13.01.2021 Views

null

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Ahmet Yasin TOKSOYSOY

Alican YAZICI

Berke MISIRLI

Erhan TATAŞ

Fatih GEYVE

Halil İbrahim ÖZMEN

Kerem UYSAL

Mehmet AKSOY

Mert GÜLER

Muhammed Talha DURALI

Muteber KARAASLAN

Rasim Can LALE

Samet ÖZBEK

Sevgi ÖZKÖK ŞAHİN

Dosya konusu:

II.Abdülhamid Han

ve Takva

Talha ÇELİK

İbrahim ÇINAR


- M A N İ F E S T O -

YediHilal; Hayaliyle avunduğumuz; doğmasını

dört gözle beklediğimiz bir gençlik için çıktı

yola…İlke sahibi, prensip sahibi bir gençlik…

Başıboş gezen, tozan, azan, ezen, bozan bir

gençlik değil; okuyan-yazan, düşünen-sezen bir

gençlik…

Popülizm peşinde, haz peşinde; idealsiz,

hedefsiz, amaçsız bir gençlik değil yani.

Dünyadaki varlığını “imtihan” ile

anlamlandırmış, ebedi bir hayatın kendisini

beklediğini kavrayan…“Boynuzsuz koçun

boynuzlu koçtan hakkını

alacağı” hesap gününe inanan…

Nefsin tuzaklarına karşı ‘nefis tezkiyesinden -

kalp tasfiyesinden’ haberdar…

İslam’ı kupkuru bir ideolojiye indirgemeyen;

Batılı bir akıl’la İslam’ı yorumlamaya

kalkışmayan…

İslam’ın özünün ‘samimiyet / ihlâs’ olduğunu

bilen…

Gösteriş yapmayan, şov yapmayan; adımlarını,

insanlar görsün / bilsin diye değil;

‘Allah görüyor’ şuuruyla atan; yüce bir ahlaka

sahip…

Kudüs’ün anlamını bilen; Bağdat’ın, Şam’ın

ne demek olduğunu anlayan; İstanbul’u,

Diyarbakır’ı bırakmayan; Endülüs’ü

unutmayan… Emperyalizme karşı ‘siyasal

mücadele’ bilinci taşıyan…

Ama davası kuru bir cihangirlik davası

olmayan; ilayı kelimetullah için yaşayan bir

gençlik…

Asıl büyük inkılâbı, kendi nefsine karşı yapması

gerektiğini bilen…

Yani küçük cihattan da büyük cihattan da

haberdar…

Efendimiz aleyhisselamın, gündüz kalkıp küfre

ve zulme karşı cihat yaptığını; gece kalkıp

teheccüd kıldığını, gözyaşlarıyla Rabbi’ni

zikrettiğini bilen; çift kanatlı, kudret ve hikmet

kanatlarına sahip bir genç...

“Vasat ümmet” olmanın gereği olarak ifrat ve

tefritten kaçınan, adalet, ahlak ve

erdem temelli hareket eden.

İnsan fıtratına ve tabiata zarar veren her türlü

zararlı maddeye/anlayışa karşı mücadele

eden…

Ahlaksızlığın her türlüsünün ortadan kalkması,

nesillerin ve insan sağlığının korunması için çaba

harcayan…

Müslümanlıkla sahih bir ilişki kurmadan hiçbir

sorunun çözülemeyeceğinin ve bir gelecek

çizilemeyeceğinin bilincinde...

“İslam Kardeşliğini” kurmak için tarihsel birikime

yaslanan, kuşatıcı ve gerçekçi bir dilin yeniden

üretilmesi gerektiğine inanan…

Arabın Aceme, Acemin de Araba; sarı ırkın siyah

ırka, siyah ırkın da sarı ırka üstünlüğü olmadığı

gerçeğini kavramış, asıl üstünlüğün takvâ ile

olduğuna inanan…

Birikimiyle ülkeye önder olacak bir gençlik…

Kuran, tefsir, hadis, fıkıh, akaid bilen; Kendi diline

vakıf olduğu kadar Arapça bilen, Farsça bilen bir

gençlik.

Kur’an’dan ve hadis’ten kopmayan… Her gün

Kur’an ve hadis okuyan… Fakat usulünü /

yöntemini bilmeden, kaynaklardan hüküm

çıkarmaya kalkmayan…

Önderini ya da cemaatini putlaştırmayan… Fakat

tüm önderleri ve cemaatleri yok sayıp; kendini ve

kendi aklını putlaştırma yanlışına da düşmeyen…

Önderini putlaştırmayan; fakat öndere itaatin

anlamını ve önemini bilen…

Önder’in, son derece donanımlı ve ahlaklı bir şûrâ

tarafından murakabe edilmesi gerektiğini bilen…

Komplekssiz bir biçimde, tüm cemaat, tarikat,

meşrep ve mezhep farklılıklarını bir zenginlik

olarak kabullenen…

Ehl-i Sünnete tâbi olma çizgisinde direnen; ama

emperyalizme karşı Sünni-Şii dayanışmasını

düşünebilecek kadar da ufuk sahibi…

Yaşadığı topraklara yabancılaşmamış ve Son

Peygamber’den günümüze Müslümanların bütün

düşünce tarihini; ilim, fikir, sanat şahsiyetlerini

önemseyen…

Süleyman Hilmi Tunahan’dan Bedüzzaman Said

Nursi’ye; Mehmet Zahit Kotku’dan Sadreddin

Yüksel’e; Mehmet Akif ’ten Necip Fazıl’a; Sezai

Karakoç’tan Nuri Pakdil’e; İsmet Özel’den Cahit

Zarifoğlu’na; Rasim Özdenören’den Atasoy

Müftüoğlu’na; Abdurrahman Arslan’dan Cihan

Aktaş’a Müslümanların Türkiye’deki farklı

ufuklarını adı gibi bilen; büyükleri eleştirecekse


edebini asla kaybetmeden eleştirebilen…

Ufkunu ulus devlet ve modern zaman ufkuna

mahkûm etmeyip bir Hasan el Benna’yı, bir

Seyyid Kutup’u, Mevdudi’yi, Ali Şeriati’yi, Aliya

İzzet Begoviç’i, İmam Rabbani’yi,Abdülkadir

Geylani’yi, İbn Arabi’yi, İbn Teymiyye’yi, İmam

Nakşibendi’yi, Sadi’yi,

Hafız’ı, Fuzuli’yi, İbn Rüşd’ü, Yunus Emre’yi ve

daha nicelerini okumuş bir genç…

Ayakları bu toprak parçasına basan, yaşadığı

coğrafyanın gerçeklerinden haberdar,cihanşumül

bir ideale sahip, dünyanın dört bir yanında

yaşayan mübarek bir ümmetin parçası olduğunu

bilen bir gençlik…

Batının edebiyatı, teknolojisi, medeniyet anlayışı

ve tarihi birikiminin ve problemlerinin farkında

fakat Batı’nın kavramları ve kurumları içinde

boğulmayan, kaybolmayan; Allah’ın ipine sımsıkı

tutunan…

Politik kavgalardan uzak; ama siyasete müdahil

bir gençlik…

Herhangi bir partiyi desteklese bile ‘partizan’

olmayan bir gençlik…

Cemaatlere, tarikatlara, sivil toplum

kuruluşlarına üstten bakan, onları dışlayan

değil;bütünüyle birlikte ‘İslam kardeşliği asıl

bağımızdır’ diyebilen bir gençlik…

Tüm cemaatleri, tarikatları, grupları, hizipleri

kucaklayacak; bu farklılıkları, özlerine

dokunmamak kaydıyla ve güç birliği adına,

sistematik hale getirecek o büyük organizasyonu

özleyen, düşleyen…

Piyasada dolaşan lüzumsuz malûmattan

zihnini koruyan; fakat ülkede ve dünyada olup

bitenlerden haberdar…

Tarihe, edebiyata, siyasete, mimariye, tasavvufa,

şiire, kelama ilgi duyan; fakat seçeceği bir alanda,

yaptığı işi, en iyi, en güzel şekilde yapan…

İyiliği emreden, kötülüğü yasaklayan…

Bir kötülük gördüğünde, gücü yetiyorsa eliyle;

yetmiyorsa diliyle müdahale etmesi gerektiğini

bilen; ona da gücü yetmiyorsa, en azından,

kalben buğzeden…

Yolu uzun, geleceği aydınlık olan bir gençlik…

içindekiler

Abdülhamid’i Anlamak/Ahmet Yasin Toksoy | 4

Abdülhamid Han ve Takva/Mehmet AKSOY | 6

Spor ve İstihbarat İlişkisi/Alican YAZICI | 9

Yalnızlık/Erhan TATAŞ | 10

Toplumsal Değişimin Odağında Kadın ve Aile/

Halil İbrahim ÖZMEN | 11

Kışa Dönen Bahar: Arapların Yıkılan Umutları/ Talha ÇELİK | 15

Evvela Tedbir, Sonra Emniyet/Samet ÖZBEK | 17

Hak Geldi ve Batıl Zail Oldu/Rasim Can LALE | 20

Ahlâkın Sükûtu, Sukûtun Ahlaksızlığı/ Kerem UYSAL | 22

İbrahim Olmak/ Sevgi ÖZKÖK ŞAHİN | 23

Adalet De Yalnız Kalır/Muhammed Talha DURALI | 25

Hayatın Değeri/Ali YAZICI | 27

Hasret Damlaları/İbrahim ÇINAR | 28

Gri Gökkuşağı/Muteber KARAASLAN | 30

Martı ile Serçe Kuşu/Mert GÜLER | 32

Naat-ı Muhammedi/Rasim Can LALE | 34

Çizim/Rasim Can LALE | 35

Senin Sevgin Bir Ömre Bedel/Fatih GEYVE | 36

Grafiti/Berke MISIRLI | 37

YEDİHİLAL PENDİK KÜLTÜR VE SANAT

KULÜBÜ SÜRELİ YAYINIDIR.

Mevsimlik çıkan dergi Kış 2021

Genel yayın yönetmeni Yunus Emre ÖZBEK

Yayın kurulu Abdussamed ÖZBEK, Mehmet

AKSOY, Mert GÜLER, Muhammed Talha

DURALI, Rasim Can LALE

Batı Mah. Erol Kaya Cad.

Susam Sok. No: 4 Pendik/ İstanbul

istikametdergi@gmail.com

twitter @istikamet_dergi

instagram @istikamet_dergi

facebook istikametdergi


Abdulhamid’i Anlamak

Ahmet Yasin TOKSOY

Abdülhamit,1842-1918 yılları arasında

yaşamıştır. Abdülhamit gençliğinde 4

büyük alimden ders almış bunun yanında

sporla da uğraşmıştır. Amcası

Abdülaziz’i ayrı seviyor ve onun hal

ve hareketlerini kendine feyzalıyordu.

Daha 10 yaşında annesi Tirimüjgan

Sultan vefat etmiştir. Bunun üzerine

Abdülhamid’e, Abdülmecid’in diğer

bir eşi olan ve aynı zamanda da çocuğu

olmayan Pirustu Sultan ilgilenmiş ve

onu öz evladıymış gibi sevmişti. Ancak

babası Abdülmecid’in ölümünden

sonra amcası Abdülaziz, Abdülhamid’i

yanına almış ve eğitimi ile de ilgilenmiştir.

Abdülhamid ve amcası çok iyi

anlaşıyordu. Öyle ki Abdülaziz, Abdülhamid’i

1867 yılında çıktığı Avrupa seyahatinde

yanına almış, ona Avrupa’yı

gezdirip anlatmıştı.

Abdülaziz’in sultan olmasını istemeyen

İttihat Ve Terakki Cemiyeti’nin

ileri gelenleri Abdülaziz’e karşı saf

tutmuştur. Balkanlarda çıkan ve ardı

arkası kesilmeyen isyanları ve ülkede

ki bunalımı da bahane eden ittihat ve

-4-

terakki cemiyeti bir suikast ile Abdülaziz’in

sultanlığına son vermiş ve onu

tahttan indirmiştir. Bunun üzerine tahta

5.Murad çıkartılmıştır lakin ilerleyen zamanlarda

5.Murad’ın psikolojik rahatsızlıkları

ortaya çıkmış ve daha fazla tahtta

tutunamamıştır. İttihat Ve Terakki’nin

ileri gelenleri ve zamanın saygı duyulan

kişileri Osmanlı’ya meşruti yönetimin

gelmesiyle bir rahatlama olacağını düşünmüştür.

Bunun üzerine Abdülhamid’e

eğer meşruti yönetimi getirirse

Sultan olacağı söylenmiştir. Abdülhamid

meşruti yönetimi getireceğini vaad edince

tahta çıkartılmıştır. Bunun üzerine 23

Aralık 1876 yılında meşrutiyeti ve ilk

anayasa olan Kânun-ı Esasiyi ilan etmiştir.

Abdülhamit tahta çıkmıştı çıkmasına

ama öyle bir döneme denk geldi ki çakalların

sofrasına katılan bir kurt misali

gibiydi. Abdülhamid’i hafife alan dünya

siyasetçileri ve kralları, Abdülhamid’in

aslında küçük bir lokma olmadığını

anlamıştı. Hatta öyle ki Abdülhamid’in

ince siyasetini ve sivri zekasını anlamak

kimsenin haddi değildi. Bu sebeple ona

iftiralar ve karalamalar atarak milletinin


gözünde küçük düşürüp

sarsmaya çalışıyordu. Bu

çirkin karalamaların en

çok ses getireni ise Ermeni

asıllı bir Fransız yazarın

“Le Sultan Rouge’’ yani

‘’Kızıl Sultan” olarak yazdığı

başlıktı. Abdülhamit

hem kendisine atılan iftiralarla

uğraşıp hem devlet

meseleleriyle uğraşırken

yapmaktan zevk aldığı

tahta oymacılığı, bir bakımdan

da marangozluk

işini aksatmaz o iş için özel

vakit ayırırdı. Abdülhamit

Devlet-i Aliyye’nin başına

çok zor bir dönemde

gelmesine rağmen 33 yıl

boyunca değil ufak bir

arsa, bir karış toprak vermemiştir.

Kendisinden

toprak isteyenlere ise cevabı

“defol ey sefil” olmuştur.

Osmanlı artık öyle bir hal

almıştı ki herkes hainlik

ve yıpratma girişimlerinde

bulunuyordu. Öyle de oldu

31 Mart vakası ile İttihat

Ve Terakki’nin ileri gelenleri

Abdülhamid’i tahttan

indirmiştir ve onu 27 1909

yılında Selanik’e göndermiştir,

Lakin Selanik’in

kabul edilmesi ile geri getirilen

Abdülhamit ve ailesi

İstanbul’daki Beylerbeyi

Sarayı’na götürülmüştür.

Siz bakmayın saray dediğimize

Abdülhamid ve ailesi

orada sefa içinde değil

sefillik içindeydi. Abdülhamid

tahttan indirilirken

şu sözleri söylemiştir;

33 sene

millet ve

devletim için,

memleketimin

selameti için

çalıştım.

Elimden

geldiği kadar

hizmet ettim.

Hâkimim Allah

ve beni

muhakeme

edecek de

Resulullahtır.

Bu memleketi

nasıl

buldumsa,

öylece teslim

ediyorum; hiç

kimseye bir

karış toprak

vermedim.

Hizmetimi

Cenab-ı Hakkın

takdirine

bırakıyorum.

Ne çare ki,

düşmanlarım

bütün

hizmetlerime

kara bir

çarşaf çekmek

istediler

ve muvaffak

oldular.

Abdülhamid tahttan indirildikten

Osmanlı, topraklarının

dörtte üçünü

kaybetmiştir.

Ortadoğu kan gölüne

çevrilmiş ve arap milleti

siyonizmin tutsağı haline

gelmiştir.

Belki de en doğru cümleyi

Necip Fazıl söylemişti “Abdülhamid’i

anlamak, her

şeyi anlamak olacaktı.”

-5-


Abdülhamid

Han ve Takva

Mehmet AKSOY

Bismillah.

Konu bahsi Abdülhamid-i Sani olunca

hem bendeniz fakir, hem de kalemimiz

aciz kalıyor. Yazan yazamıyor edebinden

acaba eksiksiz anlatabilir miyim diye;

okuyan okuyamıyor, zor getiriyor sonunu

kurtlar sofrasının entrikalarından. Bir

insan ömrüne sığdırılan on insan ömrü

kadar mücadele, tarihte eşine az rastlanır

olaylar ve imtihanlar silsilesi...

Dergimiz toplantısında Abdülhamid

Han başlığı belirlendikten sonra uzunca

bir süre alt başlıklar üzerinde hummalı

bir çalışma yürüttük ve konuları taksim

ettik. Hünkar Hazretlerinin saniyesini,

dakikasını, haftalarını, aylarını hiç sekmeden

dolu dolu; ilimle, fikirle, hikmetle

ve zikirle geçirmesinden ötürü acizane

her bir ferdin bir konu üzerinde yazması

kararlaştırıldı. Bendenizin vazifesi de

Hünkar Hazretlerinin tasavvufi kişiliğini

araştırmak ve gönül dünyasında esen

rüzgarlardan koklamak düştü.

Hünkar Hazretleri tam anlamıyla

“Gece Zahid Gündüz Mücahid” idi.

Öyle ki ay güneşten nöbeti devraldıktan

itibaren, tekrar nöbet devrine

kadar çeşitli vird, zikir ve ibadetler

onca devlet işinin arasında

-6-


aksamadan devam ederdi.

Muhteremin başucunda

bulunan tuğla birçoğumuzun

malumudur.

Bu hususta zevcesi, II. Abdülhamid

Han ile alakalı

şöyle bir nakilde bulunmuştur:

“O, yatağının başında

daima temiz bir tuğla

bulundururdu. Yataktan

kalktığında çeşme mahalline

kadar abdestsiz yere

basmamak için bununla

teyemmüm alırdı. Sebebini

sorduğumda:

“Müslümanla

rın halifesi olarak,

biz Sünnet

ölçülerine dikkat

etmezsek, ümmet-i

Muhammed

bundan zarar

görür!..” dedi.”

Mabeyn Başkatibi Esad

Bey ise hatıratında şöyle

demektedir:

“Bir gece yarısı, çok mühim

bir haberin imzası

için Sultan’ın kapısını

çaldım. Fakat açılmadı.

Bir müddet bekledikten

sonra tekrar çaldım, yine

açılmadı. Acaba Sultan’a

emr-i Hak mı vaki oldu?

diye endişelendim. Biraz

sonra tekrar çaldım; bu

sefer kapı açıldı ve Sultan,

elinde bir havlu ile kapıda

göründü. Yüzünü kuruluyordu.

Tebessüm etti:

«–Evladım! Bu vakitte çok

mühim bir iş için geldiğinizi

anladım. Kapıya daha

ilk vuruşunuzda uyanmıştım,

ancak abdest aldığım

için geciktim! Zira ben

bu kadar zamandır milletimin

hiçbir evrağına

abdestsiz imza atmadım…

Getir imzalayaym!..» dedi

ve besmele çekerek evrağı

Bu örnekleri bir hayli

çoğaltmak mümkündür.

Dedik ya tecrübe ve yaşanmışlık

bir hayli fazla. Sultan

Abdülhamid bir derya

deniz, biz sadece kıyıya

vuranları görüp anlatıyoruz.

Hünkarın devlet işleriyle

alakadar olduğu zorlu

aylar ve yıllar birçoğumuzun

daha yeni yeni

diziler vesilesiyle gündemimize

girmeye başladı.

Kimi zaman gerçekten de

dayanılması güç, normal

insanın akli dengesini

yitireceği çetrefilli dönemlerden

geçen sultan, önce

yoldaş sonra yol anlayışından

hareketle hem gönül

dünyasını zinde tutacak

hem de tevekkül noktasında

düşmana karşı kıyamda

taviz vermemesini

sağlayacak gönül erlerini

hayat boyu kendine yoldaş

edinmiştir. Hünkar tekke

kültürünü hem müslüman

ahaliyi ihya edip vahdetini

sağladığı için önemser,

hem de siyasi nüfuzu Devlet-i

Aliyye’yi destekler

nitelikte olduğundan aktif

olmalarına ehemmiyet

verirdi. Osmanlı dergahlarında

hangi dinden ve

ırktan olursa olsun çorbasını

yudumlayabilen,

derdini anlatabilen tebanın

birçoğu bu hoşgörü vesile-

-7-

imzaladı.” demiştir..


siyle barış dini olan İslam’ı

benimsemiştir.

Sultan hazretleri de çocukluğundan

itibaren tasavvufi

atmosferden hiç geri

kalmayıp, evvela Mevlevi

tekkelerinde daha sonrasında

ise Nakşi, Gümüşhanevi,

Şazeli ve Kadiri

tekkelerinden feyz almıştır.

II. Abdülhamid’in

tekke ve tarîkat çevreleriyle

gerçekleştirdiği bu

yakın ilişkinin bir gayesi

de İslâm birliğini sağlamaktı.

Onun tarîkatları bu

ortak hedefe yöneltmesi

bir anlamda da tasavvuf

ehli arasındaki birliğin

tesisine katkıda bulunmuştu.

II. Abdülhamid Han

öteden beri huzurunda

sufi cenahtan akil kişiler

bulundurmuştur. Örneğin

Teşkilat-ı Esasiyye’yi ilan

edeceğini vadettiği zaman

yanında bulunanlardan

biri Mevlevi Şeyhi Osman

Selahaddin Efendi, diğeri

de Efendi’nin talebelerinden

Midhat Paşa’dır.

Abdülhamid Han, Midhat

Paşa’nın beğenmediği

yönlerini Şeyh’e mektupla

bildirerek düzelttirmesini

istemiştir. İkili ilişkiler arasındaki

bu denli stratejik

hamleler, Sultan hazretlerinin

tarikat erbabını sadece

gönül dünyasının ihyasında

değil çevresindekileri

kontrol ve dizginleme

noktasında da yararlandığı

düşünülebilinir. İlimamel

ikilisini muhteşem

bir dengede sürdüregelen

Sultan, bulunduğu makamın

yetki ve şatafatına

kanmaksızın dindar bir

taşralı sadeliğinde kulluğunu

ifa etmiştir.

Sultan’ın ince düşüncesi

ve dillere destan zerafetini

Hicaz demiryolu yapımında

Medine çevrelerine

yaklaşıldığı vakit raylara

keçe döşetmesinden de

ziyadesiyle anlayabiliyoruz.

Gayrimüslimlere olan

teveccühü, mahlukata olan

merhameti, ümmete olan

bağlılığı, Allah’a ve Resulüne

olan aşkı Hünkar

hazretlerinin her kesim

tarafından saygı görmesini

sağlamıştır. Halihazırda

dış mihraklar tarafından

radikal gruplar aracılığıyla

kasıtlı olarak terörize

edilmeye çalışan dinimizin

Abdülhamid Han

gibi merhamet ve zerafet

timsali önderleri oldukça

biiznillah art niyetlilerin

niyeti ne ulusal ne de

evrensel anlamda kabul

görmeyecektir. Bu duygu

ve düşüncelerle mazimizdeki

bilgi-tecrübe-birikim

üçlüsünden yararlanıp taş

üstüne taş koyanlardan olmayı,

bunları yaparken de

gönüller yapabilmeyi Yüce

Mevla’dan niyaz ederim.

Selametle...

-8-


Spor ve

İstihbarat

İlişkisi

Alican YAZICI

Abdülhamid Han, İngiltere topraklarında kültürel ve sportif faaliyetleri bahane ederek

‘Portsmouth’ kulübünü kurmak suretiyle istihbari faaliyetlerde bulunmuştur.

Nitekim bu kulüpten Osmanlı Devleti yeterince faydalanmıştır.

Burada istihbarat sadece adı anılan kulüp ile sınırlı değil, özellikle transferlerde istihbarat

çalışmalarını sürdürmüştür. Futbolcular gittikleri takımlarda da istihbarat

çalışması yapmışlardır. İngiltere bu durumu fark etmemiştir.

SPOR BİZE ATA’DAN KALMA

Sultan Abdülhamid Han gençlik yıllarında birçok spor dalıyla ilgilenirdi. Ata

binmeyi aşk derecesinde severdi on iki yaşında iken her sabah ata binip saraydan

uzaklaşırdı. Yalnız başına İstanbul’un her tarafına giderdi, yanına kimseyi almak istemezdi.

Savaşta sahibini kurtaran atı satın aldı, Yıldız Sarayı’nda özel ahır yaptırdı.

Gençliğinde denize girer pek iyi yüzerdi, ata biner, araba kullanır, kürek çeker, yelken

kullanır, tabancayla atıcılık yapar, ava gider, kılıç talimleri yapardı.

Abdülhamid Han silahlara oldukça ilgi duyardı. Aynı zamanda usta bir nişancıydı.

Gençlik yıllarında nişan alarak tahtaya adını yazdığı , hatta havaya savrulan

para ve madalyaları ortasından deldiği bilinmektedir . Yıldız Köşkü’nde çoğu hediye

olarak gelmiş olan kıymetli silahlardan bir silah müzesi dahi kurmuştur.

Sultan Abdülhamid Han adeta bir kitap aşığıydı. Dünya başkentlerinde yeni

çıkan yabancı eserleri Türkçe’ye çevirtip okumayı çok severdi. 30 memurun istihdam

edildiği kütüphanesinde 100 binden fazla kitap bulunuyordu. Onu şu sözüyle hatırlayalım.

‘’Ben her caminin yanında mektep görmek İsterim! Şunu çok iyi bilin ki okumuş

adamdan asla korkmam. Beni suçlayanlara soruyorum; bu kadar okulu neden

açayım? İki şey çok önemlidir, din ve fen.’’

“ Bizi Yükselten Dinimize Karşı Duyduğumuz Büyük Aşktır. ”

-9-


YALNIZLIK

Erhan TATAŞ

Etrafımız ne kadar kalabalık

değil mi? Sokaklar,

caddeler, alışveriş merkezleri...

Akşam okuldan

gelirken rast geldim kalabalık

bir otobüs durağına.

Onlarca insan, derin bir

sessizlik ve herkesin yalnızlığına

ilaç zannettiği bir

telefon ve de kulaklık. Eski

Türk filmleri hepimizin

malumudur. Sabah evden

çıkılır, ilk önce karşı komşu

Ahmet Amca’ya selam

verilir, akabinde Bakkal

Şükrü’ye, sonra sokak

temizlikçi Veli Efendi’ye

daha sonra senelerdir beraber

dolmuş beklediğimiz

yol arkadaşımıza.

O zamanlarda derin bir

sessizlik yoktu duraklarda.

O zamanlar bilirdik karşı

komşumuzun ismini , beş

kuruşumuz eksik diye bize

ekmek vermeyen AVM’ler

icat edilmemişti. O zamanlar

kabarık veresiye

defterine rağmen tebessümünü

bizden esirgemeyen

Bakkal Şükrüler tarihe

karışmamıştı. O zamanlar

bayramlar vardı, gerçek

bayramlar... Önce büyükler

ziyaret edilir, tüm

aile orda toplanır ve koyu

bir sohbete başlanırdı. O

zamanlar ışıl ışıl AVM’lerimiz

yoktu belki ama Kadir

gecesi ışıl ışıl yanan minarelerimiz,

üç gün sonrası

bayram olacağı için ışıl ışıl

parlayan gözlerimiz vardı.

Şimdilerde samimiyetle

söylenen bir “Hoşgeldin”e

bile muhtaç hale geldik.

Öyle ki dost, arkadaş buluşmalarının

ilk anlarında

dahi bakılmayan yüzlerle

karşı karşıyayız. Çünkü

180 boyundaki adamların

arasında 10 cm’lik

koca koca telefonlar var.

Birbirimizi göremiyoruz,

duyamıyoruz. Evet duyamıyoruz

çünkü dinlemiyoruz.

Dinlemeyip değer

verdiğimizi iddia ediyoruz.

Çok çılgınız. Dinlenmeyen

dertler, kendi içine

kapanık insanları, kendi

uçsuz bucaksız yalnızlığına

-10-

itiyor. İçine kapanık insanlar

ise etkilemeyen ama

etkilenen insanı meydana

getiriyor.

Hadisi Şerif ’te de “İman etmedikçe

cennete giremezsiniz;

birbirinizi sevmedikçe

de iman etmiş olamazsınız”

buyuruyor Peygamberimiz.

Sahi neydi birbirini sevmek

ve değer vermek? En basit

bir örnek olarak peygamberimizin

biriyle konuşurken

ona doğru dönmesi ve

yüzüne bakması olabilir

mesela. Ya da tebessüm

sadakadır hadisi... Birbirimizi

sevmek zorundayız.

Seven değer verir. Değer

veren dert dinler, yüze

bakar, gönül açar, tebessüm

eder. Siz bunları yaparken

çölde açan bir çiçek misali

dikkat çekecek ve umut

olacaksınız. Sizin umudunuz

da çöldeki başka çiçeğe

su olacak.Hadi hep birlikte

yeşertelim bu çölü, hep birlikte

umut olalım açmayan

çiçeklere!


Toplumsal Değişimin Odağında

Kadın ve Aile

Halil İbrahim ÖZMEN

Aile mefhumu,

bireyin dünyaya

gözlerini açtığı andan

itibaren fiziksel, bilişsel,

zihinsel ve sosyo-kültürel

iktisabının tezahür ettiği

ilk sosyal kurumdur.

Temel değerler ve ahlaki

meziyetler eğitiminin ilk

mertebesini teşkil eden

aile, şüphesiz İslam mukaddesatının

ve kadim

kültürümüzün üzerinde

ihtimam gösterdiği en değerli

müesses nizamdır.

Bireye; itikat, ibadet, ahlak

ve muamelat gibi akidevi

unsurların aşılanmasını,

yaratılış amacına

uygun davranmasını ve

sosyo-kültürel kimliğini

kazanarak içtimai kalkınmada

sağlıklı düşünen,

soran, sorgulayan, araştıran,

sorumluluk sahibi bireylerin

yetişmesini temin

eden aile mekanizması,

toplumsal yaşam bünyesinde

alternatifi olmayan

mutena bir kurumdur.

Günümüz toplumlarında

geleneksel, modern ve

post-modern kültür ögelerinin

karmaşık birlikteliği

söz konusudur. Geleneksel

aile ilkeleri halen

yaygın olmakla birlikte

bunların aşınması yönünde

bir gidişat görülmektedir.

Batı dünyasıyla

dar ve geniş düzeylerde

yoğunlaşan ilişkiler sonucunda

günümüz aile

modeli zaman farkıyla da

olsa Batı toplumlarındaki

aile modellerine benzer

durumlar ve sorunlarla

karşı karşıya gelmektedir.

İslam’ın ve kadim kültürümüzün

tavsif ettiği

geleneksel aile modelini

modern aile modeline

dönüştüren çok yönlü etmenler

vardır. Bunların

baş rollerini; dinin etkisini

zayıflatan ve belirle-

-11-

Modern süreçlerde; küçük

ve geleneksel düşüncenin

hakim olduğu

yerleşim yerlerinden

günümüz metropol şehirlere

olan göç hareketleri,

kentleşmenin kontrolsüz

artışı ve hızla

ilerleyen teknolojiyle bireysel

etkilenmelerin gelişmesi

sonucunda; aileyi

kuran ve yaşatan ilkeler

bütününde, onu kuşatan

normlarda, kültürel

kodlarda, karşılıklı ilişki

ağlarında kısacası aileyi

tasavvur eden zihniyet

dünyasında farklılaşma/

istihale dikkat çekici boyutlara

ulaşmıştır.


yici rol olmaktan çıkaran

seküler yaşam biçimi ile

toplumun güç ve güven

kaynağı olan kadını, modern

mefkurelerle yeniden

inşa etme düşüncesi

oluşturur.

Bahusus Müslümanlar,

Modern düşüncenin ve

kapitalist dünya sisteminin;

dini düşünce ve

dini yaşantı ile çok yönlü

mücadeleleri, dinle hayli

mesafeli bir yaşama biçiminin

tehdidi ve yıkıcı

etkileriyle içinde bulunduğumuz

süreçte daha

fazla karşı karşıyadır.

Dini aidiyet duyguları ve

İslam’ın öngördüğü toplumsal

sorumluluklar

bilincini aşındıran seküler

hayat tarzı ve kapital

iktisadi düzen; ailesiz bir

toplum inşası ile milli

bünyeyi sarsmaya, milletlerin

din, dil, tarih, örf

ve adetlerinin tarumarına

sebebiyet vermektedir.

Max Weber’in ”Akılcı kapitalizmin

gelişiminin

önünde en büyük engel

ailedir. Özellikle birleşik

akraba grubu ilişkileri

kapitalizmin gelişimini

boğar. Protestanlığın büyük

başarısının ardında

hısımlığın/akrabalığın

prangalarını parçalaması

yatar.’’ ifadeleri bu tezimize

istinaden verebileceğimiz

en bariz örnektir.

(bkz: Jack Goody – Batıdaki

Doğu)

İslam’da kadın ve erkekliğin

bir yaratılış gerçekliği

olarak eşdeğerliliği ve tamamlayıcılığı

öne sürülürken

modern/seküler

söylemlerin vurguladığı ve

hiçbir bilimsel temeli olmayan

kadın–erkek eşitliği,

içinde bulunduğumuz

dönemde toplumumuza

tedricen tesir etmektedir.

Kadın–erkek eşitliği söylemi

ve devamında kadının

değer yargılarından uzaklaşıp

içtimai hayatın hemen

her alanında aktif olarak

yer almasıyla, rollerde ve

statülerde parçalanma ve

değişime neden olmakta,

bireyselleşmenin getirdiği

özgürlük anlayışıyla aile

ahlakı ve değerlerine karşın

sorumsuzca bir davranışın

zemini oluşmaktadır.

Kadın ve erkeğin anatomik,

fizyolojik, psikolojik

ve cinsiyet farklılıkları,

eşitliği imkansız kılmaktadır.

Hucurat Suresi’nde

insanı, bir erkek ve bir

kadından yarattığını belirten

Allah, her iki cinse

de şahsına münhasır birtakım

özellikler bahşet-

-12-

Hiç şüphesiz bir toplumun

inkişafında da inkırazında

da en önemli etken kadındır.

Bu suretle sekülerizm

ve kapitalizm, menfur

teşebbüslerini ve sapkın

ideolojilerini, ailenin ve

nesillerin güvencesi olan

kadın üzerinden gerek

milletlerarası antlaşmalarla,

gerek hukuki müeyyidelerle

gerekse sivil

toplum kuruluşları vasıtasıyla

peyderpey tahakkuk

ettirdiklerine şahit oluyoruz.

İlk olarak 11 Mayıs 2011

tarihinde imzalanan ve

81 maddeden müteşekkil

İstanbul Sözleşmesi

zahirde kadına şiddete

karşı önlem amacıyla

hazırlanmış görünse

de burada maksut olan,

dünya savaşlarının meydana

getirdiği erkek nüfus

azalmasıyla oluşan iş

gücü ihtiyacını, kadınları

iş hayatında tavzif

ederek kapatmaya çalışan

cinsiyet eşitliği projesini

devam ettirmek ve toplumun

temel referansı olan

aile medeniyetinin sonunu

getirmektir.


miştir. Ayrıca Nisa Suresi

34. ayette kadın ve erkeğin

birbirlerine karşı farklı

özelliklerle donatıldığına,

bunların da üstün yönlerini

oluşturduğuna vurgu

yapılmıştır.

Yaratılış gerçekliği bakımından

kadınlar erkeklere

nispeten daha zayıf, narin

ve nazik bir tıynete sahiptir.

Hasleti/Fıtratı gereği

hareket eden kadına, tevdi

edilecek en küçük ruhsat;

irade, muhakeme ve mukayese

zayıflığından ötürü

büyük/küçük bir hata ve

vebale neden olabilir. İslam

dininde kadının muhtelif

alanlarda faaliyet göstermesini

yasaklayan herhangi

bir sarih nass (Açık

Hüküm) yoktur. Lakin kadınlarla

ilgili nassların ve

kaidelerin genelinden, kadın

ve erkeğin sosyal rollerde

bedeni ve ruhi kabiliyetlerine

orantılı dağılım

yapılması sonucu ortaya

çıkmaktayken son zamanlarda

artış gösteren kadını

her alanda istihdam çalışmaları

ile dini kaidelerin,

bilimsel verilerin ve kadim

aile kültürümüzün amiyane

tabirle göz ardı edildiğini

anlamış oluyoruz.

Günümüzde esasen Müslüman

milletlerin kadın

algısında ve kadına davranış

biçimlerinde kültürlerinden

intikal ettirdikleri

düşünce ve teamüllerin–

ataerkil aile yapısı, erkeğin

otoriter tutumu vs.

– tesiri olduğu gibi tarihi

süreçte yaşadıkları tecrübeler

sonucunda teşekkül

eden birtakım kabulleri

de vardır. Bu kabuller arasında

İslam’ın kaideleri,

değerleri ve mensuplarıyla

bağdaşmayacak ithamlarla

kadına yönelik menfi

hareketleri meşrulaştırma

çabaları da bulunmaktadır.

Aile içi şiddet, özünde

yakın zamana kadar

mahrem bir konu olarak

değerlendirilirken, dini

hassasiyetlerden, içtimai

sorumluluklardan ve insani

değerlerden benliğini

zamanla soyutlayan günümüz

insanı, hem ailede

hem de cemiyette şiddeti,

sorunu çözmede meşru

bir yöntem olarak görmesiyle,

vakıaları küresel boyutlara

ulaşmış bir insan

hakları ihlali olarak karşımıza

çıkarmaktadır.

Genellikle kadın üzerinde

vuku bulan aile içi şiddeti

gidermek, kadına yönelik

fevri davranışları önlemek

ve aile birliğini korumak

(!) amacıyla çıkarılan

6284 sayılı kanun, 2012 yılından

bu yana birçok aile

faciasına neden olmuştur.

Mevcut yasa gereğince

herhangi bir şiddet söz

-13-

konusu olmasa bile basit

nedenlerle kadının, kolluk

kuvvetlerine yapacağı

bir şikayet sonucunda

erkeğin/eşin/babanın 1

aydan 6 aya kadar evden

uzaklaştırılması öngörülmektedir.

Nitekim İslam, Nisa Suresi

35. Ayette [Kadın ile

erkeğin aralarının açılmasından

korkarsanız,

bu durumda erkeğin ailesinden

bir hakem, kadının

da ailesinden bir

hakem gönderin. Bunlar

arayı düzeltmek isterlerse,

Allah da onları uzlaştırır…]

çözüm metodu

olarak her iki tarafın tayin

ettiği hakemler vasıtasıyla,

eşler arasındaki

bozulan ilişkileri ve incelen

bağları teskin ederek

yeniden kuvvetlendirmeyi

istemesine rağmen

uygulanan müeyyideler,

netice itibariyle taraflar

arasındaki meselelere

çözüm üretememekte ve

daha da derinleştirmektedir.

6284 sayılı kanunun uygulanma

neticeleri ailenin

huzur ve sükununu

bozacak, ailenin dağılmasına

ve tahribine yol

açacak boyutlara ulaşmıştır.

Edinilmiş mallara

iştiyak yasal rejimi,

tedbir, iştirak ve süresiz

nafaka kararları ile bu


kararların ihlali halinde

3 aya kadar tazyik hapsi

cezaları, maddi ve manevi

tazminat kararları, aile

konutu şerhi ve 6284 sayılı

yasadan yararlanarak

erkeği/eşi/babayı evden

uzaklaştırma ve diğer

tedbir yaptırımlarının

kolayca uygulanabilirliği

karşısında kadınların boşanma

talep ve sayısını artırmaktadır.

Boşanma ile

ailenin dağılması sonucunda

da en çok nesillerin

devamı olan çocuklar

etkilenmekte; çocuklar

anne/baba disiplini, eğitimi

ve gözetiminden

uzaklaşarak ruh ve beden

sağlığını kaybetmekte,

eğitim ve kişisel gelişimleri

gerilemektedir.

Huzur ve güvenle tanzim

edilmiş aile; bireylerin

sevgi, saygı ve dayanışma

prensiplerini karşılıklı

olarak gözetmelerine

bağlıdır. Ailede gözetilen

bu prensipler topluma da

yansımakta, toplumun

dirlik ve refahına katkı

sağlamaktadır. Çünkü

aile içi ilişkiler, toplumsal

tutumların seyrini ve kültürel

değerleri etkilediği

gibi toplumun davranışları

da aile içi ilişkileri ve

tutumları etkilemektedir.

Soruna odaklı erkeği/eşi/

babayı tahkir ve tezyif faaliyetleri,

çözüme odaklı

müspet ve muvafık politikaların

doğuşuna engel

olmaktadır. Dolayısıyla

kadına yönelik şiddeti tetikleyen

unsurların (Ekonomik,

psikolojik vs.) ,

tarihi tecrübe ve sosyolojik

gözlemlerle çok yönlü

araştırılması, genel ceza

yasalarının doğru, adil ve

etkin uygulanması, 6284

sayılı kanunun yürürlükten

kaldırılması ve/veya

temel ceza hükümlerine

uyumlu hale getirilmesi,

kadına yönelik istismarı

ve aile içi şiddeti bir nebze

de olsa azaltmakta elzemdir.

-14-

Sonuç olarak dinin aileyi

bütünüyle belirleyici

ve kuşatıcı konumu, modernliğin

ise din karşıtlığı

üzerine inşa ettiği zihniyet

dünyası, gerilimin

şiddetini arttırarak günümüz

ailesini, modern/seküler

söylemler ile dini/

geleneksel düşüncenin

arasında yaşanan sorunun

odağındaki kurum

haline getirmiştir. Modern

dünyanın ‘’kendi sorunlarımıza

kendimizce çözüm

üretme’’ yolunu daraltması

kritik bir savrulmaya sebep

olurken ailenin hukuk

ve güvenlik güçleriyle korunması

suretiyle alınan

tedbirler köklü çözümler

üretememektedir. Burada

gerek yetkili mercilere gerekse

bizlere düşen görev;

İslam’ın yaratılış hakikatine

dayalı ilkelerini ve bu doğrultuda

inkişaf eden kadim

aile kültürünün kodlarını

yeniden devreye sokarak,

içeriden bir bakışla oluşturulmuş

muhkem politikalardan

yana olmaktır.

Aksi halde modernliğin

meydan okuması karşısında

oluşan bilinçsel mağlubiyetin

tezahür ettiği

karmaşa sebebiyle, aile konusunda

modern batının

yaşadığı ne kadar sorun

varsa bunlardan henüz yaşamadıklarımızla

da karşı

karşıya geleceğimiz günlere

hazır olmalıyız.


Kışa Dönen Bahar: Arapların Yıkılan Umutları

Talha ÇELİK

Tarihin akışı içinde

bazen çok küçük

olaylar akışın

yönünü bir anda değiştirebilir

ve bu bazen öyle

derinden etki yaratır ki değişimin

hızına inanamazsınız.1914’te

Saraybosna’da

bir Sırp gencinin ateşlediği

tabancanın peşinden

kopan, bizi de içine alan

fırtınayı gayet iyi biliyoruz.

İlk dünya savaşının belki

de en trajik sonucu son

Türk-İslam imparatorluğunun

yeryüzünden silinmesiydi.

İstikrar sebebi olan

bu siyasi yapının bıraktığı

boşluğun ne kadar derin

olduğunu anlamak için

Balkanlara, Kafkaslara,

Kuzey Afrika’ya ve Orta

Doğuya bakmak yeterlidir.

Şimdi gelin, tıpkı 1914’teki

gibi hiç beklenmedik bir

anda başlayarak statükoyu

sarsan fakat zamanla bir

insanlık dramına dönüşen

olaylar zincirinin başladığı

yere, Tunus’a gidelim.

ARKA PLAN

2010 yılının 17 Aralık

gününde Tunus’ta seyyar

satıcı Muhammet Buazizi,

kötü yaşam koşuları ve zabıtanın

tezgahına el koymasına

tepki olarak kendini

ateşe verdi. Bu protesto

girişimi kısa sürede tüm

ülkeye yayıldı ve Tunus’ta

halk sokaklara döküldü. 23

yıldır Tunus’u idare eden

diktatör Zeynel Abidin bin

Ali geniş kitlesel eylemlere

daha fazla dayanamadı ve

istifa ederek ülkeden ayrıldı.

Bu, modern Ortadoğu

-15-

tarihinde görülmemiş bir

şeydi. Yıllardır ülkesini

demir yumrukla yöneten

bir diktatör halkın büyük

direnişi sonucu ülkeden

kaçmak zorunda kalıyordu.

Olayın etkisi bir

yangın gibi çevre ülkelere

sıçradı. Amerika ve İsrail

güdümündeki Mısır diktatörü

Hüsnü Mübarek de

aynı akıbete uğrayacaktı.

Mısır’da da halk ayaklandı.

Kahire, İskenderiye ve

Luksor’da sadece bir gecede

18 milyon insanın toplanıp

rejimin devrilmesini

istediği günler yaşanmıştı.

Hüsnü Mübarek ABD ve

İsrail’den beklediği desteği

alamayınca istifa etti. Mısır

gibi bir ülkede, Mübarek

gibi bir diktatörü deviren

rüzgarın, daha çok yere


ulaşacağı belli olmuştu.

Nitekim Mısır’dan hemen

sonra Libya’da Albay Kaddafi’nin

çadırı sallanmaya

başladı. Fakat Libya’nın

petrolü, onu batılı devletlerin

gözünde daha da

değerli hale getiriyordu.

Tunus ve Mısır’dan farklı

olarak burada dış müdahale

gerçekleşti ve Kaddafi

linç edildi. Benzer olaylar

Yemen’de de yaşandı ve

ülke hala iç savaşın pençesinde.

Suriye ise Arap

Baharı olarak bildiğimiz

bu sürecin en kanlı geçtiği

ve kışa döndüğü yer oldu.

Olmasından korkulan

bütün ihtimaller burada

gerçekleşti, kanlı bir iç

savaş patladı ve milyonlarca

mülteci başka ülkelere

kaçmak zorunda kaldı.

Tüm insani fatura ise başta

Türkiye olmak üzere komşu

ülkelere kaldı. Kıyılara

vuran çocuk cesetleri belki

de bu kanlı sürecin en acı

tarafı…

ÜLKELERİN TAVIRLA-

RI

ABD olayların başında

net bir tavra sahip değildi.

Tüm taraflara itidal çağrısı

yapmak dışında pek

müdahalede bulunmadı

fakat özellikle Libya’da

Fransa’yla beraber asker i

güç kullandı ve Suriye’nin

çeşitli bölgelerine asker

konuşlandırdı. Sadık müttefiki

Mübarek’i korumak

için hiçbir şey yapmaması,

kendisine bel bağlayan diğer

diktatörlerin de sonunu

getirdi.

1991’de SSCB’nin parçalanmasıyla

büyük itibar

kaybeden ve ekonomik

zarara uğrayan Rusya için

Arap Baharı adeta bir

cansuyu oldu. Hem Akdeniz’deki

çıkarlarını korumak

hem de küllerinden

doğduğunu ispat etmek

için Suriye’ye müdahale

etti. Gelinen noktada Rusya’nın

en kazançlı çıkan

ülke olduğunu söylemek

çok da yanlış olmaz. Bugün

Rusya, birbiriyle kavgalı

tüm taraflarla diyalog

kurabilme yeteneğine

sahip tek büyük güç konumuna

gelerek ihmal edilemeyecek

kadar büyük bir

oyuncu olduğunu göstermiştir.

1979’da yaşadığı devrimle

kendisini İslam

Cumhuriyeti olarak lanse

eden İran, olaylar Suriye’ye

gelip çatana kadar Arapların

haklarını savunan

bir görüntü verse de Orta

Doğu’daki en yakın müttefiki

olan Suriye yönetiminin

devrilmesine müsaade

etmemiş, bu uğurda kan

dökmekten çekinmeyeceğini

de göstermiştir. Arap

Baharı, kökleri çok derinlerde

olan bu devletin

-16-

etki alanını genişletmek

için uyguladığı emperyal

siyaseti daha da azdırmış,

İran tüm bölge ülkelerinde

parmağı olan etkili bir

güç haline gelmiştir. Fakat

bu tavırları, 40 yıldır anti

empeyalist görünümü sebebiyle

topladığı sempatiyi

yerle bir etmiştir.

Türkiye ise en başından

beri pozisyonunu Arap

halkının meşru taleplerini

desteklemek olarak belirledi

ve hala aynı noktada

duruyor. Bu kanlı süreçlerin

en ağır bedelin ödemek

zorunda kalan ülkelerden

biri de Türkiye oldu. Terör

saldırılarından çok çekti.

Milyonlarca mülteciye ev

sahipliği yapıyor.

Yine de tüm bu olumsuz

tabloya rağmen İmparatorluk

mirasçısı olarak ülkemiz

tüm bu sıkıntıları aşacak

güce ve tarihi birikime

sahip. 1919’da çizilen haritaları

yırtıp atma yolunda

büyük ve cesur bir adım

atan Arap milleti de içinde

bulunduğu elbet karanlıktan

çıkacaktır. Haçlı Seferi

zihniyetini hala terk etmediğini

göstererek Halep,

Şam, Musul, Bağdat gibi

İslam’ın kadim şehirlerinin

yerle bir eden Batı’nın batıl

düşünce sistemi yıkılmaya

mahkumdur.


Evvelâ Tedbir,

Sonra Emniyet

Samet ÖZBEK

‘Haber alma’ anlamına

gelen istihbarat kelimesi,

çoğu insanı tatmin eden

bir kelimedir. Bizdeki bu

heyecanlı hayaller muhtemelen

Batı tarzı istihbarat

örgütlerinin hikâyelerine,

söylentilerine ve filmlere

dayanmaktadır. Örnek

olarak da bireysel bazda

James Bond, teşkilat bazında

da CIA/KGB kültünün

zihin dünyamıza

girdiğini söyleyebiliriz.

İstihbarat ile uğraşan kişilere

evvel zamanda ‘Hafiye’

denilmekteydi. Hafiye

‘hafa’ kökünden gelir ve

anlamı ‘gizlilik’ demektir.

Hafiye teşkilatından

önce Osmanlı’da bulunan

‘Akıncılar’ grubunun

da istihbarat anlamında

faaliyetlerinin olduğu

tezler vardır. Ancak modern

anlamda istihbarat

18. yy sonları ile 19. yy

başlarından itibaren bir

devlet örgütü olma niteliği

kazandı. Osmanlı’ da

politika hangi yöne doğru

akıyorsa isithbaratta

o yöne doğru yoğunlaşmaktaydı.

Yani Doğu’ya

doğru bir sefer hazırlığı

olacağı zaman istihbarat

Doğu’da İran’da yoğunlaşmaktaydı.

Abdulhamid

Han’ın bu Hafiye

Teşkilatı’nın kurmasının

amacı kendisin bağlı bir

istihabarat örgütünün

olmasını istemesinden

dolayıdır. Çünkü Hafiye

Teşkilatı kurulmadan

önce Jön Türkler içerisinde

bulunan Mahmut

-17-

Celalettin Paşa, Abdulhamid’e

kendi özel istihbaratından

bilgi getiriyordu.

Abdulhamid ise bu işleyişe

yani devlet içindeki bu

özel istihbarati çalışmaya

karşı çıkmıştır. Teşkilatı

kendi üzerine almıştır.

Doğrudan doğruya şahsına

bağlı bir teşkilat kurmaya

bu düşünce ile karar

verir Abdülhamid Han.

İstanbul merkezli Hafiye

Teşkilatı oldukça geniş bir

ağa sahipti. İstanbul’un

pek çok bölgesinde hafiye

merkezleri mevcuttu. Her

hafiye saraya giremeyeceği

için bunlar topladıkları

bilgileri bu merkezlere aktarırdı.

Bu merkezlerde de

toplanılan bilgiler değerlendirilir

ve yorumlanırdı.

İstanbul’da toplam 23


hafiye merkezi mevcuttu.

Bunlardan en ilgi çekici

olanı “Mevlevîhâneler”

ve “Tekke ve Zaviyeler”.

Şeyhlerin, dervişlerin

evvelden beri Din-ü Devlet

adına, kurumsallaşmamış

şekilde istihbarat

topladığına dair pek çok

yazılan çizilen şeyler var.

Bunların doğru olduğunu

varsayarsak, 20. yüzyılda

da bu eylemin devam ettiğini

görüyoruz. İstanbul

haricinde de hafiye merkezleri

mevcuttu elbette.

Selanik, Yanya(Yunanistan),

Bosna, Suriye, Bitlis,

Kosova, İbrail(Romanya),

Serfice(Yunanistan), Yaş,

Kalas, Yakova, Köstendil,

Van, Laşid(Girit), Karaferye(Yunanistan)

bunlardan

bazılarıdır.

Osmanların klasik devrinde

dış istihbarat, savaşlarda

akıncılar; diğer

zamanlarda seyyah ve

tüccarlar vastasıyla elde

edilirdi. Meselâ açık ticaret

şehri Dubrovnik, bir

istihbarat merkeziydi. İç

emniyet işlerini yürüten

yeniçeri ocağı zâbitlerinden

asesbaşı polis müdürüydü.

Fâili mechul vak’aların

suçlularını takip ve

yakalama işlerine böcekbaşı

bakardı. Emrinde

kadın memurlar da bulunurdu.

Maiyetindeki çuhadarlar

iç istihbarat işine

bakardı. Mahalle bekçisi

mevkiindeki asesler de

iç istihbarata yardımcı

olurdu. Mahallelerde herkes

komşusunun kefili ve

anormal bir şey gördüğünde

asese ihbar etmesi

mecburi idi.

Sultan II. Mahmud zamanında

(1834), istihbarat

işleri, bugünki emniyet

müdürlüğünün yerini tutan

Zabtiye Müşirliği’ne

verildi. Taşralara, olup bitenleri

muntazaman merkeze

napor etmekle vazifeli

jurnal kâtipleri tayin

olundu. Gizli polis teşkilatı

da Fransız örneğine

uygun olarak Reşid Paşa

zamanında kurulmuş;

başına da Civinis adlı bir

Rum getirilmiştir. Sultan

Hamid, siyasetini yürütebilmek

için, saraydan

başlayarak bütün memleketi

çember gibi saran bir

şebeke kurmaya ihtiyaç

duydu.

Padişaha jurnal takdimini

gösteren karikatür

-18-

Burada çalışacak olanları

da ihsanları ile kendisine

bağlamayı lüzumlu gördü.

O, yaşadığı devri, insanların

ahlâk ve istidadını,

hâlet-i ruhiyesini, zayıf

noktalarını iyi anlamıştı.

Sinekler, bal ile avlandığı

gibi; bunları da para, nişan

ve rütbelerle kendisine

bağlamayı düşündü.

Böylece rivayete nazaran

30 bin kişilik bir teşkilat

toplandı. Hafiyye, “gizli”

manasına gelen ve ajanlar

için kullanılan Arapça bir

tabirdir. Bunlar arasında

resmî memurlardan başka;

Kaşgarlı derviş, Dağıstanlı

molla, Hindli dilenci,

Sudanlı seyyah, Libyalı

şeyh, Kürt, Afganlı, Buharalı

hacı, Tatar hoca, oyuncu,

hokkabaz, sihirbaz gibi

her cins ve milletten insan

vardı. Vilâyet, hatta sefâret

memurları bile buraya dâhildi.

Hatta bazen yüksek

memurlara saraydan hediye

edilen câriye veya ağalar,

aynı zamanda istihbarat

işi de yapardı.


Zaman içinde bu jurnallerin

ciddiyeti azaldı. Herkes

birbirini jurnal etmeye

başladı. Saçma havadislerin,

hatta iftiraların bini

bir paraya düştü. Padişah

bunu bildiği halde, haber

alma kaynağı kesilmesin

diye göz yummak mecburiyetinde

kaldı. Memurlar

kendi aralarında sıkı fıkı

olamaz; nâzırlar birbirine

misafirliğe gidemezdi.

Kimse, kimseden emin

değildi. Kurunun yanında

yaş da yanmaya başlamıştı.

Kızıl fesleriyle hemen

tanınan hafiyeler, herkesin

ürktüğü ve nefret ettiği

şahıslar hâline gelmişti.

Bunlar için, “Ey kırmızı

fesler, a köpek yüzlü asesler”

mısraı dile düşmüştür.

İttihatçılar, bundan

istifade etmesini bildiler

ve padişah aleyhindeki

propagandayı bunun üzerine

kurdular. 33 senenin

ağır yükünden yorgun

padişahı, bu sıkı istihbarat

ağı da kurtaramadı.

Sultan Hamid’i gerçekten

sevdiği halde, hafiyelerin

tasallutuna uğrayanlar

kendisinden yüz çevirdi.

Saraydaki şifre kalemine

kâtip olarak, İttihatçıların

has adamlarının sızması

ve bunun farkedilmemesi,

dikkate değerdir. “Kader

hükmünü icra edince,

gözler görmez olur!”

Hafiye teşkilatı II. Meşrutiyet

ile beraber lağvedilerek

yerine hükûmete

bağlı Teşkilât-ı Mahsusa

kuruldu. Hafiyelerin kimi

linç edildi; kimi sürüldü;

kimi de yeni rejimde vazife

aldı. Teşkilatçılar, Yıldız

İstihbarat Dairesi’ne

rahmet okuttular. Bu tür

teşkilatlar, sadece istihbarat

ile kalmaz; yurt içi

ve dışında bazı operasyonlara

da girişebilirler.

Yıldız İstihbarat Dairesi’nin

böyle bir faaliyeti

kat’i olarak bilinmemekle

beraber; Teşkilât-ı Mahsusa’nın

bu sahadaki faaliyetleri

pek meşhurdur.

1927’de Teşkilât-ı Mahsusa’nın

yerini, kurulmasında

Almanların rol oynadığı

MAH (Millî Amele

Hizmet) aldı. Türkiye’nin

Alman nüfuzundan çıkıp

Amerikan nüfuzuna girdiği

tarihlerde, 1953’den

O zamanki dedikodulara

göre MAH’a, CIA ayda

yüz bin, İngilizler 30 bin,

Fransızlar 8 bin, İtalyanlar

4 bin lira ödüyordu. MAH

başkanı Behçet Türkmen,

Coca Cola’nın Türkiye’deki

ortaklarından biliniyordu

ki, büyükelçilik ve dışişleri

bakanlığı yapmış olan İlter

Türkmen’in babasıdır.

Adnan Menderes’in bu irtibatı

öğrenip engellemeye

çalışması sonunu getirdi.

MAH, 27 Mayıs darbesinden

sonra Millî İstihbârât

Teşkilâtı’na (MİT) dönüştürüldü.

Şimdi başbakanlığa

bağlı bir müsteşarlıktır.

Turgut Özal devrinden

itibaren de sivilleştirilmiştir.

Teşkilat-ı Mahsusa’dan

beri ekseri Çerkez asıllıların

vazife yaptığı da bilinmektedir.

-19-

sonra CIA’nın mahallî birimi

gibi çalışmaya başladı.

Dış istihbarat CIA; iç

istihbarat MAH tarafından

yürütüldü.


De ki: “Hak

geldi bâtıl

yıkılıp gitti!

Zaten bâtıl

yıkılmaya

mahkûmdur.”

(İsra Suresi

81. Ayet)

Hak Geldi ve Batıl Zail Oldu

Rasim Can LALE

Dillerimizde sloganlaşan, her duyduğumuzda asr-ı saadetin

ışığıyla aydınlandığımız, hareket ve aksiyon sahibi

mümin yüreklerin meydanlarda dillerinden düşmeyen,

De ki: “Hak geldi, bâtıl zail oldu. Muhakkak ki

bâtıl yok olmaya mahkûmdur.” Mealindeki İsra suresi

81. Ayet bizlere Müslümanca yaşamanın ve ibadetlerin

zirvesi olan cihadın önemini anlatmaktadır. Gelin ilk

önce bu ayetin bize verdiği mesajlara ve döneme yansımalarına

bakalım. İki cihan serveri, gönlümüzün güneşi,

efendimiz, Muhammed Mustafa (s.a.v) yüce ve mukaddes

bir müjdeyle ümmetini müjdelemeden önce tüm

dünya ve özellikle Arap yarımadası batılın hüküm sürdüğü,

insanların Allah harici tüm masivayla iç içe olduğu,

Allah’ın ve onun hükümlerinin unutulup çiğnendiği

çirkin bir çağı yaşıyordu. İnsanlar birbirini hor görüyor,

güçlü zayıfı eziyor, kız çocukları diri diri gömülüyor, kadınlar

ise köleden aşağı seviyede tutuluyordu. Hiçbir ba-

-20-


tıl düzenin ebedi sürmesine

izin vermeyen Allah,

bu düzenin de devam

etmesine izin vermedi.

Batıl denizi içinde yüzen

insanoğluna aramızdaki

en hayırlı kişiyi (s.a.v) elçi

olarak gönderdi. Ve o batılın

çirkin bataklığı Hz.

Muhammed (s.a.v) gibi

bir gülzarın elinde bir gül

bahçesine döndü. İşte İsra

suresindeki bu ayet İslami

bir devrimin müjdesini

vermektedir. Peki Allah'ın

izniyle hakkın batılı galebe

çalması nasıl gerçekleşti?

İşte bu sorunun cevabı

ise, önemine binaen

büyük harflerle yazayım

“CİHAD” evet yanlış okumadınız

cihad. Bugün

İslam dininin temel taşlarından

biri olan cihad

ibadeti ya yanlış anlaşılmış

ya da Radikal İslam(!)

adı verilen grupların dillerine

sakız olmuştur.

Sahi neydi bu cihad? Neydi

cihadı bu kadar önemli

kılan? Bu sorunun cevabı

için Kur'an'a başvuralım;

“Şüphesiz iman

edenler, hicret edenler

ve Allah yolunda

cihad edenler; işte

onlar, Allah'ın rahmetini

umabilirler. Allah

bağışlayandır, esirgeyendir.”

Cihad Allah’ın

bizler üzerine farz kıldığı

en büyük ibadetlerden

biri, İslam'ın zirvesidir.

Esselamu Aleykum Ve

Rahmetullahi ve Berakatüh.

-21-

Yahu bu devirde nasıl cihad

edeceğiz deyişinizi

duyar gibiyim. Nasıl mı?

Şöyle; Cihad sadece silah

ile düşmana karşı yapılan

savaşa verilen ad değildir.

Cihad, Allah'ın düşmanlarına

karşı mal, can, akıl,

güç ve iman dolu bir yürekle

savaşmaktır. Devrimizin

cihadı ise her türlü

fitne ve tefrikaya rağmen

hakkı üstün tutmaktır.

Mesela birkaç örnek verelim;

Bir Müslüman şiir

yazıyorsa şiirde cihad düzeyine

ulaşmalıdır. Sezai

Karakoçlar, Nuri Pakdiller,

Mehmet Akifler, Muhammed

İkballer gibi.

Bir Müslüman siyasetle

uğraşıyorsa siyasette cihad

düzeyine ulaşmalıdır

Necmettin Erbakanlar,

Aliya İzzet Begoviçler,

Caher Dudayevler gibi.

Bir Müslüman bilimle uğraşıyorsa

bilimde cihad

düzeyine ulaşmalıdır Farabi,

İbni Sina, Uluğ Bey

gibi. Biraz da güncele bakalım

eğer bir Müslüman

internetle uğraşıyorsa,

youtuber ise ya da fenomen

bir bloger ise bu işi

cihada dönüştürmelidir.

Evet işte hayatımızın her

anını cihada çevirir ve hayatımıza

tatbik edersek o

zaman hiçbir kafir ezanı

yuhalayamayacak, İslama

küfredemeyecek, annelerimizin

ve kardeşlerimizin

başörtülerine ve çarşaflarına

dil uzatamayacaktır.

Eğer bu fikri cihad hareketini

kazanırsak kimse biz

Müslümanlara terörist diyemeyecek,

İslam beldeleri

işgal edilemeyecektir. Cesaret

hapı almadan tanklarına

binemeyen İsrail askerlerinin

bacakları tir tir

titreyecek, evlerinden dahi

çıkamayacaklardır. Eğer cihadı

becerebilirsek Doğu

Türkistan, Filistin, Kerkük,

Myanmar, Yemen ve diğer

tüm zulmün olduğu İslam

beldeleri feraha kavuşacak

ve Müslümanlar huzur bulacaktır.

Anlayacağınız hanımlar,

beyler İslam alemi sizden

yeniden cihad ruhunu bekliyor.

Yeni İslam'ın değil

yeniden İslam'ın yakacağı

iman ateşini tüm dünyaya

taşımayı bekliyor ve siz bu

sorumluluktan kaçamazsınız.

Haydi şimdi uğraştığınız

alanlarda ilimde,

siyasette, sanatta vb. tüm

yerlerde Müslüman kimliğinizi

kaybetmeden zirve

olun. Unutmayın ki Allah

vaadini tamamlayacaktır.


Ahlâkın Sukûtu

Sükûtun Ahlâksızlığı

Kerem UYSAL

1071’de Malazgirt’ten girdiğimiz

Anadolu topraklarında

1000 yıldır kâimiz.

Anadolu Selçukluları, beylikler

ve Türk tarihinin şâhikası

Osmanlı imparatorluğu...

İsimler farklı olsa da

maya aynı mayaydı. Gittiği

her yere adalet götürmüş,

giren hep adaletle muamele

görmüş. Zulme mutî olmamış,

zalimin karşısında

kavî durmuş. Ahlakı dillere

pelesenk olmuş, vecize

olarak her zaman söylenegelmiştir.

Yıllardır anlattığımız,

müftehir olduğumuz,

necip ecdadımızın

ulvî ahlâk seviyesi maalesef

torunlarına vasıl olmadı.

Ahfâd, menâkıb haline getirdiği

hadiseleri anlatarak

zaman geçirdi. Ceddinin

ahlaklı olması, istikbaldekilerin

ahlaklı olmasına

yetmedi.

Ahlâkî sukutumuzun nevzuhur

bir hadise olmadığını,

imparatorluğun duraklama

devriyle başlayıp

günümüze kadar katlanarak

geldiğini yaşanan hadise

ve yazılan metinlerde

görebiliyoruz. Fuzûlî'nin

Şikayetnâmesinde geçen

''Selam verdim, rüşvet değil

diye almadılar'', merhum

Mehmet Akif ’in "Müslümanlık

nerede, bizden geçmiş

insanlık bile" diyerek

feveran etmeleri ahlâkî sukutumuzun

bîdayetinin kadim

olduğunu gösteriyor.

İmparatorluğun buhranlı

günlerinde sarsılan muvazenemizi

maalesef düzeltemedik.

Ahlâkî sukut

mütemadiyen arttı, namütenahi

bir uçuruma doğru

yuvarlanıyoruz. Kısırlaşan

ve teşevvüş olan efkârımız,

muvazeneyi kaybeden ahlâk

idrâkimiz bizi, ahlâkı

müseccel ceddin, ahlâkı

tefessüh etmiş ahfâdı haline

getirdi. Ahlakı düstur

edinen ceddin, ahlakı kendi

menfaatine göre tedvir

eden torunları haline geldik.

Her daim hakkı haykıran

ceddin, mahallenin

bekâ'sı için sükût eden torunları

olduk. Ahlakımız

sukuta uğradı, biz ahlaksızca

sükut ettik. Kendi ma-

Ahlâk, muhafazası en elzem

mefhumdur. Günümüzde

ahlâk mefhumunun

özünü unutup gösterişe

merak saldık. Rahmetli

Necip Fazıl'ın dediği gibi

"ham yobaz, kaba softa"

olduk. Salt kendimize değil,

herkese karşı ahlâkı

savunup, şiar edinmemiz

gerekir. Ahlâk, kimse için

feragat edilebilecek birşey

değildir. Mahallenin bekâsı

değil, ahlâkın bekâsı için

mücadele etmeliyiz. Ahlâk

kaybolduktan sonra mahallenin

kıymet-i harbiyesi

olmayacaktır, ya da ahlaksız

mahalle kimseye fayda

vermeyecektir. Kendimizi

tezkiye edip, necip ceddimizin

bergüzârına layık olmalıyız.

-22-

hallemizdeki ahlaksızlık

karşısında susarken, başka

mahallelerdekini dilimize

pelesenk ettik. Tahkir, tezyif,

istihza ettiğimiz bütün

ideoloji ve sistemlere rahmet

okuttuk. Mahalle için

sustuk, kalmadı mefahir

tükettik.


İbrahim Olmak

Sevgi ÖZKÖK ŞAHİN

Bir duruş, bir kutlu varoluşun adıdır

İbrahim olmak. Bazen düşünür, düşünürken

hayretler içinde kalır seslenirim;

ruhumun en derinliklerine…

Ötelerden gelen ışığı al buralardan

oralara sal, hisset, duy ve yaşa diye.

Bir yol var önümüzde; sarp ve çetin.

Yürümesi zor ve zahmetli. Sevebilirsen

ancak yol alır, istersen sona varırsın.

Gelgitlerle, samimiyetsizce,

tutarsız davranışlarla ve bir o yana

bir bu yana savrulmalarla yolun sadece

yorgunu olursun. Yolun hakkını

vermek için önden gidenler gibi

önder olmalısın. İbrahim’in bu güzel

örnekliliğini günümüze taşımak,

teslimiyetinin onurunu canlı ve diri

tutmak hepimizin boynunun borcu.

Bir insan düşünün; yalnız başına

kulluğun zirvesine çıkıp tek başına

ümmet olma ifadesine mazhar olmuş

bir insan, bir isim Hz İbrahim…

Kul oldukça özgürleşmiş, Rabb’ine

teslim olmanın hazzını aldıkça ulvi

manalara ulaşmış ve yüce yaradana

şah damarından daha yakın olmayı

başarmıştır. Putperest olan babasına

bile hitap ederken babacığım diye

seslenmiş, samimiyetin ve nezaketin

öğretmeni ihlasın memba olmuştur.

Aile hayatında oğlu İsmail, hanımı

Hacer annemiz ile yaşadığı sıkıntılı

imtihanı güven ve dayanışma ile

nasıl başarıldığını bize göstermiştir.

Söz kime neden verilir? En güzele

verilen sözde nasıl sadık kalınır?

Gerçekleştirdiği muhteşem teslimiyet

sahnesi ile bizi kendine ve sözüne

şahit etmiştir. Dünyanın süsü,

ziyneti ve simgesi olan evladını pazarlıksız,

sorgusuz ve sualsizce Rabb’ine

kurban etmede hiç tereddüt

göstermeyerek tüm insanlığın önünde

cesaret ve fedakarlığın öncüsü ol-

-23-


muş, sağlam bir mümin duruşu

sergilemiştir. Yavrusu İsmail de

korkusuz bir boyun eğme örneği

sunmuş, Rabbine adeta koşmuştur.

İbrahim'e evlat olmanın hakkını

ne güzel vermiştir.

Bazen yıldızı, bazen ayı, bazen de

güneşi gözlemlemiş birer birer

batışının ardından ümitler besleyip

hep Rabb’ini aramış, kaybolanlar

değil varolana ve onların

yaratıcısına giden kutlu yolculuğunu

halil eyleyip

Allah'a dost

olma şerefine ermiştir.

Bu güzel

peygamber için

Allah Kur’an-ı

Kerim'de şöyle

der; “Allah Hz

İbrahim'i dost

edindi.” (Nisa

Suresi 125. Ayet)

Yine Mümtehine

Suresi 4. Ayette

Rabbimiz şöyle

buyuruyor; “İbrahim

ve onunla

birlikte bulunanlarda sizin için

güzel bir örneklik vardır.” Almamız

gereken ders ve yürümemiz

gereken yol bitmiyor, yeri göğü

bütün kâinatı sarsacak etkide devam

ediyor. Ne mutlu o yoldan

öğüt alana ve o şanlı örneğin yolundan

gidene… Nemrut, İbrahim Aleyhisselam'a

dağlar gibi yanan ateşler

yaktı. Mancınığın üstüne koydu

ve oradan aşağı attı. İbrahim

Aleyhisselam yukarıdan aşağıya

“Allah Hz İbrahim’i

dost

edindi.”

(Nisa Suresi

125. Ayet)

düşerken Cebrail Aleyhisselam

geliyor ve sesleniyor; “Ey İbrahim,

Allah'ın sana selamı var. Dilersen

şu iki dağı birleştirip sana

işkence eden şu Nemrut’u ve yanındakileri

yok edeyim.” İbrahim

Aleyhisselam'ın cevabı şu oldu;

“Ey Cebrail, söyler misin bana

şu anda Allah beni görüyor mu?

Evet görüyor. Allah beni işitiyor

mu? Evet işitiyor. Allah benim

halimi biliyor mu? Evet biliyor.

Öyleyse Ey Cebrail

sana ihtiyacım

yoktur. Ben sırtımı

Allah'a vermişim.

Ben ona öyle

güvenmiş ve tevekkül

etmişim ki

sana da başkalarının

yardımına da

ihtiyacım yoktur.”

İşte yine öğretiyor

ki her şart ve

koşulda Allah'ın

desteğinin bizimle

olduğunu, ona

tevekkül edip tüm

işlerimizi ona havale etmemiz gerektiğini

ve Rabb’imizin en güzel

veli, en güzel mevla ve en güzel

yardımcı olduğunu bilip bu imana

erişseydik Allah o zaman her

ortamda bize yardım elini uzatacaktı.

Evet bu güzel yolcunun

duası yola gönül verenlere, onun

gibi sağlam bir imanla Allah için

yananlara bir mum bir ışık olsun.

Allah ondan ebeden razı olsun.

-24-


Adalet de Yalnız Kalır

Muhammed Talha DURALI

Hepimiz 21.yy’da yaşamaktayız. Son zamanlarda

çok fazla moda olan sözcükler ve tabirler

var. Bunların başını adalet ve empati

çekmektedir. Empati kavramından başlayarak

yorumlamak gerekirse sözlükteki anlamı,

kendini başkasının yerine koymak, onun

açısından düşünmek gibi bir anlama geliyor.

Adalet ise sözlükte; hak ve hukuku yerine

getirmek, doğru olanı bulmak gibi bir anlama

gelmektedir. Bu iki kavramın kesişiminde elde

edilen huzur içinde, eşitlik dolu bir toplum

oluyor.

Konuya bir de şu açıdan bakmak gerekirse

(sözümüz meclisten dışarı), geldiğimiz noktada

bu iki kavramı sanki kirli işlerin üzerini

örtmek yahut gösteriş yapmak için kullanılıyor

havası sarmış durumda etrafımızı. Ciddi

olarak gönülden bu kelimelerin gereğini yapan

kuruluşlar ve kişiler mevcut tabii ki de.

-25-

Bizler

cevaplar

verilene

kadar değil,

verilen

cevaplar

hayatımızda

uygulanana

kadar

sıkılmayacak

ve hep

soracağız!


Ancak maalesef birer gösteriş

sahnesi olan STK ve

kuruluşlar mevcut. Bunlar

yılda bir gün toplanır,

mükemmel bir otelin

balo salonunda program

yapılır, yardım edenler

teker teker çıkıp konuşma

yapar ve egolarını tatmin

edip inerler. O salon pist

halini alır. Programın

sonunda toplanılan paranın

yarısıyla o programın

ücreti ödenir. Kalan

paranın yarısıyla dernek

merkezlerini yenilerler,

yıllık ihtiyaçlar için para

ayrılır ve geriye kalanı da

yardım için gönderilir. Bu

evreye gelene kadar empati

kavramından geriye

içi boş, bir şeyleri güzel

göstermek için kullanılan

E, M, P, A, T, İ harflerinden

oluşan kelime kalır.

Adalet kelimesine bu

açıdan bakacak olursak,

dünyadaki onlarca adaleti

tesis etmek için çalıştığını

savunan insan var. Aralarında

işinin hakkını verenler

tabii ki var. Ancak

yaptığı işin hakkını vermediği

gibi bir de üzerine

kendisi adaletsizlik yapan

insan sayısı ağır basıyor

olacaktır ki geldiğimiz

zaman diliminde adaletten

pek söz edemiyoruz.

Varlıklı ailelerin yaptığı

suçlar ört pas ediliyor. O

da yetmezmiş gibi onlara

yardım ediliyor ve tabii

doğal olarak görmeye başladığımız

(maalesef) olay

gerçekleşiyor; olan yine

mazluma oluyor.

Hadi her şeye bir bahane

bulunuyor(yalandan/adaletle

bağdaşmayan).

Benim

anlamadığım daha

doğrusu anlayamadığım

olay; beyaz olanla

siyah olanın arasında

neden ayrım yapılır?

Bu ayrımı yapanlar ne

elde ediyor? Bu sorulara

herkes bir cevap

verir. Ancak bizler

cevaplar verilene kadar

değil, verilen cevaplar

hayatımızda uygulanana

kadar sıkılmayacak

ve hep soracağız bu

soruları. Adalet konusu

hakkında da daha bir

çok örnek verilebilir.

Ancak benim anlatmak

istediğimi anladığınızı

düşünüyorum ve yine

bu evreye geldiğimizde

adalet kavramından

geriye sadece bir sözcük

olarak adalet kalıyor.

Yazımı buraya kadar

okuduğunda adalete karşı

umudum kalmadığını

düşünebilirsin, ama yanılıyorsun

benim hala umudum

var, çünkü benim

hayalim var. Biliyorum

orada bir yerlerde, dünyanın

unutulmuş köşelerinde

insanlığını kaybetmemiş

umudumuzu yeşertecek

insanlar olduğuna inanıyorum.

Anlattıklarımı bir iki cümle

ile özetlemek gerekirse,

bu hayatta sadece insanlar

değil kavramlar da yalnız

kalır. Adalet de, empati de

yalnız kalır. Ancak bizler o

yalnızların yanında olmaya

devam edeceğiz. Kirli

beyazlara, temiz siyahları

yem etmeyeceğiz.

-26-


Hayatın Değeri

Alican YAZICI

Eğer bu sabah hastalıklı değil de sağlıklı uyanmış iseniz, bir hafta

sonrasını görmeyecek olan 1 milyon insandan daha şanslısınız.

Bir harp tehlikesi ve işkence görmek ihtimaliyle aç kalma korkusu

ile karşı karşıya değilseniz, 500 milyon insandan daha iyi

durumdasınız.

Tutuklanmaktan, işkence görmekten veya öldürülmekten korkmadan

ibadethaneye gidebiliyorsanız 3 milyar kişiden daha şanslısınız.

Buzdolabınızda yiyeceğiniz, üzerinizde elbiseniz ve başınızı sokup

uyuyabileceğiniz bir eviniz varsa, dünyadaki insanların %

75’inden daha zenginsiniz demektir.

Bankada ve cüzdanınızda para varsa, dünyanın en şanslı % 8’i

arasındasınız.

Bu yazıyı okuyorsanız, okuma-yazma bilmeyen 2 milyar kişiden

biri değilsiniz.

İşte hayatın kıymetini bilin. Kendinize değer verin ve şükredin.

Anneniz, babanız sağ ise, siz bu dünyada nadir kişilerden birisiniz.

-27-


Hasret Damlaları

İbrahim ÇINAR

O kutlu yıldızların gül izinde bir yıldız,

İndi bir cuma günü Sinop'a maveradan.

Dar vadilerden akan berrak sulardan farksız,

O mücella yüzüyle şenlendi bir hanüman;

Ve doğdu gönüllere Necmeddin bir Erbakan.

Sen gittikten sonra yâr, düşleri hasret sardı.

Kör olunca zihnimiz bir özlem burgacında,

Müstesnâ hayalinle, bizi basiret sardı.

Cennet kokan ufacık ellerin, parmakların,

Merhametle okşardı gamzene râm Mestan'ı.

Bir gün göç haberiyle sönük düşen didârın,

Hüznüyle kuşatsaydı o ulvî asumanı,

Mestan gibi giderdi parlak güneş ansızın.

Senden sonra sevgili, baharları kar sardı.

Soğuk kaldırımlarda titrerken nice garip,

Felçli bedenimizi bir yığın efkâr sardı.

Arabi'nin dilinden takvime düşen hece,

Asırlardır ülkeler, şehirler gezen muştu,

Konya meydanlarına inip filizlenince,

Bir dâvâ sedasıyla ışık buldu bir kuytu;

Beklenen kızıl şafak, karanlığı yenince...

Gidişinin ardından gözleri nifak sardı.

Saf bir fikir nazarı ararken kalplerimiz,

Bizi emanetinle ebedî âfâk sardı.

-28-


İncir yapraklarının gölgesinde kurulan

Küçük devlet, Nizâm'ın habercisiymiş meğer.

Bağrında adâletin parladığı o umman,

Karanlık beyinlerden akıp geçseydi eğer,

Atılan bombalarla nâr olmazdı gülistan.

Senden sonra her yanı, mahzun bir yağmur sardı.

Sırsıklam gönüllerde kök salarken baldıran,

Münzevi bir nilüfer yüzünü çamur sardı.

Zaman, nur yüreğine nakşolmuş beş duraktı.

Her durakta kâh rükû kâh secd'ederdi başın.

İman yüklü bulutlar gibi sağanak aktı,

Biricik yârin olan seccadene gözyaşın;

İhlas yeri yüreğin seccadenden ıslaktı.

Gidişinle her yılı hüznüyle şubat sardı.

Bir derya kıyısından sana bakarken gözler,

Islanan kirpikleri gam esen imbat sardı.

Artık ne buradasın ne de gözden ırakta...

Bir yıldızsın o kutlu yıldızlarla fer olan.

Hâlene tutunuyor karanlık bir sokakta,

Sensizlikten zulmete esir düşen bir lisan;

Ve sen dillerimizin göğündesin Erbakan...

İzinde yürümeye bizleri yemin sardı.

Engeller aşmak için semalara dokunan,

Nefesten duâmızı çelikten amin sardı.

-29-


Tam kapılar

kapanırken hayallere

dalarsın

birden kulağına

bir ayet

fısıldar; “Rabbin

seni terk

etmedi, sana

darılmadı.”

Birden sonbaharın

yeşermeye

başlar. Ay

artık uzaklaşır

ve yerini

güneşe bırakır.

Gri Gökkuşağı

Muteber KARAASLAN

Gidemem, olmayan izzetinefsim gücümü tüketiyor usulca.

Ecnebiler sarmış her yeri, ellerinde birer kanca.

Niçin herkes beni öldüren yakınlıkta?

Niçin herkes beni kalabalık hissettiren uzaklıkta?

İnsanların gözümde bıraktığı gri bir gökkuşağı.

Bağrında baş bulunuyor

ama yola yoldaş bulunmuyor.

Doluya koyuyorsun

almıyor; boşa koyuyorsun

dolmuyor.

Sanki bir kiraz dalına

çıkmışsın da orada üzüm

yiyordun ama bahçe

sahibi gelince erikleri

neden yediğini sormuştu.

Yalnızlık hiçbir ülkede

cezası olmayan ağır bir

yaralama çeşidi. Yalnızlık

bulamadığın o sevgiyi

hep başka kapılarda aramak

gibidir. Adım atacak

mecalin dahi kalmamışken

dışarıdan bakılınca

en güçlü insan sensin

değil mi? İnsanlara âde-

-30-

İşte ruhunun hali de bir o

kadar KA-RI-ŞIK.


ta hiçbir şey olmamış gibi morallerini

düzelten de sensin değil mi? Öyle bir

kuyudasın ki ne kuş uçar ne de kervan

geçer. Evet gönlün İstanbul ama içinde

Fatihsiz ve yalnız. Bilirim herkes bir

şeyler söyler ama sen konuşamazsın

çünkü yalnızsın. Gece soğuk olur, ısınmak

için güneşi beklersin. Ama alışmışsın

bir kere karanlığa. Gelse de alamazsın

ki artık yanına şemsi. Zemheride

hayallere sarılıp ısınmaya devam edersin;

çünkü sen yalnızsın. Bir ay parçası

gözyaşın yüzündeki surlardan uzaklaşır.

Artık biraz daha yorgunluğun iliklerine

kadar hissedilir. Ne denizin mavisi

açacak içini ne de pırıl pırıl gökyüzü.

Ve karar verirsin buraya kadar dersin.

Gayrı ne bir elçi isterim gönlüme, ne

de bir fetih isterim başka gönle. Tam

kapılar kapanırken hayallere dalarsın

birden kulağına bir ayet fısıldar; ‘’Rabbin

seni terk etmedi, sana darılmadı.

Birden sonbaharın yeşermeye başlar. Ay

artık uzaklaşır ve yerini güneşe bırakır.

Kalbinde kanatla hep aynı zikirler ‘’Onu

kaybeden neyi bulmuş ki ve onu bulan

neyi kaybetmiş ki?’’ Peygamberin gelir

aklına. Allah’ın “Her şey Hz. Muhammed’in

(s.a.v) yüzü suyu hürmetine

yaratıldı” dediği peybamber, Peygamber-i

Zişan… Yalnızlık kötü olsaydı O

yaşar mıydı hiç yalnız Allah’a. Allah’tan

kaçmak ve Allah’a kaçmak arasında çok

ince çizgi var. Dedim ya kuyudasın. Evet

belki Yusuf (a.s) değilsin. Belki her kuyuya

düşen Yusuf (a.s) değil. Ama kuyuya

atanlar her daim zalim olur. Zulüm

yapmaya and içmiş mazlum ahı, bitirir

mi zulmün kanlı adını? Zalimin zulmü

varsa senin de Rabbin var. Anlarsın! Allah

seni her yalnız bıraktığında dikkatini

yalnızca Ona vermeni istemiş meğer.

Anlarsın! O yüzden almış tüm kuru

kalabalığı çevrenden. Anlarsın! Her an

sana bir sevgilinin yolladığı gibi mektup

yollamış meğer. Kimselere sildirme gözyaşlarını.

“Beni bul. Bulutları ağlatayım

yerine.” demiş meğer. Kimselere yanaşma

o yaralı kalbinle. “Beni bul. Dolayayım

her bir zerrene şifa şifa.” demiş meğer.

Kimselere açma emi surlarını. “Beni

bul. Göndereyim Fatih’i Payitaht’ının

tam orta yerine.” demiş meğer. Sen Allah’ım

düştüm, yalnızım de. “Yettim” diyecek

Allah. Sen “Allah-u ekber!” de dur

namaza. Allah ‘’Kün” desin “Ol” desin.

Kavuş cennet vuslatına. Dönüştürsün şu

bedbin dünyanı nikbin dünyaya! Sana

şah damarından daha yakın olduğumu

söyleyen ben varken damarlarında dolaşan

o haram sevdalar niyeymiş meğer?

Peki sen neden hâlâ ondan küçüklere

yürümeye devam ediyorsun? Sevginin

insanı abad da ettiğini, berbat da ettiğini

anlamalısın. Dışta halk ile iken içte Hak

ile ol. Kalbini ferah tut, kimsesizlerin de

bir kimsesi vardır. Ve Rabb son bir söz

eder “Surlarından çıkmış yüreğinle sığınırsın

âlemlerin Rabbine, herkes seni

sustu sanır!‘’

Unutma ki yalnızlıkta ısrar etme, yanlıştıkta

ısrar etmekten daha iyidir.

Biz bizi terk ettiğimizde, sen bizi

terk etme İlahî…

-31-


Martı ile Serçe Kuşu

Mert GÜLER

Martı mıyım yoksa bir küçük serçe

kuşu mu bilmiyorum. Düşündüm

de birini seçip o olmak da doğru

değil aslında. Kimi zaman martı, kimi zaman

serçe kuşu olduğum konusunda mutabık kalalım.

Ben çoğu zaman bir martıyım. Deniz çocuğuyum,

asilim, ilham veririm. Vapur sesleri ve

benim sesim muhteşem bir koronun en güçlü

iki solistiyiz. İstanbul kokarım ben. Üsküdar

kokarım, kimi zaman Beşiktaş'ta uçarım.

Bence Eminönü'ne nadiren uğrarım. Oradaki

balık-ekmeklerin içinde balık yerine benim

konduğum yönündeki iftiraları duymak istemediğimden

çok yanaşamam. Ben iftiradan,

gıybetten ve bir de simit yerine taş atılmaktan

haz etmem. Ne çok var değil mi gül uzatmak

yerine dikenle dokunanlardan? Allah muhafaza

dikenden kaçarım. Bir de gülle muhabbetinden

ötürü bülbülü kıskanırım. Hayır hayır

ben kıskanamam ki. Güzeli güzelle görünce

takdir eder uzaklaşırım. Uzaklaşıp ne yaparım?

Süleymaniye'de bir kubbenin miğferine sığınır,

yarım adayı seyre dalarım. Ah ne güzelsin

İstanbul, Ah ne güzelsin Galata'da uçan sevdiğim.

Ben kadraja girmekten aslında utanırım. Ama

görüyorum, iznim olmadan şak diye basıyorlar,

güzel de pozlar yakalıyorlar. Pozları güzel

-32-


sanıyorlar. Ben en çok Kız

Kulesi'ne uçarken güzelim

bilmiyorlar. Üsküdar sahilde

bir gece vakti titreyerek çıkardığım

ses en güzeli ve en

özeli; duymuyorlar. Ben bir

türkü olsam ''Elif dedim, be

dedim aman. Kız ben sana ne

dedim?'' sözlerine yakışırdım.

Neyse şimdi biraz uçayım.

Diğer bir yanım serçe kuşudur

benim. Anadolu'nun

boz toprağında ufacık dünyamın

çalışkan neferiyim. Lüks

içinde yaşamam ben. Kimi

zaman suya, kimi zaman aşa

hasretim. Ama yok, bahçesine

benim için su dolu teneke bırakan

kasketli amcalara haksızlık

etmeyeyim. Çocukluklarına

uçarım onların. Çünkü

içtiğim suyun karşılığında

hayallere daldırtmakla mükellefim.

Çıkar yol bulamazsam

yol gözleyenlerin yaşından içerim.

Uçak görmemiş çocukların

göğünü renklendiririm

çoğu zaman. Renklendiririm

dediğime de bakmayın ala

bula kahverengi bir tenim

vardır benim. Kahverengi;

bozkırın rengi, ağıt yakan

anaların kışlık şalvarlarının

rengi.

Kerpiç evlerin damlarına

konarım ben. Yoksulluğu

ve yoksunluğu dinlerim bacalardan.

Issız ve sıcak yaz

günlerinde ağustos böceğinin

sesinde uyur, uzun servi

ağaçlarında serinlerim.

Tarlada nasır tutmuş eller

gibidir benim bedenim. Olsun,

bir bayram sabahı ben

de güzelleşirim. Bayram

mı? Bayramlarda biçilen

sapanlara ilham olur güzelliğim.

Naçar bir sonum

vardır benim; ya bir taşla

yada bir avcı tüfeğiyle düşerim.

Ölürsem bayram günü

öleyim. Ben bir türküde söz

olsam ''Cahildim dünyanın

rengine kandım'' derim.

-33-


Hüznü senden aldı aklım ey Resul

Şimdi hardan yandı kalbim ey Resul

Derde derman sevda bulsam şimdiden

Gizli dertler bende kalmaz ey Resul

Sen ki doğdun buldu ümmet saadeti

Mutlu sözler yazdı millet ey Resul

Açtı Mevla’m arşı gül zar doğmadan

Şimdi güller yağdı gördüm ey Resul

Geldi Cibril yardı göğsün inceden

Doldu sordum nuru kalbin ey Resul

Yandı gönlüm aşka gelsin şimdiden,

Ben de senden aşkı gördüm ey Resul

Zikri kalpten çekti gönlüm durmadan

Hep de Allah derdi kalbim ey Resul

Bak melekler şimdi saf saf inmeden

Gökte ismin duydu âlem ey Resul

Uyu nefsim şimdi kandil yanmadan

Yandı kandil aşkla sönmez ey Resul

Kul Rasim’im bildi aşın Mevla’dan

Beni benden aldı aşkın ey Resul

Naat-ı Muhammedi

Rasim Can LALE

-34-


-35-


Senin Sevgin Bir Ömre Bedel

Fatih GEYVE

Koca çınar 1965’de yeşil-siyah renkleriyle kuruldu. Adını şehre ismini veren Sakarya

Nehri'nden almıştır. Anadolu'da kurulan ilk takımlardan biri olan Sakarya Spor uzun

yıllar Süper Lig'de mücadele etmiş ve çok önemli başarılara imza atmıştır. Aynı zamanda

Türk futboluna da çok önemli isimler katmıştır. Oğuz Çetin, Aykut Kocaman,

Tuncay Şanlı gibi yıldızları yetiştiren Sakarya Spor, geniş alt yapısıyla gelecekte de ülke

futboluna değerler kazandırmaya devam edecektir.

Takımın meşhur taraftar gurubunun adı Tatangalar’dır. Tatanga kelime anlamı olarak

güçlü, korkusuz, kutsal, değerlerine inançlı, haksızlıklara karşı savaşçı ve yaşadığı yere

tamamıyla sahiplenen anlamlarına gelir. Zamanla takımın 12. adamı olan Tatangalar,

bugüne kadar her maç takımla birlikte renk ve heyecan olmuştur. Takımla beraber sevinmiş,

beraber üzülmüştür. Onların hayatları fikstüre endekslidir.

Sakarya Spor'un unutulmaz başarılarının en önemlisi de düşme potasından altı puan

uzak, sıralamada 11. olmasına rağmen Federasyon Kupası'nı müzesine götürmesiydi.

Kuralar çekildiğinde yeşil siyahlı ekibin karşısına ilk olarak Fenerbahçe çıktı. Eyvah

dediler ama asla korkmadılar. Uzun yıllar kalesinde beş gol birden görmeyen Fenerbahçe,

rüzgar gibi Sakarya Spor karşısında kalesinde beş gol görmenin şaşkınlığını

yaşadı. Bitti mi? Asla. 21 yıldır kupada bir maçta en fazla 3 gol yiyen Beşiktaş’a, Tatangalar

attığı 4 golle bozguna uğrattı. Şehrin takımı kupaya adım adım ilerledi. İnanmış

bir takımın önüne ne geçebilir ki ? Hiçbir şey. Yılmadan, usanmadan önlerine çıkan

tüm zorlu rakiplere karşı futbol çerçevesi içinde savaşarak, mücadele ederek başarıya

ulaştı. Beşiktaş Teknik Direktörü Gordon Milne yaptığı açıklamada “Onlar bize 4 gol

attıysa, biz de onlara 5 gol atarız” demişti. Bilmiyordu ki karşısındaki takım gücünü

her maçta stadı hınca hınç dolduran, bir saniye dahi oturmayan, maçı bizzat yaşayan

Tatangalar’dan aldığını. Tatangalar unutmaz… Unutmadı da. Rövanş maçında Beşiktaş

kendi evinde 1-0 mağlup oldu. Yarı finalde Zonguldak Spor’a 5 gol atarak ve finalde

de Samsun Spor engelini aşarak yeşil siyahlı Tatangalar kupanın sahibi oldu.

Şu an ikinci ligde mücadele eden Sakarya Spor şampiyon, Sarıyer ve Samsun Spor gibi

rakiplerle şampiyon olma yolunda mücadele ediyor. Maddi açıdan sıkıntılar yaşayan

koca çınarın bir an önce olması gereken yere Süper Lig’e döneceğine inanıyor ve diyoruz

ki efsane dönecek esecek senelerce...

-36-


-37-


Haberci

Muhammed Talha DURALI

Yokluğun; bedenimde mısra etkisi

Hayalin; gecelerimde rüya seramonisi

Varlığın; hayatımda yaşam belirtisi

Değmedi hiç gözüm gözüne

Bırakmadım hiç elini

Her gelişin, habercisiyken bir gidişin

Her gidişin kıvılcımıydı bu ateşin

Her uzvun bir harf

Ve bense dil

Sen bir kelimesin sözlüğümde

Saf anlam yalnızca anlam yüklü

Her adımın bir harf

Ve bense defter

Sen bir şiirsin benim defterimde

Saf duygu, yalnız duygu yüklü

-38-

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!