Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Dinî Ýlimler ve Kültür Dergisi YIL: 23 SAYI: <strong>92</strong> NİSAN - MAYIS - HAZİRAN 2011 / 106702 - 2011/2<br />
www.yeniumit.com.tr<br />
FİYATI: 6.00 TL<br />
Minaredeki bu avaz ötelerin sesi,<br />
Yaratana çağırır duyan hemen herkesi;<br />
Yerdeki ezanla göktekilerin bestesi<br />
Ve muhtevâ itibarıyla melek şivesi.<br />
•<br />
Dar Bir Açıdan Bir Kez Daha Kur'ân (<strong>Yeni</strong> Başyazı)<br />
Bütüncül ve Parçacı Yaklaşımlar Arasında Sünnet-i Nebeviyye<br />
Peygamber Yolu'nun Ruh ve Mânâ Boyutu<br />
Rahmet Peygamberinde Beyan<br />
Firavun ve Genel Özellikleri
YENi ÜMiT<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />
DAR BİR AÇIDAN<br />
BİR KEZ DAHA<br />
Kur’ân<br />
Bugüne kadar Kur’ân’ı anlatma uğrunda nice<br />
kalemler gözyaşı döktü ve inledi.. nice sineler<br />
onun esintileriyle ürperdi ve titredi.. nice dimağlar<br />
onun mucizevî büyülü atmosferinde iç<br />
içe “ba’sü ba’de’l-mevt”lere erdi ve uhrevîleşti.<br />
Bizimki kendini bilmezlik olsa da onun yeryüzünü<br />
şereflendirdiği asırdan günümüze dek nice cins dimağlar<br />
birer gavvâs gibi o “menhelü’l-azbi’l-mevrûd”a daldı<br />
ve kendi çağdaşlarına ne cevherler ne cevherler sundu..!<br />
Biz şimdilik, o harikulâde beyan âbidesiyle alâkalı<br />
pek çok esrar ve incelikleri o alanın mahir üstadlarının<br />
güzîde eserlerine havale ederek, dar bir çerçevede bir<br />
kere daha “i’câz” ve “îcâz” demek istiyoruz.<br />
İ’câz, sözlük itibarıyla güç yetirilememe, âciz bırakma,<br />
benzerinin yapılamaması ve başkalarının<br />
yapmaya, söylemeye muktedir olamayacağı aşkın bir<br />
muhteva ve harika bir beyan demektir. Îcâz ise bir<br />
mazmun ve mefhumu çok az kelime kullanarak özlü<br />
söyleme; tabir-i diğerle, çok az ifade ile pek çok şey<br />
işaretleme ve pek az sözle maksadın vâzıh olarak ifade<br />
edilmesi mânâlarına gelmektedir.<br />
Belâgat uleması, îcâz sözüyle alâkalı şu mütalaaları<br />
serdederler: Bir söz, ifade edilmek istenen mânâyı<br />
tam karşılayacak ölçüde ise buna “müsâvât” denir ki<br />
beliğlerin beyanlarında en şayi olan da budur. Bazen<br />
de bir faydadan ötürü ve tabiî “muktezâ-i hâl” veya<br />
“muktezâ-i zâhir” esprisine bağlı olarak fazla kelimeler<br />
kullanıldığı da olur ki buna da “ıtnab” denegelmiştir<br />
ve kendi çerçevesinde bu da makbul bir ifade<br />
tarzıdır. Oldukça az kelime veya haziflerle –maksadı<br />
muhill olmama kaydıyla– ifade ve beyana da “îcâz” denir<br />
ki, bu konuyla alâkalı Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i<br />
Sahîha’dan yüzlerce örnek göstermek mümkündür.<br />
Aslında, üslûb-u beyan müsâvâtı gerektirdiği yerde<br />
o yolu takip etmek; tavzih ve tefsire ihtiyaç duyulan<br />
durumlarda ıtnab demek; bazen de herhangi bir<br />
mazmun ve mefhumu ifadede, konuyu iğlâk etmeme<br />
ve anlaşılmaz hâle getirmeme kaydıyla îcâz yolunu<br />
seçmek ayn-ı belâgat, dolayısıyla da makbul ve müstahsendir.<br />
Mevzu ile alâkalı Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan<br />
ve Sünnet-i Sahîha’da bu ifade tarzlarının hemen<br />
hepsinden değişik örnekler vermek mümkündür. Biz<br />
burada daha ziyade Kur’ân’daki îcâz üzerinde durarak,<br />
o deryadan sadece birkaç damla ile iktifa etmek<br />
istiyoruz.<br />
Belâgat ulemâsı ekseriyetle îcâzı iki nev’e taksim<br />
ederler:<br />
1-Îcâz-ı kısar<br />
2-Îcâz-ı hazf<br />
Belâgatçilerin, birkaç kelime ile pek çok hakikati<br />
ifade etmenin unvanı saydıkları “îcâz-ı kısar”la alâkalı<br />
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da onlarca örnek bulmak<br />
mümkündür. Evet,<br />
2 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
אא <br />
א den‘ אא <br />
א <br />
’a kadar farklı seviyelerde hep bu îcâz hakikatinin<br />
nümâyân olduğu görülür. Ne var ki, biz şimdilik<br />
konunun hususiyeti açısından belâgat erbabınca da<br />
üzerinde durulmuş bir-iki örnekle iktifa etmeyi düşünüyoruz.<br />
Meselâ; A’râf sûre-i celîlesindeki<br />
אא <br />
<br />
א <br />
<br />
א <br />
<br />
“Sen her zaman bağışlama (afv u safh) yolunu tut, iyiliği<br />
emret ve cahillerle uğraşmaktan uzak dur.” (A’râf sûresi,<br />
7/199) ferman-ı sübhânîsi üç cümleden ibaret olduğu<br />
hâlde mehâsin-i ahlâkın bütün disiplinlerini câmi bir<br />
beyan harikasıdır. Evet, bu engin beyan içinde bağışlama<br />
ahlâkı, iyilik ve güzellik düşüncesini yaşayıp<br />
yaşatma kararlılığı, bilgisiz ve densiz insanlarla tartışmalara<br />
girmeme ciddiyeti, demagoji ve diyalektiklerle<br />
faydasız dalaşmalarda bulunmama vakarı… türünden<br />
pek çok hususun hemen hepsini bir solukta ifade<br />
etme gibi bir câmiiyyet söz konusudur.<br />
Üzerinde durulan âyetlerden biri de Bakara sûre-i<br />
celîlesindeki א <br />
אא <br />
כ “Kısasta sizin için hayat<br />
vardır.” (Bakara sûresi, 2/179) âyet-i câmiasıdır. Arap<br />
beliğlerinin, bu mazmunu ifade adına ortaya attıkları<br />
en parlak örnek א “Öldürmek öldürmeyi ortadan<br />
kaldırır.” sözcüğü olmuştur. Beyan üstadlarının<br />
bu konudaki mütalaaları bir yana, bizim gibi sıradan<br />
insanların nazarında bile Kur’ân’ın beyanı karşısında<br />
bu ifadenin ne kadar sönük kaldığı açıktır.<br />
Her şeyden evvel bu sözde א kelimesi tekerrür<br />
etmektedir ki, buna kelimenin iç mûsıkîsi de inzimam<br />
edince hiss-i selim ve zevk-i selime aykırı olduğu<br />
hemen hissedilir. Âyette ise mevzuun ve mazmunun<br />
özünü aksettiren o engin iç mûsıkî ile beraber<br />
böyle bir tekrar söz konusu değildir.<br />
Sâniyen, “katl, katli ortadan kaldırır” yaklaşımı<br />
yanlıştır; zira her öldürme öldürmeyi önlemez/önleyemez;<br />
hatta bazen öldürme, peşi peşine öldürmeler<br />
fasit dairesi bile oluşturabilir.<br />
Sâlisen, âyetteki א ve אא kelimeleri, Kur’ân’ın<br />
iç mûsıkîsi açısından gayet latîf düşmesine mukabil,<br />
א ifadesinde kulağı ve hiss-i selimi tırmalayan<br />
bir ses söz konusudur.<br />
Râbian, âyette herhangi bir hazif mevcut olmadığı<br />
hâlde burada<br />
כ]) <br />
א] אא] <br />
(א ] <br />
hazfedilmiş ibarelerin mevcudiyeti bahis mevzuudur.<br />
Hâmisen, âyette kısas sonucuyla hayat arasında bir<br />
tıbâk mevcut olmasına karşılık, nazire olarak ortaya<br />
konan ifadede böyle bir husus mevcut değildir.<br />
Sâdisen, âyetteki kısas kelimesi öldürmenin berisinde<br />
daha küçük cinayetleri de kapsamasına mukabil,<br />
nazirede ise bunlara, delâletin hiçbir şekliyle işaret<br />
söz konusu değildir.<br />
Bu konuda üçüncü bir örnek olarak İhlâs sûre-i<br />
celîlesi üzerinde de durulabilir. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-<br />
Beyan’ın pek çok yerinde îcâz vurgusunda bulunan<br />
Bediüzzaman Hazretleri bu sûre ile alâkalı da şunları<br />
söyler: Çok kısa olan İhlâs sûre-i celîlesinde üç<br />
müspet, üç de menfî cümle mevcuttur. Sûre, bu altı<br />
cümle ile altı mertebe tevhidi ifade ve ilanın yanında<br />
o kadar da şirk envaını reddetmektedir.<br />
Bu konuyla alâkalı Yirmi Beşinci Söz’deki o bahse<br />
bakılabilir. Aslında o Hazret’in “İşârâtü’l-İ’câz” kitabı,<br />
Kur’ân’daki bu tür cezâlet-i beyan örnekleri adına<br />
mutlaka mütalaa edilmesi gerekli bir şaheser mahiyetindedir.<br />
Diğer bir misal olarak, bütün şerlerin ve hayırların<br />
özetini ihtiva eden<br />
א <br />
א <br />
א <br />
א <br />
א <br />
א <br />
א <br />
כ א <br />
אא <br />
“Şüphesiz Allah adalet ve istikameti, en engin mânâsıyla<br />
ihsanı ve yakınlarına iyilikte bulunmayı emreder; hayâsızlığı,<br />
çirkin ve nâhoş işleri, zulüm ve tecavüzü de yasaklar.” (Nahl<br />
sûresi, 16/90) âyet-i kerimesi de îcâz açısından üzerinde<br />
durulan veciz beyanlardandır.<br />
Kur’ân-ı Mübin’de benzer îcâz türünün onlarcasını<br />
göstermek mümkündür; ancak konunun hususiyeti<br />
bu enginlikteki bir tahlile müsait olmadığından<br />
biz de mecburen çerçeveyi dar tutmak zorundayız.<br />
Burada meseleyi noktalayarak bir-iki örnekle îcâz-ı<br />
hazf’e geçmek, birkaç âyet-i kerime ile ona da temas<br />
ettikten sonra ayrı bir beyan sultanlığını işaretlemek<br />
istiyoruz.<br />
Belâgat âlimlerinin ifadelerine göre “îcâz-ı hazf”;<br />
kelâmın bazı kısımlarının, onlara delâlet edecek lâfzî<br />
veya mânevî bir karîne bırakılarak hazfedilmesi yani<br />
zikredilmemesidir. Hazfedilen bir harf olabildiği gibi,<br />
bazen bir kelime ve bir cümle de olabilir. Kur’ân-ı<br />
Mu’cizü’l-Beyan’da bu tür hazfin de onlarca örneğini<br />
göstermek mümkündür.<br />
Meselâ, א <br />
כ <br />
“Ben iffetsiz biri değilim.” (Meryem<br />
sûresi, 19/20) Burada כ olacakken harfi hazfedilmiştir.<br />
İfadenin bu şekilde vârid olması, o esnadaki<br />
konjonktüre ve heyecan hâline fevkalâde uygun düşmektedir.<br />
Bir başka misal olarak: <br />
אכ <br />
כ <br />
<br />
“Size<br />
analarınızla evlenmek haram kılınmıştır.” (Nisâ sûresi,<br />
4/23) âyetinde, evlenmek mânâsına gelen אכ keli-<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 3
mesi hazfedilmiştir; mesele vâzıh ve anlatılmak istenen<br />
husus da gayet açıktır.<br />
Bunun gibi, bu Kitab-ı Kerim’de, bazen א <br />
“Rabbim beni yarlığa!” (A’râf sûresi, 7/151) beyanında<br />
olduğu misillü muzafun ileyh ’sı hazf edilerek<br />
îcâza gidilmiş; bazen אא א “Kim tevbe<br />
edip salih amel işlerse” (Furkân sûresi, 25/71) âyetinde<br />
olduğu türden <br />
mevsufu hazfedilerek sıfatla yetinilmiş<br />
ve bazen אde <br />
כ כ <br />
א <br />
כא <br />
“Zira arkaların da her sağlam gemiyi zorla gasp eden bir<br />
melik vardı.” (Kehf sûresi, 18/79) beyanında olduğu gibi<br />
sağlam mânâsına gelen א sıfatı zikredilmeyerek<br />
mevsufla iktifa edilmiştir.<br />
Îcâz-ı hazf cümlesinden olarak bazen birkaç<br />
kelâmın birden hazfedildiği de olur. Sûre-i Yusuf’taki<br />
א א .. “Beni gönderin.. Ey dosdoğru<br />
sözlü Yusuf (dedi).” (Yusuf sûresi, 12/45-46) âyetinde<br />
olduğu gibi. Maksadı muhill olmadan burada şu kelimelerin<br />
hazfedildiği anlaşılmaktadır:<br />
א <br />
<br />
א א <br />
<br />
] <br />
א א [: א <br />
“Beni Yusuf’a gönderin, [rüyanın tabirini O’na sorayım.<br />
Bunun üzerine onlar da bu zâtı hapishaneye gönderdiler de<br />
o:] Ey doğru sözlü Yusuf, dedi.”<br />
Kur’ân-ı Kerim’de bu kabîlden o kadar çok hazif<br />
vardır ki, bunların bütününü zikretmek bir mücellet<br />
ister; bu ise bu dar tahlilin istiab haddini aşar.. tabiî<br />
benim boyumu da...<br />
Aslında Furkân-ı Mübin’deki i’câz ve îcâz hakikatiyle<br />
alâkalı, me’ân ve beyan üstadları onun o kadar<br />
çok derinliğinden söz etmişlerdir ki bunlardan her<br />
biri tek başına onun “Kelâmullah” olduğunu göstermekte<br />
ve aşkınlığına şehadet etmektedir. Fuhûl-ü<br />
ulemânın o engin mülâhazalarını yine onların o harika<br />
eserlerine bırakarak biz bu konuyu da çağımızdaki<br />
bir beyan üstadının ifadelerine işaret ederek noktalamak<br />
istiyoruz: Bediüzzaman, Kur’ân’daki i’câz adına,<br />
onun nazmının cezâleti (söylenişte mazmûnu tam<br />
aksettirmenin yanında fevkalâde âhengi, tebşir ettiğinde<br />
içlere inşirah salan letafeti, tehditlerinde gönüllerde<br />
ürperti ve râşeler hâsıl eden müessiriyeti demektir),<br />
ifade zenginliğinin yanında hüsnü metaneti,<br />
üslûbunun garîb ve orijinal olması, tarzının zerafet ve<br />
güzelliği, ifadelerinin aşkınlık ve fâikiyeti, mânâsının<br />
kuvvet, rasanet ve hakkaniyeti, lafızlarının fasîh, açık<br />
ve anlaşılır olması… gibi mevzular üzerinde durur ve<br />
bu hususların hepsini örnekleriyle ortaya koyar. Biz<br />
bu konuyu da şimdilik o güzîde kaynaklara havale<br />
ederek geçelim.<br />
Bunlardan başka, Kur’ân-ı Mu’ciznümâ’nın gaybî<br />
haberleri de onun mucize ve Hak kelâmı olduğunu<br />
göstermektedir. Evet, bu harika beyan, varlığın<br />
mebdeinden Hazreti Âdem Nebi’nin (alâ nebiyyinâ<br />
ve aleyhissalâtü vesselâm) hilkat ve sergüzeşt-i hayatına,<br />
evlâtlarının macerasından onun Allah’la münasebet<br />
enginliğine kadar çok farklı konularda öyle detaylı<br />
bilgiler verir ki, onun Allah kelâmı olduğu kabul<br />
edilmediği takdirde bu geniş malumatın, bu kadar teferruatlı<br />
bilginin izahı mümkün olmayacaktır. Keza<br />
Kur’ân, Hazreti Nuh, Hazreti Hud, Hazreti Salih,<br />
Hazreti İbrahim, Hazreti Lût ve diğer enbiyâ-i izâm<br />
(alâ nebiyyinâ ve aleyhimussalâtü vesselâm) hazerâtından<br />
ve onların kavimlerinden de bahseder, hem de onların<br />
karakter ve tabiatlarını gayet net çizgilerle ortaya<br />
koyarak tarih öncesi bu dönemleri öyle bir resmeder<br />
ki, insan o upuzun geçmişi kendine has şivesi ve deseniyle<br />
görüyor gibi olur.<br />
Bütün bunların yanında Kur’ân, –zamanın tevil<br />
ve tefsirine emanet– gelecekle alâkalı ihbarlarında o<br />
kadar açık bir üslûpla meseleleri ortaya koyar ki bütün<br />
bunlar İlm-i Muhit-i İlâhî’ye verilmediği takdirde<br />
mâkul bir izahı mümkün olmayacaktır. Kur’ân-ı<br />
Mu’cizü’l-Beyan’da bu türden de onlarca âyet-i kerime<br />
göstermek mümkündür.. ve bu âyetlerden her<br />
biri א כ <br />
mahiyetinde- א diyen birer şahid-i sadık<br />
dir. Bu cümleden olarak o,<br />
<br />
כ <br />
<br />
א א א א <br />
א <br />
א <br />
<br />
א... <br />
<br />
<br />
“İnşâallah siz kiminiz başını tamamen tıraş etmiş, kiminiz<br />
de saçlarını kısaltmış olarak, herhangi bir korku söz konusu<br />
olmadan mutlaka Mescid-i Haram’a gireceksiniz.” (Fetih<br />
sûresi, 48/27) şeklinde ferman etmiştir. Aylar ve aylar<br />
önce bu çerçevede verdiği haberler mevsimi gelince<br />
bir bir gerçekleşmiş ve א <br />
hakikati bir kere<br />
daha vurgulanmıştır.<br />
Bunun gibi yıllar ve yıllar önce Sâsânîlerle Romalılar<br />
arasındaki savaşta yenilen Romalıların birkaç<br />
sene içinde derlenip toparlanıp düşmanlarına galebe<br />
çalacaklarını ifade eden<br />
<br />
<br />
א א <br />
<br />
א<br />
<br />
<br />
<br />
א <br />
<br />
<br />
א <br />
<br />
“Elif, Lâm, Mîm. Romalılar, size yakın bir yerde yenik düştüler;<br />
ne var ki bu mağlubiyetten sonra birkaç sene içinde onlar<br />
yeniden galebe çalacaklardır; evvel ve âhir hüküm Allah’a<br />
aittir; o gün mü’minler de kendi açılarından sevineceklerdir.”<br />
(Rûm sûresi, 30/1-4) âyetinin müfâdı aynıyla birkaç<br />
4 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
sene içinde gerçekleşmiştir ki, o gün aynı zamanda,<br />
Bedir zaferiyle müslümanların da sevinç yaşadıkları<br />
güne rastlamaktadır.. evet bu gaybî haber de bişâretin<br />
ihtiva ettiği tarih çerçevesinde santim şaşmadan aynıyla<br />
tahakkuk etmiştir. Müslümanların Mekke’de<br />
gayet az, zayıf ve baskı altında bulundukları ve<br />
Sâsânîlerin zafer naraları attıkları bir dönemde böyle<br />
bir şeyin gerçekleşeceğine ihtimal vermek mümkün<br />
değildi; ama Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi<br />
ekmelüttehâyâ) ve etrafındaki hakiki mü’minlerin bir<br />
gün bütün bunların mutlaka tahakkuk edeceğine<br />
inançları tamdı.<br />
Farklı bir gaybî haber de Mâide sûresindeki<br />
אכא <br />
א <br />
<br />
א א א כ <br />
<br />
א <br />
“Allah Seni, Sana zarar vermek isteyenlerin şerrinden koruyacaktır.<br />
Şüphen olmasın, Allah asla kâfirlerin emellerine<br />
ulaşmasına fırsat vermeyecektir.” (Mâide sûresi, 5/67) beyanıyla<br />
ortaya konan hıfz u inayet ve teminât u riâyet<br />
ifade eden âyettir. Şöyle ki, Efendimiz (aleyhissalâtü<br />
vesselâm) bilhassa Mekke döneminde koruyucuları<br />
az, düşmanları çok ve amansız olmasına, akla hayale<br />
gelmedik onca komplo ve mekr u hileye rağmen<br />
âyet-i celîlenin haber verdiği gibi olmuş, onların kötülük<br />
planları ve entrikaları boşa çıkmış/çıkarılmış ve<br />
o Masum-u Masûn kendi saadethanelerinde ruhunun<br />
ufkuna yürüyeceği âna kadar hep ilâhî inayet ve<br />
riayetle korunup kollanmış ve kötülüğe kilitlenmiş<br />
o habis ruhların arzuları da kursaklarında kalmıştır.<br />
Kur’ân-ı Kerim’de, herkese א כ א dedirtecek<br />
âyetlerin ta’dâdını Allah bilir; biz bu hususu da geçen<br />
şu iki-üç örnekle noktalayarak gaybî ihbârâta dair biraz<br />
daha farklı bazı konuları hatırlatmak istiyoruz:<br />
Kur’ân-ı Mübin, Fussılet sûre-i celîlesinde, tekvînî<br />
emirlerin doğru okunacağı, varlık ve hâdiselerin hak<br />
söyleyen birer fasîh lisan hâline geleceği ve bütün önyargısız<br />
insanların da bu Mu’cizbeyan Kitab’ın hakkın<br />
ta kendisi olduğunu ifade ve itiraf edecekleri günlerin<br />
yakın olduğunu beyan sadedinde<br />
א <br />
<br />
<br />
<br />
<br />
א א אא א <br />
<br />
“Biz onlara gerek âfâkta (dış dünya) gerek kendi öz varlıklarında<br />
varlık ve birliğimizin delillerini göstereceğiz de onlara<br />
Kur’ân’ın Allah’tan gelmiş bir hak ve hakikat olduğu tam<br />
tebeyyün edecektir.” (Fussılet sûresi, 41/53) buyurur ki,<br />
bugün makro ve mikro planda keşfedilip ortaya konan<br />
bütün buluşlar ve onların işaretlediği hakikatler<br />
milimi milimine bu ihbar-ı ilâhîyi doğrulamakta ve<br />
Kur’ân’ın semâvîliğini haykırmaktadır.<br />
Buna benzer hem bir ihbar-ı gaybî hem de hakikî<br />
mü’minlere vaad u bişâret diyeceğimiz gerçekleşmiş<br />
bir haberi de Nur sûre-i celîlesinin 55. âyeti işaretlemektedir.<br />
Evet, yeryüzündeki hâkimiyet-i İslâmiyeden<br />
yıllar ve yıllar önce Kur’ân-ı Mübin:<br />
א <br />
<br />
<br />
אא א א <br />
כ אא א א <br />
א א <br />
<br />
<br />
כ <br />
<br />
<br />
<br />
א א כא <br />
כ א... <br />
א <br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
“Allah, daha önceki müminlere (Davud, Süleyman ve saireye..)<br />
dünya hâkimiyeti lütfettiği gibi, sizin içinizden iman<br />
edip salih amel işleyenlere kesin olarak aynı şeyi vaadetmektedir.<br />
(Öyle ki) onlar için razı olup intihap ettiği İslâm dinini<br />
yaşama, temsil etme imkân ve iktidarı bahşederek onları da o<br />
korkulu dönemin arkasından tam bir güvene erdirecek; gayrı<br />
onlar yalnız Bana ibadet edecek ve Bana asla şerik koşmayacaklar...”<br />
şeklinde çok önemli bir bişârette bulunmuştur<br />
ki mevsimi gelince de gönülden Allah’a inananlar<br />
o gül devirlerini doya doya yaşamış ve ütopyalara<br />
sığmayan tasavvurlar üstü içtimaî, iktisadî, ahlâkî ve<br />
idarî sistemler tesis etmişlerdir. Bu konuyla alâkalı da<br />
onlarca âyetten bahsetmek mümkündür ama biz bu<br />
fasla da bir nokta koyarak o menba-ı mucizâtın daha<br />
farklı bir yanını işaretlemeyi düşünüyoruz.<br />
Evet, oldukça küçük birer işaretle geçiştirdiğimiz<br />
gaybî ihbarların yanında, ilmî gelişmelerin sunduğu<br />
daha derin, daha farklı bir bakış zaviyesi açısından<br />
ve modern yorumlar çerçevesinde yorumlanmış ve<br />
yorumlanabilir daha onlarca âyetten söz etmek de<br />
mümkündür. Bu cümleden olarak da jinekoloji, embriyoloji,<br />
astronomi, jeoloji ve diğer alanlarla alâkalı<br />
bir hayli âyetten söz edilegelmiştir. Erbabı bu hususlarla<br />
alâkalı mücelletler meydana getirmiş; Kur’ân-ı<br />
Mu’cizü’l-Beyan’ın bu derinliğini de gözler önüne<br />
sermiş ve bu tür tekvînî emirlerin tahlilinde de<br />
א כ א א <br />
hakikatini ortaya koymuşlardır. Bunların bütününü<br />
burada serdetmek zordur; biz bu konuyu da bir-iki<br />
küçük misalle işaretleyip geçeceğiz.<br />
Embriyolojiyle alâkalı onlarca âyetten birkaçı şunlardan<br />
ibarettir:<br />
Kur’ân, Abese sûre-i celîlesinde şöyle buyurur:<br />
<br />
<br />
<br />
כ א א <br />
א <br />
“Kahrolası nankör insan, ne kadar küfrân içinde o.. (Biliyor<br />
musun) Yaratan onu neden yarattı? Onu bir nutfeden<br />
yarattı; yarattı ve onu fevkalâde bir biçime koydu.” (Abese<br />
sûresi, 80/17-19) Burada nutfeden kastedilen şeyin<br />
“zigot” olduğu açıktır. İnsan sûresi ikinci âyetteki<br />
א <br />
cümlesiyle de spermin yumurtayla karışıp<br />
birleşmesi ve döllenme vetiresi işaretlenmektedir.<br />
Bunların yanında sperm ve yumurtanın oluşum<br />
merkezi ve çıkış noktalarına da Târık sûresindeki<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 5
א <br />
א א <br />
א <br />
א א <br />
א א <br />
“Şimdi insan bir de neden yaratıldığına baksın; o atılıp dökülen<br />
bir mâyiden (yani menide sperm ve yumurtadan) yaratıldı.<br />
Bir mâyi ki o arka kemik ile göğüs kemikleri arasından çıkmaktadır.<br />
Onu böyle ilk yaratan Allah diriltmeye de kâdirdir.”<br />
(Târık sûresi, 86/5-8) âyetleri işaret etmektedir. Evet,<br />
bu âyetlerde sperm ve yumurtanın mezc u imtizâcıyla<br />
malum döllenme vetiresi hatırlatılmaktadır ki, Kur’ân<br />
farklı üslûplarla da olsa çok yerde hep bu hususu vurgular<br />
ve insanları bu süreci düşünmeye davet eder.<br />
Bu cümleden olarak Mü’minun sûresinde konu<br />
daha bir detaylı anlatılarak şöyle buyurulur:<br />
א <br />
<br />
<br />
א <br />
א א <br />
א א א א א <br />
כ א <br />
כ א <br />
א א א <br />
א <br />
א א א <br />
<br />
כ אא א <br />
א א <br />
א <br />
“Andolsun ki Biz insanı bir sülâle (çamur, balçık özü veya<br />
bunların ihtiva ettiği elementler)den yarattık. Sonra onu (bu<br />
unsurları, erkeklerin spermi ve kadınların yumurtası) nutfe<br />
(zigot) hâline getirdik ve bu zigotu sağlam (tam donanımlı)<br />
bir yere yerleştirdik. Daha sonra bu nutfeyi (rahmin cidarlarına)<br />
yapışan, tutunan bir alaka hâline getirdik; müteakiben<br />
o alakayı mudğaya (belirli belirsiz bir çiğnem ete) çevirdik;<br />
bundan sonra da o mudğayı kemiklere dönüştürdük; bunun<br />
ardından, kemiklere et giydirdik. (Bütün bu vetirenin sonunda)<br />
onu hiçbir canlıya benzemeyen harika bir yaratılışa<br />
mazhar eyledik. Yarattığı her şeyi en güzel şekilde halk u<br />
takdir eden Allah’ın şanı ne yücedir!” (Mü’minun sûresi,<br />
23/12-14) Tercüme azizliği ve mütercimin ufuk<br />
darlığına rağmen konu o kadar açıktır ki buna ilâhî<br />
mucize demenin ötesinde bir şey söylemek mümkün<br />
değildir. Hac sûre-i celîlesinin beşinci âyeti ise<br />
oraya mahsus siyak ve sibak çerçevesinde mevzuu bir<br />
kez daha vurgular ve münsif vicdanlara bir kere daha<br />
א כ א dedirtir.<br />
Aslında, konuya müteallik onlarca âyetten bahsetmek<br />
mümkündür ama embriyolojiyle alâkalı bu hususu<br />
da noktalayarak yine bu Mu’cizbeyan Kitab’ın<br />
farklı bir mucizesine temas etmek istiyoruz.<br />
Modern yorumcular, astronomiye işaret eden bir<br />
hayli âyetin var olduğundan söz ederler. Bu cümleden<br />
olarak –daha önce de geçen ve makam münasebetiyle<br />
bir kere daha zikredilecek olan– Fussılet sûresindeki<br />
א <br />
<br />
<br />
<br />
<br />
א א אא א <br />
<br />
“Biz onlara gerek âfâkta (bütün buudlarıyla yer-gökler)<br />
ve gerek kendi nefislerinde (anatomik, fizyolojik yapılarında,<br />
ilm-i nefs ve ilm-i ruh açısından) âyetlerimizi (delil ve<br />
burhanlar) göstereceğiz de onlar nazarında bu Kur’ân’ın<br />
mutlak doğru olduğu tebeyyün edip ortaya çıkacaktır.”<br />
(Fussılet sûresi, 41/53) âyet-i mübini, günümüzde dev<br />
teleskoplarla âfâkın keşfedilip değerlendirileceğini;<br />
ilm-i ebdân, ilm-i nefs ve ilm-i ruh… gibi konuların<br />
da bizcesinin ortaya konacağını işaretlemektedir<br />
ki –yarınların daha nelere gebe olduğu mahfuz– bu<br />
babda da yine o Mu’cizbeyan Kitap selim vicdanlara<br />
א א א <br />
“O Kur’ân’ı Biz, hakkın ta kendisi olarak indirdik ve o<br />
mutlak hakkın kendisi olarak nâzil oldu.” (İsrâ sûresi,<br />
17/105) hakkaniyetini tescil ettirmektedir.<br />
Âfâka ait bir diğer örnek de Yâsîn sûre-i celîlesindeki<br />
<br />
<br />
א <br />
א א <br />
כ א <br />
<br />
<br />
א <br />
<br />
<br />
א א <br />
כא א א א <br />
<br />
<br />
<br />
כ כ <br />
א א א א <br />
<br />
<br />
א כ א <br />
“Güneş de onlara bir âyet ve bir delildir, akar durur hep<br />
yörüngesinde; bu, o Aziz ve her şeyi kuşatan ilm-i muhit<br />
sahibinin takdir ve tayini iledir. Biz Ay için de bir kısım<br />
menziller (metâli’) takdir ettik; o (bu menzillerdeki seyahatinin<br />
sonunda) eski bir hurma çöpü gibi kavisimsi bir hâl<br />
alır. Ne Güneş’in Ay’a yetişmesi ne de gecenin gündüzün<br />
önüne geçmesi söz konusudur. Gökcisimlerinin hepsi değişik<br />
bir yörüngede yüzer durur.” (Yâsîn sûresi, 36/38-40)<br />
âyetleriyle ortaya konan hakikattir. Başta insanlar,<br />
sonra hayvanî, nebatî hatta madenî varlıkların teşhiri<br />
ve temâşâya sunulması adına bir meşher mahiyetinde<br />
yaratılan yerküre; ay, güneş ve diğer gök cisimlerinin<br />
hatta Samanyolu gibi galaksilerin, hep birer kanun-u<br />
vahdetle iç içe pek çok gaye ve maksadı gerçekleştirmek<br />
üzere feza-yı ıtlakta tıpkı gemiler gibi yüzüp<br />
durduklarını, hem de her çağ insanının anlayabileceği<br />
bir üslûpla vurgulamaktadır ki, günümüze kadar<br />
tecrübe ve müşâhedeye dayanan pozitif hiçbir tespite<br />
muhalif düşmemiştir ve düşmeyecektir de...<br />
Bu hususu tenvir için değişik bir örnek olarak<br />
Enbiyâ sûresindeki<br />
א <br />
א א כאא א <br />
אא <br />
א כא <br />
א <br />
<br />
<br />
<br />
כ אא <br />
א <br />
“O inkâr edenler bakıp görmezler mi gökler ve yer bitişik bir<br />
bütündü de biz onları birbirinden ayırdık, (sonra da) hayat<br />
sahibi her şeyi sudan yaratıp var ettik. (Buna rağmen) onlar<br />
hâlâ inanmayacaklar mı?!.” (Enbiyâ sûresi, 21/30) âyetini<br />
de gösterebiliriz. Evet, bu âyet-i kerime; güneş sistemi,<br />
yerküre, hatta bütün gök cisimleri bulutumsu<br />
ve bir arada iken her semavî cismin ve tabiî bu arada<br />
küre-i arzın da o kütleden ayrılarak, ayrılıp belli safhalardan<br />
geçirilerek hâlihazırdaki durumu aldıklarını,<br />
6 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
hemen her devrin insanının anlayabileceği bir üslûpla<br />
anlatmakta ve konunun detaylarını geleceğin araştırmacılarına<br />
bırakmaktadır.<br />
İsterseniz konuyu daha küçük ayrıntılarıyla biraz<br />
daha açalım:<br />
Evvelâ, Kur’ân-ı Mübin “O kâfirler bakıp görmezler<br />
mi?!.” hitabıyla şu hususları işaretlemektedir:<br />
Bütün semâvî cisimler ve bu arada yerkürenin,<br />
bulutumsu (nebula) bir şekilde yapışık ve bitişikken<br />
fevkalâde bir nizam ve intizam içinde hâlihazırdaki<br />
harika keyfiyeti aldığının anlatılması o kadar açık bir<br />
mucizedir ki bunları görmeyen kör, görüp de itiraf<br />
etmeyen nankördür.<br />
Sâniyen, yerkürenin de o bulutumsu kütleden ayrılarak,<br />
ay, güneş ve diğer gezegenler gibi bir gök cismi<br />
olduğu vurgulanmaktadır ki, son tecrübelerin ve<br />
araştırmaların gösterdiği de bundan başka değildir.<br />
Sâlisen, âyetteki üslûp ve ifade tarzından, arz u semanın<br />
yaratılışından sularda canlı cisimlerin hilkatine<br />
kadar geçen süre ile alâkalı –mahiyetlerinin müphemiyeti<br />
mahfuz– farklı devirlere de işaret edilmektedir<br />
ki, küre-i arzın serencâmesi sayılan bu devirleri, A’râf<br />
sûresindeki<br />
א <br />
<br />
א <br />
אא <br />
א א א <br />
כ <br />
“Rabbiniz o Allah Teâlâdır ki semaları ve yeri altı günde<br />
yarattı...” (A’râf sûresi, 7/54) âyeti daha açık ve net bir<br />
şekilde vurgulamaktadır ve aşağı yukarı başta jeologlar<br />
olmak üzere günümüzün ilim adamları da hemen<br />
hemen aynı şeyi söylemektedirler.<br />
Sema, yerküre ve atmosfer derken bizi çok alâkadar<br />
eden şu hususu işaretlemek de tavzih adına herhâlde<br />
yararlı olacaktır: Allah, Enbiyâ sûresinde<br />
אא א <br />
א א א <br />
א <br />
א <br />
“Biz, (sizin üstünüzdeki atmosfer) semayı korunmuş (koruma<br />
hususiyetli) bir tavan yaptık; onlarsa ondaki delillerden<br />
hâlâ yüz çevirmektedirler.” (Enbiyâ sûresi, 21/32) buyurmaktadır<br />
ki, bu, dünyanın da gök cisimlerinden<br />
bir cisim olmasına rağmen, göktaşlarına, ultraviyole<br />
ışınlarına ve güneş rüzgârlarına karşı atmosferiyle<br />
korunma altına alınmış hususi bir gezegen olduğunu<br />
vurgulamaktadır. Aslında bu sema-i dünyanın<br />
ervâh-ı habîse ve şeytanlara karşı da bir perde olması<br />
söz konusudur ama, burada onun bir zırh gibi yeryüzündekileri<br />
ve hususiyle de canlıları koruyucu bir<br />
sera vazifesi görmesi hususu daha açıktır. Bu atmosfer<br />
örtüsünde, bir kısım basınçlar ve bunların hâsıl<br />
ettiği gazların terkip ve terekkübü… gibi fizikî hususiyetlerle,<br />
aralarında belli farklılıklar bulunan yedi<br />
tabakanın mevcudiyetinden de bahsedilmektedir ki,<br />
bunlar erbabının malumu olduğu üzere; 1-Troposfer,<br />
2-Stratosfer, 3- Ozonosfer, 4- Mezosfer, 5- Termosfer,<br />
6- İyonosfer, 7- Ekzosfer gibi isimlerle yâd<br />
edilmektedirler.<br />
Bu husus İslâm dünyasında farklı üslûpla da olsa,<br />
şimdiye kadar o kadar çok dillendirildi ki, konunun<br />
artık itiraz edilmez bir müteâref hâline geldiği söylenebilir.<br />
Aslında Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da bu türden<br />
tekvînî emirlerle alâkalı her biri birer mücellet<br />
mevzuu onlarca âyet-i kerime göstermek mümkündür;<br />
biz burada da şimdilik değişik âyetlerin birleşik<br />
noktası açısından kesb-i hakikat etmiş –mevzuun detaylarını<br />
o işin uzmanlarına havale ederek– bugüne<br />
kadar yazılmış olan ve yazılması beklenen hususları<br />
kuş bakışı bir kere daha işaretlemekle yetineceğiz.<br />
Günümüzdeki ilmî araştırmalar sayesinde, yerkürenin<br />
de bir zamanlar tıpkı bir ateş topu, daha sonra<br />
sert bir kaya (kayaç) safhalarından geçtiği, güneş sistemiyle<br />
alâkalı bir kısım özellikleri, müteakiben arzın<br />
atmosferle korunma altına alındığı.. dağ ve tepelerin<br />
dünyanın dengesini sağlama gibi icraat-ı ilâhiyeye<br />
perdedârlık yaptıkları.. kozmik ışınların güneş kaynaklı<br />
oldukları… gibi jeoloji, astronomi, embriyoloji<br />
ve jinekoloji ile alâkalı ulûm-u müteârefe hâlini almış<br />
nice tespitler vardır ki bunların hemen hepsini icmalen<br />
de olsa Kur’ân’da görmek mümkündür. Evet,<br />
elektron kameralarla, anne karnındaki yaratılma sürecinin<br />
nasıl geliştiği, rahimde döllenen zigotun nasıl<br />
iki-dört-sekiz-onaltı... şeklinde mitotik olarak çift çift<br />
bölünüp bir tekâmül vetiresi takip ettiği; kezâ yavrunun<br />
amniyon zarı (koruyan zar) ve decidua rahim duvarı<br />
derûnunda üç karanlık içinde yaratılış sürecinden<br />
geçtiği hususlarını işaretleyen bir hayli âyet mevcuttur.<br />
Bunun gibi, ancak günümüzdeki keşif ve tespitlerle<br />
belirlenmiş bulunan, dünyanın da diğer semavî<br />
cisimler gibi bir gök cismi olduğu; güneşin, çevresindeki<br />
gezegenlere göre bir merkez teşkil ettiği ve<br />
etrafındaki peyklerin onun çevresinde dönüp durdukları;<br />
yerküreyi atmosferin bir zırh gibi sarıp korumasının<br />
yanında yağmurlardan rüzgârlara kadar pek<br />
çok tekvînî emirlerin ilâhî icraata perdedarlık yaptığı;<br />
dünyanın kendi eksenine bağlı dönüp durmasıyla gece<br />
ve gündüz hâdiselerinin tenâvübî bir keyfiyet arz etmeleri,<br />
diğer bütün seyyarelerde de aynı hususiyetin<br />
benzer şekilde varolduğu ve koca Güneş Sistemi’nin<br />
Samanyolu galaksisinin çekiminde bulunduğu... gibi<br />
hususların bir bir nazara verilmesi, bu ilâhî kitabın<br />
zaman, mekân üstü ve beşer idrakini aşan bir mucize<br />
olduğunu göstermektedir.<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 7
YENi ÜMiT<br />
Prof. Dr. Suat YILDIRIM *<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />
Kur’ân, öyle bir üslûba sahiptir ki, onun âyetlerini duyan<br />
Arap ve Acem beliğleri ona secde etmiş, onun muhteva<br />
güzelliklerini sezip anlayan hakikatşinas edipler, o Söz<br />
Sultanı’nın yanında edeple iki büklüm olmuşlardır.<br />
RÂGIB EL-ISFAHÂNÎ’NİN<br />
MUKADDİMETÜ’T-TEFSİR’İNİN<br />
KÖKLERİ ve KİTABIN TÜRKÇE’YE TERCÜMESİ 1<br />
Râgıb el-Isfahânî’nin Mukaddimetu Câmii’t-Tefsir<br />
kitabı, Kur’ân’ı anlamada, onun başlıca iletişim<br />
aracı olan Arap dilinin inceliklerini bilmeye<br />
pek büyük bir ehemmiyet verme özelliğine<br />
sahiptir. Onun sergilediği başarı, kendisinin<br />
bu alana katkılarıyla ilgili olduğu kadar, yararlandığı<br />
filolojik birikim ile de alâkalıdır. İncelemeye girişmeden<br />
önce, güçlü gövdesi üzerinde duran bir ağaca<br />
benzetebileceğimiz bu eserin ana köklerine inmeye<br />
çalışmada fayda görüyorum. Elbette bu ağacın sayılamayacak<br />
kadar çok kılcalları da vardır. Diğer taraftan<br />
bu kutlu ağaç R. Isfahânî’den sonra daha da güçlenip<br />
meyvelerini vermiştir. Zamanımızda da uygun aşılamalarla<br />
daha olgun semereler vermeyeceğini kimse<br />
iddia edemez. Isfahânî’nin uzattığı bu filizin bile sağlam<br />
bir dal olabileceği söylenebilir. Girişinin başında<br />
kendini gösteren engin ve ihlâslı tevazuu sayesinde<br />
Allah onu yükseltmiştir: “Gayem, Kur’ân tefsirine dair<br />
Sahabe ve Tâbiun’un mücmel olarak ifade ettikleri güzellikler<br />
hakkında tafsilat sunmaktır.”<br />
8 | YENİ ÜMİT DERGİSİ<br />
Filolojik altyapıyı bulmaya girişince:<br />
1. Her şeyden önce Kur’ân-ı Hakîm’in , 2 א) <br />
<br />
(א 3 ( <br />
<br />
(א <br />
“Açık ve vâzıh Arapça ile” gibi tavsiflerini<br />
görüyoruz. Bunlar Arapçanın üstünlüğünü göstermez.<br />
Maksat, onun maksatlarının anlaşılması için,<br />
esas iletişim aracı olan bu dili iyice bilmek gerektiğini<br />
hatırlatmaktır. Ayrıca maksat, Kur’ân’ın mânâlarını<br />
tam koruma altına almanın, onun etrafında bina edilecek<br />
muhkem kalenin de Arapça ile kurulabileceğini<br />
vurgulamaktır. Bu dil sağlam şekilde bilinip Kur’ân<br />
ona göre anlaşılmazsa, hadde hesaba gelmeyecek sayısız<br />
tevillerin nerede duracağı belli olmaz.<br />
2. Hz. Peygamber aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’ın da<br />
ilâhî tebligatı koruma gayesiyle Arap diline ihtimam<br />
gösterme hususunda tavsiye ve örneklikleri olmuştur.<br />
Ebu Hüreyre Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu<br />
nakleder: א א <br />
א א א Bu hadîsi<br />
Beyhaki’den nakleden Süyuti ondan bir de şu hadîsi<br />
nakleder: “Kim Kur’ân okur ve onu i’rab ederse her harfe<br />
karşılık ona yirmi sevap vardır. Kim i’rab etmeksizin<br />
okursa ona on sevap verilir.” 4 Süyuti’nin şu izahı oldukça<br />
önemlidir: Bu hadîslerdeki i’rabtan maksat,<br />
Kur’ân’ın lafızlarının mânâlarını bilmektir, yoksa<br />
nahivcilerin ıstılahındaki i’rab değildir. Dil hatası<br />
(lahn) yapmadan sakındırmadır. Çünkü i’rabsız kıraat,<br />
okuma sayılmaz, onda sevap yoktur. Bu konulara
girişen kimsenin emin olması, bu sahanın kitaplarını<br />
iyi araştırması gerekir. Bu hususta zan ile söz söylenmez.<br />
Nitekim öz be öz Arap ve fasih lisan konuşan,<br />
Kur’ân’ın kendi dilleriyle ve yine kendilerine inişine<br />
şahit olan sahabe-i kiram bile mânâsını bilmedikleri<br />
lâfızlar hakkında açıklama yapmaktan geri durmuşlardır.<br />
Hz. Peygamber, konuştuğunda dil hatası yapan<br />
birini işitince yanındakilere, <br />
אכ א “Arkadaşınız<br />
dil hatası yaptı, ona doğrusunu öğretiniz.” buyurmuştur.<br />
Efendimiz bazen anlaşılmayan kelimelerin<br />
eşanlamlılarını bildirmiştir: Bakara 2/143 âyetindeki<br />
א kelimesini, א yani tam âdil, dengeli diye<br />
açıklamıştır. 5 Bazen tarifini yapmıştır: 6 ve א kelimelerinin<br />
anlamını soran birine, <br />
: Ahlâk güzelliği,<br />
א ise “vicdanını tırmalayıp seni huzursuz eden ve<br />
başkalarının haberdar olmasını istemediğin şeydir.” 7<br />
buyurmuştur.<br />
Bazen kelimenin şer’i mânâsını bildirmiştir.<br />
Meselâ Mâide/6 âyetinde geçen vech “yüz”ün âdeta<br />
sınırlarını çizmiştir: “Kulaklar başa (א)’e dâhildir”<br />
demiştir. Bir defasında sakalını örten bir adamı görünce<br />
ona: “Aç onu, zira sakal yüze () dâhildir.” demişti. 8<br />
Bazen mecazî anlamı açıklamıştır: Meselâ Bakara<br />
2/187 âyetinde geçen “fecrin siyah ve beyaz ipliği”<br />
hakkında; “Bu âyetten maksat sadece, gündüzün ağarması,<br />
gecenin karanlığıdır.” 9 buyurmuştur. Bu konularda başka<br />
hadîs örnekleri de vardır. 10<br />
Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerin yönlendirmeleri<br />
sebebiyle daha sahabe nesli yaşarken İbn Abbas<br />
(ö.68/688) Ğaribu’l-Kur’ân konusunda bir Kur’ân sözlüğü<br />
telif etmiş, ilmî çalışmalar başlamış, ikinci hicri<br />
asırda Halil b. Ahmed (ö.175/791) Kitabu’l-Ayn gibi<br />
mükemmel bir sözlük yazmıştır. Bedevilikten ilim ve<br />
medeniyete geçişteki bu sürat, dünyada görülmemiş<br />
bir hâdisedir.<br />
3. Sahabeden Abdullah b. Abbas’ın (r.a) Arap filolojisi<br />
bakımından önemli faaliyetleri olmuştur. Burada<br />
onun dil bakımından önemli üç tutumuna kısaca<br />
değineceğiz:<br />
A) İbn Cerir Taberî ve başkaları onun şu ünlü<br />
düsturunu naklederler: א א א “Şiir, Arapların<br />
arşividir. Ne zaman Allah’ın, Arapların dili ile indirdiği<br />
Kur’ân’dan her hangi bir mânâ gizli kalırsa, Arapların<br />
divanlarına başvurup mânâsını orada arayınız.” 11 Ebu<br />
Ubeyd, Fedâilu’l-Kur’ân’da, onun bu sözünü açıklamak<br />
için, Kur’ân’daki kelimeleri açıklamak üzere şiirle<br />
istişhâd ettiğini bildirmiştir. 12 Hârici önderlerinden<br />
Nafi b. Ezrak, İbn Abbas Hazretlerine varıp ona:<br />
“Sana Allah’ın kitabından bazı sorular soracağız. Sen bize<br />
Arapların sözlerinden şahitlerini getirerek tefsir edeceksin.<br />
Zîrâ Allah Kur’ân’ı Arapça indirmiştir.” İbn Abbas (r.a)<br />
onun sorduğu 200 kadar kelimeye şiirle istişhâd ederek<br />
cevap vermiştir. 13<br />
Verdiği cevaplardan çoğunu Taberânî el-Mu’cemu’lkebir’de<br />
ve İbnu’l-Enbari Kitabu’l-Vakf ve’l-ibtida’da<br />
rivayet etmişlerdir. İbnu’l-Enbâri şöyle bir açıklama<br />
yapma ihtiyacı duymuştur: Sahabe ve Tâbiun’un<br />
Kur’ân’daki müşkil ve ğarib kelimeler hakkında çokça<br />
şiirden delil getirdiklerini biliyoruz. İlim ehli olmayan<br />
bazı kimseler, nahivcilerin bu uygulamalarını<br />
şöyle diyerek red etmek isterler: “Böyle yapmakla şiiri<br />
asıl kabul edip Kur’ân’ı ona tâbi yapmış oluyorsunuz.”<br />
Oysa iş onların dediği gibi değildir. Bizim yaptığımız,<br />
sadece Kur’ân’daki ğarib bir kelimeyi şiirdeki kullanılışıyla<br />
anlamaya çalışmaktan ibarettir. Zîrâ Allah Teâlâ<br />
14<br />
א) <br />
<br />
,(א 15 ( <br />
(א <br />
“Kur’ânen Arabiyyen”<br />
“bi lisanin Arabiyyin mübin” buyurmuştur. 16<br />
B) Taberî ve başkaları 17 İbn Abbas’ın tefsiri dörde<br />
ayırdığına dair meşhur taksimini naklederler:<br />
a-Ümmetten, bilmemekte kimsenin mazereti bulunmayan<br />
tefsir.<br />
b-Arapların kendi dillerinden anladıkları tefsir.<br />
c-Âlimlerin bilebilecekleri tefsir.<br />
d-Allah Teâlâ’dan başkasının bilemeyeceği tefsir.<br />
Zerkeşî şöyle der: İbn Abbas’ın bu taksimi isabetlidir.<br />
Şöyle ki:<br />
a) Bilmemekte kimsenin mazur görülemeyeceği<br />
kısım, ilim ehlinin bilebileceği şer’i ahkâmı ve tevhid<br />
delillerini teşkil eden kısımdır. Meselâ <br />
א א <br />
א <br />
א א “Şunu bil ki, Allah’tan başka tanrı yoktur.” 18 sözünden,<br />
herkes tevhidin yani O’nun ortağı olmadığını<br />
ve O’nun uluhiyyetinin kasd edildiğini bilir. Fakat<br />
’nın dilde nefy edatı, א’nın ise isbat için konulup hasr<br />
ifade ettiğini bilmez. כא א אא א אא ve benzeri<br />
emirlerin farziyyet ifade ettiğini vs. bilmese bile,<br />
Müslüman toplumda yaşayan herkes bu hükümleri<br />
zarurî olarak bilir.<br />
b) Arapların kendi dillerinden anlayacakları kısımda,<br />
onların lisanlarına müracaat edilir. Bu da lügat<br />
ve i’rabdır. Lisan hususunda müfessirin, kelimelerin<br />
mânâlarını ve oradaki isimlerin müsemmalarını bilmesi<br />
gerekir. Ama bu, kıraat edene gerekmez. Diğer<br />
taraftan Kur’ân lafızlarının içerdiği hususlar ilmi değil<br />
de ameli gerektiriyorsa bu durumda haber-i vahid<br />
veya iki kişinin haberi ve bir şiir beyti ile istişhâd<br />
kâfidir. Eğer ilmi gerektiriyorsa bu yetmez; çünkü o<br />
lafzın yayılmış olması ve şiir şevâhitleri lâzımdır. İ’rab<br />
ise şayet i’rabdaki ihtilaf, mânâyı başka yöne çevirecek<br />
olursa, dil hatasından kurtulmak için tevakkuf etmek<br />
gerekir. Müfessir ile kâri’nin onları bilmeleri gerekir.<br />
(…)<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 9
c) Âlimlerin bileceği kısım. Ahkâm istinbatı, mücmeli<br />
beyan, umumu tahsis, iki veya daha fazla mânâya<br />
gelen kelimeleri gibi konular âlimlere aittir. Onlar<br />
da sırf kendi görüşlerine değil, delillere ve şevâhide<br />
dayanırlar. İki mânâdan biri daha zâhir ise onu tercih<br />
etmeleri gerekir. Bu hususta eşit olurlar, lügavî<br />
kullanılış ile şer’î kullanılış arasında kalırlarsa, şer’î<br />
mânâyı tercih etmeleri gerekir. Ama lügavî mânânın<br />
kasd edildiğine delil olursa, bu durumda lügavî mânâ<br />
tercih edilir (…) 19<br />
d) Yalnız Allah Teâlâ’nın bildiği kısım: Kıyamet,<br />
huruf-ı mukatta’a, ruh, ehl-i ilim nezdinde kat’i müteşabihat<br />
kısmı. Bunların te’vili Kur’ân, hadîs ve icma ile<br />
bildirilmedikçe kesin mânâlarını bilmek imkânsızdır.<br />
İbn Abbas’ın bu dörtlü taksiminin, (b) ve (c) şıklarının<br />
Arap dili ile doğrudan ilgili olduğu ve bunların<br />
en geniş alanı kapsadığı âşikârdır.<br />
C) İbn Abbas’ın önemli tefsir ilkelerinden olup,<br />
üzerinde durduğumuz dil konusu ile ilgili olarak hatırlamamız<br />
gereken bir husus da şudur: אא <br />
20<br />
אא א א Buna göre Cennet’te olan nimetlerle<br />
dünyadaki şeylerin benzerliği sadece isimlerdeki benzerliktir.<br />
Bu prensip, uhrevî hallerden bahseden âyetlerin<br />
anlaşılması bakımından anahtar hükmündedir.<br />
4. Ebu Ubeyde Ma’mer b. Müsenna (ö.209/824?)<br />
Bu zat Kur’ân’ın, Arap dili üslûplarına göre tefsir<br />
edilmesinin esas olduğunu vurgular. Ona göre Sahabe<br />
ve Tâbiun Arapçaya vukufları sebebiyle daha<br />
sonraki nesillerin İ’rab, Ğarib ve Meani ilimlerine<br />
yerleştirdikleri konular hakkında pek sorma ihtiyacı<br />
duymamışlardı. 21 Kur’ân’da Arap dilindeki özellikler<br />
bulunur. Ezcümle ğarib kelimelerin kullanılması,<br />
Arap dili üslûplarından hazf, ihtisar, çoğul kasd edildiği<br />
halde lafzın tekil gelmesi, tesniye kasd edilip çoğul<br />
gelmesi, canlı ve cansız varlıklarla ilgili anlatımların<br />
insana ait ifade ile bildirilmesi, zâid harfler, te’kid için<br />
sözün tekrarı, tekrardan kaçınmak için sözün mücmel<br />
getirilmesi, takdim-te’hir, lafzın müzekker ve müennes<br />
getirilmesi, isimlere bedel kinaye kullanılması<br />
vb. hususlar Kur’ân’da da yer almaktadır. Hayvanlar<br />
ve cansızlar hakkında insanlara dair kelimelerin; ğâib<br />
yerine şahid (muhatap) veya aksine muhatap yerine<br />
ğâib kullanılması, ayrıca takdim-te’hir, tevkid kullanılmasından<br />
bahseder. 22<br />
Ebu Ubeyde tarafından belirtilen bu hususlar,<br />
kelimelerin etimolojik ve morfolojik yapıları ve i’rab<br />
yönleri kadar, Arapçanın farklı yönlerini kapsadığı<br />
gibi istiare, teşbih, temsil, teşhis, intak, kinaye gibi alanlar<br />
da belagat, dolayısıyla mecaz kapsamına girmektedir. 23<br />
Onun kullanışında mecaz, hakikatin zıddı olmaktan<br />
çok, Arap dilinin ifade tarzlarıdır. Bu kitap, Kur’ân’ın,<br />
rivayet ile tefsir edilmesi geleneğinden, filolojik tahlile<br />
dayanan bir yoruma geçişin bir dönüm noktası sayılabilir.<br />
Ebu Ubeyde, Kur’ân’ın anlaşılmasında ortaya<br />
çıkan sorunların ekseriya ondaki ğarib kelimeler ve<br />
mecazi ifadelerden ileri geldiğini görmesi üzerine bu<br />
kitabı kaleme almıştır. 24 Fatiha ve Besmele tefsirinde,<br />
müteallakın zikr edilmemesine “izmar” der. 25 <br />
) <br />
( א א’deki ’nın, huruf-i zevâidden kelâmı tamamlama<br />
için getirildiğini söyler. 26 Ebu Ubeyde’nin, Basra<br />
ve Kûfe mekteplerinin tespit ettiği gramer kurallarından<br />
çok, serbest filolojik yorumlara meyl edip kıyasa<br />
dayalı olarak dili geniş bir biçimde kullandığı görülür.<br />
O, Asma’i ve başka dilciler tarafından Kur’ân’ı şahsî<br />
fikrine göre tefsir etmekle itham edilmiştir. Taberî’nin<br />
onu dile dair bazı meselelerde tenkit etmesi, ondan<br />
istifadesine mâni olmamıştır. Keza Ebû Ubeyd Kâsım<br />
b. Sellâm, Zeccâc, İbn Hişam, Ezheri, İbn Düreyd<br />
ve Cevheri bu kitaptan yararlanan müelliflerdendir.<br />
Mecazu’l-Kur’ân; sarf, nahiv, lügat ve iştikak meseleleri<br />
yanında mecaz, teşbih, temsil, kinaye, icaz, hazf,<br />
takdim-te’hir gibi birçok teknik terimle birlikte şevâhid<br />
olarak değerlendirilmiş, Cahiliye ve İslâm dönemlerine<br />
ait zengin şiir hazinesine sahip olmasıyla, Arap<br />
dili ve belâgati çalışmaları için temel kaynaklardan<br />
biri olmuştur. 27<br />
5. İbn Kuteybe (ö.276/889) Te’vilu Müşkili’l-<br />
Kur’ân 28 kitabının mukaddimesinde Hz. Peygamber’e<br />
(sallallahü aleyhi ve sellem) kitap mucizesinin verilmesini<br />
lisanın ehemmiyetine delil olarak zikreder. Hz.<br />
Musa ve Hz. İsa’ya (a.s) kendi zamanlarına ve muhitlerine<br />
göre mucize verildiği gibi Hz. Muhammed’e<br />
(sallallahü aleyhi ve sellem) de kitap şeklinde verildiğini<br />
belirtir. 29 Kur’ân’ın bazı âyetlerini doğru anlamak için<br />
lisan inceliklerine vâkıf olmak gerektiğini örneklerle<br />
gösterir (Meselâ Yunus Sûresi 42 ve 43. âyetlerinde<br />
sem’in basar’dan daha önemli olduğuna delil bulur:<br />
“Zira Allah, aklın olmayışını sağırlıkla beraber zikrederken<br />
körlükte sadece görmenin yokluğundan bahsetmiştir”.) 30<br />
Kur’ân’ın az lafızla çok mânâlar ifade ettiğini belirtip<br />
örneklerini verir. 31 Tefennün gayesiyle Arap dilinde<br />
farklı üslûplarla anlatım bulunduğunu yazar. Meselâ,<br />
der, bazen tahfif için ihtisar, bazen ifham için itâle yapılır.<br />
Bazen te’kid için tekrar, bazen muhatapların<br />
ekserisinin anlamayacağı şekilde ihfa’, bazen Arap<br />
olmayanların bile anlayabilecekleri şekilde açık ifade<br />
kullanılır. 32 Mânâda mütekarib kelimelerden, iştikakdan<br />
bahseder. 33<br />
Âyetlerin lafızlarının anlam ve sınırlarını belirlemek<br />
ve bunların nasıl yorumlanacağını göstermek<br />
için bu kitabı ve başka kitaplarını yazdığını ifade<br />
eder. 34 Bu kitabına sadece yanlış anlamaya veya itiraza<br />
sebep teşkil eden âyetleri alır. Mukaddimesin-<br />
10 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
de belâgatle ilgili ğarib lâfızları açıklar. Kur’ân’ın dili<br />
olan Arapçanın başlıca özelliklerini bir başlık altında<br />
sıralar. 35 Bu eserin, Kur’ân eksenli, nahiv ağırlıklı bir<br />
muhtevaya sahip olduğu göze çarpmaktadır. Âyet,<br />
hadîslerden ve Arap şiirinden nakiller yapar. 36 “Hatta<br />
İbn Kuteybe’nin bu kitabının mukaddimesini tamamen<br />
dil-tefsir münasebetine hasrettiğini söylersek<br />
yanlış olmayacaktır. Çünkü mukaddime baştan sona<br />
Kur’ân eksenli izahlardan oluşmaktadır”. 37 İbn Kuteybe,<br />
Kur’ân’ın her bir lafzının ne kadar geniş mânâlar<br />
ihtiva ettiğinin iyice bilinmesi için birçok âyeti örnek<br />
vermekte ve bunların üzerinde düşünülmesini istemektedir.<br />
38 İbn Kuteybe bu eserinde mecaz, hakikat,<br />
te’vil ve tefsir konularına yer vermektedir. Halil b.<br />
Ahmed, Ebu Ubeyde, Ferra’ gibi dilcilerin yolundan<br />
gitmiştir. 39 Ebu Ubeyd Kâsım b. Sellâm da hocaları<br />
arasında zikredilir. 40 Doğrudan talebesi olmasa bile,<br />
onun kitaplarından naklettiğini görmekteyiz.<br />
6. Hâris b. Esed el-Muhasibi (ö.243/857) ve<br />
Fehmu’l-Kur’ân 41 Kitabı<br />
Bu zâtın Kur’ân tefsirine teşebbüs etmesi, onu<br />
nahiv ve belâgatle ilgili bazı taraflara girmeye sevk<br />
etmiştir. Nitekim hocası Ebu Ubeyd de böyle yapmıştı.<br />
Muhasibi, nesih konusunu ayrıntılı olarak ele<br />
aldıktan sonra takdim-te’hir, izmar, huruf-i zevâid, fasl ve<br />
vasl konularına girmiştir. 42 Burada ayrıca Mecaz sahibi<br />
Ebu Ubeyde’den nakil yaptığını görüyoruz. 43 Ayrıca<br />
İbn Abbas, İbn Mes’ud, Mücahid gibi müfessirlere de<br />
atıflarda bulunur.<br />
Kur’ân nazil olmadan da Arap dilinde takdimte’hirin<br />
bulunması sebebiyle Kur’ân’ın da bu üslûbu<br />
kullandığını söyleyip örneklerini verir (Meselâ Şuara<br />
26/208 âyetinde azabın takdim, inzarın te’hir edildiğini<br />
bildirir,) 44 Huruf-i zevâide örnekler verir. <br />
<br />
א א deki ’nın, A’raf 7/12’deki <br />
כ א <br />
deki ’nın, nefy için olmayıp, 45 zâid olduğunu bildirir.<br />
Fehmu’l-Kur’ân yazarı Mu’tezile’yi eleştirmekte,<br />
kendi döneminde kültürel ortama hâkim olan<br />
Mu’tezile’ye karşı, aklî delillerle desteklediği nasları<br />
da yeterince kullanmaktadır. Muhaliflerine cevap<br />
verişinde delillere hâkimiyeti, görüşlere vukufu,<br />
üslûbunun güzelliği ile dikkat çeker. 46 “Kur’ân fıkhı”<br />
adı altında, Kur’ân’ı anlamadan bahseder.<br />
7. Muhammed İbn Cerir et-Taberî (ö.310/<strong>92</strong>2)<br />
Taberî 47 tefsirinin uzun mukaddimesinin baş tarafında<br />
Kur’ân’ın Arap dili ile beyan edildiğini vurgular.<br />
O, muhatapların anlamayacakları bir lisan ile<br />
peygamber ve kitap göndermenin doğru olmadığını<br />
belirtir. Aksi olsaydı muhatap, hitaptan önce cahil<br />
olduğu gibi hitaptan sonra da cahil kalacaktır. Allah<br />
böyle saçma iş yapmaktan münezzehtir. Kur’ân Arapça<br />
olduğundan, mânâları da Arapçanın mânâlarına<br />
muvafıktır. Arap üslûplarına göre gönderildiği için<br />
Arap dil ve edebiyatında bulunan îcaz, ihtisar, ihfa’, izhar,<br />
itâle, iksar (çoğaltma) gibi üslûplar Kur’ân’da da<br />
bulunmaktadır. 48 Taberî meseleye muhatap açısından<br />
bakar. Sözü anlaması için fehm ve akıl vasfını haiz olması<br />
gerektiğini söyler. 49<br />
Taberî’nin bu hacimli ve önemli tefsirine Câmi’u’lbeyân<br />
adını vermesi de eserin Kur’ân âyetlerinin yorumuna<br />
ilişkin beyanı toplayıcı özelliklere sahip olduğunu<br />
düşündürmektedir. 50<br />
Tekrar Mukaddimetu’t-tefsir kitabımıza gelecek<br />
olursak, bir nebze değindiğimiz bu kaynaklardaki filolojik<br />
yönelişlerin hicri 5. asırdaki olgunlaşmış eserleri<br />
hazırlamada büyük rolleri olduğunu anlıyoruz.<br />
Râgıb’ın bu eseri, doğrusu bir mukaddime olmayıp<br />
başlı başına bir Tefsir Usulü kitabıdır. Bu ilim dalının<br />
da ilk örneklerinden olmasına rağmen, kıvama ermemiş<br />
malzeme yığını alâmeti kesinlikle bulunmuyor.<br />
Bu olgunluk onun, tefsir usulü alanında rutin sürecin<br />
ötesinde bir yüksek atlama yaptığını düşündürüyor.<br />
Dilin imkânlarını temel alarak yaptığı aklî muhakemelerle<br />
çarpıcı tespitlerde bulunuyor. Bazı müşkil konuları<br />
izahta mahareti, geniş perspektife sahip oluşu dikkat<br />
çekiyor. Bin sene kadar önce bir insan tarafından<br />
yazılıp da bu kadar güncel algılanabilecek eser kolay<br />
kolay bulunamaz. Bunda kitabı çeviren Dr. Celalettin<br />
Divlekci’nin akıcı Türkçesinin de payı var elbette.<br />
Konuların hepsi de ilgi çekiyor: Sözün kısımları,<br />
anlam ilişkileri bakımından kelimeler, lafız-anlam<br />
örtüşmesi bakımından söz kategorileri ve örnekleri.<br />
Anlam kaymaları, terkib edilen kelime çeşitleri, açık<br />
ve kapalı anlamlar, kapalılığın türleri. Hitabın muhatap<br />
tarafından anlaşılmasına engel olan üç husus:<br />
Hitab edenin nitelikleri, hitabın özellikleri ve muhatabın<br />
şartları. Genel olarak farklı anlamalara yol açan<br />
sebepler: Lâfzı veya anlamı merkeze alma bu ihtilafın<br />
temelinde yatar. Nitekim Allah Teâlâ ile ilgili bazı<br />
müteşabih âyetler farklı yorumlanmıştır. Râgıb, tenzih<br />
tarafını açıkça destekler. 51<br />
Yaptırım ifade eden söz çeşitleri haber, emir ve<br />
nehiy; çeşitleri ve örnekleriyle açıklanır. Çok sorulan<br />
bir soru: “Kur’ân, mübin olduğu hâlde neden açıklamaya<br />
ihtiyaç duyuluyor?” Kur’ân’ın beyanı konusunu<br />
Râgıb etraflıca, câzip ve genel okuyucu seviyesine<br />
göre açıklar. 52 Tefsir ve te’vil çeşitleri. Anlamı ifade<br />
üslûpları, aynı şeyi farklı yönlerden anlatma, kelimeler<br />
arasındaki semantik bağ, analitik sözcük bilgisi;<br />
varlıkları, aslında sıfatları olan isimlerle adlandırma,<br />
hakiki ve mecazî anlamlar, geniş bir bâb olan mecaz<br />
türleri, hazif, ziyade, temsili anlatımlar. Geniş ve<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 11
dar anlamlar, umum-husus çeşitleri, Allah’ın fiilleri,<br />
mecaz-ı mürsel çeşitleriyle fiillerin öznelerine izafe<br />
edilmesi, sathî bakışla tutarsız sanılan (müşkil) âyetler<br />
konusunda çelişkiyi giderme yöntemi, Kur’ân-ı<br />
Hakîm’in bütün hikmetleri içerdiği hâlde insanların<br />
ekserisinin onun hakikatlerini tam kavrayamamasının<br />
sebepleri, ümmetin âlimlerini şereflendirmek ve<br />
sevaplandırmak için içtihad imkânlarının bırakılması.<br />
53 Kur’ân’ın, Arap dil ve edebiyatının üslûpları ile<br />
indirilmiş olmasının izahı, Kur’ân’da anlam tabakaları;<br />
âlimlerin, ilimlerinin kuvveti derecesinde ondan<br />
yararlanmaları, Kur’ân’ın içerdiği altı ana konu,<br />
ibadet felsefesi. Nesih hakkında orijinal ve etraflı<br />
açıklama (ahkâmın asıllarında değil fürüatta neshin<br />
cevazı), müteşabih âyetlerin hikmetleri, Kur’ân’da<br />
anlaşılmayacak bir yer olur mu? Allah’ın hayata koyduğu<br />
tekâmül kanunu, Tefsir ilminin şerefi, muteber<br />
tefsirin şartları, Kur’ân’ın i’câzı, muvakkat ve sürekli<br />
mucize. Râgıb, Kur’ân’ın zatında muciz olduğunu<br />
vurguladıktan sonra, insanların nazire yapmalarını<br />
ilâhî engellemeyi de i’câzdan sayar. Bu tarz sarfeyi<br />
benimseyen Sünni âlimler vardır. Makalemizi bitirirken<br />
şunu da belirtelim ki Râgıb’ın kısmen bize ulaşan<br />
Tefsirini, bu Mukaddimesi açısından inceleyen bir<br />
çalışma, önerdiği usulü uyguladığını belirtmektedir. 54<br />
Kitabı tercüme eden Dr. Celalettin Divlekci, okuyucunun<br />
yararlanmasını kolaylaştırmak için ayrıca alt<br />
başlıklar, gereken yerlerde önemli dipnotlar koymuş.<br />
Çalışma boyunca gözlemlenen ilmî titizlik ve düzgün<br />
bir Türkçe, kitabı gerçekten okunaklı kılmış. Bu eseri<br />
Türkçeye kazandırmasından dolayı kendisini tebrik<br />
eder, bu kitaptan yararlanarak Kur’ân’ı anlama gayretlerini<br />
artıran okuyucularımızın sayısını artırmasını<br />
Cenâb-ı Allah’tan niyaz ederim.<br />
* Marmara Üniv. İlâhiyat Fak. E. Öğretim Üyesi<br />
syildirim@yeniumit.com.tr<br />
Dipnotlar<br />
1. Kitap Dr. Celaletin Divlekçi tarafından Türkçe’ye çevrilip İstanbul’da<br />
Rağbet Yayınevi tarafından 2011’de yayınlanmıştır.<br />
2. Yusuf 12/1.<br />
3. Şuara 26/195.<br />
4. İbn Ebî Şeybe, Musannef, Dâru’t-Tac, Beyrut 1989, 6/116; el-Hâkim, el-<br />
Müstedrek ale’s-Sahîhayn, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990, 2/477;<br />
Ebû Ya’lâ el-Mevsılî, Müsned, thk. Hüseyin Selim Esed, Dâru’l-Me’mûn<br />
li’t-Turâs, Dımaşk, 1986, 11/436; Süyuti, el-İtkan, 1/113, Mısır, 1370/1951.<br />
Aynı yerde Beyhaki’den başka bir hadise daha yer verir.<br />
5. Tirmizi, Tefsir bölümü; Ahmed b. Hanbel (el-Fethu’r-rabbani, 18/77);<br />
Kenzu’l-ummal, 2/1-2; İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 9/238.<br />
6. Bakara 2/177.<br />
7. Müslim, 45, hadis no:14; Tefsiru İbn Kesir, 3/87.<br />
8. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/258; Ebu Davud, had. No.134; Taberî 10/32;<br />
İbn Kesir, 2/508.<br />
9. Buhari, Tefsir, 5/156; Müslim, 13, had. No.33; Ahmed b. Hanbel, el-<br />
Fethu’-rabbani, 18/81.<br />
10. Suat Yıldırım, Peygamberimizin Kur’ânı Tefsiri, 1/193-206, İst., <strong>Yeni</strong><br />
Akademi yay., 2006.<br />
11. Taberî, 1/54; Süyuti, İtkan, 1/119.<br />
12. Süyuti, İtkan,1/120.<br />
13. Cevapları havi Risale Şam Zahiriye, Berlin kütüphanelerinde mevcutur.<br />
Ğaribu’l-Kur’ân adlı, Ata b Ebi Rabah’ın ondan rivayet ettiği risale İstanbul<br />
Atıf Ef ktp. Nr. 2815/8 yer alır. M. Fuad Abdülbaki Mu’cemu Ğaribi’l-Kur’ân<br />
adı ile yayınlamıştır (Kahire, 1950).<br />
14. Yusuf 12/1.<br />
15. Şuara 26/195.<br />
16. Süyuti, İtkan,1/119.<br />
17. Age, 1/182.<br />
18. Muhammed Sûresi 47/19.<br />
19. İtkan 2/182 vd.<br />
20. Tefsiru İbn Kesir, Bakara 2/25 âyetinin tefsirinde; Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr:<br />
Mefâtîhu’l-Gayb, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990, 33/220; İbn<br />
Teymiyye, Mecmûu Fetâvâ, Cem’ ve Tertîb Abdurrahmân b. Muhammed<br />
b. Kâsım el-Âsımî en-Necdî, Dâru Âlemi’l-Kutub, Riyad, 1991, 3/28; İbn<br />
Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî bi-Şerhi Sahîhi’l-Buhârî, tahk. Abdulazîz b.<br />
Abdillâh b. Abdurrahmân b. Baz, Muhibbuddîn el-Hatîb, Dâru’l-Ma’rife,<br />
Beyrut, 6/321.<br />
21. Ebu Ubeyde, Mecazu’l-Kur’ân, 1/8.<br />
22. Age, 1/18-19<br />
23. Ali Bulut, Erken Dönem Tefsir Mukaddimelerinin Tefsir Usulü Açısından<br />
Değerlendirilmesi, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Süleyman Demirel<br />
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta 2009, s. 125-126.<br />
24. Adem Yerinde, DİA, “Mecazu’l-Kur’ân” md., XXVIII, 225.<br />
25. Ebu Ubeyde, Mecaz, 1/20.<br />
26. Age, 1/25.<br />
27. Adem Yerinde, Agm., DİA, XXVIII, 226.<br />
28. İbn Kuteybe, Te’vilu Müşkili’l-Kur’ân, Kahire, Daru’t-Türas, thk. Ahmed<br />
Sakr, 1393/1973.<br />
29. Age, s.12.<br />
30. Age, s.7. Başka misaller için bu kitabın 4-11. sahifelerine bkz.<br />
31. Age, s. 3.<br />
32. Age, s. 13<br />
33. Age, s.16.<br />
34. Y. Şevki Yavuz, “İbn Kuteybe” md., DİA, XX, 149.<br />
35. Age, s.12.<br />
36. Ali Bulut, s. 69.<br />
37. Age, s.127.<br />
38. İbn Kuteybe, s. 3-11.<br />
39. Y. Şevki Yavuz, Agm., DİA, XX,149.<br />
40. Hüseyin Yazıcı, İbn Kuteybe md., XX, 145.<br />
41. Fehmu’l-Kur’ân, thk. Hüseyn el-Kuvvetli, Daru’l-fikr, 1402/1982. Bu kitap<br />
Türkçeye çevrilmiştir: Kitabu’l-Akl ve Fehmu’l-Kur’ân, İstanbul, İşaret Yay.,<br />
2003.<br />
42. H. el-Kuvvetli, Fehmu’l-Kur’ân, s. 259-260. Mesela Fasl ve Vasl konusunda<br />
(s. 4<strong>92</strong>-502) anlam itibariyle fasl edilmesi gerekli yerlerde vasl etmenin, vasl<br />
gereken yerlerde fasl etmenin dil bakımından yanlışa yol açacağını belirtir.<br />
43. Age, s. 260’da Âl-i İmrân 7. âyetindeki müteşabihat hakkında nakli yer<br />
alır.<br />
44. Age, s. 476.<br />
45. Age, s. 488-491<br />
46. Age, H. el-Kuvvetli’nin değerlendirmesi, s. 253-254.<br />
47. Taberî, Câmiu’l-beyân an te’vili âyi’l-Kur’ân, mukaddime.<br />
48. Age, 1/17-19.<br />
49. Age, 1/57-58.<br />
50. Ali Bulut, Erken Dönem Tefsir Mukaddimeleri, s. 150.<br />
51. Tercüme s.12.<br />
52. Age, s. 16-18.<br />
53. Age, s. 39.<br />
54. Mustafa Kiriş, er-Râgıb el-Isfahânî’nin Mukaddimetu’t-Tefsir Adlı Eseri ve Tefsir<br />
Usulü Açısından Tefsirin Değerlendirilmesi, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans<br />
Tezi), Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sivas 2006,<br />
s.189.<br />
12 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
YENi ÜMiT<br />
Prof. Dr. Abdulhakim YÜCE *<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />
Bizim aksiyon ve düşünce hayatımızın temel dinamiği ruhî hayatımızdır; ruhî<br />
hayatımızı da dinî düşüncelerimizden ayırmamız mümkün değildir. Bu milletin<br />
her varoluş kavgası, İslâmî ruh ve mânâya sığınılarak gerçekleştirilmiştir.<br />
“Peygamber Yolu”ndan kasıt, Efendimiz’in (sallallahü<br />
aleyhi ve sellem) vahyin rehberliğinde yaşayarak<br />
açtığı, mübarek sözleriyle izahını yapıp temel<br />
prensiplerini koyduğu, insan fıtratına en uygun; en<br />
kısa ve selâmetli tarzda ruhları tasfiye ve nefisleri<br />
tezki ye eden, insanî latîfeleri inkişaf ettiren; bunun<br />
yanında cismanî is teklerin ve bedenî arzuların aşılmasını<br />
sağlayan; esmâ, sıfât ve şuûnât-ı ilâhiye adına<br />
parlak bir ayna seviyesine ula şmayı netice veren ve<br />
hedefi de sadece rızâ-i ilâhî olan yoldur. Bu yolu<br />
aslına uygun anlayan, bütün asırlara mikyas olacak<br />
misâlleriyle -her ferdin bu konuda eşit seviyede olduğu<br />
söylenmese bile- toplum olarak yaşayan ve eksiksiz<br />
bir şekilde bize aktaranlar da Efendimiz’in (sallallahü<br />
aleyhi ve sellem) ashabı olmuştur. Bundan dolayı<br />
daha sonra kaleme alınan İslâmî eserlerde bu yolun,<br />
özellikle ruh ve mânâ boyutuna, sahabe mesleği adı<br />
verilmiştir. Yazımızda bu mesleğin temel birkaç özelliğine<br />
değinmeye gayret edeceğiz.<br />
Sahabe Mesleği<br />
Efendimiz’in sohbetine katılıp onun boyasıyla<br />
boyanma şerefine eren, ölümü göze almadan imanlarını<br />
izhar edemeyecekleri zor bir dönemde İslâm’a<br />
sahip çıkan, bir ömür boyu yalana asla tenezzül etmeyerek<br />
sıdk ve sadâkatle dine hizmet eden ve böylece<br />
peygamberlerden sonra insanların en seçkinleri<br />
ve faziletlileri olma pâyesini kazanan Ashâb-ı Kirâm<br />
efendilerimizin, Allah’a kurbet yolunda takip ettikleri<br />
yola ‘sahabe mesleği’ denilmiştir. ‘Velâyet-i<br />
kübrâ’, ‘verâset-i nübüvvet’ ve ‘cadde-i kübrâ’ (Bkz: İmam<br />
Rabbanî, Mektubât, I, 414, 260. Mektup) ifadeleriyle<br />
de anılan sahabe mesleği, insanı bir bütün olarak ele<br />
alan ve onun sadece kalbini değil akıl, ruh, sır, nefis<br />
gibi latîfelerinin hepsini doyurmayı hedefleyen Peygamber<br />
Yolu’dur. Bu yol saadet asrından sonraki<br />
dönemlerde de Peygamber vârisi Hak Dostları tarafından<br />
en geniş cadde ve en selâmetli yol kabul<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 13
edilmiştir. 1 En geniş caddedir, zîrâ her mümin kendi<br />
fıtrat, kabiliyet ve gayretine uygun bir usûl ve seyirle<br />
bu yolda yürüyebilir. En selâmetli yoldur, çünkü keramet<br />
zannedilerek istidraçlar yaşama, ruhanî zevklere<br />
mağlup olma.. kısaca, kazanma kuşağında kaybetme<br />
tehlikesi bulunmamaktadır.<br />
Sahabe Mesleğinin Bazı Temel Özellikleri<br />
Sahabe Mesleği ruh ve mânâ boyutuyla incelendiğinde<br />
üç ana özelliğinin öne çıktığı görülmektedir.<br />
Bunlar Allah rızasını arama, engin bir ibadet<br />
hayatı ve hayatın her alanına sirayet eden güzel<br />
ahlâktır. Sahabe Mesleğini bütünüyle anlatmaya<br />
yetmese bile, bir fikir vereceği kanaatiyle bu üç konu<br />
üzerinde durmak istiyoruz.<br />
Rızâ-ı İlâhî Hedefli Yaşamak veya Niyet Duruluğu<br />
Sahabe Mesleğinin, konumuz açısından ilk önemli<br />
özelliği her meselede Allah’ın rızasını arama gayretidir.<br />
Rızâ-i ilâhî, yapılan amelin herhangi bir<br />
beklentiye bağlanmadan, ibadet Rabbimizin hakkı ve<br />
emri olduğu için yapılmasıdır. Zîrâ amel herhangi bir<br />
beklentiye bağlandığında o beklenti o amelin karşılığı<br />
olur ve o karşılık da beklentinin sığlığına mahkûm<br />
kalır. Zevk-i ruhanî de bu beklentilerden biri sayılmıştır.<br />
Zîrâ zevk-i ruhanî, amelin ona bağlandığı bir<br />
iş değildir, amele terettüp eden bir şeydir; amelin gayesi<br />
değil semeresidir.<br />
Ayrıca kul açısından rıza, Allah’ın takdirlerini gönül<br />
rahatlığıyla karşılamak, zâhiren çirkin görünen acı<br />
hâdiselerde bile acele karar vermeyip O’nun icraatından<br />
hoşnut olmak, her şeyden önce ve her şeyden artık<br />
olarak O’nu sevmek, O’na yönelmek ve beklediklerini<br />
de yalnızca O’ndan beklemek anlamına gelir.<br />
Sahabe Efendilerimiz karşılaştıkları her meseleye,<br />
“Acaba bu konuda Rabb’imizin bizden istediği nedir?”<br />
sorusuna cevap arayarak yaklaşmışlardır. O’nun razı<br />
olacağı hususları öğrenmek için de Kur’ân’a başvurmuş,<br />
kelâm-ı ilâhîye karşı gönül kapılarını sonuna<br />
kadar açmış ve marziyâtını kelâmından anlama hususunda<br />
tarihte eşine rastlanamayacak bir cehd ve<br />
gayret göstermişlerdir. Bu gayretin muvaffakiyetle<br />
neticelendiğini ise Cenâb-ı Hak bildiriyor: “Birinci<br />
dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce<br />
tâbi olanlar yok mu? Allah onlardan razı, onlar<br />
da Allah’tan razı oldular. Allah onlara içlerinden ırmaklar<br />
akan Cennetler hazırladı. Onlar oraya devamlı<br />
kalmak üzere gireceklerdir. İşte en büyük mutluluk,<br />
en büyük başarı budur!” (Tevbe, 9/100)<br />
Sahabe mesleğinin önemli bir esası da yukarıda sözünü<br />
ettiğimiz Allah rızası gereği keşf, keramet, ilâhî<br />
sır ve tecellî gibi harikulâdeliklere talip olmamaktır.<br />
Zîrâ velâyet yolları içinde en güzeli, en müstakimi,<br />
en parlağı, en zengini, Sünnet-i Seniyye’ye ittibadır.<br />
Bu özelliğiyle sahabîlerin velâyeti “velâyet-i kübrâ”<br />
olarak adlandırılmış ve verâset-i nübüvvetten gelen<br />
bir velâyet olarak görülmüştür. Onlar, çoğu velilerin<br />
uğramak zorunda oldukları seyr ü sülûk duraklarına<br />
uğramadan lütf-u ilâhî ile doğrudan doğruya hakikate<br />
ulaşmışlardır.<br />
Haddizatında, ashap harikulâde hâller bir yana,<br />
ibadetleri, salih amelleri ve dine hizmetleri mukabilinde<br />
dünyevî-uhrevî hiçbir beklentiye de girmemişlerdir.<br />
Kulluk hesabına ortaya koydukları hayırlı<br />
işleri Cehennem’den kurtulma ve Cennet’e girme<br />
mülâhazalarına kat’iyen bağlamamışlar; yapıp ettiklerini<br />
asla ebedî saadetin bir teminatı olarak görmemişlerdir.<br />
İbadet ve ubudiyetlerini sadece Allah rızası için<br />
yerine getirmiş; ateşten kurtulmayı da ebedî saadete<br />
nail olmayı da hep Allah’ın lütfuna dayanarak ve İlâhî<br />
rahmete ümit bağlayarak âdeta meccanen istemişlerdir.<br />
Onlar, asıl kerametin kesintisiz Allah’ın rızasına<br />
müteveccih bulunmada olduğuna inanarak bunun<br />
dışındaki bütün fevkalâdeliklerden irâdî olarak uzak<br />
durmaya çalışmış; iman, mârifet ve muhabbetin dışındaki<br />
harikulâde hâllere ve hatta, yukarıda işaret<br />
edildiği gibi, zevk-i ruhanî gibi mazhariyetlere karşı<br />
kapalı kalmayı tercih etmişlerdir. Daha sonra bu durum<br />
“maddî-mânevî füyûzât hislerinden feragat etme”<br />
şeklinde ifade edilmiştir. 2<br />
Gece Ruhban Gündüz Fürsân<br />
Sahabeyi bir cümle ile anlatmak isteyenlerin 3 söylemiş<br />
olduğu א א א <br />
א א <br />
<br />
“Onlar gece<br />
rahip, gündüz atlıdırlar.” ifadesiyle sahabe mesleğinin<br />
birbirini tamamlayan iki temel özelliğine işaret edilmiştir:<br />
1. Rahip zannedilecek kadar engin bir ibadet hayatı<br />
yaşamak… Elbette buradaki ruhbanlık, dünyayla<br />
ilginin tamamen kesilmesi, hiç evlenmeme, halka karışmadan<br />
ömrünü inzivada geçirme, bazı şeyleri kendine<br />
haram kılma vb. anlamlar taşımaz. Burada ruhban<br />
kelimesi, sahabenin, diğer ibadetlerin yanı sıra,<br />
özellikle gece ibadetine gösterdikleri titizliklerini ifade<br />
etmek için kullanılmıştır. Bu kelimeyi ilk söyleyen<br />
kişinin bir Hristiyan olduğu hesaba katılınca, onları<br />
anlatmak için kendi kültür dünyasındaki en uygun<br />
kelimeyi kullandığı anlaşılacaktır. Nitekim Kur'ân-ı<br />
Kerîm bu mânâya "ehl-i kitap içinde, gece saatlerinde<br />
ayakta durup Allah’ın âyetlerini okuyarak secdeye kapanan<br />
bir topluluk da vardır” (Âl-i İmrân, 3/113) âyetiyle işaret<br />
etmiştir.<br />
2. İlâhî mesajı dünyanın her tarafına ulaştırma<br />
gayreti… Evvelkine geniş mânâsıyla mücahede, ikinci-<br />
14 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
sine de yine geniş anlamıyla cihat denilebilir. Aslında,<br />
Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) “Bu ümmetin<br />
ruhbanlığı Allah yolunda cihattır.” (Ahmed b. Hanbel,<br />
Müsned, III, 266) beyanı da buna işaret etmektedir.<br />
Evet, ümmet-i Muhammed’in maddeten ve mânen yükselişi<br />
dünyayı kesben terk etmekle değil, i’lâ-yı kelimetullah<br />
ile mümkündür. Dolayısıyla, müminlerin, zamanın<br />
fitnelerinden korkarak inzivaya çekilmek yerine, uygun<br />
bir üslûp kullanarak iyiliği emredip kötülükten<br />
sakındırmak suretiyle fitne ve fesadı ortadan kaldırma<br />
gayreti içine girmeleri tam bir sahabe mesleğidir.<br />
Zikredilen iki durum bir arada düşünüldüğünde<br />
şu anlaşılmaktadır: Samimi bir dava erinin mücahede<br />
ve uzleti, onun kalbî, ruhî, hissî ve şuurî tezkiyeye<br />
ulaşması açısından tamamen irşada hazırlanma gayreti<br />
sayılır. Bu mücahede ve uzletin ferdî ve sürekli olanı<br />
gece ibadetidir. 4<br />
Şu hususu da zikretmekte fayda mülâhaza ediyoruz:<br />
Genel olarak, her gün okunması âdet hâline getirilen<br />
Kur’ân’dan bir miktar ve Hz. Peygamber’den<br />
(sallallahü aleyhi ve sellem) gelen me’sûr dualarla, salât<br />
ve selâma vird denmekle birlikte, gece kılınan namaza<br />
da vird denilmiştir. Nitekim “Gece kılmayı âdet edindiği<br />
virdine kalkamayıp kaçıran kimse, gündüz zevalden önce kılarsa<br />
aynı sevabı alır.” (Müslim, Müsafirîn, 142; Ebû Davut,<br />
Tatavvu’, 19; Tirmizî, Cum’a, 56; Neseî, Kıyamu’l-<br />
Leyl, 65) müjdesini bizzat Hz. Peygamber (sallallahü<br />
aleyhi ve sellem) vermiştir. Ayrıca vird, nafile namaz kılma,<br />
Kur’ân okuma ve dua etmenin yanı sıra, tefekkür<br />
ve ağlama anlamında da kullanılmıştır. Dolayısıyla<br />
sahabe-i kiram efendilerimizin, özellikle gecelerini<br />
yoğun ve engin bir evrâd u ezkâr atmosferinde geçiriyorlardı<br />
denilebilir. Elbette bu keyfiyet sadece geceye<br />
has bir davranış da değildi. Gece veya gündüz ne zaman<br />
ve hangi ibadet olursa olsun sahabe aynı titizlik<br />
ve derinlikte o ibadeti ihsan şuuruyla yerine getirirdi.<br />
Kişi şayet sahabenin ortaya koydukları enginlikte<br />
veya ona yakın ölçülerde ibadet ederse ondan hâsıl<br />
olacak semereyi elde edebilir ki, ona kısaca ikinci fıtrat<br />
denilmiştir. Malum İslâm’ın biri itikad, diğeri de<br />
bu itikadın amelî ciheti olmak üzere iki yönü vardır.<br />
İtikad, İslâm’ın temel iman esasları olan, Allah’a, meleklere,<br />
kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve<br />
kadere inanma demektir. Bundan başka İslâm’ın bir<br />
de amelî ciheti vardır ki, ibadet ü taat ve evrâd ü ezkâr<br />
bu kategori içine girmektedir. İtikada ait meseleler,<br />
İslâm’ın kökü, ibadete müteallik hususlar ise dalları<br />
ve semereleri hükmündedir.<br />
Ahlâk-ı Âliye<br />
Sahabe mesleğinin temel özelliklerinden biri de<br />
güzel ahlâkın her çeşidini, hayatın her safhasında ve<br />
muhatap ayırımı yapmadan tatbik etmektir. Onlar bu<br />
özelliklerini de şüphesiz, baştan başa ahlâk-ı âliye ile<br />
donatılmış Kur’ân’ı gereğine uygun anlayıp yaşayan<br />
En Mükemmel Rehber’den almışlardı. Aslında güzel<br />
ahlâkın Kur’ân’ın arızasız temsil edilmesi mânâsına geldiği,<br />
Hz. Âişe validemizin, Efendimiz’in ahlâkını anlatırken<br />
söylediği “O’nun ahlâkı Kur’ân’dı” şeklindeki<br />
sözlerinden anlaşılmaktadır. (Müslim, Müsafirîn, 139)<br />
Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hem maddî hem<br />
de mânevî açıdan güzel ahlâk üzere yaratılmış, en güzel<br />
şekliyle eğitilmiş ve güzel ahlâkı tamamlamak için<br />
de risaletle serfiraz kılınmıştır. Efendimiz’den önceki<br />
peygamberlerin de tamamı en güzel ahlâk üzere idiler.<br />
Ancak Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)<br />
bütün esmâ-i hüsnânın a’zam derecedeki tecellisine<br />
mazhar olduğu gibi bütün güzel ahlâk prensiplerinin<br />
de a’zam derecesini temsil etmekte ve hepsini bir arada<br />
kendinde cemetmiş bulunmaktaydı. Güzel ahlâkı<br />
tamamlama konusunu, ‘risaletinin diğer nebilerin<br />
risaletini, kıyamete kadar başka bir risalete ihtiyaç<br />
kalmayacak şekilde tamamlaması’ anlamında yorumlamak<br />
da mümkündür. Aksi takdirde diğer nebilere<br />
eksiklik îras edecek bir yaklaşıma kapı açılır ki o da<br />
yanlış olur.<br />
Diğer bir anlamı da şudur: İnsanlık, eksikliklerini<br />
Allah Resulü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) getirdiği<br />
ahlâk ile tamamlayacak ve neticede kâmil hale gelecektir.<br />
Yani, Allah ahlâkıyla ahlâklanma, ancak Allah<br />
Resulü’nün ahlâkını örnek edinmekle mümkün olacaktır.<br />
Zaten sahabeyi sahabe yapan ve mesleklerini<br />
en mükemmel yol haline getiren de Efendimiz’i adım<br />
adım takip etmede gösterdikleri tehâlüktür. Sahabenin<br />
bu güzel ahlâkına bir misal vermek istiyoruz:<br />
Îsâr<br />
Kelime olarak insanın, başkalarını kendisine tercih<br />
etmesi demek olan îsâr; geniş anlamıyla toplumun<br />
menfaat ve çıkarlarını şahsî çıkarlarından önce<br />
düşünmek, şahsiliklere karşı bütün bütün kapanıp,<br />
yaşama zevki yerine yaşatma hazzıyla var olmaktır.<br />
Îsârın karşıtı cimrilik ve şahsî çıkar duygusudur<br />
ki, Hak’tan, halktan ve Cennet’ten uzak kalmanın<br />
âmili sayılmıştır. (Tirmizî, Birr, 40) Îsâr ruhundan<br />
‘cûd’, ‘sehâ’ ve ‘ihsan’ sözcükleriyle ifade edeceğimiz<br />
cömertlik, semâhat ve civanmertlik doğmuştur. Cûd,<br />
mü’minin, gönlünde herhangi bir rahatsızlık duymadan,<br />
sahip olduğu şeylerin, hiç olmazsa bir kısmını<br />
infak etmesinin ve başkaları için var olabilmesinin<br />
adıdır. Sehâ, müminin, infakı ve başkalarını düşünmeyi<br />
önde götürmesi ve kendi mutluluğu içinde, hatta<br />
onun da önünde onların mutluluğunu düşünebilmesi;<br />
ihsan ise onun, ihtiyacı olduğu hâlde başkalarını<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 15
kendine tercih edebilmesidir. “Onlar, mü’minlere<br />
verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kaygı duymaz<br />
ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih<br />
ederler.” (Haşr, 59/9) âyetiyle işaret edilmek istenen<br />
îsâr zirvesi de işte budur.<br />
Bu âyetin nüzûl sebebi olarak, sahabenin dillere<br />
destan îsâr kahramanlığını gösteren şöyle bir hâdise<br />
rivayet edilmektedir: Hz. Ebu Hüreyre anlatıyor: “Allah<br />
Resulü’ne (sallallahü aleyhi ve sellem) (yemeğe ihtiyacı<br />
olan) bir adam geldi. Resulullah (sallallahü aleyhi<br />
ve sellem) hanımlarına haber gönderdi, ancak onlar<br />
‘Yanımızda sudan başka (yiyecek) bir şey yok.’ dediler.<br />
Bunun üzerine Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve<br />
sellem), “Bu adamı kim misafir edecek?” dedi. Ensar’dan<br />
bir zât -ki Ebu Talha olduğu zikredilmiştir- “Ben Yâ<br />
Resulallah!” diye cevap verdi. Ve adamı alıp evine götürdü.<br />
Hanımına, “Resulullah’ın misafirine yemek ikram<br />
et.” dedi. Hanımı, “Vallahi benim yanımda çocuklarımın<br />
yiyeceğinden başka bir şey yoktur.” dedi. Kocası da ona,<br />
“Sen yemeği hazırla, kandili yak, çocuklar akşam yemeği istedikleri<br />
zaman onları uyut.” dedi. Hanımı dediği gibi yaptı.<br />
Sonra kandili düzeltiyor gibi yapıp söndürdü. Ev sahipleri<br />
yemek yiyor gibi yapıp aç yattılar. Sabahleyin misafir<br />
Resulullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanına vardı.<br />
Allah Resulü, “Bu gece Allah, yaptıklarından ötürü,<br />
falan ve falandan son derece hoşnut oldu ve haklarında<br />
şu âyeti inzal buyurdu: “Kendilerinde bir ihtiyaç olsa bile<br />
onları kendilerine tercih ederler” dedi. (Buhari, Tefsir 59/6)<br />
Îsâr ve cömertliğin ulaşılması güç zirvelerinden<br />
birini gösteren bu durum sahabede, farklı derecelerde<br />
de olsa, âdeta tabiî bir hâl almıştı. Zîrâ hem mal<br />
hem de canlarını seve seve Allah rızası için harcayarak<br />
cömertliğin her türlüsünün destanını yazmışlardı.<br />
Onları anlatan kitaplar bu altın tablolarla bezelidir.<br />
Bu durum da elbette Peygamber Yolu’nda gitmenin<br />
bir neticesiydi, zîrâ O Peygamber (sallallahü aleyhi ve<br />
sellem) mi’rac gibi bir makama yüceltilmiş olmasına<br />
rağmen insanlığın kurtuluşu için onların içine geri<br />
dönmüş ve kimsenin yapmaya güç yetiremeyeceği bir<br />
îsâr ahlâkı ortaya koymuştu.<br />
Netice<br />
Allah Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem) maddîmânevî<br />
yapısının sağlamlığı, duygularının duruluğu,<br />
düşüncelerinin resâneti ve meâliyâta açık vicdanının<br />
enginliğiyle, Hakk’ın mesajlarını olduğu gibi almaya,<br />
orijinalliğini koruyarak insanlığa aktarmaya ve gereğine<br />
uygun uygulamaya müsait ve müstait bir fıtratta<br />
yaratılmış; özü ve ruh safveti korunmuş, beşerî talim<br />
ve terbiyenin tesirine karşı kapalı kalmış, sonra da vahiyle<br />
donatılarak insanlığa gönderilmiş bir mürşid-i<br />
kâmil-i mükemmildi.<br />
Bu mükemmeliyet ile vahyin beraberliğinden yanılmaz<br />
ve yanıltmaz bir yol, yani O’nun Sünnet’i meydana<br />
geldi. İşte sahabe-i kiram bu Zâtı tanımış, O’ndan<br />
terbiye almış, O’nu örnek edinmiş, O’nu takip etmiş<br />
ve Sünnet’i bütünüyle hayatlarının ruhu kılmışlardı.<br />
Onların bu konuda yanıltmaz tek kaynakları Kur’ân<br />
idi. Sahabe, 1. Cenâb-ı Hakk’ın marziyatını anlamak<br />
için Kur’ân’a bakıyordu; 2. Efendimiz’in ahlâkını anlamak<br />
ve öğrenmek için Kur’ân’a bakıyordu; 3. Gece<br />
ruhban-gündüz fürsan kıvamını yakalamak ve dengesini<br />
korumak için Kur’ân’a bakıyordu. Bu bakışta<br />
da Efendimiz’i âdeta bir prizma gibi görüyor, O’nun<br />
rehberliğinde Kur’ân’ı anlamaya çalışıyorlardı. Mükemmel<br />
bir ahlâka, fıtrat-ı sâniye oluşacak enginlikte<br />
bir ibadet-cihad dengesine ve seviyesine, Rabbe ulaştıracak<br />
kıvama ve risaletin temel hedeflerinden biri olan<br />
ahlâk-ı âliyeyi yaşamaya, Kur’ân’ı hayata hayat yaparak<br />
ulaşmaya çalıştılar ve elhak muvaffak da oldular.<br />
Sahabeden sonra gelen nesiller de güçleri yettiği<br />
ölçüde bu yolu takip etmişlerdir. Ancak Sünnet-i<br />
Seniyye’nin her bir nevine tamamen bilfiil ittibâ etmek,<br />
ehass-ı havassa dahi ancak müyesser olduğundan,<br />
özellikle zühd dönemi adıyla meşhur olan asırlarda,<br />
toplum olarak Peygamber Yolu’nu takip etmede zorluk<br />
ve aksaklıklar ortaya çıkmış; neticede zâhid, nâsik,<br />
âbid vb. adlar verilen bazı şahsiyetler belli konularda<br />
temayüz etmiş ve onların yaşadığı bölgelerde daha<br />
çok bu konuları öne çıkaran zühd ekolleri oluşmuştur.<br />
Medine, Kûfe, Basra ve Horasan bu ekollere ev sahipliği<br />
yapmış kutlu beldelerdendir. Emevî dönemindeki<br />
bazı sebeplerden ötürü adı geçen ekollerde “gece<br />
ruhban gündüz fürsan” dengesi tam korunamadığından<br />
daha çok gece ruhbanlığı lehine gelişmelerin kaydedildiği<br />
müşahede edilmiştir. Durum böyle olunca da<br />
Sahabe Mesleğinden uzaklaşma söz konusu olmuştur.<br />
Öyle ise Peygamber Yolu’nun ruh ve mânâ boyutunu<br />
tekrar anlamak ve yaşayabilmek için sahabe mesleğinin<br />
iyi araştırılması ve yaşanması elzemdir.<br />
*<br />
Iğdır Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi.<br />
ayuce@yeniumit.com.tr<br />
Dipnotlar<br />
1. M. F. Gülen, Ölümsüzlük İksiri, s. 91.<br />
2. Bkz: M. F. Gülen, Kırık Testi, Himmet, Teveccüh, İnfak ve Gayret,<br />
19.12.2005.<br />
3. Tarih kitaplarında ilk defa bu sözü, Müslümanlara esir düşen ve bir fırsatını<br />
bulup kaçan bir Rum askerine, bir sefer dönüşü İstanbul’a gitmekte olan<br />
İmparator Hirakl’ın, Müslümanların durumunu sorması üzerine söylediği<br />
rivayet edilmektedir. Esaretten kurtulan askerin ifadeleri şu şekildedir: “Onlar<br />
gündüz atlı savaşçı, gece ise rahiptirler. Zimmetlerindeki şeyin parasını<br />
vermeden ondan yemezler. Selâm vermeden içeri girmezler. Bir kavme baskın<br />
yapmadan önce karşı tarafı iyi araştırırlar.” Hirakl bunun üzerine şöyle<br />
diyor: “Eğer doğru söylüyorsan onlar ayaklarımı bastığım bu yerlere sahip<br />
olacaklardır.” Bkz: el-Bidaye ve’n-Nihaye, VII, 53; Tarih-i Taberî, III, 99.<br />
4. Sahabenin geceleri ortaya koydukları engin ibadete dair misaller ve uygulamalar<br />
için bkz: S. H. Affanî, Ruhbanu’l-Leyl 1-3, el-Cezire, 2002; A. Yüce,<br />
Gece İbadeti, İzmir, 1996.<br />
16 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
YENi ÜMiT<br />
Doç. Dr. Yener ÖZTÜRK*<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />
Bazen bütün sebepler toplandığı hâlde neticenin hâsıl olmaması da<br />
gösteriyor ki, neticeyi meydana getirme gücü,<br />
bizzat sebeplerin kendisinden değildir.<br />
Sebeplerin<br />
Sebepler; merhameti ve hikmeti sonsuz yüce<br />
Allah’ın perde arkasından nimet ve ihsanlarını<br />
takıp hayat sahiplerine uzattığı ipler/şeritler<br />
gibidir. Ayrıca sebepler, Müsebbibü’l-Esbab’a<br />
açılan pencerelerdir ki, biz bunlardan O’nun fiil ve<br />
icraatlarını seyrederek O’nu tanımaya çalışırız.<br />
Sebepler, kendilerinden ziyade, daimî düzenlerinin<br />
(nizamlarının) delâletiyle daimî bir düzenleyiciyi<br />
(bir Nâzımı) gösterir, O’na işaret ederler. Her bir<br />
mevcut vazifesini –âdeta- şuurlu bir tarzda ifa eder ve<br />
gücünü sonsuz derecede aşan bir biçimde küllî düzene<br />
tâbi olur ki, bu da onların her şeye güç yetiren birisinin<br />
ve her şeyi en ince teferruatıyla/detaylarıyla bilen<br />
mutlak bir ilim sahibinin an be an emir ve iradesi<br />
altında hareket ettiriliyor olduğunu ortaya koyar.<br />
Son derece san’atlı ve hassas ölçülerle ayarlı (mükemmel)<br />
olan sonuçların meydana gelişi cansız ve<br />
şuursuz olan sebeplerin fizikî özellikleriyle izah edilemez.<br />
Çünkü sebeplerde neticeleri plânlayacak ne<br />
bir ilim, programlanan hususun gereğinin yerine getirebilmesine<br />
karar verecek ne bir irade ve ne de bunları<br />
yürürlüğe koyacak bir güç/kudret vardır. Sebepler<br />
bu özelliklerden bütünüyle mahrumdurlar. Öyleyse,<br />
kendileri yaratılmış olan sebepler, varoluş olgusunda<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 17
ir yaratıcı değil, sadece ve sadece birer aracı/vasıta<br />
durumundadırlar. Onların düzenlenişi ve sebeplerine<br />
bağlı olarak yeni bir varlığın ortaya çıkışı doğrudan<br />
Allah’ın eseridir. Yani bir ‘sebep’ vasıtasıyla da olsa<br />
her fiilin gerçek müessiri Allah’tır. 1<br />
Sebeplerle alâkalı özet bir malumattan sonra şimdi<br />
bu çerçevede izah bekleyen birkaç sorunun cevabını<br />
-anlayabildiğimiz kadarıyla- bulmaya çalışacağız. İlgili<br />
sualler sırasıyla şunlardır: 1. Sebeplerin sahip olduğu<br />
özellikler ne ifade eder? 2. Sebeplerle sonuçların zaman<br />
şeridindeki ardışık öge konumlarından (iktiranlarından)<br />
çıkarılması gereken hüküm ne olmalıdır? 3.<br />
Sebeplerden birinin yokluğunda neticenin oluşmaması<br />
neyin delilidir?<br />
Sebeplerin Sahip Olduğu Özellikler<br />
Ne İfade Eder?<br />
Cansız ve şuursuz olan eşya metafizik özelliklere<br />
değil, fizikî özelliklere sahip kılınmıştır. Bu özellikler<br />
de ‘o şeyin, kendisiyle ilişkilendirilmiş belli bir sonucu<br />
kabule elverişli yapılarda yaratılmış olması’ anlamını<br />
ifade eder. Buna göre her bir sebep, yaratılmış<br />
olduğu gaye ve hedefe kendisini vardıracak (muvaffak<br />
kılacak) aşkın özelliklere sahip ‘Bir’isine her ân<br />
muhtaç durumdadır.<br />
Sebeplerin Allah’ın tasarrufundan bağımsız olarak<br />
sonucu kendi başlarına oluşturduğunu düşünmek,<br />
-fizikî özellikleri dışında- onlarda fizikötesi aşkın/<br />
mutlak niteliklerin de bulunduğunu kabullenmek<br />
anlamına gelir. Bu ise salim mantıkla düşünebilenlerin<br />
varacağı bir netice olmasa gerektir. Diğer taraftan<br />
böyle bir bakış açısı, ‘gaye ve nizam delili’ ile Allah’ın<br />
varlığına istidlalde bulunmayı da imkânsız hale getirir.<br />
Allah’ın, insanların istediği sonuçları, doğrudan değil<br />
de belli bir sebebe bağlı olarak yaratmasının hikmetleri<br />
vardır. O hikmetlerden birisi şudur: Yüce Yaratıcı<br />
biz kâinatı anlayabilelim, isimleri/unvanları itibariyle<br />
kendisini daha yakından tanıyabilelim diye koymuş<br />
olduğu kuralları, sebep-sonuç düzeninde yürütmeyi<br />
dilemiştir. Ancak unutulmamalıdır ki, Yaratan’ın sonuçları<br />
yaratmak için sebeplere ihtiyacı yoktur; çünkü<br />
O, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır (İnnellahe ğaniyyun<br />
ani’l-âlemîn). 2 Ancak, O’nun nasıl yarattığını anlamak<br />
için bizim sebeplere bağlı olarak gerçekleştirilen bir yaratılış<br />
düzeninin varlığına ihtiyacımız söz konusudur.<br />
Eşyanın/sebeplerin, belli özelliklere sahip olması,<br />
onların, sonuçları (müsebbebleri) kendi başlarına<br />
gerçekleştirebilecekleri anlamına gelir mi? Sonuçların<br />
Yüce Yaratıcı’nın tasarrufundan bağımsız olarak<br />
meydana gelmesi mümkün müdür? Bu ve benzeri<br />
sorular, düşünce ekollerini bir hayli meşgul etmiştir.<br />
Bu çerçevede zihinlerde beliren muhtelif tereddütleri<br />
izale sadedinde Kur’ân-ı Hakîm’in vermiş<br />
olduğu cevaplara geçmeden önce, eşyadaki ‘özelliklerin’<br />
varoluştaki yerlerinin anlaşılmasına yardımcı<br />
olacak müşahhas bir örnek üzerinde duracağız.<br />
Şimdi önümüzde sebep konumunda duran bir<br />
ağaç ve onun sonucu olarak gözlemlenen bir meyve örneği<br />
üzerinde yoğunlaşmaya çalışalım. Kozalite/illiyet<br />
konusunda Allah’ın doğrudan tasarrufu yerine farklı<br />
bir yorum geliştirenlere göre, ağaca baştan Yaratıcı tarafından<br />
verilmiş olan özellikler bir meyvenin oluşumu<br />
için yeterlidir; sonrasında ilâhî inayete/tasarrufa<br />
gerek yoktur. Ne var ki böyle bir yaklaşımın ne selim<br />
akıldan ne de Kur’ân’ın ifadelerinden onay alabilmesi<br />
mümkündür. Bir diğer ifadeyle, böyle bir düşünce,<br />
problemi çözücü bir cevap özelliği taşımamaktadır.<br />
Çünkü ağaç üzerinde bulunan bir meyve, görüldüğü<br />
kadar basit değildir, içeriği itibariyle son derece girift<br />
bir yapıya sahiptir. Biz bugün çok iyi biliyoruz ki dış<br />
görünümü itibariyle detaylarını fark edemediğimiz<br />
bir meyve, içerisinde hücre isimli binlerce mikroskobik<br />
dünyaları saklamaktadır. Ayrıca kendilerine has<br />
yapıları olan bu nebatî hücreler, içlerinde muhtelif<br />
organeller (organcıklar) ve genetik materyaller (kromozomlar)<br />
taşımaktadırlar. Şu hâlde biz oluşumları<br />
çok ince hesap, plân ve güç gerektiren bu varlıkların<br />
meydana gelişini -Allah’ın tasarrufundan bağımsız<br />
olarak- zerre miktar şuuru, bilgisi ve karar verme<br />
gücü olmayan ağaçlara havale edemeyiz. Öyleyse biz<br />
burada ancak ‘ağaç, üzerinde sonucun (meyvenin)<br />
gerçekleştirildiği bir vasıtadan ibarettir’ diyebiliriz.<br />
Burada, ‘sebepleri, sonuçları yapacak şekilde yaratan<br />
Allah’tır’ denildiği için bunun bir problem olarak<br />
görülmemesi gerekir, denilebilir. Yani, ‘nasıl olsa<br />
sebepleri, o sonuçları yapacak şekilde yaratan yine<br />
Allah’tır’ diyebildiğimiz için gönlümüzün bu konuda<br />
rahat olması gerektiği istenebilir. Ancak böyle bir<br />
anlayışın nereye vardığı/varacağı üzerinde dikkatlice<br />
durulması gerekir. Zîrâ her bir sebep, aynı zamanda<br />
bir başka sebebin sonucudur. Kur’ân-ı Kerîm ‘Allah,<br />
her bir şeyin yaratıcısıdır’ (En’âm, 6/106; Ra’d, 13/16; Zümer,<br />
39/62; Ğâfir, 40/62) demektedir. Unutulmamalıdır<br />
ki ‘külle şey’in/her bir şey’ ifadesinin içinde hem<br />
‘sebepler’ hem de ‘sonuçlar’ vardır. Aksi bir düşünce,<br />
sadece sebeplerin ‘şey’ kapsamında olduğu, onların<br />
arkasından gelen sonuçların ise ‘şey’ sözcüğünün dışında<br />
kaldığı anlamına gelir ki, bu gerçekten izahı zor<br />
bir durum olur. Kaldı ki, varlıkta ‘şu sebep’ veya ‘şu<br />
da yalnızca bir sonuçtur’ diyebileceğimiz bir durum<br />
da asla söz konusu değildir. Çünkü ‘sonuç’ dediğimiz<br />
bir şey aynı zamanda başka bir şeyin ‘sebeb’idir. 3<br />
Şu hâlde ilgili âyetlerdeki ‘her bir şeyin yaratıcısı<br />
18 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
Allah’tır’ ifadesinden hareketle rahatlıkla diyebiliriz<br />
ki her bir sebep gibi her bir sonuç da doğrudan Allah<br />
tarafından var edilmiş/yaratılmış olmaktadır. Sebepleri<br />
Allah’a verip, sonuçları da sebeplere verirsek, o<br />
sebeplere de sahip çıkacak başka sebepler çıkar, diğer<br />
bir ifadeyle, sebeplere tesir atfetmenin ucu, tüm yaratılışı<br />
sebepler arasında dağıtmaya varır, sonuçta ‘Allah<br />
bazı şeylerin yaratıcısıdır.’ bile diyemeyiz.<br />
Sebeplerle Sonuçlar Arasındaki İktirandan<br />
Çıkarılması Gereken Hüküm Ne Olmalıdır?<br />
Bu âlemde sebep ve sonuçlar arasında ardışık öge<br />
konumuna dayalı bir düzen vardır. Bir diğer ifadeyle,<br />
zaman boyutunda belli sonuçların sürekli olarak belli<br />
sebepleri takip ettiği bir düzen söz konusudur. Ancak<br />
bundan, ‘Belli sonuçlar doğrudan belli sebepler tarafından<br />
oluşturulmaktadır.’ anlamı çıkar mı? Bunun<br />
mantıksal ispatı yapılabilir mi? Gerçekten bir şey, sırf<br />
başka bir şeyden önce var diye, bir başka şeyi ‘yapıyor’<br />
olabilir mi?<br />
Meseleyi fiziğin yeni verileriyle değerlendiren<br />
Fritjof Capra da bu çerçevede bize önemli bilgiler<br />
vermektedir: Sebep sonuç arasında, öncelik-sonralık<br />
farkı bize göredir. Aslında zaman, kâinatın temeli olan<br />
hareketin bir yüzüdür. Geçmiş ve gelecek sadece bizim<br />
zihnimize göredir. Atom seviyesinde artık sebepsonuç<br />
sıralaması yoktur. Kuantum elektrodinamiğinde,<br />
atom altı parçacıklar tanımlanırken, önce ve sonra<br />
terimleri kullanılmaz. Bu, sebep ile sonuç arasında<br />
doğrudan zorunlu bir ilişkinin olmadığını gösterir.<br />
Bütün olaylar, birbiriyle karşılıklı bağıntılıdır, fakat<br />
bu bağıntılar klasik anlamda nedensel değildir. 4<br />
Sebeplerle sonuçları arasındaki münasebeti yaratılış<br />
gerçeğiyle birlikte ele alıp değerlendiren fizikçi<br />
Bouguenaya’nın yapmış olduğu değerlendirmeler ise<br />
daha dikkat çekicidir: Sonucu sebepten bilme tavrı,<br />
esasında varlığın ‘zamanın akışına tâbi bir biçimde’<br />
algılanmasından kaynaklanmaktadır. Oysaki zaman<br />
da mekân da Allah’ın yaratma fiilinin bizim tarafımızdan<br />
algılanabilecek bir vücudu giymesinden (bir<br />
şekli almasından) ibarettir. Ama bu yaratma fiilinin<br />
sürekliliği, -o fiilin arkasındaki Yaratıcı’yı göremeyenler<br />
için- yanlışlıkla maddeyi ve zamanı sabit ve<br />
daimî görmekle sonuçlanıyor ki, bu, ‘sonucu sebebe<br />
verme’ tavrını hiç sorgulamadan kabul eden insanların<br />
anlayışından başka bir şey değildir. 5<br />
Yaratılışın sebep-sonuç çizgisindeki düzeni yani<br />
varlıkların zamansal olarak birbirleriyle olan ardışık<br />
münasebetleri ve de madde ve kuvvetin birbirine son<br />
derece yakın bağımlılığı insanı öylesine büyülemiştir<br />
ki, vahyin vurgularını dikkate almayanlar her bir sonucu<br />
ondan evvelki bir sebebe bağlamaya kendilerini<br />
mecbur hissederler. 6 Şöyle ki insanlar, normal şartlarda<br />
istediklerinin hemen hemen hepsine kavuşurlar.<br />
Üstelik onlar, istediklerini elde etmenin incelikli<br />
yollarını da bilirler; neyi, nerede, nasıl, hangi yolla<br />
elde edebileceklerini tecrübeyle öğrenirler. Bir diğer<br />
ifadeyle, istediklerini kendilerine yakın etmenin<br />
yollarını bilirler. Bu da (istediklerine her defasında<br />
kavuşmaları) onlara bir yakınlık ve garanti duygusu<br />
verir. Öyle ki, sonuçlar her yerde, her zaman insanlara<br />
garantiymiş gibi gelir. İşte bu durum, vahyin öğretilerine<br />
yabancı olan insanlarda farkına varmadan<br />
sonuçların sebepler tarafından meydana getirildiği<br />
vehmini doğurur. Bir diğer ifadeyle, sebep ve sonuç<br />
arasında değiştirilmeyen sıralama ve yakın ilişki yanlış<br />
algılamalara sebep olur. 7 Oysaki bu yerleşik kanaatler,<br />
gerçekte bir ‘gözlem’ sonucu oluşmuştur, dolayısıyla<br />
sadece gözlemlerimizle doğrulanabilir.<br />
Sonuç olarak, bir olayın (b’nin) her zaman başka<br />
bir olaydan (a’dan) sonra gelmesi, söz konusu o olaya<br />
‘Allah’ın şe’ni/fiili’ dememizi engellemez. Sonuçların<br />
daima sebeplerin ardından gelişi, onların sebepler<br />
tarafından icad edildiğini değil, bu sadece, her şeyin<br />
yan yana var edildiği (yaratıldığı) eş-zamanlı bir beraberliği<br />
(iktiranı) gösterir. Öyleyse, her bir sebep,<br />
yaratılmış olduğu gaye ve hedefe kendisini muvaffak<br />
kılacak/vardıracak aşkın özelliklere sahip bir Fâil’e<br />
muhtaç durumdadır.<br />
Kur’ân-ı Kerîm, bir kısım insanların (müşriklerin),<br />
putlarla alâkalı yerleşik kanaatlerini değiştirebilmelerine<br />
yardımcı olabilecek şu soruları yöneltir:<br />
“..Onların yürüyecek ayakları, tutacak elleri mi var? Yoksa<br />
görecek gözleri, işitecek kulakları mı var? (neleri var?)”<br />
(A’râf, 7195. Keza bkz., 26/72-73) Şimdi bu soruları<br />
sebeplere yöneltelim: Sebeplerin şuur, irade ve şefkat<br />
gibi özellikleri mi var? Nesi var onların? Evet, meseleye<br />
pozitif sorularla yaklaştığımızda, sebeplerin, -son<br />
derece ince ve hassas birer san’at eseri olan sonuçları<br />
var edilebilmesi için gerekli olan bilgi, plân, irade ve<br />
güç gibi özelliklerin hiçbirisine sahip olmadıkları içinsonuçları<br />
İlâhî tasarruftan bağımsız olarak meydana<br />
getirebilmelerinin mümkün olamayacağı anlaşılmış<br />
olacaktır. Bunun içindir ki, Kur’ân, bir âyetinde ‘her<br />
bir şeyin yaratıcısı’nın Allah olduğu’ gerçeğine dikkat<br />
çektikten sonra âyetin sonunu ‘her bir şeyin vekîli<br />
O’dur” (Zümer, 39/62. Ayrıca bkz., En’âm, 6/102) şeklinde<br />
bitirir. Bu âyetin anlamı gayet açıktır: Her bir<br />
şeyi yaratan Allah olduğu gibi, onların işlerine vekâlet<br />
eden (yürüten) de yine O’dur. Şu farkla ki, şuurlu<br />
varlıkların işleri/fiilleri onların iradelerine bağlı olarak<br />
görülür/gerçekleştirilir.<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 19
Sebeplerden Birinin Yokluğunda Sonucun Oluşmaması<br />
Neyin Delilidir?<br />
Sonuçları doğrudan maddî sebepler içinde arayanlar,<br />
iddialarını savunabilmek için, ‘sebeplerden biri<br />
olmadığı zaman sonuç (eser) meydana gelmemektedir,<br />
bu da o sonucun oluşmasında etken bir unsur<br />
olduğunun delili olmaz mı?’ derler.<br />
Bu sorunun cevabına geçmeden önce, materyalistlerin<br />
yatay bir ilişkiye dayalı ‘tümevarım’<br />
prensibinin yanlışlığını dile getirmek için Yamina<br />
Bouguenaya’nın vermiş olduğu örneği aktarmak istiyoruz:<br />
Materyalist bilimciler güneş ışığı, su, hava, vs.<br />
gibi sebeplerin, besinin oluşumunda etken/müessir<br />
faktörler olduğunu söylerler. Bunu ‘ispat’ etmek için<br />
de bir bitkiye su veya güneş ışığı vermeyerek bitkinin<br />
sararıp solduğunu, yani fotosentez yapılmadığını;<br />
dolayısıyla besin üretilmediğini gösterirler. ‘İşte’<br />
derler ‘su veya güneş ışığı olmazsa besin üretilmiyor.’<br />
Bu ‘olmazsa’dan hareketle ‘su veya güneş ışığı besin<br />
üretir’ sonucuna ulaşırlar. Böylece tezlerini ispat<br />
etmiş olduklarını zannederler. Dikkat edilirse, ‘bu<br />
yaklaşım bir yanlışlamadır, bir ispat değildir.’ Onların<br />
yaklaşımlarındaki yanlışlığı bir misal yardımıyla<br />
resmedebiliriz: Bir televizyonun cihazının düğmesine/kumandasına<br />
basıldığında ekranda bir görüntü<br />
belirir. Ne zaman düğmeye bassak, karşımıza görüntü<br />
çıkar. Düğmeye veya kumandaya basılmadığında<br />
ise ekranda hiçbir görüntü belirmez. İşte materyalist<br />
bilimcilerin olumsuz yaklaşım mantığına göre, ekrandaki<br />
görüntüyü ‘düğme/kumanda’ yapar. Bunun<br />
ispatı ise düğmeye basılmadığında ekranda görüntü<br />
çıkmamasıdır. Düşünmezler ki, yayın dışarıdan yapılmaktadır,<br />
görüntüyü neşreden düğme/kumanda<br />
değildir. Düğme yalnızca televizyon cihazındaki düzenin<br />
bir parçasıdır. Televizyonu yapan, ekranda görüntünün<br />
belirmesi/alınması için düğmeyi kasdî olarak<br />
oraya yerleştirmiştir. Şimdi birisi bize, görüntüyü<br />
‘düğme’nin sağladığını kabul etmiyorsan, düğmeye<br />
basmadan görüntüyü çıkart da görelim derse, bu ne<br />
kadar mantıklı olur? Televizyonun düğmeye basılmadan<br />
çalışmaması, görüntünün düğme tarafından<br />
oluşturulduğu anlamına mı gelir? Elbetteki hayır. 8<br />
Bu örnekten de anlaşılacağı üzere, bizim belli bir<br />
sonuca ulaşmak için hazırladığımız her bir sebep,<br />
İlâhî inayetin celbinin (alınmasının) birer şartı (‘şart-ı<br />
adî’si) hükmündedir. İstenilen şartların yerine getirilmesinden<br />
sonrası, yani, beklediğimiz oluşum, dönüşüm<br />
ve değişimlerin varlık sahasına çıkması ise O’nun<br />
inayetiyle (ilgi ve tasarrufuyla) gerçekleşmektedir.<br />
Sebeplerden birisinin yokluğuyla sonucun meydana<br />
gelmemesi, ‘sebebin sonucu yaptığı’ iddiasını<br />
‘doğrulayıcı’ bir delil değildir. Bir sonucun, sebebi<br />
(veya sebepleri) olmadan var olmaması, Yüce<br />
Yaratıcı’nın yaratma biçimiyle/âdetiyle ilgili bir husus<br />
olup bu sadece, belli bir sonucun belli bir sebep<br />
ile beraber yapılmakta olduğunun delilidir. Başka bir<br />
ifadeyle bu, sebep-sonuç ilişkisinin bir düzen içerisinde<br />
kurulmuş olmasının ispatıdır, yani, sonucun<br />
var edilmesi için şart olarak koşulan vesilelerin hazır<br />
olmaması (yerine getirilmemiş olması) sebebiyle, sonucun/eserin<br />
yaratılmadığının ispatıdır.<br />
Özetle ifade edecek olursak, Allah, sonuçları, sebeplerine/şartlarına<br />
bağlı bir düzen içerisinde varlık<br />
sahasına çıkarmayı dilemiştir. Sebep-sonuç çizgisinde<br />
düzenli bir süreklilikle sürdürülen bu nizam, O’nun<br />
‘âdet-i sübhaniye’sidir. O, bu âdetini değiştirmediği<br />
için de bu düzen (sebep-sonuç birlikteliği) devam etmektedir.<br />
Sonuç<br />
Kâinattaki ince ve hassas varoluşlar, boş bir kâğıda<br />
görünmez bir kalemin ucunun dokunulmasıyla yazılan<br />
birer yazı gibidir. Mutlak bir ilim ve kudret var ki<br />
yazıyor, yaratıyor, hareket veriyor. Fakat bu kalemin<br />
sahibi (Yaratıcısı) görülmüyor; O’nunla bizim aramızda<br />
sadece, fiilleri/yaratışları yer alıyor.<br />
Sebepler gibi sonuçlar da Allah tarafından yaratılmaktadır.<br />
Eğer, ‘sebeple ilişkili her bir netice (müsebbeb)<br />
doğrudan Allah’ın eseridir’ denilmezse, o zaman<br />
cansız ve şuursuz sebeplere aşkın ve mutlak sıfatları<br />
vermek zorunda kalırız. Bunun da tevhid inancıyla<br />
telifi mümkün olmaz. Öyleyse biz, Allah’ın icraatındaki<br />
tekliği (tevhîd-i ef’âli) ancak sebeplerin hakiki bir<br />
tesire sahip olmadığını idrak ettiğimizde tasdik etmiş<br />
oluruz ve ancak bu sayede O’nun isim ve sıfatlarını<br />
tanıma imkânı bulmuş oluruz.<br />
* Dicle Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />
yozturk@yeniumit.com.tr<br />
Dipnotlar<br />
1. Tafsilatlı bilgi için bkz. B. Said Nursî, Sözler, Şahdamar yay., İzmir 2006,<br />
s. 559-562; 944-947.<br />
2. Bkz., Âl-i İmrân 3/197; Ankebût 296; Lukman 31/26; Hacc 22/64. Ayrıca<br />
İhlâs sûresindeki ‘Samed’ ism-i celîli de bu gerçeği ifade eder.<br />
3. Mesela, ağaç hem bir sonuç hem de aynı zamanda bir sebeptir. Meyvesinin<br />
sebebi olan ağaç aynı zamanda ‘tohum’unun bir sonucudur.<br />
4. Capra, Fritjof, Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, (çev.: Mustafa Armağan),<br />
İnsan yay., İstanbul 19<strong>92</strong>., s.36.<br />
5. Bouguenaya, Bilimin Marifetullah Boyutları, Karakalem yay., İstanbul 1998,<br />
s.48.<br />
6. Yıldırım, Kozmik Perde, Çağlayan yay. İzmir tsz., s.61.<br />
7. Bunun içindir ki, Yüce Yaratıcı, zihinlerin/akılların sebep ve kanunlar ağına<br />
takılıp kalmasını önlemek için, zaman zaman farklı (olağan dışı) icraatlarda<br />
bulunur.<br />
8 Bouguenaya, age., s.171. Tabiatıyla, aktarmış olduğumuz bu örneğin anlatmaya<br />
çalıştığımız hususla birebir örtüşmesi mümkün değildir. Biz böyle<br />
bir örneği burada sadece akla ufuk açması amacıyla vermiş bulunmaktayız.<br />
20 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
Kur’ân<br />
YENi ÜMiT<br />
Yrd. Doç. Dr. Alican DAĞDEVİREN*<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />
Tilâvetinde<br />
Temsil<br />
İnsanın, komutanının karşısında emir tekrarı yapıyor gibi kelimesi<br />
kelimesine ve her kelimenin ruhî seviyesine göre üzerine basa basa,<br />
onlardan zevk duya duya ve o kelimeleri âdeta içiyor gibi okuması,<br />
Kur’ân’a ve Sahib-i Kur’ân’a karşı saygısının ifadesidir.<br />
Giriş<br />
Kur’ân, okumaya yönelik bir emir (Alak, 96/1)<br />
ile nazil olan ve bu okumanın tertil (Furkân, 25/32;<br />
Müzzemmil, 73/4) niteliği taşımasını vurgulayan İlâhî<br />
bir kitaptır. Tertil ile okumanın en belirgin özelliği<br />
de tefekkür hedefleyen bir okuma tarzı olmasıdır.<br />
Dolayısıyla Kur’ân okuma, anlam eksenli olmalı,<br />
düşünmeye, anlamaya ve uygulamaya yönlendirici<br />
tarzda yapılmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber’in<br />
(aleyhisselâm) Kur’ân’ı güzel bir sesle okuması ve<br />
sesini çevresindekilerin duyacağı bir tonda bazen<br />
yükseltip bazen alçaltarak, hüzünlü ve duygulu bir<br />
tarzda kullanması; düşünmeye sevk eden bir okuyuşun<br />
prensiplerini içerir niteliktedir (Bkz. Buhârî,<br />
Ezan 727; Ebû Dâvud, Ref’i’s-Savt bi’l-Kıraeti 1327,<br />
1333; İbn Mâce, Hüsnü’s-Savt bi’l-Kur’ân 1337). Bu itibarla<br />
okumanın sesli yapıldığı yerlerde, ses hep aynı<br />
perdenin kullanımıyla monoton bir yapı sunmamalı,<br />
mânâyı dikkate alan, yukarı ve aşağı hareketli bir seyir<br />
izleyen tarzda olmalıdır. Kur’ân tilâvetinde ses tonu<br />
“temsil” prensiplerine göre belirlenir. Kur’ân okurken<br />
ses tonunun dikkate alındığı temsili şu şekilde ele<br />
almamız mümkündür:<br />
A. Temsilin Tanımı ve Önemi<br />
Temsil sözlükte, “birinin verdiği yetkiye dayanarak<br />
onun adına hareket etme”, “bir şeyi canlandırma”,<br />
“özümleme” ve “benzetme” gibi anlamlar taşımaktadır.<br />
Tilâvet kelimesi ise sözlük anlamıyla “terk etmek”,<br />
“tâbi olmak” ve “okumak”, terim anlamıyla<br />
“Kur’ân okumak” demektir. İki sözcüğün oluşturduğu<br />
“temsilî tilâvet” kavramı ise “Kur’ân kıraatinde, mânâ<br />
edatlarını rollerine, kelimeleri mânâlarına, âyetleri<br />
mefhumlarına uygun bir ses tonu ile okumaya” denir. 1<br />
Kur’ân okumada, harflerin kendilerine özgü yapılarına<br />
ve niteliklerine uygun telâffuz edilmeleri,<br />
tecvid kurallarının uygulanması ve makam önemli<br />
hususlardandır. Ancak Kur’ân tilâvetinin önemli<br />
dinamiklerinden biri de hiç şüphesiz, İlâhî hitabı<br />
i’câzına uygun bir ses tonu ile okuyabilme yani<br />
tilâvette, mânâyı aksettiren ses tonu kullanmaktır. Bu<br />
husus, İlâhî hitabı anlayacak anlam bilgisine, gerektiği<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 21
yerde sese uygun perdeyi verebilecek ve muhtevanın<br />
enginlik ve zenginliğini ortaya koyacak bir seslendirme/icra<br />
kabiliyetine bağlı önemli bir dinamiktir.<br />
Temsilde ana prensip, hissederek okumak ve onu<br />
başkalarına da hissettirmektir. Kur’ân, okuyucunun<br />
hissederek okuması ve bunu yansıtan bir tarz/temsil<br />
kullanması hâlinde gönüllere tesir eder. Dinleyeni<br />
huzur verici iklimine çeker.<br />
B. Temsilî Tilâvet Prensipleri<br />
Kur’ân tilâvetinde son derece önemli bir yeri olan<br />
temsil konusunu birkaç ana başlık hâlinde ele almamız<br />
mümkündür:<br />
1. Ses Tonunu Alçaltmak (Hafd-ı Savt)<br />
Temsilî okuma prensiplerinin ilki “ses tonunu<br />
alçaltmak/hafd-ı savt”tır. Kur’ân kıraatinde mânânın<br />
gerektirdiği yerlerde ses tonunu ve perdesini indirmek<br />
ve mahzun bir tavır ile okuyuşu seslendirmek<br />
gerekir. Aksi takdirde, uygun olmayan yerlerde gereksiz<br />
yere sesi yükseltmek mesajdan çok şey götürebilir.<br />
Ses tonunun ve perdesinin indirilmesi gereken<br />
yerler:<br />
a) Zem İfade Eden veya Bâtıl Sözleri Yansıtan<br />
Âyetler<br />
Kur’ân-ı Kerîm’de inkârcıların asılsız iddialarını,<br />
Allah’a, peygamberlere ve inananlara yönelik aşağılayıcı,<br />
kınayıcı ve karalayıcı sözlerini ifade eden âyetlerin<br />
alçak ve hafif bir ses tonu ile okunması gerekir.<br />
Meselâ müşriklerin, Hz. Peygamber’i (aleyhissalâtü<br />
vesselâm); normal insanların söylemeyecekleri tuhaf<br />
sözler söyleyen, büyü yüzünden aklî dengesi bozulmuş<br />
bir adam olarak nitelendirdikleri ve müminlere<br />
א <br />
א א <br />
“Sizler, büyülenmiş, bir adamın peşinden gidiyorsunuz”<br />
(Furkân, 25/8) dedikleri bu ve benzeri âyetlerin, alçak<br />
ve hafif bir ses tonu ile okunması gerekmektedir.<br />
Çünkü müşrikler, Hz. Peygamber’e yönelik böyle<br />
küstahça sözleriyle O’na hakaret etme ve O’nu küçük<br />
düşürme gayesindedirler.<br />
İnkârcılardan hikâye edilen bu tür âyetlerde hafif<br />
bir ses tonu kullanmak, âdeta onların inkâr ve iftiralarının<br />
şiddetini ses tonuyla azaltma, sözlerini etkisiz,<br />
cılız bir çaba olarak nitelendirme anlamına gelir.<br />
b) Dua, Yakarış ve Pişmanlık İçeren Âyetler<br />
Gerek peygamberlerin gerek sair inananların Yüce<br />
Allah’a dua, yakarış ve pişmanlıklarını dile getirdikleri<br />
âyetlerin, ses perdesinin indirimiyle okunması<br />
gerekir. Nitekim bu, Yüce Dergâh’a el açmanın da<br />
âdâbıdır.<br />
Dua âyetlerine bir örnek olması açısından Bakara<br />
Sûresi’nin son âyetleri dikkat çekicidir:<br />
א<br />
א כ <br />
א א <br />
א אא א א א א א א א <br />
א <br />
א א א א <br />
<br />
א א <br />
א <br />
<br />
א אכ א <br />
א <br />
א א <br />
א א <br />
א א א א <br />
"Rabbimiz, unuttuklarımızdan ya da yanıldıklarımızdan<br />
dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden öncekilere<br />
yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine<br />
güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet, bizi<br />
bağışla. Bize merhamet et, Sen bizim Mevlâ’mızsın. Kâfirler<br />
topluluğuna karşı bize yardım et." (Bakara, 2/286)<br />
Dua, güçsüzlüğünün bilincinde olan kulun, Yüce<br />
Allah’ın affına ve hoşgörüsüne sığınma isteğidir. Bu<br />
tür âyetler, ümit, sevgi ve heyecan atmosferi içerisinde<br />
bulunan kalplerin ürpertisini ve ruhların süzülüşünü<br />
tasvir eden; mahzun ve tatlı bir nağme şeklinde hafif<br />
bir ses perdesi ile sunulmalıdır (Kutup, Fî Zılâli’l-<br />
Kur’ân, I, 345-346). Bu tatlı ses perdesi; duaya yakıcı<br />
bir yumuşaklık, istek, yöneliş ve yakarış atmosferine<br />
uygun nitelik katar.<br />
Ayrıca inkârcıların pişmanlıklarını dile getirdikleri<br />
âyetlerin de alçak ve hafif bir ses tonu ile okunması<br />
uygun olur.<br />
Meselâ, vaktiyle sürekli yaşayacaklarına, hiç ölmeyeceklerine<br />
dair yemin eden inkârcıların kaçınılmaz<br />
akıbeti gördüklerinde<br />
א כ <br />
<br />
א א <br />
א <br />
א א <br />
“Ey Rabbimiz, bizimle hesaplaşmayı yakın bir sürenin sonuna<br />
ertele de senin çağrına olumlu cevap verip, peygamberlere<br />
uyalım.” (İbrahim, 14/44) demeleri alçak bir ses<br />
tonu ile okunmalıdır.<br />
c) İnananların ya da Meleklerin Bazı Sorularının ve<br />
İsteklerinin İfade Edildiği Âyetler<br />
Bu tür âyetlerin de ses tonunun düşürülerek okunması<br />
gerekir. Aksi ses tonunun kullanılması, ilâhî<br />
hükümlerle ilgili olarak şüphe, tereddüt veya eleştiri<br />
vurgusu sayılabilir. Bu konuyla ilgili olarak birkaç<br />
misâlin ele alınması konuyu daha anlaşılır kılacaktır:<br />
Hz. İbrahim (alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm) peygamberin,<br />
ölülerin tekrar diriltilmelerine dair bir arzusunun<br />
tasvir edildiği<br />
<br />
<br />
א <br />
כ א <br />
<br />
א א א <br />
“Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster.” (Bakara,<br />
2/ 260) âyeti hafif ses tonu ile okunmalıdır. Bu âyette<br />
söz konusu olan istek, iman için bir belge isteği ya<br />
da güçlendirici arayışı değildir. Bu arzunun, imanın<br />
22 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
varlığı, sarsılmazlığı, eksiksizliği ve kararlılığı ile de<br />
ilgisi yoktur. Bu arzu ilâhî sırrın mahiyetine, oluş ve<br />
gerçekleşme anında tanık olmaya dâir bir ruhî özlemdir.<br />
Allah’ın yaratma sanatının içyüzünü yakından<br />
görmeye yönelik bu arzu; içli, yumuşak huylu, hoşnut<br />
(Tevbe, 9/114), tevhid dinine tâbi (Nisâ, 4/125),<br />
şükreden (Nahl, 16/121), ibadete düşkün ve Allah’ın<br />
dostu Hz. İbrahim’den gelen (Nisâ, 4/125), dolayısıyla<br />
da tüm bu özellikleri aksettiren zarif ve hafif bir ses<br />
tonu kullanılmalıdır.<br />
Meleklerin yeryüzünde insan türünün yaratılması<br />
konusundaki yaklaşımlarının sergilendiği<br />
א <br />
א כ <br />
א א א <br />
“Â! oradaki nizamı bozacak ve yeryüzünü kan bulayacak<br />
bir mahlûk mu yaratacaksın?” (Bakara, 2/ 30) âyeti de<br />
hafif ses tonu ile okunmalıdır.<br />
Bu tür âyetleri alçak ve hafif ses tonu ile okuma;<br />
Yüce Yaratıcı’ya karşı kulluğun gereği, saygı ve hürmetin<br />
yansımasıdır. Aksi tarz, tavır ve kontrolsüz ses<br />
tonu, bu tür ifadeleri “sorgulama” boyutuna iter.<br />
d) Hz. Peygamber’e Uyarı gibi Gözüken Âyetler<br />
Kur’ân-ı Kerîm, bazen Peygamber Efendimiz’in<br />
(sallallahü aleyhi ve sellem) bazı davranışlarıyla ilgili<br />
olarak uyarı gibi anlaşılabilecek bir üslûb kullanır. Bu<br />
tür âyetlerin alçak ve hafif bir ses tonu ile okunmaları<br />
gerekir. Nitekim uyarı gibi gözüken bir âyete bakıldığında<br />
gerek seçilen kelimelerin gerek dizilimin ses<br />
tonuna dikkat edilmesini hissettiren bir üslûp ihtiva<br />
ettiği görülür.<br />
Meselâ Tebük Savaşı’na katılanları methetmek,<br />
katılmayanları yermek için nazil olduğu ifade edilen,<br />
א אכ <br />
א א כ <br />
<br />
<br />
א כ א א <br />
“Hay Allah seni affedesice! Niçin sence doğru söyleyenler iyice<br />
belli oluncaya ve yalancılar da meydana çıkıncaya kadar<br />
beklemeyip izin isteyen o münafıklara izin verdin?” (Tevbe,<br />
9/43) âyetinde bu durum açıkça görülmektedir. Bu<br />
anlatımda, lütufkârâne bir sitem ile önce, “Hay Allah<br />
seni affedesice!” denilerek “af” kelimesi zikredilmiş,<br />
sonra, “Niçin onlara izin verdin?” şeklinde yumuşak bir<br />
uyarı yapılmak suretiyle latif bir nazım gözetilmiştir.<br />
2. Ses Tonunu Yükseltmek (Ref-i’ Savt)<br />
Temsilî okuma prensiplerinin bir diğeri “ses tonunu<br />
yükseltmek/ref-i’ savt”tır. Kur’ân kıraatinde<br />
mânânın gerektirdiği yerlerde ses tonunu ve perdesini<br />
yükseltmek ve canlı bir tavır ile okuyuşu seslendirmek<br />
gerekir. Nitekim yüksek ses, fikirleri vurgulamak<br />
için etkili bir tarzdır.<br />
Yüksek ses tonu ile okunması gereken yerler:<br />
a) İlâhî Emir ve Yasakların İfade edildiği Âyetler<br />
Yüce Allah’ın insanlığa yönelik emir ve yasaklarının<br />
konu edildiği âyetlerin yüksek ses tonu ile okunması<br />
gerekir.<br />
İlâhî emirlere bir örnek olması açısından Mutaffifîn<br />
Sûresi’nden bir âyeti ele almamız uygun olacaktır. Bu<br />
sûrede, Cennet’in nitelikleri anlatıldıktan, Cennet’in<br />
arzulanmaya değer yönlerine dikkat çekildikten sonra<br />
gelen א <br />
א א <br />
כ "O hâlde yarışanlar bunun<br />
için yarışsınlar." (Mutaffifîn, 83/26) âyeti yüksek ses<br />
tonuyla okunmalıdır. Bu emir, gerçekten özendirmede<br />
son derece etkili ve kesin anlamı olan bir vurgudur.<br />
“İsteyenler, arzu edenler bunu arzulasınlar.” Çünkü<br />
“Uğrunda yarışılmaya değecek olan kazanç budur.”<br />
denilmektedir. Âyeti yüksek ses tonuyla okuma; çalışıp<br />
didinme, mücadele etme ve yarışmaya değer olan<br />
ilâhî mükâfatın altını çizer bir nitelik taşır.<br />
Yüce Allah’ın yasaklarının ifade edildiği, dolayısıyla<br />
da yüksek ses tonuyla okunması gereken âyetlere<br />
dâir bir örnek ise şöyledir:<br />
כ <br />
<br />
א <br />
“Bilmediğin şeyin ardına düşme.” (İsrâ, 17/36). Bir<br />
haber, hâdise veya hareket hakkında kesin bir hüküm<br />
vermeden önce ciddi bir araştırma yapılması<br />
Kur’ân’ın temel öğretilerindendir. Kalbin ve aklın bu<br />
metotla hareket etmesi durumunda; inanç dünyasında<br />
kuruntu ve saçmalıklara, hüküm, yargı ve sosyal<br />
münasebetler dünyasında zan ve şüphelere, araştırma<br />
ve bilim dünyasında sathî hükümler ve kuruntulara<br />
dayalı teorilere meydan verilmez. İşte bu tür âyetler,<br />
belirgin bir perdeye sahip yüksek ses tonuyla, dikkat<br />
çekici bir tarzda okunmak suretiyle ilâhî yasaklama ve<br />
uyarı anlamını pekiştirir.<br />
b) Hak ve Hakikati Yansıtan Âyetler<br />
Dinî, ilmî ve sosyal gerçeklerin ifade edildiği<br />
âyetler yüksek bir ses tonu ile okunurlar.<br />
Meselâ Kur’ân’ın doğruluğundan şüphe edilmemesi<br />
gereken ilâhî bir kitap olduğunun vurgulandığı<br />
א <br />
אכ כ <br />
“Doğru olduğu şüphesiz olan bu Kitap” (Bakara, 2/2) âyeti<br />
yüksek ses tonu ile okunur. Bu ses tonu Kur’ân’ın<br />
doğruluğunun ve gerçekliğinin ilânı niteliği taşır.<br />
İhlâs Sûresi de bütünüyle yüksek ses tonuyla<br />
okunması gereken bir sûredir:<br />
<br />
<br />
<br />
א א א א <br />
<br />
א א <br />
כ כ <br />
<br />
“De ki: O Allah Birdir. Allah Samed'dir. O doğurmamış<br />
ve doğmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır.” (İhlâs,<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 23
112/1-4). Tevhid inancını ortaya koyan bu sûre gerek<br />
içerdiği mesaj itibariyle, gerek “söyle/deki” şeklindeki<br />
ilâna yönelik emir niteliği taşıyan başlangıcıyla, gerek<br />
âyet sonlarında yer alan ve yapısında belirgin okuma<br />
özelliği bulunan harf (dal harfi) yapısıyla yüksek ses<br />
tonuna okuyucuyu sevk etmektedir.<br />
c) Müjde, Mükâfat ve Rahmet İçeren Âyetler<br />
Sevindirici haberler ihtiva eden âyetler, yapılan<br />
iyiliklere karşı sunulacak ilâhî lütuf, armağan ve<br />
mükâfatları haber veren, bağışlama yarlıgama ve merhamet<br />
niteliği taşıyan âyetlerin yüksek ses tonuyla<br />
okunması uygundur.<br />
Yüksek ses tonuyla okumaya uygun yapısıyla dikkatleri<br />
çeken Kadir Sûresi, özellikle<br />
א א א <br />
כ א א <br />
א <br />
א א כ <br />
<br />
“Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. Melekler ve Ruh<br />
(Cebrail) o gecede Rablerinin izniyle her türlü iş için iner.<br />
O gece, tanyerinin ağarmasına kadar bir esenliktir.” (Kadir,<br />
97/3-5) âyetlerinde yüksek ses perdesi ile okunmalıdır.<br />
İnsanın içine işleyen, parlak, sevecen ve müjdeler<br />
dolu ışık seli yayan bu âyetler, bu gecenin kapsadığı<br />
büyük anlamları canlandırması açısından canlı ve<br />
yüksek ses tonu ile okunmalıdır.<br />
Yûnus Sûresi’ndeki, kendilerini Allah’a bağlayan<br />
imanları nedeniyle, iyi işlere yöneltilen ve doğru yolu<br />
görmeleri sağlanan mesut insanların eriştiği yüce<br />
mertebe de yüksek ses tonu ile ifade edilmesi gereken<br />
âyetlerdendir. Âhiret hayatının varlığını kabul eden,<br />
yüce huzura çıkarılmalarını bekleyen, insanlığın olgunluk<br />
yoluna giren takva sahiplerine söz verilen<br />
Cennet... Sürekli bir hoşnutluk içinde Allah’ı yücelten<br />
ve O’na şükreden, O’na iman edenlerin ve güzel<br />
davranışlarda bulunanların mükâfat yeri... :<br />
א <br />
א <br />
<br />
<br />
<br />
א א אא א א אא<br />
א א א א <br />
<br />
“İman edip iyi ameller işleyenlere gelince, Rabbleri onları<br />
imanları sayesinde doğru yola iletir, nimet cennetlerinde altlarından<br />
nehirler akar.” (Yûnus, 10/9)<br />
3. Kelimelerde Ses Vurgusu Yapmak<br />
Sese vurgu yaparak okumak, gerek kelimelerin<br />
müstakil hüviyetlerini ortaya koymak gerek kelime<br />
mânâlarına kuvvet kazandırmak açısından oldukça<br />
mühimdir. Dolayısıyla kelimelerin ilk harflerine biraz<br />
vurgu/baskı yaparak okumak da temsilin belli başlı<br />
şartlarındandır:<br />
a) Olumsuzluk bildiren “mâ: ”א (mâ-i nâfiye) da<br />
sese ton verilir:<br />
כ <br />
111/2) (Leheb, א א א א <br />
א א <br />
<br />
67/3) (Mülk, א <br />
א <br />
א א (Mü’min, 40/18)<br />
“Mâ-i mevsûle”de ise sese hiç ton vermemeğe ve<br />
normal okumaya dikkat etmelidir. Özellikle bu edatta<br />
sese vurgu yaparak okumak anlam değişmesine yol<br />
açar. Meselâ inananların dikkatlerini Allah katındaki<br />
mükâfata çeken ve bu mükâfatın oyun, eğlence, ticaret<br />
ve hayatın diğer uğraşılarından daha hayırlı olduğunu<br />
belirten א א א <br />
א <br />
א “Allah’ın<br />
yanında bulunan eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır.”<br />
(Cuma, 62/11) âyetindeki “mâ” edatı pes perdeden ve<br />
alçak bir sada ile okunmalıdır. Bu edatta ses tonunu<br />
yükseltmek âyetin anlamını olumsuz yönde etkiler.<br />
Nitekim Allah’ın katındaki mükâfatı önemsemeye<br />
yönelik bu âyet, sözü edilen edatın alçak bir ses tonuyla<br />
okunmaması hâlinde, oyun ve eğlencenin ilâhî<br />
mükâfattan daha değerli olması anlamına gelebilecek<br />
bir yanlışa götürür.<br />
Aşağıdaki âyetlerdeki “mâ” edatında da sesin yükseltilmesi<br />
anlam bozulmasına sebebiyet vereceğinden,<br />
söz konusu edatın hafif bir ses tonuyla okunması<br />
gerekir:<br />
3<br />
א <br />
2 א <br />
א א <br />
א<br />
4<br />
<br />
אכ א כ <br />
<br />
<br />
<br />
<br />
כ <br />
b) Bütün olumsuzluk bildirilen “lâ: ” edatlarında<br />
sese ton verilerek âyette ifade edilen olumsuz yapı<br />
vurgulanır:<br />
6 <br />
כ א 5 <br />
<br />
<br />
<br />
7<br />
<br />
א <br />
<br />
כ <br />
Tebrie “lâ”sındaki vurgu ve ton diğerlerinden<br />
daha çoktur:<br />
9<br />
א א א א <br />
א 8 <br />
א א א א <br />
c) Tahsis ifade eden “li: ”; tekit belirten “le: ”<br />
harfinde sese tonlu bir perde verilir.<br />
12<br />
11 <br />
10 כ <br />
d) İstisna harflerinde sese vurgu yapmak da temsil<br />
şartlarındandır. 13<br />
15<br />
א <br />
א א <br />
14 א <br />
א א א <br />
א <br />
16<br />
א א <br />
<br />
א א א א <br />
e) Aynı iki harekeli harf yan yana gelince, ikincisine<br />
vurgu yapılarak okunur.<br />
19<br />
כ 18 כ <br />
17 כא <br />
כ <br />
Temsilî okumada bütün bunları yapmaya çalışırken<br />
tabiî olmaya ve temsili yapmacıklığa taşımama-<br />
24 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
ya özen göstermek gerekir. 20 Zîrâ sese ton verme ve<br />
vurgu yapma esnasında mübalağa, okuyuştaki ahengi<br />
bozar. 21<br />
Sonuç<br />
Kur’ân, gerek yapı gerek anlam dokusundaki<br />
âhengiyle asırlar boyu gönüllere tesir etmiştir. Anlam<br />
dokusu, ona inananların hayat tarzlarını belirlerken,<br />
yapıya dâir âhengi; inanan inanmayan herkesi kendisine<br />
hayran bırakmıştır. Bu gönülleri fetheden okuma,<br />
harflerinin özgün yapısını ön plâna çıkaran, okunma<br />
kuralları (tecvid) gözetilen, anlamı da dikkate alındığından<br />
yerine göre duygulu ve mahzun, yerine göre<br />
coşkulu bir özellik (temsil) taşımaktadır.<br />
Mânâdan soyutlanmış dolayısıyla da ses hacmi ya<br />
da tonunda hiçbir değişiklik yapılmadan okuma biçimi,<br />
özgün değil, sıradan ve monotondur. Oysaki yerli<br />
yerince sesi alçaltmak ya da yükseltmek hem okuyuşa<br />
canlılık kazandırır hem de mânâyı güçlendirir. Yani<br />
ses perdesinin uygun kullanımı; anlamı berraklaştırır,<br />
bir sözcüğe genel anlamından daha güçlü bir mânâ<br />
katar. Ancak ne var ki, günümüzde anlam dikkate alınarak<br />
okuma neredeyse yok denecek kadar azalmıştır.<br />
Dolayısıyla İlâhî mesajın anlaşılarak okunup, haz duyulan<br />
özgün tilâveti ile sunumu için Kur’ân öğretiminde,<br />
temsil yeniden ve dikkatle ele alınmalıdır.<br />
* Sakarya Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />
adagdeviren@yeniumit.com.tr<br />
Dipnotlar<br />
1 Sağman, Ali Rıza, İlaveli <strong>Yeni</strong> Sağman Tecvidi, Bahar Yayınları, 5. Baskı,<br />
İstanbul-1958, s. 36.<br />
2 Âl-i İmrân, 3/18; Şûrâ, 42/14; Câsiye, 45/1.<br />
3 Felak, 113/2.<br />
4 Mâide, 5/48.<br />
5 Bakara, 2/38, 62, 112, 262, 274, 277; Âl-i İmran, 3/170; Mâide, 5/69;<br />
En’âm, 6/48; A’râf, 7/35; Yûnus, 10/62; Ahkâf, 46/13.<br />
6 Bakara, 2/233, 234, 235, 236, 240; Nisâ, 4/23, 24, 102; Mümtehine, 60/10.<br />
7 Yûsuf, 12/<strong>92</strong>.<br />
8 Muhammed, 47/19.<br />
9 Âl-i İmran, 3/18.<br />
10 Beyyine, 98/8.<br />
11 Ankebût, 29/51.<br />
12 Bakara, 2/97; Âl-i İmrân, 3/124; A’râf, 7/2; Tevbe, 9/61; Yûnus, 10/57;<br />
Hûd, 11/120; İbrahim, 14/41; Hicr, 15/77, 88; İsrâ, 17/82; Nûr, 24/30;<br />
Neml, 27/2, 77; Ankebût, 29/44; Câsiye, 45/3; Muhammed, 47/19; Fetih,<br />
48/20; Münâfikûn, 63/8; Nûh, 71/28<br />
13 Bkz. Sağman, Tecvid, s. 36-39.<br />
14 Yâsîn, 36/17.<br />
15 Muhammed, 47/18.<br />
16 Beyyine, 98/5.<br />
17 Âl-i İmrân, 3/41.<br />
18 Kevser, 108/2.<br />
19 Fecr, 89/6; Fil, 105/1.<br />
20 Bkz. Çetin, Abdurrahman, Kur’ân Okuma Esasları, Sahaflar Kitap Sarayı,<br />
İstanbul-ts, s. 128.<br />
21 Bkz. Dağdeviren, Alican, Kur’ân Okuma Sanatı, <strong>Yeni</strong> Akademi Yayınları,<br />
İstanbul, 2009, s. 161-180.<br />
O'nun âsârı karşısında dönerken başlar,<br />
Dökülüverir seccadeye gözlerden yaşlar;<br />
Bir nokta gibi kalır meâdlar ve meaşlar<br />
Ruh harıl harıl hâle gelir nefis yavaşlar…<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 25
YENi ÜMiT<br />
Mehmet DERE *<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />
(sallallahü aleyhi ve sellem)<br />
Yetimlere Şefkati<br />
Şefkat, Cenâb-ı Hakk’ın birer sanatı olmaları itibarıyla herkese ve her şeye<br />
karşı alâka duyma; başkalarının dertlerine ortak olma, kederlerini paylaşma,<br />
yardımlarına koşma; karşılıksız, sâfi ve ivazsız sevgi besleme; mazlumların,<br />
mağdurların maruz kaldıkları sıkıntıları göğüsleme ve bir anne içtenliğiyle<br />
onların üzerine titreme gibi mânâlara gelmektedir.<br />
“Yetim” kelimesi sözlüklerde ergenlik çağına gelmeden<br />
babası ölen kız veya erkek çocuğu olarak tarif<br />
edilmektedir. (Ayverdi 2006, 3: 3652; Eren 1988; 2:<br />
1627; Doğan 1996, 1144)<br />
Câhiliye döneminde bakımsızlık, boşama kolaylığı,<br />
savaşlar, kadına değer vermeme ve ölüm gibi sebeplerle<br />
dul ve yetimlerin sayısı çok fazla idi. Anne<br />
ve babanın ölmesi hâlinde yetimleri gözetmek seyyidlerin,<br />
yani kabile reislerinin görevlerinden biriydi.<br />
Kabileler arasında sık sık savaşlar meydana geldiği<br />
için, vesayet altına giren yetim kızların sayısı fazlaydı.<br />
Bir velînin velayeti altında on-on beş kadar yetim kız<br />
bulunduğu olurdu. Yetimler kendilerini müdafaadan<br />
aciz oldukları için, büyük vârisler onların haklarına<br />
riayet etmez, onlara bir şey vermezlerdi. (Sarıçam<br />
2005; 348; Fayda 1993, 7: 18)<br />
Yetimler vâris olamadıkları için genellikle önemli bir<br />
mal varlığına sahip olamazlardı. Teamüle göre bir<br />
kimse, velayeti altındaki yetim kızın üzerine maşlahını<br />
(Altı üstü bir olan ve kol yerine yarıkları bulunan<br />
bir çeşit elbise) atarsa, örfen bu hareket, “Bu<br />
kız benimdir.” anlamına gelirdi. Bu durumda kızın<br />
velîsinden başka bir kimse onu nikâhlamaya asla talip<br />
olamazdı. Velî, şayet yetim kız hoşuna giderse, kendisi<br />
nikâhlardı. Bu takdirde kızın emsali arasındaki<br />
teamüle göre takdir ve tayin edilen mehiri vermezdi.<br />
Bununla birlikte, kızcağızın veraset gereği sahip<br />
olduğu malını kendi malıyla birlikte idare eder ve o<br />
maldan kendisi istifade ederdi. Yetime ise bir şey vermezdi.<br />
Kız hoşuna gitmezse veya dulu nikâh etmek<br />
istemezse, başkasıyla evlenmesine de engel olurdu.<br />
Nikâhlamadığını başkasına vermediği gibi, malına bir<br />
an önce vâris olabilmek için türlü işkencelerle ağır işlerde<br />
kullanırdı. (Yazır 1993, 2: 466; Sarıçam 348)<br />
26 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
Yukarıda görüldüğü üzere yetimlere câhiliye toplumunda<br />
uygulanan kötü muameleler, bir sosyal<br />
problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sebeple,<br />
hem Kur’ân-ı Kerîm’de hem de Hz. Peygamber’in<br />
(sallallahü aleyhi ve sellem) hadîslerinde, o dönemdeki<br />
diğer problemlere olduğu gibi bu hususa da genişçe<br />
yer verildiği ve üzerinde önemle durulduğu görülmektedir.<br />
Nitekim Kur’ân’da ve hadîslerde, yetimlere<br />
uygulanan kötü muameleler yerilmiş ve yetimler<br />
ve onların hakları korunarak himaye altına alınmıştır.<br />
Kur’ân-ı Kerîm’de ve Hz. Peygamber’in (sallallahü<br />
aleyhi ve sellem) hadîslerinde, yetimlerle ilgili karşılaşılabilecek<br />
her durum için esaslar gösterilmiş; müminlerin<br />
bu konuda yapmaları ve kaçınmaları gereken<br />
davranışlar geniş bir çerçevede ortaya konmuştur.<br />
İslâm’da yetimlerle ilgili olarak; onlara iyilik yapmak<br />
(Bakara, 2/83, 177, 220; Nisâ, 4/36, 127), ikramda<br />
bulunmak (Fecr, 89/17), kollayıp gözetmek (Nisâ,<br />
427), âdil davranmak (Nisâ, 4/3, 127), yedirip içirmek<br />
(İnsan, 76/8; Beled, 90/15-16), infakta bulunmak<br />
(Bakara, 2/215), horlayıp incitmemek (Duhâ, 93/9;<br />
Mâ’ûn, 107/1-2) emredilmektedir.<br />
İslâm yetim mallarının korunmasına çok büyük<br />
önem vermiş; yetim malı yiyenleri çok ağır bir dille<br />
eleştirmiş, yetim malı yiyenlerin hem bu dünyada<br />
hem de ahirette çok büyük hüsrana uğrayacaklarını<br />
bildirmiştir: “Haksızlıkla yetim malı yiyenler, karınlarına<br />
ancak ateş doldurmuş olurlar. Onlar, çılgın bir<br />
ateşe gireceklerdir.” (Nisâ, 4/10). Bir hadîs-i şerîfte de<br />
“yetim malı yemek” yedi büyük günahtan biri sayılmıştır.(Buhârî,<br />
Vesâyâ, 23; Müslim, İman, 145; Nesâî,<br />
Vesâyâ, 12; Ebû Davud, Vesâyâ,10)<br />
“Rüşd çağına erişinceye kadar, yetimin malına,<br />
sadece en iyi tutumla yaklaşın.”(En’âm, 6/152) ve<br />
“Haksız yere yetim malı yiyenler, karınlarına ancak<br />
ateş doldurmuş olurlar. Onlar, çılgın bir ateşe gireceklerdir.”<br />
(Nisâ, 4/10) âyetlerinin nâzil olması üzerine<br />
Müslümanlar yetimlerin mallarından el çektiler.<br />
Onların mallarını yemek bir tarafa, yetimlerin mallarının<br />
kendi mallarına karışmamasına dikkat etmeye<br />
başladılar. Öyle ki, yetimin önünden artan yemeği yemekten<br />
bile çekiniyorlardı. Evlerinde yetim bulunanlar<br />
onun yiyeceğini ve içeceğini ayırdılar. Onlara ayrı<br />
bir ev tahsis ettiler. Bu durum, mallarını korumaktan/çalıştırmaktan<br />
aciz olan yetimlerin de aleyhine<br />
olduğu gibi yetim hâmilerine de güç geliyordu. Bazı<br />
sahabiler, Allah Resûlü’ne gelerek şunları söyledi: “Ya<br />
Resûlallah, hepimiz yetimleri oturtacak ayrı bir eve,<br />
onlara ayrı yiyecek ve içecek verecek güce sahip değiliz.”<br />
İşte bu yanlış anlamayı bertaraf edip konuya açıklık<br />
getirmek maksadıyla şu âyet-i kerîme nazil oldu:<br />
“Sana yetimler hakkında soruyorlar. De ki: ‘Onları<br />
iyi yetiştirmek daha hayırlıdır.’ Eğer onlarla birlikte<br />
yaşarsanız, bilin ki onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah,<br />
işleri bozanla düzelteni bilir.” (Bakara, 2/220; Yazır, 2:<br />
68) Bu âyet, “yetim malına yaklaşmamak, el sürmemek”<br />
talimatını getiren nassların “kötü niyetlileri; işleri<br />
düzeltmek değil bozmak olanları” hedef aldığını,<br />
iyi niyetli olanların bundan çekinmeleri için herhangi<br />
bir sebep bulunmadığını bildirmiş, kendilerine emanet<br />
edilen yetimlerin, onların hem kendilerini iyileştirmek<br />
(onları koruyup kollamak, maddî-manevî her<br />
türlü ihtiyaçlarını karşılamak, eğitim-öğretimleriyle<br />
yakından ilgilenmek, hayırlı bir insan olarak büyüyüp<br />
yetişmelerini sağlamak vs.), hem de mallarını<br />
iyileştirmek (mallarını korumak, çalıştırarak, kiraya<br />
vererek vs. gelirinin/kazancının artmasını sağlamak,<br />
zamanı gelince şahitler huzurunda yetimin malını en<br />
güzel şekilde kendisine teslim etmek vs) için gayret<br />
sarf etmeleri gerektiği hatırlatılarak, “çekinmede aşırılığı”<br />
tasvip etmemiştir. (Komisyon 2006, 1: 348-349)<br />
İslâm’ın yetimlere ne kadar büyük önem verdiğini,<br />
şu örnek çok iyi ortaya koymaktadır: Ensârdan Evs<br />
b. Sâbit ölünce, geride bir dul hanım ve üç yetim kız<br />
bırakır. Ölen kişinin hiç oğlu yoktur. Amcası oğulları,<br />
onun malının tamamını alırlar. Dul kadına ve yetim<br />
üç kıza bir şey vermezler. Kadın, durumu Allah<br />
Resûlüne şikâyet eder ve Allah Resûlü onlara adam<br />
gönderir. Vârisler, malın kendilerine ait olduğunu<br />
söylerler. Çünkü câhiliye Arap âdetine göre, mirasa<br />
yalnız ölen kimsenin erkek akrabası vâris olurdu.<br />
Bu olay üzerine şu âyet-i kerîme nazil olur: “Anne<br />
babanın ve yakınların bıraktıklarından erkeklere bir<br />
pay vardır. Anne babanın ve yakınların bıraktıklarından<br />
kadınlara da bir pay vardır.” (Nisâ, 4/7) Bu âyet<br />
üzerine Allah Resûlü, hemen onlara haber gönderip,<br />
Allah’ın kadınlara da mirastan pay ayırdığını bildirir.<br />
(Yazır 2: 474)<br />
Yetim malını yememek kadar onu korumak ve<br />
başkalarının yemesine engel olmak da önemlidir.<br />
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de bazı âyet-i kerîmeler<br />
özellikle yetim malının korunmasına yönelik vurgular<br />
taşımaktadır: “Rüşdüne erişinceye kadar yetimin<br />
malına ancak en güzel şekilde yaklaşın.” (En’âm,<br />
6/152; Ayrıca bkn: Nisâ, 4/2, 6; İsrâ, 17/34) Şüphesiz<br />
meşruiyet içinde bütün insanların malları dokunulmaz<br />
olmakla birlikte, zayıf ve korumasız olmalarından<br />
dolayı yetimlerin malları daha çok saldırı veya<br />
istismara açık olduğu için, ayette bu hususta özellikle<br />
titiz olunması gerektiğine dikkat çekilmiştir. Ayrıca<br />
yetimin malına bütünüyle ilgisiz kalmak, bu malın<br />
zaman içinde ticarî değerinin kaybolmasına veya en<br />
azından bir artış sağlamamasına yol açacağından, bu<br />
malla ilgilenmeye izin verilmiş, hattâ “en iyi ve en gü-<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 27
zel” kaydından anlaşıldığı kadarıyla ilgilenmek; ticaret<br />
yapıp, kiraya verip vs. gelirinin/kazancının artmasını<br />
sağlamak zımnen teşvik edilmiştir. Zîrâ en iyi ve en<br />
güzeli yapmak faziletin gereğidir. (Komisyon 2: 488)<br />
Velîler (veya vasîler) kusurları sebebiyle velayetleri/vesayetleri<br />
devam ettiği sürece, malı teslim zamanına<br />
kadar yetim çocuğun mallarını kullanabilirler:<br />
Velî, fakir olduğu takdirde, işini yürütmesinin bedeli<br />
olarak, yetimin malından yiyebilir/harcayabilir. Bu da<br />
maruf (makûl) ölçüde ve israfa varmaksızın olmalıdır.<br />
Velî zengin olduğu takdirde, böyle bir hakkı yoktur.<br />
Ancak zengin velî, ihtiyaç durumunda, sadece yetecek<br />
kadar alabilir. Durumu düzeldiğinde geri ödemesi gerekir.<br />
(Yazır 2: 462) Nitekim bir kişi, Allah Resûlü’ne<br />
(sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek: “Ya Resûlullah!<br />
Ben fakirim, hiçbir şeyim yok, üstelik bir de yetimim<br />
var.” deyince, Allah Resûlü, o kimseye şöyle buyurdu:<br />
“Yetimin malından ye! Ancak bunu yaparken ne<br />
israfa kaç, ne aceleci ol, ne de yetimin malını kendine<br />
mal et.” (Ebû Dâvud, Vesâyâ, 8; Nesâî, Vesâyâ, 11)<br />
Yetim malını yemeye, gasp etmeye, yetimin iyi/<br />
değerli malını kendi kötü/değersiz malı ile değiştirmeye<br />
kalkışan; kendi malına iyi bakan, kazancını artıran<br />
buna mukabil yetimin malına hor ve kötü bakan,<br />
âtıl bırakan velî, görev ve yetkisini kötüye kullanmış,<br />
emanete hıyanet etmiş olmaktadır. Nitekim ilgili bir<br />
âyette de: “Yetimlere mallarını verin, temizi pis olanla<br />
(helali haramla) değişmeyin. Onların mallarını kendi<br />
mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu, büyük bir<br />
günahtır.” (Nisâ, 4/2) buyrularak yetim malını haksız<br />
yere yemenin, gasp etmenin haram olduğu; velînin<br />
kendi malının helâl olduğu, dolayısıyla temizi (iyiyi),<br />
pis (kötü) olanla değiştirmenin helâli bırakıp haramı,<br />
hakkı olmayan şeyi almak ve yemek olduğu bildirilmiştir.<br />
(Komisyon 2: 14)<br />
Kur’ân-ı Kerîm’de “Rabbin, Seni yetim bilip barındırmadı<br />
mı?” (Duhâ, 93/6) buyrularak bizzat Hz.<br />
Peygamber’in yetim olarak büyüdüğü vurgulanmakta,<br />
Allah’ın O’nu yetim iken himaye edip koruyup<br />
kolladığı belirtilmekte; Hz Peygamber’e yetimlere iyi<br />
davranması, şefkat ve merhamet göstermesi, onların<br />
hak ve hukukuna saygı ve özen göstermesi emredilmektedir.<br />
(Komisyon 5: 639; Yazır 8: 510)<br />
Şefkat Peygamberi, peygamberlikle serfiraz olmadan<br />
önce de yetimlerle ilgilenirdi ancak onların<br />
haklarıyla ilgili ilâhî düzenlemeler peygamberliğinin<br />
ilk yıllarıyla başlar. Habeşistan’a giden muhâcirlerin<br />
başkanı Câfer b. Ebû Tâlib, Necâşî’nin huzurunda<br />
İslâm’ı ve Müslümanları savunmak maksadıyla<br />
yaptığı konuşmada “cahiliye döneminde kuvvetlilerin<br />
zayıfları ezdiğini” söylemiş, Allah Resûlü’nün<br />
ise zayıfların yanında yer alarak onları himaye edip<br />
haklarına sahip çıktığını; Resûlullah’ın “yetim malını<br />
yemeyi yasakladığını”, O’nun yetimleri koruyup<br />
gözettiğini, onların hak ve hukukunu koruduğunu;<br />
Resûlullah’ın, kendilerine de zayıfların ve yetimlerin<br />
hak ve hukukunu koruyup gözetmeleri hususunda<br />
tavsiyelerde bulunduğunu bildirmiştir. (Hamidullah<br />
1990, 1: 299)<br />
Yetimlerin Hâmisi Allah Resûlü’nün yetimlere<br />
karşı tutumunun en güzel örneğini ünlü sahâbi Enes<br />
b. Mâlik’e (r.a.) olan davranışlarında görmekteyiz.<br />
Hz. Peygamber, yetim olan Enes b. Mâlik’i himayesine<br />
almış, Hz. Enes’in tâlim ve terbiyesiyle çok yakından<br />
ilgilenmiştir. (Canan 1995, 11: 213)<br />
Hz. Enes, Resûlullah’a on yıl hizmet ettiğini,<br />
O’nun kendisine daima şefkatle ve merhametle davrandığını,<br />
Resûlullah’tan bir defa bile azar işitmediğini<br />
(Buhârî, Edeb, 39, Savm, 53, Menâkıb, 23; Müslim,<br />
Fezâil, 52, 82; Tirmizî, Birr, 69); bir hatası yüzünden<br />
kendisini ikaz edecek olan hanımlarına, Resûlullah’ın<br />
“Bırakın çocuğu!” dediğini söylemiştir.(Buhârî, Vesâyâ,<br />
25; Ebû Davud, Edeb, 1; Müslim, Fedail, 54)<br />
Şefkat Peygamberi, içinde yetim barındıran ve yetime<br />
iyi davranılan, onların her türlü ihtiyacının karşılandığı<br />
eve/kişilere büyük önem vermiş ve şeref atfetmiş;<br />
bu konuda şunları söylemiştir: “Müslümanlar<br />
içinde en hayırlı ev, kendisine iyi davranılan yetimin<br />
bulunduğu evdir. En kötü ev de kendisine kötülük<br />
yapılan yetimin bulunduğu evdir.” (İbni Mâce, Edeb,<br />
6) Yine bir hadîste: “Ben ve yetime iyi davranan kimse<br />
(şehadet ve orta parmağını birleştirerek) Cennet’te<br />
şöyle yan yanayız.” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 24;<br />
Talâk,14, 25; Müslim, Zühd, 42.)<br />
Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem), yetimle<br />
ilgilenmenin dinî, sosyal ve ahlakî bir görev olduğunu,<br />
onları korumasına alıp iyi davranan, bakımı ve<br />
eğitimiyle yakından ilgilenen, ihtiyaçlarını gideren<br />
kimselerin ahirette büyük mükâfata erişeceğini bildirmiştir.<br />
Nitekim konuyla ilgili hadîslerde de şöyle<br />
buyrulmaktadır: “Kim Allah rızası için bir yetimin<br />
başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç sayısınca<br />
iyilik yazılır. Kim, yanında bulunan yetim erkek veya<br />
kız çocuğuna iyi davranırsa, Ben ve o kimse (şehadet<br />
ve orta parmağını birleştirerek) Cennet’te şu ikisi gibi<br />
kardeşiz.” (Ahmet b. Hanbel, 5: 250)<br />
“Beni hakla gönderen Allah’a yemin olsun ki, yetime<br />
merhamet edene, ona yumuşak konuşana, onun<br />
yetimliğine ve zayıflığına acıyana ve Allah’ın kendisine<br />
lütfettiği imkânlarla şımarıp komşusuna tepeden<br />
bakmayana, Allah kıyamet gününde azap etmez.”<br />
(İbni Hanbel 2: 263, 387)<br />
28 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
“Kim, Müslümanların arasında bulunan bir yetimi<br />
alarak yedirmek, içirmek üzere evine götürürse,<br />
affedilmeyecek bir günah (şirk) işlemediği takdirde,<br />
Yüce Allah o kimseyi mutlaka Cennet’ine koyacaktır.”<br />
(Tirmizî, Birr, 14)<br />
“Kim üç yetimi himaye ederse, gecesini namazla,<br />
gündüzünü oruçla geçirmiş, Allah yolunda cihad etmiş<br />
gibi olur. Ben ve o kimse (baş parmağını ve orta<br />
parmağını birleştirerek) Cennet’te şu ikisi gibi kardeşiz.”<br />
(İbni Mâce, Edeb, 6)<br />
Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), huzuruna<br />
gelerek kalbinin katılığından yakınan bir adama,<br />
şunu tavsiye etmiştir: “Kalbinin yumuşamasını istiyorsan,<br />
yoksulu doyur ve yetimin başını okşa.” (İbni<br />
Hanbel 2: 263, 383, 387)<br />
Şefkat Peygamberi, yetim haklarının korunmasına<br />
da çok büyük önem vermiş, bu hususta “Sizi şu<br />
iki zayıf kimsenin, yetimin ve kadının haklarını çiğnemekten<br />
şiddetle sakındırırım.” (İbni Mâce, Edeb,<br />
6) buyurarak bu konudaki titizliğini ortaya koymuş;<br />
yetim malını koruyacak durumda olmayanların bu işi<br />
üstlenmemelerini, yetim malının velâyetini üzerine<br />
almamalarını tavsiye etmiştir. Resûlullah, bu hususla<br />
ilgili olarak Ebû Zer el-Gıfârî’ye kendisini (fıtraten<br />
idareciliğe müsait olmadığına dikkat çekerek ona yetim<br />
malının velâyetini üzerine almamasını tembihlemiştir.<br />
(Ebû Davud, Vesâyâ, 4; Nesâî, Vesâyâ, 10)<br />
Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde<br />
devletin de yetimleri korumaya büyük önem verdiğini<br />
görmekteyiz. Avn b. Ebû Cühayfe, babasından şu<br />
sözü nakleder: “Bize Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve<br />
sellem) bir zekât memuru geldi. Zekâtı zenginlerimizden<br />
alıp fakirlerimize verdi. Ben yetim bir çocuktum,<br />
bana da bir deve verdi.” (Tirmizî, Zekât, 21)<br />
Yetimlerin hâmisi Hz. Muhammed (sallallahü<br />
aleyhi ve sellem), şehitlerin geride bıraktıkları yetim çocuklarıyla<br />
da çok yakından ilgilenmiş, onlara çok büyük<br />
şefkat ve merhamet göstermiş; onların her türlü<br />
ihtiyacını karşılamıştır.<br />
Beşîr b. Akrebe adlı sahâbi anlatıyor: “Babam<br />
Akabe, Uhud Savaşı’nda şehit düşünce ağlayarak<br />
Resûlullah’ın yanına gittim. Resûlullah, bana “Ey<br />
sevgili yavrucak! Ağlama, ben baban olsam, Aişe<br />
de annen olsa istemez misin?” diye sorunca ben de<br />
“Elbette ki isterim ya Resûlullah!” dedim. Bunun<br />
üzerine Resûlullah, benim başımı okşadı. (Şu anda)<br />
saçlarım ağardığı halde Resûlullah’ın başımı okşadığı<br />
yerler hâlâ siyah kalmıştır. (Buhârî, et-Tarih’ul-Kebir,<br />
2: 78; Çakan 19<strong>92</strong>, 6: 4 vd.)<br />
Peygamberimiz, Mûte Savaşı’nda şehit düşen<br />
Câfer b. Ebû Tâlib’in (r.a.) şehit olduğunu duyunca<br />
hemen onun evine koşmuş, mübarek gözyaşları içinde<br />
Câfer’in yetim çocuklarını bağrına basıp koklamış;<br />
yas tutmaları nedeniyle Câfer’in ailesine yemek yapılmasını<br />
emretmiştir. (Tirmizî, Cenâiz, 21; Ebû Davud,<br />
Cenâiz, 30)<br />
Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem), daha<br />
sonraları da bu aileyle çok yakından ilgilendiğini<br />
görmekteyiz. Abdullah b. Câfer (r.a.), Resûlullah’ın<br />
kendileriyle çok yakından ilgilendiğini şu tatlı hatırasıyla<br />
anlatmaktadır: Bir gün sokakta oynuyordum.<br />
Resûlullah, beni görünce oradakilere “Abdullah’ı<br />
deveme bindiriniz.” dedi, oradakiler de beni deveye<br />
bindirdiler. Daha sonra Resûlullah, benim başımı<br />
okşamaya başladı ve her okşamasında: “Ey Allahım!<br />
Câfer’in evlatlarına Sen sahip çık.” diye dua etti. (İbni<br />
Hanbel, 1: 205)<br />
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz ki, câhiliye döneminde<br />
yetimlerin hem kendilerinin hem de mallarının<br />
korunmasına önem verilmemiş, her türlü haksızlığa<br />
uğramışlardır. İslâm ise toplumda sosyal bir<br />
yara olan yetimler konusuna çok büyük önem vermiş,<br />
yetimlerin hak ve hukukunu gözeterek problemlerini<br />
çözüme kavuşturmuştur. Bizzat Resûlullah’ın kendisi,<br />
yetimlerle çok yakından ilgilenmiş, onlara son<br />
derece müşfik ve merhametli davranmış; onların her<br />
türlü ihtiyacını karşılamış, toplum içindeki durumlarının<br />
daha iyi bir seviyeye gelmesi için birtakım düzenlemeler<br />
yapmış; ashabına da yetimler hususunda<br />
çok önemli tavsiyelerde bulunmuştur.<br />
Müslüman olarak bizlere düşen görev, himayemizdeki<br />
veya çevremizdeki yetimlerle çok yakından<br />
ilgilenip onlara iyi davranmalı, her türlü ihtiyaçlarını<br />
karşılamalı; hak ve hukukunu her zaman koruyup<br />
gözetmeliyiz.<br />
* Araştırmacı-Yazar<br />
mdere@yeniumit.com.tr<br />
Bibliyografya<br />
Ayverdi, İlhan, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, C. 1-3, Kubbealtı Neşriyat,<br />
İstanbul 2006.<br />
Canan, İbrahim, “Enes b. Mâlik”, DİA., C. 11, TDV. Yay., İstanbul 1995.<br />
Çakan, İ. Lütfü, “Beşîr b. Akrebe”, DİA., C. 6. TDV. Yay., İst. 19<strong>92</strong>.<br />
Doğan, Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, 11. basım, İz Yay., İstanbul 1996.<br />
Eren, Hamza vdğr, Türkçe Sözlük, C. 1-2, TDK. Yay., Ankara 1988.<br />
Fayda, Mustafa, “Câhiliye”, DİA., C. 7, TDV. Yay., İstanbul 1993.<br />
Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, çev. Salih Tuğ, C. 1-2, İrfan<br />
Yay., İst., 1990.<br />
İbni Hanbel, Ahmet (241/855), Müsned, Çağrı Yay., İstanbul 1982.<br />
Komisyon, Kur’ân Yolu-Tefsir-Meâl, C. 1-5, 2. basım, DİB. Yay., Ankara<br />
2006.<br />
Sarıçam, İbrahim, Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Evrensel Mesajı, DİB. Yay., 4.<br />
basım, Ankara 2005.<br />
Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, C. 1-9, Çelik-Şûra Yay.,<br />
İstanbul 1993.<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 29
YENi ÜMiT<br />
Prof. Dr. Cafer Sadık YARAN*<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />
Aç herkese, açabildiğin kadar sineni; ummanlar gibi olsun!<br />
İnançla geril ve insana sevgi duy; kalmasın alâka duymadığın<br />
ve el uzatmadığın mahzun bir gönül!..<br />
Mevlâna ve Evrensel Çağrısı<br />
Mevlâna, İslâm medeniyeti içinde yetişip, hem<br />
bu medeniyet içinde hem de bu medeniyetin<br />
dışındaki neredeyse bütün uygarlıklar ve<br />
kültürlerde tanınan, sevilen, sayılan, hayran olunan, çok<br />
okunan ve rehber edinilen mümtaz İslâm büyüklerinin<br />
başında gelmektedir. Zira bazı İslâm bilginleri ve düşünürleri<br />
vardır ki Müslümanlar arasında çok tanınıp<br />
sevilmelerine, sayılmalarına rağmen, İslâm âleminin<br />
dışında tanınmazlar. Bunların, özel bir isim vermeyi gerektirmeyecek<br />
kadar çok örneği vardır. Başka bazı İslâm<br />
bilgin ve düşünürleri de vardır ki onlar İslâm âleminde<br />
tanındıkları ve takip edildiklerinden çok daha fazla<br />
30 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
İslâm dışı âlemde takip edilmiş ve taraftar bulmuşlardır.<br />
Meselâ büyük İslâm filozoflarından İbn Rüşd<br />
ve eserlerinin İslâm dünyasında pek tanınmadığı ve<br />
teşvik edilmediği dönemlerde, Batı dünyasında İbn<br />
Rüşdçülük (Averroizm) denilen ve birçok takipçisi<br />
olan bir felsefe akımı ortaya çıkmıştır. Mevlâna ise bu<br />
iki grubun başarısını da aşan ve hem İslâm dünyasında<br />
hem de öteki dinler ve kültürlerin egemen olduğu<br />
dünyada tanınmış ve sevilmiş; böylece evrensel bir<br />
başarıya imza atmış ender değerlerimizden ve gurur<br />
kaynaklarımızdan biridir.<br />
Mevlâna bu başarıyı – bugün ile kıyaslanabilecek<br />
ölçekte olmasa da - daha ölmeden önce görmüş, insanlığa<br />
karşı bir büyük sorumluluğu yerine getirmiş<br />
olmanın huzurunu tatmış ve buna şükretmiştir:<br />
Girdik susanlar arasına yattık uyuduk!<br />
Çığlığımız sınırları aşmıştı nasıl olsa!<br />
Mevlâna’nın, çığlığının aştığını söylediği sınırlar<br />
o günlerde belki Anadolu Selçuklu Devleti’nin<br />
sınırlarıydı, belki Orta Doğu’nun ve Balkanların,<br />
belki de en fazla Hind’in ve Çin’in sınırlarıydı. Bugünse<br />
Mevlâna’nın çığlığı kıtalar ötesine ulaşmış,<br />
Endonezya’dan Amerika’ya, Güney Afrika’dan Rusya’ya<br />
kadar pek çok ülkede tanınmakta ve hattâ bu<br />
ülkelerin diline yeni çevrilen kitapları en çok satan<br />
kitaplar arasında aylarca liste başı olarak kalmaktadır.<br />
Kısacası Mevlâna kelimenin tam anlamıyla evrenseldir.<br />
Bunun başlıca sebeplerinden biri de ana çağrısının<br />
ve ikincil düzeyde çağrılarının da evrensel olmasıdır.<br />
Mevlâna’nın Ana Evrensel Çağrısı: “Gel!”<br />
Mevlâna’nın ana evrensel çağrısı herhalde şu meşhur<br />
dizelerde yer alan çağrıdır:<br />
“Gel, ne olursan ol, gel!<br />
İster tanrıtanımaz, ister ateşe tapar,<br />
İster bin kere tövbeni bozmuş ol.<br />
Bizim dergahımız umutsuzluk dergahı değil,<br />
Gel, ne olursan ol, gel!”<br />
Burada Mevlâna’nın, çağrı ihtiyacı içinde olduğunu<br />
hissettiği üç grup insana hitap ettiği anlaşılmaktadır.<br />
Bunlar, bütün insanlar dört grup olarak düşünüldüğünde,<br />
birinin dışında kalan üç grubun tamamı<br />
gibi gözükmektedir. Birinci grup, tanrıtanımazlar,<br />
ateistler ya da herhangi bir dine veya kutsala inanmayanlardır.<br />
İkinci grup, biraz genelleştirilmiş bir ifadeyle<br />
belirtmek mümkünse, İslâm dışındaki dinlere<br />
inananlardır. Üçüncü grup da Müslüman olmakla<br />
birlikte, Müslümanlığının gereklerini yerine getirmeyen<br />
ya da getiremeyen, günahkârlık ve tövbekârlık<br />
sarmalından bir türlü tam olarak kurtulamayan Müslümanlardır.<br />
Dördüncü grup ise çağrıya muhatap olmak<br />
yerine çağrıya icabet edenleri kucaklamakla, kabullenmekle<br />
ve onları ümide yönlendirmekle görevli<br />
ve bu görevi yerine getirmekte liyakatli olanlardır.<br />
Burada zikredilen insan grupları bir anlamda Asr<br />
Sûresi’nde zikredilmeyenler ve hüsrana uğramakla<br />
yahut ziyan içinde olmakla uyarılanlardır.<br />
Asra yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir.<br />
Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine<br />
hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.<br />
[103.001-3]<br />
Bu âyetlerde belirtildiği gibi, zararda, ziyanda,<br />
hüsranda olmak hiçbir insan için cebrî kader değildir;<br />
her insan için, son nefesine kadar umudun, kurtuluşun<br />
ve kâra geçişin kapısı açıktır. İşte Mevlâna<br />
onlara, ömürleri olduğu sürece hüsranın kaçınılmaz<br />
olmadığını, umudun, kurtuluşun, erdemli ve ebedi<br />
mutluluğun mümkün olduğunu söylemekte ve bu<br />
yönde çağrısını büyük bir içtenlikle ve hoşgörü ile<br />
yapmaktadır. “Bu zaten çok doğal bir çağrı, bunda ne<br />
var ki?” diye düşünülmemelidir. Umuda çağrı, her<br />
düşünürün de her din adamının da bu kadar açık yüreklilikle,<br />
bu kadar içtenlikle ve bu kadar evrensel bir<br />
dille yapabildiği bir şey değildir. Nitekim 20. yüzyılın<br />
en önemli felsefe akımlarından biri olan Varoluşçuluğun<br />
(Egzistansiyalizm) önde gelen filozoflarından<br />
birçoğu, çok yerinde bir kararla insan sorunlarıyla ilgilenmeyi<br />
felsefenin ana problemi olarak görmüş, insanın<br />
yalnızlık, yabancılaşma, umutsuzluk, özgürlük<br />
çabası, ölüm kaygısı ve benzeri sorunlarıyla uğraşmış;<br />
ama sonuçta hiçbiri insana büyük bir umut vaat etmemiş<br />
ve en sonunda söyleyebildikleri, aslında en<br />
doğru gözüken intiharı seçmektense her şeye isyan<br />
ve başkaldırı ile yetinilmesi gibi tavsiyeler olmuştur.<br />
Özellikle günahkâr Müslümanlar ve hele hele öteki<br />
dinlere mensup insanlar konusunda hiç de ümitvar<br />
konuşmayan, ve “korku ve ümit” dengesini korkudan<br />
yana bozan pek çok din adamının olduğu da herhalde<br />
inkâr edilemez. Dolayısıyla, Mevlâna’nın umuda yönelik<br />
“gel” çağrısı, kültürel kapsamı itibarıyla da günümüz<br />
dünyası başta olmak üzere her zaman ihtiyaç<br />
duyulması itibarıyla da evrensel bir çağrıdır.<br />
Mevlâna’nın evrensel çağrısı bir tek “Gel” çağrısından<br />
ibaret olmadığı gibi, birkaç sayfada özetlene-<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 31
ilecek üç-beş çağrıdan ibaret de değildir. Bununla<br />
birlikte, burada örnek kabilinden Mevlâna’nın birkaç<br />
evrensel çağrısını daha hatırlayabiliriz.<br />
Mevlâna’nın Kişisel Gelişime Yönelik Evrensel<br />
Çağrısı: “Bağı çöz, Hür ol!”<br />
Bağı çöz, hür ol ey oğul, niceye bir gümüşe, altına bağlanacaksın?<br />
Denizi bir testiye döksen ne kadar alır? Bir günlük su<br />
ancak.<br />
Harislerin göz testileri dolmadı gitti; sedef, elde ettiğini<br />
yeter bulmadıkça inciyle dolmadı.<br />
Kimin elbisesi bir aşk yüzünden yırtıldıysa, hırstan,<br />
ayıptan tamamıyla arındı o. (Mesnevi, 19-21)<br />
Bütün büyük bilgeler gibi Mevlâna’nın tüm insanlara<br />
yaptığı çağrıların en önemlilerinden biri de<br />
bağımsız bir birey, hürriyetine kavuşmuş bir ben,<br />
kendini gerçekleştirmiş bir benlik ve ahlâki gelişimini<br />
tamamlamış bir yetkin insan (insan-ı kâmil) olabilmektir.<br />
İnsanın terakkisinin, istidat ve kabiliyetlerini<br />
geliştirmesinin önündeki en büyük engel, sürekli<br />
başka şeylere ve başka kimselere karşı bağımlı olarak<br />
kalmaktır. Bunu söylemek, başka şeyler ve başka insanlara<br />
karşı hiçbir bağımız olmasın demek değildir;<br />
zîrâ bu, ne mümkündür ne de arzu edilebilecek bir<br />
şeydir. Burada kastedilen bizim kişisel gelişimimizi<br />
ve özgürlüğümüzü engelleyecek derecede başkalarına<br />
bağlı ve hatta bağımlı, tutuklu olmak hâlidir. Bu<br />
bağımlılık, bazen mal-mülk ve para gibi maddî şeylere,<br />
bazen yeme-içme, zevk-sefa gibi bedeni şeylere,<br />
bazen de şan-şöhret ve itibar gibi toplumsal içerikli<br />
şeylere yönelik aşırı hırslar ve tutkular olabilmektedir.<br />
Burada kötü görülen şey, bunların varlığı değil, insanı<br />
esir alan ve hürriyetini engelleyen bir hırsa dönüşmüş<br />
hâlleridir. Bu hale dönüşen hırs, ruhsal gelişim ve<br />
ahlâkî erdemlilik açısından büyük bir tehlike, bir ayıp,<br />
bir hastalıktır. Mevlâna bu olumsuz hâlin ana tedavi<br />
yolunu da göstermektedir: Aşk yahut sevgi, “bütün<br />
illetlerimizin hekimi”dir (Mesnevi, 23). Bir cümleyle<br />
özetlemek gerekirse, Mevlâna’ya göre, yetkin insan ya<br />
da kendini gerçekleştirmiş, istidat ve kabiliyetleri rızayı<br />
ilahi yolunda inkişaf ettirmiş insan olmanın yolu,<br />
hürriyetten, hür olmaktan geçer; hür olabilmenin<br />
en büyük engeli, hırslarımız ve aşırı tutkularımızdır;<br />
hırslar ve bağımlılık gibi illetlerden kurtulabilmemizin<br />
en kestirme ve kesin yolu da aşktır yahut sevgidir.<br />
Mevlâna’nın Toplumsal Barışa Yönelik Evrensel<br />
Çağrısı: “Buluştur, Birleştir, Ayrılık Yoluna Ayak<br />
Basma!”<br />
Mevlâna, insanların toplum halinde yaşamak zorunda<br />
olduklarının farkında olduğu gibi, böyle yaşamanın<br />
ferdî bir inziva içinde yaşamaktan, hatta şehirde<br />
yaşamanın köyde yaşamaktan daha üstün olduğu<br />
kanaatindedir. Toplum hâlinde yaşamak farklılıkların<br />
bir arada yaşaması demek olduğuna ve barış içinde<br />
yaşamak da insan toplumları için ideal bir hedef olduğuna<br />
göre, farklılıklara karşı saygılı ve hoşgörülü<br />
olmak, ve farklı özellikleri olanları ötekileştirerek<br />
ayırmak değil, benzer yönlerini dikkate alarak birleştirmek<br />
ve buluşturmak, daha doğru ve daha bilgece<br />
bir tutum olsa gerektir. Günümüzün her geçen gün<br />
daha fazla çok kültürlü, çok dilli ve çok dinli hale gelen<br />
toplumlarında, tolere edilebilir farklılıklara saygı<br />
ve hoşgörü ile yaklaşabilme özelliğini kazanmak, bu<br />
zamana kadar olduğundan çok daha büyük bir önem<br />
arzetmektedir. Mevlâna, Mesnevî’sinde, çobanından<br />
peygamberine kadar tüm insanların bu özelliği kazanmasına<br />
yönelik evrensel bir çağrıyı olağanüstü bir<br />
edeple ve edebîlikle hepimize hatırlatmaktadır:<br />
Musa, yolda bir çoban gördü; A Tanrı, A Allah diyordu;<br />
Nerdesin ki kulun olayım senin; çarığını dikeyim, saçlarını<br />
tarayayım senin.<br />
Elbiseni yıkayayım, bitlerini kırayım senin; A ulular<br />
ulusu, süt getireyim sunayım sana. ....<br />
Musa dedi ki: Eyvahlar olsun; pek kötü bir hale düşmüşsün;<br />
Müslüman olmada kafir oldun gitti.<br />
Kime söylüyorsun bu sözleri? Amcana, dayına mı?....<br />
....<br />
Çoban, ey Musa dedi; ağzımı diktin, bağladın, pişmanlıktan<br />
canımı yaktın-yandırdın.<br />
Elbisesini yırttı, yana-yakıla bir âh etti; başını aldı, çöllerin<br />
yolunu tuttu.<br />
....<br />
Musa’ya Tanrı’dan vahiy geldi; Tanrı dedi ki: Kulumuzu<br />
bizden ayırdın.<br />
Sen, buluşturmak, birleştirmek için mi geldin, ayırmak<br />
için mi?<br />
Gücün yettikçe ayrılık yoluna ayak basma;.... (Mesnevi,<br />
1718-1750).<br />
* Ondokuz Mayıs Ünv . İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />
cyaran@yeniumit.com.tr<br />
32 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
YENi ÜMiT<br />
Dr. M. Selim ARIK*<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />
İffet; çirkin söz ve fiillerden uzak kalma, hayâ ve edep<br />
dairesinde bulunma, doğruluk, dürüstlük ve ahlâkî<br />
değerlere bağlılık üzere yaşama demektir.<br />
Hayâ ve İffet<br />
Duygusu<br />
Hayânın sözlük anlamı “utanma, çekinme”dir.<br />
Ahlâkî bir terim olarak ise hayâ “nefsin çirkin<br />
davranışlarından rahatsız olma, onları<br />
terk etme” mânâsına gelmektedir. Malikî<br />
âlimlerinden Kâdı İyâz (544/1149) hayâyı, “Kötü bir<br />
işin yapılmasından ve iyi bir işin terk edilmesinden<br />
dolayı insanın yüzünü kızartan bir sıkıntıdır.” şeklinde<br />
ifade eder. Ayrıca “kınama ve yermek” anlamındaki<br />
“âr” kelimesi de “hayâ” ile eş anlamlı olarak<br />
kullanılmaktadır. İffet ise sözlükte “temiz olmak,<br />
haramdan uzak durmak, helâl ve güzel olmayan söz<br />
ve davranışlardan sakınmak” anlamına gelmektedir.<br />
Ahlâkî bir terim olarak iffet, “yeme içme ve cinsî arzu<br />
konusunda ölçülü olmak, aşırı istekleri bastırıp nefsi,<br />
dinin ve aklın buyruğu altına sokmak suretiyle kazanılan<br />
güzel ahlâk” 1 mânâsında kullanılmaktadır.<br />
Görüldüğü gibi hayâ, insana has fıtrî bir duygudur.<br />
Bu duygu, insanı, her istediğini yapmaktan alıkoyan<br />
en önemli özelliklerden biridir. Şu hâlde insan<br />
yaratılışında var olan hayâ, İslâm dinin özü olan<br />
iman ile beslenip gelişince insanda iffet olarak, ar ve<br />
ayıplara karşı en büyük kalkan şekline dönüşmektedir.<br />
İnsandaki hayâ, iman ve iffetten ayrıldığı takdirde<br />
tek başına kötülüklere karşı direnemeyerek sarsılacak,<br />
yırtılacak, hattâ yıkılabilecektir. İslâm ahlâkçıları insanda<br />
üç temel duygunun bulunduğunu belirtirler.<br />
Bunlar; kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i<br />
şeheviye’dir. Kuvve-i akliye, hakikatleri görüp, fay-<br />
da veya zarar getirecek şeyleri birbirinden ayırt etme<br />
melekesidir. Kuvve-i gadabiye, kin, hiddet, kızgınlık<br />
ve atılganlık gibi hislerin kaynağıdır. Kuvve-i şeheviye,<br />
arzu, iştiha ve cismanî hazların menşeidir. Bu<br />
duyguların ifrat ve tefrit mertebeleri ile bir de vasat<br />
mertebesi bulunmaktadır. Nitekim kuvve-i şeheviyenin<br />
ifrat mertebesi, hayâ hissinden tamamen sıyrılarak<br />
her türlü cürümü işlemek ki buna “fücûr”<br />
denir. Tefrit derecesi ise helâl nimetlere karşı hissiz<br />
ve hareketsiz kalma durumu ki buna da “humûd”<br />
denir. Vasat derecesi de meşru dairedeki zevk ve<br />
lezzetlere karşı istekli davranmanın yanı sıra, gayr-i<br />
meşru arzu ve iştihalara iradî olarak kapalı kalmadır<br />
ki buna da “iffet” denilmektedir. Bu açıdan iffet, iradenin<br />
gücünü kullanarak cismanî ve behimî arzuları<br />
kontrol altına almaktır. Ragıb el-İsfehanî (502/1108),<br />
Kur’ân-ı Kerîm’deki iffetli olmayı isteme anlamındaki<br />
“isti’faf” kavramını, bir çeşit alışkanlık kesbederek,<br />
kendine disiplin uygulayarak ruhunda bu erdemi geliştirmeye<br />
çalışma şeklinde açıklar. 2 Dolayısıyla iffet,<br />
nefiste yerleşen ve şehvetin insanlara galebe çalmasını<br />
önleyen perdedir. O hâlde insanın aşırı zevklerden<br />
uzak durmasının iffet ve erdem sayılabilmesi için<br />
öncelikle bu tutumun bizzat kendi bilinçli tercihine<br />
dayanması ve güçlü bir iradî gayret ile gerçekleştirmesi<br />
gerekir. Psikolojik veya bedenî bir zaafiyetten,<br />
âcizlik, korkaklık ve bilgisizlikten yahut başka bir engelden<br />
dolayı zevklerini terk eden kişi hakiki anlamda<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 33
iffetli ve erdemli sayılamaz. 3 İnsandaki hayâ ve iffet<br />
birbirini tamamlayan iki güzel ahlâkî haslettir. Zîrâ<br />
tasavvuf literatüründe de “hayâ” ve “iffet” büyük bir<br />
ahlâkî fazilet olarak kabul edilmektedir. İlk sufîlerden<br />
Ebu Süleyman ed-Dârânî (215/830), insanların genellikle<br />
dört sebepten dolayı iyi işler yaptıklarını belirterek,<br />
bunların “havf (Allah’ın azabından korkma),<br />
reca (Allah’ın rahmetinden ümit etme), tâzim (yalnız<br />
Allah’a hürmet etme) ve hayâ (utanma)” olduğunu<br />
belirtir.<br />
Kısacası hayâ, kötülüğü terk etme veya hayrı tercih<br />
etme, iffet ise; seçilen bu güzel ahlâkı karakter olarak<br />
ortaya koymaktır. O halde fıtrî hayâ, tıpkı insan tabiatında<br />
saklı bulunan diğer iyilik nüveleri gibi, insanı<br />
insan yapan mârifet dinamikleriyle beslendiği ve takviye<br />
edildiği ölçüde gelişir, kalbî ve ruhî hayatın bir<br />
derinliği hâline gelir. Sınırsız isteklerine set çeker ve<br />
engeller. Fakat iman ve mârifetle geliştirilmez, ihsan<br />
şuuruyla takviye edilmezse, bu duygular körelerek,<br />
insanlığın maddî ve mânevî yıkılışına sebep olur. Nitekim<br />
Lut kavmi, hayâ ve iffet duygusundan mahrum<br />
olduğundan helâk olmuştur.<br />
Kur’ân’da Hayâ ve İffet<br />
Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen “hayâ” ve “iffet”<br />
kelimelerine bakıldığında anlam olarak birbirlerini<br />
tamamlar mahiyette kullanıldıkları görülmektedir.<br />
Mesela Kasas Sûresi’nde (25. âyet), Hz. Şuayb’ın<br />
kızlarından birinin hayâ ile yürüyerek Hz. Musa ile<br />
konuşması anlatılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de, A’râf<br />
Sûresi’nin 26. âyetindeki “libasü’t-takvâ” (takva elbisesi)<br />
insanın yaratılıştan sahip olduğu, onun ruhunu<br />
bezeyip ahlâkını koruyan “hayâ” anlamında tefsir<br />
edilmektedir.<br />
Yukarıda belirtildiği gibi hayâ, insanda fıtrî olarak<br />
bulunan bir duygudur. Dolayısıyla bu duyguya sahip<br />
olan insan, yaratılış gayesini ve yaratıcısını hiçbir<br />
zaman unutmamalıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de iffet ile<br />
alâkalı âyetler de şöyledir: Meselâ Bakara Sûresi’nde<br />
(273. âyet) mal yardımı yapılmasına en çok layık olan<br />
yoksulların özelliklerinden bahsedilirken “iffetli davranışları<br />
sebebiyle onların zengin zannedildiği” anlatılmaktadır.<br />
Demek ki onlar fakir olmalarına rağmen<br />
iffetli ve haysiyetli olmalarından, yani kimseden bir<br />
şey istemeye tenezzül etmeyip, yoksulluğa katlanmalarından,<br />
sıkıntılara seve seve göğüs germelerinden,<br />
izzet-i nefislerini korumalarından dolayı zengin sanılmaktadır.<br />
Böylece bu insanların muhtaç olmalarına<br />
rağmen yüzsuyu dökerek dilenmedikleri belirtilmektedir.<br />
4 Peygamberimiz de yardıma en layık olan<br />
kimselerin iffetini korumaya çalışan yoksullar olduğunu<br />
bildirmiştir. 5 Nur Sûresi’nde ise evlenme vakti<br />
gelmiş bekârları evlendirmeyi öğütleyen âyetin devamında<br />
(32-33. âyetler) bu durum “Evlenme imkânı<br />
bulamayanlar ise Allah’ın lütfu ile yeterli imkâna kavuşuncaya<br />
kadar iffetlerini korusunlar.” şeklinde haber<br />
verilmektedir.<br />
Kur’ân’daki iffetle ilgili âyetlerin ikisi (Bakara<br />
273; Nisâ 6) mal mülk, yeme içme konularında ölçülü<br />
ve kanaatkâr olmayı, diğer ikisi de (Nur 33 ve 60)<br />
beşerî arzu ve isteklerde ölçülü ve edepli davranmayı<br />
ifade etmektedir. Yine Hz. Musa’nın, Hz. Şuayb’ın<br />
(a.s) yanında ücretli olarak çalıştığı 8-10 yıl boyunca<br />
iffetini koruduğundan övgüyle bahsedilmektedir. 6<br />
Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak, kurtuluşa eren bahtiyar<br />
kişilerin, iman eden, iffetli, hayâlı olan ve edep<br />
yerlerini koruyanlar olduklarını haber vermektedir.<br />
(Bkz. Mü’minîn 23/5-7) Yine Kur’ân, iffetli yaşayan<br />
erkek ve kadınlara ayrı ayrı Allah’ın mağfiretini ve<br />
âhiretteki sürprizlerini hatırlatmaktadır. (Bkz. Ahzâb<br />
33/35) Ayrıca Kur’ân, Hz. Yusuf ve Hz. Meryem gibi<br />
iffet âbidesi şahsiyetlerin hayâ ve edeple ilgili davranışlarını<br />
örnek olarak anlatmaktadır. Nitekim Hz.<br />
Yusuf, vezirinin hanımından gelen bir günah çağrısı<br />
karşısında “Yâ Rabbi! Zindan, bu kadınların beni davet<br />
ettikleri o işten daha iyidir.” (Yusuf 12/33) demiş,<br />
iffetine toz kondurmaktansa senelerce hapiste yatmayı<br />
göze almıştır. Hattâ kralın rüyasını yorumlaması ve<br />
hapishaneden çıkması için kendisine gönderilen elçiye<br />
“Efendine önce sor: kadınlar ellerini niye kesmişti?”<br />
(Yusuf 12/50-51) diyerek öncelikle suçsuzluğunu<br />
ve iffetinin tescilini istemiştir. Nitekim kadınlar da<br />
suçlarını itiraf edince hapishaneden çıkmıştır.<br />
Yine Cenâb-ı Hakk’ın “İffet ve namusunu gerektiği<br />
gibi koruyan Meryem’i an. Biz ona ruhumuzdan<br />
üfledik, hem onu, hem oğlunu cümle âlem için bir<br />
ibret yaptık.” (Enbiya 21/91) diyerek anlattığı Hz.<br />
Meryem de bütün insanlık için tam bir iffet örneğidir.<br />
Hz. Meryem “Keşke bu iş başıma gelmeden öleydim,<br />
adı sanı unutulup gitmiş biri olaydım.” (Meryem<br />
19/23) diyerek, Hz. İsa’nın babasız doğumunu diline<br />
dolayanlara karşı üzüntülerini dile getiren iffetli bir<br />
Cennet kadını olmuştur.<br />
Sünnet’te Hayâ ve İffet Kavramları<br />
Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Hayâ<br />
sadece iyilik getirir.” 7 buyurmuştur. Sahabe-i kiram,<br />
Hz. Peygamber’e hayâ dinden midir, diye sorunca,<br />
Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Evet. Hattâ<br />
o dinin tamamıdır.” buyurmuşlardır. Ardından da<br />
34 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
Peygamberimiz “Hayâ, haramlardan sakınmak, diline<br />
sahip olmak ve iffetli yaşamaktır.” 8 şeklinde haber<br />
vermişlerdir. Yine Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve<br />
sellem) bir defasında Ensar’dan bir şahsa uğramıştı. Bu<br />
şahıs kardeşine “Niçin bu kadar utanıyorsun? Fazla<br />
utangaçlık sana zarar verir.” şeklinde öğüt veriyordu.<br />
Bunun üzerine Peygamberimiz (sallallahu aleyhi<br />
ve sellem) o şahsa hitaben “Onu kendi hâline bırak.<br />
Zîrâ hayâ imandandır.” 9 buyurmuşlardır. Şüphesiz<br />
ki en hayâlı insan Peygamberimiz’dir (sallallahu aleyhi<br />
ve sellem). Nitekim sahabiler onun, evinde edebiyle<br />
oturan bir genç kızdan daha hayâlı olduğunu belirtmişlerdir.<br />
10 Demek ki hayâ ve mürüvvet bir insanda<br />
olması gereken en önemli özellikler arasında bulunmalıdır.<br />
Mürüvvet, “açıktan yapıldığında hayâ duyulan<br />
bir işi, gizli olarak da yapmamak” 11 anlamında<br />
ahlâkî bir terimdir. Sahabîler içinde hayâsıyla şöhret<br />
bulan Hz. Osman, bir defasında Peygamberimiz’in<br />
yanına gitmişti. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve<br />
sellem), kendisini ziyarete gelen Hz. Ebu Bekir ve<br />
Hz. Ömer’i rahat bir vaziyette karşıladığı hâlde, Hz.<br />
Osman geldiğinde hemen derlenip toplanmıştır. Bunun<br />
sebebi sorulduğunda “Meleklerin bile hayâ ettiği<br />
insandan benim hayâ etmemem doğru olmaz.” 12 demiştir.<br />
Nitekim Hz. Osman cahiliye devrinde de iffet<br />
ve hayâsını korumuştur. 13 Peygamberimiz (sallallahu<br />
aleyhi ve sellem) “Her dinin bir ahlâkı vardır. İslâm’ın<br />
ahlâkı da hayâdır” 14 buyurmuştur.<br />
Hayâ, Müslümanların en belirleyici ahlâkî nitelikleri<br />
ve değer ölçüleri arasında yer almalıdır. Peygamber<br />
Efendimiz, bütün peygamberlerin değişmez<br />
bir hakikat olarak bildirdiği “Eğer utanmıyorsan istediğini<br />
yapabilirsin!” 15 sözünü naklederek, çarpıcı<br />
bir üslûpla İslâm ahlâkındaki hayâyı öğretmeye çalıştığı<br />
bilinmektedir. Buhari şarihi Aynî (855/1451)<br />
cevâmiü’l-kelim mahiyetinde olan bu hadisi açıklarken<br />
hadisteki “dilediğini yap!” vecizesini beş başlık<br />
altında şöyle yorumlamaktadır:<br />
“Kendine göre iyi veya kötü kabul ettiğin bir işi,<br />
halkın ayıplamasından çekinmez ve ar duygusunu<br />
da yitirmişsen, dilediğini yap!” Buna göre hadisteki<br />
“yap” emri, tevbih (kınama) anlamını taşımaktadır.<br />
Hadisteki “yap” emri hakiki anlamda da kullanılmış<br />
olabilir. O takdirde mânâ “Yaptığın işin doğruluğundan<br />
emin isen, bu fiilde utanılacak bir şey de<br />
yoksa (o işi) yap!” demektir.<br />
Hadisteki emir “vaîd” (korkutmak) için olabilir:<br />
Bu takdirde mânâ “yap, cezasını görürsün” anlamına<br />
gelir ki aynı zamanda bir tehdit ve sakındırmayı ifade<br />
etmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’deki “Dilediğinizi<br />
yapın! Doğrusu Allah yaptıklarınızı görendir”<br />
(Fussilet 41/40) âyeti bu hususa işaret etmektedir.<br />
Hadîs, hayânın hayırlı işlere engel olmamasına işarettir.<br />
Bu da “Edeb ve hayan hayırlı işlere mâni olmasın,<br />
dolayısıyla hayırlı işleri yap!” anlamına gelmektedir.<br />
Nitekim Hz. Âişe Validemiz “Ensar kadınları ne<br />
iyi kadınlardır! Zîrâ onların hayâ ve edepleri kendilerini<br />
dinlerini öğrenmekten alıkoymadı (bilmediklerini<br />
sordular)” (Buhari, İlim, 50) buyurmuşlardır.<br />
Hadîs, zemdeki (kötülemede) mübalağayı göstermektedir.<br />
Şöyle ki “Senin hayâ ve edep duygunu terk<br />
etmen, bu yaptığın işten daha büyüktür (kötüdür)” 16<br />
Çünkü hayâ, Allah’ın koymuş olduğu fıtri bir duygudur.<br />
İnsanlarda iyilik alâmetleri “ar” ve “hayâ”, kötülük<br />
alâmetleri de “arsızlık” ve “hayâsızlık” şeklinde<br />
ortaya çıkar. Demek ki, hayâdan mahrum olan insanı,<br />
artık kötülüklerden alıkoyacak, haramdan uzaklaştıracak<br />
bir engel kalmamıştır. Böyle kişiler, dilediğini<br />
yapar, istediği gibi yaşar ve sorumluluktan kaçarlar.<br />
Oysa insanın dünyada bir sorumluluğu vardır. Bu<br />
sorumluluk duygusu da hayâ ile şekillenir. Peygamberimiz<br />
(sallallahu aleyhi ve sellem) “Fuhuş (kötülük)<br />
bir şeyde bulunursa mutlaka onu çirkinleştirir. Hayâ<br />
da bir şeyde bulunursa onu mutlaka güzelleştirir.” 17<br />
buyurmuşlardır.<br />
Yukarıda belirtildiği gibi hayâ, Allah’tan ve insanlardan<br />
utanmak şeklinde olabileceği gibi, bir de insanın<br />
kendi kişiliğinden hayâ etmesi olarak da yorumlanabilir.<br />
Zîra kendi nefsine karşı hayâlı olan kişiler,<br />
başkalarına karşı da hayâlı olacaklardır. Bunun için<br />
Allah, bu duyguyu insanın fıtratına koymuştur. Nitekim<br />
İmam Gazzali, çocukta temyiz melekesinin ilk<br />
alâmetlerinden birinin hayâ duygusu olduğunu belirtmektedir.”<br />
18 Demek ki bu duygular bozulmadığı<br />
müddetçe insanlardaki ahlâkî yapı da bozulmayacaktır.<br />
Hadîsin ifadesiyle hayânın büsbütün hayır olması,<br />
başta harama kayma, haksızlık, rüşvet, kandırma<br />
ve bencillik duygularının ortadan kalkması anlamını<br />
taşımaktadır. Bunun için hayâ, sadece bir duygu değil,<br />
aynı zamanda hayata yansımalıdır. Peygamberimiz<br />
(sallallahu aleyhi ve sellem) hayânın Allah katındaki<br />
önemini şöyle anlatmaktadır: Allah, bir insanı helâk<br />
etmek istedi mi, ondan önce hayâyı çeker alır. Hayâsı<br />
bir kere gitti mi sen ona artık herkesin nefretini kazanmış<br />
bir kimse olarak rastlarsın. Herkesin nefretini<br />
kazanmış olarak rastladığın kimseden emanet çekilip<br />
alınır. Artık o, güvenilmeyen kimse olarak bilinir.” 19<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 35
Demek ki hayâ, Allah'ın razı olduğu tüm güzel vasıfların<br />
kaynağıdır.<br />
Hayâ ve İffet Örnekleri<br />
Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), mahşerin<br />
dehşet verici tehlikelerinden bahsederken Allah’ın<br />
arşının gölgesi altına sığınacak olan yedi grup insandan<br />
söz etmektedir. Bu gruplardan birisinin de namus<br />
ve haysiyetini muhafazada, fevkalâde hassas ve<br />
şehevanî isteklerine olabildiğince karşı kararlı bir babayiğit<br />
olduğu belirtilir. Zîrâ o, güzellik ve servet sahibi<br />
bir kadının günaha davetine “Ben Allah’tan korkarım.”<br />
çığlığıyla reddetmiş iradeli bir delikanlıdır. 20<br />
Ayrıca tefsirlerde şöyle bir hâdise nakledilir: İbadetle<br />
meşgul olan bir delikanlıya kadının biri musallat olmuş.<br />
Delikanlı kadınla birlikte bir eve girecek iken şu<br />
âyet diline dolanıyor:<br />
א א א כא<br />
<br />
א אא א <br />
“Kalbleri Allah’a karşı saygıyla dolu olanlar, şeytandan<br />
bir vesvese (günah) gelecek olsa hemen kendilerini<br />
toplarlar ve Allah’ı hatırlarlar.” 21 Genç, bu<br />
âyet-i kerîmenin tesiriyle Allah korkusundan orada<br />
düşmüş, vefat etmiştir. Hz. Ömer (r.a.), bu olayı duyunca<br />
delikanlının babasını taziyeye ve tebrik etmeye<br />
gitmiştir. 22<br />
Yine önceki ümmetlerden, günahlardan hiç sakınmayan<br />
“Kifl” ismindeki bir şahıs, vermiş olduğu altın<br />
mukabilinde ihtiyaçlı bir kadını zinaya zorlamıştı.<br />
Kadın da Allah korkusundan ağlamaya başlayınca, o<br />
şahıs bu manzara karşısında “Sen Allah’ın huzurunda<br />
nasıl hesap vereceğini düşünüyorsun, o halde ben de<br />
senden alacağımı sildim ve seni serbest bırakıyorum,<br />
artık ben de bir daha Allah’a asi olmayacağım.” demiştir.<br />
O akşam ölünce kapısına “Allah Kifl’i affetmiştir”<br />
23 müjdesi yazılmıştır. Çünkü Kifl, bu kötülüğü<br />
bir daha yapmamaya azmetmiş ve onu Allah için<br />
terk etmiştir.<br />
Yağmurda mağaraya sığınan ve o esnada bir kaya<br />
parçasının mağaranın ağzını kapatmasıyla çıkamayan<br />
üç kişiden birinin salih ameli ve iffet kahramanlığı<br />
da şöyle nakledilir: Bu kişi, sevdiği bir amca kızıyla<br />
nikâhsız beraber olmayı istemiş; fakat kız kabul etmemiştir.<br />
Bir kıtlık senesinde, kız eline düşmüş ve ona<br />
tekrar yüz yirmi dinar vererek beraber olmayı teklif<br />
etmiştir. Çaresiz kalan ve teklifi kabul eden kızcağız<br />
“Allah’tan kork da iffetime dokunma!” deyince, bu<br />
sözden çok etkilenen delikanlı, Allah korkusundan<br />
dolayı kızı bırakmıştır. Verdiği yiyeceği ve parayı da<br />
geri almamıştır. Allah onun bu davranışından dolayı<br />
amelini kabul etmiş ve bu ameli onun mağaradan<br />
kurtulmasına vesile olmuştur. 24<br />
Bir defasında Hz. Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve<br />
sellem) nefsanî hislerine hâkim olamayan, bunun için<br />
zina etmek isteyen bir genç gelmiş. Peygamberimiz<br />
onu karşısına almış, “Ey delikanlı! Annenin veya kız<br />
kardeşinin zina etmesine razı olur musun?” demiş.<br />
Genç: “Hayır, Yâ Resulallah!” diye cevap vermiş. Bunun<br />
üzerine Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem),<br />
“O hâlde hiç kimse annesi veya kız kardeşiyle<br />
zina edilmesine razı olmaz. Zira senin zina etmek istediğin<br />
kadın, ya birisinin annesi veya kız kardeşi olacaktır.”<br />
buyurmuş. Genç, gösterilen bu şefkatten ve<br />
yapılan mantıklı izahtan sonra pişman ve mahcup bir<br />
vaziyette ayrılırken, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi<br />
ve sellem) “Ey Allah’ım! Bu gencin günahını bağışla,<br />
kalbini temizle ve iffetini koru.” diyerek dua etmiştir.<br />
Bu genç, bundan sonraki hayatında harama hiç yaklaşmamış<br />
ve iffetli yaşamıştır. 25<br />
Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Başkalarının<br />
eşlerine iffetli olun ki sizin eşlerinize de iffetli<br />
davranılsın.” 26 buyurarak, iffetin toplumda ahlâk ve karakter<br />
hâline gelmesinin zaruretine işaret etmişlerdir.<br />
Şu hâlde Müslüman’ın sadece iman edip dinin emrettiği<br />
ibadetleri yerine getirmesi kâmil anlamda Müslüman<br />
olmasını ifade etmez. Zîrâ insanın iffet, hayâ,<br />
edep, zühd, kanaat gibi faziletlerle donanması ve din<br />
bakımından günah sayılan, aklıselim sahibi insanlarca<br />
da ayıp ve kötü kabul edilen tutum ve davranışlardan<br />
uzak durması gerekmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’deki<br />
<br />
א א א <br />
א <br />
“Günahın gizlisinden de açığından da uzak durun.” 27<br />
âyeti, günahın her türlüsünden kaçınmayı dinde ve<br />
ahlâkta kemale ulaşmanın ön şartı olduğunu göstermektedir.<br />
Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Her kim<br />
ağzına ve apış arasına hâkim olacağına dair bana söz<br />
verirse, ben de onun Cennet’e girmesine kefil olurum.”<br />
28 buyurarak, kişinin özellikle ağzından çıkan<br />
sözlerle namusunu muhafaza etmesini hatırlatmaktadır.<br />
Böylece hayânın ve iffetin İslâm ahlâkında önemli<br />
bir yeri olduğuna işaret etmişlerdir. O hâlde hayâ<br />
ve iffetin, öncelikle ruhî bir meleke hâline getirilmesi<br />
gerekmektedir. Dolayısıyla insan yeme içme ve cinsî<br />
arzularını disiplin altına alarak ruhunu bu yönde terbiye<br />
etmelidir. Bedenî hazlara ve nefsanî aşırılıklara<br />
ilgi duymaktan kurtarılmış bir ruhî yapıya “kalbin iffeti”<br />
denir. İffetli yaşamak ise eli, dili, gözü, kulağı ve<br />
genel olarak bütün bedeni haramlardan uzak tutmak-<br />
36 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
tır. Ticaret ahlâkına veya meslek namusuna dikkat<br />
ederek çalışmak da iffetli olmanın bir başka yönüdür.<br />
Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Yâ Rabbi!<br />
Sen’den hidayet, takva, iffet ve gönül zenginliği diliyorum.”<br />
29 şeklinde dua ederek, bizlere Allah’tan iffetli<br />
yaşamak için dua etmeyi öğretmektedir.<br />
Sedd-i Zerâyî Yönüyle Hayâ ve İffet<br />
Fıkıh literatüründeki “sedd-i zerâyî” kavramı<br />
İslâm hukukunun kaynakları arasında sayılmaktadır.<br />
30 “Sedd” kelimesi men etme ve engelleme anlamına<br />
gelmektedir, “zerâyî” de sebep ve yol mânâsına<br />
gelen “zerîa” kelimesinin çoğuludur. Şu hâlde usul-i<br />
fıkıh terimi olarak “sedd-i zerâyi”, fenalıklara ve günahlara<br />
götüren yolları tıkamayı, harama sebep olabilecek<br />
fiillerden kaçınmayı ifade etmektedir. Meselâ<br />
zina büyük bir günahtır. Harama bakmak ise bu<br />
günaha götüren bir sebep olduğu için o da günah<br />
sayılmış ve yasaklanmıştır. Nasıl ki duvarla çevrilmemiş<br />
koru etrafında otlatılan sürülerin koruya her<br />
an girmesi muhtemelse, haramlara götüren şüpheli<br />
şeylerin etrafında dolaşanların da günaha girmesi o<br />
derece muhtemeldir. Dinin hoş görmediği şüpheli<br />
şeylerin etrafında dolaşan insanın zamanla haramlara<br />
günahlara kayacağı hadiste bildirilerek, davarlarını<br />
koru etrafında otlatan çobanın çok sürmeden koruya<br />
dalabileceği teşbihiyle anlatılmıştır. 31 Peygamberimiz<br />
“Sizden biriniz yanında mahremi bulunmayan bir<br />
kadınla baş başa kalmasın.” 32 buyurarak, günümüzdeki<br />
içtimâî yaraya da işaret etmişlerdir.<br />
Şu hâlde göz görür, kulak dinler, dil telâffuz eder,<br />
davranışlar bu kurguları tasdik eder. Oysa daha tahayyül<br />
aşamasında günahın önü kesilmeli ve sonuna<br />
ulaşmasına mâni olunmalıdır. Nitekim harama nazar<br />
önü alınmadığı takdirde harama girmeye sebeptir. İnsanın<br />
kendi el emeği ve alın teriyle kazanması, başkasının<br />
malına göz dikmemesi, daha çok kazanma hırsıyla<br />
gayr-i meşru daireye el uzatmaması ve dilencilik<br />
yapmaması da iffetin ayrı bir yönüdür. Hayâ ve iffetin<br />
yansıması, kalb, dil, göz, kulak, el, ayak gibi uzuvları<br />
günahlardan koruyup, helâl dairedeki zevk ve lezzetlerle<br />
iktifa ederek haramlardan uzaklaşmakla ortaya<br />
çıkar. Şu hâlde ahlâkî değerlere bağlı ve günahlardan<br />
uzak kalmanın en önemli vesilelerinden biri de<br />
“sedd-i zerâyî” prensibine uygun davranarak, ayakları<br />
kaydıracak tehlikeli bölgelere yaklaşmamaktır.<br />
Sonuç<br />
İnsandaki hayâ ve iffet duygusu yaratılış gereği<br />
olup, kaynağı da iman ve İslâm ahlâkıdır. Çünkü insandaki<br />
bu duygular, kişinin çirkin söz ve fiillerden<br />
uzak kalmasını, doğruluk, dürüstlük ve ahlâkî değerlere<br />
bağlılık üzere yaşamasını sağlamaktadır. Çekingenlik<br />
ve utanma da demek olan hayâ; sofiye ıstılahında,<br />
Allah korkusu ve Allah mehâbetiyle O’nun<br />
istemediği şeylerden çekinmek mânâsına gelir. Böyle<br />
bir hissin, insan tabiatında bulunan hayâ duygusuna<br />
dayanması, o şahsı, edep ve saygı mevzuunda daha<br />
temkinli, daha tutarlı kılar. Temelde böyle bir hissi<br />
bulunmayan veya yetiştiği çevre itibarıyla onu yitiren<br />
şahıslarda ise böyle bir hayâ duygusunu geliştirmek<br />
zor olsa gerek. Hayâyı ikiye ayırmak da mümkündür:<br />
Birincisi; Fıtrî hayâ ki, buna hayâ-i nefsî de diyebiliriz;<br />
insanı pek çok ar ve ayıp sayılan şeyleri işlemekten<br />
alıkoyar. İkincisi, imandan gelen hayâdır ve İslâm<br />
dininin önemli bir derinliğini teşkil eder. Fıtrî hayâ,<br />
İslâm dininin ruhundaki hayâ ile beslenip gelişince ar<br />
ve ayıplara karşı en büyük mânia teşekkül etmiş sayılır.<br />
İnsan bunlardan biriyle tek başına kaldığı zamanlarda<br />
ise bazı ahvâl ve şerâit altında sarsılır, devrilir,<br />
hattâ bazen bütün bütün yıkılabilir. 33<br />
* Araştırmacı-Yazar<br />
sarik@yeniumit.com.tr<br />
Dipnotlar<br />
1 Bkz. Çağrıcı, Mustafa “İffet” DİA, XXI, 506.<br />
2 Ragıb el-İsfehanî, el-Müfredât, s. 342.<br />
3 Gazzali, İhya, III, 105.<br />
4 Bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, II, 226.<br />
5 Bkz. Buhari, Tefsir, 2/48.<br />
6 İbn Mace, Ruhûn, 5.<br />
7 Buhari, Edeb, 77.<br />
8 Tabaranî, Mu’cemü’l-Kebir, XIX, 29.<br />
9 Müslim, İman, 59.<br />
10 Bkz. Buhari, Edeb, 73.<br />
11 el-Maverdi, Edebü’d-dünya ve’d-din, s. 315.<br />
12 Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 71.<br />
13 Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 163.<br />
14 İbn Mace, Zühd, 17.<br />
15 Buhari, Edeb, 78.<br />
16 Aynî, Umdetü’l-Kari, 16/64.<br />
17 Tirmizi, Birr, 47.<br />
18 Gazzali, İhya, III, 72.<br />
19 İbn Mace, Fiten, 27.<br />
20 Buhari, Hudud, 19.<br />
21 A’raf 7/201.<br />
22 İbn Kesir, Muhtasar-ı Sabuni, II, 78.<br />
23 Tirmizi, Sıfatu’l-Kıyame, 48.<br />
24 Bkz. Buhari, Enbiya, 52.<br />
25 Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 257.<br />
26 Suyuti, el-Fethu’l-Kebir, II, 229.<br />
27 El-Enam 6/120.<br />
28 Buhari, Rikak, 23.<br />
29 Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 389, 439.<br />
30 Bkz. Zekiyyüddin Şaban, İslâm Hukuk İlminin Esasları, T. D. V.<br />
Yayınları (Ter. İ. Kafi Dönmez), s. 202.<br />
31 Buhari, Büyu, 2.<br />
32 Buhari, Nikah, 111.<br />
33 Bkz. Gülen, M. Fethullah, Kalbin Zümrüt Tepeleri, I, 131.<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 37
Uyan Ey Gözlerim<br />
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!<br />
Uyan uykusu çok gözlerim uyan!<br />
Azrail’in kastı canadır, inan!<br />
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!<br />
Uyan uykusu çok gözlerim uyan!<br />
Seherde uyanırlar cümle kuşlar,<br />
Dill-u dillerince tesbihe başlar,<br />
Tevhid eyler dağlar taşlar ağaçlar,<br />
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!<br />
Uyan uykusu çok gözlerim uyan!<br />
Semâvâtın kapuların açarlar,<br />
Mü’minlere rahmet suyun saçarlar…<br />
Seherde kalkana hülle biçerler,<br />
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!<br />
Uyan uykusu çok gözlerim uyan!<br />
Bu dünya fânîdir sakın aldanma,<br />
Mağrur olup tac u tahta dayanma,<br />
Yedi iklim benim deyu güvenme,<br />
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!<br />
Uyan uykusu çok gözlerim uyan<br />
Benim, Murad kulun, suçumu affet!<br />
Suçum bağışlayub günahım ref’et!<br />
Rasûl’ün sancağı dibinde haşret!<br />
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!<br />
Uyan uykusu çok gözlerim uyan!<br />
Muradi (III. Sultan Murad)<br />
38 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
Yâ Rasülallah<br />
Yanarsam nâr-ı aşkınla yanayım yâ Resûlallah<br />
Ezelden bağrı yanık bir gedâyım yâ Resûlallah<br />
Hevâ-yi nefsime tâbî olup pek çok günah ettim<br />
Huzûra hangi yüz ile varayım, yâ Resulallah<br />
Harîm-i Ravzana sürmüş iken rûy-ı siyahım ah<br />
Yine cürm ü günaha mübtelâyım, yâ Resûlallah<br />
Kapında boynu bağlı bir esirim destgîrim ol<br />
Garibim bîkesim bî dest ü pâyım yâ Resûlallah<br />
Kulun Leylâ’ya şahım, var iken dergâh-ı ihsanın<br />
Varıp ben hangi şâhâ yalvarâyım, yâ Resûlallah<br />
Leyla Hanım<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 39
YENi ÜMiT<br />
Doç. Dr. Ayhan TEKİNEŞ*<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />
Rahmet Peygamberi'nde<br />
Beyan<br />
K<br />
elam/söz, yaratılışın hem başlangıcı hem<br />
de gayesidir. Varlık, söz ile bu âleme adım<br />
atmış, yaratılış sözle başlamıştır. Yaratılışın<br />
başlangıcı, yokluğun bağrına atılan “kün/<br />
ol” sözüdür. 1 Allah, konuşma kabiliyetini yalnızca<br />
insanlara bahşetmiştir. “O, insanı yarattı; ona beyanı/<br />
konuşmayı öğretti” 2 âyetinde yaratılışla birlikte insana<br />
bahşedilen en büyük nimetin konuşma kabiliyeti<br />
olduğu bildirilmiştir. İnsan söz ile bezenmiş ve söz ile<br />
teklife muhatap kılınmış ve kurtuluşa kelime-i tevhid<br />
ile yani tevhid sözüyle ulaşmıştır. “Kudret kaleminin<br />
ucundan yokluğa akan mürekkebin ilk damlası beyan,<br />
Yaratıcıyla-yaratılan arasındaki sırlı münasebeti keşfedip<br />
ortaya koyan da yine beyandır.” 3 ifadesinde dile<br />
getirildiği gibi söz, hem kâinatın başlangıcı hem de<br />
bilinmezleri bilinir hale getiren sırlı bir anahtardır.<br />
Yaratılışla birlikte konuşma kabiliyetine mazhar<br />
olan insan, aynı anda söze/kelam’a da muhatap<br />
kılınmıştır. İlk insan Âdem (aleyhi ve alâ nebiyyine<br />
es-salatü ve’s-selâm), kendisine vahiy indirilmiş ilk<br />
peygamber, bir başka deyişle ilahi hitabın ilk muhatabı,<br />
kendisiyle ilk konuşulmuş (mükellem) ve beyan<br />
kabiliyeti verilmiş ilk insandır. 4 Hazreti Adem’e<br />
(aleyhi's-selâm) varlıkların isimleri öğretilerek talim<br />
süreci başlamıştır. 5 Ancak bu küllî bir talimdir. Eşyanın<br />
yalnızca adları öğretilmiş; mâhiyetleri hakkında<br />
tafsilatlı bilgi verilmemiştir. Tafsil, daha sonra indirilen<br />
vahiylerle beyan edilmiştir. İnsanoğlu, vahyin<br />
aydınlığı ve yaratılışına konulan öğrenme kabiliyeti<br />
ile bilgiyi çoğaltarak tafsile ulaşmıştır. Bilginin vahiyle<br />
nasıl tekâmül ettiği şöyle ifade edilmiştir: “Hazreti<br />
Âdem’de icmalen tecellî eden ilim ve beyan hakikati,<br />
Kur’ân vesayetinde Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’la<br />
tafsile ulaşmış, beklenen meyvesini vermiş ve hükmünü<br />
tam icra etmiştir.” 6<br />
Beyan nedir?<br />
Bilmenin ilk safhası bir şeyin adını bilmektir.<br />
Daha sonra mâhiyetinin “beyan”ı ile o şeyin bilinmesi<br />
tamamlanmış olur. Beyan, kelimesi bâne fiilinin<br />
masdarı ya da ebâne veya beyyene fiillerinin ism-i<br />
masdarıdır. Beyan, açık ve âşikar olmak anlamına<br />
gelir. Beyan, geçişli bir fiil olarak da kullanıldığı için<br />
açıklamak anlamını da ifade eder. Beyan, konuşanın<br />
muhataba maksadı açıklaması, kapalı olanı açıklama<br />
ya da mânâyı izhar etme gibi anlamlara gelmektedir.<br />
Ancak beyandaki açıklama zekice yapılmış bir açıklamadır.<br />
Bir hakikati ya da bir mânâyı zeka ve fetanetle<br />
izah etmeye beyan denilir. 7 Delil anlamına gelen “el-<br />
Beyyine” kelimesinin, bir görüşe göre, beyan masdarından<br />
gelmesi de beyanın delile dayalı bir açıklama<br />
olduğunu göstermektedir. Nitekim beyyine, “kendisi<br />
gayet açık ve aşikâr olan ve bir davayı açık bir surette<br />
ispat eden yani kendi beyyin, gayrı mübeyyin olan<br />
delil-i vâzıh” şeklinde tanımlanmıştır. 8 Bu durumda<br />
beyanı, yalnızca bir açıklama olarak görmemek, bir<br />
açıklama modeli kabul etmek gerekecektir.<br />
Sözdeki açıklık gibi fiil ve davranışlardaki açıklık<br />
da önemlidir. Beyan kelimesi ile, bir görüşe göre,<br />
aynı kökten gelen tebyîn masdarında tesebbüt ve teenni<br />
anlamı da vardır. 9 Teenni ise sözde olabileceği<br />
gibi davranışlarda da olabilir.<br />
Kur’ân-ı Kerim’de üç yerde “beyan” kelimesi geçmektedir,<br />
Rahman sûresinde (âyet 4) geçen beyan,<br />
konuşma kabiliyeti, Âl-i İmrân sûresindeki (âyet 138)<br />
“İşte bu bütün insanlara yöneltilmiş bir açıklamadır”<br />
âyetinde açıklama, Kıyâmet sûresinde ise (âyet 19)<br />
“Sonra onu (Kur’ân’ı) açıklamak da Bize ait bir iştir”<br />
âyetinde de Kur’ân’ın tefsiri ve açıklaması anlamlarındadır.<br />
10<br />
Beyan, bazen nesneler hakkında o güne kadar bilinmeyen<br />
hususların değişik bir söyleyişle, bedî’ bir<br />
üslupla ortaya konulmasıyla gerçekleşir. Zaten açıklamanın<br />
güzelliği ile ifade güzelliğini birbirinden<br />
ayrı düşünmek güçtür. Bu nedenle beyan anlatım ve<br />
üslûp güzelliği mânâsında da kullanılmıştır.<br />
40 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
Beyan-Rahmet İlişkisi<br />
Beyan ile rahmet arasında yakın bir alâka vardır.<br />
Cenâb-ı Hak, “Ey Resûlüm, işte sana bu kutlu kitabı<br />
indirdik ki her şeyi açıklasın (tibyânen) ve doğru<br />
yolu göstersin, Müslümanlara rahmetin ve müjdenin<br />
ta kendisi olsun” 11 âyetinde Kur’ân’ın her şeyi açıklamasının<br />
insanlar için rahmet olduğunu ifade etmiştir.<br />
İnsanın yaratılışında ve simasında Cenâb-ı Hakk’ın<br />
Rahmân ismi tecelli ettiği gibi, insana beyan kabiliyeti<br />
verilmesinde de Rahman isminin tecellisi vardır.<br />
Nitekim, Rahmân sûresinin hemen başındaki “Rahman<br />
Kur’ân’ı öğretti, insanı yarattı, ona konuşmayı<br />
öğretti” âyetlerinde Kur’ân, insanın yaratılışı ve konuşma<br />
ile Rahman ismi arasındaki alâkaya işaret edilmektedir.<br />
Bütün âlemlere rahmet olarak gönderilen<br />
Resûl-i Ekrem Efendimiz’deki rahmet tecellilerinden<br />
birisi de O’na verilen beyan kabiliyetidir.<br />
Peygamber Efendimiz’e özel bir beyan kabiliyeti<br />
verildiği gibi ilahi bir tavzifle tebyîn yetkisi de verilmiştir.<br />
Tebyîn, geçişli bir kalıp olarak, bir şeyi açıklamak<br />
anlamındadır. “Sana da ey Resûlüm bu zikri indirdik<br />
ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın (li<br />
tübeyyine)” 12 âyetinde olduğu gibi insanlara indirilen<br />
Kur’ân’ı açıklama yetkisi Resûl-i Ekrem Efendimiz’e<br />
Cenâb-ı Hak tarafından verilmiştir. Kendisine verilen<br />
söz söyleme kabiliyetini Allah Resûlü (sallallâhü aleyhi<br />
ve sellem), “Bana cevâmi’u’l-kelim verildi” hadisiyle<br />
ifade etmiştir. Cevâmi’ul-kelim, hem Kur’ân hem<br />
de Allah Resûlü’nün sözlerindeki câmi ifadelerdir. 13<br />
Câmi, yani çok farklı mânâları ihtiva eden özlü sözler<br />
söyleme kabiliyeti Peygamber Efendimiz’in hususiyetlerinden<br />
birisidir.<br />
Saadet asrına gelinceye kadar insanlık âlemi bir cihetle<br />
ümmî idi. Özellikle Cahiliye Arapları ümmi bir<br />
kavimdi. Basit bilgi, saf hikmet onlar için kâfiydi. Allah<br />
Teâlâ, ümmîlere aralarından ümmi Peygamber’i<br />
(sallallâhü aleyhi ve sellem), onlara Kitab’ı ve hikmeti<br />
öğretmesi için göndermiştir. 14 Kur’ân-ı Kerim’de, Kitapla<br />
birlikte anılan hikmet ile kastedilen sünnet’tir.<br />
Allah Teâlâ’nın Peygamberi’ne indirdiği hikmet,<br />
varlık âlemi ve ulvi hakikatlerin beyanıdır. Sükûtu<br />
ve tefekkürü konuşmaya tercih eden, konuştuğunda<br />
kısa ve öz ifadelerle maksadını ifade eden Peygamber<br />
Efendimiz’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) binlerce sözü<br />
muhafaza edilmişse, her sözü ilâhî maksatları açıklayan,<br />
varlığı anlamlandıran bir hikmet kabul edildiği<br />
içindir. Hikmetin Kitap ile birlikte zikredilmesi de<br />
Kur’ân’ın nüzûlünden sonra hikmet yoluyla hakikate<br />
ulaşmanın ancak sünnetle mümkün olacağını<br />
göstermektedir. Ezelî hikmet Hazreti Muhammed’e<br />
(sallallâhü aleyhi ve sellem) verilmiş; hakikati beyan yetkisi<br />
O’na tahsis edilmiştir. “Biz her peygamberi, kendi<br />
milletinin lisanı ile gönderdik, ta ki onlara hakikatleri<br />
iyice açıklasın” 15 âyetinde ifade edildiği gibi bütün<br />
peygamberler gibi o da kavmine anladıkları lisanla, en<br />
güzel şekilde hitap etmiştir. Allah Resûlü’nün kavmine<br />
anladıkları lisanla ve açık bir üslupla hitap etmesi<br />
onlar için büyük bir rahmettir.<br />
Edeb ile rahmet arasında da yakın bir alâka vardır.<br />
Edebin hale yansıması rahmet, dile yansıması ise<br />
fesahat ve belagat şeklinde tezahür etmektedir. Arap<br />
edebiyatını ve tarihini çok iyi bilen Hazret-i Ebû Bekr<br />
(r.a), Peygamber Efendimiz’in (sallallâhü aleyhi ve sellem)<br />
konuşmasındaki güzelliğin, şair ve ediplerle mukayese<br />
edilmesinin imkânsız olduğunu görerek, bir<br />
gün Peygamberimiz’e “Senden daha güzel konuşan<br />
birisini görmedim; seni kim edeblendirdi?” diye sorunca;<br />
Allah Resûlü (s.a), “Edebi bana Rabbim öğretti<br />
ve en güzel edebi bana verdi” diye cevap vermiştir. 16<br />
Burada edeb kelimesi ile “güzel söz söyleme” kabiliyetinin<br />
kaynağının yaratılıştan gelen hulkî ve ahlaki<br />
özellikler olduğuna işaret edilmiştir. Söz söyleme<br />
sanatı insanların fıtratına konulmuş bir melekedir.<br />
İnsanlar, tekellüm ile fıtratlarında olanı dışarıya yansıtırlar,<br />
iç dünyalarını açık ederler. Lisan ile yaratılışta<br />
var olan dile getirilir. İnsan fıtratında bulunan özellikler<br />
dil ile açığa çıkar. Yaratılışında şairlik özelliği<br />
bulunmayan kişilerin şiir söyleyebilmesi mümkün<br />
olmadığı gibi, fıtraten hakîm olmayanın hikmetli söz<br />
söylemesi de imkânsızdır.<br />
Beyanın Büyüsü<br />
Beyan, bazen öyle etkilidir ki, dile getirilen husus<br />
muhataplar üzerinde sanki ilk defa duyuluyormuş<br />
hissi uyandırır. Söz, insanın varlıkla temasını sağlar.<br />
Var olan şeylerin beyan ile farkına varırız. Sihirli bir<br />
ışık gibi beyan, sırlı hakikatlerin keşf edilmesini sağlar.<br />
Peygamber Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem),<br />
etkili ve güzel bir üslûpla maksadını anlatan birini<br />
dinleyince, “Beyanın öylesi vardır ki, sanki sihirdir”<br />
buyurarak, beyanın bu gücüne ve büyüsüne işaret<br />
etmiştir. 17 Cahiliye Arapları, anlayamadıkları güçleri,<br />
açıklayamadıkları olayları sihir olarak nitelendirmişlerdir.<br />
Efendimiz, gerçekte insanlar üzerinde sihir ve<br />
büyü etkisi yapan bir şey varsa onun da beyan olduğunu<br />
söyleyerek, beyanın gücüne duyduğu hayranlığı<br />
dile getirmiştir.<br />
Sözde öyle bir sihir etkisi vardır ki, tek bir söz<br />
insanın hayatını değiştirebilir, hatta cennetlik mi cehennemlik<br />
mi olduğunu belirleyebilir. Söylenen bir<br />
tek söz insana ebedi cenneti kazandırabileceği gibi<br />
cehenneme gitmesine de sebep olabilir. Hatta Hassân<br />
b. Sâbit (r.a) hakkındaki “Allah, Cibrîl ile Hassân’ı teyid<br />
ediyor” hadisinde de belirtildiği gibi güzel sözle<br />
melekler arasında sırlı bir bağ vardır. 18<br />
Allah Teâlâ’yı tesbih, takdis ve tahmid ifadeleriyle<br />
anmak da sadakadır. Allah’ın anıldığı kelimelerin<br />
öyle bir değeri vardır ki, ahiretteki karşılığı mizânda<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 41
her şeyden daha ağır gelir. Sözün değerini bilen Allah<br />
dostları, dinledikleri güzel bir söz için dünyevi her<br />
şeyini feda etmeyi göze almışlardır. Hazreti İbrahim<br />
(a.s), yanına gelen meleklerin “Subbûhun Kuddûsun<br />
Rabbu’l-melâiketi ve’r-Rûh” diye zikrettiğini duyunca<br />
bir defa daha duyabilmek için malının üçte birini<br />
bağışlayacağını söyler; melekler aynı tesbihi tekrarlayınca<br />
Hz. İbrahim, bir defa daha duyabilmek için<br />
bütün malını bağışlayacağını söyler. 19<br />
Güzel sözde öyle bir iksir vardır ki, bazen insana<br />
sadaka sevabı kazandırır. Allah Resûlü (sallallâhü aleyhi<br />
ve sellem) “Güzel söz sadakadır” buyurmuştur. 20 Sözle<br />
insanlara yardımcı olmak, yol göstermek de sadakadır.<br />
Nitekim Resûl-i Ekrem (sallallâhü aleyhi ve sellem)<br />
“Halini anlatamayan bir kişinin yerine konuşmak/<br />
beyan, sadakadır” buyurarak, başkası yerine konuşma<br />
ve ona yardımcı olmanın da sadaka sevabı kazandırabileceğini<br />
ifade etmiştir. 21<br />
Günümüzde bilginin çoğalması ve bilgiye ulaşma<br />
imkânlarının artmasıyla birlikte bilgi eski değerini<br />
yitirmeye başlamış; üslûp güzelliği, ikna edici anlatım<br />
ve tutarlı açıklama modelleri, bir başka deyişle<br />
beyan daha fazla itibar görmeye başlamıştır. Bu açıdan<br />
Resul-i Ekrem’in hayata ve varlık âlemine dair<br />
açıklama modelleri olan hadisleri hem ihtiva ettikleri<br />
hikmetler hem de edebi özellikleri itibarıyla daha bir<br />
ehemmiyet kazanmıştır.<br />
Beyanın Tesiri<br />
Bir sözün gücü ve değeri yalnızca edebî güzelliğiyle<br />
sınırlı değildir. Söze kıymet kazandıran unsurlardan<br />
birisi de makamdır. Sözün kime ve nasıl söylendiği<br />
de son derece önemlidir. Nitekim Allah Resûlu<br />
(sallallâhü aleyhi ve sellem), cihadın en faziletlisinin, her<br />
yerde hakkı söylemek ve adalet üzere konuşmak olduğunu<br />
belirtmiştir. 22<br />
Ayrıca üzerine konuşulan konunun mâhiyeti de<br />
sözün önemini artıran hususlardandır. Peygamber<br />
Efendimiz, Kur’ân’ı beyan etmiş; âhiret âlemini anlatmış<br />
ve kâinatın sırlarını açıklamıştır. Metafizik<br />
hakikatleri dile getirmenin yanında ahlaki ve ameli<br />
beyanlarda bulunmuştur. Birbirinden farklı alanlarda<br />
aynı derecede hikmetli sözler söylemesi O’nun beyan<br />
kabiliyetinin eşsizliğini göstermektedir.<br />
Sözün yalnızca fasih ve bediî güzelliğe sahip olması<br />
yeterli değildir. Söz, her şeyden önce doğru, hikmetli,<br />
âdil ve hak olmalıdır. Peygamber Efendimiz, neşeli ve<br />
öfkeli de olsa her zaman hakkı söylemiştir. 23<br />
Sözün gücü, kalp ile lisan birliğindedir. Sözün<br />
kalpteki duygu ve düşünceyi yansıtması, sözü etkili<br />
ve sahih kılar. Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ömer<br />
(r.a) hakkında “Allah azze ve celle, hakkı Ömer’in lisanı<br />
ve kalbi ile dile getirdi (darebe bi’l-hakkı)” 24 buyurarak,<br />
kalb ve lisan birliğinin önemine işaret etmiştir.<br />
Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de de şairler, hayallerin<br />
peşinde koşmak ve yapmayacakları sözleri söylediklerinden<br />
dolayı kınanmıştır. 25<br />
Sonuç<br />
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Kur’ân-ı Kerim’in<br />
kendisine verdiği beyan yetkisi ile varlık, insan ve<br />
hayatı açıklamıştır. Bu sebeple asırlar onun sözlerini<br />
eskitememiştir. Zaman içinde O’nun sözleri yitik<br />
hikmet haline gelmemiş ya da eskilerden kalma sözlere<br />
dönüşmemiştir. Aksine insanın ve hayatın hakikati<br />
anlaşıldıkça, hadislerdeki psikolojik ve sosyolojik<br />
tahlillerin isabeti ve önemi daha da artmıştır. Onun<br />
sözleri her zaman yeni (hadîs) ve hikmetleri câmi<br />
olma özelliğini muhafaza etmiştir.<br />
Kainatın sırları aralandıkça, Allah Resûlü’nün kainatla<br />
ilgili açıklamalarının vakıaya mutabakatı ortaya<br />
çıkmıştır. Zira o, beyan döneminin Peygamberi’dir.<br />
Onun açıkladığı hakikatlerin değişmesi, bildirdiği<br />
haberlerde yanılması, kısaca beyanlarının gerçek dışı<br />
olması mümkün değildir.<br />
Beyan, yaratılışla birlikte fıtrata konulmuş ilahi bir<br />
bağıştır. Beyan kabiliyeti, fiilî ve lisanî dua vesilesiyle<br />
Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla inkişaf eder. Beyanın meyvesi<br />
ise sözün tesirindedir. Sözün tesiri ise kalb-lisan<br />
uyumuna bağlıdır.<br />
Hâsılı insanı, hayatı ve kâinatı açıklayan, fizik ötesi<br />
ile uyumlu; halis niyet, asla sadakat, hakikate bağlılık<br />
aşkıyla söylenen sözler, bütün insanlar için yağmur<br />
damlaları gibi rahmet vesilesidir.<br />
* Sakarya Ünv. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />
atekines@yeniumit.com.tr<br />
Dipnotlar<br />
1. Fethullan Gülen, Beyan, İstanbul 2004, s. 19.<br />
2. Rahmân sûresi, 55/3, 4.<br />
3. Gülen, Beyan, s. 19.<br />
4. Ahmed b. Hanbel, 5/178.<br />
5. Bakara sûresi, 2/31.<br />
6. Gülen, Beyan, s. 28.<br />
7. Fîrûzâbâdî, beyan’ı, “el-ifsâh me’a zekâin”, şeklinde açıklar. bk. a.mlf.,<br />
el-Kâmûsu’l-muhît, BYN mad., Asım Efendi, bu cümleyi, “Zeka ve fetanete<br />
mukârin bir mânâ ve maksûdu ifsâh ve izhâr eylemek mânâsınadır”<br />
şeklinde ifade eder. bk. a.mlf., Kâmûs Tercemesi, BYN mad.<br />
8. Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul 1979, 1/405.<br />
9. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Beyrut ty., BYN mad.<br />
10. İbrahim Muhammed, es-Sünnetu Beyânen li’l-Kur’ân, Kahire 1993, s. 25, 26.<br />
11. en-Nahl sûresi, 16/89.<br />
12. Nahl sûresi, 16/44.<br />
13. Hadisin farklı rivayetleri için bk. İbn Receb el-Hanbelî, Câmi’u’l-ulûm ve’lhikem,<br />
Beyrut 1997, s. 54, 55.<br />
14. el-Cumu’a sûresi, 62/2.<br />
15. İbrahîm sûresi, 14/4.<br />
16. Râfi’î, İ’câzu’l-Kur’ân, Beyrut 1990, s. 301.<br />
17. Buhârî, Nikâh, 47; Müslim, Cum’a, 47.<br />
18. Tirmizî, Edeb, 70.<br />
19. Gülen, “Meleklerin Tesbihi”,<br />
20. Buhârî, Cihâd, 128.<br />
21. Ahmed b. Hanbel, 5/154.<br />
22. İbn Mâce, Fiten, 20; Ahmed b. Hanbel, 5/251.<br />
23. Nesâî, Sehv, 62; Ahmed b. Hanbel, 4/264.<br />
24. Ahmed b. Hanbel, 5/145.<br />
25. eş-Şu’ara sûresi, 26/225, 226.<br />
42 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
YENi ÜMiT<br />
Prof. Dr. Mesut ERDAL*<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />
Seyyid Kutub<br />
Düşünce ve aksiyon insanı, bazen vefalı bir vatan evlâdı, bazen düşünce<br />
buudlu bir hareket insanı, bazen bir ilim âşığı, bazen dâhi bir sanatkâr,<br />
bazen bir devlet adamı, bazen de bunların hepsidir.<br />
Seyyid Kutub’un (ö.1966) hayatına geçmeden<br />
evvel, onun yaşadığı dönemin siyâsî, ictimaî<br />
ve edebî ortamına kısaca göz atmak faydalı olacaktır.<br />
Çünkü bir düşünür ve edip, bir bakıma<br />
neşet ettiği cemiyetin aynası ve eseridir. Ayrıca içinde<br />
bulundukları siyasî, kültürel, ekonomik ve sosyal şartları<br />
etkiledikleri kadar kendileri de etkilenmişlerdir.<br />
Mısır, diğer pek çok İslâm ülkesi gibi, Osmanlı’nın<br />
gerilemesi ve inhitatı sonrası gelen kötü yöneticiler<br />
sebebiyle, önce Fransız, sonra da İngiliz emperyalizminin<br />
ülkede uzun süreli kültürel dejenerasyonuna<br />
maruz kalmış olan bir ülkedir. Burada bir dönem<br />
Fransa toplum mühendisliği yapmış; buna mukabil<br />
eşitlik, adalet ve bağımsızlık isteyen Mısırlılar, yönetime<br />
karşı birçok isyan ve halk hareketlerine girişmişlerdir.<br />
Meselâ Ahmed Urâbî (ö.1914) isyanı<br />
bunların başında gelir. Mısır, bu hâdiseden sonra<br />
İngiliz emperyalizminin kontrolüne girer ve ülkede<br />
parlamenter rejime son verilir. Ordu, İngiliz subay ve<br />
yöneticilerinin gözetimi altında yeniden düzenlenir.<br />
1. Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizler, Hidiv Abbas’ın<br />
iktidarına son verip Mısır’ın Osmanlı İmparatorluğu<br />
ile bağlarını kesince halkta ve siyasî çevrelerde ciddi<br />
infiale sebep olurlar.<br />
1917’de Kral Fuad’ın başa geçmesinin akabinde,<br />
halk 1919 yılında bazı sebeplerle ayaklanır. Halkın<br />
ayaklanması karşısında İngilizler, tutuklu olan Sa’d<br />
Zağlûl ve arkadaşlarını serbest bırakırlar. 1<strong>92</strong>0 yılından<br />
itibaren İngilizlerle parlamenter hayata geçiş<br />
konusunda bir dizi görüşme yapılır ve parlamenter<br />
hayata izin verilir ve daha sonra Sa’d Zağlûl başkanlığındaki<br />
el-Vefd Partisi iktidara gelir. Ama İngilizler<br />
ülkeyi fiilen yönetmeye devam ederler. Buna karşı<br />
tepkilerin sürmesi üzerine İngilizler, hükümeti de<br />
parlamentoyu da feshederler. Bu açık müdahale karşısında<br />
siyasî partiler ve diğer cemiyetler, sömürüye<br />
karşı işbirliği yapmayı kararlaştırırlar. 1<strong>92</strong>7 yılında<br />
siyasî partiler emperyalizme kaba kuvvetle karşılık<br />
verme konusunda anlaşırlar. Her yerde çatışmalar<br />
başlayınca, İngilizler, olaylardan Vefd Partisi’ni sorumlu<br />
tutarak yöneticilerini tutuklarlar.<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 43
1930–1935 yılları arasında Mısır’da öğrenci hareketleri<br />
meydana gelir. Bu eylemler karşısında İngilizler<br />
bağımsızlık için müzakerelere yanaşmak ve ülkenin bir<br />
ölçüde bağımsızlık hakkını tanımak zorunda kalırlar.<br />
1936 yılındaki bu olumlu gelişmeden sonra halk<br />
biraz rahat nefes alır. Ne var ki, İngilizlerle yapılan<br />
antlaşmada, ülke aleyhinde birçok madde vardır. Antlaşmaya<br />
göre, İngilizler, Süveyş Kanalı bölgesinde on<br />
binden fazla asker ve hava gücü bulundurmak, savaş<br />
durumunda ülkenin liman ve sahillerini kullanmak<br />
gibi haklara sahiplerdir.<br />
Diğer taraftan 1949 yılında tahliye edilen Hasan<br />
el-Bennâ, aynı yılın şubat ayında faili meçhul bir cinayete<br />
kurban gider. Anarşik olayların yayılması üzerine,<br />
Kral Faruk, İngilizlerle işbirliği yaparak ülkede<br />
sıkıyönetim ilân eder. Bütün halk güçleri yerli ve yabancı<br />
emperyalizme cephe alır ve ülke 1951 yılında<br />
tam bir kaos ortamı içine girer.<br />
Bu karışık duruma ve krallık yönetimine son vermek<br />
için, 23 Temmuz 1952 tarihinde, ordunun “Hür<br />
subaylar” olarak bilinen bir kanadı tarafından ihtilâl<br />
yapılır. Darbeden sonra Tümgeneral Muhammed<br />
Necib devlet başkanı olur. Ancak iki yıl sonra Cemal<br />
Abdünnasır yönetime el koyarak Necib’i görevden<br />
uzaklaştırır. Abdünnasır dönemi tam bir dikta ve zulüm<br />
dönemidir. Abdulkadir Udeh ve Seyyid Kutub<br />
başta olmak üzere çok sayıda Müslüman ilim adamı<br />
ve düşünür onun zamanında idam edilmiştir.<br />
Fikrî, İctimaî ve Edebî Durum<br />
Asrımızın ilk yarısında Mısır, edebiyat çevrelerinin<br />
yoğun tartışmalarına da sahne olur. Tartışmacıların<br />
başında, Tâhâ Hüseyn, Muhammed Hüseyn<br />
Heykel, Ahmed Emin ve Abbas Mahmud el-Akkâd<br />
gibi şahsiyetler bulunmaktaydı. Eleştirilere karşı geleneklerini<br />
savunma durumunda bulunan muhafazakâr<br />
çevrelerin başında da Mustafa Sâdık er-Râfiî, Ahmed<br />
Zeki Paşa, Muhammed Ferit Vecdi, Mahmud Muhammed<br />
Şâkir ve Ali Tantavî gibi şahsiyetler vardır.<br />
Bu iki grup arasında, genellikle edebiyat konularına<br />
dâir, sözlü ve yazılı münakaşalar olurdu.<br />
Genç kalemlerden olmasına rağmen Seyyid<br />
Kutub’un da bu tartışmalara coşkuyla katıldığı görülür.<br />
O, gençlik döneminde Abbas Mahmud el-<br />
Akkâd’ın yanında ve Mustafa Sâdık er-Râfiî’nin karşısında<br />
yer alır. Kutub’un makaleleri onların da yazdığı<br />
ünlü dergi ve gazetelerde yayınlanırdı. O, özellikle<br />
hocası el-Akkad’a toz kondurmazdı. El-Akkâd’ın Kutub<br />
üzerindeki etkisi, hayat boyu sürmez ve edebiyat<br />
hayatının ilk yıllarından öteye geçmez. Artık o, kendi<br />
üslûbunu bulmuş, bağımsız bir fikrî ve edebî ekolün<br />
temsilcisi olarak temayüz etmiştir.<br />
HAYATI<br />
Seyyid Kutub, 1906 yılında Mısır’ın Asyot iline<br />
bağlı Mûşe köyünde doğdu. Bu köye aynı zamanda<br />
“Şeyh Abdulfettah’ın beldesi” de denirdi.<br />
Seyyid Kutub’un ailesi çok zengin olmamakla birlikte<br />
seçkin ve asildi; köy içinde de itibar, şeref ve ilim<br />
üstünlüğü ile tanınırdı. Devlet görevlileri, sürekli bu<br />
haneye gelip giderlerdi. Zaman zaman burada geniş<br />
yemek ziyafetleri verilirdi. Bütün köy halkı gelir, bu<br />
hanede Kur’ân okunurdu. Bu, senede birden fazla yapılırdı.<br />
Bunların küçük Seyyid’in ruhunda derin izler<br />
bıraktığı muhakkaktır.<br />
Babasının adı, el-Hâc Kutub İbrahim’dir. Kutub<br />
İbrahim, mütedeyyin, cemaatle namaza devam eden<br />
ve Allah’la irtibatına önem veren biridir. Namazlara<br />
giderken Seyyid’i de yanında götürürdü. Seyyid, on<br />
yaşına bastıktan sonra namaza tek başına gitmeye başladı.<br />
Nitekim Seyyid Kutub, “Meşâhidü’l-kıyâme” adlı<br />
eserinin başında, bu eseri telifinde ve ruhunda ahiret<br />
duygusunun şekillenmesinde babasının büyük rolü<br />
olduğunu ifade eder.<br />
Seyyid Kutub’un annesi köyde parmakla gösterilen<br />
bir ailedendir. Kutub’un dört kardeşi vardı; ikisi<br />
Ezher’de okumuştu. Dolayısıyla bu aile, hem dînî<br />
hem de ilmî bir saygınlığa sahipti. Dayılarından biri<br />
olan Ahmed Hüseyin Osman, Kahire’de oturur ve<br />
gazetecilik yapar, Ahmed el-Mûşî adıyla yazılar yazardı.<br />
Seyyid Kutub, öğrenim için Kahire’ye geldiğinde<br />
bu dayısının evinde ikamet etmiştir.<br />
Dindar bir kadın olan annesi sabırlı ve cömertti.<br />
Yemek yapar, işçilere gönderir ve bu vesileyle Allah’a<br />
kurbiyet kazanmaya çalışırdı. Kur’ân dinlemeyi çok<br />
sever ve çok etkilenirdi. Seyyid Kutub ilk İslâmî eseri<br />
olan et-Tasvîru’l-fenniyyu fi’l-Kur’ân’ı annesine şu<br />
cümlelerle ithaf etmiştir:<br />
“… Anneciğim! Beni bırakıp gittin. Şimdi hayalimde<br />
senin son hareketlerini canlandırıyorum: Evde<br />
radyonun başına oturmuş Kur’ân dinliyorsun, kalb<br />
ve basiretinle Kur’ân’ın maksatlarını ve inceliklerini<br />
anladığın, yüz hatlarından belli oluyor...”<br />
Seyyid’in annesi, babasının ikinci eşi ve Seyyid Kutub<br />
da ailenin ilk erkek çocuğuydu. Bu sebeple onun<br />
üzerine çok titremişlerdi. Annesi devamlı ona büyük<br />
adam olmasını telkin ederdi. Bundan olsa gerektir ki<br />
Seyyid Kutub, çocukluğunda oyunlardan hep kaçınmıştır.<br />
Nitekim kendisi de bunu annesinden gelen<br />
telkinlere bağlar. Annesi, Kahire’ye yerleştikten bir<br />
süre sonra vefat etti (1940). Seyyid annesinin ölümü<br />
üzerine “Anneciğim” diye başlayan üç ayrı ağıt (mersiye)<br />
yazmıştır.<br />
Seyyid Kutub’un dört kardeşi vardı. Biri kendisinden<br />
üç yaş büyük olan Nefîse’dir. Bu, onun diğer<br />
44 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
kardeşleri gibi kalem erbabı değildi. Seyyid Kutub,<br />
otobiyografi türündeki “Tıflun mine’l-karye”sinde, bu<br />
ablasından isim tasrih etmeksizin bahseder. Seyyid’in<br />
küçüğü Emine, edebî çalışmaları ile bilinir. el-<br />
Atyâfu’l-Erbaa adlı eserde önemli katkısı vardır. Diğer<br />
kardeşi Muhammed Kutub, İngiliz Dili’nin yanısıra<br />
pedagoji ve psikoloji bölümlerinden de formasyon<br />
almış, 1972’de Ümmü’l-Kurâ Üniversitesi’ne hoca<br />
olarak girmiştir. Yirmiye yakın eseri vardır. Hamide,<br />
en küçük kardeşidir. Seyyid Kutub, ondan eş-Şâtıu’l-<br />
Mechûl adlı eserinde söz etmiştir. Hamide’nin, el-<br />
Muslimûn ve el-İhvânu’l-Muslimûn dergilerinde makaleleri<br />
yayımlanmıştır.<br />
Seyyid altı yaşına basınca (1912) ailesi ilkokula<br />
göndermeye karar verir. Seyyid, sekiz yaşlarındayken<br />
Kur’ân’ı ezberlemeye başladı. Üç yıl içinde muvaffak<br />
oldu ve Kur’ân’ı ezberledi.<br />
Dikkatimizi çeken bir husus da Seyyid’in henüz<br />
ilkokulda iken şiir ve edebiyata olan merakıdır. Bir<br />
gün öğretmeni, ona, Sabit el-Cercâvî adlı bir şairin<br />
divanı ile Muhammed Beg el-Hudarî’nin bir kitabını<br />
verir, Seyyid Kutub da bu iki kitabı okur ve çok<br />
etkilenir. Kutub bu okulundan 1918’de mezun olur.<br />
Bundan sonraki tahsilini Kahire’deki dayısının yanında<br />
kalarak devam ettirecektir.<br />
Seyyid Kutub, 1<strong>92</strong>0’de Kahire’deki dayısının yanına<br />
gider ve orada bir yıldan fazla bekledikten sonra<br />
öğretmen okuluna kaydını yaptırır. Çünkü bu okula<br />
giriş için asgari on beş yaşını doldurmak gerekiyordu.<br />
Burada üç yıl okuduktan sonra ilkokul öğretmenliği<br />
diplomasını alır.<br />
Öğretmen okulunda başarı gösterenlere, Dâru’lulûm<br />
Fakültesinin hazırlık sınıfına kaydolma imkânı<br />
veriliyordu. Seyyid de başarılı öğrencilerden olduğu<br />
için, buraya kaydını yaptırdı. Bu okulda hazırlıkla birlikte<br />
beş yıl okudu ve Arap Dili ve Edebiyatı lisans<br />
diploması alarak mezun oldu.<br />
Seyyid, fakültede oldukça faal bir öğrenciydi.<br />
Özellikle de şair ve edipleri sert üslûpla tenkit etmesiyle<br />
dikkatleri üzerine çekerdi. Bunun sebebi, ondaki<br />
edebî zevk ve bundan daha önemlisi de felsefî<br />
konulara olan ilgisidir. Ahmed Şevkî (ö.1932) ve<br />
Mustafa Sâdık er-Râfiî (ö.1937) onun tenkit ettiği<br />
şahsiyetlerdendir. Fakülte yıllarında Kutup gazete ve<br />
dergilere de yazı gönderirdi. Mezun olduktan sonra<br />
‘Dâru’l-ulûm Cemiyeti’nin kurulmasına iştirak eder.<br />
Bu cemiyet Mecelletü dâri’l-ulûm adıyla üç ayda bir yayımlanan<br />
bir dergi çıkarmaya başlar. Seyyid Kutub da<br />
bu dergide birçok makale yazar.<br />
Kutub, Dâru’l-ulûm’dan mezun olduktan hemen<br />
sonra Maârif Bakanlığı’na bağlı okullarda öğretmenliğe<br />
başlar. Yaklaşık altı sene çeşitli okullarda görev<br />
yaptıktan sonra bakanlığa geçer. Burada bir süre Kültür<br />
Müdürlüğü gözetiminde Arapça dili uzmanı olarak<br />
çalışır. Daha sonra, tercüme ve istatistik dairesine<br />
atanır. Dört yıl burada çalışmasının ardından, ilk<br />
öğretim müfettişliğine getirilir. Bir yıl sonra Kültür<br />
Genel Müdürlüğü bünyesine tekrar alınır. 1948 yılı<br />
sonlarına kadar burada çalışır. Aynı yıl, bakanlıktaki<br />
plânlamacıların organizesiyle, uzman bir heyetle birlikte<br />
eğitim ve metotları üzerinde araştırmalarda bulunmak<br />
üzere ABD’ye gider. Seyyid Kutub, burada<br />
yaklaşık iki yıl kalır, ülkesine 1950 yılının 8. ayında<br />
döner. Döndüğünde, hükümetin beklediği Seyyid<br />
Kutub’dan ziyade, Batının tuttuğu yolu eleştiren ve<br />
Batı hayranlarını kınayan bir Seyyid Kutub karşılarına<br />
çıkar. Bilhassa Maarif Vekili İsmail el-Kabânî’yi çok<br />
eleştirir. Nihayet Maarif Vekâleti’nin fikirlerini açıklamasına<br />
engel olmak istemesi üzerine, 1952 yılında<br />
bakanlıktaki görevinden de ayrılır.<br />
Bakanlığa istifasını sunar, ama bakan, istifasından<br />
dönmesi için onu ikna etmeye çalışır; hattâ dilekçesini<br />
bir yıl işleme koymaz. Fakat ısrar edince, bakan<br />
istemeyerek de olsa istifayı Bakanlar Kurulu’na sunar.<br />
Seyyid Kutub’un istifası, Bakanlar Kurulu’nun<br />
13.1.1954 tarihli kararıyla, dilekçesini verdiği gün<br />
olan 18.10.1952 tarihinden itibaren kabul edilir.<br />
Kutub, çalışma hayatında sıradan bir görevli olmamış,<br />
eğitim ve öğretimle ilgili teklifler getirerek aktif bir<br />
memur olmuştur. Özellikle de Amerika’dan dönüşünden<br />
sonra birkaç teklif ve bunlarla ilgili gayret gösterdiği<br />
sabittir. Ancak getirdiği teklifler o zamanın siyasî<br />
otoritelerini eleştirerek sunulduğu için bir anlamda<br />
sürgün sayılabilecek tayinlerle pasifize edilmiştir.<br />
Zamanın yöneticilerinin tepkisini çeken Seyyid<br />
Kutub, maalesef en sonunda, yönetimi devirmek ve<br />
o günün devlet başkanını öldürmeyi plânlama ithamıyla<br />
yargılanır; hakkında verilen idam hükmü de<br />
02.08.1966 gecesi infaz edilir ve bir İslâm şehidi olarak<br />
Hakk’a yürür.<br />
Seyyid Kutub, idam kararından sonra kendisini<br />
ziyaret için gelenlere, “Üzülmeyin, rüyamda<br />
Rasûlullah’ı gördüm, beyaz bir at üzerindeydi. ‘Sen<br />
üzerine düşeni yaptın, şehitlik sana kutlu olsun’<br />
dedi.” diyerek ihlâs, samimiyet ve Allah’a olan teslimiyet<br />
ve bağlılığını ifade etmiştir.<br />
Seyyid Kutub’un İlmî ve Edebî Şahsiyeti<br />
Seyyid Kutub, 20. asrın 2. çeyreğinde Mısır’ın<br />
yetiştirdiği önemli bir mütefekkir ve edîplerinden,<br />
muasır Arap edebiyatının da en bariz üç dört şahsiyetinden<br />
biri olarak kabul edilen bir İslâm âlimi ve<br />
mütefekkiridir.<br />
Abbas Mahmûd el-Akkad’ın bir bakıma öğrencisi<br />
ve muhiplerinden olmasına mukabil, hür düşünme-<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 45
sini engelleyen her şeyden kurtulmaya çalışmıştır.<br />
Her şeyden evvel o, bir insan ve Müslüman olarak<br />
ahlâk ve davranışlarıyla çok hassas ve şefkatli biriydi.<br />
İnancına ve davasına hizmet için elinden gelen her<br />
çareye başvurmuş ve her türlü sıkıntıya katlanmıştı.<br />
İnançlarından ve hak bildiklerinden taviz vermeyi hiç<br />
düşünmedi. Yazdığı kitapları önce güvendiği yakınlarına<br />
okur, görüşlerini alır ve değiştirilmesi gereken<br />
yerler olursa ısrar etmeden değiştirirdi. İhlâs ve samimiyet<br />
onun en mümtaz özelliklerindendi. Gözü<br />
pek ve sıkıntılara göğüs geren bir karaktere sahipti.<br />
Samimiyet ve fedâkârlıkla çalışıldığı takdirde birçok<br />
şey yapılabileceğine ve başarılabileceğine inanırdı.<br />
Seyyid Kutub ve eserleri üzerinde yirmiye yakın<br />
kitap yazan ve bir bakıma Seyyid Kutub uzmanı denilebilecek<br />
bir yazar olan Salah Abdulfettah el-Hâlidi,<br />
onun İslâmî hayatını ve ilmî şahsiyetini beş kısımda<br />
incelemiştir:<br />
İslâmî bir vasatta doğup büyümesi, Kahire’ye gidip<br />
İslâmî kültüre yabancılaşması, dînî hakikatlerde<br />
şüphe ve tereddütle geçen fetret dönemi. Kur’ân’a<br />
yönelmesi ve onu edebî maksatlar için incelemesi ve<br />
Kur’ân’ın onda tesir uyarması ve onu imânî kemâlâta<br />
yükseltmesi.<br />
Seyyid Kutub’un 1<strong>92</strong>5–1940 yılları arasında yaşadığı<br />
fetret dönemi, Batı’nın materyalist felsefesini<br />
okuyarak geçirdiği ve çokları tarafından bilinmeyen<br />
inişli çıkışlı bir dönemdir. Bu dönem zarfında İslâmî<br />
eserlerle hiç meşgul olmamıştır. 1940’ı takip eden ilk<br />
yıllarda Kur’ân’ı sadece edebî açıdan incelemiş ve et-<br />
Tasvîr’ul-Fenniyyü fi’l-Kur’ân’ı telif etmiştir.<br />
Onu fikri bunalıma götüren âmillerin başında, bir<br />
dönem felsefeye çokça dalmasıdır. Bunu daha sonra<br />
kendisi şu cümleleriyle itiraf edecektir: “Bu satırların<br />
yazarı, yaşadığı kırk sene boyunca başka vadilerde<br />
gezip dolaşmış, sonra da düşünce dünyasının gerçek<br />
dinamiklerine dönmüş bir kişidir. Ömrümün kırk<br />
yılını orada geçirdiğimden pişman değilim; çünkü o<br />
dönemde cahiliyyeyi bütün yönleriyle tanıdım.”<br />
Seyyid Kutub, ilk dönemde daima şikâyet eden,<br />
sorular sorup cevap aramaya çalışan, hayret ve endişe<br />
içindeki bir ruh hâletine sahipti. Küçüklüğünde almış<br />
olduğu fazilet ve değer ölçüleri ile batı düşüncesi<br />
arasında rahatsız edici bir çelişki yaşadı ama, onun<br />
fıtrat ve vicdanı bu fikrî girdap içinde bozulmadı ve<br />
kaybolmadı.<br />
Sosyalizmi savundu mu?<br />
Bazıları onun yazdığı el-Adâletü’l-ictimâiyye<br />
fi’l-İslâm (İslâm’da Sosyal Adalet), Ma’reketü’l-İslâm<br />
ve’r-re’simâliyye (İslâm-Kapitalizm Çatışması) ve es-<br />
Selâmü’l-Âlemî ve’l-İslâm (Dünya Barışı ve İslâm) adlı<br />
kitaplarında, ilk bakışta sosyalist tesir altında yazıldığı<br />
intibaı uyandıracak ifadeler bulunduğundan hareketle,<br />
sosyalizmi savunmuş olduğunu ileri sürmüşlerdir.<br />
Fakat onu en yakından tanıyanlardan biri olan kardeşi<br />
Prof. Muhammed Kutub, böyle bir iddiayı tamamen<br />
reddederek şöyle cevap verir:<br />
“O günlerde Mısır, komünizm tehlikesi ve tehdidi<br />
altında idi. Komünistler genç beyinlere seslenmeye<br />
çalışıyordu. Seyyid Kutub, bu eserleri yazarak komünizme<br />
ihtiyacın bulunmadığı, komünistlerin yapmak<br />
istediği şeylerin daha mükemmel şekliyle İslâm’da<br />
bulunduğunu belirtmek istemiş ve komünizmin sahte<br />
maskesini indirmiştir.” Ona göre Seyyid Kutub,<br />
komünizm ve sosyalizm gibi, kapitalizme de karşıdır.<br />
Sadece kapitalizmin çirkinliklerini ortaya çıkarmak<br />
ve İslâm’la uyuşmadığını belirtmek için Ma’reketü’l-<br />
İslâm ve’r-re’simâliyye adlı kitabını telif etmiştir.<br />
Kutub hakkında onun dinde reform düşüncesinde<br />
olduğunu ileri sürenler de görülmüştür. Fakat o,<br />
bizzat hayatta iken bu hususa şu ifadeleriyle açıklık<br />
getirmiştir:<br />
“Bazı Müslümanların zannettiği gibi biz İslâm’ın<br />
bir reforma ihtiyacı olduğuna inanmıyoruz. Zîrâ her<br />
şeyden evvel İslâm, kendi bünyesinde tam ve mükemmeldir.<br />
Bizim yapmamız gereken şey, eksik anlayışımıza,<br />
gaflet ve tembelliğimize bir çözüm bularak din<br />
karşısındaki tavrımızı ve durumumuzu düzeltmektir.<br />
Bizim yeniden İslâmî hayat için hâriçten getirilecek<br />
düsturlara ihtiyacımız yoktur. Biz asıl terkedilmiş değerlerimize<br />
sahip çıkıp onlara sarılmaya muhtacız.”<br />
Seyyid Kutub’un Siyasî, İlmî ve Edebî Yönü<br />
Seyyid Kutub’un siyasî yönünün bulunduğu ve<br />
bazı eserlerinde o günün sıkıntılı ve ağır şartlarını<br />
yansıtan yorumları olmuştur. Aslında sert yorum ve<br />
mesajlarını o günkü konjonktürü düşünüp empati<br />
yapabilirsek daha iyimser değerlendirmemiz mümkündür.<br />
Onun ve mensup olduğu cemaatin çektiği<br />
işkenceler, acılar ve imtihanları göz önüne getirelim:<br />
Başta Müslüman olduğunu iddia eden ve İslâmiyet’i<br />
hiç kimseye bırakmayan birileri iktidarda. Ama aynı<br />
iktidar, tüm Müslümanlara kan kusturuyor. Hapishanelerde<br />
işkence altında can verenler vs.. Öyle bir<br />
psikolojik ortam oluşturulmuş ki, sanki radikalizm<br />
hortlatılmak istenmiş ve bunun ortamı olgunlaştırılmış.<br />
Ayrıca Seyyid Kutup hapisteyken, onun sinirlerini<br />
bozucu ve ruhî dengesini alabora edici bir<br />
kısım ilâçlar verilip verilmediğinden de emin değiliz.<br />
Elhâsıl, Kutub’un sert yorumlarını o gün itibariyle<br />
üzerinde uygulanan fizikî ve psikolojik baskıyla irtibatlandırmak<br />
en doğrusudur. Eminim ki Kutup normal<br />
şartlar altında yazacağı bir eserde insanları tekfir<br />
edici ve sert ifadeler kullanmazdı.<br />
Esefle belirtelim ki onun siyasî yorumları sebe-<br />
46 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
iyle ilmî ve edebî cephesinin revnaktarlığı gölgede<br />
kalmıştır. Bu nedenle biz onun bu yönüne işaret etmeyi<br />
daha uygun görmekteyiz. Onun ilmî ve edebî<br />
yönünü onun tefsirindeki bir-iki örnekle ifade ederek,<br />
daha geniş malumat için okuyucuları tefsirine<br />
yönlendireceğiz.<br />
1.Misal: Seyyid Kutub faizin kötülük ve fena neticelerini<br />
ifade eden כא <br />
א א כ א <br />
א <br />
א א א “Faiz yiyenler, şeytan<br />
çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar.”<br />
(Bakara, 2/275) mealindeki âyet hakkında ilginç<br />
bir tespit yapmakta ve bunu kendine has edebî tarzıyla<br />
izah etmektedir:<br />
“Acaba hangi mânevî tehdit bu mücessem, hareket<br />
ve hayat dolu tablonun derecesine çıkabilir? İnsanların<br />
bildiği ve tanıdığı cin çarpmış bir saralının sureti<br />
canlanıyor gözümüzün önünde... İşte âyet, faizcilerin<br />
hislerini tahrik etmek için, onları bulundukları ve<br />
alışkın oldukları iktisadî nizamdan uzaklaştırmak ve<br />
sert bir şekilde ırgalamak üzere rolünü oynaması için<br />
bu tabloyu gözler önüne getiriyor. Aynı zamanda bu<br />
âyet, günümüzde yaşanan bir gerçeği de ifade etmektedir.<br />
Tefsirlerin çoğu bu korkunç suretteki kıyamdan<br />
maksadın, kıyamet günü dirilişi olduğunu kaydetmişlerdir.<br />
Fakat gördüğümüz kadarıyla bu suret<br />
bugün insanların hayatlarında da bizzat vardır. Bu anlam,<br />
bundan sonra gelen âyetteki Allah ve Resûlü’ne<br />
(sallallahü aleyhi ve sellem) harb açmış olma tehdit ve<br />
uyarısı ile de uygunluk arz eder.”<br />
2. Misâl: Müfessirimiz, א <br />
<br />
כ <br />
<br />
כ <br />
“Ağızlarından çıkan o söz ne dehşetli bir söz!” (Kehf, 18/5)<br />
âyetini mûsikî ritim açısından şöyle tahlil etmektedir:<br />
“Bu âyetteki lafızlar dizilişleriyle ve melodisiyle<br />
onların söyledikleri kelimenin azametini ifade etmeye<br />
katkıda bulunmaktadır. Âyet, dinleyiciyi fecaat ve<br />
azametle yüzleştirmek ve atmosferi bunlarla doldurmak<br />
için <br />
כ <br />
(büyük oldu) kelimesiyle başlıyor. “Büyük<br />
kelime”yi, daha ziyade dikkat çekmek için cümledeki<br />
zamiri için temyiz yapıyor: כ <br />
<br />
כ <br />
(kelime<br />
yönüyle büyük oldu) Bu kelimeyi sanki ağızlarından<br />
rastgele çıkıveren bir kelime haline getiriyor:<br />
א <br />
<br />
א <br />
kelimesi de kendi âhenk ve melodisiyle söz<br />
konusu kelimenin büyütülmesine iştirak ediyor. İşte<br />
bunu telaffuz eden biri, bu kelimedeki med ile ağzını<br />
açar. Sonra iki hâ harfi peşi peşine gelir ve ağız, kelimenin<br />
sonundaki mîm harfiyle kapanmadan evvel,<br />
bu iki hâ harfiyle dolar. Böylece cümlenin nazmı ile<br />
lafızların melodisi, mânânın tasvirinde müşterek rol<br />
oynamış olurlar.”<br />
Eserlerine gelince; Seyyid Kutub geriye edebî,<br />
dinî pek çok eser bıraktı. Bunlardan en meşhuru ‘Fî<br />
Zılâli’l-Kur’ân’ ismiyle telif ettiği edebî ve ictimâî<br />
tefsir olarak değerlendirilen Kur’ân tefsiridir. Dilimize<br />
Yoldaki İşaretler diye çevirilen Meâlim fi’t-tarîk,<br />
Kur’ân’da Edebî Tasvîr ismiyle tercüme edilen et-<br />
Tasvîru’l-fenniyyü fi’l-Kur’ân ve İslâm’da Sosyal Adâlet<br />
diye yayımlanan el-Adâletü’l-ictimâiyye fi’l-İslâm isimli<br />
eserleri mevcuttur. Bunların yanı sıra yirminin üzerinde<br />
eseri vardır.<br />
Sonuç<br />
Netice olarak Seyyid Kutup Mısır tarihinin oldukça<br />
karmaşık döneminde yaşamış, samimi ve aynı<br />
zamanda idealist bir Müslüman şahsiyet olarak karşımıza<br />
çıkmaktadır. Yazdığı tefsirinde bir müminin<br />
iman coşkusunu duymamak elde değildir. Ne var<br />
ki o, insanlığı buhrandan, sömürüden ve anarşiden<br />
kurtaracak İslâm reçetesini doğru tespit eden, ama bu<br />
reçeteyi tatbik noktasında bilhassa sert ve radikal söylemleriyle<br />
öne çıkarılan bir İslâm âlimidir. Bu durum<br />
da onun ilmî ve edebî yönünden istifadeyi asgarî düzeye<br />
indirmiştir.<br />
* Dicle Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />
merdal@yeniumit.com.tr<br />
KAYNAKLAR<br />
• Abdurrahman er-Râfıî, es-Sevretül-Urâbiyye, Dâru’l-Meârif, Mısır,<br />
1983.<br />
• Fehd b. Abdirrahman b. Süleyman er-Rûmî, İtticâhâtü’l-Tefsîr fi’l-<br />
Karni’r-Râbia Aşar, Riyad, 1986.<br />
• Adil Nüveyhiz, Mucemu’l-Müfessirin, Beyrut, 1983<br />
• Muhammed Seyyid el-Vekîl, Kubra’l-Harekâti’l-İslâmiyye, Dâru’l-<br />
Müctema’, Cidde, 1986<br />
• Ahmed Cemal el-Amrî, ed-Dirâsât fi’t-Tefsiri’l-Mevdûî, Kahire, 1986.<br />
• Hamide Kutup ve diğerleri, el-Atyâfu’l-Erbaa, Daru Lübnan, 2. basım,<br />
Beyrut 1967.<br />
• Salâh Abdulfettah el-Hâlidî, Seyyid Kutup Mine’l-Mîlâd ile’l-istişhâd,<br />
Dâru’l-Kalem- Dâru’ş-Şâmiye, l.basım, Kahire, 1991.<br />
• Seyyid Kutub, Tıflun mine’l-karye, “Dârul-hikme, Beyrut, ths.<br />
• Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l- Kur’ân, Beyrut, 1987.<br />
• Luveys Avd, Târîhul-Fikri-Mısriyyi’l-hadîs, el-Hey’etül-Mısriyye li’lâmmeli’l-Kitâb,<br />
Mısır, 1980.<br />
• Celâl Yahya, el-’Âlemu’l-’Arabiyyu’l-Hadîs, Dâru’l-Meârif, Mısır, 1982.<br />
• H. Kâmil Yılmaz, Seyyid Kutub: Hayatı, Fikirleri, Eserleri, İst., 1980.<br />
• Sami Zubaida, İslâm, The People & The State (Political ideas &<br />
Movements in the middle east, I. B.- Tauris & Co. Ltd, London 1993.<br />
• Muhammed Ali Kutub, Seyyid Kutub ev Sevretu’l-Fikri’l-lslâmî, Dâru’l-<br />
Hadîs, Beyrut, 1976. Mesut Erdal, Fî Zılâli’l-Kur’ân ve İ’câz Açısından<br />
Değeri, Işık Akademi Yay., İst., 2007.<br />
• Sarmış, İbrahim, Bir Düşünür Olarak Seyyid Kutub, Fecr yay., Ankara,<br />
19<strong>92</strong>.<br />
• Hannâ el-Fâhûrî, el-Câmi’ fî Târîhi’l-Edebil-Arabî, (Dârul-Cîl, 1.<br />
basım, Beyrut 1986.<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 47
YENi ÜMiT<br />
Yrd. Doç. Dr. Musa Kâzım GÜLÇÜR*<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />
ve Genel Özellikleri<br />
Giriş<br />
Mısır tarihinde yaygın ve bilinen anlamıyla ‘Firavun’<br />
terimi ilk olarak M.Ö. on dördüncü yüzyılda 4.<br />
Amenhotep yönetimindeki yeni krallık döneminden<br />
itibaren kullanılmaya başlamıştır. Hz. Yusuf<br />
(aleyhisselâm) bu tarihten en az iki yüz yıl önce Hiksoslar döneminde<br />
yaşamıştı. 1 Firavun kelimesinin kullanımı Hiksoslar<br />
döneminin sona ermesinden itibaren söz konusudur. Firavun<br />
kelimesi başlangıçta “krallık sarayı” anlamına gelirken, yeni<br />
krallıktan itibaren (18. hanedandan başlar; M.Ö. 1539–12<strong>92</strong>) bugün<br />
bilinen anlamda kullanılmış, yirmi ikinci sülale dönemine<br />
doğru ise (M.Ö. 945–730) sadece bir saygı unvanı olmuştur. 2<br />
Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Yusuf dönemindeki Mısır yöneticisinden<br />
söz edilirken “hükümdar, kral, sultan” anlamlarına<br />
gelen “el-melik” kelimesi, Hz. Musa dönemindeki Mısır yöneticisi<br />
içinse “Firavun” kelimesi kullanılmaktadır ki, bu ayrım<br />
Kur’ân-ı Kerîm’in mucizevî yönlerinden sadece birisidir.<br />
Kur’ân-ı Kerîm’de Firavun ile ilgili anlatımlar, kısa bölümler<br />
hâlinde yirmi bir kadar sûrede yer alırken, A’râf<br />
(7/103–137), Yunus (10/75–90), Tâhâ (20/43–79), Şuarâ<br />
(26/11–68), Kasas (28/36–42) ve Mü’min (40/24–29)<br />
sûrelerinde ise ayrıntılı bir şekilde yer almaktadır. Firavun kelimesinin<br />
geçtiği âyet-i kerîmelerin sayısı ise yetmiş dörttür.<br />
Firavun ve melei 3 Musa peygamber aracılığı ile gelen mucizeleri<br />
sihir diyerek inkâr etmişlerdir. Ancak bu inkârları ile<br />
de kalmamış, Musa (aleyhisselâm) ve beraberindekileri ülkedeki<br />
yönetimi ele geçirmeye çalışmakla suçlamışlardır.<br />
Soykırım ve Katliam Yaptırması<br />
א <br />
<br />
<br />
א <br />
א <br />
<br />
<br />
א <br />
א<br />
“Firavun dedi ki: Oğullarını taktîl ederiz, kadınlarını da sağ<br />
bırakırız ve hiç şüpheniz olmasın ki, biz onların üstünde kahir<br />
hükümranlarız.” (Kasas, 28/4)<br />
Âyet-i kerîmede geçen “taktîl” kelimesi, aşırı katliam yapmak<br />
veya sık sık öldürmek anlamına gelmektir ki ‘katl’ ve<br />
‘zebih’ kelimelerinden (Bakara, 2/49; Kasas, 28/4) daha kapsamlıdır.<br />
Bir mânâda soykırım demektir. Firavun’un en kötü<br />
yönlerinden birisi de budur. Firavun melei, bütün erkek ço-<br />
48 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
cukların öldürülmesi konusunda Firavunu teşvik etmiş,<br />
Hz. Musa’nın dünyaya geleceği sırada bir önceki<br />
Firavun döneminde İsrail oğullarının çoğalmamaları<br />
için yapılan bu uygulama, Hz. Musa’ya tâbi olanlara<br />
da uygulanarak, ikinci bir işkence ve katliam dönemi<br />
başlatılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu durum: “Biz,<br />
hem sen bize gelmeden önce, hem de sen bize peygamber<br />
olarak geldikten sonra işkencelere maruz kaldık!”<br />
(Araf, 7/129) şeklinde belirtilmektedir. Firavun<br />
ve meleinin, inanan insanlara karşı uygulamak istedikleri<br />
bu ikinci soykırım teşebbüslerine tam olarak<br />
ulaşamadıkları anlaşılmaktadır (Mümin, 40/25).<br />
Halka Korku Salması<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
א <br />
<br />
א <br />
א א <br />
<br />
<br />
“Firavun ve kavminin kendilerine işkence etmesinden<br />
korkuya düştükleri için kavminden bir grup<br />
gençten başka kimse Musa’ya iman etmedi. Çünkü<br />
Firavun yeryüzünde ululuk taslayan (bir diktatör) ve<br />
haddi aşanlardan idi.” (Yunus, 10/83)<br />
Bir tehlike karşısında şiddetli heyecan ve dehşete<br />
kapılma haliyle ortaya çıkan duyu durumuna “korku”<br />
denmektedir. Bu duyu durumu, irade ve mantıkla<br />
kontrol altına alınamayan, insanın içini daraltan yakın<br />
bir tehdit hissidir.<br />
İşte azgın, haddini aşmış, küfürde olduk ça ileri<br />
gitmiş, israfçı ve yücelik taslayan Firavun idaresindeki<br />
halk, inanç özgürlüğüne sahip olmadığı gibi<br />
aynı zamanda idareden de büyük bir korku ve endişe<br />
duymaktaydılar. Bu büyük korkunun neticesinde<br />
âyet-i kerîmede belirtildiği üzere Hz. Musa’ya (a.s)<br />
inananların sayısı oldukça az seviyede kalmıştır. Burada<br />
“zürriyet” kelimesi ile kastedilen, iman edenlerin<br />
sayısının az olduğunu belirtmektir. İbn Abbas:<br />
“<strong>Say</strong>ıca önemsiz bir topluluk ‘zürriyet’ lâfzıyla ifade<br />
edilir” demektedir. Hz. Musa’ya (a.s) inanan kimselerin<br />
sayıca az olmalarının sebebi, Firavun’un kendisine<br />
muhalefet eden kimselere dehşetli işkenceler ve<br />
katliamlar uygulamasıdır. Fi ravun, uyguladığı bu cezalarla<br />
Hz. Musa’ya (a.s) inananları dinlerinden döndürmeye<br />
çalışmıştır.<br />
İlâhlık İddia Etmesi<br />
א <br />
כ א א א <br />
“Adamlarını topladı ve onlara: ‘Sizin en yüce rabbiniz<br />
benim!’ dedi.” (Naziat, 79/23-24)<br />
Firavun, yaratıcıyı kabul etmeyen bir mülhit ve<br />
materyalistti. Bu yönüyle o âdeta aklını yitirmiş bir insan<br />
görünümündedir. Firavun'a, “Ben si zin en büyük<br />
tanrınızım.” dedirten duygu, insanın içindeki yetkinlik<br />
ve yüksel me isteğinin sapkın bir hâlidir. Çünkü<br />
gerçek yetkinlik ve yüksekliğe ancak mârifetullahta<br />
derinleşmek, rıza-i ilâhî yörüngeli yaşamak ve ilâhî<br />
ahlâka bezenmekle ulaşıla bilir. Bunun dışındaki bütün<br />
benlik ve şeref iddiaları aslında bir sefalet ve düşüştür.<br />
Firavun, iddiasındaki gibi azametli ve cesur birisi<br />
de değildir. Tam tersine bütün müstebitler gibi oldukça<br />
korkak ve riyakârdır. Zor durumda kaldığında<br />
geri çekilmekte ve: “Bana bu konuda ne emredersiniz?”<br />
(A’râf, 7/110; Şuara, 26/35) diyerek etrafındakilerden<br />
âdeta yardım dilenmektedir. “Siz ne düşünüyor,<br />
ne diyor, ne teklif ediyorsunuz?” yerine “Bana ne<br />
emrediyorsunuz?” demesi, yönetim ve işleri yürütme<br />
yetkisinin, danışma meclisinin elinde bulunduğunu<br />
itiraf etmek demektir. Bu da Firavun’un güttüğü dava<br />
açısından temel çelişkilerden birisidir. Demek oluyor<br />
ki Firavun, önemli bir olayın sıkıntısı altında kalınca,<br />
tanrılık davasını geçici olarak bir tarafa bırakıp, kulları<br />
saydığı adamlarından ve memurlarından meydana<br />
gelen topluluğa karşı “Ne emrediyorsunuz?” demektedir.<br />
4<br />
Büyüden ve Büyücülerden Medet Umması<br />
Firavun, hastalık derecesinde kendisini tanrı konumunda<br />
gördüğü ve inandığı hâlde (Kasas, 28/38;<br />
Şuara, 26/29) büyücü rahiplerden medet ummuş, sadece<br />
yönetimde etkin olacakları vaadi ile değil ama<br />
aynı zamanda büyü yapmaları konusunda onlara baskı<br />
uygulayarak (Tâhâ, 20/73) Hz. Musa’ya (a.s) karşı<br />
mücadeleye girişmiştir. Firavun ve melei, aslında büyücü<br />
rahiplere inanan kimseler değillerdi. Onlar için<br />
asıl önemli olan halkın Firavun’u ilâh şeklinde telakkisinin<br />
devamı idi (Şuara, 26/40). Sihirbazları gayrete<br />
getirmek ve Hz. Musa (a.s) karşısında bu büyücülerin<br />
galip gelebilmelerini temin etmek için onlara idarede<br />
söz sahibi olacakları yalanını bile söylemiştir (Şuara,<br />
26/40,42).<br />
Ancak yaptıkları büyülerin işe yaramadığını gören<br />
ve gözleri hakikate açılan rahipler, Hz. Musa’nın (a.s)<br />
getirdiği mucizelerin Allah katından olduğunu derhal<br />
anlamış ve iman etmişlerdir. Firavun bu defa iman<br />
eden sihirbazlara zulüm ve işkence yolunu seçmiştir.<br />
<br />
כ <br />
כ <br />
א<br />
כ <br />
<br />
<br />
א<br />
<br />
<br />
א א א <br />
א <br />
“Firavun dedi ki: Demek siz, benden izin almadan<br />
ona iman ettiniz! Şüphe yok ki bu, yerleşik Kıpti<br />
zümresini yurtlarından sürmek için, sizin şehirde beraberce<br />
plânladığınız, gizli bir oyundur. Ama yakında<br />
bileceksiniz başınıza gelecekleri!” (A’râf, 7/123)<br />
Allah’a ve Peygamber’ine iman edildiğinde hak-<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 49
sızlık ve tahakküm yollarının kapanacağını gören Firavun,<br />
bu sözüyle kamuoyunu yanıltmak ve heyecan<br />
vermek için siyasî bir entrika çevirmektedir. Tamamıyla<br />
aleyhine sonuçlanan yarışmayı, kendi iddiasını<br />
ispat eden bir olaymış gibi göstermeye çalışmakta ve<br />
aslında kendisi bir nevi siyasî sihirbazlık ve şarlatanlık<br />
yapmaktadır. Böylece Hz. Musa’nın peygamberliğine<br />
olduğu gibi, onu tasdik eden sihirbazların imanları<br />
hakkında da yok yere şüpheler uydurup ortaya atmakta<br />
ve kamuoyunun zihnini bulandırmaktadır. 5<br />
Din Konusunda Şüphe Yayması ve Ülke Bölünecek<br />
Propagandası<br />
Firavun, sihri en iyi bilenler diyerek seçtiği kimselerin,<br />
büyük kalabalığın huzurunda Hz. Musa’nın (a.s)<br />
nübüvvetine iman ettiklerini görünce, bu durumun Hz.<br />
Musa’nın nübüvvetinin sıhhatine güçlü bir delil olacağı<br />
endişesini duymuştur. Kavminin, Hz. Musa’nın nübüvvetine<br />
inanmalarına engel olsun diye, o anda halkın<br />
kulağına iki çeşit şüphe atmaya çalışmıştır:<br />
Attığı birinci şüphe, onun: “Bu, hiç şüphesiz ki şehirde<br />
kurduğunuz bir tuzaktır.” şeklindeki sözüdür.<br />
Abdullah b. Mes’ud diyor ki: “Meydanda toplanıp<br />
karşılıklı yarışmaya girmeden önce Musa, sihirbazların<br />
liderine: “Eğer ben sana galip gelecek olursam<br />
bana iman eder ve getirdiğim dinin hak olduğuna şahitlik<br />
eder misin?” diye sormuş, sihirbazların lideri<br />
ise: “Yemin olsun, yarın öyle bir sihir yapacağım ki,<br />
hiçbir sihir ona galip gelemez. Şayet sen bana galip<br />
gelecek olursan ben sana iman edeceğim ve getirdiğinin<br />
hak olduğuna şahitlik edeceğim.” demiştir. Bu<br />
konuşmayı gözlemiş olan Firavun, daha sonra bu<br />
konuşmayı çarptırarak: “Bu sizin kurduğunuz bir tuzaktır.”<br />
demiş ve böylece halkın arasına Hz. Musa’nın<br />
(a.s) peygamberliği ile ilgili şüphe yaymak istemiştir. 6<br />
Yaymaya çalıştığı ikinci şüphe ise Hz. Musa (a.s) ile<br />
sihirbazların maksatlarının, güya aralarındaki anlaşmaya<br />
göre, hâkim unsurların ülkeden çıkarılacağını,<br />
rejimin değiştirileceğini ve hâkimiyetlerinin sona erdirileceğini<br />
öne sürmek olmuştur.<br />
Halkı Gruplara ve Hiziplere Ayırması<br />
Firavun, hem zulmedebilmek hem de zulme<br />
dayalı saltanatını devam ettirebilmek için, halkı birbirine<br />
yakın veya zıt çeşitli grup ve hiziplere ayırmaktaydı.<br />
Böylece toplumdaki muhale fet duygusunu, bu<br />
hizipler ve gruplar arasındaki sürtüşmelere kanalize<br />
etmekte, neticede o toplumdaki mevcut muhalefet<br />
potansiyelini, birbirlerine vuruşturarak pasif hâle getirmekteydi.<br />
Kur’ân-ı Kerîm bu hususa şöyle işaret<br />
etmektedir:<br />
א <br />
א <br />
א א <br />
<br />
<br />
א כא <br />
א <br />
<br />
<br />
א <br />
<br />
“Firavun, (Mısır) toprağında gerçekten azmış, halkını<br />
çeşitli sınıflara bölmüştü. Onlardan güçsüzleştirdiği<br />
sınıfın oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu.<br />
Firavun kesin bir şekilde çokça fesat çıkaran<br />
bozgunculardandı.” (Kasas, 28/4)<br />
Halkını Küçümsemesi<br />
א א <br />
כאא<br />
א א <br />
“Firavun halkını küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler.<br />
Doğrusu onlar yoldan iyice çıkmış bir toplum<br />
idi.” (Zuhruf, 43/54)<br />
Firavun, kendisini diğer insanlardan daha farklı,<br />
daha üstün ve önemli biri olarak görmekte, kendisini<br />
en başarılı, en güzel, en zeki olarak değerlendirmekteydi.<br />
Fakat ondaki bu büyüklük duygusu özgüven<br />
taşıyan bir büyüklük duygusu değildi. Sürekli dışarıdan<br />
onay görme beklentisindeydi ve oldukça da kırılgandı.<br />
Fakat bu kırılganlığının, kendindeki büyüklük<br />
duygusuna olan güveninin azlığından kaynaklandığını<br />
görememekteydi. Kırılganlığına, sürekli başkalarını<br />
suçlama ve aşağılama duygusu eşlik etmekteydi. Bu<br />
yönü ile Firavun’da narsistik kişilik bozukluğu yani<br />
büyüklenmecilik ve üstünlük duygusu, halkı küçümseme,<br />
aşağılama ve değersiz görme şeklinde tezahür<br />
etmektedir.<br />
Sahte İlâhlar İdeolojisi Üretmesi<br />
א א <br />
<br />
<br />
<br />
א א <br />
כ כ <br />
“Firavun’un halkının melei: ‘Ne yapıyorsun, seni<br />
ve senin tanrılarını terk etsinler, ülkede bozgunculuk<br />
yapsınlar diye Musa ile inananlarını kendi hallerine<br />
mi bırakacaksın?’ dediler.” (A’râf, 7/127)<br />
Burada “seni ve ilâhlarını” denilmesinde Firavun’un<br />
taptığı bir takım mabutlar varmış gibi anlaşılabilir.<br />
Hâlbuki Firavun kendisinden üstün bir ilâh<br />
kabul etmiyor, “Ben sizin en büyük Rabbinizim” diyordu<br />
(Nâziât, 19/24). Bu durumda “senin ilâhların”<br />
sözü “senin taptığın, senin ibadet ettiğin mabutların”<br />
demek değil, “senin hoşlanıp, kabul ettiğin, tapılsın<br />
diye izin verdiğin mabutlar” anlamında kullanılmış<br />
demektir. Bu da Firavun’un halkın itikadını bozmak<br />
için bir takım sahte mabutlar oluşturduğunu ortaya<br />
koymaktadır.<br />
Mucizelerle Alay Etmesi<br />
כ א <br />
א א א <br />
א א <br />
<br />
“Musa, âyetlerimizle onlara gidince onlar alay<br />
edip gülmeye koyuldular” (Zuhruf, 43/46–47) âyet-i<br />
50 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
kerîmesinin mantuk ve mefhumunca, hakikatleri<br />
küçümsemek veya onlarla alay etmek, Firavun’un<br />
kendisini yüceltmek için kullandığı zalimce bir yöntemdir.<br />
Bu tür davranış gösterenlerin maksadı, diğer<br />
insanlara göre üstün niteliklere sahip olduklarını vurgulamaktır.<br />
Günümüzde de Allah’ın kudretini ve yaratma<br />
mucizesini, canlı ve cansız varlıklardaki büyük düzeni,<br />
kâinatta akılları durduran dengeyi tesadüf olarak<br />
değerlendirip göz ardı edenler, Firavun’un, Hz.<br />
Musa’nın (a.s) mucizelerine sihir diyerek inkâra sapmasındaki<br />
benzer bir tavrı sergilemiş olmaktadırlar.<br />
Devasa Tapınaklar ve Dikilitaşlar Yaptırması<br />
Allah (celle celâlühü), bundan binlerce sene önce<br />
Mısır’ın yönetiminde diktatör olarak söz sahibi olan<br />
Firavun’un karakteristik özelliklerinden birisinin<br />
א א <br />
<br />
/ zi’l-evtâd” (Fecr, 89/10) olduğunu<br />
belirtmektedir. Bu âyet-i kerîmede yer alan “evtâd”<br />
kelimesi değişmeceli olarak izzet ve hâkimiyet,<br />
Firavun’un insanlara azap etmek için yaptırdığı bir<br />
düzenek, Firavun’un ordusu, Firavun’un kalabalık<br />
cemaati gibi mânâlarda anlaşılmıştır. 7 Ancak bilindiği<br />
üzere Firavun idaresinin en belirgin özelliklerinden<br />
birisi de kutsallaştırmaya çalıştıkları kendi mezarları<br />
yani piramitlerdir. Bu piramitlerin yanı sıra, yukarıya<br />
doğru incelerek yükselen ve tepesinde küçük birer<br />
piramit örneği bulunan dikilitaşlar da şehirlere Firavunların<br />
hâkimiyet alâmeti olarak dikilmiştir.<br />
Bütün bu açılardan bakıldığında, âyet-i kerîmede<br />
yer alan “zi’l-evtâd” tabiri, diğer anlam tabakalarının<br />
yanında -Allahu a’lem- “piramitler ve dikilitaşlar sahibi”<br />
şeklinde de anlaşılabilir.<br />
Gayet Yüksek Kule Yaptırması<br />
Kur’ân-ı Kerîm’de Kasas ve Mü’min sûrelerinde<br />
Firavun, yardımcısı Haman’a şöyle demektedir:<br />
כ <br />
א א <br />
א א <br />
<br />
א <br />
<br />
א <br />
א א אא א <br />
א אכ <br />
<br />
“Firavun dedi ki: ‘Ey benim danışmanlarım ve<br />
devlet adamlarım! Ben sizin benden başka bir ilâhınız<br />
olduğunu bilmiyorum. Hâmân! Haydi, benim için<br />
tuğla ocağını tutuştur, balçığı pişir, fazlaca tuğla imal<br />
ettirip benim için öyle yüksek bir kule yap ki, belki<br />
de onun vasıtasıyla yükselip Musa’nın (varlığını iddia<br />
ettiği) Tanrısını görürüm! Aslında, ben onun yalancının<br />
biri olduğu görüşündeyim!” (Kasas, 28/38)<br />
Kur’ân-ı Kerîm’in anlattığı bu kule yakın zamana<br />
kadar bulunamamıştı. Ancak 1984 yılında, İskenderiye<br />
limanının birkaç yüz metre açığında yer alan ve<br />
ağırlıkları 10 ile 75 ton arasında değişen pembe granitten<br />
dev bloklar tespit edilmiştir. Bir Mısır bilimci<br />
olan Jean Pierre Corteggiani’ye göre, bu dev granit<br />
bloklar İskenderiye Feneri’ne aittir.<br />
Ayrıca Ranke tarafından hazırlanan Dictionary<br />
of Personal Names of the New Kingdom adlı Mısır<br />
isimleri sözlüğünde, Hâmân’ın, Taş Ocakları İşçilerinin<br />
Şefi olduğu kayıtlıdır. 8 Hiyerogliflerde Hâmân’ın<br />
isminin yanındaki ayıraç ise onun Firavun’un yardımcısı<br />
olduğunu göstermektedir. Çünkü Mısırlılar,<br />
kelimeleri çok özel bir durum olmadıkça hep bitişik<br />
yazmaktaydılar. Bu hiyerogliflerin okunabilmesi,<br />
Kur’ân’da açıklandığı gibi Hâmân’ın Eski Mısır’da<br />
yaşadığını ve Firavuna yapılar inşa eden bir kişi olduğu<br />
ortaya çıkarmıştır.<br />
Firavun İdaresinin Âfetlerle Uyarılması<br />
Allah (celle celâlühü) Firavun hanedanı düşünüp ibret<br />
alsın diye, onları senelerce kuraklık, kıtlık, tufan,<br />
çekirge, kan, haşerat, kurbağa istilası ve ürün azlığı ile<br />
cezalandırmıştır. Ancak yine de Firavun hanedanı ve<br />
melei inkârlarında inat edip büyüklük taslamaya devam<br />
etmiş, sıkıntıların tek sebebi olarak inananları<br />
görmüş ve onları uğursuzlukla suçlamışlardır. Ancak<br />
ilginç bir şekilde Firavun ve melei her sıkıntıda Hz.<br />
Musa’ya (a.s) müracaat ederek, üzerlerindeki maddî<br />
ve mânevî felâketleri gidermesi için Allah’a dua etmesini<br />
istemişlerdir. Bununla kalmamış, maruz oldukları<br />
felaket şayet uzaklaşır ve refaha kavuşurlarsa<br />
inananlardan olacaklarına da söz vermişlerdir. Ancak<br />
her defasında sözlerinden dönmüşler, arkasından da<br />
yok edilmişlerdir (A’râf, 7/130–136).<br />
Firavun ve hanedanının bu yok oluşu Orta Krallık<br />
döneminin sonlarına ait bir papirüste 9 açlık, kuraklık,<br />
kölelerin Mısırlıların servetleriyle kaçışı ve ülke çapındaki<br />
ölümler şeklinde tasvir edilmektedir. Bu papirüs,<br />
Mısır sosyetesinin ölümünü, Firavun’un yıkılışını<br />
ve Allah’a isyanları karşılığında başlarına gelmiş<br />
felâketleri anlatan anlamlı bir el yazmasıdır. 10<br />
Horlanan, aşağılanan ve ezilen insanlar ise bu sabırlarına<br />
karşılık Allah’ın bereketlerle donattığı Mısır<br />
coğrafyasının doğularına ve batılarına vâris kılınmışlardır<br />
(A’râf, 7/137).<br />
Sonuç<br />
Kur’ân-ı Kerîm’deki tasvirlerin genel hatları arasında<br />
görebildiğimiz kadarı ile Firavun, ilâhlık iddiasında<br />
bulunan bir şaşkın, kendisinden başka tanrı<br />
olup olmadığını anlamak için gayet yüksek kule yaptıracak<br />
kadar da marazi ruha sahip bir sapkındır. O,<br />
halkını küçümseyerek zayıfları ezen, gerçeklerden<br />
uzak yaşayan bir kraldır. Firavun portresinin en temel<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 51
özelliği ise Allah’ın kâinattaki hâkimiyetini reddetmesidir.<br />
Firavun’un ilâhlık ve rablik iddiası, kendisinden<br />
başka itaat edilecek, kanun koyacak, yönetecek güç<br />
tanımadığını göstermektedir. Firavun ve hanedanı,<br />
kendilerini mülkün tek hâkimi saymışlardır. Böylece<br />
küçük bir azınlık servet içinde yüzerken, halkın büyük<br />
çoğunluğu köleleştirilmiş, açlık ve sefalet içinde<br />
bırakılmışlardır.<br />
Âyet-i kerîmelerin, Firavun’u fert olarak ele almaktan<br />
çok, Firavun aile si (âl-i Fir’avn), avenesi<br />
(mele’), kavmi ve askerleri (cünûd) şeklinde erkânıyla<br />
birlikte zikretmesi, Firavun’u tek bir kişi olmaktan<br />
daha çok zalim bir zihniyet, karanlık bir odak ve dehşetli<br />
bir merkez olarak işaretlemektedir denilebilir.<br />
Kur’ân’da en az altı sûrede ayrıntılı olarak yer alan<br />
Hz. Musa (a.s) ile Firavun kıssasında pek çok hikmetler<br />
bulunmakla birlikte, bu yazıda oldukça sınırlı sayılabilecek<br />
özelliklere değinebildik. Bu kıssalar ve tekrarlarında<br />
Firavun ve cemiyetinin haksız bir şekilde<br />
büyüklenmeleri, mucizeleri gördüklerinde “sihirdir”<br />
demeleri, halkın Firavun ve cemiyetinden korkması,<br />
Firavun ve meleinin ziynet ve servet içerisinde yüzmeleri<br />
gibi hususlar işlenmektedir. Firavunlar, düz<br />
Mısır coğrafyasında kendi hükümranlık alâmetleri<br />
olarak gayet yüksek ve büyük piramitler inşa ettirmiş,<br />
yekpare dikilitaşlar yaptırmışlardır. İsrail oğullarının<br />
maruz kaldıkları işkenceler ve onlardaki müthiş ölüm<br />
korkuları da bu sûrelerde yer alan konulardır.<br />
* İstanbul Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />
mgulcur@yeniumit.com.tr<br />
Dipnotlar<br />
1. http://www.islamic-awareness.org/Quran/Contrad/External/josephdetail.<br />
html<br />
2. Ana Britannica, Ana Yayıncılık, 12/235.<br />
3. Mele: Bir rey üzerine bir araya gelip şekil ve görünüşü insanın gözlerini,<br />
kıymet ve önemleri de insanların gönüllerini dolduran cemaat, bütün<br />
adına söz söylemeye yetkili kişilerin teşkil ettikleri heyet, danışma meclisi.<br />
Görülüyor ki, bu mânâ, zamanımızda Frenklerin “sosyete” adını verdikleri<br />
cemiyet mânâsınadır. Bunda bir maksat üzere toplanmış olmak, iyi<br />
anlaşma, uzlaşma ve kıymetli olma en esaslı anlamı teşkil eder. Meselâ bir<br />
dernek, bir kabine ve bir parlamento, bir ordu ve herhangi bir toplumun<br />
bütünü adına söz söylemeye yetkili kişilerin bir araya gelip bir heyet teşkil<br />
etmesi hep birer “mele” demek olur. Ve önde gelen eşrafa “mele” denilmesi<br />
de bu yüzdendir. (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Azim<br />
Neşriyat, 4/90–91.)<br />
4. Yazır, 4/93–94.<br />
5. Elmalılı, 4/97.<br />
6. Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi,<br />
4/97–98.<br />
7. Râzi, 19/41.<br />
8. Hermann Ranke, Die Ägyptischen Personennamen, Verzeichnis der<br />
Namen, Verlag Von J. J. Augustin in Glückstadt, Band I, 1935, Band II,<br />
1952.<br />
9. Mısır’da, 19. yüzyılın başlarında bulunan bu papirüs, Hollanda’daki Leiden<br />
Müzesi’ne götürülmüş ve A. H. Gardiner tarafından 1909’da tercüme<br />
edilmiştir. Papirüsün tamamı “Admonitions of an Egyptian from a Heiratic<br />
Papyrus in Leiden (Leiden’deki Papirüste Bir Mısırlının Nasihatleri)” adlı<br />
kitapta yer almaktadır.<br />
10. http://ohr.edu/yhiy/article.php/838<br />
Çoraklaşmış dört bir yan yeşil kubbede gözler,<br />
Hasretle kavrulan sineler yolunu gözler;<br />
O'na teveccüh olsa zâil olur pürüzler,<br />
Şimdilerde onu heceliyor bütün sözler.<br />
52 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
Giriş<br />
YENi ÜMiT<br />
Prof. Dr. Vehbe Mustafa ez-ZUHAYLÎ*<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />
Bütüncül ve Parçacı Yaklaşımlar Arasında<br />
Sünnet-i Nebeviyye<br />
Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’ya sonsuz hamd<br />
ü senâlar, bütün peygamberlerin sonuncusu Hz.<br />
Muhammed’e (sallallahü aleyhi ve sellem), O’nun aile<br />
ve dava arkadaşlarına ve kıyamete kadar sadakat içinde<br />
yolunun yolcusu olanlara salât u selâm olsun.<br />
Sünnet-i Nebeviye, Kur’ân-ı Kerîm’in prensip,<br />
hüküm ve kanunlarını detaylı bir şekilde beyan<br />
etme; mücmel âyetleri izah ve tafsil etme; mutlak<br />
ve kapsayıcı olan hükümlerini bazı kayıtlarla takyit<br />
ve sınırlama; umumî olan hükümlerini tahsîs; İslâm<br />
hukukunun içerik ve kapsama alanı ile ilgili gerek teorik,<br />
gerekse tatbik açısından engin ve zengin veriler<br />
sunma gibi fonksiyonlara sahip Kur’ân-ı Kerîm’den<br />
sonra İslâm hukukunun ekseni mesabesinde bir unsur<br />
olması ve “O kendi heva ve hevesiyle konuşmuyor.<br />
O, kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir<br />
şey değildir.” (Necm: 3-4) âyetinin anlamı gereğince<br />
mânâ itibariyle Cenâb-ı Hakk’ın yüce dergâhından<br />
indirilmiş bir vahiy olmasına rağmen, içteki ve dıştaki<br />
İslâm düşmanları, Kur’ân-ı Kerîm’in mucizevîliği<br />
karşısında aciz kalıp onun hakkında insanların kalb ve<br />
kafalarında şüphe uyandırmaktan ümitlerini kesince<br />
nazarlarını Sünnet-i Seniyyeye çevirmiş; bir kısmı<br />
tamamını inkâr ederek, bir kısmı da küllî bakış açısından<br />
mahrum parçacı bir yaklaşımla ele alarak onu<br />
tamamen devre dışı bırakmak istemişlerdir.<br />
Ne var ki, bir kısım hevâ ve heveslerin mahkûmu,<br />
İslâm hukuk ve yapısına kasteden bazı canilerin mantık<br />
ve düşüncesinin zebûnu olan bu hak duygusundan<br />
yoksun iftiracı, maksatlı ve hakikatten uzak kimseler,<br />
geçmişte olduğu gibi bugün de ya Sünnet’in<br />
sübûtu ya da onu kabul etmek ve Müslümanların<br />
pratik hayatını İslâm hukuk sisteminin ışıktan tayfları<br />
altında inşa etmeyi kabul etmekle beraber onun anlam<br />
ve medlûlü etrafında çeşitli şüpheler uyandırmak<br />
suretiyle, şer’î ve mantıkî dayanağı olmayan sudan<br />
bahanelerle onunla amel etmenin zaruret ve önemini<br />
azaltma yolunda ellerinden geleni artlarına koymamışlardır.<br />
Hakikatte İslâm hukukuna kasteden bu caniler,<br />
bugün Pakistan ve Hindistan’da “Kur’âncılar”<br />
(Mealciler) veya bir kısım şeytânî duygu ve isteklerle<br />
şer’î hükümleri iptal etmeye kalkışan ve kendilerini<br />
tecdit ehli (yenilikçi) zannedenler gibidir. Bunları<br />
bizzat Kur’ân-ı Kerîm’in sarih âyetleri ve nübüvvetin<br />
getirdikleri alıp bir kenara atmaktadır. İşin doğrusu<br />
bunlar ya iftiracı bir topluluk, ya beyinsizler takımı, ya<br />
ilimden nasibi olmayan cahiller, yahut birtakım bidatçi<br />
ve şüpheli eğilim sahiplerinden başkaları değildir.<br />
Ben de konumum itibariyle, iman, akide, ibadet,<br />
ahlâk, muamelat, aile hukuku gibi çeşitli alanlarda,<br />
sünnet-i nebeviye vasıtasıyla sabit olmuş hüküm ve<br />
kanunların bulunduğunu çok açık ve net bir biçimde<br />
ispat etmek suretiyle, Sünnet-i Nebeviye’ye dil uzatan<br />
ve onun aleyhine yazı yazanların yanlı ve yanlış<br />
görüşlerini ortaya dökme hususunda – âcizane – bir<br />
katkıda bulunmak istedim. Bu meyanda ele almak istediğim<br />
konuları şu şekilde sıralayabilirim:<br />
Kısaca Sünnet-i Nebeviye’nin Delil Oluşu<br />
Sübût bulmuş Sünnet-i Nebeviye’nin kapsama<br />
alanı (içerdiği konular).<br />
Sünnet-i Nebeviye’nin İslâm hukuku üzerindeki<br />
etkisi.<br />
Hak ve hakîkati apaçık beyan eden ve doğru yolu<br />
gösteren Allah’tır. (celle celâlühü)<br />
Sünnet-i Nebeviye’nin Delil Oluşu<br />
Sünnet-i Nebeviye’de usulüne göre sabit olmuş<br />
her şey, kesinlikle, umumî olarak, hukukun bütün<br />
alanlarında muteber bir delildir. O, bu konuda varit<br />
olan birçok delil ve bürhan sebebiyle, Kur’ân-ı<br />
Kerîm’den hemen sonra İslâm hukukunun ikinci<br />
kaynağıdır. Bu delillerin en önemlileri sekiz tanedir. 2<br />
Âyet-i Kerîmeler: Kur’ân-ı Kerîm’de Sünnet ile<br />
amel etmeye irşat ve teşvik eden, hattâ açık emirlerle<br />
onunla amel etmeyi farz kılan birçok âyet-i kerîme<br />
vardır, bunlardan bazıları şunlardır:<br />
Ey iman edenler! (Bütün emir ve yasaklarında) Allah’a<br />
(celle celâlühü) itaat edin, Rasûle itaat edin… (Nisâ: 59)<br />
Allah (celle celâlühü) ve Rasûlü (sallallahü aleyhi ve<br />
sellem) bir meselede hükmünü verdiği zaman mümin<br />
bir erkek veya mümin bir kadının kendileri ile alâkalı<br />
o meselede başka bir tercihte bulunma hakkı yoktur.<br />
Kim Allah (celle celâlühü) ve Rasûlüne (sallallahü aleyhi<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 53
ve sellem) isyan ederse besbelli bir sapıklığa düşmüş<br />
demektir. (Ahzâb: 36)<br />
Rasûlüllah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sizi çağırmasını<br />
ve sizin için duasını, birbirinizi davet etmeniz<br />
ve birbirinize duanızla bir tutmayın; O’nu (sallallahü<br />
aleyhi ve sellem) aranızda birbirinizi çağırdığınız gibi de<br />
çağırmayın; birbirinize seslendiğiniz gibi O’na (sallallahü<br />
aleyhi ve sellem) seslenmeyin. Elbette Allah (celle<br />
celâlühü), toplantı anında içinizden birbirlerini siper<br />
edinerek sıvışıp gidenleri biliyor. Allah Rasûlü’nün<br />
(sallallahü aleyhi ve sellem) emrine muhalefet edenler,<br />
başlarına bir belanın veya pek acı bir azabın gelmesinden<br />
korkup çekinsinler. (Nur: 63)<br />
Vücûba (farziyet), muhalefet ve isyan edenleri<br />
uyarmaya, azapla şiddetli bir şekilde sakındırmaya<br />
delâlet eden emir hakkında varit olan bu örnekler,<br />
Resûlüllah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) kavlî, fiilî ve<br />
takrîrî sünnetlerinde itaat ve inkıyadın kesin bir şekilde<br />
farz olduğuna delâlet etmektedir. Aksi takdirde, nübüvvetin<br />
anlamını yitireceği ve O’nun (sallallahü aleyhi<br />
ve sellem) öğretilerini inkâr eden kişinin kâfir, sapıklığa<br />
düşmüş ve nübüvvetin mutedil ve müstakim çizgisinden<br />
uzaklaşarak onun gereklerini yerine getirmeyen<br />
serazatlar takımından olacağı beyan edilmektedir.<br />
Sünnet-i Şerife’nin bizzat kendisi: Bizzat<br />
Sünnet-i Serîfe, kendisine saygı ve ihtiramın farz olduğunu<br />
ve bunun da Rasûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve<br />
sellem) risaletinin tebliğ ve ilânının bir parçasını teşkil<br />
ettiğini ispat etmektedir. Zîrâ Peygamber Efendimiz,<br />
hem kendisini, hem de başkasını gösteren bir güneş<br />
gibi, sahih hadîs-i şerîflerinde, güneş kadar açık ifadelerle,<br />
Kur’ân-ı Kerîm’in mazmun ve muhtevasını vurgulamaktadır.<br />
O hadîslerden birkaç tanesi şunlardır:<br />
Dikkat edin! Bana Kur’ân ve onun bir benzeri<br />
(misli) verilmiştir. Ve yine dikkat edin! Karnı tıka<br />
basa dolu bir adamın, koltuğuna kurulmuş oturduğu<br />
yerden ahkâm keserek “Siz Kur’ân’a bakın ve onunla<br />
yetinin; onda gördüğünüz helâlı helâl; haramı da haram<br />
sayın ve ötesine geçmeyin” demesi pek yakındır.<br />
Ancak şunu unutmayın ki, Allah Resûlü’nün (sallallahü<br />
aleyhi ve sellem) haram kıldığı şey, bizzat Cenâb-ı<br />
Hakk’ın haram kıldığı gibidir. 3<br />
Size iki şey bıraktım, onlara sımsıkı sarıldığınız<br />
müddetçe asla dalâlet ve sapkınlığa düşmezsiniz: Yüce<br />
Allah’ın (celle celâlühü) Kitabı ve O’nun (celle celâlühü)<br />
Peygamberinin (sallallahü aleyhi ve sellem) Sünnet’i. 4<br />
Size Cenâb-ı Hakk’a karşı saygılı olup takva dairesinde<br />
yaşamanızı, başınızdaki Habeşistanlı bir köle<br />
dahi olsa dinleyip itaat etmenizi tavsiye ediyorum; zîrâ<br />
benden sonra yaşayanlar birçok anlaşmazlık ve ihtilaflar<br />
göreceklerdir. Bu sebeple, benim Sünnet’ime uyunuz,<br />
hak ve hidayet üzere devam eden raşit halifelerin yol<br />
ve yönteminden ayrılmayınız. Bunlara azı dişlerinizle<br />
sımsıkı sarılınız ve sakın ola, Kur’ân ve Sünnet’te aslıesası<br />
olmayan şeylere yaklaşmayasınız; çünkü aslı-esası<br />
olmayan her şey bidattir ve her bidat de bir dalâlettir. 5<br />
İşte bütün bu hadîs-i şerîfler, Sünnet’in tamamını<br />
veya bir kısmını bırakıp serazat yaşamayı yasaklayan<br />
kesin direktiflerdir; çünkü İslâm hukuku veya hükümleri<br />
asla parçalanamaz.<br />
Sünnet’e olan ihtiyaç: Cenâb-ı Hak, “Biz bu<br />
kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik.” (En’âm: 6/38) ve<br />
“İşte bu, bütün insanlara yöneltilen bir açıklamadır,<br />
haramlardan korunacak muttakiler için bir hidayet<br />
ve öğüttür” (Âl-i İmrân: 3/138) buyurmaktadır. Ancak<br />
bununla, genel prensip ve hükümlerin, cüzî değil<br />
küllî temel kaidelerin açıklanmasını kast etmiştir.<br />
Bunun delili de realitedir; zîrâ yüzlerce cüzî hüküm<br />
vardır ki bunlar ancak Sünnet aracılığıyla öğrenilebilmiştir.<br />
Sünnet ise ayıklama, seçme ve parçalama<br />
kabul etmeyen genel, mutlak, kapsamlı ve şümullü<br />
bir lafızdır. Namaz, oruç, zekât, hac vb ibadetler;<br />
muamelât, suç ve cezalar; evlenme, boşanma, miras,<br />
vasiyet, vakıf vb aile hukuku ile ilgili hükümlerin detaylarını<br />
Sünnet’in açıklaması buna örnek verilebilir.<br />
Çünkü Müslümanlar, bu hükümleri, ancak sünnet<br />
sayesinde öğrenebilmişlerdir. Sünnet, İslâm hukukunun<br />
içerdiği bütün konu ve alanları kapsamaktadır ve<br />
kesinlikle ayıklama, seçme ve parçalama kabul etmez.<br />
Hakikatin ifadesi olan İmam Evzaî’nin (r) şu sözü<br />
bu konuyu yeteri kadar açıklamaktadır: “Kitab’ın<br />
Sünnet’e olan ihtiyacı, Sünnet’in Kitab’a olan ihtiyacından<br />
daha fazladır; çünkü Sünnet, Kitab’ın maksat<br />
ve muradını açıklar.”<br />
Ancak, gün ortasındaki bir güneş gibi hakikati;<br />
yani Sünnet’i açık beyan gördüğümüz hâlde, birilerinin<br />
kalkıp onu inkâr etmesi veya abluka altına alması<br />
veya eda ettiği fonksiyonu durdurması veyahut sayılı<br />
birkaç hükümle sınırlı görmesi ne kadar üzücü bir<br />
hâdisedir!<br />
Bu konuda Şeyh Muhammed el-Hudarî (rahmetullah<br />
aleyh) şöyle demektedir: “Özetle ifade etmek<br />
gerekirse, Sünnet’in delil ve hüccet olma hususu,<br />
Müslümanların ittifakla (icma) kabul ettiği dinin “zaruriyyat”<br />
kısmındandır ve Kur’ân-ı Kerîm de bunu<br />
ifade etmektedir.” 6<br />
Şevkânî (rahmetullah aleyh) ise konuya şu sözleriyle<br />
açıklık getirmektedir: “Sözün özü şudur; sünnet-i<br />
mutahharanın, delil, hüccet ve müstakil bir teşri kaynağı<br />
olması meselesi, dînî bir zarurettir ve bunu böyle<br />
kabul etmeyenler ancak dinin ruhunu kavrayamamış<br />
tali’sizlerdir.” 7<br />
54 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
İşte hiç kimsenin ününü, namını ve ilmî mertebesini<br />
inkâr edemeyeceği ilk dönem ve günümüz<br />
âlimlerinin konu hakkındaki görüşleri böyledir.<br />
Sünnet vahiydir veya vahiy hükmündedir:<br />
Resulüllah Efendimiz’den (sallallahü aleyhi ve sellem)<br />
sâdır olan şeyler iki kısımdır, biri, Cenâb-ı Hak’tan<br />
aldığı şer’î hükümleri insanlara tebliğ ve ilan; diğeri<br />
ise talim ve irşattır.<br />
Şer’î hükümlerin tebliğ ve ilanı kesinlikle vahiydir.<br />
Hanefîler, bunu, “vahy-i zâhir” (açık vahiy) olarak<br />
adlandırmaktadırlar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve<br />
sellem), bu görevinde hata ve unutmadan masum ve<br />
mahfuzdur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), ya<br />
bizzat bunun vahiy olduğunu açıkça ifade eder ya da<br />
bu konuda bir beyanda bulunmayıp susar. Birincisi:<br />
Kur’ân’dır ki o kendisi ile ibadet edilen, en kısa suresinin<br />
bir benzerini getirmekle bütün ins ve cinne<br />
meydan okunan vahy-i metlüvv’dür, mucizedir. Ve<br />
yine vahy-i gayr-i metlüvv olan ve “Yüce Allah (celle<br />
celâlühü) buyurdu.” diye başlayan kutsî hadis 8 de bu<br />
kısımdandır. İkincisi: Efendimiz’in (sallallahü aleyhi<br />
ve sellem) mübarek ağzından sâdır olan, ancak az önceki<br />
ifadelerden herhangi birisi ile başlamayan normal<br />
hadîstir. Bu da yukarıda geçen âyetlerin anlamı<br />
gereğince yine vahiydir. “O kendi hevâ ve hevesiyle<br />
konuşmuyor. O, kendisine vahyedilen bir vahiyden<br />
başka bir şey değildir.” (Necm: 53/3-4). “Ben ancak ve<br />
ancak bana vahyedilene uyarım” (Yunus: 10 / 15)<br />
Efendimiz’den (sallallahü aleyhi ve sellem) talim ve<br />
irşat maksatlı sâdır olan şeylere gelince, eğer Cenâb-ı<br />
Hak onları kabul ve muvafakat ederse onlar da vahiy<br />
mesabesinde veya hükmündedir. Efendimiz’in (sallallahü<br />
aleyhi ve sellem), hakkında vahiy indirilmeyen<br />
konulardaki kendi içtihadı vasıtasıyla verdiği hükümler<br />
bu kısımdandır. Hanefîler bu çeşit vahyi, “vahy-i<br />
bâtın” olarak adlandırmışlardır. Ancak Yüce Allah’ın<br />
(celle celâlühü) takrir etmedikleri, Sünnet’ten değildir.<br />
Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem)<br />
ismeti: Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), diğer<br />
bütün peygamberler gibi, büyük ve küçük günah işlemekten<br />
masumdur. Cenâb-ı Hak’tan aldığı hükümleri<br />
insanlığa tebliğ ve ilan vazifesinde yalan, hata ve<br />
nisyandan; peygamberliğinden önce ve sonra küfürden<br />
masum ve mahfuzdur.<br />
Bütün ehl-i din ve şeriat, peygamberlerin, tebliğ<br />
ve ilan vazifesini ihlâl edecek her türlü noksanlıklara<br />
karşı, Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâlühü) ismet ve hıfzıyla<br />
masum ve mahfuz olmasının farz oluşu konusunda<br />
ittifak etmişlerdir. Çünkü bu, Cenâb-ı Hakk’ın onlar<br />
vasıtasıyla meydana getirdiği mucizelerin anlamının<br />
bir gereğidir; eğer böyle bir şey caiz ve mümkün olsaydı<br />
mucizelerin bir anlam ve fonksiyonu kalmazdı,<br />
bu ise muhal ve imkânsızdır.<br />
Cenâb-ı Hak, şöyle buyurmaktadır: “Ey Rasûl!<br />
Yüce Rabbin katından sana indirileni tebliğ ve ilan et,<br />
eğer yapmazsan onun risalet vazifesini yerine getirmemiş<br />
olursun. Allah (celle celâlühü) seni bütün insanlığa<br />
karşı koruyacaktır.” (Maide: 5/67). Efendimiz (sallallahü<br />
aleyhi ve sellem) ise bu konuya şu sözleriyle tavzih<br />
etmiştir: “Yüce Allah’ın (celle celâlühü) yapmanızı emrettiği<br />
her şeyi, ben de emrettim; O’nun (celle celâlühü)<br />
yapmanızı yasakladığı her şeyi ben de yasakladım.” 9<br />
Asr-ı Saadet’te Sünnet’e bağlılık: Efendimiz’in<br />
ilk muhatabı olma pâyesine mazhar olan sahabe<br />
efendilerimiz, en ufak meselelerde dahi ihmal veya<br />
terk etmeksizin, seçme veya parçalama yapmadan<br />
Sünnet-i Nebeviye’nin bütününe bağlı kalmış ve<br />
Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) kavlî, fiilî<br />
ve takrîrî bütün emir ve yasaklarına karşı tam itaat ve<br />
inkıyat içinde olmuşlardır. Eğer kendileri bir konuda<br />
içtihat ederlerse, bunu Hz. Peygamber’in (sallallahü<br />
aleyhi ve sellem) onayına sunarlar, o da bunu onaylarsa<br />
(ikrar) artık bu hüküm Cenâb-ı Hak tarafından onaylanmış<br />
demektir. Zîrâ çağ, vahiy çağı olduğu için,<br />
Cenâb-ı Hak (celle celâlühü), Peygamber’in (sallallahü<br />
aleyhi ve sellem) içtihad hatasını onaylayıp o hata üzerine<br />
kalmasına müsaade etmez ki bu yanlış bütün ümmete<br />
de sirayet etsin. Bütün bu emir, yasak ve ikrarların her<br />
biri için, herkes tarafından bilinen birçok örnek vardır<br />
ve bu konudaki rivayetler sabit, çok açık ve nettir.<br />
İcma: İlk ve sonraki nesillerinden (selef ve haleften)<br />
bütün sahabe efendilerimiz (ra), gerek Peygamberimiz<br />
(sallallahü aleyhi ve sellem) hayattayken gerekse<br />
ahiret yurduna intikal ettikten sonra, sünnete uymanın<br />
zaruret ve farziyeti konusunda ittifak etmişlerdir.<br />
Daha önce de geçtiği üzere, Efendimiz hayattayken<br />
O’nun (sallallahü aleyhi ve sellem) vermiş olduğu bütün<br />
hükümleri uyguladıkları, emir ve yasaklarını özenle<br />
yerine getirdikleri gibi; Muaz b. Cebel’in (ra) “Eğer<br />
aradığın konunun hükmünü Kur’ân’da bulamazsan<br />
ne yaparsın?” “Allah Resulü’nün Sünnet’ine göre<br />
hüküm veririm.” 10 meşhur hadîsinin anlamı gereğince,<br />
Kur’ân-ı Kerîm’de varid olan bir hüküm ile<br />
Resûlullah Efendimiz’den (sallallahü aleyhi ve sellem)<br />
gelen bir hükme uymanın zaruret ve farziyeti arasında<br />
bir fark gözetmiyorlardı. Raşit halifeler de Kur’ân’da<br />
bir konunun hükmünü bulamadıkları zaman aynı<br />
yönteme başvurdukları bilinmektedir. Sahabe neslinden<br />
sonraki bütün İslâm mezhep ve ekollerinin imam<br />
ve âlimleri de bu konuda böyle davranmışlardır.<br />
Akıl: Cenâb-ı Hak, Yüce Peygamberine risalet<br />
ve elçiliğini tebliğ ve ilân etmesini ve O’nun vahyine<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 55
ittiba etmesini emretmiştir. Bu tebliğ ve ilan vazifesi<br />
de Kur’ân-ı Kerîm’i okutmak ve mânâ ve muhtevasını<br />
beyan etmek suretiyle gerçekleşmiştir. Yüce<br />
Peygamberimiz’in, hata, unutma ve günaha girme gibi<br />
konularda Cenâb-ı Hakk’ın ismet ve hıfz dairesinde<br />
olduğunun delillerini daha önce ele almıştık. Buna<br />
göre İslâm hukuku Kur’ân ve Peygamberimiz’in sözleri,<br />
fiilleri ve takrirlerinden oluşmaktadır.<br />
Allâme Muhammed Takiyy el-Hakim şöyle der: Bu,<br />
sünnetin delil ve hüccet oluşu hakkındaki en sağlam delillerinden<br />
biridir. Ve bunu inkâr etmek, akıl ve mantık<br />
açısından nübüvveti inkâr etmekle eş değerdir. 11<br />
Muhammed el-Gazali ise bu konuda şöyle demektedir:<br />
Sünnet, Kur’ân’la beraber İslâm’ın temel<br />
ve direğidir, o Kur’ân’ın ebedî ışığının uzantısı ve<br />
mânâsının tefsiri, hedef ve tavsiyelerini gerçekleştiren<br />
gaye ölçüsünde bir vesiledir. Sünnetsiz bir fıkıh<br />
düşünülemeyeceği gibi, fıkıhsız bir Sünnet de düşünülemez;<br />
dinî hükümler de diğerlerinden kopuk şekilde<br />
tek bir hadîsten alınmaz, bilakis konu hakkındaki<br />
tüm hadisler bir araya getirilir ve toplanan hadîsler<br />
Kur’ân’ın yanıltmaz rehberliği ve sonsuz ışığı altında<br />
mukayese edilir. İşte Kur’ân, hadîslerin amel ettiği<br />
ana çerçevedir. Hadîsler, Kur’ân’ın çizdiği çerçevenin<br />
dışına çıkamaz. Sahih hadîslerdeki hükümler, Peygamber<br />
Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından<br />
ilâhî teyit ve rabbanî beyan vasıtasıyla Kur’ân’dan<br />
çıkarılmış ve ondan alınmıştır. Sünnet, Kur’ân mesajının<br />
nebevî beyan ve açıklaması, Cenâb-ı Hakk’ın<br />
Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur’ân’ın<br />
özetle ele aldığı konuları detaylı bir şekilde izah etmesi<br />
için bir aydınlatma ve yol göstermesidir.<br />
Sünnet-i Nebeviye’nin İhtiva Ettiği Konular<br />
Sünnet-i Nebeviye’nin tafsîlî hükümlerde kapsadığı<br />
alan, Kur’ân’ın kapsadığı alandan daha geniştir;<br />
gayb ve şehadet âlemleri hakkındaki inançla ilgili<br />
konular, Cennet, Cehennem, sırat, mizan, hesap ve<br />
sual, kader ve kadere imanla ilgili mevzuların açıklanması,<br />
kaderciliğin yerilmesi gibi insanın dünya ve<br />
ahirette muhtaç olduğu her şeyi içerdiği gibi, iman<br />
ve İslâm’ın rükünlerini, ilim ve ilim âdâbını, astronomi<br />
bilimlerini, Kur’ân’ın tilâvet ve tefsirini, sûrelerin<br />
faziletlerini, peygamberlik müessesesini, ölüm öncesi<br />
ve sonrası hâdiseleri, ilâhî vahyin aydınlık tayfları altında<br />
gayb ve gelecekte olacak hâdiselerin haber verilmesi<br />
gibi konuları da ihtiva eder.<br />
Yine bazı peygamberlerin, sahabelerin ve sonraki<br />
kuşaktan gelen bir kısım zatların, kutsal mekân<br />
ve zaman dilimlerinin faziletlerini, tıp ve tedaviyi ve<br />
peygamber tavsiyesi nebevî ilaçları, dua ve rukye gibi<br />
konuları da içine almaktadır.<br />
İslâm’da savaş, barış ve anlaşmalar hukuku; temizlik<br />
ve insan fıtratının özellikleri; namaz, oruç, hac,<br />
zekât, sadaka, yeminler, kefaretler, adaklar, yasaklar<br />
ve mubahlar, avlanma, kurban, helâl ve haram yiyecekler,<br />
Cuma, cemaat, bayram, yağmur ve korku namazları<br />
gibi özel namaz çeşitleri vb hususlardan oluşan<br />
ibadetler fıkhı da Sünnet’in kapsama alanındadır.<br />
Aynı şekilde alışveriş, kiralama, şirket, rehin (teminat),<br />
hibe, borç, selem satışı ve şuf’a, nişan, evlilik,<br />
boşanma, hul’ (kadının kocasına para ödeyerek boşanması),<br />
çocuk bakımı (dadılık), zıhar, lian, vakıf, vasiyet,<br />
miras gibi muamelatla ilgili konuları da ihtiva eder.<br />
Cinayetler, had cezaları, kısas, diyet, kasâme, tazir<br />
cezaları, yargı ve yargılama âdâbı, şahitlik, yemin,<br />
ikrar ve karine gibi ispat yolları, halifelik ve emirlik,<br />
dünyanın (dünyaya bakan tarafının) yerilmesi, şefkat,<br />
rahmet, gazap, riya, yardımlaşma, cömertlik, cimrilik,<br />
dua ve zikirler, yeme-içme, giyinme, takı, koku<br />
sürme âdâbı, resim, nakış, zenginlik, fakirlik, kendini<br />
beğenme, kin, nefret ve kıskançlık gibi âdâp ve ahlâka<br />
ait genel kuralları da ele alır.<br />
İşte Sünnet’in ele alıp incelediği konu çerçevesi<br />
bu kadar geniş bir alana yayılmıştır. Bu ve buna benzer<br />
konular “fıkh-ı ekber” ismi altına toplanmıştır.<br />
Bu kadar yoğun miktardaki hükümlerin tafsilatı<br />
ancak sünnet vasıtasıyla öğrenilmiştir. Bütün bu gerçeklere<br />
rağmen, Sünnet’i inkâr edenler veya etrafında<br />
şüphe uyandırmaya çalışanlar veya ondan uzaklaşanlar,<br />
bunu ancak ve ancak katmerli cehalet, dalâlet ve<br />
İslâm’dan uzak olma bataklığına saplandıkları için<br />
yapmaktadırlar.<br />
Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (sallallahü<br />
aleyhi ve sellem) Sünnet’inden elde edilen bunca hükümler,<br />
seleften halefe nesiller boyu kuşaktan kuşağa<br />
aktarılmış ve İslâm’ın saf, arı ve duru metodu üzerine<br />
inşa ettikleri hayat dokularının temel ve ayrılmaz bir<br />
parçası olmuştur.<br />
Sünnet-i Nebeviye’nin İslâm Hukuku Üzerindeki<br />
Tesiri<br />
Kur’ân ve Sünnet arasında sağlam ve kopmaz bir<br />
bağ olduğunu; Kur’ân’daki birçok hukukî prensip,<br />
ibadet, muamelat ve diğer konulara ait hükümlerin<br />
genel ve küllî bir şekilde yer aldığını gördük.<br />
Meselâ namaz kılma, oruç tutma, zekât verme,<br />
hacca gitme emirleri genel olarak anlatılmış, Sünnet<br />
ise farzını, vacibini, müstehabbını, bunların nasıl eda<br />
edileceğini, vaktini, zamanını ve mekânını beyan etmiştir.<br />
İnsanlar arasında vâki olan muamelatla alâkalı<br />
işlerin rükünlerini, şartlarını, sahihini, bâtılını, fasidini,<br />
ibadet ve muamelat kurallarına muhalefet edenlerin<br />
cezalarını yine Sünnet belirlemiştir.<br />
56 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
Faiz ve insanların mallarını bâtıl yol ve yöntemlerle<br />
yemek, Kur’ân’da haram kılınmıştır; Sünnet ise<br />
hangi işlemlerin faiz dairesine girdiğini açıklamıştır;<br />
çünkü her fazlalık haram değildir. Yine Sünnet, çalma,<br />
gasp etme, yağmalama gibi bâtıl yol ve yöntemlerin<br />
neler olduğunu; ayrıca hâsıl olan zararı giderme<br />
(temin) usullerini ve akdi bozan tehlikelerin neler<br />
olduğunu açıklığa kavuşturmuştur. Meselâ “Yanında<br />
olmayan şeyi satma.” 12 buyurmuş ve “Alışveriş ancak<br />
karşılıklı rıza ile gerçekleşir.” 13 hadîsinde karşılıklı rızayı<br />
şart koşmuştur.<br />
Ayrıca Sünnet, Kur’ân’da olmayan yeni hükümler<br />
de getirmiştir; akitlerde muhayyerlik, satış hususunda<br />
ortak ve komşunun şuf’a hakkının (alım önceliği)<br />
yasallığı gibi.<br />
Muhayyerlik konusuna örnek: Alışverişte bulunanların<br />
karşılıklı rızalarının gerçekleşmesi için<br />
“meclis muhayyerliği” konusunda varit olan hadiste<br />
şöyle buyrulmuştur: “Alışveriş yapanlar birbirlerinden<br />
ayrılmadıkça veya biri diğerine ‘muhayyersin’<br />
derse (akdi bozmakta) muhayyerdirler” 14<br />
Malda kusur bulunması durumundaki muhayyerlik:<br />
Bu konuda da şu hadîs varit olmuştur: “Alış-veriş<br />
yaptığın zaman ‘Kandırma ve aldatma yoktur ve üç gün<br />
içinde alıp almama konusunda muhayyerim’ de.” 15<br />
Malda kusur bulunması durumundaki muhayyerliğe<br />
başka bir örnek: “Müslüman, Müslüman’ın<br />
kardeşidir; bir Müslüman Müslüman kardeşiyle alışveriş<br />
yapıp bir mal sattığında sattığı malda bir kusur<br />
varsa bunu mutlaka beyan etmesi gerekir. Aksi takdirde<br />
haram işlemiş olur.” 16 Diğer muhayyerlik konuları<br />
da böyledir ve sayıları on yedi adettir.<br />
Ortak veya komşuya herhangi bir zararın gelmesini<br />
engelleyen şuf’a sistemine gelince, ortak veya<br />
komşu, ortak veya komşunun yabancıya sattığını satın<br />
alarak mülkiyetine geçirme hakkına sahiptir. Ortak<br />
veya ortağın olmaması durumunda komşunun<br />
bu hakkı ile ilgili birçok hadis-i şerif vardır. Cabir<br />
b. Abdullah’tan (ra) rivayet edilen hadis bunlardan<br />
bir tanesidir. “Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem),<br />
taksim edilmedikçe her malda (akar) şuf’a hakkı bulunduğuna<br />
hükmetmiştir, ancak araya sınırlar konup<br />
yollar tayin edilince şuf’a hakkı kalkar.” 17 Semüre b.<br />
Cündep hadîsi de buna örnektir: “Evin komşusu, eve<br />
bir başkasından daha çok hak sahibidir.” 18<br />
Saldırganı defetme hususunda varit olan hadîsler de<br />
bu konuya ışık tutmaktadır: “Dinini muhafaza yolunda<br />
öldürülen şehittir; kanını muhafaza yolunda öldürülen<br />
şehittir; malını muhafaza yolunda öldürülen şehittir;<br />
ailesini muhafaza yolunda öldürülen yine şehittir.” 19<br />
Yarışma ve bahis, istismar akitlerinin (müzaraa;<br />
yani ziraî ortaklık ve musakat gibi) meşruiyeti (yasallığı),<br />
vekâlet, şirket, hacr, hisse, ikrah ve istihkak vb<br />
hakkında varit olan hadîsler ve yine cinayet ve ceza<br />
hükümleri, aile hükümleri, miras, vasiyet ve vakıf sistemi<br />
hakkında varit olan bu hadîsler muamelatla ilgili<br />
yüzlerce hükümden sadece bir kaçıdır.<br />
İşte bütün bu hükümleri, Sünnet-i Nebeviye dışında<br />
hangi yolla öğrenebiliriz? Bizler bu hususları<br />
ancak onlarca ciltlik sahih hadisleri şerh eden kitaplardan<br />
öğrendik.<br />
Acaba Sünnet düşmanları, şu yüce ve kesin beyan<br />
karşısında yanlışlıklarının farkına varıp gaflet uykusundan<br />
uyanırlar mı; yoksa cehalet, dalâlet ve çarpıklıkları<br />
içinde yaşamaya devam mı ederler?<br />
“Elbette bunda, içinde bir kalp taşıyan veya zihnini<br />
derleyip toplayarak can kulağıyla dinleyen kimseler<br />
için alacak bir ders vardır.” (Kâf: 50/35)<br />
* Dimaşk Üniv. Hukuk Fak. Eski Dekanı ve İslâm<br />
Hukuku Bölümü Eski Başkanı<br />
Tercüme: Yavuz Acar<br />
vzuhayli@yeniumit.com.tr<br />
Dipnotlar<br />
1. Peygamber Yolu Sempozyumu’nda tebliğ olarak sunulmuştur. İstanbul/<br />
Türkiye 10-11/10/2010.<br />
2. Mevsuatü’l-Fıkhi’l-İslâmi el-Muasır, Vehbe ez-Zuhaylî: s: 68-90.<br />
3. Ebu Davut, Tirmizî ve Hâkim Mikdam b. Ma’dikerib’ten (ra) rivayet<br />
etmiştir. (Camiu’l-Usul: 1/190 ve sonrası).<br />
4. Malik b. Enes “Muvatta”da “belağ” olarak rivayet etmiştir. Bu mânâda<br />
birçok hadis vardır, bkz: Camiu’l-Usul, İbn el-Esir: 1/196-190.<br />
5. Ebu Davut – metindeki hadisin lafzı da ona aittir – ve Tirmizî Irbaz b.<br />
Sariye (ra) hadisinden rivayet etmiştir. (Camiu’l-Usul: 1/187-189).<br />
6. Usulü’l-Fıkh, sf: 334.<br />
7. İrşadü’l-Fuhûl, sf: 33.<br />
8. Kutsî hadis, Rasûlullah’ın (sas) Cebrail (as) vasıtasıyla veya doğrudan<br />
vahiy yoluyla Cenâb-ı Hak’tan rivayet ettiği ve dilediği sözlerle ifade etme<br />
yetkisi olan, yani söz ve lafız kendisine, ancak mânâ ve muhteva Cenâb-ı<br />
Hakk’a ait olan hadislere denir ve “Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu” diye<br />
başlar.<br />
9. İmam Şafiî’nin (r) er-Risale’sinde rivayet ettiği sahih bir hadistir.<br />
10. İbn Abdulber, Ebu Davut ve Tirmizî Muaz’dan (ra) rivayet etmişlerdir.<br />
(Nasbu’r-Raye: 3/63).<br />
11. el-Usulü’l-Âmme li’l-Fikhi’l-Mukarin, sf: 128.<br />
12. Ahmet ve “Sünen” sahipleri, Abdullah b. Ömer’den rivayet etmiştir.<br />
Hasen ve sahih bir hadistir.<br />
13. Beyhakî ve İbn-i Mace, Ebu Said el-Hudri’den rivayet etmiş ve İbn-i<br />
Hibban da sahih olduğunu belirtmiştir.<br />
14. İmam Malik Muvatta’ında rivayet emiştir. Ayrıca bu hadisi Buharî ve<br />
Müslim de rivayet etmiştir.<br />
15. Buharî, Müslim, Ebu Davut, Nesaî, İmam Malik, Beyhakî ve Hâkim<br />
İbn-i Ömer’den rivayet etmişlerdir.<br />
16. Ahmed, İbn-i Mace, Darakutnî, Hâkim ve Tabaranî Ukbe b. Âmir’den<br />
rivayet etmiştir.<br />
17. Ahmet, Buharî, Ebu Davut ve İbn-i Mace rivayet etmiştir. İbn-i Mace<br />
hadis için sahih demiştir.<br />
18. Ahmet, Ebu Davut ve Tirmizî rivayet etmiştir. Tirmizî hadis için sahih<br />
demiştir.<br />
19. Dört “Sünen” sahibi Said b. Zeyd’den rivayet etmiştir. İmam Tirmizî<br />
hadis için “sahihtir” demiştir.<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 57
YENi ÜMiT<br />
Doç. Dr. Muhittin AKGÜL*<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />
BİR İLİM ve ZÜHD KAHRAMANI<br />
Süfyan-ı Sevrî Hazretleri<br />
Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılmasına büyük emekleri<br />
olan, bundan dolayı da Tefsir Usulü literatürüne<br />
“müfessir” unvanıyla geçen zevatı,<br />
sahabe ve tâbiîn dönemlerinde, Mekke, Medine<br />
ve Kûfe ekolleri olarak üç kategoride ele alabiliriz.<br />
Mekke ekolünün başında, Allah Resûlü’nün (sallallahü<br />
aleyhi ve sellem) de mübarek dualarına mazhar olan<br />
İbn Abbas; Medine ekolünün başında Zeyd b. Eslem<br />
el-Adevî; Kûfe ekolünün başında ise Peygamber<br />
Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) değişik övgülerine<br />
mazhar olan İbn Mesud Hazretleri gelmektedir.<br />
Tebe-i Tâbiîn asrına gelince, bu dönemdeki müfessirler,<br />
başlangıçtan kendi dönemlerine kadar gelen<br />
bütün ekolleri birleştirmiş, rivayetleri toplamış<br />
ve böylece tefsire ayrı bir zenginlik katmışlardır. Bu<br />
dönemin önde gelen müfessirleri, Şu’be b. Haccac<br />
(v.160), Süfyan-ı Sevrî (v.161), Veki’ b. Cerrah<br />
(v.197), Süfyan b. Uyeyne (v.198), Yezid b. Harun<br />
(v.206) ve İshak b. Râhuyeh’tir (238). Bu zâtların tefsirleri<br />
müstakil olarak günümüze kadar ulaşmasa da<br />
Taberi ve daha sonraki bütün müfessirlerin asıl kaynaklarını<br />
teşkil etmiştir.<br />
Tanıtacağımız şahsiyet, yukarıda ismi geçenlerden,<br />
hadîs, fıkıh ve tefsirde önemli bir sima olan<br />
Süfyan-ı Sevrî’dir. Sevrî’nin babası Said b. Mesruk,<br />
devrinin önemli şahsiyetlerindendir. Muhaddislerin,<br />
sika (hadiste güvenilir) olarak kabul ettikleri sınıftandır.<br />
İlim ve takvada, devrinin önde gelenlerindendir.<br />
Kûfe’de yetişmiş, Abbasi Halifesi Mansur’un kadılık<br />
teklifini kabul etmemiş, oradan ayrılarak Mekke-<br />
Medine’de hayatını sürdürmüştür. Daha sonra da<br />
Halife Mehdi’nin kadılıkla ilgili teklifini kabul etmemiş,<br />
Basra’ya gitmiş ve orada vefat etmiştir. 1<br />
Süfyan-ı Sevrî, hicri 97’de Kûfe’de doğmuş, 161<br />
yılında da Basra’da vefat etmiştir. Sevrî, küçük yaşta<br />
ilim tedrisine başlamış, erken yaşlarda çevresindeki<br />
kimselerin dikkatini çekmiştir. Devrinin önde gelen<br />
pek çok âliminden ders almıştır. Fıkıhta müstakil bir<br />
mezhep sahibi olup, zamanla takipçisi olmadığından<br />
mezhebi yaygınlık kazanmamıştır. Özellikle hadîs,<br />
tefsir ve fıkıhta önemli bir simadır.<br />
Yaşadığı Dönemin Genel Durumu<br />
Süfyan-ı Sevrî’nin hayatı, Emevîler’in son dönemi<br />
ile Abbasiler’in ilk yıllarına rastlamaktadır. Hadîslerin<br />
cem ve hıfz işinin zirvede olduğu bir dönem olduğu<br />
gibi, değişik konularda ictihad da yine bu dönemdedir.<br />
Ebû Hanife Hazretleri, İmam Malik, Evzai gibi<br />
İslâm tarihinin özellikle fıkıh sahasının zirvesini tutanlar<br />
bu dönemin parlak simalarından sadece birkaçıdır.<br />
Bu dönem, Mu’tezile, Cehmiyye, Mürcie gibi<br />
Ehl-i Sünnet’in dışındaki fırkaların da ortaya çıkışına<br />
rastlamaktadır. Bu dönem, aynı zamanda bid’at fırkaların<br />
da ortaya çıktığı bir asırdır. Yine Fudayl b. Iyaz,<br />
Ebû Süleyman ed-Dârâni gibi mâneviyat dünyasının<br />
zirveleri de aynı asırda yaşamışlardır. 2<br />
Eserleri<br />
Tek ciltlik bir tefsiri olup, sahabe ve tâbiinin rivayetleriyle<br />
Kur’ân’ı tefsir etmiştir. Hadîse dair el-<br />
Câmiu’l-Kebir ve el-Câmiu’s-Sağir eserleri vardır. Fıkıhla<br />
ilgili olarak da Kitâbu’l-Ferâiz adlı eseri vardır.<br />
Kur’ân’la Meşguliyeti<br />
Süfyan, bir mü’min için hayatın gayesi olan<br />
Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılmasını her şeye tercih eder<br />
ve şöyle derdi: “Bir mü’minin kalbinde, Kur’ân’ın<br />
anlaşılmasıyla dünya metaı arkasında koşmak, asla<br />
beraber bulunmaz.” 3<br />
Yine o, Kur’ân-ı Kerîm’le meşguliyeti her şeyden<br />
daha faziletli olarak kabul ederdi. Bir defasında kendisine:<br />
“Allah yolunda savaşan kimseden mi, Kur’ân-ı<br />
Kerîm okuyandan mı daha çok hoşlanırsınız?” diye<br />
sorulduğunda Süfyan: “Elbette Kur’ân okuyan benim<br />
katımda daha sevimlidir. Zîrâ Allah Resûlü (sallallahü<br />
aleyhi ve sellem): “Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen<br />
ve öğretendir, buyuruyor.” cevabını vermiştir. 4<br />
Hadîsle Meşguliyeti<br />
Süfyan, devrindeki âlimler tarafından da bir otorite<br />
olarak kabul edilmektedir. Devrinin önemli simalarından<br />
Abdullah ibn Mübarek: “1100 kişiden<br />
ilim yazdım. Ancak Süfyan-ı Sevrî’den daha faziletlisini<br />
görmedim.” demiştir. Yine hadîste devasa bir<br />
isim olan Şu’be, Yahya b. Main ve dönemin önemli<br />
âlimleri de: “Süfyan, hadîste emirü’l-mü’minindir.” 5<br />
takdirleriyle bu hususa vurgu yapmışlardır.<br />
Said b. Mansur da konuyla ilgili olarak: “İmam<br />
Malik’i gördüm. Hadîs için sağa sola gidiyordu. Ar-<br />
58 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
kasında da onu adım adım takip eden biri vardı ki, o<br />
da Süfyan-ı Sevrî idi. Âdeta bir talebenin, hocasından<br />
ilim öğrenmesi gibi ondan ilim öğreniyordu. İmam<br />
Malik ne zaman herhangi bir davranış sergilese,<br />
Süfyan onun aynısını yapıyordu. 6 Süfyan, devrinde<br />
büyük bir hadîs otoritesidir. Nitekim Sevrî bir defasında,<br />
adaşı ve aynı zamanda o dönemin önde gelen<br />
âlimlerinden biri olan Süfyan b. Uyeyne’ye, neden<br />
hadîs rivayet etmediğini sorunca, ondan “Sen hayatta<br />
iken ben bunu yapamam!” 7 şeklinde bir cevap almıştır.<br />
Süfyan b. Uyeyne de: “Devrin büyük muhaddisleri<br />
Süfyan’ın yanına gelip, ondan konuyla ilgili alacaklarını<br />
alırlardı.” 8 demektedir.<br />
Süfyan, hadîs rivayeti konusunda son derece titizdir.<br />
Bu titizliğini konuyla ilgili söylediği şu sözler de<br />
açıkça ortaya koymaktadır: “Kendi hakkımda Cehennem<br />
ateşinden en fazla korktuğum şey, hadîs rivayetidir.<br />
Hadîsle imtihan, altının ateşle imtihanından<br />
daha çetindir.” 9<br />
Süfyan, Allah Resûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem)<br />
Sünnet’i dediğimiz söz, davranış ve takrirlerinin<br />
tespit edilip sonraki nesillere aktarılmasını, âdeta<br />
hayatının gayesi hâline getirmişti. Ona göre insanlar<br />
için hadîsten daha faydalı bir şey yoktu. 10 Hadîslerin<br />
belletilmesine o kadar önem verirdi ki, “Şayet bir<br />
kimsenin hadîs öğrenme niyetinde olduğunu bilsem,<br />
evine kadar gider de onu öğretirdim.” 11 sözü de bunu<br />
göstermektedir.<br />
Süfyan, başkaları tarafından rüyada görülmüştür<br />
ve bu rüyalarda bile onun hadîs ilmine dikkat çektiği<br />
anlatılmaktadır. Konuyla ilgili olarak Abdurrahman<br />
b. Mehdi, babasından şunu nakletmektedir: “Süfyan’ı<br />
rüyamda gördüm. Ona hangi şeyi daha faziletli bulduğunu<br />
sorunca, en faziletli şeyin hadîs olduğunu<br />
söyledi.” 12 Süfyan, hâlis bir niyetle hadîsle meşguliyetten<br />
daha hayırlı bir amel olmadığını söyleyince, hâlis<br />
niyetin ne olduğu sorulmuş. O da: “Kendisiyle Allah<br />
rızası ve ahiret yurdu istenilen şeydir.” demiştir. 13<br />
İlmî derinliği müsellem olan Süfyan için Bişr b.<br />
Hâris: “İlim sanki Süfyan’ın kaşlarının arasındaydı.<br />
Dilediğini oradan alır, dilediğini de bırakırdı.” 14 demektedir.<br />
Kendisinden herhangi bir nasihat isteyeni,<br />
en faydalı bir şekilde irşad ederdi. Nitekim kendisiyle<br />
karşılaşan ve nasihat etmesini isteyen birine: “Dünyaya,<br />
dünyada kalacağın kadar, ahirete de ahirette kalacağın<br />
kadar çalış vesselâm!” demişti. 15<br />
İlimden Gaye<br />
Süfyan, ilmin önemine vurgu yaparak, ilmi âdeta bir<br />
doktora benzetir ve ilmin, hastalığın bulunduğu yere<br />
ancak şifayı getirdiğini söylerdi. 16 Süfyan ilim talebini,<br />
falanın filandan öğrendiği bir şey değil de asıl ilim talebinin<br />
Allah’a karşı saygı ve korku olduğunu belirtirdi. 17<br />
Süfyan, ilmin, memuriyet için değil de Allah rızası<br />
için olmasına çok önem verirdi. Bir defasında oldukça<br />
üzüntülüydü. Kendisine üzüntüsünün sebebi sorulunca<br />
şu anlamlı cevabı verdi: “Ben bu kadar insanı<br />
önüme aldım, onlara hadîs, fıkıh ve tefsir okuttum.<br />
Fakat gördüm ki, bu insanların çoğu kadılık veya bir<br />
başka memuriyet alıp devlete intisap ediyorlar. Bu<br />
durum beni çok üzüyor. Yarın mahşer gününde,<br />
onların yaptıklarının hesabı da benden sorulur diye<br />
çok korkuyorum.” 18 Muhtemelen Süfyan-ı Sevrî’nin<br />
buradaki endişesi, devlette memur olmanın haramlığından<br />
değil, insanların öğrendikleri ilmi, sadece bir<br />
yerlere gelmek için bir vesile olarak kullanıp, ilimde<br />
asıl maksat olan mârifet derinliğinin hedeflenmemesidir.<br />
Süfyan, sadece ilimle meşgul olup, ibadet hayatını<br />
gevşek tutan biri değildi. İlimle ibadetin birbirinden<br />
ayrılmayan bir bütünün iki parçası olduğunu kabul<br />
ederdi. Özellikle gece hayatına önem verir ve Cenâb-ı<br />
Hakk’ın verdiği nimetlerin şükrünü yerine getirmeye<br />
özen gösterirdi. Nitekim Süfyan b. Uyeyne’nin anlattığına<br />
göre bir defasında gece vakti yemek yiyip de yemekten<br />
doyunca: “Eşeğin alafı (yiyeceği) bol olunca,<br />
yapacağı iş de fazla olur.” demiş ve geceyi sabaha kadar<br />
ibadetle geçirmiştir. Uyeyne devamla der ki, Süfyan<br />
bir defasında bizi evine davet etmiş ve bize sütle<br />
yanında bir şeyler ikram etmişti. Yemeğin ortasına<br />
gelince: “Kalkın da iki rekât bu nimetlere karşı şükür<br />
olarak namaz kılalım.” 19 hatırlatmasını yapmıştı.<br />
Beklentisiz Olması<br />
Sevrî, aynı zamanda dünyevî makamlar karşısında<br />
hiçbir beklentisi olmayan ve dönemin idarecilerinden<br />
bir şeyler elde etmek için onlara yakın durmayan<br />
biriydi. Makam teklifleri karşısında müstenkif davranmış,<br />
böyle bir işin insana getireceği ağır sorumluluktan<br />
duyduğu endişeden olacak ki, asla yapılan<br />
cazip idarecilik tekliflerini kabul etmemişti. Nitekim<br />
nakledildiğine göre Süfyan-ı Sevrî, Halife Mehdi tarafından<br />
huzuruna çağrıldığında, halifenin yanına<br />
herhangi bir insanın yanına girer gibi girmiş, hilâfet<br />
makamını zikretmeksizin herhangi bir mü’mine verilen<br />
selâmı vermişti. Halifenin adamlarından Rebi’<br />
ise o sırada elindeki kılıcına yaslanarak, halifenin Süfyanla<br />
ilgili kararını beklemekteydi. Halife onu güler<br />
bir yüzle karşılayarak şöyle dedi:<br />
“Ey Süfyan! Bizden, oradan buraya, buradan oraya<br />
köşe bucak kaçıp duruyordun. Seni yakalayıp da bir şey<br />
yapamayacağımızı zannediyordun? İşte şimdi gördüğün<br />
gibi elimizdesin. Söyle bakalım korkuyor musun<br />
sana bir kötülük yapacağımızdan?” Bu soru karşısında<br />
hiçbir korku duymayan Süfyan şöyle cevap verdi:<br />
“Şayet benim hakkımda, istediğin bu kararı vere-<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 59
cek olursan, hak ile bâtılı birbirinden ayırt eden Melik<br />
ve Kadir sıfatlarına sahip olan Allah Teâlâ da senin<br />
hakkında hükmünü icra eder.” Bu fütursuz cevap<br />
karşısında şaşıran Mehdi’ye, yanındaki adamı Rebi’<br />
hemen araya girerek: Ey emire’l-mü’minin, müsaade<br />
et de bunun kellesini alayım!” deyince Mehdi:<br />
“Sus! Şaşırdın mı? Süfyan gibileri öldürüp de onların<br />
mutluluğu bizim de şekavetimiz olacak bir sonucu<br />
mu arzu ediyorsun?” dedi. Sonra da adamlarına<br />
Süfyan’ın Kûfe kadısı olması için ferman yazmalarını<br />
emretti. Fermanı alan Süfyan, halifenin yanından çıkar<br />
çıkmaz, aldığı fermanı Dicle nehrine atarak tekrar<br />
kayıplara karıştı. Her yerde aranmasına rağmen bir<br />
türlü bulunamayınca, onun yerine kadılık makamını<br />
Şerik b. Nehai üstlendi. 20<br />
Muhtemelen halife kendisini bu işe oldukça ehil<br />
bir kimse olarak görüp, bu önemli vazifeyi ona vermek<br />
istemesine rağmen Sevrî, derin mesuliyet şuuru<br />
ve ahirette, yapacağı işlerden tek tek hesap verme<br />
endişesinden dolayı, bu görevi kabul etmekte diretiyordu.<br />
Böylece Süfyan, oldukça cazip olan bir teklifi<br />
kabul etmemiş, aynı zamanda kıyamete kadar gelecek<br />
âlimlere de konuyla ilgili önemli bir örneklik teşkil<br />
etmiştir.<br />
Mânevî Derinliği<br />
Süfyan-ı Sevrî, ilminin yanında mânevî olarak da<br />
derindi. O, bu dünyada insanın kazanıp elde ettiklerinin<br />
ne kadar büyük bir mesuliyet getirdiği şuuruyla<br />
şöyle demektedir: “Arkada on bin dirhem bırakıp ondan<br />
kıyamet gününde hesap vermektense, fakir olup<br />
insanlara muhtaç olmayı tercih ederim.” 21 Yine O:<br />
“İnsanın ahirete ait amellerinin karşılığını dünyada<br />
beklemesinden daha kötü bir istek yoktur.” 22 diyerek,<br />
mü’minlerin yaptıkları işler karşısında herhangi bir<br />
beklenti içine girmemelerine dikkatleri çekmiştir.<br />
Allah korkusu da Süfyan’da oldukça derindir. O,<br />
günahlarından değil, imansız gideceğinden tir tir titremektedir.<br />
Nitekim arkadaşı olan ve aynı zamanda<br />
hizmetine de bakan Mücîb b. Musa el-İsbahanî’nin<br />
anlattığına göre, bir defasında Mekke’den dönerken<br />
yolda Süfyan hüngür hüngür ağlamaya başlamış. “Bu<br />
ağlaman günahlarından dolayı mı?” deyince, bineğindeki<br />
eşyaların içinden bir çubuğu alıp yere atmış<br />
ve: “Günahlar, şu attığım çubuktan daha basit bir şey.<br />
Allah’a karşı imansız gideceğimden endişe ediyorum!”<br />
23 demiştir.<br />
Onun bu mânevî derinliğine işaret eden olaylardan<br />
birisi de şudur. Bir defasında Allah Resûlü’nü<br />
(sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında görmüştür. Kendi<br />
anlatımıyla hâdise şöyledir: “Makam-ı İbrahim ile<br />
Rükün arasında uyuyakalmıştım. Birden bana doğru<br />
gelen birisini gördüm. Bana yaklaşarak: ‘Sen böyle bir<br />
mekânda uyuyor musun? Burası öyle bir mekândır<br />
ki, dualar asla geri çevrilmez.’ dedi. Derken hemen<br />
uyanıp toparlandım, Müslüman ve mü’minlere dua<br />
ettim. O kadar uzun dualar ettim ki gözlerim tekrar<br />
kapanıp kendimden geçmişim. Bir de ne göreyim!<br />
Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) bana doğru<br />
yaklaştı. Ben de: ’Yâ Resûlallah! Nu’man lakabıyla<br />
anılan Kûfe’deki o adam (Ebû Hanife) hakkında<br />
ne diyorsun? Onun dediklerini alayım mı?’ deyince<br />
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): ‘Onun dediklerini<br />
al ve onlarla amel et. O ne iyi bir insandır!’<br />
buyurdular. Derken uyandım. Sabah ezanları okunuyordu.<br />
Gerçekten o güne kadar Ebu Hanife ile ilgili<br />
içimde bazı hoş olmayan hisler vardı. Gördüğüm bu<br />
hâdiseden sonra hemen Allah Teâlâ’ya bunlardan dolayı<br />
tevbe istiğfarda bulundum.” 24<br />
Fakirlere Karşı Tutumu<br />
Süfyan, fakirlere karşı da oldukça hassas davranır,<br />
meclislerinde onlara büyük değer verirdi. Nitekim<br />
bir rivayete göre zenginlerin kendilerini en alt derecede<br />
gördükleri yer Süfyan’ın meclisleri olduğu gibi,<br />
fakirlerin de kendilerini en itibarlı gördükleri yer,<br />
yine Süfyan’ın meclisleriydi. 25<br />
Doğruyu Her Yerde Dile Getirmesi<br />
Süfyan-ı Sevrî’nin, Halife Harun Reşid’e yazdığı<br />
mektup ise örnek bir âlim davranışını gösterir. Harun<br />
Reşid halife olunca, eski bir dostu ve arkadaşı olan<br />
Süfyan’ın da kendisine gelip biat etmesini bekler.<br />
Ancak Süfyan hiç de onun gibi düşünmez. Derken<br />
Harun Reşid artık dayanamaz ve bir mektup yazıp<br />
Süfyan-ı Sevrî’ye gönderir. Mektubunda biraz da sitemle:<br />
“Herkes geldi biat etti, alacağını aldı. Hâlbuki<br />
benim gözlerim hep seni bekledi durdu.” der. Süfyan,<br />
gelen mektubu kendisi açıp okumaz. Talebelerinden<br />
birine okutur. “Bir zalimin yazdığı mektuba<br />
ben el süremem!” der. Sonra da cevabı aynı kâğıdın<br />
arkasına yazdırır. Talebesi, kirli bir kâğıda, halifeye<br />
gidecek mektubu yazmak uygun olmaz mânâsına<br />
itirazda bulunursa da bu büyük insan ona şu cevabı<br />
verir: “Eğer bu kâğıt milletin malından alınmışsa onu<br />
geri göndermiş olacağız. Eğer kendi malından ise benim<br />
onun için harcayacak param yok...”<br />
Sonra da şunları dikte ettirir:<br />
“Harun, halife oldun. Milletin parasını sağa-sola<br />
savurdun. Beni de bu işe şahit tutmak için yanına<br />
çağırıyorsun. Unutma, bir gün Rabbinin huzuruna<br />
çıkacak ve bütün bu yaptıklarından hesap vereceksin…”<br />
diye başlayarak uzun uzun nasihatlerde bulunur.<br />
Hâdisenin gerisini, Harun Reşid’in sarayında<br />
bulunan bir müşahit bize şöyle nakletmektedir:<br />
Harun Reşid, mektubu alıp okudu. Hıçkıra hıç-<br />
60 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
kıra ağladı. Her namazdan sonra bu mektubu getirtip<br />
okutuyor ve ardından da: “Senin gibi bir dost, esas bu<br />
günlerimde benim yanımda olmalıydı. İşte o zaman<br />
inhiraftan, kaymaktan kurtulmuş olurdum...” derdi. 26<br />
Aslında Harun Reşid, kendinden önce halifelik<br />
yapmış raşid halifelere benzemek için her türlü<br />
gayreti sarfeden biriydi. Buna rağmen Sevrî’nin ona<br />
zalim demesi, muhtemelen onun daha dikkatli davranması,<br />
kendisiyle yakın arkadaş olması dolayısıyla<br />
nazının geçmesi ve irşad makamında olmasından dolayıdır.<br />
Yoksa Harun Reşid’in anladığımız mânâda bir<br />
zalim olmasından değildir.<br />
Doğruyu Görünce Hemen Kabul Ederdi<br />
Süfyan, aynı zamanda doğruyu gördüğünde daha<br />
önceki kararından vazgeçen, doğru karşısında bildiğinin<br />
tam tersi bile olsa direnmeyen kadirşinas bir<br />
simaydı. Bir defasında kendisi, Mukatil b. Hayyan,<br />
Hammad b. Seleme ve devrin önde gelen uleması<br />
kendi aralarında toplanarak dediler ki: “Fakihlik yaptığını<br />
zanneden Numan b. Sabit (Ebû Hanife), aslında<br />
kıyastan başka bir şey yapmıyor. Beraberce yanına gidip,<br />
yaptığının kıyastan başka bir şey olmadığını kendisine<br />
söyleyelim ve bu konuda kendisiyle münakaşa<br />
edelim. Şayet yaptığının kıyas olduğunu kabul ederse,<br />
o zaman da kendisine kıyaslar yapmakla büyük bir<br />
hata işlediğini hatırlatalım. Zîrâ kıyası ilk yapan şeytandır.<br />
Nitekim şeytan Allah Teâlâ’ya: ‘Beni ateşten,<br />
Âdem’i topraktan yarattın!’ demişti.”<br />
Ebu Hanife Hazretleri, bunlarla Cuma günü Kûfe<br />
Camiî’nde münazaraya girişti. Kullandığı yöntemle<br />
ilgili delillerini ortaya koydu. Gösterilen bu deliller<br />
karşısında hepsi Ebû Hanife Hazretlerine: “Sen gerçekten<br />
ulemanın efendisi (yani en büyüğüsün)! Hakkında<br />
olumsuz şeyler konuştuğumuzdan dolayı bizi<br />
bağışla! Gerçekten senin hakkında delilsiz ve bilmeden<br />
konuşmuşuz” dediler. Ebû Hanife Hazretleri de<br />
büyük bir olgunluk göstererek onları mazur gördü ve<br />
hiçbir şey demedi. 27<br />
İdarecilere Karşı Cesareti<br />
Süfyan, yaşadığı dönemdeki idarecilere karşı da<br />
oldukça cesur davranmış, yanlışlarını düzeltici yollar<br />
bulmuş ve derin Kur’ân bilgisiyle âdeta onları dize<br />
getirmiştir. İdarecilerden hiçbir zaman beklenti içinde<br />
olmamış ve onların verdiği yüksek meblağları asla<br />
kabul etmemiştir. Buna örnek olarak şu hâdiseyi verebiliriz.<br />
Bir defasında zamanın halifesi Harun Reşid,<br />
eşi Zübeyde’nin üzerine evlenmek istemiş ve bunu<br />
eşine açmış. Eşi ona böyle bir şeyin asla helâl olmayacağını<br />
söyleyince, Harun Reşid, böyle bir evliliğin<br />
helâl olduğu konusunda ısrar etmiş. Bu defa eşi: “O<br />
zaman beni bırakır ondan sonra dilediğinle evlenirsin!”<br />
deyince Harun Reşid ona: “Aramızda hüküm<br />
vermesi için Süfyan’a ne dersin deyince, Zübeyde:<br />
“Tamam o olur.” demiş. Harun Reşid Süfyan’a, eşi<br />
Zübeyde’nin, kendi üzerine ikinci bir hanımla evlenmesini<br />
helâl görmediğini söyleyip, birden fazla<br />
evlenmenin cevazıyla ilgili Nisâ Sûre’si 3. âyetindeki<br />
konuyla ilgili:<br />
א <br />
א א <br />
כ א א א <br />
כא<br />
“Dilediğiniz kadınlardan iki, üç veya dört tane evlenin…”<br />
kısmını okumuş. Sonra da susup Süfyan’ın<br />
fetvasını beklemeye koyulmuş. Süfyan Harun Reşid’e<br />
âyetin geri kalanını da okumasını istemiş. Âyetin geri<br />
kalan kısmında ise: א <br />
א <br />
<br />
“Şayet<br />
adaletle davranamamaktan endişe ederseniz, o<br />
zaman birle yetinin” hususu vardır. Süfyan, Harun<br />
Reşid’e: “Sen adaletli davranamazsın.” diyerek, böyle<br />
bir evliliğin onun için helâl olmayacağını bildirmiştir.<br />
Süfyan’ın, bu cesaret ve adaletle verdiği fetva karşısında<br />
duygulanan Harun Reşid, kendisine on bin dirhem<br />
verilmesini emretmişse de Süfyan bunu kesinlikle<br />
kabul etmemiştir. 28<br />
Süfyan, adaletli halifelerin beş kişiden ibaret olup,<br />
onların da Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman,<br />
Hz. Ali ve Ömer b. Abdulaziz olduğunu, bunlardan<br />
başkasını aynı kategoride sayanın ise haddi aşmış bir<br />
zalim olduğunu belirtmiştir. 29<br />
Süfyan, kimseye kin gütmez ve asla beddua etmezdi.<br />
Herhangi bir kimseyle düşmanlığı gerektiren<br />
bir durum zuhur edecek olduğunda ise: “Allah sana<br />
Cehennem ateşinden koruma afiyetini ihsan buyursun!”<br />
30 şeklinde dua ederdi.<br />
* Sakarya Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />
makgul@yeniumit.com.tr<br />
Dipnotlar<br />
1. Zirikli, A’lam,3/104.<br />
2. Bkz: Abdul-Ğani ed-Dakar, el-İmam Süfyân’us-Sevrî, Dâru’l-Kalem,<br />
Beyrut 1994, s. 5-14.<br />
3. Zerkeşî, el-Burhan, 1/6.<br />
4. Nevevî, Et-Tibyan fî Âdâb-i Hameleti’l-Kur’ân, 1/7.<br />
5. Zehebî, İber, 1/43.<br />
6. Kadı Iyaz, Tertîbü’l-Medârik ve Takrîbü’l-Mesâlik, 1/39.<br />
7. İbn Adiy, el-Kâmil, 1/85.<br />
8. Aynı yer.<br />
9. Safedi, et-Terâcim ve’t-Tabakât, 5/89.<br />
10. Ebû Nuaym, Hilye, 3/132.<br />
11. Ebû Nuaym, 3/132.<br />
12. Ebû Nuaym, 3/132.<br />
13. Ebû Nuaym, 3/133.<br />
14. İbn Hallikân, Vefeyâtu’l-A’yân, 2/386.<br />
15. İbn Hallikan, a.g.e; 2/387.<br />
16. Ebû Nuaym, 3/134.<br />
17. Ebû Nuaym, 3/134.<br />
18. Gazâli, İhyâ, 1/48.<br />
19. İbn Hallikân, Vefeyâtu’l-A’yân, 2/386.<br />
20. Safedî, El-Vâfî bi’l-vefeyât, 5/89-90.<br />
21. Ebû Nuaym, 3/140.<br />
22. Ebû Nuaym, 4/18.<br />
23. Zehebî, Târîhu’l-İslâm, 4/77.<br />
24. Et-Takiyyu’l-Ğuzzî, et-Tabakâtü’s-seniyye fî terâcîmi’l-Hanefiyye, 1/46.<br />
25. Ebû Nuaym, 3/132.<br />
26. Gazali, İhyâ, 2/507-509.<br />
27. et-Takiyyü’l-Ğuzzî, age, 1/40.<br />
28. Ebû Nuaym, 3/138.<br />
29. Ebû Nuaym, 3/139.<br />
30. Ebû Nuaym, 4/24.<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 61
YENi ÜMiT<br />
Fethi YILMAZ*<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />
Allah Resûlü, bir taraftan kalb ve gönüllerin tabibi olma vazifesini eda ederken,<br />
diğer taraftan da cismaniyete ait hususlarda âdeta tabiplik yapıyor ve çevresindeki<br />
insanları hem maddî hem de mânevî hastalıklardan koruyabilecek tedbirleri alıyordu.<br />
Hz. PEYGAMBER<br />
(sallallahü aleyhi ve sellem)<br />
ve HACAMAT (Kan Aldırma)<br />
İnsanı ve hastalıkları yaratan Allah Teâlâ, yarattığı<br />
her derdin devasını da yaratmıştır. İnsana düşen<br />
vazife hastalıklardan kurtulma yollarını arayıp<br />
tedavi olmaya çalışmaktır. Nitekim insanlara<br />
her konuda rehber olarak gönderilen Allah Resulü<br />
(sallallahü aleyhi ve sellem) de hastalandığında, hekimlere<br />
tedavi olmuş, hastalanan ashabı için de hekimler<br />
çağırmış ve zamanın tedavi yöntemlerinden faydalanmıştır.<br />
O zamanın tedavi yöntemleri arasında en yaygın<br />
olarak kullanılan hacamat da Peygamberimiz’in<br />
(sallallahü aleyhi ve sellem) sıkça başvurduğu bir tedavi<br />
uygulaması olup bizzat Cebrail tarafından kendisine<br />
ve ümmetine tavsiye edilen bir tedavi şekli olmuştur.<br />
Hacamat, binlerce yıldır dünyanın birçok yerinde koruyucu<br />
hekimlikte ve hastalıkların tedavisinde uygulanmış<br />
günümüzde de alternatif tıpta en fazla tavsiye<br />
edilen tedavi metotlarından biri hâline gelmiştir.<br />
Tanımı<br />
Hacamat, koruyucu hekimlikte ve bazı hastalıkların<br />
tedavisinde uygulanmış genel bir tedavi usûlüdür.<br />
Kelimenin aslı Arapça hicâme(t) olup “emmek” anlamındaki<br />
“hacm” kökünden gelir. (Lisânü’l-’Arab,<br />
“hcm” md.) Hacamat yaptırmaya ihticam, bu işi meslek<br />
edinen kişiye haccâm, kullandığı fanus ve bardak<br />
gibi aletlere de mihcem (mihceme) denir. Bu yöntemle<br />
kan almak yahut vücudun istenen yerine kan toplamak<br />
için, küçük bir fanus ters tutularak içine süratle<br />
sokulup çıkarılan bir alev vasıtasıyla havası boşaltıldıktan<br />
sonra vücuda kapatılmakta, böylece kanın,<br />
üzerindeki hava basıncının azaldığı o kesime hücum<br />
etmesi sağlanmaktadır ki buna “kuru hacamat” denir.<br />
Bu şekilde uygulanan kuru hacamatın maksadı kılcal<br />
damarlardaki kanın o bölgeye akışını sağlamak, böylece<br />
yakın bir bölgedeki kanamayı durdurmak veya<br />
vücudun o kısmını ısıtmak yahut özellikle bazı cilt<br />
hastalıklarında derideki kan deveranını arttırarak tedaviye<br />
katkıda bulunmaktır. Türk halkı arasında kuru<br />
hacamat için “şişe çekme” tabiri de kullanılmaktadır.<br />
Eğer maksat sadece kan toplamak değil kılcal damarlardan<br />
kan almaksa, kan alınacak kısım keskin bir bıçakla<br />
çizildikten sonra fanus kapatılır ve bu durumda<br />
kan iç basıncın etkisiyle kolaylıkla dışarı çıkar, yani<br />
fanus tarafından emilmiş olur. Bu işleme ise “kanlı<br />
hacamat” denir ki Türkçede hacamat denilince akla<br />
daha çok gelen de budur.<br />
Hacamat, koruyucu hekimlikte ve hastalıkların<br />
tedavisinde uygulanmış genel bir tedavi usûlüdür.<br />
Eskiden beri yaygın olarak uygulanan bu tedavi metodunda<br />
“hacamat bıçağı” veya “hacamat zembereği”<br />
denilen bir âlet kullanılmaktadır. Hacamat bıçağı,<br />
tarak biçiminde, vücutta bir sıra çizik meydana getiren<br />
bir âlettir. Bir yüzünde birçok yarık bulunan<br />
bakır bir kutu içinde tetikli bir zembereğe bağlı olan<br />
bıçaklar, düğmesi basılınca zembereğin boşalmasıyla<br />
yarıklardan dışarı fırlar ve vücutta çizikler meydana<br />
getirmekte ve fanus, bardak vb. bir şeyle de çizikler<br />
üzerinden kan çekilerek bu tedavi usulü uygulanmaktadır.<br />
Hacamatta maksat, derinin altındaki akıcılığı<br />
olmayan pıhtılaşmış kirli kanı ve dokular arasındaki<br />
sıvıda biriken atıkları dışarı atmak suretiyle kanın<br />
rahatça dolaşmasını sağlamaktır.<br />
Tarihi<br />
Tıp tarihinde kan alma yöntemiyle tedavinin ilk<br />
defa nerede ve ne zaman başladığı konusunda kesin<br />
bir bilgi yoktur. Ancak bugün de bazı toplumlarda<br />
görüldüğü gibi eski Mezopotamya, Mısır ve diğer Ön<br />
Asya uygarlıklarında birçok hastalığın tedavisinde vücuttan<br />
kan alma yoluna gidildiği bilinmektedir.<br />
62 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
Hacamat tedavisi binlerce yıldır Çin’de kullanılan<br />
kupa terapisi yöntemiyle ortak prensiplere sahiptir.<br />
Önceleri bu işlemler için hayvan boynuzları kullanılırdı.<br />
Hacamat yapan kişi boynuzdan havayı çekerek<br />
bir vakum oluştururdu. Bu yöntem dışında bambu,<br />
seramik ve cam kupalar da kullanılmıştır. Hacamat<br />
sistemli olarak ilk kez Eski Mısır’da kullanılmıştır.<br />
Yabancı maddeyi vücuttan uzaklaştırmak için hacamat<br />
yoluyla kan alma tasvirlerine ait belgeler bulunmaktadır.<br />
Bilinen en eski tıp metni olan (M.Ö. 1550)<br />
Eski Mısır’a ait Eber Papirüslerinde bile hacamata<br />
rastlamak mümkündür.<br />
Modern tıbbın babası Hipokrat (M.Ö. 460–377) ve<br />
Yunan tıbbının büyük hekimi Galen (M.S. 131-210)<br />
hacamattan bahsederler. Hacamat Moğol tıbbında da<br />
2500 yıllık bir geçmişe sahiptir. Hipokrat ve Galen<br />
(Câlinûs) gibi Eskiçağ’ın ünlü hekimleri bu teoriyi<br />
benimsediklerinden onları izleyen İslâm hekimleri<br />
de dâhil bütün dünya asırlarca hastadan kan almayı<br />
en güvenilir tedavi yöntemi diye kabul etmiştir.<br />
Klâsik tıp ilminde hemen her hastalığın kandan<br />
kaynaklandığı kanaati hâkim olduğu için tedavi sırasında<br />
akla hemen kan almak geliyor ve ilk önce bu<br />
yola başvuruluyordu. Bu yöntemin özellikle 17. yüzyılda<br />
çok yaygın uygulandığı, bu yüzden yetkililerce<br />
her hekimin kan alma usulünü bilmesinin şart koşulduğu<br />
görülmektedir. Zamanla bu tür düşüncelerin<br />
yerini tecrübeye ve bilimselliğe bırakmasıyla hastalardan<br />
kan alma gerçek mânâda bir tedavi metodu hâline<br />
gelmiştir. (İbn Ebû Usaybia, Uyûnü’l-enbâ, s. 6.)<br />
Eski tababette hacamat yapmak için insan vücudunda<br />
on dört bölge; fasd yani damardan kan aldırma<br />
yöntemiyle ise otuz ile kırk üç arasında damar tespit<br />
edilmiştir. Klâsik tıp kitaplarında hangi bölgeden veya<br />
damardan kan almanın ne gibi hastalıklara iyi geleceğine<br />
dair ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır. Hattâ bu iş<br />
için uygun olan mevsimler, günler ve saatler verilmekte,<br />
eğer âcil bir durum söz konusu değilse ilkbahar ve<br />
sonbaharda hacamat yaptırmak tavsiye edilmektedir.<br />
En eski dönemlerden günümüze kadar, gerek<br />
koruyucu hekimlikte gerekse bazı hastalıkların tedavisinde<br />
hacamat usulü geçerliliğini belli ölçüde<br />
sürdürmüştür. Günümüzde de hacamatın, İslâm ülkelerinde<br />
yaygın olduğunu ve buralarda hacamat kliniklerinde<br />
bu tedavinin uygulandığını görmekteyiz.<br />
Ayrıca Çin, Almanya, İngiltere Avustralya, Malezya<br />
ve Kanada gibi ülkelerde bu tedavi usulünün uygulandığı<br />
ve bu konuda araştırmaların yapıldığı bilinmektedir.<br />
Osmanlı döneminde bazı berberler tarafından<br />
uygulanan hacamat, günümüz Türkiye’sinde<br />
ehil olmayan kişiler tarafından sağlıksız ortamlarda<br />
yapıldığı iddiasıyla Sağlık Bakanlığı tarafından yasaklanmıştır.<br />
Bugün ise modern tıpta gerekli durumlarda<br />
kan alma (phlebotomy), şırınga ile doğrudan damara<br />
girerek gerçekleştirilmektedir.<br />
Genel tıp kitaplarında fasd ve hacamata ayrılan özel<br />
bölümler yanında konuyla ilgili müstakil eserler de<br />
kaleme alınmıştır. Bunlar arasında Hipokrat, Galen,<br />
İbn Mâseveyh, Ali b. Rabben et-Taberî, Buhtîşû’ b.<br />
Cebrâîl, Huneyn b. İshak, İbn Mâsse, İshak b. İmrân,<br />
Kustâ b. Lûkâ, Ebû Bekir Muhammed b. Zekeriyyâ<br />
er-Râzî, Fârâbî ve Ali b. Abbas el-Mecûsî’nin Kitâb<br />
(Risale) fi’l-fasd, Kitâb (Risale) fi’l-hicâme, Kitâbü’l-<br />
Fasd, Kitâbü’l-Hicâme gibi adlarla kaleme aldıkları<br />
eser ve risaleler sayılabilir. (Bk. Fuat Sezgin, GAS, III,<br />
444)<br />
Hz. Peygamber’in Hacamat Yaptırması ve Teşvik<br />
Etmesi<br />
Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında<br />
hacamatın, sağlığı korumak için ve bir tedavi<br />
metodu olarak uygulandığını, bizzat kendisinin de<br />
hacamat yaptırdığını ve hacamatı tavsiye ettiğini bilmekteyiz.<br />
Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bizzat<br />
kendisi Ebû Taybe adında bir Haccâm’a başından kan<br />
aldırmak suretiyle hacamat yaptırmış, haccâma ücretini<br />
ödemiş ve şöyle buyurmuştur: “Hacamat (kan<br />
aldırma) sizin için en iyi tedavi yollarından biridir.”<br />
(Buhâri, Tıb 13; Müslim, Musakât 62, 63)<br />
İbn Abbas, Resulullah’ın Miraç gecesinde, meleklerden<br />
oluşan bir cemaate her uğrayışında kendisine<br />
meleklerin, “Hacamat olmaya devam et! Ümmetine<br />
de hacamat olmalarını emret!” dediklerini nakleder.<br />
(Tirmizi, Tıb, 12; İbn Mâce, Tıb, 20; Ahmed b. Hanbel,<br />
I, 354) Hz. Enes (r.a.), Resulullah’ın (sallallahü aleyhi<br />
ve sellem), boynunun iki tarafı ile iki omuzun arasından<br />
hacamat yaptırdığını bizlere bildirmektedir. (Ebû<br />
Dâvûd, Tıb 4; Tirmizi, Tıb 12; İbn Mâce, Tıb 21)<br />
Ebu Kesbe el-Enmari (r.a.) de “Resulullah’ın başından<br />
ve iki omuzu arasından hacamat yaptırdığını<br />
ve “Kim bu kandan akıtırsa, herhangi bir hastalık<br />
için, bir başka ilâçla tedavi olmasa da zarar görmez.”<br />
(Ebû Dâvûd, Tıb 4; İbn Mâce, Tıb 21) buyurduğunu<br />
haber vermektedir. Kütüb-i Sitte‘de geçen bu ve benzeri<br />
rivayetlerde Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi ve<br />
sellem) hacamat yaptırdığını ve bunun hastalıklardan<br />
korunma ve tedavi hususunda önemli bir uygulama<br />
olduğunu görmekteyiz.<br />
Hacamatın Yapıldığı Azalar<br />
Hacamatı o dönemde uygulanan en iyi tedavi<br />
metotları arasında sayan Resûl-i Ekrem ve ashabının<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 63
genel olarak ağrıya ve baş ağrısına karşı, baş (Buhâri,<br />
Tıb 13; Müslim, Musakat 62, 63), iki omuz arası (kahil)<br />
(Ebû Dâvûd, Tıb 4; İbn Mâce, Tıb 21), boyunun<br />
sağ ve solunda bulunan damarlardan (ahdaayn) (Ebû<br />
Dâvûd, Tıb 4; Tirmizi, Tıb 12), kalça ve ayağın üstünden<br />
(Buhârî, Tıb, 14, 15; Ebû Dâvûd, Menâsik, 35, Tıb,<br />
4,5) hacamat yaptırdıkları rivayet edilmektedir.<br />
Hacamatta, vücutta kan alınabilecek noktaların<br />
bilinmesi önemlidir. Hadîslerde Peygamberimiz’in<br />
(sallallahü aleyhi ve sellem), başından, boynundan, omzundan<br />
ve ayağından hacamat yaptırdığını görmekteyiz.<br />
Fakat hacamatın vücudun sadece bu azalara<br />
uygulanmadığını ağrıyan yere göre vücudun değişik<br />
yerlerine de uygulandığını bilmekteyiz.<br />
Hacamatın Zamanı<br />
Hz. Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve sellem) kamerî<br />
ayların on yedi, on dokuz ve yirmi birinde hacamat<br />
yaptırıp, hacamat için bu zamanları ümmetine tavsiye<br />
ettiğini ve bu zamanın kan hücumundan dolayı<br />
meydana gelen birçok hastalıktan şifa olduğunu bildiren<br />
rivayetler bulunmaktadır. (bk. Tirmizi, Tıb, 12;<br />
Ebû Dâvud, Tıb, 5) İbni Sina, el-Kanun fi’t-Tıb isimli<br />
meşhur eserinde bu hadîsle ilgili olarak şu açıklamaya<br />
yer verir: Kamerî ayların başında kan aldırmak tavsiye<br />
edilmez. Çünkü vücuttaki kan, kamerî ayların ilk<br />
günlerinde daha azdır. Ayın on beşinden sonra yani<br />
dolunay günlerinde ise ayın çekim gücünün artması<br />
sebebiyle vücuttaki sıvı maddeler hem çoğalır hem de<br />
hareketlenir. Bu sebeple bu günlerde alınan kan da<br />
kişiye zarar vermez. (İbni Sina, Kanun I, s. 212)<br />
Günümüzde yapılan bazı araştırmalar da ayın insan<br />
vücudu üzerinde değişik etkiler meydana getirdiğini,<br />
dolunay günlerinde vücuttaki hormon ve sıvı<br />
dengesinde değişmeler görüldüğünü, kadınlardaki<br />
doğum ve âdet görme kanamalarının daha şiddetli<br />
olduğunu ortaya koymuştur. (Gerçeğe Doğru Dergisi,<br />
“Dolunay ve Oruç” c. II, sayı: 20, sayfa 28-30)<br />
Ayın ilk yarısından sonra (dolunay hâlinde) hararetle<br />
rutubetin artmasından dolayı, damarlardaki<br />
kan çoğalmakta ve kan dolaşım hızında da bir artma<br />
meydana gelmektedir. Yapılan araştırmalara göre bu<br />
dönemde ayın 11-21. günlerinde işlenen suçlar ve<br />
cinayetlerde de belirgin artışlar olduğu tespit edilmiştir.<br />
Bu günlerde ayın cazibesi vücuttaki kanın<br />
hareketlenmesine ve vücudun dinç olmasına tesir ettiğinden<br />
dolayı kişiyi suç işlemeye müsait bir hâle getirdiği<br />
gibi, sinir sistemine de tesir etmektedir. (Bilim<br />
ve Teknik Dergisi, sayı: 298, Eylül 19<strong>92</strong>)<br />
İbn Kayyim el-Cevziyye, hadîslerde mevcut tavsiye<br />
ve bilgilerin, dönemindeki tıp âlimlerinin tespitleriyle<br />
uyum içinde bulunduğunu, meselâ bu<br />
âlimlerin kanaatine göre ayın hareketine bağlı olarak<br />
bu zamanlarda kan basıncının arttığını, ay ortası ile<br />
onu takip eden haftanın hacamat için en uygun zaman<br />
olduğunu, âcil durumlar hariç bu zaman dilimi<br />
içinde hacamat olmanın daha faydalı olacağını söylemektedir.<br />
(İbn Kayyim el-Cevziyye, et-Tıbbû’n-nebevî, s.<br />
66) Hacamat için belli zaman dilimleri tavsiye eden<br />
hadislerin yeni ilmî araştırmalar ışığında tekrar değerlendirilmesinin<br />
faydalı olacağı kanaatindeyiz.<br />
Hacamatı kamerî takvime göre on yedi, on dokuz<br />
ve yirmi birinci günler yapılmasını tavsiye eden hadislerin<br />
yanında, bir de hacamatın belli günlere tahsis<br />
edilmesiyle ilgili bazı rivayetler de bulunmaktadır. İbn<br />
Ömer’den rivayet edilen bir hadise göre Resulullah<br />
(sallallahü aleyhi ve sellem) hacamat için pazartesi, salı<br />
ve perşembe günlerini tavsiye etmekte (bk. İbn Mâce,<br />
Tıb, 22) başka bir rivayette ise Peygamberimiz’in<br />
“Salı günü kan günüdür. O günde bir saat vardır, kan<br />
durmaz” (Ebû Dâvûd, Tıb 5) buyurarak salı günü hacamat<br />
yapmayı men ettiği bildirilmektedir. Bu günde<br />
hacamat olmayı yasaklayan bu hadîs senet yönünden<br />
tenkid edilmiştir. İbn Hacer ve Aynî gibi âlimler,<br />
Buhârî’nin yukarıdaki hadisleri zayıf bulduğu için<br />
eserine almadığını belirterek, hacamat için belli bir<br />
zaman tayininin söz konusu olmadığını ifade etmişlerdir.<br />
(İbn Hacer, Fethu’l-bâri, XXI, s. 266-267; Aynî,<br />
Umdetü’l-kârî, XVII, s. 374-375) Zehrâvî de bu konuda<br />
vakit tayinine gerek olmadığını söylemektedir.<br />
(Zehrâvî, et-Taşrîf li-men ‘aceze ‘ani’t-te’lif , II, s. 541)<br />
İhramlı ve Oruçlu İken Hacamat Yaptırmak<br />
Hacamat ile ilgili meseleler fıkıh kitaplarımıza da<br />
konu olmuştur. Yukarıda zikredilen hadîsler ışığında<br />
İslâm âlimleri, hacamata mendub hükmünü vermişler<br />
ve hacamat yapmanın ve yaptırmanın orucu bozup<br />
bozmadığı, ihramlı iken hacamat yaptırılıp yaptırılamayacağı,<br />
hacamatın abdesti bozup bozmadığı,<br />
hacamat yapan kişilere ücret verilmesi gerekip gerekmediği<br />
gibi konuları işlemişlerdir.<br />
Bu konuların en önemlisi ihramlı ve oruçlu iken<br />
hacamat yapılıp yapılamayacağıdır. Temel hadîs kaynaklarında<br />
Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem)<br />
ihramlı iken hacamat yaptırdığına yani kan aldırdığına<br />
dair sahih rivayetler olduğundan (Bk. Buhârî,<br />
Savm, 22; Müslim, Hac 87, 88) ihramlı iken saç kestirmemek<br />
şartıyla hacamatın caiz olduğu hususunda<br />
âlimler arasında görüş birliği olmuştur.<br />
Ramazan ayında oruçlu iken kan aldırmak meselesine<br />
gelince, hadîs kaynaklarında, Hz. Peygamber’in,<br />
oruçlu iken kan aldırdığı nakledildiği gibi, (Bk. Buhârî,<br />
Savm 32, Tıb, 11; Ebû Dâvûd, Savm 30.) başkalarına<br />
oruçlu iken kan aldırmayı yasakladığı rivayetler de<br />
64 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
ulunmaktadır. (Bk. Buhârî, Tıb 11, Savm 32; Ebû<br />
Dâvud, Savm 28, 29, 30) Enes b. Mâlik, oruçlu iken<br />
hacamat yaptırmadıklarını ifade ederken oruçluya<br />
hacamatı yasaklayan hadîslerin hacamatın oruçluya<br />
sıkıntı vereceği hususuna bağlamaktadır. (Ebû Dâvûd,<br />
Savm 32) Buna göre oruçlunun hacamat yaptırması<br />
mümkün ve caiz olduğu söylenebilir. Ancak oruçludan<br />
kan alınması, vücudu zayıf düşürecekse veya<br />
oruç tutmayı zorlaştıracaksa bu durumda hacamat<br />
yaptırmanın mekruh olacağı nakledilmiştir. Buna<br />
göre zaruret olmadıkça Ramazan ayında, gündüz kan<br />
aldırmayıp akşam iftardan sonra kan aldırmayı tercih<br />
etmenin daha uygun olacağı belirtilmiştir. Fakat bu<br />
durumda da Resulullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem)<br />
hacamatın aç karnına daha faydalı olacağı buyruğu<br />
göz ardı edilmemelidir.<br />
Hacamatın Faydaları<br />
Peygamberimiz hacamatın faydası ile ilgili olarak<br />
şöyle buyurmaktadır: “Hacamatta şifa ve bereket vardır.<br />
Ayrıca hacamat aklı ve hıfzetme (ezberleme) gücünü<br />
arttırır. (İbn Mâce, Tıb 22)<br />
Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hacamatta<br />
şifa olduğunu buyurmakta (Buhari, Tıb 7; İbn Mâce,<br />
Tıb 22; Ahmed b. Hanbel, I, 246) ve hacamat yaptıranın<br />
herhangi bir hastalık için, bir başka ilâçla tedavi<br />
olmasa da zarar görmeyeceğini bildirmektedir. (Ebû<br />
Dâvûd, Tıb 4; İbn Mâce, Tıb 21) Allah Resulü’nün bu<br />
mübarek beyanları, kan aldırmanın çok etkili bir tedavi<br />
metodu olduğunu ve usullerine riayet edilerek<br />
yapıldığı takdirde önemli faydalarının olacağını göstermektedir.<br />
Zamanımızın tıp ve ilim adamları kan aldırmanın<br />
birçok yararlı ve tedavi edici tesirinin bulunduğunda<br />
ittifak hâlindedir. Amerikalı bir profesör kanın temizlenilmesi<br />
ile birçok hastalığın tedavi edilebileceğini<br />
iddia etmiştir. Kanın temizlenmesiyle hastalıklara<br />
karşı başarılı sonuç alınması, hacamatın önemini ortaya<br />
koymaktadır. Özellikle psikiyatrik rahatsızlıklarda<br />
bunu daha da önemli olduğu belirtilmektedir.<br />
Sağlığı yerinde olanların kan vermesi kemik iliğini<br />
harekete geçirmekte, kan yapımı hızlanmakta böylece<br />
kanın temizlenmesi kolaylaşmaktadır. Bahar yorgunluğu<br />
dediğimiz vücudun umumi âhengini bozan bitkinlik,<br />
hâlsizlik doğuran hastalıklar bahar mevsiminde<br />
kan vermek suretiyle düzeltilebilir. Kış aylarında vücutta<br />
biriken metabolizma artıkları ve zehirli maddeler<br />
baharda kan vermekle hızlanan kan yapımı sayesinde<br />
süratle vücuttan atılmaktadır. Dolaşıma çıkan pıhtılaşmayı<br />
önleyici bazı maddelerin temizlenmesi, damar<br />
sertliklerinin önlenmesi ve damarların korunması da<br />
kan vermenin faydaları arasındadır. (Emiroğlu, s. 81)<br />
Bugünün tıbbında genellikle elli yaşın üzerindeki<br />
kişilerde görülen sebebi bilinmeyen, organizmada alyuvar<br />
kitlesinin devamlı ve mutlak suretle artmasıyla<br />
meydana gelen Polsitemia Vera isminde bir hastalık<br />
tespit edilmiştir ki, hastada baş ağrısı, baş dönmesi<br />
halsizlik, fenalık hissi, geçici körlük, görme keskinliğinde<br />
azalma vb şikâyetleri görülmektedir. Bu hastalık<br />
kan alma suretiyle tedavi edilir. Böylece kısa zamanda<br />
alyuvar kitlesini azaltarak hastalığın vücut için<br />
kötü olan etkileri önlenmiş olur. Her defasında 300<br />
ml. kan alınır ve bu haftada 1–2 kere uygulanır. Bu<br />
işleme alyuvarlar sayısı normal seviyeye gelinceye kadar<br />
devam edilir. Böylece bu hastalık, sadece hastadan<br />
kan alınmak suretiyle kontrol altında tutulabilir.<br />
Kan vücuttan çıktığında yerine plazma adı verilen<br />
bir vücut sıvısı geçecek ve kanın sulanması sağlanmış<br />
olacaktır. Kanın sulanıp incelmesi, kandaki alyuvar<br />
yoğunluğunu azaltır. Böylece kalb, beyne daha rahat<br />
pompalama yapar. Kan emilince, kandaki oksijen taşıyıcı<br />
madde olan hemoglobin seviyesi de düşer. Bu<br />
yüzden kan, beyine yeterli oksijeni taşıyabilmesi için<br />
daha hızlı akmaya başlar. Akışkanlık özelliği artan kanın<br />
aynı zamanda çevredeki, beyin ve karaciğerdeki dolaşımı<br />
da düzelmiş olacaktır. Böylece kan akışının artmasıyla<br />
insan yorgunluktan ve halsizlikten kurtulacaktır.<br />
Âni sol kalb yetmezliği ve buna bağlı akciğer bozukluklarında<br />
da kan almak suretiyle tedavi yapılır.<br />
Âni sol kalb yetmezliğinde toplardamar yoluyla süratle<br />
ve fazla miktarda (500 ml) bir kan alımı kalbe kan<br />
dökümünü azaltarak sağ kalb atım hacmini azaltmak<br />
suretiyle sol kalb yükünü hafifleteceğinden âni sol<br />
kalb yetmezliği ve buna bağlı akciğer bozukluklarına<br />
ait krizlerde hastayı kısa zamanda rahatlatabilir. (Denizkuşları,<br />
s. 115)<br />
Hacamatla, kılcal damarlardaki tıkanıklıklar açılır.<br />
Kandaki ve dokulardaki gaz ve toksinlerin hacamatla<br />
atılması, hacamat yapılan bölgeye bağlı damarlardaki<br />
kan akımını canlandırır. Hacamat, dokuların<br />
beslenmesi ve oksijenlenmesini artırır, sertlikleri ve<br />
ödemleri çözer. Hacamat kan üretimiyle görevli organları<br />
(kemik iliği, karaciğer, dalak) uyarır, bağışıklık<br />
sistemini kuvvetlendirir, vücuda direnç kazandırır,<br />
ağrıları giderir, hastalıkları önler. Kansızlık, bel tutulması,<br />
eklem ağrıları, baş ağrıları, bel, boyun fıtığına<br />
ve kireçlenmesine bağlı ağrılar, dalak, karaciğer hastalıkları,<br />
enfeksiyonlar, sinirsel, psikolojik ve her türlü<br />
hastalığın tedavisinde etkili olduğu belirtilmektedir.<br />
(Salih, s. 141) Süreklilik arz eden kronikleşmiş birçok<br />
hastalıklarda; migren, romatizma, mide bağırsak<br />
rahatsızlıkları, el ve ayaklarda üşüme, şeker hastalığı,<br />
zihnî ve ruhî birçok hastalıklarda, böbrek hastalıklarında<br />
kan vermenin faydası bilinmektedir. Vücudun<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 65
farklı bölgelerine uygulanan hacamatın daha birçok<br />
hastalığın tedavisinde iyi neticeler verdiği tecrübelerle<br />
ortaya konmuştur.<br />
St. George’s Üniversitesi’nde öğretim görevlisi<br />
Doç. Dr. Ahmed Younis, East Anglia Üniversi tesi’nden<br />
Dr. Kaleem Ullah ve uluslar arası hacamat<br />
terapisti sertifikası sahibi Faruk Günindi hacamatın<br />
faydaları ile ilgili dünyanın değişik yerlerinde<br />
seminerler vermekte, Younis her türlü ağrılarda<br />
ve hastalıklarda hacamat terapisini kullandıklarını<br />
ve çok başarılı sonuçlar aldıklarını belirtmektedir.<br />
Avrupa’nın en büyük bilim festivali olan İngiltere<br />
Bilim Festivali’nde 2006 yılında Hacamat’ı tanıtan<br />
Younis’un bu konudaki araştırmaları da saygın bir<br />
alternatif tıp dergisinde yayınlanmıştır. (Bk. ISPUB,<br />
vol 4. No1, 2007)<br />
Hacamat yapılırken bazı hususlara da dikkat edilmesi<br />
gerekmektedir. Bulaşıcı hastalıklara yakalanmamak<br />
için bu tedavide mutlak suretle hijyene önem verilmeli<br />
ve bu işi iyi bilen ehil insanlara yaptırılmalıdır.<br />
Hacamat yaptıracak kişinin daha önce bir tahlil yaptırarak<br />
kan durumunu ve vücuttaki kan seviyesinin kan<br />
vermeye elverişli olup olmadığını öğrenmesi gerekmektedir.<br />
Zîrâ kan seviyesi düşük anemik ve hemofili<br />
hastaların hacamat yaptırmaları kendilerine zarar verebilir.<br />
Yine hacamat çok ihtiyar ve zayıf kişilere, kalb<br />
yetmezliği olanlara, hamilelere, tansiyonu çok düşük<br />
olan kişilere ve küçük çocuklara önerilmemektedir.<br />
Sonuç<br />
Modern bilim hızla ilerliyor. Her geçen gün yeni<br />
tedavi usulleri ortaya konuluyor. Ancak bununla<br />
birlikte sürekli olarak yeni ve tedavisi bulunamayan<br />
başka hastalıklarla karşılaşıyoruz. Bu durum hastalıklarla<br />
mücadeleden önce hastalıklara yakalanmamayı<br />
yani koruyucu hekimliğin esaslarının bilinmesini ve<br />
uygulanmasını gerekli kılmaktadır. Nitekim Peygamber<br />
Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) tıbba<br />
dair tavsiyelerinin birçoğunun koruyucu hekimliğe<br />
ait olduğunu görmekteyiz. Bulaşıcı hastalıklara karşı<br />
korunma, salgının bulunduğu yere girmeme ve bu<br />
yerde bulunuyorsa dışarı çıkmama (karantina), vücut<br />
temizliği, yiyecek ve içeceklerin temiz tutulması,<br />
çevre temizliğine önem verme, dişleri misvaklama,<br />
yeme-içmede aşırıya kaçmama, yemekten önce ve<br />
sonra elleri yıkama, oturarak yemek yeme gibi nebevî<br />
tavsiyelerin hastalıklardan korunma adına ne kadar<br />
önemli olduğu günümüz ilim adamları tarafından da<br />
ifade edilmektedir. İşte bu açıdan meseleyi değerlendirdiğimizde<br />
Hz. Peygamber’in hem tedavi hem de<br />
hastalıklardan korunma maksadıyla uyguladığı hacamatın<br />
önemini daha iyi kavramış oluruz.<br />
Günümüzde hastalıkların tedavisinde kullanılan<br />
yöntem ve ilâçların yan tesirlerinin bulunması, dünyanın<br />
birçok yerindeki bilim adamlarını, hastalıklara<br />
karşılık eskiye, denenmiş, tecrübe edilmiş ve insanların<br />
yüzyıllardır yapa geldikleri tabiî tedavi metotlarına<br />
sevk etmiştir. Alternatif Tıp olarak anılan bu doğal<br />
tedavi yöntemlerinden birinin de Peygamberimiz’in<br />
(sallallahü aleyhi ve sellem) uyguladığı ve ümmetine tavsiye<br />
ettiği hacamat olduğunu söyleyebiliriz. Bu konuda<br />
Avrupa’da, Asya’da ve dünyanın değişik yerlerinde yapılan<br />
araştırmalar ve çalışmalar da bu hakikati desteklemektedir.<br />
Ayrıca günümüzde, hacamatı hayatlarında<br />
düzenli bir şekilde uygulayarak sağlığını muhafaza<br />
eden ve hastalıklardan kurtulan kişilerin tecrübeleri de<br />
hiç şüphesiz bunun önemini daha da artırmaktadır.<br />
Tarih boyunca uygulanan hacamat günümüz modern<br />
tıpta kan verme metodu olarak algılanmaktadır.<br />
Günümüz şartlarında ise damardan şırınga ile kan<br />
almanın da hacamat olarak değerlendirilebileceğini<br />
söyleyenler vardır. Ancak hacamatın gerek vücudun<br />
değişik yerlerine uygulanması gerekse de ana damarlardan<br />
değil de kılcal damarlardan pıhtılaşmış kirli<br />
kanın alınması ve bu uygulama için uygun zamanların<br />
belirlenmesi gibi unsurlar hacamatı, günümüzde<br />
şırınga ile damardan temiz kanı almaktan farklı kılan<br />
yönlerdir. Bunun için binlerce yıldır uygulanan<br />
hacamatın, gelişen modern tıbbın imkânlarıyla ilim<br />
adamları ve araştırmacı doktorlar tarafından bu farklı<br />
yönleriyle tekrar ele alınarak incelenmesi gerektiğine<br />
inanıyoruz. Böyle bir araştırma yapmanın da bu tedavi<br />
uygulamasını Cibril’in diliyle bizlere tavsiye eden<br />
Hz. Peygamber’e (sallallahü aleyhi ve sellem) vefanın bir<br />
gereği olduğunu düşünüyoruz.<br />
Son olarak sağlığımızı koruyan ve şifayı verenin<br />
yalnızca Allah olduğunu ifade eder, yine O’nun<br />
Habib-i Edibi Hz. Muhammed’e (sallallahü aleyhi ve<br />
sellem) tavsiye ettiği vesileler ile O’nun Hafîz ve Şâfî<br />
isimlerine sığınırız.<br />
* Araştırmacı-Yazar<br />
fyilmaz@yeniumit.com.tr<br />
İstifade Edilen Kaynaklar<br />
• Abdullah Köşe, Mahmut Rıdvanoğlu, “Hacamat” maddesi, Diyanet İslâm<br />
Ansiklopedisi<br />
• (DİA), XIV, 421-422.<br />
• Ali Rıza Karabulut, Tıbb-ı Nebevi, Mektebe Yayınları, İst. 19<strong>92</strong>.<br />
• Mahmud Denizkuşları, Peygamberimiz ve Tıp, Marifet Yayınları, İstanbul<br />
1982.<br />
• İbn Kayyim el-Cevziyye, et-Tıbbu’n-nebevî, (Nşr. Âdil el-Ezherî-<br />
Mahmûd Ferec el-<br />
• Ukde), Kahire 1410/1990, s. 42- 45.<br />
• Dr. Nevzat Emiroğlu, Kan ve Dolaşım, <strong>Yeni</strong> Asya Yayınları, İst. 1982.<br />
• Dr. Aidin Salih, Gerçek Tıp, Yazı Yayıncılık, İst. 2010.<br />
• www.islamiforum.com/hacamat<br />
66 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
YENİ ÜMİT<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2011 - <strong>Say</strong>ı <strong>92</strong><br />
Copyright © Işık Yayıncılık Tic. A.Ş. 2011<br />
Bu eserin tüm yayın hakları Işık Yayıncılık Tic. A.Ş.'ye aittir. Eserde yer alan<br />
metin ve resimlerin Işık Yayıncılık Tic. A.Ş'nin önceden yazılı izni olmaksızın,<br />
elektronik, mekanik, fotokopi ya da herhangi bir kayıt sistemi ile çoğaltılması,<br />
yayımlanması ve depolanması yasaktır.<br />
iÇiNDEKiLER<br />
IŞIK YAYINCILIK. TİC. A.Ş. ADINA SAHİBİ<br />
M. Talat KATIRCIOĞLU<br />
GENEL KOORDİNATÖR<br />
Dr. Ergün ÇAPAN<br />
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ<br />
Selçuk CAMCI<br />
İDARİ MERKEZ<br />
İstanbul<br />
YAYIN TÜRÜ<br />
Yaygın Süreli<br />
GÖRSEL YÖNETMEN<br />
Engin ÇİFTÇİ<br />
GRAFİK - TASARIM<br />
Murat ARABACI<br />
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ<br />
Kısıklı Mah. Meltem Sk. No: 5 Üsküdar / İSTANBUL<br />
Tel: 0 ( 216 ) 318 10 00 - Faks: 0 ( 216 ) 422 41 40<br />
MÜŞTERİ HİZMETLERİ<br />
444 0 361<br />
Bütün GSM operatörlerinden ve sabit telefonlardan<br />
dakikası 1 SMS/kontöre direk arayabilirsiniz.<br />
(Her türlü abonelik işlemleriniz için arayabilirsiniz.)<br />
Yurtiçi abone bedeli 22 TL'dir.<br />
Yurtdışı abone bedeli, 1. Grup Ülkeler (Avrupa, Orta Asya, Orta Doğu ve Kuzey<br />
Afrika ülkeleri) 14 €, 2. Grup Ülkeler (Uzak Doğu, Amerika, Güney Afrika ve<br />
Pasifik ülkeleri) 20 $, 3. Grup Ülkeler (Avustralya ve <strong>Yeni</strong> Zelanda) ise 24 $'dır.<br />
Abone olmak isteyenlerin abone bedelini;<br />
Işık Yayıncılık. Ticaret A.Ş. adına, her PTT şubesinden; 556 8324 nolu Posta<br />
çeki hesabına veya Bank Asya Anadolu Kurumsal TEMSİLCİLİKLER Şubesi'nin;<br />
TL olarak, TR870020800094000540530040 (54053-40) numaralı,<br />
$ olarak, TR600020800094000540530041 (54053-41) numaralı,<br />
€ olarak TR330020800094000540530042 (54053-42) numaralı hesabına<br />
yatırıp, dekontun fotokopisini, açık isim, adres ve telefon bilgileri ile hangi<br />
sayıdan itibaren abone olacaklarını belirten bir yazı ile abone merkezimize<br />
posta veya faks ile bildirmeleri yeterlidir.<br />
ABONE VE DAĞITIM MÜDÜRLÜĞÜ<br />
Bulgurlu Mh. Bağcılar Cd. No: 1<br />
Posta Kodu 34696 Üsküdar / İSTANBUL<br />
Tel: (0 216) 444 0 361<br />
Faks: (0 216) 522 11 78<br />
AVRUPA DAĞITIM<br />
WORLD MEDIA GROUP AG- İsmail Küçük<br />
Adres: SPRENDLINGER LANDSTR. 107-109, 630 69<br />
OFFENBACH am MAIN<br />
Müşteri Hizmetleri: 0049 69 300 34 111-112<br />
Dağıtım Telefonu: 0049 69 300 34 103 Fax: 0049 69 300 34 105<br />
dergiler@worldmediagroup.eu - dagitim@eurozaman.de<br />
BASILDIĞI YER<br />
Çağlayan A.Ş. Gaziemir/İZMİR<br />
Tel: 0 232 274 22 15 Faks: 0 232 252 21 00<br />
BAYİ DAĞITIM<br />
DPP A.Ş.<br />
BASIM TARİHİ<br />
Mart 2011<br />
E-MAIL - WEB<br />
www.yeniumit.com.tr • yeniumit@yeniumit.com.tr<br />
Fiyatı: KDV Dahil 6,00 TL<br />
Dar Bir Açıdan Bir Kez Daha Kur'ân<br />
Başyazı<br />
Râgıb El-Isfahânî’nin Mukaddimetü’t-Tefsir’inin Kökleri ve<br />
Kitabın Türkçe’ye Tercümesi<br />
Prof. Dr. Suat YILDIRIM<br />
Peygamber Yolu'nun Ruh ve Mânâ Boyutu<br />
Prof. Dr. Abdulhakim YÜCE<br />
Sebeplerin Sorgulanması<br />
Doç. Dr. Yener ÖZTÜRK<br />
Kur’ân Tilâvetinde Temsil<br />
Yrd. Doç. Dr. Alican DAĞDEVİREN<br />
Peygamberimiz'in (s.a.s) Yetimlere Şefkati<br />
Mehmet DERE<br />
Mevlâna ve Evrensel Çağrısı Gel!<br />
Prof. Dr. Cafer Sadık YARAN<br />
Hayâ ve İffet Duygusu<br />
Dr. M. Selim ARIK<br />
Altın Nefesler<br />
Muradi (III. Sultan Murad) - Leyla Hanım<br />
Rahmet Peygamberinde Beyan<br />
Doç. Dr. Ayhan TEKİNEŞ<br />
Seyyid Kutub<br />
Prof. Dr. Mesut ERDAL<br />
Firavun ve Genel Özellikleri<br />
Yrd. Doç. Dr. Musa Kâzım GÜLÇÜR<br />
Bütüncül ve Parçacı Yaklaşımlar Arasında Sünnet-i Nebeviyye<br />
Prof. Dr. Vehbe Mustafa ez-ZUHAYLÎ<br />
Bir İlim ve Zühd Kahramanı Süfyan-ı Sevrî Hazretleri<br />
Doç. Dr. Muhittin AKGÜL<br />
Hz. Peygamber (s.a.s) ve Hacamat (Kan Aldırma)<br />
Fethi YILMAZ<br />
YAYIN İLKELERİ<br />
•Gönderilen yazıların yayımlanmasına Yayın Kurulu karar verir.<br />
•Yayımlanan yazıların her türlü sorumluluğu yazarlarına aittir.<br />
•Yazılar 2200 kelimeyi geçmemelidir.<br />
•Türkçeyi kullanmada itina gösterilmelidir.<br />
•Faydalanılan kaynaklar, metin içerisinde.. meselâ, (Yazır 1983, 2: 560) gibi, yazarın<br />
soy ismi, kitabın yayın tarihi, varsa cilt ve sayfa numarası ile kısaca verilmeli,<br />
daha sonra, yazının sonunda liste hâlinde açık olarak belirtilmelidir. Kitap isimleri<br />
italik yazılmalıdır.<br />
•Yazılar yayımlansın veya yayımlanmasın iade edilmez.<br />
•Dergimizdeki yazılar, başka yerlerde kaynak gösterilerek yayımlanabilir.<br />
67 •Yayımlanan yazılar için te'lif ücreti ödenir.<br />
Dinî İlimler ve Kültür YENİ ÜMİT Dergisi DERGİSİ 67<br />
| 67<br />
2<br />
8<br />
13<br />
17<br />
21<br />
26<br />
30<br />
33<br />
38<br />
40<br />
43<br />
48<br />
53<br />
58<br />
62
En cazip desenlerin gerçek ziyası Sen’sin,<br />
Bu hususta asla yok kevn ü mekânda dengin;<br />
Sen’in gönlün meleklerinkinden daha engin,<br />
Şu fakirler ülkesinde yolu gözlenensin…<br />
YAYSAT NO:2011/2<br />
FİYATI: 6.00 TL<br />
68 | YENİ ÜMİT DERGİSİ