29 negatif

baskı el figürü bulunuyor. Diğerleri gibi burada

da figürler duvarın orta seviyesinde,

bazıları da tavana yakın bir yerde. Figürler

arasında çift el kullanılarak yapılan el baskısı

dikkat çekiyor. Mağaranın iç duvarında doğal

su sızıntıları bazı ellerin boya izlerinin yok

olmasına neden olmuş.

Doğu Sandal Mağaraları'nda, hem püs-

Bu çizimde de görüldüğü gibi, el

duvara konulduktan sonra boya

püskürtülerek yapılan el baskılarında,

boru şeklinde, içi boşaltılmış kamış

ya da kemiklerin üfleç olarak

kullanıldığı düşünülüyor. Ayrıca bu

resimlerin yapabilmesi için mağaranın

aydınlatılmış olması gerekiyordu (altta).

Ege Bölgesi’ndeki

Latmos Dağları'nda da (Beşparmak

Dağları) mağara resimlerine sıkça

rastlanır. Buradaki resimlerin içeriği

ve boyaların işleniş biçimleri

Doğu Sandal Mağarası’ndaki

betimlere çok benzer (sağda).

FIELD MÜZESİ, ŞİKAGO

62 MAGMA


SİNAN ÇAKMAK

63


64 MAGMA


AMY TOENSING

kürtme hem de baskı yöntemiyle yapılmış

ellinin üzerinde el betimi bulunuyor. Tarihöncesine

ait bu betimlerin benzerleri

Batı Avrupa’da çoğunlukla Fransa, İspanya

ve İtalya’da bulunan, üst paleolitik çağa

tarihlenen mağaralardan biliniyor. İspanya’daki

El Castillo, Maltravieso, Fuente del

Trucho, Fransa’da Gargas ve Marsilya’da

Cosquer mağaraları çok sayıdaki el figürünün

bir arada yapıldığı yerler arasında.

Örneğin Gargas Mağarası’nda 193, El Castillo

mağarasında 70 püskürtme yöntemiyle

Mersin Müzesi emekli uzmanlarından Yaşar Ünlü, Mersin bölgesinde 35 yılı aşkın bir süredir

arkeolojik tespit ve tescil çalışmaları gerçekleştirdi. Yaşar Ünlü’nün yerel halkla kurduğu

iletişimin mağaraların keşfinde büyük payı var (solda üstte).

Mersin, mağara oluşumu açısından, karstik arazi yapısı nedeniyle çok zengin bir bölge. Çok

sayıdaki mağaradan bazılarının insanlar tarafından da kullanıldığı biliniyor. Doğu Sandal

Mağaraları dışında, Erdemli ilçesinde, Alata Vadisi’ndeki Arslanlı Mağarası’nda da kırmızı aşı

boyası ile yapılmış kaya resimleri bulundu. 2015 yılında keşfedilen mağarada, çeşitli insan ve

hayvan figürleri birlikte resmedilmiş (sodla).

Papua Yeni Gine’de, çok renkli yapılmış püskürtme el baskıları. Günümüzde de Papua Yeni

Gine’de, bu tür el baskıları ritüel olarak yapılmaya devam ediyor. Kayalara, kaya sığınaklarına,

ağaçlara hatta insan bedenleri üzerine de bu tür el baskıları yapılıyor (üstte).

yapılmış el baskısı bulunuyor. Gargas Mağarası

günümüzden 27 bin, El Castillo Mağarası

ise 40 bin yıl öncesine tarihlendirilmiştir.

Sadece Avrupa’da değil bu yöntemle

yapılan ellere tüm dünyada rastlanıyor.

Özellikle Avustralya’da MÖ 20 binle MS

1000 yıllarına tarihlenen birçok mağara ve

kaya sığınağında püskürtme eller kendini

görülüyor. Papua Yeni Gine, Borneo ve Okyanusya’daki

bazı adalarda da benzer geleneğin

yaşadığı biliniyor. Endonezya’nın

Sulawesi Adası’ndaki Maros Mağarası’nda

bulunanlar da günümüzden 40 binyıl öncesine

tarihleniyor. Çin’de İç Moğolistan Bölgesi’nde

Yabrai Dağlarında da bu yöntemle

yapılmış eller bulunmuş. Anadolu’ya en

yakın, Mısır’ın güneyinde Libya Çölü’nde

yer alan Wadi Şura II’de bulunanlarsa MÖ 6

binli yıllara, neolitik döneme tarihleniyor.

Orta Amerika, bugünkü Meksika’da Cueva

Manitas’ta da erken klasik Maya kültüründe

ve Arjantin’de MÖ 9 binli yıllara tarihlenen

Cueva Del Les Manos’ta da bu yöntemle

yapılmış el baskıları bulunuyor.

Doğu Sandal Mağaraları'nda bulunan eller

Anadolu’da bugüne kadar bilinen tek örnek

niteliğinde. Tarihleme açısından bir şeyler

65


söyleyebilmek, gerekli tarihlendirme çalışmaları

yapılmadan önce çok geçerli olmasa

da mağaraların birinde neolitik dönemden iyi

bilinen stilize insan figürünün bu ellerin üzerine

yapılmış olması, el baskılarının neolitik

dönemde ya da daha önce yapılmış olabileceğini

gösteriyor.

Konu üzerine çalışan birçok kişi için sanat,

türümüz olan homo sapiens’in üst paleolitik

çağda, Batı Avrupa’daki mağara duvarlarına,

özellikle siyah ve kırmızı renkte yaptığı

hayvan figürleriyle başlatılır. Sözkonusu el

baskıları, bu konuda uzmanlaşmış bilimciler

tarafından genellikle üst paleolitik çağın

erken dönemlerine tarihlenir; ancak Anadolu’da

bu dönemle ilgili bilgilerimiz yok denecek

kadar azdır. Son yıllarda İspanya’da

yapılan çalışmalar, bu yöntemle yapılmış el

baskılarının, günümüzden 60 bin yıl öncesinde,

Neandertal döneminde yapılmış olduklarını

da öne sürmektedir.

Mersin’in büyük bir kısmı Orta Torosları

ve onun eteklerini kapsar. Çukurova ovalık

sınırı Erdemli’ye kadar ulaşır ve buradan

sonra mağara oluşumuna uygun olan karstik

arazi başlar. Bugüne kadar mağara araştırma

gruplarının yaptığı çalışmalar sonu-

GRAFİK: YASİN GÖKHAN ÇAKAN, OSMAN EMRE KÖSE

Doğu Sandal Mağaraları’nda el baskıları

ile birlikte çeşitli insan, hayvan figürleri ve

geometrik figürler bulundu. Resimdeki 1

numaralı mağarada bir püskürtme el figürünün

üzerine, örneklerini Neolitik Dönem’de yaygın

şekilde gördüğümüz çizgisel insan figürü

resmedilmiş. Bu durum mağarada en az iki

boyama evresinin varlığını gösterir. Mağaranın

iç duvar yüzeyindeki çıkıntılar ve düz alanlara

yapılan resimler, mağara yüzeyi göz önüne

alınarak, ön hazırlık çalışmasının yapıldığını akla

getirmektedir (üstte sağda).

İspanya’nın kuzeyinde Cantabria Bölgesinde

Üst Paleolitik Çağa tarihlenen kaya resimli

birçok mağara bilinir. El Castillo Mağarası’nda

püskürtme yöntemi ile yapılmış 70 adet el

baskısı bulunuyor. Son zamanlarda yapılan

tarihlendirme çalışmaları ile bu el baskılarının

günümüzden 40 bin yıl öncesine ait oldukları

anlaşıldı (sağda).

Asya, Avrupa ve Amerika’ya kadar birçok

yerde resmedilmiş çizgisel insan figürü,

özellikle Anadolu’da Neolitik Dönem’de

sıklıkla kullanılmış. Bu insan betimi, Mersin’de

yeni keşfedilen Doğu Sandal ve Alakapı

mağaralarında da karşımıza çıktı (en sağda).

66 MAGMA


67


cunda Mersin sınırları içerisinde yaklaşık

160 mağara tespit edilmiştir. Mersin’de

doğudan batıya, yani Tarsus’tan Anamur’a

kadar olan bölgede turistik amaçlarla kullanılan

birçok mağara var. Tarsus’ta Ziyaret

Dağı ve etrafı mağara oluşumu açısından

zengin bir bölge. Eshab-Kehf ve yeni

bulunan Taş Kuyusu Mağarası bunların

başında gelir. Daha batıda Kanlıdivane,

Cennet-Cehennem obrukları, Aynalıgöl /

Gilindire Mağarası gibi içerisinde kültürel

izler barındıran çok sayıda mağara da yine

turistik yerler. Gülnar’da Alakapı, Erdemli’de

Doğu Sandal ve Arslanlı mağaraları

da Mersin’in tarihi ve tarihöncesi kültürel

izlere sahip mağara potansiyelini gösterir.

Kuşkusuz yeni araştırmalarla bu mağaraların

sayısı artacaktır.

Bu potansiyeli yansıtan diğer yer de Arslanlı

Mağarası... Erdemli’nin kuzeyinde, Arslanlı

Köyü’nün, Eski Köy bölgesindeki mağara,

Alata Vadisi’nin içerisinde yer alır. Buradaki

keşif, Gazi Üniversitesi öğretim üyesi Prof.

Dr. İhsan Erdoğan’ın, arazisine yakın bir

alanda kaya resimli bir mağaranın varlığını

müzeye haber vermesiyle başlamıştır.

Alata, Erdemli’nin kuzeye açılmasını

sağlayan en büyük vadidir ve derinliği 600

metreyi bulur. Arslanlı Mağarası yüzlerce

kaya oyuntusunun bulunduğu vadinin batı

terasının altında, üç dört kat şeklinde oluşmuş

oyuk sıralarının en alt sırasında yer

Arslanlı Mağarası’nda kırmızı boya ile yapılmış çok sayıda insan figürü var.

Önde erekte olmuş cinsel organa sahip bir erkek figürünü, diğer bir erkek figürü omuzdan

tutar vaziyette resmedilmiş.

68 MAGMA


KADİR ÖZMEN

alır. Altı metre genişlikte, üç metre kadar

yükseklikteki bu mağarada da birikmiş arkeolojik

dolgu bulunmamaktadır. Mağara

tabanında, Doğu Sandal Mağaraları'ndan

da bildiğimiz, oldukça düzgün şekilde açılmış

oyuklar vardır. Oyuklar ne kadar akla

ocak, ateş yeri ya da boyama çukurlarını

getirse de bunu kanıtlayacak izler bulunamadı.

Yine de bu oyukların içine bitkisel bir

fitil konulmuş hayvan iç yağından yapılmış

mumların mağarayı aydınlatmak için kullanıldıkları

düşünülebilir.

Arslanlı Mağarası’nda Doğu Sandal’dan

farklı betimlerle karşılaşıldı. Ancak mağara

yüzeyinden sızan sular boyaların akmasına

ve birbirine karışmalarına neden olmuştu.

Sadece kırmızı aşı boyası kullanılarak yapılan

betimlerde hayvan ve insanın birlikte resmedildikleri

görülüyordu. Bir sahne düzenlemesinden

bahsedilemez, figürler gelişigüzel

uygun olan yüzeyine işlenmişti. Hayvanlardan

resimlerinde keçi ve geyikle ayırt edilirken

insan betimlerinde erkek ve kadın figürleri

birlikte görülüyordu. En belirgin insan

figürü dokuz figürün yan yana sıralı olarak

resmedildiği sahnenin ortasında yer alıyordu.

Figür, uçları kıvrık T harfi biçiminde bir

başlığa sahipti. Boynuz olarak yorumladığımız

başlığın yukarısında çok boynuzlu başlık

devam ediyordu. Bu insan figürünün yanında

daha küçük resmedilmiş bir çocuk ya da genç

bir birey yer alıyordu. Sahnede iç kısmı dört

parçaya bölümlendirilmiş yuvarlak figür iki

kere resmedilmişti. Bilindiği gibi yazı sistemi

de birbirine tekrar eden şekillerden oluşur.

Bu betimleri yazıyla ilişkilendirmek fazla

iddialı olsa bile bu bakış açısını da göz ardı

etmememiz gerektiğini düşünmekteyiz.

Bu sahnede adeta bir Şaman ya da ayrıcalıklı

biri çocuğuyla birlikte resmedilmişti.

Bir bakıma figürlerin inanışlarla ilgisi olduğu

kadar birer statü göstergesi olarak da

kullanılmış oldukları öngörülebilir. Benzer

başlığa sahip figürler Batı Anadolu’da yine

Toros dağ sırası içerisinde yer alan Ege Bölgesi’ndeki

Latmos Dağlarında da (Beşparmak

Dağları) çokça bulunur. Seçilen konu

ve boyaların işleniş biçimleri Latmos’taki

örneklerle çok benzerdir. Bu nedenle Arslanlı

Mağarası’ndaki resimlerin kalkolitik

döneme, günümüzden 7 bin yıl kadar öncesine

ait olabileceği düşünülmektedir.

69


2020 PATARA YILI

vrk

EaLa

AkkrTrr

yryRr

körkayrk

Tyr

rrkvy

rvrkrayv

70


Patara Limanı’nın önemini

deniz feneridir. Üzerindeki

Nero döneminde (MS 54 –

68) yapıldığı anlaşılıyor.

71


72


Patara, denizden 2 kilometre içeri

sokulan tektonik bir olukta oluşan halicin

kenarındadır. Kenti var eden, bu oluğun

ucundaki limandır. Yerleşim kente hâkim

bir yükselti olan Kurşunlu Tepe ile Tepecik

arasında 100 hektarlık bir alana yayılır.

73


DDA ANTALYA Körfezi (Mare

Pamphylium), batıda Fethiye

Körfezi (Sinus Glaucos) arasında

kalan, kuzey sınırını Batı Torosların

şekillendirdiği ve güneyde

Akdeniz’e uzanan Likya oldukça yüksek ve

engebeli topoğrafyaya sahiptir. Bu doğal korunmalı

fiziki yapı içinde, kıyı kentleriyle

iç bölgelerdeki yerleşimler arasında ulaşımı

sağlayan geçitler oldukça kısıtlıdır. Coğrafyanın

bu çetin yapısının yanı sıra Doğu

Akdeniz ticaretinin önemli uğrak noktalarından

olan ve askeri deniz yolu olarak da

hayati önem taşıyan kıyı şeridinde doğal limana

sahip az sayıda yer vardır. Bu durum

limanlarda kurulan kentlerin zaman içinde

giderek önem kazanmasını sağlamıştır. Patara

kenti, gerek bölgenin en önemli geçidi

Ksanthos Vadisi’nin güneydoğu ucunda, iç

bölgelere ulaşımı sağlayan temel üs olarak

adlandırılabilecek konumuyla gerekse sahip

olduğu doğal limanıyla sadece içinde bulunduğu

Ksanthos Vadisi’nin değil tüm Likya’nın

yüzyıllar boyunca ana limanı olmuştur.

Günümüzde Antalya’nın Kaş ilçesindeki

Patara kenti, Eşen Çayı’nın (Ksanthos) oluşturduğu

delta taşkın ovasının güneydoğusunda

yer alır. Eşen Ovası’ndan, 100-120 metre

yükseklikteki kütleyle ayrılan, batısında yüksekliği

300 metreyi bulan tepelerle sınırlanmış

kuzey - güney doğrultulu tektonik oluk,

denizden yaklaşık 2 kilometre içeri uzanarak

bir haliç oluşturur. Patara, onu var eden ve liman

koyunun sınırlarını da belirleyen bu haliç

çevresinde gelişmiştir.

Kentin adı ilk olarak Hitit Büyük Kralı IV.

Tuthaliya’nın (MÖ 1250 - 1225) Lukka seferinin

anlatıldığı Yalburt yazıtında geçer. Bu

yazıtta IV. Tuthaliya “Patar kutsal dağının

önünde (bir sunu) verdim, (stel) diktim (ve)

taştan anıt yap(tır)dım” demektedir. Kentin

Likya dilindeki adı Pttara’dır.

Epigrafik veriler aracılığıyla MÖ 13. yüzyılda

varlığı bilinen Patara’daki arkeolojik

çalışmalar, kentin çok daha önce yerleşildiğine

dair verileri ortaya çıkarmıştır. Yerleşim

alanının kuzeyinde yer alan Tepecik Akropolisi’nde

bulunan çanak çömlek ve pişmiş

toprak ana tanrıça figürini gibi buluntular,

yerleşimin en geç İlk Tunç Çağı’ndaki varlığını

kanıtlar niteliktedir. Yaşamsal değerdeki

limanıyla Tunç Çağı’nda gelişen Doğu Akde-

Yıkılan yapı ve surlar,

kazılması için yerinde

belgelendikten sonra olası bir

üzere “taş tarlalarına” diziliyor.

74 M MAGMA A


Meclis binasıyla tiyatro arasına

Prytaneion adı verilen bir yapı

inşa edilmişti. Bu yapının özelliği,

ocağındaki ateşin hiç eksik

olmamasıydı. Burada yabancı

ülkelerden gelen elçiler, seçkin

kişiler ya da halkın övgüsünü

toplayan savaşçılar ağırlanıyordu.

niz ticaretindeki kıyı taşımacılığının önemli

noktalarından birini oluşturan Patara, MÖ

2. binyılda Ksanthos Vadisi kentlerinde de

yaşayan Lukka halkının, dış dünyaya açıldığı

ana liman özelliğini bu süreçte kazanmış

olmalıdır. Tepecik Akropolisi’nin doğusunda

uzanan Tepecik Nekropolisi’nde bulunan iç

içe geçmiş eş merkezli dairelerle süslenmiş

kap parçalarıysa Patara’da İlk Demir Çağı›na

geçişin izlerini taşır.

Kentin günümüze kadar tespit edilebilen

en erken tarihli yapısı da Tepecik Akropolisi’nde

yer alır. Buradaki yapı kompleksinin

ilk evresi MÖ 7. yüzyıla tarihlenir. Yapı, konut

işlevinin yanı sıra ona bağlanan sur duvarıyla

ilişkisi nedeniyle savunma sisteminin de

bir parçası olmalıdır. Gerek bu alanda tespit

edilen mimari öğeler gerekse diğer buluntular,

arkaik ve klasik dönemlerde kentin yönetsel

merkezinin Tepecik olduğunu gösterir.

Likya’nın, Pers işgalinden önceki tarihiyle

ilgili elimizde çok fazla veri bulunmamaktadır.

Bölge hakkında bilinen ilk tarihsel referans,

Herodotos’un, Lydia Kralı Kroisos’un

Kilikia ve Likya haricinde, boyun eğdirdiği

ve onun egemenliğini tanıyan Anadolu halklarını

sıraladığı pasajda geçer. MÖ 546 yılında

Perslerin Lydia Krallığı’na son vermesinin

ardından Likya’da gelişen tarihi olaylar, bu

dönemde Hekateios tarafından bölgedeki

kentlerden biri olarak anılan Patara’nın da

tarihini belirlemiştir. Hekateios’a göre kent,

Apollon’un oğlu Pataros tarafından kurulur.

MÖ 540 dolaylarında Pers komutanlarından

Harpagos’un idaresindeki ordu Karia’yı ele

geçirdikten sonra güneye Likya’ya yönelmiştir.

Patara’da bu süreçte Pers egemenliği altına

girmiştir.

Pers egemenliği altındaki Likya kentleri,

kısa süreli bir kesintiye uğrasa da Pers büyük

kralına vergi ödeyen yerel beyler tarafından

yönetilmekteydi. Nümizmatik veriler bu beylerin

kendi adına sikke bastırabildiklerini ve

böylece sınırlı da olsa belirli bir otonoma

sahip olduklarını gösterir. Bu dönemde, Patara’nın

özerk bir kent devleti olarak gücü,

Batı Likya’ya özgü “hafif standart” ağırlık

sisteminde bastırılmış yerel Patara sikkelerinde

yönetici olarak adı geçen I. Vekhessere

(yaklaşık MÖ 450 - 430) ve II. Vekhessere

(yaklaşık MÖ 430 - 410) ile bilinmektedir.

I. Vekhessere’nin, Ksanthos prensi (dynast)

PATARA 75


Kuprili’ye bağlı bir bey olduğu ve Kuprili’nin

gücünün zayıflamasından sonra etki

alanını genişleterek Kadyanda, Tlos ve belki

de Ksanthos’ta da sikke bastırdığı düşünülmektedir.

Üzerinde Likçe karakterlerle

II. Vekhessere’nin ve Patara adının birlikte

okunduğu gümüş bir sikke bu düşünceyi hem

desteklemiş hem de kentte hüküm sürmüş ve

aralarında akrabalık ilişkisi olan iki ismi kesinleştirmiştir.

Ksanthos’taki Yazıtlı Dikme

Mezar’da, Ksanthos Beyi Kherei’nin II. Vekhessere’yi

yendiği yazmaktadır. Bu, MÖ 410

dolaylarında Batı Likya’da Tlos ve Orta Likya’da

Phellos’ta da adına sikke basıldığı bilinen

II. Vekhessere’nin kendi politik çıkarları

için bağımsız olarak hareket edebilecek güce

geldiğini göstermektedir.

Klasik dönem boyunca yani yaklaşık olarak

MÖ 5 - 4. yüzyıllarda Patara, Apollon Patroos’a

(Ataların Apollon’u) ait kehanet merkeziyle

ünlenmişti. Halikarnassoslu Herodotos,

kehanet merkeziyle ilgili olarak şöyle demektedir:

“Likya’daki Patara’da, tanrının gelip kaldığı

zamanlar için; çünkü bu kentte kehanete

her zaman danışılmaz; tanrı geldiği zamanlar,

büyük rahibe de her gece onunla beraber tapınağa

kapanır.” Ünlü Romalı şair Vergilius’un

mısralarından, Herodotos’un “tanrının gelip

kaldığı zamanlar” söyleminden de anlaşılabileceği

gibi Apollon’un yılın bir yarısını Delos’ta,

diğer yarısını da Patara’da geçiriyordu.

Antik kaynaklar ve epigrafik veriler bu kutsal

alanının bir koruluk içinde bulunduğunu belirtir.

Fahri Işık, kentin kuzeyinde, günümüzde

Mezar Kilise’nin kalıntılarının bulunduğu

alanın en uygun yer olduğunu önermektedir.

Gerek kilisede gerekse kentin farklı alanlarında

bulunan epigrafik buluntular bu varsayımı

destekler niteliktedir.

MÖ 4. yüzyılın ikinci çeyreğine yayılan ve

Pers Kralı II. Artakserkses’e karşı başlatılmış

Büyük Satrap Ayaklanması’nın bastırılmasının

ardından, II. Artakserkses’in kendi

yanında saf tutan Karia Satrabı Mausolos’a

Likya’yı armağan olarak vermişti. Mausolos

ve ardılları (Hekatomnidler), Likya’daki

egemenliklerini artırmak için kentlere kendi

ordusundan birlikler yerleştirerek buradaki

surları tahkim ettirmişti. Patara’da bu süreçle

ilgili arkeolojik veriler son yıllarda yapılan çalışmalarla

ortaya çıkartılmıştır. 2013 yılında

Tepecik Akropolisi’nde yer alan Kuzey Bastion’da

yapılan çalışmalarda bulunan, MÖ 4.

yüzyılın sonlarına ait özellikler taşıyan çanak

çömlek grupları ve üzerinde karşılıklı olarak

“PHILIPPOU” ve “ALEKSANDROU” isimleri

okunan kurşun bir sapan mermisi gibi buluntular,

Kuzey Bastion’un, Hekatomnidler

hâkimiyeti sürecinde inşa edilmiş olduğunu

akla getirir. Kurşun sapan mermisinde yer

alan isimlerin Büyük İskender ve babası Philippos’a

ait olabileceği düşünülmektedir. Bu

bağlamda, yapıdaki tahribat ve geniş alana

yayılan yangın tabakası da Büyük İskender’in

ordusunun tüm Likya’yı ve Patara’yı ele geçirdiği

seferle ilişkilendirilmektedir.

Likya’nın ana limanı olarak Patara’nın stratejik

önemi Büyük İskender’in varisleri tarafından

da kavranmış ve kent uzun savaşlar

sonrasında, MÖ 278 ya da 277 yılında Ptolemaios’ların

eline geçmişti. II. Ptolemaios,

kentin ismini kız kardeşi ve karısı olan Arsinoe’nin

ismiyle onurlandırır. Ancak, kentin

kadim ismi baskın gelir ve Patara ismi kullanılmaya

devam eder.

Roma askeri gücünün Anadolu ve çevresinde

etkin olmaya başladığı MÖ 2. yüzyılın

başlarında, Seleukoslar ile Roma arasında yapılan

Apameia Anlaşması ile (MÖ 189 ya da

188) Likya’nın yönetimi Roma tarafından Rodos’a

bırakılır. Hem siyasi yönden hem de alınan

yüksek oranda vergiler nedeniyle ekonomik

açıdan zayıflayan Likyalılar, Rodoslulara

itaat etmektense askeri ve siyasi alanda mücadeleye

başlar ve MÖ 167 yılında geçmişten

kalma özgürlüklerini tekrar kazanırlar. Bu

süreçte kurulan Likya Birliği’ne başkentlik

etme onuru da Patara’ya layık görülür. Ünlü

coğrafyacı Strabon, kendi zamanında Likya

Birliği’nin atadan kalma kurumlarının korunduğunu

ve Artemidoros’tan (MÖ 104–100)

alıntılayarak Likya Birliği’nde 3 oy hakkına

sahip altı büyük kentten birinin Patara olduğunu

belirtir. Tarihçi Livius, MÖ 2. yüzyılda

yaşanan siyasal olayları anlatırken Patara’yı

soyun başı (caput gentis) olarak isimlendirir.

Patara bu dönemde Likya Birliği tipinde sikke

basan önemli bir darphane olmuştur. Hatta

Likya Birliği adına basılan bütün sikkeler üye

kentler adına bu kentte basılarak diğer kentlere

gönderilmiş olmalıdır. Patara’da Geç Helenistik

- Erken Roma İmparatorluk dönemlerine

tarihlendirilen tiyatro, meclis binası

gibi yapılar ve oldukça zengin buluntulara

sahip mezarlar, kentin yoğun biçimde askeri

savaşların ve siyasi çekişmelerin bir arenası

haline geldiği Helenistik Dönem’de, ticaret

potansiyelini de belirgin biçimde yükselttiğini

gösterir. Kent, yaşamsal önemdeki limanın

getirdiği kazanımlarla hem denizaşırı ticaretteki

etkin yerini hem de bölgedeki siyasal konumunu

Roma İmparatorluk Dönemi’nde de

korumuştur.

Anadolu’da birçok bölge, MÖ 2. yüzyılda

bir Roma eyaleti haline getirilmişti. Likya

ise İmparator Claudius Dönemi’ne (MS 41 –

54) kadar bağımsızlığını korur. Bölgenin ilk

olarak MS 43 yılında Likya eyaleti olarak

Roma’ya bağlandığı bilinmektedir. Patara’da

1993 yılı çalışmalarında ortaya çıkarılan bir

anıt bu sürece de tanıklık eder. Patara Yol

Anıtı (Miliarium Lyciae / Stadiasmus Pata-

PATARA KAZI ARŞİVİ

76 M MAGMA A


Limandan kentin içine doğru uzanan

Liman Caddesi’nin her iki yanında

revaklar vardı. Kent bu anacaddeye

dik gelen yollarla bölümlenmiş,

tasarlanmış bir plana sahipti (üstte).

Kazılarda çıkan buluntulardan mezar

hediyesi, yılan biçimli yüzük (solda).

rensis) olarak anılan anıtın ön yüzünde İmparator

Claudius’a ithaf bulunurken, diğer

yüzlerde bölgedeki ve çevresindeki kentler

arasındaki mesafeler bir liste halinde yer alır.

Kentte sürekli kullanılan alanların genişleyerek

değerlendirildiği bu süreçte, Roma

İmparatorluk Dönemi kent tasarımcılığının

özgün örneğini oluşturan şehircilik anlayışı,

kentin planlanmasında, mimaride ve yapı

tekniğinde belirgin olarak takip edilebilmektedir.

MS 1. yüzyılın ikinci yarısından itibaren

başlayan ve MS 2. yüzyıldaki Roma imar

politikalarıyla genişleyen kentin yapı repertuarı

içinde tiyatro, meclis binası, agora gibi

geleneksel yapıların yanı sıra sütunlu caddeler,

hamamlar, fener, onursal tak, granarium

gibi yeni yapı tipleri yer bulmuş, ayrıca uzak

mesafelerden kente su getirmeye yönelik suyolları

inşa edilmiştir.

Kentteki yapılaşma halicin doğusunda,

Kurşunlu Tepe ile Tepecik arasında kalan

yaklaşık 100 hektarlık alanda yoğunlaşır.

Bunun yanı sıra kentin genişlemesiyle halicin

batı yakasında da imar faaliyetleri gerçekleştirilir.

Kentin en güneyinde bulunan ve

Kurşunlu Tepe’nin kuzey yamacına yaslanan

tiyatro yaklaşık 6.000 kişiliktir. Geç Helenistik

Dönem’de inşa edilen yapının bu sü-

PATARA 77


reçte bir sahne binasına sahip olup olmadığı

sorusu henüz yanıtlanamamıştır. Ancak tüm

Likya kentlerini etkileyen MS 141 yılı depreminin

yaralarının sarılmaya çalışıldığı dönemde,

yapıya yeni oturma sıraları eklendiği

ve görkemli bir sahne binasının inşa edildiği

tiyatronun girişindeki yazıttan anlaşılmaktadır.

Bu çalışmalar Patara’nın yetiştirdiği

en önemli kadınlardan bir olan Pataralı Vilia

Procula tarafından desteklenmiştir. Bu yenileme

ve onarımlar, Vilia Procula tarafından,

tiyatronun deprem sonrası yeniden açılış yılı

olan MS 147’de İmparator Antoninus Pius’a,

Patara kentine ve onların soy atalarına ve Augustus

tanrılarının anısına sunulmuştur

Tiyatronun kuzeybatısında yer alan meclis

binasının en erken evresi yine Geç Helenistik

Dönem’e tarihlenir. Roma İmparatorluk Dönemi’nde

farklı mimari eklemelerin gerçekleştirildiği

yapı, küçük bir tiyatro biçimindedir;

merkezinde mermer döşeli bir orkestra,

yamaçta yarım daire şeklinde 21 oturma sırası

(cavea) bulunur. Yaklaşık 1.400 kişinin oturabileceği

bu sıraların merkezi, meclis başkanı

ya da eyalet valisi için özel olan tribunalia

adlı bir koltukla vurgulanmıştır. Yapı, meclis

binası işlevinin yanı sıra bir odeion olarak da

kent halkına hizmet etmiştir.

Meclis binasının doğusundan başlayarak

kuzeydeki Liman Caddesi’ne kadar yaklaşık

120 metre uzanan sütunlu galerinin (stoa) duvarlarının

bir kısmı, sütun kaideleri ve sütunların

oturduğu bezemeli üst temel (stylobat)

düzlemi korunmuştur. Galerinin kuzey kapısı

liman caddesine açılır. Limana kadar kuzey -

güney doğrultusunda uzanan caddenin her iki

yanı revaklarla (portikus) sınırlandırılmıştır.

Liman Caddesi’nin oluşturduğu bu temel aks

ve Liman Hamamı’nın güneybatısından doğu

- batı doğrultulu uzanan bir cadde, Patara’da

dik açılı bir düzenlemenin varlığını gösterir.

Birbirini dik kesen bu cadde ve sokaklar arasında

oluşturulan düzenli yapı adaları (insula)

ön yüzü caddeye bakan ve cephesel mimarinin

ön plana çıktığı yapılar yer alır. Batı

Portikus’un arkasında oluşturulan dükkân

sıralarıyla hareketliliğin arttığı Liman Caddesi’nin

doğusunda yer alan Nero Hamamı,

inşa

edilen ve Roma İmparatorluk

Dönemi’nde geliştirilen

meclis binası, merkezinde bir

tiyatro biçimindedir. Yamaçta,

yarım daire şeklindeki 21

oturma sırası (cavea) ile yapı

Liman Caddesi’nin

üzerinde çok işlevli, cazip

mekânlar inşa edilmişti,

bunlardan biri de Merkez

Hamamı’ydı (sağda).

Oygu mezarlardan

birinde bulunan küpe,

lir çalan Eros figürini ile

78 M MAGMA A


PATARA KAZI ARŞİVİ

Merkez Hamam gibi yapılar kent merkezinde

çok işlevli cazip mekânların oluşturulduğunu

da gösterir. Kentin kuzeyinde bulunan Liman

Hamamı ise hemen güneybatısından geçen

bir cadde ile limana bağlanmaktadır.

Üzerindeki yazıttan İmparator Nero döneminde

(MS 54 – 68) yapıldığı anlaşılan deniz

feneri limanın kent ve bölge için önemini vurgulamaktadır.

İmparator Claudius Dönemi’nde

yapılan suyollarının ise olasılıkla MS 68

yılındaki deprem sonrasında hasar gördüğü

ve İmparator Vespasianus (MS 69 – 79) tarafından

onarıldığı bilinmektedir. İmparator

Traianus Dönemi’nde (MS 98 – 117) kentin

girişine inşa edilen onursal tak aynı zamanda

kentin girişini simgeler. Dört ayak üzerine

oturan yapı, 19 metre uzunluğunda ve 10

metre yüksekliğinde görkemli bir anıttır. Kuzeyindeki

üst silmeye kazılı yazıtından «Likya

ulusunun metropolisi Patara halkı tarafından”

Likya ve Pamphlyia eyaleti Genel Valisi

C. Trebonius Proculus Mettius Modestus için

MS 100 yılı civarında dikilen bir onur takı

olduğu bilinmektedir. Kentin batı yakasında

yapılaşmanın İmparator Hadrianus (MS 117

– 138) döneminde arttığı ve deniz fenerinin

kuzeyinde büyük bir Horeum’un inşa edildiği

görülmektedir. İmparatorluk ve kent için

hayati önemdeki tahılın depolandığı bu yapı,

kentin ve limanın stratejik önemine tanıklık

eder. Bu süreçte, klasik dönemde büyük bir

üne sahip Apollon Patroos kehanet merkezi

uzun bir sessizlikten sonra yeniden canlanır.

Patara’ya MS 2/3. yüzyılda, imparator kültü

için tapınak yapma hakkı verildiği (neokoros),

1992 yılında yapılan çalışmalarda bulunan

bir yazıtta karşımıza çıkmaktadır. Bu

yazıtta Patara, yönetimsel olarak üç sıfat ile

anılır. “Likya ulusunun metropolisi, baş rahiplik

makamı ve iki kere neokorosu”. Neokoros

tapınak gibi yapılar inşa ederek içerisine

imparator ve ailesinin heykellerini yaptırmak

yoluyla imparatorluğunu propagandasını

yapma hakkı anlamına gelir. Patara’da imparator

kültü tapınaklarının yeri bilinmemekle

birlikte, kent merkezinin kuzeyinde Liman

Agorası’nın 50 metre güneydoğusunda konumlanan

Prostylos Planlı Tapınak (Korinth

Tapınağı), bunun için önemli bir aday olarak

görünmektedir. Roma tapınak mimarlığında

gelenekselleşmiş olan bir podyum üzerinde

yükselen ve bu podyumla birlikte neredeyse

11 metrelik bir yüksekliğe sahip yapı, gerek

ana işlev olarak dini törenlerde gerekse yüksek

podyumdan halka hitap gibi daha dünyevi

işler sırasında podyum önünde toplanan

halkı etkisi altına almış olmalıdır.

Patara’nın Doğu Roma Dönemi yerleşimi

de Roma İmparatorluk Dönemi kentleşme ve

yapılaşmasına göre düzenlenmiş liman merkezli

planlama sürdürülmüştü. Aziz Methodius’un

şehit edildiği ve çağdaş dünyanın en

çok anılan azizlerinden biri olan Aziz Nikholaos’un

(Noel Baba) doğum yeri olan kentte

Mezar Kilisesi, Kent Bazilikası, Liman Kilisesi

gibi dinsel yapılar inşa edilmişti. MS 325

yılında toplanan 1. Nikaia (İznik) Konsili’ne

Likya’nın tek imza yetkilisi olarak Pataralı

PATARA

79


Piskopos Eudomos’un katıldığı bilinmektedir.

Konstantinopolis Konsili’nde (MS 381) ise

Piskopos Eudumos’un katılmış olması kentin

dinsel merkez konumunu gösterir. MS 4. yüzyılda

tüm kente yayılan hatta kuzeyde Roma

İmparatorluk Dönemi sınırları dışına genişleyen

kent, MS 5. yüzyıldaki kargaşa ortamının

getirdiği savunma ihtiyacını karşılayan yeni

surlar ile çevrilerek küçültülür.

MS 529/530’da, Myra merkezli büyük deprem

ve ardından MS 541 yılında başlayan veba

salgını nüfusun azalmasına yol açmış olmalıdır.

MS 7. yüzyılın ortalarından itibaren kıyıların

Arap donanmaları için açık hedef haline

gelmiş olması, Patara gibi talana açık liman

kentlerinde yaşayanların dağlık Likya’ya çekilmesine

ve kentin giderek küçülmeye başlamasına

neden olur. Doğu Roma İmparatorluğu’nun

MS 10. yüzyıldaki önemli yerel idari

birimlerinden (thema) biri olan Kibyraitoton

Theması’na dahil olan Patara, oluşumdaki konumuyla

imparatorluğun deniz üssü özelliğini

korumaktadır. MS 12. yüzyılda ise limanın

güneyindeki düzlüğü kuşatan kalın bir surla

kendi içine kapanmış bir ortaçağ liman köyüne

dönüşür. Kitab Ghara’ ib al-funun wa-mulah

al-un adlı eserin MS 13. yüzyıla ait kopyasında,

Patara demirleme yerlerinin yıkıntı

durumda olduğu belirtilmektedir. Piri Reis’in

Kitab-ı Bahriye adlı eserinde 27a olarak kodlanan

haritada güney limanları içinde Patara’nın

da adı geçer. MS 13 – 15. yüzyıllarda İtalyan

portulanlarında ve denizcilik haritalarında ise

Lapatera ya da Patera olarak farklı adlandırmalarla

yer bulan yerleşim ile ilgili bilinen son

tarihi olay MS 1478 yılına aittir. Şehzade Cem

Sultan’ın, babası Fatih Sultan Mehmet’in emriyle

Rodoslularla anlaşma yapmak için Patara’ya

geldiği bilinmektedir.

Patara’ya can veren halicin girişinin en

geç MS 15/16. yüzyılda Ksanthos Irmağı’nın

taşıdığı alüvyonlarla tamamen örtülmesi sonucunda

limanın denizle bağlantısı kesilir ve

Patara kentinin kapıları da tarihe kapanır.

Kentin içine sokulan sular

Liman Caddesi’ni kısmen

su altında bırakıyor. Cadde

boyunca inşa edilmiş

Merkez Hamamı ve Nero

Hamamı’na ait kalıntılar.

80 M MAGMA A


HER YERDE MACERA, HER YERDE HEYECAN

HER YERDE MAGMA

Magma Turkcell Dergilik'te

81


Boğa başı biçimli akıtacağı olan ve kutsal

törenlerde kullanılan küp Kültepe’nin özgün

buluntuları arasında. Küp Kayseri Müzesi’nde

sergileniyor (sağda).

Karum’da özel evlerdeki arşivlerde zarf

içinde çok sayıda tablet bulundu.

Tabletler mektupsa üzeri kille

kaplanarak bir zarf oluşturulur,

gönderenin ve alıcının kimliği

yazılırdı. Sözleşme yapılması

gibi durumlarda da zarf

alıcı kişilerin yanı sıra

şahitler tarafından da

mühürlenirdi (en sağda).

YUSUF ASLAN


Kültepe-Kaniş

Anadolu'nun İlk Sözü

Anadolu’nun okuyup yazmaya başladığı yerdi Kültepe... Beş bin yıl önce

bu toprakların en büyük ticari merkeziydi. Anıtsal sarayları, geçmişin

gizemini aydınlatan binlerce çiviyazılı kil tabletleri, her biri sanat eseri

çömlekleri, hayranlık uyandıran idolleri, figürinleriyle insanlığın tarihi

yürüyüşünün en önemli duraklarından biriydi. Kayseri’deki Kültepe-Kaniş

Höyüğü kazıları arkeoloji ve tarihte çığır açıyor.

83


84


Ankara Üniversitesi, Dil ve

Tarih-Coğrafya Fakültesi

tarafından başlatılan Kültepe

kazıları yarım yüzyılı aşkın

süredir devam eden, Türkiye

arkeolojisinin en eski

projelerinden biri.

YUSUF ASLAN

85


Sanat Kapları

KÜLTEPE-KANİŞ, çömlekçilikte eşsizdir. Çok

çeşitli form ve teknikte, büyük miktarlarda

kap üretilen seçkin merkezlerden biridir. Bu

dönemde üretilen kaplar yerli halk Hattilerin ve

onların ülkesine sonradan yerleşerek zamanla

bölgeye hâkim olan Hititlerin ortak ürünüdür.

Bu eserler, hayal gücü çok zengin ustaların,

zanaat ile sanatı nasıl bir araya getirdiklerini

de gösterir. Kültepe kapları tüm Önasya’da,

özellikle biçim çeşitliği açısından da eşsiz

bir yere sahiptir. Asur Ticaret Kolonileri

Çağı kaplarının yapım teknikleri ve biçim

zenginliğinde hızlı dönen çömlekçi çarkının

etkisi büyüktür. Kapların büyük çoğunluğu

biçim ve teknik olarak MÖ 3. bin yılın

sonlarından itibaren Anadolu’da kullanılmaya

başlanan madeni kapların taklididir. İlk

kez Kültepe Höyüğü 2. katta görülen kap

biçimlerinin bir bölümü daha sonra da kendini

göstermeye devam etti; bazıları tamamen

ortadan kalktı ya da yeni biçimlerde üretildi.

86


Karum’da özel evlerde bulunan

oldukça farklı formlarda üretilmiş kaplar

bu dönemde çömlekçiliğe verilen önemi

göstermesinin yanı sıra işin sanata

dönüştüğünü de kanıtlıyor. Kaplar işlevsel

olduğu kadar birçoğunun da ritüel amaçlı

yapıldığı açık.

87


88 MAGMA


Karum’da özel evlerde karşılaşılan buluntular

arasında kutsal törenlerde kullanılan aralarında

aslanların da bulunduğu hayvan biçimli kaplar var.

Törenlerde tanrının huzurunda sunulacak

sıvı, hayvanın sırtındaki bardaktan doldurulur

ve ağzındaki delikten dökülürdü.

89


ORHAN DURGUT / KÜLTEPE KAZI ARŞİVİ

TARİH YAZIYLA BAŞLAR.

Kültepe’de gün yüzüne

çıkartılan çiviyazılı kil

tabletler, Anadolu’nun

en eski yazılı belgeleridir; öyleyse

Kültepe, Anadolu’da tarihin başladığı

yerdir ki Kültepe’nin keşfi

de bu çiviyazılı belgeler sayesinde

gerçekleşmişti. İlk kez 1881 yılında

British Museum uzmanlarından

Th. G. Pinches, bir benzerinin

Paris Bibliotheque Nationale’da

bulunduğunu belirterek, Kapadokya’dan

geldiği söylenen ve İstanbul’dan

satın alınan çiviyazılı bir

tablet yayımlamıştı. Bu tabletleri

de geldikleri yer itibarıyla Kapadokya

Tabletleri olarak isimlendirmişti.

E. Chantre, Kaniş isimli

bir merkezle bağlantılı olduğu anlaşılan

bu tabletlerin nereden geldiğini

araştırmak için 1893-1894

yıllarında Anadolu’ya gelmiş ve

tabletlerin Kayseri’nin kuzeydoğusunda

yer alan Karahöyük Köyü’ndeki

Kültepe Höyüğü’nden çıkarılmış

olabileceği sonucuna varmıştı.

Nihayet 1925’te, Hitit dilini çözümleyen

B. Hrozny, Kültepe’de

kazılara başladı. Ancak Hrozny,

höyük kazılarında herhangi bir

tablete rastlayamadı. Aslında höyükteki

en büyük tahribat da bu

sırada gerçekleşti. Geri dönmek

üzereyken aldığı bilgilerle tabletlerin

Varşama Sarayı olarak adlandırılan

ve höyük merkezinde yer

alan bölgede değil, höyük eteklerinde

bulunduğunu öğrendi. Bunun

üzerine aşağıdaki tarlalarda

yaptığı kazılarda tabletlerle karşılaştı.

Çıkarılan tabletlerde adı geçen

Kaniş’in, Kültepe ile aynı yer

olduğu ispatlanmıştı böylece.

Kültepe, Kayseri’nin ve ülkemizin

adını dünyaya duyuran en

önemli kültür varlıklarının başında

gelir. Kültepe, sadece büyük bir ticaret

merkezi veya Hitit devletinin

ilk başkenti değil, aynı zamanda

Anadolu’yu Asur ile ilişkileri sayesinde

Mezopotamya ve Suriye’deki

ileri uygarlıklara bağlayan büyük

bir kültür merkezi niteliğindedir.

Kültepe, Orta Anadolu platosunun

en yüksek dağı Erciyes’in

hemen eteğinde, Sarımsaklı Ovası’nın

ortasında yer alır. Ovadan

20 metre kadar yükselen höyüğün

çapı 550 metredir. Sur nedeniyle

höyüğün kenarları daha yüksek,

ortası çukurdur. Höyüğü çevreleyen

Aşağı Şehir’in sınırları henüz

Erciyes Dağı’nın

eteğinde

Sarımsaklı

Ovası’nın ortasında

bulunan Kültepe,

Aşağı Şehir ile

birlikte çapı 2,5

kilometreye ulaşan

bir alana yayılan

oldukça büyük

bir yerleşim yeri

(üstte).

Karum’da bir

mezarda bulunan

fildişi kadın

tanrıça heykelciği

Ankara, Anadolu

Medeniyetleri

Müzesi’nde

sergileniyor

(sağda).

90 MAGMA


kesin olarak bilinmemekle beraber,

çapı en azından 2,5 kilometreyi

bulur. Höyüğün batısı, eski çağlarda

daha geniş bir alana yayılan

Engir Gölü’nün suları ve şimdilerdeyse

Engir Bataklığı ile sınırlanır.

İlk dönem araştırmalarının

ardından, 1948 yılında, Ankara

Üniversitesi’nden Tahsin Özgüç’ün

başlattığı kazılar sayesinde

bugün Eski Anadolu ve Kültepe

hakkında muazzam bilgiye

ulaşabiliyoruz. Bunların en başında

Kaniş’teki sosyal, siyasi ve

ekonomik hayata dair bilgiler yer

alıyor. 23.500 civarında çiviyazılı

tablet sayesinde dönemin medeni

hukuk, insan ilişkileri ve özelikle

ülkeler arası ilişkiler hakkında

çok şey söyleyebiliyoruz.

ARA GÜLER

TUNÇ ÇAĞI’NDA KÜLTEPE

Kazılar, Kültepe’nin en azından MÖ

3. bin yılın ilk yarısından itibaren

yerleşildiğini gösteriyor. Höyükteki

en eski katmanları oluşturan İlk

Tunç Çağı’nın başlarına ait kalıntılar

ve başsız mermer idoller gibi

bazı tipik buluntular bölgenin Güneybatı

Anadolu ile bağlantılarını;

ithal Suriye şişeleriyse yine Anadolu’nun

güneyi ve Kuzey Suriye

ile olan en erken ilişkileri yansıtıyor.

Bundan sonraki katmanlarda,

başlarda ithal olarak gelen Suriye

şişelerinin yerelde de üretildiğini,

ancak ortaya çıkan yeni bir kap türü

(metalik hamurlu kaplar) sayesinde

Kültepe’nin ilişkilerinin Güney

Irak’taki Ur şehrine kadar geniş bir

alana yayıldığını ispat ediyor.

İlk Tunç Çağı’nın sonunda, güneyindeki

komşularıyla yakın ilişkileri

sayesinde zenginleşen Kültepe’nin

anıtsal yapılarla donatıldığı

görülüyor. Yine bu döneme ait

ithal silindir mühürler, çömlekler,

kıymetli maden ya da taş objeler,

Kültepe’nin bir taraftan Kuzey Suriye-Mezopotamya,

diğer taraftan

Batı Anadolu ile sıkı bağlar içinde

olduğunu kanıtlıyor.

Yazıyı kullanan ve oldukça gelişmiş

Mezopotamyalı ve Suriyeli

toplumlarla bağlantı kurulmuş olmasına

rağmen Anadolu kendisine

ait bir yazı tipi geliştirmemişti.

Bu döneme ait en eski bilgiler

MÖ 24-23. yüzyıllarda yaşayan

Akkad Kralı Sargon ve torunu

Naram-Sin’in kahramanlıklarını

91


Tanrının ırmakta gezdirilmesini

betimleyen kutsal törenlerde kullanılan

tekne biçimli kap, Karum’da Asurlu bir

tüccarın arşivinde bulundu.

92 MAGMA


Karum’da özel evlerden birinde bulunan

iki bölmeli kap, bir çift insan gibi

biçimlendirilmiş. Kabın doldurma delikleri de

insan ağzı şeklinde.

93


KÜLTEPE KAZI ARŞİVİ

anlatan efsanevi Savaş Kralı / Şartamhari

metinlerinden gelir. Şavaş

Kralı, tüccarların şikâyetleri sonucunda

Purushattum şehrine savaş

açmış, sonraki yıllarda torunu

Naram-Sin, aralarında Hatti Kralı

Pampa ile Kaniş Kralı’nın da olduğu

17 kralın oluşturduğu birliği

yenmişti. Bu belgelerde Kaniş kralının

adı Zipani olarak geçer. Kaniş

Karumu’nun ikinci yapı katında

Asurlu bir tüccarın arşivinde, Akkad

kralı Sargon’dan 400 yıl sonraya

tarihlenen, eski Asur lehçesinde

yazılmış Sargon ile ilgili bir

tablet bulunmuştu. Kaniş’te yaşayan

Asurlu tüccar, efsanevi kralın

anısına ait kahramanlık hikâyesi

içeren bu önemli metni evinde kendi

arşivinde saklamış olmalıydı.

Yine bu döneme ait, 2010 yılında

açığa çıkarılan anıtsal yapı kompleksi,

her bakımdan Anadolu’daki

çağdaşlarından farklıdır. Henüz 75

metrelik bölümü açığa çıkarılan,

taş temelli, yer yer 3 metre yüksekliğe

kadar korunmuş kerpiç duvarlara

sahip yapı olasılıkla kamusal

bir işleve sahipti. Bu yapı tahrip

edildikten sonra aynı yere yeniden

bir kamusal yapı inşa edilmiş. Megaron

planlı bu yapı eklentileriyle

Batı Anadolu’daki çağdaşlarından

farklılaşıyor, Orta Anadolu için

benzersiz bir örnek oluşturuyordu.

Yapının büyük salonunun ortasında

bir ocak yer alıyor, etrafındaki dört

taş sütun kaidesiyle yükselen ağaç

direklerse yüksek çatıya destek

veriyordu. Yangınla tahrip olan ve

ölçüsüyle Troia 2 megaronlarının

en büyüğüne benzeyen yapıdaki

su mermerinden idol ve figürin gibi

buluntular yine kutsal bir mekâna

işaret ediyor.

Aynı alanın kamusal yapılar için

kullanımı sonraki dönemlerde de

devam etmiş. Bu defa ortadaki

büyük bir salonun çevresinde

çok odalı, kerpiç duvarları içten

ve dıştan yarım sütunlarla desteklenmiş

anıtsal bir bina daha

inşa edilmiş. Salonda çatıyı taşıyan

ağaç direklerin taş kaideleri

ve çapları 1,5-2 metre arasında

değişen büyük ocaklar var. Yine

yangınla tahrip olan bu binada da

adak olarak bırakılmış su mermerinden

tanrı, tanrıça heykelcikleri

ve idolleri bulunmuş.

ASUR TİCARET KOLONİLERİ

Asurlu tüccarların Kültepe’de ticaret

kolonisi oluşturduklarına dair

ize rastlanmasa da yerleşimin sonraki

katmanlarında (10-9) ve hemen

yanı başındaki karumda (pazaryeri)

yapılan kazılarla çiviyazılı

kaynaklar Asur’un erken dönem

beylerinin ticaretteki etkinliklerini

ortaya koyar.

MÖ 3. bin yılın sonlarında ba-

Kültepe

kazılarında

bugüne kadar

ulaşılan en eski

kalıntılar MÖ 3. bin

yılın başlarına, İlk

Tunç Çağı’na kadar

uzanıyor.

94 MAGMA


Karum Ib katında açığa çıkarılan

büyük bir evin canlandırmasında

mekânların ne kadar sofistike

tasarlandığı görülüyor. Karum’daki

yerleşim, altı ya da sekiz evden oluşan

yapı adaları şeklindeydi. Bu adalar düzenli

sokaklar ve meydanlarla bölünmüştü.

ÇİZİM: MAHMUT AKOK / DİJİTAL YORUM: KADİR ÖZMEN

KAYNAK: T.-N. ÖZGÜÇ, 1953, KÜLTEPE KAZISI RAPORU

95


TİJEN BURULTAY

Kaniş Şehir Meclisi’nin kararını içeren; Ankara'da, Anadolu

Medeniyetleri Müzesi'nde teşhir edilen zarf.

Dil, Yazı, Hayat

KÜLTEPE’DE AÇIĞA çıkarılan arkeolojik belgelerinin başında,

Anadolu’ya Mezopotamya veya Suriye’den ithal edilmiş silindir mühür

ve baskıları gelir. İçlerine mektupların konulduğu pişmiş toprak zarflar

ve mühür baskıları, silindir mühürlerle daha sonra da silindir ya da

damga biçimli mühürlerle mühürlenmekteydi. Korunması istenen

taşınır veya taşınmaz malların, gönderilen ticari malın, tabletlerin

veya kişisel eşyanın ambalajına bağlanan mühürlü kil topakların da

çoğunlukla üst yüzü yazılı ve mühürlüydü.

Kültepe’deki toplumun kozmopolit karakteri, mühürcülük sanatında,

en azından dört farklı üslubun doğmasına neden olmuştu. Nitekim

Anadolu yerlilerinin sosyal hayatına ışık tutan çiviyazılı belgeler

de yerlilerin Eski Mezopotamya’dan farklı bir sosyal yapıya sahip

olduklarına işaret eder.

Bu çağda Anadolu’da kadın ve erkek eşitliği sosyal hayatın özünü

oluşturmaktaydı. Kadının hem iş hem de yönetimde yeri vardı.

Devletin başında kraliçenin görev alması gibi yerli panteonun (tanrılar

topluluğu) başında da tanrıça vardı. Yerliler arasındaki kadın ve erkek

eşitliğini kanıtlayan evlenme ve boşanma sözleşmeleri karşılıklı

anlaşma esasına göre düzenlenmişti. Yerli çiftler mal ve mülklerinde

eşit haklara sahipti. Boşanma, mahkeme kararına bağlıydı. Her iki taraf

da boşanma için mahkemeye başvurabiliyor, ölüm halinde mal eşit

olarak bölüşülüyordu.

Uzun süre Asur’dan uzakta kalan tüccarlar, sosyal durumlarına

bakılmaksızın iki kadınla evlenme uygulamasını kabullenmişti. Bu tür

evliliklerin nedeni, olasılıkla iş ilişkilerinin her iki tarafın da yararına

olacağı düşüncesidir. Kadının statüsüne ve onun etnik kökenine

bakılmaksızın iki evlenme şekli uygulanıyordu. Yerli kadınlarla

evlenen Asurlular da yerli usullere bağlıydı. Evlenmede hukuk

düzeninin en önemli yönü, kanunun ilk eşin haklarını, miras hukukuyla

garantilemesiydi. Metinlerde içgüvey ve nişan adetlerinin varlığı

da açıkça belli. Evli kadınlar, kendi adlarına anlaşma yapar, onları

mühürlerlerdi. Birçok borç belgesi karı koca tarafından mühürlenmiş.

Alacaklı, borçlunun eşini de borçlu sayar, onun garantisini isterdi.

Kadınlar, evli veya bekâr olsunlar, kontrata dayanan anlaşmalara ve

hukuki işlere karışırdı.

Bu dönemde, Anadolu’da evlat edinme adetinin varlığı da belgeler

sayesinde ortaya çıktı. Eşit hakların uygulandığı dönemde Anadolu’da

esir alımı ve satımı da yaygın bir uygulamaydı. Esir satışı hem Asurlular

arasında hem de yerliler arasında oluyordu ancak esirlerin hepsi yerli

isimlerle çağrılmaktaydı.

96 MAGMA


ÇİZİM: MAHMUT AKOK / DİJİTAL YORUM: KADİR ÖZMEN / KAYNAK: T.-N. ÖZGÜÇ, 1953, KÜLTEPE KAZISI RAPORU

Karum ikinci katta

açığa çıkarılan

evler çok odalıydı.

Fırının bulunduğu

bu odalardan

birinde günlük

işler yapılıyordu.

ğımsızlığını kazanan Asur Krallığı,

Kral 1. Erisum ile ticarette çeşitli

reformlar yapmış ve Anadolu ile

sistemli ticareti başlatmıştı. Ticarette

devlet tekeli kaldırılmış,

serbest ticaretin aile fertleri ve onların

kuracağı firmalar tarafından

yapılmasının yolu açılmıştı. Bu şekilde,

MÖ 2. bin yılın başlarında,

Anadolu ile Kuzey Mezopotamya

arasında çok kuvvetli, sistematik

ve yaygın bir ticaret ağı kurulmuştu.

Bu ticaret sisteminin Anadolu’daki

merkezi Kültepe-Kaniş’ti

ve buraya gelen ticari malların

dağıtımı Anadolu içlerine Kültepe’den

yapılıyordu.

Asurlular, kurdukları bu sistemi,

bir ticaret kolonisi anlamında

geliştirmeyi başarmışlar, çoğu

yerli krallıkların merkezinde veya

önemli şehirlerinde, liman anlamına

gelen ve karum denilen

birer ticaret merkezi / pazaryeri

kurmuşlardı. Kültepe’de bulunan

belgelerde, Asurlu tüccarların

hem konakladığı hem de mallarını

satmak amacıyla pazar kurduğu

yaklaşık 40 civarında yerleşim

adı belirlenmişti. Ancak günümüzde

bunlardan sadece Kaniş

(Kültepe), Hattuş (Boğazköy) ve

Samuha Karumlarının yerleri kesin

olarak biliniyor. Anadolu bu

dönemde, şehir devletleri olarak

yerli krallıklarla idare ediliyordu.

Asurluların yerli krallıklar

üzerinde siyasi, idari veya askeri

hiçbir etkinlik ve üstünlüğü yoktu.

Yerliler ve Asurlular, karşılıklı

ekonomik yararlar esasına göre

anlaşmıştı. Bu dönemde Kültepe,

Kaniş krallığının ve Anadolu’daki

ticaret kolonileri sisteminin merkezi

durumundaydı. Anadolu’da

Asurlular tarafından kurulan on

karumun başkenti veya idare merkeziydi.

Yönetim bakımından bütün

karumlar Kaniş’e, o da doğrudan

Asur’a bağlıydı.

KÜLTEPE-KANİŞ SARAYLARI

Kültepe’de bu döneme ait, Kaniş

Krallığı’nın (Neşa) bilinen ilk krallarının

içinde yaşadıkları, devlet

yönettikleri ve aynı zamanda bir

kervansaray gibi kullandıkları saraylarıyla

yaptırdıkları mabetleri

açığa çıkarıldı. Bunlardan Güney

Teras Sarayı, 90 metre uzunlukta

bir kısmı ahşap travers, bir kısmı

sal taşlarıyla kaplı uzun bir koridor,

bu koridorun iki yanındaki kanatlar

ve koridora bağlanan avludan oluşan

bir komplekstir. Sarayın zemin

katında, hizmet, depo ve oturma

odaları vardır. Yangınla tahrip olan

yapının zemin katındaki büyük

ocaklı odalarda erzak küplerinden,

az sayıda çanak çömlekten başka

geriye fazla bir şey kalmamış. İki

tablet, yanmış bir silindir mühür ve

97


ÇİZİM: MAHMUT AKOK / DİJİTAL YORUM: KADİR ÖZMEN / KAYNAK: T.-N. ÖZGÜÇ, 1953, KÜLTEPE KAZISI RAPORU

silindir mühür basılmış bir mühür

baskısı (bulla) yangın enkazından

geri kalanlar arasında.

İç kalede bulunan Eski Saray ise

20’li yıllardaki kazılarda büyük

ölçüde zarar görmesine rağmen

Neşa Krallığı’nın gizlerine ışık tutar.

En az üç binadan oluşan saray

kompleksinde bulunan eserlerin

sayısı yine çok azdır. Saray yangından

önce boşaltılmış ya da yağmalanmış

olmalı. Buluntular arasında

çoğu parça halde tabletler ve

silindir mühür baskılı zarf parçaları

dikkat çekiyor. Eski Saray ve

onu çeviren 4 metre genişliğindeki

surun yangından sonra bir daha

kullanılmadığı, aynı yere yeni bir

sarayın, Warshama Sarayı’nın inşa

edildiği görülüyor.

Çiviyazılı tabletlerden adlarını

bildiğimiz beş Kaniş Kralı, iç

kaledeki Varşama Sarayı’nda ikamet

etmişlerdi. Yine şiddetli bir

Karum’un ikinci katında açığa çıkartılan evlerin çoğu oturma odası, depo ve arşiv

odası gibi farklı bölümlere ayrılmıştı (üstte).

yangınla yıkılan anıtsal sarayın

enkazında bulunan ve Maraş civarına

lokalize edilen Mama Kralı

Anum-hirbi’nin Kaniş’e gönderdiği

bir mektuba göre sarayın Kaniş

Kralı İnar’ın oğlu Varşama’ya ait

olduğu düşünülür.

Sarayın dış duvarını oluşturan

iç kale suru 110 metre uzunlukta.

Surun üzerinde yedi metre aralıkla

çok sayıda kule yerleştirilmiş.

Anadolu’da ilk kez burada karşımıza

çıkan bir plana sahip saray

merkezi bir avlu etrafında toplanmış

odalardan oluşur ve bu haliyle

Hitit saray ve tapınaklarının da

öncüsüdür. Yerli andezit, kerpiç

ve ağaç kullanılarak inşa edilen

saray iki katlı ve kuzey yönünde

42 odası vardır. Güneybatıya bakan

giriş, karşılıklı taş kulelerle,

iki oda tarafından kontrol edilir.

Hitit başkenti Boğazköy kapılarının

prototipini oluşturan bu kapıların

güneyinde, Anadolu’da ilk

kez gördüğümüz bir yeraltı geçidi

(potern) bulunuyor.

AŞAĞI ŞEHİR VE KANİŞ KARUMU

Anadolu’daki Eski Asur Ticaret

Kolonileri’nin merkezi olan Kaniş

Limanı, yani Kaniş Karumu, Aşağı

Şehir’de yer alıyor. Yaklaşık 300 yıl

iskân edilen bu alanda ilk yerleşim

izleri MÖ 2050 / 2000 yıllarına

kadar uzanır. Yazılı kaynaklardan,

98 MAGMA


Karum’da hemen

hemen her evin

avlusunda bir

adet fırını vardı.

Genelde tek ağız

açıklığına sahip

fırınların içinde oluşan

duman, tepesindeki

delikten dışarı verilirdi.

Fırınlar, evlerin günlük

yiyecek ihtiyaçlarını

karşılıyordu.

Yarım kubbe

şeklindeki fırınlar,

tabanına çanak

kırıkları döşeli

yüksekçe bir

podyum üzerine

inşa edilirdi.

Duvarları orta boy

taşlar ve çamur

harçla örülür, içten

ve dıştan sıvanırdı.

ÇİZİM: MAHMUT AKOK / DİJİTAL YORUM: KADİR ÖZMEN / KAYNAK: T.-N. ÖZGÜÇ, 1953, KÜLTEPE KAZISI RAPORU

çapı yaklaşık 2,5 kilometre civarında

olan bu yerleşimin güçlü bir

surla çevrili olduğu anlaşılıyor. Buradaki

ilk yerleşim evresini Asurlu

tüccarların ticaret için gelip yerleştikleri

ve binlerce çiviyazılı belge

bıraktıkları 1. kat şehri izliyor.

Yazılı belgeler, ticaretin Asur Kralı

1. Erişum’un 26. saltanat yılından

itibaren başladığını gösteriyor.

Kent, çoğu taş döşeli ve rahatlıkla

bir arabanın geçebileceği genişlikte,

üzerleri taşla kapalı su kanallarının

geçtiği sokak ve meydanlarla

birbirlerinden ayrılmış mahalleler

halinde düzenlenmişti. Sokakların

iki yanındaki bordürler evleri

sokaktan ayırıyor, yürüme alanları

oluşturuyordu. Sokaklara atılan

çanak kırıklarıysa çamurdan korumayı

sağlıyordu. Evler, genelde altı

veya sekiz yapıdan oluşan adalar

şeklindeydi ve Asurlu tüccarlar ya

satın alarak ya da yaptırdıkları evlerinde

bu mahallelerde yerli halkla

beraber oturuyorlardı. Geleneksel

Anadolu tarzında yapım tekniği

ve malzemesi kullanılan evler, taş

temelli, kerpiç duvarları ağaç kalaslarla

takviye edilmiş iki-altı odalı,

çoğu iki katlı binalardı. Evlerin

çoğu, oturma odası, kiler, depo ve

arşiv odası olmak üzere iki bölüme

ayrılmaktaydı. Duvarları sıvalı ve

birçok kez badanalanmış bu evlerin

dar ve uzun odaları taş döşeliydi.

Kaniş Karumu’nda özel evlerin

veya tüccarların evlerinde kilitli,

mühürlü küçük arşiv odaları, satışa

sunulacak malların depolandığı

odalar, evin diğer bölümlerinden

ayrılmıştı. Arşiv odalarındaki tabletler,

düzenli sıralar halinde yerleştirilmiş

kapların, ağaç sandıkların,

hasır ve çuvalların içinde, ağaç rafların

üstünde muhafaza edilmişti.

MÖ 1920-1835 yıllarına tarihlenen

2. kat yerleşiminin yıkılmasının

ardından, MÖ 1830-1720

yıllarına ait, benzeri planlı bir yerleşim

kurulmuş. Yine yangınla yok

olan bu kentin ardından buradaki

yerleşim iyice küçülmüş ve güney

komşularıyla ticaret bağları iyice

zayıflayan Kültepe giderek önemini

yitirmiş.

İLK OKUR YAZARLAR

Dünyada ilk kez Sümerler tarafından

MÖ 3200 yıllarında yaygın

olarak kullanılan yazı, ticari ilişkiler

sayesinde ancak MÖ 2. bin

yılın başlarından itibaren Anadolu’da

kullanılmaya başlandı. Kültepe’de

bulunan binlerce tablet,

Yakındoğu’daki en büyük koleksiyonlardan

birini oluşturuyor ve

aynı zamanda Anadolu insanının

okumayı ve yazmayı ilk kez Kültepe’de

öğrendiğini gösteriyor.

Tabletlerin yaklaşık 23 bin tanesi

2. katta, sadece 500 tanesiyse

99


YUSUF ASLAN

yerleşimin son evrelerine, Ib katına

ait. Çoğu karumda bulunan

tabletler, özellikle Anadolu tarihinin

başlangıcını temsil ettiği

kadar Mezopotamya tarihinin pek

bilinmeyen bir döneminin aydınlatılması

açısından da çok önemli

bilgiler içeriyor. Tüccar evlerinde,

tüm ekonomik faaliyetlerin yazılı

olduğu belgelerin ve ticari eşyanın

saklandığı arşiv odalarındaki bu

tabletlerin çoğunu iş mektupları

ve borç senetleridir. Mahkeme tutanakları,

çeşitli kayıt ve listelere

de sıkça rastlanır. Daha az olmak

üzere evlenme boşanma, evlatlık

alma ve miras gibi aile hukukunu

ilgilendiren belgelerle köle, ev ve

tarla satış senetleri de bulunuyor.

DÜNYA TİCARETİNE AÇILAN KAPI

Asur Ticaret Kolonileri Çağı ekonomisi

büyük oranda maden ve

tekstil üzerine dayalı. Asurlu

tüccarların Anadolu’da kurdukları

bu ticaret kolonilerinin amacı

da Anadolu’nun zenginliğinden

faydalanmaktı. Asur’dan yola

çıkan tüccarlar, 200-250 yüklü

eşekten oluşan kervanlarla Dicle,

Habur vadilerini geçerek Orta

Anadolu’ya; bu büyük ticaret

sisteminin Anadolu’daki merkezi

Kültepe Kaniş Karumu’na erişiyorlardı.

Kültepe’ye getirilen

mallar, gerekli işlemlerden sonra

Anadolu içlerine kadar dağıtılmaktaydı.

Bu ticaret, belli esaslara

bağlı, kanunları ve düzenlemeleri

olan bir ticaretti. Esasen

Kazılarda günümüze kadar korunagelen yanmış ahşap kalıntılar, yapı teknikleri ve

kullanılan malzeme konusunda önemli ipuçları veriyor (üstte).

Gözleri lapis lazuli ve kalkerden yapılmış akik domuz başı biçimli asa başı Karum

Ib katına ait bir mezarda bulundu (altta).

100 MAGMA


YUSUF ASLAN

Prof. Dr. Tahsin Özgüç başkanlığında 1948 yılında başlayan Kültepe kazıları

günümüzde de devam ediyor (üstte).

Kayseri Müzesi’nde sergilenen ve Kültepe Höyüğü’nde bulunan bazalttan

yapılmış, adı bilinmeyen bir tanrıya ait kabartma (altta).

YUSUF ASLAN

tüccarların, burada ticaret yapabilmeleri

için bu organizasyona

dahil olmaları, kayıt yaptırmaları,

aidat veya belli bir bedel ödemeleri

gerekmekteydi. Buna rağmen

kazandıkları bu hak, onlara,

kuralsızca ticaret yapma ayrıcalığı

vermemekteydi; kaçakçılık

yapmayacaklar, gümrüksüz mal

alıp satmayacaklar, her türlü vergilerini

ödeyeceklerdi.

Anadolu’da yapılan ilk sistemli

uluslararası ticaretinin kuralları,

Kültepe’de bulunan çiviyazılı tabletlerde

karşımıza çıkıyor. Bu belgelerden,

iki tarafın da birbirlerine

karşı sorumlulukları ve haklarının

kayıt altına alındığı anlaşılıyor.

Asur’dan gelen tüccarların

krallık bölgesinde ulaşımlarının

ve güvenliklerinin korunma altına

alınması karşılığında onların karumda

ikamet izinleri, ödeyecekleri

vergilerin oranı yazılı olarak

belirtilmiş. Sarayın birtakım lüks

malların ticaretini yasaklaması

veya Asurluların kendi hukuk

sistemlerine göre yargılanması

gibi hak ve kısıtlamalar da detaylı

olarak belirtilmiş. Anlaşmalara

aykırı davranan tüccarların cezalandırıldığı

da yine bu çiviyazılı

tabletlerden öğreniliyor.

Bütün bu sistemli ticari organizasyonun

düzenleyicisi, denetçisi,

başkurumu bit karim idi. Bir ticaret

odası vazifesi de gören bit-karim

aynı zamanda verginin tahsil edildiği

merkezdi. Tüccarlar burada,

köprü geçme ve emanet bırakma

101


TİJEN BURULTAY

gibi çeşitli vergileri ödemek zorundaydı.

Bu yapı ayrıca mahkeme yetkisine

sahipti; tüccarlar arasındaki

olası davalar konusundaysa hakem

sıfatıyla hüküm vermekteydi.

Kültepe’de şimdiye kadar keşfedilen

metinler, Anadolu’da Asurlu

olmayan tüccarların da ticarete

katıldığını gösteriyor. Kaniş’te çok

az sayıda da olsa Hurri ve Amorit

kökenli tüccarların bu organizasyonda

var olduğu anlaşılıyor.

Esası maden ve tekstil ticareti

üzerine kurulu bu ticaret düzeninde,

Anadolu’da bulunmayan kalay,

gümüş veya altın karşılığında satılmaktaydı.

Asurluların Mezopotamya’da

da bulunmayan kalayı

nereden elde ettikleri bilinmiyor;

büyük olasılıkla daha doğudaki

Türkmenistan veya Afganistan’dan

ithal ediliyordu. Hammadde olarak

Anadolu’dan satın alınan yünse

Babil modasına uygun olarak

Asur’da dokutulup yine Anadolu

halkına gümüş ve altın karşılığında

satılmaktaydı. Ancak Anadolu

altını ve gümüşünün dışarı çıkarılması

ticarette yerlilerin aleyhineydi.

Asurlular, ayrıca Anadolu’da

bakır, deri, yün ve takı-boncuk

ticareti de yapmaktaydı. Anadolu’dan

aldıkları bazı malları, örneğin

ham olarak aldıkları bakırı temizledikten

sonra yine yerli halka

yüksek fiyata satıyorlardı.

Kültepe, MÖ 2. bin yılın başlarında

çok gelişmiş bir madencilik

merkeziydi. Madenin birinci derecede

önemli olduğu, hem üretimin

hem de satışın yapıldığı atölyelerden

bellidir. Bu atölyeler, yerleşim

alanının çeşitli bölgelerine

dağılmıştı. Madeni eserlerin çoğu

bakır, tunç, gümüş, altın, elektrum

ve kurşundan imal edilmişti.

Bakır veya tunçtan yapılmış kaplar,

silahlar, tokalar, makaralar,

çalparalar, iğneler, insan ve hayvan

figürinleri, çeşitli işlevlere sahip

halkalar önemli bir koleksiyon

oluşturuyor. Çiviyazılı belgeler,

bir tüccar evinin envanterinde

çoğunluğu kap olmak üzere 100

kilograma yakın madeni objeden

bahsediyor. Kaplar, dövme ve dökme

tekniklerinde biçimlendirilmiş,

kulp veya diğer parçaların birleştirilmelerindeyse

perçinleme veya

lehimleme uygulanmış.

SANATSAL BAKIŞIN ZİRVESİ

Kültepe MÖ 2. bin yılın başlarında

Orta Anadolu’da doruk noktasına

çıkan gelişmiş bir kültüre ev

sahipliği yaptı. Bu kültür, yerli

Anadolular ile Kuzey Suriye-Mezopotamya

ilişkileriyle gerçekleşen

sentez sonucunda meydana

gelmişti. İlk Tunç Çağı’nın

sonlarında yerli Hattili beylikler

dönemin sanatında görülen Anadolulu

özellikler, MÖ 2. bin yılın

başında, Asurlu tüccarların güney

ülkelerinden getirdikleri yabancı

sanatsal öğelerle birleştirilerek

Anadolu’ya özgü bir üslubun oluşmasını

sağlamıştı. Bu üslubun en

iyi örneklerini gördüğümüz Kültepe’de

hem günlük hem de dini

hayata ilişkin bulgular, bu sanatın

Kayseri

Müzesi’nde

sergilenen mezar

buluntularından

örnekler

ziyaretçilerin en

çok ilgisini çeken

eserler arasında

yer alıyor.

102 MAGMA


KADİR ÖZMEN

gelişmişlik düzeyini ve bu kültürün

oluşumunda ekonomik zenginliğin

ne denli etkili olduğunu

ortaya koyuyor.

Asur Ticaret Kolonileri Çağı’nın

sona ermesinden sonra Orta Anadolu’da

merkezi birliği sağlayan

Hitit uygarlığının kökeni de bu

senteze dayanır. Tanrı ve tanrıça

heykelcikleri, özellikle de aslan

üzerinde duran ve elinde aslan tutan

Savaş Tanrısı’nın stil özellikleri,

Hitit sanatının en erken örneğidir.

Baş kadın tanrıçanın iki eliyle

göğüslerini sunan çıplak heykelcikleri,

fildişinden, fayanstan ve

tunçtan yapılmış. Bu heykelcikler,

Hitit İmparatorluk Dönemi’nin

tunç ve altından yapılmış tanrıça

heykelciklerinin öncüsü sayılır.

Baş tanrıça, tanrıçayla çocukları

ve mitolojik varlıkların işlendiği

kurşun figürinler ve bunların döküldüğü

taş kalıplar, bu çağ tanrılar

aleminin değişik simgelere

sahip ayrı tanrılardan oluştuğunu

kanıtlamaktadır. Dinsel amaçlı

kullanılan bu küçük figürinlerin

Yakındoğu’da geniş bir alana yayıldıkları

biliniyor. Bu figürinler, mühür

baskılarında da görüldüğü gibi

çeşitli tanrı ve tanrıçaları, değişik

tanrı ailelerini ve mitolojik varlıkları

temsil ediyor.

Kültepe, MÖ 1700’lerde yangınla

tahrip olmuş, güney komşularıyla

ticaret bağları zayıflamış,

yaşam sönükleşmiş ve giderek

küçülmüştü. Orta Anadolu’daki

başka merkezlerin aksine Kültepe’de

Eski Hitit krallık ve Hitit

imparatorluk dönemlerine ait

yerleşim izlerine bugüne kadar

rastlanmadı. Yaklaşık 800 yıl süren

bir kesintiden sonra Kültepe,

Demir Çağı’nda, Geç Hitit Dönemi’nde

yeniden iskân edildi. Bu

dönemde Kültepe, Büyük Tabal

ülkesine bağlı krallıklardan birinin

merkezi durumundaydı. Ancak

bu yerleşim MÖ 8. yüzyılın

sonlarında Asurlular tarafından

tahrip edilmiş, hiyeroglifli stelleri,

heykel ve kabartmalı taş

levhaları (ortostad) parçalanarak

kent büyük yıkıma uğramıştı.

Kültepe’ye Helenistik ve Roma

dönemlerinde de yerleşilmişti

ve surlarla çevrili yerleşimin adı

olasılıkla Anisa’ydı. Bu dönemde

Aşağı Şehir’de çiftçiler yaşıyor,

bir kısmı da mezarlık olarak kullanılıyordu.

Bizans, Selçuklu, Osmanlı

dönemlerine ait kalıntılarsa

oldukça silik. Ancak yine de karum

kesimindeki Selçuklu Sultanı

2. Keyhüsrev’e ait bir sikke gibi

buluntulardan yerleşimin İS 13.

yüzyıla kadar devam ettiği anlaşılıyor.

Kayseri’nin resmi kayıtlarına

göre bölgeye 17. yüzyıldan itibaren

verilen Karye-i Kınış adı da

bölgenin antik adı olan Kaniş’in

kullanılmaya devam edildiğinin

açık kanıtı sayılır.

103


ŞANLIURFA

EDESSA MOZAİKLERİ

Şanlıurfa Viranşehir,

Yolbilen Köyü'nde bulunan

mozaik Doğu Roma

dönemine, MS 562 yılına

tarihleniyor. Oda mezarın

tabanını süsleyen mozaik,

mezarla birlikte taşınarak

müzede yeniden inşa edildi.

104


Şanlıurfa Haleplibahçe, Edessa Kralı Abgar’ın yazlık sarayının

bulunduğu yerde bir mozaik müzesine kavuştu. Yerinde

sergilenen mozaiklerde Amazonların en savaşçı kadınları

da konu ediliyor; Troya Savaşı’nın kahramanı Akhilleus’un

bebekliğinden savaşa kadar geçen hayat hikâyesi de...

105


Haleplibahçe saray

odalarından birinin tabanını

süsleyen mozaikte, Amazon

Melanippe ve Hippolite’nin

avlanma sahneleri yer alıyor.

ELEUKOSLAR MÖ 301 yılında Şanlıurfa’yı

aldıklarında kentin adını

Edessa olarak değiştirmişlerdi. Daha

sonra aynı isimle yerel bir krallığın

yönettiği kent MS 242/244 yılına kadar

görkemli günler yaşadı. Bu zenginlik

ne kadar eskiye götürülebilir

bilinmese de Göbeklitepe ya da Balıklıgöl’ün

hemen yanı başındaki Yeni

Mahalle Höyüğü, Şanlıurfa’nın kadim

ve bir o kadar gösterişli geçmişinin Neolitik

Çağ’ın başlarına kadar uzadığını gösterir. Balıklıgöl’ün

yakınındaki Haleplibahçe’de 2006

yılında keşfedilen Edessa Kralı Abgar’ın yazlık

sarayı da bu geçmişin önemli durak noktalarından

biriydi.

Balıklıgöl’ün çevresi bu dönemde, MS 4-6.

yüzyıllarda yazlık saray, villa, hamam ve zeminleri

bazalt döşeli caddelerle donatılmıştı.

Gökkuşağında bulunan tüm renkleri barındıran

mozaik döşemeleriyle Roma Dönemi

sarayı ve villalar zenginliğin birer göstergesi

olarak yükselirken mozaiklerin kimi binlerce

yıllık bir mitosun kahramanlarını ve onların

hayat hikâyelerini, kimileriyse doğa tasvirlerini

anlatıyordu.

Haleplibahçe, Şanlıurfa şehir surunun batısında,

zamanla dolan ya da yatağını sık

değiştirdiğini anladığımız Karakoyun Deresi’nin

kolu Daysan’ın (Scritus) doğusunda

yer almakta. Sarayın bulunduğu bu vadiyi bir

taraftan Kızılkoyun kaya mezarlarının bulunduğu

sarp kayalık sınırlarken, sık sık da su

taşkınlarından etkilendiği anlaşılıyor. Nitekim

Doğu Roma İmparatoru I. Justinianus’un

gönderdiği mühendislerin nehir yatağını doğuya

doğru değiştirdikleri biliniyor. Hatta imparatorun

iyiliklerinden dolayı kent bir süre

Justinianopolis adıyla da anılıyor.

Yazlık sarayın mimarisi simetrik yerleştirilen

iki iç avlu arasında yer alan dikdörtgen

planlı büyük salon ve onun etrafına dizili

odalarla yine simetrik yerleştirilmiş havuz

bölümünden oluşuyor. Yapıların tabanlarını

kaplayan mozaiklerde bitkisel ve geometrik

desenlerin yanı sıra insan ve hayvan figürleri

görülürken sarayda figürlü, villada geometrik,

hamamdaysa bitki ve geometrik desenlerin

tercih edildiği anlaşılıyor. Mozaiklerdeki

tesseraların (mozaik tanesi) oldukça küçük

oldukları, bazı odalarda 10 cm’de 500 kadar

tesseranın kullanıldığı görülüyor. Fonu

106 MAGMA NİSAN 2020


oluşturan beyaz tesseralar genelde balık pulu

biçiminde döşenmiş kafes desenleri şeklinde.

Mozaik kompozisyonlarında da bazı standartların

olduğu anlaşılıyor. Örneğin odanın

merkezine dikdörtgen panolar yerleştirilerek

etrafı figürlü ya da geometrik bordürlerle

süsleniyor. Gerek bu tip tessera dizilişi, gerekse

av sahneli mozaiklerde merkezi figür

etrafında avlanma tasvirleriyle yazlık saraydaki

mozaikler Doğu Roma geleneğini yansıtırken,

benzerlerine MS 4-6. yüzyıllarda

Antiocheia’daki (Antakya) gibi birçok antik

kentte yaygın olarak rastlanıyor.

Edessa mozaikleri özellikle Osrhoene Krallığı

sınırları içinde, Halep’in hemen kuzeydoğusundaki

Sarrin’de bulunan mitolojik konulu

mozaiklere benzemektedir. MS 6. yüzyılın

ilk yarısına tarihlenen Sarrin Mozaiği, Doğu

Roma için örnek teşkil ederken Hıristiyanlığın

yaygın olduğu bir dönemde mitolojik konulu

olması Carrhae’deki (Harran) çok tanrılı

din taraftarlarıyla ilişkilendirilir. Edessa’da

Osrhoene Krallığı döneminde yapılan mozaiklerde

Süryanice karakterler görülürken

Doğu Roma İmparatorluğu döneminde yapıldığı

düşünülen Haleplibahçe mozaikle-

1 Haleplibahçe’de bulunan mozaikte, leopar postu giymiş Akhilleus,

hayli üzgün görünen annesi Thetis'e veda ediyor.

2 Edessa mozaiklerinin bulunduğu saray yapısı 2006 yılında keşfedildi. Şanlıurfa

Müzesi tarafından kazısı yapılan bu alanda bir mozaik müzesi inşa edildi.

107


Babası Akhilleus’u

bilge Kheiron’a

emanet etmişti.

Efsaneye göre

doğadan aldığı

derslerle kendisini

yetiştiren

bilge Kheiron,

Akhilleus’a

avlanma ve

savaşmanın

yanı sıra müzik,

ahlak ve hekimlik

dersleri de

veriyordu. Kheiron,

yarı insan yarı

at görünümlü

kentauros’ların en

ünlüsü, en akıllısı,

en bilgesiydi.

Doğu Roma döneminde

Şanlıurfa ve çevresinde yoğun

bir yerleşim vardı. Dönemin ileri

gelenleri lüks villalarda yaşıyor,

yapıların tabanlarını mitolojik ve

doğa tasvirleri içeren mozaiklerle

süslüyorlardı. Bunlardan biri

Halfeti’nin Yukarı Göklü Köyü'nde

(üstte ortada), diğeri merkeze bağlı

köylerden Aşağıbaşak’ta açığa

çıkarıldı (solda).

108 MAGMA NİSAN 2020


rindeyse Yunanca yazıtlar vardır. Olasılıkla

bunun nedeni, Doğu Roma İmparatoru I. Justinianus’un

imar faaliyetlerinde de görüldüğü

gibi Edessa kentine imparatorluğun maddi

desteği ve imparatorluk kültürünün yerel kültürlere

baskın olmasıyla açıklanabilir.

Haleplibahçe mozaikleri betimleriyle, mitolojik

kaynaklardan tanıdığımız Hippolite,

Melanippe, Thermodosa, Penthesileia yani

Amazonlar’ın en ünlü, en savaşçı kadınları,

Troya Savaşı’nın kahramanı Akhilleus, mucit

diyebileceğimiz Odyseus, bilge Khrion,

oğluna ölümsüzlük kazandırmak için uğraş

veren Akhilleus’un annesi Thetis ile mimar

Ktisis Edessa’nın misafirleri arasındadır. Akhilleus’un

bebekliğinden Troya Savaşı’na gidişine

kadar geçen süreyi içeren sahnelerin

anlatıldığı tasvirlerle ana salonunun taban

mozaiğiyse Argos ve Opora figürleri, avlanan

soylu figürü, kuşlar ve bitkisel desenlerle bezelidir.

Çalışma odasının mozaiği Ktisis büstü,

dinlenme odasının mozaiği Zebra götüren

siyahi bir erkek betimlidir. Konuk odasıysa

amazonların avlanmasının tasvir edildiği mozaikle

döşelidir.

Edessa’da krallık dönemine ait mozaikler

sadece Haleplibahçe’de bulunanlar ile sınırlı

değil. 2013 yılında çevre köylerde keşfedilen

12 mozaik de bugün Haleplibahçe’de inşası

tamamlanan mozaik müzesinde sergileniyor.

Şanlıurfa kent merkezindeki

Haleplibahçe’de açığa

çıkarılan Edessa Mozaikleri’nin

bulunduğu alana, Şanlıurfa

Arkeoloji Müzesi ile birlikte

bir de mozaik müzesi

inşa edildi (üst).

Siverek Hazinedere’de bulunan

Doğu Roma dönemi mozaikleri,

müzede teşhir edilen

örnekler arasında (alt).

109


DİYARBAKIR

ZERZEVAN

KALESİ

110


İlk defa 1766 yılında bir

gezginin kayıtlarında yer

alan Zerzevan Kalesi'nin

antik dönemdeki ismi

olasılıkla Samachi'ydi.

Kalenin İmparator 1.

(MS 527 - 565) Mardin

ve Diyarbakır arasında

inşa edilen kalelerden biri

olduğu düşünülüyor.

GÜNEYDOĞU ANADOLU BİR ZAMANLAR İKİ BÜYÜK GÜCÜN, ROMA

İLE SASANİLERİN SINIRINI OLUŞTURUYORDU. SAĞLAM SURLARI,

BURÇLARI VE KULELERİYLE ZERZEVAN KALESİ, YÜZYILLAR

BOYUNCA BU SINIRIN BEKÇİSİYDİ. DİYARBAKIR YAKINLARINDAKİ,

ROMA’NIN ASKERİ YERLEŞİMİ KALEDE BAŞLAYAN KAZI

ÇALIŞMALARI BÖLGENİN TARİHİNE IŞIK TUTUYOR.

111


Zerzevan Kalesi'nde

en iyi korunmuş kamu

yapılarından birisi kilise. Doğu

- batı doğrultusunda dört

mekândan oluşan kilisenin

hemen güneyinde bir kaya

sunağı bulunuyor. En yüksek

noktada bulunan sunağın

kenarları düzeltilerek sunu

doğal bırakılmış.

112


113


İMPARATORLUĞUN DOĞU SINIRINI KORUYAN ZERZEVAN KALESİ

60 DÖNÜMLÜK BİR ALANA, 124 METRE YÜKSEKLİKTEKİ KAYALIK BİR TEPE

ÜZERİNE KURULMUŞTU. ASKERİ YERLEŞİMİ, 15 METRE YÜKSEKLİKTE,

1,2 KİLOMETRE UZUNLUĞUNDAKİ SURLAR KORUYORDU.

42 114 MAGMA OCAK 2017


ZERZEVAN KALESİ KAZI ARŞİVİ

115 43


ROMA İmparatorluğu'nun

doğudaki en uç sınırını

oluşturan Anadolu’nun

güneydoğusu, ekonomik,

siyasi ve stratejik açıdan her zaman

önemini korumuş, bu coğrafyada

hâkimiyet kurmak isteyen dönemin

iki büyük gücü Roma ve Partlar ile

daha sonra onların yerini alan Sasaniler

arasında büyük mücadelelere

sahne olmuştu. Diyarbakır’ın Çınar

ilçesine 13 kilometre uzaklıkta,

Demirölçek Köyü’nde bulunan Zerzevan

Kalesi’nde 2014 yılında başlatılan

arkeolojik kazılar buradaki

yerleşimi açığa çıkarmakla birlikte

Güneydoğu Anadolu’nun tarihi

coğrafya içindeki yeri hakkında da

fikir veriyor.

Zerzevan Kalesi, antik dönemde

Amida’dan (Diyarbakır) Dara’ya

(Mardin) giden yol üzerindeki

stratejik bir noktada bulunuyor.

Kale, bu konumuyla aynı zamanda

Edessa’dan (Şanlıurfa), Nisibis’e

(Nusaybin) kadar uzanan antik yol

güzergâhında bulunuyor. Sözkonusu

antik yolu Sasani hükümdarı 2.

Şapur MS 359 yılında Doğu Roma

İmparatoru 2. Konstantin’e karşı

Surların dışında anakayaya oyulu, farklı tipte mezarlardan

oluşan nekropol alanı bulunuyor (üstte). Ayrıca bu alanda

616 metrelik kısmı ortaya çıkarılan kanal, yerleşimin içindeki

sarnıçlara su sağlıyordu (sağda üstte ve altta).

116 44 MAGMA OCAK 2017


yaptığı sefer sırasında kullanmış ve

Diyarbakır’ı ele geçirmişti. Özellikle

bu tarihten sonra sınır güvenliği

için garnizon kentler kurulmaya

başlanmıştı. Öncesinde küçük bir

yerleşim olan diğer sınır garnizonu

Mardin ise Sasani baskısı nedeniyle

Doğu Roma İmparatoru 1. Anastasios

tarafından garnizon kent olarak

seçilmiş ve 503 - 507 yıllarında

inşa faaliyetleri yürütülmüştü. Antik

yazar Procopius, İmparator 1.

Jüstinyen döneminde (527 - 565)

Mardin ve Diyarbakır arasında kalelerin

yeniden inşa edilerek güvenli

hale getirildiğinden ve zapt

edilemez olduğundan bahseder.

Procopius’un saydığı yeniden inşa

edilen kaleler arasında Zerzevan’ı

(Samachi) saymaması ilgi çekicidir.

Bu durum yerleşimin 1. Jüstinyen’den

önce inşa edildiğini akla

getirir. Zerzevan isminin günümüzde

verildiği düşünüldüğünde büyük

olasılıkla kalenin antik ismi Samachi

olmalıdır. Bu askeri yerleşim aynı

zamanda su bakımından zengin bir

vadide yerleşik ve tarımla uğraşan

45

117


2014 yılında başlayan kazı çalışmalarını

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Diyarbakır

Valiliği ve Çınar Kaymakamlığı

destekliyor. Diyarbakır Müzesi ve Dicle

Üniversitesi’nin yürüttüğü kazılarda

75 kişilik ekip çalışıyor.

insanlar için ideal bir yerdedir ve

sadece askerlerin değil, sivillerin

de yaşadığı bir bölge olarak kabul

edilir. Yerleşim, bütün vadiye hâkim

konumuyla antik ticaret yolu

üzerinde, geniş bir alanı kontrol altında

tutan, stratejik bir Roma sınır

garnizonu olarak tarif edilebilir ve

Roma ile Sasaniler arasındaki savaşlara

da şahit olduğu açıktır.

Yerleşimin ilk inşa edildiği dönem

kesin olmamakla birlikte arkeolojik

kazılardan elde edilen veriler

ışığında MS 3. yüzyılda alanın

kullanıldığı söylenebilir. Fakat bu

dönemdeki boyutları hakkında bilgi

vermek şu an için çok zor. Büyük

olasılıkla yerleşimin surları ve yapıları

1. Anastasios ve 1. Jüstinyen dönemlerinde

onarılarak, bazı yapılarsa

yeniden inşa edilerek mevcut

son haline getirildiği söylenebilir.

Bölgenin 639 yılında İslam orduları

tarafından fethine kadar bu yerleşimin

kullanılmış olduğu sanılıyor.

İslamiyet’in yayılma sürecinde

Diyarbakır ve Mardin’de yerleşim

devam ederken Zerzevan’ın bulunduğu

alan önemini kaybetmiş, yüksek

bir tepede yer alması, ulaşım,

su sorunu nedeniyle terk edilmiş,

639’dan itibaren 1890’lı yıllara kadar

geçici barınak yeri olmanın dışında

kullanılmamış.

Zerzevan Kalesi ilk defa 1766’da

Carsten Niebuhr tarafından ziyaret

edilmişti. Yerleşim yerini Kasr

Zerzaua olarak adlandıran Niebuhr

bazı yapılar hakkında bilgi vererek

alanda yazıt bulamadığından

bahseder. 1880 yılında Mardin’den

Diyarbakır’a seyahat ederken yerleşimi

ziyaret eden Eduard Sachau

burayla ilgili ayrıntılı olmayan kısa

tanımlamalar yapar. Sonrasında

1910 yılında Conrad Preusser de

Zerzevan Kalesi’ne kısa bir ziyaret

gerçekleştirmiş, detaylı bilgiler

vermemişti. 1911 yılında ise Samuel

Guyer gözlemlerini bir inceleme yazısı

olarak kaleme aldı. Guyer aynı

zamanda kendinden önceki seyyah-

46 118 MAGMA OCAK 2017


ZERZEVAN KALESİ ANTİK TİCARET

YOLU VE GENİŞ BİR VADİYİ

KONTROL ALTINDA TUTAN BÜYÜK

BİR ROMA SINIR GARNİZONUYDU.

119 47


lar tarafından görülmeyen bir köyden

bahsetti. Kaleye bir kilometre

mesafedeki Demirölçek Köyü, Guyer’in

bahsettiği, daha önce Zerzevan

Kalesi’nde yaşayanlar tarafından

kurulmuştu. 1890’larda ilk

olarak bir ailenin kaleye yerleştiği

ve sonrasında 17 haneye ulaştığı biliniyor.

1967’de ise su sıkıntısı ve

ulaşım zorluğu gibi nedenlerle köy

halkı bugünkü Aşağı Konak Köyü’nün

hemen yakınına, Zerzevan’a

oldukça yakın bir alana yerleşmişlerdi.

Zerzevan ismi yerleşime köy

burada bulunurken verilmiş olmalıydı

ve seyyahların bahsettiği Zerzaua’nın

uyarlamasıydı.

Diyarbakır - Mardin karayolunun

45. kilometresinde yer alan

Zerzevan Kalesi ova seviyesinden

124 metre yükseklikteki kayalık

tepe üzerine kurulu. Askeri yerleşim

kalenin çevresinde 60 dönüm

kadar bir alana yayılır ve surların

dışındaki mezarlık alanı yüzeyden

rahatlıkla ayırt edilir. Surlarla

çevrili yerleşimde kamu yapılarının

bulunduğu güney kesiminde,

gözetleme ve lise, yönetim binası,

silah deposu (arsenal), kaya sunağı

gibi kullanılan savunma kulesinin

mimari kalıntıları yer alır. Yerleşimin

kuzey kesiminde cadde ve

sokaklarla konutlar vardır. Konutların

bulunduğu alanda aynı

zamanda su sarnıçları, yeraltı ibadethanesi,

yeraltı sığınağı, henüz

işlevi belirlenemeyen birçok yapı

daha bulunur. Surların dışında

yerleşime su sağlayan kanallar ve

ana kayaya açılan oyuk yerleriyle

ayırt edebildiğimiz sunu alanları,

nekropol alanındaysa kaya mezarları

ve tonozlu mezarlar görülür.

Surlardan giriş antik yolun da

bulunduğu doğudan, iki büyük burcun

arasından sağlanır. Tüm yerleşim

yüksekliği 15, kalınlığıysa yer

yer 3,2 metreye varan surlarla çevrelidir.

1,2 kilometre uzunluğundaki

sur duvarına belirli aralıklarla

yerleştirilmiş 10 adet burç ve 2 kule

vardır. Aynı zamanda burçlar arasında

dışa çıkıntılı destek duvarları

da bulunur. Surların bir bölümü

özellikle doğu ve güney bölümlerinde

ana kayanın oyularak belirli

bir yüksekliğe kadar sur duvarı

olarak kullanıldığı, duvarın kesme

bloklardan oluşturulduğu görülür.

Geçtiğimiz yıl keşfedilen, ana kaya oyularak yapılan yeraltı

sığınağı yaklaşık 400 kişilik kapasiteye sahip.

Doğu sur duvarlarında burçların

fazlaca yapılması, kaleye tek girişin

ve antik yolun bu bölümde yer

alması, konumunun saldırıya açık

bir topoğrafik özelliğe sahip olmasındandır.

Yerleşimin güneyinde

dikkati çeken gözetleme ve savunma

amaçlı üç katlı büyük kulenin

19 metrelik kısmı günümüze ulaşırken

yapıldığında yüksekliğinin 21

metre kadar olduğu anlaşılıyor. Kulenin

yamaç eğimine bağlı olarak

alt kısmı dışa doğru yedi basamaklı

kaide şeklinde. Güney kulede gerçekleştirilen

çalışmalarda yeraltına

doğru devam eden bir geçit tespit

edildi ve bir bölümü ortaya çıkarıldı,

fakat geçidin son kuşatmadan

önce düzgün bloklar ve harçla kapatıldığı

görüldü.

Cadde ve sokakların izlenebildiği

kuzeye doğru alçalan bölgeyse

konut alanı. Konutlar tek veya

birden fazla mekândan oluşmuş,

120 48

MAGMA OCAK 2017


Kamu yapılarının çoğunlukta olduğu güney kesimde büyük, beş veya daha fazla odadan

oluşan bağımsız yapı grupları bulunuyor. Konutlardan farklılaşan bu yapılar askeri garnizonun

YARBAKIR 121


temel kısımları ana kayaya oyulmuş,

ana kayanın oyulmasıyla elde

edilen bloklar yapı duvarlarında

kullanılmış. Sözkonusu konutlardan

günümüze kadar belirli bir

yüksekliğe kadar korunmuş duvar

ve kapı blokları izlenebiliyor. İki

katlı olarak tasarlanan konutların

büyük kapılara sahip alt katı atlara

ve besi hayvanlarına ayrılmış,

ayrıca depo işlevi görmüş, üst katı

insanların yaşam alanı olarak kullanılmış.

Yapılara ait bazı duvarlarda

dikkati çeken dikme şeklinde

blokların araları kaba taşlardan

örülmüş olmalı. Kuzeydeki konut

alanı dışında kamu yapılarının

ağırlıkta bulunduğu güney bölümde

de daha büyük boyutlu dört

veya daha fazla mekânla bağımsız

yerleşim birimleri bulunuyor. Bu

özel yapılardan birisi yerleşimin

orta kısmında, silah deposuyla

büyük su sarnıcı arasında kalıyor

ve dört mekândan oluşuyor. 9,6 x

12,4 metre boyutlarındaki konut,

askeri üst düzey bir yönetici tarafından

kullanılmış olmalı. Büyük

boyutlu bloklardan oluşturulan

duvarları belirli seviyeye kadar

korunmuş, kapı söve ve lentoları

günümüze kadar ulaşmış durumda.

Konutun duvarlarının diğer yapılara

göre oldukça kalın yapılmış

olması ısı kaybını önlemeye ve dayanıklılığa

yönelik.

Yerleşimin merkezinde, Roma

dönemi kaya mezarından dönüştürülmüş,

burada yaşayan ilk Hıristiyanların

kullandığı yeraltı ibadethanesi

bulunuyor. Güneyde ise

yeraltı ibadethanesinden sonra, 6.

yüzyılda inşa edilen ve kentte en

iyi korunmuş kamu yapılarından

biri olan, doğu - batı doğrultusunda

dört mekândan oluşan kilise

ZERZEVAN KALESİ KAZI ARŞİVİ

Farklı tiplerde ok uçları, kandiller, kadın ve çocuklara ait taş, cam ve

tunçtan üretilmiş takılar en sık rastlanan buluntular arasında.

122 50 MAGMA OCAK 2017


KADİR ÖZMEN

Yerleşimin kuzeyinde sokak ve teraslarla düzenlenmiş

konutlar yer alıyordu. İki katlı inşa edilen bu yapıların üst

katında insanlar yaşıyor. Büyük kapılı alt katlar at ve besi

hayvanlarına ayrılmıştı (solda üstte).

ner merdivenli bir girişe sahip. Her

bir bölümü 14 x 3,5 metre boyutlarında

olan sığınağın yüksekliği

4,3 metre. Yapının savaş zamanı

çevrede yerleşik tarımla uğraşan

insanların sığındığı, barış zamanındaysa

yiyecek deposu olarak

kullanıldığı düşünülüyor.

Yerleşimde su ihtiyacını karşılayan

ana kayaya oyulmuş 54 sarnıç

yapısı tespit edildi. Konutların

önünde yer alan sarnıçlar dışında,

kamunun kullanımı için kuzey

bölümde büyük sarnıçlar da var.

Sözkonusu tonozlu sarnıçların alt

bölümü kemer başlangıcına kadar

ana kayaya oyulmuş. Sarnıçta toplanan

suyu ihtiyaç halinde sarnıçlardan

çıkrık benzeri bir düzenekle

çekebilmek için tavanına açıklıklar

yapılmış. Doğu duvarı sura dayalı,

250 metrekarelik alana sahip, üzeri

tonozlarla örtülü büyük sarnıcın

kentin ana su kaynağı olduğu kesin.

Kentin güneyinde, surların dışında

yer alan ve henüz 616 metrelik kısyer

alır. Alandaki en yüksek noktaya

inşa edilen kiliseye geniş bir

avludan girilir. Kilisenin kuzeyindeyse

yerleşimin en büyük yapısı

bulunur. Dar uzun forma, yaklaşık

400 metrekarelik bir alanı kaplar.

Beşik çatıya sahip iki bölümlü bu

yapının silah deposu olduğu düşünülüyor.

1975’e kadar ayakta olan

yapının doğu duvarı, yıkıldığı haliyle

günümüzde görülebilir.

Kazı ekibinin 2016 yılında en

ilgi çekici keşiflerinden biri de

yerleşimin kuzey sur duvarına yakın

bir alanda, 400 kişinin geçici

olarak barınabileceği, ana kayanın

oyularak oluşturulduğu yeraltı

sığınağıydı. İki bölümden oluşan

sığınak beş havalandırmaya ve dömı

açığa çıkarılan kanal bu büyük

sarnıca su sağlamaktaydı. Yerleşim

alanı dışındaysa farklı tip mezarlardan

oluşan nekropol alanı bulunur;

burada genel olarak üç tür mezar

tespit edilmiştir. Bunlar tonozlu

mezarlar, klineli ve lahit biçiminde

oyulmuş kaya mezarlarıdır.

Diyarbakır’ın Roma dönemi hakkında

bugüne kadar kapsamlı herhangi

bir kazı ya da araştırmanın

gerçekleştirilmemiş olması nedeniyle

bilgilerimiz halen çok az. Bu

nedenle Zerzevan Kalesi’nde başlayan

çalışmalar, bölgenin Roma

dönemine ışık tutması açısından

oldukça önemli. Ayrıca uzun yıllar

sürmesi öngörülen kazı çalışmaları,

restorasyon ve çevre düzenleme

projeleriyle de askeri yerleşimin

ziyaretçilerin gezebileceği bir ören

yeri haline getirilmesi gerekiyor.

123 51


ROTA

Kekova Üçağız’ın deniz

seviyesinde bulunan

geniş düzlükleri, Likya

Yolu’nun zorlu olmayan

en keyifli patikaları.

124

MAGMA


HER YOL LİKYA’YA ÇIKAR

125


ROTA

Kİ GÜNDÜR yoldayım.

İ Kaş’tan başladığım yürüyüşte

uluslararası kırmızı-beyaz

Grande Randonnee sistemiyle işaretlenmiş

Likya Yolu patikaları boyunca

sırasıyla Sabeda (Limanağzı), Apollonia

(Kılınçlı), Aperlai (Sıçak), Teimiussa

(Üçağız) ve Simena (Kaleköy)

antik yerleşimlerinden geçerek Kaleköy’e

kadar toplam 45 kilometre yol

kat ettim. Likya Yolu’nun tarihi ve doğal

güzellikleri arasında zorlu patikalardan

yürürken her şeyi geride bırakıp

yalnızlığı duymak, doğa ve yolun

parçası olmak demekti. Fethiye’den

Antalya’ya kadar uzanan Teke Yarımadası’nda

yaşamış Likyalılara ait stratejik

yerleşimlerin büyük kısmı Roma

döneminde de ticari, dini önemini koruyan

ve bugünkü Demre ilçesini kapsayan

Orta Likya’da bulunuyor.

Kaleköy’ün arkasındaki geniş düzlüklerden

Çayağız’a (Andriake) doğru

ilerliyordum. Yürüyüş sırasında gördü-

ğüm antik kalıntılar kısıtlı oysa Likya

ve Roma döneminde kalabalık nüfusa

sahip antik yerleşimler çok uzağımda

olmamalı... Kaleköy sonrası ulaştığım

Gökkaya, sert rüzgârlara kapalı bir

koy, aynı zamanda Istlada antik kentinin

de limanı. Istlada geniş bir alana

yayılmış nekropolüyle yukarıda kalıyor

ama hiçbir yol işareti bulunmadığından

zeytinlikler arasında saklı bu

kente ulaşmak mümkün değil. Çakıl

Plajı ve Kalemlik Deresi’nin üzerindeki

tahta köprüyü geçerek Çayağız sahiline

iniyorum. Burada zaman geçirdikçe

çok geçmeden Kekova’nın doğasına,

tarihine hatta yalnızlığınızla baş başa

kalmaya doyamadığınızı anlarsınız.

Çayağız’dan sonra Demre’ye Likya

Yolu üzerinden ulaşabilmem için Eğridere

Vadisi üzerinden Gürses Köyü’ne

çıkıp Myra antik kentine inmem gerekiyor.

Biraz dikkatli baktığımda vadi

boyunca gördüğüm yapılar Hoyran’dan

Andriake’ye inen antik bir yol olduğunu

doğrular nitelikte. Bu rota Demre

bölgesinde artan seracılık sebebiyle

yok olmaya yüz tuttuğu sıralarda

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Birleşmiş

Milletler Kalkınma Programı (UNDP)

ve Anadolu Efes ortaklığında yürütülen

Gelecek Turizmde Projesi, Likya

Yolu’nun imdat çağrısına yetişti. Likya

Yolu’nda Bir Tarih Molası adlı proje

kapsamında Istlada, Hoyran ve Trysa

antik kentleri de Likya Yolu kapsamına

alındı. Böylece sürdürülebilir turizmin

gelişmesi için Kapaklı ve Hoyran köylerinde

yapılan yatırımlarla yürüyüşçüler

gerek konaklama gerek alışveriş

için molalar vererek Demre’ye alternatif

rotalar üzerinden ulaşabilecek.

Gökkaya Koyu’nu geçip Hayıtlı üzerinden

Kapaklı’ya doğru devam eden yeni

rota sayesinde saklı kent Istlada’ya

rahatça ulaşabiliyorum. Antik yazıtlarda

ismi geçmese de bölgede yapılan

çalışmalardan ismini öğrendiğim

bu etkileyici yerleşim, bir beyin oturduğu,

etrafı surlarla çevrili küçük bir

kaleyi andırıyor. Nekropolde Likya ve

126

MAGMA


Roma dönemine ait mezarlar yoğunlukta.

Lahitlerin çoğunluğu Roma olsa

da sfenks, horoz ve mezar sahiplerinin

tasvir edildiği MÖ 4. yüzyıla tarihlenen

bir Likya kaya mezarını ve yanındaki

ayakta kalabilmiş eski yapıları

yakından görülüp inceliyorum.

Istlada içerisinden mevcut rotaya

devam edebilir ya da isterseniz yeni

eklenen Kapaklı Köyü’ne doğru çıkabilirsiniz.

Ben Kapaklı Köyü’ne doğru ilerliyorum.

Köye ulaştığımda güleç yüzlü

Eğridere Vadisi üzerinden

Gürses’e doğru çıkılan rotada

Eseler bölgesinde sizi Çayağız

sahili manzarası karşılar. Bu

kısım, bölgede artan seracılık ve

yapılaşma sebebiyle yok olmaya

yüz tutmuştu fakat Gelecek

Turizmde projesinin desteğiyle

yenilendi (solda).

Arap akınları sebebiyle terk

edilen birçok kıyı yerleşiminin

aksine Likya’nın dağlık

topografyasına yayılan antik

döneme ait çiftlikler ve tarlalar,

günümüzde de işlevlerine devam

ediyor (üstte).

Likya Yolu’na yeni eklenen

rotalar üzerinde bulunan antik

yerleşimlerden biri de Hoyran.

Burada yer alan Likya, Roma ve

Bizans dönemine ait yapılar ve

mezarlar ziyaretçilere zaman

tüneline girmiş hissi veriyor (altta).

127


ROTA

Likya Yolu’nda Bir Tarih Molası projesi

kapsamında bağlantısı yapılan rotada

Kapaklı’dan Hoyran’a Roma yolu

boyunca ilerlendiğinde yürüyüşçüleri

yaşlı bir pırnal ağacı karşılar. Gölgesinde

oda tipi bir Likya mezarı uzanır.

nekropolünde Roma dönemine ait lahitler

arasında kalmış kaya mezarları

ziyaretçileri Likya dönemine geri götürüyor,

üzerlerine işlenmiş tasvir ve

kabartmalar yaşamı ve sonrasını betimliyor...

Proje kapsamında bu bölgede

dinlenme noktası inşa edilerek bölge

halkının Likya Yolu yürüyüşçüleriyle

tanışıp etkileşim halinde olması sağlanacak.

Böylelikle sürdürülebilir turizme

bir köy daha kazandırılmış olacak.

Hoyran’dan sonra uzun bir yürüyüşle

Davazlar Köyü üzerinden Gölbaşı

mevkisindeki Trysa’ya ulaşıyorum.

Yerleşime dair en önemli yapı Heroon

anıt mezarı. Anıtın kabartmalarla süslü

blokları bugün Viyana Müzesi’nde

sergileniyor. Mitolojik sahnelerin beköy

halkı beni karşılıyor. Proje kapsamında

köy merkezine inşa edilecek

büfeyi işletecek yerel halk, bugünlerde

yürüyüş turizmi konusunda bilinçlendiriliyor.

Eski ve yeni rotanın birbirinden

ayrıldığı bölgede Buzağılık Koyu’nda

yürüyüşçülerin Kekova’nın serin sularında

yüzmesine imkân sağlayacak küçük

bir iskelenin yapılacağının müjdesini

verelim. Likya Yolu’nda yapılan doğa ve

kültür yürüyüşüne deniz turizminin de

eklenebiliyor olması, bu kültür rotasının

dünyada diğer yürüyüş rotalarından

farklı kılan özelliklerden sadece biri.

Kapaklı üzerinden antik Roma yolu

boyunca deniz seviyesinden yaklaşık

600 metre yüksekliğindeki Hoyran’a

çıkıyor ve Çayağız’dan Aperlai’ye kadar

uzanan etkileyici panoramik manzaraya

ulaşıyorum.

Likya’da birçok yerleşim Arap akınları

sonrası kaderine terk edilmiş olsa da

etrafı surlarla çevrili küçük bir beylik

olduğu tahmin edilen Hoyran’da Bizans

dönemi de dahil olmak üzere kesintisiz

yerleşim olduğu, tarıma elverişli düzlükler

ve antik dönemden kalma çok

sayıda çiftlikten anlaşılıyor. Hoyran’ın

128

MAGMA


KADİR ÖZMEN

timlendiği bu eşsiz kabartmalarda İlyada’dan

bölümler, kahramanlıklar ve

büyük savaş sahneleri yer alıyor. Trysa’da

mezarlar önemli ölçüde tahrip

edilmiş olsa bile antik kent Likyalıların

ölülerini defnetme konusunda önemli

bilgiler verir. Akropolde çok sayıda

antik yapı göze çarpıyor ama tapınak

ve mezarlar haricinde tanımlanabilen

yapı oldukça az. Eşsiz manzarası ve

taşıdığı hüznüyle hatırlayacağım Trysa’dan

Demre Çayı’na Asarçukuru üzerinden

indikten sonra Myra antik kenti

ve Demre’ye ulaşıyorum. Yolculuğum

burada sona eriyor.

Likya Yolu’nda Bir Tarih Molası

projesi kapsamında ruhen birbirine

bağlı Likya ve St. Nicholas Yolları,

Asarçukuru’nda fiilen birleşiyor. St.

Nicholas Yolu’na devam etmek isteyenler

Ahmetler Köyü’ne doğru çıkıp

Alacahisar Kilisesi’ne ulaşabilir.

T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı,

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı

(UNDP) ve Anadolu Efes ortaklığında

desteklenen Likya Yolu’nda Bir

Tarih Molası, Kültür Rotaları Derneği

tarafından Demre Belediyesi, Demre

Kaymakamlığı ve Kapaklı Muhtarlığı

işbirliğiyle yürütülüyor. Projede

köy halkının yerel ürünlerini satması

veya konaklama hizmeti vererek sürekliliğinin

sağlanması ve aile ekonomilerine

katkıda bulunması öncelikli

hedef. Son dönemlerde bölgede artan

yangınlar, gelişi güzel atılan kamplar

ve beraberinde ortaya çıkan kirlilik

tüm kültür rotalarının temel sorunlarından

birisi. Üzerimize düşen en

önemli görev, doğada izlerimizi bilinçli

ve duyarlılıkla bırakmamız. Gelecek

Turizmde projelerini gördükten sonra

emek ve çabayı takdir etmemek elde

değil. Bunların yanında kültür rotalarını

belli standart çerçevesinde sürdürülebilir

turizme kazandırıp korumaya

çalışan Kültür Rotaları Derneği, özel

bir teşekkürü hak ediyor.

Likya Yolu’nda Bir Tarih Molası

projesinin tüm bağlantı yolları, işaret

tabelaları, restorasyon çalışmaları bu

yıl bitecek, sonbaharla birlikte doğaseverler,

yeni Likya Yolu rotalarında

yürüyor olacak.

129


ROTA

1871’den beri

bol köpüklü

nefis Türk kahvesi

1933 yılında Beşinci Yerli Mallar Sergisi’nde açılan stand.

1871’den beri kalitesini ve titizliğini hiç bozmadan evlerimize nefis

Türk kahvesini getiren Kurukahveci Mehmet Efendi, bugün 50’den fazla ülkede tüketiliyor.

Kurukahveci Mehmet Efendi, Türklerin dünyaya armağan ettiği Türk kahvesini,

her yudumda aynı kalite ve keyifle dünyaya ulaştırıyor.

130

www.mehmetefendi.com

MAGMA NİSAN 2020

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!