08.04.2020 Views

Kulturakademie-Tarabya-Kültür-Akademisi-2018-2019

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.


1


1


2


achtzehn

on dokuz

3


Inhalt 4


Kulturakademie Tarabya

Tarabya Kültür Akademisi

2018/19

5


Inhalt 6

Grußworte / Önsözler

10 Michelle Müntefering: Staatsministerin für Internationale Kulturpolitik im

Auswärtigen Amt und Vorsitzende des Beirats der Kulturakademie

Tarabya / Uluslararası Kültür Politikalarından Sorumlu Devlet Bakanı ve

Tarabya Kültür Akademisi’nin Danışma Kurulu Başkanı

14 Johannes Ebert: Generalsekretär des Goethe-Instituts und Mitglied

des Beirats der Kulturakademie Tarabya / Goethe-Institut Genel Sekreteri

ve Tarabya Kültür Akademisi‘nin Danışma Kurulu Üyesi

Organisation / Organizasyon yapısı

24 Beirat / Danışma Kurulu

26 Jury / Jüri

27 Team / Kadro

Kulturakademie Tarabya / Tarabya Kültür Akademisi

30 Martin Bachmann: Die Bauwerke der deutschen Sommerresidenz in

Tarabya und ihre Geschichte / Almanya Büyükelçiliği’nin Tarabya’daki

Yazlık Rezidansı ve Tarihçesi

38 Rüdiger Schaper: Freiräume bewahren in Deutschland und der

Türkei / Almanya’nın ve Türkiye’nin Özgürlük Alanlarını Korumak

44 Rainer Hermann: Der schönste Arbeitsplatz am Bosporus / Boğaz’daki en

güzel çalışma yeri


İçindekiler 7

Stipendiat*innen / Konuk Sanatçılar 2018/19

56 Shulamit Bruckstein Çoruh

62 Max Czollek

72 Özgür Ersoy

77 Adrian Figueroa

87 Lucy Fricke

92 Jasmin İhraç

99 Nora Krahl

107 Philipp Lachenmann

118 Andréas Lang

127 Julia Lazarus

136 Ulla Lenze

142 Liliana Marinho de Sousa

151 Kadir „amigo“ Memiş

160 Tuğsal Moğul

170 Diana Näcke

178 Samir Odeh-Tamimi

198 Judith Rosmair

207 Aykan Safoğlu

220 Defne Şahin

227 Cymin Samawatie

234 Ignaz Schick

243 Rasta Baba aka Sultan Tunç

252 Jacobien Vlasman

263 Mürtüz Yolcu

274 Biografien der Alumni mit Verlängerung 2018/19 / Bursu uzatılan

sanatçıların özgeçmişleri

Anhang /Ek

289 Kalender / Takvim 2018–2019

309 Fotos / Fotoğraflar

310 Impressum / Künye


Inhalt 8


İçindekiler 9


Michelle Müntefering Grußwort 10

Liebe Leserinnen und Leser,

die Kulturakademie Tarabya ist ein Meilenstein in der Entwicklung der kulturellen

Beziehungen zwischen Deutschland und der Türkei. Sie führt Künstlerinnen

und Künstler aus beiden Ländern zusammen und lässt Gemeinsames

entstehen. Im September 2012 bezogen die ersten Stipendiatinnen und Stipendiaten

die Künstlerwohnungen in den denkmalgeschützten Gebäuden am

Bosporus. Insgesamt haben seitdem über 80 Künstlerinnen und Künstler und

Kulturschaffende, in einem Zeitraum von je drei bis zehn Monaten, ein Stipendium

an der Kulturakademie wahrgenommen. Seit 2017 haben wir ein neues

Verfahren für die Auswahl der Stipendiatinnen und Stipendiaten, die sich nun

über einen Open Call bewerben können. Mit jährlich jeweils bereits ca. 300

Bewerbungen hat sich dieses Verfahren als sehr erfolgreich erwiesen.

Die Kulturakademie ist ein besonderes Projekt, das durch den engen

Austausch von Künstlerinnen und Künstlern aus Deutschland und der Türkei

Brücken baut, dazu beiträgt, Differenzen zu überwinden, und zu Dialog und

Verständigung führt. Die Akademie leistet einen unverzichtbaren Beitrag zum

deutsch-türkischen Kulturaustausch, dessen Bedeutung wir derzeit besonders

spüren. Künstlerresidenzen wie diese ermöglichen den Stipendiatinnen und

Stipendiaten durch Begegnungen mit Kunst und Kultur und vor allem Menschen

des Gastlandes, den eigenen Horizont zu erweitern, ihre Sichtweisen kritisch zu

hinterfragen und gemeinsam neue Ideen umzusetzen. Angesichts politischer

Beziehungen, die besondere Herausforderungen und Rahmenbedingungen

berücksichtigen müssen, ist es wichtig, gerade die zivilgesellschaftlichen

Verbindungen zwischen Deutschland und der Türkei zu fördern. Das Auswärtige


Michelle Müntefering Önsöz 11

Amt setzt sich daher im Rahmen seiner Auswärtigen Kultur- und Bildungspolitik

dafür ein, Möglichkeiten und Räume für Begegnung, offenen Dialog und Verständigung

zu schaffen.

Die Kulturakademie ermöglicht Künstlerinnen und Künstlern mit Lebensmittelpunkt

in Deutschland das Arbeiten in einem deutsch-türkischen und interkulturellen

Kontext und vermittelt Kontakte in die Kunst- und Kulturszene

Istanbuls und der Türkei. Für die Stipendiatinnen und Stipendiaten ist der

Aufenthalt in der Kulturakademie Tarabya ein intensives Erlebnis, bei dem sie

die Möglichkeit haben, tief in die Kunst und Kultur des Gastlandes einzutauchen.

Diese Erfahrung eröffnet neue Perspektiven und schafft grenzüberschreitende

Begegnungen und kulturellen Austausch zwischen der Türkei und

Deutschland. Die Stipendiatinnen und Stipendiaten werden auch von der

wunderschönen Umgebung des Anwesens in Tarabya – der historischen Sommerresidenz

des Deutschen Botschafters –, von der Geschichte der Gebäude, der

unmittelbaren Nähe zum Bosporus und der einzigartigen Atmosphäre des Ortes

und der lebendigen Kunst-und Kulturmetropole Istanbul inspiriert.

Mein Dank gilt all denjenigen, die die Kulturakademie Tarabya zu einem

lebendigen Ort des kulturellen Austauschs machen: der unabhängigen Jury, den

Mitarbeiterinnen und Mitarbeitern der Deutschen Botschaft Ankara, des Generalkonsulats

Istanbul und des Goethe-Instituts Istanbul sowie nicht zuletzt dem

Akademiebeirat, dem ich seit Kurzem als Vorsitzende angehöre. Ein besonderer

Dank geht natürlich an die Stipendiatinnen und Stipendiaten der Kulturakademie,

die den deutsch-türkischen Kulturaustausch täglich mit Leben füllen.

Mit dem vorliegenden Jahrbuch möchten wir Ihnen das Leben und künstlerische

Schaffen der Stipendiatinnen und Stipendiaten näherbringen, die 2018

und 2019 in Tarabya residiert haben, und Sie an ihren Erfahrungen in der

Kulturakademie teilhaben lassen. Ich wünsche Ihnen viel Freude beim Lesen!

Michelle Müntefering, Staatsministerin für

Interna tionale Kulturpolitik und Vorsitzende des

Akademiebeirats


Michelle Müntefering Grußwort 12

Sevgili okurlar,

Tarabya Kültür Akademisi Almanya ile Türkiye arasındaki kültürel ilişkilerin gelişiminde

bir dönüm noktasıdır. İki ülkenin sanatçılarını bir araya getirerek ortak

işlere imza atmalarını sağlar. 2012 yılının Eylül ayında, ilk konuk sanatçılar

Boğaz’daki anıt binaların sanatçı konutlarına yerleşti. O günden bu yana 80’den

fazla sanatçı ve kültür çalışanı üç ila on ay arası bir dönem boyunca Kültür

Akademisi’ne konuk oldu. 2017’den beri, Açık Çağrı sistemi üzerinden başvuruda

bulunan sanatçıların seçimi için yeni bir prosedür uyguluyoruz. Yılda

yaklaşık 300 başvuru yapılması ise, prosedürün ne kadar başarılı olduğunu

gösteriyor.

Kültür Akademisi Almanyalı ve Türkiyeli sanatçıların arasındaki sıkı ilişkilerle

Almanya ile Türkiye arasında köprüler kuran, farklılıkların aşılmasına

katkıda bulunan ve diyalog ve uzlaşıma yol açan çok özel bir proje. Akademi,

Almanya ile Türkiye arasındaki kültürel alışverişe, önemini şu sıralarda daha da

iyi hissettiğimiz vazgeçilemez katkılarda bulunuyor. Bu tür sanatçı rezidansları,

misafir oldukları ülkenin sanat ve kültür ortamıyla ve özellikle de insanlarıyla

karşılaşan konuk sanatçılara ufuklarını genişletme, görüş mesafelerini eleştirel

bir yaklaşımla sorgulama ve birlikte yeni fikirler hayata geçirme olanağı sunar.

Çok özel güçlüklerin ve koşulların göz önünde bulundurulmasını zorunlu kılan

politik ilişkiler açısından, Almanya ile Türkiye arasındaki sivil toplum bağlantılarını

teşvik etmek özellikle önem kazanmaktadır. Dışişleri Bakanlığı işte bu

nedenle, uluslararası kültür ve eğitim politikalarında, yakın görüşmeleri, açık bir

diyalogu ve karşılıklı anlaşmayı sağlayan olanaklar ve mekânlar yaratmaya özellikle

önem verir.

Kültür Akademisi Almanya’da yaşayan sanatçılara, hem Almanya-Türkiye

bağlamında hem de kültürlerarası bağlamda çalışma olanağı sunar ve İstanbul ve

Türkiye’nin sanat ve kültür ortamında yeni ilişkiler kurmaları için destek olur.

Konuk sanatçılar için Tarabya Kültür Akademisi’nde kaldıkları dönem, misafir

oldukları ülkenin sanat ve kültür ortamına girme fırsatı yakaladıkları yoğun bir

deneyim teşkil eder. Bu deneyim sanatçıların önünde yeni perspektifler açar ve

sınırları aşan karşılaşmalara ve Türkiye ile Almanya arasında kültürel alışverişe

vesile olur. Konuk sanatçılar çalışmalarında bir yandan da Tarabya’daki yapıyı –

Almanya Büyükelçisi’nin tarihi yazlık rezidansı– çevreleyen muhteşem ortamdan,

yapının tarihinden, Boğaz’a yakınlığından, benzersiz atmosferinden ve sanat ve

kültür metropolü İstanbul’dan esinlenirler.

Tarabya Kültür Akademisi’nin canlı bir kültürel alışveriş mekânına dönüşmesine

katkıda bulunmuş herkese, bağımsız jüriye, Ankara Almanya Büyükelçiliği,


Michelle Müntefering Önsöz 13

İstanbul Almanya Başkonsolosluğu ve Goethe-Institut çalışanlarına ve özellikle

de, kısa bir süreden beri başkanlığını yürüttüğüm Akademi Danışma Kurulu’na

teşekkür etmek istiyorum. Almanya-Türkiye arasındaki kültürel alışverişi her gün

canlı tutan konuk sanatçılara da elbette özel bir teşekkür borçluyum.

Elinizdeki yıllıkla, 2018 ve 2019’da Tarabya’ya konuk olmuş ve Kültür

Akademisi’ndeki deneyimlerini paylaşan konuk sanatçıların yaşamını ve sanatsal

üretimlerini sizlere yakından tanıtmayı amaçlıyoruz. Keyifle okumanız dileğiyle!

Michelle Müntefering, Uluslararası Kültür

Politikalarından Sorumlu Devlet Bakanı ve

Akademi Danışma Kurulu Başkanı


Johannes Ebert Grußwort 14

Liebe Leserinnen und Leser,

Kulturaustausch kann nicht die Welt retten. Aber er kann horizonterweiternde

und kreative Impulse zu zentralen globalen Fragen und lokalen Problemen

geben. Er kann wichtige Kommunikationskanäle offenhalten, kann in restriktiver

werdenden Gesellschaften zivilgesellschaftliche Akteure stärken und zum

Verständnis aufgeklärter Wertvorstellungen beitragen. In einer multipolaren

Welt, in der nach jahrzehntelanger Dominanz des „Westens“ neue geopolitische

Machtzentren entstehen, ist ein internationaler Kulturaustausch, der auf den

Prämissen freier Meinungsäußerung sowie der Unabhängigkeit von Wissenschaft

und Kunst basiert, wichtiger denn je. Deshalb ist es für das Goethe-Institut von

Bedeutung, unsere Haltungen und Positionen in einen vielstimmigen globalen

Dialog einzubringen und andere Perspektiven zu reflektieren, um idealerweise

zu einem gegenseitigen Verständnis, zu Wertschätzung und Verständigung zu

gelangen.

Idealiter verstehen wir die Auswärtige Kultur- und Bildungspolitik heute

als Ausgangspunkt für die gleichberechtigte, dialogische und offene Begegnung

von Menschen – als Ebene, auf der globale Fragen mit den Mitteln der

Kunst, des Diskurses und der konstruktiven Auseinandersetzung thematisiert

werden. Die Bedeutung dieses offenen und gelebten Kulturaustauschs zeigt

sich an kaum einem anderen Projekt so nachdrücklich wie an der Kulturakademie

Tarabya. Ihre Besonderheit besteht darin, dass sich ein enger Austausch

mit lokalen Kreativen entwickeln kann und über einen längeren Zeitraum Koproduktionen

entstehen können. Das Goethe-Institut Istanbul, betraut mit der

kuratorischen Verantwortung, vernetzt und ermöglicht, unterstützt und berät.

Gerade jetzt sind dieser Austausch und diese Zusammenarbeit besonders wertvoll

– und treffen auf eine sehr hohe Wertschätzung seitens der türkischen

Partner.


Johannes Ebert Önsöz 15

Wie gestaltet sich in diesem Kontext der Residenzalltag der Künstlerinnen und

Künstler an der Kulturakademie Tarabya? Wie wirken sich die vier- bis achtmonatigen

Stipendien und das Umfeld Istanbuls auf die künstlerische Arbeit

aus? Fragt man die Künstlerinnen und Künstler der vergangenen Jahrgänge, so

hört man, dass sich durch die Zurückgezogenheit des Ortes die Möglichkeit

ergibt, ohne die alltäglichen Unterbrechungen und fern dem Trubel in Ruhe und

ohne Zeitdruck konzentriert seiner Arbeit nachzugehen. Die Nähe zum Stadtkern

eröffnet zugleich die Möglichkeit, in die Stadteile einzutauchen, in der die

türkische Künstlerszene zu Hause ist, in der Ausstellungs- und Konzerthäuser

sich aneinanderreihen wie in Beyoğlu, Kadıköy und Beşiktaş. Aber auch die

traditionellen und historischen Viertel wie Fatih, Sultanahmet und Balat sind

Ziele der Stipendiatinnen und Stipendiaten, um das vielschichtige Istanbul

kennenzulernen, seine Atmosphäre und die diversen Einflüsse der jahrtausendelangen

Geschichte aufzunehmen.

Die wöchentlich stattfinden Dienstagsrunden sind nicht nur eine Plattform,

um sich untereinander und mit dem Team der Kulturakademie Tarabya

auszutauschen, sondern auch um Vertreterinnen und Vertreter der lokalen

Szene zu treffen. Außerdem wurde neben diesen „Tarabya Tuesdays“ im

November 2019 erstmals ein Netzwerktreffen der anderen Art – ein Speed-Dating

auf einem Bosporus-Schiff – organisiert. So konnten die Stipendiatinnen

und Stipendiaten sich mit wichtigen Akteuren aus der türkischen Kunst- und

Kulturwelt vernetzen, wie u. a. mit der Istanbul Foundation for Culture and Arts

– IKSV, SAHA, Istanbul Modern, der Mimar-Sinan-Universität und dem renommierten

Verlagshaus Yapı Kredi. In siebenminütigen Gesprächen wurden dort

nachhaltige Kontakte geknüpft. An der großen Anzahl und Diversität der Teilnehmenden

sieht man, dass auch von türkischer Seite die Erwartungen hoch

sind und das Interesse an einem Austausch ungebrochen ist.

Die Stipendien der Kulturakademie Tarabya sind ergebnisoffen. Eine

Produktionsverpflichtung, eine Präsentation am Ende des Stipendiums gibt es

nicht. Und dennoch sind die Ergebnisse, ob lyrischer, tänzerischer, filmischer

oder künstlerischer Art, in jedem Jahrgang so überzeugend, dass es scheint,

als ob genau diese Kombination von Abgeschiedenheit des Ortes, Vernetzung

und Ergebnisoffenheit eine ideale Mischung ergibt.

Um diese Vielzahl an Arbeiten auch einem breiten Publikum in der Türkei

zu präsentieren, wurde 2018 das 1. Kunst- und Kulturfestival in der Kulturakademie

Tarabya organisiert. Das Format wurde 2019 mit seiner zweiten Ausgabe

fortgesetzt. 500 geladene Gäste konnten die über 16 künstlerischen Positionen

der sieben aktuellen Stipendiatinnen und Stipendiaten und der zehn Alumni mit


Johannes Ebert Grußwort 16

ihren zwölf lokalen türkischen Partnern an ihrem Entstehungsort, der Kulturakademie

Tarabya, erleben. So zeigte Julia Lazarus ihre Videoinstallation After

Nature (TR/D 2018), die eine Gruppe türkischer Umweltaktivistinnen und -aktivisten

bei ihrem Widerstand gegen den Bau des neuen Istanbuler Megaflughafens

begleitete. Kuratorin Shulamit Bruckstein präsentierte ihre Installation

BM Contemporary, 2nd Edition. COSMOPOLIS UNBENT, Hommage an Beral Madra.

Eine digitale Kartografie erstmals auf dem Festival. Die Installation ist ein digitales

Archiv der Arbeiten von Beral Madra, einer wichtigen Vertreterin der türkischen

Kunstszene und Kuratorin der ersten Istanbul Biennale. Artist Talks wie

der von Aykan Safoğlu mit Bilge Taş, Konzerte von Rasta Baba und Angelika

Niescier mit deutsch-türkischer Besetzung und Lesungen wie die von Ulla

Lenze, Lucy Fricke und Christoph Peters zeigen die Diversität der entstandenen

Werke. Ignaz Schicks Soundwalk, dessen Komposition eruptiv und präzise

choreografiert das Gelände mit Sounds bespielte, und die Ausstellung von

Andréas Langs Fotografien, die bei seinen Recherchen in Istanbul und der

Türkei entstanden sind, waren weitere Höhepunkte des Festivals. Die künstlerischen

Positionen zeigen, wie stark die Stipendiatinnen und Stipendiaten mit der

türkischen Zivilgesellschaft interagieren. Dass die Werke auf dem Gelände der

historischen Sommerresidenz des Deutschen Botschafters in Tarabya gezeigt

werden können, unterstreicht die Bedeutung künstlerischer Freiheit für das

Goethe-Institut.

Um auch dem deutschen Publikum die Arbeit der Kulturakademie Tarabya

aus den vergangenen Jahren präsentieren zu können, wurde eine große Alumni-

Veranstaltung ins Leben gerufen. Der Auftakt fand in Berlin im November 2018

im Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart – Berlin statt. Die Werkschau

der Kulturakademie Tarabya mit über 600 Gästen wurde von Bundesaußenminister

Heiko Maas eröffnet. Neben dem Außenminister besuchten Staatsministerin

Michelle Müntefering und zahlreiche Abgeordnete des Deutschen

Bundestags die Werkschau, ebenso führende Vertreterinnen und Vertreter der

Kunst- und Kulturszene Deutschlands und der Türkei sowie Gäste aus der türkischen

Community in Berlin. Bei der großen Alumni-Nacht waren 26 Positionen

vertreten, wie Isabella Gerstners Installation Der Ort. Das Material. Die nichtintegrierbaren

Reste. Der rote Teppich (Schleifproduktion 2018), die Videoinstallation

Mein Zuhause (2018) des Filmemachers Sina Ataeian Dena, die das

Phänomen der Sandstürme im Iran thematisiert, und Franziska Klotz’ Installation

Fear and Mimikry (2018). Der Filmemacher Ayat Najafi zeigte seine Audio-

Video-Installation Der bezaubernde Traum vom Flattern (2018) und Özgür Ersoy

bezauberte während des Festakts mit seinem Musikstück Poyraz/Nordwind


Johannes Ebert Önsöz 17

(2018) für Bağlama. Der bildende Künstler Philipp Lachenmann filmte in seiner

Videoinstallation AKM (Turkish Night) (2018) das Atatürk-Kulturzentrum, zentrales

Sinnbild der modernen laizistischen Republik Türkei, das 2018 abgerissen

wurde.

Die insgesamt 63 Veranstaltungen mit lokalen Partnern in Istanbul und

Umgebung waren auch 2018 und 2019 wieder Höhepunkte. Die Musikerinnen

und Musiker Angelika Niescier, Defne Şahin, Christian Thomé, Samir Odeh-Tamimi,

Stefan Lienenkämper, Ignaz Schick und Sultan Tunç gaben Konzerte auf

Festivals, mit lokalen Ensembles in renommierten Konzertsälen wie dem Kulturhaus

Yapı Kredi und Borusan und in den Szeneclubs wie Bova, Bant Mag Bina

und Nardis. Workshops wie der von Jacobien Vlasman an der Jazzabteilung der

Bahçeşehir-Universität ermöglichten einen direkten Austausch mit den türkischen

Studierenden. Die Musikerin Nora Krahl entwickelte in ihrer Performance

Gölge Kâğıt – SCHATTENPAPIER – für Cello, Elektronik und Performerin (2018)

eine Antwort auf die Soloausstellung der türkischen Künstlerin Sena Başöz On

Lightness. Bei Divan Berlin–İstanbul. TransPositionen zwischen Lyrik und Musik

(2018) – ins Leben gerufen von den Alumni Cymin Samawatie, Ketan Bhatti und

Matthias Göritz – begegneten Musikerinnen und Musiker des Berliner Trickster

Orchestra und des Istanbuler Hezarfen-Ensembles Dichterinnen und Dichtern

aus Deutschland und der Türkei.

Im Bereich Film sind Adrian Figueroa, Diana Näcke, Ayat Najafi, Martina

Priessner, Jan Ralske und Liliana Marinho de Sousa zu nennen, die Teile ihrer

aktuellen Filmprojekte in der Türkei drehen konnten. Zudem wirkten sie in Jurys

mit, u. a. beim Istanbuler Filmfestival, dem Istanbuler Menschenrechtsfilmfestival

und dem Filmfestival auf der Insel Bozcaada. Darüber hinaus gaben sie

Workshops für Studierende.

Ein enger Austausch mit der lokalen Szene fand auch im Literaturbereich

statt. So schrieb etwa Angelika Overath ihren jüngst veröffentlichen Roman Ein

Winter in Istanbul (Luchterhand, 2018) in Tarabya. Auch Katerina Poladjans

neuer Roman Hier sind Löwen (Fischer, 2019), der für die Longlist des Deutschen

Buchpreises 2019 nominiert wurde, entstand nach ihrer Recherche reise

an die Grenzstädte Ani und Kars im Osten der Türkei. Im Bereich Poesie trug

Max Czollek seine Arbeiten im Rahmen des Istanbuler Lyrikfestivals Offline vor.

Lucy Fricke, Christoph Peters und Matthias Göritz unternahmen Recherchereisen

und gaben Lesungen und Workshops in Istanbul.

In der Bildenden Kunst sind Theo Eshetus Ausstellung Faces and Places

bei Akbank Sanat oder die Ausstellung von Shulamit Bruckstein Wednesday

Society in Zusammenarbeit mit der 16. Istanbul-Biennale zu nennen, bei der


Johannes Ebert Grußwort 18

erstmals u. a. Werke von Meret Oppenheim in der Türkei gezeigt wurden. Die

Tänzerin Jasmin Ihraç drehte in Istanbul ihr Performancevideo Constant

Changes, Silent Witnesses mit lokalen Parkour-Tänzerinnen und -Tänzern, das

2019 im Salt Beyoğlu gezeigt wurde. Kadir „amigo“ Memiş wurde zum Istanbuler

Comics & Arts Festival eingeladen, um mit lokalen Musikerinnen und Musikern

BOUZUQΣΣ – eine hybride Kunstform aus Zeybek, Breakdance und Graffiti – zu

performen. Das Stück NSU / Auch Deutsche unter den Opfern von Theater macher

Tuğsal Moğul wurde in Zusammenarbeit mit dem Theater Kumbaracı50 für das

türkische Publikum adaptiert und fand international so großes Interesse, dass

es inzwischen europaweit auf Festivals eingeladen wird. Die Schauspielerin und

Autorin Judith Rosmair drehte in Çanakkale, Assos und Umgebung mit Theo

Eshetu Europa and Bull, eine Neuinterpretation der griechischen Sage, wie

Europa zu ihrem Namen kam, und Mürtüz Yolcu verfasste ein Drehbuch zu seiner

nächsten Produktion.

Die institutionelle Weiterentwicklung der Kulturakademie Tarabya der

letzten Jahre wurde auch 2018 und 2019 fortgeführt. Das zweite Open-Call-

Verfahren 2018 erfuhr mit 250 Bewerbungen ein großes Interesse. Bedeutende

Kunstschaffende wie Mehtap Baydu, Viron Erol Vert, Manaf Halbouni, Dieter

Gräf und die Journalistin Kübra Gümüşay wurden für den Jahrgang 2020/21

ausgewählt.

Zudem gab es im Bereich der Alumni-Förderung Neuerungen. Neben den

2018 eingerichteten Formaten wie einem Alumni-Newsletter und der Einbeziehung

von Alumni in Veranstaltungen wurde 2019 erstmals ein Fonds für ehemalige

Stipendiatinnen und Stipendiaten der Kulturakademie Tarabya eingerichtet.

Ziel des Fonds ist die Förderung nachhaltiger Beziehungen zur Türkei sowie

neuer kollaborativer Arbeitsprozesse und innovativer Produktionen im

deutsch-türkischen Kulturaustausch. Der Fonds bietet den inzwischen über 90

Alumni die Möglichkeit, sich zweimal jährlich auf maßgenaue Förderlinien zu

bewerben: auf Recherchereisen, Übersetzungsförderung und (Ko-)Produktionsförderung.

Der Fonds unterstützt Vorhaben, die eine hohe künstlerische

Qualität erwarten lassen und eine öffentliche Wirkung haben. Voraussetzung

aller Alumni-Bewerbungen ist ein interkultureller Ansatz mit Türkei-Bezug und

Projektpartnern in der Türkei. Die erste Ausschreibung im Oktober 2019 erfreute

sich großen Interesses, und obwohl die Anzahl der Anträge deutlich die zur

Verfügung stehende Fördersumme überstieg, konnten in der ersten Ausschreibung

zehn Alumni-Projekte gefördert werden. Die nächste Ausschreibung findet

im März 2020 statt.


Johannes Ebert Önsöz 19

Durch die enge Kooperation mit der Auslandsvertretung und die gute Zusammenarbeit

in dem gemischten Team ist es der Kulturakademie Tarabya gelungen, all

diese Projekte umzusetzen. Das Goethe-Institut dankt den engagierten Mitglied

ern des Beirats und der Jury sowie dem Auswärtigen Amt und den Mitarbeiterinnen

und Mitarbeitern der Auslandsvertretung vor Ort sehr herzlich für die

hervorragende Zusammenarbeit!

Johannes Ebert, Generalsekretär des Goethe-

Instituts und Mitglied des Beirats der Kulturakademie

Tarabya

Sevgili okurlar,

Kültür alışverişi dünyayı kurtarmaya yetmez. Ama kilit önemdeki küresel sorular

ve yerel sorunlar konusunda ufuk açıcı ve yaratıcı bir şeyler yapmak üzere harekete

geçirebilir. Önemli iletişim kanallarını açık tutabilir, giderek daha baskıcı bir

hal alan toplumlarda sivil toplum aktörlerini güçlendirebilir ve daha aydın dünya

görüşlerinin anlaşılmasına katkıda bulunur. “Batı’nın” uzun yıllar süren egemenliğinden

sonra yeni jeopolitik iktidar noktalarının ortaya çıktığı çok kutuplu bir

dünyada düşünce ve ifade özgürlüğüne, bilimin ve sanatın bağımsızlığına

dayanan bir uluslararası kültür alışverişi hiç olmadığı kadar önem kazanıyor.

Goethe-Institut işte bu nedenle, ideal durumda karşılıklı anlaşmayı, takdiri ve

uzlaşmayı sağlamak amacıyla, çoksesli küresel diyaloga kendi tutumlarımız ve

konumlanışlarımızı katmaya ve farklı perspektifler yansıtmaya önem vermektedir.

Federal Almanya’nın dış kültür ve eğitim politikasının herkesin eşit haklara

sahip olduğu, diyaloga dayalı ve açık karşılaşmalar için bir çıkış noktası, küresel

sorunların sanat, söylem ve yapıcı tartışmalarla ele alındığı bir düzlem teşkil

ettiğini düşünüyoruz. Tarabya Kültür Akademisi bu açık ve canlı kültür alışverişinin

öneminin kendini gösterdiği bir proje. Bu projenin ayırıcı özelliği, yerel

sanatçılarla yakından etkileşime girilmesine ve uzun vadede ortak çalışmaların

ortaya çıkmasına olanak sağlaması. Projenin küratöryel sorumluluğunu üstlenen

İstanbul Goethe-Institut, insanları bir araya getirerek onlara çeşitli olanaklar

sağlıyor ve danışmanlık veriyor. Bu alışveriş ve ortak çalışma tam da bu dönemde

özellikle değer kazanıyor – ve Türkiyeli ortaklar tarafında da büyük değer

görüyor.

Bu bağlamda, Tarabya Kültür Akademisi’nde bir konuk sanatçının günü

nasıl geçiyor? Dört ila sekiz ay arası bir süre boyunca burada kalan konuk


Johannes Ebert Grußwort 20

sanatçılarla İstanbul arasındaki etkileşim sanatsal çalışmalara nasıl etki ediyor?

Geçmiş yıllarda konuk olmuş sanatçılara bu soruyu sorduğumuzda, bu mekânın

sunduğu inziva ortamının –gündelik yaşamın çalışmayı aksatıcı etkilerinden ve

kargaşadan uzaklığın –huzur içinde ve zaman baskısı hissetmeden çalışmalara

odaklanmayı sağladığı yanıtını alıyoruz. Öte yandan, akademinin şehrin merkezine

yakın konumu, Türkiye’nin sanat ortamının kalbinin attığı, sergi ve konser

salonlarının birbiri ardında sıralandığı Beyoğlu, Kadıköy ve Beşiktaş gibi semtlere

kolaylıkla ulaşma fırsatı sunuyor. Konuk sanatçılar, bu çok katmanlı şehri

tanımak, havasını içine çekip binlerce yıllık tarihinin çeşitli etkilerini öğrenmek

amacıyla Fatih, Sultanahmet ve Balat gibi geleneksel ve tarihi bölgelere de gidiyorlar.

Her hafta düzenlenen Salı toplantıları, konuk sanatçıların sadece kendi

aralarında ve Kültür Akademisi’nin ekibiyle değil, şehrin kültür ortamının temsilcileriyle

de fikir alışverişinde bulunmalarını sağlayan bir platform. 2019 yılının

Kasım ayında, bu “Tarabya Tuesdays”in yanı sıra, başka türlü bir buluşma da –

Boğaz’da seyreden bir gemide gerçekleştirilen “Speed Dating”– düzenlenmeye

başladı. Konuk sanatçılar bu sayede, İstanbul Kültür Sanat Vakfı-İKSV, SAHA,

İstanbul Modern, Mimar Sinan Üniversitesi ve saygın yayınevi Yapı Kredi Yayınları

mensupları gibi, Türkiye’nin sanat ve kültür dünyasının önde gelen figürleriyle

tanışıyorlar. Yedi dakikalık görüşmelerde katılımcılar arasında kalıcı bir

ilişki kuruluyor. Katılımcıların sayısı ve çeşitliliği, Türkiye tarafında da büyük

beklentilerin söz konusu olduğu ve fikir alışverişine yönelik ilginin sürdüğü

gözle görülüyor.

Tarabya Kültür Akademisi’nin bursları açık uçlu. Üretim yapma, konuk

sanatçılığın sonunda sunum yapma gibi mecburiyetler söz konusu değil. Buna

rağmen, her yıl edebiyat, dans, sinema ve sanat alanında öylesine etkileyici

ürünler çıkıyor ki, mekânın yalıtılmışlığı, karşılıklı bağlantılılık ve açık uçlu olma

faktörlerinin, ortaya ideal bir karışım çıkardığı görülüyor.

Bu çok sayıda çalışmayı Türkiye’de kamuya tanıtmak için, Tarabya Kültür

Akademisi 2018’de ilk Sanat ve Kültür Festivali’ni düzenledi. Bu festivalin ikincisi

2019’da yapıldı. 500 davetli, o dönemde konuk olan yedi sanatçıyla, eski

dönemlerden on konuk sanatçının, on iki Türkiyeli partneriyle ortaya koyduğu

işleri, bu işlerin doğum yeri olan Tarabya Kültür Akademisi’nde görme fırsatı

yakaladı. Julia Lazarus, yeni İstanbul Havalimanı’nın inşaatına karşı çıkan bir

grup Türkiyeli çevre aktivistinin direnişlerine eşlik ettiği After Nature (TR/D

2018) adlı video enstalasyonunu gösterdi. Küratör Shulamit Bruckstein BM

Contemporary, 2nd Edition. COSMOPOLIS UNBENT, Beral Madra’ya Saygı. Bir

Dijital Kartofgrafi adlı enstalasyonunu ilk kez bu festivalde izleyici karşısına


Johannes Ebert Önsöz 21

çıkardı. Bu enstalasyon Türkiye sanat ortamının önde gelen temsilcisi ve İstanbul

Bienali’nin ilk küratörü Beral Madra’nın çalışmalarının dijital bir arşivi. Aykan

Safoğlu’yla Bilge Taş arasındaki vb. sanatçı sohbetleri, Rasta Baba ve Angelika

Niescier’in Almanyalı-Türkiyeli müzisyenlerle verdiği konserler, Ulla Lenze, Lucy

Fricke ve Christoph Peters vb. okuma etkinlikleri, üretimlerin çeşitliliğini gösteriyordu.

Ignaz Schick’in ani ve kesin çıkışları olan koreografisiyle festival alanını

sese boğan Soundwalk çalışması, Andréas Lang’ın İstanbul ve Türkiye’deki

araştırmaları sırasında ortaya çıkmış fotoğrafları festivalin diğer ilgi çekici

bölümleriydi. Sanatçıların benimsediği konumlanışlar, konuk sanatçıların Türkiye’de

sivil toplumla nasıl bütünleştiğini de gösteriyor. Bu çalışmaların Almanya

Büyükelçisi'nin Tarabya’daki yazlık rezidans arazisinde izleyiciye gösterilebiliyor

olması da Goethe-Institut’un sanatsal özgürlüğe verdiği önemi vurguluyor.

Tarabya Kültür Akademisi’nin geçmiş yıllardaki çalışmalarını Almanya’daki

insanlara da sunmak amacıyla, eski konuk sanatçıların çalışmalarının gösterileceği

büyük bir etkinlik hayata geçirildi. Bu etkinliklerin ilki 2018 yılının Kasım

ayında, Berlin’deki Hamburger Bahnof – Çağdaş Sanat Müzesi’nde gerçekleştirildi.

600’den fazla konuğun katıldığı Tarabya Kültür Akademisi gösterisinin

açılışını Federal Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas yaptı. Etkinliğe Dışişleri

Bakanı’nın yanı sıra Devlet Bakanı Michelle Müntefering ve çok sayıda Federal

Almanya Meclisi milletvekili, Almanya ve Türkiye sanat ve kültür ortamının önde

gelen temsilcileri ve Berlin’deki Türkiye cemaatini temsil eden çok sayıda konuk

da katıldı. Bu büyük gecede, Isabella Gerstner’in Mekân. Materiyal. Entegre

Edileyemen Artıklar. Kırmızı Halı adlı enstalasyonu (Zımpara, 2018), sinemacı

Sina Ataeian Dena’nın İran’daki kum fırtınalarını ele aldığı Hanem (2018) adlı

video enstalasyonu ve Franziska Klotz’un Fear and Mimikry (2018) adlı enstalasyonu

gösterildi. Yönetmen Ayat Najafi Büyüleyici Bir Dalgalanma Rüyası

(2018) adlı video enstalasyonunu gösterdi, Özgür Ersoy ise kutlama töreninde

bağlama için bestelediği Poyraz/Nordwind (2018) adlı parçasıyla dinleyicileri

büyüledi. Philip Lachenmann AKM (Turkish Night) (2018) adlı video enstalasyonunda,

modern laik Türkiye Cumhuriyeti’nin ana simgelerinden biri olan ve 2018

yılının Mart ayında yıkılan Atatürk Kültür Merkezi’ni anlattı.

İstanbul ve çevresinden sanatçılarla işbirliği içinde düzenlenen toplam 63

etkinlik 2018 ve 2019 döneminde de büyük ilgi çekti. Angelika Niescier, Defne

Sahin, Christian Thomé, Samir Odeh-Tamimi, Stefan Lienenkämper, Ignaz Schick

ve Sultan Tunç festivallerde konserler verdiler, Yapı Kredi Kültür Sanat ve

Borusan gibi saygın konser salonlarında, Bova, Bant Mag ve Nardis gibi kulüplerde

yerli gruplarla sahneye çıktılar. Jacobien Vlasman’ın Bahçeşehir Üniversitesi

Caz bölümünde verdiği atölye benzeri çalışmalar da Türkiyeli öğrencilerle


Johannes Ebert Grußwort 22

doğrudan temasa geçmeyi mümkün kılmış. Müzisyen Nora Krahl’ın Gölge Kâğıt

– SCHATTENPAPIER – çello, elektronik müzik (2018) performansı sanatçı Sena

Başöz’ün On Lightness adlı solo sergisine yanıt niteliğinde. Eski konuk sanatçılar

Cymin Samawatie, Ketan Bhatti ve Matthias Göritz tarafından hayata geçirilen

Divan Berlin–İstanbul. Şiir ve müzik arasında TransPozisyonlar (2018)

projesinde Berlinli Trickster Orchestra ile İstanbullu Hezarfen Ensemble müzisyenleri,

Almanyalı ve Türkiyeli şairler bir araya geldi.

Sinema alanında, güncel film projelerinin bir bölümünü Türkiye’de tamamlayan

Adrian Figueroa, Diana Näcke, Ayat Najafi, Martina Priessner, Jan Ralske

ve Liliana Marinho de Sousa gibi sinemacılar sayılabilir. Bu sinemacılar ayrıca

İstanbul Uluslararası Film Festivali, İstanbul İnsan Hakları Film Festivali ve

Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali gibi festivallerin jürilerine

katıldılar ve sinema öğrencileri için atölyeler düzenlediler.

Edebiyat alanında da Türkiye’nin sanat ve kültür ortamıyla yoğun bir fikir

alışverişi söz konusuydu. Örneğin, Angelika Overath, son romanı Ein Winter in

Istanbul (2018) kitabını Tarabya’da yazdı. Katerian Poladjan’ın 2019 Almanya

Kitap Ödülü’nün uzun listesine seçilen yeni romanı Hier sind Löwen’i (Fischer,

2019) yazarken, Türkiye’nin doğu sınırındaki Ani ve Kars’ta araştırmalar yaptı.

Şair Max Czollek çalışmalarını Çevrimdışı İstanbul Şiir Festivali’nde sundu. Lucy

Fricke, Christoph Peters ve Matthias Göritz çalışmaları için araştırma gezilerine

çıktı, İstanbul’da okuma etkinlikleri ve atölyeler düzenlediler.

Güzel sanatlar alanında Theo Eshetu’nun Akbank Sanat’taki Faces and

Places sergisiyle Shulatmit Bruckstein’ın 16. İstanbul Bienali kapsamında

gerçekleştirdiği ve Meret Oppenheim vb. sanatçıların işlerinin Türkiye’de ilk kez

izleyici karşısına çıktığı Wednesday Society sergisi sayılabilir. Dans sanatçısı

Jasmin İhraç’ın İstanbullu parkur-dansçılarıyla yaptığı Daimî Değişimler, Sessiz

Tanıklar adlı performansın videosu 2019’da Salt Beyoğlu’nda gösterildi. Kadir

„amigo” Memiş İstanbul Comics & Arts Festivali’nde, İstanbullu müzisyenlerle

BOUZUQΣΣ – zeybek, breakdans ve grafiti karışımı bir melez sanat biçimi–

performansı için sahne aldı. Tiyatro yönetmeni Tuğsal Moğul’un NSU / Kurbanlar

Arasında Almanlar da Vardı adlı oyunu Kumbaracı50’yle işbirliği içinde Türkçeye

uyarlandı ve uluslararası çapta gördüğü büyük ilgi üzerine çeşitli Avrupa festivallerine

davet edildi. Oyuncu ve yazar Judith Rosmair, Yunan söyleninde Europa’nın

adını nasıl aldığının hikayesini yeniden yorumladığı Europa and Bull için

Çanakkale, Assos ve civarında Theo Eshetu’yla birlikte çekim yaptı, Mürtüz Yolcu

ise bir sonraki prodüksiyonunun senaryosunu tamamladı.

Tarabya Kültür Akademisi’nin geçtiğimiz yıllardaki kurumsal gelişmesi

2018 ve 2019’da da devam etti. 2018’de, ikinci Açık Çağrı uygulaması 250


Johannes Ebert Önsöz 23

başvuru aldı. 2020/21 sezonu için Mehtap Baydu, Viron Erol Vert, Manaf

Halbouni, Dieter Gräf ve Kübra Gümüşay gibi seçkin sanatçıların konuk sanatçı

olması kararlaştırıldı.

Bunların yanı sıra, eski konuk sanatçıları destekleme konusunda da

birtakım yeniliklere gidildi. 2018’de hayata geçirilen Bülten ve eski konuk sanatçıların

etkinliklere dahil edilmesi gibi yeniliklere 2019’da Tarabya Kültür Akademisi

tarafından eski konuk sanatçıları için kurulan fon eklendi. Bu fonun amacı,

hem Türkiye’yle kalıcı ilişkiler kurulmasını hem de Türkiye-Almanya arası kültür

alışverişinde yeni ortak çalışma süreçlerini ve yenilikçi üretimleri teşvik etmek.

Bu fon, 90’dan fazla eski konuk sanatçıya, yılda iki kez kişiye özel fondan yararlanmak

için başvurma fırsatı tanıyor: araştırma gezileri, çeviri desteği ve (eş)

üretim desteği için başvuru yapılabiliyor. Bu fon, sanatsal niteliği yüksek olması

beklenen ve kamu üzerinde etkili girişimlere destek sağlıyor. Eski konuk sanatçıların

başvurularının Türkiye ile bağlantılı bir kültürlerarası yaklaşım ve Türkiyeli

proje ortakları içermesi talep ediliyor. 2019 yılının Ekim ayında ilan edilen fon

büyük ilgi gördü ve başvurular mevcut teşvik bütçesini çok aşmasına rağmen, on

projeye destek sağlandı. Bir sonraki teşvik çağrısı 2020 yılının Mart ayında

yapılacak.

Tarabya Kültür Akademisi bu projeleri dış temsilcilikle işbirliğine giderek

ve kendi ekibinin uyumlu çalışması sayesinde hayata geçirebildi. Goethe-Institut

danışma kurulunun ve jürinin angaje üyelerine, Dışişleri Bakanlığı’na ve Türkiye

şubesinin temsilcilerine bu muhteşem işbirliği için içtenlikle teşekkür eder!

Johannes Ebert, Goethe-Institut Genel

Sekreteri ve Akademi Danışma Kurulu Üyesi


Organisation 24

Beirat

Der Akademiebeirat ist das zentrale Gremium der Kulturakademie Tarabya. Er

setzt sich zusammen aus Vertreterinnen und Vertretern des Deutschen Bundestages,

des Auswärtigen Amts, der Beauftragten der Bundesregierung für Kultur

und Medien und des Goethe-Instituts. Die Mitglieder des Akademiebeirats

werden für vier Jahre benannt; am Beginn einer Legislaturperiode kann der

Beirat neu berufen werden. Der Akademiebeirat beruft die Jury zur Stipendienvergabe.

Darüber hinaus berät er über die konzeptionellen Leitlinien für die

Kulturakademie und das Verfahren zur Stipendienvergabe. Er kann über alle die

Kulturakademie betreffenden Fragen beraten und Beschlüsse fassen.

Danışma Kurulu

Tarabya Kültür Akademisi’nin merkez organı olan Akademi Danışma Kurulu,

Almanya Federal Meclisi ile Almanya Dışişleri Bakanlığı temsilcilerinden, Federal

Hükümet’in Kültür ve Medya Politikasından Sorumlu Devlet Bakanı ve Goethe-

Institut temsilcilerinden oluşmaktadır. Akademi Danışma Kurulu üyeleri dört

yıllığına atanmaktadır. Kurul, her görev döneminin başında yeniden atanabilir.

Halihazırda görevde olan Akademi Danışma Kurulu 15 Ocak 2019 tarihinde

atandı. Akademi Danışma Kurulu jüri heyetini bursiyerlerin seçimiyle görevlendirirken,

aynı zamanda Kültür Akademisi’nin çalışma ilkelerini, yönetmeliğini ve

bursiyerlerin seçimiyle ilgili yöntemleri de belirler. Ayrıca Kültür Akademisi’ni

ilgilendiren tüm konularda karar alma yetkisine sahiptir.

Mitglieder des Beirats (Dezember 2019)

Akademi Danışma Kurulu Üyeleri (Aralık 2019)

MICHELLE MÜNTEFERING, SPD

Vorsitzende des Beirats, Staatsministerin im Auswärtigen Amt, MdB

Akademi Danışma Kurulu Başkanı, Devlet Bakanı, Almanya Federal Meclisi Üyesi

PROF. MONIKA GRÜTTERS, CDU

Stv. Vorsitzende des Beirats, Staatsministerin bei der Bundeskanzlerin, Beauftragte der Bundesregierung

für Kultur und Medien (BKM), MdB

Akademi Danışma Kurulu Başkan Yardımcısı, Başbakanlık Devlet Bakanı, Almanya Federal Hükümeti Kültür

ve Medya Temsilcisi, Almanya Federal Meclis Üyesi


Organizasyon yapısı 25

ALOIS KARL, CSU

Stv. Vorsitzender des Beirats, MdB

Akademi Danışma Kurulu Başkan Yardımcısı, Almanya Federal Meclisi Üyesi

DR. SIGRID BIAS-ENGELS

Gruppenleiterin bei der Beauftragten der Bundesregierung für Kultur und Medien (BKM)

Almanya Federal Hükümeti Kültür ve Medya Temsilciliği Grup Başkanı

JOHANNES EBERT

Generalsekretär, Goethe-Institut

Goethe-Institut Genel Sekreteri

BRIGITTE FREIHOLD, DIE LINKE

MdB

Almanya Federal Meclisi Üyesi

DR. ANDREAS GÖRGEN

Ministerialdirektor, Auswärtiges Amt

Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı

ALEXANDER GRAF LAMBSDORFF, FDP

MdB

Almanya Federal Meclisi Üyesi

DR. MARC JONGEN, AfD

MdB

Almanya Federal Meclisi Üyesi

JOHANNES KAHRS, SPD

MdB

Almanya Federal Meclisi Üyesi

ELISABETH MOTSCHMANN, CDU

MdB

Almanya Federal Meclisi Üyesi

AYDAN ÖZOĞUZ, SPD

MdB

Almanya Federal Meclisi Üyesi

CLAUDIA ROTH, BÜNDNIS 90 / DIE GRÜNEN

Vizepräsidentin des Deutschen Bundestages.

Almanya Federal Meclisi Başkan Yardımcısı


Organisation 26

Jury / Jüri

Die Jury zur Auswahl der Stipendiat*innen für die Kulturakademie besteht aus

fünf fachkundigen Persönlichkeiten aus Kunst und Kultur. Sie wird vom Akademiebeirat

für jeweils zwei Jahre berufen.

Kültür Akademisi bursiyerlerini seçen jüri heyeti, kültür ve sanat alanında uzman

beş kişiden oluşmaktadır. Heyet, Akademi Danışma Kurulu tarafından iki yıllığına

atanır.

Mitglieder der Jury (Dezember 2019)* / Jüri Üyeleri (Aralık 2019)**

FEO ALADAG

Vorsitzende, Produzentin & Filmregisseurin

Jüri Başkanı, Film yapımcısı ve Yönetmen

JULIA HÜLSMANN

stv. Vorsitzende, Jazzpianistin & Komponistin

Jüri Başkan Yardımcısı, Caz Piyanisti ve Besteci

YILMAZ DZIEWIOR

Direktor, Museum Ludwig Köln

Direktör, Ludwig Müzesi Köln

RAINER HERMANN

Islamwissenschaftler und Journalist, FAZ

Yazar, Gazeteci, FAZ

ESRA KÜÇÜK

Geschäftsführendes Mitglied des Stiftungsrates, Allianz Kulturstiftung

Genel Müdür, Allianz Kültür Vakfı

* Zum Zeitpunkt der Auswahl der Stipendiat*innen

2018/19 bestand die Jury aus dem ehemaligen

Leiter der Berliner Festspiele und Schriftsteller

Joachim Sartorius (Vorsitz), der Intendantin des

Maxim-Gorki-Theaters Shermin Langhoff, der

Jazzpianistin Julia Hülsmann, der Filmemacherin

Feo Aladag und dem Islamwissenschaftler und

Journalist Rainer Hermann.

** 2018/19 bursiyerlerini belirleyen jüri, Berliner

Festspiele’nin eski Sanat Yönetmeni ve Yazar

Joachim Sartorius başkanlığında Maxim Gorki

Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni Shermin

Langhoff, Caz piyanisti Julia Hülsmann, Yönetmen

ve Senarist Feo Aladag ile İslam bilimci ve

Gazeteci Rainer Hermann’dan oluşuyordu.


Organizasyon yapısı 27

Team Kulturakademie Tarabya /

Kadro Tarabya Kültür Akademisi

v. l. n. r. / soldan sağa:

Meik Laufer, Tijen

Togay, Sinem Tekel,

Lena Alpozan,

Pia Entenmann,

Erich Schmid,

Çiğdem İkiışık.

Foto / Fotoğraf:

Nar Photos

Die Kulturakademie Tarabya ist ein Residenzprogramm für Künstler*innen aller

Sparten in Istanbul. Sie wurde im Jahr 2011 auf Initiative des Deutschen

Bundestags gegründet und fördert den künstlerischen Austausch zwischen der

Türkei und Deutschland. Die Kulturakademie Tarabya fördert jährlich rund 20

Stipendiat*innen mit Arbeits- und Lebensmittelpunkt in Deutschland. Sie wird

von der deutschen Botschaft Ankara betrieben, die kuratorische Verantwortung

trägt das Goethe-Institut.

2011 yılında Almanya Federal Meclisi’nin inisiyatifi üzerine kurulan Tarabya

Kültür Akademisi, değişik sanat dallarında faaliyet gösteren sanatçıları İstanbul’da

konuk ederek Türkiye ile Almanya arasındaki sanatsal etkileşim ve işbirliğini

güçlendiren bir rezidans programıdır. Tarabya Kültür Akademisi her yıl

Almanya’da çalışan ve yaşayan 20 sanatçıyı misafir ediyor ve destekliyor.

Almanya Ankara Büyükelçiliği tarafından yönetilen Tarabya Kültür Akademisi’nin

küratörlüğünü Goethe-Institut yürütmektedir.


Kulturakademie Tarabya


Tarabya Kültür Akademisi


Martin Bachmann

Die Bauwerke der deutschen Sommerresidenz

in Tarabya und ihre Geschichte

30

Die Bauwerke der Deutschen Sommerresidenz in

Tarabya und ihre Geschichte*

Im Mai 1880 schenkte Sultan Abdülhamid II. dem Deutschen Reich ein umfangreiches

Gartengrundstück in herrlicher Lage am Bosporus, das Parkgelände von

Tarabya. 1 Hintergedanke der Pforte war die Errichtung einer repräsentativen

Sommerresidenz durch die Deutsche Botschaft, die mit den bereits dort die

Sommerfrische genießenden europäischen Großmächten gleichziehen sollte.

Zum Zeitpunkt der Schenkung war das Gelände allerdings kein unbebautes

Brachland, sondern hatte bereits eine reiche Vorgeschichte. In den wechselvollen

baulichen Abläufen von Tarabya spiegelt sich ein Teil der osmanischen

Geschichte des 19. Jahrhunderts wider, in dem die Bosporusgemeinden eine

wichtige Rolle spielten. Der Ort und sein Name haben verschlungene Wurzeln,

hieß er doch in den ältesten Quellen Pharmacia in der Bedeutung von Gift, ehe

er als Therapia zur Stätte der Heilung avancierte, aus dem dann in türkischer

Phonetik Tarabya entstand.

Vor dem Hintergrund der gewaltigen Kosten, die das wenige Jahre zuvor

errichtete kaiserliche Botschaftsgebäude in Konstantinopel verursacht hatte,

sah sich die deutsche Reichsregierung zunächst außerstande, eine neue

Baumaßnahme in Tarabya zu starten. Die mit dem Geschenk verbundenen Erwartungen

des Sultans und das ambitionierte Interesse des Botschaftspersonals

an einer solchen Sommerresidenz führten jedoch zu einer Lösung. Der deutschstämmige

Geschäftsmann Wilhelm Albert, der die Interessen der englischen

Baugesellschaft Constantinople Land and Building Company vertrat, unterbreitete

hierzu die Idee eines Kompensationsgeschäfts. Demnach sollte seine

Baugesellschaft die Häuser der Sommerresidenz gegen einen geringen Aufpreis

errichten und im Gegenzug dafür eine wertvolle Immobilie erhalten, die sich

noch in deutschem Besitz befand. Es handelte sich um das Gelände der ehemaligen

preußischen Gesandtschaft in Beyoğlu, auf dem sich bis heute das von der

Constantinople Land and Building Company errichtete Doğan-Apartmenthaus

befindet. Für die Residenz von Tarabya wurden drei unterschiedliche Bebauungsentwürfe

entwickelt. Zwei davon sahen ein zentrales, stattliches Residenzgebäude

vor, während der dritte eine Gebäudegruppe im sogenannten cottage

1 Das Telegramm Kaiser Wilhelms I., in dem er sich

für die Schenkung bedankt, ist aufbewahrt im

Politischen Archiv des Auswärtigen Amtes, Verwaltungsakten

der Botschaft Konstantinopel, Fach 42/

Gen. 206 III-10, Bd. I/Nr. 807 (1880–1897).


Martin Bachmann

Almanya Büyükelçiliği’nin Tarabya’daki

Yazlık Rezidansı ve Tarihçesi

31

style präsentierte und von dem französischstämmigen Hausarchitekten Cingria

der Constantinople Land and Building Company entwickelt worden war. Diese

Variante wurde von der Botschaft eindeutig favorisiert, und so hätte es zügig

mit dem Bau losgehen können, wenn die Reichsregierung nicht plötzlich neue

Bedenken entwickelt hätte. Werkplanung und Realisierung sollten unbedingt

von einem unabhängigen deutschen Bausachverständigen begleitet werden, um

sich nicht völlig in die Hände der englischen Baugesellschaft zu begeben.

Ausgewählt wurde der deutsche Bauforscher und Archäologe Wilhelm Dörpfeld,

der sich zu dieser Zeit in Athen befand. Dörpfeld untersuchte den übernommenen

Baubestand auf Brauchbarkeit, überprüfte die Pläne der Baugesellschaft

und modifizierte deren Entwürfe. Grundrisse und Dachformen wurden

verändert und eine stärkere Beachtung lokaler Bautraditionen eingefordert. Die

eigentliche Ausführung konnte Dörpfeld jedoch nicht mehr begleiten, und so

wurde der junge Regierungsbaumeister Armin Wegner aus Stettin engagiert, um

das Bauprojekt zu überwachen.

Die 1887 fertiggestellte Baugruppe bestand aus Botschaftskanzlei,

Botschafterwohnhaus, Botschaftsratshaus und Kutscherhaus, die sich malerisch

am Bosporus aufreihten. Pförtnerhäuschen, Bootshaus und eine langgestreckte

Mauereinfassung begleiteten die vorgelagerte Uferstraße. Unauffällig

wird die Gruppe vom Botschafterwohnhaus dominiert, das durch steile Dächer,

einen Turm und erkerartige Anbauten akzentuiert wurde. Wegner begründete

das Holz als Baumaterial mit den günstigen Eigenschaften etwa bei Erdbeben

und der lokalen Bautradition und sah die Bauten von Tarabya als geistvolle

Symbiose türkischer und deutscher Bautraditionen, was sie bis heute geblieben

sind. [...] Die Bauleute und Handwerker gehörten ganz überwiegend den christlichen

Minderheiten, den Griechen und Armeniern an, wie es für das Bauwesen

des spätosmanischen Reichs typisch gewesen war. Die kosmopolitische Atmosphäre

der Stadt des 19. Jahrhunderts fand so in den Bauten von Tarabya ihren

materiellen und kulturellen Niederschlag.

Nur wenige Jahre nach der Errichtung der ersten Bauten der Residenz

setzten weitere Neubauaktivitäten ein. Sozusagen in zweiter Reihe folgte eine

Reihe von Holzbauten, um den wachsenden Platzbedarf zu decken. Hinter dem

Botschaftsratshaus entstand das recht geräumige Kanzlerhaus, das sich ganz

an der Architektursprache der ersten Bauten orientierte. Noch tiefer im Garten

folgte eine malerische Gärtnerwohnung, die L-förmig das steinerne Hamam

umgab. Und auf einem steinernen Unterbau wurde während des Ersten Weltkriegs

das Matrosenhaus als Unterkunft errichtet. Trotz seines schlichten

Äußeren vermag sich dieser letzte Holzbau auf dem Gelände gut in das Ensemble


Martin Bachmann

Die Bauwerke der deutschen Sommerresidenz

in Tarabya und ihre Geschichte

32

einzufügen. Noch kurz vor dem Ersten Weltkrieg war im Parkgelände ein Tee -

pavillon der Frankfurter Baufirma Philipp Holzmann entstanden, der im Gegensatz

zu den älteren Residenzbauten massiv ausgeführt worden war. Holzbauten

bedürfen ständiger Pflege und Instandsetzung, bleibt sie aus, kann der Verfall

sehr schnell einsetzen.

Für das Ensemble der deutschen Sommerresidenz war es ein Glücksfall,

dass die deutsche Botschaft durch all die Jahrzehnte für den notwendigen

Bauunterhalt sorgen konnte. Es gehört so zu den seltenen Fällen in Istanbul,

dass ein geschlossener Bestand an Holzbauwerken erhalten werden konnte. Für

den Erhalt von Baudenkmalen ist eine funktionierende Nutzung essenziell, und

tatsächlich gelang es immer wieder, die historischen Gebäude mit Leben zu

füllen. Und mit der Kulturakademie wurde nun eine neue Nutzung gefunden, die

der Atmosphäre des Parks und der Gebäude in besonderer Weise gerecht wird.

* In Gedenken an Dr.-Ing. Martin Bachmann (geboren

am 19.12.1964 in Stuttgart, verstorben am 3.8.2016

in Istanbul), der mit seinen wertvollen Studien zur

historischen Bauforschung eine Brücke zwischen

Deutschland und der Türkei schlug und mit seiner

grundlegenden Dokumentation einen vielschichtigen

Einblick in die komplexe Geschichte der

Sommerresidenz Tarabya gab. Den hier gekürzt

wiedergegebenen Text hatte Martin Bachmann für

das erste Jahrbuch der Kulturakademie Tarabya

2012/2013 verfasst.


Martin Bachmann

Almanya Büyükelçiliği’nin Tarabya’daki

Yazlık Rezidansı ve Tarihçesi

33

1

2

1 Blick von Nordosten auf die Bauten der Sommerresidenz von Tarabya, Holzschnitt von O. Ebel

nach einer Fotografie von A. Wegner / Tarabya yazlık rezidans binalarının kuzeydoğu yönünden

görünümü. O. Bebel tarafından A. Wagner’in bir fotoğrafına göre yapılmış gravür, 1889

2 Die Seefassade des Botschafterwohnhauses / Büyükelçilik konutunun deniz cephesi,

Foto / Fotoğraf: Sebah & Joaillier, 1893

3 Ansicht auf die Kulturakademie Tarabya (links) und das Botschafterhaus (rechts) / Tarabya Kültür

Akademisi (solda) ve Büyükelçilik Konutu (sağda), Foto / Fotoğraf: Barış & Elif


Martin Bachmann

Die Bauwerke der deutschen Sommerresidenz

in Tarabya und ihre Geschichte

34

3


Martin Bachmann

Almanya Büyükelçiliği’nin Tarabya’daki

Yazlık Rezidansı ve Tarihçesi

35

Almanya Büyükelçiliği’nin Tarabya’daki Yazlık

Rezidansı ve Tarihçesi*

Sultan II. Abdülhamid, Mayıs 1880’de Boğaz’ın kıyısındaki Tarabya’da enfes bir

konumda bulunan çok geniş bir bahçe arazisini Almanya İmparatorluğu’na hediye

etti. 1 Almanya Büyükelçiliği’nin de diğer Avrupalı büyük devletlerin sahip olduğu

ve yazın keyfini çıkarmak için kullandığı yazlık rezidanslar gibi bir rezidans inşa

etmesi hedefleniyordu. Bu arazi, Almanya’ya hediye edildiği tarihte hiçbir yapı

barındırmayan boş bir arazi değildi, aksine bu açıdan zengin bir geçmişe sahipti.

Tarabya’nın çok renkli ve zengin imar tarihi, 19. yüzyılda Boğaziçi’nde yaşayan

cemaatlerin Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihinde oynadığı önemli rolü de yansıtıyordu.

Bu semtin ve adının kökenleri de birbirine dolanmış durumda: en eski

kaynaklarda zehir anlamına gelen Pharmacia adıyla karşımıza çıkan bölge, daha

sonra Therapia adını alarak bir sağaltım bölgesi olmuş, Türkçedeki Tarabya adı

da buradan geliyor.

Konstantinopolis’te birkaç yıl önce inşa edilmiş olan imparatorluk elçilik

binası çok büyük masrafa yol açınca, Alman İmparatorluğu yönetimi Tarabya’da

yeni bir inşaatın masraflarını karşılayamayacağını düşünmüş. Ama bir yandan bu

araziyi hediye eden Sultan’ın beklentileri, diğer yandan da Büyükelçilik çalışanlarının

burada bir yazlık rezidansa sahip olmayı canı gönülden istemesi nedeniyle

bir çözüm aranmış. İngiliz inşaat şirketi Constantinople Land and Building

Company’nin temsilciliğini yürüten Alman asıllı işadamı Wilhelm Albert bir takas

önerisinde bulunmuş. Buna göre, Albert’in inşaat şirketi yazlık rezidansın binalarını

düşük bir fiyata inşa edecek ve bunun karşılığında Almanya’ya ait olan

değerli bir gayrimenkul şirkete devredilecekti. Söz konusu gayrimenkul, Beyoğlu’nda

bulunan ve bugün üzerinde Constantinople Land and Building Company

tarafından inşa edilmiş olan Doğan Apartmanı’nın bulunduğu, eski Prusya sefarethanesine

ait boş arsaydı. Tarabya rezidansı için üç farklı imar tasarımı hazırlanmış.

Bunların ikisi, merkezi konumda gösterişli bir rezidans binası öngörürken

Constantinople Land and Building Company’nin Fransız asıllı mimarı Cingria

tarafından hazırlanmış olan üçüncüsünde cottage style tarzında bir grup yapı

inşa edilmesi önerilmiş. Büyükelçiliğin tercihi bu üçüncü tasarımdan yana olmuş

1 İmparator I. Wilhelm’in bağışı icin

teşekkür telgrafı, Alman Dışişleri Bakanlığı

Siyasi Arşivi’ndeki Konstantinopolis Büyükelçiliği

İdari Dosyaları içinde saklanmaktadır.

(42. Bölüm/Gen. 206 111-10, Cilt 1/No.807

(1880–1897).


Martin Bachmann

Die Bauwerke der deutschen Sommerresidenz

in Tarabya und ihre Geschichte

36

ama İmparatorluk yönetiminin yeni birtakım çekinceleri, inşaata hemen başlanmasına

mani olmuş. Bütün işi bir İngiliz inşaat şirketine devretmemek için, planlama

ve uygulamanın mutlaka bağımsız bir Alman mimar tarafından gerçekleştirilmesi

gerektiğine karar verilmiş. Bu iş için, o sıralarda Atina’da bulunan Alman

arkeolog ve araştırmacı mimar Wilhelm Dörpfeld tercih edilmiş. Dörpfeld, mevcut

binaları, bunların kullanılabilirliğini ve inşaat şirketinin planlarını inceledikten

sonra tasarımları gözden geçirip değişiklikler yapmış. Ana planları ve çatı tasarımlarını

değiştirmiş ve yerel mimari geleneklerin daha çok dikkate alınmasını

talep etmiş. Fakat Dörpfeld’in uygulamalara nezaret etmesi mümkün olamadığından,

İmparatorluk için çalışan Stettin’li genç mimar Armin Wegner inşaat

projesini denetmeni olarak görevlendirilmiş.

1887 yılında inşaatı tamamlanan yapı grubu, Boğaz’ın kıyısında güzel bir

tablo oluşturacak şekilde sıralanmış Kançılarya konutu, Büyükelçi konutu, Büyükelçi

müsteşar konutu ve Arabacılar binasından oluşuyordu. Boğaz kıyısıyla

rezidans arazisi arasında kalan yolun kenarında ise bir bekçi kulübesi, bir kayıkhane

ve uzun bir duvar bulunuyordu. Dik çatıları, kulesi ve cumba benzeri ek

yapılarıyla öne çıkan Büyükelçi konutu yapı grubunun en göze çarpan unsuruydu.

Wegner yapı malzemesi olarak ahşap kullanılmasını, bu malzemenin

depreme dayanıklı olması ve yerel mimari geleneğe uygunluğuyla gerekçelendiriyordu.

Wegner’in Türk ve Alman mimari geleneklerinin parlak bir bileşimi olduğunu

düşündüğü Tarabya binaları, bugün de bu statülerini korumaya devam

etmektedir. [...] İnşaatta çalışan isçi ve ustaların çoğunluğu – Osmanlı İmparatorluğu’nun

geç döneminde inşaat alanında genellikle olduğu gibi–Rum ve

Ermeni Hıristiyan azınlıklara mensuptu. Böylelikle, 19. yüzyıl İstanbul’unun

kozmopolit atmosferi, Tarabya’daki bu yapılarda da maddi ve kültürel yansımasını

bulmuştur.

Rezidansın ilk binalarının inşasından birkaç yıl sonra yeni inşaat projeleri

başlatıldı. Daha fazla yere gereksinim duyulduğundan yeni bir dizi ahşap bina

inşa edildi. Böylece Büyükelçi müsteşar konutunun arkasında inşaat tarzıyla

daha önceki binaların izinden giden geniş yapı, Kançılarya konutu ortaya çıktı.

Bunu daha da geride, bahçenin içinde taş hamamı L biçiminde çevreleyecek

şekilde inşa edilen pitoresk bahçıvan konutu izledi. Ayrıca taş bir zeminin

üzerinde 1. Dünya Savaşı sırasında deniz kuvvetleri askerlerinin ikametgâhı

olarak kullanılan Bahriyeli evi yapıldı. Bu son ahşap bina, dış cephesinin sadeliğine

rağmen diğer binaların oluşturduğu gruba uyum sağlamaktadır. 1. Dünya

Savaşı‘ndan kısa süre önce Frankfurtlu inşaat şirketi Philipp Holzmann tarafından

bahçe arazisine inşa edilen çay evi, diğer binaların aksine yığma bir


Martin Bachmann

Almanya Büyükelçiliği’nin Tarabya’daki

Yazlık Rezidansı ve Tarihçesi

37

yapıdır. Ahşap binaların sürekli bakıma ihtiyacı vardır, aksi takdirde kolaylıkla

çürüyebilirler.

Alman yazlık rezidansındaki yapı grubu bu açıdan şanslı olmuştur çünkü

Alman Büyükelçiliği on yıllar boyunca bu bakımı kesintisiz olarak sürdürmüştür.

Bu binalar, bugün İstanbul’da grup halinde eksiksiz korunabilmiş ender yapılar

arasındadır. Mimari anıtların korunabilmesinde binaların sürekli kullanımda

olması son derece önemli avantaj sağlar ve gerçekten de Tarabya’daki tarihi

binaları her dönem yaşatabilmek mümkün olmuştur. Son olarak Kültür Akademisi’nin

açılmasıyla bahçenin ve binaların atmosferiyle özellikle uyumlu yeni bir

kullanım alanı bulunmuş oldu.

* Dr.-Ing. Martin Bachmann anısına

(19.12.1964 Stuttgart–3.8.2016 İstanbul).

Dr. Bachmann tarihsel yapı araştırmaları

konusundaki değerli çalışmalarıyla Almanya

ile Türkiye arasında bir köprü kurdu ve

ortaya çıkardığı önemli belgelerle Tarabya

Yazlık Rezidansı’nın karmaşık tarihine çok

katmanlı bir bakışı mümkün kıldı. Burada

kısaltılmış olarak sunduğumuz metni

Tarabya Kültür Akademisi’nin 2012/2013

yıllarını kapsayan ilk yıllığı için kaleme

almıştı.


Rüdiger Schaper

Freiräume bewahren in Deutschland

und der Türkei

38

Freiräume bewahren in Deutschland und der Türkei

„Studio Bosporus“: Die Kulturakademie Tarabya

präsentiert sich erstmals in Berlin und betont die

Bedeutung der kulturellen Zusammenarbeit.

Im Hamburger Bahnhof feiert das Goethe-Institut traditionell sein Sommerfest;

immer gut besucht, für das Netzwerk von Kultur und Politik ist es einer der

wichtigen Termine des Jahres. Ähnlicher Andrang herrscht bei der ersten

Präsentation der Tarabya-Akademie in Berlin. 2011 gegründet, hat die weiße

Villa am Bosporus seither an 35 Künstlerinnen und 39 Künstler Stipendien über

vier bis acht Monate vergeben. Ohne Quote, ein gutes Ergebnis.

„I am in love with Istanbul“, schwärmt der Jazz-Sänger Michael Schiefel,

der dort zu Gast war. Der Dichter Max Czollek hängt in seiner poetischen Prosa

„Alternative Fakten über den Bosporus“ der Geschichte des Ortes nach, die eng

mit dem Ersten Weltkrieg verbunden ist. In Tarabya gibt es einen deutschen

Soldatenfriedhof. Auf dem Nachbargrundstück steht die Bosporus-Villa des

türkischen Staatspräsidenten. Klaus-Dieter Lehmann, der Präsident des

Goethe-Instituts, das die Akademie künstlerisch betreut, beschreibt die Lage

so: „Künstlerresidenzen wie Tarabya sind keine einsamen Inseln der Glückseligen,

sondern Freistätten der Inspiration, der Begegnung und der künstlerischen

Arbeit. Es sind ehrgeizige Orte, die Zukunft schaffen.”

Davor steht die Gegenwart. „Trotz eng werdender Freiräume werden wir

bei unserem Engagement für unsere Partnerschaften bleiben“, verspricht

Lehmann, und das soll weltweit gelten. In der Türkei wurden am letzten Wochenende

wieder Künstler und Intellektuelle verhaftet. Asena Günal, Geschäftsführerin

der gemeinnützigen Kulturinstitution Anadolu Kültür, durfte nicht nach

Berlin kommen. Ihr Stuhl bei der Tarabya-Vorstellung bleibt leer. In einer

Videobotschaft spricht sie von der „zunehmenden Bedeutung, die kulturelle

Zusammenarbeit zwischen zwei Ländern in solch schwierigen Zeiten gewinnt.

Dadurch fühlen wir uns nicht alleine und isoliert.“ Für das Goethe-Institut und

seine internationalen Partner gehören Repressionen zum Alltag. Auch die

Auswahl-Jury für Tarabya muss sich mit der Frage der Gefährdung beschäftigen.

Kulturvermittlung ist ein Politikum, und viele Arbeiten, die in der historischen

Sommerresidenz der deutschen Botschaft entstanden sind, zeigen es

deutlich – wie Tuğsal Moğuls Theaterprojekt „Auch Deutsche unter den Opfern“

über den NSU-Prozess.


Rüdiger Schaper

Almanya’nın ve Türkiye’nın Özgürlük

Alanlarını Korumak

39

Das Verbindende stärken

„Es gibt kaum ein anderes Land, zu dem Deutschland engere menschliche Beziehungen

hat als zur Türkei“, sagte Bundesaußenminister Heiko Maas im

Hamburger Bahnhof: „Wir beobachten in letzter Zeit aber auch, dass politische

Konflikte, die in der Türkei ausgetragen werden, auch hier spaltend wirken, teils

auch bewusst geschürt werden. Das wollen wir nicht zulassen. Wir setzen

deshalb alles daran, das Verbindende zu stärken.“ Und er schließt mit den

beunruhigenden Worten: „Kunst muss frei sein. Künstler müssen frei sein.

Lassen Sie uns diese Freiräume bewahren – nicht nur Tarabya, sondern überall

in Deutschland und der Türkei.“

Erstveröffentlichung: Der Tagesspiegel, 22.11.2018

Almanya’nın ve Türkiye’nin Özgürlük Alanlarını

Korumak

„Studio Bosporus“: Tarabya Kültür Akademisi

Berlin’de ilk kez tanıtıldı, tanıtımda kültürel işbirliğinin

önemi vurgulandı.

Goethe-Institut’un geleneksel yaz festivali her yıl Hamburger Bahnhof’ta

gerçekleştirilir; kültür ve siyaset çevrelerinin en önemli buluşmalarından biri

olan festival daima büyük ilgi görür. Tarabya Akademisi’nin Berlin’deki ilk tanıtımında

da benzer bir ilgi söz konusuydu. 2011’de İstanbul Boğaz’ının kıyısındaki

rezidansta kurulan akademi, o günden bugüne 35 kadın, 39 erkek sanatçıyı dört

ila sekiz ay gibi bir süre boyunca ağırladı. Kota uygulaması olmayan bir kurum

için gayet iyi bir rakam bu.

Akademi’ye konuk olmuş caz şarkıcısı Michael Schiefel “I am in love with

Istanbul” diyor hayranlıkla. Max Czollek, lirik yazısı “Boğaz Hakkında Alternatif

Gerçekler”de mekânın 1. Dünya Savaşı’yla yakından ilişkili tarihi hakkında

bilgiler veriyor. Tarabya’da bir Alman Askerleri Şehitliği var. Hemen komşu arazide

ise Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı’nın köşkü bulunuyor. Akademi’nin

sanatsal idaresini yürüten Goethe-Institut’un Başkanı Klaus-Dieter Lehmann,

kurumun konumunu şöyle tasvir ediyor. “Tarabya gibi sanatçı rezidansları, mutlu


Rüdiger Schaper

Freiräume bewahren in Deutschland

und der Türkei

40

azınlığa ayrılmış adacıklar değil, esin veren, karşılaşmalara vesile olan, sanatsal

çalışmaları teşvik eden özgürlük alanlarıdır. Bunlar geleceğin inşa edildiği tutku

dolu mekânlardır.”

Ama şimdiki zaman bunun önünde bir engel. “Özgürlük alanlarındaki

daralmaya rağmen, işbirliklerimize bağlılığımızı savunacağız” diye söz veriyor

Lehmann ve bunun bütün işbirlikleri için geçerli olduğunu söylüyor. Geçen hafta

sonu Türkiye’de yine sanatçılar ve entelektüeller göz altına alındı. Kâr amacı

gütmeyen kültür kurumu Anadolu Kültür’ün yöneticisi Asena Günal bu nedenle

Berlin’e gelemedi. Tarabya tanıtım toplantısında ona ayrılmış yer boş kaldı.

Gönderdiği görüntülü mesajda “iki ülke arasındaki kültürel işbirliğinin böylesine

zor zamanlarda anlam kazandığından” bahsetti. “Bu sayede kendimizi yalnız ve

yalıtılmış hissetmiyoruz.” Goethe-Institut ve uluslararası partnerleri için

baskılar olağan bir hal almış durumda. Tarabya jürisi de seçimlerinde risk altında

olma meselesini göz önünde bulunduruyor. Kültür aktarımı siyasal bir mesele ve

Almanya Büyükelçiliği’nin tarihi yazlık rezidansında ortaya çıkan işlerin büyük

bölümü bunun açık kanıtı – örneğin, Tuğsal Moğul’un NSU davası hakkındaki

Kurbanlar Arasında Almanlar da Vardı adlı tiyatro projesi.

Bizi Birbirimize Bağlayan Unsurları Sağlamlaştırmak

Federal Almanya Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Heiko Maas Hamburger Bahnhof’taki

konuşmasında “Almanya’nın bu kadar yakın insani ilişkiler içinde olduğu

başka bir ülke yok” dedi. “Ancak son zamanlarda, Türkiye’deki siyasal çatışmaların

burada da insanlar arasında kutuplaşmalara yol açtığını hatta bunun

bilinçli olarak körüklendiğini görüyoruz. Buna izin vermeyeceğiz. İşte bu yüzden,

bizi birbirimize bağlayan unsurları güçlendirmek için elimizden geleni yapacağız.”

Ve konuşmasını şu düşündürücü sözlerle tamamladı: “Sanat özgür olmalıdır.

Sanatçılar özgür olmalıdır. Bu özgürlük alanlarını koruyalım – sadece

Tarab ya’dakini değil, Almanya’nın ve Türkiye’nin her yerindeki bütün özgürlük

alanlarını koruyalım.”

İlk yayımlandığı yer: Der Tagesspiegel,

22.11.2018


Rüdiger Schaper

Almanya’nın ve Türkiye’nın Özgürlük

Alanlarını Korumak

41

1

2

3


Rüdiger Schaper

Freiräume bewahren in Deutschland

und der Türkei

42

4

5


Rüdiger Schaper

Almanya’nın ve Türkiye’nın Özgürlük

Alanlarını Korumak

43

6

STUDIO BOSPORUS. Die Kulturakademie Tarabya zu Gast in Berlin. Werkschau der Alumni 2017/18 /

Tarabya Kültür Akademisi Berlin’e konuk oluyor. 2017/18 Sanatçıları Seçkisi, Hamburger Bahnhof

– Museum für Gegenwart – Berlin

1 v. l. n. r. / Soldan sağa: Johannes Ebert (Goethe-Institut, Generalsekretär / Genel Sekreteri), Heiko

Maas (Bundesminister des Auswärtigen / Federal Almanya Dışişleri Bakanı) und Klaus-Dieter

Lehmann (Goethe-Institut, Präsident / Başkan), Foto / Fotoğraf: Dawin Meckel

2 Staatsministerin im Auswärtigen Amt und Beiratsvorsitzende Michelle Müntefering beim Kriegsspiel

mit Youssef Tabti / Dışişleri Bakanlığı Devlet Bakanı ve Danışma Kurulu Başkanı Michelle

Müntefering Youssef Tabti ile Savaş Oyunu’nda, Foto / Fotoğraf: Victoria Tomaschko

3 Stefan Lienenkämper, Istanbuler Kompositionen interpretiert von Musiker*innen des Hezarfen-

Ensembles und Irene Kurka / İstanbul’da bestelediği eserler Hezarfen Ensemble müzisyenleri ve

Irene Kurka tarafından yorumlanıyor, 2016–2018, Foto / Fotoğraf: Victoria Tomaschko

4 Theo Eshetu, Atlas Fractured (Video & Fotografie / Fotoğraf), 2017. Theo Eshetu im Gespräch mit

der Leiterin des Hamburger Bahnhofs – Museum für Gegenwart, Dr. Gabriele Knapstein / Theo

Eshetu Dr. Gabriele Knapstein (Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart Direktörü) ile,

Foto / Fotoğraf: Dawin Meckel

5 Franziska Klotz, Fear and Mimikry (Installation / Enstalasyon), 2018, Foto / Fotoğraf: Dawin Meckel

6 Söyleşi – Debatten am Bosporus: Johannes Ebert, Tuğsal Moğul und/ve Asena Günal, Moderation/

Moderatör: Dr. Rainer Hermann, Foto/Fotoğraf: Victoria Tomaschko


Rainer Hermann Der schönste Arbeitsplatz am Bosporus 44

Der schönste Arbeitsplatz am Bosporus

Rückzugsort inmitten Istanbuls:

Warum die deutsch-türkische Akademie Tarabya eine

Erfolgsgeschichte ist

ISTANBUL, im Juli 2019

Ruhig und bewegungslos breitet sich der Bosporus vor dem Auge aus. Bis das

Idyll in der Bildmitte mit einem Schlag aufgebrochen wird. Aus dem Nichts stoßen

zwei Buge wuchtig in das Wasser der Meerenge, einer nach links, einer nach

rechts. Zwei Frachter entstehen und werden größer. Einer zieht ins Schwarze

Meer, der andere hinunter zum Marmarameer. Erst sind auf ihrem Rumpf Buchstaben

zu erkennen, sie werden zu Wörtern. Schließlich ist auf jedem Frachter

eine Zeile aus dem letzten Gedicht zu lesen, das Nâzım Hikmet in seiner Heimat

geschrieben hat. Wenn es bis zur letzten Zeile abgeschlossen ist, beginnt die

Videoinstallation von vorne.

Der Filmemacher Jan Ralske drehte sie an der Stelle, an der Nâzım Hikmet,

der heute als der große türkische Nationaldichter verehrt wird, 1950 in Tarabya

ein Schiff bestiegen hat, mit dem er über das Schwarze Meer in die Sowjetunion

geflüchtet ist. Fast siebzig Jahre später arbeitete Ralske fünf Monate als

Stipendiat an der deutsch-türkischen Kulturakademie Tarabya. Die Videoinstallation,

die dort entstand, war jüngst erstmals beim Kunst- und Kulturfestival

der Kulturakademie in der Türkei zu sehen.

Ralske ist einer der mehr als achtzig Stipendiaten, die seit 2012 in Tarabya

künstlerisch gearbeitet haben. Die Kulturakademie am nördlichen Ufer des Bosporus

ist ein Vorzeigeprojekt der deutschen auswärtigen Kulturpolitik. Gegründet

wurde sie auf Initiative des Bundestags, um den künstlerischen Austausch

zwischen der Türkei und Deutschland zu fördern. Die Leitung liegt beim Auswärtigen

Amt. Derzeit beherbergt sie jedes Jahr bis zu zwanzig Künstlerinnen und

Künstler, die ihren Arbeits- und Lebensmittelpunkt in Deutschland haben.

Untergebracht ist die Kulturakademie in der historischen Sommerresidenz

des deutschen Botschafters in der Türkei. Sie geht auf eine Schenkung

des osmanischen Sultans Abdülhamid II. an das Deutsche Reich im Jahr 1880

zurück. Das im lokalen Stil mit Holz erbaute Ensemble, das sich in ein großes

bewaldetes Grundstück einfügt, gehört zu den schönsten Immobilien der

Bundesrepublik Deutschland im Ausland. Auf dem Gelände befinden sich ein


Rainer Hermann Boğaz’daki en güzel çalışma yeri 45

1

2

3

4

1 Eindrücke vom 2. Kunst- und Kulturfestival /

2. Sanat ve Kültür Festivali’nden görüntü

2 Aydan Özoğuz, Mitglied des Deutschen

Bundestages und des Akademiebeirats /

Federal Almanya Meclisi ve Akademi Danışma

Kurulu üyesi

3 Aktuelle Stipendiat*innen und Alumni mit

Johannes Ebert, Generalsekretär des Goethe-

Instituts und Jurymitglied Julia Hülsmann

/ Güncel ve önceki konuk sanatçılar

Goethe-Institut Genel Sekreteri Johannes

Ebert ve Jüri Üyesi Julia Hülsmann’la

4 Eröffnungsrede von Martin Erdmann,

Botschafter der Bundesrepublik Deutschland

/ Federal Almanya Cumhuriyeti Büyükelçisi

Martin Erdmann’ın açılış konuşması


Rainer Hermann Der schönste Arbeitsplatz am Bosporus 46

historischer Friedhof, auf dem mehr als 660 Soldaten begraben sind, die im

Ersten Weltkrieg in der verbündeten Türkei gefallen sind, zudem die Deutsch-Türkische

Handelskammer, ein deutscher Kindergarten – und eben die Kulturakademie

mit sieben Wohnungen sowie Probenräumen und Ateliers.

Von seinem Schreibtisch sieht der Schriftsteller Christoph Peters die

großen Schiffe vorüberziehen. Ein Blick, der ihn mit der ganzen Welt verbindet.

Jeden Morgen arbeitet er an seinem neuen Roman, am Nachmittag taucht er

dann für Recherchen zu seinem nächsten Roman in das islamische Istanbul ein.

Mal fährt er mit dem Schiff eine Stunde den Bosporus hinab in das Zentrum von

Istanbul, ein andermal setzt er sich in die U-Bahn. In Istanbul beschäftigt sich

Peters, der sich lange in Ägypten, der Türkei und Pakistan aufgehalten hat, mit

den Ornamenten in den Moscheen und in den Teppichen, er trifft Derwische und

ist auf der Suche nach den Spuren der islamischen Kosmologie.

„Diese Kosmologie sieht man in einer Moscheekuppel“, sagt Peters. Das

Element der absoluten Einheit Gottes in der Mitte, oft als goldenen oder

schwarzen Punkt – die absolute Einheit als Anfang von allem. Aus ihr heraus

wachsen Ornamente, sie bilden die Gesetze ab, die seit dem Urknall die Welt

regeln. Daraus gehen wiederum die Schrift und florale Ornamente hervor, die die

Verspieltheit der Schöpfung symbolisieren. Das schaut sich Peters an, ebenso

Gebetsteppiche, deren ornamentale Muster den abschweifenden Geist immer

wieder einfangen.

Selten hätten sie in ihrem Leben einen schöneren Arbeitsplatz gehabt,

sagen Stipendiaten, Tarabya setze Ideen frei. Ralske meint sogar, die Gebäude

und das Gelände seien so schön, dass man es eigentlich gar nicht verlassen

wolle. Das sollen die Stipendiaten aber, und sie tun es auch, in einem ständigen

Wechsel von Ruhe und Lärm. Der Reiz von Tarabya liege darin, dass die

Kulturakademie zum einen ein Rückzugsort sei, zum anderen gelange man

jedoch sehr schnell in das Zentrum einer Megastadt, sagt Joachim Sartorius,

der Vorsitzende der fünfköpfigen Jury, die Stipendiaten aus den Sparten Architektur,

Bildende Kunst, Darstellende Kunst, Design, Literatur, Musik, Film,

Publizistik und Kulturtheorie auswählt.

Erwartet wird von den Bewerbern, dass sie sich mit der türkischen

Kulturszene vernetzen, sich mit lokalen Künstlern und Kultureinrichtungen

austauschen, mit Galerien und Museen. Neues entsteht in den Begegnungen mit

türkischen Künstlern, aber auch im Austausch der sieben Künstler untereinander.

So arbeiten derzeit in Tarabya jeweils ein Komponist, ein Musiker, ein

Tänzer sowie jeweils zwei Schriftsteller und Filmemacher. In Tarabya wurden

bereits zahlreiche Romane und Drehbücher geschrieben, von Außer sich von


Rainer Hermann Boğaz’daki en güzel çalışma yeri 47

Sasha Marianna Salzmann, Stipendiatin der ersten Stunde, bis zu Katerina

Poladjans gerade erschienenem Hier sind die Löwen. Filme wurden gedreht,

entstanden sind Beiträge für Biennalen zu zeitgenössischer Kunst, zeitgenössische

Musik wurde komponiert. Ein Beispiel ist die Klanginstallation Call to

Prayer, zu der sich Michael Schiefel durch den fünfmaligen Ruf des Muezzin hat

inspirieren lassen.

Stipendiaten und Alumni kommen mit türkischen Musikern im Tarabya

Ensemble zusammen, das in unregelmäßigen Abständen in der Türkei und in

Deutschland auftritt, beispielsweise im vergangenen November in Berlin beim

„Studio Bosporus“, der ersten großen Veranstaltung in Deutschland, bei der in

der Türkei entstandene Arbeiten gezeigt wurden. Seit 2017 werden die Stipendien

für eine Dauer von vier bis acht Monaten im Rahmen einer offenen

Ausschreibung vergeben. Hohe Priorität haben Anträge von deutsch-türkischen

Künstlertandems für Koproduktionsstipendien. Generell müssten die Bewerber

offen sein und eine große Neugierde mitbringen, sagt Sartorius. Wichtig sei für

die Jury, dass eine Projektbeschreibung erkennen lasse, dass neue Wege

beschritten und nach neuen Erkenntnissen gesucht werde.

Wie der Atlas der digitalen Kartographie, mit der Shulamit Bruckstein

eines der bedeutendsten Netzwerke der zeitgenössischen Künste sichtbar

macht: das persönliche Netzwerk von Beral Madra, der Kuratorin der ersten

Istanbul Biennale. Mehr als vier Jahrzehnte begleitete sie rund neunhundert

Künstler aus mehr als vierzig Ländern. Der Atlas enthält Hunderte von Fragmenten

– Texte, Werke, Namen –, er visualisiert Beziehungen zwischen Orten in

einer Region, die von Istanbul über Beirut nach Kairo reicht, von Sarajevo und

Mostar über Thessaloniki, Tiflis und Moskau nach Zentralasien. Und immer

wieder Berlin. Er ist Teil des großen digitalen Atlasprojekts vom House of Taswir,

einer internationalen Plattform für künstlerische Forschung und diasporische

Denkformen, gegründet 2007 in Berlin von der Philosophin und Kuratorin Bruckstein

mit Künstlerinnen und Künstlern aus aller Welt. Die Plattform bereitet

derzeit performative Ausstellungskontexte zu diesem Atlas vor. „In dem Projekt

erscheint eine neue, eigene Form der Diplomatie: ein Feld der zeitgenössischen

Künste, in dem sich divergierende Positionen auf oft sehr persönliche Weise

berühren“, sagt Bruckstein. So entstehe ein Netzwerk unbeugsamer Kosmopoliten,

das selbst zu einem Kunstwerk wird.

Den Fotografen Andréas Lang interessieren hingegen die vielen Schichten

der türkischen Geschichte. Von Tarabya aus brach er zu Exkursionen in die

ganze Türkei auf, vor allem in den äußersten Osten, wo er auch armenischen

Spuren nachgegangen ist. Ihn reizen die Überlagerungen und das


Rainer Hermann Der schönste Arbeitsplatz am Bosporus 48

Aufeinanderprallen von Kulturen sowie das daraus entstandene wiederkehrende

Überschreiben der eigenen Geschichte.

Überlagert waren die vergangenen Jahre auch von politischen Spannungen

in der Türkei sowie zwischen der Türkei und Deutschland. Dennoch hat

es in Tarabya nie eine Vakanz gegeben. In diesem Frühjahr waren trotz des

schwierigen politischen Umfelds für den Zeitraum von September 2019 bis

August 2020 mehr als dreihundert Bewerbungen eingegangen. „Tarabya ist in

der Kulturwelt also angekommen“, sagt Johannes Ebert, der Generalsekretär

des Goethe-Instituts.

In Tarabya hat sein Haus die kuratorische Verantwortung, in Kyoto und

Salvador da Bahia betreibt es weitere Residenzhäuser. Darüber hinaus betreut

das Goethe-Institut mit anderen Partnern in mehr als siebzig Programmen im

Ausland zweihundert Residenzkünstler. Ein Residenzhaus wie die Kulturakademie

Tarabya sei ein wichtiges Instrument des Kulturaustausches, sagt Ebert.

„Solche Häuser schaffen nachhaltige Kontakte und Netzwerke.“ Ein Kulturaustausch,

wie ihn Tarabya ermögliche, sei gerade in politisch schwierigen Zeiten

wichtig, so Ebert. Denn dadurch halte man Kommunikationskanäle offen und

Begegnungen zwischen Menschen aufrecht.

„Unter den Künstlern ist etwas entstanden, was sich zu erhalten lohnt“,

sagt Ebert. Daher sollen nun die Möglichkeiten für Alumni verbessert werden,

etwa für Nachrecherchen in die Türkei zurückzukommen.

Erstveröffentlichung: Frankfurter Allgemeine

Zeitung, 24.07.2019

Boğaz’daki en güzel çalışma yeri

İstanbul’un göbeğinde bir sığınak:

Almanya-Türkiye Tarabya Kültür Akademisi’nin Başarı

Hikayesinin Arka Planı

İSTANBUL, Temmuz 2019

Boğaz gözlerimizin önünde sessiz sakin uzanıyor. Sonra birden, bu huzurlu

manzara tam ortadan ikiye bölünüyor. İki heybetli geminin pruvası dalıveriyor

boğazın sularına, biri sağa biri sola yöneliyor. Sonra daha da büyüyüp iki şilebe

dönüşüyorlar. Biri Karadeniz’e, diğeri Marmara Denizi’ne doğru ilerliyor.


Rainer Hermann Boğaz’daki en güzel çalışma yeri 49

Gövdelerindeki harfler birer sözcüğe dönüşüyor o esnada. Ve nihayetinde, iki

şilebin gövdesi üzerinde Nâzım Hikmet’in anayurdunda yazdığı son şiirden dizeler

beliriyor. Şiir tamamlandığında video enstalasyon baştan başlıyor.

Sinemacı Jan Ralske, bugün Türkiye’nin milli şairi olarak onurlandırılan Nâzım

Hikmet’in 1950’de Karadeniz üzerinden Sovyetler Birliği’ne kaçmak için gemiye

bindiği noktada filme çekmiş bu iki şilebi. Bu olaydan yaklaşık yetmiş sene sonra

Ralske Tarabya Kültür Akademisi’nde beş ay boyunca konuk sanatçı olarak kalıyor.

Bu dönemde ortaya çıkan video enstalasyonu yakınlarda, Türkiye’de düzenlenen

Kültür Akademisi Sanat ve Kültür Festivali’nde ilk kez gösterildi.

Ralske 2012’den bu yana Tarabya’da sanatsal çalışmalar yürütmüş

seksenden fazla konuk sanatçıdan biri. Boğaz’ın kuzey kıyısında bulunan Kültür

Akademisi, Alman kültürel diplomasisinin örnek projelerinden. Federal Almanya

Meclisi’nin inisiyatifiyle, Türkiye ile Almanya arasındaki kültür alışverişini teşvik

etmek amacıyla kuruldu. Akademi’nin yönetimi Dışişleri Bakanlığı’na bağlı. Şu anda

her yıl, Almanya’da yaşayan ve çalışan yaklaşık 20 sanatçıyı ağırlıyor.

Kültür Akademisi Almanya Büyükelçiliği’nin tarihi yazlık rezidansında bulunuyor.

Bu yapıyı Sultan II. Abdülhamid 1880’de Almanya İmparatorluğu’na hediye

etmiş. Büyük bir ormanlık arazi üzerinde, yerel mimariye uygun tarzda ahşap konutlardan

oluşan rezidans Almanya Federal Cumhuriyeti’nin yurtdışındaki en güzel

mülklerinden biri. Bu ormanlık arazide, I. Dünya Savaşı sırasında müttefik ülke

Türkiye’de şehit düşen 660’tan fazla Alman askerinin yattığı tarihi şehitlik, bir

Alman anaokulu ve bir de yedi konut, prova mekânları ve atölyelerden oluşan Kültür

Akademisi bulunuyor.

Yazar Christoph Peters yazı masasında çalışırken Boğaz’dan geçen büyük

yük gemilerine bakıyor. Onu dünyanın geri kalanına bağlayan bir manzara bu. Her

sabah yeni romanı üzerinde çalışıyor, öğleden sonraları da bir sonraki romanı için

araştırma yapmak üzere İstanbul’un dindar kesimlerinin yaşadığı yerlere gidiyor.

Bazen Boğaz üzerinden bir saatlik vapur yolculuğuyla bazen de metroyla İstanbul’un

merkezine gidiyor. Mısır, Türkiye ve Pakistan’da uzun süre yaşamış olan

Peters İstanbul’da cami ve halı süslemelerini araştırıyor, dervişlerle görüşmeler

yapıyor ve İslam kozmolojisinin izlerini sürüyor.

“Bu kozmolojiyi bir caminin kubbesinde görmek mümkün”, diyor Peters.

Allah’ın mutlak birliğini simgeleyen merkezi unsur, genelde altın rengi veya siyah

bir nokta – bu mutlak Bir, her şeyin başlangıcı. Bu noktaya bağlı bezekler, Büyük

Patlama’dan beri dünyayı yöneten kuralları resmediyor. Bezeklerdeki yazılar ve

çiçek süslemeleri ise, yaradılışın oyunbaz unsurlarını simgeliyor. Peters işte bu

süslemeleri ve süslü desenleriyle dağınık zihnin dikkatini toplamasını sağlayan

seccadeleri inceliyor.


Rainer Hermann Der schönste Arbeitsplatz am Bosporus 50

5

6

5 House of Taswir zeigt / sunar: BM Contemporary,

2nd Edition. COSMOPOLIS UNBENT,

Hommage an Beral Madra. Eine Digitale

Kartografie / Beral Madra’ya Saygı. Bir

dijital Kartografi. Artist Talk / Sanatçıyla

Sohbet: Shulamit Bruckstein & Beral Madra,

Moderation / Moderatör: Sinan Eren Erk

6 Kadir „amigo“ Memiş: BOUZUQΣΣ – Eine

Hommage an die Graffitiszene / Grafiti

Kültürüne bir Saygı Duruşu

7 Aykan Safoğlu: Besuch / Ziyaret, 2019

8 Julia Lazarus: After Nature, TR/D 2019

7

8


Rainer Hermann Boğaz’daki en güzel çalışma yeri 51

Konuk sanatçılar hayatlarında nadiren böyle güzel bir çalışma ortamı gördüklerini,

Tarabya’nın yepyeni fikirleri açığa çıkardığını söylüyorlar. Ralske daha da ileri

giderek bu konutların ve mekânın güzelliğinden dolayı dışarı çıkmanın, hiç içinden

gelmediğini söylüyor. Ama konuk sanatçıların önünde sonunda dışarı çıkması, bu

sükunetle şehrin gürültüsü arasında gidip gelmesi gerekiyor. Tarabya’nın cazibesinin,

bu Kültür Akademisi’nin sığınılacak bir liman olmasından, bir yandan da bu

mega kentin merkezine kısa sürede ulaşma imkanı sunmasından ileri geldiğini

söylüyor Joachim Sartorius. Sartorius, mimari, güzel sanatlar, sahne sanatları,

tasarım, edebiyat, müzik, sinema, gazetecilik ve kültürel teori alanlarından sanatçıları

seçen beş üyeli jürinin başkanı.

Başvuruda bulunanlardan, Türkiye’nin kültür sanat ortamıyla ilişki kurmaları,

Türkiyeli sanatçılarla ve kültür kurumlarıyla, galerilerle ve müzelerle etkileşimde

bulunmaları bekleniyor. Hem Türkiyeli sanatçılarla hem de yedi konuk sanatçıyla

etkileşimlerde yepyeni şeyler ortaya çıkıyor. Şu anda Tarabya’da bir besteci,

bir müzisyen, bir dans sanatçısı, iki yazar ve iki sinemacı konuk. Tarabya’da, ilk

konuk sanatçılardan Sasha Marianna Salzmann’ın Außer sich’ inden, Katerina

Poladjan’ın yeni yayımlanmış romanı Hier sind die Löwen’e kadar çok sayıda roman

ve senaryo yazılmış. Filmler çekilmiş, çağdaş sanat bienallerine katılan işler

yapılmış, çağdaş müzik parçaları bestelenmiş. Michael Schiefel’in günde beş vakit

ezan okuyan müezzinden esinlenerek bestelediği Call to Prayer adlı ses enstalasyonu

da bunlardan biri.

Güncel ve önceki dönemin konuk sanatçıları Tarabya Ensemble adlı müzik

grubunda bir araya gelmiş, bu grup ara ara Türkiye’de ve Almanya’da sahne alıyor;

örneğin, geçtiğimiz Kasım ayında, Almanya’da düzenlenen ilk büyük etkinlik olan ve

Türkiye’de ortaya çıkan işlerin tanıtıldığı “Studio Bosporus”ta sahne aldılar. Dört

ila sekiz ay arasında değişen burslar 2017’den beri, Açık Çağrı sistemiyle veriliyor.

Almanyalı-Türkiyeli sanatçıların bir arada üretimde bulunacağı iki kişilik sanatçı

gruplarına öncelik tanınıyor. Genelde başvuranlardan açık fikirli ve meraklı olmalarının

beklendiğini söylüyor Sartorius. Jüri sunulan proje tanımında yeni yollara

başvurulduğunu ve yeni bilgilerin peşine düşüldüğünü görmek istiyor.

Shulamit Bruckstein’ın çağdaş sanatın en anlamlı ağlarından birini görünür

hale getirdiği dijital kartografi atlası böyle bir proje: İlk İstanbul Bienali’nin küratörü

olan Beral Madra’nın kişisel ağı. Kırk yıldan uzun bir süre, kırktan fazla

ülkeden gelen yaklaşık dokuz yüz sanatçıya eşlik etmiş Madra. Atlas yüzlerce –

metin, eser, ad– fragman içeriyor, İstanbul’dan Beyrut ve Kahire’ye, Saraybosna ve

Mostar’dan Selanik, Tiflis ve Moskova’ya ve oradan Orta Asya’ya uzanan bölgenin

belli noktaları arasında kurulmuş ilişkileri görselleştiriyor. Ve elbette Berlin de

daimi uğrak noktalarından biri. Bu proje, filozof ve küratör Bruckstein’ın 2007


Rainer Hermann Der schönste Arbeitsplatz am Bosporus 52

yılında dünyanın her yerinden sanatçılarla birlikte Berlin’de kurduğu, sanatsal

araştırmalar ve diasporaya özgü düşünce biçimleri için uluslararası bir platform

olarak tanımlanan, büyük dijital Atlas projesi House of Taswir’in bir parçası. “Bu

projede diplomasinin kendine has, yeni bir biçimi ortaya çıkıyor: farklı konumlanmaların

genelde gayet kişisel bir şekilde birbirine temas ettiği bir çağdaş sanatlar

sahası” diye tanımlıyor Bruckstein bu projesini. Böylelikle, boyun eğmeyen kozmopolitlerden

oluşan bir ağ çıkıyor ortaya ve bu ağ başlı başına bir sanat eserine

dönüşüyor.

Fotoğrafçı Andréas Lang ise Türkiye tarihinin farklı katmanlarıyla ilgileniyor.

Tarabya’dayken, Ermenilerin izlerini sürdüğü Doğu illeri başta olmak üzere Türkiye’nin

çeşitli bölgelerine gitmiş. Kültürlerin iç içe geçmesi ve çarpışması ve bunların

sonucunda her kültürün tarihinin sürekli yeniden yazılması özellikle ilgisini çekiyor.

Geçtiğimiz yıllarda Türkiye’nin siyasal gerilimleriyle Türkiye ve Almanya

arasındaki siyasal gerilimler de iç içe geçti. Buna rağmen Tarabya asla açık vermedi.

Bu yılın bahar aylarında, siyasal ortamın güçlüklerine rağmen, Eylül 2019-Ağustos

2020 dönemi için üç yüzden fazla başvuru yapıldı. Goethe-Institut Genel Sekreteri

Johannes Ebert “Tarabya kültür dünyasında böylesine iyi bir yere gelmiş durumda

işte,” diyor.

Goethe-Institut Tarabya’nın küratöryel sorumluluğunu üstlenmiş durumda,

Kyoto ve Salvador da Bahia’daki konuk sanatçı programlarını da o idare ediyor.

Goethe-Institut bunların yanı sıra, başka ortaklarla işbirliği içinde yürüttüğü

yetmişten fazla programla Almanya dışında iki yüz konuk sanatçı ağırlıyor. Tarabya

Kültür Akademisi gibi bir konuk sanatçı evi, Ebert’e göre kültür alışverişinin önemli

bir aracı. “Bu tür evler kalıcı temasların ve ağların oluşumuna ön ayak oluyor”.

Tarabya’nın mümkün kıldığı türden bir kültürel alışverişin siyasal açıdan karmaşık

dönemlerde daha da önem kazandığını düşünüyor. Çünkü böylelikle iletişim kanalları

açık, insanlar arası karşılaşmalar içten bir hal alıyor.

“Sanatçılar arasında sürdürülmeye değer bir şey ortaya çıktı,” diyor Ebert.

Dolayısıyla şimdi, eski konuk sanatçılara sağlanan olanakların, mesela araştırma

yapmak için Türkiye’ye tekrar gelme olanağının daha da iyileştirilmesi üzerinde

çalışılıyor.

İlk yayımlandığı yer: Frankfurter Allgemeine

Zeitung, 24.07.2019



Stipendiat*innen


Konuk Sanatçılar


Shulamit

56

Bruckstein

Çoruh


57

1

2

3

06.07.2019, House of Taswir zeigt / sunar: BM

Contemporary, 2nd Edition. COSMOPOLIS

UNBENT, Hommage an Beral Madra. Eine digitale

Kartografie / Beral Madra’ya Saygı. Bir Dijital

Kartografi, Premiere / Prömiyer, Installation im

Rahmen des 2. Kunst- und Kulturfestivals

Tarabya, Istanbul / Enstalasyon, Tarabya 2. Sanat

ve Kültür Festivali, İstanbul, Fotos/Fotoğraflar:

House of Taswir

1 Artist Talk: Shulamit Bruckstein Çoruh, Beral

Madra & Sinan Eren Erk

2 Eindrücke von der Installation /

Enstalasyondan bir kare

3 Titelwand / Duvar metni

4 Zeitung, Teil der Installation / Enstalasyonunun

bir parçası olan gazete

4


Stipendiat*innen Shulamit Bruckstein Çoruh 58

Cosmopolis Unbent. Hommage an Beral Madra.

Beral Madra (BM) ist eine wegweisende Istanbuler Kuratorin, Kunstkritikerin

und Autorin auf dem Gebiet der zeitgenössischen Kunst, insbesondere in der

Türkei, im Kaukasus, in Zentralasien, im Nahen Osten und in Deutschland. Seit

Mitte der 1980er Jahre hat sie über 250 internationale Ausstellungen kuratiert.

Ihre kosmopolitische Stimme, die sie in ihren Schriften und in ihrer Arbeit mit

Künstler*innen und Gelehrten – angesichts zunehmender Risiken und prekärer

Verhältnisse – mit Nachdruck verteidigt, ist für viele eine Quelle der Inspiration,

sowohl in künstlerischer als auch in politischer Hinsicht.

Das Archiv des Beral Madra Contemporary Arts Center (BM-CAC) ist

Ausdruck künstlerischer Kühnheit, Intelligenz und Subtilität. Es ist ein Magnet

für Intellektuelle und Künstler*innen in Istanbul, einer Metropole, die für mich

und viele meiner Künstlerkolleg*innen bis heute – möglicherweise mehr denn je

– ein inspirierendes Zentrum für weltoffene künstlerische und intellektuelle

Arbeit ist. Zwischen 2018 und 2019 begann House of Taswir, mit Beral Madra

und dem BM-CAC-Archiv an einer öffentlichen Kunstinstallation zu arbeiten, die

als fortlaufendes Projekt konzipiert ist und als kartografische Installation auch

in Zukunft Bestandteil einer Reihe von Ausstellungen bleiben wird: BM Contemporary

ist ein diplomatisches Kunstprojekt mit dem Ziel, eine Dokumentation der

von Beral Madra in vierzigjährigem Schaffen kuratierten Ausstellungen zu

erstellen. Ihre ästhetische und theoretische Erforschung der Zusammenhänge

von Kunst, Theorie, Politik und Psychogeografie reicht weit über die geopolitischen

Grenzen der Türkei hinaus. Madras’ Ausstellungen finden oft in Konfliktregionen

statt, bringen Künstler*innen aus getrennten politischen Lagern

zusammen und folgen einer kosmopolitischen Agenda, deren Protagonist*innen

heute mutiger und unerschrockener agieren denn je.

BM Contemporary: Cosmopolis Unbent ist gleichzeitig ein Kunstwerk, ein

digitaler Mnemosyne-Atlas, ein offenes Buch, ein lebendiges Studienhaus und

eine temporäre Kunstausstellung. Der Atlas besteht unter anderem aus

Hunderten von klassischen und zeitgenössischen Kunstwerken, Texten, Fragmenten

der Philosophie und Poesie, hörbaren und beweglichen Elementen,

Fotografien und Briefen. Er erinnert in seiner poetischen Struktur und der

Konnektivität seiner Elemente an Marcel Duchamps Green Box, Aby Warburgs

Atlas, Jorge Luis Borges „großes Buch“, einen Freud’schen Traumtext oder

sogar an eine Seite aus einer mittelalterlichen Schrift wie dem Talmud oder dem

Hadith. Die Besucher*innen sind eingeladen, diese Kartografie wie ein


Konuk Sanatçılar Shulamit Bruckstein Çoruh 59

lebendiges, offenes Buch zu betreten, in dem sie sich frei bewegen, die Dinge

verschieben oder neu sortieren, ganz im Sinne von Aby Warburgs Schlitterlogik.

Die Präsentation von Cosmopolis Unbent im osmanischen Teehaus in der

Sommerresidenz des deutschen Botschafters in Tarabya beim 2. Kunst- und

Kulturfestival der Kulturakademie Tarabya bestand aus einer ortsspezifischen

Wandinstallation digitaler und analoger Architektur. Als subjektiv kuratierte

Anthologie künstlerischer Forschung ist Cosmopolis Unbent einer kosmopolitischen

Persönlichkeit gewidmet, deren Archiv der zeitgenössischen Künste von

unschätzbarem diplomatischen Wert ist.

Gemeinsam mit dem Kurator und Kunstkritiker Sinan Eren Erk sowie der

Kunsthistorikerin und Künstlerin Hanna Lehun erarbeitete ich das digitale

Archiv BM Contemporary. Die erste Edition, The Turkish Echo Chamber, fand im

Juni 2019 im Salon Galić in Split statt. Im Juli 2019 präsentierte House of Taswir

eine zweite Edition – das hier beschriebene Cosmopolis Unbent – und zeigte

Fragmente aus dem Archiv von Beral Madra. Eine dritte Edition, The Dancing

Table, war Teil der von House of Taswir im September 2019 kuratierten Ausstellung

Wednesday Society. The Couch of Meret O. im Artam Antik Palace Istanbul

und eine vierte Edition, The Shanashil Project, ist für das Grand Palais in Bern

für März 2020 geplant.

Cosmopolis Unbent. Beral Madra’ya Saygı

Beral Madra (BM) özellikle Türkiye’de, Kafkaslar’da, Orta Asya’da, Yakın Doğu’da

ve Almanya’da çağdaş sanat alanında öncü bir İstanbullu küratör, sanat eleştirmeni

ve yazar. 1980’lerin ortasından beri 250’dan fazla uluslararası serginin

küratörlüğünü yürüttü. Yazılarında ve sanatçılarla ve öğrencileriyle yürüttüğü

çalışmalarında –giderek artan risklere ve istikrarsızlığa karşı– önemle vurgulayarak

savunduğu kozmopolit sesi, pek çokları için hem sanatsal hem de siyasal

açıdan bir esin kaynağı teşkil etmektedir.

Beral Madra Contemporary Arts Center (BM-CAC) arşivi sanatsal gözüpekliğin,

zekanın ve inceliğin ifadesidir. Merkez, bugüne kadar –belki de bugün,

hiç olmadığı kadar– hem benim hem de sanatçı arkadaşlarımın dünyaya açılan

sanatsal ve entelektüel çalışmalarına esin veren bir merkez işlevi gören İstanbul

metropolünde yaşayan entellektüelleri ve sanatçıları kendine çekiyor. 2018 ve

2019 yılları arasında House of Taswir, Beral Madra ve BM-CAC-Arşivi’yle birlikte,

devamlı bir proje olarak tasarlanan ve kartografik bir enstalasyon olarak


Stipendiat*innen Shulamit Bruckstein Çoruh 60

gelecekte de bir dizi sergiye dahil edilmesi planlanan kamuya açık bir sanat

enstalasyonu üzerine çalışmaya başladı: BM Contemporary kırk yıldır bu alanda

çalışan Beral Madra’nın küratörlüğünü yaptığı sergilerin bir belgeselini hazırlamayı

hedefleyen diplomatik bir sanat projesi. Sanat, teori, siyaset ve psikocoğrafya

bağlamlarına dair estetik ve teorik araştırmaları, Türkiye’nin jeopolitik

sınırlarının ötesine uzanıyor. Madra’nın sergileri genelde çatışma bölgelerinde

düzenleniyor, farklı siyasal kamplara mensup sanatçıları bir araya getiriyor ve

kahramanlarının bugün görülmemiş bir cesaret ve korkusuzlukla hareket ettiği

kozmopolit gündemi takip ediyor.

BM Contemporary: Cosmopolis Unbent dijital bir Mnemosyne-Atlası, açık

bir kitap, canlı bir öğrenim merkezi ve geçici bir sanat sergisi. Atlas daha pek

çok şeyin yanı sıra yüzlerce klasik ve çağdaş sanat eserinden, felsefe ve şiir

metinleri ve fragmanlarından, işitilebilen ve hareketli unsurlardan, fotoğraflardan

ve yazışmalardan oluşuyor. Şairane yapısı ve içerdiği unsurların bağlantılı

oluşuyla Marcel Duchamp’ın Yeşil Kutusunu, Warburg’un Atlas’ını, Jorge Louis

Borges’in “büyük kitap”ını, Freudyen bir rüya metnini ve hatta Talmud veya Hadis

gibi Ortaçağdan kalma bir metin sayfasını andırıyor. Ziyaretçiler, Aby Warburg’un

kaydırma mantığı uyarınca, bu kartografiyi canlı, açık bir kitabın içine girer gibi

gezmeye, onun içinde özgürce hareket etmeye, nesnelerin yerini değiştirmeye

veya onları yeniden düzenlemeye davet ediliyor.

Tarabya’daki Almanya Büyükelçiliği’nin Yazlık Rezidansı’nın Osmanlı tarzı

çay evinde yapılan Cosmopolis Unbent sunumu, dijital ve analog mimariyle bu

mekân için özel olarak kurulmuş bir duvar enstalasyonundan oluşuyordu.

Sanatsal araştırmaların öznel bir yaklaşımla bir araya getirildiği bu antoloji,

olağanüstü bir diplomatik değeri olan bir çağdaş sanat arşivi oluşturmuş kozmopolit

bir kişiliğe adanmıştır.

BM Contemporary dijital arşivini küratör ve sanat eleştirmeni Sinan Eren

Erk ve sanat tarihçisi ve sanatçı Hanna Lehun ile birlikte oluşturdum. The Turkish

Echo Chamber adlı ilk edisyon Haziran 2019’da Split’teki Salon Galić’te gerçekleştirilmiştir.

House of Taswir Temmuz 2019’da Tarabya Kültür Akademisi’nin 2.

Kültür ve Sanat Festivali çerçevesinde ikinci bir edisyon –burada tarif edilen

Cosmopolis Unbent– sundu ve Beral Madra arşivinden fragmanlar gösterdi. The

Dancing Table adlı üçüncü edisyon, House of Taswir’in Eylül 2019’da İstanbul

Artam Antik Palace Müzesi’nde düzenlediği Wednesday Society. The Couch of

Meret O. sergisinin bir parçası oldu, dördüncü edisyon olan The Shanashil Project’in

de Mart 2020’de Bern’deki Grand Palais’de sunulması planlanmaktadır.


Konuk Sanatçılar Shulamit Bruckstein Çoruh 61

Shulamit Bruckstein Çoruh, a.k.a. Almút Sh.

Bruckstein, ist Denkerin, Kuratorin, Theoretikerin,

Autorin und Kunstkritikerin. Sie ist die Autorin

von House of Taswir—Doing and Undoing Things:

Notes on Epistemic Architecture(s) und Gründerin

von House of Taswir, a.k.a. Taswir projects, einer

internationalen Plattform für künstlerische

Forschung und diasporische Denkformen. Shulamit

Bruckstein Çoruh hatte Professuren für Philosophie

und Kulturtheorie in Berlin, Jerusalem und Basel

inne und verfasste über 70 Publikationen in den

Feldern Philosophie, Bildtheorie, Kulturwissenschaften

und Judaistik. Im September 2019 konzipierte

und kuratierte sie die Ausstellung Wednesday

Society. The Couch of Meret O. im Artam Antik

Palace, Istanbul.

Shulamit Bruckstein Çoruh war von September

2018 bis April 2019 an der Kulturakademie Tarabya

als eine der ersten Stipendiat*innen, die sich

initiativ über den Open Call im September 2017

beworben hatten.

Shulamit Bruckstein Çoruh, a.k.a. Almút Sh.

Bruckstein, düşünür, küratör, teorisyen ve sanat

eleştirmeni. House of Taswir—Doing and Undoing

Things: Notes on Epistemic Architecture(s) kitabının

yazarı ve sanatsal araştırmalar ve diasporaya özgü

düşünce biçimleri için uluslararası bir forum olan

House of Taswir, a.k.a. Taswir projects’in kurucusu.

Shulamit Bruckstein Çoruh Berlin, Kudüs ve Basel’de

felsefe ve kültür teorisi kürsülerinin başkanlığını

yürüttü ve felsefe, imge teorisi, kültürel çalışmalar

ve Judaizm alanlarında 70’ten fazla yayın yaptı.

2019 yılının Eylül ayında İstanbul’daki Artam Antik

Palace’ta açılan Wednesday Society. The Couch of

Meret O. sergisinin küratörlüğünü yürüttü.

Shulamit Bruckstein Çoruh 2017 yılının Eylül

ayında açık burs çağrısı üzerinden başvuru yaparak

Tarabya Kültür Akademisi’nde Eylül 2018 ve Nisan

2019 tarihleri arasında konuk sanatçı olarak kalmaya

hak kazanan ilk sanatçılardan biridir.


Max Czollek

62


Konuk Sanatçılar Max Czollek 63

alternative fakten über den bosporus

in tarabya sitze ich vor fenstern wie fadenkreuze. stirnwärts der bosporus, im

rücken ein deutscher soldatenfriedhof. als säße ich in einem meiner gedichte.

der name leitet sich aus dem griechischen therapia ab. konkret heißt das: ein

teehäuschen, ein tennisplatz, ein rosenhain, acht pflanzenpfleger, der angrenzende

hochumzäunte präsidentenpalast.

ich schreibe nachhause: hier ist die erde stempelkissenfeucht. hier gibt es

keinen himmel. die uferpromenade stanzt mir einen milchigen halbmond auf die

pupille. wenn ihr das symbolisch verstehen wollt, versteht ihr es symbolisch.

Boğaz Hakkında Alternatif Gerçekler

tarabya’da, artı kıl şekilli pencerelerin önünde oturuyorum. ön tarafımda boğaz,

arka tarafımda bir asker şehitliği. Sanki şiirlerimden birinin içinde oturuyorum.

tarabya adı yunanca therapia’dan geliyor. somut karşılıkları: bir çay salonu, bir

tenis kortu, bir gül bahçesi, sekiz bahçıvan, hemen yanda dikenli tellerle örülü

yüksek duvarlarla çevrili cumhurbaşkanlığı sarayı.

eve mektup yazıyorum: burada toprak ıstampa gibi nemli. burada gökyüzü yok.

deniz kıyısındaki gezintiden sonra gözbebeklerime sütbeyaz bir hilal yerleşiyor.

bunun sembolik olduğunu düşünenler, varsın öyle düşünmeye devam etsin.


Stipendiat*innen Max Czollek 64

fenster wie fadenkreuze. vor mir der bosporus, der kein fluss ist und kein meer,

der sich den kategorien entzieht, die ich von zuhause kenne: spree oder ostsee.

rhein oder müritz. der bosporus ist der bosporus. sonst nichts.

einer der gärtner erzählt mir vom vergangenen jahrhundert. auch damals deutsche

botschaft. auch damals soldatenfriedhof im rücken. versteckte waffen und

eine enigma maschine, spickzettel des zweiten weltkrieges fürs schiffe

versenken.

schaue ich früh auf den bosporus, sehe ich delphine vorbeischwadronieren.

bloß ihre rückenflossen blitzen heraus. die unregelmäßig gezackte walze eines

fleischwolfs.

artı kıl şekilli pencereler. önümde uzanan boğaz, dere de değil, deniz de değil,

aşina olduğum bütün kategorilerin dışında kalıyor: spree ya da ostsee. ren ya da

müritz. boğaz, sadece boğaz. başka bir şey değil.

bahçıvanlardan biri bana geçen yüzyılı anlatıyor. burası o zamanlar da alman

büyükelçiliğiymiş. o zamanlar da arka tarafta asker şehitliği varmış. gizli silahlar

ve bir enigma makinesi, ikinci dünya savaşında gemileri batırmak için kullanılan

şifreli kâğıtlar.

erken saatlerde boğaz’a bakınca suda cakayla yüzen yunus balıklarını görüyorum.

sadece parlak yüzgeçleri görünüyor. bir kıyma makinesinin intizamsız

tırtıklarla kaplı silindiri.


Konuk Sanatçılar Max Czollek 65

im frühjahr drängen sich die menschen am ufer, halten schnüre in das wasser.

mich täuschen sie nicht. sind keine angler, sondern bauarbeiter, die mit dünnen

stahltauen das überfüllte mehrzweckbecken fixieren.

tags ziehen die frachter mit roten bäuchen wie ladebalken, wird das zimmer zum

aufgeklappten laptop, die dielen zur tastatur, meine füße fingerspitzen. in

diesen momenten habe ich nur noch zwei.

einer der gärtner erzählt, dass die codemaschine im garten vergraben wurde.

daher sei der rasen verschlüsselt. ich presse meine ohren auf den feuchten

boden, verstehe nichts. etwas muss dran sein an der geschichte.

baharda herkes deniz kıyısına inip suya olta atıyor. beni kandıramazlar. balıkçı

değil, inşaat işçisi hepsi, incecik çelik kablolarla, bu çok amaçlı havuzun tıkanmış

borularını açıyorlar.

gündüzleri kırmızı gövdeleriyle ilerleme çubuklarını andıran yük gemileri pencerenin

önünden süzüldü mü, oda kapağı açık bir dizüstü bilgisayara dönüşüveriyor,

döşeme tahtaları klavye, ayaklarım da klavye üzerindeki iki parmağım. bu

anlarda sadece iki parmağım var.

bahçıvanlardan biri kod makinesinin bahçeye gömülü olduğunu anlatıyor. O

yüzden şifreliymiş çimenlik. kulaklarımı ıslak toprağa dayıyorum, hiçbir şey anlamıyorum.

hikayenin doğru bir tarafı var demek ki.


Stipendiat*innen Max Czollek 66

als die franzosen fuß fassten, fingen sie von jeder vogelsorte zwei exemplare

und präparierten sie zu standbildern. die toten tiere befinden sich seit zweihundert

jahren im lycée saint-joseph in moda. eine arche noah, nur umgekehrt.

um zu den toten deutschen zu gelangen, muss man vorbei am rosenhain, am

kindergarten, eine teppichgrüne steintreppe hinauf, einen schrägen waldweg.

die toten haben dort oben eine gute aussicht. warum eigentlich?

ich möchte festhalten: der delphin, der vor einem rot glühenden sonnenuntergang

den eigenen körper in 45-grad-krümmung vollständig aus dem wasser

katapultiert, ist ein von postern der apothekenrundschau verbreitetes gerücht.

fransızlar ülkeye ayak bastığında, her kuş türünden iki örnek toplayıp içini

doldurmuşlar. ölü hayvanlar iki yüz yıldır moda’daki saint-joseph lisesi’nde. bir

tür nuh’un gemisi, daha doğrusu tam zıddı.

ölü almanlara ulaşmak için gül bahçesinin ve anaokulunun yanından geçip

yemyeşil taş merdivenleri tırmanarak zemini eğimli orman yoluna çıkmak gerekiyor.

ölülerin manzarası iyi. nedense?

şu tespitte bulunmak istiyorum: kıpkırmızı bir gün batımını arkasına alıp kendini

45 derecelik bir açıyla suyun dışına fırlatıveren yunus balığı, eczane değerlendirme

sitelerine yazanların yaydığı bir söylentidir.


Konuk Sanatçılar Max Czollek 67

durch das fensterfadenkreuz sehe ich eine konstruktion mit weißen flügeln.

könnte ein stufenlos verstellbarer schirm sein. oder ein saugnapf, der dafür

sorgt, dass das café darunter bleibt, wo es ist. und nicht nur das café, sondern

tarabya. und nicht nur tarabya, sondern die soldaten. und sage ich soldaten,

meine ich uns.

verordnung für ein plastikflaschenmuseum: man miete ein floß und ankere am

goldenen horn, pinsele jeden tropfen, überprüfe, ob erinnerung daran festsitzt,

eine träne kassandras, ein schweißtropfen alexanders. bei erfolg stelle man das

wasser unter denkmalschutz.

die zum ausbluten aufgeknüpften kadaver am ufer, lichterketten für das

kommende opferfest.

artı kıl şekilli pencereden beyaz kanatları olan bir yapıya odaklanıyorum. ayarlanabilir

bir şemsiye de olabilir. ya da, kafenin aşağıda, olduğu yerde kalmasını

sağlayan bir vantuz. sadece kafe değil, tarabya da. ve sadece tarabya değil,

askerler de. askerler derken, bizi kastediyorum.

plastik şişe müzesi için talimatname: bir sal kiralayıp haliç’te demir at. her bir

damlayı fırçala, üzerine yapışıp kalmış bir anı olup olmadığına bak, kassandra’nın

gözyaşı damlası, iskender’in ter damlası. başarılı sonuç alırsan su bir

anıt gibi koruma altına alınsın.

deniz kıyısında kanını akıtmak için bacağından asılmış kadavralar, yaklaşan

kurban bayramı için ışıklı süslemeler.


Stipendiat*innen Max Czollek 68

wenn im osten der türkei geliebte menschen sterben, was derzeit häufiger

geschieht, versammeln sich die freunde, freundinnen und verwandten der toten.

aber anstatt zu weinen, erzählen sie sich fröhliche geschichten über die verstorbenen.

man bezeichnet diese stimmung als gelbes lachen. ich denke, das ist

eine wendung, die dem deutschen fehlt.

mein lieblingssoldat heißt paul hünermörder. bei sonne setze ich mich zu ihm

und denke mir sein leben aus. die urnenriege eine versiegelte klagemauer. die

marmorkiesel aus den fugen gefallene wünsche.

wer weiß schon, ob die toten es mögen, wenn wir zwischen ihnen spazieren.

türkiye’nin doğusunda, şu aralar sıklıkla olduğu üzere, tanınıp sevilen birisi

öldüğünde, arkadaşları ve akrabaları bir araya gelirmiş. ama ağlamak yerini

merhum hakkında neşeli hikayeler anlatırlarmış birbirlerine. buna sarı kahkaha

denirmiş. almancanın yokluğunu çektiği bir deyiş bence.

gözde askerim paul hünermörder. güneşli havalarda yanına oturup yaşamı

üzerine düşünüyorum. küllerini içeren kabın üzerindeki çelenk figürü mühürlü

bir ağlama duvarı. mermer çakıllar çatlaklardan yere düşmüş dilekler.

ölüler, aralarında gezintiye çıkmamızdan hoşlanıyor mudur kim bilir.


Konuk Sanatçılar Max Czollek 69

die welt ist landunter völlig unbrauchbar, klagt eine freundin, die ihr mikrophon

in die flache uferzone hält. viel zu laut. auch die bosporusdelphine magern aus

wegen akustischem stress. manche bezeichnen das als istanbuldiät.

darum sitze ich in minaretthöhe, oberhalb des friedhofs, auf einer von zwei

weißen, einander gegenüberstehenden bänken. die insekten kommen mir hier

oben vor wie gemäßigte klangkonserven der stadt.

über die lichtung sirren spinnenfäden, schleppnetze für kleinere tiere.

wirkungslos, bei einem großen tier wie mir.

toprağın altındaki dünyadan işe yarar bir şey duymak imkansız diye şikayetleniyor

mikrofonunu deniz kenarındaki bu düzlük araziye doğrultan bir kız arkadaşım.

çok gürültü var. boğaz’da yüzen yunuslar da bu akustik stres yüzünden

zayıflıyor. bazıları buna istanbul diyeti diyor.

ben de bu yüzden şehitliğin üst kısmında, bir cami minaresi seviyesinde, karşılıklı

duran iki beyaz banktan birinde oturuyorum. buradaki böcekler şehrin

gürültüsü yanında, ses konusunda ılımlı muhafazakârlar gibi kalıyor.

ormandaki bu açıklık alanda, daha küçük hayvanları sürüten örümcek ağlarından

vızıltılar yükseliyor. benim gibi büyük bir hayvan karşısında etkisiz kalıyorlar.


Stipendiat*innen Max Czollek 70

um ein letztes mal auf die delphine zurückzukommen. seit dem kalten krieg trainiert

das militär die säugefische, kampftaucher und minen aufzuspüren. eine

heimliche patrouille vor dem präsidentenpalast.

gezi park ist ein moment, tarabya ist ein moment, der bosporus ist eine weile.

tausendspurige schlagader, die in die herzen seiner bewohnerinnen führt.

projektor für das daumenkino der viertel. mit dem untertitel: istanbul oder eine

hand voll möglichkeiten, im sprechen innezuhalten.

möwen bergen ein wissen, geheimer als das der schwalben. vor dem wetterumschwung.

son kez yunuslardan bahsedecek olursak. soğuk savaş’tan bu yana askeriye

memeli balıkları düşman dalgıçları ve mayınların izini bulmak için eğitiyor.

cumhurbaşkanlığı sarayının karşısında gizli bir keşif kolu.

gezi parkı bir an, tarabya bir an, boğaz bir kısa süre. bin kılcal damarla burada

yaşayanların yüreklerine bağlanan bir şahdamar. bölgeyi anlatan bir çevirmeli

defter için projeksiyon aleti. altbaşlık şu: istanbul ya da konuşurken duraksamanın

bin bir yolu.

martılar deniz kırlangıçlarınınkinden çok daha gizli bir bilgiyi haiz. hava durumundaki

ani değişimlerin bilgisi.


Konuk Sanatçılar Max Czollek 71

Max Czollek (*1987, Berlin), lebt in Berlin und hat am

Zentrum für Antisemitismusforschung der TU Berlin

promoviert. Seit 2009 ist er Mitglied des Lyrikkollektivs

G13 und Mitherausgeber des Magazins Jalta

– Positionen zur jüdischen Gegenwart. Gemeinsam

mit Sasha Marianna Salzmann ist er Initiator von

„Desintegration. Ein Kongress zeitgenössischer

jüdischer Positionen“ (2016) sowie der „Radikalen

Jüdischen Kulturtage“ (2017) am Maxim Gorki

Theater Berlin, Studio R. 2018 wurde das Sachbuch

Desintegriert Euch! im Carl Hanser Verlag veröffentlicht,

2019 das Praxishandbuch Social Justice und

Diversity bei Beltz Juventa. Die Gedichtbände

Druckkammern (2012) und Jubeljahre (2015) sowie

Grenzwerte (2019) erschienen im Verlagshaus Berlin.

Max Czollek war von März bis Mai 2018 Stipendiat

der Kulturakademie Tarabya.

Max Czollek (1987, Berlin), Berlin’de yaşıyor, Berlin

Teknik Üniversitesi Antisemitizm Araştırma Merkezi’nde

doktorasını tamamladı. 2009’dan beri G13 şiir

kolektifinin üyesi ve Jalta – Positionen zur

jüdischen Gegenwart dergisinin eş genel yayın

yönetmenliğini sürdürüyor. Berlin Maxim Gorki

Tiyatrosu’nun Studio R platformunda “Çözülme.

Çağdaş Yahudi Bakış Açıları Kongresi” (2016)

ve Radikal Yahudi Kültür Günleri (2017) projelerini

Sasha Marianna Salzmann’la birlikte hayata geçirdi.

Desintegriert Euch! adlı kitabı 2018 yılında Carl

Hanser Yayınevi, Diversity adlı kitabı 2019’da Beltz

Juventa tarafından yayımlandı. Druckkammern

(2012), Jubeljahre (2015) ve Grenzwerte (2019)

adlı şiir kitapları Verlagshaus Berlin tarafından

yayımlandı.

Max Czollek 2018 yılı Mart ve Mayıs ayları

arasında Tarabya Kültür Akademisi’nde konuk

sanatçı olarak bulundu.


Özgür Ersoy

72


Konuk Sanatçılar Özgür Ersoy 73

Eine Stadt, die mich trifft

Eine Stadt, Millionen Menschen, verschiedene Kulturen, so viele Emotionen.

Eine Stadt, die ich erst durch dieses Stipendium wirklich kennengelernt und zu

lieben begonnen habe. Eine Stadt, die mich trifft. Direkt in die Seele. Eine Stadt.

Ein Istanbul.

In meiner Zeit in Tarabya hatte ich das Glück, den Impuls dieser Metropole

zu spüren. Ich erlebte eine Explosion an Emotionen, die in Gedanken flossen,

wuchsen, zu Papier gebracht wurden, ins Ohr drangen, aber auch berührten.

Mich berührten. Ich habe so viele Facetten meiner selbst kennengelernt. Ich als

Musiker, als Künstler wachse von Tag zu Tag, doch Istanbul war mein Wachstumsschub.

Während meiner Zeit in Istanbul lernte ich viele Menschen, Künstler*innen

kennen, aber vor allem die Begegnung mit dem bekanntesten Instrumentenbauer

des Landes für die Bağlama, die türkische Langhalslaute,

versetzte mich auf ein Niveau, von dem aus ich eine völlig neue Aussicht hatte.

Meine neue Bağlama wurde in Auftrag gegeben. Sie sollte von nun an mein neuer

und treuer Wegbegleiter werden und mich in meinem Werden unterstützen. Es

gibt für einen Musiker wohl nichts Spannenderes als das Warten auf das neue

und noch bessere Instrument. Das Warten hat sich gelohnt, wie auch das neunmonatige

Warten auf meinen zweiten Sohn, der in den ersten Wochen meines

Stipendiums zur Welt kam. Vielleicht war er sogar das erste Stipendiaten-Baby,

wer weiß? So war ich in jeglicher Hinsicht überströmt von Emotionen, die zum

ersten Mal den Weg der Lyrik als Ausdrucksmittel fanden.

Bana dokunan bir şehir

Bir şehir, milyonlarca insan, farklı kültürler, sayısız duygu. Bu burs sayesinde

gerçekten yakından tanıdığım ve sevmeye başladığım bir şehir bu. Bana dokunan

bir şehir. Doğrudan ruhuma dokunan. Bir şehir. Bir İstanbul.

Tarabya’da kaldığım günlerde bu metropolün itici gücünü hissetme fırsatı

yakaladım. Adeta bir duygu patlaması yaşadım –düşüncelerime sızan, olgunlaşan,

kâğıda dökülen, kulağıma çalınan ama nihayetinde dokunaklı olan duygularla

dolup taştım. Bana dokunan duygularla. Çeşitli özelliklerimi daha yakından tanıdım.

Bir müzisyen, bir sanatçı olarak günden güne gelişme kaydediyorum elbette ama

İstanbul beni gelişmem için arkamdan itti adeta. İstanbul’da kaldığım sürede çok

sayıda insanla ve sanatçıyla tanıştım ama ülkenin en ünlü bağlama imalatçısıyla


Stipendiat*innen Özgür Ersoy 74

tanışmak beni, yepyeni bir manzaranın önümde serildiği bir düzleme çıkartı. Yeni

bağlamam sipariş üzerine yapıldı. Bundan sonra yeni ve sadık refakatçim olacak ve

gelişimim sırasında beni koruyacak. Bir müzisyen için, yeni ve eskisinden daha iyi

bir enstrümana kavuşmayı beklemek kadar heyecan verici bir deneyim az bulunur.

Konuk sanatçılığımın ilk haftalarında dünyaya gelen ikinci oğlumun doğmasını

nasıl dokuz ay beklediğime değdiği gibi, bağlamamı beklediğime de değdi.

Belki de oğlum ilk konuk sanatçı bebekti, kim bilir? Kısacası her açıdan bir

duygular denizinde boğuluyordum, ilk kez kendilerini şiir yoluyla dışavuran

duygular.

Kuzey Rüzgarı, Poyraz*

Kuzey rüzgarı vurduğunda yüzüne,

Kırptığında gözlerini rüzgarın etkisiyle,

Anlarsın hayatta olduğunu

O vakit doğa sana ufak bir dokunuşta bulunur,

Unutuverirsin etrafta olan biteni.

Ve kollarını açıp göğsünle direndiğin Poyraz,

Önemsizleştirir sana herşeyi.

Sosyal bir varlık olmaktan çıkıp,

Doğayla başbaşa kalırsın.

Hayatta zaman bile anlamını yitirir ve yavaşlar.

İşte o an...

Evet, işte o an, bu rüzgardan farkının olmadığını anlarsın.

Sen Poyraz, Poyraz da sen olur.

Hoşgeldin kuzey rüzgarı,

Hoşgeldin Poyraz,

Şimdi senin zamanın.

Nordwind heißt Poyraz*

Wenn dir der Nordwind ins Gesicht schlägt,

Er dich blinzeln lässt,

Dann verstehst du, dass du lebst.


Konuk Sanatçılar Özgür Ersoy 75

In diesem Moment berührt dich die Natur ein kleines bisschen.

Du vergisst, was um dich herum geschieht.

Und der Poyraz, dem du deine Arme öffnend mit der Brust entgegenstehst,

lässt alles um dich herum bedeutungslos erscheinen.

So bist du plötzlich kein Wesen der Gemeinschaft mehr, sondern eins mit der Natur.

Sogar die Zeit verliert an Bedeutung und vergeht langsamer.

Genau in diesem Moment …

Ja, in diesem Moment erkennst du, dass du dich von diesem Wind nicht

unterscheidest.

Du wirst zum Poyraz, der Poyraz wird zu dir.

Willkommen Nordwind,

Willkommen Poyraz,

jetzt ist deine Zeit.

Bevor ich nach Istanbul kam, erhielt ich den Auftrag, für den Film Berlin, I love

you zwei Songtexte zu verfassen. Diese Texte entstanden beide nach meiner

Zeit in Tarabya und wurden von ihr beeinflusst. Nie zuvor hatte ich einen Text zu

einem türkischen Popsong geschrieben. Dabei ließ sich natürlich nicht

vermeiden, auch in die Musik der beiden Stücke in Zusammenarbeit mit Franko

Tortora ein paar Istanbul-Vibes einfließen zu lassen.

İstanbul’a gelmeden önce Berlin, I Love You filmi için iki şarkı sözü yazma siparişi

aldım. Bu şarkı sözlerinin ikisi de Tarabya’da kaldığım dönemin eseri ve bu

dönemin etkisi altında kaleme alındılar. Daha önce bir Türkçe pop şarkısının

sözlerini yazmamıştım hiç. Franco Tortora’yla birlikte yaptığım çalışmada iki

şarkının müziğine de bir iki İstanbul tınısı eklememiz kaçınılmazdı.

Yokluğun zor*

Yokluğun zor alışmam asla

Sensiz bırakma beni (sakın) asla

Buldum seni bırakmam asla

Benimsin artık kaçma bi daha


Stipendiat*innen Özgür Ersoy 76

Gönlünü dindir aşkla şarapla

Hayata sarıl canla başla

Dertler biter eninde sonunda

Şans kapıyı bir kırınca

Dein Fehlen ist schwer*

Dein Fehlen ist schwer, ich kann mich nicht daran gewöhnen

Lass mich nicht ohne dich sein, niemals

Jetzt, wo ich dich fand, lass ich dich niemals gehen

Du gehörst nur mir, renn nicht nochmal weg.

Lass deine Seele baumeln mit Liebe und Wein

Umarme das Leben mit deinem Leben und deiner Seele

Die Sorgen vergehen eh irgendwann

Wenn das Glück durch die Tür fällt.

*Die Texte sind urheberrechtlich geschützt. / Metinlerin her hakkı saklıdır.

Özgür Ersoy (*1977, Erzincan) studierte in Izmir am

Konservatorium für türkische Musik Bağlama, seit

1999 lebt er in Berlin. Er spielte in zahlreichen

Projekten, u. a. in der Bielefelder Philharmonie das

Familienkonzert Mr. Sax in Anatolia, das erstmals für

die türkischen Instrumente Bağlama und Mey

komponiert wurde. Als Solist spielte er in namhaften

Häusern wie dem Konzerthaus Berlin, der Hagener

Philharmonie, der Bielefelder Philharmonie, der

Harmonie Heilbronn, dem Cemal-Reşit-Rey-Konzertsaal

Istanbul sowie dem Schloss Bellevue. Zu

seinen letzten Projekten gehören Die Bremer

Stadtmusikanten in der Komischen Oper Berlin

sowie die Filmmusik zu Berlin, I love you. Neben

seiner musikalischen Arbeit ist er seit 2013 auch als

Autor tätig.

Özgür Ersoy war von Juni bis August 2018

Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.

Özgür Ersoy (1977, Erzincan) İzmir Türk Musikisi

Konservatuarı’nda bağlama bölümünde okudu,

1999’dan beri Berlin’de yaşıyor. Türk enstrümanları

bağlama ve mey için bestelenmiş Mr. Sax in Anatolia’yı

Bielefelder Philharmonie’deki prömiyerinde

seslendirdi. Konzerthaus Berlin, Hagen Filarmoni,

Bielefeld Filarmoni, Harmonie Heilbronn, Cemal Reşit

Rey Konser Salonu ve Bellevue Sarayı gibi saygın

konser salonlarında solist olarak sahne aldı. Son

projeleri arasında Komische Oper Berlin’de sahnelenen

Bremen Mızıkacıları ve Berlin, I love you filmi

için yaptığı müzikler yer alıyor. 2013 yılından bu yana

yazar olarak da çalışmalar yürütüyor.

Özgür Ersoy Haziran-Ağustos 2018 tarihleri

arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk

sanatçısı olarak İstanbul’da bulundu.


Adrian

77

Figueroa


Stipendiat*innen Adrian Figueroa 78

1 2

3


Konuk Sanatçılar Adrian Figueroa 79

4

5


Stipendiat*innen Adrian Figueroa 80

6

7


Konuk Sanatçılar Adrian Figueroa 81

8

9

1–3 Adrian Figueroa,

Anderswo, 2017, Filmstill

/ Film Karesi: Graz

Diez

4,5 Adrian Figueroa

(Regie / Yönetmen),

Stress, HAU Hebbel am

Ufer, Berlin 2017,

Foto / Fotoğraf: Graz Diez

6,7 Adrian Figueroa

(Regie / Yönetmen), Hool,

Deutsches Theater, Berlin

2018, Foto / Fotoğraf:

Arno Declair

8,9 Adrian Figueroa

(Regie / Yönetmen),

Aurora, HAU Hebbel am

Ufer, Berlin 2019,

Foto / Fotoğraf: Graz Diez


Stipendiat*innen Adrian Figueroa 82

Es ist schrecklich. Es ist wahr.

Die Theater- und Filmgeschichten des Adrian Figueroa

Hans-Dieter Schütt

Die Körper zunächst wie festgezurrt – eine winzige Kopfbewegung ist schon ein

Vulkan, ein hervorschnellender Zeigefinger bereits reißt ein Loch in die Welt.

Sprache hetzt, stößt von Mund zu Mund. Monolog, Dialog. Abbruch, Hören,

Neuansatz, Frage, Antwort, keine Antwort, noch mehr Fragen.

Monologe, Verhörsituationen – so formt sich über achtzig Minuten ein

Tanz- und Texttheater, eine Choreografie aus Verzweiflung und Verlangen. „Es

ist schrecklich“, sagt der eine, „es ist wahr“, sagt ein anderer. Zwei Sätze

gegeneinander geknallt, als umarmten sie einander. Sieh deinem eigenen

Absturz ins Gesicht.

Aus langen Gesprächen mit Inhaftierten der Jugendstrafanstalt Berlin

hat Adrian Figueroa gemeinsam mit dem Dramaturgen Tunçay Kulaoğlu das Stück

Stress geformt. Uraufführung war vor einiger Zeit am Berliner Theater HAU 3 am

Tempelhofer Ufer, einem Zentrum experimenteller Bühnenkunst. „Ich brauch ein

Wunder, das mich rettet“, sagt einer der vier Schauspielertänzer. Figueroas

Grundprinzip: Das Spiel bittet um Verständnis, tastet nach Trost, aber diese

Kunst unterschlägt auch die Gewalt nicht, die über den Lebensläufen liegt, sie

womöglich dauerhaft vergiftete.

Stress bezeugte den expressiven Sinn des Regisseurs, zeigte seine Lust,

das unmittelbar Wirkliche aus einer Ferne zu betrachten, die Science-Fiction

mit Archaik koppelt. Mit genau dieser Haltung drehte Figueroa auch einen halbstündigen

Film, der erfolgreich auf über dreißig nationalen und internationalen

Festivals lief. Anderswo porträtiert acht Häftlinge in Tegel, stellt sie in deren

selbst gewählte Traum-Kulissen, in denen sich das Wissen um tragische, böse

Erfahrungen wegsprengt ins Illusorische: Die Inhaftierten als Gestalten, die sie

sich selber erträumen – einer mit dem pelzbehangenen roten Umhang eines

Königs, ein anderer in der Kluft eines Astronauten; einer vorm bonbonfarbenen

türkischen Panorama für Liebesgesänge, ein anderer sieht sich in der Meditationsruhe

eines buddhistischen Klosters.

Schöne, bewusst geschönte Selbstbilder, mit denen jene Verlustmeldungen

übermalt werden, die das Dasein so bitter angesammelt hat. Und immer

wieder das bohrende Nachdenken: über Reuegefühle, die sich verschleißen,

über das Gewissen und dessen Schwäche, wenn es ums gewisse Etwas aus

Rausch und Reichtum geht.


Konuk Sanatçılar Adrian Figueroa 83

Der 1984 in Frankfurt am Main geborene Figueroa ist kein Regisseur der realistischen

Nachzeichnung, er schafft in seinen Filmen, Videos und Theateraufführungen

Kunsträume, assoziative Szenen, in denen wechselnde Lichtflächen

mit Tanz und Erstarrung in Verbund treten. Er drehte u. a. den Dokumentarfilm

Die Lücke – Der NSU-Bombenanschlag von Köln; in Zusammenarbeit mit dem

Berliner Gefängnistheater aufBruch entstanden Arbeiten in Justizvollzugsanstalten.

2009 absolvierte er einen Master an der Central School of Speech

and Drama in London.

In all seinen Arbeiten bewegt den Regisseur, dass Glück und Elend

unseres Bewusstseins darin bestehen, nicht zur Ruhe kommen zu können. Immer

anderswo sein zu wollen. Ein Glück, das in kleinster Zelle grenzenlos träumt; ein

Elend freilich auch, das Grenzen missachtet und so – wir sind wieder in der

Realität – in Haftzellen enden kann. In Anderswo wirken die Bilder aus den

Haftgängen in Tegel stellenweise wie der Maschinenraum eines Totenschiffes.

2019 war Figueroa Stipendiat an der Kulturakademie Tarabya in Istanbul.

Während dieser Zeit agierte er als Jurymitglied in der Kategorie „Human Rights

in Cinema Competition“ beim Istanbul Film Festival. Vor allem aber arbeitete er

an einem Filmprojekt, Am Ende der Nacht (gemeinsam mit Maike Wetzel), das

den Kern seines Erzählens trifft: junge Menschen zwischen einengendem Frust

und hochtreibenden Fantasien, zwischen Liebe und Einsamkeit, zwischen Sehnsüchten

und frühen Depressionen in den Kälteströmen der Gesellschaft.

Figueroas Kunst erzählt vom Willen seiner Protagonist*innen, sich abzustoßen.

Es ist ihnen dringend nach Bewegung zumute. Sie müssen sich in etwas hineinstürzen,

um sich von irgendwo, wo es nicht auszuhalten ist, irgendwohin zu

drängen, wo es auszuhalten wäre.

Für renommierte Regisseure des deutschsprachigen Theaters dreht er

Videoszenen, die deren Aufführungen mitprägen. So bei Nuran David Çalış, der

zu den Nibelungen-Festspielen in Worms eine Adaption der Siegfried-Saga

inszenierte (Gold von Albert Ostermaier): In Figueroas Video ziehen Zombies

durch Worms. Totentänzer zwischen Punk und Pöbel. Helden? Horden, die ihre

Abgesprengten in unsere Städte schicken, uns anschauen, aggressiv und hilflos

zugleich. Mich hat dieser Film verfolgt: der Aufstand der Kiffer, der kein politisches

Bewusstsein braucht, um loszuschlagen.

In Anderswo erzählt einer der Porträtierten: „Du bist ungeklärt! Sogar

der Staat hat dich als ungeklärt bezeichnet. Die wissen selber nicht, wie sie

dich einordnen sollen. Zuhause muss ich jemand sein, den meine Eltern haben

wollen. Bei der Ausländerbehörde muss ich jemand sein, den die Ausländerbehörde

haben will. Ich konnte nie so sein, wie ich bin. Überall spielst du eine


Stipendiat*innen Adrian Figueroa 84

Rolle. Du kannst dich nicht bei deinen Eltern so benehmen wie bei deinen Jungs.

Du kannst dich nicht bei deinen Jungs so benehmen wie bei einem Mädchen.

Nirgendwo kannst du so sein, wie du bist. Außer bei Überfällen. Da rastest du

einfach aus und fühlst dich dadurch leichter.“

Verzweiflung, Aggressivität als Ausdrucksformen einer vergeblichen

Suche nach sich selbst. Verfehlte Liebe als Urgrund der Spannungen. Darüber

zu erzählen, wie es Adrian Figueroa tut, führt sehenswert zum Urgrund aller

Kunst: einen Schmerz lebbar zu machen.

Dehşet Verici ama Gerçek

Adrian Figueroa’nın Tiyatro ve Sinema Hikayeleri

Hans-Dieter Schütt

İlk bakışta iple birbirine bağlanmış gibi görünen bedenler – sonra, ufak bir baş

hareketi bir yanardağ patlamasına dönüşüveriyor, öne çıkıveren bir işaret

parmağı dünyanın yüzeyinde bir delik açıyor. Aceleyle konuşulan bir dil, her söz

bir ağızdan diğerine çarparak ilerliyor. Monolog, Diyalog. Kesilme, işitme, yeni

bir başlangıç, soru, yanıt, yanıtsızlık ve daha da çok soru.

Monologlar, sorgulamalar – seksen dakikalık bir dans ve metin tiyatrosu,

çaresizlik ve özlemle örülmüş bir koreografi işte böyle şekilleniyor. Biri “dehşet

verici” diyor, diğeri “doğru ama”. İki cümle birbirine çarpıyor şiddetle ve sanki

sarılıyorlar birbirlerine. Kendi çöküşünle yüzleş.

Adrian Figueroa Berlin Islahevindeki tutuklularla gerçekleştirdiği uzun

görüşmeleri dramaturg Tunçay Kulaoğlu’yla birlikte Stress adlı bir oyuna dönüştürmüş.

Oyunun prömiyeri bir süre önce Berlin’in Tempelhofer Ufer bölgesinde,

deneysel sahne sanatları merkezi HAU 3 tiyatrosunda gerçekleştirildi. Oyundaki

dört aktör/dansörden biri “Beni kurtaracak bir mucizeye ihtiyacım var” diyor bir

noktada. Figueroa’nın temel ilkesi şu: Oyun anlayış gösterilmesini istiyor, el

yordamıyla bir teselli arıyor ama insanların yaşamlarını kaplayan ve hatta ilelebet

zehirlemiş olan şiddeti gizlemeye asla yeltenmiyor.

Stress yönetmenin gerçekliği belli bir mesafeden gözlemleyip bilim

kurguyu arkaik unsurlarla birleştirmeye çalıştığı anlatımsal yaklaşımını gözler

önüne serer. Figueroa otuzdan fazla ulusal ve uluslararası festivalde gösterilen

yarım saatlik kısa filminde de bu yaklaşımı benimsemişti. Anderswo Tegel’deki

sekiz mahpusun portresini çıkarır, onları, trajik ve kötü deneyimlere dair


Konuk Sanatçılar Adrian Figueroa 85

bilgilerin adeta infilak ederek yanılsamalara yol açtığı rüya benzeri ortamlara

yerleştirir: mahpuslar kendilerine dair hayaller kuran birtakım figürlere dönüşür

– biri bir kralın kırmızı pelüş kürkünü geçirir üstüne, bir diğeri bir astronot kıyafeti

giymeyi tercih eder; biri rengarenk bir Türkiye manzarası önünde aşk şarkıları

söyler, bir diğeri bir Budist tapınağında meditasyon yaparken görür kendini.

Hayatları boyunca alıp durdukları acı kayıp haberlerinin üzerini boyamak için

büyük bir özenle güzelleştirdikleri otoportreleri. Ve mütemadiyen, derin düşüncelere

dalmaları: solup giden pişmanlık duyguları üzerine; kafayı ve parayı bulmayı sağlayacak

şeyler söz konusu olduğunda, vicdan ve vicdani zaaflar üzerine düşünceler.

1984’te Frankfurt am Main’da doğan Figueroa realist bir tablo çizme

derdinde olan bir yönetmen değil; filmlerinde, videolarında ve tiyatro eserlerinde

sanatsal bir uzam, ışıklandırılmış yüzeylerin dans figürleri ve donup kalma anlarıyla

bağlaşık olarak değiştiği çağrışımlarla yüklü sahneler koyar ortaya. Die

Lücke – Der NSU-Bombenanschlag von Köln adlı belgesel film başta olmak üzere

pek çok film çekti ve Berlinli cezaevi tiyatro kumpanyası aufBruch’la işbirliği

içinde adli infaz kurumlarında çeşitli çalışmalar yaptı. 2009’da Londra Central

School of Speech and Drama’dan yüksek lisans derecesini aldı.

Yönetmen bütün çalışmalarında bilinçli mutluluğun da mutsuzluğun da bir

türlü rahat bulamamaktan ileri geldiği fikrinden yola çıkar. Daima başka bir yerde

olmayı istemekten. Küçücük bir hücreye mahkumken bile hayallerinde sınır tanımamanın

mutluluğu; ve elbette, sınırlara riayet etmeyen, dolayısıyla –bu noktada

gerçeklik yine devreye girer– hapishane hücrelerinde mahkum edebilecek bir

mutsuzluk. Anderswo’da Tegel hapishanesinin dehlizlerinin görüntüleri kısmen

bir ölüler gemisinin makine dairesini andırır.

Figueroa 2019’da İstanbul’daki Tarabya Kültür Akademisi’nde konuk

sanatçı olarak bulundu. Oradayken İstanbul Film Festivali’nin Sinemada İnsan

Hakları Yarışması’nın jüri üyeliğini yaptı. Ama bu dönemde esasen (Maike

Wetzel’le birlikte), hikayesi kendi anlatılarının nüvesiyle örtüşen Am Ende der

Nacht adlı film projesi üzerinde çalıştı: topluma hakim soğukluğun ortasında

insanı köşeye kıstıran hayal kırıklığıyla, kuvvet veren fanteziler arasında,

sevgiyle yalnızlık arasında, özlemlerle zamansız depresyonlar arasında kalmış

genç insanlar. Figueroa eserlerinde, kahramanlarının kendi kendini geri

püskürtme arzusunu anlatır. Bu kahramanlar için hareket etmek mecburidir.

Artık tahammül edemedikleri yerlerden, görece tahammül edilebilecek herhangi

bir yere yaklaşabilmek için sürekli bir şeye doğru kaçmak zorunda hissederler

kendilerini.

Figueroa Alman tiyatrosunun saygın yönetmenlerinin oyunları için özel

videolar çekiyor. Örneğin, Worms’daki Nibelungen Festivali’nde Siegfried


Stipendiat*innen Adrian Figueroa 86

destanının bir uyarlamasını (Albert Ostermaier’in Gold’u) sahneye koyan Nuran

David Çalış için çektiği videoda Worms’ta zombiler cirit atar. Punk’lık avamlık

arasında salınan ölüm dansçıları mı? Kahramanlar mı? Toplumdan tecrit edilmiş

üyelerini kentlerimize göndererek hem saldırgan hem ümitsiz bakışlarını üzerimize

diken çeteler. Bu film bana musallat oldu: Hücuma geçmek için siyasal bir

bilince gerek duymayan esrarkeşlerin ayaklanması.

Anderswo’da resmedilen karakterlerden biri şöyle der: “Ne olduğun belli

değil! Devlet bile seni belirlenemeyen olarak damgalamış. Onlar bile bilmiyor seni

nereye katmaları gerektiğini. Evdeyken anne babamın istediği gibi biri olmalıyım.

Yabancılar dairesinde, dairenin istediği gibi biri olmalıyım. Asla kendim gibi olamam.

Her yerde farklı bir rol üstleniyorsun. Anne babanın yanında arkadaşlarının yanındaki

gibi davranamazsın. Arkadaşlarının yanında bir kızın yanındaki gibi davranamazsın.

Hiçbir yerde kendin gibi olamazsın. Sadece bir yere baskın yaptığında

kendin olabilirsin. İşte orada zıvanadan çıkarsın ve böylece hafiflersin.”

Beyhude yere kendini ararken, kendini çaresizlik ve saldırganlıkla ifade

etmek. Gerilimlerin esas nedeninin karşılıksız sevgi olması. Bunların Adrian

Figueroa’nın yaptığı gibi anlatılması insanı bütün sanatların nihai nedenine,

acıyı dayanılabilir kılmaya götürüyor.

Adrian Figueroa arbeitet als Regisseur und

Videokünstler. 2009 absolvierte er seinen Master an

der Central School of Speech and Drama in London.

Seit 2010 realisierte er national und international

diverse Filme, u. a. den Dokumentarfilm Die Lücke

– Der NSU-Bombenanschlag von Köln über den

NSU-Nagelbombenanschlag auf die Kölner

Keupstraße, basierend auf dem gleichnamigen, von

Nuran David Çalış inszenierten Theaterabend am

Schauspiel Köln. Seine Arbeiten als Theaterregisseur

und Videokünstler führten ihn u. a. an das

Deutsche Theater, das HAU Hebbel am Ufer, das

Staatsschauspiel Dresden, das Schauspiel Köln, das

Schauspiel Leipzig, das Shunt London und das

Greenwich Playhouse. Die Inszenierung One Day I

went to Lidl am Ballhaus Naunystraße wurde 2016

zum Theatertreffen der Jugend eingeladen. Am

Deutschen Theater Berlin führte er 2018 Regie bei

Hool von Philipp Winkler.

Adrian Figueroa war von Januar bis April 2019

Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.

Adrian Figueroa Yönetmen ve video sanatçısı. 2009

yılında Londra Central School of Speech and Drama’da

yüksek lisans eğitimini tamamladı. 2010 yılından beri

yaptığı pek çok film arasında, terör örgütü Nasyonal

Sosyalist Yeraltı’nın (NSU) Köln Keupstraße’deki çivili

bomba eylemlerini konu alan ve Nuran David Çalış’ın

Schauspiel Köln’de sahneye koyduğu Die Lücke – Ein

Stück Keupstraße adlı oyunu anlatan belgesel filmi

Die Lücke – Der NSU-Bombenanschlag von Köln

sayılabilir. Tiyatro yönetmeni ve video sanatçısı olarak

çalışmaları onu Deutsche Theater, HAU Hebbel am

Ufer, Staatsschauspiel Dresden, Schauspiel Köln,

Schauspiel Leipzig, Shunt London ve Greenwich

Playhouse gibi ünlü tiyatrolara yönlendirdi. Ballhaus

Naunystraße’de sahnelenen One Day I went to Lidl

adlı prodüksiyonu 2016 yılında Genç Tiyatrocular

Buluşması’na davet edildi. Berlin Deutsches

Theater’de 2018 yılında sahnelenen Philipp Winkler’in

Hool adlı oyununun yönetmenliğini yaptı.

Adrian Figueroa Ocak-Nisan 2019 tarihleri

arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk

sanatçısı olarak İstanbul’da bulundu.


Lucy Fricke

87


Stipendiat*innen Lucy Fricke 88

Istanbul, diese wunderschöne, stolze Frau mit

den vielen Wunden.

Notizen Januar bis April 2019

Ein gigantischer Granitbau, der aussah wie ein Einkaufszentrum. Draußen das

trotzige Lachen der Angeklagten, die Begrüßungen und Umarmungen, umgeben

von gepanzerten Polizeiwagen. Alles war Routine. Ein kleines Transparent, ein

Megafon, die Kälte im März, der schneidende Wind über dem Platz. Fünf Minuten

Protest, ein paar Handybilder und ein Livestream. Vor dem Eingang standen die

Menschen an. Vielleicht das einzige Gericht der Welt, wo sich täglich Schlangen

bildeten. Dieser Palast ist eine Fabrik der Opposition, sagte jemand. Indem du

vermasst wirst, wirst du zu einer Bewegung, Gruppen entstehen durch Unterdrückung.

Sie seien keine Helden, hätten sich nur einen kleinen alltäglichen Mut

bewahrt. Vor dem Saal trug das weibliche Sicherheitspersonal Kopftuch und

Waffe. Im Hintergrund der Bodyguard des kurdischen Parlamentariers.

Am Flughafen Atatürk wurden die letzten Flüge abgewickelt. Wenn ein Flughafen

schloss, hatte man das Gefühl, ein ganzes Land würde geschlossen.

Doch hier war alles in permanenter Bewegung, Flugzeuge aufgereiht am

Himmel, Fähren im Zickzack auf dem Bosporus, selbst die Häuser schienen beweglich,

als würde nichts bestehen in dieser Stadt, sogar der Glaube fiel von Jahr zu

Jahr. Als würde alles wanken und sich davonmachen. Das Beben mit einer Stärke

von mindestens 7,5 wurde in den nächsten zehn Jahren erwartet. Aber auch das

schrieb man schon seit Jahrzehnten.

Touristen ließen sich derweil die Nase richten und das Haar transplantieren.

Männer aus aller Welt, die aussahen wie eine Invasion von Außerirdischen. Ein

schmaler Verband um den rot punktierten Schädel. War es wirklich nur das Haar

oder doch das Gehirn? Wer hatte die hier ausgesetzt? Wurden sie wieder eingesammelt,

die Informationen von ihnen runtergeladen?

Deutschtürken posierten in der Heimat ihrer Eltern, das Goldene Horn im

Sonnenuntergang. Alles lächelte ins Display am ausgestreckten Arm. Und im Knast

malte die Künstlerin ihre Bilder mit dem Menstruationsblut der Zellengenossinnen.

Der Sultan verschenkte Gurken und baute sich seinen eigenen Bosporus.

Eine Möwe fiel vom Himmel, knallte aufs Pflaster, schnappte zweimal nach

Luft und starb zu ihren Füßen. Als sie nach oben blickte, hing der Himmel voller

AKP-Flaggen und der Kellner spendierte ihr einen Raki.


Konuk Sanatçılar Lucy Fricke 89

Einzig auf der Fähre lehnten Männer ihre Köpfe an die Schultern von Frauen. In der

Spiegelung schwankten die Paläste und auf den Holzbänken wurde geknutscht,

als wäre jeder Weg nach Hause eine Hochzeitsreise.

Der heiße Stein im Hamam, der Blick in die Kuppel, durch die Tageslicht in

kleinen Sternen fiel. Dabei an den Uterus denken, an den man keine Erinnerung

hat. Weich, warm und feucht. Sie waberte im heißen Dampf. Der Gebetsruf schallte

durch den Raum, während die alte, beschmutzte Haut abgerieben wurde. Wie eine

Initiation. Sie wollte heiraten danach, jungfräulich.

Und sah in Kappadokien die Feenkamine wie Penisse in den Himmel ragen.

Wobei sie auch das Wort Feenkamin erst hier lernte, Erdpyramiden vulkanischen

Ursprungs, und was mit einem Feenkamin eigentlich gemeint sein sollte, wusste

sie auch nicht. Sie wandelte zwischen den Schwänzen umher, die gesamte Kollektion

stand hier versammelt und die einzigen zwei Menschen, die sie traf, in diesem

Tal, dass sie Aşk Vadisi, Love Valley, nannten, schwiegen, stritten und weinten. Die

Frau weinte und schwieg, der Mann stritt. Sie konnte sich keinen besseren Ort für

eine Trennung vorstellen als diese phallische Mondlandschaft. Wie so oft lauerte

die Komik in der Kulisse.

Ein Tal weiter stand das Kamel rechts neben der Teekanne, neben dem auftauchenden

Delfin. Wären hinter ihr nicht all die Reisebusse gewesen, hätte sie es

für magisch gehalten. Aber eine Illusion, die Dutzende im selben Augenblick fotografierten,

konnte keine sein und war am Ende doch immer nur ein Weltkulturerbe.

„It’s holiday, no sleep“, sagte ihr Guide, und nahm sie nach dem Essen mit in

ein schäbiges Hotel, dessen Namen sie nicht glauben wollte. „Amor Cave Hotel“

stand an der Tür und sie fragte sich, ob es in Kappadokien vielleicht Stundenhotels

gäbe, für all die Männer aus dem Tourismusgewerbe, die noch oder wieder bei ihren

Müttern wohnen mussten. In der Lobby saßen sie mit seinen Freunden, tranken

billigen Rotwein mit Bier und es rieselte Steine. Die fielen von der Decke und

niemanden störte es, dass das Haus über ihnen wegbröckelte. Stattdessen redeten

sie über die politische Lage, so laut, dass man keinen Stein mehr fallen hörte. Auf

dem Tisch saß eine Taube im Käfig und nickte. Auch die sah aus, als würde sie es

nicht mehr lange machen.

İstanbul, bu yaralı, muhteşem, mağrur kadın

Ocak-Nisan 2019 arası notlar

Bir alışveriş merkezini andıran devasa, granit kaplı bir bina. Dışarıda sanıklar

yüzlerinde buruk bir gülümsemeyle dostlarıyla selamlaşıp sarılıyor, etrafları zırhlı


Stipendiat*innen Lucy Fricke 90

polis araçlarıyla çevrilmiş. Küçük bir pankart, bir megafon, Mart soğuğu, meydanda

esen sert rüzgar. Beş dakika süren bir protesto gösterisi, cep telefonlarıyla çekilen

birkaç fotoğraf ve canlı yayın. Dünyada önünde her gün uzun kuyruklar oluşan tek

mahkeme salonu burası belki de. Bu saray muhalefet fabrikası demişti birisi.

İnsanlar bir kitleye hapsedilerek yok edilince, o kitle bir harekete dönüşür, baskı

yeni grupların oluşmasına yol açar. Bu insanlar kahraman olmadıklarını, sadece

cesaretlerini az da olsa koruduklarını söylüyorlar. Mahkeme salonunun önünde

duran kadın güvenlik görevlisi başörtülü ve silahlı. Arkasında Kürt milletvekilinin

koruması duruyor.

Atatürk Havalimanı’ndan son uçaklar da tasfiye edildi. Bir havalimanı kapandığında,

ülkenin tamamı kapanmış gibi hissediyor insan.

Oysa burada her şey sürekli hareket halinde, gökyüzünden birbiri ardına

geçen yolcu uçakları, Boğaz’da zikzaklar çizerek ilerleyen gemiler, evler bile

hareket halinde sanki, bu şehirde hiçbir şey kalıcı değil, dine inananların sayısı

bile her sene giderek azalıyor. Sanki her şey biraz sendeledikten sonra buradan

kaçıp gidecek gibi. Önümüzdeki on yıl içinde en az 7,5 şiddetinde bir deprem olması

bekleniyor. Ama bu da on yıllardır yazılıp çizilen bir şey.

O sırada turistler burun estetiği yaptırıp saç ektiriyor. Dünyanın dört bir

yanından gelmiş erkeklerle dolu sokaklara uzaylıların istilasına uğramış gibi bir

görünüm hakim. Hepsi üzeri kırmızı noktalarla kaplı başlarına bir saç bandı geçirmişler.

Gerçekten saç mı ektirdiler yoksa beyin ameliyatı mı oldular? Bu insanları

buraya kim gönderdi? Buraya bu iş için yeniden çağrıldılar da bulundurdukları

bilgiler bilgisayara mı aktarıldı? Alman-Türkler anne babalarının anavatanında

fotoğraf çektiriyor, Haliç üzerinde güneş batıyordu. Fotoğrafı çekenin ileri uzattığı

elinde tuttuğu ekranda herkes gülümsüyordu. Hapishanede ise bir kadın ressam

hücre arkadaşlarının aybaşı kanıyla yapıyordu resimlerini.

Padişah halka hıyar dağıtmış ve kendi Boğaz’ını inşa ettirmiş.

Gökten bir martı düşmüş, hızla kaldırım taşına çarpmış, can havliyle iki kez

nefes almaya çalışmış ve yere serilmiş. Gözlerini yukarı, AKP flamalarıyla kaplı

gökyüzüne dikmiş, garson ona bir bardak rakı getirmiş.

Erkekler sadece vapurda giderken başlarını kadınların omuzlarına yaslıyorlardı.

Yalıların suya düşen aksi denizle birlikte çalkalanırken, vapurun ahşap banklarındaki

çiftler, eve değil de balayına gidiyormuş gibi sarılıyordu birbirine.

Hamamdaki sıcak göbek taşı, gün ışığını minik yıldızlar halinde taşa yağdıran

kubbeye bakmak. Tam o anda, hiç hatırlanmayan rahmi düşünmek. Yumuşak, sıcak ve

nemli. O sıcacık buğunun içinde dönüp durmuştu. Eski, kirli deri keseyle ovularak

temizlenirken ezan okuyan müezzinin sesi hamamın içinde yankılandı. Bir erginleme

töreniydi sanki bu. Daha sonra evlenmek istiyordu, bir bakire olarak.


Konuk Sanatçılar Lucy Fricke 91

Sonra Kapadokya’da birer penis gibi yükselen peri bacalarını gördü. Volkanik hareketler

sonucu oluşmuş bu piramitlere peri bacası dendiğini burada öğrenmişti ve

aslında peri bacasının lafzi anlamının ne olduğunu da bilmiyordu. Penislerin

arasında, bu noktada bir araya gelmiş bu penis koleksiyonunun içinde yürüyüşe

çıktı, Aşk Vadisi adı verilen bu yerde yürürken karşılaştığı iki kişi susmakla, kavga

etmekle, ağlamakla meşguldü. Kadın ağlıyor ve susuyor, adam kavga ediyordu.

Ayrılmak için bu fallik Ay yüzeyinden daha iyi bir yer düşünülemezdi. Sıklıkla olduğu

üzere, mizah perde arkasında pusuya yatmış sırasının gelmesini bekliyordu. Bir

sonraki vadide, su yüzeyine çıkan yunus balığının yanındaki çaydanlığın hemen

sağında duran bir deve çıktı karşısına. Bu figürlerin ardında şehirlerarası otobüsler

dizilmiş olmasaydı, büyülü bir görüntüyle karşı karşıya olduğunu düşünecekti.

Onlarca kişinin aynı anda fotoğrafını çektiği bir illüzyon, illüzyon sayılmazdı, nihayetinde

bir dünya kültür mirasıydı burası.

“It’s holiday, no sleep” diyen turist rehberi, yemekten sonra onu, adını

görünce gözlerine inanamadığı eski püskü bir otele götürdü. Kapıda “Amor Cave

Hotel” yazıyordu ve Kapadokya’da, turizm sektöründe çalışan ama hâlâ anneleriyle

yaşamak zorunda olan erkeklere birkaç saatliğine oda kiralayan oteller olup olmadığını

merak etti. Rehberin arkadaşlarıyla otelin lobisinde bira ve ucuz kırmızı

şarap içerlerken dolu yağmaya başladı. Çatıya hızla çarparak seken taşların hemen

üstteki evi un ufak etmesi kimsenin umurunda değildi. Taşların sesini bastıracak

kadar yüksek sesle ülkenin siyasal durumunu tartışıyorlardı. Masanın üzerindeki

kafesin içinde duran güvercin başını sallıyordu. O da buna daha fazla dayanamayacakmış

gibi görünüyordu.

Lucy Fricke (*1974, Hamburg) hat am Deutschen

Literaturinstitut Leipzig studiert und bisher vier

Romane veröffentlicht. Für ihre Arbeiten wurde sie

mehrfach ausgezeichnet, zuletzt war sie Stipendiatin

der Deutschen Akademie Rom und der

Kulturakademie Tarabya in Istanbul. Ihr letztes Buch

Töchter erhielt den Bayerischen Buchpreis 2018 und

wird 2020 verfilmt. Vor über zehn Jahren hat Lucy

Fricke das jährliche Hamburger Literaturfestival

HAM.LIT gegründet, das sie seitdem kuratiert. Sie

lebt in Berlin.

Lucy Fricke war von Januar bis April 2019

Stipendiatin der Kulturakademie Tarabya.

Lucy Fricke (1974, Hamburg) Leipzig Deutsches

Literaturinstitut’ta öğrenim gördü. Bugüne kadar

dört romanı yayımlandı. Çalışmalarıyla pek çok ödüle

layık görüldü ve en son, Roma’daki Alman Akademisi

ve Tarabya Kültür Akademisi’nde konuk sanatçı oldu.

Töchter adlı son romanı 2018 yılında Bavyera Kitap

Ödülü’nü aldı ve 2020’de filme çekilecek. Lucy

Fricke on yıldan uzun bir süredir kurucusu olduğu

Hamburg Edebiyat Festivali HAM.LIT’in küratörlüğünü

yürütüyor. Berlin’de yaşıyor.

Lucy Fricke Ocak ve Nisan 2019 tarihleri

arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk

sanatçısı olarak İstanbul’da bulundu.


Jasmin İhraç

92


Konuk Sanatçılar 93

1

2


94

3

4

5


95

7

6

8

1 DO KU MAN (Konzept & Choreografie / Konsept ve Koreografi: Filiz Sızanlı &

Mustafa Kaplan, Taldans), Istanbul / İstanbul 2018, Foto / Fotoğraf: Ali Güler

2,3 Constant changes, silent witnesses, Dreharbeiten, Istanbul 2019 / Daimî

Değişimler, Sessiz Tanıklar, Çekim Çalışmaları, İstanbul 2019, Foto / Fotoğraf:

Viola Yeşiltaç

4–8 Constant changes, silent witnesses, Istanbul / Daimî Değişimler, Sessiz Tanıklar,

İstanbul 2019, Filmstills / Filmden kareler: Jasmin İhraç


Stipendiat*innen Jasmin İhraç 96

Constant changes, silent witnesses

Ich kannte Istanbul bereits, und doch zog mich die Stadt mit Beginn meines Aufenthaltes

aufs Neue in ihren Bann. Die Schnelligkeit, der Rhythmus, die Unvorhersehbarkeit:

Unmöglich schien es mir, auf der Straße so zu laufen, wie ich es

in Berlin gewohnt war. Ständig musste ich aufpassen, dass der Gehweg nicht

plötzlich vor mir abbricht, ich nicht über ein Loch stolpere, das sich auf einmal

vor mir auftut – oder ich es nicht rechtzeitig schaffe, anderen Passant*innen

auszuweichen. Überhaupt wurde das Ausweichen während des Gehens zu einer

meiner Hauptbeschäftigungen. So war jeder Spaziergang ermüdender, als er

vielleicht hätte sein müssen. Ich war ständig damit beschäftigt, nicht mit

jemandem zusammenzustoßen – mir schien es, als sei ich die Einzige. Riskierte

ich es doch einmal, erwartete ich aus Gewohnheit eine gegenseitige Entschuldigung,

zumindest ein kurzes Lächeln oder Kopfnicken. Doch nichts davon: Als sei

nichts geschehen, setzte jede*r den eigenen Weg fort. Ich begann, andere

Wege zu gehen und nach alternativen Fortbewegungsmöglichkeiten zu suchen.

In dieser Zeit begegnete mir auch Parkour. Parkour ist eine Bewegungspraxis,

in der es um die Überwindung von Hindernissen geht. Ich begann viel zu

trainieren mit anderen „Parkourcus“ aus Istanbul, aber auch mein Blick auf die

Stadt veränderte sich, und: Ich wurde schneller im Ausweichen. Oft verließ ich

gewohnte Routen und suchte mir neue Punkte in der Stadt. Und an genau diesen

Orten begann ich zu tanzen, meist spontan in kurzen Improvisationen. An einige

Spots kehrte ich zurück und entwickelte kurze Choreografien, die ich wiederholte.

In der Stadt fielen mir einerseits die ständigen Veränderungen auf, überall

Baumaßnahmen, manchmal wandelten sich ganze Viertel von Woche zu Woche.

Überall wurde abgerissen, neugebaut, ersetzt, erneuert … Gleichzeitig gibt es

die alten Bäume, die ich bemerkte. Sie scheinen wie stumme Beobachter und

Zeugen der Geschehnisse. Über Bekannte erhielt ich ein (Foto-)Buch über die

Bäume der Stadt, manche bis zu 700 Jahren alt, mithilfe dessen ich die Orte

besuchte, an denen diese teilweise heute noch stehen – oder auch nicht. Ich

führte Interviews mit Anwohner*innen von Sulukule, Tarlabaşı und Balat, die

aufgrund von Bauprojekten verdrängt worden waren oder nach erfolgreichem

Widerstand geblieben sind.

Sehr bald stand für mich fest, dass ich all diese Aspekte in einem Film

festhalten muss – und das, obwohl ich eigentlich keine Filmemacherin bin.

Entstanden ist die Arbeit Constant changes, silent witnesses – ein Film über

die Transformationsprozesse von Istanbul, eine Geschichte des Umherschweifens

und den Blick der Bäume. Ich danke hierfür Diane Näcke, die mich während


Konuk Sanatçılar Jasmin İhraç 97

unseres gemeinsamen Aufenthaltes in Tarabya nicht nur mit ihrem Wissen und

ihrer Erfahrung als Regisseurin unterstützt hat, Viola Yeşiltaç, mit der ich über

alles diskutieren konnte und die den Prozess fotografisch dokumentiert hat,

Angelika Niescier, Ignaz Schick und Cymin Samawatie, deren Kompositionen ich

für die Arbeit verwenden durfte. Ein besonderer Dank an die Kulturakademie

Tarabya und die Kunststiftung NRW, die das Projekt durch ihre Unterstützung

im Rahmen ihrer Residenzprogramme ermöglicht haben.

Daimî Değişimler, Sessiz Tanıklar

İstanbul’u önceden de biliyordum ama burada konuk olduğum ilk günlerden

itibaren şehir beni tekrar büyüledi. Bu hız, bu ritim, bu öngörülemezlik: Sokaklarda,

Berlin’de alışık olduğum şekilde dolaşmak bana imkânsız gibi görünüyordu.

Sürekli, üzerinde yürüdüğüm kaldırım birdenbire son bulursa sendelememek

için, birdenbire önüme çıkan bir çukura takılmamak için dikkat kesilmem

– ya da diğer yayalar bana çarpmasın diye geri çekilmeye dikkat etmem gerekiyordu.

Yürüyüş yaparken başkalarına çarpmamak için geri çekilmek esas meşgalelerimden

biri oldu neredeyse. İşte bu yüzden, çıktığım her gezinti, olması gerekenden

çok daha yorucuydu. Sürekli birine çarpmamaya dikkat ediyordum

– bunu yapan sadece benmişim gibi geliyordu bana. Ama kendimi serbest bırakmayı

göze aldığımda da, karşılıklı bir özür dileme, en azından hafif bir gülümseme

ya da baş sallama beklerdim alışkanlıkla. Ama bu hiç olmadı: Sanki hiçbir

şey olmamış gibi, herkes yoluna devam etti. Sonunda, başka yollar kullanmaya,

alternatif hareket olanakları aramaya başladım.

İşte bu dönemde, Parkur’la tanıştım. Parkur, belli fiziksel engellerin aşıldığı

bir egzersiz türü. İstanbullu “Parkurcularla” sık sık idman yaptım, bir yandan

da şehre bakışım değişti ve geri çekilme işinde hız kazandım. Genelde, alışıldık

rotalardan çıkıp şehirde yeni noktalar bulmaya çalışıyordum. İşte bu yeni noktalarda,

genelde spontane bir şekilde ve kısa, doğaçlama hareketlerle dans etmeye

başladım. Bu noktaların bazılarına tekrar gidip, yarattığım kısa koreografilerle

tekrar dans ettim.

Bir yandan da şehirde daimi bir değişim süreci olduğunu görüyordum, her

bir köşede bir inşaat projesi vardı, bazen bir mahallenin tamamı bir hafta içinde

bütünüyle dönüşüyordu. Her yerde evler yıkılıyor, yeniden inşa ediliyor, yenileniyordu…

Bir yandan da etraftaki çok yaşlı ağaçların farkına varıyordum. Bu olan

biteni sessizce gözlemleyen tanıklar gibiydi bu ağaçlar. Tanıdıklarım vasıtasıyla

şehrin ağaçları hakkında bir kitaba (resimli) ulaştım –bazıları yaklaşık 700 yıllık


Stipendiat*innen Jasmin İhraç 98

bu ağaçların yardımıyla bulundukları (ya da artık bulunmadıkları) yerlere gittim.

Sulukule, Tarlabaşı ve Balat semtlerinde yaşayan ve inşaat projeleri nedeniyle

buralardan uzaklaştırılmış ya da direnerek kalmayı başarmış insanlarla röportajlar

yaptım.

Kısa bir süre sonra, şehrin bu farklı yönlerini bir filmle kayda geçirmeye

karar verdim – hem de, aslında film yapımcısı olmamama rağmen. Bunun sonunda,

İstanbul’un dönüşüm süreçleri, şehir gezintilerinin tarihi ve ağaçların bakışını

konu edinen Daimî Değişimler, Sessiz Tanıklar adlı film çıktı ortaya. Bunun için,

Tarabya’da konuk olduğumuz sırada bir yönetmen olarak bilgisi ve deneyimleriyle

bana destek olan Diane Näcke’ye, kendisiyle her konuyu tartışabildiğim ve

bu süreci fotoğraflarıyla belgeleyen Viola Yeşiltaç’a, bu işimde bestelerini

kullanmama izin veren Angelika Niescier, Ignaz Schick ve Cymin Samawatie’ye

teşekkür ederim. Konuk sanatçı programları çerçevesinde bu projeye destek

olan Tarabya Kültür Akademisi’ne ve NRW Sanat Vakfı’na da özel bir teşekkür

borçluyum.

Jasmin İhraç (*Köln), Choreografin und Tänzerin,

lebt und arbeitet in Berlin. Nach ihrem Studium der

Soziologie an der Freien Universität Berlin studierte

sie Zeitgenössischen Tanz, Kontext und Choreografie

am Hochschulübergreifenden Zentrum Tanz in

Berlin (HZT). Ihre Stücke wurden u. a. an der

Volksbühne (Trois Voies), am Ballhaus Naunynstraße

(Mj’a sin – Verflechtungen), am HAU Hebbel am Ufer

(On Confluence) und am Maxim Gorki Theater in

Berlin, am IKSV Istanbul, am Alexandrinski Theater

St. Petersburg (iz-le), und am Palais de Tokyo in

Paris (On Speeches) gezeigt. Zudem arbeitete

Jasmin İhraç mit Isabelle Schad (Collective Jumps),

Alexandra Pirici (Fluids, Signals, Aggregate),

Taldans (DOKUMAN) und in Kollaborationen in

Deutschland, Frankreich und der Türkei. Sie erhielt

verschiedene Stipendien und Förderungen (Kunststiftung

NRW, Goethe-Institut), u. a. für ihr

Soloprojekt Sahman-Grenze-Kuş, das in Düsseldorf,

Athen, Marseille, Ankara, Berlin, Istanbul und Marrakesch

zu sehen war.

Jasmin İhraç war von September bis Dezember

2018 an der Kulturakademie Tarabya als eine der

ersten Stipendiat*innen, die sich initiativ über den

ersten Open Call im September 2017 beworben

hatten.

Jasmin İhraç (*Köln), koreograf ve dansçı. Berlin’de

yaşıyor ve çalışıyor. Berlin Özgür Üniversitesi’nde

sosyoloji eğitimi aldıktan sonra Berlin HZT’de

(Hochschulübergreifenden Zentrum Tanz-Üniversiteler

Arası Dans Merkezi) çağdaş dans ve koreografi

öğrenimi gördü. Çalışmaları Volksbühne (Trois Voies),

Ballhaus Naunynstraße (Mj’a sin – Verflechtungen),

HAU Hebbel am Ufer (On Confluence) ve Berlin,

Maxim Gorki Tiyatrosu’nda, İKSV İstanbul, St.

Petersburg Alexandrinski Tiyatrosu, (iz-le) ve Paris,

Palais de Tokyo’da (On Speeches) gösterildi. Jasmin

bunun dışında Isabelle Schad (Collective Jumps),

Alexandra Pirici (Fluids, Signals, Aggregate),

Taldans (DOKUMAN) gibi sanatçılarla da çalıştı ve

Almanya, Fransa ve Türkiye’de sanatçılarla ve çeşitli

kurumlarla işbirliği yaptı. Düsseldorf, Atina,

Marsilya, Ankara, Berlin, İstanbul ve Marakeş’te

sahneye konan Sahman-Grenze-Kuş adlı solo projesi

başta olmak üzere çalışmaları için çeşitli kurumlardan

(Kunststiftung NRW, Goethe Institut) burs ve

destek aldı.

Jasmin İhraç 2017 yılının Eylül ayında açık burs

çağrısı üzerinden başvuru yaparak Tarabya Kültür

Akademisi’nde Eylül ve Aralık 2018 tarihleri arasında

konuk sanatçı olarak kalmaya hak kazanan ilk

sanatçılardan biridir.


Nora Krahl

99


Stipendiat*innen 100

1

2

3


Konuk Sanatçılar Nora Krahl 101

4


Stipendiat*innen Nora Krahl 102

5

6

1–6 Nora Krahl, Gölge Kâğıt – SCHATTENPAPIER (Performance für Cello, Elektronik und tableauartige

Bilder / Çello, elektronik müzik ve tablolarla performans), 2018, mit Arbeiten von Sena Başöz /

Sena Başöz’ün işleriyle: Forough (Installation/Enstalasyon), 2018, Digitaldruck auf Vellumpapier,

Industrieventilator / Parşömen kâğıt üzerine dijital baskı, sanayi tipi vantilatör; In the Uncertain

Light of Single Certain Truth (Installation/Enstalasyon), 2017, Metall, Tüll / Metal, Tül, Fotos/

Fotoğraflar: Tankut Kılınç (1,2,3,5), Dawin Meckel (4), Victoria Tomaschko (6)


Konuk Sanatçılar Nora Krahl 103

Schatten

Ich arbeite als Cellistin, Komponistin und Regisseurin sehr häufig an den

Schnittstellen von Komposition, darstellenden Künsten, dem Einbezug

bestimmter Materialien und Kunst als Bühnenbild und Kostüm.

Das in Istanbul entstandene Werk Gölge Kâğıt – SCHATTENPAPIER für

performende CellistIn, Elektronik und Papier ist eine Reaktion auf Sena Başöz’

Soloausstellung On Lightness. Die in Istanbul lebende Künstlerin und langjährige

Kollaborateurin entwickelte bei meiner Ankunft in Tarabya gerade ihre Soloausstellung,

in der sie sich mit der Verarbeitung traumatischer Ereignisse

auseinandersetzte und neue Wege der Genesung und Regeneration suchte. In

vielen Gesprächen konnte ich an den gedanklichen und praktischen Entstehungsprozessen

teilhaben und sah ihre Arbeiten wachsen. Schon sehr früh

entstand dabei der Plan, dass ich ein Stück für ihre Ausstellung entwickeln

sollte, in dem das Material Papier eine zentrale Rolle spielen würde.

Als gedanklichen Ausgangspunkt wählte ich Walter Benjamins Textpassage

Angelus Novus, die er – inspiriert von Paul Klees gleichnamigem Bild –

nach Kriegsbeginn 1940 verfasste:

„Er hat das Antlitz der Vergangenheit zugewendet. Wo eine Kette von

Begebenheiten vor uns erscheint, sieht er eine einzige Katastrophe, die unablässig

Trümmer auf Trümmer häuft und sie ihm vor die Füße schleudert. Er

möchte wohl verweilen, die Toten wecken und das Zerschlagene zusammenfügen,

aber ein Sturm weht vom Paradiese her […].“ 1

Aus meiner Sicht ist der Lauf der Geschichte mit all ihren katastrophalen,

menschengemachten Ereignissen hunderte Male analysiert und in unzähligen

Büchern festgehalten worden, aber dennoch scheint die Menschheit sich zu

weigern, daraus zu lernen. Gefangen in der Welt der beengten Gedanken scheitern

die Versuche der Flucht aus dem immer wiederkehrenden Kreis der Handlungen.

Und dennoch eröffnet sich uns ein Pfad in die Zukunft: Im Angesicht

von Vergangenheit und Gegenwart bleiben nur die Hoffnung und der konstante

Versuch, den nicht endenden Kreislauf zu durchbrechen.

Sena Başözs Werke Forough (2018) und In the Uncertain Light of Single

Certain Truth (2017) bilden den visuellen Rahmen für meine Aufführung. Forough

setzt sich aus Porträts von über 1.000 ausgestopften Vögeln aus der Sammlung

1 Walter Benjamin: Über den Begriff der

Geschichte. Werke und Nachlass – Kritische

Gesamtausgabe, Bd. 19, hrsg. von Gérard Raulet,

Suhrkamp, Berlin 2010


Stipendiat*innen Nora Krahl 104

des Naturhistorischen Museums der Französischen Schule St. Joseph (Istanbul)

zusammen, die auf Vellum-Papier gedruckt von künstlichem Wind – hervorgerufen

durch Ventilatoren – in Bewegung gesetzt werden.

Wir schreiben Bücher, sammeln Tiere, klassifizieren sie, wir teilen die Welt

in Kategorien und packen diese in Boxen, wir versuchen, ihrer Herr zu werden.

Was bringen wir hervor? Ein unübersichtliches Konglomerat von Strukturen,

denen wir nicht entrinnen können, Wissen, das wir nicht nutzen können, und

politische Systeme, die sich von innen heraus selbst zerstören.

Ich verarbeite in meiner Komposition die Geräusche von zerreißendem

Papier in Kombination mit einem „geknebelten“ Cello, Vogelklänge, die in

Marschmusik übergehen, und fast bis zur Unkenntlichkeit verarbeitete Hitler-Zitate,

die in unserer Welt erschreckende Aktualität besitzen. Der zur Kreatur

verstümmelte Engel durchlebt tableauartige Bilder und baut so einen vielschichtigen

Rahmen für das musikalische Geschehen. Entstanden ist ein poetisches

und zugleich sehr politisches Werk, das Trauer und Verzweiflung über

den augenblicklichen Zustand unserer politischen Systeme ausdrückt, aber die

Hoffnung auf ein Lernen der Menschheit aufrechterhält.

Gölgeler

Bir çellist, besteci ve yönetmen olarak sık sık bestecilik ile gösteri sanatlarının

temas alanında çalışıyor, kullanılacak malzemeleri belirleme ve başlı başına bir

sanat olan dekor ve kostüm seçme işiyle uğraşıyorum.

İstanbul’da ortaya çıkan Gölge Kâğıt – SCHATTENPAPIER (Çello, Elektronik

ve Kâğıt) adlı performans Sena Başöz’ün On Lightness adlı solo sergisine

bir yanıt niteliğindedir. İstanbul’da yaşayan ve uzun yıllardır birlikte çalıştığım

sanatçı, Tarabya’ya geldiğim sırada, travmatik olaylarla başa çıkma süreçlerini

ele aldığı ve sağaltım ve yenilenme için yeni yollar aradığı solo sergisi üzerine

çalışmaya başlamıştı. Sayısız buluşma ve görüşme sırasında, düşünsel ve pratik

oluşum süreçlerine katılma fırsatı yakaladım ve çalışmalarının gelişimine tanık

oldum. Henüz çok erken bir aşamada, sergisi için, kâğıt’ın merkezi bir malzeme

rolü oynayacağı bir parça besteleme planı ortaya çıktı.

Walter Benjamin’in 1940’ta, savaş başladıktan sonra, Paul Klee’nin aynı

adlı tablosundan ilhamla kaleme aldığı metninin Angelus Novus pasajının bu

bestenin düşünsel hareket noktası olmasına karar verdim:

“[Y]üzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri o bir

felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne


Konuk Sanatçılar Nora Krahl 105

fırlatan bir felaket. Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek,

kırık parçaları yeniden birleştirmek… Ama Cennetten kopup gelen bir fırtına

[…]” 1 Bana göre tarihin seyri, insanların yol açtığı bütün felaketler yüzlerce kez

analiz edilmiş, sayısız kitapta ele alınmıştır ama yine de insanlık bu felaketlerden

ders çıkarmaya direnmektedir. Sınırlı düşüncelerin egemen olduğu bir dünyada

sıkışıp kalmış ve aynı eylemlerin sürekli tekrar ettiği bu kısırdöngüden kaçma

girişimleri başarısızlıkla sonuçlanır hep. Yine de önümüzde, geleceğe götüren

bir yol uzanır: Geçmişin ve geleceğin karşısında elimizde kalan tek şey, bu bitmek

bilmeyen kısırdöngüyü kırma umuduyla sürekli çabalamaktır.

Sena’nın Forough (2018) ve In the Uncertain Light of Single Certain Truth

(2017) adlı çalışmaları benim performansımın görsel çerçevesini oluşturuyor.

Forough İstanbul St. Joseph Fransız Lisesi’nin doğa tarihi müzesi koleksiyonundan

alınma 1000’den fazla doldurulmuş kuşun portresinden oluşuyor;

parşömen kâğıda basılı bu portreler, mekândaki vantilatörlerin oluşturduğu suni

rüzgârla uçuşuyor.

Kitaplar yazıyor, hayvan koleksiyonu yapıyor, onları sınıflandırıyoruz,

dünyayı kategorilere ayırıyor, kutulara taksim ediyor ve böylece onlara hakim

olmaya çalışıyoruz. Peki, ne üretiyoruz? Kaçıp kurtulamadığımız yapıların oluşturduğu

uçsuz bucaksız bir yığın, kullanamadığımız bir bilgi ve kendi kendilerini

tahrip eden siyasal sistemler.

Bestemde kâğıt yırtma seslerini, “boğuk” bir çello sesiyle, askeri marşlara

dönüşen kuş sesleriyle ve tanınmaz hale gelene kadar işlenmiş ve maalesef

ürkütücü raddede güncel olan Hitler alıntılarıyla birleştiriyorum. Sakatlanıp bir

yaratığa dönüştürülmüş olan melek tablo benzeri imgelere tanık olur ve bu tanıklığıyla

müzikal olay örgüsü için çok katmanlı bir çerçeve oluşturur. Böylece,

siyasal sistemlerin şu anki durumunun yol açtığı üzüntüyü ve çaresizliği ifade

eden ama insanlığın olan bitenden ders çıkaracağı umudunu da koruyan hem

şairane hem siyasal bir eser çıkar ortaya.

1 Benjamin, Walter, “Tarih Kavramı

Üzerine”, Son Bakışta Aşk, yay. haz. Nurdan

Gürbilek, çev. N. Gürbilek & Sabir Yücesoy,

Metis, 2006, s. 43.


Stipendiat*innen Nora Krahl 106

Nora Krahl, Regisseurin, Komponistin und Cellistin,

lebt in Berlin. Ihre Leidenschaft gehört der zeitgenössischen

Musik. Sie konzertierte weltweit bei

internationalen Festivals und arbeitet mit Ensembles

und Gruppen wie Ensemble Resonanz, Zeitkratzer,

The Octopus, She She Pop oder Opera Lab. 2016

feierte ihr erstes Musiktheater persona non grata

in New York Premiere. Zuvor hatte sie mit der

Regisseurin Karin Beier am Kölner und Hamburger

Schauspielhaus gearbeitet. Projekte mit Theaterkompositionen

führten sie nach Leipzig und an die

Columbia University, New York. Ein weiterer Fokus

ihrer Arbeit liegt auf der akustischen und elektronischen

Improvisation ebenso wie auf der Komposition

für Performances mit Film oder Tanz. Nora Krahl

erhielt Stipendien u. a. vom DAAD, von der Allianz

Kulturstiftung, der Kunststiftung NRW oder dem

Berliner Senat. Sie erhielt Residenzen in Istanbul,

New York, Kalifornien und Basel.

Nora Krahl war von März bis Mai 2018 Stipendiatin

der Kulturakademie Tarabya.

Berlin’de yaşayan yönetmen, besteci ve çellist Nora

Krahl’ın esas tutkusu çağdaş müzik. Dünya çapında

uluslararası festivallerde konser verdi ve Ensemble

Resonanz, Zeitkratzer, The Octopus, She She Pop ve

Opera Lab gibi grup ve topluluklarla çalıştı. İlk müzik

tiyatrosu eseri olan persona non grata prömiyerini

2016’da New York’ta yaptı. Daha önce de Köln

Tiyatrosu ve Hamburg Tiyatrosu’nda yönetmen Karin

Beier’le birlikte çalışmıştı. Tiyatro besteciliği

projeleri için Leipzig’de ve New York, Columbia

Üniversitesi’nde bulundu. Bir yandan da akustik ve

elektronik doğaçlama müzikle ilgilenmekte ve film

veya dans performansları için besteler yapmaktadır.

Nora Krahl DAAD, Allianz Kültür Vakfı, NRW Sanat

Vakfı ve Berlin Senatosu bursları gibi pek çok burs

kazanmıştır. İstanbul, New York, Kaliforniya ve

Basel’de konuk sanatçı olarak bulunmuştur.

Nora Krahl 2018’in Mart ile Mayıs ayları arasında

Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk sanatçısı olarak

İstanbul’daydı.


Philipp

107

Lachenmann


Stipendiat*innen Philipp Lachenmann 108


Konuk Sanatçılar Philipp Lachenmann 109

1


Stipendiat*innen Philipp Lachenmann 110

2

3

4

1 Philipp Lachenmann, AKM (Turkish Night): Präsentation der Videoinstallation im Rahmen der

Alumni-Veranstaltung STUDIO BOSPORUS / AKM (Turkish Night) adlı video enstalasyonun STUDIO

BOSPORUS etkinliğinde, Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart – Berlin, 21.11.2018

2 Atatürk-Kulturzentrum, Istanbul / Atatürk Kültür Merkezi, İstanbul, Foto / Fotoğraf: SALT

Research, Hayati Tabanlıoğlu Archiv / Arşivi

3 Atatürk-Kulturzentrum, Istanbul / Atatürk Kültür Merkezi, İstanbul 2013, Anonym / Anonim

4 Atatürk-Kulturzentrum, Istanbul / Atatürk Kültür Merkezi, İstanbul, Gezi-Proteste / Gezi

Protestoları 2013, Foto / Fotoğraf: SALT Research, Gültekin Çizgen Archiv / Arşivi


Konuk Sanatçılar Philipp Lachenmann 111

5

5 Produktion von AKM (Turkish Night) / AKM (Turkish Night) prodüksiyon çalışmaları, März / Mart

2018, Foto / Fotoğraf: Philipp Lachenmann

6 Philipp Lachenmann, AKM (Turkish Night): Präsentation der Videoinstallation im Rahmen der

Alumni-Veranstaltung STUDIO BOSPORUS / AKM (Turkish Night) adlı video enstalasyonun STUDIO

BOSPORUS etkinliğinde, Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart – Berlin, 21.11.2018


Stipendiat*innen Philipp Lachenmann 112

6


Konuk Sanatçılar Philipp Lachenmann 113

AKM (Turkish Night)

Das erste, was ich erblickte, als ich an meinem Ankunftstag in Istanbul, dem

1. März 2018, am Taksim-Platz, dem Herzstück der Bosporus-Metropole, aus der

U-Bahn die Treppe hochkam, war ein großes, rechteckiges, dunkles Gebäude

ohne Fassade, in dessen einsehbaren, leeren Räumen sich der Blick verlor wie in

einem Schwarzen Loch. Das Kulturzentrum AKM Atatürk Kültür Merkezi, in der

Bevölkerung „die Oper“ genannt. In den nächsten Tagen erfuhr ich, dass dieses

AKM im Kulturleben Istanbuls und im politischen Geschichtsverständnis der

Türkei eine zentrale und überaus prägende Rolle spielt(e).

Ein Aspekt meiner künstlerischen Praxis ist das Feld von Collective

Imagery/Collective Memory. Dabei interessiert mich besonders der Prozess, wie

Bilder, Formen und Kontexte im sozialen Raum entstehen und sich schließlich im

öffentlichen Bewusstsein implementieren können.

Das AKM-Erlebnis führte zum Initial-Motiv einer Folge aus drei zusammenhängenden

Projekten, der „T-Trilogie“, die ich von März bis August 2018 in

der Kulturakademie Tarabya konzipieren konnte. Die Trilogie besteht aus 1. AKM

(Turkish Night), 2. Highrise (Haciosman), 3. GTT (Göbekli Tepe_T) – künstlerisch-filmischen

Arbeiten, die um Begriffsfelder wie „Haus der Kultur“, „Haus

ohne Kultur“ und „Kultur ohne Haus“ kreisen. Von diesen Projekten ist – Stand

Ende 2019 – das AKM fertiggestellt, Highrise ist bereits gedreht und befindet

sich in der VFX-Postproduktions-Phase, die Filmaufnahmen zu GTT (Göbekli

Tepe_T) sind für den Herbst 2020 geplant.

AKM (Turkish Night) lässt sich so beschreiben: Vor dem Kulturzentrum

AKM bewegen sich Personen und Verkehr auf dem Taksim-Platz, während sich in

den leeren Räumen des zum Abriss freigegebenen, nun fassadenlosen Konzerthauses

ein fantastisch-psychedelisches Farbenspiel entwickelt und, von den

Passanten scheinbar unbemerkt, das Gebäude ein letztes Mal zu einem

rauschenden Leben erweckt.

In der kurzen Phase, in der die Fassade des AKM vollständig abgenommen,

das Gebäude selbst aber noch vorhanden war, entstanden die Filmaufnahmen

der verbliebenen architektonischen Struktur. In der Postproduktion baute dann

ein VFX Virtual Film Effects Studio die AKM-Architektur in 3D nach. Anschließend

wurde in das leere Gerippe des Konzerthauses digital eine komplexe

Choreografie von Licht- und Farbformen eingefügt, die sich an Geschichte und

Ereignissen sowohl des Gebäudes als auch der Stadt orientiert. Dieses Zusammenwirken

von Lichtspiel, Farbgestaltung und einem elaborierten Sound-Design,

in dem sich einzelne, auch politisch und historisch aufgeladene Räume


Stipendiat*innen Philipp Lachenmann 114

manifestieren, spiegelt das imaginäre Gedächtnis des AKM wider und bringt die

dem Abbruch geweihte Oper zu einer finalen, visuell wie akustisch funkelnden

Aufführung.

Referenzen sind unter anderem das alte filmische Verfahren der sogenannten

„Amerikanischen Nacht“ (auch Day For Night genannt) aus den 1930er

Jahren, bei dem das Filmbild, tagsüber gedreht, per Blendenveränderung so

dunkel gemacht wird, dass es bei Nacht aufgenommen zu sein scheint. Und

Goyas Radierung El sueño de la razón produce monstruos (The Sleep of Reason

Produces Monsters) von 1797.

Mit diesem Stück „bewegter Malerei“ nimmt AKM (Turkish Night) auch

Bezug auf die in der Türkei bedeutsame Farbsymbolik in der Konstruktion kollektiver

Bilder, aktuell (2019) ablesbar am groß angelegten Projekt des Präsidenten

Recep Tayyip Erdoğan, bei dem Türkis die bisherige Nationalfarbe Rot

zukünftig ersetzen soll. 1 Farben spielen schon seit alters her eine große Rolle in

Byzanz/Konstantinopel/Istanbul. So zum Beispiel beim sogenannten „Nika-Aufstand“

im Jahr 532, der schwersten Circus-Unruhe der Spätantike. Bei diesem

verbündeten sich die beiden großen Circus-/Stadt-Parteien der „Blauen“

(Veneti) und der „Grünen“ (Prasini), ursprünglich als antike „Fanclubs“

verschiedener Wagenlenker gegründet, und initiierten eine Volkserhebung

gegen Kaiser Justinian. Dieser rief das Volk schließlich unter dem Vorwand der

Versöhnung ins Hippodrom, ließ einen Teil der „Blauen“ zu seinen Gunsten

bestechen und befahl seinen Truppen ein Gemetzel an den übrigen „Blauen“

und den „Grünen“, bei dem 30.000 Menschen ums Leben kamen. 2

Neben seiner herausragenden kulturellen Bedeutung ist/war das

AKM auch ein wichtiges politisches Symbol der modernen laizistischen „Republik

Türkei“ unter Mustafa Kemal Atatürk und ihrer Hinwendung zum europäischen

Westen. In der Zeit der Gezi-Proteste 2013 machten Demonstranten

das damals renovierungsbedürftige AKM zum Zentrum ihres Widerstands – und

1 Vgl. Bülent Mumay, „Willkommen in der türkisen

Republik“, FAZ, 26.07.2018, www.faz.net/aktuell/

feuilleton/brief-aus-istanbul/brief-aus-istanbul-ueber-erdogans-lieblingsfarbe-15707803.html;

„new

color of the turkish state: turquoise“, 140journos,

01.08.2017, https://140journos.com/new-color-ofthe-turkish-state-turquoise-603f52b9f707

2 Zum Nika-Aufstand vgl. https://de.wikipedia.org/

wiki/Nika-Aufstand; www.g-geschichte.de/plus/

der-nika-aufstand


Konuk Sanatçılar Philipp Lachenmann 115

damit zum Hassobjekt der zunehmend autokratischen türkischen Regierung.

Mitte 2018 wurde es schließlich abgerissen, um einem Neubau Platz zu machen.

AKM (Turkish Night), 2018

4K Digital Video, Sound

Dauer: 13 Minuten

Sound: Anders Ehlin, Berlin

VFX: GATE11, München

AKM (Turkish Night)

İstanbul’a ayak bastığım 1 Mart 2018 tarihinde, metrodan inip yürüyen merdivenle

Boğaz metropolünün kalbi olan Taksim Meydanı’na çıktığımda karşıma

çıkan ilk şey, cephesi sökülmüş, büyük, dikdörtgen şeklinde, karanlık bir yapı

oldu, yapının dışarıdan görülen boş salonlarına bakarken bir karadeliğe bakar

gibi hissettim kendimi. Halk arasında “opera” adıyla anılan AKM – Atatürk Kültür

Merkezi. İlerleyen günlerde, AKM’nin İstanbul’un kültür hayatında ve Türkiye’nin

siyasal tarih anlayışında derin izler bırakmış merkezi bir rolü olduğunu öğrendim.

Collective Imagery / Collective Memory [Kolektif İmgelem / Kolektif Bellek]

sanatsal pratiğimde meşgul olduğum alanlardan biri. Özellikle, imgelerin, formların

ve bağlamların toplumsal uzamda ortaya çıkma ve nihayetinde kamusal

bilince yerleşme süreçleriyle ilgileniyorum.

2018 yılının Mart-Ağustos ayları arasında Tarabya Kültür Akademisi’nde

tasarladığım “T-Trilogie” adlı, birbirine bağlı üç projelik bir serinin ardındaki itici

güç de bu AKM deneyimi oldu. Triloji 1. AKM (Turkish Night), 2. Highrise (Haciosman),

3. GTT (Göbekli Tepe_T) adlı üç bölümden oluşuyor – “Kültür Merkezi”,

“Kültürsüz Merkez” ve “Merkezsiz Kültür” gibi kavramsal alanlar arasında

deveran eden sanat ve film çalışmaları bunlar. Bu projelerden, AKM –2019 sonu

itibariyle– tamamlanmış durumda, Highrise’ın çekimleri bitti ve VFX-postprodüksiyon

aşamasında, GTT’nin (Göbekli Tepe_T) çekimleri ise 2020 sonbaharında

başlayacak.

AKM (Turkish Night) kısaca şöyle tanımlanabilir. AKM’nin önündeki Taksim

Meydanı’nda insanlar ve trafik akıp giderken, yıkılmasına karar verilmiş ve

cephesi sökülmüş konser salonunun boş mekânlarında, yoldan geçenlerin belli

ki farkına bile varmadığı ve bu yapıya belki son kez can veren fantastik-psikedelik

ışık oyunları gözlemleniyor.


Stipendiat*innen Philipp Lachenmann 116

AKM’nin ön cephesinin tamamen söküldüğü ama yapının ayakta kaldığı o kısa

arada, mimari yapı filme çekildi. Postprodüksiyon aşamasında bir VFX Virtual

Film Effects Studio ile AKM-mimarisinin 3 boyutlu bir kopyası çıkarıldı. Daha

sonra, konser salonunun iskeletine, hem bu yapının hem de şehrin tarihini ve

olaylarını kılavuz edinen karmaşık bir ışık ve renk koreografisi dijital ortamda

eklendi. Siyasal ve tarihsel anlamlarla yüklü mekânların ortaya çıkmasını

sağlayan bu ışık oyunu, renklendirme ve ayrıntılı ses tasarımı etkileşimi, AKM’nin

hayali belleğini yansıtıyor ve yıkımına karar verilmiş operada, yapının hem görsel

hem akustik düzeyde parıldadığı bir son temsili sahneye koyuyor.

Burada, gündüz filme çekilen görüntülerin parlaklığı değiştirilerek koyulaştırıldığı

ve böylece gece çekilmiş gibi göründüğü, Amerikanische Nacht

(DayForNight adıyla da biliniyor) adlı 1930’larda çekilmiş filmde benimsenen

yaklaşım referans alınmıştır. Bir de Goya’nın 1797 tarihli, El sueño de la razón

produce monstruos (Aklın Uykusu Canavar Doğurur) adlı oyma baskısı.

Bu “hareketli tablo” unsuruyla AKM (Turkish Night) Türkiye’de kolektif

imgelerin inşasında önemli bir yeri olan renk simgeciliğine de atıfta bulunuyor -

bu renk simgeciliğinin (2019 itibariyle) en güncel örneklerinden biri, Cumhurbaşkanı

Recep Tayyip Erdoğan’ın büyük ölçekli projesinde milli renk kabul edilen

kırmızının yerini turkuaz renginin alması. 1 Renkler ezelden beri Bizans/Konstantinopolis/İstanbul’da

önemli bir rol oynuyor. Örneğin geç antik dönemin en ağır

Circus-Çatışması olan 532 tarihli Nika Ayaklanması. Bu ayaklanmada, aslen

farklı arabacıların “taraftar takımları” olan “Maviler” (Veneti) ve “Yeşiller”

(Prasini) adındaki iki büyük şehir Circus’u güçlerini birleştirerek İmparator

Justinyanus’a karşı bir halk ayaklanması başlatmışlar. Bunun üzerine imparator

uzlaşma vaadiyle halkı hipodroma çekmiş, “Mavilerin” bir kısmını rüşvetle kendi

tarafına almış ve askerlerine geriye kalan “Mavileri” ve “Yeşilleri” katletmelerini

emretmiş ve sonunda 30.000 kişi katledilmiş. 2

1 Krş. Bülent Mumay, „Willkommen in der

türkisen Republik“, FAZ, 26.07.2018, www.

faz.net/aktuell/feuilleton/brief-aus-istanbul/brief-aus-istanbul-ueber-erdogans-lieblingsfarbe-15707803.html;

„new

color of the turkish state: turquoise“,

140journos, 01.08.2017, https://140journos.

com/new-color-of-the-turkish-state-turquoise-603f52b9f707

2 Nika-Ayaklanması için krş. https://

de.wikipedia.org/wiki/Nika-Aufstand;

www.g-geschichte.de/plus/der-nika-aufstand


Konuk Sanatçılar Philipp Lachenmann 117

AKM kültürel anlam ve öneminin yanı sıra, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu

modern laik “Türkiye Cumhuriyeti”nin ve onun Batı’ya dönmüş yüzünün de önemli

bir siyasal simgesi. 2013’teki Gezi ayaklanmaları sırasında göstericiler, o

zamanlar yenilenmek üzere kapatılmış AKM’yi direnişin merkezi haline getirmiş

ve böylece giderek otoriterleşen hükümetin nefret nesnesine dönüştürmüştü.

Yapı yeni bir inşaata yer açmak için 2018 yılının ortalarında yıkıldı.

AKM (Turkish Night), 2018

4K Dijital Video, Ses.

Süre: 13 dakika

Ses: Anders Ehlin, Berlin

VFX: GATE11, Münih

Philipp Lachenmann (*1963, München) machte

zunächst eine Ausbildung zum Architekturmodellbauer,

studierte dann Film an der Hochschule für

Film und Fernsehen sowie Kunstgeschichte und

Philosophie an der Ludwig-Maximilians-Universität,

München und absolvierte 2003 ein Postgraduiertenstudium

an der Kunsthochschule für Medien (KHM)

in Köln. Seine Werke waren u. a. auf der Shanghai-Biennale

(2004), im Museum K21, Düsseldorf

(2008), im Hamburger Bahnhof – Museum für

Gegenwart – Berlin (2010), in den Deichtorhallen

Hamburg (2011) und in der Pinakothek der Moderne,

München (2015) zu sehen. Seine filmischen Arbeiten

wurden u. a. auf den Filmfestivals MIT Short Film

Festival, Boston (2008), International Film Festival

Rotterdam (2009), Hong Kong International Film

Festival (2011), Jihlava International Documentary

Film Festival (2014) und dem Filmfestival Kino der

Kunst, München (2017) gezeigt. Er erhielt u. a. die

Förderungen Villa Massimo, Rom (2012), Cité des

Arts, Paris (2008) und Villa Aurora, Los Angeles

(2003). Er arbeitet in Berlin, Istanbul und Los

Angeles.

Philipp Lachenmann war von März bis August

2018 Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.

Philipp Lachenmann (1963, Münih) önce mimari

maket yapımı eğitimi aldı, ardından Film ve Televizyon

Yüksekokulu’nda (HFF) sinema ve Münih Ludwig

Maximilian Üniversitesi’nde sanat tarihi ve felsefe

öğrenimi gördü. 2003 yılında Köln’de bulunan Medya

için Yüksek Sanat Okulu’nda (KHM) lisansüstü

eğitimini tamamladı. Lachenmann’ın eserleri Şangay

Bienali’nde (2004), Düsseldorf, K21 Müzesi’nde

(2008), Berlin, Hamburger Bahnhof–Çağdaş Sanat

Müzesi’nde (2010), Hamburg, Deichtorhallen’de

(2011) ve Münih, Pinakothek der Modern’de (2015)

sergilendi. Film çalışmaları Boston, MIT Kısa Film

Festivali (2008), Uluslararası Rotterdam Film

Festivali (2009), Uluslararası Hong Kong Film

Festivali (2011), Uluslarası Jihlava Belgesel Film

Festivali (2014) ve Münih Kino der Kunst Film

Festivali (2017) gibi festivallerde gösterildi. Sanatçı

Roma, Villa Massimo Teşvik Bursu (2012), Paris, Cité

des Arts (2008), Los Angeles, Villa Aurora Bursu

(2003) gibi teşviklere layık bulunmuştur. Lachenmann

halen Berlin, İstanbul ve Los Angeles’ta

çalışmaktadır.

Philipp Lachenmann 2018 yılının Mart ile

Ağustos ayları arasında Tarabya Kültür Akademisi’nde

konuk sanatçı olarak bulunmuştur.


Andréas

118

Lang


Konuk Sanatçılar Andréas Lang 119

1

2


Stipendiat*innen Andréas Lang 120

3

4


Konuk Sanatçılar Andréas Lang 121

5

6

7

1 Ottoman Mechanic, Istanbul /

İstanbul 2018

2 Atatürk Republic Repair,

Istanbul / İstanbul 2018

3 Eski Van, Ostanatolien / Doğu

Anadolu 2018

4 Panorama 1453, Istanbul /

İstanbul 2018

5 Cathedral Portal, Kars 2018

6 The Re-Orientalization of

Taksim Square, Video-Installation

/ Video Enstalasyon, 4K,

24:18 Min. / dk, Ton, bedruckter

Stoff / Ses, Basılı Malzeme,

2. Kunst- und Kulturfestival,

Istanbul / 2. Sanat ve Kültür

Festivali, İstanbul 2018

7 Akthamar, Ostanatolien / Doğu

Anadolu 2018


Stipendiat*innen Andréas Lang 122

Visuelle Archäologie

Es beginnt mit einer Militärparade in Istanbul und endet in einer Ruinenlandschaft

in Ost-Anatolien.

Die Parade wird jedes Jahr in Istanbul zum „Tag des Sieges“ im sogenannten

Befreiungskrieg abgehalten (türkisch Kurtuluş Savaşı oder älteres

Türkisch İstiklâl Harbi). Der Krieg folgte auf den Zerfall und die Niederlage des

Osmanischen Reichs an der Seite Deutschlands im Ersten Weltkrieg. Es war ein

Unabhängigkeitskrieg der türkischen Nationalbewegung von 1919 bis 1923

unter der Führung Mustafa Kemal Paschas gegen die Besetzung und politische

wie wirtschaftliche Bevormundung durch die Westmächte und deren Alliierte.

Ziel war die Errichtung eines türkischen Nationalstaates, und aus Mustafa

Kemal Pascha wurde schließlich Atatürk.

Die Geister, sie ruhen nicht – das könnte man das Leitmotiv meines

Projekts nennen.

In meiner Arbeit (Fotografie, Video) betrachte ich Landschaften, Orte und

deren geschichtliche, auch mythologische Prägung. Man könnte es auch als

eine Art visuelle Archäologie bezeichnen, in der ich verschiedene Schichten

dieser Orte offenlege, manche sichtbar, manche unsichtbar, sie überlagern sich,

kollidieren mitunter, mit sozialen, politischen und ökologischen Realitäten. Die

Bilder befinden sich in einem Schwebezustand zwischen Vergangenheit und

Gegenwart, Realität und Imagination. Das Verborgene erscheint.

Geschichte und Erinnerungskultur sind in der Türkei identitätsbildend

und durchdringen alle Teile der Gesellschaft. Atatürk wird noch immer verehrt

und ist allgegenwärtig in Form von Gedenkfeiern, Denkmälern, Porträts in Werkstätten,

Schulen, Geschäften usw. Die aktuelle Regierung erweckt den Anschein,

dies nun geschichtlich überschreiben zu wollen, unter den Vorzeichen eines

national geprägten Islams und wiedererstehenden Osmanischen Reichs. Es wird

gebaut, es wurde abgerissen, die nächste Schicht einer Vergangenheit der

Zukunft ist bereits vorbereitet. Geschichtsbetrachtung findet oft als Inszenierung

statt und die verschiedenen Phänomene von Geschichts-Nostalgie sind

manchmal surreal oder im Stil von Themenparks à la Disneyland gehalten. Es ist

eine Erinnerungskultur, in der Aufarbeitung nicht stattfindet, sogar unerwünscht

ist; vor allem dem wird Bedeutung zugetragen, was einer nationalen

Identität im positiven Sinne zuträglich ist. Über die Verfolgung der Armenier*innen

breitet sich weiterhin ein Nebel des Schweigens und des Vergessens.

Der 24. April 1915 ist dabei ein schicksalhaftes Datum, an diesem Tag


Konuk Sanatçılar Andréas Lang 123

landeten in Gallipoli die Alliierten Streitkräfte – und am selben Tag begann die

Deportation der Istanbuler Armenier*innen, die deren landesweite Verfolgung

einleitete, ca. 1,5 Millionen Armenier*innen kamen dabei ums Leben. Einer der

Zeugen wurde Armin T. Wegener, ein deutscher Sanitäter in osmanischen

Diensten, der die Ereignisse im Osten fotografierte, obwohl darauf die Todesstrafe

stand. Er setzte sich ein Leben lang für Frieden und Menschenrechte ein,

wurde im Dritten Reich verfolgt und musste fliehen. Ein anderer Deutscher,

Rudolf Höß, war als Soldat ebenfalls in Mesopotamien, er wurde später der

Lagerkommandant von Auschwitz.

In den Landschaften Ost-Anatoliens findet man noch die stummen Zeugen

der armenischen Kultur und Religion, als Ruinen, Phantome der einstigen Anwesenheit,

wie die Kulissen eines Filmsets der vergangenen Tragödie. Die

Geschichte der Türkei ist komplex und voller Tragödien, nicht nur die der Minderheiten,

auch die der Türk*innen. Eine aktuelle ereignet sich in Syrien. Die

Geister, sie ruhen nicht!

Ich fotografierte in Istanbul, unternahm zwei Recherchereisen, nach

Çanakkale zu den Schlachtfeldern von Gallipoli und nach Ost-Anatolien in die

Gegenden von Kars und Van, in das armenisch-iranische Grenzgebiet. Als

Fremder mit einer Kamera wird man schnell verdächtigt und für einen Spion

gehalten, allerdings gilt das für viele Grenzregionen, nicht nur in der Türkei, und

ich erspare dem Leser, der Leserin eine abenteuerliche Anekdote. Der Weg zu

manchem Ort in abgelegenen Tälern war oft sehr beschwerlich und manchmal

nur über einen Ziegenpfad zu erreichen. In der Regel sind keinerlei Hinweise

oder Gedenktafeln zu finden, und oft musste ich alte Karten oder Reisebeschreibungen

zur Orientierung benutzen oder den Hodscha eines Dorfes aufsuchen,

der den Schlüssel zu einem verborgenen Gemäuer hatte. Andere, beispielsweise

die Ruinenstadt Ani, sind inzwischen für den Tourismus erschlossen und

jetzt UNESCO-Weltkulturerbe, die Stadtmauern werden renoviert und glattpoliert.

Ein anderes Kulturerbe, der jahrtausendealte Ort Hasankeyf, verschwindet

gerade in den Fluten eines Staudamm-Projekts.

1951 sollte die armenische Kirche zum Heiligen Kreuz auf der Insel

Akhtamar endgültig abgerissen werden, der türkisch-kurdische Schriftsteller

Yaşar Kemal machte darauf aufmerksam und rettete sie damit vor der Zerstörung.

Der Moment, als ich dort ankam, wird mir unvergesslich bleiben, unter

einem grauverhangenen Himmel lag ein leuchtender Regenbogen genau über

der Insel.


Stipendiat*innen Andréas Lang 124

Görsel Arkeoloji

İstanbul’da bir askeri geçit töreniyle başladı, Doğu Anadolu’daki bir harabe

manzarasında sonra erdi.

İstanbul’da her yıl, bağımsızlık savaşının (Kurtuluş Savaşı ya da eski Türkçesiyle

İstiklal Harbi) kazanıldığı “Zafer gününde” bir askeri geçit töreni düzenleniyor.

Kurtuluş Savaşı, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya safında savaşan

Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve yenilgisinden sonra başladı. Mustafa

Kemal Paşa önderliğindeki Türk milli hareketinin 1919–1923 yılları arasında,

Batılı güçlerin ve müttefiklerinin işgaline ve hem siyasal hem iktisadi vesayetine

karşı sürdürdüğü bir bağımsızlık savaşıydı bu. Hedef, bir Türkiye ulus devleti

kurmaktı ve Mustafa Kemal Paşa da devlet kurulduktan sonra Atatürk olacaktı.

Hayaletler, durup dinlenmezler asla –projemin ana teması bu cümleyle

özetlenebilir.

Çalışmalarımda (fotoğraf ve video) belli manzaraları ve mekânları gözlemliyor,

bu yerlerin tarihte şekillenişi kadar mitolojide aldığı biçimlere de bakıyorum.

Bu mekânların çeşitli katmanlarını açığa çıkarıyorum, bazısı gizli bazısı

açıkça ortada olan bu katmanlar üst üste biniyor, birbirleriyle ve toplumsal,

siyasal ve ekolojik gerçekliklerle çakışıyor. Görüntüler geçmişle gelecek

arasında, gerçekle hayal arasında salınıp duruyor gizlenmiş olan görünür oluyor.

Türkiye’nin tarih ve hatırlama kültürü kimlik belirleyici bir güce sahip ve

toplumun bütün kesimlerine nüfuz etmiş durumda. Atatürk hâlâ büyük bir

hürmetle anılıyor ve iş yerlerinde, okullarda, mağazalarda vs. anma törenleri,

anıtlar, portreler formunda varlığını sürdürüyor. Şu anki yönetim ise, milli İslam

ve tekrar canlanan Osmanlı İmparatorluğu rüyası aracılığıyla eskisinin üzerine

yeni bir tarih yazmak ister gibi görünüyor. Hararetle yeni yapılar inşa ediliyor,

geçmiş tahrip edilmiş durumda ve gelecekteki geçmişin bir sonraki katmanı da

hazırda bekletiliyor. Tarih incelemeleri genelde mizansen şeklinde sunulur ve

tarih nostaljisinin çeşitli olguları bazen gerçeküstü bir hal alır ya da Disneyland

benzeri eğlence parkları tarzında olgular olarak ele alınır. Herhangi bir tamamlanmanın

gerçekleşmediği, hatta düpedüz istenmediği bir hatırlama kültürüdür

bu; milli kimliğe pozitif katkıda bulunan şeylere özel anlam yüklenir. Ermenilerin

gördüğü zulmün üzerini de bir sessizlik ve unutma sisi kaplamış durumda. 24

Nisan 1915 uğursuz bir tarih çünkü o gün, İttifak Devletleri’nin silahlı kuvvetleri

Gelibolu’ya çıktı – aynı gün, İstanbullu Ermenilerin sınır dışı edilmesine

başlanmış, ülke çapında Ermeni avı başlamış ve nihayetinde yaklaşık 1,5 milyon

Ermeni hayatını kaybetmişti. Bu olayın tanıklarından biri, Osmanlı’da sıhhiyeci


Konuk Sanatçılar Andréas Lang 125

olarak çalışan Alman Armin T. Wegner, Doğu’da olan bitenleri, idam cezası alma

tehlikesine rağmen fotoğrafladı. Yaşamını barışa ve insan haklarına adayan

Wegner 3. Reich döneminde zulüm görmüş ve ülkeden kaçmak zorunda kalmıştı.

Bir başka Alman, Rudolf Höß de Mezopotamya’da askerdi, daha sonra

Auschwitz’te kamp komutanı olacaktı.

Doğu Anadolu topraklarında Ermeni kültürü ve dininin sessiz tanıkları hâlâ

yerli yerinde, bir zamanlar orada yaşamış olanların hayaletleri olan harabeler

geçmişteki bir trajediyi konu edinen bir film setinin kulisleri adeta. Türkiye’nin

tarihi karmaşık ve trajedilerle dolu – sadece azınlıkların değil, Türklerin tarihi

de. Şu anda Suriye’de tarih yazılıyor. Hayaletler sükût etmiyor!

İstanbul’da oldukça çok çekim yaptım, iki kez araştırma gezisine çıktım –

Gelibolu’daki muharebe meydanlarını görmek için Çanakkale’ye ve Doğu Anadolu’ya,

Kars ve Van’daki Ermenistan-İran sınır bölgelerine gittim. Elinde fotoğraf

makinesiyle dolaşan bir yabancı hemen şüpheli bakışları üzerine çekiyor ve

casus olduğuna inanılıyor –aslında bu sadece Türkiye için geçerli değil, bütün

sınır bölgelerinde durum aşağı yukarı aynı ve macera dolu anekdotlarla okurların

vaktini çalmayacağım. Ücra bölgelerdeki yerleşim yerlerine ulaşmak genelde çok

zahmetliydi, bazı yerlere sadece keçi patikası misali dar yollardan geçerek gidiliyordu.

Çoğunda işaret tabelaları veya anıt plaketleri olmadığından sıklıkla eski

haritalara veya seyahat rehberlerine başvurmak zorunda kaldım, bazen de gizli

yerlerin anahtarını elinde bulunduran köy imamını bulmaya çalıştım. Ani harabeleri

gibi bazı yerler ise turizme kapanmış ve UNESCO dünya kültür mirası statüsüne

alınmış durumda, buralarda da kent surları elden geçirilip yenileniyor. Bir

başka kültür mirası olan binlerce yıllık Hasankeyf ise bir baraj projesi nedeniyle

yavaş yavaş sular altında kalıyor.

1951’de Ahdamar adasındaki Ermeni Kilisesi’nin yıkılmasına karar verilmiş

ama Türkiyeli Kürt yazar Yaşar Kemal kamuoyunun dikkatini konuya çekerek kiliseyi

yıkılmaktan kurtarmış. Kiliseye vardığım ânı hayatım boyunca unutmayacağım,

kurşun gibi ağır bir göğün altında uzanan adanın üzeri parlak bir gökkuşağıyla

kaplanmıştı.


Stipendiat*innen Andréas Lang 126

Andréas Lang begann seine künstlerische Arbeit in

Paris, heute lebt er in Berlin und beschäftigt sich

neben der Fotografie auch mit Videoinstallation.

Langs Bildzyklen befassen sich mit Landschaften

und deren verborgener Geschichte, u. a. mit der

geistig-kulturellen DNA Europas und der damit

einhergehenden Hegemonie. Sein letztes Langzeitprojekt

(2011–2016) über Kolonialismus in Zentralafrika

geht auf Fotografien und ein Tagebuch

seines Urgroßvaters zurück. Er erhielt zahlreiche

Auszeichnungen und Stipendien – u. a. 2017 das

Arbeitsstipendium Bildende Kunst der Berliner

Senatsverwaltung für Kultur und 2016 das Stipendium

AArtist in Residency des Auswärtigen Amts und

des Landesverbands Berliner Galerien. Seine

Arbeiten wurden u. a. auf der Lagos Biennale (2019),

im n.b.k. Berlin (2018), auf der Mercosul Biennale,

Porto Alegre, Brasilien (2017), im Deutschen

Historischen Museum, Berlin (2016), bei der Alfred

Ehrhardt Stiftung, Berlin (2016), im Münchner

Stadtmuseum (2013), im Haus der Fotografie,

Deichtorhallen, Hamburg (2011) und im Centre de

Cultura Contemporània de Barcelona (2007) gezeigt.

Andréas Lang war von September bis Dezember

2018 an der Kulturakademie Tarabya als einer der

ersten Stipendiat*innen, die sich initiativ über den

ersten Open Call im September 2017 beworben

hatten.

Andréas Lang sanatsal çalışmalarına Paris’te

başladı. Berlin’de yaşıyor ve fotoğrafçılığın yanı sıra

video enstalasyonlarıyla çalışıyor. Lang resim

serilerinde belli bölgeleri ve bu bölgelerin gizli

kalmış tarihlerini ele alıyor, örneğin Avrupa’nın

düşünsel-kültürel DNA’sına ve buna eşlik eden

hegemonyaya odaklanıyor. Sanatçı Orta Afrika’da

sömürgeciliği ele aldığı son uzun soluklu projesinde

(2011-2016) büyük büyükbabasının fotoğraflarından

ve günlüğünden yola çıkmış. Lang, Berlin Kültür

Kurulu Güzel Sanatlar Çalışma Bursu (2017), Dışişleri

Bakanlığı ve Berlin Galerileri Birliği’nin AArtist in

Residency Bursu (2016) başta olmak üzere çok

sayıda burs ve ödül kazandı. Çalışmaları dünyanın

pek çok yerinde toplu ve solo sergilerde sergilendi

– bunlardan bazıları: Lagos Bienali (2019), n.b.k.

Berlin (2018), Mercosul Bienali, Porto Alegre/

Brezilya (2017), Alman Tarih Müzesi, Berlin (2016),

Alfred Ehrhardt Stiftung, Berlin (2016), Münih Şehir

Müzesi (2013), Haus der Fotografie, Deichtorhallen,

Hamburg (2011) ve Centre de Cultura Contemporània

de Barcelona (2007).

Andréas Lang 2017 yılının Eylül ayında açık burs

çağrısı üzerinden başvuru yaparak Tarabya Kültür

Akademisi’nde Eylül ve Aralık 2018 tarihleri arasında

konuk sanatçı olarak kalmaya hak kazanan ilk

sanatçılardan biridir.


Julia

127

Lazarus


Stipendiat*innen Julia Lazarus 128

1

2


Konuk Sanatçılar Julia Lazarus 129

3

4


Stipendiat*innen Julia Lazarus 130

5

6


Konuk Sanatçılar Julia Lazarus 131

7

1–8 Filmstills aus Julia Lazarus’ Film Northern Forests / Julia Lazarus’un Northern Forests filminden

kareler, TR/D, 2019


Stipendiat*innen Julia Lazarus 132

Northern Forests

Es war bereits dunkel, als ich im Mai 2019 in Istanbul landete, und es regnete in

Strömen. Mein Flug war nicht – wie gebucht – am Atatürk Airport gelandet,

sondern auf den gerade erst eröffneten neuen Flughafen umgeleitet worden.

Offen gestanden hatte ich nicht erwartet, dass dieser Flughafen so schnell

fertig werden würde. Mit 7.660 Hektar ist das neue Istanbuler Flughafendrehkreuz

fünfmal so groß wie der neue Flughafen von Berlin, der schon seit 13

Jahren im Bau ist – mit nach wie vor unklarem Eröffnungsdatum. Doch offensichtlich

funktionieren die Dinge in der Türkei anders.

Nur drei Jahre zuvor, bei meinem ersten Aufenthalt in Istanbul als Stipendiatin

der Stadt Berlin, war gerade mit dem Bau des Flughafens begonnen

worden. 50 Kilometer nordwestlich von Istanbul an der Küste des Schwarzen

Meers gelegen, wurden für seine Errichtung 6.172 Hektar Waldfläche – über 2,5

Millionen Bäume – gerodet und gefällt, 660 Hektar Seeflächen – mehr als 70

Seen, Teiche und Tümpel – trockengelegt und verfüllt, 296 Hektar Weideland

und andere landwirtschaftliche Nutzflächen enteignet und versiegelt und die

Bewohner*innen vertrieben.

Gegenwärtig steht der internationale Flugverkehr aufgrund seiner klimaschädlichen

Wirkung weltweit in der Kritik, und auch aus anderen Gründen

stößt der Bau eines neuen Flughafens meistens auf großen Widerstand aus der

Bevölkerung, so auch in der Türkei. 2016 lernte ich eine Gruppe von Aktivist*innen

kennen, die über viele Jahre versuchten, mit kreativen Interventionen

die negativen Nebeneffekte der gigantischen Bauvorhaben an der

Schwarzmeerküste auf die Bevölkerung und die Flora und Fauna der Region

öffentlich zu machen.

Der neue Istanbuler Flughafen liegt unmittelbar neben einem Wasserund

Naturschutzgebiet, nur 2,5 Kilometer östlich des Terkos-Sees, der 22

Prozent des Trink- und Brauchwassers für Istanbul liefert. Es ist wahrscheinlich,

dass Fremdstoffe im abzuleitenden Oberflächenwasser des Flughafens

diese Wasservorräte kontaminieren werden. Das gesamte Gebiet ist Heimat

vieler endemischer Tier- und Pflanzenarten, die durch die zunehmende

Bebauung vom Aussterben bedroht sind. Das erweiterte Einzugsgebiet des

Sees, das nun teilweise großflächig versiegelt wurde, bot bislang Rastgebiete

für Zugvögel, vor allem Weißstörche, die im Frühjahr den Bosporus kreuzen und

parallel zum Schwarzen Meer nach Norden fliegen. Dadurch ergeben sich nicht

nur Störungen für die Zugvögel, es besteht auch eine beachtliche Gefahr für

den Flugverkehr durch Vogelschlag.


Konuk Sanatçılar Julia Lazarus 133

Gemeinsam mit den Anwohner*innen vor Ort versuchten die Aktivist*innen von

Kuzey Ormanları Savunması (Northern Forest Defense) den Widerstand zu organisieren.

Mit meiner Kamera folgte ich der Gruppe auf ihren Reisen in die nördlichen

Wälder, zu den Bewohner*innen der Dörfer am Schwarzen Meer und den

riesigen Baustellen, die diese Dörfer einkesselten. Die Aktivist*innen nahmen

mich mit zu den offenen Foren in Dorfcafés – auf denen sie mit den Anwohner*innen

darum rangen, gemeinsame Ziele zu formulieren –, zu großen und

kleinen Demonstrationen auf dem Land wie in der Stadt und zu öffentlichen

Environmental Assessment Meetings, auf denen die Bauherren und Anwohner*innen

sichtbar aneinandergerieten. Am Ende kehrte ich mit über 40 Stunden

Material nach Berlin zurück, in der Absicht, daraus einen Film zu schneiden.

Diesen Film konnte ich 2019 dank des Stipendiums und der Produktionsförderung

der Kulturakademie Tarabya fertigstellen. Ich hoffe, dass er in den

kommenden Jahren auf möglichst vielen Festivals zu sehen sein wird.

Der Film Northern Forests erzählt in erschreckend schönen Bildern, wie

die vorherrschende profitorientierte Wirtschaftsweise zu einer dauerhaften

Zerstörung der gemeinsamen Lebensgrundlagen von Mensch und Natur führt.

Er erzählt aber auch von einer kleinen Gemeinschaft, die trotz der Übermacht,

der sie gegenübersteht, nicht bereit ist aufzugeben und sich entschlossen hat,

lieber der eigenen Angst aktiv entgegenzutreten, anstatt in Schweigen zu

versinken.

Die Kulturakademie ist vielleicht die perfekteste Umgebung, die es gibt,

um konzentriert zu arbeiten. Die engmaschige Betreuung und die Möglichkeiten,

die mir das dortige Team eröffnet hat, haben den Aufenthalt sicherlich zu einem

der schönsten Stipendienaufenthalte gemacht, die ich je hatte. Besonders

gefreut habe ich mich, dass mir Pia Entenmann und Lena Alpozan einen Kontakt

zu den Fernsehsendungen Showcase (TRT) und ttt – titel, thesen, temperamente

(ARD) vermittelt haben, wodurch das Anliegen der Protagonist*innen des

Films eine noch größere Öffentlichkeit erhielt. Leider war mein Aufenthalt

diesmal stark überschattet von der aktuellen politischen Lage, die auch meine

Freund*innen in Istanbul und die Protagonist*innen des Films mehr und mehr

betrifft. Daher war ich trotz allem auch sehr erleichtert, als ich nach vier

Monaten wieder in Berlin landete. Nicht ahnend, dass ich schon wenige Wochen

später auf Vermittlung der Kulturakademie Tarabya als Jurymitglied des

Bozcaada International Festival of Ecological Documentary dorthin zurückkehren

würde. Es scheint also, als würde ich der Türkei auch in Zukunft

verbunden bleiben.


Stipendiat*innen Julia Lazarus 134

Northern Forests

2019 yılının Mayıs ayında İstanbul’a vardığımda hava kararmış, bardaktan boşanırcasına

yağmur yağıyordu. Uçağım –önceden ayarlandığı gibi– Atatürk Havalimanına

iniş yapmadı, yeni açılmış yeni havalimanına yönlendirildi. Doğrusunu

söylemek gerekirse, bu havalimanının bu kadar çabuk bitirileceğini tahmin etmemiştim.

Yeni havalimanı 7660 hektarlık alanıyla, inşaatı 13 yıldır süren –ve açılış

tarihi henüz açıklanmamış– yeni Berlin havalimanının beş katı büyüklüğünde.

Belli ki Türkiye’de işler farklı işliyor.

Bundan sadece üç yıl önce, Berlin Belediyesi’nin bursuyla ilk kez İstanbul’a

geldiğimde, yeni havalimanının inşaatına henüz başlanmıştı. İstanbul’un

50 kilometre kuzeybatısında, Karadeniz kıyısında bulunan havalimanının inşaatı

için 6172 hektar orman alanı –yaklaşık 2,5 milyon ağaç– yok edilmiş, 700’den

fazla dere, göl ve gölet kurutulup doldurulmuş, 296 hektar çayırlık ve zirai alan

istimlak edilerek mühürlenmiş ve orada yaşayanlar yerlerinden edilmişti.

Uluslararası hava trafiği, iklim üzerindeki zararlı etkileri nedeniyle dünya

çapında eleştirilerin hedefinde ve her ülkede büyük bir havalimanı inşa etme

girişimleri, başka nedenlerle de halkın tepkisine yok açıyor – Türkiye’de de

durum farklı değil. 2016’da, uzun yıllardır Karadeniz kıyısındaki bu devasa inşaat

projesinin halk üzerindeki, bölgenin bitki örtüsü ve hayvan nüfusu üzerindeki

olumsuz etkilerini yaratıcı müdahalelerle kamuya duyurmaya çalışan bir aktivistler

grubuyla tanıştım.

Yeni İstanbul Havalimanı, İstanbul’un içme suyunun yüzde 22’sini sağlayan

Terkos gölünün 2,5 kilometre doğusunda, bir su havzaları ve doğa koruma alanının

hemen yanı başında uzanıyor. Havalimanından yönlendirilen yüzey sularındaki

yabancı maddelerin bu su kaynaklarını kirletme ihtimali çok yüksek. Bu bölgenin

tamamı, giderek artan imar projeleri nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya

olan çok sayıda endemik hayvan ve bitki türüne ev sahipliği yapıyor. Halihazırda

büyük bölümü kurutulmuş olan gölün genişletilmiş drenaj alanı şimdiye kadar

göçmen kuşların, özellikle de bahar aylarında Boğaz’ı aşıp Karadeniz üzerinden

kuzeye uçan leyleklerin konaklama alanıydı. Drenaj alanının genişletilmesi sadece

göçmen kuşların huzurunu bozmuyor, bir yandan da, kuşların uçaklara çarpması

ihtimali hava trafiği açısından büyük bir tehlike teşkil ediyor.

Kuzey Ormanları Savunması o bölgede yaşayan insanlarla birlikte bir

direniş örgütlemeye çabalıyor. Kuzey ormanlarına, Karadeniz kıyısındaki köylerde

yaşayanlara ve bu köylerin etrafını sarmış devasa inşaat arsalarına giden bu

aktivistlere kameramla eşlik ettim. Beni köy kahvelerinde düzenledikleri ve köy

sakinleriyle birlikte ortak hedefler belirlemeye çalıştıkları açık forumlara, kırsal


Konuk Sanatçılar Julia Lazarus 135

bölgelerde ve kentlerde düzenlenen küçük ya da büyük gösteri yürüyüşlerine ve

inşaat sahipleriyle bölge sakinlerinin kavgaya tutuştuğu kamuya açık çevresel

etki değerlendirme toplantılarına götürdüler. Elimde filmde kullanılacak toplam

40 saatten uzun bir malzemeyle Berlin’e döndüm. Bu filmi Tarabya Kültür Akademisi’nin

bursu ve prodüksiyon desteğiyle 2019’da tamamladım. İlerleyen yıllarda

çok sayıda festivalde gösterileceğini umut ediyorum.

Northern Forests filmi insanı dehşete düşürecek güzellikte görüntülerle

kâr odaklı egemen ekonomik sistemin insanların ve doğanın ortak yaşam alanlarını

daimi bir şekilde tahrip edişini anlatıyor. Öte yandan, karşılarındaki üstün güce

rağmen pes etmeye yanaşmayan ve sessizlik içinde sinmek yerine kendi korkularının

üzerine gitmeye karar veren küçük bir topluluğun öyküsünü de anlatıyor.

Tarabya Kültür Akademisi, odaklanarak çalışmak için mükemmel bir ortam

sunuyor. Akademi ekibinin sürekli ilgisi ve bana sundukları olanaklar sayesinde,

hayatımdaki en güzel burs deneyimlerinden birini yaşadım. Beni Showcase (TRT)

ve ttt – titel, thesen, temperamente (ARD) adlı televizyon programlarıyla iletişime

sokan ve böylece filmin kahramanlarının daha da büyük bir kitleye ulaşmasına

yardımcı olan Pia Entenmann ve Lena Alpozan, yardımlarıyla beni çok mutlu

ettiler. Maalesef, konuk sanatçı olduğum dönem, İstanbul’daki dostlarımı ve

filmin kahramanlarını giderek daha da çok mağdur eden güncel politik durumun

gölgesinde kaldı. Dört ay sonra Berlin’e döndüğümde her şeye rağmen kendimi

çok rahatlamış hissettim. Tabii o zaman, sadece birkaç hafta sonra, Goethe-Institut

aracılığıyla Bozcaada Ekolojik Film Festivali’nin jürisine katılmak üzere

ülkeye geri döneceğimi bilmiyordum. Görünüşe göre, gelecekte de Türkiye’yle

bağım hiç kopmayacak.

Julia Lazarus ist Filmemacherin, Künstlerin und

Kuratorin. Sie studierte an der Hochschule der Künste,

Berlin und am California Institute of the Arts, Los

Angeles. Ihre Filme und Videos wurden auf zahl reichen

internationalen Filmfestivals und in Ausstellungen

gezeigt. 2019 organisierte sie das erste Radical Film

Network Meeting in Berlin. 2016 kuratierte sie

Undisciplinary Learning. Remapping the aesthetics of

resistance in Kooperation mit District, Berlin sowie

2014/15 zwei Ausstellungen zu Die Ästhetik des

Widerstands von Peter Weiss in Wien und Berlin.

Außerdem engagiert sie sich seit vielen Jahren in

kulturpolitischen Netzwerken, wie zuletzt bei „Haben

und Brauchen“.

Julia Lazarus war von Mai bis August 2019

Stipendiatin der Kulturakademie Tarabya.

Julia Lazarus film yapımcısı, sanatçı ve küratör.

Berlin Sanat Akademisi’nde ve Los Angeles’taki

Kaliforniya Sanat Enstitüsü’nde öğrenim gördü.

Filmleri ve videoları sayısız uluslararası festivalde ve

sergide izleyici karşısına çıktı. 2019’da Almanya’nın

Berlin kentinde Radical Film Network Meeting’in ilkini

düzenledi. 2016’da District, Berlin’le birlikte Undisciplinary

Learning. Remapping the aesthetics of

resistance adlı serginin, 2014/15’te Viyana ve

Berlin’de Peter Weiss’ın Direnmenin Estetiği’ni temel

alan iki serginin küratörlüğünü üstlendi. Son yıllarda

Berlin’de “Haben und Brauchen” gibi kültür politikalarına

eğilen sanatçı gruplarıyla çalışıyor.

Julia Lazarus Mayıs-Ağustos 2019 tarihleri

arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk

sanatçısı olarak İstanbul’da bulundu.


Ulla Lenze

136


Konuk Sanatçılar Ulla Lenze 137

Der Empfänger

Während meiner Zeit in Tarabya arbeitete ich an den letzten Kapiteln meines

Romans Der Empfänger. Der Roman handelt von der Geschichte der Deutschen

in Amerika während des Zweiten Weltkriegs und erzählt von politischer

Verstrickung fernab der Heimat.

New York, Mai 1939

Lauren hielt sich selbst fest, die Hände überkreuz an den Schultern, während

sie seine Wohnung inspizierte. „Das ist ja unglaublich!“, rief sie zwischendurch.

„Wie du wohnst. So was habe ich noch nie gesehen!“

Ein Mädchen. Nein, eine Frau. Eine junge Frau, die, nachdem sie die Schuhe

ausgezogen hatte, genauso groß war wie er.

Sie schaute sich um, offensichtlich gewillt, anhand der Wohnung etwas über ihn

zu verstehen. „Du lebst sehr einfach“, stellte sie schließlich fest. „Du hast nicht

einmal Bilder an den Wänden. Wieso hast du keine Bücher?“

Er zog unter den Fachzeitschriften zum Amateurfunk Thoreau hervor und hörte

ein langes Seufzen. Er wagte nicht zu fragen, was es bedeutete – Anerkennung?

„Meine Mutter vergöttert ihn.“

„Er war mir früher mal sehr wichtig“, milderte er die Tatsache ab, dass er eigentlich

nichts anderes als Thoreau hier stehen hatte.

„Gandhi hat seine Ideen von Thoreau“, sagte Lauren nachdenklich. Und

schüttelte dann den Kopf. „In Indien mag das vielleicht funktionieren.“

„Sitzt Gandhi nicht im Gefängnis?“

„Zur Zeit nicht. Aber er hat gerade wieder gefastet. Mit Erfolg. Sie tun dann

alles, was er will.“

„Du scheinst ihn nicht zu mögen.“

„Er hat den Juden in Deutschland gewaltfreien Widerstand empfohlen. Manche

Menschen halten ihre Ideen über die Wirklichkeit für realer als die Wirklichkeit

selbst.“

Er zeigte ihr ein anderes Buch, Der Radio-Amateur von Dr. Eugen Nesper. „Das

Buch ist vor fünfzehn Jahren in Berlin erschienen. Da setzte der drahtlose

Amateurbetrieb gerade erst ein. Wurde als Wunder gefeiert!“

Sie blätterte lächelnd in dem Buch. Blieb bei einer Zeichnung hängen, eine

Blockhütte in einem Gebirge. Ein Mann stand davor, mit Kopfhörern, ein Kabel

lief von den Hörern in die Hütte zurück.


Stipendiat*innen Ulla Lenze 138

„Kannst du mir das bitte übersetzen?“, fragte Lauren und zeigte auf die

Bildunterschrift.

„Mit ausgebreiteten Armen, den Blick zu den Sternen gerichtet, empfängt er im

nächtlichen Dunkel, fern von den Kulturzentren der Menschen, die Nachrichten

der Welt, gleichsam wie eine Äthermusik.“

Lauren lachte. „Das bin ich in den Catskill-Mountains. Völlig abgeschieden von

jeder Kultur. Und was steht hier?“

Er war sich sicher, dass sie dort mehr Kultur hatte als die meisten Menschen in

New York City, die vor Existenzkämpfen nicht links und rechts gucken konnten.

Er schob, während er weiter übersetzte, mit dem Fuß eine Ausgabe von Social

Justice unter den Couchtisch:

„Inzwischen hat die gedruckte Zeitung als Nachrichtenübertragungsmittel

breitesten Eingang gefunden. Ihr Nachteil ist jedoch die Unmöglichkeit, die

Nachrichten sofort quasi in statui nascendi zu verbreiten; sie kann dies stets

nur mit einer gewissen zeitlichen Verschiebung bewirken. Eine derartige Zeitung

ist also eigentlich nie vollkommen aktuell.“

„Die Zeitungen werden irgendwann sterben, weil das Radio schneller ist. Und

was steht hier?“

„Da werden die Aufgaben des Radios beschrieben.“

„So so. Was sind denn die Aufgaben des Radios, Mr. Klein?“

„Verbreitung von Wirtschaftsnachrichten, Übertragung von Predigten und

Gebeten, Musikübertragung von Opern (ohne Husten und Niesen), Wetterdienst,

Warnung vor Stürmen, Musikübertragung für Fabriksäle, Bergwerke,

Krankenhäuser, Übertragung von politischen Reden, Förderung der Völkerversöhnung.“

„Musik ohne Husten und Niesen, ja, 1924 war das wohl noch eine Sensation.

Darf ich?“

Sie schaltete das Gerät an und drehte am Frequenzrad. Rissige Haut an den

Fingernägeln. Wie seine Mutter, die jahrelang in der Küche einer Gaststube

gearbeitet hatte. Mit einer Bürste versuchte sie jede Nacht, alles zu entfernen,

was sich unter ihren Fingernägeln festgesetzt hatte. Ob Lauren im Krankenhaus

ihre Hände derart schrubben musste?

„Wenn Krieg ist, werden wir nicht mehr außerhalb des Landes funken dürfen“,

sagte sie.

„Es gibt keinen Krieg.“ Der Satz rutschte ihm raus. „Das ist nur antideutsche

Propaganda.“ Max sagte es immer, Josef widersprach dann, glaubte er

zumindest, und nun sagte er es selbst. Lauren legte den Kopf schief, wie um ihn,

den Idioten, besser betrachten zu können.


Konuk Sanatçılar Ulla Lenze 139

„Und die Aufrüstung?“

Er zögerte.

„Das kann ich nicht beurteilen. Ich bin viele Jahre nicht dort gewesen.“

„Was spielt das für eine Rolle?“

„Keine“, sagte er widerwillig.

Alıcı

Tarabya’da kaldığım dönemde Der Empfänger (Alıcı) adlı romanım üzerinde

çalıştım. Roman II. Dünya Savaşı sırasında Amerika’da yaşayan Almanları ve

anavatanlarından uzakta dahil oldukları politik karmaşayı ele alıyor.

New York, Mayıs 1939

Lauren, ellerini omuzlarında çaprazlayarak adamın evini teftiş ederken kendine

sıkıca tutunuyor gibi görünüyordu. “İnanılmaz!” diye bağırdı arada. “Ne biçim

yaşıyorsun. Böylesini de hiç görmemiştim!”

Bir genç kız. Hayır, bir kadın. Ayakkabılarını çıkardıktan sonra boyu adamınkiyle

eşitlenen bir genç kadın.

Etrafına bakındı, belli ki evin haline bakarak adam hakkında bir şeyler öğrenmek

istiyordu. En sonunda “Çok sade bir yaşam sürdürüyorsun”, dedi. “Duvarlara

tablo bile asmamışsın. Neden hiç kitabın yok?”

Adam amatör radyoculuk dergilerinin altındaki Theoreau kitabını çekip çıkarınca,

kadının nefesini tuttuğunu duydu. Bunun ne anlama geldiğini sormaya cesaret

edemiyordu –onu tasvip mi ediyordu?

“Annem ona bayılır.”

“Eskiden ben de çok önem verirdim,” diyerek, evde aslında Thoreau’dan başka

kitabı olmadığı gerçeğini yumuşatmaya çalıştı.

Lauren “Gandhi de bütün fikirlerini Thoreau’dan almış,” dedi düşünceli bir

tavırla. Sonra başını salladı. “Belki Hindistan’da işe yarar bunlar.”

“Gandhi hapiste değil mi?”

“Şu anda değil. Ama geçenlerde yine açlık grevine başladı. Ve başarılı oldu. Açlık

grevine gidince her talebine karşılık veriyorlar.”

“Ondan pek hoşlanmıyor gibisin.”

“Almanya’daki Yahudilere pasif direnişte bulunmalarını önerdi. Bazıları gerçeklik

hakkındaki fikirlerinin, gerçekliğin kendisinden daha gerçek olduğunu zannediyorlar.”


Stipendiat*innen Ulla Lenze 140

Kadına başka bir kitap gösterdi, Dr. Eugen Nesper’in Amatör Radyocu adlı kitabını.

“Bu kitap on beş yıl önce Berlin’de yayımlandı. O zamanlar amatör telsizcilik

daha yeni yeni yaygınlaşıyordu. Herkes bunun bir mucize olduğunu düşünüyordu!”

Kadın gülümseyerek kitabın sayfalarını çevirdi. Bir tepenin üzerinde ahşap bir

kulübe resminin olduğu bir sayfada duraksadı. Kulübenin önünde, kulaklık

takmış bir adam duruyordu, kulaklığın ucundaki kablo kulübenin içinde gözden

kayboluyordu.

Lauren resmin altındaki yazıyı işaret ederek “Şunu çevirebilir misin?” diye sordu.

“Kollarını kocaman açmış, gözlerini yıldızlara dikmiş, gecenin zifiri karanlığında,

insanların kültür merkezlerinden uzakta dünyadan haberleri dinliyordu, semavi

bir müzik dinler gibi.”

Lauren güldü. “Benim Catskill-Mountains’daki halim bu. Her tür kültürden

tamamen ayrı düşmüş. Peki, burada ne yazıyor?”

Adam kadının orada, varoluş mücadelesinden sağına soluna bakacak takati

kalmayan her New York City sakininden daha fazla kültüre maruz kaldığına

emindi. Metni tercüme ederken Social Justice dergisinin bir sayısını ayağıyla

sehpanın altına doğru itti:

“Basılı gazete, en çok insana ulaşan haber kaynağı oldu. Ancak gazetenin de

haberleri hemen anında, adeta in statu nascendi [ortaya çıktığı anda] verememek

gibi bir dezavantajı var; daima bir gecikmeyle aktarabilir haberleri. Dolayısıyla,

böyle gazete hiçbir zaman tamamen güncel olamaz.”

“Radyo çok daha hızlı olduğu için, gazeteler önünde sonunda ortadan kalkacak.

Peki, burada ne diyor?”

“Bir radyonun görevleri tarif ediliyor.”

“Öyle demek. Peki, neymiş radyonun görevleri, Mr. Klein?”

“Ekonomi haberlerini vermek, vaaz ve dua yayını, operalardan müzik yayını

(öksürük aksırık sesi olmadan), hava durumu, fırtına uyarısı, fabrikalar, maden

ocakları, hastaneler için müzik yayını, politik sohbetler, uluslararası barışın

teşvik edilmesi.”

“Öksürüksüz aksırıksız müzik demek, 1924’te de büyük heyecan yaratmıştı bu.

İzin verir misin?”

Aygıtı açıp frekans düğmesini çevirmeye başladı. Parmak uçları nasırlıydı.

Yıllarca bir lokantanın mutfağında çalışmış olan annesininkiler gibi. Her gece

eline bir fırça alıp tırnak aralarına yerleşmiş kirleri temizlerdi. Acaba Lauren da

hastanede çalışırken tırnaklarını böyle fırçalamak zorunda kalıyor muydu?

“Savaş çıktığında ülke dışında yayın yapamayacağız,” dedi kadın.


Konuk Sanatçılar Ulla Lenze 141

“Savaş falan olmayacak.” Bu cümle ağzından bir anda çıkıvermişti. “Almanya

karşıtı propaganda bu.” Max hep bunu der durur, Josef de ona karşı çıkardı, ya

da o öyle olduğuna inanırdı ve şimdi kendisi de aynı şeyi söylüyordu. Lauren,

sanki kendisini, bu Budalayı daha iyi görebilmek için başını yana eğdi.

“Peki, silahlanmaya ne diyorsun?

Adam duraksadı.

“Bu konuda bir yargıya varamam. Orada bulunmayalı yıllar oldu.”

“Bunun ne önemi var ki?”

“Hiç”, dedi adam istemeye istemeye.

Ulla Lenze (*1973, Mönchengladbach) studierte

Musik und Philosophie in Köln und lebt heute in

Berlin. Ihr Debütroman Schwester und

Bruder (DuMont 2003) wurde mehrfach ausgezeichnet,

u. a. mit dem Jürgen-Ponto-Preis für den

besten Debütroman und beim Klagenfurter Bachmann-Wettbewerb.

2008 erschien im Ammann Verlag

der Roman Archanu, 2012 folgten in der Frankfurter

Verlagsanstalt der Roman Der kleine Rest des Todes

und 2015 der Roman Die endlose Stadt, der die

Metropolen Berlin, Istanbul und Mumbai miteinander

in Beziehung setzt. Für ihr Gesamtwerk wurde sie

2016 mit dem Literaturpreis des Kulturkreises der

deutschen Wirtschaft ausgezeichnet. Im Frühjahr

2020 erscheint bei Klett-Cotta ihr Roman Der

Empfänger.

Ulla Lenze war von Mai bis August 2019

Stipendiatin der Kulturakademie Tarabya.

Ulla Lenze (1973, Mönchengladbach) Köln’de müzik

ve felsefe dalında lisans derecesini aldı. Berlin’de

yaşıyor. İlk romanı Schwester und Bruder (DuMont,

2003) Jürgen-Ponto-Preis en iyi ilk roman ödülü ve

Klagenfurt Bachmann Edebiyat Ödülü başta olmak

üzere çok sayıda ödüle layık görüldü.

2008’de Archanu adlı romanı Ammann Yayınevi

tarafından yayımlandı. 2012’de Der kleine Rest des

Todes, 2015’te ise Berlin, İstanbul ve Bombay

arasında köprü kuran Die endlose Stadt adlı

romanları Frankfurter Verlagsanstalt tarafından

yayımlandı. 2016’da bütün çalışmaları için Kulturkreis

der deutschen Wirtschaft’ın edebiyat ödülüne

layık görüldü. Der Empfänger adlı romanı 2020’de

Klett-Cotta Yayınevi tarafından yayımlanacak.

Ulla Lenze Mayıs-Ağustos 2019 tarihleri

arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk

sanatçısıydı.


Liliana

142

Marinho

de Sousa


Konuk Sanatçılar Liliana Marinho de Sousa 143

1

2

3

4


Stipendiat*innen Liliana Marinho de Sousa 144

5

6

7


Konuk Sanatçılar Liliana Marinho de Sousa 145

8

9

Istanbul / İstanbul 2019, Fotos / Fotoğraflar: Koray Kesik

1 Am Set von YASAK ELMA / YASAK ELMA dizisinin setinde

2 Drehvorbereitungen zu YASAK ELMA / YASAK ELMA dizisinin çekim hazırlıkları

3 Neslihan Yeşilyurt, Regisseurin YASAK ELMA / YASAK ELMA dizisinin yönetmeni

4 Vorbereitungen am Set von YASAK ELMA / YASAK ELMA dizisinin set hazırlıkları

5 Schauspielerin Şafak Pekdemir bei YASAK ELMA / Oyuncu Şafak Pekdemir YASAK ELMA dizisinde

6 Alican Barlas und Nihan Gür am Set von FERHAT İLE ŞİRİN / Alican Barlas ve Nihan Gür FERHAT İLE

ŞİRİN’in setinde

7 Kostümprobe von Schauspieler Alican Barlas für FERHAT İLE ŞİRİN / Alican Barlas‘ın kostüm

provası

8,9 Schauspielerin Nihan Gür in der Maske am Set von FERHAT İLE ŞİRİN / Oyuncu Nihan Gür FERHAT

İLE ŞİRİN’in setinin makyaj odasında


Stipendiat*innen Liliana Marinho de Sousa 146

ISTANBUL FAIRYTALES

Im Rahmen einer Drehbuchentwicklung für einen zukünftigen Dokumentarfilm

mit dem Arbeitstitel ISTANBUL FAIRYTALES recherchierte ich während des

Stipendiums in Istanbul zum Thema türkische Fernsehserien (türk dizileri) und

deren Produktionsbedingungen.

Nach den USA ist die Türkei der zweitgrößte Serien-Exporteur auf der

Welt. Bislang wurden circa 150 Fernsehserien verkauft, die von 500 Millionen

Zuschauer*innen im Nahen Osten, in Nordafrika sowie Ost- und Westeuropa

verfolgt werden. Jährlich gehen etwa 70 neue Serials an den Start.

Der große Erfolg der Serien wird unter anderem darauf zurückgeführt,

dass kulturelle Codes unterschiedlicher Regionen wie Stadt und Land sich weltweit

ähneln und die Kultur in der Türkei eine Art „Brücke zwischen West und

Ost“ bildet. Der Konflikt zwischen Tradition und Moderne kann für ein Drama ein

unerschöpfliches Spannungsfeld darstellen. Die politische Haltung und Stimmung

der Mehrheitsgesellschaft werden dabei stets in die Drehbücher eingebaut.

Türkische Fernsehproduktionen spiegeln daher immer mehr einen „kulturellen

und nationalistischen Konservatismus“ wider. Die kulturellen Eigenarten

„einer Nation“, wie sie sich darstellt, bewegt, redet, isst und liebt – das alles

transportiert vor allem einen „idealtypischen Habitus“, der für die Leinwand

dramatisiert wird. Serien eröffnen somit einen ersten Blick in Kulturkreise

beziehungsweise in deren Stereotype.

Ich wollte während der Recherche meinen Fokus auf Personen lenken, die

bei der türkischen Serienproduktion involviert sind: Wie werden türkische

Serien entwickelt? Wie sind die Markt- und Arbeitsbedingungen beschaffen?

Wie gehen Medienschaffende mit einem erneut aufflammenden kulturellen

Konservatismus um?

Die Branche ist so faszinierend wie undurchsichtig und Drehbuchautor*innen,

Produzent*innen, Schauspieler*innen, Cutter*innen, Kameraleute

und andere mehr können einen spannenden Einblick geben. Dabei steht für mich

der „Serien-Glamour“ weniger im Vordergrund als sozial-politische, kulturelle

und kapitalistische Realitäten, die sich dahinter verbergen.

Ich finde es spannend, das Publikum in eine ganz andere Welt der türkischen

Telenovelas zu entführen, die widersprüchlicher, faszinierender,

komplexer und vielfältiger ist als ihr „Schein“ – wie die Türkei selbst.


Konuk Sanatçılar Liliana Marinho de Sousa 147

Mich interessieren außerdem die „kulturellen Brücken“ nach Deutschland, denn

zum einem sind Deutsch-Türk*innen Konsument*innen jener Serien, zum

anderem werden immer mehr Rollen an deutsch-türkische Schauspieler*innen

vergeben. Es werden sogar Casting-Direktor*innen zur Talentsuche nach

Deutschland geschickt.

Im Laufe der Projektentwicklung und Recherche habe ich daher auch

deutsch-türkische Schauspieler*innen in Istanbul getroffen. Während der

Recherche ergaben sich darüber hinaus Interviews mit Produzent*innen, Regisseur*innen,

Schauspieler*innen, Casting-Agent*innen und Personen, die im

Vertrieb türkischer Fernsehserien arbeiten. Neben ersten Kontaktaufnahmen

konnte ich den Dreharbeiten der Serien Avlu, Kadın und Her Yerde Sen einen

Besuch abstatten.

Insgesamt traten im Laufe der Zeit viele Hürden und Barrieren auf, die die

Recherche hinter den Kulissen und Zugänge erschwerten – zurückzuführen

unter anderem auf verschiedene Hierarchieebenen, fehlende Erlaubnisse der

Fernsehsender oder Produzent*innen, starke Unsicherheiten und eine allgemeine

Schnelllebigkeit oder Unplanbarkeit des Seriengeschäfts.

Dennoch konnten die Dreharbeiten für die Erstellung eines Trailers nach

Beendigung der Sommerpause 2019 und mit Beginn der neuen Saison im

September/Oktober realisiert werden. So drehten wir unter anderem während

der Dreharbeiten der beliebten Serien Yasak Elma und Çukur.

Außerdem hatte ich das Glück, mit den deutsch-türkischen Schauspielerinnen

Selma Ergeç (Muhteşem Yüzyıl u. a.) und Cansu Tosun (Küçük Hanımefendi

u. a.) Interviews führen zu können sowie bei Global Agency, einem der

größten Vertriebsunternehmen türkischer TV-Serien, und bei der erfolgreichen

Produktionsfirma TIMS&B Productions drehen zu können. Zu guter Letzt hatten

wir das Glück, den Vorbereitungen einer neuen Serie, Ferhat İle Şirin, beiwohnen

zu können und Kostümproben der Newcomer*innen Alican Barlas und Nihan Gür

filmen zu dürfen, die zum ersten Mal in ihrem Leben in einer türkischen Serie

mitspielen.

Eine türkische TV-Folge dauert 150–180 Minuten inklusive Werbezeit.

150 Minuten entsprechen einem Kinofilm mit Überlänge, der jedoch in einer

Woche gedreht werden muss – entsprechend arbeiten die Beteiligten in der

Regel bis zur völligen Erschöpfung. Man mag von den türkischen Serien und

ihrer Qualität halten, was man möchte – faszinierend, überraschend und beeindruckend

ist ein Blick hinter die Kulissen allemal.


Stipendiat*innen Liliana Marinho de Sousa 148

ISTANBUL FAIRYTALES

İstanbul’da konuk sanatçı olarak bulunduğum dönemde, geçici adı ISTANBUL

FAIRYTALES olan belgesel filmimin senaryo yazımı çalışmaları çerçevesinde Türk

dizilerini ve prodüksiyon koşullarını araştırdım.

Türkiye, ABD’den sonra en çok televizyon dizisi ihraç eden ikinci ülke.

Şimdiye kadar yaklaşık 150 dizi satılmış ve bunlar Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da

ve Doğu ve Batı Avrupa’da yaklaşık 500 milyon kişi tarafından izleniyor. Yılda

yaklaşık 70 yeni dizi projesi hayata geçiriliyor.

Dizilerin büyük başarısı, daha pek çok faktörün yanı sıra, dünya üzerindeki

bütün kentsel ve kırsal bölgelerin kültürel kodlarının benzer olması ve

Türkiye kültürünün bir nevi “Doğu ve Batı arasındaki köprü” işlevi görmesine de

bağlanıyor. Gelenek ve modernlik çatışması, drama için çok verimli bir gerilim

alanı oluşturma potansiyeline sahip. Bu senaryolarda çoğunluğun siyasal tutumları

ve ruh halleri metne yediriliyor.

Türkiye’nin televizyon yapımları işte bu nedenle sürekli “kültürel ve milliyetçi

muhafazakarlığı” yansıtıyor. “Bir milletin” kültürel özellikleri, kendini

sunuşu, hareket etme, konuşma, yemek yeme ve sevme biçimleri – bunların

hepsi, özellikle televizyon ekranı için dramatize edilmiş bir “ideal Habitus”u

iletiyor. Böylelikle televizyon dizileri, ülkelerin kültürel çevresinin veya onun

basmakalıp unsurlarının bir manzarasını sunuyor.

Araştırmamda, Türkiye’nin televizyon dizilerinin prodüksiyonunda yer alan

kişilere odaklanmak istedim. Türk dizileri nasıl geliştiriliyor? Piyasa ve çalışma

koşulları ne durumda? Medyada çalışanlar tekrar canlanan kültürel muhafazakarlıkla

nasıl başa çıkıyor?

Türkiye’de televizyon dizileri branşı dışarıdan büyüleyici görünmekle

birlikte içinde neler olup bittiği belirsiz ve senaristler, prodüktörler, oyuncular,

kurgucular, kameramanlar ve alanda çalışan diğerlerinden branş hakkında çok

ilginç bilgiler edinilebileceğini düşünüyorum. Yani ben araştırmamda “dizilerin

cazibesinden” çok bu cazibenin ardında gizli toplumsal-siyasal, kültürel ve

kapitalist gerçekliklere önem verdim.

Bu dizilerde halkın Türkçe telenovela’larının “göründüğünden” çok daha

çelişkili, şaşırtıcı, karmaşık ve çok yönlü olan –ve bu haliyle Türkiye’ye

benzeyen– o apayrı dünyasına kaçmasını çok ilginç buluyorum.

Bunun dışında, bu dizilerin ülkeyle Almanya arasında “kültürel köprüler”

kurmasıyla da ilgileniyorum çünkü bir yandan, Almanya’da yaşayan Türkler de bu

dizileri izliyor, bir yandan da bu dizilerde Alman-Türk oyunculara giderek daha


Konuk Sanatçılar Liliana Marinho de Sousa 149

çok rol veriliyor. Hatta bazı dizilerin oyuncu kadrosu direktörleri yeni yetenekler

keşfetmek için Almanya’ya gönderiliyor.

Ben de projenin gelişim aşamasında yaptığım araştırmalarda İstanbul’da

Alman-Türk oyuncularla da buluştum. Araştırma sırasında ayrıca prodüktörlerle,

yönetmenlerle, oyuncularla, kasting ajanslarıyla ve Türk dizilerini satan kişilerle

görüştüm. İlk bağlantıları kurduğum bu dönemde bir yandan da Avlu, Kadın ve

Her Yerde Sen dizilerinin setlerini ziyaret ettim.

Zaman içinde, dizi kulislerinde araştırma yapmayı ve bağlantı kurmayı

güçleştiren çok sayıda engelle karşılaştım – bunlar çeşitli hiyerarşilerden, televizyon

kanallarının veya prodüktörlerin ruhsatlarındaki eksikliklerden, yoğun bir

güvensizlikten ve genelde televizyon dizisi işinin hızlı temposundan veya öngörülemez

oluşundan kaynaklanıyordu.

Bu engellere rağmen, 2019’da yaz arası bittikten ve Eylül/Ekim aylarında

yeni sezon başladıktan sonra tanıtım filminin çekim çalışmalarına başlayıp başka

dizilerin yanı sıra, Yasak Elma ve Çukur’un setinde çekim yapma fırsatı yakaladık.

Bunun dışında Alman-Türk oyuncu Selma Ergenç’le (Muhteşem Yüzyıl, vd.)

ve Cansu Tosun’la (Küçük Hanımefendi, vd.) ve dizi ihracatının en büyük şirketlerinden

Global Agency ile söyleşi ve başarılı prodüksiyon firması TIMS&B Productions’ta

çekim yaptık. En sonunda, yeni bir televizyon dizisinin, Ferhat ile

Şirin’in hazırlıklarına ve hayatlarında ilk defa bir Türk dizisinde rol alacak olan

Alican Barlas ve Nihan Gür’ün kostüm provalarına da katıldık.

Bir Türk televizyon dizisi, reklamlar dahil 150–180 dakika sürüyor. 150

dakika, uzun metraj bir sinema filmi demek ama çekimlerinin bir haftada tamamlanması

gerekiyor – bu nedenle dizide çalışan herkes bitkin düşene kadar çalışıyor.

Türk televizyon dizileri ve bunların kalitesi hakkında fikriniz ne olursa

olsun kulislerde olan biteni görmek de kesinlikle büyüleyici, şaşırtıcı ve etkileyici

bir deneyim.


Stipendiat*innen Liliana Marinho de Sousa 150

Liliana Marinho de Sousa ist Dokumentarfilmregisseurin

und Diplom-Pädagogin und lebt in Berlin.

Nach dem Studium der Pädagogik arbeitete sie u. a.

einige Jahre mit geflüchteten und benachteiligten

Jugendlichen sowie Frauen. Zum Dokumentarfilm

gelangte sie durch dokumentarische Kurzfilme zu

gesellschaftlichen Themen, die sie mit Jugendlichen

und jungen Erwachsenen von 2007 bis 2011 beim

Medienprojekt Wuppertal umsetzte. Daraufhin

begann sie ein Zweitstudium an der FH Dortmund in

Design, Medien, Kommunikation mit dem Schwerpunkt

„Dokumentarfilm“. 2014 drehte Marinho de

Sousa in Istanbul bei ihrem einjährigen Aufenthalt

den abendfüllenden Dokumentarfilm The Art Of

Moving über syrische Videoaktivist*innen. Der Film

lief auf internationalen Filmfestivals, u. a. in

Istanbul, Sofia, São Paulo und Pristina, und erhielt

Auszeichnungen wie u. a. beim BBC Arabic Festival

2017.

Liliana Marinho de Sousa war von Mai bis August

2019 Stipendiatin der Kulturakademie Tarabya.

Liliana Marinho de Sousa pedagoji mezunu belgesel

film yönetmeni. Berlin’de yaşıyor. Pedagoji eğitimini

tamamladıktan sonra, uzun yıllar mültecilerle, yoksul

kesimden gençler ve kadınlarla çalıştı. 2007-2011

yılları arasında, medya uzmanı olarak görev aldığı

Wuppertal Medya Projesi kapsamında gençlerle ve

yetişkinlerle birlikte toplumsal meselelerle ilgili kısa

belgesel filmler çekti. Daha sonra Dortmund FH

Tasarım, Medya ve İletişim Bölümü’nde başladığı

ikinci lisans eğitiminde belgesel film konusunda

uzmanlaştı. Marinho de Sousa 2014’te bir yıl

boyunca kaldığı İstanbul’da Suriyeli video aktivistlerinin

başrolde olduğu The Art of Moving adlı ilk uzun

metraj belgesel filmini çekti. 2017 BBC Arabic Film

Festivali vb. festivallerde ödül alan film, İstanbul,

Sofya, São Paulo, Priştine vb. uluslararası film

festivallerinde gösterildi.

Liliana Marinho de Sousa 2019’da Mayıs ve

Ağustos ayları arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin

konuk sanatçısı oldu.


Kadir „amigo“

Memiş


152

2

1


Konuk Sanatçılar Kadir „amigo“ Memiş 153

3.1

3.2

3.3


154

Alle abgebildeten Arbeiten von Kadir „amigo“

Memiş sind 2019 während seines Stipendiums an

der Kulturakademie Tarabya entstanden. / Kadir

„amigo“ Memiş’in burada sunulan bütün çalışmaları

Tarabya Kültür Akademisi‘nde konuk sanatçı

olduğu sırada üretilmiştir, İstanbul 2019. Fotos/

Fotoğraflar: Graz Diez

4

1 Fragments, (Müllsack, Acryl / Çöp torbası,

Akrilik)

2 Toprak, (Leinwand, Mixed Media / Tuval, Karışık)

3 Triptik, (Leinwand, Acryl, Lackfarbe / Tuval,

Akrilik, Vernik)

4 Astralbody, (Schutzplane, Acryl-Marker,

Sprühdose / Branda bezi, Akrilik-Marker Kalem,

Sprey kutusu)


Konuk Sanatçılar Kadir „amigo“ Memiş 155

BOUZUQΣΣ

Eine Hommage an die Graffitiszene

Lukas Fuchsgruber

Kadir „amigo“ Memiş wurde in der Türkei geboren und zog mit zehn Jahren nach

Berlin. Hier wurde er Teil der HipHop-Szene, ihrer Musik, ihrem Tanz und ihrer

visuellen Kunst: Graffiti. Er nahm den Künstlernamen „amigo“ an. Aus der Erfahrung

der urbanen Kunst und frühen Erlebnissen der traditionellen Volkskunst

entwickelte er seine eigene hybride Kunst, den ZEYBREAK: Zeybek und Breakdance.

Im Tanz und auch in der Musik vereint er hier urbane und ländliche,

gegenwärtige und historische Kultur, Motive des Nahen Ostens und der westlichen

Metropolen.

Der nächste Schritt ist BOUZUQΣΣ, Graffiti wird in die Gleichung aufgenommen.

Etwas ist aus Graffiti zu lernen: eine künstlerische Form, die sich

Buchstaben aneignet, aber nicht, um Worte oder Sprache zu verbreiten. Stattdessen

geht es um Namen, die stilistischen Mittel dienen dazu, diesen Namen

aufzuladen, hervorzuheben oder auch zu überfrachten.

Graffiti fängt beim Namen an und endet in wilden, verschlüsselten Buchstabenzeichen.

Von der Abstraktion des Buchstabens zur Abstraktion eines

lettristischen Organismus. Der Graffiti-Pionier RAMMELLZΣΣ schrieb, das Tag im

Graffiti sei „not a signature but a sign-overture“. Es geht vom Ausgangspunkt

der Signatur zurück zum leeren Zeichen, „Back to Zero“. Die Berliner Antwort

auf RAMMELLZΣΣ ist BOUZUQΣΣ. BOUZUQΣΣ verarbeitet die Geschichte von

Berliner jazzigem Graffiti, BOUZUQΣΣ sind die Erlebnisse von urbanen Nomaden,

und BOUZUQΣΣ ist die Summierung dieser Einflüsse.

BOUZUQΣΣ bedeutet, ein gewisses Erbe der urbanen Kultur, von Hiphop,

anzunehmen und sich in ihr explosives Potenzial einzuschreiben. Und es zu

mischen mit der eigenen Biografie, mit dem eigenen Erbe. Türkisch „bozuk“,

griechisch „bouzouki“, das bedeutet gebrochene Kunst, gebrochene Körper,

gebrochene Klänge, „kaputter Kopf“ als Bezeichnung der Zeybek, anatolischer

Partisanen. Das Prinzip der Gebrochenheit von bouzouki/bozuk trifft auf den

Ikonoklasmus des Wildstyle-Graffiti, das Erbe des Graffiti-Pioniers

RAMMELLZΣΣ.

Bouzouki + Bozuk + RAMMELLZΣΣ = BOUZUQΣΣ

Für die einen kann BOUZUQΣΣ eine Hommage an die Graffitiszene bedeuten,

für andere wird die Geschichte der Urban Nomads eigene Migrations-


Stipendiat*innen Kadir „amigo“ Memiş 156

hintergründe oder Erfahrungen der Interkulturalität in Erinnerung rufen. Denn

hinter all den künstlerischen Verschlüsselungen und Entschlüsselungen steht

eine ganz einfache Erfahrung, die Erfahrung der Suche und das Erlebnis der

Summe, wenn sich etwas zusammenfügt.

Amigos Konzepte des ZEYBREAK und BOUZUQΣΣ sind Summen von Hiphop

und anatolischer Partisanenkultur. Die historische ländliche und die gegenwärtige

urbane Kultur treffen sich in den überzeitlichen Geschichten des Individuums

als Geschichte einer ganzen Welt, Geburt, Konflikt, Befreiung.

Ein Tag in Tarabya

Kadir „amigo“ Memiş

Ich finde meinen Tagesrhythmus. Wache früh mit dem Schreien der Raben auf.

Es folgen eine Stunde Yoga-Meditation und Schreiben. Gucke aus dem Fenster

aus meinem Zimmer auf den Bosporus in die Leere. Mein Geist tanzt.

Lachend laufe ich los zum Dolmuş nach Beşiktas. Tanzend schlängelt mein

Körper sich durch die Stadt. Ich observiere, rieche, notiere die Gedanken, die

Moves, die Gerüche der Orte. Die Stadtgrenzen im Kopf verschwimmen und

lösen sich auf. Immer wieder kehre ich zurück zum Tanz und zur Verbindung der

Linie mit der Musik.

Wieder trifft mich die Trauer, an den unmöglichsten Orten. Bleibe stehen,

denke an meine Mutter. Blicke auf den Bosporus. Leere. Lächle. Ein Kaffee. Ich

verliere mich im Gedanken, schweife herum, finde zu mir. Erinnerungen

verschwinden, verblassen, ich zoome rein. Auf meinem Blatt erscheinen

fließende Körper …

Ich wechsele meine Blickrichtung, schaue auf die Fähre. Vom Beton zum

Wasser, vom Wasser zur Sonne. Der Wind streicht das Gesicht wie ich meine

Leinwände. Istinye. Laufe am Wasser entlang, neue Gerüche. Ich komme zum

Oda Cafe. Bir kahve lütfen. Orta olsun.

Hole mein Heft raus und mein Füller bewegt sich wie von Zauberhand geführt

über das Blatt. Ohne nachzudenken, tätowiere ich kratzend meine Kalligrafien

in das Heft, in der Hoffnung, dass in der Tinte und der Bewegung meiner


Konuk Sanatçılar Kadir „amigo“ Memiş 157

Zeichnungen etwas von der Stimmung der gesammelten Istanbuler Eindrücke

wiederzufinden ist. Zoome raus.

Die Zeit verfliegt wie der Geruch meiner Mutter, und viele Gedanken bleiben in

der Luft, ohne dass ich Antworten gefunden habe. In diesen vier Monaten sind

viele kleine und großformatige Bilder und Kalligrafien entstanden.

Nach dem Aufenthalt bleibt innerlich ein warmes lachendes Gefühl zurück. Die

Inspiration, die mir das Stipendium ermöglicht hat, wird mich einige Jahre

nähren. Istanbul ist Herz, und Berlin ist Gehirn.

BOUZUQΣΣ

Grafiti Sahnesine Bir Saygı Duruşu

Lukas Fuchsgruber

Kadir „amigo” Memiş Türkiye’de doğmuş ve on yaşındayken Berlin’e taşınmış.

Berlin’de Hip-Hop ortamlarına girmiş, müzik, dans ve görsel sanatın, yani grafiti

sahnesinin bir parçası olmuş. Daha sonra „amigo” adını almış. Kent sanatına ve

erken yaşlarında tanıştığı geleneksel halk sanatlarına dair deneyimlerinden yola

çıkarak kendi melez sanat türünü, Zeybek ve Breakdance’ın bir karışımı olan

ZEYBREAK’i geliştirmiş. Hem dansta hem müzikte kentsel ve kırsal unsurları,

çağdaş kültürle tarihi kültürü, Doğu’nun ve Batı metropollerinin motiflerini bir

araya getiriyor.

Bir sonraki adım olan BOUZUQΣΣ’ta grafiti de işin içine girmiş. Grafitinin

bize öğrettiği şu: Harflerle yapılan bu sanat dalının esas meselesi sözler veya dil

değil. Aksine, adlar söz konusu ve kullanılan stiller bu adlara anlam yüklemeye,

onları vurgulamaya ya da aşırı anlam yüklemeye yarıyor.

Grafiti işe adlarla başlayıp taşkın, şifreli harf sembolleriyle sonlanıyor.

Soyut harften Letrist bir organizmanın soyutlamalarına doğru ilerliyor. Grafiti

sanatının öncülerinden RAMMELLZΣΣ grafiti tag’ini şöyle tanımlamıştı: “not a

signature but a sign-overture” [imza değil, simge önerisi]. Tag imza olarak yola

çıkıp boş simgeye geri dönüyor – “Back to Zero”. BOUZUQΣΣ Berlin’in RAMMEL-

LZΣΣ’e verdiği yanıt. BOUZUQΣΣ Berlin’in göz alıcı grafiti sanatının tarihini işliyor,

BOUZUQΣΣ kentli göçebelerin deneyimlerini yansıtıyor ve BOUZUQΣΣ işte bu etkilerin

toplamının sonucu.


Stipendiat*innen Kadir „amigo“ Memiş 158

BOUZUQΣΣ kent kültürünün bir mirası olan Hip-Hop’u benimseyip kendini onun

patlayıcı potansiyeline vermek demek. Ve bunu kendi yaşam öyküsüyle, kendi

mirasıyla karıştırmak demek. Türkçede “bozuk”, Yunancada “bouzouki”, bozuk

bir sanat, bozuk bedenler, bozuk sesler demek, Anadolu’nun partizan kültürü

Zeybek’i tasvir eden “bozuk kafa” demek. Bouzouki/bozuk’taki bozukluk ilkesi,

Grafiti sanatının öncüsü RAMMELLZΣΣ’in mirası olan Wildstyle-Grafitinin putkırıcılığıyla

da örtüşüyor.

Bouzouki + Bozuk + RAMMELLZΣΣ = BOUZUQΣΣ

BOUZUQΣΣ bazıları için Grafiti sahnesine bir saygı duruşu niteliğinde;

kentli göçebelerin tarihi bazılarına da kendi göçmen geçmişlerini veya kültürlerarası

ortamdaki deneyimlerini anımsatıyor. Çünkü sanatta bütün şifrelemelerin

ve şifre çözme süreçlerinin ardında çok basit bir deneyim var, arayış deneyimi ve

bir şeylerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan toplamın ardındaki serüven.

Amigo’nun ZEYBREAK ve BOUZUQΣΣ konseptleri Hip-Hop’la Anadolu’nun

partizan kültürünün toplamı. Bireyin zamandan münezzeh tarihinde, koca bir

dünyanın, doğumun, çatışmanın ve özgürleşmenin tarihinde, tarihi kırsal kültürle

çağdaş kent kültürü bir araya getiriliyor.

Tarabya’da Bir Gün

Kadir „amigo“ Memiş

Zamanla günlük ritmimi buluyorum. Sabahın erken saatlerinde kargaların

sesiyle uyanıyorum. Ardından bir saat yoga ve meditasyon yapıp yazı

yazıyorum. Odamın penceresinden Boğaz’a, boşluğa bakıyorum. Ruhum dans

etmeye başlıyor.

Gülerek Beşiktaş dolmuşuna doğru koşmaya başlıyorum. Bedenim dans ederek

şehrin içinde kıvrılıyor. Gözlemliyorum, düşüncelerimi, mekânlardaki hareketleri

ve kokuları not ediyorum. Kafamdaki şehir sınırları belirsizleşerek ortadan

kalkıyor. Sürekli dansa ve sınır hatlarının müzikle bağlantısına dönüyorum.

Sonra, en beklenmedik yerlerde hüzün çıkıyor karşıma. Durup annemi

düşünüyorum. Boğaz’a bakıyorum. Boşluğa. Gülümsüyorum. Bir kahve.

Düşüncelerimde kayboluyorum, dolanıp duruyorum, kendimi buluyorum. Anılar

ortadan kayboluyor, soluyor, zum yaparak yakınlaştırıyorum. Önümdeki kâğıtta


Konuk Sanatçılar Kadir „amigo“ Memiş 159

süzülen bedenler beliriyor…

Bakışımı vapurlara yöneltiyorum. Betondan suya, sudan güneşe. Ben

tuvallerime nasıl dokunuyorsam rüzgar da yüzümü öyle yalayıp geçiyor. İstinye.

Deniz kıyısında yürüyüş, yeni kokular. Oda Cafe’ye geliyorum. Bir kahve lütfen.

Orta olsun.

Defterimi çıkarıyorum ve büyülü bir el dolmakalemimi sayfada hareket ettiriyor.

Hiç düşünmeden deftere kaligrafilerimi nakşediyorum ve İstanbul’da edindiğim

izlenimlerin ruh halim üzerindeki etkilerinin çizimlerimin mürekkebinde ve

hareketinde bulunabileceğini umuyorum. Sonra zumlamadan çıkıp bakıyorum.

Zaman annemin kokusu gibi uçup gidiyor ve çoğuna yanıt bulamadığım

düşüncelerim havada asılı kalıyor. Bu dört ay boyunca küçük büyük çok sayıda

resim ve kaligrafi çıkıyor ortaya.

Konuk sanatçılık döneminden geriye sıcacık bir gülümseme kalıyor içimde. Bu

burs sırasında edindiğim ilham beni birkaç yıl besleyecek. İstanbul kalbim,

Berlin beynim.

Kadir „amigo“ Memiş, Tänzer, Choreograf und

Gründer der international ausgezeichneten

Hiphop-Gruppe Flying Steps, wuchs in Anatolien auf.

1984 holten ihn seine Eltern nach Berlin. Wenn er

tanzt, inszeniert oder zeichnet, inspirieren ihn die

Erinnerungen an seine Kindheit. Er war der erste,

der HipHop mit anderen Tänzen kombinierte,

türkischen Volkstanz mit Breakdance vermischte.

Neben seinen Tanzproduktionen ist er seit vielen

Jahren in der Street-Art-Szene aktiv, so war er

2003 zusammen mit Künstler*innen wie Banksy,

Obey, Akim oder Datagno Teil des Ausstellungsprojekts

Backjumps – The Live Issue. Kadir Memiş

widmet sich außerdem der Kalligrafie. Die Linien

streben wie die Bewegungen bei seinen Choreografien

immer nach einer Form, in der sich Intuition und

Reflexion im Einklang befinden. In seinem Werk

verschwimmen die Grenzen zwischen darstellender

und bildender Kunst.

Kadir „amigo“ Memiş war von Januar bis April

2019 Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.

Kadir „amigo“ Memiş, dansçı, koreograf ve uluslararası

ödüllü Hip-Hop grubu Flying Steps’in kurucusu.

Anadolu’da doğdu ve büyüdü. 1984 yılında

ebeveynlerinin yaşadığı Berlin’e geldi. Dans ederken,

yönetirken veya resim yaparken yaratıcılığını

çocukluk anılarından alıyor. Hip-Hop’u başka dans

türleriyle birleştiren, Türk halk danslarıyla breakdance

hareketleriyle harmanlayan ilk sanatçılardan

biridir. Dans prodüksiyonlarının yanı sıra uzun yıllar

sokak sanatı sahnesinde de faaliyet gösteren

sanatçı 2003 yılında Banksy, Obey, Akim, Datagno

gibi sanatçılarla birlikte Backjumps – The Live Issue

projesinde yer aldı. Kadir Memiş bir yandan da hat

sanatıyla ilgileniyor. Koreografilerindeki hareketler

gibi, hat sanatındaki çizgilerle de sezgi ve yansımanın

birbiriyle uyumlu olduğu bir form elde etmeye

gayret gösteriyor. Çalışmalarında, görsel ve sahne

sanatları arasındaki sınırlar giderek bulanıklaşıyor.

Kadir „amigo” Memiş Ocak-Nisan 2019 tarihleri

arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk

sanatçısı olarak İstanbul’da bulundu.


Tuğsal

160

Moğul


Konuk Sanatçılar Tuğsal Moğul 161

1


Stipendiat*innen Tuğsal Moğul 162

2

3


Konuk Sanatçılar Tuğsal Moğul 163

4

1–4 Tuğsal Moğul, NSU / AUCH DEUTSCHE UNTER DEN OPFERN / KURBANLAR ARASINDA ALMANLAR

DA VARDI mit Ceren Sevinç, Deniz Gürzumar & Ismail Sağır ile, Theater / Tiyatro Kumbaracı50,

Istanbul / İstanbul 2018, Fotos / Fotoğraflar: Yücel Kurşun


Stipendiat*innen Tuğsal Moğul 164

Ah, Istanbul!

Im Rahmen meines Stipendienaufenthaltes an der Kulturakademie Tarabya habe

ich mich oft bei dem Gefühl ertappt …

Ah, Istanbul!

Jedes Jahr, mindestens bis zu meinem Abitur, führte mich die berühmte

europäische Reiseroute E5 oder flog mich irgendein Charterflugzeug, meistens

als Gast, nach Istanbul.

Mit dem Auto waren wir drei Tage und drei Nächte unterwegs. Mit dem

Flieger knapp drei Stunden. Jedes Jahr bedeutete das für mich: Sommerferien,

ergo – ab nach Istanbul!

Ob ich wollte oder nicht. Meistens wollte ich. Es gibt ein wunderbares Theaterstück

Ganze Tage, ganze Nächte des französischen Autors Xavier Durringer, in

dem die Figur Pierre mir aus der Seele spricht und meine Beziehung zu Istanbul

sehr gut umschreibt:

„Da unten hat man das Gefühl, man kommt ganz langsam der Sonne näher.

Da unten setzen sich die Leute nicht in die Sonne. Man muss nicht braun sein.

Man schützt sich sogar vor der Sonne, vor dem Licht … Man geht da nicht aus

Vergnügen hin, um sich zu amüsieren, auch nicht zufällig, man geht wegen

nichts dahin, weil man es plötzlich muss, man geht dahin wie ein Schmetterling

zu einer Flamme. Man nimmt ein Flugzeug, meistens nachts, und fliegt über eine

andere Welt, wo überhaupt nichts an das von vorher erinnert.“

Bei jedem dieser Aufenthalte hatte ich das Gefühl: Istanbul ist zwar die

schönste Stadt, aber auch eine komplette Reizüberflutung für mich. Diese

Ambivalenz trage ich bis heute in meinem Herzen, immer mit diesem „Ah,

Istanbul! …“. Ich kenne keine andere Großstadt, die mich emotional so aufwühlt,

mich so begleitet. Durch das Stipendium konnte ich zum ersten Mal länger als

sechs Wochen in dieser Megastadt wohnen, dem Geburtsort meiner Eltern, jetzt

mit eigener Anschrift: Tuğsal Moğul, Kulturakademie, Yeniköy Caddesi No. 88,

Tarabya, 34457 İstanbul, Türkiye. Ein schönes Gefühl …

Ah, Istanbul!

Ein für mich persönlich großartiges Ereignis war auf jeden Fall, dass ich

meine Theaterstücke dem Istanbuler Publikum vorstellen konnte. Ohne die

Mitwirkung des Goethe-Instituts Istanbul und die Unterstützung des Deutschen

Auswärtigen Amts hätte ich nie die Chance gehabt, Kontakte zu spannenden

Künstler*innen wie Mert Fırat, Tülin Özen, Gün Koper, Gülhan Kadim oder

Mirza Metin vom DasDas-Theater, vom Theater Kumbaracı50 oder Şermola


Konuk Sanatçılar Tuğsal Moğul 165

Performans herzustellen. Besonderer Dank geht an Çiğdem İkiışık und Pia

Entenmann vom Goethe-Institut und Meik Laufer vom Deutschen Konsulat

Istanbul, die u. a. in kürzester Zeit eine türkische Erstaufführung meines Theaterstückes

NSU / AUCH DEUTSCHE UNTER DEN OPFERN ermöglicht haben. Ich

konnte dabei meinen Fokus auf die NSU-Morde legen und das Istanbuler

Publikum auf den aktuellen deutschen Rechtsextremismus aufmerksam machen.

Erstmals wurde mit NSU / AUCH DEUTSCHE UNTER DEN OPFERN (KURBANLARIN

ARASINDA ALMANLAR DA VARDI) eine künstlerische Aufarbeitung des NSU-Prozesses

auf Türkisch vorgestellt. Dass Informationsdefizite vorhanden waren,

zeigte sich schon bei den Proben des Theaterstückes. Vielen in der Türkei

lebenden Künstler*innen waren die desaströsen Ermittlungsfehler und die

gezielte Sabotage seitens der deutschen Behörden nicht bekannt. Auch eine

szenische Lesung aus dem Stück mit anschließendem Panel (Moderation: Maximilian

Popp, Spiegel-Korrespondent Türkei – u. a. mit dem Anwalt der Nebenklage,

Sebastian Scharmer) konnte die Bedeutung dieser Arbeit unterstreichen.

Die Uraufführung auf Deutsch hatte ich nach neunmonatiger Recherchearbeit,

unter anderem am Oberlandesgericht München, im Theater Münster auf die

Bühne gebracht. Das Theaterstück wurde mittlerweile bundesweit zu mehreren

Festivals eingeladen, an verschiedenen Theatern nachinszeniert und 2017 vom

WDR als Hörspiel herausgebracht. Umso mehr freue ich mich darüber, dass

diese Arbeit auch in Istanbul auf Türkisch gezeigt werden konnte.

2019 folgte dann meine Regiearbeit am DasDas-Theater auf der asiatischen

Seite Istanbuls. Ich hatte dort die Gelegenheit, mit wunderbaren Schauspieler*innen

das Stück Westend von Moritz Rinke zu inszenieren.

Ah, Istanbul!

Auch auf der persönlichen Ebene habe ich viele „Ah, Istanbul!“-Momente

während meines Stipendiums gehabt. Seien es die spannenden Gespräche mit

meinen Mitstipendiat*innen oder die wunderbare Begegnung mit Sinem Tekel,

die meine Sinne für das kulinarische, visuelle oder akustische Istanbul (alles

Geheimtipps) geweckt hat. Schlagartig wurde mir bewusst, dass ich bisher

„nur“ durch die asiatische Seite Istanbuls sozialisiert worden war. Stadtteile

wie Kalamış, Erenköy oder Kadıköy waren bei meinen jährlichen Familienbesuchen

mir vertraute Viertel. Dort wohnten meine Großeltern, meine Cousinen,

meine weitere Verwandtschaft. Jetzt, nach drei Monaten Tarabya, hießen die

Viertel Sarıyer, Yeniköy oder Emirgân. Sie waren jetzt die Nachbarn meiner Hood

Tarabya. Eine wunderschöne neue Begegnung.

Ah, Istanbul!


Stipendiat*innen Tuğsal Moğul 166

Was mir besonders in Erinnerung bleiben wird, ist der Silvesterabend in Tarabya.

Zum ersten Mal konnte ich in Istanbul das neue Jahr feiern. In einer Stadt, in

einer Umgebung, die in den letzten Jahren so gravierende Veränderungen

erdulden musste. Das Lebensgefühl der Istanbuler*innen wurde massiv in

Mitleidenschaft gezogen. Ich meine nicht nur die terroristischen Anschläge an

der Sultan-Ahmed-Moschee oder am Atatürk-Flughafen, sondern auch der

mutmaßliche Putsch 2016 und die zahlreichen Umstrukturierungen, Entlassungen

und Inhaftierungen haben die Istanbuler Seele stark verunsichert und

verletzt. Nur ein paar Kilometer von der Kulturakademie Tarabya entfernt drang

in der Silvesternacht 2016/17 ein bewaffneter Täter in den Nachtclub Reina ein,

einen der größten und bekanntesten Clubs. Er erschoss am Eingang einen Polizisten

und einen Zivilisten, um sich Zutritt zu verschaffen. In dem Lokal befanden

sich bis zu 800 Besucher*innen, von denen 37 getötet wurden – um nur einen

dieser Terroranschläge der letzten Jahre zu nennen. Daher war die Stimmung in

der Silvesternacht 2017/18 eher ruhig, aber sehr friedlich. Und ich konnte zum

ersten Mal meine Verwandten zu mir nach Tarabya einladen. Zum ersten Mal

waren meine Cousinen, Tanten, Neffen und Nichten mit Anhang zu Besuch bei

mir – und nicht ich bei ihnen. Dieser Perspektivwechsel ist etwas sehr Besonderes

für mich gewesen. Sie durften zwar nicht ungehindert mit ihren Autos auf

das Gelände der Kulturakademie fahren, aber das tat meiner ausgelassenen

Stimmung als Gastgeber keinen Abbruch. Und dieses Gefühl habe ich mit nach

Deutschland genommen: mich endlich in meiner Stadt Istanbul nicht als Gast zu

fühlen. Und hoffentlich bald wieder ein Gastgeber mit Gänsehaut zu sein und

glücklich seufzen zu können …

Ah, Istanbul!

Ah, İstanbul!

Tarabya Kültür Akademisi’nde konuk sanatçı olarak bulunduğum günlerde

sıklıkla şu sözlerle iç geçirirken buldum kendimi …

Ah, İstanbul!

Liseden mezun olana kadar, her yıl meşhur Avrupa otoyolu E5 üzerinden

ya da herhangi bir charter uçak seferiyle İstanbul’u ziyaret ederdim.

Otomobil yolculuğu üç gün üç gece sürerdi. Uçak yolculuğu ise üç saat. O

yıllarda yaz tatili demek, İstanbul’a gitmek demekti!


Konuk Sanatçılar Tuğsal Moğul 167

İstesem de istemesem de, böyleydi. Genelde isterdim. Fransız yazar Xavier

Durringer’in Ganze Tage, ganze Nächte adlı muhteşem tiyatro oyunundaki Pierre

karakteri İstanbul’la ilişkimi sanki benim ağzımdan ifade eden şu sözleri sarf

eder:

“Orada, aşağıda, çok yavaşça Güneş’e yaklaşıyormuş gibi bir hisse kapılır

insan. Orada insanlar güneşlenmez. Bronzlaşmak zorunda değildir kimse. Hatta

güneşten, ışıktan kaçınır herkes … Zevkine, eğlenmek için gidilmez oraya ve

tesadüfen de gidilmez, herhangi bir nedenle değil de, birdenbire gidilmesi

gerektiği için gidilir, Güneş’e doğru uçan bir kelebek gibi. Bir uçağa binilir,

genelde gece kalkar uçak ve hiçbir şeyin daha önceki yaşamınızı andırmadığı

bambaşka bir dünya üzerinden uçar.”

Bu ziyaretlerin her birinde şu hisse kapılıyordum: İstanbul dünyanın en

güzel şehri ama bende aşırı duygu yüklenmesine yol açıyor. Bu kararsızlığımı, şu

“Ah, İstanbul!...” hissimi bugüne kadar hep korudum. Beni duygusal yönden bu

kadar altüst eden, beni böyle hep takip eden başka bir büyükşehir daha yok. Bu

burs sayesinde, anne babamın doğduğu bu megaşehirde hayatımda ilk kez altı

haftadan uzun kalacaktım ve artık bir adresim vardı: Tuğsal Moğul, Kulturakademie,

Yeniköy Caddesi No. 88, Tarabya, 34457 İstanbul, Türkiye. Ne güzel bir

duygu …

Ah, İstanbul!

Her durumda, tiyatro oyunlarımın İstanbullu izleyiciler için sahnelenecek

olması benim için özellikle sevindirici bir gelişmeydi. İstanbul Goethe-Insitut’un

ve Almanya Dışişleri Bakanlığı’nın desteği olmasaydı Mert Fırat, Tülin Özen, Gün

Koper, Gülhan Kadim veya Mirza Metin gibi DasDas, Kumbaracı50 veya Şermola

Performans oyuncularıyla tanışma fırsatını asla yakalayamazdım. NSU / Kurbanların

Arasında Almanlar Da Vardı adlı oyunumun Türkçe sahnelenmesini çok kısa

bir sürede mümkün kılan Goethe-Institut’tan Çiğdem İkiışık ve Pia Entenmann’a,

İstanbul’daki Almanya Konsolosluğu’ndan Meik Laufer’e özellikle teşekkür

etmek istiyorum. NSU suikastlarına odaklandığım bu oyunumla İstanbullu izleyicilerin

dikkatini Almanya’daki güncel sağ radikalizme çekmeyi başardım. NSU /

Kurbanların Arasında Almanlar Da Vardı oyunuyla, NSU davasını ele alan bir

sanat eseri ilk kez Türkçede sunulmuş oldu. Bu konuda ciddi bir bilgi eksikliği

olduğu da oyunun provaları sırasında ortaya çıktı. Türkiye’de yaşayan sanatçıların

büyük bir bölümü, Alman yetkililerin felakete yol açan istihbarat hatalarından

ve amaçlı sabotajlarından bihaberdi. Oyundan bir sahnenin canlandırıldığı

okumanın ardından düzenlenen panel (Spiegel dergisi Türkiye muhabiri

Maximilian Popp’un moderatör olduğu panele davanın avukatı Sebastian

Scharmer de katıldı) bu çalışmanın öneminin vurgulanmasını sağladı. Münih


Stipendiat*innen Tuğsal Moğul 168

Eyaleti Yüksek Mahkemesi’nde dokuz ay süren bir araştırma sürecinden sonra

oyunun Almanya prömiyeri Theater Münster sahnesinde gerçekleşti. Bu oyun

aradan geçen zamanda Almanya çapında çok sayıda festivale konuk oldu, çeşitli

tiyatrolarda sahnelendi ve 2017’de WDR’de radyo tiyatrosu olarak yayınlandı. Bu

çalışmamın İstanbul’da Türkçe sahnelenebilmiş olması beni çok mutlu ediyor.

2019 yılında ayrıca İstanbul’un Anadolu yakasındaki DasDas için Moritz

Rinke’nin Westend adlı oyununu muhteşem oyuncularla sahneye koyma fırsatı

yakaladım.

Ah, İstanbul!

Kişisel düzeyde de, diğer konuk sanatçılarla heyecan verici sohbetler

olsun ya da (gizli tüyolarla) İstanbul’un mutfağını, görsel ve işitsel İstanbul’u

daha iyi algılamamı sağlayan Sinem Tekel’le tanışmam olsun, konuk sanatçılığım

pek çok “Ah, İstanbul!” ânı yaşattı bana. Şimdiye kadar “sadece” İstanbul’un

Anadolu yakasında sosyalleştiğimi fark ettim birden. Kalamış, Erenköy veya

Kadıköy gibi bölgeleri yıllık aile ziyaretlerimizden gayet iyi biliyordum. Dedemler,

kuzenlerim, diğer akrabalarım, hepsi Anadolu yakasında yaşıyordu. Ama şimdi,

üç ay Tarabya’da kaldıktan sonra Sarıyer, Yeniköy ve Emirgân semtlerini de en az

o kadar iyi biliyorum. Onlar benim Tarabya mahallemin komşu mahalleleri.

Muhteşem bir yeni karşılaşma daha.

Ah, İstanbul!

Tarabya’daki yılbaşı gecesini özellikle unutmayacağım. İlk kez İstanbul’da

yeni yıla giriyordum. Son yıllarda çok ağır değişimler geçirmiş bir kentte ve

çevrede. İstanbulluların hayata yaklaşımına büyük ölçüde kötü etki eden değişimler.

Sadece Sultanahmet Camii’ne ya da Atatürk Havalimanı’na yapılan terörist

saldırıları kast etmiyorum, 2016 yılındaki darbe girişimi ve sayısız sistem

değişikliği, işten çıkarmalar ve tutuklamalar da İstanbulluların güven duygusunu

derinden sarstı ve yaraladı.

2016/17 yılbaşı gecesinde Tarabya Kültür Akademisi’nin sadece birkaç

kilometre uzaklığında bulunan, en büyük ve ünlü gece kulüplerinden Reina’ya

silahlı saldırı oldu. Saldırgan giriş kapısında bir polisi ve bir sivili vurarak içeri

girmeye çalıştı. Kulüpte bulunan yaklaşık 800 kişiden 37’si öldü –ve bu son

yıllarda gerçekleşen terör saldırılarından sadece biriydi. İşte bundan dolayı

2017/18 yılbaşı gecesi görece sakin ve çok huzurlu geçti. Ben de ilk kez akrabalarımı

Tarabya’ya davet ettim. Bu sefer, kuzenlerim, teyzelerim, halalarım ve

yeğenlerim arkadaşlarıyla birlikte beni ziyaret ediyorlardı –ben onları değil. Bu

perspektif değişiminin bende çok özel bir yeri oldu. Kendi otomobilleriyle Akademi’nin

arazisine giremediler belki ama bu bile ev sahibi olarak keyfimi bozmaya

yetmedi. Ve Almanya’ya dönerken de bu duyguyu yanımda götürdüm: nihayet


Konuk Sanatçılar Tuğsal Moğul 169

İstanbul’da kendimi misafir gibi hissetmemek. Ve yakın zamanda yine heyecandan

tüyleri ürpermiş bir ev sahibi olmak ve mutlulukla ağlayabilmek...

Ah, İstanbul!

Tuğsal Moğul (*1969, Neubeckum/Westfalen),

diplomierter Schauspieler, Regisseur, Anästhesist

und Notarzt, arbeitet neben seinem Teilzeitjob als

Arzt in einem Lehrkrankenhaus in Münster als Autor

und Regisseur. In seinem Debütstück

2008 Halbstarke Halbgötter kamen Ärzt*innen zu

Wort. Danach folgten bis heute neben seinen

Regiearbeiten weitere elf Recherchestücke mit

Themen über Medizin und / oder Migration. Die

deutsche Ayşe wurde 2014 beim NRW-Theatertreffen

mit dem Publikumspreis und dem Preis der Jugendjury

ausgezeichnet. Das 2015 entstandene Rechercheprojekt

NSU / Auch Deutsche unter den

Opfern wurde zu den Autorentheatertagen Berlin

2015 eingeladen und erhielt als bestes zeitgenössisches

Stück 2016 in Hamburg den Monica-Bleibtreu-Preis.

Im Rahmen des Stipendiums in Istanbul

entstanden 2018 NSU / Auch Deutsche unter den

Opfern auf Türkisch am Theater Kumbaracı50 und

2019 Westend von Moritz Rinke am DasDas-Theater.

Tuğsal Moğul war von Dezember 2017 bis

Februar 2018 und von August bis September 2019

Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.

Tuğsal Moğul (1969, Neubeckum/Vestfalya),

diplomalı oyuncu, yönetmen, anestezist ve doktor,

Münster’de bir eğitim hastanesinde yarı zamanlı

doktor olarak görev yapıyor, aynı zamanda yazar ve

rejisör olarak da çalışmalarını sürdürüyor. 2008

tarihli ilk oyunu Halbstarke Halbgötter’in başkahramanları

doktorlardı. Bugüne kadar yönetmenlik

çalışmalarının yanı sıra tıp ve/veya mültecilik konulu

11 araştırma oyunu daha yazmıştır. Die deutsche

Ayşe 2014’te NRW Tiyatro Günleri’nde İzleyici Özel

Ödülü’nü ve Gençlik Jürisi Ödülü’nü aldı. 2015

yılında tamamlanan NSU / Auch Deutsche unter den

Opfern adlı araştırma projesi 2015’te Berlin

Autorentheatertage’a davet edildi, 2016’da

Hamburg’da en iyi çağdaş drama kategorisinde

Monica Bleibtreu Ödülü’ne layık görüldü. İstanbul’daki

konuk sanatçılığı çerçevesinde 2018’de

NSU / Kurbanların Arasında Almanlar da vardı (Auch

Deutsche unter den Opfern) adlı oyununu Kumbaracı50’de

ve 2019’da Moritz Rinke’nin Westend

oyununu DasDas Tiyatro’da sahneye koymuştur.

Tuğsal Moğul Aralık 2017-Şubat 2018 ve

Ağustos-Eylül 2019 tarihlerinde Tarabya Kültür

Akademisi’nin konuk sanatçısıydı.


Diana Näcke

170

1

2


Konuk Sanatçılar 171

3

4

5


Stipendiat*innen Diana Näcke 172

6

The Fish knows everything: Filmstills aus Diana Näckes Dokumentarfilm / Diana Näcke’nin belgesel

filminden kareler, TR/D 2019

1 Gefangenes Delfinweibchen im Delfinarium Istanbul / Dolphinarium İstanbul’da tutsak dişi yunus

balığı

2 Die Meeresbiologin Aylin Akkaya bei einem Vortrag an der Marmara-Universität Istanbul / Deniz

biyoloğu Aylin Akkaya İstanbul, Marmara Üniversitesi’nde sunum yaparken

3 Prof. Ali Mehmet Celâl Şengör, Experte für tektonische Geologie und Erdbeben / Tektonik ve

deprem jeolojisi uzmanı

4 Demonstration der Frauen in Beyoğlu, Istanbul / İstanbul’da Kadınlar Günü yürüyüşü, 08.03.2019

5 Polizeieinsatz bei einer AKP-Wahlveranstaltung / AKP seçim mitinginde kolluk kuvvetleri

6 Eine Stickmaschine stickt den Filmtitel, Eyüp, Istanbul 2019 / Filmin adı bir nakış makinesile

nakşediliyor, Eyüp, İstanbul 2019


Konuk Sanatçılar Diana Näcke 173

THE FISH KNOWS EVERYTHING …

Ich erarbeite Dokumentarfilme dicht an besonderen Charakteren, die meist als

verrückt gelten und am Rand einer Gesellschaft leben, deren Abgründe sie

widerspiegeln. Ich verfolge ihre Entwicklung, begleite sie über mehrere Jahre,

lasse den Zuschauer an ihrer besonderen Art, die Welt zu sehen, teilhaben und

stelle auf diese Weise das, was als politisch korrekt gilt, in Frage. Da sich das

Scheitern meiner Figuren aber oft tief in meine Seele brennt, hatte ich eigentlich

beschlossen, diese Art zu arbeiten erst einmal ruhen zu lassen.

Und da bekomme ich dieses wundervolle Stipendium und die Zeit

geschenkt, mich nur darauf konzentrieren zu dürfen, was man als Künstlerin am

liebsten macht: sich begegnen, beobachten und versuchen zu begreifen. Aus

Schutz trage ich dann die Kamera vor meinem Herzen.

Und plötzlich wacht man eines Morgens auf und sitzt schon mitten in

einem neuen Film, ohne es bemerkt zu haben. In meinem Fall in einem modernen

Märchen, in dem ein Delfin die Geschichte der biblischen Sintflut richtigstellt,

denn ursprünglich war Noah, der Erbauer der Arche, ein Türke.

Tatsächlich warnt der Delfin im Film die Menschen vor einer herannahenden

Katastrophe, die über Istanbul hereinbrechen wird. Ein Erdbeben mit

einer Zerstörungskraft, einhundert Mal stärker als die Atombombe, die auf

Hiroshima fiel. Aber nur drei menschliche Krieger können die Warnung des

Delfins verstehen: ein autistischer Junge, ein verrückter Professor mit Asperger-Syndrom

und eine Frau, die mit 80 behinderten Katzen und 50 behinderten

Hunden in einem alten Haus zu Füßen des Istanbuler Hochsicherheitsgefängnisses

lebt.

Die Geschichte von THE FISH KNOWS EVERYTHING … hört sich vielleicht

verrückt an, ist sie aber nicht. Wie kam es dazu?

Vom ersten Moment an verbrachte ich viel Zeit mit den Anglern vom

Bosporus, die mich in ihre Kunst des Istavrit-Fischens einweihten und mit denen

ich später oft zusammensaß und fischte.

Istavrit, das ist eine kleine Makrelen-Art, die man über einen sehr körperlichen

Vorgang des Angelns mit mehreren Haken, die mit Silberfädchen bestückt

sind, an einer Schnur fängt. Man imitiert kleine Fischschwärme, indem man die

Schnur ständig einholt und über nahezu meditative Abläufe dauerhaft in Bewegung

hält.

Und genau die Begegnung mit diesen Anglern und meine gemeinsame Zeit

mit ihnen haben diesen Film ausgelöst.


Stipendiat*innen Diana Näcke 174

Sie waren es, die mir von der Sintflut am Bosporus erzählten und das Märchenmoment

in mir wachriefen. Es waren die alten Fischer und ihre Möwen, mit denen

ich auf den Bosporus und das Marmarameer hinausfuhr, die von damals

schwärmten, als es noch große Makrelen und den Blauflossen-Thunfisch im

Bosporus gab. Und die Delfine, die wie eine Erscheinung plötzlich neben der

Fähre auftauchten. Und dann dieses magische Licht. In Istanbul wird das Licht

am Bosporus durch die Reflexion auf dem Wasser, die ständig drehenden Winde,

den Nebel in Kombination mit den Wärme- und Kälte-Luftschichten auf eine

ganz besondere Art gebrochen, was diese einzigartige Magie erzeugt.

Ich habe mich mit der Kamera an den Pier von Eminönü gesetzt, Vorgänge

und Menschen beobachtet. Oder aber auf die Fähre, die ich fast täglich nutzte,

und die Menschen durch das Objektiv betrachtet. Die Kamera war immer dabei,

und damit gab es auch das erste Material, aus dem sich die Filmidee wie von

selbst formierte. Ich erarbeite einen Film am liebsten organisch: drehen, beobachten,

Gespräche führen und schreiben.

Das war bis jetzt mein Lernprozess. Der Reichtum in diesem Land ist zweifelsohne

das bunte Mosaik der verschiedenen Kulturen, aber hier liegt auch

sein Widerspruch. Je näher ich dieser Kultur kam und glaubte, sie greifen zu

können, umso weiter schien sie von mir wegzurücken. Ich begriff, dass ich nichts

wusste. Und mit dieser Art des Entdeckens hat sich direkt durch die Kamera

eine Form des Erzählens erschaffen, so als wären die Augen der späteren Kinozuschauer

die meinen. Auf diese Art und Weise fühlt man vielleicht später auch

beim Schauen des Films, dass die Politik und die Stimmung in diesem Land wie

ein Hundert-Kilogramm-Stein auf die Brust drücken. So habe ich es zumindest

empfunden, als ich hier ankam: Schwere, als hätte mir jemand an der Grenze

diesen Stein aufgesetzt und gesagt: „Festhalten, sonst passiert etwas Furchtbares.“

Und ich hab’ ihn festgehalten, diesen Stein, acht Monate lang. So habe

ich auch Prozesse gegen meine türkischen Freunde und Verhaftungen miterlebt.

Und plötzlich war das Märchen kein Märchen mehr. Deshalb wird THE FISH

KNOWS EVERYTHING … ein Dokumentarfilm sein, der über und unter den

Märchen liegt. Eine Zustandsbeschreibung im Zwischenraum des Unfassbaren.

Und weil ich an die Kraft des Märchens glaube, das ich als Hommage an

die Menschen hier verstehe, die trotz widriger Bedingungen ihren Humor und

ihren Sinn für die Schönheit nicht verloren haben, ist dieser Film eine Liebeserklärung

an die, die weitermachen. Und eine Hommage an eine große Inspirationsquelle:

An Chris Markers Film Der schöne Mai von 1963 – ein eindringlich,

klar und poetisch beobachtend gedrehter Film mit einer ehrlichen Kamera.


Konuk Sanatçılar Diana Näcke 175

Nach Ende meiner Zeit hier in Tarabya bekam der Film das Gerd Ruge Stipendium

der Film- und Medienstiftung NRW. Aber das ist nicht nur mein Erfolg, sondern

auch der jener Menschen hier, die Tarabya ermöglichen, und derjenigen, die

mich in Istanbul so herzlich in ihr Leben aufgenommen haben. Über einen Zeitraum

von drei Jahren werde ich nun immer wieder nach Istanbul zurückkehren

und diesen Film drehen. Und dafür bin ich zutiefst dankbar.

THE FISH KNOWS EVERYTHING …

Genelde toplumda deli kabul edilen, olaylara genel eğilimin tersi tepkiler veren

ve toplumun çeperlerinde kalan özgün karakterlere yakın duran belgesel filmler

üzerine çalışıyorum. Bu filmlerde bu karakterlerin gelişimini takip ediyor, yıllar

boyunca onlara eşlik ediyor ve böylece derinlikleri bu figürlerde ve onların yaşam

çizgilerinde ortaya çıkan incelikli bir sosyal portre çizmeye çalışıyorum. Ancak

bu çalışma biçimi ruhumda derin izler bıraktığından ve kendimi ve karakterleri

uzun yıllar boyunca korumak genelde benim kişisel sınırlarımı –ve olanaklarımı–

aştığından, bu şekilde çalışmaya bir süre ara vermeye karar verdim.

Tam bu noktada bana bu muhteşem burs ve onunla birlikte bir sanatçı

olarak yapmayı en sevdiğim şeye odaklanmak için gerekli zaman bahşedildi:

insanlarla karşılaşmak, gözlemlemek ve kavramaya çalışmak. Beni koruması için

fotoğraf makinemi göğsümde, tam kalbimin üzerinde taşımaya başladım.

Sonra bir sabah uyandım ve birden, o an bunun farkında olmasam da,

kendimi yeni bir filmin ortasında buldum. Bu film, bir yunus balığının Kitabı

Mukaddes’teki tufan öyküsünü tashih ettiği bir modern masaldı ve gemiyi inşa

eden Nuh, esasen bir Türk’tü.

Yeni filmimde bu yunus insanları, yaklaşmakta olan ve İstanbul’u yerle bir

edecek büyük felakete karşı uyarır. Bu felaket, Hiroşima’ya atılan atom bombasından

yüz kat daha etkili bir depremdir. Ancak yunusun bu uyarısını sadece üç

kişi anlayabilir: otizmli bir genç, Asperger sendromlu bir “çılgın profesör” ve

İstanbul’un yüksek güvenlikli cezaevinin bulunduğu tepenin eteklerindeki

harabe bir evde 80 engelli kedi ve 50 engelli köpekle birlikte yaşayan bir kadın.

THE FISH KNOWS EVERYTHING …’in hikayesi kulağa çılgınca gelebilir ama

öyle değil. Peki, ben bu hikâyeyi nasıl buldum?


Stipendiat*innen Diana Näcke 176

Şehre geldiğim ilk günden itibaren Boğaz’daki balıkçılarla çok vakit geçirdim,

bana balıkçılık sanatının inceliklerini, istavrit yakalamayı öğrettiler, sık sık

birlikte balık tuttuk.

İstavrit, çok sayıda simli sicimle kaplı ve bir ipe bağlı iğnelerden oluşan

özel bir olta kullanarak ve ciddi bir bedensel eforla avlanıyor. Oltanın ipinin tıpkı

meditasyon yapar gibi belli bir akış içinde sürekli hareket ettirilmesi, sürekli

çekilip bırakılması, suda hareket halindeki küçük balıkların yaydığına benzer bir

ısınmaya yol açıyor.

Bu film fikri de bu balıkçılarla tanışıp onlarla zaman geçirdiğim sırada

ortaya çıktı.

Boğaz’ın taşarak bölgeyi sular altında bıraktığı seli anlatan ve içimdeki

masalcının uyanmasını sağlayan işte bu balıkçılar oldu. Boğaz’da uskumruların

ve orkinosların yaşadığı o eski güzel günleri anlatanlar da Boğaz’da ve Marmara

denizinde yolculuk ederken bana eşlik eden balıklar ve martılardı. Ve ansızın

vapurun yanı başında su yüzüne çıkıveren yunus balıkları. Bir de o büyülü ışık.

İstanbul’da Boğaz’ın sularına düşen ışık, sürekli esen rüzgârlar ve soğuk ve

sıcak hava katmanlarının birleşimi sonucu oluşan sis nedeniyle, yüzeyde çok

özgün bir kırılma yaşıyor ve benzersiz bir büyüleyici etkiye yol açıyor.

Eminönü iskelesinde, vapurlarda, binaların çatılarında fotoğraf makinemin

objektifinden insanları gözlemledim. Fotoğraf makinem daima yanımdaydı ve bu

film fikrinin neredeyse kendiliğinden oluşmasına yol açan ilk materyalimdi. Ben

filmlerimi organik bir yaklaşımla oluşturmayı severim, filme çekerim, gözlemlerim,

insanlarla konuşurum ve yazarım.

Şimdiye kadar öğrenme sürecim buydu. Bu ülkenin zenginliğinin çeşitli

kültürlerin oluşturduğu renkli mozaikten ileri geldiğine şüphe yok ama tam da bu

noktada bir çelişki baş gösteriyor. Bu kültürü daha yakından tanıyıp onu kavrayabildiğime

ikna olduğum anda, ellerimden kayıp gidiyor ve benden uzaklaşıyor

gibiydi. Ve nihayetinde, aslında hiçbir şey bilmediğimi kavradım. İşte bu keşif

sayesinde, kameranın karşısındaki her şeye gelecekteki sinema izleyicilerinin

gözlerinden baktığım bir anlatı formu oluştu. Belki bu şekilde, ülkede siyasetin

ve genel atmosferin yüz kiloluk bir taş gibi insanın böğrüne oturduğu hissini

ileride filmi izleyecek olanlar da paylaşabilirdi. Buraya vardığım anda hissetmiştim

bunu: sanki sınırda birisi başımın üzerine kocaman bir taş yerleştirip

“Bunu sıkıca tutmazsan, korkunç bir şey olur” demiş gibi bir ağırlık. Ben de

sekiz ay boyunca o taşı bırakmadım. Türkiyeli arkadaşlarıma açılan davaları ve

tutukluluk kararlarını işte bu halde deneyimledim. Sonra birden, masal masal

olmaktan çıktı. İşte bu nedenle, THE FISH KNOWS EVERYTHING… masallar üstü


Konuk Sanatçılar Diana Näcke 177

ve masallar altı bir belgesel olacak. Kavranılamayanın bulunduğu o ara uzamdaki

durumu tarif edecek.

Ve ben korkunç koşullara rağmen mizah duygularını ve güzellik anlayışlarını

kaybetmeyen buralı insanlara bir saygı gösterisi olarak gördüğüm masalın

gücüne inandığımdan, yaşamaya ve mücadeleye devam edenlere bir saygı duruşu

bu film. Ve çok önemli bir ilham kaynağına da bir saygı duruşu: Chris Marker’ın

1963 tarihli Güzel Mayıs filmine – dürüst gözlemler yapan bir kamerayla çekilmiş,

dokunaklı, açık ve şairane bir filme.

Tarabya’da kaldığım dönemin hemen ardından film Sinema ve Medya Vakfı

NRW’nin Geld Ruge Bursuna layık görüldü. Ama bu sadece benim değil, Tarabya’yı

hayata geçirmiş herkesin ve İstanbul’da büyük bir içtenlikle beni yaşamlarına

kabul etmiş insanların da başarısı. Önümüzdeki üç yıl boyunca sık sık İstanbul’a

gelerek bu filmi çekeceğim. Ve işte bunun için gerçekten müteşekkirim.

Diana Näcke ist Dokumentarfilmregisseurin. Ihre

Filme beschreiben Brennpunkt-Themen unserer

Zeit, die sie mit viel Feingefühl für menschliche

Abgründe abbildet. Ihr Debüt Meine Freiheit, deine

Freiheit (2011) und Die Geister, die mich riefen

(2017) liefen erfolgreich in deutschen Kinos und auf

interna tionalen Filmfestivals (u. a. Berlinale, Hot

Docs, Internationales Dokumentarfilmfestival

Istanbul, Internationales Filmfestival Addis Abeba)

und wurden mit zahlreichen Preisen (u. a. Audience

Award beim Internationalen Filmfestival Brüssel,

Bremer Dokumentarfilmpreis, Treatmentpreis des

Bayrischen Rundfunks) ausgezeichnet. Neben ihrer

Arbeit als Regisseurin, Kamerafrau und Cutterin

ist sie für das Fernsehen tätig und kollaboriert mit

Performance-Gruppen, bildenden Künstlern und

Musikern. Derzeit erarbeitet sie die Videokonzeption

für einen performativen Konzertraum der Berliner

Musikerin Masha Qrella, die Texte von Thomas

Brasch vertont.

Diana Näcke war von September 2018 bis April

2019 an der Kulturakademie Tarabya als eine der

ersten Stipendiat*innen, die sich initiativ über den

ersten Open Call im September 2017 beworben

hatten.

Diana Näcke belgesel film yönetmeni. Filmlerinde

insana özgü dipsizliklere büyük bir duyarlılıkla

yaklaşarak zamanımızın merkezi temalarını sunar.

Meine Freiheit, deine Freiheit (2011) adlı ilk filmi ve

güncel filmi Die Geister, die mich riefen (2017)’da

Alman sinemalarında ve birçok uluslararası film

festivalinde (Berlinale, Hot Docs, Uluslararası

İstanbul Belgesel Film Festivali, Addis Abeba

Uluslararası Film Festivali vb.) gösterilmiş, çok

sayıda ödül (Brüksel Uluslararası Film Festivali

Seyirci Ödülü, Bremer Belgesel Film Ödülü, Bavyera

Radyo-Televizyon Kurumu Tretman Ödülü vb.)

almıştır. Yönetmenliğin, kameramanlığın ve kurguculuğun

yanı sıra televizyon için de çalışmaktadır. Şu

sıralarda, Thomas Brasch’in metinlerini seslendiren

Berlinli müzisyen Masha Qrella’nın performatif

konser mekânı için bir video çalışması tasarlamaktadır.

Diana Näcke 2017 yılının Eylül ayında açık burs

çağrısı üzerinden başvuru yaparak Tarabya Kültür

Akademisi’nde Eylül 2018 ve Nisan 2019 tarihleri

arasında konuk sanatçı olarak kalmaya hak kazanan

ilk sanatçılardan biridir.


Samir

178

Odeh-Tamimi


Konuk Sanatçılar Samir Odeh-Tamimi 179


Stipendiat*innen Samir Odeh-Tamimi 180


Konuk Sanatçılar Samir Odeh-Tamimi 181


Stipendiat*innen Samir Odeh-Tamimi 182


Konuk Sanatçılar Samir Odeh-Tamimi 183


Stipendiat*innen Samir Odeh-Tamimi 184


Konuk Sanatçılar Samir Odeh-Tamimi 185


Stipendiat*innen Samir Odeh-Tamimi 186


Konuk Sanatçılar Samir Odeh-Tamimi 187


Stipendiat*innen Samir Odeh-Tamimi 188


Konuk Sanatçılar Samir Odeh-Tamimi 189


Stipendiat*innen Samir Odeh-Tamimi 190


Konuk Sanatçılar Samir Odeh-Tamimi 191


Stipendiat*innen Samir Odeh-Tamimi 192


Konuk Sanatçılar Samir Odeh-Tamimi 193


Stipendiat*innen Samir Odeh-Tamimi 194


Konuk Sanatçılar Samir Odeh-Tamimi 195


Stipendiat*innen Samir Odeh-Tamimi 196

Neue Ufer der Inspiration

Ein Aufenthalt an der Kulturakademie Tarabya ist ein großes Glück. Ich hatte

einige Vorahnungen im Koffer, da ich Istanbul einigermaßen kenne, aber der

Aufenthalt dort hat alle meine Erwartungen übertroffen. Den täglichen Blick in

den großen, geheimnisvollen Park und die Aussicht vom Schreibtisch auf den

Bosporus werde ich so schnell nicht vergessen. Die Villa ist zwar geschützt und

fernab von Hektik und Getöse der riesigen Metropole, wallt aber mit den unbeschreiblich

aufmerksamen, freundlichen und hilfsbereiten Betreuerinnen, Gärtnern

und Pförtnern. Das Viertel, in dem sich die Akademie befindet, ist überschaubar

– an manchen Ecken sogar dörflich. Es gibt viele Cafés und

Restaurants, das ist aber noch gar nichts im Vergleich zu den unzähligen

Teefreiluftstuben entlang des Bosporus, direkt vor der Tür, nur wenige Schritte

über die Straße. Istanbul ist eine riesige Metropole mit einer bemerkenswerten

Geschichte, egal wo man hinfährt, herumläuft oder mit dem Schiff anlegt – es

bleibt immer aufregend. Diese unergründliche Stadt hat mich an andere und

neue Ufer der Inspiration gebracht. Ich konnte gut komponieren und malen.

Gerne wieder!

Yeni Esin Kaynakları

Tarabya Kültür Akademisi’nde konuk olmak büyük şans. İstanbul’a az da olsa

aşina olduğumdan kendimi hazırlıklı sanıyordum ama burada kaldığım süre

boyunca kent bütün beklentilerimi aştı. O kocaman parkın gizemli görünümü,

yazı masamda otururken gördüğüm Boğaz manzarası uzun bir süre aklımdan

çıkmayacak. Akademinin köşkü görece korunaklı ve bu devasa metropolün

kargaşasından ve şamatasından oldukça uzak olsa da, fevkalade nazik, dostane

ve yardıma hazır danışmanlar, bahçıvanlar ve kapı görevlileri sayesinde capcanlı

bir yer. Akademinin bulunduğu bölge hayli küçük – hatta bazı bölgeleri bir köyü

andırıyor. Çok sayıda kafe ve restoran var ama ana kapının sadece birkaç adım

uzaklığındaki Boğaz’a bakan sayısız açık hava mekânı yanında bunlar devede

kulak kalır. İstanbul kayda değer bir tarihi olan devasa bir metropol ve ister

karayoluyla, isterse yürüyerek veya vapurla gideceğiniz her yerde heyecan verici

şeylerle karşılaşıyorsunuz. Bu esrarlı şehir ilham alabileceğim bambaşka ve

yepyeni ufuklar açtı önümde. Orada kaldığım dönemde çok iyi besteler ve resimler

yaptım. Seve seve tekrar gelirim!


Konuk Sanatçılar Samir Odeh-Tamimi 197

Samir Odeh-Tamimis Musiksprache ist in seiner Auseinandersetzung

mit der westeuropäischen Avant -

garde und der arabischen Musikpraxis verankert.

Geboren in Jaljulia in der Nähe von Tel-Aviv, kam der

Komponist mit 22 Jahren nach Deutschland und

studierte Musikwissenschaft und Komposition.

Inzwischen sind Samir Odeh-Tamimis Werke bei

renommierten Festivals zu hören und er erhielt

Kompositionsaufträge unter anderem vom Deutschlandfunk,

den Donaueschinger Musiktagen, dem

Europäischen Zentrum der Künste Hellerau, dem

Festival d’Aix-en-Provence und dem Bayerischen

Rundfunk/musica viva. In Kooperation mit dem RBB

und Kairos hat das Berliner Zafraan Ensemble

kürzlich eine viel gepriesene Porträt-CD mit kammermusikalischen

Werken des Komponisten vorgelegt,

die für die Intensität seiner Klangsprache in ihrer

existenziellen Dimension als beispielhaft gelten

kann. Weitere Aufnahmen seiner Werke sind unter

anderem bei WERGO erschienen. Samir Odeh-Tamimi

ist seit 2016 Mitglied der Akademie der Künste in

Berlin.

Samir Odeh-Tamimi war von Mai bis August 2019

Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.

Samir Odeh-Tamimi’nin müzik dili, Batı Avrupa avangardı

ve Arap müziğiyle uğraşı sırasında şekillenmiştir.

Tel-Aviv yakınlarındaki Jaljulia kasabasında

doğan besteci 22 yaşında geldiği Almanya’da

müzikoloji ve bestecilik eğitimi gördü. Eserleri en

saygın müzik festivallerinde seslendirilen Samir

Odeh-Tamimi, Almanya Radyosu, Donau eschingen

Müzik Günleri, Hellerau Avrupa Sanat Merkezi,

Festival d’Aix-en-Provence ve Bavyera Radyosu/

musica viva için besteler hazırlamıştır. Berlin Zafraan

Ensemble’ın RBB ve Kairos ile işbirliği içinde

bestecinin oda müziği eserlerini seslendirdiği ve

büyük övgü toplayan bir Portre-CD yayınlanmıştır; bu

çalışma bestecinin yoğun müzik dilini varoluşsal

boyutuyla sunması bakımından önemli bir örnek

teşkil etmektedir. Bestecinin eserlerinin başka

kayıtları da WERGO vb. müzik şirketleri tarafından

yayınlanacak. Samir Odeh-Tamimi 2016’dan bu yana

Berlin Sanat Akademisi üyesidir.

Samir Odeh-Tamimi, 2019 yılının Mayıs-Ağustos

ayları arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk

sanatçısı olarak İstanbul’da bulunmuştur.


Judith

198

Rosmair


Konuk Sanatçılar Judith Rosmair 199


200


Konuk Sanatçılar Judith Rosmair 201

Europas Tagebuch

Als Theatermacherin auf Tour reist man manchmal mit seltsamen Requisiten im

Handgepäck, um zu verhindern, dass Hamlets Totenkopf im Zoll hängen bleibt

und man kurzfristig in Nowosibirsk einen menschlichen Schädel organisieren

muss. Die Stier-Maske für Theo 1 , der dazu verdonnert wurde, den Zeus zu

spielen, habe ich im Fundus des Theaters entdeckt, nur hat sie statt eines

Gehörns ein Geweih und ist wohl als Rentier im Weihnachtsmärchen aufgetreten.

Doch da selbst bei einer göttlichen Verkleidung in der Schnelle des Umzugs mal

was schiefgehen kann, lassen wir den Sechsender so, wie er ist, und setzen

unserem Minotaurus keine Hörner auf. Freundlicherweise hat mir der deutsche

Konsul in Istanbul ein hochoffizielles, bilinguales Botschaftsschreiben mit

Briefkopf und Stempel ausgestellt, dass es sich hier um eine fragile Künstlerkostümierung

für unsere Kulturarbeit handelt und nicht etwa um eine, zugegebenermaßen

etwas sperrige, Vermummung für Demonstrant*innen auf dem

Taksim-Platz. Das Monster reist also im Handgepäck.

Ich lande in Istanbul. Mein Name auf einem Schild. Der freundliche Fahrer

und seine Frau schenken mir Kekse und Wasser, da ich noch keine Lira gewechselt

habe. Nach Sonnenuntergang erreichen wir die Kulturakademie Tarabya:

Hinter hohen Mauern mit Stacheldraht liegt eine Mini-Europa-Enklave mit herrschaftlichen,

weißen Holzhäusern. In diesen Garten Eden darf man nur mit

gültigem Pass und Zutrittsberechtigung. Unwirklich grüner Rasen und Blumenrabatten

im Mondlicht. Über allen Palmenwipfeln ist Ruh, Sauberkeit und

Ordnung. Unser Schlaf wird bewacht von türkischen Sicherheitsleuten und

deutschen Schäferhunden. Morgens liest mir Sinem mein Schicksal aus dem

Kaffeesatz. Sie sieht einen schwarzen Panther, stark und wild wie der Wind, der

vor dem Fenster heult. Ist das etwa Zeus, der ja auch als Schwan, Adler, goldener

Regen, Wolke, Nebel, Feuer, Satyr, Schlange und selbst als Ameise seine zahlreichen

Geliebten besuchte? Abends ins DasDas-Theater, Kafkas Prozess auf

Türkisch. Ich verstehe kein Wort und doch alles. Nach der Show warten 77 junge

Frauen auf ein Selfie mit dem Star des Abends. Erstes Tarabya-Dinner, dem noch

viele folgen werden. Alle bekochen alle. Fußball-WM gucken, we are family. Die

Türkei wählt. Unser Nachbar gewinnt knapp mit 52 Prozent. Draußen herrscht

Bombenstimmung. Autokorso, Fahnen und Kopftücher, Kinderchöre überall: Die

Türkei ist unsere Heimat, Recep ist unser Vater.

1 Theo Eshetu


Stipendiat*innen Judith Rosmair 202

Calasso-Lektüre im Rosengarten. Ich pflücke einen Gedankenstrauß: Wer oder

was ist Europa? Ist sie die mythologische Gestalt, die von einem Strand im

Libanon nach Kreta entführt wurde? Ist Europa ein Haus, in das jeder rein will,

dessen Bewohner*innen sich zunehmend verbarrikadieren? Oder ein imperialistischer

Millionär auf Sinnsuche? Das 1. Kunst- und Kulturfestival Tarabya. Wir

filmen auf einem Berg von Sitzkissen und gestapelten Stühlen, was von der

Party übrig ist. Ich singe: Once upon a time in Europa, after the crash and

before the war …

Im Ägyptischen Bazar. Kunstblumen für Europas Kranz. Zeus wird überall

bewundert, jeder will ein Selfie mit dem Stiermenschen. Runter in die Zisterne.

Wir erstarren vor der Medusa, in lebenslanger Dunkelheit schwimmen Karpfen.

Bosporus in der Morgendämmerung. Zeus trimmt an den Geräten seinen göttlichen

Körper. Asien glitzert in der nahen Ferne, Delfine springen. Om.

Sonntags in der griechisch-orthodoxen Kirche, roter Teppich, Kristalllüster,

prächtige Ikonen. Wir dürfen hier Europas Hochzeit drehen, aber der

Bräutigam erscheint nicht. Mondfinsternis, Blutmond. Die Geburt der Tragödie

aus dem Geiste der Musik. Unsere mythologischen Protagonist*innen transformieren

sich in menschliche Freaks mit Gummimasken. Unsere Schattenwesen

entdecken das verfallene Horrorhaus. Taschenlampen. Shining. Dreirad fahren

im Hausflur. Auf dem Dachboden ein riesiges Wehrmachtskreuz.

Europa tanzt wie ein Derwisch im Gartenpavillon … und sie dreht sich

doch! Kabuki auf dem Soldatenfriedhof, misstrauisch beäugt von Erdoğans

Wächtern. Europe goes wild. Klarsichtfolien-Striptease. Siesta. Liebe. Brautkleid

im Sprühregenbogen, Diamanten fallen aus dem Himmel. Mit dem Schiff

nach Istanbul für 50 Cent. Shooting im deutschen Konsulat. Wilhelm II im

Türkenrock. Reliefs von halbnackten Bacchantinnen, ich imitiere ihre tänzerischen

Gesten. Tags darauf im österreichischen Konsulat. Ein Flügel. Freude

schöner Götterfunken, Tochter aus Elysium. Ist Beethoven ein Europäer? Und

was ist eigentlich die „europäische Identität“? Der Glaube? Die Sprache? Die

Kultur?

Eva pflückt den Apfel im Gemüsegarten. Meine Ruh ist hin, mein Herz ist

schwer. Europa ist Dreck und Erde. Angesicht schlammbedeckt. Waterboarding.

Der Dreck ist weg. Eine neue Runde Geschlechterkampf auf dem Tennisplatz.

Die Entführung, eine Fahrt über den Bosporus. Die Leute lachen, sie lieben den

Stier und die Braut, mein Schleier flattert im Wind. Alle wollen ein Bild mit uns.

Eine Frau schenkt mir Ohrringe, sie küsst mich und wünscht uns Glück. Auf nach

Süden, wir nehmen die europäische Route, in Çanakkale schnaubt das trojanische

Pferd in der Abendsonne. Zeus hastet durch die Pasolini-Wüste, wirft den


Konuk Sanatçılar Judith Rosmair 203

Kubrick-Knochen. Europa als Erscheinung, als Traum, als Wunschziel. Weiter

nach Assos in die Ida-Berge, dort versammelten sich die Götter, um dem Trojanischen

Krieg zuzusehen. Ehekrach der Schatten. Mein Freak hält hochschwanger

einen Wutmonolog. Tempel der Athene. Das Meer wie Blei. Europa dirigiert in der

Agora. Stierkampf mit rotem Tuch. Wully Bully. In Adatepe machen wir Unterwasseraufnahmen.

Europa taucht ab, Europa driftet, Europa ertrinkt. Zeus bläst die

Backen. Am Strand von Dalyan, Tanz der Grazien. Zeus, der ewige Voyeur. Er

erscheint in Stiergestalt. Verführt. Raub oder Rape, das ist hier die Frage. Wild

is the wind. Eine Odyssee der Abendsonne entgegen. Liebesgeflüster, Europe is

lost. You go to my head. Auf dem Altar des Zeus. Der weiße Bulle. Er ist schön

und scheu. Morgen muss er sterben. Es ist Bayram, Opferfest, Gebete und Blut

überall. Der mein Fleisch kaut, der mein Blut trinkt, hat ewiges Leben. Abreise

mit schweren Koffern und leichten Herzen. Good bye, Auf Wiedersehen, Güle

Güle!

Avrupa’nın Güncesi

Turneye çıkmış bir tiyatrocu olarak, misal Hamlet’in kafatasının gümrüğe takılmasına

engel olmak ve Novosibirsk’te bir insan kafatası bulmaya uğraşmamak

için el bagajınızda çok tuhaf gereçler bulundurmak zorunda kalıyorsunuz. Zeus’u

oynamakla cezalandırılan Theo’nun 1 boğa maskesini tiyatronun kostüm departmanında

bulmuştum, ancak bu maskede boğa boynuzu yerine bir geyik boynuzu

vardı ve muhtemelen Noel masalındaki geyikler için kullanılmıştı. Ama sahne

arkasında hızla kostüm değiştirirken tanrıların kostümleri de bir kazaya kurban

gidebilir, dolayısıyla altı çatallı boynuza dokunmadık ve minotorumuza boğa

boynuzu takmadık. İstanbul’daki Almanya Konsolosluğu, bagajımda bir kültür

sanat faaliyetinde kullanılacak hassas bir kostüm bulundurduğumu, Taksim

Meydanı’ndaki protestocuların kılık değiştirmesine yardım etmek gibi bir amacım

olmadığını iki dilde beyan eden, antetli ve damgalı, çok resmi bir büyükelçilik

açıklaması vererek bana çok yardımcı oldu. Yani, canavarı el bagajımda taşıyacaktım.

İstanbul’a iniş yaptık. Bir plaketin üzerinde adımı gördüm. Nazik şoför ve

hanımı bana bisküvi ve su ikram ettiler, henüz Türk Lirası almamıştım. Güneş

battıktan bir süre sonra Tarabya Kültür Akademisi’ne vardık: Üzeri dikenli

tellerle kaplı yüksek duvarların ardında, muazzam, beyaz ahşap evlerle kuşatılmış

bir mini-Avrupa bölgesi. Bu Cennet Bahçesine sadece geçerli pasaportu

1 Theo Eshetu


Stipendiat*innen Judith Rosmair 204

ve içeri giriş belgesi olanlar adım atabiliyor. Ay ışığı inanılmaz yeşillikteki çimenleri

ve çiçek tarhlarını aydınlatıyor. Palmiye ağaçlarının üzerinde bir huzur,

temizlik ve düzen havası esiyor. Uyurken Türk bekçiler ve Alman bekçi köpekleri

koruyor bizi. Sabah Sinem kahve falıma bakıyor. Güçlü ve rüzgâr kadar azgın bir

kara panterin penceremin önünde uluduğunu görüyor. Aynı zamanda kuğu,

kartal, altın yağmuru, bulut, sis, ateş, satir, yılan ve karınca kılığına girerek

sayısız sevgili edinen Zeus muydu bu yoksa? Akşam, DasDas Tiyatro’da Kafka’nın

Dava’sı. Tek bir kelimesini bile anlamasam da aslında her şeyi anlıyorum. Gösteriden

sonra 77 genç kadın oyunun yıldızıyla selfie çektirmek için bekliyor. Tarabya’da

katılacağım sayısız akşam yemeğinin ilki. Herkes başkaları için yemek pişiriyor.

Dünya Kupası’nı izliyoruz, we are family. Türkiye seçime gidiyor. Komşumuz

%52’yle kıl payı kazanıyor.

Dışarıda bir curcuna. Otomobil konvoyları, bayraklar ve başörtüleri,

topluca şarkı söyleyen çocuklar: Türkiye vatanımız, Recep babamız. Gül bahçesinde

Calasso dersi. Kendime bir düşünce buketi hazırlıyorum: Avrupa ne ya da

kim? Lübnan’daki bir sahilden Girit’e kadar uzanan bir mitolojik figür mü?

Avrupa, herkesin girmek istediği, içinde oturanların dışardakilerden korunmak

için barikatları giderek yükselttiği bir ev mi? Yoksa anlam arayışında bir emperyalist

milyoner mi? 1. Sanat ve Kültür Festivali Tarabya. Bir tepenin üzerinde,

partiden kalmış minderleri ve üst üste yığılmış sandalyeleri filme çekiyoruz. Şarkı

söylüyorum: Once upon a time in Europa, after the crash and before the war ...

Mısır Çarşısı. Avrupa’nın çelengi için çiçekler. Zeus’un her yerde hayranları

var, herkes bir yarı boğa yarı insanla selfie çekmek istiyor. Sarnıca iniyoruz.

Medusa’nın önünde donakalıyoruz, ömür boyu karanlık kalacak olan suda

sazanlar yüzüyor. Sabah şafak sökerken Boğaz. Zeus jimnastik aletlerinde ilahi

bedeniyle idman yapıyor. Uzakta Asya kıtasının ışıkları parıldıyor, yunuslar suda

sıçrayarak ilerliyor. Om.

Pazar günü Rum Ortodoks Kilisesi, kırmızı halılar, kristal avizeler, ihtişamlı

ikonalar. Burada Avrupa’nın Düğünü’nü filme çekmek için izin aldık ama damat

ortalarda görünmüyor. Ay tutulması, kanlı Ay. Tragedyanın müziğin ruhundan

doğuşu. Mitolojik kahramanlarımız maske takmış tuhaf insanlara dönüşüyor.

Sadece gölgeleri görünen yaratıklar bu çökmüş korkunç evi keşfediyor. Masa

lambaları. Shining. Evde üç tekerlekli bisiklete binmek. Çatı katında devasa

boyutlarda bir gamalı haç.

Avrupa bahçedeki kulübede bir derviş gibi dans ediyor … ve dönüp

duruyor! Er mezarlığında, Erdoğan’ın güvenlik ekibinin şüpheli bakışları altında

Kabuki. Europe goes wild. Şeffaf folyo striptizi. Siesta. Aşk. Çiseleyen yağmurdan

bir gelinlik, gökyüzünden elmaslar düşüyor yeryüzüne. 50 Cent’i görmek için


Konuk Sanatçılar Judith Rosmair 205

vapurla İstanbul’a gidiyoruz. Almanya Konsolosluğu’nda film çekimi. II. Wilhelm

Türkçe rock’ta. Yarı çıplak Baküs rahibelerinin rölyefleri, onları taklit ederek

dans ediyorum. Ertesi gün Avusturya Konsolosluğu. Bir kuyruklu piyano. Neşe,

Tanrıların parlak kıvılcımı, Elysium’un kızı. Beethoven Avrupalı mı? Peki, nedir bu

“Avrupa kimliği”? İnanç mı? Dil mi? Kültür mü?

Havva sebze bahçesinde elmayı dalından koparıyor. Huzurum kalmadı,

kalbim daralıyor. Avrupa toprak ve yeryüzü. Çamurla kaplı bir manzara. Waterboarding.

Kir temizlendi. Tenis kortunda kadınlar erkeklere karşı bir maç daha.

Adam kaçırma, Boğaz üzerinden bir vapur seferi. İnsanlar gülüyor, boğayı ve

gelini pek sevdiler, duvağım rüzgârda uçuşuyor. Herkes bizimle resim çektirmek

istiyor. Bir kadın bana küpelerini hediye ediyor, beni öpüyor ve bize şans diliyor.

Avrupa rotasını takip ederek güneye doğru ilerliyoruz, Çanakkale’de Truva Atı

akşam güneşinde burnundan soluyor. Zeus aceleyle Pasolini Çölü’nden geçip

Kubrick’in kemiklerinden fal bakıyor. Bir fenomen, bir rüya, varılmak istenen

hedef olarak Avrupa. Assos’taki Kaz Dağları’na doğru ilerliyoruz, orada tanrılar

Truva Savaşı’nı izlemek için toplanmış. Gölgelerin karı koca kavgası. Karnı

burnundaki tuhaf figürden hiddet dolu bir monolog. Atina Tapınağı. Kurşun gibi

deniz. Avrupa Agora’da orkestrayı yönetiyor. Kırmızı bayraklı boğa güreşi. Wully

Bully. Adatepe’de su altında çekim yapıyoruz. Avrupa suya batıyor, Avrupa suda

sürükleniyor, Avrupa boğuluyor. Zeus yanaklarını şişiriyor. Dalyan sahilinde,

güzel kadınlar dans ediyor. Ebedi dikizci Zeus. Şimdi bir boğa görünümünde.

Baştan çıkarılmış. Soymak ya da tecavüz etmek, işte bütün mesele bu. Wild is

the wind. Akşam güneşinde bir Odysseia. Aşk fısıltıları, Europe is lost. You go to

my head. Zeus sunağında. Beyaz boğa. Güzel ve utangaç. Yarın ölmesi lazım.

Yarın bayram, Kurban Bayramı, her yerde dualar ve kan. Etimi çiğneyen, kanımı

içen ebediyen yaşar. Ağır bavullar ve hafiflemiş bir yürekle eve dönüş. Good bye,

Auf Wiedersehen, Güle Güle!


Stipendiat*innen Judith Rosmair 206

Judith Rosmair studierte Tanz in New York und

Schauspiel an der Hochschule für Theater und

Musik Hamburg. Es folgten Engagements am

Schauspielhaus Bochum, am Thalia Theater Hamburg

und an der Schaubühne Berlin. Rosmair war

außerdem Protagonistin von zahlreichen namhaften

Regisseur*innen wie Falk Richter, Dimiter Gotscheff,

Nicolas Stemann, Wilfried Minks, Torsten Fischer,

Helene Hegemann, Thomas Ostermeier, Martin Kušej,

Frank Castorf, Jürgen Gosch, Werner Schroeter. Sie

arbeitet in den Bereichen Film, TV, Hörspiel und Oper

und entwickelt eigene Performances, wie ihr bei

Presse und Publikum gefeiertes Theaterstück

CURTAIN CALL! mit dem Posaunisten Uwe

Dierksen vom Ensemble Modern. 2007 erhielt sie die

Auszeichnung als „Schauspielerin des Jahres“.

Judith Rosmair entwickelte in Tarabya mit dem

Videokünstler Theo Eshetu ein Projekt über den

Mythos Europa.

Judith Rosmair war von Juni bis August 2018

Stipendiatin der Kulturakademie Tarabya.

Judith Rosmair New York’ta dans öğrenimi gördü,

oyunculuk eğitimini Hamburg Tiyatro ve Müzik

Yüksek Okulu’nda tamamladı. Sanatçı akabinde

Schauspielhaus Bochum, Thalia Theater Hamburg ve

Schaubühne Berlin tiyatrolarında çalıştı. Rosmair

ayrıca başrol oyuncusu olarak, Falk Richter, Dimiter

Gotscheff, Nicolas Stemann, Wilfried Minks, Torsten

Fischer, Helene Hegemann, Thomas Ostermeier,

Martin Kušej, Frank Castorf, Jürgen Gosch, Werner

Schroeter gibi pek çok tanınmış yönetmenle çalıştı.

Judith Rosmair sinema, televizyon, radyo piyesleri ve

opera alanlarında çalışmalar yapıyor ve kendi performanslarını

sahneliyor, Ensemble Modern’de trombon

çalan Uwe Dierksen’le birlikte sahneye koyduğu

CURTAIN CALL! adlı tiyatro oyunu basından ve

seyirciden büyük övgü aldı. 2007 yılında Yılın

Oyuncusu ödülüne layık görüldü. Judith Rosmair

Tarabya’da video sanatçısı Theo Eshetu’yla birlikte

Europa söyleni üzerine bir proje geliştirdi.

Judith Rosmair Haziran ve Ağustos 2018

tarihleri arasında Tarabya Kültür Akademisi’nde

konuk sanatçı olarak bulundu.


Aykan

207

Safoğlu


Stipendiat*innen Aykan Safoğlu 208

Besuch (2019)

00:00:03,00 --> 00:00:06,135

Titel: Besuch

00:00:07,260 --> 00:00:12,701

Für Moyra Davey und Zeynep Sayın

00:00:13,767 --> 00:00:19,403

Dies soll ein Film darüber sein, warum ich eine Weile nicht mehr fotografieren

konnte.

00:00:23,585 --> 00:00:28,612

Gülşen Aktaş traf ich 2012 in einem Kinosaal in Berlin.

00:00:31,418 --> 00:00:36,387

Davor hatte ich von dem Alten St.-Matthäus-Kirchhof nicht gewusst.

00:00:42,921 --> 00:00:52,526

An einem Freitag, das Wochenende vom 28. September 2018, begleitete

ich Gülşen mit meiner Kamera.

00:00:58,805 --> 00:01:04,882

Sie wollte mir zeigen, wie sie ihr tagtägliches Ritual bisher durchgeführt

hatte.

00:01:07,278 --> 00:01:15,108

Und an diesem Nachmittag begann ich zu verstehen, wie ihr Plusquamperfekt

allmählich zu unserem Präsens wird.

00:01:25,475 --> 00:01:33,869

Mit Sorgfalt gießt sie die Gräber mit den hier geregneten Tränen der

woanders Hinterbliebenen.

00:01:36,153 --> 00:01:43,814

Sie faltet dabei die Zeit, näht daraus Geschichten aneinander, die sonst

zerknittert vor uns liegen.

00:01:47,753 --> 00:01:57,006

Sie grüßt Hamlet Manukyan. Sie kannte ihn zwar nicht, weiß jedoch recht

gut, was sein armenischer Name nicht verbergen kann.

00:01:59,280 --> 00:02:01,873

Auf dem Weg zu Şirin Aktaş …

00:02:06,628 --> 00:02:19,058

Gülşen und ihre drei Schwestern bringen Mama Steine von überall. Ein

jüdisches Brauchtum für Şirin – eine kurdische Gastarbeiterin aus

Dersim.


Konuk Sanatçılar Aykan Safoğlu 209

00:02:21,735 --> 00:02:27,997

Gülşen! Du pflegst ihr Grab, ich mach’ Fotos. Alle unscharf …

00:02:29,851 --> 00:02:33,189

Şirin möchte gerade nicht fotografiert werden.

00:02:34,079 --> 00:02:40,022

Das türkische Wort „ziyaret/Besuch“ stammt von dem Wort „mezar/

Grab“.

00:02:44,027 --> 00:02:48,410

Das Foto von der Beerdigung Deiner Mama findest Du in der Tasche.

00:02:51,822 --> 00:02:57,774

May Ayim: Afro-deutsche Dichterin, Freundin von Dir.

00:03:00,424 --> 00:03:05,752

„Zu früh ausgewandert“, meintest Du einmal, „aus diesen Erden“.

00:03:15,079 --> 00:03:21,130

Pause, wie Du sagst, um eine Kippe aufzuessen.

00:03:22,829 --> 00:03:33,056

Um Dich vom Ungut zu heilen, isst du manchmal „teberik“; Erde, die du

aus den heiligen Orten aus Dersim mitbringst.

00:03:35,961 --> 00:03:47,500

Israel Yinon, der angesehene Dirigent, der die Musik von Haas und

Ullmann aus dem KZ befreite, brach vor seinem Publikum zusammen.

00:03:50,548 --> 00:04:00,563

Die Lesben-WG, die künftige Ruhestätte deiner langjährigen lesbischen

Künstlerfreundinnen. Du hoffst, sie ziehen nie ein …

00:04:01,661 --> 00:04:10,063

Und der von Treitschke. Dank eurer Initiative wurde diesem Antisemiten

sein Ehrengrab aberkannt.

00:04:12,507 --> 00:04:21,268

Du passierst in Wellen der Trauer, vor’m Denk mal positHIV, im Gedenken

an die Opfer von AIDS.

00:04:24,274 --> 00:04:29,305

Ich war, ich bin, ich werde sein.

00:04:33,076 --> 00:04:38,894

Mem û Zîn, das klassische kurdische Epos, liest Du den Gebrüdern Grimm

vor.

00:04:48,702 --> 00:04:58,669

Jahrelang hat Helga Goetze auf dem Breitscheidplatz protestiert. Nun

übernimmst Du die Wache: „Ficken für Frieden!“


Stipendiat*innen Aykan Safoğlu 210

00:05:03,825 --> 00:05:07,265

„So viele Tote, für wessen Kriege denn?“

00:05:12,827 --> 00:05:23,693

Im Cafe, vor der Türkentaube … Der Vogel wird seit den 60ern in

Deutschland gesichtet, daher der Name.

00:05:29,477 --> 00:05:32,347

Du bist wohl eine kurdische Taube!

00:05:35,707 --> 00:05:48,128

Erster Versuch für ein gemeinsames Foto. Du flüchtest, mein Schatten

bleibt im Spiegel, unterbelichtet.

00:05:54,565 --> 00:06:12,393

Es ist kein Maikäfer, sondern ein Hubschrauber, der für Sicherheitsmaßnahmen

eingesetzt wird, die für das Staatsoberhaupt eines uns familiären

Landes bestimmt sind.

00:06:17,190 --> 00:06:32,948

Unruhig machen wir uns auf den Heimweg, um das Gefühl der Gefolgschaft

loszuwerden. Und die traurige Nachricht kommt: Dein Genosse

Rajwant ist tot.

00:06:39,037 --> 00:06:45,714

Heute ist der 29. September, Schabbes … Der Zug fährt ein.

00:06:50,231 --> 00:06:55,718

Die Brücke der S1, die entlang des Friedhofs nach Wannsee fährt.

00:06:58,411 --> 00:07:02,579

Die Gleise scheiden den Friedhof vom ,Türken‘markt.

00:07:05,674 --> 00:07:13,522

Jacob Grimm starb bei der Bearbeitung des deutschen Wörterbuchs,

nämlich bei dem Artikel „Frucht“.

00:07:15,207 --> 00:07:20,196

Verhandelt wird in Deutschland aber nicht nur der Preis für Obst.

00:07:22,295 --> 00:07:27,305

Du kommst fast jeden Tag hierher, pünktlich wie der Zug.

00:07:28,365 --> 00:07:31,071

Zuflucht vor dem Wahnsinn des Alltags.

00:07:33,148 --> 00:07:36,710

Du bist Teil einer stillen Trauergemeinde.

00:07:38,163 --> 00:07:45,611

Autodidaktische Gärtnerin. Deine nässenden Augen schreien Rajwant,

wir schweigen.


Konuk Sanatçılar Aykan Safoğlu 211

00:07:50,626 --> 00:07:53,755

Du kennst all die Blumen in Mays Garten.

00:07:57,629 --> 00:08:07,973

Ein Bild von einem Bild von dem Grab Deines Vaters in Kurdistan: Aziz

Aktaş. Ein Bild ist ein Grab.

00:08:10,778 --> 00:08:13,895

Noch ein Kippenzug und es geht weiter.

00:08:15,698 --> 00:08:21,254

Man hört die Worte der hier Ruhenden, wenn man diese aus der Stille

herausliest.

00:08:33,270 --> 00:08:38,460

Hedwig Dohm, die Frauenaktivistin, und ihr Porträt und Du.

00:08:40,884 --> 00:08:48,076

Rudy Stevenson hat auch Lieder für Nina Simone gemacht. Du warst

einmal bei seinem Jazz-Konzert in Berlin.

00:08:51,667 --> 00:08:56,981

„Ach Nurşen ist da!“ Deine Schwester hat uns Walnüsse aus ihrem

Garten gebracht.

00:08:58,923 --> 00:09:04,826

Vor ihrem queeren Dasein liegt das Denkmal für Kitty Kuse, eine lesbische

Aktivistin.

00:09:07,965 --> 00:09:15,483

Du erzählst, dass Dein zweites Baby zu früh kam. Du hast es jeden Tag

gewogen, Dir Notizen gemacht.

00:09:18,948 --> 00:09:24,493

Fotografie ist Schreiben mit Licht. Meine Kamera, Dein Stift …

00:09:27,574 --> 00:09:32,535

Die Pädagogin Birgit Rommelspacher hat Dich sehr geprägt als Sozialarbeiterin.

00:09:35,906 --> 00:09:41,694

Und vor Ovo Maltine, dieser legendären Berliner Drag-Künstlerin, hast

Du großen Respekt.

00:09:45,018 --> 00:09:55,959

Die Lorbeerblätter, die ich für Dich in Istanbul vom Aşiyan-Friedhof

gepflückt habe. Aşiyan bedeutet „Vogelnest“ auf Farsi …

00:10:00,269 --> 00:10:06,926

Du schenkst diese gleich Friedrich (Drake), dem Bildhauer der

Siegessäule.


Stipendiat*innen Aykan Safoğlu 212

00:10:11,161 --> 00:10:16,940

Vor der Mauer der anonymen Gräber bist Du immer besonders still,

nachdenklich.

00:10:18,674 --> 00:10:30,907

Hier stand mal das Mausoleum der Langenscheidt-Familie, nun ein Bild

davon. Aufgrund Hitlers Plänen für Germania ist der Friedhof damals fast

abgerissen worden.

00:10:32,668 --> 00:10:38,648

Hitler-Attentäter Claus von Stauffenberg war letztendlich auch ein Nazi,

nicht wahr?

00:10:42,502 --> 00:10:48,200

Wie schön ist das Summen der Friedhofsbienen. Hast du jemals ihren

Honig gekostet?

00:10:52,589 --> 00:10:59,262

Dieser Baum im Gezi-Park lebte damals vielleicht noch, als ich ebendort

aufhörte zu fotografieren,

00:11:00,064 --> 00:11:06,398

weil das Summen der Menschenmasse auf diesem ehemaligen armenischen

Friedhof überwältigend schön war.

00:11:10,438 --> 00:11:15,048

Summ, summ, summ! Gülşen, summ herum!

00:11:22,294 --> 00:11:28,395

Ich stelle fest, Du fotografierst Sankt Matthäus jeden Tag durch Deine

Trauerarbeit.

00:11:32,151 --> 00:11:38,993

Dich wollte ich dabei fotografieren, mit der Hoffnung, Deine sonst

verborgenen Nähte sichtbar zu machen.

00:11:54,025 --> 00:12:04,951

Heute ist Sonntag, der 30. September. Der Markt ist längst weg, die

Spuren der Zugvögel jedoch sind im Himmel festgeschrieben.

00:12:05,000 --> 00:12:08,000

mit Gülşen Aktaş and Nurşen Aktaş

00:12:08,000 --> 00:12:11,000

von Aykan Safoğlu

00:12:11,000 --> 00:12:15,000

Schnitt: Mertcan Mertbilek

Ton: Berk Sivrikaya

Englische Übersetzung: Todd Sekuler


Konuk Sanatçılar Aykan Safoğlu 213

Türkische Übersetzung: Şeyda Öztürk

Untertitel: Gizem Bayıksel

Das Bild vom Gezi-Park: Gizem Bayıksel

00:12:15,000 --> 00:12:20,000

Şirin Aktaş, Gülşen Aktaş, Nurşen Aktaş, Aynur Aktaş, Ayşen Aktaş,

Marion Aktaş-Linde, Bertram von Boxberg, Marieanne Roth, Konstantin

Lom, Elke aus dem Moore und ihr wunderbares Team an der Akademie

Schloss Solitude

Kristina Kramer, Volkan Şenozan, Shigeo Arikawa, Nadja Krüger, Bilge

Taş, Denise Helene Sumi, Fanny Hauser, Carolina Nöbauer, Hasan

Safoğlu, Nevin Safoğlu, Uta Schneider, KevinSpace, Studio PUL, Stüdyo

Kristalcolor, Fotopioniere L@N GmbH, Kulturakademie Tarabya, Efeu e. V.,

Schlosspost, anorak

00:12:20,000 --> 00:12:25,000

Unterstützt vom Berliner Senat durch ein Recherchestipendium, 2018

Entstanden im Rahmen von Aykan Safoğlus Aufenthaltsstipendium an der

Akademie Schloss Solitude, 2018/19. Die türkischen Untertitel wurden

unterstützt von der Kulturakademie Tarabya, 2019.

Mit freundlicher Genehmigung von der Zwölf-Apostel-Kirche

© 2019

Ziyaret (2019)

00:00:03:00 --> 00:00:06:135

Başlık: Ziyaret

00:00:07,260 --> 00:00:12,701

Moyra Davey ve Zeynep Sayın için...

00:00:13,767 --> 00:00:19,403

Bir süre neden hiç fotoğraf çekemediğimin öyküsünü anlatmak için bu film.

00:00:23,585 --> 00:00:28,612

Gülşen Aktaş’la 2012’de, Berlin’de bir sinema salonunda tanıştım.

00:00:31,418 --> 00:00:36,387

Onunla tanışmadan önce Eski St.-Matthäus-Kirchhof mezarlığının adını

bile duymamıştım.


Stipendiat*innen Aykan Safoğlu 214

00:00:42,921 --> 00:00:52,526

Bir Cuma günü, 28 Eylül 2018’de, fotoğraf makinemle Gülşen’e eşlik ettim.

00:00:58,805 --> 00:01:04,882

Bana günlük ritüelini şimdiye dek nasıl yerine getirmiş olduğunu

göstermek istemişti.

00:01:07,278 --> 00:01:15,108

İşte o öğleden sonra, onun-miş’li geçmiş zamanının nasıl gitgide bizim

şimdiki zamanımıza dönüştüğünü kavramaya başladım.

00:01:25,475 --> 00:01:33,869

Başka diyarlarda geride kalanların –sanki buraya yağmur olup düşsün

diye– döktükleri gözyaşlarıyla Gülşen mezarları özenle suluyor.

00:01:36,153 --> 00:01:43,814

Bunu yaparken zamanı büküyor ki, ondan hikayeler devşirip birbirine

iliştirebilsin; yoksa darmadağın önümüze serilecekler.

00:01:47,753 --> 00:01:57,006

Hamlet Manukyan’ı selamlıyor. Yaşarken onu tanımamış olsa da, Ermenice

adının gizleyemediklerine gayet aşina.

00:01:59,280 --> 00:02:01,873

Oradan doğru Şirin Aktaş’a…

00:02:06,628 --> 00:02:19,058

Gülşen ve üç kız kardeşi gittikleri her yerde daha sonra annelerinin

mezarına bırakmak için taş topluyorlar. Dersimli Kürt misafir işçi Şirin için

bir Yahudi âdetini yerine getiriyorlar.

00:02:21,735 --> 00:02:27,997

Gülşen! Sen onun mezarını temizlerken ben de fotoğraf çekeyim…

00:02:29,851 --> 00:02:33,189

Şirin şu anda fotoğrafının çekilmesini istemiyor.

00:02:34,079 --> 00:02:40,022

Türkçe “Ziyaret” sözcüğü “Mezar” sözcüğünden türetilmiş.

00:02:44,027 --> 00:02:48,410

Annenin toprağa verilişi sırasında çekilen fotoğrafı çantanda buluyorsun.

00:02:51,822 --> 00:02:57,774

May Ayim: Afro-Alman şair arkadaşın.

00:03:00,424 --> 00:03:05,752

Bir keresinde “Çok erken göçtü gitti bu dünyadan”, demiştin.

00:03:15,079 --> 00:03:21,130

Senin deyiminle bir sigara ziyafeti için mola veriyoruz.


Konuk Sanatçılar Aykan Safoğlu 215

00:03:22,829 --> 00:03:33,056

Bazen şifa niyetine “teberik” yiyorsun – Yani Dersim’deki kutsal

yerlerden alıp yanında getirdiğin toprağı.

00:03:35,961 --> 00:03:47,500

Haas ve Ullmann’ın müziğini toplama kamplarından kurtararak özgürleştiren

saygın orkestra şefi Israel Yinon; sahnede dinleyiciler önünde

aniden yığılıp kalmış.

00:03:50,548 --> 00:04:00,563

Kadim lezbiyen sanatçı dostlarının gelecekteki istirahatgahı; Lezbiyen

Komünü... Umuyorsun ki, hiç buraya yerleşmek zorunda kalmasınlar...

00:04:01,661 --> 00:04:10,063

Bu da von Treitschke’nin mezarı. Sizin girişimleriniz sayesinde bu antisemitistin

mezarından anıt mezar ibaresi kaldırıldı.

00:04:12,507 --> 00:04:21,268

AIDS kurbanları için dikilmiş Denk mal positHIV anıtı önünden geçerken

derin bir hüzün dalgası kaplıyor benliğini.

00:04:24,274 --> 00:04:29,305

Vardım, varım, var olacağım.

00:04:33,076 --> 00:04:38,894

Grimm Kardeşler’e klasik Kürt destanı Mem û Zîn’den pasajlar okuyorsun.

00:04:48,702 --> 00:04:58,669

Helga Goetze yıllarca bıkıp usanmadan Breitscheidplatz’ta eylemdeymiş.

Şimdi nöbeti sen devralıyorsun: “Barış için Düzüşün!”

00:05:03,825 --> 00:05:07,265

“Sahi, bunca insan kimin savaşı uğruna öldü?”

00:05:12,827 --> 00:05:23,693

Kafede, Türk Güvercini’nin önünde… Bu kuş Almanya’da 60’lı yıllardan

itibaren görülmeye başladığı için bu adı almış.

00:05:29,477 --> 00:05:32,347

Hoş, sen de bir Kürt Güvercinisin!

00:05:35,707 --> 00:05:48,128

İlk ortak fotoğraf girişimi. Sen kaçıyorsun, benim gölgem ise aynaya

düşüyor, az pozlanmış.

00:05:54,565 --> 00:06:12,393

Mayıs böceği değil de, bir helikopter bu, ikimizin de gayet aşina olduğu

bir ülkenin başkanı için alınmış güvenlik önlemlerinin vızıldayan parçası.


Stipendiat*innen Aykan Safoğlu 216

00:06:17,190 --> 00:06:32,948

Takip edildiğimiz hissinden kurtulmak için endişeli bir halde evin yolunu

tutuyoruz. Ve kötü haber geliyor: Yoldaşın Rajwant ölmüş.

00:06:39,037 --> 00:06:45,714

Bugün 29 Eylül, Roş Aşana… Tren perona yaklaşıyor.

00:06:50,231 --> 00:06:55,718

Mezarlık boyunca Wannsee yönünde ilerleyen S1 treninin viyadüğü.

00:06:58,411 --> 00:07:02,579

Tren rayları, mezarlığı “Türk” pazarından ayırıyor.

00:07:05,674 --> 00:07:13,522

Jacob Grimm Almanca sözlüğü üzerinde çalışırken, tam da “Frucht”

(meyve / netice / verim) maddesini yazarken ölmüş

00:07:15,207 --> 00:07:20,196

Oysa meyve fiyatları Almanya’da müzakere edilen tek konu değil tabii.

00:07:22,295 --> 00:07:27,305

Her gün, bir tren gibi dakik, aynı saatte buraya geliyorsun.

00:07:28,365 --> 00:07:31,071

Günlük hayatın cinnetinden buraya kaçıyorsun.

00:07:33,148 --> 00:07:36,710

Suskun bir yas cemaatine üyesin sen.

00:07:38,163 --> 00:07:45,611

Bahçıvanlığı kendi kendine öğrenmişsin. Yaşlarla dolu gözlerin Rajwant’ın

adını haykırıyor. Susuyoruz.

00:07:50,626 --> 00:07:53,755

May’ın bahçesindeki bütün çiçeklerin adını biliyorsun.

00:07:57,629 --> 00:08:07,973

Baban Aziz Aktaş’ın Kürdistan’daki mezarının fotoğrafının fotoğrafı... Bir

mezardır, fotoğraf karesi.

00:08:10,778 --> 00:08:13,895

Sigaradan bir nefes daha çekip yola devam ediyoruz.

00:08:15,698 --> 00:08:21,254

Sessizliğe kulak kabartınca burada yatanların sözlerini işitebilirsin.

00:08:33,270 --> 00:08:38,460

Kadın hakları aktivisti Hedwig Dohm ve onun portresi ve sen.

00:08:40,884 --> 00:08:48,076

Rudy Stevenson, Nina Simone için de birkaç şarkı yazmış. Bir keresinde

Berlin’de verdiği bir caz konserine gitmişsin.


Konuk Sanatçılar Aykan Safoğlu 217

00:08:51,667 --> 00:08:56,981

“Aa, Nurşen gelmiş!” Kız kardeşin bahçesinden bizim için topladığı

cevizleri getirmiş.

00:08:58,923 --> 00:09:04,826

Nurşen’in kuir varlığı önünde lezbiyen aktivist Kitty Kuse için yapılmış

anıt uzanıyor.

00:09:07,965 --> 00:09:15,483

İkinci bebeğinin erken doğduğunu anlatıyorsun. Onu her gün tartıp

kilosunu not etmişsin.

00:09:18,948 --> 00:09:24,493

Fotoğraf ışıkla yazı yazma sanatı. Benim fotoğraf makinem, senin kalemin

00:09:27,574 --> 00:09:32,535

Pedagog Birgit Rommelspacher sosyal hizmet çalışmalarında seni

derinden etkilemiş.

00:09:35,906 --> 00:09:41,694

Ve efsanevi Berlinli Drag sanatçısı Ovo Maltine’ye epey hürmet edersin.

00:09:45,018 --> 00:09:55,959

İstanbul’daki Aşiyan Mezarlığından senin için topladığım defne yaprakları...Aşiyan

Farsçada “kuş yuvası” demek...

00:10:00,269 --> 00:10:06,926

Defne yapraklarını hemen Siegessäule’nin (Zafer Sütunu) heykeltıraşı

Friedrich’e (Drake) hediye ediyorsun.

00:10:11,161 --> 00:10:16,940

Meçhuller mezarlığının duvarı önünde hep sessiz ve düşünceli bir ruh

haline bürünürsün.

00:10:18,674 --> 00:10:30,907

Burada bir zamanlar bir aile kabristanı varmış, Langenscheidt Ailesinin.....

Şimdiyse bir sureti, geriye kalan.... Hitler’in Germania projesi

nedeniyle mezarlığın neredeyse tamamı yıkılmış.

00:10:32,668 --> 00:10:38,648

Hitler’e suikast girişiminde bulunan Claus von Stauffenberg de nihayetinde

bir Nazi değil miydi?

00:10:42,502 --> 00:10:48,200

Mezarlıktaki arılar ne güzel vızıldıyor. Bu arıların balından tattın mı hiç?

00:10:52,589 --> 00:10:59,262

Gezi Parkındaki bu ağaç, ben orada fotoğraf çekmeye son verdiğimde

hala yaşıyordu belki de,


Stipendiat*innen Aykan Safoğlu 218

00:11:00,064 --> 00:11:06,398

tevekkeli değil, bu eski Ermeni mezarlığının üzerinde toplanan kitlelerden

yükselen uğultu olağanüstü güzellikteydi.

00:11:10,438 --> 00:11:15,048

Vız, vız, vız! Vızılda Gülşen!

00:11:22,294 --> 00:11:28,395

Bu gezintide anladım ki, sen yas tutarak aslında her gün St.-Matthäus’un

fotoğrafını çekiyorsun.

00:11:32,151 --> 00:11:38,993

Aksi takdirde saklı kalacak teğellerini görünür kılayım diye, ben de senin

fotoğrafını çekeyim istemiştim.

00:11:54,025 --> 00:12:04,951

Bugün 30 Eylül, Pazar. Pazaryeri dağılalı çok oldu; ama göçmen kuşların

gökyüzünde bıraktığı izler sanki ebediyete yazılmış.

00:12:05,000 --> 00:12:08,000

Gülşen Aktaş ve Nurşen Aktaş ile

00:12:08,000 --> 00:12:11,000

Aykan Safoğlu

00:12:11,000-->00:12:15,000

Kurgu: Mertcan Mertbilek

Ses: Berk Sivrikaya

İngilizce çeviri: Todd Sekuler

Türkçe çeviri: Şeyda Öztürk

Altyazılar: Gizem Bayıksel

Gezi Parkı Fotoğrafı: Gizem Bayıksel

00:12:15,000 --> 00:12:20,000

Şirin Aktaş, Gülşen Aktaş, Nurşen Aktaş, Aynur Aktaş, Ayşen Aktaş,

Marion Aktaş-Linde, Bertram von Boxberg, Marieanne Roth, Konstantin

Lom, Elke aus dem Moore ve Akademie Schloss Solitude’un muhteşem

ekibi, Kristina Kramer, Volkan Şenozan, Shigeo Arikawa, Nadja Krüger,

Bilge Taş, Denise Helene Sumi, Fanny Hauser, Carolina Nöbauer, Hasan

Safoğlu, Nevin Safoğlu, Uta Schneider, KevinSpace, Studio PUL, Stüdyo

Kristalcolor, Fotopioniere L@N GmbH, Tarabya Kültür Akademisi, Efeu

e.V., Schlosspost, anorak

00:12:20,000 --> 00:12:25,000

Berlin Senatosu 2018 Araştırma Bursu desteğini almıştır.


Konuk Sanatçılar Aykan Safoğlu 219

Aykan Safoğlu’nun Akademi Schloss Solitude’da konuk sanatçı olarak

bulunduğu dönemde çekilmiştir, 2018/19. Türkçe alt yazı çevirisi Tarabya

Kültür Akademisi tarafından desteklenmiştir, 2019.

Zwölf-Apostel-Kirche’nin izniyle

© 2019

Aykan Safoğlu, geboren in Istanbul, pendelt seit

Oktober 2019 zwischen Wien und Berlin. Er erhielt

seinen Masterabschluss (MFA) in Fotografie von der

Milton Avery Graduate School of the Arts am Bard

College, New York und einen Masterabschluss (MA)

im Rahmen des Masterprogramms Art in Context der

Universität der Künste Berlin. Aykan Safoğlus

Arbeiten, in denen er offene Fragen der kulturellen

Zugehörigkeit, Kreativität und Verwandtschaft

stellt, schaffen Beziehungen – gar Freundschaften

– über kulturelle, geografische, linguistische und

zeitliche Grenzen hinweg. Zu seinen letzten

Ausstellungen zählen 2019 ziyaret / visit im Kevin

Space Wien und 2016 Off-White Tulips am Ystads

konstmuseum, Schweden. Ausgewählte Gruppenausstellungen

sind Imagined Communities, 21st

Contemporary Art Biennial Sesc_Videobrasil (2019),

Klassensprachen, Kunsthalle Düsseldorf (2018),

Father Figures are Hard to Find, nGbK Berlin (2016)

und Home Works 7, Ashkal Alwan, Beirut/Libanon

(2015).

Aykan Safoğlu war von Januar bis August 2019

Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.

Aykan Safoğlu İstanbul’da doğdu, 2019’un Ekim

ayından beri Viyana ve Berlin’de yaşıyor ve çalışıyor.

UdK Berlin‘in Art in Context isimli yüksek lisans

programından (MA) mezun oldu. Safoğlu, fotoğraf

alanında yüksek lisans eğitimini (MFA) Bard

College’ın Milton Avery Sanat Yüksek Lisans

Okulu’nda (NY/ABD) tamamladı. Aykan Safoğlu’nun

yapıtları kültürel, coğrafi, dilsel ve zamansal sınırlar

arasında ilişkiler, hatta dostluklar kurar. Film,

fotoğraf ve performans gibi pek çok çeşitli mecrada

üreten sanatçı kültürel aidiyet, yaratıcılık ve

akrabalık konularında ucu açık araştırmalar yapar.

Son dönemde ziyaret/visit (Kevin Space, Viyana

2019) ve Off-White Tulips (Ystads konstmuseum

2016) başlıklı iki kişisel sergi gerçekleştirmiştir.

Yakın dönemde katıldığı karma sergiler arasında ise

Imagined Communities, 21st Contemporary Art

Biennial Sesc_Videobrasil (2019), Klassensprachen,

Kunsthalle Düsseldorf (2018), Father Figures are

Hard to Find, nGbK Berlin (2016), Home Works 7,

Ashkal Alwan, Beirut (2015) sayılabilir.

Safoğlu, 2019 yılının Ocak-Ağustos ayları

arasında Tarabya Kültür Akademisi’nde konuk

sanatçı olarak bulunmuştur.


Defne Şahin

220


Konuk Sanatçılar Defne Şahin 221

1

2


Stipendiat*innen Defne Şahin 222

3

4

1–3 Foto/Fotoğraf: Defne Şahin, Istanbul/İstanbul 2018

4 Defne Şahin Band: Igor Spallati, Martin Krümmling, Defne Şahin, Johannes Ballestrem, Istanbul/

İstanbul 2018, Foto/Fotoğraf: AL


Konuk Sanatçılar Defne Şahin 223

„What’s behind this door?“

Während meiner Zeit in der Kulturakademie habe ich mein Album Unravel veröffentlicht,

eine Tournee mit meiner Band in Istanbul, Ankara und auf der Biennale

in Çanakkale gespielt, mit meinem Aşık Duo intensiv geprobt und ein schönes

Konzert im Pera Palace Hotel gegeben.

Vor allem aber habe ich mich mit dem Thema Angst beschäftigt.

Die Heimat meiner Eltern habe ich schon oft bereist, und ich lebte auch

eine Zeit lang in Istanbul, das ich neben Berlin und New York mein Zuhause

nenne. Bei diesen Türkeiaufenthalten habe ich mir Ängste vor Verkehrsunfällen

und sexuellen Übergriffen angeeignet, doch jetzt kam die Angst vor Terroranschlägen

dazu. Es war die Zeit der vielen Terrorwarnungen, und der Anschlag

auf der İstiklâl Caddesi am 19. März 2016 fiel genau in meine Stipendienzeit.

Ich hatte so sehr Angst davor, einen Terroranschlag mitzuerleben, dass

ich es vermied, in die Stadt zu fahren, in die U-Bahn zu steigen und in Einkaufszentren

zu gehen. Sogar Konzertbesuche ließ ich ausfallen, weil ich mich nicht

in große Menschenmengen begeben wollte. Keine gute Voraussetzung für eine

Stadt wie Istanbul. Auf dem Weg zu meiner Plattenfirma in Unkapanı verdächtigte

ich einen jungen Mann mit zwei Koffern und benachrichtigte den Bahnhofsangestellten,

der mich gelassen anlächelte. Er muss schon einige aufgeregte

Passanten erlebt haben, dachte ich mir und fuhr mit Tränen in den Augen

zurück nach Tarabya.

Mein geliebtes Istanbul, ich erkannte es nicht wieder. Es vergingen

Wochen, bis ich mich freier in der Stadt bewegen konnte.

An einem sonnigen, verkehrsberuhigten Samstagmorgen wollte ich über

die Straße vor der Kulturakademie joggen und fand mich nur wenige Augenblicke

später blutüberströmt auf dem Rücken liegend wieder. Ein Motorrad hatte

mich direkt vor dem Tor umgefahren.

Drei Tage vorher fotografierte ich genau diesen Unfallort durch das Tor

der Kulturakademie und veröffentlichte das Foto auf Instagram mit der Frage:

„What’s behind this door?“

Wovor ich mich gefürchtet hatte, war eingetreten, an der Stelle, die ich kurz

vorher bildlich festgehalten hatte.

„Isn’t it ironic“, hätte Alanis Morissette gesungen, doch während meiner

Fahrt im Krankenwagen ertönte Lobna in meinem Ohr. Ein Lied, das ich für meine

Freundin schrieb, die während der Gezi-Proteste von einer Tränengasgranate


Stipendiat*innen Defne Şahin 224

getroffen wurde und wochenlang im Koma lag. Ich hoffte, wieder gesund zu

werden, und versuchte, klare Gedanken zu fassen.

Warum haben mich meine Ängste eigentlich nicht beschützt? Und wovor konnte

ich jetzt noch Angst haben? Aus Ängsten wurden Sorgen, nicht wieder gesund

zu werden, aber sie verflogen zum Glück.

Nach meiner Genesung fing ich an, Menschen in New York, Berlin und

Istanbul dieselben zwölf Fragen über Angst zu stellen, und nahm die Antworten

auf. Inzwischen sind es fast 40 Interviews. Sie wurden an ganz unterschiedlichen

Orten wie Cafés, Wohnungen und im Park aufgenommen und sind damit von

urbanen Klängen der jeweiligen Stadt untermalt. Gleichzeitig machte ich Fotos

und Videos von Verkehrssituationen in den Städten. Ausgehend von dem Foto

meines Unfallortes suchte ich nach Motiven aus Fenstern, Türen oder Toren

heraus, Blicke auf das Meer oder Flüsse und Brücken, Blicke aus der Berliner

U-Bahn, New Yorker Metro, den Fähren in Istanbul.

Und, was ist deine größte Angst?

Lobna

Sitting there and believing in a tree.

Music, laughter surround her.

Lady in pink, soon she’s covered in dark blood,

facing death now she’s sleeping.

Hours moving slowly,

days don’t seem to pass.

Wake up, dear.

Fly, run, hide, where green is turned to grey.

Still her dreams live.

“What’s behind this door?”

Tarabya Kültür Akademisi’inde kaldığım sürede Unravel adlı albümümü yayınladım,

müzik grubumla turneye çıktım ve İstanbul ve Ankara’da ve Çanakkale

Bienali’nde konserler verdim, Aşık Duo adlı grubumla sık sık prova yaptım ve

Pera Palas’ta güzel bir konser verdim.

Ama en önemlisi, korku kavramına odaklandım.


Konuk Sanatçılar Defne Şahin 225

Anne babamın anavatanını daha önce çok kez ziyaret etmiş, hatta bir dönem

İstanbul’da yaşamıştım ve bu şehri, tıpkı Berlin ve New York gibi esas yurdum

olarak görmeye başlamıştım. Türkiye’de kaldığım bu dönemlerde trafik kazaları

ve cinsel saldırılardan özellikle korkmaya başlamıştım ama şimdi de terör saldırılarından

korku eklenmişti bunların üzerine. Tam o sıralar, sık sık terör saldırısı

uyarıları yapılıyordu, İstiklal Caddesi’nde silahlı saldırının olduğu 19 Mart

2016’da ben Kültür Akademisi konuk sanatçısı olarak ülkede bulunuyordum.

Bir terör saldırısına maruz kalmaktan o kadar korkuyordum ki, kent merkezine

inmekten, metroyla yolculuk etmekten ve alışveriş merkezlerine gitmekten

sakınıyordum. Konsere gitmeyi bile bırakmıştım çünkü kalabalık yerlerde

bulunmak istemiyordum. İstanbul gibi bir şehre hiç uygun olmayan bir şart

elbette bu. Bir gün, Unkapanı’ndaki plak şirketime giderken elinde iki valiz

taşıyan genç bir adamdan şüphelendim ve gar yetkilisine haber verdim ama bana

soğukkanlılıkla gülümsemekle yetindi. Herhalde bir sürü heyecanlı tiple uğraşmak

zorunda kalmıştır diye düşünerek gözümde yaşlarla Tarabya’ya geri döndüm.

Benim canım İstanbul’um, artık onu tanıyamıyordum. Şehirde rahatlıkla

gezebilecek aşamaya ancak birkaç hafta sonra gelebildim.

Güneşli, sakin bir Cumartesi sabahı, jogging yapmak üzere Kültür Akademisi’nin

üzerinde bulunduğu caddeye çıktım ve sadece birkaç dakika sonra

kendimi kanlar içinde sırt üstü yere düşmüş halde buldum. Daha kapıdan çıkar

çıkmaz yoldan geçen bir motosiklet beni çiğnemişti.

Bu olaydan üç gün önce kazanın olduğu giriş kapısının fotoğrafını çekmiş

ve “What’s behind this door?” yorumuyla Instagram’da yayınlamıştım. Yani daha

kısa bir süre önce resmini çektiğim noktada, korktuğum başıma gelmişti.

Alanis Morisette’in “Isn’t it ironic?” diye bir şarkısı var ama ben ambulansla

hastaneye götürülürken Lobna şarkısı kulaklarımdaydı. Gezi Ayaklanması

sırasında başına göz yaşartıcı gaz kapsülü isabet eden ve haftalarca komada

yatan bir arkadaşım için yazdığım bir şarkıydı bu. Ben de tekrar sağlıklı olmak

istiyordum ve bilincimi kaybetmemek için çaba gösteriyordum.

Korkularım beni neden koruyamamıştı? Peki, şimdi neyden korku duyacaktım?

Korkularımın yerini, sağlık endişeleri almıştı ama neyse ki bu endişelerim

silinip gitti.

İyileştikten sonra New York, Berlin ve İstanbul’da çeşitli kişilere korku

üzerine on iki soru yönelttim ve yanıtlarını kaydettim. Aradan geçen zamanda

neredeyse 40 röportaj gerçekleştirdim. Evler, parklar vb. çeşitli yerlerde yaptığım

bu röportajlara bulundukları şehrin sesleri eşlik ediyor. Bir yandan da, bu şehirlerin

çeşitli ortamlarında trafiği fotoğrafa ve filme çektim. Kaza yerinde çektiğim

fotoğraftan yola çıkarak, pencerelerde, kapılarda, geçitlerde; denizlere,


Stipendiat*innen Defne Şahin 226

nehirlere ve köprülere ve Berlin metrosunda, New York metrosunda, İstanbul

vapurlarında manzaraya bakarak kazanın ardındaki nedenleri bulmaya çalıştım.

Peki, senin en büyük korkun ne?

Defne Şahin (*1984, Berlin), Jazzsängerin und

Komponistin, studierte an der Universität der

Künste Berlin und der Escola Superior de Música de

Catalunya in Barcelona Jazz-Gesang, 2014 erhielt

sie den Master of Music in Vocal-Jazz-Performance

an der Manhattan School of Music in New York. Sie

lernte u. a. bei David Friedman, Julia Hülsmann und

Theo Bleckmann. Ihr Debüt-Album Yaşamak: To Live

with the Words of Nâzım Hikmet wurde in der Reihe

„Jazz Thing Next Generation“ bei Double Moon

Records und in der Türkei bei Kalan Müzik veröffentlicht.

Ihr zweites Album Unravel (Fresh Sound

Records) wurde von dem argentinischen Pianisten

und Komponisten Guillermo Klein produziert. Şahin

gab weltweit Konzerte u. a. in der Carnegie Hall New

York und trat mit Musikern wie Jay Clayton, Elias

Stemeseder, Fabian Almazan und Henry Cole auf.

2011 wurde sie als Teilnehmerin des Popcamp vom

Deutschen Musikrat ausgezeichnet, 2017 erhielt sie

das Jazz-Stipendium des Berliner Senats.

Defne Şahin war von März bis Juni 2016 sowie

im Rahmen einer Verlängerung im Juni und

September 2018 Stipendiatin der Kulturakademie

Tarabya.

Defne Şahin (1984, Berlin), caz müzisyeni ve besteci,

Berlin Güzel Sanatlar Üniversitesi ve Escola Superior

de Música de Catalunya Barcelona’da caz müziği şan

öğrenimi gördü. 2014 yılında New York’ta Manhattan

School of Music’te Vocal Jazz Performance dalında

yüksek lisans eğitimini tamamladı. Sanatçı, öğrenimi

süresince David Friedman, Julia Hülsmann ve Theo

Bleckmann’dan dersler aldı. İlk albümü Yaşamak – to

live with the words of Nâzım Hikmet Almanya’da,

Double Moon Records’ın “Jazz Thing Next Generation”

dizisinde ve Türkiye’de Kalan Müzik tarafından

yayınlandı. Defne Şahin’in ikinci albümü Unravel

(Fresh Sound Records) Arjantinli piyanist ve besteci

Guillermo Klein tarafından New York’taki Sear Sound

Studio’da kaydedildi. Şahin New York Carnegie Hall

gibi ünlü konser salonlarında sahne aldı ve Jay

Clayton, Elias Stemeseder, Fabian Almazan ve Henry

Cole gibi dünyanın her yanından müzisyenlerle

birlikte konserler verdi. 2011 yılında Alman Müzik

Konseyi’nin popüler müzik ustalık sınıfı Pop Camp’e

davet edildi, 2017’de Berlin Senatosu’nun caz

bursunu kazandı.

Defne Şahin Mart-Haziran 2016’da Tarabya

Kültür Akademisi’nin konuk sanatçısı olarak

İstanbul’da bulundu. 2018’in Haziran ve Eylül ayları

arasında konuk sanatçı olarak tekrar Kültür

Akademisi’nde kaldı.


Cymin

227

Samawatie


228

1

2

1,2 Divan Berlin–Istanbul. TransPositionen zwischen Lyrik und Musik, Bahçeşehir Universität,

Istanbul / Divan Berlin–İstanbul. Şiirle Müzik arasında Aktarımlar, Bahçeşehir Üniversitesi

İstanbul, 07.12.2018, Foto / Fotoğraf: Yücel Kurşun

3 Kompositionen für Divan Berlin–Istanbul, Musikraum Tarabya, Istanbul, September 2018 / Divan

Berlin–İstanbul besteleri, Tarabya Müzik Odası, İstanbul Eylül 2018, Foto / Fotoğraf: Barış & Elif

4 Studioaufnahmen mit Duygu Demir, Yıldız Studio, Technische Universität Yıldız, Istanbul,

Dezember 2018 / Duygu Demir ile stüdyo kaydı, Yıldız Stüdyosu, Yıldız Teknik Üniversitesi,

İstanbul Aralık 2018, Foto / Fotoğraf: Yücel Kurşun

5 Studioaufnahmen mit Angelika Niescier, Yıldız Studio, Technische Universität Yıldız, Istanbul,

Dezember 2018 / Angelika Niescier ile stüdyo kaydı, Yıldız Stüdyosu, Yıldız Teknik Üniversitesi,

İstanbul Aralık 2018, Foto / Fotoğraf: Yücel Kurşun


229

3

4

5


Stipendiat*innen Cymin Samawatie 230


Konuk Sanatçılar Cymin Samawatie 231


Stipendiat*innen Cymin Samawatie 232

Die Musiksprachen von Tarabya

Immer auf der Suche nach der Begegnung mit dem Unbekannten forsche ich in

meiner künstlerischen Arbeit nach neuen Kompositionsprozessen und Musiksprachen.

Dabei spielt der Austausch mit Künstler*innen aus sämtlichen musikalischen

Stilen und Fachrichtungen eine tragende Rolle.

Und so gründeten Ketan Bhatti, Matthias Göritz, Efe Duyan, Ulrich Mertin

und ich gemeinsam das Ensemble Divan Berlin-Istanbul. Beteiligt waren acht

Musiker*innen aus dem Hezarfen Ensemble, acht Musiker*innen aus meinem

Trickster Orchestra, drei Lyriker*innen aus Berlin sowie drei Lyriker*innen aus

Istanbul. Unser Thema: TransPositionen zwischen Lyrik und Musik. Unser Ziel:

In neuer Art und auf Augenhöhe zwischen Dichtung und Komposition zu arbeiten.

Das Ergebnis: Alle Beteiligten haben voller Begeisterung neue Ausdruckswelten

für sich entdeckt und erfahren.

Einer der Musiker, Cem Önertürk, lud mich nach diesem Konzert nach Ankara

ein, um eine meiner Kompositionen aus dem Projekt in einem Video festzuhalten.

Gemeinsam mit dem anatolischen Bläserquintett Anadolu Nefesli Beşlisi entstand

eine neue Version des Werkes Memet nach einem Gedicht von Gonca Özmen.

Neben verschiedenen Auftritten und Aufnahmen konnte ich in der konzentrierten

Atmosphäre der Kulturakademie Tarabya für mein nächstes großes

Kompositionsprojekt Konferenz der Vögel recherchieren, für das ich die Premiere

in Istanbul im Jahr 2021 mit über 30 beteiligten Künstler*innen aus Istanbul,

Teheran und Berlin plane.

Danke für diese Möglichkeit an das gesamte Team, das uns alle so offenherzig

und unterstützend begleitet hat!

Tarabya’daki Müzikal Diller

Sanatsal çalışmalarımda, bilinmedik olanla karşılaşma arayışımı sürdürüyor ve

yeni bestecilik konseptleri ve müzik dillerinin peşine düşüyorum. Bu arayışta

farklı müzikal tarzları benimsemiş, farklı branşlarda çalışan sanatçılarla yaptığım

fikir alışverişi kilit rol oynuyor.

Ketan Bhatti, Matthias Göritz, Efe Duyan ve Ulrich Mertin’le birlikte

kurduğumuz Berlin-İstanbul Divanı da bu karşılaşmaların bir meyvesi. Divana

Hezarfen Ensemble’dan ve Trickster Orchestra’dan sekizer müzisyenle Berlin ve

İstanbul’dan üçer şair katıldı. Temamız: Lirik şiir ve müzik arasında aktarımlar.


Konuk Sanatçılar Cymin Samawatie 233

Hedefimiz: Şiirle besteciliği ikisinin de eşit ağırlık sahibi olduğu yeni çalışmalarda

birleştirmek. Sonuç: Bu ortak çalışmaya katılan her sanatçı yepyeni anlatım

yolları keşfedip bunları büyük bir coşkuyla kendi çalışmalarına uyguladı.

Müzisyenlerden biri, Cem Önertürk, proje için bestelediğim eserlerden

birini bir video çalışmasına dönüştürmek için konserden sonra beni Ankara’ya

davet etti. Anadolu Nefesli Beşlisi’yle birlikte, Gonca Özmen’in bir şiirinden

uyarlanmış Memet adlı eserin yeni bir versiyonu çıktı ortaya.

Tarabya Kültür Akademisi’nin yoğun atmosferinde çok sayıda kayıt yapma

ve sahne alma fırsatı yakaladım ve bir yandan da Konferenz der Vögel adlı bir

sonraki büyük projem için araştırma yaptım; bu projenin prömiyerini İstanbul,

Tahran ve Berlin’den yaklaşık 30 sanatçıyla birlikte 2021 yılında İstanbul’da

gerçekleştirmeyi planlıyorum.

Bana bu imkânı tanıdıkları için akademinin samimi ve destekleyici ekibine

teşekkür ederim!

Cymin Samawatie (*1976, Braunschweig) ist

Sängerin, Dirigentin und Komponistin der zeitgenössischen

Musik. Mit ihrem Quartett Cyminology

vereint sie kammermusikalischen Jazz mit persischer

Lyrik u. a. von Rumi, Hafis, Khayyam und

Forough Farrokhzaad. Mit ihrem Trickster Orchestra

verfolgt sie gemeinsam mit Ketan Bhatti konzeptbasierte

Kompositionsmethoden, die interdisziplinäre

und transtraditionelle Musiksprachen schaffen.

Cymin Samawatie komponierte u. a. Werke für

Projekte der Berliner Philharmoniker, das Osnabrücker

Morgenlandfestival, das Female Voice of Iran

Orchestra, den Divan Berlin-Istanbul und Polymorfilms.

Als Solosängerin hat sie u. a. mit Bobby

McFerrin, Roger Willemsen, Sasha Waltz & Guests,

Frank Möbus und Martin Stegner zusammengearbeitet.

Sie wurde mit dem Deutschen Weltmusikpreis

RUTH 2018, dem bundesdeutschen creole Weltmusik

Award und zahlreichen Jazz-Preisen ausgezeichnet.

Cymin Samawatie war von September bis

Dezember 2018 an der Kulturakademie Tarabya als

eine der ersten Stipendiat*innen, die sich initiativ

über den Open Call im September 2017 beworben

hatten.

Cymin Samawatie (1976, Braunschweig) şarkıcı,

orkestra şefi ve çağdaş müzik bestecisidir. Sanatçı

Cyminology adlı kuartetiyle birlikte gerçekleştirdiği

çalışmalarında oda müziği cazını, Mevlana Celaleddin-i

Rumi, Hafız-ı Şirazi, Ömer Hayyam ve Füruğ

Ferruhzad vb. İranlı şairlerin dizeleriyle harmanlar.

Ketan Bhatti’yle birlikte yönettiği Trickster Orkestrasıyla

çalışmalarında, disiplinler arası ve gelenekler

ötesi müzikal diller oluşturmaya çalıştığı

konsept temelli bestecilik yöntemlerini kullanır.

Cymin Samwatie, Berlin Filarmoni Orkestrası,

Osnabrücker Morgenland Festivali, Female Voice of

Iran Orkestrası, Berlin-İstanbul Divanı, Polymorfilm

vb. kurumlar için eserler bestelemiştir. Bobby

McFerrin, Berlin Filarmoni Orkestrası, Martin

Stegner, Frank Möbus, Korhan Erel, Roger Willemsen

ve Sasha Waltz & Guests vb. sanatçılarla solist

olarak çalıştı. Sanatçı Alman Dünya Müziği Ödülü

RUTH 2018, Federal Almanya creole Dünya Müziği

Ödülü ve çok sayıda caz ödülüne layık bulundu.

Cymin Samawatie, Eylül 2017’de açık çağrıya

başvuran ilk sanatçılardan biridir ve Eylül-Aralık

2018 tarihlerinde Tarabya Kültür Akademisi’nde

konuk sanatçı olarak bulunmuştur.


Ignaz Schick


Konuk Sanatçılar Ignaz Schick 235

1

2

3


Stipendiat*innen Ignaz Schick 236

4


Konuk Sanatçılar Ignaz Schick 237

1,2 Performance / Performans: Ignaz Schick: Hausaub Semphin, Istanbul / İstanbul, Berlin

2018/2019, Foto / Fotoğraf: Andréas Lang

3 Hausaub Semphin, Multiple, Istanbul / İstanbul, Berlin 2018/2019, Foto / Fotoğraf: Andréas Lang

4 Ignaz Schick: Circuit Training VIII Part1, Grafische Notation / Grafiksel notalama, 2018


Stipendiat*innen Ignaz Schick 238

Akustische Schichten freilegen

Ich kam Anfang September 2018 nach einem ziemlich arbeitsintensiven Sommer

in Berlin nach Istanbul. Unter anderem hatte ich gerade das einwöchige Fluxfestival

mit 40 Solokonzerten unterschiedlicher elektro-akustischer Berliner

Klangkünstler*innen produziert und direkt danach die Premiere meiner grafischen

Orchesterpartitur Nilreb Variations mit dem Splitter Orchester im Heimathafen

Neukölln uraufgeführt.

Am nächsten Morgen dann direkt der Flug in die Türkei. Als ich endlich in

Tarabya ankam, war es diese Mischung aus Ruhe und Intensität, die mir als

Erstes an dieser Stadt auffiel. Die extrem entspannten Kellner*innen der

Terrasse des Hayrolacafés und gleichzeitig der dichte, sich drängelnde Verkehr,

der sich an der Uferstraße am Tarabya-Gelände vorbeischlängelte. Der wunderbare

Blick vom Balkon meiner kleinen Dachwohnung auf den Bosporus mit seiner

lauen Brise und die riesigen Containerboote, die beständig und hin und wieder

tief hupend an meinem Fenster entlangglitten. So tief und laut hupend, dass bei

mir in der Wohnung fast der Boden und die Fenstergläser vibrierten. Das dörflich

verschlafen wirkende Tarabya mit seinen kleinen Läden und auch hier wieder

endloser Autoverkehr. Und wie überall in der Stadt mit unterschiedlichen

Geschwindigkeits- beziehungsweise Intensitätsphasen vom Zeitlupentempo der

morgendlichen und abendlichen Stoßzeiten und dann wieder im Kontrast die

rasenden Taxis, Dolmuşe oder Kleinbusse, die versuchen, alles an Fahrt herauszuholen,

was der Verkehr erlaubt. Erst gegen 3 oder 4 Uhr morgens schien die

Stadt dann tatsächlich etwas runterzuschalten, zumindest wenn man sich die

Soundscapes um diese Uhrzeit etwas genauer anhört.

Neben den wöchentlichen Teammeetings, den Begegnungen und gelegentlichen

Aktivitäten mit den anderen Fellows habe ich in Istanbul die meiste

Zeit damit verbracht, in unterschiedliche Viertel zu fahren, um diese in langen

Spaziergängen zu erspüren und vor allem zu verstehen, welche akustischen

Schichten dort vorhanden sind. Ich war immer mit WAV-Rekorder und Notizbuch

unterwegs, um die unterschiedlichen Soundscapes mit „snapshotartigen“

Aufnahmen zu notieren und dokumentieren. Eine weitere Methode waren

Gedächtnisprotokolle, also alles zu notieren, was man an akustischen Ereignissen

in einer bestimmten Umgebung hören konnte. Eine Methode, die zum

genauen Hören zwingt.

Die ersten zwei Wochen verbrachte ich noch mit langen Busfahrten von

Tarabya zum Taksim und zurück, die je nach Verkehr bis zu drei Stunden dauern


Konuk Sanatçılar Ignaz Schick 239

konnten. Später dann immer mehr mit der U-Bahn oder mit der Fähre von Yeniköy

nach Beşiktaş, und von dort weiter nach Kadıköy. Mein Zoom-Rekorder immer in

Bereitschaft, die jeweiligen Soundscapes mitzunehmen. Abends dann oft in die

Clubs, in Kadıköy oder auch ins Bova, dazwischen viel Tee trinken und dann

wieder zurück nach Tarabya, um spät nachts noch eine Weile von meinem Balkon

aus den ruhig dahin gleitenden Containerschiffen zuzusehen beziehungsweise

zuzuhören. Nachts wirkten sie manchmal wie merkwürdige Metallgeister, die,

wenn sie sich zu nahe kommen, mit ihren Nebelhörnern tiefe Warnrufe ausstoßen.

In den Clubs und Konzerten dann sehr schnell auch erste Kontakte mit

lokalen Experimentalmusikern (Volkan Ergen, Kaan Işık), und tagsüber immer

wieder neue Exkursionen, auch in die Hochhausviertel und Neubaugebiete.

Dazwischen kurze Teepausen, die ich gerne für eigene Arbeiten (Zeichnen) und

Notizen nutzen konnte. Ideensammlungen und Fragmente, die sich am Ende

meines Stipendiums in Berlin zu Circuit Training VIII Part (leponit natsnok)

zusammenfügten. Parallel dazu auch die Planung und Vorbereitung von Hausaub

Semphin, einer Schallplattenarbeit für die Bauhaus100-Ausstellung in Berlin.

Und irgendwann eine erste Session im Studio von Okay Temiz, der türkischen

Freejazz- und Worldmusiklegende, der in den 1960er Jahren mit meinem Mentor

Don Cherry zusammengearbeitet hatte. Natürlich auch viele Plattenankäufe bei

einer Schallplattenbörse und in diversen Second-Hand-Shops und im Oktober

dann die erste intensive Proben-/Workshopwoche mit experimentellen Musiker*innen

aus Istanbul im Atelier des Kutscherhauses der Kulturakademie. Fünf

Tage Proben, alle zwei Stunden mit anderen Musiker*innen, abends dann noch

Soloaufnahmen. Dann auch erste Konzerte (Bova, Arkaoda, Bina) und Lectures

in einem syrischen Flüchtlingsprojekt, an der ITÜ – Technische Universität

Istanbul und bei Tolga Tüzün in seiner Kompositionsklasse. Dazwischen viel Zeit

und Luft für Recherchen, hin und wieder kurze Touren nach Russland, Köln,

Berlin und Mühlheim für Konzerte mit Perlonex, Rie Watanabe, Stefan Schultze,

Nicola Hein, Limpe Fuchs und dem Splitter Orchester.

Irgendwann im Oktober wurde dann das Wetter nach dem goldenen und

warmen September sehr unangenehm, Regen und Wind, Wind und Regen, Regen

und Wind – bei mir oben oft diagonal durch die Fenster und Wände pfeifend und

rauschend wie ein windbetriebener Noise- und Rauschgenerator. Also Recherchezeit,

Studien, dazwischen Saxofon üben und dann plötzlich schon die finale

Probenwoche. War es anfangs etwas zäh, Kontakt aufzunehmen mit den Local

Heroes, wurde es nach den ersten Livekonzerten immer einfacher.

Konzerte u. a. mit Volkan Ergen, Kaan Işık, Şevket Akıncı, Tolga Tüzün, Anıl

Eraslan, Saadet Türköz, Başar Ünder, Zeynep Sarıkartal … Insgesamt entstanden


Stipendiat*innen Ignaz Schick 240

in den vier Monaten etwa 60 Stunden Audiomaterial, eigentlich nur gedacht als

akustische Vorstudien/Notizen, die ich dann aber für das 2. Kunst- und Kulturfestival

2019 verwendete, um sie zu einem vierteiligen und insgesamt 80-minütigen

Soundwalk zu komponieren und komprimieren. Eine Vorstudie für mein

eigentliches Projekt, ein Sonic Mapping der Stadt Istanbul, das in Form einer

räumlich choreografierten Konzertinstallation hoffentlich 2020 oder 2021 realisiert

werden kann.

Akustik Katmanları Ortaya Çıkarmak

Berlin’de oldukça yoğun geçen bir yazın ardından 2018 yılının Eylül ayının

başında İstanbul’a geldim. O yaz, başka pek çok çalışmanın yanı sıra, elektronik-akustik

müzik yapan çeşitli ses sanatçılarının katıldığı ve 40 solo konserin

gerçekleştirildiği bir haftalık Flux Festivalinin prodüktörlüğünü de gerçekleştirmiş,

festivalin hemen ardından, Neukölln Heimathafen’da Splitter Orkestrasıyla

şematik orkestra partisyonum Nilreb Variations’un prömiyerini yapmıştık.

Prömiyerin ertesi günü Türkiye’ye uçtum. Nihayet Tarabya’ya vardığımda

ilk fark ettiğim şey, kente özgü o huzur ve gerilim karışımı oldu. Bir yanda Hayrola

Cafe’nin terasında çalışan garsonlardaki aşırı rahatlık ve sakinlik, öte yanda

Tarabya sahilindeki yoğun trafik. Kaldığım küçük çatı katının balkonundan

görülen muhteşem Boğaz manzarası, denizden gelen hafif esinti ve suda arada

bir düdük çalarak seyreden ve penceremin önünden geçip giden konteyner

gemileri. O pes ve yüksek düdük seslerinden evin zemini ve pencere camları

zangırdıyordu. Küçük sevimli dükkânlarıyla uyuyakalmış bir köyü andıran Tarabya’nın

içinde de bitmek bilmez bir trafik vardı. Ve kentin her yerinde olduğu gibi

burada da, trafik sabah ve akşam vakitlerine özgü farklı hızlarda ve yoğunluklarda

ilerlerken trafik elverdiğince yol kenarında bekleyenleri almak için öne

atılan taksiler, dolmuşlar ve minibüsler bu sabit tempoyla tam bir kontrast oluşturuyordu.

Şehir sabaha karşı 3 veya 4 gibi ancak sakinleşiyordu, ya da bu saatlerde

şehrin seslerine daha dikkatle kulak verince öyle bir izlenim oluşuyordu.

İstanbul’da haftalık ekip toplantıları, diğer bursiyerlerle buluşmalar ve

bazen ortak aktivitelerin yanı sıra, ağırlıklı olarak çeşitli semtlerde gezintiye

çıkarak buraları hissetmeye ve özellikle de buralardaki akustik katmanları anlamaya

çalıştım. Yanımda hep bir WAV-kayıt cihazı ve not defteri bulundurduğum

bu gezintilerde, farklı ses manzaralarını (Soundscapes) “şipşak fotoğraf


Konuk Sanatçılar Ignaz Schick 241

benzeri” kayıtlarla not edip belgelemeye çalıştım. Bir yandan da, belirli bir

bölgede işitilebilecek her akustik olayı not ettiğim bellek protokolleri yöntemine

başvurdum. İnsanı kulak kesilmeye mecbur bırakan bir yöntem bu.

İlk iki hafta sürekli otobüsle Tarabya-Taksim arasında gidip geldim, bu

yolculuklar bazen üç saate kadar uzuyordu. Daha sonra ya hep metroyu kullandım

ya da vapurla Yeniköy’den Beşiktaş’a, oradan da Kadıköy’e geçtim. Gittiğim her

yerdeki ses manzaralarını kayıt etmek için Zoom kayıt cihazımı sürekli yanımda

taşıdım. Geceleri genelde Kadıköy’deki kulüplere ya da Bova’ya gittim, aralarda

sık sık çay içtim, sonra Tarabya’ya dönüp balkonumdan denizde süzülen

konteyner gemilerini izledim ve bazen de dinledim. Bu gemiler geceleri, yanına

sokulunca sis düdükleriyle pes bir ikaz çağrısı yayan tuhaf metal hayaletler gibi

görünüyordu gözüme.

Gittiğim konserlerde ve kulüplerde kısa sürede buralı deneysel müzisyenlerle

(Volkan Ergen, Kaan Işık) tanıştım, gündüzleri ise yine yeni yerleri, mesela

gökdelenlerin yükseldiği bölgeleri ve yeni iskana açılmış bölgeleri keşfetmeye

çıkıyordum. Bu iki aktivite arasında kısa çay molaları veriyor, kendi işlerimle

(çizimlerimle) ve notlarımla uğraşıyordum. Buralarda not ettiğim fikirler ve fragmanları,

döndükten sonra Berlin’de Circuit Training VIII Part (leponit natsnok)‘ta

bir araya getirdim. Bir yandan da Berlin’deki Bauhaus100 Sergisi için Hausaub

Semphin adlı plak çalışmasını planlayıp hazırlıyordum. Bir ara, 1960’larda, rehber

bellediğim Don Cherry ile çalışmış Türkiyeli free jazz ve dünya müziği efsanesi

Okay Temiz’le onun stüdyosunda ilk kez bir araya geldik. Bir yandan da elbette

plak borsasında ve ikinci el plak dükkânlarından çok sayıda plak satın aldım ve

Ekim ayında Kutscherhaus’un Atölyesi’nde İstanbullu deneysel müzisyenlerle

birlikte ilk yoğun Prova/Atölye Haftasını gerçekleştirdik. Beş gün boyunca süren

provalarda müzisyenler iki saatte bir farklı bir partnerle çalışıyordu, geceleri de

solo kayıtlar gerçekleştiriliyordu. Sonra ilk konserler (Bova, Arkaoda, Bina)

geldi; İTÜ’de Suriyeli mülteciler için düzenlenmiş projede ve Tolga Tüzün’ün

bestecilik sınıfında ders verdim. Aralarda araştırma yapıp hava alacak bol bol

vaktim oldu, arada bir Rusya, Köln, Berlin ve Mühlheim’da Perlonex, Rie Watanabe,

Stefan Schultze, Nicola Hein, Limpe Fuchs ve Splitter Orchester ile konser

verdim.

Eylülün sıcak günlerinin ardından Ekimde hava birden bozdu, yağmurun

ardından rüzgar, rüzgarın ardından yağmur, yağmurun ardından rüzgar birbirini

izleyip durdu – üst kattaki dairemde yağmur genelde camları ve duvarları

çaprazlama keserek rüzgarla çalışan bir ses ve uğultu jeneratörü etkisi bırakıyordu.

Ben de bol bol araştırma yaptım, çalıştım, arada saksafon alıştırması

yaptım ve sonra da son prova haftası geldi çattı. Başlangıçta yerel


Stipendiat*innen Ignaz Schick 242

kahramanlarla temasa geçmek biraz zor olsa da, ilk canlı konserlerden sonra

giderek kolaylaştı.

Volkan Ergen, Kaan Işık, Şevket Akıncı, Tolga Tüzün, Anıl Eraslan, Saadet

Türköz, Başar Ünder, Zeynep Sarıkartal vb. ile konserler verdik. Bu dört ayda

toplam 60 saatlik ses malzemesi topladım, esasen sadece akustik etütler/notlar

olarak tasarladığım bu malzemenin bir bölümünü kullanarak, Akademi’nin

2019’da 2. Kültür ve Sanat Festivali için dört bölümlü ve 80 dakikalık bir Soundwalk

besteledim. Bu çalışma, İstanbul’un Sonic Mapping’i (sesli haritası) olarak

tasarladığım ve 2020 veya 2021’de mekânsal bir koreografiyle sahneye koymayı

planladığım bir konser enstalasyonu olarak hayata geçecek.

Ignaz Schick (*1972) ist Klangkünstler, Turntablist,

Komponist und bildender Künstler. Nach seinem

Studium an der Akademie der Bildenden Künste

München arbeitete er in Berlin, wo er wichtiger

Bestandteil der jungen Echtzeitmusik szene wurde.

Aus der Live-Elektronik entwickelte er ein eigenständiges

elektro-akustisches Instrumentarium,

die „Rotating Surfaces“. Seit 2012 konzentriert er

sich auf die Realisierung von Konzeptkompositionen

und experimentellen Radiostücken. Schick ist

Kurator von Festivals für experimentelle Musik und

betreibt das Experimentalmusiklabel Zarek. Er tourt

weltweit, solo oder mit Gruppen wie Perlonex und

dem Splitter Orchester, hat zahlreiche Alben

ver-öffentlicht und mit international renommierten

Künstler*innen wie Mwata Bowden, Don Cherry,

Sven-Åke Johansson, Charlemagne Palestine oder

Martin Tétreault zusammengearbeitet. Schick erhielt

zahlreiche Stipendien, so u. a. 2016 das Kompositionsstipendium

des Berliner Senats / Cité des Arts

Paris.

Ignaz Schick war von September bis Dezember

2018 an der Kulturakademie Tarabya als einer der

ersten Stipendiat*innen, die sich initiativ über den

Open Call im September 2017 beworben hatten.

Ignaz Schick (1972) ses tasarımcısı, pikabı müzik

enstrümanı olarak kullanan bir sanatçı [turntablist],

besteci ve görsel sanatçı. Münih Güzel Sanatlar

Akademisi’ndeki eğitimini tamamladıktan sonra

Berlin’e taşındı ve yeni bir akım olan gerçek zamanlı

müzik ortamının önde gelen figürlerinden biri haline

geldi. Canlı elektronik müzik performanslarından

yola çıkarak “Rotating Surfaces” adını verdiği bir

elektro-akustik enstrüman geliştirdi. 2012’den beri

çalışmalarında tasarım beste ve deneysel radyo

parçaları üretimine ağırlık vermektedir. Schick

deneysel müzik festivalleri küratörlüğünün yanı sıra,

deneysel müzik albümleri yayınlayan plak şirketi

Zarek’in yöneticiliğini sürdürüyor. Dünyanın pek çok

yerinde solo performanslarla ya da Perlonex ve

Splitter Orchestra gibi gruplarla sahneye çıkan

sanatçı çok sayıda albüm yayınlamış ve Mwata

Bowden, Don Cherry, Sven-Åke Johansson, Charlemange

Palestine ve Martin Tétreault gibi saygın

sanatçılarla çalışmıştır. 2016’da Berlin Belediyesi/

Cité des Arts Paris bestecilik çalışma bursu (2016)

başta olmak üzere çok sayıda burs kazandı.

Ignaz Schick Eylül 2017’de yayınlanan Açık

Çağrı’ya başvurarak burs kazanan ilk konuk

sanatçılardan biridir ve Eylül-Aralık 2018’de Tarabya

Kültür Akademisi’inde konuk sanatçı olarak

bulunmuştur.


Rasta Baba

243

aka Sultan

Tunç


Stipendiat*innen 244

1

2

3


245

4

5


Stipendiat*innen Rasta Baba aka Sultan Tunç 246

6

7

Rasta Baba Bande – Bandmitglieder / Grup Üyeleri

1 Çağatay Bırakın, Bass / Bas, Foto / Fotoğraf:

Çağatay Bırakın

2 Veysel Çolak, Gitarre / Gitar, Foto / Fotoğraf:

Veysel Çolak

3 Barış Büyükyıldırım, Piano / Piyano,

Foto / Fotoğraf: Barış Büyükyıldırım

4 Erdem Göymen, Schlagzeug / Perküsyon,

Foto / Fotoğraf: Erdem Göymen

5 Da Frogg, DJ & Vocals / Vokal, Foto / Fotoğraf:

Da Frogg

6 NICOLAS MERCET AKA WERMONSTER (Mastering),

Foto / Fotoğraf: Nicolas Mercet

7 Ateş Berker, Arrangements & Mix / Aranjman,

Miksaj, Foto / Fotoğraf: Ateş Berker


Konuk Sanatçılar Rasta Baba aka Sultan Tunç 247

LOST in EUROPE

Die musikalische „Bande“, die sich in Tarabya um Rasta Baba aka Sultan Tunç

gebildet hat, nahm eine EP mit dem Titel LOST in EUROPE auf. Es ist eine psychedelische

Reise in die 1970er Jahre mit starken Einflüssen von Bands und Musiker*innen

wie Amon Düül, Moğollar, Erkin Koray und Udo Lindenberg. Alle Songs

des dreisprachigen Albums – Deutsch, Englisch und Türkisch – wurden von

Rasta Baba geschrieben, komponiert und produziert. Çağatay Bırakın wirkte als

Koproduzent mit. Als Arrangeur wurde der erfolgreiche junge Produzent Ateş

Berker engagiert, der letztes Jahr in der Türkei drei Nummer-eins-Hits hatte

(mit Gazapizm und Cem Adrian). Es wurde aufgenommen im CİHANGİR MÜZİK EVİ,

Istanbul, gemischt im ARGO STUDIO, Izmir und gemastert von Nicolas Mercet in

den Planet Earth Studios, Berlin.

Die Mitglieder der RASTA BABA BANDE

ÇAĞATAY BIRAKIN (Bass) wurde 1982 in Istanbul geboren. Er studierte Wirtschaftswissenschaften

an der Anadolu-Universität und spielt seit 20 Jahren

Bassgitarre in verschiedenen Musikproduktionen und Orchestern. Seine Arbeit

an Kompositionen, die er 2019 erstmals veröffentlichen möchte, steht kurz vor

dem Ende. Seit 2015 setzt er seine Karriere als Musiker und Regieassistent bei

der Sultan Tunç Bande fort.

VEYSEL ÇOLAK (Gitarre) studierte Musikwissenschaft an der Kocaeli-Universität.

Er arbeitete mehrere Jahre als Musikautor und Fotograf. Zum einen

begleitet er viele Musiker*innen bei ihren Albumaufnahmen und auf der Bühne

mit seiner Gitarre, zum anderen nimmt er weiterhin seine eigenen Songs als

Solo-Musiker auf. Nach fünf Singles veröffentlichte er im März 2019 seine EP

ÖmürYetmez 4.

BARIŞ BÜYÜKYILDIRIM (Piano) trat als Solopianist, Orchestersolist,

Operncoach und Jazzmusiker in den USA, Kanada, Europa und in der Türkei auf.

Er spielte jüngst u. a. George Crumbs Macrocosmos im CKM Istanbul, einen

Soloabend in der Steinway Hall New York, und Bachs Brandenburg Concerto

Nr. V mit dem Cincinnati Chamber Orchestra. Büyükyıldırım ist Mitglied des Trio

Lycia und des Diskant-Ensembles in Istanbul und trat mit dem Tactus-Ensemble

und dem Claremont-Ensemble in New York auf.

ERDEM GÖYMEN (Schlagzeug) begann bereits während seiner Schulzeit

Schlagzeug zu spielen und studierte Jazz-Schlagzeug an der Technischen

Universität Yıldız. Er tritt auf mit Musiker*innen-Größen wie u. a. Sezen Aksu,


Stipendiat*innen Rasta Baba aka Sultan Tunç 248

Korhan Futacı, dem Kara-Orchester, Bajar, dem Bilal-Karaman-Quartett, dem

Evrim-Demirel-Ensemble und vielen anderen Jazz-Gruppen. Göymen lehrt am

Hisar-Gymnasium Musik.

DA FROGG (DJ & Vocals) ist der erste türkische Reggae-DJ und -MC. Er

ist außerdem der Gründer des Labels Beton Orman und Programmmacher bei

Açık Radyo.

NICOLAS MERCET AKA WERMONSTER (Mastering) entwickelte sich aus

abstraktem HipHop, Dub und Electronica und bezeichnet sich als ein hybrides

musikalisches Wesen. Mit einer Sammlung von Arbeiten, die sich über zwei

Alben, mehrere EPs und Remixe erstrecken, destilliert er Klänge, um ein

Universum zu entwerfen, das Körper und Geist bewegt. Der gebürtige Franzose

produziert und nimmt seit 2008 in seinem Berliner Labor auf und tritt auch

international auf.

ATEŞ BERKER (Arrangements & Mix) ist einer der erfolgreichsten Produzenten

der neuen Generation der Türkei. Sein Song Heycanı Yok war bei Apple

Music und Spotify der meistgehörte Song und erhielt bei den Kral Music Awards

den Preis für den besten Song des Jahres 2018.

LOST IN EUROPE

01. Greetings from Istanbul (Türkisch/Türkçe)

02. ÖZGÜRLÜK ! (Türkisch/Türkçe)

02. Neun - Acht (Deutsch/Almanca)

03. Lost in Europe (Englisch/İngilizce)

05. Kreuzberger Nächte (Deutsch/Almanca)

06. Daddy Love (Türkisch/Türkçe)

Text & Composer: Rasta Baba, Tarabya 2019

Lyrics / Sözler (Auszüge / Seçki)

rap 1

oh my god! we are lost in Europe

stranded in a city called Stadtallendorf

the last that we know, we was near to Frankfurt

and there is 1 day visa on our passport


Konuk Sanatçılar Rasta Baba aka Sultan Tunç 249

life is short baby – we don’t stop

we are driving the car – like in a champions cup

good cop bad cop, we must go south.

we follow the sun to get out of the cloud

in our Oldskool Ford Transit Caravan.

we are speeding with the band, on the Autobahn.

making breaks in a Highway Restaurant.

eating Currywurst and goodbye Miss “Fräulein”

ride on – ride on

show must go on

200 hundred speed tempo

whats goin on

pardon pardon

we don’t know

where we go

5 mongos in the car

here we go

refrain

we are lost in Europe

there is no go – there is no stop

we got no hope – no passport

we are lost

we are lost

we are lost

full lost


Stipendiat*innen Rasta Baba aka Sultan Tunç 250

LOST in EUROPE

Tarabya’da Rasta Baba aka Sultan Tunç’un önderliğinde bir araya gelen “Bande”

grubu, LOST in EUROPE adlı bir albüm çıkardı. Bu albüm, Amon Düül, Moğollar,

Erkin Koray ve Udo Lindenberg gibi grup ve sanatçıların etkisinin açıkça hissedildiği,

1970’lere yapılan bir psikedelik yolculuk. Rasta Baba üç dilli –Almanca,

İngilizce, Türkçe– albümdeki bütün şarkıları yazmış, bestelemiş ve Çağatay

Bırakın’la birlikte albümün eş prodüktörlüğünü yaptı. Albümün aranjörlüğünü

geçen yıl Türkiye’de üç hit şarkıya (Gazapizm ve Cem Adrian’la birlikte) imza atan

genç prodüktör Ateş Berker üstlendi. Albüm İstanbul’daki CİHANGİR MÜZİK

EVİ’nde kaydedildi, İzmir’deki ARGO STUDIO’da mikslendi, ana kaydı Berlin’de,

Planet Earth Studios’da Nicolas Mercet tarafından gerçekleştirildi.

RASTA BABA BANDE

ÇAĞATAY BIRAKIN (Bas) 1982’de İstanbul’da doğdu. Anadolu Üniversitesi

ekonomi bölümünden mezun oldu, 20 yıldır farklı müzik prodüksiyonlarında ve

orkestralarda bas çalıyor. 2019’da yayınlamayı amaçladığı besteleri bitmek

üzere. 2015’ten beri kariyerine müzisyenlikle ve Sultan Tunç Bande’de reji asistanlığıyla

devam ediyor.

VEYSEL ÇOLAK (Gitar) Kocaeli Üniversitesi’nde müzikoloji okudu. Uzun

yıllar müzik yazarlığı ve fotoğrafçılık yaptı. Bir yandan çok sayıda müzisyene

albüm çalışmalarında ve sahnede gitarıyla eşlik ederken bir yandan da kendi

solo parçalarını kaydetmeye devam etti. 5 single’dan sonra, 2019 yılının Mart

ayında Ömür Yetmez 4 adlı EP’si yayınlandı.

BARIŞ BÜYÜKYILDIRIM (Piyano) solo piyanist, orkestra solisti, opera

korrepetitörü ve caz müzisyeni olarak ABD, Kanada, Avrupa ve Türkiye’de sahne

aldı. Yakın zamanda, İstanbul CKM’de George Crumbs’ın Macrocosmos’unu

seslendi, New York Steinway Hall’de konser verdi ve Cincinnati Oda Orkestrası’yla

birlikte Bach’ın Brandenburg Konçertosu No. V’ini seslendirdi. Büyükyıldırım

İstanbullu Trio Lycia ve Diskant Ensemble gruplarına üyedir ve New York’ta

Tactus Ensemble ve Claremont Ensemble’a misafir olarak katılmıştır.

ERDEM GÖYMEN (Perküsyon) İstanbul Lisesi’nde okurken perküsyon

çalmaya başladı ve Yıldız Teknik Üniversitesi Music Groups Programı’nda caz

perküsyonu eğitimi aldı. Sezen Aksu, Korhan Futacı ve Kara Orkestra, Bajar, Bilal

Karaman Quartet, Evrim Demirel Ensemble vb. sanatçı ve caz grubuyla birlikte

müzik yapıp sahne aldı. Bir yandan da Hisar Eğitim Vakfı Okulları’nda ders veriyor

ve öğrencilerine performans hazırlığında yardımcı oluyor.


Konuk Sanatçılar Rasta Baba aka Sultan Tunç 251

DA FROGG (DJ & Vokal) Türkiye’nin ilk Reggae-DJ’i ve MC’sidir. Ayrıca Beton

Orman’ın kurucusu ve Açık Radyo’da programcı.

NICOLAS MERCET AKA WERMONSTER (Mastering) Soyut hip-hop, dub ve

elektronik müzik çıkışlı melez bir müzikal oluşumdur. İki albüm, çok sayıda EP

albüm ve remiks çalışmasından oluşan külliyatında, damıtılmış tınılarla bedene

ve ruha hitap eden özgün bir evren tasarlar. Fransa doğumlu sanatçı bir yandan

müzik prodüktörlüğü de yapmakta, 2008’den beri sahibi olduğu Berlin Labor’da

ve uluslararası etkinliklerde sahne almaktadır.

ATEŞ BERKER (Aranjman & Mix) Türkiye’nin en başarılı yeni nesil prodüktörlerinden

biridir. 2018’de Apple Music ve Spotify’da en çok dinlenen Gazapizm’in

Heyecanı Yok isimli şarkısında imzası vardır. Bu şarkı Kral Müzik Ödülleri’nde

2018’in “En iyi şarkısı” ödülüne layık görülmüştür.

Rasta Baba aka Sultan Tunç gilt als einer der

innovativsten Musiker und HipHop-Produzenten der

Türkei. Sein 2003 erschienenes Debütalbum Saygı

Değer Şarkılar wurde von der Tageszeitung Hürriyet

als bestes HipHop-Album gelobt, das je in der Türkei

produziert wurde. Als in Deutschland aufgewachsener

Musiker mit türkischen Wurzeln kennt Rasta

Baba die Schwierigkeiten der doppelten Identität

und weiß von diesen mit Witz und Esprit, aber auch

mit Wut, Entrüstung, Verzweiflung und gegebenenfalls

erhobenem Zeigefinger zu berichten. Musikalisch

übersetzt er diesen Gefühlsmix, indem er

orientalische Skalen über elektronische Beats legt,

angereichert mit einer Mischung aus Funk, Jazz und

Reggae.

Sultan Tunç war von Mai bis August 2019

Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.

Rasta Baba aka Sultan Tunç adıyla da bilinen Rasta

Baba Türkiye’nin en yenilikçi müzisyenlerinden ve

hip-hop yapımcılarından biri. 2003’te yayınlanan ilk

albümü Saygı Değer Şarkılar, Hürriyet gazetesinde

Türkiye’de yayınlanmış gelmiş geçmiş en iyi hip-hop

albümü olarak tanıtıldı. Çocukluğu ve gençliği

Almanya’da geçen Türkiye kökenli bir sanatçı olarak,

çifte kimlikli olmanın zorluklarını birinci elden

yaşayan Rasta Baba, deneyimlerini hem esprili bir

yaklaşımla aktarma hem de öfke, hiddet, çaresizlik

duygularını, yeri geldiğinde tehditkâr bir tavır

takınarak bildirme konusunda usta. Bu duyguları,

elektronik beat’lerle Doğu müziği gamlarını karıştırarak

ve funk, caz ve reggae gibi türlerle harmanlayarak

müzik diline tercüme ediyor.

Sultan Tunç Mayıs-Ağustos 2019’de Tarabya

Kültür Akademisi’nde konuk sanatçıydı.


Jacobien

252

Vlasman


Konuk Sanatçılar Jacobien Vlasman 253


Stipendiat*innen Jacobien Vlasman 254


Konuk Sanatçılar Jacobien Vlasman 255


Stipendiat*innen Jacobien Vlasman 256


Konuk Sanatçılar Jacobien Vlasman 257


Stipendiat*innen Jacobien Vlasman 258

Der Tropfen und der Stein

Es ist Anfang August und sehr heiß in Istanbul. Duygu und ich fahren mit der

Fähre nach Heybeliada. Wir tragen beide kurze Sommerkleider. Die Fähre ist

übervoll, aus Mangel an Sitzplätzen kauern wir uns auf den Boden. Böse Blicke

von verschleierten Frauen treffen uns, Männer sagen irgendetwas zu Duygu,

was sie sehr aufregt. „Ich will mich frei bewegen können in meinem Land. Die da

wollen nun alles bestimmen, ich halte das nicht mehr aus.“ Ich bin bass erstaunt

über ihre schroffen Worte, die vor ein paar Monaten im Winter, meinem ersten

Tarabya-Aufenthalt, noch ganz anders klangen. Die da sind die vielen Araber,

die vor allem im Sommer das Stadtbild Istanbuls beherrschen. Die da sind die

konservativen Türken, die Erdoğan-Anhänger*innen, die Verschleierten. Die da

sind diejenigen, die es Duygu und anderen „leichter“ machen, ihr geliebtes

Heimatland eventuell doch verlassen zu wollen.

Auch der begnadete Pianist, mit dem es sofort klickte, als wir das erste

Mal zusammen Musik gemacht haben, denkt nun darüber nach wegzugehen. Ich

traf ihn im Winter in einem Club auf der asiatischen Seite im hippen Kadıköy. Da

flüsterte er noch seinen Unmut, und nun im August kurz nach der Wiederwahl

Erdoğans ist auch sein Verdruss so groß, dass er nicht mehr misstrauisch um

sich blickt, sondern lautstark gegen den Präsidenten wettert. Es macht fast

den Eindruck, als gäben sich die Erdoğan-Gegner zu erkennen, um sich besser

zu solidarisieren und denen da mit ihren lautstarken Äußerungen den Stinkefinger

zu zeigen. Das ist wahnsinnig mutig. Und es ist wahnsinnig mutig, trotz

aller drohenden Repressalien dazubleiben.

Ein befreundeter Journalist warnte mich vor meinem ersten Aufenthalt.

Ich würde mehr bewegen, wenn ich die Türkei boykottiere, als wenn ich als

einzelner Tropfen auf dem heißen Stein doch hinfahre. Hallo? Was ist denn das

für ein Blödsinn? Wenn alle so dächten, würde sich natürlich gar nichts ändern.

Das Land würde leer bluten, es würden weiterhin ungerechtfertigte Verhaftungen

stattfinden oder Menschen auf dubiose Art verschwinden, und die

Dagebliebenen würden sich komplett alleingelassen fühlen, was mehr als demoralisierend

wäre. Im Gegenteil: Wir müssen weiter hinfahren und allein schon

durch unsere Anwesenheit Unterstützung geben. Und wenn wir uns dann noch

miteinander austauschen, umso besser. Ich, der Tropfen auf dem heißen Stein,

habe das Gefühl, dass ich zähle. Heiße Steine kühlen schneller ab, je mehr

Tropfen darauf fallen.


Konuk Sanatçılar Jacobien Vlasman 259

Meine neuen türkischen Freund*innen kommen mir wie Schwämme vor, die alles

aufsaugen, was von außen kommt. Sie sind neugierig auf meine Meinung, meine

Musik, meine Interessen, als gäbe ihnen all das Zuversicht und Kraft. Ich bin ein

ebensolcher Schwamm und sauge alles auf, was ich sehe, höre und erlebe. Ich

treffe auf wundervolle Menschen innerhalb und außerhalb der gesicherten

Mauern der Kulturakademie. Auf den schier endlosen Rolltreppen hinab in den

unterirdischen Wirrwarr der Metro – alle stehen rechts, nur die Tourist*innen

laufen links – lerne ich Gelassenheit. Warum hetzen, wenn die nächste Metro eh

in drei Minuten kommt? Auf den unzähligen Dolmuş- und Taxifahrten – Stau gibt

es immer, egal wann – oder auch auf meinen Spaziergängen durch die Stadt,

durch das Menschengedränge auf der İstiklâl oder in Kadıköy, werde ich förmlich

gezwungen, den Weg zu spüren. Es geht nicht um das Ankommen, sondern

um das Dazwischen. Um das Sehen, das Wahrnehmen.

Ich gebe diverse Konzerte und schreibe viel Musik während meines

Aufenthaltes, ich bin inspiriert von allem, den Menschen, den Gerüchen, dem

Bosporus, der Schönheit, dem wilden Treiben der Stadt, und habe die Ruhe,

meine Eindrücke musikalisch zu verarbeiten. Alles scheint politisch aufgeladen,

meine Stücke sind es nicht. Auch haben sie größtenteils keinen Text. In Kapalı

Çarşı zum Beispiel versuche ich, das anstrengende Gewusel des großen Bazars

einzufangen durch eine Ostinato-Basslinie im permanenten Metrumwechsel,

über der die anfangs so leicht daherkommende Melodie neu zusammengesetzt

und anders phrasiert liegt: Das Ganze mündet in ein lautmalerisches Finale.

Dolmuş ist eine Ode an das Transportmittel mit seinen eigenen Regeln.

Eigens dafür habe ich das schönste Dolmuş-Hupen aller Zeiten gesampelt.

Ich kenne kaum ein hilfsbereiteres und gastfreundschaftlicheres Volk als

die Türken. Rund um die Sultan-Ahmed-Moschee ist eine Einladung zum Tee in

fünf Sprachen jedoch eine zum Verkaufsgespräch in den Teppichladen des

Onkels, der noch fünf weitere Geschäfte hat mit Schmuck, Pelzen, Leder oder

„echter“ Markenware. Bootsfahrten über den Bosporus hat der Onkel auch im

Angebot, wahrscheinlich hat er alles, was ich nur will. Das ironische Come Have

Some Tea With Me bezieht sich auf diese Touristenfänger.

Tomorrow’s Past ist eine wehmütige Liebeserklärung an Istanbul mit dem

Abschied im Blick. Ich werde wiederkommen, um diese pulsierende Metropole mit

all ihren verschiedenen Facetten erneut einzuatmen und einer der vielen Tropfen

zu sein, die eben doch etwas bewirken!


Stipendiat*innen Jacobien Vlasman 260

Deniz ve Damla

Ağustos ayının ilk günleri ve İstanbul’da hava çok sıcak. Duygu’yla birlikte

vapurla Heybeliada’ya gidiyoruz. İkimizin de üzerinde kısa yazlık elbiseler var.

Hıncahınç dolu vapurda oturacak yer bulamayıp yere çömelmişiz. Örtülü kadınların

kızgın bakışlarına maruz kalıyoruz, Duygu yanımızdaki adamlar bize laf

atınca çok sinirleniyor. “Kendi ülkemde istediğim gibi hareket etmek istiyorum.

Bunlar her şeye karışmak istiyor, yeter artık”. Ben, Tarabya’ya ilk kez konuk

olduğum seferde duyduklarımdan çok farklı olan bu sert sözler karşısında

şaşkınlığa düşüyorum. Şunlar özellikle yaz aylarında İstanbul’un şehir manzarasına

hâkim olan Araplar. Şunlar Erdoğan yanlısı, muhafazakâr Türkler, kapalılar.

Şunlar Duygu’nun ve diğerlerinin önünde sonunda anavatanlarını terk

etme kararını “kolaylaştıranlar”.

İlk kez birlikte müzik yapma girişimimizde hemen anlaştığım yetenekli

piyanist de artık ülkeyi terk etmeyi düşünüyor. Onunla kış aylarında, Anadolu

yakasının gözde semti Kadıköy’deki bir kulüpte buluşmuştuk. O buluşmamızda

hoşnutsuzluğunu bana çıtlatmıştı ve şimdi, Ağustos ayında, Erdoğan’ın tekrar

seçilmesinden sonra can sıkıntısı öyle bir artmış ki, kuşku dolu gözlerle etrafını

kolaçan etmeyi bırakmış, yüksek sesle Cumhurbaşkanına saydırmaktan çekinmiyor.

Daha sağlam bir dayanışma için Erdoğan karşıtlarını ayırt etme ve fikirlerini

yüksek sesle dile getirerek şunlara ortaparmağını gösterme girişimi gibi bir

izlenim bırakıyor bu durum bende. İnanılmaz derecede cesur bir davranış bu. Ve

bütün misillemelere karşın burada kalmak da, inanılmaz derecede cesurca.

Gazeteci bir arkadaşım, buraya ilk gelişimden önce uyarmıştı beni.

Denizde damla misali tek başıma Türkiye’ye gitmek yerine burada kalıp Türkiye’yi

boykot edersem çok daha işe yarar bir şey yapmış olurmuşum. Gerçekten

mi? Nasıl bir saçmalık bu? Herkes böyle düşünseydi dünyada hiçbir şey değişmezdi.

Bu ülke kan kaybetmeye devam eder, adaletsiz tutuklamalar devam

eder ya da insanlar şüpheli bir şekilde ortadan kaybolur ve ülkede kalmış

olanlar tamamen terk edilmiş olduklarını hissederdi ki bundan daha moral

bozucu bir şey yoktur. Aksine: Oraya gitmeye devam etmeli ve sadece orada

olarak olsa bile onları korumalıyız. Görüş alışverişinde bulunabilirsek daha da

iyi. Tek başına denizde bir damla olan ben, önemli olduğumu hissediyorum.

Ancak denizdeki damlalar, başka damlalar da onlara katılırsa çok daha etkili

olurlar.

Yeni Türkiyeli arkadaşlarımı, dışarıdan gelen her şeyi emen süngerlere

benzetiyorum. Benim görüşlerimi, müziğimi, ilgi alanlarımı merak ediyorlar, sanki

bunlar onlara güven ve kuvvet veriyor. Ben de böyle bir süngerim ve gördüğüm,


Konuk Sanatçılar Jacobien Vlasman 261

işittiğim, yaşadığım her şeyi emiyorum. Kültür Akademisi’nin güvenli duvarlarının

içinde ve dışında muhteşem insanlarla tanışıyorum. Metronun bitmek

bilmeyen uzunluktaki yürüyen merdivenleri üzerinde yeraltındaki karmaşaya

doğru inerken –herkes sağ tarafta duruyor, sadece turistler sol taraftan ilerliyor–

sakin olmayı öğreniyorum. Bir sonraki metro üç dakika sonra gelecekse

acele etmeye ne gerek var? Sayısız dolmuş ve taksi yolculuğumda –günün her

vakti trafik sıkışık– ya da şehirde çıktığım gezintilerde, İstiklal Caddesi’nde

veya Kadıköy’de kalabalıkların arasında ilerlerken üzerinde ilerlediğim yolu

hislerimle algılamak zorunda bırakılıyorum adeta. Bu yolda esas mesele hedefe

varmak değil, çıkış ve varış noktaları arasında olmak. Görmek, algılamak.

Burada konukken çeşitli konserler veriyorum ve bol bol müzik çalışıyorum;

insanlardan, kokulardan, Boğaz’dan, güzellikten, şehrin inanılmaz

hareketliliğinden, her şeyden ilham alıyorum ve izlenimlerimi müzikal düzeyde

işleyebilecek kadar huzurluyum. Burada her şeyin siyasi bir boyutu varmış gibi

görünüyor ama benim müziğim öyle değil. Örneğin, Kapalı Çarşı’da, sabit bir

ölçü değişimiyle çeşitlendirdiğim bir ostinato bas dizilimi üzerine, başlangıçta

gayet hafif olan melodinin yeniden düzenlenmiş ve farklı bir şekilde cümlelenmiş

halini ekleyerek bu büyük çarşının yorucu keşmekeşini yakalamaya çalışıyorum.

Eser, sesli bir tablo misali bir finalle sonlanıyor.

Dolmuş, kendi kuralları olan ulaşım aracına bir övgü. Bu iş için gelmiş

geçmiş en güzel dolmuş kornası seslerinin sample’larını topladım.

Türkler kadar yardımsever ve konuksever bir halk tanımadım. Sultanahmet

Camii etrafındaki dükkânlarda beş ayrı dilde çay içmeye davet ediliyorsunuz

ama mücevher, kürk, deri veya “hakiki” marka giysiler de satan halıcı

amcayla pazarlık yaparken sadece tek bir dil geçerli. Bu amca Boğaz’da tekne

gezilerine de bilet satıyor; aslına bakarsanız muhtemelen istediğim her şey var

onda. İroni yüklü Come Have Some Tea With Me parçası işte bu turist avcılarıyla

ilişkili.

Tomorrow’s Past, kentten ayrılış öncesinde İstanbul’a yazılmış hüzünlü

bir aşk ilanı. Bu canlı metropolü bütün farklı yönleriyle yeniden solumak ve

orada bir şeylere etki eden pek çok damladan biri olmak için tekrar geleceğim!


Stipendiat*innen Jacobien Vlasman 262

Jacobien Vlasman (*1969, Amsterdam) lebt in Berlin

als Sängerin, Komponistin, Arrangeurin und

Pädagogin. Sie hat einen Magister-Abschluss in

Germanistik, Romanistik und Philosophie sowie

einen Master of Music in European Jazz (EUJAM).

Die „frühberufene und spätentschiedene Laut-

Künstlerin“ (FAZ) machte sich schnell einen Namen

als versierte Vokal-Artistin und Komponistin. Sie

arbeitet mit vielen namhaften Musiker*innen und

tritt europaweit in Clubs und auf Festivals auf.

Bislang sind zwei CDs unter ihrem eigenen Namen

erschienen. Diverse Male wurde sie mit einem

Jazzstipendium des Berliner Senats bedacht und

gewann den 1. Preis der Jury beim 1. Jazz&Blues

Award Berlin. Aktuelle Projekte sind Jaco Says Yes

(CD in Arbeit), das mit Angelika Niescier gemeinsam

geführte Quintett vlasman/niescier 5, so wie

Bauhauskapellentraum.

Jacobien Vlasman war von Dezember 2017 bis

Februar 2018 und im August 2018 Stipendiatin der

Kulturakademie Tarabya.

Jacobien Vlasman (1969, Amsterdam) vokalist,

besteci, aranjör ve pedagog. Berlin’de yaşıyor. Alman

Dili ve Edebiyatı, Roman Dilleri ve Edebiyatı ve

Felsefe dallarında lisans, European Jazz Master

(EUJAM) programından yüksek lisans derecesi aldı.

“Erken yaşta meylettiği ses sanatçılığına geç

başlayan“ (FAZ) ses sanatçısı, kısa bir sürede usta

bir vokalist ve besteci olarak ün kazandı. Çok sayıda

seçkin müzisyenle ortak işlere imza attı ve Avrupa

çapında müzik kulüplerinde ve festivallerde sahne

aldı. İki albüm çıkardı. Pek çok kez Berlin Senatosu

caz bursuna layık görülen sanatçı Berlin Caz ve

Blues Ödülü’nü kazandı. Şu sıralar Jaco Says Yes

adıyla yayınlanacak albümü, Angelika Niescier’le

yürüttüğü vlasman/niescier 5 kenteti ve Bauhauskapellentraum

üzerine çalışıyor.

Jacobien Vlasman 2017 Aralık ayından 2018

Şubat ayına kadar ve daha sonra Ağustos 2018’de

Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk sanatçısı oldu.


Mürtüz

263

Yolcu


Stipendiat*innen Mürtüz Yolcu 264

Tage-Buch

TAG EINS

Wegen schlechten Wetters konnte meine Maschine erst mit vierstündiger

Verspätung von Izmir nach Istanbul starten. Bei Inlandsflügen habe ich generell

mehr Angst. Neben mir sitzt eine Frau, am Fenster ihre 17-jährige Tochter. Mit

der Zeit merke ich, dass die Frau noch mehr Angst hat als ich. Ich komme mit ihr

ins Gespräch, so kann ich meine Angst mit jemandem teilen. Sie kennt mich aus

den türkischen Serien. Sie findet es schade, dass die Serie abgesetzt worden

ist. „Es ist immer so. Sie wollen keine Themen mit sozialen Problemen im Fernsehen

zeigen“, sagt sie. Ihr Sohn sei fast gerettet, weil er im Ausland studiert.

Nun muss sie sehen, wie sie ihre Tochter ins Ausland schickt. „Kinder haben

keine Zukunft in diesem Land“, sagt sie immer wieder. Sie vergisst ihre Angst.

Ihre Augen leuchten, wenn sie von der Zukunft ihrer Kinder im Ausland träumt.

Ich freue mich. Ich kann den Boden sehen. Die Maschine landet stolpernd. Wir

haben keine Angst mehr.

Der Fahrer vom Flughafen nach Tarabya erzählt, wie schlimm es hier

geworden ist, seit die Syrer im Lande sind. Sie hätten mehr Rechte als Türken.

Sie bekämen viele Unterstützungen vom Staat, wären alle reich geworden. Ich

frage, warum sie mehr Geld bekommen. „Sie bekommen nicht nur Geld, werden

auch sofort eingebürgert und erhalten die türkische Staatsbürgerschaft“,

erzählt er im chaotischen Verkehr und fragt mich nach Möglichkeiten in Deutschland.

Bei der Ankunft in Tarabya merke ich an der Eingangskontrolle, dass ich

deutschen Boden in Istanbul betrete. Der Fahrer muss zurück nach Istanbul. Ich

beziehe meine Wohnung. Alles funktioniert einwandfrei. Der Wasserhahn, die

Lichtschalter, der Schlüssel. Ich bin in Deutschland. Die Sorgen dieser Menschen

gehen mir durch den Kopf. Am liebsten würde ich ihnen helfen, aber wie? Würde

es ihnen helfen, wenn ich über sie schreibe? Aber das haben viele Leute

gemacht. Hat es ihnen geholfen? Wer liest diese Geschichten? Und wenn die

Leute sie lesen, was tun sie dann? Bin völlig durcheinander … Der Gedanke,

etwas schreiben zu wollen, erfasst mich in Tarabya.

TAG ZWEI

Nach dem Einkaufen gehe ich essen. Der Fernseher läuft wie überall in diesem

Land. Serien, Reden von Politikern. Auf allen Kanälen dasselbe. Anschließend

kommen die Nachrichten über Verkehrsunfälle, Morde, Verhaftungen und natürlich

die Durchsuchungen gegen die Terroristen. Alles live. Eine Mutter schlägt


Konuk Sanatçılar Mürtüz Yolcu 265

ihr Kind auf der Straße. Die Szene wird ständig wiederholt, mit Begleitmusik und

einer dramatischen Stimme. Was ist der Zweck dieser Nachrichtenstrategie?

Jeder, der sich im Leben Fragen stellen kann, versteht die Zusammenhänge.

Bin wieder in meiner Wohnung, die Sorgen von außen schmuggle ich rein.

Die Frau hat ihr Kind geschlagen, das Bild läuft ständig vor meinen Augen ab.

Die Reden, die Welt wäre neidisch auf unser Land, auf unsere Demokratie und

das wehrlose Mädchen. Ich weiß ganz genau, was der Bürger mir sagen würde,

wenn ich versuchen würde, mit Widerspruch zu reagieren. Er würde sagen: Das

Kind ist schuld, die Mutter tut das Richtige. Es muss erzogen werden. Woher

kommt diese Erziehung? Warum denkt er so? Woher kommen die Gedanken? Wie

entstehen sie? Wird dieses Kind seine Kinder auch schlagen?

TAG DREI

Früh aufgewacht. Der Bosporus schläft nie. Große Schiffe passieren den Hals

vom Schwarzen Meer in den Rest der Welt. Heute will ich Canetti lesen.

Zum Essen gehe ich lieber dahin, wo die Einheimischen essen. Der Dauerregen

hört nicht auf. Ich laufe am Wasser entlang. Eine Katze sucht Schutz an

der hohen Mauer. Die Hunde sind schlau, sie suchen Schutz vor Studenten-Cafés.

Vor den Villen der Reichen scheuchen die Wächter die Tiere weg. Sie

schützen die Reichen auch vor den Tieren.

Beim Abendessen ist das Thema der Transfer von Burak Yılmaz, einem

Stürmer, von Trabzonspor zu Beşiktaş. Alle haben etwas zu sagen, wenn es um

Fußball geht. Die Kommentare fliegen durch die Luft. Die Aufregung ist groß.

Jeder denkt, er verstünde mehr als alle anderen. Der Mann mit dem Cap schaut

zu den anderen, die alle zum Fernsehen schauen, und will etwas sagen. Doch er

sagt nichts. Er schweigt. So sieht es also aus, wenn man zum Schweigen

gezwungen wird, sage ich mir innerlich. Ich beobachte gerne Menschen, die

doch anders sind. Als Schauspieler muss man ja die Anderen (!) spielen. Ich

stelle mir die Frage: Wie würde das Ende des Schweigens bei dem Mann mit dem

Cap aussehen? Die Kommentare über Burak Yılmaz gehen weiter.

TAG VIER

Heute fahre ich auf die asiatische Seite. Dort habe ich einen Termin mit einem

Studenten der Filmhochschule. Für seinen Abschluss hat er ein Drehbuch

geschrieben. Er will einen Kurzfilm drehen, bei dem ich ihm helfen soll. Die

Geschichte spielt in einem Polizeirevier. „Ich habe die Geschichte sehr vorsichtig

aufgebaut, ich will keinen Ärger“, erzählt er. Wenn Sie ein Drehbuch schreiben

und das dem Produzenten vorlegen, wird er sagen, da und da müssen wir etwas


Stipendiat*innen Mürtüz Yolcu 266

ändern, damit das Publikum uns das abnimmt. Aber was ist, wenn das diejenigen

machen, die nicht vom Fach sind? Der Student ist optimistisch, das ist wichtig,

sage ich mir. „Mein Ziel ist, gute Filme zu machen“, sagt er.

Im Buchladen suche ich nach Canettis Büchern. Canetti schreibt direkt,

ich mag seine Formulierungen. Kurz und knapp. Seine Beschreibungen hören

sich an wie die Geschichten von meinem Großvater.

Zwei kurdische Jugendliche kommen mit auffällig hohem Tempo in den

Laden. Sie fragen nach einem Buch von Ezgin Kılıç. Die Verkäuferin meint: „Nein,

haben wir nicht.“ Sie und ich schauen uns an. Zuhause recherchiere ich den

Namen. Da leider Wikipedia hier nicht funktioniert, dauert es, bis ich über den

Namen etwas im Internet finde. Ezgin Kılıç ist der Name eines Dichters und

bedeutet „unterdrücktes Schwert – trauriges Schwert“.

TAG FÜNF

Morgens höre ich gerne Radio. Die Gewohnheit habe ich von meinem Großvater.

Er hörte gerne Radio Erivan, solange er wach war. Man spielte kurdische, armenische,

georgische, aserbaidschanische und türkische Musik. Alle haben einen

ähnlichen Klang.

Mein kleines Radio mit Hintergrundrauschen spielt kaum mehr Musik. Es

gibt Ansprachen, Interviews, Belehrungen, die Biografien von Religionsführern,

Erziehungsmethoden.

Die Küste entlangzulaufen macht großen Spaß, trotz der Kälte.

TAG SECHS

Eine alte Frau mit einem Sack auf dem Rücken verkauft selbstgemachte Marmelade.

Sie hält mich direkt bei den gepanzerten Wagen vor dem Palast an und will

mir unbedingt Marmelade verkaufen. Ich versuche die alte Frau loszuwerden,

die mir andererseits auch leidtut. Ich will nicht respektlos sein. Sie sagt, sie hat

niemanden im Leben, der sich um sie kümmert, und ich soll ihr bitte eine Marmelade

abkaufen. Die Einheimischen empfehlen uns Neulingen, niemals den Bettlern

und Straßenverkäufern zu trauen.

Jeder hat es eilig in dieser Stadt. Jeder will ganz nach vorne. Jeder will

als erster in den Bus einsteigen. Jeder will als erster an die Kasse. Es ist die

normalste Sache der Welt, die Rechte der anderen zu verletzen.

Egal wo Sie stehen, stehen Sie falsch. Es gibt keinen Platz zum Ausruhen.

Sie stehen immer im Weg.

Die Intellektuellen, Künstler und Akademiker haben Taksim verlassen. Sie

sind nach Izmir, nach Süden oder nach Berlin gezogen.


Konuk Sanatçılar Mürtüz Yolcu 267

DANACH FING DER TAG X AN

Jeden Dienstag traf das Tarabya-Team zusammen. Ich freute mich auf Leute,

kam aus meiner Einsamkeit raus. Sonst saß ich am Tisch und arbeitete. Ich

merkte, dass ich bis obenhin voll war mit Geschichten, als ob man den „Zulauf“

bis zum Anschlag aufgedreht hätte. Morgens ging ich ins Teehaus „Çay Budur“

(Das ist Tee) neben der Tarabya-Moschee. Der Fernseher ist immer an. Sobald

Sadık Abi die Tür aufschließt, macht er als erstes den Fernseher an. Sadık Abi

ist ein unfreundlicher Mensch. Sein Tisch ist anders als alle anderen. Wahrscheinlich

hat er ihn aus seinem Büro mitgenommen, in einem Amt, wo er bis zu

seiner Rente gearbeitet hat. Das Gleiche, was im Fernsehen erzählt wird, steht

in den Zeitungen, die sie morgens lesen. Sadık Abi deckt seinen Tisch für das

Frühstück. Mit gekochten Eiern, Tomaten, Oregano und Olivenöl. Arme Menschen,

die kein Geld für das Frühstück haben, setzen sich zu Sadık Abis Tisch und

frühstücken mit. Das mag ich an der türkischen Tradition.

Es ist deprimierend anzusehen, wie viele Menschen den Morgen des Tages

in einem kleinen, engen Dolmuş im Berufsverkehr beginnen müssen. Der Tag

beginnt mit Stress. Warum muss der Mensch leiden? Das Verkehrsproblem in

Istanbul ist nicht nur eine ohnehin planlose Verkehrspolitik. Auch die Istanbuler

müssen Verantwortung tragen. Ein bisschen mitmachen und mitdenken.

Es machte mir großen Spaß, über meine Charaktere zu schreiben.

Manchmal verabschiede ich mich für paar Stunden von ihnen und laufe

nach Sarıyer und zurück. Unterwegs denke ich über alle nach. Ich vergleiche sie

mit denen, die ich unterwegs beobachte. Doch, meine Charaktere sind aus

dieser Stadt. Ich selber bin hier und da. Menschen können in verschiedenen

Ländern leben, haben alle den Wunsch nach Glück. Glück ist Wissen. Ich forsche

weiter.

Heute war ein schrecklicher Tag. Jetzt geht es mir besser. Ich bin voller

Kummer aufgestanden. In Yeniköy habe ich ein Buch-Café entdeckt. Buch mit

Mensch und Kaffee dazu. Schnell werde ich wieder unruhig. Die Kraft in mir

setzt mich in Bewegung. Die Telefonkarte, die ich von der Post geholt habe, um

jemand mit unbekannter Nummer anzurufen, funktioniert nicht.

Sadık Amca lachte inzwischen ab und zu. Die alte Frau mit dem Sack

verkaufte jetzt Weinblätter. Aber keiner kaufte ihr etwas ab. Manche redeten

nur mit ihr. Aber sie wollte ihre Ware loswerden und weiterziehen. Über die

Familie redete sie nicht. Sie sagte, sie hat niemanden. Vielleicht war sie immer

eine Reisende, die nie eine Familie gehabt hatte …

Auch für mich ist es Zeit weiterzuziehen. Die letzten Tage in Tarabya.

Berlin muss man verlassen, um die Stadt mehr zu lieben. Berlin ist mein Zuhause.


Stipendiat*innen Mürtüz Yolcu 268

Da gehe ich wieder hin. Ob ich für immer in Berlin bleibe, weiß ich nicht. Bin ich

türkisch oder deutsch? Muss ich die Frage beantworten?

Gün-Lük

BİRİNCİ GÜN

Kötü hava şartları yüzünden uçağım dört saat gecikmeli olarak İzmir’den İstanbul’a

doğru yola çıkıyor. İç hat uçuşları beni genelde daha çok korkutur. Yanımda

bir kadın oturuyor, cam kenarında da 17 yaşındaki kızı.

Zaman içerisinde kadının benden daha çok korktuğunu fark ediyorum.

Sohbet etmeye başlıyoruz. Böylece korkularımı birisiyle paylaşabiliyorum. Beni

oynadığım bir diziden tanıyormuş. Dizinin yayından kaldırılmasına üzülmüş. “Hep

aynı şey. İşin içinde toplumsal meseleler varsa, gösterilsin istemiyorlar.” Kadın

oğlunun yurtdışında okuduğunu, yani aslında kendini kurtardığını söylüyor.

Şimdi kızını yurtdışına göndermenin bir yolunu bulmaya çalışıyor. “Bu ülkede

çocukların geleceği yok” diye tekrar edip duruyor. Çocuklarının yurtdışındaki

geleceklerini hayal ederken gözleri parlıyor, korkularını unutuyor. Pisti görüyorum.

Uçak sarsılarak iniyor ve ben rahatlıyorum. Artık korkmuyoruz.

İstanbul trafiğinin hengamesinde beni havalimanından Tarabya’ya götüren

şoför, Suriyeliler ülkeye geldiğinden beri her şeyin ne kadar kötüye gittiğini

anlatıyor. Onlara Türklerden daha fazla hak tanındığını, devletin daha fazla

yardım ettiğini, bu yüzden hepsinin zengin olduğunu söylüyor. Neden daha çok

yardım alıyorlar diye soruyorum. “Sadece para alsalar iyi, bir de hemen vatandaş

oluyorlar“ diyen şoför, bu arada bana Almanya’daki imkanları soruyor. Tarabya’ya

vardığımızda, kapıdan içeriye girerken İstanbul’da Almanya’ya geldiğimi

farkediyorum. Şoför İstanbul’a dönüyor. Ben evime yerleşiyorum. Her şey

sorunsuz, tıkır tıkır işliyor. Musluk, elektrik, anahtarlar. Almanya’dayım. Buradaki

insanların sorunlarını düşünüp duruyorum. Onlara yardımcı olmayı çok

isterim, ama nasıl? Onlar hakkında yazsam bir işe yarar mı? Bunu yapan bir sürü

insan oldu zaten. Bir faydası oldu mu? Bu hıkayeleri kim okuyor? Okuyanlar ne

yapıyor? Kafam çok karışık …

Tarabya’da bir şeyler yazma düşüncesi kafamda yer ediyor.

İKİNCİ GÜN

Alışverişten sonra yemeğe çıkıyorum. Ülkenin her yerinde olduğu gibi burada da

televizyon açık. Diziler, siyasetçilerin konuşmaları. Tüm kanallarda benzer


Konuk Sanatçılar Mürtüz Yolcu 269

yayınlar. Ardından trafik kazalarının, cinayetlerin, tutuklamaların ve elbette

teröristleri ele geçirmek için yapılan aramaların anlatıldığı haberler. Tabii ki

hepsi canlı. Annenin biri sokakta çocuğunu dövüyor. Aynı sahne fon müziği ve

heyecanlı bir ses eşliğinde sürekli tekrar ediliyor.

Haberleri böylesi bir kurgu içinde anlatmanın amacı ne olabilir? Hayatı

sorgulayan herkes zaten anlayacağını anlıyor. Yeniden evime dönüyorum, dış

dünyanın dertlerini de gizlice içeriye sokuyorum. Çocuğunu döven kadının

görüntüsü gözlerimin önünden gitmiyor. Dünya bizi kıskanıyor; demokrasimizi

kıskanıyor ve de o savunmasız kız çocuğunu. Bunlara karşı çıkmaya çalışsam

çoğu insanın bana ne diyeceğini çok iyi biliyorum: Çocuk hatalı, annesi doğru

olanı yapıyor. Çocuğa terbiye vermek lazım. Bu eğitim anlayışının sebebi ne?

İnsanlar neden böyle düşünüyor? Bu düşünceler nereden geliyor? Nasıl ortaya

çıkıyorlar? Bu çocuk da kendi çocuklarına dayak atacak mı?

ÜÇÜNCÜ GÜN

Erken uyandım. Boğaz hiç uyumuyor. Kocaman gemiler Karadeniz’den gelip

dünyaya yelken açıyorlar. Bugün Canetti okuyacağım. Yemeğimi, mahalleli nerede

yiyorsa orada yiyorum. Yağmur dinmeksizin yağıyor. Deniz kıyısında yürüyorum.

Bir kedi yüksek bir duvarın dibine sığınıyor. Köpekler akıllı, soluğu öğrenci

kahvelerinin önünde alıyorlar. Yalıların bekçileri sokak hayvanlarını kışkışlıyor.

Demek ki, zenginleri hayvanlara karşı da koruyorlar. Akşam yemeğinde konuşulan

yegane konu Burak Yılmaz’ın Trabzonspor’dan Beşiktaş’a transferi. Konu

futbol olunca herkesin söyleyecek bir sözü oluyor. Yorumlar havada uçuşuyor.

Heyecan büyük. Herkes diğerlerinden daha çok şey bildiğinden emin. Kasketli

adam, gözlerini televizyona dikmiş insanlara bakıyor ve bir şeyler söylemeye

yelteniyor. Ama bir şey söylemiyor. Susuyor. Demek birinin susmaya mecbur bırakılması

böyle bir şey, diye düşünüyorum. Öteki insanları gözlemlemeyi seviyorum.

Ne de olsa, oyuncu ötekini (!) oynamak zorunda. Kasketli adam sessizliğini

acaba ne şekilde bozardı, onu merak ediyorum. Herkes Burak Yılmaz hakkında

yorum yapmaya devam ediyor.

DÖRDÜNCÜ GÜN

Bugün Anadolu yakasına geçiyorum. Orada bir sinema öğrencisiyle buluşacağım.

Bitirme ödevi kapsamında bir senaryo yazmış. Çekmek istediği kısa film için

benden yardım etmemi istedi. Hikaye bir polis karakolunda geçiyor. “Öyküyü çok

dikkatli kurguladım, başım derde girsin istemiyorum” diyor. Bir senaryo yazıp

yapımcıya sunduğunuzda, seyirciyi inandırmak istiyorsak şuraları biraz değiştirmemiz

lazım, der. Fakat bunu meslekten olmayanlar yaparsa ne olur? Öğrenci çok


Stipendiat*innen Mürtüz Yolcu 270

iyimser, bu önemli, diyorum kendi kendime. “Benim amacım iyi filmler yapmak”,

diyor. Kitabevinde Canetti’nin kitaplarını arıyorum. Canetti dolaysız yazıyor,

doğrudan.

İfade tarzını, üslubunu seviyorum. Az ve öz. Tasvirleri, dedemin anlattığı

öyküleri hatırlatıyor bana. İki Kürt genci bariz bir aceleyle dükkâna giriyor. Ezgin

Kılıç’ın bir kitabını soruyorlar. Tezgahtar “Hayır, bizde yok” diyor. Birbirimize

bakıyoruz.

Eve gidince duyduğum ismi araştırıyorum. Maalesef Wikipedia açık değil.

İnternette bilgi bulmam biraz vakit alıyor. Ezgin Kılıç bir şair ve adı “mazlum kılıç

– üzgün kılıç” anlamına geliyor.

BEŞİNCİ GÜN

Sabahları radyo dinlemeyi seviyorum. Bu alışkanlık bana dedemden kaldı. Her

daim Erivan Radyosu’nu dinlerdi. Radyoda Kürt, Ermeni, Gürcü, Azeri ve Türk

müzikleri çalardı. Hepsinin benzer bir tınısı var.

Benim radyomda ise yayın parazitli ve nadiren müzik çalınıyor. Duyurular,

söyleşiler, açıklamalar, din adamlarının hayat hikâyeleri ve çocuk yetiştirme

yöntemleri yayınlanıyor daha çok. Soğuk havaya rağmen, sahil boyunca gezmek

bana çok iyi geliyor.

ALTINCI GÜN

Sırtında çuval taşıyan yaşlı bir kadın kendi yaptığı reçelleri satıyor. Sarayın

önünde bekleyen zırhlı araçların hemen önünde karşıma çıkıp reçel almam için

ısrar ediyor. Haline üzülsem de kadını başımdan savmaya çalışıyorum. Saygısızlık

etmek istemiyorum. Hayatta kendisine bakacak kimsesi olmadığını söylüyor, bir

reçel almamı rica ediyor. Buranın yerlileri, buralarda yeni olan bizlere dilencilere

ve sokak satıcılarına asla güvenmemeyi öğütlüyorlar. Bu şehirde herkesin acelesi

var. Herkes en öne geçmek istiyor. Herkes otobüse ilk binen olmak istiyor. Herkes

kasadaki sıranın en önünde olmak istiyor. Başkalarının hakkını çiğnemek

dünyanın en normal şeyi sanki. Nerede durursanız durun, yanlış yerdesiniz.

Dinlenecek bir yer bulmak imkânsız. Daima birilerinin ayağına dolanıyorsunuz.

Entelektüeller, sanatçılar ve akademisyenler Taksim’i terk etmiş. İzmir’e, güneye

ya da Berlin’e taşınmışlar.

SONRA O GÜN BAŞLADI

Tarabya ekibi Salı günleri bir araya geliyordu. İnsanlarla buluşmak, yalnızlığa bir

süreliğine ara vermek beni mutlu ediyordu. Diğer zamanlarda sürekli masa

başında çalışıyordum.


Konuk Sanatçılar Mürtüz Yolcu 271

Kafam sayısız hikâyeyle doluydu, sanki vana sonuna kadar açılmıştı. Sabahları

Tarabya Camii’nin yanındaki kahveye gidiyordum. Sadık Abi’nin işlettiği “Çay

Budur”da televizyon hep açıktı. Sadık Abi’nin dükkâna gelir gelmez ilk işi televizyonu

açmak oluyordu. Sadık Abi soğuk biriydi. Oturduğu masa da diğer bütün

masalardan farklıydı. Muhtemelen bu masayı, emekli olana kadar çalıştığı devlet

dairesindeki yazıhanesinden getirmişti. Televizyonlarda ne anlatılıyorsa, sabahları

okunan gazetelerde de aynısı var. Sadık Abi kahvaltı sofrasını hazırlıyor.

Haşlanmış yumurta, domates, kekik ve zeytinyağı. Kahvaltıya verecek parası

olmayanlar da Sadık Abi’nin masasına oturup sebepleniyor. Bu toprakların bu tür

geleneklerini seviyorum.

Sabahları küçücük, sıkış tepiş bir dolmuşun içinde trafikte işe yetişmeye

çalışan insanları görünce, güne böyle başlamak zorunda olduklarını düşününce

üzülüyorum. Gün böylece baskıyla, gerginlikle başlıyor. İnsan çile çekmek

zorunda mı? İstanbul’un trafik meselesi, yalnızca halihazırdaki plansız ulaştırma

politikalarından kaynaklanmıyor. İstanbulluların da sorumluluk üstlenmesi

gerekir. Bunun için birazcık kafa patlatmak, ortaklaşmak, hemhal olmak lazım.

Yazdıklarımla, karakterlerimle haşır neşir olmak çok keyifli. Bazen birkaç saatliğine

onlara veda edip Sarıyer’e yürüyorum. Yolda onlar hakkında düşünüyorum.

Onları, yolda karşılaştığım insanlarla kıyaslıyorum. Evet, eminim, benim karakterlerim

buralı, bu şehirde yaşıyorlar. Ben de hem buradayım hem orada. İnsanlar

farklı ülkelerde yaşayabilir, hepsi mutlu olmak için çabalar. Mutluluk bilgidir. Ben

de araştırmaya devam ediyorum.

Bugün korkunç bir gündü. Şimdi daha iyiyim. Çok huzursuz bir halde

uyandım. Yeniköy’de bir kitap-kafe keşfettim. Kitabın yanında insanlar ve

kahve.

Kısa sürede tekrar huzurum kaçıyor. İçimdeki kuvvet beni harekete geçiriyor.

Beni arayan yabancı bir numarayı aramak için postaneden aldığım telefon

kartı çalışmıyor. Sadık Amca arada birkaç kez güldü. Çuvallı yaşlı kadın artık

asma yaprağı satıyor. Ama kimsenin bir şey aldığı yok. Bazıları kadınla sohbet

ediyor. Ama kadının tek istediği malını satıp yoluna devam etmek. Ailesi hakkında

konuşmuyor. Kimsesi olmadığını söylüyor. Belki de, hiçbir zaman ailesi olmamış

bir gezgindir …

Artık benim de yoluma devam etme vaktim geldi. Tarabya’daki son günlerim.

Berlin’i daha da sevmek için arada bir kenti terk etmek gerekiyor. Berlin

benim evim. Tekrar oraya gideceğim. Her zaman Berlin’de kalıp kalmayacağımı

bilmiyorum.

Türk müyüm, Alman mı? Bu soruyu yanıtlamak zorunda mıyım?


Stipendiat*innen Mürtüz Yolcu 272

Mürtüz Yolcu (*1961, Iğdır), Schauspieler, Kurator

und Drehbuchautor, lebt seit 1978 in Berlin. Von

1995 bis 2010 organisierte er das Internationale

DiyalogTheaterFest Berlin. Von 1979 bis 1984

gehörte er zum Ensemble Berliner Darsteller. Danach

spielte er in verschiedenen Theatern, u. a. am

Ballhaus Naunynstraße, am HAU Berlin, an den

Münchner Kammerspielen und am Berliner Ensemble.

Zwischen 2007 und 2013 koordinierte er die

Türkische Filmwoche Berlin. 2009 übernahm er die

Projektkoordination des Festivals BeyondBelonging

ALMANCI! in Istanbul. Als Schauspieler ist er vor

allem aus Serien und Fernsehspielfilmen, wie Evet,

ich will! (2009), Nur eine Frau (2018) und der

Netflix-Serie Dogs of Berlin (2018) bekannt. Er ist

Mitbegründer von Tara, einer Künstlerinitiative

zwischen Istanbul und Berlin (2017). Yolcu hat ein

unveröffentlichtes Drehbuch und zwei Jugendstücke

geschrieben.

Mürtüz Yolcu war von Januar bis April 2019

Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.

Mürtüz Yolcu (1961, Iğdır), oyuncu, küratör ve

senarist, 1978’den beri Berlin’de yaşıyor. 1995 ve

2010 yılları arasında Uluslararası Berlin Diyalog

Tiyatro Festivali’ni düzenledi. Daha sonra Ballhaus

Naunynstraße, HAU Berlin, Münih Kammerspielen ve

Berliner Ensemble başta olmak üzere pek çok

tiyatroda sahneye çıktı. 2007 ila 2013 yılları

arasında Berlin’de Türk Filmleri Haftası’nı düzenledi.

2009 yılında İstanbul’da BeyondBelonging ALMANCI!

Festivali’nin proje koordinatörlüğünü üstlendi.

Oynadığı dizi ve televizyon filmleri arasında Evet, ich

will (2009) ve Netflix dizisi Dogs of Berlin (2018)

bulunmaktadır. İstanbul-Berlin arasında faaliyet

gösteren sanatçı girişimi Tara’nın kurucu üyelerindendir

(2017). Yolcu’nun henüz yayımlanmamış bir

senaryosu ve iki gençlik oyunu bulunmaktadır.

Mürtüz Yolcu 2019 yılının Ocak ve Nisan ayları

arasında Tarabya Kültür Akademisi’nde konuk

sanatçı olarak bulunmuştur.



Alumni mit Verlängerung

274


275

Bursu uzatılan sanatçıların

özgeçmişleri


Biografien der Alumni mit Verlängerung

2018/19

276

Sina Ataeian Dena

Sina Ataeian Dena (*1983, Ahvaz) drehte bereits während seines Studiums erste animierte Kurzfilme, Videoclips

für Theaterproduktionen, machte Video-Installationen, arbeitete als Visual-Effects-Supervisor und in

der Stoffentwicklung für Computerspiele. 2009 gewann sein animierter Kurzfilm Especially Music den internationalen

Wettbewerb des Tehran International Short Film Festivals. Dena arbeitete als Autor und Regisseur

für Werbespots, Dokumentationen und TV-Serien. Gleichzeitig realisierte er seinen ersten abendfüllenden

Spielfilm Paradise (Originaltitel Ma dar Behesht). Er war für Drehbuch und Regie verantwortlich und

koproduzierte den Film. Paradise feierte im August 2015 im Hauptwettbewerb des 68. Festival del film

Locarno Weltpremiere, war für den Goldenen Leoparden nominiert und wurde mit dem Preis der Ökumenischen

Jury sowie dem Swatch Art Peace Hotel Award ausgezeichnet.

Sina Ataeian Dena war von Juni bis September 2016 und von November 2016 bis Februar 2017 Stipendiat

der Kulturakademie Tarabya.

Sina Ataeian Dena (1983, Ahvaz) henüz öğrenciliği sırasında kısa çizgi filmler, tiyatro prodüksiyonları için

video klipler çekti, video enstalasyonları gerçekleştirdi, görsel efekt süpervizörlüğü ve bilgisayar oyunları

için senaryo geliştirme işi yaptı. 2009’da kısa çizgi filmi Especially Music Tahran Uluslararası Kısa Film

Festivali’nde ödül aldı. Sina Ataeian Dena ayrıca reklam filmleri, belgeseller ve televizyon dizileri için yazarlık

ve yönetmenlik yaptı. Bir yandan da ilk uzun metrajlı filmi Cennet’i [orijinal adı Ma dar Behesht] çekti. Filmin

senaristliğini ve yönetmenliğini yaptı ve ortak yapımcılığını üstlendi. Cennet 2015 Ağustos’unda 68. Locarno

Film Festivali ana yarışma bölümünde dünya prömiyerini yaptı, Altın Leopar ödülüne aday gösterildi, Ekümenik

Jüri ödülünü ve Swatch Art Peace Hotel Award ödüllerini aldı.

Sina Ataeian Dena Haziran-Eylül 2016 ve Kasım 2016-Şubat 2017 tarihleri arasında Tarabya Kültür

Akademisi konuk sanatçısı oldu.

Theo Eshetu

Theo Eshetu (*1958, London) verbrachte seine Kindheit zwischen Äthiopien, dem Senegal und Italien. Heute

lebt er in Berlin und Rom. Sein multinationaler Hintergrund entspricht der Komplexität von Identität in einer


Bursu uzatılan sanatçıların özgeçmişleri 277

zunehmend globalisierten Welt. Seit seinem Abschluss in Kommunikationsdesign 1981 an der North East

London Polytechnic arbeitet Eshetu an einer Reihe neuer Medienformate, von Dokumentar- und Experimentalfilmen

bis hin zu Videokunstinstallationen und Fotografie. Seine Werke wurden in Europa, Südafrika,

Kanada, den Vereinigten Staaten, Brasilien, Japan und China gezeigt, u. a. bei der Shanghai-Biennale

(2017), der Documenta14 in Athen und Kassel (2017), bei Dak’Art (2016), der Deutschen Bank Kunsthalle

(2015) und der Biennale von Venedig (2011). 2012 war er Gaststipendiat des Berliner Künstlerprogramms

des DAAD. Zuletzt wurde in Istanbul seine Einzelausstellung Faces and Places (2019) bei Akbank Sanat

gezeigt. Während seines Stipendiums an der Kulturakademie Tarabya führte er die Dreharbeiten zu Europa

and Bull (AT) mit Judith Rosmair durch.

Theo Eshetu war von Oktober bis Dezember 2016, von September bis November 2017 und erneut von Juli

bis August 2018 Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.

Theo Eshetu’nun (1958, Londra) çocukluğu Etiyopya, Senegal ve İtalya’da geçti. Bugün Roma ve Berlin’de

yaşıyor ve çalışıyor. Çok uluslu, çokkültürlü ailesi, giderek küreselleşen bir dünyada kimliğin karmaşıklığının

bir ifadesi. 1981’de North East London Polytechnic Üniversitesi İletişim Tasarımı Bölümü’nden mezun oldu. O

zamandan beri yeni medya biçimleri, belgesel ve deneysel filmler, video enstalasyonları ve fotoğrafçılık gibi

çeşitli alanlarda çalışıyor. Çalışmaları İtalya, Birleşik Krallık, Almanya, İsveç, Güney Afrika, Kanada, Amerika

Birleşik Devletleri, Brezilya, Japonya ve Çin gibi ülkelerde, Şanghay Bienali (2017), Atina ve Kassel Documenta14

(2017), Dak’Art (2016), İrlanda Bienali (2016), Deutsche Bank Kunsthalle (2015), Venedik Bienali

(2011) ve Smithsonian Institute’ta (2010) sergilendi. 2012’de DAAD Berliner Künstlerprogramm (Berlin

Sanatçılar Programı) bursiyeri oldu. Son solo sergisi Faces and Places (2019) İstanbul, Akbank Sanat’ta

izleyiciyle buluştu.Tarabya Kültür Akademisi’nde konuk sanatçı olarak bulunduğu dönemde Judith Rosmair’le

Europa and Bull (AT) filminin çekim çalışmalarını yürüttü.

Theo Eshetu Ekim-Aralık 2016, Eylül-Kasım 2017 ve Temmuz-Ağustos 2018 tarihlerinde Tarabya Kültür

Akademisi’ne konuk sanatçıydı.

Isabella Gerstner

Isabella Gerstner (*1980, Ellwangen) ist bildende Künstlerin und lebt in Berlin. In ihrer künstlerischen Praxis

erforscht sie Schleifprozesse, Reibungen, Tatsachenverschiebungen und Tricks, die sie in den alltäglichen

Handlungen und Gebrauchsweisen des öffentlichen Raumes aufspürt. Sie schafft Objekte, ortsspezifische

Installationen und entwirft Aktionsräume, die als abstrakte Reibungsflächen den Status quo ihrer Umgebung

zitieren und gleichzeitig ad absurdum führen. Nach einem Studium der Pädagogik und Kulturwissenschaft

studierte sie Bildhauerei und Intermediales Gestalten und absolvierte ein Masterprogramm am Institut für

Kunst im Kontext der UdK Berlin. Sie war Stipendiatin des Cusanuswerks, erhielt Förderungen für Arbeitsaufenthalte

in Rotterdam und Paris sowie ein Arbeitsstipendium der Kunststiftung Baden-Württemberg.

Während ihres Aufenthaltes in der Kulturakademie Tarabya arbeitete sie in einer Schleifmittel-Fabrik.


Biografien der Alumni mit Verlängerung

2018/19

278

Isabella Gerstner war von Januar bis Mai 2017 und erneut von Januar bis April 2018 Stipendiatin der

Kulturakademie Tarabya.

Isabella Gerstner (1980, Ellwangen) güzel sanatlar alanında çalışıyor, Berlin’de yaşıyor. Sanat çalışmalarında

kamusal alanı kullanım biçimlerinde ve gündelik eylemlerde izini sürdüğü bilenmeleri, sürtünmeleri,

olgu kaydırmalarını ve hileleri araştırıyor. Sanatçının ürettiği nesneler, mekâna has enstalasyonlar ve eylem

alanları soyut sürtünme alanları olarak çevrelerindeki statükoyu iktibas ediyor ve bir yandan da saçmalıklarını

vurguluyor. Pedagoji ve Kültür Bilimleri bölümlerinden mezun olduktan sonra, heykeltıraşlık ve intermedial

tasarım okudu, UdK Berlin Güzel Sanatlar Üniversitesi Kunst im Kontext Enstitüsü’nde yüksek lisans

programını tamamladı. Cusanuswerk’in bursiyeri oldu, Rotterdam ve Paris’teki çalışmaları için çeşitli kurumlardan

destek aldı ve Baden-Württemberg Sanat Vakfı’ndan çalışma bursu aldı. Tarabya Kültür Akademisi’nde

konuk sanatçı olarak kaldığı dönemde bir zımpara üretim tesisinde çalıştı.

Isabella Gerstner Ocak-Mayıs 2017 ve Ocak-Nisan 2018 tarihlerinde Tarabya Kültür Akademisi’nde

konuk sanatçıydı.

Matthias Göritz

Matthias Göritz ist vielfach ausgezeichneter Lyriker, Theaterautor, Übersetzer und Romancier. Er veröffentlichte

u. a. die Romane Der kurze Traum des Jakob Voss (2005), für den er den Mara-Cassens-Preis erhielt,

und Träumer und Sünder (2013), der mit dem Robert-Gernhardt-Preis ausgezeichnet wurde. Sein jüngster

Gedichtband Tools erschien 2012. Im Frühling 2018 folgte die Veröffentlichung des Romans Parker, der 2020

in der türkischen Übersetzung beim Verlag Yıtık Ülke erscheinen wird. 2014 erhielt Göritz als erster Autor den

William H. Gass Award und lehrt derzeit an der Washington University in St. Louis, USA. Eine Auswahl von

Göritz’ Gedichten erschien 2016 auf Türkisch unter dem Titel Aşk Benim Dilsizliğim in der Übersetzung von Efe

Duyan, 2018 folgte der Roman Hayalperestler ve Günahkârlar in der Übersetzung von Yasemin Yelbay Yılmaz.

Sein Stück Liebe Frau Krauss wird 2020 in Istanbul in einer großen Produktion uraufgeführt.

Matthias Göritz war von Oktober 2015 bis Februar 2016, von Juni bis August 2016 und von Juni bis Juli

2018 Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.

Matthias Göritz pek çok ödül almış şair, tiyatro yazarı, çevirmen ve roman yazarı. Der kurze Traum des Jakob

Voss (2005) romanıyla, Mara-Cassens Ödülü, Träumer und Sünder (Hayalperestler ve Günahkârlar, 2013)

romanıyla Robert-Gernhardt Ödülünü aldı. Şiir kitabı Tools 2012’de yayımlandı. 2018 ilkbaharında yayımlanan

Parker adlı romanının Türkçe çevirisi 2020’de Yitik Ülke Yayınları tarafından yayımlanacak. Göritz 2014

William H. Gass Award yazarlık ödülüne layık görüldü ve şu sıralar ABD, St. Louis’deki Washington Üniversitesinde

ders veriyor. Göritz’in şiirlerinin Türkçe seçkisi 2016’da Aşk Benim Dilsizliğim adıyla ve Efe Duyan


Bursu uzatılan sanatçıların özgeçmişleri 279

çevirisiyle yayımlandı. 2018’de ise Hayalperestler ve Günahkârlar romanı Yasemin Yelbay Yılmaz çevirisiyle

yayımlandı. Liebe Frau Krauss adlı çalışmasının prömiyeri 2020’de İstanbul’da yapılacak.

Matthias Göritz Ekim 2015-Şubat 2016, Haziran-Ağustos 2016 ve Haziran-Temmuz 2018 tarihlerinde

Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk sanatçısı oldu.

Franziska Klotz

Franziska Klotz (*1979, Dresden) lebt und arbeitet in Berlin. Sie studierte Malerei an der Kunsthochschule

Berlin-Weißensee und war Meisterschülerin bei Werner Liebmann. 2005 wurde sie mit dem Max-Ernst-Stipendium

der Stadt Brühl ausgezeichnet. Ihre Bilder wurden in zahlreichen Einzel- und Gruppenausstellungen

in Deutschland, Österreich, Italien, den USA, Dänemark, Frankreich, der Schweiz, Ungarn, Russland

und der Türkei gezeigt, darunter Ein Monument für Wolfgang Neuss, Projektraum Haus am Lützowplatz,

Berlin (2019), The Pleasure of Love, 56. Belgrade October Salon, Belgrade City Museum, Peace on Paper,

Tehran Biennial (2016), BALAGAN!!!, Max Liebermann Haus, Berlin (2015) und IV Moscow International Biennale

for Young Art, Moskau (2014).

Franziska Klotz war von Oktober bis Mai 2015 und erneut von Januar bis Februar 2018 Stipendiatin der

Kulturakademie Tarabya.

Franziska Klotz (1979, Dresden), Berlin’de yaşıyor ve çalışıyor. Berlin-Weißensee Sanat Yüksekokulu’nda

resim öğrenimi gördü ve Werner Liebmann’ın usta-öğrencisi oldu. 2005’te Brühl Belediyesi Max Ernst

Ödülü’nü aldı. Resimleri Almanya’nın yanı sıra Avusturya, İtalya, ABD, Danimarka, Fransa, İsviçre, Macaristan,

Rusya ve Türkiye’de çok sayıda kişisel ve karma sergide yer aldı: Ein Monument für Wolfgang

Neuss, Projektraum Haus am Lützowplatz, Berlin (2019), The Pleasure of Love, 56. Belgrade October Salon,

Belgrade City Museum, Peace on Paper, Tahran Bienali (2016), BALAGAN!!!, Max Liebermann Haus, Berlin

(2015) ve IV Moscow International Biennale for Young Art, Moskova (2014).

Franziska Klotz Ekim-Mayıs 2015 ve Ocak-Şubat 2018 tarihlerinde Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk

sanatçısı oldu.


Biografien der Alumni mit Verlängerung

2018/19

280

Stefan Lienenkämper

Stefan Lienenkämper (*1963, Meinerzhagen), studierte Philosophie und später, an der Hogeschool voor de

Kunsten Utrecht bei Henk Alkema, Komposition. Er hat u. a. mit Garth Knox, Michael Riessler, Carin Levine

und Krassimir Sterev sowie dem Sonar Quartett, dem Hezarfen Ensemble Istanbul, dem Spanischen Nationalorchester

und den Brandenburger Symphonikern zusammengearbeitet. Stefan Lienenkämper ist auf vielen

internationalen Kulturfestivals vertreten, u. a. beim Festival de Música de Alicante, den Weimarer Frühjahrstagen

für zeitgenössische Musik und den Intersonanzen Potsdam. Für seine Werke erhielt er u. a. den

1. Preis beim Kompositionswettbewerb des Spanischen Nationalorchesters Auditorio Nacional de Música

2010 und den 1. Preis beim Gustav Mahler Kompositionswettbewerb der Stadt Klagenfurt 2003 und 2009.

Stefan Lienenkämper war von Mai bis Juli 2016 Stipendiat der Kulturakademie Tarabya und erneut von

Januar bis Februar 2018.

Stefan Lienenkämper (1963, Meinerzhagen), felsefe eğitimini tamamladıktan sonra Hogeschool voor de

Kunsten Utrecht’te Henk Alkema’dan bestecilik dersleri aldı. Garth Knox, Michael Riessler, Carin Levine ve

Krassimir Sterev’in yanı sıra, Sonar Quartett, Hezarfen Ensemble İstanbul, İspanya Ulusal Orkestrası ve

Brandenburg Senfoni Orkestrası çalıştığı sanatçı ve müzik gruplarından bazılarıdır. Stefan Lienenkämper,

Festival de Música de Alicante, Weimar Çağdaş Müzik Günleri ve Intersonanzen Potsdam gibi çok sayıda

uluslararası kültür festivaline katıldı. İspanya Ulusal Orkestrası’nın Auditorio Nacional de Música bestecilik

yarışmasında birincilik derecesi aldı, Klagenfurt Belediyesi’nin Gustav Mahler bestecilik yarışmasında ise

2003 ve 2009 yıllarında yine birinciliğe layık görüldü.

Stefan Lienenkämper Mayıs-Temmuz 2016 ve Ocak-Şubat 2018 tarihleri arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin

konuk sanatçısı olarak İstanbul’da bulundu.


Bursu uzatılan sanatçıların özgeçmişleri 281

Ayat Najafi

Ayat Najafi, deutsch-iranischer Film- und Theaterregisseur sowie Multimediakünstler, lebt und arbeitet in

Berlin. In Teheran studierte er Szenografie. Seine beiden Kinodokumentarfilme Football Under Cover (2008)

in Co-Regie mit David Assmann und No Land’s Song (2014) sind jeweils auf über hundert Filmfestivals

gezeigt worden und gewannen zahlreiche Preise, unter anderem den Preis für den besten Dokumentarfilm

beim Montréal World Film Festival (2014). No Land’s Song war zudem für die „Lola“ des Deutschen Filmpreises

(2017) nominiert. Die Dreharbeiten seines neuen Kinofilms 1979 (Buch und Regie) sind für 2020

geplant. 2011 fand die Uraufführung von Rasht – Stadt der Frauen am HAU in Berlin statt. 2017 initiierte er

zusam men mit Sarah Maske das kollektive Kunstprojekt Sandsturm – And Then There Was Dust, das sich

mit Veränderungen von Ökosystemen und dem Phänomen der Sandstürme beschäftigt. Die Ausstellungseröffnung

findet im September 2020 im Depo, Istanbul statt.

Ayat Najafi war von November 2014 bis Mai 2015 und erneut von April bis Juni 2018 Stipendiat der

Kulturakademie Tarabya.

Ayat Najafi Alman-İranlı sinema ve tiyatro yönetmeni ve multimedya sanatçısı. Berlin’de yaşıyor ve çalışıyor.

Tahran’da sahne tasarımı eğitimi aldı. David Assmann’la birlikte yönettiği Football Under Cover (2008) ile No

Land’s Song (2014) adlı filmi yüzden fazla film festivaline gösterilmiş, Montréal World Film Festival (2014) En

İyi Belgesel Film Ödülü’nün yanı sıra çok sayıda ödüle layık görülmüştür. No Land’s Song ayrıca Almanya

Sinema Ödülleri’nde Altın Lola’ya aday gösterilmiştir. Yeni sinema filmi 1979’un (senaryo ve yönetmenlik)

çekimlerinin 2020’de başlaması planlanmaktadır. Rasht – Kadınların Şehri filminin prömiyeri 2011’de HAU

Berlin’de yapıldı. 2017’de Sarah Maske’yle birlikte, ekosistemlerdeki değişimleri ve kum fırtınalarını ele alan

Sandsturm – And Then There Was Dust adlı kolektif sanat projesini başlatmıştır. Sergi Eylül 2020’de Depo

İstanbul’da izleyiciyle buluşacak.

Ayat Najafi Kasım 2014-Mayıs 2015 ve Nisan-Haziran 2018 tarihlerinde Tarabya Kültür Akademisi’nin

konuk sanatçısıydı.


Biografien der Alumni mit Verlängerung

2018/19

282

Angelika Niescier

Angelika Niescier, Saxofonistin und Komponistin, konzertiert international und komponiert u. a. für Theater, Big

Band, Ballett und Sinfonieorchester. Mehrere ihrer CD-Produktionen wurden ausgezeichnet, u. a. zweifach mit

dem Vierteljahrespreis der Deutschen Schallplattenkritik (für sublim III und NYC FIVE) und dem ECHO Jazz; 2017

erhielt sie den Deutschen Jazzpreis. Niescier spielte auf renommierten Festivals wie dem Winter Jazzfest New

York, unerhört! Zürcher Jazzfestival, Vancouver International Jazzfestival, moers festival, Jazzfest Berlin und

Jazzfestival Molde. In ihren Soloprogrammen, der Arbeit mit ihrem Quartett Angelika Niescier SUBLIM, in Bandprojekten

verschiedenster Art und Kompositionsaufträgen verschmilzt sie komplexe Kompositionen und intensive

Improvisationen. Der Einfluss von Wort, Bild, Bewegung und bildender Kunst ist Quelle wichtiger Inspiration.

Angelika Niescier war von August bis Oktober 2017 und erneut von Oktober bis Dezember 2018 Stipendiatin

der Kulturakademie Tarabya.

Angelika Niescier saksofon sanatçısı ve besteci; tiyatro, Big Band, bale ve senfoni orkestraları gibi çeşitli

ortamlar için de beste yapıyor, uluslararası konserlerde sahneye çıkıyor. Pek çok ödül kazanan sanatçı, iki kez

Alman Plak Eleştirmenleri Ödülü’ne (sublim III ve NYC Five albümleriyle) ve ECHO Jazz ödülüne layık görüldü,

2017’de Almanya Caz Ödülü’nü kazandı. Angelika Niescier Winter Jazzfest New York, unerhört! Zürih Caz Festivali,

Vancouver Uluslararası Caz Festivali, moers Festivali, Jazzfest Berlin, Jazzfestival Molde gibi pek çok

festivalde sahne aldı ve kendi projeleriyle uluslararası turnelere çıktı. Sanatçı SUBLIM kuartetiyle yürüttüğü

solo çalışmalarında, çeşitli gruplarla ortak projelerinde ve bestecilik çalışmalarında bestecilikle doğaçlamayı

bir araya getiriyor. Bu çalışmalarında sözcüklerin, resmin, hareketin ve güzel sanatların etkisinden ilham alıyor.

Angelika Niescier Ağustos-Ekim 2017 ve Ekim-Aralık 2018 tarihleri arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin

konuk sanatçısı olarak İstanbul’da bulundu.

Angelika Overath

Angelika Overath (*1957, Karlsruhe) arbeitet als Schriftstellerin, Reporterin, Literaturkritikerin und schreibt

Features für das Radio. Einem breiteren Publikum bekannt wurde sie mit Alle Farben des Schnees. Senter


Bursu uzatılan sanatçıların özgeçmişleri 283

Tagebuch (2010), einem Text über ihren Wohnort im Unterengadin. Für ihre Arbeiten erhielt sie u. a. den Egon-

Erwin-Kisch-Preis für literarische Reportage (1996) und den Ernst-Willner-Preis beim Ingeborg-Bachmann-Wettbewerb

(2006). Ihr Roman Ein Winter in Istanbul (2018) entstand großteils an der Kulturakademie

Tarabya. In dieser Zeit entwickelte sie mit ihrer Übersetzerin Zehra Aksu Yilmazer den Band Bilme Celer, eine für

ein türkisches Publikum konzipierte Auswahl aus ihren biografischen Essay-Rätseln. Mit Nursel Gülenaz hat

Angelika Overath Gedichte dreier wichtiger Vertreter der lyrischen Avantgarde-Bewegung „Neue Zweite“

herausgegeben und übersetzt: So träume und verschwinde ich. Liebesgedichte von Edip Cansever, Cemal

Süreya und Turgut Uyar (2020).

Angelika Overath war von Dezember 2015 bis Februar 2016, von April bis Juni 2017 und von Dezember

2017 bis März 2018 Stipendiatin der Kulturakademie Tarabya.

Angelika Overath (1957, Karlsruhe), yazarlık, gazetecilik, edebiyat eleştirmenliği yapıyor, radyo için program

yazıyor. Yaşadığı Unterengadin hakkındaki Alle Farben des Schnees. Senter Tagebuch (2010) metniyle geniş

bir okur kitlesiyle buluştu. Edebiyat söyleşileri için Egon-Erwin-Kisch-Ödülü(2006), Ingeborg Bachmann

edebiyat yarışmasında Ernst-Willner Ödülü (2006) vb. pek çok ödüle layık görüldü. Ein Winter in Istanbul

(2018) adlı romanının büyük bölümünü Tarabya Kültür Akademisi’nde yazdı. Aynı dönemde, metinlerini Türkçeye

çeviren Zehra Aksu Yılmazer’le birlikte Türkiyeli okurlar için biyografik bulmaca-denemelerinden bir

seçki hazırladı. Angelika Overath Nursel Gülenaz’la birlikte “İkinci Yeni” hareketinin üç önemli temsilcisinin

şiirlerini çevirerek yayımladı: So träume und verschwinde ich. Liebesgedichte von Edip Cansever, Cemal

Süreya und Turgut Uyar (2020).

Angelika Overath Aralık 2015-Şubat 2016, Nisan-Haziran 2017 ve Aralık 2017-Mart 2018 tarihleri arasında

konuk sanatçı olarak Tarabya Kültür Akademisi’nde bulundu.

Christoph Peters

Christoph Peters (*1966, Kalkar) studierte Malerei an der Kunstakademie Karlsruhe bei Horst Egon

Kalinowski und Günter Neusel, zuletzt als Meisterschüler von Meuser. Anschließend arbeitete er fünf Jahre

als Flug gastkontrolleur am Frankfurter Flughafen. Seit 2000 lebt er als freier Schriftsteller in Berlin. Zuletzt

veröffentlichte er den Essay Diese wunderbare Bitterkeit – Leben mit Tee (2016), den Erzählband Selfie mit

Sheikh (2017) sowie den Roman Das Jahr der Katze (2018). Sein Werk erhielt zahlreiche Auszeichnungen,

darunter den aspekte-Literaturpreis 1999, den Friedrich-Hölderlin-Preis 2016 und den Wolfgang-Koeppen-

Literaturpreis 2018.

Christoph Peters war von Juni bis September 2015, von Juni bis August 2017 und erneut von Mai bis

August 2019 Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.

Christoph Peters (1966, Kalkar) Karlsruhe Güzel Sanatlar Akademisi, resim bölümünde okudu, Horst Egon

Kalinowski ve Günter Neusel’den ders aldı. Meuser’in atölyesinden “Meisterschüler” (usta öğrenci) unvanı

alarak akademiden mezun oldu. Mezun olduktan sonra beş yıl boyunca Frankfurt Havalimanı’nda yer hostesi

olarak çalıştı. 2000’den beri Berlin’de yaşıyor, serbest yazarlık yapıyor. Diese Wunderbare Bitterkeit


Biografien der Alumni mit Verlängerung

2018/19

284

– Leben mit Tee (2016) adlı deneme kitabı, Selfie mit Sheikh (2017) adlı öykü derlemesi ve Das Jahr der

Katze (2018) adlı roman son yayımlanan çalışmalarından bazılarıdır. Çalışmaları aspekte Edebiyat Ödülü

(1999), Friedrich Hölderlin Ödülü (2016) ve Wolfgang-Koeppen Edebiyat Ödülü (2018) başta olmak üzere çok

sayıda ödüle layık görülmüştür.

Christoph Peters Haziran-Eylül 2015, Haziran-Ağustos 2017 ve Mayıs-Ağustos 2019’da Tarabya Kültür

Akademisi’nin konuk sanatçısı oldu.

Katerina Poladjan

Katerina Poladjan (*Moskau) lebt als Schriftstellerin in Berlin. Sie hat Angewandte Kulturwissenschaften

(Philosophie und Kunst) an der Leuphana Universität in Lüneburg studiert. 2011 erschien ihr Debütroman

In einer Nacht, woanders im Rowohlt Verlag, 2015 ihr Roman Vielleicht Marseille und 2016 das literarische

Reisebuch Hinter Sibirien. Katerina Poladjan wurde für den Alfred-Döblin-Preis und den Ingeborg-Bachmann-Preis

nominiert, war auf der Shortlist für den European Union Prize for Literature und erhielt das

Berliner Senatsstipendium, das Grenzgänger-Stipendium der Robert Bosch Stiftung, das Alfred-Döblin-Stipendium

und das Stipendium der Preußischen Seehandlung. Ihr neuer Roman Hier sind Löwen, an

dem sie im Rahmen ihres Stipendiums an der Kulturakademie Tarabya arbeitete, wurde vom Deutschen

Literaturfonds gefördert und war für den Deutschen Buchpreis 2019 nominiert (Longlist).

Katerina Poladjan war von Juli 2017 bis Ende September 2017 und erneut von März bis Juli 2018

Stipendiatin der Kulturakademie Tarabya.

Katerina Poladjan (Moskova) Berlin’de yaşıyor. Lüneburg, Leuphana Üniversitesi’nde uygulamalı kültür

bilimleri (felsefe ve sanat) öğrenimi gördü. İlk romanı In einer Nacht, woanders 2011 yılında Rowohlt Yayınevi

tarafından yayımlandı. Bunu 2015 yılında yine aynı yayınevinden yayımlanan Vielleicht Marseille romanı

ve 2016 yılında Hinter Sibirien başlıklı edebi seyahatnamesi izledi. Katerina Poladjan Alfred Döblin Ödülü ve

Ingeborg Bachmann Ödülü’ne aday gösterildi, Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’nün finalistleri arasında yer

aldı, ayrıca Berlin Senatosu Bursu, Robert Bosch Vakfı Sınır Aşanlar Bursu (Grenzgängerstipendium),

Döblin Bursu ve Prusya Seehandlung Bursuna layık görüldü. Tarabya Kültür Akademisi konuk sanatçısı

olduğu dönemde üzerinde çalıştığı yeni romanı Hier sind Löwen Alman Edebiyat Fonları tarafından desteklendi

ve 2019 Almanya Kitap Ödülü uzun listesine seçildi.

Katerina Poladjan, Temmuz-Eylül 2017 ve Mart-Temmuz 2018 tarihlerinde Tarabya Kültür Akademisi’nini

konuk sanatçısıydı.


Bursu uzatılan sanatçıların özgeçmişleri 285

Martina Priessner

Martina Priessner, Dokumentarfilmemacherin, lebt und arbeitet in Berlin. Sie hat ihr Diplom in Sozialwissenschaften

2002 von der Humboldt-Universität zu Berlin erhalten. Seit vielen Jahren arbeitet sie zur Deutsch-Türkischen

Migration. 2010 realisierte sie den Dokumentarfilm Wir sitzen im Süden, der für den Grimme-Preis nominiert

wurde. 2013 entstand der Found-Footage-Film Everyday I’m çapuling über die Gezi-Park-Proteste in Istanbul. Von

2008 bis 2010 arbeitete sie am Ballhaus Naunynstraße in Berlin und kuratierte u. a. den Theaterparcours Kahvehane

– Turkish Delight, German Fright? Anatolische Kaffeehäuser in Kreuzberg und Neukölln. Als IPCMercator

Fellow (2014/15) – eine Initiative des Istanbul Policy Centers und der Stiftung Mercator – realisierte sie 2016 den

Film 650 Wörter. Sie hat Stipendien des Nipkow Programms, der DEFA und der Kulturakademie Tarabya erhalten.

Martina Priessner war von September bis November 2012 und erneut von April bis Mai 2018 Stipendiatin der

Kulturakademie Tarabya.

Martina Priessner belgesel sinemacı, Berlin’de yaşıyor ve çalışıyor. 2002’de Berlin Humboldt Üniversitesi’nden

Sosyal Bilimler dalında lisans derecesini aldı. Uzun yıllardan beri Türkiye-Almanya arasındaki göç üzerine

çalışan bir belgesel film yapımcısıdır. 2010 yılında, Grimme Ödülü’ne aday gösterilen Wir sitzen im Süden adlı

filmini çekti. 2013 yılında, İstanbul’daki Gezi Parkı Protestoları hakkında bir found-footage filmi olan Everyday

I’m çapuling’i gerçekleştirdi. 2008 ile 2010 yılları arasında Berlin’deki Ballhaus Naunystraße’de çalıştı ve

Kahvehane – Turkish Delight, German Fright? Kreuzberg ve Neukölln’de Anadolu Kıraathaneleri gibi tiyatro

parkurlarının küratörlüğünü yaptı. Istanbul Policy Center ile Mercator Vakfı’nın ortak girişimi olan IPC-Mercator

Fellow (2014/15) adına, 650 Wörter (650 Kelime, 2016) adlı filmini çekti. Sanatçı Nipkow, DEFA ve Tarabya

Kültür Akademisi’nin burslarını kazanmıştır.

Martina Priessner Eylül-Kasım 2012 ve Nisan-Mayıs 2018 tarihlerinde Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk

sanatçısıydı.

Jan Ralske

Jan Ralske (*1959, Vernon/Texas), Filmemacher und Dozent, studierte an der Deutschen Film- und Fernsehakademie

Berlin (DFFB). Sein Abschlussfilm, Not A Love Song, gewann den Preis der deutschen Film-


Biografien der Alumni mit Verlängerung

2018/19

286

journalisten 1998 als bester Spielfilm des Jahres. 2000 wurde er als European Filmmaker-in-Residence an

der Villa Aurora in Los Angeles ausgewählt, wo er Drehbücher schrieb und als Gastdozent an der University of

Southern California (USC) und der University of California, Los Angeles (UCLA) lehrte. Jan Ralske war über

20 Jahre Mitarbeiter von Harun Farocki, angefangen mit dem Film Schnittstelle im Jahr 1995. Bis zu Farockis

Tod war er an all dessen Filmen beteiligt. Seine eigenen Filmprojekte, die von Videokunst über den Dokumentarfilm

bis zum Spielfilm reichen, waren auf zahlreichen Filmfestivals (u. a. Berlinale, Locarno, Rotterdam)

sowie Ausstellungen (u. a. Berlin Biennale, Hamburger Bahnhof, Modern Art Oxford, Gwangju Biennale,

Kunsthalle Mainz, Barcelona Loop) zu sehen.

Jan Ralske war von November 2017 bis Januar 2018 und erneut von Juli bis August 2018 Stipendiat der

Kulturakademie Tarabya.

Jan Ralske (1959, Vernon/Texas) Rhode Island Tasarım Okulu’nda ve Berlin Film ve Televizyon Akademisi’nde

öğrenim gördü. Mezuniyet projesi olan Not a Love Song filmi 1997’de “En iyi uzun metrajlı film” kategorisinde

Alman Sinema Eleştirmenleri ödülünü aldı. 2000 yılında Santa Monica Villa Aurora’da European Filmmaker-in-Residence

olarak bulunduğu dönemde senaryo yazdı ve University of Southern California (USC) ve

University of California’da (UCLA) konuk doçent olarak ders verdi. Jan Ralske 20 yıldan uzun bir süre birlikte

çalıştığı Harun Farocki’yle ilk ortak eseri, 1995 tarihli Schnittstelle filmidir. Farocki’nin ölümüne kadar bütün

filmlerine katkıda bulunmuştur. Video sanatından belgesel filmlere ve uzun metrajlı filmlere kadar geniş bir

yelpazeye yayılan film projeleri çok sayıda film festivalinde (Berlin, Locarno, Rotterdam, vb.) ve sergilerde

(Berlin Bienali, Modern Art Oxford, Gwangju Bienali, Kunsthalle Mainz, Barcelona Loop, vb.) izleyici karşısına

çıktı.

Jan Ralske Kasım 2017-Ocak 2018 ve Temmuz-Ağustos 2018 tarihleri arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin

konuk sanatçısıydı.

Peter Schneider

Von Peter Schneider (*1940, Lübeck) liegen ca. 20 Bücher vor, darunter Romane, Erzählungen und Essays,

einige davon übersetzt in 20 Sprachen. Der Mauerspringer (Rowohlt Verlag, 1982) wurde in die Reihe

„Penguin Modern Classic“ aufgenommen, das Vorwort schrieb Ian McEwan. Außerdem hat er mehrere Drehbücher

verfasst, u. a. zu den Filmen Messer im Kopf (Regie: Reinhard Hauff, 1978) und Das Versprechen

(Regie: Margarethe von Trotta, 1995). Die Erzählung Vati (Kiepenheuer & Witsch, 1987) wurde unter

der Regie von Egidio Eronico mit Charlton Heston, Abraham F. Murray und Thomas Kretschmar 2005 verfilmt.

Peter Schneiders Reportagen und Essays wurden u. a. veröffentlicht in Der Spiegel, Die Zeit, Frankfurter

Allgemeine Zeitung, New York Times, The Wall Street Journal, Time Magazine, Harper’s Magazine, Le Monde,

Libération, Dagens Nyheter und La Repubblica. Zu seinen neuesten Veröffentlichungen gehören Vivaldi und

seine Töchter (Kiepenheuer & Witsch, 2019) und Denken mit dem eigenen Kopf, Essays (KiWi, 2020).

Peter Schneider war von September bis November 2016 und erneut im August 2018 Stipendiat der

Kulturakademie Tarabya.


Bursu uzatılan sanatçıların özgeçmişleri 287

Peter Schneider’in (1940, Lübeck) roman, öykü ve denemelerden oluşan 20’ye yakın kitabından bazıları 20

farklı dile çevrildi. Der Mauerspringer (Rowohlt, 1982) Penguin Modern Klasikler dizisinde ve Ian McEwan’ın

sunuş yazısıyla yayımlandı. Schneider pek çok senaryo kaleme aldı, bu senaryolardan bazıları: Messer im

Kopf (Yönetmen: Reinhard Hauff, 1978) ve Das Versprechen (Yönetmen: Margarethe von Trotta, 1995). Vati

(Kiepenheuer & Witsch, 1987) adlı öyküsü 2005 yılında Egidio Eronico yönetmenliğinde, Charlton Heston,

Abraham F. Murray ve Thomas Kretschmar’ın başrollerinin paylaştığı bir filme uyarlandı. Peter Schneider’in

makaleleri Der Spiegel, Die Zeit, New York Times, Wallstreet Journal, Time Magazin ve Le Monde, gibi gazete

ve dergilerde yayımlandı. En yakın zamanlı yayınlarından bazıları: An der Schönheit kann’s nicht liegen –

Berlin, Porträt einer ewig unfertigen Stadt (Kiepenheuer & Witsch, 2015) ve Club der Unentwegten (Kiepenheuer

& Witsch, 2017).

Peter Schneider, Eylül-Kasım 2016 ve Ağustos 2018 tarihlerinde Tarabya Kültür Akademisi konuk sanatçısıydı.

Christian Thomé

Christian Thomé (*1970, Düsseldorf) lebt seit 1997 in Köln und arbeitet als Schlagzeuger, Komponist,

Produzent und Pädagoge. Von 1991 bis 1997 studierte er an der Hogeschool voor de Kunsten im niederländischen

Arnhem. Sein bisheriges Schaffen hat ihn zu den verschiedensten musikalischen Stilarten geführt.

Die Projekte erstrecken sich von zeitgenössischem Jazz und frei improvisierter Musik über Weltmusik,

experimentelle Elek tronik und Popmusik bis hin zur Klassik. Eigene aktuelle Projekte als (Co-)Leader sind

der abstrakt.club, das Duo VESNA mit der ukrainischen Sängerin Mariana Sadovska und die Band a si &

twice no. Er ist festes Mitglied des Trio Ivoire von Hans Lüdemann und der Gruppen Quadrivium und Wild Life

um Markus Stockhausen. Christian Thomé ist Lehrbeauftragter für Jazzschlagzeug am Institut für Musik

der Hochschule Osnabrück.

Christian Thomé war von Juli bis Dezember 2016 und erneut von Februar bis März 2018 Stipendiat der

Kulturakademie Tarabya.

Christian Thomé (1970, Düsseldorf) 1997’den beri Köln’de yaşıyor; baterist, besteci, aranjör, yapımcı ve

pedagog. 1991-1997 yıllarında Hollanda, Arnhem’deki Hogeschool voor de Kunsten’da okudu. Birbirinden

farklı sayısız müzik tarzında çalışmalar yaptı. Sanatçının projeleri çağdaş caz ve doğaçlama müzikten dünya

müziği, deneysel elektronik müzik, pop müzik ve klasik müziğe kadar geniş bir yelpazeye yayılır. (eş)kurucusu

ve öncüsü olduğu abstrakt.club, Ukraynalı ses sanatçısı Mariana Sadovska’yla birlikte VESNA adlı düo

ve a si & twice no müzik grubu şu an aktif olarak yer aldığı projelerden bazılarıdır. Bunların yanı sıra Hans


Biografien der Alumni mit Verlängerung

2018/19

288

Lüdemann’ın Trio Ivorie’sinin ve Markus Stockhausen’in Gruppe Quadrivium ve Wild Life gruplarının kalıcı

üyesidir. Christian Thomé, Osnabrück Üniversitesi Müzik Enstitüsünde caz vurmalı çalgılar dersleri veriyor.

Christian Thomé Temmuz-Aralık 2016 ve Şubat-Mart 2018 tarihleri arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin

konuk sanatçısıydı.

David Wagner

David Wagner (*1971) debütierte 2000 mit dem Roman Meine nachtblaue Hose. Es folgten u. a. die Bücher

Spricht das Kind, Vier Äpfel, Welche Farbe hat Berlin und Ein Zimmer im Hotel, alle im Rowohlt Verlag

erschienen. Sein Roman Leben wurde mit dem Preis der Leipziger Buchmesse 2013 und dem Best Foreign

Novel of the Year Award 2014 der Volksrepublik China ausgezeichnet, eine türkische Ausgabe (Hayat)

erschien 2015 bei Everest. 2014 erhielt David Wagner den Kranichsteiner Literaturpreis und war erster

Friedrich-Dürrenmatt-Professor für Weltliteratur an der Universität Bern. Zuletzt erschien der Roman Der

vergessliche Riese, ausgezeichnet mit dem Bayerischen Buchpreis 2019.

David Wagner war von Januar bis Juni 2015 und erneut von November bis Dezember 2019 Stipendiat der

Kulturakademie Tarabya.

David Wagner 1971 yılında doğdu. İlk romanı Meine nachtblaue Hose’yi 2000 yılında yazdı. Bunu Was alles

fehlt, Spricht das Kind, Welche Farbe hat Berlin ve Ein Zimmer im Hotel adlı kitapları takip etti. Leben adlı

kitabı ile 2013 Leipzig Kitap Fuarı Ödülü’nü aldı. Kitap Çin Halk Cumhuriyeti’nde 2014 Yılı En Başarılı Roman

Ödülüne layık görüldü. Aynı yıl kitabın Türkçesi (Hayat) Everest Yayınevi tarafından yayımlandı. 2014 yılında

Kranichstein Edebiyat Ödülü’nü aldı ve Bern Üniversitesi’nde Dünya Edebiyatı Friedrich Dürrenmatt kürsüsünün

ilk profesörü oldu. David Wagner’in son romanı Der vergessliche Riese 2019 Bavyera Kitap Ödülü’ne

layık görüldü.

David Wagner Ocak-Haziran 2015 ve Kasım-Aralık 2019’da Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk sanatçısı

oldu.


Kalender 2018–2019

289


Kalender 2018–2019 290

Shulamit Bruckstein Çoruh

Publizistik / Kulturtheorie

(Sep. 2018–Apr. 2019)

17.11.2018, Gülçin Aksoy & Oliver Schneller Double

Solo, Exhibits in Residence #2, kuratiert von

Shulamit Bruckstein Çoruh, Artist Studio

Gülçin Aksoy, Istanbul

14.03.2019, Artist Talk / Performance-Vortrag mit

Verena Gerlach im Rahmen der Veranstaltungsreihe

„Who’s in Town“ von Salt Beyoğlu,

Istanbul

06.07.2019, House of Taswir zeigt: BM Contemporary,

2nd Edition. COSMOPOLIS UNBENT,

Hommage an Beral Madra. Eine digitale

Kartografie, Premiere, Installation im Rahmen

des 2. Kunst- und Kulturfestivals Tarabya,

Istanbul

19.09.–18.10.2019, Mittwochsgesellschaft:

Hommage an Beral Madra, Ausstellung in

Zusammenarbeit mit der 16. Internationalen

Istanbul Biennale, Artam Istanbul, Kuratorin:

Shulamit Bruckstein Çoruh / House of Taswir,

Künstler*innen: Meret Oppenheim, Rebecca

Horn, Natela Iankoshvili, Gülçin Aksoy, Tony

Chakar

26.09.–30.10.2019, Crossdresser und andere

Istanbuler Geschichten, Ausstellung in der

Residenz des Deutschen Generalkonsulats

Istanbul, beteiligte Künstler*innen: Furkan

Akhan, Gülçin Aksoy, Sencer Varderman und

Viron Erol Vert, Istanbul

Max Czollek

Literatur

(März–Mai 2018)

06.04.2018, Lyrikveranstaltung #2 mit Michael

Vandebril (Belgien), Tara Skurtu (Rumänien)

und Tiberiu Neacsu (Rumänien) im Rahmen

des Istanbuler Lyrikfestivals Offline, Yeditepe

Universität, Istanbul

07.04.2018, Lyrikabend mit Musik- und Tanzperformance

im Rahmen des Istanbuler Lyrikfestivals

Offline, DAM, Istanbul

05.05.2018, Diskussion mit Franz Schablewski und

Nurduran Duman im Rahmen des 10. Internationalen

Istanbuler Literaturfestivals – ITEF,

Crosscultural Poetry – Poets from Germany &

Turkey meet at ITEF!, Kulturhaus Yapı Kredi,

Istanbul

21.11.2018, Literarische Intervention bei der

Alumni-Veranstaltung STUDIO BOSPORUS im

Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,

Berlin

Sina Ataeian Dena

Film

(Juni–Aug. 2018)

30.06.2018, Us in Paradise (2018), Premiere der

Performance / Installation von Sina Ataeian

Dena und Özgür Ersoy im Rahmen des

1. Kunst- und Kulturfestivals Tarabya,

Istanbul

21.11.2018, Mein Zuhause (2018), Premiere,

Videoinstallation im Rahmen der Alumni-

Veranstaltung STUDIO BOSPORUS im

Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,

Berlin

Özgür Ersoy

Musik

(Juni–Aug. 2018)

30.06.2018, Us in Paradise (2018), Premiere der

Performance / Installation von Sina Ataeian

Dena und Özgür Ersoy im Rahmen des

1. Kunst- und Kulturfestivals Tarabya,

Istanbul

21.11.2018, Poyraz/Nordwind (2018), Musikstück

für Bağlama im Rahmen der Alumni-Veranstaltung

STUDIO BOSPORUS im Hamburger

Bahnhof – Museum für Gegenwart, Berlin


Kalender 2018–2019 291

Theo Eshetu

Bildende Kunst

(Juli–Aug. 2018)

Europa and Bull (AT), Dreharbeiten in Çanakkale,

Assos und Umgebung während Judith

Rosmairs Stipendiums: eine Neuinterpretation

der griechischen Sage, wie Europa zu ihrem

Namen kam

21.11.2018, Atlas Fractured. Erster Entwurf,

Künstlerexemplar (2017), Premiere, Fotografien

und Videoinstallation im Rahmen der

Alumni-Veranstaltung STUDIO BOSPORUS im

Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,

Berlin

23.01.–09.03.2019, Faces and Places, Ausstellung,

Akbank Sanat, Istanbul

Adrian Figueroa

Film

(Jan.–April 2019)

Recherche und Dreh zu seinem Videoprojekt in

Istanbul

06.07.2019, Trailer seines aktuellen Filmprojekts im

Rahmen des 2. Kunst- und Kulturfestivals

Tarabya, Istanbul

Lucy Fricke

Literatur

(Jan.–April 2019)

05.04.2019, Workshop mit Studierenden der

Germanistikabteilung der Hacettepe-

Universität, Ankara.

Lesung aus Töchter und Gespräch mit der Autorin

05.04.2019, Goethe-Institut, Ankara

17.04.2019, Universität Trakya, Edirne

25.04.2019, Namik-Kemal-Universität,

Tekirdağ

26.04.2019, Gespräch mit Şebnem İşigüzel,

Goethe-Institut, Istanbul

06.07.2019, Lesung und Diskussion mit Ulla Lenze

im Rahmen des 2. Kunst- und Kulturfestivals

Tarabya, Istanbul

Isabella Gerstner

Bildende Kunst

(Jan.–April 2018)

30.06.2018, Der Ort. Das Material. Die nichtintegrierbaren

Reste. (2018), Studio Visit im

Rahmen des 1. Kunst- und Kulturfestivals

Tarabya, Istanbul

21.11.2018, Der Ort. Das Material. Die nichtintegrierbaren

Reste. Der rote Teppich (Schleifproduktion

2018), Premiere, Installation im

Rahmen der Alumni-Veranstaltung STUDIO

BOSPORUS im Hamburger Bahnhof – Museum

für Gegenwart, Berlin

19.–23.04.2019, Teilnahme an der 5. Istanbul

Kunstbiennale für Kinder und Jugendliche,

Istanbul

Matthias Göritz

Literatur

(Juni–Juli 2018)

24.05.2018, Kunst und Kommerz, Lesung und

Diskussion mit Ayfer Tunç, Salt Galata,

Istanbul

30.06.2018, Vom Reisen in der Sprache, Lyrikperformance

mit Efe Duyan und Gonca Özmen im

Rahmen des 1. Kunst- und Kulturfestivals

Tarabya, Istanbul

21.11.2018, Yepyeni Sözcükler – Druckfrisch vom

Bosporus, Lesung mit Angelika Overath,

Katerina Poladjan, Peter Schneider (Moderation:

Dr. Joachim Sartorius) im Rahmen der

Alumni-Veranstaltung STUDIO BOSPORUS im

Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,

Berlin


Kalender 2018–2019 292

Jasmin İhraç

Tanz

(Sep.–Dez. 2018)

30.06.2018, Sahman-Grenze-Kuş (2017), Performance

im Rahmen des 1. Kunst- und Kulturfestivals

Tarabya, Istanbul

Dreh des Performancevideos Constant Changes,

Silent Witnesses mit lokalen Parkour-Tänzer*innen

01.–02.12.2018, 20.–21.12.2018, Tänzerin in der

Produktion DO KU MAN von Taldans im

Rahmen des 22. Istanbuler Theaterfestivals,

Mimar-Sinan-Universität, Istanbul

20.11.2019, Constant Changes, Silent Witnesses

(2019), Videoscreening mit anschließender

Q&A-Runde, Salt Beyoğlu, Istanbul

Franziska Klotz

Bildende Kunst

(Jan.–Feb. 2018)

21.11.2018, Fear and Mimikry (2018), Premiere,

Malerei und Installation im Rahmen der

Alumni-Veranstaltung STUDIO BOSPORUS im

Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,

Berlin

Nora Krahl

Musik

(März–Mai 2018)

06.05.2018, Nora Krahl Quartett, Konzert im

Rahmen des 10. Internationalen Istanbuler

Literaturfestivals – ITEF mit Tolga Tüzün

(Piano) und Özgür Yıldırım (Bass), Kulturhaus

Yapı Kredi, Istanbul

17.05.2018, Gölge Kâğıt – SCHATTENPAPIER

(Performance für Cello, Elektronik und

tableauartige Bilder, 2018), Performance &

Installation in der Galerie DEPO, Istanbul als

Antwort auf Sena Başöz’ Soloausstellung

On Lightness, einer Verarbeitung traumatischer

Ereignisse, Istanbul

21.11.2018, Gölge Kâğıt – SCHATTENPAPIER – für

Cello, Elektronik und Performerin (2018),

Installation und Performance mit Sena Başöz

im Rahmen der Alumni-Veranstaltung STUDIO

BOSPORUS im Hamburger Bahnhof – Museum

für Gegenwart, Berlin

Philipp Lachenmann

Bildende Kunst

(März–Aug. 2018)

Recherche und Dreharbeiten für die Projekte AKM

(Turkish Night) und H2O (Highrise Hacıosman)

30.06.2018, SHU (Blue Hour Lullaby) (2004),

Video-Installation im Rahmen des 1. Kunstund

Kulturfestivals Tarabya, Istanbul

21.11.2018, AKM (Turkish Night) (2018), Vorschau

der Videoinstallation im Rahmen der Alumni-

Veranstaltung STUDIO BOSPORUS im

Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,

Berlin

Andréas Lang

Fotografie

(Sep.–Dez. 2018)

06.07.2019, Die Vergangenheit der Zukunft (Work

in Progress), Premiere, Ausstellung im

Rahmen des 2. Kunst- und Kulturfestivals

Tarabya, Istanbul

Recherchereisen nach Kars, Van, Çanakkale

Julia Lazarus

Bildende Kunst

(Mai–Aug. 2019)

06.07.2019, After Nature (TR/D 2018), Videoinstallation

im Rahmen des 2. Kunst- und Kulturfestivals

Tarabya, Istanbul

BIFED – Bozcaada International Festival of

Ecological Documentary, Mitgliedschaft in der

Jury, Bozcaada


Kalender 2018–2019 293

Ulla Lenze

Literatur

(Mai–Aug. 2019)

06.07.2019, Lesung und Diskussion mit Lucy Fricke

im Rahmen des 2. Kunst- und Kulturfestivals

Tarabya, Istanbul

08.07.2019, Lesung aus Die endlose Stadt (2015),

Kıraathane, Istanbul

18.11.2019, Diskussion mit Pınar Öğünç zum Thema

„Frauen“, Goethe-Institut, Istanbul

Stefan Lienenkämper

Musik

(Jan.–Feb. 2018)

30.10.2018, Werke von Stefan Lienenkämper

interpretiert vom Hezarfen Ensemble und

Irene Kurka, Konzert mit Irene Kurka (Sopran),

Ulrich Mertin (Bratsche), Özcan Ulucan

(Geige), Gökhan Bağcı (Violoncello) und Müge

Hendekli (Piano), Kulturhaus Yapı Kredi,

Istanbul

21.11.2018, Istanbuler Kompositionen von Stefan

Lienenkämper interpretiert von Musiker*innen

des Hezarfen Ensembles und Irene Kurka

(2016–2018), Konzert mit Irene Kurka

(Sopran), Ulrich Mertin (Bratsche), Özcan

Ulucan (Geige), Gökhan Bağcı (Violoncello)

und Müge Hendekli (Piano) im Rahmen der

Alumni-Veranstaltung STUDIO BOSPORUS im

Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,

Berlin

Liliana Marinho de Sousa

Film

(Mai–Aug. 2019)

06.07.2019, The Art of Moving (2016), Dokumentarfilm

im Rahmen des 2. Kunst- und Kulturfestivals

Tarabya, Istanbul

Recherche und Dreharbeiten zum aktuellen Filmprojekt

Kadir „amigo“ Memiş

Darstellende Kunst

(Jan.–April 2019)

06.07.2019, BOUZUQΣΣ – Eine Hommage an die

Graffitiszene, Tanzperformance und Graffiti

mit Nevzat Akpınar (Komponist, Bağlama),

Burcu Karadağ (Rohrflöte) und DaPoet (DJ,

Beatmaker) im Rahmen des 2. Kunst- und

Kulturfestivals Tarabya, Istanbul

13.10.2019, BOUZUQΣΣ, Performance mit Nevzat

Akpınar (Bağlama), DaPoet (DJ, Beatmaker)

und Burcu Karadağ (Rohrflöte) im Rahmen von

İCAF – Istanbul Comics & Arts Festival

(11.–13.10.2019), Istanbul

Tuğsal Moğul

Darstellende Kunst

(Dez. 2017–Feb. 2018, Aug.–Okt. 2019)

16.02., 17.02., 22.02., 06.03., 22.03. und

13.10.2018, NSU / Auch Deutsche unter den

Opfern, Dokumentartheater adaptiert für die

türkische Bühne, in Kooperation mit dem

Istanbuler Independent-Theater Kumbaracı50,

Autor & Regisseur: Tuğsal Moğul, mit: Ceren

Sevinç, Deniz Gürzumar und Ismail Sağır,

Verlag: Rowohlt Theater Verlag

02.03.2018, NSU / Auch Deutsche unter den

Opfern, Szenische Lesung mit den türkischen

Schauspieler*innen Ceren Sevinç, Deniz

Gürzumar und Ismail Sağır sowie Podiumsdiskussion

zum Themenkomplex NSU mit Tuğsal

Moğul (Regisseur), Maximilian Popp (Spiegel-Korrespondent

Türkei) und Sebastian

Scharmer (Anwalt der Nebenklage),

Deutsches Generalkonsulat, Istanbul

21.11.2018, Dokumentation: NSU / Auch Deutsche

unter den Opfern (2017) im Rahmen der

Alumni-Veranstaltung STUDIO BOSPORUS im

Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,

Berlin


Kalender 2018–2019 294

27.09., 29.09., 16.10. und 28.10.2019, Regie des

Stücks Westend (2018) von Moritz Rinke,

DasDas-Theater, Istanbul, Autor: Moritz

Rinke, Verlag: Rowohlt Theaterverlag, 2018,

Supervisor: Hakan Savaş Mican, Regie: Tuğsal

Moğul, mit: Mert Fırat, Tülin Özen, Naz Çağla

Irmak, Evren Bingöl, Pervin Bağdat und Gün

Koper

26.10.2019, Der kleine Spatz vom Bosporus, Grand

Pera, Istanbul

Diana Näcke

Film

(Sep. 2018–April 2019)

Recherche und Dreharbeiten zum neuen Kinofilm

THE FISH KNOWS EVERYTHING … (AT)

13.03.2019, Meine Freiheit, deine Freiheit (2011),

Dokumentarfilmvorführung im Rahmen des

feministischen Internationalen Frauen-Filmfestivals

Filmmor, Q&A mit der Regisseurin,

Institut Français, Istanbul

06.07.2019, Vorführung des Trailers ihres aktuellen

Filmprojekts im Rahmen des 2. Kunst- und

Kulturfestivals Tarabya, Istanbul

Ayat Najafi

Film

(April–Juni 2018)

03.04.2018, No Land’s Song (2016), Filmvorführung

im Rahmen der Internationalen Bursa

Filmtage, Q&A mit dem Regisseur, Konak

Kültür Merkezi, Bursa

09. & 11.06.2019, Football Undercover (2008), Filmvorführungen

im Rahmen der 11. Istanbul

Dokumentarfilmtage DOKUMENTARIST, Q&A

mit dem Regisseur, Istanbul

30.06.2018, No Land’s Song (2016), Filmvorführung

im Rahmen des 1. Kunst- und Kulturfestivals

Tarabya, Istanbul

21.11.2018, Der bezaubernde Traum vom Flattern

(2018), Premiere der Audio-Video-Installation

im Rahmen der Alumni-Veranstaltung STUDIO

BOSPORUS im Hamburger Bahnhof – Museum

für Gegenwart, Berlin

Angelika Niescier

Musik

(Okt.–Dez. 2018)

12.04.2018, Tarabya Ensemble, Konzert mit

Christian Thomé (Schlagzeug), Jacobien

Vlasman (Gesang), Volkan Hürsever (Kontrabass),

Tuluğ Tırpan (Piano) und Engin

Recepoğulları (Saxofon) im Rahmen des XJazz

Festival İstanbul 2018, Musikhaus Borusan,

Istanbul

08.05.2018, Trio Sublime, Konzert mit Matthias

Akeo Nowak (Kontrabass) und Christoph

Hillmann (Schlagzeug) im Rahmen des 10.

Internationalen Istanbuler Literaturfestivals

– ITEF, KargART, Istanbul

01.11.2018, Yürüyen Merdiven ft. Angelika Niescier,

Konzert mit Yiğit Özatalay (Piano) und

Mustafa Kemal Emirel (Schlagzeug), Club

Bova, Istanbul

21.11.2018, Tarabya Ensemble, Konzert mit

Ercüment Orkut (Piano), Apostolos Sideris

(Kontrabass), Christian Thomé (Schlagzeug)

und Jacobien Vlasman (Gesang) im Rahmen

der Alumni-Veranstaltung STUDIO BOSPORUS

im Hamburger Bahnhof – Museum für

Gegenwart, Berlin

30.04.2019, Konzert mit Selen Gülün (Piano,

Gesang) im Rahmen der Internationalen

Jazztage, Akbank Sanat, Istanbul

06.07.2019, Konzert mit Selen Gülün (Piano,

Gesang) im Rahmen des 2. Kunst- und

Kulturfestivals Tarabya, Istanbul

06.07.2019, RASTA BABA BANDE, Konzert mit Rasta

Baba aka Sultan Tunç (Gesang), Cağatay

Bırakın (Bass, Background-Sänger), Veysel

Çolak (Gitarre, Background-Sänger), Barış

Büyükyıldırım (Keyboard), Buğra Özdemir

(Schlagzeug), Angelika Niescier (Saxofon),

Wermonster (Nicolas Mercet) (Sounddesigner)

und Selim Bürün (Sounddesigner, DJ) im

Rahmen des 2. Kunst- und Kulturfestivals

Tarabya, Istanbul


Kalender 2018–2019 295

Samir Odeh-Tamimi

Musik

(Mai–Aug. 2019)

06.07.2019, Studio Visit im Rahmen des 2. Kunstund

Kulturfestivals Tarabya, Istanbul

Arbeit an neuer Komposition

13.03.2020, Portraitkonzert, Besetzung: Ulrich

Mertin (Viola), Özcan Ulucan (Violine), Ozan

Tunca ( Cello ), Şenol Aydın (Violine),

Christoph Grund (Klavier), Claudia Pérez

Iñesta (Klavier), Gala Pérez Iñesta (Violine),

Kulturhaus Yapı Kredi, Istanbul

Angelika Overath

Literatur

(Dez. 2017–März 2018)

21.11.2018, Yepyeni Sözcükler – Druckfrisch vom

Bosporus, Lesung mit Matthias Göritz, Katerina

Poladjan, Peter Schneider (Moderation: Dr. Joachim

Sartorius) im Rahmen der Alumni-Veranstaltung

STUDIO BOSPORUS im Hamburger Bahnhof

– Museum für Gegenwart, Berlin

Christoph Peters

Literatur

(Mai–Aug. 2019)

06.07.2019, Auf einen Çay mit Christoph Peters,

Lesung im Rahmen des 2. Kunst- und

Kulturfestivals Tarabya, Istanbul

Katerina Poladjan

Literatur

(März–Aug. 2018)

10.05.2018, Literarische Verbindungslinien von

gestern bis heute, Lesung und Diskussion mit

Imre Törek im Rahmen des 10. Internationalen

Istanbuler Literaturfestivals – ITEF,

Goethe-Institut, Istanbul

30.06.2018, Lesung und Gespräch mit Özgün Aydın,

Olga Grjasnowa und Judith Rosmair im

Rahmen des 1. Kunst- und Kulturfestivals

Tarabya, Istanbul

21.11.2018, Yepyeni Sözcükler – Druckfrisch vom

Bosporus, Lesung mit Matthias Göritz,

Angelika Overath, Peter Schneider und

Joachim Sartorius im Rahmen der Alumni-Veranstaltung

STUDIO BOSPORUS im Hamburger

Bahnhof – Museum für Gegenwart, Berlin

03.11.2019, Podiumsdiskussion mit deutschen

Kurator*innen des LiteraTür-Projekts:

Katerina Poladjan, Monika Rinck und Jörg

Menke-Peitzmeyer im Rahmen der Istanbuler

Buchmesse TÜYAP, Istanbul

23.11.2019, Hic sunt leones: Über Leerstellen in der

Geschichte, Diskussion mit Zehra Aksu

Yılmazer im Rahmen des Festivals FemiWriting

II, Mimar-Sinan-Universität, Istanbul

Martina Priessner

Film

(April–Mai 2018)

21.11.2018, Everyday I’m Çapuling (2013), Dokumentarfilm

im Rahmen der Alumni-Veranstaltung

STUDIO BOSPORUS im Hamburger

Bahnhof – Museum für Gegenwart, Berlin

Dreharbeiten zum aktuellen Filmprojekt Die

Wächterin, Mardin

Jan Ralske

Film

(Nov. 17– Jan. 2018)

15.01.2018, Workshop an der Bilgi-Universität,

Istanbul

21.11.2018, Entlassen (2018), Deutschlandpremiere,

Videoinstallation im Rahmen der

Alumni-Veranstaltung STUDIO BOSPORUS im

Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,

Berlin


Kalender 2018–2019 296

06.07.2019, Entlassen (2018), Türkeipremiere,

Videoinstallation im Rahmen des 2. Kunstund

Kulturfestivals Tarabya, Istanbul

Rasta Baba aka Sultan Tunç

Musik

(Mai–Aug. 2019)

06.07.2019, RASTA BABA BANDE, Konzert mit

Cağatay Bırakın (Bass, Background-Sänger),

Veysel Çolak (Gitarre, Background-Sänger),

Barış Büyükyıldırım (Keyboard), Buğra

Özdemir (Schlagzeug), Angelika Niescier

(Saxofon), Wermonster (Nicolas Mercet)

(Sounddesigner) und Selim Bürün (Sounddesigner,

DJ) im Rahmen des 2. Kunst- und

Kulturfestivals Tarabya, Istanbul

13.10.2019, RASTA BABA BANDE, Konzert im

Rahmen von İCAF – Istanbul Comics & Arts

Festival (11.-13.10.2019), Istanbul

Judith Rosmair

Darstellende Kunst

(Juni–Aug. 2018)

30.06.2018, Lesung und Gespräch mit Özgün Aydın,

Olga Grjasnowa und Katerina Poladjan im

Rahmen des 1. Kunst- und Kulturfestivals

Tarabya, Istanbul

21.11.2018, Gesucht wird: Europa (2018), Premiere,

Performance im Rahmen der Alumni-Veranstaltung

STUDIO BOSPORUS im Hamburger

Bahnhof – Museum für Gegenwart, Berlin

Europa and Bull (AT), Dreharbeiten in Çanakkale,

Assos und Umgebung mit dem Videokünstler

Theo Eshetu: eine Neuinterpretation der

griechischen Sage, wie Europa zu ihrem

Namen kam

Aykan Safoğlu

Bildende Kunst

(Jan.–Aug. 2019)

10.05.2019, Präsentation ausgewählter Videoarbeiten

im Rahmen der Reihe Tracing the

Memory von Pera Film, anschließend Artist

Talk mit Bilge Taş, Pera Museum, Istanbul

06.07.2019, Besuch (2019), Essay-Film, anschließend

Artist Talk mit Bilge Taş im Rahmen des

2. Kunst- und Kulturfestivals Tarabya,

Istanbul

Defne Şahin

Musik

(Juni 2018, Sep. 2018)

30.06.2018, Konzert mit Baki Duyarlar (Piano), Ediz

Hafızoğlu (Schlagzeug) und Volkan Hürsever

(Bass) im Rahmen des 1. Kultur- und Kunstfestivals

Tarabya, Istanbul

26.–28.09.2018, Defne Şahin Band, Unravel,

Konzerttournee mit Johannes Ballestrem

(Piano), Igor Spallati (Kontrabass), Martin

Krümmling (Schlagzeug), Ankara, Çanakkale

und Istanbul

26.09. Samm’s Bistro Club, Ankara

27.09. Nardis Jazz Club, Istanbul

28.09. Kepez Turhan Mildon Kültür Merkezi,

im Rahmen der Eröffnung der Çanakkale

Biennale

21.11.2018, Aşık Duo, Konzert mit Guy Mintus

(Piano) im Rahmen der Alumni-Veranstaltung

STUDIO BOSPORUS im Hamburger Bahnhof

– Museum für Gegenwart, Berlin

Cymin Samawatie

Musik

(Sep.–Dez.2018)

07.12.2018, Divan Berlin–İstanbul. TransPositionen

zwischen Lyrik und Musik, Musiker*innen des

Berliner Trickster Orchestra und des

Istanbuler Hezarfen Ensembles begegnen


Kalender 2018–2019 297

Dichter*innen aus Deutschland und der

Türkei, Bahçeşehir-Universität, Istanbul

08.12.2018, Konzert mit Kirsten Reese & Ignaz

Schick am MIAM (Centre for Advanced

Studies in Music), Technische Universität,

Istanbul

18.12.2018, Take The Aid Train, Konzert mit Şevket

Akıncı (Gitarre, Elektronik) und Ignaz Schick

(Turntables, Elektronik), Club Bova, Istanbul

21.12.2018, Konzert mit Anıl Eraslan (Cello) und Ralf

Schwarz (Kontrabass), Bant Mag Bina,

Istanbul

CD-Aufnahme improvisierter Duette mit türkischen

Künstler*innen der zeitgenössischen und

traditionellen Musikszene

Ignaz Schick

Musik

(Sep.–Dez. 2018)

08.12.2018, Konzert mit Kirsten Reese (Live-Elektronik,

Flöte) und Cymin Samawatie (Gesang,

Flügel), MIAM, Technische Universität,

Istanbul

12.12.2018, Istanbul Meeting I, Konzert mit Şevket

Akıncı (E-Gitarre, Elektronik), Zeynep

Sarıkartal (Laptop, Live-Elektronik) und Başar

Ünder (Live-Elektronik), Arkaoda, Istanbul

18.12.2018, Take The Aid Train, Konzert mit Şevket

Akıncı (Gitarre, Elektronik) und Cymin

Samawatie (Gesang), Club Bova, Istanbul

19.12.2018, Istanbul Meeting II, Konzert mit Şevket

Akıncı (Gitarre, Elektronik), Anıl Eraslan

(Cello) und Saadet Türköz (Gesang), Club

Peyote, Istanbul

28.12.2018, Istanbul Meeting III, Konzert mit Volkan

Ergen (Bendir, Elektronik), Kaan Işık

(Live-Elektronik) und Tolga Tüzün (Live-Elektronik),

Bant Mag Bina, Istanbul

06.07.2019, Soundwalk (2019), Premiere im Rahmen

des 2. Kunst- und Kulturfestivals Tarabya,

Istanbul

09.11.2019, Konzert mit Volkan Ergen (Bendir,

Elektronik) im Rahmen des Sound Ports

Festival, Arkaoda, Istanbul

Peter Schneider

Literatur

(Aug. 2018)

17.11.2018, 50 Jahre 68er-Bewegung, Diskussion

mit Oya Baydar im Rahmen der 37. Internationalen

Istanbuler Buchmesse TÜYAP, Istanbul

19.11.2018, Sympathisanten – unser Herbst, Film

mit Peter Schneider, Beyoğlu Pera Sineması,

Istanbul

21.11.2018, Yepyeni Sözcükler – Druckfrisch vom

Bosporus, Lesung mit Matthias Göritz,

Angelika Overath, Katerina Poladjan und

Joachim Sartorius im Rahmen der Alumni-Veranstaltung

STUDIO BOSPORUS im Hamburger

Bahnhof – Museum für Gegenwart, Berlin

Christian Thomé

Musik

(Feb.–März 2018)

15.02.2018, Istanbul Project von Jacobien Vlasman,

Konzert mit Christian Thomé (Jazz-Schlagzeug),

Ercüment Orkut (Piano) und Volkan

Hürsever (Bass), Bomonti Alt Corner, Istanbul

11.04.2018, Christian Thomé Trio im Rahmen des

XJazz Festival Istanbul 2018 mit Kaan

Bıyıkoğlu (Piano) und Matt Hall (Bass), Nardis

Jazz Club, Istanbul

12.04.2018, Tarabya Ensemble, Konzert im Rahmen

des XJazz Festival Istanbul 2018 mit Angelika

Niescier (Saxofon), Jacobien Vlasman

(Gesang), Volkan Hürsever (Kontrabass),

Tuluğ Tırpan (Piano) und Engin Recepoğulları

(Saxofon), Musikhaus Borusan, Istanbul

21.11.2018, Tarabya Ensemble, Konzert mit Angelika

Niescier (Saxofon), Ercüment Orkut (Piano),

Apostolos Sideris (Kontrabass) und Jacobien

Vlasman (Gesang) im Rahmen der Alumni-Veranstaltung

STUDIO BOSPORUS im Hamburger

Bahnhof – Museum für Gegenwart, Berlin


Kalender 2018–2019 298

Jacobien Vlasman

Musik

(Dez. 2017–Feb. 2018, Aug. 2018)

15.02.2018, Istanbul Project, Konzert mit Volkan

Hürsever (Bassist), Ercüment Orkut (Pianist)

und Christian Thomé (Jazz-Schlagzeuger),

Bomonti Alt Corner, Istanbul

19.02.2018 Workshop mit Student*innen der

Jazzabteilung der Bahçeşehir-Universität,

Istanbul

12.04.2018, Tarabya Ensemble, Konzert im Rahmen

des XJazz Festival Istanbul 2018 mit Volkan

Hürsever (Kontrabass), Angelika Niescier

(Saxofon), Engin Recepoğulları (Saxofon),

Christian Thomé (Schlagzeug) und Tuluğ

Tırpan (Piano), Musikhaus Borusan, Istanbul

21.11.2018, Tarabya Ensemble, Konzert mit Angelika

Niescier (Saxofon), Ercüment Orkut (Piano),

Apostolos Sideris (Kontrabass) und Christian

Thomé (Schlagzeug) im Rahmen der Alumni-Veranstaltung

STUDIO BOSPORUS im

Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,

Berlin

Mürtüz Yolcu

Darstellende Kunst

(Jan.–April 2019)

Arbeit am Drehbuch Ist Side Story

22.03.2019, Vortrag am Institut für Theaterkritik

und Dramaturgie der Universität Istanbul


Takvim 2018–2019

299


Takvim 2018–2019 300

Shulamit Bruckstein Çoruh

Gazetecilik/Kültürel Teori

(Eylül 2018–Nisan 2019)

17.11.2018, Gülçin Aksoy & Oliver Schneller Double

Solo, Exhibits in Residence #2, küratör

Shulamit Bruckstein Çoruh, Artist Studio

Gülçin Aksoy, İstanbul

14.03.2019, Who’s in Town adlı etkinlik dizisi

kapsamında Verena Gerlach ile sohbet /

performans gösterisi, Salt Beyoğlu, İstanbul

06.07.2019, House of Taswir sunar: BM Contemporary,

2nd Edition. COSMOPOLIS UNBENT, Beral

Madra’ya Saygı. Bir Dijital Kartografi. 2.

Sanat ve Kültür Festivali’nde prömiyer ve

enstalasyon, Tarabya, İstanbul

19.09.–18.10.2019, Çarşamba Topluluğu: Beral

Madra’ya Saygı, 16. Uluslararası İstanbul

Bienali’yle eşzamanlı sergi, Artam, İstanbul

Küratör: Shulamit Bruckstein Çoruh/House of

Taswir. Sanatçılar: Meret Oppenheim, Rebecca

Horn, Natela Iankoshvili, Gülçin Aksoy, Tony

Chakar

26.09.–30.10.2019, Crossdresser ve başka

İstanbul hikayeleri, İstanbul Almanya

Başkonsolosluğu Rezidansında sergi; katılan

sanatçılar: Furkan Akhan, Gülçin Aksoy,

Sencer Varderman ve Viron Erol Vert, İstanbul

Max Czollek

Edebiyat

(Mart–Mayıs 2018)

06.04.2018, İstanbul Şiir Festivali Offline

kapsamında Michael Vandebril (Belçika), Tara

Skurtu (Romanya) ve Tiberiu Neacsu

(Romanya) ile Şiir Etkinliği #2, Yeditepe

Üniversitesi, İstanbul

07.04.2018, İstanbul Şiir Festivali Offline

kapsamında müzik ve dans gösterili şiir

gecesi, DAM, İstanbul

05.05.2018, 10. Uluslararası İstanbul Edebiyat

Festivali – ITEF’in Crosscultural Poetry

– Poets from Germany & Turkey meet at ITEF!

etkinliğinde Franz Schablewski ve Nurduran

Duman ile söyleşi, Yapı Kredi Kültür Sanat,

İstanbul

21.11.2018, Edebi müdahale, Tarabya Kültür

Akademisi 2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO

BOSPORUS, Hamburger Bahnhof – Museum

für Gegenwart, Berlin

Sina Ataeian Dena

Film

(Haziran–Ağustos 2018)

30.06.2018, Sina Ataeian Dena ve Özgür Ersoy’un

ortak performansı/enstalasyonu Us in

Paradise’ın (2018) prömiyeri, 1. Sanat ve

Kültür Festivali, Tarabya, İstanbul

21.11.2018, Hanem (2018), Video Enstalasyon,

prömiyer, Tarabya Kültür Akademisi 2017/18

sanatçıları seçkisi STUDIO BOSPORUS,

Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,

Berlin

Özgür Ersoy

Müzik

(Haziran–Ağustos 2018)

30.06.2018, Sina Ataeian Dena ve Özgür Ersoy’un

ortak performansı/enstalasyonu Us in

Paradise’ın (2018) prömiyeri , 1. Sanat ve

Kültür Festivali, Tarabya, İstanbul

21.11.2018, Poyraz/Nordwind (2018), Bağlama için

beste, prömiyer, Tarabya Kültür Akademisi

2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO

BOSPORUS, Hamburger Bahnhof – Museum

für Gegenwart, Berlin

Theo Eshetu

Güzel Sanatlar

(Temmuz–Ağustos 2018)

Europa and Bull (AT), Konuk sanatçı Judith

Rosmair’in Yunan söylenindeki Avrupa’nın


Takvim 2018–2019 301

adının hikâyesinin yeniden yorumlandığı filmi

için Çanakkale, Assos ve civarında çekimler

21.11.2018, Atlas Fractured. İlk Taslak, Sanatçı

Kopyası (2017), Fotoğraf ve video

enstalasyonu, Tarabya Kültür Akademisi

2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO

BOSPORUS, Hamburger Bahnhof – Museum

für Gegenwart, Berlin

23.01.– 09.03.2019, Faces and Places, Sergi,

Akbank Sanat, İstanbul

Adrian Figueroa

Film

(Ocak–Nisan 2019)

İstanbul’da video projesinin araştırma ve çekim

çalışmaları

06.07.2019, 2. Sanat ve Kültür Festivali’nde güncel

film projesinin tanıtım filminin gösterimi,

Tarabya, İstanbul

Lucy Fricke

Edebiyat

(Ocak–Nisan 2019)

05.04.2019, Ankara Hacettepe Üniversitesi Alman

Dili ve Edebiyatı öğrencileriyle atölye, Ankara

Töchter adlı romanından okuma etkinliği ve yazarla

söyleşi

05.04.2019, Goethe-Institut, Ankara

17.04.2019, Trakya Üniversitesi, Edirne

25.04.2019, Namık Kemal Üniversitesi,

Tekirdağ

26.04.2019, Şebnem İşigüzel’le söyleşi, Goethe-

Institut, İstanbul

06.07.2019, 2. Sanat ve Kültür Festivalinde Ulla

Lenze ile okuma etkinliği ve söyleşi, Tarabya,

İstanbul

Isabella Gerstner

Güzel Sanatlar

(Ocak–Nisan 2018)

30.06.2018, Mekân. Materyal. Entegre Edileyemen

Artıklar, 2. Sanat ve Kültür Festivali çerçevesinde

stüdyo ziyareti, Tarabya, İstanbul

21.11.2018, Mekân. Materyal. Entegre Edileyemen

Artıklar. Kırmızı Halı (Zımpara 2018),

enstalasyon, prömiyer, Tarabya Kültür

Akademisi 2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO

BOSPORUS, Hamburger Bahnhof – Museum

für Gegenwart, Berlin

19.–23.04 2019, 5. İstanbul Çocuk ve Gençlik

Bienali’ne katılım, İstanbul

Matthias Göritz

Edebiyat

(Haziran–Temmuz 2018)

24.05.2018, Kunst und Kommerz, Ayfer Tunç ile

okuma ve tartışma, Salt Galata, İstanbul

30.06.2018, Vom Reisen in der Sprache, 1. Sanat ve

Kültür Festivali çerçevesinde Efe Duyan ve

Gonca Özmen ile şiir performansı, Tarabya,

İstanbul

21.11.2018, Yepyeni Sözcükler – Druckfrisch vom

Bosporus, Angelika Overath, Katerina

Poladjan, Peter Schneider (Moderasyon: Dr.

Joachim Sartorius) ile okuma etkinliği,

Tarabya Kültür Akademisi 2017/18 sanatçıları

seçkisi STUDIO BOSPORUS, Hamburger

Bahnhof – Museum für Gegenwart, Berlin

Jasmin İhraç

Dans

(Eylül–Aralık 2018)

30.06.2018, Sahman-Grenze-Kuş (2017), 1. Tarabya

Sanat ve Kültür Festivali çerçevesinde dans

performansı, Tarabya, İstanbul

Parkur dansçılarıyla Daimî Değişimler, Sessiz

Tanıklar adlı performans videosunun çekimleri


Takvim 2018–2019 302

01.–02.12.2018, 20.–21.12.2018, 22. İstanbul

Tiyatro Festivali çerçevesinde, Mimar Sinan

Üniversitesi’nde Taldans’ın DO KU MAN adlı

prodüksiyonunda dans performansı, İstanbul

20.11.2019, Daimî Değişimler, Sessiz Tanıklar

(2019), video gösterimi ve izleyicilerle

soru&cevap, Salt Beyoğlu, İstanbul

Franziska Klotz

Güzel Sanatlar

(Ocak–Şubat 2018)

21.11.2018, Fear and Mimikry (2018), resim sergisi

ve enstalasyon, prömiyer, Tarabya Kültür

Akademisi 2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO

BOSPORUS, Hamburger Bahnhof – Museum

für Gegenwart, Berlin

Nora Krahl

Müzik

(Mart–Mayıs 2018)

06.05.2018, Nora Krahl Quartett, 10. İTEF İstanbul

Uluslararası Edebiyat Festivali kapsamında

Tolga Tüzün (piyano) ve Özgür Yıldırım (bas)

ile konser, Yapı Kredi Kültür Sanat, İstanbul

17.05.2018, Gölge Kâğıt (Çello, elektronik müzik ve

tablolarla performans, 2018), İstanbul

DEPO’da performans ve enstalasyon. Sena

Başöz’ün travmatik olayların işlenmesini konu

edindiği On Lightness solo sergisine yanıt

21.11.2018, Gölge Kâğıt – Çello, Elektronik Müzik ve

Performans (2018), Sena Başöz ile

enstalasyon ve performans, Tarabya Kültür

Akademisi 2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO

BOSPORUS, Hamburger Bahnhof – Museum

für Gegenwart, Berlin

Philipp Lachenmann

Güzel Sanatlar

(Mart–Ağustos 2018)

AKM (Turkish Night) ve H2O (Highrise Hacıosman)

projeleri için araştırma ve film çekimi

30.06.2018, SHU (Blue Hour Lullaby) (2004), 1.

Sanat ve Kültür Festivali kapsamında video

enstalasyon, Tarabya, İstanbul

21.11.2018, AKM (Turkish Night), video

enstalasyonun öngösterimi, Tarabya Kültür

Akademisi 2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO

BOSPORUS, Hamburger Bahnhof – Museum

für Gegenwart, Berlin

Andréas Lang

Fotoğraf

(Eylül–Aralık 2018)

06.07.2019, Geleceğin Geçmişi (Work in Progress),

prömiyer, 2. Tarabya Sanat ve Kültür Festivali

kapsamında sergi

Kars, Van, Çanakkale’de araştırma seyahati

Julia Lazarus

Güzel Sanatlar

(Mayıs–Ağustos 2019)

06.07.2019, After Nature (TR/ALM 2018), 2. Sanat

ve Kültür Festivali kapsamında video

enstalasyonu, Tarabya, İstanbul

BIFED – Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel

Festivali’nde jüri üyeliği, Bozcaada

Ulla Lenze

Edebiyat

(Mayıs–Ağustos 2019)

06.07.2019, 2. Sanat ve Kültür Festivali kapsamında

Lucy Fricke ile okuma ve söyleşi, Tarabya,

İstanbul


Takvim 2018–2019 303

08.07.2019, Die endlose Stadt (2015) okuma

etkinliği, Kıraathane, İstanbul

18.11.2019,“Kadınlar“ başlıklı panelde Pınar Öğünç

ile söyleşi, Goethe-Institut, İstanbul

Stefan Lienenkämper

Müzik

(Ocak–Şubat 2018)

30.10.2018, Hezarfen Ensemble ve Soprano Irene

Kurka Stefan Lienenkämper’ın eserlerini

Yorumluyor, Irene Kurka (Soprano), Ulrich

Mertin (Viyola), Özcan Ulucan (Keman),

Gökhan Bağcı (Çello) ve Müge Hendekli

(Piyano) ile konser, Yapı Kredi Kültür Sanat,

İstanbul

21.11.2018, Hezarfen Ensemble Müzisyenleri ve

Soprano Irene Kurka Stefan Lienenkämper’ın

İstanbul Eserlerini (2016–2018) Yorumluyor.

Irene Kurka (Soprano), Ulrich Mertin (Viyola),

Özcan Ulucan (Keman), Gökhan Bağcı (Çello)

ve Müge Hendekli (Piyano) ile konser, Tarabya

Kültür Akademisi 2017/18 sanatçıları seçkisi

STUDIO BOSPORUS Hamburger Bahnhof

– Museum für Gegenwart, Berlin

Liliana Marinho de Sousa

Film

(Mayıs–Ağustos 2019)

06.07.2019, The Art of Moving (2016), 2. Sanat ve

Kültür Festivali kapsamında belgesel film

gösterimi, Tarabya, İstanbul

Güncel film projesi için araştırma ve çekim çalışmaları

Kadir „amigo“ Memiş

Sahne Sanatları

(Ocak–Nisan 2019)

06.07.2019, BOUZUQΣΣ – Graffiti Kültürüne Bir

Saygı Duruşu, 2. Sanat ve Kültür Festivali

kapsamında dans performansı ve grafiti,

Nevzat Akpınar (beste, bağlama), Burcu

Karadağ (ney) ve DaPoet (DJ, Beatmaker),

Tarabya, İstanbul

13.10.2019, BOUZUQΣΣ, İCAF – İstanbul Comics &

Arts Festival (11.–13.10.2019) kapsamında

Nevzat Akpınar (Bağlama) ve Burcu Karadağ

(ney), DaPoet (DJ, Beatmaker) ile performans,

İstanbul

Tuğsal Moğul

Sahne Sanatları

(Aralık 2017–Şubat 2018, Ağustos–Ekim

2019)

16.02., 17.02., 22.02., 06.03., 22.03. ve

13.10.2018, NSU / Kurbanların Arasında

Almanlar da Vardı, İstanbul‘un bağımsız

tiyatrosu Kumbaracı50 ile işbirliği içinde

Türkçeye sahnelenen belgesel tiyatro. Yazan

& Yöneten: Tuğsal Moğul; Oyuncular: Ceren

Sevinç, Deniz Gürzumar ve İsmail Sağır;

Yayınevi: Rowohlt-Theaterverlag

02.03.2018, NSU / Kurbanların Arasında Almanlar

da Vardı; Oyuncular: Ceren Sevinç, Deniz

Gürzumar ve İsmail Sağır ile okuma tiyatrosu

ve NSU konusunda panel: Tuğsal Moğul

(yönetmen), Maximilian Popp (Spiegel Türkiye

muhabiri) ve Sebastian Scharmer (müdahil

dava avukatı), Almanya Konsolosluğu, İstanbul

21.11.2018, NSU / Kurbanların Arasında Almanlar

da Vardı (2017), dokümentasyon, Tarabya

Kültür Akademisi 2017/18 sanatçıları seçkisi

STUDIO BOSPORUS, Hamburger Bahnhof

– Museum für Gegenwart, Berlin

27.09., 29.09., 16.10. ve 28.10.2019, Moritz

Rinke‘nin Westend (2018) oyununun yönetmenliği,

DasDas Tiyatro, İstanbul; Yazan:

Moritz Rinke; Yayınevi: Rowohlt Theaterverlag,

2018; Süpervizör: Hakan Savaş Mican;

Yönetmen: Tuğsal Moğul; Oyuncular: Mert

Fırat, Tülin Özen, Naz Çağla Irmak, Evren

Bingöl, Pervin Bağdat ve Gün Koper

26.10.2019, Der kleine Spatz vom Bosporus, Grand

Pera, İstanbul


Takvim 2018–2019 304

Diana Näcke

Film

(Eylül 2018–Nisan 2019)

THE FISH KNOWS EVERYTHING… adlı yeni filmin

araştırma ve çekim çalışmaları (AT)

13.03.2019, Meine Freiheit, deine Freiheit (2011),

Uluslararası Filmmor Kadın Filmleri Festivali

kapsamında belgesel film gösterimi ve

yönetmenle soru&cevap, Institut Français,

İstanbul

06.07.2019, 2. Sanat ve Kultur Festivali’nde güncel

film projesinin tanıtım filminin gösterimi,

Tarabya, İstanbul

Ayat Najafi

Film

(Nisan–Haziran 2018)

03.04.2018, No Land’s Song (2016), Bursa

Uluslararası Film Günleri kapsamında film

gösterimi, yönetmenle soru&cevap, Konak

Kültür Merkezi, Bursa

09. & 11.06.2019, Football Undercover (2008), 11.

İstanbul Belgesel Günleri DOKUMENTARIST

kapsamında film gösterimleri ve yönetmenle

soru&cevap, İstanbul

30.06.2018, No Land’s Song (2016), 1. Sanat ve

Kültür Festivali kapsamında film gösterimleri,

Tarabya, İstanbul

21.11.2018, Büyüleyici Bir Dalgalanma Rüyası

(2018), ses-video enstalasyonunun prömiyeri,

Tarabya Kültür Akademisi 2017/18 sanatçıları

seçkisi STUDIO BOSPORUS, Hamburger

Bahnhof – Museum für Gegenwart, Berlin

Angelika Niescier

Müzik

(Ekim–Aralık 2018)

12.04.2018, Tarabya Ensemble, XJazz Festival

İstanbul 2018 kapsamında Christian Thomé

(perküsyon), Jacobien Vlasman (vokal),

Volkan Hürsever (kontrbas), Tuluğ Tırpan

(piyano) ve Engin Recepoğulları (saksofon) ile

konser, Borusan Müzik Evi, İstanbul

08.05.2018, Trio Sublime, 10. Uluslararası İstanbul

Edebiyat Festivali– İTEF kapsamında Matthias

Akeo Nowak (kontrbass) ve Christoph

Hillmann (perküsyon) ile konser, KargART,

İstanbul

01.11.2018, Yürüyen Merdiven ft. Angelika Niescier,

Yiğit Özatalay (piyano) ve Mustafa Kemal

Emirel (perküsyon) ile konser, Bova Bar,

İstanbul

21.11.2018, Tarabya Ensemble, konser, Ercüment

Orkut (Piyano), Apostolos Sideris (Kontrbas),

Christian Thomé (Perküsyon) ve Jacobien

Vlasman (Vokal), Tarabya Kültür Akademisi

2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO

BOSPORUS Hamburger Bahnhof – Museum für

Gegenwart, Berlin

30.04.2019, Uluslararası Caz Günleri kapsamında

Selen Gülün (Piyano, Vokal) ile konser, Akbank

Sanat, İstanbul

06.07.2019, 2. Sanat ve Kültür Festivali kapsamında

Selen Gülün (Piyano, Vokal) ile konser,

Tarabya, İstanbul

06.07.2019, RASTA BABA BANDE, 2. Sanat ve Kültür

Festivali’nde Rasta Baba aka Sultan Tunç

(Vokal), Çağatay Bırakın (Bas, Bekvokal),

Veysel Çolak (Gitar, Bekvokal), Barış Büyükyıldırım

(Keyboard), Buğra Özdemir

(Perküsyon), Angelika Niescier (Saksofon),

Wermonster (Nicolas Mercet) (Ses tasarım) ve

Selim Bürün (Ses tasarım, DJ) ile konser,

Tarabya, İstanbul

Samir Odeh-Tamimi

Müzik

(Mayıs–Ağustos 2019)

06.07.2019, 2. Sanat ve Kültür Festivali kapsamında

stüdyo ziyareti, Tarabya, İstanbul

Yeni beste çalışmaları

13.03.2020, Portre Konseri: Ulrich Mertin (Viyola),

Özcan Ulucan (Keman), Ozan Tunca (Çello),

Şenol Aydın (Keman), Christoph Grund

(Piyano), Claudia Perez Iñsta (Piyano),


Takvim 2018–2019 305

Gala Perez Iñsta (Keman), Yapı Kredi Kültür

Sanat, İstanbul

Angelika Overath

Edebiyat

(Aralık 2017–Mart 2018)

21.11.2018, Yepyeni Sözcükler – Druckfrisch vom

Bosporus, Matthias Göritz, Katerina Poladjan,

Peter Schneider (Moderasyon: Dr. Joachim

Sartorius) ile okuma etkinliği, Tarabya Kültür

Akademisi 2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO

BOSPORUS, Hamburger Bahnhof – Museum

für Gegenwart, Berlin

Christoph Peters

Edebiyat

(Mayıs–Ağustos 2019)

06.07.2019, Christoph Peters ile çay içer misin?, 2.

Sanat ve Kültür Festivali kapsamında okuma

ve sohbet, Tarabya, İstanbul

Katerina Poladjan

Edebiyat

(Mart–Ağustos 2018)

10.05.2018, Literarische Verbindungslinien von

gestern bis heute, 10. Uluslararası İstanbul

Edebiyat Festivali – İTEF kapsamında İmre

Törek ile okuma ve söyleşi, Goethe-Institut,

İstanbul

30.06.2018, 1. Sanat ve Kültür Festivali kapsamında

Özgün Aydın, Olga Grjasnowa ve Judith

Rosmair ile okuma ve söyleşi, Tarabya,

İstanbul

21.11.2018, Yepyeni Sözcükler – Druckfrisch vom

Bosporus, Matthias Göritz, Angelika Overath,

Peter Schneider (Moderasyon: Dr. Joachim

Sartorius) ile okuma etkinliği, Tarabya Kültür

Akademisi 2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO

BOSPORUS, Hamburger Bahnhof – Museum

für Gegenwart, Berlin

03.11.2019, LiteraTür Projesinin Alman küratörleri

ile panel: Katerina Poladjan, Monika Rinck ve

Jörg Menke-Peitzmeyer, İstanbul Kitap Fuarı,

Tüyap, İstanbul

23.11.2019, Hic sunt leones: Über Leerstellen in der

Geschichte, FemiWriting II festivali

kapsamında Zehra Aksu Yılmazer ile söyleşi,

Mimar Sinan Üniversitesi, İstanbul

Martina Priessner

Film

(Nisan–Mayıs 2018)

21.11.2018, Everyday I’m Çapuling (2013), belgesel

gösterimi, Tarabya Kültür Akademisi 2017/18

sanatçıları seçkisi STUDIO BOSPORUS,

Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,

Berlin

Güncel film projesi Die Wächterin çekimleri, Mardin

Jan Ralske

Film

(Kasım 2017– Ocak 2018)

15.01.2018, Bilgi Ünivesitesi’nde atölye, İstanbul

21.11.2018, Tahliye (2018), Almanya prömiyeri, video

enstalasyon, Tarabya Kültür Akademisi

2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO

BOSPORUS, Hamburger Bahnhof – Museum

für Gegenwart, Berlin

06.07.2019, Tahliye (2018), Türkiye prömiyeri, 2.

Sanat ve Kültür Festivali’nde video

enstalasyonu, Tarabya, İstanbul

Rasta Baba aka Sultan Tunç

Müzik

(Mayıs–Ağustos 2019)

06.07.2019, RASTA BABA BANDE, 2. Sanat ve Kültür

Festivali kapsamında Cağatay Bırakın (Bas,


Takvim 2018–2019 306

Bekvokal), Veysel Çolak (Gitar, Bekvokal),

Barış Büyükyıldırım (Keyboard), Buğra

Özdemir (Perküsyon), Angelika Niescier

(Saksofon), Wermonster (Nicolas Mercet)

(Ses tasarımı) ve Selim Bürün (Ses tasarımı,

DJ) ile konser, Tarabya, İstanbul

13.10.2019, RASTA BABA BANDE, İCAF – İstanbul

Comics & Arts Festival (11.-13.10.2019)

kapsamında konser, İstanbul

Judith Rosmair

Sahne Sanatları

(Haziran–Ağustos 2018)

30.06.2018, 1. Sanat ve Kültür Festivali kapsamında

Özgün Aydın, Olga Grjasnowa ve Katerina

Poladjan ile okuma ve söyleşi, Tarabya,

İstanbul

21.11.2018, Aranıyor: Avrupa (2018), prömiyer ve

performans, Tarabya Kültür Akademisi

2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO

BOSPORUS, Hamburger Bahnhof – Museum

für Gegenwart, Berlin

Europa and Bull (AT), Yunan söylenindeki Avrupa’nın

adının hikâyesinin yeniden yorumlandığı filmi

için Çanakkale, Assos ve civarında video

sanatçısı Theo Eshetu ile çekimler

Aykan Safoğlu

Güzel Sanatlar

(Ocak–Ağustos 2019)

10.05.2019, Pera Film’in Tracing the memory

etkinlik dizisi kapsamında video işleri seçkisi

gösterimi ve Bilge Taş’in sanatçıyla söyleşisi,

Pera Müzesi, İstanbul

06.07.2019, Ziyaret (2019), 2. Sanat ve Kültür

Festivali kapsamında film gösterimi ve Bilge

Taş‘in sanatçıyla söyleşisi, Tarabya, İstanbul

Defne Şahin

Müzik

(Haziran 2018, Eylül 2018)

30.06.2018, 1. Kültür ve Sanat Festivali kapsamında

Baki Duyarlar (Piyano), Ediz Hafızoğlu

(Perküsyon) ve Volkan Hürsever (Bas) ile

konser, Tarabya, İstanbul

26.–28.09.2018, Defne Şahin Band Unravel,

Johannes Ballestrem (Piyano), Igor Spallati

(Kontrbas), Martin Krümmling (Perküsyon) ile

Ankara, Çanakkale ve İstanbul konser turnesi

26.09. Samm‘s Bistro Club, Ankara

27.09. Nardis Jazz Club, İstanbul

28.09. Kepez Turhan Mildon Kültür Merkezi,

Çanakkale Bienali açılış etkinliği

21.11.2018, Aşık Duo, Guy Mintus (Piyano) ile

konser, Tarabya Kültür Akademisi 2017/18

sanatçıları seçkisi STUDIO BOSPORUS,

Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,

Berlin

Cymin Samawatie

Müzik

(Eylül–Aralık2018)

07.12.2018, Divan Berlin–İstanbul. TransPositionen

zwischen Lyrik und Musik, Berlinli Trickster

Orchestra ve İstanbullu Hezarfen Ensemble’ın

müzisyenleri Almanyalı ve Türkiyeli şairlerle

buluşuyor, Bahçeşehir Üniversitesi, İstanbul

08.12.2018, Kirsten Reese & Ignaz Schick ile

konser, MIAM (Centre for Advanced Studies in

Music), İstanbul Teknik Üniversitesi, İstanbul

18.12.2018, Take The Aid Train, Şevket Akıncı (Gitar,

Elektronik) ve Ignaz Schick (Turntables,

Elektronik) ile konser, Club Bova, İstanbul

21.12.2018, Anıl Eraslan (Çello) ve Ralf Schwarz

(Kontrbas) ile konser, Bant Mag Bina,

İstanbul

Çağdaş ve geleneksel müzik alanından Türkiyeli

müzisyenlerle doğaçlama düetler içeren bir CD

kaydı, İstanbul


Takvim 2018–2019 307

Ignaz Schick

Müzik

(Eylül–Aralık 2018)

08.12.2018, Kirsten Reese (Canlı-Elektronik, Flüt)

ve Cymin Samawatie (Vokal, Piyano) ile

konser, MIAM, İstanbul Teknik Üniversitesi,

İstanbul

12.12.2018, İstanbul Meeting I, Şevket Akıncı

(E-Gitar, Elektronik), Zeynep Sarıkartal

(Laptop, Canlı-Elektronik) ve Başar Ünder

(Canlı-Elektronik) ile konser, Arkaoda,

İstanbul

18.12.2018, Take The Aid Train, Şevket Akıncı (Gitar,

Elektronik) ve Cymin Samawatie (Vokal) ile

konser, Club Bova, İstanbul

19.12.2018, İstanbul Meeting II, Şevket Akıncı

(Gitar, Elektronik), Anıl Ersalan (Çello) ve

Saadet Türköz (Vokal) ile konser, Peyote,

İstanbul

28.12.2018, İstanbul Meeting III, Volkan Ergen

(Bendir, Elektronik), Kaan Işık (Canlı-Elektronik)

ve Tolga Tüzün (Canlı-Elektronik) ile

konser, Bant Mag Bina, İstanbul

06.07.2019, Soundwalk (2019), 2. Sanat ve Kültür

Festivali’nde prömiyer, Tarabya, İstanbul

09.11.2019, Sound Ports Festivali’nde Volkan Ergen

(Bendir, Elektronik) ile konser, Arkaoda,

İstanbul

okuma etkinliği, Hamburger Bahnhof –

Museum für Gegenwart, Berlin

Christian Thomé

Müzik

(Şubat–Mart 2018)

15.02.2018, Jacobien Vlasman’ın İstanbul Project’I,

Christian Thomé (Jazz-Perküsyon), Ercüment

Orkut (Piyano) ve Volkan Hürsever (Bas) ile

konser, Bomonti Alt Corner, İstanbul

11.04.2018, İstanbul 2018 XJazz Festivali

kapsamında Christian Thomé Trio konseri,

Kaan Bıyıkoğlu (Piyano) ve Matt Hall (Bas),

Nardis Jazz Club, İstanbul

12.04.2018, Tarabya Ensemble, İstanbul 2018 XJazz

Festivali kapsamında Angelika Niescier

(Saksofon), Jacobien Vlasman (Vokal), Volkan

Hürsever (Kontrbas), Tuluğ Tırpan (Piyano) ve

Engin Recepoğulları (Saksofon) ile konser,

Borusan Müzik Evi, İstanbul

21.11.2018, Tarabya Ensemble, Tarabya Kültür

Akademisi 2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO

BOSPORUS’ta konser, Angelika Niescier

(Saksofon), Ercüment Orkut (Piyano),

Apostolos Sideris (Kontrbas) ve Jacobien

Vlasman (Vokal), Hamburger Bahnhof

– Museum für Gegenwart, Berlin

Peter Schneider

Edebiyat

(Ağustos 2018)

17.11.2018, 68 Hareketinin 50 Yılı, 37. Uluslararası

İstanbul Kitap Fuarı’nda Oya Baydar ile

söyleşi, TÜYAP, İstanbul

19.11.2018, Film gösterimi, Sympathisanten – unser

Herbst, Peter Schneider ile söyleşi, Beyoğlu

Pera Sineması, İstanbul

21.11.2018, Yepyeni Sözcükler – Druckfrisch vom

Bosporus, 2017/18 sanatçıları seçkisi

STUDIO BOSPORUS’ta Matthias Göritz,

Angelika Overath, Katerina Poladjan

(Moderasyon: Dr. Joachim Sartorius) ile

Jacobien Vlasman

Müzik

(Aralık 17–Şubat 2018, Ağustos 2018)

15.02.2018, İstanbul Project, Volkan Hürsever

(Bas), Ercüment Orkut (Piyano) ve Christian

Thomé (Caz davul) ile konser, Bomonti Alt

Corner, İstanbul

19.02.2018, İstanbul Bahçeşehir Üniversitesi Caz

Bölümü öğrencileriyle atölye

12.04.2018, Tarabya Ensemble, 2018 İstanbul XJazz

Festivali kapsamında Volkan Hürsever

(Kontrbas), Angelika Niescier (Saksofon),

Engin Recepoğulları (Saksofon), Christian


Takvim 2018–2019 308

Thomé (Perküsyon) ve Tuluğ Tırpan (Piyano)

ile konser, Borusan Müzik Evi, İstanbul

21.11.2018, Tarabya Ensemble, Tarabya Kültür

Akademisi 2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO

BOSPORUS’ta konser, Angelika Niescier

(Saksofon), Ercüment Orkut (Piyano),

Apostolos Sideris (Kontrbas) ve Christian

Thomé (Davul), Hamburger Bahnhof – Museum

für Gegenwart, Berlin

Mürtüz Yolcu

Sahne Sanatları

(Ocak–Nisan 2019)

Ist Side Story senaryo çalışmaları

22.03.2019, İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği

ve Dramaturji Bölümü’nde söyleşi,

İstanbul


Fotos / Fotoğraflar

309

Sun-ju Choi

285 (Jan Ralske)

Mustafa Demir

285 (Martina Priessner)

Martin Ebert

14

Jorinde Gersina

10

Harald Hoffmann

92

Dmitry Korolev

287

Luchterhand Literaturverlag

283

Dawin Meckel

276 (Sina Ataeian Dena)

286

Carl Miles

200 (Europa-Skulptur / Avrupa Heykeli)

Martin Monk

281

Nar Photos

45

50

207

243

Linda Rosa Saal

56

62

72

77

87

99

107

118

127

136

142

151

160

178

198

220

227

234

252

263

Sinem Tekel

200

Enis Yücel

276 (Theo Eshetu)

277

278

279

280

282

284

Jacobien Vlasman

253

Judith Rosmair

199


Impressum / Künye

310

KULTURAKADEMIE TARABYA

TARABYA KÜLTÜR AKADEMİSİ

2018–2019

Herausgeber / Yayımlayanlar

Kulturakademie Tarabya (Deutsche Botschaft

Ankara / Goethe-Institut), Istanbul, März 2020 /

Tarabya Kültür Akademisi (Almanya Büyükelçiliği

Ankara / Goethe-Institut), İstanbul, Mart 2020

Akademieleitung / Kültür Akademisi Yönetimi

Meik Laufer, Leiter der Kulturakademie, Deutsche

Botschaft Ankara / Kültür Akademisi

Müdürü, Almanya Büyükelçiliği

Pia Entenmann, Kuratorische Verantwortung / Kültür

Akademisi Küratörü, Goethe-Institut Istanbul

Projektkoordination / Proje Koordinatörü

Lena Alpozan, Goethe-Institut Istanbul

Redaktion / Editör

Martin Hager

Korrektur Deutsch / Almanca Düzelti

Claudius Prößer

Übersetzung ins Türkische / Türkçe Çeviriler

Şeyda Öztürk

Übersetzung ins Deutsche / Almanca Çeviriler

Çiğdem Üçüncü

Diese Publikation bedient sich des Gender-Stars,

den einzelnen Autor*innen war es jedoch freigestellt,

andere Formen anzuwenden.

Die Kulturakademie Tarabya ist eine Einrichtung der

Bundesregierung. Sie wird von der Deutschen

Botschaft Ankara betrieben und ist Teil der

Kulturarbeit der Deutschen Botschaft in der Türkei.

Die kuratorische Verantwortung für die Kulturakademie

Tarabya trägt das Goethe-Institut.

Fotoğrafların ve metinlerin, copyright sahiplerinin

izni olmadan tamamen ve kısmen kullanılması telif

yasaları gereği yasaktır. Bu yasak, her türlü

çoğaltma, çeviri, mikrofilme kaydetme ve elektronik

sistemler üzerinden yapılacak işlemler için de

geçerlidir.

Bu yayında cinsiyet ayrımı için yıldız kullanılmaktadır,

ancak her sanatçı diğer formları kullanmakta

serbesttir.

Tarabya Kültür Akademisi, Federal Almanya

Hükümeti’ nin bir kuruluşudur. Yönetimini Almanya

Ankara Büyükelçiliği’nin üstlendiği Kültür Akademisi

aynı zamanda Büyükelçiliğin Türkiye’de yürüttüğü

kültürel etkinliklerin de ayağını teşkil etmektedir.

Akademinin küratörlük görevi ise Goethe-Institut’e

verilmiştir.

www.kulturakademie-tarabya.de

Korrektur Türkisch / Türkçe Düzelti

Çiğdem Öztürk, Çiğdem İkiışık

Grafik Design / Grafik Tasarımcı

Astrid Seme, Studio

Druck / Baskı

Holzhausen Druck (AT)

Die Verwendung der Fotos und Texte, auch

auszugsweise, ist ohne die Zustimmung der

Copyrightinhaber*innen urheberrechtswidrig und

strafbar. Dies gilt auch für Vervielfältigungen,

Übersetzungen, Mikroverfilmung und die Verarbeitung

in elektronischen Systemen.


1


Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!