10.05.2020 Views

Mesele Fanzin (Mayıs Sayısı)

  • No tags were found...

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Mesele

2020 Mayıs Sayı: 1


Mesele

Sevgili okur, bu ilk

sayısında Mesele Fanzin’i

biraz tanı istiyoruz.

Mesele Fanzin bir grup

genç tarafından gençlik

heyecanı ve dava

felsefesiyle ortaya çıkmış

bir üründür.

Bu ilk sayısında ise Kudüs

meselesi üzerine

kalemimizi oynatmaya

çalıştık.

Meselenin meselesi içinde

kaybolman dileğiyle…

uᴉzuɐℲ

İçindekiler

Yoklama …………………….. 3

Kırık Kanatlı Kuşlar Şehri :

Kudüs .............................. 4

Cennet’in Krallığında

Uyuyan 2,5 Milyar ……. 7

Kavuşamam Çığlığı...... 10

Sıradan Bir Gün……... 11

Doğuran Kısrak ……... 14

Beyaz Gemi ………….. 18

Aşk……………………. 21

Tiyatro ………………. 23

Genel Yayın Yönetmeni Ve Ġmtiyaz Sahibi: M. Sadık Köroğlu

Tasarım: M. Sadık Köroğlu

Yazı ĠĢleri: Gürali Kamalak

Dağıtım Sorumlusu, Lojistik ve ĠletiĢim: Ömer Erkam Çakmak / M. Sadık KÖROĞLU

ĠletiĢim : meselefanzin@gmail.com - instagram/meselefanzin


M. Sadık Köroğlu

10.03.2020

Yoklama

“Şehit Furkan Doğan

10.03

abimizin

aziz hatırasına ifthafen”

Yoklarken yüreklerimizi

Köhnemiş vicdanımızın tınıları

Ve rutubet kokan kalbimizin duvarları…

Set çekmişken gönlümüze

Burada mısın?

Otuzunda mısın, kırkında mısın?

Yoksa yirminde bir gemi güvertesinde

Kahpe bir kurşunla şehit olan

sen misin?

Sen misin?

Tahayyülümüzde imkânsız

cesaretin sahibi?

Sen misin kükreyen

Yoksa sesi midir İslam’ın?


Gürali

Kamalak

Kırık Kanatlı Kuşlar Şehri Kudüs

Başını kaldırdı ve kuşlara baktı ah acaba bir gün onlar kadar özgür

olabilecek miydi? Ama bu rejim tarafından açık hava hapishanesi haline

getirilen Kudüs te mümkün değildi burada kuşların bile kanatları kırık

olurdu.

Kuşlar aşağılarında duran insana baktılar yüzü ne kadar da hüzünlüydü öyle.

Adeta kafesteki bir kuş gibiydi. Kuşlar bir şeyi fark etmişlerdi bu şehir

geldikleri diğer şehirlerden çok farklıydı şehir değil bir kafesti. Duvarlar

vardı şehri bölen, göz alabildiğince duvarlar. Kuşlar bilmiyordu ki kaç tane

insanın hayali bu duvarlara çarpıp düşmüştü kaç kişinin ölümüne tanık

olmuştu bu duvarlar kaç annenin feryadına tanık olmuştu bu duvarlar kaç

fidanın kökünden sökülüp atılmasına tanık olmuştu bu duvarlar kaç

tohumun daha yere düşemeden, toprakla buluşamadan, hayvanlardan bile

daha aşağılık daha pis rejim askerleri tarafından alınıp götürülmesine tanık

olmuştu bu duvarlar.

Havada hüzün ve çaresizlik kokusu asılıydı. Kuşlar kubbeli bir yapının

üstünden uçarken havadaki hüzün ve çaresizlik kokusunun azaldığını,

yerini gül kokusuna bıraktığını fark ettiler. Daha sonralarda öğrenecekleri

üzere bu kubbeli yapı Mescidi Aksaydı. Kuşlar bu baskıcı ve zalim

havadan kurtulmak için Mescidi Aksaya doğru alçaldılar. Mescidin

kubbesine konduklarında sonunda rahat bir nefes aldılar. Kubbede

konakladıkları süre boyunca burasının isminin Mescidi Aksa olduğunu,

burasının peygamberler şehri olduğunu öğrendiler.

Nasıl olurda peygamberler şehri bu hale gelirdi! Müslümanlar, buranın bu

hale gelmesine nasıl da göz yummuştu! Gözle görülecek tek bir gerçek vardı

peygamberler şehri mahvolmak üzereydi ve bunu durdurmak için hiçbir şey

yapılmıyordu. Kuşları bir hüzün sarmıştı insanlar, insanlık burada olanlara

nasıl da göz yummuştu.


Dışardaki bir çocuk kuşlara baktı kuşlar sanki ağlıyorlardı, sanki onları

uçuran kanatları kırılmıştı. Özgürlüğün sembolü olan kuĢlar bile burada

esaretin sembolü olmuĢtu. İslam dünyası daha ne kadar susacaktı, daha kaç

çocuğun ölmesi gerekti daha kaç annenin ağlaması gerekti daha kaç masum

insanın hapis edilmesi gerekti daha kaç masum çocuğun babası, evladını

görmeden ölecekti.

Kuşlar bu düşünceler içinde kahrolmuşlardı. Bir yandan bu gül

kokulu havadan, peygamberler şehri olan Kudüs ten gitmek istemezken bir

yandan da bu durumu görmeye katlanamıyorlardı. Ah keşke gözleri olmasaydı

da görmeseydiler…

Bu düşünceleri kulakları patlatan bir silah sesi böldü. Kuşlar uçmaya

başladılar bu cüretkâr insanı görmek için. Kim bu kutsal topraklarda ateş etmeye

insan öldürmeye cesaret edebilirdi. İşte oradaydı hayvanlardan

maymunlardan domuzlardan bile aşağılık olan rejim askerinin suratını görmek

bile kuşların midesini bulandırmaya yetti. Önünde acı içinde bir insan vardı

silah yarasına rağmen kıvranmıyordu dimdik dimdik bakıyordu


karşısın da ki insan azmanı ödlek askere adeta bedrin aslanları gibiydi. Tıpkı

yüzlerce yıl önce gördükleri gibi…

Kuşlar hem üzülmüş hem umutla dolmuştular. Umutla dolmuşlardı çünkü

en azından peygamberler şehri için savaşan bir avuç insan vardı onlar savaşmaktan

korkmuyorlardı onları hiçbir şey yıkamazdı. Bunu yaralanan gencin gözünden

okuyabilirdiniz karşısında değil bir tüfek tank dursa yine de yılmazdı o

yıldıramazlardı onu davasından. Ki durmuştu da, durmuştu da ne olmuştu

kavradığı sapanıyla bile saldırmıştı onlara. Bu nasıl aşktı böyle. Aşkların âşıkların

ötesinde bir sevgi.

Kuşlar o an anladılar neler döndüğünü. Evet, belki yoktu destek veren,

biz Müslümanız demelerine rağmen saraylarında aşağılık partiler yapan insanlar

vardı hepsi göz yummuşlardı. Varsın yumsunlardı varsın kimse destek

vermesindi. O genç yeterdi zaten Kudüs’ü de bir Selahaddin fethetmemiş

miydi?

Kuşlar kanat çırptılar semaya doğru. Onlarda istiyordu ebabiller olmayı

ve yağdırmayı sicim gibi taşlarını. Ama ne gelirdi elden…

Onlar Akdeniz’in kıyısı boyunca gelmişlerdi ve öyle gideceklerdi nereden

bilebilirlerdi ki göreceklerini, nereden bilebilirlerdi ki burası Ortadoğu, burada

kurşuna dizilir çocuklar ve kavrulur yürekler. Onlarında yürekleri kavrulmuştu ve

uçtular ateşlerini söndürmek için hunharca kanat çırptılar gökyüzüne ve

kayboldular semada.

Onlar uçup gitti ama kanadı kırık kuşlar bıraktılar arkalarında kimisi

Kudüs’teydi kimisi de Ramallah’ta…


M. Sadık Köroğlu

Cennet’in Krallığında Uyuyan 2,5 Milyar

Sözlerime bu filmin

1- Ahlaklı Avrupalı – Ahlaksız Müslüman

2- Cesur Avrupalı – Acımasız Müslüman

3- Kahraman Avrupalı - Katil Müslüman

Bakış açısıyla yapılmış bir film olduğu gerçeğini zikrederek başlıyorum. Filmde

bu bakış açılarının benimsenmesinin bence bazı nedenleri vardır. Bu nedenler

arasında Müslümanları kötü göstermenin en kolay yolarının bunlar olmasıdır.

Sonuç olarak Kudüs Müslümanların eline geçeceğinden bu savaşta

Avrupalıların cesaretini göstermek ve Avrupa’ya böyle fayda devşirmek daha

kolaydır.

Film kaliteli ve ders çıkarılması gereken bir film olmakla beraber

yerilmeye değer dakikaları da barındırmaktadır.

Film en başta Kudüs’te geçmekte ve başrolde bir şövalyenin demirci

oğlunun başından geçen serüven konu alınmaktadır. Film 1184 yılında

Fransa’da başlıyor ve dönemin Hristiyanlarının kendi içlerinde çok fazla

çatıştıkları gerçeği gözler önüne seriliyor. Aynı zamanda dönemin Avrupa’sının

dinine o kadar da bağlı olmadığı göze çarpan hususlardan.

Filmin ilk sahnelerinde yukarıda bahsettiğimiz sıkıntılara yer

verilmiş ve dindaşlarına hakaret edenlerden tutun da onları insandan

saymayacak kadar küstahça davrananlar yansıtılmış.


Bunların yanı sıra asıl hikâyede Kudüs’ün kaybından endişe duyan

Hristiyanlar akın akın Kudüs’e gitmekte. Kudüs’e giden Avrupalılar da

özellikle hayatta kaybedecek bir şeyi olmayan veya her şeyini kaybetmiş

insanlardan oluşmakta.

Asıl hikâyede serüvene devam eden başrol cüzzamlı kralın kız

kardeşiyle tanışıyor ve serüven daha da belirginleşiyor.

Olay örgüsünü kısaca anlattıktan sonra, Aslında ne bu akışla ne de serüvenle

ilgilenmemeliyiz bu filmde dikkat etmemiz gereken iki husus var;

1-Dönemin Avrupası

2-Müslümanların Nasıl Gösterildiği

Birincisini yukarıdaki akışta anlatmaya çalıştık. İkinci kısma gelecek

olursak filmde Selahaddin’e büyük bir saygı duyuluyor ve dürüst bir adam

olarak lanse ediliyor. Bunun yanında çıkarcı ve zalim bir adam olarak da

gösterilmeye çalışılıyor. Bu birbirinden defalarca kez arklı özellikleri bir

adama yüklemeye çalışan filmde bu yüzden bir anlam karmaşası mevcut.

Misal;

Hemen aklınızda canlanacaktır ki, her savaştan önce komutanlar en önde

bir konuşma yaparlar. Bu filmdeki konuşmada başrolümüz Selahaddin’in

Kudüs’e girmesi halinde bütün herkesi öldüreceğini söyleyerek büyük bir

çamur atıyor. Bu sahneler filmin en heyecanlı sahneleri olduğundan

hissettirilmek istene duygu filme çok güzel yedirilmiş.

Bu iki noktayı da böyle açıkladıktan sonra, film kendi krallarının ve

şövalyelerinin de tabiri caizse aptallıklarını ve zalimliklerini anlatmaya çalışmış.

Film genel itibariyle Hristiyan bir bakış açısı ile çekildiğinde bunları doğal

görüyorum.


Bütün bunların üstüne filmde hakkı yenmiş

olsa bile “Kudüs iĢgal altındayken ben nasıl

güleyim” şiarının sahibi Büyük Komutan

Selahaddin Eyyubi’nin yılla önce kanla aldığı

toprağı ilk kıblemizi; ne fiziki, ne ilmi ne de

fikri anlamda koruyamayan ve kanlı postallarla

kirlenmesine izin veren, sadece aklının bir

köşesine fırlatıp atan biz 2,5 milyar Müslümana

yuh olsun…

Biz yürümeden ayağımıza Kudüs gücünün

gelmeyeceğini anlamadan yaĢamaya devam

edelim kalpsizce Ģairin dediği gibi “Kalbinde

Kudüs yoksa senin kalbin yoktur!”

Allah selamet versin…


Ünlem

KavuĢamama çığlığı

Karanlık çöküyor şehrin sokaklarına

Gökteki pusu bizi vurmaya hazır

Aynasızlar bizi yakalamaya muhtaç

Vuslat vakti hangi zamandadır

Aşkımız dile getirilmeyecek kadar büyük

Mahur bestemiz İki şiirle kurtulamıyor

Seni düşününce anlam kazanıyor martılar

Sensizlik ışığı olmayan güneş gibi

Platonik bir buluşma sahnesi mi yoksa

Gerçeklik payı Mecnunun Leyla’ya kavuşmasından ibaret

Gençlik fırtınası belki de bizimki

Kuşların göç etmeden önceki asalaklığı gibi


M. Sadık Köroğlu

SIRADAN BĠR GÜN

Yine bir Cuma ve ben İstanbul un ortasındaki okulumun kapısından yavaşça

dışarı süzülüyorum. Okula 20 metre uzaklıktaki yurduma ilerlerken sağ

tarafımdan gelen acı bir firen sesi duyuyorum, ardından korna sesleri ve daha

ne bağrışmalar ne çağrışmalar. İlk esnada ben de zannediyorum ki bir trafik

kazası –Okulumun önünden saat başı geçen ambulanslar beni hissizleştirmiş

ki- dış taraftan gelen fren sesleri ve bağrışmalar bende etki bırakmıyor.

Ben bu düşünceler içerisindeyken sağımdan gelen acı bir fren sesi daha bu

düşünceler içindeyken beni tekrardan reel dünyaya döndürüyor. Refleks

olarak sahte çimlerle kaplı tel örgülerimize doğru koşuyorum – Bu koşuş

bana sırtımdaki o ağır, emektar çantamın sızlattığı omzumun acısını bile

unutturuyor- ve bir kadının yerde çığlık atarak bağırdığını görüyorum.

Etrafına üşüşen bilinçli vatandaşlarımız yerde acıyla yatan yaşlı kadını

doğrultuyor ve ona su veriyor. Ben ise gördüğüm acı ve bir o kadar saygı

duyulması gereken bu görüntüye doğru uçar adımlarla ilerliyorum. Yaşlı

kadının yanına ulaştığımda işaret ettiği yaklaşık 1,80 boylarındaki hızla,

korna çalan arabaların arasından kaçan 20 – 21 yaşlarındaki elinde

kahverengi bir çanta tutan genci gördüm. Bunun bir kapkaç vakası olduğu

tabii belliydi. Bunu eğer yeryüzünde yaşayan bir insansanız hemen

anlayabilirsiniz.

Aradan geçen 15 dakikanın ardından polis ekipleri ve ambülans bizi yaşlı

kadının yanından uzaklaştırdı ve bende hemen arkadaki yurduma ilerlemeye

başladım. İlerlerken yüzümü narince yalayan yağmur damlalarını fark ettim. Bu

kargaşadan ve hengâmeden kaçıp gelebilmiştim. Yurda girdim ve yine günlük

işler, etütler dersler nihayet yatağıma ulaşabildim.


Uykuya dalmadan önce içimde kıpırdayan insaf duygusu dürttü beni ve sabah

yaşadığım olaylar gözümün önünden bir filim şeridi gibi geçti. Bu olayların her

gün İstanbul’da, okulumun önünde, ülkemin “a” şehrinde “b” şehrinde olan

bu olayların bizi ne kadar yozlaştırdığını hatırladım. Yaşlı kadın yerde acı ve

korku içinde kıvranırken trafikte hiçbir şey olmamış gibi sigarasını içen ve

dinlediği yabancı müzik parçasıyla dikkatini yola vermiş olan sürücüler aklıma

geldi. Onda sonra kendimi düşünmeye başladım ben ne kadar duyarlıydım

sonra anladım ki ben ne kadar duyarlıysan sokaktaki insan da o kadar

duyarlıydı ben ne kadar duyarlı isem arabasında sigarasını

içen sürücüde aynı duyarlılık seviyesindeydi. Sonra düşünmeye devam ettim

ben neden bu kadar duyarsızdım, biz neden bu kadar duyarsızdık?

Sonra anladım ki bu duyarsızlığımızın sebebi sadece biz değildik sadece bizi

manipüle eden teknoloji de değildi. Gün geçtikçe kaybedilen değerlerimizi

hatırladım. Komşuluk değerlerimizi, akrabalık değerlerimizi hatırladım. Gün

geçtikçe biz ve bizi etkileyen faktörler bizi bencilliğe itiyordu. İstanbul gibi bir

metropolde insanların plazalarda sabah “8” akşam “5” mantığıyla hayatını bir

robotmuşçasına kendisi için yaşan insanları da hatırlandım. Eve geldiğinde

eşini ve çocuklarını nasıl hatırlayamadığını hatırladım. Sonra eve gelen

çocuğunun yüzene bakmaya fırsat bulamayan bencil anneyi, babası eve

geldiğinde ona sarılamayan çocuğun bencilliğini hatırladım.

Bencillik seviyemiz çocuklarımıza hatta bize kadar düşmüşken bu duyarlılığı

nasıl beklerdik başkalarından bu ne kadar saçma bir düşünceydi. Bu

düşünceler içinde gözlerimi açtım yüzüme vuran güneş beni kendime

getirmişti. Her zaman sağ başımda duran telefonuma uzandım ki saat “7.30”.

Hemen kalktım yaşadıklarıma anlam veremeden dolabıma doğru yürüdüm.

Üzerimi giyindikten sonra yemek haneye doğru ilerledim.


Dün yaşadıklarımın bir rüya olduğunu anlamam biraz vakit aldı ama

nasıl bu kadar gerçekçi olabilirdi. İstanbul’da bu olayların saat başı olduğunu

hatırlayınca hayatın ne kadar biçimsizleştiğini tekrar hatırladım. Yüzümü

buruşturdum. Bu sabah kalabalıkların arasında yalnız kalmıştım.

Yemekhaneden çıkarken aklımı bu düşünceler kurcalıyordu. Dalgın bir

şekilde yurdumun kapısından çıkarken ağabeylerimin sıcak yürekli

selamlaşmalarıyla karşılaştım.

Bu kötü gibi görünen bu dünyada ağabeylerim gibi iyi insanlarda vardı

fakat bu bizim bilinçsiz olduğumuzu değiştirmezdi. O andan sonra anladım ki

aslında bu dünyada görmemiz gereken asıl şey bariz bir şekilde dünyaya

yayılmış kötü insanlar değil de Soğuk kış günlerinde içinizi ısıtan bir çay gibi

ruhunuzun buharlaştığı bir günde sizi hayat denizine döndüren iyi insanlardı.


Şamil

Ünlem

Doğuran Kısrak

İçlerinde nehirler çağlayan

Ve her deminde

Umudu büyüten

Pas tutmuş kalplerini

mürekkepleriyle temizleyen

Biz umudun çocukları…

Biz aksiyonun ortasında

Heyecanın doruğunda

İçlerinde dalgalı denizler

çalkalanırken

Yüreği pıt pıt atan

Anadolu’nun bir köşesinde

Bir dağ başında belki

Everest’in zirvesi kadar geniş

ufuklarından

Heceler dökülen kâğıdına

Biz çağlayan nehirlerin

Ve taşkın denizlerin çocukları


Biz dünyanın sözde baronlarına

Patlarcasına bir dağ gibi kusan

kalemini

Ve yüreğimizdeki ateşi

Söndürmeye gelen İstanbul’un

ruhsuz yollarından Ve belki

Kurumuş nehirlerinden ilhamı

kucaklayan

Biz savaşta kartalın

Barışta güvercinin çocukları

Devrin zalimlerine patlamaya

hazır yüreğinden

Mısralarında harp düzeni almış

kelimeleriyle övünen

Biz unutulmuş şiirlerin âşıkları

Güneşi balçıkla sıvamaya çalışan

herkesi

Kalemiyle kurşunlayan

Biz hakikatin sevdalıları

Biz belki Çanakkale’de

Belki Malazgirt’te

Düşmanın bileğini bükemediği

Ecdadın torunları


Biz her ayette canlanan ruhlarıyla

Cihana meydan okuyan biz

Biz hayallerine ve rüyalarına

Beyaz bayrak çeken kardeşlerinin

her birini

Gönlünde ağırlayan peygamberin

ümmeti

Biz kanlı postallarıyla

Dünya sokaklarında kol gezen

Vicdanını karanlık kuyulara

sarkıtmış

Yüreklerini şeytana kiralamış

askerlerin karşısında

Bosna’nın Doğu Türkistan’ın

Filistin’in

Mağrur ve mağdur annelerinin

evlatları

Biz bombalar her patladığında

korkuyu esir alan

Ümmet coğrafyasının gözü kanlı

çocukları

Biz eli kanlı hayal mafyalarına inat

Modern dünyanın tanklarına kafa

tutan

İslam mücahitleri


Biz post-modern dünyanın

AVM’lerinde kurulan

Yapmacık arkadaşlıkları değil

Bir ortaöğretim yurdunda

Paylaşılan sıcacık kahveleri tercih

eden

Post-modern dünyanın yobaz

çocukları

Biz köy yollarında

Elleri çatlayana kadar çalışan

Yazın beş katlı bir inşaatın en üst

katında

Soğanlarını yumruklayan

Fedakâr babaların çocukları

Dünyanın materyallerini

Elinin tersiyle iten

İslam’ın mana yüklü çocukları

Hala koşuyoruz

Ve biz hala doğuran kısrağın

utanacağı o günü bekliyoruz…


M. Sadık Köroğlu

M. Sadık Köroğlu

Beyaz Gemi

Öncelikle Beyaz Gemi kimilerine göre sıkıcı ve akıcı olmayan bir

roman olsa da bence öyle değil. Dönemin Sovyet izlerini üzerinde taşıyor –

diğer eserlerinde olduğu gibi-ve muhtemelen bundan dolayı Aymatov Lenin

Edebiyat ödülünü de aldı. (1963)

Beyaz gemi hakikaten hareketten hoşlanan , aksiyonu seven okurlar

için – ki bu okurlar büyük bir kitle- pek de güzel bir roman olarak

görünmüyor. Aslında roman bir çocuğun erken hayat hikayesini ve yaşadığı –

bence- dramları anlatıyor.

Kitapta anlatılana göre çocuğu -Adı hiç geçmez- küçükken annesi ve

babası terk eder. Annesinin uzaklarda bir şehirde çalıştığını babasının ise

....(Beyaz gemide çalıştığı haberini alır)Anesinin Babasının yanında kalan

çocuk (dedesinin) günlerini 3 haneli bir dağ köyünde (Az sonra

bahsedeceğiz)geçirir. Bir gün dedesne ormanda uzun süre çalışmasından

dolayı ödül olarak bir dürbün verirler. Dede – gözlerimin nesi var diyerekdürbünü

almaz ve çocuğa hediye eder.

Çocuk yine böyle günlerden birinde dürbünüyle dağlarda oynarken

Isık-Göl’de – olayın geçtiği mekanda bir göl- Beyaz gemiyi görür. Günün aynı

saatinde oradan geçtiğini fark eder ve o gemiyi izlemeye gider çocuğun en

büyük hayellerinden bir tanesi o gemiye balık olup gitmek ve babasını

görmektir.

Tabi çocuk böyle hayaller kurarken (Teyzesi) Bekey Orozkol isimli

biriyle evlider. (Dedesinin çalıştığı ormanın sorumlusu). Orozkol ve Bekey’in

hiç çocuğu olmaz. Buçift geçimsizdir , Orozkol içki içen bir adamdır ve -

afedersiniz- zil zurna sarhoş olduktan sonra evde karısını ona bir çocuk


veremediği için döver. Bekey bu durumdan bezmiştir ama suçun kendisinde

olduğunu düşünerek susar.

Kitap içinde anlatılan ve dikkatimi çeken bir diğer olaysa çocuğun bir

askerle olan konuşmasıdır. Çocuk askere kendi soyunun efsanelerini anlatırtabii

anlatıcın bir çocuk olduğu dikkate alınırsa buna gerçekten inanarak

anlattığı anlaşılacaktır-. Asker çocuğa bunu ona kimin anlatıığını sorar ve

çocuktan dedesinin anlattığını öğrenir. Çocuk için o köyde en değerli olan

dedesi için şöyle söyler. “Sana bu cahilce şeylerimi öğretiyor, sen dedeni

dinleme cahildir o büyüyünce de gel şehre ve ayrıl buralardan” bu konuşmadan

yukarıda bahsettiğimiz sovyet betimlemesi de çıkacaktır.

Hikayedeki bir diğer noktada çocuğun dedesidir. Çocuğun dedesi

çok yardımsever çevreye karşı duyarlı bir insandır. Çevre illerde kimin

yardıma ihtiyacı olursa onun yanında olan ve ona destek olan bir

tiptir.(Bence orozkol ile yaşanan olaylarda sovyet insanlarının böyle –

yoldaşların- kötü davranışlarda bile nasıl birbirine kırılmayacağı ve

kızmayacağı anlatılmaya çalışılmış)

Bu yukarıdaki açıklamalara şunu da ekledikten sonra çocuğun okula

başlama sürecini anlatabiliriz ki , bu açıklama şudur; Dede ikinci kere

evlenmiştir ve evlendiği kadın huysuz bir kadındır. Çocuğa karşı sürekli

aşağılayıcı bir söylem kullanmaktadır ve onu istememektedir. Ayrıca Orozkol

eşinim kızını-Bekey’i- döverken karışmasına müsaade etmeyen bence

duygusuz bir insandır.

Çocuk –anlatabildiğim kadar- bu tarz bir mekanda yaşamaktadır ve

hayat şartlarının pek de iyi olduğu söylenemez. Derken , gel zaman git zaman

çocuk büyür ve 8 yaşına gelir sekiz. Sekiz yaşına gelen çocuk okula başlar ve

kendisine bir çanta alınır. Dedesi çocuğun okumasını ve bizim tabirimizle

”Büyük Adam” olmasını ister. Çocukta okula aşıktır zaten ve okulu çok sever.


Çocuk okurken de sıkıntılar çeker , mesela her sabah aynı aşk ve şevkle

dedesi torununu okula bırakırken çocuk da okula gider. Okulu öyle sever ki elleri

eve dönünce mürekkep olur. Çocuk Dedesini ve okulu böyle, Dedesi çocuğu

öyle sevedursun. Dedesinin Orozkol’dan dolayı çok canı sıkılır dedesinin canının

sıkkın olduğunu gören çocuk her zaman gidip sessizce ağladığı kayalarının yanına

gider. Dedesinin bu hali çocuğu öyle etkiler ki Orozkol’a verilecek ceza bile

düşünür - onu Isık-Göl’ün akıntılı sularına bırakmalı ve balıklara yem edilmeli...-

Çocuk bu yaşantı içinde dedesinden soyun ne kadar önemli bir şey

olduğunu öğrenir soyu-Buğular- hakkında bir çok masal dinler ve onları çok sever.

Nitekim dedesi de öyledir hatta bir tipide evlerine sığınan bütün şoförlerinin anne

babalarının isimlerini bile sayabilir.

Bence romanı genel hatlarıyla bunlar oluşturuyordu ve çocuğun

daramatik hayatı – İçkici bir enişteye sahip olması, sürekli aşağılanması, aynı

zamanda sovyet zamanında (ne kadar inkar edilse de) köylünün cahil diye

yaftalanması, Teyzesinin sürekli dayak yemesi ve çocuğun bundan etkilenerek

eniştesine cezalar verdiğini hayal etmesi vb.- kimilerine göre sıkıcı ve kötü bir

dille ama bence çok akıcı olmasa bile okuyucuda merak uyandıran bir nitelikte

anlatılmıştı.

Şamil


Şamil

ġamil

AĢk

Geceler dolusu hayallerim vardı

Anlatamadığım

Saatler dolusu rüyalarım vardı

Göremediğim

Sen dolusu bir kalbim vardı…

Göremediğin

Ben dolusu bir hiçlik vardı

dünyada

Anlayamadım gitti

Geceler çöktü sabahlarıma

Kuytularda ilişti gözlerime

5 paralık adın

Takıldı dilime Bir sakız gibi


Ve utandım

Utandım adından

“Aşk” denince midem kalkar oldu

Usandım…

Adın yitirdi kıymetini

Hayallerimde yitirdi, rüyalarımda

Çünkü kalmadı seni hakkıyla

yaşayan şu dünyada

Kalmadı hayallerimi hatırlatan

bana

Bir ben, bir sen, bir de o

Zevzek şiirlere karıştı isimlerimiz

Ve kalmadı değerimiz

Bir paçavra gibi savruldu

Ergenlerin sokak duvarlarına

Ancak resim oldu kalbimiz…


M. Sadık Köroğlu

Tiyatro

Tarih tekerrür ederken bakışlarında

Çakmak çakmak parlayan gözlerinde

Ölümü gördüm çocuğun

Nasıl Kaçtığını hissettim bombalardan

Uyuyan vicdanımda

Ve her kapı vuruluşunda

Aralarken kapıyı

Arkasında ne olduğunu bilmeden aralarken

Hissettiği sızıyı kokladım yüreğimde

Ve gece her yatışında

Küçücük hayallerinde

Denizlerde yürüttüğü gemileri yakan çocuğun

Cesaretine dokundum.

Her adım atışında

Kulağına gelen sessiz çığlık sesleriyle irkilen

Her köşe başında

Onu bekleyen korkuya

Haykırışlarını duydum.

Ve pabuçsuz ayacıklarına

Her diken battığında kaçarken

Hatırladığı babasının acısını hissettim yüreğimde

Çocuk küçüktü

Ama kalbiyle büyüdü gözlerimde

Büyüdü gönlümün ufuklarında

Ve yelen açtı dünyaya

Söz söz oldu

Giderken dudaklarından dökülen iki hece

“Çok geç “ oldu.


“Nureddin Gibi Hazırlan

استعدْ‏ كنور الدين

Selehaddin Gibi Yürü

اِمْضِ‏ كَصالحِ‏ الدين

Ġzzeddin Gibi BaĢkaldır.”

اِرفع رأْسَك كعِز الدين

Sevgili okur,

Bu sayımızda Kudüs meselesini elimizden geldiğince

yazmaya çalıĢtık. Kudüs meselesinde anlatılabilecekler ne bu

küçücük fanzine ne de ciltlere sığar. Mesele fanzin olarak bu

sayıda Kudüs’ü seçmemizde birden fazla etken vardı. Nuri

Pakdil mesela , ġiirlerini okurken kalpsiz olduğumuzu

hissetmek bize ağır geldi , karınca misali tarafımızı belli

etmek istedik. Bu ilk sayımız olduğu için kusurlarımızı

mazur görmen dileğiyle.

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!