02.03.2021 Views

Hillsider 94

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.






XC90. YENİLENDİ.

Yenilenmiş XC90, fren esnasında devreye giren

kinetik enerji geri kazanım sistemi sayesinde,

yakıt verimliliği sunarken daha düşük emisyon

salımı ve performans artışı sağlar. Sessiz ve

titreşimsiz sürüş keyfini, hava kalitesini en üst

seviyede tutan geliştirilmiş Clean Zone iklimlendirme

sistemi ile mükemmel hale getiren XC90, yedi kişiye

kadar maksimum konfor sunarak geleceğin sürüş

tecrübesini bugünden yaşatmaya hazır.

YENİ VOLVO XC90 B5 AWD MILD HYBRID

Service

by Volvo

Volvo Car

Garanti

Volvo Car

Finance

Volvo Car

Kasko

VOLVO CAR PRIME

volvocars.com.tr | facebook.com/VolvoCarTurkey | twitter.com/VolvoCarTurkey | instagram.com/volvocarturkey | Volvo Car Asistans 444 48 58



C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K



The boat that leads the industry and the 6X Wakeboard Boat of the Year

in the WakeWorld Rider’s Choice Awards, the G23 stands alone

as the number one choice for riders around the world. Quality, innovation and

luxury go hand-in-hand with this revolutionary model that is designed

to maximize the fun during your days on the water. The best wakes,

the best surf waves and all the high-end refinements you’ve come

to know from a Super Air Nautique, that’s the G23.

www.wakeupwatersports.com | info@wakeupwatersports.com | +90 532 683 59 77



10

hillsider 68/70

RÖGAR KAPAKLARI

Japonya'nın Kültürel Hazinesi

11/1

hillsider 72/76

UÇALIM O ZAMAN

Art Blog

11/2

hillsider 78/81

GÖZE ŞENLİK VİTRİNLER

Art Blog

11/3

hillsider 82/86

SANAT BOMBARDIMANI

11/4

hillsider 88/89

ALTIN FİRAVUNUN HAZİNELERİ

Art Blog Art Blog Art Blog

11/5

hillsider 90/95

ERKUT TERLİKSİZ

12

hillsider 96/100

SÜPER SPORCULAR

Tarihte Yeni Bir Dönem

13

hillsider 101

TÜYLER

Remix

14

hillsider 102/105

ASTROLOJİ

Elementlerin Gücü Adına!

01

hillsider 16/20

02

hillsider 22/26

03

hillsider 28/33

15

hillsider 106/107

16

hillsider 108

NOW AND THEN

ECE ŞİRİN

Röportaj

CARTAGENA

Marquez'in Büyülü Gerçekliği

GOOD FOR MEN

BİZİ Mİ ARAMIŞTINIZ?

04

hillsider 34/36

05

hillsider 38/40

06

hillsider 41/45

17 18

hillsider 109 hillsider 110/118

TINY HOUSE

SONY WALKMAN

SANATLA

EN BEĞENİLEN İLAN

ENGLISH SUMMARY

Hareketi

Timeless

İyi Hissettiren Alanlar

07

hillsider 46/48

08

hillsider 50/54

09

hillsider 56/66

HOPE ELMASI

POPOS

MODA ÇEKİMİ

Mavi Büyü

Yaşanabilir Şehirler



YAZARLAR ve

KATKIDA

BULUNANLAR

AYŞE

KAYNARCALI

Seyahat

Cartagena

AYŞEGÜL SAVUR

ÖZGEN

Tiny House

Hareketi

BERNA

GENÇALP

ArtBlog

Göze Şenlik Vitrinler

DERYA

ÖZEL

Hope

Elması

İPEK

KİGAN

Ece Şirin röportajı &

Astroloji /4 Element

C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K

NİHAL

VURAL

Yaşanabilir Şehirler:

POPOS

OBEN

BUDAK

Good For Men

ÖZLEM

GÖKBEL

İyi Hissettiren Alanlar&

ArtBlog

Sanat Bombardımanı

RANA

KONGÜL

ArtBlog

Zahit Mungan röportajı

Cebrail Özmen

ArtBlog / Zahit Mungan portreleri

Cem Kara

ArtBlog / Tutankhamon Sergisi

Elmira Gürses

Timeless/Walkman

Emre Durmaz

Ece Şirin fotoğrafları

Erkut Terliksiz

ArtBlog / Unpublished

Eyüp Tatlıpınar

Süper Sporcular Devri

Göze Şener

Now&Then

İpek Edinçgil

Now&Then

Orhan Okuşluk

Global Keşif / Japonya Rögar Kapakları

Stüdyo28 ekibi

Moda çekimi

Uğur Bektaş

İyi Hissettiren Alanlar fotoğrafları

Yayımcı

Attaş Alarko Turistik Tesisler Adına Sahibi

Genel Yayın Koordinatörü

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü ve Reklam Sorumlusu

Yazı İşleri

Tasarım

Çeviri

Basımcı ve Basıldığı Yer

Basıldığı Tarih

Yayın Türü

Attaş Alarko Turistik Tesisler A.Ş.

Nisbetiye Cad. Ahular Sok. No.6 Etiler 34337 İstanbul/Türkiye

T. 0212 362 30 00

İzzet Garih

Edip İlkbahar

Özlem Gökbel (ozlemgokbel@gmail.com)

Çağan Şimşek, İpek Edinçgil, Göze Şener

Serkan Mekikoğlu, İpek Kigan

Republica

Novitas Çeviri Hizmetleri

PROMAT MATBAA

Orhangazi Mah. 1673 Sok. No.34 Esenyurt İstanbul / Türkiye

T. 212 622 6363

Eylül 2019

Yerel Süreli Yayın (Dergi)

Sayı 94 (Eylül, Ekim, Kasım, Aralık 2019)

Dört ayda bir yayımlanır.

Hillsider Magazine'de yayımlanan yazı ve fotoğrafların tüm hakları,

Hillsider logosu ve isim hakkı Attaş Alarko Turistik Tesisler A.Ş.’ye aittir.

Kaynak gösterilerek de olsa Attaş Alarko Turistik Tesisler A.Ş.’nin

yazılı izni olmadan hiçbir şekilde yazı ve fotoğraflardan alıntı yapılamaz.

www.hillside.com.tr

hillsider@hillside.com.tr



hillsider 16/20

hillsidenow

01

ARRANMORE ADASI / CHAT - UFUK TARHAN / LUA SMART PLANT / INSPIRATO

CHAT - MEHMET OKUR / TARABYA KUN / CHAT - ONUR BAŞTÜRK

ARRANMORE

ADASI

ZAMAN ZAMAN:

“ÇOK BUNALDIM,

ALIP BAŞIMI BİR ADAYA

GİTSEM, KİMSEYLE

UĞRAŞMASAM,

BİR TEK İNTERNET OLSUN,

BANA YETER.”

DEMEYEN VAR MIDIR

ARAMIZDA?

İrlanda’da Donegal Kontluğu’nun

batı kıyısındaki Arranmore Adası

yeni sakinlerini arıyor!

Her geçen yıl nüfusu azalarak

en son 469 kişiye düşen adada geçtiğimiz

aylarda, MODAM adlı İrlanda’nın

ilk yurt dışı paylaşımlı dijital çalışma

alanı açıldı. Göçün sağlanması adına

yüksek hızlı internet ve sofistike

dijital kaynakların eklendiği adaya

hareket kazandırmak için

ABD ve Avustralya vatandaşlarına

açık davet yapıldı. Amaç;

izole bir yaşam ararken işini de

internetten yürütebilecek

yeni sakinleri adaya çekip,

buradaki yaşamı yeniden hareketlendirmek.

İlginç bir öneri değil mi?

CHAT Δ

UFUK TARHAN

Füturist Ufuk Tarhan ile geleceği ve takip

ettiği teknolojik trendleri konuştuk…

Füturism nedir?

“Geleceğin de tıpkı tarih gibi bir bilgi ve

süreç olduğunu kabul eden, bu konuda

üreten, paylaşan, senaryolar geliştiren bir

alan, bir bakış açısı…”

Hibrit dünya nedir?

“Bir ayağımız bu günde, bir ayağımız gelecekte

yaşamak... İkisini yan yana paralel götürebilmeyi

becermek. Tıpkı hibrit arabalar gibi...”

2050’de bizi neler bekliyor?

“Biz aslında 2050’yi şimdiden oluşturuyoruz.

Nasıl oluşturuyoruz? Bir kere insansı

olmaya doğru gidiyoruz ve insana benzeyen

insansılaşmış şeylerin bir arada yaşadığı

döneme geçmiş olacağız. Kendi kendine

bizim müdahalemiz olmadan bizim

yararımıza ya da zararımıza bir takım işler

yapabilen, kararlar verebilen birçok nesneyle

yaşadığımız bir döneme geçeceğiz.”

Geleceğin iş dünyasını nasıl görüyorsunuz?

“İş hayatında bizi bekleyen şeyler artık

çok belirginleşti. Bizi robotlar ve tamamen

dijitalleşmiş bir iş dünyası bekliyor. Yapay

zeka ve kodlarla donanmış, her an her yere

çok hızlı bağlanan ve müthiş veri analiziyle

kişiselleştirilmiş bir iş dünyasına geçeceğiz.”

Geleceğin meslekleri nelerdir?

“Nanogenetik, yapay zeka,

artırılmış gerçeklik, tasarım,

kurgu ve bunun gibi şu anda teknolojik

trendler diye sıralanan şeylerin

hepsi aslında geleceğin meslek alanları...

Yapay zeka eğitmeni,

Blockchain hukuk danışmanı,

dikey tarım uzmanı, 3D yemek yazıcısı

şefi vb. çok keyifli mesleklere

doğru gidiyoruz.”

Yakın gelecekte hangi teknolojiler

hayatımıza girecek?

"Robotlar, 3D yazıcı yemekleri,

drone taksiler…”

Sizce geleceği doğru tahmin etmiş olan

filmler hangileri?

“Minority Report, Surrogates ve

Her bana göre geleceği resmetme konusunda

çok başarılı filmlerdi ”

Siz hangi kaynakları

takip ediyorsunuz?

“Futurism.com,

TechCrunch.com, Su.org…”

Önerdiğiniz kitaplar nelerdir?

“21.yüzyıl için 21 ders,

Yaşam 3.0... Geleceği anlamak istiyorsak

bu iki kitap mutlaka okunmalı. ”



INSPIRATO

İYİ SEYAHAT ETMEK

İLHAM VERİCİ

BİR YAŞAM SÜRMENİN

ÖNEMLİ BİR PARÇASI!

Aile ve arkadaşların dünyayı

deneyimleme şeklini değiştirerek

kalıcı anılar yaratan ve ilişkilere ilham

veren özel seyahat kulübü Inspirato;

kullanıcılarının 60.000'den fazla lüks tatil evi

kiralayabilemelerinin yanı sıra,

dünya çapındaki butik otellere,

tatil köyleri ve villalara erişmelerini de

sağlayan bir seyahat abonelik hizmeti

sunuyor. Aboneler, ‘Inspirato Geçidi’ olarak

bilinen hizmete; ek gecelik ücret,

vergi veya harç olmadan ayda 2,500 dolardan

başlayan fiyatlarla sahip olabiliyor.

CHAT Δ

MEHMET

OKUR

LUA

SMART PLANT

LUA, BİTKİNİZİN NE

İSTEDİĞİNİ TAM OLARAK

SÖYLEYEN

SANAL BİR SAKSI...

15 farklı duyguya sahip olan saksının

dijital ekranındaki animasyonlar

onun sağlığı ve genel durumuyla iligli

bilgi veriyor. Bitkilerle bir

evcil hayvan gibi iletişim kurmayı sağlayan

bu eğlenceli dijital saksıların

çalışma prensibi ise çok basit;

datasında kayıtlı olan

4000 bitkiden birinin alınarak

bu saksıya dikilmesi yeterli.

Bitkinizi uygulamaya tanıtıp

artık onunla “konuşmaya” ve

ihtiyaçlarını dinlemeye hazırsınız.

NBA’de all-star seçilen dünyaca ünlü

basketbol oyuncumuz Mehmet Okur ile

gerçekleştirdiğimiz keyifli sohbetimizde;

NBA kariyerinden, Türk basketbolundan,

Amerika’daki favori mekanlarından

ve gitmekten keyif aldığı tatil

destinasyonlarından konuştuk.

Basketbolu 3 kelimede ifade etmek

isteseniz bunlar hangileri olurdu?

‘’Aşk, tutku ve aile…’’

NBA kariyerinizdeki en unutulmaz

olay nedir?

‘’Bir all-star takımına girebilmenin ve

orada en iyi şekilde Türkiye’yi temsil

edebilmenin benim kariyerimde bireysel

olarak çok ayrı bir yeri var. Takım olarak da

2004’teki NBA şampiyonluğumuz var.

Her takımın oyuncusunun sezon

başladığındaki en büyük hedefi NBA

şampiyonu olabilmek... Ben de o şanslı

oyunculardan biriydim. 2004’te Detroit Pistons

takımında yer aldım. Bunun kariyerimde ve

hayatımda ayrı bir önemi vardır.”

Türk basketbolunun Avrupa’daki başarısı

hakkında ne düşünüyorsunuz?

‘’Türkiye’deki yeni jenerasyonu takip etme

fırsatım olmuyor. Türkiye’ye geldiğim

zamanlarda koçlardan ve oyunculardan

bilgileri alıyorum ama gelip burada

canlı izleyemiyorum maalesef.

Tabi ki geçen dönemlere baktığımızda;

2001’de başlayan Avrupa finali ve sonra

dünya şampiyonasında oynamak...

Bu jenerasyondan sonra maalesef çok

fazla başarı gelmedi ama bu, bundan sonra

gelmeyeceği anlamına gelmez.

Yolumuz açık, genç arkadaşlarımız umarım

çok güzel başarılara imza atacaklar.’’

Sizce gelmiş geçmiş

en iyi basketbolcular kimlerdir?

‘’O zaman bir ilk 5 kuralım sizinle!

BEN MAGIC JOHNSON’I

1 NUMARAYA KOYARIM.

Michael Jordan’ı 2 numaraya koyarım.

Kobe Bryant’ı 3’e, LeBron James’i 4’e

ve Tim Duncan’ı 5’e koyarım...

Benim en büyük idollerimden biri

Tim Duncan’dır. Onunla 10 sene beraber

karşılıklı oynama fırsatım oldu.

Hayata bir daha gelseniz

ne olmak isterdiniz?

“Tekrar dünyaya gelsem sanırım yine

basketbolcu olmayı seçerdim

ama bu sefer 7-8 yaşlarında başlamak

isterdim. Geç yaşta başlamanın

dezavantajlarını yaşadım.”

Profesyonel basketbolcu olmak

isteyenlere neler önerirsiniz?

“7 ile 10 yaş arasındaki dönemde

alabildiğinizin en iyisini alıyorsunuz...

Bu dönem yeteneklerin en çok geliştiği

ve farkına varıldığı yaşlar...

Ama erken başlayamayan arkadaşlar için de

hiçbir zaman çok geç değil!

Geç başlamanın dezavantajı,

herkesten çok çalışarak kapatılabilir.”

Favori tatil destinasyonlarınız?

‘’ Türkiye’de Hillside Beach Club...

Bizim 15. senemiz, her sene geliyoruz

ve çok mutlu ayrılıyoruz.

Özellikle Türkiye konusu geçtiği zaman

çocukların ilk aklına gelen Hillside!

HEMEN:

‘BABA NE ZAMAN

HILLSIDE’A

GİDECEĞİZ?’ soruları ile

karşılaşıyoruz. Biz de her sene geliyoruz

ve geldiğimiz zaman 8-9 gün kalmaya

çalışıyoruz. Burası ayrı bir yer…

Hillside Beach Club çıtayı

o kadar yukarılara çekti ki başka yerlere

gittiğiniz zaman hiç tatmin

olmuyorsunuz ve hemen Hillside’a geri

dönmek istiyorsunuz...”



LADY GAGA

HAUS

LABORATORIES

Kendi güzellik markası Haus Laboratories'in

tescilini geçen yıl alan Lady Gaga,

Business of Fashion'a verdiği röportajında ilk

koleksiyonunda dudak kitleriyle birlikte baştan

aşağı renkli kozmetik ürünler olacağını belirtti.

Haus Laboratories'in Instagram'ın filtreli güzellik

anlayışına karşı bir marka olacağını da ekledi.

Vegan kozmetik markası Haus Laboratories'in

satışları Eylül’de başladı.

CHAT Δ

ONUR BAŞTÜRK

Onur Baştürk ile Bebek Avlu’daki yemyeşil

mekanında gerçekleştirdiğimiz sohbetimizde,

yeni botanik markası ‘Yuzu’ ve bitkiler

hakkında konuştuk!

Yuzu’nun hikayesinden bahseder misiniz?

“Bitkilerle çok fazla haşır neşirdim.

Hatta o kadar ki; ev bitki dolup taşmaya

başlamıştı. Çünkü yetiştirmeyi çok

seviyorum. En sonunda ‘bu hobiyi

profesyonel bir alana dönüştürebilir miyim?’

diye düşündüm. Bebek’teki bu yer

‘Avlu’ corner olarak bana kucağını açınca

o zaman markayı oluşturmaya

karar verdim. Tek başıma bir yer açmak

gibi bir planım asla yoktu. Ama corner gibi

küçük bir yer yapmak bana çok hoş geldi...

Dolayısıyla ‘Yuzu’ ortaya çıktı.”

Yuzu’nun anlamı nedir?

‘’Japonca bir limon türünün adı…

Bizdekinden biraz daha farklı bir tadı var.

Yemeklerde çok kullanılıyor. Aslında Uzak

Doğu mutfağına aşina olanlar ‘yuzu’yu

bilirler.”

Önümüzdeki dönem için projeleriniz

nelerdir?

“İşin içine girdikçe hoşuma gitmeye başladı.

Yuzu’nun çıkış platformu:

Bitkiler… Bu her zaman olacak fakat

bitkilerle beraber organik şeyler de var…

Örneğin biz bu yaz için haori ceketler ürettik.

Bu da yine Japon kültüründe olan bir şey.

Kimono ile karıştırılıyor ama alakaları yok…

Daha farklı ve ketenden yapılıyor, daha hafif

ve genelde yazın giyiliyor.”

Son dönemdeki bitki trendleri?

’’Afrika İnciri, Areka, Deve Tabanı,

Kuşkonmaz, Kaktüs.’’

Bitki bakımı için ipuçlarınız nelerdir?

“Evde bitki bakımından önce aslında

dikkat edilmesi gereken şey eviniz için

doğru bitkiyi seçmek...

Eviniz güneş alıyor mu? Ne kadar güneş

alıyor? İlk önce bunlara bakmanız gerek.

Bitkilerin en sevmediği şey kuru hava.

Her zaman nemli havayı evin içinde onlara

sağlamanız gerekiyor.

Canlı kalmaları için, yapraklarına bir takım

vitaminler sıkabilirsiniz. Bitkilere sürekli

su vermemelisiniz, çürürler.”

Onur Baştürk’ün hediye bitki önerileri

nelerdir?

‘’Calla Lilly, Calathea, Aloe Vera’’

10.09am on a NYC rooftop.

N 40° 45’ 31’’ W 73° 58’ 43’’.

Ulysse Nardin Boutique : Etiler – Istanbul +90 212 2570998

Time Square Fine Timepieces and Jewellery : Kanyon AVM – Istanbul +90 212 3531056

Şark Saatçilik : info@sarksaat.com



02

hillsider 22/26

TILSIMIN IŞIĞI:

ECE ŞİRİN TÜM DÜNYADA

FIRTINA GİBİ ESEN BİR

MÜCEVHER MARKASI YARATTI.

AMA MÜCEVHER YERİNE

“ÖZ CEVHER” DEDİ.

Mücevherin statü için değil, ruhun sembolü olarak,

o eşsiz tılsımının hissedilerek taşınması için

çalıştı. Coca-Cola, Microsoft gibi markalarda uzun

yıllar yöneticilik yaparak kazandığı tecrübesine;

yaratıcılığını, çalışkanlığını ve gönlünü koyarak

Bee Goddess markasını var etti. 2008’de

Artemis tılsımıyla çıktığı yolculuk onu bugün Türkiye,

Bakü ve Londra’da bulunan 7 butiğe ve tüm dünyada

40 satış noktası olan büyük bir markaya kavuşturdu.

Cate Blanchett, Madonna, Kate Winslet,

Rihanna gibi kadın yıldızların bedenlerini süsleyen

Bee Goddess tılsımları, Ece Şirin’e Türkiye’de

Elle Designer Awards ve Kagider Kadın

girişimci ödüllerini, İngiltere’de ise Telegraph Luxury

tarafından En Vizyoner Tasarımcı ünvanını getirdi.

Benim gibi mitoloji aşığı biri için Ece Şirin’le

konuşmak müthiş keyifliydi. Onun eserlerine

ilham olan karakterler, semboller, arketipler benim

yazılarımı ve astroloji danışmanlığı yaparken

yorumlarımı besliyordu.

Nereden başlayacağımı bilemedim.

Önce ‘Neden mücevher sektörü’ dedim,

“Çünkü dünyanın Bee Goddess gibi dürüst,

sevecen, kişiyi güçlendiren, bilgelik paylaşan,

hayata sihir katan bir ışıltıya ihtiyacı vardı.

Yüzyıllar boyunca nesilden nesile miras kalan

insanlığın ortak hazinesi arketipsel sembolleri

en değerli taşlarla giydirip günümüz için yorumladım,

bugünün ve yarının kadınları için mücevher olarak

tasarladım. Niyetim şifa, güzellik,

bilgeliğe kanal olmaktı.” diye cevap verdi ve

sonra devamı geldi...

Röportaj: İpek Kigan

@ipekkiganblog

Fotoğraflar: Emre Durmaz



KENDİ

ÖZ CEVHERİNİ KEŞFET

VE KALBİNİN IŞILTISI

HER GEÇEN GÜN ARTSIN,

TÜM EVRENİ

AYDINLATSIN.

İpek Kigan: Uzun yıllar çok büyük ve önemli firmalarda üst düzey

yöneticilik yapmışsınız. Ve çalıştığınız yerlere hep farklı bakış

açıları getirerek, o dönemde ilgilendiğiniz ürünün büyümesini

ve gelişmesini sağlamışsınız. Konu ne olursa olsun bu farklılığı

yaratabilen özellikleriniz ve sıkılmadan üretmenizi, yılmadan

çalışmanızı sağlayan motivasyon kaynaklarınız nelerdir?

Ece Şirin: Üretken ve çalışkan biriyim. En büyük motivasyon kaynağım

hizmet etmek. Yaptığım işin içindeki paylaşım, şifa ve fayda sağlama

arzusu beni hep daha fazla çalışmaya, daha özgün olmaya yönlendirdi.

Araştırmayı, öğrenmeyi seviyorum, kendimi sürekli geliştiriyorum.

Bu yolculukta faydalı bulduğum her şeyi başkaları ile paylaşmak harika.

Hem kendime, hem de yaptığım işe olan inancım,

daima bir adım ilerisine ulaşma arzum, beni motive ediyor.

Kendi işimi kurduğumda da iki motivasyonum

vardı. Birincisi uluslararası markalarda

edindiğim tecrübe doğrultusunda

Türkiye’den dünyaya bir mücevher markası

armağan etmek ve bu marka ile

Anadolu’nun ‘Ulu Anası’ gibi çok özel bir

kültürel hazineyi ve onun sevgi, şefkat,

yaratıcılık ve farklılığa rağmen bütünlük

mesajını tüm dünya ile paylaşmaktı.

VE BEE GODDESS İLE

BU HAYALİMİ

GERÇEKLEŞTİRMİŞ

OLDUM.

Bugün Londra’da Harrods’tan LA’de Maxfields,

Amerika’da Neiman Marcus, Japonya’da

Barneys, Isetan, Kore’de Corso Como’ya,

Qatar Lafayette’den Capri La Perla’ya kadar

40 farklı satış noktasında ve

7 Bee Goddess butiğinde Anadolu’nun

Ulu Ana’sının sevgi ve güzellik ışığı parıldıyor.

Dünya devlerinin yer aldığı platformlarda

onlarla rekabet eden başarılı bir

Türk mücevher markasının yaratıcısı olarak

gururlanıyorum.

Peki ikincisi?

Lüksün aydınlanması gerektiğine olan

inancımdı; yani insanları logolarla büyüleyen

ve kendi değerlerini yükleyen markalara

alternatif olarak, kişinin kendi değerini

ifade etmesine kanal olacak, onu kendi

kahramanlık yolculuğunda yüreklendirecek

ve ilham verecek bir marka olsun istedim.

Mücevher yerine ‘öz cevher’, ‘statü sembolü’

yerine ‘ruhun sembolü’ diye seslenerek yeni

bir bakış açısı getirmeyi arzuladım.

İlk günden beri kadınlara sadece gerçeği

fısıldıyorum: ‘Senden bir adet var, sen

“limited edition” bir cevhersin;

kendi öz cevherini keşfet ve kalbinin ışıltısı

her geçen gün artsın, tüm evreni aydınlatsın’.

Bee Goddess dişi bir marka.

Kişiyi sezgisini harekete geçirmeye ve kendi

hayat mitini yazmaya davet ediyor.

Dişi enerji ruh demek; güzellik,

güç ve zarafet demek. Binlerce güzel ve

özel kadının hayatında olmak çok güzel.

Ebedi güzellikler yaratmak,

insanlığın öz bilgeliği ile kalplere dokunmak

kişiyi güçlendirmek en büyük nimet.

Aldığım ödüller ve başarılarım beni kadını

daha da iyi anlatmak ve tasarımlarımla

buluşturmak için her gün daha fazla

heyecanlandırıyor ve motive ediyor.

Bee Goddess için koleksiyonları

oluştururken mitoloji,

tarih ve farklı inanç sistemlerinin

felsefelerinden faydalanıyorsunuz.

Bu tercihinizin nedenini anlatır mısınız?

Mitoloji, sembolizm, tılsımlar ve

bunların ilettiği ezoterik bilgelik ruhu

zenginleştiren, özgürleştiren gerçek bir

hazine. Ben tüm tasarımlarıma bu bilgelikle

yön veriyorum. Evrensel mitolojik semboller

çağlar boyu kalbin ortak dili olmuş.

SEMBOLLER ÇOK GÜÇLÜ

ENERJİ KAYNAKLARI.

5 DUYUMUZUN ÖTESİNDEKİ

ALGI GÜCÜNE 6.HİS

VEYA SEZGİ GÜCÜ İLE

BİZİ FARKLI FREKANSLARA

BAĞLIYORLAR.

Tılsım, doğaüstü bir gücü bulunduğuna,

birtakım sırlar sakladığına, insanları

koruduğuna veya uğur getirdiğine inanılan

nesnelerin tamamını içine alır.

Nazar boncuğundan, Fatma Ana’nın eline

kadar bir sürü sembol tılsım olarak kullanılır.

Mücevherin asıl çıkış noktası tılsımdır.

Anadolu kadınlarının başlarına taktıkları

metal süs eşyasına da tılsım denir.

Baş süslemelerinde kullanılan tılsımın,

kişiyi, nazar, iftira ve kötülüklerden

koruduğuna inanılır. Kraliyet sembolü

taç ise gökyüzündeki güneşin sonsuz

ışığı gibi cennetin sonsuz ışığını ve

manevi ışığını taşımayı ve çevreye aktarmayı

sembolize eder. Doğaüstü güç sadece

kendi doğamızın, limitlerimizin,

bilgimizin ötesi. Birçok evrensel tılsım

sembol bilinçaltımıza derin bir bilgelik aktarır;

örneğin kırmızı üçgen enerjimizi yükseltir,

hilal duygularımızı harekete geçirir;

daire bize korunma ve bütünlük duygusu verir.

Zaten duygumuz değiştiğinde

biz de değişiriz.

Bee Goddess tasarımlarınızı

kullanan kişiler böyle derin anlamları olan

bu takıları üzerlerinde taşırken

nasıl hissediyorlar? Hiç bununla ilgili bir

araştırma yaptınız mı?

Bee Goddess kendine güvenen,

inanan ve yaptığı şeyde başarılı olan,

hayatı dolu dolu yaşayan kadınların markası.

Bee Goddess mücevherleri ile hayatlarında

birçok mucize deneyimleyen yüzlerce

kişi tanıyorum. Her bir tılsım bizi kendi

gerçeğimize, kendi iç gücümüze inisiye eden

sihirli anahtarlar.

Tasarımlar her bir sembolün anlam,

hikâye ve enerjilerini bir araya getirerek

kişiye kendi mucizesini yaratma ilhamı veriyor.

En önemli araştırma kendi deneyimlerim.

Her yeni tılsım sembolün enerjisi ile

yeni bir döneme geçiş yapıyorum.

Beni bu sihirli yolculuğa

Artemis tılsımı davet etti;

o ve diğer tılsımlar bu yolculuktaki

birçok kapıyı açtı. Hayat amacımın

farkındalığına uyanmamı ve

kalbimin yolunu izlememe güç veren

Artemis ile ilk koleksiyonumu tasarladım.

Tanit işimi büyütmem için gerekli olan tutku

ateşini yaktı, hiç yorulmadan, yılmadan

koşmam için kalbime cesaret ve arzu ışığı

hediye etti. ‘’En çok seven ve sevilen’’,

‘Sevginin Zirvesi’ anlamına gelen sevgi

anahtarı El-Vedud ile hayatımın aşkı

ruh eşim yaşamıma girdi.

Astroloji de mitoloji ile sıkı sıkıya

bağlantılar içerir. Tasarımlarınızı incelerken

gördüğüm Sky Light koleksiyonunuzdaki

Plüton gezegeninin sembolü,

astrolojide anlattıklarını mükemmel bir

şekilde ifade eden harika bir tasarım olmuş.

Çok ama çok beğendim.

Astrolojik semboller ile ilgili başka

çalışmalarınız var mı?

Çok teşekkür ederim. Güzellik hep bakan

gözde. Sky Light koleksiyonunda bütün

gezegenlerin tasarımları mevcut; Güneş, Ay,

Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn, Neptün,

Uranüs ve Plüton sembolleri̇ ni̇ n yer aldiği

bir koleksi̇ yon. Buna ek olarak bir de

Constellations kapsül koleksiyonunda burç

simgelerini yorumladım. Her iki koleksiyonun

tasarımları ise ‘gücünü sadeliğinden alan

tasarımlar ‘ olarak biliniyor.

Rihanna, Venüs tasarımını bikini ile sahneye

çıktığında tek mücevher olarak takmıştı.

Markanızla ile ilgili bundan sonraki

plan veya hedefleriniz nedir?

Eylül ayında İstinye Park’ta ve Londra’da iki

yeni butik açıyoruz. Bunlar çok önemli birer

dönüm noktası. Amerika’da Neiman Marcus,

Qatar’da Lafayette, Japonya’daki yeni

noktalara odaklanmak ve bunları

güçlendirmek, eğitimler vermek ve trunk

showlar yapmak lazım. Ek olarak

Bee Goddess Tarot Kartları ve de

Tılsımlar Kitabı üzerinde çalışıyorum.

Sizce tasarımlarınızı

en iyi kim taşıdı bugüne kadar?

Cate Blanchett, Kate Winslet, Beyonce,

Madonna, Elton John, Rihanna benim

favorilerim. Bunların dışında Rita Ora,

Kate Moss, Cara Delavigne, Alicia Vikander,

Amanda Seyfried, Naomi Harris, Games of

Thrones’dan Natalie Dormer, Empire’ın başrol

oyuncusu Taraji Henson, Olga Kurylenko ve

Eleanor Tomlinson, Donna Karan,

Venus Williams, Maria Sharapova,

Paris Hilton, Kylie Minogue, Jourdan Dunn

ve Karolina Kurkova Bee Goddess tılsımlarının

en güzel yıldızları arasında.

Yaşamda sizi en çok mutlu eden anlar

hangileridir?

Aile ile ilgili sevgi ve paylaşım anlarının

dışında işimizin büyümesi ve

uluslararası platformlarda kazandığımız

başarılar ve ödüller.



KADIN DEMEK

MUCİZE DEMEK,

BUNU ASLA

UNUTMASINLAR.

Eşiniz de sıra dışı bir sanatçı. Biraz evvel

onun ruh eşiniz olduğunu söylediniz.

Birbirinizi hangi konularda tamamlarsınız?

Evet, Cemil benim ruh eşim, kayam, limanım.

Her konuda birbirimizi tamamlıyoruz.

Onun çok net bir vizyonu, harika bir kariyer

deneyimi ve çok yüksek sezgisel bir anlayışı

var. Her konuyu onunla paylaşmaktan,

onun fikrini almaktan çok besleniyorum.

Yaratıcı fikirler en çok ne yaparken, nasıl bir

ortamın içindeyken sizinle buluşur?

Bence yaratıcılığın anahtarı alan yaratmak.

Anahtar kelime açık olmak.

Özellikle yürüyüş yaparken, düşüncelerim

yavaşladığında daha yüksek bir zekadan

ilham aldığımı hissediyorum. Bir konunun

içine ne denli derinlemesine girersem

o denli yaratıcı oluyorum.

Mitolojik bir karakter ile

tanışma imkanınız olsaydı, kiminle

tanışmak ve ondan

ne öğrenmek isterdiniz?

Hermes ile tanışmak ve ondan simyanın

sırlarını öğrenmek isterdim.

“100 kere gitsem yine gitmek isterim”

diyeceğiniz bir yer var mı?

Sevdiğim yerlere defalarca gidebilirim.

Ibiza’yı çok seviyoruz. Oradaki enerjinin farklı

olduğu söyleniyor.

Günlük yaşamınızda vazgeçemediğiniz

ritüelleriniz var mı?

Köpeklerimle oynamak, eşimle komedi

seyretmek, uzun yürüyüşlere çıkmak...

Takmayı en çok sevdiğiniz

takınız hangisi? Neden?

Hepsinin yeri ayrı. Bu sihirli yolculuğa

başladığım ilk tılsımım Artemis. Mitolojide

Artemis kadının dişi enerjisini ve gücünü

uyandıran ve harekete geçiren mükemmel

kadını, şifacı, şefkatli, güçlü ana tanrıçayı,

ebedi genç kız, kendi ayakları üzerinde duran

özgür kadını temsil ediyor. Ezoterik anlamı ise

manevi yeniden doğuş. O bir kraliçe arı.

ARTEMİS KİŞİNİN KENDİ

HAYAT AMACINI BULMASINA

KANAL OLUR, SEZGİLERİMİZİ

GÜÇLENDİREREK KALP

GÖZÜMÜZÜ AÇAR VE

KENDİMİZİ GERÇEKLEŞTİRME

YOLCULUĞUNDA BİZİ

CESARETLENDİRİR VE

YEPYENİ MACERALARA

DAVET EDER.

İlk tasarımımın yanı sıra genellikle en son

üzerinde çalıştığım koleksiyonları da üstümde

taşımayı seviyorum.

Bence; başarı, çalışkanlık, yaratıcılık,

girişimcilik sizin hayatınızı anlatan

kelimelerden bazıları. Eksik kalan

kelimeleri bizim için tamamlar mısınız?

Kadın doğası yani sevgi, güzellik, şefkat.

Bizim bilgeliğimiz kalbin bilgeliği.

Biz kalbiz, rahimiz. Kendi içindeki tanrıçayla

buluşmak, onun farkına varmak demek

kalbimizin farkına varmak, onun mucizevi

gücünü kullanmaya başlamak demek.

Kalp merkezli bir hayat izlemek,

kalp ile kafayı hep birleştirmek demek.

Bu güçlerin hepsi kadına verilmiş.

Kadın demek mucize demek, bunu asla

unutmasınlar. Bir çocuğu hayata getirmek,

ruhu bedene indirmek demek.

Dişi gücümüze, kendi mucizemize sahip

çıkmamız gerek. Geleceği ancak, bu bilinçteki

kadınlar sevgi üzerine inşa edebilir.

Bizim dünyaya katacağımız ışığın doğası,

gücün kaynağı şefkat, güzellik,

yaratıcılık ve bilgelik.



03

hillsider 28/33

MARQUEZ'İN BÜYÜLÜ

GERÇEKLİĞİ

BEN SİZDEN DE DEĞİLİM,

DİĞERLERİNDEN DE;

BEN, ÖLÜME DAİR YEMİN

ETMEYENLERDEN, TEHDİT

SAVURMAYANLARDAN,

DİNİNİ VE IRKINI AKLININ YERİNE

KOYMAYANLARDANIM.

BEN HÂLÂ ŞİİR

OKUYANLARDANIM...

BEN ÖLÜRKEN VATANINI YAHUT

DİNİNİ DEĞİL, “SEVGİLİYİ”

DÜŞÜNECEK OLANLARDANIM.

SORMAK İSTERSEN...?

Anlatmak İçin Yaşamak

Haberi aldığım gün hıçkırıklara boğulduğumu

anımsıyorum. Bir daha onun başka bir kitabını

okuyamayacağım düşüncesi sızlattı tenimi.

Bir daha asla bizi, yeni bir roman ile

büyülü dünyalara götüremeyecekti.

Sadece benim kaybım değildi.

İnsanlık için bir kayıptı vedası.

Yüzyıllık yalnızlığımızın sonu gelmişti.

"Büyülü Gerçekçilik" akımının

en önemli ismi Gabriel Garcia Marquez

Meksika’daki evinde, 87 yaşında hayata veda etti.

Sene 2014, aylardan Nisan.

Yazı: Ayşe Kaynarcalı

ayse@sacred7travel.com



“Tüm kitaplarım döner dolaşır bir şekilde

Cartagena’ya dokunur. Ve zaman ilerleyip

anılarımı canlandırmak istediğimde,

her zaman Cartagena'dan bir olayı, yeri ve

karakteri çağırırım."

Sene 2018 , bir Aralık sabahı. Marquez’in

izinde, doğduğu topraklardayım.

Romanlarına ilham olan şehirde. Günün erken

saatleri. Bolivar meydanındaki geç koloniyel

tarzda inşa edilmiş Engizisyon Sarayı’nı gören

parktayım. Latin Amerika’nın kahramanı

Simon Bolivar’ın heykelinin başında kısa

molalar verip, kanatlanan güvercinleri

izliyorum. Üniversite yıllarında şehrin

sokaklarında dolaşırken bu parka gelirmiş

yazar. Belki şimdi benim oturduğum bankta

oturmuştur, gelip geçenleri sessizce izlemiş,

belki bir kaçı ile selamlaşmış, sohbet bile

etmiştir muhtemelen, kim bilir?

Bolivar’ın başında tünemekten vazgeçip,

toprağa konan güvercinlere yem veriyorum.

İç sesimle konuşuyorum Marquez ile.

Tatlı, huzurlu bir esinti hakim yeşil gölgelerin

buluştuğu parkta. Elimde ‘’Kırmızı Pazartesi’’.

Son bölümünü bu parkta bitiriyorum.

Kitabı yanıma bırakıp, gözlerimi kapatıyorum.

Marquez’in büyülü dünyasındayım şimdi.

Cartagena’dayım.

Defalarca gitmeme rağmen, her defasında

aynı heyecan ve sevinç çığlıkları içinde

Havana sokaklarını arşınlamama tanıklık eden

rehber arkadaşım Kıvanç, bir Küba gezimizde ‘

’Sen Havana’yı bu kadar çok seviyorsan,

mutlaka Cartagena’yı da görmelisin,

hayran kalacaksın’’ demişti. Cartagena ile

tanıştığım gün ‘’az bile söylemiş’’ demekten

kendimi alamadım. Aşık olmuştum!

Benim Cartagena’m tek bir bölge olsa da

şehir birbirine çok yakın iki ayrı merkezden

oluşuyor. Deniz kenarında, uzun kumsallar

boyunca otellerin ve alışveriş merkezlerinin

sıralandığı gökdelenler bölgesi ‘’Bocagrande’’.

Bu bölge Cartagena’nın genç ve dinamik

yüzünü yansıtıyor.Karayip Denizi’nin sonsuz

maviliğini içine alan bir zincir otelde,

gözlerimi araladığımda denizin içinde

hissi yaratan odama sadece uyumak için

giriyorum. Kaldığım üç gün boyunca eski şehir

duvarlarının içinde kalan tarihi bölge ‘’Ciudad

Amuralla’’da alıyorum soluğu her fırsatta.

Çünkü Marquez’in çağırdığı karakterlerinin

can bulduğu yer tam da burası.

“İNSANLAR BİR KERE

DOĞMAZLAR. BU İŞ

ANNELERİNİN ONLARI

DOĞURDUĞU GÜN BİTMEZ.

FAKAT HAYAT YENİDEN

VE YENİDEN ONLARI

KENDİLERİNİ DOĞURMAYA

MECBUR EDER.”

Kolera Günlerinde Aşk

‘’Ciudad Amuralla’’ ya ünlü saat kulesinin

olduğu kapıdan girdiğinizde, kulenin

arkasındaki meydan Plaza de los Coches’un

beyaz atlı faytonları karşılıyor misafirlerini.

16. yüzyılda donmuş izlenimi veren binalar

ve atmosferde, Arnavut kaldırımlarında

yankılanan at arabasının sesi eşliğinde

tarihin derinliklerinde sisli ve romantik bir

yolculuğa çıkıyorsunuz. Sanki;

''Kolera Günlerinde Aşk'' filminin içinde bir

rolünüz varmış da, farkında olmadan o rolün

hakkını verirken buluveriyorsunuz kendinizi.

Yazarın anne babasının hayatından kesitler

içeren romandan uyarlanan kült filmin birçok

sahnesinin bu meydanlarda çekilmiş olması,

sizi gerçeklerle buluşturuyor.

Çünkü büyülü gerçekliğin dünyasındasınız.

UNESCO Dünya Kültür Mirası ünvanıyla

korunan tertemiz sokakları, sarı, yeşil,

turuncu, kırmızı, rengarenk evleri ve insanda

sürekli fotoğraf çekme arzusu uyandıran

fuşya ve somon rengi begonvillerin sarktığı

balkonları ile bu şehir tarifsiz bir çekiciliğe

sahip. Meraklı bakışlarla şehrin nemli

sokaklarının içine doğru ilerledikçe her köşe

başında farklı bir sürpriz bekliyor insanı.

Yaşlı ve hayli kilolu bir Cartagenalı kadın,

kilisenin civciv sarısı duvarının yanında karpuz

ve mango satıyor, köşedeki kafenin önünde

iri göğüslü genç kızlar şakalaşıyor, başka bir

köşede latin ezgileri çalan sokak müzisyenleri

seni gülümseyerek selamlıyor. İçin kıpırdıyor.

Şık ve pahalı birkaç butiğin yanından geçip,

taze çekilmiş mis kokulu Kolombiya kahvesini

bir sonraki molaya erteleyip, lokal lezzetlere

doğru yeni bir keşfe hazırlanırken, Plaza Santo

Domingo meydanında Kolombiya’nın ünlü

ressamı Fernando Botero'nun ‘Yatan Kadın‘’

heykeli ile burun buruna geliveriyorsunuz.

Tanrım! Yaşayan en büyük sanatçılardan

birinin heykeli burada meydanın köşesinde.

Eserine dokunmak bile haz veriyor.

Sokak ressamları, sokak müzisyenleri,

pandomim sanatçıları, tropik meyve satıcıları

şehri panayır havasına büründürüyor.

Şehir günün her saatinde ayrı bir renk,

ayrı bir coşku yansıtıyor meraklı gezginlere.

Bir sokaktan diğerine geçerken karşınıza çıkan

sömürge döneminin izlerini taşıyan binalar,

evlerin birbirinden farklı ve

ilginç kapı tokmakları, dişleri dökük,

yüzlerinde zor bir ömrün çizgileri,

gözleri ile gülümseyen çalgıcılar insanı büyülü

gerçekliğin içine alırken ben tüm

Latin Amerika’nın ‘’Gabo’’su Marquez’in

romanlarındaki karakterler ile karşılaşıyorum.

Karayipler denizinin sıcak ikliminin

sıcakkanlı insanları şehri daha çabuk

sevmenize sebep oluyor.

Sokak yürüyüşlerimden birinde yanımda

olan yerel rehberimiz sayesinde

Marquez’in çok eski bir arkadaşı ile tanışmam

da gezinin hediyesi oluyor. Marquez’e

sarılamamış olsam da, onu yakından

tanımış olan birine sarılabilmek bile

sonsuz heyecan veriyor.

Kentin kalbinin attığı birçok meydan olsa da,

bana göre merkezi Plaza Santo Domingo.

Koloniyel mimarinin en güzel örneklerini

görebileceğiniz yürüyüşünüz boyunca

karşınıza çıkacak kiliselerden en dikkat çekici

olanı Santo Domingo Kilisesi şehrin en eski

kilisesi unvanını da taşıyor. Aslında orijinal

kilisenin bir dönem Plaza de los Coches’te

yer aldığı ancak şehrin istilası sırasında çıkan

yangında kül olduğu ve 1552 yılında yeniden

Plaza Santo Domingo’da inşa edildiği biliniyor.

San Pedro Claver Katedrali ise

şehrin başka bir meydanını süsleyen gösterişli

ve ziyaret edilecek binalardan biri.

Katedrale adını veren Katalonyalı

San Pedro Claver ise 17.yüzyılda

Cartagena'ya gelen bir rahipmiş.

Her yıl onbinlerce Afrikalı kölenin geldiği

limanda gemiler yanaşırken bekler,

onların bulunduğu hücrelere girer,

ilaç ve yiyecek yardımı yapar, onlar için dua

edermiş. 3000 köleyi vaftiz ettiği biliniyor.

Meydanda onun kölelere desteğini betimleyen

bir heykeli de bulunmakta.

Cartagena’daki ilk akşamımızda

San Pedro Claver Katedrali’nde yapılan bir

evlilik törenine tesadüfen şahit olmuştum.

Aile fertlerinin arasına karışıp,

güzellik yarışmasına aday ölçülere

sahip genç gelin ve yakışıklı damadın

fotoğraflarını çekerken aile fertleri de

objektifime mutlu pozlar vermiş,

her iki aile de beni muhtemelen diğer tarafın

davetlisi sanmış olabilirdi. Oysa o anda orada

bulunan sıradan bir gezgindim sadece.

"ALTINDA YATAN BİR

CENAZEN OLMADIKÇA,

YURT SAYILMAZ

ASLA O TOPRAK."



Cartagena’ya bir saat uzaklıktaki

San Basilio de Palenque, 1700’lü yılların

başında Afrikalı kölelerin bağımsızlığını ilan

edip, yaşamaya başladığı ilk şehirlerden biri

olmuş. Kültürlerini, geleneklerini ve

inanç sistemlerini korumayı başaran,

köklerini canlandıran Palenque halkı,

diğer hiçbir şehrin başaramadığını başarmış

olsa da, büyük bir sorun ile karşı karşıya

kalmış. Toplumun geri kalanından koparılmış,

kaynaklara erişimi kısıtlanmış halk gün

geçtikçe daha fakirleşmiş ve çaresizleşmiş.

Palenque kadınları fakirliğin içinde,

topraklarında bolca bulunan bir şeyden

faydalanmaya karar vermişler:

Egzotik Meyveler

Cartagena’nın renkleri anlatmakla bitmiyor.

Daha önce başka hiçbir şehirde tanık

olmadığım bir diğer simge ise renkli

Chiva otobüsleri olmuştur.

Chiva otobüsleri 20.yüzyılın başlarından

beri Kolombiya kültürünün sembolü olarak

bilinirmiş. İspanyolca'daki “keçi” anlamına

gelen Chiva geçmişte en zorlu dağ yollarını

bile defalarca tırmanabilen otobüsler iken,

günümüzde içinde canlı müzik yapılan

ve romun etkisinde kahkahaların yankılandığı

hareketli araçlara dönüşmüş.

Hayatım boyunca unutamayacağım en

eğlenceli anılardan biri bu otobüs ile

şehirde yaptığımız 2-3 saatlik yolculuk

olmuştur.

Yüzyıllık Yalnızlık

İspanyollar 16. yüzyılın başlarında

Cartagena’ya ilk defa geldiklerinde lagünde

Zenu adı verilen yerliler yaşıyormuş

İspanyada’ki Cartagena bölgesinden gelenler

çoğunlukta olunca buraya ‘’ Cartagena de

Indias’’adını vermişler. Güney Amerika'da

altın, gümüş, değerli taşlar, kahve ve baharat

ticaretinin yüzyıllar boyunca merkezi olan

Cartagena de Indias, tarihi süreçlerde sürekli

istilalara uğramış, yakılmış, yağmalanmış.

İspanyol yönetimi, tüm Güney Amerika

yerlilerinden gasp edilen değerli madenlerin

İspanya’ya naklinin gerçekleştiği liman

şehrini istilalardan korunmak amacıyla 17.

yüzyılda surlarla çevirmiş. Binlerce Afrikalı

kölenin ölümüne çalıştırılarak tamamlanan

11 kilometrelik surların 9 kilometrelik kısmı

günümüzde hala sapasağlam ayakta duruyor.

Köleliğin kaldırıldığı 1800’lü yılların

ortalarına kadar Afrika kıtasından getirilen

köleler şehrin girişindeki pazarda satılırmış.

O meydanı şimdi sokak satıcıları, turistler,

dansçıların ve müzisyenlerin gösterilerini

izleyen meraklı kalabalıklar doldursa

da, geçmişin kederi mutlaka sinmiştir

meydanların duvarlarına diye düşünüyorum.

Bolivar meydanında bulunan altın müzesi

Museo Del Oro Zenu ülkenin 16.yüzyıldan

bu yana yaşadığı süregelen acıların kaynağına

ışık tutuyor adeta. Halk; ülke topraklarının

son derece zengin kaynaklara,

değerli madenlere sahip olmasının bedelini

tarih boyunca kanla, acıyla, canla ödemiş.

Bogota’ya gittiğim zaman ilk gezdiğim

yerlerden biri olan Altın Müzesi beni hem

çok şaşırtmış, hem de çok etkilemişti.

Kolombiya’nın görünmeyen yüzü ile

ilk kez orada tanışmıştım.

Her biri olağanüstü zarafete ve

detaya sahip altından yapılmış eserler ile

kıyaslandığında bu müze aynı büyüklükte

bir koleksiyona sahip olmasa da,

içinde Zenu halkına ait altın ve topraktan

yapılmış kaplar ve eserleri barındırdığı için

ziyaret edilmeyi kesinlikle hak ediyor.

Ülkenin sembolü meyve satan

Palenquera Kadınları

Tüm Kolombiya rehberlerinde gördüğümüz,

binlerce renkli hediyelik eşyada bulduğumuz,

Kolombiya’nın en popüler tanıtım logosu

olan başlarında meyve dolu çanaklarla

gülümseyen siyahi kadınlar kimdir?

Cartagena’nın tarihi sokaklarında karşımıza

çıkan “Palenquera”lar…

Palenqueralar ellerinde dokudukları

sepetleri tropikal meyvelerle doldurup,

geleneksel Afrika elbiselerini giyip,

Cartagena’ya doğru uzun ve yorucu bir

yürüyüşe çıkmışlar. Burada,

Cartagenalılar’a, yakıcı güneş altında,

sepetleri boşalana kadar meyvelerini

satmışlar. Zamanla meyve satışı

San Basilio de Palenque için istikrarlı

bir gelir kaynağına dönüşmüş.

Günler geçmiş, yolculuklar devam etmiş ve

farkında olmadan Palenqueralar

Cartagena tarihine kazınıp kendilerini

Kolombiya’nın en önemli sembolü

haline getirmişler.

Günümüzde şehri ziyaret eden turistlerin

ritüellerinden biri olmuştur geleneksel

kıyafetlerini giymiş siyahi kadınlarla fotoğraf

çektirmek. Ben de Cartagena’daki son

sabahımda özgürlüğün sembolü olmuş

bu renkli kadınların yanına gidip,

küçük bir bahşiş karşılığı aynı ritüeli

uygulamış, meyve sepetini başımın üzerinde

dengede tutmaya çalışırken,

bir yandan da doğal bir poz verme

telaşına düşmüştüm.

‘’BİR SONA

GELDİĞİN İÇİN AĞLAMA,

ONU YAŞADIĞIN İÇİN

GÜLÜMSE’’ DER

MARQUEZ.

Şehirdeki son saatlerimde,

son durağım küllerinin saklandığı

anıt mezar olmuştu. Yaşadığım en güzel

yolculuklardan biri için hem kendisine

hem Cartagena’ya teşekkür ederken

gülümsüyordum.

SORAN ÇOK OLUYOR SONRA.

BEN ŞİMDİDEN YEMEK VE

KONAKLAMA ÜZERİNE

2-3 TAVSİYEMİ DE YAZAYIM:

- Marea by Rausch Restaurant

- San Pedro Restaurant

- Restaurante 1621 Ve

- Sofitel Legend Santa Clara Cartagena (otel)

- Hilton Cartagena (otel)

- Casa de Alba Hotel Boutique



hillsider 34/36

04

‘Az daha çoktur’ mottosunun peşinde

yaşam mekânlarını küçültüp, hayattan

aldıkları keyfi büyütenlerin sayısı giderek

artıyor. ‘Tiny house’ yani küçük ev

akımı, ekonomik faktörler, çevreye karşı

duyarlılık, keşif isteği gibi nedenlerle hızla

gelişiyor. Atalarımızdan kalma ‘nohut oda,

bakla sofa’ evler ya da Yeşilçam aşıklarının

mütevazı hayali ‘küçük pembe panjurlu

yuvalar’, daha büyük yaşamayı vaat

eden Amerikan rüyasının etkisiyle

hayatlarımızdan çıkalı epey olmuştu.

HAREKETİ

Özellikle 1980’lerden sonra kapitalizmin çarklarının

tüm dünyada daha hızlı dönmeye başlamasıyla,

otomobilin daha lüksü, evin daha büyüğü,

kıyafetin markalısı, yemeğin havalısı istenir oldu.

Ama para kazanma hırsı, buna bağlı olarak sürekli

tetiklenen tüketim isteği büyüdükçe hayatlarımız

mutsuzlaştı. Artık daha çok para kazanıyor, daha

büyük evlerde yaşıyor, her şeyi daha daha yapıyorduk

ama ya iç sesimiz? O ne diyordu?

İşte bu soruyu soranların sayısı arttıkça

yeni bir akım girdi hayatlarımıza: ‘Tiny House’ yani

küçük ev akımı... Batı’da 1990’larda ve 2000’lerde

küçük ev hayatını anlatan bazı kitapların epey popüler

olması, bu yaşam şekline ilgiyi geliştirdi.

İngiliz mimar Sarah Susanka’nın, 1990’ların sonunda

yazdığı ‘The Not So Big House: A Blueprint for the

Way We Live’ adlı kitap, ev sahiplerini nicelik yerine

nitelik üzerine düşünmeye, tasarım oyunlarıyla

mekânların nasıl daha verimli kullanılabileceğine

odaklanmaya teşvik ediyordu.

‘Tiny House’ akımının ABD’deki kurucularından

Gary Johnson, Susanka’nın felsefesini yakından

takip ediyordu. 2000 yılında Iowa Üniversitesi

profesörlerinden Jay Schafer’ın yaşadığı küçük evin

basında yer alması bu ilgide etkili oldu.

Gary Johnson, makaleyi kendi internet sitesinde

yayımlayınca, kendisini, bu tür hayata ilgi duyanların

e-posta ve telefonlarıyla baş başa buldu. İlgi giderek

büyüyünce 2002’de Johnson ve Schafer,

‘The Small House Society’ (Küçük Ev Topluluğu)

isimli grubu kurdu. Bu gruba üye olanlar yıllardır

bu minik evleri nasıl yaptırabileceklerini ya da

yapabileceklerini, bu hayata geçmek için nelere

ihtiyaç olduğunu birbirleriyle paylaşıyorlar.

2000’ler boyunca küçük ev hayatına geçenlerin sayısı

arttıkça, bu konuyla ilgili açılan bloglar hızla çoğaldı.

Bu da akımın etki alanını büyüttü.

Yazı: Ayşegül Savur Özgen

Serbest Gazeteci

asgulu@gmail.com



46 metrekarede yaşar mısınız,

hem de ailecek?

Peki ‘tiny house’ dediğimiz yapı tam olarak

ne demek? Şehir hayatındaki stüdyo ya da

1+1 daireler bu kapsama giriyor mu?

‘Tiny House’ denince akla genellikle vagon

tipi istediğiniz yere götürebildiğiniz hazır evler

geliyor. Bu işin ABD’deki uzmanları bir evin

‘tiny house’ sayılabilmesi için 46 metrekarenin

altında ve müstakil olması gerektiğini

söylüyor. Bu ölçüleri daha da küçültenler var.

Buradaki asıl kural, evinizin müstakil olması

ve küçük bir alanda maksimize edilmiş

kullanım olanakları sunması.

Mesela mutfak masanızın aynı zamanda bir

çalışma masasına dönüşebilmesi,

oturma alanınızın yatak odası da

olabilmesi ya da asma katlarla yeni alanlar

açılabilmesi...

Milenyum kuşağı seviyor

Bazılarına göre bu kadar küçük alanlarda

yaşamak tam bir çılgınlık. Ama her akım

gibi küçük evlere duyulan ilginin altında da

ekonomik ve sosyal nedenler var. Öncelikle

2007 ve 2008’de ABD’de yaşanan mortgage

krizi. Anne babalarının borç batağında

yüzdüğünü gören milenyum kuşağı, bir ev

için bunca sıkıntıya girme fikrinden uzaklaştı.

İnternetin ve sosyal medyanın etkisiyle

başka hayatlara daha çok dahil olmaları

keşif isteklerini artırdı. Kendilerinden önceki

kuşaklar gibi düzenli işlerde çalışmak

istememeleri, daha özgür bir hayata

yönelmeleri, onları mülk edinme isteğinden

uzaklaştırdı. 2000 sonrası doğan kuşağın,

çevre konularına duyarlılıkları da biliniyor.

Büyük evlerle, büyük otomobillerle daha çok

tüketen ve doğaya zarar veren bir toplumun

parçası olmak istemiyorlar. Tüm bunlar bir

araya geldiğinde hayatı doya doya, istedikleri

yerde yaşayabilecekleri, gerektiğinde doğayla

iç içe olabilecekleri, fazla para kazanmalarını

gerektirmeyen küçük evler ideal bir yaşam

şekli olarak öne çıkıyor.

Küçük evlerle ilgili You Tube kanalları ve

Netflix gibi popüler platformlarda yayınlanan

belgeseller, bu hayata geçip tecrübelerini

paylaşanların sosyal medya hesapları konuya

ilgi duyanlara yol gösterici nitelikte.

Akım, kent planlamacılarının da ilgi odağında.

Giderek artan nüfusun barınma ihtiyacı için

en verimli yöntemlerden biri olarak küçük

evler öne çıkıyor. Örneğin ABD’nin Boston

kentinin nüfusunun 2030’a kadar 700 bin artış

göstereceği tahmin ediliyor. Büyük bahçeli

evleriyle ünlü ABD’de, bu tür küçük evler

insanlara alıştıkları bahçe yaşamını da vaat

ettiği için iyi bir fırsat.

Türkiye’de ilgi nasıl?

Türkiye ‘tiny house’ konusunda henüz bir ABD

değil ama ilgi her geçen gün artıyor. Çeşit çeşit

tiny house sunan Vagoon House firmasının,

Ege Bölgesi Temsilciliği’nden Arzu Yurdaer,

tiny house’a daha çok hayatını küçültmek

ya da doğada yaşamak isteyenlerin rağbet

ettiğini söylüyor. Tiny house, imarsız arsasını

değerlendirmek isteyenler için de ideal bir

seçim. Bir de büyük bir arazi alıp, dostlarıyla,

yakınlarıyla komün hayatı sürmek isteyen

grupların vagon evleri tercih ettiğini belirtiyor

Yurdaer. Ve öğreniyoruz ki; dünyada olduğu

gibi Türkiye’de özellikle üniversite gençleri

‘tiny house’ akımını seviyor. Yurdaer pek çok

üniversiteli gencin vagon evlerle ilgili bilgi

aldığını, “Keşke bütçemiz yetse” dediğini

hatta kendileriyle çalışmak için iş imkânlarını

sorduğunu, gençler arasında bu akımın

giderek daha fazla yayılacağını söylüyor.

Tabii insanların yoğun şehir hayatından sıkılıp,

doğada daha çok zaman geçirmek istemeleri

vagon evlere gösterilen ilginin başlıca nedeni.

Yurdaer özellikle İstanbul ve Ankara’dan,

araçlarının arkasına vagon ev takıp gezerek

yaşamak isteyenlerin çoğaldığına dikkat

çekiyor. Özellikle Ege bölgesinde ‘tiny house’

akımının hızla büyüdüğünü anlatıyor.

Aslında ev değil araç

Vagon evler, araç statüsünde. Plakası ve

ruhsatı var. Bu yüzden istediğiniz yere

götürebilirsiniz. Yurdaer; vagon evlerin her

türlü araca takılabileceğini ama yine de

kendilerinin 4*4 araçları tavsiye ettiklerini

söylüyor. Tabii kamping kültürünün zayıf

olduğu Türkiye’de öyle “Çekeyim vagon evimi,

canımın istediği yere gideyim” demek henüz

pek mümkün değil. Canınızın istediği her

yerde güvenlik kaygısıyla duramayabilirsiniz.

Bu yüzden Yurdaer’in anlattığına göre işin

meraklıları, şu an daha çok arsa alıp üzerine

vagon ev yerleştiriyorlar. Halihazırda evinin

büyük bir bahçesi olup, vagon evini içine

yerleştirenlerin de olduğunu öğreniyoruz.

Özellikle ABD’de bu yöntem, aileden ayrılma

yaşı gelen gençler için de kullanılıyor. Ailenin

genç ferdi böylece hem ailesiyle kalıyor hem

kendine ait bir evi oluyor. Üstelik büyük

maliyetlerden, kiralardan kurtuluyor.

Vagoon House Go, ‘tiny house’ üretimini

Adana’da yapıyor. Evlerin pis su, temiz su

tankları hazır. Enerji kaynağı olarak güneş

panelleri tavsiye ediliyor. Firma yetkilisi

Yurdaer, en az 10 ilâ 20 metrekarelik alanlarda

uyku alanlı, mutfaklı, banyolu yapıların ‘tiny

house’ sayılabileceğini söylüyor. Anlattığına

göre burada önemli olan tavan yüksekliği.

Zira, bu küçücük alanlarda size ferahlık hissi

sağlayan yegâne unsur yüksek tavan.

Firmanın standart vagon evleri 80 ile 100 bin

TL arasında ancak özel tasarım isterseniz,

taleplerinize göre fiyatlar artabiliyor.

Peki bu hayata geçmek isteyenlere

tavsiyeler neler? Arzu Yurdaer; “Burada tek

başınıza yaşayacaksanız sorun yok. Ancak

gözlemlediğimiz şu; karı kocalar arasında

özellikle erkekler böyle bir hayata geçme

konusunda daha hevesli. Beyefendiler kararını

vermiş oluyor ama bakıyorsunuz eşleri

istekli değil. Kadınlar küçülme konusunda

daha isteksiz. Bu hayatın zor olabileceğini

düşünebiliyorlar ama bu evlerin temizliği,

çekip çevirmesi o kadar kolay ki... Tabii yine de

çiftlerin ortak kararları önemli” diyor.

'Tiny House’ akımı için takip edin:

Youtube kanalları:

Daire / Livin Big in a Tiny House

Belgeseller:

Tiny House Nation / Small is Beautiful

Tiny House, Big Living

Instagram:

@tinyhouse

@tinyhousemag

@tinyhousemovement



05

hillsider 38/40

MÜZİĞİN YÜRÜDÜĞÜ GÜN

40 YAŞINDA

1980 ve 1990 jenerasyonunun Walkman®'i

hatırlamaması mümkün değil.

WALKMAN® İLK OLARAK

1 TEMMUZ 1979'DA PİYASAYA

SÜRÜLDÜ VE HAREKET

HALİNDEYKEN MÜZİK DİNLEMEYİ

MÜMKÜN KILARAK İNSANLARIN

MÜZİKLE İLİŞKİSİNİ YEPYENİ BİR

BOYUTA TAŞIDI.

Markanın piyasada mevcut olan taşınabilir

oynatıcısının çok ağır, hacimli ve pahalı olduğunu

düşünen SONY kurucu ortağı Masaru Ibuka çok daha

kompakt, kullanışlı ve pratik bir cihaz yaratmak istedi.

İlk Walkman® prototipi, gazeteciler için tasarlanmış

taşınabilir bir kayıt cihazı olan eski Sony Pressman'ı

değiştirerek yapıldı.

Sony, manyetik kaset teknolojisini ilk kez tanıtırken,

“Walkman®”, bu konsepti popüler kılan cihazdı

ve küçük, kolayca taşınabilir bir donanım olarak

anında dikkat çekmişti. Bir zamanlar salonlara

ve araç müzik setlerine bağlanan kasetler artık

hareket halindeyken dinlenebiliyordu.

Şirket ilk iki ayda 50.000'den fazla satış yaptı ve

o zamandan beri, Walkman® dünya çapında

popülerliği gittikçe artarak ve müziği insanın gittiği

her yere taşıyarak insanların hayatlarını yaşayış

şeklini değiştirdi. Yıllar geçtikçe tasarımı,

özellikleri ve medya formatları gelişti ama

Walkman®’in doğuşunu sağlayan müziğin insanla

ayrılmazlığı hiç değişmedi. Walkman® zamanla,

yeni müzik deneyimleri yaratarak ve

dünyayı her an ve her yerde duyguyla doldurarak

Sony'nin teknolojik devriminin

sembolü haline geldi.

Yazı: Elmira Gürses



hillsider 41/45

Dilek Kemer / Ferit Odman / Serhat Şengül / Sitare Sezgin

Yoğun sanat etkisi altında kaldığımız bu aylarda biz de, sanatın

"iyi hissettiren" o inanılmaz hissiyatını evlerinde, ofislerinde özel köşelere

yayan kişilerle konuştuk. Biraz onları tanıdık, biraz da sanat ve

yarattıkları özel köşeler hakkındaki duygularını öğrendik.

Walkman®, takip eden yıllarda gelişen teknoloji ve CD’lerin yükselişiyle

“Discman” CD modelleri ve MiniDisc oynatıcılara yöneldi.

Sony'nin halen satmakta olduğu daha modern taşınabilir ortam oynatıcı

aygıtları dâhil, yenilik ve yükseltmeler arka arkaya geldi.

DİJİTAL MÜZİK DEVRİMİ VE APPLE'IN

IPOD'UNUN ÇIKIŞIYLA TAHTINDAN OLDUĞU

2010 YILINA GELİNDİĞİNDE,

SONY 200 MİLYON WALKMAN® SATMIŞTI.

Bugün Sony, 40 yıl önce ikonik Walkman®'i ilk kez başlattığı noktada,

iki neslin gençliğine işleyen müzik çaları kutlayan coşkulu bir yıldönümü

sergisi açtı. Ginza Sony Park, bugün Tokyo'nun Ginza semtinde,

Sony Genel Merkezi’nin bir zamanlar olduğu yerde durmakta ve şu anda

“Walkman® in the Park” sergisine ev sahipliği yapmakta.

1979’dan bugüne Walkman®'in 230 versiyonunun sergilendiği sergide,

ayrıca ünlü isimlerin özel tasarım Walkman®’leri ve müzik çaların

insanların müzik deneyimini nasıl etkilediğini keşfedebilecekleri

interaktif bir platform da bulunuyor.

Sony, yıldönümünü kutlamak için

Walkman®'in tarihini gösteren filmleri

izleyebileceğiniz, müzisyenler, yapımcılar ve

teknolojinin müzik endüstrisi için önemini

tartışan diğerleriyle röportajlar sunan özel bir

web sitesi oluşturdu. Şirket ayrıca sergi için

dokuz adet sınırlı sayıda tişört de üretti.

Walkman® bugün bir zamanlar olduğu gibi

Sony’nin en büyük silahı olmasa da,

40 yıl önce hayatımızda yarattığı değişiklikler

ve bu değişimin hem müzik,

hem de teknoloji ile olan ilişkimizin üzerindeki

etkisi hala eskisi gibi. Bu anlamda Walkman®

çoktan tarihe geçti bile...

Sergide gezerken Sony'nin “Müziğin Yürüdüğü Gün”

(The Day the Music Walked) adını verdiği 1 Temmuz,

1979’da doğan bir efsanenin; günümüzün her anına eşlik edebilen ve

kendimizi bir nevi hayatımızın film müziğini dinliyormuş gibi hissettiren

bu teknolojinin, devrim niteliğinde bir yenilik olduğu zamanları

hatırlamamak mümkün değil.

My Story, My Walkman® başlığıyla sergilenen ayrı bir bölümde,

1979'dan günümüze 40 ünlü sanatçı, bu buluşun günlük yaşamlarını

nasıl etkilediğini paylaşıyor. Sakanaction grubunun müzisyeni Ichiro

Yamaguchi, aktör Tanaka ve bale dansçısı Nozomi IIjima gibi isimlerin

olduğu programda ziyaretçiler, ünlü isimlerin sergilenen cihazlarında,

her birinin kendi dönemlerine ait şarkıları da dinleyebiliyorlar.

Hazırlayan: Özlem Gökbel

Fotoğraflar: Uğur Bektaş



"SANATIN

DEĞDİĞİ

HER YERİ

BÜYÜLEYİCİ

BULURUM"

11 yaşında davul çalmaya başlayan,

2001’de Bilgi Üniversitesi Caz Performans

bölümünü tam burslu kazanan;

öğrenciliği arasına New York - School For

Improvisation okulunda bir aylık bir

workshop sıkıştıran; üniversiteyi bölüm

ikincisi olarak tamamlayan bir tür

“harika çocuk” Ferit Odman. Tabii caz aşkıyla

dolu Ferit’e bunlar da yetmedi;

2006-2008 yılları arasında Fulbright bursunu

kazanarak yine New York’a döndü ve

William Peterson Üniversitesi’nde yüksek

lisansını tamamladı. İlk albümü Nommo’da

trompetde Brian Lynch, saksafonda

Vincent Herring, piyanoda Burak Bedikyan,

basda Peter Washington vardı.

Türkiye’ye döndüğünde Kerem Görsev ve

TRT Caz Orkestrası ile birlikte çalmaya başladı.

Sonraları 2 albüm daha kaydetti.

Albümleri başta Downbeat Magazine olmak

üzere birçok müzik dergisinden tam not

aldı. 45’in üzerinde caz albümünde çalan

Odman, Türkiye caz sahnesinin en aranan

davulcularından biri olarak konser ve albüm

çalışmalarına devam ediyor.

Müziği de sanatın en birleştirici unsurlarından

biri olarak kabul ettiğimize göre,

Ferit’in kendisini en iyi hissettiği alanı,

elbette davulunun yanı başı.

Hem de bu; çok kıymetli plak koleksiyonu ile

birlikte evine kurduğu davulu.

“Aslında davulun olduğu

her yer benim için ev hissi. Yani bu hayatta

ait olduğum yeri, tam da o davulun arkası

gibi hissediyorum. Doğal olarak evime de

davulumu kurmuş olmam kaçınılmazdı.”

diye anlatıyor Ferit hissiyatını.

Plaklar ve CDlerden oluşan önemli bir

müzik arşivine sahip alanını ise;

“bu köşeyi plaklar vasıtasıyla

bu işin duayenleri ile aynı frekansta

birleşip, onlardan fikirler alıp,

daha iyi bir müzisyen olmama

katkı sağlayan bir nevi laboratuvar gibi

görüyorum.” diyerek özetliyor.

Dilek Kemer

Tekstil Mühendisi

Ferit Odman

Müzisyen

İTÜ Tekstil Mühendisliği Bölümü’nden

1992’de mezun olan Dilek Kemer,

üniversiteden hemen sonra iş hayatına

atılmış. Sekiz yıl tekstil konusunda faaliyet

gösteren konusunda başarılı değişik

markalarla çalıştıktan sonra,

kendi şirketi Studio Textile’ı kurmaya karar

vermiş. Sanata olan ilgisi onu yıllar içinde

resim ve heykel koleksiyonerliğine yöneltmiş.

Büyük bir heyecanla döşediği

4 katlı villası bugün hepsi birbirinden

değerli eserlere tam istediği gibi bir

ev sahipliği yapıyor. Ama evinde

bir köşe var ki, duygusu, önemi apayrı.

Dilek Kemer; kendisini en iyi hissettiren

köşesini; sanatçı Mahmut Aydın’ın burası

için özel olarak tasarladığı dev heykeller ile

oluşturmuş. Olayın gelişimini ve hislerini

kendisinden dinledik:

"DAVULUN

OLDUĞU

HER YER

BENİM İÇİN

EV HİSSİ"

“Hep yoğun bir iş tempom oldu.

Sanat, beni bu koşturmacada dinlendiren

en önemli limandı. İşim gereği zaten sık

seyahat ediyorum. Elimden geldiğince yurt

içi ve yurt dışı sanat fuarlarını takip etmeye

özen gösteriyorum. Çünkü sanat eserlerine

bakmayı, onlarla iç içe olmayı seviyorum.

Bana huzur ve keyif vermesinin yanı sıra bir

başarı hikayesi de anlatıyor sanki baktığım

tüm o eserler. Yeni taşındığım ve baştan

tasarlattığım müstakil evimi

sanat eserlerine göre şekillendirmem

bu yüzden.

Hacimli alanları, büyük duvarları ve

aydınlık görüntüsü ile ev daha çok ferah bir

sanat galerisi atmosferine büründü.

Eve gelenlerin en ilgisini çeken ve

benim de en fazla vakit geçirdiğim

mekan, genç heykeltraş Mahmut Aydın

heykellerinin olduğu bu kattır.

Devasa boyuttaki Adem & Havva

heykellerine kargalar eşlik ediyor.

Bu bölüm, evin sanata saygılı kimliğini de

güzel vurguluyor bence. Mahmut Aydın’ın

bir kadın heykelini ilk kez Contemporary

İstanbul’da görüp çok beğenmiştim.

Bu alana da yakışacağını düşünüp

onu aradım. Ama satılmıştı heykel.

Kendisine evin bu bölümü için bir çalışma

yapmasını önerdim. O da kendi hayal gücü

doğrultusunda bu eserleri yarattı.

Onun gibi böyle yolun başında olan

genç başarılı sanatçıları desteklemeyi

önemsiyorum. Burada güne sabah

kahvemle başlamak bana çok iyi gelen bir

ritüel. Sanatın değdiği her yeri büyüleyici

bulurum hep. Tıpkı burası gibi.”



Kimya mühendisliği ve işletme yüksek lisansı

eğitimlerinin ardından, asıl ilgi alanı olan

modaya yönelen Serhat, London College of

Fashion’da Global Pazarlarda Moda Marka

Yönetimi eğitimini tamamlayarak

moda editörlüğü ve marka danışmanlığına

başlamış. Modaya, estetiğe o kadar tutkulu ki;

bugün hem Esquire, Marie Claire,

Harper’s Bazaar, All gibi birçok yayında

ve online mecralarda moda makaleleri ve

trend yazıp, markalara danışmanlık verip,

çekimler için styling anlamında kreatif

direktörlük yapmakta;

hem de İstanbul Bilgi Üniversitesi Moda

Tasarım Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak

dersler vermekte. Ayrıca 2012’de kurduğu

ajansını büyütüp, hep hayalini kurduğu,

moda PR showroom’unu da içeren marka

danışmanlık ajansı “Boreal Brandlifting”i

yaratmış.

“Yaptığım işi tanımlayacak terim

bulamadım. Ne tam “branding”di, ne “PR”,

ne de danışmanlık… Markaları yukarı

çeken, makyajlayan, arzu nesnelerine

çeviren görsel ve stratejik bu danışmanlığa

bir isim vermeliydim. Adeta bir “estetik

operasyon”du yaptığımız. Yüz gerdirme

“facelift”ten farkı yoktu. Ben de o nedenle

“Brandlifting” terimini türettim. Kısa

sürede kabul gördü ve görüyorum ki

oldukça akılda kalıyor.

“Önceki kurduğum ajanslar tam anlamıyla

hayalimi yansıtamadı, bu dönemde karşıma

rüya gibi bir mekan çıktı. Şimdi; 1913

yılında, Osmanlı’nın son, Cumhuriyetin ilk

mimarlarından Vedat Tek’in Nişantaşı’nda

kendine evi olarak yaptığı 4 katlı büyüleyici

konağın ikinci ve üçüncü katında, büyük

bir ekiple, tüm kazanım ve birikimimizi

markalara aktaracağımız bir alanımız

var.” diye anlatıyor Serhat, bizim çekim için

gittiğimiz çarpıcı ve zevkle döşenmiş ofisini.

Buram buram tarih kokan yapının ruhuna

uygun şekilde dekore edilen, eskiyle yeninin

bir arada kullanıldığı yüksek tavanlı ofiste,

Serhat’ı iyi hissettirdiği gibi bizi de çarpan

bölüm “Salone Ebüzziya” olarak adlandırılan

toplantı/seminer odası oldu.

“Bir toplantı olsun olmasın, en çok tavana

kadar tablolarla kaplı “Salone Ebüzziya”da

vakit geçirmeyi seviyorum.

Burası; manevi annem olarak gördüğüm

çok sevgili Yonca Ebüzziya’nın çeşitli sanat

eserleriyle zenginleşen bir oda olduğu için

onun adını taşıyor. Tabii benim için bu,

ekstra bir gurur demek… Bir duvarında

Cemil İpekçi’nin lise dönemlerinde yaptığı

çizimler yer alırken, bir diğer duvarda

çeşitli değerli/yarı-değerli antika eserler ile

tamamen değersiz koleksiyonlar

bir arada yer alıyor.

Ben koleksiyonerliğin her bütçede

olabileceğine inananlardanım.

Mesela bazı resimler çeşitli antikacılardan,

kimi Yonca Ebüzziya’nın özel

koleksiyonundan ve müzayedelerden

alınmış. Kimiyse kendisinin aile

koleksiyonundan, mesela büyükbabasının

Osmanlı döneminden kalma ve

üzerinde Kurtuluş Savaşı’nı anlatan

ipek mendillerin çerçevelenmiş hali.

Burada kendimi gerçekten

çok iyi hissediyorum.”

Sitare Sezgin

Üst Düzey Yönetici

Sitare Sezgin; İzmir Amerikan Koleji, Ankara

Bilkent İşletme, İngiltere’de finans yüksek

lisansı eğitimlerinin ardından Bain&Company

ile başladığı çalışma hayatında, Sabancı

Grubu, Boyner Grubu gibi dev kurumlar

tarafından üst düzey yönetici olarak tercih

edilmiş bir isim. Şimdi son olarak Akbank’ın

bir iştiraki olan e-para şirketi AkÖde’nin genel

müdürü. Ayrıca Sağlık Eğitim Vakfı, Amerikan

Kolejliler Spor, Sanat ve Bilim Derneği gibi pek

çok vakıf ve dernekte yönetim kurulu üyeliği

ya da farklı aktif görevler alan Sitare’nin

en büyük iki ilgi alanı spor ve sanat!

“Başka bir tutkum ise İstanbul.” diye ekliyor

bize evini gezdirirken. “İstanbul’un kendisi

yaşayan bir sanat eseri. Her gün bizleri

şaşırtıyor, bence tarihi, eşsiz coğrafyası ve

kozmopolitliği ile gerçekten dünyanın en

güzel şehri.” İşte hem bu İstanbul aşkı,

hem de deniz sevdası yüzden de Güven

Zeyrek, Güneş Terkol, Gencay Kasapçı,

Fevzi Karakoç, Eda Gecikmez, Mustafa Ayaz,

Bedri Rahmi Eyüboğlu, Süleyman Saim

Tekcan’ın eserleri ile donattığı evini,

Rumeli Hisar’ında bir kartal yuvasında seçmiş.

Her tarafı çok keyifli olan evinin özellikle bir

köşesini çok seviyor Sitare, kendisini en iyi

hissettiği köşesi için: “Burası benim nefes

alanım, günün koşuşturmacası sonrasında

kahvemi veya bir kadeh içkimi alıp Boğaz’ın

eşsiz güzelliğine, yanı başımdaki eserlerle

birlikte bakmak beni çok huzurlu yapıyor,

dinlendiriyor.” diyor. Ve alandaki eserler

hakkında bizi bilgilendiriyor.

“Özellikle modern sanata ilgim daha

yüksek, yeni veya eski sanatçıların

eserlerini toplamaya çalışıyorum, bol

bol galeri gezip, müzayede ve dergi takip

ediyorum. Yatırım amaçlı değil gerçekten

sahip olmaktan zevk alacağım eserleri

alıyorum, zira her gün o eserlerle hayatımı

paylaşıyorum. Bu köşede gözüken eserlerin

iki tanesi Türkiye’deki ilk ve tek Zero akımı

sanatçısı Gencay Kasapçı’ya ait. Ahşap

tuval üstüne yağlıboya ve seramik karışık

teknikle yapılan iki farklı renkte eser.

Serhat Şengül

Stratejik Moda Danışmanı

@boreal.brandlifting

www.boreal.istanbul

1950’li yılların sonlarında Almanya’da

başlayan Zero hareketinin amacı 2. Dünya

Savaşı sonrasında oluşan depresif,

karamsar havayı dağıtmak, daha olumlu

bir iklim oluşturmak idi. Bu hareketin ilk

sanatçıları “Sanat sıfırdan başlamalı”

düşüncesiyle harekete geçtiklerinde

sanattaki bütün yerleşik kurallara

karşıydılar. Gencay Kasapçı da bu akımdan

etkilenmiş, bu tarz, tek renk, sonsuzluğu

ve sürekliliği ve noktaları içeren karışık

teknikle eserler yapmış. Bu eserler

bana her baktığımda yaşamın sonsuz ve

mükemmel döngüsünü hatırlatıyor.

Köşedeki bir diğer eser Bedri Rahmi

Eyüboğlu’na ait, eserin adı “Yandan Çarklı”,

kağıt üstüne karışık teknik ile yapılmış ve

bence sanatçının sonsuz yaratıcılığı, renk

ve desenlerle cesurca oynamasını yansıtan

eserlerinden biri. Görür görmez çok

sevmiştim, yıllardır da bıkmadan zevkle

seyrediyorum.

Arkamda gözüken büyük tablo ise, bence

son zamanlardaki en yaratıcı ve yetenekli

sanatçılardan Eda Gecikmez’e ait...

2016 yılına ait “Master Plan”

sergisinden bir eser, serginin ana

teması çarpık ve yozlaşmış kentleşme

ve bu kentsel dönüşüm içinde kendini

tanımlamakta güçlük çeken ve

kimliksizleşen insanlar...

Bu esere de gördüğüm an vuruldum.

Bana göre resimdeki kişi benim gibi

doğaya, güzel şehrimize duyarlı herkesi

temsil ediyor.

Bu ve bunun gibi eserlerin arasında iyi

hissetmemek mümkün mü? ”



hillsider 46/48

MAVİ BÜYÜ

07

Henry Philip-Hope

Bu kadar göz kamaştırıcı göründüğüne bakmayın,

ona sahip olan herkes büyük trajediler yaşamış.

İşte çok nadir bulunan mavi elmasların en ünlüsü

Hope Elması’nın ürpertici hikayesi...

Elmas’ın 3,5 milyar yıllık yolculuğu…

Bir elmasın oluşabilmesi için doğaüstü etkenlerin

gerektiğini biliyor muydunuz? Mesela öyle bir basınç

gerekiyor ki, baş parmağınızın üstüne

Eiffel Kulesi'ni koyarsanız, ancak o basınca

erişebilirsiniz. Ya da öyle bir ısı gerekiyor ki,

Dünya'nın merkezine doğru 200 kilometre yol

almalısınız. Bu da yaklaşık 1700-2000 derecelik

bir ısı demek. Bunlar yetti mi? Elbette hayır.

Tüm bu ısı ve basınca 3,5 milyar yılı da eklerseniz,

elinize paha biçilemez bir elmas geçer.

Elması bizim için değerli kılan şeylerin başında,

oluşumundaki mucize ve toprağın üstüne

çıkarılmasındaki zorluk gelir. Hele bir de bu elmas

renkli bir elmassa, kıymeti kat be kat artar.

Yunanlılar, elmaslar için “Tanrıların göz yaşları”

yakıştırması yaptığından beri, elmaslar kralların,

kraliçelerin, padişah ve sultanların güç gösterisi olarak

taçlarını ve asalarını süslemiş.

Şimdiyse bizler, sadece kendimiz için değil,

baş tacı ettiklerimize de pırlanta hediye ediyoruz.

Bu denli büyük, gösterişli ve kıymetli taşlar,

ya çıkarıldıkları yerlere göre ismini alır,

ya da sahibinin adıyla anılır. Uğura ya da lanete

inanır mısınız bilmem ama az sonra okuyacağınız

yazı, dünyanın en ünlü taşlarından birinin hayret

verici detaylarıyla süslü. Şimdi arkanıza yaslanın

ve dünyanın gelmiş geçmiş en değerli renkli

elmaslarından birinin büyük trajedilerle geçen

hikayesini okuyun.

Yazı: Derya Özel

Yazar, Pırlanta Uzmanı



14. Louis 2. Abdulhamid Marie Antoinette Evalyn Walsh Mclean

Tanrı Şiva'nın Gözü

1600’lerin ortalarında, Hindistan’da bulunan

bir tapınaktaki Tanrıça Şiva heykelinin

alnındaki üçüncü göz olarak duran

112 karatlık mavi elmas çalınır. Bu paha

biçilemeyen taş, değerli taş tüccarı Jean

Baptiste Tavernier’in Hindistana yaptığı

ziyarette eline geçer.

TAVERNIER BU HAZİNEYİ

FRANSA KRALI 14. LOUIS’E

YANINDA BEŞ DEĞERLİ

TAŞLA BİRLİKTE SATAR.

Hazineyi krala getirdiği için kendisine baron

unvanı verilen Tavernier, taşın ilk kurbanı olur.

Jean Baptiste Tavernier, bir süre sonra

değerli taşlar aramak üzere gittiği

Rusya’da köpeklerin saldırısına uğrayarak

vahşice öldürülür.

Kral 14. Louis, 1673’te daha çok parlaması için

elmasın yeniden kesilmesini isteyince,

mavi elmas 67.50 karata kadar düşer.

Fransa kralı 14. Louis bu mavi elması o

kadar sever ki, gittiği her davette boynunda

mavi elmasıyla göz kamaştırır. Mavi elmas

artık “Fransız Mavisi” ya da “Tahtın Mavi

Elması” olarak anılmaya başlar. Kral’ın mavi

elması taşımaya başlamasından sonra tüm

çocukları henüz küçükken ardı ardına ölür,

kralın kendisi de kangrenden ölür. Bizde olsa

buna “nazar” der geçerdik ama ne bilsin elin

Fransızı nazarı. Biz dönelim hikayemize…

Şatafattan Giyotine...

Belki de elmasın uğursuzluğuna ilk inanan kişi

15. Louis’di. Bu parlak ve büyük mavi elması

hiçbir zaman takmak istemeyen 15. Louis’in

ölümünden sonra, elmasın varisi, 16. Louis

ve Kraliçe Marie Antoinette olur. Mavi elmasa

ve gösterişli hayata çok düşkün olan tarihin

bu ünlü çifti, 1789’daki Fransız Devrimi’nden

sonra ülkeden kaçmaya çalışırken yakalanıp

giyotinle idam edilir. 16. Louis ve Kraliçe Marie

Antoinette, mavi elmas uğrunda mı giyotine

gitti, yoksa “ekmek - pasta” söyleminden

mi, ona siz karar verin. Gelelim mavi elmasın

sonraki sahiplerine…

Mavi elmas 1792’de kraliyete ait diğer

mücevherlerle birlikte çalınır.

Hazinenin bir kısmı daha sonra

bulunduysa da, mavi elmas uzun süre

ortalıkta görünmez. Zaten muhtemelen

elması çalan kişinin de akıbeti pek parlak

olmamıştır. Nihayet 1839’da

İngiltere’de ortaya çıkar. Nasıl olduysa elmas,

Amsterdamlı bir elmasçı olan

Wilhelm Fals’un eline geçer fakat

ne yazıktır ki, oğlu Hendriks

Fals babasını öldürerek elması çalar.

Bu hayırsız evladın başına ne mi geldi

dersiniz? İntihar eder.

1901’de Henry Philip Hope’un değerli taş

koleksiyonunda “Hope Elması” diye anılan bir

elmas kayıtlara geçince, tüm gözler

bu elmasa döner. Uzun yıllar

“Fransız Mavisi” diye bilinen bu uğursuz taş,

bundan sonraki adını böylece almış olur.

İngilizce “Umut” anlamındaki

“Hope" elması, Hope Ailesi’ne de

uğursuzluk getirir

Yaşadıkları mali felaketlerden sonra

Hope Ailesi’nin elinden çıkardığı taşın yeni

sahibi Fransız Jacques Calot da elması satın

aldıktan hemen sonra intihar eder.

Mavi elmas bu kez bir dansözün,

Matmazel Landre’nin boynunda görülür.

Paha biçilemeyen mücevheri bir Rus prensi,

güzel aşkına armağan etmiştir,

fakat Matmazel Landre’nin belalı aşığı,

büyük bir kıskaçlık krizinin ardından

kadını öldürür.

Fransız Mavisi’nden Osmanlı Mavisi’ne…

Bu kadar yol katetmiş, onca kralın ve

kraliçenin boynunu süslemiş bu mücevher,

Osmanlı topraklarına gelmez olur mu?

Elbette mücevher düşkünü II.

Abdülhamit, 1908’de yarım milyon dolara,

methini duyduğu Hope Elması’nı

Rum bir elmasçıdan satın alır.

Elmasın uğursuzluğu kendini çabuk göstermiş

olsa gerek, II. Abdülhamit ertesi yıl tahttan

indirilir. Mavi elması Osmanlı Sultanı’na

satan Rum kuyumcu da bu uğursuzluktan

nasibini alır ve bir kazada eşiyle birlikte

hayatını kaybeder.

O dönemde “İkinci Abdülhamit’in Elması”

diyerek satışa çıkarılan mavi elmasın bir

sonraki sahibi, ünlü mücevherci

Pierre Cartier olur. Ama Cartier, mücevherin

sahibi olmak için değil, satmak için almıştır.

1910 yılında da Washington Post Gazetesi’nin

sahibi Evalyn Walsh McLean’e bu değerli

mücevheri satar. Evalyn Walsh McLean,

elmastan bir an bile ayrı kalamaz, adeta

büyülenmiştir. Mavi elmasın şans getirdiğine

öyle inanır ki, guatr ameliyatı için boynundan

çıkarması gerektiğine zor ikna edilir.

Kaza, intihar, delilik...

Mavi elmas büyülü ışıltılar saçmaya devam

ederken, aslında Evalyn Walsh McLean’ın

sandığı gibi uğurlu olmadığı da anlaşılır.

Önce kayınvalidesi ölür, ardından

dokuz yaşındaki oğlu Vinson bir aracın altında

kalarak hayatını kaybeder. Sular durulmadan

yirmi beş yaşındaki kızı aşırı dozdan ölür.

Eşi ise, önce karısını başka bir kadın için

terk eder, bir süre sonra da akıl hastanesine

kapatılarak orada ölür. Mavi elmas,

Evalyn Walsh McLean’in zatürreden

ölümünden iki yıl sonra borçlarının ödenmesi

için satılır. Düzenlenen müzayedede elması,

New Yorklu ünlü mücevherci

Harry Winston satın alır. Winston,

elmasın lanetine son vermek için taşı

Washington’daki Smithsonian Enstitüsü’ne

bağışlar. Elmas, 1958’in 10 Kasımı’nda,

açık kahverengi bir kutunun içinde,

James Todd adlı bir kargocu tarafından

Smithsonian’a ulaştırılır. James Todd’un

daha sonra geçirdiği kazada bacakları ezilir,

kafa travması geçirir ve evi yanar.

Bir zamanların “Fransız Mavisi”, son adıyla

"Hope Elması”, başka kimseye zarar vermeden

Washington’daki Smithsonian

Enstitüsü’nde hala sergilenmekte.

Claudia de Lys'in "Dev Batıl İnanç Kitabı”nda,

tipik bir Doğu batıl inancına göre,

aşırı büyük elmaslara sahip olmanın her

zaman talihsizlik getirdiğine inanıldığı

yazmakta. Hope Elması’nın trajik hikayesi için

batıl inanç mı yoksa Tanrı Şiva’nın laneti

mi dersiniz bilemiyorum, fakat tesadüf

olamayacak kadar uzun bir liste sizleri de

şaşırtmadı mı?

C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K



hillsider 50/54

YAŞANABİLİR

ŞEHİRLER

08

SAN

FRANCİSCO’NUN

ŞEN

KÖŞELERİ

MODERN ŞEHİRLERİN DÖNÜŞÜMÜ

İstanbul’da yaşayan ve çalışan bir rehber olarak

dünyanın her köşesinden misafir ağırladığımı

söyleyebilirim. Konu kentsel dönüşüm, mutenalaşma

gibi meselelere geldiğinde, bu dönüşümün dünyanın

birçok büyük şehrinde eş zamanlı olarak yaşandığını

fark etmemek mümkün değil. Modern çağın araba

odaklı tasarlanan büyük şehirleri ve sunduğu fırsatlar,

özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden itibaren,

hızla köklü bir değişime uğradı.

Neyse ki, modernleşmenin gölgesinde sorgusuz

sualsiz içselleştirilen ilerleme ve ekonomik büyüme

arzusu ve hatta teknolojiye tapınma refleksi

karşısında bile, daha insani şehirlerde yaşama

arzumuz gitgide daha duyulur oluyor.

SOKAKLAR KİMİN?

Sanayi Devrimi’nin yarattığı Londra gibi

metropollerde izbe sokaklara akan sefil yaşam

koşulları, bugünün 3. Dünya imalathanelerini aratırdı

herhalde. 20. yüzyıl dünya şehirlerinin ergenlik ve

yetişkinlik dönemine şahit oldu. Bireysel özgürlükler

arttıkça kentsel deneyime açık kamusal alan da

haliyle genişledi, dönüştü ve zenginleşti. Biz değiştikçe

kentlerimiz değişti; kent kavramı değiştikçe, biz

şehirliler de değiştik. Şehirlerimize sahip çıkmak

ve onları bizim kılmak, 1990’larda Londra’da araba

düzenine isyan eden “Reclaim the Streets!”

(Sokaklara Sahip Çık!) eylemlerinden 2010’larda

Wall Street’in kapısına dayanan eylemcilerin

“Occupy!” (İşgal Et!) protestolarına uzanan meşakkatli

bir yolculuk. Sadece Batı şehirlerinde değil,

dünyanın birçok şehrinde eş zamanlı bir kıpırdanma,

bir farkındalık yaşandı. Sokaklar bizim!

Salesforce Transit Center

Yazı ve fotoğraflar: Nihan Vural

www. istanbultravelogue.com



Moonrise Sculptrues: March, October, December

Ugo Rondinone

Star Maiden

Stirling Calder

The Heart San Francisco

Flowers That Bloom at Midnight

Yayoi Kusama

YAŞANABİLİR BİR ŞEHİR HAYALİ

Parkları, bisiklet parkurları, toplanmaya

müsait meydanları, rekreasyon ve

eğlence alanları, etkinlikleri ve mahalle

kolektifleri sayesinde kimi

Batı şehirleri “yaşanabilir şehir” hayalinin

iyi kötü bir şablonunu oluşturacaktı.

Yürünebilir kentler, gezegenimizi önemseyen,

doğa dostu çevre düzenlemeleri,

Human Sculptures

Jonathan Borofsky

aidiyet hissini pekiştiren küçük toplulukları

oluşturmaya ve sürdürmeye izin veren

mimari tasarımlar ve uygulamalar,

engelli engelsiz her yaştan,

her eğilimden, her sınıftan insana kamusal

alanda var olma imkanı sunan fiziksel

düzenlemeler talep edildikçe, dünya

şehirlerinin de çehresi değişir hale geldi.

AMERİKAN ŞEHİRLERİ VE POPOS

Önce New York’ta fark ettim POPOS’ları…

Gökdelenlerin arasına sıkışmış,

bir nevi kurtarılmış bölgelerdi.

Gölgeli, yeşile suya meyilli bu cep alanlar,

New Yorklular’a, özellikle de plaza

çalışanlarına öğle yemeği arasında,

kahve-sigara molasında ferah bir soluklanma

alanı sunuyor görünüyordu.

KİMİ KÖŞELERİ ÜNLÜ

SANATÇILARIN

HEYKELLERİ KAPMIŞTI.

“NEYİN NESİYDİ BUNLAR?

KİM TASARLIYORDU,

KİM FİNANSE EDİYORDU

BU ALANLARI?”

soruları aklıma düşmüştü zamanında.

Konuyu kavramak,

San Francisco’ya nasip oldu.

San Francisco, Amerikan coğrafyasının özel

kentlerinden biri. Viktoryen tarzı evlerinden,

ikonik kırmızı köprüsünden veya tin tin işleyen

romantik tramvaylarından bahsetmiyorum.

Uzun yollara mecbur, arabaya tapan bir

coğrafyada 49 tepesine rağmen bisiklet dostu

kent planı, kozmopolit dokusu, hayatta her

şeyin ama her şeyin mümkün olduğunu

hissettirten özgürlükçü ruhu, bugünün yüksek

teknolojili dünyasını kurgulayabilen hayal gücü,

protest duruşu ile hakikaten sıra dışı bir şehir.

“İçi seni, dışı beni yakar” derler ya,

San Francisco sakinleri de daha siz ağzınızı

açmadan; bilişim şirketlerini şehir merkezine

çeken politikalardan, bu sektörde çalışmak

üzere şehre akın eden yeni nesil uzman

teknisyenler yüzünden fırlayan konut

fiyatlarından, San Francisco’yu San Francisco

yapan bohem çevreleri şehirden süren veya

sıradan insanları evlerinden edip sokaklara

düşüren konut sorunundan şikayete

başlayacaklar. Bir dokun bin ah işit! Yine de,

her şeye rağmen burada daha yaşanılabilir

bir şehrin hayalini kurmak mümkün! İstanbul

ile karşılaştırdığımızda, hala eksikliğini

duyduğumuz şehir manzaraları:

uçsuz bucaksız parklar, sokaklarda sanat

eserleri, ücretsiz etkinlikler, Meksika sanat

geleneğini yaşatan duvar resimleri, şenlik

tadında kitlesel protestolar, festivaller, çiftçi

pazarları, sokak partileri, parklarda konserler

ve film geceleri, düzenli olarak trafiğe

kapatılarak yayalara açılan caddeler...

Cennet şehir dokusu değil de, nedir?

POPOS

POPOS, “Privately-Owned Public

Open Spaces” ifadesinin kısaltılmışı.

Özel mülke ait kamusal açık alanlar olarak

tercüme edebiliriz. Şehir merkezinde

çalışanların, ziyaretçilerin ve şehir sakinlerinin

ihtiyaçlarını karşılamak üzere yeterli sayıda

ve çeşitlilikte nitelikli ortak alanlar yaratılması

amaçlanıyor. Şehir merkezinde konuşlanan

özel şirketler, kendi mülklerinde kamuya alan

açıyorlar. Sevabına yapmıyorlar, tabii.

Halka açık alan tasarlamaları halinde,

imar izinleri mümkün kıldığından daha yüksek

binalar inşa edebiliyorlar.

Bakımı özel mülkiyete ait bu mekanlar,

gölgeli plazalar, manzaralı yeşil teraslar,

güneşli avlular, kış bahçeleri, parklar olarak

farklı ölçeklerde, farklı işlevler taşıyarak

karşımıza çıkabiliyor. Ücretsiz wifi sağlayan,

yemek, kahve ve tuvalet ihtiyaçlarının

giderildiği, yaya sirkülasyonuna izin veren

bu alanlar sadece plaza çalışanlarına değil,

çocuk oyun alanı ile ailelere de hitap etmekte

başarılı. Yürüyüş, dinlenme, yoga,

kitap okuma, satranç oynama, kitlesel

protesto gibi aktiviteleri yapmak mümkün.

Sergilenen sanat eserleri de gölgesinde insanı

küçülten gökdelenlerin açılarını yumuşatıyor;

şehirlilerin bu cam, metal, beton yığınları ile

olan ağrılı ilişkisini dindiriyor.

Sürprizlerle dolu davetkar alanlar...

NİYE, NASIL?

Son yıllarda, kentsel yaşam alanlarına dair

köklü yapısal talepler ve değişiklikler söz

konusu. Şehirlilerin dinmek bilmeyen talebi,

özellikle yürünebilir ve yaşanılabilir bir

şehir merkezi. POPOS, şehrin sakinleri için

kesinlikle bir cazibe merkezi oluşturuyor.

Kamu-özel sektör işbirliğinin yararları

olduğu kadar, bir de karanlık yüzü var.

POPOS’ların yaratılmasının altında yatan

sebep aslında, kentsel planlama ve tasarım

yoluyla ekonomik büyümeyi teşvik etmek.

Tabii ki, önce kamu yararı gelmeli; sonra

ekonomik büyüme. Fakat, kamu kuruluşları,

bütçe kısıtlamalarından dolayı, kamusal

alanların tasarımının, bakımının ve işletiminin

özel sektör tarafından yürütülmesini talep

ediyorlar. Özellikle ilk başlarda, beyaz

yakalıların halkla iç içe olmasının önüne

geçebilmek için kullanışsız, özensiz, sıkıcı

alanlar kasten yaratılmış. Kar marjı artarken,

kamu yararı arada kaynıyor, gümbürtüye

gidiyor. Yine de her geçen gün zenginleşen,

güzelleşen takdire şayan bir proje!

Untitled

Joel Shapiro

POPOS: NEREDEN NEREYE…

1959 yılında inşa edilen Crown Zellerbach

binası, San Francisco’ya ilk POPOS’unu

kazandırarak şehrin medar-ı iftiharı.

San Francisco Planlama Teşkilatı tarafından

1968 yılında uygulamaya geçirilen bonus

sistemine göre, İmar Planı’nın izin verdiği

alana ilaveten, kamuya yönelik tasarlanan

her bir metrekare alan için, on metrekare

inşaat alanı izni çıkarıldı. Gönüllülük esasına

dayanan düzenlemenin şartları muğlak olsa

da, teşvik planları artık bir kere yürürlüğe

girmişti. 70’lerin sonlarında ise, teşvik

planlarının yaptırım gücü artıyor. Özel

girişimler, projelerini daha çekici kılabilmek,

piyasada rekabet avantajlarını artırabilmek ve

Belediye’den daha kolay onay alabilmek için

kamu yararını gözeten projelere imza atmak

gerektiğini fark ediyorlar. Kamu yararı kavramı

önemli bir farkındalık. Ama, esas değişim

1985 yılında gerçekleşiyor. 1985 Şehir

Merkezi Planlaması, sistematik düzenlemeler

sayesinde POPOS’u yasal bir zorunluluk haline

getiriyor. 1 m 2 kamu alanına karşılık

50 m 2 ek inşa alanı izninin çıkmasıyla ortalık

iyice şenlenmeye başlıyor!

YÜZDE BİR SANAT İÇİN YASASI

POPOS’ları öyle sandalye masadan ibaret

teraslar, plazalar sanmayın sakın!

Yüzde Bir Sanat İçin Yasası’ndan da

bahsetmeli burada.

1932 YILINDA KAMU

KOLEKSİYONU OLUŞTURMAK

AMACIYLA SANAT KOMİSYONU

KURULARAK GÜZEL BİR

BAŞLANGIÇ YAPILIYOR.

1969 yılında ise, kamusal alana yerleştirilmek

üzere oluşturulacak sanat koleksiyonu için

fonlama mekanizması oluşturmayı hedefleyen

Sanatı Teşvik Kararnamesi çıkıyor.

1985 yine kritik bir yıl: Yüzde Bir Sanat İçin

Yasası ile şehir merkezindeki büyük ölçekli

yeni inşaatlarda maliyetin %1’ine denk düşen

meblağın sanat projelerine yatırılması

şart koşuluyor. Bu meblağ vakfa yatırılabilir

veya sanat eseri satın almak yolu ile

mekanların güzelleştirilmesi yoluna

gidilebilir. Rüya gibi!

Summer 24#

Larry Bell



Virtual Descriptions: SF

Refik Anadol

C

SAN FRANCİSCO’NUN

GİZLİ RENKLİ KÖŞELERİ

Nasıl gezmeli, nasıl keşfetmeli POPOS’ları

ve teşhir ettikleri sanat eserlerini?

İsterseniz, şehrin ana arterini oluşturan

Market Caddesi’nin kuzeyinde ve güneyinde

kalan POPOS alanlarını San Francisco

rehberleri eşliğinde; isterseniz de,

İnternet’ten indirebileceğiniz

POPOS haritası elinizde kendi başınıza

gezebilirsiniz. POPOS alanları,

finans merkezindeki şirketlerin özel

mülklerinde yer aldığı için hafta sonu veya

hafta arası mesai saatleri sonrası bazı

mekanlara erişim olmayabilir;

gitmeden evvel ziyaret saatlerine dikkat

etmekte fayda var.

Kimi zaman güvenlik görevlilerini aşmak

gerekse de, doğrusu hiçbir zaman

tehditkar değiller. Üstelik, terasta yer alan

POPOS’lara erişmek için çoğu zaman

bu bilişim şirketlerin içinden geçmek

durumundasınız; bu da size şirketlerin

yenilikçi ilkelerle tasarlanmış ofislerine

şöyle bir göz atma fırsatı verecek.

Hayatımızı baştan aşağıya şekillendiren

İnstagram, Linkedin, Apple gibi dev şirketlerin

varlığını mümkün kılan San Francisco’nun

hayal gücünü teneffüs edeceksiniz!

Az şey mi? Darısı başımıza!

Time Signature

Richard Deutsch

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K

KIŞ BAHÇESİ 2. Cadde101 Asma kata sahip bu

kış bahçesi devasa cam duvarları ile içeriyi dışarıya, dışarıyı

içeriye taşıyor. Larry Bell’in “Sumer 24#” heykeli ve

Charles Arnoldi’nin “Core” tablosu dev bitkilerin

arasından göz kırpıyor.

FOUNDARY MEYDANI Howard Cad. 400 Richard Deutsch’un

“Time Signature” ile Joel Shapiro “Untitled” heykelleri

meydana damgasını vurmuş.

SALESFORCE PARKI Fremont Cad. 181 Botanik bahçesi,

çocuk parkı, sahnesi ve amfi-tiyatrosu ile 22 bin

metrekarelik bir alana yayılan şehrin en büyük teras parkı,

Transit Merkezi’nin üst katında yer alıyor. Kavramsal sanatçı

Jenny Holzer başta olmak üzere birçok sanatçının eserleri

Transit Merkezi’nin içinde ve parkta sergileniyor.

BİRAZ ŞİİR Fremont Cad. 199 Robert Hass’in “Daisy Laps”

şiiri zeminde; kavramsal sanatçı Paul Kos‘un“Big Bertha”

heykeli avluda teşhirde. İç mekanda ise, William Blake’in

“Enough or Too much!” şiirinden mısraları tavandan inen

parıltılı bir enstalasyon olarak göreceksiniz.

SAN FRANCİSCO İKONU Howard Cad. 543 Galvanize

şirketinin teras katında bir San Francisco klasiği olan kalp

heykellerinden birini bulacaksınız.

BİRAZ HEYKEL Mission Plaza 555 Ugo Rondinone'nin

“Moonrise sculptures: March, October,

December“ ile Jonathan Borofsky’nin

lego bir kuleyi andıran “Human Sculptures” heykelleri

gökdelenlerin arasına sıkışmış bu plazayı

yaz kış gülümsetiyor.

REFİK ANADOL Mission Cad 350 Medya

Sanatçısı Anadol’un “Virtual Descriptions: SF” isimli

medya çalışması, şehre ait datayı poetik bir şekilde

ekrana aktarıyor.

SHAW ALLEY Anton Josef Standteiner’ın eğlenceli

“the Band” heykeli, Shaw Geçidi’ni hareketlendirmiş.

YAYOİ KUSAMA Tehama Cad. 33 Puantiye

Kraliçesi olarak da tanınan ünlü sanatçı

Yayoi Kusama’nın “Flowers that bloom at midnight”

heykelini görmeden olmaz!

TRANSAMERİCA REDWOOD PARK San Francisco finans

merkezinin sembolü, uzun süre şehrin en yüksek gökdeleni

sayılan sevimli Transamerica Piramidi’nin gölgesindeki

Redwood parkı, gökdelenler semtini yeşile boyuyor. Glenn

Goodacre’ın “Running Children” ve Richard Clapton’ın

“Jumping Frog” heykelleri parkı süslüyor.

MANZARA TERASI Sansome Cad. 343 Teras

hem Joan Brown’ın “4 Seasons” isimli obelisk formundaki

güneş saatine ev sahipliği yapıyor, hem de instagramlık

şehir manzarası sunuyor.

FAVORİM Sansome Cad. 1 Citigroup Center,

palmiyeler ile dekore edilmiş klasik kemerli

bembeyaz bir mermer plazayı kamuya açmış.

Kinetik heykelleri ile meşhur Alexander Calder’in babası

heykeltraş Stirling Calder’in “Star Maiden” heykeli insanın

gözünü alıyor. Star Maiden heykeli, yüzünü

Amerika’nın ilk süper modeli sayılan

Audrey Munson’dan alıyor. Munson, özellikle

New York’ta birçok kamu binasını süsleyen heykelin

güzel yüzü olsa da, bahtsız kaderi ile

Amerika’nın Yaldızlı Çağını özetliyor.

ÇALIŞMA ALANI 2.Cadde 222 Frank Stella’nın eserleri

ile döşenmiş, ahşap malzemenin kullanımı ile konforlu,

yumuşak bir dokuya sahip bu alan, Linkedin kamuya

hediyesi olan sıcak bir çalışma alanı.

APPLE Union Meydanı Birkaç yıl önce açılan,

Laura Kimpton’un LOVE heykeli ile renklendirilmiş

POPOS alanına sahip Apple mağazası

adeta camdan bir tapınak.



hillsider 56/66

09

Bluz: Zimmerman

Küpe: Antika Fikirler (Sarah Coventry)

Pantolon: Bershka

Bot: Beymen Club

Trençkot (bej): Növe

Elbise: Self-portrait

Kolye: Ferda Ekberi

Bot: Beymen Club

Trençkot (mavi): Outcastpeople

Kazak: Pull&Bear

Çizme: Vakkorama

Fotoğraf: Tuna Can-Bülent Karakaş

Styling: Feray Kanpolat

Saç: Ersin Bakan

Makyaj: Nisa Köse

Retouch: Tamer Uyur

Fotoğraf Asistanları: Mehmet Gümüşsoy, Çağlayan Çavdaroğlu

Styling Asistanı: Ahsen Zeliha Can

Prodüksiyon: Stüdyo28

Modeller: Select Model Management, Kamila & Dunja



Payetli bluz: H&M

Kazak: Zara

Tayt: Pringle x H&M

Ayakkabı: Saint Laurent

Küpe: Monreve



Elbise: Nocturne

Bot: Beymen Club

Suni Kürk: H&M

Elbise: Nocturne

Bot: Beymen Club

Küpe: Antika Fikirler (Kenneth Jay Lane)

Kazak: Ganni

Etek: Selim Baklacı

Ayakkabı: Beymen Blender



Ceket-pantolon takım: Miaou

Bluz: Beymen

Küpe: Monreve

Şapka: Catarzi

Bluz: Selim Baklacı

Pantolon: Zara

Küpe: Miss İstanbul Bijoux



Şapka: Le Beret

Kazak: Sylvian Heach

Pantolon: Özlem Kaya

Küpe : Antika Fikirler (Givenchy)

Bot: Beymen Club



Miles&Smiles 30. yılında

30 milyon Mil hediye ediyor!

Çekilişe katılarak her ay 100.000 Mil kazanan

30 kişiden biri olma fırsatını kaçırmayın.

Elbise: Nocturne

Küpe: Selin Ecer

Bot: Beymen Club

30yearsofsmiles.com | 444 0 849



10

hillsider 68/70

JAPONYA’NIN ALÇAKGÖNÜLLÜ

KÜLTÜREL HAZİNESİ:

Global

Keşif

Japonya’nın ışıltılı şehirlerinde, o durmayan tempo

ve ışığın içinde yere bakıp rögar kapaklarına dikkat

etmek kolay olmayabilir. Böylesine baş döndürücü

bir şehirde her yönden gelen duyusal verileri işlerken,

kim rögar kapağı kadar sıradan bir şeyi fark etmeyi

düşünür? Ancak Japonya’nın rögar kapakları sivil

altyapının sıradan parçaları değiller.

Birçokları, ayrıntılı, merak uyandırıcı, dikkat çekici ve

hatta renkli tasarımlarıyla gerçek birer kentsel sanat

eseri. Bu binlerce eşsiz tasarımın bazılarını

görmek için ülkeyi dolaşan özel rögar meraklılarından

oluşan bir lejyon bile var artık.

Japonya’nın genel olarak yağmur suyu,

evsel su temini, elektrik ve diğer kamu hizmetlerine

erişim için kullanılan, dekore edilmiş bu rögar

kapakları başlangıçta kanalizasyon için bir halkla

ilişkiler kampanyası olarak başlamıştı.

1950'LERDEN İTİBAREN,

DÖKME PLAKALAR “TOKYO”

VE “NAGOYA” TASARIMLARI GİBİ

BASİT GEOMETRİK DESENLERE

SAHİPTİ.

Japon devlet memuru Yasutake Kameda,

ülkenin karmaşık kanalizasyon sisteminin masraflı

olduğu kadar gerekli modernizasyonuna şüpheyle

yaklaşan kırsal nüfusu bu fikre ısıtmaya yardımcı

olması için 1985’te şimdi ülkenin her yerinde

bulabileceğiniz bu detaylı, sanatsal tasarımları

hayata geçirdi. Bu mütevazı ve pratik başlangıçla

doğan Japonya’nın özel rögar kapakları,

yarım asırda kültürel bir fenomen haline geldi.

Yazı: Orhan Okuşluk



hillsider 71

11

“Yerel rögar kapakları” veya “tasarım rögar

kapakları”, genellikle belirli bir yere gönderme

yapan unsurlara sahip oluyorlar.

Mesela bir şehir amblemi, görülecek yer,

etkinlik veya bulunduğu yerin resmi kuşu

veya çiçeği gibi.

Örneğin, Tokyo'nun 60 mil kuzeybatısındaki

dağlık Gunma Bölgesi'nde bulunan

Takasaki kenti, popüler yaz havai fişek

festivalini betimleyen rögar kapaklarına

sahip. Bununla birlikte, kapaklarda yerel

maskotlar (Fukaya City’nin sevimli tavşan

geyiği Fukkachan gibi) ve çizgi karakterleri de

görmek mümkün.

SANRIO PUROLAND

EĞLENCE PARKINA

EV SAHİPLİĞİ YAPAN

TOKYO’DAKİ

TAMA BELDESİNDE,

POPÜLER HELLO KITTY’NİN

YER ALDIĞI KAPAKLAR

BULABİLİRSİNİZ.

Yerel spor takımlarının logo veya

maskotlarının betimlendiği renkli tasvirler de

takımların bulunduğu şehir ve beldelerde sık

sık karşınıza çıkıyor.

Süslü rögar kapakları ilk olarak kum kalıpları

yapmak için kullanılan dökme alüminyumdan

oyuluyor. Tasarımların çoğu, üreticilerle

birlikte yerel belediyeler tarafından seçiliyor.

Çoğu durumda, tasarım sadece kapak üzerine

basılırken, bazı durumlarda kapaklar

çok daha özel bir dokunuşla süsleniyor;

boşlukların içine akıtılan mineyle mücevherler

gibi özenle renklendiriliyorlar.

Bugün, Japonya’nın 47 şehrinde bulunan

1.718 beldenin tahminen yüzde 95’i kendi

benzersiz kapaklarına ev sahipliği yapıyor.

Osaka’da, şehirde bulunan 180.000

rögar kapağının yaklaşık yüzde 10’u,

yani kabaca 1.900 tanesi, renk işleminden

geçirilen süslü tasarımlara sahip.

İşte bu küçük kentsel hazinelerin,

Japonya’da sadık ve organize bir hayran kitlesi

var. Endüstri lideri Japonya Rögar Birliği ve

hayranların kurduğu Japon Rögar Kapakları

Topluluğu’na ait web siteleri

Japonya’nın her yerinden kullanıcılar

tarafından paylaşılan binlerce resim

bulunduruyor.

Pek çok yerde olduğu gibi, Japonya’da da

alışılmadık hobileri veya saplantıları olan

insanlar var. Ancak ülkedeki rögar kapaklarına

duyulan sevgi o kadar yaygın ki;

Şubat ayında Tokyo'daki büyük bir

tren istasyonunun yakınında, oyun kartları,

unlu mamuller ve ülkenin her yerindeki

en güzel tasarımların replikalarını

bulabileceğiniz bir “rögar kapağı festivali”

bile düzenlendi.

Göz ardı etmesi kolay, ama merak uyandırıcı

ve sıradanlığa verilen özenle,

insana sıcacık bir mutluluk duygusu yaşatan

Japonya’nın bu benzersiz rögar kapakları,

hayatın hızlı akışı içerisinde yürüdüğün

yere bakmayı unutmamanız için

manalı bir hatırlatma gibi. Ufak detayların

hayatınızı ne kadar güzelleştirebileceği

ve her anın tadını çıkarmanın

ne denli önemli olduğunu böylesine

alçakgönüllü ve yaratıcı bir şekilde

anlatma becerisi de ancak Japonlar’a ait

olabilirdi...

ZAHİT MUNGAN 11/1

GÖZE ŞENLİK VİTRİNLER 11/2

SANAT BOMBARDIMANI 11/3

TUTANKHAMON SERGİSİ 11/4

ERKUT TERLİKSİZ 11/5



hillsider 72/76

11/1

Mezopotamya’yı seyreden damlardaki uçurtmalı

çocuklar, her Mardin ziyaretimizde gözümüze

takılıyordu. Çabalarını, heyecanlarını ve neşelerini

seyretmek bir o kadar da bizi gülümsetiyordu.

İçimizdeki çocuğu bize hatırlatan uçurtmaların

güzelliği de ayrı tabii ki. Uçurtma tasarımcısı

Zahit Mungan ile yollarımız Mardin Bienali’nde

kesişti. Sonra İstanbul’da bir araya geldik.

Şimdi ise o bize Mardin’den cevap veriyor...

“MERHABA, BEN ZAHİT

MUNGAN. 28 YAŞINDAYIM.

DOĞUP BÜYÜDÜĞÜM ŞEHİRDE

YANİ MARDİN’DE YAŞIYORUM.

ALDIĞIM EĞİTİMLERİN

DOĞRULTUSUNDA BİR İŞLE

HİÇ UĞRAŞMADIM DERSEM,

YANLIŞ OLMAZ. GÖZÜMÜ

UÇURTMAYLA AÇTIM,

5 YAŞINDAN BU YANA DA

UÇURTMA YAPIYOR VE

UÇURTMAYA DAİR NE VARSA

İLGİLENİYORUM...”

Rana Korgül: Asıl eğitimin nedir?

Zahit Mungan: Bilgisayar programcılığı ve web

tasarımı üzerine eğitim aldım.

Ancak bahsettiğim üzere, kendimle ilgili bir

gereksinimse bu yönümü devreye sokuyorum.

İş olarak yapmıyorum.

Röportaj: Rana Korgül

ranakorgul@gmail.com

Portre: Cebrail Özmen



MARDİN’E DAIR

BİLİNEN/AZ BİLİNEN

NE VARSA

UÇURTMA HALİNDE

GÖĞE SALMAYA DEVAM

EDECEĞİM.

Uçurtmayla bu yakınlığın nasıl başladı?

Yaşadığın Mardin şehrinin buna etkisi

olmuştur sanırım...

Çocukken, -sanıyorum herkesin çocukluğunda

böyle en az bir anısı mevcuttur-, poşetleri

uçurtma edasıyla uçururdum. Çok sürmedi,

hemen altıgen uçurtmalar yapmaya başladım.

O zamanlar atık malzemeleri değerlendirerek

ve harçlıklarımı biriktirerek aldığım

malzemelerle uçurtmalar yapardım.

Ancak sonraları en büyük destekçim olan

babam, o zamanlarda damlarda uçurduğum

uçurtmalar yüzünden can güvenliğimden

endişe ettiği için hep engel olurdu.

Babam işe giderken erkenden yola koyulur,

ben de sokağın köşesini dönüp gözden

kaybolacağı zamanı kollardım.

Ardından dama çıkar, o gün rüzgarın hangi

yönden estiğini bir direğe bağladığım içine

hava dolan poşet sayesinde kontrol eder,

ona göre evin muhtelif yerlerine sakladığım

uçurtmalarımı uçururdum.

RÜZGAR GÜNEYDEN

ESİYORSA HEYECANDAN

KALP ÇARPINTILARIM ADETA

KULAĞIMI SAĞIR EDERDİ.

ÇÜNKÜ UÇURTMA İÇİN EN İYİ

RÜZGAR, GÜNEYDEN ESEN

RÜZGARDIR.

Gel zaman git zaman bir gün internet

aracılığıyla bir uçurtma kulübüyle tanıştım.

Türkiye’de uçurtmaya profesyonel yaklaşımla

da gönül vermiş insanlarla temas kurmuş

olmak şüphesiz ufkumu daha da genişletecekti.

Nitekim öyle de oldu. Bunun yanında deneme

yanılmalarla, okuyup araştırmalarımla,

zihnimde sürekli dönüp duran matematikle

altıgen uçurtmalarım artık yerini üç boyutlu,

tasarım uçurtmalara bırakmıştı.

Mardin etkisine gelecek olursam,

sadece şunu söylesem sanırım birçok şey

anlatmış olacağım; uçurtmalarımı dünyanın

birçok yerinde gökyüzüne gönderebiliyorsam,

bu gözümü göğüne ilk açtığım

Mardin ilhamının sayesindedir…

Ne güzel ifade ettin!

Uçurtma tasarımcısı diyebilir miyiz sana?

Sürekli olarak zihnimde dönüp duran fikirleri

uçurtmaya dönüştürme halimi düşününce,

sanıyorum diyebiliriz.

Bu uçurtmalarda

saklı anlamlar var mı?

Açıkçası bir mana gizlemek edasında

tasarlamıyorum uçurtmalarımı ya da henüz

böyle bir şey gelişmedi diyelim...

Peki, uçurtma uçurtmanın

en sevdiğin yanı nedir?

Her yeni fikir ve bu fikri

hayata geçirene kadarki süreçten tutun da,

uçurtmamı ilk uçuracağım ana kadar olan

süreç öyle heyecanlı ki benim için...

Hem yeni bir tasarımın ortaya çıkacak olması,

hem de en ufak bir hataya yer olmayan bu

konuda “başarabilmiş miyim” sorusu

ayrı bir kalp ritmi… Bu hali seviyorum!

Öte yandan yurt içinde ve yurt dışında

çok fazla insanla tanışıyorum.

Bu sayede yeni fikirler doğuyor ve

bunlar güzel şeyler...

Uçurtmalarına hayallerin, ilhamların

yansıyor. Kaynağını bizimle paylaşır mısın?

Benim en büyük ilham kaynağım Mardin.

Zaten uçurtmalarımın çoğu, Mardin’i sembolize

eden unsurlardan oluşuyor; Mardin silueti,

şahmeran, eşek, güvercin gibi… Mardin’e dair

bilinen/az bilinen ne varsa uçurtma halinde

göğe salmaya devam edeceğim.

Bunu söylerken yüzündeki mutluluğu

tahmin edebiliyorum.

Bu özgürlük hissi ne keyifli bir duygu!

Atölyeler, film gösterimleri düzenliyorsun.

Bunlar nelerle ilgili? Biraz bilgi verir misin?

Bu kadar hoş bahsediyoruz uçurtmalardan

oysa ne yazık ki unutulmaya yüz tutan

eski bir varoluş aslında.

Kaç çocuk kendi uçurtmasını yapıyor, eskiden

olduğu gibi? Unutulma ihtimalini ortadan

kaldırmak ve bu kültürü daim kılmak adına,

ülkenin her yerinde düzenlenen atölyelere

eğitim vermek üzere katılıyorum.

Mardin’de bu eğitimleri bizler düzenliyor ve

belgesel tadında film gösterimleriyle de

okul çağı çocuklarına uçurtmanın tarihini

ve önemini anlatıyoruz.

Çok haklısın! Keşke uçurtmalar

daha çok önem versek! Seni yurt dışındaki

festivallerde de görüyoruz Instagram’da.

Biraz bunlardan bahseder misin?

Dünyanın birçok ülkesinde Türkiye’yi

uçurtmalarımla temsil ediyorum.

Çok gurur verici... Bu konuda harika festivaller

düzenleyen öncü ülkelerde de birçok kez

bulundum. Orada kurduğum yeni dostluklar,

tanışıklıklar ve uçurtmalarımın beğeni

uyandırması sayesinde de her geçen gün davet

edildiğim festivallerin sayısı artıyor.

Hangi ülkeler mesela?

Malezya, Tayland, Hindistan ve

Ukrayna’ya gittim. Son olarak 22-28 Ekim

Cape Town Güney Afrika Uluslararası

Uçurtma Festivali için davet aldım, onun için

hazırlanıyorum.

Artık sanatın uzanmadığı alan yok.

Sanatçı/tasarımcı/mimar pek ala bir araya

gelip ortak projeler yapıyorlar.

Senin uçurtmayla birleştirmek veya

buluşturmak istediğin bir mecra var mı?

Size katılıyorum. Zira ben de hava fotoğrafçılığı

teknolojileri yeterince gelişmemişken,

uçurtmalarıma bağladığım fotoğraf makinesi,

cep telefonlarıyla Mardin’in hava fotoğraflarını

çektim ve bu fotoğrafların sergisini açtım.

Aynı zamanda geçtiğimiz yıl, katıldığı birçok

yarışmada birincilik elde eden Uçurtmanın

Peşinde isimli kısa filmim çekildi.

Çok ilgi topladı. Şimdilik ötede bir şey yok.

Belki bir fikir teklifi gelir ve bambaşka bir şey

ortaya çıkabilir. Kim bilir!

Kendine örnek aldığın biri var mı?

Varsa sebebini duymak isteriz...

Hollandalı arkadaşım Albert

Trinks. Kendisi uçurtmacıdır. Çok fazla

uçurtması yok ama her uçurtması

tam bir sanat eseri. Her bir portre uçurtmasını

renk renk, tek tek keser ve diker.

Rengi olmayan kumaşları ise kumaş boyasıyla

boyar. Yaptığı çalışmalar arasında

Afgan Kızı gibi uçurtmalar var...

Uçurtmayla ilgilenmek günlük rutinine,

ruh haline ve hayat bakışına ne katıyor?

Çocukluk tutkum olan ve bugünümde de

devam eden uçurtmayla ilgilenmek

benim için adeta bir terapi. Diğer yandan

böylesi bir uğraş ki kesinlikle odaklanma,

zorlu şartlarda sorunun kaynağına çabuk

ulaşma ve kısa sürede çözüm sağlayabilme

gibi yetilerin gelişmesini sağlıyor. İnanılmaz

bir hava durumu, rüzgarın türü, yönü, şiddeti

ile ilgili öncesinde ve sırasında mevcut hali

saptamanıza olanak veriyor. Bunları seviyorum.

Uçurtmadan başka ilgi alanların var mı?

Yapmaktan keyif aldığın şeyler neler?

Hava fotoğrafçılığı ve havadan video

görüntüleri çekip bunlardan yeni ve özgün

bir şeyler ortaya koymayı seviyorum. Özetle,

fotoğrafçılık da ilgi alanıma giriyor. Uçurtma

hayatımın büyük bir bölümünü kapsıyor

olsa da fırsat buldukça seyahat etmeyi çok

seviyorum. Bu seyahatler keşif duygumu

oldukça besliyor.



MARDİN OLMASAYDI,

UÇURTMALARIM

OLMAZDI!

Son günlerde teknolojinin bir

başka çılgınlığı

Drone’lar çok moda.

Bu konuda ne düşünüyorsun?

Drone teknolojisi elbette harika bir keşif.

Muhteşem işler çıkıyor sayesinde.

Mesela Mardin gibi bir büyülü şehri tepe

çekimlerinden hayal eder misiniz?

Olağanüstü değil mi? Ayrıca, özel izinler

gerekiyor uçurulması için.

Kullanım alanları ise türlü türlü;

reklam/tanıtım, özel gün çekimleri,

keyfi çekimler, film sektöründe yine kullanımı

oldukça yaygın. Ben de kullanıyorum...

Mardin’de doğup büyüyen ve

yaşayanı olarak biraz bize şehrini anlatır

mısın? Bu şehri çekici ve

büyüleyici kılan nedir sence?

Mardin olmasaydı, uçurtmalarım olmazdı!

Birçok medeniyeti, eskideki bilgeliği barındıran,

tarih ve sanat kokan bir şehir Mardin.

Ayrıca, bu şehirde dile dökülemeyen ancak

hissedilebilen bir büyü var ve

sanıyorum ki bu büyüyü kalbinde hisseden

herkes sanatkar burada!

Mardin’den bakınca

İstanbul hakkında ne düşünüyorsun?

İstanbul çok sevdiğim şehirlerden biri.

Hatta öyle severim ki; uzaktan bakarak şehri

olumsuz yorumlara boğanlardan

olmayacağım. Ancak, fazla dokunulmuşluğun

şehrin ruhunu da sarstığı bir gerçek.

Hayat ve zaman kavramları orada farklı işliyor.

Keşke öyle olmasa...

Evet keşke! Sen hayatı nasıl yaşamayı

seviyorsun?

Ben herkesin dünyaya bir sebep, bir amaç

uğruna gönderildiğine inanıyorum ve diliyorum

ki herkes amacını bulsun ve bu dünyaya onu

versin. Ben de bunu yapabileceksem ne mutlu!

Asıl o zaman yaşamın bir anlamı olur. Zaten bu

da hayatı sevmenin en temel nedenidir ve bu

doğrultuda yaşarsınız...

Geleceği hayal ettiğinde gözünde neler

canlanıyor?

Dünya çapında uçurtma denildiğinde

akla ilk gelen ülkelerden birinin de Türkiye

olmasını düşlüyorum ve bu anlamda devasa

festivallerin düzenleniyor oluşunu...

Şu an hangi projeler üzerinde çalışıyorsun?

Mevcut projelerimiz arasında uluslararası

festivallerden birini de ülkemizde

gerçekleştirmek var. Ses getirsin,

çok beğenilsin ve daim olabilsin diye de

ilmek ilmek her durumu değerlendirip öyle yol

aldığımız bir süreç içerisindeyiz.

Şimdilik başka bir projemiz yok, ancak sürekli

yeni bir şeyler daha ortaya da çıkabilir elbet.

Öyle de umut ediyoruz...

POZİTİF DÜŞÜNMEK

VE UMUTLU OLMAK

ÇOK ÖNEMLİ. HER ŞEY DAHA

GÜZEL OLACAK DİYELİM...

BİZE VAKİT AYIRDIĞIN İÇİN

TEŞEKKÜRLER

SEVGİLİ ZAHİT!



hillsider 78/81

Ben hep şehirlerde yaşadım.

Yaşadığım şehirlerin de merkezlerinde…

İnsan kalabalığının parçası olmayı sevdiğim

gibi, bir köşeden o kalabalığa ve ömrümüzün

geçtiği mekanlara bakmak da hoşuma gider.

Her gördüğüm hoşuma gitmez elbette ama

bakmaktan kendimi alamam.

Şehrin insan eliyle üretilmiş gürültüsünün,

grisinin, egzosunun içinden yürürken

yine insan eliyle üretilmiş,

beklenmedik mutlulukların karşıma

çıkmasına ise bayılırım. Bu bazen

Şişli’de mütevazı bir binanın çeşit çeşit

bitkiyle dolup taşan balkonu olur,

bazen de bir mağaza vitrini…

Bu yazıda vitrin tasarımının kısaca dününe,

bugününe ve İstanbul’daki çok çarpıcı bir

örneğine bakacağız.

11/2

Yayadan Fazlası: Flanörler ve Flanözler

Endüstri devrimi 19. yüzyılda pek çok şehrin

dönüşmesine neden oldu. Paris ve Londra bu

dönüşümü en belirgin şekilde yaşayan şehirler.

Bu şehirlerin çevresinde seri üretim yapan fabrikalar

kuruldu. Kırsal kesimlerden şehirlere

iş ve aş peşinde olanlar akın etti. Bu gelişmeler

o şehirlerdeki mimari dokuyu,mekan anlayışını ve

tüketim alışkanlıklarını hızla değiştirdi.

Geceleri karanlığa gömülen sokaklar bile artık,

önce gaz lambaları sonra elektrik lambaları ile

aydınlatılabiliyordu. Paris örneğin, ışıkların şehriydi...

İşine gücüne yetişmesi gereken insanlar için tren,

metro, otobüs ağları hizmete girdi. Özel araçlar da

cabası. Trafik kuralları zorunlu olarak gelişirken

motorlu araçlara binmeyip yürüyenlere

“yaya” ismi verildi. Şair Baudelaire, şehrin

caddelerinde kafasında binbir düşünceyle yürüyen,

bir yandan da şehri ve şehrin kalabalığını incelemeden

duramayan bu yeni şehirli insanlardan

“Flâneur” (flanör) diye bahseder.

Walter Benjamin ise flanörleri akademik

çalışmaların konusu haline getirir…

Peki ya ben? Flâneur şehirli bir erkek, ben değilim.

Benim gibilere “Flanöz” demek, kadın olarak şehri

deneyimlemeyi konu etmek akıllara sonradan da olsa

gelmiş, neyse ki! Çünkü şehirler sadece erkeklerin

değil, kadınların da caddelerini arşınladığı yerler…

Bir flanör ya da flanöz olmanın “yaya” olmaktan

fazlası var: Yaya işine gücüne yetişmeye bakar,

flanör ya da flanöz ise merakla çevresine...

Görmeyi otomatiğe bağlamayanlara,

bakarak düşünenlere flanör/flanöz ya da

Ünsal Oskay’ın önerdiği gibi düşünür-gezer diyoruz.

Yazı: Berna Gençalp

bernagencalp@gmail.com



Renklerle hassas bir ilişkisi var.

Kısacası o maharetli bir insan…

Eli, beyni ve gözü birlikte çalışıyor.

Seminerler, jürilik görevleri, yurt içi ve dışında

atölye çalışmaları vermenin yanı sıra özelliklle

ileri dönüşümün odakta olduğu projelere

eğiliyor. Eski ve yeni üretim tekniklerini,

yöntemlerini, örnekleriyle birlikte açık kaynak

olarak paylaşabileceği bir İleri Dönüşüm

Kütüphanesi kurmak derdinde. 2015 yılında

artSümer Galeri’de Karaköy Lokantası’nın

köşe vitrini için yaptığı tasarımlardan oluşan

bir seçki sergilendi. “İleri Dönüşüm Merkezi”

isimli sergisiyle Design Week Turkey’de yer

aldı. Brussels Design September’a ise

üç işi ile katıldı. Pınar’a işinin en sevdiği ve

en zorlandığı kısmını sorduğumda,

en sevdiği kısmın tasarım ve üretim,

en beceremediği kısmın ise eserlerinin

tanıtım ve reklamı olduğunu söylüyor.

Karaköy’de Bir Köşe Vitrin

Lokantanın bulunduğu cadde ile yan sokağın

kesiştiği noktadaki ince uzun vitrinde

önceden zeytinyağı şişeleri ile sıradan bir

düzenleme yapılırdı, 2011 yılından beri ise

Pınar, tasarımları ile orayı sıra dışı kılmakta.

Vitrinde lokantanın sattığı bir ürün değil

yaratıcı bir vizyon sergileniyor. Ne yaptığını,

nasıl yaptığını, tasarım ve üretim sürecini

sorduğumda, Pınar şöyle anlatıyor:

“Karaköy Lokantası’nın köşe vitrini için bugüne

dek sayısı 30’u geçmiş olan yerleştirmeler

tasarladım. Tekrarlanabilir ve anlamlı bir

bağlam oluşturabilmek için yerleştirmeleri,

lokantanın özünü yani mutfağı temsil etmeleri

gerektiği fikriyle sadece mutfak aletleri ve

eşyalarıyla tasarlamaya başladım.

Basit, çok bilindik malzemelerle, alışılmadık,

yeni formlar üretmeye çalışıyorum. Renk ve

üçüncü boyut meselesine kafa yoruyorum.

Genellikle aklımdaki bir formu ya da hareketi

gözeterek dolaşmaya çıkar, bakınır, inceler

ve birkaç malzeme örneği ile birlikte atölyeye

dönerim. Bu malzemelerle denemeler, maketler

yaparak ana yapıyı tasarlarım. Bilgisayarda

eskizini yapar ve üretim detaylarını çıkarırım.

Bazen ben ama çoğunlukla Osman Usta

uygulamasını yapar. Vitrine yerleştiririz,

fotoğrafı çekilir, kartpostalı basılır ve bir

sonrakini nasıl yapsam diye düşünmeye

başlarım.Sayı arttıkça bu dili zenginleştirmek

için farklı malzeme ve üretim yöntemleri

denemeye, işin içine hareket ve optik illüzyonu

da katmaya başladım.

Sonuç kadar süreç de benim için çok önemli.

Zaten çok büyük etkiler peşinde değilim,

işlerimin bakan kişide küçük bir düşünce

veya his uyandırması ya da bir süreliğine

rutinden çıkartması bana yetiyor,

“ben de yapabilirim” dedirtip harekete

geçirebiliyorsa artısı oluyor.

İnsan sergiye bilinçli olarak ziyarete gider

ama kamusal alandakiler genellikle

sürpriz karşılaşmalar oluyor. Kamusal alandaki

küçük veya büyük beklenmedik sürprizler,

“serendip”ler gündelik hayata renk katıyor,

ilham veriyor.”

İşte tam bu nedenle ben de değerli

ve özel olduklarını düşünüyorum.

O köşede ne göreceğimi her seferinde merak

ediyorum, gördüğümle mutlu oluyorum.

Şehirler, hele İstanbul gibi azman, gri, betona

teslim şehirler, böyle küçük mutluluklar da

olmazsa çekilmez olur.

Louis Vuitton Paris Mağazası'nın Noel Vitrini

Fotoğraf Charles Platiau - Reuters

Fortnum and Mason

Tokujin Yoshioka - Hermes

Şehir, İnsan, Vitrin

20. yüzyıl itibariyle artık elimizde dikey olarak

yükselmiş, alan olarak da genişlemiş şehirler

ve büyük kalabalıklar vardı. Düzenli işlerde,

düzenli bir gelirle yaşayan insanlar iş dışındaki

değerli saatlerinde şehrin mekanlarında

sosyalleşmek, gezmek, eğlenmek, parka,

tiyatroya, müzeye, sergiye, konsere gitmek,

kısacası rutinden çıkmak istiyorlardı.

Bir de alışveriş yapmak istiyorlardı ki zaten

bunca üretim onlar alsın diye yapılıyordu.

Mağazaların vitrin tasarımları işte

tam da bu dönemde öne çıktı.

Bazı vitrinler ise ürün sergilemekten bir adım

daha ileri gittiler. Bugün örneğin

Paris, Londra, New York,

Tokyo gibi şehirlerde bazı mağaza vitrinleri

o şehirlerin müzeleri, galerileri, meydanları

kadar ilgi çekici olabiliyor. Önünden

hızla geçip gidemiyorsunuz.

Kendilerine baktırıyorlar, şaşırtıyorlar,

düşündürüyorlar, farklı bir estetik

haz veriyorlar. Peki bu nasıl mümkün oluyor?

Bugün bazı büyük markalar, vitrinlerini

mekan ve insan arasında yeni bir ilişki kumak

için adeta bir sahne olarak kullanıyorlar.

Bunun için çağdaş sanatçılara vitrinleri için

bir tasarım ya da sanat eseri üretmelerini

sipariş ediyorlar. Örneğin Tokujin Yoshioka’nın

Hermes için tasarladığı vitrin bu kategorinin

unutulmazları arasında. Vitrinde, üfleyen bir

kadın yüzünün kapladığı bir ekran ve uçuşan

bir eşarp var. Hermes’in birbirinden ilginç

vitrinlerinin yanı sıra Louis Vuitton’un,

Anthropologie’nin ve Nike’ın çarpıcı

vitrinlerini de unutmamak gerek.

Ve Bu Diyar…

Gökhan Akçura’nın araştırmasından

öğrendiğime göre 19. yüzyılın sonunda

yabancı mağazaların Pera’da açtığı şubeler

sayesinde İstanbullular vitrinle tanışmış.

Gerçi İstanbul her zaman bir ticaret şehri

olagelmiş ama dükkan sahiplerinde vitrin

kurma alışkanlığı yokmuş, en değerli mallarını

sergilemek yerine, onları kuytu bir köşeye

koyup sadece özel müşterileri için ortaya

çıkarıyorlarmış. Yine Gökhan Akçura’nın

aktardığı üzere 1930’lu yıllarda Tasarruf

Haftası etkinlikleri çerçevesinde özellikle yerli

malları cazibeli sunmak amacıyla İstanbul

ve Ankara’da vitrin yarışmaları düzenlenmiş,

hatta İstanbul’daki yarışmada Anadolu ve

Avrupa yakasında ayrı ayrı birinciler seçilmiş.

Adapazarı, Zonguldak, Konya’da da vitrin

yarışmaları yapıldığını aynı araştırmadan

öğrendim. Bir ara “Vitrin Tanzimi” adıyla

Güzel Sanatlar Akademisi’nde bir ders açılmış

ancak bu ders de, yarışmalar da zaman içinde

maalesef sekteye uğramış ve devam etmemiş.

Tüm aksaklıklara rağmen İstanbul’un yine de

benim gibi bir flanöz’e sunacağı beklenmedik

güzellikler var. Mesela bir tanesi hemen

Karaköy’de…

Neredeyse 10 yıldır aynı köşede gözlerim

bayram ediyor, şehrin grisi-gürültüsü yenik

düşüyor. Çünkü Karaköy Lokantası’nın köşe

vitrini bunca zamandır arkadaşım Pınar

Akkurt’un ince düşünülmüş, renkli, çarpıcı

tasarımlarına ev sahipliği yapıyor.

2005 yılında Pınar’ı tanıdığımda o dergi

sayfaları tasarlıyordu ben ise yazı ve

röportajlar hazırlıyordum. Ama aslına

bakarsanız ben film yapmak istiyordum,

o ise üç boyutlu tasarımlara odaklanmak...

Şimdi görüyorum ki hayatlarımızı istediğimiz

yönlere doğru kaktırabilmişiz.

Pınar yaptıkları için mekan yerleştirmeleri

ve heykeller diyor, kendini ileri dönüşüm ile

ilgilenen bir tasarımcı olarak tanıtıyor.

Sipariş üstüne çeşitli etkinlikler,

ofis, otel gibi ortamlar için özel yerleştirmeler

tasarlıyor, üretiyor. Sürdürülebilir sistemler

tasarlamak ve yeni görsel diller oluşturmakla

ilgilendiğini söylüyor. Aslında sanat ile tasarım

arasındaki gri bölgede fink atıyor.

Bir yandan da o bir mucit, çünkü gerektiğinde

tasarımını gerçekleştirmek için süreci

rahatlatacak bir makinayı da (evet makinayı)

tasarlayıp üretebiliyor. Kullanmaya

başlamadan önce makinasını

en sevdiği renge boyamayı ihmal

etmediğini de söylemeliyim!

Meraklısına Notlar

Pınar Akkurt’un işlerini toplu halde görmek için www.pinarita.com

Pınar Akkurt’un işlerinin videolarını görmek için https://vimeo.com/user41861450

Okumalık

Baudelaire’den Paris Sıkıntısı ve Walter Benjamin’den Pasajlar

Gökhan Akçura’nın Türkiye vitrin tarihini ele aldığı yazı;

Göz Avlama Sanatı: Türkiye Vitrin Tarihine Giriş https://manifold.press/goz-avlama-sanati

Şehirde kadın olarak yürümek ve edebiyat üzerine güzel bir sohbet için

https://medyascope.tv/2019/06/17/sehir-hepimizin-127-senem-timuroglu-ile-kentte-yurumek-flanor-ve-flanoz/

-Hermes’in Tokujin Yoshioka tarafından tasarlanan, eşarba üfleyen kadın vitrini için

https://www.youtube.com/watch?time_continue=9&v=hMwFuZuDmBA



hillsider 82/86

HERKES SIĞINAĞINI

SEÇSİN!

11/3

Pablo Picasso

Akrobat-18 Ocak 1930-Tuval üzerine yağlıboya

© Succession Picasso 2019

“HAYAL EDEBİLDİĞİNİZ

HER ŞEY GERÇEKTİR”

PICASSO

Açılışı bu kısa ama öz cümle ile yapmak istedim.

Çünkü Eylül ayı itibariyle, Türkiye’de ivmesi

her geçen yıl daha da artan sanat etkinliklerinin

ciddi bir bombardımanı başlıyor.

Ve hepsi birbirinden büyüleyici sanat etkinliklerinin

arasında bana göre en önemlilerinden biri;

20. yüzyılın sanat dehası PICASSO’nun ülkemize

gelecek olması, hem de İzmir’e…

Evet, İzmir’de 1875 yılından beri hizmet veren

Fransız Fahri Konsolosluk binasının denize bakan

bölümünde yer alan Arkas Sanat Merkezi,

18 Eylül 2019-05 Ocak 2020 tarihleri arasında,

Kübizm akımının öncülerinden İspanyol ressam

Pablo Picasso’nun sahne sanatlarına yönelik

çalışmalarına ev sahipliği yapacak. Küratöryel bir

kurguyla oluşturulan Picasso & Gösteri Sanatı isimli

sergi; büyük üstadın gösteri dünyasını konu aldığı

83 adet önemli tablosu, tasarladığı kostümler,

eskizler, heykeller ve sanatçının yazarlar,

şairler, müzisyenler gibi pek çok sanatçıyla

sürdürdüğü yakın bağları belgeleyen fotoğraflar

aracılığı ile gösteri sanatlarının Picasso’nun sanatına

olan etkisini mercek altına alacak.

Bu İzmir için olduğu kadar, muhtemelen

Picasso için de bir ilk. Ve benim de İzmir’e gitme

isteğimi körükleyen bir sebebim daha oldu.

www.arkassanatmerkezi.com

Pablo Picasso

Boğa Güreşi-Matadorun Ölümü-Boisgeloup 19 Eylül 1933-Ahşap üzerine yağlıboya

© Succession Picasso 2019

Pablo Picasso

Pulcinella için kostüm çalışması-Paris 1920-Kağıt üzerine guaj ve suluboya ve graffiti kalemi

© Succession Picasso 2019

Yazı: Özlem Gökbel

@ozlemgokbel



OMM by Kengo Kuma and Associates

Fotoğraf ©NAARO

Bu yılın büyük şehirler dışındaki en büyük

bombardımanı ise Eskişehir’de gerçekleşti.

İş insanı ve koleksiyoner Erol Tabanca'nın

sanat tutkusu ve kuşaklardır bağı olan,

çok sevdiği Eskişehir'e bırakmak istediği

miras arzusu ile doğan projesi ODUNPAZARI

MODERN MÜZE (OMM), 8 Eylül’de kapılarını

sanatseverlere açtı. Hem Odunpazarı'nı,

hem Eskişehir'i, hem de Türkiye'yi Dünya’ya

tanıtmayı amaçlayan ve etkileyici tasarımı ile

de dikkatleri üzerine çeken OMM;

dünyaca tanınan Japon mimarlık ofisi

Kengo Kuma and Associates’ın (KKAA)

imzasını taşıyor. Yaklaşık 4500 m² alanda

sergileme alanları, çeşitli etkinlik mekanları,

atölyeler, kafe ve müze dükkanına ev sahipliği

yapan müzenin, sanatın merak uyandıran

ve bir araya getiren gücü ile insanları

birleştirmesi, şehre ve müzecilik anlayışına

farklı bakış açıları getirmesi planlanmış.

Hepimizin gurur kaynağı olmayı hak eden

OMM; farklı disiplinlere açık yapısıyla,

Türkiye’den ve Dünya’dan sanatçıların

modern ve çağdaş eserlerini evrensel bir

bakış açısı ile sergilediği platformunda,

kültürlerarası iletişim odaklı yenilikçi

programları ve etkinlikleri ile alanında yepyeni

bir sayfa açmayı hedefliyor. Eskişehir hemen

yanımız sayılır, günü birlik dahi gidilir.

Hatta mümkünse 7 Aralık’a kadar yolunuzu

düşürün ki; Dünya’nın önde gelen dijital sanat

kolektifi Marshmallow Laser Feast’in teknoloji

ve bilimi sanatla bir araya getiren üç boyutlu

yerleştirmesi, yani birden çok duyu organını

aynı anda harekete geçiren sanal gerçeklik

deneyimini kaçırmayın.

www.omm.art

Sonbaharın bir diğer önemli havadisi ise;

koleksiyonu, sergileri, çokdisiplinli programı

ve yayınlarıyla kapsamlı bir sanat merkezine

dönüşen ARTER. Basın toplantısına

200’e yakın medya mensubunun akın ettiği,

sanat dünyasında heyecanla beklenen

Arter; Bir Vehbi Koç Vakfı (VKV) kuruluşu.

Sanatın tüm disiplinlerini kapsayacak

programıyla herkes için erişilebilir,

canlı ve sürdürülebilir bir kültür ve

yaşam platformu hediye ediyor İstanbul’a.

13 Eylül’de Dolapdere’deki yeni binasının

kapılarını zengin bir programla açan

Arter’de koleksiyondan ve koleksiyon dışından

toplam yedi sergi eş zamanlı olarak yer alıyor.

Her biri bizlere görsel bir şölen yaşatacak,

eminim. Arter’in programında sergilerin yanı

sıra sahne sanatlarından klasik,

çağdaş ve elektronik müziğe, filmden

performans sanatı ve dijital sanatlara kadar

pek çok disiplinden yenilikçi örnekler;

içinde yaşadığımız zamanı sanat aracılığıyla

yorumlamaya yönelik süreç ve etkinlikler

sunan Öğrenme Programları; sergiler

etrafındaki tartışmaları beslemeye ve

sanat tarihi yazımına katkıda bulunmaya

yönelik çeşitli yayınlar da olacağı için

açıkçası hemşehrilerimi şanslı bulduğumu

söylemeliyim!

www.arter.org.tr

ARTER

George Brecht, Sandalye Olayları

ARTWEEKS

Banu Birecikligil, Sirenin Olumu

OMM

Fotoğraf ©Murathan Özbek

Kabullenmesi zor olsa da; canlılar ile

makinelerin, doğal ile yapay zekânın iç içe

geçtiği bir çağda yaşıyoruz artık. Hal böyle

olunca da sanat; giderek insanı merkezine

almaktan vazgeçerek yönünü insan ile

insan-olmayan arasındaki sınırın

geçirgenleştiği bu çağın dünyasını araştırmaya

doğru çeviriyor. İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın

(İKSV), 14 Eylül - 10 Kasım tarihleri arasında

düzenleyeceği 16. İSTANBUL BIENALİ de

bu kez odağına insanlığın yarattığı doğal ve

kültürel atıkları alıyor, insan faaliyetlerinin

dünya üzerinde bıraktığı izleri araştırıyor.

Küratörlüğünü Nicolas Bourriaud’nun

üstelendiği bienalin bu seneki başlığı;

Pasifik Okyanusu’nun ortasında oluşan

3,4 milyon kilometrekare genişliğinde ve

7 milyon ton ağırlığında devasa atık yığınına

gönderme yapan “Yedinci Kıta”.

Bu yılın en vurucu işlerini

burada göreceğimize eminim. İKSV tüm

bienali gezdirmek ve eserlerle sanatçılar

hakkında bilgilendirmek için bireysel ve

grup turları da düzenliyor, ruhen

zenginleşmek için aklınızda olsun.

https://bienal.iksv.org/tr

PİLEVNELİ GALLERY’nin hem

Mecidiyeköy ve hem de Dolapdere’deki

sergileri de bu sonbahar mutlaka ziyaret

edilmesi gerekenlerden. PİLEVNELİ

Mecidiyeköy, 10 Eylül – 27 Ekim 2019

tarihleri arasında Johan Creten’in

“The Vivisector” ve Cleon Peterson’un

“Güneşin İçine Bak” isimli sergilerini

izleyicileriyle buluşturuyor. PİLEVNELİ

Dolapdere ise, Tobias Rehberger’in son

dönem işlerinden ve daha önce sergilenmiş

beş heykelinden oluşan yeni sergisine

ev sahipliği yapıyor. 9 Eylül -2 Kasım tarihleri

arasında gerçekleşecek olan

“Bazen Hiç Olmadığından Daha İyi Olur” isimli

sergide Rehberger’in geçmişte izleyiciyle

buluşan “Enfeksiyonlar” gibi serilerine

eklenen yeni işlerinin yanı sıra

“Portre Heykelleri” serisinden dört işi ve

“Reddetmek” adlı çalışması da yer alıyor.

www.pilevneli.com

Sanata bakarken gülümsemek de isterseniz

3 Kasım’a kadar Yapı Kredi Bomontiada’ya

uğrayın. Karikatürist ERDİL YAŞAROĞLU’nun

heykellerinden oluşan ilk kişisel sergisi

“Oyun”u mekanın açık ve kapalı alanlarında

görebilirsiniz. Yaşaroğlu'nun karikatür

çizerken geliştirdiği form, estetik, espri ve

hayata bakışı, üç boyutlu eserlerde yepyeni bir

dil olarak karşımıza çıkıyor.

Bu harika sanat bombardımanında,

geçen sene bana komşu gelince pek

sevindiğim ARTWEEKS@AKARETLER’i de

belirtmeden geçemeyeceğim. Yeni eklenen

binalar ve sergi alanlarıyla büyümeye devam

eden platformun 3. edisyonuna; Aria,

Ambidexter, Gama, Baraz, Artnivo, artSumer,

Mixer, Empire Project, Krank, Martch Art

Project, Anna Laudel, Ferda Art Platform ve

MERKUR gibi pek çok galeri sanatçılarından

oluşan karma sergilerle katılıyor. Ayrıca

Japonya’da yaşayan sanatçı Ercan Akın,

küratörlüğünü üstlendiği ve 10 sanatçının

seçkilerinden oluşan “Kusurlu Güzellik”

sergisiyle, Şerife Bilgili Ercantürk ise ilk

kişisel sergisiyle yer alıyor. Öner Kocabeyoğlu

ve Hacı Sabancı gibi koleksiyonerler de

kendi koleksiyonlarını izleyicilere açmaya

devam ediyorlar. Artweeks@Akaretler

programında sergilerin yanı sıra sanatçılar

ve koleksiyoncularla söyleşiler de yer alıyor.

Akaretler Sıraevler’de üç hafta sürecek olan

tüm sergiler ve söyleşiler ücretsiz.

PiLEVNELi

Cleon Peterson, Güneşin İçine Bak



Yeni, ilham veren,

merak uyandıran ne varsa

NOW ile yayında!

INSTAGRAM’DA

TAKİP ET

hillsideNOW

IstanbulModern

CananTolon

İSTANBUL MODERN de sezona iddialı

girenlerden. Araştırma alanlarının

çeşitliliği ve düşünsel açılımının zenginliği

açısından kuşağının en özgün ve en yaratıcı

sanatçılarından biri olan Canan Tolon’un

“Sen Söyle” isimli sergisi, 2 Şubat 2020’ye

kadar İstanbul Modern’de görülebilecek.

Tolon’un sanatındaki dönüşüm ve gelişimin

ikonik örneklerini bir araya getiren sergi, aynı

zamanda sanat tarihinde yerini almış kimi

çalışmasının da yeniden üretimine yer veriyor.

www.istanbulmodern.org

12-15 Eylül tarihleri arasında gerçekleşen

CONTEMPORARY İSTANBUL’u hali hazırda

tavaf etmişsinizdir diye düşünüyorum.

İstanbul için hayati önem taşıyan

bu fuarda bu sene 22 ülkeden,

74 galeri, 510 sanatçı ve 1.400’den fazla

çağdaş sanat eseri yer aldı.

Düzenlediği sergiler ile her daim hayranlığımı

uyandıran EKAVART GALLERY ise sezona

çağdaş sanatın iki önemli ismi Bilge Alkor ve

Pınar Yoldaş’ın son dönem işlerinin yer aldığı

“Witnesses” ve “Ecophilia” sergileri ile start

veriyor. 17 Eylül - 19 Ekim tarihleri arasında

ziyaret etmeyi ihmal etmeyiniz.

www.ekavartgallery.com

Bilim ve teknolojinin sanata nasıl

yansıyabileceğini merak edenler için de

rotamız PERA MÜZESİ. Nicola Lorini’nin;

kilogramın değişen tanımı ve internetin

ağırlığı gibi güncel konulara farklı bir bakış

sunan “Tüm Zamanlara, Tüm Üzgün Taşlara”

başlıklı video yerleştirmesi 24 Kasım’a kadar

Pera Müzesi’nde, yakın zamanda bilim

ve teknoloji dünyasında yaşanan önemli

gelişmelere sanatsal bir yorum getiriyor.

İlginç olacağı kesin.

www.peramuzesi.org.tr

görülebilecek. Videoda Grazia Toderi'nin

görüntüleri ve Orhan Pamuk'un kelimeleri

birleşiyor, İstanbul'un ışıklarından oluşan

hayali haritalar üzerinden çocuksu,

varoluşsal ve metafizik diyaloglar ekrana

yansıyor. "Kelimeler ve Yıldızlar" müzede

video için ayrılmış özel alanda ziyaretçilere

sanatçının yarattığı evrene giden birebir

deneyimin bir parçası olmayı vadediyor.

tr.masumiyetmuzesi.org

Sanat bombadımanı dediysem,

elbette sadece bunlarla sınırlı değil konu ne

şehrimizde, ne ülkemizde. Çok şükür!

Daha nice sergi; 29. Akbank Caz Festivali

gibi kulaklara bayram yaşatacak nice

müzikal ziyafet; pek çok yerde şahane

sahne performansları, gösteriler; tiyatro

sahnelerinde ayakta alkışlanacak oyunlar;

beyazperdede büyülenilecek nice film var…

Keşke daha fazla yerim olsa da, sizlere

hepsinden havadisler verebilsem...

Son söz olarak:

Teknoloji

Moda

Seyahat

MASUMİYET MÜZESİ’nden de

güzel haberler var. Video sanatının önemli

isimlerinden Grazia Toderi ve Orhan Pamuk'un

dört yıl süren ortak çalışması

"Kelimeler ve Yıldızlar / Words and Stars",

17 Eylül'den itibaren Masumiyet Müzesi'nde

MUTLULUĞUM,

SANATIN HER GEÇEN GÜN

HÜCRELERİMİZE DAHA

ÇOK YAYILIYOR OLMASI.

Gastronomi

Sanat



hillsider 88/89

SAATCHI GALERİ | TUTANKHAMUN:

11/4

TARİHİN EN BÜYÜK

ARKEOLOJİK

KEŞFİ DÜNYA TURUNDA…

Kral Tutankhamun'un Mısır'dan çıkacak

hazinelerinin en büyük koleksiyonu, dünyayı

büyüleyen keşfin yüzüncü yılını kutlarken,

2 Kasım Cumartesi gününden başlayarak

3 Mayıs 2020'ye kadar sınırlı bir süre için

Londra'daki Saatchi Galerisi'nde sergilenecek.

Mısır Eski Eserler Bakanlığı ve IMG tarafından

düzenlenen ve Londra'da Viking Cruises

tarafından sunulan “TUTANKHAMUN:

Altın Firavunun Hazineleri” Dünya Turu,

Mısır dışındaki ilk seyahatinde

Tutankhamun'un mezarından çıkan

150'den fazla orijinal eseri İngiltere’ye

getirecek. Ziyaretçiler, tarihi hazineler

Tutankhamun'un tüm koleksiyonuyla birlikte

kalıcı olarak barındırılmak üzere Kahire'deki

yeni Büyük Mısır Müzesi’ne dönmeden önce

altın kralın efsanesini keşfedebilecekler.

Tutankhamun efsanesi, 1922'de mezarı

İngiliz kaşif Howard Carter ve finansçı

Lord Carnarvon tarafından keşfedildiğinde

dünya çapında konuşulmuştu.

Anında global bir sansasyon haline gelen ve

bugüne kadar bozulmamış halde bulunan

tek Eski Mısır kraliyet mezarının sahibi bu

gencecik oğlan krala duyulan ilgi, 1972 ve

2007 yıllarında Londra'da rekor kırarak bir

milyondan fazla ziyaretçi çeken sergilerle

devam etti. Bu sergiler Tutankhamun'un

mezarından 55 parçadan az eseri içeriyordu.

Mısır Eski Eserler Bakanlığı Genel Sekreteri

Dr. Mostafa Waziry, "Tutankhamun'un

mezarının keşfinin 100. yılını kutlamak için

Mısır, dünyanın dört bir yanındaki turlara

150 şaheser gönderiyor.

Lütfen bu eserler sonsuza dek

Mısır'a geri dönmeden önce, onları ziyaret

edin, onları görün." dedi.

TUTANKHAMUN

Altın Firavun'un Hazineleri sergisi

kraliyet mezarı içindeki öğelerin

anlamını ve her şeye rağmen keşfinin

iki yönlü hikâyesini araştırıyor.

Tutankhamun’un yerine geçen firavunlar

onu neredeyse tarih kitaplarından silmeyi

başarmışlarken, Howard Carter

bu arayışında ısrar etmeseydi,

oğlan kralının mirası ve hazineleri

sonsuza dek Mısır’ın kumlarında

kaybolabilirdi.

Eski Mısırlılar ölümün aynı zamanda bir

yeniden doğuş olduğuna inanıyorlardı.

Ziyaretçiler, dijital içeriği, içeriksel materyali,

ses kayıtları ve keşfin en özel anlarını

oradaymışçasına yaşatan ses klipleri

içeren dokuz sürükleyici galeri sayesinde

Tutankhamun'un sonsuz hayata geçişini takip

edecek ve firavunun beraber gömüldüğü defin

nesnelerinin bu tehlikeli yolculukta

nasıl kullanıldığını görecekler.

İzleyiciler firavunun hayatını keşfederken,

kaybolup gitmesi için yapılan her şeye

rağmen Tutankhamun’un ölümsüzlüğünü

sürdürmenin bir parçası haline gelecekler,

zira adını anmak, onu yaşatmak demek.

IMG Sergi Sorumlusu John Norman,

"Tarihin en büyük arkeolojik keşiflerinden

birinin yüzüncü yılı, daha önce hiç olmadığı

gibi bir sergi yaratmamız için bize ilham verdi.

Milyonlarca insan bu antik ve

zarif objeleri sürükleyici ve kişisel bir

deneyimle görmek için son bir şans

yakaladığında, Tutankhamun'un gelecek

nesiller boyunca dünyanın dört bir yanındaki

insanların kalbinde yaşamaya devam

edeceğini biliyoruz." dedi.

Saatchi Galerisi Müdürü Philippa Adams

ise, “Tutankhamun'un mezarının keşfi, tüm

dünyada bilinen zamansız bir hikâyedir ve bu

sergi, bu önemli tarihi eserleri, ziyaretçilerin

kendilerini tarihin içinde bulacakları bir

derinlikle son derece yenilikçi bir şekilde

sunulacak. Kültürel açıdan son derece önemli

bu sergiye ev sahipliği yapmaktan heyecan ve

onur duyuyoruz.” diyor.

Dünyayı gezecek serginin sonunda, eserler

kalıcı olarak sergilenmek üzere sergi

gelirleriyle desteklenen Büyük Mısır Müzesi’ne

dönecek. Grand Egyptian Museum,

Giza piramitlerine 2,5 km mesafedeki

UNESCO Dünya Kültür Mirası olarak kabul

edilen Giza Platosu'na bitişik.

Müze tamamlandığında, yaklaşık

3.000 yıllık eski Mısır tarihini ve

100.000'den fazla eseri barındıran dünyanın

en önde gelen bilimsel, tarihi ve arkeolojik

çalışma merkezlerinden biri olacak.

Bu çarpıcı konum, Tutankhamun

koleksiyonunun son dinlenme yeri de dâhil

olmak üzere paha biçilmez eserlerin gösterimi

için muhteşem bir fon görevi görecek.

Mısır’ın bilinen en genç firavununun

hayatı ve ölümsüzlüğüne ışık tutan eserler

evine dönmeden önce yolunuz

Londra’ya düşerse, Saatchi Galeri’ye

uğramayı sakın unutmayın.

Yazı: Cem Kara



hillsider 90/95

11/5

TODAY IS YOUR

LUCKY DAY

ERKUT







12

hillsider 96/100

TARİHTE YENİ BİR DÖNEM:

Konu spor olunca zamanın ruhuna uygun biçimde

her yerde karşımıza çıkan “en iyi” listelerinin,

arkadaş sohbetlerinin, istatistiklerin birleştiği dikkat

çekici bir durum var:

ÇEŞİTLİ SPOR DALLARINDA

TÜM ZAMANLARIN EN İYİ

OYUNCULARINI İZLEME FIRSATI

BULAN ŞANSLI BİR NESİL MİYİZ?

SAYICA HAYLİ FAZLA

“TARİHİN EN İYİLERİ” NASIL BU

DÖNEME DENK GELEBİLDİ?

Pek çok otoriteye göre teniste tüm zamanların

en iyi raketi, ansiklopedi sayfalarını çevirerek

değil de maçlarını halen dünya gözüyle izleyerek

gördüğümüz Federer. Onun yılmaz rakipleri

Nadal ve Djokovic de yine otoritelere göre tarihin

en iyileri arasındaki yerlerini çoktan aldılar.

Kadın tenisçilerde ise Serena Williams tarihte

rakipsiz görünüyor. 2000’lere kadar

Pele ve Maradona’nın çekiştirildiği

“tarihin en iyi futbolcusu” tartışmalarında artık

Messi’nin de ağırlığı hissediliyor.

Günümüzde sosyal medyada infial seviyelerine

çıkabilen tartışmanın diğer yarısı olan

Ronaldo “en” listelerindeki yerini kesinleştirmiş

durumda. Bu isimler tarihe geçerken televizyonda

zapping yaptığımızda, atletizmden çıkan dünya

yıldızını, tarihin en hızlı insanı

Usain Bolt’u izleyebildik. Başka bir kanalda

Kobe’yi, LeBron James’i gördük.

Yazı: Eyüp Tatlıpınar

etatlipinar@gmail.com



SON 20 YILDAKİ

BÜYÜK

DEĞİŞİM

Serena Williams önceki haftalarda

ABD’deki Forbes dergisinin

kapağında yer aldı. Servetini

kendi kendine edinmiş en önemli

milyonerlerden biri. 150-200 milyon

dolarlık bir geliri var.

Liste uzatılabilir... Bütün bu yaşadıklarımız

yalnızca hoş bir tesadüf müydü? Şanslı bir

nesil miyiz? Yoksa şanstan öte faktörlerin

belirlediği yeni bir döneme mi girmiş

bulunuyoruz? Bu yeni dönemin ruhu ne?

Yanıtlar için soruları bir süredir Londra’da

yaşayan spor gazetecisi Alp Ulagay’a yönelttik.

Spor spikeri Emre Yazıcıol’dan, spor yazarı

Uğur Vardan’dan, ekonomist Enver Erkan’dan

görüşler aldık.

Alp Ulagay çeşitli alanlarda tarihin en iyi

isimlerinin 2000 yılı sonrasına denk gelmesini

çözülmesi gereken bir sır olarak görmüyor:

“Modern sporun çıkışını 1850’lerden başlatsak

160 yıllık bir geçmiş görüyoruz, çok uzun bir

süre değil. Organize olması 1896’daki modern

olimpiyatlara uzanıyor ama şunu düşünelim;

1950’ye kadar bir avuç ülkenin katılabildiği

elit bir alan. Birkaç dal hariç profesyonel

spordan pek söz edilemez. Bu nedenle

1950 öncesinde pek büyük sporcu çıkmaz.

Belki birkaç isim, erken olgunlaşan beyzbol,

futbol gibi birkaç spor dalında çıkabilir.

Spor asıl 1950’den sonra olimpiyatlara katılımcı

ülkelerin sayısı artınca modernleşmeye,

uluslararası olmaya başladı. 1980 diğer bir

dönüm noktası, o tarihten sonra profesyonel

dallarda bir artış yaşandı ve daha geniş

bir yetenek havuzuna erişim mümkün

oldu. Dolayısıyla 2000’den bu yana geride

bıraktığımız 20 yıl modern sporun çok önemli

bir kısmı, süre olarak da çok kısa bir süre değil.

Bu nedenle çok önemli sporcular çıkmasına,

tarihin en büyüklerinin çıkmasına

şaşmamak lazım.”

Son 20 yılın spor dünyasının önceki dönemlere

göre farkı birkaç başlıkta ele alınabilir.

Ulagay beslenme, performans takibi,

veri analizleri gibi alanlardaki sıçramayla

sporcuların kariyerlerinin uzamasına işaret

ediyor. 20 yıl öncesine kadar

5-10 yıl süren kariyerler bugün artık

15 yıla kadar uzamış durumda.

Federer, Nadal, Djokovic’in 16-17 yıldır tenisi

domine etmesini örnek gösteriyor.

Günümüzde sporu endüstri kategorisinde

görmemizi sağlayan en önemli faktör ise

bu alana akan paranın muazzam boyutlardaki

artışı. Ulagay: “Ben yakınlarda 1.9 trilyon dolar

gördüm, kitle sporuna akan paranın da dahil

olduğu bir rakam. Dünya ekonomisi

85 trilyon dolar… Futbolcular,

NBA oyuncuları 50 yıl değil, 20 yıl önce

pek hayal edemeyeceğimiz gelirlere sahipler”

diyerek bu rakamların artmaya devam

edeceğini söylüyor.

Ekonomist Enver Erkan durumu:

“1990’larda konuşulan rakamlar artık

çok cüzi şeylere denk geliyor. Michael Jordan

97-98 sezonunda Chicago Bulls’ta yıllık 33

milyon dolar alıyordu. 90’lı yılların zirvesiydi.

Bugün NBA’de o para sıradan oyunculara

veriliyor. Bu rakamlar büyümeye de

devam edecek. Yayın gelirleri arttı,

NBA takımları artık formalara reklam da

almaya başlayacaklar. Satılabilen her şey

satılıyor. Bugün futbol takımı formalarına

bakıyorsunuz; göğüste ayrı reklam,

sırtta ayrı reklam, kolda ayrı reklam,

şortta ayrı reklam... Stadyumun isim hakkını

satıyorsun, kulübün adının önüne firma ismi

alıyorsun, tribünlerin isimlerini satıyorsun”

sözleriyle özetliyor.

Erkan’a göre bu büyümede en büyük payı

futbol, NBA, Amerikan futbolu, Formula 1,

tenis, profesyonel boks ve golf alıyor.

SÜPER SPORCULAR DÖNEMİ

Böyle bir ortamda sporcunun konumu

da değişiyor. Ulagay artık yeni bir

“süper sporcular” dönemine girdiğimizi

söylüyor: “Dünyada 50 ila 100 sporculuk bir

gruptan bahsedebiliriz; bir süper sporcular

dönemine doğru gidiyoruz.

FEDERER’İ, MESSİ’Sİ,

RONALDO’SU, PIQUE’Sİ,

DJOKOVIC’İ, NADAL’I,

WILLIAMS’I, LE BRON

JAMES’İ, HARDEN’İ…

Bunlar çok yüksek bir sportif gelire

(sponsorluklar, reklam gelirleri, vs.) sahipler.

Bir yandan da bunu bir iş insanı gibi,

profesyonel hayatlarına paralel biçimde

ikinci bir kariyer olarak yürütüyorlar.

Serena Williams iyi bir örnek.

Servetini kendi kendine edinmiş

en önemli milyonerlerden biri.

150-200 milyon dolarlık bir geliri var,

bu sadece kortta yaptığı vuruşlardan gelmiyor.

Medyatik etkisi var, moda faaliyetleri var,

şirketleri var. Çok güçlü bir süper

sporcular dönemindeyiz bence,

önümüzdeki dönemde bu daha da

belirginleşecek.”

Emre Yazıcıol da spor adına özel bir çağda

yaşadığımızı düşünenlerden,

fakat bir “ama” ekliyor; “Şu anda karşımıza

çıkan soru; tarihin en iyileri sürekli olarak

‘update’ olacak mı? Bu yeni düzen sürekli

olarak Messileri, Federerleri karşımıza

çıkaracak mı? Bu sorunun yanıtını bence

bir sonraki ya da iki sonraki jenerasyonda

alacağız. Önümüzdeki bir iki kuşakta yeni

Messiler, Federerler çıkarsa o zaman yeni bir

evreye geçtiğimizden bahsedebiliriz.”

Spor endüstriye, sporcu iş insanına evrilirken

sporun bugüne kadar hep yüceltilmiş;

“önemli olan katılmak”, “önemli olan

mücadele etmek” sözleriyle özetlenebilecek

amatör ruhunun kaybolmaya yüz tutması da

neredeyse kaçınılmaz. Yeni dönemin ruhunda

mutlaka ve mutlaka kazanmak var.

Yazıcıol; “Şampiyonlar çok büyük paralar

kazanıyorlar ve büyük kahramanlara

dönüşüyorlar. Herkes bu paraya,

ilgiye ulaşmak istiyor” diyor.

Barcelonalı Pique 32 yaşında, halen takımın önemli

oyuncularından biri, ciddi bir iş insanı kimliğiyle öne

çıkıyor. Kosmos adındaki şirketiyle Uluslararası Tenis

Federasyonu’yla anlaşıp Davis Kupası’nın haklarını satın aldı.

Kupayı artık onun şirketi organize edecek.



hillsider 101

TÜYLER,

HER YERDE TÜYLER…

Bu sezon, modadan aksesuara,

ev dekorasyonundan sanata tüylerin

bolluğu her alanda karşımıza çıkıyor. Moda

haftalarında öncelikle ayakkabılarda göze çarpan

akım, kısa zamanda 2019 yılının en öne çıkan

süslemelerinden biri haline geldi. Elbiseler, çantalar,

saatler, döşemelik kumaşlar ve ev dekorasyonu

dâhil aklınıza gelecek her şeye renk katan kuş

tüyleriyle kanatlanmaya hazır olun.

GÖSTERİŞİN

ZARAFETİ

Kylie, Kendall, Tracee, Lizzo, Kacey, Zendaya, Rita,

Erika... Bu isimler bir anda patlayan tüy akımını hızla

benimseyen ünlülerden sadece birkaçı. Burberry,

Oscar de la Renta ve Tom Ford gibi dev tasarım

markalarının tüylü yelek ve mantoları, manşet ve

paçaları hacimle kabarmış gömlek ve pantolonları

ve eteği tüylerle bezeli straplez mini elbiseleri gibi

göz kamaştırıcı olduğu kadar çekici seçenekler

mevcutken bu akıma kapılmamak mümkün değil.

KUŞ

GİBİ

Devasa rengârenk küpelerden, tozpembe pamuk

şeker gibi tüylü çantalara, aksesuarların hafif ve

enerji veren tüylerle bezendiği bir sezona merhaba

deyin. Alessandra Rich’in saç bantları,

Vanina ve Stoud’ın çantaları, H&M’in terlikleri

derken, tepeden tırnağa tüylerle sarılı olabilirsiniz.

Siz tabi trendi ayarında takip edin ve tüylü aksesuar

kullandığınız kombinlerinizde sade görünmeye

özen gösterin.

MESSİ VE

MARADONA FARKI

KANATLANIN

Marc Jacobs’un Bahar / Yaz moda gösterisinde

tavus kuşu detaylarıyla ilk kez karşımıza çıkan tüyler,

şimdi Dries Van Noten, Brock Collection ve Valentino

gibi markaların ayakkabı koleksiyonlarında iyice

yerleşmiş durumda. Zarif bir takımı veya şık ve

profesyonel bir gömlek, blazer kombinasyonunu bir

dokunuşta zenginleştiren tüylü ayakkabı modelleri,

kuşkusuz dolabınızın

en eğlenceli

parçaları olacak.

Yeni dönemin ikilemi:

Dizi mi izleyelim, spor mu?

Önümüzdeki dönemde spor dünyasını yeni

bir değişim bekliyor mu, hangi spor dalları

öne çıkacak? Yazıcıol, sorunun yanıtını

internetin, sosyal medyanın değiştirdiği

hayat alışkanlıklarımızı öne çıkararak veriyor:

“İnsanların tüketim alışkanlıklarına

hitap eden sporların daha fazla

öne çıkmasını bekliyorum. Artık insanlar bir

maçın tamamını pürdikkat izleyemiyor.

2 saat gözünü kırpmadan bir şey izleme

durumu taca çıkmış durumda.

Herkes akıllı telefonlarla, internetle dünyadan

geri kalmamaya çalışıyor. Sürekli telefonlara

bakıyoruz. Çabuk sıkılan bir tüketici var.

Çalışan kesim 2-3 saati evde geçiriyor,

burada maksimum keyif alabileceği seçimler

yapmak istiyor. Netflix'te herkesi peşinden

sürükleyen bir dizi izlemekle bir tenis maçı

izlemek arasında seçim yapmak zorunda.

Bu durum belirleyici olacak.

Temponun, aksiyonun olduğu,

daha kısa süreli sporlar burada öne çıkabilecek.

Bunların neler olacağını söylemek çok kolay

değil ama mesela pool bilardo olabilir,

bowling olabilir, dart olabilir.

Bu tür daha canlı, tempolu, eğlenceli,

kısa süren sporların göreceği ilgi

yeni dönemde artabilir.”

Spor yazarı Uğur Vardan’a göre, beraberinde

süper sporcuları getiren günümüzdeki

endüstrileşmenin sert rüzgarları geçmişteki

başyapıtları yerinden edemeyecek.

“Bütün zamanların en iyileri bize mi nasip

oldu? Doğrusu bu yaklaşımın yüksek yüzdeli bir

kesinlik içerdiğini söylemem pek mümkün değil.

Evet, belki teniste zaman zaman sahne

Djokovic ya da Nadal’a kalsa da Roger

Federer’in tarihin en iyisi olduğu söylenebilir.

Ya da yakın zaman önce pistleri terk eden

Usain Bolt’un da atletizm tarihinin en

iyilerinden biri olduğu iddia edilebilir.

AMA MESSİ İÇİN

AYNI DURUM GEÇERLİ MİDİR

MESELA? BENCE DEĞİL.

BENİM İÇİN HÂLÂ

BÜTÜN ZAMANLARIN

EN İYİSİ DIEGO ARMANDO

MARADONA’DIR.

Kuşkusuz kıyas düzlemi çok çok farklı Artık

oyun çoktan endüstriyel bir kimliği üzerine

geçirmiş durumda. Messi’nin bir sezon boyunca

sahaya çıktığı maç sayısıyla Maradona’nın

zamanındaki maç sayısı çok çok farklı.

Futbol anlayışları, taktiksel gelişim,

oyun mantaliteleri de bambaşka kimlikler

ve verilerle dolu. Ama yine de futbol,

Maradona’nın vakti zamanında gözlerimize,

hisselerimize, ruhumuza ve hatıralarımıza

kattıkları mevcudiyetini koruyor ve belki ilk

göz ağrısı olmasının da avantajıyla tercihimiz

Diego’dan yana... Arjantinli teknik direktör

Menotti’ye göre; Messi Barcelona adlı bir sanat

eserini daha da güzelleştiren, bu esere eklenen

göz kamaştırıcı bir parçaydı.Maradona ise

Napoli örneği üzerinden konuşulursa

yepyeni bir sanat eserini yaratandı.

Başka bir dala göz atalım. Mesela basketbol?

Evet, Stephen Curry mükemmel bir yetenek

ama Michael Jordan’ı tepenin

en üstünden indirebilir mi?

Toparlarsak ben şimdiki zamanın sporseverinin

elbette şanslı olduğunu Kabul ediyorum.

Kimi kategorilerin en iyilerinin serüvenlerine

tanıklık ettiler, hatta bazılarınınkilere etmeyi

sürdürüyorlar. Ama bazı dallar da başyapıtları

geçmişte verdi ve o başyapıtların tarih

sahnesindeki yerleri belki de sonsuza kadar

hükmünü koruyacak.”

HER SAAT

AYRI GÜZEL

Saatler tarzınız ve zevkinizin en göze çarpan

parçalarından biri. Tüylerin hükümdarlığında

her bütçeye uygun seçeneklerle stilinize

renk ve bir parça uçarılık katabileceğiniz tasarımlar,

Harry Winston’ın beyaz altın ve pırlanta bezeli,

kadranı muhteşem kuştüyü desenleriyle süslü

Premier koleksiyonlarından ASOS ve

CORUM gibi yükselen markaların sıra dışı

tasarımlarına kadar, akımı kollarında

taşımak isteyenleri bekliyor.

EVİNİZE

HAVA KATIN

İncelik ve kırılganlığının

güzelliğini arttırdığı kuştüyü motifleri,

tropik yeşiller, Nordik maviler ve

pastel renkleriyle en dekorasyonuna da

yerini alıyor. Günlük hayatta

kolayca gözdenkaçan ama

işlendiği her tasarıma narin

bir zarafet kat kuş tüyleriyle,

evinizde eksikliğini

hissettiğiniz o doğallığı

yakalayabilirsiniz.

Aynı zamanda

tavus kuşu tüyleriyle

işlenmiş kumaşlar,

kabarık koltuk

minderleri

ve gerçek tüylerin

çerçevelendiği

tablolar, bu sezon

evinize almak

isteyebileceğiniz

detaylar.



hillsider 102/105

Geçen sayıda Hermes ile gerçekleştirdiğim röportajın

etkisindeydim hala. Kolay mı, binlerce yılın bilgesiydi

O. Yanıma geldiğinde dünya üzerindeki her bir

uygarlıktan esinti getirmiş, zamansızlığın büyüsüyle

beni sarhoş etmişti.

Bir sonraki buluşmam Güneş Tanrısı Apollo ve

Ay Tanrıçası Artemis ile olacaktı. Ve ben

Hermes’in baş döndürücü rüzgarının etkisinin

altındayken bu birbirinden önemli Olimpos

kardeşlerine nasıl dikkatimi verecektim,

bilemiyordum. Şu bir gerçekti; bu işi yapacaksam,

bu insanüstü karakterlerin çekim alanlarına

girmemem gerekiyordu! Mümkün müydü?

Cevap belliydi ama hepimiz cevabını bildiğimiz bir çok

sorunun peşinden gitmemiş miydik! Tabii ben de bile

bile gidecek, beni nereye götürürse götürsün

bu sihirli bulutun içinde olmaya devam edecektim.

14

Apollo ve Artemis görüşme için beni Atina’ya

çağırmışlardı. Akropolis’te çok önemli bir toplantı

olduğunu ancak oraya gidersem -o da belki- benimle

kısa bir süre görüşebileceklerini söylemişlerdi. Tabii

Hermes ile haber göndermişlerdi demek daha doğru!

Ne yapalım, el mecbur dedim, atladım bir uçağa

Atina’ya gittim. Çok ama çok sıcak bir gündü.

Akropolis’e çıkmak da görüldüğü kadar kolay değildi,

hem de güneş en tepedeki yerinden buram buram

kavururken! Muhteşem tarihi yapıların yanından

geçerek yavaş yavaş yukarıya doğru tırmanmaya

devam ediyordum.

Athena ile Poseidon’un Atina şehrini almak için

mücadele ettikleri tapınağın önüne gelmemi

söylemişlerdi. Güneşin sıcaklığı bedenimin ısısını

çok yükseltmişti. Fantastik Dörtlü’deki

Alev Adam gibi alev almama ramak vardı diyebilirim.

Yerler kuru topraktı ve çevrede bir ağaç bile yoktu.

Güneş o kadar tepedeydi ki; arada soluklanmak için

bir gölge aradığımda bulamıyordum. Bir taraftan

susuzluk, bir taraftan topraktan yükselen ve

bütün bedenimi saran ateş, diğer taraftan bitmek

bilmeyen tırmanış sanki artık hava almamı da

engelliyordu. Buluşma yerine gelmek üzereyken

arkada saklanmış bir çeşme olduğunu fark ettim.

Suya doğru nasıl koştum; içtim mi yoksa yıkandın mı

hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde

5 dakika sonra kuruyacak kadar sırılsıklamdım ve

biraz olsun düşünebiliyordum.

Yazı: İpek Kigan

@ipekkiganblog



“BU TANRILAR

BENİMLE OYUN

OYNUYORLAR HERHALDE.”

DEDİM KENDİ KENDİME.

ŞU PERİŞANLIĞIMI

SEYREDİP,

“ZAVALLI ÖLÜMLÜ

İNSANLAR!” DİYEREK

EĞLENİYORLARDIR.

Çeşmenin yanında bitkin bir şekilde otururken

‘tanıdık bir rüzgar’ esti. Saatlerdir aradığım

gölge, üstüme düştü sonra. Başımı

kaldırdığımda Hermes o yaramaz çocuk

bakışlarıyla bana bakıyordu. Kocaman bir

gülümseme belirdi dudaklarımda.

Kalkıp sarılmamak için kendimi zor tuttum.

Zaten sarılamaya kalksam başarabilir miydim

onu bile bilmiyordum. Bana Apollo’dan bir

haber getirmişti! Görüşme başka bir zamana

ve yere ertelenmişti. Sözü sözdü ama şimdi

zamanı değildi. Buraya kadar çok yorulduğum

için bana bir hediye vereceğini de söylemişti.

Ben; “Ama bunca yolu boşuna mı geldim,

Hillsider’ın sonbahar sayısına yazmam

gerekiyor bu röportajı, yapmayın etmeyin...”

derken bir an nefessiz kaldım, başım döndü.

Hermes’in gözlerindeki ışıltıydı galiba

o son gördüğüm. “Merak etme” dedi fısıltıyla,

“Zamanı geldiğinde senin için her şey çok

daha iyi olacak. Sadece şu an sorgulamayı

bırak ve olanı kabul et!”

Oturup kaldığım toprağın sertliği yoktu sanki

artık. Sıcaklık derimi yakmıyordu.

Gözümü yavaşça açtım ve evimde,

koltuğumun üstünde oturduğumu fark ettim

şaşkınlıkla! Nasıl olabilirdi, yoksa her şey

bir rüya mıydı, bu insanüstü varlıklar

beni deli etmeye mi çalışıyorlardı!

Bacaklarıma bulaşmış kuru, sarı toprak ve

hala sırılsıklam olan bluzum olmasaydı rüya

gördüğüme inanacaktım.

Apollo’nun hediyesi bu olmalı herhalde,

diye düşündüm. Neyse en azından eve

gelmem sadece 1 saniye sürmüştü.

Sıcaktan ve susuzluktan hayati tehlike

atlatmış bile olsam her şeye değerdi bu anları

yaşamak. Gerçek dünyaya dönmüştüm ve

çok acil yetiştirmem gereken bir yazı vardı.

Üstelik yeni bir şeyler bulmalıydım.

Hermes’in dedikleri içimi rahatlatmıştı.

Mutlaka bir gün Apollo ve Artemis ile

buluşacaktım. Belli ki çok daha farklı ve

güzel şeyler olacaktı. Boşuna “Zamanı

geldiğinde her şey senin için çok daha güzel

olacak.” dememişti büyük bilge!

Sözünü dinledim ve hiç bir şeyi didiklemeden

kendimi olasılıklar nehrine bırakıverdim...

Ama tabii hala yeni bir astroloji

yazısı yazmam gerekiyordu. Ben de

Akropolis’te en çok hissettiğim şey üzerine

yazmaya karar verdim: 4 Element!

Astrolojide 4 Element

Birçok şeyde olduğu gibi astrolojide de

4 element çok önemli rol oynar.

Yaşamın kaynağı ateş, hava, toprak ve

su! Astrolojide doğum haritasındaki

gezegenlerin bulundukları burçlara göre

belirlenen element dağılımı karakterimizin de

belirleyicilerindendir.

Yükselen, Güneş ve Ay’ınızın hangi burçlarda

olduğu element dağılımının en önemli

belirleyicilerinden olsa da, bunlarla birlikte

gerçek sonucu Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter,

Satürn ve haritanın tepe noktasının da

bulunduğu burçların elementsel toplamı

oluşturur.

Eğer bir kişinin haritasında herhangi bir

element, belli bir oranın üzerindeyse veya

altındaysa – ki bu oranı % 70 ve üstü veya

% 15 ve altı diye tabir edebiliriz- o zaman

kişinin üzerinde zorlayıcı etkiler olarak

kendini göstermeye başlayabilir. Bu durum,

elementlerin dengeli dağılımına göre çok daha

önemlidir. Kişi bunun üzerinde farkındalık

sahibi olursa kendini dengeleyebilmesi için

yapması gerekenleri de bilecektir!

Bu 4 elementin varlığı, vurgusu veya eksikliği

astrolojik olarak insan üzerinde ne gibi

etkiler mi oluşturuyor? Merak ettiyseniz biraz

anlatayım...

Ateş Elementi

Ateş elementine sahip burçlar tahmin

edebileceğiniz gibi Koç, Aslan ve Yay’dır.

Ateş elementi canlılığı, heyecanı, hevesi ve

dünyaya renk getiren enerjiyi anlatır.

Yaşam enerjisi, cesaret, motivasyon ateş

elementinin tariflerindendir.

Bu yüzden ateş burçları enerjik, dürüst,

hayata bağlı, coşkulu, çocuksu ve

iyimserlerdir. Kendilerini seven ve özgüvenleri

yüksek bir yapıları vardır, egoistliğe doğru

meyil edebilirler. İyi niyetli olmalarına

rağmen, bazen istekleri çok yoğun ve hatta

zorlayıcı olur ki; bu diğerlerinin duygularını

incitebilir. Fiziksel aktiviteden, eğlenceden ve

özellikle spor yapmaktan keyif alırlar.

Ateş aşırı vurgulandığında yani doğum

haritasındaki gezegen ve kişisel noktalarının

çoğunluğunun ateş burçlarında olması

durumunda kişi fazla hareketli, huzursuz,

hayata karşı ısrarcı, sürekli bir şeyler yapmakla

meşgul olur. O kadar ki bu aşırı hareketlilik

ve isteklilik hali kendilerini yakacak düzeye

ulaşabilir. Güçleri kontrol dışına çıkabilir,

sabırsız, kavgacı, düşüncesiz, aşırı bencil

kişiler olabilir. Egolarının çok yüksek olması,

başkalarını küçümsemeyi; fazla iyimser ve

özgüvenli olmaları ise hayal kırıklıklarını

getirebilir. Aşırı ateşi dengelemek için soğuk

ve nemli besinler, tahıllar, kök bitkiler ile

beslenmek, papatya çayı gibi sakinleştirici ve

uyku düzenleyici çaylar tüketmek iyi gelebilir.

Ayrıca Thai Chi, Qi-gong gibi yavaş, nazik

hareketlerle ve özel nefes teknikleriyle yapılan

çalışmalar da tercih edilebilir.

Eksik olan ateş elementi ise çok önemlidir.

Çünkü ateş canlılık kaynağıdır. Ateş

burçlarında çok az veya hiç gezegeni olmayan

kişiler fiziksel olarak güçsüz ve enerjisiz

olurlar. Cesaretsiz, yaşama karşı güvensiz,

iyimserlikten uzak bir yapı sergilerler. Güzel

haber ise ateşin eksikliği, dengelemenin en

kolay olduğu elementtir. Çünkü sadece spor

yapmak veya düzenli fiziksel egzersizler bile

ateşin yükselmesini sağlayacaktır. Ya da

benim gibi Ağustos ayında ve özellikle saat

12’de Akropolis’e çıkabilirsiniz!

Hava Elementi

Sevgili İkizler, Terazi ve Kova burçları

hava elementinde olan burçlardır.

Hava elementi iletişimi, sosyalliği, zihni ifade

eder. Merak etmek, objektif olmak, olayları

her yönüyle değerlendirebilmek, her şeyi

önce düşüncede var etmek ve öğrenmek hava

elementini anlatır.

Dolayısıyla hava burçları da bu

özellikleri taşır. Doğum haritasında hava

elementi yüksek olan kişiler genellikle

entelektüel kapasitesi yüksek, konuşmayı

seven, rahat iletişim kuran, mantığını

kullanabilen, zeki, hareketli, analiz yeteneği

olan, meraklı kişiler olurlar.

Ama her elementin olduğu gibi haritadaki

aşırı hava vurgusu da bir dengesizliğe yol açar

ve kişilerin üzerinde yıpratıcı etkileri olabilir.

Öncelikle zihinlerinin aşırı çalışması çok

yorucudur, ortaya kafasının içinde yaşayan

bir kişi çıkabilir. Düşündüklerini hayata

geçirmekte zorlanabilirler. Aşırı hava vurgusu

bazen kişiyi düşüncelerine hapsedebilir! Sinir

sistemleri çok hassas ve aktif olabilir.

Dingin ve sakin müzikler dinlemek,

meditasyon ve yoga yapmak bu aşırı vurguyu

dengelemek için çok faydalı olacaktır.

Eksik hava elementi ise en anlaşılamayan

eksikliktir. Çünkü doğum haritalarında hava

burcunda gezegenleri ve kişisel noktaları

az olan veya hiç olmayan kimseler,

kendi düşüncelerini çok beğenir, en mantıklı

ve objektifi aramakla uğraşmayıp sadece

bildiklerini yoldan ilerlerler, tabi bunun

en doğru yol olduğunu düşünerek!

Dolayısıyla kendilerindeki eksikliği anlamaları

çok da mümkün değildir. Bazen hava eksikliği

kişiye içe dönük ve suskun bir yapı da

verebilir. Bu kişiler sürekli anlaşılamadıklarını

düşünebilir veya kendini bir türlü ifade

edemediklerini hissedebilirler.

Hava elementini dengeye getirmek için çözüm

yolu ateş elementindeki kadar kolay değildir.

Ama insanlar genellikle kendilerinde eksik

olan elemente doğru çekilirler. Doğal bir

tamamlanma hali. Eş ve arkadaş seçimleri ve

iletişim ağırlıklı meslek seçimleri ile farkında

olmadan kişi kendini dengelemeye çalışıyor

olabilir. Ayrıca dışarıda yapılan düzenli günlük

yürüyüşler oksijen alımını artırarak, zihin

yenilenmesine yardımcı olacaktır.

Toprak Elementi

Zodyak’ın en ayağı yere basan, toprak

elementinin hakimiyetindeki burçlara ‘Merhaba’

diyelim Hangileri mi diyorsunuz, tabii ki Boğa,

Başak ve Oğlak!Ne istediklerini bilen, çalışkan,

kararlılık ve sabırla adım adım hedefe ilerleyen,

yaşamlarındaki her şeyde güven ihtiyacı duyan,

olayları somutlaştırıp ortaya çıkaran, fiziksel

duyularıyla ve maddi dünyanın gerçekliği ile iç

içe olan toprak enerjisi. Toprak elementi kendine

ait olanı koruyan, tutan, biriktiren, toplayandır.

Elle tutulur, gözle görülür yani somut olanla

ilgilidir. Toprak vurgusunun yoğunluğu hayal

gücü eksikliği, kıpırdayamama, sıkıcı ve

monoton bir hayat, fazla gerçekçi, katı ve

depresif bir yapı getirebilir.

Harekete geçmekte, hareket etmekte

zorlanabilirler. Bu nedenle metabolizmaları ve

sindirim sistemleri yavaş çalışır. Hafif beslenme

tarzını tercih etmeleri, düzenli egzersiz yapmaları

– ki yapmamak için her zaman çeşitli bahaneleri

hazırdır- toprak fazlalığının getirdiklerini

dengeleyebilir.

Eksikliği ise fiziksel beden ihtiyaçlarını fark

edememe, olayları somutlaştıramama, düzenli

ve takip edilmesi gereken işlerde sorun yaşama,

muhasebe tutmak, ödemeleri planlamak gibi

konularda sıkıntı, rutin işleri pratik şekilde

tamamlayamamak gibi zorluklar getirebilir.

Bıraksan yemek yemeği bile unutabilecek kadar

her türlü fiziksel ve bedensel ihtiyaçlarını göz

ardı etmeye meyilli oldukları için düzenli yemek

yemek, su içmek, uyumak, dinlenmek gibi

konulara ayrıca özen göstermeleri gerekir.

Toprak eksikliğini dengelemenin en kolay

yollarından biri toprak ile temas etmek – mesela

arada ayakkabıları çıkarıp çime, kuma, toprağa

basmak- seramik, bahçe, peyzaj türü hobiler

edinmektir. Ayrıca zaten toprak elementi yüksek

kişileri hayatlarına almış veya mühendislik,

bankacılık gibi işleri yaşamlarına katarak toprak

enerjisini dengelemeye çalışmış da olabilirler.

Su Elementi

Su elementi tüm evreni severek

kucaklamaktan, saplantılı takıntılara, nefes

aldırmayan korkulardan, derin ve boğucu

hissiyatlara kadar tüm duygusal tepkileri

temsil eder.

Su burçları Yengeç, Akrep ve Balık’tır.

Su elementi burçları derin hisselere sahip,

empati kurabilen, karşısındakinin ihtiyaçlarına

duyarlı, evrenin bilgeliğine karşı farkındalıkları

yüksek olan burçlardır. Suyun soğuk ve

karanlık tarafını da belirtmek lazım tabi!

GİZEM, MANİPÜLASYON,

SAPLANTI, DÜŞ

DÜNYASINDA KAYBOLMAK,

SINIRLARI ÇİZEMEMEK,

GERÇEKLERDEN KAÇMAK

SU ELEMENTİNİN

BÜNYEYE GİZLİCE YAYILAN

ETKİLERİDİR.

Doğum haritasında gezegenlerinin ve

kişisel noktalarının büyük çoğunluğu su

burçlarında yerleşen kimseler su elementi

aşırı vurgulu kimselerdir. Ve bu dengesizliğin

en belirgin özelliği kişinin kendisini büyük bir

okyanusta dümensiz, küreksiz, pusulasız bir

teknede sürükleniyor gibi hissetmesidir.

Hayal güçleri çok yüksek ve sezgileri çok

keskindir. Spritüel ve okült konulara doğal

yetenekleri vardır. Bir kişiye ve konuya

kendilerini samimiyetle adayabilecek kadar

verici ve cesur olabilirler. Ama aşırı hassas,

kırılgan, gerçeklerden kaçmaya müsait

yapıları dolayısıyla buna yardım edebilecek

alkol ve uyuşturucu gibi maddelere karşı

da eğilimli olabilirler. Su elementinin aşırı

yüksekliği bazen çekingen ve fazlasıyla içe

dönük bir yapı verebilir.

Akropolis

Mantıktan uzak ve sübjektiftirler.

Olayları konuşarak, ortaya çıkararak

halletmek yerine daha sinsi ve gizliden

ilerlemeyi tercih edebilirler.

Ödeme meyilli olan bedenlerini dengeye

getirmek için sıvı alımı azaltılmalı,

fesleğen, kekik ve maydanoz gibi ödem

giderici bitkiler tüketilmeli ve gerçeklik

algısından uzaklaştıran, bağımlılık geliştiren

her türlü maddenin kullanımına karşı çok

dikkatli olunmalıdır.

Su vurgusu eksikliği ise psikolojik,

fiziksel ve duygusal sorunlara

neden olabilir. Kendi duyguları ile temasa

geçmekte zorlanan bu kişiler için duygularını

ifade etmek oldukça zordur. His dünyası

yabancı gelir.

Empati kurmak ise neredeyse imkansız!

Çoğunlukla soğuk ve mesafeli kişiler olur.

Duyguyu korkutucu ve tehlikeli olarak

algılarlar. Bu kişiler otomatik olarak

duygularını rahat ifade eden insanlara çekilir,

kendilerini bu şekilde dengeye getirmek

isterler. Ayıca karşısındakini anlamaya

odaklanacakları öğretmenlik, psikologluk gibi

meslekleri tercih ettikleri de görülür.

Bütün bunlar kişinin kendindeki eksik

elementi dengelemeye çalıştığı bilinçdışından

gelen doğal itilimlerdir.

Su ile temas edilmesi, bol su içilmesi,

deniz kenarında vakit geçirilmesi,

meditasyon ve özellikle yin yoga yapılması

da su eksikliğini dengeye getirmek için

kullanabilecek yöntemlerdir.

Sanatsal faaliyetler; resim, müzik, yazı yazmak

gibi duygularını dışarıya ifade edebileceği

alanlara yönelmek de iyi gelecektir.

Elementlerimizin

dengelenmesi temennisi ile, bir sonraki

sayıda görüşmek üzere...



hillsider 106/107

15

Timothee Chalamet

Versace

COOL OLMAK İÇİN

GEREKLİ ŞEYLER

Koca yaz mevsiminin rüzgar gibi geçtiğine

inanamadığımız günler yaşıyoruz.

İstanbul’daki vitrinlere virüs gibi yayılan

plastik sakuralar, Alaçatı’da her sokaktan

duyulan korkunç canlı Türkçe müzik sesleri

derken bir yazı daha hızla kapatmış olduk.

Şimdi yeni heyecanlar, yeni başlangıçlar ve

melankoli dolu sonbahar eşliğinde yepyeni

sezona hazırlanmamız lazım.

Jimmy Choo, Urban Hero Kenzo, Neon Pink Ann Demeulemeester

Sezonun trendlerine,

çok uzaklara gitmeden, bize tanıdık

gelenler arasından başlamak istiyorum,

İÇİ KÜRKLÜ JEAN,

KADİFE YA DA

DERİ MONTLARLA

BAŞLAYALIM.

İçinde rahat olduğumuz şeylere sadık

kaldığımız için çocukluktan beri çok

sevdiğimiz bu parçaların jean versiyonları

A.P.C, Nudie Jeans ve tabii ki Levis’da

bulunabiliyor.

Sadece yaka bölümünde seçilen sahte kürk,

topluluk içinde sıyrılmanın başarılı yollarından

biri olduğu için kış mevsiminde gündelik

giyimin en havalı şekli diyebilirim.

Kış sezonunda baştan aşağı deri giyinmek de

bir başka trend olduğu için, kürk yakalı

bir deri mont almakta fayda var.

İddialı olayım derseniz, Coach’un

2019 kış koleksiyonuna bir bakın derim.

Hazır Dior’undan Fendi’sine hemen

her ağır marka, terzi elinden çıkmış gibi

şık takım elbiselere ağırlık vermeye

başlamışken, her yere giyebileceğiniz

uygunlukta bir ceket ve pantolon takım

edinmek de önemli. Hayatınız boyunca

alacağınız pek çok davetiyenin altında

“Takım elbise giyilmesi rica olunur” ibaresi ile

karşılaşacağınız için bu sorunla

ne kadar erken yüzleşirseniz

o kadar iyi. Parçaları ayrı ayrı kullanarak

farklı stiller elde etmeniz de cabası.

Fendi

Olmadı iş görüşmesine giyer,

havalı bir izlenim bırakırsınız.

İyi bir takım elbise her zaman gider.

20’lik stil ikonlarımız Timothee Chalamet,

Levi Dylan gibi renkli olanları da tercih

edebilirsiniz, sezonun modası olarak

siyahlara bürünerek de.

Önceki senelerden hatırlayacağınız

hayvan deseni baskılı kıyafetler ise

bu kış leopar print ile devam ediyor.

Bu kitsch motifler Marni, Celine ve

Versace gibi markalar aracılığıyla bazen

gömlek, bazen pardösü olarak karşımıza

çıkacak. Çok cesur değilim ama piyasadan

uzak da kalmak istemiyorum diyorsanız

leopar desenli bir çorap alıp konuyu

kapatabilirsiniz. Hazır iddialı yapımlara

geçmişken transparan gömlek ve

tişörtün de bu sene trend olduğunu

eklemem lazım. Bir de Kenzo dönemin

trendine uyarak neon pembesi paltolar yaptı.

Evet bu sezonun trend renklerinden

biri pembe ama palto olarak düşünür

müsünüz bilemedim.

Sanki parlak bir battaniyeye sarılmış gibi

dolaşılan büyük beden pufidik montlar

sezonun vazgeçilmezleri olacak.

Soğuk kış günlerinde giymeye bayıldığım bu

tarz montlar Balenciaga, Off-White ve

Todd Snyder tarafından defilelerde

kullanılmıştı. Her sezon H&M’de rastlanan bu

montlarla kış rahat geçiyor. Büyük şeylerden

bahsetmişken ekstra uzun kaşkollar da kış

sezonunun trendleri arasında. Sanki bir

koza gibi sarmalanıp dolaşmak bu senenin

trendleri arasında.

Önceki sezonlarda kadınlar arasında

moda olan çubuklu pijama tadında

kıyafetlerle dolaşma sırası şimdi bizde.

Ann Demeulemeester ve Casablanca’nın

defilelerinde görüp bayıldığım kıyafetler

nihayet sokakta da karşımıza çıkacak.

Liseden beri giymeye bayıldığım derin

V yaka kazaklar da preppy stilini (kolej tarzı)

yakalamanız için vitrinlerde olacak. Her

beğeniye göre ayrı bir stil olması trendlerin

en güzel yanı sonuçta.

YAVAŞ YAVAŞ GEL!

Yükselişine mutlu olduğum trendlerden

biri kesinlike “slow fashion” akımı.

Moda piyasasında bilinçli tüketiciler yaratarak,

tasarım alanında sürdürülebilir toplum

bilincini oluşturmaya çalışan

bu akım, modern zamanlardaki rekabetçi

yapıya gösterilen önemli bir tepki

aynı zamanda. Hazır herkesin dolabı

bir sezon kullanıp, sonra rafa kaldırdığı

ürünlerle iyice şişmişken, eskinin yeniye

evrilmesini sağlayan ürünlerin daha çok alıcı

bulması önem kazanıyor.

Akımın yükselmesinin en büyük destekçisi ise

çevrecilik bilincinin yükselmesi.

Üretimde kullanılan pamuğun yetişmesi için

1 yıl süre gerektiğini, bunun için harcanan

su ve kullanılan kimyasallar hesaba katılınca

ortaya çıkan sonuçların tansiyon düşürmeye

yeter olduğunu anlayabilmek zor değil.

Ama pek tabii tüketim sevdası göz önüne

alınınca 2000’li yıllardan beri tartışılan bu

akımın bu sene patlama yapmasını beklemek

ütopik mi, orasını bilemedim. Ama elinizdeki

kıyafetleri bir sezon kullanıp atmaktansa

yaratıcı kombinler içinde devamlılığını

sağlama fikri fena tınlamıyor hani.

İÇİMİZDEN BİR KAHRAMAN

Parfüm reklamlarında yakışıklı oyuncuları,

seksi sporcuları görmeye alışmıştık ki;

Jimmy Choo’nun yeni yüzünün grafik sanatçısı

Jules L’Atlas olduğunu öğrendim.

Ve çok şaşırdım. Paris sokaklarında sanatçının

yaptığı devasa grafitilere bayılırken şimdi

önemli bir markanın parfüm yüzü olması

hayli enteresan. Urban Hero adındaki parfüm

benim gibi odunsu kokulardan hoşlananları

mest edecek. Üst notlardaki karabiber,

derinden gelen gri amber ile birleşince tahrip

gücü hayli yüksek bir parfüm çıkmış ortaya.

Hazırlayan: Oben Budak

Gazeteci

@obenbudak



hillsider 108

290 SQM

7 Gr Art Cafe

44A Sanat Galerisi

Adem Terzi

Akali Gastro Pub

Alancha

Alkent Aktüel Art

All Sports Cafe

Alles Coffee & Shop

Amanda Bravo İstanbul

Antiochia Restoran

Any Cafe

Ara Cafe

Armani Cafe

Arnavutköy Steak House

Arte İstanbul Sanat Merkezi

Artone

Aşşk Café'ler

Atmospheres

Atölye 26

Autoban Mimarlik Ofisi

Aziza

Backhause

Bahçecik Kuaför'ler

Baltazar

Bank Pub & Bistro

Barber’s Club

Barcode Cafe

Bebek Kahve

Bebek Koru Kahvesi

Becara

Beymen Brasserie

Big Chefs'ler

Bilsak 5. Kat

Bilstore Tünel

Bi Nevi

Biber Cafe

Bioritm Güzellik Enstitüsü

Bistro Cabana

Blum

Bosphorus Brewing Compony

Bou Art & Design

Brandzoo

Butterfly

Cafe Benderli

Café Cadde

Café City

Café Culina

Cafe Des Cafes

Caffè Nero'lar

Cafe Nook

Cafe Pi

Café Smyrna

Café Wien

Café Zone

Cankat Klinik

Cantinery

Carluccio’s

Carnival

Casa Di Moda

Cecconi’s

Cenoa Sailing Tekneleri

Cezayir Rest.

Charlotte

Chez Vous

Chocolate

Clinica Skin Rejuvenation

Coffe Nutz

Coffee Brew Lab

Coffee Manifesto

Coffee Sapiens

Coffee Topia

Cook Shop'lar

Cup Of Joy

Cup Third Wave Cooffee Shop

Cuppa Cafe

Çukurcuma 49

Da Mario

Dai Pera

Daily News Restaurant

Daire 1

Dandin Bakery

Dara Kırmızıtoprak Mimari Ofis

Delicatessen

Dem Cafe

Dent-Est

Derin Design

Dermamed

Devine

Dinette

Diba Kuaför

Divan Brasserie'ler

Dolce

Downtown Food Club

Dr. Ayşegül Salsat

Dr. Berrin Oğuzhan

Dr. Hasan İnsel

Dr. Melisa Eczacıbaşı Medical&Esthetic

Dr. Raif Üçsel

Dr. Seyhan Gücüm

Dr. Şirin Gençer Seçkin

Dr. Taylan Kümeli/Taylight

Dr. Yankı Yazgan

Dr.Elif Ay

Drip Coffeist'ler

Drop’n

Eat Pro Diet

Eataly

Ebil Kuaförler

Erdem Kıramer

Escale

Estetica Güzellik Merkezi

Esteworld

Fauchon

Feraye

Fethi Orak

Flavius Klinik

Fol

Food Bar - Ulus 29

Forneria Rest.

Freya Akaretler

Galata Kitchen

Galeri Bu

Galeri Russo

Galeta

Galip Gürel

Geyik Cafe Roastery

Gilt

Glen's

Gloria Jeans Café'ler

Go Mongo

Goya

Gram

Grandma

Grandpa Coffee & Eatery

Grey

Hair Mafia

Hakan Köse - Difference

Ham:m

Harvard Cafe

Havelka Suadiye

Hayal Kahveleri

Hazine Cihangir

Heisenberg Cafe

Healthyish Cafe

Hillside Beach Club

Hillside City Club

Home Cafe

Hudson

ING Cinecity Sinemaları

Isokyo

İnci Soydan Güzellik Merkezi

İstanbul Culinary

İstanbul Moda Akademisi

İstanbul Modern Cafe

John’s Coffee World

Joker No.19

Joker No.5

Journey Lounge

Juju Kuaför

Juno Cafe

Kahve 6

Kahve Dünyası

Kahvedan

Kaktüs

Karabatak

Kase No:16

Kırıntı'lar

Kiki

Komün Cafe

Kozmonot Pub

Kronotrop

Kuafor Musa Kurt

Kuaför Mehmet Tatlı

Kuaför Trio

Kuaför Yıldırım Özdemir

La Boom

La Maison

Latife Türk Kahvecisi

Lazer Optik

Le Pain Quoditien'ler

Le Petit Maison

Leb-i Derya

Little China

Limonlu Bahçe

Litera

Lokanta

Lokanta Farina

Lucca

16

BİZİ Mİ

ARAMIŞTINIZ?

HILLSIDER MAGAZINE'İ

BULABİLECEĞİNİZ

LOKASYONLAR

Lush Cafe

Maci

Makas Kuaför'ler

Mangerie

Manuel Deli & Coffee

Marcus

Maria’nin Bahçesi

Martinez

Masa Cafe

Maximilian

Mazi Plak Cafe

Medica

Medkon

Meg Cafe

Midpoint'ler

Mini Coffee Shop

Minoa Cafe & Bookstore

Misk Floral Cafe

Mixer

Moc Cafe

Moda Teras

Morgan Café

Mos Kuaför'ler

Muhit

Mambocino Coffee

Must

Mutfak Sanatlari Akademisi

Naan Bakeshop

Nabu Karaköy

Naif

Nan Şişhane

Nano Cafe

Nar Cafe

Neolokal

Neşedabad

Next

Nicole Rest.

Nihan Peker Studio

Nikol Consept Store & Cafe

Noa

Nopa Rest.

Op.Dr. Dilek Avşar Estetik Kliniği

Op. Dr. Ozan Balık Estetik Kliniği

Ops Cafe

Otap

Ottolar

Oymak Plastik Cerrahi Kliniği

Özel Hay Polikliniği

Papermoon

Park Şamdan

Pas Coffee House

Pastarito

Pastel Cafe

Patisserie Smyrna

Patika

Petra Coffee

Pinty

Play Cafe

Plus Kitchen'lar

Polivar Çiftliği

Pomelo İstanbul

Pop Up Cafe

Porte

Press Cafe

Prototype

Prof. Dr. Murat Topalan

Pucci Restoran

Raphael

Ravouna 1906 Coffee & Bar

Room & Rumours

Rudolf Rest.

S Café

Sade Kahve

Salomanje

Sanda Spa'lar

Sculpture

Secco Cafe

Seed

Seksek

Siec Cafe - S Binicilik Club

Sırçacı 14

Sivuple

Socrates Bistro

Soho House

Son Topağacı

Starbucks'lar

Suadiye Cafe

Sugar Club Café

Suinn

Sunday Cafe

Sunset

Sushico'lar

Sushimoto

Swing İstanbul

Şimdi

Tag Cafe

Tamirane

Tamirane Express Quality Food

Taps Bebek

TAV Loungeları

The Allis

The Galliard

The House Café'ler

The Muse

The Upper Crust

The Popülist

THY CIP Salonları (İst, Ank, İzm)

Toni&Guy

Touchdown

Türker Art Gallery

On Off Karaköy

Unter

Uptown Cafe Bar

Urart

Urban Cafe

Vogue

Walters Coffee

White Mill

Wom Karaköy

Yada Sushi

Yada Beach Club

Zanzibar

hillsider 109

GEÇTİĞİMİZ SAYIDA

SİZ BU SAYIDA

EN ÇOK HANGİ İLANI

BEĞENDİĞİNİZ?

Bize mail ile bildirebilirsiniz.

hillsider@hillside.com.tr

17



hillsider 110/118

18

02

03

THE

LIGHT OF

THE AMULET:

ECE ŞİRİN

Interview: İpek Kigan

@ipekkiganblog

Photographs: Emre Durmaz

Ece Şirin created a jewelry brand that became a global success and

she calls it “the jewel of the essence” instead of just jewelry.

She worked to make jewelry a symbol of the soul, by feeling that

unique amulet rather than a symbol of status. She added her

creativity, hard work and heart to the experience she had gained

working as an executive at global brands such as Coca-Cola,

Microsoft for long years after which she created the

Bee Goddess brand. The journey she set out on in 2008 with

Artemis amulet has evolved into a major brand today with

7 boutiques in Turkey, Baku and London and 40 sales points across

the world. Bee Goddess amulets adorning the bodies of stars such as

Cate Blanchett, Madonna, Kate Winslet and Rihanna brought

Ece Şirin the Elle Designer Awards and Kagider Female Entrepreneur

awards in Turkey and the Best Visionary Designer title by

Telegraph Luxury in England.

My first question was “why the jewelry sector?” and she replied:

“Because the world needed a light like Bee Goddess that is honest,

affectionate, that empowers people, shares wisdom and adds

magic to life. I arrayed the archetypal symbols,

the common treasure of humanity passing from one generation to

another for centuries and interpreted them for today, designed them

as jewelry for today's and tomorrow’s women. I intended to serve as a

channel for healing, beauty and wisdom,” and we continued...

İpek Kigan: What motivates you to produce and work

undauntedly on every subject you engage in?

Ece Şirin: I am a productive and hard-working person.

My biggest motivation is to serve. The desire to share, heal and avail

in the work I do has always made me work more and become more

authentic. I love researching, learning, and I always improve myself.

It is great to share everything I find useful in this journey with others.

When I established my own business, I had two reasons for

motivation. The first was to present a jewelry brand from

Turkey to the world in line with the experience I had gained in the

international brands and through this brand, share with the entire

world a very special treasure like the ‘Great Mother’ of Anatolia and

her love, compassion, creativity and the message of unity despite

all differences. And I realized this dream with Bee Goddess.

Today, the love and beauty of the Great Mother of Anatolia shine

at several boutiques across the world. I take pride as a creator of a

successful Turkish jewelry brand that competes with

the global giants on their platforms.

The second was my faith that the luxury should be enlightened;

I mean as an alternative to the brands that dazzle people with logos

and inflict their own values on them, I wanted it to be a brand that

would serve as a channel for people to express their own value,

encourage and inspire them in their own journey of heroism.

I called it ‘the jewel of essence’ instead of jewelry and the

‘symbol of soul’ instead of ‘symbol of status’ to bring a new

perspective. I have been whispering women only the truth since day

one: ‘There is only one you, you are a “limited-edition” jewel;

discover your own jewel of essence and let the glow of your heart

grow each passing day to illuminate the entire universe.’

Bee Goddess is a female brand. It invites people to stir their intuition

and write the myth of their own life. Female energy means soul;

beauty, power and elegance. It is great to be in the lives of thousands

of beautiful and special women. Creating eternal beauties,

touching the hearts with the essential wisdom of humanity and

empowering people is the greatest gift. The awards I received and

my success excite and motivate me more every day to tell about

women better and bring my designs to them.

You use mythology, history and the philosophies of

different belief systems while designing collections for

Bee Goddess. Can you tell us why you choose to do so?

Mythology, symbolism, amulets and the esoteric wisdom conveyed

by them are real treasures that enriches and liberates the soul.

I guide all of my designs with this wisdom. The universal mythological

symbols have been the common language of the heart throughout

the ages. The symbols are very powerful sources of energy.

They connect us with different frequencies, the sixth sense and

intuition beyond our five senses.

Amulet includes all of the objects that are believed to have

supernatural powers, keep some mysteries, protect people,

or bring good luck. Many symbols, from the evil eye to Hamsa,

are used as an amulet. The jewels originated from amulets.

The metal ornaments worn by the Anatolian women on their head are

also called amulets. Amulets used in head ornaments are believed to

protect a person from evil eyes, slander and evil things.

The royal symbol, the crown symbolizes carrying the eternal light

and spiritual light of heaven like the eternal light of the sun in

the sky and reflecting it around. The supernatural power is just

beyond our nature, limits and knowledge. Many universal amulet

symbols transfer deep wisdom to our subconscious; for example,

a red triangle increases our energy, the crescent moon stirs our

emotions; a circle gives us a feeling of protection and unity.

We change when our feelings change, anyway.

What are your next plans and goals about your brand?

We are going to open two new boutiques in September at Istinye P

ark and London. These are very important milestones.

Focusing on Neiman Marcus in the U.S., Lafayette in Qatar,

new points in Japan, strengthening them, giving training and

organizing trunk shows. In addition, I am working on Bee Goddess

Tarot Cards and the Book of Amulets.

Who do you think has carried your designs best so far?

Cate Blanchett, Kate Winslet, Beyoncé, Madonna, Elton John,

Rihanna are my favorites. Other than that, Rita Ora,

Kate Moss, Cara Delavigne, Alicia Vikander, Amanda Seyfried,

Naomi Harris, Natalie Dormer from the Games of Thrones,

Empire’s lead actress Taraji Henson, Olga Kurylenko and

Eleanor Tomlinson, Donna Karan, Venus Williams, Maria Sharapova,

Paris Hilton, Kylie Minogue, Jourdan Dunn and Karolina Kurkova are

among the most beautiful stars of Bee Goddess amulets.

What moments in your life make you feel the happiest?

Apart from the family moments of love and sharing,

my business’ growth and the achievements and awards we won on

international platforms.

If you had a chance to meet a mythological character,

who would you like to meet and what would you like

to learn from them?

I would like to meet Hermes and learn the secrets of alchemy

from him.

Which jewelry do you like wearing the most? Why?

They all have their own uniqueness. My first amulet

when I began this journey was Artemis. In mythology,

Artemis represents the perfect woman that stirs and motivates

women's female energy and power, the mother goddess that is a

healer, compassionate and powerful, the eternal young girl,

the free woman that stands on her own feet. Her esoteric meaning is

a spiritual re-birth. She is a queen bee. Artemis serves as a channel for

people to find their purpose of life, strengthens our intuition a

nd opens the eyes of our heart; it encourages us in our journey of

self-realization and invites us to new adventures.

I think success, diligence, creativity, entrepreneurship

are some of the words that describe your life.

Can you please complete the missing words?

A woman's nature i.e. love, beauty, compassion.

Our wisdom is the wisdom of the heart. We are the heart,

the womb. Meeting the inner-goddess, recognizing her means

recognizing the heart and starting to use her miraculous power.

Leading a heart-centered life means combining the heart and the

mind at all times. All of these powers have been bestowed on women.

Woman means miracle; they should never forget that. Bringing a child

into the world means bringing a soul into the body. We should protect

our female power, our own miracle. The future can only be built on

love by women with such consciousness. The nature of the light and

the source of the power we will add to the world are compassion,

beauty, creativity and wisdom.

CARTAGENA

THE MAGICAL

REALITY OF

MARQUEZ

Article: Ayşe Kaynarcalı

ayse@sacred7travel.com

It is a morning in December in 2018.

I am following the trace of Marquez, in the land where he was born. In

the city that inspired his novels. Early hours of the day.

I am at the park overlooking the Inquisition Palace built in the

late colonial style at the Bolivar square. I take a break by the Latin

America's hero Simon Bolivar's sculpture and watch the pigeons

fly around.

Even though my Cartagena is a single region,

the city consists of two separate centers very close to each other.

“Bocagrande” is the one by the sea, a skyscrapers region where

hotels and shopping malls line up along the long beaches.

This region reflects Cartagena's young and dynamic face.

I stay at a chain hotel embracing the endless blue of the

Caribbean Sea that arouses the feeling of being in the sea

when I open my eyes and I go there only to sleep.

During my three days of stay, I run to the historical region

“Ciudad Amuralla” inside the walls of the old city at every

opportunity. Because this is the exact spot where the characters

called by Marquez came to life.

When you enter “Ciudad Amuralla” through the gate where the

famous watchtower is situated, the square behind the tower, Plaza

de Coches’ coaches with white horses welcome its guests. In the

buildings and atmosphere that give the impression that they froze

in the 16th century, accompanied by the sound made by the coach

echoing on the cobblestones, you set out on a misty and romantic

journey into the depths of the history. It is as if you had a role in the

“Love in the Time of Cholera” movie and find yourself performing

your role duly without knowing it. Because you are in a world of

magical realism.

With its spotlessly clean streets which are under the title of UNESCO

World Cultural Heritage, yellow, green, orange, red, colorful houses

and patios with hanging fuchsia and salmon pink Bougainvillea

which make you want to take photos constantly, this city has an

indescribable appeal.

An old and quite chubby Cartagena woman sells watermelon and

mango by the yellow wall of a church, young girls with big bosoms

joke around in front of a cafe at the corner, street musicians playing

Latin songs at another corner hail you with a smile. You feel alive

While you prepare for a new discovery into the local flavors after

passing by few chic and expensive boutiques and leaving the freshly

ground flagrant Colombian coffee to the next break, you come face to

face with the famous Colombian painter Fernando Botero's sculpture

“Reclining Woman” at Plaza Santo Domingo square. My god!

The sculpture of one of the famous artists alive is here,

on one corner of a square. Even touching his work gives pleasure.

Street painters, street musicians, mime artists, tropical fruit vendors

give the city an air of a fair. The city reflects a different color,

elation to its curious travelers every hour of the day. When passing

from one street to another, the buildings with the traces of the

colonial period, uniquely different and amazing doorknobs of the

houses, musicians with missing teeth and lines of a hard life on their

faces and smiling with their eyes absorb you into a magical reality,

and I see the characters in the novels of Marquez, the entire

Latin America’s “Gabo”. The friendly people of the hot climate

of the Caribbean Sea make people love the city more easily.

Although there are several squares where the heart of the city beats,

the center is Plaza Santo Domingo in my opinion.

Among the churches you will see during a walk where you can

see the most beautiful examples of the colonial architecture,

the most eye-catching church is the Santo Domingo Church which is

also the oldest church in the city. It is actually known that the original

church was at Plaza de los Coches for a while but burned to ashes in

a fire that broke out during the invasion of the city and was re-built at

Plaza Santo Domingo in 1552.

San Pedro Claver Cathedral is one of the spectacular and must-see

buildings decorating another square of the city. The Catalan San

Pedro Claver that lent his name to the cathedral was a priest who

came to Cartagena in the 17th century. He would wait at the port

while the ships carrying thousands of African slaves approached, and

he would enter the cells to help them with medicine and food and

pray for them. He is known to have baptized 3000 slaves. There is also

a sculpture of him at the square depicting his support to the slaves.

One Hundred Years of Solitude

When the Spanish first came to Cartagena in the early 16th century,

there were indigenous people called Zenu living in the lagoon.

When those that came from Cartagena in Spain were the majority in

the area, they were named here as “Cartagena de Indias.”

A center for centuries for the gold, silver, precious stone, coffee

and spice trade in South America, Cartagena de Indias constantly

went through invasions, was burned down and looted during the

history. The Spanish rule surrounded the port city with walls against

invasions in the 17th century where precious metals that were seized

from all South American locals were transported to Spain.

A nine-kilometer portion of the 11-kilometer walls built by working

thousands of African slaves to death is still intact today.

Until the mid-1800s when slavery was abolished, slaves brought

from Africa used to be sold at the market at the entrance of the city.

The gold museum at the Bolivar square, Museo Del Oro Zenu almost

sheds light on the source of the ongoing agony of the city since the

16th century. The society paid the price for having tremendously rich

resources, precious metals with blood, pain and lives throughout

history.

The Symbol of the City, Palenquera Fruit Sellers

Who are the black women smiling with bowls full of fruit on their

head, whom we see in all Colombian guides, in thousands of gift

items and who are the most popular promotional logo of Colombia?

“Palenqueras” we see on Cartagena’s historic streets...

San Basilio de Palenque, which is one hour away from Cartagena,

became one of the first cities where the African slaves declared their

independence and began to live in the early 1700s. The people of

Palenque who managed to protect their culture, traditions and belief

system and enlivened their origins were faced with a major problem,

although they succeeded in something no other city could. They

were isolated from the rest of the society, their access to resources

was restricted, and they became poorer and grew desperate day by

day. In the face of poverty, the Palenqueras decided to make use of

something that was abundant in their land: Exotic Fruits.

The Palenqueras filled the hand-woven baskets with tropical fruits,

put on their traditional African dress and set out for a long and

tiresome walk toward Cartagena. There, they sold fruits to Cartagena

people under the burning sun until their baskets were empty. Over

time, the fruit selling turned into a stable source of income for

San Basilio de Palenque. Days passed, the journey continued and

Palenqueras wrote their name in the history of Cartagena and made

themselves the most important symbol of Colombia.

The colors of Cartagena are countless. Another symbol I have never

seen in another city is the colorful Chiva buses. Chiva buses used to

be known as the symbol of the Colombian culture since the early 20th

century. Meaning “goat” in Spanish, Chiva used to be the buses that

could climb the most challenging mountain roads in the past and

later turned into moving vehicles in which there is live music as well

as laughs echoing under the influence of rum.

Marquez says, “Don't cry because it came to an end, smile because

it happened”. In my last hours at the city, my last stop was a

mausoleum where his ashes are kept. I was smiling when thanking

both him and Cartagena for one of the best trips I have had.

Afterwards people are asking a lot of questions. In advance, i give you

some recommendations about food & accomodation.

- Marea by Rausch Restaurant

- San Pedro Restaurant

- Restaurante 1621

And

- Sofitel Legend Santa Clara Cartagena (otel)

- Hilton Cartagena (otel)

- Casa de Alba Hotel Boutique



07 08

BLUE MAGIC

THE CURSE OF

HOPE

DIAMOND

Article: Derya Özel

Author / Diamond Expert

Do not be deceived by how dazzling it looks;

anyone who owned it had major tragedies.

Here is the creepy story of the most famous one of the rarely found

blue diamonds, the Hope Diamond...

3.5-billion year-long journey of diamond...

Did you know that some supernatural factors are required

so that a diamond is formed? For example, the pressure needed is

so high that you can achieve such pressure when you put the

Eiffel Tower on top of your thumb. Or the heat needed is so high that

you must take a 200-kilometer trip deep into the center of the world.

And this heat is approximately 1700-2000 degrees.

Not enough, right? Of course, not. If you add

3.5 billion years to this heat and pressure, you get a priceless

diamond. The first thing that makes diamond valuable for us is its

miraculous formation and the hardship to extract it from the earth.

And if it’s a colored diamond, its value increases so much more.

Since the Greeks referred to diamonds as the “tears of Gods”,

they have decorated the crowns and scepters of kings, queens and

sultans with diamonds as a show of power. Now, we give diamonds as

a gift not only to ourselves but to those we love. Such big, spectacular

and precious stones derive their name from where they were

extracted or their owner. I don’t know if you believe in luck or curse,

but the article you will read now is decorated with astonishing details

of one of the world most famous stones.

The Eye of Goddess Shiva

In the mid-1600s, a 112-karat blue diamond that was the third eye on

the forehead of the sculpture of Goddess Shiva in a temple in India

was stolen. This priceless stone passed to the hands of a precious

stones merchant Baptiste Tavernier during his visit to India.

Tavernier sold this treasure to the King of France, Louis XIV along

with five more precious stones. Tavernier was entitled as a baron for

bringing the treasure to the king and he fell as the first victim of the

stone. Jean Baptiste Tavernier was later brutally attacked and killed

by dogs in Russia where he went to look for precious stones.

When King Louis XIV wanted the diamond to be cut again so that it

shines more in 1673, the blue diamond fell to 67.50 karats.

The French King Louis XIV loved this diamond so much that he

dazzled the eyes with his blue diamond around his neck at every

event he attended. The blue diamond began to be called the

“French Blue” or the “Blue Diamond of the Throne.”

After the king began to carry the blue diamond, all of his children

died one after another when they were little, and

the king himself died of necrosis.

From Pomp to the Guillotine...

Maybe, the first person who believed in the curse of the diamond

was King Louis XV. After the death of Louis XV, who never wanted to

wear this shiny large blue diamond, it was inherited to

Louis XVI and Queen Marie Antoinette. This historically famous couple

who loved the blue diamond and ostentatious life were caught and

executed by guillotine when trying to flee the country after the

French Revolution in 1789.

The Blue Diamond was stolen in 1792 along with the other jewelry

belonging to the crown. Finally, it was found in England in 1839.

Somehow, the blue diamond passed to the hands of the diamond

seller Wilhelm Fals from Amsterdam, however, his son Hendriks Fals

killed his father and stole the diamond. What do you think befell this

good-for-nothing son? He committed suicide.

In 1901, when a diamond called the “Hope Diamond”

was registered in the precious stones collection of Henry Philip Hope,

all eyes turned to this diamond. This cursed stone, which was known

as the “French Blue” for years, so derived its next name.

The “Hope” diamond brought bad luck to the Hope Family, too.

After the financial disasters they had, the diamond was sold by

Hope Family to its new owner French Jacques Calot, who also

committed suicide right after he bought the diamond.

The blue diamond was this time seen on the neck of a dancer called

Mademoiselle Landre. A Russian prince gifted the priceless jewel to

his beautiful lover, however, Mademoiselle Landre's troubled lover

killed her after a big fit of jealousy.

From the French Blue to the Ottoman Blue...

A jewel, which had covered such a distance,

decorated the neck of that many kings and queens,

would surely come to the land of the Ottomans. Of course,

Abdulhamid II, who adored jewelry, bought Hope Diamond,

about which he heard so much, from a Greek diamond seller for half a

million dollars in 1908. The curse of the diamond must have come out

so quickly that Abdulhamid II was dethroned the following year.

The Greek jeweler who sold the blue diamond to the

Ottoman Sultan also took his share from the curse and lost his life

with his wife in an accident.

At that time, the next owner of the blue diamond offered for sale as

the “Diamond of Abdulhamid II” became the famous jeweler

Pierre Cartier. But, Cartier had bought the jewel not to own it, but sell

it. In 1910, he sold this precious jewel to the owner of

Washington Post newspaper Evalyn Walsh McLean.

Evalyn Walsh McLean could not stay away from the diamond

even for a moment and was almost mesmerized by it.

She believed so much that the blue diamond brought

good luck that she had to be persuaded to take it off her neck when

she was having a goiter surgery.

Accident, suicide, madness...

It turned out that the blue diamond did not bring good luck as

Evalyn Walsh McLean believed. First, her mother-in-law died

followed by his nine-year-old son Vinson, who was run over by a car.

Afterwards, her twenty-five-year old daughter died of an overdose.

Her husband left her for another woman and was confined in an

asylum after a while and died there. The blue diamond was sold to

pay Evalyn Walsh McLean’s debts two years after her death due to

pneumonia. At the auction, the diamond was bought by the famous

jeweler Harry Winston from New York. Winston donated the diamond

to Smithsonian Institute in Washington to end its curse.

The diamond was taken by a cargo carrier named James Todd to

Smithsonian in a light brown box on November 10, 1958.

At an accident James Todd had later, his legs were crushed and he

had head trauma, and his house burnt to ashes.

The most recently called the “Hope Diamond”, which used to be

the “French Blue” once upon a time, is still displayed at Smithsonian

Institute in Washington without harming anyone.

The book of Claudia de Lys titled “The Giant Book of Superstition”

says that according to a typical Eastern superstition, owning an

extremely large diamond is believed to bring bad luck always.

I don’t know what you would call the tragic story of the

Hope Diamond - a superstition or the curse of Goddess Shiva.

But don’t you think it is a bit curious that this list is too long to be

just a coincidence?

CITIES TO LIVE

POPOS: SAN

FRANCISCO'S

MERRY CORNERS

Article and photos: Nihan Vural

www. istanbultravelogue.com

THE TRANSFORMATION OF MODERN CITIES

As a tourist guide living and working in Istanbul, I can say that I have

hosted guests from all around the world. When it comes to urban

transformation and gentrification, it is impossible to miss that there

is an ongoing transformation in several large cities at the same time

across the world. The large cities of the modern age designed with a

focus for cars as well as the opportunities that came along with them

underwent a drastic change starting from the end of the World War

II. Fortunately, our increasing desire for living in more humane cities

stands against the desire for advancement and economic growth

internalized without questioning under the shadow of modernization,

and even the reflex of worshiping technology.

WHO OWNS THE STREETS?

As individual freedom increased, public spaces available for urban

experience naturally sprawled, transformed and flourished.

As we changed, our cities changed with us; as the concept of city

changed, we, the city-dwellers, changed with it. In order to protect

our city and make it our own, we had a difficult journey from the

“Reclaim the Streets!” movements against the car arrangements

in London in the 1990s to “Occupy!” protests of the activists that

pounded at Wall Street's door in the 2010s. Not only western cities

but also other cities across the world went through a concurrent stir

and awareness. Afterall, streets belong to us!

THE DREAM OF A LIVABLE CITY

Some western cities were supposed to be somewhat a good template

for “a livable city” dream with parks, bike lanes, squares, recreational

and entertainment areas, events and neighborhood collectives. The

overall picture of the world cities changed as the demand increased

for walkable cities, eco-friendly environmental planning that cares

for our planet, architectural designs and implementations that allow

creating and maintaining small communities that strengthen the

sense of belonging, physical arrangements that allow people from

all walks of life -disabled or not, of any age, with any worldview, from

any class- to exist in the public space.

U.S. CITIES AND POPOS

I first noticed POPOS in New York... These were like liberated areas,

so to speak, that were squeezed between skyscrapers. These pocket

areas with shade, green and water seemed to offer a fresh breathing

area to New Yorkers, especially plaza workers during lunch breaks,

coffee-smoking breaks. Some corners were taken over by the

sculptures of famous artists. “So, what were they? Who designed

them and financed them?” I started asking myself at the time.

I was in San Francisco when I learned about them.

San Francisco is one of the special cities of the U.S. geography.

I am not talking about its Victorian-style houses, iconic red bridge, or

romantic cable cars with clanging bells. It is really an extraordinary

city, with its bike-friendly city plan despite 49 hills in a car-worshiping

geography bound by long roads, cosmopolitan texture, liberal spirit

that arouses the feeling that anything is possible in life, imagination

that built today’s high-tech world, and a protest presence. It is

possible to dream of a more livable city here! When compared to

Istanbul, it is filled with city views we still lack: vast parks, artwork on

the streets, free events, murals cherishing the Mexican art tradition,

festive mass protests, festivals, farmers markets, street parties,

concerts and movie nights at parks, streets regularly closed to vehicle

traffic and opened to pedestrian traffic... What else do you call this

other than a heavenly city texture?

POPOS

POPOS stands for “Privately-Owned Public Open Spaces.” It aims to

create quality common spaces in a sufficient number and variety to

meet the needs of the employees working in downtown, visitors and

city residents. Private companies located in downtown open public

spaces in their property. They, of course, don’t do so out of their good

heart. If they design public open spaces, they are granted zoning

permit to build higher buildings.

These privately owned and maintained spaces appear to have

different functions on different scales as plazas with shade, green

terraces with a view, sunny courtyards, winter gardens and parks.

These areas offer free Wi-Fi as well as serving for food, coffee and

bathroom needs, allow pedestrian circulation and are successful at

appealing to not only plaza employees but also families as they have

playgrounds. It is possible to do activities such as walking, resting,

yoga, reading, playing chess or mass protests. Artworks displayed

soften the angles of the skyscrapers that overwhelm people under

their shadow and soothe the painful relationship of the city-dwellers

with these jungles of glass, metal and cement. Inviting spaces full of

surprises...

POPOS: FROM THE PAST TO THE FUTURE...

The Crown Zellerbach building built in 1959 is the city's source of

pride as it gave San Francisco its first POPOS. According to the bonus

system put into practice by San Francisco Planning Organization in

1968, a ten-square meter construction area permit was being granted

in addition to the area permitted by the Zoning Plan for each square

meter area designed for the public. The public interest concept is an

important awareness. However, the real change took place in 1985.

1985 Downtown Planning made POPOS a legal requirement with

systematic regulations. Things got quite cheerful with a 50-squaremeter

additional construction area permit issued for each square

meter of public space!

PERCENT FOR ART ORDINANCE

Do not think that POPOS are just terraces and plazas with tables and

chairs! A great beginning was made in 1932 by establishing an Arts

Commission to create a public collection. In 1969, the Art Enrichment

Ordinance was issued which aimed to create a funding mechanism

for an art collection to be created for display in public spaces. 1985

was again, a critical year: The Percent for Art Ordinance required

investing an amount equal to 1% of the costs to art projects for

new large-scale constructions in downtown. This amount could be

deposited into a foundation or used to purchase artwork to beautify

the spaces. It’s like a dream!

SAN FRANCISCO'S HIDDEN COLORFUL CORNERS

FOUNDRY SQUARE Howard St. 400. Richard Deutsch's

“Time Signature” and Joel Shapiro's “Untitled” sculptures make their

marks on the square.

SALESFORCE PARK Fremont St. 181. It is the largest

terrace park of the city extending across a

22-thousand-square-meter area with a botanical garden,

children’s playground and amphitheater and it is situated on

the upper floor of the Transit Center. The works of several artists,

primarily the works of conceptual artist Jenny Holzer, are displayed

inside the Transit Center and at the park.

SAN FRANCISCO’S ICON Howard St. 543. You will find one of the

heart sculptures, which is a classic in San Francisco, on the terrace

floor of the company named Galvanize.

A LITTLE BIT ABOUT SCULPTURES Mission Plaza 555. Ugo

Rondinone's “Moonrise sculptures: March, October, December” and

Jonathan Borofsky’s “Human Sculptures”, which remind of lego

towers make this plaza, squeezed between skyscrapers, smile all

year round.

REFİK ANADOL Mission St 350. Media Artist Anadol’s media work

“Virtual Descriptions: SF” reflects the data related to city on screen

in a poetic way.

SHAW ALLEY Anton Josef Standteiner’s playful sculpture

“the Band” stirs the Shaw Alley.

YAYOI KUSAMA Tehama St. 33. “Flowers that bloom at midnight”

sculpture by the famous artist Yayoi Kusama, also known as the

Polka-Dot Queen, is a must-see!

TRANSAMERICA REDWOOD PARK The Redwood park is in the

shadow of the symbol of San Francisco finance center,

the cute Transamerica Pyramid, which was considered to be the

highest skyscraper of the city for a long time, and it paints the

skyscrapers neighborhood in green. Glenn Goodacre's

“Running Children” and Richard Clapton’s “Jumping Frog”

sculptures decorate the park.

ROOFTOP DECK Sansome St. 343. The terrace both hosts Joan

Brown’s “Four Seasons” obelisk and it offers a city view worthy of

Instagram.

MY FAVORITE Sansome St. 1. Citigroup Center opened to public a

pure-white marble plaza having a classic arch decorated with palm

trees. The father of Alexander Calder, who is famous for his kinetic

sculptures, sculptor Stirling Calder's “Star Maiden” dazzles the eye.

Star Maiden sculpture’s face was inspired by Audrey Munson who is

considered to be the first American supermodel. Munson, despite

being the beautiful face decorating several public buildings in New

York, portrays America's Golden Age with her ill fate.

APPLE Union Square. The Apple store which was opened a few years

ago is like a glass temple with a POPOS jazzed up

by Laura Kimpton's LOVE sculpture.



11/1

11/2

LET'S

FLY THEN...

Interview: Rana Korgül

ranakorgul@gmail.com

Portrait: Cebrail Özmen

Our eyes would always catch the children

with kites on the rooftops overlooking

Mesopotamia every time we visited Mardin.

Watching their efforts, excitement and

cheer made us smile as well.

The beauty of the kites that reminded us of the child within us

was also impressive. The kite designer

Zahit Mungan talks with us from Mardin...

“Hi, I am Zahit Mungan. I am 28 years old.

I live in Mardin where I was born and grew up.

It would not be wrong to say that I have not had any occupation that

fitted my education. I opened my eyes to the kites.

I have been making kites since I was five years old and

I am interested in anything related to kites...”

What is your educational background?

I studied computer programming and web design.

However, as I said, I put this side into use if it is necessary for me.

I don’t do it professionally.

How did your affinity with kites begin? I think your city

Mardin had an influence on it...

When I was a child - I believe everyone has at least one such

memory from their childhood - I used to fly plastic bags like kites.

It didn’t last long, and I began making hexagonal kites right away.

During those days, I used to make kites by using waste materials and

materials I bought by saving my allowance. I used to watch for my

father disappearing around the corner on his way to work.

Then, I would go up the roof to check the direction of the

wind with a plastic bag I tied down on a post and fly the kites

I hid in various places of the house. After a while,

I found a kite club on the Internet one day. Being in contact

with people who loved kites definitely widened my horizon from a

professional point of view. With trials and errors, reading

and research, and mathematics that constantly occupied my mind,

my hexagonal kites were replaced by 3-D design kites.

As for the influence of Mardin, I would say a lot if I were to

say this only; if I can send my kites to the sky in many places in the

world, it is because of the inspiration I get from Mardin where

I opened my eyes for the first time...

What a nice way to put it!

Can we call you a kite designer?

I think we can, considering that I transform all the ideas churning in

my mind into kites.

So, what do you like most about flying kites?

Both creating a new design and the heartbeat caused

by the question “Did I succeed?” in something that does not tolerate

even the slightest mistake...I love this! Besides,

I get to meet a lot of people both here and abroad.

This way, new ideas arise, which is a good thing...

Your dreams, inspirations reflect on your kites.

Can you please share your source of inspiration with us?

My biggest source of inspiration is Mardin. Most of my kites consist of

elements symbolizing Mardin, anyways... such as Mardin's silhouette,

basilisk, mules and pigeons... I will continue to release anything

known/less known about Mardin into the sky in the form of kites.

This sense of freedom must be great!

You organize workshops, movie screenings.

What are they about? Can you tell us a little about them?

We talk pleasantly about kites. However,

it is an old practice that begins to be forgotten, unfortunately.

How many children make their kite as in the old times now?

I attend workshops organized all around the country as a trainer to

eliminate the possibility of being forgotten and make this culture

permanent. We organize these training sessions and tell school

children about the history and significance of kites with documentary

movie screenings in Mardin.

On Instagram, we also see you at festivals abroad.

Can you please tell about them?

I represent Turkey with my kites in several countries across the world.

I went to Malaysia, Thailand, India and Ukraine. It makes me proud...

I have also been to the countries that are taking the lead by

organizing great festivals. Thanks to the new friendships,

acquaintances I have made there, and my kites winning recognition,

more and more festivals started to invite me. Most recently, I

have been invited by and preparing for Cape Town South African

International Kite Festival between October 22 and 28.

Is there any media that you want to combine and

bring together with kites?

I shot aerial photos of Mardin with a camera or mobile

phone I tied on my kites when the aerial photography

technologies were not developed enough and opened an

exhibition with these photos.

Also, last year, a short feature was filmed named In

Pursuit of a Kite which won the top prize in several competitions. It

was received with great interest. There is nothing else for now.

Maybe, some ideas may arise, and a totally different thing

may come up. Who knows!

Do you have a role model? If you do, we would like to know why...

My Dutch friend Albert Trinks. He is a kite flier.

He does not have a lot of kites but every one of them is a work of art.

He cuts and sews each of his portrait kites one by one in different

colors. He dyes colorless fabrics with fabric dye. Among his works is

the Afghan Girl kite and so forth.

Can you please tell about Mardin as someone

who was born and grew up here and lives here? What do you

think makes this city attractive and fascinating?

If it were not for Mardin, I wouldn’t have my kites! Mardin is a city

that was home to several civilizations, old wisdom and it smells like

history and arts. Also, there is a spell in this city that cannot be put

into words but can only be felt, and I believe anyone who feels this

spell in the heart is an artist here!

FESTIVE

WINDOW

DISPLAYS

Article: Berna Gençalp

bernagencalp@gmail.com

More than A Pedestrian: Flâneurs and Flâneuses

The Poet Baudelaire gives the name “Flâneur” to people who keep

observing the city and the crowd while wandering on the streets with

a preoccupied mind. Walter Benjamin studies flâneurs in academic

studies... So how about me? A flâneur is an urban male, not me.

Calling people like me “Flâneuse”, studying women who experience

the city did come to the minds later, thankfully! Because it is not only

the man who pace the streets of the cities... There is more to being

a flâneur or flâneuse than being a “pedestrian.” A pedestrian looks

at his own business, while a flâneur or flâneuse looks around with

curiosity... Those who do not view the surrounding on autopilot,

those who look and think are called a flâneur or flâneuse,

or düşünür-gezer (thinking wanderer), as suggested by Ünsal Oskay.

City, Human, Window Display

As of the 20th century, we have cities that vertically ascended and

enlarged in area with big crowds. People working at regular jobs and

living on a regular income wanted to socialize, entertain, go to parks,

plays, museums, exhibitions and concerts, in short, get out of the

routine in precious moments outside the working hours.

They also wanted to shop because the entire production is made

for them to buy. The window display designs of the stores became

important during that time. Some window displays took one step

further than displaying products. Today, for example, the window

displays of some stores in cities like Paris, London, New York and

Tokyo can be as attractive as the city’s museums, galleries and

squares. You can’t just pass by them quickly. They make you look at

them, surprise you, make you think, and give an aesthetic pleasure.

So, how is this possible?

Today, some major brands use their window displays as a stage, so to

speak, to establish a new relationship between the space and people.

For this, they have modern artists create a design or a work of art for

their window displays. For example, the window display designed by

Tokujin Yoshioka for Hermes is among the unforgettable works in this

category. In the window display there is the face of a woman covering

the entire screen and a flying scarf. In addition to Hermes’ uniquely

interesting window displays, we should not forget Louis Vuitton’s,

Anthropologie’s and Nike’s striking window displays, either.

And At Home...

As I have learned from Gökhan Akçura’s research, Istanbul met

window displays with the branches of foreign stores opened in

Pera in the 19th century. In fact, Istanbul has always been a center of

commerce but the store owners did not have the habit of installing

a window display. They would keep their best products in a corner

and bring them out only for their special customers, instead of

displaying them. Again, as Gökhan Akçura says, window display

competitions were held in Istanbul and Ankara to promote especially

domestic products under the Saving Week events in the 1930s, and

the Anatolian and European side had separate top winners in the

competition in Istanbul. I also learned from the same research that

window display competitions were held in Adapazarı, Zonguldak and

Konya, too. A class was opened at the Academy of Fine Arts called

“Window Display Arrangement” once, but the class, as well as the

competitions, unfortunately were interrupted and did not continue.

Against all the odds, Istanbul still has some unexpected beauties to

offer a flâneuse like me. One, for example, is right in Karaköy...

My eyes are delighted at the same corner for almost ten years now,

and it defeats the city’s gray-noise. This is because the corner window

display of Karaköy Restaurant has been home to the finely-thought,

colorful, striking designs of my friend Pınar Akkurt for all this time.

Pınar calls her creation “space installations and sculptures” and

introduces herself as a designer focusing on upcycling.

She designs and produces special installations on demand for various

events, and places such as offices, hotels. She is actually wandering

in the gray zone between art and design. She especially works on

projects focusing on upcycling as well as seminars, judge duties and

doing workshops at home and abroad. She is occupied

with establishing an Upcycling Library where she can share old

and new production techniques, methods as open-source with

examples. In 2015, she displayed a selection of her designs for the

corner window display of Karaköy Restaurant at art Sümer Gallery.

She participated in Design Week Turkey with her exhibition called

“Upcycling Center.” She participated in Brussels Design

September with three of her works.

A Corner Window Display in Karaköy

The narrow and long window at the point where the restaurant and

the side street meet displays not a product sold by the restaurant but

a creative vision. When I asked her what she did, how she did it, about

her design and production process, she answered as follows: “I have

designed over 30 installations so far for the corner window display of

Karaköy Restaurant. To create a repeatable and meaningful context,

I began to design the installations only with kitchen utensils and

kitchenware with the idea that they should represent the essence of

the restaurant i.e. the kitchen.

I am trying to produce unusual new forms with simple, usual

materials. I contemplate on the color and third dimension.

Usually, I go for a stroll, look around, observe with a form or a

movement in my mind and come back to my workshop with a few

sample materials. With these materials, I experiment, make mock-ups

to design the main structure. I make a sketch of it on the computer

and make the production details. Sometimes I, but most of the time

Osman Usta, implements it. We put it in the window display, its photo

is taken, cards are printed and I start thinking about how I should

do the next one. As the number increased, I began to try different

materials and production methods to enrich this language, and add

movement and optical illusion to the work. I am not after a grand

impression; it is enough for me if my works arouse a small thought or

feeling in the beholder, or get them out of their routine. It would be

a plus if they made them say ,”I can do this, too.” A person visits an

exhibition deliberately, but those in public spaces are usually surprise

meetings. Small or big unexpected surprises in public spaces,

serendipities add color to daily life, they inspire.”

Notes For Those Who Are Interested

-To see all the works of Pınar Akkurt www.pinarita.com

-To see the videos of Pınar Akkurt’s works https://vimeo.com/

user41861450

-For Reading: Paris Spleen from Baudelaire and

Passages from Walter Benjamin

-

Gökhan Akçura’s article on window display history of Turkey;

The Art of Hunting the Eyes: Introduction to Window Display History

of Turkey https://manifold.press/goz-avlama-sanati

-For a great talk on walking in the city as a woman and literature

https://medyascope.tv/2019/06/17/sehir-hepimizin-127-senemtimuroglu-ile-kentte-yurumek-flanor-ve-flanoz/

-Hermes’ window display of a woman blowing on a scarf designed

by Tokujin Yoshioka

https://www.youtube.com/watch?time_

continue=9&v=hMwFuZuDmBA



11/3

12

EVERYONE, PICK A SHELTER!

THE ART

BOMBARDMENT

IS ABOUT TO

BEGIN!

Article: Özlem Gökbel

@ozlemgokbel

As of September, there is a significant bombardment of art event at

an everincreasing pace in Turkey each passing year.

One of the most important ones among the beautiful art events is

the exhibition of the artistic genius of the 20th century Picasso at

İzmir. Arkas Art Center will host the works of one of the pioneers

of the cubist movement, the Spanish artist Pablo Picasso between

September 18, 2019 and January 5, 2020. Created with a curatorial

concept, the Picasso & Performance Art exhibition will zoom in on

performing arts’ influence on Picasso's art through the great master’s

83 significant paintings depicting the performance world, costumes

designed by him, his sketches, sculptures and the photographs

documenting his close ties with several artists including writers,

poets, and musicians.

www.arkassanatmerkezi.com

This year's biggest event took place in Eskisehir.

Odunpazarı Modern Museum (OMM) opened its doors to the

art lovers on September 8. Boasting an impressive design,

OMM bears the signature of world-famous Japanese architecture

office Kengo Kuma and Associates (KKAA).

The museum hosts exhibition areas, various show grounds,

workshops, cafes and a museum shop in a 4500-square-meter

footprint and it has been designed to bring people together with the

power of art that arouses interest and unites people together and

adds a different perspective to the city and the museum concept.

Make sure that you pass by the museum until December 7, if possible,

not to miss the world's leading digital art collective Marshmallow

Laser Feast's three-dimensional installation. The installation offers

a virtual reality experience that excites multiple senses and brings

technology, science and art together.

www.omm.art

Another news of the season is Arter that has turned into a

comprehensive art center with its collection, exhibitions,

multidisciplinary program and publications.

Expected with enthusiasm in the art world,

Arter presents an accessible, live and sustainable cultural and life

platform with a program that embraces all disciplines of art for

Istanbul. Arter opens the doors of its new building in

Dolapdere on September 13 with seven exhibitions

in total including works from and outside the collection.

www.arter.org.tr

Istanbul Foundation for Culture and Arts’ (IKSV) 16th Istanbul

Biennial to be held between September 14th and November 10th

focuses on the natural and cultural waste generated by humanity this

time and searches for the traces left by human activities on

Earth. Curated by Nicolas Bourriaud, the biennial's title this year is

“The Seventh Continent” that refers to the 7 million tons huge waste

with a width of 3.4 million kilometers that has formed in the middle of

the Pacific Ocean. I am sure we will see the most striking

works of this year there.

www.bienal.iksv.org

PİLEVNELİ Mecidiyeköy brings Johan Creten's exhibition

“The Vivisector” and Cleon Peterson's exhibition “Stare into the Sun”

to the viewers between September 10th and October 27th.

PİLEVNELİ Dolapdere hosts a new exhibition between September 9th

and November 2nd including Tobias Rehberger's recent works and

five sculptures exhibited before.

www.pilevneli.com

If you want a little smile with your art, stop by at Yapı Kredi

Bomontiada until November 3rd. You can see the Cartoonist Erdil

Yaşaroğlu’s first personal exhibition titled “Game” that displays his

sculptures at outdoor and indoor spaces.

One of the most authentic and creative artists in terms of the variety

of her research areas and the richness of her intellectual insight,

Canan Tolon’s exhibition titled “You Tell Me” can be visited at İstanbul

Modern until February 2, 2020.

www.istanbulmodern.org

I believe you have already paid the holy visit to Contemporary

Istanbul that took place between September 12th and 15th this year.

The exhibition, which is critically important for Istanbul,

hosted 74 galleries, 510 artists and over 1400 contemporary

works of art from 22 countries this year.

When I said art bombardment, it is not limited only to the above in

our city or country. Thank God! There are many others.

There are so many music festivals that will please the ears such as

29th Akbank Jazz Festival, great stage performances, shows at several

venues, plays at theaters to be loudly applauded, films at the silver

screen that will mesmerize us... I wish I had more space to tell you

about them... As a last word: I feel so happy that art spreads through

our cells more and more each passing day.

A NEW PAGE IN

HISTORY: THE

TIME OF SUPER

ATHLETES...

Article: Eyüp Tatlıpınar

etatlipinar@gmail.com

When it comes to sports, there is a remarkable

point that unites the conversations with friends,

statistics and the “top” lists we see everywhere in accordance

with the spirit of the age: Are we a lucky generation to have the

chance to watch the best players of all times in various sports

branches? How come do we see a lot of

“bests of the history” in this time?

According to several authorities, the best racket of all times is

Federer, whom we can still watch playing in the flesh, not by turning

the pages of an encyclopedia. His unyielding rivals

Nadal and Djokovic, again according to the authorities,

have already taken their place among the bests of the history.

As for female tennis players, Serena Williams seems to be matchless

in history. Debates on Pele vs. Maradona as the

“best football player of the history” until the 2000s now appear to

also include Messi predominantly.

Are we a lucky generation? Or have we entered a new age determined

by factors beyond luck? What is the spirit of this new age?

We asked these questions to the sportswriter Alp Ulagay who

has been living in London for some time. We asked the sports

commentator Emre Yazıcıol, sportswriter Uğur Vardan and economist

Enver Erkan for their opinion.

Alp Ulagay does not consider the coincidence of the

best names of the history in various fields being in the

post-2000 period as a mystery to be solved:

“If we consider the origin of the modern sports as of the

1850s, we have a 160-year history, which is not too long.

There were not many great athletes before 1950.

The sports actually began to modernize and become international

when the number of countries participating in the

Olympic Games increased after 1950. Therefore, the past 20-year

period since 2000 is an important part of the modern sports,

and it is not a very short time. Therefore, it should

not be surprising to have very major athletes, the bests of the

history.”

THE MAJOR CHANGE IN THE LAST 20 YEARS

The difference in the sports world of the last 20 years compared

to the previous periods can be evaluated under a few topics.

Ulagay points out to the prolonged careers of athletes with the leap in

various areas such as diet, performance follow-up, and data analyses.

Today, the most important factor that places the sports under

industrial category is the tremendous increase in the amount of

money flowing into this field.

According to Erkan, the biggest share in this growth belongs to

football, NBA, American football, Formula 1, tennis, professional

boxing and golf.

THE TIME OF SUPER ATHLETES

In such an environment, the position of the athletes also

changes. Ulagay says that we have now entered an age of “super

athletes”: “We can talk about a group of 50 to 100 sportsmen;

we are going toward an age of super athletes. Federer, Messi,

Ronaldo, Pique, Djokovic, Nadal, Williams, Le Bron James,

Harden… They all have a very high sports income (sponsorships,

advertising revenues etc.). On the other hand, they carry out this as a

businessperson, as a second career in parallel with their professional

lives. Serena Williams is a good example. She is one of the most

prominent millionaires that made her fortune by herself.

Emre Yazıcıol also thinks that we live in a special age in terms of

sports, but he adds; “The question posed to us now is whether the

bests of the history will always be ‘updated’?

If we have new Messis, Federers in the next few generations,

we can then say that we have transitioned to a new age.”

While the sports has been evolving into an industry,

the athletes have evolved into a businessperson.

Thus, it is almost inevitable that the amateur spirit, which can be

described as ”what matters is participating”, “what matters is the

race” is about to disappear. Winning is a must in the

spirit of the new age.

The dilemma of the new age:

Should we watch a TV show or sports?

Does a new change await the sports world in the coming period?

Which sports branches will be in the forefront? Yazıcıol answers

the question by highlighting our lifestyle habits changed by the

Internet and social media: “I expect sports that appeal to people's

consumption habits to be in the forefront. People cannot watch an

entire game with close attention any longer. The consumer gets

bored quickly. They have to choose between watching a gripping

TV show on Netflix and watching a tennis match.

This will be the determining factor. Sports that have a high pace,

action and that do not last long may be in the forefront.

The difference between Messi and Maradona...

According to the sportswriter Uğur Vardan, the high wind of the

industrialization that has brought the super athletes with it will not

be able to dethrone the masterpieces of the past:

“Are we being granted the best of all times? In fact,

I cannot say this approach is quite true. Yes, even if the tennis stage is

sometimes taken over by Djokovic or Nadal, it can be said that

Roger Federer is the best in the history. But, does this apply to

Messi, for example? I think not. To me, the best of all times is still

Diego Armando Maradona. There is no doubt that the comparison

level is very different. However, we still preserve what

Maradona added to football in our minds, feelings, spirit and

memories at his time, and we choose Maradona, maybe because of

his advantage of being our first love...

If we sum up, I admit that today's sports fans are of course lucky.

They have witnessed, and even continue witnessing,

the adventures of the bests in some categories. However, some areas

came up with their masterpieces in the past and their place in the

history stage may be protected until eternity.”



14

THE

POWER OF THE

ELEMENTS!

When I was about to arrive at the meeting point, I noticed a fountain

hiding behind. I don’t remember how I ran to the water and whether

I drank it or bathed in it. When I came to my senses, I was dripping

wet enough to dry in five minutes and was able to think a little.

“I think these gods are toying with me”, I said to myself.

While I was sitting by the fountain jadedly, ‘a familiar wind’ blew.

The shade I had been looking for hours finally fell on me.

When I raised my head, Hermes was looking at me with the eyes of a

naughty child. He had brought a word from Apollo! The meeting had

been postponed to another time and place. I gasped for breath and

felt dizzy for a while saying, “But, have I come all this way for nothing?

I need to write this interview for the new issue of Hillsider, please

don’t...” I think the last thing I saw was the flash in Hermes’ eyes.

He whispered, “Don’t worry. Everything will be better for you when

the time comes. Now just stop questioning and accept

what happened!”

I felt as if the earth I had sat on was not hard anymore. The heat was

not burning my skin. I opened my eyes slowly, and to my surprise,

I found myself sitting on my couch at home! If it were not for the dry,

yellow dirt rubbed on my legs and still dripping wet blouse,

I would have thought that I was dreaming.

I had returned to the real world and there was a very urgent astrology

article I had to write. I had to find new things as well. And I decided to

write on what I felt the most in Acropolis: The Four Elements!

Four Elements in Astrology

As in many things, four elements play an important role in astrology

as well. Fire, air, earth and water as the source of life! The distribution

of elements according to the signs where the planets are located in

the birth chart determines our character.

Although your rising sign, Sun and Moon signs are the most important

markers of the distribution of the elements, the real result is derived

from the elemental sum of Mercury, Venus, Mars, Jupiter, Saturn and

Midheaven signs.

If an element is above or below a certain ratio in someone's chart -

we can describe this ratio as 70% and above or 15% and below - that

element can then appear as compelling influences on that person.

This situation is more important than the balanced distribution of the

elements. If a person becomes aware of this, he/she will know what

to do to balance them!

Listening to calming music, meditation and yoga would be very

helpful to balance this overemphasis.

The lack of the element of air is the one that is the hardest to realize.

Because people with few or no planets and personal positions in an

air sign in their birth chart, love their way of thinking and only move

in the direction they know without trying to look for the most logical

and objective way. Sometimes, the lack of air may give the person an

introvert and quiet character, too. Such people may constantly think

that they are not understood, or that they cannot express themselves.

The solution for balancing the element of air is not as easy as in the

element of fire. But people are usually drawn to the element they

lack. A natural way of being complete... People, although without

knowing, may be trying to balance themselves with their spouse and

friend choices and by choosing professions on communication. Also,

regular daily outdoor walking will increase oxygen intake and help

refresh the mind.

The Element of Earth

Let's say ‘Hello’ to Zodiac’s most down-to-earth signs under the

control of the element of earth☺ Are you asking which ones? Of

course, Taurus, Virgo and Capricorn!

These industrious people know what they want, move toward the

target step by step with determination and patience, need safety in

everything in their life, have the energy of earth intertwined with the

physical senses and the reality of the material world.

Overemphasized earth may cause lack of imagination,

motionlessness, a boring and monotonous life, extremely realistic,

strict and depressive character. Choosing a light diet and regular

exercise may balance the overemphasized earth element.

The lack thereof, on the other hand, may cause

hardships such as the inability to realize the needs

of the physical body, having difficulty in jobs that

are regular and require follow-up, having difficulty in matters

such as accounting, payment planning, the inability

to complete routine works practically. They should pay more

attention to a regular diet, drinking water, sleeping, and relaxing.

One of the easiest ways to balance the lack of earth is

to get in contact with the earth - for example, taking off the shoes and

stepping on the grass, sand and earth once in a while -

and get hobbies such as ceramics, gardening, landscaping.

C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K

Article: İpek Kigan

@ipekkiganblog

I am still under the influence of my interview with Hermes in the

previous issue. That's no small matter, he was a sage of thousands of

years. When he came to me, he brought the winds of each civilization

and intoxicated me with the spell of timelessness.

My next meeting was going to be with the God of Sun, Apollo and the

Goddess of Moon, Artemis. And when I was under the influence of the

dazzling wind of Hermes, I didn’t know how I was supposed to focus

on the Olympus brother and sister who are each uniquely great.

Apollo and Artemis had invited me to Athens for the interview.

They said that there was a very important meeting at

Acropolis and if I went there - which is also a maybe - they would

see me for a short time. Of course, it would be more accurate to say

they had sent a word with Hermes!

So, I said to myself that my hands were tied, and I hopped on a plane

for Athens. It was such a hot day. Climbing up to Acropolis wasn’t

as easy as it seems, especially when the sun was scorching from the

highest point! I passed through magnificent historical buildings,

climbing up slowly.

They had told me to come to the front of the temple where Athena

and Poseidon had fought to take over the city. The sun was so high

that I couldn’t find a shade to take a breather. The thirst, the fire rising

from the earth, enveloping my entire body, and the never-ending

climb came together and they were blocking my breathing, too.

The Element of Fire

The fire signs are, as you may guess, Aries, Leo and Sagittarius.

Fire depicts liveliness, excitement, enthusiasm and the energy that

brings color to the world. The energy of life, courage and motivation

are among the descriptions of the element of fire.

Therefore, the fire signs are energetic, honest, lively, enthusiastic,

childish and optimistic. They love themselves and have high

self-confidence, they may tend to be egoistic. They enjoy physical

activities, entertainment and especially exercising.

When the fire is over-emphasized, in other words, in case most of the

planets and personal positions in the birth chart are in fire signs, the

person will be very active, restless, insistent and constantly occupied

with doing something. Having a high ego may cause them to

underestimate others, and being over-optimistic and self-confident

may lead to disillusions. In order to balance the extreme fire, a diet

consisting of cold and juicy food, grains, root herbs, consuming

calming and sleep-regulating teas like chamomile tea may help. Also,

slow exercises, gentle moves and special breathing techniques such

as Thai Chi, Qi-gong can be preferred.

Lacking the element of fire, on the other hand, is very important

because fire is the source of liveliness. They exhibit a character that

is discouraged, that does not trust in life, and far from optimism. The

good news is that fire is the easiest element to balance in case of its

absence. Actually, just doing exercise or regular physical exercises will

increase fire element.

The Element of Air

The beloved Gemini, Libra and Aquarius are air signs.

The element of air refers to communication, sociability, and the mind.

Being curious, objective, evaluating the events from every angle,

enabling everything to exist in thought first and learning refer to the

element of fire. Thus, the air signs bear these characteristics.

People with prominent air element in their birth chart usually

have a high intellectual capacity, analytical skills;

they love talking, can easily communicate, use their logic,

and they are smart, active, and curious.

However, as in all elements, over-emphasized air element in the chart

may also lead to an imbalance and have wearing effects on people.

For one thing, an over-working mind is very tiring. They may have

difficulty turning their thoughts into action. They may have a very

sensitive and active nervous system.

The Element of Water

The element of water represents all emotional reactions from

willingly embracing the entire universe to the obsessions, and from

breath-taking fears to deep and suffocating feelings.

The water signs are Cancer, Scorpio and Pisces.

The water signs are those that have deep feelings,

can empathize, those that are sensitive to the needs of others,

and highly aware of the wisdom of the universe. We should also

mention the cold and dark side of the water! Mystery, manipulation,

obsession, getting lost in the world of dreams, not setting the

boundaries, avoiding reality are the effects of the element of water

that secretly penetrate in the body.

People with the majority of the planets and personal placements in

water signs in their birth chart are those with the overemphasized

element of water. And the most distinct characteristic of this

imbalance is feeling as if drifting on a boat without a helm,

oars and a compass in an ocean. They can be giving and brave

enough to truly dedicate themselves to someone and a subject.

The overemphasis in water may sometimes cause a shy and overly

introvert character. They may lack logic and become subjective.

To balance their body that tends to swell, liquid intake must be

reduced, herbs that eliminate edema such as basil, oregano

and parsley must be consumed. They should be

cautious against the use of any substance that represses the

perception of reality and causes addiction.

The lack of water, on the other hand, may lead to psychological,

physical and emotional problems. It is hard for such

people who have difficulty in connecting with their own emotions to

express themselves. They are mostly cold and distant people.

Such people are automatically drawn to people who can easily

express their emotions to bring a balance for themselves.

Also, they appear to choose professions where they will focus on

understanding others such as teaching, psychology.

Being in contact with water, drinking lots of water,

spending time by the seaside, meditation and

especially yin yoga are the methods to balance the lack of water.

It will help to focus on areas where they can express themselves such

as artistic activities, painting, music, and writing.

Wishing that your elements be balanced,

and see you in the next issue...



Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!