Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Senin Yerin
Ayrı!
TAV Passport Kart’ınla
seyahatlerinde unutulmaz bir
tecrübe seni bekliyor!
Dünyanın
dört bir yanında
500’ü aşkın Lounge’da
konforu yaşayın!
C
M
Y
Ücretsiz İNDİRİN!
CM
MY
CY
CMY
K
Tek seferlik bir giriş satın
alabilir veya üyelik
paketlerimizden birini
seçerek ayrıcalıkların
keyfini çıkarabilirsiniz.
TRAVELLER
10 ADET ÜCRETSİZ
GİRİŞİN ARDINDAN
HER GİRİŞİNİZ 27€
EXPLORER
1 ADET ÜCRETSİZ
GİRİŞİN ARDINDAN
HER GİRİŞİNİZ 27€
VOYAGER
LOUNGE’LARA
SINIRSIZ ERİŞİM
Havayolu, denizyolu, karayolu ve demiryollarından yapacağın tüm seyahatlerinde
1.000’i aşkın hizmet noktası ile TAV Passport her anında yanında!
SINGLE
BITE
The boat that leads the industry and the 6X Wakeboard Boat of the Year
in the WakeWorld Rider’s Choice Awards, the G23 stands alone
as the number one choice for riders around the world. Quality, innovation and
luxury go hand-in-hand with this revolutionary model that is designed
to maximize the fun during your days on the water. The best wakes,
the best surf waves and all the high-end refinements you’ve come
to know from a Super Air Nautique, that’s the G23.
www.wakeupwatersports.com | info@wakeupwatersports.com | +90 532 683 59 77
10
hillsider 69/74
KIŞ BAHÇELERİNDE KEYİF
İyi Hissettiren Alanlar
11
hillsider 75/78
DESIGN THINKING
12/1
hillsider 80/84
ÖZGÜR OLMAK
Art Blog / Pınar Birim röportajı
12/2
hillsider 86/89
BURUNO CATALANO
Art Blog
12/3
hillsider90/93
INSTAGRAM CREATORS
Art Blog
12/4
hillsider 94/97
MARINA ABRAMOVIĆ
Art Blog
12/5
hillsider 98/103
MERVE MORKOÇ
Art Blog / Unpublished
13
hillsider 104/108
SINIRLARIN ÖTESİNDE
Yurt Dışındaki Gururlarımız
14
hillsider 109
THE STANDARD, LONDON
01
hillsider 16/20
NOW AND THEN
02
hillsider 22/27
ECE ÇİFTÇİ
Röportaj
03
hillsider 28/33
DOLOMİTLER
Seyahat, Gezi
15
hillsider 110/111
TUTULMALAR
Astroloji̇
16
hillsider 112/113
GOOD FOR MEN
04
hillsider 34/38
HEDİYE
İnsanlık Tarhi Kadar Eski
05
hillsider 40/42
TOM VE JERRY
75 YAŞINDA
Timeless
06
hillsider 44/48
İSTANBUL'DA KIŞ DENİNCE...
Boza, Salep, Turşu
17
hillsider 114/116
2020 TRENDLERİ
Remix
18
hillsider 117
EN BEĞENİLEN İLAN
07
hillsider 50/52
HİNDİSTAN ŞEHİR SARAYI
AIRBNB'DE
Global Keşif
08
hillsider 54/58
GELECEĞİN 50 GIDASI
09
hillsider 59/68
TRİKO'NUN SALTANATI
Moda
19
hillsider 118
BİZİ MI ARAMIŞTINIZ?
YAZARLAR ve
KATKIDA
BULUNANLAR
ÖZGÜR RUH
YENİ BMW X1.
Göz alıcı yeni tasarımıyla hem maceracı hem şehirli.
Yeni BMW X1, geniş dokunmatik ekranı,
şerit takip sistemi, adaptif LED farları ve daha birçok
yeni teknolojisinin yanında geniş iç hacmiyle
şimdi çok daha konforlu.
Sheer
Driving Pleasure
AYŞE
KAYNARCALI
Seyahat
Dolomit Dağları
AYŞEGÜL SAVUR
ÖZGEN
Hediye
DENİZ YILMAZ
AKMAN
İstanbul'da
Kış Denince...
İPEK
KİGAN
Ece Çiftçi röportajı +
Astroloji /Tutulmalar
NİHAN
VURAL
Design Thinking
ÖZLEM
YÜCELENER
ArtBlog / Bruno
Catalano
OBEN
BUDAK
Good For Men
PINAR
MORPINAR
Yurt Dışındaki
Gururlarımız
RANA
KORGÜL
Kış Bahçeleri + ArtBlog /
Pınar Birim röportajı
TAYLAN
KÜMELI
Geleceğin 50 Gıdası
Burak Teoman
Kış Bahçeleri fotoğrafları
Elmira Gürses
Timeless/
Tom & Jerry 75 Yaşında
+ Global Keşif/Hindistan Sarayı’nda AirBnB
Esin Karagöz Aşan
Dolomit Dağları fotoğrafları
Merve Morkoç
Unpublished eserleri
İpek Edinçgil
Now&Then + ArtBlog/
Instagram Creators
Nurdan Usta
Ece Çiftçi fotoğrafları
Orhan Okuşluk
ArtBlog /
Marina Abramovic
Stüdyo28 ekibi
Moda çekimi
Yayımcı
Attaş Alarko Turistik Tesisler Adına Sahibi
Genel Yayın Koordinatörü
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü ve Reklam Sorumlusu
Yazı İşleri
Tasarım
Basımcı ve Basıldığı Yer
Basıldığı Tarih
Yayın Türü
Attaş Alarko Turistik Tesisler A.Ş.
Nisbetiye Cad. Ahular Sok. No.6 Etiler 34337 İstanbul/Türkiye
T. 0212 362 30 00
İzzet Garih
Edip İlkbahar
Özlem Gökbel (ozlemgokbel@gmail.com)
Çağan Şimşek, İpek Edinçgil, Serkan Mekikoğlu, İpek Kigan
Republica
PROMAT MATBAA
Orhangazi Mah. 1673 Sok. No.34 Esenyurt İstanbul / Türkiye
T. 212 622 6363
Ocak 2020
Yerel Süreli Yayın (Dergi)
Sayı 95 (Ocak, Şubat, Mart, Nisan 2020)
Dört ayda bir yayımlanır.
Hillsider Magazine'de yayımlanan yazı ve fotoğrafların tüm hakları,
Hillsider logosu ve isim hakkı Attaş Alarko Turistik Tesisler A.Ş.’ye aittir.
Kaynak gösterilerek de olsa Attaş Alarko Turistik Tesisler A.Ş.’nin
yazılı izni olmadan hiçbir şekilde yazı ve fotoğraflardan alıntı yapılamaz.
www.hillside.com.tr
hillsider@hillside.com.tr
hillsider 16/20
hillsidenow
01
KYOTO / PATCH PLANT HOTEL / EGE SOLEY /
HAVA YASTIKLI BİSİKLET KASKI / ARI B / PEMRA ATAÇ AÇIKTAN
KYOTO
BİNLERCE YIL,
JAPON İMPARATORLUĞU’NA
BAŞKENTLİK YAPMIŞ
KYOTO'DA YER ALAN
UKYO-KU’NUN ÇEVRESİNİ
SARAN HEYKELLERİN
YOSUNLAŞMASI İLE OLUŞAN
MASALSI GÖRÜNTÜLER
DİKKAT ÇEKİYOR.
Fotoğrafçıların objektiflerine takılan
Kyoto’daki bu doğa harikaları son
zamanlarda sosyal medyada en çok
paylaşılan içerikler arasında.
PATCH
PLANT
HOTEL
DÜNYANIN ILK
BITKI OTELI
LONDRA’DA AÇILDI!
Tatilini yaparken bitkilerin solmasından
endişe edenlere hitap eden Patch Plant
Hotel, sahipleri seyahatte olan bitkilere
en iyi ve doğru şartlarda bakılacağını
vaat ediyor. Otele rezervasyon web sitesi
üzerinden yapılabiliyor.
@patchplants
QNB Finansbank’ın genç sanatçıları
desteklemek ve onlara yeni ifade alanları
yaratmak amacıyla destek verdiği
Masterpiece Hall by QNB First On Bir (11)
Sergisi, Samsung Electronics Türkiye’nin
de teknoloji sponsorluğu ile 16 Ocak 2020
Perşembe günü kapılarını sanatseverlere açtı.
Çağdaş sanatın geniş kesimlere yayılmasını
sağlamak; genç yetenekleri keşfetmek ve
onları sanatseverlerle, ülkemizin önde
gelen koleksiyoner ve akademisyenleriyle
bir araya getirmek amacıyla yola çıkan QNB
Finansbank ve Masterpiece çağdaş sanat
üretimini desteklemek için birlikte adım
atıyor.
11 genç sanatçının, yeni medya, resim,
heykel, enstalasyon gibi farklı disiplinlerden
eserlerinin yer aldığı On Bir (11) Sergisi,
Masterpiece Sanat Merkezleri’nin Maslak’ta
dev bir alanda faaliyet gösteren ana merkezi
olan Masterpiece Hall’da, 20 Şubat 2020
tarihine kadar ziyaret edilebilir.
www.studiomasterpiece.com
HAVA
YASTIKLI
BISIKLET
KASKI:
HÖVDING
ARI B
CHAT -
EGE SOLEY
EGE SOLEY ILE
İSTANBUL’DAKI FAVORI
MEKANLARI, KITABI
SAKIN VE KURUCUSU
OLDUĞU SLOW PUBLIC
HAKKINDA KONUŞTUK.
Bize kitabınız ‘Sakin’den
bahseder misiniz?
“Hayatım boyunca iyi hissetmeyi ve başımıza
ne gelirse gelsin kendimizi yukarıda tutmayı
savundum. Sakin’de aslında bu yolculuğu
anlattım. Sakin herkes için başucu kitabı
oldu. Herkes diyor ki: ‘Bir kere okuyorum,
ondan sonra başucumdan kaldırmıyorum.
Arada bir açıp, bir iki satır okuyorum, iyi
hissediyorum.” Aslında hepimizin birbirine
benzediğini, aynı yollardan geçtiğimizi
anlıyorum. Galiba kitabın misyonu da bu
oldu ve varması gereken yere de varıyor.
Lal Batman - Billy the Kid
Slow Public’in hikayesi nedir?
''Slow Public sadece Türk kadınlarının
ürettiği markaların olduğu, yavaş tasarımı
destekleyen, el üretimi ve sadece teker teker
üretilen markaların ve ürünlerin olduğu bir
mağaza. Bugün bulduğunuz bir ürünü yarın
bulamayabilirsiniz. Çünkü bizde üreticiler
ne isterlerse onu üretiyorlar.''
İstanbul’daki gizli yerleriniz nereler?
“Her gün Nişantaşı Delicatessen’e
gidebilirim, hiç vazgeçemeyeceğim bir adres
benim için. Hatta bazı arkadaşlarım beni
orada bulacağını bilir. Biraz daha sakin bir
yere gitmek istersem arkadaşımın mekanı
Ahırkapı Giritli Restoran’ı tercih ederim.
İstanbul Üniversitesi’nin tam yanındaki
Beyazıt Kütüphanesi çok güzel bir yerdir,
gitmeyenlere mutlaka tavsiye ederim. Hem
mimarisi çok güzeldir hem de İstanbul’daki
en sakin ve sessiz kütüphane.”
Spotify listenizde neler var?
“Bana mail adreslerini verenlere her ay
başında bir mektup gönderiyorum.
Bu mektubu okuyacaklara da mutlaka
bir fon müziği öneriyorum. İşte bu fon
müzikleri için spotify’da bir albüm
hazırladım, ismi Merhaba, Ege Ben!”
Fatih Eseler - İzometrik Yığın
HAVA YASTIKLI BISIKLET
KASKI SAHIP OLDUĞU
AKILLI ALGILAYICILAR
SAYESINDE TEHLIKE
ANINDA AÇILARAK, OLASI
KAZALARIN ETKILERINI
EN AZA INDIRGIYOR!
“Innovationsbron’s Ideas Grant” ödülüne
layık görülen hava yastıklı Hövding bisiklet
kaskı, Lund Üniversitesi Endüstriyel Tasarımı
öğrencileri tarafından hayata geçirilmiş. Kask,
Stanford Üniversitesi’nde yapılan testlere
göre, geleneksel kasklara kıyasla sekiz kat
daha iyi koruma sağlıyor.
DÜNYANIN ILK ARI
INFLUENCER’I!
Fondation de France tarafından yaratılan
sevimli karakter ‘’Arı B’’, diğer influencer’lar gibi
markalarla iş birliği yapıyor! Sponsorlu içeriklerden
kazandığını farklı derneklere bağışlayan influencer
B, yaşamımızın devamlılığında arıların büyük rol
oynadığına da dikkat çekiyor. Eyfel Kulesi önünde
selfieden egzotik tatillere klasik influencer pozlarını
esprili bir dille taklit eden Arı B, 270 bin takipçiye
ulaştı bile. @bee_nfluencer
CHAT -
PEMRA ATAÇ
AÇIKTAN
REKLAMCILIK SEKTÖRÜNÜN
ÖNE ÇIKAN ISIMLERINDEN
PEMRA ATAÇ AÇIKTAN İLE
ILHAM VEREN BIR SOHBET
GERÇEKLEŞTIRDIK.
Size en çok ilham veren reklamcılar?
“Ben hala eski reklamcıların işlerine
bakıyorum. David Ogilvy ve Jean-Paul Goude
reklamları, George Lois posterleri hala
bana en çok ilham verenler arasında. Yeni
dönem reklamcılar arasından da Adam &
Eve ajansının başında olan Richard Brim ve
ekibinin işlerini sayabilirim. ’’
Reklamcı olmak isteyenlere ne gibi
tavsiyeler verirsiniz?
‘’Bu iş tamamen bir istikrar ve sabır meselesi.
Yaparken öğrenilen bir iş… Bir sürü şeyi
öğreniyorsun ve içinde evriliyorsun.
Hitap ettiğin insanların neleri beğenip
neleri beğenmediğini, neye karşı geldiğini
kavrıyorsun. Ama bence reklamcılık doğuştan
gelen bir yetenek… Bu sizde varsa devam
edin, yoksa çok zorlamayın, başka bir
mesleğe geçin.’’
Reklamcılığın geleceğinde
bizi neler bekliyor?
"Bence kişiye özel, tekil reklamlar olacak.
Önümüzdeki dönemde, tekil şahısların etkisi
çoğullardan daha fazla olacak. İnsanlar bir
şeyi kendileri beğenip sahiplendiği zaman bir
reklamdan çok daha etkili, yayıcı bir kuvvete
sahip olurlar.”
İlham kaçarsa nasıl gelir?
"İşine kendini adayıp, emek veren kişiler
için 'ilham' kelimesinin o insanların işini
küçülttüğüne inanıyorum. O yüzden çalışırsan
hiçbir şeyin kaçmayacağını düşünüyorum".
10.09am on a NYC rooftop.
N 40° 45’ 31’’ W 73° 58’ 43’’.
Favori sanatçınız?
"Miranda July’a bayılıyorum…
Her işini takip etmeye çalışıyorum. Hem espri
anlayışı hem aktivisitliği hem de sorgulayıcığı
ile onun işlerinden sonra mutlaka bir şeyler
düşünürken buluyorum kendimi.”
Ulysse Nardin Boutique : Etiler – Istanbul +90 212 2570998
Time Square Fine Timepieces and Jewellery : Kanyon AVM – Istanbul +90 212 3531056
Şark Saatçilik : info@sarksaat.com
02
hillsider 22/27
İDEALİST RUH
ECE ÇİFTÇİ SADECE
26 YAŞINDA! VE HEPİMİZE TEMİZ VE İYİLİK
ÜRETEN BİR KALBİN, GENİŞ BİR VİZYONUN,
İDEALİST VE KENDİNE İNANAN İNATÇI
BİR RUHUN YAŞI KAÇ OLURSA OLSUN
DÜNYAYI DEĞİŞTİREBİLECEĞİNİ
HATIRLATIYOR!
Şimdi bir çocuk düşünün. 14 yaşında yaşam
amacının farkına varıyor ve o andan itibaren
bu amaç için yaşamaya başlıyor. Üniversite
zamanı geldiğinde sosyolojiyi seçiyor ve
bölümünü 3 senede bitiriyor. Oxford ve
Harvard Üniversiteleri’nden yüksek lisans
için kabul edilmesine rağmen ülkesinde kalıp
çocuklara fayda sağlamak için tüm gücüyle
çalışmaya devam ediyor.
23 yaşına geldiğinde, genç kadınların
ülkelerindeki kadın sorunlarını aktarıp
çözümler geliştirdiği, G20 ülkelerinin
katılımıyla yapılan “Genç Kadınlar Zirvesi”nde
Türkiye’yi temsil ediyor. NYU, Sorbon gibi
üniversitelere konuşmacı olarak çağırılıyor.
Amerika Dışişleri Bakanlığı tarafından seçilen
Sivil Toplum Kuruluşlarının en önemli 10
kişisi tarafından ödüle layık görülen ilk Türk
oluyor. Avrupa Parlamentosu tarafından
davet ediliyor ve sadece birkaç hafta önce ise
eğitimi ve eğitim girişimcilerini uluslararası
zirve ile Dubai’de buluşturan GFEL tarafından
ödül alan "en genç" eğitim ve sosyal girişimçi
oluyor.
Ama en önemlisi kurduğu SosyalBen Vakfı ve
SosyalBen Akademi ile bugün 72 ilde,
10 topluluğu, yüzlerce gönüllüsü ile 11 ülkede
35.000 çocuğun hayatına dokunuyor.
Bunca işi, hizmeti yapan, çocukken içinde
büyüyen duyguya sımsıkı tutunarak toplumsal
kalıpları, olması gerekenleri önemsemeden
binlerce çocuğun gönlüne ulaşıp, onların da
kendilerini var edebilmeleri için kocaman dev
bir kanal yaratan Ece Çiftçi bugün sadece
26 yaşında! Ve hepimize temiz ve iyilik üreten
bir kalbin, geniş bir vizyonun, idealist ve
kendine inanan inatçı bir ruhun yaşı kaç olursa
olsun dünyayı değiştirebileceğini hatırlatıyor!
Röportaj: İpek Kigan
@ipekkiganblog
Fotoğraflar: Nurdan Usta / www.nurdanusta.com
Mekan: Akmerkez / Uptown / Cote Cafe
Eserler: Genco Gülan
BENIM ÇOCUKLARDAN
ÖĞRENDIĞIM
EN TEMEL ŞEY
KÜÇÜK ŞEYLERDEN
MUTLU OLMAK.
HEPIMIZIN ARADIĞI ŞEY
ASLINDA MUTLULUĞUN
KENDISI. BAŞARI DA
O YÜZDEN BIZI
MUTLU EDIYOR.
İpek Kigan: Bence çocuk denecek yaşta
genç; genç denecek yaşta olgun bir yetişkin
olmuşsunuz. Çocukluğunuzu doya doya
yaşayabildiniz mi?
Ece Çiftçi: Evet, hem de inanılmaz bir
çocukluk yaşadım. Belki de çocukluğumu bu
kadar derin ve özgür yaşadığım için insanların
“çocuk” baktığı yaşta fikirlerim ortaya çıktı.
Eğer o dönemi yaşayamasaydım -fikir ileride
çıksa bile- belki de onu dikkate almayacaktım.
Çocukken de hep duyarlıydım, bu bence hem
öğretilebilir hem de biraz içten gelen bir şey.
Herkes içinden geçen ilgi alanını bulduktan
sonra bu dünyada düzeltemeyeceği şey
yok diye düşünüyorum. Ama bunun da en
önemlisi her açıdan sağlıklı bir çocukluk
geçirmek. Çocuklukta aslında birçok kimlik
özelliklerimiz kodlanmaya başlıyor. Bu kod
doğru işlenirse en basiti ama en önemlisi
“mutlu” bireyler ve vatandaşların olduğu bir
toplum inşa etmiş oluyoruz. Ben bu anlamda
hep şanslıydım. Doya doya yaşadığım bir
çocukluk dönemim oldu. Ama bunu yaşarken
de her zaman etrafımdaki diğerlerinin
farkındaydım. Bu da benim çocuk yaştaki
farkındalığımı güçlendirdi.
Nasıl bir çocuktunuz? Sizi tanıyanlar ilerde
böyle lider ve fayda üretecek bir projenin
mimarı olabileceğinizi tahmin eder miydi?
Hatırladığım kadarıyla hareketliydim ve hep
girişkendim. Ben başkasından beklemeden
gider diğer çocuklarla konuşur ve oyunu
kurardım. İleride lider olur derler miydi onu
çevreme sormak lazım ama duyarlılığım ve
sosyalliğimden yola çıkarak insanlarla birlikte,
onlara dokunarak bir iş yapacağımı hep
öngörmüşler. İlkokul ve ortaokulda tiyatroyla
ilgileniyordum, o da benim insanlarla olan
iletişimime çok şey kattı. Ama ben dahil
kimsenin aklında SosyalBen yoktu. Doğru
gözlem, doğru farkındalık ve doğru zamanda
adım atmak bugün beni ve SosyalBen’i
buluşturdu. İyi ki de buluştuk :)
Size baktığımızda ilk çağrıştırdığınız duygu
“idealizm”. Bu yapınızı besleyen ve büyüten
rol modelleri kimlerdi?
Ben bir kişiyi rol model almak yerine
tanıştığım her kişinin beğendiğim bir özelliğini
kendime rol model alıyorum. Böylece birden
fazla konuda birden fazla rol modelim
oluyor, bu çeşitlilik de beni besliyor. Benim
her zaman yaptığım en temel hareket,
tıkandığım veya hayata geçirmek istediğim
bir konuda her adımı etrafımdakilere mutlaka
sormak. Herkesin farklı bakış açısı ve yorumu
üzerinden konuyla ilgili ortak bir nokta çıkarıp,
onun üzerinden işi tekrardan tasarlar veya
tasarladığım yerden daha derin ilerlemeye
başlarım. Yeni bir adım atarken mutlaka
onlardan hem eleştiri hem de öngörü almayı
tercih ediyorum. Böylece hem hata oranı
azalıyor hem de o işe, projeye başlamadan
önce büyük resmi kuşbakışı görmek iyi bir yol
haritası oluyor.
Mesela SosyalBen’in her sürecinde başta
ailem, arkadaşlarım, heyet üyelerimiz,
destekçilerimiz ve gönüllülerimiz olmak üzere
bütün hedef kitlemizden akıl aldım. Çünkü
bu süreci yürütenlerle bunu yaşayanların
ortak dilde konuşması ancak işi büyütüp
verimini artırabilirdi. Ama tabii ki bazı kişilerin
süreçteki etkisi apayrı benim için. Örneğin,
sivil toplum yönetimi konusunda her zaman
İbrahim Betil’in kapısını çaldım, çalmaya da
devam ediyorum. Girişimcilik, kadın liderlik
ve sürdürülebilirlik konusunda Emine Sabancı
Kamışlı’nın bana tavsiyeleri her zaman
kulağımdadır.
Sizi araştırırken 14 yaşında dinlediğiniz
bir konferansın bakış açınızı değiştirdiğini
okudum. O kadar küçük yaşta size bu kadar
büyük ve geniş bakış açısı kazandıran
konferansın konusunu ve sizi neden
etkilediğini anlatır mısınız?
Hiçbir zaman çok çalışsam da, matematik ve
geometriden yüksek not alamadım. Bir gün
yılsonu gösterisi için keman çalarak sahneye
çıktığımda şunu fark ettim ki; iyi matematik
yapan arkadaşım da sahneye çıktı, ben de!
O da alkışlandı, ben de! O zaman kendimce,
başarının sadece matematik yapabiliyor
olmaktan geçmediğini anladım.
Sonra okulumuza Nepal’den aktivist bir
profesör geldi ve başkalarına yardım etmeyle
ilgili çocuklara yönelik yaptığı projeleri
anlattı. İlk defa başkaları için bir şey yapan
ve bunu uluslararası alana taşımış birini
tanımıştım ve çok etkilendim. Bizi de projesi
için davet ettiğinde, nasıl dâhil olabilirim diye
düşünmeye başlamıştım. 9’uncu sınıftaydım,
tabii ki aileme sorduğumda gitmeme izin
vermediler. Ama o dönemler benim fikrimin
kuluçka zamanıymış, sadece haberim yokmuş!
Sonra okulumuzda var olan müzik, fotoğraf
gibi atölyelerimizi imkânsızlıklar nedeniyle
ulaşamayan çocuklara götürmek için bir proje
yapmaya karar verdim ve tüm yolculuk bu
farkındalıktan sonra başladı. SosyalBen’in
temellerini atmaya başladım.
Genç yaşlarda işinize karar verip,
harekete geçtiğinizde çevrenizden
nasıl tepkiler aldınız?
Bir hayal için yola çıkarken aslında ilk adım,
hayalinize önce kendinizin inanması.
Kendiniz gerçekten güçlü bir şekilde buna
inanıyorsanız bir süre sonra insanları ve
çevrenizi buna dahil etmek bence daha hızlı
ilerleyen bir süreç oluyor.
Hızlı ama kolay olmayan. Ben belki biraz
daha şanslıydım, bunu da her zaman
söylerim, ailem en başından beri beni en
çok destekleyen ve hayallerime ilk inananlar
oldu. O yüzden SosyalBen Vakfı bugün 72 ilde,
10 topluluğu, yüzlerce gönüllüsü ile 35.000
çocuğun hayatına 11 ülkede konuk olduysa
bu sadece benim değil, ailemin de bana olan
desteğinin başarısı diye düşünüyorum.
Çevremdekiler yaptıklarımızı hep değerli ve
önemli buluyordu ama ilk yurt dışı ödülü
ve ülke temsilliklerim başladıktan sonra
sivil toplumun ve sosyal girişimciliğin bir
projeden daha çok profesyonel bir iş ve hatta
uluslararası kamuoyunda yer edinebilecek bir
değer olduğunu fark ettiler. Özellikle Harvard
ve Oxford’a gitmemeye karar verdikten sonra
ailemden daha çok çevrem tepki gösterdi, o
dönemi yönetmek benim için de biraz sıkıntılı
ve zor olmuştu.
SosyalBen ismini nasıl ve neden seçtiniz?
SosyalBen ismi yarışma formunu doldururken
aklıma geldi. NYU’da aldığım bir eğitimde
iyi fikrin herkesin bilinçaltında olduğunu ve
bu doğru zamanda ortaya çıktığında başarılı
fikirlerin başlangıcı olduğunu söylemişti
bir hocamız. Benim de yarışmada formu
doldururken yaptığım projeye "SosyalBen"
adını vermekle iyi fikrim ortaya çıktı.
SosyalBen çocukların bizim eğitimlerimizi
aldıktan sonra kendini değerlendirme süreci.
“Evet, ben yeteneklerimin farkındayım, sosyal
kimliğimi keşfettim.” deme süreçlerine ben
"SosyalBen" ismini verdim.
Çalışmanızda hedef olarak neden 7-13 yaş
dezavantajlı çocukları seçtiniz?
Burada "dezavantajlı" olarak ifade etmek
istediğiniz tam olarak nedir?
7-13 yaş grubu altyapı, konservatuvar, dans
akademileri gibi yetenek bazlı yönlendirme
adına en önemli yaş aralığı, o yüzden bu
grupla çalışıyoruz. Bizim öğrencilerimiz
ekonomik ve sosyal anlamda bir dezavantaj
yaşıyorlar. Taşımalı eğitimde öğrenim
gördükleri için kendi yeteneklerini keşfetmeye
yönelik herhangi bir sosyal aktiviteye
ekonomik ve coğrafi şartlardan dolayı
katılamıyorlar. Taşımalı eğitim köyleri il ve
ilçelere 1.5, bazen 2 saat uzaklıkta oluyor. Bu
da aile ekonomisi için ulaşım ücreti demek,
çoğu zaman aile ekonomisine olumsuz etki
ediyor. Diğer bir dezavantaj da çocukların köy
okulları merkezden uzak olduğu için servis
saati ile etkinlik saatlerinin örtüşmemesi yine
çocuğun bu çalışmalara (ücretsiz de olsa)
katılması önünde ket oluşturuyor. Biz de bu
noktada devreye giriyoruz. Köy enstitülerinin
modern hali olarak düşünebilirsiniz bizi.
"Çocuk ulaşamıyorsa biz ona getirelim"
diyoruz. İlk hedefimiz bu: 7-13 yaş arasında
ekonomik anlamda dezavantajlı olanaklara
sahip çocukların yeteneklerini keşfetmek ve
geliştirmek için atölye ve eğitim programları
gerçekleştirmek.
İkinci hedefiniz nedir?
İkincisi, ülkemizde ve dünyada gönüllülüğün
yaygınlaştırılması. Store ve Akademi, Vakfı
fonlamak için oluşan sosyal girişim modelidir.
Store kısmında anlaşmalı olduğumuz e-ticaret
ve perakende zincirlerinde karı vakfa aktarılan
kırtasiye ürünlerinin satışını ve ürün tedariğini
gerçekleştiriyoruz. SosyalBen Akademi
ile gönüllüğü, eğitim kurumları, kurumsal
firmalar ve bireysel öğrencilere öğretiyoruz.
Bu çalışmaların sağladığı faydayı
somut olarak görebiliyor musunuz?
Bu çalışmalar doğrultusunda aldığımız
çıktılar gerçekten çok mutlu edici. Mesela
dans yeteneğini keşfettiğimiz bir SosyalBen
Çocuğu şu an Tan Sağtürk Akademi’de
eğitimine devam ediyor. Bir de Spor Atölyesi
Destekçimiz Özge Kırdar ile birlikte hayata
geçirdiğimiz SosyalBen Vakfı Voleybol
Takımı var. Bu takımda bulunan 12 kızımız
voleybol kulüplerinin altyapısında.
Gönüllü elçimiz Yalın ile birlikte sahneye
çıkan müzik grubumuz var. Onlar bu sene
yetenekleri doğrultusunda yönlenecek.
Destekçi oyuncularla düzenlediğimiz oyun
atölyelerimiz var, oradaki öğrenciler de
Mart 2020’de Mardin’de birlikte yaşamaya
yönelik büyük bir oyun sergileyecekler.
Somut faydayı hem sahada hem de
sonrasında yönlendirmelerimiz ile görmek
bizi çok duygulandırıyor. 2020’de SosyalBen
çalışmalarının çocuklar üzerindeki etkisini
anlatan bir araştırma da yayınlayacağız.
Destekçilerimiz ve gönüllülerimizle yaptığımız
SosyalBen saha çalışmalarını daha görünür
kılmak istiyoruz.
Çocuklar için çalışmak, onlarla iç içe olmak
size neler kazandırdı?
Benim çocuklardan öğrendiğim en temel şey
küçük şeylerden mutlu olmak. Hepimizin
aradığı şey aslında mutluluğun kendisi. Başarı
da o yüzden bizi mutlu ediyor. Çocuklarla
sahada olmak, onlarla zaman geçirmek,
onlara konuk olmak bana ufacık şeylerden
mutlu olmayı ve bunu bir hayat felsefesi
haline getirebilmeyi öğretti. Bu da bütün
beklentileri sıfıra indiriyor aslında.
"Toplumsal fayda" gerçekten tam olarak
nasıl sağlanır sizce? Bu sadece
gönüllülük ilkesi ile yürüyen bir fayda
türü mü olmalıdır?
Gönüllülük aslında bir vatandaşlık görevi.
Bu topraklardan aldığımızı, bu topraklara
geri verme süreci. Paylaşım ekonomisi.
Gönüllülük bunun bir üst boyutu. Mesela
yere çöp atmamak, sokaktaki hayvana
mümkünse yemek verebilmek, veremiyorsak
zarar vermemek... Çok basit şeylerden
bahsediyoruz. Veya giymediğimiz eşyaları
çöpmüş gibi kampanyalara vermek değil de
özenli ve temiz bir şekilde verebilmek. Sokağa
tükürmemek gibi... Bunlar hem vatandaşlık
hem de ahlaki görevlerimiz. Gönüllük bunun
biraz daha kurumsal hali. Orada spesifik bir
dert belirleyip ona kafa yoruyoruz. Toplumsal
fayda için illa bir dernekte, bir STK’da, bir
kulüpte çalışmak gerekmiyor. Herkes bir şey
yapmalı bu gezegen için. Benim altını çizmek
istediğim diğer konu ise bu dertler sadece
ülkenin, şehrin, mahallenin sorunu değil.
Bunlar yaşadığımız gezegenin sorunu. Bunlara
daha bütünsel baktığımız bir süreç aslında
gerçek toplumsal fayda.
Nerelere gittiniz bu proje kapsamında?
Yurt içinde hemen hemen bütün illere gittim.
Vakıfla birlikte 72 ile gittik. Uluslararası alanda
da gelişmekte olan ülkelerde bunu yapıyoruz.
Yani yine aslında sıkıntının nitelikli eğitime
erişmek olduğu yerlere gidiyoruz.
Mesela -27 derecede Moğolistan’da
çalıştım. Afrika’da Gambia’da, Hindistan’da,
Makedonya’da, Nepal’de, Kamboçya’da
çalıştım. Buradaki modelin aynısını
götürüyoruz. O yüzden diyorum bunlara
sınırlayıcı olmayan bir perspektiften bakmak
gerekiyor. Bu dert Hindistan’da da aynı,
Moğalistan’da da aynı, burada da aynı.
Buna doğru çözüm önerileri ile gidildiğinde
sürdürülebilir bir toplumsal faydadan
bahsediyoruz.
Arzu edenler SosyalBen projesi için ne
şekilde destek verebilir?
SosyalBen Vakfı’nın iki grup destekçisi var.
Birincisi gönülleri. Onlar 18-25 yaş arası
üniversiteli gençler. Oradaki derdimiz aslında
öğrenci çalışma hayatına atılmadan, arka
mahallede neler oluyor, ülkesinde neler oluyor
bunu görmesi. Hayatında en az bir kere tam
anlamıyla gönüllük çalışması yapması.
Bir seferlik gelip katılabiliyorlar mı?
Üniversite birinci sınıfta gelen gönüllümüz,
4. sınıfa kadar bizimle. Sonra bir yol ayırımına
geliyor. Ya vakfımızda çalışıyor
ya da destekçimiz oluyor. İkinci grup sahada
bizimle olamayıp 25 yaş üstü ama SosyalBen
olmak isteyen kişiler. Bu kişiler bizimle çok
şey yapabilir. Atölye koçumuz olabilirler, ilgi
alanları doğrultusunda 8 atölyeden birini
seçip bunu güçlendirmeye yönelik bizimle
çalışabilirler. Sosyalben Store için ürün
tasarlayıp kapasite geliştirmemize destek
olabilirler. Gönüllülerimize uzmanlık alanları
doğrultusunda eğitim verebilirler. Bu bir zincir.
Maratonlarda bizimle birlikte koşabilirler.
Bağış yardımı yapabilirler mi peki?
Tabii ki yapabilirler. Ama benim SosyalBen’de
en çok sevdiğim şey kişiye özgü destek
modelinin çıkıyor olması. Böylece destekçinin
özelliği ile yani "sosyal benliği" ile faydası da
aynı şekilde örtüşmüş oluyor.
Aldığınız sorumluluk büyük.
Bunun altında yorulduğunuzu hissettiğiniz
zamanlar oluyor mu?
Tabii ki yorulduğum zaman çok oluyor ama
yorulmadan da bir şey olmuyor. Yorulmak
bence hayalinize giden yoldaki, amacınız
doğrultusundaki olmazsa olmaz takım
arkadaşınız. Bazen insanlar hayattaki
amaçlarını, tutkularını bulamadan,
keşfedemeden bu hayattan gidiyorlar. Çok
sevdiğim bir söz var; “Herkes varlıklı olabilir
ama herkes var olamaz.” Ben bu yolculukta
çok yorulsam da “var” olabildiğim için
kendimi şanslı hissediyorum ve yorulduğum
anlarda bunu kendime hatırlatıyorum.
Bu yolda ulaşmak istediğiniz hedefleriniz
ve gerçekliğe dönüştürmek istediğiniz
hayalleriniz neler?
Bundan 10-15 yıl sonra SosyalBen
Çocukları’nın yetenekleriyle ülkesine katma
değer sağlayan vatandaşlar olarak görmeyi
ve alkışlamayı hayal ediyorum. Benim
hikayem ve SosyalBen modeli üzerinden
gelecek nesillere rol model olmayı ve
daha fazla Ece’lerin daha fazla SosyalBen
gibi girişimlerin olmasını istiyorum.
Bunun için sosyal girişimcilere mentorluk
yaparak bireysel olarak da destekliyorum.
SosyalBen’in büyümesi adına sahada çalışan
1000 gönüllünün olmasını, SosyalBen’in
uluslararası alanda da çok konuşulan bir STK
olmasını hayal ediyorum. Yetenek temelli
öğrenme merkezimizin olmasını hayal
ediyorum. Bunlar bu arada bizim için çok uzak
hayaller değil, şimdiden çalışmaya başladık.
Yolculuklar, yeni kültürler,
dünya insanı olma hali size nasıl hissettirir?
Her konuda bir işin yolunda olmayı yani
sürecinde olmayı çok seviyorum. Yani ödül
almak, alkışlanmak, başarı veya başarısızlık
bir sonuç ama oradaki süreç beni çok
besliyor. O yüzden her türlü ben yolda olmayı
seviyorum, varmayı değil. Yolculuklarımda
da aynı duygu hakim. Nereye gitmişsem,
orada yerel halkın gittiği yerleri gezmeyi çok
severim. Hindistan’a gittiğim zaman o bir
haftayı Hintli gibi yaşamayı tercih ediyorum.
Kültürlerine saygı gösteriyorum ve onlar
gibi giyinip, onların yediklerini yemeyi
istiyorum. Mesela Güney Afrika’ya gittiğimde
bir kabilenin etkinliğine katılmıştım. Yani
gittiğim yere bürünmeyi severim. İşte
bütün bunları deneyimleyerek yolda olmak
bence çok öğretici. Ben Sosyoloji okudum,
üstüne Sivil Toplum Yönetimi, şimdi de
Antropoloji doktorası yapıyorum. Aslında
kültürleri çalışıyorum. Ama bu öyle okunarak
anlaşılacak bir şey değil. Bunu yaşamak,
hissetmek, dahil olmak apayrı bir şey. O
yüzden ben her zaman süreç insanıyım,
sonuç değil.
Sizi heyecanlandıran şeyler nedir?
Savunduğum bir şeyi aynı şekilde
çürütmeye bayılıyorum. Mesela sivil toplum
örgütlenmesini size 1 saat anlatır sevdiririm,
sonra 1 saat de bunun aslında yapılacak iş
olmadığını anlatırım size. Bu özelliğim benim
büyük resmi görmemi sağlıyor. Daha rahat
oyunlaştırabiliyorum. Bir şeyi yapıyorsam
da eksilerini de bilerek başlıyorum. O benim
daha rahat adım atmamı sağlıyor. Bu hoşuma
gidiyor. Ayrıca kitap okumayı çok seviyorum.
İlgimi çeken her şeyi okuyabilirim. Mesela şu
anda çocuk bakımı ile ilgili bir kitap okuyorum
ama aslında anne olmak üzere olan birinin
okuması gereken bir kitap bu. Mesela felsefe
kitaplarını özellikle Nietzsche okumayı çok
seviyorum. Mutlaka her seyahate gittiğimde
bir kitap okurum. Bir de üzerine düşünülmüş
her şey beni çok heyecanlandırıyor. Anısı
olan, anlamı olan... Mesela bana bir telefon
hediye edilmesinin hiçbir anlamı yok. Ama
kabını siz yaptıysanız veya üzerinde size ait
bir anı varsa bu benim için çok değerli. O beni
heyecanlandırır. Bazen hediyeden daha çok
üstündeki nota takılırım. Mesela çocuklardan
aldığım mektupları evde klasörler içinde
saklarım. Benim için en değerli hediye onlar.
Yaşanmışlıklar ve samimiyet var içlerinde.
Keşfetmek istediğiniz neler var bu yaşamda?
Avustralya’ya gitmeyi çok istiyorum.
Orada çok ciddi bir fon kapasitesi var.
Onu araştırmak, o ülkede neler olduğunu
anlamak istiyorum. İlk keşfetmek istediğim
şey o. İkincisi uzmanlaşmaya çalıştığım
alan sayesinde kültürleri daha eşitlikçi bir
bakış açısıyla anlamak istiyorum. Bizim
kültürümüzde doğru olan şeyin bütün dünya
ülkelerinde güzel olması, doğru olmasını
istiyoruz ama o öyle değil. Biraz daha eşitlikçi
bir şekilde bu konuda derinleşmek istiyorum.
Zaman bulabilirsem oturup bir şeyler yazmak
ve kendi yolculuğumu insanlara anlatmak
istiyorum. Diğer yandan da ‘Hadi, hemen
olsun’ diyen biriyim. Belki biraz sakinleşmeyi
keşfetmem iyi olur :)
Hem anne-babalara, hem gençlere ve
aslında hala kendini arayan herkese
içindeki beni ortaya çıkarabilmeleri için
neler yapmasını önerirsiniz?
Çocuklarını "varlıklı olmaları" için
yetiştirmesinler. ‘Var olmaları’ için
yetiştirsinler. Var olmak kolay bir şey değil.
Günün sonunda doktor, mühendis bir şey
oluyorlar ama kimlik olarak var olamıyorlar.
Evet bu iniş çıkışlı, zor bir yol. Ama bence her
anlamda çok zenginiz.
Kendini keşfeden herkes için geçerli bu.
Çünkü niçin var olduğumuzu biliyoruz. Bu da
deneyimle oluyor. Tutkuları keşfetmeye destek
vermek gerekiyor. Bir de bence herkesin önce
kendi kurduğu hayale inanması gerekiyor. Siz
inanacaksınız ki, herkese inandırın. Bunun
arkasında durmak için o tutkunun bir o kadar
da güçlü olması gerekiyor. Bir de başarısızlığı
da normalleştirmek. Başarı ve başarısızlık
birlikte güzel. İkisinin ele ele tutuşması lazım
ki, birbirlerini besleyerek ilerlesinler. Ben
kendi hayatımda böyle yaptım ve yapmaya da
devam edeceğim. Belki bunlar başkalarının
hayatları içinde faydalı bir ipucu olabilir.
03
hillsider 28/33
"BRAIES GÖLÜ'NÜ GÖRÜNCE,
CENNETİN DÜNYADAN DAHA GÜZEL
OLDUĞUNA İNANMAK ZOR."
İTALYAN YAZAR ZAPPATERRENO
HAKLIYDI. SADECE BRAIES GÖLÜ
DEĞİL, DOLOMİTLER’İN HER
KÖŞESİ CENNETİN YANSIMALARI
BANA GÖRE…
İtalya’nın kuzey bölgesinin sıradağları ‘’Dolomitler’’i
keşfetme fikri bir Fas yolculuğu esnasında ortaya atıldı
desem, inanır mısınız? Bir sonraki rotamızın İtalya
olacağını konuşurken rehberimiz Dolomitler’den
bahsetmeye başlamıştı. İtalya’nın tarihi ve zengin
kültürünü barındıran şehirlerini birçoğumuz görmüştü
ama grubumuzda Dolomitler’i gören yoktu.
Kısa bir süre sonra Dolomitler’i görmek üzere
Milano’ya uçuyorduk. ‘’Alp Dağları’nın Gölgesinde
Mavi Cennetler’’ adını verdiğimiz programımızda önce
Lugano Gölü’nde konaklamış, pencereleri göle açılan
odamızdan olağanüstü manzaranın huzurunu içimize
doldurmuştuk. Dolomit Alpleri’ne doğru devam eden
yolculuğumuzda rakım yükseldikçe karşılaştığımız
yemyeşil vadiler ve arkalarında yükselen zirveleri
karla kaplı dağlar hepimizin soluğunu kesmişti.
Doğrusunu söylemek gerekirse rehberimizin daha
önce bölge coğrafyasını anlatırken neden gözlerinin
parladığını aracımız ilerledikçe daha iyi anlıyordum.
Fotoğrafların doğanın güzelliğini yansıtmakta yetersiz
kaldığını, duygusunu ise asla yansıtmayacağını
gözlerimle görünce ikna oldum.
İtalya’nın kuzeydoğu bölgesinde yer alan Dolomit
Sıradağları Alp Dağları'nın bir parçası, hatta Dolomit
Alpleri olarak ta adlandırılıyorlar. Doğusunda Adige
Nehri, güneyinde ise Puster Vadisi bulunuyor. O kadar
eşsiz bir bölge ki burası, Dolomit dağları 2009’da
UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi'ne girmiş.
Misurina Gölü
Yazı: Ayşe Kaynarcalı
ayse@sacred7travel.com
Fotoğraflar: Esin Karagöz Aşan
www.fotografoykuleri.com
Bölgeye 4 sene kadar önce yaptığım bu ilk
ziyaretten bir sene sonra aynı gezi rotasını
tekrarladım. Lugano, Como, Garda göllerini ve
göllerin çevresindeki Sirmione, Bellagio gibi
şirin kasabaları içine alan program Venedik
ile son buluyordu. İtalya’nın kuzeyi cenneti
vadediyordu. Beş gün süren programın
içeriğinde Dolomitler yine vardı ama
doyamamıştım karlı zirveleri izlemeye.
………
Tam 1 sene önce, yağmurlu bir ocak
akşamında Foça’da sıcacık bir yuvada
fotoğraf sanatçısı İlhan Eroğlu ve eşi Bircan
ile gezi rotalarını projelendirmek üzere
bir araya gelmiştik. Sohbetimiz dünyanın
farklı coğrafyalarında birbirinden eşsiz gün
doğumları manzaraları ile ilerlerken, sevgili
İlhan ‘’Dolomitler’e bir fotoğraf gezisine
ne dersiniz?’’ sorusunu sorduğu anda fikri
havada yakalamıştım. “Elbette, orası her
zaman gidilmeye değer saklı cennetlerden’’
deyivermiştim. Üstelik bu kez gezi rotamız
benim daha önce yaptığım Kuzey İtalya
yolculuklarında görmediğim köyleri ve dağ
sıralarını içeriyordu.
Gezimizde iki gece konaklama yapacağımız
Hotel Rose Wenzer Alpe de Suisi bölgesinin
şirin kasabalarından biri olan Sciliar'da idi.
Odamızın balkonundan gördüğümüz manzara
bir kartpostalı andırıyordu. Otelin akşam
yemekleri; açık büfe salata barı, leziz etleri ve
tatlı çeşitleri ile diyette olanların sınavı olacak
kadar lezzetli idi.
Fotoğraf karelerinden bildiğimiz Carezza
Gölü’nün aslını görmek üzere sabah gün
ağarmadan yola çıktık. Gece karanlığında
hayli geç bir vakit uyanıp, yaklaşık bir saat
süren yolun sonunda gün doğumunu,
1519 metre yükseklikteki Carezza Gölü’nde
karşılamak, sanırım sadece doğayı, gün
doğumlarını, yaşamayı ve fotoğraf çekmeyi
delicesine seven, hayata tutku ile bağlı
insanların yapabileceği bir deneyimdi…
Fedakarlık istiyordu ve buna değiyordu.
Gerçekten muazzamdı.
CAREZZA GÖLÜ
Carezza Gölü, Bolzano şehri yakınlarında
küçük dağ köylerinden birinin gizli cenneti idi.
Nova Levante ve Costalunga Geçidi arasındaki
ormanlık özel konumu ile sevilen bölgeye
vardığımızda gün doğmadan ilk gelen grubun
biz olduğunu sanıyordum. Yanılmıştım.
Göl kıyısına vardığımızda tripodlarını
kurmuş, günün ilk ışıklarını bekleyen
fotoğraf tutkunlarını görünce şaşkınlığımı
gizleyemedim.
Dağların ve üzerinden akıp giden bulutların,
yeşil mavi durgun göldeki yansımasını uzun
süre izledik. Güneş yüzünü göstermeye
başladıkça doğanın renk paleti canlanıyor,
bulutlar yer değiştirdikçe gördüğümüz
manzara farklı bir boyuta geçiyordu. Uzun
süre gözlemledik değişen doğayı. Fotoğraf
çektik, sustuk, izledik. An’a, varlığımıza,
aldığımız nefese , gördüğümüz güzelliklere
sessizce şükrettik.
Carezza gölünün sizlere anlatmak istediğim
bir de efsanesi var. Efsaneye göre günlerden
bir gün Latemar büyücüsü, Carezza Gölü’nde
yaşayan bir su perisi olan Ondina'ya aşık
olur. Onu yakalamayı beceremeyince bir
cadıdan yardım ister. Cadı kendisine değerli
taş ve mücevher satıcısı şeklini almasını
ve Rosengarten'den Latemar’a uzanan
bir gökkuşağı yapmasını önerir. Büyücü
cadının önerisine kulak verip olağanüstü
bir gökkuşağı yaratır. Böyle bir gösteriye hiç
tanık olmayan Ondina, hemen hayranlıkla
gölün kıyısına yaklaşır, sudan çıkar. Fakat
büyücüyü tanıyınca göz açıp kapayıncaya
kadar gölde kaybolur. Su perisine aşık büyücü
öyle öfkelenir ki; elindeki tüm mücevherleri
ve gökkuşağını hiddetle göle fırlatır. Tüm o
büyülü renkler gölde erir ve Carezza bugünkü
zümrüt rengini alır.
DOLOMİTLER'İN TARİHİ
Dağlar adını Fransız jeolog Déodat de
Dolomieu'den almış. Ondan önce dağlara
yaygın olarak "Monti Pallidi" - "Soluk Dağlar"
denirmiş. Dolomieu bu kayanın hiçbir asitle
neredeyse hiç reaksiyon göstermediğini iddia
etmiş. Zaman içinde yapılan analizler ve
açıklamalara dayanarak Dolomieu onuruna
burada bulunan minerale Dolomieu adı
verilmiş. Dolomit Dağları da bu mineralden
oluştuğu için doğal olarak adı bu şekilde
belirlenmiş olmuş.
1864 yılında iki alpinist dağ tırmanma
rehberi olan J. Gilbert ve G.C. Churchill,
Dolomit Dağları’na yaptıkları tırmanışlar ile
bölgeye tırmanış, yürüyüş rotaları olarak ün
kazandırmışlar.
Dolomitler'in tarihteki en ilginç kırılma noktası
ise 1.Dünya Savaşı sırasında başlamış. İtalya
ve Avusturya arasında kalan bu bölge savaş
CAREZZA GÖLÜ,
BOLZANO ŞEHRI
YAKINLARINDA KÜÇÜK
DAĞ KÖYLERINDEN BIRININ
GIZLI CENNETI IDI.
sırasında ve sonrasında enteresan hikayelere
şahit olmuş. Savaş sırasında iki kardeşin ayrı
topraklara düşerek birbirleriyle savaşmak
zorunda kaldıklarını duymuştum mesela...
İtalya1881 yılında Almanya ve Avusturya-
Macaristan ile müttefiklik konusunda fikir
birliğine vararak üçlü ittifak anlaşmasını
imzalar. Ancak bu anlaşma hiçbir zaman
sağlam temeller üzerine oturmaz. İtalya'nın
diğer bir düşmanı Avusturya-Macaristan'dır.
Nedeni ise Dolomitler'in güneyinde kalan
bölgedir. Bölge, Avusturya-Macaristan sınırları
içerisinde kalmasına rağmen İtalyanlar,
bölgenin kendilerine ait olduğunu iddia etmiş
ve iki ülke arasında yıllarca devam eden bir
anlaşmazlığa neden olmuştur.
İtalya ile Avusturya arasında sıkışmış
Dolomitler’de hem Almanca hem İtalyanca
konuşuluyor olsa da biz genel olarak farklı
bir lehçe ile Almanca konuşulduğuna tanık
olduk. Evlerin yapıları, çiçekli dar uzun
balkonları, bahçeleri, manzaları bölge halkının
davranışları İtalya’dan daha çok Avusturya’da
olduğumuzu hissettirdi.
ALPE DI SIUSI
Alpe di Siusi bölgesinde yol alırken
çocukluğumuzun takvim yapraklarından
hafızalarımızda iz bırakmış manzaraların gerçeğini
görmenin sevincini yaşıyorduk. Bu bölge geniş
vadileri, her mevsim yeşil kalan ağaçları ile
doğaseverlerin çekim merkezi olması ile ünlü.
Bolzano'nun doğusunda, deniz seviyesinden
1.680 m'den 2.350 m'ye kadar uzanan 57 km² lik
bir mera olan Alpe di Siusi, 2009 yılında UNESCO
Dünya Mirası Alanı ilan edilmiş.
Alpe di Siusi’nin en ünlü yerlerinden biri
Castelrotto tatil beldesi yazın yürüyüş
gruplarını ağırlarken, kış aylarında aile dostu
bir kayak merkezine dönüşüyor. Bu bölgede
kalabileceğiniz en güzel oteller ve etrafında
gezebileceğiniz köyleri ise şöyle özetleyebiliriz:
Seiser Alm Urthaler (5 yıldızlı), Hotel Saltria (4
yıldızlı), Hotel Brunelle Silence and Wellness
(4 yıldızlı), Hotel Rosa Eco Alpine Spa Resort
(4 yıldızlı).
Ortisei, Castelrotto, Fie allo Sciliar, Selva di Val
Gardena, Siusi allo Sciliar ise gezilip, görülecek
köylerinden.
Carezza Gölü
Bölge havasının çok temiz olması nedeniyle
astım gibi solunum yolu hastalıklarına iyi
geldiğini duymuştum. Yaklaşık üç kilometrelik
ideal çevresini gerek otelimizin yanındaki
dükkandan kiraladığımız bisikletlerle,
gerek yürüyerek keşfetme ve temiz havasını
ciğerlerimize depolama imkanımız oldu.
giden bulutların yarattığı görsel şölen bizi
bambaşka dünyalara götürüyordu. Doğanın
mucizesinin yansımaları her yerimizi sarmıştı
ve biz izleyici olmanın tadını çıkarıyorduk.
Bu üç zirvenin manzarası hayatım boyunca
unutamayacağım bir heyecan ve mutluluk
dalgası yarattılar.
Braies Gölü
CORTİNA
Dolomitler’in en ünlü kayak merkezlerinden biri
olan Cortina kasabası gezimiz esnasında mola
verdiğimiz ama doyamadığımız bir rota oldu.
1956 yılında kış olimpiyatlarının düzenlendiği
Cortina İtalya’nın en pahalı ve meşhur
kayak merkezlerinden biri olarak biliniyor.
Şık butikleri ve restoranları ile de öne çıkan
küçük kasabada doğa sporları üzerine
farklı seçenekler sunan mağazalar dikkat
çekici idi. 2021 yılında Alp dünya kayak
şampiyonasına ev sahipliği yapacak olan
Cortina kayak merkezi olarak bilinse de,
sadece kış ayalarında değil bahar ve yaz
aylarında da trekking, bisiklet, kaya tırmanışı
gibi birçok spora elverişli bir alana yayılıyor.
Bölgenin nefis doğa manzarası eşliğinde
bisiklet sürebileceğiniz 16 farklı parkuru
bulunuyormuş.
Cortina'da konaklamasam da kayak
tutkunlarına hitap eden çok sayıda otel
alternatifi önerebilirim: Dolomiti Lodge Alverà,
Rosapetra Spa Resort, Hotel Ancora, Barisetti
Sport Hotel ve Chalet Al Lago konaklama için
uygun oteller arasında.
VAL DE FIUNES
Alpe di Siusi bölgesine 28 km uzaklıkta
bulunan Val Di Fiunes sanırım Dolomitler
denince ilk akla gelen kasabalardan. İtalya’nın
kuzeyinde yer alan Güney Tirol bölgesine
kurulmuş bu kasaba en çok fotoğrafı çekilen
yerlerden biri olarak bilinir. Val di Fiunes
1. Dünya Savaşı öncesi Avusturya’da bulunan
Tirol eyaletine bağlıymış, ancak savaş sonrası
1919 yılında imzalanan Saint-Germain
Antlaşması ile iki bölgeye ayrılmış.
Bu bölgelerden İtalya’da kalan alanlarda
baskıcı İtalyan yönetimi etkili olmuş ve
İtalyanca konuşulmaya zorlanarak bölgenin
refah seviyesi oldukça düşürülmüş. Bu baskıcı
yönetim 1962 yılına kadar devam etmiş,
1976 yılında özerklik ilan edilince tamamen
sona ermiş. Bugün ise bölge İtalya’nın refah
seviyesi en yüksek ve en zengin bölgesi olarak
gösterilmekte. Halkın en büyük geçim kaynağı
çiftçilik. Yöre halkının küçük bir kısmı ise
geçimini turizmden sağlamakta.
Val Di Fiunes dediğimizde hepimizin gözünde
canlanan fotoğraflardaki o küçük kilise ise
meşhur St. Johann Kilisesi. Otsu bir çayır,
masif ormanlar ve yükselen zirvelerle çevrili
güzel bir 18. yüzyıl kilisesi. Bu küçük kilise,
Puez-Geisler Doğa Parkı'nın hemen dışındaki
inek meralarında bulunuyor.
Biz araçla çıkabileceğimiz mesafeye kadar
ilerleyip, biraz da yürüyerek kiliseyi karşımıza
alan bir mekanda çimenlerin üzerine oturduk.
Sessizliğin tadını çıkararak, en güzel
Val Di Fiunes fotoğraflarını karelerimize aldık.
MİSURİNA GÖLÜ
Zengin doğal güzellikleri ile ziyaretçilerin
her mevsim ilgi odağı olan Misurina Gölü
gezimizin son iki gününde konakladığımız ve
çevre kasabalarını gezdiğimiz adresimiz oldu.
Popena, Cristallino, Tre Cime di Lavaredo ve
Marmarole gibi yoğun ormanlar ve görkemli
dağların yakınlarında olan bu göl deniz
seviyesinden 1.754 m yüksekte yer alıyor.
Kış aylarında kar yağdığı ve sıcaklık düştüğü
zaman gölün donduğunu ve bambaşka bir
manzaraya sahip olduğunu öğrendik.
Gölün çevresinde konaklama imkanı olan
birkaç otel var. Biz 4 yıldızlı Grand Hotel
Misurina’da konakladık. Şifalı suları sebebi
ile çok turist çeken bölgede otel sayısının
kısıtlı olması sebebiyle hizmet kalitesinin zayıf
olduğunu söyleyebilirim. Göl kıyısındaki Hotel
Sarapiss, Hotel Laverado, Hotel Miralago ile
Albergo Chalet Lago Antorno konaklama için
diğer alternatifler.
TRE CIME DI LAVEREDO
Bölgeye vardığımızda 3.000 metrelik rakıma
tırmanmanın benim için nerdeyse imkansız
olduğunu düşünüyordum ama grubun
enerjisi ile belli noktalarda soluklanarak,
bu müthiş sıradağlara yaklaşabileceğimiz
en yakın mesafelere ulaşmayı başardık. Bir
caz melodisi eşliğinde uzandığımız düzlükte
zirveleri izledik bir süre. Çok aşağılarda kalan
turkuaz göller ve dağ kasabalarının kibrit
kutusundan da küçük kırmızı damlarına
bakarken oraları da görmeyi, o güzel
kasabaların da fotoğraflarını çekmeyi geçirdik
içimizden. Gözlerimiz arada gökyüzüne
takıldığında ise başımızın üzerinden geçip
"TRE CIME" ÜÇ DAR TEPE
ANLAMINA GELIYOR.
BU TEPELER:
CIMA PICCOLA, CIMA
GRANDE, CIMA OVEST
OLARAK ADLANDIRILIYOR.
MILLI PARKIN BIR PARÇASI
OLAN BÖLGE EN IYI YÜRÜYÜŞ
PARKURLARINA SAHIP ALAN
OLARAK BILINIYOR.
LAGO DI BRAIES
1500 metre yükseklikte bulunan bu dağ gölü,
turkuaz yeşili rengi ve onu saran etkileyici
Seekofel zirvesi ile muhteşem bir manzaraya
sahip. Gölün en derin noktası 36 metre. Braies
Gölü, Güney Tirol'ün yüzme gölleri arasında
yer almasına rağmen, serin sulara atlamanın
yine de cesaret gerektirdiğini söyleyebilirim.
Biz temmuz sonunda orada olmamıza rağmen
yükseklik nedeniyle hava hayli serindi.
Gölün yakınında 1899 yılında kurulan Hotel
am Pragser Wildsee, 1945 yılında gölde infaz
edilmek üzere 17 farklı ulustan gelen 136 siyasi
rehinenin toplama kampı rolünü üstlenmiş.
Eski görünümünü korusa da adı Hotel Lago
Di Braies olarak değişmiş. Gölün yanındaki
tek otel ve minimum bir gecelik konaklama
ücreti 210 Euro olan bu otelde güne uyanmak
oldukça keyifli olabilir.
Dolomitler denilince akla gelen üzerinde
küçük teknelerin olduğu o muhteşem
fotoğraflar ise işte bu muazzam güzellikteki
Braies gölünde çekiliyor. Bizim fotoğraf
gezimizin son rotası olan Braies, sabahın
erken saatlerinde birçok fotoğrafçıya ev
sahipliği yapıyordu. Tam karşımızdaki zirvenin
rengi güneşin ilk ışıkları ile pembe turuncu
tonlarına bürünürken, gölün üzerindeki
yansıması doyumsuzdu.
Bu rotayı merak edenlere son bir ilave bilgi:
Adler Balance Oteli bölgenin en çok talep gören
spa otellerinden biri. Daha önce bu otelde
konaklamış arkadaşlarım gerek hizmet kalitesi
gerek huzurlu ortamı sebebi ile bu deneyimi
yaşamamı hayli önermişlerdi. Bir sonraki
yolculuğumda “neden olmasın” diyorum.
Ben hala Dolomitler’e doyamadım ki…
hillsider 34/38
İNSANLIK TARİHİ KADAR ESKİ
04
TAM DA YENİ YILDA
BİRİLERİNDEN ARMAĞANLAR
BEKLERKEN (!), YA DA
SEVDİKLERİMİZE NE HEDİYE
ETSEK DİYE DÜŞÜNÜRKEN
BU KONUYU ELE ALMAMAK
OLMAZDI. NEREDEN ÇIKTI,
FARKLI KÜLTÜRLERDE KENDİNİ
NASIL GÖSTERDİ VE EN
SONUNDA BUGÜNKÜ TİCARİ
HALİNE NASIL GELDİ?
“HEDİYE” DEYiP GEÇMEYİN,
GELİN DERİNLİĞİNE İNELİM.
Yazı: Ayşegül Savur Özgen
Serbest Gazeteci
asgulu@gmail.com
Alışveriş denince aklımıza hemen ticari
bir ilişki geliyor. Oysa hayatımızın ana
kaynağı nefes de bir alışveriş. Almadan
veremiyorsunuz, vermeden alamıyorsunuz.
Yani almak ve vermek hayati bir ilişki.
Ama almak ya da vermek her zaman kolay
olmuyor. Mesela para ile ilişkimizi sorgulayan
bazı uzmanlar soruyor: “Sevdiğiniz biri sizden
borç istese verir misiniz?” “Evet” diyor hemen
herkes. “Peki siz birinden borç ister misiniz?”
dendiğinde, “Kimseden borç alamam”
diyenlerin sayısı bir öncekine göre çok daha
fazla oluyor. Hediye, bu ilişkiler göz önüne
alındığında gönlümüzün en ferah köşesinde.
Çünkü alması da güzel, vermesi de.
Hatta bazı araştırmalar gösteriyor ki, bazı
insanlar aldıkları hediyelerden çok verdikleri
hediyeyi, o hediyeyi kafalarında tasarladıkları
süreci çok daha fazla hatırlıyor ve
önemsiyorlar. Biz Türkler, misafirperverliği ve
karşımızdaki insanı mutlu etmeyi önemseyen
bir millet olarak hediye konusunda da köklü
bir geleneğe sahibiz. Ancak dünyanın bugün
geldiği noktada hediye artık sadece sosyal
ve kültürel bir araç değil, ekonominin temel
taşlarından biri.
Hediye’nin anlamı
"Hediye", Arapça’da ‘yol göstermek, doğru
yola iletmek’ anlamında kullanılan hidâyet
kelimesinin kökünden türeyerek "ar hadiyya"
haline gelmiş. "Ar hadiyya’nın sözlük anlamı
"yola çıkmadan kesilen kurban, uğurluk,
yol armağanı, her çeşit armağan". Ancak
kelimenin hidâyetten türediğini hatırlatan
âlimler, hediyeyi yol göstermenin temelinde
bulunan iyilikle özdeşleştiriyor. Kelimenin
güncel anlamı "birini mutlu etmek için
verilen karşılıksız şey" olarak tanımlanıyor.
Hediyenin Türkçe kökenli eş anlamlısı
"armağan’ın kayıtlara geçtiği ilk kaynak ise
Türkçenin en eski sözlüğü Dîvânü Lugâti't-
Türk. 1072-1074 yılları arasında
Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılan sözlükte
armağan/yarmağan kelimesinin anlamı
‘doyumluk, peşkeş, ganimetten verile
pay’ olarak yer almış. Armağan (yarmağan),
‘madeni para’ anlamındaki yarmak
kelimesinden türemiş.
Hayatımıza nasıl girdi?
Hediyenin tarihte ilk ne zaman ve nasıl ortaya
çıktığını söylemek imkânsız. Tüm toplumların
geçmişinde hediyeleşmeye dair neredeyse
insanlık tarihi kadar eski bilgilere rastlanıyor.
İnsanlar tarih boyunca hediyeyi, kimi zaman
şimdi olduğu gibi bir sevgi göstergesi, kimi
zaman ise bir zenginlik sembolü olarak
kullanmış.
İNANÇLAR DA HEDİYENİN
GEÇMİŞİNDE ÖNEMLİ
ROL SAHİBİ. ÇOĞU İNANÇTA
TANRI’YA TEŞEKKÜR
ETMEK İÇİN VERİLEN YA DA
KURBAN EDİLEN ADAKLAR
HEDİYENİN EN ESKİ
FORMLARINDAN. ANTİK
MISIR’DA KENDİLERİNİ
TANRI’NIN OĞLU OLARAK
GÖREN FİRAVUNLARA
SADAKAT GÖSTERGESİ
OLARAK HEDİYE VERİLİRDİ.
Firavunların öldükten sonraki hayatlarında
kullanmaları için mezarlarına gömülen
hediyeler, bugün bile dünyanın en çok ilgi
gören konularından. Roma döneminde ise
insanların birbirlerine şans getirmesi için
ufak madeni paralar verdiği biliniyor.
Hediye geleneğinin çarpıcı uygulamalarından
biri de Kuzeybatı Amerika yerlilerinin ‘Potlaç’
kutlamaları. Kabile reisleri bir dini bayram
olan Potlaç sırasında büyük ziyafet sofraları
kurdurur, halka hediyeler dağıtırdı.
Türk kültüründe ise Oğuzlar zamanında
hakanların ve diğer varlıklı kimselerin
düzenlediği şölenlerde yoksullara hediyeler
verilirdi.
Türkler’in en güzel hediye geleneklerinden
biri Osmanlı döneminde Ramazan aylarında
uygulanan ‘diş kirası’ olmalı. Bu gelenekte
iftara gelen misafirlerinize evinizden
ayrılırken küçük kadife keseler içinde
hediyeler verilirdi. Ev sahibi bu hediye
aracılığıyla “Misafirim oldunuz, benim sevap
kazanmam için siz dişlerinizi yordunuz, bu da
sizin dişinizin kirası olsun" derdi.
Bu geleneğin büyük anne-babaları tarafından
sürdürüldüğünü hatırlayanlar olabilir.
Onlardansanız şanslısınız demektir. Evine
gittiğiniz bir büyüğünüz kapıdan çıkmadan
önce size, arasına lokum ya da şekerleme
konmuş, işlemeli bir kumaş mendil hediye
etmiş olabilir. Modern yaşamın telaşı ve
sürekli tüketmeye yönelik çağrısı yüzünden
böyle anlamlı geleneklerden kopup gidiyoruz
ama devam ettirmek çok güzel olmaz mı?
Karşılık beklentisini ne yapmalı?
Hediyenin "karşılıksız" verilmesi esas.
Ancak Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in tespitini
kulak ardı edemeyiz: “Hediye alışverişi gibi
duygusal ilişkilerde bile bilinçaltında bir
karşılık bekleyişi vardır.”
Bir sevdiğinize içinizden gelen bir
hediye aldığınızda böyle bir karşılık
beklemeyebilirsiniz. Ama düğün,
nişan, doğum gibi durumları düşünün.
Toplumumuzda, size getirilen hediyenin
karşılığını beklemek de en az hediye vermek
kadar yaygın ve kanıksanmış. İşin içine
karşılık bekleme hali girince elbette hediye
de sözlük anlamının çok dışına çıkabiliyor.
Özellikle güç, iktidar alanlarında beliren
"rüşvet" bu farklı anlamlardan biri.
Peki ya hibe/bağış?
Buradaki nüans ise hediyenin aksine
hibenin yardım amacı taşıması.
Karşılıktan söz etmişken, çoğu toplumda
adı konmamış temel bir hediyeleşme
yasasını hatırlamadan geçmeyelim:
Hediyenizi seçerken karşı tarafı ezmemeye
dikkat edin. Sizin aldığınız çok pahalı bir
hediyeyi karşınızdaki kişi size alamayacak
durumdaysa, onu mahcup edersiniz. Size
ancak kazak alabilecek birine gidip de marka
bir saat almanın anlamı yok. Unutmayalım;
hediye birbirimizi mutlu etmeye yönelik bir
gelenek, karşınızdakini sıkıntıya sokacak
adımlar atmamaya özen gösterelim. Bazen
maddi değeri olmayan ama üzerinde çok
düşünülmüş el emeği, fikir ürünü hediyeler
çok pahalı bir şeyden bin kat değerli olabilir.
Dönsün ticaret çarkları!
Bu dengeyi gözetmek bir görgü kuralı olsa da
tüketim toplumu için demode ve anlamsız
görünebilir. Çünkü hediye alıp vermek
ticaret çarkının önemli dişlilerinden. Yılbaşı,
Anneler Günü, Babalar Günü, Sevgililer
Günü gibi özel kutlama günlerinin her geçen
yıl bu ekonomiyi daha da büyüttüğünü
hatta tam da bu amaçla asıl anlamlarından
koparılıp, hediye alıp verme günlerine
dönüştürüldüğünü görmezden gelemeyiz.
Gallup araştırmasına göre 2018’de Noel
ve yeni yıl döneminde ABD’de hediyeler
için kişi başına yapılan harcama 885 dolar
olmuş. Raporda bu yıl bu rakamın 920
dolara yükseleceği öngörülüyor. Türkiye’de
hediyelere ne kadar bütçe ayrıldığı üzerine
farklı araştırmalarda, farklı rakamlar
karşımıza çıksa da ortak nokta şu: Yılbaşında
halkımızın yüzde 80’ine yakın bölümü hediye
alıyor. İki kişiden biri annesine sadece
Anneler Günü’nde hediye alıyor. Sevgililer
Günü’nde ise hediye başına ortalama 300 TL
gözden çıkarılıyor.
Peki nasıl oldu da yeni yıl, hediye ile
özdeş hale geldi, düşündünüz mü?
Şaşırtıcı gelebilir ama ABD’de 1850’lerin
ortasına kadar, Hz. İsa’nın doğum günü
kabul edilen Noel tatil bile değildi. Noel
kutlamaları, pek çok gelenek gibi toplumun
bir ihtiyacını karşılamaya yönelik olarak
ortaya çıktı. ABD’de o yıllarda iç savaş
yüzünden zor dönemler yaşanıyordu,
toplum kamplaşmıştı. Endüstrileşme ve
şehirleşmenin getirdiği yükler de vardı.
Kısacası insanların tam da "birlik" hissine
ihtiyaç duyduğu zamanlardı. 1850’lerde
aslında bir Alman geleneği olan yeni yıl ağacı,
Alman topraklarından yeni kıtaya göç eden
Almanlar tarafından devam ettiriliyordu.
Bunu gören diğer Amerikalılar geleneği
sevdi ve kendi evlerine taşımaya başladı.
İletişim ve ulaşım ağlarının güçlendiği bu
yıllarda yeni yıl ağaçlarının kulaktan kulağa
yayılması uzun sürmedi. Talep arttıkça,
Amerikalı iş adamları ağaçlar için süs
malzemeleri satmaya başladı. Aslında yeni
yılın ticarileşmesinin ilk adımının bu olduğu
söylenebilir. Yine aynı yıllarda yayımlanan ilk
Noel kartında, içinde savaş, soğuk, fakirlik
ve açlık olmayan bir görüntü resmediliyordu.
Onun yerine mutlu bir aile, hediyelerini almış
çocuklar, Noel Baba, geyikler, dansçılar
ve yemekler vardı. Bu ilk kart diğer Noel
kartlarının fitilini ateşledi, ülkenin dört
bir yanına dağılmaya başlanan kutlama
kartlarıyla Noel ve yeni yıl mutluluk, aile,
hediye, iyi yemek gibi hayata dair güzel ne
varsa hepsini bir araya getiren bir döneme
dönüşmüş oldu. Aslında folklorik bir figür
olan Noel Baba’nın Cola Cola tarafından
kırmızılar içindeki bugünkü tonton haline
dönüştürülmesiyle yılbaşı için gerekli
tüm ticari zincir tamamlandı. Sonrasını
biliyorsunuz. Dinlerden bağımsız olarak
kutlanan ve hediye trafiğinin inanılmaz
boyutlara ulaştığı yılbaşları...
ÇIKIŞ NOKTASI
NE OLURSA OLSUN,
HEDİYE ALIP VERMEK İNSAN
PSİKOLOJİSİ ÜZERİNDE
POZİTİF ETKİLERE
SAHİP. ARAŞTIRMALAR
GÖSTERİYOR Kİ HEDİYELER
İNSANI MUTLU EDİYOR
VE TOPLUMSAL BAĞLARI
KUVVETLENDİRİYOR.
UNUTMAYIN Kİ MUTLULUK
BULAŞICIDIR, SİZ MUTLU
OLUNCA BAŞKALARINI DA
MUTLU ETMEK İSTERSİNİZ.
VE BU ZİNCİR GİDEREK
BÜYÜR. O YÜZDEN SADECE
ÖZEL GÜNLERİ DEĞİL,
KALBİNİZDEN GEÇEN
HER TÜRLÜ
HEDİYE FIRSATINI
DEĞERLENDİRMENİZDE
YARAR VAR.
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
hillsider 40/42
05
TOM VE JERRY
75 YAŞINDA
BUGÜN
YAŞAYAN HER NESLİN
ÇOCUKLUĞUNDA MUTLAKA SEVEREK
İZLEDİĞİ YARAMAZ GRİ KEDİ TOM
VE ONUN SÜREKLİ YAKALAMAK İÇİN
UĞRAŞTIĞI ZEKİ KAHVERENGİ FARE
JERRY 75. YAŞLARINI KUTLUYORLAR.
TELEVİZYONUN İLK YILLARINDAN
BUGÜNE MİLYONLARCA İNSANIN BİR
PARÇASI OLAN TOM VE JERRY YILLAR
BOYUNCA MİZAH, KARDEŞ ATIŞMALARI
VE REKABET DOLU BÖLÜMLERİYLE
TÜM DÜNYAYI EĞLENDİRDİLER.
Uzun yıllardır ekranların en çok tanınan karakterlerinden olan
Tom ve Jerry, Metro-Goldwyn-Mayer için William Hanna ve Joseph
Barbera tarafından yaratıldı. İkilinin asla bitmeyen didişmelerine
odaklanan hikâye, bir ev kedisi ve aynı evde yaşayan bir fare
arasında geçen kimi zaman komik, kimi zaman duygusal çekişmeyi
anlatıyordu. Hanna ve Barbera ikilisi Hollywood’daki MGM çizgi
film stüdyosunda 1940’tan 1957’ye kadar 114 Tom ve Jerry bölümü
yazıp yönettiler. En iyi Animasyon Kısa Konu dalında 7 defa Oscar
alan seri, halen tarihte bu ödülü en fazla alan teatral animasyon
serisi olma özelliğini taşıyor. Çizgi film ayrıca 2000 yılında
TIME dergisi tarafından Tarihin En İyi Televizyon Serilerinden biri
olarak anıldı.
Serinin orijinal teması olan fareyi kovalayan kedi olarak kalsa da,
Hanna ve Barbera bu temada sayısız çeşitlilik gösterdiler. Hanna ve
Barbera'nın MGM için yaptığı son Tom ve Jerry bölümü, stüdyoya
ait çizgi film bölümü 1957'de kapandıktan sonra 1 Ağustos 1958'de
çıkan "Tot Watchers" idi.
Yazı: Elmira Gürses
GEÇEN ONCA
ZAMANA RAĞMEN,
TOM VE JERRY’Yİ
HALA PEK ÇOK
MACERA BEKLİYOR
GİBİ GÖRÜNÜYOR.
Tom ve Jerry’in hayatlarının bir sonraki
evresi Demir Perdenin arkasında geçti.
Yönetmen Gene Deitch, Komünizm ile
bağdaştırılmamaları adına, isimlerinin
çoğunun batılı versiyonlarına çevrildiği
Çek ekibiyle birlikte 13 kısa film yarattı.
Bütçeler dardı ancak dizi ticari bir başarı
haline geldi ve zamanın en yüksek hasılatlı
kısa film dizisi haline geldi.
1963’den 1967’ye Looney Tunes adına
Wile E. Coyote ve Roadrunner serilerini yapan
Chuck Jones dizginleri eline aldı. Tom’un
kalınlaşan kaşları ve Jerry’nin yuvarlaklaşan
yüzü ve biraz daha büyük kulaklarıyla yeni
bir şekilde yorumlanan seri büyüyen
şöhretine şöhret katmaya devam etti.
Peki, çıktığı dönemde o kadar da orijinal
olmayan bir fikir üzerine kurulu bir çizgi film
neden bu kadar başarılı oldu? Cevabın büyük
kısmı, neden değil ne zaman olduğuyla
alakalı. 1940 yılında Avrupa’da savaş
başlamıştı ve 1941’in Aralık ayında savaş
Amerika’ya kadar ulaşmıştı.
Büyük depresyon zamanı izleyiciler
o dönemde Warner Brothers tarafından
yapılan, bol silah ve şiddet içeren
Bugs Bunny, Duffy Duck gibi çocuklardan
çok yetişkinlere yönelik çizgi filmleri
seviyorlardı. Disney’in prensipleri karikatür
de olsa karakterlerinin vücutlarına zarar
vermeye karşıydı, bu yüzden fizik kurallarına
olabildiğince sadık kalarak, abartılı bir
gerçekçilik üzerinden gitme kararı almışlardı.
ŞIMDI 75 YAŞINDA OLAN
TOM VE JERRY,
TAKIP EDEN YILLARDA
ORIJINAL YAPIMCILARI DA
DÂHIL OLMAK ÜZERE PEK
ÇOK YARATICI DIREKTÖRÜN
ÖNDERLIĞINDE FARKLI
HIKÂYELER VE FARKLI
YORUMLARLA KARŞIMIZA
ÇIKTI.
Tom ve Jerry’nin karakterleri önceleri
uzlaşmaz iki eğlenceli düşmanken,
sonralarında birbirlerine yardımcı olan iki
arkadaş, Jerry’nin sık sık Tom’un başını
belaya sokmak için kullandığı buldog cinsi
köpek Spike’ın da dâhil olduğu maceralara
atılan dostlar oldular. Serinin bugün de
devam eden son versiyonunda orijinal
görünüşleri ve animasyonlarını koruyan
Tom ve Jerry, yine de değişen zamanlara ve
teknolojiye ayak uydurmuş gibiler.
Jerry’yi akıllı telefonda film izlerken ve başı
beladan kurtulmayan Tom’u da, Jerry’nin en
sonunda onu kurtarmak zorunda kaldığı kötü
cadının kulübesi, dedektif ajansı ve çılgın bir
bilim adamının laboratuvarı gibi yerlerde
görmeniz mümkün.
Geçen onca zamana rağmen, Tom ve Jerry’yi
hala pek çok macera bekliyor gibi görünüyor.
hillsider 44/48
İSTANBUL’DA KIŞ DENİNCE…
Çocukken, ressam Pieter Bruegel’in donmuş
bir nehirde kayan buz patencileri resmettiği
karlı manzarasını görüp; “Demek ki kış mevsimi
o kadar da kötü bir şey değil.” demiştim
kendi kendime. O günden bu yana pek bir şey
değişmedi. Bir yandan kış hakkında biraz şikâyet
edip, bir yandan da ona romantik manalar
yüklemeye devam ediyorum. Aynı o resimdeki
manzara gibi; beyaz hayallerle donatılmış bir
kış düşlüyorum; bu mevsime çok yakıştığını
düşündüğüm üç farklı tatla, karın yağmasını
bekleyen İstanbullu bir çocuk misali…
Kış Akşamlarının En Vefalı Sesi: “Boo-zaaa”
Çocukluk çağında zihnimizde yer etmiş tatların daha
özel bir yeri olduğuna inanırım. İşte, benim de her
düşündüğümde bana huzur veren ve beni o yıllara
geri götüren tatlardan biri boza. Belli bir saatten
sonra, ailece yemekler yenilip herkes kendi köşesine
çekildiğinde, televizyon kanalında Gülgün Feyman’ın
sunduğu akşam haberleri sonlanıp, hararetli spor
haberleri başladığında bilirdim ki; yakında dışarıdan
o gür ses yükselecek. Gün bitiminde, gümüş rengi bir
güğümde taşıdığı bozasıyla beyaz önlüklü bir seyyar
satıcı gecenin içinden geçecek. Yine aynı yıllarda,
İstanbul’da elektrikler aniden kesilince bir masa
etrafında aile üyelerini birleştiren o mum ışığındaki
sarı sıcak bir gölge gibi.
Yazı ve fotoğraflar: Deniz Yılmaz Akman
www.denizyilmazakman.com
Yıllar sonra İstanbul’da, çok sevdiğim Orhan
Pamuk’un yeni çıkan kitabının imza gününde
sıradaydım. Sayfaları şöyle bir çevirdiğimde gözüme
çarpan “boo-zaaa” kelimesi, uzatılan harfleri ve
arasına konulan tireyle yaptığı vurgusuyla, beni
yeniden o yılların gür sesine götürdü.
İmza gününden çıkıp, heyecanla okumaya
başladığım romanda pilav satmayı bırakıp, boza
satmaya başlayan Mevlut’un yaşamı, onun gezdiği
İstanbul sokakları, biraz mesafeli durduğum kış
mevsimini bana yeniden sevdirdi. Kitapta geçen;
“Mevlut yürürken kendi kafasında canlanan
resimlerin, “Boo-zaa” diye bağırınca şehrin
insanlarının kafasında da canlandığını ve onu
bu yüzden yukarı çağırıp boza aldıklarını anlıyordu
artık.” cümlesiyle, sadece tadı için değil, bozanın
hissettirdiği duyguların tümünü bir seferde
yaşayabilmek için de kış geceleri bozacı yolu
gözlediğimi fark ettim.
O dönem, Yeni Zelanda’dan evime gelen misafirlere,
gecenin bir vakti duydukları bu sesin ne olduğunu
ve birazdan içecekleri içeceğin his olarak biraz sıvı
bir polar battaniyeyi andırdığını anlatırken, aslında
bozayı tadana kadar hiçbir şey anlamadıklarını
görecektim. Hiç bilmeyen birine bu tadı anlatmaya
çalışmak gerçekten zordu, ama üzerine tarçın döküp,
leblebilerle bardağı tepeleme doldurduğumuz
bozayı ilk kez tattıklarında büyük ihtimalle
seveceklerini biliyordum. “Çok güzelmiş, değişik…”
derken, bir yandan da sıcak ikram edilmemesi
şaşırttı onları. İnsan, sıcak olmasını bekliyordu çünkü
ne de olsa o bir kış içeceğiydi. Karlı günlerde, soğuğa
teslim olup ertesi günün hava durumunu merakla
izlediğimiz, sıkı sıkıya kapadığımız pencerelerin
ardında, sokak lambalarının sarı ışığı altında
beliren seyrek gölgelerden birinin bozacı olması için
sabırsızlandığımız anların içeceğiydi.
Trafiğin yavaş aktığı, okulların ve iş yerlerinin tatil
edildiği karlı bir İstanbul sabahında Vefa semtinin
yolunu tutmuş, soğuğa aldırış etmeden karlara bata
çıka camları buhar yapmış bozacıya varmıştım.
1870’te Arnavut Hacı Sadık Bey’in, önceleri saray ve
SOKAK LAMBALARININ
SARI IŞIĞI ALTINDA
BELİREN SEYREK
GÖLGELERDEN
BİRİNİN BOZACI
OLMASI İÇİN
SABIRSIZLANIRDIM
çevresinde satarak, 1876’da ise günümüzdeki
dükkanında hayata geçirdiği meşhur Vefa
Bozacısı. Karşı dükkândan aldığım sıcacık
leblebileri bardağa koyup afiyetle içtiğim
bozanın geçmişine de kısa bir yolculuk
yaptım.
Boza, Osmanlı döneminde “bozahane”
denilen mekanlarda ya da seyyar satıcılar
tarafından satılıyormuş. Hatta manilerle
sokakları şenlendiren boza satıcılarının,
içeceğin yanında kakule, karanfil, toz
zencefil gibi baharatlar da ikram ettiği
biliniyor. Şimdilerde olduğu gibi darı irmiği,
su ve şeker bozanın değişmeyen içeriği.
Fakat o dönemlerde daha ekşi; yani uzun
süre mayalanarak elde ediliyormuş. Diğer
bozacıların aksine, Hacı Sadık Bey, bozayı
daha koyu kıvamlı ve yeni mayalanma
kabarcıklarının oluştuğunda ortaya çıkan
hafif ekşi haliyle üretmeyi tercih etmiş.
Sıcacık ahşaba, mavi desenli seramiklere,
boynunu zarifçe bükmüş duvar lambalarına
ve tarçın tozuna bulanmış parlak tepsilere
bakıyorum. Bu dükkânın bir köşesine
kurulup, bozamı yudumlarken aldığım o
nostalji hissi hiç değişmiyor. İçimi ısıtan boza
ve ceplerime doldurduğum leblebilerle eve
dönüş yolundayım. Geceleri, pencerede
bozacı bekleyeceğim günlere, yani 2020
kışına artık hazırım.
Kurtuluş’ta Salep Molası
Kurtuluş semtinde sıradan bir gün. İş çıkışı
saatinde, insanların ya trafikte ya evlerine
gitmek için hızlı adımlarla sokaklarda
olduğu, mevsimin etkisiyle havaların
iyice serinlemeye başladığı bir gün. Eve
geçmeden, bir uğrayıp salep içeyim dediğim
Damla Dondurma’dan gelen mis gibi
kokular beni içeri davet ediyor. Aslında
bu küçük dükkân, üzerine zencefil tozu ve
tarçın serperek içtiğim salebinin; yazları bir
heyecanla kapısındaki kuyrukta sakızlı mı
alsam, muzlu mu diye karar anını beklediğim
dondurmasının ve kışları eve götürmek
üzere aldığım bozasının dışında, benim için
birkaç dakikalık bir dinlenme ve seyir molası
da sunan özel bir yer. Salebin bir ritüel gibi
yavaşça bardaklara dökülmesi, farklı yüzlerin
sürekli olarak yoldan gelip geçmesi, okuldan
yeni çıkmış; üzerinde formasıyla gelen
bir çocuğun annesinin elini tutarak yine
“dondurma!” diye tutturmasını izlediğim,
izlerken de ruhumu dinlendirdiğim bir mola.
Şehre ve kafamdaki düşüncelere ayraç
koyduğum, sıcacık bir kış köşesi.
Salebin tarihi de boza gibi eskilere dayanıyor.
Kelime olarak ilk kez 15. yüzyılda, Yâdigâr
isimli Türkçe tıp kitabının yazarı İbn-i
Şerif tarafından kullanılmış. Evliya Çelebi,
kayıtlarında bu kış lezzeti için “Orkide
kökünden elde edilen toz ve bundan yapılan
içecek." diye söz etmiş. Aynı zamanda, saray
doktorlarının, Osmanlı padişahları için
yazdığı tıbbi reçetelerde de salep karşımıza
çıkıyor. Günümüze kadar gelmeyi başaran
içecek, sadece tadının güzelliğiyle değil,
bağışıklık sistemine etkisi ve içindeki müsilaj
sayesinde öksürüğü dindirmesiyle de sıkça
tercih ediliyor.
İSTANBUL’DA
KIŞ DENİNCE
AKLA İLK GELEN
BU ÜÇ TARİHİ
LEZZET, HEM
BENİ BENDEN
ALIYOR, HEM DE
HER SEFERİNDE
İSTANBUL’U
BANA
VERİYOR…
Yazları mevsimlik meyvelerle hazırladıkları
dondurmaları için önünde kuyruğu eksik
olmayan, kışları da salep ve boza için
gelenlerin küçücük dükkanını doldurduğu
Damla’ya girdiğimde, Ali veya Fahri Tufan
kardeşleri, yüzlerinde bir tebessümle
mahalleliyle sohbet ederken görüyorum.
Her ikisi de mesleklerinin zevkini dayılarının
dükkanında çıraklık yaptıkları çocukluk
yıllarından almışlar. “Dükkâna gelip,
dondurma ya da boza yapımının sırrını
sorarlar, halbuki bilmezler ki yıllar sürüyor
öğrenip tam istenildiği gibi uygulaması.”
diyor Ali Bey. Bir yandan da samimi yorumlar
yapmayı eksik etmiyor gelen yaşlı bir
müşteriye. Günlük olarak dükkâna getirilen
tulumba tatlılarından üst üste iki tane
yiyince müşteri; “Aman ha, şekeriniz yine
yükselmesin!” diye takılıyor.
Bu esnada içeri çocuklarıyla bir aile giriyor.
Anneleri bir şişe boza ve orada içmek için
salep söylerken, çocukların gözü yine
rengarenk dondurma tezgahına takılıyor.
Ali Bey, çocukların en sevdiği dondurma
aromasını, daha onlar söylemeden ezbere
biliyor. “Artık iyice tanır olduk mahalleliyi.”
derken, anlıyorum ki 80’lerden bu yana
Fatih’ten Merter’e, sonra da Kurtuluş’a
uzanan bu esnaflık serüveni uzun yıllar daha
burada devam edecek.
Damla’ya girip çıkan müşteriler ve Ali Bey
arasında geçen diyaloglara istemsizce
gülümserken buluyorum kendimi. Ürünlerin
hiç değişmeyen lezzeti ve enerjisi eksik
olmayan Kurtuluş Caddesi’ne açılan kapı
ardında akıp giden "bir başka İstanbul"
sayesinde her seferinde yeniden seviyorum
bu dükkânı.
Cihangir’de Renkli Bir Köşe:
Asri Turşucu
Cihangir semtini bilen bilir. Renkler
birbiriyle yarış içindedir: Kafe tabelaları, yol
kenarlarına park edilmiş motorlar, kediler
için konulan mama kapları, duvarlara yapılan
grafitiler, antikacı ve ikinci el eşya satan
dükkân vitrinleri, manavlar… Bir köşe vardır
ki; yıllardır hep aynı yerinde değişmeyen
yüzüyle, dik bir sokağın girişini mesken
tutar, canlı renklerle bezeli vitrini iştahları
kabartır. Asri Apartmanı’nın yanı başındaki
Asri Turşucu’dan söz ediyorum. 1938’den
bu yana adını turşuculuk tarihine yazdıran
dükkânda, aklınıza gelebilecek her çeşidin
fermente edilmiş halini görmeniz mümkün;
fasulyeden bamyaya, sarımsaktan kumkata,
sürk peynirinden eriğe kadar…
Yeşilçam filmlerine aşina olanların hemen
hatırlayacağı Neşeli Günler’deki “Limonla
mı, sirkeyle mi daha iyi turşu olur?”
tartışmasına “limon” cevabını veren Asri
Turşucu, filmdeki ana mekanlardan biri aynı
zamanda. Dükkâna son gittiğimde şunu da
öğrendim ki; önümüzdeki günlerde, limonu
da bırakıp sadece tuzla turşu yapımına
başlayacaklarmış.
Kavanozlardan sanki etrafa taşan renklerin
arasında, pencere kenarına kurulup
dışarıdaki hengameyi izlerken, bir yandan da
acı-ekşi pembe turşu suyumdan içiyorum.
Genç bir çift el ele geldiği turşucuda, iki
bardak turşu suyu söyleyip bir masaya
geçiyor. O an turşucu, sanki bir kafe ya da
eskilerde buluşulan bir pastane havasına
bürünüyor. Raflara dizili, kiminin üzerleri
pötikareli kumaşla kaplanmış turşu
kavanozları dışında, salçalar ve retro
görünümlü şişeleriyle sirkeler de dikkatimi
çekmek için adeta yarışıyor.
Tarihi iki bin yılı aşkın turşunun faydaları da
saymakla bitmiyor. Probiyotik yapısından
dolayı bağırsak florasını düzenliyor, kalp ve
damar sağlığını, bağışıklık sistemini koruyor,
soğuk algınlığını önlüyor.
OSMANLI DÖNEMI’NDE
-YINE BOZADA OLDUĞU
GIBI- SEYYAR SATICILARIN
SATTIĞI TURŞULAR
ARASINDA ŞIRA VE
HARDALLA YAPILAN ÜZÜM
TURŞUSU EN YAYGIN
TÜRLER ARASINDAYMIŞ.
17. YÜZYILDA YAPILAN
GÜL TURŞUSU DA SANIRIM
ARŞIVLERDE YER ALAN
EN ILGINÇ IÇERIKLERDEN.
Asri’den çıkmadan önce, son bir kez raflara
bakıyor, canımın o an çektiği lahana ve
bamya turşularından bir kaba koydurup,
ilk kez deneyecek olduğum; Hatay’ın meşhur
sürk peynirini bekleterek elde ettikleri
baharatlı turşudan alıyorum. Elimdeki
nostaljik çizimli poşetin içinde, içtiğimde
damağıma neşe bırakacağından emin
olduğum, belki de en yoruma açık, en iştah
açıcı besinlerden biriyle Çukurcuma’nın
daracık sokaklarında yürümeye
koyuluyorum.
İstanbul’da kış denince akla ilk gelen bu üç
tarihi lezzet, hem beni benden alıyor, hem de
her seferinde İstanbul’u bana veriyor…
Performance
Sessizliği
kontrol edin
Philips PH805 kablosuz kulak üstü kulaklıkta
bulunan Aktif Gürültü Önleme özelliğini
ortama uygun olacak şekilde ayarlayabilirsiniz.
30 saat oynatma süresi ve esnek hızlı şarj özelliğiyle
yolculuğunuz boyunca size eşlik eder.
30 Saat
Kullanım Süresi
Dahili
Mikrofon
philips.com.tr
Aktif
Gürültü Önleme
Dokunmatik
Kontrol
Kompakt
Tasarım
hillsider 50/52
KRALLARA LAYIK BİR TATİL:
07
Global
Keşif
Dünya çapında milyonlarca insanın evlerini ve
odalarını kiralamalarına olanak sağlayan Airbnb,
lüks konaklama seçenekleri arasına Hindistan’ın
Şehir Sarayı’nı ekledi.
HİNDİSTAN’IN JAIPUR ŞEHRİNDE
KRALİYET AİLESİNE AİT OLAN
VE GEÇMİŞTE PRENSES DIANA,
BILL CLINTON, OPRAH WINFREY
GİBİ İSİMLERİ AĞIRLAYAN
ŞEHİR SARAYI’NI SİZ DE KÜÇÜK
BİR SERVET KARŞILIĞINDA
KİRALAYABİLİRSİNİZ.
1727 yılında, Jaipur şehrinin kurucusu ve o dönemin
Maharajası (büyük kral) Sawai Jai Singh II tarafından
inşa edilen saray, Hindistan’ın tarih kokan
Racastan eyaletinin başkenti Jaipur'un kalbinde
bulunuyor ve şehrin en ikonik yapılarından biri
olarak bugün de kraliyet ailesine ev sahipliği yapıyor.
Gösterişli odaları, geniş ve havadar kabul salonları,
kristal avizeleri, yaldızlı duvar süslemeleri, büyüleyici
oymaları ve kraliyet konutuna ek olarak, uluslararası
alanda tanınmış büyük bir müzeye ev sahipliği
yapan sarayın bugüne kadar halka kapalı olan özel
bölümlerinde Airbnb sayesinde ilk defa misafirler
ağırlayacak.
Yazı: Elmira Gürses
Ev sahibi, atalarının yaklaşık bin yıl boyunca
yönettiği ülkenin Maharaja'sı olarak 2011'de
büyükbabasının yerine geçen 21 yaşındaki,
polo tutkunu Padmanabh Singh. Hindistan,
bugünlerde demokratik bir cumhuriyet olsa
da, kraliyet ailesinin hala bölgenin zengin
tarihi ve geleneklerinde işlenmiş büyük bir
etkisi var.
Gudliya Süiti’nin kendine ait salonu, mutfağı,
lüks banyosu ve özel kapalı yüzme havuzu
bulunuyor. Konaklama süresince size hizmet
edecek olan özel kâhya ve tatiliniz boyunca
sizi istediğiniz yere götürecek şoför de
bu maceranın bonusları. Alışveriş turları,
sarayın bitmeyen odaları ve salonlarının
mimarisi, her köşede bekleyen sanat eserleri
ve gösterişli dekoru keşfedebileceğiniz özel
rehberli turlar, çarpıcı simetrik mimarisiyle
fotoğrafçıların favorisi olan tarihi Jaipur
şehrini görebileceğiniz geziler gibi fiyata
dâhil hizmetlerle, unutamayacağınız kalitede
birinci sınıf bir tatil yaşamanız garanti
ediliyor.
Hindistan’ın dünyaca meşhur mutfağının
en iyi örneklerini tadabileceğiniz otantik
Racastan yemekleri, çevresindeki Aravalli
tepelerinin ve saraya bakan kalelerin
muhteşem manzarasını sunan size özel bir
terasta servis edilirken, ikindi çayınızı sarayın
yemyeşil bahçelerinde yaşayan yerli tavus
kuşlarının eşliğinde içebilirsiniz.
Genç Maharaja, sarayın bugüne kadar halkın
gözlerinden uzak iç dünyasını tüm dünyaya
açma kararı konusunda; “Ailemle birlikte
Airbnb’ye ortak olarak, Racastan'ın ihtişamını
dünyanın dört bir yanından gelen gezginlerle
paylaşacağımız için çok heyecanlıyım. Airbnb
aracılığıyla yaptığım kendi seyahatlerim,
bana yeni şehirlerde ve kültürlerde her
zaman çok iyi ağırlandığım deneyimler
kazandırdı ve meşhur Hint misafirperverliğini
başkalarıyla paylaşabilmek beni çok mutlu
ediyor.” açıklamasını yaptı.
Süitin standart gecelik konaklama ücreti
8.000 ABD Doları. Süitin tüm gelirleri, kırsal
kesimdeki kadınları ve Racastan'daki
zanaatçıları desteklemeye yönelik kurulan
ve kar amacı gütmeyen Prenses Diya Kumari
Vakfı'na gidecek.
HİNDİSTAN’IN BÜYÜLEYİCİ
KÜLTÜRÜNÜ KEŞFEDERKEN
GERÇEK BİR ASİLZADE GİBİ
YAŞAMANIN TADINA VARMAK
İSTİYORSANIZ GUDLIYA
SÜİTİ’NDE RÜYA GİBI BİR
TATİL PLANLAYABİLİRSİNİZ.
TABİİ YER BULABİLİRSENİZ...
hillsider 54/58
08
YEME ALIŞKANLIKLARIMIZI
DEĞİŞTİRMEK İÇİN BUGÜNDEN
HAREKETE GEÇMELİYİZ.
Geçen sene Paris’te katıldığım
“Geleceğin 50 Gıdası” toplantısında edindiğim
izlenimler benim beslenme öğütlerime inanılmaz
ufuklar açtı. Sizlerle de bunları paylaşmak istiyorum.
Belki uygular ve hem kendinize, hem sevdiklerinize
2020 için yeni yıl hediyesi vermiş olursunuz :)
DÜNYANIN ÖNDE GELEN
ÖRGÜTLERINDEN. WWF’İN
(DÜNYA DOĞAYI KORUMA VAKFI)
RAPORUNA GÖRE, 2050’DE
DÜNYADA 10 MİLYAR İNSANIN
YAŞAMASI VE BU İNSANLARIN
KISITLI KAYNAKLARLA
BESLENMESİNİN GÜÇ OLACAĞI
ÖN GÖRÜLÜYOR. İNSANLARIN
GENELLİKLE AYNI GIDALARLA
BESLENDİKLERİ, EN SIK
TÜKETİLEN BU BESİNLERİN
LİMİTLİ OLARAK ÜRETİLEN
BUĞDAY, MISIR VE PİRİNÇ
OLDUĞU GÖZE ÇARPIYOR.
Yazı: Taylan Kümeli / Diyetisyen
www.taylankumeli.com
2019'da yayımlanan raporda gelecekte yeme
alışkanlıklarımızı nasıl değiştirebileceğimize
ilişkin somut çözümler sunuluyor. Geleceğin
50 Gıdası raporu, yemeklerimizin besin
değerini artırabilen ve gıda üretiminin
gezegen üzerindeki olumsuz etkisini
azaltabilecek 50 bitkisel kökenli yiyeceği
tanımlayarak listeliyor. Bu rapordan yola
çıkarak, Paris’te gerçekleştirilen etkinlikte
daha iyi bir gelecek inşa etmek için
günümüzde daha çok hangi gıdaları yememiz
gerektiğini öğreniyoruz. Geleceğin 50 Gıdası
raporu, elimizin altındaki yiyecek çeşitliliğine
dikkat çekerek gıdadaki değişimlere ilham
vermek ve hayata geçirmek amacını da
taşıyor.
YEME ALIŞKANLIKLARIMIZI
DEĞİŞTİRMEK İÇİN
BUGÜNDEN HAREKETE
GEÇMELİYİZ.
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü'ne
göre dünyada besin zinciri 60'tan daha az
ürün ile kısıtlı kalmış durumda. Durumun
bu şekilde devam etmesi, gelecekte
artan nüfusu beslemek için yeterli besin
kalmayacağı ve küresel gıda sisteminin çevre
üzerindeki etkisinin yıkıcı olacağı anlamına
geliyor. Yeme alışkanlıklarımızı değiştirmek
için bugünden harekete geçmezsek bu
gerçekle yüzleşmemiz kaçınılmaz olacak.
HER GIDANIN
BİR ÖYKÜSÜ VAR.
Liste; mercimek, kinoa ve kale bitkisi gibi
daha bilinir ancak az tüketilen yiyeceklerle,
fonio, kabak çiçekleri ve kaktüs gibi dünya
genelinde daha az bilinen yiyecekleri bir
araya getiriyor. Bu gıdalar, besin değerleri,
çevresel etkileri, lezzet, uygunluk,
erişilebilirlik ve satın alınabilirlik ölçütleri
temel alınarak seçildi. Bazıları benzer
ürünlerden daha yüksek verime sahip ve
birçoğu zorlu hava ve çevre koşullarına
dayanabilir. Bu durum onların, gittikçe
artan iklimsel belirsizlikler karşısında paha
biçilmez olduklarını gösteriyor.
HAYVANSAL GIDALARA
OLAN AŞIRI BAĞIMLILIK,
GIDA GÜVENLİĞINİ
TEHDİT EDİYOR.
Uzmanlar; 20.000 ile 50.000 arasında bilinen
yenilebilir bitki türünün bulunduğunu,
ancak günümüzde insanlar tarafından
yalnızca 150-200 bitki türünün tüketildiğini
belirtiyorlar. Tekil ürünlerin yetiştirilmesi,
hayvansal gıdalara olan aşırı bağımlılık,
gıda güvenliğini tehdit ediyor ve kırılgan
doğal ekosistemlerimiz için ciddi
sonuçlar doğuruyor. Değişimi sağlamanın
anahtarlarından biri, yetiştirdiğimiz ve
tükettiğimiz gıda çeşitliliğini artırmak. Rapor
ayrıca, gıda üretiminin, özellikle de etin,
iklim değişikliğinin temel nedenlerinden
olan zararlı sera gazlarına önemli bir katkı
olduğunu belirtiyor.
Geleceğin 50 Gıdası raporu, daha sağlıklı bir dünya nüfusu ve daha sağlıklı bir gezegen için üç temel ilke sunuyor
1. Daha fazla çeşitlilik ve daha fazla miktarda sebze
2. Et, kümes hayvanları, mandıra ürünleri ve balık yerine daha fazla bitkisel protein kaynağı
3. Tahıl, tahıl türevi ürünler ve diğer karbonhidrat türlerinde daha fazla çeşitlilik
Geleceğin 50 Gıdası İçerikleri
Yosunlar Meyve sebzeler Mantarlar
Laver deniz yosunu Bal kabağı çiçekleri Enoki mantarı
Wakame deniz yosunu Bamya Maitake mantarı
Kaktüsler
Turuncu domates
Kanlıca mantarı
Nopal kaktüsü Yumru kök Fasulye & baklagiller
Nilüfer çiçeği kökü
Adzuki fasulyesi
Kök bitkileri Mor tatlı patates Siyah fasulye
Teke sakalı Meksika Turpu Bakla
Maydanoz kökü Kırmızı Endonezya tatlı patatesi Bambara yer fıstığı
Beyaz turp (Japon Turpu)
Börülce
Mercimek
Tahıl & tahıl türevi ürünler Yeşil yapraklı sebzeler Sert kabuklu yemişler&tohumlar
Amarant Pancar Kara buğday rapini Keten tohumu
Ragi darısı Kale bitkisi (kara lahana) Kenevir tohumu
Fonio Moringa Susam tohumu
Horasan buğdayı Pak-choi (Çin Lahanası) Ceviz
Kinoa
Balkabağı yaprağı
Kavuzlu buğday Kırmızı lahana Filizler
Teff tohumu Ispanak Alfalfa (Yonca) filizi
Yabani pirinç (Zizania) Su teresi Filizlenmiş Meksika fasulyesi
Filizlenmiş nohut
Her geçen gün sağlıksız gıdalar hayatımıza daha fazla
girmeye başladı. Duyarsızca bu gıdaları yemeyi sürdürürsek
hem kendi bedenimizin hem de doğal hayatın ahengini
de iyice bozacağız. O halde 2020’nin ilk ayında, taze
bir başlangıç yapalım ve bireysel olarak bu iyileştirme
sürecinde bize düşen görevler nedir, hep birlikte bakalım:
▶ Hazırladığımız öğünleri oluşturan besinleri ilk elden almak
ve yöresel üreticiye destek vermek ilk adımımız. Lezzetli
yiyecekler, sağlıklı beslenme ve doğanın kaynaklarının
uygun kullanımını, yerel ekonomimizi desteklemeyi
istiyorsak, bulunduğumuz yörenin malzemelerinden
yararlanalım.
▶ Yiyecekleri doğanın onları sunduğu mevsimlerde yemek,
hem ekolojik dengeyi hem bizim sağlığımızı korur.
▶ Yöresel ürünlerin kendi tüketim mevsimi dışında
kullanılması için doğal saklama yöntemlerini kullanalım
(konserve, turşu, kurutma).
▶ Yaşam koşullarımızın uygunluğu çerçevesinde kendi
bahçemizi yapalım; balkonumuzda maydanoz, nane,
semizotu yetiştirelim.
▶ Evde üretilebilen ama buna rağmen hazır olarak aldığımız
sosları, et veya tavuk suyunu, domates sosunu ve turşuları
kendimiz yapalım.
▶ Satın aldığımız besinin fiyatı elbette önemli bir
belirleyicidir. Ancak, ucuz diye sağlığınızı tehdit eden
içerikte ve taze olmayan bir besini almayalım. Tasarruf
ettiğiniz parayı daha güzel günlerde kullanmak için buna
dikkat edelim.
▶ Hayvansal kaynaklı beslenmeyi azaltıp, bitkisel proteine
ağırlık verelim ve seçtiğimiz hayvansal ürünün yöresel
olmasına gayret edelim.
▶ Satın alacağımız ve buna bağlı pişireceğimiz malzemede
"kullanılabilir kadarı" ilkesiyle hareket edelim.
Gıdada sürdürülebilirlik kolay bir süreç değildir. Ancak
ailemizin ve dünya nüfusunun sağlığı ve devamlılığı için
elzemdir.
hillsider 60/68
09
Fotoğraflar: Bülent Karakaş, Tuna Can (Stüdyo 28)
Styling: Feray Kanpolat
Saç: Memet Kuzey
Makyaj: Erdem Yıldız
Fotoğraf Asistanı: Mustafa Kılıç
Styling Asistanı: Ahsen Zeliha Can
Modeller: Natalia, Mari L (True Model)
Mekan için Ayşe Orberk Dükkan'a
teşekkürlerimizle.
Elbise: Mehtap Elaidi
Triko hırka: Vakkorama
Kemer: Monreve
Küpe: Monreve
Triko kazak: Cos
Küpe: Missistanbulbijoux
Kemer: Beymen
Elbise: Nicholas
Çi̇ zme: Nine West
Kazak: Faraway
Gömlek: Alexis
Etek: Beymen Club
Bot: Nine West
Kolye: Monreve
Elbise: Hartford
Triko kazak: Free People
Çizme: Massimo Dutti
Elbise: Vakko By Fabiana Filippi
Çizme: Nine West
Eldiven: Beymen Club
Küpe: Missistanbulbijoux
Panço: Vakko By Cecilia Prado
Etek: Cos
Kazak: Balenciaga
Şapka: Charlotte Simone
Küpe: Monreve
Pantolon: Nocturne
Kazak: Offwhite
Pantolon: Knitts
hillsider 69/74
İYİ
10
HİSSETTİREN
ALANLAR
KIŞ BAHÇELERİNDE KEYİF
Koşuşturmalı geçen iş hayatı arasında beş still sahibi iş insanının kendilerine yarattıkları
kış bahçelerine konuk olduk ve sohbete daldık. Şehrin ortasında böyle
"iyi hissettiren" bir yere sahip olmak hem büyük şans, hem de büyük keyif…
Biz de bu mekanların yaratıcılarını tanımak ve sizlere tanıştırmak istedik.
Esra Kazmirci / Ayşe Köroğlu / Mustafa Mert Işık / Dilek Bektaşoğlu Sanlı / Tuba Oskan
Yapım: Rana Korgül
ranakorgul@gmail.com
Fotoğraflar: Burak Teoman
Ceket: Beymen Club
Kazak: Nocturne
Pantolon: Vakkorama
“HER SABAHIN HAYRINA VE
İHTİMALLERİNE İNANIYORUM. BURADA
OLAN VAKTİ İYİ DEĞERLENDİRMEK İÇİN
TEK EVİME, YANİ BEDENİME VE AKLIMA,
İYİ BAKMAM GEREKTİĞİNİ BİLİYORUM.”
“BURASI LÜKS DUYGUSUNDAN
ÇOK UZAK BİR MEKAN…
BANA HUZUR, SICAKLIK,
RAHATLIK VE SEVGİ ÇAĞRIŞTIRIYOR.”
servis ile yarattığımız lezzetleri paylaşıyoruz.
Benim tüm vaktim bu atölyede geçiyor.
Atölyenin büyük bir bahçesi var. Bu konuda
çok şanslıyız çünkü şehrin ortasında böyle bir
bahçeye sahip olmak çok büyük lüks ve keyif.
Oldum olası kış bahçelerini hep sevmişimdir.
Tesadüfen bulduğum mekanın bahçesini
görünce hayallerimdeki kış bahçesini hemen
gerçeğe dönüştürme yoluna girdim. İlk başta
bomboş bir apartman dairesi ve harap bir
bahçeydi. Her şeye mimar arkadaşım Dila
Sarı ile birlikte karar verdik. Hem atölye gibi
olsun, hem de ev hissini kaybetmesin diye
renkleri, malzemeleri ona göre seçtik. Kış
bahçesini beyaza boyalı aliminyum ve camdan
yaptırdık. Şeffaflığı hoşuma gidiyor. Kışın
yeşilliği biraz kaybetsek de ilkbahar ve yazın,
hatta sonbaharda bile, yeşilin çeşitli tonlarıyla
iç içeyiz.
ESRA KAZMIRCI
İç Mimar
Bilkent Üniversitesi İç Mimarlık ve Çevre
Tasarımı Bölümü mezunu Esra Kazmirci,
mezun olduktan sonra bir süre Floransa’da
İtalyanca dil eğitimi almış ve ilk heyecanla
aynı meslekten mezun birkaç arkadaşıyla
hemen bir ofis açmış. Ancak, bu heyecan biraz
kısa sürmüş. Moda ve dekorasyon çekimleri
yapmış, halkla ilişkiler ve seyahat acentasında
tecrübeler edinmiş. İç mimarlık okuyup onun
kadar farklı dallarda tecrübe edinmiş bir
mimar daha var mı bilmiyoruz ama sonuç
olarak bugün kendi mesleğini yaparken tüm
bu tecrübe edindiği iş dallarının faydasını çok
gördüğünü dile getiriyor… Yoğun bir iş hayatı
olan Kazmirci, Hisar Üstü’ndeki müstakil
evinin bahçesine bir kaçış alanı yaratmış.
Burası yazın havuz evi; kışın da kış bahçesi
olarak kullanılıyor. Mekanın detaylarını ve
kendisinin hayata bakışını Esra’dan dinledik:
“Eşimle birlikte genelde işler yüzünden kısa
süreli tatiller yapabiliyoruz. Yazın çocukların
yüzme aktivitesi haricinde keyif alabilecekleri,
hafta sonları ailecek ve dostlarla güzel
kahvaltılar yapabileceğimiz bir mekan hayal
ettik. Sadece yazın değil, kışın bile buraya
girince İstanbul’dan uzaklaşıp daha bir tatil
havasına giriyoruz. Biraz uzaklaşıp kafamı
dinlemek istediğim zamanlarda, arkadaş
sohbetlerinde, sessizce kitabım ile başbaşa
kalmak istediğimde huzur bulabiliğim bir
mekan oldu. Ruhuma iyi gelen bir enerjisi
var diyebilirim. Burası bahçede atıl duran bir
köşeydi. Böyle bir mekan yapmaya eşimle
birlikte karar verdik. Kendisi mimar olmasa da
bu işe olan ilgisi ve merakı sayesinde oldukça
kısa zamanda inşaatı tamamladık. Yapımı iki
ay sürdü. İhtiyaca cevap verecek kadar bir
oturma bölümü, yemek bölümü, küçük bir
kitchenette ve banyodan oluşuyor. Yaklaşık
50m 2 civarında kullanım alanına sahip
olan kış bahçesi tamamen havuz cephesine
bakıyor. Esra Kazmirci Mimarlık olarak sıfırdan
bir mekan tasarladık. Ana evden farklı olarak
daha Yunan esintilerinin hissedildiği bir
dekorasyonu var. Aynı zamanda etnik bir
tarz ile kombinlendi. Her mevsim, keyifle
kullandığımız bir mekan oldu. Her detayını çok
seviyorum. Özetle; abartı ve ihtişam olmadan,
içinde estetik barındıran ama buradayım diye
bağırmayan, kendi dünyama ve sevdiklerime
anlam katan bir mekan burası...”
“Bana göre hayatı nasıl yaşadığın değil,
ona nasıl baktığın önemlidir. Her şeyi dert
etmemeye çalışmalıyız. Her şeyin başının
sağlık olduğunu unutmamalıyız. Çevremize
pozitif yaklaşmalıyız. Sevginin kıymetini
bilmeli, ailemizle, sevdiklerimizle ve
dostlarımızla her anın keyfini çıkarmaya
çalışmalıyız… Şu an İstinye’de site içerisinde
bir bahçe dubleksi, Ulus Savoy’da bir bahçe
dubleksi, Erenköy’de bir apartman dairesi,
Ankara, İzmir, Florya’da birer müstakil villa ve
Rumelihisarı’nda yine müstakil bir villa ve bir
köşk devam eden projelerim arasında. Tüm
bunlar için burada enerji toplamak bana iyi
geliyor.”
AYŞE KÖROĞLU
Bitki Temelli Mutfak Eğitmeni
Boğaziçi Üniversitesi Mütercim Tercümanlık
mezunu Ayşe Köroğlu’nun, altı yıl kadar
kurumsal hayatı olmuş. Üniversite eğitimi
boyunca Eşli Danslar Kulübü’nde amatör
eğitmenlik yapmış. Çalışma hayatına
başladığında da iki yıl Şahika Tekand’da
tiyatro eğitimi almış. Ancak, başka hayaller
kovalamak için çalışma hayatını bırakmış.
Sıkıntılı bir süreçle birlikte bir diz rahatsızlığı
yaşayınca o günden sonra daha sağlıklı
bir hayat yaşamak adına adımlar atmaya
başlamış. Çiğ bitki temelli mutfak eğitimleri
ve yoga eğitmenliği derken Aishatelier’i kuran
Köroğlu ile Balmumcu’daki mekanında bir
araya geldik.
“İki yıldır bitki temelli, rafine, şekersiz ve
glutensiz mutfak üzerine eğitimler veriyoruz.
Sağlığın ve iyi olma halinin sadece yemekten
ibaret olmadığını biliyoruz. Yaşadığımız
tecrübeleri ve yemekleri merak edenlerle
buluşturuyoruz. İki aydır da öğlen paket
Kış bahçesinin içinde herhangi bir özel
dekorasyon uygulamadık. Dekoratif şeyler
almamaya çalıştım çünkü nihayetinde bir kafe
değiliz. Sadece eşyaların işlevsel olmasına
özen gösterdik. Ortaya büyük bir masa
ve sandalyeler koyduk. Tek tarafta iki yan
sehpamız var ki buralara ikram ya da çeşitli
gereçler konuyor. Atölye ve kış bahçesi dahil
tüm çalışmalar üç ay kadar sürdü. Burası
şimdi bana geldiği kadar herkese iyi geliyor.
Bana şehrin içinde her şeyden uzak bir masal
gibi geliyor. Kış bahçemizde çeşitli atölyeler
yapıyoruz. Kapalı gruplara etkinlikler, tadımlar
ve yemekler düzenliyoruz. En son Nauna
Linen’ın baskı atölyesini gerçekleştirdik.
Herkes gibi güzel şeylere bakmayı seviyorum
ama dekorasyon pek ilgili olduğum bir konu
değil. Yaşanılan ve yaşanıldığını hissettiğim
mekanlar genelde tercihim oluyor. Düzenin
içinde karmaşa, karmaşanın içinde yalınlık,
benim dekorasyon anlayışım.” diye anlatıyor
bahçesini ve duygularını Ayşe Köroğlu.
“KİMSEYLE YARIŞ
HALİNDE DEĞİLİM.
EN İYİ BEN
OLMALIYIM DİYE
BİR ENDİŞEM
YOK. MACERA
SPORLARINA
YÜKSEK İLGİM VAR.
UYKU TULUMUMU
VE KAYAK
EKİPMANLARIMI
ALIP KAMP YAPMAK,
BANA İLGİ ÇEKİCİ
GELİYOR.”
MUSTAFA MERT IŞIK
On-line Girişimci
İzmir doğumlu Mustafa Mert Işık, Özel Tevfik
Fikret Lisesi sonrasında Bilgi Üniversitesi
İşletme Yüksek Lisans mezunu olmuş.
Üniversite yıllarında ve mezuniyetinden sonra
gıda üzerine olan aile işletmelerinde çalışmış.
Daha sonra Otelz.com’da melek yatırımcı
olmuş ve bu vesile ile bilişim sektörüne girip
üç sene tecrübe edinmiş. Mobil aplikasyon
ve oyun yazılımları üzerine olan Pwin Labs
firmasını kuran ve şu an hala burada yöneticiortak
olan Işık ile Bebek’te ormanın tam
bittiği yerdeki evinin kış bahçesinde buluştuk.
Hayata ve yarattığı bu yemyeşil alana dair
düşüncelerini dinledik:
“Mesleğimde dördüncü sene. Hızla
gelişen mobil teknolojiler, hayatımızı
çevreleyen uygulamalar ve olmazsa olmaz
mobil oyunların popülerliği bu mesleğe
yönelmemde etken oldu. Şu anda üç tane
aplikasyon yazıyoruz. Bir tanesini geçtiğimiz
ay sekiz dilde 55 ülkede çıkardık. Spor
tahminleri üzerine ücretsiz ve keyifli bir oyun
oldu. Durum oldukça iyi gidiyor diyebilirim.
Bunun dışında Taxi Dispatch App’i ve güncel
içeriklerin olduğu eğlenceli bir soru-tahmin
oyunu üzerinde çalışıyoruz. 2020’nin
ortalarında ikisini de yayınlamış olacağız.”
“Evim ormanın hemen yanında olduğu için
çok şanslıyım. Burası 110m2 ve ikinci yılımda
bana biraz yetmemeye başladı. Bu noktada
kolları sıvadım ve kendime bir kış bahçesi
inşa etmeye niyetlendim. Bir mimar ya da
mühendisle değil, bahçıvanımla birlikte
yaptık bu kış bahçesini. Planı ben çizdim, o da
uygulamasını yaptı. Öncelikle evime ekstra
alan kazandırdım, bitkilere yer verdim ve evin
doğallığını bozmamaya özen gösterdim. Artık
yemek davetlerim için burayı kullanıyorum.
Bu arkadaşlarımın da çok hoşuna gidiyor
çünkü onlara dört duvara kapalı bir odadan
farklı bir deneyim sağlamış oluyorum. Ayrıca
havalar çok soğuk olduğunda bahçemde
yaşayan kediler de sığınmak için buradan
faydalanıyorlar. Bu da beni çok mutlu ediyor.
Kış bahçesinin tamamen şeffaf camdan
olması ve bolca bitkinin bulunması, ferahlık
duygusunu arttırıyor.
Dekorasyon tamamen bana ait. Evim
ahşap bir kabin ve iç tasarımda bu dokuyu
bozmamaya dikkat ettim. Aynı hassasiyeti kış
bahçemde de göstermeye çalıştım. Basit ve
doğaya uygun bir tasarım gibi düşünebiliriz.
Öncelikle hedefim, yağmur geçirmeyen
ve ısıtması kolay bir alan yaratmaktı.
Dekorasyona oldukça meraklıyım. Bütün
dekorasyon dergileri ve sosyal medya
hesapları radarımdadır diyebilirim. Her
gün fazlalıkla farklı dekorasyon imajları
görmek, bir noktada insanda bir zevk olgusu
oluşturuyor ve bu konuda sizi geliştiriyor.
Bir yerde evim için alışveriş yapacağım
zaman, hızlıca seçim yapabiliyorum. Ben
eski milli Snowboard’cuyum ve evimde
onlarca Snowboard var. Kış bahçemin
dekorasyonunda onlara yer verdim. Nedendir
bilmiyorum ama Snowboard’larımı her gün
burada görmek, hoşuma gidiyor.”
“ÇEVRE
SORUNLARINDAN
AŞK İLİŞKİSİNE
KADAR, HER
ALANDA, ÖZENLİ
OLMAYI VE
SORUMLULUK
ALMAYI
ÖNEMSİYORUM.
AHLAK, KANIMCA
BU İKİLİ
ÇEVRESİNDE
KURULABİLİR.”
DİLEK BEKTAŞOĞLU SANLI
Avukat
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu
ve sonrasında ekonomi hukuku alanında
yüksek lisans yapan Dilek Bektaşoğlu Sanlı,
deniz hukuku üzerine çalışan bir hukuk
bürosunda staja başlayıp bir süre sonra ortak
olmuş. Şimdi, 1996’dan itibaren beraber
çalıştığı ortaklarıyla kurduğu, uluslararası
deniz ve sigorta hukuku alanında hizmet veren
bir avukatlık bürosu var. Mesleğinde yirmi
ikinci senesini dolduran Bektaşoğlu ile onu
iyi hissettiren kış bahçesinde hayata dair
sohbet ettik:
“Hepimiz farklı zamanlarda farklı hayatlar
yaşıyoruz. İçinde bulunduğunuz zamana,
mekana, karşılaştığınız insanlara ve
arzularınıza göre değişip şekillenebiliyor
hayat. Yaşam akıcı; siz dahil etrafınızdaki
birçok şeyi ve insanı değiştiriyor, büyütüyor.
Genel olarak şunu söyleyebilirim; esnek
olmayı, bana iyi gelen karşılaşmalara açık
olmayı ve dinmeyen bir kavrama çabasıyla
yaşamayı seviyorum. Sürekli öğrenmek
isterim. Şu an gündemimde hukuk ve sanat
var. İşim, profesyonel anlamda tecrübemi
ve enerjimi talep ediyor. Diğer yandan
sanatla nefes alıyorum. Tanrılarım Apollon
ve Dionysos; her ikisini de dinlerim. Özellikle
edebiyat ve felsefeyle ilgileniyorum. İyi
metinler okumaya özen gösteriyorum ve öykü
yazıyorum.”
“Bu kış bahçesini düşledim. Burası bir yanıyla
var, bir yanıyla yoktu. Balkonumsu bir yerdi,
biz de evin içine katmaya karar verdik.
Bu bakımdan sıfırdan yaptık diyemeyiz.
Bu evle eşim ve ben ince ince uğraştık,
yapımında mimar Burçak Kızıltaş Turhan’la
çalıştık. Çalışmamızda öncelikle kendisiyle
yakınlığımız etkili oldu. Tadilat ve dekorasyon
Temmuz 2008’de başlayıp yaklaşık dört ay
sürdü. Dekorasyon bana ve eşim Kerem Cem
Sanlı’ya ait. Annemiz Serpil Sanlı’nın da
bazı küçük hoş dokunuşları oldu. Evin daha
fazla ışığa ihtiyacı vardı. Bu yüzden camların
boyutlarıyla oynadık. Bazı duvarları kaldırarak
derinlik ve bütünlük yarattık. Burayı dekore
ederken büyük bir hedef yoktu. Hatta, bir
noktada tek hedef, bitmesiydi. Önemli olan;
ışık, derinlik, bütünlük, renk, rahatlık, güzel
dokular, çiçekler, kitaplık ve sevdiğimiz sanat
eserleriydi. Uzun antika koltuğun ve taş
sehpanın kıvrımları ve karanlığımı aydınlatan
lamba, burada dekorasyonla ilgili sevdiğim
ayrıntılardır. Işık, muz ağacı, orkideler, sehpa
olarak kullandığım eski taşlar, resimler ve
gravürler benim için değerlidir. Buradaki her
şey yaşamlı ve bana tanıdık.
Dekorasyonda canlı renklerle ilişkim iyi
değildir. Örneğin; turuncu, kırmızı ya da sarılar
ile olamam. Sonbahar renklerinden gri, çağla
yeşili, altın sarısı ve lacivert hep tercih ederim.
Burada da öyle oldu. Bu kış bahçesi evin en
bana ait mekanı. Kendimi burada korunaklı
ve dingin hissederim. Üstelik çok davetkar
ve vaatkâr. Beni her daim ağırlamaya hazır.
Okumak, yazmak ve düşünmek için de hoş bir
mekan, benim için. Buradayken gökyüzüne ve
ağaçlara bakmayı, üzerime yağmur yağmasını
ve sakin kalabilmeyi seviyorum. Kısacası; ev
benim için her zaman esaslı bir konudur; hep
dönmek isteyeceğim yer.”
“HER KONU İÇİN
ELİNDEN GELENİN
EN İYİSİNİ YAPMAYA
ÇALIŞIRKEN,
HAYATIN DAHA
İYİ BİLDİĞİ BİR
ŞEYLER OLDUĞUNA
İNANIP AKIŞTA
KALMAK,
BENİM HAYAT
FELSEFEM.
AYRICA, MÜMKÜN
OLABİLDİĞİ KADAR
ANIN TADINI
ÇIKARTMAYA
ÇALIŞIYORUM.”
TUBA OSKAN
Çiçek Tasarımcısı
Türkiye’de turizm sektörünün oluşmasına
katkıda bulunan anne ve babası sayesinde
Tuba Oskan da uzun yıllar aynı sektörde
yer almış. Oğlu dünyaya geldikten sonra
her ne kadar acenta hayatına geri dönmeyi
denese de aslında hiç masa başına dönmek
istemediğini ve mutlaka elleriyle bir şeyler
üretmek istediğini fark etmiş. Ayrıca, hep
annesini yeniden yaşatacak bir iş de yapmak
istemiş. Böyle bir işin ne olabileceğini
düşünürken Kasım 2013’te kendini çiçek
tasarımcısı olmak üzere Londra’da bir
okulda bulmuş. Onu bir şekilde çocukluğuna
bağlayan bu keyifli sürecin hobi olarak
kalmaması amacıyla da 2014’de kendi
atölyesini açmış. Oskan ile kış bahçesinde bir
araya geldik:
“Bu mesleği seçmeme en büyük etken,
erken yaşta kaybettiğim annemi bir şekilde
kendi dünyamda yaşatmak istemem oldu.
Kendisi İsveç’de büyümüş bir Avusturya’lı
olarak evimizden canlı çiçekleri asla eksik
etmezdi ve aklınıza gelebilecek bir sürü
tuhaf doğal malzemeyi hem dekorasyonda,
hem de davet sofralarında kullanmaktan
hiç çekinmezdi. Dolayısıyla oldukça renkli
ve keyifli bir ev ortamı içerisinde büyüdüm.
Yılbaşı dekorasyonları ve davet sofraları ile
yoğun geçen bir aralık ayını geride bıraktım.
Yeni sene itibarıyla gündemimde uzun
zamandır kapalı kapılar ardında yürüttüğüm
atölye çalışmalarımı biraz daha gün yüzüne
çıkartmak üzere planladığım vitrin açma ve
bir dükkan konsepti yaratma çalışmalarım
var.” Bu evi ilk gezdiğim gün mutfağın hemen
yanında ağaçlar altında yer alan bu gizli
bahçeyi daha çok kullanmak gerektiğini
düşündüm. Bunun için de en kolay yol tamamı
cam olan bir kış bahçesi yaratmak fikriydi.
Burası bana sabah erken güne başlamak için
doğayı da kucaklayarak kendimle başbaşa
kalabildiğim keyifli bir sığınak oldu. Benim
için buranın önemi, bir ağacın yanı başında
olması. Tavanın dökülen yapraklardan ve
yağmur sularından sürekli kirli görüneceğini
belirterek birçok kişi buzlu cam olmasını
ya da tavana perde yaptırmamı tavsiye
etti ancak ben özellikle çatının üzerine
doğru uzanan dalları görmek istediğimden
şeffaf cam tavan olmasını tercih ettim. Aynı
ağacın gövdesinden göğe uzanan dallarını,
yaprakların renk değiştirmesini, dökülmesini
ve yeniden filizlenmesini yakından izlemek
doğanın varlığına ve mucizelerine şükretmek
için en güzel sebeplerden birisi. Burayı evin
hem ön bahçesine, hem de arka bahçesine
hakim bir konumda, mutfaktan direkt çıkışı
olması nedeniyle kış bahçesi imalatı yapan bir
firma ile anlaşıp kendim planladım.
Dekorasyon da bana ait. Benim için öncelikle
konforu çok önemli olduğundan çok
özel bir dekorasyon çalışması yapılmadı.
Daha önceki evimde kullandığım en rahat
koltuğumu yerleştirip keyifli bir ham ahşap
masa arayışına girdim. Dekorasyon yalın
ve doğal oldu. Hedefim, sabah kahvemi
yudumlarken evin etrafındaki bitki örtüsünün
keyfini mümkün olan en konforlu ortamda
çıkartmaktı. Buradaki vazgeçilmezlerim
ise kitaplarım ve müzik sistemim oldu.
Dekorasyonun hayatımdaki yeri, annemle
yaşadığım o çok şık ve rafine ama bir o kadar
da renkli çocukluk dönemime beni götürdüğü
için hep önemlidir.”
hillsider 75/78
D.SCHOOL VE BERNARD ROTH
Yazı: Nihan Vural
Fotoğraflar: Bernard Roth
11
Bernard Roth
TASARIM DEYİNCE,
ARTIK AKLIMIZA
2005 YILINDA
STANFORD’DA
KURULAN, YENİLİKÇİ
YAKLAŞIMLARI
İLE KISA SÜREDE
GÖZDE TASARIM
OKULLARINDAN
BİRİNE DÖNÜŞEN
D.SCHOOL GELİYOR.
Bernard Roth’u Stanford Üniversitesi’nde ziyaret ettiğimde Noel zamanıydı.
Kaliforniya’nın yumuşak iklimi insanın kış kavramıyla adeta dalga geçiyordu.
San Francisco’da yaşanan bayram vaktinin tatlı telaşı, Palo Alto’da yerini
sessizliğe bırakmış; üniversite kampüsü adeta terk edilmişti.
Stanford Üniversitesi’nin kuruluşu, Sultan Abdülhamid’in kurduğu
Şişli Etfal Hastanesi’nin hikayesini andırıyor; kimi zaman bazı şeylerin yokluğu
hayırlı olaylara vesile oluyor. 19. yüzyılda Doğu yakasını Batı yakasına bağlayan,
demiryolu inşaatı ile servet yapan senatör Leland Stanford, biricik oğlunu
tifüsten kaybedince “Kaliforniya’nın bütün çocukları bizimdir” diyerek iyi ve
ücretsiz eğitim sunacak bir üniversite kurmuş, çiftliklerinin yer aldığı araziyi ise
oğlunun ismini yaşatacak bu üniversiteye bağışlamış. O günden bugüne,
her şey gibi Stanford da değişmiş tabii.
ŞİMDİ D.SCHOOL ZAMANI!
Tasarım deyince, artık aklımıza 2005 yılında Stanford’da kurulan, yenilikçi
yaklaşımları ile kısa sürede gözde tasarım okullarından birine dönüşen d.school
geliyor. Geçtiğimiz yıl, Mühendislik, Tıp, İşletme gibi bölümlerden binin
üzerinde lisans, lisansüstü ve doktora öğrencisinin programda sunulan
42 dersten birini almış olması, d.school’un nasıl hızla büyüdüğünün kanıtı.
Wall Street Journal’ın d.school üzerine yazısına attığı “İşletme Okulu'nu
unutun! Şimdi Tasarım Okulu zamanı!” başlığı boşuna değil hani!
Hazır Stanford’da Bernard Roth ile tanışmışken d.school’u önce ona sormak
lazım. Bu arada, d.school küçük harflerle yazılıyor; felsefesini yansıtan bir
fontu bile var. Akademik Direktör ve aynı zamanda kurucularından olan
Roth, d.school’un kuruluş hikayesini anlatmaya, Makina Mühendisliği ile
Güzel Sanat Bölümü’nün ortak programı Ürün Tasarımı dersinin açıldığı 1962
yılından başlıyor. 2000 yılına geldiklerinde ise, ürün tasarımıyla ilişkili olmayan
alanlarda da bu derste geliştirmiş oldukları “yaparak öğrenme” metotlarını
uygulayacak bir program ihtiyacı beliriyor. 7 kişilik bir profesör grubunun bütün
bölümlerden öğrencilere sunabilecekleri bir program oluşturmaya yönelik fikir
teatileri 2003 yılında açtıkları ilk dersle neticeleniyor. Enstitü’ye ismini veren,
yazılım şirketi sahibi Hasso Plattner’ın, Bu Enstitü'yü kuracak fonlara katkıda
bulunmasıyla nam-ı diğer d. school 2005 yılında hayata geçiriliyor.
BU TASARIMCI DÜŞÜNCE,
HEPİMİZİN İÇİNDEKİ
YARATICI ÇOCUĞU ORTAYA
ÇIKARMAYA AZİMLİ
BİR FELSEFE!
d.school, somut bir mekan olduğu kadar, aynı
zamanda bir zihniyet, bir topluluk olarak da
tanımlanıyor. Yani, siz de bir gün bir d.school
açabilirsiniz. Gerçek hayatta karşılaştığımız
problemler üzerine çalışarak öğrenme, d.
school derslerinin temelini oluşturuyor.
Roth, başarı kaydeden proje temelli dersler
sayesinde onlarca yeni şirketin kurulmasının
yanı sıra, öğrencilerin uyguladığı çözümlerle
tahminen yüz milyondan fazla insanın yaşam
kalitesini iyileştirdiklerini ifade ediyor. d.
school’u diğer tasarım okullarından farklı
kılan şey ne peki? Yenilikçi yaklaşımları mı?
Grup odaklı çalışmaları mı? Takım halinde
verilen dersler mi? Disiplinlerarası kurulan
köprüler mi? Deneyselliğe, risk almaya
ve başarısız olmaya alan açan esnekliği
mi? Dayanışma içeren çalışma modeli mi?
Yoksa hepsi birden mi? Her şeyden önce,
geleneksel anlamda ürün tasarımına
odaklanmak yerine, özellikle insan
merkezli tasarım ile yeni bir çığır açtığını
vurgulamak gerek! Tasarlanan şey bir ürün,
bir eğitim veya sağlık hizmeti, hatta bir
kurumda bekleme süreci bile olabilir.
TASARIMCI DÜŞÜNCE
d. school’un öğretilerinin çekirdeğini
oluşturan “Tasarımcı Düşünce” yaratıcı bir
şekilde problem çözebilmek için önerilen
bir metodoloji. Tasarımcı düşünce; empati
kurma, sorunu tanımlama, tasavvur
etme, prototip çıkarma ve test edip geri
bildirim alma üzerinden ilerleyen bir
yaratıcı süreç olarak tanımlanıyor. Bu
prensipler, artık sadece ürün tasarımında
değil, yaşamda karşılaştığımız her türlü
sorunda, kişisel gelişimimiz için kendi
hayatımızda, insan ilişkilerimizde ve grup
çalışmalarında uygulanıyor: eğitim alanında
çalışan bir öğretmen, sağlık alanında görevli
bir hizmetli, hatta kurumsal hayatta bir patron
olarak bunlardan faydalanabilirsiniz. Her
alana tezahür eden ve her alandan beslenen
bütüncül bir yaklaşımı sayesinde problemlere
farklı bakış açıları ve çözümler getirmeyi
başarıyor. Bu tasarımcı düşünce, hepimizin
içindeki yaratıcı çocuğu ortaya çıkarmaya
azimli bir felsefe!
BAŞARMA ALIŞKANLIĞI
Bernard Roth, 60’lardan bu yana Stanford’da
ders veren mühendis kökenli bir eğitimci;
Robot biliminde ve Kinematik’te önemli bir
isim. “Toplumdaki Tasarımcı” ismini taşıyan
tasarım dersi, dünyanın birçok yerinde farklı
kesimlerden dinleyicilere verdiği Creativity
Workshop’u, kurucularından olduğu
d.school’u bu yılların bilgi birikimini ve hayat
deneyimini aktarmaya yetmez ki, oturur bir
de Başarma Alışkanlığı ismini verdiği bir kitap
yazar. 2016 yılında yayınlanan, Tasarımcı
Düşünce ilkelerini kullanarak başarıyı gündelik
hayatımızda bir alışkanlık haline getirme
amacı güden kitap, ne şanslıyız ki Gamze
Sart’ın çevirisi ile Türkçe’ye kazandırılarak
Nobel Yaşam Yayınevi’nden çıktı.
Roth, Tasarımcı Düşünce prensiplerini,
Başarma Alışkanlığı kitabında bir adım daha
öteye taşıyor ve toplumsal ihtiyaçlarımızı
gidermede kullandığımız metotları acaba
kişisel gelişimi desteklemek için kullanabilir
miyiz diye soruyor. Hayatımıza zaten çoğu kez
bir proje gibi bakmıyor muyuz? Yaratıcılığı bir
süreç olarak tanımlarsak, bu süreci verimli
ve etkin kullanabilirsek; hayatımızı baştan
yaratır, daha anlamlı, daha verimli, daha
tatminkar bir hayat kurmaz mıyız?
Kitap, Toplumdaki Tasarımcı dersinde
her öğrencinin kendi seçtiği bir proje ile
başlıyor; öğrenciler hep yapmak istedikleri
fakat gerçekleştiremedikleri bir projelerini
gerçekleştirecekler! Bu bir radyo programı
sunmak bile olabilir.
Çünkü Roth, yaşadığımız deneyimlerin
bizi dönüştürdüğünü, bir daha aynı
insan olmadığımızı söylüyor! Yaratıcı
özgüvenimiz yerine gelince, hem bakış
açımız, hem de dünyada bıraktığımız
iz değişiyor. Haklı, değil mi?
Bütün dertlerimize çarelerin paketlenip
satıldığı New Age düzeninde, kişisel gelişim
kitapları temcit pilavı gibi aynı kakafoniyi
yarattığında insan samimi tavsiyeler
bulabileceğinden şüpheye düşüyor. Roth’un
“Networking yapmak yerine gerçek
ilişkiler kurun; arkadaşlarla işe girilmez
lafına kulak asmayın; arkadaşlarınıza
borç vererek destek olduğunuzda illa da
dostluklarınızı kaybedeceksiniz diye bir şey
yok” diyen sesini duyunca da elbette şaşırıyor.
Bu reçeteler her derde derman mı? Elbette,
hillsider 79
12
idame etme hali… Bu, tabii, hayatımızın ve
ilişkilerimizin zor taraflarını idare edebilmek
için ustalık geliştirmeyi gerektiriyor. Bize
olumlu geri dönüşü olan ve bizi meşgul eden
bir yaşam gailesi bulmayı içeriyor. Eğer doğru
yoldaysak, zaman zaman önemli derecede
çaba sarf etmemiz gerekse bile, yaşam
yıpratıcı olmaz.
TASARIMCI DÜŞÜNCE;
EMPATI KURMA,
SORUNU TANIMLAMA,
TASAVVUR ETME,
PROTOTIP ÇIKARMA
VE TEST EDIP GERI
BILDIRIM ALMA
ÜZERINDEN ILERLEYEN
BIR YARATICI
SÜREÇ OLARAK
TANIMLANIYOR.
hayır! Roth’un en çok insan davranışının
belirsizliğini, insan deneyiminin şablona
sığmaz bilgeliğini göz ardı etmeyen
yaklaşımını sevdim.
“Benim en temel endişem,
bilimsel doğruluk iddialarında
ısrarcı olduğumuzda, kişisel bilgelik
kaynaklarının değerini düşürüyor;
bunları göz ardı ediyor olmamız”,
diyor. Bir eğitimciden bunu duymak
öyle değerli ki…
Kitabını ikinci kez devirdiğimde,
sınıfta olmayı, öğretmenliği özlediğimi
fark ediyorum. d.school’un eğitimde
disiplinlerarası bir yaklaşım benimsemesi,
eğitim kavramına yeni ve bütüncül bir soluk
kazandırıyor. Eğitim anlayışımızı gerçek
hayattaki sorunlarımızı çözümlemek üzere
tekrardan şekillendirmek kulağa hayal
gibi gelmiyor mu? Aklımda fırıl fırıl sorular
dönüyordu, ben sordum; Roth da beni
kırmadı cevapladı.
KEŞKE DEMEMEK İÇİN…
HADİ YAPALIM!
I. “Başarı” çağımızın en gözde
kavramlarından biri. Kitabınız
“Başarma Alışkanlığı” bağlamında
kastettiğiniz başarının tanımı nedir?
Başarı ve başarmak ile kastettiğim şey,
varoluşsal anlamda iyi bir hayat sürmek.
Kitabımda, başarmayı nasıl tanımlıyorum?
İyi bir hayat sürmek, yani içimizdeki yaşam
enerjisini besleyecek tatminkar bir hayat
II. Başarı Alışkanlığı,
bir kişisel gelişim kitabı mı?
Evet, kişisel gelişim kitabı diyebilirim.
Kitap okuyucuya davranışlarını ve dünya
görüşünü değiştirmek için birçok yöntem
sunuyor. Okuyucularım, özellikle, sıkışmış
hissettiklerinde problemlerini çözmede
onlara yardımcı olacak faydalı yollar
bulduklarını, bir iş halletmelerine engel
oluşturan bahane yaratma mekanizmasını
nasıl bertaraf ettiklerini fark ettiklerini ve bir
şeyi aslında yapmakla denemek arasındaki
farkı deneyimlediklerini ifade ediyorlar.
III. Yaratıcı tasarım ilkeleri,
kimlerin hayatına nasıl dokundu?
Kitabımda d. school'un çok başarılı
projelerinden bazılarını aktardım. Özellikle,
Erişilebilir Tasarım sınıfının iki kayda değer
projesi var: Biri, kar amacı güden d. light
isimli bir şirketin, güneş enerjisi ile çalışan,
uygun fiyatlı LED lambalar üretmesi. İkincisi
de, Embrace isimli kar amacı gütmeyen
bir şirketin, prematüre bebekleri elektriğe
ihtiyaç duymaksızın sıcak ve hayatta
tutmanın bir çözümünü bulmaları. Benim
kişisel favorim ise, yoksul insanların
bankacılık hizmetlerine erişimini sağlayan
Juntos Finanzas şirketi, ki onun da oluşumu
benim Dönüşümcü Tasarım dersime dayanır.
IV. d. school'un dalgaları İstanbul’a
kadar ulaştı mı?
Türkiye’den gelen bir d.school öğrencimizle
çok gurur duyuyorum. Kerem Alper,
Stanford’da henüz öğrenciyken, ATÖLYE’yi
hayata geçiren fikirleri oluşturmuştu. ATÖLYE
yalnızca etkinliklere ev sahipliği yapan
bir mekan değil, bir Tasarım Stüdyosu,
Yaratıcı Platform ve Akademi'den oluşan bir
organizasyon. Restore edilmiş, tarihi Bomonti
Bira Fabrikası’nda yer alan Bomontiada’da
kurduğu mekanı İstanbul’u son ziyaretimde
gezme fırsatım oldu. Kurduğu mekan, bana
d.school’u anımsattı ve orada bir saatlik
seminer verirken kendimi evimde hissettim.
PINAR BİRİM 12/1
BRUNO CATALANO 12/2
INSTAGRAM CREATORS 12/3
MARINA ABRAMOVIÇ 12/ 4
UNPUBLISHED / MERVE MORKOÇ 12/ 5
hillsider 80/84
12/1
MİLLİYET, CİNSİYET, IRK, DİN,
TİTR VE KENDİMIZLE İLGİLİ
YÜKLEDİĞİMİZ ANLAMLARIN
HİÇBİRİNE İNANMAYAN BİRİSİ
PINAR BİRIM. ONU BİRKAÇ
KELİMEYLE ÖZETLEMEK ÇOK
ZOR ÇÜNKÜ O, HER GÜN EVRİLİP
DEĞİŞTİĞİNİ DÜŞÜNÜYOR.
HERKES GİBİ ONUN DA BİR YOLU
VAR. MEDİTASYON VE YOGA
YAPIYOR, ESKİ BiR KAYKAYCI,
GRAFİTİ BOYUYOR VE İKİ KIZ
ÇOCUK ANNESİ OLARAK HALA
BÜYÜMEYENLERDEN…
GRAFİK TASARIM ONUN MESLEĞİ
VE ŞİMDİ SANATINI ÖZGÜRCE
ÜRETİYOR. SÖZ KONUSU
GERÇEK BİR YETENEK OLUNCA,
MERAK ETTİKLERİMİZİ ART ARDA
SIRALADIK PINAR’A…
Rana Korgül: Pınar Birim nasıl bir insan?
Pınar Birim: Kendimi anlatırken tarafsız olmaya
çalışacağım ama kendi tarafımdan anlatacağım için
pek de tarafsız olmayacak. Kendimi tek kelimeyle
anlatmam gerekseydi, ‘özgür’ diye anlatırdım.
Kelimeler de aslında bizi sınırlayan anlamları
yüklememize sebep oluyor biraz. O yüzden kendimi
anlatırken inanılmaz zorlanıyorum. Belki bu yazı
yayınlandığında kendimle ilgili bambaşka fikirlerim
ve aydınlanmalarım olacak…
Röportaj: Rana Korgül
ranakorgul@gmail.com
Fotoğraflar: Ekin Özbiçer
Grafik tasarımcı ve ressam olmaya hayatın
hangi noktasında karar verdin?
Sanat ve tasarım arasındaki etkileşimden
bahseder misin?
İşte tam da bunu demek istedim. Kendimizi
ressam, sanatçı, tasarımcı, yönetici, bakkal,
deniz fenercisi gibi ünvanlarla sınırladığımız
zaman yapmak istediğimizden ya da
özümüz olandan uzaklaşıyoruz. Hayatımın
hangi noktasında buna karar verdim
hatırlamıyorum çünkü kendimi bildiğim ve
hatırladığım kadarıyla bu hiç değişmedi. Lise
yıllarımda bir Punk grubum vardı, Headache
isimli. Onun afişlerini yaparak işe başladım
diyebilirim. Üniversite sınavlarına girme
zamanı gelince de Mimar Sinan’ı ziyaret
ettim, kütüphanesine girdim ve manzarayla
büyülendim! ‘Ben burada grafik tasarım
okuyacağım!’ dedim.
Emindim ve nerdeyse parmağımı
kıpırdatmadan kazandım. Şans, inanç,
yetenek, ne derseniz deyin! Ama Güzel
Sanatlar mezunu olunca zaten sanat
beraberinde geliyor. Sonrasında Londra’da
yüksek lisans yaptım. Grafik Tasarım /
Reklam / Kurumsal Kimlik tasarımı yapmak
hepsinin birleştiği ortak noktada sanat var,
görsellik var, form var, renk var, ruh var ve
empati var. Bunlar olmadan bir markanın
iletişim kurması imkansız. Sanat dediğimiz
de aslında bir iletişimden ibaret. İzleyiciyle
iletişim kuran bir üründen bahsediyoruz. Bu
bir pisuvar da olabilir, bir dans gösterisi de.
Sanat, bir ifade şekli aslında. Benim yaptığım
iş de bu. Hislerim ifadeden geçiyor tamamen.
Bir marka için yaptığım zaman tasarım
oluyor, kendimi ve bir fikri ifade için yaptığım
zaman sanat oluyor. Bence farklı değiller.
Sanat ve tasarım diye ayırt edemiyorum.
O çizgi iyice bulanıklaşıyor bence
günümüzde. Leonardo da Vinci için bir tane
ünvan yeterli mi sizce? Heykeltraş, filozof,
sanatçı, mimar, mühendis... Kendimi onunla
kıyaslamıyorum tabii ki ama ne olduğum, ne
olmayacağım anlamına da gelmiyor. Bunun
için önümde uzun bir yol var. Sadece yolun
bir yerlerindeyim. Seviyorum sürprizleri...
Önümüz bilinmezlerle dolu…
Çocukluğun nasıl geçti? Bu mesleği
seçmenin sinyallerini veriyor muydu?
Çocukluğumu dolu dolu yaşadığımı
düşüyorum. Ama ben hala büyüyünce ne
olacağımı bilmiyorum ki… Tasarımcıyım ya
da ressamım diyemiyorum. Pınar Birim’im
demem daha doğru!
Peki, biraz aileni anlatır mısın bize?
Sorsak herkesin aile hayatı birbirinden
bambaşkadır ama bizdeki hiçbir
arkadaşımınki gibi değildi. Babam çiftçi,
annem yönetici. Çok farklı iki karakter.
Bence onlar farkında olmasa da üzerimdeki
etkileri büyük. Babam karikatür çizerdi,
farklı bir espri anlayışı ve hayata yaklaşımı
var. Babam, sabah işe giden, akşam gelen
bir baba figurü değildi. Annem işe giderdi
ve babam yemek yapardı. Bence sistem
içinde olmayan bir yapıda işlerimi yapmamın
sebebi bu olabilir. Ağabeyim çok yetenekli,
heykeller yapıyor ama kendi çapında…
Renkli bir aile olduğunuz kesin!
Doğal yeteneklerin neler?
Sanırım benim yeteneğim, istediğim şeye
odaklanıp onu gerçekleştirebilmem. Galiba
meditasyonun da etkisi var.
İşlerinde daha çok hangi konulara
odaklanıyorsun?
Hayatın kendisinden etkilenmemek
imkansız. İşlediğim konular, en çok ben
ve yaşadıklarım. Belki biraz feminist ama
kadınlar ve ilişkiler. Şu aralar oturduğum
kafelerdeki yan masaların dialoglarını
dinleyip onları resimliyorum. Bir anda
hiç bilmediğim hayatlara götürüyor beni.
Yargılamadan, yorumsuz. Bununla ilgili
bir kitap yapmak istiyorum, biraz daha
birikmeleri lazım. Çoğu zaman da akışına
bırakıyorum. İşlerimde sadece malzeme ve
renklere karar veriyorum. Form kendiliğinden
oluşuyor. Resimlerimdeki yazılar ise o sırada
dinlediğim HipHop şarkıların sözleri…
Özgür ruhun burada da kendini
gösterıyor…Son sergilerin hakkında
bilgi verir misin?
Dediğim gibi malzemeyi seçmek önemli,
benim için. Aynı tasarım yapmak gibi.
O yüzden birikim ve oluşum süreçlerini
ayrıştıramıyorum. Son sergim, Şişhane’deki
Goba Art & Design’daydı. Yeni bitti. Bu
sergide sadece kağıt işleri sergiledim ve
kağıtları gramajına göre sattım. İşlerimi
fiyatlandırmak benim için en zor kısmı. Bir
önce başlayan, hatta Ocak sonuna kadar
devam ediyor, Andy Warhol sergisinde ise
metreyle sanat eseri satıyorum. Yaklaşık 200
metre kumaş boyadım. Döşemelik kumaş alır
gibi rulo rulo kumaşlardan istediğiniz kadar
metreyi alıyorsunuz.
Sanatının arkasında yatan düşünceyi
nasıl anlatabilirsin?
Sanatın her eve, her odaya girmesini
hedefliyorum. Herkesin evinde imzalı bir
iş olmalı. İnsanlar buna küçücük bile olsa
bütçe ayırmalılar. O yüzden sanatın müzelere
ve galerilere değil, sokaklara taşmasını da
seviyorum. Bazen spreyimi alıp sokakta bir
hafriyatı boyamayı veriyorum. Su tanklarını
boyuyorum. Görenler Belediye’yi arayıp eseri
koruma altına almak istiyor. Ama aslında
akşama kadar hafriyat kamyonuyla çöpe
gitmiş oluyor. Hiçbir şey kalıcı değil ki...
Louvre Müzesi’ndeki eserler de bir çakmak
çakmayla yanabilir. Eser kalıcı olunca
daha kıymetli oluyor diye bir durum söz
konusu değil. O yüzden sokakta bulduğum
çekmecileri de sanat eserine çevirebiliyorum.
Bir Ikea kutusu da benim için tuval olabiliyor.
Sanatı sınırlandırmak bana göre değil…
Dolayısıyla işlerinde renkler, desenler ve
figürler baya özgür diyebilir miyiz?
Renkler bence çok özgür değiller çünkü
seçilen, tasarlanan bir renk paleti
kullanıyoruz. Satın aldığımız malzemeyi,
dükkanların seçtiği renkler içinden seçiyoruz.
Doğa kadar özgür değiller ama ben elimden
geldiğince her seferinde yeni renkler, yeni
malzemeler denemeye çalışıyorum. Figürleri
akışına bırakıyorum. Desenler kendiliğinden
oluşuyor. Tesadüflerin birleşmesinden
figürler ve resimler oluşuyor.
Çizim yaparken nasıl çalışıyorsun?
Resimlerinde yaklaşım, renk,
teknik açıdan izlediğin bir yol var mı?
Eğer duvar resmi yapmıyorsam, ne malzeme
olursa olsun, yere sererek yapıyorum.
Büyük çalışmayı seviyorum. Sokaklardan
topladığım parke parçaları da bana bir eser
için tuval olabiliyor. Farklı malzemeleri
karıştırmayı seviyorum.
HİÇ BİR KONUDA TUTUCU
DEĞİLİM. HAYATTA OLDUĞU
GİBİ RESİM YAPARKEN DE
YENİLİKLERE AÇIĞIM.
Bugün akrilik, yarın suluboya ve sonraki
gün pastel yanında yağlı boya, sprey, ne
aklıma gelirse kullanıyorum. Resim yaptığımı
duyunca insanlar yağlı boya mı diye
soruyorlar. Benim en cevap veremediğim
soru bu oluyor. Malzemenin bir önemi yok!
Resmin hissettirdiği önemli aslında... Tarzım,
kendiliğinden gelişiyor, pratik yaptıkça her
şey iyileşiyor. Ve tabii ki inanmak, işin başı...
Doğaçlama üretimlerin ortaya çıkıyor
demek… Evet, yaptığına inanmak en
önemlisi… Çizerken neler hissettiğinden
bahseder misin?
İşte tam da bundan bahsediyorum. Benim
neye inandığım, ne düşündüğüm tamamen
resme yansıyor. Her çizdiğim resimdeki
anımı hatırlıyorum. Onların dili olsa da
konuşsa mı denir, ne denir bilmiyorum.
Anda kalmak benim için tamamen resim
yapmaktan geçiyor. Nefes aldığımı hissetmek
gibi... Çizemediğim bir hayat düşünmek bile
istemiyorum. Gözlerim falan doluyor.
Yaratıcılığını nelerle besliyorsun?
Çocuklar beni çok aydınlatıyor. Olmaya
çalıştığım ruh hali tamamen onlar.
Günüme yoga yaparak başlarım. Çalışırken
Mevlana’nın sözlerini ve rahatlatıcı mantralar
dinlerim. Gençken kaykay yapardım, kaykay
kültürü beni ben yapan hayatımın mihenk
taşlarındandır diyebilirim. Grafik tasarımın
hayatımda çok önemli ve ilham veren bir
yeri var. Tasarım, benim sanatımı besliyor;
sanatım da tasarımımı… Sanatçıların
eserlerinden çok, yaşam tarzlarını ve
kafalarının çalışma şekillerini merak
ediyorum. Eğer kişi söylemem gerekirse de
Marcel Duchamp hayatımda en etkilendiğim
sanatçıdır.
Kızlarınla aran iyidir tahminimce…
Kızlarım bana ilham veriyor. Onlarla anne-kız
ilişkisi değil, arkadaş ilişkisi içindeyiz. Çok
şanslıyım! Harika, bilge ve yaratıcı çocuklar…
Her söyledikleri beni derinden etkiliyor. Çok
aydınlanıyorum onlarla. Bana soruyorlar
‘İki çocuk ve işler nasıl yetişiyorsun?’ diye.
Kızlarımın enerjisi beni yükseltiyor. Onlar
olmadan olmuyor asıl. İyiki hayatımda varlar.
İyiki anneleri olarak beni seçmişler!
Farklı bir bakış açısı daha!
Seyahat etmeyi sevmeyen yoktur.
Seyahatler seni nasıl etkiliyor?
Çok gezerim. Alıp başımı giderim.
Çocuklarımın biri 5, biri 3 yaşındaydı kafama
esti ve üç hafta tek başıma Arjantin’e gittim.
Patagonia’da günlerce tek başıma yürüdüm.
Doğa beni aydınlatıyor, bana ilham veriyor.
Çok büyük etkisi var işlerime. Şehirde uzun
süre kalamıyorum. Mutlaka toprağa basmam
lazım. Altı sene Londra’da yaşadım. Aynı
zamanda İngiliz vatandaşıyım ama soğuk
ülkeler şehirler ve kalabalık bana göre değil.
Seyehatlerimi doğada sakinlikte olmak
üzerine planlıyorum. Çadır, dağ, karavan,
doğada uyanmak benim için hayatın bir
parçası. Tatile çıkmıyorum. Tatile çıkmak
kavramı garibime gidiyor. Zaten istediğim
zaman gidebilecekmiş gibi yaşıyorum. Hiçbir
şeyi beklemiyorum, hayatta istediklerimi
gerçekleştirmek için. Şu an dışında bir an
yok benim için. Neyse o... ‘Çocuklar büyüsün
de giderim. Şu sunum bitsin de yaparım.
Bayram gelsin gezerim!’ gibi planlar bana
göre değil. Kim biliyorki yarın burada mıyız?
Çok haklısın! Hayatı ertelememek gerek…
Seni bayadır takipteyiz. Mardin’e,
Alaçatı’ya ve Kosova’ya gittin.
Orada neler yaptın?
Mardin’e gönüllü olarak Mardin ve Şırnak
Güzel Sanatlar Liselerine destek amaçlı
atölye vermeye gittim. Daha sonra
oradaki çalışmalarımızı gören Alaçatı
Sanat Derneği bizi davet etti. Çeşme
Belediyesi’nin desteğiyle Mardinli ve Şırnaklı
öğrencileri Alaçatı’ya getirip çocuklarla
orada atölye çalışması yaptık. Harikaydı.
Öğrencilerin sonrasındaki mesajları göz
yaşartıcıydı. Benim için hayatımın en önemli
deneyimlerinden biriydi. Kosova’da
UBT Üniversitesi’nde ‘Branding’ dersi
veriyorum. Gençlerle olmak, çocuklarla vakit
geçirmek çok güzel!
Senin için işlerinde kendini ifade etmek
mi, yoksa onları izleyiciyle bir iletişim
kurması mı daha önemli?
İkisi de çok önemli. O işler ben olmasam
iletişim kuramaz. İletişim kurmasa benim için
hiçbir şey ifade etmez.
SANIRIM BENIM
YETENEĞIM,
ISTEDIĞIM ŞEYE
ODAKLANIP ONU
GERÇEKLEŞ-
TIREBILMEM.
GALIBA
MEDITASYONUN DA
ETKISI VAR.
Türkiye’deki sokak sanatından
biraz konuşalım...
Türkiye’de çok iyi sokak sanatçıları var.
Kaybid bunlardan bir tanesi. Çok yaratıcı,
fark yaratan işler yapan sanatçılar var. Şapka
çıkartıyorum. Ama sokak sanatının çıkış
noktası metrolar, trenler, metro istasyonları
olduğu için (daha sonra duvarlara taşıyor)
yeraltı dünyası çok olmayan bir şehir ve ülke
olan Türkiye’de genel olarak plastik sanatlara
olduğu gibi bu sanata da ilgi pek yok. Ama
ben bayılıyorum, sokaktaki yazılar bizim
ülkemizde çok komik.
Asıl benim ilgimi çeken, dünyanın başka
yerinde var mı bilmiyorum ama kamyon
arkası ve minibüs içi yazıları. En son bir
tanesi önünde fotoğrafım var, hatta.
‘İsteyene istediği kadar sevgi’ yazıyor ve
manzara resmi boyanmış bir kamyonet.
Çok güzel ifadeler bunlar. Başkaldırı var.
Her başkaldırının altında bir farkındalık var
bence. Bu da doğru yol!
SOKAKTA HAYAT VAR.
SOKAKTA YARATICILIK VAR.
SOKAKTA KESİN
SANAT VAR…
Bir sanatçı olarak ulaşmak istediğin
bir nokta var mı?
Var ama söyleyemeyeceğim.
İyiymiş…
Peki, çok yönlü olup farklı işler yapmak
dikkatini dağıtmıyor mu?
Kesinlikle hayır. Her işim birbirini besliyor.
İyi ki çok yönlüyüm.
Resim hakkında en sevdiğin şey nedir?
Evrensel ve cinsiyetsiz olması, lisanlar ve
kelimelerle sınırlanmaması, her izleyicinin
farklı yorumlaması, yanlışı ya da doğrusu
olmaması, yaşaması ve yaşatması...
Başarılı olma kriterin nedir?
‘Profesör oldum!’ demiştin…
Kosova’da bütün hocalara ‘Profesori’
deniyor. Ben de üniversitede ders verdiğim
için bana da öğrenciler ‘Profesori’ diyorlar.
Hoşuma gidiyor ama sadece bir ünvan.
Bir şey ifade etmiyor aslında. Sonuçta
ben benim, bir şey değişmedi. Başarı, bu
hayattaki mi? Yoksa ötesindekinden mi
bahsediyoruz? Bu hayattakiyse, yani fiziksel
dünyadan bahsediyorsak eğer, benim
için fayda sağlamak, ilham olmak, doğayı
korumak, gelecek nesillere örnek olacak
işler bırakmak. Ve aşkla yaşamak. Ama önce
kendini sevmek. Gerisi geliyor.
2020’nin senin için nasıl bir yıl olacağını
öngörüyorsun?
Ufff, ben bomba heyecanlıyım. Hislerim
iyi yönde…
Pozitif ve heyecanlı olman ne güzel!
Son söz olarak neler söylemek istersin?
Hayat benim için hiçbir zaman yaptığım
işlerden ibaret olmadı. Ben de işlerimden
ibaret değilim, aynı şekilde. Benim bu aralar
kendimi ifade şeklim, görsellik yani resim
yaparak oldu. Buna çok inandım. Ama asıl
önemli olan, yaptığım resim değil, yaptığım
işe inanmam. Ve işte insanların, yani
izleyicinin ilgilisini çeken bence bu. Sanatla
hayatın iç içe olması olanaksız değil. Kim
inandığı işi yapamaz ki? Kim baş koyduğu işte
başarılı olamaz ki? Bunu insanların anlaması
benim için çok önemli. İlham olmaksa eğer,
resim yapanlara ilham olmak değil, meselem.
Amacım, insanların kendine inanmasını
sağlamak. Buna vesile olduğunuz için size
ayrıca teşekkür etmek isterim.
Ben teşekkür ederim, bu keyifli sohbet
için, sevgili Pınar. Seni tanımak çok güzel!
www.pinarbirim.com
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Hayatında öncelik vermek istediğin
neler var şu günlerde?
Kendimden başka önceliğim yok. Her zaman
önce ben. Ben iyi olduğum sürece çocuklarım
da iyi. Ben iyi olunca, çevreme de faydalıyım.
Ben iyi olunca, dünyaya da zarar vermem.
Ben iyi olunca, bütün olabilirim…
hillsider 86/89
YARIM KALMIŞLIĞIN VE
GEZGİNLERİN TEMSİLCİSİ
12/2
ŞİMDİ GÖZLERİNİZİ KAPAYIN VE
GEÇTİĞİMİZ KASIM AYINDA,
HER DAİM MASALSI, YÜZEN
ŞEHİR VENEDİK’TE HAYRANLIK
VE HEYECAN İÇİNDE,
BÜYÜLENEREK GEZİNİYOR
OLDUĞUNUZU DÜŞLEYİN.
Kendinizi gondolla kanallarda veya film
festivalinde değil, Venedik’te gerçekleşen en
önemli etkinliklerden biri olan 58. Venedik
Bienali’nde hayal edin. Gezinirken biraz tarih,
biraz “fine dining”, biraz da estetik diyerek seyahat
programınızın bir parçası olarak sanat galerilerine
girip çıkmayı planlıyorsunuz, çünkü biliyorsunuz
ki bu seferki ziyaretiniz şehrin 58. Venedik Bienali
hali. Önce San Marco Meydanı’nda espressonuzu
yudumlarken kuşları seyrediyorsunuz. Sonra saat
kulesinin önünde bir fotoğraf çektiriyorsunuz. Sonra
gelato’nuzu yiyerek merak içinde saat kulesinden
biraz ileride bulunan Ravagnan Gallery’ye doğru
yürüyorsunuz. Ravagnan Gallery’nin kapısının
önünde duruyorsunuz. İlginizi çeken bir eseri fark
ediyorsunuz. İçeri doğru bir adım atıyorsunuz. Ve
işte! Tam o anda karşınıza çıkan Les Voyageurs’dan
(Gezginler) biri sayesinde Bruno Catalano ile artık
siz de tanışıyorsunuz. Aa ama belki de daha önce
2013’te Avrupa Kültür Başkenti seçilen Marsilya’ya
yolunuz düşmüştü ve Bruno taa 2013’de Marsilya’da
Les Voyageurs koleksiyonu ile eksik heykel
akımını şehre yaydığından beri zaten kendisinin
hayranıydınız. Tamam o zaman! Siz bir süre önce
‘Gezginler’le donatılmış Marsilya’nın, şimdi ise
Venedik’in en keyifli halinin tadını bu bienalde
doya doya çıkaranlardansınız.
Eser fotoğrafı kullanımı Ünlü & Co firması izni ile.
Yazı: Özlem Yücelener
Geçtiğimiz sene Bruno’nun Venedik Bienali
için şehre ayak basan bir grup gezgin olan
“Les Voyageurs”’ın en son parçalarından
otuz eser, Mayıs’tan Kasım’a kadar Venedik
şehri boyunca ziyaretçilere eşlik etti,
tiyatrodan kiliseye birçok noktada karşılarına
çıkıverdi. Siz denk gelemediyseniz de
üzülmeyin, bu yazımla Bruno’yu tanıyın
ve içinde koskocaman dünyalar taşıyan
‘Gezginler’e dair farkındalık kazanın
ve peşlerine düşüp ‘Gezginler’le başka
şehirlerde karşılaşın derim.
‘Gezginler’i şimdiye kadar fark etmemiş
veya Bruno’yu hiç duymamış olabilirsiniz
ama eminim şimdi söyleyeceğim bu deyimi
duyunca çok daha fazla şaşıracaksınız. Size
şimdiye kadar hiç kimse “Tuhaf zamanlarda
yaşayasın” demiş miydi? Dediyse zihninizde
ne belirmişti? Demediyse de kulağa beddua
gibi gelen bu deyimi Bienal’i takip edenleriniz
eminim ilk duyduğu andan itibaren bildi.
Bruno Catalano’nun yıldız sanatçılarından
olduğu, Ralph Rugoff’un küratörlüğünde ve
La Biennale di Venezia kurulundaki
Paolo Baratta başkanlığında gerçekleşen
58. Uluslararası Sanat Sergisi bu yıl tema
olarak sözde bir Çin deyimi olan ‘May You
Live In Interesting Times’ı (Tuhaf Zamanlarda
Yaşayasın!) benimsemişti. Daha doğrusu
58. Bienal’in kendi başına bir teması
olmayacaktı ama genel olarak sanata
yaklaşımı ve sanatın hem eleştirel hem de bir
keyif unsuru olarak sosyal fayda yaratmasını
vurgulayacaktı.
İlk kez 1930’da İngiliz siyasetçi Sir Austen
Chamberlain tarafından kullanılan bu
deyimin sonradan kendi ürettiği bir deyim
olduğu ortaya çıksa da uzun yıllar boyunca
benimsenerek kaotik ve kriz dolu zamanları
tarif etmeye yaramış. Rugoff’un Bienal’e bu
deyimi yakıştırmasının bir sebebi olarak,
sanatın tuhaf zamanlarda nasıl yaşanacağına
ve nasıl düşünüleceğine dair bir rehber
olacağına inanması görülüyordu. İşte tam da
bu bağlamda Bruno’nun görür görmez insanı
adeta çarpan, düşündüren, düşündürdüğü
kadar da hayran bırakan eserleri Bienal’in en
can alıcı parçalarındandı şüphesiz.
Eserlerde sizin de kendinizden bir parça
bulmanızın sebebi, heykellerin her birinin
elinde birer bavul taşıyan gezginler
olmasından öte, onların ayakları üzerinde
duran ve evleri valizleri olan özgür ruhlar
olması kesinlikle. Kendisine sorulduğunda
ise “Hepsine bakınca ise ortak olan tek
bir şey var; hepsi gururlular.” diyor bir
röportajında Bruno.
Bu gezginler aslında her biri içinde farklı bir
hikaye ve anlam barındırırken bir yandan da
birbiriyle bağlantılılar. En büyük özellikleri,
hepsinin “eksik” heykeller olmaları.
"EKSİK PARÇALAR”
BANA ÇOK ŞEY İFADE
EDİYOR; FAS’TAN
FRANSA’YA SÜRGÜN
OLMAMI, GERİDE ÜLKEMİ,
HER ŞEYİMİ BIRAKMAK
ZORUNDA OLMAMI,
KÖKÜMDEN SÖKÜLMEMİ
İFADE EDİYOR. AYNI
ZAMANDA HAYATIN
AKIŞINI VE ZAMANIN NASIL
YAŞAMLARIMIZA NÜFUS
ETTİĞİNİ SEMBOLİZE
EDİYOR. YAŞAMDAKİ
KAYIPLARIMIZI AMA
HER ŞEYE RAĞMEN AYAĞA
KALKIP YOLA DEVAM ETMEK
ZORUNDA OLDUĞUMUZU
İFADE EDİYOR."
Diyen Bruno’ya göre eksik parçalar yoldan
geçenlerin eseri gördükten sonra bir an için
bile olsa bir şeyleri sorgulamalarına sebep
oluyor. Gerçekten bir parçaları eksik miydi
yoksa geride bir şey mi bırakmışlardı da
eksik kalmışlardı? Konuya bu düşüncelerle
yaklaşınca Bruno’nun eserleri tamamlanmayı
bekleyen hikayeyi, görenlerin hayal gücüne
bırakıyor. Hatta bazı heykeller o kadar
belirsiz bir destekle duruyor ki, havada gibi
görünüyorlar; bu da onlara ruhani bir hava
veriyor ve onların sürreal görünmelerine
yol açıyor.
Les Voyageurs (Gezginler) koleksiyonu
ile eksik heykel akımını başlatan Bruno,
1960’da aslen Sicilyalı bir ailenin üçüncü
çocuğu olarak Fas’ta dünyaya gelmiş. O’nun
hikayesinde ve hayat görüşünde “geride
bırakma” küçük yaşlarda başlamış. Ailesiyle
birlikte Fransa’ya sürgüne gönderilirken
bile köklerini ve Fas’ı kaygı duymadan
bırakarak büyük şehri keşfetmek için oldukça
sabırsızlanabilmiş. Heykellerinin, kendisinin
Fas’tan gelirken sahip olduğu hatıraları ve
geleceğe dair umutlarını bavullarda getirişini
temsil ettiğini söylüyor.
Bu da onun hayat mottosunu, benim ise son
zamanlarda duyduğum en yerinde ve en
benimsediğim tabirlerden biri olan “İnsan
olmak seyyah olmaktır”ı neden ve nasıl
edindiğini oldukça iyi açıklıyor.
Uzun zaman boyunca farklı meslekler
deneyen Bruno, 30 yaşında heykeltıraşlığa
başlamış. Eserlerinin esas yankı bulması
ise 2005’te bir heykelinin Parisli bir galerici
tarafından keşfedilmesiyle başlıyor. Bu
dönüm noktasıyla birlikte, Bruno’nun
hünerleri de sanatının altında yatan yoğun
duygularla birlikte daha da gelişiyor.
Sürekli kayıp parçalarını arıyormuşçasına
hareket halinde olmayı temsil eden
heykellerin ise son dönemde yer buldukları
17. yüzyıldan kalma Teatro Goldoni veya
San Gallo kilisesi gibi Venedik’in tarihi
dokusuna çok yakıştığı gerçeğine dikkat
çekmeden geçmek olmazdı ama bu
heykelleri görmek için bu kadar uzağa
gitmemize gerek olmadığını da belirteyim.
‘Gezginler’in bir tanesi de Türkiye’de, sanata
ve sanatçıya değer veren isimlerden Şebnem
Kalyoncuoğlu Ünlü ve Mahmut Ünlü’nün
ofislerinde, diğer eserleriyle birlikte hemen
girişte sizi karşılıyor.
“Peki Bruno şu sıralar ne ile meşgul?”diye
merak ederseniz, kendisinin ismi bu yıl
bitmesi beklenen çok önemli ve değerli bir
projede anılıyor. 2017 senesinde Fransa Tenis
Federasyonu Başkanı Bernard Guiducelli
tarafından ilk kez açıklanan,
11 kez Roland Garros şampiyonu
Rafael Nadal’ı ölümsüzleştirmek için
Philippe Chatrier kortunun girişine yapılacak
heykel ile meşgul.
Ünlü Fransız heykeltıraş Jean Cardot’un
öncülüğünde; Bruno Catalano ve Elisabeth
Cibot tarafından Nadal’ın bir fotoğraf
karesinden esinlenerek yapılacak heykelinin
modeli sır gibi saklanıyor ama olur da
yolunuz bu Mayıs’ta Paris’e düşerse belki
Philippe Chatrier’in resmi açılışıyla birlikte
sevenlerinin karşısına çıkacak olan Nadal
heykelinin yanında bir de Bruno’nun
kendisini görme fırsatı bulursunuz. Madem
öyle, bu düşü şimdiden planlamayı
düşünmeli ve vakit gelince de yollara
düşmeli. Ne de olsa ne demişti sevgili Bruno;
“İnsan olmak seyyah olmaktır.”
hillsider 90/93
YENİ NESİL YARATICILAR:
12/3
Jess Wheeler
İNGİLİZCE EŞ ANLAMLILAR
SÖZLÜĞÜ THEASARUS’DA
“CREATOR” YAZINCA
SIRALANANLAR INSTAGRAM'IN
YENİ YARATICILARDAN
BEKLENTİSINİ ÖZETLER
NİTELİKTE.
Bundan tam 10 yıl önce Ekim 2010’da Instagram
telefon kullanıcıları ile ilk kez buluştuğunda içerik
dinamikleri bugünden çok farklıydı. Instagram’ın
yaratıcısı Kevin Systrom bile Instagram’da test
caption’ı ile paylaştığı ilk fotoğrafa şimdi dönüp
bakınca; “keşke biraz daha uğraşsaydım” diyor.
Bu platformun ilk zamanlarında, hayatlarımızda
olup bitenler ve gördüklerimiz arasında “paylaşmaya
değer” içerikleri karşımıza çıktıkça yüklüyorken,
şimdinin normali paylaşmaya değer anları yaratmak
ya da yaratmış gibi yapmak oldu. Artık günde 100
milyondan fazla fotoğraf ve videonun paylaşıldığı
bir platform olan Instagram sık sık gerçekleştirdiği
güncellemeler ile muhtemel rakiplerini bertaraf
etmeye çalışıyor.
Creators – yeni yaratıcılar da bunun bir örneği.
2019 yılı ekim ayında duyurduğu bu yeni profil
seçeneği ve hemen ardından gelen beğenilerin
kaldırıldığı duyurusu sürekliliği olan bir platform
olmak için gerekli bir adımmış gibi gözüküyor.
Freya Hollingbery
Yazı: İpek Edinçgil
Jess Wheeler
Nedir bu yeni yaratıcıların
alamet-i farikası?
İşletme ve kişisel hesaplara ilave olarak
başlayan Creators, Instagram’ın yarattığı
influncer kavramını geliştirecek bir araç
olarak ortaya çıktı. İlk bakışta sunduğu
imkanlar, gelişmiş analitik ve mesajlaşma
seçeneğindeki kolaylıklar gibi gözükse de,
Creators profillerinin hayata geçmesinin
asıl amacı Instagram’da üretilen içeriklerin
kalitesini artırmak ve içerik üreticilerini
desteklemek. Hem de takipçi sayısı
kısıtlamadan, isterseniz 10 bin isterseniz bin
ne kadar takipçiniz olduğundan bağımsız
olarak siz de kendinizi yeni yaratıcı olarak
tanımlayabilir ve kaliteli içerik üreticisi olma
yolunda adım atabilirsiniz. Bu noktada
Instagram’ın; bir yumurtanın 18 milyon
beğeni alması ile anılmaktansa, farklı
disiplinlerde yaratıcıların kullandığı ve kaliteli
içerik üretilen bir platfrom olarak anılmak
istemesini anlayabiliriz sanırım.
Instagram paylaşımları eskinin
kartpostallarının yerini aldı.
Suluboya resim yapan sanatçı Jess Wheeler
çocukluğundan beri seyahatlerinde yanında
taşıdığı suluboya seti ile tüm akrabalarına kendi
boyadığı kartları göndererek yıllar öncesinde
bir bakıma analog bir Instagram düzeni
kurmuş. Şimdi profesyonel olarak ürettikleri ile
insanların para verip almak istediği eserlerin
yaratıcısı. Sosyal medyada yeni yaratıcı olarak
paylaşım yapmanın farklarını sorduğumuzda;
Instagram’ın ürettiklerini paylaşmak için her
zaman iyi bir platform olduğunu belirtiyor.
Eserlerinin satışını sosyal medya üzerinden
yapmasa bile bu platformda eserlerini kendi
hayat hikayesi içinde paylaştığında başkalarına
ilham vermek onu heyecanlandırıyor.
Jess Wheeler Instgram’ın en sevdiği yanının
‘anlık’ olması olduğunu paylaşıyor. Web
sitesine yüklenen görsellerdeki gereklilikler
Instagram’da yok. Bir Creator olarak Instagram
Jess Wheeler için anlık bir mecra... Peki
negatif yanları yok mu? sorusunun cevabı beni
şaşırtmıyor: “Başka işlerle, farklı üreticilerin
yaptıklarına ve diğer hayatlarla kendini
karşılaştırmaya çok vakit harcıyorsun.
Sık sık kendime bu döngüden çıkmayı
hatırlatıyorum.” diyor.
Metal içecek kapakları ile bir dünya
İşleri ile sürdürülebilirlik konusuna dikkat
çeken sanatçı Freya Hollingbery ise metal
içecek kapaklarını kullanarak farklı eserler
yaratıyor. Uzaktan bakınca bir renk ahengi
oluşturan bu eserlerin yaklaştıkça yüzlerce
içecek kapağından oluştuğunu görmek
etkileyici. Eserlerini üretmeye başlamasını;
“Babamın biraya, annemin de geri dönüşüme
olan tutkusu…” diye açıklıyor. 7 yıl önce
bir arkadaşıyla birbirlerine ev yapımı noel
hediyeleri verme kararı ise, ürettiklerinin
başka biri için güzel bir hediye olabileceğini
fark etmesini sağlıyor.
İşte bu noktada ürettiklerini farklı insanlara
ulaştırma ihtiyacını Instagram tam anlamıyla
karşılıyor. Freya Hollingbery Instagram’ı,
gelişen yeni sanatçılar için çok verimli buluyor
ve bir creator olarak sadece kendi sesini
duyurmak için değil farklı sanatçıların iş yapış
süreçlerinden ilham almak ve öğrenmek için
de bu mecrayı kullandığını söylüyor.
Peki yaratıcılığını tetikleyen ne olmuş?
“Kapakların kendisi” diyor Freya Hollingbery.
Sanatı ile ilgili Kandinskiy’e bir gönderme
de yapıyor. “Sanat tarihi okurken
keşfettiği Kandinskiy’nin renklerin insan
duyguları üzerindeki etkisini savunması
onu çok etkilemiş ve ilgisini çekmiş. Yine
Kandinskiy’nin “sinestezi” olarak açıklanan,
duyulan müziğin belirli renkleri anımsatması
da sanatçıya ilham vermiş. Bu yüzden işlerini
üretirken olmazsa olmazı müzik.
Freya Hollingbery
Önemli olan nicelik değil niteliktir
Instagram ile ilgili yapılmış akademik
araştırmalara bakınca işlenen konuların
genellikle “akıl sağlığı, davranış psikolojisi,
kadın–erkek kullanıcı arasındaki farklar,
çocuk ve gençler üzerindeki etkiler” ile ilgili
olduğu çıkıyor. Üzerinde çalışılan konuların
insan psikolojisi üzerinde yoğunlaşması
Instagram’ın yakın zamanda aldığı beğenileri
kaldırma adımını açıklıyor.
Farklı disiplinlerde üretim yapan
sanatçılar beğenilerle ilgili ne düşünüyor?
Kurucularının amacı Instagram’ı bir fotoğraf
paylaşım platformu olmaktan çıkarıp,
onu görseller üzerinden iletişim kurabilen
bir medya şirketi yapmak. Creators yani
yeni yaratıcılar işlerini daha çok insana
duyurmak, işleri ile ilham vermek ve takip
edilmek istiyor.
Peki ya beğeni sayısı? İşleri Vogue gibi
uluslararası yayınlarda yer almış Jess
Wheeler beğeni konusuna pek de önem
vermediğini söylüyor. “Üzerinde günlerce
çalıştığım eserlerdense arabamın arka
koltuğunda yer alan çiçeklerin fotoğrafı çok
daha fazla ilgi görüp beğeni alıyor. İşte tam
da bu yüzden bu konuya çok kafa yorarsak
zarar verebileceğini düşünüyorum” diyor ve
ekliyor: “İçeriği paylaştığımız gün ve saatin
bile fark yarattığını artık hepimiz biliyoruz.
Bu yüzden beğeni sayısını kaldırmak içeriği
yüceltmek için iyi bir karar bence. “
Eserlerini üretmek için onu takip edenlerin
de katkısına ihtiyaç duyan Freya Hollingbery
beğeniye odaklı mutluluk hormonunun
tehlikesinden haberdar. Instagram’ı kişisel
değil ama bir sanatçı işlerini paylaşmak için
kullanıyorsa beğeni butonunu kaldırmak
ve sayılar dışında değerlendirilmek onu
motive edecektir” diyor. Yeni yaratıcılar
beğeni sayısının gizlenmesinin içerik ile ilgili
farkındalık artışı sağlayacağına inanıyor.
Freya Hollingbery
@dudewithsign
@Matt Taylor
@Freya Hollingbery
@Jess Wheeler
Instagram’ın hayatımıza soktuğu
yeni içerik türleri
Jess Wheeler
Creator olmak için mutlaka bir sanat
disiplini ile ilgilenmek gerekmiyor. Her
şey yapıldı, yeni bir içerik tipi bulmak
artık imkansız diye düşünürken hiç akla
gelmeyecek içerikler bir anda gruplarda
paylaşılmaya başlıyor, hatta taklitleri
türüyor. @dudewithsign hesabı bunun en
iyi örneklerinden. Bu profil, bir erkeğin
şehrin farklı yerlerinde günlük bazı olayları
protesto etmek için espirili bir dille yazdığı
mesajların fotoğraflarından oluşuyor.
Kağıt üstünde ne kadar ilgi çekici olabilir
ki diyeceğimiz bu içeriklerin paylaşıldığı
hesap, kısa sürede 2 milyon üzerine çıktı.
Instagram’ın yarattığı ve hayatımıza
giren bir diğer içerik türü ise “satisfying”
videoları. Ses, hamur, yemek, krema,
sabun gibi gibi farklı başlıkta binlerce
videoyu bulabileceğiniz bu hashtag altında
bir de 3D içerikler var. Geçmişte sadece
markaların farklı ihityaçları, oyunlar,
filmler için üretilen 3D tasarımlar şimdi
Instagram’da rahatlama aracı... Creator
Matt Taylor bu tarzda işlerini hesabı @
emty01’de paylaşıyor. Vücudumuzun bir
uzantısı haline gelen telefonlarımız varken
bir tütsü ile rahatlamayı düşünmek saçma
olurdu tabii.
Bana soru sor!
İşletmeler sosyal medya üzerinden ürün ya
da hizmetleri ile ilgili sık sık sorular alıyor.
Cevaplarına göre ya satışa dönüyor ya da
kullanıcının farklı bir üreticiye yönelmesi
ile konu sonlanıyor. Ama ‘Creator’lar için
durum farklı. Sosyal medyada kreatif
işlerini paylaşanlar yani yeni yaratıcılar
için Instagram, mesaj kutusuna da yenilik
getirdi. Creator hesabı olanlar bir e-mail
programı kullanıyor gibi mesajlarını
önceliklendirebilecek, takip ettiklerinden,
önceliklendirdiği hesaplardan ve diğer
hesaplardan olmak üzere sınıflandırma
yapabilecek.
Sulu boya sanatçıcı Jess Wheeler, en çok
bağımsız çalışmak isteyenlerden mesaj
aldığını belirtiyor. Onu en çok motive
eden ise projelerinde ona yardımcı
olmak isteyenlerden gelen mesajlar.
“Devamlılığı sağlamanın zor olduğu bu
kariyer yolculuğunda aynı yolda ilerleyen
ve bağımsız çalışan bir topluluğun varlığını
bilmek, sosyal medyanın bizi birbirimize
bağlayıp sınırları kaldırması harikulade bir
değer” diye ekliyor.
Freya Hollingbery’nin mesaj kutusu ise
“nasıl?” sorusu ile dolup taşıyor. Kapakları
nasıl bulduğu, nasıl temizlediği, nasıl bir
araya getirdiği en sık sorulan sorulardan.
Bu mecrada üretim yapanlar gelen
sorulardan içeriklerini şekillendirebilir
diye düşünen Freya Hollingbery, merakı
gidermek için artık süreçleri belgelemeye
ve bunu paylaşmaya başladığını söylüyor.
Ne paylaştığın değil
nasıl paylaştığın önemli.
Instagram’ı anlık bir mecra olduğu için
seven Jess Wheeler planlamaya çok
vakit ayırmadığını açıkça belirtiyor. Bu
mecrada anlatmak istediği hikayeyi işleri
ile yansıttığını düşünüyor, bu sebeple
paylaşımları zahmetsiz kategorisine
girecek cinsten. Kapakları sanat eserlerine
dönüştüren Freya Hollingbery ise eserlerini
oluştururken yaşadığı yolculuğu anlatmayı
seviyor. Eserlerini üretmek için kolektif
bir harekete ihtiyaç duyan Freya; “Beni
hiç tanımayan insanlar bile işlerimin
özel olması için bana dünyanın dört bir
yanından kapak gönderiyor. Sınırları
kaldıran bu mecra bence doğru kullanılırsa
eşsiz.” demeyi de atlamıyor.
hillsider 94/97
12/4
Performans sanatları denilince akla gelen müzik,
dans, opera ve bale gibi klasiklerdir. Tüm varlığıyla
‘insan’ olan bedenlerimiz, bizi tüm diğer canlılardan
ayıran yaratıcılık ve hayal gücü kabiliyetimizle sesten
müzik ve hareketten dans yaratabiliyor. Kadim
ve modern tarihin sayfalarına adını yazdıran pek
çok sanatçı, yeteneklerini daha önce eşi benzeri
görülmemiş bir şekilde benimseyen sıra dışı
performanslar sunan insanlardı. Ancak bedeni, tüm
beceri ve alışılagelmiş beklentilerden soyutlanmış
bir halde bir araç; dört uzuvlu, et, kemik ve sinirden
yapılmış bir nesne olarak gösterebilme başarısı,
kuşkusuz Sırp Sanatçı Marina Abramović’e ait.
30 Kasım 1946'da Sırbistan'ın Belgrad kentinde
(eski Yugoslavya) doğan Abramović, Amsterdam'da
yaşarken Alman performans sanatçısı Uwe
Laysiepen’e tanıştı. Ulay adı altında sanatını icra
eden Laysiepen’le 10 yıl gibi bir süre boyunca bir
minibüsle Avrupa’yı gezerek hayat arkadaşının
seminal performanslarına tanık olan Abramović,
içinde yükselen sanat aşkına başlarda direndiği,
sonraları icra etmekte zorlandığı onlarca yıl boyunca
sanat dünyasına hasret bir yaşam sürdü. 1988’de
üç ay boyunca Çin Seddi’nin iki farklı ucundan
birbirlerine doğru yürüyüp, ortada buluşup, sarılarak
giden ikili, ayrılıklarına kadar birlikte unutulmaz
çalışmalara imza attılar.
Yazı: Orhan Okuşluk
1970'lerde performans sanatları tarihine
geçen bir konseptle, Vito Acconci ve Chris
Burden’ın da dâhil olduğu bir grup avangart
sanatçının parçası olarak, bedenini ilk
kez bir araç olarak kullanmayı deneyen
Abramović, ‘insan’ öğesinin ‘beden’
öğesinden soyutlandığı, kendi fiziksel ve
zihinsel sınırlarını zorlayan bir performansa
imza attı. İzleyici ve nesneleşmiş bir bedenin
arasındaki ilişkinin gidebileceği yolların
arayışında olan Abramović, Sırbistan,
Belgrad'daki yerli bir galeride, bir masanın
üzerine birbirlerinden farklı 72 nesne koydu
ve performansı görmeye gelen katılımcılara,
istedikleri nesneyi onun üzerinde
uygun gördükleri herhangi bir şekilde
kullanmalarını söyledi. Öğelerin bazıları kuş
tüyü, zeytinyağı, gül gibi zararsız parçalarken,
diğerleri, içi gerçek kurşun dolu bir tabanca,
bıçak, jilet ve kırbaç gibi sanatçı için tehlike
arz edebilecek nesnelerdi. Altı saat süren
bu performans, kımıldamadan durarak
masa üzerinde bırakılan nesnelerin fiziksel
bedeni üzerinde kullanılmasına izin veren
Abramović’in hayatının en korkunç günü
olarak hafızasına kazınırken, insan doğası ile
ilgili karanlık ve düşündürücü imalar taşıyan
sonuçlarıyla, performans sanatları tarihine
geçti.
Sanatçının gül yaprakları ve kuştüyü ile
okşandığı, nazikçe dokunulduğu, kek
yedirildiği, ellerine polaroid resimler verildiği,
ilk başlarda temkinli ve iyi niyetli başlayan
performans; katılımcıların galeride geçirdiği
zaman arttıkça ve Abramović’in bedenine
bakışları performansın deneyselliğiyle
gittikçe soyutlandıkça daha karanlık
bir hal almaya başladı. Katılımcılardan
birinin attığı hafif bir tokatla, önlerindeki
“bedenin” kendilerine gerçekten hiçbir tepki
vermeyeceğini anlayan diğerleri şiddete
yöneldiler. Jiletlerle derisi kesilen, makasla
kıyafetleri kesilip atılan, cinsel istismara
maruz kalan ve zincirlenen sanatçının
performansı, bir katılımcı içi dolu tabancayı
boğazına dayadığında, tam bir trajediyle
sonuçlanacak gibiydi.
Altı saat boyunca her türlü objenin üzerinde
uygulanılmasına izin veren Abramović’in
son saatlerde gözyaşları içinde kendisine
yapılanlara tepkisiz kaldığı anlarda, bir kadın
öne çıkarak sanatçının göz yaşlarını sildi ve
ona sarılarak teselli etmeye çalıştı. Ardından
azınlık olan diğerleri Abramović’i aralarına
alarak tekrar giydirdiler ve üzerindeki kanı
temizlediler. Performansın sona ermesiyle,
Abramović hareket etmeye başladı ve
BU DENEYSEL
PERFORMANS,
INSAN DOĞASININ
NESNE OLARAK GÖRDÜĞÜ
ŞEYLERI KULLANMAKTA
HIÇBIR SINIRI OLMADIĞINI
VE INSAN’ ÖĞESININ;
MEKÂN, BAŞKALARINDAN
KOPYALADIĞIMIZ
DAVRANIŞLAR VE
KURALSIZLIKLA BAŞ
BAŞA BIRAKILDIĞINDA
TAMAMEN GÖRMEZDEN
GELINEBILECEĞINI
KANITLAYAN, ÇARPICI
BIR SONUÇ VERDI.
onun yeniden “insan” haline gelmesiyle,
dakikalar önce ona saldıran, aşağılayan,
küçük düşüren ve acı vermekten zevk alan
insanlar hızla kayboldular. Bu deneysel
performans, insan doğasının nesne olarak
gördüğü şeyleri kullanmakta hiçbir sınırı
olmadığını ve ‘insan’ öğesinin; mekân,
başkalarından kopyaladığımız davranışlar
ve kuralsızlıkla baş başa bırakıldığında
tamamen görmezden gelinebileceğini
kanıtlayan, çarpıcı bir sonuç verdi. Bir kişinin
olumsuz davranışının kolaylıkla başka
olumsuz davranışlara ön ayak olduğu, ancak
korkunç bir olaya tanık olanların buna engel
olmak için birbirlerinden cesaret almakta
güçlendiklerini, son ana kadar sessiz kalmayı
tercih ettiklerini gün yüzüne çıkardı.
Sanatçının sessiz ve tepkisiz performansı
eşliğinde, altı saat boyunca bir galeri dolusu
insandan sadece bir avucu işkenceye
maruz bırakılan, taciz edilen ve hatta
hayati tehlikesi olan birine yardım etmeye
gönüllüydü. Takip eden yıllar boyunca
Marina, hemen her performansıyla varoluşu
ve bedeni sorguladı. Sevgilisi Ulay ile birlikte
1981’den 1987’ye çarpıcı birçok çalışma
sundular. Nightsea Crossing ile uzun bir
masanın iki ucunda oturarak saatlerce
birbirlerine bakan çift, Imponderabilia
performansını sergiledikleri müzenin dar
kapısı eşiğinde çıplak bir şekilde durdular.
Müzeyi ziyaret edenlerin ikilinin arasından
geçmesi gerekiyordu.
Breating In / Breathing Out Ulay ve
Abramović’in 17 dakika boyunca hiç
durmadan öpüşmesinden ibaretti.
Birbirlerinin nefeslerini içlerine çekmek
dışında nefes almayan ikilinin bayılmasıyla
biten performans, House with the Ocean
View ile 12 gün boyunca yemek yemeden,
tuvalete çıkmadan ve konuşmadan, önü
açık üç küçük odacıkta yaşayışını gösteren
performansı gibi Marina’nın sanatı için
yapmayacağı bir şey olmadığının kanıtıydı.
Belki de en grotesk performansı, 1997’de
sanat dünyasına atom bombası gibi düşen
Balkan Baraque gösterisiydi. Bir bodrum
katında yığınlar halinde kanlı hayvan
kemikleri üzerinde oturan ve takıntılı
bir şekilde kemikleri temizleye çalışan
Abramović, gittikçe ısınan ve leş kokusunun
dayanılmaz boyutlara ulaştığı bodrumda tam
4 gün geçirdi. Performansın amacı Balkan
Savaşı’ndan yola çıkarak tüm savaşları ve
arkalarında bıraktıkları katliamı lanetlemekti.
O günden bugüne “İnsanı insan yapan
nedir?” sorusuna cevap arayan Abramović,
artık dönemin en önemli sanatçılarından
kabul ediliyor. Maria Callas-vari tarzıyla
moda dergilerinin kapağında bir ikon olma
yolunda ilerlerken bir yandan da Lady
Gaga’ya sigarayı bırakabilmesi için pirinç
sayma gibi teknikler öğretiyor. Performans,
ses, video, heykel ve fotoğrafçılığını da
pratiğine dâhil eden Abramović, genellikle
seyircilerin katılımıyla his ve hissin etkilerini
araştırmak adına tehlikeli ve yorucu eylemler
yapmaya devam ediyor. Onun görüşüne göre;
“Sanatçının rahatsız bir toplumdaki işlevi,
evren hakkında farkındalık yaratmak, doğru
soruları sormak ve zihni yükseltmek”.
31 Ocak’ta Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki
sergisiyle ilk defa Türk sanatseverlerle
buluşacak olan Marina Abramović’in
afallatıcı çalışmalarla dolu kariyerinin en
çarpıcı işlerinden olan Rhythm 0, Rhythm
10, Rhythm 5, Ulay ile Çin Seddi üzerindeki
ayrılıklarını işleyen The Lovers, Potrait
with Golden Mask ve Counting the Rice
sergide görebileceğiniz çalışmalar arasında.
Akbank’ın desteğiyle düzenlenen sergide
Abramović’in ayrıca sürpriz bir çalışma
sunması bekleniyor. SSM’deki merakla
beklenen sergiyle eş zamanlı olarak Akbank
Sanat’da sanatçının 50 yıllık kariyerine saygı
duruşunda bulunan ve performans sanatları
tarihine “Abramović Metodu” olarak giren
çok özel çalışmalara ışık tutan, belgesel ve
videolardan oluşan ikinci bir sergi de olacak.
Modern sanat tarihinin belki de en önemli
isimlerinden biri olan Marina Abramović’in
zor sorular soran ve cevaplarının da bir
o kadar ağır olduğu çalışmalarını şahsen
deneyimlemek isteyenler, bu iki sergiyi
mutlaka ziyaret etmeli.
hillsider 98/103
MERVE
MORKOÇ
12/5
LAKORMIS
hillsider 104/108
YURT DIŞINDAKİ GURURLARIMIZ
13
Daha önceki sayılarda yazılarımı okuyanlarınız
varsa bilirler; Hillsider’da, başka mecralarda
yazdıklarım ve instagram paylaşımlarım daha çok
spor, gezdiklerim gördüklerim, kendi deneyimlerim
üzerine. Moda; kariyerimin başlarında içinde
olduğum, ilgi duyduğum, kariyerimi ilerletmek
istediğim; sonraki yıllarda ise uzaklaştığım bir alan.
Yenilikleri zaman zaman takip etsem de, bazen biri
bu çok “moda” dediğinde, aa öyle mi, diyecek kadar
bihaber olabiliyorum.
GİYİM ZEVKİM TAMAMEN
NASIL İÇİMDEN GELİYORSA,
NEYİ BEĞENİYORSAM
O YÖNDE ŞEKİLLENİYOR.
Çanta, takı, aksesuar gibi stilin tamamlayıcı
öğelerine, gerçekten çok sevdiğim, hatırası veya
benim için özel bir anlamı olanların ötesinde pek bir
merakım da yok.
Herkesin ilgi duyduğu, para harcamayı seçtiği
ürünler farklı elbette. Ben de bir sneaker delisiyim
mesela.
Peki bu sayıda, uzun zaman sonra modayla ilgili bir
yazı yazmaya nasıl karar verdim?
İHAM KAYNAĞIM
MANU ATELIER OLDU.
Yazı: Pınar Morpınar
@pinarmorpinar
Geçtiğimiz yıl Manu Atelier ailesine ayakkabı
koleksiyonu da katıldı. Hem Manu Atelier
çantalarında, hem de aileye geçtiğimiz
yıl katılan ayakkabılarında, geometrik ve
maskülen detayları, markayla özdeşleşen
renk tonları ve kombinleri ile harmanlamayı
seviyorlar.
Avusturya Lisesi’nden 23 senelik en yakın
arkadaşlarımdan Beste ve kardeşi Merve
Manastır’ın, babaları Adnan Manastır’ın
zanaatkarlığı önderliğinde kurdukları,
doğumundan çok öncesini bildiğim,
arkasında sonsuz bir emekle yarattıkları
Manu Atelier, hayatımda ilk kez bir çanta
markasına karşı hayranlık ve sevgi duymama
sebep oldu. Ve tabii gurur da! Bu sayıda da,
onların hikayesinden yola çıkarak; kadınların
kurduğu, başarılarını ülke sınırlarının ötesine
taşıyarak hepimizi gururlandıran birkaç
markayı, ben de kendi sınırlarımın dışına
çıkarak, anlatmaya karar verdim.
Adnan Manastır 1961’den beri el yapımı
deri çanta zanaatkarı. Kızların küçüklükleri
atölyede artan deri parçalarını birleştirmek
ve minyatür çantalar yapmakla geçmiş.
“Çanta, bizim için babamıza ve zanaatine
olan hayranlığımızın, çocukluğumuzun en
somut haliydi. Manu Atelier’nin hikayesi
yıllar önce, biz henüz iki küçük kız çocuğu
iken başlamıştı; Şubat 2014’te doğdu.” diye
anlatıyorlar. Her bir çantayı, babaları kesiyor.
YÜKSEK KALİTELİ
MATERYAL, EL İŞÇİLİĞİ,
YENİLİKÇİ TASARIM VE
MODERN İŞLEVSELLİĞIN
YANİ SIRA ULAŞİLABİLİR
BİR MARKA; İÇTENLİK VE
ÖZGÜNLÜK, BİR HİKAYE,
BİR AİLE YADİGARI
SUNUYORLAR.
Babalarının estetik anlayışını ve zanaat
tarzını içinde barındıran bir çizgileri var.
Geometri, mimari ve sosyal akımların da
koleksiyonlarında büyük etkileri var. İlham
kaynakları, her daim kadınlar.
Manu kadını birçok kadını içinde
barındırabilen biri. En önemlisi de markayı
kendisi tanımlıyor, marka onu değil. Tutkulu,
özgün, saf ve cesur; gerektiği zaman hassas
ve sert, zayıf ve güçlü de durabilen biri. Bir
tavrı, kendi stili var. Özgün ama ayakları yere
basan. İlham olabilen ve ilham alabilen.
Ruhunu hayalleriyle besleyip, tutkusuyla
yaşayabilen her kadını Manu kadını olarak
görüyor Manastır Kardeşler.
Beste ve Merve; “Manu’yu kurarken hayalimiz
ve hedefimiz onun bir dünya markası
olmasıydı. Daha da gidecek çok yolumuz
olduğuna inanıyoruz, çünkü Manu’nun
bugünkü popülerliğini, seneler içinde
kalıcılığı ve karakteri ile pekiştirmesi bizim
için çok önemli” diyorlar.
Manu Atelier kurulduğundan bu yana Vogue
dergisinin farklı edisyonları, the New York
Times, Glamour, Vanity Fair, BOF, Telegraph,
the Cut, Who What Wear gibi uluslararası
platformlara konu oldu, sıralamalara girdi,
çekimlerde yer aldı. Merve geçtiğimiz ay
Forbes Türkiye’nin “30 altı 30” listesinde
yer aldı.
2014’te kurulan ve uluslararası bir markaya
dönüşen Manu Atelier, henüz bir yaşındayken
Bella Hadid, Eva Chen gibi isimlerin elinde
görüldü. Beni en çok etkileyen ise; Manu’yu
bizim kuşağın moda ikonlarından
Sarah Jessica Parker’ın ve Cambridge düşesi
Kate Middleton’ın taşıdığını görmekti.
Sınırların ötesinde derken, bir hayli
ötesinden bahsediyorum. Dünyada şu an
Shopbop, FarFetch, 24Sevres gibi büyük
online mecralarda satışı olan marka,
Avustralya’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne
ve Avrupa’nın birçok ülkesine, Orta Doğu’dan
Uzak Doğu’ya toplamda onlarca şehirde
satılıyor.
Uzak Doğu demişken, biraz da yönümü
mücevher tasarımına çevirdiğimde;
İstanbul’da ve Milano’da üniversite
okuduktan sonra Asya’ya olan tutkusunun
peşinden Şanghay’a giden, burada altı yıl
yaşayan ve Çin kültürü üzerine master yapan
Begüm Kıroğlu’nun aksesuar markası Begüm
Khan takılıyor radarıma. 2012’de markasını
sofistike ve gizemli bulduğu kol düğmeleri
tasarlayarak kuran Begüm, İstanbul’da
Osmanlı eserleri koleksiyoneri olan bir
ailede büyümüş ve çocukluğundan beri
ailesiyle antikacı dükkanları, bit pazarları,
müzayedeler, galeriler ve müzelerde çok vakit
geçirmiş.
Begüm 2016’da 82. sayımızda Rana Korgül’e
verdiği röportajda, o sene kol düğmelerini
tamamlayacak smokin düğmeleri,
yaka iğneleri ve bileklikler de sunmaya
başladıklarından bahsetmişti. Geçtiğimiz
üç yılda koleksiyonunu daha da genişleterek,
kadınlar için de tasarımlar yapmaya
başladı. Tasarladığı küpeler, çantalar, saç
aksesuarları, bileklikler, kolyeler, broşlar,
kol düğmeleriyle amacı, kadınlara kendilerine
güvenli ve dünyayı ele geçirmeye hazır
hissettirmek. Tasarımlarının, takan kişinin
modunu yükselteceğine ve herhangi bir
kıyafeti göz alıcı hale getireceğine inanıyor.
Begüm; tasarımlarını geleceğin antikaları
olarak gören; İstanbul ve Şanghay’ın
geçmişi ve geleceğinden çok etkilenen; Asya
kültüründen ilham alan; zengin ve görkemli
Osmanlı kültürünü modern bir bakış açısıyla
yeniden yorumlayan; eski dünyanın ışıltısıyla
modern kadının yaşam tarzına uygun,
zamansız parçalar yaratan bir tasarımcı.
Begüm Khan; Vogue, Elle, Harper’s Bazaar
edisyonları, Glamour, Grazie, Harper’s Bazaar
gibi pek çok uluslararası yayında yer aldı.
Amerika, Asya, Avrupa, Avustralya, Orta
Doğu’da birçok ülke ve şehirde prestiji satış
noktalarının yanı sıra, Netaporter, Moda
Operandi gibi online platformlarda satılıyor.
Begüm Khan ayrıca geçtiğimiz ay İtalyan
lüks ayakkabı markası Aquazzura ile olan iş
birliğini duyurdu ve sekiz parçadan oluşan
koleksiyon satışa çıktı.
Çok severek kullandığım, işlerini hayranlıkla
takip ettiğim bir başka marka ise 2013
senesinde iki kız kardeş; Deniz ve Pınar’ın
şahane desenleriyle tasarladıkları ipek
fularlarla yola çıkan Rumisu. Markanın
ismi; hem Rumi’nin felsefesine ve şiirlerine
olan saygı ve hayranlıklarını ifade ediyor,
hem de "Rum-i" kelimesi “Rum diyarına ait
olan" anlamını taşıdığı için köklerinin neresi
olduğunu da anlatıyor. "Su" ekini ise hem
ses hem anlam olarak isimlerinin içinde
bulundurmak istemişler; markaya da bir nevi
şans dileği olarak; “Su gibi aksın.”
(Alıntı: denemenlazim.com)
RUMİSU, DENİZ VE
PINAR’IN TASARIMA VE
İLLÜSTRASYONA OLAN
MERAK VE HEYECANLARINI,
HAYATI ÇOK DA CİDDİYE
ALMAYAN ÜSLUPLARIYLA
KENDİ DİLLERİNE TERCÜME
EDİŞ ŞEKİLLERİ OLARAK
DOĞMUŞ.
Tüm bu meraklarını bir araya getirebilme
fırsatını ise, kendi çizimleriyle tasarladıkları
desen dünyasında bulmuşlar. Her bir desenle
yeni bir hikaye anlatabilme fikri, Deniz ve
Pınar’a çizerken sonsuz özgürlük tanıdığı
için, çok cazip geliyor. Koleksiyonlarının ana
temalarını birlikte belirleyip, onlara ilham
veren hikayeleri seçip, hikayeleri kendi çizim
dilleriyle anlatıyorlar.
hillsider 109
LONDRA’NIN
YENİ STANDARDI:
THE STANDARD,
LONDON
14
RUMİSU’NUN HEDEFİ,
YAŞ VE CİNSİYET GÖZ
ETMEKSİZİN, KENDİ
RUHUNA YAKINLARLA,
MERAKINI, HEYECANINI
PAYLAŞIP, BUNU YAPARKEN
DE ÜRETTİKLERİYLE
ÇEVRESİNE FARKLI
ŞEKİLLERDE DESTEK
OLABİLMENİN YOLLARINI
BULABİLMEK.
Fularlarıyla anlattıkları hikayeleri
tamamlayan üç boyutlu karakterleri
GAP Bölge İdaresi ve Birleşmiş Milletler
Kalkınma Fonu’nun yönettiği ve Güneydoğu
Anadolu’da kadınların sürdürülebilir
kalkınmasını hedefleyen bir proje
kapsamında üretiyorlar. Ülke çapında sosyal
sorumluluğa son derece önem veren marka,
aynı zamanda kuruluşundan bu yana yurt
dışı odaklı bir yol izliyor.
Rumisu, uluslararası basında Wall Street
Journal, Monocle, InStyle, Off Duty, Select
Taiwan, Another Magazine, Vogue, L’Officiel,
Who What Wear gibi pek çok mecrada yer
aldı. Bugün ipek fular ve son üç sezondur da
nefis hazır giyim koleksiyonları ile Bergdorf
Goodman, Saks Fifth Avenue, Neiman
Marcus, Harvey Nichols gibi satış noktalarının
yanı sıra, Asya, Avrupa, Amerika, ve Orta
Doğu’da birçok konsept mağazalarda satışta.
Şahsen en beğendiğim Rumisu
koleksiyonlarından biri de, Büyükada’daki
110 yıllık Splendid Palace Hotel ile yaptıkları
iş birliğinden doğan Rumisu for Splendid.
Ana rengi Splendid kırmızısı olan koleksiyon
ilhamını, Büyükada’nın simgelerinden,
masalsı Splendid Palace’dan ve kurucusu
Kazım Paşa’dan alıyor.
Arkadaşlarımın elinde görüp uzunca bir
süre yabancı markalar sandığım Misela ve
Mehry Mu da ülke sınırlarının ötesine çıkmış,
Türk kadınları tarafından kurulan çanta
markalarından. Misela Rhode Island School
of Design mezunu Serra Türker tarafından
2008’de muazzam tarihinden ilham aldığı
İstanbul’da kurulmuş ve ilk butiği 2012’de
İstanbul’un en tarihi bölgelerinden Pera’da,
ikincisi de 2014’te Bodrum’da açılmış.
Serra, tasarım yeteneğini kültürel mirası ile
buluşturarak, Doğu hissiyatı ile Batı şıklığını
harmanlamış. Eklektik marka güçlü desenleri,
renkli kombinasyonlarıyla ve ürünlere kişiye
özel harf işleme seçeneğiyle de biliniyor.
Misela, ilhamını zamansız tasarımlara değer
veren dünya kadınlarından alıyor.
Heidi Klum, Diane Kruger, Jessica Alba,
Alessandra Ambrosio, Karolina Kurkova
gibi dünyaca ünlü isimlerin sevdiği marka;
müşterileriyle bire bir buluşmanın önemine
inanarak, 2019’da Londra Mayfair’de
kendi butiğini açtı ve Kasım ayında İngiliz
sosyetesinden Tamara Beckwith Veroni ile
bir iş birliği yaparak göz alıcı bir koleksiyona
imza attı.
Mehry Mu da Türkiye’nin ilk tasarım çanta
markalarından. Güneş Mutlu tarafından
2009’da kurulan marka, üzerindeki Fatma’nın
Eli motifiyle tanındı. Mottosu Bags with
Soul - Ruhu olan Çantalar olan marka,
kusursuz dikişin, işçiliğin, kalitenin yanı
sıra, fonksiyonelliğe önem veriyor. Mehry
Mu; Net-a-porter, FarFetch, the Modist gibi
uluslararası online platformlarla birlikte,
Amerika, Asya, Orta Doğu, Avrupa ve
Avustralya’da Bergdorf Goodman, Harvey
Nichols gibi pek çok prestijli noktada
satılıyor.
Yukarıda bahsettiğim tüm bu markaların
ortak özelliği yalnızca ülke sınırlarının ötesine
çıkmış olmaları değil elbette. Hepsinin
arkasında öncelikle; kendi sınırlarının ötesine
geçmeye cesaret etmiş kadınların emeği,
gücü, tutkusu, vizyonu, işlerine duydukları
aşk ve ait olduğu yere bağlılıklarıyla, Türk
kadınlarının ismini yurt dışında gururla
duyurma azmi var. Hepsi bana umut, ilham
ve cesaret veriyorlar. Umarım size de verirler!
2020’li yılların ilkine adım attığımız bu
günlerde, yeni yılın size kalbinizden geçen
tüm güzellikleri getirmesini dilerim. Aydınlık,
mutlu, sağlıklı, aktif; kahkaha, umut, ilham,
cesaret, farkındalık, sevgiyle dolu, şahane bir
yıl olsun!
Not: Dosyamı hazırlamaya başlamadan
önce değerli görüşlerine başvurduğum
sevgili Burçin Ünaldı ve Deniz Gelgeç’e
teşekkürlerimle.
LONDRA’NIN KING’S
CROSS SEMTINDE
BULUNAN VE 1974’DE
BRÜTALIST MIMARI
YAKLAŞIMIYLA INŞA
EDILEN CAMDEN
BELEDIYE BINASI,
ÖZENLE ONARILDIKTAN
SONRA THE STANDARD
OTEL ZINCIRLERININ
AMERIKA DIŞINDAKI
ILK OTELI OLARAK
DÜNYANIN EN ÖNEMLI
KENTLERINDEN BIRINDE
DÜNYAYA KAPILARINI
AÇTI.
Londra’nın karamsar ve gri atmosferine
tam bir tezat oluşturan The Standard’ın
her biri birinden farklı 42 süitiyle 266
odası, Baş Şef Adam Rawson’nın
dümeninde olduğu sokağa bakan ikonik
barı, haftalık canlı müzik ve talk-showlar
sunan stüdyosu ve 3 restoranı bulunuyor.
Konuk odalarında göze çarpan üç farklı
estetik kullanılmış. Dış odalar belki
de yetmişler tarzını en bariz olarak
görebileceğiniz odalar. Cosy Core
odalarının daha hararetli bir havası var.
Ağaç ve derinin bolca kullanıldığı son
derece konforlu odalar, bir malikânede
kitaplığın arkasına gizlenmiş özel bir oda
gibi, kalite ve zevkle döşenmiş. Süitler
ise orijinal mimariye sonradan eklenen
cam yapıya yerleştirilmiş. Boydan boya
pencereler nefes kesen bir manzara
sunarken, özel bar, bazıları cüretkar bir
şekilde açık havada bulunan dev küvetler,
turuncu deri koltuklar, dikkat çekici fiskos
dergileri ve harika kaktüs ve sukulent
bitkileriyle nostaljik olduğu kadar çarpıcı
bir tarz yaratıyor.
Otele ait iki restoran, şef Adam Rawson
tarafından yönetiliyor. Isla, spot ışığında
tadını çıkaracağınız küçük tabaklarla
sunulan taze seçenekleriyle akşam
yemeği için daha iyi bir seçim. King’s
Cross’un uyumayan ışıklarına bakan
Double Standard New York barı – İngiliz
pub karışımı yiyecek menüsüyle, ev
yapımı bira ve zencefilli margarita da
dâhil olmak üzere şaraplar ve müthiş
kokteyller sunuyor.
10. katta sizi bekleyen büyüleyici bir
restoran deneyimi daha var. Michelin
yıldızlı Şef Peter Sanchez-Iglesias,
ailesinin İspanyol mutfağını Meksika
sevgisiyle birleştirerek The Standard’ın
çatısı altında Londra’daki ilk restoranı
Decimo’yu yaratmış.
Otelin gizli müzik stüdyosu Sounds
Studio, The Standard’ın atan kalbi. Kayıt
kabini ve performans bölmesiyle özgün
bir konseptte bir yayın alanı görevi
görüyor.
Londra’nın kasvetli havasına nostaljik
ve hayat dolu bir tezat oluşturan The
Standard, London, Amerika’da yakaladığı
ve imzası haline birinci sınıf hizmet
kalitesini, 1970’lerin zarif, renkli ve
eğlenceli dokusuyla öyle güzel işlemiş ki,
kapıdan içeri girdiğiniz anda zamanda
geriye gitmiş gibi oluyorsunuz. Zaman
geçtikçe geçmişi özleyenler için mutlaka
yaşanması gereken bir deneyim.
hillsider 110/111
TUTULMALAR
Kadersel Değişim Süreçleri
Yazı: İpek Kigan
@ipekkiganblog
Bol tutulmalı bir yıla giriyoruz. 2020 yılında,
tam 6 tutulma gerçekleşecek. Ama tutulmalar
astrolojik olarak etkisini genellikle 1-2 yıla
kadar hissetirebildikleri için biten senenin
26 Aralık günü 4 derece Oğlak Burcunda
gerçekleşen Güneş tutulması ile beraber
toplam 7 tutulma bu yıla damgasını vuracak
diyebiliriz!
2020 yılı oldukça güçlü ve özel bir yıl olacak.
Tutulmalar ile birlikte çok önemli gezegen
kavuşumlarının yaşanacak olması, yıl içinde
birçok gezegenin neredeyse aynı dönemlerde
geri gidecek olması bu yılın başlı başına önemli,
büyük değişimlere açık, yeniden yapılandırma
sürecinin aktif olduğu, başka bir çağa adım
atmaya doğru giderken her türlü çürümüş,
işe yaramayan şeylerin temizleneceği,
temizlenirken de zaman zaman zorlayacak bir
yıl olduğunu gösteriyor.
Nasıl bir doğum sırasında annenin
sancılanması, o doğumun gerçekleşebilmesi
için gerekli zemini hazırlıyor ve bebeğin
dünyaya gelebilmesinin en önemli
destekleyicisi oluyorsa, bu zorlanmalar da
yeni, farklı ve aydınlık bir sürece giden yolun
destekleyicileri aslında.
3 Güneş ve 4 Ay tutulmasıyla yoğun bir yıla
giriyoruz madem, ben de astronomik ve
astrolojik olarak bu konuyu yakından anlamak
isteyenlere ışık tutmak istedim. Ama araya
girmeyin de 8. tutulmayı yaşamayalım:)
Güneş Tutulmasına Bakalım Önce...
Güneş tutulması; Ay, Dünya ile Güneş arasına
girip, hepsi tam bir hizaya geldikleri zaman
gerçekleşir. Ay, Yeniay evresindedir. Hepsinin
yörünge düzlemi farklı olduğu için her turda
aynı hizada bulunmazlar. Bu nedenle her
Yeniay bir tutulma değildir. Yılda en az 2,
en fazla 5 defa Güneş tutulması olabilir.
Ay’ın Güneş'i kapatma şekline gore tam, parçalı
ve halkalı olmak üzere 3 tip tutulma meydana
gelir. Tam Güneş tutulması, yani Güneş'in tam
olarak örtülmesi hali hem astronomik hem
astrolojik olarak çok daha önemli kabul edilir.
Güneş tutulmaları her 18 yıl 10 günde bir kendi
içinde tekrarlanan serilere sahiptir. Döngü
içinde döngü diyebiliriz yani :)
Güneş tutulması özellikle astronomik bilginin
tam olmadığı dönemlerde insanların hatta
tüm canlıların bu olaydan büyük korku
duymasına neden olmuştur. Işık ve ısı kaynağı
Güneş’in aniden kararması, insanların içine şok
duygusuyla karışık büyük bir korku salmış ve
sonra yeniden ortaya çıkması ile de korku yerini
rahatlama ve şükür duygularına bırakmıştır.
Astrolojik olarak Güneş tutulması da, benzer
şekilde ani bir şekilde gelişen olayları ve kişinin
bu yeni duruma adapte olmaya çalışmasını
anlatır.
Kadersel olarak gerçekleşen -yani olmazsa
olmaz durum- daha önce bilinmeyen bir alan
olduğu içi korku, panik, endişe duyguları
yaratabilir.
Aslında tutulmalar yaşamımızın karanlık
alanlarının aydınlanmasına, bir şeylerin
görünür olmasına neden olurlar. Kişinin
hayatında eskimiş, işe yaramayan, ertelenmiş
ne varsa onu değiştirmesini sağlayacak gücü
sağlarlar.
Güneş tutulmaları daha çok toplumsal ve
coğrafik olaylarla ilgilidir ve etkisi daha
geneldir. Ama özellikle doğum haritalarımızda
kişisel bir gezegen veya noktanın üzerinde
gerçekleşirse o gezegenin haritamızda anlattığı
konuya göre hayatımızda etkisini gösterir.
Yaşanan her ne ise kadersel olarak hayatımıza
girme zamanı gelmiştir ve bizi ruhsal olarak
geliştirecek, büyütecektir.
Anne karnında geçirilen doğuma en yakın
güneş tutulmasının, ruhun yolculuğu
hakkında çok şey söylediği, ruhun genel
eğilimlerini anlattığı düşünülür. Tutulma
doğuma ne kadar yakın zamanda
gerçekleşmişse etkisi de o kadar fazla
hissedilecektir.
Ay Tutulmaları ise…
Dünya’nın Ay ile Güneş arasına girmesi
ile oluşur. Dünya’nın gölgesi Ay’ın üzerine
düşer ve onun ışığını kapatır. Dolunay
zamanlarında olur. Ve Dünya'nın gece olan
tarafında her yerden gözlenebilir.
Astrolojik olarak Ay tutulmaları çok daha
fazla duygusal durumlarla ilgidir. Çünkü Ay
duyguları, değişken ruh halini, kişiyi nelerin
mutlu ettiğini, anneyi, anneliği, bir erkek
haritasında eşi ve bilinçaltı gibi konuları
anlattığı için daha fazla içsel ve bireysel
konuları ön plana çıkarır. Güneş tutulmaları
ani ve hızla gelişen başlangıçlara sebebiyet
verirken, Ay tutulmaları daha çok olayları
netleştirir, sonuçlandırır. Aslında birbirini
2020 Tutulmaları
tamamlayan bir sistem olarak çalışırlar.
Ay tutulmaları, Güneş tutulmalarının
hayatımızda başlattığı şeyin sonuçlanması
için gereken gelişmelerin açığa çıkmasına
neden olur. Tabii etkilerinin 6 ay kadar
devam ettiğini unutmamak gerekir.
Bu dönemde stres düzeyi yüksek olabilir.
Duygusal dengeyi sağlamak zordur. Bu
nedenle önemli kararlar almak için uygun
zamanlar değildir. Biraz içe çekilmek iyi
hissettirebilir.
Tabii Ay tutulması da özellikle doğum
haritamızda önemli bir noktayı tetikliyorsa
bu konular yaşamımızda deneyim olarak
karşımıza gelecektir.
Astrolojide tutulmalar kadersel süreçleri
anlatır. Rolünün gelmesini perde arkasında
bekleyen bir aktör gibidir. Zamanı geldiğinde
sahneye çıkacak ve olması gereken olmaya
başlayacaktır…
26 Aralık 2019 Güneş Tutulması 4 derece Oğlak Burcu
10 Ocak 2020 Ay Tutulması 20 derece Yengeç Burcu
5 Haziran 2020 Ay Tutulması 15 derece Yay Burcu
21 Haziran 2020 Güneş Tutulması 0 derece Yengeç Burcu
5 Temmuz 2020 Ay Tutulması 13 derece Oğlak Burcu
30 Kasım 2020 Ay Tutulması 8 derece İkizler Burcu
14 Aralık 2020 Güneş Tutulması 23 derece Yay Burcu
hillsider 112/113
KAT KAT SICAKLIK
Kış döneminin en çok sevdiğim tarzı herhalde
kat kat giyinmektir. ‘Yazcı’ bir insan olarak kış
soğuğundan korunmak üzere bol katmanlı
giyinmek yıllardan beri favorimdi. Neyse
ki bu sene erkekler arasında moda oldu da
tarzın ne kadar rahat olduğu fark edildi.
Üstelik bu tarzı uygulamak için ille de tüm
parçaları birbirine uydurmanız gerekmiyor.
Uyumsuzluğun uyumundan yararlanarak,
basit numaralarla işi çözebilirsiniz. Kazağın
altından sarkan düğmeleri iliklenmemiş bir
gömlek, sweat-shirt’ün üzerine geçirilen
bol bir tişört günümüz şartlarında basit
ama zarif bir tarz yakalamanız için fırsat
adeta. Bu arada, aramızda polar olarak
nitelendirdiğimiz Fleece ceketler bu seneki
kış gardırobunun gözdesi haline geldi.
Eskiden sadece kar tatillerinde kullandığımız
bu ceketler hafif olmaları nedeni ile çok
kullanışlı. Katmanlarınız arasında polar bir
parça olması hanenize artı olarak yazılacaktır.
EŞOFMANA ÖZGÜRLÜK
Enteresan değil mi, tüm dünyada
eşofman ile davetlere katılmak bile
normal görülürken bizde bu şekilde bir
komedi oyunu izlemeye gitmek sorun
hale geldi. Avrupa’da gece kulüpleri
bu trend sayesinde şık bir spor salonu
haline gelmişken biz oyun izleyerek
keyifleneceğimiz bir zamanda bile ne
giyeceğimize dikkat etmek zorundayız.
Benim çocukluğumda askeri gazinolara
kot pantolon ile girmeyi yasaklayan
komutan amcalardan gerçek hayatta
ne çok varmış meğer. Bir türlü
rahatlayamayışımızın göstergesi olarak
eşofmana bile karşı çıkmamız sembol
olarak görülebilir mi? Hep anlatılır,
eskiden Beyoğlu’na çıkarken insan giyim
kuşamına dikkat edermiş, opera izlemeye
frakla gidilirmiş. Her şey döneminde
güzel işte, şimdi öyle bir çağda değiliz
ki. Şarkıcılar konserlerine çıkmayı bırak,
ödül almaya giderken bile eşofman
giyebiliyorsa biz sıradan ölümlülerin canı
yok mu yani?
TASARIMLARDAKİ
ASKERİ ETKİ
Bir moda dergisinde; “Dünya üzerinde
jeoplolitik veya ekonomik belirsizlikler
yaşanmaya başlayınca insanlar bu
yeni durum için giyinip, hazırlanmaya
başlar” diye bir cümle okuduğumda
garipsemiştim. Şimdi anlıyorum.
Yerkürenin hemen her bölgesinde
soğuk savaşın etkilerinin arşa çıktığı
bu dönemde askeri kamuflaj ve
benzeri kıyafetlerin trend olmasına
pek de şaşırmamak lazım. Adını savaş
trendi diye koymak ne derece doğru
bilmiyorum ama tasarım dünyasındaki
bu yenilik, Fransa’daki sarı yelekliler,
Çin Denizi'nde savaşanlar ve bizim
hemen her gün askere yolcu ettiğimiz
arkadaşlarımızla beraber hayatın büyük
bir kısmını ele geçirmiş durumda.
Her şeyden etkilenen tasarımcıların
savaştan ilham almaları biraz garip
dursa da dünyanın çivisinin çıkmasından
ötürü her birimiz bireysel direnişçilere
dönüşmüşken, bu yeni durumun
kıyafetlere yansımaması olmazdı. Ne de
olsa hepimiz birer savaşçıyız artık. Kimi
hayvan haklarını, kimi down sendromlu
çocukları savunuyor, kimi de kadına
şiddet uygulayanların karşısında birer
kahraman gibi duruyor.
Tamam, Top Gun filmi sayesinde savaş
pilotlarının montlarını giymeye alışkındık
ama iş bununla sınırlı kalmadı. Kabul
ediyorum, yeşil askeri parkalar, jean
pantolon ve taba rengi ayakkabılarla
tamamlandığında ortaya çıkan stilin
lezzeti tartışılmaz. Burberry’nin gündelik
hayata soktuğu parkaların en azılı
16
takipçilerinden biri David Beckham
olunca bu trend tutmasın da ne yapsın?
Parkaların üretimine Dunhill, Dries Van
Noten, Thom Browne, Burton, Devils
Advocate gibi firmalar da katılınca ortalık
stil bir savaş alanına döndü. Reclaimed
Vintage, Philipp Plein, John Elliot’ın yeni
sezonuna kattığı kamuflaj pantolonların
bomber ya da deri ceketlerin altına çok
iyi gittiği bir gerçek. Ama haberlerde
rastladığımız baskın görüntülerinde
polislerde gördüğümüz kar maskelerinin
yayılmasına biraz şaşırdım. Tabii ki
trendseverler bu akımı da garipsemedi
ve Rick Owens’ın tasarladığı -sadece
dudaklarınızın ve gözlerinizin
gözükmesine izin veren maskeleri-
250 Euro’dan almayı ihmal etmediler.
Çocuklukta Action Men oyuncaklarıyla
eğlenen nesil için bulunmaz fırsattı belki
de, kim bilir?
Savaş zamanı askerlerin yedek
mermi ya da silah taşıyabilmesi için
üretilen çok cepli yelekler de bu sene
fazlasıyla görülecek. Bir dönem savaş
muhabirlerinin de gözdesi olan bu
yeleklere anahtarınızı, telefonunuzu ve
cüzdanınızı rahatça saklayabilirsiniz.
Jacquemus, özellikle kadınları tüm
eşyalarını o küçücük boyun çantalarına
sığdırmaya zorlaya dursun, firmalar
erkekler için ceplerle dolu tasarımlar
çıkarmaya devam ediyor. Bunun yanı sıra
nano teknolojik ceketleri, askeri botları,
itfaiyeci ceketleri gibi askeri dokunuşları
olan tasarılarımları çekinmeden
giyebilirsiniz. Askeri görünümlü ayakkabı
ve botların en iyi örnekleri bu sene Dolce
& Gabbana, Heschung, Paul Smith ve
Vetemens’de.
Hazırlayan: Oben Budak
Gazeteci
@obenbudak
hillsider 114/116
17
PANTONE
2020
RENKLERİ
Her yılın sonunda bir sonraki yılı en iyi
betimlediği düşünülen rengi ilan eden
Pantone, 2020 yılı için capcanlı bir elektrik
mavisini seçti. Berrak bir yaz akşamı
gecesindeki gökyüzü gibi, sonsuz olasılıklarla
dolu mavinin yanında cüretkar ateş kızılı,
zengin ve sofistike safran ve huzurlu
su yeşili renkleri de modadan aksesuara,
ev dekorasyonundan sanata her alanda
karşımıza çıkacak.
2020’YE TAZE TAZE GIRIŞ YAPTIĞIMIZ BU GÜNLERDE, GEREK POLITIK KAYGILARIMIZ
YÜZÜNDEN OLSUN, GEREK DÜNYANIN GELECEĞI IÇIN DUYDUĞUMUZ ENDIŞEDEN DOLAYI
OLSUN, KISACA PEK ÇOK SEBEPTEN ÖTÜRÜ, IYIMSERLIK, DOĞALLIK VE BIRLIKTELIĞE
ÇOK DAHA FAZLA IHTIYAÇ DUYUYORUZ. BIZLERE ÇOCUKLUĞUMUZUN TASASIZ
GÜNLERINI VE BITMEK TÜKENMEK BILMEYEN ENERJIMIZI HATIRLATAN HER ŞEY, ADIM
ATTIĞIMIZ BU YENI YILDA BIZI KENDINE ÇEKIYOR. İŞTE BU YIL YAŞAMINIZA DÂHIL
ETMEK ISTEYECEĞINIZ, HAYAT VE RENK DOLU TRENDLER.
DEKORASYON
ZAMANI
Evinizi canlandırarak yepyeni bir havaya
sokmanın tam zamanı. 2020 yılı, iç mimari
ve dekorasyonda inanılmaz çekici ve uzun
soluklu trendlere işaret ediyor. Zarif altın
tonlarıyla zenginleşen modern minimalist
mekânlar, elle yapılmış veya yeniden
dönüştürülen kurtarılmış parçalar, bitkiler,
çiçekler hatta ağaçları evinize sokan doğa
âşığı tasarımlar bu yıla damgasını vuruyor.
TEKNOLOJİ
DOĞAYA
DÖNÜYOR
2020 yılı teknolojik gelişmeler
ve yeniliklerin dünya ve doğaya
yönelik çalışmalar için kullanıldığı
yıl olacak. Elon Musk’un elektrikli
araba üreten şirketi Tesla
önderliğinde hemen hemen her
markanın doğa dostu elektrikli
modeller üretmeye başlamalarını,
şehir planlama teknolojilerinden
giyilebilir teknolojiye her
alanda, geri dönüştürülebilir,
yeniden kullanılabilir, karbon
izi bırakmayan tasarımlar
yaratmalarını bekleyebilirsiniz.
hillsider 117
GEÇTİĞİMİZ SAYIDA
SİZ BU SAYIDA
EN ÇOK HANGİ İLANI
BEĞENDİĞİNİZ?
18
TAKIN
TAKIŞTIRIN
Modanın en modüler parçası olarak
aksesuarlar, tarzınızı tamamlamanıza
yardımcı olurken, tek bir parça ile
farklı kombinasyonlar yaratarak
tamamen farklı stiller yakalamanızı
sağlıyorlar. 2020’de doğanın çağrısını
kuvvetle hissettiren aksesuarlar,
hasır çantalar ve saç bantları, tropik
desenli ayakkabılar, gökkuşağı
renklerinde güneş gözlükleri ve tüylü
şallarla karşımıza çıkıyor. Ek parçanız
ne kadar doğaya dostsa o kadar iyi!
hillsider 118
BİZİ Mİ
ARAMIŞTINIZ?
HILLSIDER MAGAZINE'İ
BULABİLECEĞİNİZ
LOKASYONLAR
290 SQM
7 Gr Art Cafe
44A Sanat Galerisi
Adem Terzi
Akali Gastro Pub
Alancha
Alkent Aktüel Art
All Sports Cafe
Alles Coffee & Shop
Amanda Bravo İstanbul
Antiochia Restoran
Any Cafe
Ara Cafe
Armani Cafe
Arnavutköy Steak House
Arte İstanbul Sanat Merkezi
Artone
Aşşk Café'ler
Atmospheres
Atölye 26
Autoban Mimarlik Ofisi
Aziza
Backhause
Bahçecik Kuaför'ler
Baltazar
Bank Pub & Bistro
Barber’s Club
Barcode Cafe
Bebek Kahve
Bebek Koru Kahvesi
Becara
Beymen Brasserie
Big Chefs'ler
Bilsak 5. Kat
Bilstore Tünel
Bi Nevi
Biber Cafe
Bioritm Güzellik Enstitüsü
Bistro Cabana
Blum
Bosphorus Brewing Compony
Bou Art & Design
Brandzoo
Butterfly
Cafe Benderli
Café Cadde
Café City
Café Culina
Cafe Des Cafes
Caffè Nero'lar
Cafe Nook
Cafe Pi
Café Smyrna
Café Wien
Café Zone
Cankat Klinik
Cantinery
Carluccio’s
Carnival
Casa Di Moda
Cecconi’s
Cenoa Sailing Tekneleri
Cezayir Rest.
Charlotte
Chez Vous
Chocolate
Clinica Skin Rejuvenation
Coffe Nutz
Coffee Brew Lab
Coffee Manifesto
Coffee Sapiens
Coffee Topia
Cook Shop'lar
Cup Of Joy
Cup Third Wave Cooffee Shop
Cuppa Cafe
Çukurcuma 49
Da Mario
Dai Pera
Daily News Restaurant
Daire 1
Dandin Bakery
Dara Kırmızıtoprak Mimari Ofis
Delicatessen
Dem Cafe
Dent-Est
Derin Design
Dermamed
Devine
Dinette
Diba Kuaför
Divan Brasserie'ler
Dolce
Downtown Food Club
Dr. Ayşegül Salsat
Dr. Berrin Oğuzhan
Dr. Hasan İnsel
Dr. Melisa Eczacıbaşı Medical&Esthetic
Dr. Raif Üçsel
Dr. Seyhan Gücüm
Dr. Şirin Gençer Seçkin
Dr. Taylan Kümeli/Taylight
Dr. Yankı Yazgan
Dr.Elif Ay
Drip Coffeist'ler
Drop’n
Eat Pro Diet
Eataly
Ebil Kuaförler
Erdem Kıramer
Escale
Estetica Güzellik Merkezi
Esteworld
Fauchon
Feraye
Fethi Orak
Flavius Klinik
Fol
Food Bar - Ulus 29
Forneria Rest.
Freya Akaretler
Galata Kitchen
Galeri Bu
Galeri Russo
Galeta
Galip Gürel
Geyik Cafe Roastery
Gilt
Glen's
Gloria Jeans Café'ler
Go Mongo
Goya
Gram
Grandma
Grandpa Coffee & Eatery
Grey
Hair Mafia
Hakan Köse - Difference
Ham:m
Harvard Cafe
Havelka Suadiye
Hayal Kahveleri
Hazine Cihangir
Heisenberg Cafe
Healthyish Cafe
Hillside Beach Club
Hillside City Club
Home Cafe
Hudson
ING Cinecity Sinemaları
Isokyo
İnci Soydan Güzellik Merkezi
İstanbul Culinary
İstanbul Moda Akademisi
İstanbul Modern Cafe
John’s Coffee World
Joker No.19
Joker No.5
Journey Lounge
Juju Kuaför
Juno Cafe
Kahve 6
Kahve Dünyası
Kahvedan
Kaktüs
Karabatak
Kase No:16
Kırıntı'lar
Kiki
Komün Cafe
Kozmonot Pub
Kronotrop
Kuafor Musa Kurt
Kuaför Mehmet Tatlı
Kuaför Trio
Kuaför Yıldırım Özdemir
La Boom
La Maison
Latife Türk Kahvecisi
Lazer Optik
Le Pain Quoditien'ler
Le Petit Maison
Leb-i Derya
Little China
Limonlu Bahçe
Litera
Lokanta
Lokanta Farina
Lucca
19
Lush Cafe
Maci
Makas Kuaför'ler
Mangerie
Manuel Deli & Coffee
Marcus
Maria’nin Bahçesi
Martinez
Masa Cafe
Maximilian
Mazi Plak Cafe
Medica
Medkon
Meg Cafe
Midpoint'ler
Mini Coffee Shop
Minoa Cafe & Bookstore
Misk Floral Cafe
Mixer
Moc Cafe
Moda Teras
Morgan Café
Mos Kuaför'ler
Muhit
Mambocino Coffee
Must
Mutfak Sanatlari Akademisi
Naan Bakeshop
Nabu Karaköy
Naif
Nan Şişhane
Nano Cafe
Nar Cafe
Neolokal
Neşedabad
Next
Nicole Rest.
Nihan Peker Studio
Nikol Consept Store & Cafe
Noa
Nopa Rest.
Op.Dr. Dilek Avşar Estetik Kliniği
Op. Dr. Ozan Balık Estetik Kliniği
Ops Cafe
Otap
Ottolar
Oymak Plastik Cerrahi Kliniği
Özel Hay Polikliniği
Papermoon
Park Şamdan
Pas Coffee House
Pastarito
Pastel Cafe
Patisserie Smyrna
Patika
Petra Coffee
Pinty
Play Cafe
Plus Kitchen'lar
Polivar Çiftliği
Pomelo İstanbul
Pop Up Cafe
Porte
Press Cafe
Prototype
Prof. Dr. Murat Topalan
Pucci Restoran
Raphael
Ravouna 1906 Coffee & Bar
Room & Rumours
Rudolf Rest.
S Café
Sade Kahve
Salomanje
Sanda Spa'lar
Sculpture
Secco Cafe
Seed
Seksek
Siec Cafe - S Binicilik Club
Sırçacı 14
Sivuple
Socrates Bistro
Soho House
Son Topağacı
Starbucks'lar
Suadiye Cafe
Sugar Club Café
Suinn
Sunday Cafe
Sunset
Sushico'lar
Sushimoto
Swing İstanbul
Şimdi
Tag Cafe
Tamirane
Tamirane Express Quality Food
Taps Bebek
TAV Loungeları
The Allis
The Galliard
The House Café'ler
The Muse
The Upper Crust
The Popülist
THY CIP Salonları (İst, Ank, İzm)
Toni&Guy
Touchdown
Türker Art Gallery
On Off Karaköy
Unter
Uptown Cafe Bar
Urart
Urban Cafe
Vogue
Walters Coffee
White Mill
Wom Karaköy
Yada Sushi
Yada Beach Club
Zanzibar
BAMBAŞKA TAT
BAMBAŞKA ENERJİ
BU ENERJİ *
SANA!
#BuEnerjiSana
*Enerji içeceği
İSTANBUL AKASYA, BUYAKA, D-GYM, ZORLU,
İSTİNYEPARK, KANYON, MALL OF İSTANBUL, AQUA FLORYA,
EMAAR SQUARE MALL, VADİSTANBUL
BURSA KORUPARK
ANKARA ARMADA, KENTPARK, NEXT LEVEL
İZMİR POINT BORNOVA, HILLTOWN
KIBRIS GİRNE, LEFKOŞA