Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
otobüs dolusu Türk ile yolculuk
etmenin verdiği gazla, aniden
Türkleşti, frene abandı ve
dönülmez yoldan bir u çekip
gerisin geriye döndü. Hedefe
ulaşmamıza birkaç metre kala
bir polis yolun ortasında belirdi,
eliyle otobüsü durdurup sağa
çekmesini işaret etti. İçimizden
“Eyvah şimdi ayvayı yedik! Bunun
acısını kesin bizden çıkartır.” diye
geçirirken, beklentimizin aksine
Çikolata renkli efendi Şoför hiç
sinirlenmeden sakin bir tavırla
otobüsü sağa çekti, ruhsatını alıp
aşağıya indi. Merakla bakışlarımızı
pencereden aşağıya yönelttik.
Uzun zamandır birbirini görmeyen
iki arkadaş gibi birbirleriyle
selamlaştılar. Sürekli gülümseyen
Polis dönülmez yerden manevra
yaptığını anlattı. Şoförümüz ne
itiraz etti, ne de ne de bizleri
işaret edip “Abi valla ben kader
kurbanıyım! Tam Varadero
yoluna sapmıştım, aniden kaleye
gidecekleri tuttu! O panikle ters
yola saptım. Ceza yazacaksan aha
bunlara yaz güzel abim!” diye
ağladı. Dudaklarındaki tebessümü
muhafaza ederek “Haklısın”
anlamında başını salladı, ardından
ceza makbuzunu aldı ve polisin
elini sıkıp teşekkür etti! Otobüse
geri bindiğinde bizlere kötü
kötü bakmadığı gibi, rehbere de
serzenişte bulunmadı. Hiçbir şey
yaşanmamışçasına torpido gözünü
açıp makbuzu bıraktı, direksiyon
başına geçti ve yoluna devam
etti! Kübalılar saf olunca şoförleri
de haliyle saf oluyordu, bizim
şoförlerin seviyelerine ulaşmaları
için en az kırk fırın ekmek yemeleri
şarttı!
Havana’nın girişini koruyacak
şekilde boğazın ucuna inşa edilen
kaleden görünen panoramik
manzara, gerçekten muhteşemdi.
Havana’nın en güzel fotoğrafları
buradan çekiliyormuş, bunu
duyunca bizim neyimiz eksik
diyerek oğlumla kollarımızı sıvadık
ve her noktada birbirimize bol bol
poz verdik.
Artık Havana’nın yüz kırk
kilometre doğusunda bulunan
ve Karayipler’in en ünlü tatil
merkezlerinden biri olan
Varadero’ya gitme zamanı gelmişti.
Otobüsümüze geri binince
yaklaşık üç buçuk saat sürecek
yolculuğumuz böylece başlamış
oldu.
Oğlum uyuklarken başımı
pencereye dayayıp dışarıyı
seyrettim. Yollar fena değildi
ve etrafta ellili yıllardan kalma
rengârenk Amerikan arabaları,
Kanada’nın hibe ettiği sarı renkli
okul otobüsleri vardı. Arada yeni
modellerde geçiyordu. Bunlar
çoğunlukla Çin, Güney Kore,
Japon arabalarıydı. Yol boyunca
sisteme övgüler düzen pankartlar,
kilometrelerce uzanan şeker
kamışı tarlaları, muz ve çeşitli
meyvelikler vardı. Ellerinde çok
az modern tarım aracı olmasına
rağmen tarlaları son derece
bakımlıydı. Kısıtlı olanaklarıyla
bu hale geldilerse, ambargodan
kurtulduklarında tarım
alanında kesinlikle bir numara
olurlardı. Köy evleri ise bizim
köylerimizdekilerden daha güzel
ve kullanışlı gibi görünüyorlardı.
Hiçbir yerde polis yoktu, ya ortada
görünmüyorlardı, ya da suç oranı
düşük olduğundan kendilerini boş
yere yormuyorlardı!
“Yarım saat ihtiyaç ve yemek
molası veriyoruz arkadaşlar.”
Rehberin anonsuyla gerinerek
aşağıya inip lavaboyu ziyaret ettik,
ardından etrafımıza bakındık.
Arkası ormanlığa bakan iki
katlı bir binaydı. Şehirlerarası
dinlenme tesislerinden farkı
içinde bir marketi ve çay
salonunun olmamasıydı, buna
karşın terasında dağ manzaralı
barı vardı. Bizden önce yukarıya
çıkanlar, barın önüne birikmiş,
barmenin bardak yerine Hindistan
cevizi kullandığı kokteyli alma
savaşındaydılar. Yanımda duran
rehbere bunun ne olduğunu
sordum. Şeker kamışından üretilen
rom ile yapılan ve içinde malibu,
ananas suyu, Hindistan cevizi sütü
ve dilimlenmiş muz içeren pina
colada olduğunu söyledi. Gülerek
“Dinlenme tesislerinde çaylar
şirketten olur, pina colada öyle
mi?” diye sordum.
“Maalesef, ederi üç cuc! Ancak
rom bedava!” dedi ve masaların
üstünde kimsesiz bir şekilde duran
rom şişelerini gösterdi.
“Nasıl yani?”
“Kokteylinizde rom
azaldıkça istediğiniz kadar
45