You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
ISSN 2146-3069<br />
Esra ÖZ<br />
Dernekler Branşlara<br />
Ufuk Açar<br />
Nilüfer AYKAÇ KONGAR<br />
Işığın Efendisi Olmak<br />
Kağan KONGAR<br />
Kişisel Bilgilerin<br />
Güvenliği ve İnternet<br />
1 I <strong>Toraks</strong> Bülteni<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong>
İçindekiler<br />
4<br />
6<br />
Editörden<br />
Levent AKYILDIZ<br />
Dernekler Branşlara Ufuk Açar<br />
Esra ÖZ<br />
Kapak resmi: René Magritte<br />
10<br />
İşte Örnek Evrensel Tavır: Özgürlük Yoksa Bilim de Olmaz<br />
Jonathan R. COLE<br />
Türk <strong>Toraks</strong> Derneği Adına Sahibi<br />
Arzu YORGANCIOĞLU<br />
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü<br />
Zühal KARAKURT<br />
Editör<br />
Levent AKYILDIZ<br />
Editör Yardımcıları<br />
Ayşe Bilge ÖZTÜRK<br />
Filiz Çağla UYANUSTA KÜÇÜK<br />
Yayın Kurulu<br />
<strong>Toraks</strong> Medya İletişim Grubu<br />
toraks_medya@googlegroups.com<br />
Türk <strong>Toraks</strong> Derneği<br />
Adres: Turan Güneş Bulvarı, Koyunlu Sitesi<br />
No: 175/19 Oran - Ankara<br />
Telefon: +90 312 490 40 50<br />
Faks: +90 312 490 41 42<br />
Yayıncı<br />
İbrahim KARA<br />
Yayın Yönetmeni<br />
Ali ŞAHİN<br />
Yayın Yönetmeni Yardımcıları<br />
Gökhan ÇİMEN<br />
Dilşad GÜNEY<br />
Yayın Koordinatörleri<br />
Esra GÖRGÜLÜ<br />
Ebru MUTLU<br />
Betül ÇİMEN<br />
Nihan GÜLTAN<br />
Zeynep YAKIŞIRER<br />
Mali İşler Koordinatörü<br />
Veysel KARA<br />
Proje Koordinatörü<br />
Hakan ERTEN<br />
Proje Asistanları<br />
Büşra KALKAN<br />
Duygunur CAN<br />
Grafik Departmanı<br />
Ünal ÖZER<br />
Neslihan YAMAN<br />
Kübra ÇOLAK<br />
İletişim:<br />
Adres: Büyükdere Cad. 105/9 34394 Mecidiyeköy, Şişli, İstanbul<br />
Telefon: +90 212 217 17 00,<br />
Faks: +90 212 217 22 92<br />
E-posta: info@avesyayincilik.com<br />
Yayın Türü: Yerel Süreli<br />
Basım Tarihi: <strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong><br />
Basım Yeri: ADA Ofset Matbaacılık Tic. Ltd. Şti., Litros Yolu,<br />
2. Matbaacılar S. E Blok, No: (ZE2) 1. Kat Topkapı, İstanbul, Türkiye<br />
Telefon: +90 212 567 12 42<br />
12<br />
14<br />
15<br />
16<br />
20<br />
22<br />
24<br />
Solunuma Bağlı Meslek Hastalıklarının Önlenmesinde<br />
Solunum Koruyucu Seçimi ve Önemi<br />
Dalım DÜNDAR YAVUZ<br />
MYK Toplantılarında Neler Oluyor?<br />
Pınar ATAGÜN<br />
Türk <strong>Toraks</strong> Derneği Kış Okulu<br />
Dursun Ali KABA<br />
Farkına Varın... Bir Çocuğun İmmün Yetmezlik<br />
Hastalığı ile Yaşlanması<br />
Murat ERGİNSOY<br />
G20 Devlet Başkanlarına ve Hükümetlerine Çağrımızdır:<br />
İnsan Sağlığı için Harekete Geçin, Temiz ve Sürdürülebilir<br />
Enerji Kaynaklarını Seçin!<br />
Temiz Hava Hakkı Platformu, Türkiye<br />
Her Şey Sermaye İçin Sevgilim<br />
OSMAN ELBEK<br />
Işığın Efendisi Olmak<br />
Nilüfer AYKAÇ KONGAR
Dr. Annik Rouillon Anısına (1929-<strong>2015</strong>)<br />
Yeşim YASİN<br />
Biz Kuş Muyuz Yoksa Tavuk Mu?<br />
Mustafa ÇETİNER<br />
Prometheus’un Hediyesi; ATEŞ*<br />
Süda TEKİN KORUK<br />
Amok! Amok! Amok!..<br />
Haluk ÇALIŞIR<br />
Mahşerin Bir Kısrağı: Tomris Uyar<br />
Hepgül ÖZDEMİROĞLU<br />
Kişisel Bilgilerin Güvenliği ve İnternet<br />
Kağan KONGAR<br />
Konuşmanın Evrimi<br />
Emel KURT<br />
Ramazzini’yi Düşünmek...<br />
İbrahim AKKURT<br />
İçimizdeki Sürrealizm(!)<br />
Buğra KERGET<br />
Nemrut’un İzinde<br />
Gamze ASLAN<br />
Tuba Liman Anısına<br />
Salih TOPÇU<br />
30<br />
32<br />
34<br />
36<br />
38<br />
40<br />
45<br />
48<br />
50<br />
52<br />
54<br />
Çetin Altan’ın Anısına
Editörden<br />
Levent AKYILDIZ<br />
Hayatın çeşitli yönlerinden renklerle, yazılarla, hüzünler ve giderek az bulduğumuz sevinçlerle yine merhaba...<br />
Magritte gerçeküstü sanatın değerli adlarından... Öpücük /The Kiss başlıklı çalışmasına bülten kapağında yer verdik...<br />
Umarız ki çağrıştırdıkları gerçeküstü beklentiler olarak kalmaz...<br />
Edip Cansever’in şiiri ile sevgi ve selamlarımızla...<br />
MENDİLİMDE KAN SESLERİ<br />
Her yere yetişilir<br />
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama<br />
Çocuğum beni bağışla<br />
Ahmet Abi sen de bağışla<br />
Boynu bükük duruyorsam eğer<br />
İçimden öyle geldiği için değil<br />
Ama hiç değil<br />
Ah güzel Ahmet abim benim<br />
İnsan yaşadığı yere benzer<br />
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer<br />
Suyunda yüzen balığa<br />
Toprağını iten çiçeğe<br />
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine<br />
Konya’nın beyaz<br />
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer<br />
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir<br />
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları<br />
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına<br />
Öylesine benzer ki<br />
Ve avlularına<br />
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)<br />
Ve sözlerine<br />
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)<br />
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer<br />
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne<br />
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına<br />
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına<br />
Minibüslerine, gecekondularına<br />
Hasretine, yalanına benzer<br />
Anısı işsizliktir<br />
Acısı bilincidir<br />
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan<br />
Gülemiyorsun ya, gülmek<br />
Bir halk gülüyorsa gülmektir<br />
Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi.<br />
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden<br />
Dirseğin iskemleye dayalı<br />
-- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --<br />
Cıgara paketinde yazılar resimler<br />
Resimler: cezaevleri<br />
Resimler: özlem<br />
Resimler: eskiden beri<br />
Ve bir kaşın yukarı kalkık<br />
Sevmen acele<br />
Dostluğun çabuk<br />
Bakıyorum da simdi<br />
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.<br />
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi<br />
Biz eskiden seninle<br />
İstasyonları dolaşırdık bir bir<br />
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar<br />
Nazilli kokardı<br />
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası<br />
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında<br />
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen<br />
Kadının ütülü patiskalardan bir teni<br />
Upuzun boynu<br />
Kirpikleri<br />
Ve sana Ahmet Abi<br />
Uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki<br />
Sofranı kurardı<br />
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı<br />
4 I <strong>Toraks</strong> Bülteni
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi<br />
Çocuklar doğururdu<br />
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir<br />
dantel gibi<br />
O çocuklar büyüyecek<br />
O çocuklar büyüyecek<br />
O çocuklar...<br />
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi<br />
Umudu dürt<br />
Umutsuzluğu yatıştır<br />
Diyeceğim şu ki<br />
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler<br />
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi<br />
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse<br />
Çocuklar, kadınlar, erkekler<br />
Trenler tıklım tıklım<br />
Trenler cepheye giden trenler gibi<br />
İşçiler<br />
Almanya yolcusu işçiler<br />
Kadınlar<br />
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi<br />
Ellerinde bavullar, fileler<br />
Kolonyalar, su şişeleri, paketler<br />
Onlar ki, hepsi<br />
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler<br />
Ah güzel Ahmet Abim benim<br />
Gördün mü bak<br />
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar<br />
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket<br />
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile<br />
Gelse de<br />
Öyle sürekli değil<br />
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün<br />
O kadar çabuk<br />
O kadar kısa<br />
İşte o kadar.<br />
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar<br />
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar<br />
Mendilimde kan sesleri.<br />
Edip Cansever<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 5
Dernekler Branşlara<br />
Ufuk Açar<br />
Esra ÖZ<br />
Branşınızın oluşum tarihi ile ilgili bilgi verir<br />
misiniz? Tıp tarihi açısından ele alır mısınız?<br />
Göğüs Hastalıkları branşının 19 Ocak 1949 yılında İç Hastalıkları<br />
Anabilim Dalından ayrılması ile ilgili görüşme Veremle Savaş İstişare<br />
Komisyonu Toplantısında başlamış, 12 Şubat 1949 da tüzük<br />
değişikliği ile veremle ilgilenen Ftizyoloji Bölümü 3 yıllık eğitimi ile<br />
ayrı bir Anabilim dalı olmuştur. 28 <strong>Aralık</strong> 1955 “Tababet İhtisas<br />
Nizamnamesi’nde” göğüs hastalıkları uzmanlığı yalnız tüberkülozu<br />
değil bütün akciğer hastalıklarını kapsayacak şekilde “Göğüs<br />
Hastalıkları” adı ile ayrı bir dal olarak tanımlanmış ve eğitim süresi<br />
4 yıla çıkarılmıştır. 17 Ağustos 1962’de yeni Tababet Uzmanlık<br />
Tüzüğünde adı “Göğüs Hastalıkları ve Tüberküloz (Ftizyoloji)”<br />
olarak tanımlanmıştır. 5 Nisan 1973 de “Ftizyoloji” ibaresi isimden<br />
çıkarılmıştır. 31 <strong>Aralık</strong> 2009 da “Göğüs Hastalıkları” adını<br />
almış ve uzmanlık eğitim süresi olarak belirlenen 5 yıl değiştirilerek<br />
4 yıl olarak belirlenmiştir. Ülkemizde 64 Üniversite ve 4<br />
Göğüs Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanelerinde uzman<br />
hekim yetiştirilmektedir.<br />
Derneğin kuruluş hikayesi ile üye sayınız ve<br />
faaliyetleriniz hakkında bilgi verir misiniz?<br />
Türk <strong>Toraks</strong> Derneği üç yıllık çalışma sonunda <strong>Aralık</strong>-1992 de<br />
kurulmuştur. Ülkemizin dünya standartlarında bir göğüs hastalıkları<br />
derneğine ihtiyacı olduğunu düşünen başta Prof. Dr. Y.<br />
İzzettin Barış ve Doç. Dr. Ali Kocabaş olmak üzere, o dönemde<br />
ülkenin birçok genç uzman ve kıdemli hocaları, çeşitli vesilelerle<br />
bir araya gelerek dernekleşme toplantıları düzenlemişlerdir.<br />
Bu süreçte daha sonra Adana’da düzenlenen bir Tüberküloz<br />
çalıştayı ile tüm kurucu ekip bir araya gelerek, kuruluş son aşamasına<br />
gelmiştir. Derneğimizin 4467 üyesi olup Türkiye’nin en<br />
büyük göğüs hastalıkları uzmanlık derneğidir. Derneğimiz Şubelere<br />
(15 Şube) ve il temsilciliklerine (81 İl temsilcisi) bölünerek<br />
6 I <strong>Toraks</strong> Bülteni<br />
Türkiye’deki tüm üyelerine ulaşmayı hedeflemiştir. Bilimsel faaliyetlerini<br />
göğüs hastalıkları ile ilgili 18 çalışma grubu oluşturarak devam<br />
etmektedir. Yılda bir Kongre, bir sempozyum, onlarca eğitim<br />
kursu, dünya günleri, halk bilinçlendirme çalışmaları ve Şubelerin<br />
aylık bilimsel ve sosyal etkinlikleri ile faaliyetlerini sürdürmektedir.<br />
Uluslararası platformda, dalı ile ilgili ülkemizi en iyi şekilde temsil<br />
etmekte, birçok konuda liderlik etmektedir. Basılı eğitim materyalleri<br />
arasında dergiler, kitaplar, rehberler, cep rehberleri, hasta<br />
eğitim serileri bulunmakta ve üyelerine ücretsiz ulaştırmaktadır.<br />
Türkiye’de tıpta uzmanlık dernekleri misyonlarını<br />
yeterince yerine getirebiliyor mu? Değilse neden?<br />
Pek çok derneğin bu misyonu yeterince yerine getiremediğini<br />
düşünüyoruz. Bunun için çok iyi bir örgüt yapısı, demokratik ve<br />
şeffaf bir yönetim gerekmektedir. Sadece hastalık alanında değil<br />
koruyucu hekimlik, üyelerin özlük haklarını savunma, kamu sağlığı<br />
politikalarına katkıda bulunma ve uluslararası arenada var olma<br />
bunlar için gereklidir.<br />
Türkiye’de Göğüs Hastalıkları için değerlendirecek olursak derneğimizin<br />
misyonlarını yerine getirme açısından aynı kulvardaki<br />
derneklerden bir adım önde olduğunu söyleyebiliriz.<br />
Yeterlilik sınavlarını nasıl yapıyorsunuz?<br />
Türkiye’de Göğüs Hastalıkları Uzmanlık Dernekleri bir araya<br />
gelerek “Board” sınav yönetmeliği ile her yıl göğüs hastalıkları<br />
kongrelerinde yazılı ve pratik uygulama ile sınav yapmakta, eğitim<br />
veren hastanelerin akreditasyonunu sağlamaktadır.<br />
Türk <strong>Toraks</strong> Derneği (TTD) ve Türkiye Solunum Araştırmaları<br />
Derneği (TUSAD) tarafından ortaklaşa olarak 2000 yılında<br />
kurulan Türk Göğüs Hastalıkları Yeterlik Kurulu (TGHYK),<br />
Türkiye’de göğüs hastalıkları uzmanlık eğitimini iyileştirmek, düzeyini<br />
yükseltmek, uluslararası ve ulusal standartlara uygun hale<br />
getirmek amacıyla Türkiye’de kurulan üçüncü yeterlik kuruludur.
Yeterlilik sınavları da TGHYK tarafından yürütülmektedir. 2002<br />
yılından beri her yıl yapılmaktadır. Türk Göğüs hastalıkları Yeterlik<br />
sınavı, yazılı ( test ) ve uygulamalı sınav olarak iki bölümden<br />
oluşmaktadır. OSKE sitem bazlıdır. Ayrıntılı bilgi http://www.tghyk.org/?p=hakkinda<br />
web sayfasından edinilebilir.<br />
Yeterlilik sınavı ile ilgili aktif bir uygulamanız var<br />
mı? Bu zamana kadar kaç kişi yeterlilik sınavını<br />
başarıyla tamamladı?<br />
Yeterlilik sınavları ile ilgili ayrıntılı bilgiye http://www.tghyk.org/?p=hakkinda<br />
web sayfasından ulaşılabilir.<br />
TGHYK Yeterlik (BOARD) belgeli uzmanların listesine http://<br />
www.tghyk.org/?p=uzmanlar linkinden web sayfasına gidilerek<br />
ulaşılıp yıllara göre ulaşılabilir.<br />
Bugüne kadar toplam 202 kişi sınava girerek yeterlik belgesi almıştır.<br />
Ulusal müfredatınız hakkında<br />
düşünceniz nedir?<br />
Müfredatınızı yeterli buluyor<br />
musunuz?<br />
TGHYK tarafından 2003 yılında ilk<br />
ulusal çekirdek müfredat hazırlanmış<br />
ve Bakanlığa sunulmuştur. Temmuz<br />
2005’de ülkemizde uzmanlık<br />
eğitiminin durumu ve mevcut sorunları<br />
belirlemek amacıyla, göğüs<br />
hastalıkları uzmanlık eğitimi veren<br />
kurumlara yönelik bir anket çalışması<br />
yapılmış ve bu çalışma eğitim<br />
görmekte olan uzmanlık öğrencilerini<br />
de kapsayacak şekilde Şubat<br />
2009’da tekrarlanmıştır. Bu anket<br />
çalışmaları, eğitim ortamı, eğitici<br />
sayısı ve nitelikleri, eğitim programı<br />
ve değerlendirme yöntemleri<br />
açısından uzmanlık eğitimi veren<br />
kurumlar arasında büyük farklılıklar<br />
bulunduğunu göstermiştir. Gerek<br />
ulusal gereksinimler, gerekse HER-<br />
MES ve diğer uluslararası standartlar<br />
dikkate alınarak Nisan 2007’de, Göğüs hastalıkları uzmanlarının<br />
hakkında bilgi sahibi olmaları gereken tüm konu başlıklarının listesi<br />
ve uzmanlık eğitiminin tamamlanmasıyla elde edilmiş olması<br />
gereken yetkinlik listesi ve düzeyleri tanımlanmıştır. Nisan 2009’da<br />
da bu konu başlıklarının ve günlük klinik pratik için gereken diğer<br />
niteliklerin nasıl öğrenilmesi, öğretilmesi ve değerlendirmesini de<br />
kapsayan “UZMANLIK EĞİTİM PROGRAMI” oluşturulmuştur.<br />
Ulusal müfredatımız uluslararası müfredatı da gözetecek ve ülkede<br />
göğüs hastalıkları alanında sorunları kapsayacak şekilde<br />
güncellenmiştir şu anda ki kapsamı yeterlidir. Müfredat yeterli<br />
olmakla birlikte bu eğitimi verecek öğretim üyesi dağılımından<br />
bağımsız üniversitelerin ve göğüs hastalıkları anabilim dallarının<br />
açılması söz konusudur. TTD, çeşitli kurs ve okul etkinlikleri ile<br />
bu eksiklikleri tamamlamaya çalışmaktadır.<br />
Türk <strong>Toraks</strong> Derneği Başkanı<br />
Arzu Yorgancıoğlu<br />
Eğitim veren kurumların müfredatınızı tam<br />
olarak uyguladığını düşünüyor musunuz?<br />
Giderek azalan asistan sayısı, artan iş yükü eğitimin kalitesini bozduğunu<br />
düşünüyoruz. Eğitim kurumları, sağlık hizmetini vermek<br />
için eğitimden ödün vermek zorunda kalabiliyor. Uzmanlık eğitimi<br />
verilen her kurumda bu müfredatın uygulandığının garantisi<br />
yoktur. Ancak <strong>2015</strong> yılından bu yana TGHYK eğitim kurumlarına<br />
eğitim akreditasyonu vermektedir. Bugün alanımızda 7 kurum bu<br />
akreditasyon belgesini almaya hak kazanmıştır.<br />
Uzmanlık eğitiminin sonunda tüm yeni mezunlar<br />
aynı standartta mezun olabiliyor mu?<br />
Her asistan aynı eğitimi alamıyor, her kurumda göğüs hastalıkları<br />
ile ilgili bütün üniteler olmayabilmektedir.(Tüberküloz servisi,<br />
uyku laboratuvarı, yoğun bakım, bronkoskopi-EBUS üniteleri,<br />
onkoloji, alerji bölümleri gibi). Yeni<br />
bölümler açılmasında bu konulara<br />
dikkat edilmesini öneriyoruz.<br />
Tıbbiyelilerin ve doktorların<br />
bu branşı tercih etmeleri<br />
için neler önerirsiniz?<br />
Solunum hastalıkları tedavi edici<br />
olduğu kadar koruyucu hekimliğinde<br />
uygulanacağı, ufak cerrahi<br />
girişimlerin olduğu, invaziv tanı ve<br />
tedavi metodlarının uygulandığı gelişime<br />
ve yeniliğe çok açık bir branştır.<br />
Görülme sıklığı nedeniyle de<br />
Dünya Sağlık Örgütünün öncelik<br />
verdiği 4 hastalık grubundan birine<br />
odaklanmıştır.<br />
Gelecek 20-30 yılda ortalama ömür<br />
uzamakta ve sigara içme oranları<br />
yüksek, ayrıca iç ve dış ortam hava<br />
kirliliğini artıracak şekilde termik<br />
santraller vb. kurulması solunum<br />
sistemi hastalıklarının artmasına<br />
neden olacak. Bu hastalıklar sakatlık<br />
ve ölüme neden olma özelliğine<br />
sahiptir o nedenle göğüs hastalıkları uzmanlarına gereksinim artacak<br />
genç meslektaşlarımızın bu alanı seçmelerini öneririz.<br />
Bu branşın hekimleri, hasta ve hasta yakınlarından<br />
neler bekliyor?<br />
Göğüs hastaları, yaşam kaliteleri için uygulanan tedavi yöntemlerine<br />
ve hayat boyu takip gerecek hastalıklarında göğüs hastalıkları<br />
hekimlerine çok ihtiyaç duyacaklardır. Hekimlere, mesleğe saygı<br />
öncelikle beklenen bir davranış olmakla birlikte uzun ve zor bir<br />
eğitimin ardından hastanın hekimine inanması da iyileşme yolunda<br />
en büyük adımdır.<br />
Kronik hastalıklar öncelikle iyi bir hekim-hasta ilişkisi gerektirir<br />
Bu da karşılıklı güven ve işbirliği ile mümkündür. . Genelde hekimlik,<br />
özelde göğüs hastalıkları uzmanlığı uzun bir eğitimden sonra<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 7
icra edilen meslekler, öznesi insan olan bu meslekte hastalarımızın<br />
bizleri sağlıklarını koruyan ve sağlıklarının güvende olması için<br />
fedakarlıkla çalışan kişiler olarak görmeleri bizlerin mesleğimizi<br />
gönül rahatlığıyla yapmamıza katkı sağlayacaktır.<br />
Bu branşın hekimlerinin yaşadığı en büyük<br />
sorunlar nelerdir?<br />
Tüm branşlarda olduğu gibi ülkemizdeki sağlık sisteminden kaynaklanan<br />
sorunları biz de alanımızda yaşıyoruz. Aşırı iş yükü, performans<br />
sisteminin öncelenmesi, araştırma görevlisi eksikliği gibi. Diğer branşlar<br />
arasında hekimlerin özlük haklarında (performans, işlem puan<br />
sistemi) yeterince yer bulamadığımızı düşünüyoruz.<br />
Göğüs Hastalıkları alanında yaşanan sağlık çalışanı sorunları ülkemizde<br />
sağlık ortamında yaşanan sorunlardan azade değildir.<br />
Sağlıkta şiddet sonucu birçok meslektaşımız katledildi. Özlük<br />
haklarımız erozyona uğradı, çalışma koşullarımızın kötü olması<br />
nedeniyle birçok meslektaşımız mesleği bırakma noktasına geldi.<br />
Branşınızın günümüzdeki çalışmalarını nasıl<br />
değerlendiriyorsunuz? Son gelişmeler nelerdir?<br />
Göğüs Hastalıkları alanında tüm tıp alanında olduğu gibi umut verici<br />
gelişmeler olmaktadır. Bu gelişmelerin çoğu tanı ve tedavi yöntemleri<br />
hakkındadır ama akciğer kanseri, KOAH, tüberküloz, astım gibi sık görülen<br />
göğüs hastalıklarının ana nedenleri olan sağlıkta eşitsizlik, sağlığın<br />
sosyal bileşenleri konusunda da çalışmalar devam etmektedir.<br />
Branşımız gelişime çok açık, pek çok alanda yeni tanı ve tedavi<br />
yöntemlerinin uygulandığı bir branştır. Göğüs Hastalıkları ile ilgili<br />
umut verici çalışmalar özellikle akciğer kanserinde erken tanı,<br />
kronik havayolları hastalıklarında yeni ilaçlar, Tüberkülozda erken<br />
tanı testleri, yeni ilaçlar sayılabilir.<br />
Branşınızın geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />
Branşımızı önemsiyoruz, çünkü akciğer sağlığını tehdit eden sosyo<br />
ekonomik problemler, endüstrileşmeden kaynaklı olumsuz<br />
iklim ve çevre değişiklikleri gelecekte akciğer hastalıklarının çeşitlenmesine<br />
ve sık görülmesine neden olacaktır. Bu nedenle göğüs<br />
hastalıkları alanının önemini artıracağını düşünüyoruz.<br />
Yurt dışındaki derneklerle ortak çalışmalar<br />
yapıyor musunuz?<br />
Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Dünya Kronik Havayolu Hastalıkları<br />
Kontrol ve Önleme Programı (GARD), Avrupa Solunum<br />
Derneği (ERS), Amerikan <strong>Toraks</strong> Derneği, Avrupa Allerji Derneği<br />
ve Orta Doğu Bölgesi dernekleri gibi birçok sağlık örgütü ve<br />
dernekle çalışıyoruz.<br />
Yurt dışındaki çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />
Sizce örnek alınacak çalışmalar var mı?<br />
Varsa nelerdir?<br />
Misyon ve vizyonumuza uygun çalışan derneklerin alanımızla ilgili<br />
çalışmalarını izliyor ufuk açıcı olanlarını ülkemiz koşullarına adapte<br />
ederek uygulamaya çalışıyoruz.<br />
Derneğiniz genç hekimleri nasıl destekliyor?<br />
Bu arkadaşlarımız bizim geleceğimizdir. Kongre ve toplantılarımıza<br />
pek çok tıp fakültesi öğrencisi bildiri sunarak katılmakta,<br />
öğrenci kongrelerine biz de aktif olarak katılmaktayız.<br />
Derneğimizin genç hekimlere yönelik mezuniyet sonrası eğitim<br />
amacıyla uzmanlık öğrencilerine yönelik “kış okulu”, uzmanlarımız<br />
için sürekli mesleki gelişim kapsamında “mesleki gelişim kursu,<br />
“yaz kampı” uygulamaları düzenli olarak yapılmaktadır. Genç araştırmacılar<br />
için araştırma alt yapısını destekleyen eğitimler, “yurtdışı<br />
eğitim bursu desteği”, kongre katılım destekleri bulunmaktadır.<br />
Bu alanda yapılan yeni bilimsel çalışmalardan<br />
çarpıcı örnekler nelerdir?<br />
Yaşam Süresi çok kısıtlı, yaklaşık 2,5-3 yıl arasında olan iki hastalıkta,<br />
İdiopatik Pulmoner fibroz (akciğer katılaşması) ve pulmoner<br />
arteryel hipertansiyonda (akciğer yüksek tansiyonu) son<br />
10 yılda hastalığın oluşma mekanizmaları ve tedavileri konusunda<br />
önemli gelişmeler meydana geldi. Zor astım olgularında da tedaviye<br />
giren ve girmek üzere olan pek çok yeni ilaç mevcuttur. Yine<br />
akciğer kanserinde hedefe yönelik tedaviler gelişti. Tüberkülozda<br />
tanıyı hızlandıran yeni yöntemleri takip ediyor ve uyguluyoruz.<br />
Kongreleri düzenlerken özellikle nelere dikkat<br />
ediyorsunuz?<br />
Kongrelerimizde dalımızla ilgili yeni bilgilerle birlikte sahada çalışan<br />
uzman hekimlerin bilgilerini güncellemelerini, sosyalleşmelerini<br />
hedefliyor, asistanlarımızın bilimsel etkinlikler de bildiri hazırlayarak<br />
sunmalarına ortam hazırlıyoruz. Yurtdışından konusu ile ilgili<br />
önemli konuşmacıları da davet ediyoruz. Kongremizin ana oturumlarında<br />
akciğer sağlığını olumsuz etkileyen kitlesel etki yaratan<br />
risk faktörlerine (Hava kirliliği, iklim değişiklikleri, biber gazı, maden<br />
kazaları vb.) dikkat çekici oturumlar gerçekleştiriyoruz. Yurtdışından<br />
konusu ile ilgili önemli konuşmacıları da davet ediyoruz. Asistan<br />
ve bildirisi olan uzman hekimlerimize burs sağlıyoruz.<br />
Sağlık haberleri hakkındaki düşünceleriniz<br />
nelerdir?<br />
Sağlık haberlerinin her zaman doğru kaynaktan aktarılması gerektiği<br />
düşüncesindeyiz. Ne yazık ki yazılı ve görsel basında özellikle<br />
de sosyal medyada zaman zaman bilgi kirliliği, yanlış yönlendirmeler<br />
mevcut olabilmektedir. Bu bilgilerin alanına sahip çıkan<br />
uzmanlık derneklerinden ya da onların belirteceği yetkin hekimlerden<br />
alınması çok önemlidir.<br />
Biz de TTD olarak hastalara akciğer hastalıkları ve sağlığı konusunda<br />
anlaşılır ve doğru bilgiyi düzenli bir şekilde ulaştırabilmek için bir<br />
halk sayfası kurduk. Bu siteyi kurduğumuz 19 <strong>Aralık</strong> 2014 den beri<br />
120 472 farklı kişi sitemizi ziyaret etti. Kurumsal web sayfamızın<br />
da ayrıca yurt dışından takibi için İngilizce versiyonu da mevcuttur.<br />
Gazetecilerden branşınızla ilgili ne gibi konulara<br />
dikkat etmelerini bekliyorsunuz?<br />
Alanımızla ilgili konularda haber yapmadan önce mutlaka bize danışmalarını<br />
arzu ediyoruz. Bizim hastalıklarımız toplumsal farkındalığı<br />
mutlaka gerektiren hastalıklar bu alanda birlikte yürümeyi<br />
ve halk sağlığı için birlikte çalışmayı arzu ederiz.<br />
Sağlık iletişimi alanında çalışmalarınız var mı?<br />
Varsa detaylandırabilir misiniz?<br />
Derneğimiz bir basın danışmanı ile çalışmaktadır. Yöneticilerimiz<br />
ise sağlık iletişimi konusunda eğitim almışlar ve almaya de-<br />
8 I <strong>Toraks</strong> Bülteni
vam etmektedirler. Bu konuda sağlık iletişimi profesyonelleriyle<br />
proje hazırlıklarımız devam ediyor bizi izlemeye devam edin.<br />
Sosyal sorumluluk projeleri hazırlıyor musunuz?<br />
Evet, sosyal sorumluluk projesi olarak yılbaşında ve 23 Nisanda<br />
ilk ve orta öğretim okullarına kitap bağış kampanyaları<br />
düzenledik.<br />
Ayrıca halkımızda KOAH farkındalığını artırmak adına bir<br />
KOAH farkındalık kampanyasın düzenledik.<br />
Temiz hava hakkı platformunun üyesiyiz.<br />
Ayrıca çok yakın zaman Akciğer sağlığı ve hastalıkları hasta derneği<br />
kurulmasını sağlamak için destek veriyoruz. Ülkemizde bu<br />
konuda çok ciddi bir eksiklik mevcut. Mevcut hasta dernekleri<br />
de idealden uzak. Kurulmasını desteklediğimiz derneğin yönetiminde<br />
biz yer almayacağız. Her aşamada destek vereceğiz.<br />
Sosyal medyada ne gibi etkileşimde bulunuluyor?<br />
Bu alanda ne gibi planlarınız var?<br />
Halka bu bilgileri ulaştırabilmek için kurduğumuz “Hayat Nefesle<br />
Başlar” Facebook sayfamızın da 22275 beğenisi mevcut.<br />
Ayrıca kendi üyelerimizle iletişimimizi artırmak için de üyelerimize<br />
kapalı bir facebook sayfamız var. Aynı şekilde Hayat<br />
Nefesle Başlar isimli twitter hesabımız da var. Twitterde takipçi<br />
sayımız 1769. ERS’de tüm kongre boyunca atılan tweetlerde<br />
dernek hesabımız 6. oldu, ERS kendisi de 5. idi. En aktif<br />
2. dernek olduk.<br />
İletişim bilgileriniz nelerdir?<br />
Türk <strong>Toraks</strong> Derneği Genel Merkezi<br />
Turan Güneş Bulvarı, Koyunlu Sitesi No: 175/19 Oran - Ankara<br />
Telefon: 0312 490 40 50<br />
Faks: 0312 490 41 42<br />
E-Posta: toraks@toraks.org.tr<br />
* Türk <strong>Toraks</strong> Derneği Başkanı Prof. Dr. Arzu Yorgancıoğlu ile yapılan<br />
mülakat Esra Öz ile Sağlık Gündemi köşesinde yer almıştır.<br />
http://www.toraks.org.tr/news.aspx?detail=2752<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 9
İşte Örnek<br />
Evrensel Tavır:<br />
Özgürlük Yoksa<br />
Bilim de Olmaz<br />
Jonathan R. COLE<br />
“Üniversite, bir görevlisinin fikirlerini açıklamasına<br />
veya davranışlarına karşı, bunlar yargının alanına<br />
girse bile müdahale etmeyebilir. Verilecek karşılığı,<br />
hal ve şartlar belirler.”<br />
Prof. Edward Said, 2000 yılında Lübnan sınırındaki<br />
bir İsrail karakoluna taş atınca, Columbia<br />
Üniversitesi’ndeki öğretim üyeliğine son verilmesini<br />
isteyenler olmuştu. Bunun üzerine Rektör Jonathan<br />
R. Cole, akademik özgürlük çerçevesinde<br />
Said’i savunan bir yazı kaleme almıştı.<br />
Bu yazı, Columbia Üniversitesi Öğrenci Konseyi’nin,<br />
Profesör Edward Said hakkında bir süredir<br />
kampüs içinde yürütülen tartışma hakkında yönetimin<br />
tavrını ifade etmesi isteğine Rektör Rupp<br />
ve kendi adıma vereceğim yanıttır. Bugüne kadar<br />
böyle bir yanıt vermek konusunda pek gönüllü değildim.<br />
Çünkü bu tartışmanın başından bu yana,<br />
Columbia’nın sahip çıktığı değerlerin iyi bilindiğine,<br />
sarih olduğuna ve yeniden teyidinin de gereksizliğine<br />
inanıyordum. Ne var ki, bu yazıyı yazacağım,<br />
çünkü büyük bir üniversitenin varlık koşulu olan<br />
temel ilkeleri hafızalarda tazelemenin yarar getireceği<br />
zamanlar olur ve sanırım bu da öyle bir zaman.<br />
Fakülte üyelerinin sahip olduğu haklar ve güvenceler<br />
üniversite yönetmeliğinin, Columbia’daki<br />
‘akademik özgürlüğün’ ele alındığı 70. maddesinde<br />
ifade edilir. Şöyle ki: ‘Akademik özgürlükten kasıt,<br />
bütün öğretim görevlilerinin, sınıflarında konularını<br />
tartışırken özgür olmalarıdır; bu özgürlük, araştırma<br />
ve bu araştırmaların sonuçlarını yayımlama<br />
özgürlüğünü de içerir. Öğretim görevlileri fikirlerini<br />
10 I <strong>Toraks</strong> Bülteni<br />
ifade etmelerinden veya özel ya da kamusal alanda<br />
kurdukları ilişkilerden dolayı üniversite tarafından<br />
cezalandırılmaz; ancak akademik konumlarından<br />
kaynaklı özel yükümlülükleri olduğunu da<br />
anımsamalıdırlar.’<br />
İfade polisi gibi davranamayız<br />
Said’in faaliyetleri de, diğer öğretim görevlileri<br />
gibi, bu akademik özgürlük ilkeleriyle güvence<br />
altındadır. Columbia’da bir ifade yasası olduğuna<br />
inanmadığımız gibi, ifade polisi gibi davranmayı da<br />
reddederiz. Şimdi Said’in bir ülke sınırının ötesine<br />
taş attığı şu ünlü fotoğrafa gelirsek: Bildiğime göre<br />
taş belirli bir insana yöneltilmiş değil; herhangi bir<br />
yasa ihlal edilmiş değil; bu konuda herhangi bir<br />
dava açılmış değil; Said aleyhine herhangi bir cezai<br />
veya sivil girişimde bulunulmuş da değil. Elimizde<br />
söylenti nevinden, kulaktan dolma bilgiler ve<br />
bir dizi iddialar var ki bunlar Said tarafından kendi<br />
ifadesinde reddedilmiştir. Said’in güvence altında<br />
tutulan türden bir ‘fikir beyanı ve ilişki’ ile iştigal<br />
halinde olduğuna inansak da inanmasak da, ortada<br />
üniversitenin el atmasını gerektiren bir durum<br />
yoktur. Kaldı ki, hakkında ABD’de veya başka bir ülkede<br />
dava açılmış olsaydı bile, üniversitenin kendi<br />
kuralları itibarıyla Said’in cezalandırılması söz konusu<br />
olmayabilirdi. Kısacası, üniversite, bir görevlisinin<br />
fikirlerini açıklamasına veya davranışlarına<br />
karşı, bunlar yargının alanına girse bile müdahale<br />
etmeyebilir. Karşılığı, hal ve şartlar belirler. Aynısı<br />
öğrencilerimiz için de geçerlidir. Mesele eğer gerçekten<br />
de bir sınırdan öteye, açıkça kimseyi tehdit<br />
etmeyen bir taş fırlatmaksa, bunu iyisi mi bir ke-
nara bırakalım. Ancak aslında tartışma, bir taş fırlatmaktan<br />
ziyade, üniversitenin yapısına-bünyesine<br />
ilişkin daha esaslı başka bir şeye işaret ediyor.<br />
Çünkü bana öyle geliyor ki, Said’in gayet iyi bilinen<br />
siyasi görüşleriyle, bu tartışmanın bu kadar hararetli<br />
ve bitmek bilmez bir hal alması arasında bir<br />
bağ var. İşte bu bağdır ki, büyük bir üniversitedeki<br />
temel değerlerin tam kalbine değiniyor.<br />
Ne olursa olsun<br />
Bir üniversite için, bireyin siyaseten baskın bir ideolojinin<br />
titreten-felç edici etkisinden korkmaksızın,<br />
görüşünü ifade etmekte kendisini özgür hissetmesinin<br />
güvence altında olmasından daha temel<br />
bir ikinci şey yoktur. John Stuart Mill, ‘On Liberty’<br />
(Özgürlük Üzerine) adlı eşsiz makalesinde, bize<br />
hoş gelmeyen fikirlerin ifade edilebilmesini desteklememizin<br />
özgürlük kavramı açısından niye çok<br />
önemli olduğunu belagatle ortaya koyar ki o fikirler<br />
bizim fikrimize aykırı olabilir veya fikrimizi tehdit<br />
eder görünebilir: “Eğer tüm insanlığın, farklı düşünen<br />
tek bir kişiyi susturmasını haklı buluyorsanız,<br />
gün gelip o tek kişinin iktidarı ele geçirdiğinde tüm<br />
insanlığı susturmasına karşı çıkmaya da hakkınız<br />
olmaz...” (On Liberty, Chapter II, p.23 of the Robson<br />
edition of John Stuart Mill A Selection of His<br />
Works) Fikirler, sınıf içinde veya dışında kamusal<br />
ifade buldukça anlam taşır; bazı fikirler bize çirkin<br />
gelebilir, ‘doğruluk’ mefhumumuza aykırı düşebilir,<br />
yargılarımıza veya kabullerimize meydan okuyabilir,<br />
ama ne olursa olsun akademik düzenimizin<br />
temel yapısını tehdit etmedikçe güvence altında<br />
olmaları gerekir.<br />
Gerçek tehdit<br />
Bu nedenle, Said’in etrafında süregiden son tartışma<br />
da bizi rahatsız etmemelidir; yeter ki tartışma<br />
özgür fikir alışverişine zincir vurma veya Profesör<br />
Said’e yaptırım uygulama çanlarını içerir hale<br />
gelmesin. Hepimizi ve akademik özgürlüğü tehdit<br />
eden işte tam da Said’in ifade özgürlüğünü ya da<br />
eleştirilerini sınırlama düşüncesinin kendisidir. Öğretim<br />
üyelerimizin görüşlerine yönelik bu tür kısıtlamaların,<br />
bu üniversitenin saygın bir özelliği açısından<br />
uzun süreli olumsuz etkileri olabilir: Bu özellik,<br />
çoğunluğun kabul edilemez görebileceği fikirlere<br />
karşı hoşgörü göstermektir. Columbia olarak biz,<br />
McCarthy döneminde bile, diğer kurumların yaptığı<br />
gibi, farklı siyasi görüşleri bulunan profesörlerimize<br />
kısıtlama uygulamak veya onları işten uzaklaştırmak<br />
doğrultusundaki baskılara ve telkinlere boyun eğmedik;<br />
bugün de ifade özgürlüğünü güvence altına<br />
alan tutumumuzdan geri adım atmayız.<br />
Said’e özel değil<br />
Bunun nedeni, üniversitede profesör olduğu için<br />
Edward Said’in güvenceli bir konumu bulunması<br />
değil, hayır. Akademik özgürlükten yararlanmak<br />
söz konusu olduğunda profesörlere mahsus hiçbir<br />
özel uygulama yoktur. Burada herkes aynı güvenceye<br />
sahiptir, Said’den ne fazla ne az. Said bir<br />
profesördür, çünkü kendi akademik alanında bir<br />
devdir; kendi dalında apayrı bir alan açmıştır. Çalışmaları<br />
ve fikirleri üzerine kitaplar yayımlanmıştır<br />
ve başka üniversitelerde hakkında dersler verilmektedir.<br />
Öğrencileri ve arkadaşları dünyanın bütün<br />
önde gelen üniversitelerinde saygın görevlerde<br />
bulunmaktadır. Said, en önde gelen hümanistlerden<br />
ve entelektüellerden biridir. Said, bir Columbia<br />
Üniversitesi profesörüdür, bu bizim en yüksek akademik<br />
derecemizdir ve kendisi bu mevkiye sadece<br />
bilimsel ve eğitsel katkıları nedeniyle gelmiştir.<br />
Onun politik görüşlerine atıfla, Columbia’daki sıfatının<br />
uygun olup olmadığını, çalışmalarının değerini<br />
sorgulamak, Said’i üniversitemizin önde gelen<br />
akademisyenlerinden biri olarak görmemize dair<br />
bakış açısını yitirmekten başka bir anlama gelmez.<br />
Bu son tartışma, hatta Said’in buradaki görevinden<br />
uzaklaştırılması yönünde tek tük öneriyle de birlikte,<br />
akademik çalışmanın kalbinde yatan gerçek değere<br />
duyduğum inancı daha da güçlendirdi. Eğer<br />
Said’in özgürce yazma ve konuşmasını güvence<br />
altında tutmayı reddedeceksek, bir sonraki bastırılanın<br />
kim olacağını da, kimin fikirlerini çekinmeden<br />
ifade edeceğini belirleyen engizisyon üyesinin kim<br />
olacağını da şimdiden düşünmeye başlamamız<br />
yerinde olmaz mı?<br />
Öğrenciler için de geçerli<br />
Columbia’da öğretim üyeleri ile öğrenciler için farklı<br />
farklı belirlenmiş davranış kuralları vardır. Ne var ki,<br />
ifade özgürlüğünü içeren akademik özgürlük söz<br />
konusu olduğunda, bir öğrenciye sunulanla Said’e<br />
sunulan güvenceler açısından bir fark yoktur. Nasıl<br />
Said meselesinde ifade ve eylem özgürlüğünü savunuyorsam,<br />
öğrencilerin haklarını da aynı şekilde<br />
savunurum. Ve Said hakkında üniversitenin uygulayacağı<br />
herhangi bir yaptırım olduğuna inanmadığımı<br />
da ifade etmek isterim. Öğrenciler ve öğretim<br />
görevlileri benim de pek doğru bulmayabileceğim<br />
şeyler yapabilirler, ancak üniversitenin otoritesini<br />
asla bir dizi fikri, o sıra yönetsel pozisyonları işgal<br />
edenlerin fikirlerine uymaya zorlamak yönünde<br />
kullanmam.<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 11
Solunuma<br />
Bağlı Meslek<br />
Hastalıklarının<br />
Önlenmesinde<br />
Solunum Koruyucu<br />
Seçimi ve Önemi<br />
Dalım DÜNDAR YAVUZ<br />
İşyerlerinde, olumsuz çalışma şartları<br />
nedeni ile pekçok işle igili hastalık ve<br />
meslek hastalığı bulunmaktadır. Meslek<br />
hastalıkları nedeni belli olan ve önlenebilir<br />
hastalıklar olup, iyi bir risk analizi ile<br />
mücadele etmek mümkündür. Çalışma<br />
ortamını ve çalışanları bir arada izlemek,<br />
tehlikeleri ve önlemleri belirlemek, risk<br />
derecelendirme ile önceliklendirmek ve<br />
öncelik sırasına göre de aksiyonların alınmasını<br />
sağlamak önemlidir. En son aşama<br />
olan kişisel koruyucu donanımların<br />
seçimi ve kullanımı, bu çalışmaların bir<br />
parçası iken çoğu zaman yanlış tercih ve<br />
kullanım söz konusudur.<br />
Kişisel koruyucu donanımlardan olan solunum<br />
koruyucu donanımlar, solunuma<br />
bağlı meslek hastalıklarının önlenmesinde<br />
yardımcıdır. Solunum koruyucuların<br />
seçimine geçmeden önce çalışma ortamındaki<br />
havada olabilecek kirletici tiplerini<br />
inceleyelim. Havadaki kirleticiler;<br />
partikül (toz, sis, duman) ve/veya gaz,<br />
buhar olabilir. Ya da oksijen yetersizliği<br />
ile karşı karşıya kalınabilir.<br />
Toz, katı maddelerin, taşlama, parçalama,<br />
kesme gibi işlemlerle daha küçük<br />
parçalara ayrılması veya hammadde olarak<br />
bulundurulup kullanılmasında ortaya<br />
çıkar. Sis, spreyleme gibi işlemler sonucunda<br />
havada asılı kalan partiküllerdir.<br />
Duman, bir metal ya da plastiğin erimesi<br />
sonucu oluşan partiküllerdir. Gazlar ise<br />
katı veya sıvı malzemelerden kaynaklanabilen<br />
ve havada rahatça yayılabilen<br />
maddelerdir. Örneğin, kaynak sırasında<br />
açığa çıkan kaynak gazları. Oda sıcaklığında<br />
katı ya da sıvı halde bulunan maddelerin<br />
gaz fazındaki halleri ise buhardır.<br />
Örneğin benzin deposunun dolumu<br />
sırasında açığa çıkan koku petrol buharıdır.<br />
Bazı gazlar havadan ağır olup, yerde<br />
yüksek konsantrasyonlarda birikime<br />
sebep olarak, büyük tehlike oluştururlar.<br />
İyi kalitede hava %21 oksijen, %79 azot<br />
ve diğer gazlardan oluşur. Oksijen yetersizliği,<br />
havada yeteri kadar oksijenin<br />
bulunamamasından dolayı ciddi sağlık<br />
sorunlarına sebep olur. Pek çok kaynağa<br />
göre %19,5 oksijen, yeterli bir seviyedir.<br />
Ancak bu seviyenin altında solunum koruyucu<br />
donanımlar kullanılamaz.<br />
Bu tehlikeler çalışma ortamında belirlense<br />
bile, risklerin farkında olamayabiliyoruz.<br />
Mesela, partikül oluşumuna sebep<br />
olan spreyleme işlemi bitirildiğinde,<br />
pek çok kişi partikül tehlikesinin ortadan<br />
kalktığını düşünür, çünkü partikülleri göremezler.<br />
Akciğerlere ulaşabilen partiküller<br />
ise gözle görülemez. Belirli şartlar<br />
altında, farklı çaplara sahip partiküllerin<br />
havada asılı kalarak yere düşme süreleri<br />
farklıdır. Gözle görülemeyen ancak<br />
akciğerlerin derinliklerindeki alveollere<br />
kolaylıkla ulaşabilen, örneğin 5 mikron<br />
çapındaki partikülün 1,5 metreden yere<br />
ulaşma süresinin yaklaşık 36 dakika olduğu<br />
bir ortamda hava akımı da düşünülürse<br />
partiküllerin uzun süre sözkonusu<br />
çalışma ortamında havada asılı olarak<br />
bulundukları düşünülmelidir. 1<br />
Solunum koruyucularının seçiminde aşağıdaki<br />
4 basamak izlenmelidir.<br />
1. Tehlikenin belirlenmesi: Mevcut tehlike<br />
nedir? Örneğin; partikül, gaz/buhar<br />
ya da oksijen yetersizliği gibi. tehlike<br />
nereden kaynaklanmaktadır? sorularına<br />
cevap verilmelidir.<br />
2. Riskin belirlenmesi: Tehlikenin çalışan<br />
üzerindeki etkisinin saptanması ve risk<br />
derecesinin belirlenmesi ikinci aşamada<br />
yer alır.<br />
3. Solunum Koruyucu Seçimi: Çalışanın<br />
çalışma ortamındaki durumu, iş yapış<br />
şekli, ortam şartlarını içeren risk analizi<br />
sonuçlarına göre uygun koruyucu donanımların<br />
belirlenmesi üçüncü aşamada<br />
yer alır.<br />
4. Eğitim: Kişisel Koruyucu Donanımların,<br />
doğru kullanımı ve bakımı ile ilgili<br />
eğitimlerin bu konuda yetkin kişilerce<br />
verilmesi gereklidir.<br />
Solunum koruyucu seçiminde yukarıdaki<br />
4 basamak için temeller oluşturulurken,aşağıdaki<br />
durumların da öncelikle<br />
analiz edilmesi gereklidir.<br />
Kimyasal tehlikelerin belirlenmesinde<br />
malzeme ticari isimli bir ürün ise ürünün<br />
Malzeme Güvenlik Bilgi Formu (MSDS)<br />
üreticisinden edinilmelidir. Kimyasal bir<br />
malzeme ise CAS numarasında da erişilebilmesi<br />
mümkün olan MSDS’e ulaşılmalıdır.<br />
Tehlike proses sırasında oluşuyorsa<br />
(örn; ahşap tozu, asbest tozu,<br />
12 I <strong>Toraks</strong> Bülteni
kaynak dumanı v.s.) prosese göre de<br />
doğru solunum koruyucunun belirlenmesi<br />
gereklidir.<br />
Risk Değerlendirme aşamasında ise bilinmesi<br />
gereken en önemli şey toz, sis,<br />
duman, gaz ve buharın aynı risk derecesine<br />
sahip olamayacağıdır. Bu nedenle<br />
aşağıdaki noktalar da dikkate alınmalıdır.<br />
*Kirleticinin havadaki konsantrasyonu<br />
*Çalışanın kirleticiye maruziyet süresi<br />
*Kirleticinin maruziyet limiti<br />
*Zehirlilik özellikleri<br />
*Kişisel hassasiyetler<br />
*Çalışanın iş yapış şekli ve nefes alıp verebilme<br />
gücü<br />
Tüm bu değerlendirmeler sonrasında<br />
yetkin kişiler tarafından aşağıda basitçe<br />
sınıflandırılan solunum koruyucu seçimi<br />
yapılır.<br />
*Negatif basınçlı filtreli solunum koruyucular:<br />
Hava filtre medyası üzerinden<br />
temizlenerek kişinin ciğerlerine ulaşır.<br />
Kullan-At maskeler, filtrelerinin değiştirilebildiği<br />
yarım yüz ya da tamyüz maskeler<br />
bu grupta yer alır. Bu sistemlerde<br />
yüze uygunluk testlerinin yapılması gereklidir.<br />
Kullanımda kişinin sakal, bıyık vs<br />
gibi maske ile yüz bölgesinin doğrudan<br />
temasını önleyecek durumlar istenmez.<br />
*Motorlu filtreli solunum koruyucular:<br />
Şarj edilebilir bir batarya ile motorun<br />
çalışması ve bir hortum vasıtasıyla filtrelenmiş<br />
havanın kullanıcıya verilmesi<br />
esasına göre çalışır. Bu sistemler, kullanıcının<br />
nefes alıp verme gücünü zorlaştırmaz<br />
aksine konfor sağlar. Yüze uygunluk<br />
testlerinin yapılmasına gerek duyulmaz.<br />
Kullanıcının sakal, bıyık vs durumu, kullanımda<br />
olumsuz etki yaratmaz.<br />
*Hava Beslemeli Solunum Koruyucular:<br />
Temiz, basınçlı hava sağlayan bir kompresörden<br />
gelen havanın bir regülatörle<br />
çalışana başlık aracılığı ile verilmesini<br />
sağlayan sistemlerdir. Motorlu solunum<br />
koruyucular gibi çalışanın normal nefes<br />
alıp vermesi esasına dayanır, solunum<br />
direnci yaratmaz. Yüze uygunluk testlerinin<br />
yapılmasına gerek duyulmaz. Kullanıcının<br />
sakal, bıyık vs durumu, kullanımda<br />
olumsuz etki yaratmaz.<br />
*SCUBA: Kendinden hava üreten sistemler;<br />
Belirli bir zaman için başlıkla kullanıcıya<br />
hava sağlayan sistemlerdir.<br />
Filtreli solunum koruyucuların filtreleri,<br />
Avrupa Standartlarına göre belli bazı tipte<br />
ve renkte olur. Partikül Filtreler beyaz<br />
renkli ve P kodlamasına sahiptir.<br />
Gaz/Buhar filtreleri ise;<br />
Tip A: Kaynama noktası 65ºC’den yüksek<br />
belirli organik gaz ve buharlara karşı kullanılır.<br />
Filtre üzerindeki renk kodlaması<br />
kahverengidir.<br />
Tip B: Inorganik gaz ve buharlara karşı<br />
kullanılır. Filtre üzerindeki renk kodlaması<br />
gridir.<br />
Tip E: Kükürt dioksit ve diğer asidik gazlara<br />
ve buharlara karşı kullanılır. Filtre<br />
üzerindeki renk kodlaması yeşildir.<br />
Tip K: Amonyak ve türevlerine karşı kullanılır.<br />
Filtre üzerindeki renk kodlaması<br />
yeşildir.<br />
Tip Hg-P3: Civa buharına karşı kullanılır.<br />
Bu filtre aynı zamanda partikül filtreyle<br />
birlikte bulunur. Renk kodlaması kırmızı-beyaz’dır.<br />
Tip AX: Kaynama noktası 65ºC’den düşük<br />
belirli organik gaz ve buharlara karşı<br />
kullanılır. AXP1, AXP2 ve AXP3 olarak<br />
partikül filtreyle birlikte bulunabilir. Filtre<br />
üzerindeki renk kodlaması kahverengi-beyazdır.<br />
Kimyasallar yukarıdaki tipleri bir arada<br />
bulunduruyorsa, kombine filtre kullanılır.<br />
Kullanilan her tip grup için yukarıda<br />
belirtilen renkler filtre üzerinde bulunur.<br />
Örneğin: ABEK1P3, renk kodlaması kahverengi,<br />
gri, sarı, yeşil ve beyazdır.<br />
Belirli bir çalışma alanı içindeki kirleticilerin<br />
hepsine karşı koruma sağlayabilecek<br />
bir solunum koruyucu bulunamayabilir.<br />
Spesifik uygulamalar için solunum koruyucuların<br />
kullanım klavuzları ve teknik<br />
dökümanları incelenerek, uzman kişilere<br />
danışılmalıdır.<br />
Her solunum koruyucu ekipman için,<br />
belirli bir koruma faktörü vardır. Çalışma<br />
ortamında maruziyet ölçüm sonuçlarının,<br />
maruziyete izin verilen değere oranlanmasıyla<br />
bulunan rakam, solunum koruyucu<br />
seçiminde önemli kriterlerden biridir.<br />
En az bu rakam kadar koruma faktörüne<br />
sahip ekipman kullanılması gerektiği düşünülmekle<br />
birlikte, yukarıda bahsedilen<br />
tüm değerlendirmelerin sonucu, bazen<br />
bu koruma faktörünün daha yüksek olmasını<br />
gerektirebilir.<br />
Solunum koruyucu donanım seçimi yapıldıktan<br />
sonra, doğru kullanımı ve bakımı<br />
ile ilgili bilgilerin kullanıcıya aktarılması<br />
ve takibinin yapılması gereklidir.<br />
Yararlanılan Kaynaklar<br />
1<br />
HSE data extracted from “Air pollution<br />
its origin & control”, Kenneth Wark &<br />
Cecil F Warner)<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 13
MYK Toplantılarında<br />
Neler Oluyor?<br />
Pınar ATAGÜN<br />
Merkez yönetim kurulunda alınan kararların sonucu üyeler<br />
bilgilendirilir. Ancak bu kararlar alınırken hangi koşullarda,<br />
nasıl uzun soluklu söyleşiler sonrası şekilleniyordu.<br />
Bu toplantılarda alınan kararlar gerek ekonomik anlamda<br />
gerek siyasi anlamda gerekse mesleksel sorumluluklar açısından<br />
önemlidir. Bazı toplantılar da işler o kadar ciddileşebiliyor ki günün<br />
sonunda eve gerilim tipi baş ağrısı ile dönüyordum…<br />
Her ay sabahın 05.30’da havaalanına gelip sızlanacağıma Merkez<br />
yönetim kurulu ekibini görür görmez ruh halim birden<br />
değişiveriyordu. Hele de ben ekibe sonradan katılan biri olarak<br />
bu ilginç yakınlaşma bazen’ nasıl oldu ki bu?’ sorusunu<br />
aklıma getiriyordu…<br />
Önce dernekteki arkadaşların hazırladığı mis gibi Ankara simiti-peynir-çay<br />
üçlemesi eşliğinde hal hatır soruluyor. Ben<br />
keyifle sohbetleri dinliyorum. Sonra toplantı başlıyor.<br />
Arzu hoca muhteşem disiplini içinde gülümsemesini asla<br />
kaybetmeden toplantıyı açarken, Zuhal hocam pozitif ama<br />
glutensiz pozitif enerjisi ile notlar almaya başlıyor. Derken<br />
Fuat hocam öyle bir yerde öyle bir yorum yapıyor ki yaşanmışlık<br />
tam da böyle bir şeymiş diye içimden geçiriyorum.<br />
Konuşmalar devam ediyor, ediyor. Nedenini bilemediğim<br />
bir şekilde hep haklı olarak gördüğüm Benan hoca eleştirisini<br />
masanın üstüne bırakıveriyor. İşte o zaman benim için<br />
en keyifli anlar başlıyor. Tam bir beyin fırtınasının içindeyiz.<br />
İşte o sırada Levent hocam bir cümle kuruyor. Yalnız gerisini<br />
getirmek ne demek istediğini tam anlamı ile ifade etmek<br />
istiyor. Bu esnada ben gerçekten ve gerçekten Levent hocamı<br />
anlamaya çalışıyorum. Kendisine bakınca demek ki çok<br />
gezen değil çok okuyan bilirmiş sözü bende anlam bulmuş<br />
oluyor. Arzu hoca, Güngör hoca ile ekonomi konuşmaya<br />
başlar. Bu naif görüntünün altında sanki işletme mastırı yapmışcasına<br />
bilgisayar açılır, tablolar gösterilir, herkes derin bir<br />
oh çeker. Türkiye geneline yayılan bir uzmanlık derneğinden<br />
beklenilecek şekilde yurt dışındaki bağlantılarımızı açıklayan<br />
Bülent hoca anlatmaya başlar. Kendisinden kaynaklandığını düşündüğüm<br />
bir şekilde öyle güzel iletişimler kurmuş ki hayran<br />
olmamak elde değil. Sedat hoca’nın en önemli özelliği benden<br />
uzun olması; zira ülkemiz koşullarında bu pek alışılageldik bir<br />
durum değil. Sedat hoca’nın farkı sanırım uzun yıllar yönetim<br />
kadrosunda olması sebebiyle üstünde durulan konuyu bürokrasi<br />
şartlarında nasıl şekillenebileceğini açıklamasıdır. Mecor’a<br />
katıldı mı bilemem ama her şey istatistik ve tablolar üzerinden<br />
anlatabilmesi ayrıca dikkatimi çeken bir durum. Konuşma sırasında<br />
bir flaş patlıyor birden sonra bir daha bir daha. Allah<br />
diyorum içimden umarım yamuk yumuk çıkmam. Tabi ki güler<br />
yüzlü Salih hocamdan bahsediyorum. Söz Oğuz hocaya geçiyor.<br />
İlk olarak kış okulunda beraber çalıştığım Oğuz hocam<br />
tam da verilen mücadelelerin boşa gitmediğinin simgesidir<br />
Her ay sabahın 05.30’da havaalanına gelip<br />
sızlanacağıma MYK ekibini görür görmez ruh halim<br />
birden değişiveriyordu.<br />
benim için. Bir hoca olarak yenilenmemiz gerektiğini, değişmemiz<br />
gerektiğini defalarca bana anlatmıştır (Kendisinden garanticiliği<br />
bırakmayı öğrendim). Oğuz hoca verilen programı<br />
dikkatlice inceliyor, yoruma başladığında net, hafif ciddi ama<br />
tam da değil, çok fazla cümle kullanmadan durumu açıklamış<br />
oluyor. Yanımda uzman temsilcimiz Rabia oturuyor. İlk zamanlar<br />
alışma devresinde kendisinden çok destek aldım. Söz sırası<br />
Rabia’da. Kendinden emin, ne söylediğinin gayet farkında, en<br />
hassas anında bile karşısındakinin ihtiyaçları ile ilgilenebilen<br />
beni nadir şaşırtan insanlardan biridir.<br />
Bana gelince ‘Bana beni sorma bırak başkaları anlatsın’<br />
Bu kadar farklı özelliklere sahip insan nasıl oluyor da sonuç<br />
üretebiliyor. Cevap çok basit; dinleyebilmek, önemsemek,<br />
saygı gösterebilmek ve benimsemek bir aile gibi…<br />
14 I <strong>Toraks</strong> Bülteni
Türk <strong>Toraks</strong><br />
Derneği Kış Okulu<br />
Dursun Ali KABA<br />
Anadolu’da bir tıp fakültesine iyi bir puanla girmiştim,<br />
memleketim olduğu için uzaklara gitmemiştim. Çok<br />
mutlu ve gururluydum, tıp fakültesinde beni kapıda<br />
karşılayacaklarını düşünüyordum. Tıp fakültesine ayak<br />
bastığım an gerek üst dönemlerden gerek hocalardan<br />
“emin misiniz? yol yakınken dönün” şeklinde tavsiyeler<br />
aldım. Ama hiçbirine aldırmadan tıp doktoru olarak<br />
mezun olmuştum.<br />
Yine büyük bir heyecanla hastalar beni bekliyor diye<br />
meslek hayatıma atıldım. Gerek yöneticiler gerek hastalar<br />
tarafından hakaretler, saldırılar vs. Uzun yıllar pratisyen<br />
doktor olarak her birimde çalıştım ama hiçbir yerin birbirinde<br />
farkı olmadığını gördüm. Sonra dedim ki pratisyenlik<br />
böyleymiş, ben uzman doktor<br />
olmalıyım. Zorlu TUS maratonundan<br />
sonra şehir ve branş olarak birinci<br />
tercihime yazdığım bölümü kazanmıştım.<br />
Tıp fakültesine girdiğim gün<br />
gibi çok mutluydum, branşlaşacaktım,<br />
işimin ehli olacaktım. Asistanlığa<br />
başladım, gördüğüm tablo yine hüsran<br />
oldu. Onu getir, bunu götür, bu<br />
böyle olmadı; personelinden, teknisyeninden, doktorundan<br />
herkesten ayrı bir istek.<br />
Ben uzman olacaktım. Eğitim programım, eğitim saatlerim,<br />
tartışmalar, dersler hayal ederken asistanlığımın<br />
üçüncü yılının sonuna gelmiştim. Düşündüğüm hiçbir<br />
şey gerçekleşmedi ve artık umudumu da kesmiştim. Bu<br />
memlekette bu iş bu kadar oluyor demek ki dedim. Bunu<br />
dedim ama memleketin en zeki insanlarının içinde bulunduğu<br />
bu hal ve sahipsizlik için son derece üzgündüm.<br />
Türk <strong>Toraks</strong> Derneği (TTD) <strong>2015</strong> kış okuluna sen gideceksin<br />
dediler, önemsemedim. Şimdiye kadar ne oldu<br />
“Türk <strong>Toraks</strong> Derneği <strong>2015</strong> kış okuluna<br />
sen gideceksin dediler, önemsemedim.<br />
Şimdiye kadar ne oldu ki<br />
bu saatten sonra bir şey olsun. Tek<br />
derdim hastane hengamesinden<br />
uzaklaşmak ve 3-5 gün Antalya’da<br />
kafa dinlemekti.“<br />
ki bu saatten sonra bir şey olsun. Tek derdim hastane<br />
hengamesinden uzaklaşmak ve 3-5 gün Antalya da<br />
kafa dinlemekti. Uçağa atladım ve Antalya havalimanına<br />
indim. Beni kapıda karşıladılar, servise bindirip kalacağım<br />
lüks otele getirdiler. Resepsiyonda beni Serenas’ın<br />
melekleri karşıladı, odama yerleştim. İlk gün derslere bir<br />
bakayım sonra girmem zaten diye kafamdan geçirip<br />
sabah güzel bir kahvaltıdan sonra toplantı salonuna indim.<br />
Osman hocam ve Oğuz hocam tarafından müthiş<br />
bir giriş ve tanışma faslı gerçekleşti. Beşli, onlu gruplar,<br />
masalarda hocalarla interaktif tartışmalar, uygulamalar,<br />
hoca anlatımlı dersler, sosyal programlar mest oldum.<br />
Hiçbir dersi kaçırmamaya karar verdim ve öylede oldu.<br />
Oğuz hocam gündüz son derece<br />
kendinden emin kürsüde, akşamda o<br />
derece kendinden emin sahnede ve<br />
bizi sahneye çekiyor.<br />
Müthiş dersler, güzel yemekler, sohbetler,<br />
eğlenceler ve bunun arkasından<br />
acaba ne gelecek diye<br />
hafif hafif korkmaya başladım.<br />
Acaba bizden ne isteyeceklerdi?,<br />
faturayı eve mi göndereceklerdi?, taksit yapacaklar<br />
mıydı? gibi düşünceler geçmeye başladı. Son günlerde<br />
TTD MYK tanışma toplantısında bu korkularımı<br />
ifade ettim ve birinci ağızdan Arzu hocamdan her şeyin<br />
beleş olduğu sözünü aldım ve çok rahatlamıştım.<br />
Birileri hiçbir karşılık beklemeden asistan topluluğuna<br />
bu derece planlı ve özverili bir şekilde hizmet sundukları<br />
için kaybolan umutlarım tekrar yeşerdi ve “biri bizi<br />
düşünüyor” diye camiam adına gurur durdum.<br />
Başta Oğuz hocam ve Osman hocam olmak üzere emeği<br />
geçen herkese sonsuz teşekkürlerimi sunarım.<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 15
Farkına Varın...<br />
Bir Çocuğun<br />
İmmün<br />
Yetmezlik<br />
Hastalığı ile<br />
Yaşlanması<br />
Murat ERGİNSOY<br />
16 I <strong>Toraks</strong> Bülteni
İmmün Yetmezliği (CVID-Commen<br />
Veriable İmmün Deficiency) tanısı ile<br />
1981 yılından beri takip ve tedavi görmekteyim.<br />
Öncelikle beni bugünlere<br />
getiren anne ve babam ile aile fertlerime,<br />
sağlıklı kalmamı sağlayan değerli<br />
doktorlarıma ve şu an bana destek<br />
olan değerli eşime ve bana bu yazıyı<br />
yazma imkanı verenlere sonsuz teşekkürlerimi<br />
sunarım.<br />
İmmün yetmezliğini bir de benim<br />
anlatmamı istediler. Nedir? Hayatınızı<br />
nasıl etkiliyor, diye sordular? Kısaca<br />
anlatmak isterdim ancak hastalığın tanısı<br />
konduğunda babama ve anneme<br />
hastalığım için tedavi süreci için ömür<br />
boyu denmiş, nasıl ben bunu kısa anlatayım<br />
ki, şu an itibarı ile 33 yıldır bu<br />
hastalıkla yaşıyorum. Peki esas olan immün<br />
yetmezlik mi? yoksa bunun yansımaları<br />
mı? Tanı konulduktan ve hastada<br />
biraz bilinçli ve dirayetli ise bununla<br />
yaşamak biraz daha kolay ama tanı konana<br />
kadar ki süreç? İşte o apayrı bir<br />
olay. Ben de immün yetmezlikli hasta<br />
arkadaşlarla tanıştıkça neler olabildiğini<br />
öğreniyorum, kiminin sindirim sisteminde<br />
sıkıntı, kiminin cildinde, kiminin<br />
gelişiminde, kiminin akciğerlerinde, kiminin...<br />
Ben sanırım şanslı olanlardanım<br />
çünkü zor şartlarda da olsa tanısı çocukluk<br />
döneminde konan bir hastayım,<br />
ona rağmen solunum yolu ve akciğerlerime<br />
yansıması olan bir immün yetmezlikli<br />
hastayım. 4 yaşındayken Çapa<br />
Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Kliniğinde<br />
2,5 ay yatışımın ardından hastalığımın<br />
tanısı konmuş ve tedavi sürecim başlatılmış,<br />
o günden beri düzenli olarak<br />
önce IMIG tedavisi daha sonra 1990’lı<br />
yıllardan itibaren IVIG tedavisi yapılmaya<br />
devam edilmiştir.<br />
Ancak bu yazdığım kadar kolay olmamıştır.<br />
Ben, doğumumdan 60 günlükten<br />
itibaren sürekli solunum yolu<br />
enfeksiyonları geçirmeye başlamışım,<br />
sürekli tedaviler uygulanmış, ancak tedavi<br />
süreci içerisinde yoğun antibiyotiklerle<br />
düzelmiş, fakat tedavinin hemen<br />
sonrasında yine hastalanan bir bebeklik<br />
dönemi geçirmişim, bu süreçte birçok<br />
Ben, çocuk yaşta bu hastalıkla<br />
tanıştığım için bu hastalığın her<br />
sıkıntısını en derinden yaşamış biriyim,<br />
hem hastalık açısından, hem<br />
de sosyal ve psikolojik açıdan.<br />
kez pnömani ve bronşit olmuş ve bunların<br />
tedavilerini görmüş ancak herhangi<br />
bir olumlu sonuç alınamamıştır.<br />
Bu süreç 1977 Eylül ayı ile 1981 yılları<br />
arasında (tam 4 yıl boyunca) olmuş ve<br />
babam şark görevini Urfa ilinde yaparken<br />
zor bela beni İstanbul’a götürüp<br />
Çapa Tıp Fakültesi’ne yatırana kadar<br />
sürmüştür. Bu 4 yıllık süreçte üzerimde<br />
her türlü antibiyotik ve penisilin tarzı<br />
(annem hep söyler kefzol diye bir ilaçta<br />
kullanılmış) en ağır ilaçlar denenmiş,<br />
hatta deyim yerinde ise kobay olarak<br />
kullanılmışım, fakat hiç bir ilaç kesin çözüme<br />
götürmemiş, çünkü günümüzde<br />
dahi birçok hekimin yabancı olduğu<br />
veya hiç duymadığı perdenin arkasında<br />
gizli bir düşman olarak duran İmmün<br />
Yetmezliği hastalığımın olduğu kimsenin<br />
aklına gelmemiş. Ailemin anlatmalarına<br />
göre sırtımdan uzun bir iğne ile<br />
su çekilmiş, kasığımdan parça alınmış.<br />
Çapa Tıp Fakültesinde 2,5 ay yatırılma<br />
sürecinde yapılan tetkikler sonucunda<br />
CVID (Yaygın Değişken İmmün Yetmezlik)<br />
tanısı konularak Immünglobulin<br />
tedavisine karar verilmiş.<br />
Babamın görevi itibarı ile bir yıl Urfa’dan<br />
İstanbul’a her ay IMIG tedavisi<br />
için gidip gelmişiz, bu ilaç kaba ete<br />
yapılıyordu. Yani ya kalçaya, ya da bacaktan<br />
yapılırdı. O dönemde benim<br />
bacaklarıma yapılırdı. İki enjektöre hazırlanan<br />
IMIG, iki bacağıma uygulanır ve<br />
o gün boyunca yürümem neredeyse<br />
imkansız olurdu, çünkü ilaç bacaklarımı<br />
uyuşturur ve çok ağrı yapardı, babamda<br />
beni kucağında taşımak zorunda kalırdı.<br />
Buna rağmen bu tedavi sonunda<br />
sanmayın ki düzelmişim. Yine de pnömoni,<br />
bronşit gibi ciddi enfeksiyonlar<br />
olmuş ancak sıklığı azalmış, bir miktar<br />
hayat kalitem artmış. Yine ailemin anlattıkları<br />
ve benim hatırladığım kadarı<br />
ile süte karıştırılmış bal+çiğ yumurta<br />
içer, ciğerlerimdeki mukozaları çıkartmam<br />
için divandan yüz üstü sarkıtılıp<br />
sırtıma vurulurdu. Daha sonra 1982<br />
yılından itibaren babamın Ankara iline<br />
tayin olması ile uzun yıllar Hacettepe<br />
Üniversitesi İhsan Doğramacı Çocuk<br />
Hastanesi Pediatrik İmmünoloji Polikliniğinde<br />
takip ve tedavi oldum, halende<br />
gitsem sağ olsunlar ilgilenirler, en azından<br />
derdimi dinler ve beni yönlendirirler.<br />
Ben, çocuk yaşta bu hastalıkla tanıştığım<br />
için bu hastalığın her sıkıntısını en<br />
derinden yaşamış biriyim, hem hastalık<br />
açısından, hem de sosyal ve psikolojik<br />
açıdan. Örneğin ben hiç doğru düzgün<br />
top oynayamadım. Düşünün bir erkek<br />
çocuğusunuz ve top oynayamıyorsunuz,<br />
bundan dolayı şu an ben futbol<br />
izlemem ve takımda tutmam, çünkü<br />
küçükken ben biraz koşsam, terlesem<br />
hemen hasta olur, okula gidemez ve<br />
derslerimden geri kalırdım. Bundan<br />
dolayı ilkokul birinci sınıfı iki kere okudum.<br />
Düşünün ilkokul birinci sınıftan<br />
bahsediyorum. Gerekçesi enfeksiyon<br />
riski. Öyle ki lisede dalgıçlık merakım<br />
vardı, ancak kendi doktorum beni yine<br />
de üzmemek için göğüs hastalıklarına<br />
gönderdi, çekilen BT sonucunda basınca<br />
dayalı herhangi bir spor yapmam<br />
uygun bulunmadığından benim doktorumda<br />
üzülerek onay veremedi.<br />
Her okul açılışında annem veya babam<br />
öğretmenim ve okul müdürü ile<br />
görüşür durumumu onlara söylerlerdi,<br />
herkes bana cüzzamlı gibi davranır,<br />
beni izole etmeye çalışırlardı. Bu belki<br />
iyi gibi görünebilir ama bir iki gün değil,<br />
bir ömür boyu böyle.<br />
Ortaokul dönemimde yaklaşık 13-<br />
14 yaşlarımdaydım. Annemle babama<br />
artık hastaneye tek başıma gitmek istediğimi<br />
söyledim ve onlarım hastaneye<br />
gelmelerini istemedim, çünkü benimle<br />
birlikte onlarında her seferinde aynı<br />
acıları yaşamalarını istemiyordum. Öyle<br />
ki benim babam hastaneleri hiç sevmi-<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 17
yor, çünkü benden dolayı geçmişte çok<br />
hastane gezmiş, çok acılar ve zorluklar<br />
görmüş. Bu hastalığı yaşamak ayrı bir<br />
sıkıntı, tedavisi ayrı bir sıkıntı, bir de<br />
hastaneye her geliş gidişinizde yaşadığınız<br />
hastane ortamında gördükleriniz,<br />
yaşadıklarınız ayrı bir sıkıntıdır, bunları<br />
ayrı ayrı anlatsanız, kitap olur.<br />
1996 yılında askerlik çağım geldiğinde,<br />
her genç erkek gibi askerlik şubesine<br />
gittim, oradan beni bulunduğum ilin<br />
askeri hastanesine sevk ettiler, orası da<br />
beni GATA (Gülhane Askeri Tıp Akademisi)’ya<br />
sevk etti, ancak o dönemde<br />
GATA’ da İmmünoloji polikliniği yok,<br />
sadece laboratuar düzeyinde bir birimi<br />
ve bir uzman doktoru var, ancak<br />
muayene yine yoktu. Dahiliyeden giriş<br />
yaptırdılar ve beni laboratuardaki doktora<br />
yönlendirdiler, doktor hem şaşırdı,<br />
hem de sevindi. Hayatında ilk kez bir<br />
immün yetmezliği hastasının kendisine<br />
geldiği için. Tabi buna<br />
ben sevinemedim,<br />
çünkü benim durumumun<br />
ne olacağı<br />
belli değildi. Hacettepe<br />
Üniversitesinde<br />
ki değerli doktorlarım<br />
yardımcı olmaya çalıştı ancak, o günkü<br />
şartlarda GATA’nın yönetmelikleri çok<br />
katı ve sert olduğundan GATA’da ki hekimde<br />
bir şey yapamıyordu. İşin ilginç<br />
tarafı benim hastalığıma inanıyor, ancak<br />
tespit etmesi gerekiyor, fakat imkanları<br />
buna yetmiyordu. Sonuçta ben 3 hafta<br />
GATA’da çaba verdim ve bir şekilde<br />
GATA’da ki doktor TSK Sağlık Yeteneğine<br />
göre benim hastalığımı ortaya<br />
koydu ve kurula sevk etti, peki bu yeterli<br />
oldu mu dersiniz? Tabi ki de hayır.<br />
Çünkü kurul karşısında fiziken sağlıklı bir<br />
birey gördüğünden “neden askerlikten<br />
kaçıyorsun?” sorusunu bana doğrulttu.<br />
Ben onlara “askerlikten kaçmıyorum,<br />
benim böyle bir hastalığım ve böyle bir<br />
tedavim var” dedim. Kurul başkanı ilacımın<br />
değerini sordu, o günkü değerini<br />
söyledim kafasından kabaca hesapladı<br />
ve bana o zaman gitmene gerek yok”<br />
dedi. Bu benim yıkıldığım andı. Çünkü<br />
18 I <strong>Toraks</strong> Bülteni<br />
benim hasta olmamın önemli olmadığı,<br />
esas önemli olan şeyin ise maddi karşılığının<br />
ne olduğu anlamına geliyordu.<br />
Peki ya okul hayatı, biraz önce bahsettim<br />
ancak hepsi sizce o mu dersiniz? Ben<br />
iki yıllık meslek yüksekokulunu ailemin<br />
yanında okurken bölüm birincisi olarak<br />
bitirmiş, buna karşılık makine mühendisliğine<br />
dikey geçiş yapmış biriyim. Bu<br />
dönemde ailem, ev sahibinin çıkarması<br />
nedeniyle kendi evlerinin bulunduğu<br />
şehre taşınmak zorunda kalınca mecburen<br />
yurda çıktım. Yurt ortamında çok sık<br />
hastalanmaya başladım. Bundan dolayı<br />
YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu)’e, okuduğum<br />
üniversite dekanlığına, gitmek<br />
istediğim üniversite dekanlığına dilekçeler<br />
yazdım, sağlık durumundan ailemin<br />
bulunduğu ildeki üniversiteye kaydımın<br />
alınmasını istedim, ancak hepsinden de<br />
RET yanıtını aldım ve makine mühendisliğini<br />
bırakmak durumunda kaldım.<br />
“Her okul açılışında annem veya babam öğretmenim<br />
ve okul müdürü ile görüşür durumumu onlara<br />
söylerlerdi, herkes bana cüzzamlı gibi davranır, beni<br />
izole etmeye çalışırlardı. Bu belki iyi gibi görünebilir<br />
ama bir iki gün değil, bir ömür boyu böyle.”<br />
Bunlara rağmen bir şekilde memur<br />
olmayı başardım. Ancak memur olmak<br />
sorunları bitirmedi. Şu an da TSK’da<br />
memurum, ancak amirlerim asker kökenli.<br />
Bu özrümü kapatmak için her<br />
insandan daha öz verili çalışmaya çalışıyorum.<br />
Ancak her 3 hafta da bir 2 gün<br />
IVIG tedavisi için hastaneye gidiyorum,<br />
tabi bende buna rağmen hastalanabiliyorum,<br />
genelde de üst solunum veya<br />
alt solunum yolu enfeksiyonu şeklinde<br />
oluyor. Bunlar, ilaç kullanma yanında<br />
normal insanların bile ihtiyaç duyduğu<br />
istirahat şeklinde oluyor. Ancak amirlerime<br />
bunu anlatamıyorum. Askerler,<br />
genelde 2 yılda bir görev değiştirir, yani<br />
benim her 2 yılda bir yeni gelen amire,<br />
komutana vb. kişilere durumumu izah<br />
etmem gerekiyor, önceleri anlayışla<br />
karşılıyor gibi görünüyorlar, ama sonra<br />
durumu görünce önce “Ne kadar<br />
çok hastalanıyorsun sen...” gibi ifadeler<br />
başlıyor, sonra “...hastalığını kullanıyorsun<br />
sen.” demeye başlıyorlar. Ardından<br />
kontrol muayenesine askeri hastaneye<br />
sevk etmeye kalkıyorlar, ama zaten<br />
oradan çıkmış raporu görünce bu sefer<br />
mahkemeye vermeye kalkıyorlar. Yani<br />
neler neler...<br />
Bu hastalıktan dolayı çoğu kez bir<br />
uzvumun olmamasının bu hastalıktan<br />
daha iyi olacağını düşünmüşümdür<br />
veya insanların direkt olarak anlayacağı<br />
ve bir süre sonra hayatımın sonlanacağı<br />
türden bir hastalığımın olması şeklinde<br />
olmasını düşünmüşümdür. Niye<br />
biliyor musunuz? Çünkü, çok acı ama<br />
ömür boyu bu sıkıntıları her an yaşamak<br />
insanı psikolojik olarak bitiriyor<br />
ve hayata küstürüyor. Bana Hacettepe<br />
Üniversitesinin CVID hastalığımla ilgili<br />
verdiği “Toplu Çalışma Alanlarında Bulunmaması<br />
gerekir” şeklinde ki raporunu,<br />
gerçek hastalığım için olmasa bile,<br />
psikolojimin geldiği<br />
yer itibarı ile toplum<br />
içinde olmak istemiyorum.<br />
İnsanlara<br />
sürekli hastalığımı anlatmak<br />
ve insanların<br />
benim hastalığımdan<br />
dolayı beni suçlamalarından yorulmuş<br />
durumdayım.<br />
2000’li yıllardan sonra İmmünoloji<br />
Bölümü-Alerji veya Romotoloji ile<br />
birleşerek Türkiye genelinde yaygınlaştırıldı.<br />
Bu olumlu gibi görünse de bazı<br />
sakıncaları da olmadı değil. Çok geniş<br />
ve spesifik bir konu olan immünoloji<br />
bölümünün, çok yüzeysel değerlendirildiği<br />
yerlerle karşılaştım. Bazı yerlerde<br />
sadece ana tetkiklere bakarak karar<br />
verme yoluna gidilebildiği ile karşılaştım.<br />
Örneğin size yaşadığım bir olayı<br />
anlatmak isterim. Memur olduğum için<br />
atama gördüğüm ilde tedavi için ilk kez<br />
başvurduğum hastanede raporumu ibraz<br />
ederek tedavimi yaptırmak istedim<br />
(IVIG tedavisi), ancak ilgili hekim (romotolog-immünolog)<br />
benim IgG değerimin<br />
1240 olmasından dolayı IVIG<br />
almamın gerekmediğini söyleyerek<br />
tedavimi durdu. 2 hafta sonra tekrar
gelmemi ve tekrar ölçüm yapacaklarını,<br />
değerim ne zaman düşerse o zaman<br />
IVIG vereceklerini belirtti. Kendisine,<br />
tedavimin bugüne kadar hep büyük<br />
üniversite hastanelerinde yapıldığını,<br />
kendisine ibraz ettiğim raporunda büyük<br />
bir üniversitenin raporu olduğunu<br />
ve bu güne kadar bana söylenen ifadenin,<br />
tanı konduktan sonra IVIG aldığım<br />
sürece IgG değerimin normal insan IgG<br />
değerlerinde olabileceğini de ifade ettiğimde,<br />
ukalalık yapmakla suçlandım. Hal<br />
bu ki bir doktorla tıp bilgisi yarıştırma gibi<br />
bir derdim hiç bir zaman olmadı, ancak<br />
33 yıldır aynı hastalığı yaşıyorsanız, ister<br />
istemez bazı şeyleri doktorlarınız sizinle<br />
paylaşıyor.<br />
Demem o ki bir immün yetmezlikli<br />
hastanın rutin Ig değerleri belirleyici<br />
olmamalıdır. benzer bir durum benim<br />
oğlum 1,5 yaşında iken yaşandı. Bu hastalığı<br />
yaşadığım için insan haliyle endişe<br />
duyuyor ve oğlum doğduğu andan<br />
itibaren Hacettepe Üniversitesi İhsan<br />
Doğramacı Çocuk Hastanesi Pediatrik<br />
İmmünolojide kontrollerini yaptırdım,<br />
bana geçici immün yetmezliklerinden<br />
vb. olası her şeyden bahsedildi, ancak<br />
oğlumun 1,5 yaşına kadar ki yapılan<br />
antikor testlerine göre aşı cevaplarının<br />
olduğu ve hiç bir sıkıntısının olmadığı<br />
ancak Ig değerlerinin 3 yaşına kadar<br />
değişken olabileceği endişe edilmeyeceği<br />
söylendi, buna rağmen o dönemde<br />
Kayseri ilinde yapılan testlerde IgG<br />
değerinin (sadece bu değere bakılarak)<br />
düşük olmasından dolayı IVIG başlayacaklarını<br />
söylediler, bende kendilerine<br />
bu konuda onay vermediğimi, sonucu<br />
Hacettepe Üniversitesi’nin değerlendireceğini<br />
söyleyerek, kendilerine teşekkür<br />
ettim. Sonuçta da Hacettepe<br />
Üniversitesi Pediatrik İmmünoloji Bölümünde<br />
yeniden yapılan tüm tetkik<br />
Ig değerleri, Lenfosit alt grupları, Aşı<br />
Cevapları vb. diğer tüm tetkiklerin sonucunda<br />
hiç bir sıkıntısının olmadığı hatta<br />
IgG değerinin de bu sefer de yüksek olduğu<br />
söylendi ve her hangi bir immün yetmezliği<br />
hastalığına rastlanmadı. Şu an oğlum<br />
5,5 yaşında ve gayet sağlıklı bir çocuk.<br />
Bu anlattığım örneklerde göz önüne<br />
alındığında immün yetmezlik tanısını<br />
belirlemenin ne denli zor olduğu ortadadır.<br />
Ben sık sık solunum yolu enfeksiyonu<br />
yaşıyorum. Bebeklik dönemimde,<br />
bu hastalık daha bilinmez iken doktora<br />
götürüldüğümde verilen tedavi sürecinde<br />
normale döner, tedavi bitiminin<br />
hemen akabinde sanki hiç tedavi uygulanmamışçasına<br />
hastalanır ve tekrar<br />
doktora götürülürmüşüm. Bu durum<br />
dört yaşıma kadar devam etmiş. Tanı<br />
konduktan sonrasında da sorunlar çözülmemiş,<br />
sadece minimize edilmiştir.<br />
Yani sürekli hasta gezen bir çocuk, ayda<br />
“Bu hastalıktan dolayı çoğu kez bir<br />
uzvumun olmamasının bu hastalıktan<br />
daha iyi olacağını düşünmüşümdür.”<br />
bir sefer hasta olur hale geliş. Yani immün<br />
yetmezlik tanısı konup da IVIG tedavisine<br />
başlanan bireyler tamamen iyileşmiyor<br />
sadece yaşam kaliteleri belirli<br />
bir oranda düzeliyor. Yoksa bizler yine<br />
hasta oluyoruz. Ancak sürekli hasta olmaktan<br />
kurtulmuş durumdayız.<br />
Sonuç itibarı ile kanaatim o ki, her<br />
doktor benim için kıymetlidir, ancak<br />
bebekliğimden bu yana immünoloji<br />
ile büyüdüm. Annem-Babam beni Hacettepe<br />
Üniversitesi İhsan Doğramacı<br />
Çocuk Hastanesi Pediatrik İmmünoloji<br />
Bölümü’ne götürdüğü 1982 yılından<br />
bu güne kaç tane doktorumuz, hemşiremiz,<br />
laborantımız emekli oldu, kaç<br />
öğrenci oralarda asistanlık yapıp doktor<br />
ve hatta şu an öğretim görevlisi oldu.<br />
Şu an halen görev yapan değerli doktorlarım<br />
benim ablalarım, ağabeylerim<br />
diyebileceğim insanlardır. Onlarla beraber<br />
immünolojinin içinde büyüdüm.<br />
Belki azımsayabilirsiniz ama size kısaca<br />
şöyle izah edeyim 33 yılda her 3 haftada<br />
sadece 1 günde 572 günüm hastanede<br />
geçmiş. Bu yaşamımın gece-gündüz tam<br />
1 yıl 207 gününe tekabül ediyor. İmmünolog<br />
olmak gerçekten zor bir zanaat<br />
ve immünolojinin tüm tıp biliminin içinde<br />
yer aldığına inanıyorum, her hastalığın<br />
altında immün yetmezlik de yatabilir.<br />
Çünkü immün yetmezlik vücudun<br />
deyim yerindeyse silahlı kuvvetleridir.<br />
Bundan dolayı ki ben şöyle bir ifade kullanırım;<br />
bir immünolog aynı zamanda iyi<br />
bir iç hastalıkları uzmanı olmalıdır. İster<br />
istemez iç hastalıkları ile ilgilenen tüm<br />
doktorlarımızın da bu konuya yabancı<br />
kalmamaları gerektiği inancındayım.<br />
Bu gün itibarı ile bu yazımı sizlerle<br />
paylaşmamın ve bu hastalığa sahip insanlar<br />
ve kendim için tek bir amacım<br />
var artık, o da bizlere de özürlü raporunun<br />
verilmesi, ancak özürlü oranı olarak<br />
%0-....-100 gibi, değerler veriliyor ya,<br />
bizim özür oranımız bundan çok daha<br />
fazla çünkü biz normal insana göre<br />
her an hasta olmaya açık insanlarız ve<br />
toplu alanların dışında olmak zorunda<br />
olan insanlarız, yani yalnızlığa mahkum<br />
insanlarız, bu bana verilmiş rapordan<br />
da anlaşılmaktadır. Belki bu yazımı okuyacak<br />
olanlar sadece göğüs hastalıkları<br />
hekimleri olacak, bilemiyorum. Ama<br />
bilin ki Hacettepe’den mezun olan ve<br />
özellikle de immünoloji üzerine bitirme<br />
ödevi veren veya doktora yapan hekimlere<br />
seslenmek istiyorum, ben Murat<br />
Erginsoy, çoğunuz araştırmalarınız<br />
için kanlarımızı karşılıksız bizden aldınız,<br />
bizde memnuniyetle verdik. Bizimde<br />
sizden tek dileğimiz var ki özürlü raporunun<br />
çıkartılması konusunda Bakanlık<br />
Nezdinde Özürlülük Kriterlerine bizim<br />
hastalığımızın tanımlanmasına yardımcı<br />
olunuz ve özürlülük oranı olarak en az<br />
%60 gibi bir kriter girmesini sağlayınız,<br />
çünkü bu değerin altındaki bir kriter<br />
çok da etkili olanaklar sağlamamaktadır.<br />
Saygılarımla...<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 19
G20 Devlet Başkanlarına<br />
ve Hükümetlerine Çağrımızdır:<br />
İnsan Sağlığı için Harekete Geçin, Temiz ve<br />
Sürdürülebilir Enerji Kaynaklarını Seçin!<br />
Dünyanın en büyük 20 ekonomisinin devlet<br />
başkanları 15-16 Kasım <strong>2015</strong> tarihlerinde<br />
G20 Liderler Zirvesi için Antalya’da bir araya<br />
geliyor.<br />
Şiddet, savaşlar, kıtlık, kuraklık ve bulaşıcı hastalıklar<br />
yüzünden her geçen gün daha fazla masum insan yaşamını<br />
yitirirken; G20 liderleri eşitsizliklerin giderek<br />
arttığı bir dünyada, zenginin daha zengin, yoksulun<br />
daha yoksul olduğu koşullarda Türkiye’de toplanıyor.<br />
Bilimsel araştırmalar, iklim değişikliği ve hava kirliliğinin<br />
çağımızın en önemli halk sağlığı sorunlarından<br />
birisi olduğunu göstermektedir. Öyle ki, iklim değişikliğinin<br />
insan sağlığı üzerinde yarattığı tehditler geçtiğimiz<br />
elli yılda insani gelişme ve sağlık alanlarında<br />
elde edilen küresel kazanımları baltalayacak büyüklüğe<br />
ulaşmıştır. Bu nedenle iklim değişikliği ile mücadele,<br />
içinde bulunduğumuz yüzyılda tüm dünyada sağlığın<br />
geliştirilmesi için yapılması gereken en önemli ve<br />
en öncelikli işlerden birisidir.<br />
Bu çerçevede, kömürün küresel enerji bileşiminden<br />
hızla çıkarılması, hava kirliliğini azaltarak kalp-damar<br />
ve solunum sağlığını korumada ciddi bir adım olabilir.<br />
Hava kirliliğinin, solunum fonksiyonlarında bozulmaya,<br />
kronik solunum sistemi ve kronik kalp ve damar hastalıklarında,<br />
kanser ve erken ölüm sayısında artışa yol<br />
açtığı kanıtlanmış bilimsel gerçeklerdir. Hava kirleticilerinin<br />
aynı zamanda yağmur yoluyla, içme ve sulama<br />
suyu kaynaklarına, bitki örtüsüne<br />
zarar verdiği, bunun<br />
mikro klima değişikliklerine<br />
yol açtığı da göz önünde bulundurulmalıdır.<br />
Dünya Sağlık Örgütü, hava<br />
kirliliğinin küresel sağlık<br />
eşitsizliklerinin de bir nedeni<br />
olduğunu; özellikle<br />
kadınları, çocukları, yaşlıları<br />
ve düşük gelirli toplum kesimlerini içeren dezavantajlı<br />
grupları en çok etkilediğini belirtmektedir. Dünya<br />
Sağlık Örgütü ayrıca enerji verimliliğinin desteklenmesinin,<br />
temiz ve yenilenebilir enerjinin yaygınlaştırılmasının<br />
sağlık açısından faydaları olacağını vurgulamaktadır.<br />
2009 yılında, G20 ülkelerinin fosil yakıt teşviklerini sonlandırmaya<br />
söz verdiklerini tekrar hatırlatmak isteriz.<br />
Ancak maalesef, bugüne kadar bu yönde çok az ilerleme<br />
kaydedilmiş; G20 ülkeleri geçen zaman diliminde<br />
halkın sağlığı yerine, küresel şirketlerin çıkarlarını gözetmeyi<br />
sürdürmüştür. Süreçte, küresel şirketlerin ciroları<br />
artarken, eşitsizliklere seyirci kalan hükümetlerin<br />
kar maksimizasyonuna aracı olmaktan öte bir işlev<br />
üstlenmemesi dünyayı bir felakete sürüklemektedir.<br />
Tüm bu vurgulara rağmen uluslararası şirketlerin isteği<br />
üzerine -Uluslararası Para Fonu (IMF) verilerine<br />
göre- dünya genelinde hükümetler her yıl 5,3 trilyon<br />
ABD doları tutarında kamu parasını fosil yakıtları desteklemek<br />
için kullanmaktadır. Kömür ise bu teşviklerden<br />
en çok pay alan fosil yakıt olarak öne çıkmaktadır.<br />
Ne acıdır ki fosil yakıtları desteklemek için ayrılan<br />
kaynak, tüm dünya hükümetlerinin sağlık bütçelerinin<br />
toplamından daha fazlasına karşılık gelmektedir.<br />
Bu yıl G20 Dönem Başkanlığı’nı üstlenen Türkiye’nin<br />
kömürden enerji üretimine verdiği destekler ve teşvikler<br />
halk sağlığı açısından ciddi bir endişe kaynağıdır.<br />
IMF’ye göre, <strong>2015</strong> yılında Türkiye’de kömüre<br />
verilen teşvik, ülkenin<br />
GSMH’sının %2,8’ine ulaşarak<br />
24,2 milyar avroyu<br />
bulmuştur. Türkiye, kömür<br />
santralleri yoluyla enerji<br />
üretim sürecinde, dünyada<br />
Çin ve Hindistan’dan sonra<br />
en büyük üçüncü yatırımcı<br />
ülke konumuna ulaşmıştır.<br />
Bugün itibariyle Türkiye’de<br />
var olan yirminin üzerinde-<br />
20 I <strong>Toraks</strong> Bülteni
ki mevcut kömürlü termik santrala ek olarak seksenin<br />
üzerinde yeni termik santral yapılması planlanmaktadır.<br />
Maalesef bu yeni termik santraller, halen mevcut<br />
termik santrallerden kaynaklanan yoğun hava kirliliği<br />
yaşayan ve hava kirleticilerinin ölçümünün bile kapsamlı<br />
ve çok merkezden yapılamadığı bölgelere (örneğin<br />
Batı Karadeniz...) planlanmıştır. Yapılması planlanan<br />
yeni kömürlü termik santralinin desteklenmesi<br />
halk sağlığını hiçe sayan bilim dışı bir tutumdur.<br />
Önümüzdeki dönem kömürlü termik santral sayısında<br />
artışa gidilmesi halinde, Türkiye’de kömürlü santrallere<br />
bağlı ortaya çıkacak sağlık yükü hızla yükselecektir.<br />
Halen Türkiye’de faaliyette bulunan kömür yakıtlı termik<br />
santraller nedeniyle her yıl on bine yakın ölüm,<br />
yüz binlerce sağlık kuruluşuna başvuru yaşandığı ve<br />
ekonomiye yıllık 3,6 milyar avroluk yük eklendiği unutulmamalıdır.<br />
İşte tüm bu nedenlerden dolayı bilim insanları, meslek<br />
örgütleri ve sivil toplum örgütleri olarak, Türkiye’nin<br />
şirketlerin kârlarının artışına yönelik bu “Kömüre hücum!”<br />
stratejisini şiddetle eleştiriyor, sağlıklı bir enerji<br />
geleceğine geçilmesi için siyasi iktidara uzun zamandır<br />
çağrıda bulunuyoruz. Bu kapsamda toplumun sağlık<br />
hakkının savunucusu olan bizler, iklim değişikliğine karşı<br />
mücadele konusunda bir samimiyet göstergesi olarak,<br />
toplumun sağlığının, her türlü sanayileşme faaliyetinden,<br />
ulusal ve küresel şirketlerin kazançlarından daha<br />
önemli olduğu ilkesinin G20 Hükümetleri tarafından<br />
benimsenmesi gerektiğini savunuyoruz. Buna karşılık<br />
fosil yakıtların alternatifinin nükleer enerji olmadığını,<br />
doğanın insanı içeren bütüncüllüğünü sürdürülebilir kılarak,<br />
yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmenin ve<br />
enerji verimliliğinin doğanın yani insanın geleceği için<br />
zorunluluk olduğunu vurguluyoruz. “Sağlıklı yaşamak”<br />
ve “Temiz hava solumak” en temel insan hakkı ise, bu<br />
hakkın hayata geçmesinin sağlanabilmesi için G20 hükümetlerinin<br />
enerjinin verimli kullanılması için tatmin<br />
edici girişimlerde bulunması, yenilenebilir enerji kaynaklarının<br />
enerji üretimindeki payının artırılmasını sağlaması<br />
ve yeni kömürlü termik santrallerin yapımından<br />
vazgeçmesi gerekmektedir.<br />
Biz, aşağıda imzası bulunan sağlık, tıp ve çevre örgütleri,<br />
yurttaşların sağlıklarının korunması ve iklim değişikliği<br />
ve hava kirliliğinden kaynaklanan toplumsal ve<br />
ekonomik eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasında, başta<br />
kömür olmak üzere fosil yakıtlara verilen destek ve<br />
teşviklerin durdurulmasının kilit önemde bir yaklaşım<br />
olduğunu düşünüyoruz.<br />
İklim değişikliği ve hava kirliliğinin sağlık üzerinde<br />
oluşturduğu tehditlere dair yeni kanıtlar çerçevesinde,<br />
başta Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti olmak üzere,<br />
dünyanın en büyük 20 ekonomisinin liderleri olarak sizi,<br />
bu hafta Antalya’da yapılacak G20 Liderler Zirvesi’nde<br />
yeni kömürlü termik santral yapımından vazgeçmeye,<br />
fosil yakıt teşviklerini durdurmaya yönelik net bir yol<br />
kararlaştırmaya ve <strong>Aralık</strong> ayında Paris’te yapılacak Birleşmiş<br />
Milletler İklim Değişikliği Konferansı’nda toplum<br />
yararına bağlayıcı bir iklim anlaşmasının karara bağlanmasına<br />
liderlik etmeye acilen ve ısrarla çağırıyoruz.<br />
Temiz Hava Hakkı Platformu, Türkiye<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 21
Her Şey Sermaye İçin Sevgilim<br />
OSMAN ELBEK<br />
boyunca her pazar günü Taksim Meydanı’nda<br />
görünmesini de duymadı,<br />
görmedi.<br />
31 Ocak 2008<br />
İstanbul’un Zeytinburnu ilçesi<br />
Patlama yani bir “kaza” olayı…<br />
O günkü gazete ve televizyonlar, bir<br />
maytap atölyesinde yaşanan “iş kazası”<br />
nedeniyle onlarca kişinin hayatını<br />
kaybettiğini ve yüzden fazla sayıdaki<br />
insanın yaralandığını söylediler. Patlamadan<br />
sonra ölenlerin paramparça<br />
ve tanınmaz hale gelen bedenleri<br />
etraftan toplanmaya çalışılırken, Çalışma<br />
Bakanlığı da iş müfettişleriyle<br />
soruna el koyduklarını ve İstanbul’u<br />
tehlike yaratan bu işletmelerden kurtaracaklarını<br />
kamuoyuna ilan etti.<br />
Yani her şey olması gerektiği gibi: telaşa<br />
gerek yok Devlet-i Aliyye-i Cumhuriyye<br />
iş başında!<br />
Yaşanan her iş cinayeti sonrası devletin<br />
benzer açıklamalarına aşina olan<br />
Türkiye halkı, o günlerde İş Müfettişleri<br />
Derneği’nin, İstanbul, Edirne, Kırklareli,<br />
Tekirdağ ve Yalova’da denetim<br />
yapan toplam 100 müfettiş olduğunu<br />
ve İstanbul’da bulunan bir milyondan<br />
fazla işyerini bir kez denetleyebilmek<br />
için 55 yıla gerek duyulduğunu belirten<br />
açıklamasını elbette duymadı.<br />
Benzer biçimde öldürülen insanların<br />
ailelerinin Davutpaşa Patlaması hakkında<br />
ceza dava açılması için 35 hafta<br />
Çünkü Nazım’ın dediği gibi antenlerin,<br />
rotatiflerin, kitapların, beyaz<br />
perdedeki kızların, ninninin, rüyanın,<br />
sözün, sesin ve en önemlisi duanın<br />
yalan söylediği bir dünyadadır bu<br />
dünya. Ne yazık ki paradan başka hiçbir<br />
değere iman etmeyen bu neoliberal<br />
hayat, çalışma hayatında her yıl<br />
iki milyondan fazla insanın ölümüne,<br />
150 milyondan fazla insanın hastalanmasına,<br />
300 milyondan fazla çalışanın<br />
işyerinde kaza geçirmesini sağlıyor.<br />
Aşırı çalışma nedeniyle yaşanan ölüm<br />
ve intiharlar ise bu cinayetlerin görülmek<br />
istenmeyen karanlık yüzünü var<br />
ediyor. Fark edelim ki; bu dünya, insanın<br />
hastalanarak, sakat kalarak, ölerek<br />
özgürleştiği bir dünya.<br />
Soma iş cinayeti sonrası kısa süreli<br />
olsa da fark edip peşi sıra hemen<br />
unuttuğumuz üzere ucuz işçi cenneti<br />
olmakla övünülen Türkiye’de ise<br />
ortalama her gün 3-8 işçi “kazara”<br />
ölüyor. Yani kapitalizmin çarkı dönüyor<br />
ve metaların dünyası büyüdükçe<br />
insanın değeri küçülüyor: insan bir<br />
rakama, bir veriye, ya da üç satır bir<br />
ölüm haberine dönüşüyor. Acı ama<br />
Kafka bile böylesi bir dönüşümü hayal<br />
edememişti.<br />
22 I <strong>Toraks</strong> Bülteni
Fırat Yiğen<br />
Neyse devam edelim ve küreselleşme<br />
ile birlikte hızlanan dünyaya bizde<br />
ayak uydurup gelelim 15 Temmuz<br />
2014’e. Aslında 15 Temmuz’un özel<br />
bir önemi yok, hatta sıradan bir gün<br />
bile sayılabilir. İşte bu sıradan günde<br />
sıradan bir haber: Dicle Üniversitesi<br />
Elektrik Elektronik Bölümü ikinci sınıf<br />
öğrencisi Fırat Yiğen, iki gün önce çalışmaya<br />
başladığı inşaatın yedinci katından<br />
düşerek öldü.<br />
Bir yanda dünyanın en büyük ekonomileri<br />
arasında “örnek” gösterilen<br />
Türkiye, diğer yanda yaz tatilinde ailesine<br />
katkıda bulunmak için Şanlıurfa’da<br />
inşaatta çalışmak zorunda kalan<br />
bir üniversite öğrencisi. Kapitalizmin<br />
insafsızlığı ve eşitsizliği daha başka nasıl<br />
anlatılabilir ki?<br />
Ama biliyoruz ki, Fırat Yiğen son ölen<br />
olmayacak. Çünkü bu topraklarda dolar<br />
milyarderlerinin artması gerekli.<br />
Çünkü “İnşaat Ya Resulullah” zihniyetinin<br />
başarısı için ucuz genç ölümlerin<br />
olması gerekli. Acı ama gerçek; her<br />
genç ölüm daha çok imar demek, bina<br />
demek, alışveriş merkezi demek...<br />
Türkiye’de kapitalizmin tüm kurum ve<br />
yapılanmalarıyla, hem de sömürüyü<br />
azami ölçüye taşıyabilmesini sağlayarak<br />
var olan siyasi iktidarının “tek<br />
adam”ı işte o nedenle tebaasından üç<br />
çocuk doğurmalarını istiyor. Öyle ya;<br />
ölüm “takdir-i ilahi”, yeter ki sömürü<br />
devam etsin, yeter ki kârlar azalmasın.<br />
Unutmayalım, Ocak 2002’de yürürlüğe<br />
girmiş olan Kamu İhale Kanunu’nu,<br />
on yıl içerisinde 17 kere değiştiren,<br />
kanun kapsamında yüzü aşkın değişiklik<br />
yapan bir siyasi iktidarla karşı karşıyayız.<br />
Şimdi tüm bunların yaşandığı<br />
bir ülkede “topal ördek” konumuna<br />
düşmüş bir sityasi iktidarın Ağustos<br />
sıcağında madenlerde Avrupa Birliği<br />
mevzuatına uygun malzeme ve koryucu<br />
sistem kullanma şartını 2020’ye<br />
ertelenmesine şaşıracak mıyız?<br />
Yok hayır; her şey olması gerektiği<br />
gibi: Her Şey Sermaye İçin Sevgilim.<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 23
24 I <strong>Toraks</strong> Bülteni<br />
Işığın Efendisi Olmak
Nilüfer AYKAÇ KONGAR<br />
Nilüfer Aykaç Kongar: Ne yazık ki günlerimiz hep bir koşuşturmaca<br />
içinde geçiyor. Evden işe, okula, çarşıya, pazara... hep bir<br />
koşturmaca. Akşam olup da yatağa atınca kendimizi tükendiğimizi<br />
hissediyoruz: Hayat sanki değirmen taşı, biz de öğütülecek<br />
buğday… Sizce bu zamanın hızlı akışını nasıl yavaşlatırız?<br />
Erzade Ertem: Emin olun hayatı yavaşlatarak yaşamanın en güzel<br />
seçeneklerinden birisidir fotoğraf çekmek. Elbette makineyi boynuna<br />
asıp oradan oraya koşup fotoğraf peşinde koşarak yapılamaz<br />
bu. Fotoğraf çekmek için koşmak değil ışığı izlemek gerek.<br />
NAK: Bu nedenle mi öğrencileriniz size “Işığın Efendisi” diyor?<br />
EE: Bilmiyorum belki de… Ama fotoğrafın sözcük anlamının “ışıkla<br />
çizmek” olduğunu biliyorum. Bu nedenle fotoğrafçı aslında ışığı<br />
doğru kullanan yani ışığa hükmeden kişidir. Çünkü fotoğraf dediğimiz<br />
sonuçta ışık, renk ve kompozisyondur.<br />
NAK: O zaman bize biraz her daim gördüğümüz ama belki de<br />
çok farkında olmadığımız ışığı anlatır mısınız? Nedir ışık?<br />
EE: Hayatımızda doğal ve yapay ışık kaynakları vardır. Bizler stüdyoda<br />
yapay ışık kaynaklarını kullanırız. Bu kaynaklar sayesinde de<br />
çekim zamanını kendimiz belirlemiş oluruz.<br />
NAK: Doğal ışıkta çekim yapmak daha zor değil mi? Zamana<br />
dikkat etmek gerekli en nihayetinde.<br />
EE: Kesinlikle, doğal ışık ortamındaysanız çekim yapacağınız objeyi<br />
en iyi yansıtacak ışığın zamanını beklemek zorundasınız. Ayrıca<br />
ayın, yıldızların, şimşeğin ve güneş ışığının özelliklerini de bilmelisiniz.<br />
Haliyle bu oldukça meşakkatli. Çünkü ışıkla nesnenin en iyi<br />
buluştuğu zaman bazen bir gün içerisinde bir “an” ya da bir sene<br />
içerisinde bir “an” olabilir.<br />
NAK: Doğal ışıkta fotoğraf çekmek için elde makine fotoğrafın<br />
peşinde koşmayıp anı bekleyeceğiz öyle mi?<br />
EE: Elbette, koşmak nafile bir çabadır. Bir antik kent, bir manzara,<br />
bir tarihi eser... yani yerinden kımıldatamayacağınız her şey için yapılacak<br />
olan doğru ışığı beklemektir. Çünkü güneş ışığı dünyamıza<br />
her gün farklı açılardan ve farklı tatlarda yani farklı renklerde gelir.<br />
Ve güneş her gün farklı yerlerden batar. Günbatımı çekimlerinde<br />
bunu en iyi biçimde deneyimleyebilirsiniz.<br />
NAK: Ama beklemek için yeterince zamanımız yoksa, malum…<br />
çok acelemiz var.<br />
EE: Emin olun beklemekten başka yol yok. Farzedelim çekime gittiniz<br />
ama ışık ters açıda. Ne yapacaksınız? Eğer çekim yaparsanız<br />
asla iyi olmayacaktır. O nedenle koşulu yok; çaresiz bekleyeceksiniz.<br />
Eğer ışığın efendisiyseniz.<br />
NAK: Yani efendi olmak için ardından koşmak değil onu beklemek<br />
gerek diyorsunuz. Bu bizim bildiğimiz efendi tanımlarına hiç<br />
uymuyor. Efendi bekler mi?<br />
EE: Eğer ışık bilginiz yoksa hemen çekimlere başlarsınız ve bir<br />
sürü kötü fotoğraflarla yolunuza devam edersiniz. Bir fotoğrafçıyı,<br />
Afrodisias ‘’Benim antik kentim. Ara Güler’in dünyaya<br />
tanıttığı antik kent. Prof Dr. Kenan Erim’in anısına...’’<br />
fotoğraf çekenden ayıran en temel özelliklerden biri budur; ışığı<br />
doğru okumak ve efendi olmak için bekleyebilmek.<br />
NAK: Ama gündelik hayatta bir şeyleri beklemeyi hepten unuttuk.<br />
Birkaç saniye içinde internet sayfası açılmıyorsa sinir oluyoruz, canımız<br />
sıkılıyor. Doğru ışığı beklerken de canımız sıkılmaz mı?<br />
EE: Hayatı yavaşlatmak budur aslında. Hem bu sayede hızla akıp<br />
giden hayatın unuttuğumuz güzelliklerini de hatırlarız. Beklerken çayınızı<br />
demlersiniz, sevdiğiniz bir müziği açarsınız, yanınızdaki kitaptan<br />
satırlar okursunuz. Uzanırsınız, kestirirsiniz... hasılı tembellik yaparsınız.<br />
Hayatın ellerinizden akıp gitmesini önler, aksine onu yaşadığınızı<br />
hissedersiniz böylelikle. Benim için bu bekleme anları zamanın çok<br />
yavaş geçtiği anlardır. Yani hayatı yavaş yaşadığım anlardır. Ve doğru<br />
zaman geldiğinde de çekimlere başlanır. Asla unutmayın her çekimin<br />
farklı bir zamanı vardır.<br />
NAK: Meslek sırrı değilse çektiğiniz bir fotoğraf üzerinden bu<br />
çekim zamanını biraz daha detaylı anlatabilir misiniz?<br />
EE: Elbette, haydi gelin Boğaziçi’ndeki o güzelim erguvanları çekelim.<br />
Biliyorsunuz havanın sıcaklığına bağlı olarak erguvanlar, 15 Nisan ile<br />
15 Mayıs arası on günlük bir sürede açarlar ve sonra çiçekleri dökülür.<br />
Demek ki, boğazda erguvan çekecekseniz ajandanıza bu tarihleri<br />
işaretleyeceksiniz öncelikle.<br />
Daha sonra erguvanlar açtığı zamanlarda (ki Kadıköy’den Beykoz’a<br />
3-4 günlük farkla açarlar unutmayın) bir keşif ve ön çekim yaparsınız.<br />
Bu sayede doğru ışıkları belirlersiniz. Genelde sabahtan öğlen<br />
sonuna kadar Boğazın Avrupa yakasını, öğlenden akşama kadarsa<br />
Boğazın Asya yakasını çekersiniz. Daha önemlisi hem karadan hem<br />
de denizden çekim yapmalısınız. Zaten bu zamanlar Boğaziçi yalılarının<br />
da en güzel görüntüleneceği zamandır.<br />
NAK: Her güzel işin arkasında olduğu gibi ne çok emek saklı değil<br />
mi? Emek harcadıkça güzelleşiyor hayat aslında. Pekiyi bizlere<br />
önereceğiniz favori bir yeriniz var mı erguvan çekimleri için?<br />
EE: Ben en çok Küçüksu Kasrında oturup, Rumeli Hisarında açmış<br />
olan erguvanları çekmeyi severim. Bir kıtada oturup diğer kıtada<br />
erguvanları seyretmek ve fotoğraflarını çekmek… Aman bu arada<br />
dikkat; kuzeyden esen rüzgarı yakalamalısınız ki sis-nem olmasın ve<br />
fotoğraflar bulanık çıkmasın. Aksine keskin, net görüntüler olsun.<br />
NAK: Piyasada bir dolu fotoğraf malzemesi var. Hani sizin anlattığınız<br />
gibi çokça emek harcamayıp en pahalı malzemeleri alıp<br />
çekim yapsak olmaz mı? Nem, sis, ışık sorunlarını bu pahalı malzemeler<br />
çözmez mi? Zamane ruhuyla sorarsak; para her şeyi<br />
halletmez mi?<br />
EE: Hayır pahalı tencere, leziz yemek pişirimi için gerekli değildir.<br />
Öte yandan bakın dijital teknoloji çok hızlı ilerliyor, aldıklarımızın<br />
çoğunun nerdeyse ikinci eli yok. Yenisini alıp eskisini atıyoruz. O zaman<br />
ne yapmalıyız derseniz; ilk çekime başlarken cep telefonunuzun<br />
kamerası, kompakt ya da yarı otomatik yani hem otomatik hem de<br />
manuel çeken bir kamera yeterli olacak demektir. Bu makinelerin<br />
fiyatı 300-500 lira arasındadır. Fazlasına gerek yok…<br />
NAK: Ya fotoğraf malzemeleri, ekipmanlar?<br />
EE: Malzeme ve ekipman almadan önce ilk çekime başladığınız mütevazi<br />
makine ile fotoğraf eğitimi almalısınız. Sonra gerçekten bir<br />
hobi olarak yapmaya karar verdiğinizde fotoğrafın hangi dalıyla ilgiliyseniz<br />
ona göre ekipman almalısınız. Manzara, gezi, doğa, spor,<br />
basın, makro, yaşam, yemek, insan, hayvan, çiçek, moda, portre...<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 25
Bu dalların hangisiyle veya hangileriyle ilgileniyorsanız<br />
bunu belirlemeli ve o çekim için<br />
gerekli ekipmanları almalısınız.<br />
NAK: Tripod, lens gibi malzemeleri hemen<br />
alalım mı?<br />
EE: Kesinlikle hayır. Kit olarak satılan (gövde,<br />
3-4 lens, flaş, tripod vs.) ekipmanlardan<br />
uzak durmanız lazım. Zaten lenslerin kalitesi<br />
çok kötü. Alacağınız malzeme için mutlaka<br />
eğitmenlerinizden yardım almalısınız. Öte<br />
yandan pahalı değil hafif ekipmanlar edinmelisiniz.<br />
Aynasız gövdeler çıktı, daha hafifler ve<br />
suda da çekim yapabileceğiniz çok hoş kompakt<br />
makineler var. Ana kural, ihtiyacın olana<br />
para ver, fazlasına değil.<br />
NAK: Leziz yemek yapmak için pahalı tencereye<br />
gerek yok diyorsunuz…<br />
EE: Kesinlikle, ben bu tencere hikayesini hep<br />
şunun için anlatırım: Makinen ne kadar iyi<br />
olursa olsun, o yalnız başına sana iyi fotoğraf<br />
çekmez. Geçmiş zaman bir kişiyle bir çekimde<br />
karşılaştık, omuzunda da pahalı bir makine<br />
var. Benim çekimlerimi gördü ve makinemin<br />
markasını istedi: “benim makine iyi çekmiyor<br />
satıp hocanınkinden alacam” dedi. Öğrencilerimden<br />
biri kişiye dönüp; “sana istediğin tencereleri<br />
alsam leziz yemekler yapabilir misin?”<br />
dedi. Makine değil, ışığın efendisi olmak ancak<br />
iyi fotoğraf çekmenizi sağlar. Bunun için de<br />
eğitim almak gerekli. Başka söze gerek var mı?<br />
NAK: Öğrencileriniz nasıl yaklaşıyor fotoğraf<br />
eğitimine? Aldıkları eğitimlerden<br />
sonra yaşamlarına ve kendilerine neler<br />
kattıklarını ifade ediyorlar?<br />
EE: Fotoğraf kulübündeki öğrencilerimin<br />
kimi yanıtlarını paylaşabilirim bu sorunuz için:<br />
* “Malta eriğinin Kasım-<strong>Aralık</strong> aylarında çiçek<br />
açtığını öğrendim.”<br />
* “Ayasofya’da dört minare olduğunu biliyordum<br />
ama üçünün farklı olduğunu çekim sırasında<br />
gördüm.”<br />
* “Meyve ağacında çiçeklerin yapraktan önce<br />
açtığını gördüm.”<br />
* “Işığı hep aynı renk bilirdim. Sabah, öğlen ve<br />
akşam ışıklarının ve mevsimsel ışıkların farklı<br />
olduğunu öğrendim.”<br />
* “Her gün işe giderken yanından geçtiğim yapının<br />
‘Tyke’ tapınağı olduğunu öğrendim.”<br />
* “Kendim için bir şey yapmayı öğrendim.”<br />
* “Çocuklarıma da makine aldım, birlikte vakit<br />
geçiriyoruz.”<br />
* “Renkleri öğrendim, ressamlar ve resimleriyle<br />
buluştum.”<br />
* “Bakıyorum, görüyorum ve merak ediyorum.”<br />
* “Önceleri bakardım, şimdi görüyorum.”<br />
NAK: Bakmak ve görmek apayrı iki kavram<br />
değil mi?<br />
EE: Kesinlikle ve fotoğraf bakmaktan görmeye<br />
geçişi sağlar. Sonra gördüklerinizi merak<br />
edersiniz. Merak bilgiye giden yolu açar<br />
ve sonra öğrendiğiniz bilgileri yaşamınızda<br />
kullanmaya başlarsınız. İşte fotoğrafçılık yaşamınızı<br />
böyle adım adım zenginleştirir. Selimiye’yi,<br />
Süleymaniye’yi çekersiniz; Mimar<br />
Sinan’ı merak edersiniz. Sinan okursunuz;<br />
diğer eserlerini çekersiniz. Osmanlı mimarisine,<br />
İslam mimarisine, Roma mimarisine geçersiniz…<br />
Hasılı kelam sonsuz bir deryada<br />
yüzüp durursunuz.<br />
Alanya Limanı<br />
NAK: Sadece tarih alanında değil kültürün<br />
tümünde etkisi vardır değil mi?<br />
EE: Elbette. Yemek çekersiniz, halk oyunlarını,<br />
giysileri, içkileri, tatlıları, tekneleri, süsleri,<br />
çiniyi, ibadethaneleri... kısaca yaşamı çekersiniz.<br />
Bu sayede yeni kültürlerle, yaşam biçimleriyle<br />
tanışırsınız.<br />
NAK: Son olarak bu söyleşiden de cesaret<br />
alarak fotoğraf alanına amatör biçimde<br />
adım atmaya çalışan kişilere önerilerinizi<br />
alabilir miyiz?<br />
EE: Amatör fotoğrafçı kendisi için çekim<br />
yaptığını hiç unutmamalıdır. Photoshop öğrenmeli<br />
ve arşiv yapmalıdır. Bilgisayara taşıdıktan<br />
hemen sonra fotoğraflarını elemeli,<br />
atacaklarını atmalıdır. Bilgisayarda konularına<br />
göre ve tarih vererek ayrı dosyalarda arşivlemelidir<br />
çekimlerini. Mutlaka harici iki ayrı<br />
hard diskte depolamalıdır. Ayrıca video çekmeyi<br />
de öğrenmelidir. Ama en önemlisi çekimin<br />
tadını çıkartmalıdır. 10-15 kg ekipman<br />
taşıyarak kendine eziyet etmemelidir. Mutlaka<br />
bir yedek pil ve hafıza kartı olmalıdır. Bir<br />
gezide 1000-2000 kare çekim yapmamalıdır.<br />
Deklanşöre basmadan önce fotoğrafı kafasında<br />
oluşturmalıdır. Ve elbette fotoğraf<br />
çekerken mutlu oluyorsa, yaşamını zenginleştirebiliyorsa<br />
bu hobiyi yapmalıdır.<br />
NAK: Fotoğraf çekimi sırasında nelere<br />
dikkat etmelidir?<br />
EE: Sevgili Nilüfer bu konu çok önemli. Geçenlerde<br />
Urfa da idik, ben ve dört öğrencim.<br />
O sırada bir fotoğraf kulübünden 30-40 kişi<br />
geldi. Elde makineler, tripodlar, ordan oraya<br />
koşmaya başladılar. Urfa çarşıları, Gümrük<br />
Han... her taraf karıştı. Hal hatır izin sormadan<br />
çekim yapıyorlar. Dama oynadığım Urfalı<br />
bana baktı ve “kımıl sürüsü” geldi hoca<br />
dedi. Ben utandım. Fotoğrafı tüketim aracı<br />
olarak ya da bir keyif aracı yani iletişim aracı<br />
olarak kullanmak bizim elimizde. Çekimde<br />
başkalarının özgürlüğüne saygı duyalım. Günümüz<br />
hayatının hızlı akışına kendimizi bırakmayalım,<br />
aksine zamanı yavaşlatalım.<br />
NAK: Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim.<br />
EE: Görüşlerimi paylaşma şansı verdiğiniz<br />
için asıl ben teşekkür ederim. Sevgiyle kalın.<br />
<strong>Toraks</strong> Bülten Notu: Röportaj için Nilüfer<br />
Aykaç Kongar’a ve düzeltmeler için Osman<br />
Elbek ‘e teşekkür ederiz.<br />
26 I <strong>Toraks</strong> Bülteni
Sinanhoca Köyü, Toroslar. Sinanhoca Köyü’nü Manavgat’tan Altın Beşik<br />
Mağarası’na giderken görmüştüm. Mevsimlerden yazdı. Ajandama not aldım.<br />
Dokuz ay sonra 4 Nisan’da köyün karşı yamacından çekimi yaptım.<br />
2 Nisan’da da gitmiştim. Hava kapalıydı. Çekim yapmadan geri döndüm.<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 27
Side Apollon Tapınağı ”Tanrının Renkleri”<br />
Bu fotoğrafa “Tanrının Renkleri”<br />
adını verdim. Siz ne dersiniz?<br />
Nilüfer çiçeği<br />
Nergis çiçeği<br />
Palmira (IŞİD’in katlettiği arkeolog<br />
Halid Esad anısına)<br />
Kurşunlu Şelalesi’nde Erzade Ertem<br />
Fotoğraf: Erdoğan Berçin<br />
28 I <strong>Toraks</strong> Bülteni
Erzade Ertem<br />
Dergi ve gazetelerde fotomuhabirliği<br />
yaptı. Uluslararası<br />
alanda fotoğrafları, foto röportajları<br />
yayınlandı. Türkiye’de kültür, sanat<br />
ve yaşam üzerine pek çok kitabın<br />
fotoğraf projesini gerçekleştirdi.<br />
Üniversitelerde ders verdi.<br />
Bir buçuk milyon fotoğraflık<br />
arşivi var.<br />
Reklam fotoğrafçılığının yanı sıra<br />
öğrencilerine kurs vermeye devam<br />
etmektedir.<br />
Not: Erzade Ertem facebook adresinden<br />
fotoğraf albümlerine ulaşabilirsiniz.<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 29
Dr. Annik<br />
Rouillon<br />
Anısına<br />
Yeşim<br />
YASİN<br />
(1929-<strong>2015</strong>)<br />
30 I <strong>Toraks</strong> Bülteni<br />
Annik Rouillon
Union’un eski İcra Direktörü ve 20. yüzyılın en önemli<br />
halk sağlıkçılarından biri olan Dr. Annik Rouillon, 13<br />
Temmuz <strong>2015</strong>, Pazartesi günü 85 yaşında vefat etti. 36<br />
yıllık kariyeri boyunca hem Bilimsel Aktiviteler Direktörü hem<br />
de İcra Direktörü olarak hizmet veren Dr. Rouillon, 1992’deki<br />
emekliliğine kadar geçen sürede yorgunluk bilmeden çalıştı ve<br />
kurumun başat figürlerinden biri oldu.<br />
1929’da Châteaurox, Fransa’da doğan Dr. Rouillon, daha genç<br />
yaşlarından itibaren çevresindekilerinin hayat kalitesini iyileştirme<br />
saikiyle hareket etti. Yaşamının başında sosyal hizmet kariyeri<br />
düşündü, ancak annesinin tavsiyelerine uyarak, tıp doktoru<br />
olmayı seçti.<br />
Dr. Rouillon l’Université de Paris’de okudu ve 1953’de tıp doktoru<br />
unvanını aldı. 1956’da, daha sekretarya Paris’te küçük<br />
bir oda iken, Union Against Tuberculosis’e (o zamanki adıyla<br />
Tüberküloza Karşı Birlik) katıldı. O zamanlarda, Avrupa’da pek<br />
çok insan tüberkülozdan ölüyordu ve hastalıktan yaygın bir<br />
korku vardı. Fakat aynı dönem, İskoçya’da tüberkülozun ilk kez<br />
kombine ilaçlarla tedavi edilebileceğini gösteren testlerin varlığıyla,<br />
hastalıkla ilgili önemli bir gelişme dönemiydi.<br />
Dr. Roullion TB ile savaşa müthiş bir heves ve tutkuyla katıldı,<br />
ayrıca onunla çalışma ayrıcalığına sahip olanlar için hep bir motivasyon<br />
kaynağı ve itici güç oldu.<br />
Annik Rouillon: une Vie Contre Tuberculose (Annik Rouillon:<br />
Tüberküloza Karşı bir Hayat) adlı kısa metrajlı belgeselde Dr.<br />
Arnaud Trébuck “O kimsenin kayıtsız kalamayacağı biriydi.<br />
Kendisi sıradışı bir karizmaya ve amaca adanmışlığa sahip, güçlü<br />
bir akıl kadınıydı,” diye hatırlıyor.<br />
İcra Direktörlüğüne ilaveten Dr. Rouillon, 1991’de Tubercule<br />
ile birleşen ve bugünkü International Journal of Tuberculosis<br />
and Lung Disease olan, IUAT Bulletin’in de baş editörü olarak<br />
görev yaptı. O, Union’un üyelere ortak sorunlar için birlikte<br />
çalışma imkanı sağlayan bölgesel organizasyonun oluşumunu da<br />
yönetti. Ayrıca İspanyolcanın üçüncü resmi dil olarak kabul edilmesini<br />
sağladı ve bu sayede o zamanlar ulaşılması güç olan Latin<br />
Amerika’ya kapı açtı.<br />
Ancak kuşkusuz Dr. Roullion’un tüberküloza en büyük mirası,<br />
Dr. Karel Styblo ile el ele vererek oluşturdukları Doğrudan Gözetimli<br />
Tedavi-Kısa Dönem veya DGTS stratejisidir. Kendisinin<br />
yorulmadan savunuculuğunu yaptığı temel güvenilir TB bakımı,<br />
stratejinin ana hatlarını oluşturdu ve Dünya Sağlık Örgütü, Union’un<br />
bugün hala sürdürdüğü bu stratejiyi tüberkülozda standart<br />
halk sağlığı yaklaşımı olarak kabul etti. DGTS’nin ilkeleri<br />
küresel anti-tüberküloz çabalarını etkilemeyi sürdürüyor. Dünya<br />
Sağlık Örgütü’ne göre 2000-2013 yılları arasında dünyada 37<br />
milyon insanın hayatı bu sayede kurtarıldı.<br />
Rutgers Global Tuberculosis Institute’un eski İcra Direktörü ve<br />
Kıdemli Danışmanı Dr. Lee Reichman, “Annik Union’un başarılarına<br />
katkılarından gururla söz ederdi ancak geçmişe nostalji<br />
duymazdı” diyor. Union’daki liderlik pozisyonunu öneren arama<br />
komitesi üyelerinden biri, hatırladıklarını “şimdiki zamanda<br />
yaşamayı seven ve geleceği planlamada usta biriydi. Union’un<br />
tarihiyle ilgili detayları incelikle kaleme almıştır ve fakat bunun<br />
nedeni geçmişin bugünden üstün olduğunu düşündüğünden değil,<br />
daha çok eğer geçmişte olup bitenleri iyi anlarsak geleceği<br />
çok daha akıllıca planlayabileceğimizi bildiğindendi” şeklinde aktarıyor.<br />
Çok sayıdaki ayrıcalıkları arasında, Dr. Rouillon, Académie<br />
Nationale de Médecine ve l’Académie des Sciences ödüllerini<br />
kazanmıştır. Kendisi aynı zamanda, Johns Hopkins Bloomberg<br />
School of Public Health tarafından “Halk Sağlığı Kahramanı”<br />
olarak adlandırılmış tek Fransız’dır. Birçok tıp örgütüne aktif<br />
üyelikleri vardı.<br />
Okyanusları ve piyano çalmayı sevdi, ancak zamanının çoğu profesyonel<br />
uğraşlarına adandı. Sıklıkla akşamları ve hafta sonlarını<br />
çalışarak geçirdi. Zamanı konusunda o kadar açık elliydi ki, Union<br />
Yönetim Kurulu üyesi ve eski İcra Direktörü Dr. Nils Bilo,<br />
bu durumu “günde 23 saat 59 dakika Union için yaşadı ve özel<br />
hayatına sadece bir dakika ayırdı. Kendini gerçekten Union’a<br />
fazlasıyla adamış biriydi” diyerek ifade ediyor.<br />
Dr. Roillon’un tüberküloz alanındaki devasa katkısı, Union’un<br />
yüksek kalite standartları getirmesine yardımcı oldu ve kurumun<br />
dünya çapında ünlenmesini sağladı. Değerli anısı, TB ve<br />
akciğer sağlığı alanında çalışan herkese ilham vermeye devam<br />
edecek ve kendisinin çok derinden önemsediği amaçlar adına<br />
çabalarımız katlanarak artacak.<br />
“Dr. Roullion, mirası Union’a nüfuz etmiş anıtsal bir figürdü”<br />
diyor Union’un İcra Direktörü José Luis Castro. “Onun kuruma<br />
ve halk sağlığına sarsılmaz bağlılığı, bir soruna, ne kadar başa<br />
çıkılmaz görünüyorsa görünsün, adanmışlık, sebat ve sabır ile<br />
kalıcı bir çözüm yaratmanın her zaman mümkün olduğunu göstermiştir.”<br />
* Yeşim Yasin tarafından, Union Newsletter’dan Türkçe’ye çevrilmiştir.<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 31
Biz Kuş muyuz Yoksa Tavuk mu?<br />
Mustafa ÇETİNER<br />
32 I <strong>Toraks</strong> Bülteni
“Bilim ve sanat bir kuşun iki kanadı<br />
gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar<br />
uçar ve özgür olurlar, uçamayanlar<br />
ise tavuk olur. Tavuk toplum önüne<br />
atılan bir avuç yemi gagalarken, arkadan<br />
yumurtalarının alındığının farkında<br />
bile olmaz.” Darwin.<br />
Uzun bir süre İnternet’te dolaştı bu<br />
söz. Gerçekten Darwin’e mi aittir,<br />
bilmiyorum. Aslında pek de sanmıyorum.<br />
Ama kim söylemiş olursa olsun,<br />
öylesine doğru söylemiş ki...<br />
Peki, şu soruyu Türkiye dahil bütün<br />
İslam alemine sorsak: Biz kuş muyuz,<br />
yoksa tavuk mu?<br />
Sorunun yanıtını bulmak için ilk olarak<br />
Arap İnsani Gelişim Raporu’nun<br />
yazarlarından Nader Fergany’e kulak<br />
verelim 1<br />
Fergany diyor ki:<br />
“Bin yılda tüm Arap dünyasının çevirdiği<br />
kitap sayısı İspanya’nın bir yılda<br />
çevirdiğine eşittir.<br />
Son 50 yılda toplam 500 bin Arap entelektüeli<br />
ülkesini bırakıp Batı’ya göçmüştür.<br />
İslam konferansı üyelerinin gayri safi<br />
milli hasıladan bilimsel çalışmalara<br />
ayırdığı pay sadece binde 2’dir. Oysa bu<br />
oran Batı ülkelerinde en az yüzde 3’tür.<br />
Üstelik bu İslam Konferansı üyelerinin<br />
önemli bir bölümü petrol zengini ülkelerdir<br />
ve parasal sıkıntıları yoktur.<br />
Bu konferansa üye ülkelerde her bir milyon<br />
kişiye sadece 8500 bilim insanı ve<br />
mühendis düşerken, gelişmiş Batı toplumlarındaki<br />
oran milyonda 140 bin<br />
civarındadır.<br />
Milyon kişi başına düşen bilimsel makale-çalışma<br />
sayısı Batı ülkelerinde 137<br />
iken, İslam Ülkeleri Konferansı’na üye<br />
ülkelerde sadece 13’tür.<br />
Nüfusu 58 milyon olan İtalya’da yapılan<br />
bilimsel çalışma sayısı, 1,4 milyar nüfusa<br />
sahip Arap ülkelerindekine eşittir.”<br />
Sözü yeniden hatırlayalım ve soruyu<br />
tekrar soralım.<br />
“Bilim ve sanat bir kuşun iki kanadı gibidir.<br />
Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar<br />
uçar ve özgür olurlar, uçamayanlar ise tavuk<br />
olur. Tavuk toplum önüne atılan bir<br />
avuç yemi gagalarken, arkadan yumurtalarının<br />
alındığının farkında bile olmaz”<br />
Peki, biz kuş muyuz, yoksa tavuk mu?<br />
Kopernik’in 1543 yılında ortaya koyduğu<br />
Güneş merkezli gezegen sisteminden<br />
tam 117 yıl geçtikten sonra Osmanlı,<br />
bu sistemden Tezkereci Köse İbrahim<br />
Efendi’nin Fransızcadan çevirdiği Feleklerin<br />
Aynası ve İdrakin Gayesi isimli<br />
kitabı ile haberdar olmuştur.<br />
Kurulan ilk rasathane 1580 yılında Şeyhülislam<br />
Ahmet Şemsettin Efendi’nin,<br />
“Gözlem yapmak ve evrenin sırlarını<br />
açıklamaya cüret uğursuzluk getirir”<br />
biçimindeki fetvası üzerine yıkılmıştır.<br />
Bunu izleyen ilk rasathane ise ancak<br />
1911 yılında kurulabilmiştir.<br />
Otopsi yasağı ulemadan korkulduğundan<br />
ancak 1841 yılında kaldırılabilmiştir.<br />
Bu tarih, Leonardo Da Vinci’nin ilk<br />
otopsisinden neredeyse 300 yıl sonradır.<br />
Büyük İslam alimi İbn-i Sina, yüzyıllar<br />
önce İslam dünyasını uyarmıştı. Diyordu<br />
ki: “Bilim ve sanat iltifat görmediği<br />
ülkeyi terk eder.”<br />
Anlatmak istediği şuydu, sadece tüccarlık<br />
yaparak sanat ve bilim olmadan var<br />
olmaya çalışırsanız, kuşlarınızı kaybeder<br />
ancak tavuklar topluluğu olabilirsiniz.<br />
Geçtiğimiz günlerde oğlum Iphone uygulamaları<br />
arasında bulduğu Find Mecca<br />
(Mekke’yi Bul) programını gösterdi.<br />
Programı, Quotes Bank LTC isimli şirket,<br />
Iphone kullanan “çağdaş” Müslümanlar’a<br />
kıbleyi bulabilmeleri için 0,99<br />
sente satıyordu. Oğlum sordu: “Bu<br />
programı Hristiyanlar, Müslümanlar’a<br />
satmak için mi yapmış?”<br />
Bana sorduğu soru size yönelttiğimin<br />
aynısıydı aslında: Biz kuş muyuz, yoksa<br />
tavuk mu?<br />
Oğlumun bile yanıtını bildiği soruyu,<br />
kuşların önemsiz ve değersiz bir figüranı<br />
olarak var edilen ve orada burada<br />
“nutuk” atan büyüklerimiz ile onların<br />
söylediklerine inanan ve dökme suyla<br />
“çağ atladık” sanan saf ve cahil yurttaşlarımızın<br />
bilmesi mümkün mü?<br />
Sanmıyorum. Çünkü bu yüzyılda “tavuk”<br />
olmanın bir özelliği de tavuk olduğunun<br />
ayrımında olamamaktır aynı<br />
zamanda...<br />
* Yazarın aynı isimli derleme kitabından<br />
alınmıştır.<br />
Yararlanılan Kaynaklar<br />
1<br />
Fergany N. Nature (2006), 444: 7115,<br />
33-4<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 33
Prometheus’un<br />
Hediyesi;<br />
ATEŞ*<br />
Süda<br />
TEKİN<br />
KORUK<br />
İnsanlığın, kimi zaman çaresiz kaldığı ve açıklayamadığı doğa olayları<br />
karşısındaki davranış biçimlerinin ve yorumlarının ürünleridir mitoloji.<br />
Eski Yunan’da “mythologia” “geçmişte söylenenlerin tekrar edilmesi”<br />
gibi bir anlam barındırmaktayken zamanla Doğu dilllerinde efsane,<br />
Batı dillerindeyse mit anlamı kazanmıştır, yani kısaca “efsanebilim”<br />
anlamına gelir. Her ulusun kendine ait farklı mitleri, öyküleri olsa da<br />
tarihte ilk akla gelen Yunan mitolojisidir.<br />
Yunan mitolojisinde Prometheus, kardeşleri Epimetheus, Atlas ve<br />
Menoitios ile birlikte, Titan Iapetos’un Klymene’den doğan dört oğlundan<br />
biridir. İsmi “önsezi, basiret” anlamlarına gelen Prometheus,<br />
zekası ve kurnazlığıyla ünlü, Tanrılara karşı insanlığın yararına çalışmış<br />
bir kahramandır aynı zamanda. Titanlar ile Olimposlular arasında yaşanan<br />
savaşta, Zeus’un önderliğindeki Olimposlular, Titanları yenmiş,<br />
sıra insanoğluyla sorunları düzeltmeye gelmiştir. Oyunu insanoğlu lehine<br />
kullanan Prometheus, seçimini yaptıktan sonra Tanrıların yiyeceğiyle<br />
insanların yiyeceğini belirlemek için büyük bir boğa kurban eder<br />
ve kurbanı iki bölüme ayırır. Bir yanda hayvanın eti ve sakatatı, bunların<br />
üzerine hoş olmayan bir görünümle hayvanın derisini örter. Diğer<br />
yanda, kalın bir yağ tabakası altında etinden ayrılmış kemikler vardır.<br />
Sonra Zeus’tan payını seçmesini ister, diğer paysa insanların olacaktır.<br />
Zeus daha cazip görünen yağlı parçayı seçer, ancak kemiklerle karşılaşınca<br />
da Prometheus’a karşı korkunç bir öfke duyar. Çok öfkelen<br />
Zeus, eti pişiremesinler diye ateşi saklar. Bunun üzerine Prometheus<br />
yıldırımlar atan Zeus’un ateş kıvılcımlarını çalıp bunları insanlara hediye<br />
eder. Zeus Prometheus’un bu hareketine çok sinirlenir ve onu Kafkas<br />
Dağı’na zincirler. Zincirlemekle de kalmayıp, görevlendirdiği kartala<br />
Prometheus’un karaciğerini yemesini emreder. Gündüzleri bir kartal<br />
tarafından sökülüp yenmekte olan karaciğer geceleyin kendini yenilediği<br />
için de bu işkence sürgit devam etmektedir. Prometheus, “Zeus<br />
tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yoktur” der, böylelikle<br />
insanlığa özgürlüğün yolunu göstermiş olur. Ta ki nesiller sonra bir gün<br />
Herakles (Herkül) çıkagelip Prometheus’u - elbette Zeus’un rızasıyla<br />
- kurtarıncaya kadar. Yunan kültüründe bütün dinsel hayata sinmiş bir<br />
simgedir ateş. Tapınaklarda yakılan ateşler, ilahi iradenin sönmezliğini<br />
temsil eder.<br />
Tarihte Ateşli Hastalıklar<br />
Ateşli hastalıklar tarihini salgın hastalık tarihinden ayrı tutmak oldukça<br />
zordur. İlkel dünyada hastalıklar insanın normal durumunu ya da ya-<br />
34 I <strong>Toraks</strong> Bülteni
şantısını bozan etkilerdi. Bu anormal durumla veya ateşin yükselmesiyle<br />
karşılaşan insanoğlunun bunlara karşı ne yapılacağına dair tam bir<br />
düşüncesi yoktu. Ateşi çıkan bir insanın soğuk suya batırılması incelenen<br />
ilkel kabilelerde uygulandığı çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir.<br />
Mezopotamya halklarının dünya görüşüne göre, hastalıklar çevrede<br />
bulunan görünmez güçlerin insan bedenine girmesiyle oluşurdu. Bu<br />
duruma, büyük günahlar veya Tanrıların ihmal edilmesi neden olurdu.<br />
Büyük günahlardan bazıları, hasta insana yaklaşmak, hastanın kişisel<br />
eşyalarına dokunmak ve su kanallarına tükürmek olduğu bilinmekteydi.<br />
M.Ö. 2250 yıllarında yazılan Hammurabi Kanunları’na göre dönemin<br />
bu anlayışı doğrultusunda verem, ilahi bir ceza olarak algılanmaktaydı.<br />
Yunan tıbbının en ünlü hekimi ve düzenli tıp uygulamalarının<br />
kurucusu olan Hippokrates, öğrencilerine hastanın dış muayenesinde<br />
nabzına ve ateşine bakılması gerektiğini öğütlemekteydi.<br />
Ateş yükselmesiyle seyreden salgın hastalıklar tarihler boyu medeniyetlerin<br />
yıkılmasına olduğu kadar, yeni kıtaların keşfinde de önemli<br />
olmuştur. Yazar Jared Diamond “Tüfek, Mikrop ve Çelik” kitabında,<br />
avcı-toplayıcı toplumdan yerleşik hayata daha önce geçmiş, hayvanları<br />
evcilleştirmeye başlamış ve bu yolla çoğu hastalığa karşı korunaklı hale<br />
gelmiş batı toplumlarının, yeni kıta Amerika’ya girdiklerinde taşıdıkları<br />
hastalık etkenlerine karşı duyarlı yerli halkın ölmesine neden olmuşlardır.<br />
Çelikten yapılmış gemilerle yeni kıtaya gidilmiş, tüfekle sıcak<br />
savaş yaşanmış, mikroplarla tanışmayan halk “ateşlenerek” ölmüştür.<br />
Hastalık ateşiyle, aşk ateşinin birlikteliğini konu eden ve aynı zamanda<br />
mesleki sıcak duyguların yaşandığı “The Painted Veil” (Kolera Günlerinde<br />
Aşk) filmi, ilk olarak 1934 yılında seyirciyle buluşmuş, 2006 yılında<br />
yeni versiyonuyla karşımıza çıkmıştır. Filmde kolera salgını yaşanan bir<br />
köye gitmek zorunda olan bir hekimin hayat arkadaşının yaşadığı ikilem<br />
ve salgın hastalığın yaşattıkları konu edilmektedir. Günümüz 21. yüzyıl<br />
dünyasında da özünde değişen çok bir şey yok aslında. Yaşanan Ebola<br />
salgını nedeniyle, ateş ve hastalıkla mücadele için Afrika’ya görevli<br />
olarak giden bir hekimin anlattıkları bilimsel alanda oldukça prestijli bir<br />
dergide (NEJM) yayımlanmış ve takvimlerin <strong>2015</strong>’i gösterdiği bu günlerde<br />
insanlığın “ateşle” savaşımının devam ettiğini de göstermiştir.<br />
Ateş nedir?<br />
Ateş, vücut ısısının normal olarak sürdürülmekte olan sınırlarının üzerine<br />
yükselmesi olarak tanımlanabilir. Normalde vücut ısısı koltuk altında<br />
36.5°C’ın, ağız içinde 37°C’ın ve rektumda 37.5°C’ın altındadır.<br />
Vücut ısısı gün içinde (diürinal) bir ritme sahiptir. Sabah 04.00-06.00<br />
arasında en düşük seviyelerdeyken, akşam 16.00-18.00 arasında ölçülen<br />
değerler en yüksek değerlerdir. Bu diürnal ritm ateşli hastalıkların<br />
seyrinde de devam eder.<br />
Ateş, infeksiyon hastalıklarının en sık karşılaşılan belirti ve bulgularından<br />
biridir. Ancak ateş yüksekliği sadece infeksiyon hastalıklarında<br />
görülmez. Romatizmal hastalıklar gibi inflamatuar diğer durumlar,<br />
kanserler ve vücut travmalarından sonra da yüksek ateş izlenebilir.<br />
Yaygın görüş ateşin infeksiyon hastalıklarının bir bulgusu olduğu yönündedir.<br />
İnfeksiyon için yüksek risk taşıyan hastalarda bu yaklaşım,<br />
belli ölçüde pratiklik sağlamaktadır. Ateşli hastanın değerlendirilmesi<br />
dinamik bir süreçtir ve infeksiyon dışı nedenlerin büyük bir dikkat<br />
ve titizlikle dışlanmasını gerektirmektedir. Geleneksel olarak ateş ve<br />
infeksiyon hastalığının bir arada düşünülmesi, ağır seyredebilen ve<br />
ölümle sonuçlanabilen infeksiyon hastalıklarının gözden kaçırılmaması<br />
için önemli olabilir.<br />
İnfeksiyon hastalıklarında ateş yüksekliği, vücuda farklı yollardan giren<br />
mikroorganizmalar (virus, bakteri, parazit vb.) tarafından ortama salınan<br />
veya parçalanmaları sonrası açığa çıkan ürünlere karşı konakta<br />
oluşan yanıtın ifadesidir. Dolayısıyla ateşe neden olan etkenin tanınması<br />
ve ortadan kaldırılmasıyla ateş zaten düşecektir. Ateş nedeninin<br />
araştırılması, hastanın muayenesi ve bazı laboratuvar tetkiklerinin<br />
yapılması sonucunda infeksiyonun etkeni belirlenmelidir. Bunun için<br />
hastanın şikayet ettiği yere göre farklı kültürleri (boğaz, balgam, idrar,<br />
dışkı gibi) alınmalı, gerekliyse yatırılarak kan kültürü alınmalı ve<br />
bakteriyel etken düşünülüyorsa antibiyotikler başlanmalıdır. Viruslara<br />
bağlı geliştiği düşünülen infeksiyonlardaysa antibiyotiklerin yeri yoktur.<br />
Özellikle sonbahar ve kış aylarında burun akıntısı, hapşırma ve hafif<br />
boğaz ağrısıyla seyreden, soğuk algınlığı (nezle) nedeni zararlı olmayan<br />
viruslardır. Çocuklarda daha belirgin olmak üzere yetişkinlerde<br />
de ateş yüksekliğine yol açan grip de virus kaynaklı bir infeksiyondur.<br />
Ateşi yükselten bu durumda da acele edilmeden yaklaşılmalı, ateş düşürülmeye<br />
çalışılmalı ve antibiyotik verilmemelidir.<br />
Yüksek ateş: Dost mu, düşman mı?<br />
İnsanlığı korkutan ve tedirginlik yaşatan ateş aslında, organizmayı korumaya<br />
yönelik olarak oluşmaktadır. Bu yönüyle yüksek ateşin dost<br />
mu, yoksa insanı ölüme götürebilen düşman mı olduğu çok sorgulanmıştır.<br />
Yapılan çalışmaların bir kısmında, mikroorganizmaların öldürülmesini<br />
artırdığı ve tedavi için kullanılan antibiyotiklerin daha etkin<br />
olmasına katkıda bulunduğu vurgulanmıştır. Yani belli düzeye kadar<br />
ateş yükselmesi konak için yarar sağlamaktadır. Ancak sepsisli (infeksiyona<br />
bağlı organ yetmezliğine gidebilen ağır bir tablo) hastalarda<br />
vücut ısısının kendiliğinden veya uygun bir antipiretik metodla düşürülmesi<br />
gerektiği hastanın geleceği açısından daha olumlu sonuçlar<br />
sağladığı vurgulanmıştır.<br />
Ateş ne zaman düşürülmeli?<br />
Organizmayı temelde koruyucu olarak çalışan ateş 40°C’ı aşmışsa antipiretiklerle<br />
(ateş düşürücüler) müdahele edilerek düşürülmeye çalışılır.<br />
Eğer 38-40°C arasındaysa hastanın durumuna göre karar verilir.<br />
Özellikle febril konvülziyona (ateşli nöbet) eğilimli çocuklar, gebeler,<br />
yaşlılarla, kalp, akciğer, böbrek ve merkezi sinir sistemi hastalığı olan<br />
kişilerdeyse ateş kısa sürede düşürülmelidir.<br />
Ateşli hastaya yaklaşım<br />
Yüksek ateşli kişinin öncelikle üstündeki kalın giysileri çıkarılmalı, hafif<br />
ve ince kıyafet giydirilmelidir. Ateşin yükselmesi aşamasında hastalarda<br />
titreme meydana gelir. Titreme vücut ısısının yükseleceğinin bir<br />
işaretidir. Hasta açısından hoş olmayan bu durum, hastaya üşüme ve<br />
ürperme hissi de verecektir. Dolayısıyla ateşi yükselmekte olan hasta<br />
aynı zamanda üşüyorum zannederek üstünü örtmeye de çalışır. Bu<br />
yanılgıya düşülmemelidir. Dolayısıyla ortamın soğutulması, sıcak olmayan<br />
çevre ısısı (21-22°C) sağlanmalıdır. Ilık su banyosu (29-32°C arası)<br />
ve banyo sonrası kurutma makinesiyle hava uygulanması, özellikle<br />
koltuk altı ve kasık bölgelerine ıslak uygulama ve bol sıvı tüketilmesinin<br />
sağlanması, yatan hastada serumla sıvı replasmanı gereklidir. Hastanın<br />
ateşinin düşürülmesinde ateş düşürücü ilaçlardan da yararlanılır. Bunlar<br />
arasında en sık asetaminofen, nonsteroid anti-inflamatuar ilaçalar,<br />
asetil salisilik asit (aspirin) ve dipiron (metamizol) kullanılmaktadır.<br />
Sonuç olarak, yüksek ateş belli hasta grubu dışında çok korkulacak bir<br />
durum değildir. Ateş yüksekliğinin sebebinin aydınlatılmasına yönelik tetkiklerin<br />
yapılması ve kişi için olumsuz bir durumun göstergesi olan bu<br />
sonucun aydınlatılmasına yönelik davranılması uygun olacaktır. Prometheus’un<br />
insanlığa hediyesi ateşin, aynı zamanda hijyeni sağladığı ve mikroorganizmaların<br />
yok edilmesine katkıda bulunduğu da akılda tutulmalıdır.<br />
*Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik ekinde yayınlanmıştır.<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 35
Amok! Amok! Amok!..<br />
Haluk ÇALIŞIR<br />
Ruhsuz, ilgisiz, donuk bir biçimde oturuyor oracıkta. Tıpkı benim odamda oturduğum gibi, sonra ansızın ayağa fırlıyor,<br />
hançerini kapıyor, sokağa fırlıyor... Dosdoğru koşuyor, dosdoğru... Nereye gittiğini bilmeden... Yoluna ne çıkarsa, insan<br />
olsun hayvan olsun, hançerini saplıyor, akan kan onu daha da çıldırtıyor... Ağzı köpürüyor, kudurmuş gibi uluyor... Ama<br />
koşuyor, koşuyor, koşuyor, ne sağa bakıyor ne sola, acı acı haykırarak, elinde kanlı hançeriyle, korkunç koşusunu sürdürüyor...<br />
Köylerdeki insanlar bu Amok koşucusunu hiçbir gücün durduramayacağını bilirler... O gelirken uyarmak için “<br />
Amok! Amok!” diye haykırırlar ve herkes kaçışır... Ama o bunları duymadan koşar, önüne çıkanı devirir... Sonunda kuduz<br />
bir köpeği vururcasına vurup öldürürler onu ya da o ağzından köpükler çıkararak yere yığılıp kalır...<br />
Stefan Zweig<br />
Amok Koşucusu<br />
Stefan Zweig’ın yıllar önce okuduğum Amok Koşucusu<br />
kitabından en çok aklımda kalanın bu bölüm olduğunu<br />
kitabı son okuduğumda fark ettim. Aradan geçen<br />
uzun yıllardan sonra yazar ve koskoca kitapla ilgili<br />
zihnimde kalan duygusal bir özet...<br />
Özellikle son aylarda içinde yaşadığımız sosyopolitik<br />
gelişmeler karşısında AMOK sözcüğünün sık sık zihnimde<br />
belirip kaybolduğunun farkına vardım. Belki de ulusal<br />
ve uluslararası basında Türkiye ile ilgili analizlerde<br />
zaman zaman AMOK metaforuna rastlamamın da etkisi<br />
olmuştur. Duramadım Amok Koşucusu’nu yeniden<br />
36 I <strong>Toraks</strong> Bülteni<br />
okudum. Psikolojiye ve Freud’a özel ilgisi olan Zweig,<br />
Amok Koşucusu’nda Almanya’da iyi eğitim almış bir<br />
doktorun, Hollanda sömürgelerinde bulduğu iş için<br />
gittiği Güney Doğu Asya’da geçen öyküsünü anlatır.<br />
Amok Koşusu ya da Amok, daha çok Malezya’da ve Endonezya’da<br />
görülen bir eylem. Sakin sakin oturmakta<br />
olan biri, birden harekete geçer ve eline geçirdiği bir<br />
hançerle koşmaya başlar ve karşısına kim çıkarsa çıksın<br />
onu öldürerek ya da ona saldırarak koşusuna devam<br />
eder. Hiç bir şey onu durduramaz ve sonunda ya öldürülür<br />
ya da kendisi ölür. Ölümüne ve ölüm için bir koşu.
Aslında Amok, psikiyatrik hastalıkların sınıflandığı DSM<br />
IV-TR de tanımlanmış klinik bir durum. Dissosiyatif bir<br />
bozukluk olarak tanımlanıyor. Psikiyatrik hastalık olarak<br />
sınıflamaya giren bu hastalığın sosyo-kültürel bağlantıları<br />
olduğu düşünülmüş. Malezya ve Filipinler’de<br />
Laos’dan başka, Polinezya dilinde Cafardor ya da<br />
Cathard, Porto Riko’da Mal de pelea, Navaho yerlileri<br />
arasında ise İich’ad olarak adlandırılıyor. Temelinde intiharın<br />
kültürel olarak yasak ya da günah olduğu toplumlarda<br />
bir tür intihar şekli olarak tanımlanıyor. Kaptan<br />
Cook, 1770 yılında Maleyza’daki seyahati sırasında<br />
Amok Koşucusu’nun yaptığı kıyımı tarif eder. 1846’da<br />
yine Malezya’da bir Amok vakası daha bildirilmiş. İlk<br />
vakaların Malezya’dan olmasına ve Malay kültürünün<br />
bir parçası olduğu yönündeki görüşlere rağmen,<br />
modern psikiyatride, Amok olgusunun tüm dünyada<br />
görülebildiği düşünülüyor. 1980-2000 yılları arasında<br />
18 yıllık bir süreçte, Almanya genelinde 104 vaka saptanmış.<br />
Vakaların birisi dışında hepsi erkek ve hiçbiri<br />
kurbanlarını tanımıyor. Teknik yönüyle bakıldığında iki<br />
formu tanımlanmakta; Amok ve Beramok. Beramok<br />
daha çok bir kaybın arkasından, depresif dönemden<br />
sonra ortaya çıkıyor ve Amok’a göre daha sık gözleniyor.<br />
Daha önce de şiddet içeren davranışlar gösteren,<br />
işini, bir sevdiğini ya da eşini kaybeden, paranoid,<br />
antisosyal veya narsist kişilikli, borderline bozukluğu<br />
olan ve önceden intihar girişiminde bulunan insanlar<br />
arasında görüldüğü bildiriliyor.<br />
Freud’dan çok etkilenen Stefan Zweig, Amok koşusunun<br />
hem dil hem de kültür altyapısının ait olduğu<br />
Güneydoğu Asya dekorunda, Avrupa kökenli bir<br />
doktorun zihninde, Amok koşusu sarmalına sokuyor<br />
okuyucusunu. Doktorun çıktığı Amok koşusundaki<br />
kurbanları; kendi kariyeri, birikimi, mesleği ve hatta hayatıdır.<br />
Zweig’ın sürükleyici üslubu eşliğinde doktorun<br />
yaptıklarına şahit olursunuz, felaketi sezersiniz ancak<br />
hiçbir şey yapamazsınız. Hatta yazar ve siz, doktorun<br />
felaketini izlerken, doktor da size katılır ve hep birlikte<br />
hayretler içerisinde olacak felakete engel olamazsınız.<br />
Zweig’ın muhteşem anlatımı ile gözümüzün önünde<br />
sahnelenen öz kıyım sürecini, artık siz de Malezyalı biri<br />
gibi tek bir sözcük ile anlatabilirsiniz. AMOK.<br />
Hepimizin farklı bir Amok koşucusu olabilir.<br />
Kutuplaştığımıza göre, diğer kutup sizin için Amok<br />
koşusu yapıyor olabilir.<br />
Ülkemizin son yıllarda dengesinin bozulduğuna,<br />
toplumun tüm katmanlarıyla birlikte giderek kutuplaştığına<br />
şahit oluyoruz. Seçimlerin kutuplaşmayı<br />
azaltacağını düşündük, ancak dengemizin daha da<br />
bozulduğunu, göz göre göre barışın uzaklaştığını görüyoruz.<br />
Her taraf karşı tarafı suçluyor, ötekileştiriyor<br />
ve şiddet uyguluyor. Birbirimize zarar veriyoruz. Genç<br />
insanlar yeniden ölmeye başladı. Günlük hayatımızda,<br />
metro istasyonlarında, kalabalık bir yerde her an kurban<br />
olabiliriz hissi giderek hücrelerimize işliyor. Sanki<br />
bir ya da daha fazla Amok Koşucusu var, bütün bir<br />
topluma elindeki silahla dalmış, toplumun ve barışın<br />
kurban olmasına aldırmadan koşarak ilerliyor. Hepimizin<br />
farklı bir Amok koşucusu olabilir. Kutuplaştığımıza<br />
göre, diğer kutup sizin için Amok koşusu yapıyor<br />
olabilir. İçinden geçtiğimiz şu zor günlerde, kolaylıkla<br />
çoğumuz ‘İşte Amok koşucusu budur!..’ diyebileceğimiz<br />
figürler gösterebiliriz. Ancak yaşadığımız bütün<br />
bu kaotik gelişmeleri psikiyatri kitaplarında bile yerini<br />
almış klinik bir durumla açıklamak, olayları çok naif bir<br />
şekilde değerlendirmek anlamına gelir. Kuşkusuz tüm<br />
bu politik karmaşanın ardında derin sınıfsal ve ekonomik<br />
nedenler yatıyor. Bir anda ortaya çıkmadı bu saldırganlık,<br />
gözü dönmüşlük. Ancak yine de onca uyarı,<br />
barış çağrısı yapılırken bunlara kulakların tıkanarak<br />
olayların tırmandırılması, umutların tükenme noktasına<br />
gelmesi, insanda yavaş çekimde bir Amok koşusu<br />
izliyormuşuz hissi yaratıyor.<br />
Amok koşusu hiçbir zaman zafer ile sonuçlanmıyor.<br />
Sonuç hep kötü oluyor, koşucu da zarar görüyor, kurbanları<br />
da… Çevredekiler bağırıyorlar uyarmak için<br />
potansiyel kurbanları… ‘Amok!, Amok!, Amok!’<br />
İçimdeki sesin sık sık Amok, Amok diye fısıldadığını<br />
söylemiştim, siz bu yazıyı bir çığlık olarak duyun…<br />
‘Amok!, Amok!, Amok!..<br />
Yararlanılan Kaynaklar<br />
1<br />
Zweig S.: Amok Koşucusu, Çev: İlknur Özdemir. Y.<br />
Baskı. Can Yayınları<br />
2<br />
Saint Martin, M.L. (1999) “Running Amok: A Modern<br />
Perspective on a Culture-Bound Syndrome”. Primary<br />
Care Companion to the Journal of Clinical Psychiatry,<br />
1(3): 66-70. http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/<br />
articles/PMC181064/?tool=pmcentrez<br />
3<br />
Richard-Devantoy S., Olie JP, Gourevitch R: Encephale.<br />
Risk of homicide and major mental disorders: a<br />
critical review2009 Dec;35(6):521-30. doi: 10.1016/j.<br />
encep.2008.10.009. (Abstract)<br />
4<br />
Adler L1, Lehmann K, Räder K, Schünemann KF. :<br />
“Running amok”--content analytic study of 196 news<br />
presentations from industrialized countries. Fortschr<br />
Neurol Psychiatr. 1993 Dec; 61(12): 424-33.<br />
5<br />
Adler L1, Marx D, Apel H, Wolfersdorf M, Hajak G:<br />
Stability of the “amok runner syndrome Fortschr<br />
Neurol Psychiatr. 2006 Oct; 74(10): 582-90. Epub<br />
2006 Jan 2. (Abstract)<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 37
Mahşerin Bir Kısrağı:<br />
Tomris Uyar<br />
Hepgül ÖZDEMİROĞLU<br />
Yazmasam Çıldıracaktım<br />
Bir hayalim vardı...<br />
“Yaşayan en iyi şairlerimizden Yılmaz Odabaşı ile çıkacak romanı ‘Şarkısı<br />
Beyaz’ (yayımlanmış ilk Cemal Süreya şiiri olan ‘Şarkısı Beyaz’, şairin<br />
kendisinden yıllar önce izin alınarak romana isim olmuş) ve hayat üzerine<br />
müthiş bir sohbetten ayrılıp kısa bir deniz yolculuğu yaparak evime<br />
ulaştıktan sonra yazıya başlamaya karar vermiştim”<br />
Bu satırları iki yıl önce yazmış ve bir türlü toparlayamamıştım.<br />
Onlar İkinci Yeniciler, onlar 26 Mart’ı “dünya ölmeme günü” yapanlar,<br />
edebiyata ve şiire önerileri olanlar ve Türk yazın tarihinde yeni bir çağ<br />
açanlar. Onlar benim kalbimin şairleri, onlar Mahşerin Dört Atlısı…<br />
İlk, şair Cemal Süreya’yı yazacaktım, onunla ilgili bir anıyı.<br />
Yazmak için oturduğumda sesler geldi kulağıma, nihavent makamda:<br />
“Onu yaz...”<br />
Tomris Uyar<br />
38 I <strong>Toraks</strong> Bülteni<br />
Bu sesler, Cemal Süreya, Edip Cansever ve Turgut Uyar’dan geliyordu.<br />
Onlar ki benim vazgeçemediğim, şiirlerini yıllardır okumaktan bıkmadığım,<br />
doyamadığım şairlerimdi...<br />
“Onu yaz,” diyorlardı…<br />
“Tomris’i…”<br />
Uzaklardan bir sızı gibi geliyordu Zeki Müren’in sesinden, “Ben<br />
seni unutmak için sevmedim.”<br />
Zaman ve nesneler anlamını yitirmiş, bambaşka bir evrende kalakalmıştım.<br />
Tomris Uyar’ı yazmak…<br />
Tüm yönüm değişmiş miydi, yoksa rayına mı oturmuştu her şey?..<br />
Yıllar öncesine gittim birden; iki kurs arasında karar verememiş, birini<br />
seçmek zorunda kalmıştım. Çünkü sabrım yetmiyordu beklemeye.<br />
En kısa zamanda başlayacak kursa yazılmalıydım. Yazarlık konusunda<br />
geliştirmeliydim kendimi ve Tomris Uyar’ın kursuna daha aylar vardı.<br />
Ben de Cevat Çapan’ın kursuna kaydoldum. Sonrasında diğer kursa<br />
gidecek ve hedeflediğim doygunluğa ulaşacaktım. Ama biz planlar<br />
yaparken, bizim üstümüzde de bir plan olduğunu anlayacaktım.<br />
Mutluluktan çıldırmış bir halde kursumu bitirmiş, sonra da Tomris<br />
Uyar’ın vefat haberiyle sarsılmıştım. Haftalarca yas tutmuştum.<br />
Kursuna gidememiş, öğrencisi olamamıştım…<br />
Kader işte.<br />
Onun hayatını yazmaya yetmeyecek bana ayrılan sayfa, ama sayfalar<br />
yetmezdi zaten anlatmaya…<br />
Öylesine fırtınalı ve öylesine üretken bir yaşamdı.<br />
Yaşanılası bir hayat mıydı bilemem...<br />
Kimilerine göre öyle, kimilerine göre değil…<br />
Ona sormak isterdim: “Altmış iki yıllık yaşamınızda mutlu oldunuz mu?” diye…<br />
Sevdikleri ondan önce gidince partiyi kaçırmamak için olsa gerek,<br />
“Onların yanına gitmek için elinden geleni yaptı,” diyor onu tanıyanlar...<br />
“İnsan hayatının, üstüne titreyerek korunacak bir şey olduğuna<br />
inanmıyorum,” diyen Tomris Uyar’ın arkadaşı Feyza Hepçilingirler<br />
kendisinin bu sözünü destekleyerek, “Tomris uzun yaşamak isteseydi,<br />
yaşadığı gibi yaşamazdı zaten,” demişti…<br />
Yaşamına giren dört şair; ilk eşi Ülkü Tamer, sevdiği adam Cemal<br />
Süreya, hayatının aşkı ve ikinci eşi Turgut Uyar ve onu daima tutkuyla<br />
seven Edip Cansever…
İlk eşi, önemli şairlerimizden, okul arkadaşı olan Ülkü Tamer. Okulu<br />
bitirdikten sonra evlenmişler; bir kızları olmuş Ekin adında ve daha<br />
birkaç aylıkken sütten boğularak ölmüş. Sonra hayatına Cemal Süreya<br />
girmiş. Üç yıl sürmüş aşkları…<br />
Aynı eve taşındıklarında, ki iki yazara dar gelir bir ev, mutlu olduklarına<br />
eminim... Şanslı oldukları da kesin, bir hayata böylesine bir aşk sığdırmak<br />
herkese nasip olmaz. Büyük şairlerin aşkları da büyük oluyor.<br />
Hayat gaileleri, günlük rutinler ve bir sürü şey girince yaşamına,<br />
kendisiyle baş başa kalma ihtiyacı çok oluyor bir şairin, bir yazarın.<br />
Onun da öyle olmuş.<br />
Cemal Süreya işten çıkar çıkmaz eve gelirmiş. Bütün yazarlar gibi,<br />
Tomris Uyar da yalnız kalmaya ihtiyaç duymuş olacak ki, “Erken<br />
gelme, arkadaşlarınla yemeğe git, gez toz,” demiş. Ertesi gün geç<br />
gelmiş Cemal Süreya, daha ertesi gün daha da geç…<br />
Tomris Uyar camdan bakarken, apartmanın girişinde Cemal Süreya’yı<br />
görmüş ve anlamış ki, iş çıkışı hiçbir yere gitmez, gecikirmiş kapıda... Bu<br />
durumun adını beraberce koymuşlar sonrasında: “Şahsiyet rötarı.”<br />
O aşk tüm zamanların en önemli edebiyat dergisi Papirüs’ün çıkmasına,<br />
birçok öyküye, birçok şiire, çokça anıya zemin hazırlamış. Geriye<br />
sağlam bir dostluk kalmış. Belki de, bir ömür süren bir aşk...<br />
Tomris Uyar ki, âşık olunacak erkeğin yirmi özelliğini yazmış bir kadın,<br />
hem rüyanın, hem aşkın hammaddesi, hem kendisi şiirden bir kadın...<br />
Cemal Süreya’nın dizeleri o aşkın duygularını anlatıyor:<br />
Ay ışığında oturduk, bileğinden öptüm seni<br />
Sonra ayakta öptüm, dudağından öptüm seni<br />
Kapı aralığında öptüm, soluğunda öptüm seni<br />
Bahçede çocuklar vardı, çocuğundan öptüm seni<br />
Evime götürdüm, yatağımda, kasığından öptüm seni<br />
Başka evlerde karşılaştık, iliğinden öptüm seni<br />
En sonunda caddelere çıkardım, kaynağından öptüm seni...<br />
Sezen Aksu yıllar sonra besteledi, albümünde dinledik bu aşkı...<br />
Daha sonra Turgut Uyar ile evlenirler. Oğlu Turgut’un babası, hayatının<br />
en uzun sevdası...<br />
Edip Cansever’le dostlukları, birbirlerine hayran bir şekilde, ömür<br />
boyu devam etmiş. Şairin Tomris Uyar’a yazdığı çok şiir olsa da, en<br />
çarpıcı olanı, bir peçeteye yazdığı:<br />
Tomris rakıyı severdi, ben de onu...<br />
Hafızalardan silinecek gibi değildir bu dize…<br />
Tomris Uyar, “Hayatta olur, edebiyatta olmaz” derdi. Öyle de<br />
oldu. Onun öyküleri, eleştirileri zarif bir kesinlik taşırdı. Ondan<br />
geriye birçok eser, edebiyat dünyası ve öykücülüğe dair devrim<br />
niteliğinde tespitler ve ona âşık şairlerin dizeleri kaldı…<br />
Tomris<br />
Senin için alışılmış şeyler söyleyemem, sana yaraşmaz<br />
Kış gecesi amcamızdır, bahar yakından kardeşimiz<br />
Alır başımı, Erzincan’a giderim seni düşünmek için<br />
Dörtlükleri bozarım, çünkü dağlar ne güne duruyor<br />
Kıyılar ve eskimeyen her şey seni anlatmak için...<br />
Bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur<br />
Ne var ki, ıslanır gider coşkunluğum durmadan<br />
Durmadan<br />
Dağ biraz daha benden, deniz her zaman senden<br />
Hiçbir dileğimiz yok şimdilik tarihten, coğrafyadan...<br />
Kimselere benzemesin isterim seni övdüğüm,<br />
Seni övdüğüm zaman<br />
Güzel bir çingene yalnız başına dolaşmalı kırlarda<br />
Seni övdüğüm zaman...<br />
Turgut Uyar<br />
Düşünüyorum da, evren bu kıymetli çocuklarını, işlerini bitirdikten<br />
sonra fazla tutmuyor şu gök kubbe altında. Onları da tutmadı.<br />
İlk önce Turgut Uyar 1985’te 58 yaşında, hemen ardından Edip Cansever<br />
1986’da 58 yaşında, Cemal Süreya 1990’da 59 yaşında esas âleme<br />
gittiler... Aralarına en son Tomris Uyar katıldı 2003 yılında. 62 yaşındaydı...<br />
Hep içim sızlıyor erken biten yaşamlarına, ama kütüphanelere<br />
sığmayan eserleri ve artlarında bıraktıkları anıları ve eşsiz yaşam<br />
hikâyelerini düşündükçe...<br />
Yaşamak uzun olunca mı anlamlı, yoksa arsızca yaşayıp dur durak<br />
bilmeden üreterek hiçbir ânı boşa geçirmeyince mi?<br />
Turgut ve Tomris Uyar’ın vasiyetleri, kendilerine ait her şeyin yakılmasıymış<br />
ve oğulları vasiyete uymuş...<br />
Herkes ölüyor da, herkes gerçekten yaşıyor mu? Onlar yaşadılar... Görüyorlar<br />
mı bizi, bakıyorlar mı burada neler oluyor diye, yoksa görevlerini<br />
mükemmel bir şekilde tamamlamanın huzurunu mu yaşıyorlar?..<br />
Belki de benim hayalim, böyle olması. Onlar ki, adlarını her andığımda,<br />
satırlarını ve dizelerini her okuduğumda daha da ölümsüzleşiyorlar...<br />
Belki bu yazı bittiğinde güzel bir çingene, gür siyah saçlarının arasına<br />
bir gül takıyordur. Eliyle uzanıp, buz gibi bir rakıyı onlara övgü<br />
olarak içip dans ediyordur... Kim bilir…<br />
Tomris Uyar Kitapları<br />
Gündökümü/ Bir Uyumsuzun Notları 1-2<br />
Yaz Düşleri Düş Kışları<br />
Yürekte Bukağı<br />
Aramızdaki Şey<br />
Yaza Yolculuk<br />
Otuzların Kadını<br />
Sekizinci Günah<br />
Gecegezen Kızlar<br />
Dizboyu Papatyalar<br />
Ödeşmeler ve Şahmeran Hikâyesi<br />
İpek ve Bakır<br />
Güzel Yazı Defteri<br />
Alıntılar: Nedim Atilla (Milliyet Sanat)<br />
Tolga Meriç (Yazar-Editör)<br />
Hande Umur (Editör)<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 39
Kişisel Bilgilerin<br />
Güvenliği ve İnternet<br />
Kağan KONGAR<br />
ÖNSÖZ<br />
Selam. Teknik detayları hayli kapsamlı bir konuyu sadeleştirerek paylaşmanın en güzel yolunun bir “söyleşi” olduğunu düşündüm. Umarım<br />
“Kişisel Bilgilerin Güvenliği ve İnternet” konulu bu söyleşiyi sıkılmadan okursunuz. Konu ile ilgili yazılmış kitaplar, tezler ve yapılmış çalıştaylar var. Bu<br />
derece geniş kapsamlı bir konuyu detaylı anlatmak kolay değil. Lütfen bu söyleşiyi bir “giriş” olarak kabul edin.<br />
Başlamadan önce, çalışmaya önemli ölçüde katkı veren Sn. Abdullah Aloğlu’na (https://alog.lu/) (Sn. Aloğlu’nun çalışmalarından (izin alarak) ve<br />
kıymetli görüşlerinden bir hayli yararlandım) ve eleştiri ve düzeltmeleri ile bu çalışmanın biraz daha okunabilir olmasını sağlayan Sn. Nilüfer Aykaç<br />
Kongar’a teşekkür etmek isterim.<br />
Bu çalışmada yer alan bazı terimlerin Türkçe karşılığı yok. Bazılarının karşılıkları uygun değil, bazılarını da ben çevirdim. Bu nedenle kullandığım<br />
terimlerin İngilizce karşılıklarını da parantez içerisinde yazmayı uygun gördüm.<br />
Öncelikle bir tanım alıntılıyayım; “privacy”<br />
kelimesinin karşılığı olarak:<br />
Mahremiyet veya gizlilik (Latince: “privatus<br />
“: geri kalanından ayrı, Privo; “mahrum”)<br />
bireyin veya bir grubun kendilerini veya<br />
kendileri hakkındaki bilgileri ayırma yeteneği<br />
ve böylece kendilerini ifade ederken seçici<br />
olmalarıdır. Sınırları ve kabul edilir içeriği<br />
kültürler ve bireyler arasında farklılık gösterir<br />
ancak bazı ortak temalar paylaşılmaktadır.<br />
Herhangi bir şey gizli olduğunda, doğal<br />
olarak kişiye özel veya hassas bir durum var<br />
demektir. Mahremiyet alanı bilgilerin korunması<br />
ve kişisel alana girilmemesini gerektirdiğinden<br />
güvenlikle çakışmaktadır. 1<br />
Bu söyleşi “mahremiyet” ile ilgili. “Kişisel bilgiler”<br />
olarak tanımlamaya çalıştığım şey de<br />
aslında tam olarak mahremiyet. Bir diğer<br />
deyişle “istemediğiniz kişilerce bilinmesini uygun<br />
görmediğiniz her şey”. Bu söyleşi içinde<br />
“gizlilik” ve “mahremiyet” kelimelerini sanki<br />
eş anlamlıymış gibi kullanacağım.<br />
Tam da bu noktada “benim gizleyecek bir<br />
şeyim yok ki? Neden rahatsız olayım?” argümanı<br />
devreye giriyor. Bu yazının amacı herkesi<br />
gizlilik konusunda radikal kararlar alan<br />
paranoyaklara dönüştürmek değil. Haberdar<br />
etmek. Hangi bilginin kime, ne kadar sızdığını/<br />
sızabileceğini bilmek bilinçli tercihler yapmayı<br />
kolaylaştıracaktır. “Madem saklayacak bir şeyin<br />
yok, mektubu neden zarfa koyuyorsun?”<br />
40 I <strong>Toraks</strong> Bülteni<br />
Bir de not; bu yazı hazırlanırken Microsoft<br />
Windows 10 isimli yeni işletim sisteminin<br />
dağıtımına başladı. Mahremiyet hassasiyetiniz<br />
var ise güncelleme konusunda acele<br />
etmeyin derim. Windows 10, sunduğu<br />
birçok hizmeti verebilmek için kullanıcının<br />
“mahrem” sayılabilecek çok sayıda bilgisini<br />
Microsoft sistemleri ile paylaşıyor. Bunu bilerek<br />
kullanmakta yarar var.<br />
TANIMLAR, Kişisel Bilgiler ve Rakipler<br />
Konuya internet girince bazı tanımların kapsamı<br />
ve içeriği ister istemez değişiyor. Sonuçta<br />
internet dediğimiz şey iki taraflı bir iletişim kanalı.<br />
İki taraflı. İletişim. Televizyon izlemekten<br />
çok telefonla konuşmaya yakın ama telefonun<br />
(sahte) mahremiyetinden de çok uzak.<br />
İnternet aracılığı ile yaptığınız hiç bir şey mahrem<br />
kalmıyor; eğer tedbir almıyorsanız.<br />
Açık sözlü olmak gerekirse, <strong>2015</strong> dünyasında<br />
hemen tüm iletişim dijital ortamlarda<br />
gerçekleşiyor; telefon, sms, internet mesajları<br />
(WhatsApp, Facebook Messenger,<br />
Hangouts…), eposta, chat, sosyal medya<br />
vs. vs. Bunların tamamının, bir ya da birden<br />
çok noktada kayıt altına alındığını var saymak<br />
çok da yanlış olmayacaktır.<br />
Kişisel bilgilerin (ya da mahremiyetin) kapsamı<br />
da internet bağlamında bir miktar<br />
değişiyor ve hayli genişliyor. Kabaca bir liste<br />
yapmaya çalışalım:<br />
• Özlük bilgileri, TC kimlik no, isim, adres vb.<br />
• Aile ve akrabaların bilgileri<br />
• Arkadaş ve tanıdıklar<br />
• Olası gelir<br />
• Lokasyon (coğrafi yer)<br />
• Finansal kayıtlar (menkul, gayrimenkul ve<br />
para hareketleri)<br />
• Ziyaret edilen web siteleri<br />
• Sosyal medya aktiviteleri<br />
• Alışveriş ilgi alanları<br />
• Cinsel tercihler<br />
• Sağlık ile ilgili bilgiler (bu ayrıca hassas bir<br />
konu)<br />
• Politik duruş<br />
• Kanuni ama “gizli” işler<br />
• Kanunsuz işler vs. vs. vs.<br />
Peki mahremiyetinizi tehdit eden kişi ya da<br />
kurumlar kim? “İç ve dış mihraklar” demek<br />
herhalde kolaya kaçmak olacak. Bilgi güvenliği<br />
konusunda çalışanların kullandığı İngilizce<br />
bir terim var: “adversary”. Düşman, hısım<br />
demek. Bu söyleşi kapsamında ben “rakip”<br />
kelimesini kullanacağım; mâkul nedenlerden<br />
dolayı.<br />
Esas olarak “rakip” (adversary) iletişim<br />
mahremiyetinizi tehdit eden kişi, kurum ya<br />
da kuruluşlar anlamına geliyor. Bu rakip bir<br />
hacker (bu kelime için İngilizce orijinalini kul-
lanacağım; hem düzgün bir Türkçe karşılığı<br />
yok hem de medya sayesinde topluma mâl<br />
oldu), bir devlet, bir şirket, organize bir suç<br />
örgütü, eşiniz, çalıştığınız kurum, reklam şirketleri<br />
ya da bizzat şahsınız olabilir.<br />
Konu ile ilgili anayasa maddeleri şöyle:<br />
IV. Özel hayatın gizliliği ve korunması<br />
A. Özel hayatın gizliliği<br />
MADDE 20- Herkes, özel hayatına ve aile hayatına<br />
saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir.<br />
Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz.<br />
(Mülga cümle: 3.10.2001-4709/5 md.)<br />
(Değişik: 3.10.2001-4709/5 md.) Millî güvenlik,<br />
kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel<br />
sağlık ve genel ahlâkın korunması veya başkalarının<br />
hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden<br />
biri veya birkaçına bağlı olarak, usulüne göre<br />
verilmiş hâkim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere<br />
bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan<br />
hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı<br />
emri bulunmadıkça; kimsenin üstü, özel kâğıtları<br />
ve eşyası aranamaz ve bunlara el konulamaz.<br />
Yetkili merciin kararı yirmidört saat içinde görevli<br />
hâkimin onayına sunulur. Hâkim, kararını el koymadan<br />
itibaren kırksekiz saat içinde açıklar; aksi<br />
halde, el koyma kendiliğinden kalkar.<br />
(Ek Fıkra: 12.9.2010 5982/2) Herkes, kendisiyle<br />
ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına<br />
sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler<br />
hakkında bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların<br />
düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve<br />
amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını<br />
öğrenmeyi de kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda<br />
öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla<br />
işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas<br />
ve usuller kanunla düzenlenir.<br />
C. Haberleşme hürriyeti<br />
MADDE 22- (Değişik: 3/10/2001-4709/7 md.)<br />
Herkes, haberleşme hürriyetine sahiptir. Haberleşmenin<br />
gizliliği esastır.<br />
Millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi,<br />
genel sağlık ve genel ahlâkın korunması<br />
veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması<br />
sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak<br />
usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça;<br />
yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca<br />
bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış<br />
merciin yazılı emri bulunmadıkça; haberleşme<br />
engellenemez ve gizliliğine dokunulamaz. Yetkili<br />
merciin kararı yirmidört saat içinde görevli hâkimin<br />
onayına sunulur. Hâkim, kararını kırksekiz<br />
saat içinde açıklar; aksi halde, karar kendiliğinden<br />
kalkar.<br />
İstisnaların uygulanacağı kamu kurum ve kuruluşları<br />
kanunda belirtilir.<br />
Kolayca görülebileceği gibi, özel hayat ve<br />
haberleşme gizliliği anayasa ile korunan haklardır.<br />
Genellikle. Bu maddeleri yazı içinde<br />
paylaşmamın nedenlerinden biri de “istisnalara”<br />
dikkat çekmekti.<br />
Kanun bu şekilde olunca “rakip” tanımı kanuni<br />
ve kanun dışı olmak üzere farklı anlamlar<br />
kazanmaktadır. Her ülke için “kanuni rakip”<br />
devlet ve kurumlarıdır. Devletin kanuni<br />
olarak onay verdiği diğer özel ve/veya kamu<br />
kurumları (bankalar, kredi merkezleri, sağlık<br />
ve eğitim kurumları, istihbarat merkezleri vs.<br />
vs.) da bu listeye dahil edilebilir.<br />
DURUMLAR, Kişisel Bilgiler Nasıl, Kime<br />
Sızıyor?<br />
İnanılanın aksine, bilgiler, hatta saplama yapan<br />
hackerlara sızmıyor. İnternet üzerinden<br />
bir alışveriş yapıyor iseniz kredi kartı bilgileriniz<br />
güvende. Genellikle. O an için. Sanırım.<br />
ONLINE SIZINTILAR<br />
Online kelimesini “işlem anında” anlamında<br />
kullanıyorum.<br />
Öncelikle internet hizmeti almakta olduğunuz<br />
internet servis sağlayıcı (her kim ise)<br />
sizin her an hangi web sitesini gezmekte olduğunuz<br />
bilgisine sahip. Bu bilgiyi arşivliyor<br />
olabilir, olmayabilir ama bu bilgi onda var.<br />
Ayrıca, yasaklanmış bir siteye girip girmediğinizi<br />
(girmeye çalıştığınızı) kontrol eden bağımsız<br />
iki mekanizma var; servis sağlayıcılar ve<br />
BTK (Bilişim Teknolojileri Kurumu). Örneğin<br />
firatnews.com isimli siteye bağlanmaya çalışıyorsanız<br />
birçok yere kayıt düşülüyor (ayrıca<br />
bağlanamıyorsunuz). Bu mekanizma diğer<br />
tüm internet aktivitenizi kayıt altına alma yeteneğine<br />
sahip; alıp almadığını bilmiyorum.<br />
Almış olduğunuz ürünün ne olduğu, tipi,<br />
rengi, cinsi, fiyatı vs. vs. reklam ağlarına kaydediliyor.<br />
Hiç merak ettiniz mi X alışveriş<br />
sitesinden bir çanta aldıktan sonra Y haber<br />
sitesinde sürekli çanta reklamı görüyor olmanızın<br />
nedenini?<br />
Lokasyon bilgileriniz de. Bulunduğunuz ülke/<br />
şehir karşı taraftaki web sitesi tarafından biliniyor.<br />
Türkiye/Ankara’dan gelince bâzı uçak<br />
biletlerini biraz daha pahalı alıyorsunuz.<br />
Kamuyu ilgilendiren konulardaki alışverişler<br />
kayıt rekoru kırıyor. İlaç örneğin. Kişi, doktor,<br />
eczane, ilaç, fiyat, stok, sigorta... Kitlesel<br />
ticaret ile ilgili konular ticari şirketler için iştah<br />
açıcı. Kredi talepleri ve durumları, sağlık<br />
ve sigorta harcamaları, akaryakıt, elektrik, su,<br />
iletişim ödemeleri… Kamu kurumlarının ve/<br />
veya izin verilen özel şirketlerin veri merkezlerinde<br />
kayıt altına alınıyor vs. vs.<br />
Ek Not: HTTP ve HTTPS<br />
HTTP ve HTTPS bağlantılar (http:// ve<br />
https://) bu günlerde çok fazla sözü geçen<br />
konular. Burada Sn. Aloğlu’ndan aldığım eklemeyi<br />
aynen kullanacağım:<br />
“Bir siteye HTTPS üzerinden bağlanmak,<br />
HTTP uzerinden bağlanmaya oranla daha<br />
güvenlidir. Bunu anlamanın yolu, internet<br />
tarayıcınızın adres satırındaki adresin başına<br />
bakmaktır. Eğer ziyaret ettiğiniz sitenin adresinin<br />
başında HTTPS yazıyorsa güvenli,<br />
HTTP yazıyorsa güvensiz bağlantı kurmuşsunuz<br />
demektir (HTTPS’in sonundaki S<br />
harfi “secure”, yani “güvenli” anlamına gelir).<br />
Güvenli bağlantının (HTTPS), güvensiz<br />
bağlantıdan (HTTP) farkı, siteye yolladığınız<br />
veya siteden aldığınız verilerin başkaları tarafından<br />
takip edilmesinin engellenmesidir.<br />
Ancak HTTPS, girdiğiniz sitenin adresini<br />
başkalarından gizlemez. Yani birisi internet<br />
bağlantınızı izliyorsa, Vikipedi.org adresini<br />
ziyaret ettiğinizi görebilir, ancak Vikipedi’den<br />
hangi başlığı okuduğunuzu göremez.”<br />
OFFLINE SIZINTILAR<br />
Offline kelimesini “işlem sonrasında” anlamında<br />
kullanıyorum; yani alışveriş olmuş bitmiş;<br />
aradan zaman geçmiş… Bu tür sızıntılar<br />
genellikle “çok sayıda” şeklinde tanımlanır.<br />
Sağlık Bakanlığı’nın (isimden arındırılmış) hasta<br />
kayıtlarını en yüksek fiyatı verene satması<br />
konu ile ilgili kanuni bir örnektir. Sonuçta hasta<br />
bilgileri bakanlığın kontrolünde. İsim/Adres/<br />
TCKimlikNo bilgilerini kayıtlardan çıkardıktan<br />
sonra eldeki bilgileri istediği gibi kullanmakta<br />
özgür olduğu fikrinde Bakanlık.<br />
Arkadaşlık sitesinden (ashleymadison.com)<br />
10 milyon kaydın sızması ise (doğal olarak)<br />
illegal örneklere girer. Önemli bir not; kanuni<br />
ama tartışmalı işler yapıyorsanız kayıt için kendi<br />
adınızı ve bilgilerinizi kullanmayın.<br />
Esas olarak bir yerde bir bilgi havuzu varsa<br />
(telefon dinlemeleri, arkadaşlık sitesi işlemleri,<br />
sağlık kayıtları vs. vs.) ve bu havuzdaki<br />
bilgiler sağlam bir şifre (crypto) ile korunmuyorsa;<br />
bunlar bir gün sızar. Bugün ya da<br />
gelecek yıl, ama sızar.<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 41
Bu konuya devletin elindeki merkezi bilgi<br />
havuzundaki kayıtların sızma olasılığını eklemeye<br />
gerek görmüyorum. E-Devlet.<br />
NE YAPILABİLİR, Bilgilerimi Nasıl<br />
Koruyabilirim?<br />
Mahrem bilgilerinizi “offline sızıntılar”dan<br />
koruyamazsınız. Gerçekten. Bu tür bilgiler<br />
her zaman sızar. Zararı en aza indirmenin<br />
yolu gerçek bilgilerinizi vermemek (arkadaşlık<br />
siteleri), sahte özlük bilgileri kullanmak<br />
(sahteciliğe girer) ya da bu işlemleri yapmamak<br />
olabilir.<br />
Online sızıntılar ise başka bir konu. Online<br />
iletişim sırasında bilgilerin sızmasını engellemenin<br />
farklı ve etkili yolları var.<br />
1. VPN kullanın. Her zaman. Her cihazda.<br />
Şurada güvenilir VPN listesi var: https://<br />
www.privacytools.io/#vpn<br />
Peki VPN nedir?<br />
Virtual Private Network = Sanal Özel Ağ =<br />
noktadan noktaya şifreli bağlantı = güvenli.<br />
İnternet bağlantınızı güvenli bir VPN servisinden<br />
geçirdiğiniz zaman online bilgileriniz<br />
rakip için erişilmez olur.<br />
Bir örnek; Fransa çıkışlı bir VPN kullandığınız<br />
zaman www.toraks.org.tr web sitesine Fransa<br />
üzerinden anonim (isimsiz) olarak bağlanırsınız.<br />
Servis sağlayıcınız ya da <strong>Toraks</strong> log<br />
kayıtları da bunu böyle gösterir. Türkiye’den<br />
Dr. Lokman Hekim olarak bağlandığınız bilgisi<br />
kayıtlara düşmez.<br />
Aşağıda VPN ile erişilen internet ile VPN<br />
olmadan erişilen interneti karşılaştıran bir<br />
şema var. “VPN tüneli” olarak adlandırılan<br />
“şey” şifreli bir bağlantı aslında. Havalı olsun<br />
diye “tünel” diyoruz.<br />
Şurada Türkiye için test edilip emin olunmuş,<br />
basit, kısa ve öz bir VPN kurma ve kullanım<br />
kılavuzu var; http://dombili.github.io/<br />
vpn/ “bu bir dergi, sonra bakarım” diyenler<br />
için ilgili kılavuzdan bir not:<br />
VPN’lerle İlgili Kısa Bilgiler<br />
VPN kullanmak sansürü aşmanın en kolay yoludur.<br />
Ancak VPN kullanmanız durumunda internet<br />
trafiğinizin tümünü kullandığınız VPN üzerinden<br />
geçireceğiniz için, VPN tercihinizi dikkatlice<br />
yapmalısınız.<br />
Her ücretsiz gördüğünüz VPN’i kullanmayın.<br />
Ücretsiz VPN’lerin büyük çoğunluğu internet<br />
trafiğinizi kaydeder ve bu güvenliğinizi tehlikeye<br />
atar.<br />
Bir VPN’in ücretli olması onu daha güvenli<br />
yapmaz.<br />
VPN birçok amaç için kullanılabilir, ancak genelde<br />
ülkenizin engellediği (veya ülkenizde varolmayan)<br />
bir siteye/servise erişmek için ya da internette<br />
gizli kalmak için kullanılır. Bu yüzden “en iyi VPN<br />
servisi şudur” diye net bir cevap vermek mümkün<br />
değildir. İhtiyaçlarınıza ve önceliklerinize göre<br />
kullanabileceğiniz belli başlı servisler vardır.<br />
“Yok, ben sadece yasaklanmış sitelere gireceğim,<br />
başka bir şey istemem” diyenler için<br />
ZenMate ve TunnelBear tarayıcı eklentileri<br />
var. Ancak; bu durumda “nereye girdiğiniz”<br />
bilgisi rakibe sızar. Örneğin “porntube.com’a<br />
girmiş ama ne izlemiş bilmiyorum” şeklinde.<br />
Buna “meta data” deniyor; tanımı da şöyle<br />
(Sn. Aloğlu’dan bu da):<br />
“Metadata, bir bilginin kendisi haricindeki<br />
her şeyi içeren veriler bütünüdür. Yani bir<br />
mesajın içeriği metadata değildir, ancak mesajı<br />
kimin gönderdiği, ne zaman gönderdiği,<br />
nereden gönderdiği ve mesajın nereye<br />
gönderildiği metadatadır. Yani bir doğum<br />
kliniğini ya da alo intihar hattını aradığınızda,<br />
sizi takip eden bir kişi görüşmenizin içeriğini<br />
bilemez, ancak görüşmeyi yaptığınız saati,<br />
yeri ve görüşme süresini bilir.”<br />
Eski NSA direktoru Michael Hayden: “Biz<br />
metadata’ya bakarak insan öldürüyoruz”<br />
Bir başka meta data örneği; “Bob, Alis ile<br />
30 Haziran <strong>2015</strong>, 09:15 tarihinde mesajlaşmış;<br />
içeriğini bilmiyoruz”; buna Bob’un eşinin<br />
adının “Carol” olduğu bilgisini de ekleyince<br />
meta datanın önemi daha kolay anlaşılıyor.<br />
2. İletişim programlarınızın güvenli alternatiflerini<br />
kullanın.<br />
Dijital iletişim sadece web siteleri ile sınırlı<br />
değil. Artık hemen herkes interneti kullanan<br />
iletişim programlarından yararlanıyor. Ucuz,<br />
kolay, pratik vs. vs. WhatsApp, Facebook<br />
Mesajlaşma, FaceTime, Hangouts, Skype bu<br />
programların ilk akla gelenleri.<br />
Bu programlara alternatif olarak kullanılabilecek;<br />
iletişim gizliliği ve güvenliği esas alınarak<br />
geliştirilmiş birçok yazılım var. Aşağıda<br />
EFF (http://eff.org/) tarafından hazırlanmış<br />
(ve başkaları tarafından da kontrol edilmiş)<br />
bir liste var; iletişim programlarının güvenilir-<br />
42 I <strong>Toraks</strong> Bülteni
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 43
liğine dair; mobil cihazlar için. 2 Orijinal listede<br />
yer alan ancak Türkiye’de çok da yaygın<br />
olmayan programları çıkardım. Dikkatinizi<br />
çekmek istediğim konu en çok kullanılan<br />
iletişim programlarının “mahremiyet” konusunda<br />
pek de hassas olmadıkları.<br />
Çok önemli gördüğüm bir başka konuya<br />
değinmek isterim; kullandığınız uygulamanın<br />
özelliklerini öğrenin. Aşağıda aynı uygulamanın<br />
iki farklı kullanımı için iki farklı güvenlik<br />
düzeyi var:<br />
Doğru kullanmak lâzım.<br />
Bu arada, “Telegram” uygulamasını önermem<br />
üzerine Sn. Aloğlu’ndan ciddi bir<br />
uyarı geldi; hem gizliliğini sorguluyor hem<br />
de “TextSecure varken, Telegram’a gerek<br />
var mı gerçekten?”. Olsun, ben kullanıyorum,<br />
noktadan noktaya şifreleme testlerini de yaptım,<br />
rahatım ama kim bilir?<br />
Liste şöyle:<br />
Çok uzun ben anlamadım vs. diyenler için,<br />
gizlilik için şu programları kullanabilirsiniz: Mesajlaşma:<br />
Telegram (iOS, Android); Konuşma:<br />
RedPhone (Android), Signal (iOS); SMS: smssecure,<br />
textsecure.<br />
SONSÖZ<br />
İnternette, eşyanın doğası itibarı ile kişisel bilgiler<br />
sızar. Bu sızıntıyı iletişim anında engellemenin<br />
yolları olsa da biriktiği yerden (havuz)<br />
transfer edilmesini önlemek teknik olarak<br />
mümkün değildir. Havuza dahil olmamak en<br />
doğrusu.<br />
Açıkçası, toplum güvenliği ve huzuru gerekçesi<br />
ile kitlesel olarak toplanan bilgilerin yanlış ellere<br />
geçmesi fikri beni korkutuyor. Bu konuda<br />
“doğru eller” var mı onu da bilemiyorum.<br />
Haber almak için girdiğim bir web sitesi sebebi<br />
ile belirli bir grubun sempatizanı olarak kayda<br />
geçmek ya da attığım bir Tweet sebebi ile<br />
“izlenmesi gereken kişi (person of interest)”<br />
olarak damgalanmak istemiyorum. “Dinlenen”<br />
bir kişi ile kazara yapılan bir telefon görüşmesinin<br />
sonuçları bile çok yıpratıcı olabiliyor.<br />
Mahremiyetin korunması konusunda en önemli<br />
yasa Anayasa. Ancak burada dahi istisnalar kaideyi<br />
bozuyor. Kişisel bilgilerin transferi, satışı, kullandırılması,<br />
kayıt altına alınması (fişleme) ya da her ne<br />
ise konularında “hassas vatandaş” olarak hukuk<br />
çerçevesinde gereğini yapmak toplumun tamamı<br />
için sanırım yararlı olacak.<br />
Siz gene de önleminizi alın.<br />
=> Korsan yayın: “savaşma, seviş”.
Konuşmanın Evrimi<br />
Emel KURT<br />
Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır (Ludwig Wittengstein)<br />
İnternetin insan hayatına katkılarını inkar edemem, ancak sanal dünyayı<br />
pek sevemedim. Sosyal medyaya nedense uzak kaldım. Bir tanıdık<br />
Facebook’ta bilmem kaç bin ‘arkadaşı’ olduğunu söylediğinde garip<br />
baktığımı hatırlıyorum. Aklıma bir yazı olmuştu; Evrimsel antropoloji<br />
uzmanı Robin Dunbar, The Guardian gazetesinde yayımlanan<br />
bir yazıda Facebook gibi sosyal medya alanlarının bile gerçek sosyal<br />
alanımızı genişletemeyeceğini, bu durumun insan beyninin algısının<br />
ötesinde olduğunu belirtmişti. Dunbar Oxford Üniversitesinde Bilişsel<br />
ve Evrimsel Antropoloji Enstitü direktörüdür. ‘Dunbar sayısı’<br />
diye adlandırılan tanımın mucidiydi. Dunbar’a göre insan ister en az<br />
10 000 yıl önce yaşayan avcı toplayıcı toplumlarda isterse günümüzde<br />
yaşasın anlamlı ilişki sürdürebileceği kişi sayısı ortalama 150’ dir.<br />
Tam olarak 147.8 (% 95 CI=100-231). Önermeye göre insanlar bu<br />
grup büyüklüğü içinde bireysel ilişkileri sürdürme konusunda bilişsel<br />
sınırlar içerisinde kalabilmektedir.<br />
Evrimsel antropoloji evrim süresince insan vücudundaki değişimlerle<br />
birlikte insan zihnindeki değişimleri de incelemekte ve davranışa dönük<br />
açıklamalar yapmaya çalışmaktadır. Bu alanda çalışan bilim insanlarına<br />
göre insan zihni vücut yapısında meydana gelen değişimlere<br />
paralel olarak ilerleme göstermiştir. Örneğin, evrimsel süreçte beyin<br />
büyüklüğü ve fonksiyonları kişinin sosyal çevresindeki değişimlere ve<br />
aktivitelerine uygun değişimler göstermiştir. Kişilerin içinde bulunduğu<br />
sosyal grup sayısı da bu gelişmelere paralel olarak artmıştır. Dunbar<br />
doğru ve sağlıklı iletişim için bu sayının her kişi için 150 civarında olduğunu<br />
söylemektedir. Tabi bu rakamın kişinin güven ve sorumluluk<br />
dahilinde sadece yüz ve isimlerden ibaret olmayan gerçek kişilerle yapabileceği<br />
arkadaşlıklarının sayısıdır. Facebook gibi çok fazla arkadaşlık<br />
sayısına (bazılarının binlerce diye tanımladığı) sahip olarak gerçek<br />
bir iletişimde bulunabilmek için beyin büyüklüğümüzün şimdikinden<br />
çok büyük olması gerektiği belirtiliyor. Bu olursa bile milyonlarca<br />
yıl alabilecektir. Acaba diye düşündüm ve gözümün önünde milyon<br />
yıl sonra bilgisayar başında oturan bir insan canlandı; kafası kocaman,<br />
el parmakları tuşlara dokunmaktan<br />
değişik karakter almış, bacak<br />
kasları küçülmüş, belki de yürüyemiyor<br />
(yürümesi gerekmiyor,<br />
her şey elektronik aletlerle yapılıyor),<br />
kifotik göğüs kafesi, konuşma<br />
yeteneğini yitirmiş, çünkü sesini<br />
kullanmaya ihtiyacı olmamış.<br />
Yazarak iletişim kuruyor. Çünkü<br />
iletişim aracı olarak konuşmanın<br />
yerini makineler almış. Burada<br />
biraz mübalağa yaptım. Çünkü<br />
önce konuşma sonra yazma öğrenilebiliyor,<br />
ama milyon yıl sonra<br />
bilinmez! Böyle bir durumda nasıl<br />
göründüğünün de önemi yok.<br />
Gözümün önünde şu karikatür<br />
canlandı; “İki köpekten biri bilgisayar başında diğerine şöyle söylüyordu:<br />
İnternette kimse senin köpek olduğunu anlamaz”.<br />
Oysa insan ilişkilerinde sürdürülebilirlik ve iyi anlaşmak için hala ihtiyaç<br />
duyduğumuz vasıtalardan biri ve en önemlisi konuşmak. Sosyal medya<br />
bir açıdan arkadaşlıkların devamını sağlayabilir. Ancak sağlıklı bir arkadaşlık<br />
yöntemi olmadığı belirtiliyor. Hatta getirilen bir sürü eleştiriden<br />
birisi de gerçek arkadaşlıkları da öldürdüğü. Çünkü yakın veya uzak herkes<br />
isim ve yüzlerden ibaret bir grubun içerisinde aynı kefede.<br />
Oysa konuşma ile iletişim kurma en temel özelliklerimizden biri ve<br />
en özeli. İnsan dilinin gelişimi boşuna olmadı. Dil evrimi de insanın<br />
vücut ve beyin gelişimini takip etti. Modern insan diye tanımladığımız<br />
Homo sapiensin yapısal olarak en yakın akrabası olan Homo neandertalisin<br />
(Namı diğer Neandertal adam) bile bizimki gibi bir konuşma<br />
dili yoktu. Evrimle ilgilenen bilim insanlarına göre geçmişimizin<br />
60000 ila 30000 yıl öncesinde bir kültürel patlama oldu. Bunun sonucu<br />
olarak dil ve sanat gelişti. Bunlar insan evriminde son aşamalardı.<br />
Daha önce de insanoğlunda mevcut birtakım bilişsel gelişmeler ortaya<br />
çıkmıştı, zamanına göre hayatını çok da başarılı idame ettiriyordu. İletişim<br />
kurabiliyor, bu sayede avlanıyor, çoğalıyor, göç ediyordu. Ama<br />
insana özgü en önemli bilişsel süreçler bu noktadan sonra ortaya çıkmıştı.<br />
Bunlar dil ve sanattı. Bunlar bilinçli iletişim anlamına geliyordu.<br />
Bilinçli iletişim ise gelişmiş bir sosyal zekanın ürünüydü. Bilinçli<br />
iletişim önce el-kol hareketleri ve mimiklerle mümkün olmuş, sonra<br />
dil gelişmişti.<br />
Dil tamamen insana özgü iletişimden doğmuş, aktarma, paylaşma<br />
ve mübadele gibi hareketlerin oluşumu ile toplumsallığın gelişimini<br />
sağlamıştı. Dil özellikle anlatı amacıyla evrimleşmişti. Nesilden nesile<br />
aktarılan kültürler de işte bu sayede oluştu.<br />
Peki insanlar konuşmayı nasıl başarmıştı?<br />
İnsan toplumsallığının en önemli biyolojik temellerinden birisi dil<br />
kazanımıdır. Evrimle ilgilenen bilim insanlarının yaptığı çalışmalarda<br />
ilkel toplumlarda bile dil ilişkisine ihtiyaç duyulduğu belirtilmektedir.<br />
Daha sonraki gelişim sırasında dili geliştirmek seçici bir üstünlük ha-<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 45
line gelmişti. Çünkü bilginin üretilmesine ve daha fazla insan tarafından<br />
paylaşılmasına imkan tanıyordu.<br />
Dilin biyolojik temeliyle ilgili en ilgi çekici kuramlardan biri FOXP2<br />
genindeki mutasyonlarda bulunmuştur. Bugüne kadar konuşma ve dil<br />
gelişimi ile ilgili bulunan tek gendir. İnsanlarda evrim sırasında pozitif<br />
seçilime uğrayarak kazanıldığı düşünülüyor. Sadece insanlara özgü bir<br />
amino asit dizilimine sahip. FOXP2 geni insan ve omurgalılarda beyin<br />
ve akciğer gelişimini de kontrol eden gendir. Hem konuşma hem akciğer<br />
gelişimi aynı genle kontrol ediliyor. Bu ilginç görünüyor. Bu gen<br />
insanlarda konuşmayı sağlayan gırtlak ve ağız hareketlerini de denetler.<br />
Ayrıca beynin karmaşık dilbilgisi kuralları oluşturma kabiliyetini denetlediği<br />
gösterilmiştir. Bu genin polimorfizminin insanlarda kalıtsal bazı<br />
konuşma hastalıklarına yol açtığı bilinmektedir. Bilim insanlarının vardığı<br />
sonuca göre, FOXP2 insanın konuşmasına ve dil evrimine kortiko<br />
bazal ganglia iletim yollarını düzenleyerek katkıda bulunmuştur.<br />
Tarih öncesi insanların kemikleri, saçları ve bunlardan elde edilen<br />
DNA’ları araştırmalara ışık tutuyor. Bu incelemelerin sonuçlarına göre<br />
evrim süresince ayağa kalkma ile gırtlağın yeri değişmiş, beslenme alışkanlığı<br />
değişince diş ve ağız yapısı değişmiş, dişler küçülmüş, konuşma<br />
kasları yeterli hale gelmişti. İnsanlar ilk başlarda sözcüklerle sadece<br />
sosyal anlamda yaşamı sürdürmek için konuşuyordu. Ancak yaklaşık<br />
150000 ila 40000 yıl önce tam olarak cümlelerle konuşmaya başladığında<br />
aklın bilişsel akışkanlığına ulaşılmıştı. Bu artık zihnin değişik<br />
bölümleri arasında integrasyon kurulması demekti. Bunun sonucu ne<br />
mi oldu? Artık sosyal olmayan bilgiler de sosyal zeka bölümüne taşındı<br />
ve insanlar sosyal olmayan düşünce süreçleri ve bilgiler hakkında<br />
düşünebilir hale geldi. Sonuç olarak çağdaş insanın en önemli karakteristikleri<br />
olan esneklik ve yaratıcılık yaygınlaştı. Dil hem kendi hem de<br />
başkasının aklına bilgi iletmek için bir araç olarak iş görmeye başlayınca<br />
beynin doğasında da değişim başladı. Akılda bilişsel akışkanlık meydana<br />
geldi. Bilişsel akışkanlık sanat ve bilimin ortaya çıkmasını sağladı. Metafor<br />
ve analojileri kullanmak sanat ve bilim için gerekliydi. Hem metafor<br />
hem de analojilerin kullanımı için de konuşmaya ihtiyacımız vardı. Şu<br />
örnekleri hatırlayalım vahşi doğada insanlarla karşılaşmadan büyüyen ve<br />
konuşma öğrenemeyen çocuklar bilim dünyasını bir süre meşgul etmiş,<br />
sinema filmleri bile yapılmıştı. Bunların konuşmayı bir miktar öğrenseler<br />
bile bilişsel fonksiyonları hiçbir zaman yeterli olmamıştı.<br />
Ancak konuşma sadece insan vücudundaki yapısal özellikler sonucu<br />
ortaya çıkmadı. Konuşmanın ortaya çıkması için başka bir şey daha<br />
gerekliydi; solunumun hassas kontrolu.<br />
Yapılan çalışmalarda insan evrimi sırasında vertebral kanalın giderek<br />
genişlediği, spinal kanaldaki gri cevherin artığı ve sinir iletiminin buna<br />
paralel geliştiği gösterildi. Eski iskeletler incelenerek yapılan bilimsel<br />
çalışmalarda Homo sapiens ve Homo neandertalislerin genişlemiş<br />
bir toraks vertebral kanalına sahip olduğu gösterildi. Bu durum süreç<br />
içerisinde toraks inervasyonunun artmasına neden olmuştu. Bu<br />
inervasyon artışı vucudun savunmasını hızlandırmış, ayakta daha<br />
dengeli kalmayı sağlamış, hızlı haraket etme yeteneği kazandırmış ve<br />
hızlı hareket için nefes yeterliliği sağlamıştı. Başka özel ve güzel bir şey<br />
daha olmuştu; Nöronal iletinin artması ile konuşma için gerekli olan<br />
solunumun artan kontrolü sağlanmıştı. İnsan konuşması sırasında solunum<br />
hareketleri interkostal ve abdominal kaslarla kontrol edilir. Uygun<br />
sesleri çıkarabilmek için inspiratuar ve ekspiratuar kaslar daha iyi<br />
kontrol edilmeliydi. İşte insanlardaki en mükemmel farklardan birisi<br />
de budur. İnsanlara yapısal olarak en yakın memelilerde bile solunum<br />
kontrolü vokal kontrol yapamayacak kadar düşük düzeydedir.<br />
Solunumun bu hassas kontrolü sayesinde insanlar modern dilleri konuşabilecek<br />
yapıya kavuşmuştu. Bu süreç kolay olmamıştı, 1,6 milyon<br />
Dil tamamen insana özgü<br />
iletişimden doğmuş, aktarma,<br />
paylaşma ve mübadele<br />
gibi hareketlerin oluşumu<br />
ile toplumsallığın gelişimini<br />
sağlamıştı. Dil özellikle anlatı<br />
amacıyla evrimleşmişti. Nesilden<br />
nesile aktarılan kültürler<br />
de işte bu sayede oluştu.<br />
46 I <strong>Toraks</strong> Bülteni
yıl önce ila 100000 yıl arasındaki bir zaman dilimi arasında gerçekleştiği<br />
düşünülüyor.<br />
Bildiğimiz gibi <strong>Toraks</strong> ve abdomen kasları torasik spinal sinirlerle inerve<br />
olurlar. <strong>Toraks</strong> spinal sinirleri tarafından solunumun kontrol edilebilmesi<br />
bilim insanlarına göre kuvvetli olarak insan konuşmasının evrimi için ortaya<br />
çıkmıştı. Bu özellik diğer değişimleri takip etmişti. İnsan larinksi kendisine<br />
en fazla benzeyen canlılardan farklı olarak daha aşağı yerleşimlidir. Bu<br />
özellik larinks üzerinde daha büyük bir farinks alanını sağlayarak ekspire<br />
olan havadaki fonetik özellikleri arttırır. Ayrıca konuşmanın kendisi de<br />
solunum kaslarının artmış inervasyonunu gerektirir. Solunum kasları üst<br />
solunum yolunda ses üretimini sağlamak üzere subglottik hava basıncını<br />
kontrol eder. Akciğer ve göğüs kafesinin elastik recoil özellikleri değişik akciğerin<br />
değişen volümlerine göre değişir. Böylece subglottik basınç oluşumu<br />
için akciğer volumune göre değişen kas aktivitesi gerekir. Ayrıca sesin<br />
sadece oluşumu yeterli değildi. Fonetiği, frekansı ve tonunu ayarlamak da<br />
gerekliydi. İşte tüm bunlar için hassas bir solunum kontrolü gerekiyordu.<br />
Bu yollarla ses sadece oluşmakla kalmaz frekansı, genliği değişebilir, insana<br />
özgü bütün duygu durumlarını belli edebilecek değişimlere de uğrar. İşte<br />
bu iyi kontrol sayesinde üzüntümüz, sevincimiz, kızgınlığımız vb. bütün<br />
duygularımız da konuşmamıza yansır. Ayrıca dünya üzerindeki dillerin<br />
kendine özgü aksanı ortaya çıkar. Bu bile bana göre muhteşem bir çeşitlilik<br />
sağlar. Bir Fransız, Alman veya İtalyan İngilizce bile konuşsa hangi<br />
memleketten olduğunu büyük ihtimalle anlarsınız.<br />
Konuşma sırasında solunumun santral kontrolü metabolik ihtiyaç için<br />
oluşan solunum kontrolünden daha farklı ve karışık nöral yollarla sağlanıyor.<br />
Bildiğimiz gibi, metabolik ihtiyaçlı solunumun algılayıcıları<br />
vagal ve kemoreseptör refleks yollar, düzenleyicisi de pons ve medulladadır.<br />
Ses çıkarma sırasında bu kontrol daha karışık ön beyin ve orta<br />
beyin yolları içeriyor. Spinal kord ve kaslar seviyesinde değişik yollar<br />
bu regülasyona katılıyor. Sonuçta konuşma için sadece insanlarda olan<br />
daha ince ve karışık bir solunum kontrol mekanizması var. Bu sayede<br />
sadece ses çıkarmıyor, vurgular yapabiliyor, konuşmayı anlamlı hale<br />
getirebiliyoruz. Konuşmalarımıza duygularımızı katabiliyoruz. Bu sayede<br />
şarkılar söyleniyor, üstelik bunlara da duygu katılabiliyor. Bu sayede<br />
arkadaşlarımızla konuştuğumuzda birbirimizi daha iyi anlıyoruz,<br />
karşılıklı konuşarak ilişkilerimizi daha güvenilir sürdürebiliyoruz. Haberleşme<br />
olanaklarındaki bütün gelişmelere rağmen, karşılıklı toplantılar,<br />
kongreler, sempozyumlar düzenleyerek daha net, kalıcı ve daha<br />
iyi iletişim sağlanılan mesleki toplantılar yapabiliyoruz.<br />
Bilimin insanı yaşamın her alanında aydınlattığını bir kez daha anladım.<br />
Sağlam arkadaşlıklar için konuşmaya, konuşmak için sağlam bir<br />
toraksa ihtiyacımız varmış. Bütün bunları milyon yıllar içinde kazanmışız,<br />
çabuk kaybetmemekte fayda vardır kanaatindeyim.<br />
Yararlanılan Kaynaklar<br />
Enard W, Przeworski M, Fischer SE ve ark. Molecular evolution of<br />
FOXP2, a gene involved in speech and language. Nature 2002; 418;<br />
869.<br />
Enard W. FOXP2 and the role of cortico basal ganglia circuits in speech<br />
and language evolution. Curr Opin Neurobiol 2011; 21: 415.<br />
MacLarnon AM, Hewitt GP. The evolution of human speech: The role<br />
of enhanced breathing control. Am J Phys Anthropol 1999; 109: 341.<br />
Santıs EM, Athanasiadis A, Leitao AB ve ark. Alternative splicing<br />
and gene duplication in the evolution of the FoxP gene subfamiliy.<br />
Mol Biol Evol 2011; 28: 237.<br />
Mithen, Steven. Aklın tarihöncesi. Ankara, Dost Kitabevi, 1999.<br />
Barnard, Alan. Yapısal antropoloji ve insanın kökeni. İstanbul, Boğaziçi<br />
Üniversitesi Yayınları, 2013.<br />
İnsan ilişkilerinde sürdürülebilirlik<br />
ve iyi anlaşmak<br />
için hala ihtiyaç<br />
duyduğumuz vasıtalardan<br />
biri ve en önemlisi<br />
konuşmak.<br />
Sağlam arkadaşlıklar için<br />
konuşmaya, konuşmak için<br />
sağlam bir toraksa ihtiyacımız<br />
var.<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 47
Ramazzini’yi<br />
Düşünmek...<br />
İbrahim AKKURT<br />
“Hayret ve tereddüt ediyorum. Acaba ilaç ve sinameki kokan<br />
muayenehane ve eczanelerde oturan bu azametli ve şık görüntülü<br />
doktorların burnuna işyerlerindeki pis kokulu şeyleri mi<br />
soksam, yoksa onları bu çukurları görmeye mi davet etsem?”<br />
Bu satırlar bir çığlığın ifadesidir, sonuçsuz kalmış sayısız uyarının<br />
dikkate alınmamasının bir isyanıdır. Bu haykırış ne kadar<br />
da günümüzdeki duruma benziyor; çalışma ortamlarımızın<br />
birer hastalık üretim merkezi olmalarına dair yıllardır yapılan<br />
uyarılara benzeyen bu satırlar Bernardino Ramazzini’ye aittir.<br />
Sanki bugün söylenmişçesine doğru, acı gerçeklerin bir ifadesidir<br />
bu satırlar. Oysa bu çığlığın üzerinden 300 yıldan fazla süre<br />
geçti. O günlerde henüz yeni yeni filizleniyordu kapitalizm denilen<br />
canavar...<br />
Peki, kimdir Bernardino Ramazzini?<br />
Ramazzini bir tıp dokturudur. Büyük bir İtalyan klinisyenidir; Kinin<br />
içeren kına kına ekstreleri ile sıtmayı tedavi etmeyi ilk defa<br />
deneyen, meme kanserlerinin olası nedenine dikkat çekmiş<br />
olan bir tıp profesörüdür. Ancak bunlardan da önemlisi bugün<br />
için tüm dünyada “meslek hastalıklarının babası” olarak kabul<br />
edilen, dünyanın birçok yerinde adına enstitülerin kurulduğu,<br />
ödüllerin verildiği, meslek hastalıkları merkezlerinin önünde<br />
büstünün olduğu, eylem ve söylemlerinin doğruluğu gün geçtikçe<br />
daha da hayretle karşılanan bir hekimdir. Evet, Ramazzini<br />
(1633-1714) tüm dünyada meslek hastalıklarının babası<br />
olarak kabul edilir. Henüz Parma Üniversitesi Tıp Fakültesinde<br />
öğrenci iken işçilerdeki hastalıkların yaptıkları işleriyle ilişkisi dikkatini<br />
çekmiştir. Daha sonra, 1682’de Modena Üniversitesinde<br />
günümüzün dahiliyesi ile eşdeğer kabul edilecek olan tıp teorisi<br />
kürsüsünün başına geçince bu hastalıklara sistematik ve bilimsel<br />
yaklaşım ilkelerini geliştirmiştir. İş yerlerini ziyaret ederek işçilerin<br />
aktivitelerini gözlemleyip, çalışma koşulları ile ortaya çıkan<br />
hastalıkları konusunda onlarla konuşup, tartışıp alınması gereken<br />
önlemler noktasında istişarelerde bulunmuş ilk hekimdir.<br />
Aynı zamanda çok dikkatli bir iş güvenliği uzmanı (İGU) gibi iş<br />
yerlerinde risk analizi yapmış; iş yeri hekimi (İYH) gibi bu çalışma<br />
koşul ve durumların sağlık sorunlarına yol açabilme potansiyellerini<br />
ortaya koymuş; bir meslek hastalıkları uzmanı gibi bunları<br />
o günkü evrensel bilimsel bilgi birikimine katmış bir bilim insanıdır.<br />
İş ortamlarındaki kimyasallar, tozlar, metaller, pozisyonel<br />
bozukluklar, tekrarlayan travma, postur-ergonomik koşullardan<br />
kaynaklanan hastalıklardan 40’dan fazlasını tanımlamıştır. Daha<br />
birkaç yıl önce günümüz bilimsel arenasınca yeniden tanımlanan<br />
tekrarlayan birikimsel travmaların kas-iskelet rahatsızlıklarına<br />
yol açtığını o günlerde göstermiştir. Bu gözlemlerini ve<br />
notlarını İşçilerin Hastalıkları (Workers Diseases - De Morbis Artificium)<br />
isimli kitapta toplamış ve yayınlamıştır.<br />
Ramazzini, Hipokrat’dan sonra tıbba en büyük katkıyı sunmuş<br />
olan bir hekim olarak günümüzde de hala ismi hemen Hipokrat’dan<br />
sonra zikredilmektedir. Hipokrat’ın belki de tıbba en<br />
büyük hizmeti günümüzde klinik tıbbın temelini oluşturan<br />
“anamnez” dediğimiz kişinin mevcut şikâyetlerinin tipi, şekli,<br />
oluş zamanları, süresi, diğer organ ve sistemlerin bulgularıyla<br />
ilintisi şeklinde geniş bir analiz yaparak doğru bir tanıya dolayısıyla<br />
doğru bir sağaltıma yönlenmesini sağlamış olmasıdır. Yani<br />
basitçe “şikâyetiniz nedir?” sorusunu ve bunun altının doldurulmasını<br />
tıpta içselleştirmiştir. Ramazzini ise buna hemen<br />
ikinci bir soruyu ilave etmiştir: “Ne iş yapıyorsunuz?”<br />
Günümüzde Dünya Sağlık Örgütü (WHO) başta olmak üzere<br />
birçok kurum ve kuruluş meslek hastalıklarının tespit edilememesinin<br />
en büyük nedeni olarak Ramazzini’nin bu basit<br />
sorusunun hekimler arasında içselleştirilemediği için meslek<br />
hastalıklarına yeterince tanı konulamadığını ifade etmektedir.<br />
Ramazzini sadece bilimsel tıbba mı katkı sunmuştur? Bence<br />
kesinlikle hayır! Günümüze kadar gelen süreçte çalışma yaşamındaki<br />
sağlık sorunlarını dünya tarihindeki sosyal ve siyasal<br />
gelişmeler ışığında irdeleyerek anlamaya çalıştığımda Ramazzini’nin<br />
bu çabalarının sosyal yaşamdaki gelişmelere önemli<br />
katkıları da olduğunu hep düşünmüşümdür. O dönem Avrupa’sında<br />
Ramazzini’nin bu çıkışının çok kötü koşullarda çalışan<br />
tüm işçilerin bir güç oluşturmalarına, 1700’lerin sonuna kadar<br />
yayılan ciddi emek hareketlerinin gelişmesine katkısı olmuş<br />
mudur? Dahası hemen akabinde kapitalizmin teorisyenlerinin<br />
“bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler” felsefesine, bu felsefenin<br />
yıkımlarını o günlerde gören, bunu Kapital’de ortaya koyan gücün,<br />
bu gücün evrensel proleterya birliği ile ancak bir kalkışma<br />
yapabileceğinin öngörüsünü yapmasında Rammazini’nin ne<br />
Ramazzini, Hipokrat’dan sonra tıbba en büyük katkıyı<br />
sunmuş olan bir hekim olarak günümüzde de hala ismi<br />
hemen Hipokrat’dan sonra zikredilmektedir.<br />
48 I <strong>Toraks</strong> Bülteni
Günümüzde Ramazini’nin hala değişik şekilde tıbbi ve<br />
sosyal yaşamımıza etkisi vardır.<br />
katkısı olmuştur? Doğu blokunda bu gelişmelerin 1917’de bir<br />
emek egemenliği ile taçlanmasında Rammazini’nin bu çabalarının<br />
bir rolü yok mudur? Bence doğrudan olmasa bile dolaylı<br />
olarak mutlaka etkisi olmuştur. Kesinlikle olmuştur çünkü batıda<br />
kapitalizmin devlet erkli aktörleri henüz milletler cemiyeti<br />
bile kurulmadan 1919’da “işçi-işveren-devlet” sarmalı ile egemenliklerini<br />
kurmuşlardır. Kapitalizm tüm vahşiliği ile çalışma<br />
yaşamında en üst kurumsal yapısını bu yolla sağlamlaştırmıştır.<br />
Günümüzde Ramazini’nin hala değişik şekilde tıbbi ve sosyal yaşamımıza<br />
etkisi vardır. İtalya’da Ramazzini adına 1982’de kurulmuş<br />
olan birlik enstitü şeklinde çalışmaktadır. Bu birlik 1984’den<br />
beri Ramazzini adına çalışma yaşamındaki sağlık sorunlarına<br />
dikkat çekmiş olan kişi, kurum, bilim insanlarına ödüller vermektedir.<br />
İlk ödül de bir İtalyan bilim insanı ile beraber ülkemizden<br />
Prof. Dr. Muzaffer Aksoy’a Benzen başta olmak üzere çözücülerin<br />
lösemi dahil hematolojik sistem üzerine olan toksik etkilerinin<br />
gösterilmesi ile ilgili çalışmaları için verilmiştir. Ramazzini’nin<br />
çalışma yaşamındaki ergonomik koşulların düzeltilmesi ile ilgili<br />
önerileri ABD kongresince 2001 yılında yasal düzenlemeler şekline<br />
dönüştürülmüş, Amerikan işçi sağlığı ve güvenliği merkezinin<br />
(OSHA) bu alandaki kurallarına dahil edilmiştir.<br />
Peki, Ramazzini’den beri hatta Hipokrat’dan beri tıp nerelere<br />
geldi? Dışardan şaşalı göründüğü gibi gerçekten de çok olumlu<br />
bir durumda mı? Bütüncül yaklaşımda buna gönül rahatlığı ile<br />
“evet, iyi bir yerde” demek çok zor, en azından 35 yıldır tıbbiyeye<br />
adım atmış, madalyonun sürekli öbür tarafını da deşen<br />
benim gibi kuşkucu biri için iyi yerde olduğunu söylemek oldukça<br />
zor. Maalesef bilimsel tıp dediğimiz günümüz tıbbı hem<br />
Hipokrat’ın bize bıraktığı “insanı bütüncül gören tam ve ayrıntılı<br />
sistematik anamnezi” elimizden almış; hem de Ramazzini’nin<br />
“ne iş yapıyorsun?” sorusunun anlamını yavan hale getirmiştir.<br />
Hipokrat tıbbı diye adlandırabileceğimiz tıp bugün hücresel<br />
mikro düzeye ve teknisyenlik boyutuna indirgenerek insanı<br />
“üst uzmanlık dalları” ile beraber 100’e yakın ayrı uzmanlık<br />
alanıyla param parça etmiştir. Bu uzmanlık alanlarının çoğu<br />
da birkaç santimetre kareyi geçmeyen at gözlü bakış açılarıyla<br />
kişilerin sadece ve sadece kendi ilgi alanlarındaki patolojilere<br />
odaklanarak sorunu çözmeye çalışmakta; gerisi beni ilgilendirmez<br />
mantığı içindedir. Ramazzini’nin sorusu ise günümüz dünyasında<br />
3 binden fazla ayrı iş koluna bölünerek hedef şaşırtıcı<br />
bir anlamsızlığa bürünmüştür. O soru “hangi ortamlarda çalışıyorsun,<br />
nelere maruz kalıyorsun?” şekline dönüşmek zorunda<br />
bırakılmıştır. Ancak bu şekilde bir soru ise “performans baskısı<br />
altındaki” her bir hekimin rutininin en az birkaç dakikasını almasına<br />
neden olacağı için giderek pratikte tıbbi uygulamalardan<br />
çıkarılmaya çalışılmaktadır. Bunun sonucunda da çalışma<br />
yaşamındaki kazalar birer iş cinayeti-katliama dönüşerek “bu<br />
işin fıtratında var” mantığı ile ülkemiz coğrafyasındaki bu kazalar<br />
Rammazini zamanındaki iş kazalarıyla karşılaştırılarak siyasi<br />
otoritelerce “analiz” edilmektedir. Hastalıklara yol açan çevresel<br />
ve mesleksel nedenlerin üstü sürekli örtülme çabasına girilmekte<br />
nerdeyse onlar da “fıtrat”a bağlanır hale getirilmektedir.<br />
Bunun en son örneği geçtiğimiz günlerde yaşandı. Çevresel ve<br />
mesleksel maruziyetlerin bilinen kanser yapıcı rolünü gizlemek<br />
için yapılan uyduruk çalışmalar basına da servis edilerek kamuoyuna<br />
sunuldu. Bizdeki “fıtrat” mantığıyla eşdeğer olabilecek<br />
şekilde kişilerin kanser olmalarında en önemli faktörün kişinin<br />
“kötü şansına bağlı mutajenik olaylar” olduğu bilim kisvesi altında,<br />
hatta adı da “bilim” olan en anlı şanlı dergilerde yayınlandı.<br />
Böylece her biri değişik derecelerde birer hastalık üretim merkezi<br />
olan günümüz çalışma koşullarına “bırakın yapsınlar, bırakın<br />
geçsinler” mantığı ile masumiyet kazandırılmaya çalışıldı. Yine<br />
ilginçtir bu tip bir güdümlü bilgiye karşı çıkan, bunun halk sağlığına<br />
yapılmış; bu yayını yapanların bir yerlerle “çıkar çatışmalarını”<br />
bile deklare ederek ciddi bir suç işlediklerini dile getiren kurumların<br />
başında da Ramazzini enstitüsü geldi. Yapılan bu çalışmanın<br />
ne kadar yanıltıcı veri, yanlış yönlendirici, çalışan ve halk sağlığını<br />
hiçe sayıcı bir yayın olduğu kanıtlarıyla sunuldu. Ancak maalesef<br />
tüm manüplatif hareketlerde olduğu gibi bu ve benzeri doğru-karşı<br />
analizler kamuoyuna yansı(tıl)madı.<br />
Evet, Ramazzini’yi düşünürken aklımdan geçenlerin bir kısmı<br />
bunlardır. Koşullar 300 küsur yıllık bir fark gösterse de maalesef<br />
kar maksimizasyon mantığı hep aynıdır. Vahşi kapitalizm o gün<br />
de öldürüyordu, bu gün de öldürüyor; hatta sürüm sürüm süründürüyor.<br />
O gün de şık giyimli azametli doktorların karşılaştıkları<br />
hastalıkları çalışma koşulları ile ilişkilendirecek zamanları<br />
yoktu; bu gün de yok maalesef… O gün de sinameki kokan<br />
muayenehanelere gelen “müşteriler”in sorunları kökenine<br />
inilerek irdelenmiyordu, bu gün de her biri beş yıldızlı parfüm<br />
kokan “sektörel ticarethanelere” dönüşen hastanelerde bunu<br />
irdelemeye zaman yok maalesef…<br />
Ramazzini’yi düşünürken çok mu karamsar oluyorum; değişen<br />
hiç bir şey yok mu gerçekten?<br />
Dünyayı sırtlayan “yüzde 99”, ne zaman “yüzde 99 olduğunun<br />
bilincine” varacak? Kar maksimizasyon hırsı gözünü bürümüş<br />
vahşi kapitalizmin her alanda kendisine kurduğu tuzakların farkına<br />
ne zaman varacak?<br />
Dünyada bu konudaki olumlu gelişmelere, birkaç ışığa bu topraklarda<br />
da şahit olabilecek miyiz? Kim bilir, belki… Her şeye<br />
rağmen umutluyum. Bu yazının girişinde yazdığım Ramazzini’nin<br />
bu çığlığın üzerinden bunca yıl geçti. O günlerde yeni<br />
filizlenmekte olan kapitalizm denilen canavar bu çığlıkla o<br />
günlerde durdurulabilseydi çalışma yaşamı belki bugün hala<br />
bu kadar korkunç durumda olmazdı diye düşünüyorum. Ya siz?<br />
* Yazı, 28/5/<strong>2015</strong>’te Bianet’de yayınlanmıştır.<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 49
İçimizdeki Sürrealizm(!)<br />
Buğra KERGET<br />
“Aslında hikayeler ve karakterler değişiyor ancak sürrealist ressamlarımız ülkemizin her tarafında<br />
çözümlememiz gereken tablolarını bize sunmaya devam ediyorlar.”<br />
50 I <strong>Toraks</strong> Bülteni
Yamuk yüzler, kayan gözler…<br />
Sürrealist tablolarla çevrili sergiden dışarı çıktığımda tek aklımda kalan bunlar olmuştu. Hiç derin derin tablolarda<br />
kaybolanlar gibi bakamadım onlara, zorlayamadım düşüncelerimi, zorladığım anlarda da zihnimdeki<br />
kahkaha seslerini susturamadım.<br />
Çok uzak gibi gördüğüm bu tabloların her gün zihnime hunharca işlendiğini poliklinikte mesainin bitmesine 5<br />
dakika kala fark ettim. Tabloları yazıya dökerek çizmeye başladım.<br />
Bilgisayarın ekranında ilk ismi belirlendi, sonra, kapı aralandığında dev cüssesi, uzun yıllardır somurtkanlığa<br />
bağlı oluşmuş derin yüz çizgileri ve hayata karşı nefretiyle odama girdi. Kısa bir süre bakıştık ve bana birden<br />
“Göğsüm ağrıyor” dedi. Tarif etmesini istememden kısa bir süre sonra uzun bir cümleye başlayacağını anladığım<br />
bir iç çekişle başladı anlatmaya: “Sol mememin altından giriyor, ağrı sonra sırtımın sağına doğru devam<br />
ediyor, oradan başıma ve ayaklarıma doğru uzanıyor” dedi. Sustuk.<br />
Ellerimi semaya doğru çevirdim bir an. Ya Rab bu nasıl bir sinir dermatomu ki bu bacımı bu hale sokuyor, iki<br />
damla gözyaşı geldi. Sustuk. Elinde sonucunu hiç mi hiç beğenmeyeceği o küçük tahlil kağıdı ile çıktı dışarı.<br />
Kapının hışımla kapanmasının akabinde o girdi içeri. O yüz, o umutsuz bakışlar… Asistanlığıma onunla başlamıştım.<br />
O benim ilk göz ağrımdı. Kısa bir selamlaşmanın akabinde hemen konuya girdi. Benim yine nefesim<br />
daralıyor. Dinledim, hem şikayetlerini hem de sırtını. Bulamıyor, bulamıyordum ama nasıl söyleyecektim ona<br />
bir şeyin yok diye. Ya bana küser de bir daha gelmezse? Hayır onsuz yaşayamazdım. Konuyu derinleştirmekten<br />
başka çarem yoktu. “Ne zaman daralıyor?” diye sordum. Çantasını açtı ve ilk tanışmamızda ona hediye<br />
ettiğim, kırılıp patlatılan ve içine çekilen o tatlı şirin aleti gösterdi.<br />
“İşte bunu çektiğim zaman” dedi. İşaret parmağımı dudaklarına götürdüm, “Sus!” dedim ve “Bunun yalan<br />
olduğunu söyle!”. Bu konuşmalarımızın aramızda bir ömür boyu sır olarak kalacağına karşılıklı söz verdik. Gitti.<br />
Aslında hikayeler ve karakterler değişiyor ancak sürrealist ressamlarımız ülkemizin her tarafında çözümlememiz<br />
gereken tablolarını bize sunmaya devam ediyorlar. İlkokuldan bu yana resim çizmemiz istendiğinde ilk yaptığımız<br />
refleks haline gelmiş o portreyi söyleyeceğim şimdi size. Uzakta karlı dağlar, ardından doğan güneş, elma<br />
ağacı gölgesinde bacası daima tüten yalnız, kafa dinlenesi o ev. Bizde gerçeküstücülük yoktu, bizde aslolan<br />
vardı. İçimizdeki çocuğun öldüğüne bu kadar cümlenin akabinde gireceğimi sanıyorsanız hiç mi hiç giresim<br />
yok.<br />
Bu yazı aslında bir tavsiye, bir yol göstermeden ziyade bir iç döküştü. İçimizdeki bu kadar Salvador Dali’ye<br />
inat, bu meslekten elektrik almamızı engellemeye çalışan trafolarımıza giren kedilere inat, bu meslek bizimle<br />
var olmaya devam edecek...<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 51
Nemrut’un İzinde<br />
Gamze ASLAN<br />
Yolunuz Bitlis’in Tatvan ilçesine düşerse ülkemizin en büyük,<br />
dünyanın ikinci büyük krater gölü olan Nemrut’u mutlaka<br />
görmelisiniz. Benim bu krater gölüyle tanışmam 1996 yılında<br />
uçakla Van semalarında seyahat ederken olmuştu. Etrafı karlarla<br />
kaplı, hilal şeklindeki krater gölden etkilenmiş ve ziyaret<br />
etmeyi çok istemiştim. O yıllarda pek mümkün olmayan bu ziyareti,<br />
yaklaşık 15 yıl sonra zorunlu hizmetim esnasında eşimle<br />
gerçekleştirdim.<br />
Geziyle ilgili izlenimlerime geçmeden önce; Nemrut kalderasının<br />
tarihi ve coğrafi özelliklerinden kısaca bahsedelim isterseniz.<br />
Adını M.Ö 2100 yılında yaşamış olan Babil hükümdarı<br />
Nemrut’tan alan dağ, 3050 metre yüksekliğinde bir stratovolkandır<br />
(konik şekilli volkan). 1 Volkanın 4. zamanda patlaması<br />
neticesinde, tepe kısmı 48 km 2 , dip kısmı 36 km 2 ’ ye ulaşan<br />
konik yapıda Nemrut kraterinin oluştuğu düşünülmektedir. 1<br />
Patlamanın olduğu 4. Zaman ise (kuaterner) günümüzden 2<br />
milyon yıl önce başlayan ve halen sürdüğü varsayılan, iklimde<br />
büyük değişikliklerin olduğu jeolojik zamandır. 2 Bu şekilde<br />
oluşan Nemrut Kalderası’nda 5 adet göl, 6 adet mağara, çok<br />
sayıda lav çıkış merkezi ve sıcak su kaynağı bulunmaktadır. 1<br />
Kraterdeki göllerden en büyük olanı, 13 km 2 büyüklüğünde ve<br />
155 metre derinliğindeki Soğuk Göl’dür.<br />
Soğuk Göl<br />
İkinci büyük göl ise, su sıcaklığının 60 santigrat dereceye varabildiği<br />
3 km 2 ‘lik bir alana sahip olan Sıcak Göl’dür. 1 Her iki<br />
göl de yağmur ve kar sularıyla beslenir ve her iki göl arasında<br />
su bağlantıları mevcuttur. Kalderada bulunan diğer göller bu iki<br />
göle göre çok daha küçüktür.<br />
Sıcak Göl<br />
Gezimize dönecek olursak; Tatvan’dan Nemrut’a, yaklaşık<br />
15 km’lik virajlı ve engebeli bir yol mevcut. Ulaşımın zor olmasının,<br />
bu gibi doğal güzellikleri koruduğu düşüncesiyle kendimizi<br />
avutarak; araçla dağın tepesine tırmandıktan sonra kratere<br />
doğru inişe geçtik ve ilk olarak Sıcak Göl’e ulaştık. Sıcak göl<br />
adı üstünde sıcaktı ve gaz çıkışları gözle görülebiliyordu. Yoğun<br />
miktarda yosuna benzer bitkiler içeriyordu ve yüzmek için elverişli<br />
değildi. Gölün çevresinde yöre halkı çoğunlukla hayvanlarını<br />
otlatıyordu. Sıcak göl dışında da bazı kaya parçacıklarının<br />
arasından sıcak gaz ve buhar çıkışları olduğunu gözlemledik.<br />
En büyük göl olan Soğuk Göl ise kraterin önemli bir bölümünü<br />
kapladığı için her yerden görülebilmekteydi ve manzarası<br />
gerçekten nefes kesiciydi. Soğuk Göl’ün kıyısına ulaştığımızda,<br />
yaz mevsimi nedeniyle pek çok kişinin kamp kurmuş olduğunu<br />
gördük. Kampçıların çoğu ya gölde yüzüyor, ya da daha önceden<br />
göle bırakılan ve burada çoğalan sazan balıklarını tutmaya<br />
çalışıyordu. Biz de uyuyan bir volkanın kraterinde yüzmenin<br />
nasıl bir his olduğunu tatmak için yüzmeye karar verdik. O<br />
sırada yanımıza gelenler gölde tatlı su yılanlarının olduğundan<br />
bahsederek bizi yüreklendirse de, yüzme kararımızdan vazgeçmedik.<br />
Yüzerken hissedilen hafif tedirginlik ve biraz adrenalin,<br />
sonrasında yerini huzura ve mutluluğa bırakmıştı. Bu<br />
arada, sizin de yüzerken aklınıza volkanın en son ne zaman<br />
patladığı takılırsa, bilesiniz ki en son lav çıkışı 1441’de olmuş. 1<br />
Yüzme dışında, kış aylarında Nemrut dağında kayak yapma<br />
imkanı olduğunu da ekleyeyim.<br />
Soğuk Göl<br />
Sıcak Göl<br />
52 I <strong>Toraks</strong> Bülteni
Ahlat Mezar Taşları<br />
Göldeki gezimizi tamamlayıp eşsiz manzara fotoğrafları<br />
çektikten sonra, Tatvan’a geri dönmeye karar verdik. Tatvan,<br />
Van gölü kıyısında yer alan içinden önemli tren yollarının<br />
geçtiği (Haydarpaşa Garı - İran Demiryolu hattı) bir<br />
ilçedir. 3 İlçe olmasına karşın, gerek coğrafi konumu gerekse<br />
ticari önemi nedeniyle Bitlis’ten gelişmiş olduğu söylenebilir.<br />
Burası aynı zamanda pek çok mesire yeri ve lokantayı barındıran<br />
turistik bir yerdir. Tatvan’ın yerel ürünlerinin satıldığı<br />
çarşısını gezdikten sonra, Bitlis’in meşhur Büryan kebabının<br />
tadına bakmaya karar verdik. Bitlis ve Siirt’in sahiplendiği leziz<br />
bir yemek olan Büryan kebabı, oğlak ya da kuzu etinin,<br />
özel kuyu şeklindeki fırınlarda, odun ateşinde, uzun sürede<br />
pişirilmesiyle yapılmaktadır. Bu etin suyuna da afşor çorbası<br />
pişirilir. Biz de bu meşhur lezzeti tattıktan sonra, rotamızı<br />
Ahlat’a yönelttik.<br />
Bu arada kırmızı et sevmeyenler için; Van gölünden yakalanan<br />
inci kefalleri de iyi bir alternatif olabilir. Ahlat’a geldiğimizde,<br />
ilk gözümüze çarpan volkanik bir tüf olan Ahlat<br />
taşından yapılmış güzel estetik binalar oldu. Tarihi dokunun<br />
belirgin olduğu yörede; yine Ahlat taşından yapılmış Osmanlı<br />
dönemine ait camileri, Selçuklu dönemine ait tarihi kümbet<br />
mezarları ve Ahlat müzesini ziyaret etme fırsatı bulduk. Çarşısında<br />
gezerken Ahlat’a özgü bastonları işleyen zanaatkarları<br />
ziyaret ettik ve ustalıklarına hayran kaldık. El ve ahşap işlerine<br />
meraklı olanların mutlaka ziyaret etmesi gereken dükkanlardı.<br />
Ahlat gezisi sonrası rotamızı komşusu olan Adilcevaz’ a<br />
çevirdik. Adilcevaz, Van gölüne nazır sahili ile Akdeniz Bölgesi’nin<br />
sayfiye mekanlarını andıran, cevizi ile meşhur bir<br />
ilçemizdir. Burada her yıl Ekim ayında ceviz festivali yapılmaktadır.<br />
Adilcevaz’ın merkezinde gezip, ceviz reçelimizi de<br />
aldıktan sonra, ilçe de bulunan Aygır Göl’ünü ziyaret etmeye<br />
karar verdik. Aygır Göl’ü, aynı bölgenin uyuyan volkanik dağlarından<br />
olan Süphan’ın eteğinde bulunmaktadır. Kar suları<br />
ve yeraltı su kaynaklarından beslenen gölün etrafında kış<br />
aylarında beyaz tilkiler görebilmek ve balık tutmak mümkündür.<br />
Gölün kıyısında yetiştirme alabalık pişiren bir tesis de<br />
bulunmaktadır. Tesisi işleten kişi, aynı zamanda profesyonel<br />
dağcı olup Süphan Dağı’na tırmanmak isteyenlere rehberlik<br />
yapmaktadır. Bu bilgiler eşliğinde başka bir gezimizde de<br />
Süphan Dağı’na tırmanmayı planlayarak oradan ayrıldık.<br />
Adilcevaz Aygır Gölü<br />
Gezimizin sonuna geldiğimizde, coğrafyamızda bulunan<br />
pek çok nefes kesici yeri bilmediğimizi farkettim. El değmemiş<br />
bu yerler ve pek çokları kirletilmeden keşfetmemizi<br />
bekliyor. Nefesinizin kesilmesine hazır mısınız? O zaman sıra<br />
sizde…<br />
Yararlanılan Kaynaklar<br />
1<br />
Nemrut Gölü, Wikipedia, Özgür Ansiklopedi. http://<br />
tr.wikipedia.org/wiki/Nemrut Gölü<br />
2<br />
4. Zaman, Wikipedia, Özgür Ansiklopedi.http://tr.wikipedia.org/wiki/Kuaterner<br />
3<br />
Tatvan, Wikipedia, Özgür Ansiklopedi. http://tr.wikipedia.<br />
org/wiki/Tatvan<br />
Ahlat Mezar Taşları<br />
Adilcevaz Aygır Gölü<br />
<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 53
Tuba Liman’ın Anısına<br />
Salih TOPÇU<br />
Sevgili Tuba,<br />
Seninle ilk karşılaşmamız 1992’nin bir Pazar günüydü. Ben<br />
beyazlarını giymiş nöbetçi uzmandım, Ankara Atatürk Sanatoryumu’nda.<br />
“Ben TUS’ta hastanenizi kazandım. Görmek ve tanışmak<br />
için geldim” dedin. Biraz utangaç, biraz şaşkın, biraz öz güvenli,<br />
biraz ciddi, biraz güler yüzlüydün. Ya yolu bulmamaktan<br />
ya da cesaret versin diye yanında erkek bir sınıf arkadaşını getirmiştin.<br />
Bir gece önce hastanede rutine binen argo sözcüklere<br />
evde tepki olmasından olsa gerek, “Lütfen başla bu ihtisasa…<br />
Senle kendimize ve dilimize çeki düzen veririz.” dedim.<br />
Seninle ne zaman çelişkiye düşsek - düşülse, tartışsak - tartışılsa,<br />
bu karşılaşmayı hatırlatır, “Benim Göğüs Cerrahisine başlamamın<br />
müsebbibi Salih abidir.” der, olayı böylece tatlıya bağlamanın<br />
girizgâhını yaparsın, ilk karşılama sohbeti nedeniyle.<br />
İhtisasın süresince ilk bayan asistanımız (sonra da uzmanımız)<br />
olman nedeniyle bazı abilerin seni korumak isterdiler. Hâlbuki<br />
sen çalışkanlığın, verilen işi mükemmele yakın (iyi demiyorum)<br />
yapman, bilimselliğin, sosyalliğin ile karşı cinslerinden başarılı<br />
olduğun için korunmaya gereksinimin yoktu.<br />
Sendeki bu çalışkanlığın ve başarı azminin birçok nedeni<br />
olabilir. Ben kendimce ikiye indirgedim. İlki kişiliğin ve aile<br />
eğitiminden gelen dürüstlük, çalışkanlık, sorumluluk duygusu<br />
ve zekiliğin. İkincisi asistanlığın ilk gününde sana yapılan<br />
testin travması. Hatırlarsan siz dört kişi başlamıştınız. İsmail<br />
ve Mustafa bizim kliniğe, senle ekürin diğer kliniğe. Bayandır<br />
dayanamaz, ihtisası bırakır gider diye ikiniz de olduğundan<br />
kısa sürede ameliyathaneye sokuldunuz. Bayılacaktın ve<br />
ihtisası bırakacaktın. Ekürin bayıldı, başka ihtisasa gitti. Sen<br />
hastanemizde kaldın. Bu test travmasının senin “boynuz kulağı<br />
geçer” dercesine tüm kulakları geçme azmini verdiğine<br />
inanıyorum. Erkeklerin sahasında hep deplasmanda oynama<br />
duygunun oluşturduğu azim. Nitekim de öyle oldu, herkesin<br />
gıpta ile baktığı bir meslektaşımız, hocamız oldun. Senden<br />
sonra ondan fazla bayan asistanımız, uzmanımız oldu. Onların<br />
yollarını açtın ve gelişmelerini kolaylaştırdın.<br />
Benden önce akademik yaşamı seçtin. Almanya rotasyonunun<br />
ardından, Afyon ve Pamukkale Tıp Fakülteleri Göğüs<br />
Cerrahisi Anabilim Dallarını kurdun. Atatürk Sanatoryumu’nda<br />
çalışma koşullarım zorlaştırılınca ben de Kocaeli Tıp Fakültesi’ne<br />
geçtim. Yardım isteme sırası bendeydi. “Beraber<br />
çalışalım mı?” dedim. Böylece seninle yollarımız ikinci kez<br />
kesişti. Sen akademisyen, bense akademisyenliğe soyunmuş<br />
“abi”. Roller değişmişti.<br />
İkinci dönemimizde seni daha iyi tanıdım. Tanıdıkça hayranlığım,<br />
sevgim ve saygım arttı. Bu kez insan Tuba’yı tanıma olanağını<br />
buldum. Hayata pozitif bakma, eleştiriyi olumlu yapma,<br />
insan ilişkilerinde başarılı olma, yaşama sıkı sıkı sarılma… İlk<br />
dönemde asistanlığında kendini ezdirmedin. İkinci dönemde<br />
de yaşamın ve gerçeklerinin bir iki basamak yukarısından attığın<br />
kahkahalarla “yaşama da kendini ezdirmedin”.<br />
Sol kolunda patolojik kırık oluştuğunda, aynı zamanda hastaneye<br />
gelip birlikte çıkmamıza karşın çalışma çantan, çantan<br />
ve günlük poşetlerini taşımamıza izin vermediğin gibi<br />
bilinç kaybının geliştiği son iki gün hariç yaşamın seni teslim<br />
almasına izin vermedin.<br />
Üçüncü dönemimizde anladım senin neden güler yüzlü<br />
ve kahkaha dolu olduğunu. İnsan yaşam savaşında başarılı<br />
olmak için yaşamın dışına düşmemeli, küsmemeli. Yaşamın<br />
tam içinde onu, dolu dolu içine sindirmeli ve kahkahası ile<br />
altında değil üstünde kalmalı.<br />
Üçüncü dönemimizde sen yoksun. Anıların, yaşanmışlığın, sevgin,<br />
saygın ve yan odada hala yankılanan kahkahalarınla birlikteyim.<br />
Seni her dönemimizde çok sevdim.<br />
Abin<br />
Asistan Şerife Tuba Liman<br />
Akademisyen Şerife Tuba Liman<br />
Tanıyan herkesin sevgilisi oldu.<br />
54 I <strong>Toraks</strong> Bülteni
Çetin Altan’ın Anısına<br />
• Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra, ya da hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise bir tek<br />
yerde kabul ediyorum. Yaşamak mümkünken yaşamamış olmakta.<br />
• Uydurunuz.<br />
Uydurdukça dünya ile belki daha kolay anlaşırsınız.<br />
Nasıl olsa onun için de “yalan dünya” diyorlar.<br />
Ama unutmayın ki, uydurma gereğini duymayanlar için de “adam” diyorlar.<br />
• İnsanlar değerli olmayı unuttular, önemli olmaya çalışıyorlar.<br />
• Başarı, yalan söylemek zorunda kalmadan yaşayabilmektir.<br />
• Bir toplum için en korkunç şey, çapsızlığını ukala bir şişkinlik arkasında saklamaya çalışanların, kendilerine<br />
benzemeyenleri ortak bir dayanışmayla durmadan tırpanlamaya kalkmalarıdır. Böyle bir belaya uğramış<br />
toplumları, ne kadar kalkınırlarsa kalkınsınlar, külüstür bir görüntüden kimse kurtaramaz.
56 I <strong>Toraks</strong> Bülteni