You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
XC90. YENİLENDİ.
Yenilenmiş XC90, fren esnasında devreye giren
kinetik enerji geri kazanım sistemi sayesinde,
yakıt verimliliği sunarken daha düşük emisyon
salımı ve performans artışı sağlar. Sessiz ve
titreşimsiz sürüş keyfini, hava kalitesini en üst
seviyede tutan geliştirilmiş Clean Zone iklimlendirme
sistemi ile mükemmel hale getiren XC90, yedi kişiye
kadar maksimum konfor sunarak geleceğin sürüş
tecrübesini bugünden yaşatmaya hazır.
YENİ VOLVO XC90 B5 AWD MILD HYBRID
Service
by Volvo
Volvo Car
Garanti
Volvo Car
Finance
Volvo Car
Kasko
VOLVO CAR PRIME
volvocars.com.tr | facebook.com/VolvoCarTurkey | twitter.com/VolvoCarTurkey | instagram.com/volvocarturkey | Volvo Car Asistans 444 48 58
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
The boat that leads the industry and the 6X Wakeboard Boat of the Year
in the WakeWorld Rider’s Choice Awards, the G23 stands alone
as the number one choice for riders around the world. Quality, innovation and
luxury go hand-in-hand with this revolutionary model that is designed
to maximize the fun during your days on the water. The best wakes,
the best surf waves and all the high-end refinements you’ve come
to know from a Super Air Nautique, that’s the G23.
www.wakeupwatersports.com | info@wakeupwatersports.com | +90 532 683 59 77
10
hillsider 68/70
RÖGAR KAPAKLARI
Japonya'nın Kültürel Hazinesi
11/1
hillsider 72/76
UÇALIM O ZAMAN
Art Blog
11/2
hillsider 78/81
GÖZE ŞENLİK VİTRİNLER
Art Blog
11/3
hillsider 82/86
SANAT BOMBARDIMANI
11/4
hillsider 88/89
ALTIN FİRAVUNUN HAZİNELERİ
Art Blog Art Blog Art Blog
11/5
hillsider 90/95
ERKUT TERLİKSİZ
12
hillsider 96/100
SÜPER SPORCULAR
Tarihte Yeni Bir Dönem
13
hillsider 101
TÜYLER
Remix
14
hillsider 102/105
ASTROLOJİ
Elementlerin Gücü Adına!
01
hillsider 16/20
02
hillsider 22/26
03
hillsider 28/33
15
hillsider 106/107
16
hillsider 108
NOW AND THEN
ECE ŞİRİN
Röportaj
CARTAGENA
Marquez'in Büyülü Gerçekliği
GOOD FOR MEN
BİZİ Mİ ARAMIŞTINIZ?
04
hillsider 34/36
05
hillsider 38/40
06
hillsider 41/45
17 18
hillsider 109 hillsider 110/118
TINY HOUSE
SONY WALKMAN
SANATLA
EN BEĞENİLEN İLAN
ENGLISH SUMMARY
Hareketi
Timeless
İyi Hissettiren Alanlar
07
hillsider 46/48
08
hillsider 50/54
09
hillsider 56/66
HOPE ELMASI
POPOS
MODA ÇEKİMİ
Mavi Büyü
Yaşanabilir Şehirler
YAZARLAR ve
KATKIDA
BULUNANLAR
AYŞE
KAYNARCALI
Seyahat
Cartagena
AYŞEGÜL SAVUR
ÖZGEN
Tiny House
Hareketi
BERNA
GENÇALP
ArtBlog
Göze Şenlik Vitrinler
DERYA
ÖZEL
Hope
Elması
İPEK
KİGAN
Ece Şirin röportajı &
Astroloji /4 Element
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
NİHAL
VURAL
Yaşanabilir Şehirler:
POPOS
OBEN
BUDAK
Good For Men
ÖZLEM
GÖKBEL
İyi Hissettiren Alanlar&
ArtBlog
Sanat Bombardımanı
RANA
KONGÜL
ArtBlog
Zahit Mungan röportajı
Cebrail Özmen
ArtBlog / Zahit Mungan portreleri
Cem Kara
ArtBlog / Tutankhamon Sergisi
Elmira Gürses
Timeless/Walkman
Emre Durmaz
Ece Şirin fotoğrafları
Erkut Terliksiz
ArtBlog / Unpublished
Eyüp Tatlıpınar
Süper Sporcular Devri
Göze Şener
Now&Then
İpek Edinçgil
Now&Then
Orhan Okuşluk
Global Keşif / Japonya Rögar Kapakları
Stüdyo28 ekibi
Moda çekimi
Uğur Bektaş
İyi Hissettiren Alanlar fotoğrafları
Yayımcı
Attaş Alarko Turistik Tesisler Adına Sahibi
Genel Yayın Koordinatörü
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü ve Reklam Sorumlusu
Yazı İşleri
Tasarım
Çeviri
Basımcı ve Basıldığı Yer
Basıldığı Tarih
Yayın Türü
Attaş Alarko Turistik Tesisler A.Ş.
Nisbetiye Cad. Ahular Sok. No.6 Etiler 34337 İstanbul/Türkiye
T. 0212 362 30 00
İzzet Garih
Edip İlkbahar
Özlem Gökbel (ozlemgokbel@gmail.com)
Çağan Şimşek, İpek Edinçgil, Göze Şener
Serkan Mekikoğlu, İpek Kigan
Republica
Novitas Çeviri Hizmetleri
PROMAT MATBAA
Orhangazi Mah. 1673 Sok. No.34 Esenyurt İstanbul / Türkiye
T. 212 622 6363
Eylül 2019
Yerel Süreli Yayın (Dergi)
Sayı 94 (Eylül, Ekim, Kasım, Aralık 2019)
Dört ayda bir yayımlanır.
Hillsider Magazine'de yayımlanan yazı ve fotoğrafların tüm hakları,
Hillsider logosu ve isim hakkı Attaş Alarko Turistik Tesisler A.Ş.’ye aittir.
Kaynak gösterilerek de olsa Attaş Alarko Turistik Tesisler A.Ş.’nin
yazılı izni olmadan hiçbir şekilde yazı ve fotoğraflardan alıntı yapılamaz.
www.hillside.com.tr
hillsider@hillside.com.tr
hillsider 16/20
hillsidenow
01
ARRANMORE ADASI / CHAT - UFUK TARHAN / LUA SMART PLANT / INSPIRATO
CHAT - MEHMET OKUR / TARABYA KUN / CHAT - ONUR BAŞTÜRK
ARRANMORE
ADASI
ZAMAN ZAMAN:
“ÇOK BUNALDIM,
ALIP BAŞIMI BİR ADAYA
GİTSEM, KİMSEYLE
UĞRAŞMASAM,
BİR TEK İNTERNET OLSUN,
BANA YETER.”
DEMEYEN VAR MIDIR
ARAMIZDA?
İrlanda’da Donegal Kontluğu’nun
batı kıyısındaki Arranmore Adası
yeni sakinlerini arıyor!
Her geçen yıl nüfusu azalarak
en son 469 kişiye düşen adada geçtiğimiz
aylarda, MODAM adlı İrlanda’nın
ilk yurt dışı paylaşımlı dijital çalışma
alanı açıldı. Göçün sağlanması adına
yüksek hızlı internet ve sofistike
dijital kaynakların eklendiği adaya
hareket kazandırmak için
ABD ve Avustralya vatandaşlarına
açık davet yapıldı. Amaç;
izole bir yaşam ararken işini de
internetten yürütebilecek
yeni sakinleri adaya çekip,
buradaki yaşamı yeniden hareketlendirmek.
İlginç bir öneri değil mi?
CHAT Δ
UFUK TARHAN
Füturist Ufuk Tarhan ile geleceği ve takip
ettiği teknolojik trendleri konuştuk…
Füturism nedir?
“Geleceğin de tıpkı tarih gibi bir bilgi ve
süreç olduğunu kabul eden, bu konuda
üreten, paylaşan, senaryolar geliştiren bir
alan, bir bakış açısı…”
Hibrit dünya nedir?
“Bir ayağımız bu günde, bir ayağımız gelecekte
yaşamak... İkisini yan yana paralel götürebilmeyi
becermek. Tıpkı hibrit arabalar gibi...”
2050’de bizi neler bekliyor?
“Biz aslında 2050’yi şimdiden oluşturuyoruz.
Nasıl oluşturuyoruz? Bir kere insansı
olmaya doğru gidiyoruz ve insana benzeyen
insansılaşmış şeylerin bir arada yaşadığı
döneme geçmiş olacağız. Kendi kendine
bizim müdahalemiz olmadan bizim
yararımıza ya da zararımıza bir takım işler
yapabilen, kararlar verebilen birçok nesneyle
yaşadığımız bir döneme geçeceğiz.”
Geleceğin iş dünyasını nasıl görüyorsunuz?
“İş hayatında bizi bekleyen şeyler artık
çok belirginleşti. Bizi robotlar ve tamamen
dijitalleşmiş bir iş dünyası bekliyor. Yapay
zeka ve kodlarla donanmış, her an her yere
çok hızlı bağlanan ve müthiş veri analiziyle
kişiselleştirilmiş bir iş dünyasına geçeceğiz.”
Geleceğin meslekleri nelerdir?
“Nanogenetik, yapay zeka,
artırılmış gerçeklik, tasarım,
kurgu ve bunun gibi şu anda teknolojik
trendler diye sıralanan şeylerin
hepsi aslında geleceğin meslek alanları...
Yapay zeka eğitmeni,
Blockchain hukuk danışmanı,
dikey tarım uzmanı, 3D yemek yazıcısı
şefi vb. çok keyifli mesleklere
doğru gidiyoruz.”
Yakın gelecekte hangi teknolojiler
hayatımıza girecek?
"Robotlar, 3D yazıcı yemekleri,
drone taksiler…”
Sizce geleceği doğru tahmin etmiş olan
filmler hangileri?
“Minority Report, Surrogates ve
Her bana göre geleceği resmetme konusunda
çok başarılı filmlerdi ”
Siz hangi kaynakları
takip ediyorsunuz?
“Futurism.com,
TechCrunch.com, Su.org…”
Önerdiğiniz kitaplar nelerdir?
“21.yüzyıl için 21 ders,
Yaşam 3.0... Geleceği anlamak istiyorsak
bu iki kitap mutlaka okunmalı. ”
INSPIRATO
İYİ SEYAHAT ETMEK
İLHAM VERİCİ
BİR YAŞAM SÜRMENİN
ÖNEMLİ BİR PARÇASI!
Aile ve arkadaşların dünyayı
deneyimleme şeklini değiştirerek
kalıcı anılar yaratan ve ilişkilere ilham
veren özel seyahat kulübü Inspirato;
kullanıcılarının 60.000'den fazla lüks tatil evi
kiralayabilemelerinin yanı sıra,
dünya çapındaki butik otellere,
tatil köyleri ve villalara erişmelerini de
sağlayan bir seyahat abonelik hizmeti
sunuyor. Aboneler, ‘Inspirato Geçidi’ olarak
bilinen hizmete; ek gecelik ücret,
vergi veya harç olmadan ayda 2,500 dolardan
başlayan fiyatlarla sahip olabiliyor.
CHAT Δ
MEHMET
OKUR
LUA
SMART PLANT
LUA, BİTKİNİZİN NE
İSTEDİĞİNİ TAM OLARAK
SÖYLEYEN
SANAL BİR SAKSI...
15 farklı duyguya sahip olan saksının
dijital ekranındaki animasyonlar
onun sağlığı ve genel durumuyla iligli
bilgi veriyor. Bitkilerle bir
evcil hayvan gibi iletişim kurmayı sağlayan
bu eğlenceli dijital saksıların
çalışma prensibi ise çok basit;
datasında kayıtlı olan
4000 bitkiden birinin alınarak
bu saksıya dikilmesi yeterli.
Bitkinizi uygulamaya tanıtıp
artık onunla “konuşmaya” ve
ihtiyaçlarını dinlemeye hazırsınız.
NBA’de all-star seçilen dünyaca ünlü
basketbol oyuncumuz Mehmet Okur ile
gerçekleştirdiğimiz keyifli sohbetimizde;
NBA kariyerinden, Türk basketbolundan,
Amerika’daki favori mekanlarından
ve gitmekten keyif aldığı tatil
destinasyonlarından konuştuk.
Basketbolu 3 kelimede ifade etmek
isteseniz bunlar hangileri olurdu?
‘’Aşk, tutku ve aile…’’
NBA kariyerinizdeki en unutulmaz
olay nedir?
‘’Bir all-star takımına girebilmenin ve
orada en iyi şekilde Türkiye’yi temsil
edebilmenin benim kariyerimde bireysel
olarak çok ayrı bir yeri var. Takım olarak da
2004’teki NBA şampiyonluğumuz var.
Her takımın oyuncusunun sezon
başladığındaki en büyük hedefi NBA
şampiyonu olabilmek... Ben de o şanslı
oyunculardan biriydim. 2004’te Detroit Pistons
takımında yer aldım. Bunun kariyerimde ve
hayatımda ayrı bir önemi vardır.”
Türk basketbolunun Avrupa’daki başarısı
hakkında ne düşünüyorsunuz?
‘’Türkiye’deki yeni jenerasyonu takip etme
fırsatım olmuyor. Türkiye’ye geldiğim
zamanlarda koçlardan ve oyunculardan
bilgileri alıyorum ama gelip burada
canlı izleyemiyorum maalesef.
Tabi ki geçen dönemlere baktığımızda;
2001’de başlayan Avrupa finali ve sonra
dünya şampiyonasında oynamak...
Bu jenerasyondan sonra maalesef çok
fazla başarı gelmedi ama bu, bundan sonra
gelmeyeceği anlamına gelmez.
Yolumuz açık, genç arkadaşlarımız umarım
çok güzel başarılara imza atacaklar.’’
Sizce gelmiş geçmiş
en iyi basketbolcular kimlerdir?
‘’O zaman bir ilk 5 kuralım sizinle!
BEN MAGIC JOHNSON’I
1 NUMARAYA KOYARIM.
Michael Jordan’ı 2 numaraya koyarım.
Kobe Bryant’ı 3’e, LeBron James’i 4’e
ve Tim Duncan’ı 5’e koyarım...
Benim en büyük idollerimden biri
Tim Duncan’dır. Onunla 10 sene beraber
karşılıklı oynama fırsatım oldu.
Hayata bir daha gelseniz
ne olmak isterdiniz?
“Tekrar dünyaya gelsem sanırım yine
basketbolcu olmayı seçerdim
ama bu sefer 7-8 yaşlarında başlamak
isterdim. Geç yaşta başlamanın
dezavantajlarını yaşadım.”
Profesyonel basketbolcu olmak
isteyenlere neler önerirsiniz?
“7 ile 10 yaş arasındaki dönemde
alabildiğinizin en iyisini alıyorsunuz...
Bu dönem yeteneklerin en çok geliştiği
ve farkına varıldığı yaşlar...
Ama erken başlayamayan arkadaşlar için de
hiçbir zaman çok geç değil!
Geç başlamanın dezavantajı,
herkesten çok çalışarak kapatılabilir.”
Favori tatil destinasyonlarınız?
‘’ Türkiye’de Hillside Beach Club...
Bizim 15. senemiz, her sene geliyoruz
ve çok mutlu ayrılıyoruz.
Özellikle Türkiye konusu geçtiği zaman
çocukların ilk aklına gelen Hillside!
HEMEN:
‘BABA NE ZAMAN
HILLSIDE’A
GİDECEĞİZ?’ soruları ile
karşılaşıyoruz. Biz de her sene geliyoruz
ve geldiğimiz zaman 8-9 gün kalmaya
çalışıyoruz. Burası ayrı bir yer…
Hillside Beach Club çıtayı
o kadar yukarılara çekti ki başka yerlere
gittiğiniz zaman hiç tatmin
olmuyorsunuz ve hemen Hillside’a geri
dönmek istiyorsunuz...”
LADY GAGA
HAUS
LABORATORIES
Kendi güzellik markası Haus Laboratories'in
tescilini geçen yıl alan Lady Gaga,
Business of Fashion'a verdiği röportajında ilk
koleksiyonunda dudak kitleriyle birlikte baştan
aşağı renkli kozmetik ürünler olacağını belirtti.
Haus Laboratories'in Instagram'ın filtreli güzellik
anlayışına karşı bir marka olacağını da ekledi.
Vegan kozmetik markası Haus Laboratories'in
satışları Eylül’de başladı.
CHAT Δ
ONUR BAŞTÜRK
Onur Baştürk ile Bebek Avlu’daki yemyeşil
mekanında gerçekleştirdiğimiz sohbetimizde,
yeni botanik markası ‘Yuzu’ ve bitkiler
hakkında konuştuk!
Yuzu’nun hikayesinden bahseder misiniz?
“Bitkilerle çok fazla haşır neşirdim.
Hatta o kadar ki; ev bitki dolup taşmaya
başlamıştı. Çünkü yetiştirmeyi çok
seviyorum. En sonunda ‘bu hobiyi
profesyonel bir alana dönüştürebilir miyim?’
diye düşündüm. Bebek’teki bu yer
‘Avlu’ corner olarak bana kucağını açınca
o zaman markayı oluşturmaya
karar verdim. Tek başıma bir yer açmak
gibi bir planım asla yoktu. Ama corner gibi
küçük bir yer yapmak bana çok hoş geldi...
Dolayısıyla ‘Yuzu’ ortaya çıktı.”
Yuzu’nun anlamı nedir?
‘’Japonca bir limon türünün adı…
Bizdekinden biraz daha farklı bir tadı var.
Yemeklerde çok kullanılıyor. Aslında Uzak
Doğu mutfağına aşina olanlar ‘yuzu’yu
bilirler.”
Önümüzdeki dönem için projeleriniz
nelerdir?
“İşin içine girdikçe hoşuma gitmeye başladı.
Yuzu’nun çıkış platformu:
Bitkiler… Bu her zaman olacak fakat
bitkilerle beraber organik şeyler de var…
Örneğin biz bu yaz için haori ceketler ürettik.
Bu da yine Japon kültüründe olan bir şey.
Kimono ile karıştırılıyor ama alakaları yok…
Daha farklı ve ketenden yapılıyor, daha hafif
ve genelde yazın giyiliyor.”
Son dönemdeki bitki trendleri?
’’Afrika İnciri, Areka, Deve Tabanı,
Kuşkonmaz, Kaktüs.’’
Bitki bakımı için ipuçlarınız nelerdir?
“Evde bitki bakımından önce aslında
dikkat edilmesi gereken şey eviniz için
doğru bitkiyi seçmek...
Eviniz güneş alıyor mu? Ne kadar güneş
alıyor? İlk önce bunlara bakmanız gerek.
Bitkilerin en sevmediği şey kuru hava.
Her zaman nemli havayı evin içinde onlara
sağlamanız gerekiyor.
Canlı kalmaları için, yapraklarına bir takım
vitaminler sıkabilirsiniz. Bitkilere sürekli
su vermemelisiniz, çürürler.”
Onur Baştürk’ün hediye bitki önerileri
nelerdir?
‘’Calla Lilly, Calathea, Aloe Vera’’
10.09am on a NYC rooftop.
N 40° 45’ 31’’ W 73° 58’ 43’’.
Ulysse Nardin Boutique : Etiler – Istanbul +90 212 2570998
Time Square Fine Timepieces and Jewellery : Kanyon AVM – Istanbul +90 212 3531056
Şark Saatçilik : info@sarksaat.com
02
hillsider 22/26
TILSIMIN IŞIĞI:
ECE ŞİRİN TÜM DÜNYADA
FIRTINA GİBİ ESEN BİR
MÜCEVHER MARKASI YARATTI.
AMA MÜCEVHER YERİNE
“ÖZ CEVHER” DEDİ.
Mücevherin statü için değil, ruhun sembolü olarak,
o eşsiz tılsımının hissedilerek taşınması için
çalıştı. Coca-Cola, Microsoft gibi markalarda uzun
yıllar yöneticilik yaparak kazandığı tecrübesine;
yaratıcılığını, çalışkanlığını ve gönlünü koyarak
Bee Goddess markasını var etti. 2008’de
Artemis tılsımıyla çıktığı yolculuk onu bugün Türkiye,
Bakü ve Londra’da bulunan 7 butiğe ve tüm dünyada
40 satış noktası olan büyük bir markaya kavuşturdu.
Cate Blanchett, Madonna, Kate Winslet,
Rihanna gibi kadın yıldızların bedenlerini süsleyen
Bee Goddess tılsımları, Ece Şirin’e Türkiye’de
Elle Designer Awards ve Kagider Kadın
girişimci ödüllerini, İngiltere’de ise Telegraph Luxury
tarafından En Vizyoner Tasarımcı ünvanını getirdi.
Benim gibi mitoloji aşığı biri için Ece Şirin’le
konuşmak müthiş keyifliydi. Onun eserlerine
ilham olan karakterler, semboller, arketipler benim
yazılarımı ve astroloji danışmanlığı yaparken
yorumlarımı besliyordu.
Nereden başlayacağımı bilemedim.
Önce ‘Neden mücevher sektörü’ dedim,
“Çünkü dünyanın Bee Goddess gibi dürüst,
sevecen, kişiyi güçlendiren, bilgelik paylaşan,
hayata sihir katan bir ışıltıya ihtiyacı vardı.
Yüzyıllar boyunca nesilden nesile miras kalan
insanlığın ortak hazinesi arketipsel sembolleri
en değerli taşlarla giydirip günümüz için yorumladım,
bugünün ve yarının kadınları için mücevher olarak
tasarladım. Niyetim şifa, güzellik,
bilgeliğe kanal olmaktı.” diye cevap verdi ve
sonra devamı geldi...
Röportaj: İpek Kigan
@ipekkiganblog
Fotoğraflar: Emre Durmaz
KENDİ
ÖZ CEVHERİNİ KEŞFET
VE KALBİNİN IŞILTISI
HER GEÇEN GÜN ARTSIN,
TÜM EVRENİ
AYDINLATSIN.
İpek Kigan: Uzun yıllar çok büyük ve önemli firmalarda üst düzey
yöneticilik yapmışsınız. Ve çalıştığınız yerlere hep farklı bakış
açıları getirerek, o dönemde ilgilendiğiniz ürünün büyümesini
ve gelişmesini sağlamışsınız. Konu ne olursa olsun bu farklılığı
yaratabilen özellikleriniz ve sıkılmadan üretmenizi, yılmadan
çalışmanızı sağlayan motivasyon kaynaklarınız nelerdir?
Ece Şirin: Üretken ve çalışkan biriyim. En büyük motivasyon kaynağım
hizmet etmek. Yaptığım işin içindeki paylaşım, şifa ve fayda sağlama
arzusu beni hep daha fazla çalışmaya, daha özgün olmaya yönlendirdi.
Araştırmayı, öğrenmeyi seviyorum, kendimi sürekli geliştiriyorum.
Bu yolculukta faydalı bulduğum her şeyi başkaları ile paylaşmak harika.
Hem kendime, hem de yaptığım işe olan inancım,
daima bir adım ilerisine ulaşma arzum, beni motive ediyor.
Kendi işimi kurduğumda da iki motivasyonum
vardı. Birincisi uluslararası markalarda
edindiğim tecrübe doğrultusunda
Türkiye’den dünyaya bir mücevher markası
armağan etmek ve bu marka ile
Anadolu’nun ‘Ulu Anası’ gibi çok özel bir
kültürel hazineyi ve onun sevgi, şefkat,
yaratıcılık ve farklılığa rağmen bütünlük
mesajını tüm dünya ile paylaşmaktı.
VE BEE GODDESS İLE
BU HAYALİMİ
GERÇEKLEŞTİRMİŞ
OLDUM.
Bugün Londra’da Harrods’tan LA’de Maxfields,
Amerika’da Neiman Marcus, Japonya’da
Barneys, Isetan, Kore’de Corso Como’ya,
Qatar Lafayette’den Capri La Perla’ya kadar
40 farklı satış noktasında ve
7 Bee Goddess butiğinde Anadolu’nun
Ulu Ana’sının sevgi ve güzellik ışığı parıldıyor.
Dünya devlerinin yer aldığı platformlarda
onlarla rekabet eden başarılı bir
Türk mücevher markasının yaratıcısı olarak
gururlanıyorum.
Peki ikincisi?
Lüksün aydınlanması gerektiğine olan
inancımdı; yani insanları logolarla büyüleyen
ve kendi değerlerini yükleyen markalara
alternatif olarak, kişinin kendi değerini
ifade etmesine kanal olacak, onu kendi
kahramanlık yolculuğunda yüreklendirecek
ve ilham verecek bir marka olsun istedim.
Mücevher yerine ‘öz cevher’, ‘statü sembolü’
yerine ‘ruhun sembolü’ diye seslenerek yeni
bir bakış açısı getirmeyi arzuladım.
İlk günden beri kadınlara sadece gerçeği
fısıldıyorum: ‘Senden bir adet var, sen
“limited edition” bir cevhersin;
kendi öz cevherini keşfet ve kalbinin ışıltısı
her geçen gün artsın, tüm evreni aydınlatsın’.
Bee Goddess dişi bir marka.
Kişiyi sezgisini harekete geçirmeye ve kendi
hayat mitini yazmaya davet ediyor.
Dişi enerji ruh demek; güzellik,
güç ve zarafet demek. Binlerce güzel ve
özel kadının hayatında olmak çok güzel.
Ebedi güzellikler yaratmak,
insanlığın öz bilgeliği ile kalplere dokunmak
kişiyi güçlendirmek en büyük nimet.
Aldığım ödüller ve başarılarım beni kadını
daha da iyi anlatmak ve tasarımlarımla
buluşturmak için her gün daha fazla
heyecanlandırıyor ve motive ediyor.
Bee Goddess için koleksiyonları
oluştururken mitoloji,
tarih ve farklı inanç sistemlerinin
felsefelerinden faydalanıyorsunuz.
Bu tercihinizin nedenini anlatır mısınız?
Mitoloji, sembolizm, tılsımlar ve
bunların ilettiği ezoterik bilgelik ruhu
zenginleştiren, özgürleştiren gerçek bir
hazine. Ben tüm tasarımlarıma bu bilgelikle
yön veriyorum. Evrensel mitolojik semboller
çağlar boyu kalbin ortak dili olmuş.
SEMBOLLER ÇOK GÜÇLÜ
ENERJİ KAYNAKLARI.
5 DUYUMUZUN ÖTESİNDEKİ
ALGI GÜCÜNE 6.HİS
VEYA SEZGİ GÜCÜ İLE
BİZİ FARKLI FREKANSLARA
BAĞLIYORLAR.
Tılsım, doğaüstü bir gücü bulunduğuna,
birtakım sırlar sakladığına, insanları
koruduğuna veya uğur getirdiğine inanılan
nesnelerin tamamını içine alır.
Nazar boncuğundan, Fatma Ana’nın eline
kadar bir sürü sembol tılsım olarak kullanılır.
Mücevherin asıl çıkış noktası tılsımdır.
Anadolu kadınlarının başlarına taktıkları
metal süs eşyasına da tılsım denir.
Baş süslemelerinde kullanılan tılsımın,
kişiyi, nazar, iftira ve kötülüklerden
koruduğuna inanılır. Kraliyet sembolü
taç ise gökyüzündeki güneşin sonsuz
ışığı gibi cennetin sonsuz ışığını ve
manevi ışığını taşımayı ve çevreye aktarmayı
sembolize eder. Doğaüstü güç sadece
kendi doğamızın, limitlerimizin,
bilgimizin ötesi. Birçok evrensel tılsım
sembol bilinçaltımıza derin bir bilgelik aktarır;
örneğin kırmızı üçgen enerjimizi yükseltir,
hilal duygularımızı harekete geçirir;
daire bize korunma ve bütünlük duygusu verir.
Zaten duygumuz değiştiğinde
biz de değişiriz.
Bee Goddess tasarımlarınızı
kullanan kişiler böyle derin anlamları olan
bu takıları üzerlerinde taşırken
nasıl hissediyorlar? Hiç bununla ilgili bir
araştırma yaptınız mı?
Bee Goddess kendine güvenen,
inanan ve yaptığı şeyde başarılı olan,
hayatı dolu dolu yaşayan kadınların markası.
Bee Goddess mücevherleri ile hayatlarında
birçok mucize deneyimleyen yüzlerce
kişi tanıyorum. Her bir tılsım bizi kendi
gerçeğimize, kendi iç gücümüze inisiye eden
sihirli anahtarlar.
Tasarımlar her bir sembolün anlam,
hikâye ve enerjilerini bir araya getirerek
kişiye kendi mucizesini yaratma ilhamı veriyor.
En önemli araştırma kendi deneyimlerim.
Her yeni tılsım sembolün enerjisi ile
yeni bir döneme geçiş yapıyorum.
Beni bu sihirli yolculuğa
Artemis tılsımı davet etti;
o ve diğer tılsımlar bu yolculuktaki
birçok kapıyı açtı. Hayat amacımın
farkındalığına uyanmamı ve
kalbimin yolunu izlememe güç veren
Artemis ile ilk koleksiyonumu tasarladım.
Tanit işimi büyütmem için gerekli olan tutku
ateşini yaktı, hiç yorulmadan, yılmadan
koşmam için kalbime cesaret ve arzu ışığı
hediye etti. ‘’En çok seven ve sevilen’’,
‘Sevginin Zirvesi’ anlamına gelen sevgi
anahtarı El-Vedud ile hayatımın aşkı
ruh eşim yaşamıma girdi.
Astroloji de mitoloji ile sıkı sıkıya
bağlantılar içerir. Tasarımlarınızı incelerken
gördüğüm Sky Light koleksiyonunuzdaki
Plüton gezegeninin sembolü,
astrolojide anlattıklarını mükemmel bir
şekilde ifade eden harika bir tasarım olmuş.
Çok ama çok beğendim.
Astrolojik semboller ile ilgili başka
çalışmalarınız var mı?
Çok teşekkür ederim. Güzellik hep bakan
gözde. Sky Light koleksiyonunda bütün
gezegenlerin tasarımları mevcut; Güneş, Ay,
Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn, Neptün,
Uranüs ve Plüton sembolleri̇ ni̇ n yer aldiği
bir koleksi̇ yon. Buna ek olarak bir de
Constellations kapsül koleksiyonunda burç
simgelerini yorumladım. Her iki koleksiyonun
tasarımları ise ‘gücünü sadeliğinden alan
tasarımlar ‘ olarak biliniyor.
Rihanna, Venüs tasarımını bikini ile sahneye
çıktığında tek mücevher olarak takmıştı.
Markanızla ile ilgili bundan sonraki
plan veya hedefleriniz nedir?
Eylül ayında İstinye Park’ta ve Londra’da iki
yeni butik açıyoruz. Bunlar çok önemli birer
dönüm noktası. Amerika’da Neiman Marcus,
Qatar’da Lafayette, Japonya’daki yeni
noktalara odaklanmak ve bunları
güçlendirmek, eğitimler vermek ve trunk
showlar yapmak lazım. Ek olarak
Bee Goddess Tarot Kartları ve de
Tılsımlar Kitabı üzerinde çalışıyorum.
Sizce tasarımlarınızı
en iyi kim taşıdı bugüne kadar?
Cate Blanchett, Kate Winslet, Beyonce,
Madonna, Elton John, Rihanna benim
favorilerim. Bunların dışında Rita Ora,
Kate Moss, Cara Delavigne, Alicia Vikander,
Amanda Seyfried, Naomi Harris, Games of
Thrones’dan Natalie Dormer, Empire’ın başrol
oyuncusu Taraji Henson, Olga Kurylenko ve
Eleanor Tomlinson, Donna Karan,
Venus Williams, Maria Sharapova,
Paris Hilton, Kylie Minogue, Jourdan Dunn
ve Karolina Kurkova Bee Goddess tılsımlarının
en güzel yıldızları arasında.
Yaşamda sizi en çok mutlu eden anlar
hangileridir?
Aile ile ilgili sevgi ve paylaşım anlarının
dışında işimizin büyümesi ve
uluslararası platformlarda kazandığımız
başarılar ve ödüller.
KADIN DEMEK
MUCİZE DEMEK,
BUNU ASLA
UNUTMASINLAR.
Eşiniz de sıra dışı bir sanatçı. Biraz evvel
onun ruh eşiniz olduğunu söylediniz.
Birbirinizi hangi konularda tamamlarsınız?
Evet, Cemil benim ruh eşim, kayam, limanım.
Her konuda birbirimizi tamamlıyoruz.
Onun çok net bir vizyonu, harika bir kariyer
deneyimi ve çok yüksek sezgisel bir anlayışı
var. Her konuyu onunla paylaşmaktan,
onun fikrini almaktan çok besleniyorum.
Yaratıcı fikirler en çok ne yaparken, nasıl bir
ortamın içindeyken sizinle buluşur?
Bence yaratıcılığın anahtarı alan yaratmak.
Anahtar kelime açık olmak.
Özellikle yürüyüş yaparken, düşüncelerim
yavaşladığında daha yüksek bir zekadan
ilham aldığımı hissediyorum. Bir konunun
içine ne denli derinlemesine girersem
o denli yaratıcı oluyorum.
Mitolojik bir karakter ile
tanışma imkanınız olsaydı, kiminle
tanışmak ve ondan
ne öğrenmek isterdiniz?
Hermes ile tanışmak ve ondan simyanın
sırlarını öğrenmek isterdim.
“100 kere gitsem yine gitmek isterim”
diyeceğiniz bir yer var mı?
Sevdiğim yerlere defalarca gidebilirim.
Ibiza’yı çok seviyoruz. Oradaki enerjinin farklı
olduğu söyleniyor.
Günlük yaşamınızda vazgeçemediğiniz
ritüelleriniz var mı?
Köpeklerimle oynamak, eşimle komedi
seyretmek, uzun yürüyüşlere çıkmak...
Takmayı en çok sevdiğiniz
takınız hangisi? Neden?
Hepsinin yeri ayrı. Bu sihirli yolculuğa
başladığım ilk tılsımım Artemis. Mitolojide
Artemis kadının dişi enerjisini ve gücünü
uyandıran ve harekete geçiren mükemmel
kadını, şifacı, şefkatli, güçlü ana tanrıçayı,
ebedi genç kız, kendi ayakları üzerinde duran
özgür kadını temsil ediyor. Ezoterik anlamı ise
manevi yeniden doğuş. O bir kraliçe arı.
ARTEMİS KİŞİNİN KENDİ
HAYAT AMACINI BULMASINA
KANAL OLUR, SEZGİLERİMİZİ
GÜÇLENDİREREK KALP
GÖZÜMÜZÜ AÇAR VE
KENDİMİZİ GERÇEKLEŞTİRME
YOLCULUĞUNDA BİZİ
CESARETLENDİRİR VE
YEPYENİ MACERALARA
DAVET EDER.
İlk tasarımımın yanı sıra genellikle en son
üzerinde çalıştığım koleksiyonları da üstümde
taşımayı seviyorum.
Bence; başarı, çalışkanlık, yaratıcılık,
girişimcilik sizin hayatınızı anlatan
kelimelerden bazıları. Eksik kalan
kelimeleri bizim için tamamlar mısınız?
Kadın doğası yani sevgi, güzellik, şefkat.
Bizim bilgeliğimiz kalbin bilgeliği.
Biz kalbiz, rahimiz. Kendi içindeki tanrıçayla
buluşmak, onun farkına varmak demek
kalbimizin farkına varmak, onun mucizevi
gücünü kullanmaya başlamak demek.
Kalp merkezli bir hayat izlemek,
kalp ile kafayı hep birleştirmek demek.
Bu güçlerin hepsi kadına verilmiş.
Kadın demek mucize demek, bunu asla
unutmasınlar. Bir çocuğu hayata getirmek,
ruhu bedene indirmek demek.
Dişi gücümüze, kendi mucizemize sahip
çıkmamız gerek. Geleceği ancak, bu bilinçteki
kadınlar sevgi üzerine inşa edebilir.
Bizim dünyaya katacağımız ışığın doğası,
gücün kaynağı şefkat, güzellik,
yaratıcılık ve bilgelik.
03
hillsider 28/33
MARQUEZ'İN BÜYÜLÜ
GERÇEKLİĞİ
BEN SİZDEN DE DEĞİLİM,
DİĞERLERİNDEN DE;
BEN, ÖLÜME DAİR YEMİN
ETMEYENLERDEN, TEHDİT
SAVURMAYANLARDAN,
DİNİNİ VE IRKINI AKLININ YERİNE
KOYMAYANLARDANIM.
BEN HÂLÂ ŞİİR
OKUYANLARDANIM...
BEN ÖLÜRKEN VATANINI YAHUT
DİNİNİ DEĞİL, “SEVGİLİYİ”
DÜŞÜNECEK OLANLARDANIM.
SORMAK İSTERSEN...?
Anlatmak İçin Yaşamak
Haberi aldığım gün hıçkırıklara boğulduğumu
anımsıyorum. Bir daha onun başka bir kitabını
okuyamayacağım düşüncesi sızlattı tenimi.
Bir daha asla bizi, yeni bir roman ile
büyülü dünyalara götüremeyecekti.
Sadece benim kaybım değildi.
İnsanlık için bir kayıptı vedası.
Yüzyıllık yalnızlığımızın sonu gelmişti.
"Büyülü Gerçekçilik" akımının
en önemli ismi Gabriel Garcia Marquez
Meksika’daki evinde, 87 yaşında hayata veda etti.
Sene 2014, aylardan Nisan.
Yazı: Ayşe Kaynarcalı
ayse@sacred7travel.com
“Tüm kitaplarım döner dolaşır bir şekilde
Cartagena’ya dokunur. Ve zaman ilerleyip
anılarımı canlandırmak istediğimde,
her zaman Cartagena'dan bir olayı, yeri ve
karakteri çağırırım."
Sene 2018 , bir Aralık sabahı. Marquez’in
izinde, doğduğu topraklardayım.
Romanlarına ilham olan şehirde. Günün erken
saatleri. Bolivar meydanındaki geç koloniyel
tarzda inşa edilmiş Engizisyon Sarayı’nı gören
parktayım. Latin Amerika’nın kahramanı
Simon Bolivar’ın heykelinin başında kısa
molalar verip, kanatlanan güvercinleri
izliyorum. Üniversite yıllarında şehrin
sokaklarında dolaşırken bu parka gelirmiş
yazar. Belki şimdi benim oturduğum bankta
oturmuştur, gelip geçenleri sessizce izlemiş,
belki bir kaçı ile selamlaşmış, sohbet bile
etmiştir muhtemelen, kim bilir?
Bolivar’ın başında tünemekten vazgeçip,
toprağa konan güvercinlere yem veriyorum.
İç sesimle konuşuyorum Marquez ile.
Tatlı, huzurlu bir esinti hakim yeşil gölgelerin
buluştuğu parkta. Elimde ‘’Kırmızı Pazartesi’’.
Son bölümünü bu parkta bitiriyorum.
Kitabı yanıma bırakıp, gözlerimi kapatıyorum.
Marquez’in büyülü dünyasındayım şimdi.
Cartagena’dayım.
Defalarca gitmeme rağmen, her defasında
aynı heyecan ve sevinç çığlıkları içinde
Havana sokaklarını arşınlamama tanıklık eden
rehber arkadaşım Kıvanç, bir Küba gezimizde ‘
’Sen Havana’yı bu kadar çok seviyorsan,
mutlaka Cartagena’yı da görmelisin,
hayran kalacaksın’’ demişti. Cartagena ile
tanıştığım gün ‘’az bile söylemiş’’ demekten
kendimi alamadım. Aşık olmuştum!
Benim Cartagena’m tek bir bölge olsa da
şehir birbirine çok yakın iki ayrı merkezden
oluşuyor. Deniz kenarında, uzun kumsallar
boyunca otellerin ve alışveriş merkezlerinin
sıralandığı gökdelenler bölgesi ‘’Bocagrande’’.
Bu bölge Cartagena’nın genç ve dinamik
yüzünü yansıtıyor.Karayip Denizi’nin sonsuz
maviliğini içine alan bir zincir otelde,
gözlerimi araladığımda denizin içinde
hissi yaratan odama sadece uyumak için
giriyorum. Kaldığım üç gün boyunca eski şehir
duvarlarının içinde kalan tarihi bölge ‘’Ciudad
Amuralla’’da alıyorum soluğu her fırsatta.
Çünkü Marquez’in çağırdığı karakterlerinin
can bulduğu yer tam da burası.
“İNSANLAR BİR KERE
DOĞMAZLAR. BU İŞ
ANNELERİNİN ONLARI
DOĞURDUĞU GÜN BİTMEZ.
FAKAT HAYAT YENİDEN
VE YENİDEN ONLARI
KENDİLERİNİ DOĞURMAYA
MECBUR EDER.”
Kolera Günlerinde Aşk
‘’Ciudad Amuralla’’ ya ünlü saat kulesinin
olduğu kapıdan girdiğinizde, kulenin
arkasındaki meydan Plaza de los Coches’un
beyaz atlı faytonları karşılıyor misafirlerini.
16. yüzyılda donmuş izlenimi veren binalar
ve atmosferde, Arnavut kaldırımlarında
yankılanan at arabasının sesi eşliğinde
tarihin derinliklerinde sisli ve romantik bir
yolculuğa çıkıyorsunuz. Sanki;
''Kolera Günlerinde Aşk'' filminin içinde bir
rolünüz varmış da, farkında olmadan o rolün
hakkını verirken buluveriyorsunuz kendinizi.
Yazarın anne babasının hayatından kesitler
içeren romandan uyarlanan kült filmin birçok
sahnesinin bu meydanlarda çekilmiş olması,
sizi gerçeklerle buluşturuyor.
Çünkü büyülü gerçekliğin dünyasındasınız.
UNESCO Dünya Kültür Mirası ünvanıyla
korunan tertemiz sokakları, sarı, yeşil,
turuncu, kırmızı, rengarenk evleri ve insanda
sürekli fotoğraf çekme arzusu uyandıran
fuşya ve somon rengi begonvillerin sarktığı
balkonları ile bu şehir tarifsiz bir çekiciliğe
sahip. Meraklı bakışlarla şehrin nemli
sokaklarının içine doğru ilerledikçe her köşe
başında farklı bir sürpriz bekliyor insanı.
Yaşlı ve hayli kilolu bir Cartagenalı kadın,
kilisenin civciv sarısı duvarının yanında karpuz
ve mango satıyor, köşedeki kafenin önünde
iri göğüslü genç kızlar şakalaşıyor, başka bir
köşede latin ezgileri çalan sokak müzisyenleri
seni gülümseyerek selamlıyor. İçin kıpırdıyor.
Şık ve pahalı birkaç butiğin yanından geçip,
taze çekilmiş mis kokulu Kolombiya kahvesini
bir sonraki molaya erteleyip, lokal lezzetlere
doğru yeni bir keşfe hazırlanırken, Plaza Santo
Domingo meydanında Kolombiya’nın ünlü
ressamı Fernando Botero'nun ‘Yatan Kadın‘’
heykeli ile burun buruna geliveriyorsunuz.
Tanrım! Yaşayan en büyük sanatçılardan
birinin heykeli burada meydanın köşesinde.
Eserine dokunmak bile haz veriyor.
Sokak ressamları, sokak müzisyenleri,
pandomim sanatçıları, tropik meyve satıcıları
şehri panayır havasına büründürüyor.
Şehir günün her saatinde ayrı bir renk,
ayrı bir coşku yansıtıyor meraklı gezginlere.
Bir sokaktan diğerine geçerken karşınıza çıkan
sömürge döneminin izlerini taşıyan binalar,
evlerin birbirinden farklı ve
ilginç kapı tokmakları, dişleri dökük,
yüzlerinde zor bir ömrün çizgileri,
gözleri ile gülümseyen çalgıcılar insanı büyülü
gerçekliğin içine alırken ben tüm
Latin Amerika’nın ‘’Gabo’’su Marquez’in
romanlarındaki karakterler ile karşılaşıyorum.
Karayipler denizinin sıcak ikliminin
sıcakkanlı insanları şehri daha çabuk
sevmenize sebep oluyor.
Sokak yürüyüşlerimden birinde yanımda
olan yerel rehberimiz sayesinde
Marquez’in çok eski bir arkadaşı ile tanışmam
da gezinin hediyesi oluyor. Marquez’e
sarılamamış olsam da, onu yakından
tanımış olan birine sarılabilmek bile
sonsuz heyecan veriyor.
Kentin kalbinin attığı birçok meydan olsa da,
bana göre merkezi Plaza Santo Domingo.
Koloniyel mimarinin en güzel örneklerini
görebileceğiniz yürüyüşünüz boyunca
karşınıza çıkacak kiliselerden en dikkat çekici
olanı Santo Domingo Kilisesi şehrin en eski
kilisesi unvanını da taşıyor. Aslında orijinal
kilisenin bir dönem Plaza de los Coches’te
yer aldığı ancak şehrin istilası sırasında çıkan
yangında kül olduğu ve 1552 yılında yeniden
Plaza Santo Domingo’da inşa edildiği biliniyor.
San Pedro Claver Katedrali ise
şehrin başka bir meydanını süsleyen gösterişli
ve ziyaret edilecek binalardan biri.
Katedrale adını veren Katalonyalı
San Pedro Claver ise 17.yüzyılda
Cartagena'ya gelen bir rahipmiş.
Her yıl onbinlerce Afrikalı kölenin geldiği
limanda gemiler yanaşırken bekler,
onların bulunduğu hücrelere girer,
ilaç ve yiyecek yardımı yapar, onlar için dua
edermiş. 3000 köleyi vaftiz ettiği biliniyor.
Meydanda onun kölelere desteğini betimleyen
bir heykeli de bulunmakta.
Cartagena’daki ilk akşamımızda
San Pedro Claver Katedrali’nde yapılan bir
evlilik törenine tesadüfen şahit olmuştum.
Aile fertlerinin arasına karışıp,
güzellik yarışmasına aday ölçülere
sahip genç gelin ve yakışıklı damadın
fotoğraflarını çekerken aile fertleri de
objektifime mutlu pozlar vermiş,
her iki aile de beni muhtemelen diğer tarafın
davetlisi sanmış olabilirdi. Oysa o anda orada
bulunan sıradan bir gezgindim sadece.
"ALTINDA YATAN BİR
CENAZEN OLMADIKÇA,
YURT SAYILMAZ
ASLA O TOPRAK."
Cartagena’ya bir saat uzaklıktaki
San Basilio de Palenque, 1700’lü yılların
başında Afrikalı kölelerin bağımsızlığını ilan
edip, yaşamaya başladığı ilk şehirlerden biri
olmuş. Kültürlerini, geleneklerini ve
inanç sistemlerini korumayı başaran,
köklerini canlandıran Palenque halkı,
diğer hiçbir şehrin başaramadığını başarmış
olsa da, büyük bir sorun ile karşı karşıya
kalmış. Toplumun geri kalanından koparılmış,
kaynaklara erişimi kısıtlanmış halk gün
geçtikçe daha fakirleşmiş ve çaresizleşmiş.
Palenque kadınları fakirliğin içinde,
topraklarında bolca bulunan bir şeyden
faydalanmaya karar vermişler:
Egzotik Meyveler
Cartagena’nın renkleri anlatmakla bitmiyor.
Daha önce başka hiçbir şehirde tanık
olmadığım bir diğer simge ise renkli
Chiva otobüsleri olmuştur.
Chiva otobüsleri 20.yüzyılın başlarından
beri Kolombiya kültürünün sembolü olarak
bilinirmiş. İspanyolca'daki “keçi” anlamına
gelen Chiva geçmişte en zorlu dağ yollarını
bile defalarca tırmanabilen otobüsler iken,
günümüzde içinde canlı müzik yapılan
ve romun etkisinde kahkahaların yankılandığı
hareketli araçlara dönüşmüş.
Hayatım boyunca unutamayacağım en
eğlenceli anılardan biri bu otobüs ile
şehirde yaptığımız 2-3 saatlik yolculuk
olmuştur.
Yüzyıllık Yalnızlık
İspanyollar 16. yüzyılın başlarında
Cartagena’ya ilk defa geldiklerinde lagünde
Zenu adı verilen yerliler yaşıyormuş
İspanyada’ki Cartagena bölgesinden gelenler
çoğunlukta olunca buraya ‘’ Cartagena de
Indias’’adını vermişler. Güney Amerika'da
altın, gümüş, değerli taşlar, kahve ve baharat
ticaretinin yüzyıllar boyunca merkezi olan
Cartagena de Indias, tarihi süreçlerde sürekli
istilalara uğramış, yakılmış, yağmalanmış.
İspanyol yönetimi, tüm Güney Amerika
yerlilerinden gasp edilen değerli madenlerin
İspanya’ya naklinin gerçekleştiği liman
şehrini istilalardan korunmak amacıyla 17.
yüzyılda surlarla çevirmiş. Binlerce Afrikalı
kölenin ölümüne çalıştırılarak tamamlanan
11 kilometrelik surların 9 kilometrelik kısmı
günümüzde hala sapasağlam ayakta duruyor.
Köleliğin kaldırıldığı 1800’lü yılların
ortalarına kadar Afrika kıtasından getirilen
köleler şehrin girişindeki pazarda satılırmış.
O meydanı şimdi sokak satıcıları, turistler,
dansçıların ve müzisyenlerin gösterilerini
izleyen meraklı kalabalıklar doldursa
da, geçmişin kederi mutlaka sinmiştir
meydanların duvarlarına diye düşünüyorum.
Bolivar meydanında bulunan altın müzesi
Museo Del Oro Zenu ülkenin 16.yüzyıldan
bu yana yaşadığı süregelen acıların kaynağına
ışık tutuyor adeta. Halk; ülke topraklarının
son derece zengin kaynaklara,
değerli madenlere sahip olmasının bedelini
tarih boyunca kanla, acıyla, canla ödemiş.
Bogota’ya gittiğim zaman ilk gezdiğim
yerlerden biri olan Altın Müzesi beni hem
çok şaşırtmış, hem de çok etkilemişti.
Kolombiya’nın görünmeyen yüzü ile
ilk kez orada tanışmıştım.
Her biri olağanüstü zarafete ve
detaya sahip altından yapılmış eserler ile
kıyaslandığında bu müze aynı büyüklükte
bir koleksiyona sahip olmasa da,
içinde Zenu halkına ait altın ve topraktan
yapılmış kaplar ve eserleri barındırdığı için
ziyaret edilmeyi kesinlikle hak ediyor.
Ülkenin sembolü meyve satan
Palenquera Kadınları
Tüm Kolombiya rehberlerinde gördüğümüz,
binlerce renkli hediyelik eşyada bulduğumuz,
Kolombiya’nın en popüler tanıtım logosu
olan başlarında meyve dolu çanaklarla
gülümseyen siyahi kadınlar kimdir?
Cartagena’nın tarihi sokaklarında karşımıza
çıkan “Palenquera”lar…
Palenqueralar ellerinde dokudukları
sepetleri tropikal meyvelerle doldurup,
geleneksel Afrika elbiselerini giyip,
Cartagena’ya doğru uzun ve yorucu bir
yürüyüşe çıkmışlar. Burada,
Cartagenalılar’a, yakıcı güneş altında,
sepetleri boşalana kadar meyvelerini
satmışlar. Zamanla meyve satışı
San Basilio de Palenque için istikrarlı
bir gelir kaynağına dönüşmüş.
Günler geçmiş, yolculuklar devam etmiş ve
farkında olmadan Palenqueralar
Cartagena tarihine kazınıp kendilerini
Kolombiya’nın en önemli sembolü
haline getirmişler.
Günümüzde şehri ziyaret eden turistlerin
ritüellerinden biri olmuştur geleneksel
kıyafetlerini giymiş siyahi kadınlarla fotoğraf
çektirmek. Ben de Cartagena’daki son
sabahımda özgürlüğün sembolü olmuş
bu renkli kadınların yanına gidip,
küçük bir bahşiş karşılığı aynı ritüeli
uygulamış, meyve sepetini başımın üzerinde
dengede tutmaya çalışırken,
bir yandan da doğal bir poz verme
telaşına düşmüştüm.
‘’BİR SONA
GELDİĞİN İÇİN AĞLAMA,
ONU YAŞADIĞIN İÇİN
GÜLÜMSE’’ DER
MARQUEZ.
Şehirdeki son saatlerimde,
son durağım küllerinin saklandığı
anıt mezar olmuştu. Yaşadığım en güzel
yolculuklardan biri için hem kendisine
hem Cartagena’ya teşekkür ederken
gülümsüyordum.
SORAN ÇOK OLUYOR SONRA.
BEN ŞİMDİDEN YEMEK VE
KONAKLAMA ÜZERİNE
2-3 TAVSİYEMİ DE YAZAYIM:
- Marea by Rausch Restaurant
- San Pedro Restaurant
- Restaurante 1621 Ve
- Sofitel Legend Santa Clara Cartagena (otel)
- Hilton Cartagena (otel)
- Casa de Alba Hotel Boutique
hillsider 34/36
04
‘Az daha çoktur’ mottosunun peşinde
yaşam mekânlarını küçültüp, hayattan
aldıkları keyfi büyütenlerin sayısı giderek
artıyor. ‘Tiny house’ yani küçük ev
akımı, ekonomik faktörler, çevreye karşı
duyarlılık, keşif isteği gibi nedenlerle hızla
gelişiyor. Atalarımızdan kalma ‘nohut oda,
bakla sofa’ evler ya da Yeşilçam aşıklarının
mütevazı hayali ‘küçük pembe panjurlu
yuvalar’, daha büyük yaşamayı vaat
eden Amerikan rüyasının etkisiyle
hayatlarımızdan çıkalı epey olmuştu.
HAREKETİ
Özellikle 1980’lerden sonra kapitalizmin çarklarının
tüm dünyada daha hızlı dönmeye başlamasıyla,
otomobilin daha lüksü, evin daha büyüğü,
kıyafetin markalısı, yemeğin havalısı istenir oldu.
Ama para kazanma hırsı, buna bağlı olarak sürekli
tetiklenen tüketim isteği büyüdükçe hayatlarımız
mutsuzlaştı. Artık daha çok para kazanıyor, daha
büyük evlerde yaşıyor, her şeyi daha daha yapıyorduk
ama ya iç sesimiz? O ne diyordu?
İşte bu soruyu soranların sayısı arttıkça
yeni bir akım girdi hayatlarımıza: ‘Tiny House’ yani
küçük ev akımı... Batı’da 1990’larda ve 2000’lerde
küçük ev hayatını anlatan bazı kitapların epey popüler
olması, bu yaşam şekline ilgiyi geliştirdi.
İngiliz mimar Sarah Susanka’nın, 1990’ların sonunda
yazdığı ‘The Not So Big House: A Blueprint for the
Way We Live’ adlı kitap, ev sahiplerini nicelik yerine
nitelik üzerine düşünmeye, tasarım oyunlarıyla
mekânların nasıl daha verimli kullanılabileceğine
odaklanmaya teşvik ediyordu.
‘Tiny House’ akımının ABD’deki kurucularından
Gary Johnson, Susanka’nın felsefesini yakından
takip ediyordu. 2000 yılında Iowa Üniversitesi
profesörlerinden Jay Schafer’ın yaşadığı küçük evin
basında yer alması bu ilgide etkili oldu.
Gary Johnson, makaleyi kendi internet sitesinde
yayımlayınca, kendisini, bu tür hayata ilgi duyanların
e-posta ve telefonlarıyla baş başa buldu. İlgi giderek
büyüyünce 2002’de Johnson ve Schafer,
‘The Small House Society’ (Küçük Ev Topluluğu)
isimli grubu kurdu. Bu gruba üye olanlar yıllardır
bu minik evleri nasıl yaptırabileceklerini ya da
yapabileceklerini, bu hayata geçmek için nelere
ihtiyaç olduğunu birbirleriyle paylaşıyorlar.
2000’ler boyunca küçük ev hayatına geçenlerin sayısı
arttıkça, bu konuyla ilgili açılan bloglar hızla çoğaldı.
Bu da akımın etki alanını büyüttü.
Yazı: Ayşegül Savur Özgen
Serbest Gazeteci
asgulu@gmail.com
46 metrekarede yaşar mısınız,
hem de ailecek?
Peki ‘tiny house’ dediğimiz yapı tam olarak
ne demek? Şehir hayatındaki stüdyo ya da
1+1 daireler bu kapsama giriyor mu?
‘Tiny House’ denince akla genellikle vagon
tipi istediğiniz yere götürebildiğiniz hazır evler
geliyor. Bu işin ABD’deki uzmanları bir evin
‘tiny house’ sayılabilmesi için 46 metrekarenin
altında ve müstakil olması gerektiğini
söylüyor. Bu ölçüleri daha da küçültenler var.
Buradaki asıl kural, evinizin müstakil olması
ve küçük bir alanda maksimize edilmiş
kullanım olanakları sunması.
Mesela mutfak masanızın aynı zamanda bir
çalışma masasına dönüşebilmesi,
oturma alanınızın yatak odası da
olabilmesi ya da asma katlarla yeni alanlar
açılabilmesi...
Milenyum kuşağı seviyor
Bazılarına göre bu kadar küçük alanlarda
yaşamak tam bir çılgınlık. Ama her akım
gibi küçük evlere duyulan ilginin altında da
ekonomik ve sosyal nedenler var. Öncelikle
2007 ve 2008’de ABD’de yaşanan mortgage
krizi. Anne babalarının borç batağında
yüzdüğünü gören milenyum kuşağı, bir ev
için bunca sıkıntıya girme fikrinden uzaklaştı.
İnternetin ve sosyal medyanın etkisiyle
başka hayatlara daha çok dahil olmaları
keşif isteklerini artırdı. Kendilerinden önceki
kuşaklar gibi düzenli işlerde çalışmak
istememeleri, daha özgür bir hayata
yönelmeleri, onları mülk edinme isteğinden
uzaklaştırdı. 2000 sonrası doğan kuşağın,
çevre konularına duyarlılıkları da biliniyor.
Büyük evlerle, büyük otomobillerle daha çok
tüketen ve doğaya zarar veren bir toplumun
parçası olmak istemiyorlar. Tüm bunlar bir
araya geldiğinde hayatı doya doya, istedikleri
yerde yaşayabilecekleri, gerektiğinde doğayla
iç içe olabilecekleri, fazla para kazanmalarını
gerektirmeyen küçük evler ideal bir yaşam
şekli olarak öne çıkıyor.
Küçük evlerle ilgili You Tube kanalları ve
Netflix gibi popüler platformlarda yayınlanan
belgeseller, bu hayata geçip tecrübelerini
paylaşanların sosyal medya hesapları konuya
ilgi duyanlara yol gösterici nitelikte.
Akım, kent planlamacılarının da ilgi odağında.
Giderek artan nüfusun barınma ihtiyacı için
en verimli yöntemlerden biri olarak küçük
evler öne çıkıyor. Örneğin ABD’nin Boston
kentinin nüfusunun 2030’a kadar 700 bin artış
göstereceği tahmin ediliyor. Büyük bahçeli
evleriyle ünlü ABD’de, bu tür küçük evler
insanlara alıştıkları bahçe yaşamını da vaat
ettiği için iyi bir fırsat.
Türkiye’de ilgi nasıl?
Türkiye ‘tiny house’ konusunda henüz bir ABD
değil ama ilgi her geçen gün artıyor. Çeşit çeşit
tiny house sunan Vagoon House firmasının,
Ege Bölgesi Temsilciliği’nden Arzu Yurdaer,
tiny house’a daha çok hayatını küçültmek
ya da doğada yaşamak isteyenlerin rağbet
ettiğini söylüyor. Tiny house, imarsız arsasını
değerlendirmek isteyenler için de ideal bir
seçim. Bir de büyük bir arazi alıp, dostlarıyla,
yakınlarıyla komün hayatı sürmek isteyen
grupların vagon evleri tercih ettiğini belirtiyor
Yurdaer. Ve öğreniyoruz ki; dünyada olduğu
gibi Türkiye’de özellikle üniversite gençleri
‘tiny house’ akımını seviyor. Yurdaer pek çok
üniversiteli gencin vagon evlerle ilgili bilgi
aldığını, “Keşke bütçemiz yetse” dediğini
hatta kendileriyle çalışmak için iş imkânlarını
sorduğunu, gençler arasında bu akımın
giderek daha fazla yayılacağını söylüyor.
Tabii insanların yoğun şehir hayatından sıkılıp,
doğada daha çok zaman geçirmek istemeleri
vagon evlere gösterilen ilginin başlıca nedeni.
Yurdaer özellikle İstanbul ve Ankara’dan,
araçlarının arkasına vagon ev takıp gezerek
yaşamak isteyenlerin çoğaldığına dikkat
çekiyor. Özellikle Ege bölgesinde ‘tiny house’
akımının hızla büyüdüğünü anlatıyor.
Aslında ev değil araç
Vagon evler, araç statüsünde. Plakası ve
ruhsatı var. Bu yüzden istediğiniz yere
götürebilirsiniz. Yurdaer; vagon evlerin her
türlü araca takılabileceğini ama yine de
kendilerinin 4*4 araçları tavsiye ettiklerini
söylüyor. Tabii kamping kültürünün zayıf
olduğu Türkiye’de öyle “Çekeyim vagon evimi,
canımın istediği yere gideyim” demek henüz
pek mümkün değil. Canınızın istediği her
yerde güvenlik kaygısıyla duramayabilirsiniz.
Bu yüzden Yurdaer’in anlattığına göre işin
meraklıları, şu an daha çok arsa alıp üzerine
vagon ev yerleştiriyorlar. Halihazırda evinin
büyük bir bahçesi olup, vagon evini içine
yerleştirenlerin de olduğunu öğreniyoruz.
Özellikle ABD’de bu yöntem, aileden ayrılma
yaşı gelen gençler için de kullanılıyor. Ailenin
genç ferdi böylece hem ailesiyle kalıyor hem
kendine ait bir evi oluyor. Üstelik büyük
maliyetlerden, kiralardan kurtuluyor.
Vagoon House Go, ‘tiny house’ üretimini
Adana’da yapıyor. Evlerin pis su, temiz su
tankları hazır. Enerji kaynağı olarak güneş
panelleri tavsiye ediliyor. Firma yetkilisi
Yurdaer, en az 10 ilâ 20 metrekarelik alanlarda
uyku alanlı, mutfaklı, banyolu yapıların ‘tiny
house’ sayılabileceğini söylüyor. Anlattığına
göre burada önemli olan tavan yüksekliği.
Zira, bu küçücük alanlarda size ferahlık hissi
sağlayan yegâne unsur yüksek tavan.
Firmanın standart vagon evleri 80 ile 100 bin
TL arasında ancak özel tasarım isterseniz,
taleplerinize göre fiyatlar artabiliyor.
Peki bu hayata geçmek isteyenlere
tavsiyeler neler? Arzu Yurdaer; “Burada tek
başınıza yaşayacaksanız sorun yok. Ancak
gözlemlediğimiz şu; karı kocalar arasında
özellikle erkekler böyle bir hayata geçme
konusunda daha hevesli. Beyefendiler kararını
vermiş oluyor ama bakıyorsunuz eşleri
istekli değil. Kadınlar küçülme konusunda
daha isteksiz. Bu hayatın zor olabileceğini
düşünebiliyorlar ama bu evlerin temizliği,
çekip çevirmesi o kadar kolay ki... Tabii yine de
çiftlerin ortak kararları önemli” diyor.
'Tiny House’ akımı için takip edin:
Youtube kanalları:
Daire / Livin Big in a Tiny House
Belgeseller:
Tiny House Nation / Small is Beautiful
Tiny House, Big Living
Instagram:
@tinyhouse
@tinyhousemag
@tinyhousemovement
05
hillsider 38/40
MÜZİĞİN YÜRÜDÜĞÜ GÜN
40 YAŞINDA
1980 ve 1990 jenerasyonunun Walkman®'i
hatırlamaması mümkün değil.
WALKMAN® İLK OLARAK
1 TEMMUZ 1979'DA PİYASAYA
SÜRÜLDÜ VE HAREKET
HALİNDEYKEN MÜZİK DİNLEMEYİ
MÜMKÜN KILARAK İNSANLARIN
MÜZİKLE İLİŞKİSİNİ YEPYENİ BİR
BOYUTA TAŞIDI.
Markanın piyasada mevcut olan taşınabilir
oynatıcısının çok ağır, hacimli ve pahalı olduğunu
düşünen SONY kurucu ortağı Masaru Ibuka çok daha
kompakt, kullanışlı ve pratik bir cihaz yaratmak istedi.
İlk Walkman® prototipi, gazeteciler için tasarlanmış
taşınabilir bir kayıt cihazı olan eski Sony Pressman'ı
değiştirerek yapıldı.
Sony, manyetik kaset teknolojisini ilk kez tanıtırken,
“Walkman®”, bu konsepti popüler kılan cihazdı
ve küçük, kolayca taşınabilir bir donanım olarak
anında dikkat çekmişti. Bir zamanlar salonlara
ve araç müzik setlerine bağlanan kasetler artık
hareket halindeyken dinlenebiliyordu.
Şirket ilk iki ayda 50.000'den fazla satış yaptı ve
o zamandan beri, Walkman® dünya çapında
popülerliği gittikçe artarak ve müziği insanın gittiği
her yere taşıyarak insanların hayatlarını yaşayış
şeklini değiştirdi. Yıllar geçtikçe tasarımı,
özellikleri ve medya formatları gelişti ama
Walkman®’in doğuşunu sağlayan müziğin insanla
ayrılmazlığı hiç değişmedi. Walkman® zamanla,
yeni müzik deneyimleri yaratarak ve
dünyayı her an ve her yerde duyguyla doldurarak
Sony'nin teknolojik devriminin
sembolü haline geldi.
Yazı: Elmira Gürses
hillsider 41/45
Dilek Kemer / Ferit Odman / Serhat Şengül / Sitare Sezgin
Yoğun sanat etkisi altında kaldığımız bu aylarda biz de, sanatın
"iyi hissettiren" o inanılmaz hissiyatını evlerinde, ofislerinde özel köşelere
yayan kişilerle konuştuk. Biraz onları tanıdık, biraz da sanat ve
yarattıkları özel köşeler hakkındaki duygularını öğrendik.
Walkman®, takip eden yıllarda gelişen teknoloji ve CD’lerin yükselişiyle
“Discman” CD modelleri ve MiniDisc oynatıcılara yöneldi.
Sony'nin halen satmakta olduğu daha modern taşınabilir ortam oynatıcı
aygıtları dâhil, yenilik ve yükseltmeler arka arkaya geldi.
DİJİTAL MÜZİK DEVRİMİ VE APPLE'IN
IPOD'UNUN ÇIKIŞIYLA TAHTINDAN OLDUĞU
2010 YILINA GELİNDİĞİNDE,
SONY 200 MİLYON WALKMAN® SATMIŞTI.
Bugün Sony, 40 yıl önce ikonik Walkman®'i ilk kez başlattığı noktada,
iki neslin gençliğine işleyen müzik çaları kutlayan coşkulu bir yıldönümü
sergisi açtı. Ginza Sony Park, bugün Tokyo'nun Ginza semtinde,
Sony Genel Merkezi’nin bir zamanlar olduğu yerde durmakta ve şu anda
“Walkman® in the Park” sergisine ev sahipliği yapmakta.
1979’dan bugüne Walkman®'in 230 versiyonunun sergilendiği sergide,
ayrıca ünlü isimlerin özel tasarım Walkman®’leri ve müzik çaların
insanların müzik deneyimini nasıl etkilediğini keşfedebilecekleri
interaktif bir platform da bulunuyor.
Sony, yıldönümünü kutlamak için
Walkman®'in tarihini gösteren filmleri
izleyebileceğiniz, müzisyenler, yapımcılar ve
teknolojinin müzik endüstrisi için önemini
tartışan diğerleriyle röportajlar sunan özel bir
web sitesi oluşturdu. Şirket ayrıca sergi için
dokuz adet sınırlı sayıda tişört de üretti.
Walkman® bugün bir zamanlar olduğu gibi
Sony’nin en büyük silahı olmasa da,
40 yıl önce hayatımızda yarattığı değişiklikler
ve bu değişimin hem müzik,
hem de teknoloji ile olan ilişkimizin üzerindeki
etkisi hala eskisi gibi. Bu anlamda Walkman®
çoktan tarihe geçti bile...
Sergide gezerken Sony'nin “Müziğin Yürüdüğü Gün”
(The Day the Music Walked) adını verdiği 1 Temmuz,
1979’da doğan bir efsanenin; günümüzün her anına eşlik edebilen ve
kendimizi bir nevi hayatımızın film müziğini dinliyormuş gibi hissettiren
bu teknolojinin, devrim niteliğinde bir yenilik olduğu zamanları
hatırlamamak mümkün değil.
My Story, My Walkman® başlığıyla sergilenen ayrı bir bölümde,
1979'dan günümüze 40 ünlü sanatçı, bu buluşun günlük yaşamlarını
nasıl etkilediğini paylaşıyor. Sakanaction grubunun müzisyeni Ichiro
Yamaguchi, aktör Tanaka ve bale dansçısı Nozomi IIjima gibi isimlerin
olduğu programda ziyaretçiler, ünlü isimlerin sergilenen cihazlarında,
her birinin kendi dönemlerine ait şarkıları da dinleyebiliyorlar.
Hazırlayan: Özlem Gökbel
Fotoğraflar: Uğur Bektaş
"SANATIN
DEĞDİĞİ
HER YERİ
BÜYÜLEYİCİ
BULURUM"
11 yaşında davul çalmaya başlayan,
2001’de Bilgi Üniversitesi Caz Performans
bölümünü tam burslu kazanan;
öğrenciliği arasına New York - School For
Improvisation okulunda bir aylık bir
workshop sıkıştıran; üniversiteyi bölüm
ikincisi olarak tamamlayan bir tür
“harika çocuk” Ferit Odman. Tabii caz aşkıyla
dolu Ferit’e bunlar da yetmedi;
2006-2008 yılları arasında Fulbright bursunu
kazanarak yine New York’a döndü ve
William Peterson Üniversitesi’nde yüksek
lisansını tamamladı. İlk albümü Nommo’da
trompetde Brian Lynch, saksafonda
Vincent Herring, piyanoda Burak Bedikyan,
basda Peter Washington vardı.
Türkiye’ye döndüğünde Kerem Görsev ve
TRT Caz Orkestrası ile birlikte çalmaya başladı.
Sonraları 2 albüm daha kaydetti.
Albümleri başta Downbeat Magazine olmak
üzere birçok müzik dergisinden tam not
aldı. 45’in üzerinde caz albümünde çalan
Odman, Türkiye caz sahnesinin en aranan
davulcularından biri olarak konser ve albüm
çalışmalarına devam ediyor.
Müziği de sanatın en birleştirici unsurlarından
biri olarak kabul ettiğimize göre,
Ferit’in kendisini en iyi hissettiği alanı,
elbette davulunun yanı başı.
Hem de bu; çok kıymetli plak koleksiyonu ile
birlikte evine kurduğu davulu.
“Aslında davulun olduğu
her yer benim için ev hissi. Yani bu hayatta
ait olduğum yeri, tam da o davulun arkası
gibi hissediyorum. Doğal olarak evime de
davulumu kurmuş olmam kaçınılmazdı.”
diye anlatıyor Ferit hissiyatını.
Plaklar ve CDlerden oluşan önemli bir
müzik arşivine sahip alanını ise;
“bu köşeyi plaklar vasıtasıyla
bu işin duayenleri ile aynı frekansta
birleşip, onlardan fikirler alıp,
daha iyi bir müzisyen olmama
katkı sağlayan bir nevi laboratuvar gibi
görüyorum.” diyerek özetliyor.
Dilek Kemer
Tekstil Mühendisi
Ferit Odman
Müzisyen
İTÜ Tekstil Mühendisliği Bölümü’nden
1992’de mezun olan Dilek Kemer,
üniversiteden hemen sonra iş hayatına
atılmış. Sekiz yıl tekstil konusunda faaliyet
gösteren konusunda başarılı değişik
markalarla çalıştıktan sonra,
kendi şirketi Studio Textile’ı kurmaya karar
vermiş. Sanata olan ilgisi onu yıllar içinde
resim ve heykel koleksiyonerliğine yöneltmiş.
Büyük bir heyecanla döşediği
4 katlı villası bugün hepsi birbirinden
değerli eserlere tam istediği gibi bir
ev sahipliği yapıyor. Ama evinde
bir köşe var ki, duygusu, önemi apayrı.
Dilek Kemer; kendisini en iyi hissettiren
köşesini; sanatçı Mahmut Aydın’ın burası
için özel olarak tasarladığı dev heykeller ile
oluşturmuş. Olayın gelişimini ve hislerini
kendisinden dinledik:
"DAVULUN
OLDUĞU
HER YER
BENİM İÇİN
EV HİSSİ"
“Hep yoğun bir iş tempom oldu.
Sanat, beni bu koşturmacada dinlendiren
en önemli limandı. İşim gereği zaten sık
seyahat ediyorum. Elimden geldiğince yurt
içi ve yurt dışı sanat fuarlarını takip etmeye
özen gösteriyorum. Çünkü sanat eserlerine
bakmayı, onlarla iç içe olmayı seviyorum.
Bana huzur ve keyif vermesinin yanı sıra bir
başarı hikayesi de anlatıyor sanki baktığım
tüm o eserler. Yeni taşındığım ve baştan
tasarlattığım müstakil evimi
sanat eserlerine göre şekillendirmem
bu yüzden.
Hacimli alanları, büyük duvarları ve
aydınlık görüntüsü ile ev daha çok ferah bir
sanat galerisi atmosferine büründü.
Eve gelenlerin en ilgisini çeken ve
benim de en fazla vakit geçirdiğim
mekan, genç heykeltraş Mahmut Aydın
heykellerinin olduğu bu kattır.
Devasa boyuttaki Adem & Havva
heykellerine kargalar eşlik ediyor.
Bu bölüm, evin sanata saygılı kimliğini de
güzel vurguluyor bence. Mahmut Aydın’ın
bir kadın heykelini ilk kez Contemporary
İstanbul’da görüp çok beğenmiştim.
Bu alana da yakışacağını düşünüp
onu aradım. Ama satılmıştı heykel.
Kendisine evin bu bölümü için bir çalışma
yapmasını önerdim. O da kendi hayal gücü
doğrultusunda bu eserleri yarattı.
Onun gibi böyle yolun başında olan
genç başarılı sanatçıları desteklemeyi
önemsiyorum. Burada güne sabah
kahvemle başlamak bana çok iyi gelen bir
ritüel. Sanatın değdiği her yeri büyüleyici
bulurum hep. Tıpkı burası gibi.”
Kimya mühendisliği ve işletme yüksek lisansı
eğitimlerinin ardından, asıl ilgi alanı olan
modaya yönelen Serhat, London College of
Fashion’da Global Pazarlarda Moda Marka
Yönetimi eğitimini tamamlayarak
moda editörlüğü ve marka danışmanlığına
başlamış. Modaya, estetiğe o kadar tutkulu ki;
bugün hem Esquire, Marie Claire,
Harper’s Bazaar, All gibi birçok yayında
ve online mecralarda moda makaleleri ve
trend yazıp, markalara danışmanlık verip,
çekimler için styling anlamında kreatif
direktörlük yapmakta;
hem de İstanbul Bilgi Üniversitesi Moda
Tasarım Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak
dersler vermekte. Ayrıca 2012’de kurduğu
ajansını büyütüp, hep hayalini kurduğu,
moda PR showroom’unu da içeren marka
danışmanlık ajansı “Boreal Brandlifting”i
yaratmış.
“Yaptığım işi tanımlayacak terim
bulamadım. Ne tam “branding”di, ne “PR”,
ne de danışmanlık… Markaları yukarı
çeken, makyajlayan, arzu nesnelerine
çeviren görsel ve stratejik bu danışmanlığa
bir isim vermeliydim. Adeta bir “estetik
operasyon”du yaptığımız. Yüz gerdirme
“facelift”ten farkı yoktu. Ben de o nedenle
“Brandlifting” terimini türettim. Kısa
sürede kabul gördü ve görüyorum ki
oldukça akılda kalıyor.
“Önceki kurduğum ajanslar tam anlamıyla
hayalimi yansıtamadı, bu dönemde karşıma
rüya gibi bir mekan çıktı. Şimdi; 1913
yılında, Osmanlı’nın son, Cumhuriyetin ilk
mimarlarından Vedat Tek’in Nişantaşı’nda
kendine evi olarak yaptığı 4 katlı büyüleyici
konağın ikinci ve üçüncü katında, büyük
bir ekiple, tüm kazanım ve birikimimizi
markalara aktaracağımız bir alanımız
var.” diye anlatıyor Serhat, bizim çekim için
gittiğimiz çarpıcı ve zevkle döşenmiş ofisini.
Buram buram tarih kokan yapının ruhuna
uygun şekilde dekore edilen, eskiyle yeninin
bir arada kullanıldığı yüksek tavanlı ofiste,
Serhat’ı iyi hissettirdiği gibi bizi de çarpan
bölüm “Salone Ebüzziya” olarak adlandırılan
toplantı/seminer odası oldu.
“Bir toplantı olsun olmasın, en çok tavana
kadar tablolarla kaplı “Salone Ebüzziya”da
vakit geçirmeyi seviyorum.
Burası; manevi annem olarak gördüğüm
çok sevgili Yonca Ebüzziya’nın çeşitli sanat
eserleriyle zenginleşen bir oda olduğu için
onun adını taşıyor. Tabii benim için bu,
ekstra bir gurur demek… Bir duvarında
Cemil İpekçi’nin lise dönemlerinde yaptığı
çizimler yer alırken, bir diğer duvarda
çeşitli değerli/yarı-değerli antika eserler ile
tamamen değersiz koleksiyonlar
bir arada yer alıyor.
Ben koleksiyonerliğin her bütçede
olabileceğine inananlardanım.
Mesela bazı resimler çeşitli antikacılardan,
kimi Yonca Ebüzziya’nın özel
koleksiyonundan ve müzayedelerden
alınmış. Kimiyse kendisinin aile
koleksiyonundan, mesela büyükbabasının
Osmanlı döneminden kalma ve
üzerinde Kurtuluş Savaşı’nı anlatan
ipek mendillerin çerçevelenmiş hali.
Burada kendimi gerçekten
çok iyi hissediyorum.”
Sitare Sezgin
Üst Düzey Yönetici
Sitare Sezgin; İzmir Amerikan Koleji, Ankara
Bilkent İşletme, İngiltere’de finans yüksek
lisansı eğitimlerinin ardından Bain&Company
ile başladığı çalışma hayatında, Sabancı
Grubu, Boyner Grubu gibi dev kurumlar
tarafından üst düzey yönetici olarak tercih
edilmiş bir isim. Şimdi son olarak Akbank’ın
bir iştiraki olan e-para şirketi AkÖde’nin genel
müdürü. Ayrıca Sağlık Eğitim Vakfı, Amerikan
Kolejliler Spor, Sanat ve Bilim Derneği gibi pek
çok vakıf ve dernekte yönetim kurulu üyeliği
ya da farklı aktif görevler alan Sitare’nin
en büyük iki ilgi alanı spor ve sanat!
“Başka bir tutkum ise İstanbul.” diye ekliyor
bize evini gezdirirken. “İstanbul’un kendisi
yaşayan bir sanat eseri. Her gün bizleri
şaşırtıyor, bence tarihi, eşsiz coğrafyası ve
kozmopolitliği ile gerçekten dünyanın en
güzel şehri.” İşte hem bu İstanbul aşkı,
hem de deniz sevdası yüzden de Güven
Zeyrek, Güneş Terkol, Gencay Kasapçı,
Fevzi Karakoç, Eda Gecikmez, Mustafa Ayaz,
Bedri Rahmi Eyüboğlu, Süleyman Saim
Tekcan’ın eserleri ile donattığı evini,
Rumeli Hisar’ında bir kartal yuvasında seçmiş.
Her tarafı çok keyifli olan evinin özellikle bir
köşesini çok seviyor Sitare, kendisini en iyi
hissettiği köşesi için: “Burası benim nefes
alanım, günün koşuşturmacası sonrasında
kahvemi veya bir kadeh içkimi alıp Boğaz’ın
eşsiz güzelliğine, yanı başımdaki eserlerle
birlikte bakmak beni çok huzurlu yapıyor,
dinlendiriyor.” diyor. Ve alandaki eserler
hakkında bizi bilgilendiriyor.
“Özellikle modern sanata ilgim daha
yüksek, yeni veya eski sanatçıların
eserlerini toplamaya çalışıyorum, bol
bol galeri gezip, müzayede ve dergi takip
ediyorum. Yatırım amaçlı değil gerçekten
sahip olmaktan zevk alacağım eserleri
alıyorum, zira her gün o eserlerle hayatımı
paylaşıyorum. Bu köşede gözüken eserlerin
iki tanesi Türkiye’deki ilk ve tek Zero akımı
sanatçısı Gencay Kasapçı’ya ait. Ahşap
tuval üstüne yağlıboya ve seramik karışık
teknikle yapılan iki farklı renkte eser.
Serhat Şengül
Stratejik Moda Danışmanı
@boreal.brandlifting
www.boreal.istanbul
1950’li yılların sonlarında Almanya’da
başlayan Zero hareketinin amacı 2. Dünya
Savaşı sonrasında oluşan depresif,
karamsar havayı dağıtmak, daha olumlu
bir iklim oluşturmak idi. Bu hareketin ilk
sanatçıları “Sanat sıfırdan başlamalı”
düşüncesiyle harekete geçtiklerinde
sanattaki bütün yerleşik kurallara
karşıydılar. Gencay Kasapçı da bu akımdan
etkilenmiş, bu tarz, tek renk, sonsuzluğu
ve sürekliliği ve noktaları içeren karışık
teknikle eserler yapmış. Bu eserler
bana her baktığımda yaşamın sonsuz ve
mükemmel döngüsünü hatırlatıyor.
Köşedeki bir diğer eser Bedri Rahmi
Eyüboğlu’na ait, eserin adı “Yandan Çarklı”,
kağıt üstüne karışık teknik ile yapılmış ve
bence sanatçının sonsuz yaratıcılığı, renk
ve desenlerle cesurca oynamasını yansıtan
eserlerinden biri. Görür görmez çok
sevmiştim, yıllardır da bıkmadan zevkle
seyrediyorum.
Arkamda gözüken büyük tablo ise, bence
son zamanlardaki en yaratıcı ve yetenekli
sanatçılardan Eda Gecikmez’e ait...
2016 yılına ait “Master Plan”
sergisinden bir eser, serginin ana
teması çarpık ve yozlaşmış kentleşme
ve bu kentsel dönüşüm içinde kendini
tanımlamakta güçlük çeken ve
kimliksizleşen insanlar...
Bu esere de gördüğüm an vuruldum.
Bana göre resimdeki kişi benim gibi
doğaya, güzel şehrimize duyarlı herkesi
temsil ediyor.
Bu ve bunun gibi eserlerin arasında iyi
hissetmemek mümkün mü? ”
hillsider 46/48
MAVİ BÜYÜ
07
Henry Philip-Hope
Bu kadar göz kamaştırıcı göründüğüne bakmayın,
ona sahip olan herkes büyük trajediler yaşamış.
İşte çok nadir bulunan mavi elmasların en ünlüsü
Hope Elması’nın ürpertici hikayesi...
Elmas’ın 3,5 milyar yıllık yolculuğu…
Bir elmasın oluşabilmesi için doğaüstü etkenlerin
gerektiğini biliyor muydunuz? Mesela öyle bir basınç
gerekiyor ki, baş parmağınızın üstüne
Eiffel Kulesi'ni koyarsanız, ancak o basınca
erişebilirsiniz. Ya da öyle bir ısı gerekiyor ki,
Dünya'nın merkezine doğru 200 kilometre yol
almalısınız. Bu da yaklaşık 1700-2000 derecelik
bir ısı demek. Bunlar yetti mi? Elbette hayır.
Tüm bu ısı ve basınca 3,5 milyar yılı da eklerseniz,
elinize paha biçilemez bir elmas geçer.
Elması bizim için değerli kılan şeylerin başında,
oluşumundaki mucize ve toprağın üstüne
çıkarılmasındaki zorluk gelir. Hele bir de bu elmas
renkli bir elmassa, kıymeti kat be kat artar.
Yunanlılar, elmaslar için “Tanrıların göz yaşları”
yakıştırması yaptığından beri, elmaslar kralların,
kraliçelerin, padişah ve sultanların güç gösterisi olarak
taçlarını ve asalarını süslemiş.
Şimdiyse bizler, sadece kendimiz için değil,
baş tacı ettiklerimize de pırlanta hediye ediyoruz.
Bu denli büyük, gösterişli ve kıymetli taşlar,
ya çıkarıldıkları yerlere göre ismini alır,
ya da sahibinin adıyla anılır. Uğura ya da lanete
inanır mısınız bilmem ama az sonra okuyacağınız
yazı, dünyanın en ünlü taşlarından birinin hayret
verici detaylarıyla süslü. Şimdi arkanıza yaslanın
ve dünyanın gelmiş geçmiş en değerli renkli
elmaslarından birinin büyük trajedilerle geçen
hikayesini okuyun.
Yazı: Derya Özel
Yazar, Pırlanta Uzmanı
14. Louis 2. Abdulhamid Marie Antoinette Evalyn Walsh Mclean
Tanrı Şiva'nın Gözü
1600’lerin ortalarında, Hindistan’da bulunan
bir tapınaktaki Tanrıça Şiva heykelinin
alnındaki üçüncü göz olarak duran
112 karatlık mavi elmas çalınır. Bu paha
biçilemeyen taş, değerli taş tüccarı Jean
Baptiste Tavernier’in Hindistana yaptığı
ziyarette eline geçer.
TAVERNIER BU HAZİNEYİ
FRANSA KRALI 14. LOUIS’E
YANINDA BEŞ DEĞERLİ
TAŞLA BİRLİKTE SATAR.
Hazineyi krala getirdiği için kendisine baron
unvanı verilen Tavernier, taşın ilk kurbanı olur.
Jean Baptiste Tavernier, bir süre sonra
değerli taşlar aramak üzere gittiği
Rusya’da köpeklerin saldırısına uğrayarak
vahşice öldürülür.
Kral 14. Louis, 1673’te daha çok parlaması için
elmasın yeniden kesilmesini isteyince,
mavi elmas 67.50 karata kadar düşer.
Fransa kralı 14. Louis bu mavi elması o
kadar sever ki, gittiği her davette boynunda
mavi elmasıyla göz kamaştırır. Mavi elmas
artık “Fransız Mavisi” ya da “Tahtın Mavi
Elması” olarak anılmaya başlar. Kral’ın mavi
elması taşımaya başlamasından sonra tüm
çocukları henüz küçükken ardı ardına ölür,
kralın kendisi de kangrenden ölür. Bizde olsa
buna “nazar” der geçerdik ama ne bilsin elin
Fransızı nazarı. Biz dönelim hikayemize…
Şatafattan Giyotine...
Belki de elmasın uğursuzluğuna ilk inanan kişi
15. Louis’di. Bu parlak ve büyük mavi elması
hiçbir zaman takmak istemeyen 15. Louis’in
ölümünden sonra, elmasın varisi, 16. Louis
ve Kraliçe Marie Antoinette olur. Mavi elmasa
ve gösterişli hayata çok düşkün olan tarihin
bu ünlü çifti, 1789’daki Fransız Devrimi’nden
sonra ülkeden kaçmaya çalışırken yakalanıp
giyotinle idam edilir. 16. Louis ve Kraliçe Marie
Antoinette, mavi elmas uğrunda mı giyotine
gitti, yoksa “ekmek - pasta” söyleminden
mi, ona siz karar verin. Gelelim mavi elmasın
sonraki sahiplerine…
Mavi elmas 1792’de kraliyete ait diğer
mücevherlerle birlikte çalınır.
Hazinenin bir kısmı daha sonra
bulunduysa da, mavi elmas uzun süre
ortalıkta görünmez. Zaten muhtemelen
elması çalan kişinin de akıbeti pek parlak
olmamıştır. Nihayet 1839’da
İngiltere’de ortaya çıkar. Nasıl olduysa elmas,
Amsterdamlı bir elmasçı olan
Wilhelm Fals’un eline geçer fakat
ne yazıktır ki, oğlu Hendriks
Fals babasını öldürerek elması çalar.
Bu hayırsız evladın başına ne mi geldi
dersiniz? İntihar eder.
1901’de Henry Philip Hope’un değerli taş
koleksiyonunda “Hope Elması” diye anılan bir
elmas kayıtlara geçince, tüm gözler
bu elmasa döner. Uzun yıllar
“Fransız Mavisi” diye bilinen bu uğursuz taş,
bundan sonraki adını böylece almış olur.
İngilizce “Umut” anlamındaki
“Hope" elması, Hope Ailesi’ne de
uğursuzluk getirir
Yaşadıkları mali felaketlerden sonra
Hope Ailesi’nin elinden çıkardığı taşın yeni
sahibi Fransız Jacques Calot da elması satın
aldıktan hemen sonra intihar eder.
Mavi elmas bu kez bir dansözün,
Matmazel Landre’nin boynunda görülür.
Paha biçilemeyen mücevheri bir Rus prensi,
güzel aşkına armağan etmiştir,
fakat Matmazel Landre’nin belalı aşığı,
büyük bir kıskaçlık krizinin ardından
kadını öldürür.
Fransız Mavisi’nden Osmanlı Mavisi’ne…
Bu kadar yol katetmiş, onca kralın ve
kraliçenin boynunu süslemiş bu mücevher,
Osmanlı topraklarına gelmez olur mu?
Elbette mücevher düşkünü II.
Abdülhamit, 1908’de yarım milyon dolara,
methini duyduğu Hope Elması’nı
Rum bir elmasçıdan satın alır.
Elmasın uğursuzluğu kendini çabuk göstermiş
olsa gerek, II. Abdülhamit ertesi yıl tahttan
indirilir. Mavi elması Osmanlı Sultanı’na
satan Rum kuyumcu da bu uğursuzluktan
nasibini alır ve bir kazada eşiyle birlikte
hayatını kaybeder.
O dönemde “İkinci Abdülhamit’in Elması”
diyerek satışa çıkarılan mavi elmasın bir
sonraki sahibi, ünlü mücevherci
Pierre Cartier olur. Ama Cartier, mücevherin
sahibi olmak için değil, satmak için almıştır.
1910 yılında da Washington Post Gazetesi’nin
sahibi Evalyn Walsh McLean’e bu değerli
mücevheri satar. Evalyn Walsh McLean,
elmastan bir an bile ayrı kalamaz, adeta
büyülenmiştir. Mavi elmasın şans getirdiğine
öyle inanır ki, guatr ameliyatı için boynundan
çıkarması gerektiğine zor ikna edilir.
Kaza, intihar, delilik...
Mavi elmas büyülü ışıltılar saçmaya devam
ederken, aslında Evalyn Walsh McLean’ın
sandığı gibi uğurlu olmadığı da anlaşılır.
Önce kayınvalidesi ölür, ardından
dokuz yaşındaki oğlu Vinson bir aracın altında
kalarak hayatını kaybeder. Sular durulmadan
yirmi beş yaşındaki kızı aşırı dozdan ölür.
Eşi ise, önce karısını başka bir kadın için
terk eder, bir süre sonra da akıl hastanesine
kapatılarak orada ölür. Mavi elmas,
Evalyn Walsh McLean’in zatürreden
ölümünden iki yıl sonra borçlarının ödenmesi
için satılır. Düzenlenen müzayedede elması,
New Yorklu ünlü mücevherci
Harry Winston satın alır. Winston,
elmasın lanetine son vermek için taşı
Washington’daki Smithsonian Enstitüsü’ne
bağışlar. Elmas, 1958’in 10 Kasımı’nda,
açık kahverengi bir kutunun içinde,
James Todd adlı bir kargocu tarafından
Smithsonian’a ulaştırılır. James Todd’un
daha sonra geçirdiği kazada bacakları ezilir,
kafa travması geçirir ve evi yanar.
Bir zamanların “Fransız Mavisi”, son adıyla
"Hope Elması”, başka kimseye zarar vermeden
Washington’daki Smithsonian
Enstitüsü’nde hala sergilenmekte.
Claudia de Lys'in "Dev Batıl İnanç Kitabı”nda,
tipik bir Doğu batıl inancına göre,
aşırı büyük elmaslara sahip olmanın her
zaman talihsizlik getirdiğine inanıldığı
yazmakta. Hope Elması’nın trajik hikayesi için
batıl inanç mı yoksa Tanrı Şiva’nın laneti
mi dersiniz bilemiyorum, fakat tesadüf
olamayacak kadar uzun bir liste sizleri de
şaşırtmadı mı?
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
hillsider 50/54
YAŞANABİLİR
ŞEHİRLER
08
SAN
FRANCİSCO’NUN
ŞEN
KÖŞELERİ
MODERN ŞEHİRLERİN DÖNÜŞÜMÜ
İstanbul’da yaşayan ve çalışan bir rehber olarak
dünyanın her köşesinden misafir ağırladığımı
söyleyebilirim. Konu kentsel dönüşüm, mutenalaşma
gibi meselelere geldiğinde, bu dönüşümün dünyanın
birçok büyük şehrinde eş zamanlı olarak yaşandığını
fark etmemek mümkün değil. Modern çağın araba
odaklı tasarlanan büyük şehirleri ve sunduğu fırsatlar,
özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden itibaren,
hızla köklü bir değişime uğradı.
Neyse ki, modernleşmenin gölgesinde sorgusuz
sualsiz içselleştirilen ilerleme ve ekonomik büyüme
arzusu ve hatta teknolojiye tapınma refleksi
karşısında bile, daha insani şehirlerde yaşama
arzumuz gitgide daha duyulur oluyor.
SOKAKLAR KİMİN?
Sanayi Devrimi’nin yarattığı Londra gibi
metropollerde izbe sokaklara akan sefil yaşam
koşulları, bugünün 3. Dünya imalathanelerini aratırdı
herhalde. 20. yüzyıl dünya şehirlerinin ergenlik ve
yetişkinlik dönemine şahit oldu. Bireysel özgürlükler
arttıkça kentsel deneyime açık kamusal alan da
haliyle genişledi, dönüştü ve zenginleşti. Biz değiştikçe
kentlerimiz değişti; kent kavramı değiştikçe, biz
şehirliler de değiştik. Şehirlerimize sahip çıkmak
ve onları bizim kılmak, 1990’larda Londra’da araba
düzenine isyan eden “Reclaim the Streets!”
(Sokaklara Sahip Çık!) eylemlerinden 2010’larda
Wall Street’in kapısına dayanan eylemcilerin
“Occupy!” (İşgal Et!) protestolarına uzanan meşakkatli
bir yolculuk. Sadece Batı şehirlerinde değil,
dünyanın birçok şehrinde eş zamanlı bir kıpırdanma,
bir farkındalık yaşandı. Sokaklar bizim!
Salesforce Transit Center
Yazı ve fotoğraflar: Nihan Vural
www. istanbultravelogue.com
Moonrise Sculptrues: March, October, December
Ugo Rondinone
Star Maiden
Stirling Calder
The Heart San Francisco
Flowers That Bloom at Midnight
Yayoi Kusama
YAŞANABİLİR BİR ŞEHİR HAYALİ
Parkları, bisiklet parkurları, toplanmaya
müsait meydanları, rekreasyon ve
eğlence alanları, etkinlikleri ve mahalle
kolektifleri sayesinde kimi
Batı şehirleri “yaşanabilir şehir” hayalinin
iyi kötü bir şablonunu oluşturacaktı.
Yürünebilir kentler, gezegenimizi önemseyen,
doğa dostu çevre düzenlemeleri,
Human Sculptures
Jonathan Borofsky
aidiyet hissini pekiştiren küçük toplulukları
oluşturmaya ve sürdürmeye izin veren
mimari tasarımlar ve uygulamalar,
engelli engelsiz her yaştan,
her eğilimden, her sınıftan insana kamusal
alanda var olma imkanı sunan fiziksel
düzenlemeler talep edildikçe, dünya
şehirlerinin de çehresi değişir hale geldi.
AMERİKAN ŞEHİRLERİ VE POPOS
Önce New York’ta fark ettim POPOS’ları…
Gökdelenlerin arasına sıkışmış,
bir nevi kurtarılmış bölgelerdi.
Gölgeli, yeşile suya meyilli bu cep alanlar,
New Yorklular’a, özellikle de plaza
çalışanlarına öğle yemeği arasında,
kahve-sigara molasında ferah bir soluklanma
alanı sunuyor görünüyordu.
KİMİ KÖŞELERİ ÜNLÜ
SANATÇILARIN
HEYKELLERİ KAPMIŞTI.
“NEYİN NESİYDİ BUNLAR?
KİM TASARLIYORDU,
KİM FİNANSE EDİYORDU
BU ALANLARI?”
soruları aklıma düşmüştü zamanında.
Konuyu kavramak,
San Francisco’ya nasip oldu.
San Francisco, Amerikan coğrafyasının özel
kentlerinden biri. Viktoryen tarzı evlerinden,
ikonik kırmızı köprüsünden veya tin tin işleyen
romantik tramvaylarından bahsetmiyorum.
Uzun yollara mecbur, arabaya tapan bir
coğrafyada 49 tepesine rağmen bisiklet dostu
kent planı, kozmopolit dokusu, hayatta her
şeyin ama her şeyin mümkün olduğunu
hissettirten özgürlükçü ruhu, bugünün yüksek
teknolojili dünyasını kurgulayabilen hayal gücü,
protest duruşu ile hakikaten sıra dışı bir şehir.
“İçi seni, dışı beni yakar” derler ya,
San Francisco sakinleri de daha siz ağzınızı
açmadan; bilişim şirketlerini şehir merkezine
çeken politikalardan, bu sektörde çalışmak
üzere şehre akın eden yeni nesil uzman
teknisyenler yüzünden fırlayan konut
fiyatlarından, San Francisco’yu San Francisco
yapan bohem çevreleri şehirden süren veya
sıradan insanları evlerinden edip sokaklara
düşüren konut sorunundan şikayete
başlayacaklar. Bir dokun bin ah işit! Yine de,
her şeye rağmen burada daha yaşanılabilir
bir şehrin hayalini kurmak mümkün! İstanbul
ile karşılaştırdığımızda, hala eksikliğini
duyduğumuz şehir manzaraları:
uçsuz bucaksız parklar, sokaklarda sanat
eserleri, ücretsiz etkinlikler, Meksika sanat
geleneğini yaşatan duvar resimleri, şenlik
tadında kitlesel protestolar, festivaller, çiftçi
pazarları, sokak partileri, parklarda konserler
ve film geceleri, düzenli olarak trafiğe
kapatılarak yayalara açılan caddeler...
Cennet şehir dokusu değil de, nedir?
POPOS
POPOS, “Privately-Owned Public
Open Spaces” ifadesinin kısaltılmışı.
Özel mülke ait kamusal açık alanlar olarak
tercüme edebiliriz. Şehir merkezinde
çalışanların, ziyaretçilerin ve şehir sakinlerinin
ihtiyaçlarını karşılamak üzere yeterli sayıda
ve çeşitlilikte nitelikli ortak alanlar yaratılması
amaçlanıyor. Şehir merkezinde konuşlanan
özel şirketler, kendi mülklerinde kamuya alan
açıyorlar. Sevabına yapmıyorlar, tabii.
Halka açık alan tasarlamaları halinde,
imar izinleri mümkün kıldığından daha yüksek
binalar inşa edebiliyorlar.
Bakımı özel mülkiyete ait bu mekanlar,
gölgeli plazalar, manzaralı yeşil teraslar,
güneşli avlular, kış bahçeleri, parklar olarak
farklı ölçeklerde, farklı işlevler taşıyarak
karşımıza çıkabiliyor. Ücretsiz wifi sağlayan,
yemek, kahve ve tuvalet ihtiyaçlarının
giderildiği, yaya sirkülasyonuna izin veren
bu alanlar sadece plaza çalışanlarına değil,
çocuk oyun alanı ile ailelere de hitap etmekte
başarılı. Yürüyüş, dinlenme, yoga,
kitap okuma, satranç oynama, kitlesel
protesto gibi aktiviteleri yapmak mümkün.
Sergilenen sanat eserleri de gölgesinde insanı
küçülten gökdelenlerin açılarını yumuşatıyor;
şehirlilerin bu cam, metal, beton yığınları ile
olan ağrılı ilişkisini dindiriyor.
Sürprizlerle dolu davetkar alanlar...
NİYE, NASIL?
Son yıllarda, kentsel yaşam alanlarına dair
köklü yapısal talepler ve değişiklikler söz
konusu. Şehirlilerin dinmek bilmeyen talebi,
özellikle yürünebilir ve yaşanılabilir bir
şehir merkezi. POPOS, şehrin sakinleri için
kesinlikle bir cazibe merkezi oluşturuyor.
Kamu-özel sektör işbirliğinin yararları
olduğu kadar, bir de karanlık yüzü var.
POPOS’ların yaratılmasının altında yatan
sebep aslında, kentsel planlama ve tasarım
yoluyla ekonomik büyümeyi teşvik etmek.
Tabii ki, önce kamu yararı gelmeli; sonra
ekonomik büyüme. Fakat, kamu kuruluşları,
bütçe kısıtlamalarından dolayı, kamusal
alanların tasarımının, bakımının ve işletiminin
özel sektör tarafından yürütülmesini talep
ediyorlar. Özellikle ilk başlarda, beyaz
yakalıların halkla iç içe olmasının önüne
geçebilmek için kullanışsız, özensiz, sıkıcı
alanlar kasten yaratılmış. Kar marjı artarken,
kamu yararı arada kaynıyor, gümbürtüye
gidiyor. Yine de her geçen gün zenginleşen,
güzelleşen takdire şayan bir proje!
Untitled
Joel Shapiro
POPOS: NEREDEN NEREYE…
1959 yılında inşa edilen Crown Zellerbach
binası, San Francisco’ya ilk POPOS’unu
kazandırarak şehrin medar-ı iftiharı.
San Francisco Planlama Teşkilatı tarafından
1968 yılında uygulamaya geçirilen bonus
sistemine göre, İmar Planı’nın izin verdiği
alana ilaveten, kamuya yönelik tasarlanan
her bir metrekare alan için, on metrekare
inşaat alanı izni çıkarıldı. Gönüllülük esasına
dayanan düzenlemenin şartları muğlak olsa
da, teşvik planları artık bir kere yürürlüğe
girmişti. 70’lerin sonlarında ise, teşvik
planlarının yaptırım gücü artıyor. Özel
girişimler, projelerini daha çekici kılabilmek,
piyasada rekabet avantajlarını artırabilmek ve
Belediye’den daha kolay onay alabilmek için
kamu yararını gözeten projelere imza atmak
gerektiğini fark ediyorlar. Kamu yararı kavramı
önemli bir farkındalık. Ama, esas değişim
1985 yılında gerçekleşiyor. 1985 Şehir
Merkezi Planlaması, sistematik düzenlemeler
sayesinde POPOS’u yasal bir zorunluluk haline
getiriyor. 1 m 2 kamu alanına karşılık
50 m 2 ek inşa alanı izninin çıkmasıyla ortalık
iyice şenlenmeye başlıyor!
YÜZDE BİR SANAT İÇİN YASASI
POPOS’ları öyle sandalye masadan ibaret
teraslar, plazalar sanmayın sakın!
Yüzde Bir Sanat İçin Yasası’ndan da
bahsetmeli burada.
1932 YILINDA KAMU
KOLEKSİYONU OLUŞTURMAK
AMACIYLA SANAT KOMİSYONU
KURULARAK GÜZEL BİR
BAŞLANGIÇ YAPILIYOR.
1969 yılında ise, kamusal alana yerleştirilmek
üzere oluşturulacak sanat koleksiyonu için
fonlama mekanizması oluşturmayı hedefleyen
Sanatı Teşvik Kararnamesi çıkıyor.
1985 yine kritik bir yıl: Yüzde Bir Sanat İçin
Yasası ile şehir merkezindeki büyük ölçekli
yeni inşaatlarda maliyetin %1’ine denk düşen
meblağın sanat projelerine yatırılması
şart koşuluyor. Bu meblağ vakfa yatırılabilir
veya sanat eseri satın almak yolu ile
mekanların güzelleştirilmesi yoluna
gidilebilir. Rüya gibi!
Summer 24#
Larry Bell
Virtual Descriptions: SF
Refik Anadol
C
SAN FRANCİSCO’NUN
GİZLİ RENKLİ KÖŞELERİ
Nasıl gezmeli, nasıl keşfetmeli POPOS’ları
ve teşhir ettikleri sanat eserlerini?
İsterseniz, şehrin ana arterini oluşturan
Market Caddesi’nin kuzeyinde ve güneyinde
kalan POPOS alanlarını San Francisco
rehberleri eşliğinde; isterseniz de,
İnternet’ten indirebileceğiniz
POPOS haritası elinizde kendi başınıza
gezebilirsiniz. POPOS alanları,
finans merkezindeki şirketlerin özel
mülklerinde yer aldığı için hafta sonu veya
hafta arası mesai saatleri sonrası bazı
mekanlara erişim olmayabilir;
gitmeden evvel ziyaret saatlerine dikkat
etmekte fayda var.
Kimi zaman güvenlik görevlilerini aşmak
gerekse de, doğrusu hiçbir zaman
tehditkar değiller. Üstelik, terasta yer alan
POPOS’lara erişmek için çoğu zaman
bu bilişim şirketlerin içinden geçmek
durumundasınız; bu da size şirketlerin
yenilikçi ilkelerle tasarlanmış ofislerine
şöyle bir göz atma fırsatı verecek.
Hayatımızı baştan aşağıya şekillendiren
İnstagram, Linkedin, Apple gibi dev şirketlerin
varlığını mümkün kılan San Francisco’nun
hayal gücünü teneffüs edeceksiniz!
Az şey mi? Darısı başımıza!
Time Signature
Richard Deutsch
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
KIŞ BAHÇESİ 2. Cadde101 Asma kata sahip bu
kış bahçesi devasa cam duvarları ile içeriyi dışarıya, dışarıyı
içeriye taşıyor. Larry Bell’in “Sumer 24#” heykeli ve
Charles Arnoldi’nin “Core” tablosu dev bitkilerin
arasından göz kırpıyor.
FOUNDARY MEYDANI Howard Cad. 400 Richard Deutsch’un
“Time Signature” ile Joel Shapiro “Untitled” heykelleri
meydana damgasını vurmuş.
SALESFORCE PARKI Fremont Cad. 181 Botanik bahçesi,
çocuk parkı, sahnesi ve amfi-tiyatrosu ile 22 bin
metrekarelik bir alana yayılan şehrin en büyük teras parkı,
Transit Merkezi’nin üst katında yer alıyor. Kavramsal sanatçı
Jenny Holzer başta olmak üzere birçok sanatçının eserleri
Transit Merkezi’nin içinde ve parkta sergileniyor.
BİRAZ ŞİİR Fremont Cad. 199 Robert Hass’in “Daisy Laps”
şiiri zeminde; kavramsal sanatçı Paul Kos‘un“Big Bertha”
heykeli avluda teşhirde. İç mekanda ise, William Blake’in
“Enough or Too much!” şiirinden mısraları tavandan inen
parıltılı bir enstalasyon olarak göreceksiniz.
SAN FRANCİSCO İKONU Howard Cad. 543 Galvanize
şirketinin teras katında bir San Francisco klasiği olan kalp
heykellerinden birini bulacaksınız.
BİRAZ HEYKEL Mission Plaza 555 Ugo Rondinone'nin
“Moonrise sculptures: March, October,
December“ ile Jonathan Borofsky’nin
lego bir kuleyi andıran “Human Sculptures” heykelleri
gökdelenlerin arasına sıkışmış bu plazayı
yaz kış gülümsetiyor.
REFİK ANADOL Mission Cad 350 Medya
Sanatçısı Anadol’un “Virtual Descriptions: SF” isimli
medya çalışması, şehre ait datayı poetik bir şekilde
ekrana aktarıyor.
SHAW ALLEY Anton Josef Standteiner’ın eğlenceli
“the Band” heykeli, Shaw Geçidi’ni hareketlendirmiş.
YAYOİ KUSAMA Tehama Cad. 33 Puantiye
Kraliçesi olarak da tanınan ünlü sanatçı
Yayoi Kusama’nın “Flowers that bloom at midnight”
heykelini görmeden olmaz!
TRANSAMERİCA REDWOOD PARK San Francisco finans
merkezinin sembolü, uzun süre şehrin en yüksek gökdeleni
sayılan sevimli Transamerica Piramidi’nin gölgesindeki
Redwood parkı, gökdelenler semtini yeşile boyuyor. Glenn
Goodacre’ın “Running Children” ve Richard Clapton’ın
“Jumping Frog” heykelleri parkı süslüyor.
MANZARA TERASI Sansome Cad. 343 Teras
hem Joan Brown’ın “4 Seasons” isimli obelisk formundaki
güneş saatine ev sahipliği yapıyor, hem de instagramlık
şehir manzarası sunuyor.
FAVORİM Sansome Cad. 1 Citigroup Center,
palmiyeler ile dekore edilmiş klasik kemerli
bembeyaz bir mermer plazayı kamuya açmış.
Kinetik heykelleri ile meşhur Alexander Calder’in babası
heykeltraş Stirling Calder’in “Star Maiden” heykeli insanın
gözünü alıyor. Star Maiden heykeli, yüzünü
Amerika’nın ilk süper modeli sayılan
Audrey Munson’dan alıyor. Munson, özellikle
New York’ta birçok kamu binasını süsleyen heykelin
güzel yüzü olsa da, bahtsız kaderi ile
Amerika’nın Yaldızlı Çağını özetliyor.
ÇALIŞMA ALANI 2.Cadde 222 Frank Stella’nın eserleri
ile döşenmiş, ahşap malzemenin kullanımı ile konforlu,
yumuşak bir dokuya sahip bu alan, Linkedin kamuya
hediyesi olan sıcak bir çalışma alanı.
APPLE Union Meydanı Birkaç yıl önce açılan,
Laura Kimpton’un LOVE heykeli ile renklendirilmiş
POPOS alanına sahip Apple mağazası
adeta camdan bir tapınak.
hillsider 56/66
09
Bluz: Zimmerman
Küpe: Antika Fikirler (Sarah Coventry)
Pantolon: Bershka
Bot: Beymen Club
Trençkot (bej): Növe
Elbise: Self-portrait
Kolye: Ferda Ekberi
Bot: Beymen Club
Trençkot (mavi): Outcastpeople
Kazak: Pull&Bear
Çizme: Vakkorama
Fotoğraf: Tuna Can-Bülent Karakaş
Styling: Feray Kanpolat
Saç: Ersin Bakan
Makyaj: Nisa Köse
Retouch: Tamer Uyur
Fotoğraf Asistanları: Mehmet Gümüşsoy, Çağlayan Çavdaroğlu
Styling Asistanı: Ahsen Zeliha Can
Prodüksiyon: Stüdyo28
Modeller: Select Model Management, Kamila & Dunja
Payetli bluz: H&M
Kazak: Zara
Tayt: Pringle x H&M
Ayakkabı: Saint Laurent
Küpe: Monreve
Elbise: Nocturne
Bot: Beymen Club
Suni Kürk: H&M
Elbise: Nocturne
Bot: Beymen Club
Küpe: Antika Fikirler (Kenneth Jay Lane)
Kazak: Ganni
Etek: Selim Baklacı
Ayakkabı: Beymen Blender
Ceket-pantolon takım: Miaou
Bluz: Beymen
Küpe: Monreve
Şapka: Catarzi
Bluz: Selim Baklacı
Pantolon: Zara
Küpe: Miss İstanbul Bijoux
Şapka: Le Beret
Kazak: Sylvian Heach
Pantolon: Özlem Kaya
Küpe : Antika Fikirler (Givenchy)
Bot: Beymen Club
Miles&Smiles 30. yılında
30 milyon Mil hediye ediyor!
Çekilişe katılarak her ay 100.000 Mil kazanan
30 kişiden biri olma fırsatını kaçırmayın.
Elbise: Nocturne
Küpe: Selin Ecer
Bot: Beymen Club
30yearsofsmiles.com | 444 0 849
10
hillsider 68/70
JAPONYA’NIN ALÇAKGÖNÜLLÜ
KÜLTÜREL HAZİNESİ:
Global
Keşif
Japonya’nın ışıltılı şehirlerinde, o durmayan tempo
ve ışığın içinde yere bakıp rögar kapaklarına dikkat
etmek kolay olmayabilir. Böylesine baş döndürücü
bir şehirde her yönden gelen duyusal verileri işlerken,
kim rögar kapağı kadar sıradan bir şeyi fark etmeyi
düşünür? Ancak Japonya’nın rögar kapakları sivil
altyapının sıradan parçaları değiller.
Birçokları, ayrıntılı, merak uyandırıcı, dikkat çekici ve
hatta renkli tasarımlarıyla gerçek birer kentsel sanat
eseri. Bu binlerce eşsiz tasarımın bazılarını
görmek için ülkeyi dolaşan özel rögar meraklılarından
oluşan bir lejyon bile var artık.
Japonya’nın genel olarak yağmur suyu,
evsel su temini, elektrik ve diğer kamu hizmetlerine
erişim için kullanılan, dekore edilmiş bu rögar
kapakları başlangıçta kanalizasyon için bir halkla
ilişkiler kampanyası olarak başlamıştı.
1950'LERDEN İTİBAREN,
DÖKME PLAKALAR “TOKYO”
VE “NAGOYA” TASARIMLARI GİBİ
BASİT GEOMETRİK DESENLERE
SAHİPTİ.
Japon devlet memuru Yasutake Kameda,
ülkenin karmaşık kanalizasyon sisteminin masraflı
olduğu kadar gerekli modernizasyonuna şüpheyle
yaklaşan kırsal nüfusu bu fikre ısıtmaya yardımcı
olması için 1985’te şimdi ülkenin her yerinde
bulabileceğiniz bu detaylı, sanatsal tasarımları
hayata geçirdi. Bu mütevazı ve pratik başlangıçla
doğan Japonya’nın özel rögar kapakları,
yarım asırda kültürel bir fenomen haline geldi.
Yazı: Orhan Okuşluk
hillsider 71
11
“Yerel rögar kapakları” veya “tasarım rögar
kapakları”, genellikle belirli bir yere gönderme
yapan unsurlara sahip oluyorlar.
Mesela bir şehir amblemi, görülecek yer,
etkinlik veya bulunduğu yerin resmi kuşu
veya çiçeği gibi.
Örneğin, Tokyo'nun 60 mil kuzeybatısındaki
dağlık Gunma Bölgesi'nde bulunan
Takasaki kenti, popüler yaz havai fişek
festivalini betimleyen rögar kapaklarına
sahip. Bununla birlikte, kapaklarda yerel
maskotlar (Fukaya City’nin sevimli tavşan
geyiği Fukkachan gibi) ve çizgi karakterleri de
görmek mümkün.
SANRIO PUROLAND
EĞLENCE PARKINA
EV SAHİPLİĞİ YAPAN
TOKYO’DAKİ
TAMA BELDESİNDE,
POPÜLER HELLO KITTY’NİN
YER ALDIĞI KAPAKLAR
BULABİLİRSİNİZ.
Yerel spor takımlarının logo veya
maskotlarının betimlendiği renkli tasvirler de
takımların bulunduğu şehir ve beldelerde sık
sık karşınıza çıkıyor.
Süslü rögar kapakları ilk olarak kum kalıpları
yapmak için kullanılan dökme alüminyumdan
oyuluyor. Tasarımların çoğu, üreticilerle
birlikte yerel belediyeler tarafından seçiliyor.
Çoğu durumda, tasarım sadece kapak üzerine
basılırken, bazı durumlarda kapaklar
çok daha özel bir dokunuşla süsleniyor;
boşlukların içine akıtılan mineyle mücevherler
gibi özenle renklendiriliyorlar.
Bugün, Japonya’nın 47 şehrinde bulunan
1.718 beldenin tahminen yüzde 95’i kendi
benzersiz kapaklarına ev sahipliği yapıyor.
Osaka’da, şehirde bulunan 180.000
rögar kapağının yaklaşık yüzde 10’u,
yani kabaca 1.900 tanesi, renk işleminden
geçirilen süslü tasarımlara sahip.
İşte bu küçük kentsel hazinelerin,
Japonya’da sadık ve organize bir hayran kitlesi
var. Endüstri lideri Japonya Rögar Birliği ve
hayranların kurduğu Japon Rögar Kapakları
Topluluğu’na ait web siteleri
Japonya’nın her yerinden kullanıcılar
tarafından paylaşılan binlerce resim
bulunduruyor.
Pek çok yerde olduğu gibi, Japonya’da da
alışılmadık hobileri veya saplantıları olan
insanlar var. Ancak ülkedeki rögar kapaklarına
duyulan sevgi o kadar yaygın ki;
Şubat ayında Tokyo'daki büyük bir
tren istasyonunun yakınında, oyun kartları,
unlu mamuller ve ülkenin her yerindeki
en güzel tasarımların replikalarını
bulabileceğiniz bir “rögar kapağı festivali”
bile düzenlendi.
Göz ardı etmesi kolay, ama merak uyandırıcı
ve sıradanlığa verilen özenle,
insana sıcacık bir mutluluk duygusu yaşatan
Japonya’nın bu benzersiz rögar kapakları,
hayatın hızlı akışı içerisinde yürüdüğün
yere bakmayı unutmamanız için
manalı bir hatırlatma gibi. Ufak detayların
hayatınızı ne kadar güzelleştirebileceği
ve her anın tadını çıkarmanın
ne denli önemli olduğunu böylesine
alçakgönüllü ve yaratıcı bir şekilde
anlatma becerisi de ancak Japonlar’a ait
olabilirdi...
ZAHİT MUNGAN 11/1
GÖZE ŞENLİK VİTRİNLER 11/2
SANAT BOMBARDIMANI 11/3
TUTANKHAMON SERGİSİ 11/4
ERKUT TERLİKSİZ 11/5
hillsider 72/76
11/1
Mezopotamya’yı seyreden damlardaki uçurtmalı
çocuklar, her Mardin ziyaretimizde gözümüze
takılıyordu. Çabalarını, heyecanlarını ve neşelerini
seyretmek bir o kadar da bizi gülümsetiyordu.
İçimizdeki çocuğu bize hatırlatan uçurtmaların
güzelliği de ayrı tabii ki. Uçurtma tasarımcısı
Zahit Mungan ile yollarımız Mardin Bienali’nde
kesişti. Sonra İstanbul’da bir araya geldik.
Şimdi ise o bize Mardin’den cevap veriyor...
“MERHABA, BEN ZAHİT
MUNGAN. 28 YAŞINDAYIM.
DOĞUP BÜYÜDÜĞÜM ŞEHİRDE
YANİ MARDİN’DE YAŞIYORUM.
ALDIĞIM EĞİTİMLERİN
DOĞRULTUSUNDA BİR İŞLE
HİÇ UĞRAŞMADIM DERSEM,
YANLIŞ OLMAZ. GÖZÜMÜ
UÇURTMAYLA AÇTIM,
5 YAŞINDAN BU YANA DA
UÇURTMA YAPIYOR VE
UÇURTMAYA DAİR NE VARSA
İLGİLENİYORUM...”
Rana Korgül: Asıl eğitimin nedir?
Zahit Mungan: Bilgisayar programcılığı ve web
tasarımı üzerine eğitim aldım.
Ancak bahsettiğim üzere, kendimle ilgili bir
gereksinimse bu yönümü devreye sokuyorum.
İş olarak yapmıyorum.
Röportaj: Rana Korgül
ranakorgul@gmail.com
Portre: Cebrail Özmen
MARDİN’E DAIR
BİLİNEN/AZ BİLİNEN
NE VARSA
UÇURTMA HALİNDE
GÖĞE SALMAYA DEVAM
EDECEĞİM.
Uçurtmayla bu yakınlığın nasıl başladı?
Yaşadığın Mardin şehrinin buna etkisi
olmuştur sanırım...
Çocukken, -sanıyorum herkesin çocukluğunda
böyle en az bir anısı mevcuttur-, poşetleri
uçurtma edasıyla uçururdum. Çok sürmedi,
hemen altıgen uçurtmalar yapmaya başladım.
O zamanlar atık malzemeleri değerlendirerek
ve harçlıklarımı biriktirerek aldığım
malzemelerle uçurtmalar yapardım.
Ancak sonraları en büyük destekçim olan
babam, o zamanlarda damlarda uçurduğum
uçurtmalar yüzünden can güvenliğimden
endişe ettiği için hep engel olurdu.
Babam işe giderken erkenden yola koyulur,
ben de sokağın köşesini dönüp gözden
kaybolacağı zamanı kollardım.
Ardından dama çıkar, o gün rüzgarın hangi
yönden estiğini bir direğe bağladığım içine
hava dolan poşet sayesinde kontrol eder,
ona göre evin muhtelif yerlerine sakladığım
uçurtmalarımı uçururdum.
RÜZGAR GÜNEYDEN
ESİYORSA HEYECANDAN
KALP ÇARPINTILARIM ADETA
KULAĞIMI SAĞIR EDERDİ.
ÇÜNKÜ UÇURTMA İÇİN EN İYİ
RÜZGAR, GÜNEYDEN ESEN
RÜZGARDIR.
Gel zaman git zaman bir gün internet
aracılığıyla bir uçurtma kulübüyle tanıştım.
Türkiye’de uçurtmaya profesyonel yaklaşımla
da gönül vermiş insanlarla temas kurmuş
olmak şüphesiz ufkumu daha da genişletecekti.
Nitekim öyle de oldu. Bunun yanında deneme
yanılmalarla, okuyup araştırmalarımla,
zihnimde sürekli dönüp duran matematikle
altıgen uçurtmalarım artık yerini üç boyutlu,
tasarım uçurtmalara bırakmıştı.
Mardin etkisine gelecek olursam,
sadece şunu söylesem sanırım birçok şey
anlatmış olacağım; uçurtmalarımı dünyanın
birçok yerinde gökyüzüne gönderebiliyorsam,
bu gözümü göğüne ilk açtığım
Mardin ilhamının sayesindedir…
Ne güzel ifade ettin!
Uçurtma tasarımcısı diyebilir miyiz sana?
Sürekli olarak zihnimde dönüp duran fikirleri
uçurtmaya dönüştürme halimi düşününce,
sanıyorum diyebiliriz.
Bu uçurtmalarda
saklı anlamlar var mı?
Açıkçası bir mana gizlemek edasında
tasarlamıyorum uçurtmalarımı ya da henüz
böyle bir şey gelişmedi diyelim...
Peki, uçurtma uçurtmanın
en sevdiğin yanı nedir?
Her yeni fikir ve bu fikri
hayata geçirene kadarki süreçten tutun da,
uçurtmamı ilk uçuracağım ana kadar olan
süreç öyle heyecanlı ki benim için...
Hem yeni bir tasarımın ortaya çıkacak olması,
hem de en ufak bir hataya yer olmayan bu
konuda “başarabilmiş miyim” sorusu
ayrı bir kalp ritmi… Bu hali seviyorum!
Öte yandan yurt içinde ve yurt dışında
çok fazla insanla tanışıyorum.
Bu sayede yeni fikirler doğuyor ve
bunlar güzel şeyler...
Uçurtmalarına hayallerin, ilhamların
yansıyor. Kaynağını bizimle paylaşır mısın?
Benim en büyük ilham kaynağım Mardin.
Zaten uçurtmalarımın çoğu, Mardin’i sembolize
eden unsurlardan oluşuyor; Mardin silueti,
şahmeran, eşek, güvercin gibi… Mardin’e dair
bilinen/az bilinen ne varsa uçurtma halinde
göğe salmaya devam edeceğim.
Bunu söylerken yüzündeki mutluluğu
tahmin edebiliyorum.
Bu özgürlük hissi ne keyifli bir duygu!
Atölyeler, film gösterimleri düzenliyorsun.
Bunlar nelerle ilgili? Biraz bilgi verir misin?
Bu kadar hoş bahsediyoruz uçurtmalardan
oysa ne yazık ki unutulmaya yüz tutan
eski bir varoluş aslında.
Kaç çocuk kendi uçurtmasını yapıyor, eskiden
olduğu gibi? Unutulma ihtimalini ortadan
kaldırmak ve bu kültürü daim kılmak adına,
ülkenin her yerinde düzenlenen atölyelere
eğitim vermek üzere katılıyorum.
Mardin’de bu eğitimleri bizler düzenliyor ve
belgesel tadında film gösterimleriyle de
okul çağı çocuklarına uçurtmanın tarihini
ve önemini anlatıyoruz.
Çok haklısın! Keşke uçurtmalar
daha çok önem versek! Seni yurt dışındaki
festivallerde de görüyoruz Instagram’da.
Biraz bunlardan bahseder misin?
Dünyanın birçok ülkesinde Türkiye’yi
uçurtmalarımla temsil ediyorum.
Çok gurur verici... Bu konuda harika festivaller
düzenleyen öncü ülkelerde de birçok kez
bulundum. Orada kurduğum yeni dostluklar,
tanışıklıklar ve uçurtmalarımın beğeni
uyandırması sayesinde de her geçen gün davet
edildiğim festivallerin sayısı artıyor.
Hangi ülkeler mesela?
Malezya, Tayland, Hindistan ve
Ukrayna’ya gittim. Son olarak 22-28 Ekim
Cape Town Güney Afrika Uluslararası
Uçurtma Festivali için davet aldım, onun için
hazırlanıyorum.
Artık sanatın uzanmadığı alan yok.
Sanatçı/tasarımcı/mimar pek ala bir araya
gelip ortak projeler yapıyorlar.
Senin uçurtmayla birleştirmek veya
buluşturmak istediğin bir mecra var mı?
Size katılıyorum. Zira ben de hava fotoğrafçılığı
teknolojileri yeterince gelişmemişken,
uçurtmalarıma bağladığım fotoğraf makinesi,
cep telefonlarıyla Mardin’in hava fotoğraflarını
çektim ve bu fotoğrafların sergisini açtım.
Aynı zamanda geçtiğimiz yıl, katıldığı birçok
yarışmada birincilik elde eden Uçurtmanın
Peşinde isimli kısa filmim çekildi.
Çok ilgi topladı. Şimdilik ötede bir şey yok.
Belki bir fikir teklifi gelir ve bambaşka bir şey
ortaya çıkabilir. Kim bilir!
Kendine örnek aldığın biri var mı?
Varsa sebebini duymak isteriz...
Hollandalı arkadaşım Albert
Trinks. Kendisi uçurtmacıdır. Çok fazla
uçurtması yok ama her uçurtması
tam bir sanat eseri. Her bir portre uçurtmasını
renk renk, tek tek keser ve diker.
Rengi olmayan kumaşları ise kumaş boyasıyla
boyar. Yaptığı çalışmalar arasında
Afgan Kızı gibi uçurtmalar var...
Uçurtmayla ilgilenmek günlük rutinine,
ruh haline ve hayat bakışına ne katıyor?
Çocukluk tutkum olan ve bugünümde de
devam eden uçurtmayla ilgilenmek
benim için adeta bir terapi. Diğer yandan
böylesi bir uğraş ki kesinlikle odaklanma,
zorlu şartlarda sorunun kaynağına çabuk
ulaşma ve kısa sürede çözüm sağlayabilme
gibi yetilerin gelişmesini sağlıyor. İnanılmaz
bir hava durumu, rüzgarın türü, yönü, şiddeti
ile ilgili öncesinde ve sırasında mevcut hali
saptamanıza olanak veriyor. Bunları seviyorum.
Uçurtmadan başka ilgi alanların var mı?
Yapmaktan keyif aldığın şeyler neler?
Hava fotoğrafçılığı ve havadan video
görüntüleri çekip bunlardan yeni ve özgün
bir şeyler ortaya koymayı seviyorum. Özetle,
fotoğrafçılık da ilgi alanıma giriyor. Uçurtma
hayatımın büyük bir bölümünü kapsıyor
olsa da fırsat buldukça seyahat etmeyi çok
seviyorum. Bu seyahatler keşif duygumu
oldukça besliyor.
MARDİN OLMASAYDI,
UÇURTMALARIM
OLMAZDI!
Son günlerde teknolojinin bir
başka çılgınlığı
Drone’lar çok moda.
Bu konuda ne düşünüyorsun?
Drone teknolojisi elbette harika bir keşif.
Muhteşem işler çıkıyor sayesinde.
Mesela Mardin gibi bir büyülü şehri tepe
çekimlerinden hayal eder misiniz?
Olağanüstü değil mi? Ayrıca, özel izinler
gerekiyor uçurulması için.
Kullanım alanları ise türlü türlü;
reklam/tanıtım, özel gün çekimleri,
keyfi çekimler, film sektöründe yine kullanımı
oldukça yaygın. Ben de kullanıyorum...
Mardin’de doğup büyüyen ve
yaşayanı olarak biraz bize şehrini anlatır
mısın? Bu şehri çekici ve
büyüleyici kılan nedir sence?
Mardin olmasaydı, uçurtmalarım olmazdı!
Birçok medeniyeti, eskideki bilgeliği barındıran,
tarih ve sanat kokan bir şehir Mardin.
Ayrıca, bu şehirde dile dökülemeyen ancak
hissedilebilen bir büyü var ve
sanıyorum ki bu büyüyü kalbinde hisseden
herkes sanatkar burada!
Mardin’den bakınca
İstanbul hakkında ne düşünüyorsun?
İstanbul çok sevdiğim şehirlerden biri.
Hatta öyle severim ki; uzaktan bakarak şehri
olumsuz yorumlara boğanlardan
olmayacağım. Ancak, fazla dokunulmuşluğun
şehrin ruhunu da sarstığı bir gerçek.
Hayat ve zaman kavramları orada farklı işliyor.
Keşke öyle olmasa...
Evet keşke! Sen hayatı nasıl yaşamayı
seviyorsun?
Ben herkesin dünyaya bir sebep, bir amaç
uğruna gönderildiğine inanıyorum ve diliyorum
ki herkes amacını bulsun ve bu dünyaya onu
versin. Ben de bunu yapabileceksem ne mutlu!
Asıl o zaman yaşamın bir anlamı olur. Zaten bu
da hayatı sevmenin en temel nedenidir ve bu
doğrultuda yaşarsınız...
Geleceği hayal ettiğinde gözünde neler
canlanıyor?
Dünya çapında uçurtma denildiğinde
akla ilk gelen ülkelerden birinin de Türkiye
olmasını düşlüyorum ve bu anlamda devasa
festivallerin düzenleniyor oluşunu...
Şu an hangi projeler üzerinde çalışıyorsun?
Mevcut projelerimiz arasında uluslararası
festivallerden birini de ülkemizde
gerçekleştirmek var. Ses getirsin,
çok beğenilsin ve daim olabilsin diye de
ilmek ilmek her durumu değerlendirip öyle yol
aldığımız bir süreç içerisindeyiz.
Şimdilik başka bir projemiz yok, ancak sürekli
yeni bir şeyler daha ortaya da çıkabilir elbet.
Öyle de umut ediyoruz...
POZİTİF DÜŞÜNMEK
VE UMUTLU OLMAK
ÇOK ÖNEMLİ. HER ŞEY DAHA
GÜZEL OLACAK DİYELİM...
BİZE VAKİT AYIRDIĞIN İÇİN
TEŞEKKÜRLER
SEVGİLİ ZAHİT!
hillsider 78/81
Ben hep şehirlerde yaşadım.
Yaşadığım şehirlerin de merkezlerinde…
İnsan kalabalığının parçası olmayı sevdiğim
gibi, bir köşeden o kalabalığa ve ömrümüzün
geçtiği mekanlara bakmak da hoşuma gider.
Her gördüğüm hoşuma gitmez elbette ama
bakmaktan kendimi alamam.
Şehrin insan eliyle üretilmiş gürültüsünün,
grisinin, egzosunun içinden yürürken
yine insan eliyle üretilmiş,
beklenmedik mutlulukların karşıma
çıkmasına ise bayılırım. Bu bazen
Şişli’de mütevazı bir binanın çeşit çeşit
bitkiyle dolup taşan balkonu olur,
bazen de bir mağaza vitrini…
Bu yazıda vitrin tasarımının kısaca dününe,
bugününe ve İstanbul’daki çok çarpıcı bir
örneğine bakacağız.
11/2
Yayadan Fazlası: Flanörler ve Flanözler
Endüstri devrimi 19. yüzyılda pek çok şehrin
dönüşmesine neden oldu. Paris ve Londra bu
dönüşümü en belirgin şekilde yaşayan şehirler.
Bu şehirlerin çevresinde seri üretim yapan fabrikalar
kuruldu. Kırsal kesimlerden şehirlere
iş ve aş peşinde olanlar akın etti. Bu gelişmeler
o şehirlerdeki mimari dokuyu,mekan anlayışını ve
tüketim alışkanlıklarını hızla değiştirdi.
Geceleri karanlığa gömülen sokaklar bile artık,
önce gaz lambaları sonra elektrik lambaları ile
aydınlatılabiliyordu. Paris örneğin, ışıkların şehriydi...
İşine gücüne yetişmesi gereken insanlar için tren,
metro, otobüs ağları hizmete girdi. Özel araçlar da
cabası. Trafik kuralları zorunlu olarak gelişirken
motorlu araçlara binmeyip yürüyenlere
“yaya” ismi verildi. Şair Baudelaire, şehrin
caddelerinde kafasında binbir düşünceyle yürüyen,
bir yandan da şehri ve şehrin kalabalığını incelemeden
duramayan bu yeni şehirli insanlardan
“Flâneur” (flanör) diye bahseder.
Walter Benjamin ise flanörleri akademik
çalışmaların konusu haline getirir…
Peki ya ben? Flâneur şehirli bir erkek, ben değilim.
Benim gibilere “Flanöz” demek, kadın olarak şehri
deneyimlemeyi konu etmek akıllara sonradan da olsa
gelmiş, neyse ki! Çünkü şehirler sadece erkeklerin
değil, kadınların da caddelerini arşınladığı yerler…
Bir flanör ya da flanöz olmanın “yaya” olmaktan
fazlası var: Yaya işine gücüne yetişmeye bakar,
flanör ya da flanöz ise merakla çevresine...
Görmeyi otomatiğe bağlamayanlara,
bakarak düşünenlere flanör/flanöz ya da
Ünsal Oskay’ın önerdiği gibi düşünür-gezer diyoruz.
Yazı: Berna Gençalp
bernagencalp@gmail.com
Renklerle hassas bir ilişkisi var.
Kısacası o maharetli bir insan…
Eli, beyni ve gözü birlikte çalışıyor.
Seminerler, jürilik görevleri, yurt içi ve dışında
atölye çalışmaları vermenin yanı sıra özelliklle
ileri dönüşümün odakta olduğu projelere
eğiliyor. Eski ve yeni üretim tekniklerini,
yöntemlerini, örnekleriyle birlikte açık kaynak
olarak paylaşabileceği bir İleri Dönüşüm
Kütüphanesi kurmak derdinde. 2015 yılında
artSümer Galeri’de Karaköy Lokantası’nın
köşe vitrini için yaptığı tasarımlardan oluşan
bir seçki sergilendi. “İleri Dönüşüm Merkezi”
isimli sergisiyle Design Week Turkey’de yer
aldı. Brussels Design September’a ise
üç işi ile katıldı. Pınar’a işinin en sevdiği ve
en zorlandığı kısmını sorduğumda,
en sevdiği kısmın tasarım ve üretim,
en beceremediği kısmın ise eserlerinin
tanıtım ve reklamı olduğunu söylüyor.
Karaköy’de Bir Köşe Vitrin
Lokantanın bulunduğu cadde ile yan sokağın
kesiştiği noktadaki ince uzun vitrinde
önceden zeytinyağı şişeleri ile sıradan bir
düzenleme yapılırdı, 2011 yılından beri ise
Pınar, tasarımları ile orayı sıra dışı kılmakta.
Vitrinde lokantanın sattığı bir ürün değil
yaratıcı bir vizyon sergileniyor. Ne yaptığını,
nasıl yaptığını, tasarım ve üretim sürecini
sorduğumda, Pınar şöyle anlatıyor:
“Karaköy Lokantası’nın köşe vitrini için bugüne
dek sayısı 30’u geçmiş olan yerleştirmeler
tasarladım. Tekrarlanabilir ve anlamlı bir
bağlam oluşturabilmek için yerleştirmeleri,
lokantanın özünü yani mutfağı temsil etmeleri
gerektiği fikriyle sadece mutfak aletleri ve
eşyalarıyla tasarlamaya başladım.
Basit, çok bilindik malzemelerle, alışılmadık,
yeni formlar üretmeye çalışıyorum. Renk ve
üçüncü boyut meselesine kafa yoruyorum.
Genellikle aklımdaki bir formu ya da hareketi
gözeterek dolaşmaya çıkar, bakınır, inceler
ve birkaç malzeme örneği ile birlikte atölyeye
dönerim. Bu malzemelerle denemeler, maketler
yaparak ana yapıyı tasarlarım. Bilgisayarda
eskizini yapar ve üretim detaylarını çıkarırım.
Bazen ben ama çoğunlukla Osman Usta
uygulamasını yapar. Vitrine yerleştiririz,
fotoğrafı çekilir, kartpostalı basılır ve bir
sonrakini nasıl yapsam diye düşünmeye
başlarım.Sayı arttıkça bu dili zenginleştirmek
için farklı malzeme ve üretim yöntemleri
denemeye, işin içine hareket ve optik illüzyonu
da katmaya başladım.
Sonuç kadar süreç de benim için çok önemli.
Zaten çok büyük etkiler peşinde değilim,
işlerimin bakan kişide küçük bir düşünce
veya his uyandırması ya da bir süreliğine
rutinden çıkartması bana yetiyor,
“ben de yapabilirim” dedirtip harekete
geçirebiliyorsa artısı oluyor.
İnsan sergiye bilinçli olarak ziyarete gider
ama kamusal alandakiler genellikle
sürpriz karşılaşmalar oluyor. Kamusal alandaki
küçük veya büyük beklenmedik sürprizler,
“serendip”ler gündelik hayata renk katıyor,
ilham veriyor.”
İşte tam bu nedenle ben de değerli
ve özel olduklarını düşünüyorum.
O köşede ne göreceğimi her seferinde merak
ediyorum, gördüğümle mutlu oluyorum.
Şehirler, hele İstanbul gibi azman, gri, betona
teslim şehirler, böyle küçük mutluluklar da
olmazsa çekilmez olur.
Louis Vuitton Paris Mağazası'nın Noel Vitrini
Fotoğraf Charles Platiau - Reuters
Fortnum and Mason
Tokujin Yoshioka - Hermes
Şehir, İnsan, Vitrin
20. yüzyıl itibariyle artık elimizde dikey olarak
yükselmiş, alan olarak da genişlemiş şehirler
ve büyük kalabalıklar vardı. Düzenli işlerde,
düzenli bir gelirle yaşayan insanlar iş dışındaki
değerli saatlerinde şehrin mekanlarında
sosyalleşmek, gezmek, eğlenmek, parka,
tiyatroya, müzeye, sergiye, konsere gitmek,
kısacası rutinden çıkmak istiyorlardı.
Bir de alışveriş yapmak istiyorlardı ki zaten
bunca üretim onlar alsın diye yapılıyordu.
Mağazaların vitrin tasarımları işte
tam da bu dönemde öne çıktı.
Bazı vitrinler ise ürün sergilemekten bir adım
daha ileri gittiler. Bugün örneğin
Paris, Londra, New York,
Tokyo gibi şehirlerde bazı mağaza vitrinleri
o şehirlerin müzeleri, galerileri, meydanları
kadar ilgi çekici olabiliyor. Önünden
hızla geçip gidemiyorsunuz.
Kendilerine baktırıyorlar, şaşırtıyorlar,
düşündürüyorlar, farklı bir estetik
haz veriyorlar. Peki bu nasıl mümkün oluyor?
Bugün bazı büyük markalar, vitrinlerini
mekan ve insan arasında yeni bir ilişki kumak
için adeta bir sahne olarak kullanıyorlar.
Bunun için çağdaş sanatçılara vitrinleri için
bir tasarım ya da sanat eseri üretmelerini
sipariş ediyorlar. Örneğin Tokujin Yoshioka’nın
Hermes için tasarladığı vitrin bu kategorinin
unutulmazları arasında. Vitrinde, üfleyen bir
kadın yüzünün kapladığı bir ekran ve uçuşan
bir eşarp var. Hermes’in birbirinden ilginç
vitrinlerinin yanı sıra Louis Vuitton’un,
Anthropologie’nin ve Nike’ın çarpıcı
vitrinlerini de unutmamak gerek.
Ve Bu Diyar…
Gökhan Akçura’nın araştırmasından
öğrendiğime göre 19. yüzyılın sonunda
yabancı mağazaların Pera’da açtığı şubeler
sayesinde İstanbullular vitrinle tanışmış.
Gerçi İstanbul her zaman bir ticaret şehri
olagelmiş ama dükkan sahiplerinde vitrin
kurma alışkanlığı yokmuş, en değerli mallarını
sergilemek yerine, onları kuytu bir köşeye
koyup sadece özel müşterileri için ortaya
çıkarıyorlarmış. Yine Gökhan Akçura’nın
aktardığı üzere 1930’lu yıllarda Tasarruf
Haftası etkinlikleri çerçevesinde özellikle yerli
malları cazibeli sunmak amacıyla İstanbul
ve Ankara’da vitrin yarışmaları düzenlenmiş,
hatta İstanbul’daki yarışmada Anadolu ve
Avrupa yakasında ayrı ayrı birinciler seçilmiş.
Adapazarı, Zonguldak, Konya’da da vitrin
yarışmaları yapıldığını aynı araştırmadan
öğrendim. Bir ara “Vitrin Tanzimi” adıyla
Güzel Sanatlar Akademisi’nde bir ders açılmış
ancak bu ders de, yarışmalar da zaman içinde
maalesef sekteye uğramış ve devam etmemiş.
Tüm aksaklıklara rağmen İstanbul’un yine de
benim gibi bir flanöz’e sunacağı beklenmedik
güzellikler var. Mesela bir tanesi hemen
Karaköy’de…
Neredeyse 10 yıldır aynı köşede gözlerim
bayram ediyor, şehrin grisi-gürültüsü yenik
düşüyor. Çünkü Karaköy Lokantası’nın köşe
vitrini bunca zamandır arkadaşım Pınar
Akkurt’un ince düşünülmüş, renkli, çarpıcı
tasarımlarına ev sahipliği yapıyor.
2005 yılında Pınar’ı tanıdığımda o dergi
sayfaları tasarlıyordu ben ise yazı ve
röportajlar hazırlıyordum. Ama aslına
bakarsanız ben film yapmak istiyordum,
o ise üç boyutlu tasarımlara odaklanmak...
Şimdi görüyorum ki hayatlarımızı istediğimiz
yönlere doğru kaktırabilmişiz.
Pınar yaptıkları için mekan yerleştirmeleri
ve heykeller diyor, kendini ileri dönüşüm ile
ilgilenen bir tasarımcı olarak tanıtıyor.
Sipariş üstüne çeşitli etkinlikler,
ofis, otel gibi ortamlar için özel yerleştirmeler
tasarlıyor, üretiyor. Sürdürülebilir sistemler
tasarlamak ve yeni görsel diller oluşturmakla
ilgilendiğini söylüyor. Aslında sanat ile tasarım
arasındaki gri bölgede fink atıyor.
Bir yandan da o bir mucit, çünkü gerektiğinde
tasarımını gerçekleştirmek için süreci
rahatlatacak bir makinayı da (evet makinayı)
tasarlayıp üretebiliyor. Kullanmaya
başlamadan önce makinasını
en sevdiği renge boyamayı ihmal
etmediğini de söylemeliyim!
Meraklısına Notlar
Pınar Akkurt’un işlerini toplu halde görmek için www.pinarita.com
Pınar Akkurt’un işlerinin videolarını görmek için https://vimeo.com/user41861450
Okumalık
Baudelaire’den Paris Sıkıntısı ve Walter Benjamin’den Pasajlar
Gökhan Akçura’nın Türkiye vitrin tarihini ele aldığı yazı;
Göz Avlama Sanatı: Türkiye Vitrin Tarihine Giriş https://manifold.press/goz-avlama-sanati
Şehirde kadın olarak yürümek ve edebiyat üzerine güzel bir sohbet için
https://medyascope.tv/2019/06/17/sehir-hepimizin-127-senem-timuroglu-ile-kentte-yurumek-flanor-ve-flanoz/
-Hermes’in Tokujin Yoshioka tarafından tasarlanan, eşarba üfleyen kadın vitrini için
https://www.youtube.com/watch?time_continue=9&v=hMwFuZuDmBA
hillsider 82/86
HERKES SIĞINAĞINI
SEÇSİN!
11/3
Pablo Picasso
Akrobat-18 Ocak 1930-Tuval üzerine yağlıboya
© Succession Picasso 2019
“HAYAL EDEBİLDİĞİNİZ
HER ŞEY GERÇEKTİR”
PICASSO
Açılışı bu kısa ama öz cümle ile yapmak istedim.
Çünkü Eylül ayı itibariyle, Türkiye’de ivmesi
her geçen yıl daha da artan sanat etkinliklerinin
ciddi bir bombardımanı başlıyor.
Ve hepsi birbirinden büyüleyici sanat etkinliklerinin
arasında bana göre en önemlilerinden biri;
20. yüzyılın sanat dehası PICASSO’nun ülkemize
gelecek olması, hem de İzmir’e…
Evet, İzmir’de 1875 yılından beri hizmet veren
Fransız Fahri Konsolosluk binasının denize bakan
bölümünde yer alan Arkas Sanat Merkezi,
18 Eylül 2019-05 Ocak 2020 tarihleri arasında,
Kübizm akımının öncülerinden İspanyol ressam
Pablo Picasso’nun sahne sanatlarına yönelik
çalışmalarına ev sahipliği yapacak. Küratöryel bir
kurguyla oluşturulan Picasso & Gösteri Sanatı isimli
sergi; büyük üstadın gösteri dünyasını konu aldığı
83 adet önemli tablosu, tasarladığı kostümler,
eskizler, heykeller ve sanatçının yazarlar,
şairler, müzisyenler gibi pek çok sanatçıyla
sürdürdüğü yakın bağları belgeleyen fotoğraflar
aracılığı ile gösteri sanatlarının Picasso’nun sanatına
olan etkisini mercek altına alacak.
Bu İzmir için olduğu kadar, muhtemelen
Picasso için de bir ilk. Ve benim de İzmir’e gitme
isteğimi körükleyen bir sebebim daha oldu.
www.arkassanatmerkezi.com
Pablo Picasso
Boğa Güreşi-Matadorun Ölümü-Boisgeloup 19 Eylül 1933-Ahşap üzerine yağlıboya
© Succession Picasso 2019
Pablo Picasso
Pulcinella için kostüm çalışması-Paris 1920-Kağıt üzerine guaj ve suluboya ve graffiti kalemi
© Succession Picasso 2019
Yazı: Özlem Gökbel
@ozlemgokbel
OMM by Kengo Kuma and Associates
Fotoğraf ©NAARO
Bu yılın büyük şehirler dışındaki en büyük
bombardımanı ise Eskişehir’de gerçekleşti.
İş insanı ve koleksiyoner Erol Tabanca'nın
sanat tutkusu ve kuşaklardır bağı olan,
çok sevdiği Eskişehir'e bırakmak istediği
miras arzusu ile doğan projesi ODUNPAZARI
MODERN MÜZE (OMM), 8 Eylül’de kapılarını
sanatseverlere açtı. Hem Odunpazarı'nı,
hem Eskişehir'i, hem de Türkiye'yi Dünya’ya
tanıtmayı amaçlayan ve etkileyici tasarımı ile
de dikkatleri üzerine çeken OMM;
dünyaca tanınan Japon mimarlık ofisi
Kengo Kuma and Associates’ın (KKAA)
imzasını taşıyor. Yaklaşık 4500 m² alanda
sergileme alanları, çeşitli etkinlik mekanları,
atölyeler, kafe ve müze dükkanına ev sahipliği
yapan müzenin, sanatın merak uyandıran
ve bir araya getiren gücü ile insanları
birleştirmesi, şehre ve müzecilik anlayışına
farklı bakış açıları getirmesi planlanmış.
Hepimizin gurur kaynağı olmayı hak eden
OMM; farklı disiplinlere açık yapısıyla,
Türkiye’den ve Dünya’dan sanatçıların
modern ve çağdaş eserlerini evrensel bir
bakış açısı ile sergilediği platformunda,
kültürlerarası iletişim odaklı yenilikçi
programları ve etkinlikleri ile alanında yepyeni
bir sayfa açmayı hedefliyor. Eskişehir hemen
yanımız sayılır, günü birlik dahi gidilir.
Hatta mümkünse 7 Aralık’a kadar yolunuzu
düşürün ki; Dünya’nın önde gelen dijital sanat
kolektifi Marshmallow Laser Feast’in teknoloji
ve bilimi sanatla bir araya getiren üç boyutlu
yerleştirmesi, yani birden çok duyu organını
aynı anda harekete geçiren sanal gerçeklik
deneyimini kaçırmayın.
www.omm.art
Sonbaharın bir diğer önemli havadisi ise;
koleksiyonu, sergileri, çokdisiplinli programı
ve yayınlarıyla kapsamlı bir sanat merkezine
dönüşen ARTER. Basın toplantısına
200’e yakın medya mensubunun akın ettiği,
sanat dünyasında heyecanla beklenen
Arter; Bir Vehbi Koç Vakfı (VKV) kuruluşu.
Sanatın tüm disiplinlerini kapsayacak
programıyla herkes için erişilebilir,
canlı ve sürdürülebilir bir kültür ve
yaşam platformu hediye ediyor İstanbul’a.
13 Eylül’de Dolapdere’deki yeni binasının
kapılarını zengin bir programla açan
Arter’de koleksiyondan ve koleksiyon dışından
toplam yedi sergi eş zamanlı olarak yer alıyor.
Her biri bizlere görsel bir şölen yaşatacak,
eminim. Arter’in programında sergilerin yanı
sıra sahne sanatlarından klasik,
çağdaş ve elektronik müziğe, filmden
performans sanatı ve dijital sanatlara kadar
pek çok disiplinden yenilikçi örnekler;
içinde yaşadığımız zamanı sanat aracılığıyla
yorumlamaya yönelik süreç ve etkinlikler
sunan Öğrenme Programları; sergiler
etrafındaki tartışmaları beslemeye ve
sanat tarihi yazımına katkıda bulunmaya
yönelik çeşitli yayınlar da olacağı için
açıkçası hemşehrilerimi şanslı bulduğumu
söylemeliyim!
www.arter.org.tr
ARTER
George Brecht, Sandalye Olayları
ARTWEEKS
Banu Birecikligil, Sirenin Olumu
OMM
Fotoğraf ©Murathan Özbek
Kabullenmesi zor olsa da; canlılar ile
makinelerin, doğal ile yapay zekânın iç içe
geçtiği bir çağda yaşıyoruz artık. Hal böyle
olunca da sanat; giderek insanı merkezine
almaktan vazgeçerek yönünü insan ile
insan-olmayan arasındaki sınırın
geçirgenleştiği bu çağın dünyasını araştırmaya
doğru çeviriyor. İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın
(İKSV), 14 Eylül - 10 Kasım tarihleri arasında
düzenleyeceği 16. İSTANBUL BIENALİ de
bu kez odağına insanlığın yarattığı doğal ve
kültürel atıkları alıyor, insan faaliyetlerinin
dünya üzerinde bıraktığı izleri araştırıyor.
Küratörlüğünü Nicolas Bourriaud’nun
üstelendiği bienalin bu seneki başlığı;
Pasifik Okyanusu’nun ortasında oluşan
3,4 milyon kilometrekare genişliğinde ve
7 milyon ton ağırlığında devasa atık yığınına
gönderme yapan “Yedinci Kıta”.
Bu yılın en vurucu işlerini
burada göreceğimize eminim. İKSV tüm
bienali gezdirmek ve eserlerle sanatçılar
hakkında bilgilendirmek için bireysel ve
grup turları da düzenliyor, ruhen
zenginleşmek için aklınızda olsun.
https://bienal.iksv.org/tr
PİLEVNELİ GALLERY’nin hem
Mecidiyeköy ve hem de Dolapdere’deki
sergileri de bu sonbahar mutlaka ziyaret
edilmesi gerekenlerden. PİLEVNELİ
Mecidiyeköy, 10 Eylül – 27 Ekim 2019
tarihleri arasında Johan Creten’in
“The Vivisector” ve Cleon Peterson’un
“Güneşin İçine Bak” isimli sergilerini
izleyicileriyle buluşturuyor. PİLEVNELİ
Dolapdere ise, Tobias Rehberger’in son
dönem işlerinden ve daha önce sergilenmiş
beş heykelinden oluşan yeni sergisine
ev sahipliği yapıyor. 9 Eylül -2 Kasım tarihleri
arasında gerçekleşecek olan
“Bazen Hiç Olmadığından Daha İyi Olur” isimli
sergide Rehberger’in geçmişte izleyiciyle
buluşan “Enfeksiyonlar” gibi serilerine
eklenen yeni işlerinin yanı sıra
“Portre Heykelleri” serisinden dört işi ve
“Reddetmek” adlı çalışması da yer alıyor.
www.pilevneli.com
Sanata bakarken gülümsemek de isterseniz
3 Kasım’a kadar Yapı Kredi Bomontiada’ya
uğrayın. Karikatürist ERDİL YAŞAROĞLU’nun
heykellerinden oluşan ilk kişisel sergisi
“Oyun”u mekanın açık ve kapalı alanlarında
görebilirsiniz. Yaşaroğlu'nun karikatür
çizerken geliştirdiği form, estetik, espri ve
hayata bakışı, üç boyutlu eserlerde yepyeni bir
dil olarak karşımıza çıkıyor.
Bu harika sanat bombardımanında,
geçen sene bana komşu gelince pek
sevindiğim ARTWEEKS@AKARETLER’i de
belirtmeden geçemeyeceğim. Yeni eklenen
binalar ve sergi alanlarıyla büyümeye devam
eden platformun 3. edisyonuna; Aria,
Ambidexter, Gama, Baraz, Artnivo, artSumer,
Mixer, Empire Project, Krank, Martch Art
Project, Anna Laudel, Ferda Art Platform ve
MERKUR gibi pek çok galeri sanatçılarından
oluşan karma sergilerle katılıyor. Ayrıca
Japonya’da yaşayan sanatçı Ercan Akın,
küratörlüğünü üstlendiği ve 10 sanatçının
seçkilerinden oluşan “Kusurlu Güzellik”
sergisiyle, Şerife Bilgili Ercantürk ise ilk
kişisel sergisiyle yer alıyor. Öner Kocabeyoğlu
ve Hacı Sabancı gibi koleksiyonerler de
kendi koleksiyonlarını izleyicilere açmaya
devam ediyorlar. Artweeks@Akaretler
programında sergilerin yanı sıra sanatçılar
ve koleksiyoncularla söyleşiler de yer alıyor.
Akaretler Sıraevler’de üç hafta sürecek olan
tüm sergiler ve söyleşiler ücretsiz.
PiLEVNELi
Cleon Peterson, Güneşin İçine Bak
Yeni, ilham veren,
merak uyandıran ne varsa
NOW ile yayında!
INSTAGRAM’DA
TAKİP ET
hillsideNOW
IstanbulModern
CananTolon
İSTANBUL MODERN de sezona iddialı
girenlerden. Araştırma alanlarının
çeşitliliği ve düşünsel açılımının zenginliği
açısından kuşağının en özgün ve en yaratıcı
sanatçılarından biri olan Canan Tolon’un
“Sen Söyle” isimli sergisi, 2 Şubat 2020’ye
kadar İstanbul Modern’de görülebilecek.
Tolon’un sanatındaki dönüşüm ve gelişimin
ikonik örneklerini bir araya getiren sergi, aynı
zamanda sanat tarihinde yerini almış kimi
çalışmasının da yeniden üretimine yer veriyor.
www.istanbulmodern.org
12-15 Eylül tarihleri arasında gerçekleşen
CONTEMPORARY İSTANBUL’u hali hazırda
tavaf etmişsinizdir diye düşünüyorum.
İstanbul için hayati önem taşıyan
bu fuarda bu sene 22 ülkeden,
74 galeri, 510 sanatçı ve 1.400’den fazla
çağdaş sanat eseri yer aldı.
Düzenlediği sergiler ile her daim hayranlığımı
uyandıran EKAVART GALLERY ise sezona
çağdaş sanatın iki önemli ismi Bilge Alkor ve
Pınar Yoldaş’ın son dönem işlerinin yer aldığı
“Witnesses” ve “Ecophilia” sergileri ile start
veriyor. 17 Eylül - 19 Ekim tarihleri arasında
ziyaret etmeyi ihmal etmeyiniz.
www.ekavartgallery.com
Bilim ve teknolojinin sanata nasıl
yansıyabileceğini merak edenler için de
rotamız PERA MÜZESİ. Nicola Lorini’nin;
kilogramın değişen tanımı ve internetin
ağırlığı gibi güncel konulara farklı bir bakış
sunan “Tüm Zamanlara, Tüm Üzgün Taşlara”
başlıklı video yerleştirmesi 24 Kasım’a kadar
Pera Müzesi’nde, yakın zamanda bilim
ve teknoloji dünyasında yaşanan önemli
gelişmelere sanatsal bir yorum getiriyor.
İlginç olacağı kesin.
www.peramuzesi.org.tr
görülebilecek. Videoda Grazia Toderi'nin
görüntüleri ve Orhan Pamuk'un kelimeleri
birleşiyor, İstanbul'un ışıklarından oluşan
hayali haritalar üzerinden çocuksu,
varoluşsal ve metafizik diyaloglar ekrana
yansıyor. "Kelimeler ve Yıldızlar" müzede
video için ayrılmış özel alanda ziyaretçilere
sanatçının yarattığı evrene giden birebir
deneyimin bir parçası olmayı vadediyor.
tr.masumiyetmuzesi.org
Sanat bombadımanı dediysem,
elbette sadece bunlarla sınırlı değil konu ne
şehrimizde, ne ülkemizde. Çok şükür!
Daha nice sergi; 29. Akbank Caz Festivali
gibi kulaklara bayram yaşatacak nice
müzikal ziyafet; pek çok yerde şahane
sahne performansları, gösteriler; tiyatro
sahnelerinde ayakta alkışlanacak oyunlar;
beyazperdede büyülenilecek nice film var…
Keşke daha fazla yerim olsa da, sizlere
hepsinden havadisler verebilsem...
Son söz olarak:
Teknoloji
Moda
Seyahat
MASUMİYET MÜZESİ’nden de
güzel haberler var. Video sanatının önemli
isimlerinden Grazia Toderi ve Orhan Pamuk'un
dört yıl süren ortak çalışması
"Kelimeler ve Yıldızlar / Words and Stars",
17 Eylül'den itibaren Masumiyet Müzesi'nde
MUTLULUĞUM,
SANATIN HER GEÇEN GÜN
HÜCRELERİMİZE DAHA
ÇOK YAYILIYOR OLMASI.
Gastronomi
Sanat
hillsider 88/89
SAATCHI GALERİ | TUTANKHAMUN:
11/4
TARİHİN EN BÜYÜK
ARKEOLOJİK
KEŞFİ DÜNYA TURUNDA…
Kral Tutankhamun'un Mısır'dan çıkacak
hazinelerinin en büyük koleksiyonu, dünyayı
büyüleyen keşfin yüzüncü yılını kutlarken,
2 Kasım Cumartesi gününden başlayarak
3 Mayıs 2020'ye kadar sınırlı bir süre için
Londra'daki Saatchi Galerisi'nde sergilenecek.
Mısır Eski Eserler Bakanlığı ve IMG tarafından
düzenlenen ve Londra'da Viking Cruises
tarafından sunulan “TUTANKHAMUN:
Altın Firavunun Hazineleri” Dünya Turu,
Mısır dışındaki ilk seyahatinde
Tutankhamun'un mezarından çıkan
150'den fazla orijinal eseri İngiltere’ye
getirecek. Ziyaretçiler, tarihi hazineler
Tutankhamun'un tüm koleksiyonuyla birlikte
kalıcı olarak barındırılmak üzere Kahire'deki
yeni Büyük Mısır Müzesi’ne dönmeden önce
altın kralın efsanesini keşfedebilecekler.
Tutankhamun efsanesi, 1922'de mezarı
İngiliz kaşif Howard Carter ve finansçı
Lord Carnarvon tarafından keşfedildiğinde
dünya çapında konuşulmuştu.
Anında global bir sansasyon haline gelen ve
bugüne kadar bozulmamış halde bulunan
tek Eski Mısır kraliyet mezarının sahibi bu
gencecik oğlan krala duyulan ilgi, 1972 ve
2007 yıllarında Londra'da rekor kırarak bir
milyondan fazla ziyaretçi çeken sergilerle
devam etti. Bu sergiler Tutankhamun'un
mezarından 55 parçadan az eseri içeriyordu.
Mısır Eski Eserler Bakanlığı Genel Sekreteri
Dr. Mostafa Waziry, "Tutankhamun'un
mezarının keşfinin 100. yılını kutlamak için
Mısır, dünyanın dört bir yanındaki turlara
150 şaheser gönderiyor.
Lütfen bu eserler sonsuza dek
Mısır'a geri dönmeden önce, onları ziyaret
edin, onları görün." dedi.
TUTANKHAMUN
Altın Firavun'un Hazineleri sergisi
kraliyet mezarı içindeki öğelerin
anlamını ve her şeye rağmen keşfinin
iki yönlü hikâyesini araştırıyor.
Tutankhamun’un yerine geçen firavunlar
onu neredeyse tarih kitaplarından silmeyi
başarmışlarken, Howard Carter
bu arayışında ısrar etmeseydi,
oğlan kralının mirası ve hazineleri
sonsuza dek Mısır’ın kumlarında
kaybolabilirdi.
Eski Mısırlılar ölümün aynı zamanda bir
yeniden doğuş olduğuna inanıyorlardı.
Ziyaretçiler, dijital içeriği, içeriksel materyali,
ses kayıtları ve keşfin en özel anlarını
oradaymışçasına yaşatan ses klipleri
içeren dokuz sürükleyici galeri sayesinde
Tutankhamun'un sonsuz hayata geçişini takip
edecek ve firavunun beraber gömüldüğü defin
nesnelerinin bu tehlikeli yolculukta
nasıl kullanıldığını görecekler.
İzleyiciler firavunun hayatını keşfederken,
kaybolup gitmesi için yapılan her şeye
rağmen Tutankhamun’un ölümsüzlüğünü
sürdürmenin bir parçası haline gelecekler,
zira adını anmak, onu yaşatmak demek.
IMG Sergi Sorumlusu John Norman,
"Tarihin en büyük arkeolojik keşiflerinden
birinin yüzüncü yılı, daha önce hiç olmadığı
gibi bir sergi yaratmamız için bize ilham verdi.
Milyonlarca insan bu antik ve
zarif objeleri sürükleyici ve kişisel bir
deneyimle görmek için son bir şans
yakaladığında, Tutankhamun'un gelecek
nesiller boyunca dünyanın dört bir yanındaki
insanların kalbinde yaşamaya devam
edeceğini biliyoruz." dedi.
Saatchi Galerisi Müdürü Philippa Adams
ise, “Tutankhamun'un mezarının keşfi, tüm
dünyada bilinen zamansız bir hikâyedir ve bu
sergi, bu önemli tarihi eserleri, ziyaretçilerin
kendilerini tarihin içinde bulacakları bir
derinlikle son derece yenilikçi bir şekilde
sunulacak. Kültürel açıdan son derece önemli
bu sergiye ev sahipliği yapmaktan heyecan ve
onur duyuyoruz.” diyor.
Dünyayı gezecek serginin sonunda, eserler
kalıcı olarak sergilenmek üzere sergi
gelirleriyle desteklenen Büyük Mısır Müzesi’ne
dönecek. Grand Egyptian Museum,
Giza piramitlerine 2,5 km mesafedeki
UNESCO Dünya Kültür Mirası olarak kabul
edilen Giza Platosu'na bitişik.
Müze tamamlandığında, yaklaşık
3.000 yıllık eski Mısır tarihini ve
100.000'den fazla eseri barındıran dünyanın
en önde gelen bilimsel, tarihi ve arkeolojik
çalışma merkezlerinden biri olacak.
Bu çarpıcı konum, Tutankhamun
koleksiyonunun son dinlenme yeri de dâhil
olmak üzere paha biçilmez eserlerin gösterimi
için muhteşem bir fon görevi görecek.
Mısır’ın bilinen en genç firavununun
hayatı ve ölümsüzlüğüne ışık tutan eserler
evine dönmeden önce yolunuz
Londra’ya düşerse, Saatchi Galeri’ye
uğramayı sakın unutmayın.
Yazı: Cem Kara
hillsider 90/95
11/5
TODAY IS YOUR
LUCKY DAY
ERKUT
12
hillsider 96/100
TARİHTE YENİ BİR DÖNEM:
Konu spor olunca zamanın ruhuna uygun biçimde
her yerde karşımıza çıkan “en iyi” listelerinin,
arkadaş sohbetlerinin, istatistiklerin birleştiği dikkat
çekici bir durum var:
ÇEŞİTLİ SPOR DALLARINDA
TÜM ZAMANLARIN EN İYİ
OYUNCULARINI İZLEME FIRSATI
BULAN ŞANSLI BİR NESİL MİYİZ?
SAYICA HAYLİ FAZLA
“TARİHİN EN İYİLERİ” NASIL BU
DÖNEME DENK GELEBİLDİ?
Pek çok otoriteye göre teniste tüm zamanların
en iyi raketi, ansiklopedi sayfalarını çevirerek
değil de maçlarını halen dünya gözüyle izleyerek
gördüğümüz Federer. Onun yılmaz rakipleri
Nadal ve Djokovic de yine otoritelere göre tarihin
en iyileri arasındaki yerlerini çoktan aldılar.
Kadın tenisçilerde ise Serena Williams tarihte
rakipsiz görünüyor. 2000’lere kadar
Pele ve Maradona’nın çekiştirildiği
“tarihin en iyi futbolcusu” tartışmalarında artık
Messi’nin de ağırlığı hissediliyor.
Günümüzde sosyal medyada infial seviyelerine
çıkabilen tartışmanın diğer yarısı olan
Ronaldo “en” listelerindeki yerini kesinleştirmiş
durumda. Bu isimler tarihe geçerken televizyonda
zapping yaptığımızda, atletizmden çıkan dünya
yıldızını, tarihin en hızlı insanı
Usain Bolt’u izleyebildik. Başka bir kanalda
Kobe’yi, LeBron James’i gördük.
Yazı: Eyüp Tatlıpınar
etatlipinar@gmail.com
SON 20 YILDAKİ
BÜYÜK
DEĞİŞİM
Serena Williams önceki haftalarda
ABD’deki Forbes dergisinin
kapağında yer aldı. Servetini
kendi kendine edinmiş en önemli
milyonerlerden biri. 150-200 milyon
dolarlık bir geliri var.
Liste uzatılabilir... Bütün bu yaşadıklarımız
yalnızca hoş bir tesadüf müydü? Şanslı bir
nesil miyiz? Yoksa şanstan öte faktörlerin
belirlediği yeni bir döneme mi girmiş
bulunuyoruz? Bu yeni dönemin ruhu ne?
Yanıtlar için soruları bir süredir Londra’da
yaşayan spor gazetecisi Alp Ulagay’a yönelttik.
Spor spikeri Emre Yazıcıol’dan, spor yazarı
Uğur Vardan’dan, ekonomist Enver Erkan’dan
görüşler aldık.
Alp Ulagay çeşitli alanlarda tarihin en iyi
isimlerinin 2000 yılı sonrasına denk gelmesini
çözülmesi gereken bir sır olarak görmüyor:
“Modern sporun çıkışını 1850’lerden başlatsak
160 yıllık bir geçmiş görüyoruz, çok uzun bir
süre değil. Organize olması 1896’daki modern
olimpiyatlara uzanıyor ama şunu düşünelim;
1950’ye kadar bir avuç ülkenin katılabildiği
elit bir alan. Birkaç dal hariç profesyonel
spordan pek söz edilemez. Bu nedenle
1950 öncesinde pek büyük sporcu çıkmaz.
Belki birkaç isim, erken olgunlaşan beyzbol,
futbol gibi birkaç spor dalında çıkabilir.
Spor asıl 1950’den sonra olimpiyatlara katılımcı
ülkelerin sayısı artınca modernleşmeye,
uluslararası olmaya başladı. 1980 diğer bir
dönüm noktası, o tarihten sonra profesyonel
dallarda bir artış yaşandı ve daha geniş
bir yetenek havuzuna erişim mümkün
oldu. Dolayısıyla 2000’den bu yana geride
bıraktığımız 20 yıl modern sporun çok önemli
bir kısmı, süre olarak da çok kısa bir süre değil.
Bu nedenle çok önemli sporcular çıkmasına,
tarihin en büyüklerinin çıkmasına
şaşmamak lazım.”
Son 20 yılın spor dünyasının önceki dönemlere
göre farkı birkaç başlıkta ele alınabilir.
Ulagay beslenme, performans takibi,
veri analizleri gibi alanlardaki sıçramayla
sporcuların kariyerlerinin uzamasına işaret
ediyor. 20 yıl öncesine kadar
5-10 yıl süren kariyerler bugün artık
15 yıla kadar uzamış durumda.
Federer, Nadal, Djokovic’in 16-17 yıldır tenisi
domine etmesini örnek gösteriyor.
Günümüzde sporu endüstri kategorisinde
görmemizi sağlayan en önemli faktör ise
bu alana akan paranın muazzam boyutlardaki
artışı. Ulagay: “Ben yakınlarda 1.9 trilyon dolar
gördüm, kitle sporuna akan paranın da dahil
olduğu bir rakam. Dünya ekonomisi
85 trilyon dolar… Futbolcular,
NBA oyuncuları 50 yıl değil, 20 yıl önce
pek hayal edemeyeceğimiz gelirlere sahipler”
diyerek bu rakamların artmaya devam
edeceğini söylüyor.
Ekonomist Enver Erkan durumu:
“1990’larda konuşulan rakamlar artık
çok cüzi şeylere denk geliyor. Michael Jordan
97-98 sezonunda Chicago Bulls’ta yıllık 33
milyon dolar alıyordu. 90’lı yılların zirvesiydi.
Bugün NBA’de o para sıradan oyunculara
veriliyor. Bu rakamlar büyümeye de
devam edecek. Yayın gelirleri arttı,
NBA takımları artık formalara reklam da
almaya başlayacaklar. Satılabilen her şey
satılıyor. Bugün futbol takımı formalarına
bakıyorsunuz; göğüste ayrı reklam,
sırtta ayrı reklam, kolda ayrı reklam,
şortta ayrı reklam... Stadyumun isim hakkını
satıyorsun, kulübün adının önüne firma ismi
alıyorsun, tribünlerin isimlerini satıyorsun”
sözleriyle özetliyor.
Erkan’a göre bu büyümede en büyük payı
futbol, NBA, Amerikan futbolu, Formula 1,
tenis, profesyonel boks ve golf alıyor.
SÜPER SPORCULAR DÖNEMİ
Böyle bir ortamda sporcunun konumu
da değişiyor. Ulagay artık yeni bir
“süper sporcular” dönemine girdiğimizi
söylüyor: “Dünyada 50 ila 100 sporculuk bir
gruptan bahsedebiliriz; bir süper sporcular
dönemine doğru gidiyoruz.
FEDERER’İ, MESSİ’Sİ,
RONALDO’SU, PIQUE’Sİ,
DJOKOVIC’İ, NADAL’I,
WILLIAMS’I, LE BRON
JAMES’İ, HARDEN’İ…
Bunlar çok yüksek bir sportif gelire
(sponsorluklar, reklam gelirleri, vs.) sahipler.
Bir yandan da bunu bir iş insanı gibi,
profesyonel hayatlarına paralel biçimde
ikinci bir kariyer olarak yürütüyorlar.
Serena Williams iyi bir örnek.
Servetini kendi kendine edinmiş
en önemli milyonerlerden biri.
150-200 milyon dolarlık bir geliri var,
bu sadece kortta yaptığı vuruşlardan gelmiyor.
Medyatik etkisi var, moda faaliyetleri var,
şirketleri var. Çok güçlü bir süper
sporcular dönemindeyiz bence,
önümüzdeki dönemde bu daha da
belirginleşecek.”
Emre Yazıcıol da spor adına özel bir çağda
yaşadığımızı düşünenlerden,
fakat bir “ama” ekliyor; “Şu anda karşımıza
çıkan soru; tarihin en iyileri sürekli olarak
‘update’ olacak mı? Bu yeni düzen sürekli
olarak Messileri, Federerleri karşımıza
çıkaracak mı? Bu sorunun yanıtını bence
bir sonraki ya da iki sonraki jenerasyonda
alacağız. Önümüzdeki bir iki kuşakta yeni
Messiler, Federerler çıkarsa o zaman yeni bir
evreye geçtiğimizden bahsedebiliriz.”
Spor endüstriye, sporcu iş insanına evrilirken
sporun bugüne kadar hep yüceltilmiş;
“önemli olan katılmak”, “önemli olan
mücadele etmek” sözleriyle özetlenebilecek
amatör ruhunun kaybolmaya yüz tutması da
neredeyse kaçınılmaz. Yeni dönemin ruhunda
mutlaka ve mutlaka kazanmak var.
Yazıcıol; “Şampiyonlar çok büyük paralar
kazanıyorlar ve büyük kahramanlara
dönüşüyorlar. Herkes bu paraya,
ilgiye ulaşmak istiyor” diyor.
Barcelonalı Pique 32 yaşında, halen takımın önemli
oyuncularından biri, ciddi bir iş insanı kimliğiyle öne
çıkıyor. Kosmos adındaki şirketiyle Uluslararası Tenis
Federasyonu’yla anlaşıp Davis Kupası’nın haklarını satın aldı.
Kupayı artık onun şirketi organize edecek.
hillsider 101
TÜYLER,
HER YERDE TÜYLER…
Bu sezon, modadan aksesuara,
ev dekorasyonundan sanata tüylerin
bolluğu her alanda karşımıza çıkıyor. Moda
haftalarında öncelikle ayakkabılarda göze çarpan
akım, kısa zamanda 2019 yılının en öne çıkan
süslemelerinden biri haline geldi. Elbiseler, çantalar,
saatler, döşemelik kumaşlar ve ev dekorasyonu
dâhil aklınıza gelecek her şeye renk katan kuş
tüyleriyle kanatlanmaya hazır olun.
GÖSTERİŞİN
ZARAFETİ
Kylie, Kendall, Tracee, Lizzo, Kacey, Zendaya, Rita,
Erika... Bu isimler bir anda patlayan tüy akımını hızla
benimseyen ünlülerden sadece birkaçı. Burberry,
Oscar de la Renta ve Tom Ford gibi dev tasarım
markalarının tüylü yelek ve mantoları, manşet ve
paçaları hacimle kabarmış gömlek ve pantolonları
ve eteği tüylerle bezeli straplez mini elbiseleri gibi
göz kamaştırıcı olduğu kadar çekici seçenekler
mevcutken bu akıma kapılmamak mümkün değil.
KUŞ
GİBİ
Devasa rengârenk küpelerden, tozpembe pamuk
şeker gibi tüylü çantalara, aksesuarların hafif ve
enerji veren tüylerle bezendiği bir sezona merhaba
deyin. Alessandra Rich’in saç bantları,
Vanina ve Stoud’ın çantaları, H&M’in terlikleri
derken, tepeden tırnağa tüylerle sarılı olabilirsiniz.
Siz tabi trendi ayarında takip edin ve tüylü aksesuar
kullandığınız kombinlerinizde sade görünmeye
özen gösterin.
MESSİ VE
MARADONA FARKI
KANATLANIN
Marc Jacobs’un Bahar / Yaz moda gösterisinde
tavus kuşu detaylarıyla ilk kez karşımıza çıkan tüyler,
şimdi Dries Van Noten, Brock Collection ve Valentino
gibi markaların ayakkabı koleksiyonlarında iyice
yerleşmiş durumda. Zarif bir takımı veya şık ve
profesyonel bir gömlek, blazer kombinasyonunu bir
dokunuşta zenginleştiren tüylü ayakkabı modelleri,
kuşkusuz dolabınızın
en eğlenceli
parçaları olacak.
Yeni dönemin ikilemi:
Dizi mi izleyelim, spor mu?
Önümüzdeki dönemde spor dünyasını yeni
bir değişim bekliyor mu, hangi spor dalları
öne çıkacak? Yazıcıol, sorunun yanıtını
internetin, sosyal medyanın değiştirdiği
hayat alışkanlıklarımızı öne çıkararak veriyor:
“İnsanların tüketim alışkanlıklarına
hitap eden sporların daha fazla
öne çıkmasını bekliyorum. Artık insanlar bir
maçın tamamını pürdikkat izleyemiyor.
2 saat gözünü kırpmadan bir şey izleme
durumu taca çıkmış durumda.
Herkes akıllı telefonlarla, internetle dünyadan
geri kalmamaya çalışıyor. Sürekli telefonlara
bakıyoruz. Çabuk sıkılan bir tüketici var.
Çalışan kesim 2-3 saati evde geçiriyor,
burada maksimum keyif alabileceği seçimler
yapmak istiyor. Netflix'te herkesi peşinden
sürükleyen bir dizi izlemekle bir tenis maçı
izlemek arasında seçim yapmak zorunda.
Bu durum belirleyici olacak.
Temponun, aksiyonun olduğu,
daha kısa süreli sporlar burada öne çıkabilecek.
Bunların neler olacağını söylemek çok kolay
değil ama mesela pool bilardo olabilir,
bowling olabilir, dart olabilir.
Bu tür daha canlı, tempolu, eğlenceli,
kısa süren sporların göreceği ilgi
yeni dönemde artabilir.”
Spor yazarı Uğur Vardan’a göre, beraberinde
süper sporcuları getiren günümüzdeki
endüstrileşmenin sert rüzgarları geçmişteki
başyapıtları yerinden edemeyecek.
“Bütün zamanların en iyileri bize mi nasip
oldu? Doğrusu bu yaklaşımın yüksek yüzdeli bir
kesinlik içerdiğini söylemem pek mümkün değil.
Evet, belki teniste zaman zaman sahne
Djokovic ya da Nadal’a kalsa da Roger
Federer’in tarihin en iyisi olduğu söylenebilir.
Ya da yakın zaman önce pistleri terk eden
Usain Bolt’un da atletizm tarihinin en
iyilerinden biri olduğu iddia edilebilir.
AMA MESSİ İÇİN
AYNI DURUM GEÇERLİ MİDİR
MESELA? BENCE DEĞİL.
BENİM İÇİN HÂLÂ
BÜTÜN ZAMANLARIN
EN İYİSİ DIEGO ARMANDO
MARADONA’DIR.
Kuşkusuz kıyas düzlemi çok çok farklı Artık
oyun çoktan endüstriyel bir kimliği üzerine
geçirmiş durumda. Messi’nin bir sezon boyunca
sahaya çıktığı maç sayısıyla Maradona’nın
zamanındaki maç sayısı çok çok farklı.
Futbol anlayışları, taktiksel gelişim,
oyun mantaliteleri de bambaşka kimlikler
ve verilerle dolu. Ama yine de futbol,
Maradona’nın vakti zamanında gözlerimize,
hisselerimize, ruhumuza ve hatıralarımıza
kattıkları mevcudiyetini koruyor ve belki ilk
göz ağrısı olmasının da avantajıyla tercihimiz
Diego’dan yana... Arjantinli teknik direktör
Menotti’ye göre; Messi Barcelona adlı bir sanat
eserini daha da güzelleştiren, bu esere eklenen
göz kamaştırıcı bir parçaydı.Maradona ise
Napoli örneği üzerinden konuşulursa
yepyeni bir sanat eserini yaratandı.
Başka bir dala göz atalım. Mesela basketbol?
Evet, Stephen Curry mükemmel bir yetenek
ama Michael Jordan’ı tepenin
en üstünden indirebilir mi?
Toparlarsak ben şimdiki zamanın sporseverinin
elbette şanslı olduğunu Kabul ediyorum.
Kimi kategorilerin en iyilerinin serüvenlerine
tanıklık ettiler, hatta bazılarınınkilere etmeyi
sürdürüyorlar. Ama bazı dallar da başyapıtları
geçmişte verdi ve o başyapıtların tarih
sahnesindeki yerleri belki de sonsuza kadar
hükmünü koruyacak.”
HER SAAT
AYRI GÜZEL
Saatler tarzınız ve zevkinizin en göze çarpan
parçalarından biri. Tüylerin hükümdarlığında
her bütçeye uygun seçeneklerle stilinize
renk ve bir parça uçarılık katabileceğiniz tasarımlar,
Harry Winston’ın beyaz altın ve pırlanta bezeli,
kadranı muhteşem kuştüyü desenleriyle süslü
Premier koleksiyonlarından ASOS ve
CORUM gibi yükselen markaların sıra dışı
tasarımlarına kadar, akımı kollarında
taşımak isteyenleri bekliyor.
EVİNİZE
HAVA KATIN
İncelik ve kırılganlığının
güzelliğini arttırdığı kuştüyü motifleri,
tropik yeşiller, Nordik maviler ve
pastel renkleriyle en dekorasyonuna da
yerini alıyor. Günlük hayatta
kolayca gözdenkaçan ama
işlendiği her tasarıma narin
bir zarafet kat kuş tüyleriyle,
evinizde eksikliğini
hissettiğiniz o doğallığı
yakalayabilirsiniz.
Aynı zamanda
tavus kuşu tüyleriyle
işlenmiş kumaşlar,
kabarık koltuk
minderleri
ve gerçek tüylerin
çerçevelendiği
tablolar, bu sezon
evinize almak
isteyebileceğiniz
detaylar.
hillsider 102/105
Geçen sayıda Hermes ile gerçekleştirdiğim röportajın
etkisindeydim hala. Kolay mı, binlerce yılın bilgesiydi
O. Yanıma geldiğinde dünya üzerindeki her bir
uygarlıktan esinti getirmiş, zamansızlığın büyüsüyle
beni sarhoş etmişti.
Bir sonraki buluşmam Güneş Tanrısı Apollo ve
Ay Tanrıçası Artemis ile olacaktı. Ve ben
Hermes’in baş döndürücü rüzgarının etkisinin
altındayken bu birbirinden önemli Olimpos
kardeşlerine nasıl dikkatimi verecektim,
bilemiyordum. Şu bir gerçekti; bu işi yapacaksam,
bu insanüstü karakterlerin çekim alanlarına
girmemem gerekiyordu! Mümkün müydü?
Cevap belliydi ama hepimiz cevabını bildiğimiz bir çok
sorunun peşinden gitmemiş miydik! Tabii ben de bile
bile gidecek, beni nereye götürürse götürsün
bu sihirli bulutun içinde olmaya devam edecektim.
14
Apollo ve Artemis görüşme için beni Atina’ya
çağırmışlardı. Akropolis’te çok önemli bir toplantı
olduğunu ancak oraya gidersem -o da belki- benimle
kısa bir süre görüşebileceklerini söylemişlerdi. Tabii
Hermes ile haber göndermişlerdi demek daha doğru!
Ne yapalım, el mecbur dedim, atladım bir uçağa
Atina’ya gittim. Çok ama çok sıcak bir gündü.
Akropolis’e çıkmak da görüldüğü kadar kolay değildi,
hem de güneş en tepedeki yerinden buram buram
kavururken! Muhteşem tarihi yapıların yanından
geçerek yavaş yavaş yukarıya doğru tırmanmaya
devam ediyordum.
Athena ile Poseidon’un Atina şehrini almak için
mücadele ettikleri tapınağın önüne gelmemi
söylemişlerdi. Güneşin sıcaklığı bedenimin ısısını
çok yükseltmişti. Fantastik Dörtlü’deki
Alev Adam gibi alev almama ramak vardı diyebilirim.
Yerler kuru topraktı ve çevrede bir ağaç bile yoktu.
Güneş o kadar tepedeydi ki; arada soluklanmak için
bir gölge aradığımda bulamıyordum. Bir taraftan
susuzluk, bir taraftan topraktan yükselen ve
bütün bedenimi saran ateş, diğer taraftan bitmek
bilmeyen tırmanış sanki artık hava almamı da
engelliyordu. Buluşma yerine gelmek üzereyken
arkada saklanmış bir çeşme olduğunu fark ettim.
Suya doğru nasıl koştum; içtim mi yoksa yıkandın mı
hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde
5 dakika sonra kuruyacak kadar sırılsıklamdım ve
biraz olsun düşünebiliyordum.
Yazı: İpek Kigan
@ipekkiganblog
“BU TANRILAR
BENİMLE OYUN
OYNUYORLAR HERHALDE.”
DEDİM KENDİ KENDİME.
ŞU PERİŞANLIĞIMI
SEYREDİP,
“ZAVALLI ÖLÜMLÜ
İNSANLAR!” DİYEREK
EĞLENİYORLARDIR.
Çeşmenin yanında bitkin bir şekilde otururken
‘tanıdık bir rüzgar’ esti. Saatlerdir aradığım
gölge, üstüme düştü sonra. Başımı
kaldırdığımda Hermes o yaramaz çocuk
bakışlarıyla bana bakıyordu. Kocaman bir
gülümseme belirdi dudaklarımda.
Kalkıp sarılmamak için kendimi zor tuttum.
Zaten sarılamaya kalksam başarabilir miydim
onu bile bilmiyordum. Bana Apollo’dan bir
haber getirmişti! Görüşme başka bir zamana
ve yere ertelenmişti. Sözü sözdü ama şimdi
zamanı değildi. Buraya kadar çok yorulduğum
için bana bir hediye vereceğini de söylemişti.
Ben; “Ama bunca yolu boşuna mı geldim,
Hillsider’ın sonbahar sayısına yazmam
gerekiyor bu röportajı, yapmayın etmeyin...”
derken bir an nefessiz kaldım, başım döndü.
Hermes’in gözlerindeki ışıltıydı galiba
o son gördüğüm. “Merak etme” dedi fısıltıyla,
“Zamanı geldiğinde senin için her şey çok
daha iyi olacak. Sadece şu an sorgulamayı
bırak ve olanı kabul et!”
Oturup kaldığım toprağın sertliği yoktu sanki
artık. Sıcaklık derimi yakmıyordu.
Gözümü yavaşça açtım ve evimde,
koltuğumun üstünde oturduğumu fark ettim
şaşkınlıkla! Nasıl olabilirdi, yoksa her şey
bir rüya mıydı, bu insanüstü varlıklar
beni deli etmeye mi çalışıyorlardı!
Bacaklarıma bulaşmış kuru, sarı toprak ve
hala sırılsıklam olan bluzum olmasaydı rüya
gördüğüme inanacaktım.
Apollo’nun hediyesi bu olmalı herhalde,
diye düşündüm. Neyse en azından eve
gelmem sadece 1 saniye sürmüştü.
Sıcaktan ve susuzluktan hayati tehlike
atlatmış bile olsam her şeye değerdi bu anları
yaşamak. Gerçek dünyaya dönmüştüm ve
çok acil yetiştirmem gereken bir yazı vardı.
Üstelik yeni bir şeyler bulmalıydım.
Hermes’in dedikleri içimi rahatlatmıştı.
Mutlaka bir gün Apollo ve Artemis ile
buluşacaktım. Belli ki çok daha farklı ve
güzel şeyler olacaktı. Boşuna “Zamanı
geldiğinde her şey senin için çok daha güzel
olacak.” dememişti büyük bilge!
Sözünü dinledim ve hiç bir şeyi didiklemeden
kendimi olasılıklar nehrine bırakıverdim...
Ama tabii hala yeni bir astroloji
yazısı yazmam gerekiyordu. Ben de
Akropolis’te en çok hissettiğim şey üzerine
yazmaya karar verdim: 4 Element!
Astrolojide 4 Element
Birçok şeyde olduğu gibi astrolojide de
4 element çok önemli rol oynar.
Yaşamın kaynağı ateş, hava, toprak ve
su! Astrolojide doğum haritasındaki
gezegenlerin bulundukları burçlara göre
belirlenen element dağılımı karakterimizin de
belirleyicilerindendir.
Yükselen, Güneş ve Ay’ınızın hangi burçlarda
olduğu element dağılımının en önemli
belirleyicilerinden olsa da, bunlarla birlikte
gerçek sonucu Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter,
Satürn ve haritanın tepe noktasının da
bulunduğu burçların elementsel toplamı
oluşturur.
Eğer bir kişinin haritasında herhangi bir
element, belli bir oranın üzerindeyse veya
altındaysa – ki bu oranı % 70 ve üstü veya
% 15 ve altı diye tabir edebiliriz- o zaman
kişinin üzerinde zorlayıcı etkiler olarak
kendini göstermeye başlayabilir. Bu durum,
elementlerin dengeli dağılımına göre çok daha
önemlidir. Kişi bunun üzerinde farkındalık
sahibi olursa kendini dengeleyebilmesi için
yapması gerekenleri de bilecektir!
Bu 4 elementin varlığı, vurgusu veya eksikliği
astrolojik olarak insan üzerinde ne gibi
etkiler mi oluşturuyor? Merak ettiyseniz biraz
anlatayım...
Ateş Elementi
Ateş elementine sahip burçlar tahmin
edebileceğiniz gibi Koç, Aslan ve Yay’dır.
Ateş elementi canlılığı, heyecanı, hevesi ve
dünyaya renk getiren enerjiyi anlatır.
Yaşam enerjisi, cesaret, motivasyon ateş
elementinin tariflerindendir.
Bu yüzden ateş burçları enerjik, dürüst,
hayata bağlı, coşkulu, çocuksu ve
iyimserlerdir. Kendilerini seven ve özgüvenleri
yüksek bir yapıları vardır, egoistliğe doğru
meyil edebilirler. İyi niyetli olmalarına
rağmen, bazen istekleri çok yoğun ve hatta
zorlayıcı olur ki; bu diğerlerinin duygularını
incitebilir. Fiziksel aktiviteden, eğlenceden ve
özellikle spor yapmaktan keyif alırlar.
Ateş aşırı vurgulandığında yani doğum
haritasındaki gezegen ve kişisel noktalarının
çoğunluğunun ateş burçlarında olması
durumunda kişi fazla hareketli, huzursuz,
hayata karşı ısrarcı, sürekli bir şeyler yapmakla
meşgul olur. O kadar ki bu aşırı hareketlilik
ve isteklilik hali kendilerini yakacak düzeye
ulaşabilir. Güçleri kontrol dışına çıkabilir,
sabırsız, kavgacı, düşüncesiz, aşırı bencil
kişiler olabilir. Egolarının çok yüksek olması,
başkalarını küçümsemeyi; fazla iyimser ve
özgüvenli olmaları ise hayal kırıklıklarını
getirebilir. Aşırı ateşi dengelemek için soğuk
ve nemli besinler, tahıllar, kök bitkiler ile
beslenmek, papatya çayı gibi sakinleştirici ve
uyku düzenleyici çaylar tüketmek iyi gelebilir.
Ayrıca Thai Chi, Qi-gong gibi yavaş, nazik
hareketlerle ve özel nefes teknikleriyle yapılan
çalışmalar da tercih edilebilir.
Eksik olan ateş elementi ise çok önemlidir.
Çünkü ateş canlılık kaynağıdır. Ateş
burçlarında çok az veya hiç gezegeni olmayan
kişiler fiziksel olarak güçsüz ve enerjisiz
olurlar. Cesaretsiz, yaşama karşı güvensiz,
iyimserlikten uzak bir yapı sergilerler. Güzel
haber ise ateşin eksikliği, dengelemenin en
kolay olduğu elementtir. Çünkü sadece spor
yapmak veya düzenli fiziksel egzersizler bile
ateşin yükselmesini sağlayacaktır. Ya da
benim gibi Ağustos ayında ve özellikle saat
12’de Akropolis’e çıkabilirsiniz!
Hava Elementi
Sevgili İkizler, Terazi ve Kova burçları
hava elementinde olan burçlardır.
Hava elementi iletişimi, sosyalliği, zihni ifade
eder. Merak etmek, objektif olmak, olayları
her yönüyle değerlendirebilmek, her şeyi
önce düşüncede var etmek ve öğrenmek hava
elementini anlatır.
Dolayısıyla hava burçları da bu
özellikleri taşır. Doğum haritasında hava
elementi yüksek olan kişiler genellikle
entelektüel kapasitesi yüksek, konuşmayı
seven, rahat iletişim kuran, mantığını
kullanabilen, zeki, hareketli, analiz yeteneği
olan, meraklı kişiler olurlar.
Ama her elementin olduğu gibi haritadaki
aşırı hava vurgusu da bir dengesizliğe yol açar
ve kişilerin üzerinde yıpratıcı etkileri olabilir.
Öncelikle zihinlerinin aşırı çalışması çok
yorucudur, ortaya kafasının içinde yaşayan
bir kişi çıkabilir. Düşündüklerini hayata
geçirmekte zorlanabilirler. Aşırı hava vurgusu
bazen kişiyi düşüncelerine hapsedebilir! Sinir
sistemleri çok hassas ve aktif olabilir.
Dingin ve sakin müzikler dinlemek,
meditasyon ve yoga yapmak bu aşırı vurguyu
dengelemek için çok faydalı olacaktır.
Eksik hava elementi ise en anlaşılamayan
eksikliktir. Çünkü doğum haritalarında hava
burcunda gezegenleri ve kişisel noktaları
az olan veya hiç olmayan kimseler,
kendi düşüncelerini çok beğenir, en mantıklı
ve objektifi aramakla uğraşmayıp sadece
bildiklerini yoldan ilerlerler, tabi bunun
en doğru yol olduğunu düşünerek!
Dolayısıyla kendilerindeki eksikliği anlamaları
çok da mümkün değildir. Bazen hava eksikliği
kişiye içe dönük ve suskun bir yapı da
verebilir. Bu kişiler sürekli anlaşılamadıklarını
düşünebilir veya kendini bir türlü ifade
edemediklerini hissedebilirler.
Hava elementini dengeye getirmek için çözüm
yolu ateş elementindeki kadar kolay değildir.
Ama insanlar genellikle kendilerinde eksik
olan elemente doğru çekilirler. Doğal bir
tamamlanma hali. Eş ve arkadaş seçimleri ve
iletişim ağırlıklı meslek seçimleri ile farkında
olmadan kişi kendini dengelemeye çalışıyor
olabilir. Ayrıca dışarıda yapılan düzenli günlük
yürüyüşler oksijen alımını artırarak, zihin
yenilenmesine yardımcı olacaktır.
Toprak Elementi
Zodyak’ın en ayağı yere basan, toprak
elementinin hakimiyetindeki burçlara ‘Merhaba’
diyelim Hangileri mi diyorsunuz, tabii ki Boğa,
Başak ve Oğlak!Ne istediklerini bilen, çalışkan,
kararlılık ve sabırla adım adım hedefe ilerleyen,
yaşamlarındaki her şeyde güven ihtiyacı duyan,
olayları somutlaştırıp ortaya çıkaran, fiziksel
duyularıyla ve maddi dünyanın gerçekliği ile iç
içe olan toprak enerjisi. Toprak elementi kendine
ait olanı koruyan, tutan, biriktiren, toplayandır.
Elle tutulur, gözle görülür yani somut olanla
ilgilidir. Toprak vurgusunun yoğunluğu hayal
gücü eksikliği, kıpırdayamama, sıkıcı ve
monoton bir hayat, fazla gerçekçi, katı ve
depresif bir yapı getirebilir.
Harekete geçmekte, hareket etmekte
zorlanabilirler. Bu nedenle metabolizmaları ve
sindirim sistemleri yavaş çalışır. Hafif beslenme
tarzını tercih etmeleri, düzenli egzersiz yapmaları
– ki yapmamak için her zaman çeşitli bahaneleri
hazırdır- toprak fazlalığının getirdiklerini
dengeleyebilir.
Eksikliği ise fiziksel beden ihtiyaçlarını fark
edememe, olayları somutlaştıramama, düzenli
ve takip edilmesi gereken işlerde sorun yaşama,
muhasebe tutmak, ödemeleri planlamak gibi
konularda sıkıntı, rutin işleri pratik şekilde
tamamlayamamak gibi zorluklar getirebilir.
Bıraksan yemek yemeği bile unutabilecek kadar
her türlü fiziksel ve bedensel ihtiyaçlarını göz
ardı etmeye meyilli oldukları için düzenli yemek
yemek, su içmek, uyumak, dinlenmek gibi
konulara ayrıca özen göstermeleri gerekir.
Toprak eksikliğini dengelemenin en kolay
yollarından biri toprak ile temas etmek – mesela
arada ayakkabıları çıkarıp çime, kuma, toprağa
basmak- seramik, bahçe, peyzaj türü hobiler
edinmektir. Ayrıca zaten toprak elementi yüksek
kişileri hayatlarına almış veya mühendislik,
bankacılık gibi işleri yaşamlarına katarak toprak
enerjisini dengelemeye çalışmış da olabilirler.
Su Elementi
Su elementi tüm evreni severek
kucaklamaktan, saplantılı takıntılara, nefes
aldırmayan korkulardan, derin ve boğucu
hissiyatlara kadar tüm duygusal tepkileri
temsil eder.
Su burçları Yengeç, Akrep ve Balık’tır.
Su elementi burçları derin hisselere sahip,
empati kurabilen, karşısındakinin ihtiyaçlarına
duyarlı, evrenin bilgeliğine karşı farkındalıkları
yüksek olan burçlardır. Suyun soğuk ve
karanlık tarafını da belirtmek lazım tabi!
GİZEM, MANİPÜLASYON,
SAPLANTI, DÜŞ
DÜNYASINDA KAYBOLMAK,
SINIRLARI ÇİZEMEMEK,
GERÇEKLERDEN KAÇMAK
SU ELEMENTİNİN
BÜNYEYE GİZLİCE YAYILAN
ETKİLERİDİR.
Doğum haritasında gezegenlerinin ve
kişisel noktalarının büyük çoğunluğu su
burçlarında yerleşen kimseler su elementi
aşırı vurgulu kimselerdir. Ve bu dengesizliğin
en belirgin özelliği kişinin kendisini büyük bir
okyanusta dümensiz, küreksiz, pusulasız bir
teknede sürükleniyor gibi hissetmesidir.
Hayal güçleri çok yüksek ve sezgileri çok
keskindir. Spritüel ve okült konulara doğal
yetenekleri vardır. Bir kişiye ve konuya
kendilerini samimiyetle adayabilecek kadar
verici ve cesur olabilirler. Ama aşırı hassas,
kırılgan, gerçeklerden kaçmaya müsait
yapıları dolayısıyla buna yardım edebilecek
alkol ve uyuşturucu gibi maddelere karşı
da eğilimli olabilirler. Su elementinin aşırı
yüksekliği bazen çekingen ve fazlasıyla içe
dönük bir yapı verebilir.
Akropolis
Mantıktan uzak ve sübjektiftirler.
Olayları konuşarak, ortaya çıkararak
halletmek yerine daha sinsi ve gizliden
ilerlemeyi tercih edebilirler.
Ödeme meyilli olan bedenlerini dengeye
getirmek için sıvı alımı azaltılmalı,
fesleğen, kekik ve maydanoz gibi ödem
giderici bitkiler tüketilmeli ve gerçeklik
algısından uzaklaştıran, bağımlılık geliştiren
her türlü maddenin kullanımına karşı çok
dikkatli olunmalıdır.
Su vurgusu eksikliği ise psikolojik,
fiziksel ve duygusal sorunlara
neden olabilir. Kendi duyguları ile temasa
geçmekte zorlanan bu kişiler için duygularını
ifade etmek oldukça zordur. His dünyası
yabancı gelir.
Empati kurmak ise neredeyse imkansız!
Çoğunlukla soğuk ve mesafeli kişiler olur.
Duyguyu korkutucu ve tehlikeli olarak
algılarlar. Bu kişiler otomatik olarak
duygularını rahat ifade eden insanlara çekilir,
kendilerini bu şekilde dengeye getirmek
isterler. Ayıca karşısındakini anlamaya
odaklanacakları öğretmenlik, psikologluk gibi
meslekleri tercih ettikleri de görülür.
Bütün bunlar kişinin kendindeki eksik
elementi dengelemeye çalıştığı bilinçdışından
gelen doğal itilimlerdir.
Su ile temas edilmesi, bol su içilmesi,
deniz kenarında vakit geçirilmesi,
meditasyon ve özellikle yin yoga yapılması
da su eksikliğini dengeye getirmek için
kullanabilecek yöntemlerdir.
Sanatsal faaliyetler; resim, müzik, yazı yazmak
gibi duygularını dışarıya ifade edebileceği
alanlara yönelmek de iyi gelecektir.
Elementlerimizin
dengelenmesi temennisi ile, bir sonraki
sayıda görüşmek üzere...
hillsider 106/107
15
Timothee Chalamet
Versace
COOL OLMAK İÇİN
GEREKLİ ŞEYLER
Koca yaz mevsiminin rüzgar gibi geçtiğine
inanamadığımız günler yaşıyoruz.
İstanbul’daki vitrinlere virüs gibi yayılan
plastik sakuralar, Alaçatı’da her sokaktan
duyulan korkunç canlı Türkçe müzik sesleri
derken bir yazı daha hızla kapatmış olduk.
Şimdi yeni heyecanlar, yeni başlangıçlar ve
melankoli dolu sonbahar eşliğinde yepyeni
sezona hazırlanmamız lazım.
Jimmy Choo, Urban Hero Kenzo, Neon Pink Ann Demeulemeester
Sezonun trendlerine,
çok uzaklara gitmeden, bize tanıdık
gelenler arasından başlamak istiyorum,
İÇİ KÜRKLÜ JEAN,
KADİFE YA DA
DERİ MONTLARLA
BAŞLAYALIM.
İçinde rahat olduğumuz şeylere sadık
kaldığımız için çocukluktan beri çok
sevdiğimiz bu parçaların jean versiyonları
A.P.C, Nudie Jeans ve tabii ki Levis’da
bulunabiliyor.
Sadece yaka bölümünde seçilen sahte kürk,
topluluk içinde sıyrılmanın başarılı yollarından
biri olduğu için kış mevsiminde gündelik
giyimin en havalı şekli diyebilirim.
Kış sezonunda baştan aşağı deri giyinmek de
bir başka trend olduğu için, kürk yakalı
bir deri mont almakta fayda var.
İddialı olayım derseniz, Coach’un
2019 kış koleksiyonuna bir bakın derim.
Hazır Dior’undan Fendi’sine hemen
her ağır marka, terzi elinden çıkmış gibi
şık takım elbiselere ağırlık vermeye
başlamışken, her yere giyebileceğiniz
uygunlukta bir ceket ve pantolon takım
edinmek de önemli. Hayatınız boyunca
alacağınız pek çok davetiyenin altında
“Takım elbise giyilmesi rica olunur” ibaresi ile
karşılaşacağınız için bu sorunla
ne kadar erken yüzleşirseniz
o kadar iyi. Parçaları ayrı ayrı kullanarak
farklı stiller elde etmeniz de cabası.
Fendi
Olmadı iş görüşmesine giyer,
havalı bir izlenim bırakırsınız.
İyi bir takım elbise her zaman gider.
20’lik stil ikonlarımız Timothee Chalamet,
Levi Dylan gibi renkli olanları da tercih
edebilirsiniz, sezonun modası olarak
siyahlara bürünerek de.
Önceki senelerden hatırlayacağınız
hayvan deseni baskılı kıyafetler ise
bu kış leopar print ile devam ediyor.
Bu kitsch motifler Marni, Celine ve
Versace gibi markalar aracılığıyla bazen
gömlek, bazen pardösü olarak karşımıza
çıkacak. Çok cesur değilim ama piyasadan
uzak da kalmak istemiyorum diyorsanız
leopar desenli bir çorap alıp konuyu
kapatabilirsiniz. Hazır iddialı yapımlara
geçmişken transparan gömlek ve
tişörtün de bu sene trend olduğunu
eklemem lazım. Bir de Kenzo dönemin
trendine uyarak neon pembesi paltolar yaptı.
Evet bu sezonun trend renklerinden
biri pembe ama palto olarak düşünür
müsünüz bilemedim.
Sanki parlak bir battaniyeye sarılmış gibi
dolaşılan büyük beden pufidik montlar
sezonun vazgeçilmezleri olacak.
Soğuk kış günlerinde giymeye bayıldığım bu
tarz montlar Balenciaga, Off-White ve
Todd Snyder tarafından defilelerde
kullanılmıştı. Her sezon H&M’de rastlanan bu
montlarla kış rahat geçiyor. Büyük şeylerden
bahsetmişken ekstra uzun kaşkollar da kış
sezonunun trendleri arasında. Sanki bir
koza gibi sarmalanıp dolaşmak bu senenin
trendleri arasında.
Önceki sezonlarda kadınlar arasında
moda olan çubuklu pijama tadında
kıyafetlerle dolaşma sırası şimdi bizde.
Ann Demeulemeester ve Casablanca’nın
defilelerinde görüp bayıldığım kıyafetler
nihayet sokakta da karşımıza çıkacak.
Liseden beri giymeye bayıldığım derin
V yaka kazaklar da preppy stilini (kolej tarzı)
yakalamanız için vitrinlerde olacak. Her
beğeniye göre ayrı bir stil olması trendlerin
en güzel yanı sonuçta.
YAVAŞ YAVAŞ GEL!
Yükselişine mutlu olduğum trendlerden
biri kesinlike “slow fashion” akımı.
Moda piyasasında bilinçli tüketiciler yaratarak,
tasarım alanında sürdürülebilir toplum
bilincini oluşturmaya çalışan
bu akım, modern zamanlardaki rekabetçi
yapıya gösterilen önemli bir tepki
aynı zamanda. Hazır herkesin dolabı
bir sezon kullanıp, sonra rafa kaldırdığı
ürünlerle iyice şişmişken, eskinin yeniye
evrilmesini sağlayan ürünlerin daha çok alıcı
bulması önem kazanıyor.
Akımın yükselmesinin en büyük destekçisi ise
çevrecilik bilincinin yükselmesi.
Üretimde kullanılan pamuğun yetişmesi için
1 yıl süre gerektiğini, bunun için harcanan
su ve kullanılan kimyasallar hesaba katılınca
ortaya çıkan sonuçların tansiyon düşürmeye
yeter olduğunu anlayabilmek zor değil.
Ama pek tabii tüketim sevdası göz önüne
alınınca 2000’li yıllardan beri tartışılan bu
akımın bu sene patlama yapmasını beklemek
ütopik mi, orasını bilemedim. Ama elinizdeki
kıyafetleri bir sezon kullanıp atmaktansa
yaratıcı kombinler içinde devamlılığını
sağlama fikri fena tınlamıyor hani.
İÇİMİZDEN BİR KAHRAMAN
Parfüm reklamlarında yakışıklı oyuncuları,
seksi sporcuları görmeye alışmıştık ki;
Jimmy Choo’nun yeni yüzünün grafik sanatçısı
Jules L’Atlas olduğunu öğrendim.
Ve çok şaşırdım. Paris sokaklarında sanatçının
yaptığı devasa grafitilere bayılırken şimdi
önemli bir markanın parfüm yüzü olması
hayli enteresan. Urban Hero adındaki parfüm
benim gibi odunsu kokulardan hoşlananları
mest edecek. Üst notlardaki karabiber,
derinden gelen gri amber ile birleşince tahrip
gücü hayli yüksek bir parfüm çıkmış ortaya.
Hazırlayan: Oben Budak
Gazeteci
@obenbudak
hillsider 108
290 SQM
7 Gr Art Cafe
44A Sanat Galerisi
Adem Terzi
Akali Gastro Pub
Alancha
Alkent Aktüel Art
All Sports Cafe
Alles Coffee & Shop
Amanda Bravo İstanbul
Antiochia Restoran
Any Cafe
Ara Cafe
Armani Cafe
Arnavutköy Steak House
Arte İstanbul Sanat Merkezi
Artone
Aşşk Café'ler
Atmospheres
Atölye 26
Autoban Mimarlik Ofisi
Aziza
Backhause
Bahçecik Kuaför'ler
Baltazar
Bank Pub & Bistro
Barber’s Club
Barcode Cafe
Bebek Kahve
Bebek Koru Kahvesi
Becara
Beymen Brasserie
Big Chefs'ler
Bilsak 5. Kat
Bilstore Tünel
Bi Nevi
Biber Cafe
Bioritm Güzellik Enstitüsü
Bistro Cabana
Blum
Bosphorus Brewing Compony
Bou Art & Design
Brandzoo
Butterfly
Cafe Benderli
Café Cadde
Café City
Café Culina
Cafe Des Cafes
Caffè Nero'lar
Cafe Nook
Cafe Pi
Café Smyrna
Café Wien
Café Zone
Cankat Klinik
Cantinery
Carluccio’s
Carnival
Casa Di Moda
Cecconi’s
Cenoa Sailing Tekneleri
Cezayir Rest.
Charlotte
Chez Vous
Chocolate
Clinica Skin Rejuvenation
Coffe Nutz
Coffee Brew Lab
Coffee Manifesto
Coffee Sapiens
Coffee Topia
Cook Shop'lar
Cup Of Joy
Cup Third Wave Cooffee Shop
Cuppa Cafe
Çukurcuma 49
Da Mario
Dai Pera
Daily News Restaurant
Daire 1
Dandin Bakery
Dara Kırmızıtoprak Mimari Ofis
Delicatessen
Dem Cafe
Dent-Est
Derin Design
Dermamed
Devine
Dinette
Diba Kuaför
Divan Brasserie'ler
Dolce
Downtown Food Club
Dr. Ayşegül Salsat
Dr. Berrin Oğuzhan
Dr. Hasan İnsel
Dr. Melisa Eczacıbaşı Medical&Esthetic
Dr. Raif Üçsel
Dr. Seyhan Gücüm
Dr. Şirin Gençer Seçkin
Dr. Taylan Kümeli/Taylight
Dr. Yankı Yazgan
Dr.Elif Ay
Drip Coffeist'ler
Drop’n
Eat Pro Diet
Eataly
Ebil Kuaförler
Erdem Kıramer
Escale
Estetica Güzellik Merkezi
Esteworld
Fauchon
Feraye
Fethi Orak
Flavius Klinik
Fol
Food Bar - Ulus 29
Forneria Rest.
Freya Akaretler
Galata Kitchen
Galeri Bu
Galeri Russo
Galeta
Galip Gürel
Geyik Cafe Roastery
Gilt
Glen's
Gloria Jeans Café'ler
Go Mongo
Goya
Gram
Grandma
Grandpa Coffee & Eatery
Grey
Hair Mafia
Hakan Köse - Difference
Ham:m
Harvard Cafe
Havelka Suadiye
Hayal Kahveleri
Hazine Cihangir
Heisenberg Cafe
Healthyish Cafe
Hillside Beach Club
Hillside City Club
Home Cafe
Hudson
ING Cinecity Sinemaları
Isokyo
İnci Soydan Güzellik Merkezi
İstanbul Culinary
İstanbul Moda Akademisi
İstanbul Modern Cafe
John’s Coffee World
Joker No.19
Joker No.5
Journey Lounge
Juju Kuaför
Juno Cafe
Kahve 6
Kahve Dünyası
Kahvedan
Kaktüs
Karabatak
Kase No:16
Kırıntı'lar
Kiki
Komün Cafe
Kozmonot Pub
Kronotrop
Kuafor Musa Kurt
Kuaför Mehmet Tatlı
Kuaför Trio
Kuaför Yıldırım Özdemir
La Boom
La Maison
Latife Türk Kahvecisi
Lazer Optik
Le Pain Quoditien'ler
Le Petit Maison
Leb-i Derya
Little China
Limonlu Bahçe
Litera
Lokanta
Lokanta Farina
Lucca
16
BİZİ Mİ
ARAMIŞTINIZ?
HILLSIDER MAGAZINE'İ
BULABİLECEĞİNİZ
LOKASYONLAR
Lush Cafe
Maci
Makas Kuaför'ler
Mangerie
Manuel Deli & Coffee
Marcus
Maria’nin Bahçesi
Martinez
Masa Cafe
Maximilian
Mazi Plak Cafe
Medica
Medkon
Meg Cafe
Midpoint'ler
Mini Coffee Shop
Minoa Cafe & Bookstore
Misk Floral Cafe
Mixer
Moc Cafe
Moda Teras
Morgan Café
Mos Kuaför'ler
Muhit
Mambocino Coffee
Must
Mutfak Sanatlari Akademisi
Naan Bakeshop
Nabu Karaköy
Naif
Nan Şişhane
Nano Cafe
Nar Cafe
Neolokal
Neşedabad
Next
Nicole Rest.
Nihan Peker Studio
Nikol Consept Store & Cafe
Noa
Nopa Rest.
Op.Dr. Dilek Avşar Estetik Kliniği
Op. Dr. Ozan Balık Estetik Kliniği
Ops Cafe
Otap
Ottolar
Oymak Plastik Cerrahi Kliniği
Özel Hay Polikliniği
Papermoon
Park Şamdan
Pas Coffee House
Pastarito
Pastel Cafe
Patisserie Smyrna
Patika
Petra Coffee
Pinty
Play Cafe
Plus Kitchen'lar
Polivar Çiftliği
Pomelo İstanbul
Pop Up Cafe
Porte
Press Cafe
Prototype
Prof. Dr. Murat Topalan
Pucci Restoran
Raphael
Ravouna 1906 Coffee & Bar
Room & Rumours
Rudolf Rest.
S Café
Sade Kahve
Salomanje
Sanda Spa'lar
Sculpture
Secco Cafe
Seed
Seksek
Siec Cafe - S Binicilik Club
Sırçacı 14
Sivuple
Socrates Bistro
Soho House
Son Topağacı
Starbucks'lar
Suadiye Cafe
Sugar Club Café
Suinn
Sunday Cafe
Sunset
Sushico'lar
Sushimoto
Swing İstanbul
Şimdi
Tag Cafe
Tamirane
Tamirane Express Quality Food
Taps Bebek
TAV Loungeları
The Allis
The Galliard
The House Café'ler
The Muse
The Upper Crust
The Popülist
THY CIP Salonları (İst, Ank, İzm)
Toni&Guy
Touchdown
Türker Art Gallery
On Off Karaköy
Unter
Uptown Cafe Bar
Urart
Urban Cafe
Vogue
Walters Coffee
White Mill
Wom Karaköy
Yada Sushi
Yada Beach Club
Zanzibar
hillsider 109
GEÇTİĞİMİZ SAYIDA
SİZ BU SAYIDA
EN ÇOK HANGİ İLANI
BEĞENDİĞİNİZ?
Bize mail ile bildirebilirsiniz.
hillsider@hillside.com.tr
17
hillsider 110/118
18
02
03
THE
LIGHT OF
THE AMULET:
ECE ŞİRİN
Interview: İpek Kigan
@ipekkiganblog
Photographs: Emre Durmaz
Ece Şirin created a jewelry brand that became a global success and
she calls it “the jewel of the essence” instead of just jewelry.
She worked to make jewelry a symbol of the soul, by feeling that
unique amulet rather than a symbol of status. She added her
creativity, hard work and heart to the experience she had gained
working as an executive at global brands such as Coca-Cola,
Microsoft for long years after which she created the
Bee Goddess brand. The journey she set out on in 2008 with
Artemis amulet has evolved into a major brand today with
7 boutiques in Turkey, Baku and London and 40 sales points across
the world. Bee Goddess amulets adorning the bodies of stars such as
Cate Blanchett, Madonna, Kate Winslet and Rihanna brought
Ece Şirin the Elle Designer Awards and Kagider Female Entrepreneur
awards in Turkey and the Best Visionary Designer title by
Telegraph Luxury in England.
My first question was “why the jewelry sector?” and she replied:
“Because the world needed a light like Bee Goddess that is honest,
affectionate, that empowers people, shares wisdom and adds
magic to life. I arrayed the archetypal symbols,
the common treasure of humanity passing from one generation to
another for centuries and interpreted them for today, designed them
as jewelry for today's and tomorrow’s women. I intended to serve as a
channel for healing, beauty and wisdom,” and we continued...
İpek Kigan: What motivates you to produce and work
undauntedly on every subject you engage in?
Ece Şirin: I am a productive and hard-working person.
My biggest motivation is to serve. The desire to share, heal and avail
in the work I do has always made me work more and become more
authentic. I love researching, learning, and I always improve myself.
It is great to share everything I find useful in this journey with others.
When I established my own business, I had two reasons for
motivation. The first was to present a jewelry brand from
Turkey to the world in line with the experience I had gained in the
international brands and through this brand, share with the entire
world a very special treasure like the ‘Great Mother’ of Anatolia and
her love, compassion, creativity and the message of unity despite
all differences. And I realized this dream with Bee Goddess.
Today, the love and beauty of the Great Mother of Anatolia shine
at several boutiques across the world. I take pride as a creator of a
successful Turkish jewelry brand that competes with
the global giants on their platforms.
The second was my faith that the luxury should be enlightened;
I mean as an alternative to the brands that dazzle people with logos
and inflict their own values on them, I wanted it to be a brand that
would serve as a channel for people to express their own value,
encourage and inspire them in their own journey of heroism.
I called it ‘the jewel of essence’ instead of jewelry and the
‘symbol of soul’ instead of ‘symbol of status’ to bring a new
perspective. I have been whispering women only the truth since day
one: ‘There is only one you, you are a “limited-edition” jewel;
discover your own jewel of essence and let the glow of your heart
grow each passing day to illuminate the entire universe.’
Bee Goddess is a female brand. It invites people to stir their intuition
and write the myth of their own life. Female energy means soul;
beauty, power and elegance. It is great to be in the lives of thousands
of beautiful and special women. Creating eternal beauties,
touching the hearts with the essential wisdom of humanity and
empowering people is the greatest gift. The awards I received and
my success excite and motivate me more every day to tell about
women better and bring my designs to them.
You use mythology, history and the philosophies of
different belief systems while designing collections for
Bee Goddess. Can you tell us why you choose to do so?
Mythology, symbolism, amulets and the esoteric wisdom conveyed
by them are real treasures that enriches and liberates the soul.
I guide all of my designs with this wisdom. The universal mythological
symbols have been the common language of the heart throughout
the ages. The symbols are very powerful sources of energy.
They connect us with different frequencies, the sixth sense and
intuition beyond our five senses.
Amulet includes all of the objects that are believed to have
supernatural powers, keep some mysteries, protect people,
or bring good luck. Many symbols, from the evil eye to Hamsa,
are used as an amulet. The jewels originated from amulets.
The metal ornaments worn by the Anatolian women on their head are
also called amulets. Amulets used in head ornaments are believed to
protect a person from evil eyes, slander and evil things.
The royal symbol, the crown symbolizes carrying the eternal light
and spiritual light of heaven like the eternal light of the sun in
the sky and reflecting it around. The supernatural power is just
beyond our nature, limits and knowledge. Many universal amulet
symbols transfer deep wisdom to our subconscious; for example,
a red triangle increases our energy, the crescent moon stirs our
emotions; a circle gives us a feeling of protection and unity.
We change when our feelings change, anyway.
What are your next plans and goals about your brand?
We are going to open two new boutiques in September at Istinye P
ark and London. These are very important milestones.
Focusing on Neiman Marcus in the U.S., Lafayette in Qatar,
new points in Japan, strengthening them, giving training and
organizing trunk shows. In addition, I am working on Bee Goddess
Tarot Cards and the Book of Amulets.
Who do you think has carried your designs best so far?
Cate Blanchett, Kate Winslet, Beyoncé, Madonna, Elton John,
Rihanna are my favorites. Other than that, Rita Ora,
Kate Moss, Cara Delavigne, Alicia Vikander, Amanda Seyfried,
Naomi Harris, Natalie Dormer from the Games of Thrones,
Empire’s lead actress Taraji Henson, Olga Kurylenko and
Eleanor Tomlinson, Donna Karan, Venus Williams, Maria Sharapova,
Paris Hilton, Kylie Minogue, Jourdan Dunn and Karolina Kurkova are
among the most beautiful stars of Bee Goddess amulets.
What moments in your life make you feel the happiest?
Apart from the family moments of love and sharing,
my business’ growth and the achievements and awards we won on
international platforms.
If you had a chance to meet a mythological character,
who would you like to meet and what would you like
to learn from them?
I would like to meet Hermes and learn the secrets of alchemy
from him.
Which jewelry do you like wearing the most? Why?
They all have their own uniqueness. My first amulet
when I began this journey was Artemis. In mythology,
Artemis represents the perfect woman that stirs and motivates
women's female energy and power, the mother goddess that is a
healer, compassionate and powerful, the eternal young girl,
the free woman that stands on her own feet. Her esoteric meaning is
a spiritual re-birth. She is a queen bee. Artemis serves as a channel for
people to find their purpose of life, strengthens our intuition a
nd opens the eyes of our heart; it encourages us in our journey of
self-realization and invites us to new adventures.
I think success, diligence, creativity, entrepreneurship
are some of the words that describe your life.
Can you please complete the missing words?
A woman's nature i.e. love, beauty, compassion.
Our wisdom is the wisdom of the heart. We are the heart,
the womb. Meeting the inner-goddess, recognizing her means
recognizing the heart and starting to use her miraculous power.
Leading a heart-centered life means combining the heart and the
mind at all times. All of these powers have been bestowed on women.
Woman means miracle; they should never forget that. Bringing a child
into the world means bringing a soul into the body. We should protect
our female power, our own miracle. The future can only be built on
love by women with such consciousness. The nature of the light and
the source of the power we will add to the world are compassion,
beauty, creativity and wisdom.
CARTAGENA
THE MAGICAL
REALITY OF
MARQUEZ
Article: Ayşe Kaynarcalı
ayse@sacred7travel.com
It is a morning in December in 2018.
I am following the trace of Marquez, in the land where he was born. In
the city that inspired his novels. Early hours of the day.
I am at the park overlooking the Inquisition Palace built in the
late colonial style at the Bolivar square. I take a break by the Latin
America's hero Simon Bolivar's sculpture and watch the pigeons
fly around.
Even though my Cartagena is a single region,
the city consists of two separate centers very close to each other.
“Bocagrande” is the one by the sea, a skyscrapers region where
hotels and shopping malls line up along the long beaches.
This region reflects Cartagena's young and dynamic face.
I stay at a chain hotel embracing the endless blue of the
Caribbean Sea that arouses the feeling of being in the sea
when I open my eyes and I go there only to sleep.
During my three days of stay, I run to the historical region
“Ciudad Amuralla” inside the walls of the old city at every
opportunity. Because this is the exact spot where the characters
called by Marquez came to life.
When you enter “Ciudad Amuralla” through the gate where the
famous watchtower is situated, the square behind the tower, Plaza
de Coches’ coaches with white horses welcome its guests. In the
buildings and atmosphere that give the impression that they froze
in the 16th century, accompanied by the sound made by the coach
echoing on the cobblestones, you set out on a misty and romantic
journey into the depths of the history. It is as if you had a role in the
“Love in the Time of Cholera” movie and find yourself performing
your role duly without knowing it. Because you are in a world of
magical realism.
With its spotlessly clean streets which are under the title of UNESCO
World Cultural Heritage, yellow, green, orange, red, colorful houses
and patios with hanging fuchsia and salmon pink Bougainvillea
which make you want to take photos constantly, this city has an
indescribable appeal.
An old and quite chubby Cartagena woman sells watermelon and
mango by the yellow wall of a church, young girls with big bosoms
joke around in front of a cafe at the corner, street musicians playing
Latin songs at another corner hail you with a smile. You feel alive
While you prepare for a new discovery into the local flavors after
passing by few chic and expensive boutiques and leaving the freshly
ground flagrant Colombian coffee to the next break, you come face to
face with the famous Colombian painter Fernando Botero's sculpture
“Reclining Woman” at Plaza Santo Domingo square. My god!
The sculpture of one of the famous artists alive is here,
on one corner of a square. Even touching his work gives pleasure.
Street painters, street musicians, mime artists, tropical fruit vendors
give the city an air of a fair. The city reflects a different color,
elation to its curious travelers every hour of the day. When passing
from one street to another, the buildings with the traces of the
colonial period, uniquely different and amazing doorknobs of the
houses, musicians with missing teeth and lines of a hard life on their
faces and smiling with their eyes absorb you into a magical reality,
and I see the characters in the novels of Marquez, the entire
Latin America’s “Gabo”. The friendly people of the hot climate
of the Caribbean Sea make people love the city more easily.
Although there are several squares where the heart of the city beats,
the center is Plaza Santo Domingo in my opinion.
Among the churches you will see during a walk where you can
see the most beautiful examples of the colonial architecture,
the most eye-catching church is the Santo Domingo Church which is
also the oldest church in the city. It is actually known that the original
church was at Plaza de los Coches for a while but burned to ashes in
a fire that broke out during the invasion of the city and was re-built at
Plaza Santo Domingo in 1552.
San Pedro Claver Cathedral is one of the spectacular and must-see
buildings decorating another square of the city. The Catalan San
Pedro Claver that lent his name to the cathedral was a priest who
came to Cartagena in the 17th century. He would wait at the port
while the ships carrying thousands of African slaves approached, and
he would enter the cells to help them with medicine and food and
pray for them. He is known to have baptized 3000 slaves. There is also
a sculpture of him at the square depicting his support to the slaves.
One Hundred Years of Solitude
When the Spanish first came to Cartagena in the early 16th century,
there were indigenous people called Zenu living in the lagoon.
When those that came from Cartagena in Spain were the majority in
the area, they were named here as “Cartagena de Indias.”
A center for centuries for the gold, silver, precious stone, coffee
and spice trade in South America, Cartagena de Indias constantly
went through invasions, was burned down and looted during the
history. The Spanish rule surrounded the port city with walls against
invasions in the 17th century where precious metals that were seized
from all South American locals were transported to Spain.
A nine-kilometer portion of the 11-kilometer walls built by working
thousands of African slaves to death is still intact today.
Until the mid-1800s when slavery was abolished, slaves brought
from Africa used to be sold at the market at the entrance of the city.
The gold museum at the Bolivar square, Museo Del Oro Zenu almost
sheds light on the source of the ongoing agony of the city since the
16th century. The society paid the price for having tremendously rich
resources, precious metals with blood, pain and lives throughout
history.
The Symbol of the City, Palenquera Fruit Sellers
Who are the black women smiling with bowls full of fruit on their
head, whom we see in all Colombian guides, in thousands of gift
items and who are the most popular promotional logo of Colombia?
“Palenqueras” we see on Cartagena’s historic streets...
San Basilio de Palenque, which is one hour away from Cartagena,
became one of the first cities where the African slaves declared their
independence and began to live in the early 1700s. The people of
Palenque who managed to protect their culture, traditions and belief
system and enlivened their origins were faced with a major problem,
although they succeeded in something no other city could. They
were isolated from the rest of the society, their access to resources
was restricted, and they became poorer and grew desperate day by
day. In the face of poverty, the Palenqueras decided to make use of
something that was abundant in their land: Exotic Fruits.
The Palenqueras filled the hand-woven baskets with tropical fruits,
put on their traditional African dress and set out for a long and
tiresome walk toward Cartagena. There, they sold fruits to Cartagena
people under the burning sun until their baskets were empty. Over
time, the fruit selling turned into a stable source of income for
San Basilio de Palenque. Days passed, the journey continued and
Palenqueras wrote their name in the history of Cartagena and made
themselves the most important symbol of Colombia.
The colors of Cartagena are countless. Another symbol I have never
seen in another city is the colorful Chiva buses. Chiva buses used to
be known as the symbol of the Colombian culture since the early 20th
century. Meaning “goat” in Spanish, Chiva used to be the buses that
could climb the most challenging mountain roads in the past and
later turned into moving vehicles in which there is live music as well
as laughs echoing under the influence of rum.
Marquez says, “Don't cry because it came to an end, smile because
it happened”. In my last hours at the city, my last stop was a
mausoleum where his ashes are kept. I was smiling when thanking
both him and Cartagena for one of the best trips I have had.
Afterwards people are asking a lot of questions. In advance, i give you
some recommendations about food & accomodation.
- Marea by Rausch Restaurant
- San Pedro Restaurant
- Restaurante 1621
And
- Sofitel Legend Santa Clara Cartagena (otel)
- Hilton Cartagena (otel)
- Casa de Alba Hotel Boutique
07 08
BLUE MAGIC
THE CURSE OF
HOPE
DIAMOND
Article: Derya Özel
Author / Diamond Expert
Do not be deceived by how dazzling it looks;
anyone who owned it had major tragedies.
Here is the creepy story of the most famous one of the rarely found
blue diamonds, the Hope Diamond...
3.5-billion year-long journey of diamond...
Did you know that some supernatural factors are required
so that a diamond is formed? For example, the pressure needed is
so high that you can achieve such pressure when you put the
Eiffel Tower on top of your thumb. Or the heat needed is so high that
you must take a 200-kilometer trip deep into the center of the world.
And this heat is approximately 1700-2000 degrees.
Not enough, right? Of course, not. If you add
3.5 billion years to this heat and pressure, you get a priceless
diamond. The first thing that makes diamond valuable for us is its
miraculous formation and the hardship to extract it from the earth.
And if it’s a colored diamond, its value increases so much more.
Since the Greeks referred to diamonds as the “tears of Gods”,
they have decorated the crowns and scepters of kings, queens and
sultans with diamonds as a show of power. Now, we give diamonds as
a gift not only to ourselves but to those we love. Such big, spectacular
and precious stones derive their name from where they were
extracted or their owner. I don’t know if you believe in luck or curse,
but the article you will read now is decorated with astonishing details
of one of the world most famous stones.
The Eye of Goddess Shiva
In the mid-1600s, a 112-karat blue diamond that was the third eye on
the forehead of the sculpture of Goddess Shiva in a temple in India
was stolen. This priceless stone passed to the hands of a precious
stones merchant Baptiste Tavernier during his visit to India.
Tavernier sold this treasure to the King of France, Louis XIV along
with five more precious stones. Tavernier was entitled as a baron for
bringing the treasure to the king and he fell as the first victim of the
stone. Jean Baptiste Tavernier was later brutally attacked and killed
by dogs in Russia where he went to look for precious stones.
When King Louis XIV wanted the diamond to be cut again so that it
shines more in 1673, the blue diamond fell to 67.50 karats.
The French King Louis XIV loved this diamond so much that he
dazzled the eyes with his blue diamond around his neck at every
event he attended. The blue diamond began to be called the
“French Blue” or the “Blue Diamond of the Throne.”
After the king began to carry the blue diamond, all of his children
died one after another when they were little, and
the king himself died of necrosis.
From Pomp to the Guillotine...
Maybe, the first person who believed in the curse of the diamond
was King Louis XV. After the death of Louis XV, who never wanted to
wear this shiny large blue diamond, it was inherited to
Louis XVI and Queen Marie Antoinette. This historically famous couple
who loved the blue diamond and ostentatious life were caught and
executed by guillotine when trying to flee the country after the
French Revolution in 1789.
The Blue Diamond was stolen in 1792 along with the other jewelry
belonging to the crown. Finally, it was found in England in 1839.
Somehow, the blue diamond passed to the hands of the diamond
seller Wilhelm Fals from Amsterdam, however, his son Hendriks Fals
killed his father and stole the diamond. What do you think befell this
good-for-nothing son? He committed suicide.
In 1901, when a diamond called the “Hope Diamond”
was registered in the precious stones collection of Henry Philip Hope,
all eyes turned to this diamond. This cursed stone, which was known
as the “French Blue” for years, so derived its next name.
The “Hope” diamond brought bad luck to the Hope Family, too.
After the financial disasters they had, the diamond was sold by
Hope Family to its new owner French Jacques Calot, who also
committed suicide right after he bought the diamond.
The blue diamond was this time seen on the neck of a dancer called
Mademoiselle Landre. A Russian prince gifted the priceless jewel to
his beautiful lover, however, Mademoiselle Landre's troubled lover
killed her after a big fit of jealousy.
From the French Blue to the Ottoman Blue...
A jewel, which had covered such a distance,
decorated the neck of that many kings and queens,
would surely come to the land of the Ottomans. Of course,
Abdulhamid II, who adored jewelry, bought Hope Diamond,
about which he heard so much, from a Greek diamond seller for half a
million dollars in 1908. The curse of the diamond must have come out
so quickly that Abdulhamid II was dethroned the following year.
The Greek jeweler who sold the blue diamond to the
Ottoman Sultan also took his share from the curse and lost his life
with his wife in an accident.
At that time, the next owner of the blue diamond offered for sale as
the “Diamond of Abdulhamid II” became the famous jeweler
Pierre Cartier. But, Cartier had bought the jewel not to own it, but sell
it. In 1910, he sold this precious jewel to the owner of
Washington Post newspaper Evalyn Walsh McLean.
Evalyn Walsh McLean could not stay away from the diamond
even for a moment and was almost mesmerized by it.
She believed so much that the blue diamond brought
good luck that she had to be persuaded to take it off her neck when
she was having a goiter surgery.
Accident, suicide, madness...
It turned out that the blue diamond did not bring good luck as
Evalyn Walsh McLean believed. First, her mother-in-law died
followed by his nine-year-old son Vinson, who was run over by a car.
Afterwards, her twenty-five-year old daughter died of an overdose.
Her husband left her for another woman and was confined in an
asylum after a while and died there. The blue diamond was sold to
pay Evalyn Walsh McLean’s debts two years after her death due to
pneumonia. At the auction, the diamond was bought by the famous
jeweler Harry Winston from New York. Winston donated the diamond
to Smithsonian Institute in Washington to end its curse.
The diamond was taken by a cargo carrier named James Todd to
Smithsonian in a light brown box on November 10, 1958.
At an accident James Todd had later, his legs were crushed and he
had head trauma, and his house burnt to ashes.
The most recently called the “Hope Diamond”, which used to be
the “French Blue” once upon a time, is still displayed at Smithsonian
Institute in Washington without harming anyone.
The book of Claudia de Lys titled “The Giant Book of Superstition”
says that according to a typical Eastern superstition, owning an
extremely large diamond is believed to bring bad luck always.
I don’t know what you would call the tragic story of the
Hope Diamond - a superstition or the curse of Goddess Shiva.
But don’t you think it is a bit curious that this list is too long to be
just a coincidence?
CITIES TO LIVE
POPOS: SAN
FRANCISCO'S
MERRY CORNERS
Article and photos: Nihan Vural
www. istanbultravelogue.com
THE TRANSFORMATION OF MODERN CITIES
As a tourist guide living and working in Istanbul, I can say that I have
hosted guests from all around the world. When it comes to urban
transformation and gentrification, it is impossible to miss that there
is an ongoing transformation in several large cities at the same time
across the world. The large cities of the modern age designed with a
focus for cars as well as the opportunities that came along with them
underwent a drastic change starting from the end of the World War
II. Fortunately, our increasing desire for living in more humane cities
stands against the desire for advancement and economic growth
internalized without questioning under the shadow of modernization,
and even the reflex of worshiping technology.
WHO OWNS THE STREETS?
As individual freedom increased, public spaces available for urban
experience naturally sprawled, transformed and flourished.
As we changed, our cities changed with us; as the concept of city
changed, we, the city-dwellers, changed with it. In order to protect
our city and make it our own, we had a difficult journey from the
“Reclaim the Streets!” movements against the car arrangements
in London in the 1990s to “Occupy!” protests of the activists that
pounded at Wall Street's door in the 2010s. Not only western cities
but also other cities across the world went through a concurrent stir
and awareness. Afterall, streets belong to us!
THE DREAM OF A LIVABLE CITY
Some western cities were supposed to be somewhat a good template
for “a livable city” dream with parks, bike lanes, squares, recreational
and entertainment areas, events and neighborhood collectives. The
overall picture of the world cities changed as the demand increased
for walkable cities, eco-friendly environmental planning that cares
for our planet, architectural designs and implementations that allow
creating and maintaining small communities that strengthen the
sense of belonging, physical arrangements that allow people from
all walks of life -disabled or not, of any age, with any worldview, from
any class- to exist in the public space.
U.S. CITIES AND POPOS
I first noticed POPOS in New York... These were like liberated areas,
so to speak, that were squeezed between skyscrapers. These pocket
areas with shade, green and water seemed to offer a fresh breathing
area to New Yorkers, especially plaza workers during lunch breaks,
coffee-smoking breaks. Some corners were taken over by the
sculptures of famous artists. “So, what were they? Who designed
them and financed them?” I started asking myself at the time.
I was in San Francisco when I learned about them.
San Francisco is one of the special cities of the U.S. geography.
I am not talking about its Victorian-style houses, iconic red bridge, or
romantic cable cars with clanging bells. It is really an extraordinary
city, with its bike-friendly city plan despite 49 hills in a car-worshiping
geography bound by long roads, cosmopolitan texture, liberal spirit
that arouses the feeling that anything is possible in life, imagination
that built today’s high-tech world, and a protest presence. It is
possible to dream of a more livable city here! When compared to
Istanbul, it is filled with city views we still lack: vast parks, artwork on
the streets, free events, murals cherishing the Mexican art tradition,
festive mass protests, festivals, farmers markets, street parties,
concerts and movie nights at parks, streets regularly closed to vehicle
traffic and opened to pedestrian traffic... What else do you call this
other than a heavenly city texture?
POPOS
POPOS stands for “Privately-Owned Public Open Spaces.” It aims to
create quality common spaces in a sufficient number and variety to
meet the needs of the employees working in downtown, visitors and
city residents. Private companies located in downtown open public
spaces in their property. They, of course, don’t do so out of their good
heart. If they design public open spaces, they are granted zoning
permit to build higher buildings.
These privately owned and maintained spaces appear to have
different functions on different scales as plazas with shade, green
terraces with a view, sunny courtyards, winter gardens and parks.
These areas offer free Wi-Fi as well as serving for food, coffee and
bathroom needs, allow pedestrian circulation and are successful at
appealing to not only plaza employees but also families as they have
playgrounds. It is possible to do activities such as walking, resting,
yoga, reading, playing chess or mass protests. Artworks displayed
soften the angles of the skyscrapers that overwhelm people under
their shadow and soothe the painful relationship of the city-dwellers
with these jungles of glass, metal and cement. Inviting spaces full of
surprises...
POPOS: FROM THE PAST TO THE FUTURE...
The Crown Zellerbach building built in 1959 is the city's source of
pride as it gave San Francisco its first POPOS. According to the bonus
system put into practice by San Francisco Planning Organization in
1968, a ten-square meter construction area permit was being granted
in addition to the area permitted by the Zoning Plan for each square
meter area designed for the public. The public interest concept is an
important awareness. However, the real change took place in 1985.
1985 Downtown Planning made POPOS a legal requirement with
systematic regulations. Things got quite cheerful with a 50-squaremeter
additional construction area permit issued for each square
meter of public space!
PERCENT FOR ART ORDINANCE
Do not think that POPOS are just terraces and plazas with tables and
chairs! A great beginning was made in 1932 by establishing an Arts
Commission to create a public collection. In 1969, the Art Enrichment
Ordinance was issued which aimed to create a funding mechanism
for an art collection to be created for display in public spaces. 1985
was again, a critical year: The Percent for Art Ordinance required
investing an amount equal to 1% of the costs to art projects for
new large-scale constructions in downtown. This amount could be
deposited into a foundation or used to purchase artwork to beautify
the spaces. It’s like a dream!
SAN FRANCISCO'S HIDDEN COLORFUL CORNERS
FOUNDRY SQUARE Howard St. 400. Richard Deutsch's
“Time Signature” and Joel Shapiro's “Untitled” sculptures make their
marks on the square.
SALESFORCE PARK Fremont St. 181. It is the largest
terrace park of the city extending across a
22-thousand-square-meter area with a botanical garden,
children’s playground and amphitheater and it is situated on
the upper floor of the Transit Center. The works of several artists,
primarily the works of conceptual artist Jenny Holzer, are displayed
inside the Transit Center and at the park.
SAN FRANCISCO’S ICON Howard St. 543. You will find one of the
heart sculptures, which is a classic in San Francisco, on the terrace
floor of the company named Galvanize.
A LITTLE BIT ABOUT SCULPTURES Mission Plaza 555. Ugo
Rondinone's “Moonrise sculptures: March, October, December” and
Jonathan Borofsky’s “Human Sculptures”, which remind of lego
towers make this plaza, squeezed between skyscrapers, smile all
year round.
REFİK ANADOL Mission St 350. Media Artist Anadol’s media work
“Virtual Descriptions: SF” reflects the data related to city on screen
in a poetic way.
SHAW ALLEY Anton Josef Standteiner’s playful sculpture
“the Band” stirs the Shaw Alley.
YAYOI KUSAMA Tehama St. 33. “Flowers that bloom at midnight”
sculpture by the famous artist Yayoi Kusama, also known as the
Polka-Dot Queen, is a must-see!
TRANSAMERICA REDWOOD PARK The Redwood park is in the
shadow of the symbol of San Francisco finance center,
the cute Transamerica Pyramid, which was considered to be the
highest skyscraper of the city for a long time, and it paints the
skyscrapers neighborhood in green. Glenn Goodacre's
“Running Children” and Richard Clapton’s “Jumping Frog”
sculptures decorate the park.
ROOFTOP DECK Sansome St. 343. The terrace both hosts Joan
Brown’s “Four Seasons” obelisk and it offers a city view worthy of
Instagram.
MY FAVORITE Sansome St. 1. Citigroup Center opened to public a
pure-white marble plaza having a classic arch decorated with palm
trees. The father of Alexander Calder, who is famous for his kinetic
sculptures, sculptor Stirling Calder's “Star Maiden” dazzles the eye.
Star Maiden sculpture’s face was inspired by Audrey Munson who is
considered to be the first American supermodel. Munson, despite
being the beautiful face decorating several public buildings in New
York, portrays America's Golden Age with her ill fate.
APPLE Union Square. The Apple store which was opened a few years
ago is like a glass temple with a POPOS jazzed up
by Laura Kimpton's LOVE sculpture.
11/1
11/2
LET'S
FLY THEN...
Interview: Rana Korgül
ranakorgul@gmail.com
Portrait: Cebrail Özmen
Our eyes would always catch the children
with kites on the rooftops overlooking
Mesopotamia every time we visited Mardin.
Watching their efforts, excitement and
cheer made us smile as well.
The beauty of the kites that reminded us of the child within us
was also impressive. The kite designer
Zahit Mungan talks with us from Mardin...
“Hi, I am Zahit Mungan. I am 28 years old.
I live in Mardin where I was born and grew up.
It would not be wrong to say that I have not had any occupation that
fitted my education. I opened my eyes to the kites.
I have been making kites since I was five years old and
I am interested in anything related to kites...”
What is your educational background?
I studied computer programming and web design.
However, as I said, I put this side into use if it is necessary for me.
I don’t do it professionally.
How did your affinity with kites begin? I think your city
Mardin had an influence on it...
When I was a child - I believe everyone has at least one such
memory from their childhood - I used to fly plastic bags like kites.
It didn’t last long, and I began making hexagonal kites right away.
During those days, I used to make kites by using waste materials and
materials I bought by saving my allowance. I used to watch for my
father disappearing around the corner on his way to work.
Then, I would go up the roof to check the direction of the
wind with a plastic bag I tied down on a post and fly the kites
I hid in various places of the house. After a while,
I found a kite club on the Internet one day. Being in contact
with people who loved kites definitely widened my horizon from a
professional point of view. With trials and errors, reading
and research, and mathematics that constantly occupied my mind,
my hexagonal kites were replaced by 3-D design kites.
As for the influence of Mardin, I would say a lot if I were to
say this only; if I can send my kites to the sky in many places in the
world, it is because of the inspiration I get from Mardin where
I opened my eyes for the first time...
What a nice way to put it!
Can we call you a kite designer?
I think we can, considering that I transform all the ideas churning in
my mind into kites.
So, what do you like most about flying kites?
Both creating a new design and the heartbeat caused
by the question “Did I succeed?” in something that does not tolerate
even the slightest mistake...I love this! Besides,
I get to meet a lot of people both here and abroad.
This way, new ideas arise, which is a good thing...
Your dreams, inspirations reflect on your kites.
Can you please share your source of inspiration with us?
My biggest source of inspiration is Mardin. Most of my kites consist of
elements symbolizing Mardin, anyways... such as Mardin's silhouette,
basilisk, mules and pigeons... I will continue to release anything
known/less known about Mardin into the sky in the form of kites.
This sense of freedom must be great!
You organize workshops, movie screenings.
What are they about? Can you tell us a little about them?
We talk pleasantly about kites. However,
it is an old practice that begins to be forgotten, unfortunately.
How many children make their kite as in the old times now?
I attend workshops organized all around the country as a trainer to
eliminate the possibility of being forgotten and make this culture
permanent. We organize these training sessions and tell school
children about the history and significance of kites with documentary
movie screenings in Mardin.
On Instagram, we also see you at festivals abroad.
Can you please tell about them?
I represent Turkey with my kites in several countries across the world.
I went to Malaysia, Thailand, India and Ukraine. It makes me proud...
I have also been to the countries that are taking the lead by
organizing great festivals. Thanks to the new friendships,
acquaintances I have made there, and my kites winning recognition,
more and more festivals started to invite me. Most recently, I
have been invited by and preparing for Cape Town South African
International Kite Festival between October 22 and 28.
Is there any media that you want to combine and
bring together with kites?
I shot aerial photos of Mardin with a camera or mobile
phone I tied on my kites when the aerial photography
technologies were not developed enough and opened an
exhibition with these photos.
Also, last year, a short feature was filmed named In
Pursuit of a Kite which won the top prize in several competitions. It
was received with great interest. There is nothing else for now.
Maybe, some ideas may arise, and a totally different thing
may come up. Who knows!
Do you have a role model? If you do, we would like to know why...
My Dutch friend Albert Trinks. He is a kite flier.
He does not have a lot of kites but every one of them is a work of art.
He cuts and sews each of his portrait kites one by one in different
colors. He dyes colorless fabrics with fabric dye. Among his works is
the Afghan Girl kite and so forth.
Can you please tell about Mardin as someone
who was born and grew up here and lives here? What do you
think makes this city attractive and fascinating?
If it were not for Mardin, I wouldn’t have my kites! Mardin is a city
that was home to several civilizations, old wisdom and it smells like
history and arts. Also, there is a spell in this city that cannot be put
into words but can only be felt, and I believe anyone who feels this
spell in the heart is an artist here!
FESTIVE
WINDOW
DISPLAYS
Article: Berna Gençalp
bernagencalp@gmail.com
More than A Pedestrian: Flâneurs and Flâneuses
The Poet Baudelaire gives the name “Flâneur” to people who keep
observing the city and the crowd while wandering on the streets with
a preoccupied mind. Walter Benjamin studies flâneurs in academic
studies... So how about me? A flâneur is an urban male, not me.
Calling people like me “Flâneuse”, studying women who experience
the city did come to the minds later, thankfully! Because it is not only
the man who pace the streets of the cities... There is more to being
a flâneur or flâneuse than being a “pedestrian.” A pedestrian looks
at his own business, while a flâneur or flâneuse looks around with
curiosity... Those who do not view the surrounding on autopilot,
those who look and think are called a flâneur or flâneuse,
or düşünür-gezer (thinking wanderer), as suggested by Ünsal Oskay.
City, Human, Window Display
As of the 20th century, we have cities that vertically ascended and
enlarged in area with big crowds. People working at regular jobs and
living on a regular income wanted to socialize, entertain, go to parks,
plays, museums, exhibitions and concerts, in short, get out of the
routine in precious moments outside the working hours.
They also wanted to shop because the entire production is made
for them to buy. The window display designs of the stores became
important during that time. Some window displays took one step
further than displaying products. Today, for example, the window
displays of some stores in cities like Paris, London, New York and
Tokyo can be as attractive as the city’s museums, galleries and
squares. You can’t just pass by them quickly. They make you look at
them, surprise you, make you think, and give an aesthetic pleasure.
So, how is this possible?
Today, some major brands use their window displays as a stage, so to
speak, to establish a new relationship between the space and people.
For this, they have modern artists create a design or a work of art for
their window displays. For example, the window display designed by
Tokujin Yoshioka for Hermes is among the unforgettable works in this
category. In the window display there is the face of a woman covering
the entire screen and a flying scarf. In addition to Hermes’ uniquely
interesting window displays, we should not forget Louis Vuitton’s,
Anthropologie’s and Nike’s striking window displays, either.
And At Home...
As I have learned from Gökhan Akçura’s research, Istanbul met
window displays with the branches of foreign stores opened in
Pera in the 19th century. In fact, Istanbul has always been a center of
commerce but the store owners did not have the habit of installing
a window display. They would keep their best products in a corner
and bring them out only for their special customers, instead of
displaying them. Again, as Gökhan Akçura says, window display
competitions were held in Istanbul and Ankara to promote especially
domestic products under the Saving Week events in the 1930s, and
the Anatolian and European side had separate top winners in the
competition in Istanbul. I also learned from the same research that
window display competitions were held in Adapazarı, Zonguldak and
Konya, too. A class was opened at the Academy of Fine Arts called
“Window Display Arrangement” once, but the class, as well as the
competitions, unfortunately were interrupted and did not continue.
Against all the odds, Istanbul still has some unexpected beauties to
offer a flâneuse like me. One, for example, is right in Karaköy...
My eyes are delighted at the same corner for almost ten years now,
and it defeats the city’s gray-noise. This is because the corner window
display of Karaköy Restaurant has been home to the finely-thought,
colorful, striking designs of my friend Pınar Akkurt for all this time.
Pınar calls her creation “space installations and sculptures” and
introduces herself as a designer focusing on upcycling.
She designs and produces special installations on demand for various
events, and places such as offices, hotels. She is actually wandering
in the gray zone between art and design. She especially works on
projects focusing on upcycling as well as seminars, judge duties and
doing workshops at home and abroad. She is occupied
with establishing an Upcycling Library where she can share old
and new production techniques, methods as open-source with
examples. In 2015, she displayed a selection of her designs for the
corner window display of Karaköy Restaurant at art Sümer Gallery.
She participated in Design Week Turkey with her exhibition called
“Upcycling Center.” She participated in Brussels Design
September with three of her works.
A Corner Window Display in Karaköy
The narrow and long window at the point where the restaurant and
the side street meet displays not a product sold by the restaurant but
a creative vision. When I asked her what she did, how she did it, about
her design and production process, she answered as follows: “I have
designed over 30 installations so far for the corner window display of
Karaköy Restaurant. To create a repeatable and meaningful context,
I began to design the installations only with kitchen utensils and
kitchenware with the idea that they should represent the essence of
the restaurant i.e. the kitchen.
I am trying to produce unusual new forms with simple, usual
materials. I contemplate on the color and third dimension.
Usually, I go for a stroll, look around, observe with a form or a
movement in my mind and come back to my workshop with a few
sample materials. With these materials, I experiment, make mock-ups
to design the main structure. I make a sketch of it on the computer
and make the production details. Sometimes I, but most of the time
Osman Usta, implements it. We put it in the window display, its photo
is taken, cards are printed and I start thinking about how I should
do the next one. As the number increased, I began to try different
materials and production methods to enrich this language, and add
movement and optical illusion to the work. I am not after a grand
impression; it is enough for me if my works arouse a small thought or
feeling in the beholder, or get them out of their routine. It would be
a plus if they made them say ,”I can do this, too.” A person visits an
exhibition deliberately, but those in public spaces are usually surprise
meetings. Small or big unexpected surprises in public spaces,
serendipities add color to daily life, they inspire.”
Notes For Those Who Are Interested
-To see all the works of Pınar Akkurt www.pinarita.com
-To see the videos of Pınar Akkurt’s works https://vimeo.com/
user41861450
-For Reading: Paris Spleen from Baudelaire and
Passages from Walter Benjamin
-
Gökhan Akçura’s article on window display history of Turkey;
The Art of Hunting the Eyes: Introduction to Window Display History
of Turkey https://manifold.press/goz-avlama-sanati
-For a great talk on walking in the city as a woman and literature
https://medyascope.tv/2019/06/17/sehir-hepimizin-127-senemtimuroglu-ile-kentte-yurumek-flanor-ve-flanoz/
-Hermes’ window display of a woman blowing on a scarf designed
by Tokujin Yoshioka
https://www.youtube.com/watch?time_
continue=9&v=hMwFuZuDmBA
11/3
12
EVERYONE, PICK A SHELTER!
THE ART
BOMBARDMENT
IS ABOUT TO
BEGIN!
Article: Özlem Gökbel
@ozlemgokbel
As of September, there is a significant bombardment of art event at
an everincreasing pace in Turkey each passing year.
One of the most important ones among the beautiful art events is
the exhibition of the artistic genius of the 20th century Picasso at
İzmir. Arkas Art Center will host the works of one of the pioneers
of the cubist movement, the Spanish artist Pablo Picasso between
September 18, 2019 and January 5, 2020. Created with a curatorial
concept, the Picasso & Performance Art exhibition will zoom in on
performing arts’ influence on Picasso's art through the great master’s
83 significant paintings depicting the performance world, costumes
designed by him, his sketches, sculptures and the photographs
documenting his close ties with several artists including writers,
poets, and musicians.
www.arkassanatmerkezi.com
This year's biggest event took place in Eskisehir.
Odunpazarı Modern Museum (OMM) opened its doors to the
art lovers on September 8. Boasting an impressive design,
OMM bears the signature of world-famous Japanese architecture
office Kengo Kuma and Associates (KKAA).
The museum hosts exhibition areas, various show grounds,
workshops, cafes and a museum shop in a 4500-square-meter
footprint and it has been designed to bring people together with the
power of art that arouses interest and unites people together and
adds a different perspective to the city and the museum concept.
Make sure that you pass by the museum until December 7, if possible,
not to miss the world's leading digital art collective Marshmallow
Laser Feast's three-dimensional installation. The installation offers
a virtual reality experience that excites multiple senses and brings
technology, science and art together.
www.omm.art
Another news of the season is Arter that has turned into a
comprehensive art center with its collection, exhibitions,
multidisciplinary program and publications.
Expected with enthusiasm in the art world,
Arter presents an accessible, live and sustainable cultural and life
platform with a program that embraces all disciplines of art for
Istanbul. Arter opens the doors of its new building in
Dolapdere on September 13 with seven exhibitions
in total including works from and outside the collection.
www.arter.org.tr
Istanbul Foundation for Culture and Arts’ (IKSV) 16th Istanbul
Biennial to be held between September 14th and November 10th
focuses on the natural and cultural waste generated by humanity this
time and searches for the traces left by human activities on
Earth. Curated by Nicolas Bourriaud, the biennial's title this year is
“The Seventh Continent” that refers to the 7 million tons huge waste
with a width of 3.4 million kilometers that has formed in the middle of
the Pacific Ocean. I am sure we will see the most striking
works of this year there.
www.bienal.iksv.org
PİLEVNELİ Mecidiyeköy brings Johan Creten's exhibition
“The Vivisector” and Cleon Peterson's exhibition “Stare into the Sun”
to the viewers between September 10th and October 27th.
PİLEVNELİ Dolapdere hosts a new exhibition between September 9th
and November 2nd including Tobias Rehberger's recent works and
five sculptures exhibited before.
www.pilevneli.com
If you want a little smile with your art, stop by at Yapı Kredi
Bomontiada until November 3rd. You can see the Cartoonist Erdil
Yaşaroğlu’s first personal exhibition titled “Game” that displays his
sculptures at outdoor and indoor spaces.
One of the most authentic and creative artists in terms of the variety
of her research areas and the richness of her intellectual insight,
Canan Tolon’s exhibition titled “You Tell Me” can be visited at İstanbul
Modern until February 2, 2020.
www.istanbulmodern.org
I believe you have already paid the holy visit to Contemporary
Istanbul that took place between September 12th and 15th this year.
The exhibition, which is critically important for Istanbul,
hosted 74 galleries, 510 artists and over 1400 contemporary
works of art from 22 countries this year.
When I said art bombardment, it is not limited only to the above in
our city or country. Thank God! There are many others.
There are so many music festivals that will please the ears such as
29th Akbank Jazz Festival, great stage performances, shows at several
venues, plays at theaters to be loudly applauded, films at the silver
screen that will mesmerize us... I wish I had more space to tell you
about them... As a last word: I feel so happy that art spreads through
our cells more and more each passing day.
A NEW PAGE IN
HISTORY: THE
TIME OF SUPER
ATHLETES...
Article: Eyüp Tatlıpınar
etatlipinar@gmail.com
When it comes to sports, there is a remarkable
point that unites the conversations with friends,
statistics and the “top” lists we see everywhere in accordance
with the spirit of the age: Are we a lucky generation to have the
chance to watch the best players of all times in various sports
branches? How come do we see a lot of
“bests of the history” in this time?
According to several authorities, the best racket of all times is
Federer, whom we can still watch playing in the flesh, not by turning
the pages of an encyclopedia. His unyielding rivals
Nadal and Djokovic, again according to the authorities,
have already taken their place among the bests of the history.
As for female tennis players, Serena Williams seems to be matchless
in history. Debates on Pele vs. Maradona as the
“best football player of the history” until the 2000s now appear to
also include Messi predominantly.
Are we a lucky generation? Or have we entered a new age determined
by factors beyond luck? What is the spirit of this new age?
We asked these questions to the sportswriter Alp Ulagay who
has been living in London for some time. We asked the sports
commentator Emre Yazıcıol, sportswriter Uğur Vardan and economist
Enver Erkan for their opinion.
Alp Ulagay does not consider the coincidence of the
best names of the history in various fields being in the
post-2000 period as a mystery to be solved:
“If we consider the origin of the modern sports as of the
1850s, we have a 160-year history, which is not too long.
There were not many great athletes before 1950.
The sports actually began to modernize and become international
when the number of countries participating in the
Olympic Games increased after 1950. Therefore, the past 20-year
period since 2000 is an important part of the modern sports,
and it is not a very short time. Therefore, it should
not be surprising to have very major athletes, the bests of the
history.”
THE MAJOR CHANGE IN THE LAST 20 YEARS
The difference in the sports world of the last 20 years compared
to the previous periods can be evaluated under a few topics.
Ulagay points out to the prolonged careers of athletes with the leap in
various areas such as diet, performance follow-up, and data analyses.
Today, the most important factor that places the sports under
industrial category is the tremendous increase in the amount of
money flowing into this field.
According to Erkan, the biggest share in this growth belongs to
football, NBA, American football, Formula 1, tennis, professional
boxing and golf.
THE TIME OF SUPER ATHLETES
In such an environment, the position of the athletes also
changes. Ulagay says that we have now entered an age of “super
athletes”: “We can talk about a group of 50 to 100 sportsmen;
we are going toward an age of super athletes. Federer, Messi,
Ronaldo, Pique, Djokovic, Nadal, Williams, Le Bron James,
Harden… They all have a very high sports income (sponsorships,
advertising revenues etc.). On the other hand, they carry out this as a
businessperson, as a second career in parallel with their professional
lives. Serena Williams is a good example. She is one of the most
prominent millionaires that made her fortune by herself.
Emre Yazıcıol also thinks that we live in a special age in terms of
sports, but he adds; “The question posed to us now is whether the
bests of the history will always be ‘updated’?
If we have new Messis, Federers in the next few generations,
we can then say that we have transitioned to a new age.”
While the sports has been evolving into an industry,
the athletes have evolved into a businessperson.
Thus, it is almost inevitable that the amateur spirit, which can be
described as ”what matters is participating”, “what matters is the
race” is about to disappear. Winning is a must in the
spirit of the new age.
The dilemma of the new age:
Should we watch a TV show or sports?
Does a new change await the sports world in the coming period?
Which sports branches will be in the forefront? Yazıcıol answers
the question by highlighting our lifestyle habits changed by the
Internet and social media: “I expect sports that appeal to people's
consumption habits to be in the forefront. People cannot watch an
entire game with close attention any longer. The consumer gets
bored quickly. They have to choose between watching a gripping
TV show on Netflix and watching a tennis match.
This will be the determining factor. Sports that have a high pace,
action and that do not last long may be in the forefront.
The difference between Messi and Maradona...
According to the sportswriter Uğur Vardan, the high wind of the
industrialization that has brought the super athletes with it will not
be able to dethrone the masterpieces of the past:
“Are we being granted the best of all times? In fact,
I cannot say this approach is quite true. Yes, even if the tennis stage is
sometimes taken over by Djokovic or Nadal, it can be said that
Roger Federer is the best in the history. But, does this apply to
Messi, for example? I think not. To me, the best of all times is still
Diego Armando Maradona. There is no doubt that the comparison
level is very different. However, we still preserve what
Maradona added to football in our minds, feelings, spirit and
memories at his time, and we choose Maradona, maybe because of
his advantage of being our first love...
If we sum up, I admit that today's sports fans are of course lucky.
They have witnessed, and even continue witnessing,
the adventures of the bests in some categories. However, some areas
came up with their masterpieces in the past and their place in the
history stage may be protected until eternity.”
14
THE
POWER OF THE
ELEMENTS!
When I was about to arrive at the meeting point, I noticed a fountain
hiding behind. I don’t remember how I ran to the water and whether
I drank it or bathed in it. When I came to my senses, I was dripping
wet enough to dry in five minutes and was able to think a little.
“I think these gods are toying with me”, I said to myself.
While I was sitting by the fountain jadedly, ‘a familiar wind’ blew.
The shade I had been looking for hours finally fell on me.
When I raised my head, Hermes was looking at me with the eyes of a
naughty child. He had brought a word from Apollo! The meeting had
been postponed to another time and place. I gasped for breath and
felt dizzy for a while saying, “But, have I come all this way for nothing?
I need to write this interview for the new issue of Hillsider, please
don’t...” I think the last thing I saw was the flash in Hermes’ eyes.
He whispered, “Don’t worry. Everything will be better for you when
the time comes. Now just stop questioning and accept
what happened!”
I felt as if the earth I had sat on was not hard anymore. The heat was
not burning my skin. I opened my eyes slowly, and to my surprise,
I found myself sitting on my couch at home! If it were not for the dry,
yellow dirt rubbed on my legs and still dripping wet blouse,
I would have thought that I was dreaming.
I had returned to the real world and there was a very urgent astrology
article I had to write. I had to find new things as well. And I decided to
write on what I felt the most in Acropolis: The Four Elements!
Four Elements in Astrology
As in many things, four elements play an important role in astrology
as well. Fire, air, earth and water as the source of life! The distribution
of elements according to the signs where the planets are located in
the birth chart determines our character.
Although your rising sign, Sun and Moon signs are the most important
markers of the distribution of the elements, the real result is derived
from the elemental sum of Mercury, Venus, Mars, Jupiter, Saturn and
Midheaven signs.
If an element is above or below a certain ratio in someone's chart -
we can describe this ratio as 70% and above or 15% and below - that
element can then appear as compelling influences on that person.
This situation is more important than the balanced distribution of the
elements. If a person becomes aware of this, he/she will know what
to do to balance them!
Listening to calming music, meditation and yoga would be very
helpful to balance this overemphasis.
The lack of the element of air is the one that is the hardest to realize.
Because people with few or no planets and personal positions in an
air sign in their birth chart, love their way of thinking and only move
in the direction they know without trying to look for the most logical
and objective way. Sometimes, the lack of air may give the person an
introvert and quiet character, too. Such people may constantly think
that they are not understood, or that they cannot express themselves.
The solution for balancing the element of air is not as easy as in the
element of fire. But people are usually drawn to the element they
lack. A natural way of being complete... People, although without
knowing, may be trying to balance themselves with their spouse and
friend choices and by choosing professions on communication. Also,
regular daily outdoor walking will increase oxygen intake and help
refresh the mind.
The Element of Earth
Let's say ‘Hello’ to Zodiac’s most down-to-earth signs under the
control of the element of earth☺ Are you asking which ones? Of
course, Taurus, Virgo and Capricorn!
These industrious people know what they want, move toward the
target step by step with determination and patience, need safety in
everything in their life, have the energy of earth intertwined with the
physical senses and the reality of the material world.
Overemphasized earth may cause lack of imagination,
motionlessness, a boring and monotonous life, extremely realistic,
strict and depressive character. Choosing a light diet and regular
exercise may balance the overemphasized earth element.
The lack thereof, on the other hand, may cause
hardships such as the inability to realize the needs
of the physical body, having difficulty in jobs that
are regular and require follow-up, having difficulty in matters
such as accounting, payment planning, the inability
to complete routine works practically. They should pay more
attention to a regular diet, drinking water, sleeping, and relaxing.
One of the easiest ways to balance the lack of earth is
to get in contact with the earth - for example, taking off the shoes and
stepping on the grass, sand and earth once in a while -
and get hobbies such as ceramics, gardening, landscaping.
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Article: İpek Kigan
@ipekkiganblog
I am still under the influence of my interview with Hermes in the
previous issue. That's no small matter, he was a sage of thousands of
years. When he came to me, he brought the winds of each civilization
and intoxicated me with the spell of timelessness.
My next meeting was going to be with the God of Sun, Apollo and the
Goddess of Moon, Artemis. And when I was under the influence of the
dazzling wind of Hermes, I didn’t know how I was supposed to focus
on the Olympus brother and sister who are each uniquely great.
Apollo and Artemis had invited me to Athens for the interview.
They said that there was a very important meeting at
Acropolis and if I went there - which is also a maybe - they would
see me for a short time. Of course, it would be more accurate to say
they had sent a word with Hermes!
So, I said to myself that my hands were tied, and I hopped on a plane
for Athens. It was such a hot day. Climbing up to Acropolis wasn’t
as easy as it seems, especially when the sun was scorching from the
highest point! I passed through magnificent historical buildings,
climbing up slowly.
They had told me to come to the front of the temple where Athena
and Poseidon had fought to take over the city. The sun was so high
that I couldn’t find a shade to take a breather. The thirst, the fire rising
from the earth, enveloping my entire body, and the never-ending
climb came together and they were blocking my breathing, too.
The Element of Fire
The fire signs are, as you may guess, Aries, Leo and Sagittarius.
Fire depicts liveliness, excitement, enthusiasm and the energy that
brings color to the world. The energy of life, courage and motivation
are among the descriptions of the element of fire.
Therefore, the fire signs are energetic, honest, lively, enthusiastic,
childish and optimistic. They love themselves and have high
self-confidence, they may tend to be egoistic. They enjoy physical
activities, entertainment and especially exercising.
When the fire is over-emphasized, in other words, in case most of the
planets and personal positions in the birth chart are in fire signs, the
person will be very active, restless, insistent and constantly occupied
with doing something. Having a high ego may cause them to
underestimate others, and being over-optimistic and self-confident
may lead to disillusions. In order to balance the extreme fire, a diet
consisting of cold and juicy food, grains, root herbs, consuming
calming and sleep-regulating teas like chamomile tea may help. Also,
slow exercises, gentle moves and special breathing techniques such
as Thai Chi, Qi-gong can be preferred.
Lacking the element of fire, on the other hand, is very important
because fire is the source of liveliness. They exhibit a character that
is discouraged, that does not trust in life, and far from optimism. The
good news is that fire is the easiest element to balance in case of its
absence. Actually, just doing exercise or regular physical exercises will
increase fire element.
The Element of Air
The beloved Gemini, Libra and Aquarius are air signs.
The element of air refers to communication, sociability, and the mind.
Being curious, objective, evaluating the events from every angle,
enabling everything to exist in thought first and learning refer to the
element of fire. Thus, the air signs bear these characteristics.
People with prominent air element in their birth chart usually
have a high intellectual capacity, analytical skills;
they love talking, can easily communicate, use their logic,
and they are smart, active, and curious.
However, as in all elements, over-emphasized air element in the chart
may also lead to an imbalance and have wearing effects on people.
For one thing, an over-working mind is very tiring. They may have
difficulty turning their thoughts into action. They may have a very
sensitive and active nervous system.
The Element of Water
The element of water represents all emotional reactions from
willingly embracing the entire universe to the obsessions, and from
breath-taking fears to deep and suffocating feelings.
The water signs are Cancer, Scorpio and Pisces.
The water signs are those that have deep feelings,
can empathize, those that are sensitive to the needs of others,
and highly aware of the wisdom of the universe. We should also
mention the cold and dark side of the water! Mystery, manipulation,
obsession, getting lost in the world of dreams, not setting the
boundaries, avoiding reality are the effects of the element of water
that secretly penetrate in the body.
People with the majority of the planets and personal placements in
water signs in their birth chart are those with the overemphasized
element of water. And the most distinct characteristic of this
imbalance is feeling as if drifting on a boat without a helm,
oars and a compass in an ocean. They can be giving and brave
enough to truly dedicate themselves to someone and a subject.
The overemphasis in water may sometimes cause a shy and overly
introvert character. They may lack logic and become subjective.
To balance their body that tends to swell, liquid intake must be
reduced, herbs that eliminate edema such as basil, oregano
and parsley must be consumed. They should be
cautious against the use of any substance that represses the
perception of reality and causes addiction.
The lack of water, on the other hand, may lead to psychological,
physical and emotional problems. It is hard for such
people who have difficulty in connecting with their own emotions to
express themselves. They are mostly cold and distant people.
Such people are automatically drawn to people who can easily
express their emotions to bring a balance for themselves.
Also, they appear to choose professions where they will focus on
understanding others such as teaching, psychology.
Being in contact with water, drinking lots of water,
spending time by the seaside, meditation and
especially yin yoga are the methods to balance the lack of water.
It will help to focus on areas where they can express themselves such
as artistic activities, painting, music, and writing.
Wishing that your elements be balanced,
and see you in the next issue...