05.12.2020 Views

son şekil

Osman Ulubaş Kayseri Fen Lisesi

Osman Ulubaş Kayseri Fen Lisesi

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Osman Ulubaş

Kayser Fen L ses

11-A Sınıfı

Türk D l ve Edeb yatı

2020-2021 Eğ t m - Öğret m Yılı

H kaye Yazma Çalışması


SOKAK

Sokakta yürürken yanımdan sarı

turuncu ç zg l , uzun kuyruklu,

ürkek ve b raz da meraklı b r

ked geçt . Ben m

huzursuzluğumu o da paylaşıyor

g b yd . Bu tenha ve karanlık

sokakta taşlar b le gerg n ve

kasvetl yd .

Kara bulutlar bu huzursuzluğu

bozmak st yormuşçasına b r

anda açılıp güneş n sokağa

düşmes ne z n verd ler. B r

anda tüm sokak renklend

şenlend ama b r sıkıntı vardı.

Yanıma gel p ağlayan çocuk

daha doğrusu ağlayarak yanıma

gelen üstünde k rlenm ş kırmızı

kad fe b r tulum olan mav

boncuk gözlü kumral 6

yaşlarında b r kız. “Neden

ağlıyorsun?” ded ğ mde tek

yaptığı arkasına bakıp çl çl

yutkunmak olmuştu. O sırada

el ndek der n kanlı yarayı

gördüm. Nolmuş olab leceğ n

der n der n düşünürken kızın

an den arkama saklandığını

fark ett m. Bulutlar ortamı daha

da germek ç n ger b r araya

gelm ş g b lerd .

Sokak esk kasvetl hal ne ger

bürünmüştü bu durum hoşuma


g tmemeye başlamıştı. Sokağın

da hoşuna g tt ğ söylenemezd

sanırım, etraf b rden neredeyse

z f r karanlık olmuştu bu

yetmezm ş g b b r de yağmur

yağdırmaya başladı bulutlar

ağlarcasına. B tmek b lmeye

b rkaç saat geçt ben el mdek

yemeğ n kalanını sarı ked ye

ver rken küçük kızın çl

ağlamaları son bulmuştu.

“A lem bulamıyorum” ded b r

anda. İr mav gözler nden b rer

damla yaş düştü. Boğazındak o

düğümlenme h ss n ben b le

h ssedeb l yordum. “Nerede

gördün onları en son?” d ye

sordum. Küçük eller yle

karanlık sokağı şaret ett .

Küçük kızın a les olduğunu

düşündüğüm k k ş geld

karşıdan. Annes olduğunu

düşündüğüm end şel görünen

zar f kadın ve annes n n yanına

h ç yakıştırmadığım somurtkan

küçük b r adamdı bunlar.

Küçük kız onları görünce

yanlarına g tt . Ç menler böyle

b r kavuşmada ez lmekten

gurur duyuyor g b yd .

“Kaykay sürerken düştü sanırım.” ded annes . B rl kte mutlu b r

şek lde bu uzun kasvetl sokaktan ayrıldılar. Ben ve ürkek sarı ked

tek kaldık.

F ruze İpek

Yıldırım

11-A SINIFI

201808


K O C A Ç I N A R

Ekiplerin bildirilen yere ulaşmak üzere

olduğunu duymuştu. Gitme vaktinin

geldiğinin bir işaretiydi bu. Köyün

kurulduğu günden itibaren burayı yer

edinmişti. Şimdi ise tüm köyün iyiliği için

verilen karara boyun eğmeliydi. Bir daha

dönmemek üzere buradan ayrılacağını

bilmek, içindeki kederi daha da

artırıyordu.

Kendisini köye getiren, onu büyüten ve

aynı zamanda köyün kurucularından olan

Remzi Ağa'yı baba bilmişti. Onun

anlatıları yüzünden hayallerini süsleyen

400 senelik bu hayat yolculuğuna daha

yolu yarılayamadan veda edeceğini fark

ettiği zaman anlamıştı bu yolun herkes

için aynı uzunlukta olmadığını.

Bu zamana kadar tüm köy halkının ortak

buluşma yeri onun yanıydı. Bir hanenin

kurulduğunu gösteren nikâh onun

yanında kıyılır, Ramazan akşamlarının

vazgeçilmez etkinliği olan “Hacivat ve

Karagöz” oyunu onun yanında oynanırdı.

Âşıklar yanında güneşin batmasını izler,

çocuklar kıyısına yatarak bulutları hayal

güçleri ile şekilden şekle sokarlardı.


Çok karmaşık duygular içerisindeydi.

Ruhsal bir bağlarının olduğunu

düşündüğü insanların ihmali onun içini

yakmış, adeta içi boş dayanıksız bir

kuleye çevirmişti. O ise buna rağmen pes

etmemiş, bu köy için sonuna kadar

direnmişti. Peki değmiş miydi? Bu

direnişin karşılığında gördüğü muamele

değmediğinin bir ispatı olabilirdi belki

de. Çünkü şu ana kadar önünden

geçenlerden hiç birinin gözünde en ufak

bir üzüntü yoktu. Hepsi köyün

ortasındaki bu kömür parçasının ne

zaman gideceğini düşünüyordu.

Sadece onun değil, bu son derece içten

cümleleri duyan tüm insanların da

yüreğinin cız etmesine sebep olmuştu.

Yavaş yavaş köy halkı etrafında

toplanmaya başladı. Kimisinin yüzü

kızarmıştı; kimisinin ise göz yaşı

ayaklarının altındaki bereketli toprak

ile buluşuyordu. Kimse kimse ile

konuşmuyordu. O kara günden beridir

ilk defa böyle bir kalabalık oluşmuştu.

Herkes köyün sembolü olan yegane

şeyin biraz sonra geri dönmeksizin

aralarından ayrılacağını henüz fark

etmişti sanki.

Tam o sırada yaşları 15 - 16 olan üç dört

arkadaş çıkageldi. Aralarından Ahmet,

kardeşi Ali'yi de getirmişti. Gözleri

yaşlıydı. Etrafa bakınarak dikkatleri

üzerlerine çekmeden sessiz bir şekilde

emniyet şeridinin altından geçtiler ve

onun yanına geldiler. Yaşı henüz 7 olan

Ali elindeki poşeti göstererek şunları

söyledi:

Son dakikalarını yalnız geçireceğini

düşünürken gelen bu ani teselli

kendisini daha güçlü hissetmesini

sağladı. Bir anda köy meydanında

kalabalık yapan enkaz parçası

durumundan kurtulmuştu. Koca Çınar’

dı o. Her zaman olduğu gibi…

— Koca Çınar, babam bu küçük şeylerin

senin tohumların olduğunu söyledi.

Bunları ekip güzel şekilde büyüteceğiz.

Ondan sonra da tam senin olduğun yere

ekip seni geri getireceğiz. O zamana

kadar sabret ve sakın üzülme. Anlaştık

mı?

Bu köye ve halkına karşı yavaş yavaş

hissizleşen kırgın ve yaralı yüreğinin

içinde bir yerlere dokunmuştu.

Mehmet Akif Yavuz

11/ A Sınıfı

201816


ÖMER

Ömer küçük bir çocuktu . Hayata yeni gözlerini

açmıştı.4 5 yaşlarında ya var ya yoktu. Daha

küçücük yumuk yumuk elleri , tatlı mı tatlı güneş

gibi parlayan gözleri vardı. Daha saçları yeni yeni

uzuyordu. Araba resimli bir hırkası vardı

üstünde. Anneannesi örmüştü bu hırkayı. Çok

severdi Ömer bu hırkayı. Anne ve babasıyla

beraber onların yanına gidiyorlardı. Arabayla

beraber o küçücük ama bir o kadar neşeli olan

eve gidiyorlardı. Ömer ilk dişini bu evde

düşürmüştü.

İlk defa bu evde konuşmuş ilk defa burada ilk

adımlarını atmıştı. Bu yüzden çok severdi bu evi

Ömer. Burası çok güzel bir köy eviydi. Etrafı

yemyeşildi. Bir baraj gölü vardı karşısında . İnsanın

içini açıyordu. Yaşanası bir yerdi. Ağaçlar sanki

birbirlerine geçit vermemek için alabildiğince göğe

sarkıyordu. İnsanlar gece buradan geçse bu

ağaçları korkunç varlıklara benzetip korkabilirdi.

Ömer bir keresinde bu ağaçlar yüzünden tüm

gece yatağında ağlamıştı. Ama gündüz ağaçların

güzelliği karşısında büyülenmiş bir daha böyle kötü

düşüncelere kapılmamıştı.

Evleri bu gölün tam karşısındaydı. Sabahları güneş

göle doğru ışıklarını bir demet çiçek gibi

göndedir gölü adeta bir ışık havuzuna dönmüş

gibi gibi ışıtırdı. Ömer bu hayallere dalmışken bir

korna sesiyle irkildi . Karşısında sevgiyle bekleyen

anneannesini ve dedesini gördü. Çok sevinmişti.

Kalbi bir makine gibi atıyor erinde duramıyordu.

Arabanın durup anneannesinin kucağına atılmak


için sabırsızlanıyordu .Babası arabayı durdurdu

ve Ömer kapıyı açtı ve içi mis gibi çiçek

kokusuyla doldu. Bu kokuyu çok özlemişti.

Çiçekler toplayıp babasıyla taç yaptığı anıları

geldi aklına . Yerler hafif nemliydi, bu demek ti ki

yakın zamanda yağmur yağmıştı . Yere yatıp

yuvarlanası geldi . Ardından ağaçların içindeki arı

kovanlarını görmüştü . Şimdi ne de güzel olurdu

arıların sesi kuş cıvıltılarıyla uyumak . Ama o

bunlara aldırış etmeyip anneannesinin kucağına

atıldı .Çok özlemişti onu . Önceden buraya yakın

bir yerde oturuyorlardı. Bu yüzden çok sık gelip

giderlerdi. Ama 4 ay önce babasının tayini

İstanbul’a çıktı ve oraya taşınmak zorunda

kaldılar . Bu yüzden buraları çok özlemişti.

Anneannesi onu kucağına aldı ve yanaklarından

birer defa öptü. Gözleri buğulanmıştı. Ağlayacak

gibiydi sanki. Onun da halinden torununu

özlediği çok belliydi. Dedesi seslendi Ömer’e

sonra,” Evlat, gel bakalım buraya! Nerelerdeydin

sen? Özlettin kendini.’’ dedi. Anneannesinin

kucağından inip dedesinin kollarına atıldı .

Dedesi de onu çok özlemişti. Onunla çok uzun

bir zaman ayrı kalmış gibi hasretle sarıldı.

Yanaklarından öpüp başını okşadı. Onun için bir

de sürprizi vardı.

Yerlerinde duramıyorlardı. Sanki göğü

aşacak kadar yükseğe zıplıyorlardı.

Görenler sevinç çığlılarından

bu mutluluğu anlayabiliyorlardı .

Ömer köpeği sevip oyunlar oynadı ve

akşam yemeğe çağıran bir ses duydu.

Bu sesi çok özlemişti. Sesin

tonunda bile şefkat vardı. Çok

özlemişti bu sesi . Ama bu tatlı

köpeği bırakıp yemek yemeye gitmek

zor geliyordu. Ama karnının gurultularını

yenemedi ve eve doğru

koşmaya başladı. Onu kırmızı bir ev

kapısı karşıladı. Dedesiyle beraber

boyamışlardı bu kapıyı. Ayakkabılarını

çıkardı ve içeri doğru girdi. Ev

tek katlı dört odalı şirin mi şirin bir

köy eviydi . Mutfağında kuzinesi

vardı.

Ona bir köpek getirmişti barınaktan. Çok

sevimli minnacık patileri olan uzun kulaklı,

kuyruğunu sanki bir ödül gibi dimdik taşıyan

bir köpekti bu. Sapsarı bakımlı tüyleri ve inci

gibi pençeleri vardı. Ömer bu haberi arka

bahçeden gelen köpek havlamalarıyla anladı.

Anneannesinin ve dedesinin yanından ayrılıp

arka bahçede olan köpeğin yanına koştu . Çok

sevimli duruyordu. Köpek de Ömer’i görünce

yanına koştu, ikisi de çok heyecanlıydı.


Üstünde bir gümüş bir çaydanlık duruyordu.

Çaydanlıktan fokur fokur çay sesi geliyor ve

insanın içini ısıtıyordu. Dedesi tek kişilik yeşil bir

koltuğun üzerinde gazete okuyordu. Annesiyle

anneannesi börek açıyor ve babasıyla bir yandan

sohbet ediyorlardı. Ömer’in gelmesiyle babası

Ömer’i kucağına aldı ve annesine yadım etmeye

koyuldular. Yemek hazır olunca dört ayaklı,

dikdörtgen, ağaç işlemeliyle donanmış kahverengi

bir masaya oturdular. Ömer çok mutlu

olmuştu. Tekrar bu masada yemek yemeyi iple

çeker olmuştu ve en çok da burada yapılan

börekleri özlemişti. Tabağına konan böreğe

bakıyordu. Karnının açlığına hakim olamayıp

börekten bir parça ısırdı. Karnını doyurup

oyuncaklarının yanına gitti. Bir arabası vardı .Ön

camı açık olan ,kapıları hafif içine bükülmüş, dört

tekerlekli beyaz bir arabası vardı. Bir tane de

yemyeşil masmavi gözlü bir dinozoru vardı.

İnekleri koyunları atları vardı Ömer’in .

Bu oyuncaklara dalıp yatma

saatinin geldiğini annesinin sesiyle

anladı. Yatağına gidip uyumak için

bir an önce dişlerini fırçaladı.

Odasına gitti. Yatağa uzandı ve

yorganın altına girdi. Yorgan çok

kalındı. Üstünde sanki kocaman

bir köpek vardı. Ama o buna aldırış

etmeden uyumaya çalıştı.

Dışarıdaki ağaçlar ay ışığının da

etkisiyle Ömer’in odasının

camından duvarda çeşitli gölgeler

oluşturuyorlardı ,esen hafif bir

rüzgarın da etkisiyle duvarda bir

hayal gücü televizyonu oluşmuş

gibiydi .

Ömer bu güzel hayallerde

dolaşırken yorgunluğuna yenik

düşüp tatlı bir sıcaklığın gelmesiyle

uyuyakaldı.

Mustafa Gönen

11/A Sınıfı

201819


ZAMAN

Parkın oradaki simitçiden simidini çayını almış

gelişigüzel bir banka kurulmuştu. Etrafı

seyretmek bir yana dursun zihninden fikirler dahi

geçmiyordu. Simidinden eliyle kopardı ve ağzına

attı. Ağzının sol tarafında sağlam dişi kalmadığı

için sağ tarafıyla bir güzel çiğnedi. Tükürüğü o

simit için yetersizdi. Çayından yardım aldı ve

çayın sıcaklığına aldırış etmedi. Boğazından yavaş

yavaş kaynar sular akıyordu. Ama o boş ve

yorgun gözlerle sabit bir yere bakıyordu.

Bakışları anlamsızdı.

Baktığı yönden ona doğru biri geliyordu.

Konuşma mesafesine gelince durdu gelen adam.

Bir dolu nefes alarak “Abi yeni duydum başın sağ

olsun. Cenaze ne zamandı? Salasını verdi mi

imam?” Oturan adam bir şey söylemedi. Birazdan

salası okunacaktı zaten. Konuşmanın gerekli

olmadığını düşündü. Elindeki yarım simidi ve çayı

bırakıp camii avlusuna yöneldi. Şadırvana gidip

zincirli bir tası doldurdu. Elini yüzünü yıkadı,

ağzına tası götürüp içmeye çalıştı. Sular tastan

sızıp sakalını ıslatıyor orda da kalmayıp

gömleğinin açık yakasından kendilerine yol

buluyorlardı. Adam tası ağzından çekip tam

nefesler aldı. Aynadan kendine baktı bu gördüğü

kendi miydi? Elini yüzünde gezdirdi. Sakallarına

dokundu. Yüzlerindeki kırışıklıklarda yılların

yorgunluğunu gördü. İnanamadı. Bu kendisi

olamazdı. Tırnakları mıydı onlar yoksa pençeleri

mi?

İçeceğinden yudumunu aldı eline

gelen kartlara baktı. Elini iyiye

yorumladı ama yüzünden elinin iyi

olduğu anlaşılmıyordu.

Arkasına döndü ve dar sokaklara

girdi. Yolunu kestirmekte güçlük

çekiyordu ama koku ona yardımcı

oluyordu. Alkolün ve sigaranın

kokusu. Koklaya koklaya

meyhanenin yolunu buldu. İçeri

girip sarı çürümüş sandalyelerden

birine oturdu. Etrafındakiler ona

bakıyorlar ama o aldırış etmiyordu.

Minareden gelen ses oyunu

duraksattı:”Karşıyaka Mahallesi'nden

Yusuf Yılmaz’ın babası: Ali

Yılmaz vefat etmiştir. Cenazesi,

yarın öğle namazını müteakip

Karapınar Üç Alıç Mezarlığı'na

defnedilecektir.”

Bir anlık duraksama sonrası

minare susmadı ardından

annesinin ve kardeşinin de vefatını

duyurdu. Meyhanedekiler adama

başsağlığı dileseler de adam

kartlarına bakıyor ve oyunu

düşünüyordu.

Utku Öztekin

11/A Sınıfı 201835


SİYAH KUMAŞ

DEĞİRMEN'DEN SON

HABERLER:

AI Trendleri - 2

SEO sırları - 3

İlk defa odadaki yeni parlatılmış olması gereken

vazoları kontrol etmemiş ve pahalı koltuğunda

her zamankinden farklı bir köşeye oturmuştu.

Bu koltuğa oturmasının nedeni küçük bir

değişiklik yapmak değildi, kendi yerine otursaydı

eğer kafasını sağa çevirdiğinde diğer köşenin

boş olduğunu görmek durumunda kalacaktı.

Belki de tam on üç saat önce bu köşeye oturan

karısının bir parçasını son defa hissedebilmek

umuduyla bu tarafa oturmuştu.

Etrafındaki hiçbir eşyanın önemi yoktu artık.

Tüm zenginliği, tüm parası, tüm konfor, her şey

tek bir insanla paylaşmak içindi . Kafasını geriye

yasladı ve tavanı izlemeye başladı. Bir an göz

göze geldiği avizenin renginin nasıl duvardaki

işlemelerle tam olarak uyumlu olduğunu

düşündü. Kafasını indirseydi karşısındaki

kocaman cam pencereden gözüken mavi denizle

karşı karşıya kalacaktı. Denizden geçen

feribotun oluşturduğu dalgalar kıyıya

vurmadan önce neredeyse etkisini

kaybediyordu. İçinde bulunduğu salonun

devasa kapısından ilk defa bu kadar sakin

duran bu adamı büyük bir endişe ile izleyen

evin hizmetlisi Şükriye Hanım nasıl olduğunu

sorup sormamak konusunda ikileme düştü.

İyi olması mümkün değildi elbette, ancak bu

kadar sakin durması da mantıklı değildi.

Aslında buraya odanın arka tarafındaki

şöminenin tozunu almak için gelmişti. Ama

patronunun yasını bozmak istemiyordu, öte

yandan adamın yalnız olduğunu

düşünmemesi ve muhtemelen aklından geçen

binlerce düşüncede kaybolmaması için belki

dikkatinin dağılmasının iyi olabileceğini

düşündü.


Adam hizmetlinin varlığını çoktan

fark etmişti, kendisine bir soru

sormamasını ümit ediyordu

içinden. Karşısında duran gümüş

vazonun içindeki begonyalar hafiften

solmaya başlamıştı. Ancak

o tarafa bakan herhangi birinin

göreceği ilk şey zaten camın arkasındaki

lavanta çiçekleri olurdu.

Bu sebeple de begonyaları 3 yerine

4 günde bir değiştirirdi Şükriye

Hanım. Normalde Mehmet

Bey bu durumdan hiç hoşlanmazdı,

hemen değiştirilmesini

isterdi çiçeklerin.

Fakat şu anda hiçbir şey düşünemiyordu.

Evin baş hizmetlisi,

Mehmet Bey gelmeden şöminenin

üstündeki büyük aile tablosunun

siyah bir çarşafla örtülmesini

istemişti.

Ancak Mehmet Bey bunu bile

fark etmemişti. Belki de o tarafa

bilerek bakmamıştı, bir daha o

tablodaki kadar mutlu bir aile

olamayacakları, en önemlisi de

bir daha böyle ta-mamlanmış bir

tablo çizdire-meyecekleri

gerçeğini de kafasındaki binlerce

düşünce arasına katmak

istememişti.

İlk defa onca düşüncesinin

arasında hiçbirinin sahip

oldukları hakkında olmadığının

farkına vardı. Çünkü bunların

artık bir önemi yoktu onun için.

Eğer olsaydı şu anda yedinci defa

çalan telefonu açardı, yeni ihale

için gerekli olan rapor ve

belgelerin hazırlanmasını isterdi.

Şu ana kadar hiç kendi konforu

için para kazanmamıştı, hepsi tek

bir kişi içindi ve artık o yoktu.

Kafasını öne eğdi ve yavaşça

oturduğu köşeden kalktı. Koyu

renkli mermer üzerindeki ayak

sesleri duyulmadan önce Şükriye

Hanım görülmeyeceği bir kenara

çekildi. Mehmet Bey kırmızı

gözlerini ovuşturarak odanın arka

tarafına doğru yürümeye devam

etti. Şükriye Hanım kapının

kenarından olup biteni izlerken

ayağa kalktığı anda aile tablosuna

doğru yürüdüğünü anlamıştı.

Yemek masasının yanından

geçerken masaya tutundu ve

derin bir nefes aldı. Adımlarına

devam ederken bir daha hiçbir

şeyin eskisi gibi olmayacağını fark

etti. Siyah kumaş parçasını tuttu

ve durdu.

Şükriye Hanım yaptığının çok

yanlış olduğunu biliyordu, ama

bu acının aslında dizilerde

gösterilen türde bir acı

olmadığını anlamıştı bu

olanlara şahit olurken. Mehmet

Bey kumaşı indirdiği anda

gidecekti, kendine söz vermişti.

Mehmet Bey ne kadar

denediyse de o kumaşı çekip

indiremedi. En son bu tabloya

baktığındaki mutluluk ve huzur

duygusunu mahvetmek istemedi.

Belki de bundan sonra

huzur bulmak istediğinde o

duyguyu hatırlamaya çalışacaktı.

Şükriye Hanım daha fazla

dayanamadı ve mutfağa döndü.

Kimsenin böyle bir acıyı

yaşamaması ve kendisinin de

bir daha buna şahit olmamasını

dile getiren kısa bir dua

etti ve her zamanki işine

koyuldu.

Nisa Erbaşı

11-A Sınıfı

201826




İŞTE YİNE KARŞIMDA

Yine uykusuz bir gece. Son günlerde olduğu gibi

bugün de aynıydı. Derin bir uykuya gömülüyor, bir

süre sonra da, kafamı yanlış bir çukura koymuşcasına

uyanıyorum. Tümüyle uyanığım, sanki hiç

uyumamışım gibi bir duygu var içimde, yeniden

uykuya dalmanın güçlükleri önümdeyken bir yandan

da karnımın acıktığını hissediyorum. Ama mutfağa

gidip bir şeyler yemek de istemiyorum. Gecenin kalan

bölümünde, saat beşlere dek bu böyle sürüp gidiyor,

sonunda uyusam bile, kasvetli ve korkunç düşler yarı

uyanık tutuyor beni, düşlerle boğuşmaya başlıyorum.

Saat beş sularında uykumun son izleri de silinip

gidiyor . Artık düşleriminden daha kasvetli olan güne

başlıyorum.

Günlerdir bu ruh halinde olmamın sebebi şüphesiz

yıllar sonra onu görmekten kaynaklanıyordu. Nerden

de çıkmıştı karşıma onca sene sonra. Aslında diyecek

çok şey vardı ama hiçbir şey de yoktu. Onu görünce

öylece kalakalmıştım. Değişmişti saçı , yüzü , burnu.

Ama bakışları hala aynıydı , aynı saflıkta , aynı masum

bakışlar...

Tüm bunları kafamdan silmeye

çalışırken bir yandan da işe geç

kalmamak için alelacele

hazırlanıyordum . Ya onu tekrar

görürsem ne olacaktı , bir şey diyecek

miydim? Bilmiyordum, kafam çok

karışıktı. Kabanımı da alıp derhal

evden çıktım. Yolun üstündeki kafeden

bir kahve alıp tekrar yola koyuldum.

Buranın kahvelerine şehirde rakip

yoktu bana göre. Tatları her zaman o

kadar taze ve güzeldi ki bağımlılık

yapmıştı artık benim için. Kahvemi

yudumlarken sanki düşünmeyi kısa

bir süreliğine kenara bırakmıştım.

Sonunda iş yerine ulaşmıştım. Hafif

yağmur atıştırıyordu. Hızlı adımlarla

ilerliyordum girişe doğru. Tam o an

kafamı kaldırdığımda içimde bir

şeyler kopmuştu sanki. Nabzım hızla

atmaya başlamıştı. Olduğum yerde

kalakaldım. İşte yine karşımdaydı.

Belinay Dağ 11-A Sınıfı 201837


ÖLÜM KORKUSU

Saatler akşamüstü 18.00’i gösteriyordu. Bu saatte hala

güneş etkisini gösteriyordu. “Sanırım yaz geldi, kış olsa

hava çoktan kararmış olurdu.”, diye düşündü. Kahverengi

perdelerin ardından güneş ışığını hissettiğinde gözleri

parıldadı. Hayli zaman olmuştu güneşe çıkmayalı. Gri,

kadife, ikili koltuğuna uzandı. Ayaklarını koltuğun

kenarından aşağı bıraktı. Kulaklarını sessizliğe doğru

çevirdi. Birden televizyondaki haberler takıldı gözlerine.

Beş on saniye sonra ince bir kadın sesi duyulmaya başladı.

Memleketin durumunu anlatmaya başladı ama onu hiçte

ilgilendirmiyordu memleket meseleleri. Kadın anonsu

yapmaya devam ederken bir öksürük başladı. Öksürmek,

her insan için geçerliydi. Spikerler öksürmez diye bir kural

mı vardı. Tabii ki yoktu. Bebeklerde öksürürdü, yaşlılarda.

Kadınlar ve erkekler de. Zenginler ve fakirler de. Herkes

öksürebilirdi, yadırganmamalıydı. Zihninden geçen bu

karmaşık cümleler bir öksürük krizi yarattı. Bir dakika, iki

dakika, beş dakika. Durmuyordu öksürük. Histeri

yaratmıştı kadının öksürüğü. Sanki aklından geçen herkes

için öksürüyordu. Çocuklar, yaşlılar, kadınlar ve erkekler,

zenginler ve fakirler adına. Dışarı çıkmalıydı bu öksürüğü

durdurabilmek için. Yapamadı. Yeltendi aslında. Önce

mutfağa gidip bir bardak su alıp onu bir dikişte bitirdi.

Öksürük geçmediği için nefes nefese kaldı. Bardağı

masanın üzerine bırakırken rukûya eğilircesine beli

büküldü. Sağ eli masadan destek alırken, sol elini dizinin

üstüne koydu. Hala öksürüyordu. Salona, gri ikili koltuğuna

döndü. Bu kez sırt üstü uzanamadı, koltuğun ortasına

oturdu. Başı eğik duruyordu.

Neden sokağa çıkamadığını düşündü. Salgın hastalık

dünyada o kadar yayılmıştı ki korkusundan bir türlü

dışarıya çıkamıyordu.

Hükümet yetkilileri salgının

seyri azaldı deseler de

kendini eve hapsetmişti.

Dışarı çıkmayı hiç

düşünmüyordu.. Çünkü ölüm

korkusu kaplamıştı yüreğini.

Haberleri de dinlemiyordu.

Korkuyordu olayların devam

ediyor olmasından. Az sonra

kalbinde büyük bir acı

hissetti. Kapalı gözlerini

aralayabilmesini sağlayan şey

pencereden gözlerine doğru

vuran akşam güneşinin ışığı

oldu. Birden hissettiği tüm

acılar yok oldu. O an kalbini

huzur kapladı. Gözlerini

kapattı. Başı kenara düşünce

ebediyete doğru yola çıktı.

Ölüm korkusundan dışarı

çıkamazken, Azrail onu evinde

karşılamıştı.

Ahmet Emre

Akçadırcı

11-A Sınıfı

201849


KARAR

Kişilik olarak çok kararsız biriydi Feyza. En

basit şeyleri seçmede bile zorlanırdı. Annesi,

Saliha hanım, bazen sırf onu markete

göndermeye ikna etmek için "Artan

bozukluklarla ekmeğin yanında canının çektiği

bir şeyi de alabilirsin." der; buna rağmen o ne

alsa bir türlü seçemediği için elinde sadece

bir çift ekmekle evin yolunu tutardı.

Günlerden cumartesiydi. Havada baharın

getirdiği çeşitli çicek kokularıyla karışık bir

serinlik vardı. Güneş açmıştı; ancak sert

geçen kıştan yeni çıkan ağaçlar henüz çıplaktı,

hiçbiri yeşermemişti. Saliha, balkonda

çamaşırları asarken havanın açtığını fark

etmiş; uzun süren kış onları evde kalmaya

hapsettiği için içine bir dışarı çıkma isteği

gelmişti. Feyza'ya seslendi:

— Ne dersin kızım, dışarı çıkıp bir hava alalım

mı?

— Bilemedim ki anne.

— Hadi gel, bana eşlik et. Sana da değişiklik

olur. Uzun zamandır dışarı adım atmadın.

— Tamam, beni biraz bekle de üzerimi

giyineyim annecim.

— Ben hazırım, seni aşağıda beklerim.

Feyza; altına rahat bir kot pantolon, üstüne

de onu çok terletmeyecek krem rengi bir

kazak giydi. Yıllardır özenle kullandığı spor

ayakkabılarını da ayağına geçirince hazırdı.

Çok fazla kıyafeti yoktu, elindekinin kıymetini

bilir ve eşyalarına özen gösterirdi. Böylece

yenisini almaya pek ihtiyaç duymazdı. Zar zor

dört kişi alan asansöre binip zemin kat

tuşuna bastı. Annesi onu apartmanlarının ön

bahçesindeki incir ağacının altındaki bankta,

elinde küçük bir el çantasıyla bekliyordu.

Dizili taşlarının arasında yer yer çiçek bitmiş

kaldırımın üzerinde, yanımızdan hızla geçen

arabaların ve hafif bir esintinin eşliğinde yan

yana yürüyorlardı. Biraz ilerledikten sonra

marketin hizasına geldiler. Saliha, markete

girip bir iki bulgur almak istedi, çocuklu evin

ihtiyacı bitmiyor tabi. Karşıya geçecekleri

yerde de yol biraz genişçe idi, malum arabalar

da hızlı geliyor, biraz beklediler. Derken Feyza

fark edemeden Saliha karşıya geçmiş, ona

sesleniyor:

- Kızım ne bekliyorsun, başka araba gelmeden

geçsene karşıya!

Feyza başını sağa çevirdi. Uzaktan beyaz bir

araba geliyordu. O mesafeden gözüne pek

süratli görünmedi, o da üç adım kadar

ilerledi.


Tam yolun ortasındaydı ki arabanın

göründüğünden çok daha hızlı

yaklaştığını fark etti. Feyza ikilemde

kalmıştı. Geçmeli miydi? Yoksa arabanın

geçmesini mi beklemeliydi? Zaman onun

için yavaşlamış gibiydi, her şeyi ağır

çekimde hissediyordu. Ne yapmalıydı?

Çok basit bir karar, değil mi? Geç ya da

geri çekil. Ancak Feyza gibi biri için pek de

basit sayılmazdı.

Araba hızla ona gelmeye devam ediyordu.

Belki yavaşlayacaktı, belki de Feyza'nın

nasıl olsa koşacağını düşünerek hızını

koruyacaktı. Geçse miydi, beklese miydi?

Vücudu donmuştu.

Ardından markete girdiler. Saliha süt ve

bulgur alırken Feyza da kendine bir çikolata

barı almıştı.

O kadar çeşit arasından birini seçebildiğine

kendisi de şaşırdı. Fiyatı ödeyip marketten

ayrılan anne kız aynı yoldan geri dönmek

üzere evlerinin yolunu tuttu.

Annesinin sözü Feyza'nın aklına kazınmıştı.

Bir araba kazasına kurban gitmesine ramak

kalmasına rağmen artık herhangi bir

konuda kararsız kalmayacaktı. Ne derler

bilirsiniz, bir musibet bin nasihattan iyidir.

Arabanın ona çarpmasına ramak kala

annesinin onu kolundan tutup çekmesiyle

kendini yolun karşısında buldu. Saliha

hem kızı için duyduğu endişe, hem de

kızgınlıkla Feyza'ya bağırdı:

— Kızım sen delirdin mi? Ne diye yolun

ortasında bekliyorsun! Kendini öldürtmek

mi istiyorsun?

— Geçsem mi geçmesem mi karar

verememiştim anne, özür dilerim.

Saliha'nın ifadesi biraz yumuşamıştı.

— Senin bir karar verip harekete geçmen,

orada dikilmenden daha iyi olacaktı. Asla

unutma kızım, en kötü karar bile

kararsızlıktan iyidir.

Elif Melissa Sunulu

11-A Sınıfı

201844


DÜŞÜNMEK YORUCU

DEĞİL Mİ?

Uzun bir günün ardından sonunda eve

dönüp çantasını girişe bıraktıktan sonra

içeriye geçti. Derin bir nefes alıp koltuğa

uzandı. Kafasındaki düşüncelerden

kurtulmak istiyordu fakat düşünceler onu

her yerde takip ediyordu. Yine kendi bile ne

düşündüğünü tam kavrayamadan aklındaki

düşünceler onu ele geçirmeye başladı.

Kafasındaki onca şey bazen beklenmedik bir

fırtına gibi alıp götürüyordu onu. Gözlerini

kapattı, “Biraz dinlenmeye ihtiyacım var.”

diye düşündü. Her günü böyle yorucu

yorucu geçiyor, ne zaman dinlenecek olsa

düşünceler onu rahat bırakmıyordu. “Biraz

uyusam iyi olacak.” diye düşündü.

Kafasındaki onca şey onu yalnız uyurken

rahat bırakıyordu. Tam uykuya dalacakken

derinden gelen, tam olarak algılayamadığı

‘tak tak’ sesini duydu. “Kapı çalınıyor olmalı.”

diye düşündü. Uykulu gözlerini açıp kapıya

doğru gitti.

Geldiği gibi oraya koyduğu çantasına takıldı

gözü kısa bir süreliğine. Kapıyı açtı. Hala

tam olarak uykusu açılmamıştı, tek istediği

kısa bir uykuydu. Kapıda komşusu vardı.

“Biraz vaktin var mı?” diye sordu. O an

kimseyle konuşmak istemiyordu; tek istediği

biraz kafasını dağıtmak, dinlenmekti.

Ama bunu ona söyleyemezdi, “Olur.”

demekten başka bir şansı yoktu. “Buyurun.”

dedi.

-Rahatsız etiğim için kusura bakmayın lütfen.

Bir konuda size danışmak durumda kaldım.

Yeni bir işe girdim. Patronum sizin önceden

çalıştığınız şirkette çalışıyormuş diye işittim.

-Evet doğrudur. Danışmak istediğiniz veya

merak ettiğiniz konu nedir?

-İnsanlarla iletişim konusunda çok iyi

değilimdir. Nasıl bir insandır, nasıl

konuşmalıyım tereddüt ettim. Oradaki

çalışanlara da sormak konusunda arada

kaldım. Aklıma siz geldiniz ve yardım

edebileceğinizi düşündüm. Umarım sizin için

bir mahzuru yoktur.

- Kesinlikle böyle düşünmenizi istemem.

Edebildiğim kadar yardım etmeye çalışırım.

Bahsettiğiniz konuya gelecek olursak,

tanıdığım kadarıyla düşük performanslı fakat

sadık işçileri işten çıkartma konusunda zorluk

çekecek bir insan değildir. Aynı şekilde

yüksek performanslı fakat sadık olmayan

çalışanları da… Demem o ki hem sadık hem

de yüksek performanslı bir çalışan olursanız


onun seveceği türden bir çalışan olursunuz.

Sohbet ederken ya da iş hakkında

konuşurken resmiyet isteyen biridir. Yakın

arkadaşı olmadığınız sürece samimi

konuşmanız onu rahatsız edecektir.

Konuşma şeklinize çok dikkat eder.

Diksiyonunuz iyi ise bu hoşuna gidecektir.

Giyiminiz de konuşmanız kadara

etkileyicidir onun için. Bunun dışında

eklemem gereken bir şey var mıdır

bilemem.

-Gerçekten bunların bana çok yardımı

olacak. Size ne kadar teşekkür etsem az.

Söylediklerinizi her zaman aklımın bir

köşesinde tutacağım.

Aklının bir köşesinde tutmak. Bir an

düşünceler tekrar ele geçirdi onu.” Acaba

ben de sürekli bunu mu yapıyorum?” diye

düşündü. Her şeyi aklımın bir köşesinde mi

tutuyorum?”.

-İyi misiniz beyefendi? Bir an daldınız sanki.

Bir an duyduğu bu sözler onu kendine

getirdi.

-Kusura bakmayın bir anlığına başka bir şey

düşündüm. Umarım söylediklerimin size

yardımı dokunur. Bu beni çok mutlu

edecektir.

-Teşekkür ederim. Sizi daha fazla rahatsız

etmeden müsaade isteyeyim.

-Ne rahatsızlığı efendim? Aklınıza takılan

her şey için yardım isteyebilirsiniz.

“Ne rahatsızlığı…

Bu kadar belli bir yalan söylemem doğru

muydu? Rahatsız ediyorsunuz da

diyemezdim ya. Alttan almak her ne kadar

zor olsa da yapmam gerekiyor sanırım.

Etrafımda insanlar olmasa hayat çok daha

kolay olabilirdi.”

-O zaman bana müsaade. Size iyi günler

dilerim, tekrar görüşmek dileğiyle.

-Size de iyi günler beyefendi. Kapım her

zaman açık. Tekrar görüşmek dileğiyle.

“Kapım her zaman açık mı? Tekrar

görüşmek dileğiyle mi? Sürekli böyle

şeyler söylemek zorunda olmadan

yaşayabilsek güzel olmaz mıydı? Sadece

iyi davrandığın için sevildiğin bir dünya

olması çok sıkıcı. Kendi gerçek

düşüncelerini bile yansıtamadığın,

yansıttığın zaman yalnızlığa mahkum

olduğun bir dünya... İstediğim şey de

yalnız olmak aslında. Ama bir itibarım

da olsun istemiyor değilim. Tek

istediğim bu itibarı kendi düşüncelerim

ila sağlamak. Ama bu mümkün değil.

Sanırım sonsuza dek kendimle

çatışmam gerekecek bunun için.”

Kapıyı kapatıp tekrar uzandı kanepeye.

Hayatını gözden geçirdi. Sürekli aklını

kurcalayan şeyler de bunlardı. Pişman

olduğu, istemeden yaptığı onca şey…

“Yine aynı düşünceler, yine sıradan aynı

günler. Çok sıkıcı. Her şey sıkıcı. Kendin

bile olamadığın bir yerde ne eğlenceli

olabilir ki? Hayatını kendin için değil,

başkaları için yaşadığın bir yerde ne

güzel olabilir ki? Tüm gün kendine

sorduğun bu soruları soracak, cevap

alamayacak birinin bile olmadığı bir

yerde…

Aklımı meşgul eden şeyler bunlar işte.

Cevap alamadığım onca soru, yapmak

isteyip yapamadığım şeyler, gitmek

isteyip gidemediğim yerler, söylemek

isteyip söyleyemediklerim, bazen benim

bile kavrayamadığım şeyler…”

Elif Hızarcıoğlu

11-A Sınıfı

201846


YILDIZLAR

Gidiyordu. Onun için pek de hızlı sayılmazdı ama hız

sınırını çoktan aşmıştı. Parlak ama oldukça

kahverengi olan antika arabası, yolda adeta

kayıyordu.

Sanki araba git gide küçülüyordu. Arabanın içini

neredeyse tamamen kaplayan siyah deri; onu da

sarıyor, boğuyordu. Aceleyle camı açtı fakat hiçbir

faydası dokunmadı. Yavaş ve derin bir nefes alırken

radyonun düğmesine bastı. ‘’Kendimle baş başa

kalmamalıyım, yalnız olmamalıyım.’’ diye düşündü.

Yine de kendisini her zamanki gibi yalnız hissetti.

Çözüm olarak sadece umurunda bile olmayan

radyonun sesini daha çok açmayı tercih etti.

Acaba şehirden ne kadar uzaklaşmıştı? O

yoğunluktan, bitmek bilmeyen sorumluluklarından

sonsuza kadar kaçabilir miydi? Kendisi bile buna

inanmasa da kaçabileceğini düşünüyordu. Aksi

takdirde yapmakta olduğu şeyin hiçbir anlamı

kalmayacaktı.

Daldığı düşünceler ve nefesinin düzelmesiyle

kendisini daha rahat hissetti. Yine de düzelmeyen

bir şeylerin olduğuna emindi. ‘’Demek düşünmek de

insana iyi gelebiliyormuş!’’ demeye çalıştı ama

ağzından çıkan sözleri kendisi bile anlamadı. Aslında

yalnız kalmayı hiç önemsemiyordu; sadece baş başa

kaldığı insanı beğenemiyordu, yani kendisini...

Her şeye rağmen şu an, diğer çoğu

zamana göre daha iyi hissediyordu.

Ama iyi hissetmemesi gerektiğini

düşündü. Sorunlarından kaçamamıştı,

eninde sonunda geri dönecekti.

‘’Dertlerim bitmemişken nasıl mutlu

olabilirim ki?’’ dedi. Çok net bir şekilde

söylemişti, oysaki sadece düşünmüştü.

İstemsiz olarak kelimeler ağzından

dökülüp gitmişti, şaşırdı…

Hızını arttırdı. Yola doğru düzgün

bakmıyordu bile. Yaptığı tek şey

düşünmekti, bütün sorunlarını

düşünmek. Kontrol elinde olsun

istiyordu fakat bu imkânsızdı. Kontrolü

sağlamaya çalışırken de her şey sarpa

sarıyordu. Anlaşılan bunun çözümü

yoktu. Her şey istediği gibi olamazdı, en

iyisi uyum sağlamaktı. Düşüncelerinden

onu çıkaran şey ise duyduğu uzun

korna oldu.

Karşısından gelen araba neredeyse ona

çarpıyordu. Yanından ışık hızında geçip

gitmişti ya da sadece ona öyle gelmişti.

Kalbi çok hızlı atıyordu ve basabildiği

kadar hızlı şekilde frene bastı. Tehlike

çoktan geçmişti ama korkusu ona böyle

yaptırmıştı.


Arabanın içinde nefesi

düzelene kadar kaldı. Kapıyı

açtığında büyük bir ışık gözünü

aldı. Sinirlense de gözünü

alıştıra alıştıra ışığa doğru

baktı, güneş batıyordu. ‘‘Güneş

batarken bu kadar parlak olur

mu?’’ diyerek sitem etti.

Sonrasında güneşin battığını

neden şu an fark ettiğini

düşündü, çevresinde olup

bitenden bu kadar habersiz

miydi? Gözü alışınca anladı ki

güneş gayet normaldi, kendisi

çok karanlıktı. Arabanın içinde

simsiyah döşemelere bakıp

canını sıkıyordu sadece.

şey göremedi, sanki bir çölün

ortasındaydı. Yavaş adımlarla

bir kayanın yanına geldi ve

sırtını ona yaslayarak oturdu.

Tam o anda ne kadar yorgun

olduğunun farkına vardı, en

son ne zaman uyuduğunu bile

hatırlamıyordu.

Güneş ufukta kaybolmaya

başlamıştı, hatta oldukça

hızlıydı da. Tüm dikkatini

güneşe vermişti, gözlerini

alamıyordu. Şu an hiçbir derdi

yoktu, son derece sakin ve

fazlasıyla mutluydu. Sadece o ve

güneş vardı.

Çevresine daha dikkatli

bakmak istedi, yolun

bulunduğu hafif yokuştan

aşağı indi. Asfalt yerine

toprağa basıyordu artık.

Önünde sonu yokmuş gibi

uzanan bozkır vardı. Üzeri ise

bomboştu. Fazla büyük

olmayan kayalar ve yer yer

kurumuş çalılar dışında hiçbir

Yüzünde büyük bir gülümseme

vardı; ilerlemeye, kaçmaya

çalışmıyordu. İstemediği herhangi

bir şeyi düşünmüyor,

güzel olanın farkına varıyordu.

Güneşin yarısı kaybolmuştu bile.

‘’Yıldızları görmeliyim.’’ diye

içinden geçirdi. Koyu gökyüzünü

mükemmel bir uyumla hep

birlikte aydınlatırlardı.

Sadece birkaç yıldız, tüm o karanlığa anlam

katmayı başarabiliyordu. Aradığı uyum

tam olarak buydu. Kafasındaki birbirine

girmiş her şeyin bir anda çözüldüğünü

hissetti. Güneş neredeyse yok olmuştu.

Fakat güneşle birlikte göz kapakları da

inmeye başladı, yıldızları izleyemeden

uykuya daldı.

Osman Uçar

11-A Sınıfı

201855


DÖNME DOLAP

İbrahim Bey kızının attığı çığlıkları

başka bir yerde duysaydı koşarak

endişe içinde yanına giderdi.

Ancak şu anda dönme dolabın en

tepesinde duran kızı çok mutlu

duruyordu. Aslında babasıyla

binmek istemiş ama sonra

dönme dolabın sadece küçükler

için olduğunu anlamıştı.

Baba, kızı Bahar’ın bir önünde

olan bölmedeki erkek çocuğunun

ağladığını gördü ve kendi kızı

böyle olmadığı için gurur duydu

onunla. Dönme dolaptaki kalan

çocukların yarısı çok mutlu yarısı

da eğlenmiyor ve mutsuz

gözüküyordu. Mutsuz olanların

neredeyse hepsi ailesine

kendilerini büyük olan dönme

dolaba bindirmedikleri için

kızgındı. Aileleri onlara ne kadar

dil döktüyse ve onların yaşının

yetmediğini anlatmaya çalıştıysa

da çocukları bu isteklerinden

vazgeçirememişlerdi.

Hızlı trenin önünde genç bir çift

pamuk şeker yerken muhabbet

ediyor, kızın arkadaşı da

arkalarından yürüyor ve onlara

yetişmeye çalışıyordu. Muhtemelen

neden burada olduğunu

sorguluyor ve gününü daha iyi

geçirebileceği türlü senaryolar

yazıyordu aklından. Tam

arkalarındaki bankta oturan yaşlı

kadın da torununun atlı

karıncadan inmesini beklerken ki

kısa sürede şişini çıkarmış ve atlı

karıncadaki torununun doğacak

olan kardeşine ördüğü atkıya

devam etmeye başlamıştı.

İbrahim Bey kızının dönme

dolaptan indikten sonra bir şeye

daha binmek istememesini

umuyordu. Binerken, kızı bunun

son olacağına söz vermiş

olmasına rağmen bu konuda ona

güvenmiyordu babası.


Eğer Bahar bir şeye daha

binmek isterse İbrahim Bey’in

yeni jeton alması gerekecekti ve

bunun için lunaparkın en başına

yürümeleri gerekiyordu. Jeton

alsalar bile babası oyuncaklara

geri yürürken Bahar’ın

yorulacağını, eve gitmek isteyeceğini

ve hatta arabada

uyuyakalacağını tahmin edebiliyordu.

Bahar’ın attığı

çığlıklardan ve gözlerinin

kısılmasından ne kadar mutlu

olduğu belliydi. Yerden 20

metre yukarı çıkmak bir çocuğu

nasıl bu kadar mutlu edebilir

diye düşündü babası. Keşke

evde de onu bu kadar mutlu

etmenin daha kısa bir yolu

olsaydı. Dönme dolabı hareket

ettiren görevli çocukların çığlık

ve ağlamalarına o kadar

alışmıştı ki artık tepki

vermiyordu bile. Eskiden

çocukların mutlu olması karşısında

gülümserdi ama artık o

kadar da etkilemiyordu bu onu.

Nazif Mert

Berberoğlu

11-A Sınıfı

201857

Şu an tek canını sıkan şey havanın iki saate, yani tam eve

döneceği saatlerde, yağmurlu göstermesi ve yanında da

şemsiye olmamasıydı.

Bahar tam dönme dolaptan inmeden önce İbrahim

Bey’in yanından geçen iki çocuklu bir kadın kendisine

seslendi: “Bakar mısınız?”. İbrahim Bey kafasını çevirdi ve

kadın konuşmasına devam etti: “Eve döneceğiz ama iki

jetonumuz arttı, acaba almak ister misiniz boşa gitmesini

istemem.”. İbrahim Bey jetonları aldı ve kadına çok

teşekkür etti.

Bahar indiğinde artık eve gitmesi gerektiğini bildiğinden

bir mutsuzluk vardı ama babasının “Evet şimdi neye

binmek istersin bakalım.” demesiyle yüzü bir anda güldü.

Babası da kızının yüzündeki gülümsemeyi görünce bir

anda neşelendi ve kızıyla hep böyle mutlu olmayı diledi.


MUTLULUĞU

ARAMAK

ALİ AKIN DUYAR

11- A SINIFI

201858

On dokuz yaşında hayatının

baharındaki alımlı genç kız, insanları

büyülercesine bir güzelliğe sahip

ormanda geziniyordu. Kim bilir

aklından neler geçiyordu .

Ormandaki kuşlar öttükçe, rüzgar

yaprakları bir ahenk içerisinde

hışırdattıkça adeta bir senfoni gibi

insanı rahatlatıyordu bu sesler. Bu

huzurlu ortam adeta onu mest

ediyordu. Oysaki genç kız güneşin

ufuklarda kaybolduğundan bir

habersizdi. Adeta ruhunu ormana

kaptırmıştı.

Derin düşünceler içerisinde hayatı

ve mutluluğu sorguluyordu. Kötü

insanları, geçmişteki yaşadıklarını

düşünüyor içine bir ağırlık

çöküyordu.

Belki de mutluluğu uzakta değil de

yanı başında aramalıydı. Geçmişte

değil de bugünde yaşamalıydı. Bu

düşünceler içinde yavaşça yürüyordu.

Yanına gelen annesini anca saçlarını

okşayıp ona sarılınca anlayabildi.

Sonrasında hayatı ne kadar sevdiğini

tekrar anlayabildi. Hayatı, mutluluğu,

annesini ve babasını kısacası yaşamayı

sevdiğini kavradı. Annesine baktığında

haklı olduğunu anladı çünkü orda

sevgiyi görüyordu. Ardından eve doğru

yol almaya başladılar. İçinden

geleceğinin bu orman kadar huzurlu

ve sakin olmasını diledi.


TEBESSÜM

Zeynep Gülşen Aydın

11-A Sınıfı

201855

Ilık bir ilkbahar günüydü. Şehri gezerken

keşfettiği, merkezden biraz uzak sessiz sakin

parktaydı. Buraya sık sık gelir, kitap okur, müzik

dinler, yürüyüşler yapar; zamanının genelini

burada geçirirdi. Pek fazla insan da olmazdı

burada. Hoşuna giderdi bu durum. Park bugün

de her zamanki gibi ıssızdı. Gazete okuyan, şık

giyimli bir adam, sohbet eden birkaç ihtiyar,

bisiklet süren çocuklar... Fazla insan bulunmayan,

şehrin yoğunluğundan ve sinir bozan

gürültüsünden arınmış bu park huzur verirdi

kendine, bu yüzden çok severdi. Bugün de daha

iyi hissedeceğini bildiğinden gelmişti zaten

buraya. Yeni yeşeren yaprakların arasındaki

bankta oturmuş, sevdiklerinden uzakta olmanın

verdiği yalnızlıkla ağlıyordu. Etrafa gece yağmış

olan yağmurun bıraktığı toprak kokusu yayılıyor,

rüzgârın esintisi gözyaşlarıyla ıslanmış

yanaklarını usulca okşuyordu. Meydandaki saat

kulesinin vuruşundansa saatin öğleye geldiği

anlaşılıyordu.

Derken ileride sırtındaki çantasından okuldan

yeni çıktığı anlaşılan, kendi yaşlarında bir kızın

geçtiğini gördü.Hızlı hızlı yürüyordu. Acelesi var

gibiydi. Belki de öğle arasıydı.

Bir anlığına göz göze geldiler. Ağladığını fark

etmiş olmalıydı, bir şey söyleyecek gibi oldu

ancak sonra sadece gülümsedi ve yoluna devam

etti. Ötekinin de yüzüne buruk bir gülümseme

yayıldı.

Birkaç adım attıktan sonra içine sinmemiş olacak

ki, arkasını döndü ve kendisine doğru gelmeye

başladı. Sıcacık bir ses tonuyla:

-İyi misin? diye sordu.

-İyiyim diye yanıtladı öteki, tebessüm etti.

Teşekkür ederim.

Devam etti:

-Kötü bir gün geçirmiş olmalısın. Benimkinin de

çok iyi olduğu söylenemez, diye ekledi gülerek.

Ama eminim her şey düzelecektir. Ağlama lütfen.

Şimdi gitmem gerek, dedi ve uzaklaşırken:

-Bu arada çok güzel bir gülüşün var, demeyi de

unutmadı.

Kısa ama içini ısıtan bu güzel konuşmanın

ardından keyfi yerine gelmişti. Gözyaşlarını

sildi. Ayağa kalktı ve dünyanın neresinde

olursa olsun, yalnız olmadığını düşünerek

yürümeye başladı.


BİLİNMEZLİK

Boğulurcasına kafasını hapsettiği yastık ter ve gözyaşından

sırılsıklam olmuştu. Gözkapakları inanılmaz derecede

ağrıyordu. Doğruldu, yatağının altından kenarları patlamış

deri bavulunu çekti. Birkaç parça eşyasını, gayet düzenli bir

şekilde yerleştirdi. Eskimiş merdivenleri kimseyi

uyandırırım düşüncesi olmadan indi. Bu birbirinden

habersiz ev halkı için kendisi, artık fazladan boş bir

boğazdan başkası değildi.

Kendisinin istenmediği, her akşam eve geldiğinde imalı

sözlerle karşılaşması bunu apaçık ortaya koyuyordu. Artık

daha fazla dayanamazdı. Çok daha önce gitmesinin

gerektiğini kendisi de biliyordu ama gidememişti; belki de

gitmek istememişti. Kapıya geldi paltosunu giydi, uzun

çizmelerini ayağına geçirdi; bir daha gelmeye niyeti

olmadığı için teyzesinin eski küf kokan ve gıcırdayan evine

bir kez daha baktı. Yüzü ekşimişti. Dışarı çıktı. Gecenin

ayazı nefes almasını zorlaştırıyordu.

Bozuk merdivenleri adımlarken biraz korkuyor biraz

heyecanlanıyor belki de biraz gururlanıyordu, bu onun ilk

başkaldırışıydı, ilk defa kendini özgür hissetti. Oysaki

teyzesini, İstanbul’a geldiği vakit ne kadar da çok

seviyordu. Tek eğlencesi ayda bir yapılan gün toplantısı

olan bu kadın komşuları tarafından sevilen elli eli beş

yaşında bir dul kadındı. Artık bu kadın için içinde en ufak

bir sevgi kalmamıştı


Hakikaten teyzesinin dediği kadar değişmiş miydi? Eve her

zamankinden üç dört saat sonra gelmesi ne kadar acayip olabilirdi,

şeytan kılıklı teyzezadesi kendinden daha beter değil miydi? Eve ilk

geldiğinde bir akran bulması onu sevindirmişti ama daha ilk günden

teyzezadesinin, takındığı umursamaz ve alaycı ton aralarının iyi

olamayacağını gösteriyordu. Artık ikisinden de tiksiniyordu.

Sahile kadar yürüdü. Evden çıktığından beri büründüğü sarhoşluk

halini deniz kokusu dağıtmıştı. Ne yapacağı hakkında en ufak bir fikri

yoktu. Cebinden geçen haftadan kalan on beş lira biraz da bozukluk

vardı. Bu iki gün iki gecelik bir pansiyonda ve ucuz bir lokantada

yenecek kebaba anca yeterdi. "Acaba Ankara'ya mı dönsem?" dedi.

Sanki kendine gelmiş gibi sarsıldı. Başvurulacak bu en son çarenin,

aklına gelmesi; onun ne kadar çabuk vazgeçeceğinin bir göstergesiydi.

Oysaki geçen seneye kadar ablasının yanında acınacak haldeydi.

Konuşmaz, ağlamaz, gülmezdi.

Hayatta kalacak kadar yediği yemek masasını dışardan gören biri,

ailenin yas günü olduğunu zannederdi. Hiçbir güç adımını dışarı

attıramazdı, güneş onun bu ezilmiş halini gösterecek en büyük

düşmanıydı. Bu halini artık evdeki hiç kimse, otuz yaşlarında ruhunun

çirkinliği yüzüne yansımış, evin hizmetçisi ve ablası, çekecek durumda

değildi. Bundan dolayı ablası bir akşam yapmacık bir tavır takınmış ve

onu İstanbul'a varlığından daha yeni haberdar olduğu teyzesinin

yanına göndermek istediğini söylemişti. Bu onun için korkunç

derecede büyük bir sorumluluktu, mamafih ablası bu konuda

inanılmaz derecede kararlıydı. Şu an gecenin en sessiz olduğu bu

zamanda, bavulunu kucaklamış; bir bankın üzerinde titreyerek

uyuyordu.

Ahmet Nabi

Samancı

11-A Sınıfı

201862


ÇİLEK

Uçaktaydım, uçakta mıydım? Hayır, hayır metrodaydım.

Son beş günü sanki gerçek ben başka bir gerçekliğe uçmuş

da kendi gerçekliğimde kalan kopyamın yaşadıklarını

sinemada izliyor gibiydim, hayır, öz farkındalığın olmaması

durumu değildi bu sadece. Yaşadığımı hissetmiyordum. Bu

durum o kadar derin değildi üstüne düşünmedikçe, her

gün normal görevlerimi yapıyor, yemeğimi yiyordum. Ama

geceleri neler olduğunu düşünmeye başladığımda

kayboluyorum. Neyse ki uzun süredir aynı rutini takip

ettiğim için sabahları kendimden emin uyanıyor, alıştığım

şeyleri yapıyordum. Üstüne fazla düşünmemeye

çalışarak…

Metroya dönelim. Birden burnuma şekerli çilek kokusu

geldi, sonra tadı belirdi. Sanırım bir anlığına beni uzun

süredir kovalayan düşünceler dizesinden kurtulmuş, bu

garip kokunun nerden geldiğine odaklanmıştım.

Benim hemen birkaç adım ötemde, yirmi iki yaşında gibi

gözüken ama gözünün kenarındaki kırışıklıkların yaşının

yirmi sekiz belki otuz civarlarında olduğunu ele veren,

bana göre kısaca, ancak yine de bazı insanların

ortalamadan uzun dediği, kıyafetleri sayesinde

olduğundan sıska gözüken, belirsiz, bulanık…


Hakkında bazı şeylere karar veremediğin ancak kesin olan

şeylerin sayısını aklında toparlayamadığın insanlardan

olan bir adam sakız çiğniyordu sanırım. Kulaklığından

gelen garip 2000’ler müziğini duyabiliyordum, bir yerden

sonra çok sıkıcı bulduğum için kafamı çevirmek zorunda

kaldım. Bir dakika sonra onun orda unutmuş gibiydim,

çünkü kafamı tekrar çevirip çilek kokusu nerden geliyor

diye baktım. Bu sonsuz döngüden çıkmak için birkaç

dakika adamın ayakkabılarına bakarak düşüncelerimi

toplamaya çalıştım ki aynı şaşkınlığa tekrar düşmeyeyim

Kafamın içindeki düşünce akışını kendim takip edemiyor,

ama çok hızlı olduğundan değil, aksine çok yavaş

olduğundan dikkatim dağılıyor, ama bir anlığına dağılsam

da nasılsa kafamın içine geri dönüyordum.

Bir istasyonda duruyoruz. Nerde olduğumu unuttuğumu

fark ediyorum, hayır hangi durakta ineceğimi de değil,

hangi şehirdeyim? Hiçbir şey düşünemiyorum… Kaç

yaşındayım? Demin gayet doğru bir şekilde önümde duran

kişinin yaşını tahmin edebilmişken ne oluyor bana şimdi,

karanlığa giriyoruz. Pencerenin yansımasından kendime

bakıyorum. Demin gayet gibi net gelmişti ancak şimdi

özellikle odaklandığım için pencerenin üstü buzlu, daha

doğrusu bulanıklık eşit dağılmamış, nerdeyse yağ gibi,

hatta yağ çok yerinde olur. Benim gözlerim mi bulanık

yoksa gerçekten biri motor yağını vagonun üstünden mi

döküyor bilmiyorum, açıkçası üstüne gitmeyi de pek

istemiyorum. Motor yağının rengi, kokusu, dokusu… Kısaca

ona ait her şey midemi bulandırıyor, bu yüzden keskince

kafamı çeviriyorum.

Metroda birbirini tanımayan yedi insan vardı, aralarında

bir metre olmadan bu kadar çok insanın konuşmaması

alışıldık değildir, genelde herkes garip sessizliği, gerilimi

dağıtmak ister ama sanırım yolculuk sosyal kalıplar için bir

istisna…

Hani bazen üstüne düşünmediğimiz

şeyleri yaparken

birden bir düşünce bulutu bize

içten içe tam tersini yapmamızı

söyler ya, bağırmak geliyordu

içimden, oysa biri bana merhaba

dese bile, hemen kafamı çevirip

onu duymazlıktan gelirdim.

Huyum kurusun, ancak yine de

yahu yarım saattir beraberiz,

hiçbir şey söylemeden gitmenin

ne kadar garip olduğunun

farkında değil misiniz diye

bağırmak istiyordum.

Bu dürtümü, öksürerek

gidermek zorunda kaldım, biraz

rahatlattı bu beni, bu tikten

uzaklaşmak için kafamı

pencereden çevirdim. Toplum

içindeki yüzlerce insan nasıl her

gün kafayı yemeden duruyor

böyle anlarda anlıyorum,

içimizdeki bir dürtü bizi

vazgeçiriyor. Hoş, istesem gayet

de bağırabilirdim, hatta şimdi de

bağırabilirim diye düşünüyorum.

Bağırmıyorum.

Ayağa

kalkıyorum. Sesi kaydedilmiş

kadın trenin başka bir durağa

yaklaştığını

söylüyor.

Yürüyorum. Çilek kokusunu

tekrar duyuyorum. Kafamı

çevirmeden yürümeye devam

ediyorum.

Sıkıcı bir sessizlik vardı, sessizlik denmemeli sanırım çünkü

kesinlikle sessiz değildi, kulaklıklardan gelen müzikler,

ayaklarını yere vuranlar, arada yeni yapılmış tüm

ayakkabılarda olan bir talihsizlik, belki de ekonomik

kaygılar yüzünden izin verilmiş kauçuk ciyaklamalar ve

trenin gidiş sesinin uğultusu. Ancak yine de insanlar

konuşmuyordu, nerdeyse ısrar eder gibi, birbirine küsmüş

çiftler gibi gerilimli bir sessizlik, üstüne düşündükçe

tırmanan artık insanda bir tik olmasını sağlayacak kadar

rahatsız edici, bitmiyor...

Çağla Çiçek

Tahtasakal

11-A Sınıfı

201864


SAHİDEN NEYDİ

Yürüyordum. sakinleşebileceğim bir sahili bile olmayan o yorucu ve

gürültülü şehrimin kaldırımlarında. Kafamın içi ise en az şehir kadar

gürültülüydü. Öylece geleceğimi düşünüyordum yağmurdan kalan

sular paçalarımı ıslatırken. O kadar karanlık gözüküyordu ki

geleceğim. Bir an için geleceğimi hiç görememeyi diledim içimden.

“Kızım Allah rızası için, çocuklarım aç, yardım et.”

Ne diyordu bu karşımdaki kadın karşısında duran küçük bir kıza?

Neyse dürüst olduğuna pek de inanmayaraktan devam ettim

yoluma. Kaldığım yerden düşünmeye başIadım. Neydi benim bu

kadar karamsar düşünmemi sağlayan şey? Hiçbir zaman dersler

haricinde başarı elde edememiş olduğum ve hatırlamaktan bile

nefret ettiğim geçmişim mi? Veya her geçen gün daha da zorlaşan ve

kötüleşen dünya mi? Sahiden neydi? Bunları düşünüp durdum son

ses açık olan kulaklığımdan şarkı dinlerken.

Sena Selc n

11-A Sınıfı

201866

Evet işte annemin yumurta almamı istediği marketin önüne geldim.


Furkan Emre

Öztürk

GAZETECİ

11/A Sınıfı

201877

Bir gün Kenan adında bir gazeteci

eski, yıpranmış kaldırımlardan birine

oturmuş; yeni pişen, taze ekmeklerin

fırından çıkışını büyük bir keyifle

seyrediyordu.

Yorulduğu için bunu geri çeviremedi.

Birden hava karardı, kara bulutlar

gökyüzünü sardı ve yağmur

serpiştirmeye başladı. Bu duruma

aldırış etmeyen Kenan, yağmur

şiddetini arttırınca evine doğru

koşmaya başladı. Herkes

şemsiyesine davranıyordu. Eve

geldiğinde eli kanamakta olan

çocuğunu ve karısının ocak başında

bir şeyler mırıldandığını gördü,

çocuğu bir şeyler söyledi ama

anlayamadı, yatağına yattı.

Güneş doğmadan tekrar yola

koyuldu ve matbaaya gitti. Evlere

işyerlerine gazeteleri bırakırken

gözüne ihtiyar topal bir adam ilişti,

yanına oturdu, adını sordu.

Adam öksürdü, cevap vermedi.

Elinde son gazetesi kaldı, bırakmaya

gitti. Bırakmaya gittiği adres dün

izlediği fırındı, gitti, gazeteyi bıraktı

,kapıdan çıkarken iri yarı bir adam

seslendi:

- Dur evlat bir soluklan, dedi.

Adam dün onu ekmekleri izlerken görmüştü,

tanıması güç olmadı, ona iki simit bir çay ikram

etti, yanına oturdu .

Kenan duvarda asılı duran eski çerçeveli tablolara

bakıyordu, fırıncının yanındakileri bir hayli dikkatle

izledi ,koşarak eli yüzü toz içinde bir çocuk girdi,

ona bakarak hafif tebessüm etti, fırıncı adam niye

ekmeklere uzun uzun baktığını merak ediyordu,

gazeteci sokakta eve doğru yürürken arabayı

görmedi. Kaza geçirdi, bayılmadan önce son

gördüğü iki büklüm olmuş bisikletiydi, gözlerini

açtı, herkes başına toplandı , cama sırtını dayamış,

iki hasta bakıcı Kenan’ı hafif bir şekilde süzdü,

ailesi için kullandıkları kötü sözleri işitti, fakat

aldırış etmedi, uykuya daldı .

Eve ziyaretçiler geldi, pek imkânı yoktu lakin

mahcup gözükmemek için cebindeki buruşmuş

yağmurda ıslanmış olan son parasını çocuğuna

verdi , alacaklarını yorgun hasta bir ses ile söyleyip

gönderdi, ağrısı tekrar baş gösterince ilacını aldı ve

tekrar uyudu .

Bazıları yanında bir şeyler de getirmişti, tekrar

gözünü açtığında yanı başındaki iki ekmeği buldu

ve gülümsedi.


AY IŞIĞI SONATI

Bir nisan gecesi, hava soğuk; tek duyulan

baykuşların kanat çırpışı, ağustos

böceklerinin şarkısı ve sık sık gece

yürüyüşlerine çıkan o adamın ayak sesleri.

Ağaçlardan dökülen pespembe çiçekler

ışığımın yansıdığı denize sakince düşüyor,

sandallar ağır ağır sallanıyor. Sanki tüm

şehir o adamla beraber aynı duyguları, kafa

karışıklığını yaşıyor.

Tüm şehir tanıyor onu ve bahtsız geçen

günlerini, döktüğü gözyaşlarını. Haykırıyor

sessiz çığlıklarıyla yaşadıklarını. Acaba

bugün ne yaşamıştı, neye üzülüyordu?

Her seferinde yaptığı gibi açtı daha hiç

içilmemiş sigara paketini, çakmağın yaydığı

turuncu ateş ısıttı hepimizin içini. Oturdu

denizin kenarındaki banklara, içmeye

başladı sigarasını bir yandan ağlarken. Çok

üzülüyorum onun için, keşke elimden bir

şey gelse de tüm sorunlarından

kurtarabilsem onu. Bu sefer buraya

gelişinin sonuncusu olması için dua

ediyoruz hem ben hem de deniz, her

gelişinde yaptığımız gibi.

Üzerindeki siyah ceket gecenin

karanlığında onu birinin fark etmesini

neredeyse imkânsız kılıyor, şu an yaşadığı

karamsar duyguları dışa yansıtıyor. Siyah,

tüm ruhunu kaplamış neredeyse bu renk.

Yanındaki ağaçtan bir baykuş uçuyor,

denizin minik dalgaları sandalları hareket

ettiriyor, bir damla gözyaşı düşüyor.

Telefonunu eline alıyor ve yayılan parlak

ışık sayesinde yüzünü görüyorum; yeşil

gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuş,

kahverengi saçları darmadağınık.

Telefondan bir melodi duyuluyor, piyano

sesi. Eser anlatıyor onun hüznünü,

yaşadıklarını, dayanamayışını.

Ayağa kalkıyor, kendi içerisinde bir savaş

halinde sanki. Yavaşça ilerliyor kaldırım

boyunca, siyah botlarının çıkardığı ses

korkutuyor birkaç baykuşu. Telefondan

gelen müzik başa sarmış tekrar ediyor,

sigara paketindeki sigaralar gittikçe

azalıyor.


O ilerledikçe ben de ilerliyorum, sanki beni

bekliyor. Işığım onun son umuduymuşçasına

denizdeki yansımama bakıyor,

sonra da gökyüzüne; yıldızlara ve bana.

“Keşke ben de yıldız olsam ve sonsuza

kadar parlasam” dediğini duyuyorum

titreyen sesiyle, gülümsüyorum. “Keşke

insan olsam, sana yardımcı olabilsem”

diyorum içimden.

Merdivenlerden sahile iniyor, bakıyor

denize sanki kurtuluşu oymuşçasına. Müzik

hala devam ediyor sakince, adam son

sigarasını yakıyor ve acıyla bakıyor. Her şey

bitiyor sanki; ben batıyorum, gece bitiyor,

yıldızlar kaybolmaya başlıyor ve en acısı

kendisi de bitiyor. Unutulmak istiyor ve

sıfırdan başlamak, her şeyden kurtulmak

istiyor.

Denize doğru adım atıyor, deniz itekliyor

onu dalgalarıyla. Ben durması için

yalvarıyorum ama nafile, beni duyamıyor.

Gökyüzünden akan damlalar denize

damlıyor, bulutlar ağlıyor. Kahverengi

pantolonu dizlerine kadar ıslanmış, son bir

kez gökyüzüne bakıyor ve çığlık atıyor.

Kendi içindeki savaşı kaybetmiş,

kaybetmenin verdiği kırılganlıkla yavaş

yavaş ilerliyor. Piyano sesleri artıyor ve

dalga sesleri piyanoya eşlik ediyor. Hepimiz

sonun geldiğini anlıyoruz, üzülmekten

başka yapabileceğimiz bir şey yok.

Su neredeyse boynuna kadar gelmiş,

telefondan gelen boğuk ses içimizi acıtıyor.

Denizi duyuyorum, bana sesleniyor: “Her

şey bitiyor, durmuyor, durduramıyorum.”

Zaman adeta duruyor, duyulan tek ses

denizin şarkısı. Adamı ilk defa gülümserken

görüyoruz suyun içinde, huzur içinde

gülümsüyor. Gün ayıyor, ben ve yıldızlar da

kayboluyoruz.

Uğur Yaşar 11 - A Sınıfı 201866


TAHTA BANK

Bu nasıl olabilirdi? Hayretler içerisinde kalan Ferhat soluğu parkta

aldı. Tahta banka oturdu. Düşünmeye başladı. Evine haciz gelmişti.

Tüm eşyalarını götürmüşlerdi. Halbuki herhangi bir borcu da yoktu.

Polisi aradı ve durumu bildirdi. Polis hatta kalmasını rica etti.

Evrakları kontrol edeceğini söyledi. Yaklaşık beş dakika sonra polis

geri döndü:

- Beyefendi, hacizlik bir durum yok. Siz dalga mı geçiyorsunuz? İki

defa kontrol ettim.

Ferhat’ın kafasında şimşekler çaktı. Durumu anladı. Kandırılmıştı.

Polis kıyafetli dolandırıcılar gelip eşyalarını götürmüşlerdi. Bunu

nasıl fark edememişti? Kendisi oldukça zeki ve akıllı birisiydi. Olayın

şoku ile bankta donuk bir şekilde otururken bir şeyler oldu. Aniden

gelen kapkaççı Ferhat’ın elindeki telefonu aldı ve koşarak hızla

uzaklaştı. Ferhat yerinden kalkamadı. Adamın arkasından

bakakaldı. İkinci defa şoka uğramıştı. Acaba rüyada mıyım diye

kendisine tokat atmaya başladı. Ama rüyada değildi. Ferhat

ağlamaya başladı. Kimseler görmesin diye başını öne eğdi. Neler

oluyordu? Bugün neden böyle olaylar olmuştu? O sırada omzuna

bir el dokundu. Ferhat bu sefer dikkatliydi. Hızlıca tepki verip,

adamın elinden kıskıvrak tutup ters çevirdi ve adamı yere yatırdı.

Evet, Ferhat bunu birkaç saniye içerisinde yapmıştı. Bu defa

soyulmayacaktı. O sırada yerde yatan adam, acılar içinde:

- Ferhat dur oğlum! Benim ben, Selim.

Bu ses tanıdıktı. Lise arkadaşı Selim’di. Burada ne yapıyordu? Ferhat

çok şaşkındı. Arkadaşının elinden tutup kaldırdı.

- Özür dilerim Selim. Çok

şoktayım şu an. Ne yaptığımın

farkında değilim.

- Yok yok, benim hatam. Seni

korkuttum. Sen ne yapıyorsun

burada?

- Sorma Selim. Neler oldu

neler, gel şu kafede anlatayım.

- Hayırdır inşallah!

Ferhat biraz da olsa

sevinmişti. Yıllar sonra eski

arkadaşını görmüştü.

Dertleşmek istiyordu. Kafeye

girdiler. Masaya otururken

Selim:

- Ben hemen lavaboya gidip

geliyorum.

Ferhat etrafındaki insanları

seyretmeye başladı. Azıcık

rahatlamıştı. Kafeye gelirken

olayların bir kısmını Selim’e

anlatmıştı. Selim’i çok severdi

eskiden. Düşünürken arka

cebinde hafiflik hisseti. Bir şey

eksikti. Kontrol etti. Cüzdanı

yoktu. Gelirken düşürmüş

müydü?

Ali Oğuz 11-A Sınıfı 201882



G E C E

Saat gece on iki. Sokaklar canlılığını

yitirmemiş, caddelerde insanların

gülüşmeleri, tüm evlerin ışıkları açık.

Tüm şehre huzur hâkim. İşte böyle bir

Akdeniz akşamı... Bankların hepsi dolu.

Sadece biri hariç. Oraya oturuyorum.

Önümde yürüyüş yapan insanlar var.

Kimisi köpeğini gezdiriyor, kimisi müzik

dinleyerek sahilde bir yürüyüş yapmak

için çıkmış. Yanımdaki bankta oturan

yirmi beş otuz yaşlarında bir kadın

telefon konuşması yapıyor. Yalnız kalmak

istediğini ama evdekilerin onu merak

edeceğini söyleyip duruyor. Hayatını çok

sıkıcı bulduğunu söyleyip kurtulmak

istese de bu döngüden kendisini

soyutlayamadığından yakınıyor. Tekrar

evdekiler merak edecek deyip banktan

kalkıp gidiyor.

Saat artık bir oldu. Gecenin sessizliği

yavaş yavaş çökmeye başlıyor. Artık

evlerin ışıklarının yarısı kapandı. Daha az

insan kaldı dışarıda.

Rüzgâr hissedilmeye başladı. Denizin

dalga sesleri artık daha belirgin

duyuluyor. Önümden tedirgin bir adam

geçiyor. Biraz sonra bir daha geçiyor.

Dikkat çektiğini fark edip yanımdaki

banka oturuyor. Çok endişeli

görünüyor.

Cildi sapsarı , belki günlerdir bir şey

yemiyor, saçları bakımsız, üstündekiler

ise kırışmış ve temiz değil. Sürekli bir

şeyler söylüyor. Daha dikkatli

dinlemeye çalışıyorum. Dalga sesleri

onun sesini bastırıyor. Sadece şunları

duyabiliyorum:

“Engelleyebilirdim, davrandım. Ona

söyleyeceklerim vardı. O şimdi belki

yıldızlar kadar uzakta ya da toprağın

kat kat altında.” dinlediğimi fark edip

banktan kalktı. Gözlerindeki sayısız

cümlelerle, biraz da kızgınlıkla

gökyüzüne baktı ve başını öne eğerek

oradan uzaklaştı.

A Y B Ü K E Ö Z Ç E L İ K

11-A Sınıfı 2018120

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!