Kulturakademie-Tarabya-Kültür-Akademisi-2018-2019
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
1
1
2
achtzehn
on dokuz
3
Inhalt 4
Kulturakademie Tarabya
Tarabya Kültür Akademisi
2018/19
5
Inhalt 6
Grußworte / Önsözler
10 Michelle Müntefering: Staatsministerin für Internationale Kulturpolitik im
Auswärtigen Amt und Vorsitzende des Beirats der Kulturakademie
Tarabya / Uluslararası Kültür Politikalarından Sorumlu Devlet Bakanı ve
Tarabya Kültür Akademisi’nin Danışma Kurulu Başkanı
14 Johannes Ebert: Generalsekretär des Goethe-Instituts und Mitglied
des Beirats der Kulturakademie Tarabya / Goethe-Institut Genel Sekreteri
ve Tarabya Kültür Akademisi‘nin Danışma Kurulu Üyesi
Organisation / Organizasyon yapısı
24 Beirat / Danışma Kurulu
26 Jury / Jüri
27 Team / Kadro
Kulturakademie Tarabya / Tarabya Kültür Akademisi
30 Martin Bachmann: Die Bauwerke der deutschen Sommerresidenz in
Tarabya und ihre Geschichte / Almanya Büyükelçiliği’nin Tarabya’daki
Yazlık Rezidansı ve Tarihçesi
38 Rüdiger Schaper: Freiräume bewahren in Deutschland und der
Türkei / Almanya’nın ve Türkiye’nin Özgürlük Alanlarını Korumak
44 Rainer Hermann: Der schönste Arbeitsplatz am Bosporus / Boğaz’daki en
güzel çalışma yeri
İçindekiler 7
Stipendiat*innen / Konuk Sanatçılar 2018/19
56 Shulamit Bruckstein Çoruh
62 Max Czollek
72 Özgür Ersoy
77 Adrian Figueroa
87 Lucy Fricke
92 Jasmin İhraç
99 Nora Krahl
107 Philipp Lachenmann
118 Andréas Lang
127 Julia Lazarus
136 Ulla Lenze
142 Liliana Marinho de Sousa
151 Kadir „amigo“ Memiş
160 Tuğsal Moğul
170 Diana Näcke
178 Samir Odeh-Tamimi
198 Judith Rosmair
207 Aykan Safoğlu
220 Defne Şahin
227 Cymin Samawatie
234 Ignaz Schick
243 Rasta Baba aka Sultan Tunç
252 Jacobien Vlasman
263 Mürtüz Yolcu
274 Biografien der Alumni mit Verlängerung 2018/19 / Bursu uzatılan
sanatçıların özgeçmişleri
Anhang /Ek
289 Kalender / Takvim 2018–2019
309 Fotos / Fotoğraflar
310 Impressum / Künye
Inhalt 8
İçindekiler 9
Michelle Müntefering Grußwort 10
Liebe Leserinnen und Leser,
die Kulturakademie Tarabya ist ein Meilenstein in der Entwicklung der kulturellen
Beziehungen zwischen Deutschland und der Türkei. Sie führt Künstlerinnen
und Künstler aus beiden Ländern zusammen und lässt Gemeinsames
entstehen. Im September 2012 bezogen die ersten Stipendiatinnen und Stipendiaten
die Künstlerwohnungen in den denkmalgeschützten Gebäuden am
Bosporus. Insgesamt haben seitdem über 80 Künstlerinnen und Künstler und
Kulturschaffende, in einem Zeitraum von je drei bis zehn Monaten, ein Stipendium
an der Kulturakademie wahrgenommen. Seit 2017 haben wir ein neues
Verfahren für die Auswahl der Stipendiatinnen und Stipendiaten, die sich nun
über einen Open Call bewerben können. Mit jährlich jeweils bereits ca. 300
Bewerbungen hat sich dieses Verfahren als sehr erfolgreich erwiesen.
Die Kulturakademie ist ein besonderes Projekt, das durch den engen
Austausch von Künstlerinnen und Künstlern aus Deutschland und der Türkei
Brücken baut, dazu beiträgt, Differenzen zu überwinden, und zu Dialog und
Verständigung führt. Die Akademie leistet einen unverzichtbaren Beitrag zum
deutsch-türkischen Kulturaustausch, dessen Bedeutung wir derzeit besonders
spüren. Künstlerresidenzen wie diese ermöglichen den Stipendiatinnen und
Stipendiaten durch Begegnungen mit Kunst und Kultur und vor allem Menschen
des Gastlandes, den eigenen Horizont zu erweitern, ihre Sichtweisen kritisch zu
hinterfragen und gemeinsam neue Ideen umzusetzen. Angesichts politischer
Beziehungen, die besondere Herausforderungen und Rahmenbedingungen
berücksichtigen müssen, ist es wichtig, gerade die zivilgesellschaftlichen
Verbindungen zwischen Deutschland und der Türkei zu fördern. Das Auswärtige
Michelle Müntefering Önsöz 11
Amt setzt sich daher im Rahmen seiner Auswärtigen Kultur- und Bildungspolitik
dafür ein, Möglichkeiten und Räume für Begegnung, offenen Dialog und Verständigung
zu schaffen.
Die Kulturakademie ermöglicht Künstlerinnen und Künstlern mit Lebensmittelpunkt
in Deutschland das Arbeiten in einem deutsch-türkischen und interkulturellen
Kontext und vermittelt Kontakte in die Kunst- und Kulturszene
Istanbuls und der Türkei. Für die Stipendiatinnen und Stipendiaten ist der
Aufenthalt in der Kulturakademie Tarabya ein intensives Erlebnis, bei dem sie
die Möglichkeit haben, tief in die Kunst und Kultur des Gastlandes einzutauchen.
Diese Erfahrung eröffnet neue Perspektiven und schafft grenzüberschreitende
Begegnungen und kulturellen Austausch zwischen der Türkei und
Deutschland. Die Stipendiatinnen und Stipendiaten werden auch von der
wunderschönen Umgebung des Anwesens in Tarabya – der historischen Sommerresidenz
des Deutschen Botschafters –, von der Geschichte der Gebäude, der
unmittelbaren Nähe zum Bosporus und der einzigartigen Atmosphäre des Ortes
und der lebendigen Kunst-und Kulturmetropole Istanbul inspiriert.
Mein Dank gilt all denjenigen, die die Kulturakademie Tarabya zu einem
lebendigen Ort des kulturellen Austauschs machen: der unabhängigen Jury, den
Mitarbeiterinnen und Mitarbeitern der Deutschen Botschaft Ankara, des Generalkonsulats
Istanbul und des Goethe-Instituts Istanbul sowie nicht zuletzt dem
Akademiebeirat, dem ich seit Kurzem als Vorsitzende angehöre. Ein besonderer
Dank geht natürlich an die Stipendiatinnen und Stipendiaten der Kulturakademie,
die den deutsch-türkischen Kulturaustausch täglich mit Leben füllen.
Mit dem vorliegenden Jahrbuch möchten wir Ihnen das Leben und künstlerische
Schaffen der Stipendiatinnen und Stipendiaten näherbringen, die 2018
und 2019 in Tarabya residiert haben, und Sie an ihren Erfahrungen in der
Kulturakademie teilhaben lassen. Ich wünsche Ihnen viel Freude beim Lesen!
Michelle Müntefering, Staatsministerin für
Interna tionale Kulturpolitik und Vorsitzende des
Akademiebeirats
Michelle Müntefering Grußwort 12
Sevgili okurlar,
Tarabya Kültür Akademisi Almanya ile Türkiye arasındaki kültürel ilişkilerin gelişiminde
bir dönüm noktasıdır. İki ülkenin sanatçılarını bir araya getirerek ortak
işlere imza atmalarını sağlar. 2012 yılının Eylül ayında, ilk konuk sanatçılar
Boğaz’daki anıt binaların sanatçı konutlarına yerleşti. O günden bu yana 80’den
fazla sanatçı ve kültür çalışanı üç ila on ay arası bir dönem boyunca Kültür
Akademisi’ne konuk oldu. 2017’den beri, Açık Çağrı sistemi üzerinden başvuruda
bulunan sanatçıların seçimi için yeni bir prosedür uyguluyoruz. Yılda
yaklaşık 300 başvuru yapılması ise, prosedürün ne kadar başarılı olduğunu
gösteriyor.
Kültür Akademisi Almanyalı ve Türkiyeli sanatçıların arasındaki sıkı ilişkilerle
Almanya ile Türkiye arasında köprüler kuran, farklılıkların aşılmasına
katkıda bulunan ve diyalog ve uzlaşıma yol açan çok özel bir proje. Akademi,
Almanya ile Türkiye arasındaki kültürel alışverişe, önemini şu sıralarda daha da
iyi hissettiğimiz vazgeçilemez katkılarda bulunuyor. Bu tür sanatçı rezidansları,
misafir oldukları ülkenin sanat ve kültür ortamıyla ve özellikle de insanlarıyla
karşılaşan konuk sanatçılara ufuklarını genişletme, görüş mesafelerini eleştirel
bir yaklaşımla sorgulama ve birlikte yeni fikirler hayata geçirme olanağı sunar.
Çok özel güçlüklerin ve koşulların göz önünde bulundurulmasını zorunlu kılan
politik ilişkiler açısından, Almanya ile Türkiye arasındaki sivil toplum bağlantılarını
teşvik etmek özellikle önem kazanmaktadır. Dışişleri Bakanlığı işte bu
nedenle, uluslararası kültür ve eğitim politikalarında, yakın görüşmeleri, açık bir
diyalogu ve karşılıklı anlaşmayı sağlayan olanaklar ve mekânlar yaratmaya özellikle
önem verir.
Kültür Akademisi Almanya’da yaşayan sanatçılara, hem Almanya-Türkiye
bağlamında hem de kültürlerarası bağlamda çalışma olanağı sunar ve İstanbul ve
Türkiye’nin sanat ve kültür ortamında yeni ilişkiler kurmaları için destek olur.
Konuk sanatçılar için Tarabya Kültür Akademisi’nde kaldıkları dönem, misafir
oldukları ülkenin sanat ve kültür ortamına girme fırsatı yakaladıkları yoğun bir
deneyim teşkil eder. Bu deneyim sanatçıların önünde yeni perspektifler açar ve
sınırları aşan karşılaşmalara ve Türkiye ile Almanya arasında kültürel alışverişe
vesile olur. Konuk sanatçılar çalışmalarında bir yandan da Tarabya’daki yapıyı –
Almanya Büyükelçisi’nin tarihi yazlık rezidansı– çevreleyen muhteşem ortamdan,
yapının tarihinden, Boğaz’a yakınlığından, benzersiz atmosferinden ve sanat ve
kültür metropolü İstanbul’dan esinlenirler.
Tarabya Kültür Akademisi’nin canlı bir kültürel alışveriş mekânına dönüşmesine
katkıda bulunmuş herkese, bağımsız jüriye, Ankara Almanya Büyükelçiliği,
Michelle Müntefering Önsöz 13
İstanbul Almanya Başkonsolosluğu ve Goethe-Institut çalışanlarına ve özellikle
de, kısa bir süreden beri başkanlığını yürüttüğüm Akademi Danışma Kurulu’na
teşekkür etmek istiyorum. Almanya-Türkiye arasındaki kültürel alışverişi her gün
canlı tutan konuk sanatçılara da elbette özel bir teşekkür borçluyum.
Elinizdeki yıllıkla, 2018 ve 2019’da Tarabya’ya konuk olmuş ve Kültür
Akademisi’ndeki deneyimlerini paylaşan konuk sanatçıların yaşamını ve sanatsal
üretimlerini sizlere yakından tanıtmayı amaçlıyoruz. Keyifle okumanız dileğiyle!
Michelle Müntefering, Uluslararası Kültür
Politikalarından Sorumlu Devlet Bakanı ve
Akademi Danışma Kurulu Başkanı
Johannes Ebert Grußwort 14
Liebe Leserinnen und Leser,
Kulturaustausch kann nicht die Welt retten. Aber er kann horizonterweiternde
und kreative Impulse zu zentralen globalen Fragen und lokalen Problemen
geben. Er kann wichtige Kommunikationskanäle offenhalten, kann in restriktiver
werdenden Gesellschaften zivilgesellschaftliche Akteure stärken und zum
Verständnis aufgeklärter Wertvorstellungen beitragen. In einer multipolaren
Welt, in der nach jahrzehntelanger Dominanz des „Westens“ neue geopolitische
Machtzentren entstehen, ist ein internationaler Kulturaustausch, der auf den
Prämissen freier Meinungsäußerung sowie der Unabhängigkeit von Wissenschaft
und Kunst basiert, wichtiger denn je. Deshalb ist es für das Goethe-Institut von
Bedeutung, unsere Haltungen und Positionen in einen vielstimmigen globalen
Dialog einzubringen und andere Perspektiven zu reflektieren, um idealerweise
zu einem gegenseitigen Verständnis, zu Wertschätzung und Verständigung zu
gelangen.
Idealiter verstehen wir die Auswärtige Kultur- und Bildungspolitik heute
als Ausgangspunkt für die gleichberechtigte, dialogische und offene Begegnung
von Menschen – als Ebene, auf der globale Fragen mit den Mitteln der
Kunst, des Diskurses und der konstruktiven Auseinandersetzung thematisiert
werden. Die Bedeutung dieses offenen und gelebten Kulturaustauschs zeigt
sich an kaum einem anderen Projekt so nachdrücklich wie an der Kulturakademie
Tarabya. Ihre Besonderheit besteht darin, dass sich ein enger Austausch
mit lokalen Kreativen entwickeln kann und über einen längeren Zeitraum Koproduktionen
entstehen können. Das Goethe-Institut Istanbul, betraut mit der
kuratorischen Verantwortung, vernetzt und ermöglicht, unterstützt und berät.
Gerade jetzt sind dieser Austausch und diese Zusammenarbeit besonders wertvoll
– und treffen auf eine sehr hohe Wertschätzung seitens der türkischen
Partner.
Johannes Ebert Önsöz 15
Wie gestaltet sich in diesem Kontext der Residenzalltag der Künstlerinnen und
Künstler an der Kulturakademie Tarabya? Wie wirken sich die vier- bis achtmonatigen
Stipendien und das Umfeld Istanbuls auf die künstlerische Arbeit
aus? Fragt man die Künstlerinnen und Künstler der vergangenen Jahrgänge, so
hört man, dass sich durch die Zurückgezogenheit des Ortes die Möglichkeit
ergibt, ohne die alltäglichen Unterbrechungen und fern dem Trubel in Ruhe und
ohne Zeitdruck konzentriert seiner Arbeit nachzugehen. Die Nähe zum Stadtkern
eröffnet zugleich die Möglichkeit, in die Stadteile einzutauchen, in der die
türkische Künstlerszene zu Hause ist, in der Ausstellungs- und Konzerthäuser
sich aneinanderreihen wie in Beyoğlu, Kadıköy und Beşiktaş. Aber auch die
traditionellen und historischen Viertel wie Fatih, Sultanahmet und Balat sind
Ziele der Stipendiatinnen und Stipendiaten, um das vielschichtige Istanbul
kennenzulernen, seine Atmosphäre und die diversen Einflüsse der jahrtausendelangen
Geschichte aufzunehmen.
Die wöchentlich stattfinden Dienstagsrunden sind nicht nur eine Plattform,
um sich untereinander und mit dem Team der Kulturakademie Tarabya
auszutauschen, sondern auch um Vertreterinnen und Vertreter der lokalen
Szene zu treffen. Außerdem wurde neben diesen „Tarabya Tuesdays“ im
November 2019 erstmals ein Netzwerktreffen der anderen Art – ein Speed-Dating
auf einem Bosporus-Schiff – organisiert. So konnten die Stipendiatinnen
und Stipendiaten sich mit wichtigen Akteuren aus der türkischen Kunst- und
Kulturwelt vernetzen, wie u. a. mit der Istanbul Foundation for Culture and Arts
– IKSV, SAHA, Istanbul Modern, der Mimar-Sinan-Universität und dem renommierten
Verlagshaus Yapı Kredi. In siebenminütigen Gesprächen wurden dort
nachhaltige Kontakte geknüpft. An der großen Anzahl und Diversität der Teilnehmenden
sieht man, dass auch von türkischer Seite die Erwartungen hoch
sind und das Interesse an einem Austausch ungebrochen ist.
Die Stipendien der Kulturakademie Tarabya sind ergebnisoffen. Eine
Produktionsverpflichtung, eine Präsentation am Ende des Stipendiums gibt es
nicht. Und dennoch sind die Ergebnisse, ob lyrischer, tänzerischer, filmischer
oder künstlerischer Art, in jedem Jahrgang so überzeugend, dass es scheint,
als ob genau diese Kombination von Abgeschiedenheit des Ortes, Vernetzung
und Ergebnisoffenheit eine ideale Mischung ergibt.
Um diese Vielzahl an Arbeiten auch einem breiten Publikum in der Türkei
zu präsentieren, wurde 2018 das 1. Kunst- und Kulturfestival in der Kulturakademie
Tarabya organisiert. Das Format wurde 2019 mit seiner zweiten Ausgabe
fortgesetzt. 500 geladene Gäste konnten die über 16 künstlerischen Positionen
der sieben aktuellen Stipendiatinnen und Stipendiaten und der zehn Alumni mit
Johannes Ebert Grußwort 16
ihren zwölf lokalen türkischen Partnern an ihrem Entstehungsort, der Kulturakademie
Tarabya, erleben. So zeigte Julia Lazarus ihre Videoinstallation After
Nature (TR/D 2018), die eine Gruppe türkischer Umweltaktivistinnen und -aktivisten
bei ihrem Widerstand gegen den Bau des neuen Istanbuler Megaflughafens
begleitete. Kuratorin Shulamit Bruckstein präsentierte ihre Installation
BM Contemporary, 2nd Edition. COSMOPOLIS UNBENT, Hommage an Beral Madra.
Eine digitale Kartografie erstmals auf dem Festival. Die Installation ist ein digitales
Archiv der Arbeiten von Beral Madra, einer wichtigen Vertreterin der türkischen
Kunstszene und Kuratorin der ersten Istanbul Biennale. Artist Talks wie
der von Aykan Safoğlu mit Bilge Taş, Konzerte von Rasta Baba und Angelika
Niescier mit deutsch-türkischer Besetzung und Lesungen wie die von Ulla
Lenze, Lucy Fricke und Christoph Peters zeigen die Diversität der entstandenen
Werke. Ignaz Schicks Soundwalk, dessen Komposition eruptiv und präzise
choreografiert das Gelände mit Sounds bespielte, und die Ausstellung von
Andréas Langs Fotografien, die bei seinen Recherchen in Istanbul und der
Türkei entstanden sind, waren weitere Höhepunkte des Festivals. Die künstlerischen
Positionen zeigen, wie stark die Stipendiatinnen und Stipendiaten mit der
türkischen Zivilgesellschaft interagieren. Dass die Werke auf dem Gelände der
historischen Sommerresidenz des Deutschen Botschafters in Tarabya gezeigt
werden können, unterstreicht die Bedeutung künstlerischer Freiheit für das
Goethe-Institut.
Um auch dem deutschen Publikum die Arbeit der Kulturakademie Tarabya
aus den vergangenen Jahren präsentieren zu können, wurde eine große Alumni-
Veranstaltung ins Leben gerufen. Der Auftakt fand in Berlin im November 2018
im Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart – Berlin statt. Die Werkschau
der Kulturakademie Tarabya mit über 600 Gästen wurde von Bundesaußenminister
Heiko Maas eröffnet. Neben dem Außenminister besuchten Staatsministerin
Michelle Müntefering und zahlreiche Abgeordnete des Deutschen
Bundestags die Werkschau, ebenso führende Vertreterinnen und Vertreter der
Kunst- und Kulturszene Deutschlands und der Türkei sowie Gäste aus der türkischen
Community in Berlin. Bei der großen Alumni-Nacht waren 26 Positionen
vertreten, wie Isabella Gerstners Installation Der Ort. Das Material. Die nichtintegrierbaren
Reste. Der rote Teppich (Schleifproduktion 2018), die Videoinstallation
Mein Zuhause (2018) des Filmemachers Sina Ataeian Dena, die das
Phänomen der Sandstürme im Iran thematisiert, und Franziska Klotz’ Installation
Fear and Mimikry (2018). Der Filmemacher Ayat Najafi zeigte seine Audio-
Video-Installation Der bezaubernde Traum vom Flattern (2018) und Özgür Ersoy
bezauberte während des Festakts mit seinem Musikstück Poyraz/Nordwind
Johannes Ebert Önsöz 17
(2018) für Bağlama. Der bildende Künstler Philipp Lachenmann filmte in seiner
Videoinstallation AKM (Turkish Night) (2018) das Atatürk-Kulturzentrum, zentrales
Sinnbild der modernen laizistischen Republik Türkei, das 2018 abgerissen
wurde.
Die insgesamt 63 Veranstaltungen mit lokalen Partnern in Istanbul und
Umgebung waren auch 2018 und 2019 wieder Höhepunkte. Die Musikerinnen
und Musiker Angelika Niescier, Defne Şahin, Christian Thomé, Samir Odeh-Tamimi,
Stefan Lienenkämper, Ignaz Schick und Sultan Tunç gaben Konzerte auf
Festivals, mit lokalen Ensembles in renommierten Konzertsälen wie dem Kulturhaus
Yapı Kredi und Borusan und in den Szeneclubs wie Bova, Bant Mag Bina
und Nardis. Workshops wie der von Jacobien Vlasman an der Jazzabteilung der
Bahçeşehir-Universität ermöglichten einen direkten Austausch mit den türkischen
Studierenden. Die Musikerin Nora Krahl entwickelte in ihrer Performance
Gölge Kâğıt – SCHATTENPAPIER – für Cello, Elektronik und Performerin (2018)
eine Antwort auf die Soloausstellung der türkischen Künstlerin Sena Başöz On
Lightness. Bei Divan Berlin–İstanbul. TransPositionen zwischen Lyrik und Musik
(2018) – ins Leben gerufen von den Alumni Cymin Samawatie, Ketan Bhatti und
Matthias Göritz – begegneten Musikerinnen und Musiker des Berliner Trickster
Orchestra und des Istanbuler Hezarfen-Ensembles Dichterinnen und Dichtern
aus Deutschland und der Türkei.
Im Bereich Film sind Adrian Figueroa, Diana Näcke, Ayat Najafi, Martina
Priessner, Jan Ralske und Liliana Marinho de Sousa zu nennen, die Teile ihrer
aktuellen Filmprojekte in der Türkei drehen konnten. Zudem wirkten sie in Jurys
mit, u. a. beim Istanbuler Filmfestival, dem Istanbuler Menschenrechtsfilmfestival
und dem Filmfestival auf der Insel Bozcaada. Darüber hinaus gaben sie
Workshops für Studierende.
Ein enger Austausch mit der lokalen Szene fand auch im Literaturbereich
statt. So schrieb etwa Angelika Overath ihren jüngst veröffentlichen Roman Ein
Winter in Istanbul (Luchterhand, 2018) in Tarabya. Auch Katerina Poladjans
neuer Roman Hier sind Löwen (Fischer, 2019), der für die Longlist des Deutschen
Buchpreises 2019 nominiert wurde, entstand nach ihrer Recherche reise
an die Grenzstädte Ani und Kars im Osten der Türkei. Im Bereich Poesie trug
Max Czollek seine Arbeiten im Rahmen des Istanbuler Lyrikfestivals Offline vor.
Lucy Fricke, Christoph Peters und Matthias Göritz unternahmen Recherchereisen
und gaben Lesungen und Workshops in Istanbul.
In der Bildenden Kunst sind Theo Eshetus Ausstellung Faces and Places
bei Akbank Sanat oder die Ausstellung von Shulamit Bruckstein Wednesday
Society in Zusammenarbeit mit der 16. Istanbul-Biennale zu nennen, bei der
Johannes Ebert Grußwort 18
erstmals u. a. Werke von Meret Oppenheim in der Türkei gezeigt wurden. Die
Tänzerin Jasmin Ihraç drehte in Istanbul ihr Performancevideo Constant
Changes, Silent Witnesses mit lokalen Parkour-Tänzerinnen und -Tänzern, das
2019 im Salt Beyoğlu gezeigt wurde. Kadir „amigo“ Memiş wurde zum Istanbuler
Comics & Arts Festival eingeladen, um mit lokalen Musikerinnen und Musikern
BOUZUQΣΣ – eine hybride Kunstform aus Zeybek, Breakdance und Graffiti – zu
performen. Das Stück NSU / Auch Deutsche unter den Opfern von Theater macher
Tuğsal Moğul wurde in Zusammenarbeit mit dem Theater Kumbaracı50 für das
türkische Publikum adaptiert und fand international so großes Interesse, dass
es inzwischen europaweit auf Festivals eingeladen wird. Die Schauspielerin und
Autorin Judith Rosmair drehte in Çanakkale, Assos und Umgebung mit Theo
Eshetu Europa and Bull, eine Neuinterpretation der griechischen Sage, wie
Europa zu ihrem Namen kam, und Mürtüz Yolcu verfasste ein Drehbuch zu seiner
nächsten Produktion.
Die institutionelle Weiterentwicklung der Kulturakademie Tarabya der
letzten Jahre wurde auch 2018 und 2019 fortgeführt. Das zweite Open-Call-
Verfahren 2018 erfuhr mit 250 Bewerbungen ein großes Interesse. Bedeutende
Kunstschaffende wie Mehtap Baydu, Viron Erol Vert, Manaf Halbouni, Dieter
Gräf und die Journalistin Kübra Gümüşay wurden für den Jahrgang 2020/21
ausgewählt.
Zudem gab es im Bereich der Alumni-Förderung Neuerungen. Neben den
2018 eingerichteten Formaten wie einem Alumni-Newsletter und der Einbeziehung
von Alumni in Veranstaltungen wurde 2019 erstmals ein Fonds für ehemalige
Stipendiatinnen und Stipendiaten der Kulturakademie Tarabya eingerichtet.
Ziel des Fonds ist die Förderung nachhaltiger Beziehungen zur Türkei sowie
neuer kollaborativer Arbeitsprozesse und innovativer Produktionen im
deutsch-türkischen Kulturaustausch. Der Fonds bietet den inzwischen über 90
Alumni die Möglichkeit, sich zweimal jährlich auf maßgenaue Förderlinien zu
bewerben: auf Recherchereisen, Übersetzungsförderung und (Ko-)Produktionsförderung.
Der Fonds unterstützt Vorhaben, die eine hohe künstlerische
Qualität erwarten lassen und eine öffentliche Wirkung haben. Voraussetzung
aller Alumni-Bewerbungen ist ein interkultureller Ansatz mit Türkei-Bezug und
Projektpartnern in der Türkei. Die erste Ausschreibung im Oktober 2019 erfreute
sich großen Interesses, und obwohl die Anzahl der Anträge deutlich die zur
Verfügung stehende Fördersumme überstieg, konnten in der ersten Ausschreibung
zehn Alumni-Projekte gefördert werden. Die nächste Ausschreibung findet
im März 2020 statt.
Johannes Ebert Önsöz 19
Durch die enge Kooperation mit der Auslandsvertretung und die gute Zusammenarbeit
in dem gemischten Team ist es der Kulturakademie Tarabya gelungen, all
diese Projekte umzusetzen. Das Goethe-Institut dankt den engagierten Mitglied
ern des Beirats und der Jury sowie dem Auswärtigen Amt und den Mitarbeiterinnen
und Mitarbeitern der Auslandsvertretung vor Ort sehr herzlich für die
hervorragende Zusammenarbeit!
Johannes Ebert, Generalsekretär des Goethe-
Instituts und Mitglied des Beirats der Kulturakademie
Tarabya
Sevgili okurlar,
Kültür alışverişi dünyayı kurtarmaya yetmez. Ama kilit önemdeki küresel sorular
ve yerel sorunlar konusunda ufuk açıcı ve yaratıcı bir şeyler yapmak üzere harekete
geçirebilir. Önemli iletişim kanallarını açık tutabilir, giderek daha baskıcı bir
hal alan toplumlarda sivil toplum aktörlerini güçlendirebilir ve daha aydın dünya
görüşlerinin anlaşılmasına katkıda bulunur. “Batı’nın” uzun yıllar süren egemenliğinden
sonra yeni jeopolitik iktidar noktalarının ortaya çıktığı çok kutuplu bir
dünyada düşünce ve ifade özgürlüğüne, bilimin ve sanatın bağımsızlığına
dayanan bir uluslararası kültür alışverişi hiç olmadığı kadar önem kazanıyor.
Goethe-Institut işte bu nedenle, ideal durumda karşılıklı anlaşmayı, takdiri ve
uzlaşmayı sağlamak amacıyla, çoksesli küresel diyaloga kendi tutumlarımız ve
konumlanışlarımızı katmaya ve farklı perspektifler yansıtmaya önem vermektedir.
Federal Almanya’nın dış kültür ve eğitim politikasının herkesin eşit haklara
sahip olduğu, diyaloga dayalı ve açık karşılaşmalar için bir çıkış noktası, küresel
sorunların sanat, söylem ve yapıcı tartışmalarla ele alındığı bir düzlem teşkil
ettiğini düşünüyoruz. Tarabya Kültür Akademisi bu açık ve canlı kültür alışverişinin
öneminin kendini gösterdiği bir proje. Bu projenin ayırıcı özelliği, yerel
sanatçılarla yakından etkileşime girilmesine ve uzun vadede ortak çalışmaların
ortaya çıkmasına olanak sağlaması. Projenin küratöryel sorumluluğunu üstlenen
İstanbul Goethe-Institut, insanları bir araya getirerek onlara çeşitli olanaklar
sağlıyor ve danışmanlık veriyor. Bu alışveriş ve ortak çalışma tam da bu dönemde
özellikle değer kazanıyor – ve Türkiyeli ortaklar tarafında da büyük değer
görüyor.
Bu bağlamda, Tarabya Kültür Akademisi’nde bir konuk sanatçının günü
nasıl geçiyor? Dört ila sekiz ay arası bir süre boyunca burada kalan konuk
Johannes Ebert Grußwort 20
sanatçılarla İstanbul arasındaki etkileşim sanatsal çalışmalara nasıl etki ediyor?
Geçmiş yıllarda konuk olmuş sanatçılara bu soruyu sorduğumuzda, bu mekânın
sunduğu inziva ortamının –gündelik yaşamın çalışmayı aksatıcı etkilerinden ve
kargaşadan uzaklığın –huzur içinde ve zaman baskısı hissetmeden çalışmalara
odaklanmayı sağladığı yanıtını alıyoruz. Öte yandan, akademinin şehrin merkezine
yakın konumu, Türkiye’nin sanat ortamının kalbinin attığı, sergi ve konser
salonlarının birbiri ardında sıralandığı Beyoğlu, Kadıköy ve Beşiktaş gibi semtlere
kolaylıkla ulaşma fırsatı sunuyor. Konuk sanatçılar, bu çok katmanlı şehri
tanımak, havasını içine çekip binlerce yıllık tarihinin çeşitli etkilerini öğrenmek
amacıyla Fatih, Sultanahmet ve Balat gibi geleneksel ve tarihi bölgelere de gidiyorlar.
Her hafta düzenlenen Salı toplantıları, konuk sanatçıların sadece kendi
aralarında ve Kültür Akademisi’nin ekibiyle değil, şehrin kültür ortamının temsilcileriyle
de fikir alışverişinde bulunmalarını sağlayan bir platform. 2019 yılının
Kasım ayında, bu “Tarabya Tuesdays”in yanı sıra, başka türlü bir buluşma da –
Boğaz’da seyreden bir gemide gerçekleştirilen “Speed Dating”– düzenlenmeye
başladı. Konuk sanatçılar bu sayede, İstanbul Kültür Sanat Vakfı-İKSV, SAHA,
İstanbul Modern, Mimar Sinan Üniversitesi ve saygın yayınevi Yapı Kredi Yayınları
mensupları gibi, Türkiye’nin sanat ve kültür dünyasının önde gelen figürleriyle
tanışıyorlar. Yedi dakikalık görüşmelerde katılımcılar arasında kalıcı bir
ilişki kuruluyor. Katılımcıların sayısı ve çeşitliliği, Türkiye tarafında da büyük
beklentilerin söz konusu olduğu ve fikir alışverişine yönelik ilginin sürdüğü
gözle görülüyor.
Tarabya Kültür Akademisi’nin bursları açık uçlu. Üretim yapma, konuk
sanatçılığın sonunda sunum yapma gibi mecburiyetler söz konusu değil. Buna
rağmen, her yıl edebiyat, dans, sinema ve sanat alanında öylesine etkileyici
ürünler çıkıyor ki, mekânın yalıtılmışlığı, karşılıklı bağlantılılık ve açık uçlu olma
faktörlerinin, ortaya ideal bir karışım çıkardığı görülüyor.
Bu çok sayıda çalışmayı Türkiye’de kamuya tanıtmak için, Tarabya Kültür
Akademisi 2018’de ilk Sanat ve Kültür Festivali’ni düzenledi. Bu festivalin ikincisi
2019’da yapıldı. 500 davetli, o dönemde konuk olan yedi sanatçıyla, eski
dönemlerden on konuk sanatçının, on iki Türkiyeli partneriyle ortaya koyduğu
işleri, bu işlerin doğum yeri olan Tarabya Kültür Akademisi’nde görme fırsatı
yakaladı. Julia Lazarus, yeni İstanbul Havalimanı’nın inşaatına karşı çıkan bir
grup Türkiyeli çevre aktivistinin direnişlerine eşlik ettiği After Nature (TR/D
2018) adlı video enstalasyonunu gösterdi. Küratör Shulamit Bruckstein BM
Contemporary, 2nd Edition. COSMOPOLIS UNBENT, Beral Madra’ya Saygı. Bir
Dijital Kartofgrafi adlı enstalasyonunu ilk kez bu festivalde izleyici karşısına
Johannes Ebert Önsöz 21
çıkardı. Bu enstalasyon Türkiye sanat ortamının önde gelen temsilcisi ve İstanbul
Bienali’nin ilk küratörü Beral Madra’nın çalışmalarının dijital bir arşivi. Aykan
Safoğlu’yla Bilge Taş arasındaki vb. sanatçı sohbetleri, Rasta Baba ve Angelika
Niescier’in Almanyalı-Türkiyeli müzisyenlerle verdiği konserler, Ulla Lenze, Lucy
Fricke ve Christoph Peters vb. okuma etkinlikleri, üretimlerin çeşitliliğini gösteriyordu.
Ignaz Schick’in ani ve kesin çıkışları olan koreografisiyle festival alanını
sese boğan Soundwalk çalışması, Andréas Lang’ın İstanbul ve Türkiye’deki
araştırmaları sırasında ortaya çıkmış fotoğrafları festivalin diğer ilgi çekici
bölümleriydi. Sanatçıların benimsediği konumlanışlar, konuk sanatçıların Türkiye’de
sivil toplumla nasıl bütünleştiğini de gösteriyor. Bu çalışmaların Almanya
Büyükelçisi'nin Tarabya’daki yazlık rezidans arazisinde izleyiciye gösterilebiliyor
olması da Goethe-Institut’un sanatsal özgürlüğe verdiği önemi vurguluyor.
Tarabya Kültür Akademisi’nin geçmiş yıllardaki çalışmalarını Almanya’daki
insanlara da sunmak amacıyla, eski konuk sanatçıların çalışmalarının gösterileceği
büyük bir etkinlik hayata geçirildi. Bu etkinliklerin ilki 2018 yılının Kasım
ayında, Berlin’deki Hamburger Bahnof – Çağdaş Sanat Müzesi’nde gerçekleştirildi.
600’den fazla konuğun katıldığı Tarabya Kültür Akademisi gösterisinin
açılışını Federal Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas yaptı. Etkinliğe Dışişleri
Bakanı’nın yanı sıra Devlet Bakanı Michelle Müntefering ve çok sayıda Federal
Almanya Meclisi milletvekili, Almanya ve Türkiye sanat ve kültür ortamının önde
gelen temsilcileri ve Berlin’deki Türkiye cemaatini temsil eden çok sayıda konuk
da katıldı. Bu büyük gecede, Isabella Gerstner’in Mekân. Materiyal. Entegre
Edileyemen Artıklar. Kırmızı Halı adlı enstalasyonu (Zımpara, 2018), sinemacı
Sina Ataeian Dena’nın İran’daki kum fırtınalarını ele aldığı Hanem (2018) adlı
video enstalasyonu ve Franziska Klotz’un Fear and Mimikry (2018) adlı enstalasyonu
gösterildi. Yönetmen Ayat Najafi Büyüleyici Bir Dalgalanma Rüyası
(2018) adlı video enstalasyonunu gösterdi, Özgür Ersoy ise kutlama töreninde
bağlama için bestelediği Poyraz/Nordwind (2018) adlı parçasıyla dinleyicileri
büyüledi. Philip Lachenmann AKM (Turkish Night) (2018) adlı video enstalasyonunda,
modern laik Türkiye Cumhuriyeti’nin ana simgelerinden biri olan ve 2018
yılının Mart ayında yıkılan Atatürk Kültür Merkezi’ni anlattı.
İstanbul ve çevresinden sanatçılarla işbirliği içinde düzenlenen toplam 63
etkinlik 2018 ve 2019 döneminde de büyük ilgi çekti. Angelika Niescier, Defne
Sahin, Christian Thomé, Samir Odeh-Tamimi, Stefan Lienenkämper, Ignaz Schick
ve Sultan Tunç festivallerde konserler verdiler, Yapı Kredi Kültür Sanat ve
Borusan gibi saygın konser salonlarında, Bova, Bant Mag ve Nardis gibi kulüplerde
yerli gruplarla sahneye çıktılar. Jacobien Vlasman’ın Bahçeşehir Üniversitesi
Caz bölümünde verdiği atölye benzeri çalışmalar da Türkiyeli öğrencilerle
Johannes Ebert Grußwort 22
doğrudan temasa geçmeyi mümkün kılmış. Müzisyen Nora Krahl’ın Gölge Kâğıt
– SCHATTENPAPIER – çello, elektronik müzik (2018) performansı sanatçı Sena
Başöz’ün On Lightness adlı solo sergisine yanıt niteliğinde. Eski konuk sanatçılar
Cymin Samawatie, Ketan Bhatti ve Matthias Göritz tarafından hayata geçirilen
Divan Berlin–İstanbul. Şiir ve müzik arasında TransPozisyonlar (2018)
projesinde Berlinli Trickster Orchestra ile İstanbullu Hezarfen Ensemble müzisyenleri,
Almanyalı ve Türkiyeli şairler bir araya geldi.
Sinema alanında, güncel film projelerinin bir bölümünü Türkiye’de tamamlayan
Adrian Figueroa, Diana Näcke, Ayat Najafi, Martina Priessner, Jan Ralske
ve Liliana Marinho de Sousa gibi sinemacılar sayılabilir. Bu sinemacılar ayrıca
İstanbul Uluslararası Film Festivali, İstanbul İnsan Hakları Film Festivali ve
Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali gibi festivallerin jürilerine
katıldılar ve sinema öğrencileri için atölyeler düzenlediler.
Edebiyat alanında da Türkiye’nin sanat ve kültür ortamıyla yoğun bir fikir
alışverişi söz konusuydu. Örneğin, Angelika Overath, son romanı Ein Winter in
Istanbul (2018) kitabını Tarabya’da yazdı. Katerian Poladjan’ın 2019 Almanya
Kitap Ödülü’nün uzun listesine seçilen yeni romanı Hier sind Löwen’i (Fischer,
2019) yazarken, Türkiye’nin doğu sınırındaki Ani ve Kars’ta araştırmalar yaptı.
Şair Max Czollek çalışmalarını Çevrimdışı İstanbul Şiir Festivali’nde sundu. Lucy
Fricke, Christoph Peters ve Matthias Göritz çalışmaları için araştırma gezilerine
çıktı, İstanbul’da okuma etkinlikleri ve atölyeler düzenlediler.
Güzel sanatlar alanında Theo Eshetu’nun Akbank Sanat’taki Faces and
Places sergisiyle Shulatmit Bruckstein’ın 16. İstanbul Bienali kapsamında
gerçekleştirdiği ve Meret Oppenheim vb. sanatçıların işlerinin Türkiye’de ilk kez
izleyici karşısına çıktığı Wednesday Society sergisi sayılabilir. Dans sanatçısı
Jasmin İhraç’ın İstanbullu parkur-dansçılarıyla yaptığı Daimî Değişimler, Sessiz
Tanıklar adlı performansın videosu 2019’da Salt Beyoğlu’nda gösterildi. Kadir
„amigo” Memiş İstanbul Comics & Arts Festivali’nde, İstanbullu müzisyenlerle
BOUZUQΣΣ – zeybek, breakdans ve grafiti karışımı bir melez sanat biçimi–
performansı için sahne aldı. Tiyatro yönetmeni Tuğsal Moğul’un NSU / Kurbanlar
Arasında Almanlar da Vardı adlı oyunu Kumbaracı50’yle işbirliği içinde Türkçeye
uyarlandı ve uluslararası çapta gördüğü büyük ilgi üzerine çeşitli Avrupa festivallerine
davet edildi. Oyuncu ve yazar Judith Rosmair, Yunan söyleninde Europa’nın
adını nasıl aldığının hikayesini yeniden yorumladığı Europa and Bull için
Çanakkale, Assos ve civarında Theo Eshetu’yla birlikte çekim yaptı, Mürtüz Yolcu
ise bir sonraki prodüksiyonunun senaryosunu tamamladı.
Tarabya Kültür Akademisi’nin geçtiğimiz yıllardaki kurumsal gelişmesi
2018 ve 2019’da da devam etti. 2018’de, ikinci Açık Çağrı uygulaması 250
Johannes Ebert Önsöz 23
başvuru aldı. 2020/21 sezonu için Mehtap Baydu, Viron Erol Vert, Manaf
Halbouni, Dieter Gräf ve Kübra Gümüşay gibi seçkin sanatçıların konuk sanatçı
olması kararlaştırıldı.
Bunların yanı sıra, eski konuk sanatçıları destekleme konusunda da
birtakım yeniliklere gidildi. 2018’de hayata geçirilen Bülten ve eski konuk sanatçıların
etkinliklere dahil edilmesi gibi yeniliklere 2019’da Tarabya Kültür Akademisi
tarafından eski konuk sanatçıları için kurulan fon eklendi. Bu fonun amacı,
hem Türkiye’yle kalıcı ilişkiler kurulmasını hem de Türkiye-Almanya arası kültür
alışverişinde yeni ortak çalışma süreçlerini ve yenilikçi üretimleri teşvik etmek.
Bu fon, 90’dan fazla eski konuk sanatçıya, yılda iki kez kişiye özel fondan yararlanmak
için başvurma fırsatı tanıyor: araştırma gezileri, çeviri desteği ve (eş)
üretim desteği için başvuru yapılabiliyor. Bu fon, sanatsal niteliği yüksek olması
beklenen ve kamu üzerinde etkili girişimlere destek sağlıyor. Eski konuk sanatçıların
başvurularının Türkiye ile bağlantılı bir kültürlerarası yaklaşım ve Türkiyeli
proje ortakları içermesi talep ediliyor. 2019 yılının Ekim ayında ilan edilen fon
büyük ilgi gördü ve başvurular mevcut teşvik bütçesini çok aşmasına rağmen, on
projeye destek sağlandı. Bir sonraki teşvik çağrısı 2020 yılının Mart ayında
yapılacak.
Tarabya Kültür Akademisi bu projeleri dış temsilcilikle işbirliğine giderek
ve kendi ekibinin uyumlu çalışması sayesinde hayata geçirebildi. Goethe-Institut
danışma kurulunun ve jürinin angaje üyelerine, Dışişleri Bakanlığı’na ve Türkiye
şubesinin temsilcilerine bu muhteşem işbirliği için içtenlikle teşekkür eder!
Johannes Ebert, Goethe-Institut Genel
Sekreteri ve Akademi Danışma Kurulu Üyesi
Organisation 24
Beirat
Der Akademiebeirat ist das zentrale Gremium der Kulturakademie Tarabya. Er
setzt sich zusammen aus Vertreterinnen und Vertretern des Deutschen Bundestages,
des Auswärtigen Amts, der Beauftragten der Bundesregierung für Kultur
und Medien und des Goethe-Instituts. Die Mitglieder des Akademiebeirats
werden für vier Jahre benannt; am Beginn einer Legislaturperiode kann der
Beirat neu berufen werden. Der Akademiebeirat beruft die Jury zur Stipendienvergabe.
Darüber hinaus berät er über die konzeptionellen Leitlinien für die
Kulturakademie und das Verfahren zur Stipendienvergabe. Er kann über alle die
Kulturakademie betreffenden Fragen beraten und Beschlüsse fassen.
Danışma Kurulu
Tarabya Kültür Akademisi’nin merkez organı olan Akademi Danışma Kurulu,
Almanya Federal Meclisi ile Almanya Dışişleri Bakanlığı temsilcilerinden, Federal
Hükümet’in Kültür ve Medya Politikasından Sorumlu Devlet Bakanı ve Goethe-
Institut temsilcilerinden oluşmaktadır. Akademi Danışma Kurulu üyeleri dört
yıllığına atanmaktadır. Kurul, her görev döneminin başında yeniden atanabilir.
Halihazırda görevde olan Akademi Danışma Kurulu 15 Ocak 2019 tarihinde
atandı. Akademi Danışma Kurulu jüri heyetini bursiyerlerin seçimiyle görevlendirirken,
aynı zamanda Kültür Akademisi’nin çalışma ilkelerini, yönetmeliğini ve
bursiyerlerin seçimiyle ilgili yöntemleri de belirler. Ayrıca Kültür Akademisi’ni
ilgilendiren tüm konularda karar alma yetkisine sahiptir.
Mitglieder des Beirats (Dezember 2019)
Akademi Danışma Kurulu Üyeleri (Aralık 2019)
MICHELLE MÜNTEFERING, SPD
Vorsitzende des Beirats, Staatsministerin im Auswärtigen Amt, MdB
Akademi Danışma Kurulu Başkanı, Devlet Bakanı, Almanya Federal Meclisi Üyesi
PROF. MONIKA GRÜTTERS, CDU
Stv. Vorsitzende des Beirats, Staatsministerin bei der Bundeskanzlerin, Beauftragte der Bundesregierung
für Kultur und Medien (BKM), MdB
Akademi Danışma Kurulu Başkan Yardımcısı, Başbakanlık Devlet Bakanı, Almanya Federal Hükümeti Kültür
ve Medya Temsilcisi, Almanya Federal Meclis Üyesi
Organizasyon yapısı 25
ALOIS KARL, CSU
Stv. Vorsitzender des Beirats, MdB
Akademi Danışma Kurulu Başkan Yardımcısı, Almanya Federal Meclisi Üyesi
DR. SIGRID BIAS-ENGELS
Gruppenleiterin bei der Beauftragten der Bundesregierung für Kultur und Medien (BKM)
Almanya Federal Hükümeti Kültür ve Medya Temsilciliği Grup Başkanı
JOHANNES EBERT
Generalsekretär, Goethe-Institut
Goethe-Institut Genel Sekreteri
BRIGITTE FREIHOLD, DIE LINKE
MdB
Almanya Federal Meclisi Üyesi
DR. ANDREAS GÖRGEN
Ministerialdirektor, Auswärtiges Amt
Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı
ALEXANDER GRAF LAMBSDORFF, FDP
MdB
Almanya Federal Meclisi Üyesi
DR. MARC JONGEN, AfD
MdB
Almanya Federal Meclisi Üyesi
JOHANNES KAHRS, SPD
MdB
Almanya Federal Meclisi Üyesi
ELISABETH MOTSCHMANN, CDU
MdB
Almanya Federal Meclisi Üyesi
AYDAN ÖZOĞUZ, SPD
MdB
Almanya Federal Meclisi Üyesi
CLAUDIA ROTH, BÜNDNIS 90 / DIE GRÜNEN
Vizepräsidentin des Deutschen Bundestages.
Almanya Federal Meclisi Başkan Yardımcısı
Organisation 26
Jury / Jüri
Die Jury zur Auswahl der Stipendiat*innen für die Kulturakademie besteht aus
fünf fachkundigen Persönlichkeiten aus Kunst und Kultur. Sie wird vom Akademiebeirat
für jeweils zwei Jahre berufen.
Kültür Akademisi bursiyerlerini seçen jüri heyeti, kültür ve sanat alanında uzman
beş kişiden oluşmaktadır. Heyet, Akademi Danışma Kurulu tarafından iki yıllığına
atanır.
Mitglieder der Jury (Dezember 2019)* / Jüri Üyeleri (Aralık 2019)**
FEO ALADAG
Vorsitzende, Produzentin & Filmregisseurin
Jüri Başkanı, Film yapımcısı ve Yönetmen
JULIA HÜLSMANN
stv. Vorsitzende, Jazzpianistin & Komponistin
Jüri Başkan Yardımcısı, Caz Piyanisti ve Besteci
YILMAZ DZIEWIOR
Direktor, Museum Ludwig Köln
Direktör, Ludwig Müzesi Köln
RAINER HERMANN
Islamwissenschaftler und Journalist, FAZ
Yazar, Gazeteci, FAZ
ESRA KÜÇÜK
Geschäftsführendes Mitglied des Stiftungsrates, Allianz Kulturstiftung
Genel Müdür, Allianz Kültür Vakfı
* Zum Zeitpunkt der Auswahl der Stipendiat*innen
2018/19 bestand die Jury aus dem ehemaligen
Leiter der Berliner Festspiele und Schriftsteller
Joachim Sartorius (Vorsitz), der Intendantin des
Maxim-Gorki-Theaters Shermin Langhoff, der
Jazzpianistin Julia Hülsmann, der Filmemacherin
Feo Aladag und dem Islamwissenschaftler und
Journalist Rainer Hermann.
** 2018/19 bursiyerlerini belirleyen jüri, Berliner
Festspiele’nin eski Sanat Yönetmeni ve Yazar
Joachim Sartorius başkanlığında Maxim Gorki
Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni Shermin
Langhoff, Caz piyanisti Julia Hülsmann, Yönetmen
ve Senarist Feo Aladag ile İslam bilimci ve
Gazeteci Rainer Hermann’dan oluşuyordu.
Organizasyon yapısı 27
Team Kulturakademie Tarabya /
Kadro Tarabya Kültür Akademisi
v. l. n. r. / soldan sağa:
Meik Laufer, Tijen
Togay, Sinem Tekel,
Lena Alpozan,
Pia Entenmann,
Erich Schmid,
Çiğdem İkiışık.
Foto / Fotoğraf:
Nar Photos
Die Kulturakademie Tarabya ist ein Residenzprogramm für Künstler*innen aller
Sparten in Istanbul. Sie wurde im Jahr 2011 auf Initiative des Deutschen
Bundestags gegründet und fördert den künstlerischen Austausch zwischen der
Türkei und Deutschland. Die Kulturakademie Tarabya fördert jährlich rund 20
Stipendiat*innen mit Arbeits- und Lebensmittelpunkt in Deutschland. Sie wird
von der deutschen Botschaft Ankara betrieben, die kuratorische Verantwortung
trägt das Goethe-Institut.
2011 yılında Almanya Federal Meclisi’nin inisiyatifi üzerine kurulan Tarabya
Kültür Akademisi, değişik sanat dallarında faaliyet gösteren sanatçıları İstanbul’da
konuk ederek Türkiye ile Almanya arasındaki sanatsal etkileşim ve işbirliğini
güçlendiren bir rezidans programıdır. Tarabya Kültür Akademisi her yıl
Almanya’da çalışan ve yaşayan 20 sanatçıyı misafir ediyor ve destekliyor.
Almanya Ankara Büyükelçiliği tarafından yönetilen Tarabya Kültür Akademisi’nin
küratörlüğünü Goethe-Institut yürütmektedir.
Kulturakademie Tarabya
Tarabya Kültür Akademisi
Martin Bachmann
Die Bauwerke der deutschen Sommerresidenz
in Tarabya und ihre Geschichte
30
Die Bauwerke der Deutschen Sommerresidenz in
Tarabya und ihre Geschichte*
Im Mai 1880 schenkte Sultan Abdülhamid II. dem Deutschen Reich ein umfangreiches
Gartengrundstück in herrlicher Lage am Bosporus, das Parkgelände von
Tarabya. 1 Hintergedanke der Pforte war die Errichtung einer repräsentativen
Sommerresidenz durch die Deutsche Botschaft, die mit den bereits dort die
Sommerfrische genießenden europäischen Großmächten gleichziehen sollte.
Zum Zeitpunkt der Schenkung war das Gelände allerdings kein unbebautes
Brachland, sondern hatte bereits eine reiche Vorgeschichte. In den wechselvollen
baulichen Abläufen von Tarabya spiegelt sich ein Teil der osmanischen
Geschichte des 19. Jahrhunderts wider, in dem die Bosporusgemeinden eine
wichtige Rolle spielten. Der Ort und sein Name haben verschlungene Wurzeln,
hieß er doch in den ältesten Quellen Pharmacia in der Bedeutung von Gift, ehe
er als Therapia zur Stätte der Heilung avancierte, aus dem dann in türkischer
Phonetik Tarabya entstand.
Vor dem Hintergrund der gewaltigen Kosten, die das wenige Jahre zuvor
errichtete kaiserliche Botschaftsgebäude in Konstantinopel verursacht hatte,
sah sich die deutsche Reichsregierung zunächst außerstande, eine neue
Baumaßnahme in Tarabya zu starten. Die mit dem Geschenk verbundenen Erwartungen
des Sultans und das ambitionierte Interesse des Botschaftspersonals
an einer solchen Sommerresidenz führten jedoch zu einer Lösung. Der deutschstämmige
Geschäftsmann Wilhelm Albert, der die Interessen der englischen
Baugesellschaft Constantinople Land and Building Company vertrat, unterbreitete
hierzu die Idee eines Kompensationsgeschäfts. Demnach sollte seine
Baugesellschaft die Häuser der Sommerresidenz gegen einen geringen Aufpreis
errichten und im Gegenzug dafür eine wertvolle Immobilie erhalten, die sich
noch in deutschem Besitz befand. Es handelte sich um das Gelände der ehemaligen
preußischen Gesandtschaft in Beyoğlu, auf dem sich bis heute das von der
Constantinople Land and Building Company errichtete Doğan-Apartmenthaus
befindet. Für die Residenz von Tarabya wurden drei unterschiedliche Bebauungsentwürfe
entwickelt. Zwei davon sahen ein zentrales, stattliches Residenzgebäude
vor, während der dritte eine Gebäudegruppe im sogenannten cottage
1 Das Telegramm Kaiser Wilhelms I., in dem er sich
für die Schenkung bedankt, ist aufbewahrt im
Politischen Archiv des Auswärtigen Amtes, Verwaltungsakten
der Botschaft Konstantinopel, Fach 42/
Gen. 206 III-10, Bd. I/Nr. 807 (1880–1897).
Martin Bachmann
Almanya Büyükelçiliği’nin Tarabya’daki
Yazlık Rezidansı ve Tarihçesi
31
style präsentierte und von dem französischstämmigen Hausarchitekten Cingria
der Constantinople Land and Building Company entwickelt worden war. Diese
Variante wurde von der Botschaft eindeutig favorisiert, und so hätte es zügig
mit dem Bau losgehen können, wenn die Reichsregierung nicht plötzlich neue
Bedenken entwickelt hätte. Werkplanung und Realisierung sollten unbedingt
von einem unabhängigen deutschen Bausachverständigen begleitet werden, um
sich nicht völlig in die Hände der englischen Baugesellschaft zu begeben.
Ausgewählt wurde der deutsche Bauforscher und Archäologe Wilhelm Dörpfeld,
der sich zu dieser Zeit in Athen befand. Dörpfeld untersuchte den übernommenen
Baubestand auf Brauchbarkeit, überprüfte die Pläne der Baugesellschaft
und modifizierte deren Entwürfe. Grundrisse und Dachformen wurden
verändert und eine stärkere Beachtung lokaler Bautraditionen eingefordert. Die
eigentliche Ausführung konnte Dörpfeld jedoch nicht mehr begleiten, und so
wurde der junge Regierungsbaumeister Armin Wegner aus Stettin engagiert, um
das Bauprojekt zu überwachen.
Die 1887 fertiggestellte Baugruppe bestand aus Botschaftskanzlei,
Botschafterwohnhaus, Botschaftsratshaus und Kutscherhaus, die sich malerisch
am Bosporus aufreihten. Pförtnerhäuschen, Bootshaus und eine langgestreckte
Mauereinfassung begleiteten die vorgelagerte Uferstraße. Unauffällig
wird die Gruppe vom Botschafterwohnhaus dominiert, das durch steile Dächer,
einen Turm und erkerartige Anbauten akzentuiert wurde. Wegner begründete
das Holz als Baumaterial mit den günstigen Eigenschaften etwa bei Erdbeben
und der lokalen Bautradition und sah die Bauten von Tarabya als geistvolle
Symbiose türkischer und deutscher Bautraditionen, was sie bis heute geblieben
sind. [...] Die Bauleute und Handwerker gehörten ganz überwiegend den christlichen
Minderheiten, den Griechen und Armeniern an, wie es für das Bauwesen
des spätosmanischen Reichs typisch gewesen war. Die kosmopolitische Atmosphäre
der Stadt des 19. Jahrhunderts fand so in den Bauten von Tarabya ihren
materiellen und kulturellen Niederschlag.
Nur wenige Jahre nach der Errichtung der ersten Bauten der Residenz
setzten weitere Neubauaktivitäten ein. Sozusagen in zweiter Reihe folgte eine
Reihe von Holzbauten, um den wachsenden Platzbedarf zu decken. Hinter dem
Botschaftsratshaus entstand das recht geräumige Kanzlerhaus, das sich ganz
an der Architektursprache der ersten Bauten orientierte. Noch tiefer im Garten
folgte eine malerische Gärtnerwohnung, die L-förmig das steinerne Hamam
umgab. Und auf einem steinernen Unterbau wurde während des Ersten Weltkriegs
das Matrosenhaus als Unterkunft errichtet. Trotz seines schlichten
Äußeren vermag sich dieser letzte Holzbau auf dem Gelände gut in das Ensemble
Martin Bachmann
Die Bauwerke der deutschen Sommerresidenz
in Tarabya und ihre Geschichte
32
einzufügen. Noch kurz vor dem Ersten Weltkrieg war im Parkgelände ein Tee -
pavillon der Frankfurter Baufirma Philipp Holzmann entstanden, der im Gegensatz
zu den älteren Residenzbauten massiv ausgeführt worden war. Holzbauten
bedürfen ständiger Pflege und Instandsetzung, bleibt sie aus, kann der Verfall
sehr schnell einsetzen.
Für das Ensemble der deutschen Sommerresidenz war es ein Glücksfall,
dass die deutsche Botschaft durch all die Jahrzehnte für den notwendigen
Bauunterhalt sorgen konnte. Es gehört so zu den seltenen Fällen in Istanbul,
dass ein geschlossener Bestand an Holzbauwerken erhalten werden konnte. Für
den Erhalt von Baudenkmalen ist eine funktionierende Nutzung essenziell, und
tatsächlich gelang es immer wieder, die historischen Gebäude mit Leben zu
füllen. Und mit der Kulturakademie wurde nun eine neue Nutzung gefunden, die
der Atmosphäre des Parks und der Gebäude in besonderer Weise gerecht wird.
* In Gedenken an Dr.-Ing. Martin Bachmann (geboren
am 19.12.1964 in Stuttgart, verstorben am 3.8.2016
in Istanbul), der mit seinen wertvollen Studien zur
historischen Bauforschung eine Brücke zwischen
Deutschland und der Türkei schlug und mit seiner
grundlegenden Dokumentation einen vielschichtigen
Einblick in die komplexe Geschichte der
Sommerresidenz Tarabya gab. Den hier gekürzt
wiedergegebenen Text hatte Martin Bachmann für
das erste Jahrbuch der Kulturakademie Tarabya
2012/2013 verfasst.
Martin Bachmann
Almanya Büyükelçiliği’nin Tarabya’daki
Yazlık Rezidansı ve Tarihçesi
33
1
2
1 Blick von Nordosten auf die Bauten der Sommerresidenz von Tarabya, Holzschnitt von O. Ebel
nach einer Fotografie von A. Wegner / Tarabya yazlık rezidans binalarının kuzeydoğu yönünden
görünümü. O. Bebel tarafından A. Wagner’in bir fotoğrafına göre yapılmış gravür, 1889
2 Die Seefassade des Botschafterwohnhauses / Büyükelçilik konutunun deniz cephesi,
Foto / Fotoğraf: Sebah & Joaillier, 1893
3 Ansicht auf die Kulturakademie Tarabya (links) und das Botschafterhaus (rechts) / Tarabya Kültür
Akademisi (solda) ve Büyükelçilik Konutu (sağda), Foto / Fotoğraf: Barış & Elif
Martin Bachmann
Die Bauwerke der deutschen Sommerresidenz
in Tarabya und ihre Geschichte
34
3
Martin Bachmann
Almanya Büyükelçiliği’nin Tarabya’daki
Yazlık Rezidansı ve Tarihçesi
35
Almanya Büyükelçiliği’nin Tarabya’daki Yazlık
Rezidansı ve Tarihçesi*
Sultan II. Abdülhamid, Mayıs 1880’de Boğaz’ın kıyısındaki Tarabya’da enfes bir
konumda bulunan çok geniş bir bahçe arazisini Almanya İmparatorluğu’na hediye
etti. 1 Almanya Büyükelçiliği’nin de diğer Avrupalı büyük devletlerin sahip olduğu
ve yazın keyfini çıkarmak için kullandığı yazlık rezidanslar gibi bir rezidans inşa
etmesi hedefleniyordu. Bu arazi, Almanya’ya hediye edildiği tarihte hiçbir yapı
barındırmayan boş bir arazi değildi, aksine bu açıdan zengin bir geçmişe sahipti.
Tarabya’nın çok renkli ve zengin imar tarihi, 19. yüzyılda Boğaziçi’nde yaşayan
cemaatlerin Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihinde oynadığı önemli rolü de yansıtıyordu.
Bu semtin ve adının kökenleri de birbirine dolanmış durumda: en eski
kaynaklarda zehir anlamına gelen Pharmacia adıyla karşımıza çıkan bölge, daha
sonra Therapia adını alarak bir sağaltım bölgesi olmuş, Türkçedeki Tarabya adı
da buradan geliyor.
Konstantinopolis’te birkaç yıl önce inşa edilmiş olan imparatorluk elçilik
binası çok büyük masrafa yol açınca, Alman İmparatorluğu yönetimi Tarabya’da
yeni bir inşaatın masraflarını karşılayamayacağını düşünmüş. Ama bir yandan bu
araziyi hediye eden Sultan’ın beklentileri, diğer yandan da Büyükelçilik çalışanlarının
burada bir yazlık rezidansa sahip olmayı canı gönülden istemesi nedeniyle
bir çözüm aranmış. İngiliz inşaat şirketi Constantinople Land and Building
Company’nin temsilciliğini yürüten Alman asıllı işadamı Wilhelm Albert bir takas
önerisinde bulunmuş. Buna göre, Albert’in inşaat şirketi yazlık rezidansın binalarını
düşük bir fiyata inşa edecek ve bunun karşılığında Almanya’ya ait olan
değerli bir gayrimenkul şirkete devredilecekti. Söz konusu gayrimenkul, Beyoğlu’nda
bulunan ve bugün üzerinde Constantinople Land and Building Company
tarafından inşa edilmiş olan Doğan Apartmanı’nın bulunduğu, eski Prusya sefarethanesine
ait boş arsaydı. Tarabya rezidansı için üç farklı imar tasarımı hazırlanmış.
Bunların ikisi, merkezi konumda gösterişli bir rezidans binası öngörürken
Constantinople Land and Building Company’nin Fransız asıllı mimarı Cingria
tarafından hazırlanmış olan üçüncüsünde cottage style tarzında bir grup yapı
inşa edilmesi önerilmiş. Büyükelçiliğin tercihi bu üçüncü tasarımdan yana olmuş
1 İmparator I. Wilhelm’in bağışı icin
teşekkür telgrafı, Alman Dışişleri Bakanlığı
Siyasi Arşivi’ndeki Konstantinopolis Büyükelçiliği
İdari Dosyaları içinde saklanmaktadır.
(42. Bölüm/Gen. 206 111-10, Cilt 1/No.807
(1880–1897).
Martin Bachmann
Die Bauwerke der deutschen Sommerresidenz
in Tarabya und ihre Geschichte
36
ama İmparatorluk yönetiminin yeni birtakım çekinceleri, inşaata hemen başlanmasına
mani olmuş. Bütün işi bir İngiliz inşaat şirketine devretmemek için, planlama
ve uygulamanın mutlaka bağımsız bir Alman mimar tarafından gerçekleştirilmesi
gerektiğine karar verilmiş. Bu iş için, o sıralarda Atina’da bulunan Alman
arkeolog ve araştırmacı mimar Wilhelm Dörpfeld tercih edilmiş. Dörpfeld, mevcut
binaları, bunların kullanılabilirliğini ve inşaat şirketinin planlarını inceledikten
sonra tasarımları gözden geçirip değişiklikler yapmış. Ana planları ve çatı tasarımlarını
değiştirmiş ve yerel mimari geleneklerin daha çok dikkate alınmasını
talep etmiş. Fakat Dörpfeld’in uygulamalara nezaret etmesi mümkün olamadığından,
İmparatorluk için çalışan Stettin’li genç mimar Armin Wegner inşaat
projesini denetmeni olarak görevlendirilmiş.
1887 yılında inşaatı tamamlanan yapı grubu, Boğaz’ın kıyısında güzel bir
tablo oluşturacak şekilde sıralanmış Kançılarya konutu, Büyükelçi konutu, Büyükelçi
müsteşar konutu ve Arabacılar binasından oluşuyordu. Boğaz kıyısıyla
rezidans arazisi arasında kalan yolun kenarında ise bir bekçi kulübesi, bir kayıkhane
ve uzun bir duvar bulunuyordu. Dik çatıları, kulesi ve cumba benzeri ek
yapılarıyla öne çıkan Büyükelçi konutu yapı grubunun en göze çarpan unsuruydu.
Wegner yapı malzemesi olarak ahşap kullanılmasını, bu malzemenin
depreme dayanıklı olması ve yerel mimari geleneğe uygunluğuyla gerekçelendiriyordu.
Wegner’in Türk ve Alman mimari geleneklerinin parlak bir bileşimi olduğunu
düşündüğü Tarabya binaları, bugün de bu statülerini korumaya devam
etmektedir. [...] İnşaatta çalışan isçi ve ustaların çoğunluğu – Osmanlı İmparatorluğu’nun
geç döneminde inşaat alanında genellikle olduğu gibi–Rum ve
Ermeni Hıristiyan azınlıklara mensuptu. Böylelikle, 19. yüzyıl İstanbul’unun
kozmopolit atmosferi, Tarabya’daki bu yapılarda da maddi ve kültürel yansımasını
bulmuştur.
Rezidansın ilk binalarının inşasından birkaç yıl sonra yeni inşaat projeleri
başlatıldı. Daha fazla yere gereksinim duyulduğundan yeni bir dizi ahşap bina
inşa edildi. Böylece Büyükelçi müsteşar konutunun arkasında inşaat tarzıyla
daha önceki binaların izinden giden geniş yapı, Kançılarya konutu ortaya çıktı.
Bunu daha da geride, bahçenin içinde taş hamamı L biçiminde çevreleyecek
şekilde inşa edilen pitoresk bahçıvan konutu izledi. Ayrıca taş bir zeminin
üzerinde 1. Dünya Savaşı sırasında deniz kuvvetleri askerlerinin ikametgâhı
olarak kullanılan Bahriyeli evi yapıldı. Bu son ahşap bina, dış cephesinin sadeliğine
rağmen diğer binaların oluşturduğu gruba uyum sağlamaktadır. 1. Dünya
Savaşı‘ndan kısa süre önce Frankfurtlu inşaat şirketi Philipp Holzmann tarafından
bahçe arazisine inşa edilen çay evi, diğer binaların aksine yığma bir
Martin Bachmann
Almanya Büyükelçiliği’nin Tarabya’daki
Yazlık Rezidansı ve Tarihçesi
37
yapıdır. Ahşap binaların sürekli bakıma ihtiyacı vardır, aksi takdirde kolaylıkla
çürüyebilirler.
Alman yazlık rezidansındaki yapı grubu bu açıdan şanslı olmuştur çünkü
Alman Büyükelçiliği on yıllar boyunca bu bakımı kesintisiz olarak sürdürmüştür.
Bu binalar, bugün İstanbul’da grup halinde eksiksiz korunabilmiş ender yapılar
arasındadır. Mimari anıtların korunabilmesinde binaların sürekli kullanımda
olması son derece önemli avantaj sağlar ve gerçekten de Tarabya’daki tarihi
binaları her dönem yaşatabilmek mümkün olmuştur. Son olarak Kültür Akademisi’nin
açılmasıyla bahçenin ve binaların atmosferiyle özellikle uyumlu yeni bir
kullanım alanı bulunmuş oldu.
* Dr.-Ing. Martin Bachmann anısına
(19.12.1964 Stuttgart–3.8.2016 İstanbul).
Dr. Bachmann tarihsel yapı araştırmaları
konusundaki değerli çalışmalarıyla Almanya
ile Türkiye arasında bir köprü kurdu ve
ortaya çıkardığı önemli belgelerle Tarabya
Yazlık Rezidansı’nın karmaşık tarihine çok
katmanlı bir bakışı mümkün kıldı. Burada
kısaltılmış olarak sunduğumuz metni
Tarabya Kültür Akademisi’nin 2012/2013
yıllarını kapsayan ilk yıllığı için kaleme
almıştı.
Rüdiger Schaper
Freiräume bewahren in Deutschland
und der Türkei
38
Freiräume bewahren in Deutschland und der Türkei
„Studio Bosporus“: Die Kulturakademie Tarabya
präsentiert sich erstmals in Berlin und betont die
Bedeutung der kulturellen Zusammenarbeit.
Im Hamburger Bahnhof feiert das Goethe-Institut traditionell sein Sommerfest;
immer gut besucht, für das Netzwerk von Kultur und Politik ist es einer der
wichtigen Termine des Jahres. Ähnlicher Andrang herrscht bei der ersten
Präsentation der Tarabya-Akademie in Berlin. 2011 gegründet, hat die weiße
Villa am Bosporus seither an 35 Künstlerinnen und 39 Künstler Stipendien über
vier bis acht Monate vergeben. Ohne Quote, ein gutes Ergebnis.
„I am in love with Istanbul“, schwärmt der Jazz-Sänger Michael Schiefel,
der dort zu Gast war. Der Dichter Max Czollek hängt in seiner poetischen Prosa
„Alternative Fakten über den Bosporus“ der Geschichte des Ortes nach, die eng
mit dem Ersten Weltkrieg verbunden ist. In Tarabya gibt es einen deutschen
Soldatenfriedhof. Auf dem Nachbargrundstück steht die Bosporus-Villa des
türkischen Staatspräsidenten. Klaus-Dieter Lehmann, der Präsident des
Goethe-Instituts, das die Akademie künstlerisch betreut, beschreibt die Lage
so: „Künstlerresidenzen wie Tarabya sind keine einsamen Inseln der Glückseligen,
sondern Freistätten der Inspiration, der Begegnung und der künstlerischen
Arbeit. Es sind ehrgeizige Orte, die Zukunft schaffen.”
Davor steht die Gegenwart. „Trotz eng werdender Freiräume werden wir
bei unserem Engagement für unsere Partnerschaften bleiben“, verspricht
Lehmann, und das soll weltweit gelten. In der Türkei wurden am letzten Wochenende
wieder Künstler und Intellektuelle verhaftet. Asena Günal, Geschäftsführerin
der gemeinnützigen Kulturinstitution Anadolu Kültür, durfte nicht nach
Berlin kommen. Ihr Stuhl bei der Tarabya-Vorstellung bleibt leer. In einer
Videobotschaft spricht sie von der „zunehmenden Bedeutung, die kulturelle
Zusammenarbeit zwischen zwei Ländern in solch schwierigen Zeiten gewinnt.
Dadurch fühlen wir uns nicht alleine und isoliert.“ Für das Goethe-Institut und
seine internationalen Partner gehören Repressionen zum Alltag. Auch die
Auswahl-Jury für Tarabya muss sich mit der Frage der Gefährdung beschäftigen.
Kulturvermittlung ist ein Politikum, und viele Arbeiten, die in der historischen
Sommerresidenz der deutschen Botschaft entstanden sind, zeigen es
deutlich – wie Tuğsal Moğuls Theaterprojekt „Auch Deutsche unter den Opfern“
über den NSU-Prozess.
Rüdiger Schaper
Almanya’nın ve Türkiye’nın Özgürlük
Alanlarını Korumak
39
Das Verbindende stärken
„Es gibt kaum ein anderes Land, zu dem Deutschland engere menschliche Beziehungen
hat als zur Türkei“, sagte Bundesaußenminister Heiko Maas im
Hamburger Bahnhof: „Wir beobachten in letzter Zeit aber auch, dass politische
Konflikte, die in der Türkei ausgetragen werden, auch hier spaltend wirken, teils
auch bewusst geschürt werden. Das wollen wir nicht zulassen. Wir setzen
deshalb alles daran, das Verbindende zu stärken.“ Und er schließt mit den
beunruhigenden Worten: „Kunst muss frei sein. Künstler müssen frei sein.
Lassen Sie uns diese Freiräume bewahren – nicht nur Tarabya, sondern überall
in Deutschland und der Türkei.“
Erstveröffentlichung: Der Tagesspiegel, 22.11.2018
Almanya’nın ve Türkiye’nin Özgürlük Alanlarını
Korumak
„Studio Bosporus“: Tarabya Kültür Akademisi
Berlin’de ilk kez tanıtıldı, tanıtımda kültürel işbirliğinin
önemi vurgulandı.
Goethe-Institut’un geleneksel yaz festivali her yıl Hamburger Bahnhof’ta
gerçekleştirilir; kültür ve siyaset çevrelerinin en önemli buluşmalarından biri
olan festival daima büyük ilgi görür. Tarabya Akademisi’nin Berlin’deki ilk tanıtımında
da benzer bir ilgi söz konusuydu. 2011’de İstanbul Boğaz’ının kıyısındaki
rezidansta kurulan akademi, o günden bugüne 35 kadın, 39 erkek sanatçıyı dört
ila sekiz ay gibi bir süre boyunca ağırladı. Kota uygulaması olmayan bir kurum
için gayet iyi bir rakam bu.
Akademi’ye konuk olmuş caz şarkıcısı Michael Schiefel “I am in love with
Istanbul” diyor hayranlıkla. Max Czollek, lirik yazısı “Boğaz Hakkında Alternatif
Gerçekler”de mekânın 1. Dünya Savaşı’yla yakından ilişkili tarihi hakkında
bilgiler veriyor. Tarabya’da bir Alman Askerleri Şehitliği var. Hemen komşu arazide
ise Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı’nın köşkü bulunuyor. Akademi’nin
sanatsal idaresini yürüten Goethe-Institut’un Başkanı Klaus-Dieter Lehmann,
kurumun konumunu şöyle tasvir ediyor. “Tarabya gibi sanatçı rezidansları, mutlu
Rüdiger Schaper
Freiräume bewahren in Deutschland
und der Türkei
40
azınlığa ayrılmış adacıklar değil, esin veren, karşılaşmalara vesile olan, sanatsal
çalışmaları teşvik eden özgürlük alanlarıdır. Bunlar geleceğin inşa edildiği tutku
dolu mekânlardır.”
Ama şimdiki zaman bunun önünde bir engel. “Özgürlük alanlarındaki
daralmaya rağmen, işbirliklerimize bağlılığımızı savunacağız” diye söz veriyor
Lehmann ve bunun bütün işbirlikleri için geçerli olduğunu söylüyor. Geçen hafta
sonu Türkiye’de yine sanatçılar ve entelektüeller göz altına alındı. Kâr amacı
gütmeyen kültür kurumu Anadolu Kültür’ün yöneticisi Asena Günal bu nedenle
Berlin’e gelemedi. Tarabya tanıtım toplantısında ona ayrılmış yer boş kaldı.
Gönderdiği görüntülü mesajda “iki ülke arasındaki kültürel işbirliğinin böylesine
zor zamanlarda anlam kazandığından” bahsetti. “Bu sayede kendimizi yalnız ve
yalıtılmış hissetmiyoruz.” Goethe-Institut ve uluslararası partnerleri için
baskılar olağan bir hal almış durumda. Tarabya jürisi de seçimlerinde risk altında
olma meselesini göz önünde bulunduruyor. Kültür aktarımı siyasal bir mesele ve
Almanya Büyükelçiliği’nin tarihi yazlık rezidansında ortaya çıkan işlerin büyük
bölümü bunun açık kanıtı – örneğin, Tuğsal Moğul’un NSU davası hakkındaki
Kurbanlar Arasında Almanlar da Vardı adlı tiyatro projesi.
Bizi Birbirimize Bağlayan Unsurları Sağlamlaştırmak
Federal Almanya Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Heiko Maas Hamburger Bahnhof’taki
konuşmasında “Almanya’nın bu kadar yakın insani ilişkiler içinde olduğu
başka bir ülke yok” dedi. “Ancak son zamanlarda, Türkiye’deki siyasal çatışmaların
burada da insanlar arasında kutuplaşmalara yol açtığını hatta bunun
bilinçli olarak körüklendiğini görüyoruz. Buna izin vermeyeceğiz. İşte bu yüzden,
bizi birbirimize bağlayan unsurları güçlendirmek için elimizden geleni yapacağız.”
Ve konuşmasını şu düşündürücü sözlerle tamamladı: “Sanat özgür olmalıdır.
Sanatçılar özgür olmalıdır. Bu özgürlük alanlarını koruyalım – sadece
Tarab ya’dakini değil, Almanya’nın ve Türkiye’nin her yerindeki bütün özgürlük
alanlarını koruyalım.”
İlk yayımlandığı yer: Der Tagesspiegel,
22.11.2018
Rüdiger Schaper
Almanya’nın ve Türkiye’nın Özgürlük
Alanlarını Korumak
41
1
2
3
Rüdiger Schaper
Freiräume bewahren in Deutschland
und der Türkei
42
4
5
Rüdiger Schaper
Almanya’nın ve Türkiye’nın Özgürlük
Alanlarını Korumak
43
6
STUDIO BOSPORUS. Die Kulturakademie Tarabya zu Gast in Berlin. Werkschau der Alumni 2017/18 /
Tarabya Kültür Akademisi Berlin’e konuk oluyor. 2017/18 Sanatçıları Seçkisi, Hamburger Bahnhof
– Museum für Gegenwart – Berlin
1 v. l. n. r. / Soldan sağa: Johannes Ebert (Goethe-Institut, Generalsekretär / Genel Sekreteri), Heiko
Maas (Bundesminister des Auswärtigen / Federal Almanya Dışişleri Bakanı) und Klaus-Dieter
Lehmann (Goethe-Institut, Präsident / Başkan), Foto / Fotoğraf: Dawin Meckel
2 Staatsministerin im Auswärtigen Amt und Beiratsvorsitzende Michelle Müntefering beim Kriegsspiel
mit Youssef Tabti / Dışişleri Bakanlığı Devlet Bakanı ve Danışma Kurulu Başkanı Michelle
Müntefering Youssef Tabti ile Savaş Oyunu’nda, Foto / Fotoğraf: Victoria Tomaschko
3 Stefan Lienenkämper, Istanbuler Kompositionen interpretiert von Musiker*innen des Hezarfen-
Ensembles und Irene Kurka / İstanbul’da bestelediği eserler Hezarfen Ensemble müzisyenleri ve
Irene Kurka tarafından yorumlanıyor, 2016–2018, Foto / Fotoğraf: Victoria Tomaschko
4 Theo Eshetu, Atlas Fractured (Video & Fotografie / Fotoğraf), 2017. Theo Eshetu im Gespräch mit
der Leiterin des Hamburger Bahnhofs – Museum für Gegenwart, Dr. Gabriele Knapstein / Theo
Eshetu Dr. Gabriele Knapstein (Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart Direktörü) ile,
Foto / Fotoğraf: Dawin Meckel
5 Franziska Klotz, Fear and Mimikry (Installation / Enstalasyon), 2018, Foto / Fotoğraf: Dawin Meckel
6 Söyleşi – Debatten am Bosporus: Johannes Ebert, Tuğsal Moğul und/ve Asena Günal, Moderation/
Moderatör: Dr. Rainer Hermann, Foto/Fotoğraf: Victoria Tomaschko
Rainer Hermann Der schönste Arbeitsplatz am Bosporus 44
Der schönste Arbeitsplatz am Bosporus
Rückzugsort inmitten Istanbuls:
Warum die deutsch-türkische Akademie Tarabya eine
Erfolgsgeschichte ist
ISTANBUL, im Juli 2019
Ruhig und bewegungslos breitet sich der Bosporus vor dem Auge aus. Bis das
Idyll in der Bildmitte mit einem Schlag aufgebrochen wird. Aus dem Nichts stoßen
zwei Buge wuchtig in das Wasser der Meerenge, einer nach links, einer nach
rechts. Zwei Frachter entstehen und werden größer. Einer zieht ins Schwarze
Meer, der andere hinunter zum Marmarameer. Erst sind auf ihrem Rumpf Buchstaben
zu erkennen, sie werden zu Wörtern. Schließlich ist auf jedem Frachter
eine Zeile aus dem letzten Gedicht zu lesen, das Nâzım Hikmet in seiner Heimat
geschrieben hat. Wenn es bis zur letzten Zeile abgeschlossen ist, beginnt die
Videoinstallation von vorne.
Der Filmemacher Jan Ralske drehte sie an der Stelle, an der Nâzım Hikmet,
der heute als der große türkische Nationaldichter verehrt wird, 1950 in Tarabya
ein Schiff bestiegen hat, mit dem er über das Schwarze Meer in die Sowjetunion
geflüchtet ist. Fast siebzig Jahre später arbeitete Ralske fünf Monate als
Stipendiat an der deutsch-türkischen Kulturakademie Tarabya. Die Videoinstallation,
die dort entstand, war jüngst erstmals beim Kunst- und Kulturfestival
der Kulturakademie in der Türkei zu sehen.
Ralske ist einer der mehr als achtzig Stipendiaten, die seit 2012 in Tarabya
künstlerisch gearbeitet haben. Die Kulturakademie am nördlichen Ufer des Bosporus
ist ein Vorzeigeprojekt der deutschen auswärtigen Kulturpolitik. Gegründet
wurde sie auf Initiative des Bundestags, um den künstlerischen Austausch
zwischen der Türkei und Deutschland zu fördern. Die Leitung liegt beim Auswärtigen
Amt. Derzeit beherbergt sie jedes Jahr bis zu zwanzig Künstlerinnen und
Künstler, die ihren Arbeits- und Lebensmittelpunkt in Deutschland haben.
Untergebracht ist die Kulturakademie in der historischen Sommerresidenz
des deutschen Botschafters in der Türkei. Sie geht auf eine Schenkung
des osmanischen Sultans Abdülhamid II. an das Deutsche Reich im Jahr 1880
zurück. Das im lokalen Stil mit Holz erbaute Ensemble, das sich in ein großes
bewaldetes Grundstück einfügt, gehört zu den schönsten Immobilien der
Bundesrepublik Deutschland im Ausland. Auf dem Gelände befinden sich ein
Rainer Hermann Boğaz’daki en güzel çalışma yeri 45
1
2
3
4
1 Eindrücke vom 2. Kunst- und Kulturfestival /
2. Sanat ve Kültür Festivali’nden görüntü
2 Aydan Özoğuz, Mitglied des Deutschen
Bundestages und des Akademiebeirats /
Federal Almanya Meclisi ve Akademi Danışma
Kurulu üyesi
3 Aktuelle Stipendiat*innen und Alumni mit
Johannes Ebert, Generalsekretär des Goethe-
Instituts und Jurymitglied Julia Hülsmann
/ Güncel ve önceki konuk sanatçılar
Goethe-Institut Genel Sekreteri Johannes
Ebert ve Jüri Üyesi Julia Hülsmann’la
4 Eröffnungsrede von Martin Erdmann,
Botschafter der Bundesrepublik Deutschland
/ Federal Almanya Cumhuriyeti Büyükelçisi
Martin Erdmann’ın açılış konuşması
Rainer Hermann Der schönste Arbeitsplatz am Bosporus 46
historischer Friedhof, auf dem mehr als 660 Soldaten begraben sind, die im
Ersten Weltkrieg in der verbündeten Türkei gefallen sind, zudem die Deutsch-Türkische
Handelskammer, ein deutscher Kindergarten – und eben die Kulturakademie
mit sieben Wohnungen sowie Probenräumen und Ateliers.
Von seinem Schreibtisch sieht der Schriftsteller Christoph Peters die
großen Schiffe vorüberziehen. Ein Blick, der ihn mit der ganzen Welt verbindet.
Jeden Morgen arbeitet er an seinem neuen Roman, am Nachmittag taucht er
dann für Recherchen zu seinem nächsten Roman in das islamische Istanbul ein.
Mal fährt er mit dem Schiff eine Stunde den Bosporus hinab in das Zentrum von
Istanbul, ein andermal setzt er sich in die U-Bahn. In Istanbul beschäftigt sich
Peters, der sich lange in Ägypten, der Türkei und Pakistan aufgehalten hat, mit
den Ornamenten in den Moscheen und in den Teppichen, er trifft Derwische und
ist auf der Suche nach den Spuren der islamischen Kosmologie.
„Diese Kosmologie sieht man in einer Moscheekuppel“, sagt Peters. Das
Element der absoluten Einheit Gottes in der Mitte, oft als goldenen oder
schwarzen Punkt – die absolute Einheit als Anfang von allem. Aus ihr heraus
wachsen Ornamente, sie bilden die Gesetze ab, die seit dem Urknall die Welt
regeln. Daraus gehen wiederum die Schrift und florale Ornamente hervor, die die
Verspieltheit der Schöpfung symbolisieren. Das schaut sich Peters an, ebenso
Gebetsteppiche, deren ornamentale Muster den abschweifenden Geist immer
wieder einfangen.
Selten hätten sie in ihrem Leben einen schöneren Arbeitsplatz gehabt,
sagen Stipendiaten, Tarabya setze Ideen frei. Ralske meint sogar, die Gebäude
und das Gelände seien so schön, dass man es eigentlich gar nicht verlassen
wolle. Das sollen die Stipendiaten aber, und sie tun es auch, in einem ständigen
Wechsel von Ruhe und Lärm. Der Reiz von Tarabya liege darin, dass die
Kulturakademie zum einen ein Rückzugsort sei, zum anderen gelange man
jedoch sehr schnell in das Zentrum einer Megastadt, sagt Joachim Sartorius,
der Vorsitzende der fünfköpfigen Jury, die Stipendiaten aus den Sparten Architektur,
Bildende Kunst, Darstellende Kunst, Design, Literatur, Musik, Film,
Publizistik und Kulturtheorie auswählt.
Erwartet wird von den Bewerbern, dass sie sich mit der türkischen
Kulturszene vernetzen, sich mit lokalen Künstlern und Kultureinrichtungen
austauschen, mit Galerien und Museen. Neues entsteht in den Begegnungen mit
türkischen Künstlern, aber auch im Austausch der sieben Künstler untereinander.
So arbeiten derzeit in Tarabya jeweils ein Komponist, ein Musiker, ein
Tänzer sowie jeweils zwei Schriftsteller und Filmemacher. In Tarabya wurden
bereits zahlreiche Romane und Drehbücher geschrieben, von Außer sich von
Rainer Hermann Boğaz’daki en güzel çalışma yeri 47
Sasha Marianna Salzmann, Stipendiatin der ersten Stunde, bis zu Katerina
Poladjans gerade erschienenem Hier sind die Löwen. Filme wurden gedreht,
entstanden sind Beiträge für Biennalen zu zeitgenössischer Kunst, zeitgenössische
Musik wurde komponiert. Ein Beispiel ist die Klanginstallation Call to
Prayer, zu der sich Michael Schiefel durch den fünfmaligen Ruf des Muezzin hat
inspirieren lassen.
Stipendiaten und Alumni kommen mit türkischen Musikern im Tarabya
Ensemble zusammen, das in unregelmäßigen Abständen in der Türkei und in
Deutschland auftritt, beispielsweise im vergangenen November in Berlin beim
„Studio Bosporus“, der ersten großen Veranstaltung in Deutschland, bei der in
der Türkei entstandene Arbeiten gezeigt wurden. Seit 2017 werden die Stipendien
für eine Dauer von vier bis acht Monaten im Rahmen einer offenen
Ausschreibung vergeben. Hohe Priorität haben Anträge von deutsch-türkischen
Künstlertandems für Koproduktionsstipendien. Generell müssten die Bewerber
offen sein und eine große Neugierde mitbringen, sagt Sartorius. Wichtig sei für
die Jury, dass eine Projektbeschreibung erkennen lasse, dass neue Wege
beschritten und nach neuen Erkenntnissen gesucht werde.
Wie der Atlas der digitalen Kartographie, mit der Shulamit Bruckstein
eines der bedeutendsten Netzwerke der zeitgenössischen Künste sichtbar
macht: das persönliche Netzwerk von Beral Madra, der Kuratorin der ersten
Istanbul Biennale. Mehr als vier Jahrzehnte begleitete sie rund neunhundert
Künstler aus mehr als vierzig Ländern. Der Atlas enthält Hunderte von Fragmenten
– Texte, Werke, Namen –, er visualisiert Beziehungen zwischen Orten in
einer Region, die von Istanbul über Beirut nach Kairo reicht, von Sarajevo und
Mostar über Thessaloniki, Tiflis und Moskau nach Zentralasien. Und immer
wieder Berlin. Er ist Teil des großen digitalen Atlasprojekts vom House of Taswir,
einer internationalen Plattform für künstlerische Forschung und diasporische
Denkformen, gegründet 2007 in Berlin von der Philosophin und Kuratorin Bruckstein
mit Künstlerinnen und Künstlern aus aller Welt. Die Plattform bereitet
derzeit performative Ausstellungskontexte zu diesem Atlas vor. „In dem Projekt
erscheint eine neue, eigene Form der Diplomatie: ein Feld der zeitgenössischen
Künste, in dem sich divergierende Positionen auf oft sehr persönliche Weise
berühren“, sagt Bruckstein. So entstehe ein Netzwerk unbeugsamer Kosmopoliten,
das selbst zu einem Kunstwerk wird.
Den Fotografen Andréas Lang interessieren hingegen die vielen Schichten
der türkischen Geschichte. Von Tarabya aus brach er zu Exkursionen in die
ganze Türkei auf, vor allem in den äußersten Osten, wo er auch armenischen
Spuren nachgegangen ist. Ihn reizen die Überlagerungen und das
Rainer Hermann Der schönste Arbeitsplatz am Bosporus 48
Aufeinanderprallen von Kulturen sowie das daraus entstandene wiederkehrende
Überschreiben der eigenen Geschichte.
Überlagert waren die vergangenen Jahre auch von politischen Spannungen
in der Türkei sowie zwischen der Türkei und Deutschland. Dennoch hat
es in Tarabya nie eine Vakanz gegeben. In diesem Frühjahr waren trotz des
schwierigen politischen Umfelds für den Zeitraum von September 2019 bis
August 2020 mehr als dreihundert Bewerbungen eingegangen. „Tarabya ist in
der Kulturwelt also angekommen“, sagt Johannes Ebert, der Generalsekretär
des Goethe-Instituts.
In Tarabya hat sein Haus die kuratorische Verantwortung, in Kyoto und
Salvador da Bahia betreibt es weitere Residenzhäuser. Darüber hinaus betreut
das Goethe-Institut mit anderen Partnern in mehr als siebzig Programmen im
Ausland zweihundert Residenzkünstler. Ein Residenzhaus wie die Kulturakademie
Tarabya sei ein wichtiges Instrument des Kulturaustausches, sagt Ebert.
„Solche Häuser schaffen nachhaltige Kontakte und Netzwerke.“ Ein Kulturaustausch,
wie ihn Tarabya ermögliche, sei gerade in politisch schwierigen Zeiten
wichtig, so Ebert. Denn dadurch halte man Kommunikationskanäle offen und
Begegnungen zwischen Menschen aufrecht.
„Unter den Künstlern ist etwas entstanden, was sich zu erhalten lohnt“,
sagt Ebert. Daher sollen nun die Möglichkeiten für Alumni verbessert werden,
etwa für Nachrecherchen in die Türkei zurückzukommen.
Erstveröffentlichung: Frankfurter Allgemeine
Zeitung, 24.07.2019
Boğaz’daki en güzel çalışma yeri
İstanbul’un göbeğinde bir sığınak:
Almanya-Türkiye Tarabya Kültür Akademisi’nin Başarı
Hikayesinin Arka Planı
İSTANBUL, Temmuz 2019
Boğaz gözlerimizin önünde sessiz sakin uzanıyor. Sonra birden, bu huzurlu
manzara tam ortadan ikiye bölünüyor. İki heybetli geminin pruvası dalıveriyor
boğazın sularına, biri sağa biri sola yöneliyor. Sonra daha da büyüyüp iki şilebe
dönüşüyorlar. Biri Karadeniz’e, diğeri Marmara Denizi’ne doğru ilerliyor.
Rainer Hermann Boğaz’daki en güzel çalışma yeri 49
Gövdelerindeki harfler birer sözcüğe dönüşüyor o esnada. Ve nihayetinde, iki
şilebin gövdesi üzerinde Nâzım Hikmet’in anayurdunda yazdığı son şiirden dizeler
beliriyor. Şiir tamamlandığında video enstalasyon baştan başlıyor.
Sinemacı Jan Ralske, bugün Türkiye’nin milli şairi olarak onurlandırılan Nâzım
Hikmet’in 1950’de Karadeniz üzerinden Sovyetler Birliği’ne kaçmak için gemiye
bindiği noktada filme çekmiş bu iki şilebi. Bu olaydan yaklaşık yetmiş sene sonra
Ralske Tarabya Kültür Akademisi’nde beş ay boyunca konuk sanatçı olarak kalıyor.
Bu dönemde ortaya çıkan video enstalasyonu yakınlarda, Türkiye’de düzenlenen
Kültür Akademisi Sanat ve Kültür Festivali’nde ilk kez gösterildi.
Ralske 2012’den bu yana Tarabya’da sanatsal çalışmalar yürütmüş
seksenden fazla konuk sanatçıdan biri. Boğaz’ın kuzey kıyısında bulunan Kültür
Akademisi, Alman kültürel diplomasisinin örnek projelerinden. Federal Almanya
Meclisi’nin inisiyatifiyle, Türkiye ile Almanya arasındaki kültür alışverişini teşvik
etmek amacıyla kuruldu. Akademi’nin yönetimi Dışişleri Bakanlığı’na bağlı. Şu anda
her yıl, Almanya’da yaşayan ve çalışan yaklaşık 20 sanatçıyı ağırlıyor.
Kültür Akademisi Almanya Büyükelçiliği’nin tarihi yazlık rezidansında bulunuyor.
Bu yapıyı Sultan II. Abdülhamid 1880’de Almanya İmparatorluğu’na hediye
etmiş. Büyük bir ormanlık arazi üzerinde, yerel mimariye uygun tarzda ahşap konutlardan
oluşan rezidans Almanya Federal Cumhuriyeti’nin yurtdışındaki en güzel
mülklerinden biri. Bu ormanlık arazide, I. Dünya Savaşı sırasında müttefik ülke
Türkiye’de şehit düşen 660’tan fazla Alman askerinin yattığı tarihi şehitlik, bir
Alman anaokulu ve bir de yedi konut, prova mekânları ve atölyelerden oluşan Kültür
Akademisi bulunuyor.
Yazar Christoph Peters yazı masasında çalışırken Boğaz’dan geçen büyük
yük gemilerine bakıyor. Onu dünyanın geri kalanına bağlayan bir manzara bu. Her
sabah yeni romanı üzerinde çalışıyor, öğleden sonraları da bir sonraki romanı için
araştırma yapmak üzere İstanbul’un dindar kesimlerinin yaşadığı yerlere gidiyor.
Bazen Boğaz üzerinden bir saatlik vapur yolculuğuyla bazen de metroyla İstanbul’un
merkezine gidiyor. Mısır, Türkiye ve Pakistan’da uzun süre yaşamış olan
Peters İstanbul’da cami ve halı süslemelerini araştırıyor, dervişlerle görüşmeler
yapıyor ve İslam kozmolojisinin izlerini sürüyor.
“Bu kozmolojiyi bir caminin kubbesinde görmek mümkün”, diyor Peters.
Allah’ın mutlak birliğini simgeleyen merkezi unsur, genelde altın rengi veya siyah
bir nokta – bu mutlak Bir, her şeyin başlangıcı. Bu noktaya bağlı bezekler, Büyük
Patlama’dan beri dünyayı yöneten kuralları resmediyor. Bezeklerdeki yazılar ve
çiçek süslemeleri ise, yaradılışın oyunbaz unsurlarını simgeliyor. Peters işte bu
süslemeleri ve süslü desenleriyle dağınık zihnin dikkatini toplamasını sağlayan
seccadeleri inceliyor.
Rainer Hermann Der schönste Arbeitsplatz am Bosporus 50
5
6
5 House of Taswir zeigt / sunar: BM Contemporary,
2nd Edition. COSMOPOLIS UNBENT,
Hommage an Beral Madra. Eine Digitale
Kartografie / Beral Madra’ya Saygı. Bir
dijital Kartografi. Artist Talk / Sanatçıyla
Sohbet: Shulamit Bruckstein & Beral Madra,
Moderation / Moderatör: Sinan Eren Erk
6 Kadir „amigo“ Memiş: BOUZUQΣΣ – Eine
Hommage an die Graffitiszene / Grafiti
Kültürüne bir Saygı Duruşu
7 Aykan Safoğlu: Besuch / Ziyaret, 2019
8 Julia Lazarus: After Nature, TR/D 2019
7
8
Rainer Hermann Boğaz’daki en güzel çalışma yeri 51
Konuk sanatçılar hayatlarında nadiren böyle güzel bir çalışma ortamı gördüklerini,
Tarabya’nın yepyeni fikirleri açığa çıkardığını söylüyorlar. Ralske daha da ileri
giderek bu konutların ve mekânın güzelliğinden dolayı dışarı çıkmanın, hiç içinden
gelmediğini söylüyor. Ama konuk sanatçıların önünde sonunda dışarı çıkması, bu
sükunetle şehrin gürültüsü arasında gidip gelmesi gerekiyor. Tarabya’nın cazibesinin,
bu Kültür Akademisi’nin sığınılacak bir liman olmasından, bir yandan da bu
mega kentin merkezine kısa sürede ulaşma imkanı sunmasından ileri geldiğini
söylüyor Joachim Sartorius. Sartorius, mimari, güzel sanatlar, sahne sanatları,
tasarım, edebiyat, müzik, sinema, gazetecilik ve kültürel teori alanlarından sanatçıları
seçen beş üyeli jürinin başkanı.
Başvuruda bulunanlardan, Türkiye’nin kültür sanat ortamıyla ilişki kurmaları,
Türkiyeli sanatçılarla ve kültür kurumlarıyla, galerilerle ve müzelerle etkileşimde
bulunmaları bekleniyor. Hem Türkiyeli sanatçılarla hem de yedi konuk sanatçıyla
etkileşimlerde yepyeni şeyler ortaya çıkıyor. Şu anda Tarabya’da bir besteci,
bir müzisyen, bir dans sanatçısı, iki yazar ve iki sinemacı konuk. Tarabya’da, ilk
konuk sanatçılardan Sasha Marianna Salzmann’ın Außer sich’ inden, Katerina
Poladjan’ın yeni yayımlanmış romanı Hier sind die Löwen’e kadar çok sayıda roman
ve senaryo yazılmış. Filmler çekilmiş, çağdaş sanat bienallerine katılan işler
yapılmış, çağdaş müzik parçaları bestelenmiş. Michael Schiefel’in günde beş vakit
ezan okuyan müezzinden esinlenerek bestelediği Call to Prayer adlı ses enstalasyonu
da bunlardan biri.
Güncel ve önceki dönemin konuk sanatçıları Tarabya Ensemble adlı müzik
grubunda bir araya gelmiş, bu grup ara ara Türkiye’de ve Almanya’da sahne alıyor;
örneğin, geçtiğimiz Kasım ayında, Almanya’da düzenlenen ilk büyük etkinlik olan ve
Türkiye’de ortaya çıkan işlerin tanıtıldığı “Studio Bosporus”ta sahne aldılar. Dört
ila sekiz ay arasında değişen burslar 2017’den beri, Açık Çağrı sistemiyle veriliyor.
Almanyalı-Türkiyeli sanatçıların bir arada üretimde bulunacağı iki kişilik sanatçı
gruplarına öncelik tanınıyor. Genelde başvuranlardan açık fikirli ve meraklı olmalarının
beklendiğini söylüyor Sartorius. Jüri sunulan proje tanımında yeni yollara
başvurulduğunu ve yeni bilgilerin peşine düşüldüğünü görmek istiyor.
Shulamit Bruckstein’ın çağdaş sanatın en anlamlı ağlarından birini görünür
hale getirdiği dijital kartografi atlası böyle bir proje: İlk İstanbul Bienali’nin küratörü
olan Beral Madra’nın kişisel ağı. Kırk yıldan uzun bir süre, kırktan fazla
ülkeden gelen yaklaşık dokuz yüz sanatçıya eşlik etmiş Madra. Atlas yüzlerce –
metin, eser, ad– fragman içeriyor, İstanbul’dan Beyrut ve Kahire’ye, Saraybosna ve
Mostar’dan Selanik, Tiflis ve Moskova’ya ve oradan Orta Asya’ya uzanan bölgenin
belli noktaları arasında kurulmuş ilişkileri görselleştiriyor. Ve elbette Berlin de
daimi uğrak noktalarından biri. Bu proje, filozof ve küratör Bruckstein’ın 2007
Rainer Hermann Der schönste Arbeitsplatz am Bosporus 52
yılında dünyanın her yerinden sanatçılarla birlikte Berlin’de kurduğu, sanatsal
araştırmalar ve diasporaya özgü düşünce biçimleri için uluslararası bir platform
olarak tanımlanan, büyük dijital Atlas projesi House of Taswir’in bir parçası. “Bu
projede diplomasinin kendine has, yeni bir biçimi ortaya çıkıyor: farklı konumlanmaların
genelde gayet kişisel bir şekilde birbirine temas ettiği bir çağdaş sanatlar
sahası” diye tanımlıyor Bruckstein bu projesini. Böylelikle, boyun eğmeyen kozmopolitlerden
oluşan bir ağ çıkıyor ortaya ve bu ağ başlı başına bir sanat eserine
dönüşüyor.
Fotoğrafçı Andréas Lang ise Türkiye tarihinin farklı katmanlarıyla ilgileniyor.
Tarabya’dayken, Ermenilerin izlerini sürdüğü Doğu illeri başta olmak üzere Türkiye’nin
çeşitli bölgelerine gitmiş. Kültürlerin iç içe geçmesi ve çarpışması ve bunların
sonucunda her kültürün tarihinin sürekli yeniden yazılması özellikle ilgisini çekiyor.
Geçtiğimiz yıllarda Türkiye’nin siyasal gerilimleriyle Türkiye ve Almanya
arasındaki siyasal gerilimler de iç içe geçti. Buna rağmen Tarabya asla açık vermedi.
Bu yılın bahar aylarında, siyasal ortamın güçlüklerine rağmen, Eylül 2019-Ağustos
2020 dönemi için üç yüzden fazla başvuru yapıldı. Goethe-Institut Genel Sekreteri
Johannes Ebert “Tarabya kültür dünyasında böylesine iyi bir yere gelmiş durumda
işte,” diyor.
Goethe-Institut Tarabya’nın küratöryel sorumluluğunu üstlenmiş durumda,
Kyoto ve Salvador da Bahia’daki konuk sanatçı programlarını da o idare ediyor.
Goethe-Institut bunların yanı sıra, başka ortaklarla işbirliği içinde yürüttüğü
yetmişten fazla programla Almanya dışında iki yüz konuk sanatçı ağırlıyor. Tarabya
Kültür Akademisi gibi bir konuk sanatçı evi, Ebert’e göre kültür alışverişinin önemli
bir aracı. “Bu tür evler kalıcı temasların ve ağların oluşumuna ön ayak oluyor”.
Tarabya’nın mümkün kıldığı türden bir kültürel alışverişin siyasal açıdan karmaşık
dönemlerde daha da önem kazandığını düşünüyor. Çünkü böylelikle iletişim kanalları
açık, insanlar arası karşılaşmalar içten bir hal alıyor.
“Sanatçılar arasında sürdürülmeye değer bir şey ortaya çıktı,” diyor Ebert.
Dolayısıyla şimdi, eski konuk sanatçılara sağlanan olanakların, mesela araştırma
yapmak için Türkiye’ye tekrar gelme olanağının daha da iyileştirilmesi üzerinde
çalışılıyor.
İlk yayımlandığı yer: Frankfurter Allgemeine
Zeitung, 24.07.2019
Stipendiat*innen
Konuk Sanatçılar
Shulamit
56
Bruckstein
Çoruh
57
1
2
3
06.07.2019, House of Taswir zeigt / sunar: BM
Contemporary, 2nd Edition. COSMOPOLIS
UNBENT, Hommage an Beral Madra. Eine digitale
Kartografie / Beral Madra’ya Saygı. Bir Dijital
Kartografi, Premiere / Prömiyer, Installation im
Rahmen des 2. Kunst- und Kulturfestivals
Tarabya, Istanbul / Enstalasyon, Tarabya 2. Sanat
ve Kültür Festivali, İstanbul, Fotos/Fotoğraflar:
House of Taswir
1 Artist Talk: Shulamit Bruckstein Çoruh, Beral
Madra & Sinan Eren Erk
2 Eindrücke von der Installation /
Enstalasyondan bir kare
3 Titelwand / Duvar metni
4 Zeitung, Teil der Installation / Enstalasyonunun
bir parçası olan gazete
4
Stipendiat*innen Shulamit Bruckstein Çoruh 58
Cosmopolis Unbent. Hommage an Beral Madra.
Beral Madra (BM) ist eine wegweisende Istanbuler Kuratorin, Kunstkritikerin
und Autorin auf dem Gebiet der zeitgenössischen Kunst, insbesondere in der
Türkei, im Kaukasus, in Zentralasien, im Nahen Osten und in Deutschland. Seit
Mitte der 1980er Jahre hat sie über 250 internationale Ausstellungen kuratiert.
Ihre kosmopolitische Stimme, die sie in ihren Schriften und in ihrer Arbeit mit
Künstler*innen und Gelehrten – angesichts zunehmender Risiken und prekärer
Verhältnisse – mit Nachdruck verteidigt, ist für viele eine Quelle der Inspiration,
sowohl in künstlerischer als auch in politischer Hinsicht.
Das Archiv des Beral Madra Contemporary Arts Center (BM-CAC) ist
Ausdruck künstlerischer Kühnheit, Intelligenz und Subtilität. Es ist ein Magnet
für Intellektuelle und Künstler*innen in Istanbul, einer Metropole, die für mich
und viele meiner Künstlerkolleg*innen bis heute – möglicherweise mehr denn je
– ein inspirierendes Zentrum für weltoffene künstlerische und intellektuelle
Arbeit ist. Zwischen 2018 und 2019 begann House of Taswir, mit Beral Madra
und dem BM-CAC-Archiv an einer öffentlichen Kunstinstallation zu arbeiten, die
als fortlaufendes Projekt konzipiert ist und als kartografische Installation auch
in Zukunft Bestandteil einer Reihe von Ausstellungen bleiben wird: BM Contemporary
ist ein diplomatisches Kunstprojekt mit dem Ziel, eine Dokumentation der
von Beral Madra in vierzigjährigem Schaffen kuratierten Ausstellungen zu
erstellen. Ihre ästhetische und theoretische Erforschung der Zusammenhänge
von Kunst, Theorie, Politik und Psychogeografie reicht weit über die geopolitischen
Grenzen der Türkei hinaus. Madras’ Ausstellungen finden oft in Konfliktregionen
statt, bringen Künstler*innen aus getrennten politischen Lagern
zusammen und folgen einer kosmopolitischen Agenda, deren Protagonist*innen
heute mutiger und unerschrockener agieren denn je.
BM Contemporary: Cosmopolis Unbent ist gleichzeitig ein Kunstwerk, ein
digitaler Mnemosyne-Atlas, ein offenes Buch, ein lebendiges Studienhaus und
eine temporäre Kunstausstellung. Der Atlas besteht unter anderem aus
Hunderten von klassischen und zeitgenössischen Kunstwerken, Texten, Fragmenten
der Philosophie und Poesie, hörbaren und beweglichen Elementen,
Fotografien und Briefen. Er erinnert in seiner poetischen Struktur und der
Konnektivität seiner Elemente an Marcel Duchamps Green Box, Aby Warburgs
Atlas, Jorge Luis Borges „großes Buch“, einen Freud’schen Traumtext oder
sogar an eine Seite aus einer mittelalterlichen Schrift wie dem Talmud oder dem
Hadith. Die Besucher*innen sind eingeladen, diese Kartografie wie ein
Konuk Sanatçılar Shulamit Bruckstein Çoruh 59
lebendiges, offenes Buch zu betreten, in dem sie sich frei bewegen, die Dinge
verschieben oder neu sortieren, ganz im Sinne von Aby Warburgs Schlitterlogik.
Die Präsentation von Cosmopolis Unbent im osmanischen Teehaus in der
Sommerresidenz des deutschen Botschafters in Tarabya beim 2. Kunst- und
Kulturfestival der Kulturakademie Tarabya bestand aus einer ortsspezifischen
Wandinstallation digitaler und analoger Architektur. Als subjektiv kuratierte
Anthologie künstlerischer Forschung ist Cosmopolis Unbent einer kosmopolitischen
Persönlichkeit gewidmet, deren Archiv der zeitgenössischen Künste von
unschätzbarem diplomatischen Wert ist.
Gemeinsam mit dem Kurator und Kunstkritiker Sinan Eren Erk sowie der
Kunsthistorikerin und Künstlerin Hanna Lehun erarbeitete ich das digitale
Archiv BM Contemporary. Die erste Edition, The Turkish Echo Chamber, fand im
Juni 2019 im Salon Galić in Split statt. Im Juli 2019 präsentierte House of Taswir
eine zweite Edition – das hier beschriebene Cosmopolis Unbent – und zeigte
Fragmente aus dem Archiv von Beral Madra. Eine dritte Edition, The Dancing
Table, war Teil der von House of Taswir im September 2019 kuratierten Ausstellung
Wednesday Society. The Couch of Meret O. im Artam Antik Palace Istanbul
und eine vierte Edition, The Shanashil Project, ist für das Grand Palais in Bern
für März 2020 geplant.
Cosmopolis Unbent. Beral Madra’ya Saygı
Beral Madra (BM) özellikle Türkiye’de, Kafkaslar’da, Orta Asya’da, Yakın Doğu’da
ve Almanya’da çağdaş sanat alanında öncü bir İstanbullu küratör, sanat eleştirmeni
ve yazar. 1980’lerin ortasından beri 250’dan fazla uluslararası serginin
küratörlüğünü yürüttü. Yazılarında ve sanatçılarla ve öğrencileriyle yürüttüğü
çalışmalarında –giderek artan risklere ve istikrarsızlığa karşı– önemle vurgulayarak
savunduğu kozmopolit sesi, pek çokları için hem sanatsal hem de siyasal
açıdan bir esin kaynağı teşkil etmektedir.
Beral Madra Contemporary Arts Center (BM-CAC) arşivi sanatsal gözüpekliğin,
zekanın ve inceliğin ifadesidir. Merkez, bugüne kadar –belki de bugün,
hiç olmadığı kadar– hem benim hem de sanatçı arkadaşlarımın dünyaya açılan
sanatsal ve entelektüel çalışmalarına esin veren bir merkez işlevi gören İstanbul
metropolünde yaşayan entellektüelleri ve sanatçıları kendine çekiyor. 2018 ve
2019 yılları arasında House of Taswir, Beral Madra ve BM-CAC-Arşivi’yle birlikte,
devamlı bir proje olarak tasarlanan ve kartografik bir enstalasyon olarak
Stipendiat*innen Shulamit Bruckstein Çoruh 60
gelecekte de bir dizi sergiye dahil edilmesi planlanan kamuya açık bir sanat
enstalasyonu üzerine çalışmaya başladı: BM Contemporary kırk yıldır bu alanda
çalışan Beral Madra’nın küratörlüğünü yaptığı sergilerin bir belgeselini hazırlamayı
hedefleyen diplomatik bir sanat projesi. Sanat, teori, siyaset ve psikocoğrafya
bağlamlarına dair estetik ve teorik araştırmaları, Türkiye’nin jeopolitik
sınırlarının ötesine uzanıyor. Madra’nın sergileri genelde çatışma bölgelerinde
düzenleniyor, farklı siyasal kamplara mensup sanatçıları bir araya getiriyor ve
kahramanlarının bugün görülmemiş bir cesaret ve korkusuzlukla hareket ettiği
kozmopolit gündemi takip ediyor.
BM Contemporary: Cosmopolis Unbent dijital bir Mnemosyne-Atlası, açık
bir kitap, canlı bir öğrenim merkezi ve geçici bir sanat sergisi. Atlas daha pek
çok şeyin yanı sıra yüzlerce klasik ve çağdaş sanat eserinden, felsefe ve şiir
metinleri ve fragmanlarından, işitilebilen ve hareketli unsurlardan, fotoğraflardan
ve yazışmalardan oluşuyor. Şairane yapısı ve içerdiği unsurların bağlantılı
oluşuyla Marcel Duchamp’ın Yeşil Kutusunu, Warburg’un Atlas’ını, Jorge Louis
Borges’in “büyük kitap”ını, Freudyen bir rüya metnini ve hatta Talmud veya Hadis
gibi Ortaçağdan kalma bir metin sayfasını andırıyor. Ziyaretçiler, Aby Warburg’un
kaydırma mantığı uyarınca, bu kartografiyi canlı, açık bir kitabın içine girer gibi
gezmeye, onun içinde özgürce hareket etmeye, nesnelerin yerini değiştirmeye
veya onları yeniden düzenlemeye davet ediliyor.
Tarabya’daki Almanya Büyükelçiliği’nin Yazlık Rezidansı’nın Osmanlı tarzı
çay evinde yapılan Cosmopolis Unbent sunumu, dijital ve analog mimariyle bu
mekân için özel olarak kurulmuş bir duvar enstalasyonundan oluşuyordu.
Sanatsal araştırmaların öznel bir yaklaşımla bir araya getirildiği bu antoloji,
olağanüstü bir diplomatik değeri olan bir çağdaş sanat arşivi oluşturmuş kozmopolit
bir kişiliğe adanmıştır.
BM Contemporary dijital arşivini küratör ve sanat eleştirmeni Sinan Eren
Erk ve sanat tarihçisi ve sanatçı Hanna Lehun ile birlikte oluşturdum. The Turkish
Echo Chamber adlı ilk edisyon Haziran 2019’da Split’teki Salon Galić’te gerçekleştirilmiştir.
House of Taswir Temmuz 2019’da Tarabya Kültür Akademisi’nin 2.
Kültür ve Sanat Festivali çerçevesinde ikinci bir edisyon –burada tarif edilen
Cosmopolis Unbent– sundu ve Beral Madra arşivinden fragmanlar gösterdi. The
Dancing Table adlı üçüncü edisyon, House of Taswir’in Eylül 2019’da İstanbul
Artam Antik Palace Müzesi’nde düzenlediği Wednesday Society. The Couch of
Meret O. sergisinin bir parçası oldu, dördüncü edisyon olan The Shanashil Project’in
de Mart 2020’de Bern’deki Grand Palais’de sunulması planlanmaktadır.
Konuk Sanatçılar Shulamit Bruckstein Çoruh 61
Shulamit Bruckstein Çoruh, a.k.a. Almút Sh.
Bruckstein, ist Denkerin, Kuratorin, Theoretikerin,
Autorin und Kunstkritikerin. Sie ist die Autorin
von House of Taswir—Doing and Undoing Things:
Notes on Epistemic Architecture(s) und Gründerin
von House of Taswir, a.k.a. Taswir projects, einer
internationalen Plattform für künstlerische
Forschung und diasporische Denkformen. Shulamit
Bruckstein Çoruh hatte Professuren für Philosophie
und Kulturtheorie in Berlin, Jerusalem und Basel
inne und verfasste über 70 Publikationen in den
Feldern Philosophie, Bildtheorie, Kulturwissenschaften
und Judaistik. Im September 2019 konzipierte
und kuratierte sie die Ausstellung Wednesday
Society. The Couch of Meret O. im Artam Antik
Palace, Istanbul.
Shulamit Bruckstein Çoruh war von September
2018 bis April 2019 an der Kulturakademie Tarabya
als eine der ersten Stipendiat*innen, die sich
initiativ über den Open Call im September 2017
beworben hatten.
Shulamit Bruckstein Çoruh, a.k.a. Almút Sh.
Bruckstein, düşünür, küratör, teorisyen ve sanat
eleştirmeni. House of Taswir—Doing and Undoing
Things: Notes on Epistemic Architecture(s) kitabının
yazarı ve sanatsal araştırmalar ve diasporaya özgü
düşünce biçimleri için uluslararası bir forum olan
House of Taswir, a.k.a. Taswir projects’in kurucusu.
Shulamit Bruckstein Çoruh Berlin, Kudüs ve Basel’de
felsefe ve kültür teorisi kürsülerinin başkanlığını
yürüttü ve felsefe, imge teorisi, kültürel çalışmalar
ve Judaizm alanlarında 70’ten fazla yayın yaptı.
2019 yılının Eylül ayında İstanbul’daki Artam Antik
Palace’ta açılan Wednesday Society. The Couch of
Meret O. sergisinin küratörlüğünü yürüttü.
Shulamit Bruckstein Çoruh 2017 yılının Eylül
ayında açık burs çağrısı üzerinden başvuru yaparak
Tarabya Kültür Akademisi’nde Eylül 2018 ve Nisan
2019 tarihleri arasında konuk sanatçı olarak kalmaya
hak kazanan ilk sanatçılardan biridir.
Max Czollek
62
Konuk Sanatçılar Max Czollek 63
alternative fakten über den bosporus
in tarabya sitze ich vor fenstern wie fadenkreuze. stirnwärts der bosporus, im
rücken ein deutscher soldatenfriedhof. als säße ich in einem meiner gedichte.
der name leitet sich aus dem griechischen therapia ab. konkret heißt das: ein
teehäuschen, ein tennisplatz, ein rosenhain, acht pflanzenpfleger, der angrenzende
hochumzäunte präsidentenpalast.
ich schreibe nachhause: hier ist die erde stempelkissenfeucht. hier gibt es
keinen himmel. die uferpromenade stanzt mir einen milchigen halbmond auf die
pupille. wenn ihr das symbolisch verstehen wollt, versteht ihr es symbolisch.
Boğaz Hakkında Alternatif Gerçekler
tarabya’da, artı kıl şekilli pencerelerin önünde oturuyorum. ön tarafımda boğaz,
arka tarafımda bir asker şehitliği. Sanki şiirlerimden birinin içinde oturuyorum.
tarabya adı yunanca therapia’dan geliyor. somut karşılıkları: bir çay salonu, bir
tenis kortu, bir gül bahçesi, sekiz bahçıvan, hemen yanda dikenli tellerle örülü
yüksek duvarlarla çevrili cumhurbaşkanlığı sarayı.
eve mektup yazıyorum: burada toprak ıstampa gibi nemli. burada gökyüzü yok.
deniz kıyısındaki gezintiden sonra gözbebeklerime sütbeyaz bir hilal yerleşiyor.
bunun sembolik olduğunu düşünenler, varsın öyle düşünmeye devam etsin.
Stipendiat*innen Max Czollek 64
fenster wie fadenkreuze. vor mir der bosporus, der kein fluss ist und kein meer,
der sich den kategorien entzieht, die ich von zuhause kenne: spree oder ostsee.
rhein oder müritz. der bosporus ist der bosporus. sonst nichts.
einer der gärtner erzählt mir vom vergangenen jahrhundert. auch damals deutsche
botschaft. auch damals soldatenfriedhof im rücken. versteckte waffen und
eine enigma maschine, spickzettel des zweiten weltkrieges fürs schiffe
versenken.
schaue ich früh auf den bosporus, sehe ich delphine vorbeischwadronieren.
bloß ihre rückenflossen blitzen heraus. die unregelmäßig gezackte walze eines
fleischwolfs.
artı kıl şekilli pencereler. önümde uzanan boğaz, dere de değil, deniz de değil,
aşina olduğum bütün kategorilerin dışında kalıyor: spree ya da ostsee. ren ya da
müritz. boğaz, sadece boğaz. başka bir şey değil.
bahçıvanlardan biri bana geçen yüzyılı anlatıyor. burası o zamanlar da alman
büyükelçiliğiymiş. o zamanlar da arka tarafta asker şehitliği varmış. gizli silahlar
ve bir enigma makinesi, ikinci dünya savaşında gemileri batırmak için kullanılan
şifreli kâğıtlar.
erken saatlerde boğaz’a bakınca suda cakayla yüzen yunus balıklarını görüyorum.
sadece parlak yüzgeçleri görünüyor. bir kıyma makinesinin intizamsız
tırtıklarla kaplı silindiri.
Konuk Sanatçılar Max Czollek 65
im frühjahr drängen sich die menschen am ufer, halten schnüre in das wasser.
mich täuschen sie nicht. sind keine angler, sondern bauarbeiter, die mit dünnen
stahltauen das überfüllte mehrzweckbecken fixieren.
tags ziehen die frachter mit roten bäuchen wie ladebalken, wird das zimmer zum
aufgeklappten laptop, die dielen zur tastatur, meine füße fingerspitzen. in
diesen momenten habe ich nur noch zwei.
einer der gärtner erzählt, dass die codemaschine im garten vergraben wurde.
daher sei der rasen verschlüsselt. ich presse meine ohren auf den feuchten
boden, verstehe nichts. etwas muss dran sein an der geschichte.
baharda herkes deniz kıyısına inip suya olta atıyor. beni kandıramazlar. balıkçı
değil, inşaat işçisi hepsi, incecik çelik kablolarla, bu çok amaçlı havuzun tıkanmış
borularını açıyorlar.
gündüzleri kırmızı gövdeleriyle ilerleme çubuklarını andıran yük gemileri pencerenin
önünden süzüldü mü, oda kapağı açık bir dizüstü bilgisayara dönüşüveriyor,
döşeme tahtaları klavye, ayaklarım da klavye üzerindeki iki parmağım. bu
anlarda sadece iki parmağım var.
bahçıvanlardan biri kod makinesinin bahçeye gömülü olduğunu anlatıyor. O
yüzden şifreliymiş çimenlik. kulaklarımı ıslak toprağa dayıyorum, hiçbir şey anlamıyorum.
hikayenin doğru bir tarafı var demek ki.
Stipendiat*innen Max Czollek 66
als die franzosen fuß fassten, fingen sie von jeder vogelsorte zwei exemplare
und präparierten sie zu standbildern. die toten tiere befinden sich seit zweihundert
jahren im lycée saint-joseph in moda. eine arche noah, nur umgekehrt.
um zu den toten deutschen zu gelangen, muss man vorbei am rosenhain, am
kindergarten, eine teppichgrüne steintreppe hinauf, einen schrägen waldweg.
die toten haben dort oben eine gute aussicht. warum eigentlich?
ich möchte festhalten: der delphin, der vor einem rot glühenden sonnenuntergang
den eigenen körper in 45-grad-krümmung vollständig aus dem wasser
katapultiert, ist ein von postern der apothekenrundschau verbreitetes gerücht.
fransızlar ülkeye ayak bastığında, her kuş türünden iki örnek toplayıp içini
doldurmuşlar. ölü hayvanlar iki yüz yıldır moda’daki saint-joseph lisesi’nde. bir
tür nuh’un gemisi, daha doğrusu tam zıddı.
ölü almanlara ulaşmak için gül bahçesinin ve anaokulunun yanından geçip
yemyeşil taş merdivenleri tırmanarak zemini eğimli orman yoluna çıkmak gerekiyor.
ölülerin manzarası iyi. nedense?
şu tespitte bulunmak istiyorum: kıpkırmızı bir gün batımını arkasına alıp kendini
45 derecelik bir açıyla suyun dışına fırlatıveren yunus balığı, eczane değerlendirme
sitelerine yazanların yaydığı bir söylentidir.
Konuk Sanatçılar Max Czollek 67
durch das fensterfadenkreuz sehe ich eine konstruktion mit weißen flügeln.
könnte ein stufenlos verstellbarer schirm sein. oder ein saugnapf, der dafür
sorgt, dass das café darunter bleibt, wo es ist. und nicht nur das café, sondern
tarabya. und nicht nur tarabya, sondern die soldaten. und sage ich soldaten,
meine ich uns.
verordnung für ein plastikflaschenmuseum: man miete ein floß und ankere am
goldenen horn, pinsele jeden tropfen, überprüfe, ob erinnerung daran festsitzt,
eine träne kassandras, ein schweißtropfen alexanders. bei erfolg stelle man das
wasser unter denkmalschutz.
die zum ausbluten aufgeknüpften kadaver am ufer, lichterketten für das
kommende opferfest.
artı kıl şekilli pencereden beyaz kanatları olan bir yapıya odaklanıyorum. ayarlanabilir
bir şemsiye de olabilir. ya da, kafenin aşağıda, olduğu yerde kalmasını
sağlayan bir vantuz. sadece kafe değil, tarabya da. ve sadece tarabya değil,
askerler de. askerler derken, bizi kastediyorum.
plastik şişe müzesi için talimatname: bir sal kiralayıp haliç’te demir at. her bir
damlayı fırçala, üzerine yapışıp kalmış bir anı olup olmadığına bak, kassandra’nın
gözyaşı damlası, iskender’in ter damlası. başarılı sonuç alırsan su bir
anıt gibi koruma altına alınsın.
deniz kıyısında kanını akıtmak için bacağından asılmış kadavralar, yaklaşan
kurban bayramı için ışıklı süslemeler.
Stipendiat*innen Max Czollek 68
wenn im osten der türkei geliebte menschen sterben, was derzeit häufiger
geschieht, versammeln sich die freunde, freundinnen und verwandten der toten.
aber anstatt zu weinen, erzählen sie sich fröhliche geschichten über die verstorbenen.
man bezeichnet diese stimmung als gelbes lachen. ich denke, das ist
eine wendung, die dem deutschen fehlt.
mein lieblingssoldat heißt paul hünermörder. bei sonne setze ich mich zu ihm
und denke mir sein leben aus. die urnenriege eine versiegelte klagemauer. die
marmorkiesel aus den fugen gefallene wünsche.
wer weiß schon, ob die toten es mögen, wenn wir zwischen ihnen spazieren.
türkiye’nin doğusunda, şu aralar sıklıkla olduğu üzere, tanınıp sevilen birisi
öldüğünde, arkadaşları ve akrabaları bir araya gelirmiş. ama ağlamak yerini
merhum hakkında neşeli hikayeler anlatırlarmış birbirlerine. buna sarı kahkaha
denirmiş. almancanın yokluğunu çektiği bir deyiş bence.
gözde askerim paul hünermörder. güneşli havalarda yanına oturup yaşamı
üzerine düşünüyorum. küllerini içeren kabın üzerindeki çelenk figürü mühürlü
bir ağlama duvarı. mermer çakıllar çatlaklardan yere düşmüş dilekler.
ölüler, aralarında gezintiye çıkmamızdan hoşlanıyor mudur kim bilir.
Konuk Sanatçılar Max Czollek 69
die welt ist landunter völlig unbrauchbar, klagt eine freundin, die ihr mikrophon
in die flache uferzone hält. viel zu laut. auch die bosporusdelphine magern aus
wegen akustischem stress. manche bezeichnen das als istanbuldiät.
darum sitze ich in minaretthöhe, oberhalb des friedhofs, auf einer von zwei
weißen, einander gegenüberstehenden bänken. die insekten kommen mir hier
oben vor wie gemäßigte klangkonserven der stadt.
über die lichtung sirren spinnenfäden, schleppnetze für kleinere tiere.
wirkungslos, bei einem großen tier wie mir.
toprağın altındaki dünyadan işe yarar bir şey duymak imkansız diye şikayetleniyor
mikrofonunu deniz kenarındaki bu düzlük araziye doğrultan bir kız arkadaşım.
çok gürültü var. boğaz’da yüzen yunuslar da bu akustik stres yüzünden
zayıflıyor. bazıları buna istanbul diyeti diyor.
ben de bu yüzden şehitliğin üst kısmında, bir cami minaresi seviyesinde, karşılıklı
duran iki beyaz banktan birinde oturuyorum. buradaki böcekler şehrin
gürültüsü yanında, ses konusunda ılımlı muhafazakârlar gibi kalıyor.
ormandaki bu açıklık alanda, daha küçük hayvanları sürüten örümcek ağlarından
vızıltılar yükseliyor. benim gibi büyük bir hayvan karşısında etkisiz kalıyorlar.
Stipendiat*innen Max Czollek 70
um ein letztes mal auf die delphine zurückzukommen. seit dem kalten krieg trainiert
das militär die säugefische, kampftaucher und minen aufzuspüren. eine
heimliche patrouille vor dem präsidentenpalast.
gezi park ist ein moment, tarabya ist ein moment, der bosporus ist eine weile.
tausendspurige schlagader, die in die herzen seiner bewohnerinnen führt.
projektor für das daumenkino der viertel. mit dem untertitel: istanbul oder eine
hand voll möglichkeiten, im sprechen innezuhalten.
möwen bergen ein wissen, geheimer als das der schwalben. vor dem wetterumschwung.
son kez yunuslardan bahsedecek olursak. soğuk savaş’tan bu yana askeriye
memeli balıkları düşman dalgıçları ve mayınların izini bulmak için eğitiyor.
cumhurbaşkanlığı sarayının karşısında gizli bir keşif kolu.
gezi parkı bir an, tarabya bir an, boğaz bir kısa süre. bin kılcal damarla burada
yaşayanların yüreklerine bağlanan bir şahdamar. bölgeyi anlatan bir çevirmeli
defter için projeksiyon aleti. altbaşlık şu: istanbul ya da konuşurken duraksamanın
bin bir yolu.
martılar deniz kırlangıçlarınınkinden çok daha gizli bir bilgiyi haiz. hava durumundaki
ani değişimlerin bilgisi.
Konuk Sanatçılar Max Czollek 71
Max Czollek (*1987, Berlin), lebt in Berlin und hat am
Zentrum für Antisemitismusforschung der TU Berlin
promoviert. Seit 2009 ist er Mitglied des Lyrikkollektivs
G13 und Mitherausgeber des Magazins Jalta
– Positionen zur jüdischen Gegenwart. Gemeinsam
mit Sasha Marianna Salzmann ist er Initiator von
„Desintegration. Ein Kongress zeitgenössischer
jüdischer Positionen“ (2016) sowie der „Radikalen
Jüdischen Kulturtage“ (2017) am Maxim Gorki
Theater Berlin, Studio R. 2018 wurde das Sachbuch
Desintegriert Euch! im Carl Hanser Verlag veröffentlicht,
2019 das Praxishandbuch Social Justice und
Diversity bei Beltz Juventa. Die Gedichtbände
Druckkammern (2012) und Jubeljahre (2015) sowie
Grenzwerte (2019) erschienen im Verlagshaus Berlin.
Max Czollek war von März bis Mai 2018 Stipendiat
der Kulturakademie Tarabya.
Max Czollek (1987, Berlin), Berlin’de yaşıyor, Berlin
Teknik Üniversitesi Antisemitizm Araştırma Merkezi’nde
doktorasını tamamladı. 2009’dan beri G13 şiir
kolektifinin üyesi ve Jalta – Positionen zur
jüdischen Gegenwart dergisinin eş genel yayın
yönetmenliğini sürdürüyor. Berlin Maxim Gorki
Tiyatrosu’nun Studio R platformunda “Çözülme.
Çağdaş Yahudi Bakış Açıları Kongresi” (2016)
ve Radikal Yahudi Kültür Günleri (2017) projelerini
Sasha Marianna Salzmann’la birlikte hayata geçirdi.
Desintegriert Euch! adlı kitabı 2018 yılında Carl
Hanser Yayınevi, Diversity adlı kitabı 2019’da Beltz
Juventa tarafından yayımlandı. Druckkammern
(2012), Jubeljahre (2015) ve Grenzwerte (2019)
adlı şiir kitapları Verlagshaus Berlin tarafından
yayımlandı.
Max Czollek 2018 yılı Mart ve Mayıs ayları
arasında Tarabya Kültür Akademisi’nde konuk
sanatçı olarak bulundu.
Özgür Ersoy
72
Konuk Sanatçılar Özgür Ersoy 73
Eine Stadt, die mich trifft
Eine Stadt, Millionen Menschen, verschiedene Kulturen, so viele Emotionen.
Eine Stadt, die ich erst durch dieses Stipendium wirklich kennengelernt und zu
lieben begonnen habe. Eine Stadt, die mich trifft. Direkt in die Seele. Eine Stadt.
Ein Istanbul.
In meiner Zeit in Tarabya hatte ich das Glück, den Impuls dieser Metropole
zu spüren. Ich erlebte eine Explosion an Emotionen, die in Gedanken flossen,
wuchsen, zu Papier gebracht wurden, ins Ohr drangen, aber auch berührten.
Mich berührten. Ich habe so viele Facetten meiner selbst kennengelernt. Ich als
Musiker, als Künstler wachse von Tag zu Tag, doch Istanbul war mein Wachstumsschub.
Während meiner Zeit in Istanbul lernte ich viele Menschen, Künstler*innen
kennen, aber vor allem die Begegnung mit dem bekanntesten Instrumentenbauer
des Landes für die Bağlama, die türkische Langhalslaute,
versetzte mich auf ein Niveau, von dem aus ich eine völlig neue Aussicht hatte.
Meine neue Bağlama wurde in Auftrag gegeben. Sie sollte von nun an mein neuer
und treuer Wegbegleiter werden und mich in meinem Werden unterstützen. Es
gibt für einen Musiker wohl nichts Spannenderes als das Warten auf das neue
und noch bessere Instrument. Das Warten hat sich gelohnt, wie auch das neunmonatige
Warten auf meinen zweiten Sohn, der in den ersten Wochen meines
Stipendiums zur Welt kam. Vielleicht war er sogar das erste Stipendiaten-Baby,
wer weiß? So war ich in jeglicher Hinsicht überströmt von Emotionen, die zum
ersten Mal den Weg der Lyrik als Ausdrucksmittel fanden.
Bana dokunan bir şehir
Bir şehir, milyonlarca insan, farklı kültürler, sayısız duygu. Bu burs sayesinde
gerçekten yakından tanıdığım ve sevmeye başladığım bir şehir bu. Bana dokunan
bir şehir. Doğrudan ruhuma dokunan. Bir şehir. Bir İstanbul.
Tarabya’da kaldığım günlerde bu metropolün itici gücünü hissetme fırsatı
yakaladım. Adeta bir duygu patlaması yaşadım –düşüncelerime sızan, olgunlaşan,
kâğıda dökülen, kulağıma çalınan ama nihayetinde dokunaklı olan duygularla
dolup taştım. Bana dokunan duygularla. Çeşitli özelliklerimi daha yakından tanıdım.
Bir müzisyen, bir sanatçı olarak günden güne gelişme kaydediyorum elbette ama
İstanbul beni gelişmem için arkamdan itti adeta. İstanbul’da kaldığım sürede çok
sayıda insanla ve sanatçıyla tanıştım ama ülkenin en ünlü bağlama imalatçısıyla
Stipendiat*innen Özgür Ersoy 74
tanışmak beni, yepyeni bir manzaranın önümde serildiği bir düzleme çıkartı. Yeni
bağlamam sipariş üzerine yapıldı. Bundan sonra yeni ve sadık refakatçim olacak ve
gelişimim sırasında beni koruyacak. Bir müzisyen için, yeni ve eskisinden daha iyi
bir enstrümana kavuşmayı beklemek kadar heyecan verici bir deneyim az bulunur.
Konuk sanatçılığımın ilk haftalarında dünyaya gelen ikinci oğlumun doğmasını
nasıl dokuz ay beklediğime değdiği gibi, bağlamamı beklediğime de değdi.
Belki de oğlum ilk konuk sanatçı bebekti, kim bilir? Kısacası her açıdan bir
duygular denizinde boğuluyordum, ilk kez kendilerini şiir yoluyla dışavuran
duygular.
Kuzey Rüzgarı, Poyraz*
Kuzey rüzgarı vurduğunda yüzüne,
Kırptığında gözlerini rüzgarın etkisiyle,
Anlarsın hayatta olduğunu
O vakit doğa sana ufak bir dokunuşta bulunur,
Unutuverirsin etrafta olan biteni.
Ve kollarını açıp göğsünle direndiğin Poyraz,
Önemsizleştirir sana herşeyi.
Sosyal bir varlık olmaktan çıkıp,
Doğayla başbaşa kalırsın.
Hayatta zaman bile anlamını yitirir ve yavaşlar.
İşte o an...
Evet, işte o an, bu rüzgardan farkının olmadığını anlarsın.
Sen Poyraz, Poyraz da sen olur.
Hoşgeldin kuzey rüzgarı,
Hoşgeldin Poyraz,
Şimdi senin zamanın.
Nordwind heißt Poyraz*
Wenn dir der Nordwind ins Gesicht schlägt,
Er dich blinzeln lässt,
Dann verstehst du, dass du lebst.
Konuk Sanatçılar Özgür Ersoy 75
In diesem Moment berührt dich die Natur ein kleines bisschen.
Du vergisst, was um dich herum geschieht.
Und der Poyraz, dem du deine Arme öffnend mit der Brust entgegenstehst,
lässt alles um dich herum bedeutungslos erscheinen.
So bist du plötzlich kein Wesen der Gemeinschaft mehr, sondern eins mit der Natur.
Sogar die Zeit verliert an Bedeutung und vergeht langsamer.
Genau in diesem Moment …
Ja, in diesem Moment erkennst du, dass du dich von diesem Wind nicht
unterscheidest.
Du wirst zum Poyraz, der Poyraz wird zu dir.
Willkommen Nordwind,
Willkommen Poyraz,
jetzt ist deine Zeit.
Bevor ich nach Istanbul kam, erhielt ich den Auftrag, für den Film Berlin, I love
you zwei Songtexte zu verfassen. Diese Texte entstanden beide nach meiner
Zeit in Tarabya und wurden von ihr beeinflusst. Nie zuvor hatte ich einen Text zu
einem türkischen Popsong geschrieben. Dabei ließ sich natürlich nicht
vermeiden, auch in die Musik der beiden Stücke in Zusammenarbeit mit Franko
Tortora ein paar Istanbul-Vibes einfließen zu lassen.
İstanbul’a gelmeden önce Berlin, I Love You filmi için iki şarkı sözü yazma siparişi
aldım. Bu şarkı sözlerinin ikisi de Tarabya’da kaldığım dönemin eseri ve bu
dönemin etkisi altında kaleme alındılar. Daha önce bir Türkçe pop şarkısının
sözlerini yazmamıştım hiç. Franco Tortora’yla birlikte yaptığım çalışmada iki
şarkının müziğine de bir iki İstanbul tınısı eklememiz kaçınılmazdı.
Yokluğun zor*
Yokluğun zor alışmam asla
Sensiz bırakma beni (sakın) asla
Buldum seni bırakmam asla
Benimsin artık kaçma bi daha
Stipendiat*innen Özgür Ersoy 76
Gönlünü dindir aşkla şarapla
Hayata sarıl canla başla
Dertler biter eninde sonunda
Şans kapıyı bir kırınca
Dein Fehlen ist schwer*
Dein Fehlen ist schwer, ich kann mich nicht daran gewöhnen
Lass mich nicht ohne dich sein, niemals
Jetzt, wo ich dich fand, lass ich dich niemals gehen
Du gehörst nur mir, renn nicht nochmal weg.
Lass deine Seele baumeln mit Liebe und Wein
Umarme das Leben mit deinem Leben und deiner Seele
Die Sorgen vergehen eh irgendwann
Wenn das Glück durch die Tür fällt.
*Die Texte sind urheberrechtlich geschützt. / Metinlerin her hakkı saklıdır.
Özgür Ersoy (*1977, Erzincan) studierte in Izmir am
Konservatorium für türkische Musik Bağlama, seit
1999 lebt er in Berlin. Er spielte in zahlreichen
Projekten, u. a. in der Bielefelder Philharmonie das
Familienkonzert Mr. Sax in Anatolia, das erstmals für
die türkischen Instrumente Bağlama und Mey
komponiert wurde. Als Solist spielte er in namhaften
Häusern wie dem Konzerthaus Berlin, der Hagener
Philharmonie, der Bielefelder Philharmonie, der
Harmonie Heilbronn, dem Cemal-Reşit-Rey-Konzertsaal
Istanbul sowie dem Schloss Bellevue. Zu
seinen letzten Projekten gehören Die Bremer
Stadtmusikanten in der Komischen Oper Berlin
sowie die Filmmusik zu Berlin, I love you. Neben
seiner musikalischen Arbeit ist er seit 2013 auch als
Autor tätig.
Özgür Ersoy war von Juni bis August 2018
Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.
Özgür Ersoy (1977, Erzincan) İzmir Türk Musikisi
Konservatuarı’nda bağlama bölümünde okudu,
1999’dan beri Berlin’de yaşıyor. Türk enstrümanları
bağlama ve mey için bestelenmiş Mr. Sax in Anatolia’yı
Bielefelder Philharmonie’deki prömiyerinde
seslendirdi. Konzerthaus Berlin, Hagen Filarmoni,
Bielefeld Filarmoni, Harmonie Heilbronn, Cemal Reşit
Rey Konser Salonu ve Bellevue Sarayı gibi saygın
konser salonlarında solist olarak sahne aldı. Son
projeleri arasında Komische Oper Berlin’de sahnelenen
Bremen Mızıkacıları ve Berlin, I love you filmi
için yaptığı müzikler yer alıyor. 2013 yılından bu yana
yazar olarak da çalışmalar yürütüyor.
Özgür Ersoy Haziran-Ağustos 2018 tarihleri
arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk
sanatçısı olarak İstanbul’da bulundu.
Adrian
77
Figueroa
Stipendiat*innen Adrian Figueroa 78
1 2
3
Konuk Sanatçılar Adrian Figueroa 79
4
5
Stipendiat*innen Adrian Figueroa 80
6
7
Konuk Sanatçılar Adrian Figueroa 81
8
9
1–3 Adrian Figueroa,
Anderswo, 2017, Filmstill
/ Film Karesi: Graz
Diez
4,5 Adrian Figueroa
(Regie / Yönetmen),
Stress, HAU Hebbel am
Ufer, Berlin 2017,
Foto / Fotoğraf: Graz Diez
6,7 Adrian Figueroa
(Regie / Yönetmen), Hool,
Deutsches Theater, Berlin
2018, Foto / Fotoğraf:
Arno Declair
8,9 Adrian Figueroa
(Regie / Yönetmen),
Aurora, HAU Hebbel am
Ufer, Berlin 2019,
Foto / Fotoğraf: Graz Diez
Stipendiat*innen Adrian Figueroa 82
Es ist schrecklich. Es ist wahr.
Die Theater- und Filmgeschichten des Adrian Figueroa
Hans-Dieter Schütt
Die Körper zunächst wie festgezurrt – eine winzige Kopfbewegung ist schon ein
Vulkan, ein hervorschnellender Zeigefinger bereits reißt ein Loch in die Welt.
Sprache hetzt, stößt von Mund zu Mund. Monolog, Dialog. Abbruch, Hören,
Neuansatz, Frage, Antwort, keine Antwort, noch mehr Fragen.
Monologe, Verhörsituationen – so formt sich über achtzig Minuten ein
Tanz- und Texttheater, eine Choreografie aus Verzweiflung und Verlangen. „Es
ist schrecklich“, sagt der eine, „es ist wahr“, sagt ein anderer. Zwei Sätze
gegeneinander geknallt, als umarmten sie einander. Sieh deinem eigenen
Absturz ins Gesicht.
Aus langen Gesprächen mit Inhaftierten der Jugendstrafanstalt Berlin
hat Adrian Figueroa gemeinsam mit dem Dramaturgen Tunçay Kulaoğlu das Stück
Stress geformt. Uraufführung war vor einiger Zeit am Berliner Theater HAU 3 am
Tempelhofer Ufer, einem Zentrum experimenteller Bühnenkunst. „Ich brauch ein
Wunder, das mich rettet“, sagt einer der vier Schauspielertänzer. Figueroas
Grundprinzip: Das Spiel bittet um Verständnis, tastet nach Trost, aber diese
Kunst unterschlägt auch die Gewalt nicht, die über den Lebensläufen liegt, sie
womöglich dauerhaft vergiftete.
Stress bezeugte den expressiven Sinn des Regisseurs, zeigte seine Lust,
das unmittelbar Wirkliche aus einer Ferne zu betrachten, die Science-Fiction
mit Archaik koppelt. Mit genau dieser Haltung drehte Figueroa auch einen halbstündigen
Film, der erfolgreich auf über dreißig nationalen und internationalen
Festivals lief. Anderswo porträtiert acht Häftlinge in Tegel, stellt sie in deren
selbst gewählte Traum-Kulissen, in denen sich das Wissen um tragische, böse
Erfahrungen wegsprengt ins Illusorische: Die Inhaftierten als Gestalten, die sie
sich selber erträumen – einer mit dem pelzbehangenen roten Umhang eines
Königs, ein anderer in der Kluft eines Astronauten; einer vorm bonbonfarbenen
türkischen Panorama für Liebesgesänge, ein anderer sieht sich in der Meditationsruhe
eines buddhistischen Klosters.
Schöne, bewusst geschönte Selbstbilder, mit denen jene Verlustmeldungen
übermalt werden, die das Dasein so bitter angesammelt hat. Und immer
wieder das bohrende Nachdenken: über Reuegefühle, die sich verschleißen,
über das Gewissen und dessen Schwäche, wenn es ums gewisse Etwas aus
Rausch und Reichtum geht.
Konuk Sanatçılar Adrian Figueroa 83
Der 1984 in Frankfurt am Main geborene Figueroa ist kein Regisseur der realistischen
Nachzeichnung, er schafft in seinen Filmen, Videos und Theateraufführungen
Kunsträume, assoziative Szenen, in denen wechselnde Lichtflächen
mit Tanz und Erstarrung in Verbund treten. Er drehte u. a. den Dokumentarfilm
Die Lücke – Der NSU-Bombenanschlag von Köln; in Zusammenarbeit mit dem
Berliner Gefängnistheater aufBruch entstanden Arbeiten in Justizvollzugsanstalten.
2009 absolvierte er einen Master an der Central School of Speech
and Drama in London.
In all seinen Arbeiten bewegt den Regisseur, dass Glück und Elend
unseres Bewusstseins darin bestehen, nicht zur Ruhe kommen zu können. Immer
anderswo sein zu wollen. Ein Glück, das in kleinster Zelle grenzenlos träumt; ein
Elend freilich auch, das Grenzen missachtet und so – wir sind wieder in der
Realität – in Haftzellen enden kann. In Anderswo wirken die Bilder aus den
Haftgängen in Tegel stellenweise wie der Maschinenraum eines Totenschiffes.
2019 war Figueroa Stipendiat an der Kulturakademie Tarabya in Istanbul.
Während dieser Zeit agierte er als Jurymitglied in der Kategorie „Human Rights
in Cinema Competition“ beim Istanbul Film Festival. Vor allem aber arbeitete er
an einem Filmprojekt, Am Ende der Nacht (gemeinsam mit Maike Wetzel), das
den Kern seines Erzählens trifft: junge Menschen zwischen einengendem Frust
und hochtreibenden Fantasien, zwischen Liebe und Einsamkeit, zwischen Sehnsüchten
und frühen Depressionen in den Kälteströmen der Gesellschaft.
Figueroas Kunst erzählt vom Willen seiner Protagonist*innen, sich abzustoßen.
Es ist ihnen dringend nach Bewegung zumute. Sie müssen sich in etwas hineinstürzen,
um sich von irgendwo, wo es nicht auszuhalten ist, irgendwohin zu
drängen, wo es auszuhalten wäre.
Für renommierte Regisseure des deutschsprachigen Theaters dreht er
Videoszenen, die deren Aufführungen mitprägen. So bei Nuran David Çalış, der
zu den Nibelungen-Festspielen in Worms eine Adaption der Siegfried-Saga
inszenierte (Gold von Albert Ostermaier): In Figueroas Video ziehen Zombies
durch Worms. Totentänzer zwischen Punk und Pöbel. Helden? Horden, die ihre
Abgesprengten in unsere Städte schicken, uns anschauen, aggressiv und hilflos
zugleich. Mich hat dieser Film verfolgt: der Aufstand der Kiffer, der kein politisches
Bewusstsein braucht, um loszuschlagen.
In Anderswo erzählt einer der Porträtierten: „Du bist ungeklärt! Sogar
der Staat hat dich als ungeklärt bezeichnet. Die wissen selber nicht, wie sie
dich einordnen sollen. Zuhause muss ich jemand sein, den meine Eltern haben
wollen. Bei der Ausländerbehörde muss ich jemand sein, den die Ausländerbehörde
haben will. Ich konnte nie so sein, wie ich bin. Überall spielst du eine
Stipendiat*innen Adrian Figueroa 84
Rolle. Du kannst dich nicht bei deinen Eltern so benehmen wie bei deinen Jungs.
Du kannst dich nicht bei deinen Jungs so benehmen wie bei einem Mädchen.
Nirgendwo kannst du so sein, wie du bist. Außer bei Überfällen. Da rastest du
einfach aus und fühlst dich dadurch leichter.“
Verzweiflung, Aggressivität als Ausdrucksformen einer vergeblichen
Suche nach sich selbst. Verfehlte Liebe als Urgrund der Spannungen. Darüber
zu erzählen, wie es Adrian Figueroa tut, führt sehenswert zum Urgrund aller
Kunst: einen Schmerz lebbar zu machen.
Dehşet Verici ama Gerçek
Adrian Figueroa’nın Tiyatro ve Sinema Hikayeleri
Hans-Dieter Schütt
İlk bakışta iple birbirine bağlanmış gibi görünen bedenler – sonra, ufak bir baş
hareketi bir yanardağ patlamasına dönüşüveriyor, öne çıkıveren bir işaret
parmağı dünyanın yüzeyinde bir delik açıyor. Aceleyle konuşulan bir dil, her söz
bir ağızdan diğerine çarparak ilerliyor. Monolog, Diyalog. Kesilme, işitme, yeni
bir başlangıç, soru, yanıt, yanıtsızlık ve daha da çok soru.
Monologlar, sorgulamalar – seksen dakikalık bir dans ve metin tiyatrosu,
çaresizlik ve özlemle örülmüş bir koreografi işte böyle şekilleniyor. Biri “dehşet
verici” diyor, diğeri “doğru ama”. İki cümle birbirine çarpıyor şiddetle ve sanki
sarılıyorlar birbirlerine. Kendi çöküşünle yüzleş.
Adrian Figueroa Berlin Islahevindeki tutuklularla gerçekleştirdiği uzun
görüşmeleri dramaturg Tunçay Kulaoğlu’yla birlikte Stress adlı bir oyuna dönüştürmüş.
Oyunun prömiyeri bir süre önce Berlin’in Tempelhofer Ufer bölgesinde,
deneysel sahne sanatları merkezi HAU 3 tiyatrosunda gerçekleştirildi. Oyundaki
dört aktör/dansörden biri “Beni kurtaracak bir mucizeye ihtiyacım var” diyor bir
noktada. Figueroa’nın temel ilkesi şu: Oyun anlayış gösterilmesini istiyor, el
yordamıyla bir teselli arıyor ama insanların yaşamlarını kaplayan ve hatta ilelebet
zehirlemiş olan şiddeti gizlemeye asla yeltenmiyor.
Stress yönetmenin gerçekliği belli bir mesafeden gözlemleyip bilim
kurguyu arkaik unsurlarla birleştirmeye çalıştığı anlatımsal yaklaşımını gözler
önüne serer. Figueroa otuzdan fazla ulusal ve uluslararası festivalde gösterilen
yarım saatlik kısa filminde de bu yaklaşımı benimsemişti. Anderswo Tegel’deki
sekiz mahpusun portresini çıkarır, onları, trajik ve kötü deneyimlere dair
Konuk Sanatçılar Adrian Figueroa 85
bilgilerin adeta infilak ederek yanılsamalara yol açtığı rüya benzeri ortamlara
yerleştirir: mahpuslar kendilerine dair hayaller kuran birtakım figürlere dönüşür
– biri bir kralın kırmızı pelüş kürkünü geçirir üstüne, bir diğeri bir astronot kıyafeti
giymeyi tercih eder; biri rengarenk bir Türkiye manzarası önünde aşk şarkıları
söyler, bir diğeri bir Budist tapınağında meditasyon yaparken görür kendini.
Hayatları boyunca alıp durdukları acı kayıp haberlerinin üzerini boyamak için
büyük bir özenle güzelleştirdikleri otoportreleri. Ve mütemadiyen, derin düşüncelere
dalmaları: solup giden pişmanlık duyguları üzerine; kafayı ve parayı bulmayı sağlayacak
şeyler söz konusu olduğunda, vicdan ve vicdani zaaflar üzerine düşünceler.
1984’te Frankfurt am Main’da doğan Figueroa realist bir tablo çizme
derdinde olan bir yönetmen değil; filmlerinde, videolarında ve tiyatro eserlerinde
sanatsal bir uzam, ışıklandırılmış yüzeylerin dans figürleri ve donup kalma anlarıyla
bağlaşık olarak değiştiği çağrışımlarla yüklü sahneler koyar ortaya. Die
Lücke – Der NSU-Bombenanschlag von Köln adlı belgesel film başta olmak üzere
pek çok film çekti ve Berlinli cezaevi tiyatro kumpanyası aufBruch’la işbirliği
içinde adli infaz kurumlarında çeşitli çalışmalar yaptı. 2009’da Londra Central
School of Speech and Drama’dan yüksek lisans derecesini aldı.
Yönetmen bütün çalışmalarında bilinçli mutluluğun da mutsuzluğun da bir
türlü rahat bulamamaktan ileri geldiği fikrinden yola çıkar. Daima başka bir yerde
olmayı istemekten. Küçücük bir hücreye mahkumken bile hayallerinde sınır tanımamanın
mutluluğu; ve elbette, sınırlara riayet etmeyen, dolayısıyla –bu noktada
gerçeklik yine devreye girer– hapishane hücrelerinde mahkum edebilecek bir
mutsuzluk. Anderswo’da Tegel hapishanesinin dehlizlerinin görüntüleri kısmen
bir ölüler gemisinin makine dairesini andırır.
Figueroa 2019’da İstanbul’daki Tarabya Kültür Akademisi’nde konuk
sanatçı olarak bulundu. Oradayken İstanbul Film Festivali’nin Sinemada İnsan
Hakları Yarışması’nın jüri üyeliğini yaptı. Ama bu dönemde esasen (Maike
Wetzel’le birlikte), hikayesi kendi anlatılarının nüvesiyle örtüşen Am Ende der
Nacht adlı film projesi üzerinde çalıştı: topluma hakim soğukluğun ortasında
insanı köşeye kıstıran hayal kırıklığıyla, kuvvet veren fanteziler arasında,
sevgiyle yalnızlık arasında, özlemlerle zamansız depresyonlar arasında kalmış
genç insanlar. Figueroa eserlerinde, kahramanlarının kendi kendini geri
püskürtme arzusunu anlatır. Bu kahramanlar için hareket etmek mecburidir.
Artık tahammül edemedikleri yerlerden, görece tahammül edilebilecek herhangi
bir yere yaklaşabilmek için sürekli bir şeye doğru kaçmak zorunda hissederler
kendilerini.
Figueroa Alman tiyatrosunun saygın yönetmenlerinin oyunları için özel
videolar çekiyor. Örneğin, Worms’daki Nibelungen Festivali’nde Siegfried
Stipendiat*innen Adrian Figueroa 86
destanının bir uyarlamasını (Albert Ostermaier’in Gold’u) sahneye koyan Nuran
David Çalış için çektiği videoda Worms’ta zombiler cirit atar. Punk’lık avamlık
arasında salınan ölüm dansçıları mı? Kahramanlar mı? Toplumdan tecrit edilmiş
üyelerini kentlerimize göndererek hem saldırgan hem ümitsiz bakışlarını üzerimize
diken çeteler. Bu film bana musallat oldu: Hücuma geçmek için siyasal bir
bilince gerek duymayan esrarkeşlerin ayaklanması.
Anderswo’da resmedilen karakterlerden biri şöyle der: “Ne olduğun belli
değil! Devlet bile seni belirlenemeyen olarak damgalamış. Onlar bile bilmiyor seni
nereye katmaları gerektiğini. Evdeyken anne babamın istediği gibi biri olmalıyım.
Yabancılar dairesinde, dairenin istediği gibi biri olmalıyım. Asla kendim gibi olamam.
Her yerde farklı bir rol üstleniyorsun. Anne babanın yanında arkadaşlarının yanındaki
gibi davranamazsın. Arkadaşlarının yanında bir kızın yanındaki gibi davranamazsın.
Hiçbir yerde kendin gibi olamazsın. Sadece bir yere baskın yaptığında
kendin olabilirsin. İşte orada zıvanadan çıkarsın ve böylece hafiflersin.”
Beyhude yere kendini ararken, kendini çaresizlik ve saldırganlıkla ifade
etmek. Gerilimlerin esas nedeninin karşılıksız sevgi olması. Bunların Adrian
Figueroa’nın yaptığı gibi anlatılması insanı bütün sanatların nihai nedenine,
acıyı dayanılabilir kılmaya götürüyor.
Adrian Figueroa arbeitet als Regisseur und
Videokünstler. 2009 absolvierte er seinen Master an
der Central School of Speech and Drama in London.
Seit 2010 realisierte er national und international
diverse Filme, u. a. den Dokumentarfilm Die Lücke
– Der NSU-Bombenanschlag von Köln über den
NSU-Nagelbombenanschlag auf die Kölner
Keupstraße, basierend auf dem gleichnamigen, von
Nuran David Çalış inszenierten Theaterabend am
Schauspiel Köln. Seine Arbeiten als Theaterregisseur
und Videokünstler führten ihn u. a. an das
Deutsche Theater, das HAU Hebbel am Ufer, das
Staatsschauspiel Dresden, das Schauspiel Köln, das
Schauspiel Leipzig, das Shunt London und das
Greenwich Playhouse. Die Inszenierung One Day I
went to Lidl am Ballhaus Naunystraße wurde 2016
zum Theatertreffen der Jugend eingeladen. Am
Deutschen Theater Berlin führte er 2018 Regie bei
Hool von Philipp Winkler.
Adrian Figueroa war von Januar bis April 2019
Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.
Adrian Figueroa Yönetmen ve video sanatçısı. 2009
yılında Londra Central School of Speech and Drama’da
yüksek lisans eğitimini tamamladı. 2010 yılından beri
yaptığı pek çok film arasında, terör örgütü Nasyonal
Sosyalist Yeraltı’nın (NSU) Köln Keupstraße’deki çivili
bomba eylemlerini konu alan ve Nuran David Çalış’ın
Schauspiel Köln’de sahneye koyduğu Die Lücke – Ein
Stück Keupstraße adlı oyunu anlatan belgesel filmi
Die Lücke – Der NSU-Bombenanschlag von Köln
sayılabilir. Tiyatro yönetmeni ve video sanatçısı olarak
çalışmaları onu Deutsche Theater, HAU Hebbel am
Ufer, Staatsschauspiel Dresden, Schauspiel Köln,
Schauspiel Leipzig, Shunt London ve Greenwich
Playhouse gibi ünlü tiyatrolara yönlendirdi. Ballhaus
Naunystraße’de sahnelenen One Day I went to Lidl
adlı prodüksiyonu 2016 yılında Genç Tiyatrocular
Buluşması’na davet edildi. Berlin Deutsches
Theater’de 2018 yılında sahnelenen Philipp Winkler’in
Hool adlı oyununun yönetmenliğini yaptı.
Adrian Figueroa Ocak-Nisan 2019 tarihleri
arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk
sanatçısı olarak İstanbul’da bulundu.
Lucy Fricke
87
Stipendiat*innen Lucy Fricke 88
Istanbul, diese wunderschöne, stolze Frau mit
den vielen Wunden.
Notizen Januar bis April 2019
Ein gigantischer Granitbau, der aussah wie ein Einkaufszentrum. Draußen das
trotzige Lachen der Angeklagten, die Begrüßungen und Umarmungen, umgeben
von gepanzerten Polizeiwagen. Alles war Routine. Ein kleines Transparent, ein
Megafon, die Kälte im März, der schneidende Wind über dem Platz. Fünf Minuten
Protest, ein paar Handybilder und ein Livestream. Vor dem Eingang standen die
Menschen an. Vielleicht das einzige Gericht der Welt, wo sich täglich Schlangen
bildeten. Dieser Palast ist eine Fabrik der Opposition, sagte jemand. Indem du
vermasst wirst, wirst du zu einer Bewegung, Gruppen entstehen durch Unterdrückung.
Sie seien keine Helden, hätten sich nur einen kleinen alltäglichen Mut
bewahrt. Vor dem Saal trug das weibliche Sicherheitspersonal Kopftuch und
Waffe. Im Hintergrund der Bodyguard des kurdischen Parlamentariers.
Am Flughafen Atatürk wurden die letzten Flüge abgewickelt. Wenn ein Flughafen
schloss, hatte man das Gefühl, ein ganzes Land würde geschlossen.
Doch hier war alles in permanenter Bewegung, Flugzeuge aufgereiht am
Himmel, Fähren im Zickzack auf dem Bosporus, selbst die Häuser schienen beweglich,
als würde nichts bestehen in dieser Stadt, sogar der Glaube fiel von Jahr zu
Jahr. Als würde alles wanken und sich davonmachen. Das Beben mit einer Stärke
von mindestens 7,5 wurde in den nächsten zehn Jahren erwartet. Aber auch das
schrieb man schon seit Jahrzehnten.
Touristen ließen sich derweil die Nase richten und das Haar transplantieren.
Männer aus aller Welt, die aussahen wie eine Invasion von Außerirdischen. Ein
schmaler Verband um den rot punktierten Schädel. War es wirklich nur das Haar
oder doch das Gehirn? Wer hatte die hier ausgesetzt? Wurden sie wieder eingesammelt,
die Informationen von ihnen runtergeladen?
Deutschtürken posierten in der Heimat ihrer Eltern, das Goldene Horn im
Sonnenuntergang. Alles lächelte ins Display am ausgestreckten Arm. Und im Knast
malte die Künstlerin ihre Bilder mit dem Menstruationsblut der Zellengenossinnen.
Der Sultan verschenkte Gurken und baute sich seinen eigenen Bosporus.
Eine Möwe fiel vom Himmel, knallte aufs Pflaster, schnappte zweimal nach
Luft und starb zu ihren Füßen. Als sie nach oben blickte, hing der Himmel voller
AKP-Flaggen und der Kellner spendierte ihr einen Raki.
Konuk Sanatçılar Lucy Fricke 89
Einzig auf der Fähre lehnten Männer ihre Köpfe an die Schultern von Frauen. In der
Spiegelung schwankten die Paläste und auf den Holzbänken wurde geknutscht,
als wäre jeder Weg nach Hause eine Hochzeitsreise.
Der heiße Stein im Hamam, der Blick in die Kuppel, durch die Tageslicht in
kleinen Sternen fiel. Dabei an den Uterus denken, an den man keine Erinnerung
hat. Weich, warm und feucht. Sie waberte im heißen Dampf. Der Gebetsruf schallte
durch den Raum, während die alte, beschmutzte Haut abgerieben wurde. Wie eine
Initiation. Sie wollte heiraten danach, jungfräulich.
Und sah in Kappadokien die Feenkamine wie Penisse in den Himmel ragen.
Wobei sie auch das Wort Feenkamin erst hier lernte, Erdpyramiden vulkanischen
Ursprungs, und was mit einem Feenkamin eigentlich gemeint sein sollte, wusste
sie auch nicht. Sie wandelte zwischen den Schwänzen umher, die gesamte Kollektion
stand hier versammelt und die einzigen zwei Menschen, die sie traf, in diesem
Tal, dass sie Aşk Vadisi, Love Valley, nannten, schwiegen, stritten und weinten. Die
Frau weinte und schwieg, der Mann stritt. Sie konnte sich keinen besseren Ort für
eine Trennung vorstellen als diese phallische Mondlandschaft. Wie so oft lauerte
die Komik in der Kulisse.
Ein Tal weiter stand das Kamel rechts neben der Teekanne, neben dem auftauchenden
Delfin. Wären hinter ihr nicht all die Reisebusse gewesen, hätte sie es
für magisch gehalten. Aber eine Illusion, die Dutzende im selben Augenblick fotografierten,
konnte keine sein und war am Ende doch immer nur ein Weltkulturerbe.
„It’s holiday, no sleep“, sagte ihr Guide, und nahm sie nach dem Essen mit in
ein schäbiges Hotel, dessen Namen sie nicht glauben wollte. „Amor Cave Hotel“
stand an der Tür und sie fragte sich, ob es in Kappadokien vielleicht Stundenhotels
gäbe, für all die Männer aus dem Tourismusgewerbe, die noch oder wieder bei ihren
Müttern wohnen mussten. In der Lobby saßen sie mit seinen Freunden, tranken
billigen Rotwein mit Bier und es rieselte Steine. Die fielen von der Decke und
niemanden störte es, dass das Haus über ihnen wegbröckelte. Stattdessen redeten
sie über die politische Lage, so laut, dass man keinen Stein mehr fallen hörte. Auf
dem Tisch saß eine Taube im Käfig und nickte. Auch die sah aus, als würde sie es
nicht mehr lange machen.
İstanbul, bu yaralı, muhteşem, mağrur kadın
Ocak-Nisan 2019 arası notlar
Bir alışveriş merkezini andıran devasa, granit kaplı bir bina. Dışarıda sanıklar
yüzlerinde buruk bir gülümsemeyle dostlarıyla selamlaşıp sarılıyor, etrafları zırhlı
Stipendiat*innen Lucy Fricke 90
polis araçlarıyla çevrilmiş. Küçük bir pankart, bir megafon, Mart soğuğu, meydanda
esen sert rüzgar. Beş dakika süren bir protesto gösterisi, cep telefonlarıyla çekilen
birkaç fotoğraf ve canlı yayın. Dünyada önünde her gün uzun kuyruklar oluşan tek
mahkeme salonu burası belki de. Bu saray muhalefet fabrikası demişti birisi.
İnsanlar bir kitleye hapsedilerek yok edilince, o kitle bir harekete dönüşür, baskı
yeni grupların oluşmasına yol açar. Bu insanlar kahraman olmadıklarını, sadece
cesaretlerini az da olsa koruduklarını söylüyorlar. Mahkeme salonunun önünde
duran kadın güvenlik görevlisi başörtülü ve silahlı. Arkasında Kürt milletvekilinin
koruması duruyor.
Atatürk Havalimanı’ndan son uçaklar da tasfiye edildi. Bir havalimanı kapandığında,
ülkenin tamamı kapanmış gibi hissediyor insan.
Oysa burada her şey sürekli hareket halinde, gökyüzünden birbiri ardına
geçen yolcu uçakları, Boğaz’da zikzaklar çizerek ilerleyen gemiler, evler bile
hareket halinde sanki, bu şehirde hiçbir şey kalıcı değil, dine inananların sayısı
bile her sene giderek azalıyor. Sanki her şey biraz sendeledikten sonra buradan
kaçıp gidecek gibi. Önümüzdeki on yıl içinde en az 7,5 şiddetinde bir deprem olması
bekleniyor. Ama bu da on yıllardır yazılıp çizilen bir şey.
O sırada turistler burun estetiği yaptırıp saç ektiriyor. Dünyanın dört bir
yanından gelmiş erkeklerle dolu sokaklara uzaylıların istilasına uğramış gibi bir
görünüm hakim. Hepsi üzeri kırmızı noktalarla kaplı başlarına bir saç bandı geçirmişler.
Gerçekten saç mı ektirdiler yoksa beyin ameliyatı mı oldular? Bu insanları
buraya kim gönderdi? Buraya bu iş için yeniden çağrıldılar da bulundurdukları
bilgiler bilgisayara mı aktarıldı? Alman-Türkler anne babalarının anavatanında
fotoğraf çektiriyor, Haliç üzerinde güneş batıyordu. Fotoğrafı çekenin ileri uzattığı
elinde tuttuğu ekranda herkes gülümsüyordu. Hapishanede ise bir kadın ressam
hücre arkadaşlarının aybaşı kanıyla yapıyordu resimlerini.
Padişah halka hıyar dağıtmış ve kendi Boğaz’ını inşa ettirmiş.
Gökten bir martı düşmüş, hızla kaldırım taşına çarpmış, can havliyle iki kez
nefes almaya çalışmış ve yere serilmiş. Gözlerini yukarı, AKP flamalarıyla kaplı
gökyüzüne dikmiş, garson ona bir bardak rakı getirmiş.
Erkekler sadece vapurda giderken başlarını kadınların omuzlarına yaslıyorlardı.
Yalıların suya düşen aksi denizle birlikte çalkalanırken, vapurun ahşap banklarındaki
çiftler, eve değil de balayına gidiyormuş gibi sarılıyordu birbirine.
Hamamdaki sıcak göbek taşı, gün ışığını minik yıldızlar halinde taşa yağdıran
kubbeye bakmak. Tam o anda, hiç hatırlanmayan rahmi düşünmek. Yumuşak, sıcak ve
nemli. O sıcacık buğunun içinde dönüp durmuştu. Eski, kirli deri keseyle ovularak
temizlenirken ezan okuyan müezzinin sesi hamamın içinde yankılandı. Bir erginleme
töreniydi sanki bu. Daha sonra evlenmek istiyordu, bir bakire olarak.
Konuk Sanatçılar Lucy Fricke 91
Sonra Kapadokya’da birer penis gibi yükselen peri bacalarını gördü. Volkanik hareketler
sonucu oluşmuş bu piramitlere peri bacası dendiğini burada öğrenmişti ve
aslında peri bacasının lafzi anlamının ne olduğunu da bilmiyordu. Penislerin
arasında, bu noktada bir araya gelmiş bu penis koleksiyonunun içinde yürüyüşe
çıktı, Aşk Vadisi adı verilen bu yerde yürürken karşılaştığı iki kişi susmakla, kavga
etmekle, ağlamakla meşguldü. Kadın ağlıyor ve susuyor, adam kavga ediyordu.
Ayrılmak için bu fallik Ay yüzeyinden daha iyi bir yer düşünülemezdi. Sıklıkla olduğu
üzere, mizah perde arkasında pusuya yatmış sırasının gelmesini bekliyordu. Bir
sonraki vadide, su yüzeyine çıkan yunus balığının yanındaki çaydanlığın hemen
sağında duran bir deve çıktı karşısına. Bu figürlerin ardında şehirlerarası otobüsler
dizilmiş olmasaydı, büyülü bir görüntüyle karşı karşıya olduğunu düşünecekti.
Onlarca kişinin aynı anda fotoğrafını çektiği bir illüzyon, illüzyon sayılmazdı, nihayetinde
bir dünya kültür mirasıydı burası.
“It’s holiday, no sleep” diyen turist rehberi, yemekten sonra onu, adını
görünce gözlerine inanamadığı eski püskü bir otele götürdü. Kapıda “Amor Cave
Hotel” yazıyordu ve Kapadokya’da, turizm sektöründe çalışan ama hâlâ anneleriyle
yaşamak zorunda olan erkeklere birkaç saatliğine oda kiralayan oteller olup olmadığını
merak etti. Rehberin arkadaşlarıyla otelin lobisinde bira ve ucuz kırmızı
şarap içerlerken dolu yağmaya başladı. Çatıya hızla çarparak seken taşların hemen
üstteki evi un ufak etmesi kimsenin umurunda değildi. Taşların sesini bastıracak
kadar yüksek sesle ülkenin siyasal durumunu tartışıyorlardı. Masanın üzerindeki
kafesin içinde duran güvercin başını sallıyordu. O da buna daha fazla dayanamayacakmış
gibi görünüyordu.
Lucy Fricke (*1974, Hamburg) hat am Deutschen
Literaturinstitut Leipzig studiert und bisher vier
Romane veröffentlicht. Für ihre Arbeiten wurde sie
mehrfach ausgezeichnet, zuletzt war sie Stipendiatin
der Deutschen Akademie Rom und der
Kulturakademie Tarabya in Istanbul. Ihr letztes Buch
Töchter erhielt den Bayerischen Buchpreis 2018 und
wird 2020 verfilmt. Vor über zehn Jahren hat Lucy
Fricke das jährliche Hamburger Literaturfestival
HAM.LIT gegründet, das sie seitdem kuratiert. Sie
lebt in Berlin.
Lucy Fricke war von Januar bis April 2019
Stipendiatin der Kulturakademie Tarabya.
Lucy Fricke (1974, Hamburg) Leipzig Deutsches
Literaturinstitut’ta öğrenim gördü. Bugüne kadar
dört romanı yayımlandı. Çalışmalarıyla pek çok ödüle
layık görüldü ve en son, Roma’daki Alman Akademisi
ve Tarabya Kültür Akademisi’nde konuk sanatçı oldu.
Töchter adlı son romanı 2018 yılında Bavyera Kitap
Ödülü’nü aldı ve 2020’de filme çekilecek. Lucy
Fricke on yıldan uzun bir süredir kurucusu olduğu
Hamburg Edebiyat Festivali HAM.LIT’in küratörlüğünü
yürütüyor. Berlin’de yaşıyor.
Lucy Fricke Ocak ve Nisan 2019 tarihleri
arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk
sanatçısı olarak İstanbul’da bulundu.
Jasmin İhraç
92
Konuk Sanatçılar 93
1
2
94
3
4
5
95
7
6
8
1 DO KU MAN (Konzept & Choreografie / Konsept ve Koreografi: Filiz Sızanlı &
Mustafa Kaplan, Taldans), Istanbul / İstanbul 2018, Foto / Fotoğraf: Ali Güler
2,3 Constant changes, silent witnesses, Dreharbeiten, Istanbul 2019 / Daimî
Değişimler, Sessiz Tanıklar, Çekim Çalışmaları, İstanbul 2019, Foto / Fotoğraf:
Viola Yeşiltaç
4–8 Constant changes, silent witnesses, Istanbul / Daimî Değişimler, Sessiz Tanıklar,
İstanbul 2019, Filmstills / Filmden kareler: Jasmin İhraç
Stipendiat*innen Jasmin İhraç 96
Constant changes, silent witnesses
Ich kannte Istanbul bereits, und doch zog mich die Stadt mit Beginn meines Aufenthaltes
aufs Neue in ihren Bann. Die Schnelligkeit, der Rhythmus, die Unvorhersehbarkeit:
Unmöglich schien es mir, auf der Straße so zu laufen, wie ich es
in Berlin gewohnt war. Ständig musste ich aufpassen, dass der Gehweg nicht
plötzlich vor mir abbricht, ich nicht über ein Loch stolpere, das sich auf einmal
vor mir auftut – oder ich es nicht rechtzeitig schaffe, anderen Passant*innen
auszuweichen. Überhaupt wurde das Ausweichen während des Gehens zu einer
meiner Hauptbeschäftigungen. So war jeder Spaziergang ermüdender, als er
vielleicht hätte sein müssen. Ich war ständig damit beschäftigt, nicht mit
jemandem zusammenzustoßen – mir schien es, als sei ich die Einzige. Riskierte
ich es doch einmal, erwartete ich aus Gewohnheit eine gegenseitige Entschuldigung,
zumindest ein kurzes Lächeln oder Kopfnicken. Doch nichts davon: Als sei
nichts geschehen, setzte jede*r den eigenen Weg fort. Ich begann, andere
Wege zu gehen und nach alternativen Fortbewegungsmöglichkeiten zu suchen.
In dieser Zeit begegnete mir auch Parkour. Parkour ist eine Bewegungspraxis,
in der es um die Überwindung von Hindernissen geht. Ich begann viel zu
trainieren mit anderen „Parkourcus“ aus Istanbul, aber auch mein Blick auf die
Stadt veränderte sich, und: Ich wurde schneller im Ausweichen. Oft verließ ich
gewohnte Routen und suchte mir neue Punkte in der Stadt. Und an genau diesen
Orten begann ich zu tanzen, meist spontan in kurzen Improvisationen. An einige
Spots kehrte ich zurück und entwickelte kurze Choreografien, die ich wiederholte.
In der Stadt fielen mir einerseits die ständigen Veränderungen auf, überall
Baumaßnahmen, manchmal wandelten sich ganze Viertel von Woche zu Woche.
Überall wurde abgerissen, neugebaut, ersetzt, erneuert … Gleichzeitig gibt es
die alten Bäume, die ich bemerkte. Sie scheinen wie stumme Beobachter und
Zeugen der Geschehnisse. Über Bekannte erhielt ich ein (Foto-)Buch über die
Bäume der Stadt, manche bis zu 700 Jahren alt, mithilfe dessen ich die Orte
besuchte, an denen diese teilweise heute noch stehen – oder auch nicht. Ich
führte Interviews mit Anwohner*innen von Sulukule, Tarlabaşı und Balat, die
aufgrund von Bauprojekten verdrängt worden waren oder nach erfolgreichem
Widerstand geblieben sind.
Sehr bald stand für mich fest, dass ich all diese Aspekte in einem Film
festhalten muss – und das, obwohl ich eigentlich keine Filmemacherin bin.
Entstanden ist die Arbeit Constant changes, silent witnesses – ein Film über
die Transformationsprozesse von Istanbul, eine Geschichte des Umherschweifens
und den Blick der Bäume. Ich danke hierfür Diane Näcke, die mich während
Konuk Sanatçılar Jasmin İhraç 97
unseres gemeinsamen Aufenthaltes in Tarabya nicht nur mit ihrem Wissen und
ihrer Erfahrung als Regisseurin unterstützt hat, Viola Yeşiltaç, mit der ich über
alles diskutieren konnte und die den Prozess fotografisch dokumentiert hat,
Angelika Niescier, Ignaz Schick und Cymin Samawatie, deren Kompositionen ich
für die Arbeit verwenden durfte. Ein besonderer Dank an die Kulturakademie
Tarabya und die Kunststiftung NRW, die das Projekt durch ihre Unterstützung
im Rahmen ihrer Residenzprogramme ermöglicht haben.
Daimî Değişimler, Sessiz Tanıklar
İstanbul’u önceden de biliyordum ama burada konuk olduğum ilk günlerden
itibaren şehir beni tekrar büyüledi. Bu hız, bu ritim, bu öngörülemezlik: Sokaklarda,
Berlin’de alışık olduğum şekilde dolaşmak bana imkânsız gibi görünüyordu.
Sürekli, üzerinde yürüdüğüm kaldırım birdenbire son bulursa sendelememek
için, birdenbire önüme çıkan bir çukura takılmamak için dikkat kesilmem
– ya da diğer yayalar bana çarpmasın diye geri çekilmeye dikkat etmem gerekiyordu.
Yürüyüş yaparken başkalarına çarpmamak için geri çekilmek esas meşgalelerimden
biri oldu neredeyse. İşte bu yüzden, çıktığım her gezinti, olması gerekenden
çok daha yorucuydu. Sürekli birine çarpmamaya dikkat ediyordum
– bunu yapan sadece benmişim gibi geliyordu bana. Ama kendimi serbest bırakmayı
göze aldığımda da, karşılıklı bir özür dileme, en azından hafif bir gülümseme
ya da baş sallama beklerdim alışkanlıkla. Ama bu hiç olmadı: Sanki hiçbir
şey olmamış gibi, herkes yoluna devam etti. Sonunda, başka yollar kullanmaya,
alternatif hareket olanakları aramaya başladım.
İşte bu dönemde, Parkur’la tanıştım. Parkur, belli fiziksel engellerin aşıldığı
bir egzersiz türü. İstanbullu “Parkurcularla” sık sık idman yaptım, bir yandan
da şehre bakışım değişti ve geri çekilme işinde hız kazandım. Genelde, alışıldık
rotalardan çıkıp şehirde yeni noktalar bulmaya çalışıyordum. İşte bu yeni noktalarda,
genelde spontane bir şekilde ve kısa, doğaçlama hareketlerle dans etmeye
başladım. Bu noktaların bazılarına tekrar gidip, yarattığım kısa koreografilerle
tekrar dans ettim.
Bir yandan da şehirde daimi bir değişim süreci olduğunu görüyordum, her
bir köşede bir inşaat projesi vardı, bazen bir mahallenin tamamı bir hafta içinde
bütünüyle dönüşüyordu. Her yerde evler yıkılıyor, yeniden inşa ediliyor, yenileniyordu…
Bir yandan da etraftaki çok yaşlı ağaçların farkına varıyordum. Bu olan
biteni sessizce gözlemleyen tanıklar gibiydi bu ağaçlar. Tanıdıklarım vasıtasıyla
şehrin ağaçları hakkında bir kitaba (resimli) ulaştım –bazıları yaklaşık 700 yıllık
Stipendiat*innen Jasmin İhraç 98
bu ağaçların yardımıyla bulundukları (ya da artık bulunmadıkları) yerlere gittim.
Sulukule, Tarlabaşı ve Balat semtlerinde yaşayan ve inşaat projeleri nedeniyle
buralardan uzaklaştırılmış ya da direnerek kalmayı başarmış insanlarla röportajlar
yaptım.
Kısa bir süre sonra, şehrin bu farklı yönlerini bir filmle kayda geçirmeye
karar verdim – hem de, aslında film yapımcısı olmamama rağmen. Bunun sonunda,
İstanbul’un dönüşüm süreçleri, şehir gezintilerinin tarihi ve ağaçların bakışını
konu edinen Daimî Değişimler, Sessiz Tanıklar adlı film çıktı ortaya. Bunun için,
Tarabya’da konuk olduğumuz sırada bir yönetmen olarak bilgisi ve deneyimleriyle
bana destek olan Diane Näcke’ye, kendisiyle her konuyu tartışabildiğim ve
bu süreci fotoğraflarıyla belgeleyen Viola Yeşiltaç’a, bu işimde bestelerini
kullanmama izin veren Angelika Niescier, Ignaz Schick ve Cymin Samawatie’ye
teşekkür ederim. Konuk sanatçı programları çerçevesinde bu projeye destek
olan Tarabya Kültür Akademisi’ne ve NRW Sanat Vakfı’na da özel bir teşekkür
borçluyum.
Jasmin İhraç (*Köln), Choreografin und Tänzerin,
lebt und arbeitet in Berlin. Nach ihrem Studium der
Soziologie an der Freien Universität Berlin studierte
sie Zeitgenössischen Tanz, Kontext und Choreografie
am Hochschulübergreifenden Zentrum Tanz in
Berlin (HZT). Ihre Stücke wurden u. a. an der
Volksbühne (Trois Voies), am Ballhaus Naunynstraße
(Mj’a sin – Verflechtungen), am HAU Hebbel am Ufer
(On Confluence) und am Maxim Gorki Theater in
Berlin, am IKSV Istanbul, am Alexandrinski Theater
St. Petersburg (iz-le), und am Palais de Tokyo in
Paris (On Speeches) gezeigt. Zudem arbeitete
Jasmin İhraç mit Isabelle Schad (Collective Jumps),
Alexandra Pirici (Fluids, Signals, Aggregate),
Taldans (DOKUMAN) und in Kollaborationen in
Deutschland, Frankreich und der Türkei. Sie erhielt
verschiedene Stipendien und Förderungen (Kunststiftung
NRW, Goethe-Institut), u. a. für ihr
Soloprojekt Sahman-Grenze-Kuş, das in Düsseldorf,
Athen, Marseille, Ankara, Berlin, Istanbul und Marrakesch
zu sehen war.
Jasmin İhraç war von September bis Dezember
2018 an der Kulturakademie Tarabya als eine der
ersten Stipendiat*innen, die sich initiativ über den
ersten Open Call im September 2017 beworben
hatten.
Jasmin İhraç (*Köln), koreograf ve dansçı. Berlin’de
yaşıyor ve çalışıyor. Berlin Özgür Üniversitesi’nde
sosyoloji eğitimi aldıktan sonra Berlin HZT’de
(Hochschulübergreifenden Zentrum Tanz-Üniversiteler
Arası Dans Merkezi) çağdaş dans ve koreografi
öğrenimi gördü. Çalışmaları Volksbühne (Trois Voies),
Ballhaus Naunynstraße (Mj’a sin – Verflechtungen),
HAU Hebbel am Ufer (On Confluence) ve Berlin,
Maxim Gorki Tiyatrosu’nda, İKSV İstanbul, St.
Petersburg Alexandrinski Tiyatrosu, (iz-le) ve Paris,
Palais de Tokyo’da (On Speeches) gösterildi. Jasmin
bunun dışında Isabelle Schad (Collective Jumps),
Alexandra Pirici (Fluids, Signals, Aggregate),
Taldans (DOKUMAN) gibi sanatçılarla da çalıştı ve
Almanya, Fransa ve Türkiye’de sanatçılarla ve çeşitli
kurumlarla işbirliği yaptı. Düsseldorf, Atina,
Marsilya, Ankara, Berlin, İstanbul ve Marakeş’te
sahneye konan Sahman-Grenze-Kuş adlı solo projesi
başta olmak üzere çalışmaları için çeşitli kurumlardan
(Kunststiftung NRW, Goethe Institut) burs ve
destek aldı.
Jasmin İhraç 2017 yılının Eylül ayında açık burs
çağrısı üzerinden başvuru yaparak Tarabya Kültür
Akademisi’nde Eylül ve Aralık 2018 tarihleri arasında
konuk sanatçı olarak kalmaya hak kazanan ilk
sanatçılardan biridir.
Nora Krahl
99
Stipendiat*innen 100
1
2
3
Konuk Sanatçılar Nora Krahl 101
4
Stipendiat*innen Nora Krahl 102
5
6
1–6 Nora Krahl, Gölge Kâğıt – SCHATTENPAPIER (Performance für Cello, Elektronik und tableauartige
Bilder / Çello, elektronik müzik ve tablolarla performans), 2018, mit Arbeiten von Sena Başöz /
Sena Başöz’ün işleriyle: Forough (Installation/Enstalasyon), 2018, Digitaldruck auf Vellumpapier,
Industrieventilator / Parşömen kâğıt üzerine dijital baskı, sanayi tipi vantilatör; In the Uncertain
Light of Single Certain Truth (Installation/Enstalasyon), 2017, Metall, Tüll / Metal, Tül, Fotos/
Fotoğraflar: Tankut Kılınç (1,2,3,5), Dawin Meckel (4), Victoria Tomaschko (6)
Konuk Sanatçılar Nora Krahl 103
Schatten
Ich arbeite als Cellistin, Komponistin und Regisseurin sehr häufig an den
Schnittstellen von Komposition, darstellenden Künsten, dem Einbezug
bestimmter Materialien und Kunst als Bühnenbild und Kostüm.
Das in Istanbul entstandene Werk Gölge Kâğıt – SCHATTENPAPIER für
performende CellistIn, Elektronik und Papier ist eine Reaktion auf Sena Başöz’
Soloausstellung On Lightness. Die in Istanbul lebende Künstlerin und langjährige
Kollaborateurin entwickelte bei meiner Ankunft in Tarabya gerade ihre Soloausstellung,
in der sie sich mit der Verarbeitung traumatischer Ereignisse
auseinandersetzte und neue Wege der Genesung und Regeneration suchte. In
vielen Gesprächen konnte ich an den gedanklichen und praktischen Entstehungsprozessen
teilhaben und sah ihre Arbeiten wachsen. Schon sehr früh
entstand dabei der Plan, dass ich ein Stück für ihre Ausstellung entwickeln
sollte, in dem das Material Papier eine zentrale Rolle spielen würde.
Als gedanklichen Ausgangspunkt wählte ich Walter Benjamins Textpassage
Angelus Novus, die er – inspiriert von Paul Klees gleichnamigem Bild –
nach Kriegsbeginn 1940 verfasste:
„Er hat das Antlitz der Vergangenheit zugewendet. Wo eine Kette von
Begebenheiten vor uns erscheint, sieht er eine einzige Katastrophe, die unablässig
Trümmer auf Trümmer häuft und sie ihm vor die Füße schleudert. Er
möchte wohl verweilen, die Toten wecken und das Zerschlagene zusammenfügen,
aber ein Sturm weht vom Paradiese her […].“ 1
Aus meiner Sicht ist der Lauf der Geschichte mit all ihren katastrophalen,
menschengemachten Ereignissen hunderte Male analysiert und in unzähligen
Büchern festgehalten worden, aber dennoch scheint die Menschheit sich zu
weigern, daraus zu lernen. Gefangen in der Welt der beengten Gedanken scheitern
die Versuche der Flucht aus dem immer wiederkehrenden Kreis der Handlungen.
Und dennoch eröffnet sich uns ein Pfad in die Zukunft: Im Angesicht
von Vergangenheit und Gegenwart bleiben nur die Hoffnung und der konstante
Versuch, den nicht endenden Kreislauf zu durchbrechen.
Sena Başözs Werke Forough (2018) und In the Uncertain Light of Single
Certain Truth (2017) bilden den visuellen Rahmen für meine Aufführung. Forough
setzt sich aus Porträts von über 1.000 ausgestopften Vögeln aus der Sammlung
1 Walter Benjamin: Über den Begriff der
Geschichte. Werke und Nachlass – Kritische
Gesamtausgabe, Bd. 19, hrsg. von Gérard Raulet,
Suhrkamp, Berlin 2010
Stipendiat*innen Nora Krahl 104
des Naturhistorischen Museums der Französischen Schule St. Joseph (Istanbul)
zusammen, die auf Vellum-Papier gedruckt von künstlichem Wind – hervorgerufen
durch Ventilatoren – in Bewegung gesetzt werden.
Wir schreiben Bücher, sammeln Tiere, klassifizieren sie, wir teilen die Welt
in Kategorien und packen diese in Boxen, wir versuchen, ihrer Herr zu werden.
Was bringen wir hervor? Ein unübersichtliches Konglomerat von Strukturen,
denen wir nicht entrinnen können, Wissen, das wir nicht nutzen können, und
politische Systeme, die sich von innen heraus selbst zerstören.
Ich verarbeite in meiner Komposition die Geräusche von zerreißendem
Papier in Kombination mit einem „geknebelten“ Cello, Vogelklänge, die in
Marschmusik übergehen, und fast bis zur Unkenntlichkeit verarbeitete Hitler-Zitate,
die in unserer Welt erschreckende Aktualität besitzen. Der zur Kreatur
verstümmelte Engel durchlebt tableauartige Bilder und baut so einen vielschichtigen
Rahmen für das musikalische Geschehen. Entstanden ist ein poetisches
und zugleich sehr politisches Werk, das Trauer und Verzweiflung über
den augenblicklichen Zustand unserer politischen Systeme ausdrückt, aber die
Hoffnung auf ein Lernen der Menschheit aufrechterhält.
Gölgeler
Bir çellist, besteci ve yönetmen olarak sık sık bestecilik ile gösteri sanatlarının
temas alanında çalışıyor, kullanılacak malzemeleri belirleme ve başlı başına bir
sanat olan dekor ve kostüm seçme işiyle uğraşıyorum.
İstanbul’da ortaya çıkan Gölge Kâğıt – SCHATTENPAPIER (Çello, Elektronik
ve Kâğıt) adlı performans Sena Başöz’ün On Lightness adlı solo sergisine
bir yanıt niteliğindedir. İstanbul’da yaşayan ve uzun yıllardır birlikte çalıştığım
sanatçı, Tarabya’ya geldiğim sırada, travmatik olaylarla başa çıkma süreçlerini
ele aldığı ve sağaltım ve yenilenme için yeni yollar aradığı solo sergisi üzerine
çalışmaya başlamıştı. Sayısız buluşma ve görüşme sırasında, düşünsel ve pratik
oluşum süreçlerine katılma fırsatı yakaladım ve çalışmalarının gelişimine tanık
oldum. Henüz çok erken bir aşamada, sergisi için, kâğıt’ın merkezi bir malzeme
rolü oynayacağı bir parça besteleme planı ortaya çıktı.
Walter Benjamin’in 1940’ta, savaş başladıktan sonra, Paul Klee’nin aynı
adlı tablosundan ilhamla kaleme aldığı metninin Angelus Novus pasajının bu
bestenin düşünsel hareket noktası olmasına karar verdim:
“[Y]üzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri o bir
felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne
Konuk Sanatçılar Nora Krahl 105
fırlatan bir felaket. Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek,
kırık parçaları yeniden birleştirmek… Ama Cennetten kopup gelen bir fırtına
[…]” 1 Bana göre tarihin seyri, insanların yol açtığı bütün felaketler yüzlerce kez
analiz edilmiş, sayısız kitapta ele alınmıştır ama yine de insanlık bu felaketlerden
ders çıkarmaya direnmektedir. Sınırlı düşüncelerin egemen olduğu bir dünyada
sıkışıp kalmış ve aynı eylemlerin sürekli tekrar ettiği bu kısırdöngüden kaçma
girişimleri başarısızlıkla sonuçlanır hep. Yine de önümüzde, geleceğe götüren
bir yol uzanır: Geçmişin ve geleceğin karşısında elimizde kalan tek şey, bu bitmek
bilmeyen kısırdöngüyü kırma umuduyla sürekli çabalamaktır.
Sena’nın Forough (2018) ve In the Uncertain Light of Single Certain Truth
(2017) adlı çalışmaları benim performansımın görsel çerçevesini oluşturuyor.
Forough İstanbul St. Joseph Fransız Lisesi’nin doğa tarihi müzesi koleksiyonundan
alınma 1000’den fazla doldurulmuş kuşun portresinden oluşuyor;
parşömen kâğıda basılı bu portreler, mekândaki vantilatörlerin oluşturduğu suni
rüzgârla uçuşuyor.
Kitaplar yazıyor, hayvan koleksiyonu yapıyor, onları sınıflandırıyoruz,
dünyayı kategorilere ayırıyor, kutulara taksim ediyor ve böylece onlara hakim
olmaya çalışıyoruz. Peki, ne üretiyoruz? Kaçıp kurtulamadığımız yapıların oluşturduğu
uçsuz bucaksız bir yığın, kullanamadığımız bir bilgi ve kendi kendilerini
tahrip eden siyasal sistemler.
Bestemde kâğıt yırtma seslerini, “boğuk” bir çello sesiyle, askeri marşlara
dönüşen kuş sesleriyle ve tanınmaz hale gelene kadar işlenmiş ve maalesef
ürkütücü raddede güncel olan Hitler alıntılarıyla birleştiriyorum. Sakatlanıp bir
yaratığa dönüştürülmüş olan melek tablo benzeri imgelere tanık olur ve bu tanıklığıyla
müzikal olay örgüsü için çok katmanlı bir çerçeve oluşturur. Böylece,
siyasal sistemlerin şu anki durumunun yol açtığı üzüntüyü ve çaresizliği ifade
eden ama insanlığın olan bitenden ders çıkaracağı umudunu da koruyan hem
şairane hem siyasal bir eser çıkar ortaya.
1 Benjamin, Walter, “Tarih Kavramı
Üzerine”, Son Bakışta Aşk, yay. haz. Nurdan
Gürbilek, çev. N. Gürbilek & Sabir Yücesoy,
Metis, 2006, s. 43.
Stipendiat*innen Nora Krahl 106
Nora Krahl, Regisseurin, Komponistin und Cellistin,
lebt in Berlin. Ihre Leidenschaft gehört der zeitgenössischen
Musik. Sie konzertierte weltweit bei
internationalen Festivals und arbeitet mit Ensembles
und Gruppen wie Ensemble Resonanz, Zeitkratzer,
The Octopus, She She Pop oder Opera Lab. 2016
feierte ihr erstes Musiktheater persona non grata
in New York Premiere. Zuvor hatte sie mit der
Regisseurin Karin Beier am Kölner und Hamburger
Schauspielhaus gearbeitet. Projekte mit Theaterkompositionen
führten sie nach Leipzig und an die
Columbia University, New York. Ein weiterer Fokus
ihrer Arbeit liegt auf der akustischen und elektronischen
Improvisation ebenso wie auf der Komposition
für Performances mit Film oder Tanz. Nora Krahl
erhielt Stipendien u. a. vom DAAD, von der Allianz
Kulturstiftung, der Kunststiftung NRW oder dem
Berliner Senat. Sie erhielt Residenzen in Istanbul,
New York, Kalifornien und Basel.
Nora Krahl war von März bis Mai 2018 Stipendiatin
der Kulturakademie Tarabya.
Berlin’de yaşayan yönetmen, besteci ve çellist Nora
Krahl’ın esas tutkusu çağdaş müzik. Dünya çapında
uluslararası festivallerde konser verdi ve Ensemble
Resonanz, Zeitkratzer, The Octopus, She She Pop ve
Opera Lab gibi grup ve topluluklarla çalıştı. İlk müzik
tiyatrosu eseri olan persona non grata prömiyerini
2016’da New York’ta yaptı. Daha önce de Köln
Tiyatrosu ve Hamburg Tiyatrosu’nda yönetmen Karin
Beier’le birlikte çalışmıştı. Tiyatro besteciliği
projeleri için Leipzig’de ve New York, Columbia
Üniversitesi’nde bulundu. Bir yandan da akustik ve
elektronik doğaçlama müzikle ilgilenmekte ve film
veya dans performansları için besteler yapmaktadır.
Nora Krahl DAAD, Allianz Kültür Vakfı, NRW Sanat
Vakfı ve Berlin Senatosu bursları gibi pek çok burs
kazanmıştır. İstanbul, New York, Kaliforniya ve
Basel’de konuk sanatçı olarak bulunmuştur.
Nora Krahl 2018’in Mart ile Mayıs ayları arasında
Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk sanatçısı olarak
İstanbul’daydı.
Philipp
107
Lachenmann
Stipendiat*innen Philipp Lachenmann 108
Konuk Sanatçılar Philipp Lachenmann 109
1
Stipendiat*innen Philipp Lachenmann 110
2
3
4
1 Philipp Lachenmann, AKM (Turkish Night): Präsentation der Videoinstallation im Rahmen der
Alumni-Veranstaltung STUDIO BOSPORUS / AKM (Turkish Night) adlı video enstalasyonun STUDIO
BOSPORUS etkinliğinde, Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart – Berlin, 21.11.2018
2 Atatürk-Kulturzentrum, Istanbul / Atatürk Kültür Merkezi, İstanbul, Foto / Fotoğraf: SALT
Research, Hayati Tabanlıoğlu Archiv / Arşivi
3 Atatürk-Kulturzentrum, Istanbul / Atatürk Kültür Merkezi, İstanbul 2013, Anonym / Anonim
4 Atatürk-Kulturzentrum, Istanbul / Atatürk Kültür Merkezi, İstanbul, Gezi-Proteste / Gezi
Protestoları 2013, Foto / Fotoğraf: SALT Research, Gültekin Çizgen Archiv / Arşivi
Konuk Sanatçılar Philipp Lachenmann 111
5
5 Produktion von AKM (Turkish Night) / AKM (Turkish Night) prodüksiyon çalışmaları, März / Mart
2018, Foto / Fotoğraf: Philipp Lachenmann
6 Philipp Lachenmann, AKM (Turkish Night): Präsentation der Videoinstallation im Rahmen der
Alumni-Veranstaltung STUDIO BOSPORUS / AKM (Turkish Night) adlı video enstalasyonun STUDIO
BOSPORUS etkinliğinde, Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart – Berlin, 21.11.2018
Stipendiat*innen Philipp Lachenmann 112
6
Konuk Sanatçılar Philipp Lachenmann 113
AKM (Turkish Night)
Das erste, was ich erblickte, als ich an meinem Ankunftstag in Istanbul, dem
1. März 2018, am Taksim-Platz, dem Herzstück der Bosporus-Metropole, aus der
U-Bahn die Treppe hochkam, war ein großes, rechteckiges, dunkles Gebäude
ohne Fassade, in dessen einsehbaren, leeren Räumen sich der Blick verlor wie in
einem Schwarzen Loch. Das Kulturzentrum AKM Atatürk Kültür Merkezi, in der
Bevölkerung „die Oper“ genannt. In den nächsten Tagen erfuhr ich, dass dieses
AKM im Kulturleben Istanbuls und im politischen Geschichtsverständnis der
Türkei eine zentrale und überaus prägende Rolle spielt(e).
Ein Aspekt meiner künstlerischen Praxis ist das Feld von Collective
Imagery/Collective Memory. Dabei interessiert mich besonders der Prozess, wie
Bilder, Formen und Kontexte im sozialen Raum entstehen und sich schließlich im
öffentlichen Bewusstsein implementieren können.
Das AKM-Erlebnis führte zum Initial-Motiv einer Folge aus drei zusammenhängenden
Projekten, der „T-Trilogie“, die ich von März bis August 2018 in
der Kulturakademie Tarabya konzipieren konnte. Die Trilogie besteht aus 1. AKM
(Turkish Night), 2. Highrise (Haciosman), 3. GTT (Göbekli Tepe_T) – künstlerisch-filmischen
Arbeiten, die um Begriffsfelder wie „Haus der Kultur“, „Haus
ohne Kultur“ und „Kultur ohne Haus“ kreisen. Von diesen Projekten ist – Stand
Ende 2019 – das AKM fertiggestellt, Highrise ist bereits gedreht und befindet
sich in der VFX-Postproduktions-Phase, die Filmaufnahmen zu GTT (Göbekli
Tepe_T) sind für den Herbst 2020 geplant.
AKM (Turkish Night) lässt sich so beschreiben: Vor dem Kulturzentrum
AKM bewegen sich Personen und Verkehr auf dem Taksim-Platz, während sich in
den leeren Räumen des zum Abriss freigegebenen, nun fassadenlosen Konzerthauses
ein fantastisch-psychedelisches Farbenspiel entwickelt und, von den
Passanten scheinbar unbemerkt, das Gebäude ein letztes Mal zu einem
rauschenden Leben erweckt.
In der kurzen Phase, in der die Fassade des AKM vollständig abgenommen,
das Gebäude selbst aber noch vorhanden war, entstanden die Filmaufnahmen
der verbliebenen architektonischen Struktur. In der Postproduktion baute dann
ein VFX Virtual Film Effects Studio die AKM-Architektur in 3D nach. Anschließend
wurde in das leere Gerippe des Konzerthauses digital eine komplexe
Choreografie von Licht- und Farbformen eingefügt, die sich an Geschichte und
Ereignissen sowohl des Gebäudes als auch der Stadt orientiert. Dieses Zusammenwirken
von Lichtspiel, Farbgestaltung und einem elaborierten Sound-Design,
in dem sich einzelne, auch politisch und historisch aufgeladene Räume
Stipendiat*innen Philipp Lachenmann 114
manifestieren, spiegelt das imaginäre Gedächtnis des AKM wider und bringt die
dem Abbruch geweihte Oper zu einer finalen, visuell wie akustisch funkelnden
Aufführung.
Referenzen sind unter anderem das alte filmische Verfahren der sogenannten
„Amerikanischen Nacht“ (auch Day For Night genannt) aus den 1930er
Jahren, bei dem das Filmbild, tagsüber gedreht, per Blendenveränderung so
dunkel gemacht wird, dass es bei Nacht aufgenommen zu sein scheint. Und
Goyas Radierung El sueño de la razón produce monstruos (The Sleep of Reason
Produces Monsters) von 1797.
Mit diesem Stück „bewegter Malerei“ nimmt AKM (Turkish Night) auch
Bezug auf die in der Türkei bedeutsame Farbsymbolik in der Konstruktion kollektiver
Bilder, aktuell (2019) ablesbar am groß angelegten Projekt des Präsidenten
Recep Tayyip Erdoğan, bei dem Türkis die bisherige Nationalfarbe Rot
zukünftig ersetzen soll. 1 Farben spielen schon seit alters her eine große Rolle in
Byzanz/Konstantinopel/Istanbul. So zum Beispiel beim sogenannten „Nika-Aufstand“
im Jahr 532, der schwersten Circus-Unruhe der Spätantike. Bei diesem
verbündeten sich die beiden großen Circus-/Stadt-Parteien der „Blauen“
(Veneti) und der „Grünen“ (Prasini), ursprünglich als antike „Fanclubs“
verschiedener Wagenlenker gegründet, und initiierten eine Volkserhebung
gegen Kaiser Justinian. Dieser rief das Volk schließlich unter dem Vorwand der
Versöhnung ins Hippodrom, ließ einen Teil der „Blauen“ zu seinen Gunsten
bestechen und befahl seinen Truppen ein Gemetzel an den übrigen „Blauen“
und den „Grünen“, bei dem 30.000 Menschen ums Leben kamen. 2
Neben seiner herausragenden kulturellen Bedeutung ist/war das
AKM auch ein wichtiges politisches Symbol der modernen laizistischen „Republik
Türkei“ unter Mustafa Kemal Atatürk und ihrer Hinwendung zum europäischen
Westen. In der Zeit der Gezi-Proteste 2013 machten Demonstranten
das damals renovierungsbedürftige AKM zum Zentrum ihres Widerstands – und
1 Vgl. Bülent Mumay, „Willkommen in der türkisen
Republik“, FAZ, 26.07.2018, www.faz.net/aktuell/
feuilleton/brief-aus-istanbul/brief-aus-istanbul-ueber-erdogans-lieblingsfarbe-15707803.html;
„new
color of the turkish state: turquoise“, 140journos,
01.08.2017, https://140journos.com/new-color-ofthe-turkish-state-turquoise-603f52b9f707
2 Zum Nika-Aufstand vgl. https://de.wikipedia.org/
wiki/Nika-Aufstand; www.g-geschichte.de/plus/
der-nika-aufstand
Konuk Sanatçılar Philipp Lachenmann 115
damit zum Hassobjekt der zunehmend autokratischen türkischen Regierung.
Mitte 2018 wurde es schließlich abgerissen, um einem Neubau Platz zu machen.
AKM (Turkish Night), 2018
4K Digital Video, Sound
Dauer: 13 Minuten
Sound: Anders Ehlin, Berlin
VFX: GATE11, München
AKM (Turkish Night)
İstanbul’a ayak bastığım 1 Mart 2018 tarihinde, metrodan inip yürüyen merdivenle
Boğaz metropolünün kalbi olan Taksim Meydanı’na çıktığımda karşıma
çıkan ilk şey, cephesi sökülmüş, büyük, dikdörtgen şeklinde, karanlık bir yapı
oldu, yapının dışarıdan görülen boş salonlarına bakarken bir karadeliğe bakar
gibi hissettim kendimi. Halk arasında “opera” adıyla anılan AKM – Atatürk Kültür
Merkezi. İlerleyen günlerde, AKM’nin İstanbul’un kültür hayatında ve Türkiye’nin
siyasal tarih anlayışında derin izler bırakmış merkezi bir rolü olduğunu öğrendim.
Collective Imagery / Collective Memory [Kolektif İmgelem / Kolektif Bellek]
sanatsal pratiğimde meşgul olduğum alanlardan biri. Özellikle, imgelerin, formların
ve bağlamların toplumsal uzamda ortaya çıkma ve nihayetinde kamusal
bilince yerleşme süreçleriyle ilgileniyorum.
2018 yılının Mart-Ağustos ayları arasında Tarabya Kültür Akademisi’nde
tasarladığım “T-Trilogie” adlı, birbirine bağlı üç projelik bir serinin ardındaki itici
güç de bu AKM deneyimi oldu. Triloji 1. AKM (Turkish Night), 2. Highrise (Haciosman),
3. GTT (Göbekli Tepe_T) adlı üç bölümden oluşuyor – “Kültür Merkezi”,
“Kültürsüz Merkez” ve “Merkezsiz Kültür” gibi kavramsal alanlar arasında
deveran eden sanat ve film çalışmaları bunlar. Bu projelerden, AKM –2019 sonu
itibariyle– tamamlanmış durumda, Highrise’ın çekimleri bitti ve VFX-postprodüksiyon
aşamasında, GTT’nin (Göbekli Tepe_T) çekimleri ise 2020 sonbaharında
başlayacak.
AKM (Turkish Night) kısaca şöyle tanımlanabilir. AKM’nin önündeki Taksim
Meydanı’nda insanlar ve trafik akıp giderken, yıkılmasına karar verilmiş ve
cephesi sökülmüş konser salonunun boş mekânlarında, yoldan geçenlerin belli
ki farkına bile varmadığı ve bu yapıya belki son kez can veren fantastik-psikedelik
ışık oyunları gözlemleniyor.
Stipendiat*innen Philipp Lachenmann 116
AKM’nin ön cephesinin tamamen söküldüğü ama yapının ayakta kaldığı o kısa
arada, mimari yapı filme çekildi. Postprodüksiyon aşamasında bir VFX Virtual
Film Effects Studio ile AKM-mimarisinin 3 boyutlu bir kopyası çıkarıldı. Daha
sonra, konser salonunun iskeletine, hem bu yapının hem de şehrin tarihini ve
olaylarını kılavuz edinen karmaşık bir ışık ve renk koreografisi dijital ortamda
eklendi. Siyasal ve tarihsel anlamlarla yüklü mekânların ortaya çıkmasını
sağlayan bu ışık oyunu, renklendirme ve ayrıntılı ses tasarımı etkileşimi, AKM’nin
hayali belleğini yansıtıyor ve yıkımına karar verilmiş operada, yapının hem görsel
hem akustik düzeyde parıldadığı bir son temsili sahneye koyuyor.
Burada, gündüz filme çekilen görüntülerin parlaklığı değiştirilerek koyulaştırıldığı
ve böylece gece çekilmiş gibi göründüğü, Amerikanische Nacht
(DayForNight adıyla da biliniyor) adlı 1930’larda çekilmiş filmde benimsenen
yaklaşım referans alınmıştır. Bir de Goya’nın 1797 tarihli, El sueño de la razón
produce monstruos (Aklın Uykusu Canavar Doğurur) adlı oyma baskısı.
Bu “hareketli tablo” unsuruyla AKM (Turkish Night) Türkiye’de kolektif
imgelerin inşasında önemli bir yeri olan renk simgeciliğine de atıfta bulunuyor -
bu renk simgeciliğinin (2019 itibariyle) en güncel örneklerinden biri, Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan’ın büyük ölçekli projesinde milli renk kabul edilen
kırmızının yerini turkuaz renginin alması. 1 Renkler ezelden beri Bizans/Konstantinopolis/İstanbul’da
önemli bir rol oynuyor. Örneğin geç antik dönemin en ağır
Circus-Çatışması olan 532 tarihli Nika Ayaklanması. Bu ayaklanmada, aslen
farklı arabacıların “taraftar takımları” olan “Maviler” (Veneti) ve “Yeşiller”
(Prasini) adındaki iki büyük şehir Circus’u güçlerini birleştirerek İmparator
Justinyanus’a karşı bir halk ayaklanması başlatmışlar. Bunun üzerine imparator
uzlaşma vaadiyle halkı hipodroma çekmiş, “Mavilerin” bir kısmını rüşvetle kendi
tarafına almış ve askerlerine geriye kalan “Mavileri” ve “Yeşilleri” katletmelerini
emretmiş ve sonunda 30.000 kişi katledilmiş. 2
1 Krş. Bülent Mumay, „Willkommen in der
türkisen Republik“, FAZ, 26.07.2018, www.
faz.net/aktuell/feuilleton/brief-aus-istanbul/brief-aus-istanbul-ueber-erdogans-lieblingsfarbe-15707803.html;
„new
color of the turkish state: turquoise“,
140journos, 01.08.2017, https://140journos.
com/new-color-of-the-turkish-state-turquoise-603f52b9f707
2 Nika-Ayaklanması için krş. https://
de.wikipedia.org/wiki/Nika-Aufstand;
www.g-geschichte.de/plus/der-nika-aufstand
Konuk Sanatçılar Philipp Lachenmann 117
AKM kültürel anlam ve öneminin yanı sıra, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu
modern laik “Türkiye Cumhuriyeti”nin ve onun Batı’ya dönmüş yüzünün de önemli
bir siyasal simgesi. 2013’teki Gezi ayaklanmaları sırasında göstericiler, o
zamanlar yenilenmek üzere kapatılmış AKM’yi direnişin merkezi haline getirmiş
ve böylece giderek otoriterleşen hükümetin nefret nesnesine dönüştürmüştü.
Yapı yeni bir inşaata yer açmak için 2018 yılının ortalarında yıkıldı.
AKM (Turkish Night), 2018
4K Dijital Video, Ses.
Süre: 13 dakika
Ses: Anders Ehlin, Berlin
VFX: GATE11, Münih
Philipp Lachenmann (*1963, München) machte
zunächst eine Ausbildung zum Architekturmodellbauer,
studierte dann Film an der Hochschule für
Film und Fernsehen sowie Kunstgeschichte und
Philosophie an der Ludwig-Maximilians-Universität,
München und absolvierte 2003 ein Postgraduiertenstudium
an der Kunsthochschule für Medien (KHM)
in Köln. Seine Werke waren u. a. auf der Shanghai-Biennale
(2004), im Museum K21, Düsseldorf
(2008), im Hamburger Bahnhof – Museum für
Gegenwart – Berlin (2010), in den Deichtorhallen
Hamburg (2011) und in der Pinakothek der Moderne,
München (2015) zu sehen. Seine filmischen Arbeiten
wurden u. a. auf den Filmfestivals MIT Short Film
Festival, Boston (2008), International Film Festival
Rotterdam (2009), Hong Kong International Film
Festival (2011), Jihlava International Documentary
Film Festival (2014) und dem Filmfestival Kino der
Kunst, München (2017) gezeigt. Er erhielt u. a. die
Förderungen Villa Massimo, Rom (2012), Cité des
Arts, Paris (2008) und Villa Aurora, Los Angeles
(2003). Er arbeitet in Berlin, Istanbul und Los
Angeles.
Philipp Lachenmann war von März bis August
2018 Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.
Philipp Lachenmann (1963, Münih) önce mimari
maket yapımı eğitimi aldı, ardından Film ve Televizyon
Yüksekokulu’nda (HFF) sinema ve Münih Ludwig
Maximilian Üniversitesi’nde sanat tarihi ve felsefe
öğrenimi gördü. 2003 yılında Köln’de bulunan Medya
için Yüksek Sanat Okulu’nda (KHM) lisansüstü
eğitimini tamamladı. Lachenmann’ın eserleri Şangay
Bienali’nde (2004), Düsseldorf, K21 Müzesi’nde
(2008), Berlin, Hamburger Bahnhof–Çağdaş Sanat
Müzesi’nde (2010), Hamburg, Deichtorhallen’de
(2011) ve Münih, Pinakothek der Modern’de (2015)
sergilendi. Film çalışmaları Boston, MIT Kısa Film
Festivali (2008), Uluslararası Rotterdam Film
Festivali (2009), Uluslararası Hong Kong Film
Festivali (2011), Uluslarası Jihlava Belgesel Film
Festivali (2014) ve Münih Kino der Kunst Film
Festivali (2017) gibi festivallerde gösterildi. Sanatçı
Roma, Villa Massimo Teşvik Bursu (2012), Paris, Cité
des Arts (2008), Los Angeles, Villa Aurora Bursu
(2003) gibi teşviklere layık bulunmuştur. Lachenmann
halen Berlin, İstanbul ve Los Angeles’ta
çalışmaktadır.
Philipp Lachenmann 2018 yılının Mart ile
Ağustos ayları arasında Tarabya Kültür Akademisi’nde
konuk sanatçı olarak bulunmuştur.
Andréas
118
Lang
Konuk Sanatçılar Andréas Lang 119
1
2
Stipendiat*innen Andréas Lang 120
3
4
Konuk Sanatçılar Andréas Lang 121
5
6
7
1 Ottoman Mechanic, Istanbul /
İstanbul 2018
2 Atatürk Republic Repair,
Istanbul / İstanbul 2018
3 Eski Van, Ostanatolien / Doğu
Anadolu 2018
4 Panorama 1453, Istanbul /
İstanbul 2018
5 Cathedral Portal, Kars 2018
6 The Re-Orientalization of
Taksim Square, Video-Installation
/ Video Enstalasyon, 4K,
24:18 Min. / dk, Ton, bedruckter
Stoff / Ses, Basılı Malzeme,
2. Kunst- und Kulturfestival,
Istanbul / 2. Sanat ve Kültür
Festivali, İstanbul 2018
7 Akthamar, Ostanatolien / Doğu
Anadolu 2018
Stipendiat*innen Andréas Lang 122
Visuelle Archäologie
Es beginnt mit einer Militärparade in Istanbul und endet in einer Ruinenlandschaft
in Ost-Anatolien.
Die Parade wird jedes Jahr in Istanbul zum „Tag des Sieges“ im sogenannten
Befreiungskrieg abgehalten (türkisch Kurtuluş Savaşı oder älteres
Türkisch İstiklâl Harbi). Der Krieg folgte auf den Zerfall und die Niederlage des
Osmanischen Reichs an der Seite Deutschlands im Ersten Weltkrieg. Es war ein
Unabhängigkeitskrieg der türkischen Nationalbewegung von 1919 bis 1923
unter der Führung Mustafa Kemal Paschas gegen die Besetzung und politische
wie wirtschaftliche Bevormundung durch die Westmächte und deren Alliierte.
Ziel war die Errichtung eines türkischen Nationalstaates, und aus Mustafa
Kemal Pascha wurde schließlich Atatürk.
Die Geister, sie ruhen nicht – das könnte man das Leitmotiv meines
Projekts nennen.
In meiner Arbeit (Fotografie, Video) betrachte ich Landschaften, Orte und
deren geschichtliche, auch mythologische Prägung. Man könnte es auch als
eine Art visuelle Archäologie bezeichnen, in der ich verschiedene Schichten
dieser Orte offenlege, manche sichtbar, manche unsichtbar, sie überlagern sich,
kollidieren mitunter, mit sozialen, politischen und ökologischen Realitäten. Die
Bilder befinden sich in einem Schwebezustand zwischen Vergangenheit und
Gegenwart, Realität und Imagination. Das Verborgene erscheint.
Geschichte und Erinnerungskultur sind in der Türkei identitätsbildend
und durchdringen alle Teile der Gesellschaft. Atatürk wird noch immer verehrt
und ist allgegenwärtig in Form von Gedenkfeiern, Denkmälern, Porträts in Werkstätten,
Schulen, Geschäften usw. Die aktuelle Regierung erweckt den Anschein,
dies nun geschichtlich überschreiben zu wollen, unter den Vorzeichen eines
national geprägten Islams und wiedererstehenden Osmanischen Reichs. Es wird
gebaut, es wurde abgerissen, die nächste Schicht einer Vergangenheit der
Zukunft ist bereits vorbereitet. Geschichtsbetrachtung findet oft als Inszenierung
statt und die verschiedenen Phänomene von Geschichts-Nostalgie sind
manchmal surreal oder im Stil von Themenparks à la Disneyland gehalten. Es ist
eine Erinnerungskultur, in der Aufarbeitung nicht stattfindet, sogar unerwünscht
ist; vor allem dem wird Bedeutung zugetragen, was einer nationalen
Identität im positiven Sinne zuträglich ist. Über die Verfolgung der Armenier*innen
breitet sich weiterhin ein Nebel des Schweigens und des Vergessens.
Der 24. April 1915 ist dabei ein schicksalhaftes Datum, an diesem Tag
Konuk Sanatçılar Andréas Lang 123
landeten in Gallipoli die Alliierten Streitkräfte – und am selben Tag begann die
Deportation der Istanbuler Armenier*innen, die deren landesweite Verfolgung
einleitete, ca. 1,5 Millionen Armenier*innen kamen dabei ums Leben. Einer der
Zeugen wurde Armin T. Wegener, ein deutscher Sanitäter in osmanischen
Diensten, der die Ereignisse im Osten fotografierte, obwohl darauf die Todesstrafe
stand. Er setzte sich ein Leben lang für Frieden und Menschenrechte ein,
wurde im Dritten Reich verfolgt und musste fliehen. Ein anderer Deutscher,
Rudolf Höß, war als Soldat ebenfalls in Mesopotamien, er wurde später der
Lagerkommandant von Auschwitz.
In den Landschaften Ost-Anatoliens findet man noch die stummen Zeugen
der armenischen Kultur und Religion, als Ruinen, Phantome der einstigen Anwesenheit,
wie die Kulissen eines Filmsets der vergangenen Tragödie. Die
Geschichte der Türkei ist komplex und voller Tragödien, nicht nur die der Minderheiten,
auch die der Türk*innen. Eine aktuelle ereignet sich in Syrien. Die
Geister, sie ruhen nicht!
Ich fotografierte in Istanbul, unternahm zwei Recherchereisen, nach
Çanakkale zu den Schlachtfeldern von Gallipoli und nach Ost-Anatolien in die
Gegenden von Kars und Van, in das armenisch-iranische Grenzgebiet. Als
Fremder mit einer Kamera wird man schnell verdächtigt und für einen Spion
gehalten, allerdings gilt das für viele Grenzregionen, nicht nur in der Türkei, und
ich erspare dem Leser, der Leserin eine abenteuerliche Anekdote. Der Weg zu
manchem Ort in abgelegenen Tälern war oft sehr beschwerlich und manchmal
nur über einen Ziegenpfad zu erreichen. In der Regel sind keinerlei Hinweise
oder Gedenktafeln zu finden, und oft musste ich alte Karten oder Reisebeschreibungen
zur Orientierung benutzen oder den Hodscha eines Dorfes aufsuchen,
der den Schlüssel zu einem verborgenen Gemäuer hatte. Andere, beispielsweise
die Ruinenstadt Ani, sind inzwischen für den Tourismus erschlossen und
jetzt UNESCO-Weltkulturerbe, die Stadtmauern werden renoviert und glattpoliert.
Ein anderes Kulturerbe, der jahrtausendealte Ort Hasankeyf, verschwindet
gerade in den Fluten eines Staudamm-Projekts.
1951 sollte die armenische Kirche zum Heiligen Kreuz auf der Insel
Akhtamar endgültig abgerissen werden, der türkisch-kurdische Schriftsteller
Yaşar Kemal machte darauf aufmerksam und rettete sie damit vor der Zerstörung.
Der Moment, als ich dort ankam, wird mir unvergesslich bleiben, unter
einem grauverhangenen Himmel lag ein leuchtender Regenbogen genau über
der Insel.
Stipendiat*innen Andréas Lang 124
Görsel Arkeoloji
İstanbul’da bir askeri geçit töreniyle başladı, Doğu Anadolu’daki bir harabe
manzarasında sonra erdi.
İstanbul’da her yıl, bağımsızlık savaşının (Kurtuluş Savaşı ya da eski Türkçesiyle
İstiklal Harbi) kazanıldığı “Zafer gününde” bir askeri geçit töreni düzenleniyor.
Kurtuluş Savaşı, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya safında savaşan
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve yenilgisinden sonra başladı. Mustafa
Kemal Paşa önderliğindeki Türk milli hareketinin 1919–1923 yılları arasında,
Batılı güçlerin ve müttefiklerinin işgaline ve hem siyasal hem iktisadi vesayetine
karşı sürdürdüğü bir bağımsızlık savaşıydı bu. Hedef, bir Türkiye ulus devleti
kurmaktı ve Mustafa Kemal Paşa da devlet kurulduktan sonra Atatürk olacaktı.
Hayaletler, durup dinlenmezler asla –projemin ana teması bu cümleyle
özetlenebilir.
Çalışmalarımda (fotoğraf ve video) belli manzaraları ve mekânları gözlemliyor,
bu yerlerin tarihte şekillenişi kadar mitolojide aldığı biçimlere de bakıyorum.
Bu mekânların çeşitli katmanlarını açığa çıkarıyorum, bazısı gizli bazısı
açıkça ortada olan bu katmanlar üst üste biniyor, birbirleriyle ve toplumsal,
siyasal ve ekolojik gerçekliklerle çakışıyor. Görüntüler geçmişle gelecek
arasında, gerçekle hayal arasında salınıp duruyor gizlenmiş olan görünür oluyor.
Türkiye’nin tarih ve hatırlama kültürü kimlik belirleyici bir güce sahip ve
toplumun bütün kesimlerine nüfuz etmiş durumda. Atatürk hâlâ büyük bir
hürmetle anılıyor ve iş yerlerinde, okullarda, mağazalarda vs. anma törenleri,
anıtlar, portreler formunda varlığını sürdürüyor. Şu anki yönetim ise, milli İslam
ve tekrar canlanan Osmanlı İmparatorluğu rüyası aracılığıyla eskisinin üzerine
yeni bir tarih yazmak ister gibi görünüyor. Hararetle yeni yapılar inşa ediliyor,
geçmiş tahrip edilmiş durumda ve gelecekteki geçmişin bir sonraki katmanı da
hazırda bekletiliyor. Tarih incelemeleri genelde mizansen şeklinde sunulur ve
tarih nostaljisinin çeşitli olguları bazen gerçeküstü bir hal alır ya da Disneyland
benzeri eğlence parkları tarzında olgular olarak ele alınır. Herhangi bir tamamlanmanın
gerçekleşmediği, hatta düpedüz istenmediği bir hatırlama kültürüdür
bu; milli kimliğe pozitif katkıda bulunan şeylere özel anlam yüklenir. Ermenilerin
gördüğü zulmün üzerini de bir sessizlik ve unutma sisi kaplamış durumda. 24
Nisan 1915 uğursuz bir tarih çünkü o gün, İttifak Devletleri’nin silahlı kuvvetleri
Gelibolu’ya çıktı – aynı gün, İstanbullu Ermenilerin sınır dışı edilmesine
başlanmış, ülke çapında Ermeni avı başlamış ve nihayetinde yaklaşık 1,5 milyon
Ermeni hayatını kaybetmişti. Bu olayın tanıklarından biri, Osmanlı’da sıhhiyeci
Konuk Sanatçılar Andréas Lang 125
olarak çalışan Alman Armin T. Wegner, Doğu’da olan bitenleri, idam cezası alma
tehlikesine rağmen fotoğrafladı. Yaşamını barışa ve insan haklarına adayan
Wegner 3. Reich döneminde zulüm görmüş ve ülkeden kaçmak zorunda kalmıştı.
Bir başka Alman, Rudolf Höß de Mezopotamya’da askerdi, daha sonra
Auschwitz’te kamp komutanı olacaktı.
Doğu Anadolu topraklarında Ermeni kültürü ve dininin sessiz tanıkları hâlâ
yerli yerinde, bir zamanlar orada yaşamış olanların hayaletleri olan harabeler
geçmişteki bir trajediyi konu edinen bir film setinin kulisleri adeta. Türkiye’nin
tarihi karmaşık ve trajedilerle dolu – sadece azınlıkların değil, Türklerin tarihi
de. Şu anda Suriye’de tarih yazılıyor. Hayaletler sükût etmiyor!
İstanbul’da oldukça çok çekim yaptım, iki kez araştırma gezisine çıktım –
Gelibolu’daki muharebe meydanlarını görmek için Çanakkale’ye ve Doğu Anadolu’ya,
Kars ve Van’daki Ermenistan-İran sınır bölgelerine gittim. Elinde fotoğraf
makinesiyle dolaşan bir yabancı hemen şüpheli bakışları üzerine çekiyor ve
casus olduğuna inanılıyor –aslında bu sadece Türkiye için geçerli değil, bütün
sınır bölgelerinde durum aşağı yukarı aynı ve macera dolu anekdotlarla okurların
vaktini çalmayacağım. Ücra bölgelerdeki yerleşim yerlerine ulaşmak genelde çok
zahmetliydi, bazı yerlere sadece keçi patikası misali dar yollardan geçerek gidiliyordu.
Çoğunda işaret tabelaları veya anıt plaketleri olmadığından sıklıkla eski
haritalara veya seyahat rehberlerine başvurmak zorunda kaldım, bazen de gizli
yerlerin anahtarını elinde bulunduran köy imamını bulmaya çalıştım. Ani harabeleri
gibi bazı yerler ise turizme kapanmış ve UNESCO dünya kültür mirası statüsüne
alınmış durumda, buralarda da kent surları elden geçirilip yenileniyor. Bir
başka kültür mirası olan binlerce yıllık Hasankeyf ise bir baraj projesi nedeniyle
yavaş yavaş sular altında kalıyor.
1951’de Ahdamar adasındaki Ermeni Kilisesi’nin yıkılmasına karar verilmiş
ama Türkiyeli Kürt yazar Yaşar Kemal kamuoyunun dikkatini konuya çekerek kiliseyi
yıkılmaktan kurtarmış. Kiliseye vardığım ânı hayatım boyunca unutmayacağım,
kurşun gibi ağır bir göğün altında uzanan adanın üzeri parlak bir gökkuşağıyla
kaplanmıştı.
Stipendiat*innen Andréas Lang 126
Andréas Lang begann seine künstlerische Arbeit in
Paris, heute lebt er in Berlin und beschäftigt sich
neben der Fotografie auch mit Videoinstallation.
Langs Bildzyklen befassen sich mit Landschaften
und deren verborgener Geschichte, u. a. mit der
geistig-kulturellen DNA Europas und der damit
einhergehenden Hegemonie. Sein letztes Langzeitprojekt
(2011–2016) über Kolonialismus in Zentralafrika
geht auf Fotografien und ein Tagebuch
seines Urgroßvaters zurück. Er erhielt zahlreiche
Auszeichnungen und Stipendien – u. a. 2017 das
Arbeitsstipendium Bildende Kunst der Berliner
Senatsverwaltung für Kultur und 2016 das Stipendium
AArtist in Residency des Auswärtigen Amts und
des Landesverbands Berliner Galerien. Seine
Arbeiten wurden u. a. auf der Lagos Biennale (2019),
im n.b.k. Berlin (2018), auf der Mercosul Biennale,
Porto Alegre, Brasilien (2017), im Deutschen
Historischen Museum, Berlin (2016), bei der Alfred
Ehrhardt Stiftung, Berlin (2016), im Münchner
Stadtmuseum (2013), im Haus der Fotografie,
Deichtorhallen, Hamburg (2011) und im Centre de
Cultura Contemporània de Barcelona (2007) gezeigt.
Andréas Lang war von September bis Dezember
2018 an der Kulturakademie Tarabya als einer der
ersten Stipendiat*innen, die sich initiativ über den
ersten Open Call im September 2017 beworben
hatten.
Andréas Lang sanatsal çalışmalarına Paris’te
başladı. Berlin’de yaşıyor ve fotoğrafçılığın yanı sıra
video enstalasyonlarıyla çalışıyor. Lang resim
serilerinde belli bölgeleri ve bu bölgelerin gizli
kalmış tarihlerini ele alıyor, örneğin Avrupa’nın
düşünsel-kültürel DNA’sına ve buna eşlik eden
hegemonyaya odaklanıyor. Sanatçı Orta Afrika’da
sömürgeciliği ele aldığı son uzun soluklu projesinde
(2011-2016) büyük büyükbabasının fotoğraflarından
ve günlüğünden yola çıkmış. Lang, Berlin Kültür
Kurulu Güzel Sanatlar Çalışma Bursu (2017), Dışişleri
Bakanlığı ve Berlin Galerileri Birliği’nin AArtist in
Residency Bursu (2016) başta olmak üzere çok
sayıda burs ve ödül kazandı. Çalışmaları dünyanın
pek çok yerinde toplu ve solo sergilerde sergilendi
– bunlardan bazıları: Lagos Bienali (2019), n.b.k.
Berlin (2018), Mercosul Bienali, Porto Alegre/
Brezilya (2017), Alman Tarih Müzesi, Berlin (2016),
Alfred Ehrhardt Stiftung, Berlin (2016), Münih Şehir
Müzesi (2013), Haus der Fotografie, Deichtorhallen,
Hamburg (2011) ve Centre de Cultura Contemporània
de Barcelona (2007).
Andréas Lang 2017 yılının Eylül ayında açık burs
çağrısı üzerinden başvuru yaparak Tarabya Kültür
Akademisi’nde Eylül ve Aralık 2018 tarihleri arasında
konuk sanatçı olarak kalmaya hak kazanan ilk
sanatçılardan biridir.
Julia
127
Lazarus
Stipendiat*innen Julia Lazarus 128
1
2
Konuk Sanatçılar Julia Lazarus 129
3
4
Stipendiat*innen Julia Lazarus 130
5
6
Konuk Sanatçılar Julia Lazarus 131
7
1–8 Filmstills aus Julia Lazarus’ Film Northern Forests / Julia Lazarus’un Northern Forests filminden
kareler, TR/D, 2019
Stipendiat*innen Julia Lazarus 132
Northern Forests
Es war bereits dunkel, als ich im Mai 2019 in Istanbul landete, und es regnete in
Strömen. Mein Flug war nicht – wie gebucht – am Atatürk Airport gelandet,
sondern auf den gerade erst eröffneten neuen Flughafen umgeleitet worden.
Offen gestanden hatte ich nicht erwartet, dass dieser Flughafen so schnell
fertig werden würde. Mit 7.660 Hektar ist das neue Istanbuler Flughafendrehkreuz
fünfmal so groß wie der neue Flughafen von Berlin, der schon seit 13
Jahren im Bau ist – mit nach wie vor unklarem Eröffnungsdatum. Doch offensichtlich
funktionieren die Dinge in der Türkei anders.
Nur drei Jahre zuvor, bei meinem ersten Aufenthalt in Istanbul als Stipendiatin
der Stadt Berlin, war gerade mit dem Bau des Flughafens begonnen
worden. 50 Kilometer nordwestlich von Istanbul an der Küste des Schwarzen
Meers gelegen, wurden für seine Errichtung 6.172 Hektar Waldfläche – über 2,5
Millionen Bäume – gerodet und gefällt, 660 Hektar Seeflächen – mehr als 70
Seen, Teiche und Tümpel – trockengelegt und verfüllt, 296 Hektar Weideland
und andere landwirtschaftliche Nutzflächen enteignet und versiegelt und die
Bewohner*innen vertrieben.
Gegenwärtig steht der internationale Flugverkehr aufgrund seiner klimaschädlichen
Wirkung weltweit in der Kritik, und auch aus anderen Gründen
stößt der Bau eines neuen Flughafens meistens auf großen Widerstand aus der
Bevölkerung, so auch in der Türkei. 2016 lernte ich eine Gruppe von Aktivist*innen
kennen, die über viele Jahre versuchten, mit kreativen Interventionen
die negativen Nebeneffekte der gigantischen Bauvorhaben an der
Schwarzmeerküste auf die Bevölkerung und die Flora und Fauna der Region
öffentlich zu machen.
Der neue Istanbuler Flughafen liegt unmittelbar neben einem Wasserund
Naturschutzgebiet, nur 2,5 Kilometer östlich des Terkos-Sees, der 22
Prozent des Trink- und Brauchwassers für Istanbul liefert. Es ist wahrscheinlich,
dass Fremdstoffe im abzuleitenden Oberflächenwasser des Flughafens
diese Wasservorräte kontaminieren werden. Das gesamte Gebiet ist Heimat
vieler endemischer Tier- und Pflanzenarten, die durch die zunehmende
Bebauung vom Aussterben bedroht sind. Das erweiterte Einzugsgebiet des
Sees, das nun teilweise großflächig versiegelt wurde, bot bislang Rastgebiete
für Zugvögel, vor allem Weißstörche, die im Frühjahr den Bosporus kreuzen und
parallel zum Schwarzen Meer nach Norden fliegen. Dadurch ergeben sich nicht
nur Störungen für die Zugvögel, es besteht auch eine beachtliche Gefahr für
den Flugverkehr durch Vogelschlag.
Konuk Sanatçılar Julia Lazarus 133
Gemeinsam mit den Anwohner*innen vor Ort versuchten die Aktivist*innen von
Kuzey Ormanları Savunması (Northern Forest Defense) den Widerstand zu organisieren.
Mit meiner Kamera folgte ich der Gruppe auf ihren Reisen in die nördlichen
Wälder, zu den Bewohner*innen der Dörfer am Schwarzen Meer und den
riesigen Baustellen, die diese Dörfer einkesselten. Die Aktivist*innen nahmen
mich mit zu den offenen Foren in Dorfcafés – auf denen sie mit den Anwohner*innen
darum rangen, gemeinsame Ziele zu formulieren –, zu großen und
kleinen Demonstrationen auf dem Land wie in der Stadt und zu öffentlichen
Environmental Assessment Meetings, auf denen die Bauherren und Anwohner*innen
sichtbar aneinandergerieten. Am Ende kehrte ich mit über 40 Stunden
Material nach Berlin zurück, in der Absicht, daraus einen Film zu schneiden.
Diesen Film konnte ich 2019 dank des Stipendiums und der Produktionsförderung
der Kulturakademie Tarabya fertigstellen. Ich hoffe, dass er in den
kommenden Jahren auf möglichst vielen Festivals zu sehen sein wird.
Der Film Northern Forests erzählt in erschreckend schönen Bildern, wie
die vorherrschende profitorientierte Wirtschaftsweise zu einer dauerhaften
Zerstörung der gemeinsamen Lebensgrundlagen von Mensch und Natur führt.
Er erzählt aber auch von einer kleinen Gemeinschaft, die trotz der Übermacht,
der sie gegenübersteht, nicht bereit ist aufzugeben und sich entschlossen hat,
lieber der eigenen Angst aktiv entgegenzutreten, anstatt in Schweigen zu
versinken.
Die Kulturakademie ist vielleicht die perfekteste Umgebung, die es gibt,
um konzentriert zu arbeiten. Die engmaschige Betreuung und die Möglichkeiten,
die mir das dortige Team eröffnet hat, haben den Aufenthalt sicherlich zu einem
der schönsten Stipendienaufenthalte gemacht, die ich je hatte. Besonders
gefreut habe ich mich, dass mir Pia Entenmann und Lena Alpozan einen Kontakt
zu den Fernsehsendungen Showcase (TRT) und ttt – titel, thesen, temperamente
(ARD) vermittelt haben, wodurch das Anliegen der Protagonist*innen des
Films eine noch größere Öffentlichkeit erhielt. Leider war mein Aufenthalt
diesmal stark überschattet von der aktuellen politischen Lage, die auch meine
Freund*innen in Istanbul und die Protagonist*innen des Films mehr und mehr
betrifft. Daher war ich trotz allem auch sehr erleichtert, als ich nach vier
Monaten wieder in Berlin landete. Nicht ahnend, dass ich schon wenige Wochen
später auf Vermittlung der Kulturakademie Tarabya als Jurymitglied des
Bozcaada International Festival of Ecological Documentary dorthin zurückkehren
würde. Es scheint also, als würde ich der Türkei auch in Zukunft
verbunden bleiben.
Stipendiat*innen Julia Lazarus 134
Northern Forests
2019 yılının Mayıs ayında İstanbul’a vardığımda hava kararmış, bardaktan boşanırcasına
yağmur yağıyordu. Uçağım –önceden ayarlandığı gibi– Atatürk Havalimanına
iniş yapmadı, yeni açılmış yeni havalimanına yönlendirildi. Doğrusunu
söylemek gerekirse, bu havalimanının bu kadar çabuk bitirileceğini tahmin etmemiştim.
Yeni havalimanı 7660 hektarlık alanıyla, inşaatı 13 yıldır süren –ve açılış
tarihi henüz açıklanmamış– yeni Berlin havalimanının beş katı büyüklüğünde.
Belli ki Türkiye’de işler farklı işliyor.
Bundan sadece üç yıl önce, Berlin Belediyesi’nin bursuyla ilk kez İstanbul’a
geldiğimde, yeni havalimanının inşaatına henüz başlanmıştı. İstanbul’un
50 kilometre kuzeybatısında, Karadeniz kıyısında bulunan havalimanının inşaatı
için 6172 hektar orman alanı –yaklaşık 2,5 milyon ağaç– yok edilmiş, 700’den
fazla dere, göl ve gölet kurutulup doldurulmuş, 296 hektar çayırlık ve zirai alan
istimlak edilerek mühürlenmiş ve orada yaşayanlar yerlerinden edilmişti.
Uluslararası hava trafiği, iklim üzerindeki zararlı etkileri nedeniyle dünya
çapında eleştirilerin hedefinde ve her ülkede büyük bir havalimanı inşa etme
girişimleri, başka nedenlerle de halkın tepkisine yok açıyor – Türkiye’de de
durum farklı değil. 2016’da, uzun yıllardır Karadeniz kıyısındaki bu devasa inşaat
projesinin halk üzerindeki, bölgenin bitki örtüsü ve hayvan nüfusu üzerindeki
olumsuz etkilerini yaratıcı müdahalelerle kamuya duyurmaya çalışan bir aktivistler
grubuyla tanıştım.
Yeni İstanbul Havalimanı, İstanbul’un içme suyunun yüzde 22’sini sağlayan
Terkos gölünün 2,5 kilometre doğusunda, bir su havzaları ve doğa koruma alanının
hemen yanı başında uzanıyor. Havalimanından yönlendirilen yüzey sularındaki
yabancı maddelerin bu su kaynaklarını kirletme ihtimali çok yüksek. Bu bölgenin
tamamı, giderek artan imar projeleri nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya
olan çok sayıda endemik hayvan ve bitki türüne ev sahipliği yapıyor. Halihazırda
büyük bölümü kurutulmuş olan gölün genişletilmiş drenaj alanı şimdiye kadar
göçmen kuşların, özellikle de bahar aylarında Boğaz’ı aşıp Karadeniz üzerinden
kuzeye uçan leyleklerin konaklama alanıydı. Drenaj alanının genişletilmesi sadece
göçmen kuşların huzurunu bozmuyor, bir yandan da, kuşların uçaklara çarpması
ihtimali hava trafiği açısından büyük bir tehlike teşkil ediyor.
Kuzey Ormanları Savunması o bölgede yaşayan insanlarla birlikte bir
direniş örgütlemeye çabalıyor. Kuzey ormanlarına, Karadeniz kıyısındaki köylerde
yaşayanlara ve bu köylerin etrafını sarmış devasa inşaat arsalarına giden bu
aktivistlere kameramla eşlik ettim. Beni köy kahvelerinde düzenledikleri ve köy
sakinleriyle birlikte ortak hedefler belirlemeye çalıştıkları açık forumlara, kırsal
Konuk Sanatçılar Julia Lazarus 135
bölgelerde ve kentlerde düzenlenen küçük ya da büyük gösteri yürüyüşlerine ve
inşaat sahipleriyle bölge sakinlerinin kavgaya tutuştuğu kamuya açık çevresel
etki değerlendirme toplantılarına götürdüler. Elimde filmde kullanılacak toplam
40 saatten uzun bir malzemeyle Berlin’e döndüm. Bu filmi Tarabya Kültür Akademisi’nin
bursu ve prodüksiyon desteğiyle 2019’da tamamladım. İlerleyen yıllarda
çok sayıda festivalde gösterileceğini umut ediyorum.
Northern Forests filmi insanı dehşete düşürecek güzellikte görüntülerle
kâr odaklı egemen ekonomik sistemin insanların ve doğanın ortak yaşam alanlarını
daimi bir şekilde tahrip edişini anlatıyor. Öte yandan, karşılarındaki üstün güce
rağmen pes etmeye yanaşmayan ve sessizlik içinde sinmek yerine kendi korkularının
üzerine gitmeye karar veren küçük bir topluluğun öyküsünü de anlatıyor.
Tarabya Kültür Akademisi, odaklanarak çalışmak için mükemmel bir ortam
sunuyor. Akademi ekibinin sürekli ilgisi ve bana sundukları olanaklar sayesinde,
hayatımdaki en güzel burs deneyimlerinden birini yaşadım. Beni Showcase (TRT)
ve ttt – titel, thesen, temperamente (ARD) adlı televizyon programlarıyla iletişime
sokan ve böylece filmin kahramanlarının daha da büyük bir kitleye ulaşmasına
yardımcı olan Pia Entenmann ve Lena Alpozan, yardımlarıyla beni çok mutlu
ettiler. Maalesef, konuk sanatçı olduğum dönem, İstanbul’daki dostlarımı ve
filmin kahramanlarını giderek daha da çok mağdur eden güncel politik durumun
gölgesinde kaldı. Dört ay sonra Berlin’e döndüğümde her şeye rağmen kendimi
çok rahatlamış hissettim. Tabii o zaman, sadece birkaç hafta sonra, Goethe-Institut
aracılığıyla Bozcaada Ekolojik Film Festivali’nin jürisine katılmak üzere
ülkeye geri döneceğimi bilmiyordum. Görünüşe göre, gelecekte de Türkiye’yle
bağım hiç kopmayacak.
Julia Lazarus ist Filmemacherin, Künstlerin und
Kuratorin. Sie studierte an der Hochschule der Künste,
Berlin und am California Institute of the Arts, Los
Angeles. Ihre Filme und Videos wurden auf zahl reichen
internationalen Filmfestivals und in Ausstellungen
gezeigt. 2019 organisierte sie das erste Radical Film
Network Meeting in Berlin. 2016 kuratierte sie
Undisciplinary Learning. Remapping the aesthetics of
resistance in Kooperation mit District, Berlin sowie
2014/15 zwei Ausstellungen zu Die Ästhetik des
Widerstands von Peter Weiss in Wien und Berlin.
Außerdem engagiert sie sich seit vielen Jahren in
kulturpolitischen Netzwerken, wie zuletzt bei „Haben
und Brauchen“.
Julia Lazarus war von Mai bis August 2019
Stipendiatin der Kulturakademie Tarabya.
Julia Lazarus film yapımcısı, sanatçı ve küratör.
Berlin Sanat Akademisi’nde ve Los Angeles’taki
Kaliforniya Sanat Enstitüsü’nde öğrenim gördü.
Filmleri ve videoları sayısız uluslararası festivalde ve
sergide izleyici karşısına çıktı. 2019’da Almanya’nın
Berlin kentinde Radical Film Network Meeting’in ilkini
düzenledi. 2016’da District, Berlin’le birlikte Undisciplinary
Learning. Remapping the aesthetics of
resistance adlı serginin, 2014/15’te Viyana ve
Berlin’de Peter Weiss’ın Direnmenin Estetiği’ni temel
alan iki serginin küratörlüğünü üstlendi. Son yıllarda
Berlin’de “Haben und Brauchen” gibi kültür politikalarına
eğilen sanatçı gruplarıyla çalışıyor.
Julia Lazarus Mayıs-Ağustos 2019 tarihleri
arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk
sanatçısı olarak İstanbul’da bulundu.
Ulla Lenze
136
Konuk Sanatçılar Ulla Lenze 137
Der Empfänger
Während meiner Zeit in Tarabya arbeitete ich an den letzten Kapiteln meines
Romans Der Empfänger. Der Roman handelt von der Geschichte der Deutschen
in Amerika während des Zweiten Weltkriegs und erzählt von politischer
Verstrickung fernab der Heimat.
New York, Mai 1939
Lauren hielt sich selbst fest, die Hände überkreuz an den Schultern, während
sie seine Wohnung inspizierte. „Das ist ja unglaublich!“, rief sie zwischendurch.
„Wie du wohnst. So was habe ich noch nie gesehen!“
Ein Mädchen. Nein, eine Frau. Eine junge Frau, die, nachdem sie die Schuhe
ausgezogen hatte, genauso groß war wie er.
Sie schaute sich um, offensichtlich gewillt, anhand der Wohnung etwas über ihn
zu verstehen. „Du lebst sehr einfach“, stellte sie schließlich fest. „Du hast nicht
einmal Bilder an den Wänden. Wieso hast du keine Bücher?“
Er zog unter den Fachzeitschriften zum Amateurfunk Thoreau hervor und hörte
ein langes Seufzen. Er wagte nicht zu fragen, was es bedeutete – Anerkennung?
„Meine Mutter vergöttert ihn.“
„Er war mir früher mal sehr wichtig“, milderte er die Tatsache ab, dass er eigentlich
nichts anderes als Thoreau hier stehen hatte.
„Gandhi hat seine Ideen von Thoreau“, sagte Lauren nachdenklich. Und
schüttelte dann den Kopf. „In Indien mag das vielleicht funktionieren.“
„Sitzt Gandhi nicht im Gefängnis?“
„Zur Zeit nicht. Aber er hat gerade wieder gefastet. Mit Erfolg. Sie tun dann
alles, was er will.“
„Du scheinst ihn nicht zu mögen.“
„Er hat den Juden in Deutschland gewaltfreien Widerstand empfohlen. Manche
Menschen halten ihre Ideen über die Wirklichkeit für realer als die Wirklichkeit
selbst.“
Er zeigte ihr ein anderes Buch, Der Radio-Amateur von Dr. Eugen Nesper. „Das
Buch ist vor fünfzehn Jahren in Berlin erschienen. Da setzte der drahtlose
Amateurbetrieb gerade erst ein. Wurde als Wunder gefeiert!“
Sie blätterte lächelnd in dem Buch. Blieb bei einer Zeichnung hängen, eine
Blockhütte in einem Gebirge. Ein Mann stand davor, mit Kopfhörern, ein Kabel
lief von den Hörern in die Hütte zurück.
Stipendiat*innen Ulla Lenze 138
„Kannst du mir das bitte übersetzen?“, fragte Lauren und zeigte auf die
Bildunterschrift.
„Mit ausgebreiteten Armen, den Blick zu den Sternen gerichtet, empfängt er im
nächtlichen Dunkel, fern von den Kulturzentren der Menschen, die Nachrichten
der Welt, gleichsam wie eine Äthermusik.“
Lauren lachte. „Das bin ich in den Catskill-Mountains. Völlig abgeschieden von
jeder Kultur. Und was steht hier?“
Er war sich sicher, dass sie dort mehr Kultur hatte als die meisten Menschen in
New York City, die vor Existenzkämpfen nicht links und rechts gucken konnten.
Er schob, während er weiter übersetzte, mit dem Fuß eine Ausgabe von Social
Justice unter den Couchtisch:
„Inzwischen hat die gedruckte Zeitung als Nachrichtenübertragungsmittel
breitesten Eingang gefunden. Ihr Nachteil ist jedoch die Unmöglichkeit, die
Nachrichten sofort quasi in statui nascendi zu verbreiten; sie kann dies stets
nur mit einer gewissen zeitlichen Verschiebung bewirken. Eine derartige Zeitung
ist also eigentlich nie vollkommen aktuell.“
„Die Zeitungen werden irgendwann sterben, weil das Radio schneller ist. Und
was steht hier?“
„Da werden die Aufgaben des Radios beschrieben.“
„So so. Was sind denn die Aufgaben des Radios, Mr. Klein?“
„Verbreitung von Wirtschaftsnachrichten, Übertragung von Predigten und
Gebeten, Musikübertragung von Opern (ohne Husten und Niesen), Wetterdienst,
Warnung vor Stürmen, Musikübertragung für Fabriksäle, Bergwerke,
Krankenhäuser, Übertragung von politischen Reden, Förderung der Völkerversöhnung.“
„Musik ohne Husten und Niesen, ja, 1924 war das wohl noch eine Sensation.
Darf ich?“
Sie schaltete das Gerät an und drehte am Frequenzrad. Rissige Haut an den
Fingernägeln. Wie seine Mutter, die jahrelang in der Küche einer Gaststube
gearbeitet hatte. Mit einer Bürste versuchte sie jede Nacht, alles zu entfernen,
was sich unter ihren Fingernägeln festgesetzt hatte. Ob Lauren im Krankenhaus
ihre Hände derart schrubben musste?
„Wenn Krieg ist, werden wir nicht mehr außerhalb des Landes funken dürfen“,
sagte sie.
„Es gibt keinen Krieg.“ Der Satz rutschte ihm raus. „Das ist nur antideutsche
Propaganda.“ Max sagte es immer, Josef widersprach dann, glaubte er
zumindest, und nun sagte er es selbst. Lauren legte den Kopf schief, wie um ihn,
den Idioten, besser betrachten zu können.
Konuk Sanatçılar Ulla Lenze 139
„Und die Aufrüstung?“
Er zögerte.
„Das kann ich nicht beurteilen. Ich bin viele Jahre nicht dort gewesen.“
„Was spielt das für eine Rolle?“
„Keine“, sagte er widerwillig.
Alıcı
Tarabya’da kaldığım dönemde Der Empfänger (Alıcı) adlı romanım üzerinde
çalıştım. Roman II. Dünya Savaşı sırasında Amerika’da yaşayan Almanları ve
anavatanlarından uzakta dahil oldukları politik karmaşayı ele alıyor.
New York, Mayıs 1939
Lauren, ellerini omuzlarında çaprazlayarak adamın evini teftiş ederken kendine
sıkıca tutunuyor gibi görünüyordu. “İnanılmaz!” diye bağırdı arada. “Ne biçim
yaşıyorsun. Böylesini de hiç görmemiştim!”
Bir genç kız. Hayır, bir kadın. Ayakkabılarını çıkardıktan sonra boyu adamınkiyle
eşitlenen bir genç kadın.
Etrafına bakındı, belli ki evin haline bakarak adam hakkında bir şeyler öğrenmek
istiyordu. En sonunda “Çok sade bir yaşam sürdürüyorsun”, dedi. “Duvarlara
tablo bile asmamışsın. Neden hiç kitabın yok?”
Adam amatör radyoculuk dergilerinin altındaki Theoreau kitabını çekip çıkarınca,
kadının nefesini tuttuğunu duydu. Bunun ne anlama geldiğini sormaya cesaret
edemiyordu –onu tasvip mi ediyordu?
“Annem ona bayılır.”
“Eskiden ben de çok önem verirdim,” diyerek, evde aslında Thoreau’dan başka
kitabı olmadığı gerçeğini yumuşatmaya çalıştı.
Lauren “Gandhi de bütün fikirlerini Thoreau’dan almış,” dedi düşünceli bir
tavırla. Sonra başını salladı. “Belki Hindistan’da işe yarar bunlar.”
“Gandhi hapiste değil mi?”
“Şu anda değil. Ama geçenlerde yine açlık grevine başladı. Ve başarılı oldu. Açlık
grevine gidince her talebine karşılık veriyorlar.”
“Ondan pek hoşlanmıyor gibisin.”
“Almanya’daki Yahudilere pasif direnişte bulunmalarını önerdi. Bazıları gerçeklik
hakkındaki fikirlerinin, gerçekliğin kendisinden daha gerçek olduğunu zannediyorlar.”
Stipendiat*innen Ulla Lenze 140
Kadına başka bir kitap gösterdi, Dr. Eugen Nesper’in Amatör Radyocu adlı kitabını.
“Bu kitap on beş yıl önce Berlin’de yayımlandı. O zamanlar amatör telsizcilik
daha yeni yeni yaygınlaşıyordu. Herkes bunun bir mucize olduğunu düşünüyordu!”
Kadın gülümseyerek kitabın sayfalarını çevirdi. Bir tepenin üzerinde ahşap bir
kulübe resminin olduğu bir sayfada duraksadı. Kulübenin önünde, kulaklık
takmış bir adam duruyordu, kulaklığın ucundaki kablo kulübenin içinde gözden
kayboluyordu.
Lauren resmin altındaki yazıyı işaret ederek “Şunu çevirebilir misin?” diye sordu.
“Kollarını kocaman açmış, gözlerini yıldızlara dikmiş, gecenin zifiri karanlığında,
insanların kültür merkezlerinden uzakta dünyadan haberleri dinliyordu, semavi
bir müzik dinler gibi.”
Lauren güldü. “Benim Catskill-Mountains’daki halim bu. Her tür kültürden
tamamen ayrı düşmüş. Peki, burada ne yazıyor?”
Adam kadının orada, varoluş mücadelesinden sağına soluna bakacak takati
kalmayan her New York City sakininden daha fazla kültüre maruz kaldığına
emindi. Metni tercüme ederken Social Justice dergisinin bir sayısını ayağıyla
sehpanın altına doğru itti:
“Basılı gazete, en çok insana ulaşan haber kaynağı oldu. Ancak gazetenin de
haberleri hemen anında, adeta in statu nascendi [ortaya çıktığı anda] verememek
gibi bir dezavantajı var; daima bir gecikmeyle aktarabilir haberleri. Dolayısıyla,
böyle gazete hiçbir zaman tamamen güncel olamaz.”
“Radyo çok daha hızlı olduğu için, gazeteler önünde sonunda ortadan kalkacak.
Peki, burada ne diyor?”
“Bir radyonun görevleri tarif ediliyor.”
“Öyle demek. Peki, neymiş radyonun görevleri, Mr. Klein?”
“Ekonomi haberlerini vermek, vaaz ve dua yayını, operalardan müzik yayını
(öksürük aksırık sesi olmadan), hava durumu, fırtına uyarısı, fabrikalar, maden
ocakları, hastaneler için müzik yayını, politik sohbetler, uluslararası barışın
teşvik edilmesi.”
“Öksürüksüz aksırıksız müzik demek, 1924’te de büyük heyecan yaratmıştı bu.
İzin verir misin?”
Aygıtı açıp frekans düğmesini çevirmeye başladı. Parmak uçları nasırlıydı.
Yıllarca bir lokantanın mutfağında çalışmış olan annesininkiler gibi. Her gece
eline bir fırça alıp tırnak aralarına yerleşmiş kirleri temizlerdi. Acaba Lauren da
hastanede çalışırken tırnaklarını böyle fırçalamak zorunda kalıyor muydu?
“Savaş çıktığında ülke dışında yayın yapamayacağız,” dedi kadın.
Konuk Sanatçılar Ulla Lenze 141
“Savaş falan olmayacak.” Bu cümle ağzından bir anda çıkıvermişti. “Almanya
karşıtı propaganda bu.” Max hep bunu der durur, Josef de ona karşı çıkardı, ya
da o öyle olduğuna inanırdı ve şimdi kendisi de aynı şeyi söylüyordu. Lauren,
sanki kendisini, bu Budalayı daha iyi görebilmek için başını yana eğdi.
“Peki, silahlanmaya ne diyorsun?
Adam duraksadı.
“Bu konuda bir yargıya varamam. Orada bulunmayalı yıllar oldu.”
“Bunun ne önemi var ki?”
“Hiç”, dedi adam istemeye istemeye.
Ulla Lenze (*1973, Mönchengladbach) studierte
Musik und Philosophie in Köln und lebt heute in
Berlin. Ihr Debütroman Schwester und
Bruder (DuMont 2003) wurde mehrfach ausgezeichnet,
u. a. mit dem Jürgen-Ponto-Preis für den
besten Debütroman und beim Klagenfurter Bachmann-Wettbewerb.
2008 erschien im Ammann Verlag
der Roman Archanu, 2012 folgten in der Frankfurter
Verlagsanstalt der Roman Der kleine Rest des Todes
und 2015 der Roman Die endlose Stadt, der die
Metropolen Berlin, Istanbul und Mumbai miteinander
in Beziehung setzt. Für ihr Gesamtwerk wurde sie
2016 mit dem Literaturpreis des Kulturkreises der
deutschen Wirtschaft ausgezeichnet. Im Frühjahr
2020 erscheint bei Klett-Cotta ihr Roman Der
Empfänger.
Ulla Lenze war von Mai bis August 2019
Stipendiatin der Kulturakademie Tarabya.
Ulla Lenze (1973, Mönchengladbach) Köln’de müzik
ve felsefe dalında lisans derecesini aldı. Berlin’de
yaşıyor. İlk romanı Schwester und Bruder (DuMont,
2003) Jürgen-Ponto-Preis en iyi ilk roman ödülü ve
Klagenfurt Bachmann Edebiyat Ödülü başta olmak
üzere çok sayıda ödüle layık görüldü.
2008’de Archanu adlı romanı Ammann Yayınevi
tarafından yayımlandı. 2012’de Der kleine Rest des
Todes, 2015’te ise Berlin, İstanbul ve Bombay
arasında köprü kuran Die endlose Stadt adlı
romanları Frankfurter Verlagsanstalt tarafından
yayımlandı. 2016’da bütün çalışmaları için Kulturkreis
der deutschen Wirtschaft’ın edebiyat ödülüne
layık görüldü. Der Empfänger adlı romanı 2020’de
Klett-Cotta Yayınevi tarafından yayımlanacak.
Ulla Lenze Mayıs-Ağustos 2019 tarihleri
arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk
sanatçısıydı.
Liliana
142
Marinho
de Sousa
Konuk Sanatçılar Liliana Marinho de Sousa 143
1
2
3
4
Stipendiat*innen Liliana Marinho de Sousa 144
5
6
7
Konuk Sanatçılar Liliana Marinho de Sousa 145
8
9
Istanbul / İstanbul 2019, Fotos / Fotoğraflar: Koray Kesik
1 Am Set von YASAK ELMA / YASAK ELMA dizisinin setinde
2 Drehvorbereitungen zu YASAK ELMA / YASAK ELMA dizisinin çekim hazırlıkları
3 Neslihan Yeşilyurt, Regisseurin YASAK ELMA / YASAK ELMA dizisinin yönetmeni
4 Vorbereitungen am Set von YASAK ELMA / YASAK ELMA dizisinin set hazırlıkları
5 Schauspielerin Şafak Pekdemir bei YASAK ELMA / Oyuncu Şafak Pekdemir YASAK ELMA dizisinde
6 Alican Barlas und Nihan Gür am Set von FERHAT İLE ŞİRİN / Alican Barlas ve Nihan Gür FERHAT İLE
ŞİRİN’in setinde
7 Kostümprobe von Schauspieler Alican Barlas für FERHAT İLE ŞİRİN / Alican Barlas‘ın kostüm
provası
8,9 Schauspielerin Nihan Gür in der Maske am Set von FERHAT İLE ŞİRİN / Oyuncu Nihan Gür FERHAT
İLE ŞİRİN’in setinin makyaj odasında
Stipendiat*innen Liliana Marinho de Sousa 146
ISTANBUL FAIRYTALES
Im Rahmen einer Drehbuchentwicklung für einen zukünftigen Dokumentarfilm
mit dem Arbeitstitel ISTANBUL FAIRYTALES recherchierte ich während des
Stipendiums in Istanbul zum Thema türkische Fernsehserien (türk dizileri) und
deren Produktionsbedingungen.
Nach den USA ist die Türkei der zweitgrößte Serien-Exporteur auf der
Welt. Bislang wurden circa 150 Fernsehserien verkauft, die von 500 Millionen
Zuschauer*innen im Nahen Osten, in Nordafrika sowie Ost- und Westeuropa
verfolgt werden. Jährlich gehen etwa 70 neue Serials an den Start.
Der große Erfolg der Serien wird unter anderem darauf zurückgeführt,
dass kulturelle Codes unterschiedlicher Regionen wie Stadt und Land sich weltweit
ähneln und die Kultur in der Türkei eine Art „Brücke zwischen West und
Ost“ bildet. Der Konflikt zwischen Tradition und Moderne kann für ein Drama ein
unerschöpfliches Spannungsfeld darstellen. Die politische Haltung und Stimmung
der Mehrheitsgesellschaft werden dabei stets in die Drehbücher eingebaut.
Türkische Fernsehproduktionen spiegeln daher immer mehr einen „kulturellen
und nationalistischen Konservatismus“ wider. Die kulturellen Eigenarten
„einer Nation“, wie sie sich darstellt, bewegt, redet, isst und liebt – das alles
transportiert vor allem einen „idealtypischen Habitus“, der für die Leinwand
dramatisiert wird. Serien eröffnen somit einen ersten Blick in Kulturkreise
beziehungsweise in deren Stereotype.
Ich wollte während der Recherche meinen Fokus auf Personen lenken, die
bei der türkischen Serienproduktion involviert sind: Wie werden türkische
Serien entwickelt? Wie sind die Markt- und Arbeitsbedingungen beschaffen?
Wie gehen Medienschaffende mit einem erneut aufflammenden kulturellen
Konservatismus um?
Die Branche ist so faszinierend wie undurchsichtig und Drehbuchautor*innen,
Produzent*innen, Schauspieler*innen, Cutter*innen, Kameraleute
und andere mehr können einen spannenden Einblick geben. Dabei steht für mich
der „Serien-Glamour“ weniger im Vordergrund als sozial-politische, kulturelle
und kapitalistische Realitäten, die sich dahinter verbergen.
Ich finde es spannend, das Publikum in eine ganz andere Welt der türkischen
Telenovelas zu entführen, die widersprüchlicher, faszinierender,
komplexer und vielfältiger ist als ihr „Schein“ – wie die Türkei selbst.
Konuk Sanatçılar Liliana Marinho de Sousa 147
Mich interessieren außerdem die „kulturellen Brücken“ nach Deutschland, denn
zum einem sind Deutsch-Türk*innen Konsument*innen jener Serien, zum
anderem werden immer mehr Rollen an deutsch-türkische Schauspieler*innen
vergeben. Es werden sogar Casting-Direktor*innen zur Talentsuche nach
Deutschland geschickt.
Im Laufe der Projektentwicklung und Recherche habe ich daher auch
deutsch-türkische Schauspieler*innen in Istanbul getroffen. Während der
Recherche ergaben sich darüber hinaus Interviews mit Produzent*innen, Regisseur*innen,
Schauspieler*innen, Casting-Agent*innen und Personen, die im
Vertrieb türkischer Fernsehserien arbeiten. Neben ersten Kontaktaufnahmen
konnte ich den Dreharbeiten der Serien Avlu, Kadın und Her Yerde Sen einen
Besuch abstatten.
Insgesamt traten im Laufe der Zeit viele Hürden und Barrieren auf, die die
Recherche hinter den Kulissen und Zugänge erschwerten – zurückzuführen
unter anderem auf verschiedene Hierarchieebenen, fehlende Erlaubnisse der
Fernsehsender oder Produzent*innen, starke Unsicherheiten und eine allgemeine
Schnelllebigkeit oder Unplanbarkeit des Seriengeschäfts.
Dennoch konnten die Dreharbeiten für die Erstellung eines Trailers nach
Beendigung der Sommerpause 2019 und mit Beginn der neuen Saison im
September/Oktober realisiert werden. So drehten wir unter anderem während
der Dreharbeiten der beliebten Serien Yasak Elma und Çukur.
Außerdem hatte ich das Glück, mit den deutsch-türkischen Schauspielerinnen
Selma Ergeç (Muhteşem Yüzyıl u. a.) und Cansu Tosun (Küçük Hanımefendi
u. a.) Interviews führen zu können sowie bei Global Agency, einem der
größten Vertriebsunternehmen türkischer TV-Serien, und bei der erfolgreichen
Produktionsfirma TIMS&B Productions drehen zu können. Zu guter Letzt hatten
wir das Glück, den Vorbereitungen einer neuen Serie, Ferhat İle Şirin, beiwohnen
zu können und Kostümproben der Newcomer*innen Alican Barlas und Nihan Gür
filmen zu dürfen, die zum ersten Mal in ihrem Leben in einer türkischen Serie
mitspielen.
Eine türkische TV-Folge dauert 150–180 Minuten inklusive Werbezeit.
150 Minuten entsprechen einem Kinofilm mit Überlänge, der jedoch in einer
Woche gedreht werden muss – entsprechend arbeiten die Beteiligten in der
Regel bis zur völligen Erschöpfung. Man mag von den türkischen Serien und
ihrer Qualität halten, was man möchte – faszinierend, überraschend und beeindruckend
ist ein Blick hinter die Kulissen allemal.
Stipendiat*innen Liliana Marinho de Sousa 148
ISTANBUL FAIRYTALES
İstanbul’da konuk sanatçı olarak bulunduğum dönemde, geçici adı ISTANBUL
FAIRYTALES olan belgesel filmimin senaryo yazımı çalışmaları çerçevesinde Türk
dizilerini ve prodüksiyon koşullarını araştırdım.
Türkiye, ABD’den sonra en çok televizyon dizisi ihraç eden ikinci ülke.
Şimdiye kadar yaklaşık 150 dizi satılmış ve bunlar Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da
ve Doğu ve Batı Avrupa’da yaklaşık 500 milyon kişi tarafından izleniyor. Yılda
yaklaşık 70 yeni dizi projesi hayata geçiriliyor.
Dizilerin büyük başarısı, daha pek çok faktörün yanı sıra, dünya üzerindeki
bütün kentsel ve kırsal bölgelerin kültürel kodlarının benzer olması ve
Türkiye kültürünün bir nevi “Doğu ve Batı arasındaki köprü” işlevi görmesine de
bağlanıyor. Gelenek ve modernlik çatışması, drama için çok verimli bir gerilim
alanı oluşturma potansiyeline sahip. Bu senaryolarda çoğunluğun siyasal tutumları
ve ruh halleri metne yediriliyor.
Türkiye’nin televizyon yapımları işte bu nedenle sürekli “kültürel ve milliyetçi
muhafazakarlığı” yansıtıyor. “Bir milletin” kültürel özellikleri, kendini
sunuşu, hareket etme, konuşma, yemek yeme ve sevme biçimleri – bunların
hepsi, özellikle televizyon ekranı için dramatize edilmiş bir “ideal Habitus”u
iletiyor. Böylelikle televizyon dizileri, ülkelerin kültürel çevresinin veya onun
basmakalıp unsurlarının bir manzarasını sunuyor.
Araştırmamda, Türkiye’nin televizyon dizilerinin prodüksiyonunda yer alan
kişilere odaklanmak istedim. Türk dizileri nasıl geliştiriliyor? Piyasa ve çalışma
koşulları ne durumda? Medyada çalışanlar tekrar canlanan kültürel muhafazakarlıkla
nasıl başa çıkıyor?
Türkiye’de televizyon dizileri branşı dışarıdan büyüleyici görünmekle
birlikte içinde neler olup bittiği belirsiz ve senaristler, prodüktörler, oyuncular,
kurgucular, kameramanlar ve alanda çalışan diğerlerinden branş hakkında çok
ilginç bilgiler edinilebileceğini düşünüyorum. Yani ben araştırmamda “dizilerin
cazibesinden” çok bu cazibenin ardında gizli toplumsal-siyasal, kültürel ve
kapitalist gerçekliklere önem verdim.
Bu dizilerde halkın Türkçe telenovela’larının “göründüğünden” çok daha
çelişkili, şaşırtıcı, karmaşık ve çok yönlü olan –ve bu haliyle Türkiye’ye
benzeyen– o apayrı dünyasına kaçmasını çok ilginç buluyorum.
Bunun dışında, bu dizilerin ülkeyle Almanya arasında “kültürel köprüler”
kurmasıyla da ilgileniyorum çünkü bir yandan, Almanya’da yaşayan Türkler de bu
dizileri izliyor, bir yandan da bu dizilerde Alman-Türk oyunculara giderek daha
Konuk Sanatçılar Liliana Marinho de Sousa 149
çok rol veriliyor. Hatta bazı dizilerin oyuncu kadrosu direktörleri yeni yetenekler
keşfetmek için Almanya’ya gönderiliyor.
Ben de projenin gelişim aşamasında yaptığım araştırmalarda İstanbul’da
Alman-Türk oyuncularla da buluştum. Araştırma sırasında ayrıca prodüktörlerle,
yönetmenlerle, oyuncularla, kasting ajanslarıyla ve Türk dizilerini satan kişilerle
görüştüm. İlk bağlantıları kurduğum bu dönemde bir yandan da Avlu, Kadın ve
Her Yerde Sen dizilerinin setlerini ziyaret ettim.
Zaman içinde, dizi kulislerinde araştırma yapmayı ve bağlantı kurmayı
güçleştiren çok sayıda engelle karşılaştım – bunlar çeşitli hiyerarşilerden, televizyon
kanallarının veya prodüktörlerin ruhsatlarındaki eksikliklerden, yoğun bir
güvensizlikten ve genelde televizyon dizisi işinin hızlı temposundan veya öngörülemez
oluşundan kaynaklanıyordu.
Bu engellere rağmen, 2019’da yaz arası bittikten ve Eylül/Ekim aylarında
yeni sezon başladıktan sonra tanıtım filminin çekim çalışmalarına başlayıp başka
dizilerin yanı sıra, Yasak Elma ve Çukur’un setinde çekim yapma fırsatı yakaladık.
Bunun dışında Alman-Türk oyuncu Selma Ergenç’le (Muhteşem Yüzyıl, vd.)
ve Cansu Tosun’la (Küçük Hanımefendi, vd.) ve dizi ihracatının en büyük şirketlerinden
Global Agency ile söyleşi ve başarılı prodüksiyon firması TIMS&B Productions’ta
çekim yaptık. En sonunda, yeni bir televizyon dizisinin, Ferhat ile
Şirin’in hazırlıklarına ve hayatlarında ilk defa bir Türk dizisinde rol alacak olan
Alican Barlas ve Nihan Gür’ün kostüm provalarına da katıldık.
Bir Türk televizyon dizisi, reklamlar dahil 150–180 dakika sürüyor. 150
dakika, uzun metraj bir sinema filmi demek ama çekimlerinin bir haftada tamamlanması
gerekiyor – bu nedenle dizide çalışan herkes bitkin düşene kadar çalışıyor.
Türk televizyon dizileri ve bunların kalitesi hakkında fikriniz ne olursa
olsun kulislerde olan biteni görmek de kesinlikle büyüleyici, şaşırtıcı ve etkileyici
bir deneyim.
Stipendiat*innen Liliana Marinho de Sousa 150
Liliana Marinho de Sousa ist Dokumentarfilmregisseurin
und Diplom-Pädagogin und lebt in Berlin.
Nach dem Studium der Pädagogik arbeitete sie u. a.
einige Jahre mit geflüchteten und benachteiligten
Jugendlichen sowie Frauen. Zum Dokumentarfilm
gelangte sie durch dokumentarische Kurzfilme zu
gesellschaftlichen Themen, die sie mit Jugendlichen
und jungen Erwachsenen von 2007 bis 2011 beim
Medienprojekt Wuppertal umsetzte. Daraufhin
begann sie ein Zweitstudium an der FH Dortmund in
Design, Medien, Kommunikation mit dem Schwerpunkt
„Dokumentarfilm“. 2014 drehte Marinho de
Sousa in Istanbul bei ihrem einjährigen Aufenthalt
den abendfüllenden Dokumentarfilm The Art Of
Moving über syrische Videoaktivist*innen. Der Film
lief auf internationalen Filmfestivals, u. a. in
Istanbul, Sofia, São Paulo und Pristina, und erhielt
Auszeichnungen wie u. a. beim BBC Arabic Festival
2017.
Liliana Marinho de Sousa war von Mai bis August
2019 Stipendiatin der Kulturakademie Tarabya.
Liliana Marinho de Sousa pedagoji mezunu belgesel
film yönetmeni. Berlin’de yaşıyor. Pedagoji eğitimini
tamamladıktan sonra, uzun yıllar mültecilerle, yoksul
kesimden gençler ve kadınlarla çalıştı. 2007-2011
yılları arasında, medya uzmanı olarak görev aldığı
Wuppertal Medya Projesi kapsamında gençlerle ve
yetişkinlerle birlikte toplumsal meselelerle ilgili kısa
belgesel filmler çekti. Daha sonra Dortmund FH
Tasarım, Medya ve İletişim Bölümü’nde başladığı
ikinci lisans eğitiminde belgesel film konusunda
uzmanlaştı. Marinho de Sousa 2014’te bir yıl
boyunca kaldığı İstanbul’da Suriyeli video aktivistlerinin
başrolde olduğu The Art of Moving adlı ilk uzun
metraj belgesel filmini çekti. 2017 BBC Arabic Film
Festivali vb. festivallerde ödül alan film, İstanbul,
Sofya, São Paulo, Priştine vb. uluslararası film
festivallerinde gösterildi.
Liliana Marinho de Sousa 2019’da Mayıs ve
Ağustos ayları arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin
konuk sanatçısı oldu.
Kadir „amigo“
Memiş
152
2
1
Konuk Sanatçılar Kadir „amigo“ Memiş 153
3.1
3.2
3.3
154
Alle abgebildeten Arbeiten von Kadir „amigo“
Memiş sind 2019 während seines Stipendiums an
der Kulturakademie Tarabya entstanden. / Kadir
„amigo“ Memiş’in burada sunulan bütün çalışmaları
Tarabya Kültür Akademisi‘nde konuk sanatçı
olduğu sırada üretilmiştir, İstanbul 2019. Fotos/
Fotoğraflar: Graz Diez
4
1 Fragments, (Müllsack, Acryl / Çöp torbası,
Akrilik)
2 Toprak, (Leinwand, Mixed Media / Tuval, Karışık)
3 Triptik, (Leinwand, Acryl, Lackfarbe / Tuval,
Akrilik, Vernik)
4 Astralbody, (Schutzplane, Acryl-Marker,
Sprühdose / Branda bezi, Akrilik-Marker Kalem,
Sprey kutusu)
Konuk Sanatçılar Kadir „amigo“ Memiş 155
BOUZUQΣΣ
Eine Hommage an die Graffitiszene
Lukas Fuchsgruber
Kadir „amigo“ Memiş wurde in der Türkei geboren und zog mit zehn Jahren nach
Berlin. Hier wurde er Teil der HipHop-Szene, ihrer Musik, ihrem Tanz und ihrer
visuellen Kunst: Graffiti. Er nahm den Künstlernamen „amigo“ an. Aus der Erfahrung
der urbanen Kunst und frühen Erlebnissen der traditionellen Volkskunst
entwickelte er seine eigene hybride Kunst, den ZEYBREAK: Zeybek und Breakdance.
Im Tanz und auch in der Musik vereint er hier urbane und ländliche,
gegenwärtige und historische Kultur, Motive des Nahen Ostens und der westlichen
Metropolen.
Der nächste Schritt ist BOUZUQΣΣ, Graffiti wird in die Gleichung aufgenommen.
Etwas ist aus Graffiti zu lernen: eine künstlerische Form, die sich
Buchstaben aneignet, aber nicht, um Worte oder Sprache zu verbreiten. Stattdessen
geht es um Namen, die stilistischen Mittel dienen dazu, diesen Namen
aufzuladen, hervorzuheben oder auch zu überfrachten.
Graffiti fängt beim Namen an und endet in wilden, verschlüsselten Buchstabenzeichen.
Von der Abstraktion des Buchstabens zur Abstraktion eines
lettristischen Organismus. Der Graffiti-Pionier RAMMELLZΣΣ schrieb, das Tag im
Graffiti sei „not a signature but a sign-overture“. Es geht vom Ausgangspunkt
der Signatur zurück zum leeren Zeichen, „Back to Zero“. Die Berliner Antwort
auf RAMMELLZΣΣ ist BOUZUQΣΣ. BOUZUQΣΣ verarbeitet die Geschichte von
Berliner jazzigem Graffiti, BOUZUQΣΣ sind die Erlebnisse von urbanen Nomaden,
und BOUZUQΣΣ ist die Summierung dieser Einflüsse.
BOUZUQΣΣ bedeutet, ein gewisses Erbe der urbanen Kultur, von Hiphop,
anzunehmen und sich in ihr explosives Potenzial einzuschreiben. Und es zu
mischen mit der eigenen Biografie, mit dem eigenen Erbe. Türkisch „bozuk“,
griechisch „bouzouki“, das bedeutet gebrochene Kunst, gebrochene Körper,
gebrochene Klänge, „kaputter Kopf“ als Bezeichnung der Zeybek, anatolischer
Partisanen. Das Prinzip der Gebrochenheit von bouzouki/bozuk trifft auf den
Ikonoklasmus des Wildstyle-Graffiti, das Erbe des Graffiti-Pioniers
RAMMELLZΣΣ.
Bouzouki + Bozuk + RAMMELLZΣΣ = BOUZUQΣΣ
Für die einen kann BOUZUQΣΣ eine Hommage an die Graffitiszene bedeuten,
für andere wird die Geschichte der Urban Nomads eigene Migrations-
Stipendiat*innen Kadir „amigo“ Memiş 156
hintergründe oder Erfahrungen der Interkulturalität in Erinnerung rufen. Denn
hinter all den künstlerischen Verschlüsselungen und Entschlüsselungen steht
eine ganz einfache Erfahrung, die Erfahrung der Suche und das Erlebnis der
Summe, wenn sich etwas zusammenfügt.
Amigos Konzepte des ZEYBREAK und BOUZUQΣΣ sind Summen von Hiphop
und anatolischer Partisanenkultur. Die historische ländliche und die gegenwärtige
urbane Kultur treffen sich in den überzeitlichen Geschichten des Individuums
als Geschichte einer ganzen Welt, Geburt, Konflikt, Befreiung.
Ein Tag in Tarabya
Kadir „amigo“ Memiş
Ich finde meinen Tagesrhythmus. Wache früh mit dem Schreien der Raben auf.
Es folgen eine Stunde Yoga-Meditation und Schreiben. Gucke aus dem Fenster
aus meinem Zimmer auf den Bosporus in die Leere. Mein Geist tanzt.
Lachend laufe ich los zum Dolmuş nach Beşiktas. Tanzend schlängelt mein
Körper sich durch die Stadt. Ich observiere, rieche, notiere die Gedanken, die
Moves, die Gerüche der Orte. Die Stadtgrenzen im Kopf verschwimmen und
lösen sich auf. Immer wieder kehre ich zurück zum Tanz und zur Verbindung der
Linie mit der Musik.
Wieder trifft mich die Trauer, an den unmöglichsten Orten. Bleibe stehen,
denke an meine Mutter. Blicke auf den Bosporus. Leere. Lächle. Ein Kaffee. Ich
verliere mich im Gedanken, schweife herum, finde zu mir. Erinnerungen
verschwinden, verblassen, ich zoome rein. Auf meinem Blatt erscheinen
fließende Körper …
Ich wechsele meine Blickrichtung, schaue auf die Fähre. Vom Beton zum
Wasser, vom Wasser zur Sonne. Der Wind streicht das Gesicht wie ich meine
Leinwände. Istinye. Laufe am Wasser entlang, neue Gerüche. Ich komme zum
Oda Cafe. Bir kahve lütfen. Orta olsun.
Hole mein Heft raus und mein Füller bewegt sich wie von Zauberhand geführt
über das Blatt. Ohne nachzudenken, tätowiere ich kratzend meine Kalligrafien
in das Heft, in der Hoffnung, dass in der Tinte und der Bewegung meiner
Konuk Sanatçılar Kadir „amigo“ Memiş 157
Zeichnungen etwas von der Stimmung der gesammelten Istanbuler Eindrücke
wiederzufinden ist. Zoome raus.
Die Zeit verfliegt wie der Geruch meiner Mutter, und viele Gedanken bleiben in
der Luft, ohne dass ich Antworten gefunden habe. In diesen vier Monaten sind
viele kleine und großformatige Bilder und Kalligrafien entstanden.
Nach dem Aufenthalt bleibt innerlich ein warmes lachendes Gefühl zurück. Die
Inspiration, die mir das Stipendium ermöglicht hat, wird mich einige Jahre
nähren. Istanbul ist Herz, und Berlin ist Gehirn.
BOUZUQΣΣ
Grafiti Sahnesine Bir Saygı Duruşu
Lukas Fuchsgruber
Kadir „amigo” Memiş Türkiye’de doğmuş ve on yaşındayken Berlin’e taşınmış.
Berlin’de Hip-Hop ortamlarına girmiş, müzik, dans ve görsel sanatın, yani grafiti
sahnesinin bir parçası olmuş. Daha sonra „amigo” adını almış. Kent sanatına ve
erken yaşlarında tanıştığı geleneksel halk sanatlarına dair deneyimlerinden yola
çıkarak kendi melez sanat türünü, Zeybek ve Breakdance’ın bir karışımı olan
ZEYBREAK’i geliştirmiş. Hem dansta hem müzikte kentsel ve kırsal unsurları,
çağdaş kültürle tarihi kültürü, Doğu’nun ve Batı metropollerinin motiflerini bir
araya getiriyor.
Bir sonraki adım olan BOUZUQΣΣ’ta grafiti de işin içine girmiş. Grafitinin
bize öğrettiği şu: Harflerle yapılan bu sanat dalının esas meselesi sözler veya dil
değil. Aksine, adlar söz konusu ve kullanılan stiller bu adlara anlam yüklemeye,
onları vurgulamaya ya da aşırı anlam yüklemeye yarıyor.
Grafiti işe adlarla başlayıp taşkın, şifreli harf sembolleriyle sonlanıyor.
Soyut harften Letrist bir organizmanın soyutlamalarına doğru ilerliyor. Grafiti
sanatının öncülerinden RAMMELLZΣΣ grafiti tag’ini şöyle tanımlamıştı: “not a
signature but a sign-overture” [imza değil, simge önerisi]. Tag imza olarak yola
çıkıp boş simgeye geri dönüyor – “Back to Zero”. BOUZUQΣΣ Berlin’in RAMMEL-
LZΣΣ’e verdiği yanıt. BOUZUQΣΣ Berlin’in göz alıcı grafiti sanatının tarihini işliyor,
BOUZUQΣΣ kentli göçebelerin deneyimlerini yansıtıyor ve BOUZUQΣΣ işte bu etkilerin
toplamının sonucu.
Stipendiat*innen Kadir „amigo“ Memiş 158
BOUZUQΣΣ kent kültürünün bir mirası olan Hip-Hop’u benimseyip kendini onun
patlayıcı potansiyeline vermek demek. Ve bunu kendi yaşam öyküsüyle, kendi
mirasıyla karıştırmak demek. Türkçede “bozuk”, Yunancada “bouzouki”, bozuk
bir sanat, bozuk bedenler, bozuk sesler demek, Anadolu’nun partizan kültürü
Zeybek’i tasvir eden “bozuk kafa” demek. Bouzouki/bozuk’taki bozukluk ilkesi,
Grafiti sanatının öncüsü RAMMELLZΣΣ’in mirası olan Wildstyle-Grafitinin putkırıcılığıyla
da örtüşüyor.
Bouzouki + Bozuk + RAMMELLZΣΣ = BOUZUQΣΣ
BOUZUQΣΣ bazıları için Grafiti sahnesine bir saygı duruşu niteliğinde;
kentli göçebelerin tarihi bazılarına da kendi göçmen geçmişlerini veya kültürlerarası
ortamdaki deneyimlerini anımsatıyor. Çünkü sanatta bütün şifrelemelerin
ve şifre çözme süreçlerinin ardında çok basit bir deneyim var, arayış deneyimi ve
bir şeylerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan toplamın ardındaki serüven.
Amigo’nun ZEYBREAK ve BOUZUQΣΣ konseptleri Hip-Hop’la Anadolu’nun
partizan kültürünün toplamı. Bireyin zamandan münezzeh tarihinde, koca bir
dünyanın, doğumun, çatışmanın ve özgürleşmenin tarihinde, tarihi kırsal kültürle
çağdaş kent kültürü bir araya getiriliyor.
Tarabya’da Bir Gün
Kadir „amigo“ Memiş
Zamanla günlük ritmimi buluyorum. Sabahın erken saatlerinde kargaların
sesiyle uyanıyorum. Ardından bir saat yoga ve meditasyon yapıp yazı
yazıyorum. Odamın penceresinden Boğaz’a, boşluğa bakıyorum. Ruhum dans
etmeye başlıyor.
Gülerek Beşiktaş dolmuşuna doğru koşmaya başlıyorum. Bedenim dans ederek
şehrin içinde kıvrılıyor. Gözlemliyorum, düşüncelerimi, mekânlardaki hareketleri
ve kokuları not ediyorum. Kafamdaki şehir sınırları belirsizleşerek ortadan
kalkıyor. Sürekli dansa ve sınır hatlarının müzikle bağlantısına dönüyorum.
Sonra, en beklenmedik yerlerde hüzün çıkıyor karşıma. Durup annemi
düşünüyorum. Boğaz’a bakıyorum. Boşluğa. Gülümsüyorum. Bir kahve.
Düşüncelerimde kayboluyorum, dolanıp duruyorum, kendimi buluyorum. Anılar
ortadan kayboluyor, soluyor, zum yaparak yakınlaştırıyorum. Önümdeki kâğıtta
Konuk Sanatçılar Kadir „amigo“ Memiş 159
süzülen bedenler beliriyor…
Bakışımı vapurlara yöneltiyorum. Betondan suya, sudan güneşe. Ben
tuvallerime nasıl dokunuyorsam rüzgar da yüzümü öyle yalayıp geçiyor. İstinye.
Deniz kıyısında yürüyüş, yeni kokular. Oda Cafe’ye geliyorum. Bir kahve lütfen.
Orta olsun.
Defterimi çıkarıyorum ve büyülü bir el dolmakalemimi sayfada hareket ettiriyor.
Hiç düşünmeden deftere kaligrafilerimi nakşediyorum ve İstanbul’da edindiğim
izlenimlerin ruh halim üzerindeki etkilerinin çizimlerimin mürekkebinde ve
hareketinde bulunabileceğini umuyorum. Sonra zumlamadan çıkıp bakıyorum.
Zaman annemin kokusu gibi uçup gidiyor ve çoğuna yanıt bulamadığım
düşüncelerim havada asılı kalıyor. Bu dört ay boyunca küçük büyük çok sayıda
resim ve kaligrafi çıkıyor ortaya.
Konuk sanatçılık döneminden geriye sıcacık bir gülümseme kalıyor içimde. Bu
burs sırasında edindiğim ilham beni birkaç yıl besleyecek. İstanbul kalbim,
Berlin beynim.
Kadir „amigo“ Memiş, Tänzer, Choreograf und
Gründer der international ausgezeichneten
Hiphop-Gruppe Flying Steps, wuchs in Anatolien auf.
1984 holten ihn seine Eltern nach Berlin. Wenn er
tanzt, inszeniert oder zeichnet, inspirieren ihn die
Erinnerungen an seine Kindheit. Er war der erste,
der HipHop mit anderen Tänzen kombinierte,
türkischen Volkstanz mit Breakdance vermischte.
Neben seinen Tanzproduktionen ist er seit vielen
Jahren in der Street-Art-Szene aktiv, so war er
2003 zusammen mit Künstler*innen wie Banksy,
Obey, Akim oder Datagno Teil des Ausstellungsprojekts
Backjumps – The Live Issue. Kadir Memiş
widmet sich außerdem der Kalligrafie. Die Linien
streben wie die Bewegungen bei seinen Choreografien
immer nach einer Form, in der sich Intuition und
Reflexion im Einklang befinden. In seinem Werk
verschwimmen die Grenzen zwischen darstellender
und bildender Kunst.
Kadir „amigo“ Memiş war von Januar bis April
2019 Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.
Kadir „amigo“ Memiş, dansçı, koreograf ve uluslararası
ödüllü Hip-Hop grubu Flying Steps’in kurucusu.
Anadolu’da doğdu ve büyüdü. 1984 yılında
ebeveynlerinin yaşadığı Berlin’e geldi. Dans ederken,
yönetirken veya resim yaparken yaratıcılığını
çocukluk anılarından alıyor. Hip-Hop’u başka dans
türleriyle birleştiren, Türk halk danslarıyla breakdance
hareketleriyle harmanlayan ilk sanatçılardan
biridir. Dans prodüksiyonlarının yanı sıra uzun yıllar
sokak sanatı sahnesinde de faaliyet gösteren
sanatçı 2003 yılında Banksy, Obey, Akim, Datagno
gibi sanatçılarla birlikte Backjumps – The Live Issue
projesinde yer aldı. Kadir Memiş bir yandan da hat
sanatıyla ilgileniyor. Koreografilerindeki hareketler
gibi, hat sanatındaki çizgilerle de sezgi ve yansımanın
birbiriyle uyumlu olduğu bir form elde etmeye
gayret gösteriyor. Çalışmalarında, görsel ve sahne
sanatları arasındaki sınırlar giderek bulanıklaşıyor.
Kadir „amigo” Memiş Ocak-Nisan 2019 tarihleri
arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk
sanatçısı olarak İstanbul’da bulundu.
Tuğsal
160
Moğul
Konuk Sanatçılar Tuğsal Moğul 161
1
Stipendiat*innen Tuğsal Moğul 162
2
3
Konuk Sanatçılar Tuğsal Moğul 163
4
1–4 Tuğsal Moğul, NSU / AUCH DEUTSCHE UNTER DEN OPFERN / KURBANLAR ARASINDA ALMANLAR
DA VARDI mit Ceren Sevinç, Deniz Gürzumar & Ismail Sağır ile, Theater / Tiyatro Kumbaracı50,
Istanbul / İstanbul 2018, Fotos / Fotoğraflar: Yücel Kurşun
Stipendiat*innen Tuğsal Moğul 164
Ah, Istanbul!
Im Rahmen meines Stipendienaufenthaltes an der Kulturakademie Tarabya habe
ich mich oft bei dem Gefühl ertappt …
Ah, Istanbul!
Jedes Jahr, mindestens bis zu meinem Abitur, führte mich die berühmte
europäische Reiseroute E5 oder flog mich irgendein Charterflugzeug, meistens
als Gast, nach Istanbul.
Mit dem Auto waren wir drei Tage und drei Nächte unterwegs. Mit dem
Flieger knapp drei Stunden. Jedes Jahr bedeutete das für mich: Sommerferien,
ergo – ab nach Istanbul!
Ob ich wollte oder nicht. Meistens wollte ich. Es gibt ein wunderbares Theaterstück
Ganze Tage, ganze Nächte des französischen Autors Xavier Durringer, in
dem die Figur Pierre mir aus der Seele spricht und meine Beziehung zu Istanbul
sehr gut umschreibt:
„Da unten hat man das Gefühl, man kommt ganz langsam der Sonne näher.
Da unten setzen sich die Leute nicht in die Sonne. Man muss nicht braun sein.
Man schützt sich sogar vor der Sonne, vor dem Licht … Man geht da nicht aus
Vergnügen hin, um sich zu amüsieren, auch nicht zufällig, man geht wegen
nichts dahin, weil man es plötzlich muss, man geht dahin wie ein Schmetterling
zu einer Flamme. Man nimmt ein Flugzeug, meistens nachts, und fliegt über eine
andere Welt, wo überhaupt nichts an das von vorher erinnert.“
Bei jedem dieser Aufenthalte hatte ich das Gefühl: Istanbul ist zwar die
schönste Stadt, aber auch eine komplette Reizüberflutung für mich. Diese
Ambivalenz trage ich bis heute in meinem Herzen, immer mit diesem „Ah,
Istanbul! …“. Ich kenne keine andere Großstadt, die mich emotional so aufwühlt,
mich so begleitet. Durch das Stipendium konnte ich zum ersten Mal länger als
sechs Wochen in dieser Megastadt wohnen, dem Geburtsort meiner Eltern, jetzt
mit eigener Anschrift: Tuğsal Moğul, Kulturakademie, Yeniköy Caddesi No. 88,
Tarabya, 34457 İstanbul, Türkiye. Ein schönes Gefühl …
Ah, Istanbul!
Ein für mich persönlich großartiges Ereignis war auf jeden Fall, dass ich
meine Theaterstücke dem Istanbuler Publikum vorstellen konnte. Ohne die
Mitwirkung des Goethe-Instituts Istanbul und die Unterstützung des Deutschen
Auswärtigen Amts hätte ich nie die Chance gehabt, Kontakte zu spannenden
Künstler*innen wie Mert Fırat, Tülin Özen, Gün Koper, Gülhan Kadim oder
Mirza Metin vom DasDas-Theater, vom Theater Kumbaracı50 oder Şermola
Konuk Sanatçılar Tuğsal Moğul 165
Performans herzustellen. Besonderer Dank geht an Çiğdem İkiışık und Pia
Entenmann vom Goethe-Institut und Meik Laufer vom Deutschen Konsulat
Istanbul, die u. a. in kürzester Zeit eine türkische Erstaufführung meines Theaterstückes
NSU / AUCH DEUTSCHE UNTER DEN OPFERN ermöglicht haben. Ich
konnte dabei meinen Fokus auf die NSU-Morde legen und das Istanbuler
Publikum auf den aktuellen deutschen Rechtsextremismus aufmerksam machen.
Erstmals wurde mit NSU / AUCH DEUTSCHE UNTER DEN OPFERN (KURBANLARIN
ARASINDA ALMANLAR DA VARDI) eine künstlerische Aufarbeitung des NSU-Prozesses
auf Türkisch vorgestellt. Dass Informationsdefizite vorhanden waren,
zeigte sich schon bei den Proben des Theaterstückes. Vielen in der Türkei
lebenden Künstler*innen waren die desaströsen Ermittlungsfehler und die
gezielte Sabotage seitens der deutschen Behörden nicht bekannt. Auch eine
szenische Lesung aus dem Stück mit anschließendem Panel (Moderation: Maximilian
Popp, Spiegel-Korrespondent Türkei – u. a. mit dem Anwalt der Nebenklage,
Sebastian Scharmer) konnte die Bedeutung dieser Arbeit unterstreichen.
Die Uraufführung auf Deutsch hatte ich nach neunmonatiger Recherchearbeit,
unter anderem am Oberlandesgericht München, im Theater Münster auf die
Bühne gebracht. Das Theaterstück wurde mittlerweile bundesweit zu mehreren
Festivals eingeladen, an verschiedenen Theatern nachinszeniert und 2017 vom
WDR als Hörspiel herausgebracht. Umso mehr freue ich mich darüber, dass
diese Arbeit auch in Istanbul auf Türkisch gezeigt werden konnte.
2019 folgte dann meine Regiearbeit am DasDas-Theater auf der asiatischen
Seite Istanbuls. Ich hatte dort die Gelegenheit, mit wunderbaren Schauspieler*innen
das Stück Westend von Moritz Rinke zu inszenieren.
Ah, Istanbul!
Auch auf der persönlichen Ebene habe ich viele „Ah, Istanbul!“-Momente
während meines Stipendiums gehabt. Seien es die spannenden Gespräche mit
meinen Mitstipendiat*innen oder die wunderbare Begegnung mit Sinem Tekel,
die meine Sinne für das kulinarische, visuelle oder akustische Istanbul (alles
Geheimtipps) geweckt hat. Schlagartig wurde mir bewusst, dass ich bisher
„nur“ durch die asiatische Seite Istanbuls sozialisiert worden war. Stadtteile
wie Kalamış, Erenköy oder Kadıköy waren bei meinen jährlichen Familienbesuchen
mir vertraute Viertel. Dort wohnten meine Großeltern, meine Cousinen,
meine weitere Verwandtschaft. Jetzt, nach drei Monaten Tarabya, hießen die
Viertel Sarıyer, Yeniköy oder Emirgân. Sie waren jetzt die Nachbarn meiner Hood
Tarabya. Eine wunderschöne neue Begegnung.
Ah, Istanbul!
Stipendiat*innen Tuğsal Moğul 166
Was mir besonders in Erinnerung bleiben wird, ist der Silvesterabend in Tarabya.
Zum ersten Mal konnte ich in Istanbul das neue Jahr feiern. In einer Stadt, in
einer Umgebung, die in den letzten Jahren so gravierende Veränderungen
erdulden musste. Das Lebensgefühl der Istanbuler*innen wurde massiv in
Mitleidenschaft gezogen. Ich meine nicht nur die terroristischen Anschläge an
der Sultan-Ahmed-Moschee oder am Atatürk-Flughafen, sondern auch der
mutmaßliche Putsch 2016 und die zahlreichen Umstrukturierungen, Entlassungen
und Inhaftierungen haben die Istanbuler Seele stark verunsichert und
verletzt. Nur ein paar Kilometer von der Kulturakademie Tarabya entfernt drang
in der Silvesternacht 2016/17 ein bewaffneter Täter in den Nachtclub Reina ein,
einen der größten und bekanntesten Clubs. Er erschoss am Eingang einen Polizisten
und einen Zivilisten, um sich Zutritt zu verschaffen. In dem Lokal befanden
sich bis zu 800 Besucher*innen, von denen 37 getötet wurden – um nur einen
dieser Terroranschläge der letzten Jahre zu nennen. Daher war die Stimmung in
der Silvesternacht 2017/18 eher ruhig, aber sehr friedlich. Und ich konnte zum
ersten Mal meine Verwandten zu mir nach Tarabya einladen. Zum ersten Mal
waren meine Cousinen, Tanten, Neffen und Nichten mit Anhang zu Besuch bei
mir – und nicht ich bei ihnen. Dieser Perspektivwechsel ist etwas sehr Besonderes
für mich gewesen. Sie durften zwar nicht ungehindert mit ihren Autos auf
das Gelände der Kulturakademie fahren, aber das tat meiner ausgelassenen
Stimmung als Gastgeber keinen Abbruch. Und dieses Gefühl habe ich mit nach
Deutschland genommen: mich endlich in meiner Stadt Istanbul nicht als Gast zu
fühlen. Und hoffentlich bald wieder ein Gastgeber mit Gänsehaut zu sein und
glücklich seufzen zu können …
Ah, Istanbul!
Ah, İstanbul!
Tarabya Kültür Akademisi’nde konuk sanatçı olarak bulunduğum günlerde
sıklıkla şu sözlerle iç geçirirken buldum kendimi …
Ah, İstanbul!
Liseden mezun olana kadar, her yıl meşhur Avrupa otoyolu E5 üzerinden
ya da herhangi bir charter uçak seferiyle İstanbul’u ziyaret ederdim.
Otomobil yolculuğu üç gün üç gece sürerdi. Uçak yolculuğu ise üç saat. O
yıllarda yaz tatili demek, İstanbul’a gitmek demekti!
Konuk Sanatçılar Tuğsal Moğul 167
İstesem de istemesem de, böyleydi. Genelde isterdim. Fransız yazar Xavier
Durringer’in Ganze Tage, ganze Nächte adlı muhteşem tiyatro oyunundaki Pierre
karakteri İstanbul’la ilişkimi sanki benim ağzımdan ifade eden şu sözleri sarf
eder:
“Orada, aşağıda, çok yavaşça Güneş’e yaklaşıyormuş gibi bir hisse kapılır
insan. Orada insanlar güneşlenmez. Bronzlaşmak zorunda değildir kimse. Hatta
güneşten, ışıktan kaçınır herkes … Zevkine, eğlenmek için gidilmez oraya ve
tesadüfen de gidilmez, herhangi bir nedenle değil de, birdenbire gidilmesi
gerektiği için gidilir, Güneş’e doğru uçan bir kelebek gibi. Bir uçağa binilir,
genelde gece kalkar uçak ve hiçbir şeyin daha önceki yaşamınızı andırmadığı
bambaşka bir dünya üzerinden uçar.”
Bu ziyaretlerin her birinde şu hisse kapılıyordum: İstanbul dünyanın en
güzel şehri ama bende aşırı duygu yüklenmesine yol açıyor. Bu kararsızlığımı, şu
“Ah, İstanbul!...” hissimi bugüne kadar hep korudum. Beni duygusal yönden bu
kadar altüst eden, beni böyle hep takip eden başka bir büyükşehir daha yok. Bu
burs sayesinde, anne babamın doğduğu bu megaşehirde hayatımda ilk kez altı
haftadan uzun kalacaktım ve artık bir adresim vardı: Tuğsal Moğul, Kulturakademie,
Yeniköy Caddesi No. 88, Tarabya, 34457 İstanbul, Türkiye. Ne güzel bir
duygu …
Ah, İstanbul!
Her durumda, tiyatro oyunlarımın İstanbullu izleyiciler için sahnelenecek
olması benim için özellikle sevindirici bir gelişmeydi. İstanbul Goethe-Insitut’un
ve Almanya Dışişleri Bakanlığı’nın desteği olmasaydı Mert Fırat, Tülin Özen, Gün
Koper, Gülhan Kadim veya Mirza Metin gibi DasDas, Kumbaracı50 veya Şermola
Performans oyuncularıyla tanışma fırsatını asla yakalayamazdım. NSU / Kurbanların
Arasında Almanlar Da Vardı adlı oyunumun Türkçe sahnelenmesini çok kısa
bir sürede mümkün kılan Goethe-Institut’tan Çiğdem İkiışık ve Pia Entenmann’a,
İstanbul’daki Almanya Konsolosluğu’ndan Meik Laufer’e özellikle teşekkür
etmek istiyorum. NSU suikastlarına odaklandığım bu oyunumla İstanbullu izleyicilerin
dikkatini Almanya’daki güncel sağ radikalizme çekmeyi başardım. NSU /
Kurbanların Arasında Almanlar Da Vardı oyunuyla, NSU davasını ele alan bir
sanat eseri ilk kez Türkçede sunulmuş oldu. Bu konuda ciddi bir bilgi eksikliği
olduğu da oyunun provaları sırasında ortaya çıktı. Türkiye’de yaşayan sanatçıların
büyük bir bölümü, Alman yetkililerin felakete yol açan istihbarat hatalarından
ve amaçlı sabotajlarından bihaberdi. Oyundan bir sahnenin canlandırıldığı
okumanın ardından düzenlenen panel (Spiegel dergisi Türkiye muhabiri
Maximilian Popp’un moderatör olduğu panele davanın avukatı Sebastian
Scharmer de katıldı) bu çalışmanın öneminin vurgulanmasını sağladı. Münih
Stipendiat*innen Tuğsal Moğul 168
Eyaleti Yüksek Mahkemesi’nde dokuz ay süren bir araştırma sürecinden sonra
oyunun Almanya prömiyeri Theater Münster sahnesinde gerçekleşti. Bu oyun
aradan geçen zamanda Almanya çapında çok sayıda festivale konuk oldu, çeşitli
tiyatrolarda sahnelendi ve 2017’de WDR’de radyo tiyatrosu olarak yayınlandı. Bu
çalışmamın İstanbul’da Türkçe sahnelenebilmiş olması beni çok mutlu ediyor.
2019 yılında ayrıca İstanbul’un Anadolu yakasındaki DasDas için Moritz
Rinke’nin Westend adlı oyununu muhteşem oyuncularla sahneye koyma fırsatı
yakaladım.
Ah, İstanbul!
Kişisel düzeyde de, diğer konuk sanatçılarla heyecan verici sohbetler
olsun ya da (gizli tüyolarla) İstanbul’un mutfağını, görsel ve işitsel İstanbul’u
daha iyi algılamamı sağlayan Sinem Tekel’le tanışmam olsun, konuk sanatçılığım
pek çok “Ah, İstanbul!” ânı yaşattı bana. Şimdiye kadar “sadece” İstanbul’un
Anadolu yakasında sosyalleştiğimi fark ettim birden. Kalamış, Erenköy veya
Kadıköy gibi bölgeleri yıllık aile ziyaretlerimizden gayet iyi biliyordum. Dedemler,
kuzenlerim, diğer akrabalarım, hepsi Anadolu yakasında yaşıyordu. Ama şimdi,
üç ay Tarabya’da kaldıktan sonra Sarıyer, Yeniköy ve Emirgân semtlerini de en az
o kadar iyi biliyorum. Onlar benim Tarabya mahallemin komşu mahalleleri.
Muhteşem bir yeni karşılaşma daha.
Ah, İstanbul!
Tarabya’daki yılbaşı gecesini özellikle unutmayacağım. İlk kez İstanbul’da
yeni yıla giriyordum. Son yıllarda çok ağır değişimler geçirmiş bir kentte ve
çevrede. İstanbulluların hayata yaklaşımına büyük ölçüde kötü etki eden değişimler.
Sadece Sultanahmet Camii’ne ya da Atatürk Havalimanı’na yapılan terörist
saldırıları kast etmiyorum, 2016 yılındaki darbe girişimi ve sayısız sistem
değişikliği, işten çıkarmalar ve tutuklamalar da İstanbulluların güven duygusunu
derinden sarstı ve yaraladı.
2016/17 yılbaşı gecesinde Tarabya Kültür Akademisi’nin sadece birkaç
kilometre uzaklığında bulunan, en büyük ve ünlü gece kulüplerinden Reina’ya
silahlı saldırı oldu. Saldırgan giriş kapısında bir polisi ve bir sivili vurarak içeri
girmeye çalıştı. Kulüpte bulunan yaklaşık 800 kişiden 37’si öldü –ve bu son
yıllarda gerçekleşen terör saldırılarından sadece biriydi. İşte bundan dolayı
2017/18 yılbaşı gecesi görece sakin ve çok huzurlu geçti. Ben de ilk kez akrabalarımı
Tarabya’ya davet ettim. Bu sefer, kuzenlerim, teyzelerim, halalarım ve
yeğenlerim arkadaşlarıyla birlikte beni ziyaret ediyorlardı –ben onları değil. Bu
perspektif değişiminin bende çok özel bir yeri oldu. Kendi otomobilleriyle Akademi’nin
arazisine giremediler belki ama bu bile ev sahibi olarak keyfimi bozmaya
yetmedi. Ve Almanya’ya dönerken de bu duyguyu yanımda götürdüm: nihayet
Konuk Sanatçılar Tuğsal Moğul 169
İstanbul’da kendimi misafir gibi hissetmemek. Ve yakın zamanda yine heyecandan
tüyleri ürpermiş bir ev sahibi olmak ve mutlulukla ağlayabilmek...
Ah, İstanbul!
Tuğsal Moğul (*1969, Neubeckum/Westfalen),
diplomierter Schauspieler, Regisseur, Anästhesist
und Notarzt, arbeitet neben seinem Teilzeitjob als
Arzt in einem Lehrkrankenhaus in Münster als Autor
und Regisseur. In seinem Debütstück
2008 Halbstarke Halbgötter kamen Ärzt*innen zu
Wort. Danach folgten bis heute neben seinen
Regiearbeiten weitere elf Recherchestücke mit
Themen über Medizin und / oder Migration. Die
deutsche Ayşe wurde 2014 beim NRW-Theatertreffen
mit dem Publikumspreis und dem Preis der Jugendjury
ausgezeichnet. Das 2015 entstandene Rechercheprojekt
NSU / Auch Deutsche unter den
Opfern wurde zu den Autorentheatertagen Berlin
2015 eingeladen und erhielt als bestes zeitgenössisches
Stück 2016 in Hamburg den Monica-Bleibtreu-Preis.
Im Rahmen des Stipendiums in Istanbul
entstanden 2018 NSU / Auch Deutsche unter den
Opfern auf Türkisch am Theater Kumbaracı50 und
2019 Westend von Moritz Rinke am DasDas-Theater.
Tuğsal Moğul war von Dezember 2017 bis
Februar 2018 und von August bis September 2019
Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.
Tuğsal Moğul (1969, Neubeckum/Vestfalya),
diplomalı oyuncu, yönetmen, anestezist ve doktor,
Münster’de bir eğitim hastanesinde yarı zamanlı
doktor olarak görev yapıyor, aynı zamanda yazar ve
rejisör olarak da çalışmalarını sürdürüyor. 2008
tarihli ilk oyunu Halbstarke Halbgötter’in başkahramanları
doktorlardı. Bugüne kadar yönetmenlik
çalışmalarının yanı sıra tıp ve/veya mültecilik konulu
11 araştırma oyunu daha yazmıştır. Die deutsche
Ayşe 2014’te NRW Tiyatro Günleri’nde İzleyici Özel
Ödülü’nü ve Gençlik Jürisi Ödülü’nü aldı. 2015
yılında tamamlanan NSU / Auch Deutsche unter den
Opfern adlı araştırma projesi 2015’te Berlin
Autorentheatertage’a davet edildi, 2016’da
Hamburg’da en iyi çağdaş drama kategorisinde
Monica Bleibtreu Ödülü’ne layık görüldü. İstanbul’daki
konuk sanatçılığı çerçevesinde 2018’de
NSU / Kurbanların Arasında Almanlar da vardı (Auch
Deutsche unter den Opfern) adlı oyununu Kumbaracı50’de
ve 2019’da Moritz Rinke’nin Westend
oyununu DasDas Tiyatro’da sahneye koymuştur.
Tuğsal Moğul Aralık 2017-Şubat 2018 ve
Ağustos-Eylül 2019 tarihlerinde Tarabya Kültür
Akademisi’nin konuk sanatçısıydı.
Diana Näcke
170
1
2
Konuk Sanatçılar 171
3
4
5
Stipendiat*innen Diana Näcke 172
6
The Fish knows everything: Filmstills aus Diana Näckes Dokumentarfilm / Diana Näcke’nin belgesel
filminden kareler, TR/D 2019
1 Gefangenes Delfinweibchen im Delfinarium Istanbul / Dolphinarium İstanbul’da tutsak dişi yunus
balığı
2 Die Meeresbiologin Aylin Akkaya bei einem Vortrag an der Marmara-Universität Istanbul / Deniz
biyoloğu Aylin Akkaya İstanbul, Marmara Üniversitesi’nde sunum yaparken
3 Prof. Ali Mehmet Celâl Şengör, Experte für tektonische Geologie und Erdbeben / Tektonik ve
deprem jeolojisi uzmanı
4 Demonstration der Frauen in Beyoğlu, Istanbul / İstanbul’da Kadınlar Günü yürüyüşü, 08.03.2019
5 Polizeieinsatz bei einer AKP-Wahlveranstaltung / AKP seçim mitinginde kolluk kuvvetleri
6 Eine Stickmaschine stickt den Filmtitel, Eyüp, Istanbul 2019 / Filmin adı bir nakış makinesile
nakşediliyor, Eyüp, İstanbul 2019
Konuk Sanatçılar Diana Näcke 173
THE FISH KNOWS EVERYTHING …
Ich erarbeite Dokumentarfilme dicht an besonderen Charakteren, die meist als
verrückt gelten und am Rand einer Gesellschaft leben, deren Abgründe sie
widerspiegeln. Ich verfolge ihre Entwicklung, begleite sie über mehrere Jahre,
lasse den Zuschauer an ihrer besonderen Art, die Welt zu sehen, teilhaben und
stelle auf diese Weise das, was als politisch korrekt gilt, in Frage. Da sich das
Scheitern meiner Figuren aber oft tief in meine Seele brennt, hatte ich eigentlich
beschlossen, diese Art zu arbeiten erst einmal ruhen zu lassen.
Und da bekomme ich dieses wundervolle Stipendium und die Zeit
geschenkt, mich nur darauf konzentrieren zu dürfen, was man als Künstlerin am
liebsten macht: sich begegnen, beobachten und versuchen zu begreifen. Aus
Schutz trage ich dann die Kamera vor meinem Herzen.
Und plötzlich wacht man eines Morgens auf und sitzt schon mitten in
einem neuen Film, ohne es bemerkt zu haben. In meinem Fall in einem modernen
Märchen, in dem ein Delfin die Geschichte der biblischen Sintflut richtigstellt,
denn ursprünglich war Noah, der Erbauer der Arche, ein Türke.
Tatsächlich warnt der Delfin im Film die Menschen vor einer herannahenden
Katastrophe, die über Istanbul hereinbrechen wird. Ein Erdbeben mit
einer Zerstörungskraft, einhundert Mal stärker als die Atombombe, die auf
Hiroshima fiel. Aber nur drei menschliche Krieger können die Warnung des
Delfins verstehen: ein autistischer Junge, ein verrückter Professor mit Asperger-Syndrom
und eine Frau, die mit 80 behinderten Katzen und 50 behinderten
Hunden in einem alten Haus zu Füßen des Istanbuler Hochsicherheitsgefängnisses
lebt.
Die Geschichte von THE FISH KNOWS EVERYTHING … hört sich vielleicht
verrückt an, ist sie aber nicht. Wie kam es dazu?
Vom ersten Moment an verbrachte ich viel Zeit mit den Anglern vom
Bosporus, die mich in ihre Kunst des Istavrit-Fischens einweihten und mit denen
ich später oft zusammensaß und fischte.
Istavrit, das ist eine kleine Makrelen-Art, die man über einen sehr körperlichen
Vorgang des Angelns mit mehreren Haken, die mit Silberfädchen bestückt
sind, an einer Schnur fängt. Man imitiert kleine Fischschwärme, indem man die
Schnur ständig einholt und über nahezu meditative Abläufe dauerhaft in Bewegung
hält.
Und genau die Begegnung mit diesen Anglern und meine gemeinsame Zeit
mit ihnen haben diesen Film ausgelöst.
Stipendiat*innen Diana Näcke 174
Sie waren es, die mir von der Sintflut am Bosporus erzählten und das Märchenmoment
in mir wachriefen. Es waren die alten Fischer und ihre Möwen, mit denen
ich auf den Bosporus und das Marmarameer hinausfuhr, die von damals
schwärmten, als es noch große Makrelen und den Blauflossen-Thunfisch im
Bosporus gab. Und die Delfine, die wie eine Erscheinung plötzlich neben der
Fähre auftauchten. Und dann dieses magische Licht. In Istanbul wird das Licht
am Bosporus durch die Reflexion auf dem Wasser, die ständig drehenden Winde,
den Nebel in Kombination mit den Wärme- und Kälte-Luftschichten auf eine
ganz besondere Art gebrochen, was diese einzigartige Magie erzeugt.
Ich habe mich mit der Kamera an den Pier von Eminönü gesetzt, Vorgänge
und Menschen beobachtet. Oder aber auf die Fähre, die ich fast täglich nutzte,
und die Menschen durch das Objektiv betrachtet. Die Kamera war immer dabei,
und damit gab es auch das erste Material, aus dem sich die Filmidee wie von
selbst formierte. Ich erarbeite einen Film am liebsten organisch: drehen, beobachten,
Gespräche führen und schreiben.
Das war bis jetzt mein Lernprozess. Der Reichtum in diesem Land ist zweifelsohne
das bunte Mosaik der verschiedenen Kulturen, aber hier liegt auch
sein Widerspruch. Je näher ich dieser Kultur kam und glaubte, sie greifen zu
können, umso weiter schien sie von mir wegzurücken. Ich begriff, dass ich nichts
wusste. Und mit dieser Art des Entdeckens hat sich direkt durch die Kamera
eine Form des Erzählens erschaffen, so als wären die Augen der späteren Kinozuschauer
die meinen. Auf diese Art und Weise fühlt man vielleicht später auch
beim Schauen des Films, dass die Politik und die Stimmung in diesem Land wie
ein Hundert-Kilogramm-Stein auf die Brust drücken. So habe ich es zumindest
empfunden, als ich hier ankam: Schwere, als hätte mir jemand an der Grenze
diesen Stein aufgesetzt und gesagt: „Festhalten, sonst passiert etwas Furchtbares.“
Und ich hab’ ihn festgehalten, diesen Stein, acht Monate lang. So habe
ich auch Prozesse gegen meine türkischen Freunde und Verhaftungen miterlebt.
Und plötzlich war das Märchen kein Märchen mehr. Deshalb wird THE FISH
KNOWS EVERYTHING … ein Dokumentarfilm sein, der über und unter den
Märchen liegt. Eine Zustandsbeschreibung im Zwischenraum des Unfassbaren.
Und weil ich an die Kraft des Märchens glaube, das ich als Hommage an
die Menschen hier verstehe, die trotz widriger Bedingungen ihren Humor und
ihren Sinn für die Schönheit nicht verloren haben, ist dieser Film eine Liebeserklärung
an die, die weitermachen. Und eine Hommage an eine große Inspirationsquelle:
An Chris Markers Film Der schöne Mai von 1963 – ein eindringlich,
klar und poetisch beobachtend gedrehter Film mit einer ehrlichen Kamera.
Konuk Sanatçılar Diana Näcke 175
Nach Ende meiner Zeit hier in Tarabya bekam der Film das Gerd Ruge Stipendium
der Film- und Medienstiftung NRW. Aber das ist nicht nur mein Erfolg, sondern
auch der jener Menschen hier, die Tarabya ermöglichen, und derjenigen, die
mich in Istanbul so herzlich in ihr Leben aufgenommen haben. Über einen Zeitraum
von drei Jahren werde ich nun immer wieder nach Istanbul zurückkehren
und diesen Film drehen. Und dafür bin ich zutiefst dankbar.
THE FISH KNOWS EVERYTHING …
Genelde toplumda deli kabul edilen, olaylara genel eğilimin tersi tepkiler veren
ve toplumun çeperlerinde kalan özgün karakterlere yakın duran belgesel filmler
üzerine çalışıyorum. Bu filmlerde bu karakterlerin gelişimini takip ediyor, yıllar
boyunca onlara eşlik ediyor ve böylece derinlikleri bu figürlerde ve onların yaşam
çizgilerinde ortaya çıkan incelikli bir sosyal portre çizmeye çalışıyorum. Ancak
bu çalışma biçimi ruhumda derin izler bıraktığından ve kendimi ve karakterleri
uzun yıllar boyunca korumak genelde benim kişisel sınırlarımı –ve olanaklarımı–
aştığından, bu şekilde çalışmaya bir süre ara vermeye karar verdim.
Tam bu noktada bana bu muhteşem burs ve onunla birlikte bir sanatçı
olarak yapmayı en sevdiğim şeye odaklanmak için gerekli zaman bahşedildi:
insanlarla karşılaşmak, gözlemlemek ve kavramaya çalışmak. Beni koruması için
fotoğraf makinemi göğsümde, tam kalbimin üzerinde taşımaya başladım.
Sonra bir sabah uyandım ve birden, o an bunun farkında olmasam da,
kendimi yeni bir filmin ortasında buldum. Bu film, bir yunus balığının Kitabı
Mukaddes’teki tufan öyküsünü tashih ettiği bir modern masaldı ve gemiyi inşa
eden Nuh, esasen bir Türk’tü.
Yeni filmimde bu yunus insanları, yaklaşmakta olan ve İstanbul’u yerle bir
edecek büyük felakete karşı uyarır. Bu felaket, Hiroşima’ya atılan atom bombasından
yüz kat daha etkili bir depremdir. Ancak yunusun bu uyarısını sadece üç
kişi anlayabilir: otizmli bir genç, Asperger sendromlu bir “çılgın profesör” ve
İstanbul’un yüksek güvenlikli cezaevinin bulunduğu tepenin eteklerindeki
harabe bir evde 80 engelli kedi ve 50 engelli köpekle birlikte yaşayan bir kadın.
THE FISH KNOWS EVERYTHING …’in hikayesi kulağa çılgınca gelebilir ama
öyle değil. Peki, ben bu hikâyeyi nasıl buldum?
Stipendiat*innen Diana Näcke 176
Şehre geldiğim ilk günden itibaren Boğaz’daki balıkçılarla çok vakit geçirdim,
bana balıkçılık sanatının inceliklerini, istavrit yakalamayı öğrettiler, sık sık
birlikte balık tuttuk.
İstavrit, çok sayıda simli sicimle kaplı ve bir ipe bağlı iğnelerden oluşan
özel bir olta kullanarak ve ciddi bir bedensel eforla avlanıyor. Oltanın ipinin tıpkı
meditasyon yapar gibi belli bir akış içinde sürekli hareket ettirilmesi, sürekli
çekilip bırakılması, suda hareket halindeki küçük balıkların yaydığına benzer bir
ısınmaya yol açıyor.
Bu film fikri de bu balıkçılarla tanışıp onlarla zaman geçirdiğim sırada
ortaya çıktı.
Boğaz’ın taşarak bölgeyi sular altında bıraktığı seli anlatan ve içimdeki
masalcının uyanmasını sağlayan işte bu balıkçılar oldu. Boğaz’da uskumruların
ve orkinosların yaşadığı o eski güzel günleri anlatanlar da Boğaz’da ve Marmara
denizinde yolculuk ederken bana eşlik eden balıklar ve martılardı. Ve ansızın
vapurun yanı başında su yüzüne çıkıveren yunus balıkları. Bir de o büyülü ışık.
İstanbul’da Boğaz’ın sularına düşen ışık, sürekli esen rüzgârlar ve soğuk ve
sıcak hava katmanlarının birleşimi sonucu oluşan sis nedeniyle, yüzeyde çok
özgün bir kırılma yaşıyor ve benzersiz bir büyüleyici etkiye yol açıyor.
Eminönü iskelesinde, vapurlarda, binaların çatılarında fotoğraf makinemin
objektifinden insanları gözlemledim. Fotoğraf makinem daima yanımdaydı ve bu
film fikrinin neredeyse kendiliğinden oluşmasına yol açan ilk materyalimdi. Ben
filmlerimi organik bir yaklaşımla oluşturmayı severim, filme çekerim, gözlemlerim,
insanlarla konuşurum ve yazarım.
Şimdiye kadar öğrenme sürecim buydu. Bu ülkenin zenginliğinin çeşitli
kültürlerin oluşturduğu renkli mozaikten ileri geldiğine şüphe yok ama tam da bu
noktada bir çelişki baş gösteriyor. Bu kültürü daha yakından tanıyıp onu kavrayabildiğime
ikna olduğum anda, ellerimden kayıp gidiyor ve benden uzaklaşıyor
gibiydi. Ve nihayetinde, aslında hiçbir şey bilmediğimi kavradım. İşte bu keşif
sayesinde, kameranın karşısındaki her şeye gelecekteki sinema izleyicilerinin
gözlerinden baktığım bir anlatı formu oluştu. Belki bu şekilde, ülkede siyasetin
ve genel atmosferin yüz kiloluk bir taş gibi insanın böğrüne oturduğu hissini
ileride filmi izleyecek olanlar da paylaşabilirdi. Buraya vardığım anda hissetmiştim
bunu: sanki sınırda birisi başımın üzerine kocaman bir taş yerleştirip
“Bunu sıkıca tutmazsan, korkunç bir şey olur” demiş gibi bir ağırlık. Ben de
sekiz ay boyunca o taşı bırakmadım. Türkiyeli arkadaşlarıma açılan davaları ve
tutukluluk kararlarını işte bu halde deneyimledim. Sonra birden, masal masal
olmaktan çıktı. İşte bu nedenle, THE FISH KNOWS EVERYTHING… masallar üstü
Konuk Sanatçılar Diana Näcke 177
ve masallar altı bir belgesel olacak. Kavranılamayanın bulunduğu o ara uzamdaki
durumu tarif edecek.
Ve ben korkunç koşullara rağmen mizah duygularını ve güzellik anlayışlarını
kaybetmeyen buralı insanlara bir saygı gösterisi olarak gördüğüm masalın
gücüne inandığımdan, yaşamaya ve mücadeleye devam edenlere bir saygı duruşu
bu film. Ve çok önemli bir ilham kaynağına da bir saygı duruşu: Chris Marker’ın
1963 tarihli Güzel Mayıs filmine – dürüst gözlemler yapan bir kamerayla çekilmiş,
dokunaklı, açık ve şairane bir filme.
Tarabya’da kaldığım dönemin hemen ardından film Sinema ve Medya Vakfı
NRW’nin Geld Ruge Bursuna layık görüldü. Ama bu sadece benim değil, Tarabya’yı
hayata geçirmiş herkesin ve İstanbul’da büyük bir içtenlikle beni yaşamlarına
kabul etmiş insanların da başarısı. Önümüzdeki üç yıl boyunca sık sık İstanbul’a
gelerek bu filmi çekeceğim. Ve işte bunun için gerçekten müteşekkirim.
Diana Näcke ist Dokumentarfilmregisseurin. Ihre
Filme beschreiben Brennpunkt-Themen unserer
Zeit, die sie mit viel Feingefühl für menschliche
Abgründe abbildet. Ihr Debüt Meine Freiheit, deine
Freiheit (2011) und Die Geister, die mich riefen
(2017) liefen erfolgreich in deutschen Kinos und auf
interna tionalen Filmfestivals (u. a. Berlinale, Hot
Docs, Internationales Dokumentarfilmfestival
Istanbul, Internationales Filmfestival Addis Abeba)
und wurden mit zahlreichen Preisen (u. a. Audience
Award beim Internationalen Filmfestival Brüssel,
Bremer Dokumentarfilmpreis, Treatmentpreis des
Bayrischen Rundfunks) ausgezeichnet. Neben ihrer
Arbeit als Regisseurin, Kamerafrau und Cutterin
ist sie für das Fernsehen tätig und kollaboriert mit
Performance-Gruppen, bildenden Künstlern und
Musikern. Derzeit erarbeitet sie die Videokonzeption
für einen performativen Konzertraum der Berliner
Musikerin Masha Qrella, die Texte von Thomas
Brasch vertont.
Diana Näcke war von September 2018 bis April
2019 an der Kulturakademie Tarabya als eine der
ersten Stipendiat*innen, die sich initiativ über den
ersten Open Call im September 2017 beworben
hatten.
Diana Näcke belgesel film yönetmeni. Filmlerinde
insana özgü dipsizliklere büyük bir duyarlılıkla
yaklaşarak zamanımızın merkezi temalarını sunar.
Meine Freiheit, deine Freiheit (2011) adlı ilk filmi ve
güncel filmi Die Geister, die mich riefen (2017)’da
Alman sinemalarında ve birçok uluslararası film
festivalinde (Berlinale, Hot Docs, Uluslararası
İstanbul Belgesel Film Festivali, Addis Abeba
Uluslararası Film Festivali vb.) gösterilmiş, çok
sayıda ödül (Brüksel Uluslararası Film Festivali
Seyirci Ödülü, Bremer Belgesel Film Ödülü, Bavyera
Radyo-Televizyon Kurumu Tretman Ödülü vb.)
almıştır. Yönetmenliğin, kameramanlığın ve kurguculuğun
yanı sıra televizyon için de çalışmaktadır. Şu
sıralarda, Thomas Brasch’in metinlerini seslendiren
Berlinli müzisyen Masha Qrella’nın performatif
konser mekânı için bir video çalışması tasarlamaktadır.
Diana Näcke 2017 yılının Eylül ayında açık burs
çağrısı üzerinden başvuru yaparak Tarabya Kültür
Akademisi’nde Eylül 2018 ve Nisan 2019 tarihleri
arasında konuk sanatçı olarak kalmaya hak kazanan
ilk sanatçılardan biridir.
Samir
178
Odeh-Tamimi
Konuk Sanatçılar Samir Odeh-Tamimi 179
Stipendiat*innen Samir Odeh-Tamimi 180
Konuk Sanatçılar Samir Odeh-Tamimi 181
Stipendiat*innen Samir Odeh-Tamimi 182
Konuk Sanatçılar Samir Odeh-Tamimi 183
Stipendiat*innen Samir Odeh-Tamimi 184
Konuk Sanatçılar Samir Odeh-Tamimi 185
Stipendiat*innen Samir Odeh-Tamimi 186
Konuk Sanatçılar Samir Odeh-Tamimi 187
Stipendiat*innen Samir Odeh-Tamimi 188
Konuk Sanatçılar Samir Odeh-Tamimi 189
Stipendiat*innen Samir Odeh-Tamimi 190
Konuk Sanatçılar Samir Odeh-Tamimi 191
Stipendiat*innen Samir Odeh-Tamimi 192
Konuk Sanatçılar Samir Odeh-Tamimi 193
Stipendiat*innen Samir Odeh-Tamimi 194
Konuk Sanatçılar Samir Odeh-Tamimi 195
Stipendiat*innen Samir Odeh-Tamimi 196
Neue Ufer der Inspiration
Ein Aufenthalt an der Kulturakademie Tarabya ist ein großes Glück. Ich hatte
einige Vorahnungen im Koffer, da ich Istanbul einigermaßen kenne, aber der
Aufenthalt dort hat alle meine Erwartungen übertroffen. Den täglichen Blick in
den großen, geheimnisvollen Park und die Aussicht vom Schreibtisch auf den
Bosporus werde ich so schnell nicht vergessen. Die Villa ist zwar geschützt und
fernab von Hektik und Getöse der riesigen Metropole, wallt aber mit den unbeschreiblich
aufmerksamen, freundlichen und hilfsbereiten Betreuerinnen, Gärtnern
und Pförtnern. Das Viertel, in dem sich die Akademie befindet, ist überschaubar
– an manchen Ecken sogar dörflich. Es gibt viele Cafés und
Restaurants, das ist aber noch gar nichts im Vergleich zu den unzähligen
Teefreiluftstuben entlang des Bosporus, direkt vor der Tür, nur wenige Schritte
über die Straße. Istanbul ist eine riesige Metropole mit einer bemerkenswerten
Geschichte, egal wo man hinfährt, herumläuft oder mit dem Schiff anlegt – es
bleibt immer aufregend. Diese unergründliche Stadt hat mich an andere und
neue Ufer der Inspiration gebracht. Ich konnte gut komponieren und malen.
Gerne wieder!
Yeni Esin Kaynakları
Tarabya Kültür Akademisi’nde konuk olmak büyük şans. İstanbul’a az da olsa
aşina olduğumdan kendimi hazırlıklı sanıyordum ama burada kaldığım süre
boyunca kent bütün beklentilerimi aştı. O kocaman parkın gizemli görünümü,
yazı masamda otururken gördüğüm Boğaz manzarası uzun bir süre aklımdan
çıkmayacak. Akademinin köşkü görece korunaklı ve bu devasa metropolün
kargaşasından ve şamatasından oldukça uzak olsa da, fevkalade nazik, dostane
ve yardıma hazır danışmanlar, bahçıvanlar ve kapı görevlileri sayesinde capcanlı
bir yer. Akademinin bulunduğu bölge hayli küçük – hatta bazı bölgeleri bir köyü
andırıyor. Çok sayıda kafe ve restoran var ama ana kapının sadece birkaç adım
uzaklığındaki Boğaz’a bakan sayısız açık hava mekânı yanında bunlar devede
kulak kalır. İstanbul kayda değer bir tarihi olan devasa bir metropol ve ister
karayoluyla, isterse yürüyerek veya vapurla gideceğiniz her yerde heyecan verici
şeylerle karşılaşıyorsunuz. Bu esrarlı şehir ilham alabileceğim bambaşka ve
yepyeni ufuklar açtı önümde. Orada kaldığım dönemde çok iyi besteler ve resimler
yaptım. Seve seve tekrar gelirim!
Konuk Sanatçılar Samir Odeh-Tamimi 197
Samir Odeh-Tamimis Musiksprache ist in seiner Auseinandersetzung
mit der westeuropäischen Avant -
garde und der arabischen Musikpraxis verankert.
Geboren in Jaljulia in der Nähe von Tel-Aviv, kam der
Komponist mit 22 Jahren nach Deutschland und
studierte Musikwissenschaft und Komposition.
Inzwischen sind Samir Odeh-Tamimis Werke bei
renommierten Festivals zu hören und er erhielt
Kompositionsaufträge unter anderem vom Deutschlandfunk,
den Donaueschinger Musiktagen, dem
Europäischen Zentrum der Künste Hellerau, dem
Festival d’Aix-en-Provence und dem Bayerischen
Rundfunk/musica viva. In Kooperation mit dem RBB
und Kairos hat das Berliner Zafraan Ensemble
kürzlich eine viel gepriesene Porträt-CD mit kammermusikalischen
Werken des Komponisten vorgelegt,
die für die Intensität seiner Klangsprache in ihrer
existenziellen Dimension als beispielhaft gelten
kann. Weitere Aufnahmen seiner Werke sind unter
anderem bei WERGO erschienen. Samir Odeh-Tamimi
ist seit 2016 Mitglied der Akademie der Künste in
Berlin.
Samir Odeh-Tamimi war von Mai bis August 2019
Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.
Samir Odeh-Tamimi’nin müzik dili, Batı Avrupa avangardı
ve Arap müziğiyle uğraşı sırasında şekillenmiştir.
Tel-Aviv yakınlarındaki Jaljulia kasabasında
doğan besteci 22 yaşında geldiği Almanya’da
müzikoloji ve bestecilik eğitimi gördü. Eserleri en
saygın müzik festivallerinde seslendirilen Samir
Odeh-Tamimi, Almanya Radyosu, Donau eschingen
Müzik Günleri, Hellerau Avrupa Sanat Merkezi,
Festival d’Aix-en-Provence ve Bavyera Radyosu/
musica viva için besteler hazırlamıştır. Berlin Zafraan
Ensemble’ın RBB ve Kairos ile işbirliği içinde
bestecinin oda müziği eserlerini seslendirdiği ve
büyük övgü toplayan bir Portre-CD yayınlanmıştır; bu
çalışma bestecinin yoğun müzik dilini varoluşsal
boyutuyla sunması bakımından önemli bir örnek
teşkil etmektedir. Bestecinin eserlerinin başka
kayıtları da WERGO vb. müzik şirketleri tarafından
yayınlanacak. Samir Odeh-Tamimi 2016’dan bu yana
Berlin Sanat Akademisi üyesidir.
Samir Odeh-Tamimi, 2019 yılının Mayıs-Ağustos
ayları arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk
sanatçısı olarak İstanbul’da bulunmuştur.
Judith
198
Rosmair
Konuk Sanatçılar Judith Rosmair 199
200
Konuk Sanatçılar Judith Rosmair 201
Europas Tagebuch
Als Theatermacherin auf Tour reist man manchmal mit seltsamen Requisiten im
Handgepäck, um zu verhindern, dass Hamlets Totenkopf im Zoll hängen bleibt
und man kurzfristig in Nowosibirsk einen menschlichen Schädel organisieren
muss. Die Stier-Maske für Theo 1 , der dazu verdonnert wurde, den Zeus zu
spielen, habe ich im Fundus des Theaters entdeckt, nur hat sie statt eines
Gehörns ein Geweih und ist wohl als Rentier im Weihnachtsmärchen aufgetreten.
Doch da selbst bei einer göttlichen Verkleidung in der Schnelle des Umzugs mal
was schiefgehen kann, lassen wir den Sechsender so, wie er ist, und setzen
unserem Minotaurus keine Hörner auf. Freundlicherweise hat mir der deutsche
Konsul in Istanbul ein hochoffizielles, bilinguales Botschaftsschreiben mit
Briefkopf und Stempel ausgestellt, dass es sich hier um eine fragile Künstlerkostümierung
für unsere Kulturarbeit handelt und nicht etwa um eine, zugegebenermaßen
etwas sperrige, Vermummung für Demonstrant*innen auf dem
Taksim-Platz. Das Monster reist also im Handgepäck.
Ich lande in Istanbul. Mein Name auf einem Schild. Der freundliche Fahrer
und seine Frau schenken mir Kekse und Wasser, da ich noch keine Lira gewechselt
habe. Nach Sonnenuntergang erreichen wir die Kulturakademie Tarabya:
Hinter hohen Mauern mit Stacheldraht liegt eine Mini-Europa-Enklave mit herrschaftlichen,
weißen Holzhäusern. In diesen Garten Eden darf man nur mit
gültigem Pass und Zutrittsberechtigung. Unwirklich grüner Rasen und Blumenrabatten
im Mondlicht. Über allen Palmenwipfeln ist Ruh, Sauberkeit und
Ordnung. Unser Schlaf wird bewacht von türkischen Sicherheitsleuten und
deutschen Schäferhunden. Morgens liest mir Sinem mein Schicksal aus dem
Kaffeesatz. Sie sieht einen schwarzen Panther, stark und wild wie der Wind, der
vor dem Fenster heult. Ist das etwa Zeus, der ja auch als Schwan, Adler, goldener
Regen, Wolke, Nebel, Feuer, Satyr, Schlange und selbst als Ameise seine zahlreichen
Geliebten besuchte? Abends ins DasDas-Theater, Kafkas Prozess auf
Türkisch. Ich verstehe kein Wort und doch alles. Nach der Show warten 77 junge
Frauen auf ein Selfie mit dem Star des Abends. Erstes Tarabya-Dinner, dem noch
viele folgen werden. Alle bekochen alle. Fußball-WM gucken, we are family. Die
Türkei wählt. Unser Nachbar gewinnt knapp mit 52 Prozent. Draußen herrscht
Bombenstimmung. Autokorso, Fahnen und Kopftücher, Kinderchöre überall: Die
Türkei ist unsere Heimat, Recep ist unser Vater.
1 Theo Eshetu
Stipendiat*innen Judith Rosmair 202
Calasso-Lektüre im Rosengarten. Ich pflücke einen Gedankenstrauß: Wer oder
was ist Europa? Ist sie die mythologische Gestalt, die von einem Strand im
Libanon nach Kreta entführt wurde? Ist Europa ein Haus, in das jeder rein will,
dessen Bewohner*innen sich zunehmend verbarrikadieren? Oder ein imperialistischer
Millionär auf Sinnsuche? Das 1. Kunst- und Kulturfestival Tarabya. Wir
filmen auf einem Berg von Sitzkissen und gestapelten Stühlen, was von der
Party übrig ist. Ich singe: Once upon a time in Europa, after the crash and
before the war …
Im Ägyptischen Bazar. Kunstblumen für Europas Kranz. Zeus wird überall
bewundert, jeder will ein Selfie mit dem Stiermenschen. Runter in die Zisterne.
Wir erstarren vor der Medusa, in lebenslanger Dunkelheit schwimmen Karpfen.
Bosporus in der Morgendämmerung. Zeus trimmt an den Geräten seinen göttlichen
Körper. Asien glitzert in der nahen Ferne, Delfine springen. Om.
Sonntags in der griechisch-orthodoxen Kirche, roter Teppich, Kristalllüster,
prächtige Ikonen. Wir dürfen hier Europas Hochzeit drehen, aber der
Bräutigam erscheint nicht. Mondfinsternis, Blutmond. Die Geburt der Tragödie
aus dem Geiste der Musik. Unsere mythologischen Protagonist*innen transformieren
sich in menschliche Freaks mit Gummimasken. Unsere Schattenwesen
entdecken das verfallene Horrorhaus. Taschenlampen. Shining. Dreirad fahren
im Hausflur. Auf dem Dachboden ein riesiges Wehrmachtskreuz.
Europa tanzt wie ein Derwisch im Gartenpavillon … und sie dreht sich
doch! Kabuki auf dem Soldatenfriedhof, misstrauisch beäugt von Erdoğans
Wächtern. Europe goes wild. Klarsichtfolien-Striptease. Siesta. Liebe. Brautkleid
im Sprühregenbogen, Diamanten fallen aus dem Himmel. Mit dem Schiff
nach Istanbul für 50 Cent. Shooting im deutschen Konsulat. Wilhelm II im
Türkenrock. Reliefs von halbnackten Bacchantinnen, ich imitiere ihre tänzerischen
Gesten. Tags darauf im österreichischen Konsulat. Ein Flügel. Freude
schöner Götterfunken, Tochter aus Elysium. Ist Beethoven ein Europäer? Und
was ist eigentlich die „europäische Identität“? Der Glaube? Die Sprache? Die
Kultur?
Eva pflückt den Apfel im Gemüsegarten. Meine Ruh ist hin, mein Herz ist
schwer. Europa ist Dreck und Erde. Angesicht schlammbedeckt. Waterboarding.
Der Dreck ist weg. Eine neue Runde Geschlechterkampf auf dem Tennisplatz.
Die Entführung, eine Fahrt über den Bosporus. Die Leute lachen, sie lieben den
Stier und die Braut, mein Schleier flattert im Wind. Alle wollen ein Bild mit uns.
Eine Frau schenkt mir Ohrringe, sie küsst mich und wünscht uns Glück. Auf nach
Süden, wir nehmen die europäische Route, in Çanakkale schnaubt das trojanische
Pferd in der Abendsonne. Zeus hastet durch die Pasolini-Wüste, wirft den
Konuk Sanatçılar Judith Rosmair 203
Kubrick-Knochen. Europa als Erscheinung, als Traum, als Wunschziel. Weiter
nach Assos in die Ida-Berge, dort versammelten sich die Götter, um dem Trojanischen
Krieg zuzusehen. Ehekrach der Schatten. Mein Freak hält hochschwanger
einen Wutmonolog. Tempel der Athene. Das Meer wie Blei. Europa dirigiert in der
Agora. Stierkampf mit rotem Tuch. Wully Bully. In Adatepe machen wir Unterwasseraufnahmen.
Europa taucht ab, Europa driftet, Europa ertrinkt. Zeus bläst die
Backen. Am Strand von Dalyan, Tanz der Grazien. Zeus, der ewige Voyeur. Er
erscheint in Stiergestalt. Verführt. Raub oder Rape, das ist hier die Frage. Wild
is the wind. Eine Odyssee der Abendsonne entgegen. Liebesgeflüster, Europe is
lost. You go to my head. Auf dem Altar des Zeus. Der weiße Bulle. Er ist schön
und scheu. Morgen muss er sterben. Es ist Bayram, Opferfest, Gebete und Blut
überall. Der mein Fleisch kaut, der mein Blut trinkt, hat ewiges Leben. Abreise
mit schweren Koffern und leichten Herzen. Good bye, Auf Wiedersehen, Güle
Güle!
Avrupa’nın Güncesi
Turneye çıkmış bir tiyatrocu olarak, misal Hamlet’in kafatasının gümrüğe takılmasına
engel olmak ve Novosibirsk’te bir insan kafatası bulmaya uğraşmamak
için el bagajınızda çok tuhaf gereçler bulundurmak zorunda kalıyorsunuz. Zeus’u
oynamakla cezalandırılan Theo’nun 1 boğa maskesini tiyatronun kostüm departmanında
bulmuştum, ancak bu maskede boğa boynuzu yerine bir geyik boynuzu
vardı ve muhtemelen Noel masalındaki geyikler için kullanılmıştı. Ama sahne
arkasında hızla kostüm değiştirirken tanrıların kostümleri de bir kazaya kurban
gidebilir, dolayısıyla altı çatallı boynuza dokunmadık ve minotorumuza boğa
boynuzu takmadık. İstanbul’daki Almanya Konsolosluğu, bagajımda bir kültür
sanat faaliyetinde kullanılacak hassas bir kostüm bulundurduğumu, Taksim
Meydanı’ndaki protestocuların kılık değiştirmesine yardım etmek gibi bir amacım
olmadığını iki dilde beyan eden, antetli ve damgalı, çok resmi bir büyükelçilik
açıklaması vererek bana çok yardımcı oldu. Yani, canavarı el bagajımda taşıyacaktım.
İstanbul’a iniş yaptık. Bir plaketin üzerinde adımı gördüm. Nazik şoför ve
hanımı bana bisküvi ve su ikram ettiler, henüz Türk Lirası almamıştım. Güneş
battıktan bir süre sonra Tarabya Kültür Akademisi’ne vardık: Üzeri dikenli
tellerle kaplı yüksek duvarların ardında, muazzam, beyaz ahşap evlerle kuşatılmış
bir mini-Avrupa bölgesi. Bu Cennet Bahçesine sadece geçerli pasaportu
1 Theo Eshetu
Stipendiat*innen Judith Rosmair 204
ve içeri giriş belgesi olanlar adım atabiliyor. Ay ışığı inanılmaz yeşillikteki çimenleri
ve çiçek tarhlarını aydınlatıyor. Palmiye ağaçlarının üzerinde bir huzur,
temizlik ve düzen havası esiyor. Uyurken Türk bekçiler ve Alman bekçi köpekleri
koruyor bizi. Sabah Sinem kahve falıma bakıyor. Güçlü ve rüzgâr kadar azgın bir
kara panterin penceremin önünde uluduğunu görüyor. Aynı zamanda kuğu,
kartal, altın yağmuru, bulut, sis, ateş, satir, yılan ve karınca kılığına girerek
sayısız sevgili edinen Zeus muydu bu yoksa? Akşam, DasDas Tiyatro’da Kafka’nın
Dava’sı. Tek bir kelimesini bile anlamasam da aslında her şeyi anlıyorum. Gösteriden
sonra 77 genç kadın oyunun yıldızıyla selfie çektirmek için bekliyor. Tarabya’da
katılacağım sayısız akşam yemeğinin ilki. Herkes başkaları için yemek pişiriyor.
Dünya Kupası’nı izliyoruz, we are family. Türkiye seçime gidiyor. Komşumuz
%52’yle kıl payı kazanıyor.
Dışarıda bir curcuna. Otomobil konvoyları, bayraklar ve başörtüleri,
topluca şarkı söyleyen çocuklar: Türkiye vatanımız, Recep babamız. Gül bahçesinde
Calasso dersi. Kendime bir düşünce buketi hazırlıyorum: Avrupa ne ya da
kim? Lübnan’daki bir sahilden Girit’e kadar uzanan bir mitolojik figür mü?
Avrupa, herkesin girmek istediği, içinde oturanların dışardakilerden korunmak
için barikatları giderek yükselttiği bir ev mi? Yoksa anlam arayışında bir emperyalist
milyoner mi? 1. Sanat ve Kültür Festivali Tarabya. Bir tepenin üzerinde,
partiden kalmış minderleri ve üst üste yığılmış sandalyeleri filme çekiyoruz. Şarkı
söylüyorum: Once upon a time in Europa, after the crash and before the war ...
Mısır Çarşısı. Avrupa’nın çelengi için çiçekler. Zeus’un her yerde hayranları
var, herkes bir yarı boğa yarı insanla selfie çekmek istiyor. Sarnıca iniyoruz.
Medusa’nın önünde donakalıyoruz, ömür boyu karanlık kalacak olan suda
sazanlar yüzüyor. Sabah şafak sökerken Boğaz. Zeus jimnastik aletlerinde ilahi
bedeniyle idman yapıyor. Uzakta Asya kıtasının ışıkları parıldıyor, yunuslar suda
sıçrayarak ilerliyor. Om.
Pazar günü Rum Ortodoks Kilisesi, kırmızı halılar, kristal avizeler, ihtişamlı
ikonalar. Burada Avrupa’nın Düğünü’nü filme çekmek için izin aldık ama damat
ortalarda görünmüyor. Ay tutulması, kanlı Ay. Tragedyanın müziğin ruhundan
doğuşu. Mitolojik kahramanlarımız maske takmış tuhaf insanlara dönüşüyor.
Sadece gölgeleri görünen yaratıklar bu çökmüş korkunç evi keşfediyor. Masa
lambaları. Shining. Evde üç tekerlekli bisiklete binmek. Çatı katında devasa
boyutlarda bir gamalı haç.
Avrupa bahçedeki kulübede bir derviş gibi dans ediyor … ve dönüp
duruyor! Er mezarlığında, Erdoğan’ın güvenlik ekibinin şüpheli bakışları altında
Kabuki. Europe goes wild. Şeffaf folyo striptizi. Siesta. Aşk. Çiseleyen yağmurdan
bir gelinlik, gökyüzünden elmaslar düşüyor yeryüzüne. 50 Cent’i görmek için
Konuk Sanatçılar Judith Rosmair 205
vapurla İstanbul’a gidiyoruz. Almanya Konsolosluğu’nda film çekimi. II. Wilhelm
Türkçe rock’ta. Yarı çıplak Baküs rahibelerinin rölyefleri, onları taklit ederek
dans ediyorum. Ertesi gün Avusturya Konsolosluğu. Bir kuyruklu piyano. Neşe,
Tanrıların parlak kıvılcımı, Elysium’un kızı. Beethoven Avrupalı mı? Peki, nedir bu
“Avrupa kimliği”? İnanç mı? Dil mi? Kültür mü?
Havva sebze bahçesinde elmayı dalından koparıyor. Huzurum kalmadı,
kalbim daralıyor. Avrupa toprak ve yeryüzü. Çamurla kaplı bir manzara. Waterboarding.
Kir temizlendi. Tenis kortunda kadınlar erkeklere karşı bir maç daha.
Adam kaçırma, Boğaz üzerinden bir vapur seferi. İnsanlar gülüyor, boğayı ve
gelini pek sevdiler, duvağım rüzgârda uçuşuyor. Herkes bizimle resim çektirmek
istiyor. Bir kadın bana küpelerini hediye ediyor, beni öpüyor ve bize şans diliyor.
Avrupa rotasını takip ederek güneye doğru ilerliyoruz, Çanakkale’de Truva Atı
akşam güneşinde burnundan soluyor. Zeus aceleyle Pasolini Çölü’nden geçip
Kubrick’in kemiklerinden fal bakıyor. Bir fenomen, bir rüya, varılmak istenen
hedef olarak Avrupa. Assos’taki Kaz Dağları’na doğru ilerliyoruz, orada tanrılar
Truva Savaşı’nı izlemek için toplanmış. Gölgelerin karı koca kavgası. Karnı
burnundaki tuhaf figürden hiddet dolu bir monolog. Atina Tapınağı. Kurşun gibi
deniz. Avrupa Agora’da orkestrayı yönetiyor. Kırmızı bayraklı boğa güreşi. Wully
Bully. Adatepe’de su altında çekim yapıyoruz. Avrupa suya batıyor, Avrupa suda
sürükleniyor, Avrupa boğuluyor. Zeus yanaklarını şişiriyor. Dalyan sahilinde,
güzel kadınlar dans ediyor. Ebedi dikizci Zeus. Şimdi bir boğa görünümünde.
Baştan çıkarılmış. Soymak ya da tecavüz etmek, işte bütün mesele bu. Wild is
the wind. Akşam güneşinde bir Odysseia. Aşk fısıltıları, Europe is lost. You go to
my head. Zeus sunağında. Beyaz boğa. Güzel ve utangaç. Yarın ölmesi lazım.
Yarın bayram, Kurban Bayramı, her yerde dualar ve kan. Etimi çiğneyen, kanımı
içen ebediyen yaşar. Ağır bavullar ve hafiflemiş bir yürekle eve dönüş. Good bye,
Auf Wiedersehen, Güle Güle!
Stipendiat*innen Judith Rosmair 206
Judith Rosmair studierte Tanz in New York und
Schauspiel an der Hochschule für Theater und
Musik Hamburg. Es folgten Engagements am
Schauspielhaus Bochum, am Thalia Theater Hamburg
und an der Schaubühne Berlin. Rosmair war
außerdem Protagonistin von zahlreichen namhaften
Regisseur*innen wie Falk Richter, Dimiter Gotscheff,
Nicolas Stemann, Wilfried Minks, Torsten Fischer,
Helene Hegemann, Thomas Ostermeier, Martin Kušej,
Frank Castorf, Jürgen Gosch, Werner Schroeter. Sie
arbeitet in den Bereichen Film, TV, Hörspiel und Oper
und entwickelt eigene Performances, wie ihr bei
Presse und Publikum gefeiertes Theaterstück
CURTAIN CALL! mit dem Posaunisten Uwe
Dierksen vom Ensemble Modern. 2007 erhielt sie die
Auszeichnung als „Schauspielerin des Jahres“.
Judith Rosmair entwickelte in Tarabya mit dem
Videokünstler Theo Eshetu ein Projekt über den
Mythos Europa.
Judith Rosmair war von Juni bis August 2018
Stipendiatin der Kulturakademie Tarabya.
Judith Rosmair New York’ta dans öğrenimi gördü,
oyunculuk eğitimini Hamburg Tiyatro ve Müzik
Yüksek Okulu’nda tamamladı. Sanatçı akabinde
Schauspielhaus Bochum, Thalia Theater Hamburg ve
Schaubühne Berlin tiyatrolarında çalıştı. Rosmair
ayrıca başrol oyuncusu olarak, Falk Richter, Dimiter
Gotscheff, Nicolas Stemann, Wilfried Minks, Torsten
Fischer, Helene Hegemann, Thomas Ostermeier,
Martin Kušej, Frank Castorf, Jürgen Gosch, Werner
Schroeter gibi pek çok tanınmış yönetmenle çalıştı.
Judith Rosmair sinema, televizyon, radyo piyesleri ve
opera alanlarında çalışmalar yapıyor ve kendi performanslarını
sahneliyor, Ensemble Modern’de trombon
çalan Uwe Dierksen’le birlikte sahneye koyduğu
CURTAIN CALL! adlı tiyatro oyunu basından ve
seyirciden büyük övgü aldı. 2007 yılında Yılın
Oyuncusu ödülüne layık görüldü. Judith Rosmair
Tarabya’da video sanatçısı Theo Eshetu’yla birlikte
Europa söyleni üzerine bir proje geliştirdi.
Judith Rosmair Haziran ve Ağustos 2018
tarihleri arasında Tarabya Kültür Akademisi’nde
konuk sanatçı olarak bulundu.
Aykan
207
Safoğlu
Stipendiat*innen Aykan Safoğlu 208
Besuch (2019)
00:00:03,00 --> 00:00:06,135
Titel: Besuch
00:00:07,260 --> 00:00:12,701
Für Moyra Davey und Zeynep Sayın
00:00:13,767 --> 00:00:19,403
Dies soll ein Film darüber sein, warum ich eine Weile nicht mehr fotografieren
konnte.
00:00:23,585 --> 00:00:28,612
Gülşen Aktaş traf ich 2012 in einem Kinosaal in Berlin.
00:00:31,418 --> 00:00:36,387
Davor hatte ich von dem Alten St.-Matthäus-Kirchhof nicht gewusst.
00:00:42,921 --> 00:00:52,526
An einem Freitag, das Wochenende vom 28. September 2018, begleitete
ich Gülşen mit meiner Kamera.
00:00:58,805 --> 00:01:04,882
Sie wollte mir zeigen, wie sie ihr tagtägliches Ritual bisher durchgeführt
hatte.
00:01:07,278 --> 00:01:15,108
Und an diesem Nachmittag begann ich zu verstehen, wie ihr Plusquamperfekt
allmählich zu unserem Präsens wird.
00:01:25,475 --> 00:01:33,869
Mit Sorgfalt gießt sie die Gräber mit den hier geregneten Tränen der
woanders Hinterbliebenen.
00:01:36,153 --> 00:01:43,814
Sie faltet dabei die Zeit, näht daraus Geschichten aneinander, die sonst
zerknittert vor uns liegen.
00:01:47,753 --> 00:01:57,006
Sie grüßt Hamlet Manukyan. Sie kannte ihn zwar nicht, weiß jedoch recht
gut, was sein armenischer Name nicht verbergen kann.
00:01:59,280 --> 00:02:01,873
Auf dem Weg zu Şirin Aktaş …
00:02:06,628 --> 00:02:19,058
Gülşen und ihre drei Schwestern bringen Mama Steine von überall. Ein
jüdisches Brauchtum für Şirin – eine kurdische Gastarbeiterin aus
Dersim.
Konuk Sanatçılar Aykan Safoğlu 209
00:02:21,735 --> 00:02:27,997
Gülşen! Du pflegst ihr Grab, ich mach’ Fotos. Alle unscharf …
00:02:29,851 --> 00:02:33,189
Şirin möchte gerade nicht fotografiert werden.
00:02:34,079 --> 00:02:40,022
Das türkische Wort „ziyaret/Besuch“ stammt von dem Wort „mezar/
Grab“.
00:02:44,027 --> 00:02:48,410
Das Foto von der Beerdigung Deiner Mama findest Du in der Tasche.
00:02:51,822 --> 00:02:57,774
May Ayim: Afro-deutsche Dichterin, Freundin von Dir.
00:03:00,424 --> 00:03:05,752
„Zu früh ausgewandert“, meintest Du einmal, „aus diesen Erden“.
00:03:15,079 --> 00:03:21,130
Pause, wie Du sagst, um eine Kippe aufzuessen.
00:03:22,829 --> 00:03:33,056
Um Dich vom Ungut zu heilen, isst du manchmal „teberik“; Erde, die du
aus den heiligen Orten aus Dersim mitbringst.
00:03:35,961 --> 00:03:47,500
Israel Yinon, der angesehene Dirigent, der die Musik von Haas und
Ullmann aus dem KZ befreite, brach vor seinem Publikum zusammen.
00:03:50,548 --> 00:04:00,563
Die Lesben-WG, die künftige Ruhestätte deiner langjährigen lesbischen
Künstlerfreundinnen. Du hoffst, sie ziehen nie ein …
00:04:01,661 --> 00:04:10,063
Und der von Treitschke. Dank eurer Initiative wurde diesem Antisemiten
sein Ehrengrab aberkannt.
00:04:12,507 --> 00:04:21,268
Du passierst in Wellen der Trauer, vor’m Denk mal positHIV, im Gedenken
an die Opfer von AIDS.
00:04:24,274 --> 00:04:29,305
Ich war, ich bin, ich werde sein.
00:04:33,076 --> 00:04:38,894
Mem û Zîn, das klassische kurdische Epos, liest Du den Gebrüdern Grimm
vor.
00:04:48,702 --> 00:04:58,669
Jahrelang hat Helga Goetze auf dem Breitscheidplatz protestiert. Nun
übernimmst Du die Wache: „Ficken für Frieden!“
Stipendiat*innen Aykan Safoğlu 210
00:05:03,825 --> 00:05:07,265
„So viele Tote, für wessen Kriege denn?“
00:05:12,827 --> 00:05:23,693
Im Cafe, vor der Türkentaube … Der Vogel wird seit den 60ern in
Deutschland gesichtet, daher der Name.
00:05:29,477 --> 00:05:32,347
Du bist wohl eine kurdische Taube!
00:05:35,707 --> 00:05:48,128
Erster Versuch für ein gemeinsames Foto. Du flüchtest, mein Schatten
bleibt im Spiegel, unterbelichtet.
00:05:54,565 --> 00:06:12,393
Es ist kein Maikäfer, sondern ein Hubschrauber, der für Sicherheitsmaßnahmen
eingesetzt wird, die für das Staatsoberhaupt eines uns familiären
Landes bestimmt sind.
00:06:17,190 --> 00:06:32,948
Unruhig machen wir uns auf den Heimweg, um das Gefühl der Gefolgschaft
loszuwerden. Und die traurige Nachricht kommt: Dein Genosse
Rajwant ist tot.
00:06:39,037 --> 00:06:45,714
Heute ist der 29. September, Schabbes … Der Zug fährt ein.
00:06:50,231 --> 00:06:55,718
Die Brücke der S1, die entlang des Friedhofs nach Wannsee fährt.
00:06:58,411 --> 00:07:02,579
Die Gleise scheiden den Friedhof vom ,Türken‘markt.
00:07:05,674 --> 00:07:13,522
Jacob Grimm starb bei der Bearbeitung des deutschen Wörterbuchs,
nämlich bei dem Artikel „Frucht“.
00:07:15,207 --> 00:07:20,196
Verhandelt wird in Deutschland aber nicht nur der Preis für Obst.
00:07:22,295 --> 00:07:27,305
Du kommst fast jeden Tag hierher, pünktlich wie der Zug.
00:07:28,365 --> 00:07:31,071
Zuflucht vor dem Wahnsinn des Alltags.
00:07:33,148 --> 00:07:36,710
Du bist Teil einer stillen Trauergemeinde.
00:07:38,163 --> 00:07:45,611
Autodidaktische Gärtnerin. Deine nässenden Augen schreien Rajwant,
wir schweigen.
Konuk Sanatçılar Aykan Safoğlu 211
00:07:50,626 --> 00:07:53,755
Du kennst all die Blumen in Mays Garten.
00:07:57,629 --> 00:08:07,973
Ein Bild von einem Bild von dem Grab Deines Vaters in Kurdistan: Aziz
Aktaş. Ein Bild ist ein Grab.
00:08:10,778 --> 00:08:13,895
Noch ein Kippenzug und es geht weiter.
00:08:15,698 --> 00:08:21,254
Man hört die Worte der hier Ruhenden, wenn man diese aus der Stille
herausliest.
00:08:33,270 --> 00:08:38,460
Hedwig Dohm, die Frauenaktivistin, und ihr Porträt und Du.
00:08:40,884 --> 00:08:48,076
Rudy Stevenson hat auch Lieder für Nina Simone gemacht. Du warst
einmal bei seinem Jazz-Konzert in Berlin.
00:08:51,667 --> 00:08:56,981
„Ach Nurşen ist da!“ Deine Schwester hat uns Walnüsse aus ihrem
Garten gebracht.
00:08:58,923 --> 00:09:04,826
Vor ihrem queeren Dasein liegt das Denkmal für Kitty Kuse, eine lesbische
Aktivistin.
00:09:07,965 --> 00:09:15,483
Du erzählst, dass Dein zweites Baby zu früh kam. Du hast es jeden Tag
gewogen, Dir Notizen gemacht.
00:09:18,948 --> 00:09:24,493
Fotografie ist Schreiben mit Licht. Meine Kamera, Dein Stift …
00:09:27,574 --> 00:09:32,535
Die Pädagogin Birgit Rommelspacher hat Dich sehr geprägt als Sozialarbeiterin.
00:09:35,906 --> 00:09:41,694
Und vor Ovo Maltine, dieser legendären Berliner Drag-Künstlerin, hast
Du großen Respekt.
00:09:45,018 --> 00:09:55,959
Die Lorbeerblätter, die ich für Dich in Istanbul vom Aşiyan-Friedhof
gepflückt habe. Aşiyan bedeutet „Vogelnest“ auf Farsi …
00:10:00,269 --> 00:10:06,926
Du schenkst diese gleich Friedrich (Drake), dem Bildhauer der
Siegessäule.
Stipendiat*innen Aykan Safoğlu 212
00:10:11,161 --> 00:10:16,940
Vor der Mauer der anonymen Gräber bist Du immer besonders still,
nachdenklich.
00:10:18,674 --> 00:10:30,907
Hier stand mal das Mausoleum der Langenscheidt-Familie, nun ein Bild
davon. Aufgrund Hitlers Plänen für Germania ist der Friedhof damals fast
abgerissen worden.
00:10:32,668 --> 00:10:38,648
Hitler-Attentäter Claus von Stauffenberg war letztendlich auch ein Nazi,
nicht wahr?
00:10:42,502 --> 00:10:48,200
Wie schön ist das Summen der Friedhofsbienen. Hast du jemals ihren
Honig gekostet?
00:10:52,589 --> 00:10:59,262
Dieser Baum im Gezi-Park lebte damals vielleicht noch, als ich ebendort
aufhörte zu fotografieren,
00:11:00,064 --> 00:11:06,398
weil das Summen der Menschenmasse auf diesem ehemaligen armenischen
Friedhof überwältigend schön war.
00:11:10,438 --> 00:11:15,048
Summ, summ, summ! Gülşen, summ herum!
00:11:22,294 --> 00:11:28,395
Ich stelle fest, Du fotografierst Sankt Matthäus jeden Tag durch Deine
Trauerarbeit.
00:11:32,151 --> 00:11:38,993
Dich wollte ich dabei fotografieren, mit der Hoffnung, Deine sonst
verborgenen Nähte sichtbar zu machen.
00:11:54,025 --> 00:12:04,951
Heute ist Sonntag, der 30. September. Der Markt ist längst weg, die
Spuren der Zugvögel jedoch sind im Himmel festgeschrieben.
00:12:05,000 --> 00:12:08,000
mit Gülşen Aktaş and Nurşen Aktaş
00:12:08,000 --> 00:12:11,000
von Aykan Safoğlu
00:12:11,000 --> 00:12:15,000
Schnitt: Mertcan Mertbilek
Ton: Berk Sivrikaya
Englische Übersetzung: Todd Sekuler
Konuk Sanatçılar Aykan Safoğlu 213
Türkische Übersetzung: Şeyda Öztürk
Untertitel: Gizem Bayıksel
Das Bild vom Gezi-Park: Gizem Bayıksel
00:12:15,000 --> 00:12:20,000
Şirin Aktaş, Gülşen Aktaş, Nurşen Aktaş, Aynur Aktaş, Ayşen Aktaş,
Marion Aktaş-Linde, Bertram von Boxberg, Marieanne Roth, Konstantin
Lom, Elke aus dem Moore und ihr wunderbares Team an der Akademie
Schloss Solitude
Kristina Kramer, Volkan Şenozan, Shigeo Arikawa, Nadja Krüger, Bilge
Taş, Denise Helene Sumi, Fanny Hauser, Carolina Nöbauer, Hasan
Safoğlu, Nevin Safoğlu, Uta Schneider, KevinSpace, Studio PUL, Stüdyo
Kristalcolor, Fotopioniere L@N GmbH, Kulturakademie Tarabya, Efeu e. V.,
Schlosspost, anorak
00:12:20,000 --> 00:12:25,000
Unterstützt vom Berliner Senat durch ein Recherchestipendium, 2018
Entstanden im Rahmen von Aykan Safoğlus Aufenthaltsstipendium an der
Akademie Schloss Solitude, 2018/19. Die türkischen Untertitel wurden
unterstützt von der Kulturakademie Tarabya, 2019.
Mit freundlicher Genehmigung von der Zwölf-Apostel-Kirche
© 2019
Ziyaret (2019)
00:00:03:00 --> 00:00:06:135
Başlık: Ziyaret
00:00:07,260 --> 00:00:12,701
Moyra Davey ve Zeynep Sayın için...
00:00:13,767 --> 00:00:19,403
Bir süre neden hiç fotoğraf çekemediğimin öyküsünü anlatmak için bu film.
00:00:23,585 --> 00:00:28,612
Gülşen Aktaş’la 2012’de, Berlin’de bir sinema salonunda tanıştım.
00:00:31,418 --> 00:00:36,387
Onunla tanışmadan önce Eski St.-Matthäus-Kirchhof mezarlığının adını
bile duymamıştım.
Stipendiat*innen Aykan Safoğlu 214
00:00:42,921 --> 00:00:52,526
Bir Cuma günü, 28 Eylül 2018’de, fotoğraf makinemle Gülşen’e eşlik ettim.
00:00:58,805 --> 00:01:04,882
Bana günlük ritüelini şimdiye dek nasıl yerine getirmiş olduğunu
göstermek istemişti.
00:01:07,278 --> 00:01:15,108
İşte o öğleden sonra, onun-miş’li geçmiş zamanının nasıl gitgide bizim
şimdiki zamanımıza dönüştüğünü kavramaya başladım.
00:01:25,475 --> 00:01:33,869
Başka diyarlarda geride kalanların –sanki buraya yağmur olup düşsün
diye– döktükleri gözyaşlarıyla Gülşen mezarları özenle suluyor.
00:01:36,153 --> 00:01:43,814
Bunu yaparken zamanı büküyor ki, ondan hikayeler devşirip birbirine
iliştirebilsin; yoksa darmadağın önümüze serilecekler.
00:01:47,753 --> 00:01:57,006
Hamlet Manukyan’ı selamlıyor. Yaşarken onu tanımamış olsa da, Ermenice
adının gizleyemediklerine gayet aşina.
00:01:59,280 --> 00:02:01,873
Oradan doğru Şirin Aktaş’a…
00:02:06,628 --> 00:02:19,058
Gülşen ve üç kız kardeşi gittikleri her yerde daha sonra annelerinin
mezarına bırakmak için taş topluyorlar. Dersimli Kürt misafir işçi Şirin için
bir Yahudi âdetini yerine getiriyorlar.
00:02:21,735 --> 00:02:27,997
Gülşen! Sen onun mezarını temizlerken ben de fotoğraf çekeyim…
00:02:29,851 --> 00:02:33,189
Şirin şu anda fotoğrafının çekilmesini istemiyor.
00:02:34,079 --> 00:02:40,022
Türkçe “Ziyaret” sözcüğü “Mezar” sözcüğünden türetilmiş.
00:02:44,027 --> 00:02:48,410
Annenin toprağa verilişi sırasında çekilen fotoğrafı çantanda buluyorsun.
00:02:51,822 --> 00:02:57,774
May Ayim: Afro-Alman şair arkadaşın.
00:03:00,424 --> 00:03:05,752
Bir keresinde “Çok erken göçtü gitti bu dünyadan”, demiştin.
00:03:15,079 --> 00:03:21,130
Senin deyiminle bir sigara ziyafeti için mola veriyoruz.
Konuk Sanatçılar Aykan Safoğlu 215
00:03:22,829 --> 00:03:33,056
Bazen şifa niyetine “teberik” yiyorsun – Yani Dersim’deki kutsal
yerlerden alıp yanında getirdiğin toprağı.
00:03:35,961 --> 00:03:47,500
Haas ve Ullmann’ın müziğini toplama kamplarından kurtararak özgürleştiren
saygın orkestra şefi Israel Yinon; sahnede dinleyiciler önünde
aniden yığılıp kalmış.
00:03:50,548 --> 00:04:00,563
Kadim lezbiyen sanatçı dostlarının gelecekteki istirahatgahı; Lezbiyen
Komünü... Umuyorsun ki, hiç buraya yerleşmek zorunda kalmasınlar...
00:04:01,661 --> 00:04:10,063
Bu da von Treitschke’nin mezarı. Sizin girişimleriniz sayesinde bu antisemitistin
mezarından anıt mezar ibaresi kaldırıldı.
00:04:12,507 --> 00:04:21,268
AIDS kurbanları için dikilmiş Denk mal positHIV anıtı önünden geçerken
derin bir hüzün dalgası kaplıyor benliğini.
00:04:24,274 --> 00:04:29,305
Vardım, varım, var olacağım.
00:04:33,076 --> 00:04:38,894
Grimm Kardeşler’e klasik Kürt destanı Mem û Zîn’den pasajlar okuyorsun.
00:04:48,702 --> 00:04:58,669
Helga Goetze yıllarca bıkıp usanmadan Breitscheidplatz’ta eylemdeymiş.
Şimdi nöbeti sen devralıyorsun: “Barış için Düzüşün!”
00:05:03,825 --> 00:05:07,265
“Sahi, bunca insan kimin savaşı uğruna öldü?”
00:05:12,827 --> 00:05:23,693
Kafede, Türk Güvercini’nin önünde… Bu kuş Almanya’da 60’lı yıllardan
itibaren görülmeye başladığı için bu adı almış.
00:05:29,477 --> 00:05:32,347
Hoş, sen de bir Kürt Güvercinisin!
00:05:35,707 --> 00:05:48,128
İlk ortak fotoğraf girişimi. Sen kaçıyorsun, benim gölgem ise aynaya
düşüyor, az pozlanmış.
00:05:54,565 --> 00:06:12,393
Mayıs böceği değil de, bir helikopter bu, ikimizin de gayet aşina olduğu
bir ülkenin başkanı için alınmış güvenlik önlemlerinin vızıldayan parçası.
Stipendiat*innen Aykan Safoğlu 216
00:06:17,190 --> 00:06:32,948
Takip edildiğimiz hissinden kurtulmak için endişeli bir halde evin yolunu
tutuyoruz. Ve kötü haber geliyor: Yoldaşın Rajwant ölmüş.
00:06:39,037 --> 00:06:45,714
Bugün 29 Eylül, Roş Aşana… Tren perona yaklaşıyor.
00:06:50,231 --> 00:06:55,718
Mezarlık boyunca Wannsee yönünde ilerleyen S1 treninin viyadüğü.
00:06:58,411 --> 00:07:02,579
Tren rayları, mezarlığı “Türk” pazarından ayırıyor.
00:07:05,674 --> 00:07:13,522
Jacob Grimm Almanca sözlüğü üzerinde çalışırken, tam da “Frucht”
(meyve / netice / verim) maddesini yazarken ölmüş
00:07:15,207 --> 00:07:20,196
Oysa meyve fiyatları Almanya’da müzakere edilen tek konu değil tabii.
00:07:22,295 --> 00:07:27,305
Her gün, bir tren gibi dakik, aynı saatte buraya geliyorsun.
00:07:28,365 --> 00:07:31,071
Günlük hayatın cinnetinden buraya kaçıyorsun.
00:07:33,148 --> 00:07:36,710
Suskun bir yas cemaatine üyesin sen.
00:07:38,163 --> 00:07:45,611
Bahçıvanlığı kendi kendine öğrenmişsin. Yaşlarla dolu gözlerin Rajwant’ın
adını haykırıyor. Susuyoruz.
00:07:50,626 --> 00:07:53,755
May’ın bahçesindeki bütün çiçeklerin adını biliyorsun.
00:07:57,629 --> 00:08:07,973
Baban Aziz Aktaş’ın Kürdistan’daki mezarının fotoğrafının fotoğrafı... Bir
mezardır, fotoğraf karesi.
00:08:10,778 --> 00:08:13,895
Sigaradan bir nefes daha çekip yola devam ediyoruz.
00:08:15,698 --> 00:08:21,254
Sessizliğe kulak kabartınca burada yatanların sözlerini işitebilirsin.
00:08:33,270 --> 00:08:38,460
Kadın hakları aktivisti Hedwig Dohm ve onun portresi ve sen.
00:08:40,884 --> 00:08:48,076
Rudy Stevenson, Nina Simone için de birkaç şarkı yazmış. Bir keresinde
Berlin’de verdiği bir caz konserine gitmişsin.
Konuk Sanatçılar Aykan Safoğlu 217
00:08:51,667 --> 00:08:56,981
“Aa, Nurşen gelmiş!” Kız kardeşin bahçesinden bizim için topladığı
cevizleri getirmiş.
00:08:58,923 --> 00:09:04,826
Nurşen’in kuir varlığı önünde lezbiyen aktivist Kitty Kuse için yapılmış
anıt uzanıyor.
00:09:07,965 --> 00:09:15,483
İkinci bebeğinin erken doğduğunu anlatıyorsun. Onu her gün tartıp
kilosunu not etmişsin.
00:09:18,948 --> 00:09:24,493
Fotoğraf ışıkla yazı yazma sanatı. Benim fotoğraf makinem, senin kalemin
…
00:09:27,574 --> 00:09:32,535
Pedagog Birgit Rommelspacher sosyal hizmet çalışmalarında seni
derinden etkilemiş.
00:09:35,906 --> 00:09:41,694
Ve efsanevi Berlinli Drag sanatçısı Ovo Maltine’ye epey hürmet edersin.
00:09:45,018 --> 00:09:55,959
İstanbul’daki Aşiyan Mezarlığından senin için topladığım defne yaprakları...Aşiyan
Farsçada “kuş yuvası” demek...
00:10:00,269 --> 00:10:06,926
Defne yapraklarını hemen Siegessäule’nin (Zafer Sütunu) heykeltıraşı
Friedrich’e (Drake) hediye ediyorsun.
00:10:11,161 --> 00:10:16,940
Meçhuller mezarlığının duvarı önünde hep sessiz ve düşünceli bir ruh
haline bürünürsün.
00:10:18,674 --> 00:10:30,907
Burada bir zamanlar bir aile kabristanı varmış, Langenscheidt Ailesinin.....
Şimdiyse bir sureti, geriye kalan.... Hitler’in Germania projesi
nedeniyle mezarlığın neredeyse tamamı yıkılmış.
00:10:32,668 --> 00:10:38,648
Hitler’e suikast girişiminde bulunan Claus von Stauffenberg de nihayetinde
bir Nazi değil miydi?
00:10:42,502 --> 00:10:48,200
Mezarlıktaki arılar ne güzel vızıldıyor. Bu arıların balından tattın mı hiç?
00:10:52,589 --> 00:10:59,262
Gezi Parkındaki bu ağaç, ben orada fotoğraf çekmeye son verdiğimde
hala yaşıyordu belki de,
Stipendiat*innen Aykan Safoğlu 218
00:11:00,064 --> 00:11:06,398
tevekkeli değil, bu eski Ermeni mezarlığının üzerinde toplanan kitlelerden
yükselen uğultu olağanüstü güzellikteydi.
00:11:10,438 --> 00:11:15,048
Vız, vız, vız! Vızılda Gülşen!
00:11:22,294 --> 00:11:28,395
Bu gezintide anladım ki, sen yas tutarak aslında her gün St.-Matthäus’un
fotoğrafını çekiyorsun.
00:11:32,151 --> 00:11:38,993
Aksi takdirde saklı kalacak teğellerini görünür kılayım diye, ben de senin
fotoğrafını çekeyim istemiştim.
00:11:54,025 --> 00:12:04,951
Bugün 30 Eylül, Pazar. Pazaryeri dağılalı çok oldu; ama göçmen kuşların
gökyüzünde bıraktığı izler sanki ebediyete yazılmış.
00:12:05,000 --> 00:12:08,000
Gülşen Aktaş ve Nurşen Aktaş ile
00:12:08,000 --> 00:12:11,000
Aykan Safoğlu
00:12:11,000-->00:12:15,000
Kurgu: Mertcan Mertbilek
Ses: Berk Sivrikaya
İngilizce çeviri: Todd Sekuler
Türkçe çeviri: Şeyda Öztürk
Altyazılar: Gizem Bayıksel
Gezi Parkı Fotoğrafı: Gizem Bayıksel
00:12:15,000 --> 00:12:20,000
Şirin Aktaş, Gülşen Aktaş, Nurşen Aktaş, Aynur Aktaş, Ayşen Aktaş,
Marion Aktaş-Linde, Bertram von Boxberg, Marieanne Roth, Konstantin
Lom, Elke aus dem Moore ve Akademie Schloss Solitude’un muhteşem
ekibi, Kristina Kramer, Volkan Şenozan, Shigeo Arikawa, Nadja Krüger,
Bilge Taş, Denise Helene Sumi, Fanny Hauser, Carolina Nöbauer, Hasan
Safoğlu, Nevin Safoğlu, Uta Schneider, KevinSpace, Studio PUL, Stüdyo
Kristalcolor, Fotopioniere L@N GmbH, Tarabya Kültür Akademisi, Efeu
e.V., Schlosspost, anorak
00:12:20,000 --> 00:12:25,000
Berlin Senatosu 2018 Araştırma Bursu desteğini almıştır.
Konuk Sanatçılar Aykan Safoğlu 219
Aykan Safoğlu’nun Akademi Schloss Solitude’da konuk sanatçı olarak
bulunduğu dönemde çekilmiştir, 2018/19. Türkçe alt yazı çevirisi Tarabya
Kültür Akademisi tarafından desteklenmiştir, 2019.
Zwölf-Apostel-Kirche’nin izniyle
© 2019
Aykan Safoğlu, geboren in Istanbul, pendelt seit
Oktober 2019 zwischen Wien und Berlin. Er erhielt
seinen Masterabschluss (MFA) in Fotografie von der
Milton Avery Graduate School of the Arts am Bard
College, New York und einen Masterabschluss (MA)
im Rahmen des Masterprogramms Art in Context der
Universität der Künste Berlin. Aykan Safoğlus
Arbeiten, in denen er offene Fragen der kulturellen
Zugehörigkeit, Kreativität und Verwandtschaft
stellt, schaffen Beziehungen – gar Freundschaften
– über kulturelle, geografische, linguistische und
zeitliche Grenzen hinweg. Zu seinen letzten
Ausstellungen zählen 2019 ziyaret / visit im Kevin
Space Wien und 2016 Off-White Tulips am Ystads
konstmuseum, Schweden. Ausgewählte Gruppenausstellungen
sind Imagined Communities, 21st
Contemporary Art Biennial Sesc_Videobrasil (2019),
Klassensprachen, Kunsthalle Düsseldorf (2018),
Father Figures are Hard to Find, nGbK Berlin (2016)
und Home Works 7, Ashkal Alwan, Beirut/Libanon
(2015).
Aykan Safoğlu war von Januar bis August 2019
Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.
Aykan Safoğlu İstanbul’da doğdu, 2019’un Ekim
ayından beri Viyana ve Berlin’de yaşıyor ve çalışıyor.
UdK Berlin‘in Art in Context isimli yüksek lisans
programından (MA) mezun oldu. Safoğlu, fotoğraf
alanında yüksek lisans eğitimini (MFA) Bard
College’ın Milton Avery Sanat Yüksek Lisans
Okulu’nda (NY/ABD) tamamladı. Aykan Safoğlu’nun
yapıtları kültürel, coğrafi, dilsel ve zamansal sınırlar
arasında ilişkiler, hatta dostluklar kurar. Film,
fotoğraf ve performans gibi pek çok çeşitli mecrada
üreten sanatçı kültürel aidiyet, yaratıcılık ve
akrabalık konularında ucu açık araştırmalar yapar.
Son dönemde ziyaret/visit (Kevin Space, Viyana
2019) ve Off-White Tulips (Ystads konstmuseum
2016) başlıklı iki kişisel sergi gerçekleştirmiştir.
Yakın dönemde katıldığı karma sergiler arasında ise
Imagined Communities, 21st Contemporary Art
Biennial Sesc_Videobrasil (2019), Klassensprachen,
Kunsthalle Düsseldorf (2018), Father Figures are
Hard to Find, nGbK Berlin (2016), Home Works 7,
Ashkal Alwan, Beirut (2015) sayılabilir.
Safoğlu, 2019 yılının Ocak-Ağustos ayları
arasında Tarabya Kültür Akademisi’nde konuk
sanatçı olarak bulunmuştur.
Defne Şahin
220
Konuk Sanatçılar Defne Şahin 221
1
2
Stipendiat*innen Defne Şahin 222
3
4
1–3 Foto/Fotoğraf: Defne Şahin, Istanbul/İstanbul 2018
4 Defne Şahin Band: Igor Spallati, Martin Krümmling, Defne Şahin, Johannes Ballestrem, Istanbul/
İstanbul 2018, Foto/Fotoğraf: AL
Konuk Sanatçılar Defne Şahin 223
„What’s behind this door?“
Während meiner Zeit in der Kulturakademie habe ich mein Album Unravel veröffentlicht,
eine Tournee mit meiner Band in Istanbul, Ankara und auf der Biennale
in Çanakkale gespielt, mit meinem Aşık Duo intensiv geprobt und ein schönes
Konzert im Pera Palace Hotel gegeben.
Vor allem aber habe ich mich mit dem Thema Angst beschäftigt.
Die Heimat meiner Eltern habe ich schon oft bereist, und ich lebte auch
eine Zeit lang in Istanbul, das ich neben Berlin und New York mein Zuhause
nenne. Bei diesen Türkeiaufenthalten habe ich mir Ängste vor Verkehrsunfällen
und sexuellen Übergriffen angeeignet, doch jetzt kam die Angst vor Terroranschlägen
dazu. Es war die Zeit der vielen Terrorwarnungen, und der Anschlag
auf der İstiklâl Caddesi am 19. März 2016 fiel genau in meine Stipendienzeit.
Ich hatte so sehr Angst davor, einen Terroranschlag mitzuerleben, dass
ich es vermied, in die Stadt zu fahren, in die U-Bahn zu steigen und in Einkaufszentren
zu gehen. Sogar Konzertbesuche ließ ich ausfallen, weil ich mich nicht
in große Menschenmengen begeben wollte. Keine gute Voraussetzung für eine
Stadt wie Istanbul. Auf dem Weg zu meiner Plattenfirma in Unkapanı verdächtigte
ich einen jungen Mann mit zwei Koffern und benachrichtigte den Bahnhofsangestellten,
der mich gelassen anlächelte. Er muss schon einige aufgeregte
Passanten erlebt haben, dachte ich mir und fuhr mit Tränen in den Augen
zurück nach Tarabya.
Mein geliebtes Istanbul, ich erkannte es nicht wieder. Es vergingen
Wochen, bis ich mich freier in der Stadt bewegen konnte.
An einem sonnigen, verkehrsberuhigten Samstagmorgen wollte ich über
die Straße vor der Kulturakademie joggen und fand mich nur wenige Augenblicke
später blutüberströmt auf dem Rücken liegend wieder. Ein Motorrad hatte
mich direkt vor dem Tor umgefahren.
Drei Tage vorher fotografierte ich genau diesen Unfallort durch das Tor
der Kulturakademie und veröffentlichte das Foto auf Instagram mit der Frage:
„What’s behind this door?“
Wovor ich mich gefürchtet hatte, war eingetreten, an der Stelle, die ich kurz
vorher bildlich festgehalten hatte.
„Isn’t it ironic“, hätte Alanis Morissette gesungen, doch während meiner
Fahrt im Krankenwagen ertönte Lobna in meinem Ohr. Ein Lied, das ich für meine
Freundin schrieb, die während der Gezi-Proteste von einer Tränengasgranate
Stipendiat*innen Defne Şahin 224
getroffen wurde und wochenlang im Koma lag. Ich hoffte, wieder gesund zu
werden, und versuchte, klare Gedanken zu fassen.
Warum haben mich meine Ängste eigentlich nicht beschützt? Und wovor konnte
ich jetzt noch Angst haben? Aus Ängsten wurden Sorgen, nicht wieder gesund
zu werden, aber sie verflogen zum Glück.
Nach meiner Genesung fing ich an, Menschen in New York, Berlin und
Istanbul dieselben zwölf Fragen über Angst zu stellen, und nahm die Antworten
auf. Inzwischen sind es fast 40 Interviews. Sie wurden an ganz unterschiedlichen
Orten wie Cafés, Wohnungen und im Park aufgenommen und sind damit von
urbanen Klängen der jeweiligen Stadt untermalt. Gleichzeitig machte ich Fotos
und Videos von Verkehrssituationen in den Städten. Ausgehend von dem Foto
meines Unfallortes suchte ich nach Motiven aus Fenstern, Türen oder Toren
heraus, Blicke auf das Meer oder Flüsse und Brücken, Blicke aus der Berliner
U-Bahn, New Yorker Metro, den Fähren in Istanbul.
Und, was ist deine größte Angst?
Lobna
Sitting there and believing in a tree.
Music, laughter surround her.
Lady in pink, soon she’s covered in dark blood,
facing death now she’s sleeping.
Hours moving slowly,
days don’t seem to pass.
Wake up, dear.
Fly, run, hide, where green is turned to grey.
Still her dreams live.
“What’s behind this door?”
Tarabya Kültür Akademisi’inde kaldığım sürede Unravel adlı albümümü yayınladım,
müzik grubumla turneye çıktım ve İstanbul ve Ankara’da ve Çanakkale
Bienali’nde konserler verdim, Aşık Duo adlı grubumla sık sık prova yaptım ve
Pera Palas’ta güzel bir konser verdim.
Ama en önemlisi, korku kavramına odaklandım.
Konuk Sanatçılar Defne Şahin 225
Anne babamın anavatanını daha önce çok kez ziyaret etmiş, hatta bir dönem
İstanbul’da yaşamıştım ve bu şehri, tıpkı Berlin ve New York gibi esas yurdum
olarak görmeye başlamıştım. Türkiye’de kaldığım bu dönemlerde trafik kazaları
ve cinsel saldırılardan özellikle korkmaya başlamıştım ama şimdi de terör saldırılarından
korku eklenmişti bunların üzerine. Tam o sıralar, sık sık terör saldırısı
uyarıları yapılıyordu, İstiklal Caddesi’nde silahlı saldırının olduğu 19 Mart
2016’da ben Kültür Akademisi konuk sanatçısı olarak ülkede bulunuyordum.
Bir terör saldırısına maruz kalmaktan o kadar korkuyordum ki, kent merkezine
inmekten, metroyla yolculuk etmekten ve alışveriş merkezlerine gitmekten
sakınıyordum. Konsere gitmeyi bile bırakmıştım çünkü kalabalık yerlerde
bulunmak istemiyordum. İstanbul gibi bir şehre hiç uygun olmayan bir şart
elbette bu. Bir gün, Unkapanı’ndaki plak şirketime giderken elinde iki valiz
taşıyan genç bir adamdan şüphelendim ve gar yetkilisine haber verdim ama bana
soğukkanlılıkla gülümsemekle yetindi. Herhalde bir sürü heyecanlı tiple uğraşmak
zorunda kalmıştır diye düşünerek gözümde yaşlarla Tarabya’ya geri döndüm.
Benim canım İstanbul’um, artık onu tanıyamıyordum. Şehirde rahatlıkla
gezebilecek aşamaya ancak birkaç hafta sonra gelebildim.
Güneşli, sakin bir Cumartesi sabahı, jogging yapmak üzere Kültür Akademisi’nin
üzerinde bulunduğu caddeye çıktım ve sadece birkaç dakika sonra
kendimi kanlar içinde sırt üstü yere düşmüş halde buldum. Daha kapıdan çıkar
çıkmaz yoldan geçen bir motosiklet beni çiğnemişti.
Bu olaydan üç gün önce kazanın olduğu giriş kapısının fotoğrafını çekmiş
ve “What’s behind this door?” yorumuyla Instagram’da yayınlamıştım. Yani daha
kısa bir süre önce resmini çektiğim noktada, korktuğum başıma gelmişti.
Alanis Morisette’in “Isn’t it ironic?” diye bir şarkısı var ama ben ambulansla
hastaneye götürülürken Lobna şarkısı kulaklarımdaydı. Gezi Ayaklanması
sırasında başına göz yaşartıcı gaz kapsülü isabet eden ve haftalarca komada
yatan bir arkadaşım için yazdığım bir şarkıydı bu. Ben de tekrar sağlıklı olmak
istiyordum ve bilincimi kaybetmemek için çaba gösteriyordum.
Korkularım beni neden koruyamamıştı? Peki, şimdi neyden korku duyacaktım?
Korkularımın yerini, sağlık endişeleri almıştı ama neyse ki bu endişelerim
silinip gitti.
İyileştikten sonra New York, Berlin ve İstanbul’da çeşitli kişilere korku
üzerine on iki soru yönelttim ve yanıtlarını kaydettim. Aradan geçen zamanda
neredeyse 40 röportaj gerçekleştirdim. Evler, parklar vb. çeşitli yerlerde yaptığım
bu röportajlara bulundukları şehrin sesleri eşlik ediyor. Bir yandan da, bu şehirlerin
çeşitli ortamlarında trafiği fotoğrafa ve filme çektim. Kaza yerinde çektiğim
fotoğraftan yola çıkarak, pencerelerde, kapılarda, geçitlerde; denizlere,
Stipendiat*innen Defne Şahin 226
nehirlere ve köprülere ve Berlin metrosunda, New York metrosunda, İstanbul
vapurlarında manzaraya bakarak kazanın ardındaki nedenleri bulmaya çalıştım.
Peki, senin en büyük korkun ne?
Defne Şahin (*1984, Berlin), Jazzsängerin und
Komponistin, studierte an der Universität der
Künste Berlin und der Escola Superior de Música de
Catalunya in Barcelona Jazz-Gesang, 2014 erhielt
sie den Master of Music in Vocal-Jazz-Performance
an der Manhattan School of Music in New York. Sie
lernte u. a. bei David Friedman, Julia Hülsmann und
Theo Bleckmann. Ihr Debüt-Album Yaşamak: To Live
with the Words of Nâzım Hikmet wurde in der Reihe
„Jazz Thing Next Generation“ bei Double Moon
Records und in der Türkei bei Kalan Müzik veröffentlicht.
Ihr zweites Album Unravel (Fresh Sound
Records) wurde von dem argentinischen Pianisten
und Komponisten Guillermo Klein produziert. Şahin
gab weltweit Konzerte u. a. in der Carnegie Hall New
York und trat mit Musikern wie Jay Clayton, Elias
Stemeseder, Fabian Almazan und Henry Cole auf.
2011 wurde sie als Teilnehmerin des Popcamp vom
Deutschen Musikrat ausgezeichnet, 2017 erhielt sie
das Jazz-Stipendium des Berliner Senats.
Defne Şahin war von März bis Juni 2016 sowie
im Rahmen einer Verlängerung im Juni und
September 2018 Stipendiatin der Kulturakademie
Tarabya.
Defne Şahin (1984, Berlin), caz müzisyeni ve besteci,
Berlin Güzel Sanatlar Üniversitesi ve Escola Superior
de Música de Catalunya Barcelona’da caz müziği şan
öğrenimi gördü. 2014 yılında New York’ta Manhattan
School of Music’te Vocal Jazz Performance dalında
yüksek lisans eğitimini tamamladı. Sanatçı, öğrenimi
süresince David Friedman, Julia Hülsmann ve Theo
Bleckmann’dan dersler aldı. İlk albümü Yaşamak – to
live with the words of Nâzım Hikmet Almanya’da,
Double Moon Records’ın “Jazz Thing Next Generation”
dizisinde ve Türkiye’de Kalan Müzik tarafından
yayınlandı. Defne Şahin’in ikinci albümü Unravel
(Fresh Sound Records) Arjantinli piyanist ve besteci
Guillermo Klein tarafından New York’taki Sear Sound
Studio’da kaydedildi. Şahin New York Carnegie Hall
gibi ünlü konser salonlarında sahne aldı ve Jay
Clayton, Elias Stemeseder, Fabian Almazan ve Henry
Cole gibi dünyanın her yanından müzisyenlerle
birlikte konserler verdi. 2011 yılında Alman Müzik
Konseyi’nin popüler müzik ustalık sınıfı Pop Camp’e
davet edildi, 2017’de Berlin Senatosu’nun caz
bursunu kazandı.
Defne Şahin Mart-Haziran 2016’da Tarabya
Kültür Akademisi’nin konuk sanatçısı olarak
İstanbul’da bulundu. 2018’in Haziran ve Eylül ayları
arasında konuk sanatçı olarak tekrar Kültür
Akademisi’nde kaldı.
Cymin
227
Samawatie
228
1
2
1,2 Divan Berlin–Istanbul. TransPositionen zwischen Lyrik und Musik, Bahçeşehir Universität,
Istanbul / Divan Berlin–İstanbul. Şiirle Müzik arasında Aktarımlar, Bahçeşehir Üniversitesi
İstanbul, 07.12.2018, Foto / Fotoğraf: Yücel Kurşun
3 Kompositionen für Divan Berlin–Istanbul, Musikraum Tarabya, Istanbul, September 2018 / Divan
Berlin–İstanbul besteleri, Tarabya Müzik Odası, İstanbul Eylül 2018, Foto / Fotoğraf: Barış & Elif
4 Studioaufnahmen mit Duygu Demir, Yıldız Studio, Technische Universität Yıldız, Istanbul,
Dezember 2018 / Duygu Demir ile stüdyo kaydı, Yıldız Stüdyosu, Yıldız Teknik Üniversitesi,
İstanbul Aralık 2018, Foto / Fotoğraf: Yücel Kurşun
5 Studioaufnahmen mit Angelika Niescier, Yıldız Studio, Technische Universität Yıldız, Istanbul,
Dezember 2018 / Angelika Niescier ile stüdyo kaydı, Yıldız Stüdyosu, Yıldız Teknik Üniversitesi,
İstanbul Aralık 2018, Foto / Fotoğraf: Yücel Kurşun
229
3
4
5
Stipendiat*innen Cymin Samawatie 230
Konuk Sanatçılar Cymin Samawatie 231
Stipendiat*innen Cymin Samawatie 232
Die Musiksprachen von Tarabya
Immer auf der Suche nach der Begegnung mit dem Unbekannten forsche ich in
meiner künstlerischen Arbeit nach neuen Kompositionsprozessen und Musiksprachen.
Dabei spielt der Austausch mit Künstler*innen aus sämtlichen musikalischen
Stilen und Fachrichtungen eine tragende Rolle.
Und so gründeten Ketan Bhatti, Matthias Göritz, Efe Duyan, Ulrich Mertin
und ich gemeinsam das Ensemble Divan Berlin-Istanbul. Beteiligt waren acht
Musiker*innen aus dem Hezarfen Ensemble, acht Musiker*innen aus meinem
Trickster Orchestra, drei Lyriker*innen aus Berlin sowie drei Lyriker*innen aus
Istanbul. Unser Thema: TransPositionen zwischen Lyrik und Musik. Unser Ziel:
In neuer Art und auf Augenhöhe zwischen Dichtung und Komposition zu arbeiten.
Das Ergebnis: Alle Beteiligten haben voller Begeisterung neue Ausdruckswelten
für sich entdeckt und erfahren.
Einer der Musiker, Cem Önertürk, lud mich nach diesem Konzert nach Ankara
ein, um eine meiner Kompositionen aus dem Projekt in einem Video festzuhalten.
Gemeinsam mit dem anatolischen Bläserquintett Anadolu Nefesli Beşlisi entstand
eine neue Version des Werkes Memet nach einem Gedicht von Gonca Özmen.
Neben verschiedenen Auftritten und Aufnahmen konnte ich in der konzentrierten
Atmosphäre der Kulturakademie Tarabya für mein nächstes großes
Kompositionsprojekt Konferenz der Vögel recherchieren, für das ich die Premiere
in Istanbul im Jahr 2021 mit über 30 beteiligten Künstler*innen aus Istanbul,
Teheran und Berlin plane.
Danke für diese Möglichkeit an das gesamte Team, das uns alle so offenherzig
und unterstützend begleitet hat!
Tarabya’daki Müzikal Diller
Sanatsal çalışmalarımda, bilinmedik olanla karşılaşma arayışımı sürdürüyor ve
yeni bestecilik konseptleri ve müzik dillerinin peşine düşüyorum. Bu arayışta
farklı müzikal tarzları benimsemiş, farklı branşlarda çalışan sanatçılarla yaptığım
fikir alışverişi kilit rol oynuyor.
Ketan Bhatti, Matthias Göritz, Efe Duyan ve Ulrich Mertin’le birlikte
kurduğumuz Berlin-İstanbul Divanı da bu karşılaşmaların bir meyvesi. Divana
Hezarfen Ensemble’dan ve Trickster Orchestra’dan sekizer müzisyenle Berlin ve
İstanbul’dan üçer şair katıldı. Temamız: Lirik şiir ve müzik arasında aktarımlar.
Konuk Sanatçılar Cymin Samawatie 233
Hedefimiz: Şiirle besteciliği ikisinin de eşit ağırlık sahibi olduğu yeni çalışmalarda
birleştirmek. Sonuç: Bu ortak çalışmaya katılan her sanatçı yepyeni anlatım
yolları keşfedip bunları büyük bir coşkuyla kendi çalışmalarına uyguladı.
Müzisyenlerden biri, Cem Önertürk, proje için bestelediğim eserlerden
birini bir video çalışmasına dönüştürmek için konserden sonra beni Ankara’ya
davet etti. Anadolu Nefesli Beşlisi’yle birlikte, Gonca Özmen’in bir şiirinden
uyarlanmış Memet adlı eserin yeni bir versiyonu çıktı ortaya.
Tarabya Kültür Akademisi’nin yoğun atmosferinde çok sayıda kayıt yapma
ve sahne alma fırsatı yakaladım ve bir yandan da Konferenz der Vögel adlı bir
sonraki büyük projem için araştırma yaptım; bu projenin prömiyerini İstanbul,
Tahran ve Berlin’den yaklaşık 30 sanatçıyla birlikte 2021 yılında İstanbul’da
gerçekleştirmeyi planlıyorum.
Bana bu imkânı tanıdıkları için akademinin samimi ve destekleyici ekibine
teşekkür ederim!
Cymin Samawatie (*1976, Braunschweig) ist
Sängerin, Dirigentin und Komponistin der zeitgenössischen
Musik. Mit ihrem Quartett Cyminology
vereint sie kammermusikalischen Jazz mit persischer
Lyrik u. a. von Rumi, Hafis, Khayyam und
Forough Farrokhzaad. Mit ihrem Trickster Orchestra
verfolgt sie gemeinsam mit Ketan Bhatti konzeptbasierte
Kompositionsmethoden, die interdisziplinäre
und transtraditionelle Musiksprachen schaffen.
Cymin Samawatie komponierte u. a. Werke für
Projekte der Berliner Philharmoniker, das Osnabrücker
Morgenlandfestival, das Female Voice of Iran
Orchestra, den Divan Berlin-Istanbul und Polymorfilms.
Als Solosängerin hat sie u. a. mit Bobby
McFerrin, Roger Willemsen, Sasha Waltz & Guests,
Frank Möbus und Martin Stegner zusammengearbeitet.
Sie wurde mit dem Deutschen Weltmusikpreis
RUTH 2018, dem bundesdeutschen creole Weltmusik
Award und zahlreichen Jazz-Preisen ausgezeichnet.
Cymin Samawatie war von September bis
Dezember 2018 an der Kulturakademie Tarabya als
eine der ersten Stipendiat*innen, die sich initiativ
über den Open Call im September 2017 beworben
hatten.
Cymin Samawatie (1976, Braunschweig) şarkıcı,
orkestra şefi ve çağdaş müzik bestecisidir. Sanatçı
Cyminology adlı kuartetiyle birlikte gerçekleştirdiği
çalışmalarında oda müziği cazını, Mevlana Celaleddin-i
Rumi, Hafız-ı Şirazi, Ömer Hayyam ve Füruğ
Ferruhzad vb. İranlı şairlerin dizeleriyle harmanlar.
Ketan Bhatti’yle birlikte yönettiği Trickster Orkestrasıyla
çalışmalarında, disiplinler arası ve gelenekler
ötesi müzikal diller oluşturmaya çalıştığı
konsept temelli bestecilik yöntemlerini kullanır.
Cymin Samwatie, Berlin Filarmoni Orkestrası,
Osnabrücker Morgenland Festivali, Female Voice of
Iran Orkestrası, Berlin-İstanbul Divanı, Polymorfilm
vb. kurumlar için eserler bestelemiştir. Bobby
McFerrin, Berlin Filarmoni Orkestrası, Martin
Stegner, Frank Möbus, Korhan Erel, Roger Willemsen
ve Sasha Waltz & Guests vb. sanatçılarla solist
olarak çalıştı. Sanatçı Alman Dünya Müziği Ödülü
RUTH 2018, Federal Almanya creole Dünya Müziği
Ödülü ve çok sayıda caz ödülüne layık bulundu.
Cymin Samawatie, Eylül 2017’de açık çağrıya
başvuran ilk sanatçılardan biridir ve Eylül-Aralık
2018 tarihlerinde Tarabya Kültür Akademisi’nde
konuk sanatçı olarak bulunmuştur.
Ignaz Schick
Konuk Sanatçılar Ignaz Schick 235
1
2
3
Stipendiat*innen Ignaz Schick 236
4
Konuk Sanatçılar Ignaz Schick 237
1,2 Performance / Performans: Ignaz Schick: Hausaub Semphin, Istanbul / İstanbul, Berlin
2018/2019, Foto / Fotoğraf: Andréas Lang
3 Hausaub Semphin, Multiple, Istanbul / İstanbul, Berlin 2018/2019, Foto / Fotoğraf: Andréas Lang
4 Ignaz Schick: Circuit Training VIII Part1, Grafische Notation / Grafiksel notalama, 2018
Stipendiat*innen Ignaz Schick 238
Akustische Schichten freilegen
Ich kam Anfang September 2018 nach einem ziemlich arbeitsintensiven Sommer
in Berlin nach Istanbul. Unter anderem hatte ich gerade das einwöchige Fluxfestival
mit 40 Solokonzerten unterschiedlicher elektro-akustischer Berliner
Klangkünstler*innen produziert und direkt danach die Premiere meiner grafischen
Orchesterpartitur Nilreb Variations mit dem Splitter Orchester im Heimathafen
Neukölln uraufgeführt.
Am nächsten Morgen dann direkt der Flug in die Türkei. Als ich endlich in
Tarabya ankam, war es diese Mischung aus Ruhe und Intensität, die mir als
Erstes an dieser Stadt auffiel. Die extrem entspannten Kellner*innen der
Terrasse des Hayrolacafés und gleichzeitig der dichte, sich drängelnde Verkehr,
der sich an der Uferstraße am Tarabya-Gelände vorbeischlängelte. Der wunderbare
Blick vom Balkon meiner kleinen Dachwohnung auf den Bosporus mit seiner
lauen Brise und die riesigen Containerboote, die beständig und hin und wieder
tief hupend an meinem Fenster entlangglitten. So tief und laut hupend, dass bei
mir in der Wohnung fast der Boden und die Fenstergläser vibrierten. Das dörflich
verschlafen wirkende Tarabya mit seinen kleinen Läden und auch hier wieder
endloser Autoverkehr. Und wie überall in der Stadt mit unterschiedlichen
Geschwindigkeits- beziehungsweise Intensitätsphasen vom Zeitlupentempo der
morgendlichen und abendlichen Stoßzeiten und dann wieder im Kontrast die
rasenden Taxis, Dolmuşe oder Kleinbusse, die versuchen, alles an Fahrt herauszuholen,
was der Verkehr erlaubt. Erst gegen 3 oder 4 Uhr morgens schien die
Stadt dann tatsächlich etwas runterzuschalten, zumindest wenn man sich die
Soundscapes um diese Uhrzeit etwas genauer anhört.
Neben den wöchentlichen Teammeetings, den Begegnungen und gelegentlichen
Aktivitäten mit den anderen Fellows habe ich in Istanbul die meiste
Zeit damit verbracht, in unterschiedliche Viertel zu fahren, um diese in langen
Spaziergängen zu erspüren und vor allem zu verstehen, welche akustischen
Schichten dort vorhanden sind. Ich war immer mit WAV-Rekorder und Notizbuch
unterwegs, um die unterschiedlichen Soundscapes mit „snapshotartigen“
Aufnahmen zu notieren und dokumentieren. Eine weitere Methode waren
Gedächtnisprotokolle, also alles zu notieren, was man an akustischen Ereignissen
in einer bestimmten Umgebung hören konnte. Eine Methode, die zum
genauen Hören zwingt.
Die ersten zwei Wochen verbrachte ich noch mit langen Busfahrten von
Tarabya zum Taksim und zurück, die je nach Verkehr bis zu drei Stunden dauern
Konuk Sanatçılar Ignaz Schick 239
konnten. Später dann immer mehr mit der U-Bahn oder mit der Fähre von Yeniköy
nach Beşiktaş, und von dort weiter nach Kadıköy. Mein Zoom-Rekorder immer in
Bereitschaft, die jeweiligen Soundscapes mitzunehmen. Abends dann oft in die
Clubs, in Kadıköy oder auch ins Bova, dazwischen viel Tee trinken und dann
wieder zurück nach Tarabya, um spät nachts noch eine Weile von meinem Balkon
aus den ruhig dahin gleitenden Containerschiffen zuzusehen beziehungsweise
zuzuhören. Nachts wirkten sie manchmal wie merkwürdige Metallgeister, die,
wenn sie sich zu nahe kommen, mit ihren Nebelhörnern tiefe Warnrufe ausstoßen.
In den Clubs und Konzerten dann sehr schnell auch erste Kontakte mit
lokalen Experimentalmusikern (Volkan Ergen, Kaan Işık), und tagsüber immer
wieder neue Exkursionen, auch in die Hochhausviertel und Neubaugebiete.
Dazwischen kurze Teepausen, die ich gerne für eigene Arbeiten (Zeichnen) und
Notizen nutzen konnte. Ideensammlungen und Fragmente, die sich am Ende
meines Stipendiums in Berlin zu Circuit Training VIII Part (leponit natsnok)
zusammenfügten. Parallel dazu auch die Planung und Vorbereitung von Hausaub
Semphin, einer Schallplattenarbeit für die Bauhaus100-Ausstellung in Berlin.
Und irgendwann eine erste Session im Studio von Okay Temiz, der türkischen
Freejazz- und Worldmusiklegende, der in den 1960er Jahren mit meinem Mentor
Don Cherry zusammengearbeitet hatte. Natürlich auch viele Plattenankäufe bei
einer Schallplattenbörse und in diversen Second-Hand-Shops und im Oktober
dann die erste intensive Proben-/Workshopwoche mit experimentellen Musiker*innen
aus Istanbul im Atelier des Kutscherhauses der Kulturakademie. Fünf
Tage Proben, alle zwei Stunden mit anderen Musiker*innen, abends dann noch
Soloaufnahmen. Dann auch erste Konzerte (Bova, Arkaoda, Bina) und Lectures
in einem syrischen Flüchtlingsprojekt, an der ITÜ – Technische Universität
Istanbul und bei Tolga Tüzün in seiner Kompositionsklasse. Dazwischen viel Zeit
und Luft für Recherchen, hin und wieder kurze Touren nach Russland, Köln,
Berlin und Mühlheim für Konzerte mit Perlonex, Rie Watanabe, Stefan Schultze,
Nicola Hein, Limpe Fuchs und dem Splitter Orchester.
Irgendwann im Oktober wurde dann das Wetter nach dem goldenen und
warmen September sehr unangenehm, Regen und Wind, Wind und Regen, Regen
und Wind – bei mir oben oft diagonal durch die Fenster und Wände pfeifend und
rauschend wie ein windbetriebener Noise- und Rauschgenerator. Also Recherchezeit,
Studien, dazwischen Saxofon üben und dann plötzlich schon die finale
Probenwoche. War es anfangs etwas zäh, Kontakt aufzunehmen mit den Local
Heroes, wurde es nach den ersten Livekonzerten immer einfacher.
Konzerte u. a. mit Volkan Ergen, Kaan Işık, Şevket Akıncı, Tolga Tüzün, Anıl
Eraslan, Saadet Türköz, Başar Ünder, Zeynep Sarıkartal … Insgesamt entstanden
Stipendiat*innen Ignaz Schick 240
in den vier Monaten etwa 60 Stunden Audiomaterial, eigentlich nur gedacht als
akustische Vorstudien/Notizen, die ich dann aber für das 2. Kunst- und Kulturfestival
2019 verwendete, um sie zu einem vierteiligen und insgesamt 80-minütigen
Soundwalk zu komponieren und komprimieren. Eine Vorstudie für mein
eigentliches Projekt, ein Sonic Mapping der Stadt Istanbul, das in Form einer
räumlich choreografierten Konzertinstallation hoffentlich 2020 oder 2021 realisiert
werden kann.
Akustik Katmanları Ortaya Çıkarmak
Berlin’de oldukça yoğun geçen bir yazın ardından 2018 yılının Eylül ayının
başında İstanbul’a geldim. O yaz, başka pek çok çalışmanın yanı sıra, elektronik-akustik
müzik yapan çeşitli ses sanatçılarının katıldığı ve 40 solo konserin
gerçekleştirildiği bir haftalık Flux Festivalinin prodüktörlüğünü de gerçekleştirmiş,
festivalin hemen ardından, Neukölln Heimathafen’da Splitter Orkestrasıyla
şematik orkestra partisyonum Nilreb Variations’un prömiyerini yapmıştık.
Prömiyerin ertesi günü Türkiye’ye uçtum. Nihayet Tarabya’ya vardığımda
ilk fark ettiğim şey, kente özgü o huzur ve gerilim karışımı oldu. Bir yanda Hayrola
Cafe’nin terasında çalışan garsonlardaki aşırı rahatlık ve sakinlik, öte yanda
Tarabya sahilindeki yoğun trafik. Kaldığım küçük çatı katının balkonundan
görülen muhteşem Boğaz manzarası, denizden gelen hafif esinti ve suda arada
bir düdük çalarak seyreden ve penceremin önünden geçip giden konteyner
gemileri. O pes ve yüksek düdük seslerinden evin zemini ve pencere camları
zangırdıyordu. Küçük sevimli dükkânlarıyla uyuyakalmış bir köyü andıran Tarabya’nın
içinde de bitmek bilmez bir trafik vardı. Ve kentin her yerinde olduğu gibi
burada da, trafik sabah ve akşam vakitlerine özgü farklı hızlarda ve yoğunluklarda
ilerlerken trafik elverdiğince yol kenarında bekleyenleri almak için öne
atılan taksiler, dolmuşlar ve minibüsler bu sabit tempoyla tam bir kontrast oluşturuyordu.
Şehir sabaha karşı 3 veya 4 gibi ancak sakinleşiyordu, ya da bu saatlerde
şehrin seslerine daha dikkatle kulak verince öyle bir izlenim oluşuyordu.
İstanbul’da haftalık ekip toplantıları, diğer bursiyerlerle buluşmalar ve
bazen ortak aktivitelerin yanı sıra, ağırlıklı olarak çeşitli semtlerde gezintiye
çıkarak buraları hissetmeye ve özellikle de buralardaki akustik katmanları anlamaya
çalıştım. Yanımda hep bir WAV-kayıt cihazı ve not defteri bulundurduğum
bu gezintilerde, farklı ses manzaralarını (Soundscapes) “şipşak fotoğraf
Konuk Sanatçılar Ignaz Schick 241
benzeri” kayıtlarla not edip belgelemeye çalıştım. Bir yandan da, belirli bir
bölgede işitilebilecek her akustik olayı not ettiğim bellek protokolleri yöntemine
başvurdum. İnsanı kulak kesilmeye mecbur bırakan bir yöntem bu.
İlk iki hafta sürekli otobüsle Tarabya-Taksim arasında gidip geldim, bu
yolculuklar bazen üç saate kadar uzuyordu. Daha sonra ya hep metroyu kullandım
ya da vapurla Yeniköy’den Beşiktaş’a, oradan da Kadıköy’e geçtim. Gittiğim her
yerdeki ses manzaralarını kayıt etmek için Zoom kayıt cihazımı sürekli yanımda
taşıdım. Geceleri genelde Kadıköy’deki kulüplere ya da Bova’ya gittim, aralarda
sık sık çay içtim, sonra Tarabya’ya dönüp balkonumdan denizde süzülen
konteyner gemilerini izledim ve bazen de dinledim. Bu gemiler geceleri, yanına
sokulunca sis düdükleriyle pes bir ikaz çağrısı yayan tuhaf metal hayaletler gibi
görünüyordu gözüme.
Gittiğim konserlerde ve kulüplerde kısa sürede buralı deneysel müzisyenlerle
(Volkan Ergen, Kaan Işık) tanıştım, gündüzleri ise yine yeni yerleri, mesela
gökdelenlerin yükseldiği bölgeleri ve yeni iskana açılmış bölgeleri keşfetmeye
çıkıyordum. Bu iki aktivite arasında kısa çay molaları veriyor, kendi işlerimle
(çizimlerimle) ve notlarımla uğraşıyordum. Buralarda not ettiğim fikirler ve fragmanları,
döndükten sonra Berlin’de Circuit Training VIII Part (leponit natsnok)‘ta
bir araya getirdim. Bir yandan da Berlin’deki Bauhaus100 Sergisi için Hausaub
Semphin adlı plak çalışmasını planlayıp hazırlıyordum. Bir ara, 1960’larda, rehber
bellediğim Don Cherry ile çalışmış Türkiyeli free jazz ve dünya müziği efsanesi
Okay Temiz’le onun stüdyosunda ilk kez bir araya geldik. Bir yandan da elbette
plak borsasında ve ikinci el plak dükkânlarından çok sayıda plak satın aldım ve
Ekim ayında Kutscherhaus’un Atölyesi’nde İstanbullu deneysel müzisyenlerle
birlikte ilk yoğun Prova/Atölye Haftasını gerçekleştirdik. Beş gün boyunca süren
provalarda müzisyenler iki saatte bir farklı bir partnerle çalışıyordu, geceleri de
solo kayıtlar gerçekleştiriliyordu. Sonra ilk konserler (Bova, Arkaoda, Bina)
geldi; İTÜ’de Suriyeli mülteciler için düzenlenmiş projede ve Tolga Tüzün’ün
bestecilik sınıfında ders verdim. Aralarda araştırma yapıp hava alacak bol bol
vaktim oldu, arada bir Rusya, Köln, Berlin ve Mühlheim’da Perlonex, Rie Watanabe,
Stefan Schultze, Nicola Hein, Limpe Fuchs ve Splitter Orchester ile konser
verdim.
Eylülün sıcak günlerinin ardından Ekimde hava birden bozdu, yağmurun
ardından rüzgar, rüzgarın ardından yağmur, yağmurun ardından rüzgar birbirini
izleyip durdu – üst kattaki dairemde yağmur genelde camları ve duvarları
çaprazlama keserek rüzgarla çalışan bir ses ve uğultu jeneratörü etkisi bırakıyordu.
Ben de bol bol araştırma yaptım, çalıştım, arada saksafon alıştırması
yaptım ve sonra da son prova haftası geldi çattı. Başlangıçta yerel
Stipendiat*innen Ignaz Schick 242
kahramanlarla temasa geçmek biraz zor olsa da, ilk canlı konserlerden sonra
giderek kolaylaştı.
Volkan Ergen, Kaan Işık, Şevket Akıncı, Tolga Tüzün, Anıl Eraslan, Saadet
Türköz, Başar Ünder, Zeynep Sarıkartal vb. ile konserler verdik. Bu dört ayda
toplam 60 saatlik ses malzemesi topladım, esasen sadece akustik etütler/notlar
olarak tasarladığım bu malzemenin bir bölümünü kullanarak, Akademi’nin
2019’da 2. Kültür ve Sanat Festivali için dört bölümlü ve 80 dakikalık bir Soundwalk
besteledim. Bu çalışma, İstanbul’un Sonic Mapping’i (sesli haritası) olarak
tasarladığım ve 2020 veya 2021’de mekânsal bir koreografiyle sahneye koymayı
planladığım bir konser enstalasyonu olarak hayata geçecek.
Ignaz Schick (*1972) ist Klangkünstler, Turntablist,
Komponist und bildender Künstler. Nach seinem
Studium an der Akademie der Bildenden Künste
München arbeitete er in Berlin, wo er wichtiger
Bestandteil der jungen Echtzeitmusik szene wurde.
Aus der Live-Elektronik entwickelte er ein eigenständiges
elektro-akustisches Instrumentarium,
die „Rotating Surfaces“. Seit 2012 konzentriert er
sich auf die Realisierung von Konzeptkompositionen
und experimentellen Radiostücken. Schick ist
Kurator von Festivals für experimentelle Musik und
betreibt das Experimentalmusiklabel Zarek. Er tourt
weltweit, solo oder mit Gruppen wie Perlonex und
dem Splitter Orchester, hat zahlreiche Alben
ver-öffentlicht und mit international renommierten
Künstler*innen wie Mwata Bowden, Don Cherry,
Sven-Åke Johansson, Charlemagne Palestine oder
Martin Tétreault zusammengearbeitet. Schick erhielt
zahlreiche Stipendien, so u. a. 2016 das Kompositionsstipendium
des Berliner Senats / Cité des Arts
Paris.
Ignaz Schick war von September bis Dezember
2018 an der Kulturakademie Tarabya als einer der
ersten Stipendiat*innen, die sich initiativ über den
Open Call im September 2017 beworben hatten.
Ignaz Schick (1972) ses tasarımcısı, pikabı müzik
enstrümanı olarak kullanan bir sanatçı [turntablist],
besteci ve görsel sanatçı. Münih Güzel Sanatlar
Akademisi’ndeki eğitimini tamamladıktan sonra
Berlin’e taşındı ve yeni bir akım olan gerçek zamanlı
müzik ortamının önde gelen figürlerinden biri haline
geldi. Canlı elektronik müzik performanslarından
yola çıkarak “Rotating Surfaces” adını verdiği bir
elektro-akustik enstrüman geliştirdi. 2012’den beri
çalışmalarında tasarım beste ve deneysel radyo
parçaları üretimine ağırlık vermektedir. Schick
deneysel müzik festivalleri küratörlüğünün yanı sıra,
deneysel müzik albümleri yayınlayan plak şirketi
Zarek’in yöneticiliğini sürdürüyor. Dünyanın pek çok
yerinde solo performanslarla ya da Perlonex ve
Splitter Orchestra gibi gruplarla sahneye çıkan
sanatçı çok sayıda albüm yayınlamış ve Mwata
Bowden, Don Cherry, Sven-Åke Johansson, Charlemange
Palestine ve Martin Tétreault gibi saygın
sanatçılarla çalışmıştır. 2016’da Berlin Belediyesi/
Cité des Arts Paris bestecilik çalışma bursu (2016)
başta olmak üzere çok sayıda burs kazandı.
Ignaz Schick Eylül 2017’de yayınlanan Açık
Çağrı’ya başvurarak burs kazanan ilk konuk
sanatçılardan biridir ve Eylül-Aralık 2018’de Tarabya
Kültür Akademisi’inde konuk sanatçı olarak
bulunmuştur.
Rasta Baba
243
aka Sultan
Tunç
Stipendiat*innen 244
1
2
3
245
4
5
Stipendiat*innen Rasta Baba aka Sultan Tunç 246
6
7
Rasta Baba Bande – Bandmitglieder / Grup Üyeleri
1 Çağatay Bırakın, Bass / Bas, Foto / Fotoğraf:
Çağatay Bırakın
2 Veysel Çolak, Gitarre / Gitar, Foto / Fotoğraf:
Veysel Çolak
3 Barış Büyükyıldırım, Piano / Piyano,
Foto / Fotoğraf: Barış Büyükyıldırım
4 Erdem Göymen, Schlagzeug / Perküsyon,
Foto / Fotoğraf: Erdem Göymen
5 Da Frogg, DJ & Vocals / Vokal, Foto / Fotoğraf:
Da Frogg
6 NICOLAS MERCET AKA WERMONSTER (Mastering),
Foto / Fotoğraf: Nicolas Mercet
7 Ateş Berker, Arrangements & Mix / Aranjman,
Miksaj, Foto / Fotoğraf: Ateş Berker
Konuk Sanatçılar Rasta Baba aka Sultan Tunç 247
LOST in EUROPE
Die musikalische „Bande“, die sich in Tarabya um Rasta Baba aka Sultan Tunç
gebildet hat, nahm eine EP mit dem Titel LOST in EUROPE auf. Es ist eine psychedelische
Reise in die 1970er Jahre mit starken Einflüssen von Bands und Musiker*innen
wie Amon Düül, Moğollar, Erkin Koray und Udo Lindenberg. Alle Songs
des dreisprachigen Albums – Deutsch, Englisch und Türkisch – wurden von
Rasta Baba geschrieben, komponiert und produziert. Çağatay Bırakın wirkte als
Koproduzent mit. Als Arrangeur wurde der erfolgreiche junge Produzent Ateş
Berker engagiert, der letztes Jahr in der Türkei drei Nummer-eins-Hits hatte
(mit Gazapizm und Cem Adrian). Es wurde aufgenommen im CİHANGİR MÜZİK EVİ,
Istanbul, gemischt im ARGO STUDIO, Izmir und gemastert von Nicolas Mercet in
den Planet Earth Studios, Berlin.
Die Mitglieder der RASTA BABA BANDE
ÇAĞATAY BIRAKIN (Bass) wurde 1982 in Istanbul geboren. Er studierte Wirtschaftswissenschaften
an der Anadolu-Universität und spielt seit 20 Jahren
Bassgitarre in verschiedenen Musikproduktionen und Orchestern. Seine Arbeit
an Kompositionen, die er 2019 erstmals veröffentlichen möchte, steht kurz vor
dem Ende. Seit 2015 setzt er seine Karriere als Musiker und Regieassistent bei
der Sultan Tunç Bande fort.
VEYSEL ÇOLAK (Gitarre) studierte Musikwissenschaft an der Kocaeli-Universität.
Er arbeitete mehrere Jahre als Musikautor und Fotograf. Zum einen
begleitet er viele Musiker*innen bei ihren Albumaufnahmen und auf der Bühne
mit seiner Gitarre, zum anderen nimmt er weiterhin seine eigenen Songs als
Solo-Musiker auf. Nach fünf Singles veröffentlichte er im März 2019 seine EP
ÖmürYetmez 4.
BARIŞ BÜYÜKYILDIRIM (Piano) trat als Solopianist, Orchestersolist,
Operncoach und Jazzmusiker in den USA, Kanada, Europa und in der Türkei auf.
Er spielte jüngst u. a. George Crumbs Macrocosmos im CKM Istanbul, einen
Soloabend in der Steinway Hall New York, und Bachs Brandenburg Concerto
Nr. V mit dem Cincinnati Chamber Orchestra. Büyükyıldırım ist Mitglied des Trio
Lycia und des Diskant-Ensembles in Istanbul und trat mit dem Tactus-Ensemble
und dem Claremont-Ensemble in New York auf.
ERDEM GÖYMEN (Schlagzeug) begann bereits während seiner Schulzeit
Schlagzeug zu spielen und studierte Jazz-Schlagzeug an der Technischen
Universität Yıldız. Er tritt auf mit Musiker*innen-Größen wie u. a. Sezen Aksu,
Stipendiat*innen Rasta Baba aka Sultan Tunç 248
Korhan Futacı, dem Kara-Orchester, Bajar, dem Bilal-Karaman-Quartett, dem
Evrim-Demirel-Ensemble und vielen anderen Jazz-Gruppen. Göymen lehrt am
Hisar-Gymnasium Musik.
DA FROGG (DJ & Vocals) ist der erste türkische Reggae-DJ und -MC. Er
ist außerdem der Gründer des Labels Beton Orman und Programmmacher bei
Açık Radyo.
NICOLAS MERCET AKA WERMONSTER (Mastering) entwickelte sich aus
abstraktem HipHop, Dub und Electronica und bezeichnet sich als ein hybrides
musikalisches Wesen. Mit einer Sammlung von Arbeiten, die sich über zwei
Alben, mehrere EPs und Remixe erstrecken, destilliert er Klänge, um ein
Universum zu entwerfen, das Körper und Geist bewegt. Der gebürtige Franzose
produziert und nimmt seit 2008 in seinem Berliner Labor auf und tritt auch
international auf.
ATEŞ BERKER (Arrangements & Mix) ist einer der erfolgreichsten Produzenten
der neuen Generation der Türkei. Sein Song Heycanı Yok war bei Apple
Music und Spotify der meistgehörte Song und erhielt bei den Kral Music Awards
den Preis für den besten Song des Jahres 2018.
LOST IN EUROPE
01. Greetings from Istanbul (Türkisch/Türkçe)
02. ÖZGÜRLÜK ! (Türkisch/Türkçe)
02. Neun - Acht (Deutsch/Almanca)
03. Lost in Europe (Englisch/İngilizce)
05. Kreuzberger Nächte (Deutsch/Almanca)
06. Daddy Love (Türkisch/Türkçe)
Text & Composer: Rasta Baba, Tarabya 2019
Lyrics / Sözler (Auszüge / Seçki)
rap 1
oh my god! we are lost in Europe
stranded in a city called Stadtallendorf
the last that we know, we was near to Frankfurt
and there is 1 day visa on our passport
Konuk Sanatçılar Rasta Baba aka Sultan Tunç 249
life is short baby – we don’t stop
we are driving the car – like in a champions cup
good cop bad cop, we must go south.
we follow the sun to get out of the cloud
in our Oldskool Ford Transit Caravan.
we are speeding with the band, on the Autobahn.
making breaks in a Highway Restaurant.
eating Currywurst and goodbye Miss “Fräulein”
ride on – ride on
show must go on
200 hundred speed tempo
whats goin on
pardon pardon
we don’t know
where we go
5 mongos in the car
here we go
refrain
we are lost in Europe
there is no go – there is no stop
we got no hope – no passport
we are lost
we are lost
we are lost
full lost
Stipendiat*innen Rasta Baba aka Sultan Tunç 250
LOST in EUROPE
Tarabya’da Rasta Baba aka Sultan Tunç’un önderliğinde bir araya gelen “Bande”
grubu, LOST in EUROPE adlı bir albüm çıkardı. Bu albüm, Amon Düül, Moğollar,
Erkin Koray ve Udo Lindenberg gibi grup ve sanatçıların etkisinin açıkça hissedildiği,
1970’lere yapılan bir psikedelik yolculuk. Rasta Baba üç dilli –Almanca,
İngilizce, Türkçe– albümdeki bütün şarkıları yazmış, bestelemiş ve Çağatay
Bırakın’la birlikte albümün eş prodüktörlüğünü yaptı. Albümün aranjörlüğünü
geçen yıl Türkiye’de üç hit şarkıya (Gazapizm ve Cem Adrian’la birlikte) imza atan
genç prodüktör Ateş Berker üstlendi. Albüm İstanbul’daki CİHANGİR MÜZİK
EVİ’nde kaydedildi, İzmir’deki ARGO STUDIO’da mikslendi, ana kaydı Berlin’de,
Planet Earth Studios’da Nicolas Mercet tarafından gerçekleştirildi.
RASTA BABA BANDE
ÇAĞATAY BIRAKIN (Bas) 1982’de İstanbul’da doğdu. Anadolu Üniversitesi
ekonomi bölümünden mezun oldu, 20 yıldır farklı müzik prodüksiyonlarında ve
orkestralarda bas çalıyor. 2019’da yayınlamayı amaçladığı besteleri bitmek
üzere. 2015’ten beri kariyerine müzisyenlikle ve Sultan Tunç Bande’de reji asistanlığıyla
devam ediyor.
VEYSEL ÇOLAK (Gitar) Kocaeli Üniversitesi’nde müzikoloji okudu. Uzun
yıllar müzik yazarlığı ve fotoğrafçılık yaptı. Bir yandan çok sayıda müzisyene
albüm çalışmalarında ve sahnede gitarıyla eşlik ederken bir yandan da kendi
solo parçalarını kaydetmeye devam etti. 5 single’dan sonra, 2019 yılının Mart
ayında Ömür Yetmez 4 adlı EP’si yayınlandı.
BARIŞ BÜYÜKYILDIRIM (Piyano) solo piyanist, orkestra solisti, opera
korrepetitörü ve caz müzisyeni olarak ABD, Kanada, Avrupa ve Türkiye’de sahne
aldı. Yakın zamanda, İstanbul CKM’de George Crumbs’ın Macrocosmos’unu
seslendi, New York Steinway Hall’de konser verdi ve Cincinnati Oda Orkestrası’yla
birlikte Bach’ın Brandenburg Konçertosu No. V’ini seslendirdi. Büyükyıldırım
İstanbullu Trio Lycia ve Diskant Ensemble gruplarına üyedir ve New York’ta
Tactus Ensemble ve Claremont Ensemble’a misafir olarak katılmıştır.
ERDEM GÖYMEN (Perküsyon) İstanbul Lisesi’nde okurken perküsyon
çalmaya başladı ve Yıldız Teknik Üniversitesi Music Groups Programı’nda caz
perküsyonu eğitimi aldı. Sezen Aksu, Korhan Futacı ve Kara Orkestra, Bajar, Bilal
Karaman Quartet, Evrim Demirel Ensemble vb. sanatçı ve caz grubuyla birlikte
müzik yapıp sahne aldı. Bir yandan da Hisar Eğitim Vakfı Okulları’nda ders veriyor
ve öğrencilerine performans hazırlığında yardımcı oluyor.
Konuk Sanatçılar Rasta Baba aka Sultan Tunç 251
DA FROGG (DJ & Vokal) Türkiye’nin ilk Reggae-DJ’i ve MC’sidir. Ayrıca Beton
Orman’ın kurucusu ve Açık Radyo’da programcı.
NICOLAS MERCET AKA WERMONSTER (Mastering) Soyut hip-hop, dub ve
elektronik müzik çıkışlı melez bir müzikal oluşumdur. İki albüm, çok sayıda EP
albüm ve remiks çalışmasından oluşan külliyatında, damıtılmış tınılarla bedene
ve ruha hitap eden özgün bir evren tasarlar. Fransa doğumlu sanatçı bir yandan
müzik prodüktörlüğü de yapmakta, 2008’den beri sahibi olduğu Berlin Labor’da
ve uluslararası etkinliklerde sahne almaktadır.
ATEŞ BERKER (Aranjman & Mix) Türkiye’nin en başarılı yeni nesil prodüktörlerinden
biridir. 2018’de Apple Music ve Spotify’da en çok dinlenen Gazapizm’in
Heyecanı Yok isimli şarkısında imzası vardır. Bu şarkı Kral Müzik Ödülleri’nde
2018’in “En iyi şarkısı” ödülüne layık görülmüştür.
Rasta Baba aka Sultan Tunç gilt als einer der
innovativsten Musiker und HipHop-Produzenten der
Türkei. Sein 2003 erschienenes Debütalbum Saygı
Değer Şarkılar wurde von der Tageszeitung Hürriyet
als bestes HipHop-Album gelobt, das je in der Türkei
produziert wurde. Als in Deutschland aufgewachsener
Musiker mit türkischen Wurzeln kennt Rasta
Baba die Schwierigkeiten der doppelten Identität
und weiß von diesen mit Witz und Esprit, aber auch
mit Wut, Entrüstung, Verzweiflung und gegebenenfalls
erhobenem Zeigefinger zu berichten. Musikalisch
übersetzt er diesen Gefühlsmix, indem er
orientalische Skalen über elektronische Beats legt,
angereichert mit einer Mischung aus Funk, Jazz und
Reggae.
Sultan Tunç war von Mai bis August 2019
Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.
Rasta Baba aka Sultan Tunç adıyla da bilinen Rasta
Baba Türkiye’nin en yenilikçi müzisyenlerinden ve
hip-hop yapımcılarından biri. 2003’te yayınlanan ilk
albümü Saygı Değer Şarkılar, Hürriyet gazetesinde
Türkiye’de yayınlanmış gelmiş geçmiş en iyi hip-hop
albümü olarak tanıtıldı. Çocukluğu ve gençliği
Almanya’da geçen Türkiye kökenli bir sanatçı olarak,
çifte kimlikli olmanın zorluklarını birinci elden
yaşayan Rasta Baba, deneyimlerini hem esprili bir
yaklaşımla aktarma hem de öfke, hiddet, çaresizlik
duygularını, yeri geldiğinde tehditkâr bir tavır
takınarak bildirme konusunda usta. Bu duyguları,
elektronik beat’lerle Doğu müziği gamlarını karıştırarak
ve funk, caz ve reggae gibi türlerle harmanlayarak
müzik diline tercüme ediyor.
Sultan Tunç Mayıs-Ağustos 2019’de Tarabya
Kültür Akademisi’nde konuk sanatçıydı.
Jacobien
252
Vlasman
Konuk Sanatçılar Jacobien Vlasman 253
Stipendiat*innen Jacobien Vlasman 254
Konuk Sanatçılar Jacobien Vlasman 255
Stipendiat*innen Jacobien Vlasman 256
Konuk Sanatçılar Jacobien Vlasman 257
Stipendiat*innen Jacobien Vlasman 258
Der Tropfen und der Stein
Es ist Anfang August und sehr heiß in Istanbul. Duygu und ich fahren mit der
Fähre nach Heybeliada. Wir tragen beide kurze Sommerkleider. Die Fähre ist
übervoll, aus Mangel an Sitzplätzen kauern wir uns auf den Boden. Böse Blicke
von verschleierten Frauen treffen uns, Männer sagen irgendetwas zu Duygu,
was sie sehr aufregt. „Ich will mich frei bewegen können in meinem Land. Die da
wollen nun alles bestimmen, ich halte das nicht mehr aus.“ Ich bin bass erstaunt
über ihre schroffen Worte, die vor ein paar Monaten im Winter, meinem ersten
Tarabya-Aufenthalt, noch ganz anders klangen. Die da sind die vielen Araber,
die vor allem im Sommer das Stadtbild Istanbuls beherrschen. Die da sind die
konservativen Türken, die Erdoğan-Anhänger*innen, die Verschleierten. Die da
sind diejenigen, die es Duygu und anderen „leichter“ machen, ihr geliebtes
Heimatland eventuell doch verlassen zu wollen.
Auch der begnadete Pianist, mit dem es sofort klickte, als wir das erste
Mal zusammen Musik gemacht haben, denkt nun darüber nach wegzugehen. Ich
traf ihn im Winter in einem Club auf der asiatischen Seite im hippen Kadıköy. Da
flüsterte er noch seinen Unmut, und nun im August kurz nach der Wiederwahl
Erdoğans ist auch sein Verdruss so groß, dass er nicht mehr misstrauisch um
sich blickt, sondern lautstark gegen den Präsidenten wettert. Es macht fast
den Eindruck, als gäben sich die Erdoğan-Gegner zu erkennen, um sich besser
zu solidarisieren und denen da mit ihren lautstarken Äußerungen den Stinkefinger
zu zeigen. Das ist wahnsinnig mutig. Und es ist wahnsinnig mutig, trotz
aller drohenden Repressalien dazubleiben.
Ein befreundeter Journalist warnte mich vor meinem ersten Aufenthalt.
Ich würde mehr bewegen, wenn ich die Türkei boykottiere, als wenn ich als
einzelner Tropfen auf dem heißen Stein doch hinfahre. Hallo? Was ist denn das
für ein Blödsinn? Wenn alle so dächten, würde sich natürlich gar nichts ändern.
Das Land würde leer bluten, es würden weiterhin ungerechtfertigte Verhaftungen
stattfinden oder Menschen auf dubiose Art verschwinden, und die
Dagebliebenen würden sich komplett alleingelassen fühlen, was mehr als demoralisierend
wäre. Im Gegenteil: Wir müssen weiter hinfahren und allein schon
durch unsere Anwesenheit Unterstützung geben. Und wenn wir uns dann noch
miteinander austauschen, umso besser. Ich, der Tropfen auf dem heißen Stein,
habe das Gefühl, dass ich zähle. Heiße Steine kühlen schneller ab, je mehr
Tropfen darauf fallen.
Konuk Sanatçılar Jacobien Vlasman 259
Meine neuen türkischen Freund*innen kommen mir wie Schwämme vor, die alles
aufsaugen, was von außen kommt. Sie sind neugierig auf meine Meinung, meine
Musik, meine Interessen, als gäbe ihnen all das Zuversicht und Kraft. Ich bin ein
ebensolcher Schwamm und sauge alles auf, was ich sehe, höre und erlebe. Ich
treffe auf wundervolle Menschen innerhalb und außerhalb der gesicherten
Mauern der Kulturakademie. Auf den schier endlosen Rolltreppen hinab in den
unterirdischen Wirrwarr der Metro – alle stehen rechts, nur die Tourist*innen
laufen links – lerne ich Gelassenheit. Warum hetzen, wenn die nächste Metro eh
in drei Minuten kommt? Auf den unzähligen Dolmuş- und Taxifahrten – Stau gibt
es immer, egal wann – oder auch auf meinen Spaziergängen durch die Stadt,
durch das Menschengedränge auf der İstiklâl oder in Kadıköy, werde ich förmlich
gezwungen, den Weg zu spüren. Es geht nicht um das Ankommen, sondern
um das Dazwischen. Um das Sehen, das Wahrnehmen.
Ich gebe diverse Konzerte und schreibe viel Musik während meines
Aufenthaltes, ich bin inspiriert von allem, den Menschen, den Gerüchen, dem
Bosporus, der Schönheit, dem wilden Treiben der Stadt, und habe die Ruhe,
meine Eindrücke musikalisch zu verarbeiten. Alles scheint politisch aufgeladen,
meine Stücke sind es nicht. Auch haben sie größtenteils keinen Text. In Kapalı
Çarşı zum Beispiel versuche ich, das anstrengende Gewusel des großen Bazars
einzufangen durch eine Ostinato-Basslinie im permanenten Metrumwechsel,
über der die anfangs so leicht daherkommende Melodie neu zusammengesetzt
und anders phrasiert liegt: Das Ganze mündet in ein lautmalerisches Finale.
Dolmuş ist eine Ode an das Transportmittel mit seinen eigenen Regeln.
Eigens dafür habe ich das schönste Dolmuş-Hupen aller Zeiten gesampelt.
Ich kenne kaum ein hilfsbereiteres und gastfreundschaftlicheres Volk als
die Türken. Rund um die Sultan-Ahmed-Moschee ist eine Einladung zum Tee in
fünf Sprachen jedoch eine zum Verkaufsgespräch in den Teppichladen des
Onkels, der noch fünf weitere Geschäfte hat mit Schmuck, Pelzen, Leder oder
„echter“ Markenware. Bootsfahrten über den Bosporus hat der Onkel auch im
Angebot, wahrscheinlich hat er alles, was ich nur will. Das ironische Come Have
Some Tea With Me bezieht sich auf diese Touristenfänger.
Tomorrow’s Past ist eine wehmütige Liebeserklärung an Istanbul mit dem
Abschied im Blick. Ich werde wiederkommen, um diese pulsierende Metropole mit
all ihren verschiedenen Facetten erneut einzuatmen und einer der vielen Tropfen
zu sein, die eben doch etwas bewirken!
Stipendiat*innen Jacobien Vlasman 260
Deniz ve Damla
Ağustos ayının ilk günleri ve İstanbul’da hava çok sıcak. Duygu’yla birlikte
vapurla Heybeliada’ya gidiyoruz. İkimizin de üzerinde kısa yazlık elbiseler var.
Hıncahınç dolu vapurda oturacak yer bulamayıp yere çömelmişiz. Örtülü kadınların
kızgın bakışlarına maruz kalıyoruz, Duygu yanımızdaki adamlar bize laf
atınca çok sinirleniyor. “Kendi ülkemde istediğim gibi hareket etmek istiyorum.
Bunlar her şeye karışmak istiyor, yeter artık”. Ben, Tarabya’ya ilk kez konuk
olduğum seferde duyduklarımdan çok farklı olan bu sert sözler karşısında
şaşkınlığa düşüyorum. Şunlar özellikle yaz aylarında İstanbul’un şehir manzarasına
hâkim olan Araplar. Şunlar Erdoğan yanlısı, muhafazakâr Türkler, kapalılar.
Şunlar Duygu’nun ve diğerlerinin önünde sonunda anavatanlarını terk
etme kararını “kolaylaştıranlar”.
İlk kez birlikte müzik yapma girişimimizde hemen anlaştığım yetenekli
piyanist de artık ülkeyi terk etmeyi düşünüyor. Onunla kış aylarında, Anadolu
yakasının gözde semti Kadıköy’deki bir kulüpte buluşmuştuk. O buluşmamızda
hoşnutsuzluğunu bana çıtlatmıştı ve şimdi, Ağustos ayında, Erdoğan’ın tekrar
seçilmesinden sonra can sıkıntısı öyle bir artmış ki, kuşku dolu gözlerle etrafını
kolaçan etmeyi bırakmış, yüksek sesle Cumhurbaşkanına saydırmaktan çekinmiyor.
Daha sağlam bir dayanışma için Erdoğan karşıtlarını ayırt etme ve fikirlerini
yüksek sesle dile getirerek şunlara ortaparmağını gösterme girişimi gibi bir
izlenim bırakıyor bu durum bende. İnanılmaz derecede cesur bir davranış bu. Ve
bütün misillemelere karşın burada kalmak da, inanılmaz derecede cesurca.
Gazeteci bir arkadaşım, buraya ilk gelişimden önce uyarmıştı beni.
Denizde damla misali tek başıma Türkiye’ye gitmek yerine burada kalıp Türkiye’yi
boykot edersem çok daha işe yarar bir şey yapmış olurmuşum. Gerçekten
mi? Nasıl bir saçmalık bu? Herkes böyle düşünseydi dünyada hiçbir şey değişmezdi.
Bu ülke kan kaybetmeye devam eder, adaletsiz tutuklamalar devam
eder ya da insanlar şüpheli bir şekilde ortadan kaybolur ve ülkede kalmış
olanlar tamamen terk edilmiş olduklarını hissederdi ki bundan daha moral
bozucu bir şey yoktur. Aksine: Oraya gitmeye devam etmeli ve sadece orada
olarak olsa bile onları korumalıyız. Görüş alışverişinde bulunabilirsek daha da
iyi. Tek başına denizde bir damla olan ben, önemli olduğumu hissediyorum.
Ancak denizdeki damlalar, başka damlalar da onlara katılırsa çok daha etkili
olurlar.
Yeni Türkiyeli arkadaşlarımı, dışarıdan gelen her şeyi emen süngerlere
benzetiyorum. Benim görüşlerimi, müziğimi, ilgi alanlarımı merak ediyorlar, sanki
bunlar onlara güven ve kuvvet veriyor. Ben de böyle bir süngerim ve gördüğüm,
Konuk Sanatçılar Jacobien Vlasman 261
işittiğim, yaşadığım her şeyi emiyorum. Kültür Akademisi’nin güvenli duvarlarının
içinde ve dışında muhteşem insanlarla tanışıyorum. Metronun bitmek
bilmeyen uzunluktaki yürüyen merdivenleri üzerinde yeraltındaki karmaşaya
doğru inerken –herkes sağ tarafta duruyor, sadece turistler sol taraftan ilerliyor–
sakin olmayı öğreniyorum. Bir sonraki metro üç dakika sonra gelecekse
acele etmeye ne gerek var? Sayısız dolmuş ve taksi yolculuğumda –günün her
vakti trafik sıkışık– ya da şehirde çıktığım gezintilerde, İstiklal Caddesi’nde
veya Kadıköy’de kalabalıkların arasında ilerlerken üzerinde ilerlediğim yolu
hislerimle algılamak zorunda bırakılıyorum adeta. Bu yolda esas mesele hedefe
varmak değil, çıkış ve varış noktaları arasında olmak. Görmek, algılamak.
Burada konukken çeşitli konserler veriyorum ve bol bol müzik çalışıyorum;
insanlardan, kokulardan, Boğaz’dan, güzellikten, şehrin inanılmaz
hareketliliğinden, her şeyden ilham alıyorum ve izlenimlerimi müzikal düzeyde
işleyebilecek kadar huzurluyum. Burada her şeyin siyasi bir boyutu varmış gibi
görünüyor ama benim müziğim öyle değil. Örneğin, Kapalı Çarşı’da, sabit bir
ölçü değişimiyle çeşitlendirdiğim bir ostinato bas dizilimi üzerine, başlangıçta
gayet hafif olan melodinin yeniden düzenlenmiş ve farklı bir şekilde cümlelenmiş
halini ekleyerek bu büyük çarşının yorucu keşmekeşini yakalamaya çalışıyorum.
Eser, sesli bir tablo misali bir finalle sonlanıyor.
Dolmuş, kendi kuralları olan ulaşım aracına bir övgü. Bu iş için gelmiş
geçmiş en güzel dolmuş kornası seslerinin sample’larını topladım.
Türkler kadar yardımsever ve konuksever bir halk tanımadım. Sultanahmet
Camii etrafındaki dükkânlarda beş ayrı dilde çay içmeye davet ediliyorsunuz
ama mücevher, kürk, deri veya “hakiki” marka giysiler de satan halıcı
amcayla pazarlık yaparken sadece tek bir dil geçerli. Bu amca Boğaz’da tekne
gezilerine de bilet satıyor; aslına bakarsanız muhtemelen istediğim her şey var
onda. İroni yüklü Come Have Some Tea With Me parçası işte bu turist avcılarıyla
ilişkili.
Tomorrow’s Past, kentten ayrılış öncesinde İstanbul’a yazılmış hüzünlü
bir aşk ilanı. Bu canlı metropolü bütün farklı yönleriyle yeniden solumak ve
orada bir şeylere etki eden pek çok damladan biri olmak için tekrar geleceğim!
Stipendiat*innen Jacobien Vlasman 262
Jacobien Vlasman (*1969, Amsterdam) lebt in Berlin
als Sängerin, Komponistin, Arrangeurin und
Pädagogin. Sie hat einen Magister-Abschluss in
Germanistik, Romanistik und Philosophie sowie
einen Master of Music in European Jazz (EUJAM).
Die „frühberufene und spätentschiedene Laut-
Künstlerin“ (FAZ) machte sich schnell einen Namen
als versierte Vokal-Artistin und Komponistin. Sie
arbeitet mit vielen namhaften Musiker*innen und
tritt europaweit in Clubs und auf Festivals auf.
Bislang sind zwei CDs unter ihrem eigenen Namen
erschienen. Diverse Male wurde sie mit einem
Jazzstipendium des Berliner Senats bedacht und
gewann den 1. Preis der Jury beim 1. Jazz&Blues
Award Berlin. Aktuelle Projekte sind Jaco Says Yes
(CD in Arbeit), das mit Angelika Niescier gemeinsam
geführte Quintett vlasman/niescier 5, so wie
Bauhauskapellentraum.
Jacobien Vlasman war von Dezember 2017 bis
Februar 2018 und im August 2018 Stipendiatin der
Kulturakademie Tarabya.
Jacobien Vlasman (1969, Amsterdam) vokalist,
besteci, aranjör ve pedagog. Berlin’de yaşıyor. Alman
Dili ve Edebiyatı, Roman Dilleri ve Edebiyatı ve
Felsefe dallarında lisans, European Jazz Master
(EUJAM) programından yüksek lisans derecesi aldı.
“Erken yaşta meylettiği ses sanatçılığına geç
başlayan“ (FAZ) ses sanatçısı, kısa bir sürede usta
bir vokalist ve besteci olarak ün kazandı. Çok sayıda
seçkin müzisyenle ortak işlere imza attı ve Avrupa
çapında müzik kulüplerinde ve festivallerde sahne
aldı. İki albüm çıkardı. Pek çok kez Berlin Senatosu
caz bursuna layık görülen sanatçı Berlin Caz ve
Blues Ödülü’nü kazandı. Şu sıralar Jaco Says Yes
adıyla yayınlanacak albümü, Angelika Niescier’le
yürüttüğü vlasman/niescier 5 kenteti ve Bauhauskapellentraum
üzerine çalışıyor.
Jacobien Vlasman 2017 Aralık ayından 2018
Şubat ayına kadar ve daha sonra Ağustos 2018’de
Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk sanatçısı oldu.
Mürtüz
263
Yolcu
Stipendiat*innen Mürtüz Yolcu 264
Tage-Buch
TAG EINS
Wegen schlechten Wetters konnte meine Maschine erst mit vierstündiger
Verspätung von Izmir nach Istanbul starten. Bei Inlandsflügen habe ich generell
mehr Angst. Neben mir sitzt eine Frau, am Fenster ihre 17-jährige Tochter. Mit
der Zeit merke ich, dass die Frau noch mehr Angst hat als ich. Ich komme mit ihr
ins Gespräch, so kann ich meine Angst mit jemandem teilen. Sie kennt mich aus
den türkischen Serien. Sie findet es schade, dass die Serie abgesetzt worden
ist. „Es ist immer so. Sie wollen keine Themen mit sozialen Problemen im Fernsehen
zeigen“, sagt sie. Ihr Sohn sei fast gerettet, weil er im Ausland studiert.
Nun muss sie sehen, wie sie ihre Tochter ins Ausland schickt. „Kinder haben
keine Zukunft in diesem Land“, sagt sie immer wieder. Sie vergisst ihre Angst.
Ihre Augen leuchten, wenn sie von der Zukunft ihrer Kinder im Ausland träumt.
Ich freue mich. Ich kann den Boden sehen. Die Maschine landet stolpernd. Wir
haben keine Angst mehr.
Der Fahrer vom Flughafen nach Tarabya erzählt, wie schlimm es hier
geworden ist, seit die Syrer im Lande sind. Sie hätten mehr Rechte als Türken.
Sie bekämen viele Unterstützungen vom Staat, wären alle reich geworden. Ich
frage, warum sie mehr Geld bekommen. „Sie bekommen nicht nur Geld, werden
auch sofort eingebürgert und erhalten die türkische Staatsbürgerschaft“,
erzählt er im chaotischen Verkehr und fragt mich nach Möglichkeiten in Deutschland.
Bei der Ankunft in Tarabya merke ich an der Eingangskontrolle, dass ich
deutschen Boden in Istanbul betrete. Der Fahrer muss zurück nach Istanbul. Ich
beziehe meine Wohnung. Alles funktioniert einwandfrei. Der Wasserhahn, die
Lichtschalter, der Schlüssel. Ich bin in Deutschland. Die Sorgen dieser Menschen
gehen mir durch den Kopf. Am liebsten würde ich ihnen helfen, aber wie? Würde
es ihnen helfen, wenn ich über sie schreibe? Aber das haben viele Leute
gemacht. Hat es ihnen geholfen? Wer liest diese Geschichten? Und wenn die
Leute sie lesen, was tun sie dann? Bin völlig durcheinander … Der Gedanke,
etwas schreiben zu wollen, erfasst mich in Tarabya.
TAG ZWEI
Nach dem Einkaufen gehe ich essen. Der Fernseher läuft wie überall in diesem
Land. Serien, Reden von Politikern. Auf allen Kanälen dasselbe. Anschließend
kommen die Nachrichten über Verkehrsunfälle, Morde, Verhaftungen und natürlich
die Durchsuchungen gegen die Terroristen. Alles live. Eine Mutter schlägt
Konuk Sanatçılar Mürtüz Yolcu 265
ihr Kind auf der Straße. Die Szene wird ständig wiederholt, mit Begleitmusik und
einer dramatischen Stimme. Was ist der Zweck dieser Nachrichtenstrategie?
Jeder, der sich im Leben Fragen stellen kann, versteht die Zusammenhänge.
Bin wieder in meiner Wohnung, die Sorgen von außen schmuggle ich rein.
Die Frau hat ihr Kind geschlagen, das Bild läuft ständig vor meinen Augen ab.
Die Reden, die Welt wäre neidisch auf unser Land, auf unsere Demokratie und
das wehrlose Mädchen. Ich weiß ganz genau, was der Bürger mir sagen würde,
wenn ich versuchen würde, mit Widerspruch zu reagieren. Er würde sagen: Das
Kind ist schuld, die Mutter tut das Richtige. Es muss erzogen werden. Woher
kommt diese Erziehung? Warum denkt er so? Woher kommen die Gedanken? Wie
entstehen sie? Wird dieses Kind seine Kinder auch schlagen?
TAG DREI
Früh aufgewacht. Der Bosporus schläft nie. Große Schiffe passieren den Hals
vom Schwarzen Meer in den Rest der Welt. Heute will ich Canetti lesen.
Zum Essen gehe ich lieber dahin, wo die Einheimischen essen. Der Dauerregen
hört nicht auf. Ich laufe am Wasser entlang. Eine Katze sucht Schutz an
der hohen Mauer. Die Hunde sind schlau, sie suchen Schutz vor Studenten-Cafés.
Vor den Villen der Reichen scheuchen die Wächter die Tiere weg. Sie
schützen die Reichen auch vor den Tieren.
Beim Abendessen ist das Thema der Transfer von Burak Yılmaz, einem
Stürmer, von Trabzonspor zu Beşiktaş. Alle haben etwas zu sagen, wenn es um
Fußball geht. Die Kommentare fliegen durch die Luft. Die Aufregung ist groß.
Jeder denkt, er verstünde mehr als alle anderen. Der Mann mit dem Cap schaut
zu den anderen, die alle zum Fernsehen schauen, und will etwas sagen. Doch er
sagt nichts. Er schweigt. So sieht es also aus, wenn man zum Schweigen
gezwungen wird, sage ich mir innerlich. Ich beobachte gerne Menschen, die
doch anders sind. Als Schauspieler muss man ja die Anderen (!) spielen. Ich
stelle mir die Frage: Wie würde das Ende des Schweigens bei dem Mann mit dem
Cap aussehen? Die Kommentare über Burak Yılmaz gehen weiter.
TAG VIER
Heute fahre ich auf die asiatische Seite. Dort habe ich einen Termin mit einem
Studenten der Filmhochschule. Für seinen Abschluss hat er ein Drehbuch
geschrieben. Er will einen Kurzfilm drehen, bei dem ich ihm helfen soll. Die
Geschichte spielt in einem Polizeirevier. „Ich habe die Geschichte sehr vorsichtig
aufgebaut, ich will keinen Ärger“, erzählt er. Wenn Sie ein Drehbuch schreiben
und das dem Produzenten vorlegen, wird er sagen, da und da müssen wir etwas
Stipendiat*innen Mürtüz Yolcu 266
ändern, damit das Publikum uns das abnimmt. Aber was ist, wenn das diejenigen
machen, die nicht vom Fach sind? Der Student ist optimistisch, das ist wichtig,
sage ich mir. „Mein Ziel ist, gute Filme zu machen“, sagt er.
Im Buchladen suche ich nach Canettis Büchern. Canetti schreibt direkt,
ich mag seine Formulierungen. Kurz und knapp. Seine Beschreibungen hören
sich an wie die Geschichten von meinem Großvater.
Zwei kurdische Jugendliche kommen mit auffällig hohem Tempo in den
Laden. Sie fragen nach einem Buch von Ezgin Kılıç. Die Verkäuferin meint: „Nein,
haben wir nicht.“ Sie und ich schauen uns an. Zuhause recherchiere ich den
Namen. Da leider Wikipedia hier nicht funktioniert, dauert es, bis ich über den
Namen etwas im Internet finde. Ezgin Kılıç ist der Name eines Dichters und
bedeutet „unterdrücktes Schwert – trauriges Schwert“.
TAG FÜNF
Morgens höre ich gerne Radio. Die Gewohnheit habe ich von meinem Großvater.
Er hörte gerne Radio Erivan, solange er wach war. Man spielte kurdische, armenische,
georgische, aserbaidschanische und türkische Musik. Alle haben einen
ähnlichen Klang.
Mein kleines Radio mit Hintergrundrauschen spielt kaum mehr Musik. Es
gibt Ansprachen, Interviews, Belehrungen, die Biografien von Religionsführern,
Erziehungsmethoden.
Die Küste entlangzulaufen macht großen Spaß, trotz der Kälte.
TAG SECHS
Eine alte Frau mit einem Sack auf dem Rücken verkauft selbstgemachte Marmelade.
Sie hält mich direkt bei den gepanzerten Wagen vor dem Palast an und will
mir unbedingt Marmelade verkaufen. Ich versuche die alte Frau loszuwerden,
die mir andererseits auch leidtut. Ich will nicht respektlos sein. Sie sagt, sie hat
niemanden im Leben, der sich um sie kümmert, und ich soll ihr bitte eine Marmelade
abkaufen. Die Einheimischen empfehlen uns Neulingen, niemals den Bettlern
und Straßenverkäufern zu trauen.
Jeder hat es eilig in dieser Stadt. Jeder will ganz nach vorne. Jeder will
als erster in den Bus einsteigen. Jeder will als erster an die Kasse. Es ist die
normalste Sache der Welt, die Rechte der anderen zu verletzen.
Egal wo Sie stehen, stehen Sie falsch. Es gibt keinen Platz zum Ausruhen.
Sie stehen immer im Weg.
Die Intellektuellen, Künstler und Akademiker haben Taksim verlassen. Sie
sind nach Izmir, nach Süden oder nach Berlin gezogen.
Konuk Sanatçılar Mürtüz Yolcu 267
DANACH FING DER TAG X AN
Jeden Dienstag traf das Tarabya-Team zusammen. Ich freute mich auf Leute,
kam aus meiner Einsamkeit raus. Sonst saß ich am Tisch und arbeitete. Ich
merkte, dass ich bis obenhin voll war mit Geschichten, als ob man den „Zulauf“
bis zum Anschlag aufgedreht hätte. Morgens ging ich ins Teehaus „Çay Budur“
(Das ist Tee) neben der Tarabya-Moschee. Der Fernseher ist immer an. Sobald
Sadık Abi die Tür aufschließt, macht er als erstes den Fernseher an. Sadık Abi
ist ein unfreundlicher Mensch. Sein Tisch ist anders als alle anderen. Wahrscheinlich
hat er ihn aus seinem Büro mitgenommen, in einem Amt, wo er bis zu
seiner Rente gearbeitet hat. Das Gleiche, was im Fernsehen erzählt wird, steht
in den Zeitungen, die sie morgens lesen. Sadık Abi deckt seinen Tisch für das
Frühstück. Mit gekochten Eiern, Tomaten, Oregano und Olivenöl. Arme Menschen,
die kein Geld für das Frühstück haben, setzen sich zu Sadık Abis Tisch und
frühstücken mit. Das mag ich an der türkischen Tradition.
Es ist deprimierend anzusehen, wie viele Menschen den Morgen des Tages
in einem kleinen, engen Dolmuş im Berufsverkehr beginnen müssen. Der Tag
beginnt mit Stress. Warum muss der Mensch leiden? Das Verkehrsproblem in
Istanbul ist nicht nur eine ohnehin planlose Verkehrspolitik. Auch die Istanbuler
müssen Verantwortung tragen. Ein bisschen mitmachen und mitdenken.
Es machte mir großen Spaß, über meine Charaktere zu schreiben.
Manchmal verabschiede ich mich für paar Stunden von ihnen und laufe
nach Sarıyer und zurück. Unterwegs denke ich über alle nach. Ich vergleiche sie
mit denen, die ich unterwegs beobachte. Doch, meine Charaktere sind aus
dieser Stadt. Ich selber bin hier und da. Menschen können in verschiedenen
Ländern leben, haben alle den Wunsch nach Glück. Glück ist Wissen. Ich forsche
weiter.
Heute war ein schrecklicher Tag. Jetzt geht es mir besser. Ich bin voller
Kummer aufgestanden. In Yeniköy habe ich ein Buch-Café entdeckt. Buch mit
Mensch und Kaffee dazu. Schnell werde ich wieder unruhig. Die Kraft in mir
setzt mich in Bewegung. Die Telefonkarte, die ich von der Post geholt habe, um
jemand mit unbekannter Nummer anzurufen, funktioniert nicht.
Sadık Amca lachte inzwischen ab und zu. Die alte Frau mit dem Sack
verkaufte jetzt Weinblätter. Aber keiner kaufte ihr etwas ab. Manche redeten
nur mit ihr. Aber sie wollte ihre Ware loswerden und weiterziehen. Über die
Familie redete sie nicht. Sie sagte, sie hat niemanden. Vielleicht war sie immer
eine Reisende, die nie eine Familie gehabt hatte …
Auch für mich ist es Zeit weiterzuziehen. Die letzten Tage in Tarabya.
Berlin muss man verlassen, um die Stadt mehr zu lieben. Berlin ist mein Zuhause.
Stipendiat*innen Mürtüz Yolcu 268
Da gehe ich wieder hin. Ob ich für immer in Berlin bleibe, weiß ich nicht. Bin ich
türkisch oder deutsch? Muss ich die Frage beantworten?
Gün-Lük
BİRİNCİ GÜN
Kötü hava şartları yüzünden uçağım dört saat gecikmeli olarak İzmir’den İstanbul’a
doğru yola çıkıyor. İç hat uçuşları beni genelde daha çok korkutur. Yanımda
bir kadın oturuyor, cam kenarında da 17 yaşındaki kızı.
Zaman içerisinde kadının benden daha çok korktuğunu fark ediyorum.
Sohbet etmeye başlıyoruz. Böylece korkularımı birisiyle paylaşabiliyorum. Beni
oynadığım bir diziden tanıyormuş. Dizinin yayından kaldırılmasına üzülmüş. “Hep
aynı şey. İşin içinde toplumsal meseleler varsa, gösterilsin istemiyorlar.” Kadın
oğlunun yurtdışında okuduğunu, yani aslında kendini kurtardığını söylüyor.
Şimdi kızını yurtdışına göndermenin bir yolunu bulmaya çalışıyor. “Bu ülkede
çocukların geleceği yok” diye tekrar edip duruyor. Çocuklarının yurtdışındaki
geleceklerini hayal ederken gözleri parlıyor, korkularını unutuyor. Pisti görüyorum.
Uçak sarsılarak iniyor ve ben rahatlıyorum. Artık korkmuyoruz.
İstanbul trafiğinin hengamesinde beni havalimanından Tarabya’ya götüren
şoför, Suriyeliler ülkeye geldiğinden beri her şeyin ne kadar kötüye gittiğini
anlatıyor. Onlara Türklerden daha fazla hak tanındığını, devletin daha fazla
yardım ettiğini, bu yüzden hepsinin zengin olduğunu söylüyor. Neden daha çok
yardım alıyorlar diye soruyorum. “Sadece para alsalar iyi, bir de hemen vatandaş
oluyorlar“ diyen şoför, bu arada bana Almanya’daki imkanları soruyor. Tarabya’ya
vardığımızda, kapıdan içeriye girerken İstanbul’da Almanya’ya geldiğimi
farkediyorum. Şoför İstanbul’a dönüyor. Ben evime yerleşiyorum. Her şey
sorunsuz, tıkır tıkır işliyor. Musluk, elektrik, anahtarlar. Almanya’dayım. Buradaki
insanların sorunlarını düşünüp duruyorum. Onlara yardımcı olmayı çok
isterim, ama nasıl? Onlar hakkında yazsam bir işe yarar mı? Bunu yapan bir sürü
insan oldu zaten. Bir faydası oldu mu? Bu hıkayeleri kim okuyor? Okuyanlar ne
yapıyor? Kafam çok karışık …
Tarabya’da bir şeyler yazma düşüncesi kafamda yer ediyor.
İKİNCİ GÜN
Alışverişten sonra yemeğe çıkıyorum. Ülkenin her yerinde olduğu gibi burada da
televizyon açık. Diziler, siyasetçilerin konuşmaları. Tüm kanallarda benzer
Konuk Sanatçılar Mürtüz Yolcu 269
yayınlar. Ardından trafik kazalarının, cinayetlerin, tutuklamaların ve elbette
teröristleri ele geçirmek için yapılan aramaların anlatıldığı haberler. Tabii ki
hepsi canlı. Annenin biri sokakta çocuğunu dövüyor. Aynı sahne fon müziği ve
heyecanlı bir ses eşliğinde sürekli tekrar ediliyor.
Haberleri böylesi bir kurgu içinde anlatmanın amacı ne olabilir? Hayatı
sorgulayan herkes zaten anlayacağını anlıyor. Yeniden evime dönüyorum, dış
dünyanın dertlerini de gizlice içeriye sokuyorum. Çocuğunu döven kadının
görüntüsü gözlerimin önünden gitmiyor. Dünya bizi kıskanıyor; demokrasimizi
kıskanıyor ve de o savunmasız kız çocuğunu. Bunlara karşı çıkmaya çalışsam
çoğu insanın bana ne diyeceğini çok iyi biliyorum: Çocuk hatalı, annesi doğru
olanı yapıyor. Çocuğa terbiye vermek lazım. Bu eğitim anlayışının sebebi ne?
İnsanlar neden böyle düşünüyor? Bu düşünceler nereden geliyor? Nasıl ortaya
çıkıyorlar? Bu çocuk da kendi çocuklarına dayak atacak mı?
ÜÇÜNCÜ GÜN
Erken uyandım. Boğaz hiç uyumuyor. Kocaman gemiler Karadeniz’den gelip
dünyaya yelken açıyorlar. Bugün Canetti okuyacağım. Yemeğimi, mahalleli nerede
yiyorsa orada yiyorum. Yağmur dinmeksizin yağıyor. Deniz kıyısında yürüyorum.
Bir kedi yüksek bir duvarın dibine sığınıyor. Köpekler akıllı, soluğu öğrenci
kahvelerinin önünde alıyorlar. Yalıların bekçileri sokak hayvanlarını kışkışlıyor.
Demek ki, zenginleri hayvanlara karşı da koruyorlar. Akşam yemeğinde konuşulan
yegane konu Burak Yılmaz’ın Trabzonspor’dan Beşiktaş’a transferi. Konu
futbol olunca herkesin söyleyecek bir sözü oluyor. Yorumlar havada uçuşuyor.
Heyecan büyük. Herkes diğerlerinden daha çok şey bildiğinden emin. Kasketli
adam, gözlerini televizyona dikmiş insanlara bakıyor ve bir şeyler söylemeye
yelteniyor. Ama bir şey söylemiyor. Susuyor. Demek birinin susmaya mecbur bırakılması
böyle bir şey, diye düşünüyorum. Öteki insanları gözlemlemeyi seviyorum.
Ne de olsa, oyuncu ötekini (!) oynamak zorunda. Kasketli adam sessizliğini
acaba ne şekilde bozardı, onu merak ediyorum. Herkes Burak Yılmaz hakkında
yorum yapmaya devam ediyor.
DÖRDÜNCÜ GÜN
Bugün Anadolu yakasına geçiyorum. Orada bir sinema öğrencisiyle buluşacağım.
Bitirme ödevi kapsamında bir senaryo yazmış. Çekmek istediği kısa film için
benden yardım etmemi istedi. Hikaye bir polis karakolunda geçiyor. “Öyküyü çok
dikkatli kurguladım, başım derde girsin istemiyorum” diyor. Bir senaryo yazıp
yapımcıya sunduğunuzda, seyirciyi inandırmak istiyorsak şuraları biraz değiştirmemiz
lazım, der. Fakat bunu meslekten olmayanlar yaparsa ne olur? Öğrenci çok
Stipendiat*innen Mürtüz Yolcu 270
iyimser, bu önemli, diyorum kendi kendime. “Benim amacım iyi filmler yapmak”,
diyor. Kitabevinde Canetti’nin kitaplarını arıyorum. Canetti dolaysız yazıyor,
doğrudan.
İfade tarzını, üslubunu seviyorum. Az ve öz. Tasvirleri, dedemin anlattığı
öyküleri hatırlatıyor bana. İki Kürt genci bariz bir aceleyle dükkâna giriyor. Ezgin
Kılıç’ın bir kitabını soruyorlar. Tezgahtar “Hayır, bizde yok” diyor. Birbirimize
bakıyoruz.
Eve gidince duyduğum ismi araştırıyorum. Maalesef Wikipedia açık değil.
İnternette bilgi bulmam biraz vakit alıyor. Ezgin Kılıç bir şair ve adı “mazlum kılıç
– üzgün kılıç” anlamına geliyor.
BEŞİNCİ GÜN
Sabahları radyo dinlemeyi seviyorum. Bu alışkanlık bana dedemden kaldı. Her
daim Erivan Radyosu’nu dinlerdi. Radyoda Kürt, Ermeni, Gürcü, Azeri ve Türk
müzikleri çalardı. Hepsinin benzer bir tınısı var.
Benim radyomda ise yayın parazitli ve nadiren müzik çalınıyor. Duyurular,
söyleşiler, açıklamalar, din adamlarının hayat hikâyeleri ve çocuk yetiştirme
yöntemleri yayınlanıyor daha çok. Soğuk havaya rağmen, sahil boyunca gezmek
bana çok iyi geliyor.
ALTINCI GÜN
Sırtında çuval taşıyan yaşlı bir kadın kendi yaptığı reçelleri satıyor. Sarayın
önünde bekleyen zırhlı araçların hemen önünde karşıma çıkıp reçel almam için
ısrar ediyor. Haline üzülsem de kadını başımdan savmaya çalışıyorum. Saygısızlık
etmek istemiyorum. Hayatta kendisine bakacak kimsesi olmadığını söylüyor, bir
reçel almamı rica ediyor. Buranın yerlileri, buralarda yeni olan bizlere dilencilere
ve sokak satıcılarına asla güvenmemeyi öğütlüyorlar. Bu şehirde herkesin acelesi
var. Herkes en öne geçmek istiyor. Herkes otobüse ilk binen olmak istiyor. Herkes
kasadaki sıranın en önünde olmak istiyor. Başkalarının hakkını çiğnemek
dünyanın en normal şeyi sanki. Nerede durursanız durun, yanlış yerdesiniz.
Dinlenecek bir yer bulmak imkânsız. Daima birilerinin ayağına dolanıyorsunuz.
Entelektüeller, sanatçılar ve akademisyenler Taksim’i terk etmiş. İzmir’e, güneye
ya da Berlin’e taşınmışlar.
SONRA O GÜN BAŞLADI
Tarabya ekibi Salı günleri bir araya geliyordu. İnsanlarla buluşmak, yalnızlığa bir
süreliğine ara vermek beni mutlu ediyordu. Diğer zamanlarda sürekli masa
başında çalışıyordum.
Konuk Sanatçılar Mürtüz Yolcu 271
Kafam sayısız hikâyeyle doluydu, sanki vana sonuna kadar açılmıştı. Sabahları
Tarabya Camii’nin yanındaki kahveye gidiyordum. Sadık Abi’nin işlettiği “Çay
Budur”da televizyon hep açıktı. Sadık Abi’nin dükkâna gelir gelmez ilk işi televizyonu
açmak oluyordu. Sadık Abi soğuk biriydi. Oturduğu masa da diğer bütün
masalardan farklıydı. Muhtemelen bu masayı, emekli olana kadar çalıştığı devlet
dairesindeki yazıhanesinden getirmişti. Televizyonlarda ne anlatılıyorsa, sabahları
okunan gazetelerde de aynısı var. Sadık Abi kahvaltı sofrasını hazırlıyor.
Haşlanmış yumurta, domates, kekik ve zeytinyağı. Kahvaltıya verecek parası
olmayanlar da Sadık Abi’nin masasına oturup sebepleniyor. Bu toprakların bu tür
geleneklerini seviyorum.
Sabahları küçücük, sıkış tepiş bir dolmuşun içinde trafikte işe yetişmeye
çalışan insanları görünce, güne böyle başlamak zorunda olduklarını düşününce
üzülüyorum. Gün böylece baskıyla, gerginlikle başlıyor. İnsan çile çekmek
zorunda mı? İstanbul’un trafik meselesi, yalnızca halihazırdaki plansız ulaştırma
politikalarından kaynaklanmıyor. İstanbulluların da sorumluluk üstlenmesi
gerekir. Bunun için birazcık kafa patlatmak, ortaklaşmak, hemhal olmak lazım.
Yazdıklarımla, karakterlerimle haşır neşir olmak çok keyifli. Bazen birkaç saatliğine
onlara veda edip Sarıyer’e yürüyorum. Yolda onlar hakkında düşünüyorum.
Onları, yolda karşılaştığım insanlarla kıyaslıyorum. Evet, eminim, benim karakterlerim
buralı, bu şehirde yaşıyorlar. Ben de hem buradayım hem orada. İnsanlar
farklı ülkelerde yaşayabilir, hepsi mutlu olmak için çabalar. Mutluluk bilgidir. Ben
de araştırmaya devam ediyorum.
Bugün korkunç bir gündü. Şimdi daha iyiyim. Çok huzursuz bir halde
uyandım. Yeniköy’de bir kitap-kafe keşfettim. Kitabın yanında insanlar ve
kahve.
Kısa sürede tekrar huzurum kaçıyor. İçimdeki kuvvet beni harekete geçiriyor.
Beni arayan yabancı bir numarayı aramak için postaneden aldığım telefon
kartı çalışmıyor. Sadık Amca arada birkaç kez güldü. Çuvallı yaşlı kadın artık
asma yaprağı satıyor. Ama kimsenin bir şey aldığı yok. Bazıları kadınla sohbet
ediyor. Ama kadının tek istediği malını satıp yoluna devam etmek. Ailesi hakkında
konuşmuyor. Kimsesi olmadığını söylüyor. Belki de, hiçbir zaman ailesi olmamış
bir gezgindir …
Artık benim de yoluma devam etme vaktim geldi. Tarabya’daki son günlerim.
Berlin’i daha da sevmek için arada bir kenti terk etmek gerekiyor. Berlin
benim evim. Tekrar oraya gideceğim. Her zaman Berlin’de kalıp kalmayacağımı
bilmiyorum.
Türk müyüm, Alman mı? Bu soruyu yanıtlamak zorunda mıyım?
Stipendiat*innen Mürtüz Yolcu 272
Mürtüz Yolcu (*1961, Iğdır), Schauspieler, Kurator
und Drehbuchautor, lebt seit 1978 in Berlin. Von
1995 bis 2010 organisierte er das Internationale
DiyalogTheaterFest Berlin. Von 1979 bis 1984
gehörte er zum Ensemble Berliner Darsteller. Danach
spielte er in verschiedenen Theatern, u. a. am
Ballhaus Naunynstraße, am HAU Berlin, an den
Münchner Kammerspielen und am Berliner Ensemble.
Zwischen 2007 und 2013 koordinierte er die
Türkische Filmwoche Berlin. 2009 übernahm er die
Projektkoordination des Festivals BeyondBelonging
ALMANCI! in Istanbul. Als Schauspieler ist er vor
allem aus Serien und Fernsehspielfilmen, wie Evet,
ich will! (2009), Nur eine Frau (2018) und der
Netflix-Serie Dogs of Berlin (2018) bekannt. Er ist
Mitbegründer von Tara, einer Künstlerinitiative
zwischen Istanbul und Berlin (2017). Yolcu hat ein
unveröffentlichtes Drehbuch und zwei Jugendstücke
geschrieben.
Mürtüz Yolcu war von Januar bis April 2019
Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.
Mürtüz Yolcu (1961, Iğdır), oyuncu, küratör ve
senarist, 1978’den beri Berlin’de yaşıyor. 1995 ve
2010 yılları arasında Uluslararası Berlin Diyalog
Tiyatro Festivali’ni düzenledi. Daha sonra Ballhaus
Naunynstraße, HAU Berlin, Münih Kammerspielen ve
Berliner Ensemble başta olmak üzere pek çok
tiyatroda sahneye çıktı. 2007 ila 2013 yılları
arasında Berlin’de Türk Filmleri Haftası’nı düzenledi.
2009 yılında İstanbul’da BeyondBelonging ALMANCI!
Festivali’nin proje koordinatörlüğünü üstlendi.
Oynadığı dizi ve televizyon filmleri arasında Evet, ich
will (2009) ve Netflix dizisi Dogs of Berlin (2018)
bulunmaktadır. İstanbul-Berlin arasında faaliyet
gösteren sanatçı girişimi Tara’nın kurucu üyelerindendir
(2017). Yolcu’nun henüz yayımlanmamış bir
senaryosu ve iki gençlik oyunu bulunmaktadır.
Mürtüz Yolcu 2019 yılının Ocak ve Nisan ayları
arasında Tarabya Kültür Akademisi’nde konuk
sanatçı olarak bulunmuştur.
Alumni mit Verlängerung
274
275
Bursu uzatılan sanatçıların
özgeçmişleri
Biografien der Alumni mit Verlängerung
2018/19
276
Sina Ataeian Dena
Sina Ataeian Dena (*1983, Ahvaz) drehte bereits während seines Studiums erste animierte Kurzfilme, Videoclips
für Theaterproduktionen, machte Video-Installationen, arbeitete als Visual-Effects-Supervisor und in
der Stoffentwicklung für Computerspiele. 2009 gewann sein animierter Kurzfilm Especially Music den internationalen
Wettbewerb des Tehran International Short Film Festivals. Dena arbeitete als Autor und Regisseur
für Werbespots, Dokumentationen und TV-Serien. Gleichzeitig realisierte er seinen ersten abendfüllenden
Spielfilm Paradise (Originaltitel Ma dar Behesht). Er war für Drehbuch und Regie verantwortlich und
koproduzierte den Film. Paradise feierte im August 2015 im Hauptwettbewerb des 68. Festival del film
Locarno Weltpremiere, war für den Goldenen Leoparden nominiert und wurde mit dem Preis der Ökumenischen
Jury sowie dem Swatch Art Peace Hotel Award ausgezeichnet.
Sina Ataeian Dena war von Juni bis September 2016 und von November 2016 bis Februar 2017 Stipendiat
der Kulturakademie Tarabya.
Sina Ataeian Dena (1983, Ahvaz) henüz öğrenciliği sırasında kısa çizgi filmler, tiyatro prodüksiyonları için
video klipler çekti, video enstalasyonları gerçekleştirdi, görsel efekt süpervizörlüğü ve bilgisayar oyunları
için senaryo geliştirme işi yaptı. 2009’da kısa çizgi filmi Especially Music Tahran Uluslararası Kısa Film
Festivali’nde ödül aldı. Sina Ataeian Dena ayrıca reklam filmleri, belgeseller ve televizyon dizileri için yazarlık
ve yönetmenlik yaptı. Bir yandan da ilk uzun metrajlı filmi Cennet’i [orijinal adı Ma dar Behesht] çekti. Filmin
senaristliğini ve yönetmenliğini yaptı ve ortak yapımcılığını üstlendi. Cennet 2015 Ağustos’unda 68. Locarno
Film Festivali ana yarışma bölümünde dünya prömiyerini yaptı, Altın Leopar ödülüne aday gösterildi, Ekümenik
Jüri ödülünü ve Swatch Art Peace Hotel Award ödüllerini aldı.
Sina Ataeian Dena Haziran-Eylül 2016 ve Kasım 2016-Şubat 2017 tarihleri arasında Tarabya Kültür
Akademisi konuk sanatçısı oldu.
Theo Eshetu
Theo Eshetu (*1958, London) verbrachte seine Kindheit zwischen Äthiopien, dem Senegal und Italien. Heute
lebt er in Berlin und Rom. Sein multinationaler Hintergrund entspricht der Komplexität von Identität in einer
Bursu uzatılan sanatçıların özgeçmişleri 277
zunehmend globalisierten Welt. Seit seinem Abschluss in Kommunikationsdesign 1981 an der North East
London Polytechnic arbeitet Eshetu an einer Reihe neuer Medienformate, von Dokumentar- und Experimentalfilmen
bis hin zu Videokunstinstallationen und Fotografie. Seine Werke wurden in Europa, Südafrika,
Kanada, den Vereinigten Staaten, Brasilien, Japan und China gezeigt, u. a. bei der Shanghai-Biennale
(2017), der Documenta14 in Athen und Kassel (2017), bei Dak’Art (2016), der Deutschen Bank Kunsthalle
(2015) und der Biennale von Venedig (2011). 2012 war er Gaststipendiat des Berliner Künstlerprogramms
des DAAD. Zuletzt wurde in Istanbul seine Einzelausstellung Faces and Places (2019) bei Akbank Sanat
gezeigt. Während seines Stipendiums an der Kulturakademie Tarabya führte er die Dreharbeiten zu Europa
and Bull (AT) mit Judith Rosmair durch.
Theo Eshetu war von Oktober bis Dezember 2016, von September bis November 2017 und erneut von Juli
bis August 2018 Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.
Theo Eshetu’nun (1958, Londra) çocukluğu Etiyopya, Senegal ve İtalya’da geçti. Bugün Roma ve Berlin’de
yaşıyor ve çalışıyor. Çok uluslu, çokkültürlü ailesi, giderek küreselleşen bir dünyada kimliğin karmaşıklığının
bir ifadesi. 1981’de North East London Polytechnic Üniversitesi İletişim Tasarımı Bölümü’nden mezun oldu. O
zamandan beri yeni medya biçimleri, belgesel ve deneysel filmler, video enstalasyonları ve fotoğrafçılık gibi
çeşitli alanlarda çalışıyor. Çalışmaları İtalya, Birleşik Krallık, Almanya, İsveç, Güney Afrika, Kanada, Amerika
Birleşik Devletleri, Brezilya, Japonya ve Çin gibi ülkelerde, Şanghay Bienali (2017), Atina ve Kassel Documenta14
(2017), Dak’Art (2016), İrlanda Bienali (2016), Deutsche Bank Kunsthalle (2015), Venedik Bienali
(2011) ve Smithsonian Institute’ta (2010) sergilendi. 2012’de DAAD Berliner Künstlerprogramm (Berlin
Sanatçılar Programı) bursiyeri oldu. Son solo sergisi Faces and Places (2019) İstanbul, Akbank Sanat’ta
izleyiciyle buluştu.Tarabya Kültür Akademisi’nde konuk sanatçı olarak bulunduğu dönemde Judith Rosmair’le
Europa and Bull (AT) filminin çekim çalışmalarını yürüttü.
Theo Eshetu Ekim-Aralık 2016, Eylül-Kasım 2017 ve Temmuz-Ağustos 2018 tarihlerinde Tarabya Kültür
Akademisi’ne konuk sanatçıydı.
Isabella Gerstner
Isabella Gerstner (*1980, Ellwangen) ist bildende Künstlerin und lebt in Berlin. In ihrer künstlerischen Praxis
erforscht sie Schleifprozesse, Reibungen, Tatsachenverschiebungen und Tricks, die sie in den alltäglichen
Handlungen und Gebrauchsweisen des öffentlichen Raumes aufspürt. Sie schafft Objekte, ortsspezifische
Installationen und entwirft Aktionsräume, die als abstrakte Reibungsflächen den Status quo ihrer Umgebung
zitieren und gleichzeitig ad absurdum führen. Nach einem Studium der Pädagogik und Kulturwissenschaft
studierte sie Bildhauerei und Intermediales Gestalten und absolvierte ein Masterprogramm am Institut für
Kunst im Kontext der UdK Berlin. Sie war Stipendiatin des Cusanuswerks, erhielt Förderungen für Arbeitsaufenthalte
in Rotterdam und Paris sowie ein Arbeitsstipendium der Kunststiftung Baden-Württemberg.
Während ihres Aufenthaltes in der Kulturakademie Tarabya arbeitete sie in einer Schleifmittel-Fabrik.
Biografien der Alumni mit Verlängerung
2018/19
278
Isabella Gerstner war von Januar bis Mai 2017 und erneut von Januar bis April 2018 Stipendiatin der
Kulturakademie Tarabya.
Isabella Gerstner (1980, Ellwangen) güzel sanatlar alanında çalışıyor, Berlin’de yaşıyor. Sanat çalışmalarında
kamusal alanı kullanım biçimlerinde ve gündelik eylemlerde izini sürdüğü bilenmeleri, sürtünmeleri,
olgu kaydırmalarını ve hileleri araştırıyor. Sanatçının ürettiği nesneler, mekâna has enstalasyonlar ve eylem
alanları soyut sürtünme alanları olarak çevrelerindeki statükoyu iktibas ediyor ve bir yandan da saçmalıklarını
vurguluyor. Pedagoji ve Kültür Bilimleri bölümlerinden mezun olduktan sonra, heykeltıraşlık ve intermedial
tasarım okudu, UdK Berlin Güzel Sanatlar Üniversitesi Kunst im Kontext Enstitüsü’nde yüksek lisans
programını tamamladı. Cusanuswerk’in bursiyeri oldu, Rotterdam ve Paris’teki çalışmaları için çeşitli kurumlardan
destek aldı ve Baden-Württemberg Sanat Vakfı’ndan çalışma bursu aldı. Tarabya Kültür Akademisi’nde
konuk sanatçı olarak kaldığı dönemde bir zımpara üretim tesisinde çalıştı.
Isabella Gerstner Ocak-Mayıs 2017 ve Ocak-Nisan 2018 tarihlerinde Tarabya Kültür Akademisi’nde
konuk sanatçıydı.
Matthias Göritz
Matthias Göritz ist vielfach ausgezeichneter Lyriker, Theaterautor, Übersetzer und Romancier. Er veröffentlichte
u. a. die Romane Der kurze Traum des Jakob Voss (2005), für den er den Mara-Cassens-Preis erhielt,
und Träumer und Sünder (2013), der mit dem Robert-Gernhardt-Preis ausgezeichnet wurde. Sein jüngster
Gedichtband Tools erschien 2012. Im Frühling 2018 folgte die Veröffentlichung des Romans Parker, der 2020
in der türkischen Übersetzung beim Verlag Yıtık Ülke erscheinen wird. 2014 erhielt Göritz als erster Autor den
William H. Gass Award und lehrt derzeit an der Washington University in St. Louis, USA. Eine Auswahl von
Göritz’ Gedichten erschien 2016 auf Türkisch unter dem Titel Aşk Benim Dilsizliğim in der Übersetzung von Efe
Duyan, 2018 folgte der Roman Hayalperestler ve Günahkârlar in der Übersetzung von Yasemin Yelbay Yılmaz.
Sein Stück Liebe Frau Krauss wird 2020 in Istanbul in einer großen Produktion uraufgeführt.
Matthias Göritz war von Oktober 2015 bis Februar 2016, von Juni bis August 2016 und von Juni bis Juli
2018 Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.
Matthias Göritz pek çok ödül almış şair, tiyatro yazarı, çevirmen ve roman yazarı. Der kurze Traum des Jakob
Voss (2005) romanıyla, Mara-Cassens Ödülü, Träumer und Sünder (Hayalperestler ve Günahkârlar, 2013)
romanıyla Robert-Gernhardt Ödülünü aldı. Şiir kitabı Tools 2012’de yayımlandı. 2018 ilkbaharında yayımlanan
Parker adlı romanının Türkçe çevirisi 2020’de Yitik Ülke Yayınları tarafından yayımlanacak. Göritz 2014
William H. Gass Award yazarlık ödülüne layık görüldü ve şu sıralar ABD, St. Louis’deki Washington Üniversitesinde
ders veriyor. Göritz’in şiirlerinin Türkçe seçkisi 2016’da Aşk Benim Dilsizliğim adıyla ve Efe Duyan
Bursu uzatılan sanatçıların özgeçmişleri 279
çevirisiyle yayımlandı. 2018’de ise Hayalperestler ve Günahkârlar romanı Yasemin Yelbay Yılmaz çevirisiyle
yayımlandı. Liebe Frau Krauss adlı çalışmasının prömiyeri 2020’de İstanbul’da yapılacak.
Matthias Göritz Ekim 2015-Şubat 2016, Haziran-Ağustos 2016 ve Haziran-Temmuz 2018 tarihlerinde
Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk sanatçısı oldu.
Franziska Klotz
Franziska Klotz (*1979, Dresden) lebt und arbeitet in Berlin. Sie studierte Malerei an der Kunsthochschule
Berlin-Weißensee und war Meisterschülerin bei Werner Liebmann. 2005 wurde sie mit dem Max-Ernst-Stipendium
der Stadt Brühl ausgezeichnet. Ihre Bilder wurden in zahlreichen Einzel- und Gruppenausstellungen
in Deutschland, Österreich, Italien, den USA, Dänemark, Frankreich, der Schweiz, Ungarn, Russland
und der Türkei gezeigt, darunter Ein Monument für Wolfgang Neuss, Projektraum Haus am Lützowplatz,
Berlin (2019), The Pleasure of Love, 56. Belgrade October Salon, Belgrade City Museum, Peace on Paper,
Tehran Biennial (2016), BALAGAN!!!, Max Liebermann Haus, Berlin (2015) und IV Moscow International Biennale
for Young Art, Moskau (2014).
Franziska Klotz war von Oktober bis Mai 2015 und erneut von Januar bis Februar 2018 Stipendiatin der
Kulturakademie Tarabya.
Franziska Klotz (1979, Dresden), Berlin’de yaşıyor ve çalışıyor. Berlin-Weißensee Sanat Yüksekokulu’nda
resim öğrenimi gördü ve Werner Liebmann’ın usta-öğrencisi oldu. 2005’te Brühl Belediyesi Max Ernst
Ödülü’nü aldı. Resimleri Almanya’nın yanı sıra Avusturya, İtalya, ABD, Danimarka, Fransa, İsviçre, Macaristan,
Rusya ve Türkiye’de çok sayıda kişisel ve karma sergide yer aldı: Ein Monument für Wolfgang
Neuss, Projektraum Haus am Lützowplatz, Berlin (2019), The Pleasure of Love, 56. Belgrade October Salon,
Belgrade City Museum, Peace on Paper, Tahran Bienali (2016), BALAGAN!!!, Max Liebermann Haus, Berlin
(2015) ve IV Moscow International Biennale for Young Art, Moskova (2014).
Franziska Klotz Ekim-Mayıs 2015 ve Ocak-Şubat 2018 tarihlerinde Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk
sanatçısı oldu.
Biografien der Alumni mit Verlängerung
2018/19
280
Stefan Lienenkämper
Stefan Lienenkämper (*1963, Meinerzhagen), studierte Philosophie und später, an der Hogeschool voor de
Kunsten Utrecht bei Henk Alkema, Komposition. Er hat u. a. mit Garth Knox, Michael Riessler, Carin Levine
und Krassimir Sterev sowie dem Sonar Quartett, dem Hezarfen Ensemble Istanbul, dem Spanischen Nationalorchester
und den Brandenburger Symphonikern zusammengearbeitet. Stefan Lienenkämper ist auf vielen
internationalen Kulturfestivals vertreten, u. a. beim Festival de Música de Alicante, den Weimarer Frühjahrstagen
für zeitgenössische Musik und den Intersonanzen Potsdam. Für seine Werke erhielt er u. a. den
1. Preis beim Kompositionswettbewerb des Spanischen Nationalorchesters Auditorio Nacional de Música
2010 und den 1. Preis beim Gustav Mahler Kompositionswettbewerb der Stadt Klagenfurt 2003 und 2009.
Stefan Lienenkämper war von Mai bis Juli 2016 Stipendiat der Kulturakademie Tarabya und erneut von
Januar bis Februar 2018.
Stefan Lienenkämper (1963, Meinerzhagen), felsefe eğitimini tamamladıktan sonra Hogeschool voor de
Kunsten Utrecht’te Henk Alkema’dan bestecilik dersleri aldı. Garth Knox, Michael Riessler, Carin Levine ve
Krassimir Sterev’in yanı sıra, Sonar Quartett, Hezarfen Ensemble İstanbul, İspanya Ulusal Orkestrası ve
Brandenburg Senfoni Orkestrası çalıştığı sanatçı ve müzik gruplarından bazılarıdır. Stefan Lienenkämper,
Festival de Música de Alicante, Weimar Çağdaş Müzik Günleri ve Intersonanzen Potsdam gibi çok sayıda
uluslararası kültür festivaline katıldı. İspanya Ulusal Orkestrası’nın Auditorio Nacional de Música bestecilik
yarışmasında birincilik derecesi aldı, Klagenfurt Belediyesi’nin Gustav Mahler bestecilik yarışmasında ise
2003 ve 2009 yıllarında yine birinciliğe layık görüldü.
Stefan Lienenkämper Mayıs-Temmuz 2016 ve Ocak-Şubat 2018 tarihleri arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin
konuk sanatçısı olarak İstanbul’da bulundu.
Bursu uzatılan sanatçıların özgeçmişleri 281
Ayat Najafi
Ayat Najafi, deutsch-iranischer Film- und Theaterregisseur sowie Multimediakünstler, lebt und arbeitet in
Berlin. In Teheran studierte er Szenografie. Seine beiden Kinodokumentarfilme Football Under Cover (2008)
in Co-Regie mit David Assmann und No Land’s Song (2014) sind jeweils auf über hundert Filmfestivals
gezeigt worden und gewannen zahlreiche Preise, unter anderem den Preis für den besten Dokumentarfilm
beim Montréal World Film Festival (2014). No Land’s Song war zudem für die „Lola“ des Deutschen Filmpreises
(2017) nominiert. Die Dreharbeiten seines neuen Kinofilms 1979 (Buch und Regie) sind für 2020
geplant. 2011 fand die Uraufführung von Rasht – Stadt der Frauen am HAU in Berlin statt. 2017 initiierte er
zusam men mit Sarah Maske das kollektive Kunstprojekt Sandsturm – And Then There Was Dust, das sich
mit Veränderungen von Ökosystemen und dem Phänomen der Sandstürme beschäftigt. Die Ausstellungseröffnung
findet im September 2020 im Depo, Istanbul statt.
Ayat Najafi war von November 2014 bis Mai 2015 und erneut von April bis Juni 2018 Stipendiat der
Kulturakademie Tarabya.
Ayat Najafi Alman-İranlı sinema ve tiyatro yönetmeni ve multimedya sanatçısı. Berlin’de yaşıyor ve çalışıyor.
Tahran’da sahne tasarımı eğitimi aldı. David Assmann’la birlikte yönettiği Football Under Cover (2008) ile No
Land’s Song (2014) adlı filmi yüzden fazla film festivaline gösterilmiş, Montréal World Film Festival (2014) En
İyi Belgesel Film Ödülü’nün yanı sıra çok sayıda ödüle layık görülmüştür. No Land’s Song ayrıca Almanya
Sinema Ödülleri’nde Altın Lola’ya aday gösterilmiştir. Yeni sinema filmi 1979’un (senaryo ve yönetmenlik)
çekimlerinin 2020’de başlaması planlanmaktadır. Rasht – Kadınların Şehri filminin prömiyeri 2011’de HAU
Berlin’de yapıldı. 2017’de Sarah Maske’yle birlikte, ekosistemlerdeki değişimleri ve kum fırtınalarını ele alan
Sandsturm – And Then There Was Dust adlı kolektif sanat projesini başlatmıştır. Sergi Eylül 2020’de Depo
İstanbul’da izleyiciyle buluşacak.
Ayat Najafi Kasım 2014-Mayıs 2015 ve Nisan-Haziran 2018 tarihlerinde Tarabya Kültür Akademisi’nin
konuk sanatçısıydı.
Biografien der Alumni mit Verlängerung
2018/19
282
Angelika Niescier
Angelika Niescier, Saxofonistin und Komponistin, konzertiert international und komponiert u. a. für Theater, Big
Band, Ballett und Sinfonieorchester. Mehrere ihrer CD-Produktionen wurden ausgezeichnet, u. a. zweifach mit
dem Vierteljahrespreis der Deutschen Schallplattenkritik (für sublim III und NYC FIVE) und dem ECHO Jazz; 2017
erhielt sie den Deutschen Jazzpreis. Niescier spielte auf renommierten Festivals wie dem Winter Jazzfest New
York, unerhört! Zürcher Jazzfestival, Vancouver International Jazzfestival, moers festival, Jazzfest Berlin und
Jazzfestival Molde. In ihren Soloprogrammen, der Arbeit mit ihrem Quartett Angelika Niescier SUBLIM, in Bandprojekten
verschiedenster Art und Kompositionsaufträgen verschmilzt sie komplexe Kompositionen und intensive
Improvisationen. Der Einfluss von Wort, Bild, Bewegung und bildender Kunst ist Quelle wichtiger Inspiration.
Angelika Niescier war von August bis Oktober 2017 und erneut von Oktober bis Dezember 2018 Stipendiatin
der Kulturakademie Tarabya.
Angelika Niescier saksofon sanatçısı ve besteci; tiyatro, Big Band, bale ve senfoni orkestraları gibi çeşitli
ortamlar için de beste yapıyor, uluslararası konserlerde sahneye çıkıyor. Pek çok ödül kazanan sanatçı, iki kez
Alman Plak Eleştirmenleri Ödülü’ne (sublim III ve NYC Five albümleriyle) ve ECHO Jazz ödülüne layık görüldü,
2017’de Almanya Caz Ödülü’nü kazandı. Angelika Niescier Winter Jazzfest New York, unerhört! Zürih Caz Festivali,
Vancouver Uluslararası Caz Festivali, moers Festivali, Jazzfest Berlin, Jazzfestival Molde gibi pek çok
festivalde sahne aldı ve kendi projeleriyle uluslararası turnelere çıktı. Sanatçı SUBLIM kuartetiyle yürüttüğü
solo çalışmalarında, çeşitli gruplarla ortak projelerinde ve bestecilik çalışmalarında bestecilikle doğaçlamayı
bir araya getiriyor. Bu çalışmalarında sözcüklerin, resmin, hareketin ve güzel sanatların etkisinden ilham alıyor.
Angelika Niescier Ağustos-Ekim 2017 ve Ekim-Aralık 2018 tarihleri arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin
konuk sanatçısı olarak İstanbul’da bulundu.
Angelika Overath
Angelika Overath (*1957, Karlsruhe) arbeitet als Schriftstellerin, Reporterin, Literaturkritikerin und schreibt
Features für das Radio. Einem breiteren Publikum bekannt wurde sie mit Alle Farben des Schnees. Senter
Bursu uzatılan sanatçıların özgeçmişleri 283
Tagebuch (2010), einem Text über ihren Wohnort im Unterengadin. Für ihre Arbeiten erhielt sie u. a. den Egon-
Erwin-Kisch-Preis für literarische Reportage (1996) und den Ernst-Willner-Preis beim Ingeborg-Bachmann-Wettbewerb
(2006). Ihr Roman Ein Winter in Istanbul (2018) entstand großteils an der Kulturakademie
Tarabya. In dieser Zeit entwickelte sie mit ihrer Übersetzerin Zehra Aksu Yilmazer den Band Bilme Celer, eine für
ein türkisches Publikum konzipierte Auswahl aus ihren biografischen Essay-Rätseln. Mit Nursel Gülenaz hat
Angelika Overath Gedichte dreier wichtiger Vertreter der lyrischen Avantgarde-Bewegung „Neue Zweite“
herausgegeben und übersetzt: So träume und verschwinde ich. Liebesgedichte von Edip Cansever, Cemal
Süreya und Turgut Uyar (2020).
Angelika Overath war von Dezember 2015 bis Februar 2016, von April bis Juni 2017 und von Dezember
2017 bis März 2018 Stipendiatin der Kulturakademie Tarabya.
Angelika Overath (1957, Karlsruhe), yazarlık, gazetecilik, edebiyat eleştirmenliği yapıyor, radyo için program
yazıyor. Yaşadığı Unterengadin hakkındaki Alle Farben des Schnees. Senter Tagebuch (2010) metniyle geniş
bir okur kitlesiyle buluştu. Edebiyat söyleşileri için Egon-Erwin-Kisch-Ödülü(2006), Ingeborg Bachmann
edebiyat yarışmasında Ernst-Willner Ödülü (2006) vb. pek çok ödüle layık görüldü. Ein Winter in Istanbul
(2018) adlı romanının büyük bölümünü Tarabya Kültür Akademisi’nde yazdı. Aynı dönemde, metinlerini Türkçeye
çeviren Zehra Aksu Yılmazer’le birlikte Türkiyeli okurlar için biyografik bulmaca-denemelerinden bir
seçki hazırladı. Angelika Overath Nursel Gülenaz’la birlikte “İkinci Yeni” hareketinin üç önemli temsilcisinin
şiirlerini çevirerek yayımladı: So träume und verschwinde ich. Liebesgedichte von Edip Cansever, Cemal
Süreya und Turgut Uyar (2020).
Angelika Overath Aralık 2015-Şubat 2016, Nisan-Haziran 2017 ve Aralık 2017-Mart 2018 tarihleri arasında
konuk sanatçı olarak Tarabya Kültür Akademisi’nde bulundu.
Christoph Peters
Christoph Peters (*1966, Kalkar) studierte Malerei an der Kunstakademie Karlsruhe bei Horst Egon
Kalinowski und Günter Neusel, zuletzt als Meisterschüler von Meuser. Anschließend arbeitete er fünf Jahre
als Flug gastkontrolleur am Frankfurter Flughafen. Seit 2000 lebt er als freier Schriftsteller in Berlin. Zuletzt
veröffentlichte er den Essay Diese wunderbare Bitterkeit – Leben mit Tee (2016), den Erzählband Selfie mit
Sheikh (2017) sowie den Roman Das Jahr der Katze (2018). Sein Werk erhielt zahlreiche Auszeichnungen,
darunter den aspekte-Literaturpreis 1999, den Friedrich-Hölderlin-Preis 2016 und den Wolfgang-Koeppen-
Literaturpreis 2018.
Christoph Peters war von Juni bis September 2015, von Juni bis August 2017 und erneut von Mai bis
August 2019 Stipendiat der Kulturakademie Tarabya.
Christoph Peters (1966, Kalkar) Karlsruhe Güzel Sanatlar Akademisi, resim bölümünde okudu, Horst Egon
Kalinowski ve Günter Neusel’den ders aldı. Meuser’in atölyesinden “Meisterschüler” (usta öğrenci) unvanı
alarak akademiden mezun oldu. Mezun olduktan sonra beş yıl boyunca Frankfurt Havalimanı’nda yer hostesi
olarak çalıştı. 2000’den beri Berlin’de yaşıyor, serbest yazarlık yapıyor. Diese Wunderbare Bitterkeit
Biografien der Alumni mit Verlängerung
2018/19
284
– Leben mit Tee (2016) adlı deneme kitabı, Selfie mit Sheikh (2017) adlı öykü derlemesi ve Das Jahr der
Katze (2018) adlı roman son yayımlanan çalışmalarından bazılarıdır. Çalışmaları aspekte Edebiyat Ödülü
(1999), Friedrich Hölderlin Ödülü (2016) ve Wolfgang-Koeppen Edebiyat Ödülü (2018) başta olmak üzere çok
sayıda ödüle layık görülmüştür.
Christoph Peters Haziran-Eylül 2015, Haziran-Ağustos 2017 ve Mayıs-Ağustos 2019’da Tarabya Kültür
Akademisi’nin konuk sanatçısı oldu.
Katerina Poladjan
Katerina Poladjan (*Moskau) lebt als Schriftstellerin in Berlin. Sie hat Angewandte Kulturwissenschaften
(Philosophie und Kunst) an der Leuphana Universität in Lüneburg studiert. 2011 erschien ihr Debütroman
In einer Nacht, woanders im Rowohlt Verlag, 2015 ihr Roman Vielleicht Marseille und 2016 das literarische
Reisebuch Hinter Sibirien. Katerina Poladjan wurde für den Alfred-Döblin-Preis und den Ingeborg-Bachmann-Preis
nominiert, war auf der Shortlist für den European Union Prize for Literature und erhielt das
Berliner Senatsstipendium, das Grenzgänger-Stipendium der Robert Bosch Stiftung, das Alfred-Döblin-Stipendium
und das Stipendium der Preußischen Seehandlung. Ihr neuer Roman Hier sind Löwen, an
dem sie im Rahmen ihres Stipendiums an der Kulturakademie Tarabya arbeitete, wurde vom Deutschen
Literaturfonds gefördert und war für den Deutschen Buchpreis 2019 nominiert (Longlist).
Katerina Poladjan war von Juli 2017 bis Ende September 2017 und erneut von März bis Juli 2018
Stipendiatin der Kulturakademie Tarabya.
Katerina Poladjan (Moskova) Berlin’de yaşıyor. Lüneburg, Leuphana Üniversitesi’nde uygulamalı kültür
bilimleri (felsefe ve sanat) öğrenimi gördü. İlk romanı In einer Nacht, woanders 2011 yılında Rowohlt Yayınevi
tarafından yayımlandı. Bunu 2015 yılında yine aynı yayınevinden yayımlanan Vielleicht Marseille romanı
ve 2016 yılında Hinter Sibirien başlıklı edebi seyahatnamesi izledi. Katerina Poladjan Alfred Döblin Ödülü ve
Ingeborg Bachmann Ödülü’ne aday gösterildi, Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’nün finalistleri arasında yer
aldı, ayrıca Berlin Senatosu Bursu, Robert Bosch Vakfı Sınır Aşanlar Bursu (Grenzgängerstipendium),
Döblin Bursu ve Prusya Seehandlung Bursuna layık görüldü. Tarabya Kültür Akademisi konuk sanatçısı
olduğu dönemde üzerinde çalıştığı yeni romanı Hier sind Löwen Alman Edebiyat Fonları tarafından desteklendi
ve 2019 Almanya Kitap Ödülü uzun listesine seçildi.
Katerina Poladjan, Temmuz-Eylül 2017 ve Mart-Temmuz 2018 tarihlerinde Tarabya Kültür Akademisi’nini
konuk sanatçısıydı.
Bursu uzatılan sanatçıların özgeçmişleri 285
Martina Priessner
Martina Priessner, Dokumentarfilmemacherin, lebt und arbeitet in Berlin. Sie hat ihr Diplom in Sozialwissenschaften
2002 von der Humboldt-Universität zu Berlin erhalten. Seit vielen Jahren arbeitet sie zur Deutsch-Türkischen
Migration. 2010 realisierte sie den Dokumentarfilm Wir sitzen im Süden, der für den Grimme-Preis nominiert
wurde. 2013 entstand der Found-Footage-Film Everyday I’m çapuling über die Gezi-Park-Proteste in Istanbul. Von
2008 bis 2010 arbeitete sie am Ballhaus Naunynstraße in Berlin und kuratierte u. a. den Theaterparcours Kahvehane
– Turkish Delight, German Fright? Anatolische Kaffeehäuser in Kreuzberg und Neukölln. Als IPCMercator
Fellow (2014/15) – eine Initiative des Istanbul Policy Centers und der Stiftung Mercator – realisierte sie 2016 den
Film 650 Wörter. Sie hat Stipendien des Nipkow Programms, der DEFA und der Kulturakademie Tarabya erhalten.
Martina Priessner war von September bis November 2012 und erneut von April bis Mai 2018 Stipendiatin der
Kulturakademie Tarabya.
Martina Priessner belgesel sinemacı, Berlin’de yaşıyor ve çalışıyor. 2002’de Berlin Humboldt Üniversitesi’nden
Sosyal Bilimler dalında lisans derecesini aldı. Uzun yıllardan beri Türkiye-Almanya arasındaki göç üzerine
çalışan bir belgesel film yapımcısıdır. 2010 yılında, Grimme Ödülü’ne aday gösterilen Wir sitzen im Süden adlı
filmini çekti. 2013 yılında, İstanbul’daki Gezi Parkı Protestoları hakkında bir found-footage filmi olan Everyday
I’m çapuling’i gerçekleştirdi. 2008 ile 2010 yılları arasında Berlin’deki Ballhaus Naunystraße’de çalıştı ve
Kahvehane – Turkish Delight, German Fright? Kreuzberg ve Neukölln’de Anadolu Kıraathaneleri gibi tiyatro
parkurlarının küratörlüğünü yaptı. Istanbul Policy Center ile Mercator Vakfı’nın ortak girişimi olan IPC-Mercator
Fellow (2014/15) adına, 650 Wörter (650 Kelime, 2016) adlı filmini çekti. Sanatçı Nipkow, DEFA ve Tarabya
Kültür Akademisi’nin burslarını kazanmıştır.
Martina Priessner Eylül-Kasım 2012 ve Nisan-Mayıs 2018 tarihlerinde Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk
sanatçısıydı.
Jan Ralske
Jan Ralske (*1959, Vernon/Texas), Filmemacher und Dozent, studierte an der Deutschen Film- und Fernsehakademie
Berlin (DFFB). Sein Abschlussfilm, Not A Love Song, gewann den Preis der deutschen Film-
Biografien der Alumni mit Verlängerung
2018/19
286
journalisten 1998 als bester Spielfilm des Jahres. 2000 wurde er als European Filmmaker-in-Residence an
der Villa Aurora in Los Angeles ausgewählt, wo er Drehbücher schrieb und als Gastdozent an der University of
Southern California (USC) und der University of California, Los Angeles (UCLA) lehrte. Jan Ralske war über
20 Jahre Mitarbeiter von Harun Farocki, angefangen mit dem Film Schnittstelle im Jahr 1995. Bis zu Farockis
Tod war er an all dessen Filmen beteiligt. Seine eigenen Filmprojekte, die von Videokunst über den Dokumentarfilm
bis zum Spielfilm reichen, waren auf zahlreichen Filmfestivals (u. a. Berlinale, Locarno, Rotterdam)
sowie Ausstellungen (u. a. Berlin Biennale, Hamburger Bahnhof, Modern Art Oxford, Gwangju Biennale,
Kunsthalle Mainz, Barcelona Loop) zu sehen.
Jan Ralske war von November 2017 bis Januar 2018 und erneut von Juli bis August 2018 Stipendiat der
Kulturakademie Tarabya.
Jan Ralske (1959, Vernon/Texas) Rhode Island Tasarım Okulu’nda ve Berlin Film ve Televizyon Akademisi’nde
öğrenim gördü. Mezuniyet projesi olan Not a Love Song filmi 1997’de “En iyi uzun metrajlı film” kategorisinde
Alman Sinema Eleştirmenleri ödülünü aldı. 2000 yılında Santa Monica Villa Aurora’da European Filmmaker-in-Residence
olarak bulunduğu dönemde senaryo yazdı ve University of Southern California (USC) ve
University of California’da (UCLA) konuk doçent olarak ders verdi. Jan Ralske 20 yıldan uzun bir süre birlikte
çalıştığı Harun Farocki’yle ilk ortak eseri, 1995 tarihli Schnittstelle filmidir. Farocki’nin ölümüne kadar bütün
filmlerine katkıda bulunmuştur. Video sanatından belgesel filmlere ve uzun metrajlı filmlere kadar geniş bir
yelpazeye yayılan film projeleri çok sayıda film festivalinde (Berlin, Locarno, Rotterdam, vb.) ve sergilerde
(Berlin Bienali, Modern Art Oxford, Gwangju Bienali, Kunsthalle Mainz, Barcelona Loop, vb.) izleyici karşısına
çıktı.
Jan Ralske Kasım 2017-Ocak 2018 ve Temmuz-Ağustos 2018 tarihleri arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin
konuk sanatçısıydı.
Peter Schneider
Von Peter Schneider (*1940, Lübeck) liegen ca. 20 Bücher vor, darunter Romane, Erzählungen und Essays,
einige davon übersetzt in 20 Sprachen. Der Mauerspringer (Rowohlt Verlag, 1982) wurde in die Reihe
„Penguin Modern Classic“ aufgenommen, das Vorwort schrieb Ian McEwan. Außerdem hat er mehrere Drehbücher
verfasst, u. a. zu den Filmen Messer im Kopf (Regie: Reinhard Hauff, 1978) und Das Versprechen
(Regie: Margarethe von Trotta, 1995). Die Erzählung Vati (Kiepenheuer & Witsch, 1987) wurde unter
der Regie von Egidio Eronico mit Charlton Heston, Abraham F. Murray und Thomas Kretschmar 2005 verfilmt.
Peter Schneiders Reportagen und Essays wurden u. a. veröffentlicht in Der Spiegel, Die Zeit, Frankfurter
Allgemeine Zeitung, New York Times, The Wall Street Journal, Time Magazine, Harper’s Magazine, Le Monde,
Libération, Dagens Nyheter und La Repubblica. Zu seinen neuesten Veröffentlichungen gehören Vivaldi und
seine Töchter (Kiepenheuer & Witsch, 2019) und Denken mit dem eigenen Kopf, Essays (KiWi, 2020).
Peter Schneider war von September bis November 2016 und erneut im August 2018 Stipendiat der
Kulturakademie Tarabya.
Bursu uzatılan sanatçıların özgeçmişleri 287
Peter Schneider’in (1940, Lübeck) roman, öykü ve denemelerden oluşan 20’ye yakın kitabından bazıları 20
farklı dile çevrildi. Der Mauerspringer (Rowohlt, 1982) Penguin Modern Klasikler dizisinde ve Ian McEwan’ın
sunuş yazısıyla yayımlandı. Schneider pek çok senaryo kaleme aldı, bu senaryolardan bazıları: Messer im
Kopf (Yönetmen: Reinhard Hauff, 1978) ve Das Versprechen (Yönetmen: Margarethe von Trotta, 1995). Vati
(Kiepenheuer & Witsch, 1987) adlı öyküsü 2005 yılında Egidio Eronico yönetmenliğinde, Charlton Heston,
Abraham F. Murray ve Thomas Kretschmar’ın başrollerinin paylaştığı bir filme uyarlandı. Peter Schneider’in
makaleleri Der Spiegel, Die Zeit, New York Times, Wallstreet Journal, Time Magazin ve Le Monde, gibi gazete
ve dergilerde yayımlandı. En yakın zamanlı yayınlarından bazıları: An der Schönheit kann’s nicht liegen –
Berlin, Porträt einer ewig unfertigen Stadt (Kiepenheuer & Witsch, 2015) ve Club der Unentwegten (Kiepenheuer
& Witsch, 2017).
Peter Schneider, Eylül-Kasım 2016 ve Ağustos 2018 tarihlerinde Tarabya Kültür Akademisi konuk sanatçısıydı.
Christian Thomé
Christian Thomé (*1970, Düsseldorf) lebt seit 1997 in Köln und arbeitet als Schlagzeuger, Komponist,
Produzent und Pädagoge. Von 1991 bis 1997 studierte er an der Hogeschool voor de Kunsten im niederländischen
Arnhem. Sein bisheriges Schaffen hat ihn zu den verschiedensten musikalischen Stilarten geführt.
Die Projekte erstrecken sich von zeitgenössischem Jazz und frei improvisierter Musik über Weltmusik,
experimentelle Elek tronik und Popmusik bis hin zur Klassik. Eigene aktuelle Projekte als (Co-)Leader sind
der abstrakt.club, das Duo VESNA mit der ukrainischen Sängerin Mariana Sadovska und die Band a si &
twice no. Er ist festes Mitglied des Trio Ivoire von Hans Lüdemann und der Gruppen Quadrivium und Wild Life
um Markus Stockhausen. Christian Thomé ist Lehrbeauftragter für Jazzschlagzeug am Institut für Musik
der Hochschule Osnabrück.
Christian Thomé war von Juli bis Dezember 2016 und erneut von Februar bis März 2018 Stipendiat der
Kulturakademie Tarabya.
Christian Thomé (1970, Düsseldorf) 1997’den beri Köln’de yaşıyor; baterist, besteci, aranjör, yapımcı ve
pedagog. 1991-1997 yıllarında Hollanda, Arnhem’deki Hogeschool voor de Kunsten’da okudu. Birbirinden
farklı sayısız müzik tarzında çalışmalar yaptı. Sanatçının projeleri çağdaş caz ve doğaçlama müzikten dünya
müziği, deneysel elektronik müzik, pop müzik ve klasik müziğe kadar geniş bir yelpazeye yayılır. (eş)kurucusu
ve öncüsü olduğu abstrakt.club, Ukraynalı ses sanatçısı Mariana Sadovska’yla birlikte VESNA adlı düo
ve a si & twice no müzik grubu şu an aktif olarak yer aldığı projelerden bazılarıdır. Bunların yanı sıra Hans
Biografien der Alumni mit Verlängerung
2018/19
288
Lüdemann’ın Trio Ivorie’sinin ve Markus Stockhausen’in Gruppe Quadrivium ve Wild Life gruplarının kalıcı
üyesidir. Christian Thomé, Osnabrück Üniversitesi Müzik Enstitüsünde caz vurmalı çalgılar dersleri veriyor.
Christian Thomé Temmuz-Aralık 2016 ve Şubat-Mart 2018 tarihleri arasında Tarabya Kültür Akademisi’nin
konuk sanatçısıydı.
David Wagner
David Wagner (*1971) debütierte 2000 mit dem Roman Meine nachtblaue Hose. Es folgten u. a. die Bücher
Spricht das Kind, Vier Äpfel, Welche Farbe hat Berlin und Ein Zimmer im Hotel, alle im Rowohlt Verlag
erschienen. Sein Roman Leben wurde mit dem Preis der Leipziger Buchmesse 2013 und dem Best Foreign
Novel of the Year Award 2014 der Volksrepublik China ausgezeichnet, eine türkische Ausgabe (Hayat)
erschien 2015 bei Everest. 2014 erhielt David Wagner den Kranichsteiner Literaturpreis und war erster
Friedrich-Dürrenmatt-Professor für Weltliteratur an der Universität Bern. Zuletzt erschien der Roman Der
vergessliche Riese, ausgezeichnet mit dem Bayerischen Buchpreis 2019.
David Wagner war von Januar bis Juni 2015 und erneut von November bis Dezember 2019 Stipendiat der
Kulturakademie Tarabya.
David Wagner 1971 yılında doğdu. İlk romanı Meine nachtblaue Hose’yi 2000 yılında yazdı. Bunu Was alles
fehlt, Spricht das Kind, Welche Farbe hat Berlin ve Ein Zimmer im Hotel adlı kitapları takip etti. Leben adlı
kitabı ile 2013 Leipzig Kitap Fuarı Ödülü’nü aldı. Kitap Çin Halk Cumhuriyeti’nde 2014 Yılı En Başarılı Roman
Ödülüne layık görüldü. Aynı yıl kitabın Türkçesi (Hayat) Everest Yayınevi tarafından yayımlandı. 2014 yılında
Kranichstein Edebiyat Ödülü’nü aldı ve Bern Üniversitesi’nde Dünya Edebiyatı Friedrich Dürrenmatt kürsüsünün
ilk profesörü oldu. David Wagner’in son romanı Der vergessliche Riese 2019 Bavyera Kitap Ödülü’ne
layık görüldü.
David Wagner Ocak-Haziran 2015 ve Kasım-Aralık 2019’da Tarabya Kültür Akademisi’nin konuk sanatçısı
oldu.
Kalender 2018–2019
289
Kalender 2018–2019 290
Shulamit Bruckstein Çoruh
Publizistik / Kulturtheorie
(Sep. 2018–Apr. 2019)
17.11.2018, Gülçin Aksoy & Oliver Schneller Double
Solo, Exhibits in Residence #2, kuratiert von
Shulamit Bruckstein Çoruh, Artist Studio
Gülçin Aksoy, Istanbul
14.03.2019, Artist Talk / Performance-Vortrag mit
Verena Gerlach im Rahmen der Veranstaltungsreihe
„Who’s in Town“ von Salt Beyoğlu,
Istanbul
06.07.2019, House of Taswir zeigt: BM Contemporary,
2nd Edition. COSMOPOLIS UNBENT,
Hommage an Beral Madra. Eine digitale
Kartografie, Premiere, Installation im Rahmen
des 2. Kunst- und Kulturfestivals Tarabya,
Istanbul
19.09.–18.10.2019, Mittwochsgesellschaft:
Hommage an Beral Madra, Ausstellung in
Zusammenarbeit mit der 16. Internationalen
Istanbul Biennale, Artam Istanbul, Kuratorin:
Shulamit Bruckstein Çoruh / House of Taswir,
Künstler*innen: Meret Oppenheim, Rebecca
Horn, Natela Iankoshvili, Gülçin Aksoy, Tony
Chakar
26.09.–30.10.2019, Crossdresser und andere
Istanbuler Geschichten, Ausstellung in der
Residenz des Deutschen Generalkonsulats
Istanbul, beteiligte Künstler*innen: Furkan
Akhan, Gülçin Aksoy, Sencer Varderman und
Viron Erol Vert, Istanbul
Max Czollek
Literatur
(März–Mai 2018)
06.04.2018, Lyrikveranstaltung #2 mit Michael
Vandebril (Belgien), Tara Skurtu (Rumänien)
und Tiberiu Neacsu (Rumänien) im Rahmen
des Istanbuler Lyrikfestivals Offline, Yeditepe
Universität, Istanbul
07.04.2018, Lyrikabend mit Musik- und Tanzperformance
im Rahmen des Istanbuler Lyrikfestivals
Offline, DAM, Istanbul
05.05.2018, Diskussion mit Franz Schablewski und
Nurduran Duman im Rahmen des 10. Internationalen
Istanbuler Literaturfestivals – ITEF,
Crosscultural Poetry – Poets from Germany &
Turkey meet at ITEF!, Kulturhaus Yapı Kredi,
Istanbul
21.11.2018, Literarische Intervention bei der
Alumni-Veranstaltung STUDIO BOSPORUS im
Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,
Berlin
Sina Ataeian Dena
Film
(Juni–Aug. 2018)
30.06.2018, Us in Paradise (2018), Premiere der
Performance / Installation von Sina Ataeian
Dena und Özgür Ersoy im Rahmen des
1. Kunst- und Kulturfestivals Tarabya,
Istanbul
21.11.2018, Mein Zuhause (2018), Premiere,
Videoinstallation im Rahmen der Alumni-
Veranstaltung STUDIO BOSPORUS im
Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,
Berlin
Özgür Ersoy
Musik
(Juni–Aug. 2018)
30.06.2018, Us in Paradise (2018), Premiere der
Performance / Installation von Sina Ataeian
Dena und Özgür Ersoy im Rahmen des
1. Kunst- und Kulturfestivals Tarabya,
Istanbul
21.11.2018, Poyraz/Nordwind (2018), Musikstück
für Bağlama im Rahmen der Alumni-Veranstaltung
STUDIO BOSPORUS im Hamburger
Bahnhof – Museum für Gegenwart, Berlin
Kalender 2018–2019 291
Theo Eshetu
Bildende Kunst
(Juli–Aug. 2018)
Europa and Bull (AT), Dreharbeiten in Çanakkale,
Assos und Umgebung während Judith
Rosmairs Stipendiums: eine Neuinterpretation
der griechischen Sage, wie Europa zu ihrem
Namen kam
21.11.2018, Atlas Fractured. Erster Entwurf,
Künstlerexemplar (2017), Premiere, Fotografien
und Videoinstallation im Rahmen der
Alumni-Veranstaltung STUDIO BOSPORUS im
Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,
Berlin
23.01.–09.03.2019, Faces and Places, Ausstellung,
Akbank Sanat, Istanbul
Adrian Figueroa
Film
(Jan.–April 2019)
Recherche und Dreh zu seinem Videoprojekt in
Istanbul
06.07.2019, Trailer seines aktuellen Filmprojekts im
Rahmen des 2. Kunst- und Kulturfestivals
Tarabya, Istanbul
Lucy Fricke
Literatur
(Jan.–April 2019)
05.04.2019, Workshop mit Studierenden der
Germanistikabteilung der Hacettepe-
Universität, Ankara.
Lesung aus Töchter und Gespräch mit der Autorin
05.04.2019, Goethe-Institut, Ankara
17.04.2019, Universität Trakya, Edirne
25.04.2019, Namik-Kemal-Universität,
Tekirdağ
26.04.2019, Gespräch mit Şebnem İşigüzel,
Goethe-Institut, Istanbul
06.07.2019, Lesung und Diskussion mit Ulla Lenze
im Rahmen des 2. Kunst- und Kulturfestivals
Tarabya, Istanbul
Isabella Gerstner
Bildende Kunst
(Jan.–April 2018)
30.06.2018, Der Ort. Das Material. Die nichtintegrierbaren
Reste. (2018), Studio Visit im
Rahmen des 1. Kunst- und Kulturfestivals
Tarabya, Istanbul
21.11.2018, Der Ort. Das Material. Die nichtintegrierbaren
Reste. Der rote Teppich (Schleifproduktion
2018), Premiere, Installation im
Rahmen der Alumni-Veranstaltung STUDIO
BOSPORUS im Hamburger Bahnhof – Museum
für Gegenwart, Berlin
19.–23.04.2019, Teilnahme an der 5. Istanbul
Kunstbiennale für Kinder und Jugendliche,
Istanbul
Matthias Göritz
Literatur
(Juni–Juli 2018)
24.05.2018, Kunst und Kommerz, Lesung und
Diskussion mit Ayfer Tunç, Salt Galata,
Istanbul
30.06.2018, Vom Reisen in der Sprache, Lyrikperformance
mit Efe Duyan und Gonca Özmen im
Rahmen des 1. Kunst- und Kulturfestivals
Tarabya, Istanbul
21.11.2018, Yepyeni Sözcükler – Druckfrisch vom
Bosporus, Lesung mit Angelika Overath,
Katerina Poladjan, Peter Schneider (Moderation:
Dr. Joachim Sartorius) im Rahmen der
Alumni-Veranstaltung STUDIO BOSPORUS im
Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,
Berlin
Kalender 2018–2019 292
Jasmin İhraç
Tanz
(Sep.–Dez. 2018)
30.06.2018, Sahman-Grenze-Kuş (2017), Performance
im Rahmen des 1. Kunst- und Kulturfestivals
Tarabya, Istanbul
Dreh des Performancevideos Constant Changes,
Silent Witnesses mit lokalen Parkour-Tänzer*innen
01.–02.12.2018, 20.–21.12.2018, Tänzerin in der
Produktion DO KU MAN von Taldans im
Rahmen des 22. Istanbuler Theaterfestivals,
Mimar-Sinan-Universität, Istanbul
20.11.2019, Constant Changes, Silent Witnesses
(2019), Videoscreening mit anschließender
Q&A-Runde, Salt Beyoğlu, Istanbul
Franziska Klotz
Bildende Kunst
(Jan.–Feb. 2018)
21.11.2018, Fear and Mimikry (2018), Premiere,
Malerei und Installation im Rahmen der
Alumni-Veranstaltung STUDIO BOSPORUS im
Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,
Berlin
Nora Krahl
Musik
(März–Mai 2018)
06.05.2018, Nora Krahl Quartett, Konzert im
Rahmen des 10. Internationalen Istanbuler
Literaturfestivals – ITEF mit Tolga Tüzün
(Piano) und Özgür Yıldırım (Bass), Kulturhaus
Yapı Kredi, Istanbul
17.05.2018, Gölge Kâğıt – SCHATTENPAPIER
(Performance für Cello, Elektronik und
tableauartige Bilder, 2018), Performance &
Installation in der Galerie DEPO, Istanbul als
Antwort auf Sena Başöz’ Soloausstellung
On Lightness, einer Verarbeitung traumatischer
Ereignisse, Istanbul
21.11.2018, Gölge Kâğıt – SCHATTENPAPIER – für
Cello, Elektronik und Performerin (2018),
Installation und Performance mit Sena Başöz
im Rahmen der Alumni-Veranstaltung STUDIO
BOSPORUS im Hamburger Bahnhof – Museum
für Gegenwart, Berlin
Philipp Lachenmann
Bildende Kunst
(März–Aug. 2018)
Recherche und Dreharbeiten für die Projekte AKM
(Turkish Night) und H2O (Highrise Hacıosman)
30.06.2018, SHU (Blue Hour Lullaby) (2004),
Video-Installation im Rahmen des 1. Kunstund
Kulturfestivals Tarabya, Istanbul
21.11.2018, AKM (Turkish Night) (2018), Vorschau
der Videoinstallation im Rahmen der Alumni-
Veranstaltung STUDIO BOSPORUS im
Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,
Berlin
Andréas Lang
Fotografie
(Sep.–Dez. 2018)
06.07.2019, Die Vergangenheit der Zukunft (Work
in Progress), Premiere, Ausstellung im
Rahmen des 2. Kunst- und Kulturfestivals
Tarabya, Istanbul
Recherchereisen nach Kars, Van, Çanakkale
Julia Lazarus
Bildende Kunst
(Mai–Aug. 2019)
06.07.2019, After Nature (TR/D 2018), Videoinstallation
im Rahmen des 2. Kunst- und Kulturfestivals
Tarabya, Istanbul
BIFED – Bozcaada International Festival of
Ecological Documentary, Mitgliedschaft in der
Jury, Bozcaada
Kalender 2018–2019 293
Ulla Lenze
Literatur
(Mai–Aug. 2019)
06.07.2019, Lesung und Diskussion mit Lucy Fricke
im Rahmen des 2. Kunst- und Kulturfestivals
Tarabya, Istanbul
08.07.2019, Lesung aus Die endlose Stadt (2015),
Kıraathane, Istanbul
18.11.2019, Diskussion mit Pınar Öğünç zum Thema
„Frauen“, Goethe-Institut, Istanbul
Stefan Lienenkämper
Musik
(Jan.–Feb. 2018)
30.10.2018, Werke von Stefan Lienenkämper
interpretiert vom Hezarfen Ensemble und
Irene Kurka, Konzert mit Irene Kurka (Sopran),
Ulrich Mertin (Bratsche), Özcan Ulucan
(Geige), Gökhan Bağcı (Violoncello) und Müge
Hendekli (Piano), Kulturhaus Yapı Kredi,
Istanbul
21.11.2018, Istanbuler Kompositionen von Stefan
Lienenkämper interpretiert von Musiker*innen
des Hezarfen Ensembles und Irene Kurka
(2016–2018), Konzert mit Irene Kurka
(Sopran), Ulrich Mertin (Bratsche), Özcan
Ulucan (Geige), Gökhan Bağcı (Violoncello)
und Müge Hendekli (Piano) im Rahmen der
Alumni-Veranstaltung STUDIO BOSPORUS im
Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,
Berlin
Liliana Marinho de Sousa
Film
(Mai–Aug. 2019)
06.07.2019, The Art of Moving (2016), Dokumentarfilm
im Rahmen des 2. Kunst- und Kulturfestivals
Tarabya, Istanbul
Recherche und Dreharbeiten zum aktuellen Filmprojekt
Kadir „amigo“ Memiş
Darstellende Kunst
(Jan.–April 2019)
06.07.2019, BOUZUQΣΣ – Eine Hommage an die
Graffitiszene, Tanzperformance und Graffiti
mit Nevzat Akpınar (Komponist, Bağlama),
Burcu Karadağ (Rohrflöte) und DaPoet (DJ,
Beatmaker) im Rahmen des 2. Kunst- und
Kulturfestivals Tarabya, Istanbul
13.10.2019, BOUZUQΣΣ, Performance mit Nevzat
Akpınar (Bağlama), DaPoet (DJ, Beatmaker)
und Burcu Karadağ (Rohrflöte) im Rahmen von
İCAF – Istanbul Comics & Arts Festival
(11.–13.10.2019), Istanbul
Tuğsal Moğul
Darstellende Kunst
(Dez. 2017–Feb. 2018, Aug.–Okt. 2019)
16.02., 17.02., 22.02., 06.03., 22.03. und
13.10.2018, NSU / Auch Deutsche unter den
Opfern, Dokumentartheater adaptiert für die
türkische Bühne, in Kooperation mit dem
Istanbuler Independent-Theater Kumbaracı50,
Autor & Regisseur: Tuğsal Moğul, mit: Ceren
Sevinç, Deniz Gürzumar und Ismail Sağır,
Verlag: Rowohlt Theater Verlag
02.03.2018, NSU / Auch Deutsche unter den
Opfern, Szenische Lesung mit den türkischen
Schauspieler*innen Ceren Sevinç, Deniz
Gürzumar und Ismail Sağır sowie Podiumsdiskussion
zum Themenkomplex NSU mit Tuğsal
Moğul (Regisseur), Maximilian Popp (Spiegel-Korrespondent
Türkei) und Sebastian
Scharmer (Anwalt der Nebenklage),
Deutsches Generalkonsulat, Istanbul
21.11.2018, Dokumentation: NSU / Auch Deutsche
unter den Opfern (2017) im Rahmen der
Alumni-Veranstaltung STUDIO BOSPORUS im
Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,
Berlin
Kalender 2018–2019 294
27.09., 29.09., 16.10. und 28.10.2019, Regie des
Stücks Westend (2018) von Moritz Rinke,
DasDas-Theater, Istanbul, Autor: Moritz
Rinke, Verlag: Rowohlt Theaterverlag, 2018,
Supervisor: Hakan Savaş Mican, Regie: Tuğsal
Moğul, mit: Mert Fırat, Tülin Özen, Naz Çağla
Irmak, Evren Bingöl, Pervin Bağdat und Gün
Koper
26.10.2019, Der kleine Spatz vom Bosporus, Grand
Pera, Istanbul
Diana Näcke
Film
(Sep. 2018–April 2019)
Recherche und Dreharbeiten zum neuen Kinofilm
THE FISH KNOWS EVERYTHING … (AT)
13.03.2019, Meine Freiheit, deine Freiheit (2011),
Dokumentarfilmvorführung im Rahmen des
feministischen Internationalen Frauen-Filmfestivals
Filmmor, Q&A mit der Regisseurin,
Institut Français, Istanbul
06.07.2019, Vorführung des Trailers ihres aktuellen
Filmprojekts im Rahmen des 2. Kunst- und
Kulturfestivals Tarabya, Istanbul
Ayat Najafi
Film
(April–Juni 2018)
03.04.2018, No Land’s Song (2016), Filmvorführung
im Rahmen der Internationalen Bursa
Filmtage, Q&A mit dem Regisseur, Konak
Kültür Merkezi, Bursa
09. & 11.06.2019, Football Undercover (2008), Filmvorführungen
im Rahmen der 11. Istanbul
Dokumentarfilmtage DOKUMENTARIST, Q&A
mit dem Regisseur, Istanbul
30.06.2018, No Land’s Song (2016), Filmvorführung
im Rahmen des 1. Kunst- und Kulturfestivals
Tarabya, Istanbul
21.11.2018, Der bezaubernde Traum vom Flattern
(2018), Premiere der Audio-Video-Installation
im Rahmen der Alumni-Veranstaltung STUDIO
BOSPORUS im Hamburger Bahnhof – Museum
für Gegenwart, Berlin
Angelika Niescier
Musik
(Okt.–Dez. 2018)
12.04.2018, Tarabya Ensemble, Konzert mit
Christian Thomé (Schlagzeug), Jacobien
Vlasman (Gesang), Volkan Hürsever (Kontrabass),
Tuluğ Tırpan (Piano) und Engin
Recepoğulları (Saxofon) im Rahmen des XJazz
Festival İstanbul 2018, Musikhaus Borusan,
Istanbul
08.05.2018, Trio Sublime, Konzert mit Matthias
Akeo Nowak (Kontrabass) und Christoph
Hillmann (Schlagzeug) im Rahmen des 10.
Internationalen Istanbuler Literaturfestivals
– ITEF, KargART, Istanbul
01.11.2018, Yürüyen Merdiven ft. Angelika Niescier,
Konzert mit Yiğit Özatalay (Piano) und
Mustafa Kemal Emirel (Schlagzeug), Club
Bova, Istanbul
21.11.2018, Tarabya Ensemble, Konzert mit
Ercüment Orkut (Piano), Apostolos Sideris
(Kontrabass), Christian Thomé (Schlagzeug)
und Jacobien Vlasman (Gesang) im Rahmen
der Alumni-Veranstaltung STUDIO BOSPORUS
im Hamburger Bahnhof – Museum für
Gegenwart, Berlin
30.04.2019, Konzert mit Selen Gülün (Piano,
Gesang) im Rahmen der Internationalen
Jazztage, Akbank Sanat, Istanbul
06.07.2019, Konzert mit Selen Gülün (Piano,
Gesang) im Rahmen des 2. Kunst- und
Kulturfestivals Tarabya, Istanbul
06.07.2019, RASTA BABA BANDE, Konzert mit Rasta
Baba aka Sultan Tunç (Gesang), Cağatay
Bırakın (Bass, Background-Sänger), Veysel
Çolak (Gitarre, Background-Sänger), Barış
Büyükyıldırım (Keyboard), Buğra Özdemir
(Schlagzeug), Angelika Niescier (Saxofon),
Wermonster (Nicolas Mercet) (Sounddesigner)
und Selim Bürün (Sounddesigner, DJ) im
Rahmen des 2. Kunst- und Kulturfestivals
Tarabya, Istanbul
Kalender 2018–2019 295
Samir Odeh-Tamimi
Musik
(Mai–Aug. 2019)
06.07.2019, Studio Visit im Rahmen des 2. Kunstund
Kulturfestivals Tarabya, Istanbul
Arbeit an neuer Komposition
13.03.2020, Portraitkonzert, Besetzung: Ulrich
Mertin (Viola), Özcan Ulucan (Violine), Ozan
Tunca ( Cello ), Şenol Aydın (Violine),
Christoph Grund (Klavier), Claudia Pérez
Iñesta (Klavier), Gala Pérez Iñesta (Violine),
Kulturhaus Yapı Kredi, Istanbul
Angelika Overath
Literatur
(Dez. 2017–März 2018)
21.11.2018, Yepyeni Sözcükler – Druckfrisch vom
Bosporus, Lesung mit Matthias Göritz, Katerina
Poladjan, Peter Schneider (Moderation: Dr. Joachim
Sartorius) im Rahmen der Alumni-Veranstaltung
STUDIO BOSPORUS im Hamburger Bahnhof
– Museum für Gegenwart, Berlin
Christoph Peters
Literatur
(Mai–Aug. 2019)
06.07.2019, Auf einen Çay mit Christoph Peters,
Lesung im Rahmen des 2. Kunst- und
Kulturfestivals Tarabya, Istanbul
Katerina Poladjan
Literatur
(März–Aug. 2018)
10.05.2018, Literarische Verbindungslinien von
gestern bis heute, Lesung und Diskussion mit
Imre Törek im Rahmen des 10. Internationalen
Istanbuler Literaturfestivals – ITEF,
Goethe-Institut, Istanbul
30.06.2018, Lesung und Gespräch mit Özgün Aydın,
Olga Grjasnowa und Judith Rosmair im
Rahmen des 1. Kunst- und Kulturfestivals
Tarabya, Istanbul
21.11.2018, Yepyeni Sözcükler – Druckfrisch vom
Bosporus, Lesung mit Matthias Göritz,
Angelika Overath, Peter Schneider und
Joachim Sartorius im Rahmen der Alumni-Veranstaltung
STUDIO BOSPORUS im Hamburger
Bahnhof – Museum für Gegenwart, Berlin
03.11.2019, Podiumsdiskussion mit deutschen
Kurator*innen des LiteraTür-Projekts:
Katerina Poladjan, Monika Rinck und Jörg
Menke-Peitzmeyer im Rahmen der Istanbuler
Buchmesse TÜYAP, Istanbul
23.11.2019, Hic sunt leones: Über Leerstellen in der
Geschichte, Diskussion mit Zehra Aksu
Yılmazer im Rahmen des Festivals FemiWriting
II, Mimar-Sinan-Universität, Istanbul
Martina Priessner
Film
(April–Mai 2018)
21.11.2018, Everyday I’m Çapuling (2013), Dokumentarfilm
im Rahmen der Alumni-Veranstaltung
STUDIO BOSPORUS im Hamburger
Bahnhof – Museum für Gegenwart, Berlin
Dreharbeiten zum aktuellen Filmprojekt Die
Wächterin, Mardin
Jan Ralske
Film
(Nov. 17– Jan. 2018)
15.01.2018, Workshop an der Bilgi-Universität,
Istanbul
21.11.2018, Entlassen (2018), Deutschlandpremiere,
Videoinstallation im Rahmen der
Alumni-Veranstaltung STUDIO BOSPORUS im
Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,
Berlin
Kalender 2018–2019 296
06.07.2019, Entlassen (2018), Türkeipremiere,
Videoinstallation im Rahmen des 2. Kunstund
Kulturfestivals Tarabya, Istanbul
Rasta Baba aka Sultan Tunç
Musik
(Mai–Aug. 2019)
06.07.2019, RASTA BABA BANDE, Konzert mit
Cağatay Bırakın (Bass, Background-Sänger),
Veysel Çolak (Gitarre, Background-Sänger),
Barış Büyükyıldırım (Keyboard), Buğra
Özdemir (Schlagzeug), Angelika Niescier
(Saxofon), Wermonster (Nicolas Mercet)
(Sounddesigner) und Selim Bürün (Sounddesigner,
DJ) im Rahmen des 2. Kunst- und
Kulturfestivals Tarabya, Istanbul
13.10.2019, RASTA BABA BANDE, Konzert im
Rahmen von İCAF – Istanbul Comics & Arts
Festival (11.-13.10.2019), Istanbul
Judith Rosmair
Darstellende Kunst
(Juni–Aug. 2018)
30.06.2018, Lesung und Gespräch mit Özgün Aydın,
Olga Grjasnowa und Katerina Poladjan im
Rahmen des 1. Kunst- und Kulturfestivals
Tarabya, Istanbul
21.11.2018, Gesucht wird: Europa (2018), Premiere,
Performance im Rahmen der Alumni-Veranstaltung
STUDIO BOSPORUS im Hamburger
Bahnhof – Museum für Gegenwart, Berlin
Europa and Bull (AT), Dreharbeiten in Çanakkale,
Assos und Umgebung mit dem Videokünstler
Theo Eshetu: eine Neuinterpretation der
griechischen Sage, wie Europa zu ihrem
Namen kam
Aykan Safoğlu
Bildende Kunst
(Jan.–Aug. 2019)
10.05.2019, Präsentation ausgewählter Videoarbeiten
im Rahmen der Reihe Tracing the
Memory von Pera Film, anschließend Artist
Talk mit Bilge Taş, Pera Museum, Istanbul
06.07.2019, Besuch (2019), Essay-Film, anschließend
Artist Talk mit Bilge Taş im Rahmen des
2. Kunst- und Kulturfestivals Tarabya,
Istanbul
Defne Şahin
Musik
(Juni 2018, Sep. 2018)
30.06.2018, Konzert mit Baki Duyarlar (Piano), Ediz
Hafızoğlu (Schlagzeug) und Volkan Hürsever
(Bass) im Rahmen des 1. Kultur- und Kunstfestivals
Tarabya, Istanbul
26.–28.09.2018, Defne Şahin Band, Unravel,
Konzerttournee mit Johannes Ballestrem
(Piano), Igor Spallati (Kontrabass), Martin
Krümmling (Schlagzeug), Ankara, Çanakkale
und Istanbul
26.09. Samm’s Bistro Club, Ankara
27.09. Nardis Jazz Club, Istanbul
28.09. Kepez Turhan Mildon Kültür Merkezi,
im Rahmen der Eröffnung der Çanakkale
Biennale
21.11.2018, Aşık Duo, Konzert mit Guy Mintus
(Piano) im Rahmen der Alumni-Veranstaltung
STUDIO BOSPORUS im Hamburger Bahnhof
– Museum für Gegenwart, Berlin
Cymin Samawatie
Musik
(Sep.–Dez.2018)
07.12.2018, Divan Berlin–İstanbul. TransPositionen
zwischen Lyrik und Musik, Musiker*innen des
Berliner Trickster Orchestra und des
Istanbuler Hezarfen Ensembles begegnen
Kalender 2018–2019 297
Dichter*innen aus Deutschland und der
Türkei, Bahçeşehir-Universität, Istanbul
08.12.2018, Konzert mit Kirsten Reese & Ignaz
Schick am MIAM (Centre for Advanced
Studies in Music), Technische Universität,
Istanbul
18.12.2018, Take The Aid Train, Konzert mit Şevket
Akıncı (Gitarre, Elektronik) und Ignaz Schick
(Turntables, Elektronik), Club Bova, Istanbul
21.12.2018, Konzert mit Anıl Eraslan (Cello) und Ralf
Schwarz (Kontrabass), Bant Mag Bina,
Istanbul
CD-Aufnahme improvisierter Duette mit türkischen
Künstler*innen der zeitgenössischen und
traditionellen Musikszene
Ignaz Schick
Musik
(Sep.–Dez. 2018)
08.12.2018, Konzert mit Kirsten Reese (Live-Elektronik,
Flöte) und Cymin Samawatie (Gesang,
Flügel), MIAM, Technische Universität,
Istanbul
12.12.2018, Istanbul Meeting I, Konzert mit Şevket
Akıncı (E-Gitarre, Elektronik), Zeynep
Sarıkartal (Laptop, Live-Elektronik) und Başar
Ünder (Live-Elektronik), Arkaoda, Istanbul
18.12.2018, Take The Aid Train, Konzert mit Şevket
Akıncı (Gitarre, Elektronik) und Cymin
Samawatie (Gesang), Club Bova, Istanbul
19.12.2018, Istanbul Meeting II, Konzert mit Şevket
Akıncı (Gitarre, Elektronik), Anıl Eraslan
(Cello) und Saadet Türköz (Gesang), Club
Peyote, Istanbul
28.12.2018, Istanbul Meeting III, Konzert mit Volkan
Ergen (Bendir, Elektronik), Kaan Işık
(Live-Elektronik) und Tolga Tüzün (Live-Elektronik),
Bant Mag Bina, Istanbul
06.07.2019, Soundwalk (2019), Premiere im Rahmen
des 2. Kunst- und Kulturfestivals Tarabya,
Istanbul
09.11.2019, Konzert mit Volkan Ergen (Bendir,
Elektronik) im Rahmen des Sound Ports
Festival, Arkaoda, Istanbul
Peter Schneider
Literatur
(Aug. 2018)
17.11.2018, 50 Jahre 68er-Bewegung, Diskussion
mit Oya Baydar im Rahmen der 37. Internationalen
Istanbuler Buchmesse TÜYAP, Istanbul
19.11.2018, Sympathisanten – unser Herbst, Film
mit Peter Schneider, Beyoğlu Pera Sineması,
Istanbul
21.11.2018, Yepyeni Sözcükler – Druckfrisch vom
Bosporus, Lesung mit Matthias Göritz,
Angelika Overath, Katerina Poladjan und
Joachim Sartorius im Rahmen der Alumni-Veranstaltung
STUDIO BOSPORUS im Hamburger
Bahnhof – Museum für Gegenwart, Berlin
Christian Thomé
Musik
(Feb.–März 2018)
15.02.2018, Istanbul Project von Jacobien Vlasman,
Konzert mit Christian Thomé (Jazz-Schlagzeug),
Ercüment Orkut (Piano) und Volkan
Hürsever (Bass), Bomonti Alt Corner, Istanbul
11.04.2018, Christian Thomé Trio im Rahmen des
XJazz Festival Istanbul 2018 mit Kaan
Bıyıkoğlu (Piano) und Matt Hall (Bass), Nardis
Jazz Club, Istanbul
12.04.2018, Tarabya Ensemble, Konzert im Rahmen
des XJazz Festival Istanbul 2018 mit Angelika
Niescier (Saxofon), Jacobien Vlasman
(Gesang), Volkan Hürsever (Kontrabass),
Tuluğ Tırpan (Piano) und Engin Recepoğulları
(Saxofon), Musikhaus Borusan, Istanbul
21.11.2018, Tarabya Ensemble, Konzert mit Angelika
Niescier (Saxofon), Ercüment Orkut (Piano),
Apostolos Sideris (Kontrabass) und Jacobien
Vlasman (Gesang) im Rahmen der Alumni-Veranstaltung
STUDIO BOSPORUS im Hamburger
Bahnhof – Museum für Gegenwart, Berlin
Kalender 2018–2019 298
Jacobien Vlasman
Musik
(Dez. 2017–Feb. 2018, Aug. 2018)
15.02.2018, Istanbul Project, Konzert mit Volkan
Hürsever (Bassist), Ercüment Orkut (Pianist)
und Christian Thomé (Jazz-Schlagzeuger),
Bomonti Alt Corner, Istanbul
19.02.2018 Workshop mit Student*innen der
Jazzabteilung der Bahçeşehir-Universität,
Istanbul
12.04.2018, Tarabya Ensemble, Konzert im Rahmen
des XJazz Festival Istanbul 2018 mit Volkan
Hürsever (Kontrabass), Angelika Niescier
(Saxofon), Engin Recepoğulları (Saxofon),
Christian Thomé (Schlagzeug) und Tuluğ
Tırpan (Piano), Musikhaus Borusan, Istanbul
21.11.2018, Tarabya Ensemble, Konzert mit Angelika
Niescier (Saxofon), Ercüment Orkut (Piano),
Apostolos Sideris (Kontrabass) und Christian
Thomé (Schlagzeug) im Rahmen der Alumni-Veranstaltung
STUDIO BOSPORUS im
Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,
Berlin
Mürtüz Yolcu
Darstellende Kunst
(Jan.–April 2019)
Arbeit am Drehbuch Ist Side Story
22.03.2019, Vortrag am Institut für Theaterkritik
und Dramaturgie der Universität Istanbul
Takvim 2018–2019
299
Takvim 2018–2019 300
Shulamit Bruckstein Çoruh
Gazetecilik/Kültürel Teori
(Eylül 2018–Nisan 2019)
17.11.2018, Gülçin Aksoy & Oliver Schneller Double
Solo, Exhibits in Residence #2, küratör
Shulamit Bruckstein Çoruh, Artist Studio
Gülçin Aksoy, İstanbul
14.03.2019, Who’s in Town adlı etkinlik dizisi
kapsamında Verena Gerlach ile sohbet /
performans gösterisi, Salt Beyoğlu, İstanbul
06.07.2019, House of Taswir sunar: BM Contemporary,
2nd Edition. COSMOPOLIS UNBENT, Beral
Madra’ya Saygı. Bir Dijital Kartografi. 2.
Sanat ve Kültür Festivali’nde prömiyer ve
enstalasyon, Tarabya, İstanbul
19.09.–18.10.2019, Çarşamba Topluluğu: Beral
Madra’ya Saygı, 16. Uluslararası İstanbul
Bienali’yle eşzamanlı sergi, Artam, İstanbul
Küratör: Shulamit Bruckstein Çoruh/House of
Taswir. Sanatçılar: Meret Oppenheim, Rebecca
Horn, Natela Iankoshvili, Gülçin Aksoy, Tony
Chakar
26.09.–30.10.2019, Crossdresser ve başka
İstanbul hikayeleri, İstanbul Almanya
Başkonsolosluğu Rezidansında sergi; katılan
sanatçılar: Furkan Akhan, Gülçin Aksoy,
Sencer Varderman ve Viron Erol Vert, İstanbul
Max Czollek
Edebiyat
(Mart–Mayıs 2018)
06.04.2018, İstanbul Şiir Festivali Offline
kapsamında Michael Vandebril (Belçika), Tara
Skurtu (Romanya) ve Tiberiu Neacsu
(Romanya) ile Şiir Etkinliği #2, Yeditepe
Üniversitesi, İstanbul
07.04.2018, İstanbul Şiir Festivali Offline
kapsamında müzik ve dans gösterili şiir
gecesi, DAM, İstanbul
05.05.2018, 10. Uluslararası İstanbul Edebiyat
Festivali – ITEF’in Crosscultural Poetry
– Poets from Germany & Turkey meet at ITEF!
etkinliğinde Franz Schablewski ve Nurduran
Duman ile söyleşi, Yapı Kredi Kültür Sanat,
İstanbul
21.11.2018, Edebi müdahale, Tarabya Kültür
Akademisi 2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO
BOSPORUS, Hamburger Bahnhof – Museum
für Gegenwart, Berlin
Sina Ataeian Dena
Film
(Haziran–Ağustos 2018)
30.06.2018, Sina Ataeian Dena ve Özgür Ersoy’un
ortak performansı/enstalasyonu Us in
Paradise’ın (2018) prömiyeri, 1. Sanat ve
Kültür Festivali, Tarabya, İstanbul
21.11.2018, Hanem (2018), Video Enstalasyon,
prömiyer, Tarabya Kültür Akademisi 2017/18
sanatçıları seçkisi STUDIO BOSPORUS,
Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,
Berlin
Özgür Ersoy
Müzik
(Haziran–Ağustos 2018)
30.06.2018, Sina Ataeian Dena ve Özgür Ersoy’un
ortak performansı/enstalasyonu Us in
Paradise’ın (2018) prömiyeri , 1. Sanat ve
Kültür Festivali, Tarabya, İstanbul
21.11.2018, Poyraz/Nordwind (2018), Bağlama için
beste, prömiyer, Tarabya Kültür Akademisi
2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO
BOSPORUS, Hamburger Bahnhof – Museum
für Gegenwart, Berlin
Theo Eshetu
Güzel Sanatlar
(Temmuz–Ağustos 2018)
Europa and Bull (AT), Konuk sanatçı Judith
Rosmair’in Yunan söylenindeki Avrupa’nın
Takvim 2018–2019 301
adının hikâyesinin yeniden yorumlandığı filmi
için Çanakkale, Assos ve civarında çekimler
21.11.2018, Atlas Fractured. İlk Taslak, Sanatçı
Kopyası (2017), Fotoğraf ve video
enstalasyonu, Tarabya Kültür Akademisi
2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO
BOSPORUS, Hamburger Bahnhof – Museum
für Gegenwart, Berlin
23.01.– 09.03.2019, Faces and Places, Sergi,
Akbank Sanat, İstanbul
Adrian Figueroa
Film
(Ocak–Nisan 2019)
İstanbul’da video projesinin araştırma ve çekim
çalışmaları
06.07.2019, 2. Sanat ve Kültür Festivali’nde güncel
film projesinin tanıtım filminin gösterimi,
Tarabya, İstanbul
Lucy Fricke
Edebiyat
(Ocak–Nisan 2019)
05.04.2019, Ankara Hacettepe Üniversitesi Alman
Dili ve Edebiyatı öğrencileriyle atölye, Ankara
Töchter adlı romanından okuma etkinliği ve yazarla
söyleşi
05.04.2019, Goethe-Institut, Ankara
17.04.2019, Trakya Üniversitesi, Edirne
25.04.2019, Namık Kemal Üniversitesi,
Tekirdağ
26.04.2019, Şebnem İşigüzel’le söyleşi, Goethe-
Institut, İstanbul
06.07.2019, 2. Sanat ve Kültür Festivalinde Ulla
Lenze ile okuma etkinliği ve söyleşi, Tarabya,
İstanbul
Isabella Gerstner
Güzel Sanatlar
(Ocak–Nisan 2018)
30.06.2018, Mekân. Materyal. Entegre Edileyemen
Artıklar, 2. Sanat ve Kültür Festivali çerçevesinde
stüdyo ziyareti, Tarabya, İstanbul
21.11.2018, Mekân. Materyal. Entegre Edileyemen
Artıklar. Kırmızı Halı (Zımpara 2018),
enstalasyon, prömiyer, Tarabya Kültür
Akademisi 2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO
BOSPORUS, Hamburger Bahnhof – Museum
für Gegenwart, Berlin
19.–23.04 2019, 5. İstanbul Çocuk ve Gençlik
Bienali’ne katılım, İstanbul
Matthias Göritz
Edebiyat
(Haziran–Temmuz 2018)
24.05.2018, Kunst und Kommerz, Ayfer Tunç ile
okuma ve tartışma, Salt Galata, İstanbul
30.06.2018, Vom Reisen in der Sprache, 1. Sanat ve
Kültür Festivali çerçevesinde Efe Duyan ve
Gonca Özmen ile şiir performansı, Tarabya,
İstanbul
21.11.2018, Yepyeni Sözcükler – Druckfrisch vom
Bosporus, Angelika Overath, Katerina
Poladjan, Peter Schneider (Moderasyon: Dr.
Joachim Sartorius) ile okuma etkinliği,
Tarabya Kültür Akademisi 2017/18 sanatçıları
seçkisi STUDIO BOSPORUS, Hamburger
Bahnhof – Museum für Gegenwart, Berlin
Jasmin İhraç
Dans
(Eylül–Aralık 2018)
30.06.2018, Sahman-Grenze-Kuş (2017), 1. Tarabya
Sanat ve Kültür Festivali çerçevesinde dans
performansı, Tarabya, İstanbul
Parkur dansçılarıyla Daimî Değişimler, Sessiz
Tanıklar adlı performans videosunun çekimleri
Takvim 2018–2019 302
01.–02.12.2018, 20.–21.12.2018, 22. İstanbul
Tiyatro Festivali çerçevesinde, Mimar Sinan
Üniversitesi’nde Taldans’ın DO KU MAN adlı
prodüksiyonunda dans performansı, İstanbul
20.11.2019, Daimî Değişimler, Sessiz Tanıklar
(2019), video gösterimi ve izleyicilerle
soru&cevap, Salt Beyoğlu, İstanbul
Franziska Klotz
Güzel Sanatlar
(Ocak–Şubat 2018)
21.11.2018, Fear and Mimikry (2018), resim sergisi
ve enstalasyon, prömiyer, Tarabya Kültür
Akademisi 2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO
BOSPORUS, Hamburger Bahnhof – Museum
für Gegenwart, Berlin
Nora Krahl
Müzik
(Mart–Mayıs 2018)
06.05.2018, Nora Krahl Quartett, 10. İTEF İstanbul
Uluslararası Edebiyat Festivali kapsamında
Tolga Tüzün (piyano) ve Özgür Yıldırım (bas)
ile konser, Yapı Kredi Kültür Sanat, İstanbul
17.05.2018, Gölge Kâğıt (Çello, elektronik müzik ve
tablolarla performans, 2018), İstanbul
DEPO’da performans ve enstalasyon. Sena
Başöz’ün travmatik olayların işlenmesini konu
edindiği On Lightness solo sergisine yanıt
21.11.2018, Gölge Kâğıt – Çello, Elektronik Müzik ve
Performans (2018), Sena Başöz ile
enstalasyon ve performans, Tarabya Kültür
Akademisi 2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO
BOSPORUS, Hamburger Bahnhof – Museum
für Gegenwart, Berlin
Philipp Lachenmann
Güzel Sanatlar
(Mart–Ağustos 2018)
AKM (Turkish Night) ve H2O (Highrise Hacıosman)
projeleri için araştırma ve film çekimi
30.06.2018, SHU (Blue Hour Lullaby) (2004), 1.
Sanat ve Kültür Festivali kapsamında video
enstalasyon, Tarabya, İstanbul
21.11.2018, AKM (Turkish Night), video
enstalasyonun öngösterimi, Tarabya Kültür
Akademisi 2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO
BOSPORUS, Hamburger Bahnhof – Museum
für Gegenwart, Berlin
Andréas Lang
Fotoğraf
(Eylül–Aralık 2018)
06.07.2019, Geleceğin Geçmişi (Work in Progress),
prömiyer, 2. Tarabya Sanat ve Kültür Festivali
kapsamında sergi
Kars, Van, Çanakkale’de araştırma seyahati
Julia Lazarus
Güzel Sanatlar
(Mayıs–Ağustos 2019)
06.07.2019, After Nature (TR/ALM 2018), 2. Sanat
ve Kültür Festivali kapsamında video
enstalasyonu, Tarabya, İstanbul
BIFED – Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel
Festivali’nde jüri üyeliği, Bozcaada
Ulla Lenze
Edebiyat
(Mayıs–Ağustos 2019)
06.07.2019, 2. Sanat ve Kültür Festivali kapsamında
Lucy Fricke ile okuma ve söyleşi, Tarabya,
İstanbul
Takvim 2018–2019 303
08.07.2019, Die endlose Stadt (2015) okuma
etkinliği, Kıraathane, İstanbul
18.11.2019,“Kadınlar“ başlıklı panelde Pınar Öğünç
ile söyleşi, Goethe-Institut, İstanbul
Stefan Lienenkämper
Müzik
(Ocak–Şubat 2018)
30.10.2018, Hezarfen Ensemble ve Soprano Irene
Kurka Stefan Lienenkämper’ın eserlerini
Yorumluyor, Irene Kurka (Soprano), Ulrich
Mertin (Viyola), Özcan Ulucan (Keman),
Gökhan Bağcı (Çello) ve Müge Hendekli
(Piyano) ile konser, Yapı Kredi Kültür Sanat,
İstanbul
21.11.2018, Hezarfen Ensemble Müzisyenleri ve
Soprano Irene Kurka Stefan Lienenkämper’ın
İstanbul Eserlerini (2016–2018) Yorumluyor.
Irene Kurka (Soprano), Ulrich Mertin (Viyola),
Özcan Ulucan (Keman), Gökhan Bağcı (Çello)
ve Müge Hendekli (Piyano) ile konser, Tarabya
Kültür Akademisi 2017/18 sanatçıları seçkisi
STUDIO BOSPORUS Hamburger Bahnhof
– Museum für Gegenwart, Berlin
Liliana Marinho de Sousa
Film
(Mayıs–Ağustos 2019)
06.07.2019, The Art of Moving (2016), 2. Sanat ve
Kültür Festivali kapsamında belgesel film
gösterimi, Tarabya, İstanbul
Güncel film projesi için araştırma ve çekim çalışmaları
Kadir „amigo“ Memiş
Sahne Sanatları
(Ocak–Nisan 2019)
06.07.2019, BOUZUQΣΣ – Graffiti Kültürüne Bir
Saygı Duruşu, 2. Sanat ve Kültür Festivali
kapsamında dans performansı ve grafiti,
Nevzat Akpınar (beste, bağlama), Burcu
Karadağ (ney) ve DaPoet (DJ, Beatmaker),
Tarabya, İstanbul
13.10.2019, BOUZUQΣΣ, İCAF – İstanbul Comics &
Arts Festival (11.–13.10.2019) kapsamında
Nevzat Akpınar (Bağlama) ve Burcu Karadağ
(ney), DaPoet (DJ, Beatmaker) ile performans,
İstanbul
Tuğsal Moğul
Sahne Sanatları
(Aralık 2017–Şubat 2018, Ağustos–Ekim
2019)
16.02., 17.02., 22.02., 06.03., 22.03. ve
13.10.2018, NSU / Kurbanların Arasında
Almanlar da Vardı, İstanbul‘un bağımsız
tiyatrosu Kumbaracı50 ile işbirliği içinde
Türkçeye sahnelenen belgesel tiyatro. Yazan
& Yöneten: Tuğsal Moğul; Oyuncular: Ceren
Sevinç, Deniz Gürzumar ve İsmail Sağır;
Yayınevi: Rowohlt-Theaterverlag
02.03.2018, NSU / Kurbanların Arasında Almanlar
da Vardı; Oyuncular: Ceren Sevinç, Deniz
Gürzumar ve İsmail Sağır ile okuma tiyatrosu
ve NSU konusunda panel: Tuğsal Moğul
(yönetmen), Maximilian Popp (Spiegel Türkiye
muhabiri) ve Sebastian Scharmer (müdahil
dava avukatı), Almanya Konsolosluğu, İstanbul
21.11.2018, NSU / Kurbanların Arasında Almanlar
da Vardı (2017), dokümentasyon, Tarabya
Kültür Akademisi 2017/18 sanatçıları seçkisi
STUDIO BOSPORUS, Hamburger Bahnhof
– Museum für Gegenwart, Berlin
27.09., 29.09., 16.10. ve 28.10.2019, Moritz
Rinke‘nin Westend (2018) oyununun yönetmenliği,
DasDas Tiyatro, İstanbul; Yazan:
Moritz Rinke; Yayınevi: Rowohlt Theaterverlag,
2018; Süpervizör: Hakan Savaş Mican;
Yönetmen: Tuğsal Moğul; Oyuncular: Mert
Fırat, Tülin Özen, Naz Çağla Irmak, Evren
Bingöl, Pervin Bağdat ve Gün Koper
26.10.2019, Der kleine Spatz vom Bosporus, Grand
Pera, İstanbul
Takvim 2018–2019 304
Diana Näcke
Film
(Eylül 2018–Nisan 2019)
THE FISH KNOWS EVERYTHING… adlı yeni filmin
araştırma ve çekim çalışmaları (AT)
13.03.2019, Meine Freiheit, deine Freiheit (2011),
Uluslararası Filmmor Kadın Filmleri Festivali
kapsamında belgesel film gösterimi ve
yönetmenle soru&cevap, Institut Français,
İstanbul
06.07.2019, 2. Sanat ve Kultur Festivali’nde güncel
film projesinin tanıtım filminin gösterimi,
Tarabya, İstanbul
Ayat Najafi
Film
(Nisan–Haziran 2018)
03.04.2018, No Land’s Song (2016), Bursa
Uluslararası Film Günleri kapsamında film
gösterimi, yönetmenle soru&cevap, Konak
Kültür Merkezi, Bursa
09. & 11.06.2019, Football Undercover (2008), 11.
İstanbul Belgesel Günleri DOKUMENTARIST
kapsamında film gösterimleri ve yönetmenle
soru&cevap, İstanbul
30.06.2018, No Land’s Song (2016), 1. Sanat ve
Kültür Festivali kapsamında film gösterimleri,
Tarabya, İstanbul
21.11.2018, Büyüleyici Bir Dalgalanma Rüyası
(2018), ses-video enstalasyonunun prömiyeri,
Tarabya Kültür Akademisi 2017/18 sanatçıları
seçkisi STUDIO BOSPORUS, Hamburger
Bahnhof – Museum für Gegenwart, Berlin
Angelika Niescier
Müzik
(Ekim–Aralık 2018)
12.04.2018, Tarabya Ensemble, XJazz Festival
İstanbul 2018 kapsamında Christian Thomé
(perküsyon), Jacobien Vlasman (vokal),
Volkan Hürsever (kontrbas), Tuluğ Tırpan
(piyano) ve Engin Recepoğulları (saksofon) ile
konser, Borusan Müzik Evi, İstanbul
08.05.2018, Trio Sublime, 10. Uluslararası İstanbul
Edebiyat Festivali– İTEF kapsamında Matthias
Akeo Nowak (kontrbass) ve Christoph
Hillmann (perküsyon) ile konser, KargART,
İstanbul
01.11.2018, Yürüyen Merdiven ft. Angelika Niescier,
Yiğit Özatalay (piyano) ve Mustafa Kemal
Emirel (perküsyon) ile konser, Bova Bar,
İstanbul
21.11.2018, Tarabya Ensemble, konser, Ercüment
Orkut (Piyano), Apostolos Sideris (Kontrbas),
Christian Thomé (Perküsyon) ve Jacobien
Vlasman (Vokal), Tarabya Kültür Akademisi
2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO
BOSPORUS Hamburger Bahnhof – Museum für
Gegenwart, Berlin
30.04.2019, Uluslararası Caz Günleri kapsamında
Selen Gülün (Piyano, Vokal) ile konser, Akbank
Sanat, İstanbul
06.07.2019, 2. Sanat ve Kültür Festivali kapsamında
Selen Gülün (Piyano, Vokal) ile konser,
Tarabya, İstanbul
06.07.2019, RASTA BABA BANDE, 2. Sanat ve Kültür
Festivali’nde Rasta Baba aka Sultan Tunç
(Vokal), Çağatay Bırakın (Bas, Bekvokal),
Veysel Çolak (Gitar, Bekvokal), Barış Büyükyıldırım
(Keyboard), Buğra Özdemir
(Perküsyon), Angelika Niescier (Saksofon),
Wermonster (Nicolas Mercet) (Ses tasarım) ve
Selim Bürün (Ses tasarım, DJ) ile konser,
Tarabya, İstanbul
Samir Odeh-Tamimi
Müzik
(Mayıs–Ağustos 2019)
06.07.2019, 2. Sanat ve Kültür Festivali kapsamında
stüdyo ziyareti, Tarabya, İstanbul
Yeni beste çalışmaları
13.03.2020, Portre Konseri: Ulrich Mertin (Viyola),
Özcan Ulucan (Keman), Ozan Tunca (Çello),
Şenol Aydın (Keman), Christoph Grund
(Piyano), Claudia Perez Iñsta (Piyano),
Takvim 2018–2019 305
Gala Perez Iñsta (Keman), Yapı Kredi Kültür
Sanat, İstanbul
Angelika Overath
Edebiyat
(Aralık 2017–Mart 2018)
21.11.2018, Yepyeni Sözcükler – Druckfrisch vom
Bosporus, Matthias Göritz, Katerina Poladjan,
Peter Schneider (Moderasyon: Dr. Joachim
Sartorius) ile okuma etkinliği, Tarabya Kültür
Akademisi 2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO
BOSPORUS, Hamburger Bahnhof – Museum
für Gegenwart, Berlin
Christoph Peters
Edebiyat
(Mayıs–Ağustos 2019)
06.07.2019, Christoph Peters ile çay içer misin?, 2.
Sanat ve Kültür Festivali kapsamında okuma
ve sohbet, Tarabya, İstanbul
Katerina Poladjan
Edebiyat
(Mart–Ağustos 2018)
10.05.2018, Literarische Verbindungslinien von
gestern bis heute, 10. Uluslararası İstanbul
Edebiyat Festivali – İTEF kapsamında İmre
Törek ile okuma ve söyleşi, Goethe-Institut,
İstanbul
30.06.2018, 1. Sanat ve Kültür Festivali kapsamında
Özgün Aydın, Olga Grjasnowa ve Judith
Rosmair ile okuma ve söyleşi, Tarabya,
İstanbul
21.11.2018, Yepyeni Sözcükler – Druckfrisch vom
Bosporus, Matthias Göritz, Angelika Overath,
Peter Schneider (Moderasyon: Dr. Joachim
Sartorius) ile okuma etkinliği, Tarabya Kültür
Akademisi 2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO
BOSPORUS, Hamburger Bahnhof – Museum
für Gegenwart, Berlin
03.11.2019, LiteraTür Projesinin Alman küratörleri
ile panel: Katerina Poladjan, Monika Rinck ve
Jörg Menke-Peitzmeyer, İstanbul Kitap Fuarı,
Tüyap, İstanbul
23.11.2019, Hic sunt leones: Über Leerstellen in der
Geschichte, FemiWriting II festivali
kapsamında Zehra Aksu Yılmazer ile söyleşi,
Mimar Sinan Üniversitesi, İstanbul
Martina Priessner
Film
(Nisan–Mayıs 2018)
21.11.2018, Everyday I’m Çapuling (2013), belgesel
gösterimi, Tarabya Kültür Akademisi 2017/18
sanatçıları seçkisi STUDIO BOSPORUS,
Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,
Berlin
Güncel film projesi Die Wächterin çekimleri, Mardin
Jan Ralske
Film
(Kasım 2017– Ocak 2018)
15.01.2018, Bilgi Ünivesitesi’nde atölye, İstanbul
21.11.2018, Tahliye (2018), Almanya prömiyeri, video
enstalasyon, Tarabya Kültür Akademisi
2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO
BOSPORUS, Hamburger Bahnhof – Museum
für Gegenwart, Berlin
06.07.2019, Tahliye (2018), Türkiye prömiyeri, 2.
Sanat ve Kültür Festivali’nde video
enstalasyonu, Tarabya, İstanbul
Rasta Baba aka Sultan Tunç
Müzik
(Mayıs–Ağustos 2019)
06.07.2019, RASTA BABA BANDE, 2. Sanat ve Kültür
Festivali kapsamında Cağatay Bırakın (Bas,
Takvim 2018–2019 306
Bekvokal), Veysel Çolak (Gitar, Bekvokal),
Barış Büyükyıldırım (Keyboard), Buğra
Özdemir (Perküsyon), Angelika Niescier
(Saksofon), Wermonster (Nicolas Mercet)
(Ses tasarımı) ve Selim Bürün (Ses tasarımı,
DJ) ile konser, Tarabya, İstanbul
13.10.2019, RASTA BABA BANDE, İCAF – İstanbul
Comics & Arts Festival (11.-13.10.2019)
kapsamında konser, İstanbul
Judith Rosmair
Sahne Sanatları
(Haziran–Ağustos 2018)
30.06.2018, 1. Sanat ve Kültür Festivali kapsamında
Özgün Aydın, Olga Grjasnowa ve Katerina
Poladjan ile okuma ve söyleşi, Tarabya,
İstanbul
21.11.2018, Aranıyor: Avrupa (2018), prömiyer ve
performans, Tarabya Kültür Akademisi
2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO
BOSPORUS, Hamburger Bahnhof – Museum
für Gegenwart, Berlin
Europa and Bull (AT), Yunan söylenindeki Avrupa’nın
adının hikâyesinin yeniden yorumlandığı filmi
için Çanakkale, Assos ve civarında video
sanatçısı Theo Eshetu ile çekimler
Aykan Safoğlu
Güzel Sanatlar
(Ocak–Ağustos 2019)
10.05.2019, Pera Film’in Tracing the memory
etkinlik dizisi kapsamında video işleri seçkisi
gösterimi ve Bilge Taş’in sanatçıyla söyleşisi,
Pera Müzesi, İstanbul
06.07.2019, Ziyaret (2019), 2. Sanat ve Kültür
Festivali kapsamında film gösterimi ve Bilge
Taş‘in sanatçıyla söyleşisi, Tarabya, İstanbul
Defne Şahin
Müzik
(Haziran 2018, Eylül 2018)
30.06.2018, 1. Kültür ve Sanat Festivali kapsamında
Baki Duyarlar (Piyano), Ediz Hafızoğlu
(Perküsyon) ve Volkan Hürsever (Bas) ile
konser, Tarabya, İstanbul
26.–28.09.2018, Defne Şahin Band Unravel,
Johannes Ballestrem (Piyano), Igor Spallati
(Kontrbas), Martin Krümmling (Perküsyon) ile
Ankara, Çanakkale ve İstanbul konser turnesi
26.09. Samm‘s Bistro Club, Ankara
27.09. Nardis Jazz Club, İstanbul
28.09. Kepez Turhan Mildon Kültür Merkezi,
Çanakkale Bienali açılış etkinliği
21.11.2018, Aşık Duo, Guy Mintus (Piyano) ile
konser, Tarabya Kültür Akademisi 2017/18
sanatçıları seçkisi STUDIO BOSPORUS,
Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart,
Berlin
Cymin Samawatie
Müzik
(Eylül–Aralık2018)
07.12.2018, Divan Berlin–İstanbul. TransPositionen
zwischen Lyrik und Musik, Berlinli Trickster
Orchestra ve İstanbullu Hezarfen Ensemble’ın
müzisyenleri Almanyalı ve Türkiyeli şairlerle
buluşuyor, Bahçeşehir Üniversitesi, İstanbul
08.12.2018, Kirsten Reese & Ignaz Schick ile
konser, MIAM (Centre for Advanced Studies in
Music), İstanbul Teknik Üniversitesi, İstanbul
18.12.2018, Take The Aid Train, Şevket Akıncı (Gitar,
Elektronik) ve Ignaz Schick (Turntables,
Elektronik) ile konser, Club Bova, İstanbul
21.12.2018, Anıl Eraslan (Çello) ve Ralf Schwarz
(Kontrbas) ile konser, Bant Mag Bina,
İstanbul
Çağdaş ve geleneksel müzik alanından Türkiyeli
müzisyenlerle doğaçlama düetler içeren bir CD
kaydı, İstanbul
Takvim 2018–2019 307
Ignaz Schick
Müzik
(Eylül–Aralık 2018)
08.12.2018, Kirsten Reese (Canlı-Elektronik, Flüt)
ve Cymin Samawatie (Vokal, Piyano) ile
konser, MIAM, İstanbul Teknik Üniversitesi,
İstanbul
12.12.2018, İstanbul Meeting I, Şevket Akıncı
(E-Gitar, Elektronik), Zeynep Sarıkartal
(Laptop, Canlı-Elektronik) ve Başar Ünder
(Canlı-Elektronik) ile konser, Arkaoda,
İstanbul
18.12.2018, Take The Aid Train, Şevket Akıncı (Gitar,
Elektronik) ve Cymin Samawatie (Vokal) ile
konser, Club Bova, İstanbul
19.12.2018, İstanbul Meeting II, Şevket Akıncı
(Gitar, Elektronik), Anıl Ersalan (Çello) ve
Saadet Türköz (Vokal) ile konser, Peyote,
İstanbul
28.12.2018, İstanbul Meeting III, Volkan Ergen
(Bendir, Elektronik), Kaan Işık (Canlı-Elektronik)
ve Tolga Tüzün (Canlı-Elektronik) ile
konser, Bant Mag Bina, İstanbul
06.07.2019, Soundwalk (2019), 2. Sanat ve Kültür
Festivali’nde prömiyer, Tarabya, İstanbul
09.11.2019, Sound Ports Festivali’nde Volkan Ergen
(Bendir, Elektronik) ile konser, Arkaoda,
İstanbul
okuma etkinliği, Hamburger Bahnhof –
Museum für Gegenwart, Berlin
Christian Thomé
Müzik
(Şubat–Mart 2018)
15.02.2018, Jacobien Vlasman’ın İstanbul Project’I,
Christian Thomé (Jazz-Perküsyon), Ercüment
Orkut (Piyano) ve Volkan Hürsever (Bas) ile
konser, Bomonti Alt Corner, İstanbul
11.04.2018, İstanbul 2018 XJazz Festivali
kapsamında Christian Thomé Trio konseri,
Kaan Bıyıkoğlu (Piyano) ve Matt Hall (Bas),
Nardis Jazz Club, İstanbul
12.04.2018, Tarabya Ensemble, İstanbul 2018 XJazz
Festivali kapsamında Angelika Niescier
(Saksofon), Jacobien Vlasman (Vokal), Volkan
Hürsever (Kontrbas), Tuluğ Tırpan (Piyano) ve
Engin Recepoğulları (Saksofon) ile konser,
Borusan Müzik Evi, İstanbul
21.11.2018, Tarabya Ensemble, Tarabya Kültür
Akademisi 2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO
BOSPORUS’ta konser, Angelika Niescier
(Saksofon), Ercüment Orkut (Piyano),
Apostolos Sideris (Kontrbas) ve Jacobien
Vlasman (Vokal), Hamburger Bahnhof
– Museum für Gegenwart, Berlin
Peter Schneider
Edebiyat
(Ağustos 2018)
17.11.2018, 68 Hareketinin 50 Yılı, 37. Uluslararası
İstanbul Kitap Fuarı’nda Oya Baydar ile
söyleşi, TÜYAP, İstanbul
19.11.2018, Film gösterimi, Sympathisanten – unser
Herbst, Peter Schneider ile söyleşi, Beyoğlu
Pera Sineması, İstanbul
21.11.2018, Yepyeni Sözcükler – Druckfrisch vom
Bosporus, 2017/18 sanatçıları seçkisi
STUDIO BOSPORUS’ta Matthias Göritz,
Angelika Overath, Katerina Poladjan
(Moderasyon: Dr. Joachim Sartorius) ile
Jacobien Vlasman
Müzik
(Aralık 17–Şubat 2018, Ağustos 2018)
15.02.2018, İstanbul Project, Volkan Hürsever
(Bas), Ercüment Orkut (Piyano) ve Christian
Thomé (Caz davul) ile konser, Bomonti Alt
Corner, İstanbul
19.02.2018, İstanbul Bahçeşehir Üniversitesi Caz
Bölümü öğrencileriyle atölye
12.04.2018, Tarabya Ensemble, 2018 İstanbul XJazz
Festivali kapsamında Volkan Hürsever
(Kontrbas), Angelika Niescier (Saksofon),
Engin Recepoğulları (Saksofon), Christian
Takvim 2018–2019 308
Thomé (Perküsyon) ve Tuluğ Tırpan (Piyano)
ile konser, Borusan Müzik Evi, İstanbul
21.11.2018, Tarabya Ensemble, Tarabya Kültür
Akademisi 2017/18 sanatçıları seçkisi STUDIO
BOSPORUS’ta konser, Angelika Niescier
(Saksofon), Ercüment Orkut (Piyano),
Apostolos Sideris (Kontrbas) ve Christian
Thomé (Davul), Hamburger Bahnhof – Museum
für Gegenwart, Berlin
Mürtüz Yolcu
Sahne Sanatları
(Ocak–Nisan 2019)
Ist Side Story senaryo çalışmaları
22.03.2019, İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği
ve Dramaturji Bölümü’nde söyleşi,
İstanbul
Fotos / Fotoğraflar
309
Sun-ju Choi
285 (Jan Ralske)
Mustafa Demir
285 (Martina Priessner)
Martin Ebert
14
Jorinde Gersina
10
Harald Hoffmann
92
Dmitry Korolev
287
Luchterhand Literaturverlag
283
Dawin Meckel
276 (Sina Ataeian Dena)
286
Carl Miles
200 (Europa-Skulptur / Avrupa Heykeli)
Martin Monk
281
Nar Photos
45
50
207
243
Linda Rosa Saal
56
62
72
77
87
99
107
118
127
136
142
151
160
178
198
220
227
234
252
263
Sinem Tekel
200
Enis Yücel
276 (Theo Eshetu)
277
278
279
280
282
284
Jacobien Vlasman
253
Judith Rosmair
199
Impressum / Künye
310
KULTURAKADEMIE TARABYA
TARABYA KÜLTÜR AKADEMİSİ
2018–2019
Herausgeber / Yayımlayanlar
Kulturakademie Tarabya (Deutsche Botschaft
Ankara / Goethe-Institut), Istanbul, März 2020 /
Tarabya Kültür Akademisi (Almanya Büyükelçiliği
Ankara / Goethe-Institut), İstanbul, Mart 2020
Akademieleitung / Kültür Akademisi Yönetimi
Meik Laufer, Leiter der Kulturakademie, Deutsche
Botschaft Ankara / Kültür Akademisi
Müdürü, Almanya Büyükelçiliği
Pia Entenmann, Kuratorische Verantwortung / Kültür
Akademisi Küratörü, Goethe-Institut Istanbul
Projektkoordination / Proje Koordinatörü
Lena Alpozan, Goethe-Institut Istanbul
Redaktion / Editör
Martin Hager
Korrektur Deutsch / Almanca Düzelti
Claudius Prößer
Übersetzung ins Türkische / Türkçe Çeviriler
Şeyda Öztürk
Übersetzung ins Deutsche / Almanca Çeviriler
Çiğdem Üçüncü
Diese Publikation bedient sich des Gender-Stars,
den einzelnen Autor*innen war es jedoch freigestellt,
andere Formen anzuwenden.
Die Kulturakademie Tarabya ist eine Einrichtung der
Bundesregierung. Sie wird von der Deutschen
Botschaft Ankara betrieben und ist Teil der
Kulturarbeit der Deutschen Botschaft in der Türkei.
Die kuratorische Verantwortung für die Kulturakademie
Tarabya trägt das Goethe-Institut.
Fotoğrafların ve metinlerin, copyright sahiplerinin
izni olmadan tamamen ve kısmen kullanılması telif
yasaları gereği yasaktır. Bu yasak, her türlü
çoğaltma, çeviri, mikrofilme kaydetme ve elektronik
sistemler üzerinden yapılacak işlemler için de
geçerlidir.
Bu yayında cinsiyet ayrımı için yıldız kullanılmaktadır,
ancak her sanatçı diğer formları kullanmakta
serbesttir.
Tarabya Kültür Akademisi, Federal Almanya
Hükümeti’ nin bir kuruluşudur. Yönetimini Almanya
Ankara Büyükelçiliği’nin üstlendiği Kültür Akademisi
aynı zamanda Büyükelçiliğin Türkiye’de yürüttüğü
kültürel etkinliklerin de ayağını teşkil etmektedir.
Akademinin küratörlük görevi ise Goethe-Institut’e
verilmiştir.
www.kulturakademie-tarabya.de
Korrektur Türkisch / Türkçe Düzelti
Çiğdem Öztürk, Çiğdem İkiışık
Grafik Design / Grafik Tasarımcı
Astrid Seme, Studio
Druck / Baskı
Holzhausen Druck (AT)
Die Verwendung der Fotos und Texte, auch
auszugsweise, ist ohne die Zustimmung der
Copyrightinhaber*innen urheberrechtswidrig und
strafbar. Dies gilt auch für Vervielfältigungen,
Übersetzungen, Mikroverfilmung und die Verarbeitung
in elektronischen Systemen.
1