22.11.2020 Views

hillsider-95

hillside-magazine-95

hillside-magazine-95

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.








Senin Yerin

Ayrı!

TAV Passport Kart’ınla

seyahatlerinde unutulmaz bir

tecrübe seni bekliyor!

Dünyanın

dört bir yanında

500’ü aşkın Lounge’da

konforu yaşayın!

C

M

Y

Ücretsiz İNDİRİN!

CM

MY

CY

CMY

K

Tek seferlik bir giriş satın

alabilir veya üyelik

paketlerimizden birini

seçerek ayrıcalıkların

keyfini çıkarabilirsiniz.

TRAVELLER

10 ADET ÜCRETSİZ

GİRİŞİN ARDINDAN

HER GİRİŞİNİZ 27€

EXPLORER

1 ADET ÜCRETSİZ

GİRİŞİN ARDINDAN

HER GİRİŞİNİZ 27€

VOYAGER

LOUNGE’LARA

SINIRSIZ ERİŞİM

Havayolu, denizyolu, karayolu ve demiryollarından yapacağın tüm seyahatlerinde

1.000’i aşkın hizmet noktası ile TAV Passport her anında yanında!

SINGLE

BITE



The boat that leads the industry and the 6X Wakeboard Boat of the Year

in the WakeWorld Rider’s Choice Awards, the G23 stands alone

as the number one choice for riders around the world. Quality, innovation and

luxury go hand-in-hand with this revolutionary model that is designed

to maximize the fun during your days on the water. The best wakes,

the best surf waves and all the high-end refinements you’ve come

to know from a Super Air Nautique, that’s the G23.

www.wakeupwatersports.com | info@wakeupwatersports.com | +90 532 683 59 77



10

hillsider 69/74

KIŞ BAHÇELERİNDE KEYİF

İyi Hissettiren Alanlar

11

hillsider 75/78

DESIGN THINKING

12/1

hillsider 80/84

ÖZGÜR OLMAK

Art Blog / Pınar Birim röportajı

12/2

hillsider 86/89

BURUNO CATALANO

Art Blog

12/3

hillsider90/93

INSTAGRAM CREATORS

Art Blog

12/4

hillsider 94/97

MARINA ABRAMOVIĆ

Art Blog

12/5

hillsider 98/103

MERVE MORKOÇ

Art Blog / Unpublished

13

hillsider 104/108

SINIRLARIN ÖTESİNDE

Yurt Dışındaki Gururlarımız

14

hillsider 109

THE STANDARD, LONDON

01

hillsider 16/20

NOW AND THEN

02

hillsider 22/27

ECE ÇİFTÇİ

Röportaj

03

hillsider 28/33

DOLOMİTLER

Seyahat, Gezi

15

hillsider 110/111

TUTULMALAR

Astroloji̇

16

hillsider 112/113

GOOD FOR MEN

04

hillsider 34/38

HEDİYE

İnsanlık Tarhi Kadar Eski

05

hillsider 40/42

TOM VE JERRY

75 YAŞINDA

Timeless

06

hillsider 44/48

İSTANBUL'DA KIŞ DENİNCE...

Boza, Salep, Turşu

17

hillsider 114/116

2020 TRENDLERİ

Remix

18

hillsider 117

EN BEĞENİLEN İLAN

07

hillsider 50/52

HİNDİSTAN ŞEHİR SARAYI

AIRBNB'DE

Global Keşif

08

hillsider 54/58

GELECEĞİN 50 GIDASI

09

hillsider 59/68

TRİKO'NUN SALTANATI

Moda

19

hillsider 118

BİZİ MI ARAMIŞTINIZ?



YAZARLAR ve

KATKIDA

BULUNANLAR

ÖZGÜR RUH

YENİ BMW X1.

Göz alıcı yeni tasarımıyla hem maceracı hem şehirli.

Yeni BMW X1, geniş dokunmatik ekranı,

şerit takip sistemi, adaptif LED farları ve daha birçok

yeni teknolojisinin yanında geniş iç hacmiyle

şimdi çok daha konforlu.

Sheer

Driving Pleasure

AYŞE

KAYNARCALI

Seyahat

Dolomit Dağları

AYŞEGÜL SAVUR

ÖZGEN

Hediye

DENİZ YILMAZ

AKMAN

İstanbul'da

Kış Denince...

İPEK

KİGAN

Ece Çiftçi röportajı +

Astroloji /Tutulmalar

NİHAN

VURAL

Design Thinking

ÖZLEM

YÜCELENER

ArtBlog / Bruno

Catalano

OBEN

BUDAK

Good For Men

PINAR

MORPINAR

Yurt Dışındaki

Gururlarımız

RANA

KORGÜL

Kış Bahçeleri + ArtBlog /

Pınar Birim röportajı

TAYLAN

KÜMELI

Geleceğin 50 Gıdası

Burak Teoman

Kış Bahçeleri fotoğrafları

Elmira Gürses

Timeless/

Tom & Jerry 75 Yaşında

+ Global Keşif/Hindistan Sarayı’nda AirBnB

Esin Karagöz Aşan

Dolomit Dağları fotoğrafları

Merve Morkoç

Unpublished eserleri

İpek Edinçgil

Now&Then + ArtBlog/

Instagram Creators

Nurdan Usta

Ece Çiftçi fotoğrafları

Orhan Okuşluk

ArtBlog /

Marina Abramovic

Stüdyo28 ekibi

Moda çekimi

Yayımcı

Attaş Alarko Turistik Tesisler Adına Sahibi

Genel Yayın Koordinatörü

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü ve Reklam Sorumlusu

Yazı İşleri

Tasarım

Basımcı ve Basıldığı Yer

Basıldığı Tarih

Yayın Türü

Attaş Alarko Turistik Tesisler A.Ş.

Nisbetiye Cad. Ahular Sok. No.6 Etiler 34337 İstanbul/Türkiye

T. 0212 362 30 00

İzzet Garih

Edip İlkbahar

Özlem Gökbel (ozlemgokbel@gmail.com)

Çağan Şimşek, İpek Edinçgil, Serkan Mekikoğlu, İpek Kigan

Republica

PROMAT MATBAA

Orhangazi Mah. 1673 Sok. No.34 Esenyurt İstanbul / Türkiye

T. 212 622 6363

Ocak 2020

Yerel Süreli Yayın (Dergi)

Sayı 95 (Ocak, Şubat, Mart, Nisan 2020)

Dört ayda bir yayımlanır.

Hillsider Magazine'de yayımlanan yazı ve fotoğrafların tüm hakları,

Hillsider logosu ve isim hakkı Attaş Alarko Turistik Tesisler A.Ş.’ye aittir.

Kaynak gösterilerek de olsa Attaş Alarko Turistik Tesisler A.Ş.’nin

yazılı izni olmadan hiçbir şekilde yazı ve fotoğraflardan alıntı yapılamaz.

www.hillside.com.tr

hillsider@hillside.com.tr



hillsider 16/20

hillsidenow

01

KYOTO / PATCH PLANT HOTEL / EGE SOLEY /

HAVA YASTIKLI BİSİKLET KASKI / ARI B / PEMRA ATAÇ AÇIKTAN

KYOTO

BİNLERCE YIL,

JAPON İMPARATORLUĞU’NA

BAŞKENTLİK YAPMIŞ

KYOTO'DA YER ALAN

UKYO-KU’NUN ÇEVRESİNİ

SARAN HEYKELLERİN

YOSUNLAŞMASI İLE OLUŞAN

MASALSI GÖRÜNTÜLER

DİKKAT ÇEKİYOR.

Fotoğrafçıların objektiflerine takılan

Kyoto’daki bu doğa harikaları son

zamanlarda sosyal medyada en çok

paylaşılan içerikler arasında.

PATCH

PLANT

HOTEL

DÜNYANIN ILK

BITKI OTELI

LONDRA’DA AÇILDI!

Tatilini yaparken bitkilerin solmasından

endişe edenlere hitap eden Patch Plant

Hotel, sahipleri seyahatte olan bitkilere

en iyi ve doğru şartlarda bakılacağını

vaat ediyor. Otele rezervasyon web sitesi

üzerinden yapılabiliyor.

@patchplants



QNB Finansbank’ın genç sanatçıları

desteklemek ve onlara yeni ifade alanları

yaratmak amacıyla destek verdiği

Masterpiece Hall by QNB First On Bir (11)

Sergisi, Samsung Electronics Türkiye’nin

de teknoloji sponsorluğu ile 16 Ocak 2020

Perşembe günü kapılarını sanatseverlere açtı.

Çağdaş sanatın geniş kesimlere yayılmasını

sağlamak; genç yetenekleri keşfetmek ve

onları sanatseverlerle, ülkemizin önde

gelen koleksiyoner ve akademisyenleriyle

bir araya getirmek amacıyla yola çıkan QNB

Finansbank ve Masterpiece çağdaş sanat

üretimini desteklemek için birlikte adım

atıyor.

11 genç sanatçının, yeni medya, resim,

heykel, enstalasyon gibi farklı disiplinlerden

eserlerinin yer aldığı On Bir (11) Sergisi,

Masterpiece Sanat Merkezleri’nin Maslak’ta

dev bir alanda faaliyet gösteren ana merkezi

olan Masterpiece Hall’da, 20 Şubat 2020

tarihine kadar ziyaret edilebilir.

www.studiomasterpiece.com

HAVA

YASTIKLI

BISIKLET

KASKI:

HÖVDING

ARI B

CHAT -

EGE SOLEY

EGE SOLEY ILE

İSTANBUL’DAKI FAVORI

MEKANLARI, KITABI

SAKIN VE KURUCUSU

OLDUĞU SLOW PUBLIC

HAKKINDA KONUŞTUK.

Bize kitabınız ‘Sakin’den

bahseder misiniz?

“Hayatım boyunca iyi hissetmeyi ve başımıza

ne gelirse gelsin kendimizi yukarıda tutmayı

savundum. Sakin’de aslında bu yolculuğu

anlattım. Sakin herkes için başucu kitabı

oldu. Herkes diyor ki: ‘Bir kere okuyorum,

ondan sonra başucumdan kaldırmıyorum.

Arada bir açıp, bir iki satır okuyorum, iyi

hissediyorum.” Aslında hepimizin birbirine

benzediğini, aynı yollardan geçtiğimizi

anlıyorum. Galiba kitabın misyonu da bu

oldu ve varması gereken yere de varıyor.

Lal Batman - Billy the Kid

Slow Public’in hikayesi nedir?

''Slow Public sadece Türk kadınlarının

ürettiği markaların olduğu, yavaş tasarımı

destekleyen, el üretimi ve sadece teker teker

üretilen markaların ve ürünlerin olduğu bir

mağaza. Bugün bulduğunuz bir ürünü yarın

bulamayabilirsiniz. Çünkü bizde üreticiler

ne isterlerse onu üretiyorlar.''

İstanbul’daki gizli yerleriniz nereler?

“Her gün Nişantaşı Delicatessen’e

gidebilirim, hiç vazgeçemeyeceğim bir adres

benim için. Hatta bazı arkadaşlarım beni

orada bulacağını bilir. Biraz daha sakin bir

yere gitmek istersem arkadaşımın mekanı

Ahırkapı Giritli Restoran’ı tercih ederim.

İstanbul Üniversitesi’nin tam yanındaki

Beyazıt Kütüphanesi çok güzel bir yerdir,

gitmeyenlere mutlaka tavsiye ederim. Hem

mimarisi çok güzeldir hem de İstanbul’daki

en sakin ve sessiz kütüphane.”

Spotify listenizde neler var?

“Bana mail adreslerini verenlere her ay

başında bir mektup gönderiyorum.

Bu mektubu okuyacaklara da mutlaka

bir fon müziği öneriyorum. İşte bu fon

müzikleri için spotify’da bir albüm

hazırladım, ismi Merhaba, Ege Ben!”

Fatih Eseler - İzometrik Yığın

HAVA YASTIKLI BISIKLET

KASKI SAHIP OLDUĞU

AKILLI ALGILAYICILAR

SAYESINDE TEHLIKE

ANINDA AÇILARAK, OLASI

KAZALARIN ETKILERINI

EN AZA INDIRGIYOR!

“Innovationsbron’s Ideas Grant” ödülüne

layık görülen hava yastıklı Hövding bisiklet

kaskı, Lund Üniversitesi Endüstriyel Tasarımı

öğrencileri tarafından hayata geçirilmiş. Kask,

Stanford Üniversitesi’nde yapılan testlere

göre, geleneksel kasklara kıyasla sekiz kat

daha iyi koruma sağlıyor.

DÜNYANIN ILK ARI

INFLUENCER’I!

Fondation de France tarafından yaratılan

sevimli karakter ‘’Arı B’’, diğer influencer’lar gibi

markalarla iş birliği yapıyor! Sponsorlu içeriklerden

kazandığını farklı derneklere bağışlayan influencer

B, yaşamımızın devamlılığında arıların büyük rol

oynadığına da dikkat çekiyor. Eyfel Kulesi önünde

selfieden egzotik tatillere klasik influencer pozlarını

esprili bir dille taklit eden Arı B, 270 bin takipçiye

ulaştı bile. @bee_nfluencer



CHAT -

PEMRA ATAÇ

AÇIKTAN

REKLAMCILIK SEKTÖRÜNÜN

ÖNE ÇIKAN ISIMLERINDEN

PEMRA ATAÇ AÇIKTAN İLE

ILHAM VEREN BIR SOHBET

GERÇEKLEŞTIRDIK.

Size en çok ilham veren reklamcılar?

“Ben hala eski reklamcıların işlerine

bakıyorum. David Ogilvy ve Jean-Paul Goude

reklamları, George Lois posterleri hala

bana en çok ilham verenler arasında. Yeni

dönem reklamcılar arasından da Adam &

Eve ajansının başında olan Richard Brim ve

ekibinin işlerini sayabilirim. ’’

Reklamcı olmak isteyenlere ne gibi

tavsiyeler verirsiniz?

‘’Bu iş tamamen bir istikrar ve sabır meselesi.

Yaparken öğrenilen bir iş… Bir sürü şeyi

öğreniyorsun ve içinde evriliyorsun.

Hitap ettiğin insanların neleri beğenip

neleri beğenmediğini, neye karşı geldiğini

kavrıyorsun. Ama bence reklamcılık doğuştan

gelen bir yetenek… Bu sizde varsa devam

edin, yoksa çok zorlamayın, başka bir

mesleğe geçin.’’

Reklamcılığın geleceğinde

bizi neler bekliyor?

"Bence kişiye özel, tekil reklamlar olacak.

Önümüzdeki dönemde, tekil şahısların etkisi

çoğullardan daha fazla olacak. İnsanlar bir

şeyi kendileri beğenip sahiplendiği zaman bir

reklamdan çok daha etkili, yayıcı bir kuvvete

sahip olurlar.”

İlham kaçarsa nasıl gelir?

"İşine kendini adayıp, emek veren kişiler

için 'ilham' kelimesinin o insanların işini

küçülttüğüne inanıyorum. O yüzden çalışırsan

hiçbir şeyin kaçmayacağını düşünüyorum".

10.09am on a NYC rooftop.

N 40° 45’ 31’’ W 73° 58’ 43’’.

Favori sanatçınız?

"Miranda July’a bayılıyorum…

Her işini takip etmeye çalışıyorum. Hem espri

anlayışı hem aktivisitliği hem de sorgulayıcığı

ile onun işlerinden sonra mutlaka bir şeyler

düşünürken buluyorum kendimi.”

Ulysse Nardin Boutique : Etiler – Istanbul +90 212 2570998

Time Square Fine Timepieces and Jewellery : Kanyon AVM – Istanbul +90 212 3531056

Şark Saatçilik : info@sarksaat.com



02

hillsider 22/27

İDEALİST RUH

ECE ÇİFTÇİ SADECE

26 YAŞINDA! VE HEPİMİZE TEMİZ VE İYİLİK

ÜRETEN BİR KALBİN, GENİŞ BİR VİZYONUN,

İDEALİST VE KENDİNE İNANAN İNATÇI

BİR RUHUN YAŞI KAÇ OLURSA OLSUN

DÜNYAYI DEĞİŞTİREBİLECEĞİNİ

HATIRLATIYOR!

Şimdi bir çocuk düşünün. 14 yaşında yaşam

amacının farkına varıyor ve o andan itibaren

bu amaç için yaşamaya başlıyor. Üniversite

zamanı geldiğinde sosyolojiyi seçiyor ve

bölümünü 3 senede bitiriyor. Oxford ve

Harvard Üniversiteleri’nden yüksek lisans

için kabul edilmesine rağmen ülkesinde kalıp

çocuklara fayda sağlamak için tüm gücüyle

çalışmaya devam ediyor.

23 yaşına geldiğinde, genç kadınların

ülkelerindeki kadın sorunlarını aktarıp

çözümler geliştirdiği, G20 ülkelerinin

katılımıyla yapılan “Genç Kadınlar Zirvesi”nde

Türkiye’yi temsil ediyor. NYU, Sorbon gibi

üniversitelere konuşmacı olarak çağırılıyor.

Amerika Dışişleri Bakanlığı tarafından seçilen

Sivil Toplum Kuruluşlarının en önemli 10

kişisi tarafından ödüle layık görülen ilk Türk

oluyor. Avrupa Parlamentosu tarafından

davet ediliyor ve sadece birkaç hafta önce ise

eğitimi ve eğitim girişimcilerini uluslararası

zirve ile Dubai’de buluşturan GFEL tarafından

ödül alan "en genç" eğitim ve sosyal girişimçi

oluyor.

Ama en önemlisi kurduğu SosyalBen Vakfı ve

SosyalBen Akademi ile bugün 72 ilde,

10 topluluğu, yüzlerce gönüllüsü ile 11 ülkede

35.000 çocuğun hayatına dokunuyor.

Bunca işi, hizmeti yapan, çocukken içinde

büyüyen duyguya sımsıkı tutunarak toplumsal

kalıpları, olması gerekenleri önemsemeden

binlerce çocuğun gönlüne ulaşıp, onların da

kendilerini var edebilmeleri için kocaman dev

bir kanal yaratan Ece Çiftçi bugün sadece

26 yaşında! Ve hepimize temiz ve iyilik üreten

bir kalbin, geniş bir vizyonun, idealist ve

kendine inanan inatçı bir ruhun yaşı kaç olursa

olsun dünyayı değiştirebileceğini hatırlatıyor!

Röportaj: İpek Kigan

@ipekkiganblog

Fotoğraflar: Nurdan Usta / www.nurdanusta.com

Mekan: Akmerkez / Uptown / Cote Cafe

Eserler: Genco Gülan



BENIM ÇOCUKLARDAN

ÖĞRENDIĞIM

EN TEMEL ŞEY

KÜÇÜK ŞEYLERDEN

MUTLU OLMAK.

HEPIMIZIN ARADIĞI ŞEY

ASLINDA MUTLULUĞUN

KENDISI. BAŞARI DA

O YÜZDEN BIZI

MUTLU EDIYOR.

İpek Kigan: Bence çocuk denecek yaşta

genç; genç denecek yaşta olgun bir yetişkin

olmuşsunuz. Çocukluğunuzu doya doya

yaşayabildiniz mi?

Ece Çiftçi: Evet, hem de inanılmaz bir

çocukluk yaşadım. Belki de çocukluğumu bu

kadar derin ve özgür yaşadığım için insanların

“çocuk” baktığı yaşta fikirlerim ortaya çıktı.

Eğer o dönemi yaşayamasaydım -fikir ileride

çıksa bile- belki de onu dikkate almayacaktım.

Çocukken de hep duyarlıydım, bu bence hem

öğretilebilir hem de biraz içten gelen bir şey.

Herkes içinden geçen ilgi alanını bulduktan

sonra bu dünyada düzeltemeyeceği şey

yok diye düşünüyorum. Ama bunun da en

önemlisi her açıdan sağlıklı bir çocukluk

geçirmek. Çocuklukta aslında birçok kimlik

özelliklerimiz kodlanmaya başlıyor. Bu kod

doğru işlenirse en basiti ama en önemlisi

“mutlu” bireyler ve vatandaşların olduğu bir

toplum inşa etmiş oluyoruz. Ben bu anlamda

hep şanslıydım. Doya doya yaşadığım bir

çocukluk dönemim oldu. Ama bunu yaşarken

de her zaman etrafımdaki diğerlerinin

farkındaydım. Bu da benim çocuk yaştaki

farkındalığımı güçlendirdi.

Nasıl bir çocuktunuz? Sizi tanıyanlar ilerde

böyle lider ve fayda üretecek bir projenin

mimarı olabileceğinizi tahmin eder miydi?

Hatırladığım kadarıyla hareketliydim ve hep

girişkendim. Ben başkasından beklemeden

gider diğer çocuklarla konuşur ve oyunu

kurardım. İleride lider olur derler miydi onu

çevreme sormak lazım ama duyarlılığım ve

sosyalliğimden yola çıkarak insanlarla birlikte,

onlara dokunarak bir iş yapacağımı hep

öngörmüşler. İlkokul ve ortaokulda tiyatroyla

ilgileniyordum, o da benim insanlarla olan

iletişimime çok şey kattı. Ama ben dahil

kimsenin aklında SosyalBen yoktu. Doğru

gözlem, doğru farkındalık ve doğru zamanda

adım atmak bugün beni ve SosyalBen’i

buluşturdu. İyi ki de buluştuk :)

Size baktığımızda ilk çağrıştırdığınız duygu

“idealizm”. Bu yapınızı besleyen ve büyüten

rol modelleri kimlerdi?

Ben bir kişiyi rol model almak yerine

tanıştığım her kişinin beğendiğim bir özelliğini

kendime rol model alıyorum. Böylece birden

fazla konuda birden fazla rol modelim

oluyor, bu çeşitlilik de beni besliyor. Benim

her zaman yaptığım en temel hareket,

tıkandığım veya hayata geçirmek istediğim

bir konuda her adımı etrafımdakilere mutlaka

sormak. Herkesin farklı bakış açısı ve yorumu

üzerinden konuyla ilgili ortak bir nokta çıkarıp,

onun üzerinden işi tekrardan tasarlar veya

tasarladığım yerden daha derin ilerlemeye

başlarım. Yeni bir adım atarken mutlaka

onlardan hem eleştiri hem de öngörü almayı

tercih ediyorum. Böylece hem hata oranı

azalıyor hem de o işe, projeye başlamadan

önce büyük resmi kuşbakışı görmek iyi bir yol

haritası oluyor.

Mesela SosyalBen’in her sürecinde başta

ailem, arkadaşlarım, heyet üyelerimiz,

destekçilerimiz ve gönüllülerimiz olmak üzere

bütün hedef kitlemizden akıl aldım. Çünkü

bu süreci yürütenlerle bunu yaşayanların

ortak dilde konuşması ancak işi büyütüp

verimini artırabilirdi. Ama tabii ki bazı kişilerin

süreçteki etkisi apayrı benim için. Örneğin,

sivil toplum yönetimi konusunda her zaman

İbrahim Betil’in kapısını çaldım, çalmaya da

devam ediyorum. Girişimcilik, kadın liderlik

ve sürdürülebilirlik konusunda Emine Sabancı

Kamışlı’nın bana tavsiyeleri her zaman

kulağımdadır.

Sizi araştırırken 14 yaşında dinlediğiniz

bir konferansın bakış açınızı değiştirdiğini

okudum. O kadar küçük yaşta size bu kadar

büyük ve geniş bakış açısı kazandıran

konferansın konusunu ve sizi neden

etkilediğini anlatır mısınız?

Hiçbir zaman çok çalışsam da, matematik ve

geometriden yüksek not alamadım. Bir gün

yılsonu gösterisi için keman çalarak sahneye

çıktığımda şunu fark ettim ki; iyi matematik

yapan arkadaşım da sahneye çıktı, ben de!

O da alkışlandı, ben de! O zaman kendimce,

başarının sadece matematik yapabiliyor

olmaktan geçmediğini anladım.

Sonra okulumuza Nepal’den aktivist bir

profesör geldi ve başkalarına yardım etmeyle

ilgili çocuklara yönelik yaptığı projeleri

anlattı. İlk defa başkaları için bir şey yapan

ve bunu uluslararası alana taşımış birini

tanımıştım ve çok etkilendim. Bizi de projesi

için davet ettiğinde, nasıl dâhil olabilirim diye

düşünmeye başlamıştım. 9’uncu sınıftaydım,

tabii ki aileme sorduğumda gitmeme izin

vermediler. Ama o dönemler benim fikrimin

kuluçka zamanıymış, sadece haberim yokmuş!

Sonra okulumuzda var olan müzik, fotoğraf

gibi atölyelerimizi imkânsızlıklar nedeniyle

ulaşamayan çocuklara götürmek için bir proje

yapmaya karar verdim ve tüm yolculuk bu

farkındalıktan sonra başladı. SosyalBen’in

temellerini atmaya başladım.

Genç yaşlarda işinize karar verip,

harekete geçtiğinizde çevrenizden

nasıl tepkiler aldınız?

Bir hayal için yola çıkarken aslında ilk adım,

hayalinize önce kendinizin inanması.

Kendiniz gerçekten güçlü bir şekilde buna

inanıyorsanız bir süre sonra insanları ve

çevrenizi buna dahil etmek bence daha hızlı

ilerleyen bir süreç oluyor.

Hızlı ama kolay olmayan. Ben belki biraz

daha şanslıydım, bunu da her zaman

söylerim, ailem en başından beri beni en

çok destekleyen ve hayallerime ilk inananlar

oldu. O yüzden SosyalBen Vakfı bugün 72 ilde,

10 topluluğu, yüzlerce gönüllüsü ile 35.000

çocuğun hayatına 11 ülkede konuk olduysa

bu sadece benim değil, ailemin de bana olan

desteğinin başarısı diye düşünüyorum.

Çevremdekiler yaptıklarımızı hep değerli ve

önemli buluyordu ama ilk yurt dışı ödülü

ve ülke temsilliklerim başladıktan sonra

sivil toplumun ve sosyal girişimciliğin bir

projeden daha çok profesyonel bir iş ve hatta

uluslararası kamuoyunda yer edinebilecek bir

değer olduğunu fark ettiler. Özellikle Harvard

ve Oxford’a gitmemeye karar verdikten sonra

ailemden daha çok çevrem tepki gösterdi, o

dönemi yönetmek benim için de biraz sıkıntılı

ve zor olmuştu.

SosyalBen ismini nasıl ve neden seçtiniz?

SosyalBen ismi yarışma formunu doldururken

aklıma geldi. NYU’da aldığım bir eğitimde

iyi fikrin herkesin bilinçaltında olduğunu ve

bu doğru zamanda ortaya çıktığında başarılı

fikirlerin başlangıcı olduğunu söylemişti

bir hocamız. Benim de yarışmada formu

doldururken yaptığım projeye "SosyalBen"

adını vermekle iyi fikrim ortaya çıktı.

SosyalBen çocukların bizim eğitimlerimizi

aldıktan sonra kendini değerlendirme süreci.

“Evet, ben yeteneklerimin farkındayım, sosyal

kimliğimi keşfettim.” deme süreçlerine ben

"SosyalBen" ismini verdim.

Çalışmanızda hedef olarak neden 7-13 yaş

dezavantajlı çocukları seçtiniz?

Burada "dezavantajlı" olarak ifade etmek

istediğiniz tam olarak nedir?

7-13 yaş grubu altyapı, konservatuvar, dans

akademileri gibi yetenek bazlı yönlendirme

adına en önemli yaş aralığı, o yüzden bu

grupla çalışıyoruz. Bizim öğrencilerimiz

ekonomik ve sosyal anlamda bir dezavantaj

yaşıyorlar. Taşımalı eğitimde öğrenim

gördükleri için kendi yeteneklerini keşfetmeye

yönelik herhangi bir sosyal aktiviteye

ekonomik ve coğrafi şartlardan dolayı

katılamıyorlar. Taşımalı eğitim köyleri il ve

ilçelere 1.5, bazen 2 saat uzaklıkta oluyor. Bu

da aile ekonomisi için ulaşım ücreti demek,

çoğu zaman aile ekonomisine olumsuz etki

ediyor. Diğer bir dezavantaj da çocukların köy

okulları merkezden uzak olduğu için servis

saati ile etkinlik saatlerinin örtüşmemesi yine

çocuğun bu çalışmalara (ücretsiz de olsa)

katılması önünde ket oluşturuyor. Biz de bu

noktada devreye giriyoruz. Köy enstitülerinin

modern hali olarak düşünebilirsiniz bizi.

"Çocuk ulaşamıyorsa biz ona getirelim"

diyoruz. İlk hedefimiz bu: 7-13 yaş arasında

ekonomik anlamda dezavantajlı olanaklara

sahip çocukların yeteneklerini keşfetmek ve

geliştirmek için atölye ve eğitim programları

gerçekleştirmek.

İkinci hedefiniz nedir?

İkincisi, ülkemizde ve dünyada gönüllülüğün

yaygınlaştırılması. Store ve Akademi, Vakfı

fonlamak için oluşan sosyal girişim modelidir.

Store kısmında anlaşmalı olduğumuz e-ticaret

ve perakende zincirlerinde karı vakfa aktarılan

kırtasiye ürünlerinin satışını ve ürün tedariğini

gerçekleştiriyoruz. SosyalBen Akademi

ile gönüllüğü, eğitim kurumları, kurumsal

firmalar ve bireysel öğrencilere öğretiyoruz.

Bu çalışmaların sağladığı faydayı

somut olarak görebiliyor musunuz?

Bu çalışmalar doğrultusunda aldığımız

çıktılar gerçekten çok mutlu edici. Mesela

dans yeteneğini keşfettiğimiz bir SosyalBen

Çocuğu şu an Tan Sağtürk Akademi’de

eğitimine devam ediyor. Bir de Spor Atölyesi

Destekçimiz Özge Kırdar ile birlikte hayata

geçirdiğimiz SosyalBen Vakfı Voleybol

Takımı var. Bu takımda bulunan 12 kızımız

voleybol kulüplerinin altyapısında.

Gönüllü elçimiz Yalın ile birlikte sahneye

çıkan müzik grubumuz var. Onlar bu sene

yetenekleri doğrultusunda yönlenecek.

Destekçi oyuncularla düzenlediğimiz oyun

atölyelerimiz var, oradaki öğrenciler de

Mart 2020’de Mardin’de birlikte yaşamaya

yönelik büyük bir oyun sergileyecekler.

Somut faydayı hem sahada hem de

sonrasında yönlendirmelerimiz ile görmek

bizi çok duygulandırıyor. 2020’de SosyalBen

çalışmalarının çocuklar üzerindeki etkisini



anlatan bir araştırma da yayınlayacağız.

Destekçilerimiz ve gönüllülerimizle yaptığımız

SosyalBen saha çalışmalarını daha görünür

kılmak istiyoruz.

Çocuklar için çalışmak, onlarla iç içe olmak

size neler kazandırdı?

Benim çocuklardan öğrendiğim en temel şey

küçük şeylerden mutlu olmak. Hepimizin

aradığı şey aslında mutluluğun kendisi. Başarı

da o yüzden bizi mutlu ediyor. Çocuklarla

sahada olmak, onlarla zaman geçirmek,

onlara konuk olmak bana ufacık şeylerden

mutlu olmayı ve bunu bir hayat felsefesi

haline getirebilmeyi öğretti. Bu da bütün

beklentileri sıfıra indiriyor aslında.

"Toplumsal fayda" gerçekten tam olarak

nasıl sağlanır sizce? Bu sadece

gönüllülük ilkesi ile yürüyen bir fayda

türü mü olmalıdır?

Gönüllülük aslında bir vatandaşlık görevi.

Bu topraklardan aldığımızı, bu topraklara

geri verme süreci. Paylaşım ekonomisi.

Gönüllülük bunun bir üst boyutu. Mesela

yere çöp atmamak, sokaktaki hayvana

mümkünse yemek verebilmek, veremiyorsak

zarar vermemek... Çok basit şeylerden

bahsediyoruz. Veya giymediğimiz eşyaları

çöpmüş gibi kampanyalara vermek değil de

özenli ve temiz bir şekilde verebilmek. Sokağa

tükürmemek gibi... Bunlar hem vatandaşlık

hem de ahlaki görevlerimiz. Gönüllük bunun

biraz daha kurumsal hali. Orada spesifik bir

dert belirleyip ona kafa yoruyoruz. Toplumsal

fayda için illa bir dernekte, bir STK’da, bir

kulüpte çalışmak gerekmiyor. Herkes bir şey

yapmalı bu gezegen için. Benim altını çizmek

istediğim diğer konu ise bu dertler sadece

ülkenin, şehrin, mahallenin sorunu değil.

Bunlar yaşadığımız gezegenin sorunu. Bunlara

daha bütünsel baktığımız bir süreç aslında

gerçek toplumsal fayda.

Nerelere gittiniz bu proje kapsamında?

Yurt içinde hemen hemen bütün illere gittim.

Vakıfla birlikte 72 ile gittik. Uluslararası alanda

da gelişmekte olan ülkelerde bunu yapıyoruz.

Yani yine aslında sıkıntının nitelikli eğitime

erişmek olduğu yerlere gidiyoruz.

Mesela -27 derecede Moğolistan’da

çalıştım. Afrika’da Gambia’da, Hindistan’da,

Makedonya’da, Nepal’de, Kamboçya’da

çalıştım. Buradaki modelin aynısını

götürüyoruz. O yüzden diyorum bunlara

sınırlayıcı olmayan bir perspektiften bakmak

gerekiyor. Bu dert Hindistan’da da aynı,

Moğalistan’da da aynı, burada da aynı.

Buna doğru çözüm önerileri ile gidildiğinde

sürdürülebilir bir toplumsal faydadan

bahsediyoruz.

Arzu edenler SosyalBen projesi için ne

şekilde destek verebilir?

SosyalBen Vakfı’nın iki grup destekçisi var.

Birincisi gönülleri. Onlar 18-25 yaş arası

üniversiteli gençler. Oradaki derdimiz aslında

öğrenci çalışma hayatına atılmadan, arka

mahallede neler oluyor, ülkesinde neler oluyor

bunu görmesi. Hayatında en az bir kere tam

anlamıyla gönüllük çalışması yapması.

Bir seferlik gelip katılabiliyorlar mı?

Üniversite birinci sınıfta gelen gönüllümüz,

4. sınıfa kadar bizimle. Sonra bir yol ayırımına

geliyor. Ya vakfımızda çalışıyor

ya da destekçimiz oluyor. İkinci grup sahada

bizimle olamayıp 25 yaş üstü ama SosyalBen

olmak isteyen kişiler. Bu kişiler bizimle çok

şey yapabilir. Atölye koçumuz olabilirler, ilgi

alanları doğrultusunda 8 atölyeden birini

seçip bunu güçlendirmeye yönelik bizimle

çalışabilirler. Sosyalben Store için ürün

tasarlayıp kapasite geliştirmemize destek

olabilirler. Gönüllülerimize uzmanlık alanları

doğrultusunda eğitim verebilirler. Bu bir zincir.

Maratonlarda bizimle birlikte koşabilirler.

Bağış yardımı yapabilirler mi peki?

Tabii ki yapabilirler. Ama benim SosyalBen’de

en çok sevdiğim şey kişiye özgü destek

modelinin çıkıyor olması. Böylece destekçinin

özelliği ile yani "sosyal benliği" ile faydası da

aynı şekilde örtüşmüş oluyor.

Aldığınız sorumluluk büyük.

Bunun altında yorulduğunuzu hissettiğiniz

zamanlar oluyor mu?

Tabii ki yorulduğum zaman çok oluyor ama

yorulmadan da bir şey olmuyor. Yorulmak

bence hayalinize giden yoldaki, amacınız

doğrultusundaki olmazsa olmaz takım

arkadaşınız. Bazen insanlar hayattaki

amaçlarını, tutkularını bulamadan,

keşfedemeden bu hayattan gidiyorlar. Çok

sevdiğim bir söz var; “Herkes varlıklı olabilir

ama herkes var olamaz.” Ben bu yolculukta

çok yorulsam da “var” olabildiğim için

kendimi şanslı hissediyorum ve yorulduğum

anlarda bunu kendime hatırlatıyorum.

Bu yolda ulaşmak istediğiniz hedefleriniz

ve gerçekliğe dönüştürmek istediğiniz

hayalleriniz neler?

Bundan 10-15 yıl sonra SosyalBen

Çocukları’nın yetenekleriyle ülkesine katma

değer sağlayan vatandaşlar olarak görmeyi

ve alkışlamayı hayal ediyorum. Benim

hikayem ve SosyalBen modeli üzerinden

gelecek nesillere rol model olmayı ve

daha fazla Ece’lerin daha fazla SosyalBen

gibi girişimlerin olmasını istiyorum.

Bunun için sosyal girişimcilere mentorluk

yaparak bireysel olarak da destekliyorum.

SosyalBen’in büyümesi adına sahada çalışan

1000 gönüllünün olmasını, SosyalBen’in

uluslararası alanda da çok konuşulan bir STK

olmasını hayal ediyorum. Yetenek temelli

öğrenme merkezimizin olmasını hayal

ediyorum. Bunlar bu arada bizim için çok uzak

hayaller değil, şimdiden çalışmaya başladık.

Yolculuklar, yeni kültürler,

dünya insanı olma hali size nasıl hissettirir?

Her konuda bir işin yolunda olmayı yani

sürecinde olmayı çok seviyorum. Yani ödül

almak, alkışlanmak, başarı veya başarısızlık

bir sonuç ama oradaki süreç beni çok

besliyor. O yüzden her türlü ben yolda olmayı

seviyorum, varmayı değil. Yolculuklarımda

da aynı duygu hakim. Nereye gitmişsem,

orada yerel halkın gittiği yerleri gezmeyi çok

severim. Hindistan’a gittiğim zaman o bir

haftayı Hintli gibi yaşamayı tercih ediyorum.

Kültürlerine saygı gösteriyorum ve onlar

gibi giyinip, onların yediklerini yemeyi

istiyorum. Mesela Güney Afrika’ya gittiğimde

bir kabilenin etkinliğine katılmıştım. Yani

gittiğim yere bürünmeyi severim. İşte

bütün bunları deneyimleyerek yolda olmak

bence çok öğretici. Ben Sosyoloji okudum,

üstüne Sivil Toplum Yönetimi, şimdi de

Antropoloji doktorası yapıyorum. Aslında

kültürleri çalışıyorum. Ama bu öyle okunarak

anlaşılacak bir şey değil. Bunu yaşamak,

hissetmek, dahil olmak apayrı bir şey. O

yüzden ben her zaman süreç insanıyım,

sonuç değil.

Sizi heyecanlandıran şeyler nedir?

Savunduğum bir şeyi aynı şekilde

çürütmeye bayılıyorum. Mesela sivil toplum

örgütlenmesini size 1 saat anlatır sevdiririm,

sonra 1 saat de bunun aslında yapılacak iş

olmadığını anlatırım size. Bu özelliğim benim

büyük resmi görmemi sağlıyor. Daha rahat

oyunlaştırabiliyorum. Bir şeyi yapıyorsam

da eksilerini de bilerek başlıyorum. O benim

daha rahat adım atmamı sağlıyor. Bu hoşuma

gidiyor. Ayrıca kitap okumayı çok seviyorum.

İlgimi çeken her şeyi okuyabilirim. Mesela şu

anda çocuk bakımı ile ilgili bir kitap okuyorum

ama aslında anne olmak üzere olan birinin

okuması gereken bir kitap bu. Mesela felsefe

kitaplarını özellikle Nietzsche okumayı çok

seviyorum. Mutlaka her seyahate gittiğimde

bir kitap okurum. Bir de üzerine düşünülmüş

her şey beni çok heyecanlandırıyor. Anısı

olan, anlamı olan... Mesela bana bir telefon

hediye edilmesinin hiçbir anlamı yok. Ama

kabını siz yaptıysanız veya üzerinde size ait

bir anı varsa bu benim için çok değerli. O beni

heyecanlandırır. Bazen hediyeden daha çok

üstündeki nota takılırım. Mesela çocuklardan

aldığım mektupları evde klasörler içinde

saklarım. Benim için en değerli hediye onlar.

Yaşanmışlıklar ve samimiyet var içlerinde.

Keşfetmek istediğiniz neler var bu yaşamda?

Avustralya’ya gitmeyi çok istiyorum.

Orada çok ciddi bir fon kapasitesi var.

Onu araştırmak, o ülkede neler olduğunu

anlamak istiyorum. İlk keşfetmek istediğim

şey o. İkincisi uzmanlaşmaya çalıştığım

alan sayesinde kültürleri daha eşitlikçi bir

bakış açısıyla anlamak istiyorum. Bizim

kültürümüzde doğru olan şeyin bütün dünya

ülkelerinde güzel olması, doğru olmasını

istiyoruz ama o öyle değil. Biraz daha eşitlikçi

bir şekilde bu konuda derinleşmek istiyorum.

Zaman bulabilirsem oturup bir şeyler yazmak

ve kendi yolculuğumu insanlara anlatmak

istiyorum. Diğer yandan da ‘Hadi, hemen

olsun’ diyen biriyim. Belki biraz sakinleşmeyi

keşfetmem iyi olur :)

Hem anne-babalara, hem gençlere ve

aslında hala kendini arayan herkese

içindeki beni ortaya çıkarabilmeleri için

neler yapmasını önerirsiniz?

Çocuklarını "varlıklı olmaları" için

yetiştirmesinler. ‘Var olmaları’ için

yetiştirsinler. Var olmak kolay bir şey değil.

Günün sonunda doktor, mühendis bir şey

oluyorlar ama kimlik olarak var olamıyorlar.

Evet bu iniş çıkışlı, zor bir yol. Ama bence her

anlamda çok zenginiz.

Kendini keşfeden herkes için geçerli bu.

Çünkü niçin var olduğumuzu biliyoruz. Bu da

deneyimle oluyor. Tutkuları keşfetmeye destek

vermek gerekiyor. Bir de bence herkesin önce

kendi kurduğu hayale inanması gerekiyor. Siz

inanacaksınız ki, herkese inandırın. Bunun

arkasında durmak için o tutkunun bir o kadar

da güçlü olması gerekiyor. Bir de başarısızlığı

da normalleştirmek. Başarı ve başarısızlık

birlikte güzel. İkisinin ele ele tutuşması lazım

ki, birbirlerini besleyerek ilerlesinler. Ben

kendi hayatımda böyle yaptım ve yapmaya da

devam edeceğim. Belki bunlar başkalarının

hayatları içinde faydalı bir ipucu olabilir.



03

hillsider 28/33

"BRAIES GÖLÜ'NÜ GÖRÜNCE,

CENNETİN DÜNYADAN DAHA GÜZEL

OLDUĞUNA İNANMAK ZOR."

İTALYAN YAZAR ZAPPATERRENO

HAKLIYDI. SADECE BRAIES GÖLÜ

DEĞİL, DOLOMİTLER’İN HER

KÖŞESİ CENNETİN YANSIMALARI

BANA GÖRE…

İtalya’nın kuzey bölgesinin sıradağları ‘’Dolomitler’’i

keşfetme fikri bir Fas yolculuğu esnasında ortaya atıldı

desem, inanır mısınız? Bir sonraki rotamızın İtalya

olacağını konuşurken rehberimiz Dolomitler’den

bahsetmeye başlamıştı. İtalya’nın tarihi ve zengin

kültürünü barındıran şehirlerini birçoğumuz görmüştü

ama grubumuzda Dolomitler’i gören yoktu.

Kısa bir süre sonra Dolomitler’i görmek üzere

Milano’ya uçuyorduk. ‘’Alp Dağları’nın Gölgesinde

Mavi Cennetler’’ adını verdiğimiz programımızda önce

Lugano Gölü’nde konaklamış, pencereleri göle açılan

odamızdan olağanüstü manzaranın huzurunu içimize

doldurmuştuk. Dolomit Alpleri’ne doğru devam eden

yolculuğumuzda rakım yükseldikçe karşılaştığımız

yemyeşil vadiler ve arkalarında yükselen zirveleri

karla kaplı dağlar hepimizin soluğunu kesmişti.

Doğrusunu söylemek gerekirse rehberimizin daha

önce bölge coğrafyasını anlatırken neden gözlerinin

parladığını aracımız ilerledikçe daha iyi anlıyordum.

Fotoğrafların doğanın güzelliğini yansıtmakta yetersiz

kaldığını, duygusunu ise asla yansıtmayacağını

gözlerimle görünce ikna oldum.

İtalya’nın kuzeydoğu bölgesinde yer alan Dolomit

Sıradağları Alp Dağları'nın bir parçası, hatta Dolomit

Alpleri olarak ta adlandırılıyorlar. Doğusunda Adige

Nehri, güneyinde ise Puster Vadisi bulunuyor. O kadar

eşsiz bir bölge ki burası, Dolomit dağları 2009’da

UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi'ne girmiş.

Misurina Gölü

Yazı: Ayşe Kaynarcalı

ayse@sacred7travel.com

Fotoğraflar: Esin Karagöz Aşan

www.fotografoykuleri.com



Bölgeye 4 sene kadar önce yaptığım bu ilk

ziyaretten bir sene sonra aynı gezi rotasını

tekrarladım. Lugano, Como, Garda göllerini ve

göllerin çevresindeki Sirmione, Bellagio gibi

şirin kasabaları içine alan program Venedik

ile son buluyordu. İtalya’nın kuzeyi cenneti

vadediyordu. Beş gün süren programın

içeriğinde Dolomitler yine vardı ama

doyamamıştım karlı zirveleri izlemeye.

………

Tam 1 sene önce, yağmurlu bir ocak

akşamında Foça’da sıcacık bir yuvada

fotoğraf sanatçısı İlhan Eroğlu ve eşi Bircan

ile gezi rotalarını projelendirmek üzere

bir araya gelmiştik. Sohbetimiz dünyanın

farklı coğrafyalarında birbirinden eşsiz gün

doğumları manzaraları ile ilerlerken, sevgili

İlhan ‘’Dolomitler’e bir fotoğraf gezisine

ne dersiniz?’’ sorusunu sorduğu anda fikri

havada yakalamıştım. “Elbette, orası her

zaman gidilmeye değer saklı cennetlerden’’

deyivermiştim. Üstelik bu kez gezi rotamız

benim daha önce yaptığım Kuzey İtalya

yolculuklarında görmediğim köyleri ve dağ

sıralarını içeriyordu.

Gezimizde iki gece konaklama yapacağımız

Hotel Rose Wenzer Alpe de Suisi bölgesinin

şirin kasabalarından biri olan Sciliar'da idi.

Odamızın balkonundan gördüğümüz manzara

bir kartpostalı andırıyordu. Otelin akşam

yemekleri; açık büfe salata barı, leziz etleri ve

tatlı çeşitleri ile diyette olanların sınavı olacak

kadar lezzetli idi.

Fotoğraf karelerinden bildiğimiz Carezza

Gölü’nün aslını görmek üzere sabah gün

ağarmadan yola çıktık. Gece karanlığında

hayli geç bir vakit uyanıp, yaklaşık bir saat

süren yolun sonunda gün doğumunu,

1519 metre yükseklikteki Carezza Gölü’nde

karşılamak, sanırım sadece doğayı, gün

doğumlarını, yaşamayı ve fotoğraf çekmeyi

delicesine seven, hayata tutku ile bağlı

insanların yapabileceği bir deneyimdi…

Fedakarlık istiyordu ve buna değiyordu.

Gerçekten muazzamdı.

CAREZZA GÖLÜ

Carezza Gölü, Bolzano şehri yakınlarında

küçük dağ köylerinden birinin gizli cenneti idi.

Nova Levante ve Costalunga Geçidi arasındaki

ormanlık özel konumu ile sevilen bölgeye

vardığımızda gün doğmadan ilk gelen grubun

biz olduğunu sanıyordum. Yanılmıştım.

Göl kıyısına vardığımızda tripodlarını

kurmuş, günün ilk ışıklarını bekleyen

fotoğraf tutkunlarını görünce şaşkınlığımı

gizleyemedim.

Dağların ve üzerinden akıp giden bulutların,

yeşil mavi durgun göldeki yansımasını uzun

süre izledik. Güneş yüzünü göstermeye

başladıkça doğanın renk paleti canlanıyor,

bulutlar yer değiştirdikçe gördüğümüz

manzara farklı bir boyuta geçiyordu. Uzun

süre gözlemledik değişen doğayı. Fotoğraf

çektik, sustuk, izledik. An’a, varlığımıza,

aldığımız nefese , gördüğümüz güzelliklere

sessizce şükrettik.

Carezza gölünün sizlere anlatmak istediğim

bir de efsanesi var. Efsaneye göre günlerden

bir gün Latemar büyücüsü, Carezza Gölü’nde

yaşayan bir su perisi olan Ondina'ya aşık

olur. Onu yakalamayı beceremeyince bir

cadıdan yardım ister. Cadı kendisine değerli

taş ve mücevher satıcısı şeklini almasını

ve Rosengarten'den Latemar’a uzanan

bir gökkuşağı yapmasını önerir. Büyücü

cadının önerisine kulak verip olağanüstü

bir gökkuşağı yaratır. Böyle bir gösteriye hiç

tanık olmayan Ondina, hemen hayranlıkla

gölün kıyısına yaklaşır, sudan çıkar. Fakat

büyücüyü tanıyınca göz açıp kapayıncaya

kadar gölde kaybolur. Su perisine aşık büyücü

öyle öfkelenir ki; elindeki tüm mücevherleri

ve gökkuşağını hiddetle göle fırlatır. Tüm o

büyülü renkler gölde erir ve Carezza bugünkü

zümrüt rengini alır.

DOLOMİTLER'İN TARİHİ

Dağlar adını Fransız jeolog Déodat de

Dolomieu'den almış. Ondan önce dağlara

yaygın olarak "Monti Pallidi" - "Soluk Dağlar"

denirmiş. Dolomieu bu kayanın hiçbir asitle

neredeyse hiç reaksiyon göstermediğini iddia

etmiş. Zaman içinde yapılan analizler ve

açıklamalara dayanarak Dolomieu onuruna

burada bulunan minerale Dolomieu adı

verilmiş. Dolomit Dağları da bu mineralden

oluştuğu için doğal olarak adı bu şekilde

belirlenmiş olmuş.

1864 yılında iki alpinist dağ tırmanma

rehberi olan J. Gilbert ve G.C. Churchill,

Dolomit Dağları’na yaptıkları tırmanışlar ile

bölgeye tırmanış, yürüyüş rotaları olarak ün

kazandırmışlar.

Dolomitler'in tarihteki en ilginç kırılma noktası

ise 1.Dünya Savaşı sırasında başlamış. İtalya

ve Avusturya arasında kalan bu bölge savaş

CAREZZA GÖLÜ,

BOLZANO ŞEHRI

YAKINLARINDA KÜÇÜK

DAĞ KÖYLERINDEN BIRININ

GIZLI CENNETI IDI.

sırasında ve sonrasında enteresan hikayelere

şahit olmuş. Savaş sırasında iki kardeşin ayrı

topraklara düşerek birbirleriyle savaşmak

zorunda kaldıklarını duymuştum mesela...

İtalya1881 yılında Almanya ve Avusturya-

Macaristan ile müttefiklik konusunda fikir

birliğine vararak üçlü ittifak anlaşmasını

imzalar. Ancak bu anlaşma hiçbir zaman

sağlam temeller üzerine oturmaz. İtalya'nın

diğer bir düşmanı Avusturya-Macaristan'dır.

Nedeni ise Dolomitler'in güneyinde kalan

bölgedir. Bölge, Avusturya-Macaristan sınırları

içerisinde kalmasına rağmen İtalyanlar,

bölgenin kendilerine ait olduğunu iddia etmiş

ve iki ülke arasında yıllarca devam eden bir

anlaşmazlığa neden olmuştur.

İtalya ile Avusturya arasında sıkışmış

Dolomitler’de hem Almanca hem İtalyanca

konuşuluyor olsa da biz genel olarak farklı

bir lehçe ile Almanca konuşulduğuna tanık

olduk. Evlerin yapıları, çiçekli dar uzun

balkonları, bahçeleri, manzaları bölge halkının

davranışları İtalya’dan daha çok Avusturya’da

olduğumuzu hissettirdi.

ALPE DI SIUSI

Alpe di Siusi bölgesinde yol alırken

çocukluğumuzun takvim yapraklarından

hafızalarımızda iz bırakmış manzaraların gerçeğini

görmenin sevincini yaşıyorduk. Bu bölge geniş

vadileri, her mevsim yeşil kalan ağaçları ile

doğaseverlerin çekim merkezi olması ile ünlü.

Bolzano'nun doğusunda, deniz seviyesinden

1.680 m'den 2.350 m'ye kadar uzanan 57 km² lik

bir mera olan Alpe di Siusi, 2009 yılında UNESCO

Dünya Mirası Alanı ilan edilmiş.

Alpe di Siusi’nin en ünlü yerlerinden biri

Castelrotto tatil beldesi yazın yürüyüş

gruplarını ağırlarken, kış aylarında aile dostu

bir kayak merkezine dönüşüyor. Bu bölgede

kalabileceğiniz en güzel oteller ve etrafında

gezebileceğiniz köyleri ise şöyle özetleyebiliriz:

Seiser Alm Urthaler (5 yıldızlı), Hotel Saltria (4

yıldızlı), Hotel Brunelle Silence and Wellness

(4 yıldızlı), Hotel Rosa Eco Alpine Spa Resort

(4 yıldızlı).

Ortisei, Castelrotto, Fie allo Sciliar, Selva di Val

Gardena, Siusi allo Sciliar ise gezilip, görülecek

köylerinden.

Carezza Gölü



Bölge havasının çok temiz olması nedeniyle

astım gibi solunum yolu hastalıklarına iyi

geldiğini duymuştum. Yaklaşık üç kilometrelik

ideal çevresini gerek otelimizin yanındaki

dükkandan kiraladığımız bisikletlerle,

gerek yürüyerek keşfetme ve temiz havasını

ciğerlerimize depolama imkanımız oldu.

giden bulutların yarattığı görsel şölen bizi

bambaşka dünyalara götürüyordu. Doğanın

mucizesinin yansımaları her yerimizi sarmıştı

ve biz izleyici olmanın tadını çıkarıyorduk.

Bu üç zirvenin manzarası hayatım boyunca

unutamayacağım bir heyecan ve mutluluk

dalgası yarattılar.

Braies Gölü

CORTİNA

Dolomitler’in en ünlü kayak merkezlerinden biri

olan Cortina kasabası gezimiz esnasında mola

verdiğimiz ama doyamadığımız bir rota oldu.

1956 yılında kış olimpiyatlarının düzenlendiği

Cortina İtalya’nın en pahalı ve meşhur

kayak merkezlerinden biri olarak biliniyor.

Şık butikleri ve restoranları ile de öne çıkan

küçük kasabada doğa sporları üzerine

farklı seçenekler sunan mağazalar dikkat

çekici idi. 2021 yılında Alp dünya kayak

şampiyonasına ev sahipliği yapacak olan

Cortina kayak merkezi olarak bilinse de,

sadece kış ayalarında değil bahar ve yaz

aylarında da trekking, bisiklet, kaya tırmanışı

gibi birçok spora elverişli bir alana yayılıyor.

Bölgenin nefis doğa manzarası eşliğinde

bisiklet sürebileceğiniz 16 farklı parkuru

bulunuyormuş.

Cortina'da konaklamasam da kayak

tutkunlarına hitap eden çok sayıda otel

alternatifi önerebilirim: Dolomiti Lodge Alverà,

Rosapetra Spa Resort, Hotel Ancora, Barisetti

Sport Hotel ve Chalet Al Lago konaklama için

uygun oteller arasında.

VAL DE FIUNES

Alpe di Siusi bölgesine 28 km uzaklıkta

bulunan Val Di Fiunes sanırım Dolomitler

denince ilk akla gelen kasabalardan. İtalya’nın

kuzeyinde yer alan Güney Tirol bölgesine

kurulmuş bu kasaba en çok fotoğrafı çekilen

yerlerden biri olarak bilinir. Val di Fiunes

1. Dünya Savaşı öncesi Avusturya’da bulunan

Tirol eyaletine bağlıymış, ancak savaş sonrası

1919 yılında imzalanan Saint-Germain

Antlaşması ile iki bölgeye ayrılmış.

Bu bölgelerden İtalya’da kalan alanlarda

baskıcı İtalyan yönetimi etkili olmuş ve

İtalyanca konuşulmaya zorlanarak bölgenin

refah seviyesi oldukça düşürülmüş. Bu baskıcı

yönetim 1962 yılına kadar devam etmiş,

1976 yılında özerklik ilan edilince tamamen

sona ermiş. Bugün ise bölge İtalya’nın refah

seviyesi en yüksek ve en zengin bölgesi olarak

gösterilmekte. Halkın en büyük geçim kaynağı

çiftçilik. Yöre halkının küçük bir kısmı ise

geçimini turizmden sağlamakta.

Val Di Fiunes dediğimizde hepimizin gözünde

canlanan fotoğraflardaki o küçük kilise ise

meşhur St. Johann Kilisesi. Otsu bir çayır,

masif ormanlar ve yükselen zirvelerle çevrili

güzel bir 18. yüzyıl kilisesi. Bu küçük kilise,

Puez-Geisler Doğa Parkı'nın hemen dışındaki

inek meralarında bulunuyor.

Biz araçla çıkabileceğimiz mesafeye kadar

ilerleyip, biraz da yürüyerek kiliseyi karşımıza

alan bir mekanda çimenlerin üzerine oturduk.

Sessizliğin tadını çıkararak, en güzel

Val Di Fiunes fotoğraflarını karelerimize aldık.

MİSURİNA GÖLÜ

Zengin doğal güzellikleri ile ziyaretçilerin

her mevsim ilgi odağı olan Misurina Gölü

gezimizin son iki gününde konakladığımız ve

çevre kasabalarını gezdiğimiz adresimiz oldu.

Popena, Cristallino, Tre Cime di Lavaredo ve

Marmarole gibi yoğun ormanlar ve görkemli

dağların yakınlarında olan bu göl deniz

seviyesinden 1.754 m yüksekte yer alıyor.

Kış aylarında kar yağdığı ve sıcaklık düştüğü

zaman gölün donduğunu ve bambaşka bir

manzaraya sahip olduğunu öğrendik.

Gölün çevresinde konaklama imkanı olan

birkaç otel var. Biz 4 yıldızlı Grand Hotel

Misurina’da konakladık. Şifalı suları sebebi

ile çok turist çeken bölgede otel sayısının

kısıtlı olması sebebiyle hizmet kalitesinin zayıf

olduğunu söyleyebilirim. Göl kıyısındaki Hotel

Sarapiss, Hotel Laverado, Hotel Miralago ile

Albergo Chalet Lago Antorno konaklama için

diğer alternatifler.

TRE CIME DI LAVEREDO

Bölgeye vardığımızda 3.000 metrelik rakıma

tırmanmanın benim için nerdeyse imkansız

olduğunu düşünüyordum ama grubun

enerjisi ile belli noktalarda soluklanarak,

bu müthiş sıradağlara yaklaşabileceğimiz

en yakın mesafelere ulaşmayı başardık. Bir

caz melodisi eşliğinde uzandığımız düzlükte

zirveleri izledik bir süre. Çok aşağılarda kalan

turkuaz göller ve dağ kasabalarının kibrit

kutusundan da küçük kırmızı damlarına

bakarken oraları da görmeyi, o güzel

kasabaların da fotoğraflarını çekmeyi geçirdik

içimizden. Gözlerimiz arada gökyüzüne

takıldığında ise başımızın üzerinden geçip

"TRE CIME" ÜÇ DAR TEPE

ANLAMINA GELIYOR.

BU TEPELER:

CIMA PICCOLA, CIMA

GRANDE, CIMA OVEST

OLARAK ADLANDIRILIYOR.

MILLI PARKIN BIR PARÇASI

OLAN BÖLGE EN IYI YÜRÜYÜŞ

PARKURLARINA SAHIP ALAN

OLARAK BILINIYOR.

LAGO DI BRAIES

1500 metre yükseklikte bulunan bu dağ gölü,

turkuaz yeşili rengi ve onu saran etkileyici

Seekofel zirvesi ile muhteşem bir manzaraya

sahip. Gölün en derin noktası 36 metre. Braies

Gölü, Güney Tirol'ün yüzme gölleri arasında

yer almasına rağmen, serin sulara atlamanın

yine de cesaret gerektirdiğini söyleyebilirim.

Biz temmuz sonunda orada olmamıza rağmen

yükseklik nedeniyle hava hayli serindi.

Gölün yakınında 1899 yılında kurulan Hotel

am Pragser Wildsee, 1945 yılında gölde infaz

edilmek üzere 17 farklı ulustan gelen 136 siyasi

rehinenin toplama kampı rolünü üstlenmiş.

Eski görünümünü korusa da adı Hotel Lago

Di Braies olarak değişmiş. Gölün yanındaki

tek otel ve minimum bir gecelik konaklama

ücreti 210 Euro olan bu otelde güne uyanmak

oldukça keyifli olabilir.

Dolomitler denilince akla gelen üzerinde

küçük teknelerin olduğu o muhteşem

fotoğraflar ise işte bu muazzam güzellikteki

Braies gölünde çekiliyor. Bizim fotoğraf

gezimizin son rotası olan Braies, sabahın

erken saatlerinde birçok fotoğrafçıya ev

sahipliği yapıyordu. Tam karşımızdaki zirvenin

rengi güneşin ilk ışıkları ile pembe turuncu

tonlarına bürünürken, gölün üzerindeki

yansıması doyumsuzdu.

Bu rotayı merak edenlere son bir ilave bilgi:

Adler Balance Oteli bölgenin en çok talep gören

spa otellerinden biri. Daha önce bu otelde

konaklamış arkadaşlarım gerek hizmet kalitesi

gerek huzurlu ortamı sebebi ile bu deneyimi

yaşamamı hayli önermişlerdi. Bir sonraki

yolculuğumda “neden olmasın” diyorum.

Ben hala Dolomitler’e doyamadım ki…



hillsider 34/38

İNSANLIK TARİHİ KADAR ESKİ

04

TAM DA YENİ YILDA

BİRİLERİNDEN ARMAĞANLAR

BEKLERKEN (!), YA DA

SEVDİKLERİMİZE NE HEDİYE

ETSEK DİYE DÜŞÜNÜRKEN

BU KONUYU ELE ALMAMAK

OLMAZDI. NEREDEN ÇIKTI,

FARKLI KÜLTÜRLERDE KENDİNİ

NASIL GÖSTERDİ VE EN

SONUNDA BUGÜNKÜ TİCARİ

HALİNE NASIL GELDİ?

“HEDİYE” DEYiP GEÇMEYİN,

GELİN DERİNLİĞİNE İNELİM.

Yazı: Ayşegül Savur Özgen

Serbest Gazeteci

asgulu@gmail.com



Alışveriş denince aklımıza hemen ticari

bir ilişki geliyor. Oysa hayatımızın ana

kaynağı nefes de bir alışveriş. Almadan

veremiyorsunuz, vermeden alamıyorsunuz.

Yani almak ve vermek hayati bir ilişki.

Ama almak ya da vermek her zaman kolay

olmuyor. Mesela para ile ilişkimizi sorgulayan

bazı uzmanlar soruyor: “Sevdiğiniz biri sizden

borç istese verir misiniz?” “Evet” diyor hemen

herkes. “Peki siz birinden borç ister misiniz?”

dendiğinde, “Kimseden borç alamam”

diyenlerin sayısı bir öncekine göre çok daha

fazla oluyor. Hediye, bu ilişkiler göz önüne

alındığında gönlümüzün en ferah köşesinde.

Çünkü alması da güzel, vermesi de.

Hatta bazı araştırmalar gösteriyor ki, bazı

insanlar aldıkları hediyelerden çok verdikleri

hediyeyi, o hediyeyi kafalarında tasarladıkları

süreci çok daha fazla hatırlıyor ve

önemsiyorlar. Biz Türkler, misafirperverliği ve

karşımızdaki insanı mutlu etmeyi önemseyen

bir millet olarak hediye konusunda da köklü

bir geleneğe sahibiz. Ancak dünyanın bugün

geldiği noktada hediye artık sadece sosyal

ve kültürel bir araç değil, ekonominin temel

taşlarından biri.

Hediye’nin anlamı

"Hediye", Arapça’da ‘yol göstermek, doğru

yola iletmek’ anlamında kullanılan hidâyet

kelimesinin kökünden türeyerek "ar hadiyya"

haline gelmiş. "Ar hadiyya’nın sözlük anlamı

"yola çıkmadan kesilen kurban, uğurluk,

yol armağanı, her çeşit armağan". Ancak

kelimenin hidâyetten türediğini hatırlatan

âlimler, hediyeyi yol göstermenin temelinde

bulunan iyilikle özdeşleştiriyor. Kelimenin

güncel anlamı "birini mutlu etmek için

verilen karşılıksız şey" olarak tanımlanıyor.

Hediyenin Türkçe kökenli eş anlamlısı

"armağan’ın kayıtlara geçtiği ilk kaynak ise

Türkçenin en eski sözlüğü Dîvânü Lugâti't-

Türk. 1072-1074 yılları arasında

Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılan sözlükte

armağan/yarmağan kelimesinin anlamı

‘doyumluk, peşkeş, ganimetten verile

pay’ olarak yer almış. Armağan (yarmağan),

‘madeni para’ anlamındaki yarmak

kelimesinden türemiş.

Hayatımıza nasıl girdi?

Hediyenin tarihte ilk ne zaman ve nasıl ortaya

çıktığını söylemek imkânsız. Tüm toplumların

geçmişinde hediyeleşmeye dair neredeyse

insanlık tarihi kadar eski bilgilere rastlanıyor.

İnsanlar tarih boyunca hediyeyi, kimi zaman

şimdi olduğu gibi bir sevgi göstergesi, kimi

zaman ise bir zenginlik sembolü olarak

kullanmış.

İNANÇLAR DA HEDİYENİN

GEÇMİŞİNDE ÖNEMLİ

ROL SAHİBİ. ÇOĞU İNANÇTA

TANRI’YA TEŞEKKÜR

ETMEK İÇİN VERİLEN YA DA

KURBAN EDİLEN ADAKLAR

HEDİYENİN EN ESKİ

FORMLARINDAN. ANTİK

MISIR’DA KENDİLERİNİ

TANRI’NIN OĞLU OLARAK

GÖREN FİRAVUNLARA

SADAKAT GÖSTERGESİ

OLARAK HEDİYE VERİLİRDİ.

Firavunların öldükten sonraki hayatlarında

kullanmaları için mezarlarına gömülen

hediyeler, bugün bile dünyanın en çok ilgi

gören konularından. Roma döneminde ise

insanların birbirlerine şans getirmesi için

ufak madeni paralar verdiği biliniyor.

Hediye geleneğinin çarpıcı uygulamalarından

biri de Kuzeybatı Amerika yerlilerinin ‘Potlaç’

kutlamaları. Kabile reisleri bir dini bayram

olan Potlaç sırasında büyük ziyafet sofraları

kurdurur, halka hediyeler dağıtırdı.

Türk kültüründe ise Oğuzlar zamanında

hakanların ve diğer varlıklı kimselerin

düzenlediği şölenlerde yoksullara hediyeler

verilirdi.

Türkler’in en güzel hediye geleneklerinden

biri Osmanlı döneminde Ramazan aylarında

uygulanan ‘diş kirası’ olmalı. Bu gelenekte

iftara gelen misafirlerinize evinizden

ayrılırken küçük kadife keseler içinde

hediyeler verilirdi. Ev sahibi bu hediye

aracılığıyla “Misafirim oldunuz, benim sevap

kazanmam için siz dişlerinizi yordunuz, bu da

sizin dişinizin kirası olsun" derdi.

Bu geleneğin büyük anne-babaları tarafından

sürdürüldüğünü hatırlayanlar olabilir.

Onlardansanız şanslısınız demektir. Evine

gittiğiniz bir büyüğünüz kapıdan çıkmadan

önce size, arasına lokum ya da şekerleme

konmuş, işlemeli bir kumaş mendil hediye

etmiş olabilir. Modern yaşamın telaşı ve

sürekli tüketmeye yönelik çağrısı yüzünden

böyle anlamlı geleneklerden kopup gidiyoruz

ama devam ettirmek çok güzel olmaz mı?

Karşılık beklentisini ne yapmalı?

Hediyenin "karşılıksız" verilmesi esas.

Ancak Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in tespitini

kulak ardı edemeyiz: “Hediye alışverişi gibi

duygusal ilişkilerde bile bilinçaltında bir

karşılık bekleyişi vardır.”

Bir sevdiğinize içinizden gelen bir

hediye aldığınızda böyle bir karşılık

beklemeyebilirsiniz. Ama düğün,

nişan, doğum gibi durumları düşünün.

Toplumumuzda, size getirilen hediyenin

karşılığını beklemek de en az hediye vermek

kadar yaygın ve kanıksanmış. İşin içine

karşılık bekleme hali girince elbette hediye

de sözlük anlamının çok dışına çıkabiliyor.

Özellikle güç, iktidar alanlarında beliren

"rüşvet" bu farklı anlamlardan biri.

Peki ya hibe/bağış?

Buradaki nüans ise hediyenin aksine

hibenin yardım amacı taşıması.

Karşılıktan söz etmişken, çoğu toplumda

adı konmamış temel bir hediyeleşme

yasasını hatırlamadan geçmeyelim:

Hediyenizi seçerken karşı tarafı ezmemeye

dikkat edin. Sizin aldığınız çok pahalı bir

hediyeyi karşınızdaki kişi size alamayacak

durumdaysa, onu mahcup edersiniz. Size

ancak kazak alabilecek birine gidip de marka

bir saat almanın anlamı yok. Unutmayalım;

hediye birbirimizi mutlu etmeye yönelik bir

gelenek, karşınızdakini sıkıntıya sokacak

adımlar atmamaya özen gösterelim. Bazen

maddi değeri olmayan ama üzerinde çok

düşünülmüş el emeği, fikir ürünü hediyeler

çok pahalı bir şeyden bin kat değerli olabilir.

Dönsün ticaret çarkları!

Bu dengeyi gözetmek bir görgü kuralı olsa da

tüketim toplumu için demode ve anlamsız

görünebilir. Çünkü hediye alıp vermek

ticaret çarkının önemli dişlilerinden. Yılbaşı,

Anneler Günü, Babalar Günü, Sevgililer

Günü gibi özel kutlama günlerinin her geçen

yıl bu ekonomiyi daha da büyüttüğünü

hatta tam da bu amaçla asıl anlamlarından

koparılıp, hediye alıp verme günlerine

dönüştürüldüğünü görmezden gelemeyiz.

Gallup araştırmasına göre 2018’de Noel

ve yeni yıl döneminde ABD’de hediyeler

için kişi başına yapılan harcama 885 dolar

olmuş. Raporda bu yıl bu rakamın 920

dolara yükseleceği öngörülüyor. Türkiye’de

hediyelere ne kadar bütçe ayrıldığı üzerine

farklı araştırmalarda, farklı rakamlar

karşımıza çıksa da ortak nokta şu: Yılbaşında

halkımızın yüzde 80’ine yakın bölümü hediye

alıyor. İki kişiden biri annesine sadece

Anneler Günü’nde hediye alıyor. Sevgililer

Günü’nde ise hediye başına ortalama 300 TL

gözden çıkarılıyor.



Peki nasıl oldu da yeni yıl, hediye ile

özdeş hale geldi, düşündünüz mü?

Şaşırtıcı gelebilir ama ABD’de 1850’lerin

ortasına kadar, Hz. İsa’nın doğum günü

kabul edilen Noel tatil bile değildi. Noel

kutlamaları, pek çok gelenek gibi toplumun

bir ihtiyacını karşılamaya yönelik olarak

ortaya çıktı. ABD’de o yıllarda iç savaş

yüzünden zor dönemler yaşanıyordu,

toplum kamplaşmıştı. Endüstrileşme ve

şehirleşmenin getirdiği yükler de vardı.

Kısacası insanların tam da "birlik" hissine

ihtiyaç duyduğu zamanlardı. 1850’lerde

aslında bir Alman geleneği olan yeni yıl ağacı,

Alman topraklarından yeni kıtaya göç eden

Almanlar tarafından devam ettiriliyordu.

Bunu gören diğer Amerikalılar geleneği

sevdi ve kendi evlerine taşımaya başladı.

İletişim ve ulaşım ağlarının güçlendiği bu

yıllarda yeni yıl ağaçlarının kulaktan kulağa

yayılması uzun sürmedi. Talep arttıkça,

Amerikalı iş adamları ağaçlar için süs

malzemeleri satmaya başladı. Aslında yeni

yılın ticarileşmesinin ilk adımının bu olduğu

söylenebilir. Yine aynı yıllarda yayımlanan ilk

Noel kartında, içinde savaş, soğuk, fakirlik

ve açlık olmayan bir görüntü resmediliyordu.

Onun yerine mutlu bir aile, hediyelerini almış

çocuklar, Noel Baba, geyikler, dansçılar

ve yemekler vardı. Bu ilk kart diğer Noel

kartlarının fitilini ateşledi, ülkenin dört

bir yanına dağılmaya başlanan kutlama

kartlarıyla Noel ve yeni yıl mutluluk, aile,

hediye, iyi yemek gibi hayata dair güzel ne

varsa hepsini bir araya getiren bir döneme

dönüşmüş oldu. Aslında folklorik bir figür

olan Noel Baba’nın Cola Cola tarafından

kırmızılar içindeki bugünkü tonton haline

dönüştürülmesiyle yılbaşı için gerekli

tüm ticari zincir tamamlandı. Sonrasını

biliyorsunuz. Dinlerden bağımsız olarak

kutlanan ve hediye trafiğinin inanılmaz

boyutlara ulaştığı yılbaşları...

ÇIKIŞ NOKTASI

NE OLURSA OLSUN,

HEDİYE ALIP VERMEK İNSAN

PSİKOLOJİSİ ÜZERİNDE

POZİTİF ETKİLERE

SAHİP. ARAŞTIRMALAR

GÖSTERİYOR Kİ HEDİYELER

İNSANI MUTLU EDİYOR

VE TOPLUMSAL BAĞLARI

KUVVETLENDİRİYOR.

UNUTMAYIN Kİ MUTLULUK

BULAŞICIDIR, SİZ MUTLU

OLUNCA BAŞKALARINI DA

MUTLU ETMEK İSTERSİNİZ.

VE BU ZİNCİR GİDEREK

BÜYÜR. O YÜZDEN SADECE

ÖZEL GÜNLERİ DEĞİL,

KALBİNİZDEN GEÇEN

HER TÜRLÜ

HEDİYE FIRSATINI

DEĞERLENDİRMENİZDE

YARAR VAR.

C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K



hillsider 40/42

05

TOM VE JERRY

75 YAŞINDA

BUGÜN

YAŞAYAN HER NESLİN

ÇOCUKLUĞUNDA MUTLAKA SEVEREK

İZLEDİĞİ YARAMAZ GRİ KEDİ TOM

VE ONUN SÜREKLİ YAKALAMAK İÇİN

UĞRAŞTIĞI ZEKİ KAHVERENGİ FARE

JERRY 75. YAŞLARINI KUTLUYORLAR.

TELEVİZYONUN İLK YILLARINDAN

BUGÜNE MİLYONLARCA İNSANIN BİR

PARÇASI OLAN TOM VE JERRY YILLAR

BOYUNCA MİZAH, KARDEŞ ATIŞMALARI

VE REKABET DOLU BÖLÜMLERİYLE

TÜM DÜNYAYI EĞLENDİRDİLER.

Uzun yıllardır ekranların en çok tanınan karakterlerinden olan

Tom ve Jerry, Metro-Goldwyn-Mayer için William Hanna ve Joseph

Barbera tarafından yaratıldı. İkilinin asla bitmeyen didişmelerine

odaklanan hikâye, bir ev kedisi ve aynı evde yaşayan bir fare

arasında geçen kimi zaman komik, kimi zaman duygusal çekişmeyi

anlatıyordu. Hanna ve Barbera ikilisi Hollywood’daki MGM çizgi

film stüdyosunda 1940’tan 1957’ye kadar 114 Tom ve Jerry bölümü

yazıp yönettiler. En iyi Animasyon Kısa Konu dalında 7 defa Oscar

alan seri, halen tarihte bu ödülü en fazla alan teatral animasyon

serisi olma özelliğini taşıyor. Çizgi film ayrıca 2000 yılında

TIME dergisi tarafından Tarihin En İyi Televizyon Serilerinden biri

olarak anıldı.

Serinin orijinal teması olan fareyi kovalayan kedi olarak kalsa da,

Hanna ve Barbera bu temada sayısız çeşitlilik gösterdiler. Hanna ve

Barbera'nın MGM için yaptığı son Tom ve Jerry bölümü, stüdyoya

ait çizgi film bölümü 1957'de kapandıktan sonra 1 Ağustos 1958'de

çıkan "Tot Watchers" idi.

Yazı: Elmira Gürses



GEÇEN ONCA

ZAMANA RAĞMEN,

TOM VE JERRY’Yİ

HALA PEK ÇOK

MACERA BEKLİYOR

GİBİ GÖRÜNÜYOR.

Tom ve Jerry’in hayatlarının bir sonraki

evresi Demir Perdenin arkasında geçti.

Yönetmen Gene Deitch, Komünizm ile

bağdaştırılmamaları adına, isimlerinin

çoğunun batılı versiyonlarına çevrildiği

Çek ekibiyle birlikte 13 kısa film yarattı.

Bütçeler dardı ancak dizi ticari bir başarı

haline geldi ve zamanın en yüksek hasılatlı

kısa film dizisi haline geldi.

1963’den 1967’ye Looney Tunes adına

Wile E. Coyote ve Roadrunner serilerini yapan

Chuck Jones dizginleri eline aldı. Tom’un

kalınlaşan kaşları ve Jerry’nin yuvarlaklaşan

yüzü ve biraz daha büyük kulaklarıyla yeni

bir şekilde yorumlanan seri büyüyen

şöhretine şöhret katmaya devam etti.

Peki, çıktığı dönemde o kadar da orijinal

olmayan bir fikir üzerine kurulu bir çizgi film

neden bu kadar başarılı oldu? Cevabın büyük

kısmı, neden değil ne zaman olduğuyla

alakalı. 1940 yılında Avrupa’da savaş

başlamıştı ve 1941’in Aralık ayında savaş

Amerika’ya kadar ulaşmıştı.

Büyük depresyon zamanı izleyiciler

o dönemde Warner Brothers tarafından

yapılan, bol silah ve şiddet içeren

Bugs Bunny, Duffy Duck gibi çocuklardan

çok yetişkinlere yönelik çizgi filmleri

seviyorlardı. Disney’in prensipleri karikatür

de olsa karakterlerinin vücutlarına zarar

vermeye karşıydı, bu yüzden fizik kurallarına

olabildiğince sadık kalarak, abartılı bir

gerçekçilik üzerinden gitme kararı almışlardı.

ŞIMDI 75 YAŞINDA OLAN

TOM VE JERRY,

TAKIP EDEN YILLARDA

ORIJINAL YAPIMCILARI DA

DÂHIL OLMAK ÜZERE PEK

ÇOK YARATICI DIREKTÖRÜN

ÖNDERLIĞINDE FARKLI

HIKÂYELER VE FARKLI

YORUMLARLA KARŞIMIZA

ÇIKTI.

Tom ve Jerry’nin karakterleri önceleri

uzlaşmaz iki eğlenceli düşmanken,

sonralarında birbirlerine yardımcı olan iki

arkadaş, Jerry’nin sık sık Tom’un başını

belaya sokmak için kullandığı buldog cinsi

köpek Spike’ın da dâhil olduğu maceralara

atılan dostlar oldular. Serinin bugün de

devam eden son versiyonunda orijinal

görünüşleri ve animasyonlarını koruyan

Tom ve Jerry, yine de değişen zamanlara ve

teknolojiye ayak uydurmuş gibiler.

Jerry’yi akıllı telefonda film izlerken ve başı

beladan kurtulmayan Tom’u da, Jerry’nin en

sonunda onu kurtarmak zorunda kaldığı kötü

cadının kulübesi, dedektif ajansı ve çılgın bir

bilim adamının laboratuvarı gibi yerlerde

görmeniz mümkün.

Geçen onca zamana rağmen, Tom ve Jerry’yi

hala pek çok macera bekliyor gibi görünüyor.



hillsider 44/48

İSTANBUL’DA KIŞ DENİNCE…

Çocukken, ressam Pieter Bruegel’in donmuş

bir nehirde kayan buz patencileri resmettiği

karlı manzarasını görüp; “Demek ki kış mevsimi

o kadar da kötü bir şey değil.” demiştim

kendi kendime. O günden bu yana pek bir şey

değişmedi. Bir yandan kış hakkında biraz şikâyet

edip, bir yandan da ona romantik manalar

yüklemeye devam ediyorum. Aynı o resimdeki

manzara gibi; beyaz hayallerle donatılmış bir

kış düşlüyorum; bu mevsime çok yakıştığını

düşündüğüm üç farklı tatla, karın yağmasını

bekleyen İstanbullu bir çocuk misali…

Kış Akşamlarının En Vefalı Sesi: “Boo-zaaa”

Çocukluk çağında zihnimizde yer etmiş tatların daha

özel bir yeri olduğuna inanırım. İşte, benim de her

düşündüğümde bana huzur veren ve beni o yıllara

geri götüren tatlardan biri boza. Belli bir saatten

sonra, ailece yemekler yenilip herkes kendi köşesine

çekildiğinde, televizyon kanalında Gülgün Feyman’ın

sunduğu akşam haberleri sonlanıp, hararetli spor

haberleri başladığında bilirdim ki; yakında dışarıdan

o gür ses yükselecek. Gün bitiminde, gümüş rengi bir

güğümde taşıdığı bozasıyla beyaz önlüklü bir seyyar

satıcı gecenin içinden geçecek. Yine aynı yıllarda,

İstanbul’da elektrikler aniden kesilince bir masa

etrafında aile üyelerini birleştiren o mum ışığındaki

sarı sıcak bir gölge gibi.

Yazı ve fotoğraflar: Deniz Yılmaz Akman

www.denizyilmazakman.com



Yıllar sonra İstanbul’da, çok sevdiğim Orhan

Pamuk’un yeni çıkan kitabının imza gününde

sıradaydım. Sayfaları şöyle bir çevirdiğimde gözüme

çarpan “boo-zaaa” kelimesi, uzatılan harfleri ve

arasına konulan tireyle yaptığı vurgusuyla, beni

yeniden o yılların gür sesine götürdü.

İmza gününden çıkıp, heyecanla okumaya

başladığım romanda pilav satmayı bırakıp, boza

satmaya başlayan Mevlut’un yaşamı, onun gezdiği

İstanbul sokakları, biraz mesafeli durduğum kış

mevsimini bana yeniden sevdirdi. Kitapta geçen;

“Mevlut yürürken kendi kafasında canlanan

resimlerin, “Boo-zaa” diye bağırınca şehrin

insanlarının kafasında da canlandığını ve onu

bu yüzden yukarı çağırıp boza aldıklarını anlıyordu

artık.” cümlesiyle, sadece tadı için değil, bozanın

hissettirdiği duyguların tümünü bir seferde

yaşayabilmek için de kış geceleri bozacı yolu

gözlediğimi fark ettim.

O dönem, Yeni Zelanda’dan evime gelen misafirlere,

gecenin bir vakti duydukları bu sesin ne olduğunu

ve birazdan içecekleri içeceğin his olarak biraz sıvı

bir polar battaniyeyi andırdığını anlatırken, aslında

bozayı tadana kadar hiçbir şey anlamadıklarını

görecektim. Hiç bilmeyen birine bu tadı anlatmaya

çalışmak gerçekten zordu, ama üzerine tarçın döküp,

leblebilerle bardağı tepeleme doldurduğumuz

bozayı ilk kez tattıklarında büyük ihtimalle

seveceklerini biliyordum. “Çok güzelmiş, değişik…”

derken, bir yandan da sıcak ikram edilmemesi

şaşırttı onları. İnsan, sıcak olmasını bekliyordu çünkü

ne de olsa o bir kış içeceğiydi. Karlı günlerde, soğuğa

teslim olup ertesi günün hava durumunu merakla

izlediğimiz, sıkı sıkıya kapadığımız pencerelerin

ardında, sokak lambalarının sarı ışığı altında

beliren seyrek gölgelerden birinin bozacı olması için

sabırsızlandığımız anların içeceğiydi.

Trafiğin yavaş aktığı, okulların ve iş yerlerinin tatil

edildiği karlı bir İstanbul sabahında Vefa semtinin

yolunu tutmuş, soğuğa aldırış etmeden karlara bata

çıka camları buhar yapmış bozacıya varmıştım.

1870’te Arnavut Hacı Sadık Bey’in, önceleri saray ve

SOKAK LAMBALARININ

SARI IŞIĞI ALTINDA

BELİREN SEYREK

GÖLGELERDEN

BİRİNİN BOZACI

OLMASI İÇİN

SABIRSIZLANIRDIM

çevresinde satarak, 1876’da ise günümüzdeki

dükkanında hayata geçirdiği meşhur Vefa

Bozacısı. Karşı dükkândan aldığım sıcacık

leblebileri bardağa koyup afiyetle içtiğim

bozanın geçmişine de kısa bir yolculuk

yaptım.

Boza, Osmanlı döneminde “bozahane”

denilen mekanlarda ya da seyyar satıcılar

tarafından satılıyormuş. Hatta manilerle

sokakları şenlendiren boza satıcılarının,

içeceğin yanında kakule, karanfil, toz

zencefil gibi baharatlar da ikram ettiği

biliniyor. Şimdilerde olduğu gibi darı irmiği,

su ve şeker bozanın değişmeyen içeriği.

Fakat o dönemlerde daha ekşi; yani uzun

süre mayalanarak elde ediliyormuş. Diğer

bozacıların aksine, Hacı Sadık Bey, bozayı

daha koyu kıvamlı ve yeni mayalanma

kabarcıklarının oluştuğunda ortaya çıkan

hafif ekşi haliyle üretmeyi tercih etmiş.

Sıcacık ahşaba, mavi desenli seramiklere,

boynunu zarifçe bükmüş duvar lambalarına

ve tarçın tozuna bulanmış parlak tepsilere

bakıyorum. Bu dükkânın bir köşesine

kurulup, bozamı yudumlarken aldığım o

nostalji hissi hiç değişmiyor. İçimi ısıtan boza

ve ceplerime doldurduğum leblebilerle eve

dönüş yolundayım. Geceleri, pencerede

bozacı bekleyeceğim günlere, yani 2020

kışına artık hazırım.

Kurtuluş’ta Salep Molası

Kurtuluş semtinde sıradan bir gün. İş çıkışı

saatinde, insanların ya trafikte ya evlerine

gitmek için hızlı adımlarla sokaklarda

olduğu, mevsimin etkisiyle havaların

iyice serinlemeye başladığı bir gün. Eve

geçmeden, bir uğrayıp salep içeyim dediğim

Damla Dondurma’dan gelen mis gibi

kokular beni içeri davet ediyor. Aslında

bu küçük dükkân, üzerine zencefil tozu ve

tarçın serperek içtiğim salebinin; yazları bir

heyecanla kapısındaki kuyrukta sakızlı mı

alsam, muzlu mu diye karar anını beklediğim

dondurmasının ve kışları eve götürmek

üzere aldığım bozasının dışında, benim için

birkaç dakikalık bir dinlenme ve seyir molası

da sunan özel bir yer. Salebin bir ritüel gibi

yavaşça bardaklara dökülmesi, farklı yüzlerin

sürekli olarak yoldan gelip geçmesi, okuldan

yeni çıkmış; üzerinde formasıyla gelen

bir çocuğun annesinin elini tutarak yine

“dondurma!” diye tutturmasını izlediğim,

izlerken de ruhumu dinlendirdiğim bir mola.

Şehre ve kafamdaki düşüncelere ayraç

koyduğum, sıcacık bir kış köşesi.

Salebin tarihi de boza gibi eskilere dayanıyor.

Kelime olarak ilk kez 15. yüzyılda, Yâdigâr

isimli Türkçe tıp kitabının yazarı İbn-i

Şerif tarafından kullanılmış. Evliya Çelebi,

kayıtlarında bu kış lezzeti için “Orkide

kökünden elde edilen toz ve bundan yapılan

içecek." diye söz etmiş. Aynı zamanda, saray

doktorlarının, Osmanlı padişahları için

yazdığı tıbbi reçetelerde de salep karşımıza

çıkıyor. Günümüze kadar gelmeyi başaran

içecek, sadece tadının güzelliğiyle değil,

bağışıklık sistemine etkisi ve içindeki müsilaj

sayesinde öksürüğü dindirmesiyle de sıkça

tercih ediliyor.



İSTANBUL’DA

KIŞ DENİNCE

AKLA İLK GELEN

BU ÜÇ TARİHİ

LEZZET, HEM

BENİ BENDEN

ALIYOR, HEM DE

HER SEFERİNDE

İSTANBUL’U

BANA

VERİYOR…

Yazları mevsimlik meyvelerle hazırladıkları

dondurmaları için önünde kuyruğu eksik

olmayan, kışları da salep ve boza için

gelenlerin küçücük dükkanını doldurduğu

Damla’ya girdiğimde, Ali veya Fahri Tufan

kardeşleri, yüzlerinde bir tebessümle

mahalleliyle sohbet ederken görüyorum.

Her ikisi de mesleklerinin zevkini dayılarının

dükkanında çıraklık yaptıkları çocukluk

yıllarından almışlar. “Dükkâna gelip,

dondurma ya da boza yapımının sırrını

sorarlar, halbuki bilmezler ki yıllar sürüyor

öğrenip tam istenildiği gibi uygulaması.”

diyor Ali Bey. Bir yandan da samimi yorumlar

yapmayı eksik etmiyor gelen yaşlı bir

müşteriye. Günlük olarak dükkâna getirilen

tulumba tatlılarından üst üste iki tane

yiyince müşteri; “Aman ha, şekeriniz yine

yükselmesin!” diye takılıyor.

Bu esnada içeri çocuklarıyla bir aile giriyor.

Anneleri bir şişe boza ve orada içmek için

salep söylerken, çocukların gözü yine

rengarenk dondurma tezgahına takılıyor.

Ali Bey, çocukların en sevdiği dondurma

aromasını, daha onlar söylemeden ezbere

biliyor. “Artık iyice tanır olduk mahalleliyi.”

derken, anlıyorum ki 80’lerden bu yana

Fatih’ten Merter’e, sonra da Kurtuluş’a

uzanan bu esnaflık serüveni uzun yıllar daha

burada devam edecek.

Damla’ya girip çıkan müşteriler ve Ali Bey

arasında geçen diyaloglara istemsizce

gülümserken buluyorum kendimi. Ürünlerin

hiç değişmeyen lezzeti ve enerjisi eksik

olmayan Kurtuluş Caddesi’ne açılan kapı

ardında akıp giden "bir başka İstanbul"

sayesinde her seferinde yeniden seviyorum

bu dükkânı.

Cihangir’de Renkli Bir Köşe:

Asri Turşucu

Cihangir semtini bilen bilir. Renkler

birbiriyle yarış içindedir: Kafe tabelaları, yol

kenarlarına park edilmiş motorlar, kediler

için konulan mama kapları, duvarlara yapılan

grafitiler, antikacı ve ikinci el eşya satan

dükkân vitrinleri, manavlar… Bir köşe vardır

ki; yıllardır hep aynı yerinde değişmeyen

yüzüyle, dik bir sokağın girişini mesken

tutar, canlı renklerle bezeli vitrini iştahları

kabartır. Asri Apartmanı’nın yanı başındaki

Asri Turşucu’dan söz ediyorum. 1938’den

bu yana adını turşuculuk tarihine yazdıran

dükkânda, aklınıza gelebilecek her çeşidin

fermente edilmiş halini görmeniz mümkün;

fasulyeden bamyaya, sarımsaktan kumkata,

sürk peynirinden eriğe kadar…

Yeşilçam filmlerine aşina olanların hemen

hatırlayacağı Neşeli Günler’deki “Limonla

mı, sirkeyle mi daha iyi turşu olur?”

tartışmasına “limon” cevabını veren Asri

Turşucu, filmdeki ana mekanlardan biri aynı

zamanda. Dükkâna son gittiğimde şunu da

öğrendim ki; önümüzdeki günlerde, limonu

da bırakıp sadece tuzla turşu yapımına

başlayacaklarmış.

Kavanozlardan sanki etrafa taşan renklerin

arasında, pencere kenarına kurulup

dışarıdaki hengameyi izlerken, bir yandan da

acı-ekşi pembe turşu suyumdan içiyorum.

Genç bir çift el ele geldiği turşucuda, iki

bardak turşu suyu söyleyip bir masaya

geçiyor. O an turşucu, sanki bir kafe ya da

eskilerde buluşulan bir pastane havasına

bürünüyor. Raflara dizili, kiminin üzerleri

pötikareli kumaşla kaplanmış turşu

kavanozları dışında, salçalar ve retro

görünümlü şişeleriyle sirkeler de dikkatimi

çekmek için adeta yarışıyor.

Tarihi iki bin yılı aşkın turşunun faydaları da

saymakla bitmiyor. Probiyotik yapısından

dolayı bağırsak florasını düzenliyor, kalp ve

damar sağlığını, bağışıklık sistemini koruyor,

soğuk algınlığını önlüyor.

OSMANLI DÖNEMI’NDE

-YINE BOZADA OLDUĞU

GIBI- SEYYAR SATICILARIN

SATTIĞI TURŞULAR

ARASINDA ŞIRA VE

HARDALLA YAPILAN ÜZÜM

TURŞUSU EN YAYGIN

TÜRLER ARASINDAYMIŞ.

17. YÜZYILDA YAPILAN

GÜL TURŞUSU DA SANIRIM

ARŞIVLERDE YER ALAN

EN ILGINÇ IÇERIKLERDEN.

Asri’den çıkmadan önce, son bir kez raflara

bakıyor, canımın o an çektiği lahana ve

bamya turşularından bir kaba koydurup,

ilk kez deneyecek olduğum; Hatay’ın meşhur

sürk peynirini bekleterek elde ettikleri

baharatlı turşudan alıyorum. Elimdeki

nostaljik çizimli poşetin içinde, içtiğimde

damağıma neşe bırakacağından emin

olduğum, belki de en yoruma açık, en iştah

açıcı besinlerden biriyle Çukurcuma’nın

daracık sokaklarında yürümeye

koyuluyorum.

İstanbul’da kış denince akla ilk gelen bu üç

tarihi lezzet, hem beni benden alıyor, hem de

her seferinde İstanbul’u bana veriyor…

Performance

Sessizliği

kontrol edin

Philips PH805 kablosuz kulak üstü kulaklıkta

bulunan Aktif Gürültü Önleme özelliğini

ortama uygun olacak şekilde ayarlayabilirsiniz.

30 saat oynatma süresi ve esnek hızlı şarj özelliğiyle

yolculuğunuz boyunca size eşlik eder.

30 Saat

Kullanım Süresi

Dahili

Mikrofon

philips.com.tr

Aktif

Gürültü Önleme

Dokunmatik

Kontrol

Kompakt

Tasarım



hillsider 50/52

KRALLARA LAYIK BİR TATİL:

07

Global

Keşif

Dünya çapında milyonlarca insanın evlerini ve

odalarını kiralamalarına olanak sağlayan Airbnb,

lüks konaklama seçenekleri arasına Hindistan’ın

Şehir Sarayı’nı ekledi.

HİNDİSTAN’IN JAIPUR ŞEHRİNDE

KRALİYET AİLESİNE AİT OLAN

VE GEÇMİŞTE PRENSES DIANA,

BILL CLINTON, OPRAH WINFREY

GİBİ İSİMLERİ AĞIRLAYAN

ŞEHİR SARAYI’NI SİZ DE KÜÇÜK

BİR SERVET KARŞILIĞINDA

KİRALAYABİLİRSİNİZ.

1727 yılında, Jaipur şehrinin kurucusu ve o dönemin

Maharajası (büyük kral) Sawai Jai Singh II tarafından

inşa edilen saray, Hindistan’ın tarih kokan

Racastan eyaletinin başkenti Jaipur'un kalbinde

bulunuyor ve şehrin en ikonik yapılarından biri

olarak bugün de kraliyet ailesine ev sahipliği yapıyor.

Gösterişli odaları, geniş ve havadar kabul salonları,

kristal avizeleri, yaldızlı duvar süslemeleri, büyüleyici

oymaları ve kraliyet konutuna ek olarak, uluslararası

alanda tanınmış büyük bir müzeye ev sahipliği

yapan sarayın bugüne kadar halka kapalı olan özel

bölümlerinde Airbnb sayesinde ilk defa misafirler

ağırlayacak.

Yazı: Elmira Gürses



Ev sahibi, atalarının yaklaşık bin yıl boyunca

yönettiği ülkenin Maharaja'sı olarak 2011'de

büyükbabasının yerine geçen 21 yaşındaki,

polo tutkunu Padmanabh Singh. Hindistan,

bugünlerde demokratik bir cumhuriyet olsa

da, kraliyet ailesinin hala bölgenin zengin

tarihi ve geleneklerinde işlenmiş büyük bir

etkisi var.

Gudliya Süiti’nin kendine ait salonu, mutfağı,

lüks banyosu ve özel kapalı yüzme havuzu

bulunuyor. Konaklama süresince size hizmet

edecek olan özel kâhya ve tatiliniz boyunca

sizi istediğiniz yere götürecek şoför de

bu maceranın bonusları. Alışveriş turları,

sarayın bitmeyen odaları ve salonlarının

mimarisi, her köşede bekleyen sanat eserleri

ve gösterişli dekoru keşfedebileceğiniz özel

rehberli turlar, çarpıcı simetrik mimarisiyle

fotoğrafçıların favorisi olan tarihi Jaipur

şehrini görebileceğiniz geziler gibi fiyata

dâhil hizmetlerle, unutamayacağınız kalitede

birinci sınıf bir tatil yaşamanız garanti

ediliyor.

Hindistan’ın dünyaca meşhur mutfağının

en iyi örneklerini tadabileceğiniz otantik

Racastan yemekleri, çevresindeki Aravalli

tepelerinin ve saraya bakan kalelerin

muhteşem manzarasını sunan size özel bir

terasta servis edilirken, ikindi çayınızı sarayın

yemyeşil bahçelerinde yaşayan yerli tavus

kuşlarının eşliğinde içebilirsiniz.

Genç Maharaja, sarayın bugüne kadar halkın

gözlerinden uzak iç dünyasını tüm dünyaya

açma kararı konusunda; “Ailemle birlikte

Airbnb’ye ortak olarak, Racastan'ın ihtişamını

dünyanın dört bir yanından gelen gezginlerle

paylaşacağımız için çok heyecanlıyım. Airbnb

aracılığıyla yaptığım kendi seyahatlerim,

bana yeni şehirlerde ve kültürlerde her

zaman çok iyi ağırlandığım deneyimler

kazandırdı ve meşhur Hint misafirperverliğini

başkalarıyla paylaşabilmek beni çok mutlu

ediyor.” açıklamasını yaptı.

Süitin standart gecelik konaklama ücreti

8.000 ABD Doları. Süitin tüm gelirleri, kırsal

kesimdeki kadınları ve Racastan'daki

zanaatçıları desteklemeye yönelik kurulan

ve kar amacı gütmeyen Prenses Diya Kumari

Vakfı'na gidecek.

HİNDİSTAN’IN BÜYÜLEYİCİ

KÜLTÜRÜNÜ KEŞFEDERKEN

GERÇEK BİR ASİLZADE GİBİ

YAŞAMANIN TADINA VARMAK

İSTİYORSANIZ GUDLIYA

SÜİTİ’NDE RÜYA GİBI BİR

TATİL PLANLAYABİLİRSİNİZ.

TABİİ YER BULABİLİRSENİZ...



hillsider 54/58

08

YEME ALIŞKANLIKLARIMIZI

DEĞİŞTİRMEK İÇİN BUGÜNDEN

HAREKETE GEÇMELİYİZ.

Geçen sene Paris’te katıldığım

“Geleceğin 50 Gıdası” toplantısında edindiğim

izlenimler benim beslenme öğütlerime inanılmaz

ufuklar açtı. Sizlerle de bunları paylaşmak istiyorum.

Belki uygular ve hem kendinize, hem sevdiklerinize

2020 için yeni yıl hediyesi vermiş olursunuz :)

DÜNYANIN ÖNDE GELEN

ÖRGÜTLERINDEN. WWF’İN

(DÜNYA DOĞAYI KORUMA VAKFI)

RAPORUNA GÖRE, 2050’DE

DÜNYADA 10 MİLYAR İNSANIN

YAŞAMASI VE BU İNSANLARIN

KISITLI KAYNAKLARLA

BESLENMESİNİN GÜÇ OLACAĞI

ÖN GÖRÜLÜYOR. İNSANLARIN

GENELLİKLE AYNI GIDALARLA

BESLENDİKLERİ, EN SIK

TÜKETİLEN BU BESİNLERİN

LİMİTLİ OLARAK ÜRETİLEN

BUĞDAY, MISIR VE PİRİNÇ

OLDUĞU GÖZE ÇARPIYOR.

Yazı: Taylan Kümeli / Diyetisyen

www.taylankumeli.com



2019'da yayımlanan raporda gelecekte yeme

alışkanlıklarımızı nasıl değiştirebileceğimize

ilişkin somut çözümler sunuluyor. Geleceğin

50 Gıdası raporu, yemeklerimizin besin

değerini artırabilen ve gıda üretiminin

gezegen üzerindeki olumsuz etkisini

azaltabilecek 50 bitkisel kökenli yiyeceği

tanımlayarak listeliyor. Bu rapordan yola

çıkarak, Paris’te gerçekleştirilen etkinlikte

daha iyi bir gelecek inşa etmek için

günümüzde daha çok hangi gıdaları yememiz

gerektiğini öğreniyoruz. Geleceğin 50 Gıdası

raporu, elimizin altındaki yiyecek çeşitliliğine

dikkat çekerek gıdadaki değişimlere ilham

vermek ve hayata geçirmek amacını da

taşıyor.

YEME ALIŞKANLIKLARIMIZI

DEĞİŞTİRMEK İÇİN

BUGÜNDEN HAREKETE

GEÇMELİYİZ.

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü'ne

göre dünyada besin zinciri 60'tan daha az

ürün ile kısıtlı kalmış durumda. Durumun

bu şekilde devam etmesi, gelecekte

artan nüfusu beslemek için yeterli besin

kalmayacağı ve küresel gıda sisteminin çevre

üzerindeki etkisinin yıkıcı olacağı anlamına

geliyor. Yeme alışkanlıklarımızı değiştirmek

için bugünden harekete geçmezsek bu

gerçekle yüzleşmemiz kaçınılmaz olacak.

HER GIDANIN

BİR ÖYKÜSÜ VAR.

Liste; mercimek, kinoa ve kale bitkisi gibi

daha bilinir ancak az tüketilen yiyeceklerle,

fonio, kabak çiçekleri ve kaktüs gibi dünya

genelinde daha az bilinen yiyecekleri bir

araya getiriyor. Bu gıdalar, besin değerleri,

çevresel etkileri, lezzet, uygunluk,

erişilebilirlik ve satın alınabilirlik ölçütleri

temel alınarak seçildi. Bazıları benzer

ürünlerden daha yüksek verime sahip ve

birçoğu zorlu hava ve çevre koşullarına

dayanabilir. Bu durum onların, gittikçe

artan iklimsel belirsizlikler karşısında paha

biçilmez olduklarını gösteriyor.

HAYVANSAL GIDALARA

OLAN AŞIRI BAĞIMLILIK,

GIDA GÜVENLİĞINİ

TEHDİT EDİYOR.

Uzmanlar; 20.000 ile 50.000 arasında bilinen

yenilebilir bitki türünün bulunduğunu,

ancak günümüzde insanlar tarafından

yalnızca 150-200 bitki türünün tüketildiğini

belirtiyorlar. Tekil ürünlerin yetiştirilmesi,

hayvansal gıdalara olan aşırı bağımlılık,

gıda güvenliğini tehdit ediyor ve kırılgan

doğal ekosistemlerimiz için ciddi

sonuçlar doğuruyor. Değişimi sağlamanın

anahtarlarından biri, yetiştirdiğimiz ve

tükettiğimiz gıda çeşitliliğini artırmak. Rapor

ayrıca, gıda üretiminin, özellikle de etin,

iklim değişikliğinin temel nedenlerinden

olan zararlı sera gazlarına önemli bir katkı

olduğunu belirtiyor.

Geleceğin 50 Gıdası raporu, daha sağlıklı bir dünya nüfusu ve daha sağlıklı bir gezegen için üç temel ilke sunuyor

1. Daha fazla çeşitlilik ve daha fazla miktarda sebze

2. Et, kümes hayvanları, mandıra ürünleri ve balık yerine daha fazla bitkisel protein kaynağı

3. Tahıl, tahıl türevi ürünler ve diğer karbonhidrat türlerinde daha fazla çeşitlilik

Geleceğin 50 Gıdası İçerikleri

Yosunlar Meyve sebzeler Mantarlar

Laver deniz yosunu Bal kabağı çiçekleri Enoki mantarı

Wakame deniz yosunu Bamya Maitake mantarı

Kaktüsler

Turuncu domates

Kanlıca mantarı

Nopal kaktüsü Yumru kök Fasulye & baklagiller

Nilüfer çiçeği kökü

Adzuki fasulyesi

Kök bitkileri Mor tatlı patates Siyah fasulye

Teke sakalı Meksika Turpu Bakla

Maydanoz kökü Kırmızı Endonezya tatlı patatesi Bambara yer fıstığı

Beyaz turp (Japon Turpu)

Börülce

Mercimek

Tahıl & tahıl türevi ürünler Yeşil yapraklı sebzeler Sert kabuklu yemişler&tohumlar

Amarant Pancar Kara buğday rapini Keten tohumu

Ragi darısı Kale bitkisi (kara lahana) Kenevir tohumu

Fonio Moringa Susam tohumu

Horasan buğdayı Pak-choi (Çin Lahanası) Ceviz

Kinoa

Balkabağı yaprağı

Kavuzlu buğday Kırmızı lahana Filizler

Teff tohumu Ispanak Alfalfa (Yonca) filizi

Yabani pirinç (Zizania) Su teresi Filizlenmiş Meksika fasulyesi

Filizlenmiş nohut



Her geçen gün sağlıksız gıdalar hayatımıza daha fazla

girmeye başladı. Duyarsızca bu gıdaları yemeyi sürdürürsek

hem kendi bedenimizin hem de doğal hayatın ahengini

de iyice bozacağız. O halde 2020’nin ilk ayında, taze

bir başlangıç yapalım ve bireysel olarak bu iyileştirme

sürecinde bize düşen görevler nedir, hep birlikte bakalım:

▶ Hazırladığımız öğünleri oluşturan besinleri ilk elden almak

ve yöresel üreticiye destek vermek ilk adımımız. Lezzetli

yiyecekler, sağlıklı beslenme ve doğanın kaynaklarının

uygun kullanımını, yerel ekonomimizi desteklemeyi

istiyorsak, bulunduğumuz yörenin malzemelerinden

yararlanalım.

▶ Yiyecekleri doğanın onları sunduğu mevsimlerde yemek,

hem ekolojik dengeyi hem bizim sağlığımızı korur.

▶ Yöresel ürünlerin kendi tüketim mevsimi dışında

kullanılması için doğal saklama yöntemlerini kullanalım

(konserve, turşu, kurutma).

▶ Yaşam koşullarımızın uygunluğu çerçevesinde kendi

bahçemizi yapalım; balkonumuzda maydanoz, nane,

semizotu yetiştirelim.

▶ Evde üretilebilen ama buna rağmen hazır olarak aldığımız

sosları, et veya tavuk suyunu, domates sosunu ve turşuları

kendimiz yapalım.

▶ Satın aldığımız besinin fiyatı elbette önemli bir

belirleyicidir. Ancak, ucuz diye sağlığınızı tehdit eden

içerikte ve taze olmayan bir besini almayalım. Tasarruf

ettiğiniz parayı daha güzel günlerde kullanmak için buna

dikkat edelim.

▶ Hayvansal kaynaklı beslenmeyi azaltıp, bitkisel proteine

ağırlık verelim ve seçtiğimiz hayvansal ürünün yöresel

olmasına gayret edelim.

▶ Satın alacağımız ve buna bağlı pişireceğimiz malzemede

"kullanılabilir kadarı" ilkesiyle hareket edelim.

Gıdada sürdürülebilirlik kolay bir süreç değildir. Ancak

ailemizin ve dünya nüfusunun sağlığı ve devamlılığı için

elzemdir.



hillsider 60/68

09

Fotoğraflar: Bülent Karakaş, Tuna Can (Stüdyo 28)

Styling: Feray Kanpolat

Saç: Memet Kuzey

Makyaj: Erdem Yıldız

Fotoğraf Asistanı: Mustafa Kılıç

Styling Asistanı: Ahsen Zeliha Can

Modeller: Natalia, Mari L (True Model)

Mekan için Ayşe Orberk Dükkan'a

teşekkürlerimizle.



Elbise: Mehtap Elaidi

Triko hırka: Vakkorama

Kemer: Monreve

Küpe: Monreve

Triko kazak: Cos

Küpe: Missistanbulbijoux

Kemer: Beymen

Elbise: Nicholas

Çi̇ zme: Nine West

Kazak: Faraway

Gömlek: Alexis

Etek: Beymen Club

Bot: Nine West

Kolye: Monreve



Elbise: Hartford

Triko kazak: Free People

Çizme: Massimo Dutti

Elbise: Vakko By Fabiana Filippi

Çizme: Nine West

Eldiven: Beymen Club

Küpe: Missistanbulbijoux

Panço: Vakko By Cecilia Prado

Etek: Cos



Kazak: Balenciaga

Şapka: Charlotte Simone

Küpe: Monreve

Pantolon: Nocturne

Kazak: Offwhite

Pantolon: Knitts



hillsider 69/74

İYİ

10

HİSSETTİREN

ALANLAR

KIŞ BAHÇELERİNDE KEYİF

Koşuşturmalı geçen iş hayatı arasında beş still sahibi iş insanının kendilerine yarattıkları

kış bahçelerine konuk olduk ve sohbete daldık. Şehrin ortasında böyle

"iyi hissettiren" bir yere sahip olmak hem büyük şans, hem de büyük keyif…

Biz de bu mekanların yaratıcılarını tanımak ve sizlere tanıştırmak istedik.

Esra Kazmirci / Ayşe Köroğlu / Mustafa Mert Işık / Dilek Bektaşoğlu Sanlı / Tuba Oskan

Yapım: Rana Korgül

ranakorgul@gmail.com

Fotoğraflar: Burak Teoman

Ceket: Beymen Club

Kazak: Nocturne

Pantolon: Vakkorama



“HER SABAHIN HAYRINA VE

İHTİMALLERİNE İNANIYORUM. BURADA

OLAN VAKTİ İYİ DEĞERLENDİRMEK İÇİN

TEK EVİME, YANİ BEDENİME VE AKLIMA,

İYİ BAKMAM GEREKTİĞİNİ BİLİYORUM.”

“BURASI LÜKS DUYGUSUNDAN

ÇOK UZAK BİR MEKAN…

BANA HUZUR, SICAKLIK,

RAHATLIK VE SEVGİ ÇAĞRIŞTIRIYOR.”

servis ile yarattığımız lezzetleri paylaşıyoruz.

Benim tüm vaktim bu atölyede geçiyor.

Atölyenin büyük bir bahçesi var. Bu konuda

çok şanslıyız çünkü şehrin ortasında böyle bir

bahçeye sahip olmak çok büyük lüks ve keyif.

Oldum olası kış bahçelerini hep sevmişimdir.

Tesadüfen bulduğum mekanın bahçesini

görünce hayallerimdeki kış bahçesini hemen

gerçeğe dönüştürme yoluna girdim. İlk başta

bomboş bir apartman dairesi ve harap bir

bahçeydi. Her şeye mimar arkadaşım Dila

Sarı ile birlikte karar verdik. Hem atölye gibi

olsun, hem de ev hissini kaybetmesin diye

renkleri, malzemeleri ona göre seçtik. Kış

bahçesini beyaza boyalı aliminyum ve camdan

yaptırdık. Şeffaflığı hoşuma gidiyor. Kışın

yeşilliği biraz kaybetsek de ilkbahar ve yazın,

hatta sonbaharda bile, yeşilin çeşitli tonlarıyla

iç içeyiz.

ESRA KAZMIRCI

İç Mimar

Bilkent Üniversitesi İç Mimarlık ve Çevre

Tasarımı Bölümü mezunu Esra Kazmirci,

mezun olduktan sonra bir süre Floransa’da

İtalyanca dil eğitimi almış ve ilk heyecanla

aynı meslekten mezun birkaç arkadaşıyla

hemen bir ofis açmış. Ancak, bu heyecan biraz

kısa sürmüş. Moda ve dekorasyon çekimleri

yapmış, halkla ilişkiler ve seyahat acentasında

tecrübeler edinmiş. İç mimarlık okuyup onun

kadar farklı dallarda tecrübe edinmiş bir

mimar daha var mı bilmiyoruz ama sonuç

olarak bugün kendi mesleğini yaparken tüm

bu tecrübe edindiği iş dallarının faydasını çok

gördüğünü dile getiriyor… Yoğun bir iş hayatı

olan Kazmirci, Hisar Üstü’ndeki müstakil

evinin bahçesine bir kaçış alanı yaratmış.

Burası yazın havuz evi; kışın da kış bahçesi

olarak kullanılıyor. Mekanın detaylarını ve

kendisinin hayata bakışını Esra’dan dinledik:

“Eşimle birlikte genelde işler yüzünden kısa

süreli tatiller yapabiliyoruz. Yazın çocukların

yüzme aktivitesi haricinde keyif alabilecekleri,

hafta sonları ailecek ve dostlarla güzel

kahvaltılar yapabileceğimiz bir mekan hayal

ettik. Sadece yazın değil, kışın bile buraya

girince İstanbul’dan uzaklaşıp daha bir tatil

havasına giriyoruz. Biraz uzaklaşıp kafamı

dinlemek istediğim zamanlarda, arkadaş

sohbetlerinde, sessizce kitabım ile başbaşa

kalmak istediğimde huzur bulabiliğim bir

mekan oldu. Ruhuma iyi gelen bir enerjisi

var diyebilirim. Burası bahçede atıl duran bir

köşeydi. Böyle bir mekan yapmaya eşimle

birlikte karar verdik. Kendisi mimar olmasa da

bu işe olan ilgisi ve merakı sayesinde oldukça

kısa zamanda inşaatı tamamladık. Yapımı iki

ay sürdü. İhtiyaca cevap verecek kadar bir

oturma bölümü, yemek bölümü, küçük bir

kitchenette ve banyodan oluşuyor. Yaklaşık

50m 2 civarında kullanım alanına sahip

olan kış bahçesi tamamen havuz cephesine

bakıyor. Esra Kazmirci Mimarlık olarak sıfırdan

bir mekan tasarladık. Ana evden farklı olarak

daha Yunan esintilerinin hissedildiği bir

dekorasyonu var. Aynı zamanda etnik bir

tarz ile kombinlendi. Her mevsim, keyifle

kullandığımız bir mekan oldu. Her detayını çok

seviyorum. Özetle; abartı ve ihtişam olmadan,

içinde estetik barındıran ama buradayım diye

bağırmayan, kendi dünyama ve sevdiklerime

anlam katan bir mekan burası...”

“Bana göre hayatı nasıl yaşadığın değil,

ona nasıl baktığın önemlidir. Her şeyi dert

etmemeye çalışmalıyız. Her şeyin başının

sağlık olduğunu unutmamalıyız. Çevremize

pozitif yaklaşmalıyız. Sevginin kıymetini

bilmeli, ailemizle, sevdiklerimizle ve

dostlarımızla her anın keyfini çıkarmaya

çalışmalıyız… Şu an İstinye’de site içerisinde

bir bahçe dubleksi, Ulus Savoy’da bir bahçe

dubleksi, Erenköy’de bir apartman dairesi,

Ankara, İzmir, Florya’da birer müstakil villa ve

Rumelihisarı’nda yine müstakil bir villa ve bir

köşk devam eden projelerim arasında. Tüm

bunlar için burada enerji toplamak bana iyi

geliyor.”

AYŞE KÖROĞLU

Bitki Temelli Mutfak Eğitmeni

Boğaziçi Üniversitesi Mütercim Tercümanlık

mezunu Ayşe Köroğlu’nun, altı yıl kadar

kurumsal hayatı olmuş. Üniversite eğitimi

boyunca Eşli Danslar Kulübü’nde amatör

eğitmenlik yapmış. Çalışma hayatına

başladığında da iki yıl Şahika Tekand’da

tiyatro eğitimi almış. Ancak, başka hayaller

kovalamak için çalışma hayatını bırakmış.

Sıkıntılı bir süreçle birlikte bir diz rahatsızlığı

yaşayınca o günden sonra daha sağlıklı

bir hayat yaşamak adına adımlar atmaya

başlamış. Çiğ bitki temelli mutfak eğitimleri

ve yoga eğitmenliği derken Aishatelier’i kuran

Köroğlu ile Balmumcu’daki mekanında bir

araya geldik.

“İki yıldır bitki temelli, rafine, şekersiz ve

glutensiz mutfak üzerine eğitimler veriyoruz.

Sağlığın ve iyi olma halinin sadece yemekten

ibaret olmadığını biliyoruz. Yaşadığımız

tecrübeleri ve yemekleri merak edenlerle

buluşturuyoruz. İki aydır da öğlen paket

Kış bahçesinin içinde herhangi bir özel

dekorasyon uygulamadık. Dekoratif şeyler

almamaya çalıştım çünkü nihayetinde bir kafe

değiliz. Sadece eşyaların işlevsel olmasına

özen gösterdik. Ortaya büyük bir masa

ve sandalyeler koyduk. Tek tarafta iki yan

sehpamız var ki buralara ikram ya da çeşitli

gereçler konuyor. Atölye ve kış bahçesi dahil

tüm çalışmalar üç ay kadar sürdü. Burası

şimdi bana geldiği kadar herkese iyi geliyor.

Bana şehrin içinde her şeyden uzak bir masal

gibi geliyor. Kış bahçemizde çeşitli atölyeler

yapıyoruz. Kapalı gruplara etkinlikler, tadımlar

ve yemekler düzenliyoruz. En son Nauna

Linen’ın baskı atölyesini gerçekleştirdik.

Herkes gibi güzel şeylere bakmayı seviyorum

ama dekorasyon pek ilgili olduğum bir konu

değil. Yaşanılan ve yaşanıldığını hissettiğim

mekanlar genelde tercihim oluyor. Düzenin

içinde karmaşa, karmaşanın içinde yalınlık,

benim dekorasyon anlayışım.” diye anlatıyor

bahçesini ve duygularını Ayşe Köroğlu.



“KİMSEYLE YARIŞ

HALİNDE DEĞİLİM.

EN İYİ BEN

OLMALIYIM DİYE

BİR ENDİŞEM

YOK. MACERA

SPORLARINA

YÜKSEK İLGİM VAR.

UYKU TULUMUMU

VE KAYAK

EKİPMANLARIMI

ALIP KAMP YAPMAK,

BANA İLGİ ÇEKİCİ

GELİYOR.”

MUSTAFA MERT IŞIK

On-line Girişimci

İzmir doğumlu Mustafa Mert Işık, Özel Tevfik

Fikret Lisesi sonrasında Bilgi Üniversitesi

İşletme Yüksek Lisans mezunu olmuş.

Üniversite yıllarında ve mezuniyetinden sonra

gıda üzerine olan aile işletmelerinde çalışmış.

Daha sonra Otelz.com’da melek yatırımcı

olmuş ve bu vesile ile bilişim sektörüne girip

üç sene tecrübe edinmiş. Mobil aplikasyon

ve oyun yazılımları üzerine olan Pwin Labs

firmasını kuran ve şu an hala burada yöneticiortak

olan Işık ile Bebek’te ormanın tam

bittiği yerdeki evinin kış bahçesinde buluştuk.

Hayata ve yarattığı bu yemyeşil alana dair

düşüncelerini dinledik:

“Mesleğimde dördüncü sene. Hızla

gelişen mobil teknolojiler, hayatımızı

çevreleyen uygulamalar ve olmazsa olmaz

mobil oyunların popülerliği bu mesleğe

yönelmemde etken oldu. Şu anda üç tane

aplikasyon yazıyoruz. Bir tanesini geçtiğimiz

ay sekiz dilde 55 ülkede çıkardık. Spor

tahminleri üzerine ücretsiz ve keyifli bir oyun

oldu. Durum oldukça iyi gidiyor diyebilirim.

Bunun dışında Taxi Dispatch App’i ve güncel

içeriklerin olduğu eğlenceli bir soru-tahmin

oyunu üzerinde çalışıyoruz. 2020’nin

ortalarında ikisini de yayınlamış olacağız.”

“Evim ormanın hemen yanında olduğu için

çok şanslıyım. Burası 110m2 ve ikinci yılımda

bana biraz yetmemeye başladı. Bu noktada

kolları sıvadım ve kendime bir kış bahçesi

inşa etmeye niyetlendim. Bir mimar ya da

mühendisle değil, bahçıvanımla birlikte

yaptık bu kış bahçesini. Planı ben çizdim, o da

uygulamasını yaptı. Öncelikle evime ekstra

alan kazandırdım, bitkilere yer verdim ve evin

doğallığını bozmamaya özen gösterdim. Artık

yemek davetlerim için burayı kullanıyorum.

Bu arkadaşlarımın da çok hoşuna gidiyor

çünkü onlara dört duvara kapalı bir odadan

farklı bir deneyim sağlamış oluyorum. Ayrıca

havalar çok soğuk olduğunda bahçemde

yaşayan kediler de sığınmak için buradan

faydalanıyorlar. Bu da beni çok mutlu ediyor.

Kış bahçesinin tamamen şeffaf camdan

olması ve bolca bitkinin bulunması, ferahlık

duygusunu arttırıyor.

Dekorasyon tamamen bana ait. Evim

ahşap bir kabin ve iç tasarımda bu dokuyu

bozmamaya dikkat ettim. Aynı hassasiyeti kış

bahçemde de göstermeye çalıştım. Basit ve

doğaya uygun bir tasarım gibi düşünebiliriz.

Öncelikle hedefim, yağmur geçirmeyen

ve ısıtması kolay bir alan yaratmaktı.

Dekorasyona oldukça meraklıyım. Bütün

dekorasyon dergileri ve sosyal medya

hesapları radarımdadır diyebilirim. Her

gün fazlalıkla farklı dekorasyon imajları

görmek, bir noktada insanda bir zevk olgusu

oluşturuyor ve bu konuda sizi geliştiriyor.

Bir yerde evim için alışveriş yapacağım

zaman, hızlıca seçim yapabiliyorum. Ben

eski milli Snowboard’cuyum ve evimde

onlarca Snowboard var. Kış bahçemin

dekorasyonunda onlara yer verdim. Nedendir

bilmiyorum ama Snowboard’larımı her gün

burada görmek, hoşuma gidiyor.”

“ÇEVRE

SORUNLARINDAN

AŞK İLİŞKİSİNE

KADAR, HER

ALANDA, ÖZENLİ

OLMAYI VE

SORUMLULUK

ALMAYI

ÖNEMSİYORUM.

AHLAK, KANIMCA

BU İKİLİ

ÇEVRESİNDE

KURULABİLİR.”

DİLEK BEKTAŞOĞLU SANLI

Avukat

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu

ve sonrasında ekonomi hukuku alanında

yüksek lisans yapan Dilek Bektaşoğlu Sanlı,

deniz hukuku üzerine çalışan bir hukuk

bürosunda staja başlayıp bir süre sonra ortak

olmuş. Şimdi, 1996’dan itibaren beraber

çalıştığı ortaklarıyla kurduğu, uluslararası

deniz ve sigorta hukuku alanında hizmet veren

bir avukatlık bürosu var. Mesleğinde yirmi

ikinci senesini dolduran Bektaşoğlu ile onu

iyi hissettiren kış bahçesinde hayata dair

sohbet ettik:

“Hepimiz farklı zamanlarda farklı hayatlar

yaşıyoruz. İçinde bulunduğunuz zamana,

mekana, karşılaştığınız insanlara ve

arzularınıza göre değişip şekillenebiliyor

hayat. Yaşam akıcı; siz dahil etrafınızdaki

birçok şeyi ve insanı değiştiriyor, büyütüyor.

Genel olarak şunu söyleyebilirim; esnek

olmayı, bana iyi gelen karşılaşmalara açık

olmayı ve dinmeyen bir kavrama çabasıyla

yaşamayı seviyorum. Sürekli öğrenmek

isterim. Şu an gündemimde hukuk ve sanat

var. İşim, profesyonel anlamda tecrübemi

ve enerjimi talep ediyor. Diğer yandan

sanatla nefes alıyorum. Tanrılarım Apollon

ve Dionysos; her ikisini de dinlerim. Özellikle

edebiyat ve felsefeyle ilgileniyorum. İyi

metinler okumaya özen gösteriyorum ve öykü

yazıyorum.”

“Bu kış bahçesini düşledim. Burası bir yanıyla

var, bir yanıyla yoktu. Balkonumsu bir yerdi,

biz de evin içine katmaya karar verdik.

Bu bakımdan sıfırdan yaptık diyemeyiz.

Bu evle eşim ve ben ince ince uğraştık,

yapımında mimar Burçak Kızıltaş Turhan’la

çalıştık. Çalışmamızda öncelikle kendisiyle

yakınlığımız etkili oldu. Tadilat ve dekorasyon

Temmuz 2008’de başlayıp yaklaşık dört ay

sürdü. Dekorasyon bana ve eşim Kerem Cem

Sanlı’ya ait. Annemiz Serpil Sanlı’nın da

bazı küçük hoş dokunuşları oldu. Evin daha

fazla ışığa ihtiyacı vardı. Bu yüzden camların

boyutlarıyla oynadık. Bazı duvarları kaldırarak

derinlik ve bütünlük yarattık. Burayı dekore

ederken büyük bir hedef yoktu. Hatta, bir

noktada tek hedef, bitmesiydi. Önemli olan;

ışık, derinlik, bütünlük, renk, rahatlık, güzel

dokular, çiçekler, kitaplık ve sevdiğimiz sanat

eserleriydi. Uzun antika koltuğun ve taş

sehpanın kıvrımları ve karanlığımı aydınlatan

lamba, burada dekorasyonla ilgili sevdiğim

ayrıntılardır. Işık, muz ağacı, orkideler, sehpa

olarak kullandığım eski taşlar, resimler ve

gravürler benim için değerlidir. Buradaki her

şey yaşamlı ve bana tanıdık.

Dekorasyonda canlı renklerle ilişkim iyi

değildir. Örneğin; turuncu, kırmızı ya da sarılar

ile olamam. Sonbahar renklerinden gri, çağla

yeşili, altın sarısı ve lacivert hep tercih ederim.

Burada da öyle oldu. Bu kış bahçesi evin en

bana ait mekanı. Kendimi burada korunaklı

ve dingin hissederim. Üstelik çok davetkar

ve vaatkâr. Beni her daim ağırlamaya hazır.

Okumak, yazmak ve düşünmek için de hoş bir

mekan, benim için. Buradayken gökyüzüne ve

ağaçlara bakmayı, üzerime yağmur yağmasını

ve sakin kalabilmeyi seviyorum. Kısacası; ev

benim için her zaman esaslı bir konudur; hep

dönmek isteyeceğim yer.”



“HER KONU İÇİN

ELİNDEN GELENİN

EN İYİSİNİ YAPMAYA

ÇALIŞIRKEN,

HAYATIN DAHA

İYİ BİLDİĞİ BİR

ŞEYLER OLDUĞUNA

İNANIP AKIŞTA

KALMAK,

BENİM HAYAT

FELSEFEM.

AYRICA, MÜMKÜN

OLABİLDİĞİ KADAR

ANIN TADINI

ÇIKARTMAYA

ÇALIŞIYORUM.”

TUBA OSKAN

Çiçek Tasarımcısı

Türkiye’de turizm sektörünün oluşmasına

katkıda bulunan anne ve babası sayesinde

Tuba Oskan da uzun yıllar aynı sektörde

yer almış. Oğlu dünyaya geldikten sonra

her ne kadar acenta hayatına geri dönmeyi

denese de aslında hiç masa başına dönmek

istemediğini ve mutlaka elleriyle bir şeyler

üretmek istediğini fark etmiş. Ayrıca, hep

annesini yeniden yaşatacak bir iş de yapmak

istemiş. Böyle bir işin ne olabileceğini

düşünürken Kasım 2013’te kendini çiçek

tasarımcısı olmak üzere Londra’da bir

okulda bulmuş. Onu bir şekilde çocukluğuna

bağlayan bu keyifli sürecin hobi olarak

kalmaması amacıyla da 2014’de kendi

atölyesini açmış. Oskan ile kış bahçesinde bir

araya geldik:

“Bu mesleği seçmeme en büyük etken,

erken yaşta kaybettiğim annemi bir şekilde

kendi dünyamda yaşatmak istemem oldu.

Kendisi İsveç’de büyümüş bir Avusturya’lı

olarak evimizden canlı çiçekleri asla eksik

etmezdi ve aklınıza gelebilecek bir sürü

tuhaf doğal malzemeyi hem dekorasyonda,

hem de davet sofralarında kullanmaktan

hiç çekinmezdi. Dolayısıyla oldukça renkli

ve keyifli bir ev ortamı içerisinde büyüdüm.

Yılbaşı dekorasyonları ve davet sofraları ile

yoğun geçen bir aralık ayını geride bıraktım.

Yeni sene itibarıyla gündemimde uzun

zamandır kapalı kapılar ardında yürüttüğüm

atölye çalışmalarımı biraz daha gün yüzüne

çıkartmak üzere planladığım vitrin açma ve

bir dükkan konsepti yaratma çalışmalarım

var.” Bu evi ilk gezdiğim gün mutfağın hemen

yanında ağaçlar altında yer alan bu gizli

bahçeyi daha çok kullanmak gerektiğini

düşündüm. Bunun için de en kolay yol tamamı

cam olan bir kış bahçesi yaratmak fikriydi.

Burası bana sabah erken güne başlamak için

doğayı da kucaklayarak kendimle başbaşa

kalabildiğim keyifli bir sığınak oldu. Benim

için buranın önemi, bir ağacın yanı başında

olması. Tavanın dökülen yapraklardan ve

yağmur sularından sürekli kirli görüneceğini

belirterek birçok kişi buzlu cam olmasını

ya da tavana perde yaptırmamı tavsiye

etti ancak ben özellikle çatının üzerine

doğru uzanan dalları görmek istediğimden

şeffaf cam tavan olmasını tercih ettim. Aynı

ağacın gövdesinden göğe uzanan dallarını,

yaprakların renk değiştirmesini, dökülmesini

ve yeniden filizlenmesini yakından izlemek

doğanın varlığına ve mucizelerine şükretmek

için en güzel sebeplerden birisi. Burayı evin

hem ön bahçesine, hem de arka bahçesine

hakim bir konumda, mutfaktan direkt çıkışı

olması nedeniyle kış bahçesi imalatı yapan bir

firma ile anlaşıp kendim planladım.

Dekorasyon da bana ait. Benim için öncelikle

konforu çok önemli olduğundan çok

özel bir dekorasyon çalışması yapılmadı.

Daha önceki evimde kullandığım en rahat

koltuğumu yerleştirip keyifli bir ham ahşap

masa arayışına girdim. Dekorasyon yalın

ve doğal oldu. Hedefim, sabah kahvemi

yudumlarken evin etrafındaki bitki örtüsünün

keyfini mümkün olan en konforlu ortamda

çıkartmaktı. Buradaki vazgeçilmezlerim

ise kitaplarım ve müzik sistemim oldu.

Dekorasyonun hayatımdaki yeri, annemle

yaşadığım o çok şık ve rafine ama bir o kadar

da renkli çocukluk dönemime beni götürdüğü

için hep önemlidir.”

hillsider 75/78

D.SCHOOL VE BERNARD ROTH

Yazı: Nihan Vural

Fotoğraflar: Bernard Roth

11



Bernard Roth

TASARIM DEYİNCE,

ARTIK AKLIMIZA

2005 YILINDA

STANFORD’DA

KURULAN, YENİLİKÇİ

YAKLAŞIMLARI

İLE KISA SÜREDE

GÖZDE TASARIM

OKULLARINDAN

BİRİNE DÖNÜŞEN

D.SCHOOL GELİYOR.

Bernard Roth’u Stanford Üniversitesi’nde ziyaret ettiğimde Noel zamanıydı.

Kaliforniya’nın yumuşak iklimi insanın kış kavramıyla adeta dalga geçiyordu.

San Francisco’da yaşanan bayram vaktinin tatlı telaşı, Palo Alto’da yerini

sessizliğe bırakmış; üniversite kampüsü adeta terk edilmişti.

Stanford Üniversitesi’nin kuruluşu, Sultan Abdülhamid’in kurduğu

Şişli Etfal Hastanesi’nin hikayesini andırıyor; kimi zaman bazı şeylerin yokluğu

hayırlı olaylara vesile oluyor. 19. yüzyılda Doğu yakasını Batı yakasına bağlayan,

demiryolu inşaatı ile servet yapan senatör Leland Stanford, biricik oğlunu

tifüsten kaybedince “Kaliforniya’nın bütün çocukları bizimdir” diyerek iyi ve

ücretsiz eğitim sunacak bir üniversite kurmuş, çiftliklerinin yer aldığı araziyi ise

oğlunun ismini yaşatacak bu üniversiteye bağışlamış. O günden bugüne,

her şey gibi Stanford da değişmiş tabii.

ŞİMDİ D.SCHOOL ZAMANI!

Tasarım deyince, artık aklımıza 2005 yılında Stanford’da kurulan, yenilikçi

yaklaşımları ile kısa sürede gözde tasarım okullarından birine dönüşen d.school

geliyor. Geçtiğimiz yıl, Mühendislik, Tıp, İşletme gibi bölümlerden binin

üzerinde lisans, lisansüstü ve doktora öğrencisinin programda sunulan

42 dersten birini almış olması, d.school’un nasıl hızla büyüdüğünün kanıtı.

Wall Street Journal’ın d.school üzerine yazısına attığı “İşletme Okulu'nu

unutun! Şimdi Tasarım Okulu zamanı!” başlığı boşuna değil hani!

Hazır Stanford’da Bernard Roth ile tanışmışken d.school’u önce ona sormak

lazım. Bu arada, d.school küçük harflerle yazılıyor; felsefesini yansıtan bir

fontu bile var. Akademik Direktör ve aynı zamanda kurucularından olan

Roth, d.school’un kuruluş hikayesini anlatmaya, Makina Mühendisliği ile

Güzel Sanat Bölümü’nün ortak programı Ürün Tasarımı dersinin açıldığı 1962

yılından başlıyor. 2000 yılına geldiklerinde ise, ürün tasarımıyla ilişkili olmayan

alanlarda da bu derste geliştirmiş oldukları “yaparak öğrenme” metotlarını

uygulayacak bir program ihtiyacı beliriyor. 7 kişilik bir profesör grubunun bütün

bölümlerden öğrencilere sunabilecekleri bir program oluşturmaya yönelik fikir

teatileri 2003 yılında açtıkları ilk dersle neticeleniyor. Enstitü’ye ismini veren,

yazılım şirketi sahibi Hasso Plattner’ın, Bu Enstitü'yü kuracak fonlara katkıda

bulunmasıyla nam-ı diğer d. school 2005 yılında hayata geçiriliyor.

BU TASARIMCI DÜŞÜNCE,

HEPİMİZİN İÇİNDEKİ

YARATICI ÇOCUĞU ORTAYA

ÇIKARMAYA AZİMLİ

BİR FELSEFE!

d.school, somut bir mekan olduğu kadar, aynı

zamanda bir zihniyet, bir topluluk olarak da

tanımlanıyor. Yani, siz de bir gün bir d.school

açabilirsiniz. Gerçek hayatta karşılaştığımız

problemler üzerine çalışarak öğrenme, d.

school derslerinin temelini oluşturuyor.

Roth, başarı kaydeden proje temelli dersler

sayesinde onlarca yeni şirketin kurulmasının

yanı sıra, öğrencilerin uyguladığı çözümlerle

tahminen yüz milyondan fazla insanın yaşam

kalitesini iyileştirdiklerini ifade ediyor. d.

school’u diğer tasarım okullarından farklı

kılan şey ne peki? Yenilikçi yaklaşımları mı?

Grup odaklı çalışmaları mı? Takım halinde

verilen dersler mi? Disiplinlerarası kurulan

köprüler mi? Deneyselliğe, risk almaya

ve başarısız olmaya alan açan esnekliği

mi? Dayanışma içeren çalışma modeli mi?

Yoksa hepsi birden mi? Her şeyden önce,

geleneksel anlamda ürün tasarımına

odaklanmak yerine, özellikle insan

merkezli tasarım ile yeni bir çığır açtığını

vurgulamak gerek! Tasarlanan şey bir ürün,

bir eğitim veya sağlık hizmeti, hatta bir

kurumda bekleme süreci bile olabilir.

TASARIMCI DÜŞÜNCE

d. school’un öğretilerinin çekirdeğini

oluşturan “Tasarımcı Düşünce” yaratıcı bir

şekilde problem çözebilmek için önerilen

bir metodoloji. Tasarımcı düşünce; empati

kurma, sorunu tanımlama, tasavvur

etme, prototip çıkarma ve test edip geri

bildirim alma üzerinden ilerleyen bir

yaratıcı süreç olarak tanımlanıyor. Bu

prensipler, artık sadece ürün tasarımında

değil, yaşamda karşılaştığımız her türlü

sorunda, kişisel gelişimimiz için kendi

hayatımızda, insan ilişkilerimizde ve grup

çalışmalarında uygulanıyor: eğitim alanında

çalışan bir öğretmen, sağlık alanında görevli

bir hizmetli, hatta kurumsal hayatta bir patron

olarak bunlardan faydalanabilirsiniz. Her

alana tezahür eden ve her alandan beslenen

bütüncül bir yaklaşımı sayesinde problemlere

farklı bakış açıları ve çözümler getirmeyi

başarıyor. Bu tasarımcı düşünce, hepimizin

içindeki yaratıcı çocuğu ortaya çıkarmaya

azimli bir felsefe!

BAŞARMA ALIŞKANLIĞI

Bernard Roth, 60’lardan bu yana Stanford’da

ders veren mühendis kökenli bir eğitimci;

Robot biliminde ve Kinematik’te önemli bir

isim. “Toplumdaki Tasarımcı” ismini taşıyan

tasarım dersi, dünyanın birçok yerinde farklı

kesimlerden dinleyicilere verdiği Creativity

Workshop’u, kurucularından olduğu

d.school’u bu yılların bilgi birikimini ve hayat

deneyimini aktarmaya yetmez ki, oturur bir

de Başarma Alışkanlığı ismini verdiği bir kitap

yazar. 2016 yılında yayınlanan, Tasarımcı

Düşünce ilkelerini kullanarak başarıyı gündelik

hayatımızda bir alışkanlık haline getirme

amacı güden kitap, ne şanslıyız ki Gamze

Sart’ın çevirisi ile Türkçe’ye kazandırılarak

Nobel Yaşam Yayınevi’nden çıktı.

Roth, Tasarımcı Düşünce prensiplerini,

Başarma Alışkanlığı kitabında bir adım daha

öteye taşıyor ve toplumsal ihtiyaçlarımızı

gidermede kullandığımız metotları acaba

kişisel gelişimi desteklemek için kullanabilir

miyiz diye soruyor. Hayatımıza zaten çoğu kez

bir proje gibi bakmıyor muyuz? Yaratıcılığı bir

süreç olarak tanımlarsak, bu süreci verimli

ve etkin kullanabilirsek; hayatımızı baştan

yaratır, daha anlamlı, daha verimli, daha

tatminkar bir hayat kurmaz mıyız?

Kitap, Toplumdaki Tasarımcı dersinde

her öğrencinin kendi seçtiği bir proje ile

başlıyor; öğrenciler hep yapmak istedikleri

fakat gerçekleştiremedikleri bir projelerini

gerçekleştirecekler! Bu bir radyo programı

sunmak bile olabilir.

Çünkü Roth, yaşadığımız deneyimlerin

bizi dönüştürdüğünü, bir daha aynı

insan olmadığımızı söylüyor! Yaratıcı

özgüvenimiz yerine gelince, hem bakış

açımız, hem de dünyada bıraktığımız

iz değişiyor. Haklı, değil mi?

Bütün dertlerimize çarelerin paketlenip

satıldığı New Age düzeninde, kişisel gelişim

kitapları temcit pilavı gibi aynı kakafoniyi

yarattığında insan samimi tavsiyeler

bulabileceğinden şüpheye düşüyor. Roth’un

“Networking yapmak yerine gerçek

ilişkiler kurun; arkadaşlarla işe girilmez

lafına kulak asmayın; arkadaşlarınıza

borç vererek destek olduğunuzda illa da

dostluklarınızı kaybedeceksiniz diye bir şey

yok” diyen sesini duyunca da elbette şaşırıyor.

Bu reçeteler her derde derman mı? Elbette,



hillsider 79

12

idame etme hali… Bu, tabii, hayatımızın ve

ilişkilerimizin zor taraflarını idare edebilmek

için ustalık geliştirmeyi gerektiriyor. Bize

olumlu geri dönüşü olan ve bizi meşgul eden

bir yaşam gailesi bulmayı içeriyor. Eğer doğru

yoldaysak, zaman zaman önemli derecede

çaba sarf etmemiz gerekse bile, yaşam

yıpratıcı olmaz.

TASARIMCI DÜŞÜNCE;

EMPATI KURMA,

SORUNU TANIMLAMA,

TASAVVUR ETME,

PROTOTIP ÇIKARMA

VE TEST EDIP GERI

BILDIRIM ALMA

ÜZERINDEN ILERLEYEN

BIR YARATICI

SÜREÇ OLARAK

TANIMLANIYOR.

hayır! Roth’un en çok insan davranışının

belirsizliğini, insan deneyiminin şablona

sığmaz bilgeliğini göz ardı etmeyen

yaklaşımını sevdim.

“Benim en temel endişem,

bilimsel doğruluk iddialarında

ısrarcı olduğumuzda, kişisel bilgelik

kaynaklarının değerini düşürüyor;

bunları göz ardı ediyor olmamız”,

diyor. Bir eğitimciden bunu duymak

öyle değerli ki…

Kitabını ikinci kez devirdiğimde,

sınıfta olmayı, öğretmenliği özlediğimi

fark ediyorum. d.school’un eğitimde

disiplinlerarası bir yaklaşım benimsemesi,

eğitim kavramına yeni ve bütüncül bir soluk

kazandırıyor. Eğitim anlayışımızı gerçek

hayattaki sorunlarımızı çözümlemek üzere

tekrardan şekillendirmek kulağa hayal

gibi gelmiyor mu? Aklımda fırıl fırıl sorular

dönüyordu, ben sordum; Roth da beni

kırmadı cevapladı.

KEŞKE DEMEMEK İÇİN…

HADİ YAPALIM!

I. “Başarı” çağımızın en gözde

kavramlarından biri. Kitabınız

“Başarma Alışkanlığı” bağlamında

kastettiğiniz başarının tanımı nedir?

Başarı ve başarmak ile kastettiğim şey,

varoluşsal anlamda iyi bir hayat sürmek.

Kitabımda, başarmayı nasıl tanımlıyorum?

İyi bir hayat sürmek, yani içimizdeki yaşam

enerjisini besleyecek tatminkar bir hayat

II. Başarı Alışkanlığı,

bir kişisel gelişim kitabı mı?

Evet, kişisel gelişim kitabı diyebilirim.

Kitap okuyucuya davranışlarını ve dünya

görüşünü değiştirmek için birçok yöntem

sunuyor. Okuyucularım, özellikle, sıkışmış

hissettiklerinde problemlerini çözmede

onlara yardımcı olacak faydalı yollar

bulduklarını, bir iş halletmelerine engel

oluşturan bahane yaratma mekanizmasını

nasıl bertaraf ettiklerini fark ettiklerini ve bir

şeyi aslında yapmakla denemek arasındaki

farkı deneyimlediklerini ifade ediyorlar.

III. Yaratıcı tasarım ilkeleri,

kimlerin hayatına nasıl dokundu?

Kitabımda d. school'un çok başarılı

projelerinden bazılarını aktardım. Özellikle,

Erişilebilir Tasarım sınıfının iki kayda değer

projesi var: Biri, kar amacı güden d. light

isimli bir şirketin, güneş enerjisi ile çalışan,

uygun fiyatlı LED lambalar üretmesi. İkincisi

de, Embrace isimli kar amacı gütmeyen

bir şirketin, prematüre bebekleri elektriğe

ihtiyaç duymaksızın sıcak ve hayatta

tutmanın bir çözümünü bulmaları. Benim

kişisel favorim ise, yoksul insanların

bankacılık hizmetlerine erişimini sağlayan

Juntos Finanzas şirketi, ki onun da oluşumu

benim Dönüşümcü Tasarım dersime dayanır.

IV. d. school'un dalgaları İstanbul’a

kadar ulaştı mı?

Türkiye’den gelen bir d.school öğrencimizle

çok gurur duyuyorum. Kerem Alper,

Stanford’da henüz öğrenciyken, ATÖLYE’yi

hayata geçiren fikirleri oluşturmuştu. ATÖLYE

yalnızca etkinliklere ev sahipliği yapan

bir mekan değil, bir Tasarım Stüdyosu,

Yaratıcı Platform ve Akademi'den oluşan bir

organizasyon. Restore edilmiş, tarihi Bomonti

Bira Fabrikası’nda yer alan Bomontiada’da

kurduğu mekanı İstanbul’u son ziyaretimde

gezme fırsatım oldu. Kurduğu mekan, bana

d.school’u anımsattı ve orada bir saatlik

seminer verirken kendimi evimde hissettim.

PINAR BİRİM 12/1

BRUNO CATALANO 12/2

INSTAGRAM CREATORS 12/3

MARINA ABRAMOVIÇ 12/ 4

UNPUBLISHED / MERVE MORKOÇ 12/ 5



hillsider 80/84

12/1

MİLLİYET, CİNSİYET, IRK, DİN,

TİTR VE KENDİMIZLE İLGİLİ

YÜKLEDİĞİMİZ ANLAMLARIN

HİÇBİRİNE İNANMAYAN BİRİSİ

PINAR BİRIM. ONU BİRKAÇ

KELİMEYLE ÖZETLEMEK ÇOK

ZOR ÇÜNKÜ O, HER GÜN EVRİLİP

DEĞİŞTİĞİNİ DÜŞÜNÜYOR.

HERKES GİBİ ONUN DA BİR YOLU

VAR. MEDİTASYON VE YOGA

YAPIYOR, ESKİ BiR KAYKAYCI,

GRAFİTİ BOYUYOR VE İKİ KIZ

ÇOCUK ANNESİ OLARAK HALA

BÜYÜMEYENLERDEN…

GRAFİK TASARIM ONUN MESLEĞİ

VE ŞİMDİ SANATINI ÖZGÜRCE

ÜRETİYOR. SÖZ KONUSU

GERÇEK BİR YETENEK OLUNCA,

MERAK ETTİKLERİMİZİ ART ARDA

SIRALADIK PINAR’A…

Rana Korgül: Pınar Birim nasıl bir insan?

Pınar Birim: Kendimi anlatırken tarafsız olmaya

çalışacağım ama kendi tarafımdan anlatacağım için

pek de tarafsız olmayacak. Kendimi tek kelimeyle

anlatmam gerekseydi, ‘özgür’ diye anlatırdım.

Kelimeler de aslında bizi sınırlayan anlamları

yüklememize sebep oluyor biraz. O yüzden kendimi

anlatırken inanılmaz zorlanıyorum. Belki bu yazı

yayınlandığında kendimle ilgili bambaşka fikirlerim

ve aydınlanmalarım olacak…

Röportaj: Rana Korgül

ranakorgul@gmail.com

Fotoğraflar: Ekin Özbiçer



Grafik tasarımcı ve ressam olmaya hayatın

hangi noktasında karar verdin?

Sanat ve tasarım arasındaki etkileşimden

bahseder misin?

İşte tam da bunu demek istedim. Kendimizi

ressam, sanatçı, tasarımcı, yönetici, bakkal,

deniz fenercisi gibi ünvanlarla sınırladığımız

zaman yapmak istediğimizden ya da

özümüz olandan uzaklaşıyoruz. Hayatımın

hangi noktasında buna karar verdim

hatırlamıyorum çünkü kendimi bildiğim ve

hatırladığım kadarıyla bu hiç değişmedi. Lise

yıllarımda bir Punk grubum vardı, Headache

isimli. Onun afişlerini yaparak işe başladım

diyebilirim. Üniversite sınavlarına girme

zamanı gelince de Mimar Sinan’ı ziyaret

ettim, kütüphanesine girdim ve manzarayla

büyülendim! ‘Ben burada grafik tasarım

okuyacağım!’ dedim.

Emindim ve nerdeyse parmağımı

kıpırdatmadan kazandım. Şans, inanç,

yetenek, ne derseniz deyin! Ama Güzel

Sanatlar mezunu olunca zaten sanat

beraberinde geliyor. Sonrasında Londra’da

yüksek lisans yaptım. Grafik Tasarım /

Reklam / Kurumsal Kimlik tasarımı yapmak

hepsinin birleştiği ortak noktada sanat var,

görsellik var, form var, renk var, ruh var ve

empati var. Bunlar olmadan bir markanın

iletişim kurması imkansız. Sanat dediğimiz

de aslında bir iletişimden ibaret. İzleyiciyle

iletişim kuran bir üründen bahsediyoruz. Bu

bir pisuvar da olabilir, bir dans gösterisi de.

Sanat, bir ifade şekli aslında. Benim yaptığım

iş de bu. Hislerim ifadeden geçiyor tamamen.

Bir marka için yaptığım zaman tasarım

oluyor, kendimi ve bir fikri ifade için yaptığım

zaman sanat oluyor. Bence farklı değiller.

Sanat ve tasarım diye ayırt edemiyorum.

O çizgi iyice bulanıklaşıyor bence

günümüzde. Leonardo da Vinci için bir tane

ünvan yeterli mi sizce? Heykeltraş, filozof,

sanatçı, mimar, mühendis... Kendimi onunla

kıyaslamıyorum tabii ki ama ne olduğum, ne

olmayacağım anlamına da gelmiyor. Bunun

için önümde uzun bir yol var. Sadece yolun

bir yerlerindeyim. Seviyorum sürprizleri...

Önümüz bilinmezlerle dolu…

Çocukluğun nasıl geçti? Bu mesleği

seçmenin sinyallerini veriyor muydu?

Çocukluğumu dolu dolu yaşadığımı

düşüyorum. Ama ben hala büyüyünce ne

olacağımı bilmiyorum ki… Tasarımcıyım ya

da ressamım diyemiyorum. Pınar Birim’im

demem daha doğru!

Peki, biraz aileni anlatır mısın bize?

Sorsak herkesin aile hayatı birbirinden

bambaşkadır ama bizdeki hiçbir

arkadaşımınki gibi değildi. Babam çiftçi,

annem yönetici. Çok farklı iki karakter.

Bence onlar farkında olmasa da üzerimdeki

etkileri büyük. Babam karikatür çizerdi,

farklı bir espri anlayışı ve hayata yaklaşımı

var. Babam, sabah işe giden, akşam gelen

bir baba figurü değildi. Annem işe giderdi

ve babam yemek yapardı. Bence sistem

içinde olmayan bir yapıda işlerimi yapmamın

sebebi bu olabilir. Ağabeyim çok yetenekli,

heykeller yapıyor ama kendi çapında…

Renkli bir aile olduğunuz kesin!

Doğal yeteneklerin neler?

Sanırım benim yeteneğim, istediğim şeye

odaklanıp onu gerçekleştirebilmem. Galiba

meditasyonun da etkisi var.

İşlerinde daha çok hangi konulara

odaklanıyorsun?

Hayatın kendisinden etkilenmemek

imkansız. İşlediğim konular, en çok ben

ve yaşadıklarım. Belki biraz feminist ama

kadınlar ve ilişkiler. Şu aralar oturduğum

kafelerdeki yan masaların dialoglarını

dinleyip onları resimliyorum. Bir anda

hiç bilmediğim hayatlara götürüyor beni.

Yargılamadan, yorumsuz. Bununla ilgili

bir kitap yapmak istiyorum, biraz daha

birikmeleri lazım. Çoğu zaman da akışına

bırakıyorum. İşlerimde sadece malzeme ve

renklere karar veriyorum. Form kendiliğinden

oluşuyor. Resimlerimdeki yazılar ise o sırada

dinlediğim HipHop şarkıların sözleri…

Özgür ruhun burada da kendini

gösterıyor…Son sergilerin hakkında

bilgi verir misin?

Dediğim gibi malzemeyi seçmek önemli,

benim için. Aynı tasarım yapmak gibi.

O yüzden birikim ve oluşum süreçlerini

ayrıştıramıyorum. Son sergim, Şişhane’deki

Goba Art & Design’daydı. Yeni bitti. Bu

sergide sadece kağıt işleri sergiledim ve

kağıtları gramajına göre sattım. İşlerimi

fiyatlandırmak benim için en zor kısmı. Bir

önce başlayan, hatta Ocak sonuna kadar

devam ediyor, Andy Warhol sergisinde ise

metreyle sanat eseri satıyorum. Yaklaşık 200

metre kumaş boyadım. Döşemelik kumaş alır

gibi rulo rulo kumaşlardan istediğiniz kadar

metreyi alıyorsunuz.

Sanatının arkasında yatan düşünceyi

nasıl anlatabilirsin?

Sanatın her eve, her odaya girmesini

hedefliyorum. Herkesin evinde imzalı bir

iş olmalı. İnsanlar buna küçücük bile olsa

bütçe ayırmalılar. O yüzden sanatın müzelere

ve galerilere değil, sokaklara taşmasını da

seviyorum. Bazen spreyimi alıp sokakta bir

hafriyatı boyamayı veriyorum. Su tanklarını

boyuyorum. Görenler Belediye’yi arayıp eseri

koruma altına almak istiyor. Ama aslında

akşama kadar hafriyat kamyonuyla çöpe

gitmiş oluyor. Hiçbir şey kalıcı değil ki...

Louvre Müzesi’ndeki eserler de bir çakmak

çakmayla yanabilir. Eser kalıcı olunca

daha kıymetli oluyor diye bir durum söz

konusu değil. O yüzden sokakta bulduğum

çekmecileri de sanat eserine çevirebiliyorum.

Bir Ikea kutusu da benim için tuval olabiliyor.

Sanatı sınırlandırmak bana göre değil…

Dolayısıyla işlerinde renkler, desenler ve

figürler baya özgür diyebilir miyiz?

Renkler bence çok özgür değiller çünkü

seçilen, tasarlanan bir renk paleti

kullanıyoruz. Satın aldığımız malzemeyi,

dükkanların seçtiği renkler içinden seçiyoruz.

Doğa kadar özgür değiller ama ben elimden

geldiğince her seferinde yeni renkler, yeni

malzemeler denemeye çalışıyorum. Figürleri

akışına bırakıyorum. Desenler kendiliğinden

oluşuyor. Tesadüflerin birleşmesinden

figürler ve resimler oluşuyor.

Çizim yaparken nasıl çalışıyorsun?

Resimlerinde yaklaşım, renk,

teknik açıdan izlediğin bir yol var mı?

Eğer duvar resmi yapmıyorsam, ne malzeme

olursa olsun, yere sererek yapıyorum.

Büyük çalışmayı seviyorum. Sokaklardan

topladığım parke parçaları da bana bir eser

için tuval olabiliyor. Farklı malzemeleri

karıştırmayı seviyorum.

HİÇ BİR KONUDA TUTUCU

DEĞİLİM. HAYATTA OLDUĞU

GİBİ RESİM YAPARKEN DE

YENİLİKLERE AÇIĞIM.

Bugün akrilik, yarın suluboya ve sonraki

gün pastel yanında yağlı boya, sprey, ne

aklıma gelirse kullanıyorum. Resim yaptığımı

duyunca insanlar yağlı boya mı diye

soruyorlar. Benim en cevap veremediğim

soru bu oluyor. Malzemenin bir önemi yok!

Resmin hissettirdiği önemli aslında... Tarzım,

kendiliğinden gelişiyor, pratik yaptıkça her

şey iyileşiyor. Ve tabii ki inanmak, işin başı...

Doğaçlama üretimlerin ortaya çıkıyor

demek… Evet, yaptığına inanmak en

önemlisi… Çizerken neler hissettiğinden

bahseder misin?

İşte tam da bundan bahsediyorum. Benim

neye inandığım, ne düşündüğüm tamamen

resme yansıyor. Her çizdiğim resimdeki

anımı hatırlıyorum. Onların dili olsa da

konuşsa mı denir, ne denir bilmiyorum.

Anda kalmak benim için tamamen resim

yapmaktan geçiyor. Nefes aldığımı hissetmek

gibi... Çizemediğim bir hayat düşünmek bile

istemiyorum. Gözlerim falan doluyor.

Yaratıcılığını nelerle besliyorsun?

Çocuklar beni çok aydınlatıyor. Olmaya

çalıştığım ruh hali tamamen onlar.

Günüme yoga yaparak başlarım. Çalışırken

Mevlana’nın sözlerini ve rahatlatıcı mantralar

dinlerim. Gençken kaykay yapardım, kaykay

kültürü beni ben yapan hayatımın mihenk

taşlarındandır diyebilirim. Grafik tasarımın

hayatımda çok önemli ve ilham veren bir

yeri var. Tasarım, benim sanatımı besliyor;

sanatım da tasarımımı… Sanatçıların

eserlerinden çok, yaşam tarzlarını ve

kafalarının çalışma şekillerini merak

ediyorum. Eğer kişi söylemem gerekirse de

Marcel Duchamp hayatımda en etkilendiğim

sanatçıdır.

Kızlarınla aran iyidir tahminimce…

Kızlarım bana ilham veriyor. Onlarla anne-kız

ilişkisi değil, arkadaş ilişkisi içindeyiz. Çok

şanslıyım! Harika, bilge ve yaratıcı çocuklar…

Her söyledikleri beni derinden etkiliyor. Çok

aydınlanıyorum onlarla. Bana soruyorlar

‘İki çocuk ve işler nasıl yetişiyorsun?’ diye.

Kızlarımın enerjisi beni yükseltiyor. Onlar

olmadan olmuyor asıl. İyiki hayatımda varlar.

İyiki anneleri olarak beni seçmişler!

Farklı bir bakış açısı daha!

Seyahat etmeyi sevmeyen yoktur.

Seyahatler seni nasıl etkiliyor?

Çok gezerim. Alıp başımı giderim.

Çocuklarımın biri 5, biri 3 yaşındaydı kafama

esti ve üç hafta tek başıma Arjantin’e gittim.

Patagonia’da günlerce tek başıma yürüdüm.

Doğa beni aydınlatıyor, bana ilham veriyor.

Çok büyük etkisi var işlerime. Şehirde uzun

süre kalamıyorum. Mutlaka toprağa basmam

lazım. Altı sene Londra’da yaşadım. Aynı

zamanda İngiliz vatandaşıyım ama soğuk

ülkeler şehirler ve kalabalık bana göre değil.

Seyehatlerimi doğada sakinlikte olmak

üzerine planlıyorum. Çadır, dağ, karavan,

doğada uyanmak benim için hayatın bir

parçası. Tatile çıkmıyorum. Tatile çıkmak

kavramı garibime gidiyor. Zaten istediğim

zaman gidebilecekmiş gibi yaşıyorum. Hiçbir

şeyi beklemiyorum, hayatta istediklerimi

gerçekleştirmek için. Şu an dışında bir an

yok benim için. Neyse o... ‘Çocuklar büyüsün

de giderim. Şu sunum bitsin de yaparım.

Bayram gelsin gezerim!’ gibi planlar bana

göre değil. Kim biliyorki yarın burada mıyız?

Çok haklısın! Hayatı ertelememek gerek…

Seni bayadır takipteyiz. Mardin’e,

Alaçatı’ya ve Kosova’ya gittin.

Orada neler yaptın?

Mardin’e gönüllü olarak Mardin ve Şırnak

Güzel Sanatlar Liselerine destek amaçlı

atölye vermeye gittim. Daha sonra

oradaki çalışmalarımızı gören Alaçatı

Sanat Derneği bizi davet etti. Çeşme

Belediyesi’nin desteğiyle Mardinli ve Şırnaklı

öğrencileri Alaçatı’ya getirip çocuklarla

orada atölye çalışması yaptık. Harikaydı.

Öğrencilerin sonrasındaki mesajları göz

yaşartıcıydı. Benim için hayatımın en önemli

deneyimlerinden biriydi. Kosova’da

UBT Üniversitesi’nde ‘Branding’ dersi

veriyorum. Gençlerle olmak, çocuklarla vakit

geçirmek çok güzel!

Senin için işlerinde kendini ifade etmek

mi, yoksa onları izleyiciyle bir iletişim

kurması mı daha önemli?

İkisi de çok önemli. O işler ben olmasam

iletişim kuramaz. İletişim kurmasa benim için

hiçbir şey ifade etmez.



SANIRIM BENIM

YETENEĞIM,

ISTEDIĞIM ŞEYE

ODAKLANIP ONU

GERÇEKLEŞ-

TIREBILMEM.

GALIBA

MEDITASYONUN DA

ETKISI VAR.

Türkiye’deki sokak sanatından

biraz konuşalım...

Türkiye’de çok iyi sokak sanatçıları var.

Kaybid bunlardan bir tanesi. Çok yaratıcı,

fark yaratan işler yapan sanatçılar var. Şapka

çıkartıyorum. Ama sokak sanatının çıkış

noktası metrolar, trenler, metro istasyonları

olduğu için (daha sonra duvarlara taşıyor)

yeraltı dünyası çok olmayan bir şehir ve ülke

olan Türkiye’de genel olarak plastik sanatlara

olduğu gibi bu sanata da ilgi pek yok. Ama

ben bayılıyorum, sokaktaki yazılar bizim

ülkemizde çok komik.

Asıl benim ilgimi çeken, dünyanın başka

yerinde var mı bilmiyorum ama kamyon

arkası ve minibüs içi yazıları. En son bir

tanesi önünde fotoğrafım var, hatta.

‘İsteyene istediği kadar sevgi’ yazıyor ve

manzara resmi boyanmış bir kamyonet.

Çok güzel ifadeler bunlar. Başkaldırı var.

Her başkaldırının altında bir farkındalık var

bence. Bu da doğru yol!

SOKAKTA HAYAT VAR.

SOKAKTA YARATICILIK VAR.

SOKAKTA KESİN

SANAT VAR…

Bir sanatçı olarak ulaşmak istediğin

bir nokta var mı?

Var ama söyleyemeyeceğim.

İyiymiş…

Peki, çok yönlü olup farklı işler yapmak

dikkatini dağıtmıyor mu?

Kesinlikle hayır. Her işim birbirini besliyor.

İyi ki çok yönlüyüm.

Resim hakkında en sevdiğin şey nedir?

Evrensel ve cinsiyetsiz olması, lisanlar ve

kelimelerle sınırlanmaması, her izleyicinin

farklı yorumlaması, yanlışı ya da doğrusu

olmaması, yaşaması ve yaşatması...

Başarılı olma kriterin nedir?

‘Profesör oldum!’ demiştin…

Kosova’da bütün hocalara ‘Profesori’

deniyor. Ben de üniversitede ders verdiğim

için bana da öğrenciler ‘Profesori’ diyorlar.

Hoşuma gidiyor ama sadece bir ünvan.

Bir şey ifade etmiyor aslında. Sonuçta

ben benim, bir şey değişmedi. Başarı, bu

hayattaki mi? Yoksa ötesindekinden mi

bahsediyoruz? Bu hayattakiyse, yani fiziksel

dünyadan bahsediyorsak eğer, benim

için fayda sağlamak, ilham olmak, doğayı

korumak, gelecek nesillere örnek olacak

işler bırakmak. Ve aşkla yaşamak. Ama önce

kendini sevmek. Gerisi geliyor.

2020’nin senin için nasıl bir yıl olacağını

öngörüyorsun?

Ufff, ben bomba heyecanlıyım. Hislerim

iyi yönde…

Pozitif ve heyecanlı olman ne güzel!

Son söz olarak neler söylemek istersin?

Hayat benim için hiçbir zaman yaptığım

işlerden ibaret olmadı. Ben de işlerimden

ibaret değilim, aynı şekilde. Benim bu aralar

kendimi ifade şeklim, görsellik yani resim

yaparak oldu. Buna çok inandım. Ama asıl

önemli olan, yaptığım resim değil, yaptığım

işe inanmam. Ve işte insanların, yani

izleyicinin ilgilisini çeken bence bu. Sanatla

hayatın iç içe olması olanaksız değil. Kim

inandığı işi yapamaz ki? Kim baş koyduğu işte

başarılı olamaz ki? Bunu insanların anlaması

benim için çok önemli. İlham olmaksa eğer,

resim yapanlara ilham olmak değil, meselem.

Amacım, insanların kendine inanmasını

sağlamak. Buna vesile olduğunuz için size

ayrıca teşekkür etmek isterim.

Ben teşekkür ederim, bu keyifli sohbet

için, sevgili Pınar. Seni tanımak çok güzel!

www.pinarbirim.com

C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K

Hayatında öncelik vermek istediğin

neler var şu günlerde?

Kendimden başka önceliğim yok. Her zaman

önce ben. Ben iyi olduğum sürece çocuklarım

da iyi. Ben iyi olunca, çevreme de faydalıyım.

Ben iyi olunca, dünyaya da zarar vermem.

Ben iyi olunca, bütün olabilirim…



hillsider 86/89

YARIM KALMIŞLIĞIN VE

GEZGİNLERİN TEMSİLCİSİ

12/2

ŞİMDİ GÖZLERİNİZİ KAPAYIN VE

GEÇTİĞİMİZ KASIM AYINDA,

HER DAİM MASALSI, YÜZEN

ŞEHİR VENEDİK’TE HAYRANLIK

VE HEYECAN İÇİNDE,

BÜYÜLENEREK GEZİNİYOR

OLDUĞUNUZU DÜŞLEYİN.

Kendinizi gondolla kanallarda veya film

festivalinde değil, Venedik’te gerçekleşen en

önemli etkinliklerden biri olan 58. Venedik

Bienali’nde hayal edin. Gezinirken biraz tarih,

biraz “fine dining”, biraz da estetik diyerek seyahat

programınızın bir parçası olarak sanat galerilerine

girip çıkmayı planlıyorsunuz, çünkü biliyorsunuz

ki bu seferki ziyaretiniz şehrin 58. Venedik Bienali

hali. Önce San Marco Meydanı’nda espressonuzu

yudumlarken kuşları seyrediyorsunuz. Sonra saat

kulesinin önünde bir fotoğraf çektiriyorsunuz. Sonra

gelato’nuzu yiyerek merak içinde saat kulesinden

biraz ileride bulunan Ravagnan Gallery’ye doğru

yürüyorsunuz. Ravagnan Gallery’nin kapısının

önünde duruyorsunuz. İlginizi çeken bir eseri fark

ediyorsunuz. İçeri doğru bir adım atıyorsunuz. Ve

işte! Tam o anda karşınıza çıkan Les Voyageurs’dan

(Gezginler) biri sayesinde Bruno Catalano ile artık

siz de tanışıyorsunuz. Aa ama belki de daha önce

2013’te Avrupa Kültür Başkenti seçilen Marsilya’ya

yolunuz düşmüştü ve Bruno taa 2013’de Marsilya’da

Les Voyageurs koleksiyonu ile eksik heykel

akımını şehre yaydığından beri zaten kendisinin

hayranıydınız. Tamam o zaman! Siz bir süre önce

‘Gezginler’le donatılmış Marsilya’nın, şimdi ise

Venedik’in en keyifli halinin tadını bu bienalde

doya doya çıkaranlardansınız.

Eser fotoğrafı kullanımı Ünlü & Co firması izni ile.

Yazı: Özlem Yücelener



Geçtiğimiz sene Bruno’nun Venedik Bienali

için şehre ayak basan bir grup gezgin olan

“Les Voyageurs”’ın en son parçalarından

otuz eser, Mayıs’tan Kasım’a kadar Venedik

şehri boyunca ziyaretçilere eşlik etti,

tiyatrodan kiliseye birçok noktada karşılarına

çıkıverdi. Siz denk gelemediyseniz de

üzülmeyin, bu yazımla Bruno’yu tanıyın

ve içinde koskocaman dünyalar taşıyan

‘Gezginler’e dair farkındalık kazanın

ve peşlerine düşüp ‘Gezginler’le başka

şehirlerde karşılaşın derim.

‘Gezginler’i şimdiye kadar fark etmemiş

veya Bruno’yu hiç duymamış olabilirsiniz

ama eminim şimdi söyleyeceğim bu deyimi

duyunca çok daha fazla şaşıracaksınız. Size

şimdiye kadar hiç kimse “Tuhaf zamanlarda

yaşayasın” demiş miydi? Dediyse zihninizde

ne belirmişti? Demediyse de kulağa beddua

gibi gelen bu deyimi Bienal’i takip edenleriniz

eminim ilk duyduğu andan itibaren bildi.

Bruno Catalano’nun yıldız sanatçılarından

olduğu, Ralph Rugoff’un küratörlüğünde ve

La Biennale di Venezia kurulundaki

Paolo Baratta başkanlığında gerçekleşen

58. Uluslararası Sanat Sergisi bu yıl tema

olarak sözde bir Çin deyimi olan ‘May You

Live In Interesting Times’ı (Tuhaf Zamanlarda

Yaşayasın!) benimsemişti. Daha doğrusu

58. Bienal’in kendi başına bir teması

olmayacaktı ama genel olarak sanata

yaklaşımı ve sanatın hem eleştirel hem de bir

keyif unsuru olarak sosyal fayda yaratmasını

vurgulayacaktı.

İlk kez 1930’da İngiliz siyasetçi Sir Austen

Chamberlain tarafından kullanılan bu

deyimin sonradan kendi ürettiği bir deyim

olduğu ortaya çıksa da uzun yıllar boyunca

benimsenerek kaotik ve kriz dolu zamanları

tarif etmeye yaramış. Rugoff’un Bienal’e bu

deyimi yakıştırmasının bir sebebi olarak,

sanatın tuhaf zamanlarda nasıl yaşanacağına

ve nasıl düşünüleceğine dair bir rehber

olacağına inanması görülüyordu. İşte tam da

bu bağlamda Bruno’nun görür görmez insanı

adeta çarpan, düşündüren, düşündürdüğü

kadar da hayran bırakan eserleri Bienal’in en

can alıcı parçalarındandı şüphesiz.

Eserlerde sizin de kendinizden bir parça

bulmanızın sebebi, heykellerin her birinin

elinde birer bavul taşıyan gezginler

olmasından öte, onların ayakları üzerinde

duran ve evleri valizleri olan özgür ruhlar

olması kesinlikle. Kendisine sorulduğunda

ise “Hepsine bakınca ise ortak olan tek

bir şey var; hepsi gururlular.” diyor bir

röportajında Bruno.

Bu gezginler aslında her biri içinde farklı bir

hikaye ve anlam barındırırken bir yandan da

birbiriyle bağlantılılar. En büyük özellikleri,

hepsinin “eksik” heykeller olmaları.

"EKSİK PARÇALAR”

BANA ÇOK ŞEY İFADE

EDİYOR; FAS’TAN

FRANSA’YA SÜRGÜN

OLMAMI, GERİDE ÜLKEMİ,

HER ŞEYİMİ BIRAKMAK

ZORUNDA OLMAMI,

KÖKÜMDEN SÖKÜLMEMİ

İFADE EDİYOR. AYNI

ZAMANDA HAYATIN

AKIŞINI VE ZAMANIN NASIL

YAŞAMLARIMIZA NÜFUS

ETTİĞİNİ SEMBOLİZE

EDİYOR. YAŞAMDAKİ

KAYIPLARIMIZI AMA

HER ŞEYE RAĞMEN AYAĞA

KALKIP YOLA DEVAM ETMEK

ZORUNDA OLDUĞUMUZU

İFADE EDİYOR."

Diyen Bruno’ya göre eksik parçalar yoldan

geçenlerin eseri gördükten sonra bir an için

bile olsa bir şeyleri sorgulamalarına sebep

oluyor. Gerçekten bir parçaları eksik miydi

yoksa geride bir şey mi bırakmışlardı da

eksik kalmışlardı? Konuya bu düşüncelerle

yaklaşınca Bruno’nun eserleri tamamlanmayı

bekleyen hikayeyi, görenlerin hayal gücüne

bırakıyor. Hatta bazı heykeller o kadar

belirsiz bir destekle duruyor ki, havada gibi

görünüyorlar; bu da onlara ruhani bir hava

veriyor ve onların sürreal görünmelerine

yol açıyor.

Les Voyageurs (Gezginler) koleksiyonu

ile eksik heykel akımını başlatan Bruno,

1960’da aslen Sicilyalı bir ailenin üçüncü

çocuğu olarak Fas’ta dünyaya gelmiş. O’nun

hikayesinde ve hayat görüşünde “geride

bırakma” küçük yaşlarda başlamış. Ailesiyle

birlikte Fransa’ya sürgüne gönderilirken

bile köklerini ve Fas’ı kaygı duymadan

bırakarak büyük şehri keşfetmek için oldukça

sabırsızlanabilmiş. Heykellerinin, kendisinin

Fas’tan gelirken sahip olduğu hatıraları ve

geleceğe dair umutlarını bavullarda getirişini

temsil ettiğini söylüyor.

Bu da onun hayat mottosunu, benim ise son

zamanlarda duyduğum en yerinde ve en

benimsediğim tabirlerden biri olan “İnsan

olmak seyyah olmaktır”ı neden ve nasıl

edindiğini oldukça iyi açıklıyor.

Uzun zaman boyunca farklı meslekler

deneyen Bruno, 30 yaşında heykeltıraşlığa

başlamış. Eserlerinin esas yankı bulması

ise 2005’te bir heykelinin Parisli bir galerici

tarafından keşfedilmesiyle başlıyor. Bu

dönüm noktasıyla birlikte, Bruno’nun

hünerleri de sanatının altında yatan yoğun

duygularla birlikte daha da gelişiyor.

Sürekli kayıp parçalarını arıyormuşçasına

hareket halinde olmayı temsil eden

heykellerin ise son dönemde yer buldukları

17. yüzyıldan kalma Teatro Goldoni veya

San Gallo kilisesi gibi Venedik’in tarihi

dokusuna çok yakıştığı gerçeğine dikkat

çekmeden geçmek olmazdı ama bu

heykelleri görmek için bu kadar uzağa

gitmemize gerek olmadığını da belirteyim.

‘Gezginler’in bir tanesi de Türkiye’de, sanata

ve sanatçıya değer veren isimlerden Şebnem

Kalyoncuoğlu Ünlü ve Mahmut Ünlü’nün

ofislerinde, diğer eserleriyle birlikte hemen

girişte sizi karşılıyor.

“Peki Bruno şu sıralar ne ile meşgul?”diye

merak ederseniz, kendisinin ismi bu yıl

bitmesi beklenen çok önemli ve değerli bir

projede anılıyor. 2017 senesinde Fransa Tenis

Federasyonu Başkanı Bernard Guiducelli

tarafından ilk kez açıklanan,

11 kez Roland Garros şampiyonu

Rafael Nadal’ı ölümsüzleştirmek için

Philippe Chatrier kortunun girişine yapılacak

heykel ile meşgul.

Ünlü Fransız heykeltıraş Jean Cardot’un

öncülüğünde; Bruno Catalano ve Elisabeth

Cibot tarafından Nadal’ın bir fotoğraf

karesinden esinlenerek yapılacak heykelinin

modeli sır gibi saklanıyor ama olur da

yolunuz bu Mayıs’ta Paris’e düşerse belki

Philippe Chatrier’in resmi açılışıyla birlikte

sevenlerinin karşısına çıkacak olan Nadal

heykelinin yanında bir de Bruno’nun

kendisini görme fırsatı bulursunuz. Madem

öyle, bu düşü şimdiden planlamayı

düşünmeli ve vakit gelince de yollara

düşmeli. Ne de olsa ne demişti sevgili Bruno;

“İnsan olmak seyyah olmaktır.”



hillsider 90/93

YENİ NESİL YARATICILAR:

12/3

Jess Wheeler

İNGİLİZCE EŞ ANLAMLILAR

SÖZLÜĞÜ THEASARUS’DA

“CREATOR” YAZINCA

SIRALANANLAR INSTAGRAM'IN

YENİ YARATICILARDAN

BEKLENTİSINİ ÖZETLER

NİTELİKTE.

Bundan tam 10 yıl önce Ekim 2010’da Instagram

telefon kullanıcıları ile ilk kez buluştuğunda içerik

dinamikleri bugünden çok farklıydı. Instagram’ın

yaratıcısı Kevin Systrom bile Instagram’da test

caption’ı ile paylaştığı ilk fotoğrafa şimdi dönüp

bakınca; “keşke biraz daha uğraşsaydım” diyor.

Bu platformun ilk zamanlarında, hayatlarımızda

olup bitenler ve gördüklerimiz arasında “paylaşmaya

değer” içerikleri karşımıza çıktıkça yüklüyorken,

şimdinin normali paylaşmaya değer anları yaratmak

ya da yaratmış gibi yapmak oldu. Artık günde 100

milyondan fazla fotoğraf ve videonun paylaşıldığı

bir platform olan Instagram sık sık gerçekleştirdiği

güncellemeler ile muhtemel rakiplerini bertaraf

etmeye çalışıyor.

Creators – yeni yaratıcılar da bunun bir örneği.

2019 yılı ekim ayında duyurduğu bu yeni profil

seçeneği ve hemen ardından gelen beğenilerin

kaldırıldığı duyurusu sürekliliği olan bir platform

olmak için gerekli bir adımmış gibi gözüküyor.

Freya Hollingbery

Yazı: İpek Edinçgil



Jess Wheeler

Nedir bu yeni yaratıcıların

alamet-i farikası?

İşletme ve kişisel hesaplara ilave olarak

başlayan Creators, Instagram’ın yarattığı

influncer kavramını geliştirecek bir araç

olarak ortaya çıktı. İlk bakışta sunduğu

imkanlar, gelişmiş analitik ve mesajlaşma

seçeneğindeki kolaylıklar gibi gözükse de,

Creators profillerinin hayata geçmesinin

asıl amacı Instagram’da üretilen içeriklerin

kalitesini artırmak ve içerik üreticilerini

desteklemek. Hem de takipçi sayısı

kısıtlamadan, isterseniz 10 bin isterseniz bin

ne kadar takipçiniz olduğundan bağımsız

olarak siz de kendinizi yeni yaratıcı olarak

tanımlayabilir ve kaliteli içerik üreticisi olma

yolunda adım atabilirsiniz. Bu noktada

Instagram’ın; bir yumurtanın 18 milyon

beğeni alması ile anılmaktansa, farklı

disiplinlerde yaratıcıların kullandığı ve kaliteli

içerik üretilen bir platfrom olarak anılmak

istemesini anlayabiliriz sanırım.

Instagram paylaşımları eskinin

kartpostallarının yerini aldı.

Suluboya resim yapan sanatçı Jess Wheeler

çocukluğundan beri seyahatlerinde yanında

taşıdığı suluboya seti ile tüm akrabalarına kendi

boyadığı kartları göndererek yıllar öncesinde

bir bakıma analog bir Instagram düzeni

kurmuş. Şimdi profesyonel olarak ürettikleri ile

insanların para verip almak istediği eserlerin

yaratıcısı. Sosyal medyada yeni yaratıcı olarak

paylaşım yapmanın farklarını sorduğumuzda;

Instagram’ın ürettiklerini paylaşmak için her

zaman iyi bir platform olduğunu belirtiyor.

Eserlerinin satışını sosyal medya üzerinden

yapmasa bile bu platformda eserlerini kendi

hayat hikayesi içinde paylaştığında başkalarına

ilham vermek onu heyecanlandırıyor.

Jess Wheeler Instgram’ın en sevdiği yanının

‘anlık’ olması olduğunu paylaşıyor. Web

sitesine yüklenen görsellerdeki gereklilikler

Instagram’da yok. Bir Creator olarak Instagram

Jess Wheeler için anlık bir mecra... Peki

negatif yanları yok mu? sorusunun cevabı beni

şaşırtmıyor: “Başka işlerle, farklı üreticilerin

yaptıklarına ve diğer hayatlarla kendini

karşılaştırmaya çok vakit harcıyorsun.

Sık sık kendime bu döngüden çıkmayı

hatırlatıyorum.” diyor.

Metal içecek kapakları ile bir dünya

İşleri ile sürdürülebilirlik konusuna dikkat

çeken sanatçı Freya Hollingbery ise metal

içecek kapaklarını kullanarak farklı eserler

yaratıyor. Uzaktan bakınca bir renk ahengi

oluşturan bu eserlerin yaklaştıkça yüzlerce

içecek kapağından oluştuğunu görmek

etkileyici. Eserlerini üretmeye başlamasını;

“Babamın biraya, annemin de geri dönüşüme

olan tutkusu…” diye açıklıyor. 7 yıl önce

bir arkadaşıyla birbirlerine ev yapımı noel

hediyeleri verme kararı ise, ürettiklerinin

başka biri için güzel bir hediye olabileceğini

fark etmesini sağlıyor.

İşte bu noktada ürettiklerini farklı insanlara

ulaştırma ihtiyacını Instagram tam anlamıyla

karşılıyor. Freya Hollingbery Instagram’ı,

gelişen yeni sanatçılar için çok verimli buluyor

ve bir creator olarak sadece kendi sesini

duyurmak için değil farklı sanatçıların iş yapış

süreçlerinden ilham almak ve öğrenmek için

de bu mecrayı kullandığını söylüyor.

Peki yaratıcılığını tetikleyen ne olmuş?

“Kapakların kendisi” diyor Freya Hollingbery.

Sanatı ile ilgili Kandinskiy’e bir gönderme

de yapıyor. “Sanat tarihi okurken

keşfettiği Kandinskiy’nin renklerin insan

duyguları üzerindeki etkisini savunması

onu çok etkilemiş ve ilgisini çekmiş. Yine

Kandinskiy’nin “sinestezi” olarak açıklanan,

duyulan müziğin belirli renkleri anımsatması

da sanatçıya ilham vermiş. Bu yüzden işlerini

üretirken olmazsa olmazı müzik.

Freya Hollingbery

Önemli olan nicelik değil niteliktir

Instagram ile ilgili yapılmış akademik

araştırmalara bakınca işlenen konuların

genellikle “akıl sağlığı, davranış psikolojisi,

kadın–erkek kullanıcı arasındaki farklar,

çocuk ve gençler üzerindeki etkiler” ile ilgili

olduğu çıkıyor. Üzerinde çalışılan konuların

insan psikolojisi üzerinde yoğunlaşması

Instagram’ın yakın zamanda aldığı beğenileri

kaldırma adımını açıklıyor.

Farklı disiplinlerde üretim yapan

sanatçılar beğenilerle ilgili ne düşünüyor?

Kurucularının amacı Instagram’ı bir fotoğraf

paylaşım platformu olmaktan çıkarıp,

onu görseller üzerinden iletişim kurabilen

bir medya şirketi yapmak. Creators yani

yeni yaratıcılar işlerini daha çok insana

duyurmak, işleri ile ilham vermek ve takip

edilmek istiyor.

Peki ya beğeni sayısı? İşleri Vogue gibi

uluslararası yayınlarda yer almış Jess

Wheeler beğeni konusuna pek de önem

vermediğini söylüyor. “Üzerinde günlerce

çalıştığım eserlerdense arabamın arka

koltuğunda yer alan çiçeklerin fotoğrafı çok

daha fazla ilgi görüp beğeni alıyor. İşte tam

da bu yüzden bu konuya çok kafa yorarsak

zarar verebileceğini düşünüyorum” diyor ve

ekliyor: “İçeriği paylaştığımız gün ve saatin

bile fark yarattığını artık hepimiz biliyoruz.

Bu yüzden beğeni sayısını kaldırmak içeriği

yüceltmek için iyi bir karar bence. “

Eserlerini üretmek için onu takip edenlerin

de katkısına ihtiyaç duyan Freya Hollingbery

beğeniye odaklı mutluluk hormonunun

tehlikesinden haberdar. Instagram’ı kişisel

değil ama bir sanatçı işlerini paylaşmak için

kullanıyorsa beğeni butonunu kaldırmak

ve sayılar dışında değerlendirilmek onu

motive edecektir” diyor. Yeni yaratıcılar

beğeni sayısının gizlenmesinin içerik ile ilgili

farkındalık artışı sağlayacağına inanıyor.

Freya Hollingbery

@dudewithsign

@Matt Taylor

@Freya Hollingbery

@Jess Wheeler

Instagram’ın hayatımıza soktuğu

yeni içerik türleri

Jess Wheeler

Creator olmak için mutlaka bir sanat

disiplini ile ilgilenmek gerekmiyor. Her

şey yapıldı, yeni bir içerik tipi bulmak

artık imkansız diye düşünürken hiç akla

gelmeyecek içerikler bir anda gruplarda

paylaşılmaya başlıyor, hatta taklitleri

türüyor. @dudewithsign hesabı bunun en

iyi örneklerinden. Bu profil, bir erkeğin

şehrin farklı yerlerinde günlük bazı olayları

protesto etmek için espirili bir dille yazdığı

mesajların fotoğraflarından oluşuyor.

Kağıt üstünde ne kadar ilgi çekici olabilir

ki diyeceğimiz bu içeriklerin paylaşıldığı

hesap, kısa sürede 2 milyon üzerine çıktı.

Instagram’ın yarattığı ve hayatımıza

giren bir diğer içerik türü ise “satisfying”

videoları. Ses, hamur, yemek, krema,

sabun gibi gibi farklı başlıkta binlerce

videoyu bulabileceğiniz bu hashtag altında

bir de 3D içerikler var. Geçmişte sadece

markaların farklı ihityaçları, oyunlar,

filmler için üretilen 3D tasarımlar şimdi

Instagram’da rahatlama aracı... Creator

Matt Taylor bu tarzda işlerini hesabı @

emty01’de paylaşıyor. Vücudumuzun bir

uzantısı haline gelen telefonlarımız varken

bir tütsü ile rahatlamayı düşünmek saçma

olurdu tabii.

Bana soru sor!

İşletmeler sosyal medya üzerinden ürün ya

da hizmetleri ile ilgili sık sık sorular alıyor.

Cevaplarına göre ya satışa dönüyor ya da

kullanıcının farklı bir üreticiye yönelmesi

ile konu sonlanıyor. Ama ‘Creator’lar için

durum farklı. Sosyal medyada kreatif

işlerini paylaşanlar yani yeni yaratıcılar

için Instagram, mesaj kutusuna da yenilik

getirdi. Creator hesabı olanlar bir e-mail

programı kullanıyor gibi mesajlarını

önceliklendirebilecek, takip ettiklerinden,

önceliklendirdiği hesaplardan ve diğer

hesaplardan olmak üzere sınıflandırma

yapabilecek.

Sulu boya sanatçıcı Jess Wheeler, en çok

bağımsız çalışmak isteyenlerden mesaj

aldığını belirtiyor. Onu en çok motive

eden ise projelerinde ona yardımcı

olmak isteyenlerden gelen mesajlar.

“Devamlılığı sağlamanın zor olduğu bu

kariyer yolculuğunda aynı yolda ilerleyen

ve bağımsız çalışan bir topluluğun varlığını

bilmek, sosyal medyanın bizi birbirimize

bağlayıp sınırları kaldırması harikulade bir

değer” diye ekliyor.

Freya Hollingbery’nin mesaj kutusu ise

“nasıl?” sorusu ile dolup taşıyor. Kapakları

nasıl bulduğu, nasıl temizlediği, nasıl bir

araya getirdiği en sık sorulan sorulardan.

Bu mecrada üretim yapanlar gelen

sorulardan içeriklerini şekillendirebilir

diye düşünen Freya Hollingbery, merakı

gidermek için artık süreçleri belgelemeye

ve bunu paylaşmaya başladığını söylüyor.

Ne paylaştığın değil

nasıl paylaştığın önemli.

Instagram’ı anlık bir mecra olduğu için

seven Jess Wheeler planlamaya çok

vakit ayırmadığını açıkça belirtiyor. Bu

mecrada anlatmak istediği hikayeyi işleri

ile yansıttığını düşünüyor, bu sebeple

paylaşımları zahmetsiz kategorisine

girecek cinsten. Kapakları sanat eserlerine

dönüştüren Freya Hollingbery ise eserlerini

oluştururken yaşadığı yolculuğu anlatmayı

seviyor. Eserlerini üretmek için kolektif

bir harekete ihtiyaç duyan Freya; “Beni

hiç tanımayan insanlar bile işlerimin

özel olması için bana dünyanın dört bir

yanından kapak gönderiyor. Sınırları

kaldıran bu mecra bence doğru kullanılırsa

eşsiz.” demeyi de atlamıyor.



hillsider 94/97

12/4

Performans sanatları denilince akla gelen müzik,

dans, opera ve bale gibi klasiklerdir. Tüm varlığıyla

‘insan’ olan bedenlerimiz, bizi tüm diğer canlılardan

ayıran yaratıcılık ve hayal gücü kabiliyetimizle sesten

müzik ve hareketten dans yaratabiliyor. Kadim

ve modern tarihin sayfalarına adını yazdıran pek

çok sanatçı, yeteneklerini daha önce eşi benzeri

görülmemiş bir şekilde benimseyen sıra dışı

performanslar sunan insanlardı. Ancak bedeni, tüm

beceri ve alışılagelmiş beklentilerden soyutlanmış

bir halde bir araç; dört uzuvlu, et, kemik ve sinirden

yapılmış bir nesne olarak gösterebilme başarısı,

kuşkusuz Sırp Sanatçı Marina Abramović’e ait.

30 Kasım 1946'da Sırbistan'ın Belgrad kentinde

(eski Yugoslavya) doğan Abramović, Amsterdam'da

yaşarken Alman performans sanatçısı Uwe

Laysiepen’e tanıştı. Ulay adı altında sanatını icra

eden Laysiepen’le 10 yıl gibi bir süre boyunca bir

minibüsle Avrupa’yı gezerek hayat arkadaşının

seminal performanslarına tanık olan Abramović,

içinde yükselen sanat aşkına başlarda direndiği,

sonraları icra etmekte zorlandığı onlarca yıl boyunca

sanat dünyasına hasret bir yaşam sürdü. 1988’de

üç ay boyunca Çin Seddi’nin iki farklı ucundan

birbirlerine doğru yürüyüp, ortada buluşup, sarılarak

giden ikili, ayrılıklarına kadar birlikte unutulmaz

çalışmalara imza attılar.

Yazı: Orhan Okuşluk



1970'lerde performans sanatları tarihine

geçen bir konseptle, Vito Acconci ve Chris

Burden’ın da dâhil olduğu bir grup avangart

sanatçının parçası olarak, bedenini ilk

kez bir araç olarak kullanmayı deneyen

Abramović, ‘insan’ öğesinin ‘beden’

öğesinden soyutlandığı, kendi fiziksel ve

zihinsel sınırlarını zorlayan bir performansa

imza attı. İzleyici ve nesneleşmiş bir bedenin

arasındaki ilişkinin gidebileceği yolların

arayışında olan Abramović, Sırbistan,

Belgrad'daki yerli bir galeride, bir masanın

üzerine birbirlerinden farklı 72 nesne koydu

ve performansı görmeye gelen katılımcılara,

istedikleri nesneyi onun üzerinde

uygun gördükleri herhangi bir şekilde

kullanmalarını söyledi. Öğelerin bazıları kuş

tüyü, zeytinyağı, gül gibi zararsız parçalarken,

diğerleri, içi gerçek kurşun dolu bir tabanca,

bıçak, jilet ve kırbaç gibi sanatçı için tehlike

arz edebilecek nesnelerdi. Altı saat süren

bu performans, kımıldamadan durarak

masa üzerinde bırakılan nesnelerin fiziksel

bedeni üzerinde kullanılmasına izin veren

Abramović’in hayatının en korkunç günü

olarak hafızasına kazınırken, insan doğası ile

ilgili karanlık ve düşündürücü imalar taşıyan

sonuçlarıyla, performans sanatları tarihine

geçti.

Sanatçının gül yaprakları ve kuştüyü ile

okşandığı, nazikçe dokunulduğu, kek

yedirildiği, ellerine polaroid resimler verildiği,

ilk başlarda temkinli ve iyi niyetli başlayan

performans; katılımcıların galeride geçirdiği

zaman arttıkça ve Abramović’in bedenine

bakışları performansın deneyselliğiyle

gittikçe soyutlandıkça daha karanlık

bir hal almaya başladı. Katılımcılardan

birinin attığı hafif bir tokatla, önlerindeki

“bedenin” kendilerine gerçekten hiçbir tepki

vermeyeceğini anlayan diğerleri şiddete

yöneldiler. Jiletlerle derisi kesilen, makasla

kıyafetleri kesilip atılan, cinsel istismara

maruz kalan ve zincirlenen sanatçının

performansı, bir katılımcı içi dolu tabancayı

boğazına dayadığında, tam bir trajediyle

sonuçlanacak gibiydi.

Altı saat boyunca her türlü objenin üzerinde

uygulanılmasına izin veren Abramović’in

son saatlerde gözyaşları içinde kendisine

yapılanlara tepkisiz kaldığı anlarda, bir kadın

öne çıkarak sanatçının göz yaşlarını sildi ve

ona sarılarak teselli etmeye çalıştı. Ardından

azınlık olan diğerleri Abramović’i aralarına

alarak tekrar giydirdiler ve üzerindeki kanı

temizlediler. Performansın sona ermesiyle,

Abramović hareket etmeye başladı ve

BU DENEYSEL

PERFORMANS,

INSAN DOĞASININ

NESNE OLARAK GÖRDÜĞÜ

ŞEYLERI KULLANMAKTA

HIÇBIR SINIRI OLMADIĞINI

VE INSAN’ ÖĞESININ;

MEKÂN, BAŞKALARINDAN

KOPYALADIĞIMIZ

DAVRANIŞLAR VE

KURALSIZLIKLA BAŞ

BAŞA BIRAKILDIĞINDA

TAMAMEN GÖRMEZDEN

GELINEBILECEĞINI

KANITLAYAN, ÇARPICI

BIR SONUÇ VERDI.

onun yeniden “insan” haline gelmesiyle,

dakikalar önce ona saldıran, aşağılayan,

küçük düşüren ve acı vermekten zevk alan

insanlar hızla kayboldular. Bu deneysel

performans, insan doğasının nesne olarak

gördüğü şeyleri kullanmakta hiçbir sınırı

olmadığını ve ‘insan’ öğesinin; mekân,

başkalarından kopyaladığımız davranışlar

ve kuralsızlıkla baş başa bırakıldığında

tamamen görmezden gelinebileceğini

kanıtlayan, çarpıcı bir sonuç verdi. Bir kişinin

olumsuz davranışının kolaylıkla başka

olumsuz davranışlara ön ayak olduğu, ancak

korkunç bir olaya tanık olanların buna engel

olmak için birbirlerinden cesaret almakta

güçlendiklerini, son ana kadar sessiz kalmayı

tercih ettiklerini gün yüzüne çıkardı.

Sanatçının sessiz ve tepkisiz performansı

eşliğinde, altı saat boyunca bir galeri dolusu

insandan sadece bir avucu işkenceye

maruz bırakılan, taciz edilen ve hatta

hayati tehlikesi olan birine yardım etmeye

gönüllüydü. Takip eden yıllar boyunca

Marina, hemen her performansıyla varoluşu

ve bedeni sorguladı. Sevgilisi Ulay ile birlikte

1981’den 1987’ye çarpıcı birçok çalışma

sundular. Nightsea Crossing ile uzun bir

masanın iki ucunda oturarak saatlerce

birbirlerine bakan çift, Imponderabilia

performansını sergiledikleri müzenin dar

kapısı eşiğinde çıplak bir şekilde durdular.

Müzeyi ziyaret edenlerin ikilinin arasından

geçmesi gerekiyordu.

Breating In / Breathing Out Ulay ve

Abramović’in 17 dakika boyunca hiç

durmadan öpüşmesinden ibaretti.

Birbirlerinin nefeslerini içlerine çekmek

dışında nefes almayan ikilinin bayılmasıyla

biten performans, House with the Ocean

View ile 12 gün boyunca yemek yemeden,

tuvalete çıkmadan ve konuşmadan, önü

açık üç küçük odacıkta yaşayışını gösteren

performansı gibi Marina’nın sanatı için

yapmayacağı bir şey olmadığının kanıtıydı.

Belki de en grotesk performansı, 1997’de

sanat dünyasına atom bombası gibi düşen

Balkan Baraque gösterisiydi. Bir bodrum

katında yığınlar halinde kanlı hayvan

kemikleri üzerinde oturan ve takıntılı

bir şekilde kemikleri temizleye çalışan

Abramović, gittikçe ısınan ve leş kokusunun

dayanılmaz boyutlara ulaştığı bodrumda tam

4 gün geçirdi. Performansın amacı Balkan

Savaşı’ndan yola çıkarak tüm savaşları ve

arkalarında bıraktıkları katliamı lanetlemekti.

O günden bugüne “İnsanı insan yapan

nedir?” sorusuna cevap arayan Abramović,

artık dönemin en önemli sanatçılarından

kabul ediliyor. Maria Callas-vari tarzıyla

moda dergilerinin kapağında bir ikon olma

yolunda ilerlerken bir yandan da Lady

Gaga’ya sigarayı bırakabilmesi için pirinç

sayma gibi teknikler öğretiyor. Performans,

ses, video, heykel ve fotoğrafçılığını da

pratiğine dâhil eden Abramović, genellikle

seyircilerin katılımıyla his ve hissin etkilerini

araştırmak adına tehlikeli ve yorucu eylemler

yapmaya devam ediyor. Onun görüşüne göre;

“Sanatçının rahatsız bir toplumdaki işlevi,

evren hakkında farkındalık yaratmak, doğru

soruları sormak ve zihni yükseltmek”.

31 Ocak’ta Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki

sergisiyle ilk defa Türk sanatseverlerle

buluşacak olan Marina Abramović’in

afallatıcı çalışmalarla dolu kariyerinin en

çarpıcı işlerinden olan Rhythm 0, Rhythm

10, Rhythm 5, Ulay ile Çin Seddi üzerindeki

ayrılıklarını işleyen The Lovers, Potrait

with Golden Mask ve Counting the Rice

sergide görebileceğiniz çalışmalar arasında.

Akbank’ın desteğiyle düzenlenen sergide

Abramović’in ayrıca sürpriz bir çalışma

sunması bekleniyor. SSM’deki merakla

beklenen sergiyle eş zamanlı olarak Akbank

Sanat’da sanatçının 50 yıllık kariyerine saygı

duruşunda bulunan ve performans sanatları

tarihine “Abramović Metodu” olarak giren

çok özel çalışmalara ışık tutan, belgesel ve

videolardan oluşan ikinci bir sergi de olacak.

Modern sanat tarihinin belki de en önemli

isimlerinden biri olan Marina Abramović’in

zor sorular soran ve cevaplarının da bir

o kadar ağır olduğu çalışmalarını şahsen

deneyimlemek isteyenler, bu iki sergiyi

mutlaka ziyaret etmeli.



hillsider 98/103

MERVE

MORKOÇ

12/5

LAKORMIS







hillsider 104/108

YURT DIŞINDAKİ GURURLARIMIZ

13

Daha önceki sayılarda yazılarımı okuyanlarınız

varsa bilirler; Hillsider’da, başka mecralarda

yazdıklarım ve instagram paylaşımlarım daha çok

spor, gezdiklerim gördüklerim, kendi deneyimlerim

üzerine. Moda; kariyerimin başlarında içinde

olduğum, ilgi duyduğum, kariyerimi ilerletmek

istediğim; sonraki yıllarda ise uzaklaştığım bir alan.

Yenilikleri zaman zaman takip etsem de, bazen biri

bu çok “moda” dediğinde, aa öyle mi, diyecek kadar

bihaber olabiliyorum.

GİYİM ZEVKİM TAMAMEN

NASIL İÇİMDEN GELİYORSA,

NEYİ BEĞENİYORSAM

O YÖNDE ŞEKİLLENİYOR.

Çanta, takı, aksesuar gibi stilin tamamlayıcı

öğelerine, gerçekten çok sevdiğim, hatırası veya

benim için özel bir anlamı olanların ötesinde pek bir

merakım da yok.

Herkesin ilgi duyduğu, para harcamayı seçtiği

ürünler farklı elbette. Ben de bir sneaker delisiyim

mesela.

Peki bu sayıda, uzun zaman sonra modayla ilgili bir

yazı yazmaya nasıl karar verdim?

İHAM KAYNAĞIM

MANU ATELIER OLDU.

Yazı: Pınar Morpınar

@pinarmorpinar



Geçtiğimiz yıl Manu Atelier ailesine ayakkabı

koleksiyonu da katıldı. Hem Manu Atelier

çantalarında, hem de aileye geçtiğimiz

yıl katılan ayakkabılarında, geometrik ve

maskülen detayları, markayla özdeşleşen

renk tonları ve kombinleri ile harmanlamayı

seviyorlar.

Avusturya Lisesi’nden 23 senelik en yakın

arkadaşlarımdan Beste ve kardeşi Merve

Manastır’ın, babaları Adnan Manastır’ın

zanaatkarlığı önderliğinde kurdukları,

doğumundan çok öncesini bildiğim,

arkasında sonsuz bir emekle yarattıkları

Manu Atelier, hayatımda ilk kez bir çanta

markasına karşı hayranlık ve sevgi duymama

sebep oldu. Ve tabii gurur da! Bu sayıda da,

onların hikayesinden yola çıkarak; kadınların

kurduğu, başarılarını ülke sınırlarının ötesine

taşıyarak hepimizi gururlandıran birkaç

markayı, ben de kendi sınırlarımın dışına

çıkarak, anlatmaya karar verdim.

Adnan Manastır 1961’den beri el yapımı

deri çanta zanaatkarı. Kızların küçüklükleri

atölyede artan deri parçalarını birleştirmek

ve minyatür çantalar yapmakla geçmiş.

“Çanta, bizim için babamıza ve zanaatine

olan hayranlığımızın, çocukluğumuzun en

somut haliydi. Manu Atelier’nin hikayesi

yıllar önce, biz henüz iki küçük kız çocuğu

iken başlamıştı; Şubat 2014’te doğdu.” diye

anlatıyorlar. Her bir çantayı, babaları kesiyor.

YÜKSEK KALİTELİ

MATERYAL, EL İŞÇİLİĞİ,

YENİLİKÇİ TASARIM VE

MODERN İŞLEVSELLİĞIN

YANİ SIRA ULAŞİLABİLİR

BİR MARKA; İÇTENLİK VE

ÖZGÜNLÜK, BİR HİKAYE,

BİR AİLE YADİGARI

SUNUYORLAR.

Babalarının estetik anlayışını ve zanaat

tarzını içinde barındıran bir çizgileri var.

Geometri, mimari ve sosyal akımların da

koleksiyonlarında büyük etkileri var. İlham

kaynakları, her daim kadınlar.

Manu kadını birçok kadını içinde

barındırabilen biri. En önemlisi de markayı

kendisi tanımlıyor, marka onu değil. Tutkulu,

özgün, saf ve cesur; gerektiği zaman hassas

ve sert, zayıf ve güçlü de durabilen biri. Bir

tavrı, kendi stili var. Özgün ama ayakları yere

basan. İlham olabilen ve ilham alabilen.

Ruhunu hayalleriyle besleyip, tutkusuyla

yaşayabilen her kadını Manu kadını olarak

görüyor Manastır Kardeşler.

Beste ve Merve; “Manu’yu kurarken hayalimiz

ve hedefimiz onun bir dünya markası

olmasıydı. Daha da gidecek çok yolumuz

olduğuna inanıyoruz, çünkü Manu’nun

bugünkü popülerliğini, seneler içinde

kalıcılığı ve karakteri ile pekiştirmesi bizim

için çok önemli” diyorlar.

Manu Atelier kurulduğundan bu yana Vogue

dergisinin farklı edisyonları, the New York

Times, Glamour, Vanity Fair, BOF, Telegraph,

the Cut, Who What Wear gibi uluslararası

platformlara konu oldu, sıralamalara girdi,

çekimlerde yer aldı. Merve geçtiğimiz ay

Forbes Türkiye’nin “30 altı 30” listesinde

yer aldı.

2014’te kurulan ve uluslararası bir markaya

dönüşen Manu Atelier, henüz bir yaşındayken

Bella Hadid, Eva Chen gibi isimlerin elinde

görüldü. Beni en çok etkileyen ise; Manu’yu

bizim kuşağın moda ikonlarından

Sarah Jessica Parker’ın ve Cambridge düşesi

Kate Middleton’ın taşıdığını görmekti.

Sınırların ötesinde derken, bir hayli

ötesinden bahsediyorum. Dünyada şu an

Shopbop, FarFetch, 24Sevres gibi büyük

online mecralarda satışı olan marka,

Avustralya’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne

ve Avrupa’nın birçok ülkesine, Orta Doğu’dan

Uzak Doğu’ya toplamda onlarca şehirde

satılıyor.

Uzak Doğu demişken, biraz da yönümü

mücevher tasarımına çevirdiğimde;

İstanbul’da ve Milano’da üniversite

okuduktan sonra Asya’ya olan tutkusunun

peşinden Şanghay’a giden, burada altı yıl

yaşayan ve Çin kültürü üzerine master yapan

Begüm Kıroğlu’nun aksesuar markası Begüm

Khan takılıyor radarıma. 2012’de markasını

sofistike ve gizemli bulduğu kol düğmeleri

tasarlayarak kuran Begüm, İstanbul’da

Osmanlı eserleri koleksiyoneri olan bir

ailede büyümüş ve çocukluğundan beri

ailesiyle antikacı dükkanları, bit pazarları,

müzayedeler, galeriler ve müzelerde çok vakit

geçirmiş.

Begüm 2016’da 82. sayımızda Rana Korgül’e

verdiği röportajda, o sene kol düğmelerini

tamamlayacak smokin düğmeleri,

yaka iğneleri ve bileklikler de sunmaya

başladıklarından bahsetmişti. Geçtiğimiz

üç yılda koleksiyonunu daha da genişleterek,

kadınlar için de tasarımlar yapmaya

başladı. Tasarladığı küpeler, çantalar, saç

aksesuarları, bileklikler, kolyeler, broşlar,

kol düğmeleriyle amacı, kadınlara kendilerine

güvenli ve dünyayı ele geçirmeye hazır

hissettirmek. Tasarımlarının, takan kişinin

modunu yükselteceğine ve herhangi bir

kıyafeti göz alıcı hale getireceğine inanıyor.

Begüm; tasarımlarını geleceğin antikaları

olarak gören; İstanbul ve Şanghay’ın

geçmişi ve geleceğinden çok etkilenen; Asya

kültüründen ilham alan; zengin ve görkemli

Osmanlı kültürünü modern bir bakış açısıyla

yeniden yorumlayan; eski dünyanın ışıltısıyla

modern kadının yaşam tarzına uygun,

zamansız parçalar yaratan bir tasarımcı.

Begüm Khan; Vogue, Elle, Harper’s Bazaar

edisyonları, Glamour, Grazie, Harper’s Bazaar

gibi pek çok uluslararası yayında yer aldı.

Amerika, Asya, Avrupa, Avustralya, Orta

Doğu’da birçok ülke ve şehirde prestiji satış

noktalarının yanı sıra, Netaporter, Moda

Operandi gibi online platformlarda satılıyor.

Begüm Khan ayrıca geçtiğimiz ay İtalyan

lüks ayakkabı markası Aquazzura ile olan iş

birliğini duyurdu ve sekiz parçadan oluşan

koleksiyon satışa çıktı.

Çok severek kullandığım, işlerini hayranlıkla

takip ettiğim bir başka marka ise 2013

senesinde iki kız kardeş; Deniz ve Pınar’ın

şahane desenleriyle tasarladıkları ipek

fularlarla yola çıkan Rumisu. Markanın

ismi; hem Rumi’nin felsefesine ve şiirlerine

olan saygı ve hayranlıklarını ifade ediyor,

hem de "Rum-i" kelimesi “Rum diyarına ait

olan" anlamını taşıdığı için köklerinin neresi

olduğunu da anlatıyor. "Su" ekini ise hem

ses hem anlam olarak isimlerinin içinde

bulundurmak istemişler; markaya da bir nevi

şans dileği olarak; “Su gibi aksın.”

(Alıntı: denemenlazim.com)

RUMİSU, DENİZ VE

PINAR’IN TASARIMA VE

İLLÜSTRASYONA OLAN

MERAK VE HEYECANLARINI,

HAYATI ÇOK DA CİDDİYE

ALMAYAN ÜSLUPLARIYLA

KENDİ DİLLERİNE TERCÜME

EDİŞ ŞEKİLLERİ OLARAK

DOĞMUŞ.

Tüm bu meraklarını bir araya getirebilme

fırsatını ise, kendi çizimleriyle tasarladıkları

desen dünyasında bulmuşlar. Her bir desenle

yeni bir hikaye anlatabilme fikri, Deniz ve

Pınar’a çizerken sonsuz özgürlük tanıdığı

için, çok cazip geliyor. Koleksiyonlarının ana

temalarını birlikte belirleyip, onlara ilham

veren hikayeleri seçip, hikayeleri kendi çizim

dilleriyle anlatıyorlar.



hillsider 109

LONDRA’NIN

YENİ STANDARDI:

THE STANDARD,

LONDON

14

RUMİSU’NUN HEDEFİ,

YAŞ VE CİNSİYET GÖZ

ETMEKSİZİN, KENDİ

RUHUNA YAKINLARLA,

MERAKINI, HEYECANINI

PAYLAŞIP, BUNU YAPARKEN

DE ÜRETTİKLERİYLE

ÇEVRESİNE FARKLI

ŞEKİLLERDE DESTEK

OLABİLMENİN YOLLARINI

BULABİLMEK.

Fularlarıyla anlattıkları hikayeleri

tamamlayan üç boyutlu karakterleri

GAP Bölge İdaresi ve Birleşmiş Milletler

Kalkınma Fonu’nun yönettiği ve Güneydoğu

Anadolu’da kadınların sürdürülebilir

kalkınmasını hedefleyen bir proje

kapsamında üretiyorlar. Ülke çapında sosyal

sorumluluğa son derece önem veren marka,

aynı zamanda kuruluşundan bu yana yurt

dışı odaklı bir yol izliyor.

Rumisu, uluslararası basında Wall Street

Journal, Monocle, InStyle, Off Duty, Select

Taiwan, Another Magazine, Vogue, L’Officiel,

Who What Wear gibi pek çok mecrada yer

aldı. Bugün ipek fular ve son üç sezondur da

nefis hazır giyim koleksiyonları ile Bergdorf

Goodman, Saks Fifth Avenue, Neiman

Marcus, Harvey Nichols gibi satış noktalarının

yanı sıra, Asya, Avrupa, Amerika, ve Orta

Doğu’da birçok konsept mağazalarda satışta.

Şahsen en beğendiğim Rumisu

koleksiyonlarından biri de, Büyükada’daki

110 yıllık Splendid Palace Hotel ile yaptıkları

iş birliğinden doğan Rumisu for Splendid.

Ana rengi Splendid kırmızısı olan koleksiyon

ilhamını, Büyükada’nın simgelerinden,

masalsı Splendid Palace’dan ve kurucusu

Kazım Paşa’dan alıyor.

Arkadaşlarımın elinde görüp uzunca bir

süre yabancı markalar sandığım Misela ve

Mehry Mu da ülke sınırlarının ötesine çıkmış,

Türk kadınları tarafından kurulan çanta

markalarından. Misela Rhode Island School

of Design mezunu Serra Türker tarafından

2008’de muazzam tarihinden ilham aldığı

İstanbul’da kurulmuş ve ilk butiği 2012’de

İstanbul’un en tarihi bölgelerinden Pera’da,

ikincisi de 2014’te Bodrum’da açılmış.

Serra, tasarım yeteneğini kültürel mirası ile

buluşturarak, Doğu hissiyatı ile Batı şıklığını

harmanlamış. Eklektik marka güçlü desenleri,

renkli kombinasyonlarıyla ve ürünlere kişiye

özel harf işleme seçeneğiyle de biliniyor.

Misela, ilhamını zamansız tasarımlara değer

veren dünya kadınlarından alıyor.

Heidi Klum, Diane Kruger, Jessica Alba,

Alessandra Ambrosio, Karolina Kurkova

gibi dünyaca ünlü isimlerin sevdiği marka;

müşterileriyle bire bir buluşmanın önemine

inanarak, 2019’da Londra Mayfair’de

kendi butiğini açtı ve Kasım ayında İngiliz

sosyetesinden Tamara Beckwith Veroni ile

bir iş birliği yaparak göz alıcı bir koleksiyona

imza attı.

Mehry Mu da Türkiye’nin ilk tasarım çanta

markalarından. Güneş Mutlu tarafından

2009’da kurulan marka, üzerindeki Fatma’nın

Eli motifiyle tanındı. Mottosu Bags with

Soul - Ruhu olan Çantalar olan marka,

kusursuz dikişin, işçiliğin, kalitenin yanı

sıra, fonksiyonelliğe önem veriyor. Mehry

Mu; Net-a-porter, FarFetch, the Modist gibi

uluslararası online platformlarla birlikte,

Amerika, Asya, Orta Doğu, Avrupa ve

Avustralya’da Bergdorf Goodman, Harvey

Nichols gibi pek çok prestijli noktada

satılıyor.

Yukarıda bahsettiğim tüm bu markaların

ortak özelliği yalnızca ülke sınırlarının ötesine

çıkmış olmaları değil elbette. Hepsinin

arkasında öncelikle; kendi sınırlarının ötesine

geçmeye cesaret etmiş kadınların emeği,

gücü, tutkusu, vizyonu, işlerine duydukları

aşk ve ait olduğu yere bağlılıklarıyla, Türk

kadınlarının ismini yurt dışında gururla

duyurma azmi var. Hepsi bana umut, ilham

ve cesaret veriyorlar. Umarım size de verirler!

2020’li yılların ilkine adım attığımız bu

günlerde, yeni yılın size kalbinizden geçen

tüm güzellikleri getirmesini dilerim. Aydınlık,

mutlu, sağlıklı, aktif; kahkaha, umut, ilham,

cesaret, farkındalık, sevgiyle dolu, şahane bir

yıl olsun!

Not: Dosyamı hazırlamaya başlamadan

önce değerli görüşlerine başvurduğum

sevgili Burçin Ünaldı ve Deniz Gelgeç’e

teşekkürlerimle.

LONDRA’NIN KING’S

CROSS SEMTINDE

BULUNAN VE 1974’DE

BRÜTALIST MIMARI

YAKLAŞIMIYLA INŞA

EDILEN CAMDEN

BELEDIYE BINASI,

ÖZENLE ONARILDIKTAN

SONRA THE STANDARD

OTEL ZINCIRLERININ

AMERIKA DIŞINDAKI

ILK OTELI OLARAK

DÜNYANIN EN ÖNEMLI

KENTLERINDEN BIRINDE

DÜNYAYA KAPILARINI

AÇTI.

Londra’nın karamsar ve gri atmosferine

tam bir tezat oluşturan The Standard’ın

her biri birinden farklı 42 süitiyle 266

odası, Baş Şef Adam Rawson’nın

dümeninde olduğu sokağa bakan ikonik

barı, haftalık canlı müzik ve talk-showlar

sunan stüdyosu ve 3 restoranı bulunuyor.

Konuk odalarında göze çarpan üç farklı

estetik kullanılmış. Dış odalar belki

de yetmişler tarzını en bariz olarak

görebileceğiniz odalar. Cosy Core

odalarının daha hararetli bir havası var.

Ağaç ve derinin bolca kullanıldığı son

derece konforlu odalar, bir malikânede

kitaplığın arkasına gizlenmiş özel bir oda

gibi, kalite ve zevkle döşenmiş. Süitler

ise orijinal mimariye sonradan eklenen

cam yapıya yerleştirilmiş. Boydan boya

pencereler nefes kesen bir manzara

sunarken, özel bar, bazıları cüretkar bir

şekilde açık havada bulunan dev küvetler,

turuncu deri koltuklar, dikkat çekici fiskos

dergileri ve harika kaktüs ve sukulent

bitkileriyle nostaljik olduğu kadar çarpıcı

bir tarz yaratıyor.

Otele ait iki restoran, şef Adam Rawson

tarafından yönetiliyor. Isla, spot ışığında

tadını çıkaracağınız küçük tabaklarla

sunulan taze seçenekleriyle akşam

yemeği için daha iyi bir seçim. King’s

Cross’un uyumayan ışıklarına bakan

Double Standard New York barı – İngiliz

pub karışımı yiyecek menüsüyle, ev

yapımı bira ve zencefilli margarita da

dâhil olmak üzere şaraplar ve müthiş

kokteyller sunuyor.

10. katta sizi bekleyen büyüleyici bir

restoran deneyimi daha var. Michelin

yıldızlı Şef Peter Sanchez-Iglesias,

ailesinin İspanyol mutfağını Meksika

sevgisiyle birleştirerek The Standard’ın

çatısı altında Londra’daki ilk restoranı

Decimo’yu yaratmış.

Otelin gizli müzik stüdyosu Sounds

Studio, The Standard’ın atan kalbi. Kayıt

kabini ve performans bölmesiyle özgün

bir konseptte bir yayın alanı görevi

görüyor.

Londra’nın kasvetli havasına nostaljik

ve hayat dolu bir tezat oluşturan The

Standard, London, Amerika’da yakaladığı

ve imzası haline birinci sınıf hizmet

kalitesini, 1970’lerin zarif, renkli ve

eğlenceli dokusuyla öyle güzel işlemiş ki,

kapıdan içeri girdiğiniz anda zamanda

geriye gitmiş gibi oluyorsunuz. Zaman

geçtikçe geçmişi özleyenler için mutlaka

yaşanması gereken bir deneyim.



hillsider 110/111

TUTULMALAR

Kadersel Değişim Süreçleri

Yazı: İpek Kigan

@ipekkiganblog

Bol tutulmalı bir yıla giriyoruz. 2020 yılında,

tam 6 tutulma gerçekleşecek. Ama tutulmalar

astrolojik olarak etkisini genellikle 1-2 yıla

kadar hissetirebildikleri için biten senenin

26 Aralık günü 4 derece Oğlak Burcunda

gerçekleşen Güneş tutulması ile beraber

toplam 7 tutulma bu yıla damgasını vuracak

diyebiliriz!

2020 yılı oldukça güçlü ve özel bir yıl olacak.

Tutulmalar ile birlikte çok önemli gezegen

kavuşumlarının yaşanacak olması, yıl içinde

birçok gezegenin neredeyse aynı dönemlerde

geri gidecek olması bu yılın başlı başına önemli,

büyük değişimlere açık, yeniden yapılandırma

sürecinin aktif olduğu, başka bir çağa adım

atmaya doğru giderken her türlü çürümüş,

işe yaramayan şeylerin temizleneceği,

temizlenirken de zaman zaman zorlayacak bir

yıl olduğunu gösteriyor.

Nasıl bir doğum sırasında annenin

sancılanması, o doğumun gerçekleşebilmesi

için gerekli zemini hazırlıyor ve bebeğin

dünyaya gelebilmesinin en önemli

destekleyicisi oluyorsa, bu zorlanmalar da

yeni, farklı ve aydınlık bir sürece giden yolun

destekleyicileri aslında.

3 Güneş ve 4 Ay tutulmasıyla yoğun bir yıla

giriyoruz madem, ben de astronomik ve

astrolojik olarak bu konuyu yakından anlamak

isteyenlere ışık tutmak istedim. Ama araya

girmeyin de 8. tutulmayı yaşamayalım:)

Güneş Tutulmasına Bakalım Önce...

Güneş tutulması; Ay, Dünya ile Güneş arasına

girip, hepsi tam bir hizaya geldikleri zaman

gerçekleşir. Ay, Yeniay evresindedir. Hepsinin

yörünge düzlemi farklı olduğu için her turda

aynı hizada bulunmazlar. Bu nedenle her

Yeniay bir tutulma değildir. Yılda en az 2,

en fazla 5 defa Güneş tutulması olabilir.

Ay’ın Güneş'i kapatma şekline gore tam, parçalı

ve halkalı olmak üzere 3 tip tutulma meydana

gelir. Tam Güneş tutulması, yani Güneş'in tam

olarak örtülmesi hali hem astronomik hem

astrolojik olarak çok daha önemli kabul edilir.

Güneş tutulmaları her 18 yıl 10 günde bir kendi

içinde tekrarlanan serilere sahiptir. Döngü

içinde döngü diyebiliriz yani :)

Güneş tutulması özellikle astronomik bilginin

tam olmadığı dönemlerde insanların hatta

tüm canlıların bu olaydan büyük korku

duymasına neden olmuştur. Işık ve ısı kaynağı

Güneş’in aniden kararması, insanların içine şok

duygusuyla karışık büyük bir korku salmış ve

sonra yeniden ortaya çıkması ile de korku yerini

rahatlama ve şükür duygularına bırakmıştır.

Astrolojik olarak Güneş tutulması da, benzer

şekilde ani bir şekilde gelişen olayları ve kişinin

bu yeni duruma adapte olmaya çalışmasını

anlatır.

Kadersel olarak gerçekleşen -yani olmazsa

olmaz durum- daha önce bilinmeyen bir alan

olduğu içi korku, panik, endişe duyguları

yaratabilir.

Aslında tutulmalar yaşamımızın karanlık

alanlarının aydınlanmasına, bir şeylerin

görünür olmasına neden olurlar. Kişinin

hayatında eskimiş, işe yaramayan, ertelenmiş

ne varsa onu değiştirmesini sağlayacak gücü

sağlarlar.

Güneş tutulmaları daha çok toplumsal ve

coğrafik olaylarla ilgilidir ve etkisi daha

geneldir. Ama özellikle doğum haritalarımızda

kişisel bir gezegen veya noktanın üzerinde

gerçekleşirse o gezegenin haritamızda anlattığı

konuya göre hayatımızda etkisini gösterir.

Yaşanan her ne ise kadersel olarak hayatımıza

girme zamanı gelmiştir ve bizi ruhsal olarak

geliştirecek, büyütecektir.

Anne karnında geçirilen doğuma en yakın

güneş tutulmasının, ruhun yolculuğu

hakkında çok şey söylediği, ruhun genel

eğilimlerini anlattığı düşünülür. Tutulma

doğuma ne kadar yakın zamanda

gerçekleşmişse etkisi de o kadar fazla

hissedilecektir.

Ay Tutulmaları ise…

Dünya’nın Ay ile Güneş arasına girmesi

ile oluşur. Dünya’nın gölgesi Ay’ın üzerine

düşer ve onun ışığını kapatır. Dolunay

zamanlarında olur. Ve Dünya'nın gece olan

tarafında her yerden gözlenebilir.

Astrolojik olarak Ay tutulmaları çok daha

fazla duygusal durumlarla ilgidir. Çünkü Ay

duyguları, değişken ruh halini, kişiyi nelerin

mutlu ettiğini, anneyi, anneliği, bir erkek

haritasında eşi ve bilinçaltı gibi konuları

anlattığı için daha fazla içsel ve bireysel

konuları ön plana çıkarır. Güneş tutulmaları

ani ve hızla gelişen başlangıçlara sebebiyet

verirken, Ay tutulmaları daha çok olayları

netleştirir, sonuçlandırır. Aslında birbirini

2020 Tutulmaları

tamamlayan bir sistem olarak çalışırlar.

Ay tutulmaları, Güneş tutulmalarının

hayatımızda başlattığı şeyin sonuçlanması

için gereken gelişmelerin açığa çıkmasına

neden olur. Tabii etkilerinin 6 ay kadar

devam ettiğini unutmamak gerekir.

Bu dönemde stres düzeyi yüksek olabilir.

Duygusal dengeyi sağlamak zordur. Bu

nedenle önemli kararlar almak için uygun

zamanlar değildir. Biraz içe çekilmek iyi

hissettirebilir.

Tabii Ay tutulması da özellikle doğum

haritamızda önemli bir noktayı tetikliyorsa

bu konular yaşamımızda deneyim olarak

karşımıza gelecektir.

Astrolojide tutulmalar kadersel süreçleri

anlatır. Rolünün gelmesini perde arkasında

bekleyen bir aktör gibidir. Zamanı geldiğinde

sahneye çıkacak ve olması gereken olmaya

başlayacaktır…

26 Aralık 2019 Güneş Tutulması 4 derece Oğlak Burcu

10 Ocak 2020 Ay Tutulması 20 derece Yengeç Burcu

5 Haziran 2020 Ay Tutulması 15 derece Yay Burcu

21 Haziran 2020 Güneş Tutulması 0 derece Yengeç Burcu

5 Temmuz 2020 Ay Tutulması 13 derece Oğlak Burcu

30 Kasım 2020 Ay Tutulması 8 derece İkizler Burcu

14 Aralık 2020 Güneş Tutulması 23 derece Yay Burcu



hillsider 112/113

KAT KAT SICAKLIK

Kış döneminin en çok sevdiğim tarzı herhalde

kat kat giyinmektir. ‘Yazcı’ bir insan olarak kış

soğuğundan korunmak üzere bol katmanlı

giyinmek yıllardan beri favorimdi. Neyse

ki bu sene erkekler arasında moda oldu da

tarzın ne kadar rahat olduğu fark edildi.

Üstelik bu tarzı uygulamak için ille de tüm

parçaları birbirine uydurmanız gerekmiyor.

Uyumsuzluğun uyumundan yararlanarak,

basit numaralarla işi çözebilirsiniz. Kazağın

altından sarkan düğmeleri iliklenmemiş bir

gömlek, sweat-shirt’ün üzerine geçirilen

bol bir tişört günümüz şartlarında basit

ama zarif bir tarz yakalamanız için fırsat

adeta. Bu arada, aramızda polar olarak

nitelendirdiğimiz Fleece ceketler bu seneki

kış gardırobunun gözdesi haline geldi.

Eskiden sadece kar tatillerinde kullandığımız

bu ceketler hafif olmaları nedeni ile çok

kullanışlı. Katmanlarınız arasında polar bir

parça olması hanenize artı olarak yazılacaktır.

EŞOFMANA ÖZGÜRLÜK

Enteresan değil mi, tüm dünyada

eşofman ile davetlere katılmak bile

normal görülürken bizde bu şekilde bir

komedi oyunu izlemeye gitmek sorun

hale geldi. Avrupa’da gece kulüpleri

bu trend sayesinde şık bir spor salonu

haline gelmişken biz oyun izleyerek

keyifleneceğimiz bir zamanda bile ne

giyeceğimize dikkat etmek zorundayız.

Benim çocukluğumda askeri gazinolara

kot pantolon ile girmeyi yasaklayan

komutan amcalardan gerçek hayatta

ne çok varmış meğer. Bir türlü

rahatlayamayışımızın göstergesi olarak

eşofmana bile karşı çıkmamız sembol

olarak görülebilir mi? Hep anlatılır,

eskiden Beyoğlu’na çıkarken insan giyim

kuşamına dikkat edermiş, opera izlemeye

frakla gidilirmiş. Her şey döneminde

güzel işte, şimdi öyle bir çağda değiliz

ki. Şarkıcılar konserlerine çıkmayı bırak,

ödül almaya giderken bile eşofman

giyebiliyorsa biz sıradan ölümlülerin canı

yok mu yani?

TASARIMLARDAKİ

ASKERİ ETKİ

Bir moda dergisinde; “Dünya üzerinde

jeoplolitik veya ekonomik belirsizlikler

yaşanmaya başlayınca insanlar bu

yeni durum için giyinip, hazırlanmaya

başlar” diye bir cümle okuduğumda

garipsemiştim. Şimdi anlıyorum.

Yerkürenin hemen her bölgesinde

soğuk savaşın etkilerinin arşa çıktığı

bu dönemde askeri kamuflaj ve

benzeri kıyafetlerin trend olmasına

pek de şaşırmamak lazım. Adını savaş

trendi diye koymak ne derece doğru

bilmiyorum ama tasarım dünyasındaki

bu yenilik, Fransa’daki sarı yelekliler,

Çin Denizi'nde savaşanlar ve bizim

hemen her gün askere yolcu ettiğimiz

arkadaşlarımızla beraber hayatın büyük

bir kısmını ele geçirmiş durumda.

Her şeyden etkilenen tasarımcıların

savaştan ilham almaları biraz garip

dursa da dünyanın çivisinin çıkmasından

ötürü her birimiz bireysel direnişçilere

dönüşmüşken, bu yeni durumun

kıyafetlere yansımaması olmazdı. Ne de

olsa hepimiz birer savaşçıyız artık. Kimi

hayvan haklarını, kimi down sendromlu

çocukları savunuyor, kimi de kadına

şiddet uygulayanların karşısında birer

kahraman gibi duruyor.

Tamam, Top Gun filmi sayesinde savaş

pilotlarının montlarını giymeye alışkındık

ama iş bununla sınırlı kalmadı. Kabul

ediyorum, yeşil askeri parkalar, jean

pantolon ve taba rengi ayakkabılarla

tamamlandığında ortaya çıkan stilin

lezzeti tartışılmaz. Burberry’nin gündelik

hayata soktuğu parkaların en azılı

16

takipçilerinden biri David Beckham

olunca bu trend tutmasın da ne yapsın?

Parkaların üretimine Dunhill, Dries Van

Noten, Thom Browne, Burton, Devils

Advocate gibi firmalar da katılınca ortalık

stil bir savaş alanına döndü. Reclaimed

Vintage, Philipp Plein, John Elliot’ın yeni

sezonuna kattığı kamuflaj pantolonların

bomber ya da deri ceketlerin altına çok

iyi gittiği bir gerçek. Ama haberlerde

rastladığımız baskın görüntülerinde

polislerde gördüğümüz kar maskelerinin

yayılmasına biraz şaşırdım. Tabii ki

trendseverler bu akımı da garipsemedi

ve Rick Owens’ın tasarladığı -sadece

dudaklarınızın ve gözlerinizin

gözükmesine izin veren maskeleri-

250 Euro’dan almayı ihmal etmediler.

Çocuklukta Action Men oyuncaklarıyla

eğlenen nesil için bulunmaz fırsattı belki

de, kim bilir?

Savaş zamanı askerlerin yedek

mermi ya da silah taşıyabilmesi için

üretilen çok cepli yelekler de bu sene

fazlasıyla görülecek. Bir dönem savaş

muhabirlerinin de gözdesi olan bu

yeleklere anahtarınızı, telefonunuzu ve

cüzdanınızı rahatça saklayabilirsiniz.

Jacquemus, özellikle kadınları tüm

eşyalarını o küçücük boyun çantalarına

sığdırmaya zorlaya dursun, firmalar

erkekler için ceplerle dolu tasarımlar

çıkarmaya devam ediyor. Bunun yanı sıra

nano teknolojik ceketleri, askeri botları,

itfaiyeci ceketleri gibi askeri dokunuşları

olan tasarılarımları çekinmeden

giyebilirsiniz. Askeri görünümlü ayakkabı

ve botların en iyi örnekleri bu sene Dolce

& Gabbana, Heschung, Paul Smith ve

Vetemens’de.

Hazırlayan: Oben Budak

Gazeteci

@obenbudak



hillsider 114/116

17

PANTONE

2020

RENKLERİ

Her yılın sonunda bir sonraki yılı en iyi

betimlediği düşünülen rengi ilan eden

Pantone, 2020 yılı için capcanlı bir elektrik

mavisini seçti. Berrak bir yaz akşamı

gecesindeki gökyüzü gibi, sonsuz olasılıklarla

dolu mavinin yanında cüretkar ateş kızılı,

zengin ve sofistike safran ve huzurlu

su yeşili renkleri de modadan aksesuara,

ev dekorasyonundan sanata her alanda

karşımıza çıkacak.

2020’YE TAZE TAZE GIRIŞ YAPTIĞIMIZ BU GÜNLERDE, GEREK POLITIK KAYGILARIMIZ

YÜZÜNDEN OLSUN, GEREK DÜNYANIN GELECEĞI IÇIN DUYDUĞUMUZ ENDIŞEDEN DOLAYI

OLSUN, KISACA PEK ÇOK SEBEPTEN ÖTÜRÜ, IYIMSERLIK, DOĞALLIK VE BIRLIKTELIĞE

ÇOK DAHA FAZLA IHTIYAÇ DUYUYORUZ. BIZLERE ÇOCUKLUĞUMUZUN TASASIZ

GÜNLERINI VE BITMEK TÜKENMEK BILMEYEN ENERJIMIZI HATIRLATAN HER ŞEY, ADIM

ATTIĞIMIZ BU YENI YILDA BIZI KENDINE ÇEKIYOR. İŞTE BU YIL YAŞAMINIZA DÂHIL

ETMEK ISTEYECEĞINIZ, HAYAT VE RENK DOLU TRENDLER.

DEKORASYON

ZAMANI

Evinizi canlandırarak yepyeni bir havaya

sokmanın tam zamanı. 2020 yılı, iç mimari

ve dekorasyonda inanılmaz çekici ve uzun

soluklu trendlere işaret ediyor. Zarif altın

tonlarıyla zenginleşen modern minimalist

mekânlar, elle yapılmış veya yeniden

dönüştürülen kurtarılmış parçalar, bitkiler,

çiçekler hatta ağaçları evinize sokan doğa

âşığı tasarımlar bu yıla damgasını vuruyor.



TEKNOLOJİ

DOĞAYA

DÖNÜYOR

2020 yılı teknolojik gelişmeler

ve yeniliklerin dünya ve doğaya

yönelik çalışmalar için kullanıldığı

yıl olacak. Elon Musk’un elektrikli

araba üreten şirketi Tesla

önderliğinde hemen hemen her

markanın doğa dostu elektrikli

modeller üretmeye başlamalarını,

şehir planlama teknolojilerinden

giyilebilir teknolojiye her

alanda, geri dönüştürülebilir,

yeniden kullanılabilir, karbon

izi bırakmayan tasarımlar

yaratmalarını bekleyebilirsiniz.

hillsider 117

GEÇTİĞİMİZ SAYIDA

SİZ BU SAYIDA

EN ÇOK HANGİ İLANI

BEĞENDİĞİNİZ?

18

TAKIN

TAKIŞTIRIN

Modanın en modüler parçası olarak

aksesuarlar, tarzınızı tamamlamanıza

yardımcı olurken, tek bir parça ile

farklı kombinasyonlar yaratarak

tamamen farklı stiller yakalamanızı

sağlıyorlar. 2020’de doğanın çağrısını

kuvvetle hissettiren aksesuarlar,

hasır çantalar ve saç bantları, tropik

desenli ayakkabılar, gökkuşağı

renklerinde güneş gözlükleri ve tüylü

şallarla karşımıza çıkıyor. Ek parçanız

ne kadar doğaya dostsa o kadar iyi!



hillsider 118

BİZİ Mİ

ARAMIŞTINIZ?

HILLSIDER MAGAZINE'İ

BULABİLECEĞİNİZ

LOKASYONLAR

290 SQM

7 Gr Art Cafe

44A Sanat Galerisi

Adem Terzi

Akali Gastro Pub

Alancha

Alkent Aktüel Art

All Sports Cafe

Alles Coffee & Shop

Amanda Bravo İstanbul

Antiochia Restoran

Any Cafe

Ara Cafe

Armani Cafe

Arnavutköy Steak House

Arte İstanbul Sanat Merkezi

Artone

Aşşk Café'ler

Atmospheres

Atölye 26

Autoban Mimarlik Ofisi

Aziza

Backhause

Bahçecik Kuaför'ler

Baltazar

Bank Pub & Bistro

Barber’s Club

Barcode Cafe

Bebek Kahve

Bebek Koru Kahvesi

Becara

Beymen Brasserie

Big Chefs'ler

Bilsak 5. Kat

Bilstore Tünel

Bi Nevi

Biber Cafe

Bioritm Güzellik Enstitüsü

Bistro Cabana

Blum

Bosphorus Brewing Compony

Bou Art & Design

Brandzoo

Butterfly

Cafe Benderli

Café Cadde

Café City

Café Culina

Cafe Des Cafes

Caffè Nero'lar

Cafe Nook

Cafe Pi

Café Smyrna

Café Wien

Café Zone

Cankat Klinik

Cantinery

Carluccio’s

Carnival

Casa Di Moda

Cecconi’s

Cenoa Sailing Tekneleri

Cezayir Rest.

Charlotte

Chez Vous

Chocolate

Clinica Skin Rejuvenation

Coffe Nutz

Coffee Brew Lab

Coffee Manifesto

Coffee Sapiens

Coffee Topia

Cook Shop'lar

Cup Of Joy

Cup Third Wave Cooffee Shop

Cuppa Cafe

Çukurcuma 49

Da Mario

Dai Pera

Daily News Restaurant

Daire 1

Dandin Bakery

Dara Kırmızıtoprak Mimari Ofis

Delicatessen

Dem Cafe

Dent-Est

Derin Design

Dermamed

Devine

Dinette

Diba Kuaför

Divan Brasserie'ler

Dolce

Downtown Food Club

Dr. Ayşegül Salsat

Dr. Berrin Oğuzhan

Dr. Hasan İnsel

Dr. Melisa Eczacıbaşı Medical&Esthetic

Dr. Raif Üçsel

Dr. Seyhan Gücüm

Dr. Şirin Gençer Seçkin

Dr. Taylan Kümeli/Taylight

Dr. Yankı Yazgan

Dr.Elif Ay

Drip Coffeist'ler

Drop’n

Eat Pro Diet

Eataly

Ebil Kuaförler

Erdem Kıramer

Escale

Estetica Güzellik Merkezi

Esteworld

Fauchon

Feraye

Fethi Orak

Flavius Klinik

Fol

Food Bar - Ulus 29

Forneria Rest.

Freya Akaretler

Galata Kitchen

Galeri Bu

Galeri Russo

Galeta

Galip Gürel

Geyik Cafe Roastery

Gilt

Glen's

Gloria Jeans Café'ler

Go Mongo

Goya

Gram

Grandma

Grandpa Coffee & Eatery

Grey

Hair Mafia

Hakan Köse - Difference

Ham:m

Harvard Cafe

Havelka Suadiye

Hayal Kahveleri

Hazine Cihangir

Heisenberg Cafe

Healthyish Cafe

Hillside Beach Club

Hillside City Club

Home Cafe

Hudson

ING Cinecity Sinemaları

Isokyo

İnci Soydan Güzellik Merkezi

İstanbul Culinary

İstanbul Moda Akademisi

İstanbul Modern Cafe

John’s Coffee World

Joker No.19

Joker No.5

Journey Lounge

Juju Kuaför

Juno Cafe

Kahve 6

Kahve Dünyası

Kahvedan

Kaktüs

Karabatak

Kase No:16

Kırıntı'lar

Kiki

Komün Cafe

Kozmonot Pub

Kronotrop

Kuafor Musa Kurt

Kuaför Mehmet Tatlı

Kuaför Trio

Kuaför Yıldırım Özdemir

La Boom

La Maison

Latife Türk Kahvecisi

Lazer Optik

Le Pain Quoditien'ler

Le Petit Maison

Leb-i Derya

Little China

Limonlu Bahçe

Litera

Lokanta

Lokanta Farina

Lucca

19

Lush Cafe

Maci

Makas Kuaför'ler

Mangerie

Manuel Deli & Coffee

Marcus

Maria’nin Bahçesi

Martinez

Masa Cafe

Maximilian

Mazi Plak Cafe

Medica

Medkon

Meg Cafe

Midpoint'ler

Mini Coffee Shop

Minoa Cafe & Bookstore

Misk Floral Cafe

Mixer

Moc Cafe

Moda Teras

Morgan Café

Mos Kuaför'ler

Muhit

Mambocino Coffee

Must

Mutfak Sanatlari Akademisi

Naan Bakeshop

Nabu Karaköy

Naif

Nan Şişhane

Nano Cafe

Nar Cafe

Neolokal

Neşedabad

Next

Nicole Rest.

Nihan Peker Studio

Nikol Consept Store & Cafe

Noa

Nopa Rest.

Op.Dr. Dilek Avşar Estetik Kliniği

Op. Dr. Ozan Balık Estetik Kliniği

Ops Cafe

Otap

Ottolar

Oymak Plastik Cerrahi Kliniği

Özel Hay Polikliniği

Papermoon

Park Şamdan

Pas Coffee House

Pastarito

Pastel Cafe

Patisserie Smyrna

Patika

Petra Coffee

Pinty

Play Cafe

Plus Kitchen'lar

Polivar Çiftliği

Pomelo İstanbul

Pop Up Cafe

Porte

Press Cafe

Prototype

Prof. Dr. Murat Topalan

Pucci Restoran

Raphael

Ravouna 1906 Coffee & Bar

Room & Rumours

Rudolf Rest.

S Café

Sade Kahve

Salomanje

Sanda Spa'lar

Sculpture

Secco Cafe

Seed

Seksek

Siec Cafe - S Binicilik Club

Sırçacı 14

Sivuple

Socrates Bistro

Soho House

Son Topağacı

Starbucks'lar

Suadiye Cafe

Sugar Club Café

Suinn

Sunday Cafe

Sunset

Sushico'lar

Sushimoto

Swing İstanbul

Şimdi

Tag Cafe

Tamirane

Tamirane Express Quality Food

Taps Bebek

TAV Loungeları

The Allis

The Galliard

The House Café'ler

The Muse

The Upper Crust

The Popülist

THY CIP Salonları (İst, Ank, İzm)

Toni&Guy

Touchdown

Türker Art Gallery

On Off Karaköy

Unter

Uptown Cafe Bar

Urart

Urban Cafe

Vogue

Walters Coffee

White Mill

Wom Karaköy

Yada Sushi

Yada Beach Club

Zanzibar

BAMBAŞKA TAT

BAMBAŞKA ENERJİ

BU ENERJİ *

SANA!

#BuEnerjiSana

*Enerji içeceği



İSTANBUL AKASYA, BUYAKA, D-GYM, ZORLU,

İSTİNYEPARK, KANYON, MALL OF İSTANBUL, AQUA FLORYA,

EMAAR SQUARE MALL, VADİSTANBUL

BURSA KORUPARK

ANKARA ARMADA, KENTPARK, NEXT LEVEL

İZMİR POINT BORNOVA, HILLTOWN

KIBRIS GİRNE, LEFKOŞA

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!