25.11.2014 Views

Yeni Ümit Say 92 deneme.indd

Yeni Ümit Say 92 deneme.indd

Yeni Ümit Say 92 deneme.indd

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Dinî Ýlimler ve Kültür Dergisi YIL: 23 SAYI: <strong>92</strong> NİSAN - MAYIS - HAZİRAN 2011 / 106702 - 2011/2<br />

www.yeniumit.com.tr<br />

FİYATI: 6.00 TL<br />

Minaredeki bu avaz ötelerin sesi,<br />

Yaratana çağırır duyan hemen herkesi;<br />

Yerdeki ezanla göktekilerin bestesi<br />

Ve muhtevâ itibarıyla melek şivesi.<br />

•<br />

Dar Bir Açıdan Bir Kez Daha Kur'ân (<strong>Yeni</strong> Başyazı)<br />

Bütüncül ve Parçacı Yaklaşımlar Arasında Sünnet-i Nebeviyye<br />

Peygamber Yolu'nun Ruh ve Mânâ Boyutu<br />

Rahmet Peygamberinde Beyan<br />

Firavun ve Genel Özellikleri


YENi ÜMiT<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />

DAR BİR AÇIDAN<br />

BİR KEZ DAHA<br />

Kur’ân<br />

Bugüne kadar Kur’ân’ı anlatma uğrunda nice<br />

kalemler gözyaşı döktü ve inledi.. nice sineler<br />

onun esintileriyle ürperdi ve titredi.. nice dimağlar<br />

onun mucizevî büyülü atmosferinde iç<br />

içe “ba’sü ba’de’l-mevt”lere erdi ve uhrevîleşti.<br />

Bizimki kendini bilmezlik olsa da onun yeryüzünü<br />

şereflendirdiği asırdan günümüze dek nice cins dimağlar<br />

birer gavvâs gibi o “menhelü’l-azbi’l-mevrûd”a daldı<br />

ve kendi çağdaşlarına ne cevherler ne cevherler sundu..!<br />

Biz şimdilik, o harikulâde beyan âbidesiyle alâkalı<br />

pek çok esrar ve incelikleri o alanın mahir üstadlarının<br />

güzîde eserlerine havale ederek, dar bir çerçevede bir<br />

kere daha “i’câz” ve “îcâz” demek istiyoruz.<br />

İ’câz, sözlük itibarıyla güç yetirilememe, âciz bırakma,<br />

benzerinin yapılamaması ve başkalarının<br />

yapmaya, söylemeye muktedir olamayacağı aşkın bir<br />

muhteva ve harika bir beyan demektir. Îcâz ise bir<br />

mazmun ve mefhumu çok az kelime kullanarak özlü<br />

söyleme; tabir-i diğerle, çok az ifade ile pek çok şey<br />

işaretleme ve pek az sözle maksadın vâzıh olarak ifade<br />

edilmesi mânâlarına gelmektedir.<br />

Belâgat uleması, îcâz sözüyle alâkalı şu mütalaaları<br />

serdederler: Bir söz, ifade edilmek istenen mânâyı<br />

tam karşılayacak ölçüde ise buna “müsâvât” denir ki<br />

beliğlerin beyanlarında en şayi olan da budur. Bazen<br />

de bir faydadan ötürü ve tabiî “muktezâ-i hâl” veya<br />

“muktezâ-i zâhir” esprisine bağlı olarak fazla kelimeler<br />

kullanıldığı da olur ki buna da “ıtnab” denegelmiştir<br />

ve kendi çerçevesinde bu da makbul bir ifade<br />

tarzıdır. Oldukça az kelime veya haziflerle –maksadı<br />

muhill olmama kaydıyla– ifade ve beyana da “îcâz” denir<br />

ki, bu konuyla alâkalı Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i<br />

Sahîha’dan yüzlerce örnek göstermek mümkündür.<br />

Aslında, üslûb-u beyan müsâvâtı gerektirdiği yerde<br />

o yolu takip etmek; tavzih ve tefsire ihtiyaç duyulan<br />

durumlarda ıtnab demek; bazen de herhangi bir<br />

mazmun ve mefhumu ifadede, konuyu iğlâk etmeme<br />

ve anlaşılmaz hâle getirmeme kaydıyla îcâz yolunu<br />

seçmek ayn-ı belâgat, dolayısıyla da makbul ve müstahsendir.<br />

Mevzu ile alâkalı Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan<br />

ve Sünnet-i Sahîha’da bu ifade tarzlarının hemen<br />

hepsinden değişik örnekler vermek mümkündür. Biz<br />

burada daha ziyade Kur’ân’daki îcâz üzerinde durarak,<br />

o deryadan sadece birkaç damla ile iktifa etmek<br />

istiyoruz.<br />

Belâgat ulemâsı ekseriyetle îcâzı iki nev’e taksim<br />

ederler:<br />

1-Îcâz-ı kısar<br />

2-Îcâz-ı hazf<br />

Belâgatçilerin, birkaç kelime ile pek çok hakikati<br />

ifade etmenin unvanı saydıkları “îcâz-ı kısar”la alâkalı<br />

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da onlarca örnek bulmak<br />

mümkündür. Evet,<br />

2 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


אא <br />

א den‘ אא <br />

א <br />

’a kadar farklı seviyelerde hep bu îcâz hakikatinin<br />

nümâyân olduğu görülür. Ne var ki, biz şimdilik<br />

konunun hususiyeti açısından belâgat erbabınca da<br />

üzerinde durulmuş bir-iki örnekle iktifa etmeyi düşünüyoruz.<br />

Meselâ; A’râf sûre-i celîlesindeki<br />

אא <br />

<br />

א <br />

<br />

א <br />

<br />

“Sen her zaman bağışlama (afv u safh) yolunu tut, iyiliği<br />

emret ve cahillerle uğraşmaktan uzak dur.” (A’râf sûresi,<br />

7/199) ferman-ı sübhânîsi üç cümleden ibaret olduğu<br />

hâlde mehâsin-i ahlâkın bütün disiplinlerini câmi bir<br />

beyan harikasıdır. Evet, bu engin beyan içinde bağışlama<br />

ahlâkı, iyilik ve güzellik düşüncesini yaşayıp<br />

yaşatma kararlılığı, bilgisiz ve densiz insanlarla tartışmalara<br />

girmeme ciddiyeti, demagoji ve diyalektiklerle<br />

faydasız dalaşmalarda bulunmama vakarı… türünden<br />

pek çok hususun hemen hepsini bir solukta ifade<br />

etme gibi bir câmiiyyet söz konusudur.<br />

Üzerinde durulan âyetlerden biri de Bakara sûre-i<br />

celîlesindeki א <br />

אא <br />

כ “Kısasta sizin için hayat<br />

vardır.” (Bakara sûresi, 2/179) âyet-i câmiasıdır. Arap<br />

beliğlerinin, bu mazmunu ifade adına ortaya attıkları<br />

en parlak örnek א “Öldürmek öldürmeyi ortadan<br />

kaldırır.” sözcüğü olmuştur. Beyan üstadlarının<br />

bu konudaki mütalaaları bir yana, bizim gibi sıradan<br />

insanların nazarında bile Kur’ân’ın beyanı karşısında<br />

bu ifadenin ne kadar sönük kaldığı açıktır.<br />

Her şeyden evvel bu sözde א kelimesi tekerrür<br />

etmektedir ki, buna kelimenin iç mûsıkîsi de inzimam<br />

edince hiss-i selim ve zevk-i selime aykırı olduğu<br />

hemen hissedilir. Âyette ise mevzuun ve mazmunun<br />

özünü aksettiren o engin iç mûsıkî ile beraber<br />

böyle bir tekrar söz konusu değildir.<br />

Sâniyen, “katl, katli ortadan kaldırır” yaklaşımı<br />

yanlıştır; zira her öldürme öldürmeyi önlemez/önleyemez;<br />

hatta bazen öldürme, peşi peşine öldürmeler<br />

fasit dairesi bile oluşturabilir.<br />

Sâlisen, âyetteki א ve אא kelimeleri, Kur’ân’ın<br />

iç mûsıkîsi açısından gayet latîf düşmesine mukabil,<br />

א ifadesinde kulağı ve hiss-i selimi tırmalayan<br />

bir ses söz konusudur.<br />

Râbian, âyette herhangi bir hazif mevcut olmadığı<br />

hâlde burada<br />

כ‏])‏ <br />

א] אא‏]‏ <br />

‏(א ] <br />

hazfedilmiş ibarelerin mevcudiyeti bahis mevzuudur.<br />

Hâmisen, âyette kısas sonucuyla hayat arasında bir<br />

tıbâk mevcut olmasına karşılık, nazire olarak ortaya<br />

konan ifadede böyle bir husus mevcut değildir.<br />

Sâdisen, âyetteki kısas kelimesi öldürmenin berisinde<br />

daha küçük cinayetleri de kapsamasına mukabil,<br />

nazirede ise bunlara, delâletin hiçbir şekliyle işaret<br />

söz konusu değildir.<br />

Bu konuda üçüncü bir örnek olarak İhlâs sûre-i<br />

celîlesi üzerinde de durulabilir. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-<br />

Beyan’ın pek çok yerinde îcâz vurgusunda bulunan<br />

Bediüzzaman Hazretleri bu sûre ile alâkalı da şunları<br />

söyler: Çok kısa olan İhlâs sûre-i celîlesinde üç<br />

müspet, üç de menfî cümle mevcuttur. Sûre, bu altı<br />

cümle ile altı mertebe tevhidi ifade ve ilanın yanında<br />

o kadar da şirk envaını reddetmektedir.<br />

Bu konuyla alâkalı Yirmi Beşinci Söz’deki o bahse<br />

bakılabilir. Aslında o Hazret’in “İşârâtü’l-İ’câz” kitabı,<br />

Kur’ân’daki bu tür cezâlet-i beyan örnekleri adına<br />

mutlaka mütalaa edilmesi gerekli bir şaheser mahiyetindedir.<br />

Diğer bir misal olarak, bütün şerlerin ve hayırların<br />

özetini ihtiva eden<br />

א <br />

א <br />

א <br />

א <br />

א <br />

א <br />

א <br />

כ א <br />

אא <br />

“Şüphesiz Allah adalet ve istikameti, en engin mânâsıyla<br />

ihsanı ve yakınlarına iyilikte bulunmayı emreder; hayâsızlığı,<br />

çirkin ve nâhoş işleri, zulüm ve tecavüzü de yasaklar.” (Nahl<br />

sûresi, 16/90) âyet-i kerimesi de îcâz açısından üzerinde<br />

durulan veciz beyanlardandır.<br />

Kur’ân-ı Mübin’de benzer îcâz türünün onlarcasını<br />

göstermek mümkündür; ancak konunun hususiyeti<br />

bu enginlikteki bir tahlile müsait olmadığından<br />

biz de mecburen çerçeveyi dar tutmak zorundayız.<br />

Burada meseleyi noktalayarak bir-iki örnekle îcâz-ı<br />

hazf’e geçmek, birkaç âyet-i kerime ile ona da temas<br />

ettikten sonra ayrı bir beyan sultanlığını işaretlemek<br />

istiyoruz.<br />

Belâgat âlimlerinin ifadelerine göre “îcâz-ı hazf”;<br />

kelâmın bazı kısımlarının, onlara delâlet edecek lâfzî<br />

veya mânevî bir karîne bırakılarak hazfedilmesi yani<br />

zikredilmemesidir. Hazfedilen bir harf olabildiği gibi,<br />

bazen bir kelime ve bir cümle de olabilir. Kur’ân-ı<br />

Mu’cizü’l-Beyan’da bu tür hazfin de onlarca örneğini<br />

göstermek mümkündür.<br />

Meselâ, א <br />

כ <br />

“Ben iffetsiz biri değilim.” (Meryem<br />

sûresi, 19/20) Burada כ olacakken harfi hazfedilmiştir.<br />

İfadenin bu şekilde vârid olması, o esnadaki<br />

konjonktüre ve heyecan hâline fevkalâde uygun düşmektedir.<br />

Bir başka misal olarak: <br />

אכ <br />

כ <br />

<br />

“Size<br />

analarınızla evlenmek haram kılınmıştır.” (Nisâ sûresi,<br />

4/23) âyetinde, evlenmek mânâsına gelen אכ keli-<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 3


mesi hazfedilmiştir; mesele vâzıh ve anlatılmak istenen<br />

husus da gayet açıktır.<br />

Bunun gibi, bu Kitab-ı Kerim’de, bazen א <br />

“Rabbim beni yarlığa!” (A’râf sûresi, 7/151) beyanında<br />

olduğu misillü muzafun ileyh ’sı hazf edilerek<br />

îcâza gidilmiş; bazen אא א “Kim tevbe<br />

edip salih amel işlerse” (Furkân sûresi, 25/71) âyetinde<br />

olduğu türden <br />

mevsufu hazfedilerek sıfatla yetinilmiş<br />

ve bazen אde <br />

כ כ <br />

א <br />

כא <br />

“Zira arkaların da her sağlam gemiyi zorla gasp eden bir<br />

melik vardı.” (Kehf sûresi, 18/79) beyanında olduğu gibi<br />

sağlam mânâsına gelen א sıfatı zikredilmeyerek<br />

mevsufla iktifa edilmiştir.<br />

Îcâz-ı hazf cümlesinden olarak bazen birkaç<br />

kelâmın birden hazfedildiği de olur. Sûre-i Yusuf’taki<br />

א א .. “Beni gönderin.. Ey dosdoğru<br />

sözlü Yusuf (dedi).” (Yusuf sûresi, 12/45-46) âyetinde<br />

olduğu gibi. Maksadı muhill olmadan burada şu kelimelerin<br />

hazfedildiği anlaşılmaktadır:<br />

א <br />

<br />

א א <br />

<br />

] <br />

א א [: א <br />

“Beni Yusuf’a gönderin, [rüyanın tabirini O’na sorayım.<br />

Bunun üzerine onlar da bu zâtı hapishaneye gönderdiler de<br />

o:] Ey doğru sözlü Yusuf, dedi.”<br />

Kur’ân-ı Kerim’de bu kabîlden o kadar çok hazif<br />

vardır ki, bunların bütününü zikretmek bir mücellet<br />

ister; bu ise bu dar tahlilin istiab haddini aşar.. tabiî<br />

benim boyumu da...<br />

Aslında Furkân-ı Mübin’deki i’câz ve îcâz hakikatiyle<br />

alâkalı, me’ân ve beyan üstadları onun o kadar<br />

çok derinliğinden söz etmişlerdir ki bunlardan her<br />

biri tek başına onun “Kelâmullah” olduğunu göstermekte<br />

ve aşkınlığına şehadet etmektedir. Fuhûl-ü<br />

ulemânın o engin mülâhazalarını yine onların o harika<br />

eserlerine bırakarak biz bu konuyu da çağımızdaki<br />

bir beyan üstadının ifadelerine işaret ederek noktalamak<br />

istiyoruz: Bediüzzaman, Kur’ân’daki i’câz adına,<br />

onun nazmının cezâleti (söylenişte mazmûnu tam<br />

aksettirmenin yanında fevkalâde âhengi, tebşir ettiğinde<br />

içlere inşirah salan letafeti, tehditlerinde gönüllerde<br />

ürperti ve râşeler hâsıl eden müessiriyeti demektir),<br />

ifade zenginliğinin yanında hüsnü metaneti,<br />

üslûbunun garîb ve orijinal olması, tarzının zerafet ve<br />

güzelliği, ifadelerinin aşkınlık ve fâikiyeti, mânâsının<br />

kuvvet, rasanet ve hakkaniyeti, lafızlarının fasîh, açık<br />

ve anlaşılır olması… gibi mevzular üzerinde durur ve<br />

bu hususların hepsini örnekleriyle ortaya koyar. Biz<br />

bu konuyu da şimdilik o güzîde kaynaklara havale<br />

ederek geçelim.<br />

Bunlardan başka, Kur’ân-ı Mu’ciznümâ’nın gaybî<br />

haberleri de onun mucize ve Hak kelâmı olduğunu<br />

göstermektedir. Evet, bu harika beyan, varlığın<br />

mebdeinden Hazreti Âdem Nebi’nin (alâ nebiyyinâ<br />

ve aleyhissalâtü vesselâm) hilkat ve sergüzeşt-i hayatına,<br />

evlâtlarının macerasından onun Allah’la münasebet<br />

enginliğine kadar çok farklı konularda öyle detaylı<br />

bilgiler verir ki, onun Allah kelâmı olduğu kabul<br />

edilmediği takdirde bu geniş malumatın, bu kadar teferruatlı<br />

bilginin izahı mümkün olmayacaktır. Keza<br />

Kur’ân, Hazreti Nuh, Hazreti Hud, Hazreti Salih,<br />

Hazreti İbrahim, Hazreti Lût ve diğer enbiyâ-i izâm<br />

(alâ nebiyyinâ ve aleyhimussalâtü vesselâm) hazerâtından<br />

ve onların kavimlerinden de bahseder, hem de onların<br />

karakter ve tabiatlarını gayet net çizgilerle ortaya<br />

koyarak tarih öncesi bu dönemleri öyle bir resmeder<br />

ki, insan o upuzun geçmişi kendine has şivesi ve deseniyle<br />

görüyor gibi olur.<br />

Bütün bunların yanında Kur’ân, –zamanın tevil<br />

ve tefsirine emanet– gelecekle alâkalı ihbarlarında o<br />

kadar açık bir üslûpla meseleleri ortaya koyar ki bütün<br />

bunlar İlm-i Muhit-i İlâhî’ye verilmediği takdirde<br />

mâkul bir izahı mümkün olmayacaktır. Kur’ân-ı<br />

Mu’cizü’l-Beyan’da bu türden de onlarca âyet-i kerime<br />

göstermek mümkündür.. ve bu âyetlerden her<br />

biri א כ <br />

mahiyetinde- א diyen birer şahid-i sadık<br />

dir. Bu cümleden olarak o,<br />

<br />

כ <br />

<br />

א א א א <br />

א <br />

א <br />

<br />

א‏...‏ <br />

<br />

<br />

“İnşâallah siz kiminiz başını tamamen tıraş etmiş, kiminiz<br />

de saçlarını kısaltmış olarak, herhangi bir korku söz konusu<br />

olmadan mutlaka Mescid-i Haram’a gireceksiniz.” (Fetih<br />

sûresi, 48/27) şeklinde ferman etmiştir. Aylar ve aylar<br />

önce bu çerçevede verdiği haberler mevsimi gelince<br />

bir bir gerçekleşmiş ve א <br />

hakikati bir kere<br />

daha vurgulanmıştır.<br />

Bunun gibi yıllar ve yıllar önce Sâsânîlerle Romalılar<br />

arasındaki savaşta yenilen Romalıların birkaç<br />

sene içinde derlenip toparlanıp düşmanlarına galebe<br />

çalacaklarını ifade eden<br />

<br />

<br />

א א <br />

<br />

א<br />

<br />

<br />

<br />

א <br />

<br />

<br />

א <br />

<br />

“Elif, Lâm, Mîm. Romalılar, size yakın bir yerde yenik düştüler;<br />

ne var ki bu mağlubiyetten sonra birkaç sene içinde onlar<br />

yeniden galebe çalacaklardır; evvel ve âhir hüküm Allah’a<br />

aittir; o gün mü’minler de kendi açılarından sevineceklerdir.”<br />

(Rûm sûresi, 30/1-4) âyetinin müfâdı aynıyla birkaç<br />

4 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


sene içinde gerçekleşmiştir ki, o gün aynı zamanda,<br />

Bedir zaferiyle müslümanların da sevinç yaşadıkları<br />

güne rastlamaktadır.. evet bu gaybî haber de bişâretin<br />

ihtiva ettiği tarih çerçevesinde santim şaşmadan aynıyla<br />

tahakkuk etmiştir. Müslümanların Mekke’de<br />

gayet az, zayıf ve baskı altında bulundukları ve<br />

Sâsânîlerin zafer naraları attıkları bir dönemde böyle<br />

bir şeyin gerçekleşeceğine ihtimal vermek mümkün<br />

değildi; ama Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi<br />

ekmelüttehâyâ) ve etrafındaki hakiki mü’minlerin bir<br />

gün bütün bunların mutlaka tahakkuk edeceğine<br />

inançları tamdı.<br />

Farklı bir gaybî haber de Mâide sûresindeki<br />

אכא <br />

א <br />

<br />

א א א כ <br />

<br />

א <br />

“Allah Seni, Sana zarar vermek isteyenlerin şerrinden koruyacaktır.<br />

Şüphen olmasın, Allah asla kâfirlerin emellerine<br />

ulaşmasına fırsat vermeyecektir.” (Mâide sûresi, 5/67) beyanıyla<br />

ortaya konan hıfz u inayet ve teminât u riâyet<br />

ifade eden âyettir. Şöyle ki, Efendimiz (aleyhissalâtü<br />

vesselâm) bilhassa Mekke döneminde koruyucuları<br />

az, düşmanları çok ve amansız olmasına, akla hayale<br />

gelmedik onca komplo ve mekr u hileye rağmen<br />

âyet-i celîlenin haber verdiği gibi olmuş, onların kötülük<br />

planları ve entrikaları boşa çıkmış/çıkarılmış ve<br />

o Masum-u Masûn kendi saadethanelerinde ruhunun<br />

ufkuna yürüyeceği âna kadar hep ilâhî inayet ve<br />

riayetle korunup kollanmış ve kötülüğe kilitlenmiş<br />

o habis ruhların arzuları da kursaklarında kalmıştır.<br />

Kur’ân-ı Kerim’de, herkese א כ א dedirtecek<br />

âyetlerin ta’dâdını Allah bilir; biz bu hususu da geçen<br />

şu iki-üç örnekle noktalayarak gaybî ihbârâta dair biraz<br />

daha farklı bazı konuları hatırlatmak istiyoruz:<br />

Kur’ân-ı Mübin, Fussılet sûre-i celîlesinde, tekvînî<br />

emirlerin doğru okunacağı, varlık ve hâdiselerin hak<br />

söyleyen birer fasîh lisan hâline geleceği ve bütün önyargısız<br />

insanların da bu Mu’cizbeyan Kitab’ın hakkın<br />

ta kendisi olduğunu ifade ve itiraf edecekleri günlerin<br />

yakın olduğunu beyan sadedinde<br />

א <br />

<br />

<br />

<br />

<br />

א א אא א <br />

<br />

“Biz onlara gerek âfâkta (dış dünya) gerek kendi öz varlıklarında<br />

varlık ve birliğimizin delillerini göstereceğiz de onlara<br />

Kur’ân’ın Allah’tan gelmiş bir hak ve hakikat olduğu tam<br />

tebeyyün edecektir.” (Fussılet sûresi, 41/53) buyurur ki,<br />

bugün makro ve mikro planda keşfedilip ortaya konan<br />

bütün buluşlar ve onların işaretlediği hakikatler<br />

milimi milimine bu ihbar-ı ilâhîyi doğrulamakta ve<br />

Kur’ân’ın semâvîliğini haykırmaktadır.<br />

Buna benzer hem bir ihbar-ı gaybî hem de hakikî<br />

mü’minlere vaad u bişâret diyeceğimiz gerçekleşmiş<br />

bir haberi de Nur sûre-i celîlesinin 55. âyeti işaretlemektedir.<br />

Evet, yeryüzündeki hâkimiyet-i İslâmiyeden<br />

yıllar ve yıllar önce Kur’ân-ı Mübin:<br />

א <br />

<br />

<br />

אא א א <br />

כ אא א א <br />

א א <br />

<br />

<br />

כ <br />

<br />

<br />

<br />

א א כא <br />

כ א...‏ <br />

א <br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

“Allah, daha önceki müminlere (Davud, Süleyman ve saireye..)<br />

dünya hâkimiyeti lütfettiği gibi, sizin içinizden iman<br />

edip salih amel işleyenlere kesin olarak aynı şeyi vaadetmektedir.<br />

(Öyle ki) onlar için razı olup intihap ettiği İslâm dinini<br />

yaşama, temsil etme imkân ve iktidarı bahşederek onları da o<br />

korkulu dönemin arkasından tam bir güvene erdirecek; gayrı<br />

onlar yalnız Bana ibadet edecek ve Bana asla şerik koşmayacaklar...”<br />

şeklinde çok önemli bir bişârette bulunmuştur<br />

ki mevsimi gelince de gönülden Allah’a inananlar<br />

o gül devirlerini doya doya yaşamış ve ütopyalara<br />

sığmayan tasavvurlar üstü içtimaî, iktisadî, ahlâkî ve<br />

idarî sistemler tesis etmişlerdir. Bu konuyla alâkalı da<br />

onlarca âyetten bahsetmek mümkündür ama biz bu<br />

fasla da bir nokta koyarak o menba-ı mucizâtın daha<br />

farklı bir yanını işaretlemeyi düşünüyoruz.<br />

Evet, oldukça küçük birer işaretle geçiştirdiğimiz<br />

gaybî ihbarların yanında, ilmî gelişmelerin sunduğu<br />

daha derin, daha farklı bir bakış zaviyesi açısından<br />

ve modern yorumlar çerçevesinde yorumlanmış ve<br />

yorumlanabilir daha onlarca âyetten söz etmek de<br />

mümkündür. Bu cümleden olarak da jinekoloji, embriyoloji,<br />

astronomi, jeoloji ve diğer alanlarla alâkalı<br />

bir hayli âyetten söz edilegelmiştir. Erbabı bu hususlarla<br />

alâkalı mücelletler meydana getirmiş; Kur’ân-ı<br />

Mu’cizü’l-Beyan’ın bu derinliğini de gözler önüne<br />

sermiş ve bu tür tekvînî emirlerin tahlilinde de<br />

א כ א א <br />

hakikatini ortaya koymuşlardır. Bunların bütününü<br />

burada serdetmek zordur; biz bu konuyu da bir-iki<br />

küçük misalle işaretleyip geçeceğiz.<br />

Embriyolojiyle alâkalı onlarca âyetten birkaçı şunlardan<br />

ibarettir:<br />

Kur’ân, Abese sûre-i celîlesinde şöyle buyurur:<br />

<br />

<br />

<br />

כ א א <br />

א <br />

“Kahrolası nankör insan, ne kadar küfrân içinde o.. (Biliyor<br />

musun) Yaratan onu neden yarattı? Onu bir nutfeden<br />

yarattı; yarattı ve onu fevkalâde bir biçime koydu.” (Abese<br />

sûresi, 80/17-19) Burada nutfeden kastedilen şeyin<br />

“zigot” olduğu açıktır. İnsan sûresi ikinci âyetteki<br />

א <br />

cümlesiyle de spermin yumurtayla karışıp<br />

birleşmesi ve döllenme vetiresi işaretlenmektedir.<br />

Bunların yanında sperm ve yumurtanın oluşum<br />

merkezi ve çıkış noktalarına da Târık sûresindeki<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 5


א <br />

א א <br />

א <br />

א א <br />

א א <br />

“Şimdi insan bir de neden yaratıldığına baksın; o atılıp dökülen<br />

bir mâyiden (yani menide sperm ve yumurtadan) yaratıldı.<br />

Bir mâyi ki o arka kemik ile göğüs kemikleri arasından çıkmaktadır.<br />

Onu böyle ilk yaratan Allah diriltmeye de kâdirdir.”<br />

(Târık sûresi, 86/5-8) âyetleri işaret etmektedir. Evet,<br />

bu âyetlerde sperm ve yumurtanın mezc u imtizâcıyla<br />

malum döllenme vetiresi hatırlatılmaktadır ki, Kur’ân<br />

farklı üslûplarla da olsa çok yerde hep bu hususu vurgular<br />

ve insanları bu süreci düşünmeye davet eder.<br />

Bu cümleden olarak Mü’minun sûresinde konu<br />

daha bir detaylı anlatılarak şöyle buyurulur:<br />

א <br />

<br />

<br />

א <br />

א א <br />

א א א א א <br />

כ א <br />

כ א <br />

א א א <br />

א <br />

א א א <br />

<br />

כ אא א <br />

א א <br />

א <br />

“Andolsun ki Biz insanı bir sülâle (çamur, balçık özü veya<br />

bunların ihtiva ettiği elementler)den yarattık. Sonra onu (bu<br />

unsurları, erkeklerin spermi ve kadınların yumurtası) nutfe<br />

(zigot) hâline getirdik ve bu zigotu sağlam (tam donanımlı)<br />

bir yere yerleştirdik. Daha sonra bu nutfeyi (rahmin cidarlarına)<br />

yapışan, tutunan bir alaka hâline getirdik; müteakiben<br />

o alakayı mudğaya (belirli belirsiz bir çiğnem ete) çevirdik;<br />

bundan sonra da o mudğayı kemiklere dönüştürdük; bunun<br />

ardından, kemiklere et giydirdik. (Bütün bu vetirenin sonunda)<br />

onu hiçbir canlıya benzemeyen harika bir yaratılışa<br />

mazhar eyledik. Yarattığı her şeyi en güzel şekilde halk u<br />

takdir eden Allah’ın şanı ne yücedir!” (Mü’minun sûresi,<br />

23/12-14) Tercüme azizliği ve mütercimin ufuk<br />

darlığına rağmen konu o kadar açıktır ki buna ilâhî<br />

mucize demenin ötesinde bir şey söylemek mümkün<br />

değildir. Hac sûre-i celîlesinin beşinci âyeti ise<br />

oraya mahsus siyak ve sibak çerçevesinde mevzuu bir<br />

kez daha vurgular ve münsif vicdanlara bir kere daha<br />

א כ א dedirtir.<br />

Aslında, konuya müteallik onlarca âyetten bahsetmek<br />

mümkündür ama embriyolojiyle alâkalı bu hususu<br />

da noktalayarak yine bu Mu’cizbeyan Kitab’ın<br />

farklı bir mucizesine temas etmek istiyoruz.<br />

Modern yorumcular, astronomiye işaret eden bir<br />

hayli âyetin var olduğundan söz ederler. Bu cümleden<br />

olarak –daha önce de geçen ve makam münasebetiyle<br />

bir kere daha zikredilecek olan– Fussılet sûresindeki<br />

א <br />

<br />

<br />

<br />

<br />

א א אא א <br />

<br />

“Biz onlara gerek âfâkta (bütün buudlarıyla yer-gökler)<br />

ve gerek kendi nefislerinde (anatomik, fizyolojik yapılarında,<br />

ilm-i nefs ve ilm-i ruh açısından) âyetlerimizi (delil ve<br />

burhanlar) göstereceğiz de onlar nazarında bu Kur’ân’ın<br />

mutlak doğru olduğu tebeyyün edip ortaya çıkacaktır.”<br />

(Fussılet sûresi, 41/53) âyet-i mübini, günümüzde dev<br />

teleskoplarla âfâkın keşfedilip değerlendirileceğini;<br />

ilm-i ebdân, ilm-i nefs ve ilm-i ruh… gibi konuların<br />

da bizcesinin ortaya konacağını işaretlemektedir<br />

ki –yarınların daha nelere gebe olduğu mahfuz– bu<br />

babda da yine o Mu’cizbeyan Kitap selim vicdanlara<br />

א א א <br />

“O Kur’ân’ı Biz, hakkın ta kendisi olarak indirdik ve o<br />

mutlak hakkın kendisi olarak nâzil oldu.” (İsrâ sûresi,<br />

17/105) hakkaniyetini tescil ettirmektedir.<br />

Âfâka ait bir diğer örnek de Yâsîn sûre-i celîlesindeki<br />

<br />

<br />

א <br />

א א <br />

כ א <br />

<br />

<br />

א <br />

<br />

<br />

א א <br />

כא א א א <br />

<br />

<br />

<br />

כ כ <br />

א א א א <br />

<br />

<br />

א כ א <br />

“Güneş de onlara bir âyet ve bir delildir, akar durur hep<br />

yörüngesinde; bu, o Aziz ve her şeyi kuşatan ilm-i muhit<br />

sahibinin takdir ve tayini iledir. Biz Ay için de bir kısım<br />

menziller (metâli’) takdir ettik; o (bu menzillerdeki seyahatinin<br />

sonunda) eski bir hurma çöpü gibi kavisimsi bir hâl<br />

alır. Ne Güneş’in Ay’a yetişmesi ne de gecenin gündüzün<br />

önüne geçmesi söz konusudur. Gökcisimlerinin hepsi değişik<br />

bir yörüngede yüzer durur.” (Yâsîn sûresi, 36/38-40)<br />

âyetleriyle ortaya konan hakikattir. Başta insanlar,<br />

sonra hayvanî, nebatî hatta madenî varlıkların teşhiri<br />

ve temâşâya sunulması adına bir meşher mahiyetinde<br />

yaratılan yerküre; ay, güneş ve diğer gök cisimlerinin<br />

hatta Samanyolu gibi galaksilerin, hep birer kanun-u<br />

vahdetle iç içe pek çok gaye ve maksadı gerçekleştirmek<br />

üzere feza-yı ıtlakta tıpkı gemiler gibi yüzüp<br />

durduklarını, hem de her çağ insanının anlayabileceği<br />

bir üslûpla vurgulamaktadır ki, günümüze kadar<br />

tecrübe ve müşâhedeye dayanan pozitif hiçbir tespite<br />

muhalif düşmemiştir ve düşmeyecektir de...<br />

Bu hususu tenvir için değişik bir örnek olarak<br />

Enbiyâ sûresindeki<br />

א <br />

א א כאא א <br />

אא <br />

א כא <br />

א <br />

<br />

<br />

<br />

כ אא <br />

א <br />

“O inkâr edenler bakıp görmezler mi gökler ve yer bitişik bir<br />

bütündü de biz onları birbirinden ayırdık, (sonra da) hayat<br />

sahibi her şeyi sudan yaratıp var ettik. (Buna rağmen) onlar<br />

hâlâ inanmayacaklar mı?!.” (Enbiyâ sûresi, 21/30) âyetini<br />

de gösterebiliriz. Evet, bu âyet-i kerime; güneş sistemi,<br />

yerküre, hatta bütün gök cisimleri bulutumsu<br />

ve bir arada iken her semavî cismin ve tabiî bu arada<br />

küre-i arzın da o kütleden ayrılarak, ayrılıp belli safhalardan<br />

geçirilerek hâlihazırdaki durumu aldıklarını,<br />

6 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


hemen her devrin insanının anlayabileceği bir üslûpla<br />

anlatmakta ve konunun detaylarını geleceğin araştırmacılarına<br />

bırakmaktadır.<br />

İsterseniz konuyu daha küçük ayrıntılarıyla biraz<br />

daha açalım:<br />

Evvelâ, Kur’ân-ı Mübin “O kâfirler bakıp görmezler<br />

mi?!.” hitabıyla şu hususları işaretlemektedir:<br />

Bütün semâvî cisimler ve bu arada yerkürenin,<br />

bulutumsu (nebula) bir şekilde yapışık ve bitişikken<br />

fevkalâde bir nizam ve intizam içinde hâlihazırdaki<br />

harika keyfiyeti aldığının anlatılması o kadar açık bir<br />

mucizedir ki bunları görmeyen kör, görüp de itiraf<br />

etmeyen nankördür.<br />

Sâniyen, yerkürenin de o bulutumsu kütleden ayrılarak,<br />

ay, güneş ve diğer gezegenler gibi bir gök cismi<br />

olduğu vurgulanmaktadır ki, son tecrübelerin ve<br />

araştırmaların gösterdiği de bundan başka değildir.<br />

Sâlisen, âyetteki üslûp ve ifade tarzından, arz u semanın<br />

yaratılışından sularda canlı cisimlerin hilkatine<br />

kadar geçen süre ile alâkalı –mahiyetlerinin müphemiyeti<br />

mahfuz– farklı devirlere de işaret edilmektedir<br />

ki, küre-i arzın serencâmesi sayılan bu devirleri, A’râf<br />

sûresindeki<br />

א <br />

<br />

א <br />

אא <br />

א א א <br />

כ <br />

“Rabbiniz o Allah Teâlâdır ki semaları ve yeri altı günde<br />

yarattı...” (A’râf sûresi, 7/54) âyeti daha açık ve net bir<br />

şekilde vurgulamaktadır ve aşağı yukarı başta jeologlar<br />

olmak üzere günümüzün ilim adamları da hemen<br />

hemen aynı şeyi söylemektedirler.<br />

Sema, yerküre ve atmosfer derken bizi çok alâkadar<br />

eden şu hususu işaretlemek de tavzih adına herhâlde<br />

yararlı olacaktır: Allah, Enbiyâ sûresinde<br />

אא א <br />

א א א <br />

א <br />

א <br />

“Biz, (sizin üstünüzdeki atmosfer) semayı korunmuş (koruma<br />

hususiyetli) bir tavan yaptık; onlarsa ondaki delillerden<br />

hâlâ yüz çevirmektedirler.” (Enbiyâ sûresi, 21/32) buyurmaktadır<br />

ki, bu, dünyanın da gök cisimlerinden<br />

bir cisim olmasına rağmen, göktaşlarına, ultraviyole<br />

ışınlarına ve güneş rüzgârlarına karşı atmosferiyle<br />

korunma altına alınmış hususi bir gezegen olduğunu<br />

vurgulamaktadır. Aslında bu sema-i dünyanın<br />

ervâh-ı habîse ve şeytanlara karşı da bir perde olması<br />

söz konusudur ama, burada onun bir zırh gibi yeryüzündekileri<br />

ve hususiyle de canlıları koruyucu bir<br />

sera vazifesi görmesi hususu daha açıktır. Bu atmosfer<br />

örtüsünde, bir kısım basınçlar ve bunların hâsıl<br />

ettiği gazların terkip ve terekkübü… gibi fizikî hususiyetlerle,<br />

aralarında belli farklılıklar bulunan yedi<br />

tabakanın mevcudiyetinden de bahsedilmektedir ki,<br />

bunlar erbabının malumu olduğu üzere; 1-Troposfer,<br />

2-Stratosfer, 3- Ozonosfer, 4- Mezosfer, 5- Termosfer,<br />

6- İyonosfer, 7- Ekzosfer gibi isimlerle yâd<br />

edilmektedirler.<br />

Bu husus İslâm dünyasında farklı üslûpla da olsa,<br />

şimdiye kadar o kadar çok dillendirildi ki, konunun<br />

artık itiraz edilmez bir müteâref hâline geldiği söylenebilir.<br />

Aslında Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da bu türden<br />

tekvînî emirlerle alâkalı her biri birer mücellet<br />

mevzuu onlarca âyet-i kerime göstermek mümkündür;<br />

biz burada da şimdilik değişik âyetlerin birleşik<br />

noktası açısından kesb-i hakikat etmiş –mevzuun detaylarını<br />

o işin uzmanlarına havale ederek– bugüne<br />

kadar yazılmış olan ve yazılması beklenen hususları<br />

kuş bakışı bir kere daha işaretlemekle yetineceğiz.<br />

Günümüzdeki ilmî araştırmalar sayesinde, yerkürenin<br />

de bir zamanlar tıpkı bir ateş topu, daha sonra<br />

sert bir kaya (kayaç) safhalarından geçtiği, güneş sistemiyle<br />

alâkalı bir kısım özellikleri, müteakiben arzın<br />

atmosferle korunma altına alındığı.. dağ ve tepelerin<br />

dünyanın dengesini sağlama gibi icraat-ı ilâhiyeye<br />

perdedârlık yaptıkları.. kozmik ışınların güneş kaynaklı<br />

oldukları… gibi jeoloji, astronomi, embriyoloji<br />

ve jinekoloji ile alâkalı ulûm-u müteârefe hâlini almış<br />

nice tespitler vardır ki bunların hemen hepsini icmalen<br />

de olsa Kur’ân’da görmek mümkündür. Evet,<br />

elektron kameralarla, anne karnındaki yaratılma sürecinin<br />

nasıl geliştiği, rahimde döllenen zigotun nasıl<br />

iki-dört-sekiz-onaltı... şeklinde mitotik olarak çift çift<br />

bölünüp bir tekâmül vetiresi takip ettiği; kezâ yavrunun<br />

amniyon zarı (koruyan zar) ve decidua rahim duvarı<br />

derûnunda üç karanlık içinde yaratılış sürecinden<br />

geçtiği hususlarını işaretleyen bir hayli âyet mevcuttur.<br />

Bunun gibi, ancak günümüzdeki keşif ve tespitlerle<br />

belirlenmiş bulunan, dünyanın da diğer semavî<br />

cisimler gibi bir gök cismi olduğu; güneşin, çevresindeki<br />

gezegenlere göre bir merkez teşkil ettiği ve<br />

etrafındaki peyklerin onun çevresinde dönüp durdukları;<br />

yerküreyi atmosferin bir zırh gibi sarıp korumasının<br />

yanında yağmurlardan rüzgârlara kadar pek<br />

çok tekvînî emirlerin ilâhî icraata perdedarlık yaptığı;<br />

dünyanın kendi eksenine bağlı dönüp durmasıyla gece<br />

ve gündüz hâdiselerinin tenâvübî bir keyfiyet arz etmeleri,<br />

diğer bütün seyyarelerde de aynı hususiyetin<br />

benzer şekilde varolduğu ve koca Güneş Sistemi’nin<br />

Samanyolu galaksisinin çekiminde bulunduğu... gibi<br />

hususların bir bir nazara verilmesi, bu ilâhî kitabın<br />

zaman, mekân üstü ve beşer idrakini aşan bir mucize<br />

olduğunu göstermektedir.<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 7


YENi ÜMiT<br />

Prof. Dr. Suat YILDIRIM *<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />

Kur’ân, öyle bir üslûba sahiptir ki, onun âyetlerini duyan<br />

Arap ve Acem beliğleri ona secde etmiş, onun muhteva<br />

güzelliklerini sezip anlayan hakikatşinas edipler, o Söz<br />

Sultanı’nın yanında edeple iki büklüm olmuşlardır.<br />

RÂGIB EL-ISFAHÂNÎ’NİN<br />

MUKADDİMETÜ’T-TEFSİR’İNİN<br />

KÖKLERİ ve KİTABIN TÜRKÇE’YE TERCÜMESİ 1<br />

Râgıb el-Isfahânî’nin Mukaddimetu Câmii’t-Tefsir<br />

kitabı, Kur’ân’ı anlamada, onun başlıca iletişim<br />

aracı olan Arap dilinin inceliklerini bilmeye<br />

pek büyük bir ehemmiyet verme özelliğine<br />

sahiptir. Onun sergilediği başarı, kendisinin<br />

bu alana katkılarıyla ilgili olduğu kadar, yararlandığı<br />

filolojik birikim ile de alâkalıdır. İncelemeye girişmeden<br />

önce, güçlü gövdesi üzerinde duran bir ağaca<br />

benzetebileceğimiz bu eserin ana köklerine inmeye<br />

çalışmada fayda görüyorum. Elbette bu ağacın sayılamayacak<br />

kadar çok kılcalları da vardır. Diğer taraftan<br />

bu kutlu ağaç R. Isfahânî’den sonra daha da güçlenip<br />

meyvelerini vermiştir. Zamanımızda da uygun aşılamalarla<br />

daha olgun semereler vermeyeceğini kimse<br />

iddia edemez. Isfahânî’nin uzattığı bu filizin bile sağlam<br />

bir dal olabileceği söylenebilir. Girişinin başında<br />

kendini gösteren engin ve ihlâslı tevazuu sayesinde<br />

Allah onu yükseltmiştir: “Gayem, Kur’ân tefsirine dair<br />

Sahabe ve Tâbiun’un mücmel olarak ifade ettikleri güzellikler<br />

hakkında tafsilat sunmaktır.”<br />

8 | YENİ ÜMİT DERGİSİ<br />

Filolojik altyapıyı bulmaya girişince:<br />

1. Her şeyden önce Kur’ân-ı Hakîm’in , 2 א)‏ <br />

<br />

‏(‏א 3 ( <br />

<br />

‏(‏א <br />

“Açık ve vâzıh Arapça ile” gibi tavsiflerini<br />

görüyoruz. Bunlar Arapçanın üstünlüğünü göstermez.<br />

Maksat, onun maksatlarının anlaşılması için,<br />

esas iletişim aracı olan bu dili iyice bilmek gerektiğini<br />

hatırlatmaktır. Ayrıca maksat, Kur’ân’ın mânâlarını<br />

tam koruma altına almanın, onun etrafında bina edilecek<br />

muhkem kalenin de Arapça ile kurulabileceğini<br />

vurgulamaktır. Bu dil sağlam şekilde bilinip Kur’ân<br />

ona göre anlaşılmazsa, hadde hesaba gelmeyecek sayısız<br />

tevillerin nerede duracağı belli olmaz.<br />

2. Hz. Peygamber aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’ın da<br />

ilâhî tebligatı koruma gayesiyle Arap diline ihtimam<br />

gösterme hususunda tavsiye ve örneklikleri olmuştur.<br />

Ebu Hüreyre Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu<br />

nakleder: א א <br />

א א א Bu hadîsi<br />

Beyhaki’den nakleden Süyuti ondan bir de şu hadîsi<br />

nakleder: “Kim Kur’ân okur ve onu i’rab ederse her harfe<br />

karşılık ona yirmi sevap vardır. Kim i’rab etmeksizin<br />

okursa ona on sevap verilir.” 4 Süyuti’nin şu izahı oldukça<br />

önemlidir: Bu hadîslerdeki i’rabtan maksat,<br />

Kur’ân’ın lafızlarının mânâlarını bilmektir, yoksa<br />

nahivcilerin ıstılahındaki i’rab değildir. Dil hatası<br />

(lahn) yapmadan sakındırmadır. Çünkü i’rabsız kıraat,<br />

okuma sayılmaz, onda sevap yoktur. Bu konulara


girişen kimsenin emin olması, bu sahanın kitaplarını<br />

iyi araştırması gerekir. Bu hususta zan ile söz söylenmez.<br />

Nitekim öz be öz Arap ve fasih lisan konuşan,<br />

Kur’ân’ın kendi dilleriyle ve yine kendilerine inişine<br />

şahit olan sahabe-i kiram bile mânâsını bilmedikleri<br />

lâfızlar hakkında açıklama yapmaktan geri durmuşlardır.<br />

Hz. Peygamber, konuştuğunda dil hatası yapan<br />

birini işitince yanındakilere, <br />

אכ א “Arkadaşınız<br />

dil hatası yaptı, ona doğrusunu öğretiniz.” buyurmuştur.<br />

Efendimiz bazen anlaşılmayan kelimelerin<br />

eşanlamlılarını bildirmiştir: Bakara 2/143 âyetindeki<br />

א kelimesini, א yani tam âdil, dengeli diye<br />

açıklamıştır. 5 Bazen tarifini yapmıştır: 6 ve א kelimelerinin<br />

anlamını soran birine, <br />

: Ahlâk güzelliği,<br />

א ise “vicdanını tırmalayıp seni huzursuz eden ve<br />

başkalarının haberdar olmasını istemediğin şeydir.” 7<br />

buyurmuştur.<br />

Bazen kelimenin şer’i mânâsını bildirmiştir.<br />

Meselâ Mâide/6 âyetinde geçen vech “yüz”ün âdeta<br />

sınırlarını çizmiştir: “Kulaklar başa (א)’e dâhildir”<br />

demiştir. Bir defasında sakalını örten bir adamı görünce<br />

ona: “Aç onu, zira sakal yüze () dâhildir.” demişti. 8<br />

Bazen mecazî anlamı açıklamıştır: Meselâ Bakara<br />

2/187 âyetinde geçen “fecrin siyah ve beyaz ipliği”<br />

hakkında; “Bu âyetten maksat sadece, gündüzün ağarması,<br />

gecenin karanlığıdır.” 9 buyurmuştur. Bu konularda başka<br />

hadîs örnekleri de vardır. 10<br />

Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerin yönlendirmeleri<br />

sebebiyle daha sahabe nesli yaşarken İbn Abbas<br />

(ö.68/688) Ğaribu’l-Kur’ân konusunda bir Kur’ân sözlüğü<br />

telif etmiş, ilmî çalışmalar başlamış, ikinci hicri<br />

asırda Halil b. Ahmed (ö.175/791) Kitabu’l-Ayn gibi<br />

mükemmel bir sözlük yazmıştır. Bedevilikten ilim ve<br />

medeniyete geçişteki bu sürat, dünyada görülmemiş<br />

bir hâdisedir.<br />

3. Sahabeden Abdullah b. Abbas’ın (r.a) Arap filolojisi<br />

bakımından önemli faaliyetleri olmuştur. Burada<br />

onun dil bakımından önemli üç tutumuna kısaca<br />

değineceğiz:<br />

A) İbn Cerir Taberî ve başkaları onun şu ünlü<br />

düsturunu naklederler: א א א “Şiir, Arapların<br />

arşividir. Ne zaman Allah’ın, Arapların dili ile indirdiği<br />

Kur’ân’dan her hangi bir mânâ gizli kalırsa, Arapların<br />

divanlarına başvurup mânâsını orada arayınız.” 11 Ebu<br />

Ubeyd, Fedâilu’l-Kur’ân’da, onun bu sözünü açıklamak<br />

için, Kur’ân’daki kelimeleri açıklamak üzere şiirle<br />

istişhâd ettiğini bildirmiştir. 12 Hârici önderlerinden<br />

Nafi b. Ezrak, İbn Abbas Hazretlerine varıp ona:<br />

“Sana Allah’ın kitabından bazı sorular soracağız. Sen bize<br />

Arapların sözlerinden şahitlerini getirerek tefsir edeceksin.<br />

Zîrâ Allah Kur’ân’ı Arapça indirmiştir.” İbn Abbas (r.a)<br />

onun sorduğu 200 kadar kelimeye şiirle istişhâd ederek<br />

cevap vermiştir. 13<br />

Verdiği cevaplardan çoğunu Taberânî el-Mu’cemu’lkebir’de<br />

ve İbnu’l-Enbari Kitabu’l-Vakf ve’l-ibtida’da<br />

rivayet etmişlerdir. İbnu’l-Enbâri şöyle bir açıklama<br />

yapma ihtiyacı duymuştur: Sahabe ve Tâbiun’un<br />

Kur’ân’daki müşkil ve ğarib kelimeler hakkında çokça<br />

şiirden delil getirdiklerini biliyoruz. İlim ehli olmayan<br />

bazı kimseler, nahivcilerin bu uygulamalarını<br />

şöyle diyerek red etmek isterler: “Böyle yapmakla şiiri<br />

asıl kabul edip Kur’ân’ı ona tâbi yapmış oluyorsunuz.”<br />

Oysa iş onların dediği gibi değildir. Bizim yaptığımız,<br />

sadece Kur’ân’daki ğarib bir kelimeyi şiirdeki kullanılışıyla<br />

anlamaya çalışmaktan ibarettir. Zîrâ Allah Teâlâ<br />

14<br />

א)‏ <br />

<br />

‏,(‏א 15 ( <br />

‏(‏א <br />

“Kur’ânen Arabiyyen”<br />

“bi lisanin Arabiyyin mübin” buyurmuştur. 16<br />

B) Taberî ve başkaları 17 İbn Abbas’ın tefsiri dörde<br />

ayırdığına dair meşhur taksimini naklederler:<br />

a-Ümmetten, bilmemekte kimsenin mazereti bulunmayan<br />

tefsir.<br />

b-Arapların kendi dillerinden anladıkları tefsir.<br />

c-Âlimlerin bilebilecekleri tefsir.<br />

d-Allah Teâlâ’dan başkasının bilemeyeceği tefsir.<br />

Zerkeşî şöyle der: İbn Abbas’ın bu taksimi isabetlidir.<br />

Şöyle ki:<br />

a) Bilmemekte kimsenin mazur görülemeyeceği<br />

kısım, ilim ehlinin bilebileceği şer’i ahkâmı ve tevhid<br />

delillerini teşkil eden kısımdır. Meselâ <br />

א א <br />

א <br />

א א “Şunu bil ki, Allah’tan başka tanrı yoktur.” 18 sözünden,<br />

herkes tevhidin yani O’nun ortağı olmadığını<br />

ve O’nun uluhiyyetinin kasd edildiğini bilir. Fakat<br />

’nın dilde nefy edatı, א’nın ise isbat için konulup hasr<br />

ifade ettiğini bilmez. כא א אא א אא ve benzeri<br />

emirlerin farziyyet ifade ettiğini vs. bilmese bile,<br />

Müslüman toplumda yaşayan herkes bu hükümleri<br />

zarurî olarak bilir.<br />

b) Arapların kendi dillerinden anlayacakları kısımda,<br />

onların lisanlarına müracaat edilir. Bu da lügat<br />

ve i’rabdır. Lisan hususunda müfessirin, kelimelerin<br />

mânâlarını ve oradaki isimlerin müsemmalarını bilmesi<br />

gerekir. Ama bu, kıraat edene gerekmez. Diğer<br />

taraftan Kur’ân lafızlarının içerdiği hususlar ilmi değil<br />

de ameli gerektiriyorsa bu durumda haber-i vahid<br />

veya iki kişinin haberi ve bir şiir beyti ile istişhâd<br />

kâfidir. Eğer ilmi gerektiriyorsa bu yetmez; çünkü o<br />

lafzın yayılmış olması ve şiir şevâhitleri lâzımdır. İ’rab<br />

ise şayet i’rabdaki ihtilaf, mânâyı başka yöne çevirecek<br />

olursa, dil hatasından kurtulmak için tevakkuf etmek<br />

gerekir. Müfessir ile kâri’nin onları bilmeleri gerekir.<br />

(…)<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 9


c) Âlimlerin bileceği kısım. Ahkâm istinbatı, mücmeli<br />

beyan, umumu tahsis, iki veya daha fazla mânâya<br />

gelen kelimeleri gibi konular âlimlere aittir. Onlar<br />

da sırf kendi görüşlerine değil, delillere ve şevâhide<br />

dayanırlar. İki mânâdan biri daha zâhir ise onu tercih<br />

etmeleri gerekir. Bu hususta eşit olurlar, lügavî<br />

kullanılış ile şer’î kullanılış arasında kalırlarsa, şer’î<br />

mânâyı tercih etmeleri gerekir. Ama lügavî mânânın<br />

kasd edildiğine delil olursa, bu durumda lügavî mânâ<br />

tercih edilir (…) 19<br />

d) Yalnız Allah Teâlâ’nın bildiği kısım: Kıyamet,<br />

huruf-ı mukatta’a, ruh, ehl-i ilim nezdinde kat’i müteşabihat<br />

kısmı. Bunların te’vili Kur’ân, hadîs ve icma ile<br />

bildirilmedikçe kesin mânâlarını bilmek imkânsızdır.<br />

İbn Abbas’ın bu dörtlü taksiminin, (b) ve (c) şıklarının<br />

Arap dili ile doğrudan ilgili olduğu ve bunların<br />

en geniş alanı kapsadığı âşikârdır.<br />

C) İbn Abbas’ın önemli tefsir ilkelerinden olup,<br />

üzerinde durduğumuz dil konusu ile ilgili olarak hatırlamamız<br />

gereken bir husus da şudur: אא <br />

20<br />

אא א א Buna göre Cennet’te olan nimetlerle<br />

dünyadaki şeylerin benzerliği sadece isimlerdeki benzerliktir.<br />

Bu prensip, uhrevî hallerden bahseden âyetlerin<br />

anlaşılması bakımından anahtar hükmündedir.<br />

4. Ebu Ubeyde Ma’mer b. Müsenna (ö.209/824?)<br />

Bu zat Kur’ân’ın, Arap dili üslûplarına göre tefsir<br />

edilmesinin esas olduğunu vurgular. Ona göre Sahabe<br />

ve Tâbiun Arapçaya vukufları sebebiyle daha<br />

sonraki nesillerin İ’rab, Ğarib ve Meani ilimlerine<br />

yerleştirdikleri konular hakkında pek sorma ihtiyacı<br />

duymamışlardı. 21 Kur’ân’da Arap dilindeki özellikler<br />

bulunur. Ezcümle ğarib kelimelerin kullanılması,<br />

Arap dili üslûplarından hazf, ihtisar, çoğul kasd edildiği<br />

halde lafzın tekil gelmesi, tesniye kasd edilip çoğul<br />

gelmesi, canlı ve cansız varlıklarla ilgili anlatımların<br />

insana ait ifade ile bildirilmesi, zâid harfler, te’kid için<br />

sözün tekrarı, tekrardan kaçınmak için sözün mücmel<br />

getirilmesi, takdim-te’hir, lafzın müzekker ve müennes<br />

getirilmesi, isimlere bedel kinaye kullanılması<br />

vb. hususlar Kur’ân’da da yer almaktadır. Hayvanlar<br />

ve cansızlar hakkında insanlara dair kelimelerin; ğâib<br />

yerine şahid (muhatap) veya aksine muhatap yerine<br />

ğâib kullanılması, ayrıca takdim-te’hir, tevkid kullanılmasından<br />

bahseder. 22<br />

Ebu Ubeyde tarafından belirtilen bu hususlar,<br />

kelimelerin etimolojik ve morfolojik yapıları ve i’rab<br />

yönleri kadar, Arapçanın farklı yönlerini kapsadığı<br />

gibi istiare, teşbih, temsil, teşhis, intak, kinaye gibi alanlar<br />

da belagat, dolayısıyla mecaz kapsamına girmektedir. 23<br />

Onun kullanışında mecaz, hakikatin zıddı olmaktan<br />

çok, Arap dilinin ifade tarzlarıdır. Bu kitap, Kur’ân’ın,<br />

rivayet ile tefsir edilmesi geleneğinden, filolojik tahlile<br />

dayanan bir yoruma geçişin bir dönüm noktası sayılabilir.<br />

Ebu Ubeyde, Kur’ân’ın anlaşılmasında ortaya<br />

çıkan sorunların ekseriya ondaki ğarib kelimeler ve<br />

mecazi ifadelerden ileri geldiğini görmesi üzerine bu<br />

kitabı kaleme almıştır. 24 Fatiha ve Besmele tefsirinde,<br />

müteallakın zikr edilmemesine “izmar” der. 25 <br />

) <br />

( א א’deki ’nın, huruf-i zevâidden kelâmı tamamlama<br />

için getirildiğini söyler. 26 Ebu Ubeyde’nin, Basra<br />

ve Kûfe mekteplerinin tespit ettiği gramer kurallarından<br />

çok, serbest filolojik yorumlara meyl edip kıyasa<br />

dayalı olarak dili geniş bir biçimde kullandığı görülür.<br />

O, Asma’i ve başka dilciler tarafından Kur’ân’ı şahsî<br />

fikrine göre tefsir etmekle itham edilmiştir. Taberî’nin<br />

onu dile dair bazı meselelerde tenkit etmesi, ondan<br />

istifadesine mâni olmamıştır. Keza Ebû Ubeyd Kâsım<br />

b. Sellâm, Zeccâc, İbn Hişam, Ezheri, İbn Düreyd<br />

ve Cevheri bu kitaptan yararlanan müelliflerdendir.<br />

Mecazu’l-Kur’ân; sarf, nahiv, lügat ve iştikak meseleleri<br />

yanında mecaz, teşbih, temsil, kinaye, icaz, hazf,<br />

takdim-te’hir gibi birçok teknik terimle birlikte şevâhid<br />

olarak değerlendirilmiş, Cahiliye ve İslâm dönemlerine<br />

ait zengin şiir hazinesine sahip olmasıyla, Arap<br />

dili ve belâgati çalışmaları için temel kaynaklardan<br />

biri olmuştur. 27<br />

5. İbn Kuteybe (ö.276/889) Te’vilu Müşkili’l-<br />

Kur’ân 28 kitabının mukaddimesinde Hz. Peygamber’e<br />

(sallallahü aleyhi ve sellem) kitap mucizesinin verilmesini<br />

lisanın ehemmiyetine delil olarak zikreder. Hz.<br />

Musa ve Hz. İsa’ya (a.s) kendi zamanlarına ve muhitlerine<br />

göre mucize verildiği gibi Hz. Muhammed’e<br />

(sallallahü aleyhi ve sellem) de kitap şeklinde verildiğini<br />

belirtir. 29 Kur’ân’ın bazı âyetlerini doğru anlamak için<br />

lisan inceliklerine vâkıf olmak gerektiğini örneklerle<br />

gösterir (Meselâ Yunus Sûresi 42 ve 43. âyetlerinde<br />

sem’in basar’dan daha önemli olduğuna delil bulur:<br />

“Zira Allah, aklın olmayışını sağırlıkla beraber zikrederken<br />

körlükte sadece görmenin yokluğundan bahsetmiştir”.) 30<br />

Kur’ân’ın az lafızla çok mânâlar ifade ettiğini belirtip<br />

örneklerini verir. 31 Tefennün gayesiyle Arap dilinde<br />

farklı üslûplarla anlatım bulunduğunu yazar. Meselâ,<br />

der, bazen tahfif için ihtisar, bazen ifham için itâle yapılır.<br />

Bazen te’kid için tekrar, bazen muhatapların<br />

ekserisinin anlamayacağı şekilde ihfa’, bazen Arap<br />

olmayanların bile anlayabilecekleri şekilde açık ifade<br />

kullanılır. 32 Mânâda mütekarib kelimelerden, iştikakdan<br />

bahseder. 33<br />

Âyetlerin lafızlarının anlam ve sınırlarını belirlemek<br />

ve bunların nasıl yorumlanacağını göstermek<br />

için bu kitabı ve başka kitaplarını yazdığını ifade<br />

eder. 34 Bu kitabına sadece yanlış anlamaya veya itiraza<br />

sebep teşkil eden âyetleri alır. Mukaddimesin-<br />

10 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


de belâgatle ilgili ğarib lâfızları açıklar. Kur’ân’ın dili<br />

olan Arapçanın başlıca özelliklerini bir başlık altında<br />

sıralar. 35 Bu eserin, Kur’ân eksenli, nahiv ağırlıklı bir<br />

muhtevaya sahip olduğu göze çarpmaktadır. Âyet,<br />

hadîslerden ve Arap şiirinden nakiller yapar. 36 “Hatta<br />

İbn Kuteybe’nin bu kitabının mukaddimesini tamamen<br />

dil-tefsir münasebetine hasrettiğini söylersek<br />

yanlış olmayacaktır. Çünkü mukaddime baştan sona<br />

Kur’ân eksenli izahlardan oluşmaktadır”. 37 İbn Kuteybe,<br />

Kur’ân’ın her bir lafzının ne kadar geniş mânâlar<br />

ihtiva ettiğinin iyice bilinmesi için birçok âyeti örnek<br />

vermekte ve bunların üzerinde düşünülmesini istemektedir.<br />

38 İbn Kuteybe bu eserinde mecaz, hakikat,<br />

te’vil ve tefsir konularına yer vermektedir. Halil b.<br />

Ahmed, Ebu Ubeyde, Ferra’ gibi dilcilerin yolundan<br />

gitmiştir. 39 Ebu Ubeyd Kâsım b. Sellâm da hocaları<br />

arasında zikredilir. 40 Doğrudan talebesi olmasa bile,<br />

onun kitaplarından naklettiğini görmekteyiz.<br />

6. Hâris b. Esed el-Muhasibi (ö.243/857) ve<br />

Fehmu’l-Kur’ân 41 Kitabı<br />

Bu zâtın Kur’ân tefsirine teşebbüs etmesi, onu<br />

nahiv ve belâgatle ilgili bazı taraflara girmeye sevk<br />

etmiştir. Nitekim hocası Ebu Ubeyd de böyle yapmıştı.<br />

Muhasibi, nesih konusunu ayrıntılı olarak ele<br />

aldıktan sonra takdim-te’hir, izmar, huruf-i zevâid, fasl ve<br />

vasl konularına girmiştir. 42 Burada ayrıca Mecaz sahibi<br />

Ebu Ubeyde’den nakil yaptığını görüyoruz. 43 Ayrıca<br />

İbn Abbas, İbn Mes’ud, Mücahid gibi müfessirlere de<br />

atıflarda bulunur.<br />

Kur’ân nazil olmadan da Arap dilinde takdimte’hirin<br />

bulunması sebebiyle Kur’ân’ın da bu üslûbu<br />

kullandığını söyleyip örneklerini verir (Meselâ Şuara<br />

26/208 âyetinde azabın takdim, inzarın te’hir edildiğini<br />

bildirir,) 44 Huruf-i zevâide örnekler verir. <br />

<br />

א א deki ’nın, A’raf 7/12’deki <br />

כ א <br />

deki ’nın, nefy için olmayıp, 45 zâid olduğunu bildirir.<br />

Fehmu’l-Kur’ân yazarı Mu’tezile’yi eleştirmekte,<br />

kendi döneminde kültürel ortama hâkim olan<br />

Mu’tezile’ye karşı, aklî delillerle desteklediği nasları<br />

da yeterince kullanmaktadır. Muhaliflerine cevap<br />

verişinde delillere hâkimiyeti, görüşlere vukufu,<br />

üslûbunun güzelliği ile dikkat çeker. 46 “Kur’ân fıkhı”<br />

adı altında, Kur’ân’ı anlamadan bahseder.<br />

7. Muhammed İbn Cerir et-Taberî (ö.310/<strong>92</strong>2)<br />

Taberî 47 tefsirinin uzun mukaddimesinin baş tarafında<br />

Kur’ân’ın Arap dili ile beyan edildiğini vurgular.<br />

O, muhatapların anlamayacakları bir lisan ile<br />

peygamber ve kitap göndermenin doğru olmadığını<br />

belirtir. Aksi olsaydı muhatap, hitaptan önce cahil<br />

olduğu gibi hitaptan sonra da cahil kalacaktır. Allah<br />

böyle saçma iş yapmaktan münezzehtir. Kur’ân Arapça<br />

olduğundan, mânâları da Arapçanın mânâlarına<br />

muvafıktır. Arap üslûplarına göre gönderildiği için<br />

Arap dil ve edebiyatında bulunan îcaz, ihtisar, ihfa’, izhar,<br />

itâle, iksar (çoğaltma) gibi üslûplar Kur’ân’da da<br />

bulunmaktadır. 48 Taberî meseleye muhatap açısından<br />

bakar. Sözü anlaması için fehm ve akıl vasfını haiz olması<br />

gerektiğini söyler. 49<br />

Taberî’nin bu hacimli ve önemli tefsirine Câmi’u’lbeyân<br />

adını vermesi de eserin Kur’ân âyetlerinin yorumuna<br />

ilişkin beyanı toplayıcı özelliklere sahip olduğunu<br />

düşündürmektedir. 50<br />

Tekrar Mukaddimetu’t-tefsir kitabımıza gelecek<br />

olursak, bir nebze değindiğimiz bu kaynaklardaki filolojik<br />

yönelişlerin hicri 5. asırdaki olgunlaşmış eserleri<br />

hazırlamada büyük rolleri olduğunu anlıyoruz.<br />

Râgıb’ın bu eseri, doğrusu bir mukaddime olmayıp<br />

başlı başına bir Tefsir Usulü kitabıdır. Bu ilim dalının<br />

da ilk örneklerinden olmasına rağmen, kıvama ermemiş<br />

malzeme yığını alâmeti kesinlikle bulunmuyor.<br />

Bu olgunluk onun, tefsir usulü alanında rutin sürecin<br />

ötesinde bir yüksek atlama yaptığını düşündürüyor.<br />

Dilin imkânlarını temel alarak yaptığı aklî muhakemelerle<br />

çarpıcı tespitlerde bulunuyor. Bazı müşkil konuları<br />

izahta mahareti, geniş perspektife sahip oluşu dikkat<br />

çekiyor. Bin sene kadar önce bir insan tarafından<br />

yazılıp da bu kadar güncel algılanabilecek eser kolay<br />

kolay bulunamaz. Bunda kitabı çeviren Dr. Celalettin<br />

Divlekci’nin akıcı Türkçesinin de payı var elbette.<br />

Konuların hepsi de ilgi çekiyor: Sözün kısımları,<br />

anlam ilişkileri bakımından kelimeler, lafız-anlam<br />

örtüşmesi bakımından söz kategorileri ve örnekleri.<br />

Anlam kaymaları, terkib edilen kelime çeşitleri, açık<br />

ve kapalı anlamlar, kapalılığın türleri. Hitabın muhatap<br />

tarafından anlaşılmasına engel olan üç husus:<br />

Hitab edenin nitelikleri, hitabın özellikleri ve muhatabın<br />

şartları. Genel olarak farklı anlamalara yol açan<br />

sebepler: Lâfzı veya anlamı merkeze alma bu ihtilafın<br />

temelinde yatar. Nitekim Allah Teâlâ ile ilgili bazı<br />

müteşabih âyetler farklı yorumlanmıştır. Râgıb, tenzih<br />

tarafını açıkça destekler. 51<br />

Yaptırım ifade eden söz çeşitleri haber, emir ve<br />

nehiy; çeşitleri ve örnekleriyle açıklanır. Çok sorulan<br />

bir soru: “Kur’ân, mübin olduğu hâlde neden açıklamaya<br />

ihtiyaç duyuluyor?” Kur’ân’ın beyanı konusunu<br />

Râgıb etraflıca, câzip ve genel okuyucu seviyesine<br />

göre açıklar. 52 Tefsir ve te’vil çeşitleri. Anlamı ifade<br />

üslûpları, aynı şeyi farklı yönlerden anlatma, kelimeler<br />

arasındaki semantik bağ, analitik sözcük bilgisi;<br />

varlıkları, aslında sıfatları olan isimlerle adlandırma,<br />

hakiki ve mecazî anlamlar, geniş bir bâb olan mecaz<br />

türleri, hazif, ziyade, temsili anlatımlar. Geniş ve<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 11


dar anlamlar, umum-husus çeşitleri, Allah’ın fiilleri,<br />

mecaz-ı mürsel çeşitleriyle fiillerin öznelerine izafe<br />

edilmesi, sathî bakışla tutarsız sanılan (müşkil) âyetler<br />

konusunda çelişkiyi giderme yöntemi, Kur’ân-ı<br />

Hakîm’in bütün hikmetleri içerdiği hâlde insanların<br />

ekserisinin onun hakikatlerini tam kavrayamamasının<br />

sebepleri, ümmetin âlimlerini şereflendirmek ve<br />

sevaplandırmak için içtihad imkânlarının bırakılması.<br />

53 Kur’ân’ın, Arap dil ve edebiyatının üslûpları ile<br />

indirilmiş olmasının izahı, Kur’ân’da anlam tabakaları;<br />

âlimlerin, ilimlerinin kuvveti derecesinde ondan<br />

yararlanmaları, Kur’ân’ın içerdiği altı ana konu,<br />

ibadet felsefesi. Nesih hakkında orijinal ve etraflı<br />

açıklama (ahkâmın asıllarında değil fürüatta neshin<br />

cevazı), müteşabih âyetlerin hikmetleri, Kur’ân’da<br />

anlaşılmayacak bir yer olur mu? Allah’ın hayata koyduğu<br />

tekâmül kanunu, Tefsir ilminin şerefi, muteber<br />

tefsirin şartları, Kur’ân’ın i’câzı, muvakkat ve sürekli<br />

mucize. Râgıb, Kur’ân’ın zatında muciz olduğunu<br />

vurguladıktan sonra, insanların nazire yapmalarını<br />

ilâhî engellemeyi de i’câzdan sayar. Bu tarz sarfeyi<br />

benimseyen Sünni âlimler vardır. Makalemizi bitirirken<br />

şunu da belirtelim ki Râgıb’ın kısmen bize ulaşan<br />

Tefsirini, bu Mukaddimesi açısından inceleyen bir<br />

çalışma, önerdiği usulü uyguladığını belirtmektedir. 54<br />

Kitabı tercüme eden Dr. Celalettin Divlekci, okuyucunun<br />

yararlanmasını kolaylaştırmak için ayrıca alt<br />

başlıklar, gereken yerlerde önemli dipnotlar koymuş.<br />

Çalışma boyunca gözlemlenen ilmî titizlik ve düzgün<br />

bir Türkçe, kitabı gerçekten okunaklı kılmış. Bu eseri<br />

Türkçeye kazandırmasından dolayı kendisini tebrik<br />

eder, bu kitaptan yararlanarak Kur’ân’ı anlama gayretlerini<br />

artıran okuyucularımızın sayısını artırmasını<br />

Cenâb-ı Allah’tan niyaz ederim.<br />

* Marmara Üniv. İlâhiyat Fak. E. Öğretim Üyesi<br />

syildirim@yeniumit.com.tr<br />

Dipnotlar<br />

1. Kitap Dr. Celaletin Divlekçi tarafından Türkçe’ye çevrilip İstanbul’da<br />

Rağbet Yayınevi tarafından 2011’de yayınlanmıştır.<br />

2. Yusuf 12/1.<br />

3. Şuara 26/195.<br />

4. İbn Ebî Şeybe, Musannef, Dâru’t-Tac, Beyrut 1989, 6/116; el-Hâkim, el-<br />

Müstedrek ale’s-Sahîhayn, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990, 2/477;<br />

Ebû Ya’lâ el-Mevsılî, Müsned, thk. Hüseyin Selim Esed, Dâru’l-Me’mûn<br />

li’t-Turâs, Dımaşk, 1986, 11/436; Süyuti, el-İtkan, 1/113, Mısır, 1370/1951.<br />

Aynı yerde Beyhaki’den başka bir hadise daha yer verir.<br />

5. Tirmizi, Tefsir bölümü; Ahmed b. Hanbel (el-Fethu’r-rabbani, 18/77);<br />

Kenzu’l-ummal, 2/1-2; İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 9/238.<br />

6. Bakara 2/177.<br />

7. Müslim, 45, hadis no:14; Tefsiru İbn Kesir, 3/87.<br />

8. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/258; Ebu Davud, had. No.134; Taberî 10/32;<br />

İbn Kesir, 2/508.<br />

9. Buhari, Tefsir, 5/156; Müslim, 13, had. No.33; Ahmed b. Hanbel, el-<br />

Fethu’-rabbani, 18/81.<br />

10. Suat Yıldırım, Peygamberimizin Kur’ânı Tefsiri, 1/193-206, İst., <strong>Yeni</strong><br />

Akademi yay., 2006.<br />

11. Taberî, 1/54; Süyuti, İtkan, 1/119.<br />

12. Süyuti, İtkan,1/120.<br />

13. Cevapları havi Risale Şam Zahiriye, Berlin kütüphanelerinde mevcutur.<br />

Ğaribu’l-Kur’ân adlı, Ata b Ebi Rabah’ın ondan rivayet ettiği risale İstanbul<br />

Atıf Ef ktp. Nr. 2815/8 yer alır. M. Fuad Abdülbaki Mu’cemu Ğaribi’l-Kur’ân<br />

adı ile yayınlamıştır (Kahire, 1950).<br />

14. Yusuf 12/1.<br />

15. Şuara 26/195.<br />

16. Süyuti, İtkan,1/119.<br />

17. Age, 1/182.<br />

18. Muhammed Sûresi 47/19.<br />

19. İtkan 2/182 vd.<br />

20. Tefsiru İbn Kesir, Bakara 2/25 âyetinin tefsirinde; Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr:<br />

Mefâtîhu’l-Gayb, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990, 33/220; İbn<br />

Teymiyye, Mecmûu Fetâvâ, Cem’ ve Tertîb Abdurrahmân b. Muhammed<br />

b. Kâsım el-Âsımî en-Necdî, Dâru Âlemi’l-Kutub, Riyad, 1991, 3/28; İbn<br />

Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî bi-Şerhi Sahîhi’l-Buhârî, tahk. Abdulazîz b.<br />

Abdillâh b. Abdurrahmân b. Baz, Muhibbuddîn el-Hatîb, Dâru’l-Ma’rife,<br />

Beyrut, 6/321.<br />

21. Ebu Ubeyde, Mecazu’l-Kur’ân, 1/8.<br />

22. Age, 1/18-19<br />

23. Ali Bulut, Erken Dönem Tefsir Mukaddimelerinin Tefsir Usulü Açısından<br />

Değerlendirilmesi, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Süleyman Demirel<br />

Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta 2009, s. 125-126.<br />

24. Adem Yerinde, DİA, “Mecazu’l-Kur’ân” md., XXVIII, 225.<br />

25. Ebu Ubeyde, Mecaz, 1/20.<br />

26. Age, 1/25.<br />

27. Adem Yerinde, Agm., DİA, XXVIII, 226.<br />

28. İbn Kuteybe, Te’vilu Müşkili’l-Kur’ân, Kahire, Daru’t-Türas, thk. Ahmed<br />

Sakr, 1393/1973.<br />

29. Age, s.12.<br />

30. Age, s.7. Başka misaller için bu kitabın 4-11. sahifelerine bkz.<br />

31. Age, s. 3.<br />

32. Age, s. 13<br />

33. Age, s.16.<br />

34. Y. Şevki Yavuz, “İbn Kuteybe” md., DİA, XX, 149.<br />

35. Age, s.12.<br />

36. Ali Bulut, s. 69.<br />

37. Age, s.127.<br />

38. İbn Kuteybe, s. 3-11.<br />

39. Y. Şevki Yavuz, Agm., DİA, XX,149.<br />

40. Hüseyin Yazıcı, İbn Kuteybe md., XX, 145.<br />

41. Fehmu’l-Kur’ân, thk. Hüseyn el-Kuvvetli, Daru’l-fikr, 1402/1982. Bu kitap<br />

Türkçeye çevrilmiştir: Kitabu’l-Akl ve Fehmu’l-Kur’ân, İstanbul, İşaret Yay.,<br />

2003.<br />

42. H. el-Kuvvetli, Fehmu’l-Kur’ân, s. 259-260. Mesela Fasl ve Vasl konusunda<br />

(s. 4<strong>92</strong>-502) anlam itibariyle fasl edilmesi gerekli yerlerde vasl etmenin, vasl<br />

gereken yerlerde fasl etmenin dil bakımından yanlışa yol açacağını belirtir.<br />

43. Age, s. 260’da Âl-i İmrân 7. âyetindeki müteşabihat hakkında nakli yer<br />

alır.<br />

44. Age, s. 476.<br />

45. Age, s. 488-491<br />

46. Age, H. el-Kuvvetli’nin değerlendirmesi, s. 253-254.<br />

47. Taberî, Câmiu’l-beyân an te’vili âyi’l-Kur’ân, mukaddime.<br />

48. Age, 1/17-19.<br />

49. Age, 1/57-58.<br />

50. Ali Bulut, Erken Dönem Tefsir Mukaddimeleri, s. 150.<br />

51. Tercüme s.12.<br />

52. Age, s. 16-18.<br />

53. Age, s. 39.<br />

54. Mustafa Kiriş, er-Râgıb el-Isfahânî’nin Mukaddimetu’t-Tefsir Adlı Eseri ve Tefsir<br />

Usulü Açısından Tefsirin Değerlendirilmesi, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans<br />

Tezi), Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sivas 2006,<br />

s.189.<br />

12 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


YENi ÜMiT<br />

Prof. Dr. Abdulhakim YÜCE *<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />

Bizim aksiyon ve düşünce hayatımızın temel dinamiği ruhî hayatımızdır; ruhî<br />

hayatımızı da dinî düşüncelerimizden ayırmamız mümkün değildir. Bu milletin<br />

her varoluş kavgası, İslâmî ruh ve mânâya sığınılarak gerçekleştirilmiştir.<br />

“Peygamber Yolu”ndan kasıt, Efendimiz’in (sallallahü<br />

aleyhi ve sellem) vahyin rehberliğinde yaşayarak<br />

açtığı, mübarek sözleriyle izahını yapıp temel<br />

prensiplerini koyduğu, insan fıtratına en uygun; en<br />

kısa ve selâmetli tarzda ruhları tasfiye ve nefisleri<br />

tezki ye eden, insanî latîfeleri inkişaf ettiren; bunun<br />

yanında cismanî is teklerin ve bedenî arzuların aşılmasını<br />

sağlayan; esmâ, sıfât ve şuûnât-ı ilâhiye adına<br />

parlak bir ayna seviyesine ula şmayı netice veren ve<br />

hedefi de sadece rızâ-i ilâhî olan yoldur. Bu yolu<br />

aslına uygun anlayan, bütün asırlara mikyas olacak<br />

misâlleriyle -her ferdin bu konuda eşit seviyede olduğu<br />

söylenmese bile- toplum olarak yaşayan ve eksiksiz<br />

bir şekilde bize aktaranlar da Efendimiz’in (sallallahü<br />

aleyhi ve sellem) ashabı olmuştur. Bundan dolayı<br />

daha sonra kaleme alınan İslâmî eserlerde bu yolun,<br />

özellikle ruh ve mânâ boyutuna, sahabe mesleği adı<br />

verilmiştir. Yazımızda bu mesleğin temel birkaç özelliğine<br />

değinmeye gayret edeceğiz.<br />

Sahabe Mesleği<br />

Efendimiz’in sohbetine katılıp onun boyasıyla<br />

boyanma şerefine eren, ölümü göze almadan imanlarını<br />

izhar edemeyecekleri zor bir dönemde İslâm’a<br />

sahip çıkan, bir ömür boyu yalana asla tenezzül etmeyerek<br />

sıdk ve sadâkatle dine hizmet eden ve böylece<br />

peygamberlerden sonra insanların en seçkinleri<br />

ve faziletlileri olma pâyesini kazanan Ashâb-ı Kirâm<br />

efendilerimizin, Allah’a kurbet yolunda takip ettikleri<br />

yola ‘sahabe mesleği’ denilmiştir. ‘Velâyet-i<br />

kübrâ’, ‘verâset-i nübüvvet’ ve ‘cadde-i kübrâ’ (Bkz: İmam<br />

Rabbanî, Mektubât, I, 414, 260. Mektup) ifadeleriyle<br />

de anılan sahabe mesleği, insanı bir bütün olarak ele<br />

alan ve onun sadece kalbini değil akıl, ruh, sır, nefis<br />

gibi latîfelerinin hepsini doyurmayı hedefleyen Peygamber<br />

Yolu’dur. Bu yol saadet asrından sonraki<br />

dönemlerde de Peygamber vârisi Hak Dostları tarafından<br />

en geniş cadde ve en selâmetli yol kabul<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 13


edilmiştir. 1 En geniş caddedir, zîrâ her mümin kendi<br />

fıtrat, kabiliyet ve gayretine uygun bir usûl ve seyirle<br />

bu yolda yürüyebilir. En selâmetli yoldur, çünkü keramet<br />

zannedilerek istidraçlar yaşama, ruhanî zevklere<br />

mağlup olma.. kısaca, kazanma kuşağında kaybetme<br />

tehlikesi bulunmamaktadır.<br />

Sahabe Mesleğinin Bazı Temel Özellikleri<br />

Sahabe Mesleği ruh ve mânâ boyutuyla incelendiğinde<br />

üç ana özelliğinin öne çıktığı görülmektedir.<br />

Bunlar Allah rızasını arama, engin bir ibadet<br />

hayatı ve hayatın her alanına sirayet eden güzel<br />

ahlâktır. Sahabe Mesleğini bütünüyle anlatmaya<br />

yetmese bile, bir fikir vereceği kanaatiyle bu üç konu<br />

üzerinde durmak istiyoruz.<br />

Rızâ-ı İlâhî Hedefli Yaşamak veya Niyet Duruluğu<br />

Sahabe Mesleğinin, konumuz açısından ilk önemli<br />

özelliği her meselede Allah’ın rızasını arama gayretidir.<br />

Rızâ-i ilâhî, yapılan amelin herhangi bir<br />

beklentiye bağlanmadan, ibadet Rabbimizin hakkı ve<br />

emri olduğu için yapılmasıdır. Zîrâ amel herhangi bir<br />

beklentiye bağlandığında o beklenti o amelin karşılığı<br />

olur ve o karşılık da beklentinin sığlığına mahkûm<br />

kalır. Zevk-i ruhanî de bu beklentilerden biri sayılmıştır.<br />

Zîrâ zevk-i ruhanî, amelin ona bağlandığı bir<br />

iş değildir, amele terettüp eden bir şeydir; amelin gayesi<br />

değil semeresidir.<br />

Ayrıca kul açısından rıza, Allah’ın takdirlerini gönül<br />

rahatlığıyla karşılamak, zâhiren çirkin görünen acı<br />

hâdiselerde bile acele karar vermeyip O’nun icraatından<br />

hoşnut olmak, her şeyden önce ve her şeyden artık<br />

olarak O’nu sevmek, O’na yönelmek ve beklediklerini<br />

de yalnızca O’ndan beklemek anlamına gelir.<br />

Sahabe Efendilerimiz karşılaştıkları her meseleye,<br />

“Acaba bu konuda Rabb’imizin bizden istediği nedir?”<br />

sorusuna cevap arayarak yaklaşmışlardır. O’nun razı<br />

olacağı hususları öğrenmek için de Kur’ân’a başvurmuş,<br />

kelâm-ı ilâhîye karşı gönül kapılarını sonuna<br />

kadar açmış ve marziyâtını kelâmından anlama hususunda<br />

tarihte eşine rastlanamayacak bir cehd ve<br />

gayret göstermişlerdir. Bu gayretin muvaffakiyetle<br />

neticelendiğini ise Cenâb-ı Hak bildiriyor: “Birinci<br />

dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce<br />

tâbi olanlar yok mu? Allah onlardan razı, onlar<br />

da Allah’tan razı oldular. Allah onlara içlerinden ırmaklar<br />

akan Cennetler hazırladı. Onlar oraya devamlı<br />

kalmak üzere gireceklerdir. İşte en büyük mutluluk,<br />

en büyük başarı budur!” (Tevbe, 9/100)<br />

Sahabe mesleğinin önemli bir esası da yukarıda sözünü<br />

ettiğimiz Allah rızası gereği keşf, keramet, ilâhî<br />

sır ve tecellî gibi harikulâdeliklere talip olmamaktır.<br />

Zîrâ velâyet yolları içinde en güzeli, en müstakimi,<br />

en parlağı, en zengini, Sünnet-i Seniyye’ye ittibadır.<br />

Bu özelliğiyle sahabîlerin velâyeti “velâyet-i kübrâ”<br />

olarak adlandırılmış ve verâset-i nübüvvetten gelen<br />

bir velâyet olarak görülmüştür. Onlar, çoğu velilerin<br />

uğramak zorunda oldukları seyr ü sülûk duraklarına<br />

uğramadan lütf-u ilâhî ile doğrudan doğruya hakikate<br />

ulaşmışlardır.<br />

Haddizatında, ashap harikulâde hâller bir yana,<br />

ibadetleri, salih amelleri ve dine hizmetleri mukabilinde<br />

dünyevî-uhrevî hiçbir beklentiye de girmemişlerdir.<br />

Kulluk hesabına ortaya koydukları hayırlı<br />

işleri Cehennem’den kurtulma ve Cennet’e girme<br />

mülâhazalarına kat’iyen bağlamamışlar; yapıp ettiklerini<br />

asla ebedî saadetin bir teminatı olarak görmemişlerdir.<br />

İbadet ve ubudiyetlerini sadece Allah rızası için<br />

yerine getirmiş; ateşten kurtulmayı da ebedî saadete<br />

nail olmayı da hep Allah’ın lütfuna dayanarak ve İlâhî<br />

rahmete ümit bağlayarak âdeta meccanen istemişlerdir.<br />

Onlar, asıl kerametin kesintisiz Allah’ın rızasına<br />

müteveccih bulunmada olduğuna inanarak bunun<br />

dışındaki bütün fevkalâdeliklerden irâdî olarak uzak<br />

durmaya çalışmış; iman, mârifet ve muhabbetin dışındaki<br />

harikulâde hâllere ve hatta, yukarıda işaret<br />

edildiği gibi, zevk-i ruhanî gibi mazhariyetlere karşı<br />

kapalı kalmayı tercih etmişlerdir. Daha sonra bu durum<br />

“maddî-mânevî füyûzât hislerinden feragat etme”<br />

şeklinde ifade edilmiştir. 2<br />

Gece Ruhban Gündüz Fürsân<br />

Sahabeyi bir cümle ile anlatmak isteyenlerin 3 söylemiş<br />

olduğu א א א <br />

א א <br />

<br />

“Onlar gece<br />

rahip, gündüz atlıdırlar.” ifadesiyle sahabe mesleğinin<br />

birbirini tamamlayan iki temel özelliğine işaret edilmiştir:<br />

1. Rahip zannedilecek kadar engin bir ibadet hayatı<br />

yaşamak… Elbette buradaki ruhbanlık, dünyayla<br />

ilginin tamamen kesilmesi, hiç evlenmeme, halka karışmadan<br />

ömrünü inzivada geçirme, bazı şeyleri kendine<br />

haram kılma vb. anlamlar taşımaz. Burada ruhban<br />

kelimesi, sahabenin, diğer ibadetlerin yanı sıra,<br />

özellikle gece ibadetine gösterdikleri titizliklerini ifade<br />

etmek için kullanılmıştır. Bu kelimeyi ilk söyleyen<br />

kişinin bir Hristiyan olduğu hesaba katılınca, onları<br />

anlatmak için kendi kültür dünyasındaki en uygun<br />

kelimeyi kullandığı anlaşılacaktır. Nitekim Kur'ân-ı<br />

Kerîm bu mânâya "ehl-i kitap içinde, gece saatlerinde<br />

ayakta durup Allah’ın âyetlerini okuyarak secdeye kapanan<br />

bir topluluk da vardır” (Âl-i İmrân, 3/113) âyetiyle işaret<br />

etmiştir.<br />

2. İlâhî mesajı dünyanın her tarafına ulaştırma<br />

gayreti… Evvelkine geniş mânâsıyla mücahede, ikinci-<br />

14 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


sine de yine geniş anlamıyla cihat denilebilir. Aslında,<br />

Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) “Bu ümmetin<br />

ruhbanlığı Allah yolunda cihattır.” (Ahmed b. Hanbel,<br />

Müsned, III, 266) beyanı da buna işaret etmektedir.<br />

Evet, ümmet-i Muhammed’in maddeten ve mânen yükselişi<br />

dünyayı kesben terk etmekle değil, i’lâ-yı kelimetullah<br />

ile mümkündür. Dolayısıyla, müminlerin, zamanın<br />

fitnelerinden korkarak inzivaya çekilmek yerine, uygun<br />

bir üslûp kullanarak iyiliği emredip kötülükten<br />

sakındırmak suretiyle fitne ve fesadı ortadan kaldırma<br />

gayreti içine girmeleri tam bir sahabe mesleğidir.<br />

Zikredilen iki durum bir arada düşünüldüğünde<br />

şu anlaşılmaktadır: Samimi bir dava erinin mücahede<br />

ve uzleti, onun kalbî, ruhî, hissî ve şuurî tezkiyeye<br />

ulaşması açısından tamamen irşada hazırlanma gayreti<br />

sayılır. Bu mücahede ve uzletin ferdî ve sürekli olanı<br />

gece ibadetidir. 4<br />

Şu hususu da zikretmekte fayda mülâhaza ediyoruz:<br />

Genel olarak, her gün okunması âdet hâline getirilen<br />

Kur’ân’dan bir miktar ve Hz. Peygamber’den<br />

(sallallahü aleyhi ve sellem) gelen me’sûr dualarla, salât<br />

ve selâma vird denmekle birlikte, gece kılınan namaza<br />

da vird denilmiştir. Nitekim “Gece kılmayı âdet edindiği<br />

virdine kalkamayıp kaçıran kimse, gündüz zevalden önce kılarsa<br />

aynı sevabı alır.” (Müslim, Müsafirîn, 142; Ebû Davut,<br />

Tatavvu’, 19; Tirmizî, Cum’a, 56; Neseî, Kıyamu’l-<br />

Leyl, 65) müjdesini bizzat Hz. Peygamber (sallallahü<br />

aleyhi ve sellem) vermiştir. Ayrıca vird, nafile namaz kılma,<br />

Kur’ân okuma ve dua etmenin yanı sıra, tefekkür<br />

ve ağlama anlamında da kullanılmıştır. Dolayısıyla<br />

sahabe-i kiram efendilerimizin, özellikle gecelerini<br />

yoğun ve engin bir evrâd u ezkâr atmosferinde geçiriyorlardı<br />

denilebilir. Elbette bu keyfiyet sadece geceye<br />

has bir davranış da değildi. Gece veya gündüz ne zaman<br />

ve hangi ibadet olursa olsun sahabe aynı titizlik<br />

ve derinlikte o ibadeti ihsan şuuruyla yerine getirirdi.<br />

Kişi şayet sahabenin ortaya koydukları enginlikte<br />

veya ona yakın ölçülerde ibadet ederse ondan hâsıl<br />

olacak semereyi elde edebilir ki, ona kısaca ikinci fıtrat<br />

denilmiştir. Malum İslâm’ın biri itikad, diğeri de<br />

bu itikadın amelî ciheti olmak üzere iki yönü vardır.<br />

İtikad, İslâm’ın temel iman esasları olan, Allah’a, meleklere,<br />

kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve<br />

kadere inanma demektir. Bundan başka İslâm’ın bir<br />

de amelî ciheti vardır ki, ibadet ü taat ve evrâd ü ezkâr<br />

bu kategori içine girmektedir. İtikada ait meseleler,<br />

İslâm’ın kökü, ibadete müteallik hususlar ise dalları<br />

ve semereleri hükmündedir.<br />

Ahlâk-ı Âliye<br />

Sahabe mesleğinin temel özelliklerinden biri de<br />

güzel ahlâkın her çeşidini, hayatın her safhasında ve<br />

muhatap ayırımı yapmadan tatbik etmektir. Onlar bu<br />

özelliklerini de şüphesiz, baştan başa ahlâk-ı âliye ile<br />

donatılmış Kur’ân’ı gereğine uygun anlayıp yaşayan<br />

En Mükemmel Rehber’den almışlardı. Aslında güzel<br />

ahlâkın Kur’ân’ın arızasız temsil edilmesi mânâsına geldiği,<br />

Hz. Âişe validemizin, Efendimiz’in ahlâkını anlatırken<br />

söylediği “O’nun ahlâkı Kur’ân’dı” şeklindeki<br />

sözlerinden anlaşılmaktadır. (Müslim, Müsafirîn, 139)<br />

Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hem maddî hem<br />

de mânevî açıdan güzel ahlâk üzere yaratılmış, en güzel<br />

şekliyle eğitilmiş ve güzel ahlâkı tamamlamak için<br />

de risaletle serfiraz kılınmıştır. Efendimiz’den önceki<br />

peygamberlerin de tamamı en güzel ahlâk üzere idiler.<br />

Ancak Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)<br />

bütün esmâ-i hüsnânın a’zam derecedeki tecellisine<br />

mazhar olduğu gibi bütün güzel ahlâk prensiplerinin<br />

de a’zam derecesini temsil etmekte ve hepsini bir arada<br />

kendinde cemetmiş bulunmaktaydı. Güzel ahlâkı<br />

tamamlama konusunu, ‘risaletinin diğer nebilerin<br />

risaletini, kıyamete kadar başka bir risalete ihtiyaç<br />

kalmayacak şekilde tamamlaması’ anlamında yorumlamak<br />

da mümkündür. Aksi takdirde diğer nebilere<br />

eksiklik îras edecek bir yaklaşıma kapı açılır ki o da<br />

yanlış olur.<br />

Diğer bir anlamı da şudur: İnsanlık, eksikliklerini<br />

Allah Resulü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) getirdiği<br />

ahlâk ile tamamlayacak ve neticede kâmil hale gelecektir.<br />

Yani, Allah ahlâkıyla ahlâklanma, ancak Allah<br />

Resulü’nün ahlâkını örnek edinmekle mümkün olacaktır.<br />

Zaten sahabeyi sahabe yapan ve mesleklerini<br />

en mükemmel yol haline getiren de Efendimiz’i adım<br />

adım takip etmede gösterdikleri tehâlüktür. Sahabenin<br />

bu güzel ahlâkına bir misal vermek istiyoruz:<br />

Îsâr<br />

Kelime olarak insanın, başkalarını kendisine tercih<br />

etmesi demek olan îsâr; geniş anlamıyla toplumun<br />

menfaat ve çıkarlarını şahsî çıkarlarından önce<br />

düşünmek, şahsiliklere karşı bütün bütün kapanıp,<br />

yaşama zevki yerine yaşatma hazzıyla var olmaktır.<br />

Îsârın karşıtı cimrilik ve şahsî çıkar duygusudur<br />

ki, Hak’tan, halktan ve Cennet’ten uzak kalmanın<br />

âmili sayılmıştır. (Tirmizî, Birr, 40) Îsâr ruhundan<br />

‘cûd’, ‘sehâ’ ve ‘ihsan’ sözcükleriyle ifade edeceğimiz<br />

cömertlik, semâhat ve civanmertlik doğmuştur. Cûd,<br />

mü’minin, gönlünde herhangi bir rahatsızlık duymadan,<br />

sahip olduğu şeylerin, hiç olmazsa bir kısmını<br />

infak etmesinin ve başkaları için var olabilmesinin<br />

adıdır. Sehâ, müminin, infakı ve başkalarını düşünmeyi<br />

önde götürmesi ve kendi mutluluğu içinde, hatta<br />

onun da önünde onların mutluluğunu düşünebilmesi;<br />

ihsan ise onun, ihtiyacı olduğu hâlde başkalarını<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 15


kendine tercih edebilmesidir. “Onlar, mü’minlere<br />

verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kaygı duymaz<br />

ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih<br />

ederler.” (Haşr, 59/9) âyetiyle işaret edilmek istenen<br />

îsâr zirvesi de işte budur.<br />

Bu âyetin nüzûl sebebi olarak, sahabenin dillere<br />

destan îsâr kahramanlığını gösteren şöyle bir hâdise<br />

rivayet edilmektedir: Hz. Ebu Hüreyre anlatıyor: “Allah<br />

Resulü’ne (sallallahü aleyhi ve sellem) (yemeğe ihtiyacı<br />

olan) bir adam geldi. Resulullah (sallallahü aleyhi<br />

ve sellem) hanımlarına haber gönderdi, ancak onlar<br />

‘Yanımızda sudan başka (yiyecek) bir şey yok.’ dediler.<br />

Bunun üzerine Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve<br />

sellem), “Bu adamı kim misafir edecek?” dedi. Ensar’dan<br />

bir zât -ki Ebu Talha olduğu zikredilmiştir- “Ben Yâ<br />

Resulallah!” diye cevap verdi. Ve adamı alıp evine götürdü.<br />

Hanımına, “Resulullah’ın misafirine yemek ikram<br />

et.” dedi. Hanımı, “Vallahi benim yanımda çocuklarımın<br />

yiyeceğinden başka bir şey yoktur.” dedi. Kocası da ona,<br />

“Sen yemeği hazırla, kandili yak, çocuklar akşam yemeği istedikleri<br />

zaman onları uyut.” dedi. Hanımı dediği gibi yaptı.<br />

Sonra kandili düzeltiyor gibi yapıp söndürdü. Ev sahipleri<br />

yemek yiyor gibi yapıp aç yattılar. Sabahleyin misafir<br />

Resulullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına vardı.<br />

Allah Resulü, “Bu gece Allah, yaptıklarından ötürü,<br />

falan ve falandan son derece hoşnut oldu ve haklarında<br />

şu âyeti inzal buyurdu: “Kendilerinde bir ihtiyaç olsa bile<br />

onları kendilerine tercih ederler” dedi. (Buhari, Tefsir 59/6)<br />

Îsâr ve cömertliğin ulaşılması güç zirvelerinden<br />

birini gösteren bu durum sahabede, farklı derecelerde<br />

de olsa, âdeta tabiî bir hâl almıştı. Zîrâ hem mal<br />

hem de canlarını seve seve Allah rızası için harcayarak<br />

cömertliğin her türlüsünün destanını yazmışlardı.<br />

Onları anlatan kitaplar bu altın tablolarla bezelidir.<br />

Bu durum da elbette Peygamber Yolu’nda gitmenin<br />

bir neticesiydi, zîrâ O Peygamber (sallallahü aleyhi ve<br />

sellem) mi’rac gibi bir makama yüceltilmiş olmasına<br />

rağmen insanlığın kurtuluşu için onların içine geri<br />

dönmüş ve kimsenin yapmaya güç yetiremeyeceği bir<br />

îsâr ahlâkı ortaya koymuştu.<br />

Netice<br />

Allah Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) maddîmânevî<br />

yapısının sağlamlığı, duygularının duruluğu,<br />

düşüncelerinin resâneti ve meâliyâta açık vicdanının<br />

enginliğiyle, Hakk’ın mesajlarını olduğu gibi almaya,<br />

orijinalliğini koruyarak insanlığa aktarmaya ve gereğine<br />

uygun uygulamaya müsait ve müstait bir fıtratta<br />

yaratılmış; özü ve ruh safveti korunmuş, beşerî talim<br />

ve terbiyenin tesirine karşı kapalı kalmış, sonra da vahiyle<br />

donatılarak insanlığa gönderilmiş bir mürşid-i<br />

kâmil-i mükemmildi.<br />

Bu mükemmeliyet ile vahyin beraberliğinden yanılmaz<br />

ve yanıltmaz bir yol, yani O’nun Sünnet’i meydana<br />

geldi. İşte sahabe-i kiram bu Zâtı tanımış, O’ndan<br />

terbiye almış, O’nu örnek edinmiş, O’nu takip etmiş<br />

ve Sünnet’i bütünüyle hayatlarının ruhu kılmışlardı.<br />

Onların bu konuda yanıltmaz tek kaynakları Kur’ân<br />

idi. Sahabe, 1. Cenâb-ı Hakk’ın marziyatını anlamak<br />

için Kur’ân’a bakıyordu; 2. Efendimiz’in ahlâkını anlamak<br />

ve öğrenmek için Kur’ân’a bakıyordu; 3. Gece<br />

ruhban-gündüz fürsan kıvamını yakalamak ve dengesini<br />

korumak için Kur’ân’a bakıyordu. Bu bakışta<br />

da Efendimiz’i âdeta bir prizma gibi görüyor, O’nun<br />

rehberliğinde Kur’ân’ı anlamaya çalışıyorlardı. Mükemmel<br />

bir ahlâka, fıtrat-ı sâniye oluşacak enginlikte<br />

bir ibadet-cihad dengesine ve seviyesine, Rabbe ulaştıracak<br />

kıvama ve risaletin temel hedeflerinden biri olan<br />

ahlâk-ı âliyeyi yaşamaya, Kur’ân’ı hayata hayat yaparak<br />

ulaşmaya çalıştılar ve elhak muvaffak da oldular.<br />

Sahabeden sonra gelen nesiller de güçleri yettiği<br />

ölçüde bu yolu takip etmişlerdir. Ancak Sünnet-i<br />

Seniyye’nin her bir nevine tamamen bilfiil ittibâ etmek,<br />

ehass-ı havassa dahi ancak müyesser olduğundan,<br />

özellikle zühd dönemi adıyla meşhur olan asırlarda,<br />

toplum olarak Peygamber Yolu’nu takip etmede zorluk<br />

ve aksaklıklar ortaya çıkmış; neticede zâhid, nâsik,<br />

âbid vb. adlar verilen bazı şahsiyetler belli konularda<br />

temayüz etmiş ve onların yaşadığı bölgelerde daha<br />

çok bu konuları öne çıkaran zühd ekolleri oluşmuştur.<br />

Medine, Kûfe, Basra ve Horasan bu ekollere ev sahipliği<br />

yapmış kutlu beldelerdendir. Emevî dönemindeki<br />

bazı sebeplerden ötürü adı geçen ekollerde “gece<br />

ruhban gündüz fürsan” dengesi tam korunamadığından<br />

daha çok gece ruhbanlığı lehine gelişmelerin kaydedildiği<br />

müşahede edilmiştir. Durum böyle olunca da<br />

Sahabe Mesleğinden uzaklaşma söz konusu olmuştur.<br />

Öyle ise Peygamber Yolu’nun ruh ve mânâ boyutunu<br />

tekrar anlamak ve yaşayabilmek için sahabe mesleğinin<br />

iyi araştırılması ve yaşanması elzemdir.<br />

*<br />

Iğdır Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi.<br />

ayuce@yeniumit.com.tr<br />

Dipnotlar<br />

1. M. F. Gülen, Ölümsüzlük İksiri, s. 91.<br />

2. Bkz: M. F. Gülen, Kırık Testi, Himmet, Teveccüh, İnfak ve Gayret,<br />

19.12.2005.<br />

3. Tarih kitaplarında ilk defa bu sözü, Müslümanlara esir düşen ve bir fırsatını<br />

bulup kaçan bir Rum askerine, bir sefer dönüşü İstanbul’a gitmekte olan<br />

İmparator Hirakl’ın, Müslümanların durumunu sorması üzerine söylediği<br />

rivayet edilmektedir. Esaretten kurtulan askerin ifadeleri şu şekildedir: “Onlar<br />

gündüz atlı savaşçı, gece ise rahiptirler. Zimmetlerindeki şeyin parasını<br />

vermeden ondan yemezler. Selâm vermeden içeri girmezler. Bir kavme baskın<br />

yapmadan önce karşı tarafı iyi araştırırlar.” Hirakl bunun üzerine şöyle<br />

diyor: “Eğer doğru söylüyorsan onlar ayaklarımı bastığım bu yerlere sahip<br />

olacaklardır.” Bkz: el-Bidaye ve’n-Nihaye, VII, 53; Tarih-i Taberî, III, 99.<br />

4. Sahabenin geceleri ortaya koydukları engin ibadete dair misaller ve uygulamalar<br />

için bkz: S. H. Affanî, Ruhbanu’l-Leyl 1-3, el-Cezire, 2002; A. Yüce,<br />

Gece İbadeti, İzmir, 1996.<br />

16 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


YENi ÜMiT<br />

Doç. Dr. Yener ÖZTÜRK*<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />

Bazen bütün sebepler toplandığı hâlde neticenin hâsıl olmaması da<br />

gösteriyor ki, neticeyi meydana getirme gücü,<br />

bizzat sebeplerin kendisinden değildir.<br />

Sebeplerin<br />

Sebepler; merhameti ve hikmeti sonsuz yüce<br />

Allah’ın perde arkasından nimet ve ihsanlarını<br />

takıp hayat sahiplerine uzattığı ipler/şeritler<br />

gibidir. Ayrıca sebepler, Müsebbibü’l-Esbab’a<br />

açılan pencerelerdir ki, biz bunlardan O’nun fiil ve<br />

icraatlarını seyrederek O’nu tanımaya çalışırız.<br />

Sebepler, kendilerinden ziyade, daimî düzenlerinin<br />

(nizamlarının) delâletiyle daimî bir düzenleyiciyi<br />

(bir Nâzımı) gösterir, O’na işaret ederler. Her bir<br />

mevcut vazifesini –âdeta- şuurlu bir tarzda ifa eder ve<br />

gücünü sonsuz derecede aşan bir biçimde küllî düzene<br />

tâbi olur ki, bu da onların her şeye güç yetiren birisinin<br />

ve her şeyi en ince teferruatıyla/detaylarıyla bilen<br />

mutlak bir ilim sahibinin an be an emir ve iradesi<br />

altında hareket ettiriliyor olduğunu ortaya koyar.<br />

Son derece san’atlı ve hassas ölçülerle ayarlı (mükemmel)<br />

olan sonuçların meydana gelişi cansız ve<br />

şuursuz olan sebeplerin fizikî özellikleriyle izah edilemez.<br />

Çünkü sebeplerde neticeleri plânlayacak ne<br />

bir ilim, programlanan hususun gereğinin yerine getirebilmesine<br />

karar verecek ne bir irade ve ne de bunları<br />

yürürlüğe koyacak bir güç/kudret vardır. Sebepler<br />

bu özelliklerden bütünüyle mahrumdurlar. Öyleyse,<br />

kendileri yaratılmış olan sebepler, varoluş olgusunda<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 17


ir yaratıcı değil, sadece ve sadece birer aracı/vasıta<br />

durumundadırlar. Onların düzenlenişi ve sebeplerine<br />

bağlı olarak yeni bir varlığın ortaya çıkışı doğrudan<br />

Allah’ın eseridir. Yani bir ‘sebep’ vasıtasıyla da olsa<br />

her fiilin gerçek müessiri Allah’tır. 1<br />

Sebeplerle alâkalı özet bir malumattan sonra şimdi<br />

bu çerçevede izah bekleyen birkaç sorunun cevabını<br />

-anlayabildiğimiz kadarıyla- bulmaya çalışacağız. İlgili<br />

sualler sırasıyla şunlardır: 1. Sebeplerin sahip olduğu<br />

özellikler ne ifade eder? 2. Sebeplerle sonuçların zaman<br />

şeridindeki ardışık öge konumlarından (iktiranlarından)<br />

çıkarılması gereken hüküm ne olmalıdır? 3.<br />

Sebeplerden birinin yokluğunda neticenin oluşmaması<br />

neyin delilidir?<br />

Sebeplerin Sahip Olduğu Özellikler<br />

Ne İfade Eder?<br />

Cansız ve şuursuz olan eşya metafizik özelliklere<br />

değil, fizikî özelliklere sahip kılınmıştır. Bu özellikler<br />

de ‘o şeyin, kendisiyle ilişkilendirilmiş belli bir sonucu<br />

kabule elverişli yapılarda yaratılmış olması’ anlamını<br />

ifade eder. Buna göre her bir sebep, yaratılmış<br />

olduğu gaye ve hedefe kendisini vardıracak (muvaffak<br />

kılacak) aşkın özelliklere sahip ‘Bir’isine her ân<br />

muhtaç durumdadır.<br />

Sebeplerin Allah’ın tasarrufundan bağımsız olarak<br />

sonucu kendi başlarına oluşturduğunu düşünmek,<br />

-fizikî özellikleri dışında- onlarda fizikötesi aşkın/<br />

mutlak niteliklerin de bulunduğunu kabullenmek<br />

anlamına gelir. Bu ise salim mantıkla düşünebilenlerin<br />

varacağı bir netice olmasa gerektir. Diğer taraftan<br />

böyle bir bakış açısı, ‘gaye ve nizam delili’ ile Allah’ın<br />

varlığına istidlalde bulunmayı da imkânsız hale getirir.<br />

Allah’ın, insanların istediği sonuçları, doğrudan değil<br />

de belli bir sebebe bağlı olarak yaratmasının hikmetleri<br />

vardır. O hikmetlerden birisi şudur: Yüce Yaratıcı<br />

biz kâinatı anlayabilelim, isimleri/unvanları itibariyle<br />

kendisini daha yakından tanıyabilelim diye koymuş<br />

olduğu kuralları, sebep-sonuç düzeninde yürütmeyi<br />

dilemiştir. Ancak unutulmamalıdır ki, Yaratan’ın sonuçları<br />

yaratmak için sebeplere ihtiyacı yoktur; çünkü<br />

O, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır (İnnellahe ğaniyyun<br />

ani’l-âlemîn). 2 Ancak, O’nun nasıl yarattığını anlamak<br />

için bizim sebeplere bağlı olarak gerçekleştirilen bir yaratılış<br />

düzeninin varlığına ihtiyacımız söz konusudur.<br />

Eşyanın/sebeplerin, belli özelliklere sahip olması,<br />

onların, sonuçları (müsebbebleri) kendi başlarına<br />

gerçekleştirebilecekleri anlamına gelir mi? Sonuçların<br />

Yüce Yaratıcı’nın tasarrufundan bağımsız olarak<br />

meydana gelmesi mümkün müdür? Bu ve benzeri<br />

sorular, düşünce ekollerini bir hayli meşgul etmiştir.<br />

Bu çerçevede zihinlerde beliren muhtelif tereddütleri<br />

izale sadedinde Kur’ân-ı Hakîm’in vermiş<br />

olduğu cevaplara geçmeden önce, eşyadaki ‘özelliklerin’<br />

varoluştaki yerlerinin anlaşılmasına yardımcı<br />

olacak müşahhas bir örnek üzerinde duracağız.<br />

Şimdi önümüzde sebep konumunda duran bir<br />

ağaç ve onun sonucu olarak gözlemlenen bir meyve örneği<br />

üzerinde yoğunlaşmaya çalışalım. Kozalite/illiyet<br />

konusunda Allah’ın doğrudan tasarrufu yerine farklı<br />

bir yorum geliştirenlere göre, ağaca baştan Yaratıcı tarafından<br />

verilmiş olan özellikler bir meyvenin oluşumu<br />

için yeterlidir; sonrasında ilâhî inayete/tasarrufa<br />

gerek yoktur. Ne var ki böyle bir yaklaşımın ne selim<br />

akıldan ne de Kur’ân’ın ifadelerinden onay alabilmesi<br />

mümkündür. Bir diğer ifadeyle, böyle bir düşünce,<br />

problemi çözücü bir cevap özelliği taşımamaktadır.<br />

Çünkü ağaç üzerinde bulunan bir meyve, görüldüğü<br />

kadar basit değildir, içeriği itibariyle son derece girift<br />

bir yapıya sahiptir. Biz bugün çok iyi biliyoruz ki dış<br />

görünümü itibariyle detaylarını fark edemediğimiz<br />

bir meyve, içerisinde hücre isimli binlerce mikroskobik<br />

dünyaları saklamaktadır. Ayrıca kendilerine has<br />

yapıları olan bu nebatî hücreler, içlerinde muhtelif<br />

organeller (organcıklar) ve genetik materyaller (kromozomlar)<br />

taşımaktadırlar. Şu hâlde biz oluşumları<br />

çok ince hesap, plân ve güç gerektiren bu varlıkların<br />

meydana gelişini -Allah’ın tasarrufundan bağımsız<br />

olarak- zerre miktar şuuru, bilgisi ve karar verme<br />

gücü olmayan ağaçlara havale edemeyiz. Öyleyse biz<br />

burada ancak ‘ağaç, üzerinde sonucun (meyvenin)<br />

gerçekleştirildiği bir vasıtadan ibarettir’ diyebiliriz.<br />

Burada, ‘sebepleri, sonuçları yapacak şekilde yaratan<br />

Allah’tır’ denildiği için bunun bir problem olarak<br />

görülmemesi gerekir, denilebilir. Yani, ‘nasıl olsa<br />

sebepleri, o sonuçları yapacak şekilde yaratan yine<br />

Allah’tır’ diyebildiğimiz için gönlümüzün bu konuda<br />

rahat olması gerektiği istenebilir. Ancak böyle bir<br />

anlayışın nereye vardığı/varacağı üzerinde dikkatlice<br />

durulması gerekir. Zîrâ her bir sebep, aynı zamanda<br />

bir başka sebebin sonucudur. Kur’ân-ı Kerîm ‘Allah,<br />

her bir şeyin yaratıcısıdır’ (En’âm, 6/106; Ra’d, 13/16; Zümer,<br />

39/62; Ğâfir, 40/62) demektedir. Unutulmamalıdır<br />

ki ‘külle şey’in/her bir şey’ ifadesinin içinde hem<br />

‘sebepler’ hem de ‘sonuçlar’ vardır. Aksi bir düşünce,<br />

sadece sebeplerin ‘şey’ kapsamında olduğu, onların<br />

arkasından gelen sonuçların ise ‘şey’ sözcüğünün dışında<br />

kaldığı anlamına gelir ki, bu gerçekten izahı zor<br />

bir durum olur. Kaldı ki, varlıkta ‘şu sebep’ veya ‘şu<br />

da yalnızca bir sonuçtur’ diyebileceğimiz bir durum<br />

da asla söz konusu değildir. Çünkü ‘sonuç’ dediğimiz<br />

bir şey aynı zamanda başka bir şeyin ‘sebeb’idir. 3<br />

Şu hâlde ilgili âyetlerdeki ‘her bir şeyin yaratıcısı<br />

18 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


Allah’tır’ ifadesinden hareketle rahatlıkla diyebiliriz<br />

ki her bir sebep gibi her bir sonuç da doğrudan Allah<br />

tarafından var edilmiş/yaratılmış olmaktadır. Sebepleri<br />

Allah’a verip, sonuçları da sebeplere verirsek, o<br />

sebeplere de sahip çıkacak başka sebepler çıkar, diğer<br />

bir ifadeyle, sebeplere tesir atfetmenin ucu, tüm yaratılışı<br />

sebepler arasında dağıtmaya varır, sonuçta ‘Allah<br />

bazı şeylerin yaratıcısıdır.’ bile diyemeyiz.<br />

Sebeplerle Sonuçlar Arasındaki İktirandan<br />

Çıkarılması Gereken Hüküm Ne Olmalıdır?<br />

Bu âlemde sebep ve sonuçlar arasında ardışık öge<br />

konumuna dayalı bir düzen vardır. Bir diğer ifadeyle,<br />

zaman boyutunda belli sonuçların sürekli olarak belli<br />

sebepleri takip ettiği bir düzen söz konusudur. Ancak<br />

bundan, ‘Belli sonuçlar doğrudan belli sebepler tarafından<br />

oluşturulmaktadır.’ anlamı çıkar mı? Bunun<br />

mantıksal ispatı yapılabilir mi? Gerçekten bir şey, sırf<br />

başka bir şeyden önce var diye, bir başka şeyi ‘yapıyor’<br />

olabilir mi?<br />

Meseleyi fiziğin yeni verileriyle değerlendiren<br />

Fritjof Capra da bu çerçevede bize önemli bilgiler<br />

vermektedir: Sebep sonuç arasında, öncelik-sonralık<br />

farkı bize göredir. Aslında zaman, kâinatın temeli olan<br />

hareketin bir yüzüdür. Geçmiş ve gelecek sadece bizim<br />

zihnimize göredir. Atom seviyesinde artık sebepsonuç<br />

sıralaması yoktur. Kuantum elektrodinamiğinde,<br />

atom altı parçacıklar tanımlanırken, önce ve sonra<br />

terimleri kullanılmaz. Bu, sebep ile sonuç arasında<br />

doğrudan zorunlu bir ilişkinin olmadığını gösterir.<br />

Bütün olaylar, birbiriyle karşılıklı bağıntılıdır, fakat<br />

bu bağıntılar klasik anlamda nedensel değildir. 4<br />

Sebeplerle sonuçları arasındaki münasebeti yaratılış<br />

gerçeğiyle birlikte ele alıp değerlendiren fizikçi<br />

Bouguenaya’nın yapmış olduğu değerlendirmeler ise<br />

daha dikkat çekicidir: Sonucu sebepten bilme tavrı,<br />

esasında varlığın ‘zamanın akışına tâbi bir biçimde’<br />

algılanmasından kaynaklanmaktadır. Oysaki zaman<br />

da mekân da Allah’ın yaratma fiilinin bizim tarafımızdan<br />

algılanabilecek bir vücudu giymesinden (bir<br />

şekli almasından) ibarettir. Ama bu yaratma fiilinin<br />

sürekliliği, -o fiilin arkasındaki Yaratıcı’yı göremeyenler<br />

için- yanlışlıkla maddeyi ve zamanı sabit ve<br />

daimî görmekle sonuçlanıyor ki, bu, ‘sonucu sebebe<br />

verme’ tavrını hiç sorgulamadan kabul eden insanların<br />

anlayışından başka bir şey değildir. 5<br />

Yaratılışın sebep-sonuç çizgisindeki düzeni yani<br />

varlıkların zamansal olarak birbirleriyle olan ardışık<br />

münasebetleri ve de madde ve kuvvetin birbirine son<br />

derece yakın bağımlılığı insanı öylesine büyülemiştir<br />

ki, vahyin vurgularını dikkate almayanlar her bir sonucu<br />

ondan evvelki bir sebebe bağlamaya kendilerini<br />

mecbur hissederler. 6 Şöyle ki insanlar, normal şartlarda<br />

istediklerinin hemen hemen hepsine kavuşurlar.<br />

Üstelik onlar, istediklerini elde etmenin incelikli<br />

yollarını da bilirler; neyi, nerede, nasıl, hangi yolla<br />

elde edebileceklerini tecrübeyle öğrenirler. Bir diğer<br />

ifadeyle, istediklerini kendilerine yakın etmenin<br />

yollarını bilirler. Bu da (istediklerine her defasında<br />

kavuşmaları) onlara bir yakınlık ve garanti duygusu<br />

verir. Öyle ki, sonuçlar her yerde, her zaman insanlara<br />

garantiymiş gibi gelir. İşte bu durum, vahyin öğretilerine<br />

yabancı olan insanlarda farkına varmadan<br />

sonuçların sebepler tarafından meydana getirildiği<br />

vehmini doğurur. Bir diğer ifadeyle, sebep ve sonuç<br />

arasında değiştirilmeyen sıralama ve yakın ilişki yanlış<br />

algılamalara sebep olur. 7 Oysaki bu yerleşik kanaatler,<br />

gerçekte bir ‘gözlem’ sonucu oluşmuştur, dolayısıyla<br />

sadece gözlemlerimizle doğrulanabilir.<br />

Sonuç olarak, bir olayın (b’nin) her zaman başka<br />

bir olaydan (a’dan) sonra gelmesi, söz konusu o olaya<br />

‘Allah’ın şe’ni/fiili’ dememizi engellemez. Sonuçların<br />

daima sebeplerin ardından gelişi, onların sebepler<br />

tarafından icad edildiğini değil, bu sadece, her şeyin<br />

yan yana var edildiği (yaratıldığı) eş-zamanlı bir beraberliği<br />

(iktiranı) gösterir. Öyleyse, her bir sebep,<br />

yaratılmış olduğu gaye ve hedefe kendisini muvaffak<br />

kılacak/vardıracak aşkın özelliklere sahip bir Fâil’e<br />

muhtaç durumdadır.<br />

Kur’ân-ı Kerîm, bir kısım insanların (müşriklerin),<br />

putlarla alâkalı yerleşik kanaatlerini değiştirebilmelerine<br />

yardımcı olabilecek şu soruları yöneltir:<br />

“..Onların yürüyecek ayakları, tutacak elleri mi var? Yoksa<br />

görecek gözleri, işitecek kulakları mı var? (neleri var?)”<br />

(A’râf, 7195. Keza bkz., 26/72-73) Şimdi bu soruları<br />

sebeplere yöneltelim: Sebeplerin şuur, irade ve şefkat<br />

gibi özellikleri mi var? Nesi var onların? Evet, meseleye<br />

pozitif sorularla yaklaştığımızda, sebeplerin, -son<br />

derece ince ve hassas birer san’at eseri olan sonuçları<br />

var edilebilmesi için gerekli olan bilgi, plân, irade ve<br />

güç gibi özelliklerin hiçbirisine sahip olmadıkları içinsonuçları<br />

İlâhî tasarruftan bağımsız olarak meydana<br />

getirebilmelerinin mümkün olamayacağı anlaşılmış<br />

olacaktır. Bunun içindir ki, Kur’ân, bir âyetinde ‘her<br />

bir şeyin yaratıcısı’nın Allah olduğu’ gerçeğine dikkat<br />

çektikten sonra âyetin sonunu ‘her bir şeyin vekîli<br />

O’dur” (Zümer, 39/62. Ayrıca bkz., En’âm, 6/102) şeklinde<br />

bitirir. Bu âyetin anlamı gayet açıktır: Her bir<br />

şeyi yaratan Allah olduğu gibi, onların işlerine vekâlet<br />

eden (yürüten) de yine O’dur. Şu farkla ki, şuurlu<br />

varlıkların işleri/fiilleri onların iradelerine bağlı olarak<br />

görülür/gerçekleştirilir.<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 19


Sebeplerden Birinin Yokluğunda Sonucun Oluşmaması<br />

Neyin Delilidir?<br />

Sonuçları doğrudan maddî sebepler içinde arayanlar,<br />

iddialarını savunabilmek için, ‘sebeplerden biri<br />

olmadığı zaman sonuç (eser) meydana gelmemektedir,<br />

bu da o sonucun oluşmasında etken bir unsur<br />

olduğunun delili olmaz mı?’ derler.<br />

Bu sorunun cevabına geçmeden önce, materyalistlerin<br />

yatay bir ilişkiye dayalı ‘tümevarım’<br />

prensibinin yanlışlığını dile getirmek için Yamina<br />

Bouguenaya’nın vermiş olduğu örneği aktarmak istiyoruz:<br />

Materyalist bilimciler güneş ışığı, su, hava, vs.<br />

gibi sebeplerin, besinin oluşumunda etken/müessir<br />

faktörler olduğunu söylerler. Bunu ‘ispat’ etmek için<br />

de bir bitkiye su veya güneş ışığı vermeyerek bitkinin<br />

sararıp solduğunu, yani fotosentez yapılmadığını;<br />

dolayısıyla besin üretilmediğini gösterirler. ‘İşte’<br />

derler ‘su veya güneş ışığı olmazsa besin üretilmiyor.’<br />

Bu ‘olmazsa’dan hareketle ‘su veya güneş ışığı besin<br />

üretir’ sonucuna ulaşırlar. Böylece tezlerini ispat<br />

etmiş olduklarını zannederler. Dikkat edilirse, ‘bu<br />

yaklaşım bir yanlışlamadır, bir ispat değildir.’ Onların<br />

yaklaşımlarındaki yanlışlığı bir misal yardımıyla<br />

resmedebiliriz: Bir televizyonun cihazının düğmesine/kumandasına<br />

basıldığında ekranda bir görüntü<br />

belirir. Ne zaman düğmeye bassak, karşımıza görüntü<br />

çıkar. Düğmeye veya kumandaya basılmadığında<br />

ise ekranda hiçbir görüntü belirmez. İşte materyalist<br />

bilimcilerin olumsuz yaklaşım mantığına göre, ekrandaki<br />

görüntüyü ‘düğme/kumanda’ yapar. Bunun<br />

ispatı ise düğmeye basılmadığında ekranda görüntü<br />

çıkmamasıdır. Düşünmezler ki, yayın dışarıdan yapılmaktadır,<br />

görüntüyü neşreden düğme/kumanda<br />

değildir. Düğme yalnızca televizyon cihazındaki düzenin<br />

bir parçasıdır. Televizyonu yapan, ekranda görüntünün<br />

belirmesi/alınması için düğmeyi kasdî olarak<br />

oraya yerleştirmiştir. Şimdi birisi bize, görüntüyü<br />

‘düğme’nin sağladığını kabul etmiyorsan, düğmeye<br />

basmadan görüntüyü çıkart da görelim derse, bu ne<br />

kadar mantıklı olur? Televizyonun düğmeye basılmadan<br />

çalışmaması, görüntünün düğme tarafından<br />

oluşturulduğu anlamına mı gelir? Elbetteki hayır. 8<br />

Bu örnekten de anlaşılacağı üzere, bizim belli bir<br />

sonuca ulaşmak için hazırladığımız her bir sebep,<br />

İlâhî inayetin celbinin (alınmasının) birer şartı (‘şart-ı<br />

adî’si) hükmündedir. İstenilen şartların yerine getirilmesinden<br />

sonrası, yani, beklediğimiz oluşum, dönüşüm<br />

ve değişimlerin varlık sahasına çıkması ise O’nun<br />

inayetiyle (ilgi ve tasarrufuyla) gerçekleşmektedir.<br />

Sebeplerden birisinin yokluğuyla sonucun meydana<br />

gelmemesi, ‘sebebin sonucu yaptığı’ iddiasını<br />

‘doğrulayıcı’ bir delil değildir. Bir sonucun, sebebi<br />

(veya sebepleri) olmadan var olmaması, Yüce<br />

Yaratıcı’nın yaratma biçimiyle/âdetiyle ilgili bir husus<br />

olup bu sadece, belli bir sonucun belli bir sebep<br />

ile beraber yapılmakta olduğunun delilidir. Başka bir<br />

ifadeyle bu, sebep-sonuç ilişkisinin bir düzen içerisinde<br />

kurulmuş olmasının ispatıdır, yani, sonucun<br />

var edilmesi için şart olarak koşulan vesilelerin hazır<br />

olmaması (yerine getirilmemiş olması) sebebiyle, sonucun/eserin<br />

yaratılmadığının ispatıdır.<br />

Özetle ifade edecek olursak, Allah, sonuçları, sebeplerine/şartlarına<br />

bağlı bir düzen içerisinde varlık<br />

sahasına çıkarmayı dilemiştir. Sebep-sonuç çizgisinde<br />

düzenli bir süreklilikle sürdürülen bu nizam, O’nun<br />

‘âdet-i sübhaniye’sidir. O, bu âdetini değiştirmediği<br />

için de bu düzen (sebep-sonuç birlikteliği) devam etmektedir.<br />

Sonuç<br />

Kâinattaki ince ve hassas varoluşlar, boş bir kâğıda<br />

görünmez bir kalemin ucunun dokunulmasıyla yazılan<br />

birer yazı gibidir. Mutlak bir ilim ve kudret var ki<br />

yazıyor, yaratıyor, hareket veriyor. Fakat bu kalemin<br />

sahibi (Yaratıcısı) görülmüyor; O’nunla bizim aramızda<br />

sadece, fiilleri/yaratışları yer alıyor.<br />

Sebepler gibi sonuçlar da Allah tarafından yaratılmaktadır.<br />

Eğer, ‘sebeple ilişkili her bir netice (müsebbeb)<br />

doğrudan Allah’ın eseridir’ denilmezse, o zaman<br />

cansız ve şuursuz sebeplere aşkın ve mutlak sıfatları<br />

vermek zorunda kalırız. Bunun da tevhid inancıyla<br />

telifi mümkün olmaz. Öyleyse biz, Allah’ın icraatındaki<br />

tekliği (tevhîd-i ef’âli) ancak sebeplerin hakiki bir<br />

tesire sahip olmadığını idrak ettiğimizde tasdik etmiş<br />

oluruz ve ancak bu sayede O’nun isim ve sıfatlarını<br />

tanıma imkânı bulmuş oluruz.<br />

* Dicle Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />

yozturk@yeniumit.com.tr<br />

Dipnotlar<br />

1. Tafsilatlı bilgi için bkz. B. Said Nursî, Sözler, Şahdamar yay., İzmir 2006,<br />

s. 559-562; 944-947.<br />

2. Bkz., Âl-i İmrân 3/197; Ankebût 296; Lukman 31/26; Hacc 22/64. Ayrıca<br />

İhlâs sûresindeki ‘Samed’ ism-i celîli de bu gerçeği ifade eder.<br />

3. Mesela, ağaç hem bir sonuç hem de aynı zamanda bir sebeptir. Meyvesinin<br />

sebebi olan ağaç aynı zamanda ‘tohum’unun bir sonucudur.<br />

4. Capra, Fritjof, Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, (çev.: Mustafa Armağan),<br />

İnsan yay., İstanbul 19<strong>92</strong>., s.36.<br />

5. Bouguenaya, Bilimin Marifetullah Boyutları, Karakalem yay., İstanbul 1998,<br />

s.48.<br />

6. Yıldırım, Kozmik Perde, Çağlayan yay. İzmir tsz., s.61.<br />

7. Bunun içindir ki, Yüce Yaratıcı, zihinlerin/akılların sebep ve kanunlar ağına<br />

takılıp kalmasını önlemek için, zaman zaman farklı (olağan dışı) icraatlarda<br />

bulunur.<br />

8 Bouguenaya, age., s.171. Tabiatıyla, aktarmış olduğumuz bu örneğin anlatmaya<br />

çalıştığımız hususla birebir örtüşmesi mümkün değildir. Biz böyle<br />

bir örneği burada sadece akla ufuk açması amacıyla vermiş bulunmaktayız.<br />

20 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


Kur’ân<br />

YENi ÜMiT<br />

Yrd. Doç. Dr. Alican DAĞDEVİREN*<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />

Tilâvetinde<br />

Temsil<br />

İnsanın, komutanının karşısında emir tekrarı yapıyor gibi kelimesi<br />

kelimesine ve her kelimenin ruhî seviyesine göre üzerine basa basa,<br />

onlardan zevk duya duya ve o kelimeleri âdeta içiyor gibi okuması,<br />

Kur’ân’a ve Sahib-i Kur’ân’a karşı saygısının ifadesidir.<br />

Giriş<br />

Kur’ân, okumaya yönelik bir emir (Alak, 96/1)<br />

ile nazil olan ve bu okumanın tertil (Furkân, 25/32;<br />

Müzzemmil, 73/4) niteliği taşımasını vurgulayan İlâhî<br />

bir kitaptır. Tertil ile okumanın en belirgin özelliği<br />

de tefekkür hedefleyen bir okuma tarzı olmasıdır.<br />

Dolayısıyla Kur’ân okuma, anlam eksenli olmalı,<br />

düşünmeye, anlamaya ve uygulamaya yönlendirici<br />

tarzda yapılmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber’in<br />

(aleyhisselâm) Kur’ân’ı güzel bir sesle okuması ve<br />

sesini çevresindekilerin duyacağı bir tonda bazen<br />

yükseltip bazen alçaltarak, hüzünlü ve duygulu bir<br />

tarzda kullanması; düşünmeye sevk eden bir okuyuşun<br />

prensiplerini içerir niteliktedir (Bkz. Buhârî,<br />

Ezan 727; Ebû Dâvud, Ref’i’s-Savt bi’l-Kıraeti 1327,<br />

1333; İbn Mâce, Hüsnü’s-Savt bi’l-Kur’ân 1337). Bu itibarla<br />

okumanın sesli yapıldığı yerlerde, ses hep aynı<br />

perdenin kullanımıyla monoton bir yapı sunmamalı,<br />

mânâyı dikkate alan, yukarı ve aşağı hareketli bir seyir<br />

izleyen tarzda olmalıdır. Kur’ân tilâvetinde ses tonu<br />

“temsil” prensiplerine göre belirlenir. Kur’ân okurken<br />

ses tonunun dikkate alındığı temsili şu şekilde ele<br />

almamız mümkündür:<br />

A. Temsilin Tanımı ve Önemi<br />

Temsil sözlükte, “birinin verdiği yetkiye dayanarak<br />

onun adına hareket etme”, “bir şeyi canlandırma”,<br />

“özümleme” ve “benzetme” gibi anlamlar taşımaktadır.<br />

Tilâvet kelimesi ise sözlük anlamıyla “terk etmek”,<br />

“tâbi olmak” ve “okumak”, terim anlamıyla<br />

“Kur’ân okumak” demektir. İki sözcüğün oluşturduğu<br />

“temsilî tilâvet” kavramı ise “Kur’ân kıraatinde, mânâ<br />

edatlarını rollerine, kelimeleri mânâlarına, âyetleri<br />

mefhumlarına uygun bir ses tonu ile okumaya” denir. 1<br />

Kur’ân okumada, harflerin kendilerine özgü yapılarına<br />

ve niteliklerine uygun telâffuz edilmeleri,<br />

tecvid kurallarının uygulanması ve makam önemli<br />

hususlardandır. Ancak Kur’ân tilâvetinin önemli<br />

dinamiklerinden biri de hiç şüphesiz, İlâhî hitabı<br />

i’câzına uygun bir ses tonu ile okuyabilme yani<br />

tilâvette, mânâyı aksettiren ses tonu kullanmaktır. Bu<br />

husus, İlâhî hitabı anlayacak anlam bilgisine, gerektiği<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 21


yerde sese uygun perdeyi verebilecek ve muhtevanın<br />

enginlik ve zenginliğini ortaya koyacak bir seslendirme/icra<br />

kabiliyetine bağlı önemli bir dinamiktir.<br />

Temsilde ana prensip, hissederek okumak ve onu<br />

başkalarına da hissettirmektir. Kur’ân, okuyucunun<br />

hissederek okuması ve bunu yansıtan bir tarz/temsil<br />

kullanması hâlinde gönüllere tesir eder. Dinleyeni<br />

huzur verici iklimine çeker.<br />

B. Temsilî Tilâvet Prensipleri<br />

Kur’ân tilâvetinde son derece önemli bir yeri olan<br />

temsil konusunu birkaç ana başlık hâlinde ele almamız<br />

mümkündür:<br />

1. Ses Tonunu Alçaltmak (Hafd-ı Savt)<br />

Temsilî okuma prensiplerinin ilki “ses tonunu<br />

alçaltmak/hafd-ı savt”tır. Kur’ân kıraatinde mânânın<br />

gerektirdiği yerlerde ses tonunu ve perdesini indirmek<br />

ve mahzun bir tavır ile okuyuşu seslendirmek<br />

gerekir. Aksi takdirde, uygun olmayan yerlerde gereksiz<br />

yere sesi yükseltmek mesajdan çok şey götürebilir.<br />

Ses tonunun ve perdesinin indirilmesi gereken<br />

yerler:<br />

a) Zem İfade Eden veya Bâtıl Sözleri Yansıtan<br />

Âyetler<br />

Kur’ân-ı Kerîm’de inkârcıların asılsız iddialarını,<br />

Allah’a, peygamberlere ve inananlara yönelik aşağılayıcı,<br />

kınayıcı ve karalayıcı sözlerini ifade eden âyetlerin<br />

alçak ve hafif bir ses tonu ile okunması gerekir.<br />

Meselâ müşriklerin, Hz. Peygamber’i (aleyhissalâtü<br />

vesselâm); normal insanların söylemeyecekleri tuhaf<br />

sözler söyleyen, büyü yüzünden aklî dengesi bozulmuş<br />

bir adam olarak nitelendirdikleri ve müminlere<br />

א <br />

א א <br />

“Sizler, büyülenmiş, bir adamın peşinden gidiyorsunuz”<br />

(Furkân, 25/8) dedikleri bu ve benzeri âyetlerin, alçak<br />

ve hafif bir ses tonu ile okunması gerekmektedir.<br />

Çünkü müşrikler, Hz. Peygamber’e yönelik böyle<br />

küstahça sözleriyle O’na hakaret etme ve O’nu küçük<br />

düşürme gayesindedirler.<br />

İnkârcılardan hikâye edilen bu tür âyetlerde hafif<br />

bir ses tonu kullanmak, âdeta onların inkâr ve iftiralarının<br />

şiddetini ses tonuyla azaltma, sözlerini etkisiz,<br />

cılız bir çaba olarak nitelendirme anlamına gelir.<br />

b) Dua, Yakarış ve Pişmanlık İçeren Âyetler<br />

Gerek peygamberlerin gerek sair inananların Yüce<br />

Allah’a dua, yakarış ve pişmanlıklarını dile getirdikleri<br />

âyetlerin, ses perdesinin indirimiyle okunması<br />

gerekir. Nitekim bu, Yüce Dergâh’a el açmanın da<br />

âdâbıdır.<br />

Dua âyetlerine bir örnek olması açısından Bakara<br />

Sûresi’nin son âyetleri dikkat çekicidir:<br />

א<br />

א כ <br />

א א <br />

א אא א א א א א א א <br />

א <br />

א א א א <br />

<br />

א א <br />

א <br />

<br />

א אכ א <br />

א <br />

א א <br />

א א <br />

א א א א <br />

"Rabbimiz, unuttuklarımızdan ya da yanıldıklarımızdan<br />

dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden öncekilere<br />

yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine<br />

güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet, bizi<br />

bağışla. Bize merhamet et, Sen bizim Mevlâ’mızsın. Kâfirler<br />

topluluğuna karşı bize yardım et." (Bakara, 2/286)<br />

Dua, güçsüzlüğünün bilincinde olan kulun, Yüce<br />

Allah’ın affına ve hoşgörüsüne sığınma isteğidir. Bu<br />

tür âyetler, ümit, sevgi ve heyecan atmosferi içerisinde<br />

bulunan kalplerin ürpertisini ve ruhların süzülüşünü<br />

tasvir eden; mahzun ve tatlı bir nağme şeklinde hafif<br />

bir ses perdesi ile sunulmalıdır (Kutup, Fî Zılâli’l-<br />

Kur’ân, I, 345-346). Bu tatlı ses perdesi; duaya yakıcı<br />

bir yumuşaklık, istek, yöneliş ve yakarış atmosferine<br />

uygun nitelik katar.<br />

Ayrıca inkârcıların pişmanlıklarını dile getirdikleri<br />

âyetlerin de alçak ve hafif bir ses tonu ile okunması<br />

uygun olur.<br />

Meselâ, vaktiyle sürekli yaşayacaklarına, hiç ölmeyeceklerine<br />

dair yemin eden inkârcıların kaçınılmaz<br />

akıbeti gördüklerinde<br />

א כ <br />

<br />

א א <br />

א <br />

א א <br />

“Ey Rabbimiz, bizimle hesaplaşmayı yakın bir sürenin sonuna<br />

ertele de senin çağrına olumlu cevap verip, peygamberlere<br />

uyalım.” (İbrahim, 14/44) demeleri alçak bir ses<br />

tonu ile okunmalıdır.<br />

c) İnananların ya da Meleklerin Bazı Sorularının ve<br />

İsteklerinin İfade Edildiği Âyetler<br />

Bu tür âyetlerin de ses tonunun düşürülerek okunması<br />

gerekir. Aksi ses tonunun kullanılması, ilâhî<br />

hükümlerle ilgili olarak şüphe, tereddüt veya eleştiri<br />

vurgusu sayılabilir. Bu konuyla ilgili olarak birkaç<br />

misâlin ele alınması konuyu daha anlaşılır kılacaktır:<br />

Hz. İbrahim (alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm) peygamberin,<br />

ölülerin tekrar diriltilmelerine dair bir arzusunun<br />

tasvir edildiği<br />

<br />

<br />

א <br />

כ א <br />

<br />

א א א <br />

“Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster.” (Bakara,<br />

2/ 260) âyeti hafif ses tonu ile okunmalıdır. Bu âyette<br />

söz konusu olan istek, iman için bir belge isteği ya<br />

da güçlendirici arayışı değildir. Bu arzunun, imanın<br />

22 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


varlığı, sarsılmazlığı, eksiksizliği ve kararlılığı ile de<br />

ilgisi yoktur. Bu arzu ilâhî sırrın mahiyetine, oluş ve<br />

gerçekleşme anında tanık olmaya dâir bir ruhî özlemdir.<br />

Allah’ın yaratma sanatının içyüzünü yakından<br />

görmeye yönelik bu arzu; içli, yumuşak huylu, hoşnut<br />

(Tevbe, 9/114), tevhid dinine tâbi (Nisâ, 4/125),<br />

şükreden (Nahl, 16/121), ibadete düşkün ve Allah’ın<br />

dostu Hz. İbrahim’den gelen (Nisâ, 4/125), dolayısıyla<br />

da tüm bu özellikleri aksettiren zarif ve hafif bir ses<br />

tonu kullanılmalıdır.<br />

Meleklerin yeryüzünde insan türünün yaratılması<br />

konusundaki yaklaşımlarının sergilendiği<br />

א <br />

א כ <br />

א א א <br />

“Â! oradaki nizamı bozacak ve yeryüzünü kan bulayacak<br />

bir mahlûk mu yaratacaksın?” (Bakara, 2/ 30) âyeti de<br />

hafif ses tonu ile okunmalıdır.<br />

Bu tür âyetleri alçak ve hafif ses tonu ile okuma;<br />

Yüce Yaratıcı’ya karşı kulluğun gereği, saygı ve hürmetin<br />

yansımasıdır. Aksi tarz, tavır ve kontrolsüz ses<br />

tonu, bu tür ifadeleri “sorgulama” boyutuna iter.<br />

d) Hz. Peygamber’e Uyarı gibi Gözüken Âyetler<br />

Kur’ân-ı Kerîm, bazen Peygamber Efendimiz’in<br />

(sallallahü aleyhi ve sellem) bazı davranışlarıyla ilgili<br />

olarak uyarı gibi anlaşılabilecek bir üslûb kullanır. Bu<br />

tür âyetlerin alçak ve hafif bir ses tonu ile okunmaları<br />

gerekir. Nitekim uyarı gibi gözüken bir âyete bakıldığında<br />

gerek seçilen kelimelerin gerek dizilimin ses<br />

tonuna dikkat edilmesini hissettiren bir üslûp ihtiva<br />

ettiği görülür.<br />

Meselâ Tebük Savaşı’na katılanları methetmek,<br />

katılmayanları yermek için nazil olduğu ifade edilen,<br />

א אכ <br />

א א כ <br />

<br />

<br />

א כ א א <br />

“Hay Allah seni affedesice! Niçin sence doğru söyleyenler iyice<br />

belli oluncaya ve yalancılar da meydana çıkıncaya kadar<br />

beklemeyip izin isteyen o münafıklara izin verdin?” (Tevbe,<br />

9/43) âyetinde bu durum açıkça görülmektedir. Bu<br />

anlatımda, lütufkârâne bir sitem ile önce, “Hay Allah<br />

seni affedesice!” denilerek “af” kelimesi zikredilmiş,<br />

sonra, “Niçin onlara izin verdin?” şeklinde yumuşak bir<br />

uyarı yapılmak suretiyle latif bir nazım gözetilmiştir.<br />

2. Ses Tonunu Yükseltmek (Ref-i’ Savt)<br />

Temsilî okuma prensiplerinin bir diğeri “ses tonunu<br />

yükseltmek/ref-i’ savt”tır. Kur’ân kıraatinde<br />

mânânın gerektirdiği yerlerde ses tonunu ve perdesini<br />

yükseltmek ve canlı bir tavır ile okuyuşu seslendirmek<br />

gerekir. Nitekim yüksek ses, fikirleri vurgulamak<br />

için etkili bir tarzdır.<br />

Yüksek ses tonu ile okunması gereken yerler:<br />

a) İlâhî Emir ve Yasakların İfade edildiği Âyetler<br />

Yüce Allah’ın insanlığa yönelik emir ve yasaklarının<br />

konu edildiği âyetlerin yüksek ses tonu ile okunması<br />

gerekir.<br />

İlâhî emirlere bir örnek olması açısından Mutaffifîn<br />

Sûresi’nden bir âyeti ele almamız uygun olacaktır. Bu<br />

sûrede, Cennet’in nitelikleri anlatıldıktan, Cennet’in<br />

arzulanmaya değer yönlerine dikkat çekildikten sonra<br />

gelen א <br />

א א <br />

כ "O hâlde yarışanlar bunun<br />

için yarışsınlar." (Mutaffifîn, 83/26) âyeti yüksek ses<br />

tonuyla okunmalıdır. Bu emir, gerçekten özendirmede<br />

son derece etkili ve kesin anlamı olan bir vurgudur.<br />

“İsteyenler, arzu edenler bunu arzulasınlar.” Çünkü<br />

“Uğrunda yarışılmaya değecek olan kazanç budur.”<br />

denilmektedir. Âyeti yüksek ses tonuyla okuma; çalışıp<br />

didinme, mücadele etme ve yarışmaya değer olan<br />

ilâhî mükâfatın altını çizer bir nitelik taşır.<br />

Yüce Allah’ın yasaklarının ifade edildiği, dolayısıyla<br />

da yüksek ses tonuyla okunması gereken âyetlere<br />

dâir bir örnek ise şöyledir:<br />

כ <br />

<br />

א <br />

“Bilmediğin şeyin ardına düşme.” (İsrâ, 17/36). Bir<br />

haber, hâdise veya hareket hakkında kesin bir hüküm<br />

vermeden önce ciddi bir araştırma yapılması<br />

Kur’ân’ın temel öğretilerindendir. Kalbin ve aklın bu<br />

metotla hareket etmesi durumunda; inanç dünyasında<br />

kuruntu ve saçmalıklara, hüküm, yargı ve sosyal<br />

münasebetler dünyasında zan ve şüphelere, araştırma<br />

ve bilim dünyasında sathî hükümler ve kuruntulara<br />

dayalı teorilere meydan verilmez. İşte bu tür âyetler,<br />

belirgin bir perdeye sahip yüksek ses tonuyla, dikkat<br />

çekici bir tarzda okunmak suretiyle ilâhî yasaklama ve<br />

uyarı anlamını pekiştirir.<br />

b) Hak ve Hakikati Yansıtan Âyetler<br />

Dinî, ilmî ve sosyal gerçeklerin ifade edildiği<br />

âyetler yüksek bir ses tonu ile okunurlar.<br />

Meselâ Kur’ân’ın doğruluğundan şüphe edilmemesi<br />

gereken ilâhî bir kitap olduğunun vurgulandığı<br />

א <br />

אכ כ <br />

“Doğru olduğu şüphesiz olan bu Kitap” (Bakara, 2/2) âyeti<br />

yüksek ses tonu ile okunur. Bu ses tonu Kur’ân’ın<br />

doğruluğunun ve gerçekliğinin ilânı niteliği taşır.<br />

İhlâs Sûresi de bütünüyle yüksek ses tonuyla<br />

okunması gereken bir sûredir:<br />

<br />

<br />

<br />

א א א א <br />

<br />

א א <br />

כ כ <br />

<br />

“De ki: O Allah Birdir. Allah Samed'dir. O doğurmamış<br />

ve doğmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır.” (İhlâs,<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 23


112/1-4). Tevhid inancını ortaya koyan bu sûre gerek<br />

içerdiği mesaj itibariyle, gerek “söyle/deki” şeklindeki<br />

ilâna yönelik emir niteliği taşıyan başlangıcıyla, gerek<br />

âyet sonlarında yer alan ve yapısında belirgin okuma<br />

özelliği bulunan harf (dal harfi) yapısıyla yüksek ses<br />

tonuna okuyucuyu sevk etmektedir.<br />

c) Müjde, Mükâfat ve Rahmet İçeren Âyetler<br />

Sevindirici haberler ihtiva eden âyetler, yapılan<br />

iyiliklere karşı sunulacak ilâhî lütuf, armağan ve<br />

mükâfatları haber veren, bağışlama yarlıgama ve merhamet<br />

niteliği taşıyan âyetlerin yüksek ses tonuyla<br />

okunması uygundur.<br />

Yüksek ses tonuyla okumaya uygun yapısıyla dikkatleri<br />

çeken Kadir Sûresi, özellikle<br />

א א א <br />

כ א א <br />

א <br />

א א כ <br />

<br />

“Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Melekler ve Ruh<br />

(Cebrail) o gecede Rablerinin izniyle her türlü iş için iner.<br />

O gece, tanyerinin ağarmasına kadar bir esenliktir.” (Kadir,<br />

97/3-5) âyetlerinde yüksek ses perdesi ile okunmalıdır.<br />

İnsanın içine işleyen, parlak, sevecen ve müjdeler<br />

dolu ışık seli yayan bu âyetler, bu gecenin kapsadığı<br />

büyük anlamları canlandırması açısından canlı ve<br />

yüksek ses tonu ile okunmalıdır.<br />

Yûnus Sûresi’ndeki, kendilerini Allah’a bağlayan<br />

imanları nedeniyle, iyi işlere yöneltilen ve doğru yolu<br />

görmeleri sağlanan mesut insanların eriştiği yüce<br />

mertebe de yüksek ses tonu ile ifade edilmesi gereken<br />

âyetlerdendir. Âhiret hayatının varlığını kabul eden,<br />

yüce huzura çıkarılmalarını bekleyen, insanlığın olgunluk<br />

yoluna giren takva sahiplerine söz verilen<br />

Cennet... Sürekli bir hoşnutluk içinde Allah’ı yücelten<br />

ve O’na şükreden, O’na iman edenlerin ve güzel<br />

davranışlarda bulunanların mükâfat yeri... :<br />

א <br />

א <br />

<br />

<br />

<br />

א א אא א א אא<br />

א א א א <br />

<br />

“İman edip iyi ameller işleyenlere gelince, Rabbleri onları<br />

imanları sayesinde doğru yola iletir, nimet cennetlerinde altlarından<br />

nehirler akar.” (Yûnus, 10/9)<br />

3. Kelimelerde Ses Vurgusu Yapmak<br />

Sese vurgu yaparak okumak, gerek kelimelerin<br />

müstakil hüviyetlerini ortaya koymak gerek kelime<br />

mânâlarına kuvvet kazandırmak açısından oldukça<br />

mühimdir. Dolayısıyla kelimelerin ilk harflerine biraz<br />

vurgu/baskı yaparak okumak da temsilin belli başlı<br />

şartlarındandır:<br />

a) Olumsuzluk bildiren “mâ: ‏”‏א (mâ-i nâfiye) da<br />

sese ton verilir:<br />

כ <br />

111/2) (Leheb, א א א א <br />

א א <br />

<br />

67/3) (Mülk, א <br />

א <br />

א א (Mü’min, 40/18)<br />

“Mâ-i mevsûle”de ise sese hiç ton vermemeğe ve<br />

normal okumaya dikkat etmelidir. Özellikle bu edatta<br />

sese vurgu yaparak okumak anlam değişmesine yol<br />

açar. Meselâ inananların dikkatlerini Allah katındaki<br />

mükâfata çeken ve bu mükâfatın oyun, eğlence, ticaret<br />

ve hayatın diğer uğraşılarından daha hayırlı olduğunu<br />

belirten א א א <br />

א <br />

א “Allah’ın<br />

yanında bulunan eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır.”<br />

(Cuma, 62/11) âyetindeki “mâ” edatı pes perdeden ve<br />

alçak bir sada ile okunmalıdır. Bu edatta ses tonunu<br />

yükseltmek âyetin anlamını olumsuz yönde etkiler.<br />

Nitekim Allah’ın katındaki mükâfatı önemsemeye<br />

yönelik bu âyet, sözü edilen edatın alçak bir ses tonuyla<br />

okunmaması hâlinde, oyun ve eğlencenin ilâhî<br />

mükâfattan daha değerli olması anlamına gelebilecek<br />

bir yanlışa götürür.<br />

Aşağıdaki âyetlerdeki “mâ” edatında da sesin yükseltilmesi<br />

anlam bozulmasına sebebiyet vereceğinden,<br />

söz konusu edatın hafif bir ses tonuyla okunması<br />

gerekir:<br />

3<br />

א <br />

2 א <br />

א א <br />

א<br />

4<br />

<br />

אכ א כ <br />

<br />

<br />

<br />

<br />

כ <br />

b) Bütün olumsuzluk bildirilen “lâ: ” edatlarında<br />

sese ton verilerek âyette ifade edilen olumsuz yapı<br />

vurgulanır:<br />

6 <br />

כ א 5 <br />

<br />

<br />

<br />

7<br />

<br />

א <br />

<br />

כ <br />

Tebrie “lâ”sındaki vurgu ve ton diğerlerinden<br />

daha çoktur:<br />

9<br />

א א א א <br />

א 8 <br />

א א א א <br />

c) Tahsis ifade eden “li: ”; tekit belirten “le: ”<br />

harfinde sese tonlu bir perde verilir.<br />

12<br />

11 <br />

10 כ <br />

d) İstisna harflerinde sese vurgu yapmak da temsil<br />

şartlarındandır. 13<br />

15<br />

א <br />

א א <br />

14 א <br />

א א א <br />

א <br />

16<br />

א א <br />

<br />

א א א א <br />

e) Aynı iki harekeli harf yan yana gelince, ikincisine<br />

vurgu yapılarak okunur.<br />

19<br />

כ 18 כ <br />

17 כא <br />

כ <br />

Temsilî okumada bütün bunları yapmaya çalışırken<br />

tabiî olmaya ve temsili yapmacıklığa taşımama-<br />

24 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


ya özen göstermek gerekir. 20 Zîrâ sese ton verme ve<br />

vurgu yapma esnasında mübalağa, okuyuştaki ahengi<br />

bozar. 21<br />

Sonuç<br />

Kur’ân, gerek yapı gerek anlam dokusundaki<br />

âhengiyle asırlar boyu gönüllere tesir etmiştir. Anlam<br />

dokusu, ona inananların hayat tarzlarını belirlerken,<br />

yapıya dâir âhengi; inanan inanmayan herkesi kendisine<br />

hayran bırakmıştır. Bu gönülleri fetheden okuma,<br />

harflerinin özgün yapısını ön plâna çıkaran, okunma<br />

kuralları (tecvid) gözetilen, anlamı da dikkate alındığından<br />

yerine göre duygulu ve mahzun, yerine göre<br />

coşkulu bir özellik (temsil) taşımaktadır.<br />

Mânâdan soyutlanmış dolayısıyla da ses hacmi ya<br />

da tonunda hiçbir değişiklik yapılmadan okuma biçimi,<br />

özgün değil, sıradan ve monotondur. Oysaki yerli<br />

yerince sesi alçaltmak ya da yükseltmek hem okuyuşa<br />

canlılık kazandırır hem de mânâyı güçlendirir. Yani<br />

ses perdesinin uygun kullanımı; anlamı berraklaştırır,<br />

bir sözcüğe genel anlamından daha güçlü bir mânâ<br />

katar. Ancak ne var ki, günümüzde anlam dikkate alınarak<br />

okuma neredeyse yok denecek kadar azalmıştır.<br />

Dolayısıyla İlâhî mesajın anlaşılarak okunup, haz duyulan<br />

özgün tilâveti ile sunumu için Kur’ân öğretiminde,<br />

temsil yeniden ve dikkatle ele alınmalıdır.<br />

* Sakarya Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />

adagdeviren@yeniumit.com.tr<br />

Dipnotlar<br />

1 Sağman, Ali Rıza, İlaveli <strong>Yeni</strong> Sağman Tecvidi, Bahar Yayınları, 5. Baskı,<br />

İstanbul-1958, s. 36.<br />

2 Âl-i İmrân, 3/18; Şûrâ, 42/14; Câsiye, 45/1.<br />

3 Felak, 113/2.<br />

4 Mâide, 5/48.<br />

5 Bakara, 2/38, 62, 112, 262, 274, 277; Âl-i İmran, 3/170; Mâide, 5/69;<br />

En’âm, 6/48; A’râf, 7/35; Yûnus, 10/62; Ahkâf, 46/13.<br />

6 Bakara, 2/233, 234, 235, 236, 240; Nisâ, 4/23, 24, 102; Mümtehine, 60/10.<br />

7 Yûsuf, 12/<strong>92</strong>.<br />

8 Muhammed, 47/19.<br />

9 Âl-i İmran, 3/18.<br />

10 Beyyine, 98/8.<br />

11 Ankebût, 29/51.<br />

12 Bakara, 2/97; Âl-i İmrân, 3/124; A’râf, 7/2; Tevbe, 9/61; Yûnus, 10/57;<br />

Hûd, 11/120; İbrahim, 14/41; Hicr, 15/77, 88; İsrâ, 17/82; Nûr, 24/30;<br />

Neml, 27/2, 77; Ankebût, 29/44; Câsiye, 45/3; Muhammed, 47/19; Fetih,<br />

48/20; Münâfikûn, 63/8; Nûh, 71/28<br />

13 Bkz. Sağman, Tecvid, s. 36-39.<br />

14 Yâsîn, 36/17.<br />

15 Muhammed, 47/18.<br />

16 Beyyine, 98/5.<br />

17 Âl-i İmrân, 3/41.<br />

18 Kevser, 108/2.<br />

19 Fecr, 89/6; Fil, 105/1.<br />

20 Bkz. Çetin, Abdurrahman, Kur’ân Okuma Esasları, Sahaflar Kitap Sarayı,<br />

İstanbul-ts, s. 128.<br />

21 Bkz. Dağdeviren, Alican, Kur’ân Okuma Sanatı, <strong>Yeni</strong> Akademi Yayınları,<br />

İstanbul, 2009, s. 161-180.<br />

O'nun âsârı karşısında dönerken başlar,<br />

Dökülüverir seccadeye gözlerden yaşlar;<br />

Bir nokta gibi kalır meâdlar ve meaşlar<br />

Ruh harıl harıl hâle gelir nefis yavaşlar…<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 25


YENi ÜMiT<br />

Mehmet DERE *<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />

(sallallahü aleyhi ve sellem)<br />

Yetimlere Şefkati<br />

Şefkat, Cenâb-ı Hakk’ın birer sanatı olmaları itibarıyla herkese ve her şeye<br />

karşı alâka duyma; başkalarının dertlerine ortak olma, kederlerini paylaşma,<br />

yardımlarına koşma; karşılıksız, sâfi ve ivazsız sevgi besleme; mazlumların,<br />

mağdurların maruz kaldıkları sıkıntıları göğüsleme ve bir anne içtenliğiyle<br />

onların üzerine titreme gibi mânâlara gelmektedir.<br />

“Yetim” kelimesi sözlüklerde ergenlik çağına gelmeden<br />

babası ölen kız veya erkek çocuğu olarak tarif<br />

edilmektedir. (Ayverdi 2006, 3: 3652; Eren 1988; 2:<br />

1627; Doğan 1996, 1144)<br />

Câhiliye döneminde bakımsızlık, boşama kolaylığı,<br />

savaşlar, kadına değer vermeme ve ölüm gibi sebeplerle<br />

dul ve yetimlerin sayısı çok fazla idi. Anne<br />

ve babanın ölmesi hâlinde yetimleri gözetmek seyyidlerin,<br />

yani kabile reislerinin görevlerinden biriydi.<br />

Kabileler arasında sık sık savaşlar meydana geldiği<br />

için, vesayet altına giren yetim kızların sayısı fazlaydı.<br />

Bir velînin velayeti altında on-on beş kadar yetim kız<br />

bulunduğu olurdu. Yetimler kendilerini müdafaadan<br />

aciz oldukları için, büyük vârisler onların haklarına<br />

riayet etmez, onlara bir şey vermezlerdi. (Sarıçam<br />

2005; 348; Fayda 1993, 7: 18)<br />

Yetimler vâris olamadıkları için genellikle önemli bir<br />

mal varlığına sahip olamazlardı. Teamüle göre bir<br />

kimse, velayeti altındaki yetim kızın üzerine maşlahını<br />

(Altı üstü bir olan ve kol yerine yarıkları bulunan<br />

bir çeşit elbise) atarsa, örfen bu hareket, “Bu<br />

kız benimdir.” anlamına gelirdi. Bu durumda kızın<br />

velîsinden başka bir kimse onu nikâhlamaya asla talip<br />

olamazdı. Velî, şayet yetim kız hoşuna giderse, kendisi<br />

nikâhlardı. Bu takdirde kızın emsali arasındaki<br />

teamüle göre takdir ve tayin edilen mehiri vermezdi.<br />

Bununla birlikte, kızcağızın veraset gereği sahip<br />

olduğu malını kendi malıyla birlikte idare eder ve o<br />

maldan kendisi istifade ederdi. Yetime ise bir şey vermezdi.<br />

Kız hoşuna gitmezse veya dulu nikâh etmek<br />

istemezse, başkasıyla evlenmesine de engel olurdu.<br />

Nikâhlamadığını başkasına vermediği gibi, malına bir<br />

an önce vâris olabilmek için türlü işkencelerle ağır işlerde<br />

kullanırdı. (Yazır 1993, 2: 466; Sarıçam 348)<br />

26 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


Yukarıda görüldüğü üzere yetimlere câhiliye toplumunda<br />

uygulanan kötü muameleler, bir sosyal<br />

problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sebeple,<br />

hem Kur’ân-ı Kerîm’de hem de Hz. Peygamber’in<br />

(sallallahü aleyhi ve sellem) hadîslerinde, o dönemdeki<br />

diğer problemlere olduğu gibi bu hususa da genişçe<br />

yer verildiği ve üzerinde önemle durulduğu görülmektedir.<br />

Nitekim Kur’ân’da ve hadîslerde, yetimlere<br />

uygulanan kötü muameleler yerilmiş ve yetimler<br />

ve onların hakları korunarak himaye altına alınmıştır.<br />

Kur’ân-ı Kerîm’de ve Hz. Peygamber’in (sallallahü<br />

aleyhi ve sellem) hadîslerinde, yetimlerle ilgili karşılaşılabilecek<br />

her durum için esaslar gösterilmiş; müminlerin<br />

bu konuda yapmaları ve kaçınmaları gereken<br />

davranışlar geniş bir çerçevede ortaya konmuştur.<br />

İslâm’da yetimlerle ilgili olarak; onlara iyilik yapmak<br />

(Bakara, 2/83, 177, 220; Nisâ, 4/36, 127), ikramda<br />

bulunmak (Fecr, 89/17), kollayıp gözetmek (Nisâ,<br />

427), âdil davranmak (Nisâ, 4/3, 127), yedirip içirmek<br />

(İnsan, 76/8; Beled, 90/15-16), infakta bulunmak<br />

(Bakara, 2/215), horlayıp incitmemek (Duhâ, 93/9;<br />

Mâ’ûn, 107/1-2) emredilmektedir.<br />

İslâm yetim mallarının korunmasına çok büyük<br />

önem vermiş; yetim malı yiyenleri çok ağır bir dille<br />

eleştirmiş, yetim malı yiyenlerin hem bu dünyada<br />

hem de ahirette çok büyük hüsrana uğrayacaklarını<br />

bildirmiştir: “Haksızlıkla yetim malı yiyenler, karınlarına<br />

ancak ateş doldurmuş olurlar. Onlar, çılgın bir<br />

ateşe gireceklerdir.” (Nisâ, 4/10). Bir hadîs-i şerîfte de<br />

“yetim malı yemek” yedi büyük günahtan biri sayılmıştır.(Buhârî,<br />

Vesâyâ, 23; Müslim, İman, 145; Nesâî,<br />

Vesâyâ, 12; Ebû Davud, Vesâyâ,10)<br />

“Rüşd çağına erişinceye kadar, yetimin malına,<br />

sadece en iyi tutumla yaklaşın.”(En’âm, 6/152) ve<br />

“Haksız yere yetim malı yiyenler, karınlarına ancak<br />

ateş doldurmuş olurlar. Onlar, çılgın bir ateşe gireceklerdir.”<br />

(Nisâ, 4/10) âyetlerinin nâzil olması üzerine<br />

Müslümanlar yetimlerin mallarından el çektiler.<br />

Onların mallarını yemek bir tarafa, yetimlerin mallarının<br />

kendi mallarına karışmamasına dikkat etmeye<br />

başladılar. Öyle ki, yetimin önünden artan yemeği yemekten<br />

bile çekiniyorlardı. Evlerinde yetim bulunanlar<br />

onun yiyeceğini ve içeceğini ayırdılar. Onlara ayrı<br />

bir ev tahsis ettiler. Bu durum, mallarını korumaktan/çalıştırmaktan<br />

aciz olan yetimlerin de aleyhine<br />

olduğu gibi yetim hâmilerine de güç geliyordu. Bazı<br />

sahabiler, Allah Resûlü’ne gelerek şunları söyledi: “Ya<br />

Resûlallah, hepimiz yetimleri oturtacak ayrı bir eve,<br />

onlara ayrı yiyecek ve içecek verecek güce sahip değiliz.”<br />

İşte bu yanlış anlamayı bertaraf edip konuya açıklık<br />

getirmek maksadıyla şu âyet-i kerîme nazil oldu:<br />

“Sana yetimler hakkında soruyorlar. De ki: ‘Onları<br />

iyi yetiştirmek daha hayırlıdır.’ Eğer onlarla birlikte<br />

yaşarsanız, bilin ki onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah,<br />

işleri bozanla düzelteni bilir.” (Bakara, 2/220; Yazır, 2:<br />

68) Bu âyet, “yetim malına yaklaşmamak, el sürmemek”<br />

talimatını getiren nassların “kötü niyetlileri; işleri<br />

düzeltmek değil bozmak olanları” hedef aldığını,<br />

iyi niyetli olanların bundan çekinmeleri için herhangi<br />

bir sebep bulunmadığını bildirmiş, kendilerine emanet<br />

edilen yetimlerin, onların hem kendilerini iyileştirmek<br />

(onları koruyup kollamak, maddî-manevî her<br />

türlü ihtiyaçlarını karşılamak, eğitim-öğretimleriyle<br />

yakından ilgilenmek, hayırlı bir insan olarak büyüyüp<br />

yetişmelerini sağlamak vs.), hem de mallarını<br />

iyileştirmek (mallarını korumak, çalıştırarak, kiraya<br />

vererek vs. gelirinin/kazancının artmasını sağlamak,<br />

zamanı gelince şahitler huzurunda yetimin malını en<br />

güzel şekilde kendisine teslim etmek vs) için gayret<br />

sarf etmeleri gerektiği hatırlatılarak, “çekinmede aşırılığı”<br />

tasvip etmemiştir. (Komisyon 2006, 1: 348-349)<br />

İslâm’ın yetimlere ne kadar büyük önem verdiğini,<br />

şu örnek çok iyi ortaya koymaktadır: Ensârdan Evs<br />

b. Sâbit ölünce, geride bir dul hanım ve üç yetim kız<br />

bırakır. Ölen kişinin hiç oğlu yoktur. Amcası oğulları,<br />

onun malının tamamını alırlar. Dul kadına ve yetim<br />

üç kıza bir şey vermezler. Kadın, durumu Allah<br />

Resûlüne şikâyet eder ve Allah Resûlü onlara adam<br />

gönderir. Vârisler, malın kendilerine ait olduğunu<br />

söylerler. Çünkü câhiliye Arap âdetine göre, mirasa<br />

yalnız ölen kimsenin erkek akrabası vâris olurdu.<br />

Bu olay üzerine şu âyet-i kerîme nazil olur: “Anne<br />

babanın ve yakınların bıraktıklarından erkeklere bir<br />

pay vardır. Anne babanın ve yakınların bıraktıklarından<br />

kadınlara da bir pay vardır.” (Nisâ, 4/7) Bu âyet<br />

üzerine Allah Resûlü, hemen onlara haber gönderip,<br />

Allah’ın kadınlara da mirastan pay ayırdığını bildirir.<br />

(Yazır 2: 474)<br />

Yetim malını yememek kadar onu korumak ve<br />

başkalarının yemesine engel olmak da önemlidir.<br />

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de bazı âyet-i kerîmeler<br />

özellikle yetim malının korunmasına yönelik vurgular<br />

taşımaktadır: “Rüşdüne erişinceye kadar yetimin<br />

malına ancak en güzel şekilde yaklaşın.” (En’âm,<br />

6/152; Ayrıca bkn: Nisâ, 4/2, 6; İsrâ, 17/34) Şüphesiz<br />

meşruiyet içinde bütün insanların malları dokunulmaz<br />

olmakla birlikte, zayıf ve korumasız olmalarından<br />

dolayı yetimlerin malları daha çok saldırı veya<br />

istismara açık olduğu için, ayette bu hususta özellikle<br />

titiz olunması gerektiğine dikkat çekilmiştir. Ayrıca<br />

yetimin malına bütünüyle ilgisiz kalmak, bu malın<br />

zaman içinde ticarî değerinin kaybolmasına veya en<br />

azından bir artış sağlamamasına yol açacağından, bu<br />

malla ilgilenmeye izin verilmiş, hattâ “en iyi ve en gü-<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 27


zel” kaydından anlaşıldığı kadarıyla ilgilenmek; ticaret<br />

yapıp, kiraya verip vs. gelirinin/kazancının artmasını<br />

sağlamak zımnen teşvik edilmiştir. Zîrâ en iyi ve en<br />

güzeli yapmak faziletin gereğidir. (Komisyon 2: 488)<br />

Velîler (veya vasîler) kusurları sebebiyle velayetleri/vesayetleri<br />

devam ettiği sürece, malı teslim zamanına<br />

kadar yetim çocuğun mallarını kullanabilirler:<br />

Velî, fakir olduğu takdirde, işini yürütmesinin bedeli<br />

olarak, yetimin malından yiyebilir/harcayabilir. Bu da<br />

maruf (makûl) ölçüde ve israfa varmaksızın olmalıdır.<br />

Velî zengin olduğu takdirde, böyle bir hakkı yoktur.<br />

Ancak zengin velî, ihtiyaç durumunda, sadece yetecek<br />

kadar alabilir. Durumu düzeldiğinde geri ödemesi gerekir.<br />

(Yazır 2: 462) Nitekim bir kişi, Allah Resûlü’ne<br />

(sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek: “Ya Resûlullah!<br />

Ben fakirim, hiçbir şeyim yok, üstelik bir de yetimim<br />

var.” deyince, Allah Resûlü, o kimseye şöyle buyurdu:<br />

“Yetimin malından ye! Ancak bunu yaparken ne<br />

israfa kaç, ne aceleci ol, ne de yetimin malını kendine<br />

mal et.” (Ebû Dâvud, Vesâyâ, 8; Nesâî, Vesâyâ, 11)<br />

Yetim malını yemeye, gasp etmeye, yetimin iyi/<br />

değerli malını kendi kötü/değersiz malı ile değiştirmeye<br />

kalkışan; kendi malına iyi bakan, kazancını artıran<br />

buna mukabil yetimin malına hor ve kötü bakan,<br />

âtıl bırakan velî, görev ve yetkisini kötüye kullanmış,<br />

emanete hıyanet etmiş olmaktadır. Nitekim ilgili bir<br />

âyette de: “Yetimlere mallarını verin, temizi pis olanla<br />

(helali haramla) değişmeyin. Onların mallarını kendi<br />

mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu, büyük bir<br />

günahtır.” (Nisâ, 4/2) buyrularak yetim malını haksız<br />

yere yemenin, gasp etmenin haram olduğu; velînin<br />

kendi malının helâl olduğu, dolayısıyla temizi (iyiyi),<br />

pis (kötü) olanla değiştirmenin helâli bırakıp haramı,<br />

hakkı olmayan şeyi almak ve yemek olduğu bildirilmiştir.<br />

(Komisyon 2: 14)<br />

Kur’ân-ı Kerîm’de “Rabbin, Seni yetim bilip barındırmadı<br />

mı?” (Duhâ, 93/6) buyrularak bizzat Hz.<br />

Peygamber’in yetim olarak büyüdüğü vurgulanmakta,<br />

Allah’ın O’nu yetim iken himaye edip koruyup<br />

kolladığı belirtilmekte; Hz Peygamber’e yetimlere iyi<br />

davranması, şefkat ve merhamet göstermesi, onların<br />

hak ve hukukuna saygı ve özen göstermesi emredilmektedir.<br />

(Komisyon 5: 639; Yazır 8: 510)<br />

Şefkat Peygamberi, peygamberlikle serfiraz olmadan<br />

önce de yetimlerle ilgilenirdi ancak onların<br />

haklarıyla ilgili ilâhî düzenlemeler peygamberliğinin<br />

ilk yıllarıyla başlar. Habeşistan’a giden muhâcirlerin<br />

başkanı Câfer b. Ebû Tâlib, Necâşî’nin huzurunda<br />

İslâm’ı ve Müslümanları savunmak maksadıyla<br />

yaptığı konuşmada “cahiliye döneminde kuvvetlilerin<br />

zayıfları ezdiğini” söylemiş, Allah Resûlü’nün<br />

ise zayıfların yanında yer alarak onları himaye edip<br />

haklarına sahip çıktığını; Resûlullah’ın “yetim malını<br />

yemeyi yasakladığını”, O’nun yetimleri koruyup<br />

gözettiğini, onların hak ve hukukunu koruduğunu;<br />

Resûlullah’ın, kendilerine de zayıfların ve yetimlerin<br />

hak ve hukukunu koruyup gözetmeleri hususunda<br />

tavsiyelerde bulunduğunu bildirmiştir. (Hamidullah<br />

1990, 1: 299)<br />

Yetimlerin Hâmisi Allah Resûlü’nün yetimlere<br />

karşı tutumunun en güzel örneğini ünlü sahâbi Enes<br />

b. Mâlik’e (r.a.) olan davranışlarında görmekteyiz.<br />

Hz. Peygamber, yetim olan Enes b. Mâlik’i himayesine<br />

almış, Hz. Enes’in tâlim ve terbiyesiyle çok yakından<br />

ilgilenmiştir. (Canan 1995, 11: 213)<br />

Hz. Enes, Resûlullah’a on yıl hizmet ettiğini,<br />

O’nun kendisine daima şefkatle ve merhametle davrandığını,<br />

Resûlullah’tan bir defa bile azar işitmediğini<br />

(Buhârî, Edeb, 39, Savm, 53, Menâkıb, 23; Müslim,<br />

Fezâil, 52, 82; Tirmizî, Birr, 69); bir hatası yüzünden<br />

kendisini ikaz edecek olan hanımlarına, Resûlullah’ın<br />

“Bırakın çocuğu!” dediğini söylemiştir.(Buhârî, Vesâyâ,<br />

25; Ebû Davud, Edeb, 1; Müslim, Fedail, 54)<br />

Şefkat Peygamberi, içinde yetim barındıran ve yetime<br />

iyi davranılan, onların her türlü ihtiyacının karşılandığı<br />

eve/kişilere büyük önem vermiş ve şeref atfetmiş;<br />

bu konuda şunları söylemiştir: “Müslümanlar<br />

içinde en hayırlı ev, kendisine iyi davranılan yetimin<br />

bulunduğu evdir. En kötü ev de kendisine kötülük<br />

yapılan yetimin bulunduğu evdir.” (İbni Mâce, Edeb,<br />

6) Yine bir hadîste: “Ben ve yetime iyi davranan kimse<br />

(şehadet ve orta parmağını birleştirerek) Cennet’te<br />

şöyle yan yanayız.” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 24;<br />

Talâk,14, 25; Müslim, Zühd, 42.)<br />

Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem), yetimle<br />

ilgilenmenin dinî, sosyal ve ahlakî bir görev olduğunu,<br />

onları korumasına alıp iyi davranan, bakımı ve<br />

eğitimiyle yakından ilgilenen, ihtiyaçlarını gideren<br />

kimselerin ahirette büyük mükâfata erişeceğini bildirmiştir.<br />

Nitekim konuyla ilgili hadîslerde de şöyle<br />

buyrulmaktadır: “Kim Allah rızası için bir yetimin<br />

başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç sayısınca<br />

iyilik yazılır. Kim, yanında bulunan yetim erkek veya<br />

kız çocuğuna iyi davranırsa, Ben ve o kimse (şehadet<br />

ve orta parmağını birleştirerek) Cennet’te şu ikisi gibi<br />

kardeşiz.” (Ahmet b. Hanbel, 5: 250)<br />

“Beni hakla gönderen Allah’a yemin olsun ki, yetime<br />

merhamet edene, ona yumuşak konuşana, onun<br />

yetimliğine ve zayıflığına acıyana ve Allah’ın kendisine<br />

lütfettiği imkânlarla şımarıp komşusuna tepeden<br />

bakmayana, Allah kıyamet gününde azap etmez.”<br />

(İbni Hanbel 2: 263, 387)<br />

28 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


“Kim, Müslümanların arasında bulunan bir yetimi<br />

alarak yedirmek, içirmek üzere evine götürürse,<br />

affedilmeyecek bir günah (şirk) işlemediği takdirde,<br />

Yüce Allah o kimseyi mutlaka Cennet’ine koyacaktır.”<br />

(Tirmizî, Birr, 14)<br />

“Kim üç yetimi himaye ederse, gecesini namazla,<br />

gündüzünü oruçla geçirmiş, Allah yolunda cihad etmiş<br />

gibi olur. Ben ve o kimse (baş parmağını ve orta<br />

parmağını birleştirerek) Cennet’te şu ikisi gibi kardeşiz.”<br />

(İbni Mâce, Edeb, 6)<br />

Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), huzuruna<br />

gelerek kalbinin katılığından yakınan bir adama,<br />

şunu tavsiye etmiştir: “Kalbinin yumuşamasını istiyorsan,<br />

yoksulu doyur ve yetimin başını okşa.” (İbni<br />

Hanbel 2: 263, 383, 387)<br />

Şefkat Peygamberi, yetim haklarının korunmasına<br />

da çok büyük önem vermiş, bu hususta “Sizi şu<br />

iki zayıf kimsenin, yetimin ve kadının haklarını çiğnemekten<br />

şiddetle sakındırırım.” (İbni Mâce, Edeb,<br />

6) buyurarak bu konudaki titizliğini ortaya koymuş;<br />

yetim malını koruyacak durumda olmayanların bu işi<br />

üstlenmemelerini, yetim malının velâyetini üzerine<br />

almamalarını tavsiye etmiştir. Resûlullah, bu hususla<br />

ilgili olarak Ebû Zer el-Gıfârî’ye kendisini (fıtraten<br />

idareciliğe müsait olmadığına dikkat çekerek ona yetim<br />

malının velâyetini üzerine almamasını tembihlemiştir.<br />

(Ebû Davud, Vesâyâ, 4; Nesâî, Vesâyâ, 10)<br />

Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde<br />

devletin de yetimleri korumaya büyük önem verdiğini<br />

görmekteyiz. Avn b. Ebû Cühayfe, babasından şu<br />

sözü nakleder: “Bize Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve<br />

sellem) bir zekât memuru geldi. Zekâtı zenginlerimizden<br />

alıp fakirlerimize verdi. Ben yetim bir çocuktum,<br />

bana da bir deve verdi.” (Tirmizî, Zekât, 21)<br />

Yetimlerin hâmisi Hz. Muhammed (sallallahü<br />

aleyhi ve sellem), şehitlerin geride bıraktıkları yetim çocuklarıyla<br />

da çok yakından ilgilenmiş, onlara çok büyük<br />

şefkat ve merhamet göstermiş; onların her türlü<br />

ihtiyacını karşılamıştır.<br />

Beşîr b. Akrebe adlı sahâbi anlatıyor: “Babam<br />

Akabe, Uhud Savaşı’nda şehit düşünce ağlayarak<br />

Resûlullah’ın yanına gittim. Resûlullah, bana “Ey<br />

sevgili yavrucak! Ağlama, ben baban olsam, Aişe<br />

de annen olsa istemez misin?” diye sorunca ben de<br />

“Elbette ki isterim ya Resûlullah!” dedim. Bunun<br />

üzerine Resûlullah, benim başımı okşadı. (Şu anda)<br />

saçlarım ağardığı halde Resûlullah’ın başımı okşadığı<br />

yerler hâlâ siyah kalmıştır. (Buhârî, et-Tarih’ul-Kebir,<br />

2: 78; Çakan 19<strong>92</strong>, 6: 4 vd.)<br />

Peygamberimiz, Mûte Savaşı’nda şehit düşen<br />

Câfer b. Ebû Tâlib’in (r.a.) şehit olduğunu duyunca<br />

hemen onun evine koşmuş, mübarek gözyaşları içinde<br />

Câfer’in yetim çocuklarını bağrına basıp koklamış;<br />

yas tutmaları nedeniyle Câfer’in ailesine yemek yapılmasını<br />

emretmiştir. (Tirmizî, Cenâiz, 21; Ebû Davud,<br />

Cenâiz, 30)<br />

Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem), daha<br />

sonraları da bu aileyle çok yakından ilgilendiğini<br />

görmekteyiz. Abdullah b. Câfer (r.a.), Resûlullah’ın<br />

kendileriyle çok yakından ilgilendiğini şu tatlı hatırasıyla<br />

anlatmaktadır: Bir gün sokakta oynuyordum.<br />

Resûlullah, beni görünce oradakilere “Abdullah’ı<br />

deveme bindiriniz.” dedi, oradakiler de beni deveye<br />

bindirdiler. Daha sonra Resûlullah, benim başımı<br />

okşamaya başladı ve her okşamasında: “Ey Allahım!<br />

Câfer’in evlatlarına Sen sahip çık.” diye dua etti. (İbni<br />

Hanbel, 1: 205)<br />

Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz ki, câhiliye döneminde<br />

yetimlerin hem kendilerinin hem de mallarının<br />

korunmasına önem verilmemiş, her türlü haksızlığa<br />

uğramışlardır. İslâm ise toplumda sosyal bir<br />

yara olan yetimler konusuna çok büyük önem vermiş,<br />

yetimlerin hak ve hukukunu gözeterek problemlerini<br />

çözüme kavuşturmuştur. Bizzat Resûlullah’ın kendisi,<br />

yetimlerle çok yakından ilgilenmiş, onlara son<br />

derece müşfik ve merhametli davranmış; onların her<br />

türlü ihtiyacını karşılamış, toplum içindeki durumlarının<br />

daha iyi bir seviyeye gelmesi için birtakım düzenlemeler<br />

yapmış; ashabına da yetimler hususunda<br />

çok önemli tavsiyelerde bulunmuştur.<br />

Müslüman olarak bizlere düşen görev, himayemizdeki<br />

veya çevremizdeki yetimlerle çok yakından<br />

ilgilenip onlara iyi davranmalı, her türlü ihtiyaçlarını<br />

karşılamalı; hak ve hukukunu her zaman koruyup<br />

gözetmeliyiz.<br />

* Araştırmacı-Yazar<br />

mdere@yeniumit.com.tr<br />

Bibliyografya<br />

Ayverdi, İlhan, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, C. 1-3, Kubbealtı Neşriyat,<br />

İstanbul 2006.<br />

Canan, İbrahim, “Enes b. Mâlik”, DİA., C. 11, TDV. Yay., İstanbul 1995.<br />

Çakan, İ. Lütfü, “Beşîr b. Akrebe”, DİA., C. 6. TDV. Yay., İst. 19<strong>92</strong>.<br />

Doğan, Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, 11. basım, İz Yay., İstanbul 1996.<br />

Eren, Hamza vdğr, Türkçe Sözlük, C. 1-2, TDK. Yay., Ankara 1988.<br />

Fayda, Mustafa, “Câhiliye”, DİA., C. 7, TDV. Yay., İstanbul 1993.<br />

Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, çev. Salih Tuğ, C. 1-2, İrfan<br />

Yay., İst., 1990.<br />

İbni Hanbel, Ahmet (241/855), Müsned, Çağrı Yay., İstanbul 1982.<br />

Komisyon, Kur’ân Yolu-Tefsir-Meâl, C. 1-5, 2. basım, DİB. Yay., Ankara<br />

2006.<br />

Sarıçam, İbrahim, Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Evrensel Mesajı, DİB. Yay., 4.<br />

basım, Ankara 2005.<br />

Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, C. 1-9, Çelik-Şûra Yay.,<br />

İstanbul 1993.<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 29


YENi ÜMiT<br />

Prof. Dr. Cafer Sadık YARAN*<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />

Aç herkese, açabildiğin kadar sineni; ummanlar gibi olsun!<br />

İnançla geril ve insana sevgi duy; kalmasın alâka duymadığın<br />

ve el uzatmadığın mahzun bir gönül!..<br />

Mevlâna ve Evrensel Çağrısı<br />

Mevlâna, İslâm medeniyeti içinde yetişip, hem<br />

bu medeniyet içinde hem de bu medeniyetin<br />

dışındaki neredeyse bütün uygarlıklar ve<br />

kültürlerde tanınan, sevilen, sayılan, hayran olunan, çok<br />

okunan ve rehber edinilen mümtaz İslâm büyüklerinin<br />

başında gelmektedir. Zira bazı İslâm bilginleri ve düşünürleri<br />

vardır ki Müslümanlar arasında çok tanınıp<br />

sevilmelerine, sayılmalarına rağmen, İslâm âleminin<br />

dışında tanınmazlar. Bunların, özel bir isim vermeyi gerektirmeyecek<br />

kadar çok örneği vardır. Başka bazı İslâm<br />

bilgin ve düşünürleri de vardır ki onlar İslâm âleminde<br />

tanındıkları ve takip edildiklerinden çok daha fazla<br />

30 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


İslâm dışı âlemde takip edilmiş ve taraftar bulmuşlardır.<br />

Meselâ büyük İslâm filozoflarından İbn Rüşd<br />

ve eserlerinin İslâm dünyasında pek tanınmadığı ve<br />

teşvik edilmediği dönemlerde, Batı dünyasında İbn<br />

Rüşdçülük (Averroizm) denilen ve birçok takipçisi<br />

olan bir felsefe akımı ortaya çıkmıştır. Mevlâna ise bu<br />

iki grubun başarısını da aşan ve hem İslâm dünyasında<br />

hem de öteki dinler ve kültürlerin egemen olduğu<br />

dünyada tanınmış ve sevilmiş; böylece evrensel bir<br />

başarıya imza atmış ender değerlerimizden ve gurur<br />

kaynaklarımızdan biridir.<br />

Mevlâna bu başarıyı – bugün ile kıyaslanabilecek<br />

ölçekte olmasa da - daha ölmeden önce görmüş, insanlığa<br />

karşı bir büyük sorumluluğu yerine getirmiş<br />

olmanın huzurunu tatmış ve buna şükretmiştir:<br />

Girdik susanlar arasına yattık uyuduk!<br />

Çığlığımız sınırları aşmıştı nasıl olsa!<br />

Mevlâna’nın, çığlığının aştığını söylediği sınırlar<br />

o günlerde belki Anadolu Selçuklu Devleti’nin<br />

sınırlarıydı, belki Orta Doğu’nun ve Balkanların,<br />

belki de en fazla Hind’in ve Çin’in sınırlarıydı. Bugünse<br />

Mevlâna’nın çığlığı kıtalar ötesine ulaşmış,<br />

Endonezya’dan Amerika’ya, Güney Afrika’dan Rusya’ya<br />

kadar pek çok ülkede tanınmakta ve hattâ bu<br />

ülkelerin diline yeni çevrilen kitapları en çok satan<br />

kitaplar arasında aylarca liste başı olarak kalmaktadır.<br />

Kısacası Mevlâna kelimenin tam anlamıyla evrenseldir.<br />

Bunun başlıca sebeplerinden biri de ana çağrısının<br />

ve ikincil düzeyde çağrılarının da evrensel olmasıdır.<br />

Mevlâna’nın Ana Evrensel Çağrısı: “Gel!”<br />

Mevlâna’nın ana evrensel çağrısı herhalde şu meşhur<br />

dizelerde yer alan çağrıdır:<br />

“Gel, ne olursan ol, gel!<br />

İster tanrıtanımaz, ister ateşe tapar,<br />

İster bin kere tövbeni bozmuş ol.<br />

Bizim dergahımız umutsuzluk dergahı değil,<br />

Gel, ne olursan ol, gel!”<br />

Burada Mevlâna’nın, çağrı ihtiyacı içinde olduğunu<br />

hissettiği üç grup insana hitap ettiği anlaşılmaktadır.<br />

Bunlar, bütün insanlar dört grup olarak düşünüldüğünde,<br />

birinin dışında kalan üç grubun tamamı<br />

gibi gözükmektedir. Birinci grup, tanrıtanımazlar,<br />

ateistler ya da herhangi bir dine veya kutsala inanmayanlardır.<br />

İkinci grup, biraz genelleştirilmiş bir ifadeyle<br />

belirtmek mümkünse, İslâm dışındaki dinlere<br />

inananlardır. Üçüncü grup da Müslüman olmakla<br />

birlikte, Müslümanlığının gereklerini yerine getirmeyen<br />

ya da getiremeyen, günahkârlık ve tövbekârlık<br />

sarmalından bir türlü tam olarak kurtulamayan Müslümanlardır.<br />

Dördüncü grup ise çağrıya muhatap olmak<br />

yerine çağrıya icabet edenleri kucaklamakla, kabullenmekle<br />

ve onları ümide yönlendirmekle görevli<br />

ve bu görevi yerine getirmekte liyakatli olanlardır.<br />

Burada zikredilen insan grupları bir anlamda Asr<br />

Sûresi’nde zikredilmeyenler ve hüsrana uğramakla<br />

yahut ziyan içinde olmakla uyarılanlardır.<br />

Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir.<br />

Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine<br />

hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.<br />

[103.001-3]<br />

Bu âyetlerde belirtildiği gibi, zararda, ziyanda,<br />

hüsranda olmak hiçbir insan için cebrî kader değildir;<br />

her insan için, son nefesine kadar umudun, kurtuluşun<br />

ve kâra geçişin kapısı açıktır. İşte Mevlâna<br />

onlara, ömürleri olduğu sürece hüsranın kaçınılmaz<br />

olmadığını, umudun, kurtuluşun, erdemli ve ebedi<br />

mutluluğun mümkün olduğunu söylemekte ve bu<br />

yönde çağrısını büyük bir içtenlikle ve hoşgörü ile<br />

yapmaktadır. “Bu zaten çok doğal bir çağrı, bunda ne<br />

var ki?” diye düşünülmemelidir. Umuda çağrı, her<br />

düşünürün de her din adamının da bu kadar açık yüreklilikle,<br />

bu kadar içtenlikle ve bu kadar evrensel bir<br />

dille yapabildiği bir şey değildir. Nitekim 20. yüzyılın<br />

en önemli felsefe akımlarından biri olan Varoluşçuluğun<br />

(Egzistansiyalizm) önde gelen filozoflarından<br />

birçoğu, çok yerinde bir kararla insan sorunlarıyla ilgilenmeyi<br />

felsefenin ana problemi olarak görmüş, insanın<br />

yalnızlık, yabancılaşma, umutsuzluk, özgürlük<br />

çabası, ölüm kaygısı ve benzeri sorunlarıyla uğraşmış;<br />

ama sonuçta hiçbiri insana büyük bir umut vaat etmemiş<br />

ve en sonunda söyleyebildikleri, aslında en<br />

doğru gözüken intiharı seçmektense her şeye isyan<br />

ve başkaldırı ile yetinilmesi gibi tavsiyeler olmuştur.<br />

Özellikle günahkâr Müslümanlar ve hele hele öteki<br />

dinlere mensup insanlar konusunda hiç de ümitvar<br />

konuşmayan, ve “korku ve ümit” dengesini korkudan<br />

yana bozan pek çok din adamının olduğu da herhalde<br />

inkâr edilemez. Dolayısıyla, Mevlâna’nın umuda yönelik<br />

“gel” çağrısı, kültürel kapsamı itibarıyla da günümüz<br />

dünyası başta olmak üzere her zaman ihtiyaç<br />

duyulması itibarıyla da evrensel bir çağrıdır.<br />

Mevlâna’nın evrensel çağrısı bir tek “Gel” çağrısından<br />

ibaret olmadığı gibi, birkaç sayfada özetlene-<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 31


ilecek üç-beş çağrıdan ibaret de değildir. Bununla<br />

birlikte, burada örnek kabilinden Mevlâna’nın birkaç<br />

evrensel çağrısını daha hatırlayabiliriz.<br />

Mevlâna’nın Kişisel Gelişime Yönelik Evrensel<br />

Çağrısı: “Bağı çöz, Hür ol!”<br />

Bağı çöz, hür ol ey oğul, niceye bir gümüşe, altına bağlanacaksın?<br />

Denizi bir testiye döksen ne kadar alır? Bir günlük su<br />

ancak.<br />

Harislerin göz testileri dolmadı gitti; sedef, elde ettiğini<br />

yeter bulmadıkça inciyle dolmadı.<br />

Kimin elbisesi bir aşk yüzünden yırtıldıysa, hırstan,<br />

ayıptan tamamıyla arındı o. (Mesnevi, 19-21)<br />

Bütün büyük bilgeler gibi Mevlâna’nın tüm insanlara<br />

yaptığı çağrıların en önemlilerinden biri de<br />

bağımsız bir birey, hürriyetine kavuşmuş bir ben,<br />

kendini gerçekleştirmiş bir benlik ve ahlâki gelişimini<br />

tamamlamış bir yetkin insan (insan-ı kâmil) olabilmektir.<br />

İnsanın terakkisinin, istidat ve kabiliyetlerini<br />

geliştirmesinin önündeki en büyük engel, sürekli<br />

başka şeylere ve başka kimselere karşı bağımlı olarak<br />

kalmaktır. Bunu söylemek, başka şeyler ve başka insanlara<br />

karşı hiçbir bağımız olmasın demek değildir;<br />

zîrâ bu, ne mümkündür ne de arzu edilebilecek bir<br />

şeydir. Burada kastedilen bizim kişisel gelişimimizi<br />

ve özgürlüğümüzü engelleyecek derecede başkalarına<br />

bağlı ve hatta bağımlı, tutuklu olmak hâlidir. Bu<br />

bağımlılık, bazen mal-mülk ve para gibi maddî şeylere,<br />

bazen yeme-içme, zevk-sefa gibi bedeni şeylere,<br />

bazen de şan-şöhret ve itibar gibi toplumsal içerikli<br />

şeylere yönelik aşırı hırslar ve tutkular olabilmektedir.<br />

Burada kötü görülen şey, bunların varlığı değil, insanı<br />

esir alan ve hürriyetini engelleyen bir hırsa dönüşmüş<br />

hâlleridir. Bu hale dönüşen hırs, ruhsal gelişim ve<br />

ahlâkî erdemlilik açısından büyük bir tehlike, bir ayıp,<br />

bir hastalıktır. Mevlâna bu olumsuz hâlin ana tedavi<br />

yolunu da göstermektedir: Aşk yahut sevgi, “bütün<br />

illetlerimizin hekimi”dir (Mesnevi, 23). Bir cümleyle<br />

özetlemek gerekirse, Mevlâna’ya göre, yetkin insan ya<br />

da kendini gerçekleştirmiş, istidat ve kabiliyetleri rızayı<br />

ilahi yolunda inkişaf ettirmiş insan olmanın yolu,<br />

hürriyetten, hür olmaktan geçer; hür olabilmenin<br />

en büyük engeli, hırslarımız ve aşırı tutkularımızdır;<br />

hırslar ve bağımlılık gibi illetlerden kurtulabilmemizin<br />

en kestirme ve kesin yolu da aşktır yahut sevgidir.<br />

Mevlâna’nın Toplumsal Barışa Yönelik Evrensel<br />

Çağrısı: “Buluştur, Birleştir, Ayrılık Yoluna Ayak<br />

Basma!”<br />

Mevlâna, insanların toplum halinde yaşamak zorunda<br />

olduklarının farkında olduğu gibi, böyle yaşamanın<br />

ferdî bir inziva içinde yaşamaktan, hatta şehirde<br />

yaşamanın köyde yaşamaktan daha üstün olduğu<br />

kanaatindedir. Toplum hâlinde yaşamak farklılıkların<br />

bir arada yaşaması demek olduğuna ve barış içinde<br />

yaşamak da insan toplumları için ideal bir hedef olduğuna<br />

göre, farklılıklara karşı saygılı ve hoşgörülü<br />

olmak, ve farklı özellikleri olanları ötekileştirerek<br />

ayırmak değil, benzer yönlerini dikkate alarak birleştirmek<br />

ve buluşturmak, daha doğru ve daha bilgece<br />

bir tutum olsa gerektir. Günümüzün her geçen gün<br />

daha fazla çok kültürlü, çok dilli ve çok dinli hale gelen<br />

toplumlarında, tolere edilebilir farklılıklara saygı<br />

ve hoşgörü ile yaklaşabilme özelliğini kazanmak, bu<br />

zamana kadar olduğundan çok daha büyük bir önem<br />

arzetmektedir. Mevlâna, Mesnevî’sinde, çobanından<br />

peygamberine kadar tüm insanların bu özelliği kazanmasına<br />

yönelik evrensel bir çağrıyı olağanüstü bir<br />

edeple ve edebîlikle hepimize hatırlatmaktadır:<br />

Musa, yolda bir çoban gördü; A Tanrı, A Allah diyordu;<br />

Nerdesin ki kulun olayım senin; çarığını dikeyim, saçlarını<br />

tarayayım senin.<br />

Elbiseni yıkayayım, bitlerini kırayım senin; A ulular<br />

ulusu, süt getireyim sunayım sana. ....<br />

Musa dedi ki: Eyvahlar olsun; pek kötü bir hale düşmüşsün;<br />

Müslüman olmada kafir oldun gitti.<br />

Kime söylüyorsun bu sözleri? Amcana, dayına mı?....<br />

....<br />

Çoban, ey Musa dedi; ağzımı diktin, bağladın, pişmanlıktan<br />

canımı yaktın-yandırdın.<br />

Elbisesini yırttı, yana-yakıla bir âh etti; başını aldı, çöllerin<br />

yolunu tuttu.<br />

....<br />

Musa’ya Tanrı’dan vahiy geldi; Tanrı dedi ki: Kulumuzu<br />

bizden ayırdın.<br />

Sen, buluşturmak, birleştirmek için mi geldin, ayırmak<br />

için mi?<br />

Gücün yettikçe ayrılık yoluna ayak basma;.... (Mesnevi,<br />

1718-1750).<br />

* Ondokuz Mayıs Ünv . İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />

cyaran@yeniumit.com.tr<br />

32 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


YENi ÜMiT<br />

Dr. M. Selim ARIK*<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />

İffet; çirkin söz ve fiillerden uzak kalma, hayâ ve edep<br />

dairesinde bulunma, doğruluk, dürüstlük ve ahlâkî<br />

değerlere bağlılık üzere yaşama demektir.<br />

Hayâ ve İffet<br />

Duygusu<br />

Hayânın sözlük anlamı “utanma, çekinme”dir.<br />

Ahlâkî bir terim olarak ise hayâ “nefsin çirkin<br />

davranışlarından rahatsız olma, onları<br />

terk etme” mânâsına gelmektedir. Malikî<br />

âlimlerinden Kâdı İyâz (544/1149) hayâyı, “Kötü bir<br />

işin yapılmasından ve iyi bir işin terk edilmesinden<br />

dolayı insanın yüzünü kızartan bir sıkıntıdır.” şeklinde<br />

ifade eder. Ayrıca “kınama ve yermek” anlamındaki<br />

“âr” kelimesi de “hayâ” ile eş anlamlı olarak<br />

kullanılmaktadır. İffet ise sözlükte “temiz olmak,<br />

haramdan uzak durmak, helâl ve güzel olmayan söz<br />

ve davranışlardan sakınmak” anlamına gelmektedir.<br />

Ahlâkî bir terim olarak iffet, “yeme içme ve cinsî arzu<br />

konusunda ölçülü olmak, aşırı istekleri bastırıp nefsi,<br />

dinin ve aklın buyruğu altına sokmak suretiyle kazanılan<br />

güzel ahlâk” 1 mânâsında kullanılmaktadır.<br />

Görüldüğü gibi hayâ, insana has fıtrî bir duygudur.<br />

Bu duygu, insanı, her istediğini yapmaktan alıkoyan<br />

en önemli özelliklerden biridir. Şu hâlde insan<br />

yaratılışında var olan hayâ, İslâm dinin özü olan<br />

iman ile beslenip gelişince insanda iffet olarak, ar ve<br />

ayıplara karşı en büyük kalkan şekline dönüşmektedir.<br />

İnsandaki hayâ, iman ve iffetten ayrıldığı takdirde<br />

tek başına kötülüklere karşı direnemeyerek sarsılacak,<br />

yırtılacak, hattâ yıkılabilecektir. İslâm ahlâkçıları insanda<br />

üç temel duygunun bulunduğunu belirtirler.<br />

Bunlar; kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i<br />

şeheviye’dir. Kuvve-i akliye, hakikatleri görüp, fay-<br />

da veya zarar getirecek şeyleri birbirinden ayırt etme<br />

melekesidir. Kuvve-i gadabiye, kin, hiddet, kızgınlık<br />

ve atılganlık gibi hislerin kaynağıdır. Kuvve-i şeheviye,<br />

arzu, iştiha ve cismanî hazların menşeidir. Bu<br />

duyguların ifrat ve tefrit mertebeleri ile bir de vasat<br />

mertebesi bulunmaktadır. Nitekim kuvve-i şeheviyenin<br />

ifrat mertebesi, hayâ hissinden tamamen sıyrılarak<br />

her türlü cürümü işlemek ki buna “fücûr”<br />

denir. Tefrit derecesi ise helâl nimetlere karşı hissiz<br />

ve hareketsiz kalma durumu ki buna da “humûd”<br />

denir. Vasat derecesi de meşru dairedeki zevk ve<br />

lezzetlere karşı istekli davranmanın yanı sıra, gayr-i<br />

meşru arzu ve iştihalara iradî olarak kapalı kalmadır<br />

ki buna da “iffet” denilmektedir. Bu açıdan iffet, iradenin<br />

gücünü kullanarak cismanî ve behimî arzuları<br />

kontrol altına almaktır. Ragıb el-İsfehanî (502/1108),<br />

Kur’ân-ı Kerîm’deki iffetli olmayı isteme anlamındaki<br />

“isti’faf” kavramını, bir çeşit alışkanlık kesbederek,<br />

kendine disiplin uygulayarak ruhunda bu erdemi geliştirmeye<br />

çalışma şeklinde açıklar. 2 Dolayısıyla iffet,<br />

nefiste yerleşen ve şehvetin insanlara galebe çalmasını<br />

önleyen perdedir. O hâlde insanın aşırı zevklerden<br />

uzak durmasının iffet ve erdem sayılabilmesi için<br />

öncelikle bu tutumun bizzat kendi bilinçli tercihine<br />

dayanması ve güçlü bir iradî gayret ile gerçekleştirmesi<br />

gerekir. Psikolojik veya bedenî bir zaafiyetten,<br />

âcizlik, korkaklık ve bilgisizlikten yahut başka bir engelden<br />

dolayı zevklerini terk eden kişi hakiki anlamda<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 33


iffetli ve erdemli sayılamaz. 3 İnsandaki hayâ ve iffet<br />

birbirini tamamlayan iki güzel ahlâkî haslettir. Zîrâ<br />

tasavvuf literatüründe de “hayâ” ve “iffet” büyük bir<br />

ahlâkî fazilet olarak kabul edilmektedir. İlk sufîlerden<br />

Ebu Süleyman ed-Dârânî (215/830), insanların genellikle<br />

dört sebepten dolayı iyi işler yaptıklarını belirterek,<br />

bunların “havf (Allah’ın azabından korkma),<br />

reca (Allah’ın rahmetinden ümit etme), tâzim (yalnız<br />

Allah’a hürmet etme) ve hayâ (utanma)” olduğunu<br />

belirtir.<br />

Kısacası hayâ, kötülüğü terk etme veya hayrı tercih<br />

etme, iffet ise; seçilen bu güzel ahlâkı karakter olarak<br />

ortaya koymaktır. O halde fıtrî hayâ, tıpkı insan tabiatında<br />

saklı bulunan diğer iyilik nüveleri gibi, insanı<br />

insan yapan mârifet dinamikleriyle beslendiği ve takviye<br />

edildiği ölçüde gelişir, kalbî ve ruhî hayatın bir<br />

derinliği hâline gelir. Sınırsız isteklerine set çeker ve<br />

engeller. Fakat iman ve mârifetle geliştirilmez, ihsan<br />

şuuruyla takviye edilmezse, bu duygular körelerek,<br />

insanlığın maddî ve mânevî yıkılışına sebep olur. Nitekim<br />

Lut kavmi, hayâ ve iffet duygusundan mahrum<br />

olduğundan helâk olmuştur.<br />

Kur’ân’da Hayâ ve İffet<br />

Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen “hayâ” ve “iffet”<br />

kelimelerine bakıldığında anlam olarak birbirlerini<br />

tamamlar mahiyette kullanıldıkları görülmektedir.<br />

Mesela Kasas Sûresi’nde (25. âyet), Hz. Şuayb’ın<br />

kızlarından birinin hayâ ile yürüyerek Hz. Musa ile<br />

konuşması anlatılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de, A’râf<br />

Sûresi’nin 26. âyetindeki “libasü’t-takvâ” (takva elbisesi)<br />

insanın yaratılıştan sahip olduğu, onun ruhunu<br />

bezeyip ahlâkını koruyan “hayâ” anlamında tefsir<br />

edilmektedir.<br />

Yukarıda belirtildiği gibi hayâ, insanda fıtrî olarak<br />

bulunan bir duygudur. Dolayısıyla bu duyguya sahip<br />

olan insan, yaratılış gayesini ve yaratıcısını hiçbir<br />

zaman unutmamalıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de iffet ile<br />

alâkalı âyetler de şöyledir: Meselâ Bakara Sûresi’nde<br />

(273. âyet) mal yardımı yapılmasına en çok layık olan<br />

yoksulların özelliklerinden bahsedilirken “iffetli davranışları<br />

sebebiyle onların zengin zannedildiği” anlatılmaktadır.<br />

Demek ki onlar fakir olmalarına rağmen<br />

iffetli ve haysiyetli olmalarından, yani kimseden bir<br />

şey istemeye tenezzül etmeyip, yoksulluğa katlanmalarından,<br />

sıkıntılara seve seve göğüs germelerinden,<br />

izzet-i nefislerini korumalarından dolayı zengin sanılmaktadır.<br />

Böylece bu insanların muhtaç olmalarına<br />

rağmen yüzsuyu dökerek dilenmedikleri belirtilmektedir.<br />

4 Peygamberimiz de yardıma en layık olan<br />

kimselerin iffetini korumaya çalışan yoksullar olduğunu<br />

bildirmiştir. 5 Nur Sûresi’nde ise evlenme vakti<br />

gelmiş bekârları evlendirmeyi öğütleyen âyetin devamında<br />

(32-33. âyetler) bu durum “Evlenme imkânı<br />

bulamayanlar ise Allah’ın lütfu ile yeterli imkâna kavuşuncaya<br />

kadar iffetlerini korusunlar.” şeklinde haber<br />

verilmektedir.<br />

Kur’ân’daki iffetle ilgili âyetlerin ikisi (Bakara<br />

273; Nisâ 6) mal mülk, yeme içme konularında ölçülü<br />

ve kanaatkâr olmayı, diğer ikisi de (Nur 33 ve 60)<br />

beşerî arzu ve isteklerde ölçülü ve edepli davranmayı<br />

ifade etmektedir. Yine Hz. Musa’nın, Hz. Şuayb’ın<br />

(a.s) yanında ücretli olarak çalıştığı 8-10 yıl boyunca<br />

iffetini koruduğundan övgüyle bahsedilmektedir. 6<br />

Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak, kurtuluşa eren bahtiyar<br />

kişilerin, iman eden, iffetli, hayâlı olan ve edep<br />

yerlerini koruyanlar olduklarını haber vermektedir.<br />

(Bkz. Mü’minîn 23/5-7) Yine Kur’ân, iffetli yaşayan<br />

erkek ve kadınlara ayrı ayrı Allah’ın mağfiretini ve<br />

âhiretteki sürprizlerini hatırlatmaktadır. (Bkz. Ahzâb<br />

33/35) Ayrıca Kur’ân, Hz. Yusuf ve Hz. Meryem gibi<br />

iffet âbidesi şahsiyetlerin hayâ ve edeple ilgili davranışlarını<br />

örnek olarak anlatmaktadır. Nitekim Hz.<br />

Yusuf, vezirinin hanımından gelen bir günah çağrısı<br />

karşısında “Yâ Rabbi! Zindan, bu kadınların beni davet<br />

ettikleri o işten daha iyidir.” (Yusuf 12/33) demiş,<br />

iffetine toz kondurmaktansa senelerce hapiste yatmayı<br />

göze almıştır. Hattâ kralın rüyasını yorumlaması ve<br />

hapishaneden çıkması için kendisine gönderilen elçiye<br />

“Efendine önce sor: kadınlar ellerini niye kesmişti?”<br />

(Yusuf 12/50-51) diyerek öncelikle suçsuzluğunu<br />

ve iffetinin tescilini istemiştir. Nitekim kadınlar da<br />

suçlarını itiraf edince hapishaneden çıkmıştır.<br />

Yine Cenâb-ı Hakk’ın “İffet ve namusunu gerektiği<br />

gibi koruyan Meryem’i an. Biz ona ruhumuzdan<br />

üfledik, hem onu, hem oğlunu cümle âlem için bir<br />

ibret yaptık.” (Enbiya 21/91) diyerek anlattığı Hz.<br />

Meryem de bütün insanlık için tam bir iffet örneğidir.<br />

Hz. Meryem “Keşke bu iş başıma gelmeden öleydim,<br />

adı sanı unutulup gitmiş biri olaydım.” (Meryem<br />

19/23) diyerek, Hz. İsa’nın babasız doğumunu diline<br />

dolayanlara karşı üzüntülerini dile getiren iffetli bir<br />

Cennet kadını olmuştur.<br />

Sünnet’te Hayâ ve İffet Kavramları<br />

Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Hayâ<br />

sadece iyilik getirir.” 7 buyurmuştur. Sahabe-i kiram,<br />

Hz. Peygamber’e hayâ dinden midir, diye sorunca,<br />

Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Evet. Hattâ<br />

o dinin tamamıdır.” buyurmuşlardır. Ardından da<br />

34 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


Peygamberimiz “Hayâ, haramlardan sakınmak, diline<br />

sahip olmak ve iffetli yaşamaktır.” 8 şeklinde haber<br />

vermişlerdir. Yine Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve<br />

sellem) bir defasında Ensar’dan bir şahsa uğramıştı. Bu<br />

şahıs kardeşine “Niçin bu kadar utanıyorsun? Fazla<br />

utangaçlık sana zarar verir.” şeklinde öğüt veriyordu.<br />

Bunun üzerine Peygamberimiz (sallallahu aleyhi<br />

ve sellem) o şahsa hitaben “Onu kendi hâline bırak.<br />

Zîrâ hayâ imandandır.” 9 buyurmuşlardır. Şüphesiz<br />

ki en hayâlı insan Peygamberimiz’dir (sallallahu aleyhi<br />

ve sellem). Nitekim sahabiler onun, evinde edebiyle<br />

oturan bir genç kızdan daha hayâlı olduğunu belirtmişlerdir.<br />

10 Demek ki hayâ ve mürüvvet bir insanda<br />

olması gereken en önemli özellikler arasında bulunmalıdır.<br />

Mürüvvet, “açıktan yapıldığında hayâ duyulan<br />

bir işi, gizli olarak da yapmamak” 11 anlamında<br />

ahlâkî bir terimdir. Sahabîler içinde hayâsıyla şöhret<br />

bulan Hz. Osman, bir defasında Peygamberimiz’in<br />

yanına gitmişti. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve<br />

sellem), kendisini ziyarete gelen Hz. Ebu Bekir ve<br />

Hz. Ömer’i rahat bir vaziyette karşıladığı hâlde, Hz.<br />

Osman geldiğinde hemen derlenip toplanmıştır. Bunun<br />

sebebi sorulduğunda “Meleklerin bile hayâ ettiği<br />

insandan benim hayâ etmemem doğru olmaz.” 12 demiştir.<br />

Nitekim Hz. Osman cahiliye devrinde de iffet<br />

ve hayâsını korumuştur. 13 Peygamberimiz (sallallahu<br />

aleyhi ve sellem) “Her dinin bir ahlâkı vardır. İslâm’ın<br />

ahlâkı da hayâdır” 14 buyurmuştur.<br />

Hayâ, Müslümanların en belirleyici ahlâkî nitelikleri<br />

ve değer ölçüleri arasında yer almalıdır. Peygamber<br />

Efendimiz, bütün peygamberlerin değişmez<br />

bir hakikat olarak bildirdiği “Eğer utanmıyorsan istediğini<br />

yapabilirsin!” 15 sözünü naklederek, çarpıcı<br />

bir üslûpla İslâm ahlâkındaki hayâyı öğretmeye çalıştığı<br />

bilinmektedir. Buhari şarihi Aynî (855/1451)<br />

cevâmiü’l-kelim mahiyetinde olan bu hadisi açıklarken<br />

hadisteki “dilediğini yap!” vecizesini beş başlık<br />

altında şöyle yorumlamaktadır:<br />

“Kendine göre iyi veya kötü kabul ettiğin bir işi,<br />

halkın ayıplamasından çekinmez ve ar duygusunu<br />

da yitirmişsen, dilediğini yap!” Buna göre hadisteki<br />

“yap” emri, tevbih (kınama) anlamını taşımaktadır.<br />

Hadisteki “yap” emri hakiki anlamda da kullanılmış<br />

olabilir. O takdirde mânâ “Yaptığın işin doğruluğundan<br />

emin isen, bu fiilde utanılacak bir şey de<br />

yoksa (o işi) yap!” demektir.<br />

Hadisteki emir “vaîd” (korkutmak) için olabilir:<br />

Bu takdirde mânâ “yap, cezasını görürsün” anlamına<br />

gelir ki aynı zamanda bir tehdit ve sakındırmayı ifade<br />

etmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’deki “Dilediğinizi<br />

yapın! Doğrusu Allah yaptıklarınızı görendir”<br />

(Fussilet 41/40) âyeti bu hususa işaret etmektedir.<br />

Hadîs, hayânın hayırlı işlere engel olmamasına işarettir.<br />

Bu da “Edeb ve hayan hayırlı işlere mâni olmasın,<br />

dolayısıyla hayırlı işleri yap!” anlamına gelmektedir.<br />

Nitekim Hz. Âişe Validemiz “Ensar kadınları ne<br />

iyi kadınlardır! Zîrâ onların hayâ ve edepleri kendilerini<br />

dinlerini öğrenmekten alıkoymadı (bilmediklerini<br />

sordular)” (Buhari, İlim, 50) buyurmuşlardır.<br />

Hadîs, zemdeki (kötülemede) mübalağayı göstermektedir.<br />

Şöyle ki “Senin hayâ ve edep duygunu terk<br />

etmen, bu yaptığın işten daha büyüktür (kötüdür)” 16<br />

Çünkü hayâ, Allah’ın koymuş olduğu fıtri bir duygudur.<br />

İnsanlarda iyilik alâmetleri “ar” ve “hayâ”, kötülük<br />

alâmetleri de “arsızlık” ve “hayâsızlık” şeklinde<br />

ortaya çıkar. Demek ki, hayâdan mahrum olan insanı,<br />

artık kötülüklerden alıkoyacak, haramdan uzaklaştıracak<br />

bir engel kalmamıştır. Böyle kişiler, dilediğini<br />

yapar, istediği gibi yaşar ve sorumluluktan kaçarlar.<br />

Oysa insanın dünyada bir sorumluluğu vardır. Bu<br />

sorumluluk duygusu da hayâ ile şekillenir. Peygamberimiz<br />

(sallallahu aleyhi ve sellem) “Fuhuş (kötülük)<br />

bir şeyde bulunursa mutlaka onu çirkinleştirir. Hayâ<br />

da bir şeyde bulunursa onu mutlaka güzelleştirir.” 17<br />

buyurmuşlardır.<br />

Yukarıda belirtildiği gibi hayâ, Allah’tan ve insanlardan<br />

utanmak şeklinde olabileceği gibi, bir de insanın<br />

kendi kişiliğinden hayâ etmesi olarak da yorumlanabilir.<br />

Zîra kendi nefsine karşı hayâlı olan kişiler,<br />

başkalarına karşı da hayâlı olacaklardır. Bunun için<br />

Allah, bu duyguyu insanın fıtratına koymuştur. Nitekim<br />

İmam Gazzali, çocukta temyiz melekesinin ilk<br />

alâmetlerinden birinin hayâ duygusu olduğunu belirtmektedir.”<br />

18 Demek ki bu duygular bozulmadığı<br />

müddetçe insanlardaki ahlâkî yapı da bozulmayacaktır.<br />

Hadîsin ifadesiyle hayânın büsbütün hayır olması,<br />

başta harama kayma, haksızlık, rüşvet, kandırma<br />

ve bencillik duygularının ortadan kalkması anlamını<br />

taşımaktadır. Bunun için hayâ, sadece bir duygu değil,<br />

aynı zamanda hayata yansımalıdır. Peygamberimiz<br />

(sallallahu aleyhi ve sellem) hayânın Allah katındaki<br />

önemini şöyle anlatmaktadır: Allah, bir insanı helâk<br />

etmek istedi mi, ondan önce hayâyı çeker alır. Hayâsı<br />

bir kere gitti mi sen ona artık herkesin nefretini kazanmış<br />

bir kimse olarak rastlarsın. Herkesin nefretini<br />

kazanmış olarak rastladığın kimseden emanet çekilip<br />

alınır. Artık o, güvenilmeyen kimse olarak bilinir.” 19<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 35


Demek ki hayâ, Allah'ın razı olduğu tüm güzel vasıfların<br />

kaynağıdır.<br />

Hayâ ve İffet Örnekleri<br />

Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), mahşerin<br />

dehşet verici tehlikelerinden bahsederken Allah’ın<br />

arşının gölgesi altına sığınacak olan yedi grup insandan<br />

söz etmektedir. Bu gruplardan birisinin de namus<br />

ve haysiyetini muhafazada, fevkalâde hassas ve<br />

şehevanî isteklerine olabildiğince karşı kararlı bir babayiğit<br />

olduğu belirtilir. Zîrâ o, güzellik ve servet sahibi<br />

bir kadının günaha davetine “Ben Allah’tan korkarım.”<br />

çığlığıyla reddetmiş iradeli bir delikanlıdır. 20<br />

Ayrıca tefsirlerde şöyle bir hâdise nakledilir: İbadetle<br />

meşgul olan bir delikanlıya kadının biri musallat olmuş.<br />

Delikanlı kadınla birlikte bir eve girecek iken şu<br />

âyet diline dolanıyor:<br />

א א א כא<br />

<br />

א אא א <br />

“Kalbleri Allah’a karşı saygıyla dolu olanlar, şeytandan<br />

bir vesvese (günah) gelecek olsa hemen kendilerini<br />

toplarlar ve Allah’ı hatırlarlar.” 21 Genç, bu<br />

âyet-i kerîmenin tesiriyle Allah korkusundan orada<br />

düşmüş, vefat etmiştir. Hz. Ömer (r.a.), bu olayı duyunca<br />

delikanlının babasını taziyeye ve tebrik etmeye<br />

gitmiştir. 22<br />

Yine önceki ümmetlerden, günahlardan hiç sakınmayan<br />

“Kifl” ismindeki bir şahıs, vermiş olduğu altın<br />

mukabilinde ihtiyaçlı bir kadını zinaya zorlamıştı.<br />

Kadın da Allah korkusundan ağlamaya başlayınca, o<br />

şahıs bu manzara karşısında “Sen Allah’ın huzurunda<br />

nasıl hesap vereceğini düşünüyorsun, o halde ben de<br />

senden alacağımı sildim ve seni serbest bırakıyorum,<br />

artık ben de bir daha Allah’a asi olmayacağım.” demiştir.<br />

O akşam ölünce kapısına “Allah Kifl’i affetmiştir”<br />

23 müjdesi yazılmıştır. Çünkü Kifl, bu kötülüğü<br />

bir daha yapmamaya azmetmiş ve onu Allah için<br />

terk etmiştir.<br />

Yağmurda mağaraya sığınan ve o esnada bir kaya<br />

parçasının mağaranın ağzını kapatmasıyla çıkamayan<br />

üç kişiden birinin salih ameli ve iffet kahramanlığı<br />

da şöyle nakledilir: Bu kişi, sevdiği bir amca kızıyla<br />

nikâhsız beraber olmayı istemiş; fakat kız kabul etmemiştir.<br />

Bir kıtlık senesinde, kız eline düşmüş ve ona<br />

tekrar yüz yirmi dinar vererek beraber olmayı teklif<br />

etmiştir. Çaresiz kalan ve teklifi kabul eden kızcağız<br />

“Allah’tan kork da iffetime dokunma!” deyince, bu<br />

sözden çok etkilenen delikanlı, Allah korkusundan<br />

dolayı kızı bırakmıştır. Verdiği yiyeceği ve parayı da<br />

geri almamıştır. Allah onun bu davranışından dolayı<br />

amelini kabul etmiş ve bu ameli onun mağaradan<br />

kurtulmasına vesile olmuştur. 24<br />

Bir defasında Hz. Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve<br />

sellem) nefsanî hislerine hâkim olamayan, bunun için<br />

zina etmek isteyen bir genç gelmiş. Peygamberimiz<br />

onu karşısına almış, “Ey delikanlı! Annenin veya kız<br />

kardeşinin zina etmesine razı olur musun?” demiş.<br />

Genç: “Hayır, Yâ Resulallah!” diye cevap vermiş. Bunun<br />

üzerine Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem),<br />

“O hâlde hiç kimse annesi veya kız kardeşiyle<br />

zina edilmesine razı olmaz. Zira senin zina etmek istediğin<br />

kadın, ya birisinin annesi veya kız kardeşi olacaktır.”<br />

buyurmuş. Genç, gösterilen bu şefkatten ve<br />

yapılan mantıklı izahtan sonra pişman ve mahcup bir<br />

vaziyette ayrılırken, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi<br />

ve sellem) “Ey Allah’ım! Bu gencin günahını bağışla,<br />

kalbini temizle ve iffetini koru.” diyerek dua etmiştir.<br />

Bu genç, bundan sonraki hayatında harama hiç yaklaşmamış<br />

ve iffetli yaşamıştır. 25<br />

Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Başkalarının<br />

eşlerine iffetli olun ki sizin eşlerinize de iffetli<br />

davranılsın.” 26 buyurarak, iffetin toplumda ahlâk ve karakter<br />

hâline gelmesinin zaruretine işaret etmişlerdir.<br />

Şu hâlde Müslüman’ın sadece iman edip dinin emrettiği<br />

ibadetleri yerine getirmesi kâmil anlamda Müslüman<br />

olmasını ifade etmez. Zîrâ insanın iffet, hayâ,<br />

edep, zühd, kanaat gibi faziletlerle donanması ve din<br />

bakımından günah sayılan, aklıselim sahibi insanlarca<br />

da ayıp ve kötü kabul edilen tutum ve davranışlardan<br />

uzak durması gerekmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’deki<br />

<br />

א א א <br />

א <br />

“Günahın gizlisinden de açığından da uzak durun.” 27<br />

âyeti, günahın her türlüsünden kaçınmayı dinde ve<br />

ahlâkta kemale ulaşmanın ön şartı olduğunu göstermektedir.<br />

Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Her kim<br />

ağzına ve apış arasına hâkim olacağına dair bana söz<br />

verirse, ben de onun Cennet’e girmesine kefil olurum.”<br />

28 buyurarak, kişinin özellikle ağzından çıkan<br />

sözlerle namusunu muhafaza etmesini hatırlatmaktadır.<br />

Böylece hayânın ve iffetin İslâm ahlâkında önemli<br />

bir yeri olduğuna işaret etmişlerdir. O hâlde hayâ<br />

ve iffetin, öncelikle ruhî bir meleke hâline getirilmesi<br />

gerekmektedir. Dolayısıyla insan yeme içme ve cinsî<br />

arzularını disiplin altına alarak ruhunu bu yönde terbiye<br />

etmelidir. Bedenî hazlara ve nefsanî aşırılıklara<br />

ilgi duymaktan kurtarılmış bir ruhî yapıya “kalbin iffeti”<br />

denir. İffetli yaşamak ise eli, dili, gözü, kulağı ve<br />

genel olarak bütün bedeni haramlardan uzak tutmak-<br />

36 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


tır. Ticaret ahlâkına veya meslek namusuna dikkat<br />

ederek çalışmak da iffetli olmanın bir başka yönüdür.<br />

Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Yâ Rabbi!<br />

Sen’den hidayet, takva, iffet ve gönül zenginliği diliyorum.”<br />

29 şeklinde dua ederek, bizlere Allah’tan iffetli<br />

yaşamak için dua etmeyi öğretmektedir.<br />

Sedd-i Zerâyî Yönüyle Hayâ ve İffet<br />

Fıkıh literatüründeki “sedd-i zerâyî” kavramı<br />

İslâm hukukunun kaynakları arasında sayılmaktadır.<br />

30 “Sedd” kelimesi men etme ve engelleme anlamına<br />

gelmektedir, “zerâyî” de sebep ve yol mânâsına<br />

gelen “zerîa” kelimesinin çoğuludur. Şu hâlde usul-i<br />

fıkıh terimi olarak “sedd-i zerâyi”, fenalıklara ve günahlara<br />

götüren yolları tıkamayı, harama sebep olabilecek<br />

fiillerden kaçınmayı ifade etmektedir. Meselâ<br />

zina büyük bir günahtır. Harama bakmak ise bu<br />

günaha götüren bir sebep olduğu için o da günah<br />

sayılmış ve yasaklanmıştır. Nasıl ki duvarla çevrilmemiş<br />

koru etrafında otlatılan sürülerin koruya her<br />

an girmesi muhtemelse, haramlara götüren şüpheli<br />

şeylerin etrafında dolaşanların da günaha girmesi o<br />

derece muhtemeldir. Dinin hoş görmediği şüpheli<br />

şeylerin etrafında dolaşan insanın zamanla haramlara<br />

günahlara kayacağı hadiste bildirilerek, davarlarını<br />

koru etrafında otlatan çobanın çok sürmeden koruya<br />

dalabileceği teşbihiyle anlatılmıştır. 31 Peygamberimiz<br />

“Sizden biriniz yanında mahremi bulunmayan bir<br />

kadınla baş başa kalmasın.” 32 buyurarak, günümüzdeki<br />

içtimâî yaraya da işaret etmişlerdir.<br />

Şu hâlde göz görür, kulak dinler, dil telâffuz eder,<br />

davranışlar bu kurguları tasdik eder. Oysa daha tahayyül<br />

aşamasında günahın önü kesilmeli ve sonuna<br />

ulaşmasına mâni olunmalıdır. Nitekim harama nazar<br />

önü alınmadığı takdirde harama girmeye sebeptir. İnsanın<br />

kendi el emeği ve alın teriyle kazanması, başkasının<br />

malına göz dikmemesi, daha çok kazanma hırsıyla<br />

gayr-i meşru daireye el uzatmaması ve dilencilik<br />

yapmaması da iffetin ayrı bir yönüdür. Hayâ ve iffetin<br />

yansıması, kalb, dil, göz, kulak, el, ayak gibi uzuvları<br />

günahlardan koruyup, helâl dairedeki zevk ve lezzetlerle<br />

iktifa ederek haramlardan uzaklaşmakla ortaya<br />

çıkar. Şu hâlde ahlâkî değerlere bağlı ve günahlardan<br />

uzak kalmanın en önemli vesilelerinden biri de<br />

“sedd-i zerâyî” prensibine uygun davranarak, ayakları<br />

kaydıracak tehlikeli bölgelere yaklaşmamaktır.<br />

Sonuç<br />

İnsandaki hayâ ve iffet duygusu yaratılış gereği<br />

olup, kaynağı da iman ve İslâm ahlâkıdır. Çünkü insandaki<br />

bu duygular, kişinin çirkin söz ve fiillerden<br />

uzak kalmasını, doğruluk, dürüstlük ve ahlâkî değerlere<br />

bağlılık üzere yaşamasını sağlamaktadır. Çekingenlik<br />

ve utanma da demek olan hayâ; sofiye ıstılahında,<br />

Allah korkusu ve Allah mehâbetiyle O’nun<br />

istemediği şeylerden çekinmek mânâsına gelir. Böyle<br />

bir hissin, insan tabiatında bulunan hayâ duygusuna<br />

dayanması, o şahsı, edep ve saygı mevzuunda daha<br />

temkinli, daha tutarlı kılar. Temelde böyle bir hissi<br />

bulunmayan veya yetiştiği çevre itibarıyla onu yitiren<br />

şahıslarda ise böyle bir hayâ duygusunu geliştirmek<br />

zor olsa gerek. Hayâyı ikiye ayırmak da mümkündür:<br />

Birincisi; Fıtrî hayâ ki, buna hayâ-i nefsî de diyebiliriz;<br />

insanı pek çok ar ve ayıp sayılan şeyleri işlemekten<br />

alıkoyar. İkincisi, imandan gelen hayâdır ve İslâm<br />

dininin önemli bir derinliğini teşkil eder. Fıtrî hayâ,<br />

İslâm dininin ruhundaki hayâ ile beslenip gelişince ar<br />

ve ayıplara karşı en büyük mânia teşekkül etmiş sayılır.<br />

İnsan bunlardan biriyle tek başına kaldığı zamanlarda<br />

ise bazı ahvâl ve şerâit altında sarsılır, devrilir,<br />

hattâ bazen bütün bütün yıkılabilir. 33<br />

* Araştırmacı-Yazar<br />

sarik@yeniumit.com.tr<br />

Dipnotlar<br />

1 Bkz. Çağrıcı, Mustafa “İffet” DİA, XXI, 506.<br />

2 Ragıb el-İsfehanî, el-Müfredât, s. 342.<br />

3 Gazzali, İhya, III, 105.<br />

4 Bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, II, 226.<br />

5 Bkz. Buhari, Tefsir, 2/48.<br />

6 İbn Mace, Ruhûn, 5.<br />

7 Buhari, Edeb, 77.<br />

8 Tabaranî, Mu’cemü’l-Kebir, XIX, 29.<br />

9 Müslim, İman, 59.<br />

10 Bkz. Buhari, Edeb, 73.<br />

11 el-Maverdi, Edebü’d-dünya ve’d-din, s. 315.<br />

12 Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 71.<br />

13 Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 163.<br />

14 İbn Mace, Zühd, 17.<br />

15 Buhari, Edeb, 78.<br />

16 Aynî, Umdetü’l-Kari, 16/64.<br />

17 Tirmizi, Birr, 47.<br />

18 Gazzali, İhya, III, 72.<br />

19 İbn Mace, Fiten, 27.<br />

20 Buhari, Hudud, 19.<br />

21 A’raf 7/201.<br />

22 İbn Kesir, Muhtasar-ı Sabuni, II, 78.<br />

23 Tirmizi, Sıfatu’l-Kıyame, 48.<br />

24 Bkz. Buhari, Enbiya, 52.<br />

25 Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 257.<br />

26 Suyuti, el-Fethu’l-Kebir, II, 229.<br />

27 El-Enam 6/120.<br />

28 Buhari, Rikak, 23.<br />

29 Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 389, 439.<br />

30 Bkz. Zekiyyüddin Şaban, İslâm Hukuk İlminin Esasları, T. D. V.<br />

Yayınları (Ter. İ. Kafi Dönmez), s. 202.<br />

31 Buhari, Büyu, 2.<br />

32 Buhari, Nikah, 111.<br />

33 Bkz. Gülen, M. Fethullah, Kalbin Zümrüt Tepeleri, I, 131.<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 37


Uyan Ey Gözlerim<br />

Uyan ey gözlerim gafletten uyan!<br />

Uyan uykusu çok gözlerim uyan!<br />

Azrail’in kastı canadır, inan!<br />

Uyan ey gözlerim gafletten uyan!<br />

Uyan uykusu çok gözlerim uyan!<br />

Seherde uyanırlar cümle kuşlar,<br />

Dill-u dillerince tesbihe başlar,<br />

Tevhid eyler dağlar taşlar ağaçlar,<br />

Uyan ey gözlerim gafletten uyan!<br />

Uyan uykusu çok gözlerim uyan!<br />

Semâvâtın kapuların açarlar,<br />

Mü’minlere rahmet suyun saçarlar…<br />

Seherde kalkana hülle biçerler,<br />

Uyan ey gözlerim gafletten uyan!<br />

Uyan uykusu çok gözlerim uyan!<br />

Bu dünya fânîdir sakın aldanma,<br />

Mağrur olup tac u tahta dayanma,<br />

Yedi iklim benim deyu güvenme,<br />

Uyan ey gözlerim gafletten uyan!<br />

Uyan uykusu çok gözlerim uyan<br />

Benim, Murad kulun, suçumu affet!<br />

Suçum bağışlayub günahım ref’et!<br />

Rasûl’ün sancağı dibinde haşret!<br />

Uyan ey gözlerim gafletten uyan!<br />

Uyan uykusu çok gözlerim uyan!<br />

Muradi (III. Sultan Murad)<br />

38 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


Yâ Rasülallah<br />

Yanarsam nâr-ı aşkınla yanayım yâ Resûlallah<br />

Ezelden bağrı yanık bir gedâyım yâ Resûlallah<br />

Hevâ-yi nefsime tâbî olup pek çok günah ettim<br />

Huzûra hangi yüz ile varayım, yâ Resulallah<br />

Harîm-i Ravzana sürmüş iken rûy-ı siyahım ah<br />

Yine cürm ü günaha mübtelâyım, yâ Resûlallah<br />

Kapında boynu bağlı bir esirim destgîrim ol<br />

Garibim bîkesim bî dest ü pâyım yâ Resûlallah<br />

Kulun Leylâ’ya şahım, var iken dergâh-ı ihsanın<br />

Varıp ben hangi şâhâ yalvarâyım, yâ Resûlallah<br />

Leyla Hanım<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 39


YENi ÜMiT<br />

Doç. Dr. Ayhan TEKİNEŞ*<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />

Rahmet Peygamberi'nde<br />

Beyan<br />

K<br />

elam/söz, yaratılışın hem başlangıcı hem<br />

de gayesidir. Varlık, söz ile bu âleme adım<br />

atmış, yaratılış sözle başlamıştır. Yaratılışın<br />

başlangıcı, yokluğun bağrına atılan “kün/<br />

ol” sözüdür. 1 Allah, konuşma kabiliyetini yalnızca<br />

insanlara bahşetmiştir. “O, insanı yarattı; ona beyanı/<br />

konuşmayı öğretti” 2 âyetinde yaratılışla birlikte insana<br />

bahşedilen en büyük nimetin konuşma kabiliyeti<br />

olduğu bildirilmiştir. İnsan söz ile bezenmiş ve söz ile<br />

teklife muhatap kılınmış ve kurtuluşa kelime-i tevhid<br />

ile yani tevhid sözüyle ulaşmıştır. “Kudret kaleminin<br />

ucundan yokluğa akan mürekkebin ilk damlası beyan,<br />

Yaratıcıyla-yaratılan arasındaki sırlı münasebeti keşfedip<br />

ortaya koyan da yine beyandır.” 3 ifadesinde dile<br />

getirildiği gibi söz, hem kâinatın başlangıcı hem de<br />

bilinmezleri bilinir hale getiren sırlı bir anahtardır.<br />

Yaratılışla birlikte konuşma kabiliyetine mazhar<br />

olan insan, aynı anda söze/kelam’a da muhatap<br />

kılınmıştır. İlk insan Âdem (aleyhi ve alâ nebiyyine<br />

es-salatü ve’s-selâm), kendisine vahiy indirilmiş ilk<br />

peygamber, bir başka deyişle ilahi hitabın ilk muhatabı,<br />

kendisiyle ilk konuşulmuş (mükellem) ve beyan<br />

kabiliyeti verilmiş ilk insandır. 4 Hazreti Adem’e<br />

(aleyhi's-selâm) varlıkların isimleri öğretilerek talim<br />

süreci başlamıştır. 5 Ancak bu küllî bir talimdir. Eşyanın<br />

yalnızca adları öğretilmiş; mâhiyetleri hakkında<br />

tafsilatlı bilgi verilmemiştir. Tafsil, daha sonra indirilen<br />

vahiylerle beyan edilmiştir. İnsanoğlu, vahyin<br />

aydınlığı ve yaratılışına konulan öğrenme kabiliyeti<br />

ile bilgiyi çoğaltarak tafsile ulaşmıştır. Bilginin vahiyle<br />

nasıl tekâmül ettiği şöyle ifade edilmiştir: “Hazreti<br />

Âdem’de icmalen tecellî eden ilim ve beyan hakikati,<br />

Kur’ân vesayetinde Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’la<br />

tafsile ulaşmış, beklenen meyvesini vermiş ve hükmünü<br />

tam icra etmiştir.” 6<br />

Beyan nedir?<br />

Bilmenin ilk safhası bir şeyin adını bilmektir.<br />

Daha sonra mâhiyetinin “beyan”ı ile o şeyin bilinmesi<br />

tamamlanmış olur. Beyan, kelimesi bâne fiilinin<br />

masdarı ya da ebâne veya beyyene fiillerinin ism-i<br />

masdarıdır. Beyan, açık ve âşikar olmak anlamına<br />

gelir. Beyan, geçişli bir fiil olarak da kullanıldığı için<br />

açıklamak anlamını da ifade eder. Beyan, konuşanın<br />

muhataba maksadı açıklaması, kapalı olanı açıklama<br />

ya da mânâyı izhar etme gibi anlamlara gelmektedir.<br />

Ancak beyandaki açıklama zekice yapılmış bir açıklamadır.<br />

Bir hakikati ya da bir mânâyı zeka ve fetanetle<br />

izah etmeye beyan denilir. 7 Delil anlamına gelen “el-<br />

Beyyine” kelimesinin, bir görüşe göre, beyan masdarından<br />

gelmesi de beyanın delile dayalı bir açıklama<br />

olduğunu göstermektedir. Nitekim beyyine, “kendisi<br />

gayet açık ve aşikâr olan ve bir davayı açık bir surette<br />

ispat eden yani kendi beyyin, gayrı mübeyyin olan<br />

delil-i vâzıh” şeklinde tanımlanmıştır. 8 Bu durumda<br />

beyanı, yalnızca bir açıklama olarak görmemek, bir<br />

açıklama modeli kabul etmek gerekecektir.<br />

Sözdeki açıklık gibi fiil ve davranışlardaki açıklık<br />

da önemlidir. Beyan kelimesi ile, bir görüşe göre,<br />

aynı kökten gelen tebyîn masdarında tesebbüt ve teenni<br />

anlamı da vardır. 9 Teenni ise sözde olabileceği<br />

gibi davranışlarda da olabilir.<br />

Kur’ân-ı Kerim’de üç yerde “beyan” kelimesi geçmektedir,<br />

Rahman sûresinde (âyet 4) geçen beyan,<br />

konuşma kabiliyeti, Âl-i İmrân sûresindeki (âyet 138)<br />

“İşte bu bütün insanlara yöneltilmiş bir açıklamadır”<br />

âyetinde açıklama, Kıyâmet sûresinde ise (âyet 19)<br />

“Sonra onu (Kur’ân’ı) açıklamak da Bize ait bir iştir”<br />

âyetinde de Kur’ân’ın tefsiri ve açıklaması anlamlarındadır.<br />

10<br />

Beyan, bazen nesneler hakkında o güne kadar bilinmeyen<br />

hususların değişik bir söyleyişle, bedî’ bir<br />

üslupla ortaya konulmasıyla gerçekleşir. Zaten açıklamanın<br />

güzelliği ile ifade güzelliğini birbirinden<br />

ayrı düşünmek güçtür. Bu nedenle beyan anlatım ve<br />

üslûp güzelliği mânâsında da kullanılmıştır.<br />

40 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


Beyan-Rahmet İlişkisi<br />

Beyan ile rahmet arasında yakın bir alâka vardır.<br />

Cenâb-ı Hak, “Ey Resûlüm, işte sana bu kutlu kitabı<br />

indirdik ki her şeyi açıklasın (tibyânen) ve doğru<br />

yolu göstersin, Müslümanlara rahmetin ve müjdenin<br />

ta kendisi olsun” 11 âyetinde Kur’ân’ın her şeyi açıklamasının<br />

insanlar için rahmet olduğunu ifade etmiştir.<br />

İnsanın yaratılışında ve simasında Cenâb-ı Hakk’ın<br />

Rahmân ismi tecelli ettiği gibi, insana beyan kabiliyeti<br />

verilmesinde de Rahman isminin tecellisi vardır.<br />

Nitekim, Rahmân sûresinin hemen başındaki “Rahman<br />

Kur’ân’ı öğretti, insanı yarattı, ona konuşmayı<br />

öğretti” âyetlerinde Kur’ân, insanın yaratılışı ve konuşma<br />

ile Rahman ismi arasındaki alâkaya işaret edilmektedir.<br />

Bütün âlemlere rahmet olarak gönderilen<br />

Resûl-i Ekrem Efendimiz’deki rahmet tecellilerinden<br />

birisi de O’na verilen beyan kabiliyetidir.<br />

Peygamber Efendimiz’e özel bir beyan kabiliyeti<br />

verildiği gibi ilahi bir tavzifle tebyîn yetkisi de verilmiştir.<br />

Tebyîn, geçişli bir kalıp olarak, bir şeyi açıklamak<br />

anlamındadır. “Sana da ey Resûlüm bu zikri indirdik<br />

ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın (li<br />

tübeyyine)” 12 âyetinde olduğu gibi insanlara indirilen<br />

Kur’ân’ı açıklama yetkisi Resûl-i Ekrem Efendimiz’e<br />

Cenâb-ı Hak tarafından verilmiştir. Kendisine verilen<br />

söz söyleme kabiliyetini Allah Resûlü (sallallâhü aleyhi<br />

ve sellem), “Bana cevâmi’u’l-kelim verildi” hadisiyle<br />

ifade etmiştir. Cevâmi’ul-kelim, hem Kur’ân hem<br />

de Allah Resûlü’nün sözlerindeki câmi ifadelerdir. 13<br />

Câmi, yani çok farklı mânâları ihtiva eden özlü sözler<br />

söyleme kabiliyeti Peygamber Efendimiz’in hususiyetlerinden<br />

birisidir.<br />

Saadet asrına gelinceye kadar insanlık âlemi bir cihetle<br />

ümmî idi. Özellikle Cahiliye Arapları ümmi bir<br />

kavimdi. Basit bilgi, saf hikmet onlar için kâfiydi. Allah<br />

Teâlâ, ümmîlere aralarından ümmi Peygamber’i<br />

(sallallâhü aleyhi ve sellem), onlara Kitab’ı ve hikmeti<br />

öğretmesi için göndermiştir. 14 Kur’ân-ı Kerim’de, Kitapla<br />

birlikte anılan hikmet ile kastedilen sünnet’tir.<br />

Allah Teâlâ’nın Peygamberi’ne indirdiği hikmet,<br />

varlık âlemi ve ulvi hakikatlerin beyanıdır. Sükûtu<br />

ve tefekkürü konuşmaya tercih eden, konuştuğunda<br />

kısa ve öz ifadelerle maksadını ifade eden Peygamber<br />

Efendimiz’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) binlerce sözü<br />

muhafaza edilmişse, her sözü ilâhî maksatları açıklayan,<br />

varlığı anlamlandıran bir hikmet kabul edildiği<br />

içindir. Hikmetin Kitap ile birlikte zikredilmesi de<br />

Kur’ân’ın nüzûlünden sonra hikmet yoluyla hakikate<br />

ulaşmanın ancak sünnetle mümkün olacağını<br />

göstermektedir. Ezelî hikmet Hazreti Muhammed’e<br />

(sallallâhü aleyhi ve sellem) verilmiş; hakikati beyan yetkisi<br />

O’na tahsis edilmiştir. “Biz her peygamberi, kendi<br />

milletinin lisanı ile gönderdik, ta ki onlara hakikatleri<br />

iyice açıklasın” 15 âyetinde ifade edildiği gibi bütün<br />

peygamberler gibi o da kavmine anladıkları lisanla, en<br />

güzel şekilde hitap etmiştir. Allah Resûlü’nün kavmine<br />

anladıkları lisanla ve açık bir üslupla hitap etmesi<br />

onlar için büyük bir rahmettir.<br />

Edeb ile rahmet arasında da yakın bir alâka vardır.<br />

Edebin hale yansıması rahmet, dile yansıması ise<br />

fesahat ve belagat şeklinde tezahür etmektedir. Arap<br />

edebiyatını ve tarihini çok iyi bilen Hazret-i Ebû Bekr<br />

(r.a), Peygamber Efendimiz’in (sallallâhü aleyhi ve sellem)<br />

konuşmasındaki güzelliğin, şair ve ediplerle mukayese<br />

edilmesinin imkânsız olduğunu görerek, bir<br />

gün Peygamberimiz’e “Senden daha güzel konuşan<br />

birisini görmedim; seni kim edeblendirdi?” diye sorunca;<br />

Allah Resûlü (s.a), “Edebi bana Rabbim öğretti<br />

ve en güzel edebi bana verdi” diye cevap vermiştir. 16<br />

Burada edeb kelimesi ile “güzel söz söyleme” kabiliyetinin<br />

kaynağının yaratılıştan gelen hulkî ve ahlaki<br />

özellikler olduğuna işaret edilmiştir. Söz söyleme<br />

sanatı insanların fıtratına konulmuş bir melekedir.<br />

İnsanlar, tekellüm ile fıtratlarında olanı dışarıya yansıtırlar,<br />

iç dünyalarını açık ederler. Lisan ile yaratılışta<br />

var olan dile getirilir. İnsan fıtratında bulunan özellikler<br />

dil ile açığa çıkar. Yaratılışında şairlik özelliği<br />

bulunmayan kişilerin şiir söyleyebilmesi mümkün<br />

olmadığı gibi, fıtraten hakîm olmayanın hikmetli söz<br />

söylemesi de imkânsızdır.<br />

Beyanın Büyüsü<br />

Beyan, bazen öyle etkilidir ki, dile getirilen husus<br />

muhataplar üzerinde sanki ilk defa duyuluyormuş<br />

hissi uyandırır. Söz, insanın varlıkla temasını sağlar.<br />

Var olan şeylerin beyan ile farkına varırız. Sihirli bir<br />

ışık gibi beyan, sırlı hakikatlerin keşf edilmesini sağlar.<br />

Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem),<br />

etkili ve güzel bir üslûpla maksadını anlatan birini<br />

dinleyince, “Beyanın öylesi vardır ki, sanki sihirdir”<br />

buyurarak, beyanın bu gücüne ve büyüsüne işaret<br />

etmiştir. 17 Cahiliye Arapları, anlayamadıkları güçleri,<br />

açıklayamadıkları olayları sihir olarak nitelendirmişlerdir.<br />

Efendimiz, gerçekte insanlar üzerinde sihir ve<br />

büyü etkisi yapan bir şey varsa onun da beyan olduğunu<br />

söyleyerek, beyanın gücüne duyduğu hayranlığı<br />

dile getirmiştir.<br />

Sözde öyle bir sihir etkisi vardır ki, tek bir söz<br />

insanın hayatını değiştirebilir, hatta cennetlik mi cehennemlik<br />

mi olduğunu belirleyebilir. Söylenen bir<br />

tek söz insana ebedi cenneti kazandırabileceği gibi<br />

cehenneme gitmesine de sebep olabilir. Hatta Hassân<br />

b. Sâbit (r.a) hakkındaki “Allah, Cibrîl ile Hassân’ı teyid<br />

ediyor” hadisinde de belirtildiği gibi güzel sözle<br />

melekler arasında sırlı bir bağ vardır. 18<br />

Allah Teâlâ’yı tesbih, takdis ve tahmid ifadeleriyle<br />

anmak da sadakadır. Allah’ın anıldığı kelimelerin<br />

öyle bir değeri vardır ki, ahiretteki karşılığı mizânda<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 41


her şeyden daha ağır gelir. Sözün değerini bilen Allah<br />

dostları, dinledikleri güzel bir söz için dünyevi her<br />

şeyini feda etmeyi göze almışlardır. Hazreti İbrahim<br />

(a.s), yanına gelen meleklerin “Subbûhun Kuddûsun<br />

Rabbu’l-melâiketi ve’r-Rûh” diye zikrettiğini duyunca<br />

bir defa daha duyabilmek için malının üçte birini<br />

bağışlayacağını söyler; melekler aynı tesbihi tekrarlayınca<br />

Hz. İbrahim, bir defa daha duyabilmek için<br />

bütün malını bağışlayacağını söyler. 19<br />

Güzel sözde öyle bir iksir vardır ki, bazen insana<br />

sadaka sevabı kazandırır. Allah Resûlü (sallallâhü aleyhi<br />

ve sellem) “Güzel söz sadakadır” buyurmuştur. 20 Sözle<br />

insanlara yardımcı olmak, yol göstermek de sadakadır.<br />

Nitekim Resûl-i Ekrem (sallallâhü aleyhi ve sellem)<br />

“Halini anlatamayan bir kişinin yerine konuşmak/<br />

beyan, sadakadır” buyurarak, başkası yerine konuşma<br />

ve ona yardımcı olmanın da sadaka sevabı kazandırabileceğini<br />

ifade etmiştir. 21<br />

Günümüzde bilginin çoğalması ve bilgiye ulaşma<br />

imkânlarının artmasıyla birlikte bilgi eski değerini<br />

yitirmeye başlamış; üslûp güzelliği, ikna edici anlatım<br />

ve tutarlı açıklama modelleri, bir başka deyişle<br />

beyan daha fazla itibar görmeye başlamıştır. Bu açıdan<br />

Resul-i Ekrem’in hayata ve varlık âlemine dair<br />

açıklama modelleri olan hadisleri hem ihtiva ettikleri<br />

hikmetler hem de edebi özellikleri itibarıyla daha bir<br />

ehemmiyet kazanmıştır.<br />

Beyanın Tesiri<br />

Bir sözün gücü ve değeri yalnızca edebî güzelliğiyle<br />

sınırlı değildir. Söze kıymet kazandıran unsurlardan<br />

birisi de makamdır. Sözün kime ve nasıl söylendiği<br />

de son derece önemlidir. Nitekim Allah Resûlu<br />

(sallallâhü aleyhi ve sellem), cihadın en faziletlisinin, her<br />

yerde hakkı söylemek ve adalet üzere konuşmak olduğunu<br />

belirtmiştir. 22<br />

Ayrıca üzerine konuşulan konunun mâhiyeti de<br />

sözün önemini artıran hususlardandır. Peygamber<br />

Efendimiz, Kur’ân’ı beyan etmiş; âhiret âlemini anlatmış<br />

ve kâinatın sırlarını açıklamıştır. Metafizik<br />

hakikatleri dile getirmenin yanında ahlaki ve ameli<br />

beyanlarda bulunmuştur. Birbirinden farklı alanlarda<br />

aynı derecede hikmetli sözler söylemesi O’nun beyan<br />

kabiliyetinin eşsizliğini göstermektedir.<br />

Sözün yalnızca fasih ve bediî güzelliğe sahip olması<br />

yeterli değildir. Söz, her şeyden önce doğru, hikmetli,<br />

âdil ve hak olmalıdır. Peygamber Efendimiz, neşeli ve<br />

öfkeli de olsa her zaman hakkı söylemiştir. 23<br />

Sözün gücü, kalp ile lisan birliğindedir. Sözün<br />

kalpteki duygu ve düşünceyi yansıtması, sözü etkili<br />

ve sahih kılar. Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ömer<br />

(r.a) hakkında “Allah azze ve celle, hakkı Ömer’in lisanı<br />

ve kalbi ile dile getirdi (darebe bi’l-hakkı)” 24 buyurarak,<br />

kalb ve lisan birliğinin önemine işaret etmiştir.<br />

Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de de şairler, hayallerin<br />

peşinde koşmak ve yapmayacakları sözleri söylediklerinden<br />

dolayı kınanmıştır. 25<br />

Sonuç<br />

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Kur’ân-ı Kerim’in<br />

kendisine verdiği beyan yetkisi ile varlık, insan ve<br />

hayatı açıklamıştır. Bu sebeple asırlar onun sözlerini<br />

eskitememiştir. Zaman içinde O’nun sözleri yitik<br />

hikmet haline gelmemiş ya da eskilerden kalma sözlere<br />

dönüşmemiştir. Aksine insanın ve hayatın hakikati<br />

anlaşıldıkça, hadislerdeki psikolojik ve sosyolojik<br />

tahlillerin isabeti ve önemi daha da artmıştır. Onun<br />

sözleri her zaman yeni (hadîs) ve hikmetleri câmi<br />

olma özelliğini muhafaza etmiştir.<br />

Kainatın sırları aralandıkça, Allah Resûlü’nün kainatla<br />

ilgili açıklamalarının vakıaya mutabakatı ortaya<br />

çıkmıştır. Zira o, beyan döneminin Peygamberi’dir.<br />

Onun açıkladığı hakikatlerin değişmesi, bildirdiği<br />

haberlerde yanılması, kısaca beyanlarının gerçek dışı<br />

olması mümkün değildir.<br />

Beyan, yaratılışla birlikte fıtrata konulmuş ilahi bir<br />

bağıştır. Beyan kabiliyeti, fiilî ve lisanî dua vesilesiyle<br />

Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla inkişaf eder. Beyanın meyvesi<br />

ise sözün tesirindedir. Sözün tesiri ise kalb-lisan<br />

uyumuna bağlıdır.<br />

Hâsılı insanı, hayatı ve kâinatı açıklayan, fizik ötesi<br />

ile uyumlu; halis niyet, asla sadakat, hakikate bağlılık<br />

aşkıyla söylenen sözler, bütün insanlar için yağmur<br />

damlaları gibi rahmet vesilesidir.<br />

* Sakarya Ünv. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />

atekines@yeniumit.com.tr<br />

Dipnotlar<br />

1. Fethullan Gülen, Beyan, İstanbul 2004, s. 19.<br />

2. Rahmân sûresi, 55/3, 4.<br />

3. Gülen, Beyan, s. 19.<br />

4. Ahmed b. Hanbel, 5/178.<br />

5. Bakara sûresi, 2/31.<br />

6. Gülen, Beyan, s. 28.<br />

7. Fîrûzâbâdî, beyan’ı, “el-ifsâh me’a zekâin”, şeklinde açıklar. bk. a.mlf.,<br />

el-Kâmûsu’l-muhît, BYN mad., Asım Efendi, bu cümleyi, “Zeka ve fetanete<br />

mukârin bir mânâ ve maksûdu ifsâh ve izhâr eylemek mânâsınadır”<br />

şeklinde ifade eder. bk. a.mlf., Kâmûs Tercemesi, BYN mad.<br />

8. Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul 1979, 1/405.<br />

9. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Beyrut ty., BYN mad.<br />

10. İbrahim Muhammed, es-Sünnetu Beyânen li’l-Kur’ân, Kahire 1993, s. 25, 26.<br />

11. en-Nahl sûresi, 16/89.<br />

12. Nahl sûresi, 16/44.<br />

13. Hadisin farklı rivayetleri için bk. İbn Receb el-Hanbelî, Câmi’u’l-ulûm ve’lhikem,<br />

Beyrut 1997, s. 54, 55.<br />

14. el-Cumu’a sûresi, 62/2.<br />

15. İbrahîm sûresi, 14/4.<br />

16. Râfi’î, İ’câzu’l-Kur’ân, Beyrut 1990, s. 301.<br />

17. Buhârî, Nikâh, 47; Müslim, Cum’a, 47.<br />

18. Tirmizî, Edeb, 70.<br />

19. Gülen, “Meleklerin Tesbihi”,<br />

20. Buhârî, Cihâd, 128.<br />

21. Ahmed b. Hanbel, 5/154.<br />

22. İbn Mâce, Fiten, 20; Ahmed b. Hanbel, 5/251.<br />

23. Nesâî, Sehv, 62; Ahmed b. Hanbel, 4/264.<br />

24. Ahmed b. Hanbel, 5/145.<br />

25. eş-Şu’ara sûresi, 26/225, 226.<br />

42 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


YENi ÜMiT<br />

Prof. Dr. Mesut ERDAL*<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />

Seyyid Kutub<br />

Düşünce ve aksiyon insanı, bazen vefalı bir vatan evlâdı, bazen düşünce<br />

buudlu bir hareket insanı, bazen bir ilim âşığı, bazen dâhi bir sanatkâr,<br />

bazen bir devlet adamı, bazen de bunların hepsidir.<br />

Seyyid Kutub’un (ö.1966) hayatına geçmeden<br />

evvel, onun yaşadığı dönemin siyâsî, ictimaî<br />

ve edebî ortamına kısaca göz atmak faydalı olacaktır.<br />

Çünkü bir düşünür ve edip, bir bakıma<br />

neşet ettiği cemiyetin aynası ve eseridir. Ayrıca içinde<br />

bulundukları siyasî, kültürel, ekonomik ve sosyal şartları<br />

etkiledikleri kadar kendileri de etkilenmişlerdir.<br />

Mısır, diğer pek çok İslâm ülkesi gibi, Osmanlı’nın<br />

gerilemesi ve inhitatı sonrası gelen kötü yöneticiler<br />

sebebiyle, önce Fransız, sonra da İngiliz emperyalizminin<br />

ülkede uzun süreli kültürel dejenerasyonuna<br />

maruz kalmış olan bir ülkedir. Burada bir dönem<br />

Fransa toplum mühendisliği yapmış; buna mukabil<br />

eşitlik, adalet ve bağımsızlık isteyen Mısırlılar, yönetime<br />

karşı birçok isyan ve halk hareketlerine girişmişlerdir.<br />

Meselâ Ahmed Urâbî (ö.1914) isyanı<br />

bunların başında gelir. Mısır, bu hâdiseden sonra<br />

İngiliz emperyalizminin kontrolüne girer ve ülkede<br />

parlamenter rejime son verilir. Ordu, İngiliz subay ve<br />

yöneticilerinin gözetimi altında yeniden düzenlenir.<br />

1. Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizler, Hidiv Abbas’ın<br />

iktidarına son verip Mısır’ın Osmanlı İmparatorluğu<br />

ile bağlarını kesince halkta ve siyasî çevrelerde ciddi<br />

infiale sebep olurlar.<br />

1917’de Kral Fuad’ın başa geçmesinin akabinde,<br />

halk 1919 yılında bazı sebeplerle ayaklanır. Halkın<br />

ayaklanması karşısında İngilizler, tutuklu olan Sa’d<br />

Zağlûl ve arkadaşlarını serbest bırakırlar. 1<strong>92</strong>0 yılından<br />

itibaren İngilizlerle parlamenter hayata geçiş<br />

konusunda bir dizi görüşme yapılır ve parlamenter<br />

hayata izin verilir ve daha sonra Sa’d Zağlûl başkanlığındaki<br />

el-Vefd Partisi iktidara gelir. Ama İngilizler<br />

ülkeyi fiilen yönetmeye devam ederler. Buna karşı<br />

tepkilerin sürmesi üzerine İngilizler, hükümeti de<br />

parlamentoyu da feshederler. Bu açık müdahale karşısında<br />

siyasî partiler ve diğer cemiyetler, sömürüye<br />

karşı işbirliği yapmayı kararlaştırırlar. 1<strong>92</strong>7 yılında<br />

siyasî partiler emperyalizme kaba kuvvetle karşılık<br />

verme konusunda anlaşırlar. Her yerde çatışmalar<br />

başlayınca, İngilizler, olaylardan Vefd Partisi’ni sorumlu<br />

tutarak yöneticilerini tutuklarlar.<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 43


1930–1935 yılları arasında Mısır’da öğrenci hareketleri<br />

meydana gelir. Bu eylemler karşısında İngilizler<br />

bağımsızlık için müzakerelere yanaşmak ve ülkenin bir<br />

ölçüde bağımsızlık hakkını tanımak zorunda kalırlar.<br />

1936 yılındaki bu olumlu gelişmeden sonra halk<br />

biraz rahat nefes alır. Ne var ki, İngilizlerle yapılan<br />

antlaşmada, ülke aleyhinde birçok madde vardır. Antlaşmaya<br />

göre, İngilizler, Süveyş Kanalı bölgesinde on<br />

binden fazla asker ve hava gücü bulundurmak, savaş<br />

durumunda ülkenin liman ve sahillerini kullanmak<br />

gibi haklara sahiplerdir.<br />

Diğer taraftan 1949 yılında tahliye edilen Hasan<br />

el-Bennâ, aynı yılın şubat ayında faili meçhul bir cinayete<br />

kurban gider. Anarşik olayların yayılması üzerine,<br />

Kral Faruk, İngilizlerle işbirliği yaparak ülkede<br />

sıkıyönetim ilân eder. Bütün halk güçleri yerli ve yabancı<br />

emperyalizme cephe alır ve ülke 1951 yılında<br />

tam bir kaos ortamı içine girer.<br />

Bu karışık duruma ve krallık yönetimine son vermek<br />

için, 23 Temmuz 1952 tarihinde, ordunun “Hür<br />

subaylar” olarak bilinen bir kanadı tarafından ihtilâl<br />

yapılır. Darbeden sonra Tümgeneral Muhammed<br />

Necib devlet başkanı olur. Ancak iki yıl sonra Cemal<br />

Abdünnasır yönetime el koyarak Necib’i görevden<br />

uzaklaştırır. Abdünnasır dönemi tam bir dikta ve zulüm<br />

dönemidir. Abdulkadir Udeh ve Seyyid Kutub<br />

başta olmak üzere çok sayıda Müslüman ilim adamı<br />

ve düşünür onun zamanında idam edilmiştir.<br />

Fikrî, İctimaî ve Edebî Durum<br />

Asrımızın ilk yarısında Mısır, edebiyat çevrelerinin<br />

yoğun tartışmalarına da sahne olur. Tartışmacıların<br />

başında, Tâhâ Hüseyn, Muhammed Hüseyn<br />

Heykel, Ahmed Emin ve Abbas Mahmud el-Akkâd<br />

gibi şahsiyetler bulunmaktaydı. Eleştirilere karşı geleneklerini<br />

savunma durumunda bulunan muhafazakâr<br />

çevrelerin başında da Mustafa Sâdık er-Râfiî, Ahmed<br />

Zeki Paşa, Muhammed Ferit Vecdi, Mahmud Muhammed<br />

Şâkir ve Ali Tantavî gibi şahsiyetler vardır.<br />

Bu iki grup arasında, genellikle edebiyat konularına<br />

dâir, sözlü ve yazılı münakaşalar olurdu.<br />

Genç kalemlerden olmasına rağmen Seyyid<br />

Kutub’un da bu tartışmalara coşkuyla katıldığı görülür.<br />

O, gençlik döneminde Abbas Mahmud el-<br />

Akkâd’ın yanında ve Mustafa Sâdık er-Râfiî’nin karşısında<br />

yer alır. Kutub’un makaleleri onların da yazdığı<br />

ünlü dergi ve gazetelerde yayınlanırdı. O, özellikle<br />

hocası el-Akkad’a toz kondurmazdı. El-Akkâd’ın Kutub<br />

üzerindeki etkisi, hayat boyu sürmez ve edebiyat<br />

hayatının ilk yıllarından öteye geçmez. Artık o, kendi<br />

üslûbunu bulmuş, bağımsız bir fikrî ve edebî ekolün<br />

temsilcisi olarak temayüz etmiştir.<br />

HAYATI<br />

Seyyid Kutub, 1906 yılında Mısır’ın Asyot iline<br />

bağlı Mûşe köyünde doğdu. Bu köye aynı zamanda<br />

“Şeyh Abdulfettah’ın beldesi” de denirdi.<br />

Seyyid Kutub’un ailesi çok zengin olmamakla birlikte<br />

seçkin ve asildi; köy içinde de itibar, şeref ve ilim<br />

üstünlüğü ile tanınırdı. Devlet görevlileri, sürekli bu<br />

haneye gelip giderlerdi. Zaman zaman burada geniş<br />

yemek ziyafetleri verilirdi. Bütün köy halkı gelir, bu<br />

hanede Kur’ân okunurdu. Bu, senede birden fazla yapılırdı.<br />

Bunların küçük Seyyid’in ruhunda derin izler<br />

bıraktığı muhakkaktır.<br />

Babasının adı, el-Hâc Kutub İbrahim’dir. Kutub<br />

İbrahim, mütedeyyin, cemaatle namaza devam eden<br />

ve Allah’la irtibatına önem veren biridir. Namazlara<br />

giderken Seyyid’i de yanında götürürdü. Seyyid, on<br />

yaşına bastıktan sonra namaza tek başına gitmeye başladı.<br />

Nitekim Seyyid Kutub, “Meşâhidü’l-kıyâme” adlı<br />

eserinin başında, bu eseri telifinde ve ruhunda ahiret<br />

duygusunun şekillenmesinde babasının büyük rolü<br />

olduğunu ifade eder.<br />

Seyyid Kutub’un annesi köyde parmakla gösterilen<br />

bir ailedendir. Kutub’un dört kardeşi vardı; ikisi<br />

Ezher’de okumuştu. Dolayısıyla bu aile, hem dînî<br />

hem de ilmî bir saygınlığa sahipti. Dayılarından biri<br />

olan Ahmed Hüseyin Osman, Kahire’de oturur ve<br />

gazetecilik yapar, Ahmed el-Mûşî adıyla yazılar yazardı.<br />

Seyyid Kutub, öğrenim için Kahire’ye geldiğinde<br />

bu dayısının evinde ikamet etmiştir.<br />

Dindar bir kadın olan annesi sabırlı ve cömertti.<br />

Yemek yapar, işçilere gönderir ve bu vesileyle Allah’a<br />

kurbiyet kazanmaya çalışırdı. Kur’ân dinlemeyi çok<br />

sever ve çok etkilenirdi. Seyyid Kutub ilk İslâmî eseri<br />

olan et-Tasvîru’l-fenniyyu fi’l-Kur’ân’ı annesine şu<br />

cümlelerle ithaf etmiştir:<br />

“… Anneciğim! Beni bırakıp gittin. Şimdi hayalimde<br />

senin son hareketlerini canlandırıyorum: Evde<br />

radyonun başına oturmuş Kur’ân dinliyorsun, kalb<br />

ve basiretinle Kur’ân’ın maksatlarını ve inceliklerini<br />

anladığın, yüz hatlarından belli oluyor...”<br />

Seyyid’in annesi, babasının ikinci eşi ve Seyyid Kutub<br />

da ailenin ilk erkek çocuğuydu. Bu sebeple onun<br />

üzerine çok titremişlerdi. Annesi devamlı ona büyük<br />

adam olmasını telkin ederdi. Bundan olsa gerektir ki<br />

Seyyid Kutub, çocukluğunda oyunlardan hep kaçınmıştır.<br />

Nitekim kendisi de bunu annesinden gelen<br />

telkinlere bağlar. Annesi, Kahire’ye yerleştikten bir<br />

süre sonra vefat etti (1940). Seyyid annesinin ölümü<br />

üzerine “Anneciğim” diye başlayan üç ayrı ağıt (mersiye)<br />

yazmıştır.<br />

Seyyid Kutub’un dört kardeşi vardı. Biri kendisinden<br />

üç yaş büyük olan Nefîse’dir. Bu, onun diğer<br />

44 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


kardeşleri gibi kalem erbabı değildi. Seyyid Kutub,<br />

otobiyografi türündeki “Tıflun mine’l-karye”sinde, bu<br />

ablasından isim tasrih etmeksizin bahseder. Seyyid’in<br />

küçüğü Emine, edebî çalışmaları ile bilinir. el-<br />

Atyâfu’l-Erbaa adlı eserde önemli katkısı vardır. Diğer<br />

kardeşi Muhammed Kutub, İngiliz Dili’nin yanısıra<br />

pedagoji ve psikoloji bölümlerinden de formasyon<br />

almış, 1972’de Ümmü’l-Kurâ Üniversitesi’ne hoca<br />

olarak girmiştir. Yirmiye yakın eseri vardır. Hamide,<br />

en küçük kardeşidir. Seyyid Kutub, ondan eş-Şâtıu’l-<br />

Mechûl adlı eserinde söz etmiştir. Hamide’nin, el-<br />

Muslimûn ve el-İhvânu’l-Muslimûn dergilerinde makaleleri<br />

yayımlanmıştır.<br />

Seyyid altı yaşına basınca (1912) ailesi ilkokula<br />

göndermeye karar verir. Seyyid, sekiz yaşlarındayken<br />

Kur’ân’ı ezberlemeye başladı. Üç yıl içinde muvaffak<br />

oldu ve Kur’ân’ı ezberledi.<br />

Dikkatimizi çeken bir husus da Seyyid’in henüz<br />

ilkokulda iken şiir ve edebiyata olan merakıdır. Bir<br />

gün öğretmeni, ona, Sabit el-Cercâvî adlı bir şairin<br />

divanı ile Muhammed Beg el-Hudarî’nin bir kitabını<br />

verir, Seyyid Kutub da bu iki kitabı okur ve çok<br />

etkilenir. Kutub bu okulundan 1918’de mezun olur.<br />

Bundan sonraki tahsilini Kahire’deki dayısının yanında<br />

kalarak devam ettirecektir.<br />

Seyyid Kutub, 1<strong>92</strong>0’de Kahire’deki dayısının yanına<br />

gider ve orada bir yıldan fazla bekledikten sonra<br />

öğretmen okuluna kaydını yaptırır. Çünkü bu okula<br />

giriş için asgari on beş yaşını doldurmak gerekiyordu.<br />

Burada üç yıl okuduktan sonra ilkokul öğretmenliği<br />

diplomasını alır.<br />

Öğretmen okulunda başarı gösterenlere, Dâru’lulûm<br />

Fakültesinin hazırlık sınıfına kaydolma imkânı<br />

veriliyordu. Seyyid de başarılı öğrencilerden olduğu<br />

için, buraya kaydını yaptırdı. Bu okulda hazırlıkla birlikte<br />

beş yıl okudu ve Arap Dili ve Edebiyatı lisans<br />

diploması alarak mezun oldu.<br />

Seyyid, fakültede oldukça faal bir öğrenciydi.<br />

Özellikle de şair ve edipleri sert üslûpla tenkit etmesiyle<br />

dikkatleri üzerine çekerdi. Bunun sebebi, ondaki<br />

edebî zevk ve bundan daha önemlisi de felsefî<br />

konulara olan ilgisidir. Ahmed Şevkî (ö.1932) ve<br />

Mustafa Sâdık er-Râfiî (ö.1937) onun tenkit ettiği<br />

şahsiyetlerdendir. Fakülte yıllarında Kutup gazete ve<br />

dergilere de yazı gönderirdi. Mezun olduktan sonra<br />

‘Dâru’l-ulûm Cemiyeti’nin kurulmasına iştirak eder.<br />

Bu cemiyet Mecelletü dâri’l-ulûm adıyla üç ayda bir yayımlanan<br />

bir dergi çıkarmaya başlar. Seyyid Kutub da<br />

bu dergide birçok makale yazar.<br />

Kutub, Dâru’l-ulûm’dan mezun olduktan hemen<br />

sonra Maârif Bakanlığı’na bağlı okullarda öğretmenliğe<br />

başlar. Yaklaşık altı sene çeşitli okullarda görev<br />

yaptıktan sonra bakanlığa geçer. Burada bir süre Kültür<br />

Müdürlüğü gözetiminde Arapça dili uzmanı olarak<br />

çalışır. Daha sonra, tercüme ve istatistik dairesine<br />

atanır. Dört yıl burada çalışmasının ardından, ilk<br />

öğretim müfettişliğine getirilir. Bir yıl sonra Kültür<br />

Genel Müdürlüğü bünyesine tekrar alınır. 1948 yılı<br />

sonlarına kadar burada çalışır. Aynı yıl, bakanlıktaki<br />

plânlamacıların organizesiyle, uzman bir heyetle birlikte<br />

eğitim ve metotları üzerinde araştırmalarda bulunmak<br />

üzere ABD’ye gider. Seyyid Kutub, burada<br />

yaklaşık iki yıl kalır, ülkesine 1950 yılının 8. ayında<br />

döner. Döndüğünde, hükümetin beklediği Seyyid<br />

Kutub’dan ziyade, Batının tuttuğu yolu eleştiren ve<br />

Batı hayranlarını kınayan bir Seyyid Kutub karşılarına<br />

çıkar. Bilhassa Maarif Vekili İsmail el-Kabânî’yi çok<br />

eleştirir. Nihayet Maarif Vekâleti’nin fikirlerini açıklamasına<br />

engel olmak istemesi üzerine, 1952 yılında<br />

bakanlıktaki görevinden de ayrılır.<br />

Bakanlığa istifasını sunar, ama bakan, istifasından<br />

dönmesi için onu ikna etmeye çalışır; hattâ dilekçesini<br />

bir yıl işleme koymaz. Fakat ısrar edince, bakan<br />

istemeyerek de olsa istifayı Bakanlar Kurulu’na sunar.<br />

Seyyid Kutub’un istifası, Bakanlar Kurulu’nun<br />

13.1.1954 tarihli kararıyla, dilekçesini verdiği gün<br />

olan 18.10.1952 tarihinden itibaren kabul edilir.<br />

Kutub, çalışma hayatında sıradan bir görevli olmamış,<br />

eğitim ve öğretimle ilgili teklifler getirerek aktif bir<br />

memur olmuştur. Özellikle de Amerika’dan dönüşünden<br />

sonra birkaç teklif ve bunlarla ilgili gayret gösterdiği<br />

sabittir. Ancak getirdiği teklifler o zamanın siyasî<br />

otoritelerini eleştirerek sunulduğu için bir anlamda<br />

sürgün sayılabilecek tayinlerle pasifize edilmiştir.<br />

Zamanın yöneticilerinin tepkisini çeken Seyyid<br />

Kutub, maalesef en sonunda, yönetimi devirmek ve<br />

o günün devlet başkanını öldürmeyi plânlama ithamıyla<br />

yargılanır; hakkında verilen idam hükmü de<br />

02.08.1966 gecesi infaz edilir ve bir İslâm şehidi olarak<br />

Hakk’a yürür.<br />

Seyyid Kutub, idam kararından sonra kendisini<br />

ziyaret için gelenlere, “Üzülmeyin, rüyamda<br />

Rasûlullah’ı gördüm, beyaz bir at üzerindeydi. ‘Sen<br />

üzerine düşeni yaptın, şehitlik sana kutlu olsun’<br />

dedi.” diyerek ihlâs, samimiyet ve Allah’a olan teslimiyet<br />

ve bağlılığını ifade etmiştir.<br />

Seyyid Kutub’un İlmî ve Edebî Şahsiyeti<br />

Seyyid Kutub, 20. asrın 2. çeyreğinde Mısır’ın<br />

yetiştirdiği önemli bir mütefekkir ve edîplerinden,<br />

muasır Arap edebiyatının da en bariz üç dört şahsiyetinden<br />

biri olarak kabul edilen bir İslâm âlimi ve<br />

mütefekkiridir.<br />

Abbas Mahmûd el-Akkad’ın bir bakıma öğrencisi<br />

ve muhiplerinden olmasına mukabil, hür düşünme-<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 45


sini engelleyen her şeyden kurtulmaya çalışmıştır.<br />

Her şeyden evvel o, bir insan ve Müslüman olarak<br />

ahlâk ve davranışlarıyla çok hassas ve şefkatli biriydi.<br />

İnancına ve davasına hizmet için elinden gelen her<br />

çareye başvurmuş ve her türlü sıkıntıya katlanmıştı.<br />

İnançlarından ve hak bildiklerinden taviz vermeyi hiç<br />

düşünmedi. Yazdığı kitapları önce güvendiği yakınlarına<br />

okur, görüşlerini alır ve değiştirilmesi gereken<br />

yerler olursa ısrar etmeden değiştirirdi. İhlâs ve samimiyet<br />

onun en mümtaz özelliklerindendi. Gözü<br />

pek ve sıkıntılara göğüs geren bir karaktere sahipti.<br />

Samimiyet ve fedâkârlıkla çalışıldığı takdirde birçok<br />

şey yapılabileceğine ve başarılabileceğine inanırdı.<br />

Seyyid Kutub ve eserleri üzerinde yirmiye yakın<br />

kitap yazan ve bir bakıma Seyyid Kutub uzmanı denilebilecek<br />

bir yazar olan Salah Abdulfettah el-Hâlidi,<br />

onun İslâmî hayatını ve ilmî şahsiyetini beş kısımda<br />

incelemiştir:<br />

İslâmî bir vasatta doğup büyümesi, Kahire’ye gidip<br />

İslâmî kültüre yabancılaşması, dînî hakikatlerde<br />

şüphe ve tereddütle geçen fetret dönemi. Kur’ân’a<br />

yönelmesi ve onu edebî maksatlar için incelemesi ve<br />

Kur’ân’ın onda tesir uyarması ve onu imânî kemâlâta<br />

yükseltmesi.<br />

Seyyid Kutub’un 1<strong>92</strong>5–1940 yılları arasında yaşadığı<br />

fetret dönemi, Batı’nın materyalist felsefesini<br />

okuyarak geçirdiği ve çokları tarafından bilinmeyen<br />

inişli çıkışlı bir dönemdir. Bu dönem zarfında İslâmî<br />

eserlerle hiç meşgul olmamıştır. 1940’ı takip eden ilk<br />

yıllarda Kur’ân’ı sadece edebî açıdan incelemiş ve et-<br />

Tasvîr’ul-Fenniyyü fi’l-Kur’ân’ı telif etmiştir.<br />

Onu fikri bunalıma götüren âmillerin başında, bir<br />

dönem felsefeye çokça dalmasıdır. Bunu daha sonra<br />

kendisi şu cümleleriyle itiraf edecektir: “Bu satırların<br />

yazarı, yaşadığı kırk sene boyunca başka vadilerde<br />

gezip dolaşmış, sonra da düşünce dünyasının gerçek<br />

dinamiklerine dönmüş bir kişidir. Ömrümün kırk<br />

yılını orada geçirdiğimden pişman değilim; çünkü o<br />

dönemde cahiliyyeyi bütün yönleriyle tanıdım.”<br />

Seyyid Kutub, ilk dönemde daima şikâyet eden,<br />

sorular sorup cevap aramaya çalışan, hayret ve endişe<br />

içindeki bir ruh hâletine sahipti. Küçüklüğünde almış<br />

olduğu fazilet ve değer ölçüleri ile batı düşüncesi<br />

arasında rahatsız edici bir çelişki yaşadı ama, onun<br />

fıtrat ve vicdanı bu fikrî girdap içinde bozulmadı ve<br />

kaybolmadı.<br />

Sosyalizmi savundu mu?<br />

Bazıları onun yazdığı el-Adâletü’l-ictimâiyye<br />

fi’l-İslâm (İslâm’da Sosyal Adalet), Ma’reketü’l-İslâm<br />

ve’r-re’simâliyye (İslâm-Kapitalizm Çatışması) ve es-<br />

Selâmü’l-Âlemî ve’l-İslâm (Dünya Barışı ve İslâm) adlı<br />

kitaplarında, ilk bakışta sosyalist tesir altında yazıldığı<br />

intibaı uyandıracak ifadeler bulunduğundan hareketle,<br />

sosyalizmi savunmuş olduğunu ileri sürmüşlerdir.<br />

Fakat onu en yakından tanıyanlardan biri olan kardeşi<br />

Prof. Muhammed Kutub, böyle bir iddiayı tamamen<br />

reddederek şöyle cevap verir:<br />

“O günlerde Mısır, komünizm tehlikesi ve tehdidi<br />

altında idi. Komünistler genç beyinlere seslenmeye<br />

çalışıyordu. Seyyid Kutub, bu eserleri yazarak komünizme<br />

ihtiyacın bulunmadığı, komünistlerin yapmak<br />

istediği şeylerin daha mükemmel şekliyle İslâm’da<br />

bulunduğunu belirtmek istemiş ve komünizmin sahte<br />

maskesini indirmiştir.” Ona göre Seyyid Kutub,<br />

komünizm ve sosyalizm gibi, kapitalizme de karşıdır.<br />

Sadece kapitalizmin çirkinliklerini ortaya çıkarmak<br />

ve İslâm’la uyuşmadığını belirtmek için Ma’reketü’l-<br />

İslâm ve’r-re’simâliyye adlı kitabını telif etmiştir.<br />

Kutub hakkında onun dinde reform düşüncesinde<br />

olduğunu ileri sürenler de görülmüştür. Fakat o,<br />

bizzat hayatta iken bu hususa şu ifadeleriyle açıklık<br />

getirmiştir:<br />

“Bazı Müslümanların zannettiği gibi biz İslâm’ın<br />

bir reforma ihtiyacı olduğuna inanmıyoruz. Zîrâ her<br />

şeyden evvel İslâm, kendi bünyesinde tam ve mükemmeldir.<br />

Bizim yapmamız gereken şey, eksik anlayışımıza,<br />

gaflet ve tembelliğimize bir çözüm bularak din<br />

karşısındaki tavrımızı ve durumumuzu düzeltmektir.<br />

Bizim yeniden İslâmî hayat için hâriçten getirilecek<br />

düsturlara ihtiyacımız yoktur. Biz asıl terkedilmiş değerlerimize<br />

sahip çıkıp onlara sarılmaya muhtacız.”<br />

Seyyid Kutub’un Siyasî, İlmî ve Edebî Yönü<br />

Seyyid Kutub’un siyasî yönünün bulunduğu ve<br />

bazı eserlerinde o günün sıkıntılı ve ağır şartlarını<br />

yansıtan yorumları olmuştur. Aslında sert yorum ve<br />

mesajlarını o günkü konjonktürü düşünüp empati<br />

yapabilirsek daha iyimser değerlendirmemiz mümkündür.<br />

Onun ve mensup olduğu cemaatin çektiği<br />

işkenceler, acılar ve imtihanları göz önüne getirelim:<br />

Başta Müslüman olduğunu iddia eden ve İslâmiyet’i<br />

hiç kimseye bırakmayan birileri iktidarda. Ama aynı<br />

iktidar, tüm Müslümanlara kan kusturuyor. Hapishanelerde<br />

işkence altında can verenler vs.. Öyle bir<br />

psikolojik ortam oluşturulmuş ki, sanki radikalizm<br />

hortlatılmak istenmiş ve bunun ortamı olgunlaştırılmış.<br />

Ayrıca Seyyid Kutup hapisteyken, onun sinirlerini<br />

bozucu ve ruhî dengesini alabora edici bir<br />

kısım ilâçlar verilip verilmediğinden de emin değiliz.<br />

Elhâsıl, Kutub’un sert yorumlarını o gün itibariyle<br />

üzerinde uygulanan fizikî ve psikolojik baskıyla irtibatlandırmak<br />

en doğrusudur. Eminim ki Kutup normal<br />

şartlar altında yazacağı bir eserde insanları tekfir<br />

edici ve sert ifadeler kullanmazdı.<br />

Esefle belirtelim ki onun siyasî yorumları sebe-<br />

46 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


iyle ilmî ve edebî cephesinin revnaktarlığı gölgede<br />

kalmıştır. Bu nedenle biz onun bu yönüne işaret etmeyi<br />

daha uygun görmekteyiz. Onun ilmî ve edebî<br />

yönünü onun tefsirindeki bir-iki örnekle ifade ederek,<br />

daha geniş malumat için okuyucuları tefsirine<br />

yönlendireceğiz.<br />

1.Misal: Seyyid Kutub faizin kötülük ve fena neticelerini<br />

ifade eden כא <br />

א א כ א <br />

א <br />

א א א “Faiz yiyenler, şeytan<br />

çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar.”<br />

(Bakara, 2/275) mealindeki âyet hakkında ilginç<br />

bir tespit yapmakta ve bunu kendine has edebî tarzıyla<br />

izah etmektedir:<br />

“Acaba hangi mânevî tehdit bu mücessem, hareket<br />

ve hayat dolu tablonun derecesine çıkabilir? İnsanların<br />

bildiği ve tanıdığı cin çarpmış bir saralının sureti<br />

canlanıyor gözümüzün önünde... İşte âyet, faizcilerin<br />

hislerini tahrik etmek için, onları bulundukları ve<br />

alışkın oldukları iktisadî nizamdan uzaklaştırmak ve<br />

sert bir şekilde ırgalamak üzere rolünü oynaması için<br />

bu tabloyu gözler önüne getiriyor. Aynı zamanda bu<br />

âyet, günümüzde yaşanan bir gerçeği de ifade etmektedir.<br />

Tefsirlerin çoğu bu korkunç suretteki kıyamdan<br />

maksadın, kıyamet günü dirilişi olduğunu kaydetmişlerdir.<br />

Fakat gördüğümüz kadarıyla bu suret<br />

bugün insanların hayatlarında da bizzat vardır. Bu anlam,<br />

bundan sonra gelen âyetteki Allah ve Resûlü’ne<br />

(sallallahü aleyhi ve sellem) harb açmış olma tehdit ve<br />

uyarısı ile de uygunluk arz eder.”<br />

2. Misâl: Müfessirimiz, א <br />

<br />

כ <br />

<br />

כ <br />

“Ağızlarından çıkan o söz ne dehşetli bir söz!” (Kehf, 18/5)<br />

âyetini mûsikî ritim açısından şöyle tahlil etmektedir:<br />

“Bu âyetteki lafızlar dizilişleriyle ve melodisiyle<br />

onların söyledikleri kelimenin azametini ifade etmeye<br />

katkıda bulunmaktadır. Âyet, dinleyiciyi fecaat ve<br />

azametle yüzleştirmek ve atmosferi bunlarla doldurmak<br />

için <br />

כ <br />

(büyük oldu) kelimesiyle başlıyor. “Büyük<br />

kelime”yi, daha ziyade dikkat çekmek için cümledeki<br />

zamiri için temyiz yapıyor: כ <br />

<br />

כ <br />

(kelime<br />

yönüyle büyük oldu) Bu kelimeyi sanki ağızlarından<br />

rastgele çıkıveren bir kelime haline getiriyor:<br />

א <br />

<br />

א <br />

kelimesi de kendi âhenk ve melodisiyle söz<br />

konusu kelimenin büyütülmesine iştirak ediyor. İşte<br />

bunu telaffuz eden biri, bu kelimedeki med ile ağzını<br />

açar. Sonra iki hâ harfi peşi peşine gelir ve ağız, kelimenin<br />

sonundaki mîm harfiyle kapanmadan evvel,<br />

bu iki hâ harfiyle dolar. Böylece cümlenin nazmı ile<br />

lafızların melodisi, mânânın tasvirinde müşterek rol<br />

oynamış olurlar.”<br />

Eserlerine gelince; Seyyid Kutub geriye edebî,<br />

dinî pek çok eser bıraktı. Bunlardan en meşhuru ‘Fî<br />

Zılâli’l-Kur’ân’ ismiyle telif ettiği edebî ve ictimâî<br />

tefsir olarak değerlendirilen Kur’ân tefsiridir. Dilimize<br />

Yoldaki İşaretler diye çevirilen Meâlim fi’t-tarîk,<br />

Kur’ân’da Edebî Tasvîr ismiyle tercüme edilen et-<br />

Tasvîru’l-fenniyyü fi’l-Kur’ân ve İslâm’da Sosyal Adâlet<br />

diye yayımlanan el-Adâletü’l-ictimâiyye fi’l-İslâm isimli<br />

eserleri mevcuttur. Bunların yanı sıra yirminin üzerinde<br />

eseri vardır.<br />

Sonuç<br />

Netice olarak Seyyid Kutup Mısır tarihinin oldukça<br />

karmaşık döneminde yaşamış, samimi ve aynı<br />

zamanda idealist bir Müslüman şahsiyet olarak karşımıza<br />

çıkmaktadır. Yazdığı tefsirinde bir müminin<br />

iman coşkusunu duymamak elde değildir. Ne var<br />

ki o, insanlığı buhrandan, sömürüden ve anarşiden<br />

kurtaracak İslâm reçetesini doğru tespit eden, ama bu<br />

reçeteyi tatbik noktasında bilhassa sert ve radikal söylemleriyle<br />

öne çıkarılan bir İslâm âlimidir. Bu durum<br />

da onun ilmî ve edebî yönünden istifadeyi asgarî düzeye<br />

indirmiştir.<br />

* Dicle Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />

merdal@yeniumit.com.tr<br />

KAYNAKLAR<br />

• Abdurrahman er-Râfıî, es-Sevretül-Urâbiyye, Dâru’l-Meârif, Mısır,<br />

1983.<br />

• Fehd b. Abdirrahman b. Süleyman er-Rûmî, İtticâhâtü’l-Tefsîr fi’l-<br />

Karni’r-Râbia Aşar, Riyad, 1986.<br />

• Adil Nüveyhiz, Mucemu’l-Müfessirin, Beyrut, 1983<br />

• Muhammed Seyyid el-Vekîl, Kubra’l-Harekâti’l-İslâmiyye, Dâru’l-<br />

Müctema’, Cidde, 1986<br />

• Ahmed Cemal el-Amrî, ed-Dirâsât fi’t-Tefsiri’l-Mevdûî, Kahire, 1986.<br />

• Hamide Kutup ve diğerleri, el-Atyâfu’l-Erbaa, Daru Lübnan, 2. basım,<br />

Beyrut 1967.<br />

• Salâh Abdulfettah el-Hâlidî, Seyyid Kutup Mine’l-Mîlâd ile’l-istişhâd,<br />

Dâru’l-Kalem- Dâru’ş-Şâmiye, l.basım, Kahire, 1991.<br />

• Seyyid Kutub, Tıflun mine’l-karye, “Dârul-hikme, Beyrut, ths.<br />

• Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l- Kur’ân, Beyrut, 1987.<br />

• Luveys Avd, Târîhul-Fikri-Mısriyyi’l-hadîs, el-Hey’etül-Mısriyye li’lâmmeli’l-Kitâb,<br />

Mısır, 1980.<br />

• Celâl Yahya, el-’Âlemu’l-’Arabiyyu’l-Hadîs, Dâru’l-Meârif, Mısır, 1982.<br />

• H. Kâmil Yılmaz, Seyyid Kutub: Hayatı, Fikirleri, Eserleri, İst., 1980.<br />

• Sami Zubaida, İslâm, The People & The State (Political ideas &<br />

Movements in the middle east, I. B.- Tauris & Co. Ltd, London 1993.<br />

• Muhammed Ali Kutub, Seyyid Kutub ev Sevretu’l-Fikri’l-lslâmî, Dâru’l-<br />

Hadîs, Beyrut, 1976. Mesut Erdal, Fî Zılâli’l-Kur’ân ve İ’câz Açısından<br />

Değeri, Işık Akademi Yay., İst., 2007.<br />

• Sarmış, İbrahim, Bir Düşünür Olarak Seyyid Kutub, Fecr yay., Ankara,<br />

19<strong>92</strong>.<br />

• Hannâ el-Fâhûrî, el-Câmi’ fî Târîhi’l-Edebil-Arabî, (Dârul-Cîl, 1.<br />

basım, Beyrut 1986.<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 47


YENi ÜMiT<br />

Yrd. Doç. Dr. Musa Kâzım GÜLÇÜR*<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />

ve Genel Özellikleri<br />

Giriş<br />

Mısır tarihinde yaygın ve bilinen anlamıyla ‘Firavun’<br />

terimi ilk olarak M.Ö. on dördüncü yüzyılda 4.<br />

Amenhotep yönetimindeki yeni krallık döneminden<br />

itibaren kullanılmaya başlamıştır. Hz. Yusuf<br />

(aleyhisselâm) bu tarihten en az iki yüz yıl önce Hiksoslar döneminde<br />

yaşamıştı. 1 Firavun kelimesinin kullanımı Hiksoslar<br />

döneminin sona ermesinden itibaren söz konusudur. Firavun<br />

kelimesi başlangıçta “krallık sarayı” anlamına gelirken, yeni<br />

krallıktan itibaren (18. hanedandan başlar; M.Ö. 1539–12<strong>92</strong>) bugün<br />

bilinen anlamda kullanılmış, yirmi ikinci sülale dönemine<br />

doğru ise (M.Ö. 945–730) sadece bir saygı unvanı olmuştur. 2<br />

Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Yusuf dönemindeki Mısır yöneticisinden<br />

söz edilirken “hükümdar, kral, sultan” anlamlarına<br />

gelen “el-melik” kelimesi, Hz. Musa dönemindeki Mısır yöneticisi<br />

içinse “Firavun” kelimesi kullanılmaktadır ki, bu ayrım<br />

Kur’ân-ı Kerîm’in mucizevî yönlerinden sadece birisidir.<br />

Kur’ân-ı Kerîm’de Firavun ile ilgili anlatımlar, kısa bölümler<br />

hâlinde yirmi bir kadar sûrede yer alırken, A’râf<br />

(7/103–137), Yunus (10/75–90), Tâhâ (20/43–79), Şuarâ<br />

(26/11–68), Kasas (28/36–42) ve Mü’min (40/24–29)<br />

sûrelerinde ise ayrıntılı bir şekilde yer almaktadır. Firavun kelimesinin<br />

geçtiği âyet-i kerîmelerin sayısı ise yetmiş dörttür.<br />

Firavun ve melei 3 Musa peygamber aracılığı ile gelen mucizeleri<br />

sihir diyerek inkâr etmişlerdir. Ancak bu inkârları ile<br />

de kalmamış, Musa (aleyhisselâm) ve beraberindekileri ülkedeki<br />

yönetimi ele geçirmeye çalışmakla suçlamışlardır.<br />

Soykırım ve Katliam Yaptırması<br />

א <br />

<br />

<br />

א <br />

א <br />

<br />

<br />

א <br />

א<br />

“Firavun dedi ki: Oğullarını taktîl ederiz, kadınlarını da sağ<br />

bırakırız ve hiç şüpheniz olmasın ki, biz onların üstünde kahir<br />

hükümranlarız.” (Kasas, 28/4)<br />

Âyet-i kerîmede geçen “taktîl” kelimesi, aşırı katliam yapmak<br />

veya sık sık öldürmek anlamına gelmektir ki ‘katl’ ve<br />

‘zebih’ kelimelerinden (Bakara, 2/49; Kasas, 28/4) daha kapsamlıdır.<br />

Bir mânâda soykırım demektir. Firavun’un en kötü<br />

yönlerinden birisi de budur. Firavun melei, bütün erkek ço-<br />

48 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


cukların öldürülmesi konusunda Firavunu teşvik etmiş,<br />

Hz. Musa’nın dünyaya geleceği sırada bir önceki<br />

Firavun döneminde İsrail oğullarının çoğalmamaları<br />

için yapılan bu uygulama, Hz. Musa’ya tâbi olanlara<br />

da uygulanarak, ikinci bir işkence ve katliam dönemi<br />

başlatılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu durum: “Biz,<br />

hem sen bize gelmeden önce, hem de sen bize peygamber<br />

olarak geldikten sonra işkencelere maruz kaldık!”<br />

(Araf, 7/129) şeklinde belirtilmektedir. Firavun<br />

ve meleinin, inanan insanlara karşı uygulamak istedikleri<br />

bu ikinci soykırım teşebbüslerine tam olarak<br />

ulaşamadıkları anlaşılmaktadır (Mümin, 40/25).<br />

Halka Korku Salması<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

א <br />

<br />

א <br />

א א <br />

<br />

<br />

“Firavun ve kavminin kendilerine işkence etmesinden<br />

korkuya düştükleri için kavminden bir grup<br />

gençten başka kimse Musa’ya iman etmedi. Çünkü<br />

Firavun yeryüzünde ululuk taslayan (bir diktatör) ve<br />

haddi aşanlardan idi.” (Yunus, 10/83)<br />

Bir tehlike karşısında şiddetli heyecan ve dehşete<br />

kapılma haliyle ortaya çıkan duyu durumuna “korku”<br />

denmektedir. Bu duyu durumu, irade ve mantıkla<br />

kontrol altına alınamayan, insanın içini daraltan yakın<br />

bir tehdit hissidir.<br />

İşte azgın, haddini aşmış, küfürde olduk ça ileri<br />

gitmiş, israfçı ve yücelik taslayan Firavun idaresindeki<br />

halk, inanç özgürlüğüne sahip olmadığı gibi<br />

aynı zamanda idareden de büyük bir korku ve endişe<br />

duymaktaydılar. Bu büyük korkunun neticesinde<br />

âyet-i kerîmede belirtildiği üzere Hz. Musa’ya (a.s)<br />

inananların sayısı oldukça az seviyede kalmıştır. Burada<br />

“zürriyet” kelimesi ile kastedilen, iman edenlerin<br />

sayısının az olduğunu belirtmektir. İbn Abbas:<br />

“<strong>Say</strong>ıca önemsiz bir topluluk ‘zürriyet’ lâfzıyla ifade<br />

edilir” demektedir. Hz. Musa’ya (a.s) inanan kimselerin<br />

sayıca az olmalarının sebebi, Firavun’un kendisine<br />

muhalefet eden kimselere dehşetli işkenceler ve<br />

katliamlar uygulamasıdır. Fi ravun, uyguladığı bu cezalarla<br />

Hz. Musa’ya (a.s) inananları dinlerinden döndürmeye<br />

çalışmıştır.<br />

İlâhlık İddia Etmesi<br />

א <br />

כ א א א <br />

“Adamlarını topladı ve onlara: ‘Sizin en yüce rabbiniz<br />

benim!’ dedi.” (Naziat, 79/23-24)<br />

Firavun, yaratıcıyı kabul etmeyen bir mülhit ve<br />

materyalistti. Bu yönüyle o âdeta aklını yitirmiş bir insan<br />

görünümündedir. Firavun'a, “Ben si zin en büyük<br />

tanrınızım.” dedirten duygu, insanın içindeki yetkinlik<br />

ve yüksel me isteğinin sapkın bir hâlidir. Çünkü<br />

gerçek yetkinlik ve yüksekliğe ancak mârifetullahta<br />

derinleşmek, rıza-i ilâhî yörüngeli yaşamak ve ilâhî<br />

ahlâka bezenmekle ulaşıla bilir. Bunun dışındaki bütün<br />

benlik ve şeref iddiaları aslında bir sefalet ve düşüştür.<br />

Firavun, iddiasındaki gibi azametli ve cesur birisi<br />

de değildir. Tam tersine bütün müstebitler gibi oldukça<br />

korkak ve riyakârdır. Zor durumda kaldığında<br />

geri çekilmekte ve: “Bana bu konuda ne emredersiniz?”<br />

(A’râf, 7/110; Şuara, 26/35) diyerek etrafındakilerden<br />

âdeta yardım dilenmektedir. “Siz ne düşünüyor,<br />

ne diyor, ne teklif ediyorsunuz?” yerine “Bana ne<br />

emrediyorsunuz?” demesi, yönetim ve işleri yürütme<br />

yetkisinin, danışma meclisinin elinde bulunduğunu<br />

itiraf etmek demektir. Bu da Firavun’un güttüğü dava<br />

açısından temel çelişkilerden birisidir. Demek oluyor<br />

ki Firavun, önemli bir olayın sıkıntısı altında kalınca,<br />

tanrılık davasını geçici olarak bir tarafa bırakıp, kulları<br />

saydığı adamlarından ve memurlarından meydana<br />

gelen topluluğa karşı “Ne emrediyorsunuz?” demektedir.<br />

4<br />

Büyüden ve Büyücülerden Medet Umması<br />

Firavun, hastalık derecesinde kendisini tanrı konumunda<br />

gördüğü ve inandığı hâlde (Kasas, 28/38;<br />

Şuara, 26/29) büyücü rahiplerden medet ummuş, sadece<br />

yönetimde etkin olacakları vaadi ile değil ama<br />

aynı zamanda büyü yapmaları konusunda onlara baskı<br />

uygulayarak (Tâhâ, 20/73) Hz. Musa’ya (a.s) karşı<br />

mücadeleye girişmiştir. Firavun ve melei, aslında büyücü<br />

rahiplere inanan kimseler değillerdi. Onlar için<br />

asıl önemli olan halkın Firavun’u ilâh şeklinde telakkisinin<br />

devamı idi (Şuara, 26/40). Sihirbazları gayrete<br />

getirmek ve Hz. Musa (a.s) karşısında bu büyücülerin<br />

galip gelebilmelerini temin etmek için onlara idarede<br />

söz sahibi olacakları yalanını bile söylemiştir (Şuara,<br />

26/40,42).<br />

Ancak yaptıkları büyülerin işe yaramadığını gören<br />

ve gözleri hakikate açılan rahipler, Hz. Musa’nın (a.s)<br />

getirdiği mucizelerin Allah katından olduğunu derhal<br />

anlamış ve iman etmişlerdir. Firavun bu defa iman<br />

eden sihirbazlara zulüm ve işkence yolunu seçmiştir.<br />

<br />

כ <br />

כ <br />

א<br />

כ <br />

<br />

<br />

א<br />

<br />

<br />

א א א <br />

א <br />

“Firavun dedi ki: Demek siz, benden izin almadan<br />

ona iman ettiniz! Şüphe yok ki bu, yerleşik Kıpti<br />

zümresini yurtlarından sürmek için, sizin şehirde beraberce<br />

plânladığınız, gizli bir oyundur. Ama yakında<br />

bileceksiniz başınıza gelecekleri!” (A’râf, 7/123)<br />

Allah’a ve Peygamber’ine iman edildiğinde hak-<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 49


sızlık ve tahakküm yollarının kapanacağını gören Firavun,<br />

bu sözüyle kamuoyunu yanıltmak ve heyecan<br />

vermek için siyasî bir entrika çevirmektedir. Tamamıyla<br />

aleyhine sonuçlanan yarışmayı, kendi iddiasını<br />

ispat eden bir olaymış gibi göstermeye çalışmakta ve<br />

aslında kendisi bir nevi siyasî sihirbazlık ve şarlatanlık<br />

yapmaktadır. Böylece Hz. Musa’nın peygamberliğine<br />

olduğu gibi, onu tasdik eden sihirbazların imanları<br />

hakkında da yok yere şüpheler uydurup ortaya atmakta<br />

ve kamuoyunun zihnini bulandırmaktadır. 5<br />

Din Konusunda Şüphe Yayması ve Ülke Bölünecek<br />

Propagandası<br />

Firavun, sihri en iyi bilenler diyerek seçtiği kimselerin,<br />

büyük kalabalığın huzurunda Hz. Musa’nın (a.s)<br />

nübüvvetine iman ettiklerini görünce, bu durumun Hz.<br />

Musa’nın nübüvvetinin sıhhatine güçlü bir delil olacağı<br />

endişesini duymuştur. Kavminin, Hz. Musa’nın nübüvvetine<br />

inanmalarına engel olsun diye, o anda halkın<br />

kulağına iki çeşit şüphe atmaya çalışmıştır:<br />

Attığı birinci şüphe, onun: “Bu, hiç şüphesiz ki şehirde<br />

kurduğunuz bir tuzaktır.” şeklindeki sözüdür.<br />

Abdullah b. Mes’ud diyor ki: “Meydanda toplanıp<br />

karşılıklı yarışmaya girmeden önce Musa, sihirbazların<br />

liderine: “Eğer ben sana galip gelecek olursam<br />

bana iman eder ve getirdiğim dinin hak olduğuna şahitlik<br />

eder misin?” diye sormuş, sihirbazların lideri<br />

ise: “Yemin olsun, yarın öyle bir sihir yapacağım ki,<br />

hiçbir sihir ona galip gelemez. Şayet sen bana galip<br />

gelecek olursan ben sana iman edeceğim ve getirdiğinin<br />

hak olduğuna şahitlik edeceğim.” demiştir. Bu<br />

konuşmayı gözlemiş olan Firavun, daha sonra bu<br />

konuşmayı çarptırarak: “Bu sizin kurduğunuz bir tuzaktır.”<br />

demiş ve böylece halkın arasına Hz. Musa’nın<br />

(a.s) peygamberliği ile ilgili şüphe yaymak istemiştir. 6<br />

Yaymaya çalıştığı ikinci şüphe ise Hz. Musa (a.s) ile<br />

sihirbazların maksatlarının, güya aralarındaki anlaşmaya<br />

göre, hâkim unsurların ülkeden çıkarılacağını,<br />

rejimin değiştirileceğini ve hâkimiyetlerinin sona erdirileceğini<br />

öne sürmek olmuştur.<br />

Halkı Gruplara ve Hiziplere Ayırması<br />

Firavun, hem zulmedebilmek hem de zulme<br />

dayalı saltanatını devam ettirebilmek için, halkı birbirine<br />

yakın veya zıt çeşitli grup ve hiziplere ayırmaktaydı.<br />

Böylece toplumdaki muhale fet duygusunu, bu<br />

hizipler ve gruplar arasındaki sürtüşmelere kanalize<br />

etmekte, neticede o toplumdaki mevcut muhalefet<br />

potansiyelini, birbirlerine vuruşturarak pasif hâle getirmekteydi.<br />

Kur’ân-ı Kerîm bu hususa şöyle işaret<br />

etmektedir:<br />

א <br />

א <br />

א א <br />

<br />

<br />

א כא <br />

א <br />

<br />

<br />

א <br />

<br />

“Firavun, (Mısır) toprağında gerçekten azmış, halkını<br />

çeşitli sınıflara bölmüştü. Onlardan güçsüzleştirdiği<br />

sınıfın oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu.<br />

Firavun kesin bir şekilde çokça fesat çıkaran<br />

bozgunculardandı.” (Kasas, 28/4)<br />

Halkını Küçümsemesi<br />

א א <br />

כאא<br />

א א <br />

“Firavun halkını küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler.<br />

Doğrusu onlar yoldan iyice çıkmış bir toplum<br />

idi.” (Zuhruf, 43/54)<br />

Firavun, kendisini diğer insanlardan daha farklı,<br />

daha üstün ve önemli biri olarak görmekte, kendisini<br />

en başarılı, en güzel, en zeki olarak değerlendirmekteydi.<br />

Fakat ondaki bu büyüklük duygusu özgüven<br />

taşıyan bir büyüklük duygusu değildi. Sürekli dışarıdan<br />

onay görme beklentisindeydi ve oldukça da kırılgandı.<br />

Fakat bu kırılganlığının, kendindeki büyüklük<br />

duygusuna olan güveninin azlığından kaynaklandığını<br />

görememekteydi. Kırılganlığına, sürekli başkalarını<br />

suçlama ve aşağılama duygusu eşlik etmekteydi. Bu<br />

yönü ile Firavun’da narsistik kişilik bozukluğu yani<br />

büyüklenmecilik ve üstünlük duygusu, halkı küçümseme,<br />

aşağılama ve değersiz görme şeklinde tezahür<br />

etmektedir.<br />

Sahte İlâhlar İdeolojisi Üretmesi<br />

א א <br />

<br />

<br />

<br />

א א <br />

כ כ <br />

“Firavun’un halkının melei: ‘Ne yapıyorsun, seni<br />

ve senin tanrılarını terk etsinler, ülkede bozgunculuk<br />

yapsınlar diye Musa ile inananlarını kendi hallerine<br />

mi bırakacaksın?’ dediler.” (A’râf, 7/127)<br />

Burada “seni ve ilâhlarını” denilmesinde Firavun’un<br />

taptığı bir takım mabutlar varmış gibi anlaşılabilir.<br />

Hâlbuki Firavun kendisinden üstün bir ilâh<br />

kabul etmiyor, “Ben sizin en büyük Rabbinizim” diyordu<br />

(Nâziât, 19/24). Bu durumda “senin ilâhların”<br />

sözü “senin taptığın, senin ibadet ettiğin mabutların”<br />

demek değil, “senin hoşlanıp, kabul ettiğin, tapılsın<br />

diye izin verdiğin mabutlar” anlamında kullanılmış<br />

demektir. Bu da Firavun’un halkın itikadını bozmak<br />

için bir takım sahte mabutlar oluşturduğunu ortaya<br />

koymaktadır.<br />

Mucizelerle Alay Etmesi<br />

כ א <br />

א א א <br />

א א <br />

<br />

“Musa, âyetlerimizle onlara gidince onlar alay<br />

edip gülmeye koyuldular” (Zuhruf, 43/46–47) âyet-i<br />

50 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


kerîmesinin mantuk ve mefhumunca, hakikatleri<br />

küçümsemek veya onlarla alay etmek, Firavun’un<br />

kendisini yüceltmek için kullandığı zalimce bir yöntemdir.<br />

Bu tür davranış gösterenlerin maksadı, diğer<br />

insanlara göre üstün niteliklere sahip olduklarını vurgulamaktır.<br />

Günümüzde de Allah’ın kudretini ve yaratma<br />

mucizesini, canlı ve cansız varlıklardaki büyük düzeni,<br />

kâinatta akılları durduran dengeyi tesadüf olarak<br />

değerlendirip göz ardı edenler, Firavun’un, Hz.<br />

Musa’nın (a.s) mucizelerine sihir diyerek inkâra sapmasındaki<br />

benzer bir tavrı sergilemiş olmaktadırlar.<br />

Devasa Tapınaklar ve Dikilitaşlar Yaptırması<br />

Allah (celle celâlühü), bundan binlerce sene önce<br />

Mısır’ın yönetiminde diktatör olarak söz sahibi olan<br />

Firavun’un karakteristik özelliklerinden birisinin<br />

א א <br />

<br />

/ zi’l-evtâd” (Fecr, 89/10) olduğunu<br />

belirtmektedir. Bu âyet-i kerîmede yer alan “evtâd”<br />

kelimesi değişmeceli olarak izzet ve hâkimiyet,<br />

Firavun’un insanlara azap etmek için yaptırdığı bir<br />

düzenek, Firavun’un ordusu, Firavun’un kalabalık<br />

cemaati gibi mânâlarda anlaşılmıştır. 7 Ancak bilindiği<br />

üzere Firavun idaresinin en belirgin özelliklerinden<br />

birisi de kutsallaştırmaya çalıştıkları kendi mezarları<br />

yani piramitlerdir. Bu piramitlerin yanı sıra, yukarıya<br />

doğru incelerek yükselen ve tepesinde küçük birer<br />

piramit örneği bulunan dikilitaşlar da şehirlere Firavunların<br />

hâkimiyet alâmeti olarak dikilmiştir.<br />

Bütün bu açılardan bakıldığında, âyet-i kerîmede<br />

yer alan “zi’l-evtâd” tabiri, diğer anlam tabakalarının<br />

yanında -Allahu a’lem- “piramitler ve dikilitaşlar sahibi”<br />

şeklinde de anlaşılabilir.<br />

Gayet Yüksek Kule Yaptırması<br />

Kur’ân-ı Kerîm’de Kasas ve Mü’min sûrelerinde<br />

Firavun, yardımcısı Haman’a şöyle demektedir:<br />

כ <br />

א א <br />

א א <br />

<br />

א <br />

<br />

א <br />

א א אא א <br />

א אכ <br />

<br />

“Firavun dedi ki: ‘Ey benim danışmanlarım ve<br />

devlet adamlarım! Ben sizin benden başka bir ilâhınız<br />

olduğunu bilmiyorum. Hâmân! Haydi, benim için<br />

tuğla ocağını tutuştur, balçığı pişir, fazlaca tuğla imal<br />

ettirip benim için öyle yüksek bir kule yap ki, belki<br />

de onun vasıtasıyla yükselip Musa’nın (varlığını iddia<br />

ettiği) Tanrısını görürüm! Aslında, ben onun yalancının<br />

biri olduğu görüşündeyim!” (Kasas, 28/38)<br />

Kur’ân-ı Kerîm’in anlattığı bu kule yakın zamana<br />

kadar bulunamamıştı. Ancak 1984 yılında, İskenderiye<br />

limanının birkaç yüz metre açığında yer alan ve<br />

ağırlıkları 10 ile 75 ton arasında değişen pembe granitten<br />

dev bloklar tespit edilmiştir. Bir Mısır bilimci<br />

olan Jean Pierre Corteggiani’ye göre, bu dev granit<br />

bloklar İskenderiye Feneri’ne aittir.<br />

Ayrıca Ranke tarafından hazırlanan Dictionary<br />

of Personal Names of the New Kingdom adlı Mısır<br />

isimleri sözlüğünde, Hâmân’ın, Taş Ocakları İşçilerinin<br />

Şefi olduğu kayıtlıdır. 8 Hiyerogliflerde Hâmân’ın<br />

isminin yanındaki ayıraç ise onun Firavun’un yardımcısı<br />

olduğunu göstermektedir. Çünkü Mısırlılar,<br />

kelimeleri çok özel bir durum olmadıkça hep bitişik<br />

yazmaktaydılar. Bu hiyerogliflerin okunabilmesi,<br />

Kur’ân’da açıklandığı gibi Hâmân’ın Eski Mısır’da<br />

yaşadığını ve Firavuna yapılar inşa eden bir kişi olduğu<br />

ortaya çıkarmıştır.<br />

Firavun İdaresinin Âfetlerle Uyarılması<br />

Allah (celle celâlühü) Firavun hanedanı düşünüp ibret<br />

alsın diye, onları senelerce kuraklık, kıtlık, tufan,<br />

çekirge, kan, haşerat, kurbağa istilası ve ürün azlığı ile<br />

cezalandırmıştır. Ancak yine de Firavun hanedanı ve<br />

melei inkârlarında inat edip büyüklük taslamaya devam<br />

etmiş, sıkıntıların tek sebebi olarak inananları<br />

görmüş ve onları uğursuzlukla suçlamışlardır. Ancak<br />

ilginç bir şekilde Firavun ve melei her sıkıntıda Hz.<br />

Musa’ya (a.s) müracaat ederek, üzerlerindeki maddî<br />

ve mânevî felâketleri gidermesi için Allah’a dua etmesini<br />

istemişlerdir. Bununla kalmamış, maruz oldukları<br />

felaket şayet uzaklaşır ve refaha kavuşurlarsa<br />

inananlardan olacaklarına da söz vermişlerdir. Ancak<br />

her defasında sözlerinden dönmüşler, arkasından da<br />

yok edilmişlerdir (A’râf, 7/130–136).<br />

Firavun ve hanedanının bu yok oluşu Orta Krallık<br />

döneminin sonlarına ait bir papirüste 9 açlık, kuraklık,<br />

kölelerin Mısırlıların servetleriyle kaçışı ve ülke çapındaki<br />

ölümler şeklinde tasvir edilmektedir. Bu papirüs,<br />

Mısır sosyetesinin ölümünü, Firavun’un yıkılışını<br />

ve Allah’a isyanları karşılığında başlarına gelmiş<br />

felâketleri anlatan anlamlı bir el yazmasıdır. 10<br />

Horlanan, aşağılanan ve ezilen insanlar ise bu sabırlarına<br />

karşılık Allah’ın bereketlerle donattığı Mısır<br />

coğrafyasının doğularına ve batılarına vâris kılınmışlardır<br />

(A’râf, 7/137).<br />

Sonuç<br />

Kur’ân-ı Kerîm’deki tasvirlerin genel hatları arasında<br />

görebildiğimiz kadarı ile Firavun, ilâhlık iddiasında<br />

bulunan bir şaşkın, kendisinden başka tanrı<br />

olup olmadığını anlamak için gayet yüksek kule yaptıracak<br />

kadar da marazi ruha sahip bir sapkındır. O,<br />

halkını küçümseyerek zayıfları ezen, gerçeklerden<br />

uzak yaşayan bir kraldır. Firavun portresinin en temel<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 51


özelliği ise Allah’ın kâinattaki hâkimiyetini reddetmesidir.<br />

Firavun’un ilâhlık ve rablik iddiası, kendisinden<br />

başka itaat edilecek, kanun koyacak, yönetecek güç<br />

tanımadığını göstermektedir. Firavun ve hanedanı,<br />

kendilerini mülkün tek hâkimi saymışlardır. Böylece<br />

küçük bir azınlık servet içinde yüzerken, halkın büyük<br />

çoğunluğu köleleştirilmiş, açlık ve sefalet içinde<br />

bırakılmışlardır.<br />

Âyet-i kerîmelerin, Firavun’u fert olarak ele almaktan<br />

çok, Firavun aile si (âl-i Fir’avn), avenesi<br />

(mele’), kavmi ve askerleri (cünûd) şeklinde erkânıyla<br />

birlikte zikretmesi, Firavun’u tek bir kişi olmaktan<br />

daha çok zalim bir zihniyet, karanlık bir odak ve dehşetli<br />

bir merkez olarak işaretlemektedir denilebilir.<br />

Kur’ân’da en az altı sûrede ayrıntılı olarak yer alan<br />

Hz. Musa (a.s) ile Firavun kıssasında pek çok hikmetler<br />

bulunmakla birlikte, bu yazıda oldukça sınırlı sayılabilecek<br />

özelliklere değinebildik. Bu kıssalar ve tekrarlarında<br />

Firavun ve cemiyetinin haksız bir şekilde<br />

büyüklenmeleri, mucizeleri gördüklerinde “sihirdir”<br />

demeleri, halkın Firavun ve cemiyetinden korkması,<br />

Firavun ve meleinin ziynet ve servet içerisinde yüzmeleri<br />

gibi hususlar işlenmektedir. Firavunlar, düz<br />

Mısır coğrafyasında kendi hükümranlık alâmetleri<br />

olarak gayet yüksek ve büyük piramitler inşa ettirmiş,<br />

yekpare dikilitaşlar yaptırmışlardır. İsrail oğullarının<br />

maruz kaldıkları işkenceler ve onlardaki müthiş ölüm<br />

korkuları da bu sûrelerde yer alan konulardır.<br />

* İstanbul Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />

mgulcur@yeniumit.com.tr<br />

Dipnotlar<br />

1. http://www.islamic-awareness.org/Quran/Contrad/External/josephdetail.<br />

html<br />

2. Ana Britannica, Ana Yayıncılık, 12/235.<br />

3. Mele: Bir rey üzerine bir araya gelip şekil ve görünüşü insanın gözlerini,<br />

kıymet ve önemleri de insanların gönüllerini dolduran cemaat, bütün<br />

adına söz söylemeye yetkili kişilerin teşkil ettikleri heyet, danışma meclisi.<br />

Görülüyor ki, bu mânâ, zamanımızda Frenklerin “sosyete” adını verdikleri<br />

cemiyet mânâsınadır. Bunda bir maksat üzere toplanmış olmak, iyi<br />

anlaşma, uzlaşma ve kıymetli olma en esaslı anlamı teşkil eder. Meselâ bir<br />

dernek, bir kabine ve bir parlamento, bir ordu ve herhangi bir toplumun<br />

bütünü adına söz söylemeye yetkili kişilerin bir araya gelip bir heyet teşkil<br />

etmesi hep birer “mele” demek olur. Ve önde gelen eşrafa “mele” denilmesi<br />

de bu yüzdendir. (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Azim<br />

Neşriyat, 4/90–91.)<br />

4. Yazır, 4/93–94.<br />

5. Elmalılı, 4/97.<br />

6. Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi,<br />

4/97–98.<br />

7. Râzi, 19/41.<br />

8. Hermann Ranke, Die Ägyptischen Personennamen, Verzeichnis der<br />

Namen, Verlag Von J. J. Augustin in Glückstadt, Band I, 1935, Band II,<br />

1952.<br />

9. Mısır’da, 19. yüzyılın başlarında bulunan bu papirüs, Hollanda’daki Leiden<br />

Müzesi’ne götürülmüş ve A. H. Gardiner tarafından 1909’da tercüme<br />

edilmiştir. Papirüsün tamamı “Admonitions of an Egyptian from a Heiratic<br />

Papyrus in Leiden (Leiden’deki Papirüste Bir Mısırlının Nasihatleri)” adlı<br />

kitapta yer almaktadır.<br />

10. http://ohr.edu/yhiy/article.php/838<br />

Çoraklaşmış dört bir yan yeşil kubbede gözler,<br />

Hasretle kavrulan sineler yolunu gözler;<br />

O'na teveccüh olsa zâil olur pürüzler,<br />

Şimdilerde onu heceliyor bütün sözler.<br />

52 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


Giriş<br />

YENi ÜMiT<br />

Prof. Dr. Vehbe Mustafa ez-ZUHAYLÎ*<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />

Bütüncül ve Parçacı Yaklaşımlar Arasında<br />

Sünnet-i Nebeviyye<br />

Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’ya sonsuz hamd<br />

ü senâlar, bütün peygamberlerin sonuncusu Hz.<br />

Muhammed’e (sallallahü aleyhi ve sellem), O’nun aile<br />

ve dava arkadaşlarına ve kıyamete kadar sadakat içinde<br />

yolunun yolcusu olanlara salât u selâm olsun.<br />

Sünnet-i Nebeviye, Kur’ân-ı Kerîm’in prensip,<br />

hüküm ve kanunlarını detaylı bir şekilde beyan<br />

etme; mücmel âyetleri izah ve tafsil etme; mutlak<br />

ve kapsayıcı olan hükümlerini bazı kayıtlarla takyit<br />

ve sınırlama; umumî olan hükümlerini tahsîs; İslâm<br />

hukukunun içerik ve kapsama alanı ile ilgili gerek teorik,<br />

gerekse tatbik açısından engin ve zengin veriler<br />

sunma gibi fonksiyonlara sahip Kur’ân-ı Kerîm’den<br />

sonra İslâm hukukunun ekseni mesabesinde bir unsur<br />

olması ve “O kendi heva ve hevesiyle konuşmuyor.<br />

O, kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir<br />

şey değildir.” (Necm: 3-4) âyetinin anlamı gereğince<br />

mânâ itibariyle Cenâb-ı Hakk’ın yüce dergâhından<br />

indirilmiş bir vahiy olmasına rağmen, içteki ve dıştaki<br />

İslâm düşmanları, Kur’ân-ı Kerîm’in mucizevîliği<br />

karşısında aciz kalıp onun hakkında insanların kalb ve<br />

kafalarında şüphe uyandırmaktan ümitlerini kesince<br />

nazarlarını Sünnet-i Seniyyeye çevirmiş; bir kısmı<br />

tamamını inkâr ederek, bir kısmı da küllî bakış açısından<br />

mahrum parçacı bir yaklaşımla ele alarak onu<br />

tamamen devre dışı bırakmak istemişlerdir.<br />

Ne var ki, bir kısım hevâ ve heveslerin mahkûmu,<br />

İslâm hukuk ve yapısına kasteden bazı canilerin mantık<br />

ve düşüncesinin zebûnu olan bu hak duygusundan<br />

yoksun iftiracı, maksatlı ve hakikatten uzak kimseler,<br />

geçmişte olduğu gibi bugün de ya Sünnet’in<br />

sübûtu ya da onu kabul etmek ve Müslümanların<br />

pratik hayatını İslâm hukuk sisteminin ışıktan tayfları<br />

altında inşa etmeyi kabul etmekle beraber onun anlam<br />

ve medlûlü etrafında çeşitli şüpheler uyandırmak<br />

suretiyle, şer’î ve mantıkî dayanağı olmayan sudan<br />

bahanelerle onunla amel etmenin zaruret ve önemini<br />

azaltma yolunda ellerinden geleni artlarına koymamışlardır.<br />

Hakikatte İslâm hukukuna kasteden bu caniler,<br />

bugün Pakistan ve Hindistan’da “Kur’âncılar”<br />

(Mealciler) veya bir kısım şeytânî duygu ve isteklerle<br />

şer’î hükümleri iptal etmeye kalkışan ve kendilerini<br />

tecdit ehli (yenilikçi) zannedenler gibidir. Bunları<br />

bizzat Kur’ân-ı Kerîm’in sarih âyetleri ve nübüvvetin<br />

getirdikleri alıp bir kenara atmaktadır. İşin doğrusu<br />

bunlar ya iftiracı bir topluluk, ya beyinsizler takımı, ya<br />

ilimden nasibi olmayan cahiller, yahut birtakım bidatçi<br />

ve şüpheli eğilim sahiplerinden başkaları değildir.<br />

Ben de konumum itibariyle, iman, akide, ibadet,<br />

ahlâk, muamelat, aile hukuku gibi çeşitli alanlarda,<br />

sünnet-i nebeviye vasıtasıyla sabit olmuş hüküm ve<br />

kanunların bulunduğunu çok açık ve net bir biçimde<br />

ispat etmek suretiyle, Sünnet-i Nebeviye’ye dil uzatan<br />

ve onun aleyhine yazı yazanların yanlı ve yanlış<br />

görüşlerini ortaya dökme hususunda – âcizane – bir<br />

katkıda bulunmak istedim. Bu meyanda ele almak istediğim<br />

konuları şu şekilde sıralayabilirim:<br />

Kısaca Sünnet-i Nebeviye’nin Delil Oluşu<br />

Sübût bulmuş Sünnet-i Nebeviye’nin kapsama<br />

alanı (içerdiği konular).<br />

Sünnet-i Nebeviye’nin İslâm hukuku üzerindeki<br />

etkisi.<br />

Hak ve hakîkati apaçık beyan eden ve doğru yolu<br />

gösteren Allah’tır. (celle celâlühü)<br />

Sünnet-i Nebeviye’nin Delil Oluşu<br />

Sünnet-i Nebeviye’de usulüne göre sabit olmuş<br />

her şey, kesinlikle, umumî olarak, hukukun bütün<br />

alanlarında muteber bir delildir. O, bu konuda varit<br />

olan birçok delil ve bürhan sebebiyle, Kur’ân-ı<br />

Kerîm’den hemen sonra İslâm hukukunun ikinci<br />

kaynağıdır. Bu delillerin en önemlileri sekiz tanedir. 2<br />

Âyet-i Kerîmeler: Kur’ân-ı Kerîm’de Sünnet ile<br />

amel etmeye irşat ve teşvik eden, hattâ açık emirlerle<br />

onunla amel etmeyi farz kılan birçok âyet-i kerîme<br />

vardır, bunlardan bazıları şunlardır:<br />

Ey iman edenler! (Bütün emir ve yasaklarında) Allah’a<br />

(celle celâlühü) itaat edin, Rasûle itaat edin… (Nisâ: 59)<br />

Allah (celle celâlühü) ve Rasûlü (sallallahü aleyhi ve<br />

sellem) bir meselede hükmünü verdiği zaman mümin<br />

bir erkek veya mümin bir kadının kendileri ile alâkalı<br />

o meselede başka bir tercihte bulunma hakkı yoktur.<br />

Kim Allah (celle celâlühü) ve Rasûlüne (sallallahü aleyhi<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 53


ve sellem) isyan ederse besbelli bir sapıklığa düşmüş<br />

demektir. (Ahzâb: 36)<br />

Rasûlüllah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sizi çağırmasını<br />

ve sizin için duasını, birbirinizi davet etmeniz<br />

ve birbirinize duanızla bir tutmayın; O’nu (sallallahü<br />

aleyhi ve sellem) aranızda birbirinizi çağırdığınız gibi de<br />

çağırmayın; birbirinize seslendiğiniz gibi O’na (sallallahü<br />

aleyhi ve sellem) seslenmeyin. Elbette Allah (celle<br />

celâlühü), toplantı anında içinizden birbirlerini siper<br />

edinerek sıvışıp gidenleri biliyor. Allah Rasûlü’nün<br />

(sallallahü aleyhi ve sellem) emrine muhalefet edenler,<br />

başlarına bir belanın veya pek acı bir azabın gelmesinden<br />

korkup çekinsinler. (Nur: 63)<br />

Vücûba (farziyet), muhalefet ve isyan edenleri<br />

uyarmaya, azapla şiddetli bir şekilde sakındırmaya<br />

delâlet eden emir hakkında varit olan bu örnekler,<br />

Resûlüllah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) kavlî, fiilî ve<br />

takrîrî sünnetlerinde itaat ve inkıyadın kesin bir şekilde<br />

farz olduğuna delâlet etmektedir. Aksi takdirde, nübüvvetin<br />

anlamını yitireceği ve O’nun (sallallahü aleyhi<br />

ve sellem) öğretilerini inkâr eden kişinin kâfir, sapıklığa<br />

düşmüş ve nübüvvetin mutedil ve müstakim çizgisinden<br />

uzaklaşarak onun gereklerini yerine getirmeyen<br />

serazatlar takımından olacağı beyan edilmektedir.<br />

Sünnet-i Şerife’nin bizzat kendisi: Bizzat<br />

Sünnet-i Serîfe, kendisine saygı ve ihtiramın farz olduğunu<br />

ve bunun da Rasûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve<br />

sellem) risaletinin tebliğ ve ilânının bir parçasını teşkil<br />

ettiğini ispat etmektedir. Zîrâ Peygamber Efendimiz,<br />

hem kendisini, hem de başkasını gösteren bir güneş<br />

gibi, sahih hadîs-i şerîflerinde, güneş kadar açık ifadelerle,<br />

Kur’ân-ı Kerîm’in mazmun ve muhtevasını vurgulamaktadır.<br />

O hadîslerden birkaç tanesi şunlardır:<br />

Dikkat edin! Bana Kur’ân ve onun bir benzeri<br />

(misli) verilmiştir. Ve yine dikkat edin! Karnı tıka<br />

basa dolu bir adamın, koltuğuna kurulmuş oturduğu<br />

yerden ahkâm keserek “Siz Kur’ân’a bakın ve onunla<br />

yetinin; onda gördüğünüz helâlı helâl; haramı da haram<br />

sayın ve ötesine geçmeyin” demesi pek yakındır.<br />

Ancak şunu unutmayın ki, Allah Resûlü’nün (sallallahü<br />

aleyhi ve sellem) haram kıldığı şey, bizzat Cenâb-ı<br />

Hakk’ın haram kıldığı gibidir. 3<br />

Size iki şey bıraktım, onlara sımsıkı sarıldığınız<br />

müddetçe asla dalâlet ve sapkınlığa düşmezsiniz: Yüce<br />

Allah’ın (celle celâlühü) Kitabı ve O’nun (celle celâlühü)<br />

Peygamberinin (sallallahü aleyhi ve sellem) Sünnet’i. 4<br />

Size Cenâb-ı Hakk’a karşı saygılı olup takva dairesinde<br />

yaşamanızı, başınızdaki Habeşistanlı bir köle<br />

dahi olsa dinleyip itaat etmenizi tavsiye ediyorum; zîrâ<br />

benden sonra yaşayanlar birçok anlaşmazlık ve ihtilaflar<br />

göreceklerdir. Bu sebeple, benim Sünnet’ime uyunuz,<br />

hak ve hidayet üzere devam eden raşit halifelerin yol<br />

ve yönteminden ayrılmayınız. Bunlara azı dişlerinizle<br />

sımsıkı sarılınız ve sakın ola, Kur’ân ve Sünnet’te aslıesası<br />

olmayan şeylere yaklaşmayasınız; çünkü aslı-esası<br />

olmayan her şey bidattir ve her bidat de bir dalâlettir. 5<br />

İşte bütün bu hadîs-i şerîfler, Sünnet’in tamamını<br />

veya bir kısmını bırakıp serazat yaşamayı yasaklayan<br />

kesin direktiflerdir; çünkü İslâm hukuku veya hükümleri<br />

asla parçalanamaz.<br />

Sünnet’e olan ihtiyaç: Cenâb-ı Hak, “Biz bu<br />

kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik.” (En’âm: 6/38) ve<br />

“İşte bu, bütün insanlara yöneltilen bir açıklamadır,<br />

haramlardan korunacak muttakiler için bir hidayet<br />

ve öğüttür” (Âl-i İmrân: 3/138) buyurmaktadır. Ancak<br />

bununla, genel prensip ve hükümlerin, cüzî değil<br />

küllî temel kaidelerin açıklanmasını kast etmiştir.<br />

Bunun delili de realitedir; zîrâ yüzlerce cüzî hüküm<br />

vardır ki bunlar ancak Sünnet aracılığıyla öğrenilebilmiştir.<br />

Sünnet ise ayıklama, seçme ve parçalama<br />

kabul etmeyen genel, mutlak, kapsamlı ve şümullü<br />

bir lafızdır. Namaz, oruç, zekât, hac vb ibadetler;<br />

muamelât, suç ve cezalar; evlenme, boşanma, miras,<br />

vasiyet, vakıf vb aile hukuku ile ilgili hükümlerin detaylarını<br />

Sünnet’in açıklaması buna örnek verilebilir.<br />

Çünkü Müslümanlar, bu hükümleri, ancak sünnet<br />

sayesinde öğrenebilmişlerdir. Sünnet, İslâm hukukunun<br />

içerdiği bütün konu ve alanları kapsamaktadır ve<br />

kesinlikle ayıklama, seçme ve parçalama kabul etmez.<br />

Hakikatin ifadesi olan İmam Evzaî’nin (r) şu sözü<br />

bu konuyu yeteri kadar açıklamaktadır: “Kitab’ın<br />

Sünnet’e olan ihtiyacı, Sünnet’in Kitab’a olan ihtiyacından<br />

daha fazladır; çünkü Sünnet, Kitab’ın maksat<br />

ve muradını açıklar.”<br />

Ancak, gün ortasındaki bir güneş gibi hakikati;<br />

yani Sünnet’i açık beyan gördüğümüz hâlde, birilerinin<br />

kalkıp onu inkâr etmesi veya abluka altına alması<br />

veya eda ettiği fonksiyonu durdurması veyahut sayılı<br />

birkaç hükümle sınırlı görmesi ne kadar üzücü bir<br />

hâdisedir!<br />

Bu konuda Şeyh Muhammed el-Hudarî (rahmetullah<br />

aleyh) şöyle demektedir: “Özetle ifade etmek<br />

gerekirse, Sünnet’in delil ve hüccet olma hususu,<br />

Müslümanların ittifakla (icma) kabul ettiği dinin “zaruriyyat”<br />

kısmındandır ve Kur’ân-ı Kerîm de bunu<br />

ifade etmektedir.” 6<br />

Şevkânî (rahmetullah aleyh) ise konuya şu sözleriyle<br />

açıklık getirmektedir: “Sözün özü şudur; sünnet-i<br />

mutahharanın, delil, hüccet ve müstakil bir teşri kaynağı<br />

olması meselesi, dînî bir zarurettir ve bunu böyle<br />

kabul etmeyenler ancak dinin ruhunu kavrayamamış<br />

tali’sizlerdir.” 7<br />

54 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


İşte hiç kimsenin ününü, namını ve ilmî mertebesini<br />

inkâr edemeyeceği ilk dönem ve günümüz<br />

âlimlerinin konu hakkındaki görüşleri böyledir.<br />

Sünnet vahiydir veya vahiy hükmündedir:<br />

Resulüllah Efendimiz’den (sallallahü aleyhi ve sellem)<br />

sâdır olan şeyler iki kısımdır, biri, Cenâb-ı Hak’tan<br />

aldığı şer’î hükümleri insanlara tebliğ ve ilan; diğeri<br />

ise talim ve irşattır.<br />

Şer’î hükümlerin tebliğ ve ilanı kesinlikle vahiydir.<br />

Hanefîler, bunu, “vahy-i zâhir” (açık vahiy) olarak<br />

adlandırmaktadırlar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve<br />

sellem), bu görevinde hata ve unutmadan masum ve<br />

mahfuzdur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), ya<br />

bizzat bunun vahiy olduğunu açıkça ifade eder ya da<br />

bu konuda bir beyanda bulunmayıp susar. Birincisi:<br />

Kur’ân’dır ki o kendisi ile ibadet edilen, en kısa suresinin<br />

bir benzerini getirmekle bütün ins ve cinne<br />

meydan okunan vahy-i metlüvv’dür, mucizedir. Ve<br />

yine vahy-i gayr-i metlüvv olan ve “Yüce Allah (celle<br />

celâlühü) buyurdu.” diye başlayan kutsî hadis 8 de bu<br />

kısımdandır. İkincisi: Efendimiz’in (sallallahü aleyhi<br />

ve sellem) mübarek ağzından sâdır olan, ancak az önceki<br />

ifadelerden herhangi birisi ile başlamayan normal<br />

hadîstir. Bu da yukarıda geçen âyetlerin anlamı<br />

gereğince yine vahiydir. “O kendi hevâ ve hevesiyle<br />

konuşmuyor. O, kendisine vahyedilen bir vahiyden<br />

başka bir şey değildir.” (Necm: 53/3-4). “Ben ancak ve<br />

ancak bana vahyedilene uyarım” (Yunus: 10 / 15)<br />

Efendimiz’den (sallallahü aleyhi ve sellem) talim ve<br />

irşat maksatlı sâdır olan şeylere gelince, eğer Cenâb-ı<br />

Hak onları kabul ve muvafakat ederse onlar da vahiy<br />

mesabesinde veya hükmündedir. Efendimiz’in (sallallahü<br />

aleyhi ve sellem), hakkında vahiy indirilmeyen<br />

konulardaki kendi içtihadı vasıtasıyla verdiği hükümler<br />

bu kısımdandır. Hanefîler bu çeşit vahyi, “vahy-i<br />

bâtın” olarak adlandırmışlardır. Ancak Yüce Allah’ın<br />

(celle celâlühü) takrir etmedikleri, Sünnet’ten değildir.<br />

Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem)<br />

ismeti: Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), diğer<br />

bütün peygamberler gibi, büyük ve küçük günah işlemekten<br />

masumdur. Cenâb-ı Hak’tan aldığı hükümleri<br />

insanlığa tebliğ ve ilan vazifesinde yalan, hata ve<br />

nisyandan; peygamberliğinden önce ve sonra küfürden<br />

masum ve mahfuzdur.<br />

Bütün ehl-i din ve şeriat, peygamberlerin, tebliğ<br />

ve ilan vazifesini ihlâl edecek her türlü noksanlıklara<br />

karşı, Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâlühü) ismet ve hıfzıyla<br />

masum ve mahfuz olmasının farz oluşu konusunda<br />

ittifak etmişlerdir. Çünkü bu, Cenâb-ı Hakk’ın onlar<br />

vasıtasıyla meydana getirdiği mucizelerin anlamının<br />

bir gereğidir; eğer böyle bir şey caiz ve mümkün olsaydı<br />

mucizelerin bir anlam ve fonksiyonu kalmazdı,<br />

bu ise muhal ve imkânsızdır.<br />

Cenâb-ı Hak, şöyle buyurmaktadır: “Ey Rasûl!<br />

Yüce Rabbin katından sana indirileni tebliğ ve ilan et,<br />

eğer yapmazsan onun risalet vazifesini yerine getirmemiş<br />

olursun. Allah (celle celâlühü) seni bütün insanlığa<br />

karşı koruyacaktır.” (Maide: 5/67). Efendimiz (sallallahü<br />

aleyhi ve sellem) ise bu konuya şu sözleriyle tavzih<br />

etmiştir: “Yüce Allah’ın (celle celâlühü) yapmanızı emrettiği<br />

her şeyi, ben de emrettim; O’nun (celle celâlühü)<br />

yapmanızı yasakladığı her şeyi ben de yasakladım.” 9<br />

Asr-ı Saadet’te Sünnet’e bağlılık: Efendimiz’in<br />

ilk muhatabı olma pâyesine mazhar olan sahabe<br />

efendilerimiz, en ufak meselelerde dahi ihmal veya<br />

terk etmeksizin, seçme veya parçalama yapmadan<br />

Sünnet-i Nebeviye’nin bütününe bağlı kalmış ve<br />

Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) kavlî, fiilî<br />

ve takrîrî bütün emir ve yasaklarına karşı tam itaat ve<br />

inkıyat içinde olmuşlardır. Eğer kendileri bir konuda<br />

içtihat ederlerse, bunu Hz. Peygamber’in (sallallahü<br />

aleyhi ve sellem) onayına sunarlar, o da bunu onaylarsa<br />

(ikrar) artık bu hüküm Cenâb-ı Hak tarafından onaylanmış<br />

demektir. Zîrâ çağ, vahiy çağı olduğu için,<br />

Cenâb-ı Hak (celle celâlühü), Peygamber’in (sallallahü<br />

aleyhi ve sellem) içtihad hatasını onaylayıp o hata üzerine<br />

kalmasına müsaade etmez ki bu yanlış bütün ümmete<br />

de sirayet etsin. Bütün bu emir, yasak ve ikrarların her<br />

biri için, herkes tarafından bilinen birçok örnek vardır<br />

ve bu konudaki rivayetler sabit, çok açık ve nettir.<br />

İcma: İlk ve sonraki nesillerinden (selef ve haleften)<br />

bütün sahabe efendilerimiz (ra), gerek Peygamberimiz<br />

(sallallahü aleyhi ve sellem) hayattayken gerekse<br />

ahiret yurduna intikal ettikten sonra, sünnete uymanın<br />

zaruret ve farziyeti konusunda ittifak etmişlerdir.<br />

Daha önce de geçtiği üzere, Efendimiz hayattayken<br />

O’nun (sallallahü aleyhi ve sellem) vermiş olduğu bütün<br />

hükümleri uyguladıkları, emir ve yasaklarını özenle<br />

yerine getirdikleri gibi; Muaz b. Cebel’in (ra) “Eğer<br />

aradığın konunun hükmünü Kur’ân’da bulamazsan<br />

ne yaparsın?” “Allah Resulü’nün Sünnet’ine göre<br />

hüküm veririm.” 10 meşhur hadîsinin anlamı gereğince,<br />

Kur’ân-ı Kerîm’de varid olan bir hüküm ile<br />

Resûlullah Efendimiz’den (sallallahü aleyhi ve sellem)<br />

gelen bir hükme uymanın zaruret ve farziyeti arasında<br />

bir fark gözetmiyorlardı. Raşit halifeler de Kur’ân’da<br />

bir konunun hükmünü bulamadıkları zaman aynı<br />

yönteme başvurdukları bilinmektedir. Sahabe neslinden<br />

sonraki bütün İslâm mezhep ve ekollerinin imam<br />

ve âlimleri de bu konuda böyle davranmışlardır.<br />

Akıl: Cenâb-ı Hak, Yüce Peygamberine risalet<br />

ve elçiliğini tebliğ ve ilân etmesini ve O’nun vahyine<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 55


ittiba etmesini emretmiştir. Bu tebliğ ve ilan vazifesi<br />

de Kur’ân-ı Kerîm’i okutmak ve mânâ ve muhtevasını<br />

beyan etmek suretiyle gerçekleşmiştir. Yüce<br />

Peygamberimiz’in, hata, unutma ve günaha girme gibi<br />

konularda Cenâb-ı Hakk’ın ismet ve hıfz dairesinde<br />

olduğunun delillerini daha önce ele almıştık. Buna<br />

göre İslâm hukuku Kur’ân ve Peygamberimiz’in sözleri,<br />

fiilleri ve takrirlerinden oluşmaktadır.<br />

Allâme Muhammed Takiyy el-Hakim şöyle der: Bu,<br />

sünnetin delil ve hüccet oluşu hakkındaki en sağlam delillerinden<br />

biridir. Ve bunu inkâr etmek, akıl ve mantık<br />

açısından nübüvveti inkâr etmekle eş değerdir. 11<br />

Muhammed el-Gazali ise bu konuda şöyle demektedir:<br />

Sünnet, Kur’ân’la beraber İslâm’ın temel<br />

ve direğidir, o Kur’ân’ın ebedî ışığının uzantısı ve<br />

mânâsının tefsiri, hedef ve tavsiyelerini gerçekleştiren<br />

gaye ölçüsünde bir vesiledir. Sünnetsiz bir fıkıh<br />

düşünülemeyeceği gibi, fıkıhsız bir Sünnet de düşünülemez;<br />

dinî hükümler de diğerlerinden kopuk şekilde<br />

tek bir hadîsten alınmaz, bilakis konu hakkındaki<br />

tüm hadisler bir araya getirilir ve toplanan hadîsler<br />

Kur’ân’ın yanıltmaz rehberliği ve sonsuz ışığı altında<br />

mukayese edilir. İşte Kur’ân, hadîslerin amel ettiği<br />

ana çerçevedir. Hadîsler, Kur’ân’ın çizdiği çerçevenin<br />

dışına çıkamaz. Sahih hadîslerdeki hükümler, Peygamber<br />

Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından<br />

ilâhî teyit ve rabbanî beyan vasıtasıyla Kur’ân’dan<br />

çıkarılmış ve ondan alınmıştır. Sünnet, Kur’ân mesajının<br />

nebevî beyan ve açıklaması, Cenâb-ı Hakk’ın<br />

Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur’ân’ın<br />

özetle ele aldığı konuları detaylı bir şekilde izah etmesi<br />

için bir aydınlatma ve yol göstermesidir.<br />

Sünnet-i Nebeviye’nin İhtiva Ettiği Konular<br />

Sünnet-i Nebeviye’nin tafsîlî hükümlerde kapsadığı<br />

alan, Kur’ân’ın kapsadığı alandan daha geniştir;<br />

gayb ve şehadet âlemleri hakkındaki inançla ilgili<br />

konular, Cennet, Cehennem, sırat, mizan, hesap ve<br />

sual, kader ve kadere imanla ilgili mevzuların açıklanması,<br />

kaderciliğin yerilmesi gibi insanın dünya ve<br />

ahirette muhtaç olduğu her şeyi içerdiği gibi, iman<br />

ve İslâm’ın rükünlerini, ilim ve ilim âdâbını, astronomi<br />

bilimlerini, Kur’ân’ın tilâvet ve tefsirini, sûrelerin<br />

faziletlerini, peygamberlik müessesesini, ölüm öncesi<br />

ve sonrası hâdiseleri, ilâhî vahyin aydınlık tayfları altında<br />

gayb ve gelecekte olacak hâdiselerin haber verilmesi<br />

gibi konuları da ihtiva eder.<br />

Yine bazı peygamberlerin, sahabelerin ve sonraki<br />

kuşaktan gelen bir kısım zatların, kutsal mekân<br />

ve zaman dilimlerinin faziletlerini, tıp ve tedaviyi ve<br />

peygamber tavsiyesi nebevî ilaçları, dua ve rukye gibi<br />

konuları da içine almaktadır.<br />

İslâm’da savaş, barış ve anlaşmalar hukuku; temizlik<br />

ve insan fıtratının özellikleri; namaz, oruç, hac,<br />

zekât, sadaka, yeminler, kefaretler, adaklar, yasaklar<br />

ve mubahlar, avlanma, kurban, helâl ve haram yiyecekler,<br />

Cuma, cemaat, bayram, yağmur ve korku namazları<br />

gibi özel namaz çeşitleri vb hususlardan oluşan<br />

ibadetler fıkhı da Sünnet’in kapsama alanındadır.<br />

Aynı şekilde alışveriş, kiralama, şirket, rehin (teminat),<br />

hibe, borç, selem satışı ve şuf’a, nişan, evlilik,<br />

boşanma, hul’ (kadının kocasına para ödeyerek boşanması),<br />

çocuk bakımı (dadılık), zıhar, lian, vakıf, vasiyet,<br />

miras gibi muamelatla ilgili konuları da ihtiva eder.<br />

Cinayetler, had cezaları, kısas, diyet, kasâme, tazir<br />

cezaları, yargı ve yargılama âdâbı, şahitlik, yemin,<br />

ikrar ve karine gibi ispat yolları, halifelik ve emirlik,<br />

dünyanın (dünyaya bakan tarafının) yerilmesi, şefkat,<br />

rahmet, gazap, riya, yardımlaşma, cömertlik, cimrilik,<br />

dua ve zikirler, yeme-içme, giyinme, takı, koku<br />

sürme âdâbı, resim, nakış, zenginlik, fakirlik, kendini<br />

beğenme, kin, nefret ve kıskançlık gibi âdâp ve ahlâka<br />

ait genel kuralları da ele alır.<br />

İşte Sünnet’in ele alıp incelediği konu çerçevesi<br />

bu kadar geniş bir alana yayılmıştır. Bu ve buna benzer<br />

konular “fıkh-ı ekber” ismi altına toplanmıştır.<br />

Bu kadar yoğun miktardaki hükümlerin tafsilatı<br />

ancak sünnet vasıtasıyla öğrenilmiştir. Bütün bu gerçeklere<br />

rağmen, Sünnet’i inkâr edenler veya etrafında<br />

şüphe uyandırmaya çalışanlar veya ondan uzaklaşanlar,<br />

bunu ancak ve ancak katmerli cehalet, dalâlet ve<br />

İslâm’dan uzak olma bataklığına saplandıkları için<br />

yapmaktadırlar.<br />

Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (sallallahü<br />

aleyhi ve sellem) Sünnet’inden elde edilen bunca hükümler,<br />

seleften halefe nesiller boyu kuşaktan kuşağa<br />

aktarılmış ve İslâm’ın saf, arı ve duru metodu üzerine<br />

inşa ettikleri hayat dokularının temel ve ayrılmaz bir<br />

parçası olmuştur.<br />

Sünnet-i Nebeviye’nin İslâm Hukuku Üzerindeki<br />

Tesiri<br />

Kur’ân ve Sünnet arasında sağlam ve kopmaz bir<br />

bağ olduğunu; Kur’ân’daki birçok hukukî prensip,<br />

ibadet, muamelat ve diğer konulara ait hükümlerin<br />

genel ve küllî bir şekilde yer aldığını gördük.<br />

Meselâ namaz kılma, oruç tutma, zekât verme,<br />

hacca gitme emirleri genel olarak anlatılmış, Sünnet<br />

ise farzını, vacibini, müstehabbını, bunların nasıl eda<br />

edileceğini, vaktini, zamanını ve mekânını beyan etmiştir.<br />

İnsanlar arasında vâki olan muamelatla alâkalı<br />

işlerin rükünlerini, şartlarını, sahihini, bâtılını, fasidini,<br />

ibadet ve muamelat kurallarına muhalefet edenlerin<br />

cezalarını yine Sünnet belirlemiştir.<br />

56 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


Faiz ve insanların mallarını bâtıl yol ve yöntemlerle<br />

yemek, Kur’ân’da haram kılınmıştır; Sünnet ise<br />

hangi işlemlerin faiz dairesine girdiğini açıklamıştır;<br />

çünkü her fazlalık haram değildir. Yine Sünnet, çalma,<br />

gasp etme, yağmalama gibi bâtıl yol ve yöntemlerin<br />

neler olduğunu; ayrıca hâsıl olan zararı giderme<br />

(temin) usullerini ve akdi bozan tehlikelerin neler<br />

olduğunu açıklığa kavuşturmuştur. Meselâ “Yanında<br />

olmayan şeyi satma.” 12 buyurmuş ve “Alışveriş ancak<br />

karşılıklı rıza ile gerçekleşir.” 13 hadîsinde karşılıklı rızayı<br />

şart koşmuştur.<br />

Ayrıca Sünnet, Kur’ân’da olmayan yeni hükümler<br />

de getirmiştir; akitlerde muhayyerlik, satış hususunda<br />

ortak ve komşunun şuf’a hakkının (alım önceliği)<br />

yasallığı gibi.<br />

Muhayyerlik konusuna örnek: Alışverişte bulunanların<br />

karşılıklı rızalarının gerçekleşmesi için<br />

“meclis muhayyerliği” konusunda varit olan hadiste<br />

şöyle buyrulmuştur: “Alışveriş yapanlar birbirlerinden<br />

ayrılmadıkça veya biri diğerine ‘muhayyersin’<br />

derse (akdi bozmakta) muhayyerdirler” 14<br />

Malda kusur bulunması durumundaki muhayyerlik:<br />

Bu konuda da şu hadîs varit olmuştur: “Alış-veriş<br />

yaptığın zaman ‘Kandırma ve aldatma yoktur ve üç gün<br />

içinde alıp almama konusunda muhayyerim’ de.” 15<br />

Malda kusur bulunması durumundaki muhayyerliğe<br />

başka bir örnek: “Müslüman, Müslüman’ın<br />

kardeşidir; bir Müslüman Müslüman kardeşiyle alışveriş<br />

yapıp bir mal sattığında sattığı malda bir kusur<br />

varsa bunu mutlaka beyan etmesi gerekir. Aksi takdirde<br />

haram işlemiş olur.” 16 Diğer muhayyerlik konuları<br />

da böyledir ve sayıları on yedi adettir.<br />

Ortak veya komşuya herhangi bir zararın gelmesini<br />

engelleyen şuf’a sistemine gelince, ortak veya<br />

komşu, ortak veya komşunun yabancıya sattığını satın<br />

alarak mülkiyetine geçirme hakkına sahiptir. Ortak<br />

veya ortağın olmaması durumunda komşunun<br />

bu hakkı ile ilgili birçok hadis-i şerif vardır. Cabir<br />

b. Abdullah’tan (ra) rivayet edilen hadis bunlardan<br />

bir tanesidir. “Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem),<br />

taksim edilmedikçe her malda (akar) şuf’a hakkı bulunduğuna<br />

hükmetmiştir, ancak araya sınırlar konup<br />

yollar tayin edilince şuf’a hakkı kalkar.” 17 Semüre b.<br />

Cündep hadîsi de buna örnektir: “Evin komşusu, eve<br />

bir başkasından daha çok hak sahibidir.” 18<br />

Saldırganı defetme hususunda varit olan hadîsler de<br />

bu konuya ışık tutmaktadır: “Dinini muhafaza yolunda<br />

öldürülen şehittir; kanını muhafaza yolunda öldürülen<br />

şehittir; malını muhafaza yolunda öldürülen şehittir;<br />

ailesini muhafaza yolunda öldürülen yine şehittir.” 19<br />

Yarışma ve bahis, istismar akitlerinin (müzaraa;<br />

yani ziraî ortaklık ve musakat gibi) meşruiyeti (yasallığı),<br />

vekâlet, şirket, hacr, hisse, ikrah ve istihkak vb<br />

hakkında varit olan hadîsler ve yine cinayet ve ceza<br />

hükümleri, aile hükümleri, miras, vasiyet ve vakıf sistemi<br />

hakkında varit olan bu hadîsler muamelatla ilgili<br />

yüzlerce hükümden sadece bir kaçıdır.<br />

İşte bütün bu hükümleri, Sünnet-i Nebeviye dışında<br />

hangi yolla öğrenebiliriz? Bizler bu hususları<br />

ancak onlarca ciltlik sahih hadisleri şerh eden kitaplardan<br />

öğrendik.<br />

Acaba Sünnet düşmanları, şu yüce ve kesin beyan<br />

karşısında yanlışlıklarının farkına varıp gaflet uykusundan<br />

uyanırlar mı; yoksa cehalet, dalâlet ve çarpıklıkları<br />

içinde yaşamaya devam mı ederler?<br />

“Elbette bunda, içinde bir kalp taşıyan veya zihnini<br />

derleyip toplayarak can kulağıyla dinleyen kimseler<br />

için alacak bir ders vardır.” (Kâf: 50/35)<br />

* Dimaşk Üniv. Hukuk Fak. Eski Dekanı ve İslâm<br />

Hukuku Bölümü Eski Başkanı<br />

Tercüme: Yavuz Acar<br />

vzuhayli@yeniumit.com.tr<br />

Dipnotlar<br />

1. Peygamber Yolu Sempozyumu’nda tebliğ olarak sunulmuştur. İstanbul/<br />

Türkiye 10-11/10/2010.<br />

2. Mevsuatü’l-Fıkhi’l-İslâmi el-Muasır, Vehbe ez-Zuhaylî: s: 68-90.<br />

3. Ebu Davut, Tirmizî ve Hâkim Mikdam b. Ma’dikerib’ten (ra) rivayet<br />

etmiştir. (Camiu’l-Usul: 1/190 ve sonrası).<br />

4. Malik b. Enes “Muvatta”da “belağ” olarak rivayet etmiştir. Bu mânâda<br />

birçok hadis vardır, bkz: Camiu’l-Usul, İbn el-Esir: 1/196-190.<br />

5. Ebu Davut – metindeki hadisin lafzı da ona aittir – ve Tirmizî Irbaz b.<br />

Sariye (ra) hadisinden rivayet etmiştir. (Camiu’l-Usul: 1/187-189).<br />

6. Usulü’l-Fıkh, sf: 334.<br />

7. İrşadü’l-Fuhûl, sf: 33.<br />

8. Kutsî hadis, Rasûlullah’ın (sas) Cebrail (as) vasıtasıyla veya doğrudan<br />

vahiy yoluyla Cenâb-ı Hak’tan rivayet ettiği ve dilediği sözlerle ifade etme<br />

yetkisi olan, yani söz ve lafız kendisine, ancak mânâ ve muhteva Cenâb-ı<br />

Hakk’a ait olan hadislere denir ve “Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu” diye<br />

başlar.<br />

9. İmam Şafiî’nin (r) er-Risale’sinde rivayet ettiği sahih bir hadistir.<br />

10. İbn Abdulber, Ebu Davut ve Tirmizî Muaz’dan (ra) rivayet etmişlerdir.<br />

(Nasbu’r-Raye: 3/63).<br />

11. el-Usulü’l-Âmme li’l-Fikhi’l-Mukarin, sf: 128.<br />

12. Ahmet ve “Sünen” sahipleri, Abdullah b. Ömer’den rivayet etmiştir.<br />

Hasen ve sahih bir hadistir.<br />

13. Beyhakî ve İbn-i Mace, Ebu Said el-Hudri’den rivayet etmiş ve İbn-i<br />

Hibban da sahih olduğunu belirtmiştir.<br />

14. İmam Malik Muvatta’ında rivayet emiştir. Ayrıca bu hadisi Buharî ve<br />

Müslim de rivayet etmiştir.<br />

15. Buharî, Müslim, Ebu Davut, Nesaî, İmam Malik, Beyhakî ve Hâkim<br />

İbn-i Ömer’den rivayet etmişlerdir.<br />

16. Ahmed, İbn-i Mace, Darakutnî, Hâkim ve Tabaranî Ukbe b. Âmir’den<br />

rivayet etmiştir.<br />

17. Ahmet, Buharî, Ebu Davut ve İbn-i Mace rivayet etmiştir. İbn-i Mace<br />

hadis için sahih demiştir.<br />

18. Ahmet, Ebu Davut ve Tirmizî rivayet etmiştir. Tirmizî hadis için sahih<br />

demiştir.<br />

19. Dört “Sünen” sahibi Said b. Zeyd’den rivayet etmiştir. İmam Tirmizî<br />

hadis için “sahihtir” demiştir.<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 57


YENi ÜMiT<br />

Doç. Dr. Muhittin AKGÜL*<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />

BİR İLİM ve ZÜHD KAHRAMANI<br />

Süfyan-ı Sevrî Hazretleri<br />

Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılmasına büyük emekleri<br />

olan, bundan dolayı da Tefsir Usulü literatürüne<br />

“müfessir” unvanıyla geçen zevatı,<br />

sahabe ve tâbiîn dönemlerinde, Mekke, Medine<br />

ve Kûfe ekolleri olarak üç kategoride ele alabiliriz.<br />

Mekke ekolünün başında, Allah Resûlü’nün (sallallahü<br />

aleyhi ve sellem) de mübarek dualarına mazhar olan<br />

İbn Abbas; Medine ekolünün başında Zeyd b. Eslem<br />

el-Adevî; Kûfe ekolünün başında ise Peygamber<br />

Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) değişik övgülerine<br />

mazhar olan İbn Mesud Hazretleri gelmektedir.<br />

Tebe-i Tâbiîn asrına gelince, bu dönemdeki müfessirler,<br />

başlangıçtan kendi dönemlerine kadar gelen<br />

bütün ekolleri birleştirmiş, rivayetleri toplamış<br />

ve böylece tefsire ayrı bir zenginlik katmışlardır. Bu<br />

dönemin önde gelen müfessirleri, Şu’be b. Haccac<br />

(v.160), Süfyan-ı Sevrî (v.161), Veki’ b. Cerrah<br />

(v.197), Süfyan b. Uyeyne (v.198), Yezid b. Harun<br />

(v.206) ve İshak b. Râhuyeh’tir (238). Bu zâtların tefsirleri<br />

müstakil olarak günümüze kadar ulaşmasa da<br />

Taberi ve daha sonraki bütün müfessirlerin asıl kaynaklarını<br />

teşkil etmiştir.<br />

Tanıtacağımız şahsiyet, yukarıda ismi geçenlerden,<br />

hadîs, fıkıh ve tefsirde önemli bir sima olan<br />

Süfyan-ı Sevrî’dir. Sevrî’nin babası Said b. Mesruk,<br />

devrinin önemli şahsiyetlerindendir. Muhaddislerin,<br />

sika (hadiste güvenilir) olarak kabul ettikleri sınıftandır.<br />

İlim ve takvada, devrinin önde gelenlerindendir.<br />

Kûfe’de yetişmiş, Abbasi Halifesi Mansur’un kadılık<br />

teklifini kabul etmemiş, oradan ayrılarak Mekke-<br />

Medine’de hayatını sürdürmüştür. Daha sonra da<br />

Halife Mehdi’nin kadılıkla ilgili teklifini kabul etmemiş,<br />

Basra’ya gitmiş ve orada vefat etmiştir. 1<br />

Süfyan-ı Sevrî, hicri 97’de Kûfe’de doğmuş, 161<br />

yılında da Basra’da vefat etmiştir. Sevrî, küçük yaşta<br />

ilim tedrisine başlamış, erken yaşlarda çevresindeki<br />

kimselerin dikkatini çekmiştir. Devrinin önde gelen<br />

pek çok âliminden ders almıştır. Fıkıhta müstakil bir<br />

mezhep sahibi olup, zamanla takipçisi olmadığından<br />

mezhebi yaygınlık kazanmamıştır. Özellikle hadîs,<br />

tefsir ve fıkıhta önemli bir simadır.<br />

Yaşadığı Dönemin Genel Durumu<br />

Süfyan-ı Sevrî’nin hayatı, Emevîler’in son dönemi<br />

ile Abbasiler’in ilk yıllarına rastlamaktadır. Hadîslerin<br />

cem ve hıfz işinin zirvede olduğu bir dönem olduğu<br />

gibi, değişik konularda ictihad da yine bu dönemdedir.<br />

Ebû Hanife Hazretleri, İmam Malik, Evzai gibi<br />

İslâm tarihinin özellikle fıkıh sahasının zirvesini tutanlar<br />

bu dönemin parlak simalarından sadece birkaçıdır.<br />

Bu dönem, Mu’tezile, Cehmiyye, Mürcie gibi<br />

Ehl-i Sünnet’in dışındaki fırkaların da ortaya çıkışına<br />

rastlamaktadır. Bu dönem, aynı zamanda bid’at fırkaların<br />

da ortaya çıktığı bir asırdır. Yine Fudayl b. Iyaz,<br />

Ebû Süleyman ed-Dârâni gibi mâneviyat dünyasının<br />

zirveleri de aynı asırda yaşamışlardır. 2<br />

Eserleri<br />

Tek ciltlik bir tefsiri olup, sahabe ve tâbiinin rivayetleriyle<br />

Kur’ân’ı tefsir etmiştir. Hadîse dair el-<br />

Câmiu’l-Kebir ve el-Câmiu’s-Sağir eserleri vardır. Fıkıhla<br />

ilgili olarak da Kitâbu’l-Ferâiz adlı eseri vardır.<br />

Kur’ân’la Meşguliyeti<br />

Süfyan, bir mü’min için hayatın gayesi olan<br />

Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılmasını her şeye tercih eder<br />

ve şöyle derdi: “Bir mü’minin kalbinde, Kur’ân’ın<br />

anlaşılmasıyla dünya metaı arkasında koşmak, asla<br />

beraber bulunmaz.” 3<br />

Yine o, Kur’ân-ı Kerîm’le meşguliyeti her şeyden<br />

daha faziletli olarak kabul ederdi. Bir defasında kendisine:<br />

“Allah yolunda savaşan kimseden mi, Kur’ân-ı<br />

Kerîm okuyandan mı daha çok hoşlanırsınız?” diye<br />

sorulduğunda Süfyan: “Elbette Kur’ân okuyan benim<br />

katımda daha sevimlidir. Zîrâ Allah Resûlü (sallallahü<br />

aleyhi ve sellem): “Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen<br />

ve öğretendir, buyuruyor.” cevabını vermiştir. 4<br />

Hadîsle Meşguliyeti<br />

Süfyan, devrindeki âlimler tarafından da bir otorite<br />

olarak kabul edilmektedir. Devrinin önemli simalarından<br />

Abdullah ibn Mübarek: “1100 kişiden<br />

ilim yazdım. Ancak Süfyan-ı Sevrî’den daha faziletlisini<br />

görmedim.” demiştir. Yine hadîste devasa bir<br />

isim olan Şu’be, Yahya b. Main ve dönemin önemli<br />

âlimleri de: “Süfyan, hadîste emirü’l-mü’minindir.” 5<br />

takdirleriyle bu hususa vurgu yapmışlardır.<br />

Said b. Mansur da konuyla ilgili olarak: “İmam<br />

Malik’i gördüm. Hadîs için sağa sola gidiyordu. Ar-<br />

58 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


kasında da onu adım adım takip eden biri vardı ki, o<br />

da Süfyan-ı Sevrî idi. Âdeta bir talebenin, hocasından<br />

ilim öğrenmesi gibi ondan ilim öğreniyordu. İmam<br />

Malik ne zaman herhangi bir davranış sergilese,<br />

Süfyan onun aynısını yapıyordu. 6 Süfyan, devrinde<br />

büyük bir hadîs otoritesidir. Nitekim Sevrî bir defasında,<br />

adaşı ve aynı zamanda o dönemin önde gelen<br />

âlimlerinden biri olan Süfyan b. Uyeyne’ye, neden<br />

hadîs rivayet etmediğini sorunca, ondan “Sen hayatta<br />

iken ben bunu yapamam!” 7 şeklinde bir cevap almıştır.<br />

Süfyan b. Uyeyne de: “Devrin büyük muhaddisleri<br />

Süfyan’ın yanına gelip, ondan konuyla ilgili alacaklarını<br />

alırlardı.” 8 demektedir.<br />

Süfyan, hadîs rivayeti konusunda son derece titizdir.<br />

Bu titizliğini konuyla ilgili söylediği şu sözler de<br />

açıkça ortaya koymaktadır: “Kendi hakkımda Cehennem<br />

ateşinden en fazla korktuğum şey, hadîs rivayetidir.<br />

Hadîsle imtihan, altının ateşle imtihanından<br />

daha çetindir.” 9<br />

Süfyan, Allah Resûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem)<br />

Sünnet’i dediğimiz söz, davranış ve takrirlerinin<br />

tespit edilip sonraki nesillere aktarılmasını, âdeta<br />

hayatının gayesi hâline getirmişti. Ona göre insanlar<br />

için hadîsten daha faydalı bir şey yoktu. 10 Hadîslerin<br />

belletilmesine o kadar önem verirdi ki, “Şayet bir<br />

kimsenin hadîs öğrenme niyetinde olduğunu bilsem,<br />

evine kadar gider de onu öğretirdim.” 11 sözü de bunu<br />

göstermektedir.<br />

Süfyan, başkaları tarafından rüyada görülmüştür<br />

ve bu rüyalarda bile onun hadîs ilmine dikkat çektiği<br />

anlatılmaktadır. Konuyla ilgili olarak Abdurrahman<br />

b. Mehdi, babasından şunu nakletmektedir: “Süfyan’ı<br />

rüyamda gördüm. Ona hangi şeyi daha faziletli bulduğunu<br />

sorunca, en faziletli şeyin hadîs olduğunu<br />

söyledi.” 12 Süfyan, hâlis bir niyetle hadîsle meşguliyetten<br />

daha hayırlı bir amel olmadığını söyleyince, hâlis<br />

niyetin ne olduğu sorulmuş. O da: “Kendisiyle Allah<br />

rızası ve ahiret yurdu istenilen şeydir.” demiştir. 13<br />

İlmî derinliği müsellem olan Süfyan için Bişr b.<br />

Hâris: “İlim sanki Süfyan’ın kaşlarının arasındaydı.<br />

Dilediğini oradan alır, dilediğini de bırakırdı.” 14 demektedir.<br />

Kendisinden herhangi bir nasihat isteyeni,<br />

en faydalı bir şekilde irşad ederdi. Nitekim kendisiyle<br />

karşılaşan ve nasihat etmesini isteyen birine: “Dünyaya,<br />

dünyada kalacağın kadar, ahirete de ahirette kalacağın<br />

kadar çalış vesselâm!” demişti. 15<br />

İlimden Gaye<br />

Süfyan, ilmin önemine vurgu yaparak, ilmi âdeta bir<br />

doktora benzetir ve ilmin, hastalığın bulunduğu yere<br />

ancak şifayı getirdiğini söylerdi. 16 Süfyan ilim talebini,<br />

falanın filandan öğrendiği bir şey değil de asıl ilim talebinin<br />

Allah’a karşı saygı ve korku olduğunu belirtirdi. 17<br />

Süfyan, ilmin, memuriyet için değil de Allah rızası<br />

için olmasına çok önem verirdi. Bir defasında oldukça<br />

üzüntülüydü. Kendisine üzüntüsünün sebebi sorulunca<br />

şu anlamlı cevabı verdi: “Ben bu kadar insanı<br />

önüme aldım, onlara hadîs, fıkıh ve tefsir okuttum.<br />

Fakat gördüm ki, bu insanların çoğu kadılık veya bir<br />

başka memuriyet alıp devlete intisap ediyorlar. Bu<br />

durum beni çok üzüyor. Yarın mahşer gününde,<br />

onların yaptıklarının hesabı da benden sorulur diye<br />

çok korkuyorum.” 18 Muhtemelen Süfyan-ı Sevrî’nin<br />

buradaki endişesi, devlette memur olmanın haramlığından<br />

değil, insanların öğrendikleri ilmi, sadece bir<br />

yerlere gelmek için bir vesile olarak kullanıp, ilimde<br />

asıl maksat olan mârifet derinliğinin hedeflenmemesidir.<br />

Süfyan, sadece ilimle meşgul olup, ibadet hayatını<br />

gevşek tutan biri değildi. İlimle ibadetin birbirinden<br />

ayrılmayan bir bütünün iki parçası olduğunu kabul<br />

ederdi. Özellikle gece hayatına önem verir ve Cenâb-ı<br />

Hakk’ın verdiği nimetlerin şükrünü yerine getirmeye<br />

özen gösterirdi. Nitekim Süfyan b. Uyeyne’nin anlattığına<br />

göre bir defasında gece vakti yemek yiyip de yemekten<br />

doyunca: “Eşeğin alafı (yiyeceği) bol olunca,<br />

yapacağı iş de fazla olur.” demiş ve geceyi sabaha kadar<br />

ibadetle geçirmiştir. Uyeyne devamla der ki, Süfyan<br />

bir defasında bizi evine davet etmiş ve bize sütle<br />

yanında bir şeyler ikram etmişti. Yemeğin ortasına<br />

gelince: “Kalkın da iki rekât bu nimetlere karşı şükür<br />

olarak namaz kılalım.” 19 hatırlatmasını yapmıştı.<br />

Beklentisiz Olması<br />

Sevrî, aynı zamanda dünyevî makamlar karşısında<br />

hiçbir beklentisi olmayan ve dönemin idarecilerinden<br />

bir şeyler elde etmek için onlara yakın durmayan<br />

biriydi. Makam teklifleri karşısında müstenkif davranmış,<br />

böyle bir işin insana getireceği ağır sorumluluktan<br />

duyduğu endişeden olacak ki, asla yapılan<br />

cazip idarecilik tekliflerini kabul etmemişti. Nitekim<br />

nakledildiğine göre Süfyan-ı Sevrî, Halife Mehdi tarafından<br />

huzuruna çağrıldığında, halifenin yanına<br />

herhangi bir insanın yanına girer gibi girmiş, hilâfet<br />

makamını zikretmeksizin herhangi bir mü’mine verilen<br />

selâmı vermişti. Halifenin adamlarından Rebi’<br />

ise o sırada elindeki kılıcına yaslanarak, halifenin Süfyanla<br />

ilgili kararını beklemekteydi. Halife onu güler<br />

bir yüzle karşılayarak şöyle dedi:<br />

“Ey Süfyan! Bizden, oradan buraya, buradan oraya<br />

köşe bucak kaçıp duruyordun. Seni yakalayıp da bir şey<br />

yapamayacağımızı zannediyordun? İşte şimdi gördüğün<br />

gibi elimizdesin. Söyle bakalım korkuyor musun<br />

sana bir kötülük yapacağımızdan?” Bu soru karşısında<br />

hiçbir korku duymayan Süfyan şöyle cevap verdi:<br />

“Şayet benim hakkımda, istediğin bu kararı vere-<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 59


cek olursan, hak ile bâtılı birbirinden ayırt eden Melik<br />

ve Kadir sıfatlarına sahip olan Allah Teâlâ da senin<br />

hakkında hükmünü icra eder.” Bu fütursuz cevap<br />

karşısında şaşıran Mehdi’ye, yanındaki adamı Rebi’<br />

hemen araya girerek: Ey emire’l-mü’minin, müsaade<br />

et de bunun kellesini alayım!” deyince Mehdi:<br />

“Sus! Şaşırdın mı? Süfyan gibileri öldürüp de onların<br />

mutluluğu bizim de şekavetimiz olacak bir sonucu<br />

mu arzu ediyorsun?” dedi. Sonra da adamlarına<br />

Süfyan’ın Kûfe kadısı olması için ferman yazmalarını<br />

emretti. Fermanı alan Süfyan, halifenin yanından çıkar<br />

çıkmaz, aldığı fermanı Dicle nehrine atarak tekrar<br />

kayıplara karıştı. Her yerde aranmasına rağmen bir<br />

türlü bulunamayınca, onun yerine kadılık makamını<br />

Şerik b. Nehai üstlendi. 20<br />

Muhtemelen halife kendisini bu işe oldukça ehil<br />

bir kimse olarak görüp, bu önemli vazifeyi ona vermek<br />

istemesine rağmen Sevrî, derin mesuliyet şuuru<br />

ve ahirette, yapacağı işlerden tek tek hesap verme<br />

endişesinden dolayı, bu görevi kabul etmekte diretiyordu.<br />

Böylece Süfyan, oldukça cazip olan bir teklifi<br />

kabul etmemiş, aynı zamanda kıyamete kadar gelecek<br />

âlimlere de konuyla ilgili önemli bir örneklik teşkil<br />

etmiştir.<br />

Mânevî Derinliği<br />

Süfyan-ı Sevrî, ilminin yanında mânevî olarak da<br />

derindi. O, bu dünyada insanın kazanıp elde ettiklerinin<br />

ne kadar büyük bir mesuliyet getirdiği şuuruyla<br />

şöyle demektedir: “Arkada on bin dirhem bırakıp ondan<br />

kıyamet gününde hesap vermektense, fakir olup<br />

insanlara muhtaç olmayı tercih ederim.” 21 Yine O:<br />

“İnsanın ahirete ait amellerinin karşılığını dünyada<br />

beklemesinden daha kötü bir istek yoktur.” 22 diyerek,<br />

mü’minlerin yaptıkları işler karşısında herhangi bir<br />

beklenti içine girmemelerine dikkatleri çekmiştir.<br />

Allah korkusu da Süfyan’da oldukça derindir. O,<br />

günahlarından değil, imansız gideceğinden tir tir titremektedir.<br />

Nitekim arkadaşı olan ve aynı zamanda<br />

hizmetine de bakan Mücîb b. Musa el-İsbahanî’nin<br />

anlattığına göre, bir defasında Mekke’den dönerken<br />

yolda Süfyan hüngür hüngür ağlamaya başlamış. “Bu<br />

ağlaman günahlarından dolayı mı?” deyince, bineğindeki<br />

eşyaların içinden bir çubuğu alıp yere atmış<br />

ve: “Günahlar, şu attığım çubuktan daha basit bir şey.<br />

Allah’a karşı imansız gideceğimden endişe ediyorum!”<br />

23 demiştir.<br />

Onun bu mânevî derinliğine işaret eden olaylardan<br />

birisi de şudur. Bir defasında Allah Resûlü’nü<br />

(sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında görmüştür. Kendi<br />

anlatımıyla hâdise şöyledir: “Makam-ı İbrahim ile<br />

Rükün arasında uyuyakalmıştım. Birden bana doğru<br />

gelen birisini gördüm. Bana yaklaşarak: ‘Sen böyle bir<br />

mekânda uyuyor musun? Burası öyle bir mekândır<br />

ki, dualar asla geri çevrilmez.’ dedi. Derken hemen<br />

uyanıp toparlandım, Müslüman ve mü’minlere dua<br />

ettim. O kadar uzun dualar ettim ki gözlerim tekrar<br />

kapanıp kendimden geçmişim. Bir de ne göreyim!<br />

Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) bana doğru<br />

yaklaştı. Ben de: ’Yâ Resûlallah! Nu’man lakabıyla<br />

anılan Kûfe’deki o adam (Ebû Hanife) hakkında<br />

ne diyorsun? Onun dediklerini alayım mı?’ deyince<br />

Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): ‘Onun dediklerini<br />

al ve onlarla amel et. O ne iyi bir insandır!’<br />

buyurdular. Derken uyandım. Sabah ezanları okunuyordu.<br />

Gerçekten o güne kadar Ebu Hanife ile ilgili<br />

içimde bazı hoş olmayan hisler vardı. Gördüğüm bu<br />

hâdiseden sonra hemen Allah Teâlâ’ya bunlardan dolayı<br />

tevbe istiğfarda bulundum.” 24<br />

Fakirlere Karşı Tutumu<br />

Süfyan, fakirlere karşı da oldukça hassas davranır,<br />

meclislerinde onlara büyük değer verirdi. Nitekim<br />

bir rivayete göre zenginlerin kendilerini en alt derecede<br />

gördükleri yer Süfyan’ın meclisleri olduğu gibi,<br />

fakirlerin de kendilerini en itibarlı gördükleri yer,<br />

yine Süfyan’ın meclisleriydi. 25<br />

Doğruyu Her Yerde Dile Getirmesi<br />

Süfyan-ı Sevrî’nin, Halife Harun Reşid’e yazdığı<br />

mektup ise örnek bir âlim davranışını gösterir. Harun<br />

Reşid halife olunca, eski bir dostu ve arkadaşı olan<br />

Süfyan’ın da kendisine gelip biat etmesini bekler.<br />

Ancak Süfyan hiç de onun gibi düşünmez. Derken<br />

Harun Reşid artık dayanamaz ve bir mektup yazıp<br />

Süfyan-ı Sevrî’ye gönderir. Mektubunda biraz da sitemle:<br />

“Herkes geldi biat etti, alacağını aldı. Hâlbuki<br />

benim gözlerim hep seni bekledi durdu.” der. Süfyan,<br />

gelen mektubu kendisi açıp okumaz. Talebelerinden<br />

birine okutur. “Bir zalimin yazdığı mektuba<br />

ben el süremem!” der. Sonra da cevabı aynı kâğıdın<br />

arkasına yazdırır. Talebesi, kirli bir kâğıda, halifeye<br />

gidecek mektubu yazmak uygun olmaz mânâsına<br />

itirazda bulunursa da bu büyük insan ona şu cevabı<br />

verir: “Eğer bu kâğıt milletin malından alınmışsa onu<br />

geri göndermiş olacağız. Eğer kendi malından ise benim<br />

onun için harcayacak param yok...”<br />

Sonra da şunları dikte ettirir:<br />

“Harun, halife oldun. Milletin parasını sağa-sola<br />

savurdun. Beni de bu işe şahit tutmak için yanına<br />

çağırıyorsun. Unutma, bir gün Rabbinin huzuruna<br />

çıkacak ve bütün bu yaptıklarından hesap vereceksin…”<br />

diye başlayarak uzun uzun nasihatlerde bulunur.<br />

Hâdisenin gerisini, Harun Reşid’in sarayında<br />

bulunan bir müşahit bize şöyle nakletmektedir:<br />

Harun Reşid, mektubu alıp okudu. Hıçkıra hıç-<br />

60 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


kıra ağladı. Her namazdan sonra bu mektubu getirtip<br />

okutuyor ve ardından da: “Senin gibi bir dost, esas bu<br />

günlerimde benim yanımda olmalıydı. İşte o zaman<br />

inhiraftan, kaymaktan kurtulmuş olurdum...” derdi. 26<br />

Aslında Harun Reşid, kendinden önce halifelik<br />

yapmış raşid halifelere benzemek için her türlü<br />

gayreti sarfeden biriydi. Buna rağmen Sevrî’nin ona<br />

zalim demesi, muhtemelen onun daha dikkatli davranması,<br />

kendisiyle yakın arkadaş olması dolayısıyla<br />

nazının geçmesi ve irşad makamında olmasından dolayıdır.<br />

Yoksa Harun Reşid’in anladığımız mânâda bir<br />

zalim olmasından değildir.<br />

Doğruyu Görünce Hemen Kabul Ederdi<br />

Süfyan, aynı zamanda doğruyu gördüğünde daha<br />

önceki kararından vazgeçen, doğru karşısında bildiğinin<br />

tam tersi bile olsa direnmeyen kadirşinas bir<br />

simaydı. Bir defasında kendisi, Mukatil b. Hayyan,<br />

Hammad b. Seleme ve devrin önde gelen uleması<br />

kendi aralarında toplanarak dediler ki: “Fakihlik yaptığını<br />

zanneden Numan b. Sabit (Ebû Hanife), aslında<br />

kıyastan başka bir şey yapmıyor. Beraberce yanına gidip,<br />

yaptığının kıyastan başka bir şey olmadığını kendisine<br />

söyleyelim ve bu konuda kendisiyle münakaşa<br />

edelim. Şayet yaptığının kıyas olduğunu kabul ederse,<br />

o zaman da kendisine kıyaslar yapmakla büyük bir<br />

hata işlediğini hatırlatalım. Zîrâ kıyası ilk yapan şeytandır.<br />

Nitekim şeytan Allah Teâlâ’ya: ‘Beni ateşten,<br />

Âdem’i topraktan yarattın!’ demişti.”<br />

Ebu Hanife Hazretleri, bunlarla Cuma günü Kûfe<br />

Camiî’nde münazaraya girişti. Kullandığı yöntemle<br />

ilgili delillerini ortaya koydu. Gösterilen bu deliller<br />

karşısında hepsi Ebû Hanife Hazretlerine: “Sen gerçekten<br />

ulemanın efendisi (yani en büyüğüsün)! Hakkında<br />

olumsuz şeyler konuştuğumuzdan dolayı bizi<br />

bağışla! Gerçekten senin hakkında delilsiz ve bilmeden<br />

konuşmuşuz” dediler. Ebû Hanife Hazretleri de<br />

büyük bir olgunluk göstererek onları mazur gördü ve<br />

hiçbir şey demedi. 27<br />

İdarecilere Karşı Cesareti<br />

Süfyan, yaşadığı dönemdeki idarecilere karşı da<br />

oldukça cesur davranmış, yanlışlarını düzeltici yollar<br />

bulmuş ve derin Kur’ân bilgisiyle âdeta onları dize<br />

getirmiştir. İdarecilerden hiçbir zaman beklenti içinde<br />

olmamış ve onların verdiği yüksek meblağları asla<br />

kabul etmemiştir. Buna örnek olarak şu hâdiseyi verebiliriz.<br />

Bir defasında zamanın halifesi Harun Reşid,<br />

eşi Zübeyde’nin üzerine evlenmek istemiş ve bunu<br />

eşine açmış. Eşi ona böyle bir şeyin asla helâl olmayacağını<br />

söyleyince, Harun Reşid, böyle bir evliliğin<br />

helâl olduğu konusunda ısrar etmiş. Bu defa eşi: “O<br />

zaman beni bırakır ondan sonra dilediğinle evlenirsin!”<br />

deyince Harun Reşid ona: “Aramızda hüküm<br />

vermesi için Süfyan’a ne dersin deyince, Zübeyde:<br />

“Tamam o olur.” demiş. Harun Reşid Süfyan’a, eşi<br />

Zübeyde’nin, kendi üzerine ikinci bir hanımla evlenmesini<br />

helâl görmediğini söyleyip, birden fazla<br />

evlenmenin cevazıyla ilgili Nisâ Sûre’si 3. âyetindeki<br />

konuyla ilgili:<br />

א <br />

א א <br />

כ א א א <br />

כא<br />

“Dilediğiniz kadınlardan iki, üç veya dört tane evlenin…”<br />

kısmını okumuş. Sonra da susup Süfyan’ın<br />

fetvasını beklemeye koyulmuş. Süfyan Harun Reşid’e<br />

âyetin geri kalanını da okumasını istemiş. Âyetin geri<br />

kalan kısmında ise: א <br />

א <br />

<br />

“Şayet<br />

adaletle davranamamaktan endişe ederseniz, o<br />

zaman birle yetinin” hususu vardır. Süfyan, Harun<br />

Reşid’e: “Sen adaletli davranamazsın.” diyerek, böyle<br />

bir evliliğin onun için helâl olmayacağını bildirmiştir.<br />

Süfyan’ın, bu cesaret ve adaletle verdiği fetva karşısında<br />

duygulanan Harun Reşid, kendisine on bin dirhem<br />

verilmesini emretmişse de Süfyan bunu kesinlikle<br />

kabul etmemiştir. 28<br />

Süfyan, adaletli halifelerin beş kişiden ibaret olup,<br />

onların da Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman,<br />

Hz. Ali ve Ömer b. Abdulaziz olduğunu, bunlardan<br />

başkasını aynı kategoride sayanın ise haddi aşmış bir<br />

zalim olduğunu belirtmiştir. 29<br />

Süfyan, kimseye kin gütmez ve asla beddua etmezdi.<br />

Herhangi bir kimseyle düşmanlığı gerektiren<br />

bir durum zuhur edecek olduğunda ise: “Allah sana<br />

Cehennem ateşinden koruma afiyetini ihsan buyursun!”<br />

30 şeklinde dua ederdi.<br />

* Sakarya Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />

makgul@yeniumit.com.tr<br />

Dipnotlar<br />

1. Zirikli, A’lam,3/104.<br />

2. Bkz: Abdul-Ğani ed-Dakar, el-İmam Süfyân’us-Sevrî, Dâru’l-Kalem,<br />

Beyrut 1994, s. 5-14.<br />

3. Zerkeşî, el-Burhan, 1/6.<br />

4. Nevevî, Et-Tibyan fî Âdâb-i Hameleti’l-Kur’ân, 1/7.<br />

5. Zehebî, İber, 1/43.<br />

6. Kadı Iyaz, Tertîbü’l-Medârik ve Takrîbü’l-Mesâlik, 1/39.<br />

7. İbn Adiy, el-Kâmil, 1/85.<br />

8. Aynı yer.<br />

9. Safedi, et-Terâcim ve’t-Tabakât, 5/89.<br />

10. Ebû Nuaym, Hilye, 3/132.<br />

11. Ebû Nuaym, 3/132.<br />

12. Ebû Nuaym, 3/132.<br />

13. Ebû Nuaym, 3/133.<br />

14. İbn Hallikân, Vefeyâtu’l-A’yân, 2/386.<br />

15. İbn Hallikan, a.g.e; 2/387.<br />

16. Ebû Nuaym, 3/134.<br />

17. Ebû Nuaym, 3/134.<br />

18. Gazâli, İhyâ, 1/48.<br />

19. İbn Hallikân, Vefeyâtu’l-A’yân, 2/386.<br />

20. Safedî, El-Vâfî bi’l-vefeyât, 5/89-90.<br />

21. Ebû Nuaym, 3/140.<br />

22. Ebû Nuaym, 4/18.<br />

23. Zehebî, Târîhu’l-İslâm, 4/77.<br />

24. Et-Takiyyu’l-Ğuzzî, et-Tabakâtü’s-seniyye fî terâcîmi’l-Hanefiyye, 1/46.<br />

25. Ebû Nuaym, 3/132.<br />

26. Gazali, İhyâ, 2/507-509.<br />

27. et-Takiyyü’l-Ğuzzî, age, 1/40.<br />

28. Ebû Nuaym, 3/138.<br />

29. Ebû Nuaym, 3/139.<br />

30. Ebû Nuaym, 4/24.<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 61


YENi ÜMiT<br />

Fethi YILMAZ*<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />

Allah Resûlü, bir taraftan kalb ve gönüllerin tabibi olma vazifesini eda ederken,<br />

diğer taraftan da cismaniyete ait hususlarda âdeta tabiplik yapıyor ve çevresindeki<br />

insanları hem maddî hem de mânevî hastalıklardan koruyabilecek tedbirleri alıyordu.<br />

Hz. PEYGAMBER<br />

(sallallahü aleyhi ve sellem)<br />

ve HACAMAT (Kan Aldırma)<br />

İnsanı ve hastalıkları yaratan Allah Teâlâ, yarattığı<br />

her derdin devasını da yaratmıştır. İnsana düşen<br />

vazife hastalıklardan kurtulma yollarını arayıp<br />

tedavi olmaya çalışmaktır. Nitekim insanlara<br />

her konuda rehber olarak gönderilen Allah Resulü<br />

(sallallahü aleyhi ve sellem) de hastalandığında, hekimlere<br />

tedavi olmuş, hastalanan ashabı için de hekimler<br />

çağırmış ve zamanın tedavi yöntemlerinden faydalanmıştır.<br />

O zamanın tedavi yöntemleri arasında en yaygın<br />

olarak kullanılan hacamat da Peygamberimiz’in<br />

(sallallahü aleyhi ve sellem) sıkça başvurduğu bir tedavi<br />

uygulaması olup bizzat Cebrail tarafından kendisine<br />

ve ümmetine tavsiye edilen bir tedavi şekli olmuştur.<br />

Hacamat, binlerce yıldır dünyanın birçok yerinde koruyucu<br />

hekimlikte ve hastalıkların tedavisinde uygulanmış<br />

günümüzde de alternatif tıpta en fazla tavsiye<br />

edilen tedavi metotlarından biri hâline gelmiştir.<br />

Tanımı<br />

Hacamat, koruyucu hekimlikte ve bazı hastalıkların<br />

tedavisinde uygulanmış genel bir tedavi usûlüdür.<br />

Kelimenin aslı Arapça hicâme(t) olup “emmek” anlamındaki<br />

“hacm” kökünden gelir. (Lisânü’l-’Arab,<br />

“hcm” md.) Hacamat yaptırmaya ihticam, bu işi meslek<br />

edinen kişiye haccâm, kullandığı fanus ve bardak<br />

gibi aletlere de mihcem (mihceme) denir. Bu yöntemle<br />

kan almak yahut vücudun istenen yerine kan toplamak<br />

için, küçük bir fanus ters tutularak içine süratle<br />

sokulup çıkarılan bir alev vasıtasıyla havası boşaltıldıktan<br />

sonra vücuda kapatılmakta, böylece kanın,<br />

üzerindeki hava basıncının azaldığı o kesime hücum<br />

etmesi sağlanmaktadır ki buna “kuru hacamat” denir.<br />

Bu şekilde uygulanan kuru hacamatın maksadı kılcal<br />

damarlardaki kanın o bölgeye akışını sağlamak, böylece<br />

yakın bir bölgedeki kanamayı durdurmak veya<br />

vücudun o kısmını ısıtmak yahut özellikle bazı cilt<br />

hastalıklarında derideki kan deveranını arttırarak tedaviye<br />

katkıda bulunmaktır. Türk halkı arasında kuru<br />

hacamat için “şişe çekme” tabiri de kullanılmaktadır.<br />

Eğer maksat sadece kan toplamak değil kılcal damarlardan<br />

kan almaksa, kan alınacak kısım keskin bir bıçakla<br />

çizildikten sonra fanus kapatılır ve bu durumda<br />

kan iç basıncın etkisiyle kolaylıkla dışarı çıkar, yani<br />

fanus tarafından emilmiş olur. Bu işleme ise “kanlı<br />

hacamat” denir ki Türkçede hacamat denilince akla<br />

daha çok gelen de budur.<br />

Hacamat, koruyucu hekimlikte ve hastalıkların<br />

tedavisinde uygulanmış genel bir tedavi usûlüdür.<br />

Eskiden beri yaygın olarak uygulanan bu tedavi metodunda<br />

“hacamat bıçağı” veya “hacamat zembereği”<br />

denilen bir âlet kullanılmaktadır. Hacamat bıçağı,<br />

tarak biçiminde, vücutta bir sıra çizik meydana getiren<br />

bir âlettir. Bir yüzünde birçok yarık bulunan<br />

bakır bir kutu içinde tetikli bir zembereğe bağlı olan<br />

bıçaklar, düğmesi basılınca zembereğin boşalmasıyla<br />

yarıklardan dışarı fırlar ve vücutta çizikler meydana<br />

getirmekte ve fanus, bardak vb. bir şeyle de çizikler<br />

üzerinden kan çekilerek bu tedavi usulü uygulanmaktadır.<br />

Hacamatta maksat, derinin altındaki akıcılığı<br />

olmayan pıhtılaşmış kirli kanı ve dokular arasındaki<br />

sıvıda biriken atıkları dışarı atmak suretiyle kanın<br />

rahatça dolaşmasını sağlamaktır.<br />

Tarihi<br />

Tıp tarihinde kan alma yöntemiyle tedavinin ilk<br />

defa nerede ve ne zaman başladığı konusunda kesin<br />

bir bilgi yoktur. Ancak bugün de bazı toplumlarda<br />

görüldüğü gibi eski Mezopotamya, Mısır ve diğer Ön<br />

Asya uygarlıklarında birçok hastalığın tedavisinde vücuttan<br />

kan alma yoluna gidildiği bilinmektedir.<br />

62 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


Hacamat tedavisi binlerce yıldır Çin’de kullanılan<br />

kupa terapisi yöntemiyle ortak prensiplere sahiptir.<br />

Önceleri bu işlemler için hayvan boynuzları kullanılırdı.<br />

Hacamat yapan kişi boynuzdan havayı çekerek<br />

bir vakum oluştururdu. Bu yöntem dışında bambu,<br />

seramik ve cam kupalar da kullanılmıştır. Hacamat<br />

sistemli olarak ilk kez Eski Mısır’da kullanılmıştır.<br />

Yabancı maddeyi vücuttan uzaklaştırmak için hacamat<br />

yoluyla kan alma tasvirlerine ait belgeler bulunmaktadır.<br />

Bilinen en eski tıp metni olan (M.Ö. 1550)<br />

Eski Mısır’a ait Eber Papirüslerinde bile hacamata<br />

rastlamak mümkündür.<br />

Modern tıbbın babası Hipokrat (M.Ö. 460–377) ve<br />

Yunan tıbbının büyük hekimi Galen (M.S. 131-210)<br />

hacamattan bahsederler. Hacamat Moğol tıbbında da<br />

2500 yıllık bir geçmişe sahiptir. Hipokrat ve Galen<br />

(Câlinûs) gibi Eskiçağ’ın ünlü hekimleri bu teoriyi<br />

benimsediklerinden onları izleyen İslâm hekimleri<br />

de dâhil bütün dünya asırlarca hastadan kan almayı<br />

en güvenilir tedavi yöntemi diye kabul etmiştir.<br />

Klâsik tıp ilminde hemen her hastalığın kandan<br />

kaynaklandığı kanaati hâkim olduğu için tedavi sırasında<br />

akla hemen kan almak geliyor ve ilk önce bu<br />

yola başvuruluyordu. Bu yöntemin özellikle 17. yüzyılda<br />

çok yaygın uygulandığı, bu yüzden yetkililerce<br />

her hekimin kan alma usulünü bilmesinin şart koşulduğu<br />

görülmektedir. Zamanla bu tür düşüncelerin<br />

yerini tecrübeye ve bilimselliğe bırakmasıyla hastalardan<br />

kan alma gerçek mânâda bir tedavi metodu hâline<br />

gelmiştir. (İbn Ebû Usaybia, Uyûnü’l-enbâ, s. 6.)<br />

Eski tababette hacamat yapmak için insan vücudunda<br />

on dört bölge; fasd yani damardan kan aldırma<br />

yöntemiyle ise otuz ile kırk üç arasında damar tespit<br />

edilmiştir. Klâsik tıp kitaplarında hangi bölgeden veya<br />

damardan kan almanın ne gibi hastalıklara iyi geleceğine<br />

dair ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır. Hattâ bu iş<br />

için uygun olan mevsimler, günler ve saatler verilmekte,<br />

eğer âcil bir durum söz konusu değilse ilkbahar ve<br />

sonbaharda hacamat yaptırmak tavsiye edilmektedir.<br />

En eski dönemlerden günümüze kadar, gerek<br />

koruyucu hekimlikte gerekse bazı hastalıkların tedavisinde<br />

hacamat usulü geçerliliğini belli ölçüde<br />

sürdürmüştür. Günümüzde de hacamatın, İslâm ülkelerinde<br />

yaygın olduğunu ve buralarda hacamat kliniklerinde<br />

bu tedavinin uygulandığını görmekteyiz.<br />

Ayrıca Çin, Almanya, İngiltere Avustralya, Malezya<br />

ve Kanada gibi ülkelerde bu tedavi usulünün uygulandığı<br />

ve bu konuda araştırmaların yapıldığı bilinmektedir.<br />

Osmanlı döneminde bazı berberler tarafından<br />

uygulanan hacamat, günümüz Türkiye’sinde<br />

ehil olmayan kişiler tarafından sağlıksız ortamlarda<br />

yapıldığı iddiasıyla Sağlık Bakanlığı tarafından yasaklanmıştır.<br />

Bugün ise modern tıpta gerekli durumlarda<br />

kan alma (phlebotomy), şırınga ile doğrudan damara<br />

girerek gerçekleştirilmektedir.<br />

Genel tıp kitaplarında fasd ve hacamata ayrılan özel<br />

bölümler yanında konuyla ilgili müstakil eserler de<br />

kaleme alınmıştır. Bunlar arasında Hipokrat, Galen,<br />

İbn Mâseveyh, Ali b. Rabben et-Taberî, Buhtîşû’ b.<br />

Cebrâîl, Huneyn b. İshak, İbn Mâsse, İshak b. İmrân,<br />

Kustâ b. Lûkâ, Ebû Bekir Muhammed b. Zekeriyyâ<br />

er-Râzî, Fârâbî ve Ali b. Abbas el-Mecûsî’nin Kitâb<br />

(Risale) fi’l-fasd, Kitâb (Risale) fi’l-hicâme, Kitâbü’l-<br />

Fasd, Kitâbü’l-Hicâme gibi adlarla kaleme aldıkları<br />

eser ve risaleler sayılabilir. (Bk. Fuat Sezgin, GAS, III,<br />

444)<br />

Hz. Peygamber’in Hacamat Yaptırması ve Teşvik<br />

Etmesi<br />

Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında<br />

hacamatın, sağlığı korumak için ve bir tedavi<br />

metodu olarak uygulandığını, bizzat kendisinin de<br />

hacamat yaptırdığını ve hacamatı tavsiye ettiğini bilmekteyiz.<br />

Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bizzat<br />

kendisi Ebû Taybe adında bir Haccâm’a başından kan<br />

aldırmak suretiyle hacamat yaptırmış, haccâma ücretini<br />

ödemiş ve şöyle buyurmuştur: “Hacamat (kan<br />

aldırma) sizin için en iyi tedavi yollarından biridir.”<br />

(Buhâri, Tıb 13; Müslim, Musakât 62, 63)<br />

İbn Abbas, Resulullah’ın Miraç gecesinde, meleklerden<br />

oluşan bir cemaate her uğrayışında kendisine<br />

meleklerin, “Hacamat olmaya devam et! Ümmetine<br />

de hacamat olmalarını emret!” dediklerini nakleder.<br />

(Tirmizi, Tıb, 12; İbn Mâce, Tıb, 20; Ahmed b. Hanbel,<br />

I, 354) Hz. Enes (r.a.), Resulullah’ın (sallallahü aleyhi<br />

ve sellem), boynunun iki tarafı ile iki omuzun arasından<br />

hacamat yaptırdığını bizlere bildirmektedir. (Ebû<br />

Dâvûd, Tıb 4; Tirmizi, Tıb 12; İbn Mâce, Tıb 21)<br />

Ebu Kesbe el-Enmari (r.a.) de “Resulullah’ın başından<br />

ve iki omuzu arasından hacamat yaptırdığını<br />

ve “Kim bu kandan akıtırsa, herhangi bir hastalık<br />

için, bir başka ilâçla tedavi olmasa da zarar görmez.”<br />

(Ebû Dâvûd, Tıb 4; İbn Mâce, Tıb 21) buyurduğunu<br />

haber vermektedir. Kütüb-i Sitte‘de geçen bu ve benzeri<br />

rivayetlerde Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi ve<br />

sellem) hacamat yaptırdığını ve bunun hastalıklardan<br />

korunma ve tedavi hususunda önemli bir uygulama<br />

olduğunu görmekteyiz.<br />

Hacamatın Yapıldığı Azalar<br />

Hacamatı o dönemde uygulanan en iyi tedavi<br />

metotları arasında sayan Resûl-i Ekrem ve ashabının<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 63


genel olarak ağrıya ve baş ağrısına karşı, baş (Buhâri,<br />

Tıb 13; Müslim, Musakat 62, 63), iki omuz arası (kahil)<br />

(Ebû Dâvûd, Tıb 4; İbn Mâce, Tıb 21), boyunun<br />

sağ ve solunda bulunan damarlardan (ahdaayn) (Ebû<br />

Dâvûd, Tıb 4; Tirmizi, Tıb 12), kalça ve ayağın üstünden<br />

(Buhârî, Tıb, 14, 15; Ebû Dâvûd, Menâsik, 35, Tıb,<br />

4,5) hacamat yaptırdıkları rivayet edilmektedir.<br />

Hacamatta, vücutta kan alınabilecek noktaların<br />

bilinmesi önemlidir. Hadîslerde Peygamberimiz’in<br />

(sallallahü aleyhi ve sellem), başından, boynundan, omzundan<br />

ve ayağından hacamat yaptırdığını görmekteyiz.<br />

Fakat hacamatın vücudun sadece bu azalara<br />

uygulanmadığını ağrıyan yere göre vücudun değişik<br />

yerlerine de uygulandığını bilmekteyiz.<br />

Hacamatın Zamanı<br />

Hz. Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve sellem) kamerî<br />

ayların on yedi, on dokuz ve yirmi birinde hacamat<br />

yaptırıp, hacamat için bu zamanları ümmetine tavsiye<br />

ettiğini ve bu zamanın kan hücumundan dolayı<br />

meydana gelen birçok hastalıktan şifa olduğunu bildiren<br />

rivayetler bulunmaktadır. (bk. Tirmizi, Tıb, 12;<br />

Ebû Dâvud, Tıb, 5) İbni Sina, el-Kanun fi’t-Tıb isimli<br />

meşhur eserinde bu hadîsle ilgili olarak şu açıklamaya<br />

yer verir: Kamerî ayların başında kan aldırmak tavsiye<br />

edilmez. Çünkü vücuttaki kan, kamerî ayların ilk<br />

günlerinde daha azdır. Ayın on beşinden sonra yani<br />

dolunay günlerinde ise ayın çekim gücünün artması<br />

sebebiyle vücuttaki sıvı maddeler hem çoğalır hem de<br />

hareketlenir. Bu sebeple bu günlerde alınan kan da<br />

kişiye zarar vermez. (İbni Sina, Kanun I, s. 212)<br />

Günümüzde yapılan bazı araştırmalar da ayın insan<br />

vücudu üzerinde değişik etkiler meydana getirdiğini,<br />

dolunay günlerinde vücuttaki hormon ve sıvı<br />

dengesinde değişmeler görüldüğünü, kadınlardaki<br />

doğum ve âdet görme kanamalarının daha şiddetli<br />

olduğunu ortaya koymuştur. (Gerçeğe Doğru Dergisi,<br />

“Dolunay ve Oruç” c. II, sayı: 20, sayfa 28-30)<br />

Ayın ilk yarısından sonra (dolunay hâlinde) hararetle<br />

rutubetin artmasından dolayı, damarlardaki<br />

kan çoğalmakta ve kan dolaşım hızında da bir artma<br />

meydana gelmektedir. Yapılan araştırmalara göre bu<br />

dönemde ayın 11-21. günlerinde işlenen suçlar ve<br />

cinayetlerde de belirgin artışlar olduğu tespit edilmiştir.<br />

Bu günlerde ayın cazibesi vücuttaki kanın<br />

hareketlenmesine ve vücudun dinç olmasına tesir ettiğinden<br />

dolayı kişiyi suç işlemeye müsait bir hâle getirdiği<br />

gibi, sinir sistemine de tesir etmektedir. (Bilim<br />

ve Teknik Dergisi, sayı: 298, Eylül 19<strong>92</strong>)<br />

İbn Kayyim el-Cevziyye, hadîslerde mevcut tavsiye<br />

ve bilgilerin, dönemindeki tıp âlimlerinin tespitleriyle<br />

uyum içinde bulunduğunu, meselâ bu<br />

âlimlerin kanaatine göre ayın hareketine bağlı olarak<br />

bu zamanlarda kan basıncının arttığını, ay ortası ile<br />

onu takip eden haftanın hacamat için en uygun zaman<br />

olduğunu, âcil durumlar hariç bu zaman dilimi<br />

içinde hacamat olmanın daha faydalı olacağını söylemektedir.<br />

(İbn Kayyim el-Cevziyye, et-Tıbbû’n-nebevî, s.<br />

66) Hacamat için belli zaman dilimleri tavsiye eden<br />

hadislerin yeni ilmî araştırmalar ışığında tekrar değerlendirilmesinin<br />

faydalı olacağı kanaatindeyiz.<br />

Hacamatı kamerî takvime göre on yedi, on dokuz<br />

ve yirmi birinci günler yapılmasını tavsiye eden hadislerin<br />

yanında, bir de hacamatın belli günlere tahsis<br />

edilmesiyle ilgili bazı rivayetler de bulunmaktadır. İbn<br />

Ömer’den rivayet edilen bir hadise göre Resulullah<br />

(sallallahü aleyhi ve sellem) hacamat için pazartesi, salı<br />

ve perşembe günlerini tavsiye etmekte (bk. İbn Mâce,<br />

Tıb, 22) başka bir rivayette ise Peygamberimiz’in<br />

“Salı günü kan günüdür. O günde bir saat vardır, kan<br />

durmaz” (Ebû Dâvûd, Tıb 5) buyurarak salı günü hacamat<br />

yapmayı men ettiği bildirilmektedir. Bu günde<br />

hacamat olmayı yasaklayan bu hadîs senet yönünden<br />

tenkid edilmiştir. İbn Hacer ve Aynî gibi âlimler,<br />

Buhârî’nin yukarıdaki hadisleri zayıf bulduğu için<br />

eserine almadığını belirterek, hacamat için belli bir<br />

zaman tayininin söz konusu olmadığını ifade etmişlerdir.<br />

(İbn Hacer, Fethu’l-bâri, XXI, s. 266-267; Aynî,<br />

Umdetü’l-kârî, XVII, s. 374-375) Zehrâvî de bu konuda<br />

vakit tayinine gerek olmadığını söylemektedir.<br />

(Zehrâvî, et-Taşrîf li-men ‘aceze ‘ani’t-te’lif , II, s. 541)<br />

İhramlı ve Oruçlu İken Hacamat Yaptırmak<br />

Hacamat ile ilgili meseleler fıkıh kitaplarımıza da<br />

konu olmuştur. Yukarıda zikredilen hadîsler ışığında<br />

İslâm âlimleri, hacamata mendub hükmünü vermişler<br />

ve hacamat yapmanın ve yaptırmanın orucu bozup<br />

bozmadığı, ihramlı iken hacamat yaptırılıp yaptırılamayacağı,<br />

hacamatın abdesti bozup bozmadığı,<br />

hacamat yapan kişilere ücret verilmesi gerekip gerekmediği<br />

gibi konuları işlemişlerdir.<br />

Bu konuların en önemlisi ihramlı ve oruçlu iken<br />

hacamat yapılıp yapılamayacağıdır. Temel hadîs kaynaklarında<br />

Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem)<br />

ihramlı iken hacamat yaptırdığına yani kan aldırdığına<br />

dair sahih rivayetler olduğundan (Bk. Buhârî,<br />

Savm, 22; Müslim, Hac 87, 88) ihramlı iken saç kestirmemek<br />

şartıyla hacamatın caiz olduğu hususunda<br />

âlimler arasında görüş birliği olmuştur.<br />

Ramazan ayında oruçlu iken kan aldırmak meselesine<br />

gelince, hadîs kaynaklarında, Hz. Peygamber’in,<br />

oruçlu iken kan aldırdığı nakledildiği gibi, (Bk. Buhârî,<br />

Savm 32, Tıb, 11; Ebû Dâvûd, Savm 30.) başkalarına<br />

oruçlu iken kan aldırmayı yasakladığı rivayetler de<br />

64 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


ulunmaktadır. (Bk. Buhârî, Tıb 11, Savm 32; Ebû<br />

Dâvud, Savm 28, 29, 30) Enes b. Mâlik, oruçlu iken<br />

hacamat yaptırmadıklarını ifade ederken oruçluya<br />

hacamatı yasaklayan hadîslerin hacamatın oruçluya<br />

sıkıntı vereceği hususuna bağlamaktadır. (Ebû Dâvûd,<br />

Savm 32) Buna göre oruçlunun hacamat yaptırması<br />

mümkün ve caiz olduğu söylenebilir. Ancak oruçludan<br />

kan alınması, vücudu zayıf düşürecekse veya<br />

oruç tutmayı zorlaştıracaksa bu durumda hacamat<br />

yaptırmanın mekruh olacağı nakledilmiştir. Buna<br />

göre zaruret olmadıkça Ramazan ayında, gündüz kan<br />

aldırmayıp akşam iftardan sonra kan aldırmayı tercih<br />

etmenin daha uygun olacağı belirtilmiştir. Fakat bu<br />

durumda da Resulullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem)<br />

hacamatın aç karnına daha faydalı olacağı buyruğu<br />

göz ardı edilmemelidir.<br />

Hacamatın Faydaları<br />

Peygamberimiz hacamatın faydası ile ilgili olarak<br />

şöyle buyurmaktadır: “Hacamatta şifa ve bereket vardır.<br />

Ayrıca hacamat aklı ve hıfzetme (ezberleme) gücünü<br />

arttırır. (İbn Mâce, Tıb 22)<br />

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hacamatta<br />

şifa olduğunu buyurmakta (Buhari, Tıb 7; İbn Mâce,<br />

Tıb 22; Ahmed b. Hanbel, I, 246) ve hacamat yaptıranın<br />

herhangi bir hastalık için, bir başka ilâçla tedavi<br />

olmasa da zarar görmeyeceğini bildirmektedir. (Ebû<br />

Dâvûd, Tıb 4; İbn Mâce, Tıb 21) Allah Resulü’nün bu<br />

mübarek beyanları, kan aldırmanın çok etkili bir tedavi<br />

metodu olduğunu ve usullerine riayet edilerek<br />

yapıldığı takdirde önemli faydalarının olacağını göstermektedir.<br />

Zamanımızın tıp ve ilim adamları kan aldırmanın<br />

birçok yararlı ve tedavi edici tesirinin bulunduğunda<br />

ittifak hâlindedir. Amerikalı bir profesör kanın temizlenilmesi<br />

ile birçok hastalığın tedavi edilebileceğini<br />

iddia etmiştir. Kanın temizlenmesiyle hastalıklara<br />

karşı başarılı sonuç alınması, hacamatın önemini ortaya<br />

koymaktadır. Özellikle psikiyatrik rahatsızlıklarda<br />

bunu daha da önemli olduğu belirtilmektedir.<br />

Sağlığı yerinde olanların kan vermesi kemik iliğini<br />

harekete geçirmekte, kan yapımı hızlanmakta böylece<br />

kanın temizlenmesi kolaylaşmaktadır. Bahar yorgunluğu<br />

dediğimiz vücudun umumi âhengini bozan bitkinlik,<br />

hâlsizlik doğuran hastalıklar bahar mevsiminde<br />

kan vermek suretiyle düzeltilebilir. Kış aylarında vücutta<br />

biriken metabolizma artıkları ve zehirli maddeler<br />

baharda kan vermekle hızlanan kan yapımı sayesinde<br />

süratle vücuttan atılmaktadır. Dolaşıma çıkan pıhtılaşmayı<br />

önleyici bazı maddelerin temizlenmesi, damar<br />

sertliklerinin önlenmesi ve damarların korunması da<br />

kan vermenin faydaları arasındadır. (Emiroğlu, s. 81)<br />

Bugünün tıbbında genellikle elli yaşın üzerindeki<br />

kişilerde görülen sebebi bilinmeyen, organizmada alyuvar<br />

kitlesinin devamlı ve mutlak suretle artmasıyla<br />

meydana gelen Polsitemia Vera isminde bir hastalık<br />

tespit edilmiştir ki, hastada baş ağrısı, baş dönmesi<br />

halsizlik, fenalık hissi, geçici körlük, görme keskinliğinde<br />

azalma vb şikâyetleri görülmektedir. Bu hastalık<br />

kan alma suretiyle tedavi edilir. Böylece kısa zamanda<br />

alyuvar kitlesini azaltarak hastalığın vücut için<br />

kötü olan etkileri önlenmiş olur. Her defasında 300<br />

ml. kan alınır ve bu haftada 1–2 kere uygulanır. Bu<br />

işleme alyuvarlar sayısı normal seviyeye gelinceye kadar<br />

devam edilir. Böylece bu hastalık, sadece hastadan<br />

kan alınmak suretiyle kontrol altında tutulabilir.<br />

Kan vücuttan çıktığında yerine plazma adı verilen<br />

bir vücut sıvısı geçecek ve kanın sulanması sağlanmış<br />

olacaktır. Kanın sulanıp incelmesi, kandaki alyuvar<br />

yoğunluğunu azaltır. Böylece kalb, beyne daha rahat<br />

pompalama yapar. Kan emilince, kandaki oksijen taşıyıcı<br />

madde olan hemoglobin seviyesi de düşer. Bu<br />

yüzden kan, beyine yeterli oksijeni taşıyabilmesi için<br />

daha hızlı akmaya başlar. Akışkanlık özelliği artan kanın<br />

aynı zamanda çevredeki, beyin ve karaciğerdeki dolaşımı<br />

da düzelmiş olacaktır. Böylece kan akışının artmasıyla<br />

insan yorgunluktan ve halsizlikten kurtulacaktır.<br />

Âni sol kalb yetmezliği ve buna bağlı akciğer bozukluklarında<br />

da kan almak suretiyle tedavi yapılır.<br />

Âni sol kalb yetmezliğinde toplardamar yoluyla süratle<br />

ve fazla miktarda (500 ml) bir kan alımı kalbe kan<br />

dökümünü azaltarak sağ kalb atım hacmini azaltmak<br />

suretiyle sol kalb yükünü hafifleteceğinden âni sol<br />

kalb yetmezliği ve buna bağlı akciğer bozukluklarına<br />

ait krizlerde hastayı kısa zamanda rahatlatabilir. (Denizkuşları,<br />

s. 115)<br />

Hacamatla, kılcal damarlardaki tıkanıklıklar açılır.<br />

Kandaki ve dokulardaki gaz ve toksinlerin hacamatla<br />

atılması, hacamat yapılan bölgeye bağlı damarlardaki<br />

kan akımını canlandırır. Hacamat, dokuların<br />

beslenmesi ve oksijenlenmesini artırır, sertlikleri ve<br />

ödemleri çözer. Hacamat kan üretimiyle görevli organları<br />

(kemik iliği, karaciğer, dalak) uyarır, bağışıklık<br />

sistemini kuvvetlendirir, vücuda direnç kazandırır,<br />

ağrıları giderir, hastalıkları önler. Kansızlık, bel tutulması,<br />

eklem ağrıları, baş ağrıları, bel, boyun fıtığına<br />

ve kireçlenmesine bağlı ağrılar, dalak, karaciğer hastalıkları,<br />

enfeksiyonlar, sinirsel, psikolojik ve her türlü<br />

hastalığın tedavisinde etkili olduğu belirtilmektedir.<br />

(Salih, s. 141) Süreklilik arz eden kronikleşmiş birçok<br />

hastalıklarda; migren, romatizma, mide bağırsak<br />

rahatsızlıkları, el ve ayaklarda üşüme, şeker hastalığı,<br />

zihnî ve ruhî birçok hastalıklarda, böbrek hastalıklarında<br />

kan vermenin faydası bilinmektedir. Vücudun<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 65


farklı bölgelerine uygulanan hacamatın daha birçok<br />

hastalığın tedavisinde iyi neticeler verdiği tecrübelerle<br />

ortaya konmuştur.<br />

St. George’s Üniversitesi’nde öğretim görevlisi<br />

Doç. Dr. Ahmed Younis, East Anglia Üniversi tesi’nden<br />

Dr. Kaleem Ullah ve uluslar arası hacamat<br />

terapisti sertifikası sahibi Faruk Günindi hacamatın<br />

faydaları ile ilgili dünyanın değişik yerlerinde<br />

seminerler vermekte, Younis her türlü ağrılarda<br />

ve hastalıklarda hacamat terapisini kullandıklarını<br />

ve çok başarılı sonuçlar aldıklarını belirtmektedir.<br />

Avrupa’nın en büyük bilim festivali olan İngiltere<br />

Bilim Festivali’nde 2006 yılında Hacamat’ı tanıtan<br />

Younis’un bu konudaki araştırmaları da saygın bir<br />

alternatif tıp dergisinde yayınlanmıştır. (Bk. ISPUB,<br />

vol 4. No1, 2007)<br />

Hacamat yapılırken bazı hususlara da dikkat edilmesi<br />

gerekmektedir. Bulaşıcı hastalıklara yakalanmamak<br />

için bu tedavide mutlak suretle hijyene önem verilmeli<br />

ve bu işi iyi bilen ehil insanlara yaptırılmalıdır.<br />

Hacamat yaptıracak kişinin daha önce bir tahlil yaptırarak<br />

kan durumunu ve vücuttaki kan seviyesinin kan<br />

vermeye elverişli olup olmadığını öğrenmesi gerekmektedir.<br />

Zîrâ kan seviyesi düşük anemik ve hemofili<br />

hastaların hacamat yaptırmaları kendilerine zarar verebilir.<br />

Yine hacamat çok ihtiyar ve zayıf kişilere, kalb<br />

yetmezliği olanlara, hamilelere, tansiyonu çok düşük<br />

olan kişilere ve küçük çocuklara önerilmemektedir.<br />

Sonuç<br />

Modern bilim hızla ilerliyor. Her geçen gün yeni<br />

tedavi usulleri ortaya konuluyor. Ancak bununla<br />

birlikte sürekli olarak yeni ve tedavisi bulunamayan<br />

başka hastalıklarla karşılaşıyoruz. Bu durum hastalıklarla<br />

mücadeleden önce hastalıklara yakalanmamayı<br />

yani koruyucu hekimliğin esaslarının bilinmesini ve<br />

uygulanmasını gerekli kılmaktadır. Nitekim Peygamber<br />

Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) tıbba<br />

dair tavsiyelerinin birçoğunun koruyucu hekimliğe<br />

ait olduğunu görmekteyiz. Bulaşıcı hastalıklara karşı<br />

korunma, salgının bulunduğu yere girmeme ve bu<br />

yerde bulunuyorsa dışarı çıkmama (karantina), vücut<br />

temizliği, yiyecek ve içeceklerin temiz tutulması,<br />

çevre temizliğine önem verme, dişleri misvaklama,<br />

yeme-içmede aşırıya kaçmama, yemekten önce ve<br />

sonra elleri yıkama, oturarak yemek yeme gibi nebevî<br />

tavsiyelerin hastalıklardan korunma adına ne kadar<br />

önemli olduğu günümüz ilim adamları tarafından da<br />

ifade edilmektedir. İşte bu açıdan meseleyi değerlendirdiğimizde<br />

Hz. Peygamber’in hem tedavi hem de<br />

hastalıklardan korunma maksadıyla uyguladığı hacamatın<br />

önemini daha iyi kavramış oluruz.<br />

Günümüzde hastalıkların tedavisinde kullanılan<br />

yöntem ve ilâçların yan tesirlerinin bulunması, dünyanın<br />

birçok yerindeki bilim adamlarını, hastalıklara<br />

karşılık eskiye, denenmiş, tecrübe edilmiş ve insanların<br />

yüzyıllardır yapa geldikleri tabiî tedavi metotlarına<br />

sevk etmiştir. Alternatif Tıp olarak anılan bu doğal<br />

tedavi yöntemlerinden birinin de Peygamberimiz’in<br />

(sallallahü aleyhi ve sellem) uyguladığı ve ümmetine tavsiye<br />

ettiği hacamat olduğunu söyleyebiliriz. Bu konuda<br />

Avrupa’da, Asya’da ve dünyanın değişik yerlerinde yapılan<br />

araştırmalar ve çalışmalar da bu hakikati desteklemektedir.<br />

Ayrıca günümüzde, hacamatı hayatlarında<br />

düzenli bir şekilde uygulayarak sağlığını muhafaza<br />

eden ve hastalıklardan kurtulan kişilerin tecrübeleri de<br />

hiç şüphesiz bunun önemini daha da artırmaktadır.<br />

Tarih boyunca uygulanan hacamat günümüz modern<br />

tıpta kan verme metodu olarak algılanmaktadır.<br />

Günümüz şartlarında ise damardan şırınga ile kan<br />

almanın da hacamat olarak değerlendirilebileceğini<br />

söyleyenler vardır. Ancak hacamatın gerek vücudun<br />

değişik yerlerine uygulanması gerekse de ana damarlardan<br />

değil de kılcal damarlardan pıhtılaşmış kirli<br />

kanın alınması ve bu uygulama için uygun zamanların<br />

belirlenmesi gibi unsurlar hacamatı, günümüzde<br />

şırınga ile damardan temiz kanı almaktan farklı kılan<br />

yönlerdir. Bunun için binlerce yıldır uygulanan<br />

hacamatın, gelişen modern tıbbın imkânlarıyla ilim<br />

adamları ve araştırmacı doktorlar tarafından bu farklı<br />

yönleriyle tekrar ele alınarak incelenmesi gerektiğine<br />

inanıyoruz. Böyle bir araştırma yapmanın da bu tedavi<br />

uygulamasını Cibril’in diliyle bizlere tavsiye eden<br />

Hz. Peygamber’e (sallallahü aleyhi ve sellem) vefanın bir<br />

gereği olduğunu düşünüyoruz.<br />

Son olarak sağlığımızı koruyan ve şifayı verenin<br />

yalnızca Allah olduğunu ifade eder, yine O’nun<br />

Habib-i Edibi Hz. Muhammed’e (sallallahü aleyhi ve<br />

sellem) tavsiye ettiği vesileler ile O’nun Hafîz ve Şâfî<br />

isimlerine sığınırız.<br />

* Araştırmacı-Yazar<br />

fyilmaz@yeniumit.com.tr<br />

İstifade Edilen Kaynaklar<br />

• Abdullah Köşe, Mahmut Rıdvanoğlu, “Hacamat” maddesi, Diyanet İslâm<br />

Ansiklopedisi<br />

• (DİA), XIV, 421-422.<br />

• Ali Rıza Karabulut, Tıbb-ı Nebevi, Mektebe Yayınları, İst. 19<strong>92</strong>.<br />

• Mahmud Denizkuşları, Peygamberimiz ve Tıp, Marifet Yayınları, İstanbul<br />

1982.<br />

• İbn Kayyim el-Cevziyye, et-Tıbbu’n-nebevî, (Nşr. Âdil el-Ezherî-<br />

Mahmûd Ferec el-<br />

• Ukde), Kahire 1410/1990, s. 42- 45.<br />

• Dr. Nevzat Emiroğlu, Kan ve Dolaşım, <strong>Yeni</strong> Asya Yayınları, İst. 1982.<br />

• Dr. Aidin Salih, Gerçek Tıp, Yazı Yayıncılık, İst. 2010.<br />

• www.islamiforum.com/hacamat<br />

66 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


YENİ ÜMİT<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />

Copyright © Işık Yayıncılık Tic. A.Ş. 2011<br />

Bu eserin tüm yayın hakları Işık Yayıncılık Tic. A.Ş.'ye aittir. Eserde yer alan<br />

metin ve resimlerin Işık Yayıncılık Tic. A.Ş'nin önceden yazılı izni olmaksızın,<br />

elektronik, mekanik, fotokopi ya da herhangi bir kayıt sistemi ile çoğaltılması,<br />

yayımlanması ve depolanması yasaktır.<br />

iÇiNDEKiLER<br />

IŞIK YAYINCILIK. TİC. A.Ş. ADINA SAHİBİ<br />

M. Talat KATIRCIOĞLU<br />

GENEL KOORDİNATÖR<br />

Dr. Ergün ÇAPAN<br />

SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ<br />

Selçuk CAMCI<br />

İDARİ MERKEZ<br />

İstanbul<br />

YAYIN TÜRÜ<br />

Yaygın Süreli<br />

GÖRSEL YÖNETMEN<br />

Engin ÇİFTÇİ<br />

GRAFİK - TASARIM<br />

Murat ARABACI<br />

YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ<br />

Kısıklı Mah. Meltem Sk. No: 5 Üsküdar / İSTANBUL<br />

Tel: 0 ( 216 ) 318 10 00 - Faks: 0 ( 216 ) 422 41 40<br />

MÜŞTERİ HİZMETLERİ<br />

444 0 361<br />

Bütün GSM operatörlerinden ve sabit telefonlardan<br />

dakikası 1 SMS/kontöre direk arayabilirsiniz.<br />

(Her türlü abonelik işlemleriniz için arayabilirsiniz.)<br />

Yurtiçi abone bedeli 22 TL'dir.<br />

Yurtdışı abone bedeli, 1. Grup Ülkeler (Avrupa, Orta Asya, Orta Doğu ve Kuzey<br />

Afrika ülkeleri) 14 €, 2. Grup Ülkeler (Uzak Doğu, Amerika, Güney Afrika ve<br />

Pasifik ülkeleri) 20 $, 3. Grup Ülkeler (Avustralya ve <strong>Yeni</strong> Zelanda) ise 24 $'dır.<br />

Abone olmak isteyenlerin abone bedelini;<br />

Işık Yayıncılık. Ticaret A.Ş. adına, her PTT şubesinden; 556 8324 nolu Posta<br />

çeki hesabına veya Bank Asya Anadolu Kurumsal TEMSİLCİLİKLER Şubesi'nin;<br />

TL olarak, TR870020800094000540530040 (54053-40) numaralı,<br />

$ olarak, TR600020800094000540530041 (54053-41) numaralı,<br />

€ olarak TR330020800094000540530042 (54053-42) numaralı hesabına<br />

yatırıp, dekontun fotokopisini, açık isim, adres ve telefon bilgileri ile hangi<br />

sayıdan itibaren abone olacaklarını belirten bir yazı ile abone merkezimize<br />

posta veya faks ile bildirmeleri yeterlidir.<br />

ABONE VE DAĞITIM MÜDÜRLÜĞÜ<br />

Bulgurlu Mh. Bağcılar Cd. No: 1<br />

Posta Kodu 34696 Üsküdar / İSTANBUL<br />

Tel: (0 216) 444 0 361<br />

Faks: (0 216) 522 11 78<br />

AVRUPA DAĞITIM<br />

WORLD MEDIA GROUP AG- İsmail Küçük<br />

Adres: SPRENDLINGER LANDSTR. 107-109, 630 69<br />

OFFENBACH am MAIN<br />

Müşteri Hizmetleri: 0049 69 300 34 111-112<br />

Dağıtım Telefonu: 0049 69 300 34 103 Fax: 0049 69 300 34 105<br />

dergiler@worldmediagroup.eu - dagitim@eurozaman.de<br />

BASILDIĞI YER<br />

Çağlayan A.Ş. Gaziemir/İZMİR<br />

Tel: 0 232 274 22 15 Faks: 0 232 252 21 00<br />

BAYİ DAĞITIM<br />

DPP A.Ş.<br />

BASIM TARİHİ<br />

Mart 2011<br />

E-MAIL - WEB<br />

www.yeniumit.com.tr • yeniumit@yeniumit.com.tr<br />

Fiyatı: KDV Dahil 6,00 TL<br />

Dar Bir Açıdan Bir Kez Daha Kur'ân<br />

Başyazı<br />

Râgıb El-Isfahânî’nin Mukaddimetü’t-Tefsir’inin Kökleri ve<br />

Kitabın Türkçe’ye Tercümesi<br />

Prof. Dr. Suat YILDIRIM<br />

Peygamber Yolu'nun Ruh ve Mânâ Boyutu<br />

Prof. Dr. Abdulhakim YÜCE<br />

Sebeplerin Sorgulanması<br />

Doç. Dr. Yener ÖZTÜRK<br />

Kur’ân Tilâvetinde Temsil<br />

Yrd. Doç. Dr. Alican DAĞDEVİREN<br />

Peygamberimiz'in (s.a.s) Yetimlere Şefkati<br />

Mehmet DERE<br />

Mevlâna ve Evrensel Çağrısı Gel!<br />

Prof. Dr. Cafer Sadık YARAN<br />

Hayâ ve İffet Duygusu<br />

Dr. M. Selim ARIK<br />

Altın Nefesler<br />

Muradi (III. Sultan Murad) - Leyla Hanım<br />

Rahmet Peygamberinde Beyan<br />

Doç. Dr. Ayhan TEKİNEŞ<br />

Seyyid Kutub<br />

Prof. Dr. Mesut ERDAL<br />

Firavun ve Genel Özellikleri<br />

Yrd. Doç. Dr. Musa Kâzım GÜLÇÜR<br />

Bütüncül ve Parçacı Yaklaşımlar Arasında Sünnet-i Nebeviyye<br />

Prof. Dr. Vehbe Mustafa ez-ZUHAYLÎ<br />

Bir İlim ve Zühd Kahramanı Süfyan-ı Sevrî Hazretleri<br />

Doç. Dr. Muhittin AKGÜL<br />

Hz. Peygamber (s.a.s) ve Hacamat (Kan Aldırma)<br />

Fethi YILMAZ<br />

YAYIN İLKELERİ<br />

•Gönderilen yazıların yayımlanmasına Yayın Kurulu karar verir.<br />

•Yayımlanan yazıların her türlü sorumluluğu yazarlarına aittir.<br />

•Yazılar 2200 kelimeyi geçmemelidir.<br />

•Türkçeyi kullanmada itina gösterilmelidir.<br />

•Faydalanılan kaynaklar, metin içerisinde.. meselâ, (Yazır 1983, 2: 560) gibi, yazarın<br />

soy ismi, kitabın yayın tarihi, varsa cilt ve sayfa numarası ile kısaca verilmeli,<br />

daha sonra, yazının sonunda liste hâlinde açık olarak belirtilmelidir. Kitap isimleri<br />

italik yazılmalıdır.<br />

•Yazılar yayımlansın veya yayımlanmasın iade edilmez.<br />

•Dergimizdeki yazılar, başka yerlerde kaynak gösterilerek yayımlanabilir.<br />

67 •Yayımlanan yazılar için te'lif ücreti ödenir.<br />

Dinî İlimler ve Kültür YENİ ÜMİT Dergisi DERGİSİ 67<br />

| 67<br />

2<br />

8<br />

13<br />

17<br />

21<br />

26<br />

30<br />

33<br />

38<br />

40<br />

43<br />

48<br />

53<br />

58<br />

62


En cazip desenlerin gerçek ziyası Sen’sin,<br />

Bu hususta asla yok kevn ü mekânda dengin;<br />

Sen’in gönlün meleklerinkinden daha engin,<br />

Şu fakirler ülkesinde yolu gözlenensin…<br />

YAYSAT NO:2011/2<br />

FİYATI: 6.00 TL<br />

68 | YENİ ÜMİT DERGİSİ

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!