You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
Dördüncü yılın yorgunluğunu<br />
sizin heyecanınız geçiriyor<br />
n Bir sezon daha bitiyor. Haziran ayında<br />
da birkaç Türk filmi var. Daha sonra<br />
yıllardır olduğu gibi Türk sineması yaz<br />
uykusuna yatacak. Ama biz yine de<br />
önemli isimlere dergimizde yer vermeye<br />
devam edeceğiz. Öfkeli Çılgınlık<br />
Karamsar Çile, Hatice Yakar’ın ilk uzun<br />
metrajlı filmi. Banu, Hatice Yakar ile<br />
konuştu. Yılmaz Güney’in daha önce<br />
film çektiği köy Hatice Yakar’ın da platosu<br />
olmuş. Bütün köy Hatice ile gurur<br />
duyuyor çünkü onların hemşehrisi. Yeşim<br />
Ceren Bozoğlu’nu artık tanımayan yok.<br />
Müthiş kabiliyeti ve etik duruşu ile bizim<br />
de sevdiğimiz bir isim Yeşim. Onunla son<br />
filmi Misafir’i konuştuk. Ve sizin için bir<br />
sürpriz yaptık. Karayip Korsanları’nda<br />
Johny Depp’in babasını oynayan ve Rolling<br />
Stones’un ünlü gitaristi Keith Richards<br />
UIP şirketinin katkılarıyla Türkiye’de<br />
sadece Star Gazetesi’ne ve bize röportaj<br />
verdi. Gelelim özel dosyalarımıza...<br />
Fenerbahçemiz şampiyon oldu. Eh<br />
biz de durmadık tabii... Sarı Lacivertlilerin<br />
kutlamalarında bir tuzumuz olsun<br />
diye Yeşilçam döneminde içinde<br />
Fenerbahçe geçen filmleri topladık ve<br />
muhteşem diyalogları çıkardık. Son<br />
birkaç sayıda bize özel dosyalar yapan<br />
Zeynep Uslu bu sayımızda da etkileyici<br />
bir çalışmaya imza atmış. Gençlerin balo<br />
maceralarını filmler içinden çıkarmış.<br />
İçlerinde Carry gibi kan gölüne dönenler<br />
de var, Geleceğe Dönüş gibi romantizm<br />
ile komediyi buluşturanlar da. Banu<br />
ise unutma hallerinin peşinden gitmiş.<br />
Momento’dan ölümcül bir unutmanın<br />
yaşandığı İngiliz Hasta’ya kadar önemli<br />
filmler bu dosyanın içinde. Portrelerde<br />
ise Jodie Foster ile Eric Bana bu<br />
sayımızda yer alıyor. Ali Ulvi, İşte O An<br />
ve Filmin Özü sayfalarıyla dergimizin<br />
aranan yüzü. Murat Tolga Şen ise SinemaKültürü<br />
köşesinde Türk işi Shining,<br />
Biri Bizi Gözetliyor filmini tarihin<br />
sararmış sayfalarından çıkarıyor. Alper<br />
Turgut’un kritikleri, Zeynep Bonçe’nin<br />
dizi dünyasını anlattığı Episode’si,<br />
Fırat’ın kısa filmcileri konu ettiği Uzun<br />
Lafın Kısası köşesi ve artık <strong>Cinedergi</strong>’nin<br />
klasiği olan Rolleriyle Yaşayanlar<br />
köşesi, Kerem Akça’nın piyasadaki en<br />
iyi DVD köşesi, benim arada bir sizle<br />
buluşturmaktan zevk aldığım Zamanın<br />
Ruhu bölümü, vizyondakiler, kitaplar, pek<br />
yakındakiler, haberler ve<br />
daha neler neler...<br />
Yayın Sahibi<br />
Star Medya Yayıncılık A.Ş. adına<br />
TEVHİT KARAKAYA<br />
İcra Kurulu Başkanı<br />
MUSTAFA KARAALİOĞLU<br />
Genel Yayın Yönetmeni<br />
Serdar Akbıyık<br />
Yazı İşleri Müdürleri<br />
Banu Bozdemir<br />
Fırat Sayıcı<br />
Katkida Bulunanlar<br />
Ali Ulvi Uyanık<br />
Kerem Akça<br />
Alper Turgut<br />
Burak Yarkent<br />
Zeynep Bonçe<br />
Murat Tolga Şen<br />
Zeynep Uslu
Yönetmen:<br />
Alastair Fothergill,<br />
Keith Scholey<br />
Senaryo: Alastair<br />
Fothergill, Keith<br />
Scholey<br />
Oyuncular: Samuel L.<br />
Jackson<br />
Konu: Disneynature un<br />
2011’de vizyona girecek<br />
belgeseli African<br />
Cats, iki aslan ailesinin,<br />
yavrularına avlanmayı<br />
ve vahşi hayatı<br />
öğretmelerini konu<br />
alıyor. Henüz yapım<br />
aşamasında olan ve<br />
aslanların doğal hayatını<br />
tüm çıplaklığıyla ortaya<br />
koyan belgeselin, görkemli<br />
bir doğa şölenini<br />
beyaz perdeye taşıması<br />
bekleniyor.
Yönetmen: Rod Lurie<br />
Senaryo: Sam Peckinpah, Rod Lurie,<br />
David Zelag Goodman<br />
Oyuncular: Dominic Purcell, James<br />
Marsden, Kate Bosworth, Alexander<br />
Skarsgård, Willa Holland<br />
Konu: Amerikalı bir matematikçi olan<br />
David ile İngiliz karısı Amy şehirden<br />
uzaklaşmak ve hayatlarını daha sakin<br />
geçirmek için küçük bir kasabaya<br />
taşınırlar. David ve Amy satın aldıklaru<br />
evin tadilatı için dört işçiyi işe alırlar.<br />
Kasabanın kabadayıları da olan bu dört<br />
işçi doğuştan sakin yaradışlı bir insan<br />
olan David’le dalga geçmeye, karısına da<br />
sarkıntılık etmeye başlarlar. En sonunda<br />
işçiler eve saldırır ve rahat haraketleri ile<br />
eleştirilen Amy’e tecavüz ederler. Bunun<br />
üzerine David deliye döner .<br />
Yönetmen: Ruben<br />
Fleischer<br />
Senaryo: Matthew Sullivan,<br />
Michael Diliberti<br />
Oyuncular: Jesse<br />
Eisenberg, Fred Ward,<br />
Michael Pena, Aziz Ansari,<br />
Danny McBride<br />
Konu: 30 Minutes or<br />
Less , küçük bir kasabada<br />
sıkıcı hayatını<br />
pizza paket servisi<br />
yaparak geçiren Nick<br />
‘in iki suçlu tarafından<br />
kaçırılarak 30 dakika<br />
içinde banka soymaya<br />
zorlanması ile gelişen<br />
olayları anlatıyor.<br />
Fragmanı eğlenceli dakikalar<br />
vaat ediyor.
Yönetmen: MDavid Dobkin<br />
Senaryo: Alastair Fothergill, Keith<br />
Scholey<br />
Oyuncular: Ryan Reynolds, Leslie<br />
Mann, Olivia Wilde, Jason Bateman,<br />
Mircea Monroe<br />
Konu: Bir aile babasının, bekar ve<br />
çapkın bir aktör olan en iyi arkadaşıyla<br />
vücut değiştirmesi ile gelişen olayları<br />
anlatacak olan film... Hollywood’un<br />
tipik romantik komedilerinden biri.<br />
Ancak oyuncu kadrosu için bile izlenmeye<br />
değer sanırız…<br />
Yönetmen: Christian<br />
Ditter<br />
Senaryo: Runer<br />
Jonsson<br />
Oyuncular: Günther<br />
Kaufmann,<br />
Jonas Hämmerle,<br />
Mercedes Jadea<br />
Diaz, Mike Maas,<br />
Nic Romm<br />
Konu: Yaşça küçük ama<br />
çok yetenekli ve akıllı<br />
olan Vikie’nin başından<br />
geçen komik olaylar<br />
serinin bu bölümünde<br />
de devam ediyor. 90’lı<br />
yıllarda televizyonda<br />
ekrana gelen Vikie’nin<br />
maceraları bu kez beyazperdeye<br />
aktarıldı.
Yönetmen: Elbert Van Strien<br />
Senaryo: Elbert Van Strien<br />
Oyuncular: Charlotte Arnoldy, Hadewych<br />
Minis, Barry Atsma, Els Dottermans, Isabelle<br />
Stokkel<br />
Konu: Dokuz yaşındaki Lisa yeni tanıştığı<br />
arkadaşının aslında annesinin daha önce<br />
ölen ikiz kızkardeşinin hayaleti olduğunu<br />
keşfeder. Konusundan da anlaşılacağı<br />
üzere son zamanların popüler korku film<br />
yapısına sahip film için iyi şeyler söyleniyor.<br />
Bakalım film Türk korku severlerini<br />
memnun edecek mi?
Yönetmen: Matt Reeves<br />
Senaryo: Matt Reeves<br />
Oyuncular: Chloe Moretz,<br />
Elias Koteas, Cara Buono,<br />
Richard Jenkins<br />
Konu: İskandinav<br />
sinemasının son dönem<br />
çıkardığı en iyi filmlerden<br />
biri olan Let the Right One<br />
In’in Hollywood versiyonu.<br />
Owen içine kapanık ve<br />
arkadaş edinmekte zorlanan<br />
bir çocuktur. Yeni<br />
taşınan Abby ile dost<br />
olurlar. Aslında bir vampir<br />
olan Abby, Owen’ı herkese<br />
karşı korumaktadır. Elbette<br />
Owen bunu fark edecektir.<br />
Yönetmen: Joe Cornish<br />
Senaryo: Joe Cornish<br />
Oyuncular: Nick Frost,<br />
Jodie Whittaker, Luke<br />
Treadaway, John Boyega,<br />
Danielle Vitalis<br />
Konu: Shaun of Dead’in<br />
yapımcılarından yeni bir<br />
potansiyel kült film. Güney<br />
Londra’nın varoşlarına<br />
yapılan uzaylı saldırısına<br />
karşı genç bir sokak çetesinin<br />
muhitlerini koruma<br />
çabasını izleyeceğimiz<br />
filmin ağır topu Shaun of<br />
Dead ve Hot Fuzz’ın başrol<br />
oyuncusu Nick Frost...
n KARAYİP Korsanları, 2003 yılında vizyona<br />
girdiğinde muhteşem görselliği, Johnny Depp’in<br />
sempatik oyunculuğu, Keira Knightley’nin hassas<br />
güzelliği ve Orlando Bloom’un kırılgan yakışıklılığı<br />
ile mükemmel bir bütünlük oluşturmuş ve izleyicinin<br />
gönlünü çalmıştı. Tabii sadece izleyicinin<br />
değil sinema eleştirmenlerinin de beğendiği bir<br />
filmdi ki gişe filmleri için bu başarılması zor bir<br />
olaydır. Bütün bu artıların en büyüğü ise filmin<br />
klasik korku unsurlarını komedi tabanlı bir filmde<br />
başarıyla kullanmasıydı. Bu başarının altındaki<br />
imza ise ilk üç filmin yönetmeni Gore Verbinski’ye<br />
aitti. Verbinski, Karayip Korsanları’na gelene kadar<br />
korku filmi Halka’nın ABD versiyonunu çekmiş,<br />
The Weather Man gibi underground bir komediyi<br />
başarıyla kotarmıştı. Yani hem kaliteli bir komedi<br />
hem de klasik korku unsurlarının mükemmel<br />
kullanıldığı filmlerin yönetmeniydi. Bu kabiliyetli<br />
adamın elinde bir de Johnny Depp ve diğer<br />
mükemmel isimler olunca gerçekten harika bir<br />
seriyi izler olduk. Üstelik seri çekilen filmlerde<br />
başarı çizgisi çoğunlukla aşağı gider ama Karayip<br />
Korsanları’nda bu başarı ya aynı kalıyordu veya<br />
yukarıya küçük tırmanışlar yapıyordu. Yazının<br />
başında saydığımız yıldızlar serisinin yanında<br />
ikinci ve üçüncü filmde ağırlığını koyan Bill<br />
Nighy gibi çok başarılı isimler de vardı. Nighy’nin<br />
canlandırdığı Davy Jones karakteri sinema tarihinin<br />
absurd karakterlerinin en renklilerindendi.<br />
Bu hafta vizyona giren serinin dördüncü filmi Karayip<br />
Korsanları: Gizemli Denizlerde içerik ve oyuncular<br />
anlamında bir çok farklılık barındırıyor. Keira Knightley,<br />
Orlando Bloom ve Bill Nighy gibi isimler kadroda<br />
yok. Onların yerine Penelope Cruz ve ünlü İngiliz<br />
oyuncu Ian McShane var. Bu noktada McShane’in<br />
performansına birşey diyemeyeceğim ama Cruz’un<br />
bu role uymadığı çok kesin. Burada aslında oyunculara<br />
da çok suç bulamıyorum. Çünkü filmin senaryosundaki<br />
komedi korku dengesi bozulmuş. İlk üç filmi<br />
yöneten Gore Verbinski yerine yönetmen koltuğuna<br />
Rob Marshall oturmuş. Marshall’ın sinema dili ve<br />
öyküyü algılayışı korku çizgisini yok etmiş. Tamamıyla<br />
eğlencelik, üstelik basit bir eğlencelik haline<br />
getirmiş filmi. Yönetmenin daha önceki filmlerine<br />
baktığımızda da Chicago ve Nine gibi tür olarak da<br />
Karayip Korsanları’na hiç de yakın olmayan filmleri<br />
görüyoruz. Bence son filmin öykü derinliğinin eksik<br />
olmasının en büyük sebebi yönetmen değişikliği.<br />
Gelelim filmin konusuna. Jack Sparrow yeni bir hazinenin<br />
peşindedir. Bu hazine sonsuz hayat bahşeden<br />
Gençlik Pınarı’dır. Tabii pınarın peşindeki sadece<br />
Sparrow değildir. İspanyollar ve İngilizler de bu<br />
pınarın peşindedir. Bir de araya Anjelika (Penelope<br />
Cruz) adlı bir dilber girince herşey karmakarışık bir<br />
hal alır. Sparrow Anjelika’yı yıllar önce bir rahibeyken<br />
baştan çıkarmış ve terk etmiştir. Jack Sparrow da<br />
öğrenecektir: Düşmanın kadın olacağına<br />
hayaletlerle, zombilerle savaşmak yeğdir.
n ””Korku /gerilim filmlerini seven sinema<br />
yazarı hanginiz?” diye sorsalar “Ben, ben!”<br />
diye ilk çığıracak olanım sanırım. 2005’den<br />
beri ısrarla editörlüğünü yaptığım “Öteki<br />
Sinema” blogu da bu tür filmlerin en kuvvetli<br />
limanıdır memleket internetinde. Ama binbir<br />
türe ayrılmış bu janranın her ürününü de aynı<br />
şekilde benimsemek zorunda değilim elbette...<br />
Bu ay vizyona girecek olan 2010 yapımı ispanyol<br />
kan banyosu Secuestrados’da işte bu hiç<br />
hazzetmediğim işlerden biri...<br />
Sıradan insanlardan gelen şiddetin, fantastik<br />
yaratıklardan, deney kazası canavarlardan,<br />
rüyalara giren manyaklardan daha korkunç<br />
olduğu su götürmez bir gerçek. Çünkü bu<br />
tür bir şiddete ne kadar yakın olduğumuzu<br />
hatırlamak bizi güvensizleştirerek iyice tedirgin<br />
hale getiriyor ama bunu bir seyir keyfine<br />
dönüştürmenin, en azından benim tarafımda,<br />
bir karşılığı yok. 70’lerin ve 80’lerin provokatif<br />
şiddetinin alt metinlerinden sıyrılarak salt<br />
bir şiddet gösterisine dönüştürüldüğü filmler<br />
Uzakdoğu ve Avrupa sinemasından gelen<br />
örneklerle giderek daha çok seyirci toplar hale<br />
geldi. En net tabiriyle bir “işkence pornosu””<br />
olmaktan başka hiç bir amaca hizmet etmeyen<br />
bu filmlerin sebepsiz şiddeti sıradanlaştırmak<br />
gibi bir yan etkisi de var.<br />
Secuestrados, vizyona girdiği zaman hakkında<br />
çokça konuşulacak... Orta üst sınıf bir çekirdek<br />
ailenin, manidar bir şekilde “İspanyol olmayan”<br />
hırsızlar tarafından terörize edildiği, neredeyse<br />
gerçek zamanlı çekilmiş bu filmin gösterdiği<br />
şiddeti giderek yükseltmekten ve finale taşırken<br />
rahatsız edici bir gerçekliğe kavuşturmasından<br />
başka bir numarası yok bana sorarsanız.<br />
Alt metinlerden tamamen arınmış gibi görünse<br />
bile bu filmin bile seyirciye yüklediği bir<br />
öğreti var: “evinize hırsız girerse, hiç sesinizi<br />
çıkarmayın ve yaşamak istiyorsanız dedikleri<br />
her şeyi yapın!” Hal böyle olunca filmin<br />
sponsorları arasında “İspanyolları soyan Rus<br />
hırsızlar kooperatifi”ni arıyor insanın gözü... Ayrıca ergen<br />
kızına karşı aşırı anlayışlı bir baba karakterinin aldığı<br />
yanlış bir dizi karar sonucunda gelinen facia, filmi zorlayarakta<br />
olsa “kızını dövmeyen dizini döver” noktasına<br />
getiriyorki, en arsız gerilim filminin bile neo-muhafazakar<br />
yapısını koruyor olmasını göstermesi açısından ilginç bir<br />
durum bu.<br />
Film IMDB üzerinde 13-25 yaş arası seyirci tarafından<br />
“Great movie!” nidalarıyla yüceltilmekte hatta REC kadar<br />
iyi olduğu kıyaslamalarına gidilmekte ama 85 dakikalık<br />
bir şiddet deneyimlemesinden başka bir şey değil. Hikaye<br />
sinemasının kendi kurallarını iyice silikleştirdiği, sadece<br />
izleyen, edigen bir kameranın kurgusu fena olmasa da, reji<br />
inanılmaz özenti. Filmin en can alıcı sahnesinin kültleşmiş<br />
Irreversible/Dönüş Yok’tan araklanmış olduğunu ve daha<br />
bir sürü fazla esinlenilmiş planları görmemek için film izlemeye<br />
geçen hafta başlamış olmak lazım. Bunlar bir gönderme/saygı<br />
duruşu şeklinde yapılmış olsa lafım yok ama<br />
öyle bir niyet sezemedim. Ayrıca ne kadar “gerçek” olmaya<br />
özenirse özensin, affedilmeyecek kadar büyük mantık delikleri<br />
yaşananları inandırıcı kılmaktan uzak. Evde kıyamet<br />
kopuyor, silah sesleri mahalleyi inletiyor ama komşular<br />
hasbelkader polisi arıyor ve asla olmayacak şekilde tek<br />
başına gelen devriyeyi karakoldan kimse merak edip yeni<br />
bir ekip yollamıyor. Finale yakın yaşanan araba kazasında<br />
yine bütün mahalle sakinliğini koruyor. Bireysel yaşam<br />
eleştirisi gibi algılanacak bu genel yapı bence aşırı zorlama<br />
olmuş. Bizde olsa dakikasında oraya bin kişi toplanır,<br />
o hırsızları da kimseye zarar vermeye fırsat bırakmadan<br />
gider borusuyla etlerini kabarta kabarta döver!<br />
Uzun lafın kısası; Dehşet Evi, kısa filmden gelen Miguel<br />
Ángel Vivas’ın ilk uzun metrajlı (85 dk) filmi... Avrupa<br />
korku sinemasının tüm sert notalarını basan, kiminin çok<br />
beğeneceği türden bir film. Oyunculuklarda hiç fena değil<br />
ama tecavüzcünün cezalandırılması sekansı dışında<br />
seyirci için hiç bir katarsis barındırmıyor. Bendeki kredisi<br />
sonsuz olan İspanyol sinemasının “gore” meraklısı seyirci<br />
için keyifli olabilecek izlencelerinden biri. Yalnız son bir<br />
lafım var: Bütün bu işkenceden sonra “end credits”lerde<br />
çalan şu sakin müzik kullanımı azalarak bitsin lütfen!
n “Geçen ay öyle bir film girdi ki vizyona, seyrederken<br />
ruhumuz temizlendi, sinemadan aldığımız<br />
zevk tazelendi, kadın-erkek ilişkilerine bakış açımız<br />
bir boyut daha kazandı. Gerçekçi yaklaşımlar sunan,<br />
irdeleme gücü yüksek, son dönemlerin en iyi<br />
Türk filmlerinden biri “Misafir”…<br />
Oktay, uzun yıllardır yaşadığı Paris’ten memleketi<br />
Kütahya’ya geldiği ilk gece, tesadüf eseri<br />
uzak bir akrabaları olan Ayşe’nin evinde kalmak<br />
durumundadır. Ayşe, dört duvar arasından ibaret<br />
olan küçük dünyasına sığamayan, evliliğinde mutsuz,<br />
taşralı bir kadındır. Hayatını katlanılabilir kılan<br />
iki şey vardır: Oğlu Ahmet ve komşusu Makbule<br />
ile yaşadığı gizli ilişki… Ta ki, yıllar sonra Oktay’ı<br />
yeniden karşısında görene kadar… Oktay ve<br />
Ayşe, gizli saklı yaşanan bu ilişkiyle, yıllar sonra<br />
yeniden mutluluğu bulurlar. Mutluluğu sürdürmenin<br />
tek yolu ise, Ayşe’nin Oktay ile birlikte Paris’e gitmesidir.<br />
Oktay, Ayşe’ye, hayatta herkesten kazık<br />
yediğini ve bu yüzden yalnız kaldığını söyler.<br />
Sakın bana kazık atma Ayşe, der çaresizce. Ancak,<br />
Oktay bir kez daha kazık yer hayattan. Ayşe,<br />
Oktay’la Paris’e gitmeyerek, onu yüzüstü bırakır.<br />
Halit Ergenç’in gelmiş geçmiş en iyi performansını<br />
sergilediği “Misafir”, kadın erkek ilişkilerini farklı<br />
bir gözle masaya yatıran, kuşkusuz incelikli bir<br />
çalışma. Öyle ki, bir erkek gözüyle filmi izlerken<br />
kadınlara ne kadar muhtaç olduğumuzu ve onlarsız<br />
yapamayacağımızı bir kez daha görürken şuna da<br />
şahit oluyoruz: Kadınların bir sonraki adımlarında<br />
ne yapacağını kestiremediğimizi, tam anlamıyla ve<br />
sonsuza dek onlara güvenemeyeceğimizi… Ozan<br />
Aksungur, bu filmle büyük kentlerde yaşayan bireylerin<br />
taşraya bakış açısına farklı bir boyut katmaya<br />
çalışıyor. Özellikle de, taşra halkının cinsel serüvenleri<br />
konusunda ufkumuzu açan yönetmen, orada<br />
yaşanan aşkların da alabildiğine derinlikli, hatta<br />
çetrefilli olabileceğinin altını çiziyor. Ayşe’nin ilk<br />
bakışta sıradanmış gibi görünen hayatının altında,<br />
alt komşusu Makbule ile yaşadığı kaçamak cinsel<br />
ilişki yatıyor. Aynı zamanda birdenbire hayatına giren<br />
Oktay’ın kendisine karşı duyduğu ilgiye itiraz etmiyor,<br />
aksine hemen cevap veriyor. Üstelik, Makbule’den<br />
yatakta öğrendiği taktikleri, Oktay’a uygulayarak. Halit<br />
Ergenç, biliyoruz ki, dönemin önemli ve yetenekli<br />
oyuncularından. Ancak Oktay rolünde harika bir iş<br />
çıkarıyor. İç dinamizmini, fiziğiyle birleştirerek seyirciye<br />
sunan Ergenç, hayatının en iyi performansını<br />
sergilemiş kanımca. Bu filmden önce sigara içmeyen<br />
ancak filmin çekimleri sırasında sigaraya başlayan<br />
Ergenç, gerçekçi olmak adına, çekimler sırasında da<br />
bol bol rakı içmek zorunda kalmış. Ayşe’nin kendisiyle<br />
birlikte Paris’e gelmeyeceğini anladıktan sonra<br />
arabasına binen, bir yandan sigara bir yandan içki<br />
içerek ve de ağlayarak bilinmeze doğru yol alan<br />
Oktay’ın hali, şüphesiz ki, birçok erkeğe, zamanında<br />
yaşadığı hayal kırıklıklarını, kadınlardan yedikleri<br />
kazıkları hatırlatmıştır. “Bahtı Kara” filminde ne kadar<br />
sağlam bir oyuncu olduğunu bir kez daha kanıtlayan<br />
Yeşim Ceren Bozoğlu, (bu filmde az sahnesi olmasına<br />
rağmen) içinde bulunduğu anların değerini katlıyor.<br />
Ancak Lale Mansur’a bir itirazım olacak. Zira, Lale<br />
Mansur, Ayşe karakteri için fazla elit, fazla metropol<br />
kadını kalmış. Filmin kendine has bir seyri var.<br />
Ne izlemesi zor amaçsız uzun plan sekanslardan<br />
oluşuyor, ne de koştura koştura dörtnala giden mizansenlerden…<br />
Gayet dengeli ve gerçek duyguları dillendiren<br />
bir senaryoya, kurguya sahip. Uzun zamandır<br />
dizilerde senaryo yazarı olarak çalışan Ozan Aksungur,<br />
maddi manevi birikimleriyle, kendi istediği filmleri<br />
yazıp yönetmeye başladı. İlk filminden de rahatlıkla<br />
görülebileceği gibi, kendine özgü bir dili ve en önemlisi<br />
anlatacak dertleri olan bir senarist-yönetmen Aksungur.<br />
Uzun vadede Türk sineması adına önemli işlere<br />
imza atacağına kesin gözüyle bakıyorum.
n Fred Cavaye yani bu filmin senarist ve yönetmeni.<br />
Kendilerini Fransız aksiyon sinemasında hızlıca<br />
ve farklıca bir yer edinmeye çalışıyor zira 2008’de<br />
çektiği Por Ella/ Aşk Uğruna filminde haksızlığa<br />
uğrayan karısını hapisten kurtarmak için mod<br />
değiştiren bir adamı anlatıyordu. Adamın geçirdiği<br />
değişim öyle böyle değildi. Cesur, kararlı, azimli ve<br />
karısına inanan bir adamın giderek aksiyona kayan<br />
çabası ilgimizi sonuna kadar diri tutmayı sağlamıştı.<br />
Sonra geçen yıl Hollywood uyarlaması geldi aynı<br />
filmin. Kaçış Planı adıyla çevrilen filmde Russell<br />
Crowe ve Elizabath Banks başroldeydi. Onda<br />
sadece senarist olarak vardı doğal olarak Cavaye.<br />
Cavaye bu suç ve ceza hikayelerine fazlasıyla<br />
sarmış olduğunu ikinci filmiyle de belli etti. Zor<br />
Hedef yine masum insanların hayatına bodoslama<br />
dalan suçlu insanlarla ilgili. İşin içine masum, aynı<br />
zamanda görüntü de çok masum, bir kadın girince<br />
suçlu ve sorumsuz insanlara daha fazla diş bilememiz<br />
amaçlanıyor. Bu tarz filmlerde hızlı işleyen<br />
ve hiç zaman kaybetmeyen istihbarat olayı da<br />
hayretler derecesinde. Anında nerede yaşıyorsun,<br />
ne yapıyorsun bulunduğu gibi kişilik özellikleri de<br />
tespit edilmiş oluyor neredeyse.<br />
Filmde bu suç ve ceza olayından dolayı aynı zamanda<br />
polis teşkilatı karışmış ve ikiye ayrılmış durumda.<br />
Suçlularla işbirliği yapanlar ve buna aymayıp, safiyane<br />
bir biçimde rotayı saptırmayanlar olarak… Yani<br />
bir işe talip olan iki tane ajan arasında yaşanan kıl<br />
muhabbetler burada da var, bir Hollywood özentisi<br />
olarak! Bu arada karısının peşinde ve hemşire olmayı<br />
bekleyen Samuel, masum ve hamile karısı Nadia’ya<br />
bir türlü ulaşamıyor, planlar sürekli şaşıyor, polis<br />
teşkilatı karmaşasından doğru dürüst bir iş çıkar mı<br />
orası da muamma yani! Şöyle ki Sonuçta Zor Hedef<br />
olaylar zincirini birbirine bağlamayı başaran, aksiyonu<br />
ve merakı diri tutan bir yapım kim ne derse<br />
desin… Bizimkiler böyle bir şey yapmaya kalksa, bu<br />
kadar karmaşayı yönetmekte zorlanıp hepten çorba<br />
yaparlar filmi. O yüzden Fransız’ı iyidir demekten<br />
başka şansımız yok. Son yıllarda Fransız sinemasına<br />
sıkı dalış yapan Gilles Lellouche başrolde…Kendisini<br />
en son Küçük Beyaz Yalanlar’da izlemiştik. Tercihiniz<br />
ille de bir Fransız filmi olsun diyorsanız tercih edebilirsiniz.<br />
Bu aralar Fransız filmlerinin vizyon çokluğu da<br />
dikkatimizden kaçmıyor…
n İstanbul Film Festivali’nin ‘Yıllara Meydan<br />
Okuyanlar’ bölümünde “Özgürlük Yolu” adıyla<br />
gösterilen “The Way Back”, meslekte 40 yılı<br />
deviren, yetkin ve etkin yönetmen Peter Weir’ın,<br />
Napolyon karşıtı İngiliz güzellemesi ve tam<br />
tekmil gemi serüveni “Dünyanın Uzak Ucu”ndan<br />
yedi yıl sonra çektiği, hayli meşakkatli bir dönem<br />
ve yol filmi.<br />
“Gelibolu”ndan “Yeşil Kart”a “Witness”den<br />
“Fearless”e pek çok türde yapıma imza atan<br />
bu Avustralyalı beyazperde ustasının, en<br />
iyi filmleri de “Truman Şov” ve “Ölü Ozanlar<br />
Derneği”, elbette. Peki, gerçek bir öyküden<br />
demlendiği söylenen ve National Geographic<br />
Entertainment’ın da ortak yapımcılığını üstlendiği<br />
The Way Back, nasıl bir film? Kuşkusuz iyi bir<br />
film, lakin hevesimizin kursağımızda kaldığı<br />
da kesin. Peter Weir’ın bunca sene ara verdiği<br />
sinemaya dönüşünü muhteşem bir filmle<br />
taçlandırdığını söylersek hem ona haksızlık<br />
ederiz hem de kendimizi kandırmış oluruz.<br />
Öncelikle karakterlerin derinliği yok, ayaklar yere<br />
tam manasıyla basmıyor, başrollere gösterilen<br />
görece özenden, keşke tüm oyuncular nasibini<br />
alsaydı. Misal filme kadın kontenjanından<br />
katılan genç mülteci biraz zorlama olmuş. Öte<br />
yandan oyuncu performanslarında kayda değer<br />
bir başarı var, özellikle psikopat tiplemelerinde<br />
coşan Colin Farrell tek kelimeyle müthiş, kurt<br />
aktör Ed Harris, her zaman ki gibi, neredeyse<br />
kusursuz. Jim Sturgess ise resmen bonus. Gelelim<br />
filmin herkesten rol çalan oyuncusuna, doğa<br />
anamıza, o sırtlamış götürüyor yapımı, altı bin<br />
kilometrelik yol boyunca, her adımında ölüm ve<br />
yaşam var, güçlü ve güçsüzün savaşımında…<br />
Yırtıcı bir hayvana dönüşüyor insan, buzuldan<br />
çöle, zaman durduğu her yerde… Evet,<br />
Sibirya’dan Hindistan’a (Gobi Çölü ve Himalayalar<br />
da var menüde) nefes kesen bir manzara bu,<br />
yalnız, vahşi ve tekinsiz… Yardımlaşma, destek olma,<br />
bir arada durma, koşulsuz bir zorunluluk ve dostluk ile<br />
sınanan ölümüne bir macera, ta ki son durağa dek.<br />
Anlaşılacağı üzere, görsellik enfes, oyunculuklar güzel,<br />
ya sonra? Yalan bombardımanında en kolay bozulacak<br />
şey gerçektir, sulandırmaya, sulandırılmaya açık, kendi<br />
doğruların olarak kakalamaya da müsaittir. Mümkünse<br />
bu komünizm korkusu bitsin artık, tüm alt metinleri<br />
de, iflas etsin. Kuzey’de kalınca Stalin’in karanlığına<br />
mahkûm olanların, güneye inince ABD’nin aydınlığına<br />
kavuşması masalını anlatmak, bir hüner değil. SSCB’yi<br />
cehennem olarak kurgularken dünyanın kalanını cennet<br />
diye betimlemek, olsa olsa safdillik. Stalin’e melek diyen<br />
yok ama İkinci Paylaşım Savaşı’nda 20 milyondan fazla<br />
insanını yitirmiş anavatan savunmasındaki bir ülke böyle<br />
yerden yere vurulmaz, hem komünistler, Berlin’e Kızıl<br />
bayrağı dikmeseydi, Hitler kâbusu da bitmezdi. Bilmem<br />
anlatabiliyor muyum?
n Yeniden çevrilecek Total<br />
Recall’ın (Gerçeğe Çağrı)<br />
başrollerinde Colin Farrell’in<br />
yanı sıra Kate Beckinsale ve<br />
Jessica Biel’in yer alacağı<br />
kesinleşti. Kate Beckinsale<br />
Lori’yi, Jessica Biel ise<br />
Melina’yı canlandıracak.<br />
Daha önce Arnold<br />
Schwarzenegger ve<br />
Sharon Stone’un<br />
başrolünde oynadığı<br />
filmin yönetmenliğini Len<br />
Wiseman’ın yapacak. Filmin<br />
çekimlerine Haziran ayında<br />
Toronto’da başlanması<br />
bekleniyor.<br />
Total Recall bu kez Mars<br />
yerine dünyada, Euroamerica<br />
ve New Shanghai denen<br />
eyaletlerde geçecek. Colin<br />
Farrell’in canlandıracağı<br />
fabrika işçisi Douglas<br />
Quaid kendisinin bir ajan<br />
olduğunu düşünecek ama<br />
hangi tarafa hizmet ettiğini<br />
hatırlamayacak.
n Striptease filmiyle<br />
1996 yılında büyük<br />
sansasyon yaratan<br />
Demi Moore’un adı bir<br />
kez daha benzer bir<br />
projede geçiyor. Ama<br />
bu kez soyunacak olan<br />
ne Demi Moore, ne de<br />
başka bir kadın olacak.<br />
Steven Soderbergh’in<br />
yeni filmi Magic Mike’da<br />
genç oyuncu Channing<br />
Tatum bir erkek striptizciyi<br />
canlandıracak.<br />
Demi Moore’un ise onu<br />
parmağında oynatan<br />
baştan çıkarıcı olgun<br />
kadın rolüne talip<br />
olduğu söyleniyor.<br />
Son Olarak bundan üç<br />
yıl önce The Joneses’da<br />
(Örnek Aile) başrol<br />
oynayan Demi Moore’un<br />
bu yeni filmde mutlaka<br />
rol alma çabası içinde<br />
olduğu, hatta film<br />
hakkında konuşmak<br />
için yönetmen Steven<br />
Soderbergh’le bir araya<br />
geldiği söyleniyor.
n Game of Thrones...<br />
Türkçesi Taht Oyunları<br />
olarak çevrilebilir. Bu<br />
fantastik dizide, Westeros<br />
adlı topraklarda, taht için<br />
mücadele eden 7 ailenin<br />
öyküsünü anlatıyor.Son<br />
dönemin en görkemli<br />
dizisi. İntenette her bölümü<br />
yüzbinler taraından indiriliyor.<br />
Dizinin ilk sezonunun<br />
son 2 bölümünde,<br />
Sibel Kekilli de kadroda<br />
görülüyor:
n Yönetmen Madonna...<br />
Oyuncu listesinde Haluk<br />
Bilginer de görünüyor.<br />
Filmin konusu: Kral 8.<br />
Edward ile Amerikalı<br />
dul Wallis Simpson<br />
arasındaki; ayrıca, bir<br />
Rus güvenlik görevlisi<br />
ile evli bir kadın<br />
arasındaki aşk ilişkisi...<br />
Madonna’Senaryoyu<br />
Madonna, Ermeni asıllı<br />
Lübnanlı Alek Keşişyan<br />
ile birlikte yazmış.
n Fransa’da bir otelde<br />
çalışanları canından bezdiren<br />
Sarah Jessica Parker<br />
için diva kaprisi yapıyor<br />
denildi. Hollywood’un en<br />
ünlü aktör ve aktirslerini<br />
ağırlayan Hotel Martinez’de<br />
kalan Parker, gün boyu bitmeyen<br />
isteklerinin yanı sıra<br />
gecenin bir yarısı kaldığı<br />
süiti değiştirmek isteyince<br />
otel yönetiminin tepkisiyle<br />
karşılaştı. Şu sıralar Ryan<br />
Searcest’in yapımcılığında<br />
yeni bir moda yarışması<br />
için ekibini toplayan Parker,<br />
projesinin<br />
Project Runway’den<br />
bile daha çok ses<br />
getireceğini her<br />
yerde<br />
söylüyormuş.
n Yakışıklı oyuncu ve<br />
film yapımcısı Josh<br />
Hartnett sanıldığı kadar<br />
çok kız arkadaşı<br />
olmadığını söyledi. 2<br />
yıldan fazla sure Scarlett<br />
Johansson, Kristen<br />
Dunst, Mischa Barton’la<br />
birliktelik yaşayan ve<br />
son olarak ünlü yıldız<br />
Abbie Cornish’le adı<br />
anılan yakışıklı sinema<br />
oyuncusu,<br />
“Bana Hollywood<br />
Kazanovası demeleriyle<br />
çok eğleniyorum oysa<br />
ki hayatımda sadece<br />
2 ciddi ilişki yaşadım”<br />
dedi.<br />
n Yakışıklı aktör Johnny<br />
Depp, çocuklarına yaptığı<br />
işi açıklamakta zorlandığını<br />
söyledi. Karayip Korsanları<br />
serisinin 4. filmini çeken Depp,<br />
çocukları filmi ilk izlediğinde<br />
onlara nasıl atlayıp zıpladığı<br />
yara aldığı halde ölmediğini<br />
anlatmakta çok zorlanmış.<br />
Bir diğer konuysa öpüştüğü<br />
sinema yıldızlarını gören<br />
çocuklarının anneleri Vanessa<br />
Paradis’i artık sevmediğini<br />
düşünmeleriymiş. Depp’in<br />
yakın dostlarına “Onlar benim<br />
bu işi yapma nedenim.<br />
Çocuklarım. Ama bu gidişle<br />
erken emekli olacak ve sadece<br />
kamera arkasında çalışacak<br />
gibiyim” diye konuştuğu dedikodular<br />
arasında.
n BİROY, telif alınamayan yaklaşık 2 bin<br />
filmin televizyonlarda yayınlanmasının<br />
durdurulması için harekete geçti.<br />
Yeşilçam’ın yıldızları, ‘Yeşilçam uyanıyor’<br />
sloganıyla harekete geçerek yasal<br />
haklarını Sinema Oyuncuları Meslek Birliği<br />
BİROY’a devretti. BİROY, sanatçılar adına,<br />
telif alamadıkları yaklaşık 2 bin filmin televizyonlarda<br />
yayınlanmasının durdurulması<br />
için, perşembe günü başvuruda bulunacak.<br />
Dava kazanılırsa Türk sinema<br />
tarihinden sayısız film, oyunculara telif<br />
ödenmediği için yayınlanamayacak.<br />
n Cannes Film Festivali’nin<br />
bu seneki iddialı filmlerinden<br />
biri olan “Hayat<br />
Ağacı” galasına gelen filmin<br />
başrol oyuncularından<br />
Brad Pitt sevgilisi Angelina<br />
Jolie kırmızı halıdan<br />
yürürken tüm ilgiyi üzerine<br />
toplamıştı. Hayranlarının<br />
kendilerini yakından<br />
görmek ve fotoğraflarını<br />
çekmek için birbirini ezdiği<br />
Brad Pitt Angelina Jolie<br />
çifti için The Tree of Life ‘ın<br />
gösterildiği sinema salonunda<br />
ise işler değişti.<br />
Brad Pitt ‘in, başrolü Sean<br />
Penn ve Jessica Chastain’le<br />
paylaştığı film bir grup<br />
tarafından beğenilmedi ve<br />
yuhalandı.
Aşırıcılar – Kari-gurashi no Arietti / Yönetmen: Hiromasa Yonebayashi<br />
n İngiliz yazar Mary Norton’un (1903 -1992) çocuk kitabı “The Borrowers “, ABD ve İngiliz<br />
televizyon dizileriyle bir sinema filminden sonra, çok değerli bir feylesof olan animasyon<br />
ustası Hayao Miyazaki’nin Keiko Niwa ile yazdığı uyarlama senaryodan çekilmiş bu Studio<br />
Ghibli yapımıyla karşımızda. 12 yaşında kalp rahatsızlığı olan Shô’nun, ameliyat öncesi<br />
dinlenmesi için getirildiği ailesinin kırdaki evindeki bodrumda yaşayan on santim boyundaki<br />
küçük insanlarla, daha doğrusu üç kişilik bir aileyle karşılaşıp, bunlardan 12 yaşındaki<br />
Arietty’le dostluk kurmasını öykülüyor. Olaylar zinciri, evin yaşlı hizmetçisinin aileyi yakalamak<br />
için kurduğu tuzaklarla Shô’nun engelleme çabaları arasında heyecanlı bir hal alırken,<br />
hikâye de, dostluk, onur, saflık, ‘ötekine ve yaşama hakkına saygı’ , aile içi dayanışmanın<br />
önemi, tanımadıklarımızı sabırla anlamaya çalışmanın değeri gibi evrensel / insani temaları<br />
ihtiva ediyor. Diğer Miyazaki filmleri gibi, üst düzey bir olgunluk ve sevgi yapıtı.
Kıyamet Gecesi – Vanishing on 7th<br />
Street / Yönetmen: Brad Anderson<br />
n ‘Bir gece aniden… Geriye elbiseleri kalarak<br />
vücutları ortadan kaybolan insanlar!<br />
Tüm bir kenti giderek artan oranda kaplayan<br />
karanlık ve tesadüfen ışık kaynaklarına<br />
yakın olup birbirlerini bulan bir avuç insanın<br />
kurtulma çabaları! Hepsi bu! İlginç korku<br />
- gerilim hikâyelerine(“Makinist” – “Sibirya<br />
Ekspresi”) meraklı yönetmen Brad<br />
Anderson, belleğimizin dışında direkt sezgilerimizle<br />
kent çıkışına ilerleyeceğimiz ve<br />
gölgelerden sakınacağımız bir gece sunuyor<br />
bizlere. Karanlık tarafından emilen insanoğlu<br />
için yine de umut besleyebileceğimiz,<br />
fakat bütüne baktığımızda oldukça moral<br />
bozucu. Unutmayın ki, bir gece, dünyanın<br />
tüm bilgilerinin açıklamakta kifayetsiz<br />
kalacağı bir sonla karşılaşabiliriz. Anderson,<br />
bu sonun provasını abartısız bir üslupla<br />
gerçekleştiriyor.
Kutsal Savaşçı – Priest /<br />
Yönetmen: Scott Charles<br />
Stewart<br />
n Koreli sanatçı Min-Woo<br />
Hyung’un ‘manwha’ serisinden<br />
uyarlanmış, ‘western’<br />
janrını bilim kurgu ve gotik<br />
korku ile harmanlayan, bir ‘kıyamet<br />
sonrası’ aksiyonu. İnsanların vampirlerle<br />
savaşımında üstünlük ve<br />
onların ‘yeraltına’/ ‘kovan’larına çekilmelerini<br />
sağlayan ‘savaşçı rahiplerin’, şimdi, ağır<br />
sanayinin kirli / karanlık atmosfere mahkûm<br />
ettiği duvarlarla korunan kentte dinsel yöneticilerce<br />
‘pasif’ bir konuma itilmeleri, Vietnam<br />
Savaşı’ndan dönen askerlerin dramlarıyla koşut.<br />
Paul Bettany, vampirlerce ‘dönüştürülmüş’ eski<br />
arkadaşının liderliğinde yeniden güçlenen ve<br />
büyük bir saldırıya hazırlanan vampir ırkının<br />
kaçırdığı kızını kurtarmak için otoriteye karşı<br />
çıkıp savaşçı ruhunu yeniden ortaya çıkaran<br />
rahip performansında, hem “The Da Vinci Code”,<br />
hem de “Legion”daki rollerini anımsatıyor. Set,<br />
araç, silah tasarımlarıyla dikkat çeken, ‘PG-<br />
13’ sınıflandırmasını hedeflediği için sertliğini<br />
törpülemiş ve duyma –koku alma duyuları<br />
gelişmiş kör vampir ırkını oldukça güdük<br />
bırakmak da temel zaafı olan “Priest”, bir ‘film<br />
türleri dayanışması’ adeta.
Başka Bir Yerde – Somewhere /<br />
Yönetemen: Sofia Coppola<br />
n Sofia Coppola, çocukluk<br />
anılarının izlerini<br />
taşıyan bu ‘kalabalıklar<br />
içinde yapayalnızlık’<br />
sendromunda, ünlü<br />
erkek oyuncunun, bir<br />
süreliğine yaşamına<br />
giren 11 yaşındaki<br />
kızı nedeniyle, hızlı<br />
ve bomboş hayatını<br />
anlamlandırmaya<br />
doğru evrilmesini<br />
anlatıyor. Şöhretli ve<br />
maddi olarak her şeye<br />
sahip olsanız da ‘insan<br />
hissetmek’ için<br />
yüreğin doygunlaşması<br />
gerektiğini, birbirlerine<br />
hem uzak, hem de çok<br />
yakın baba –kızı oynayan<br />
Stephen Dorff ile Elle<br />
Fanning’in kimyasal<br />
uyumunun desteğiyle<br />
filminin özüne işliyor.
Karayip Korsanları: Gizemli Denizlerde<br />
– Pirates of the Caribbean: On Stranger<br />
Tides / Yönetmen: Rob Marshall<br />
n Korsan sözcüğü<br />
‘her manada’ tecavüzkâr<br />
bir çekicilik<br />
taşısa da aslında, yaş<br />
sınıflandırmasında “PG-<br />
13” sertifikası alacak<br />
şekilde çekilmesi zorunlu<br />
bir Disney filminden<br />
büyük sinefillerin alacağı<br />
zevkler sınırlı tabii. Yine<br />
de, Johhny Depp’in<br />
‘unisex’ duran giysileri<br />
içindeki ‘esnek’ Jack<br />
Sparrow yorumundan…<br />
Penelope Cruz’un, yer<br />
aldığı her filmi olduğu<br />
gibi buradaki hikâyeyi de<br />
‘ateşleyen’ dişiliğinden…<br />
Tanrı’nın özel olarak<br />
yarattığı ‘tehlikeli’<br />
denizkızlarının büyüsünden<br />
ve içlerinden birinin<br />
yakışıklı İngiliz Sam<br />
Claflin’in karakteri<br />
Philip’le yaşadığı özverili<br />
aşktan… İki Oscar<br />
ödüllü yapım tasarımcısı<br />
John Myhre imzalı, hayalle<br />
gerçeği birleştiren<br />
tasarımlardan… Aksiyonu<br />
capcanlı hissettiren<br />
ses düzenlemelerinden…<br />
Sinemanın en popüler<br />
tema müziklerinden<br />
birini gümbür gümbür<br />
dinlemekten ötürü<br />
mutlu olmuş biçimde<br />
ayrılacaksınız salondan.<br />
Bir de IMAX 3D izlerseniz<br />
mutluluğunuz katlanır.
Sinema unutturmuyor, tanıklık etmemize, hatırlamamıza her daim<br />
yardımcı oluyor. Kah psikolojik, kah bir savaş sonrası bir unutkanlık.<br />
Kendine acı veriyor diye aşkını hafızasından sildirmek ister mi? Ya da<br />
unutmaması gerektiğini bile bile unutur mu? Hatırlayamadığı şeyden<br />
sorumlu olur mu? Bunların hepsi sinemada kendisine yer bulmuş<br />
unutma halleri… Biz de kendimizce on filmlik bir liste yaptık,<br />
unuttuklarımız olduysa da ‘unutmanın filmleri’ne sığındık…<br />
BANU BOZDEMİR<br />
The English Patient / İngiliz Hasta<br />
Laszlo Almays bir harita yapımcısıdır ve sahra<br />
çölünün bazı bölgelerinde harita çıkarmakla<br />
görevlidir. İkinci Dünya Savaşı’nda geçen hikayede<br />
bir uçak kazasında Almays’ın vücudunda<br />
yanıklar oluşur ve yatağa düşer. Ona bakacak<br />
kişi Hanna adında bir hemşiredir. Eski bir italyan<br />
manastırında kalmaya başlayan Almays gizemli<br />
geçmişini hatırlamaya başlar. Micheal Ondaatje’<br />
nin aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan<br />
film, II. Dünya Savaşı İtalya’sından Kuzey<br />
Afrika’nın savaş öncesi çöllerine kadar aşk, benlik<br />
ve savaşın öyküsünü anlatıyor. Minghelle, film<br />
boyunca aşkın farklı türlerini getiriyor karşımıza;<br />
Hana’nın hastasına duyduğu şefkat, Kip ile<br />
yaşadığı yoğun aşk, Almasy ile Katherine’in<br />
ilişkisi ve Almasy’nin milliyetçi tutkular yüzünden<br />
mahvedilen çöle duyduğu sevgi...<br />
Çıldırış / The Jacket<br />
Jack Starks, Körfez Savaşı sırasından başından<br />
ağır yaralanmasına rağmen hayatta kalabilmiş<br />
eski bir askerdir. İyileşmesine rağmen sürekli<br />
hafıza problemleri yaşayan Jack, hiç akrabası da<br />
olmadığı için bu krizleri daha da ağır geçirmektedir.<br />
Son çare olarak doğduğu kasabaya,<br />
Vermont’a geri dönmeye karar verir. Otostopla<br />
yoluna devam eden Jack, arabası bozulmuş<br />
sarhoş bir kadına yardım eder. Kadının 8 yaşında<br />
bir kızı vardır. Kanada sınırını geçmek üzere yol<br />
alan bir adam tarafından arabaya alınırlar ve biraz<br />
ileride polis kontrolü ile karşılaşırlar. Jack’in<br />
gelgitlerle dolu hafızasındaki son görüntüler<br />
bunlardır. Kendine geldiğinde bir akıl hastanesine<br />
hapsedildiğini fark eden genç adam, bir<br />
polis memurunu öldürmekle suçlanmaktadır.<br />
Olayla ilgili hiçbir şey hatırlamayan Jack, kendisine<br />
deneysel ilaçlar verip işi daha da çıkılmaz<br />
hale getiren Dr. Becker’ın hastasıdır. Düşle gerçek<br />
arasında gidip gelen adam, Jackie adında<br />
bir kızla tanıştığını hatta bir geceyi onun evinde<br />
geçirdiğini hatırlar. Kurtuluşu bu genç kadının<br />
ellerinde midir, yoksa düşlerindeki gibi dört gün<br />
sonra ölecek midir?<br />
Kelebek Etkisi / Butterfly Effect<br />
Evan Treborn zaman mevhumunu yitirmiştir.<br />
Hayatının erken evrelerinden itibaren, önemli<br />
anları bir unutkanlık kara deliğinde yok olmuş,<br />
çocukluğu hatırlayamadığı bir dizi dehşet verici<br />
olayla gölgelenmiştir. Geriye kalansa hafızasının<br />
hayaleti ve çevresindeki kırık hayatlardır: Çocukluk<br />
arkadaşları Kayleigh, Lenny ve Tommy’nin
hayatları. Çocukluğu boyunca, Evan kendisini<br />
günlük tutmaya ve günlük hayatındaki<br />
ayrıntıları yazmaya teşvik eden bir psikologun<br />
gözetimindedir. Artık üniversitede olan<br />
Evan, günlüklerinden birini okurken, kendini<br />
birden bire ve açıklanamayan bir nedenle<br />
geçmişe dönmüş bulur. Anlar ki yatağının<br />
altında sakladığı defterler geçmişe dönüp,<br />
hatıralarını anımsayabilmesi için birer araçtırlar.<br />
Ama bu anımsayışlar, arkadaşlarının, özellikle<br />
de yetişkinliğinde de sevmeye devam ettiği<br />
çocukluk aşkı Kayleigh’nin yıkılmış hayatından<br />
sorumluluk duymasına neden olur. Çocukken<br />
elinden gelmeyen şeyleri yapmaya karar veren<br />
Evan, kasıtlı olarak geçmişe yolculuklar yapar.<br />
Bugünkü aklıyla çocukluk bedenine girerek,<br />
tarihi yeniden yazmaya, ve arkadaşlarını ve<br />
sevdiklerini bu travmatik deneyimlerden kurtarmaya<br />
çabalar. Ama Evan ne zaman geçmişte bir<br />
şey değiştirse, yaptıklarının bugünde beklenmedik<br />
ve feci sonuçlar doğurduğunu görür.<br />
Ne kadar çaba gösterirse göstersin, kendisi ile<br />
Kayleigh’nin “sonsuza dek mutlu” yaşadıkları<br />
bir gerçeklik dünyası yaratamayacak gibi<br />
gözükmektedir.<br />
Sil Baştan / Eternal Sunshine of the Spotless<br />
Mind<br />
Joel Barish ve Clementine Kruczynski iki yıldır<br />
beraberdirler fakat gitgide daha da kötüleşen<br />
ilişkileri neredeyse bitmek üzeredir. Clementine<br />
bir gün yeni keşfedilen bir makine için<br />
denek olmayı kabul eder. Bu makine insanın<br />
hafızasını gözler önüne sererek istenilen yerleri<br />
silme özelliğine sahiptir. Clementine de<br />
Joelle olan ilişkisini hafızasından sildirmek<br />
ister. Deneyden sonra artık ne ilişkisini ne de<br />
Joel’i hatırlamamaktadır...Bunu öğrenen Joel<br />
küplere biner ve o da hafızasından Clementine’i<br />
sildirmek ister. Makineye bağlanıp ilişkisini<br />
yeniden izlerken yaşanılan güzel şeyleri<br />
görünce Joel pişman olur ve makineyi durdurmak<br />
ister... Sinema tarihinin en güzel filmlerinden<br />
birisi…<br />
Momento / Akıl Defteri<br />
Leonard Shelby, pahalı takım elbiseler giyer,<br />
son model bir Jaguar kullanır; bunun yanında<br />
ucuz, tanınmamış motellerde konaklar ve<br />
ödemelerini hep nakit parayla gerçekleştirir.<br />
Başarılı bir iş adamı görüntüsündedir... Ancak<br />
Leonard’ın tek işi intikam almaktır; karısının<br />
ırzına geçip öldüren adamın peşindedir.<br />
Şüpheleri polis tarafından dikkate alınmayan<br />
Leonard’ın yaşamındaki tek mücadelesi, adalet<br />
arayışı üzerine kurulmuştur. Katili belirlemesinde<br />
ise büyük bir zorlukla karşı karşıyadır.<br />
Leonard’ın nadir görülen, tedavisi olmayan<br />
bir hafıza kaybı hastalığı vardır. “Kaza” öncesi<br />
olayları tüm ayrıntılarına kadar hatırlayabilen<br />
Leonard, 15 dakika önce ne olduğunu, ne<br />
yaptığını, nereye gittiğini ve neden gittiğini<br />
bilememektedir. Eski bir sigorta müffettişi olan<br />
Leonard bu probleminin farkındadır. Üstelik<br />
bununla başa çıkacak disiplin ve motivasyona<br />
sahiptir; sevgili karısının son dakikalarının<br />
zalim anısı. Kaybettiğinin gölgesinde kalarak,<br />
yaşamını kart indeksleri, fotoğraflar, dosyalar,<br />
tablolar, dövmeler ve geçmişi hatırlamasını<br />
sağlayacak, tutku haline gelmiş alışkanlıklarla<br />
yeniden biçimlendirmiştir. Bunlar kendisine<br />
zaman ve yere ait yardımcı deliller sunarken,<br />
onu misyonuna da yaklaştırmaktadır. Mecburen<br />
Leonard, karakterlerini veya dürüstlüklerini iyi<br />
kestiremediği halde tamamiyle problemi yüzünden<br />
başka insanlara da güvenmek zorundadır.
Gizemli Şehir / Dark City<br />
John Murdoch, bir sabah nasıl geldiğini<br />
bilmediği yabancı bir otel odasında uyanır<br />
ve vahşice işlenmiş cinayetlerin katili olarak<br />
arandığını fark eder. Hafızasını kaybetmiş<br />
olduğu için cinayetleri işleyip işlemediğini<br />
dahi hatırlayamamaktadır. Dedektif Burmstead<br />
tarafından aranan Murdoch, gerçekte kim<br />
olduğunu öğrenmek ve karşılaştığı bu korkunç<br />
bilmeceyi çözmek için büyük bir mücadeleye<br />
başlar. Yeraltında yaşayan garip canlılarla<br />
karşılaştığında olayı çözmeye çok yaklaşmıştır.<br />
“The Strangers” olarak tanımlanan, zamanı<br />
durdurma ve dünyanın fiziksel yapısını<br />
değiştirme gücüne sahip olan bu yaratıklar,<br />
direkt olarak insan beynine hakim olabilmekte<br />
ve olayları istedikleri şekilde yönlendirebilmektedirler.<br />
Bu yaratıkların bir şekilde yok edilmesi<br />
gerekmektedir ve bunu yapabilecek tek kişi de<br />
Murdoch’tır. Esrarengiz Dr. Schreber’in yardımı<br />
ve kendi anıları sayesinde kendisiyle ve<br />
yaşadığı dünyayla ilgili korkutucu gerçeklere<br />
ulaşacaktır. Alex Proyas’ın 90 sonlarında<br />
çektiği Dark City, türevleri arasında kendine<br />
çabuk yer edinmeyi başarmış başarılı bir bilimkurgu<br />
filmi.<br />
50 İlk Öpücük/50 First Day<br />
Dr. Henry Roth, Hawaii’nin ünlü<br />
playboylarından birisidir. Fakat Lucy ile<br />
tanışınca farklı duygular hissetmeye başlar.<br />
Kalbini çalan bu kadının dünyada çok az<br />
rastlanan bir rahatsızlığı vardır. Her gün<br />
bir önceki gün yaşadıklarını unutarak uyanan<br />
Lucy, sürekli yenilenen bir hafıza kaybı<br />
yaşamaktadır. Henry her yeni günde yeniden<br />
kendisini tanıtmak ve yeniden kendisinden<br />
etkilenmesini sağlamak zorundadır. Bu durum<br />
Henry’nin işini zorlaştırmanın yanında, aslında<br />
daha da fazla bağlanmasına sebep olacaktır.<br />
Adam Sandler ve Drew Barrymore’un uyumlu bir<br />
ikili oldukları 50 İlk Öpücük, hoş bir romantikkomedi<br />
olarak hafızalarda yer ediyor.<br />
Geçmişi Olmayan Adam / Bourne Identity<br />
Bir İtalyan balıkçı teknesi, ölmek üzere bir adamı<br />
bularak kurtarır. Genç adam iyileştiğinde, ciddi<br />
bir hafıza kaybı geçirdiği farkedilir. Kim olduğunu<br />
ve o hale nasıl düştüğünü hatırlamamaktadır.<br />
Kim olduğunu araştırırken, bazı özel yetenekleri<br />
olduğunu fark eder. Yakın dövüş ve yabancı<br />
dillere inanılmaz yatkınlığı vardır. Marie adlı güzel<br />
kadının da yardımıyla kendisini öldürmeye<br />
çalışan suikastçilerden kaçarak kimliğini bulmaya<br />
çalışır. Başarılı bir casus hikayesi olarak beğeni<br />
toplayan Geçmişi Olmayan Adam, bu beğeninin<br />
getirisi olarak devam filmlerine de yol verdi.<br />
Hangover<br />
Filmde arkadaşlarının düğününden iki gün önce<br />
bekarlığa veda partisi vermek için Las Vegas’a<br />
giden dört arkadaş, sarhoş oldukları parti gecesinin<br />
sabahında odalarında bir kaplan, tavuklar ve<br />
dolapta ağlayan altı aylık bir bebek ile uyanırlar.<br />
Ayrıca damat ortada yoktur. Bir gece öncesine<br />
dair hiçbir şey hatırlamayan üç arkadaş ip uçlarını<br />
takip ederek işlerin nerede kontrolden çıktığını<br />
bulmak zorundadırlar. En önemlisi de damadı<br />
bularak zamanında Los Angeles’a düğününe<br />
yetiştirmeleri gerekmektedir.<br />
Unknown<br />
Beş adam, kilitli bir depoda uyandıklarında ne<br />
geçmişlerine dair ne de oraya nasıl geldiklerine<br />
dair hiçbir şey hatırlamazlar. Bilmedikleri<br />
bir oyunun içindeymişçesine birbirlerinin ve<br />
kendilerinin kim olduğunu anlamaya çalışırlar.<br />
Kısa zamanda ortaya çıkar ki, gerçekten içinde<br />
bulundukları şey bir oyundur. Canlı kalmak için<br />
kimin iyi taraftan, kimin kötü taraftan olduğunu<br />
anlamaları gerekmektedir. İlk yönetmenlik denemesi<br />
olan Unknown’da başarılı bir oyuncu kadrosu<br />
ile çalışan Simon Brand, gizemli bir hikaye ile<br />
karşımıza çıkıyor.
n Hareketli, heyecan dolu günler bizi bekliyor.<br />
Bol gözyaşlı vedalar da, mutlu sonlar da çok<br />
yakın. Ağzımızı açık bırakan / bırakacak finaller<br />
art arda ekranda yerini alıyorlar. Bir yandan da<br />
yeni başlangıçlar göz kırpıyor, özlenen dostlardan<br />
yeni haberler geliyor. Hazır sezon sona<br />
ermek üzereyken dizi dünyasının genel durumuna<br />
bir bakalım, ne dersiniz?<br />
Sezona damgasını vuran dizi<br />
Game of Thrones, hayranlarını hayal kırıklığına<br />
uğratmadan girdi vizyona. Kitabı okuyanlara<br />
göre televizyona ya da sinemaya uyarlanması<br />
oldukça zor olan hikaye, henüz olumsuz bir<br />
yorum almadı kimseden. Gerek hikayesi,<br />
gerek cesareti, gerek görsel kalitesiyle –ki<br />
dağa buzdağının küçük bir kısmını görüyoruz<br />
sadece- bir klasiğe dönüşmeye aday olduğu<br />
her halinden belli. HBO’nun Carnivale’ının<br />
tahtına oturur mu bilinmez ama şimdiden<br />
kendine sağlam bir hayran kitlesi oluşturduğu<br />
kesin. Daha ilk bölümüyle ortalığı sarsan dizi,<br />
kalitesiyle senenin diğer iddialı yapımları olan<br />
The Walking Dead’i de, Boardwalk Empire’ı da<br />
geride bırakacağa benziyor. Henüz bir hareket<br />
göremesek de, beklentileri her bölümde biraz<br />
daha arttırdığı göz önünde bulundurulursa,<br />
ağzımızı açık bırakacak bir finalle sezonu<br />
noktalayacağını anlamak zor değil.<br />
Yetmez ama Jeremy Irons<br />
Başlamadan ağzımızı sulandıran diğer bir dizi<br />
de The Borgias idi. Nasıl heyecanlanmayalım?<br />
Jeremy Irons’ı Papa rolünde izlemenin hazzı<br />
paha biçilmezdi. Lakin zamanla anladık ki, her<br />
ne kadar dizi Irons’ın karakterinin etrafında<br />
dönse de, kendisi çok az görünüyor. Olsun…<br />
Yine de değer dedik ve şans vermeye devam ettik<br />
diziye. Zamanla benimsedik bu her bir bireyi<br />
ayrı fettan aileyi. Ama bu benimseme bile dizide<br />
bir şeylerin eksik olduğu hissini azaltmadı<br />
bizde. Belki aynı anda vizyona giren Game of<br />
Thrones’un gölgesinde kaldı, belki de gerçekten<br />
temposunda bir sorun var. Her ne kadar<br />
ikinci sezon onayını almış olsa da, yapımcıların<br />
çok rahatlamaması ve dizinin bu durağan<br />
gidişatına müdahale etmeleri gerekiyor.<br />
Ve gençler tatile girerler…<br />
Belirli bir yaşı aşmış birçok dizi-severin gizli<br />
beğenileri vardır. Kimisi itiraf etmese de Sex
and the City izler, kimisi O.C., kimisi Gossip<br />
Girl, kimisi One Tree Hill… “guilty pleasure”ı<br />
The Vampire Diaries olanlar bu sezon finalinden<br />
umduklarını buldular. Liseli yaşlı vampirlerimiz<br />
sezona olgun bir şekilde veda ettiler. Sadece<br />
liseli aşık hikayesi işlemeyerek, içine kattığı<br />
cadılarla, doppelganger’la, kurt adamlarla, iyice<br />
şenlenen dizi, bu senelik bu kadar dedi. Neyse<br />
ki vampirsiz yapamam diyenlerin asıl ilacı<br />
yolda. Haziranda yeni sezonu başlayacak olan<br />
True Blood, birçok dizi tiryakisi için en güzel<br />
yaz esintisi. Henüz kısacık teaser’ları, ağız<br />
sulandıran fragmanları dolaşan True Blood’ın<br />
yeni sezonunun bomba gibi olacağını anlamak<br />
için müneccim olmaya gerek yok.<br />
Final diye buna denir<br />
Bitti bitiyor derken, devam kararıyla derin bir<br />
oh çektiğimiz Fringe de erken final yapan dizilerden.<br />
Sezonun belki de en iyi finallerinden<br />
biriyle yaza giren dizi hayranlarının elini boş<br />
göndermedi. Biraz hızlandırılmış da olsa iyi<br />
bir sezon finaliyle şimdilik veda etti. Bir sezon<br />
finalinde görmeyi en çok sevdiğimiz formülü<br />
uyguladı Abrams. Gelecek sezon nasıl olup<br />
da, hikayenin devam edebileceğine ihtimal<br />
veremediğimiz o formülün tek dezavantajı, gerçekten<br />
devam edilemeyen sonraki sezon olabilir.<br />
Geçen sezon bir önceki finalle bitmiş olması<br />
gerektiğine inandığımız Dexter’da olduğu gibi,<br />
final gibi sezon sonu, bazen sonraki sezonu<br />
anlamsız kılabiliyor. Umarız Fringe bu tuzağa<br />
düşmez.<br />
Sezondan çarpıcı notlar şimdilik bu kadar<br />
olsa da, gün geçmiyor ki, yeni bir final izlemeyelim<br />
ve yeni bir haberle karşılaşmayalım.<br />
Beklenen iptallerin çoğu doğru çıkarken,<br />
arada bizi şaşırtan haberler de gelmiyor değil.<br />
Gün be gün değişen bu haberler arasında<br />
en çok üzüldüklerim ise Lie to me’nin beklenen<br />
iptalinin resmen gerçekleşmiş olmasıyla,<br />
Misfits’in demirbaşı Nathan’ı canlandıran Robert<br />
Sheehan’ın diziden ayrılması oldu. Yine<br />
de sezonu az hasarla atlatılmış sayıyor, yeni<br />
sezona umutla bakıyorum. Ve belki de Game<br />
of Thrones’un haftada 50 dakikacık yaşattığı<br />
keyfin sarhoşluğuyla, hiçbir iptale ya da finale<br />
çok da üzülemiyorum.
Johnny Depp’in yakın arkadaşı olan The Rolling Stones’un<br />
gitaristi Keith Richards (Kaptan Teague), ‘Karayip Korsanları’nın<br />
etkileyici dünyasına dönmenin çok kolay olduğunu söylüyor.<br />
n BİR rock efsanesi ve Johnny Depp’in yakın<br />
arkadaşı olan Keith Richards, ilk olarak 2007 yılında<br />
serinin üçüncü filmi ‘Dünyanın Sonu’nda karşımıza<br />
çıkmıştı. Richards çok eğlenmiş ve Rob Marshall’ın<br />
yönettiği, Jerry Bruckheimer’ın yapımcılığını<br />
üstlendiği serinin dördüncü filmi ‘Gizemli<br />
Denizlerde’ye seve seve dönmüş. Hatta projenin<br />
başından itibaren Depp, dostunun bu harika maceraya<br />
dahil olacağından eminmiş. Depp şöyle diyor:<br />
“Üçüncü filmde Keith’i gördükten sonra bu seferkinde<br />
de kesinlikle olması<br />
gerektiğini düşündüm ve Jerry<br />
ile yazarlarla konuştum. Kaptan<br />
Teague dönecek, değil<br />
mi? Dönmesi gerek’ dedim.<br />
Döndüğüne çok memnunum.<br />
Sonuç harika oldu.” Dünyanın<br />
en büyük rock’n roll grubu<br />
The Rolling Stones’un gitaristi<br />
ve kurucu üyesi Richards, 50<br />
yıldır sahne ışıklarının altında.<br />
Müzik açısından her şeyi<br />
görmüş ve yapmış. Son olarak<br />
Londra banliyölerinden rock ikonluğuna kadar giden<br />
yolda yaptığı yolculuğu ‘Life’ adlı otobiyografisiyle<br />
de belgeleştirdi.<br />
Kitabın sesli versiyonunuysa Johnny Depp<br />
seslendirmiş. Aralarındaki bağ çok kuvvetli. Depp,<br />
sevimli serseri Kaptan Jack Sparrow karakterini<br />
2003 yılında ‘Siyah İnci’nin Laneti’nde ilk kez<br />
canlandırdığında, arkadaşı Richards’tan ilham<br />
aldığını söylemişti.<br />
Dolayısıyla Jack’in babası Kaptan Teague’in devam<br />
eden hikâyede ortaya çıktığında bu karakteri<br />
Richards’ın canlandırması çok uygun oldu.<br />
Richards, iki filmden de çok zevk almış. Richards<br />
gülerek anlatıyor: “Johnny’ye bir tek kostümlerimiz<br />
üstümüzdeyken ‘evlat’ diye sesleniyorum.<br />
Normalde Johnny ile konuşurken ‘evlat’ demiyorum.<br />
Karşılıklı sevgi ve saygıları çekimler sırasında<br />
canlandırdıkları karakterlere de yansıyor. Richards<br />
şöyle diyor: “Sanırım öyle. Ama biz bundan<br />
falan bahsetmiyoruz. Bence bu çok doğal bir şey.<br />
Teague çok ilginç bir karakter. Kostümü giydiğiniz<br />
an o oluyorsunuz, elinizde değil. Benim için kolay<br />
oluyor çünkü oraya gider gitmez Teague oluyorum.<br />
Bana bir silah ve kılıç verin, ben oyum!”<br />
Richards için Depp ve yapım ekibiyle birlikte<br />
‘Gizemli Denizlerde’ de yer<br />
almak, evine dönmek gibi bir<br />
şey olmuş. Richards bununla<br />
ilgili duygularını şöyle dile getiriyor:<br />
“Müthiş bir ekip. Buradaki<br />
herkes birbirini tanıyor. Herkes<br />
bunu uzun süredir yapıyor.<br />
Sete her geldiğimde etrafımda<br />
birçok arkadaşım ve dostum<br />
olduğunu hissettim. Herkes bana<br />
çok destek oluyor. Hiç ‘bakalım<br />
neler yapabiliyormuşsun’ ya da<br />
‘bakalım becerebilecek mi’ gibi<br />
şeyler düşündüklerini hiç sanmıyorum. Herkes çok<br />
destek çıkıyor. Benim için bu bir grupta olmak gibi.<br />
Dolayısıyla çalışmam bu sayede kolaylaşıyor.<br />
Yapımcılığını Jerry Bruckheimer’ın yaptığı ve Rob<br />
Marshall’ın yönettiği,’Karayip Korsanları: Gizemli<br />
Denizlerde’, başarılı serinin eğlence, macera ve<br />
mizah unsurlarını yine bünyesinde barındırıyor.<br />
Johnny Depp, belleklerde iz bırakan Kaptan Jack<br />
Sparrow rolüyle; gerçeklerin, ihanetini gençliğin ve<br />
ölümün anlatıldığı bu aksiyon dolu hikayede bir kez<br />
daha karşımızda. Tim Powers’ın romanından esinlenen<br />
ve Ted Elliott & Terry Rossio ile Stuart Beattie<br />
ve Jaw Wolpert’ın yarattığı karakterler üstüne<br />
kurulan filmin hikayesi ve senaryosu Ted Elliott &<br />
Terry Rossio’ya ait.
Fenerbahçe<br />
şampiyonluğunu ilan<br />
etti. Bu zaferden sonra<br />
Türk sinemasında Fenerbahçe<br />
filmlerini sizin<br />
için topladık. Yeşilçam<br />
döneminin sihnemamız<br />
adına halkla nasıl<br />
bütünleştiğini kanıtlayan<br />
bir seçki oldu...<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n Sinema dediğin şey gücünü halktan alır.<br />
Toplumun aynasıdır. Ne kadar toplumla<br />
bütünleşirse o kadar toplumun içinden çıkar,<br />
onun malı olur. Türk halkının futbol sevgisi<br />
ortada. Sinemamız bu sevgiye nasıl yaklaşmış?<br />
Bu sorunun cevabını son döneme bakınca<br />
fazlaca veremiyoruz. Ama Türk sinemasının<br />
halkla en çok bütünleştiği Yeşilçam dönemine<br />
baktığımızda hiç de öyle değil. Bu yılın<br />
şampiyonu Fenerbahçe olduğu için Yeşilçam<br />
döneminde içinde Fenerbahçe geçen filmleri<br />
topladık, bakın ne kadar etkileyici, samimi ve<br />
komik. Yani sinemanın en güzel yüzü. 1959<br />
yılında başlayan ligimizin ilk şampiyonu olan<br />
Fenerbahçe kendini sinemada da göstermeye<br />
başladı.<br />
1958 yılında Osman F. Seden’in yönettiği Altın<br />
Kafes filminde Zeki Müren şoför ve arabasına<br />
10, 15 kişi bindirmiş. Trafik memuru önlerini<br />
kesiyor. Ehliyetini alıyor. Yolculardan biri<br />
olan Münir Özkul “Yapma be abi, Fenerbahçe<br />
hatırına” diyor. Polis cezayı yine de kesiyor.<br />
Özkul diyor ki “Ulan gitti 25 kağıt. Herhalde<br />
Cimbomlu’ydu”. Galatasaray Fenerbahçe<br />
rekabeti daha ilk andan itibaren filmlerimize<br />
damgasını vuruyor.<br />
1959 yılında Asaf Tengiz’in yönettiği Gönül<br />
Kimi Severse filminde ünlü Cilalı İbo (Feridun<br />
Karakaya) Fenerbahçe’nin ilk şampiyonluğunun<br />
öyküsüyle beraber fakir ama mert bir şoförün<br />
hikayesini anlatıyor. Metin Oktay’ın ağları delen<br />
golüyle ilk maçı Galatasaray kazanıyor. Cilalı<br />
İbo şoklarda. Mahallesine döndüğünde bütün<br />
Galatasaraylılar göbek atıyor. İkinci maçta<br />
ise Fenerbahçe Can’ın ve Lefter’in golleriyle<br />
maçı 4-0 kazanıyor. Külüstür dolmuşuna 20<br />
sokak çocuğunu dolduran İbo Galatasaraylı<br />
mahalle sakinlerinin karşısında “Yaşşa Fenerbahçe”<br />
tezahüratı yaptırıyor. Özellikle bir sahne
vatandaşların katkısıyla çekiliyor. İbo’nun<br />
arabası Galata Köprü’sü üstünde bozuluyor.<br />
Cilalı İbo aşağıya inip “Fenerbahçe adına<br />
yüklenin arkadaşlar” dediğinde. Etrafta kim<br />
varsa arabayı ve birbirlerini itmeye başlıyorlar.<br />
Kameraya bakanları mı istersiniz, gülenleri mi?<br />
1960 yapımı bir diğer film olan Hulki Saner’in<br />
yönettiği Aslan Yavrusu’nda ise Suphi Kaner<br />
fakir bir çaycı. Oynadığı Spor Toto kuponunda<br />
yedi maçı biliyor. Son karşılaşma Fenerbahçe-<br />
Galatasaray maçı. Suphi Kaner maça gidiyor<br />
ve totoda oynadığı Fenerbahçe kazanıyor.<br />
Kaner’in elinde paralarla sevdiği kadının evine<br />
gidişi ve maçı anlatışı mükemmel.<br />
1964 yılında Fenerbahçe ile Altay karşılaşıyor.<br />
Lefter herkesi çalımlıyor, şutunu çekiyor.<br />
O dönem Altay’da oynayan Varol planjonla<br />
topu tutuyor. Sonra dönüyor arkadaki kameralara<br />
poz veriyor. Bu durum bir iki kere<br />
tekrarlanıyor. Sonunda Lefter çok kızıyor ve<br />
hakeme gidip “Bre hakem bey. Burada maç<br />
mı oynuyoruz‚ yoksa film mi çeviriyoruz?<br />
Şu Varol denen adama baksana‚ kaleci değil<br />
aktör...” diyor. Evet Varol Ürkmez‚ kamera<br />
karşısında hem futbolunu oynamakta‚ hem<br />
de film çevirmektedir. Sırrı Gültekin’in çektiği<br />
Şekerli misin Vay Vay filminin çekimleri o<br />
sırada habersizce yapılıyor.
ulan Fenerbahçe çok yaşa diye.” 1971’de çevrilen<br />
Turist Ömer Boğa Güreşçisi filmindeyse<br />
boğayı alt eden Turist Ömer seyircileri selamlar.<br />
Müthiş bir tezahürat vardır. Turist Ömer<br />
şöyle der, “Abi bunlar Fenerbahçeli mi?” Sadri<br />
Alışık’ın aynı yıl çevirdiği Tamam mı Canım filminde<br />
canlandırdığı Ali karakteri filmin başından<br />
sonuna kadar Fenerbahçe külahı takar. Üstünde<br />
de lacivert bir kazak vardır ve arkasında Sasu<br />
yazar. Sasu 1971’de Fenerbahçe’de oynayan<br />
Rumen futbolcudur.<br />
Yeşilçam’ın en bilindik Fenerliler’inden biri de<br />
Sadri Alışıktır. 1965 yılında Osman F. Seden’in<br />
yönettiği Şakayla Karışık filminde Ofsayt Osman<br />
karakterini canlandırır. İki zengin iş adamı<br />
iddaya girerler v e bir serseriye para verirler. Ofsayt<br />
Osman saftır dürüsttür. Paraya dokunmaz<br />
ama sevdiği kız hastalanır. Osman parayı kız<br />
için kullanır. Yakalanır ve mahkemeye çıkarılır.<br />
İşte o unutulmaz monolog, “Çocuğu kurtaracak<br />
kadarını aldım, üst tarafına el sürmedim.<br />
Hepiniz, hepiniz hakem olun abiler... Ya bu maç<br />
be. Ama böyle hayat sahasında oynanıyor.<br />
Oyuncuları bizleriz. Topumuz da namusumuz,<br />
vicdanımız, insanlığımız. Ben Osman. Ofsayt<br />
Osman. Söyleyin be... Allah rızası için söyleyin.<br />
Gene mi atamadım golü ha? Bu da mı gol değil<br />
be? Adaletine, insanlığına kurban olayım hakim<br />
bey, bu da mı gol değil?” Ve hakim “Gooooolll”<br />
diye bağırır. Tabii izleyenlerin gözyaşları sel<br />
olur akar. Sadri Alışık’ın Ofsayt Osman’dan<br />
daha ünlü karakteri ise Turist Ömer’dir.<br />
Turist Ömer tam bir Fenerbahçe delisidir. 1970<br />
yılında Turist Ömer Yamyamlar Arasında filminde<br />
Afrika’da yamyamlara esir düşer. Kolundaki<br />
dövme yüzünden yamyamlar onu Tnarı<br />
sanar. Sevgilisini oynayan Feri Cansel’e sorar,<br />
“Şimdi ben bunların Tanrısımıyım?” Cansel<br />
cevap verir, “Evet artık benim de Tanrımsın. Ne<br />
dersem yaparlar mı? Yaparlar. Öyleyse bağırın<br />
1974 yılında Fenerbahçe şampiyon olur.<br />
Yeşilçam’da bu dönem Fenerbahçe aşkı<br />
depreşmiştir. Ard arda Fenerbahçe’nin konuk<br />
olduğu filmler çevrilir. Türk sinemasının en ünlü<br />
Fenerbahçeliler’inden Kadir İnanır da o dönem<br />
futbolcu olduğu bir film çevirir. Hulki Saner’in<br />
yönettiği Uyanık Kardeşler’de Müjdat Gezen<br />
ile Kadir İnanır müzisyen ve futbolcu olmak<br />
isterler. Kadir İnanır Göztepe’de başladığı kariyerini<br />
Fenerbahçe’de devam ettirir. Hatta gol<br />
kralı olur. İzmir’den Fenerbahçe’ye transfer olan<br />
İnanır İzmir’de yaşamaya devam eder. Bu nasıl<br />
olur anlaşılmaz tabii.
Aynı yıl Hababam Sınıfı serisinde de<br />
konuşacağımız Ertem Eğilmez’in çektiği<br />
Mavi Boncuk filmi vizyona girer. Emel Sayın<br />
Tarık Akan, Zeki Alasya, Metin Akpınar ve<br />
Kemal Sunal tarafından kaçırılır. Fakat altın<br />
yürekli kardeşleri çok seven Emel Sayın<br />
onlarla yaşamaya başlar. Filmde herkes<br />
Fenerbahçeli’dir. Emel Sayın evin babası<br />
Münir Özkul’a Fenerbahçe beresi örer. Münir<br />
Özkul bereyi aldığında odanın duvarında asılı<br />
Şampiyon Fenerbahçe yazan postere döner ve<br />
elini yüreğine koyarak bir bakış atar.<br />
iken “Damarımı kesseniz sarı kırmızı akar”<br />
diyen kaleci Bülent Fenerbahçe tarafından<br />
kaçırıldığında “Damarımı kesseniz sarı lacivert<br />
akar” diyerek o günün profesyonellik<br />
anlayaşını tefe koyar. 1980 yılında çevirdiği<br />
Gol Kralı’da benzer konuyu işler.<br />
1978 yılında ise Şener Şen’in Neşeli Günler’I,<br />
Zeki Alasya Metin Akpınar’ın Petrol Kralları<br />
halkın Fenerbahçeli’liğini vurgular.<br />
1974’ün en komik Fenerbahçeli filmli ise Salak<br />
Milyoner’dir. Metin Akpınar‚ Zeki Alasya‚ Kemal<br />
Sunal ve Halit Akçatepe´nin define peşinde<br />
koşan Kayseri´li 4 bitirim kardeşi oynadıkları<br />
filmde. Bir kazı sırasında İnönü stadının çimlerinden<br />
çıkarlar. Tam o sırada Fenerbahçe ile<br />
Galatasaray maç yapmaktadır. Galatasaray’ın<br />
sarı kırmızı formalarını gören kafadarlar takımı<br />
Kayseri sanırlar. Halit Akçatepe maç sırasında<br />
Fenerbahçeli Cemil’in yanına koşar ve “Cemil<br />
abeeeyy noolur beşten fazla atmayın” der.<br />
1977 yılında İnek Şaban komedi ile dramı<br />
birleştiren yapısı ve o dönemde futbolcu<br />
kaçırma gibi olayları tiye aldığı öyküsüyle<br />
dikkat çekici bir yapımdır. Galatasaray’da<br />
1985 yılında çevrilen Ya Ya Ya Şa Şa Şa filminde<br />
İlyas Salman’ın canlandırdığı kapıcı<br />
çocuğunun ünlü bir Fenerbahçeli futbolcu<br />
olduktan sonra yaşadıkları o dönem Fenerbahçe<br />
ve Türk futbolunun içine düştüğü<br />
çıkışsızlığı dramatik bir şekilde ortaya koyar.<br />
Yeşilçam ve Fenerbahçe deyince Hababam<br />
Sınıfını ayrıca değerlendirmek gerekir.<br />
Sıkı Fenerbahçeli Rıfat Ilgaz’ın eseri Ertem<br />
Eğilmez’in elinde Türk sinemasının en önemli<br />
serisi olarak ortaya çıktı. Mahmut Hoca ile<br />
öğrencilerinin yaşadığı köşe kapmacada<br />
hep bir Fenerbahçe maçı için okuldan kaçma<br />
hikayesi vardı. Hele Hababam Sınıfı<br />
Uyanıyor’daki şu sözler unutulmaz, “Biz ne<br />
çakiyorsak bu hayatta bir Trabzon’dan, bir<br />
de Mahmut Hoca’dan.” 2000 yıllarında Ertem<br />
Eğilmez’in oğlu Ferdi Eğilmez Hababam<br />
Sınıfı’nın yeni versiyonunu çekti. Oyuncular<br />
hikayeler hep değişti. Ama aynı kalan Fenerbahçe<br />
sevgisiydi…
n Öfkeli Çılgınlık Karamsar Çile, Hatice Yakar’ın ilk uzun metrajlı filmi.<br />
Saflığa, saf kalmaya, insanın yalın haline bakan, bunun içine kötülük<br />
tohumlarını da serpiştiren Yakar, ilk filminde kendi hayatına, anılarına<br />
bakıyor. İstanbul Film Festivali’nde yeni Türk sineması’ bölümünde gösterilen<br />
filmle ilgili olarak konuştuk, filmin duygusunu ve tekniğini paylaştık…<br />
BANU BOZDEMİR<br />
İlk film deneyimizi nasıl yaşadın? İlk filmi yapmanın,<br />
yapabilmenin zorlukları ya da avantajları nelerdir?<br />
Deneyimli olmam, bildiğim bir coğrafyada bildiğim<br />
bir öykü anlatıyor olmam avantajdı benim için…<br />
Bunun yanında zorlukları en aza indirecek şekilde<br />
planladım her şeyi, bir kere bütün yüreği ile yanımda<br />
olan insanların desteği ile yola çıktım. Zorluklar<br />
hep oluyor, en büyük bütçeli bir filmde bile oluyor…<br />
Önemli olan filmi çekmek, o kadar!!!<br />
Genelde ilk filmlerini çeken yönetmenler daha çok<br />
kendi yaşamlarını, yaşam kesitlerini kameraya<br />
alıyor. Bunun nedeni nedir, insan ilk olarak kendi<br />
hayatına, geçmişine mi bakar?<br />
Bence öyle olmalı kendi hayatına deneyimlerine<br />
bakmalı insan, asıl o zaman görmeye değer bir<br />
film çekmiş oluruz. Ama şimdilerde filmlere bakıp<br />
film çekenlerin çektiği filmleri seyrediyoruz, o çok<br />
fena. Sinema hayata bakmıyor! Bütün doğum<br />
sahneleri aynı mesela, yatan bir kadın alnı terden<br />
sırılsıklam bir şekilde bağırır, çığlık atar ve bebek<br />
doğar… Hiçbir yönetmen demiyor ya bir kadın hep<br />
bu şekilde mi doğurur…Bir çalı dibinde doğan bir<br />
bebek yok mudur?<br />
Film görsel olarak da anlatım olarak da çok sade?<br />
Neden böyle bir tekniği seçtin?<br />
Evet özellikle sade bir anlatımı olsun istedim, uzak<br />
ve sade. Seyircinin seyirci olduğunu ona hatırlatan<br />
uzak çekimler, detaya girmeyen, olur olmaz her<br />
şeye yakından bakmayan bir kamera. Çünkü insanlar,<br />
Ankara’nın ötesindeki hayatlara bakmıyor<br />
ve sorunlarını da bilmiyorlar…Seyirciye “seyircisin<br />
sen”, ama “seyirci” kalma demeye çalışıyor…<br />
Film son zamanlarda bir anlatım tekniğine dönüşen<br />
minimal filmlere hem çok benziyor hem de onlardan<br />
ayrışan safiyane bir yanı var. Bunu nasıl sağladın?<br />
Filmin minimal bir tarzı olduğuna katılıyorum… Safiyane<br />
olması konusunda da çok haklısın, bu benim<br />
kişiliğim her halde filme yansıdı. Kişiliğini filme<br />
yansıtabilmiş olmakta benim için artı bir başarı. Ben<br />
aynı zamanda Alevilerin tümünün saf olduğumuzu,<br />
saf kaldığımızı düşünüyorum bu öyle bir saflık ki,<br />
bizim gücümüzde bu dayanma azmimizde bu… Ve<br />
tabi bir de şu var ben görkemli Amerikan filmlerini<br />
seyredip “aynısını bende yaparım” demedim yada<br />
bir film çekeyim ve çok paralar kazanalım da demedim,<br />
ilham kaynaklarım bunlar değildi… Dolayısıyla<br />
film bu kadar saf ve hikayesinden başka bir şeyi<br />
olmayan bir film oldu.<br />
Filmde bir kötülük hali var, örneğin hayvanlara bekçilik<br />
yapan adamın kötülüğü. Ama bu kötülük o kadar<br />
belirsiz bir yerden geliyor ki, filmin içinde pek bir yere<br />
koyamıyoruz onu. Bunu biraz açar mısın?<br />
Bekçi, evet kötü birisi. Eşekleri hapsetmek benim<br />
çocukluğumda tanık olduğum bir şey, bir tarlaya<br />
zarar veren bir eşek yakalanır ve hapsedilirdi, bir<br />
iki ayda bırakılmazdı, filmde buna yer verirken<br />
bu durumu şöyle açıkladım. O güne kadar geçim<br />
kaynakları hayvancılık olan insanlar, yerleşik hayata<br />
geçip de ufak ufak tarla ekip biçmeye başlıklarında<br />
bunu o kadar önemsediler ki, tarlalarının kenarından<br />
geçen hayvana bile ceza vermeye kalktılar… Eşek<br />
evcilleştirilmiş ve çalıştırılan bir hayvan, insandan<br />
bile çok çalışıyorlar gerçekten… Bir sahnede de,<br />
Zeynep dağda doğurmadan önce, çok saf bir içtenlikle<br />
karşılaştığı yaşlı adama yolunmuş bir tutam<br />
saçını gösteriyor. İnsanın adalet arayışının, adaleti<br />
kurma çabasının bir yansıması olarak düşünüyorum<br />
bunları…Yani Devlet olmak… Devlet kurmak, her<br />
açıdan önemli…
Filminde bir zamansızlık var gibi, gerçekten de<br />
öyle mi?<br />
Evet özellikle zamansız bir film, çünkü insana,<br />
o çıplak dağ başında salt insan olarak bakmaya<br />
çalıştım, o insanları tanımlayan hiçbir ipucu yok<br />
yada evleri, arabaları giysileri, cep telefonları<br />
yok, orda sadece ve sadece insan olarak varlar<br />
belki bir hayvan gibi…Ama bu hayat bu günde<br />
yaşanıyor orda…O defineciler hala ordalar ve<br />
yaşıyorlar.<br />
Doğum ve ölüm dengesini anlatmak<br />
istemişsin gibi bir yandan da…<br />
Anlatılan bir gün, aslında bir yüzyıl gibi, gün<br />
doğarken başladı film ve gün batarken bitti, biri<br />
ölürken biri doğdu. Umut da var karamsarlıkta…<br />
İlk filmini çekenlere verilen sektörel desteği nasıl<br />
buluyorsun?<br />
Kültür Bakanlığı’nın desteğini çok doğru ve çok<br />
yerinde buluyorum, eğer bu desteği alamazsak<br />
birçoğumuz filmlerini çekemezdi, en azından<br />
oradan aldığın para itici bir güç oluyor ve başka<br />
destekler bulmanın yolunu açıyor ki benim için<br />
de böyle oldu, Kültür Bakanlığı desteğini alınca<br />
filmimi 35 mm çekmemi sağlayan Sinefekt’in çok<br />
önemli laboratuar desteğini aldım. Bu destek çok<br />
önemli yola çıkmamızı sağlıyor en azından…<br />
Büyük yapımlarda çalışmış biri olarak, kendi<br />
filminin koşullarını ve bakış açısını değerlendirir<br />
misin?<br />
Ben büyük ticari başarılar kazanmış filmlerde<br />
ya da kazanmamış filmlerde de çalıştım, ortak<br />
durum hep şu, aynı büyük sinema sevgisi ve özveriyle<br />
çalışma, zor koşullara dayanma azmi…<br />
Türkiye’de sinema hep bu sevgiyle var oluyor<br />
bence… Benim filmimin koşulları ise<br />
belliydi, düşük bir bütçem vardı ve herkes ona<br />
göre bir set ortamını kabul etti ve kimsede ben<br />
bu koşullarda çalışmam demedi…Başta filmin<br />
görüntü yönetmeni Ertunç Şenkay olmak üzere<br />
tüm ekip büyük destek oldu…
SERDAR AKBIYIK<br />
n HİÇ de alışık olmadığımız şeyler<br />
oluyor sinema endüstrisinde.<br />
Daha önce belgesel lafını doğada<br />
koşturan aslanlar veya vahşi yaşam<br />
olarak algılayan sinemamız ilk önce<br />
belgesellerle festivallerde tanıştı.<br />
Daha sonra internetin büyüsü<br />
sayesinde toplum belgeselin ne kadar<br />
önemli bir tür olduğunu anladı.<br />
Ve en sonunda sinema salonları da<br />
bu önemli türe ilgisiz kalamadı.<br />
Senna vizyona girdi. Ünlü F1 pilotu<br />
Brezilyalı Ayrton Senna’nın hayatını<br />
anlatan belgesel izleyeni sarsacak<br />
bir yapım. 1994 yılında geçirdiği<br />
kaza sonucu hayatını kaybeden<br />
Senna’nın kişisel hikayesi sadece<br />
bir araba yarışçısının öyküsü değil.<br />
Brezilya için anlamı, dini görüşleri,<br />
Alain Prost ile girdiği rekabette<br />
duruşu ve ona yapılan haksızlıklar<br />
izlenmeye değer. Batı dünyasının<br />
kendi içinde yaşadığı ikiyüzlülüğü<br />
deşifre eden Senna’nın hikayesinde<br />
F1 endüstrisinde yaşanan<br />
rezaletleri de gözler önüne seriyor.<br />
Bazı sahneler inanılmaz. Mesela<br />
Senna’nın ilk F1 yarışında birinci<br />
olarak varış çizgisini geçtiği anda<br />
attığı kahkaha ve hıçkırık karışımı o<br />
garip çığlığı. Arabayı durdurduktan<br />
sonra kendinden geçmiş ve fizik<br />
olarak bitmiş halini, yardıma gelenlerin<br />
parmaklarını zorla direksiyondan<br />
söküşlerini unutamam.<br />
Omuzlarına öyle bir kramp girmiş<br />
ki acıdan ağlaya ağlaya birincilik<br />
kupasını havaya kaldırmaya<br />
çalışıyor. Zaten sonunda da yere<br />
düşürüyor kupayı.<br />
Yurdumuza gelen Kerim Abdül<br />
Cabbar’ın belgeseli On<br />
The Shoulders of Giants da<br />
Türkiye’de özel gösterimlerle izleyici<br />
ile buluştu. Film Kerim Abdül<br />
Cabbar’ı anlatmıyor. The Harlem<br />
Rens takımının kuruluşuna<br />
ve NBA’ye etkisine odaklanıyor.<br />
ABD’deki ırkçılığın basketboldaki<br />
boyutları, yaşanan acılar insanı<br />
şaşırtıyor.<br />
Siyahların o dönemde beyazlarla<br />
beraber basket oynayamaması<br />
ve daha sonra bugünlere gelinmesi<br />
çok ilginç. Bu filmle birlikte<br />
Batı kültürünün temellerinde ne<br />
büyük haksızlıkların, iki yüzlülüklerin<br />
yattığını bir kere daha<br />
görüyoruz. Zaten Kerim Abdül<br />
Cabbar’a sorduğum bir soru<br />
üzerine söyledikleri çok önemliydi.<br />
Filmde anlatılan türde bir<br />
ırkçılığın Türkiye’de yaşandığını<br />
düşünüp düşünmediğini<br />
sorduğumda şöyle cevap verdi,<br />
“Burada öyle bir ırkçılık yok.<br />
Zaten Osmanlı imparatorluğunun
mirasçısı olan bir ülkede böyle bir şey<br />
olamaz. Osmanlılar devşirme usülüyle<br />
bir toplum yaratmışlar. Bu çok önemli<br />
bir şey. Bütün farklılıkları bir arada<br />
eritmişler, böyle bir anlayışta ırkçılık<br />
olamaz.” Cabbar’ın senaryosunu yazdığı<br />
belgeseli seyrettiğinizde onun ne demek<br />
istediğini çok daha iyi anlayacaksınız.<br />
Sinemadaki belgesel macerası burada da<br />
bitmeyecek. İstanbul Film Festivali’nde<br />
gösterilen İki Escobar belgeselinin de<br />
vizyon alacağını biliyoruz. Pablo Escobar<br />
ve Andrés Escobar. Spor, uyuşturucu ve<br />
politika Kolombiya toplumunun ayrılmaz<br />
parçalarıydı.<br />
Pablo Escobar, Medellin kartelini yöneten,<br />
dünyanın en zengin ve en güçlü<br />
uyuşturucu taciriydi, Andrés Escobar<br />
ise Kolombiya’nın en büyük futbol<br />
yıldızı. İkisinin de benzerlikleri sadece<br />
soyadlarıyla kalmadı. Pablo Escobar<br />
ABD baskısıyla öldürüldü. Andres Escobar<br />
ise Dünya Kupası’nda kendi kalesine<br />
gol atınca ülkeye dönüşünde bir<br />
silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti.<br />
İki Escobar öyle bir belgesel ki kurmaca<br />
senaryo yazsalar bu kadar etkileyici<br />
bir film çekemezlerdi bu iki insan<br />
üzerine. Ümit ederim bu filmi vizyona<br />
sokmaktan vazgeçmezler. Sinemanın<br />
büyüsü artık belgesellerde yaşıyor.<br />
Alışkanlıkları değiştirme vakti...
n Biri Beni Gözlüyor, yapımcılığını Mahmut<br />
Tezcan’ın yaptığı, yönetmen koltuğunda Ömer<br />
Uğur’un oturduğu, başrollerini ise Tarık Tarcan ile<br />
Selin Dilmen’in paylaştığı, yaban ellerinde doğru<br />
bir benzetme ile “Turkish Shining” olarak bilinen,<br />
35 mm çekilmiş bir gerilim filmi denemesi…<br />
Film, Stanley Kubrick’in başyapıtı The Shining<br />
filmine aşırı benzerliğiyle dikkat çekiyor. Türk<br />
sinemasının alâmetifarikası kartona elle yazılmış<br />
bir jenerikle başlayan filmimizde; Başarılı bir<br />
cinayet romanları yazarı olan Hulki yanına 80′lerin<br />
sıkıcı kazak koleksiyonuna sahip eşi Leman’ı<br />
ve sevimli olduğunu zannettikleri embesil<br />
oğulları Ufuk’u da alarak son romanını yazmak<br />
üzere gözlerden uzak bir adada ki ıssız bir otele<br />
yerleşiyor. Gereksiz bir neşe ve uyum içindeki<br />
bu aile, korkunç olmak için bütün kış ayna<br />
karşısında çalışmış otel bekçisi Mahmut’un
“Herşey o uğursuz yel yüzünden! Ayın 15′i<br />
gelip de o yel estiğinde… Deniz ölü balıklarla<br />
dolarrr, insanlar çıldırırrr!” uyarılarına kulak<br />
asmadan daha önce orada kalan Kadir adında<br />
bir balıkçının çoluğunu çocuğunu boğarak<br />
öldürdüğünü de bilerek otelde kalmaya karar<br />
verirler. Aslında Mahmut bu boğma meselesine<br />
de epey kafasını takmıştır. “Balta varken niye<br />
kesmedi ki sanki …” gibi abuk sabuk laflar bile<br />
eder, fakat neyse ki Mahmut ertesi gün gider…<br />
Otel ve içindeki kötülük bu sevimli aileye türlü<br />
şeytani oyunlarını oynayacaktır artık…<br />
Filmin senaryosu aynı zamanda yönetmeni<br />
olan Ömer Uğur’a ait ki aslında ortada özgün<br />
bir senaryodan bahsetmek imkansız. The<br />
Shining‘in kaba yapısı aynen taklit edilerek<br />
tüm filme sıkıcı bir şekilde uygulanmış. Ömer<br />
Uğur şu sıralar yönettiği ve epey başarılı olan<br />
Geniş Aile dizisiyle kendinden bahsettiren bir<br />
isim… Ama açıkçası Biri Beni Gözlüyor‘da herhangi<br />
bir yönetmenlik pırıltısı görmek mümkün<br />
değil. Sıkıcı diyaloglar, özensiz planlar ve boş,<br />
anlamsız bir final…<br />
Filmi yapanların The Shining‘i çok beğendikleri<br />
için “hadi aynından bir tane de biz çekelim!”<br />
dediklerini falan düşünmüyorum. Bence dar<br />
kasting ile tek mekanda film çekmenin getirdiği<br />
bütçe rahatlaması ile böyle bir işe kalkışmış<br />
olsalar gerek… Neredeyse bedavaya film çekmek<br />
ve “hap yapmadan para kapmak” Türk<br />
yapımcılarının en sevdiği şeydir ve yönetmenlerden<br />
gelen bu tür “müthiş bir fikrim var<br />
abi ve çok ucuza çıkacak” tekliflerini hiç geri<br />
çevirmezler. Fakat tam da video zamanlarında<br />
yani millet patır patır 16 mm çekerken, ucuza<br />
çıkarılmak istenen bir filmi neden 35 mm çektiklerini<br />
de anlayabilmiş değilim. Tabi 35 mm<br />
çekilmiş diye görseli güçlü bir film beklemeyin
çünkü en iyi filmlerinde bile teknik zaafiyetlerin<br />
had safhada olduğu bir sinemadan bahsediyoruz<br />
ve burada da rezil bir banyo yüzünden soluk, silik<br />
bir seyir konforu mevcut. (Muhtemelen VHS transferleri<br />
yüzünden iyice kötüleşmiş…)<br />
Oyunculuklardan da biraz bahsetmek gerekirse;<br />
Kimse elbette Tarık Tarcan’dan Jack Nicholson,<br />
Selin Dilmen’den de Shelley Duvall ayarında<br />
bir oyunculuk beklemiyor ama açıkçası otelde<br />
bekçinin bunlara yaksın diye bıraktığı kütüklerin<br />
bile daha fazla jest ve mimik verdiğini iddia etmek<br />
de mümkün. Zaten hiçbir zaman iyi bir oyuncu<br />
olamamış, mankenden transfer Selin Dilmen bir<br />
de kendi dublajını yapınca hepten batırmış! “Harika<br />
çocuk” Ufuk karakterine ise o kadar nefret duydum<br />
ki daha filmin başında baltayla parçalayasım<br />
geldi! Yani film bu anlamda başarılı, Tüm<br />
olmamışlığıyla, size lanetli bir otelin yapamadığını<br />
yapıp, bir psikopat haline getirebilir!<br />
Bu tamamen unutulmuş yapımı yapanlar dahil<br />
kimsenin hatırlamak istediğini sanmıyorum<br />
ama kayıp film avcıları için iyi bir ganimet<br />
olduğunu düşünüyorum. Bu filmin pek de eski<br />
sayılmamasına rağmen bu kadar unutulmuş<br />
olması sanırım Stanley Kubrick gibi mükemmeliyetçi<br />
bir ustanın eserinin ezik bir replikası<br />
olmasından kaynaklanıyor. Bir tür lanet bile<br />
sayılabilir… O kadar ki, film hakkında kendisi<br />
dışında en küçük bir materyal bulmak mümkün<br />
değil! Ne bir afiş, ne bir lobi, ne de bir set<br />
fotoğrafı… Gördüğünüz afişi bile kendim yapmak<br />
zorunda kaldım, Kıymetini bilin.<br />
Sonuçta kötü olan bir şeyi seyretmenin de çok<br />
zevkli olduğu zamanlar var. Fakat Biri Beni<br />
Gözlüyor‘un asla bir, “Drakula İstanbul’da”<br />
ya da “Ölüler Konuşmaz ki” potansiyeli<br />
taşımadığını da belirtmek isterim. Düpedüz<br />
sıkıcı yahu…
80’li yılların gençlik filmlerinin yeri başkadır;<br />
birbirinden yaratıcı karakterler, klişe öykülerin<br />
içinde küçük ayrıntılarla zenginleşmiş özgün<br />
yapımlar klasikler arasına girmiştir çoktan.<br />
ZEYNEP USLU<br />
n Lise yılları, herkesin hayatında<br />
özel bir yere sahiptir. “Kişi” olmaya<br />
başladığımız yıllardır bunlar; bütün<br />
çatışmaları ve sorunlarıyla birlikte<br />
hayatımız boyunca tadı damağımızda<br />
kalacak, bizde izler bırakacak,<br />
tercihlerimizi belirleyecek yıllar.<br />
Damağımızda kalan tadı taze tutmak istercesine<br />
her dönem yeni bir lise filmi<br />
peydah olur. Yine de 80’li yılların gençlik<br />
filmlerinin yeri başkadır; birbirinden<br />
yaratıcı karakterler, klişe öykülerin<br />
içinde küçük ayrıntılarla zenginleşmiş<br />
özgün yapımlar klasikler arasına<br />
girmiştir çoktan. Dönem değiştikçe<br />
filmler de, gençlik tipolojileri de<br />
değişir elbette, “Amerikan Pastası”<br />
hormonların yönettiği genç kuşağın<br />
aynası olur. Artık birkaç özgün film<br />
dışında, birbirinin yeniden çevrimleri<br />
olan onlarca liseli filmi çekilecek ve<br />
birbirinin kopyası olan karakterler aynı<br />
şeyleri yeniden keşfedecektir.<br />
Ve balolar! Kızların daha güzel,<br />
delikanlıların daha albenili olduğu<br />
geceler, parlak ışıklı, büyülü mekanlar...<br />
Bu ay gösterime girecek olan en<br />
son lise filmi Prom (Mezuniyet Balosu),<br />
gençlik filmleri içindeki yerini alacak.<br />
Bir grup gencin mezuniyet balosuna<br />
hazırlanma sürecini izleyeceğiz. Zaten<br />
mezuniyet gecesi ve genel olarak<br />
balolar gençlik filmlerinde özel bir<br />
yere sahip olagelmiştir. Lise bitecek,<br />
gençler önlerindeki hayata doğru ilk<br />
adımları atacaktır ama asıl mevzu<br />
her mezuniyet balosunun masalsı bir<br />
final taşıma potansiyelidir. Çirkinler<br />
güzelleşir, yalnız olanlar kendilerine<br />
partner bulur, gerçekler ortaya dökülür,<br />
yetenekler açığa çıkar... Şimdi<br />
gelin, hep birlikte, sinema tarihine<br />
damgasını vurmuş içinden mezuniyet<br />
balolarının da geçtiği filmlere göz<br />
atalım….<br />
Ridgemont Lisesinde Hızlı Günler<br />
(Fast Times At Ridgemont High) /<br />
1982<br />
Gençlerin sex, aşk, uyuşturucu ve<br />
okulla ilişkisini en naif şekilde işleyen<br />
filmlerden biridir. Genç oyuncuların<br />
etkileyici performansları bir yana,<br />
Sean Penn’in hayat verdiği Jeff<br />
Spicoli karakteri bile filmi izlemek<br />
için yeterlidir. Cameron Crowe,<br />
Californiya Lisesi’ne sızarak gençleri<br />
gözlemlemiş, buradan yola<br />
çıkarak yayınladığı aynı isimli<br />
kitabını senaryolaştırmıştır. Filmin en<br />
eğlenceli sahnelerinden biri, dersinde<br />
kaybettirdiği zaman için Spicoli’yle<br />
ödeşmeye gelen Mr Hand’in, mezuniyet<br />
balosuna gitmeye hazırlanan<br />
Spicoli’ye odasında gece boyunca<br />
Amerikan Tarihi anlatmasıdır.
Peggy Sue Evlendi (Peggy Sue Got Married) /<br />
1986<br />
Francis Ford Coppola’nın filminde Nicolas<br />
Cage ve Kathleen Turner en genç halleriyle<br />
karşımızda. Liseden beri birlikte olduğu<br />
kocasından boşanmak üzere olan Peggy Sue,<br />
mezunlar balosuna katılır. Balonun kraliçesi<br />
seçildiğinde baygınlık geçirir ve kendini lise<br />
yıllarında bulur. Bu sefer aynı hataları yapmayacak,<br />
gelecekte onu aldatan kocasından<br />
şimdiden uzak duracaktır. Ama bütün deneyimine<br />
rağmen aynı yoldan yürüdüğünü<br />
farkedecektir. “Peggy Sue Evlendi”de balo,<br />
zaman yolculuğunun kapısını açacak anahtar<br />
deliğidir.<br />
Günah Tohumu (Carrie) / 1976<br />
Mezuniyet balosunu konu edinen pek çok<br />
korku-gerilim filmi de var elbette. En ilginç<br />
olanı, Brian De Palma tarafından Stephen King<br />
romanından uyarlanan “Günah Tohumu”dur.<br />
Film, balonun büyülü atmosferini, bir cehennem<br />
yerine çevirir. Utangaç ve içine kapanık Carrie,<br />
koyu Hıristiyan annesiyle birlikte yaşamaktadır.<br />
Tele kinetik güçlerini keşfettikten sonra,<br />
özgüven kazanmaya başlar. Mezuniyet balosunda,<br />
kendisine yapılan korkunç şakanın bedelini<br />
bu güç sayesinde herkese ödetecektir.<br />
Geleceğe Dönüş (Back To The Future) / 1985<br />
Üçlemenin ilk filminde, zamanda yolculuk<br />
yaparak 1955 e dönen Marty, anne babasıyla<br />
karşılaşır, fakat annesi, babasının yerine<br />
Marty’e aşık olunca işler iyice karışır. Marty’nin<br />
anne babasının ilk defa öpüştükleri baloda<br />
bir araya gelmelerini sağlaması gerekecektir.<br />
Geleceğe Dönüş’te herkes için özel, asla<br />
unutulmayacak bir sahne mutlaka vardır;<br />
Marty’nin baloda elektrogitarıyla yaptığı gösteri<br />
işte bunlardan biridir.<br />
Senden Nefret Etmemin 10 Sebebi (10 Things I<br />
Hate About You) / 1999<br />
“Senden Nefret Etmemin10 Sebebi”,<br />
Shakespeare’in Hırçın Kız oyununun modern<br />
bir uyarlaması. İki kız kardeşten küçük olan<br />
Bianca’nın hoşlandığı Joey’le çıkabilmesi için
asi ablası Kat’in de biriyle çıkması<br />
gerekmektedir. Okula yeni gelen<br />
Cameron da Bianca’ya aşık olur,<br />
böylece bir plan yapılır, okulun kötü<br />
nam salmış gizemli genci Patrick<br />
Verona para karşılığında Kat’la ilgilenmeye<br />
başlar. Bianca onu gerçekten<br />
seven Cameron’la yakınlaşırken,<br />
Patrick, Kat’i asla gitmeyeceği baloya<br />
gitmeye bile ikna edecektir.<br />
Alacakaranlık (Twilight)/ 2008<br />
Alacakaranlık serisinin ilk filminde,<br />
Bella onu baloya davet edenleri<br />
reddeder, aslında balo onun tarzı<br />
değildir; fakat finalde, kırık bacağı<br />
ve romantik vampir sevgilisiyle baloya<br />
katılır. Kuşkusuz filmin en can<br />
alıcı anı da, Edvard’ın dans ederken<br />
Bella’yı boynundan öptüğü andır.<br />
Pembeli Güzel (Pretty in Pink) / 1986<br />
Genellikle pembe giyen ve giysilerini<br />
kendi tasarlayan Andie,<br />
burslu okuduğu okulun zengin<br />
gençlerinden biri olan Blane’e aşık<br />
olur. Andie’yi baloya davet eden<br />
Blane arkadaşlarının ve ailesinin<br />
baskısıyla karşılaşacaktır. Pembeli<br />
Güzel, klasik bir fakir kız - zengin<br />
oğlan filmine benzeyen ama özgün<br />
karakter ve diyaloglara sahip bir<br />
liseli filmi. Özellikle Iona ve Duckie<br />
filmin eğlenceli karakterleri…<br />
Kurtar Beni (Saved) / 2004<br />
Kurtar Beni, Hıristiyan gençlerin<br />
modern hayatla orta yolda buluşma<br />
hikayesi. American Eagle Hristiyan<br />
Lisesi’ne giden Mary ve Hilary<br />
okulun en popüler kızlarıdır.<br />
Mary erkek arkadaşı Dean’in gay<br />
olduğunu öğrenince kafasını çarpar<br />
ve kendisine bir mesaj geldiğini<br />
sanır. Dean’le birlikte olarak onu<br />
kurtaracaktır. Mary hamile kaldığını<br />
farkettiğinde, Dean, “tedavi olması<br />
için” kampa gönderilmiştir bile.<br />
Şimdi işler tersine dönecek, klasik<br />
inanışlar, tabular, doğrular ve<br />
yanlışlar sorgulanacaktır ve tabi ki<br />
her şey mezuniyet balosunda yerine<br />
oturacaktır.
1968 / Yönetmen: Robert<br />
Hartford – Davis
n Dİngiltere Sineması’nın, özellikle korku türünde<br />
yetiştirdiği en büyük aktörlerden Peter Cushing’in<br />
canlandırdığı Sir John Rowan, dondurduğumuz karedeki<br />
kadına, hareket halindeki trenin kompartımanında<br />
cerrahların kullandığı bıçakla neden saldırıyor olabilir?<br />
Çünkü onu öldürüp kafasını kesecek ve yanında götürecek!<br />
Kendisi ünlü bir cerrah ve güzelliği – dişiliğiyle<br />
aklını başından alan nişanlısının yüzünün bir tarafı kaza<br />
sonucu yandığı için ‘taze doku nakli’yle eski pürüzsüz<br />
haline getirilmesi gerek. Bir önceki cinayetinde<br />
öldürdüğü genç fahişenin dokularını kullandı ve ameliyat<br />
başarılı oldu. Ancak ‘bozulma’ yeniden başladığı için<br />
yeni bir kurban gerekli. İşte bu zavallı genç kadın!<br />
Çekildiği döneme göre çok cesur bir korku! İngiltere<br />
dışındaki bazı ülkelerde, yarı çıplak fahişeyi öldürüp<br />
kafasını gövdesinden ayırdığı sahne kesilerek gösterildi.<br />
Türkiye’de sansürsüz versiyon vizyona girdi ve<br />
sansasyon yaratarak hasılat rekoru kırdı… Cinayet<br />
sahnelerindeki dehşetin etkisini, aynı zamanda yapımcı<br />
olan görüntü yönetmeni Peter Newbrook’un kullandığı<br />
‘balıkgözü’ lens arttırıyordu. Uğruna cinayetler işlenen<br />
kadını da, gerçekten de o yılların heykel kadar güzel<br />
oyuncusu Sue Llyod oynamıştı.<br />
Not: “Corruption”la beni yıllar sonra yeniden buluşturan<br />
Murat Tolga Şen’e teşekkürlerimle.
n Geçen ay sinema yazarı<br />
Sadi Çilingir ağabeyimizle<br />
birlikte bir söyleşiye katıldık.<br />
Uzun yıllardır çeşitli yerlerde<br />
düzenlenen Çevre Filmleri<br />
Festivali’nin 9.su Yalova’daydı.<br />
Vural Çavuşoğlu ve ekibinin<br />
büyük çabalarla gerçekleştirdiği<br />
festivalin afişinde çok bilinçli bir<br />
seçimle “Yürüyen Köşk” vardı.<br />
Bilindiği üzere çevre bilincini<br />
taşıyan ender liderlerden biri<br />
olan Atatürk, yanındaki ulu çınar ağacının dalı<br />
kesilmesin diye, köşkü bulunduğu yerden birkaç<br />
metre yana kaydırma emri vermiş. Atatürk’ün bu<br />
hareketi tarihe geçerken bir yandan da yıllar içinde<br />
yürüyen köşk Yalova’nın simgesi haline gelmiş.<br />
Çevre duyarlılığı ile ilgili belgesel ve kısa filmlerin<br />
izleyici ile buluştuğu festivalde, Çavuşoğlu’nun<br />
öncülüğünde özellikle de çocuklara yönelik sosyal<br />
reklamlar çekilmiş. Bu bir anlamda, festivalin<br />
düzenlendiği kentte yaşayanları da işin içine dahil<br />
ediyor.<br />
Yalova’ya gitmek bir başka duruma da vesile oldu<br />
benim için. Uzun zamandır gerek maillerinden,<br />
gerek oluşturduğu kameraarkası.org sitesi ve<br />
grubundan, gerekse içinde bulunduğu belgesellerden<br />
bildiğim Hayri Çölaşan’la, nihayet tanışma<br />
fırsatı buldum. Uzun yıllardır TRT’de ışık şefi,<br />
ardından da şef kameraman olarak görev alan<br />
Hayri Çölaşan’ın en büyük tutkusu kısa film ve belgesel.<br />
Tıpkı Agah Özgüç, Burçak Evren ve Alican<br />
Sekmeç’in Türk sineması üzerine arşivledikleri gibi,<br />
kısa film ve belgesel üzerine çok sağlam bir arşiv tutuyor<br />
Çölaşan. Bu bağlamda en büyük amaçlarından<br />
biri de, Türkiye’de çekilen tüm kısa filmlerin listesini<br />
tutmak ve bunu bir kitap halinde yayınlamak.<br />
Hangi kısa filmin kim tarafından kaç senesinde<br />
çekildiğinden tutun da, hangi festivallere katılıp nerelerden<br />
ödül aldıklarına dair geniş kapsamlı bir arşiv<br />
bu bahsettiğim. Takdire şayan…<br />
Bakalım Hayri Çölaşan belgesel ve kısa film<br />
hakkında neler düşünüyor?<br />
Senin için belgesel sinemanın tanımı nedir?<br />
Belgesel Sinema, belgeselin değil sinemanın bir<br />
türüdür. Hatta en zor türlerinden biridir. Sinemanın<br />
içinde bulundurduğu tüm öğeleri taşıyabilir. Belgelere<br />
dayalı olmak koşulu ile bir olayı ışık, makyaj, kostüm,<br />
oyuncu gibi unsurları kullanarak işleyebilir. Belgesel<br />
gibi kısa metraj olabildiği gibi uzun metraj olarak<br />
da sinema gösterimleri için üretilebilir. Tolga Örnek<br />
tarafından yapılan Tanrıların Tahtı Nemrut, Gelibolu,
Devrim Arabaları, Hititler veya Ziya Öztan tarafından<br />
yapılan Abdülhamit Düşerken, Cumhuriyet, Kurtuluş<br />
gibi uzun metraj belgesel sinema filmleri bu türe<br />
örnek olarak gösterilebilir.<br />
Yıllardır belgesel filmlerin setlerinde bulunmuş,<br />
çekmiş biri olarak, Türkiye’de belgesel sinemanın<br />
durumu nedir?<br />
Türkiye’de yılda yaklaşık 70-100 civarı uzun metraj<br />
sinema filmi çekilmekte. Tür olarak Belgesel<br />
Sinemayı uzun metraj olarak çok az, ancak daha<br />
çok kısa veya orta metraj olmak üzere üretebilmekteyiz.<br />
Belgesel Sinemanın diğer sinema türlerinden<br />
çekim tekniği açısından pek farkı yok. Ancak gerçekten<br />
doğru anlatılan, belgelere dayalı ve objektif<br />
belgesel konularının işlendiği belgesellerin çok uzun<br />
ön araştırma gerektirdiği, iyi bir ekip çalışmasının<br />
ürünü olabileceği, uzun çekim süresi ve maliyeti<br />
nedeni ile daha az yapıldığını gözlemlemekteyiz.<br />
Özellikle tarihi konuların işlendiği belgesellerin<br />
maliyeti çok yüksek oluyor. Ülkemizde resmi tarih<br />
ve gerçek tarih kavramlarının farklılığı<br />
nedeni ile toplumun yeteri kadar bilgi<br />
sahibi olmaması aslında birçok konunun<br />
tabu olmasına neden oluyor. Özellikle<br />
din ve tarih konusunda birçok konu<br />
işlenemiyor. Bu nedenlerden ötürü halen<br />
bir “İstanbul’un Fethi” çekilemedi diyebiliriz.<br />
Film festivalleri belgesele yeteri kadar<br />
destek veriyorlar mı?<br />
Ülkemizde yılda yaklaşık 120 civarı film<br />
festivali yapılıyor. Bu festivallerin çoğuna<br />
belgesel filmler katılabiliyor. Belgeselin<br />
gösterim ve seyirciye ulaşması açısından<br />
bence bu kadar festival yeterli. Ancak festivallerin<br />
bir film kütüphanesi oluşturması<br />
ve isteyen kişinin veya kuruluşun bu<br />
video arşivinden yararlanması çok önemli.<br />
Belgeselin diğer türlere nazaran daha<br />
çok emek istemesi ve çekim süresinin<br />
uzunluğu maliyetini de etkilemekte. Festivallerin<br />
belgesel türüne verdiği ödüllerin,<br />
özellikle para ödülünün diğer türlerden<br />
daha fazla olması destek için yeterli<br />
olacaktır.<br />
Herkes belgesel çekebilir mi?<br />
Kendisini sinema, belgesel ve çekim teknikleri<br />
konusunda eğiten herkes amatör belgesel çekebilir.<br />
Profesyonel, ticari amaçlı örneğin DVD<br />
satışı hedefleyen veya bir televizyon kanalında<br />
yayınlanması hedeflenen belgeseller üretmek için<br />
daha eğitimli ve bilinçli olmak gerekir. Ülkemizde<br />
belgesel türü genelde sevilmekte ve izlenmektedir.<br />
Hatta izlediği birçok kurgusal filmi bile belgesel<br />
gibi düşünen ve tepki gösteren kişi ve kuruluşları<br />
gözlemledik. Örneğin Can Dündar’ın yaptığı Mustafa<br />
kurmaca bir film olduğu halde belgesel olarak<br />
yorumlandı. Yine Muhteşem Yüzyıl dizisi belgesel<br />
gibi yorumlandı ve film içinde gerçekler arandı.<br />
Oysa kurmaca filmde her şey sahte olabilir. Yönetmen<br />
veya senaristin yarattığı kurmaca düşünceler<br />
filmde yer alabilir. Özellikle tarihi, siyasi konular<br />
konusunda uzman danışmanlardan yardım<br />
alarak belgesel çekilmeli. Aksi takdirde belgeseli<br />
üreten kişi de sorumluluk altına girmektedir.
Yanlış bir bilgi vermeye çalıştığında tepkilerle<br />
karşılaşabilir. Eğitim veya sağlık konularında bir<br />
belgeseli iyi araştırma yapmadan, danışmanlık<br />
hizmeti almadan, yanlış bilgilerle çekmek toplumu<br />
yanlış yönlendirme gibi bir tehlikeye neden olabilir.<br />
Ayrıca belgesel çeken kişi çekimle ilgili kanunları ve<br />
sorumlulukları da bilmek zorundadır.<br />
Türkiye’de kısa film ve belgesel adına bir külliyat<br />
hazırlıyorsun. Ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsun?<br />
Ortaya nasıl bir eser çıkacak?<br />
Benim yaptığım bir araştırma. Türkiye’de çekilen<br />
sinema filmlerinin listesi düzenli tutulduğundan,<br />
sinema konusunda birçok kitap yazılabiliyor, tez<br />
ve araştırma yapılabiliyor. Oysa belgesel ve kısa<br />
film konusunda hiçbir kurum, kuruluş veya kişi<br />
bu listeyi hazırlamamış. Hangi yıl kaç belgesel<br />
çekildi? Kaç kısa film çekildi? Kaç belgesel yönetmenimiz<br />
var? En çok kimler belgesel çekti? En çok<br />
işlenen konular hangileri? gibi soruların cevaplarını<br />
bulabileceğiniz bir kitap olacak sanırım. Ancak bu<br />
araştırmanın doğru ve kapsamlı olabilmesi için zamana<br />
ihtiyaç var.<br />
Belgesel yönetmenlerinin (varsa) en büyük eksiklikleri<br />
neler? Ya da iyi bir belgeselci olmanın yolları<br />
nereden geçiyor?<br />
Özellikle profesyonel olarak belgesel üreten yönetmenler<br />
doğru yolda ilerliyor. Dünya geneline göre<br />
iyi durumdalar. Dikkat edilmesi gereken ufak şeyler<br />
var. Bunlar da maddiyatla giderilebilecek şeyler.<br />
Destek bulunması ve sponsor ayarlanması ile iyi<br />
belgeseller üretiliyor. Amatörler ise korkunç durumda.<br />
Önce belgeselin tanımını ve türlerini iyi öğrenmeleri<br />
gerekiyor. Yapılan birçok belgesel at gözlüğü ile tek<br />
yöne bakıyor ve kolayca propaganda belgeseline<br />
dönüşüyor. Güzel bir belgesel konusu yetersiz içerik<br />
ve kötü çekimlerle mahvoluyor. Oysa sinema bir ekip<br />
işi ve tecrübeli kişilerin bilgilerinden yararlanmak gerekiyor.<br />
İyi belgeselci olmak önce sinemayı ve çekim<br />
tekniklerini öğrenmekten geçiyor. Eğitim almadan<br />
belgesel gibi zor bir türe girmemek gerekli.
Yeni projelerin neler?<br />
Şu an tek hedefim elimdeki bu<br />
araştırmayı bitirmek. Ayrıca<br />
kendim de çeşitli belgesel ve<br />
kısa film projelerine destek<br />
veriyorum. Özellikle konsept<br />
oluşturmak ve öyküyü oturtmak<br />
için yönetmenlere yardım ediyorum.<br />
Birçok amatör sinemacıya<br />
konu öneriyorum veya konuyu<br />
daha ilginç bir bakış açısıyla çekmelerinde<br />
yardımcı oluyorum.<br />
Tabii kendi projelerim de var, devam<br />
ediyor. Şu an TRT için Gül<br />
Muyan yönetmenliğinde Çıplak<br />
Mahallesi isimli bir belgeselin<br />
çekimlerine başladık ve bu yılsonu<br />
tamamlamayı planlıyoruz.<br />
DOCUMENTARIST Başlıyor!<br />
n 31 Mayıs - 5 Haziran 2011 tarihlerinde gerçekleşecek festivalin<br />
gösterim ve etkinlikleri Akbank Sanat, Fransız Kültür<br />
Merkezi, Pera Müzesi, Cezayir Salonu, Sismanoglio Megaro<br />
ve IFEA’da yer alacak. DOCUMENTARIST bu seneden<br />
başlayarak, belgesel alanında bir ödüle imza atıyor. Yeni kuşak<br />
belgeselcileri teşvik etmek amacıyla konan ödül Hollanda’nın<br />
İstanbul Başkonsolosluğu’nun parasal desteğiyle veriliyor.<br />
1000 Euro değerindeki Documentarist Yeni Yetenek Ödülü,<br />
Türkiye’den ilk, ikinci veya üçüncü filmiyle festivale katılan<br />
belgeselcilerden birine verilecek. Documentarist Yeni Yetenek<br />
Ödülü’nün bu seneki beş kişilik jürisi, Hollanda Başkonsolosu<br />
Onno Kervers, Romanyalı belgeselci Diana Delean, yönetmen<br />
Yeşim Ustaoğlu, oyuncu Tülin Özen ve akademisyen yazar<br />
Uğur Kutay’dan oluşuyor. Ödül, 27 Haziran akşamı Pera Müzesi<br />
Oditoryumu’nda düzenlenecek olan törende açıklanacak.<br />
Ayrıntılı bilgi için: http://www.documentarist.org
14 yaşında Taksi filminde Robert De Niro’nun aklını başından<br />
alan küçük fahişe, Oscar kazandığı Sanık filminde tecavüze<br />
uğrayan kurban, Kuzuların Sessizliği’nin cesaretli FBI ajanı yani<br />
bütün filmlerinde sert ve akıllı kadın Jodie Foster…<br />
SERDAR AKBIYIK<br />
n HJodie Foster, 19 Kasım 1962’de<br />
Kaliforniya’nın Los Angeles şehrinde doğdu.<br />
Gerçek adı Alicia Christian Foster olan oyuncu<br />
şov dünyasına küçük yaşta oynadığı reklam<br />
filmleriyle girdi. 3 yaşında okuma-yazma<br />
öğrenmiş, 8 yaşına geldiğinde ise yaklaşık 40<br />
reklam filminde yer almıştı.<br />
Foster, fakir bir aileden gelmekteydi. Babası,<br />
annesi ünlü oyuncuya hamile iken onları<br />
terkettiği için iki kardeşi ve annesi ile birlikte<br />
büyüdü. Çocukken güzel yüzü ile dikkatleri<br />
üstüne çekmiş ve oynadığı reklam filmleriyle<br />
daha 10 yaşına basmadan ailenin en çok para<br />
kazana üyesi haline gelmişti. Oyuncunun asıl<br />
çıkışını yaptığı film henüz 14 yaşında iken bir<br />
fahişeyi canlandırdığı yönetmenliğini Martin<br />
Scorsese’nin yaptığı “Taxi Driver” adlı film ile<br />
oldu. Robert De Niro’nun başrolünde yer aldığı<br />
bu film ile Oscar’a aday gösterildi.<br />
Eğitimi için sinemaya ara verdi. 1985 yılında<br />
Yale Üniversitesi’nde edebiyat bölümünü<br />
derece ile bitirdi. 1988 yılında Jonathan<br />
Kaplan’nın yönetmenliğini yaptığı “The Accused”<br />
(Sanık) filmi ile büyük bir dönüş<br />
yaptı. Bu filmdeki rolü ona ilk Oscar’ını<br />
kazandırdı.<br />
1991 yılında başrolünü Anthony<br />
Hopkins ile paylaştığı filmi<br />
“The Silence of The Lambs”<br />
(Kuzuların Sessizliği) ile<br />
ikinci kez defa “En<br />
iyi Kadın Oyuncu”<br />
Oscar’ının almaya<br />
hak kazandı. Bu filmin hemen ardından ilk<br />
yönetmenlik denemesi olan “Little Man<br />
Tale”i çekti. 1992 yılında kendi prodüksiyon<br />
firması olan Egg Pictures’ı kuran Foster,<br />
aile yaşamını etkilediği gerekçesiyle 6 film<br />
çektikten sonra 2001 yılında firmayı devretti.<br />
Jodie Foster’ı Oscar’a aday gösterilmesini<br />
sağlayan bir filmi de “Nell” oldu. Bu filmin<br />
hemen ardırdan 1997 yılında bir bilimkurgu<br />
filmi olan “Contact”(Mesaj) adlı filmde<br />
başrol oynadı. İki sene sonra başrolünü<br />
Chow Yun-Fat ile paylaştığı bir edebiyat<br />
uyarlaması olan “Anna and The King”<br />
(Genç Kız ve Kral) adlı filmde yer aldı.<br />
2002 yılında David Fincher’ın<br />
yönetmenliğini yaptığı “Panic Room”<br />
(Panik Odası) adlı filmde rol alabilmek için<br />
Cannes Film Festivali’ndeki jüri üyeliğini<br />
bıraktı. 2006 yılında “Inside Man”, 2007<br />
yılında yapımcılığını da üstlendiği “The<br />
Brave One” adlı filmlerle karşımıza çıktı.<br />
Kickbox, yoga, karate ve aerobik gibi sporlara<br />
ilgi duyan ve akıcı bir Fransızcaya<br />
sahip olan Oscarlı oyuncu aynı zamanda<br />
Smith Koleji tarafından onursal derece ile<br />
ödüllendirildi. Ayrıca Empire Dergisi’nin<br />
“Film tarihinin en seksi yıldızı” listesine 45,<br />
yine aynı derginin “Tüm zamanların en iyi<br />
film yıldızı” listesine ise 18. sıradan seçildi.<br />
People Dergisi’nin oluşturduğu “En güzel<br />
50 insan” listesinin içinde bulunmakta.<br />
Foster’ın adını açıklamadığı suni döllenme<br />
ile sahip olduğu ve bayan partneri ile birlikte<br />
büyüttüğü iki çocuğu da bulunmakta.
Eric Bana bu ay karşımıza Hanna filmiyle çıkacak<br />
ve hız kesmeyen aksiyonun içine dalacak, Bana’yı<br />
izlemek bir hayli keyifli olacak!<br />
BANU BOZDEMİR<br />
n Sanırım herkesin dikkatini ilk defa Kasap filmiyle çekti. Aldığı kiloları<br />
ve büründüğü tiple tam bir kasaptı Eric Bana. 1968 yılında Avustralya’da<br />
doğan oyuncu okuldan taklit yeteneğinin tavan yapması sonucu atılmış<br />
o da Mel Gibson’ın oynadığı Mad Max adlı diziyi izledikten sonra oyuncu<br />
olmaya karar vermiş. Sene 1979. Kariyeri komedi filmleri ve skeçlerle<br />
başlasa da asıl patlamayı yaptığı Kasap filmi tam bir dramdı. Bu filmin<br />
etkileri ona Hollywood’un kapılarını açtı, Kara Şahin Düştü ve Hulk filmlerinde<br />
rol aldı, dikkat çekti.<br />
Seslendirme de yapan Bana iki tane güzel animasyona ses verdi, Kayıp<br />
Balık Nemo ve Mary and Max.<br />
2004 yılında, büyük bütçeli bir Hollywood filmi olan ve tarihi Truva<br />
Savaşı’nın konu alındığı Truva gösterime girdi. Bu filmde Hollywood’un<br />
yıldız oyuncularından Brad Pitt’le beraber oynama şansı bulan Bana,<br />
Truva’daki rolünün hakkını verebilmek için ata binmeyi öğrendi ve yoğun<br />
bir yakın dövüş eğitimi aldı. Truva pek fazla beğenilmedi ve de hasılatı<br />
da az oldu. Bu, yapımcıların beklentisinin çok altındaydı ve de Bana’nın<br />
kariyerinde Hulk’dan sonraki ikinci başarısızlık olarak tanımlandı.<br />
Arkasından gelen Steven Spielberg imzalı Münih’te Bana adeta döktürdü<br />
ve film de Akademi ödüllerini topladı.<br />
Münih’in ardından Babam Romulus ve Şans Sende adlı sinema filmlerinde<br />
rol alan Bana, 2008 yılında vizyona giren tarihi yapım Boleyn Kızı’nda<br />
Kral VIII. Henry’i canlandırdı. Başarılı oyuncunun son yapımları arasında<br />
ise Star Trek, Love The Beast ve Time Traveler’s Wife’da yer aldı.<br />
Motor meraklısı olan Bana, ilk arabası 1974 XB Falcon Coupe ile<br />
Avustralya’da çeşitli yarışmalara katıldı 21 Nisan 2007 tarihinde bir kaza<br />
yaptı. Bana ve yardımcı sürücüsü, kazayı yaralanmadan atlattı. Bana,<br />
arabası 1974 XB Falcon Coupe’un 25 yıllık geçmişini anlatan Love The<br />
Beast (2009) adlı bir belgeseli yönetti.<br />
Bu ay karşımıza Hanna filmiyle çıkacak ve hız kesmeyen aksiyonun içine<br />
dalacak, Bana’yı izlemek bir hayli keyifli olacak!
n İspanya’nın çıkardığı<br />
ve artık dünya çapında bir<br />
star haline gelen Javier<br />
Bardem’in arkasından bir çok<br />
önemli yönetmen ve yapımcı<br />
koşturuyor. Memleketlisi Penolope<br />
Cruz’la evlenerek ve<br />
bir çocuk sahibi olarak hayran<br />
sayısını iyice artıran Bardem’i,<br />
en son Biutiful filmindeki<br />
muhteşem oyunculuğuyla<br />
izledik. Juan kadar sevimli,<br />
sıcak olan Bardem, profesyonel<br />
iş hayatında Anton kadar<br />
soğukkanlı ve ne istediğini<br />
bilen bir aktör. Doğru seçimlerle<br />
basamakları üçer beşer<br />
tırmanıyor Bardem. Sizce de<br />
öyle değil mi?
İlk İzlenim: Şeytan tüyü sahibi.<br />
Konuştukça: Ağzı çok laf yapan, ikna kabiliyeti ve<br />
karizması yüksek biri.<br />
Artıları: Cazibesiyle büyülediği kadınları yola getirmek<br />
için doğuştan gelen bir yeteneği var.<br />
Handikapları: Birden fazla kadın işin içine girince<br />
zor bir labirente giriyor.<br />
Yaşam Felsefesi: Birimiz hepiniz, hepiniz benim<br />
için!<br />
Hayattaki Düsturu: Hayat kısa değmez BİR kıza…<br />
Tanıyınca: Kasanova’nın İspanya şubesi olarak<br />
tanımlayabileceğimiz Juan gibi bir arkadaşınız olursa,<br />
hele bir de bekar bir erkekseniz, oldukça şanslı<br />
günler geçirebilirsiniz. Ancak sevgilinizi Juan’la<br />
tanıştırmanız, çok zaruri değilse, gerekmez.<br />
İlk İzlenim: Duygularını belli etmeyen, soğukkanlı<br />
biri…<br />
Konuştukça: Ağzının içinde gevelediği kelimelerden<br />
bir şey anlayabilirseniz, iletişime geçebilirsiniz.<br />
Artıları: Bir katil için merhametsiz olmak büyük avantaj<br />
olsa gerek.<br />
Handikapları: Bir katil için kadere inanmak pek<br />
mantıklı olmasa gerek.<br />
Yaşam Felsefesi: Kimi öldüreceğime kader karar<br />
verir.<br />
Hayattaki Düsturu: İnsanların nasıl değil neden<br />
öldüğü önemli.<br />
Tanıyınca: Gördüğünüz zaman koşarak kaçmanız gereken<br />
biri. Ola ki yakalandınız, sizinle oynayacağı yazı<br />
tura oyununu kazanmaya bakın. Ola ki kaybettiniz,<br />
hayatta tanıyacağınız son insan Anton olacaktır.
n Yıllarca çizgi romanları sevilerek<br />
okunan ve daha önce sinema filmleri<br />
yapılan Kara Murat, yeni ve modern<br />
teknolojinin nimetlerinden yararlanılarak<br />
geri dönüyor. Başrolde Fatih Usta’nın<br />
Kara Murat’ı oynadığı filmin fragman<br />
çekimleri yapıldı, seti ise haziran ayında<br />
start alacak. Rahmi Turan tarafından<br />
yaratılan tarihi bir kahraman olan Kara<br />
Murat, Fatih’in fedaisi Kara Murat olarak<br />
da anılmaktadır. Osmanlı İmparatoru<br />
Fatih Sultan Mehmet döneminde geçen<br />
maceralarında iyilerin yanında kötülerin<br />
karşısında yer alan Kara Murat,<br />
ilk olarak 1971 yılında Günaydın gazetesinde<br />
okuyucuyla buluşmuştu. 1974<br />
yılından itibaren haftalık dergi olarak<br />
yayınlanmaya başlanan Kara Murat’ın<br />
daha sonraları başrollerini Cüneyt Arkın<br />
oynadığı birçok filmi çekildi.<br />
n Çağan Irmak’ın senaristliğini ve yönetmenliğini<br />
yapacağı Dedemin İnsanları, Irmak’ın kendi yaşam<br />
öyküsünden kurgulayarak yazdığı bir senaryo. Çetin<br />
Tekindor, Hümeyra, Zafer Algöz, Yiğit Özşener, Gökçe<br />
Bahadır, Mert Fırat, Ezgi Mola, Mehmet Ali Kaptanlar,<br />
Sacide Taşaner, Ünal Silver, Ushan Çakır, Serkan Genç,<br />
Yiğit Arı ve Durukan Çelikkaya rol alacak. Dedemin<br />
İnsanları, küçük bir kasabada yaşayan on yaşında bir<br />
çocuk ve dedesi aracılığıyla, bir ailenin ve bir ülkenin<br />
geçirdiği büyük değişimi anlatıyor. Kalabalık ve sıcak Ege<br />
insanlarının hikâyesini izlerken, mübadeleye, öteki olmaya,<br />
nereye gidersen git bir yere ait olamamaya, iki yakaya,<br />
çok sayıdaki azınlığa, ihtilallere bir defa daha, ama bu<br />
kez farklı bir yerden bakacaksınız. Film çekimlerine bu ay<br />
sonunda Girit’te başlanacak.
n Mustafa Kemal Atatürk’ün Makedonya’nın Manastır (Bitola)<br />
kentindeki askeri İdadi’sinde okuduğu yıllarda (1896-<br />
1899) Eleni Karinte adlı Ulah kökenli bir kızla yaşadığı<br />
aşk beyaz perdeye aktarılıyor. Makedon yazar Deyan<br />
Dukovski;nin “Balkan Ölmemiştir” adlı eserinden uyarlanan<br />
ve aynı adı taşıyan filmin çekimlerine önümüzdeki<br />
günlerde başlanacağı bildirildi. Yönetmenliğini Aleksandar<br />
Popovski’nin yapacağı filmde Mustafa Kemal Atatürk<br />
rolünü, “Elveda Rumeli” adlı TV dizisinden tanınan<br />
Makedonya’nın Türk kökenli ünlü sanatçılarından Ertan<br />
Şaban, Eleni Karinte rolünü ise Nataşa Solak canlandıracak.<br />
n Ferzan Özpetek, çekimlerini Türkiye’de yapacağı,<br />
başrolünde Cem Yılmaz’ın oynayacağı “Sonra<br />
Ağlayacağım” filminin çekimlerini bir süreliğini erteledi.<br />
Özpetek, İtalya’da çekeceği diğer filmi için<br />
hazırlıklara başlarken, bu filmde de Cem Yılmaz’ın rol<br />
alacağını söyledi. 28 Nisan’da Floransa Operası’nın<br />
açılışında, Maggio Musicale Fiorentino Tiyatrosu’nda,<br />
İtalyan besteci Giuseppe Verdi’nin “Aida” operasını<br />
sahneleyecek olan ve dünyadan bir çok sanatseverin<br />
yoğun ilgisiyle karşılaşan usta yönetmen, çekimlerini<br />
İtalya’da yapacağı filminin hazırlıkları için yoğun bir<br />
çalışma temposu içine girdi. Eylül ayında çekimlere<br />
başlamayı planlayan Özpetek, yeni projesinde de Cem<br />
Yılmaz’la çalışacağını açıkladı. Ünlü yönetmen, diğer<br />
rollerde İtalyan sanatçılarla çalışacağını belirtirken,<br />
Cem Yılmaz’ın rolünün çok keyifli bir rol olduğunu da<br />
sözlerine ekledi.<br />
n Fatih Akın, Yılmaz Güney hakkında bir film yapmak<br />
istediğini söyledi.Akın, “Die Welt” gazetesinde yayınlanan<br />
röportajında, Yılmaz Güney ile ilgili bir senaryo üzerinde<br />
çalıştığını söyledi. Akın, “Filmde maço biri gibi görünüyor”<br />
şeklinde yorum yapılması üzerine de, “Maçoydu.<br />
Silah tutkunu, kadınların kahramanı, Maocu, entelektüel,<br />
şair ve bir film yapımcısıydı. Filmleri severdi. Bu büyük<br />
bir çatışmaydı. Solcular ondan, olduğundan daha çok<br />
didaktik çalışmasını istiyordu. Sinemacı olduğu için ciddiye<br />
almadılar. Fransız ‘Cahiers du Cinema’ yapımcıları<br />
onu ceza evinde ziyaret etti. İçine kapanık bir entelektüel<br />
bekliyorlardı. Bunun yerine bir gangster tipiyle<br />
karşılaştılar” şeklinde konuştu.
BANU BOZDEMİR-MURAT TOLGA ŞEN<br />
n DBu seneye kadar Alanya’da bir belgesel<br />
film festivali olduğunu bilmiyordum, birçok<br />
sinema yazarı arkadaşımın da bilmediği gibi.<br />
Oysa orada bu sene Alanya Sinematek Derneği<br />
tarafından onuncusu düzenlenen bir belgesel<br />
film festivali yapıldı. İtiraf ediyorum önce bir türlü<br />
gelmeyen bahar isteğimi, güneş yüzü görmek<br />
istiyorum nidalarımı dindirmek için istedim<br />
Alanya’ya gitmeyi. Ama uçaktan iner inmez<br />
bizi karşılayan sağnak yağmur, aslında bizim<br />
yağmuru çektiğimiz kanısını kuvvetlendirdi.<br />
Kendi yağıyla kavrulan festivallerde samimiyet<br />
her zaman daha fazladır, çünkü davet edilen<br />
konuklara, basına gerçekten de gereken önemi<br />
vermek için pervane olurlar festivali düzenleyenler.<br />
Burada da böyle oldu. Sinematek Derneği<br />
Başkanı Zeynep Banu Özbek tarafından çok güzel<br />
bir biçimde ağırlandık. Kendisine teşekkür<br />
ediyorum.<br />
Sonuçta Alanya bir tatil beldesi ve insanlar en
ufak bir güneşte (halkın çoğunluğunu Ruslar<br />
ve Almanlar oluşturuyor bu arada) insanlar<br />
sahile ve dışarıya koşuyor. O yüzden Alanya<br />
Belediye Kültür Merkezi’nde yapılan gösterimlere<br />
olan ilgi çok fazla değildi. Ya da filmlere<br />
göre değişen yoğunluklar içeriyordu. Ama<br />
işin güzel yanı filmi gösterilen her yönetmenle<br />
(Türk) sonrası söyleşi yapılması, insanların o<br />
anda tepkilerinin alınmasıydı.<br />
Sonuçta uzun metrajlı film festivali düzenlemek<br />
hem daha meşakkatli hem de daha kolay.<br />
Ama tematik bir festivali, bir tatil yöresinde yapmak<br />
daha zor. Ben bunu deneyimlediğimi söylemeliyim.<br />
Belgesel sinemanın açmazı az kişi<br />
tarafından izlenmesi ama toplum olarak çok kişi<br />
izleniyormuş gibi lanse edilmesi. Ama ne olursa<br />
olsun böyle bir festivale inatla devam etmek,<br />
insanları belgeselle buluşturmaya çalışmak çok<br />
güzel bir çaba. Alanya bana bunu gösterdi.<br />
Festivalde deneyimli ve belgesel konusunda
yeni olan yönetmenler vardı, hatta festivalin<br />
bitiminde Türk belgeselciliğinde önemli ve<br />
deneyimli bir isim olan Süha Arın anıldı ve onun<br />
bakış açısından ve üretiminden yola çıkılarak bir<br />
panel düzenlendi. Panelde Son Buluşma filmiyle<br />
Alanyalılarla buluşan Nesli Çölgeçen’den, Süha<br />
Arın’ın kardeşi Reha Arın ve taze belgeselci Cahit<br />
Çeçen’e kadar birçok sinemacı vardı.<br />
Festivalin bir diğer özelliği de yarışma yapmadan<br />
filmleri gösterdi, sonuçta en iyi belgesel<br />
yarışması da yapabilirdi. Her festivalin sırtını<br />
büyük ölçüde yarışmalara yaslaması, büyük festivallerin<br />
en fazla ödülü ben veririm mantığı bir<br />
süre sonra sıkıcı bir oyuna dönüşüyor. Sadece<br />
gösterime dayalı olması herkes açısından büyük<br />
rahatlıktı. Festivalin en büyük sorunu basının<br />
ilgisizliği. Ulusal basından yeterli desteği alamayan<br />
festival yerel basında da isteği desteği<br />
göremiyor. Alakasız haberleri sayfalarına<br />
taşımayı marifet sayan gazetecilik mantığı,<br />
belgesel festivalini yok sayarak başka bir marifet<br />
örneği sergiliyor. Ben gittiğim, güzelce<br />
ağırlandığım ve festival ortamını en güzel<br />
şekilde yaşadığım için mutluyum. İstanbul<br />
ve diğer büyük şehirler etkinlikler diyarı. Her<br />
akşam, her dakika bir etkinlikte bulabilirsiniz<br />
kendinizi. Ama Alanya gibi küçük bir kasabada<br />
bir festival yapılsa koşa koşa giderdim orada<br />
yaşasaydım. Çünkü ücretsiz gösterilen, bir kültür<br />
hizmeti olarak sunulan bir etkinlikte kendimi<br />
gayet mutlu hissederdim… Sonuçta bu festival<br />
daha uzun yıllar devam edecek gibi gözüküyor,<br />
çünkü düzenleyicileri çok azimli… Bende bundan<br />
sonra bu azmin, bu güler yüz ve dostluğun<br />
takipçisi olacağım!
n SineMardin Uluslararası Mardin Film Festivali<br />
bu sene birçok ilke imza atacak. Bu seneki<br />
teması ‘otorite’ olan SineMardin, ‘Gezici Çocuk<br />
Filmleri’ ile Mardin ve ilçelerini gezerken, birçok<br />
ünlü yönetmenin ödüllü filmleri Mardin’li<br />
sinemaseverlerin beğenisine sunacak. Festivalde<br />
bu sene de bir çok atölye çalışması<br />
yapılacak. Eşzamanlı olarak Erbil’de de ödüllü<br />
filmleri sinemaseverlerle buluşturacak olan<br />
festival bu anlamda bir ilki gerçekleştirecek.<br />
24-30 Haziran tarihleri arasında gerçekleşecek<br />
olan 6. SineMardin Uluslararası Mardin Film<br />
Festivali’nin en büyük özelliği ise programına<br />
bir film festivalini davet ediyor olması. 2.El<br />
Film Festivali, kısa film arşivini SineMardin’e<br />
açarak kurumsal isbirlikteligini önümüzdeki<br />
yıllarda daha ileriye götürecek bir süreci<br />
başlatacak. Aynı zamanda, ülkemizde film festivallerinin<br />
yapısal ve etik sorunlarının dile<br />
getirileceği bir basın toplantısıyla duyurulacak<br />
olan bu işbirlikteliği bir film festivalleri birliği<br />
oluşturulması gerekliliğini bir kez kez daha vur-
Bu seneki teması ‘Otorite’<br />
olan Türkiye’nin senaryo<br />
ağırlıklı tek film festivali<br />
SineMardin 24-30 Haziran<br />
2011 tarihleri arasında<br />
Mardin ve Erbil’de<br />
sinemaseverlerle<br />
buluşacak.<br />
olan SineMardin kapsamında geçen senelerde<br />
olduğu gibi bu sene de film analizleri,<br />
kurgu ve senaryo üzerine atölye çalışmaları<br />
yapılacak. Genç sinema sanatçıları, yönetmen<br />
ve öğrencilerin katılımıyla gerçekleşecek faaliyetler<br />
bütün halka açık ve ücretsiz olacak.<br />
gulayacak. Festival afişi Harun Antakyalı’dan<br />
SineMardin’in bu yıl ki festival afişi Harun<br />
Antakyalı tarafından tasarlandı. Özgür figür<br />
tarzıyla metropol ve otorite kavramları üzerine<br />
çalışmalar yapan Antakyalı, festival sürecinde<br />
Mardin’li genç sanatçılarla bir de söyleşi yapacak.<br />
Bahman Ghobadi SineMardin’de<br />
Yeni nesil İran sinemasının önde gelen yönetmenlerinden<br />
Bahman Ghobadi SineMardin’e<br />
konuk olacak. Özel bir programla dört filmi<br />
gösterime sunulacak olan Ghobadi, son filmi<br />
olan İran’lı Kediler (No one knows about Persian<br />
Cats) gösterimiyle Mardin’li sinemaseverle<br />
buluşacak.<br />
Mardin Film Ofisi işbirliğiyle gercekleştirilecek
SOUNDTRACK LIST<br />
1. misirlou - dick dale & his del-tones<br />
2. royale with cheese - john travolta<br />
3. jungle boogie - kool & the gang<br />
4. lets stay together - al green<br />
5. bustin’ surfboards - the tornadoes<br />
6. lonesome town - ricky nelson<br />
7. son of a preacher man - dusty springfield<br />
8. bullwinkle part ii - the centurians<br />
9. you never can tell - chuck berry<br />
10. girl, you’ll be a woman soon - urge overkill<br />
11. if love is a red dress (hang me in rags) - maria<br />
mckee<br />
12. comanche - the revels<br />
13. flowers on the wall - the statler brothers<br />
14. personality goes a long way - john travolta<br />
15. surf rider - the lively ones<br />
16. ezekiel 25:17 - samuel l. jackson<br />
n Elimizden geldiğince bu köşede film müzikleri<br />
ve müzisyenleri üzerine bilgiler, hatırlatmalar<br />
yapmaktayız. Ancak geriye dönüp baktığımızda<br />
sinema tarihine geçmiş çok önemli bir filmi, geçen<br />
gün radyoda çalan Chuck Berry’nin “You never can<br />
tell”i sayesinde atlamış olduğumu fark ettim. Rezervuar<br />
Köpekleri’nden sonra Tarantino’nun yerini iyice<br />
sağlamlaştıran 1994 tarihli “Ucuz Roman” filminin<br />
soundtrack albümündeki parçalar, hali hazırda birer<br />
klasiklerken, filmle bütünleştikçe ve efsanesinden<br />
beslendikçe, her dinleyişte ayrı zevkler vermeye<br />
devam ediyor. Albümde yer alan her şarkıda başka<br />
duygulara girmeniz, gözlerinizi kapayınca zihninizde<br />
filmi yeniden izlemeniz olası.
Latin Amerika Sineması<br />
Kemal Sivaslıoglu<br />
n ”Guantanamera, Buena Vista Social Club,<br />
Otobüs Durağı, Arjantin Hikayeleri, Evita,<br />
Cennetin Külleri, Tango, Olimpo Garajı,<br />
Motosiklet Günlüğü, Çilek ve Çikolata, Günah,<br />
Paramparça Aşklar Köpekler, Bandidas,<br />
Merkez İstasyonu, Tanrıkent, Bir Şans<br />
Daha... Günümüz Latin sineması, sinema<br />
dili, görüntüleri, karakter örgüsü, müzikleri<br />
ve toplumsal duyarlılığı ile kendini kanıtlamış<br />
bir sinema. Uluslararası festivallerde önemli<br />
ödüller alarak, gişelerde büyük hâsılatlar<br />
yaparak dünya sinemasında önemli bir yeri<br />
edindi.”<br />
Başkayerler Yayınları / 76 Syf.<br />
Yavuz Turgul Sinemasını Keşfetmek<br />
Ala Sivas<br />
n Bu çalışma, sinema yayınlarının giderek<br />
yaygınlaştığı günümüzde Yavuz Turgul Sineması<br />
üzerine bir incelemenin eksikliğini gidermeyi<br />
hedefliyor. Kitapta akademisyenler tarafından<br />
kaleme alınan makalelerin yanı sıra, sinema<br />
yazarlarının görüşlerine dair bir bölüm ve<br />
yönetmenle yapılan görüşme yer alıyor. Kitapta,<br />
yönetmenin hem senaryolarında hem de yazıp<br />
yönettiği filmlerde insanlığa dair olanı anlatma<br />
arayışının ve değişime yönelik gözlemci üslubunun<br />
izlerini sürerek bir keşfe çıkılıyor. Çıkılan bu keşifte,<br />
Yavuz Turgul sinemasını her daim izlenebilir kılan<br />
nedenler irdeleniyor.<br />
Kırmızı Kedi Yayınevi / 248 Syf.