03.12.2017 Views

baskı için sardes aralık

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

İÇİNDEKİLER<br />

Oğuz ATAY ............................................................................................................................................ 3<br />

Oğuz ATAY Satırları Arasında: ................................................................................................................. 5<br />

Tutunamayanlar ................................................................................................................................. 5<br />

Tehlikeli Oyunlar ............................................................................................................................... 7<br />

Oyunlarla Yaşayanlar .......................................................................................................................... 8<br />

Korkuyu Beklerken ............................................................................................................................ 9<br />

Bir Bilim Adamının Romanı ............................................................................................................... 10<br />

Günlük .............................................................................................................................................. 11<br />

Eylembilim ........................................................................................................................................ 11<br />

Damla Ç. ÇİMENCİ ................................................................................................................................. 12<br />

YOLCU - Adnan ERCAN .......................................................................................................................... 13<br />

KIZ YAZANLAR - Raffi (Hagop Melik Hagopyan)..................................................................................... 14<br />

YAĞMUR OL DUYGULARIMA - Ahmet GÜLER ....................................................................................... 18<br />

Türk sinemasının "koca çınarı" Ömer Lütfi Akad ................................................................................... 19<br />

'IŞIKLA KARANLIK ARASINDA' - Ömer Lütfü AKAD ................................................................................. 20<br />

ÇIKMAZ SOKAK - Yusuf Ali RIZA ............................................................................................................. 24<br />

ANADOLU TANRILARINDAN TARKHUN - Melek ALKA ........................................................................... 25<br />

Şebnem SÖZERLİ .................................................................................................................................... 27<br />

ANNE - Hatice DEĞİRMENCİ DİRGEN .................................................................................................... 28<br />

YARI YARIYA’ dan - Hakan DİRGEN ........................................................................................................ 28<br />

SARDES (SART) VE LİDYA İSMİNİN KÖKENİ - Hakan DİRGEN ................................................................. 29<br />

AZ ÖTEDE DUR - Alper KILINÇ ................................................................................................................ 31<br />

6. AŞIK PAŞA ŞİİR ŞÖLENİ VE KIRŞEHİR İZLENİMLERİ - Alim YAVUZ ....................................................... 32<br />

GÖRMEK SENİ - Samet ALICI .................................................................................................................. 36<br />

IŞIK VE RENK, ŞİİRSEL BİR İFADE, ve ZEKİ SERBEST ................................................................................ 37<br />

Silmeyecek misin Gözlerimin Yaşını - Ayhan Yılmaz URLUDAĞ ................................................ 41<br />

TİYATRO SANATININ DOĞDUĞU TOPRAKLAR - Yrd. Doç. Dr. Rasim AŞIN ............................................ 42<br />

KIZIM - Ayşe YİĞİT ................................................................................................................................. 47<br />

İKİ ŞAİR İKİ FİKİR ADAMI VE BİR TÜRKİYE FOTOĞRAFI - Hasan ULAŞ .................................................... 48<br />

1


AŞKIN DİLİ GEÇİŞ ZAMANI - Fatma DUMAN SARIGEDİK ........................................................................ 54<br />

ATATÜRK’ÜN ÇANAKKALE SAVAŞINA GELMESİ NEDEN VE KİM TARAFINDAN ENGELLENMEK İSTENDİ? -<br />

Mehmet ŞAHİN ...................................................................................................................................... 55<br />

DUMANLI DAĞIN ÇUCUKLARI - Recep METİN ....................................................................................... 56<br />

Hüseyin AŞAN ........................................................................................................................................ 57<br />

ESKİ ESER BİLİNCİ EKSİKLİĞİ: SARDES ÖRNEĞİ - Fuat UÇAR .................................................................. 58<br />

GİT YA DA GİT - Muhlis COŞKUN ........................................................................................................... 60<br />

ŞAİR, YAZAR ve SOSYAL HİZMET MERKEZ MÜDÜRÜ ALİM YAVUZ - Gülgün YALVAÇ ........................... 61<br />

2


‘Boş yere mağ aramdan çıkarma beni.’<br />

Oğuz ATAY<br />

(12 Ekim 1934 İNEBOLU – 13 Aralık 1977 İSTANBUL)<br />

12 Ekim 1934’te Kastamonu’nun İnebolu ilçesinde doğan sanatçı, ortaöğrenimini 1951’de<br />

Ankara Maarif Kolejinde tamamlamış, 1957’de İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat<br />

Fakültesini bitirmiştir. 1960’ta İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi İnşaat<br />

Bölümü’nde, bugünkü adıyla Yıldız Teknik Üniversitesinde öğretim görevlisi olmuştur.<br />

Doçentliğe kadar yükselen sanatçı mesleki bir kitap da yayınlamıştır. Beyninde çıkan bir<br />

tümör nedeniyle bir süre Londra’da tedavi görmüş ama sağlığına kavuşamamış olan Oğuz<br />

Atay, 13 Aralık 1977’de İstanbul’da yaşamını yitirmiştir.<br />

Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biri olan Tutunamayanlar, eleştirmen Berna Moran<br />

tarafından, “hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı” olarak<br />

3


nitelendirilmiştir. Moran’a göre Tutunamayanlar’daki edebi yetkinlik, Türk romanını çağdaş<br />

roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır.<br />

Atay’ın büyük etki yaratan eseri Tutunamayanlar’ı 1973′te yayınladığı Tehlikeli<br />

Oyunlar adlı ikinci romanı izlemiştir. Hikâyelerini Korkuyu Beklerken başlığı altında<br />

toplayan Atay, 1911-1967 yılları arasında yaşamış Prof. Mustafa İnan’ın hayatı konu eden Bir<br />

Bilim Adamının Romanı‘nı 1975 yılında yayımlamıştır. 1973 yılında yayımlanan Oyunlarla<br />

Yaşayanlar adlı oyunu Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenmiştir.<br />

Öldükten sonra 1987′de Günlük, 1998′de ise Eylembilim adlı kitapları yayımlanmıştır.<br />

Sağlığında hiçbir kitabı ikinci <strong>baskı</strong> bile yapamayan Atay’ın kitapları ölümünden sonra büyük<br />

ilgi gördü ve defalarca basıldı. Yıldız Ecevit’in hazırladığı Oğuz Atay biyografisi Ben<br />

Buradayım… 2005 yılında yayınlandı. Türk edebiyatında yazdığı Tutunamayanlar ile postmodern<br />

tarzda eser veren ilk yazar Oğuz Atay’dır.<br />

Oğuz Atay, özellikle Tutunamayanlar romanında, modern şehir yaşamı <strong>için</strong>de bireyin<br />

yaşadığı yalnızlığı, toplumdan kopuşları ve toplumsal ahlaka,kalıplaşmış düşüncelere<br />

yabancılaşan, tutunamayan bireylerin iç dünyasını anlatır. Yapıtları eleştiri, mizah ve ironi<br />

barındırır.<br />

fotoğraf: Hüseyin AŞAN<br />

4


Oğuz ATAY Satırları Arasında:<br />

Tutunamayanlar<br />

‘…cennet muhallebiden duvarlar demek değildir sayın yetkili cennet insanların birbirlerini<br />

dinlemeleri demektir, birbirlerine aldırmaları, birbirlerinin farkında olmaları demektir…’<br />

‘Herkes birikmiş bizi seyrediyor. Dağılın! Kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruz. Kapı<br />

kapı dolaşıp dileniyoruz. Son kapıya geldik. İnsaf sahiplerine sesleniyoruz. Ey insaf<br />

sahipleri! Ben ve Olric sizleri sarsmaya geldik.’<br />

‘Kelimelerden önce de yalnızlık vardı kelimeden sonra da var olmaya devam etti<br />

yalnızlık… Kelimenin bittiği yerden başladı. Kelimeler yalnızlığı unutturdu ve<br />

yalnızlık kelimeyle birlikte yaşadı insanın <strong>için</strong>de. Kelimeler, yalnızlığı anlattı ve<br />

yalnızlığın <strong>için</strong>de eriyip kayboldu. Yalnız kelimeler acıyı dindirdi ve kelimeler<br />

insanın aklına geldikçe yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu.’<br />

‘Biz ihaneti çocukken öğrendik Olric!<br />

Nasıl yani efendimiz?<br />

O, kimseye vermediğimiz oyuncağın, yenisi geldiğinde bir köşeye fırlatarak !’<br />

‘Çok şey vardı anlatılacak. O yüzden sustum.Birini söylesem diğeri yarım kalacaktı.Sen<br />

duydun mu sustuklarımı?’<br />

‘Kendime yeni bir önsöz yazmak istiyorum. Yeni bir dil yaratmak istiyorum. Beni<br />

kendime anlatacak bir dil.’<br />

‘Daha kaç kez ıskalayacağız hayatı Olric?<br />

- Oklarımız bitene kadar efendimiz.’<br />

‘Demek ki yolda durmak mümkün olmuyordu;böyle bir hürriyet yoktu.Sadece<br />

sürüklenme,kalabalığın arasına kapılma hürriyeti vardı.’<br />

5


‘Şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek <strong>için</strong>, on bin kitap okumuş olmayı isterdim.’<br />

‘Başkalarının yaptıklarını silmeye çalıştım: mürekkeple yazmışlar oysa. Ben kurşun<br />

kalem silgisiydim. Azaldığımla kaldım.’<br />

‘Alışkanlıklarımı, özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna. Tedirgin etme beni.<br />

Bu sefer geride bir şey bırakmadım. Tasımı tarağımı topladım geldim. Neyim var neyim<br />

yoksa ortaya döktüm. Beni bırakırsan sudan çıkmış balığa dönerim. Bir kere çavuş olduktan<br />

sonra bir daha amelelik yapamayan zavallı köylüye dönerim. Beni uyandır.’<br />

‘Kelimenin bittiği yerde başladı; kelime söylenemeden önce başladı.. Kelimeler,<br />

yalnızlığı unutturdu ve yalnızlık, kelimeyle birlikte yaşadı insanın <strong>için</strong>de.. Kelimeler,<br />

yalnızlığı anlattı ve yalnızlığın <strong>için</strong>de eriyip kayboldu.. Yalnız kelimeler acıyı dindirdi ve<br />

kelimeler insanın aklına geldikçe, yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu.’<br />

‘Sen acıyı biriktirmeyi seversin Olric. Sen biriktirmeyi seversin.’<br />

‘Çok yükseğe çıkamam; bende yükseklik korkusu var. Kimseyi yarı yolda bırakamam;<br />

bende ‘alçaklık’ korkusu var.’<br />

‘Hayatta silgim hep kalemimden önce bitti. Çünkü kendi doğrularımı yazacağım yere, tuttum<br />

başkalarının yanlışlarını sildim. Beklenen hep geç geliyor; geldiği zaman da insan başka<br />

yerlerde oluyor. Kimseye göstermem üzüntümü. Gündüz gülerim, geceleri yalnız ağlarım.’<br />

‘Sevmek zor geliyor. Alışmamışım yoruluyorum. Her an sevdiğimi düşünemiyorum.<br />

Bazen atlıyorum. Boşluklar oluyor. Bunları boş sözlerle doldurmaya çalışıyorum.’<br />

‘Hayatım ciddiye alınmasını istediğim bir oyundu.’<br />

‘Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç<br />

yaşamadım.’<br />

‘Bana acımayın. Ben kötüyüm; sizlere karşı kötü duygular besledim içimden.<br />

Beceriksizliğimden uygulayamadım kötü düşüncelerimi.’<br />

‘Ben bir noktaysam… odanın ortasında durdu. Şu anda odanın köşegenlerinin kesim<br />

noktasında bulunuyorum. Bütün köşelere sesleniyorum: <strong>için</strong>izden birinde kalmış bir<br />

tutunamayan var mı?’<br />

6


Tehlikeli Oyunlar<br />

‘Beni anlamalısın. Çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni<br />

okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum.’<br />

‘Bazı insanların, bazı şeylere hiç hakları yoktu: ne var ki, insanlar da en çok, bu hiç<br />

hakları olmayan şeyleri yapıyorlardı. Bu ülkede çocuklara yer yok. Başka ülkelerde<br />

varmış, her tarafı yeşil ülkelerde. Biz, büyük bir sabırsızlıkla çocukların büyümelerini<br />

bekliyoruz. Onların kafalarına vuruyoruz, adam olmaları <strong>için</strong>. Seniyezitseni olarak<br />

görüyoruz onları. Kafalarını tıraş ediyoruz çabuk büyüsünler diye. Benim içimdeki<br />

çocuk büyümedi. (Yirmi üç Nisan'da onu da bir saatlik başbakan yapsalardı belki<br />

büyürdü. Hayır, büyümezdi.) Yıllardır taşıyorum içimdeki çocuğu; yaşamadığı <strong>için</strong><br />

büyümedi hiç, amcası.’<br />

‘İnsanlık öldü. Belki de hiç yaşamamıştı. Belki de benim insanlığım diye bir şey yoktu.<br />

Ben hücremde yanlış hayallere sürüklenmiştim. Korkaklığımı insanlık sanmıştım.<br />

Yalnızlığı insanlık saymıştım.’<br />

‘Her biri kendi kafasındaki dünyayı yaşadığı halde, hep birlikte oldukları <strong>için</strong>, aynı<br />

nedenle duygulandıklarını, aynı şeylere güldüklerini sanıyorlardı.’<br />

‘Kafam cam kırıklarıyla dolu doktor.Bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim<br />

acıyor anlıyor musun?’<br />

‘Biliyorum." dedi Bilge "Seni olduğun gibi görmek istiyorum" "-Oysa ben, istediğim<br />

gibi görülmek isterim.’<br />

‘Beklenen geç geliyor; geldiği sırada insan başka yerlerde oluyor.’<br />

‘Bu ülkede çocuklara yer yok. Başka ülkelerde varmış, her tarafı yeşil ülkelerde. Biz,<br />

büyük bir sabırsızlıkla çocukların büyümelerini bekliyoruz. Onların kafalarına<br />

vuruyoruz, adam olmaları <strong>için</strong>. Seniyezitseni olarak görüyoruz onları. Kafalarını tıraş<br />

ediyoruz çabuk büyüsünler diye. Benim içimdeki çocuk büyümedi. (Yirmi üç Nisan'da<br />

onu da bir saatlik başbakan yapsalardı belki büyürdü. Hayır, büyümezdi.) Yıllardır<br />

taşıyorum içimdeki çocuğu; yaşamadığı <strong>için</strong> büyümedi hiç, amcası.’<br />

7


Oyunlarla Yaşayanlar<br />

‘Ey zavallı milletim dinle! Şu anda, hepimiz burada seni kurtarmak <strong>için</strong> toplanmış<br />

bulunuyoruz. Çünkü ey milletim, senin hakkında, az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler<br />

dolaşıyor. Ey sevgili milletim! Neden böyle yapıyorsun? Neden az gelişiyorsun? N<strong>için</strong> bizden<br />

geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın <strong>için</strong> hiç utanmıyor musun? Hiç<br />

düşünmüyor musun ki, sen neden geri kalıyorsun diye durmadan düşünmek yüzünden, biz de<br />

istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu milletin hali ne olacak diye hayatı kendimize zehir<br />

ediyoruz. Fakir fukaranın hayatını anlatan zengin yazarlarımıza gece kulüplerinde içtikleri<br />

viskileri zehir oluyor. Zengin takımının hayatını gözlerimizin önüne sermeye çalışan<br />

meteliksiz yazarlarımız da aslında şu fakir milleti düşündükleri <strong>için</strong>, küçük meyhanelerinde<br />

ağız tadıyla içemiyorlar. Ey şu fakir milletim! Aslında seni anlatmıyoruz. Sefil ruhlarımızın<br />

korkak karanlığını anlatıyoruz. İşte onun <strong>için</strong> sana yanaşamıyoruz. Senin yanında bir sığıntı<br />

gibi yaşıyoruz. Hiç utanmıyor muyuz? Hiç utanmıyoruz.’<br />

‘Ben de ölümcül bir hastalığa tutulsam dedim, bu hastalığa tutulduğumu bilsem dedim,<br />

bu ölümcül hastalık yüzünden her şey birden önemini kaybetse dedim, korkularımdan<br />

bile kurtulsam dedim... ve artık her şey bana vız gelse dedim.’<br />

‘Önce şiirden anlamı kaldırdılar, sonra müzikte melodiyi öldürdüler...Sanatı öldürdüler!’<br />

‘Önceleri çok korkuyormuş oyun yazmaktan. Tanıdıklarını ele vermekten<br />

korkuyormuş. İlk yazdıklarını okumuştu bana; "Asıl sen kendini ele vermekten<br />

korkuyorsun." dedim ona. Çok telaşlandı.’<br />

‘İnsanlar arasındaki engelleri kaldıralım, bütün oyunları birlikte oynayalım, birlikte<br />

seyredelim, kendimize isimler vermeyelim, yaptığımız işlerle varolalım, bunun dışında kalan<br />

bütün sahte unvanları, kurumları, insanın kendini üstün bir şey sanmasına yol açan düzenleri<br />

yok sayalım...’<br />

‘' Oyunlar' dedi, ' Oğlum Hikmet, gerçeğin en güzel yorumlarıdır.’<br />

‘Anlamıyorum. Oyun nerede bitiyor, hayat nerede başlıyor, hiç anlamıyorum...Ölümün bize<br />

bu kadar yaklaşmasına neden izin veriyoruz anlamıyorum.’<br />

8


Korkuyu Beklerken<br />

‘Ben yoktum; hatta ben yokum, olmadım diyemeyecek bir yerdeydim; kelimeler bile yan<br />

yana gelerek beni tanımlamak istemezlerdi. Ne olurdu benim de kelimelerim olsaydı; bana ait<br />

bir cümle, bir düşünce olsaydı. Binlerce yıldır söylenen milyonlarca sözden hiç olmazsa biri,<br />

beni <strong>için</strong>e alsaydı!’<br />

‘Bir gün trenle bir gecekondu mahallesinin önünden geçerken, bahçelerin çokluğunu,<br />

insanların ağaçlar ve çiçekler yetiştirdiğini şöyle bir görmüştüm; pencerelerin denizlikleri,<br />

saksıların ağırlığından eğilmişti. Dünya, benim gibi insanlarla dolu mahallelerden meydana<br />

gelseydi, bir beton çölüne dönerdi. İnsanlığın ve insansızlığın yüz karasıydım.’<br />

‘Ben, yalnızlığı istemekle suçlanıp yalnızlığa mahkum edildim. Bana bir gün de küçük<br />

bir saksı getirdi: İçinde ufak tefek, silik bir yeşillik vardı. Korkarak uzattım elimi.<br />

Korkma ısırmaz, dedi. Yok ondan değil; ya bakamazsam? Sorumluluk bu. Ben bu<br />

yüzden evlenmedim; çocuklarıma bakamam diye korktum.’<br />

‘Başlayıp da yarım bıraktığım bir sürü teşebbüs, evin her tarafına dağılmıştı.’<br />

‘Mesele, bir şeyleri, sıcak bir çorbanın kokusunu duyar gibi hissedebilmekti. Bense<br />

bunu hiç becerememiştim. Ne tabiatı, ne insanları, ne de olup bitenleri hiç sevmemiştim;<br />

kendimi bile, kendi yaptıklarımı bile.’<br />

‘İnsanlara kızmaya başladım. Kimsenin doğru dürüst okuduğu yoktu. Doğru dürüst<br />

hissetmesini bile beceremiyorlardı.’<br />

‘Yalnız yaşayan insanların, kendi içlerinde başlayan ve biten eğlenceleri vardır.’<br />

‘Sanki bazı şeyler nasıl anlatılırsa anlatılsın, insan yakınlık duymasa da anlar.’<br />

9


Bir Bilim Adamının Romanı<br />

‘Iyi yaşamak <strong>için</strong> neler yapmalı? Bunu bile öğretebiliriz insanlara. Çünkü iyi yaşamak da<br />

'bilgi'ye dayanır. Bunu da göstermeliyim sizlere. Çünkü ülkemizin insanları daha yaşamanın<br />

acemisidir. Onlara insan gibi yaşamak öğretilmemiştir henüz. Nasıl yaşamak gerektiği de<br />

sezdirmeden öğretilebilir onlara. Hayatın yaşamaya değer olduğu öğretilebilir. Güzel<br />

sanatların da, edebiyatın da 'büyük ve güzel şeylerin' de var olduğunu öğrenmeli insanlarımız.<br />

‘Ah bu ayrıntıların önemini bir anlayabilsek. İnsanların iç dünyasına ancak ayrıntıları<br />

bilerek girebileceğimizi bir öğrenebilsek. Canım bu kadar şeyi de bilmeye ne gerek var?<br />

diyerek hemen yorulmasak.’<br />

‘Aklın yanına hikmet dediğimiz yüksek bilgi kabiliyetine de yer vermek lazımdır. Hikmet, bu<br />

alemin olaylarına, onun üstüne çıkarak mütevazı bir şekilde bakmak, aralarındaki iç ahengi<br />

sezmek, aşk ile realitenin derinliğine nüfuz etmektir.’<br />

‘Durmadan satın almaktan, yani elde etmekten, yani biriktirmekten ve satın<br />

alınabilecek şeylerden söz eden ruhsuz bir kalabalık sarıyor çevremizi.’<br />

‘Bilmem neden böyle insanlardan söz etmezler okulda? Çocukları Büyük İskender ya da<br />

Napolyon olmaya özendireceklerine, neden onlara Gauss'tan, Paskaldan bir şeyler<br />

anlatmazlar.’<br />

‘Başarısızlıklarını bozuk düzenin sırtına yüklemen belki seni ferahlatır, fakat<br />

kurtarmaz.’<br />

Meselelere yukardan bakmayı bildikten sonra dünya gibi gezegenler insana çok küçük<br />

görünür.Newton da 'Başkalarından daha ilerisini görebiliyorsam, bunu, devlerin sırtına<br />

çıkmama borçluyum.' demiştir. Evet, Newton adlı dev bile başarıya ulaşmak <strong>için</strong> Descartes,<br />

Kepler ve Galile gibi devlerin sırtına çıkmak zorunda kalmıştır.<br />

‘Bazı insanlara, yani öğrenmek istemeyenlere, bir yerden sonra yardım<br />

edilemez.Böylelerine bazen ben bile çaresiz kalırdım,onları ben bile<br />

kurtaramazdım.Böyle bozuk seslilere karşı en iyi çare, onları sesleriyle<br />

başbaşabırakmaktır.Bırakın kötü sesleri yalnız kendileri dinlesinler.!<br />

10


Günlük<br />

‘Ben buradayım sevgili okur, sen nerdesin?’<br />

‘ İlerici-gerici her türlü akımların tekellerini ellerinde tutan bir küçük yarı-aydın çetesi,<br />

yıllardır kendisini yenileme gereği duymadığı <strong>için</strong>, bugün artık yerini kaybetmemek <strong>için</strong><br />

ancak bezirgan oyunlarıyla ayakta durmaya çalışmaktadır.’<br />

‘… kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare<br />

kalmıyor. canım insanlar! sonunda, bana, bunu da yaptınız.’<br />

Eylembilim<br />

‘Her balığın, <strong>için</strong>de yüzeceği, ayrı bir denizi vardı.‘<br />

‘Eve uğramalıyım. Karım gibi çocuklar gibi gerçek şeylere dokunmalıyım.’<br />

‘Hadi ordan yalancı; acemi şair! Gurbete çıkışının tek nedeni, sefaletten kurtulma<br />

içgüdüsüdür.’<br />

‘Neden bazı insanlar, bazı şeyleri hiç bilmiyorlar? Duysalar, dinleseler, hatta<br />

karşılarında görseler bile bilmiyorlar.’<br />

‘İnsanların gözlerine bakamamak samimiyetsizlikse bende ondan çok vardı.’<br />

‘İnsan... insan... kim bu insan ?’<br />

11


Damla Ç. Çİ MENCİ<br />

12


YOLCU<br />

Adnan ERCAN<br />

Sena uyanayım derken<br />

Güneş tayfındaki bütün renklere boyadı<br />

Seni...<br />

Adını...<br />

Ağzındaki sözünü.<br />

Sözüne kuşlar kondu.<br />

Nefesinden içtiler<br />

Değmeden dudaklarına<br />

Doymadılar.<br />

Baktığın yere izlerini bıraktılar<br />

Kaldı yelleri...<br />

Yolcu!<br />

Çektiğin, duygularının cefası.<br />

Ruhunun rengini gizler gibi sakınıyorsun sözlerini.<br />

Bekle dur!<br />

Yorulmadın mı hasretini taşımaktan.<br />

Aradığın sensin!<br />

13


KİZ YAZANLAR1<br />

Raffi 2 (Hagop Melik Hagopyan)<br />

I<br />

Çeviri: İbrahim Çağlar<br />

On dokuzuncu asrın ortalarında bir Eylül sonuydu.<br />

İran’da Ermenilerin yerleşik olduğu kazaların birinde S… köyü sonbahar etkisinden uzak<br />

muhteşemliğiyle güzel bir manzara resmini gözler önüne seriyordu. Yeni ekilmiş tarlalarda<br />

çimlenen buğday, yeşil bir kadife halı gibiydi. Bahçelerde tazeliklerini kaybeden ağaç<br />

yaprakları bakır rengini almıştı. Üzüm asmaları ise hâlâ sık yapraklı dallarıyla ve olgunlaşmış<br />

salkımlarıyla resim veriyordu. Akşam günbatımı güneş; ağaçların üzerinde safran rengi<br />

yansımalarını bırakırken aynı dakikalarda, çocuk yaşta genç bir kızın tek başına çalıştığı<br />

küçük dükkanın bulunduğu bahçenin birinde ayrı bir büyüleyici görüntü meydana getirmişti.<br />

O genç kız bir orman perisine benziyordu. Eğer orada kendisiyle Apollon karşılaşsaydı<br />

güzelliğine kapılmadan edemezdi.<br />

O, kendi dükkanının önünde kurutulmuş olan kayısı, şeftali, armut ve erik kurularını ayrı ayrı<br />

torbaların <strong>için</strong>e özenle dolduruyordu. O an “ben bunlardan ona kışlık gönderirim…” diye<br />

düşünürken, tertemiz kalbi çok tatlı duygularla dolmuştu.<br />

Güneş dağların doruklarında son ışıklarını toplayarak kayboldu. Karanlık giderek ağırlaşmaya<br />

başladı. Genç kız birlikte eve gideceği ağabeyini bekliyordu. Birden çalıların arasından<br />

kendine doğru yaklaşmakta olan bir hışırtı duydu.<br />

“Melkom?” diye ağabeyinin adını seslendi.<br />

“Benim.” diye başka bir ses cevap verdi ve karaltıların arasından bir genç belirdi.<br />

Gerçi gelen ağabeyi değildi ama çok iyi bildiği o sesi duyunca genç kızın yüreği hızla<br />

çarpmaya başladı. Bıyıkları yeni terlemeye başlayan o delikanlı karanlığın arasında parıldayan<br />

silahlarıyla bir dev görüntüsü veriyordu.<br />

“Sen misin Tomas? Ne oldu da böyle silahlanmışsın?” diye genç kız sordu.<br />

“Çabuk ol Nazani! Konuşacak zaman değil! Çabuk, gidelim, kaçalım! Senin <strong>için</strong> büyük bir<br />

tehlike yaklaşmakta.”<br />

Kızcağızın yüreği titremeye başladı.<br />

Şaşırmış şekilde “Ne tehlikesi?” diye sordu.<br />

1 İran Şahı Ağa Muhammet Han (1742-1797) döneminde başlayıp uzun süre devam eden ve Nasrettin Şah<br />

(1831-1896) zamanında sona eren adete göre valiler Şahı ziyaret edecekleri zaman çeşitli hediyelerle birlikte<br />

güzel kızlar da götürürlerdi. Valilerin görevlendirdikleri hadımlar şehir şehir, köy köy gezerek değişik millet ve<br />

dinlerden güzel kızları Şaha hediye edilmek üzere zorla götürürlerdi. Bu görevli hadımlara kız yazan denirdi.<br />

2 Hagop Melik Hagopyan (1835-1888) Raffi takma adıyla bilinen Ermeni yazar.<br />

14


“Yarın Han’ın kız yazıcıları Şah’a götürmek <strong>için</strong> güzel kızlar seçmeye bizim köye gelecekler.<br />

Eğer seni görürlerse ben ebediyen seni kaybederim.”<br />

“Vah benim başıma gelen!” diyen kızcağız bayıldı ve genç adamın kucağına düştü.<br />

“Çabuk ol Nazani! Zaman bizim <strong>için</strong> çok kıymetli. Çabuk ol, gidelim! Bahçenin kapısında<br />

bizi iki at bekliyor. Atlara binip bu diyardan kaçalım.”<br />

Genç kız ne karar vereceğini bilmiyordu.<br />

“Nereye kaçacağız?” diye sordu.<br />

“Uzakta, dağda dayımın çobanlarının bırakmış oldukları çadırlar var. Gecenin karanlığı bize<br />

yardımcı olacak ve sabaha kadar seni oraya götüreceğim. Sonrasında sen kurtulmuş<br />

olacaksın.”<br />

Ay gece lambası gibi yandı. Bahçenin ağaçları büyülü bir ışıkla parladılar. Genç adamın<br />

solmuş yüzünü fark eden Nazani onun kederli yanaklarına akan gözyaşını gördü.<br />

Delikanlı ona yalvarıyordu.<br />

“Dinle Tomas, eğer birbirimize ait olduğumuzu Allah bizim anlımıza yazmışsa o asla bizi<br />

ayırmaz, kız yazanların gözlerini kör eder ve onlar beni görmezler.”<br />

“Bunlar hayali şeyler Nazani, sen ne diyorsam onu dinle!”<br />

“Tomas, köydeki kızlar ‘Nazani yavuklusuyla kaçtı’ diye gülerek anlattıkları vakit ben<br />

ailemin yüzünü yere düşüremem.”<br />

Bu arada kızın ağabeyi Melkom’un ayak sesleri duyuldu ve kız kardeşiyle konuştuğunu<br />

görmesin diye Tomas çalıların arasından kayboldu.<br />

Tomas, Nazani’nin yavuklusuydu ve nişanlıydılar.<br />

II<br />

Ertesi günün sabahı Nazani’nin annesi Yeğisabet, kız yazıcıların karşısına çıkacak olan kızını<br />

gözyaşları <strong>için</strong>de hazırlıyordu. O, zavallı Nazani’yi beğenilmeyecek şekle sokuyordu. Çiçekli<br />

basmadan ve kumaştan dikilmiş elbiseleri yerine ona eski püskü, yırtık elbiseler giydiriyordu.<br />

Annesinin acımadan kestiği o upuzun saç örgüsü parçalarının Nazani’nin sırtına dökülüşünü<br />

görüp de etkilenmemek elde değildi. Nazani’nin pembe yanaklarıyla oyun oynayan kehribar<br />

siyahı kıvırcık zülüfleri kesilmekteydi. O narin ve körpe yanaklara kara sakız suyu sürülmüş<br />

ve onun yüzü gri-bronz bir renge bürünmüştü. Nazani çirkinleşmişti, güzelliğinden eser<br />

kalmamıştı.<br />

O kahredici görevi yerine getiren annesi kızına baktı ve kederli ruhundan şu sözler taşarak<br />

geldi:<br />

“Neden Allah seni güzel yarattı ki? Neden sen kundağındayken ölmedin ki..?”<br />

Akan gözyaşları sözlerini boğazında düğümledi. O, bu üzücü sözleri bırakarak kızının yüzüne<br />

bakıp iç çekti:<br />

“Ah, sen bu acayip halinle bile güzelsin.”<br />

Fakat genç kızın kalbi sanki taşlaşmıştı. Onun alev gibi yanan gözlerinden tek bir damla<br />

gözyaşı akmıyordu. Lakin bu dehşetli kargaşalık arasında onun saf kalbindeki endişe fark<br />

ediliyordu. O, annesine dönerek şunları söyledi:<br />

“Annem sen dedin ki ben kundaktayken ölseydim daha iyi olurdu. Öyle değil mi?”<br />

15


Yeğisabet üzgün şekilde “Evet! Hiç olmazsa sen bugün insafsızlara kurban olmazdın.” diye<br />

cevap verdi.<br />

“O halde sen bana biraz müsaade et.”<br />

“Neden?”<br />

“Ben hemen bu arzunu gerçekleştireceğim. Çünkü bunu ben de istiyorum.”<br />

“Ne söylüyorsun sen?”<br />

Dehşetli şekilde gözleri parlayan genç kız “işte benim son umudum” diyerek koynunda<br />

sakladığı küçük hançeri çıkardı.<br />

Annesi kızının üzerine atılarak onun elinden hançeri kaptı.<br />

Aniden kapı gürültüyle açıldı ve içeri Han’ın birkaç hizmetçisi ile birlikte köyün muhtarı<br />

girdi.<br />

Muhtar, “köyün tüm kızları toplandı. Nazani’yi geciktirmeyin.” dedi.<br />

Onlar kadersiz kurbanı alnına yazılı olan sunağa doğru götürdüler. Gözleri yaş <strong>için</strong>de<br />

Yeğisabet ise yere çöktü ve dua etmeye başladı.<br />

III<br />

Köyün geniş meydanlarının birinde farklı milletten ve farklı dinden kızlar sıralanmıştılar:<br />

Ermeni, Süryani ve Yahudi… Zavallı kurbanlar kederli ve asık suratlarla öylece duruyordular.<br />

Öyle ki onlardan hiçbiri kendi vaziyetinden memnun değildi.<br />

Kalabalık halk oraya doluşmuştu. Analar ağlamaklı şekilde Azize Meryem’e yalvarıyor,<br />

babalar ise dişlerini gıcırdatarak <strong>için</strong>de bulundukları durumu lanetliyorlardı.<br />

Onlardan biri “böyle gün olmaz olsun!” diyordu.<br />

Diğeri “bu ne biçim hayat? Evimiz, malımız, mülkümüz, hatta ailemiz, hepsi Han’a ait.” diye<br />

konuşuyordu.<br />

“Neden ölmüyoruz ki biz?” diyordu başka bir ses.<br />

Bir diğeri “köleliktir bu” diye tamamladı.<br />

Karşı sokaktan Han’ın Hadımağası ve hizmetçilerinin gözükmesi ile birlikte herkes sustu.<br />

Hadımağa’nın yanında uzun boylu, uzun sakallı ve heybetli görüntüsüyle bir adam geliyordu<br />

ki bu adam Ermenilerin melikiydi.<br />

Melik, Hadımağa’ya “beyhude yere uğraşıyorsunuz ağa. Ermeniler arasında Şah’a hediye<br />

götürmeye değer güzel kızın çıktığı nerde görülmüş?” diyordu.<br />

Karşılık olarak Hadımağa “aksine, bu köyün güzelleri her yerde dillere destandır.” diye cevap<br />

verdi.<br />

“Yemin ederim ki bu yanlıştır.”<br />

“Anlarız şimdi…”<br />

Ne dese onu ikna edemediğini gören Melik, Hadımağa’nın kulağına yaklaştı ve bir şeyler<br />

fısıldadı.<br />

Hadımağa “Ben hiçbir şey <strong>için</strong> efendimin emrini yerine getirmezlik edemem.” diye olumsuz<br />

cevap verince Melik ümidini kaybetti.<br />

16


Onlar zavallı kızlara doğru yaklaştılar. Hadımağa dizilmiş kızların önünden geçerek onların<br />

güzelliklerini teker teker incelemeye başladı.<br />

O, kızların <strong>için</strong>den yalnız iki tanesinde karar kıldı. Biri Yahudi, diğeri ise Ermeniydi. O<br />

Ermeni, Nazani’den başkası değildi.<br />

Bu sırada kalabalığın arasındaki kadınlardan birinin kalbi dayanamadı ve yere yığıldı. O<br />

kadın Nazani’nin annesi Yeğisabet’ti.<br />

Seçilen kızları Han’ın sarayına doğru götürmeye hazırlandıkları sırada, silahlanmış dört genç<br />

adam at üzerinde bir kartal hızıyla aniden çıkageldiler. Kürt giysileri giymiş ve yüzlerine<br />

mendil bağlamış olan bu adamlar kız yazanların üzerine saldırdılar. Han’ın hizmetlilerinin<br />

karşı koymalarıyla kılıçlar havada parladı. İranlıların yere serilmelerinden sonra bu genç<br />

adamların birkaçı Nazani’yi aldıkları gibi dağlara doğru kaybolup gittiler.<br />

Çok geçmemişti ki Han öfkesini S… köyünün üzerine kustu. Zavallı köylülerin evleri ateşe<br />

verildi ve köy dumanlar <strong>için</strong>de yitip gitti.<br />

◊◊◊<br />

Bir ay sonra Türkiye’nin Mukus diyarı (Van-Bahçesaray) köylerinden birinin kilisesinde bir<br />

nikah töreni vardı. Damadın adı Tomas, gelinin adı Nazani’ydi. Damadın sağdıçı onun yakın<br />

dostu Sargis’ti. Ayrıca bu mutlu düğün töreninde gelinin cesur yürekli ağabeyi Melkom da<br />

bulunuyordu.<br />

RAFFİ (Hagop Melik Hagopyan (1835-1888))<br />

17


YAĞ MUR OL DUYĞULARİMA<br />

Ahmet GÜLER<br />

Akıp giden<br />

bir zaman Tüneli<br />

gizlenen duygularım<br />

Bazen<br />

kendimi tanımakta zorlanırken<br />

Bazen<br />

kendi sesime yabancı olurum<br />

Bazen<br />

Fırtınalı bir günün Ardından<br />

yağmur olur dökerim<br />

Kimi kışta<br />

tek başına bir kardelen<br />

Kimi baharı yaşayan hercai<br />

Kimi<br />

Hüzünlü bir şarkıda<br />

gecenin matemi<br />

Kimi<br />

Küstüm çiçeği olurum kırılgan!<br />

Zamanın<br />

Tüketemediği yalnızlıklarım olur<br />

Islanır yanağım hüzün yağmurlarında<br />

Bazen<br />

İlgi bekler duygularım yeşermeye<br />

başlar<br />

Bir bahar sürgünü gibi<br />

Filizlenir sevgilerim üreyip çoğalır<br />

Ve sonra<br />

Islanmak ister arzularım<br />

yağmuru bekler<br />

İçimde esen meçhul bir rüzgârın<br />

dinmesini beklemeden çıkıp<br />

geliver<br />

Bir damla yağmur ol duygularıma<br />

düşüver yeter...<br />

18


Tü rk sinemasının "koca çınarı" O mer<br />

Lü tfi Akad<br />

Ömer Lütfi Akad, Türk sinemasının ilk ustalarından biriydi. Akad, 95 yıllık ömrüne pek çok<br />

unutulmaz film sığdırdı.<br />

1948 yılında Vurun Kahpeye ile başladığı yönetmenliğini halk masalları uyarlamalarıyla<br />

sürdürdü, polisiye filmleriyle sinema dilini geliştirdi.<br />

Kendinden önceki sinemacılardan farklı olarak sinema tekniği ve diline yeni bir anlayış<br />

getirdi.<br />

Belgeseller çekti, senaryo yazarlığı yaptı.Işıkla Karanlık Arasında adlı Deneme Biyografisini<br />

yazdı.<br />

Ömer Lütfi Akad Türk sinemasında tiyatro geleneğinden sinema tekniğine geçişi başlatmıştır.<br />

Türk sineması tarihinde ‘Muhsin Ertuğrul’dan sonraki sinemacılar dönemi’ olarak<br />

adlandırılan dönemin kuşkusuz en önemli, en üretken ve en unutulmaz yönetmenlerindendir.<br />

Akad her zaman gerçekçi, güçlü ve kişisel eserler üreterek Türkiye’de sinemanın en büyük<br />

kurucularından birisi olarak görülmeyi kesinle hak etmektedir.<br />

Ödülleri<br />

1967 Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi 2. Dram Filmi Ödülü, 'Hudutların Kanunu'<br />

1968 Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi 2. Film Ödülü, 'Vesikalı Yarim'<br />

1974 Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi Yönetmen, 'Düğün'<br />

19


'İŞİKLA KARANLİK ARASİNDA'<br />

Ömer Lütfü AKAD<br />

Işıkla Karanlık Arasında. ..Bunalımlı günler vardır. İnsan ne yaptığını, nereye gittiğini<br />

bilemez. Öyle günlerden birini yaşıyordum. İki buçuk yıllık askerlikten yeni terhis olmuştum,<br />

bir yerde çalışıyordum ve annem beni evlendirme telaşı <strong>için</strong>deydi.<br />

Lise yıllarında avcılarla dere tepe dolaşmayı çok severdim. Silah kullanmayı sevmezdim,<br />

benimki avdan çok doğada yürümekti. Şimdilerde, İngilizce’den aktarılan "trekking”<br />

dediklerinden... Kimi geceleri bir koyakta, çiçekli süpürge çalıları arasında, ayazda<br />

birbirimize sokularak geçirdiğimiz olurdu. Bu yürüyüşlerden birinde aniden çöken bir bulutun<br />

sisleri arasında yoldaşlarımı kaybettim. Ne yöne gittiğimi bilmeden önümde uzanan bir çığırı<br />

izledim çaresiz. Zaman geçiyor, sisin etkisiyle kararan ortam, dönüş yolunu bilmeyişim, bir<br />

açıklığa çıkma umudumu korkuya dönüştürmek üzereyken tatlı bir esintiyle sis dağılıyor,<br />

kendimi bir tepede yalnız buluyorum. Karşı tepeden bağrışmalar geliyor, yoldaşlarım el<br />

sallayarak yanlarına gitmemi istiyorlar. İki tepe arasında derin sayılabilecek dar bir vadi var,<br />

karşı tepeye tırmanan yamaç dik ve çetin görünüyor.<br />

İşte o gün olduğu gibi, bunalım sisleri arasından çabalayarak çıktığım açıklıkta tanıdık yüzler<br />

görüyorum: Şakir Sırmalı, ilk gençlik yıllarımdan gelen dostum; Temel Karamahmut,<br />

arkadaşlığımız yok ama birbirimizi liseden tanıyoruz; adının Ertuğrul Tokdemir olduğunu<br />

öğrendiğim, Osmanbey caddelerinde sık sık karşılaştığımız, aynı semtin gençlerinden tanıdık<br />

bir yüz... Evet yüzler tanıdıktı ama ortam<br />

yabancıydı. 26 Haziran 1946 gününden söz<br />

ediyorum. Sinemaya bulaş ı l tığım ilk günden,<br />

Sislerden açığa çıktığım o yürüyüş gününde<br />

karşı tepeye ulaşmak <strong>için</strong> yokuş aşağı, vadiye<br />

nasıl uçtum, o çetin duvarı nasıl tırmandım,<br />

araya giren bunca yılın tozu dumanı arasından<br />

ayrıntıları anımsamak, seçmek zor.<br />

Sinema işine girmeyi hiç ama hiç<br />

düşünmemiştim, böyle bir iş de yoktu aslında.<br />

Sinemayı tiyatrocular ek bir iş olarak<br />

yapıyorlardı. Diyeceğim meslek değildi. Aslına<br />

bakılırsa hiç bir zaman da meslek olmamıştır.<br />

Olsa olsa bir tutkudur sinema. Akıllı uslu insan<br />

işi değildir; tutkulu insan işidir.<br />

Esintili günler vardır. İnsanın başını belaya<br />

sokan günler... Durup dururken adamı kanat<br />

20


takıp uçmaya özendirir, Ağrı dağında Nuh’un gemisini aratmaya zorlar. İşte böyle bir gün,<br />

Şakir Sırmalı film çevirmeye koyuluyor. Birden! Ertuğrul Tokdemir adında bir arkadaşıyla<br />

ortaklık kurmuş, anlaşmalar yapmış, oyuncular, görüntü yönetmeni, ışıkçılar, tam takını işe<br />

koyulmuştu. Ben o sıralar Osmanlı Bankası’nda çalışıyordum. Şakir Sırmalı ile mahalle<br />

arkadaşıydık.<br />

Hayal kurmamış insan yoktur. En kendi halinde, pısırık insanların bile alabildiğine zengin,<br />

kendilerine özgü dünyaları vardır; olmadık olayları, kimsenin o güne kadar göze alamadığı<br />

işleri düşlerler. Kim bilir kaç kişi uçakla okyanusu bir solukta geçmeyi yalnızca düşte<br />

yaşamakla yetinmişti zamanında, ama bunlardan biri her şeyi göze alıp, olmayacak gibi görünen<br />

işi olur kılmıştı...<br />

İşte Şakir Sırmalı bu tür insanlardan biriydi. Hepimiz gibi hayal kurmakla yetinmez, bunları<br />

eyleme koyardı. Özel yaşamında, bizi artık şaşırtmayan birçok örneğini görmüştük bu tür<br />

eylemlerinin. Ama bu iş özel yaşamı aşıyordu. Toplumsal bir boyutu vardı. Alışkın olmamıza<br />

rağmen Şakir’in böyle bilişe karışması biz arkadaş çevresini şaşkına çevirmişti. Bu şaş<br />

kınlığın nedenleri vardı elbet. Önce, bugün olduğu gibi bir sinema ortamı yoktu. Yılda ancak<br />

üç, dört film çevriliyordu. Bundan başka Şakir sıradan bir sinema seyircisiydi, yani hepimiz<br />

gibi, haftada ya da on beş günde bir sinemaya gidenlerden... O günlerde ne gazetelerde<br />

sinemayla ilgili yazılar, ne de sinema bilgisi veren kitaplar vardı. Fransa’dan gelen<br />

CalihierdttCtnema ile Yıldız vardı ki o da bir magazin dergisiydi. Stüdyo, laboratuvar, kurgu<br />

gibi sinemanın mutfak işlerinden habersizdik. En fazla fotoğraf ilişkisi ile negatif filmi<br />

biliyorduk, kaldı ki Şakir Sırmalı’nın öyle bir makinesi de yoktu. Şehir Tiyatrosu oyuncuları<br />

ise erişilmez kalelerindeydi bizler <strong>için</strong>, onları ancak sahnelerde görebiliyorduk. Olsa olsa bu<br />

olaydan çok önceleri bize anlattığı bir çocukluk anısı vardı Şakir Sırmalı’nın. Bir gün Şişli<br />

civarında bir yangın haberini alınca babasının ona hediye olarak aldığı küçük kamera ile<br />

sehpasını kaptığı gibi yangın yerine koşmuş, itfaiye arabalarının, Akad'ın Şakır Sırmalı'yla<br />

çalıştığı sıralarda çekilmiş bir fotoğrafı. Karma<br />

karışık hortumların arasına sehpayı dikip,<br />

başında sömürgeci başlığı ile ona buna emirler<br />

yağdırarak film çekmeye kalkışmış, itfaiyeciler<br />

bu gereğinden fazla işgüzar çocuğu çalışma<br />

alanından zorlukla çıkarmışlar. Anlaşılan o gün<br />

yarım kalan işi yıllar sonra tamamlamaya karar<br />

vermiş ve böyle, hiçbir hazırlığı olmadan,<br />

donanımsız ve bilgisiz ama güvenilir bir<br />

sağduyu ile işe girişmişti Şakir Sırmalı. “Onlar<br />

yapı yorsa ben de yaparım,” demiş ve yapmıştı.<br />

Dahası, adı Unutulan Sır olan filmi o yıl “Yerli<br />

Film Yapanlar Cemiyeti”nin düzenlediği “<br />

1947-1948 senesi Türk Filmleri Sanat Mükâfatı<br />

Müsabakası”nda en iyi film seçilmişti.<br />

Ortaklığın yapım sorumluluğunu Temel<br />

Karamahmut yüklenmişti. Aynı lisede<br />

21


okumuştuk onunla, ama aynı sınıflarda olmadığımız <strong>için</strong> bir dostluğumuz yoktu. Orada, adı<br />

“Sema Film” olan ortaklığın yazıhanesinde tanıştık. Anımsamadığım bîr nedenle ayrılmak<br />

istiyordu. Şakir Sırmalı işi sürdürmeyi bana önerdi. Yapacağım işin sinemayla bir ilişkisi yok<br />

görünüyordu. Bir işletme örgüsü kurulacak, hesap kitap işleri görülecekti. Gördüğüm eğitime<br />

yabancı bir tarafı yoktu. İstanbul Yüksek İktisat ve Ticaret Okulu’ndan mezundum. Ama o<br />

sıralar, dediğim gibi, Osmanlı Bankası’nda çalışıyordum. Tutarlı bir işim vardı. İşte sorun da<br />

burada idi. Tutarlı bir işi olmak beni boğuyordu.<br />

Aslında kendimi bildim bileli, özellikle yapmak istediğim bir meslek olmadı. Dönem dönem<br />

bir sürü merakım oldu: Mimarlık, resim, tarih, tiyatro, marangozluk ve daha birçokları...<br />

Kendimi her şeye alabildiğine açık tutmuştum. Çevremde ise birçok insanın, yapısına aykırı<br />

olduğunun bilincinde olmadan rastgele bir mesleğe, işe yapışıp kaldıklarım görüyordum.<br />

Kimi Mülkiye’de okuduğu <strong>için</strong> kaymakam, kimi ticaret odasında kâtip, kimi sigortacı ve daha<br />

akla gelebilecek her türlü tutarlı iş... Tutarlı iş deyince de akla gelen şu oluyordu: Her sabah<br />

belli bir saatte evden çıkılıyor, aynı yollardan geçerek belli bir saatte işyerinde olunuyor...<br />

Akşam gene belli bir saatte çıkılıyor, zamanla gelişmiş çok ince bir alışkanlıkla aynı<br />

yollardan, ezberlenmiş tabela ve reklam levhalarını, 14 Tanrı bilir kaçıncı kere okuyarak, belli<br />

saatte eve dönülüyordu. Sonraları, evlilik ve çoluk çocuğa karışmış saygın bir aile reisi olarak,<br />

yaşam, değişmez <strong>aralık</strong>larla damlayarak tükeniyordu. İşte kendimi böyle bir sürecin başında<br />

görüyordum. Elim kolum bağlıydı, yapılacak bir şey yoktu. Eğitim ve askerlikten sonra bir işe<br />

girilir (tutarlı bir iş!) ve bir kısır döngü <strong>için</strong>de hiçbir şeyin beklenmediği yeni bir yaşam süreci<br />

başlardı.<br />

Evet, Osmanlı Bankasında çalışıyordum ve yaptığını iş gereği topallıyordum da. Ruhsal bir<br />

topallıktı bu... Bankanın açtığı sınavı kazanmış ve işe alınmıştık. Dediklerine göre bizi değişik<br />

bölümlerde çalıştırdıktan sonra bir yıl Paris’te, bir yıl da Londra’da bankacılık eğitimine<br />

göndereceklerdi. Bunun <strong>için</strong> sırayla, her serviste bir ay çalıştırılıp bankacılık üzerinde genel<br />

bir bilgi edinmemiz sağlanıyordu. Kambiyo<br />

servisinde bir ay çalıştıktan sonra muhabere<br />

servisine geçmiştim. İşte topallığım burada<br />

başladı. Günde en az yirmi otuz mektup<br />

yazmam gerekiyordu. Her mektupta en az beş<br />

altı kere geçen bir sözcüktü beni topallatan. Şu<br />

anda bile yazmaya zorlandığım bu sözcüğü<br />

durup dururken yüksek sesle tekrarlıyor, ya da<br />

parmaklarımı daktiloda yazar gibi vuruyordum.<br />

Kimi zaman kocaman ışıklı bir levha olarak<br />

gördüğüm de oluyordu. Günde yüz elli kereye<br />

yakın daktilo ile müdürlüğünüzün yazdığınız<br />

olmadıysa bu topallama duygusunu anlamanız<br />

zor.<br />

Muhabere servisine geçeli on beş gün olmuştu<br />

ve topallığım her gün biraz daha artıyordu. Bir<br />

22


ayın sonundaysa ne olacağını bilmiyordum. İşte Şakir Sırmalı’nın önerisini tam o sırada<br />

aldım. Bir işten çıkıp avare avare dolaşmak başka, iş değiştirmek başka şeydi. Babam “sinema<br />

işini yadırgamadı. Ona göre yeni bir alandı, gelişmeler olabilirdi, denemeye değerdi. Annem<br />

ise tedirgindi, tutarlı bir iş olarak görmüyordu. Sözü uzatmayacağım. Aile çevresinde sorunu<br />

çözümledikten sonra Şakir Sırmalı’ya bir “ kere ev e t ” dedim. 1946 yılında Haziran ayının<br />

yirmi altıncı gününde idik. Tam elli yedi yıl önce... Dün kadar yakın, ışık yılınca uzak... Bu<br />

elli yedi yıl boyunca çok şeyler oldu elbet. O günler farkında olmasak bile yeni bir sinemanın<br />

kuruluş sürecinin başlangıç günlerinde idik. Her şey bir deneme, arama havası <strong>için</strong>deydi.<br />

Serüven dolu, sancılı, ateşli, iyimserlikle dolu coşkulu günlerdi. O günlerin sinema<br />

yapanlarını ne parasızlık, ne teknik eksiklik, ne de işteki bilgi yetersizliği yıldırıyordu.<br />

Yapımcısından en küçük işçisine kadar gözü kara bir kuşaktı. Sinema yıllar önce Amerika’da<br />

olduğunca yeni baştan keşfediliyordu. Yeni kuşak eskiyle tüm köprüleri atmış, el yordamı ve<br />

sağduyusuyla kendi birikimini oluşturma yolunu seçmişti. İşe başlarken tümüyle yabancı bir<br />

ortama giriyordum. O dönemi sinema tarihçileri yazdılar. Gün ışığına çıkacak yeni bilgilerle<br />

daha da ayrıntılı olarak yazacaklardır.<br />

Olaylar, sözler, davranışlar fotoğrafta ışığın gümüşlü duyar katmanı etkilediği gibi<br />

belleğimizde izler bırakır. Bu izler kişilerin ruhsal durumlarına göre değişik olur. Kiminde<br />

keskin bir aydınlıkta pırıl pırıldır dün olmuşçasına, kiminde açık seçik, belirgin bir renk söz<br />

kalmıştır, kiminde bulanık, belirsiz karaltılar yalnızca... Bugün fotoğrafta bile nesnelliğin su<br />

götürür olduğu göz önüne alınırsa, bellekte kalmış “im’lere dayanarak anılarda nesnel olmaya<br />

özenmek boş bir çabadan öteye gitmeyecektir. Yapılacak şey hiçbir zorlama yapmadan, bir<br />

yoruma kalkmadan (silik söz, bulanık yüz, belirgin davranış) bellekte ne izlenim bırakmışsa<br />

kâğıda aktarmak... Ben dc öyle yapacağım. Bellek denen seksen altı yıllık o tıkış tıkış istiften<br />

sinema ile ilgili silinmemiş anları ayıklayıp yazmaya çalışacağım. Bunlardan bir sonuç<br />

çıkarmak, bir yoruma varmak işim olmayacak. Söyleyebileceğim tek şey şu: “İşte elli yedi<br />

yıllık sinema serüvenimin, yaşamımda ışıkla<br />

karanlık arasında bıraktığı izlenimler bunlar.”<br />

23


ÇİKMAZ SOKAK<br />

Yusuf Ali RIZA<br />

Günden güne<br />

Bu sokak<br />

Bana mı benziyor ne<br />

Ne saklanacak bir yeri var<br />

Ne de ele veriyor<br />

İçinde olup biteni<br />

Fotoğraf: Şebnem Sözerli<br />

24


ANADOLU TANRİLARİNDAN TARKHUN<br />

Melek ALKA<br />

Üzerinde yaşadığımız Anadolu topraklarının kültür, dil, gelenek görenek ve inanışlar<br />

açısından dünyanın en zengin coğrafyalarından bir tanesi olduğunu düşünüyorum. Ben,<br />

sizlere “Sardes Kültür Sanat Dergisi”nin bu sayısında, Anadolu inanışlarında çok eski, belki<br />

de adını pek azınızın duyduğu bir tanrıdan kısaca bahsetmek istiyorum.AnadoluluTarkhun’u<br />

biraz inceleyelim mi, ne dersiniz? O, Luwi halkının yüce tanrısıydı. Onu daha yakından<br />

tanımak istersek Yunan mitolojisindeki Zeus’a benzer özellikler gösterdiğini söyleyebiliriz. O<br />

da tıpkı Zeus gibi yıldırımlara sahipti. Önce Orta Asya’da daha sonra Anadolu inanışlarında<br />

gördüğümüz bu tanrının adı çağlar boyunca çok az değişiklik göstermiştir. Bu heybetli<br />

tanrının sembolleri, yıldırımları ve “T” şeklindeki çift ağızlı baltasıydı. Baş Tanrıça Hepat’ın<br />

hem oğlu hem de aşığıydı. Bu birliktelik, yeri gelmişken merak edenler <strong>için</strong> söyleyeyim<br />

Kybele ve Attis ilişkisine benzer. Toprak, Tarkhun’un yağmuru getirmesiyle bereketlenir.<br />

Onun “T” şeklindeki baltası gök ile yerin kutsal evliliğinin de simgesidir. Gökyüzünden<br />

yıldırımlarını gönderen göğün efendisi, yağmur yüklü bulutları toplayarak yağmur yağdırır;<br />

böylece toprak ana onun sayesinde canlanırdı. Aynı tanrıyı yüzyıllar sonra Etrüsklerde de<br />

görürüz. Bu sefer adı “Tarkhon”dur. Etrüsk halkının kurucu atasıdır o artık. Etrüsk halkı,<br />

25


onun beyaz saçlı doğduğuna inanır. Eski inançlarda şimdiki ilahi dinlerden farklı olarak<br />

doğum, ölüm, cinsellik, vb. insana ait ne özellik varsa olduğu gibi tanrılara atfedilmiştir. Bu<br />

durumu, hep çok ilginç bulmuşumdur. Kimbilir, belki de böyle yapmakla o dönemin insanları,<br />

tanrı ve tanrıçalarla aralarına sınır koymuyorlardı. O yüzden de daha samimi daha saf<br />

inançlara sahiptiler belki de. Neyse konumuza geri dönelim biz. Etrüsk halkı onun beyaz saçlı<br />

doğduğu <strong>için</strong> şanslı olduğuna ve şans getirdiğine inanır. Hatta söylenceye göre, Etrüsk halkını<br />

Lydia’dan İtalya’ya o getirmiştir. İtalya’da “Tarqunia” şehrini kurmuş ve şehre adını<br />

vermiştir.<br />

Aldığı adların zaman içerisinde değişimine isterseniz bir bakalım. Tarkhun, Orta Asya<br />

Türkleri <strong>için</strong>de daha çok komutan, han-han oğul olarak karşımıza çıkar. Tarkan’dan Türkün’e<br />

oradan da Türkan’a kadar çeşitli fonetik değişimlerle adının varlığı günümüze kadar gelmiştir.<br />

Evet! Artık Hun Türklerinin büyük savaşçısı, Altar’ın oğlu Tarkan’ın adının nereden geldiğini<br />

biliyorsunuz. Kartal Tibet canlandırdığı karakterin ya da “Kuzu Kuzu” diyen şarkıcı Tarkan<br />

adının bir tanrıdan geldiğini biliyor mudur<br />

acaba? Tarkhun’un kendisi çoktan unutulup<br />

gitse de adı hâlâ yaşamakta.<br />

Başka bir efsanede ya da mitolojide<br />

görüşmek dileğiyle. Sağlıcakla kalın sevgili<br />

okurlar.<br />

NOT: Buradaki bilgiler, NefrinTokyay’ın 100<br />

Tanrı adlı kitabına sadık kalınarak<br />

hazırlanmıştır.<br />

26


Şebnem SO ZERLİ<br />

27


ANNE<br />

Hatice DEĞİRMENCİ DİRGEN<br />

Yüreğim yaralı geldim ben bu dünyaya<br />

Acı nedir dediler ,sensizlik dedim anne<br />

Yaram çok derin, sensiz hep kanıyor içim<br />

Susuz kalmış çöller gibiyim sensiz anne<br />

Senin kokunu duymadan büyüyeceğim<br />

Soğuk mezar taşını sen bileceğim anne<br />

Yaram çok derin, sensiz hep kaynıyor içim<br />

Kanadı kırılmış bir kuşum sensiz anne<br />

YARİ YARİYA’ dan<br />

Kapatıyorum bu gece<br />

Hakan DİRGEN<br />

Bekarlık sayfamı<br />

…<br />

Sen nefes ol, ben kalp<br />

Bir bedende yaşayalım<br />

…<br />

Ben bir dağın zirvesinde kar olayım<br />

Sen bende açan kardelen<br />

…<br />

Yarısı biten ömrü<br />

Paylaşır mısın benimle, yarı yarıya…<br />

28


SARDES (SART) VE LİDYA İSMİNİN KÖKENİ<br />

Mehmet ŞAHİN<br />

Lidya’nın adının geçtiği en eski metin olan Asur Bannipal’ın yazısında ülkenin adı Lu-ad-du<br />

şeklinde geçiyordu. 3<br />

Sardes ismi Kral Krezus döneminde açıkça görülen Helenleşme modasına uyularak<br />

birden bire karşınıza Sardes veya Sardis olarak çıkıyor. Fakat birçok araştırmacı Lidya ve<br />

Sardes isimlerinin Kral Gygesten sonra kullanıldığını ileri sürer.<br />

Antik Çağda Nikodores adlı bir yazar, demir çağı başlarında şehrin adının “Hyde”<br />

olduğunu söylemektedir.<br />

Mısır hiyerogliflerinde ise; Sardana diye geçer. Hiç şüphesiz bu isim Luwiceden<br />

geçmiştir. M.Ö.1.Yüzyıl Lydia halkının kullandığı dilde kentin adı Sfardaya dönüşmüştür. 4<br />

SAPPHO’NUN ŞİİRİNDE SARDES İSMİ<br />

Niye giyeyim diye sorma, Kleis<br />

Bir zamanlar başıma bağladığım<br />

Sardes’ten gelme, işlemeli<br />

mendilim yok sana verecek<br />

Hep söylerdi anam<br />

mor kurdele bağlarmış<br />

gençliğinde<br />

alımlı kızlar<br />

ama biz esmerdik:<br />

senin gibi<br />

saçları saman sarısı bir kızın<br />

mendil değil, çiyle ıslak<br />

çiçekler yaraşır başına<br />

Sappho (Çeviri:Cevat Çapan)<br />

3 National Geographic, OCAK,2010, Lidya, s.53,(Kocaeli Ü. Arkeoloji Bölümü Öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Şengün<br />

Aydıngün)<br />

4 Mustafa Uçar, Antik Kral Yolunda Zümrüt Bir Kent Salihli, Salihli Belediyesi Kültür Yay., S.11., Salihli, 2010.<br />

29


SARDES (SART) COĞRAFYASI GENEL GÖRÜNÜMÜ<br />

Sardes, Güneyindeki Aydın Dağları ile Kuzeyindeki Bozdağlar arasında kalır.<br />

Bozdağların Lidya’daki ismi Tmolos dağıdır. Sardes bulunduğu alan bakımından asırlardır<br />

dağlar ve ovalar arasında köprü vazifesi görmüştür. Aynı zamanda Gediz nehri de Lidya<br />

topraklarında bulunmaktadır.<br />

Lidyalılar <strong>için</strong> önemli olan bu nehirden eski çağlarda da oldukça yararlanılmıştır.<br />

Gediz nehri geçtiği ovaya ismini de vermiş ve Gediz ovası ismini almıştır. Lidya döneminde<br />

Gediz nehrine Hermos ismi veriliyordu. 5 Bu coğrafyada Gediz nehrinin hemen yanında bugün<br />

Marmara gölü dediğimiz Giges Gölü bulunmaktadır. Lidyalılar bu gölden hiç kurumayan göl<br />

diye bahsederler. Lidya <strong>için</strong> çok önemli olan bu göl Homeros’un İlyada’sında Gyges<br />

(Marmara gölü) gölünden şöyle bahsetmektedir:<br />

Yıkıldın Otrynteus oğlu, erlerin en korkuncu buralarda oldu ölümün,<br />

Oysa Gyges Gölü’nün(Marmara gölü) kıyılarında doğmuştun,<br />

Orada babanın toprakları vardır,<br />

Balığı bol Hylos (Gördes) ırmağının orda,<br />

Burgaçlı Hermos ırmağının kıyılarında. 6<br />

Sardes şehri ve sarayı; antik çağda güçlü surlar ve geçilemez yarları, uçurumlarıyla<br />

meşhurdur. Bir efsaneye göre Meles isminde bir kral, bir aslanı Akropolis’in güçlü surlarının<br />

etrafında gezdirerek kale surlarını güçlendirmişti. Fakat kral Meles bu gezdirme sırasında bazı<br />

kısımların güçlü ve aşılamaz olduğunu düşünerek oralara aslanı götürmemiştir. İşte ünlü Pers<br />

savaşında da Pers askerlerinin kaleye girdiği yer burası olmuştur.<br />

5 Teoman Ergül, Anadolu Uygarlığının Görkemli Simgesi Sardis, s.23, Ankara, 2007.<br />

6 Homeros, İliada, Çev. A. Erhat / A. Kadir, XX 390, İstan<br />

bul, 1975.<br />

30


AZ O TEDE DUR<br />

Seni ilgilendirmez<br />

Benim seni sevdiğim.<br />

O, benim aramda.<br />

Az ötede dur!<br />

Gözlerine nasıl baktığım,<br />

Saçlarını nasıl oksadığım,<br />

Seni nasıl düşlediğim,<br />

Seni ilgilendirmez.<br />

Az ötede dur!<br />

Az ötede dur.<br />

Rüzgar geçmesin aramızdan.<br />

Ellerin kopmasın ellerimden,<br />

Saçların benimle kalsın.<br />

Az ötede dur!<br />

Fısıldayarak yolla kokunu.<br />

Yağmurla yolla yaşlarını.<br />

Rüzgara anlat sevdanı,<br />

Sevdan uzaktan dokunsun<br />

Kalbime<br />

Az ötede dur.<br />

Alper KILINÇ<br />

31


6. AŞİK PAŞA Şİ İ R ŞO LENİ VE KİRŞEHİ R<br />

İ ZLENİ MLERİ<br />

Alim YAVUZ<br />

…<br />

“Yamalı asfaltları bir ağustos susuzluğu ile içen<br />

Cesur otobüs pencerelerinden<br />

Bilinçsiz bir bas kayması ile görülen”<br />

…<br />

Erdem BEYAZIT<br />

(Sana, Bana, Vatanıma ve Ülkemin İnsanlarına Dair)<br />

Kırşehir’i hep otobüs pencerelerinden görmüştüm bu zamana kadar. Malatya’ya<br />

yaptığım otobüs yolculuklarında, şairin dediği gibi, zaman zaman bilinçsiz bir baş kayması,<br />

zaman zaman meraklı bakışlarımla toplayabildiğim izlenimlerden ibaretti Kırşehir benim <strong>için</strong>.<br />

O izlenimlerin çoğunu da, dinlenme tesislerindeki sıradanlıklar oluşturuyordu.<br />

Kırşehir Şair ve Yazarlar Derneği Başkanı sevgili Zübeyde GÖKBULUT hanımefendi, 6.<br />

Aşıkpaşa Şiir Şöleni <strong>için</strong> davet ettiğinde, doğrusu şehir hakkındaki görüşümün bu kadar<br />

değişeceğini tahmin bile edemezdim. Meğer Kırşehir, kendi kültür ve medeniyet azametini<br />

nazarlardan korumayı başarmış tevazu sahibi bir kral gibi orada duruyormuş. Farklı inanç ve<br />

kültür imbiğinden damıttığı kadim mesaj: sevgi, attığınız her adımda sarmalıyordu sizi.<br />

Aşıkpaşa Türbesinde, Neşet Ertaş Kültür ve Sanat Müzesinde, Cacabey Müzesinde, Kaman<br />

Japon bahçesinde, Hacı Bektaş-ı Veli’nin manevi atmosferinde, hatta katıldığımız şiir<br />

meclislerinde hep aynı güzel mesaj yankılandı. Duyana ömür, görene yürek gerek.<br />

HAYRAN KALDIKLARIM<br />

CACABEY MEDRESESİ: Sözüme hiç hilaf katmadan, toz zerresi kadar abartma eklemeden<br />

belirtmek isterim ki: bu medreseyi bence her Türk öğrencinin görmesi gerekir. Üçyüzyılı<br />

aşkın, halet-i ruhiyesinden kurtulamadığımız o kaybedenler klubünün asli bir üyesi<br />

olmadığımızı en iyi bu medrese anlatıyor. 1200’lü yıllarda, yani henüz Osmanlı devleti<br />

kurulmamışken dahi, gökyüzüne bir roket göndermeyi, bu roketin ateşlenmesi ve fırlatılması<br />

aşamalarını anlatan dört farklı figürün, tarihe bir işaret olsun diye sütunlara işlediğini görmek<br />

ruhuma iyi geldi. Gören herkese de iyi gelecektir. 900 yüzyıl öncesinden, medresenin<br />

duvarlarına işlenmiş güneş sistemini görünce küçük dilinizi yutmamak <strong>için</strong> şimdiden<br />

hazırlıklı olun derim ben.<br />

AŞIKPAŞA VE BÜYÜK ESERİ GARİPNAME: Anlatmak istediklerime güzel bir ölçü<br />

olacağı <strong>için</strong> onunla başlayayım. Mevlana Hazretleri, Mesnevisi ile Farsça’da ne yapmışsa,<br />

Aşık Paşa’da Garipname’si ile Türkçe’de onu yapmıştır. 12.000’i bulan beyit sayısıyla dev bir<br />

eser olan Garipname, herkesin farsça konuştuğu yazdığı bir dönemde, Türkçe’ye en büyük<br />

hizmet olarak tarihe geçmiştir.<br />

32


“Türk dahi bilmez idi ol dilleri<br />

İnce yolu ol ulu menzilleri<br />

Bu kitap anunçin geldi dile<br />

Kim bu ehli dahi mani bile”<br />

Dikkat buyurun lütfen okurken: “Türk dahi bilmez idi ol dilleri” diyor Aşık Paşa. Garipname<br />

bundan dolayı, dilimiz <strong>için</strong> dolayısıyla da kültürümüz <strong>için</strong> çok büyük bir hizmettir.<br />

Konuştuğumuz dilin her harfinde bu büyük eserin emeği ve etkisi vardır diye düşünüyorum.<br />

KALEHÖYÜK ARKEOLOJİ MÜZESİ VE JAPON BAHÇESİ: Gezdiğim en güzel ve en<br />

etkileyici müzeydi diyebilirim. Teknoloji ile geçmişin ayak izleri öyle ustaca harmanlanmış<br />

ki, insan bunu ancak Japonlar yapar diyor. Müze gezmekten seven kişiler eğer burayı<br />

görmemişse, gezmemişse bence eksik bıraktıkları bir yanları vardır derim. Müzenin etrafında<br />

bulunan ve müzeyi de <strong>için</strong>e alan, Japon Bahçesi <strong>için</strong> bu kadar övgü dolu konuşamayacağım.<br />

Ama oradan alınacak dersler daha çok. İnsanlar kilometrelerce öteden gelip benim<br />

bozkırımda, yeşil bir cennet oluşturmuşlar. Bizim insanımız kendi memleketini<br />

ağaçlandırmaktan imtina ediyor. Japon bahçesini gezerken doğrusu bu düşünceler ekseninde<br />

biraz utandım.<br />

DADALOĞLU’nunKABRİ : Devrinin bu tok sesli ozanı ne güzel söylemiş:<br />

“AğlayıağlayıDadal'ım söyler<br />

Vefasız dünyayı şu insan n'eyler<br />

Bir yiğidi bir kötüye kul eyler<br />

Şimd'en sonra yaşaması güç oldu”<br />

33


Şimdiden sonrası yaşamak güç oldu deyip, ruhunu teslim ettiği, Kırşehir’in Kaman ilçesinde<br />

onun kabrini ziyaret etmek benim gibi bir şiirsever <strong>için</strong> çok büyük bir mutluluktu. Kabrinin<br />

bulunduğu mekan biraz daha özen ve düzenlemeyi hakkediyor düşüncesiyle ayrıldım oradan.<br />

Umarım yetkililer, kendi topraklarının bağrında yatan bu yiğit sesin kabrini ve çevresini, onun<br />

büyüklüğüne uygun şekilde mamur ederler. Dadaloğlu bazı kişiler tarafından bir isyan şairi<br />

olarak bilinse de, O Osmanlı Devletinin çürüyen yanlarına isyan eden ve mazlumdan yana<br />

olan yiğit bir sesti. Bu yiğide gereken değer verilmeli diye düşünüyorum.<br />

NEŞET ERTAŞ KÜLTÜR VE SANAT EVİ: Kırşehir büyük ozanlar diyarı. Bu ozanların son<br />

temsilcilerinden birisi de, kimsenin şüphesi yoktur ki Neşet ERTAŞ’tır. Onun izlerini taşıyan,<br />

onun nefesleriyle demlenen şehrin caddelerinde gezerken bir yandan hayıflandım, dünya<br />

gözüyle bir kez göremedim, dünya kulağıyla bir dinleyemedim diye. Sonra kendimi şanslı<br />

hissettim: İbrahim Düger hocam gibi, bizzat bu büyük ozanla anıları olan bir değerle sohbet<br />

ediyor ve birebir anıları dinliyordum. Bu da büyük bir talihti benim <strong>için</strong>.<br />

34


Ve o muazzam hizmeti gezdim. Neşet ERTAŞ Kültür ve Sanat Evi. Ne ince<br />

düşünülmüş, ne güzel yapılmıştı. Hayran kaldım. Anadolu’nun binbir çiçeğini sergileyen<br />

muhteşem bir bahçe gibiydi. Ve tabi sonundaki sürprizi yaşamak ayrı bir güzellikti. Bu<br />

satırları okuyanlar, kendileri gidip görsünler diye çok ayrıntı vermek istemiyorum orada<br />

gördüğüm sürprize. Fakat şunu bilin ki, kesinlikle gidip gördüğünüze değecek. O büyük<br />

ustaya, tıpkı bu satırları okuduğunuzda yaptığınız gibi bol bol Fatihalar göndereceksiniz.<br />

TEŞEKKÜRLER<br />

6. Aşık Paşa Şiir şöleni, katılmaktan büyük keyif aldığım ve onu duyduğum, tam<br />

anlamıyla bir şiir ziyafetiydi. Davet edilen şairlerin seçiminde gösterilen titizlik sahnede<br />

okunan şiirlerde kendini belli ediyordu. Sözün burasında size bir de magazin kulisi yapayım:<br />

şölenin yıldız şairi davet edilen şairler arasında değildi. O Kırşehir’den katılımcı bir şairdi.<br />

Zülf-i Siyahım isimli muhteşem kitabından okuduğu 2 şiir bizi mest etti.<br />

“Yârin eşiğine varsam, utanarak hâlin sorsam,<br />

Onu sımsıkıca sarsam, kollarımdan utanırım.”<br />

Dizelerinin sahibi olan bu büyük şair, Kırşehir Valisi sayın Necati ŞENTÜRK’tü. Kendisiyle<br />

aynı sahneyi paylaşmak büyük mutluluktu. Şehirde onun misafiri olduğumuzu hissettiren<br />

yakın ilgisini daima yanımızda duyduk.<br />

Ve attığımız her adımda, şehrinde bizim rahat etmemiz <strong>için</strong> çabalayan Kırşehir Belediye<br />

Başkanı sayın Yaşar BAHÇECİ ile tanıştık. Sohbet ettik. Güler yüzüyle, Neşet babanın<br />

toprağında olduğumuzu bize hissettirdi.<br />

Kırşehir Şairler ve Yazarlar Derneği Başkanı sayın Zübeyde GÖKBULUT ve Başkan<br />

Yardımcısı sayın İbrahim DÜGER, muhteşem bir çabayla bizi davet ettiler, ağırladılar, yeni<br />

dostlukların kurulmasına köprü oldular. Teşekkürlerimizin, alkışlarımızın, gönül dualarımızın<br />

muhatabı oldular.<br />

Teşekkür etmeye girişmek biraz da yel değirmenleriyle savaşmak gibi. Muhteşem bir şölen ve<br />

muhteşem bir şehir geride kaldı. Her dakikası emek, her anı bir güzel hatıraydı bizim <strong>için</strong>.<br />

Emeği geçen her gönül dostuna teşekkür ediyoruz. Kırşehir’i görmeyen ve buna fırsat<br />

bulamayan herkese de diyoruz ki, ilk fırsatta bu kültür şehrini gezme fırsatını oluşturun<br />

dostlar.<br />

35


ĞO RMEK SENİ<br />

Samet ALICI<br />

Yağan her bir kar taneciğinde seni görüyorum<br />

Seni görüyorum her akan suda<br />

Açan her çiçekte, açacak her tomurcukta<br />

Seni görüyorum baktığım her duvarda<br />

Bastığım her kaldırım taşında seni görüyorum<br />

Kullandığım her kelimede, dinlediğim her şarkıda<br />

Açtığım her kitapta, okuduğum her satırda<br />

Yaptığım her seyahatte, yaşadığım her anda<br />

Gezdiğim her şehirde, gördüğüm her yüzde<br />

Öyle doluyum ki seninle<br />

Bakışım, fikrim, algım, ruhum, düşüncem<br />

Artık fiziksel varlığını görme arzum bile yok<br />

Çünkü sen her yersin, her şeysin<br />

Varlığımın nedeni görmek seni<br />

36


İŞİK VE RENK, Şİ İ RSEL Bİ R İ FADE, ve<br />

ZEKİ SERBEST<br />

1946 yılında Samsun-Ladik’te doğdu. İlk, Orta ve İlköğretmen Okulu öğrenimini<br />

Ladik’te yaptı. 1968 yılında Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü’nü bitirdi.<br />

Mezun olduğu Akpınar İlköğretmen Okulu’na kura ile atandı ve 12 yıl orada, daha sonra<br />

İzmir’de iki değişik orta öğretim kurumunda öğretmenlik yaptı ve emekli oldu.<br />

B.R.H.D. üyesi olan sanatçı 85 kişisel sergi açtı, 143 yarışmalı ve karma sergilere<br />

katıldı.1990 yılında ESBANK YUNUSEMRE RESİM YARIŞMASINDA ÖDÜL aldı<br />

Yapıtları yurtiçi-yurtdışı özel ve resmi koleksiyonlarda yer almaktadır.<br />

Fizikötesel değil de insanca bir anlayışı muştulayan, yaşanılan güzelliklerin günümüze<br />

yansıması. Işık ve renk oyunlarıyla, görsel etkiyi canlı tutan, çekici kılan öznel yorumlar,<br />

Serbest’in iç yaşantısında ki düşlemleri özlemleri anlatırken, nitelik ve niceliği sergiler. Kış<br />

günlerinin ürperten soğuğu, kar fırtınalarının devamında, o sıcacık kiremitleri, dostluğu<br />

simgeleyen atları, kızakları ağaçları, insan figürleri ile varsıl bir armoniye dönüşür. Issız ve<br />

sınırsız bir doğa kesitinde çok, kompozisyonun kuruluş serüvenindeki hızlı, coşkulu, spontan<br />

kuruluş ritmi izleyici’yi <strong>için</strong>e alır. Kendi yaşamındaki serüvene izleyici de dahildir artık. Mavi<br />

gökyüzünün, beyazla buluşmasında turuncular, sarılar da söz sahibidir. Sanatın düşünsel alt<br />

yapıya oturan yaratıcı ve yorumsal bir anlatım biçimi olduğunu kavramış ve özgür biçem<br />

arayışların sürdüren Serbest, doğadaki değişimleri akıcı ve hızlı fırça vuruşları ile<br />

yakalamakta. Saydam yansıtıcı yüzeyler üzerinde oluşan görüntü yanılsamaları, resmin<br />

bütününe renk, ışık ve leke olarak değe katmaktadır. Düne dair özlemlerde Zeki Serbest, sanki<br />

biraz içimizdeki çoraklığı, soğuk soyutlamayı, kar beyazı ile kapayıp, yerine sevgiy ve<br />

birlikteliği yerleştirdiği kompozisyonları olarak sunuyor. Yalınlık ve akıcılık onun<br />

vazgeçilmezi. Doğayı özümseyip, renklerle konuşması, özgünlük ve bireysellikle bütünleşen<br />

37


ı eylem olarak varlığını hissettiriyor. İnsan ve doğa arasında paylaştığı şiirsel anlayış, onun<br />

yaşam felsefesindeki izleri duyumsamamıza neden oluyor.<br />

Rengi, biçimi türkü söyler gibi kullanan, hünerli bir usta: Zeki Serbest.<br />

‘Hepimiz kendimizce önemli olanın peşindeyiz. Çağın değerleri ve daha bir sürü etken ve<br />

onları kavrayışımız nedeniyle, öz değerlerimiz ve de aradıklarımız değişiyor. Aradığımızla<br />

bulduğumuz örtüştüğünde keyiften çıldırıyoruz belki ama, ya <strong>için</strong>den çıkılmaz bir çatışmaya<br />

dönüşmüşse, işte o zaman sanatçının hali içler acısı. Kimsenin anlamadığı bir dert. Ne<br />

doktoru var ne ilacı. Aradığınız gözünüzün önündedir de görmezsiniz bazen. Sonra hiç<br />

beklemediğiniz bir zamanda gelir bulur sizi. RolloMay’ın ‘Bilincin yırtılması’ dediği an.<br />

Bazen de öyle ulaşılmaz bir şeyi ararsınız ki, kaç Kaf dağı gezseniz boşunadır. Sanatçılar<br />

sessizce dünyayı değiştirmeye çalışan kahramanlardır gerçekte. Durmadan yeni değerler<br />

üretirler. Usulca fısıldarlar kulaklara yeni dünyanın sesini. Sanatçı bir aşıktır sözün özü.<br />

Kimi sevdiğini dizinin dibinde bulur, kimi olmadık peri padişahının kızına tutulur. Burada<br />

önemli olan aşık olma becerisini gösterebilmektir.’<br />

38


‘Aşk uğruna bir ömrü anlamlı kılabilmektir. Aşk sanattır. Şimdilerde sanatı anlamsız hale<br />

getiren, düşünsel içeriği ve buluşu kuşkulu, yani ‘ilginç’ demekte bile zorlandığımız o kadar<br />

işin <strong>için</strong>de bir tür yürek dökümüyle çalışanın içtenliğini ciddiye almalıyız. Güneş altında<br />

söylenmedik söz kalmadı. Ne bir buluntu, ne anlam yüklendiği düşünülen bir nesne, ne de<br />

tuval üzerinde gerçekleşen eylem yeni değil. Artık manifestoların da anlamı yok. Sanat olarak<br />

algıladıklarımızda kafamızı karıştıranların arkasındaki ferk edildiğinde sanat yapıtını<br />

görebiliriz belki: Eli yüreğinde bir insan. Zeki benim <strong>için</strong> onlardan birisidir. Rengi, biçimi<br />

türkü söyler gibi kullanan, malzemeyle barışık, hünerli bir ustadır Zeki Serbest.’<br />

Prof. Bedri KARAYAĞMURLAR<br />

39


‘İnsan ve onun <strong>için</strong>de yaşadığı ortam, canlı ve cansız varlıkların toplamı olarak, ayırıcı<br />

boyutlarıyla Zeki Serbest’in resimlerine, bir kompozisyon dizisi halinde yansıyor.<br />

Kompozisyonların, birbirini izleyen ve birbirleriyle bütünleşen yaşam ve doğa sahnelerinden<br />

oluşması, sanatçının bu diziye, panoramik bir ilişkiler değeri açısından baktığını<br />

kanıtlamaktadır. Resimleri yan yana koyup baktığınızda, bir yaşam şeridiyle yüz yüze<br />

geliyorsunuz. Öyle ki peyzajı yukardan kesen ve gökyüzü ile toprağın arakesitini oluşturan<br />

ufuk çizgisi, ‘diptik’ ya da ‘triptik’ kompozisyonlara özgü bir kesintisizliği vurguluyor çoğu<br />

zaman.’<br />

Prof. Kaya Özsezgin<br />

40


Silmeyecek misin Ğo zlerimin Yaşını<br />

Ayhan Yılmaz URLUDAĞ<br />

Bak tüm güller sana açtı<br />

Sana soldu bu akşam<br />

Gülmedim bu aşkın sonunda da<br />

Silmeyecek misin gözlerimin yaşını<br />

Bak tüm yollar sana çıktı<br />

Sana geldim bu akşam<br />

Yorgunsun sen sevilmekten<br />

ben sevmekten<br />

Silmeyecek misin gözlerimin yaşını….<br />

Fotoğraf: Hüseyin AŞAN<br />

41


Tİ YATRO SANATİNİN DOĞ DUĞ U<br />

TOPRAKLAR<br />

Yrd. Doç. Dr. Rasim AŞIN *<br />

Tarihdebir çok ilklere imza atmış tarihe öneme sahip, Lidya krallığının<br />

başkenti, kral yolunun başlangıç noktası Sardes... Son yüzyıl <strong>için</strong>de Sardes daha çok<br />

paranın bulunduğu ve ticaretde ilk kez değiş-tokuş yerine alışverişlerde altın sikkeler<br />

halinde kullanılan yer olarak dile getirilen topraklar..Paranın doğduğu kent. Tarihdebir<br />

çok alanda ilklerin bulunup insanlığın hizmetine sunulan antik topraklar. (1)<br />

Ama nedense bölge insanımızın ve ilgililerin “tiyatro” tarafını çok da öne<br />

çıkartmadıkları şehir. Benim <strong>için</strong> en önemlisi, çok sevdiğim ve mesleğim olan<br />

“Tiyatro”nun doğduğu yerler. Tiyatro kelimesinin ilk kez kullanıldığı topraklar.<br />

(Tiyatro, Yunanca THEATRON (θέατρον), yani "görme yeri" sözcüğünden gelmektedir.<br />

Çünkü günümüzdeki anlamıyla çağdaş tiyatronun tarihi bağ bozumu tanrısı Dionysos<br />

adına yapılan dinsel törenlere dayanmaktadır. (2) Bu gerçeğin Türkiye`de çok da fazla<br />

bilinmediğini düşününce üzüldüğüm topraklar.<br />

Anneminde bir Sardes`li olması, birçok akrabamın halen yaşadığı topraklar..<br />

Çocukluğumun ilk yılları, tiyatronun doğduğu topraklarda, tiyatro gösterilerinin<br />

yapıldığı Dionysos Şenliklerinin yapıldığı tarihi mekanlardageçmişdir. Tiyatro sanatına<br />

vurgun olmama sebeb olan, Antik çağlarda eğlence ve tiyatro tanrısı olarak kabul edilen<br />

Dionysos <strong>için</strong> yapılan şenliklerin yapıldığı “Gimnazium” alanında yaşayıp büyümüş<br />

olmam ve SardesGimnazium alanında kurulan sahnelerde 1985-1995 yılları arasında<br />

İzmir Devlet Tiyatrosu ve özel tiyatrolarından izlediğim oyunların etkisi.. Tiyatro<br />

sanatına vurgunluğumun sebebini (biraz da gülümsemek <strong>için</strong>) Dionysos un ruhunun<br />

hala o topraklarda geziyor olması ile benim de ruhuma açılan bir yol mu oldu acaba<br />

diye düşünmeye başladım son yıllarda. Anne ve babamın ailesinde hiç sanatçı<br />

olmadığına göre, sanatçılığın genetiksel olmadığına göre tiyatro isteğim ve yeteneğim,<br />

Dionysos`un ruhu çocukluk oyunlarımda beni yönlendirmiş olabilir.. Sadece beni mi..<br />

Salihli ve çevresinde yaşayan profesyonel sanat yaşamını sürdüren bir çok sanatçının<br />

olmasına da şahit olabiliriz küçük bir araştırma yapılırsa.. Öldükten sonra yeniden<br />

dirilişin de tanrısı olan DionysosacabaSartlı insanımıza sık sık etkisini göstermiş<br />

olabilir mi? Şakası bir yana.. İnancımı besleyen o kadar kuvvetli bulgulara rastladım ki<br />

son yıllarda. Sardes topraklarının, tiyatronun doğup geliştiği topraklar olduğunu<br />

bilmeyen Türkiye`min insanlarına anlatmak ve ispatlamak amaçlarımdan biri oldu.<br />

Dionysos Kimdir? - Dionysos Hakkında<br />

Dionysos veya Dionysus (Yunanca: Διώνυσος<br />

veya Διόνυσος; hem Roma ve Yunan mitolojisinde<br />

Bacchus olarak da bilinir) Bazı mitolojik eserlerde ve<br />

özellikle tragedyalarda Bromios, Euhios, Dithyrambos,<br />

İakkhos, İobakkhos olarak da adlandırılır. Dionysos ile<br />

ilgili asıl bilgiler, M.Ö. 5 yy.da yaşayan ünlü yazar<br />

Euripides’in “Bakkha’lar” adlı tragedyasından<br />

edinilmektedir. Yunan mitolojisine göre Dionysos,<br />

42


coşkunun, mutluluğun ve yaşama sevincinin, sanatın, bitkilerin, hayvanların,<br />

öldükden sonra yeniden dirilişin tanrısıdır.Dionysosbağ bozumu tanrısı olarak da<br />

bilinir. Üzerinde durmamız gereken bir konuda tiyatro oyunlarıdır. Tiyatro oyunlarının<br />

aslında “Tanrı Dionysos” adına yapılan şenliklerden doğduğunu eminim pek<br />

çoğumuz bilmiyordur.PekiDionysos şenliklerinin yapıldığı şehir nerede? Cevap: Eski<br />

Yunanistan toprakları olarak belirtilen ve Lidya Krallıgının da baskenti Türkiye’nin Ege<br />

Bölgesinde olan Manisa ilinin Salihli ilçesindeki Sartköyü (Mahalle) sınırları <strong>için</strong>de<br />

olan SARDES şehri dir. (3)<br />

Tiyatro, Yunanca THEATRON (θέατρον), yani "görme yeri"<br />

sözcüğünden gelmektedir. Çünkü günümüzdeki anlamıyla çağdaş tiyatronun tarihi bağ<br />

bozumu tanrısı Dionysos adına yapılan dinsel törenlere dayanmaktadır. Batı kökenli bir<br />

sözcük olan ve bizimde benimsediğimiz “trajedi” sözcüğü, Yunanca’daki “tragodia”<br />

sözcüğünden kaynaklanıyor ve “teke şarkısı” anlamına geliyor. Dionysos adına<br />

düzenlenen bağ bozumu şenliklerinde tiyatronun temeli atılmıştır. Bu şenliklerde<br />

bir koro bulunmaktaydı; daha sonraları koronun önüne bir oyuncu, daha sonra ikinci bir<br />

oyuncu geçmiş, böylece tiyatronun temelleri atılmıştır. Antik Yunan tragedya ve<br />

komedyasının kaynağını araştıran bilim adamları, dram sanatının, tanrı Dionysos <strong>için</strong><br />

yapılan ritüellerden doğduğu savını benimsemişlerdir.(4)<br />

Antik Yunan'da doğa ile, bağ, bahçe, üzüm ilgili olan tanrı Dionysos <strong>için</strong><br />

yapılan ritüeller taklitli şarkı ve danslardan oluşur ki, bu da tiyatro sanatının doğuşunu<br />

hazırlamıştır. Girit Adası'ndaki Zeus tapınağında bulunan Kouretes ilahisinde şu<br />

gerçekler saptanmıştır: Kouretes ilahisi ile büyük "Kouros" denilen bir daimon<br />

çağrılmaktadır. Kouros'u çağırmak ve onu etkilemek <strong>için</strong> bir dans yapılır ve kurban<br />

verilir. Dionysos şenliklerinde tekeler kurban edilirmiş. Bu büyük dans (ritüel) bir<br />

yeniden doğuş oyunudur. Dromenon denilen dansı esrik dansçılar yaparlar. Dromenon<br />

ile doğal yaşam gücü, tanrısal güç yeniden doğar ve törene katılanların "işgücü" olarak<br />

belirir. Topluca duyulur ve paylaşılır. Büyü dansı bu gücü duymaya ve özümlemeye<br />

yaramıştır.<br />

Tanrı Dionysos <strong>için</strong> yapılan kutsal törenlerde de aynı özellikler bulunmaktadır.<br />

Dithrambos şarkıları ve dansları da bir dromenondur; yeniden doğma ve büyü ile<br />

Daimon'u paylaşma eylemidir. Dram bu hareketlerden Dromenon'dan, doğmuştur.<br />

Doğanın baharda yeniden canlanması <strong>için</strong> yapılan taklitli danslar ve kurban verme,<br />

dramın kökenini meydana getirmiştir. Dromenon'un çatışma, yenilgi, yas, yeniden<br />

doğma, sevinç ve kutlama öğeleri olduğu gibi dramın yapısında da korunmuştur.<br />

Dithrambos korosunun şarkı ve dansları giderek bir ağırbaşlılık kazanmıştır.<br />

Gerilim azalmıştır. Seyirci bu taklitli ve tartımlı dansı uzaktan seyreder. Koro, ortak bir<br />

ritme ayak uydurmakla ve kendi kişiliğini maske ardına saklayıp ufalmakla ritüellerdeki<br />

özelliğinin bir bölümünü korumuş olur. Bununla beraber artık, tanrıyı <strong>için</strong>de<br />

duymamaktadır. Heyecan içte olandan değil, dışta olandan gelmektedir. Koronun sesi<br />

dışa yöneliktir. (5)<br />

Yunan dininin en gizemli<br />

tanrılarından biri olan Dionysos,<br />

ölümsüz olmasına rağmen diğer<br />

Yunan tanrılarına kıyasla kıdemsiz<br />

tanrı olarak bilinir. On iki<br />

43


Olympostanrısından biri olan Dionysos, Zeus ile Semele’nin oğludur. Bütün efsaneleri<br />

bir tek motif üstüne kuruludur: Neşe, Eğlence, Kaos, Tepki ve Direnç. Sembolü olan<br />

asma ağacı gibi ölüp yeniden doğar, haz ve acı arasında iki uçta gider gelir. Genel<br />

olarak Zeus ile Semele'nin oğlu olarak geçse de, bazı kaynaklarda Zeus ile<br />

Persephone'nin oğlu olarak gösterilir.<br />

Medeniyetin destekçisi ve barış aşığıdır.Dionysos kültünün, hıristiyanlık dinini de<br />

doğrudan etkilediği iddia edilmektedir. (6)<br />

Sardes ve Dianysos`un tiyatro kaynağı olduğu<br />

gerçeğini tiyatro eğitimi aldığım son yıllarda daha çok<br />

önemsedim. Gürcüstan, İran, Rusya, Brezilya ve<br />

Türkiye`de katıldığım tiyatro festivallerinde tanışdığım<br />

tiyatro dünyasının çok önemli akademisyen sanatçıları ile<br />

yaptığımız sohbetlerde Türkiye`den ve Egeli olduğumu<br />

öğrenince, ilk söyledikleri Tiyatro`nun atası ve hamisi<br />

olan Dionysos`un yaşadığı Sardes`e gidip “tiyatro hacısı”<br />

olup olmadığımı sorunca şaşkınlığım artmışdır.<br />

Tanıdığım ünlü tiyatro insanları Türkiye ye festivaller nedeni ile geldiklerinde<br />

nerede olurlarsa olsun mutlaka Sardes`e gidip Dionysos`un ruhuna dualar okuduklarını<br />

ve kutsal saydıkları mekanlarda gezerek adeta “tiyatro hacısı” olduklarını söyleyince<br />

şaşkınlığım tamamen artıyordu.. Onlara benim Sardes topraklarında doğup<br />

büyüdüğümü söylediğimde bu sefer de onlar şaşırıyorlar ve bana ilgileri artarak adımın<br />

önüne “Mister Dionysos” ekleyerek bana hitapları ile festival süresince dostluk<br />

gösterisinde bulunuyorlardı. Bu sayede tiyatro camiasındaki dostluklarım arttı ve hala<br />

da artarak sürmektedir. Her fırsatda Türkiye`ye gelişlerinde ve bazı sanatçı dostlarını<br />

bana yönlendirerek onları Dionysos topraklarına<br />

gezdirmem konusunda ricalarda bulunuyorlar..<br />

Son üç yıl <strong>için</strong>de özellikle festivaller <strong>için</strong><br />

yurtdışından gelen tiyatro sanatçısı dostlarım benimle<br />

geldikleri tiyatro turneleri sırasında mutlaka Sardes`e<br />

gidip hacı olmak istediklerini söyleyince onları<br />

Dionysos topraklarında gezdirdim.<br />

Kültür Bakanlığının inanç turizmi kapsamına<br />

aldığı Sart Kasabasında antik döneme ait özelliklerden<br />

bir yenisini daha gün yüzüne çıkarmak <strong>için</strong> tiyatro sanatı ve sanatçıları <strong>için</strong> “tiyatronun<br />

kabesi” olarak kabul edilen tarafı öne çıkartacak bir çalışma yapılabilinir..<br />

Mitoloji de çok vurgulanan eğlence tanrısı<br />

Dianisos’un yaşadığı yerlerden olan Tumulos dağı<br />

eteklerinde yerleşen Lidya Kralllığının başkenti Sardes de<br />

tiyatro sanatı eğitimi verilecek SardesDionysos Tiyatro<br />

Köyü ve Dionysos Tiyatro Şenlikleri olarak adlandırılacak<br />

bir mekanın oluşumu <strong>için</strong> Tiyatro dünyasının da desteği ile<br />

resmi<br />

süreç<br />

başlatılabilinir.<br />

44


Sart kasabasında İzmir-Ankara istikametinde, sit alanı olmayan yola ve harabelere<br />

yakın bir yerde en az 5-10 dönümlük arazi (alan ne kadar büyük olursa o kadar<br />

geliştirmeye müsait olacakdır.) üzerine antik dönemi çağrıştıran evler görünümde özel<br />

bir tiyatralmekan oluşturarak tiyatro sanatı eğitimi ve gösterileri yapılması<br />

planlaştırılmaktadır. Sart’ta kurulacak Tiyatro Köyü’nde tiyatro alanında özel<br />

araştırmalar yapılacaktır. Yıl içersinde ulusal ve uluslararası kapsamda her yıl kasım ayı<br />

içersinde çocuk tiyatroları festivali ve nisan ayı içersinde de yetişkinler <strong>için</strong> tiyatro<br />

festivali yapılması düşünülmektedir..<br />

“SardesDionysos Tiyatro Köyü ve Dionysos Tiyatro şenlikleri” Projesi`nin<br />

hayata geçmesi ile hedeflenen :<br />

* Bölge insanımızın tiyatro sanatına olan ilgisini artırmak,<br />

* Özellikle çocukları ve gençleri tiyatro sanatına olan merakını artırıcı etkinlikler<br />

yapmak,<br />

* Tiyatro ve eğlence tanrısı olarak kabul edilen DİONYSOS etkinliklerini<br />

simgesel<br />

olarak canlandırarak turistik amaçlı çalışmalar yapmak,<br />

* Değişik yaş grupları <strong>için</strong> tiyatro kursları düzenlemek,<br />

* Bölge insanına ek kazanç sahibi olabilecekleri çalışma alanları kazandırmak,<br />

* Bölgenin turizm potansiyelini artırmak,<br />

* İnanç turizmi kapsamında özel etkinlikler düzenlemek,<br />

Sart kasabasının Türkiye ve Dünyada<br />

tanınabilirliğini artıracak etkinlikler ile tiyatro<br />

sanatı çalışmalarımı kuracağımız tiyatro köyünde<br />

sürdürmek heyecan verici olsa gerek. Bunu zaman<br />

gösterecek.. Ben çok umutluyum.. El ele verirsek<br />

çok güzel etkinlikleri hayata geçirebiliriz. Sart<br />

Tiyatro Köyü kuruldukdan sonra yapılması<br />

düşünülen Sart Dionysos Tiyatro Şenlikleri ve<br />

Tiyatro Eğitim Merkezi yöre insanımızın ufkunu<br />

açarak geleceğe taşıyacaktır.<br />

Sardes Kültür Sanat Merkezi çerçevesinde SART ve yöresinin tanıtımında<br />

büyük öneme sahip, prestij olarak da görülebilecek DİONYSOS TİYATRO<br />

ŞENLİKLERİ ve SARDES TİYATRO KÖYÜ düşüncesinin<br />

hayata geçirilmesi konusunda, yerel yönetimlerinde desteği ile<br />

bir girişim başlatılması ve kamuoyu oluşturulmasının önemi bu<br />

festivalin sonuçları içersinde somutlaştırılabilecek bir çalışma<br />

olacağı düşüncesiyle Tiyatro Sanatının Doğduğu Topraklar<br />

Salihli, Sardes ve çevresinin yerli yabancı tiyatro adamlarının<br />

buluşma yeri olması sağlanarak bilimsel-sanatsal çalışmalar<br />

açısından oldukça önemli olduğuna inananlardanım. Tünelin<br />

sonundaki ışığı görebilenlerin çoğalması inancımla<br />

Salihli’lihemşehrilerimi sanat etkinliklerimiz <strong>için</strong>de görebilmek<br />

arzusu ile…<br />

45


Kaynak :<br />

(1) - Teoman Ergül, “Bir Kentin Özgün Tarihi - Sardes”<br />

( 2) - Prof. Dr. Şevda Şener, “Oyundan Düşünceye”<br />

(3 - 6 ) Prof. Dr. Şadan Gökovalı, “Söylencebilim<br />

Tarihi”<br />

(4) - Prof. Dr. Özdemir Nutku, “Dram Sanatı”<br />

(5) - (Jane Harrison, "Themis".)<br />

Yrd. Doç.Dr. Rasim AŞIN<br />

Pedagog rejisor<br />

DİONYSOS “OYUN Çocuk Tiyatrosu Genel Sanat<br />

Yönetmeni<br />

Çocuk Tiyatrosu Araştırmaları Laboratuarı Koordinatörü<br />

Dionysos Tiyatro Şenlikleri Koordinatörü<br />

46


KİZİM<br />

Ayşe YİĞİT<br />

Yüreğimin tozlu raflarından çıkan,<br />

Bir çift tabanı eskimemiş pabuçlar.<br />

Hayal edip binilmemiş,<br />

Lastiği patlamamış bisiklet.<br />

Evimin odalarında hiç duyulmayan ayak sesleri.<br />

Topukları delinmemiş,<br />

Dizleri yırtılmamış çekmece dolusu çoraplar.<br />

Elimi tutup arşınlanmamış park yolları.<br />

Cıvıl cıvıl çocuk sesleri<br />

Yükselirken sokakta,bizim içimize akıttığımız göz yaşlarımız.<br />

Siz çok dağıttılar diye şikayetlenirken,<br />

Bizim bir oda dolusu dağılmayan oyuncaklarımız.<br />

Ben hep açtım kollarımı,<br />

Bana koşup gelemeyen kızıma.<br />

Kimileri ezerken cenneti dünyada,<br />

Ben cenneti ekmeye çalıştım rüyama.<br />

Gülüşüne adadım ömrümü,<br />

Gülüşün de gizli cennetim.<br />

Ben engelli annesiyim,İKRANUR un annesi.<br />

Tüm engelleri bir gülüşe aşmaya çalışan.<br />

47


İ Kİ ŞAİ R İ Kİ Fİ Kİ R ADAMİ VE Bİ R<br />

TU RKİ YE FOTOĞ RAFİ<br />

Hasan ULAŞ<br />

Bu soruşturmamızda iki şair ve fikir adamı üzerinden bir Türkiye fotoğrafı çekmeye,<br />

İslâm ve siyasal İslâm ayrışmasına bu iki isim üzerinden bakmaya çalışacağız.<br />

Bunlardan biri İstiklâl şairi Mehmet Akif ERSOY. Diğeriyse şairler sulatanı olarak ünlenen<br />

Necip Fazıl KISAKÜREK. Türk edebiyatında ve düşünce hayatında mevki ve mevzi tutmuş<br />

görüş, düşünce ve şiirleri ağırlıklı olarak muhafazakâr ve milliyetçi kesim tarafından<br />

önemsenip, benimsenmiş bu iki önemli şahsiyetin fikir, zikir ve fiil eksenindeki tutarlılıkları/<br />

tutarsızlıkları üzerinden günümüz Türkiyesine katkılarına ve bunların yankılarına değinmeye<br />

çalışacağız.<br />

Sanırım söze Hz. Mevlana'nın şu güzel ve derin sözüyle başlamak yerinde olacaktır.<br />

"Ya göründüğün gibi ol. Ya olduğun gibi görün."<br />

Kanaatimce M. Akif ile Necip Fazıl arasındaki en temel fark bu cümlenin altıda yatıyor. Bu<br />

iki ismin hayatlarına baktığımızda da göreceğimiz şey bu sözün açılımı olacaktır. M. Akif<br />

Hayatının sonuna kadar bu sözün hakkını vermişken, Necip Fazıl da bu tutarlılığı her zaman<br />

göremiyoruz. Bu cümleden kastettiğim N. Fazıl'ın AbdülhakimArvasî ile tanışana kadar<br />

ki İçki, kumar, kadın ve uyuşturucuyla geçen hayatı değil. Necip Fazıl'ı hayatında yok saydığı<br />

bir dönem üzerinden tenkit edip eleştirecek değiliz. Tövbesi tövbemizdir. Asıl o tanışmanın<br />

sonrasındaki derin kırılma ve değişimden sonraki yaşantısı, yazıp, söyledikleri üzerinden<br />

konuşacağız.<br />

Bu tanışmanın Necip Fazıl'ın hayatına, fikirlerine dolayısıyla da yazılarına büyük tesiri<br />

olduğu yadsınamaz bir gerçek. Günah çıkartırcasına yazdıklarından bunu görüyoruz. Ama<br />

48


yine de Fikir, zikir ve fiil ekseninde yerli yerine oturmayan sakil duran insanı rahatsız eden<br />

bir tutarsızlık göze çarpmıyor mu?<br />

Bunun belki de en bariz ve açık örneği, Necip Fazıl'ın 'Büyük Doğu' dergisini çıkartabilmek<br />

ve geçimini temin edebilmek <strong>için</strong>, o dönem hükümette olan Adalet partisine ve Adnan<br />

MEMDERES'e kalemini kiralaması, eğer kendilerinden gerekli maddi yardım ve teveccühü<br />

göremedikleri taktirde kendilerine ve hükümetlerine methiyeler düzen bu mahir ve marifetli<br />

kalemin tam tersi istikamette de raks edebileceğini açık açık beyan eden tehditkâr<br />

mektuplarla, değişik başlıklar altında ödenek talebinde bulunduğunu mahkeme zabıtlarından<br />

biliyoruz.<br />

İşte o mektuplardan bir bölüm:<br />

14 Haziran 1958<br />

'10 BİN LİRA LÜTFEDİLİRSE'<br />

Reklam ve sair ihtiyaçlarım <strong>için</strong> 10 bin lira lütfedilirse... Ayda 6 bin lira tahsis<br />

olunursa... Akis, Kim, Form gibi mecmuacıklarla bütün muhalefet matbuatını saf<br />

fikirle çürütücü, muazzam bir içtimai ve edebi, ideoloji, bina edici ve yüreklere nüfuz<br />

edici bir mecmua kuracağıma emin olunabilir. Bu da olmazsa tam altı aydır bir tek<br />

yardım görmeyen beni vazife günüme kadar her ay muayyen ve mukarrer bir mikyas<br />

altında kurmaktan ve göz yaşları içende yalnız ibadet ve mücerret eserler kaleme<br />

almaya terk etmekten başka iş kalmaz."<br />

Bu durum birçokları gibi çağdaşı ve yakın dostu Nazım Hikmet'i de rahatsız etmiş olacak ki<br />

Nazım, Necip Fazıl 'a hitaben şu mektubu yazma ihtiyacı hissetmiştir.<br />

"Sevgili Necip,<br />

İsmin temiz demek, necîb temiz demektir benden iyi bilirsin. Necip'i necis yapma. Sen<br />

en cihanşumül eserlerini beş parasız Paris sokaklarında dolanırken vermiş bir şairsin,<br />

cebin para para olacak diye ruhun pare pare olmasın. Bilirim kalemin kıvraktır lisanın<br />

çeviktir, bilirim üç satırda ruh üflersin kağıda, bilirim bir yazsan parçalarsın edebiyatın<br />

Çin Seddi'ni, o lisan-i mücerret dilinle Babali yokuşunun yollarını yalaman beni<br />

kahrediyor Necip.<br />

Sevgili Necip, inandığın Allah'ın aşkına, o kudretli kalemini iktidara payanda<br />

yapacağım diye camii direğine çevirme, o kudretli kelimelerini üç kurusa parselleme üç<br />

tanesi üç kuruş etmeyecek ciğersizlere. Sevgili necip, elinde sur-u israfil var, onu<br />

49


orazana çevirme.<br />

Eski dostun<br />

Nazım."<br />

Nazım'ın da dediği gibi Necip Fazıl karatında bir şairin para ve şöhret <strong>için</strong> kalemşörlük<br />

yapması ne kadar etik ve ahlâkidir? Organ mafyaları maharetli ellere sahip cerrahlar kullanır.<br />

İnsanları ölüme sürükleyen uyuşturucuları işinde en usta kimyagerler üretir. Terör örgütleri<br />

ve din tüccarları insanları kandırmak <strong>için</strong> en iyi hatipleri sahneye sürer... Bir işi iyi yapmak<br />

yetmez. Asıl önemli olan doğru ve eşref-i mahrukat'a yani insan onuruna yakışır bir şekilde<br />

yapmak değil midir? Bunu sağlayacak etik ve ahlâki değerlere sahip olmak değil midir?<br />

M. Akif'in de dediği gibi:<br />

"Girmeden tefrika bir millete düşman giremez.<br />

Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez"<br />

Aslında tefrika millete tamda böyle giriyor, hiç beklenmedik yerden, itimat ve iltifat edilen<br />

şiiringasını dimağımıza ustaca batırabilen maharetli kalemlerden zerkediliyor.<br />

M. Akif'in hayatında ise bu gibi yalpalamalar fikir, zikir ve fiil ekseninde kaymalar ve<br />

tutarsızlıklar görmüyoruz. Aşağıdaki kısa alıntıdan da anlaşılacağı üzere M. Akif Akılcı,<br />

bilimle barışık, analitik düşünebilen, çağın ve zamanın istikametini görebilen bunun <strong>için</strong><br />

çareler aramaktan geri kalmayıp elini taşın altına sokmaktan çekinmeyen bir aydın portresi<br />

çizmektedir.<br />

....<br />

Ümmetin hâline baktım ki:<br />

Yürekler yarası!<br />

Ne bir ekmek yedirir iş; ne de ekmek parası.<br />

Kışla yok dâire yok, medrese yok mektep yok;<br />

Ne kılıç var, ne kalem...<br />

Her ne sorarsan, hep yok!<br />

50


....<br />

M.Akif Ersoy<br />

İki şair ve fikir adamına 'Pürdikkat' baktığımızda göreceğiz ki M. Akif'in hayatını<br />

şekillendiren İslâm inancı doğal ve tabii iken N.Fazıl'ın hayatını şekillendiren inanç adeta<br />

doğal'a özdeş ve sentetik bir yapıya sahip. Onun <strong>için</strong> fikir, zikir ve fiil dairesi<br />

tamamlanamamakta...<br />

Bu üçlü saç ayağı tamamlanmadığı <strong>için</strong> üzerinde kaynayan kazan er yada geç devrilmeye<br />

mahkum...<br />

Bu nedenle muhafazakâr çevrelerin fikri ideolojilerini, gelecek kurgularını M. Akif yerine N.<br />

Fazıl'a yaslamalarını hayli sakıncalı ve tehlikeli buluyorum.<br />

Sistem kitleleri kullanmak ve yönlendirmek <strong>için</strong>; gün gelir bir şairi kullanır, gün gelir bir din<br />

adamını, gün gelir bir bilim adamını, gün gelir bir siyasetçiyi...<br />

M. Akif'in de Safahatın da yakındığı gibi: "Nebiye atf ile binlerce herze uydurdun.<br />

Yıktın da dini mübini yeni bir din kurdun..."<br />

'Doğal' ve 'Tabii' olan unutturulup 'Doğal'a özdeş, sentetik, afyon' bir inanç sistemi böyle<br />

yavaş yavaş kitlelerin ruhlarına ve hayatlarına zerk ediliyor. Bu da İslâm/Siyasal İslâm diye<br />

bir olguyu hayatımızın tam ortasına pimi çekilmiş bir bomba gibi bırakıveriyor... N.Fazıl,<br />

Akif'in bu sözüne neden karşı çıktı tenkit etti bilinmez ama M. Akif'in deyimi ile,<br />

"Doğrudan doğruya Kur’an’dan almalı ilhamı<br />

Asrın idrakine söyletmeli İslâmı…"<br />

Dünya özellikle de bu coğrafya ilhamı Kur'an'dan almadığı, asrın İdraki ile söyletmediği<br />

sürece İslâmı, Müslüman zulmünden kaçan Müslümanların, gavur memleketlere sığınmaya<br />

çalışırken kıyılarımıza vurduğunu görmeye devam edeceğiz... Müslüman, Müslümandan<br />

kaçıp gavur'a sığınıyor! Bu ne demek? Bu durum bana M. Akif'in Avrupa'da kaldığı dönem<br />

hakkında söylediği şu sözü hatırlattı. "İşleri var dinimiz gibi, Dinleri var işimiz gibi…"<br />

Sanıyorum değinmemiz gereken bir mesele daha kaldı. Bu iki isim arasında belki de<br />

en büyük görüş ve söylem ayrılığı Osmanlı'nın yıkılışı ve Cumhuriyetin ilanı üzerindedir.<br />

M. Akif'in aksine Necip Fazıl'ın ve kimi takipçilerinin Cumhuriyet/ Atatürk aleyhtarı<br />

söylemlerinin altında, Atatürk'ün bağlı olarak da Cumhuriyetin Osmanlıyı yıkan etmen<br />

olduğu görüşü yatar. Oysa ki durum bunun tam tersidir. Son iki asırda yaptığı tüm reform ve<br />

ıslahatlara rağmen gerilemiş çağı ve çağdaşı ülkeleri yakalayamamış bu sebeptenadeta<br />

51


sömürge durumuna düşmüş, son on- on beş yılda topraklarını büyük ölçüde kaybetmiş, kronik<br />

hastalıklarla boğuşan, devrin bulaşıcı hastalığı milliyetçiliğe yakalanmış yıpranmış ve hayli<br />

yorgun düşmüş, kendini savunmaktan aciz bir bünye... Kötü beslenmiş kötü muamele görmüş<br />

bir ana(Osmanlı). Atatürk ve silah arkadaşlarının kuvayimilliye ve kurtuluş savaşıyla<br />

yaptıkları şey aslında ölmesi artık kesinleşmiş annenin karnındaki bebeği ustaca icra edilmiş<br />

bir cerrahi bir müdahale ile kurtarmak... Böylece geride kalanlara yeni bir umut ışığı<br />

yakmaktan başka birşey değildir... M. Akif çağı ve zamanı okumuş, milli mücadeleye gerek<br />

teşkilatı mahsusa çatısı altında, gerek bu haklı davanın halka anlatılmasında, gerek birinci<br />

mecliste mebusluk yaparak, daha sonra da halkın İslâm dini doğru öğrenip yaşaması adına<br />

Atatürk'ün emri ile Elmalılı Hamdi YAZIR'la birlikte Kur'anın tefsir ve meal'i üzerinde<br />

çalışarak Türk kurtuluş savaşının haklılığını ve gerekliliğini göstermiştir.<br />

"Şeyh uçmaz mürid uçurur" Sözünden hareketle, şeytan pabucu diken kurnaz şeyhler(!)<br />

mürid'in kaldırma kuvvetini bulduğundan beri zaman Müslüman'ın aleyhine işliyor. O<br />

günden beri insan en çok ve en kolay Allah ile aldatılıyor... Size şah damarınızdan daha yakın<br />

olan Allahla aranıza neden arzuhalci koyuyorsunuz? Münacatınızı direk Allah'a yapın.<br />

Muaviyeden beri başımıza musallat edilmiş ve gerçek İslam'ın yerine ruhlarımıza ve<br />

hayatlarımıza zerk edilen bid'at ve hurafeyle dolu bir siyasal İslam zehri var. Bu zehrin de<br />

panzehiri Kur'an, sünnet ve akıl. Hemen hemen hepimiz birer "Playback" Müslümanıyız.<br />

Kur'an'ın Arapça telaffuzunu öğrenmeyi Kur'an okumak sanıyoruz. Namazlarımızda<br />

okuduğumuz daha doğrusu ezberlediğimiz dua, sûre ve ayetlerin anlamlarını biliyor muyuz?<br />

Yoksa bu da her işimiz gibi "Miş" gibi mi? Bu sorulardan sonra Atatürk'ün parasını kendi<br />

cebinden karşılayarak neden Kur'an meal ve tefsiri yaptırdığını binlercesini halka neden<br />

ücretsiz dağıttığını anlamak daha kolay olsa gerek. Ölçü şudur, akla muhalif olan Kur'an'a<br />

muhaliftir. Hz. Ali'nin de dediği gibi: "İlim bir noktaydı onu cahiller çoğalttı."<br />

Yunus sûresi'nin 100.<br />

Ayetinde:"Allah pisliği akıllarını kullanmayanların üzerineyağdırır"buyuruyor. Dünya<br />

haritasına bir bakın dostlar kanın, zulümüm, göz yaşının, açlığın, hastalığın kol gezdiği hemen<br />

hemen her yer Müslüman coğrafyası. Neden?<br />

Bunda da en büyük sorumluluk daha önce de olduğu gibi bizlere ait. Çünkü ilk emri unuttuk!<br />

OKUMUYORUZ! İki kitabı okumuyoruz! Birincisi inanıp iman ettiğimiz Kur'an'ı. İkincisi<br />

Nutuk'u. Bu iki kitabı okuyup anlamadan İçine sürüklendiğimiz bu bataklıktan kurtulmamız<br />

mümkün değil. Ama şunu da üzülerek söylemek gerekir ki tüm o zor ve çetin şartlara rağmen<br />

52


dünyaya gelen Türkiye, altmış yılı aşkındır yetersiz besleniyor, sağlıksız büyüyor, ve kötü<br />

arkadaşlıklar kuruyor, zaten az olan dostları daha da azalırken düşmanları çoğalıyor... Umarız<br />

bu durum en kısa zamanda tersine döner ve bizler de yarınlara umutla bakabiliriz...<br />

Bu yazıyı okuduğunuzda N. Fazıl'a karşı M. Akif'in tarafını tuttuğumu düşünenler<br />

olacaktır. Ki bunda sonuna kadar haklılar. İnsan ancak doğru olduğuna inandığı şeyi<br />

korkusuzca söylediği, yaptığı ve savunduğu ölçüde insandır. Ve böylesi bir mesele hakkında<br />

kalem oynatan insanların tarafsız değil aksine taraf olmaları gerekir. O taraf nedir? Doğru<br />

olduğuna inandığı şey. Ben de Necip Fazıl'ın kağıda ruh üfleyebilecek maharette yeri<br />

doldurulamayacak bir kaleme sahip olduğuna inanıyorum. o ne muazzam dizeler! Ama<br />

yukarıda saydığım nedenlerden dolayı bir fikir ve düşünce adamı olarak kendisini<br />

tutmam.Kalem namustur, kiralanmaz, şantaj <strong>için</strong> kullanılamaz! Yine yukarıda değindiğim<br />

nedenlerden M. Akif benim <strong>için</strong> hem yeri doldurulamayacak bir şair, hem fikir ve dava adamı<br />

hem samimi bir Müslüman aydınıdır. Şükür ki M. Akif'in önce "Çanakkale Şehitleri" sonra da<br />

"İstiklâl Marşı" ile ayaz ve alaz yangını gövdelerimize yaptığı kalem aşısı tuttu da askerine<br />

"Ya istiklâl ya ölüm" diyen bir liderin önderliğinde vatanımızı ve istiklâlimizi kurtardık.<br />

Şairlerimizin ve tüm şehitlerimizin kabirleri nur mekânları cennet olsun.<br />

53


AŞKİN Dİ Lİ ĞEÇİ Ş ZAMANİ<br />

Fatma DUMAN SARIGEDİK<br />

Önceleri aşk var-dı… Gözler bir çarpıştı mı, yürekler bir kaynaştı mı o sarardı her yanı, her<br />

anı.<br />

İç sızlardı duymayınca, gönül isyan tutardı görmeyince, ten kahrederdi değmeyince.<br />

Önceleri aşk var-dı. Ruh bedende kalamazdı., hapsolamazdı.. Konar göçer olur, kendini<br />

yollara vurur, “o an” denizine dalar ve Onu hep Onu arar, anardı..<br />

Önceleri aşk var-dı. Eller kalem tutar kalem aşk yazardı.Aşk yazılı kağıt O gibi kokardı.<br />

Okuyan kalpte şimşekler çakar, okuyan gözde yağmurlar yağar ve ardından düşen<br />

yıldırımlar ruhta mesken tutardı.<br />

Önceleri aşk var-dı. Tabi hasret, özlem, vuslat da. Anlar günlere, aylar yıllara eklenir ama<br />

olsun O yine de hep beklenirdi. Çünkü aşk kutsaldı ve kutsaldı Onu beklemek.<br />

Önceleri aşk var-dı. Biz vardı. Yas-lanılacak omuz, baş koyulacak diz vardı. Şefkatle<br />

yoğrulmuş kucak, dokunduğunda kalbini mancınığın yayına koyuverdiğin bir çift el vardı.<br />

Önceleri aşk var-dı. Başta aşk dönmesi, ruhta titreme, nutukta tutulma, şuurda bulanıklık,<br />

yudumda tıkanıklık, yürekte lezyon vardı.<br />

Ve TANRI ikinci evre insanı yarattı.<br />

Aşk şarkıların, şiirlerin, iletilerin, komplimanların, gibilerin, sankilerin ve gel-gitlerin malı<br />

oldu. Aşk sev-er kişiye değil de her kişiye mâl oldu. Rüyalar yerine riyalarla hemhal oldu.<br />

Gayrı Aşık’ın yüreğinden ziyade dilinde ikamet eden aşk, dilini yuttu. Geçmişini unuttu..<br />

HEPİMİZE DİLİ GEÇMİŞ OLSUN...<br />

54


ATATU RK’U N ÇANAKKALE SAVAŞİNA<br />

ĞELMESİ NEDEN VE Kİ M TARAFİNDAN<br />

ENĞELLENMEK İ STENDİ ?<br />

Mehmet ŞAHİN<br />

27 Ekim 1913’te Sofya Ataşemiliterliğine atanan Mustafa Kemal Paşa 1915 yılına kadar bu<br />

görevde kalacaktır. 1915 yılında dünyanın ve Türklerin kaderini değiştirecek olan Çanakkale<br />

Savaşı başlayacaktır. Bu büyük savaşın 2 önemli sebebi bulunmaktadır. İtilaf Devletlerinden<br />

İngiltere ve Fransa’nın Karadeniz’deki Rusya’ya yardım götürmek amacıyla Çanakkale<br />

boğazının geçilmek istenmesi ve 1071 Malazgirt zaferiyle Anadolu’ya gelen Türklerin<br />

kurduğu 600 yıllık Osmanlı devletinin başkenti olan, İstanbul’un alınarak Türkleri tekrar<br />

Anadolu’dan atma düşüncesi ile 19 Şubat 1915 yılında Çanakkale Savaşı başladı.<br />

Türklerin kaderini belirleyecek olan böylesine büyük bir savaşta Osmanlı’nın en başarılı<br />

komutanları Çanakkale’de görev alırken Mustafa Kemal Paşa’da Sofya Ataşemiliterliğinde<br />

öylece durmayı kabul etmedi. Bu sebeple Başkomutan Vekili Enver Paşaya bir mektup yazdı.<br />

Mustafa Kemal yazdığı mektupta “millet ve memleketin büyük bir savaşa hazırlandığı sırada<br />

kendisinin Ataşemiliterlikte kalmak istemediğini ve herhangi bir kıtanın başında bulunmak<br />

istediğini söylemişti.”<br />

Başkomutan Vekili Enver Paşa’nın cevabı içler acısı bir durumdu. Böyle bir düşüncede olmak<br />

tam bir gafletten ibarettir. Cevap şu şekildedir: “Sizin <strong>için</strong> her zaman orduda bir görev vardır.<br />

Ancak Sofya Ataşemiliterliğini daha önemli gördüğümüzden sizi orada bırakıyoruz.” (Kasım<br />

1914) Bakın ne kadar saçma bir cevaptır. Bir tarafta Türk’ü bu topraklardan silmek <strong>için</strong><br />

Devlet-i Ali Osman’ı yıkmak <strong>için</strong> bir savaş var ve Sofya Ataşemiliterliği bu savaştan daha<br />

önemli görülüyor. Böylesine saçma bir düşünce daha olamaz.<br />

Atatürk bu cevap karşısında şok olur ve Atatürk asla vazgeçmez çok anlamlı 2. Bir mektup<br />

daha gönderir ve şöyle der:<br />

Başkomutan vekili Enver Paşa’ya: “Vatanın müdafaasına ait faal vazifelerden daha mühim ve<br />

yüce bir vazife olamaz. Arkadaşlarım muharebe cephelerinde, ateş hatlarında bulunurken ben,<br />

Sofya’da Ataşemiliterlik yapamam! Eğer birinci sınıf subay olmak liyakatinden mahrumsam,<br />

kanaatiniz bu ise, lütfen açık söyleyiniz!” (Aralık 1914)<br />

Mustafa Kemal Paşa 2. Mektubunun üzerine 20 Ocak 1915’te Esat (Bülkat) Paşa<br />

komutasındaki 3. Kolorduya bağlı olarak Tekirdağ’da kurulan 19. Tümen komutanlığına<br />

atandı. Bu olaya baktığımızda Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün böylesine önemli<br />

bir savaşta yer almak <strong>için</strong> nasıl can attığını nasıl çabaladığını görmekteyiz. İşte vatanını ve<br />

milletini sevmek budur. Ayrıca merak ettiğim bir şeyi de sormadan yapamayacağım. O Edirne<br />

Fatihi(!) Enver Paşa neden böylesine mühim bir savaşta yer almaz? Sadece gelip siperleri<br />

dolaşmakla bir ülkeye komutan olunmaz. Zaten tarih her şeyi açık açık göstermektedir.<br />

55


DUMANLİ DAĞ İN ÇUCUKLARİ<br />

Recep METİN<br />

Dumanlı dağın çocukları<br />

Bir türkü de bana söyleyin<br />

Uğurlu bir türkü olsun<br />

Şarlatanları sevindirmesin.<br />

Kara kaşlı, kara gözlü kadınların emzirdiği<br />

Ak pak çocuklar<br />

Günaha ve denize uzak<br />

Elleri eskimiş motor yağı kokan<br />

Becerikli çocuklar<br />

Kurtaramadığımız,<br />

Bizleri türlü belalardan kurtaran çocuklar.<br />

Çelimsiz babaların çocukları<br />

Hepsi hepsi on yıl sonra gelecek, gelecek<br />

Sınırlar ve sınıflar kalkacak<br />

Güleceğiz ayı kılığına girmiş bir insan çocuğuna<br />

Ağzımız mutluluk dolup taşacak<br />

56


Hü seyin AŞAN<br />

57


ESKİ ESER Bİ Lİ NCİ EKSİ KLİ Ğ İ : SARDES<br />

O RNEĞ İ<br />

Fuat UÇAR<br />

"BU ESERLER KENDİ MALINIZDIR<br />

DUVARLARA YAZI YAZMAYIN"<br />

Bu yazımızda, Salihli’nin ve bölgenin turizmi açısından bir hayli önemli olan Sardes Antik<br />

Kenti’nin mevcut durumu itibariyle bir değerlendirme yapılacaktır. Bu değerlendirmede<br />

Sardes Antik Kenti’nin tarihî bilgilerinden ziyade, Sardes örneğinde ülkemizde eski eserlere<br />

bakış açısı anlatılmaya çalışılacak ve mevcut sıkıntıların giderilmesi yönünde öneriler<br />

sunulacaktır. İlçemizin Sart Mahallesi’nde bulunan Sardes Antik Kenti’ne her fırsatta<br />

gidiyorum. O havayı solumak, bir tarihçinin vazgeçemediği anlardan biri olsa gerek. Ama,<br />

tarihte paranın ilk basıldığı yer<br />

olmasının yanında birçok<br />

özelliği ile ilkleri barındıran<br />

Lidyalıların başkenti Sardes’e<br />

her gidişimde bir hüzün kaplıyor<br />

içimi. Ülkemizde bu kadar çok<br />

önemli eser bulunuyorken, eski<br />

eserlere sahip çıkılmaması ve bu<br />

konu ile ilgili çaba<br />

gösterilmemesi üzüyor insanı.<br />

Sardes topraklarında bulunan<br />

Artemis Tapınağı içerisindeki<br />

tabelalarda – yukarıdaki tırnak<br />

<strong>için</strong>de büyük harflerle yazılan<br />

emir cümlesinde de yer aldığı<br />

şekliyle- “Bu eserler kendi<br />

malınızdır. Duvarlara yazı<br />

yazmayın.” tarzında ifadeleri<br />

görmenin verdiği hüznü<br />

anlatacak kelime bulamıyor<br />

insan.<br />

Artemis Tapınağı içerisindeki eserlerin üzerine yazıların yazılmış olması böyle tabelaları<br />

koyma zorunluluğu doğurmuş. Eski eser bilinci eksikliği ile ilgili olarak bu konuda bir örnek<br />

teşkil ediyor Sardes.Sardes özelinde, ülkemizin maalesef bu konuda birçok eksikliği<br />

bulunuyor ki bu eksikliklerden en önemlisi eski eser kaçakçılığı. Yine, maalesef bu şekilde de<br />

sahip çıkamıyoruz eserlerimize. Anadolu'nun birçok yerinden kaçırılan birçok eser, bugün<br />

Avrupa'da pek çok müzede sergilenmekte. Bu zamanlarda ülkemizin, bu eserlerin ülkemize<br />

iadesi <strong>için</strong> vermiş olduğu mücadele güzel; ancak yeterli değil. Eski eserlerin değerinin<br />

58


anlaşılması ve anlatılması açısından, bu değerli eserlerin üzerine yazı yazılmaması, kısacası<br />

bu eserlerin korunması <strong>için</strong> neler yapılmalı ya da neler yapmalıyız? Öncelikli olarak<br />

bugünden itibaren ilkokul öğrencilerinden başlanarak ortaokul-lise öğrencileri de dahil olmak<br />

üzere okullarda eski eserlere sahip çıkılması yönünde dersler konulmalı diye düşünüyorum.<br />

Yine okullarda, kültür merkezlerinde bu konuda verilen ve sayıca çok az olan konferansların<br />

sayısı artırılmalı. Bu durum, okullarda yukarıda bahsettiğim şekliyle tüm öğrencilere<br />

uygulanmalı; ama hedef kitle ilkokul öğrencileri olmalı. Eski eserler konusundaki bu algı ve<br />

bilinç daha ilk yaşlardan itibaren verilmeli ki, birçok şeyi düzeltebilelim.Ayrıca, tarih ve<br />

turizm açısından önemli olan böyle yerlere düzenlenen gezilerin sayısı artırılmalı ve bu<br />

geziler gelişigüzel değil, rehberler eşliğinde öğretici nitelikte yapılmalı. Böylece, öğrenciler<br />

<strong>için</strong> bu gibi önemli yerlerin değeri daha iyi anlaşılacaktır diye düşünüyorum.<br />

Yazımızın son bölümünde kendimden bir örnek vermek gerekirse, gerek ilkokul, ortaokul ve<br />

lise yıllarımda, gerekse üniversitede tarih bölümü okuduğum yıllarda böyle bir eğitim<br />

verilmedi bize. Yüksek lisans eğitimi gördüğüm esnada kendi isteğimle eski eserler ile ilgili<br />

bir ders seçmiştim. Ülke olarak bu konudaki eksikliğimizi bu örnekle de vurgulamak<br />

istedim. Eski eser bilinci ile ilgili olarak Sardes örneğinde de görüldüğü gibi bu konu üzerinde<br />

daha fazla düşünülmesi ve çalışmalar yapılması gerektiği bir gerçektir. Çocuklara küçük<br />

yaşlardan itibaren eski eserlerin önemi anlatılmalı ve eski eser algısı kazandırılmalı diye<br />

düşünüyorum. Böyle olduğu zaman, “Duvarlara yazı yazmayın!” gibi tabelaları koyma<br />

zorunluluğu ortadan kalkacak ve eski eserlere sahip çıkılacaktır.<br />

59


Ğİ T YA DA Ğİ T<br />

Muhlis COŞKUN<br />

Tuvalİim acı çekiyor<br />

Ayaklanırken hasrete<br />

Hüzün fırçalarını görmeden git<br />

Git<br />

Kavururken içimi hasretin<br />

Harlanmış ateşinle<br />

Susamışken sensizliğe<br />

Sevgi pınarından içmeden git<br />

Git<br />

Yollar beyaz örtüye bezendiğinde<br />

Ayak izlerini bırakmadan git<br />

Git<br />

Gece siyah perdesini asınca<br />

Karalar bağladığımı<br />

Görmeden git<br />

Git<br />

Git ya da git<br />

60


ŞAİ R, YAZAR ve SOSYAL Hİ ZMET<br />

MERKEZ MU DU RU ALİ M YAVUZ<br />

BİYOĞRAFİNİZ?<br />

Gülgün YALVAÇ<br />

1975 Giresun doğumluyum. Giresun, Samsun, Sinop, Yozgat ve Ankara şehirlerinde<br />

eğitimimi tamamlayarak 1994 yılında kamu hizmetine başladım. 2001 Yılında Manisa’nın<br />

Turgutlu İlçesine sosyal hizmet uzmanı olarak atandım. 15 yıldır ilimizin değişik ilçelerinde<br />

görev yaptım. Halen Salihli Sosyal Hizmet Merkezinde müdür olarak görevime devam<br />

etmekteyim. Yayınlanmış iki kitabım bulunmaktadır. ŞATOM BENİM ÜZGÜN YURDUM:<br />

Yetiştirme Yurdunda kaldığım yıllara ilişkin anılarımdan oluşan kitabım 2005 yılında Timaş<br />

yayınevinden çıkmıştır. ARDIÇ TÜRKÜSÜ: 20 yıldır yazdığım şiirlerimi topladığım kitap<br />

2013 yılında çıkmıştır. Hikâye dalında da çalışmalarım devam etmektedir. “Müebbet Hüzün”<br />

isimli hikâyem, 2012 yılında Sağlık-Sen tarafından açılan hikâye yarışmasında ikinciliğe<br />

layık görülmüştür.<br />

Hayattaki temel prensibim faydalı olmak ve üretmektir. Bu prensibim gereği, kamudaki<br />

görevim dışında değişik sivil toplum örgütlerinde yer almaya çalışıyorum. Sosyal<br />

Hizmet Uzmanları Derneği Manisa Şubesi yönetim kurulunda bulunuyorum. Bir terapi<br />

tekniği olan, EMDR (Göz hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme Tekniği)<br />

uygulayıcısı olarak travma yaşayan kişilere destek vermekteyim. Mesela son olarak,<br />

Türkiye’de Travma konusunda oldukça etkin çalışmalar yapan EMDR HAP Derneğinin<br />

çok değerli üyeleriyle birlikte Soma’da eşlerini kaybeden kadın ve çocuklara psikososyal<br />

destek çalışmaları yaptık. Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürlüğünün bir organizasyonu<br />

olarak yaptığımız bu çalışmada pek çok yaralı yüreğe merhem olmaya çalıştık.<br />

Şiir ve edebiyata olan merakım beni şiirin işçisi yapmıştır. Salihli’de bulunan Sanat<br />

Dostları Topluluğunun bir üyesi olarak etkinliklerde ve antoloji çalışmalarında yer<br />

aldım.<br />

61


SALIHLI SOSYAL HIZMET BINASI NE ZAMAN HIZMET VERMEYE BAŞLADI. KAÇ<br />

PERSONELLE NE TÜR HIZMETLERI VERIYORSUNUZ?<br />

Kuruluşumuz merkezde, aile ve sosyal politikalar bakanlığına, yerelde Manisa Aile ve Sosyal<br />

Politikalar İl Müdürlüğüne bağlı olarak hizmet veren bir müracaat birimidir. Özellikle<br />

dezavantajlı gruplara hizmet veren merkezimizde yaşlılara, engellilere, korunmaya muhtaç<br />

çocuklara, kadınlara ve bunların hepsini kapsayan ailelere yönelik hizmetler vermekteyiz. 23<br />

personelle hizmet veriyoruz. Evde bakım yardımı, evlat edinme ve koruyucu aile işlemleri,<br />

korunmaya muhtaç çocuk işlemleri, sosyal ekonomik destek, engelli bakım ve rehabilitasyon<br />

merkezi, huzurevi ve yaşlı bakım rehabilitasyon merkezi başvuru ve işlemleri, psiko-sosyal<br />

destek gibi hizmetler vermekteyiz.<br />

EVDE BAKIM HİZMETLERİ ALACAK VATANDAŞLAR NE GİBİ BELGELERLE<br />

BAŞVURABİLİR? HANGİ ŞARTLARDA ÖDEME YAPILIYOR.<br />

Evde bakım yardımı alacak vatandaşlar; engelli kişinin ‘’ engelli sağlık kurulu raporu ( ağır<br />

engelli ibaresi bulunan ) ve başvuru dilekçeleri ‘’ ile müracaatta bulunabilirler, işlemler<br />

sırasında ailenin gelir tespiti yaptırması istenmektedir. Ayrıca yardımı alacak kişi ve ailesinin<br />

aylık geliri toplamı, ailedeki kişi sayısına bölündüğünde kişi başına düşen gelirin 784.56tl’yi<br />

geçmemesi gerekmektedir.<br />

ENGELLİ KİMLİK KARTLARI ALMAK İÇİN ENGELLİ KARDEŞLERİMİZ SİZE<br />

NASIL BAŞVURACAK NELER GETİRECEKLER?<br />

Engelli kimlik kartı almak isteyen müracaatçılarımızın; engelli sağlık kurulu raporunun aslı, 2<br />

adet fotoğraf ve nüfus cüzdanları ile başvuru yapmaları gerekmektedir.<br />

YENİ BEBEĞİ OLAN ANNELER ÇOCUK PARASI ALMAK İÇİN SİZE NE İLE NASIL<br />

BAŞVURADA BULUNACAK?<br />

Bu yardımı almak isteyenler; aile ve sosyal politikalar bakanlığı internet sayfasından ya da<br />

müdürlüğümüzden edinebilecekleri doğum başvuru yardım dilekçesini doldurup bebeğin<br />

nüfus cüzdanının fotokopisi ile birlikte müdürlüğümüze başvurabilmektedirler.<br />

KORUYUCU AİLE OLMAK İSTEYEN VEYA EVLAT EDİNMEK İSTEYEN AİLELER<br />

SİZE NASIL BAŞVURACAK. NE GİBİ KOŞULLAR ARANIYOR?<br />

Öncelikle evlat edinme veya koruyucu aile kapsamında bir çocuğunun bakımını ve<br />

sorumluluğunu üstlenecek ailelerin çocuk sevgisi ile dolu olması gerekmektedir. Bir çocuğun<br />

hayatına ve geleceğine dokunacak olan ailenin psikososyal, ekonomik, sosyal güvence, sağlık,<br />

güvenlik gibi bir takım kriterlere uymaları beklenmektedir. Evlat edinme veya koruyucu aile<br />

talebi olan aileler müdürlüğümüze müracaat edebilmektedirler.<br />

62


SİZ NERDE TOPLU BİR FELAKET OLSA NE ZAMAN BİR ŞEHİDİMİZ GELSE İLK<br />

KOŞAN BİRİM OLUYORSUNUZ? NEDEN? NE GİBİ HİZMETLER VERİYORSUNUZ?<br />

Türkiye Afet Müdahale Planına göre, bir yerde ihtiyaç duyulan psikososyal destek hizmetleri<br />

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından verilmektedir. Dolayısıyla görev bölgemizde<br />

bize ihtiyaç duyulan her alana yetişmeye çalışıyoruz. Soma Maden kazasında, Çökelek köyü<br />

tarım işçileri trafik kazasında yapılan psikososyal destek çalışmalarında aktif olarak görev<br />

yaptım. Yine hepimizin yüreğini dağlayan şehit haberleri geldiğinde, ailelerimizin yanında<br />

olup, onların acısını paylaşmaya çalıştık. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, devletimizin<br />

şefkatli elidir. Bizde Manisa Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürlüğü çatısı altında bu şefkatli<br />

eli ne kadar çok vatandaşımıza hissettirirsek o kadar kendimizi başarılı sayıyoruz.<br />

BİRÇOK VATANDAŞIMIZ ARACI KİŞİLER TARAFINDAN SİZLERİN VERDİĞİ<br />

HİZMETİ ALABİLMEK ADINA DOLANDIRILIYOR. VATANDAŞLARIMIZA<br />

ÖNERİLERİNİZ*<br />

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının verdiği hizmetler genelde toplumun dezevantajlı<br />

kesimlerine hitap etmektedir. Zaten muhtaç durumda olan vatandaşlarımızın bir de bu<br />

hizmetlere ulaşabilmek <strong>için</strong> ekstra bir külfete girmemeleri gerekir. Hür Işık gazetesi ve sizler<br />

aracılığınızla ifade etmek isterim ki, ihtiyaç duyan bütün vatandaşlarımız doğrudan gelsin<br />

kendileri bize başvursunlar. Çalışma arkadaşlarım en açık ve anlaşılır şekilde<br />

vatandaşlarımıza rehberlik ederek onların kolayca hizmetlerimize ulaşmalarını<br />

sağlayacaklardır. Manisa Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürlüğünün en önem verdiği<br />

konuların başında gelen Toplam Kalite Yönetimi Sistemi sayesinde her müracaat <strong>için</strong> belirli<br />

bir cevaplama süresi vardır. Bizler Salihli Sosyal Hizmet Merkezi olarak, sistemde<br />

tanımlanan süreden daha kısa süre <strong>için</strong>de vatandaşlarımızın taleplerini karşılamaktayız. Araya<br />

giren ve sizlerden işlemlerinizi hızlandırmak <strong>için</strong> para isteyen aracılara kesinlikle ihtiyacınız<br />

bulunmamaktadır.<br />

UNUTAMADIĞINIZ BİR ANI VAR MI?<br />

22 Yıllık bir kamu görevlisi olarak artık yavaş yavaş anılarımı yazmaya başladım. Bu<br />

kitapta yer almasını düşündüğüm bir anımı paylaşayım sizinle. Bir sosyal hizmet<br />

uzmanı olarak, çok değişik müracaatçılarla karşılaştım. Değişik dramlar, çok üzücü<br />

olaylara şahit oldum. Kimisinde mesleğimden, kimisinde insanlığımdan utanır oldum.<br />

Ama öyle güzel insanlarla karşılaştım ve öyle güzel olaylar yaşadım ki; dünya bu güzel<br />

yürekli insanlar yüzünden ayakta diye düşündüm ve yeniden insanlığa dair umutlarımı<br />

tazeledim. Yaşadığımız bu zor günlerde umuyorum böyle güzel bir anıyı anlatmak<br />

herkese bir umut verecektir. Biliyorsunuz ilçemizin Çökelek mahallesinde geçtiğimiz<br />

Temmuz ayında çok büyük acılara sebep olan bir trafik kazası yaşadık. Şimdi<br />

kendisinden izin almadığım <strong>için</strong> isim veremeyeceğim bir kişi de çok sevgili eşini<br />

kaybetmişti. Bir süre geçtikten sonra eşini kaybeden değerli abimiz, eşinin elbiselerinin<br />

bir kısmını hayır olarak dağıtmayı uygun görmüş. Bir süre sonra <strong>için</strong>de bir miktar para<br />

63


olan bir zarf almışlar. İçinde de bir not: “Bize verdiğiniz elbiselerin cebinde şu kadar<br />

para çıktı. Elbiseler <strong>için</strong> teşekkür ediyoruz. Parayı geri iade ediyoruz. Allah sabrınızı<br />

arttırsın.”<br />

Zaman zaman görüştüğümüz ve eşinin vefatından sonra hayat mücadelesini yiğit bir<br />

şekilde sürdüren o abimiz bana bu olayı anlatınca dedim ki kendi kendime: iyi ki ben bu<br />

güzel insanlarla dolu ülkede yaşıyorum ve şükrediyorum ki bu güzel insanlara hizmet<br />

etme fırsatını verdi bana Allah’ım.<br />

SON OLARAK NELER SÖYLEYECEKSİNİZ?<br />

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının yereldeki hizmet ağı olan Manisa Aile ve Sosyal<br />

Politikalar İl Müdürlüğü ve Salihli Sosyal Hizmet Merkezi olarak, ihtiyaç duyan her<br />

vatandaşımızın yanında olmaya gayret ediyoruz. Sizler aracılığıyla bir kez daha<br />

vatandaşlarımıza hizmetlerimizle ilgili bilgi verebildiğimiz <strong>için</strong> size ve Hür Işık gazetesine<br />

teşekkür ediyoruz.<br />

64


65

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!