13.04.2017 Views

Toraks Aralık 2015

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

ISSN 2146-3069<br />

Esra ÖZ<br />

Dernekler Branşlara<br />

Ufuk Açar<br />

Nilüfer AYKAÇ KONGAR<br />

Işığın Efendisi Olmak<br />

Kağan KONGAR<br />

Kişisel Bilgilerin<br />

Güvenliği ve İnternet<br />

1 I <strong>Toraks</strong> Bülteni<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong>


İçindekiler<br />

4<br />

6<br />

Editörden<br />

Levent AKYILDIZ<br />

Dernekler Branşlara Ufuk Açar<br />

Esra ÖZ<br />

Kapak resmi: René Magritte<br />

10<br />

İşte Örnek Evrensel Tavır: Özgürlük Yoksa Bilim de Olmaz<br />

Jonathan R. COLE<br />

Türk <strong>Toraks</strong> Derneği Adına Sahibi<br />

Arzu YORGANCIOĞLU<br />

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü<br />

Zühal KARAKURT<br />

Editör<br />

Levent AKYILDIZ<br />

Editör Yardımcıları<br />

Ayşe Bilge ÖZTÜRK<br />

Filiz Çağla UYANUSTA KÜÇÜK<br />

Yayın Kurulu<br />

<strong>Toraks</strong> Medya İletişim Grubu<br />

toraks_medya@googlegroups.com<br />

Türk <strong>Toraks</strong> Derneği<br />

Adres: Turan Güneş Bulvarı, Koyunlu Sitesi<br />

No: 175/19 Oran - Ankara<br />

Telefon: +90 312 490 40 50<br />

Faks: +90 312 490 41 42<br />

Yayıncı<br />

İbrahim KARA<br />

Yayın Yönetmeni<br />

Ali ŞAHİN<br />

Yayın Yönetmeni Yardımcıları<br />

Gökhan ÇİMEN<br />

Dilşad GÜNEY<br />

Yayın Koordinatörleri<br />

Esra GÖRGÜLÜ<br />

Ebru MUTLU<br />

Betül ÇİMEN<br />

Nihan GÜLTAN<br />

Zeynep YAKIŞIRER<br />

Mali İşler Koordinatörü<br />

Veysel KARA<br />

Proje Koordinatörü<br />

Hakan ERTEN<br />

Proje Asistanları<br />

Büşra KALKAN<br />

Duygunur CAN<br />

Grafik Departmanı<br />

Ünal ÖZER<br />

Neslihan YAMAN<br />

Kübra ÇOLAK<br />

İletişim:<br />

Adres: Büyükdere Cad. 105/9 34394 Mecidiyeköy, Şişli, İstanbul<br />

Telefon: +90 212 217 17 00,<br />

Faks: +90 212 217 22 92<br />

E-posta: info@avesyayincilik.com<br />

Yayın Türü: Yerel Süreli<br />

Basım Tarihi: <strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong><br />

Basım Yeri: ADA Ofset Matbaacılık Tic. Ltd. Şti., Litros Yolu,<br />

2. Matbaacılar S. E Blok, No: (ZE2) 1. Kat Topkapı, İstanbul, Türkiye<br />

Telefon: +90 212 567 12 42<br />

12<br />

14<br />

15<br />

16<br />

20<br />

22<br />

24<br />

Solunuma Bağlı Meslek Hastalıklarının Önlenmesinde<br />

Solunum Koruyucu Seçimi ve Önemi<br />

Dalım DÜNDAR YAVUZ<br />

MYK Toplantılarında Neler Oluyor?<br />

Pınar ATAGÜN<br />

Türk <strong>Toraks</strong> Derneği Kış Okulu<br />

Dursun Ali KABA<br />

Farkına Varın... Bir Çocuğun İmmün Yetmezlik<br />

Hastalığı ile Yaşlanması<br />

Murat ERGİNSOY<br />

G20 Devlet Başkanlarına ve Hükümetlerine Çağrımızdır:<br />

İnsan Sağlığı için Harekete Geçin, Temiz ve Sürdürülebilir<br />

Enerji Kaynaklarını Seçin!<br />

Temiz Hava Hakkı Platformu, Türkiye<br />

Her Şey Sermaye İçin Sevgilim<br />

OSMAN ELBEK<br />

Işığın Efendisi Olmak<br />

Nilüfer AYKAÇ KONGAR


Dr. Annik Rouillon Anısına (1929-<strong>2015</strong>)<br />

Yeşim YASİN<br />

Biz Kuş Muyuz Yoksa Tavuk Mu?<br />

Mustafa ÇETİNER<br />

Prometheus’un Hediyesi; ATEŞ*<br />

Süda TEKİN KORUK<br />

Amok! Amok! Amok!..<br />

Haluk ÇALIŞIR<br />

Mahşerin Bir Kısrağı: Tomris Uyar<br />

Hepgül ÖZDEMİROĞLU<br />

Kişisel Bilgilerin Güvenliği ve İnternet<br />

Kağan KONGAR<br />

Konuşmanın Evrimi<br />

Emel KURT<br />

Ramazzini’yi Düşünmek...<br />

İbrahim AKKURT<br />

İçimizdeki Sürrealizm(!)<br />

Buğra KERGET<br />

Nemrut’un İzinde<br />

Gamze ASLAN<br />

Tuba Liman Anısına<br />

Salih TOPÇU<br />

30<br />

32<br />

34<br />

36<br />

38<br />

40<br />

45<br />

48<br />

50<br />

52<br />

54<br />

Çetin Altan’ın Anısına


Editörden<br />

Levent AKYILDIZ<br />

Hayatın çeşitli yönlerinden renklerle, yazılarla, hüzünler ve giderek az bulduğumuz sevinçlerle yine merhaba...<br />

Magritte gerçeküstü sanatın değerli adlarından... Öpücük /The Kiss başlıklı çalışmasına bülten kapağında yer verdik...<br />

Umarız ki çağrıştırdıkları gerçeküstü beklentiler olarak kalmaz...<br />

Edip Cansever’in şiiri ile sevgi ve selamlarımızla...<br />

MENDİLİMDE KAN SESLERİ<br />

Her yere yetişilir<br />

Hiçbir şeye geç kalınmaz ama<br />

Çocuğum beni bağışla<br />

Ahmet Abi sen de bağışla<br />

Boynu bükük duruyorsam eğer<br />

İçimden öyle geldiği için değil<br />

Ama hiç değil<br />

Ah güzel Ahmet abim benim<br />

İnsan yaşadığı yere benzer<br />

O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer<br />

Suyunda yüzen balığa<br />

Toprağını iten çiçeğe<br />

Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine<br />

Konya’nın beyaz<br />

Antebin kırmızı düzlüğüne benzer<br />

Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir<br />

Denize benzer ki dalgalıdır bakışları<br />

Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına<br />

Öylesine benzer ki<br />

Ve avlularına<br />

(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)<br />

Ve sözlerine<br />

(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)<br />

Ve bir gün birinin adres sormasına benzer<br />

Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne<br />

Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına<br />

Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına<br />

Minibüslerine, gecekondularına<br />

Hasretine, yalanına benzer<br />

Anısı işsizliktir<br />

Acısı bilincidir<br />

Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan<br />

Gülemiyorsun ya, gülmek<br />

Bir halk gülüyorsa gülmektir<br />

Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi.<br />

Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden<br />

Dirseğin iskemleye dayalı<br />

-- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --<br />

Cıgara paketinde yazılar resimler<br />

Resimler: cezaevleri<br />

Resimler: özlem<br />

Resimler: eskiden beri<br />

Ve bir kaşın yukarı kalkık<br />

Sevmen acele<br />

Dostluğun çabuk<br />

Bakıyorum da simdi<br />

O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.<br />

Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi<br />

Biz eskiden seninle<br />

İstasyonları dolaşırdık bir bir<br />

O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar<br />

Nazilli kokardı<br />

Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası<br />

Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında<br />

Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen<br />

Kadının ütülü patiskalardan bir teni<br />

Upuzun boynu<br />

Kirpikleri<br />

Ve sana Ahmet Abi<br />

Uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki<br />

Sofranı kurardı<br />

Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı<br />

4 I <strong>Toraks</strong> Bülteni


Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi<br />

Çocuklar doğururdu<br />

Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir<br />

dantel gibi<br />

O çocuklar büyüyecek<br />

O çocuklar büyüyecek<br />

O çocuklar...<br />

Bilmezlikten gelme Ahmet Abi<br />

Umudu dürt<br />

Umutsuzluğu yatıştır<br />

Diyeceğim şu ki<br />

Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler<br />

Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi<br />

Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse<br />

Çocuklar, kadınlar, erkekler<br />

Trenler tıklım tıklım<br />

Trenler cepheye giden trenler gibi<br />

İşçiler<br />

Almanya yolcusu işçiler<br />

Kadınlar<br />

Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi<br />

Ellerinde bavullar, fileler<br />

Kolonyalar, su şişeleri, paketler<br />

Onlar ki, hepsi<br />

Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler<br />

Ah güzel Ahmet Abim benim<br />

Gördün mü bak<br />

Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar<br />

Ve dağılmış pazar yerlerine memleket<br />

Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile<br />

Gelse de<br />

Öyle sürekli değil<br />

Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün<br />

O kadar çabuk<br />

O kadar kısa<br />

İşte o kadar.<br />

Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar<br />

Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar<br />

Mendilimde kan sesleri.<br />

Edip Cansever<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 5


Dernekler Branşlara<br />

Ufuk Açar<br />

Esra ÖZ<br />

Branşınızın oluşum tarihi ile ilgili bilgi verir<br />

misiniz? Tıp tarihi açısından ele alır mısınız?<br />

Göğüs Hastalıkları branşının 19 Ocak 1949 yılında İç Hastalıkları<br />

Anabilim Dalından ayrılması ile ilgili görüşme Veremle Savaş İstişare<br />

Komisyonu Toplantısında başlamış, 12 Şubat 1949 da tüzük<br />

değişikliği ile veremle ilgilenen Ftizyoloji Bölümü 3 yıllık eğitimi ile<br />

ayrı bir Anabilim dalı olmuştur. 28 <strong>Aralık</strong> 1955 “Tababet İhtisas<br />

Nizamnamesi’nde” göğüs hastalıkları uzmanlığı yalnız tüberkülozu<br />

değil bütün akciğer hastalıklarını kapsayacak şekilde “Göğüs<br />

Hastalıkları” adı ile ayrı bir dal olarak tanımlanmış ve eğitim süresi<br />

4 yıla çıkarılmıştır. 17 Ağustos 1962’de yeni Tababet Uzmanlık<br />

Tüzüğünde adı “Göğüs Hastalıkları ve Tüberküloz (Ftizyoloji)”<br />

olarak tanımlanmıştır. 5 Nisan 1973 de “Ftizyoloji” ibaresi isimden<br />

çıkarılmıştır. 31 <strong>Aralık</strong> 2009 da “Göğüs Hastalıkları” adını<br />

almış ve uzmanlık eğitim süresi olarak belirlenen 5 yıl değiştirilerek<br />

4 yıl olarak belirlenmiştir. Ülkemizde 64 Üniversite ve 4<br />

Göğüs Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanelerinde uzman<br />

hekim yetiştirilmektedir.<br />

Derneğin kuruluş hikayesi ile üye sayınız ve<br />

faaliyetleriniz hakkında bilgi verir misiniz?<br />

Türk <strong>Toraks</strong> Derneği üç yıllık çalışma sonunda <strong>Aralık</strong>-1992 de<br />

kurulmuştur. Ülkemizin dünya standartlarında bir göğüs hastalıkları<br />

derneğine ihtiyacı olduğunu düşünen başta Prof. Dr. Y.<br />

İzzettin Barış ve Doç. Dr. Ali Kocabaş olmak üzere, o dönemde<br />

ülkenin birçok genç uzman ve kıdemli hocaları, çeşitli vesilelerle<br />

bir araya gelerek dernekleşme toplantıları düzenlemişlerdir.<br />

Bu süreçte daha sonra Adana’da düzenlenen bir Tüberküloz<br />

çalıştayı ile tüm kurucu ekip bir araya gelerek, kuruluş son aşamasına<br />

gelmiştir. Derneğimizin 4467 üyesi olup Türkiye’nin en<br />

büyük göğüs hastalıkları uzmanlık derneğidir. Derneğimiz Şubelere<br />

(15 Şube) ve il temsilciliklerine (81 İl temsilcisi) bölünerek<br />

6 I <strong>Toraks</strong> Bülteni<br />

Türkiye’deki tüm üyelerine ulaşmayı hedeflemiştir. Bilimsel faaliyetlerini<br />

göğüs hastalıkları ile ilgili 18 çalışma grubu oluşturarak devam<br />

etmektedir. Yılda bir Kongre, bir sempozyum, onlarca eğitim<br />

kursu, dünya günleri, halk bilinçlendirme çalışmaları ve Şubelerin<br />

aylık bilimsel ve sosyal etkinlikleri ile faaliyetlerini sürdürmektedir.<br />

Uluslararası platformda, dalı ile ilgili ülkemizi en iyi şekilde temsil<br />

etmekte, birçok konuda liderlik etmektedir. Basılı eğitim materyalleri<br />

arasında dergiler, kitaplar, rehberler, cep rehberleri, hasta<br />

eğitim serileri bulunmakta ve üyelerine ücretsiz ulaştırmaktadır.<br />

Türkiye’de tıpta uzmanlık dernekleri misyonlarını<br />

yeterince yerine getirebiliyor mu? Değilse neden?<br />

Pek çok derneğin bu misyonu yeterince yerine getiremediğini<br />

düşünüyoruz. Bunun için çok iyi bir örgüt yapısı, demokratik ve<br />

şeffaf bir yönetim gerekmektedir. Sadece hastalık alanında değil<br />

koruyucu hekimlik, üyelerin özlük haklarını savunma, kamu sağlığı<br />

politikalarına katkıda bulunma ve uluslararası arenada var olma<br />

bunlar için gereklidir.<br />

Türkiye’de Göğüs Hastalıkları için değerlendirecek olursak derneğimizin<br />

misyonlarını yerine getirme açısından aynı kulvardaki<br />

derneklerden bir adım önde olduğunu söyleyebiliriz.<br />

Yeterlilik sınavlarını nasıl yapıyorsunuz?<br />

Türkiye’de Göğüs Hastalıkları Uzmanlık Dernekleri bir araya<br />

gelerek “Board” sınav yönetmeliği ile her yıl göğüs hastalıkları<br />

kongrelerinde yazılı ve pratik uygulama ile sınav yapmakta, eğitim<br />

veren hastanelerin akreditasyonunu sağlamaktadır.<br />

Türk <strong>Toraks</strong> Derneği (TTD) ve Türkiye Solunum Araştırmaları<br />

Derneği (TUSAD) tarafından ortaklaşa olarak 2000 yılında<br />

kurulan Türk Göğüs Hastalıkları Yeterlik Kurulu (TGHYK),<br />

Türkiye’de göğüs hastalıkları uzmanlık eğitimini iyileştirmek, düzeyini<br />

yükseltmek, uluslararası ve ulusal standartlara uygun hale<br />

getirmek amacıyla Türkiye’de kurulan üçüncü yeterlik kuruludur.


Yeterlilik sınavları da TGHYK tarafından yürütülmektedir. 2002<br />

yılından beri her yıl yapılmaktadır. Türk Göğüs hastalıkları Yeterlik<br />

sınavı, yazılı ( test ) ve uygulamalı sınav olarak iki bölümden<br />

oluşmaktadır. OSKE sitem bazlıdır. Ayrıntılı bilgi http://www.tghyk.org/?p=hakkinda<br />

web sayfasından edinilebilir.<br />

Yeterlilik sınavı ile ilgili aktif bir uygulamanız var<br />

mı? Bu zamana kadar kaç kişi yeterlilik sınavını<br />

başarıyla tamamladı?<br />

Yeterlilik sınavları ile ilgili ayrıntılı bilgiye http://www.tghyk.org/?p=hakkinda<br />

web sayfasından ulaşılabilir.<br />

TGHYK Yeterlik (BOARD) belgeli uzmanların listesine http://<br />

www.tghyk.org/?p=uzmanlar linkinden web sayfasına gidilerek<br />

ulaşılıp yıllara göre ulaşılabilir.<br />

Bugüne kadar toplam 202 kişi sınava girerek yeterlik belgesi almıştır.<br />

Ulusal müfredatınız hakkında<br />

düşünceniz nedir?<br />

Müfredatınızı yeterli buluyor<br />

musunuz?<br />

TGHYK tarafından 2003 yılında ilk<br />

ulusal çekirdek müfredat hazırlanmış<br />

ve Bakanlığa sunulmuştur. Temmuz<br />

2005’de ülkemizde uzmanlık<br />

eğitiminin durumu ve mevcut sorunları<br />

belirlemek amacıyla, göğüs<br />

hastalıkları uzmanlık eğitimi veren<br />

kurumlara yönelik bir anket çalışması<br />

yapılmış ve bu çalışma eğitim<br />

görmekte olan uzmanlık öğrencilerini<br />

de kapsayacak şekilde Şubat<br />

2009’da tekrarlanmıştır. Bu anket<br />

çalışmaları, eğitim ortamı, eğitici<br />

sayısı ve nitelikleri, eğitim programı<br />

ve değerlendirme yöntemleri<br />

açısından uzmanlık eğitimi veren<br />

kurumlar arasında büyük farklılıklar<br />

bulunduğunu göstermiştir. Gerek<br />

ulusal gereksinimler, gerekse HER-<br />

MES ve diğer uluslararası standartlar<br />

dikkate alınarak Nisan 2007’de, Göğüs hastalıkları uzmanlarının<br />

hakkında bilgi sahibi olmaları gereken tüm konu başlıklarının listesi<br />

ve uzmanlık eğitiminin tamamlanmasıyla elde edilmiş olması<br />

gereken yetkinlik listesi ve düzeyleri tanımlanmıştır. Nisan 2009’da<br />

da bu konu başlıklarının ve günlük klinik pratik için gereken diğer<br />

niteliklerin nasıl öğrenilmesi, öğretilmesi ve değerlendirmesini de<br />

kapsayan “UZMANLIK EĞİTİM PROGRAMI” oluşturulmuştur.<br />

Ulusal müfredatımız uluslararası müfredatı da gözetecek ve ülkede<br />

göğüs hastalıkları alanında sorunları kapsayacak şekilde<br />

güncellenmiştir şu anda ki kapsamı yeterlidir. Müfredat yeterli<br />

olmakla birlikte bu eğitimi verecek öğretim üyesi dağılımından<br />

bağımsız üniversitelerin ve göğüs hastalıkları anabilim dallarının<br />

açılması söz konusudur. TTD, çeşitli kurs ve okul etkinlikleri ile<br />

bu eksiklikleri tamamlamaya çalışmaktadır.<br />

Türk <strong>Toraks</strong> Derneği Başkanı<br />

Arzu Yorgancıoğlu<br />

Eğitim veren kurumların müfredatınızı tam<br />

olarak uyguladığını düşünüyor musunuz?<br />

Giderek azalan asistan sayısı, artan iş yükü eğitimin kalitesini bozduğunu<br />

düşünüyoruz. Eğitim kurumları, sağlık hizmetini vermek<br />

için eğitimden ödün vermek zorunda kalabiliyor. Uzmanlık eğitimi<br />

verilen her kurumda bu müfredatın uygulandığının garantisi<br />

yoktur. Ancak <strong>2015</strong> yılından bu yana TGHYK eğitim kurumlarına<br />

eğitim akreditasyonu vermektedir. Bugün alanımızda 7 kurum bu<br />

akreditasyon belgesini almaya hak kazanmıştır.<br />

Uzmanlık eğitiminin sonunda tüm yeni mezunlar<br />

aynı standartta mezun olabiliyor mu?<br />

Her asistan aynı eğitimi alamıyor, her kurumda göğüs hastalıkları<br />

ile ilgili bütün üniteler olmayabilmektedir.(Tüberküloz servisi,<br />

uyku laboratuvarı, yoğun bakım, bronkoskopi-EBUS üniteleri,<br />

onkoloji, alerji bölümleri gibi). Yeni<br />

bölümler açılmasında bu konulara<br />

dikkat edilmesini öneriyoruz.<br />

Tıbbiyelilerin ve doktorların<br />

bu branşı tercih etmeleri<br />

için neler önerirsiniz?<br />

Solunum hastalıkları tedavi edici<br />

olduğu kadar koruyucu hekimliğinde<br />

uygulanacağı, ufak cerrahi<br />

girişimlerin olduğu, invaziv tanı ve<br />

tedavi metodlarının uygulandığı gelişime<br />

ve yeniliğe çok açık bir branştır.<br />

Görülme sıklığı nedeniyle de<br />

Dünya Sağlık Örgütünün öncelik<br />

verdiği 4 hastalık grubundan birine<br />

odaklanmıştır.<br />

Gelecek 20-30 yılda ortalama ömür<br />

uzamakta ve sigara içme oranları<br />

yüksek, ayrıca iç ve dış ortam hava<br />

kirliliğini artıracak şekilde termik<br />

santraller vb. kurulması solunum<br />

sistemi hastalıklarının artmasına<br />

neden olacak. Bu hastalıklar sakatlık<br />

ve ölüme neden olma özelliğine<br />

sahiptir o nedenle göğüs hastalıkları uzmanlarına gereksinim artacak<br />

genç meslektaşlarımızın bu alanı seçmelerini öneririz.<br />

Bu branşın hekimleri, hasta ve hasta yakınlarından<br />

neler bekliyor?<br />

Göğüs hastaları, yaşam kaliteleri için uygulanan tedavi yöntemlerine<br />

ve hayat boyu takip gerecek hastalıklarında göğüs hastalıkları<br />

hekimlerine çok ihtiyaç duyacaklardır. Hekimlere, mesleğe saygı<br />

öncelikle beklenen bir davranış olmakla birlikte uzun ve zor bir<br />

eğitimin ardından hastanın hekimine inanması da iyileşme yolunda<br />

en büyük adımdır.<br />

Kronik hastalıklar öncelikle iyi bir hekim-hasta ilişkisi gerektirir<br />

Bu da karşılıklı güven ve işbirliği ile mümkündür. . Genelde hekimlik,<br />

özelde göğüs hastalıkları uzmanlığı uzun bir eğitimden sonra<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 7


icra edilen meslekler, öznesi insan olan bu meslekte hastalarımızın<br />

bizleri sağlıklarını koruyan ve sağlıklarının güvende olması için<br />

fedakarlıkla çalışan kişiler olarak görmeleri bizlerin mesleğimizi<br />

gönül rahatlığıyla yapmamıza katkı sağlayacaktır.<br />

Bu branşın hekimlerinin yaşadığı en büyük<br />

sorunlar nelerdir?<br />

Tüm branşlarda olduğu gibi ülkemizdeki sağlık sisteminden kaynaklanan<br />

sorunları biz de alanımızda yaşıyoruz. Aşırı iş yükü, performans<br />

sisteminin öncelenmesi, araştırma görevlisi eksikliği gibi. Diğer branşlar<br />

arasında hekimlerin özlük haklarında (performans, işlem puan<br />

sistemi) yeterince yer bulamadığımızı düşünüyoruz.<br />

Göğüs Hastalıkları alanında yaşanan sağlık çalışanı sorunları ülkemizde<br />

sağlık ortamında yaşanan sorunlardan azade değildir.<br />

Sağlıkta şiddet sonucu birçok meslektaşımız katledildi. Özlük<br />

haklarımız erozyona uğradı, çalışma koşullarımızın kötü olması<br />

nedeniyle birçok meslektaşımız mesleği bırakma noktasına geldi.<br />

Branşınızın günümüzdeki çalışmalarını nasıl<br />

değerlendiriyorsunuz? Son gelişmeler nelerdir?<br />

Göğüs Hastalıkları alanında tüm tıp alanında olduğu gibi umut verici<br />

gelişmeler olmaktadır. Bu gelişmelerin çoğu tanı ve tedavi yöntemleri<br />

hakkındadır ama akciğer kanseri, KOAH, tüberküloz, astım gibi sık görülen<br />

göğüs hastalıklarının ana nedenleri olan sağlıkta eşitsizlik, sağlığın<br />

sosyal bileşenleri konusunda da çalışmalar devam etmektedir.<br />

Branşımız gelişime çok açık, pek çok alanda yeni tanı ve tedavi<br />

yöntemlerinin uygulandığı bir branştır. Göğüs Hastalıkları ile ilgili<br />

umut verici çalışmalar özellikle akciğer kanserinde erken tanı,<br />

kronik havayolları hastalıklarında yeni ilaçlar, Tüberkülozda erken<br />

tanı testleri, yeni ilaçlar sayılabilir.<br />

Branşınızın geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />

Branşımızı önemsiyoruz, çünkü akciğer sağlığını tehdit eden sosyo<br />

ekonomik problemler, endüstrileşmeden kaynaklı olumsuz<br />

iklim ve çevre değişiklikleri gelecekte akciğer hastalıklarının çeşitlenmesine<br />

ve sık görülmesine neden olacaktır. Bu nedenle göğüs<br />

hastalıkları alanının önemini artıracağını düşünüyoruz.<br />

Yurt dışındaki derneklerle ortak çalışmalar<br />

yapıyor musunuz?<br />

Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Dünya Kronik Havayolu Hastalıkları<br />

Kontrol ve Önleme Programı (GARD), Avrupa Solunum<br />

Derneği (ERS), Amerikan <strong>Toraks</strong> Derneği, Avrupa Allerji Derneği<br />

ve Orta Doğu Bölgesi dernekleri gibi birçok sağlık örgütü ve<br />

dernekle çalışıyoruz.<br />

Yurt dışındaki çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?<br />

Sizce örnek alınacak çalışmalar var mı?<br />

Varsa nelerdir?<br />

Misyon ve vizyonumuza uygun çalışan derneklerin alanımızla ilgili<br />

çalışmalarını izliyor ufuk açıcı olanlarını ülkemiz koşullarına adapte<br />

ederek uygulamaya çalışıyoruz.<br />

Derneğiniz genç hekimleri nasıl destekliyor?<br />

Bu arkadaşlarımız bizim geleceğimizdir. Kongre ve toplantılarımıza<br />

pek çok tıp fakültesi öğrencisi bildiri sunarak katılmakta,<br />

öğrenci kongrelerine biz de aktif olarak katılmaktayız.<br />

Derneğimizin genç hekimlere yönelik mezuniyet sonrası eğitim<br />

amacıyla uzmanlık öğrencilerine yönelik “kış okulu”, uzmanlarımız<br />

için sürekli mesleki gelişim kapsamında “mesleki gelişim kursu,<br />

“yaz kampı” uygulamaları düzenli olarak yapılmaktadır. Genç araştırmacılar<br />

için araştırma alt yapısını destekleyen eğitimler, “yurtdışı<br />

eğitim bursu desteği”, kongre katılım destekleri bulunmaktadır.<br />

Bu alanda yapılan yeni bilimsel çalışmalardan<br />

çarpıcı örnekler nelerdir?<br />

Yaşam Süresi çok kısıtlı, yaklaşık 2,5-3 yıl arasında olan iki hastalıkta,<br />

İdiopatik Pulmoner fibroz (akciğer katılaşması) ve pulmoner<br />

arteryel hipertansiyonda (akciğer yüksek tansiyonu) son<br />

10 yılda hastalığın oluşma mekanizmaları ve tedavileri konusunda<br />

önemli gelişmeler meydana geldi. Zor astım olgularında da tedaviye<br />

giren ve girmek üzere olan pek çok yeni ilaç mevcuttur. Yine<br />

akciğer kanserinde hedefe yönelik tedaviler gelişti. Tüberkülozda<br />

tanıyı hızlandıran yeni yöntemleri takip ediyor ve uyguluyoruz.<br />

Kongreleri düzenlerken özellikle nelere dikkat<br />

ediyorsunuz?<br />

Kongrelerimizde dalımızla ilgili yeni bilgilerle birlikte sahada çalışan<br />

uzman hekimlerin bilgilerini güncellemelerini, sosyalleşmelerini<br />

hedefliyor, asistanlarımızın bilimsel etkinlikler de bildiri hazırlayarak<br />

sunmalarına ortam hazırlıyoruz. Yurtdışından konusu ile ilgili<br />

önemli konuşmacıları da davet ediyoruz. Kongremizin ana oturumlarında<br />

akciğer sağlığını olumsuz etkileyen kitlesel etki yaratan<br />

risk faktörlerine (Hava kirliliği, iklim değişiklikleri, biber gazı, maden<br />

kazaları vb.) dikkat çekici oturumlar gerçekleştiriyoruz. Yurtdışından<br />

konusu ile ilgili önemli konuşmacıları da davet ediyoruz. Asistan<br />

ve bildirisi olan uzman hekimlerimize burs sağlıyoruz.<br />

Sağlık haberleri hakkındaki düşünceleriniz<br />

nelerdir?<br />

Sağlık haberlerinin her zaman doğru kaynaktan aktarılması gerektiği<br />

düşüncesindeyiz. Ne yazık ki yazılı ve görsel basında özellikle<br />

de sosyal medyada zaman zaman bilgi kirliliği, yanlış yönlendirmeler<br />

mevcut olabilmektedir. Bu bilgilerin alanına sahip çıkan<br />

uzmanlık derneklerinden ya da onların belirteceği yetkin hekimlerden<br />

alınması çok önemlidir.<br />

Biz de TTD olarak hastalara akciğer hastalıkları ve sağlığı konusunda<br />

anlaşılır ve doğru bilgiyi düzenli bir şekilde ulaştırabilmek için bir<br />

halk sayfası kurduk. Bu siteyi kurduğumuz 19 <strong>Aralık</strong> 2014 den beri<br />

120 472 farklı kişi sitemizi ziyaret etti. Kurumsal web sayfamızın<br />

da ayrıca yurt dışından takibi için İngilizce versiyonu da mevcuttur.<br />

Gazetecilerden branşınızla ilgili ne gibi konulara<br />

dikkat etmelerini bekliyorsunuz?<br />

Alanımızla ilgili konularda haber yapmadan önce mutlaka bize danışmalarını<br />

arzu ediyoruz. Bizim hastalıklarımız toplumsal farkındalığı<br />

mutlaka gerektiren hastalıklar bu alanda birlikte yürümeyi<br />

ve halk sağlığı için birlikte çalışmayı arzu ederiz.<br />

Sağlık iletişimi alanında çalışmalarınız var mı?<br />

Varsa detaylandırabilir misiniz?<br />

Derneğimiz bir basın danışmanı ile çalışmaktadır. Yöneticilerimiz<br />

ise sağlık iletişimi konusunda eğitim almışlar ve almaya de-<br />

8 I <strong>Toraks</strong> Bülteni


vam etmektedirler. Bu konuda sağlık iletişimi profesyonelleriyle<br />

proje hazırlıklarımız devam ediyor bizi izlemeye devam edin.<br />

Sosyal sorumluluk projeleri hazırlıyor musunuz?<br />

Evet, sosyal sorumluluk projesi olarak yılbaşında ve 23 Nisanda<br />

ilk ve orta öğretim okullarına kitap bağış kampanyaları<br />

düzenledik.<br />

Ayrıca halkımızda KOAH farkındalığını artırmak adına bir<br />

KOAH farkındalık kampanyasın düzenledik.<br />

Temiz hava hakkı platformunun üyesiyiz.<br />

Ayrıca çok yakın zaman Akciğer sağlığı ve hastalıkları hasta derneği<br />

kurulmasını sağlamak için destek veriyoruz. Ülkemizde bu<br />

konuda çok ciddi bir eksiklik mevcut. Mevcut hasta dernekleri<br />

de idealden uzak. Kurulmasını desteklediğimiz derneğin yönetiminde<br />

biz yer almayacağız. Her aşamada destek vereceğiz.<br />

Sosyal medyada ne gibi etkileşimde bulunuluyor?<br />

Bu alanda ne gibi planlarınız var?<br />

Halka bu bilgileri ulaştırabilmek için kurduğumuz “Hayat Nefesle<br />

Başlar” Facebook sayfamızın da 22275 beğenisi mevcut.<br />

Ayrıca kendi üyelerimizle iletişimimizi artırmak için de üyelerimize<br />

kapalı bir facebook sayfamız var. Aynı şekilde Hayat<br />

Nefesle Başlar isimli twitter hesabımız da var. Twitterde takipçi<br />

sayımız 1769. ERS’de tüm kongre boyunca atılan tweetlerde<br />

dernek hesabımız 6. oldu, ERS kendisi de 5. idi. En aktif<br />

2. dernek olduk.<br />

İletişim bilgileriniz nelerdir?<br />

Türk <strong>Toraks</strong> Derneği Genel Merkezi<br />

Turan Güneş Bulvarı, Koyunlu Sitesi No: 175/19 Oran - Ankara<br />

Telefon: 0312 490 40 50<br />

Faks: 0312 490 41 42<br />

E-Posta: toraks@toraks.org.tr<br />

* Türk <strong>Toraks</strong> Derneği Başkanı Prof. Dr. Arzu Yorgancıoğlu ile yapılan<br />

mülakat Esra Öz ile Sağlık Gündemi köşesinde yer almıştır.<br />

http://www.toraks.org.tr/news.aspx?detail=2752<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 9


İşte Örnek<br />

Evrensel Tavır:<br />

Özgürlük Yoksa<br />

Bilim de Olmaz<br />

Jonathan R. COLE<br />

“Üniversite, bir görevlisinin fikirlerini açıklamasına<br />

veya davranışlarına karşı, bunlar yargının alanına<br />

girse bile müdahale etmeyebilir. Verilecek karşılığı,<br />

hal ve şartlar belirler.”<br />

Prof. Edward Said, 2000 yılında Lübnan sınırındaki<br />

bir İsrail karakoluna taş atınca, Columbia<br />

Üniversitesi’ndeki öğretim üyeliğine son verilmesini<br />

isteyenler olmuştu. Bunun üzerine Rektör Jonathan<br />

R. Cole, akademik özgürlük çerçevesinde<br />

Said’i savunan bir yazı kaleme almıştı.<br />

Bu yazı, Columbia Üniversitesi Öğrenci Konseyi’nin,<br />

Profesör Edward Said hakkında bir süredir<br />

kampüs içinde yürütülen tartışma hakkında yönetimin<br />

tavrını ifade etmesi isteğine Rektör Rupp<br />

ve kendi adıma vereceğim yanıttır. Bugüne kadar<br />

böyle bir yanıt vermek konusunda pek gönüllü değildim.<br />

Çünkü bu tartışmanın başından bu yana,<br />

Columbia’nın sahip çıktığı değerlerin iyi bilindiğine,<br />

sarih olduğuna ve yeniden teyidinin de gereksizliğine<br />

inanıyordum. Ne var ki, bu yazıyı yazacağım,<br />

çünkü büyük bir üniversitenin varlık koşulu olan<br />

temel ilkeleri hafızalarda tazelemenin yarar getireceği<br />

zamanlar olur ve sanırım bu da öyle bir zaman.<br />

Fakülte üyelerinin sahip olduğu haklar ve güvenceler<br />

üniversite yönetmeliğinin, Columbia’daki<br />

‘akademik özgürlüğün’ ele alındığı 70. maddesinde<br />

ifade edilir. Şöyle ki: ‘Akademik özgürlükten kasıt,<br />

bütün öğretim görevlilerinin, sınıflarında konularını<br />

tartışırken özgür olmalarıdır; bu özgürlük, araştırma<br />

ve bu araştırmaların sonuçlarını yayımlama<br />

özgürlüğünü de içerir. Öğretim görevlileri fikirlerini<br />

10 I <strong>Toraks</strong> Bülteni<br />

ifade etmelerinden veya özel ya da kamusal alanda<br />

kurdukları ilişkilerden dolayı üniversite tarafından<br />

cezalandırılmaz; ancak akademik konumlarından<br />

kaynaklı özel yükümlülükleri olduğunu da<br />

anımsamalıdırlar.’<br />

İfade polisi gibi davranamayız<br />

Said’in faaliyetleri de, diğer öğretim görevlileri<br />

gibi, bu akademik özgürlük ilkeleriyle güvence<br />

altındadır. Columbia’da bir ifade yasası olduğuna<br />

inanmadığımız gibi, ifade polisi gibi davranmayı da<br />

reddederiz. Şimdi Said’in bir ülke sınırının ötesine<br />

taş attığı şu ünlü fotoğrafa gelirsek: Bildiğime göre<br />

taş belirli bir insana yöneltilmiş değil; herhangi bir<br />

yasa ihlal edilmiş değil; bu konuda herhangi bir<br />

dava açılmış değil; Said aleyhine herhangi bir cezai<br />

veya sivil girişimde bulunulmuş da değil. Elimizde<br />

söylenti nevinden, kulaktan dolma bilgiler ve<br />

bir dizi iddialar var ki bunlar Said tarafından kendi<br />

ifadesinde reddedilmiştir. Said’in güvence altında<br />

tutulan türden bir ‘fikir beyanı ve ilişki’ ile iştigal<br />

halinde olduğuna inansak da inanmasak da, ortada<br />

üniversitenin el atmasını gerektiren bir durum<br />

yoktur. Kaldı ki, hakkında ABD’de veya başka bir ülkede<br />

dava açılmış olsaydı bile, üniversitenin kendi<br />

kuralları itibarıyla Said’in cezalandırılması söz konusu<br />

olmayabilirdi. Kısacası, üniversite, bir görevlisinin<br />

fikirlerini açıklamasına veya davranışlarına<br />

karşı, bunlar yargının alanına girse bile müdahale<br />

etmeyebilir. Karşılığı, hal ve şartlar belirler. Aynısı<br />

öğrencilerimiz için de geçerlidir. Mesele eğer gerçekten<br />

de bir sınırdan öteye, açıkça kimseyi tehdit<br />

etmeyen bir taş fırlatmaksa, bunu iyisi mi bir ke-


nara bırakalım. Ancak aslında tartışma, bir taş fırlatmaktan<br />

ziyade, üniversitenin yapısına-bünyesine<br />

ilişkin daha esaslı başka bir şeye işaret ediyor.<br />

Çünkü bana öyle geliyor ki, Said’in gayet iyi bilinen<br />

siyasi görüşleriyle, bu tartışmanın bu kadar hararetli<br />

ve bitmek bilmez bir hal alması arasında bir<br />

bağ var. İşte bu bağdır ki, büyük bir üniversitedeki<br />

temel değerlerin tam kalbine değiniyor.<br />

Ne olursa olsun<br />

Bir üniversite için, bireyin siyaseten baskın bir ideolojinin<br />

titreten-felç edici etkisinden korkmaksızın,<br />

görüşünü ifade etmekte kendisini özgür hissetmesinin<br />

güvence altında olmasından daha temel<br />

bir ikinci şey yoktur. John Stuart Mill, ‘On Liberty’<br />

(Özgürlük Üzerine) adlı eşsiz makalesinde, bize<br />

hoş gelmeyen fikirlerin ifade edilebilmesini desteklememizin<br />

özgürlük kavramı açısından niye çok<br />

önemli olduğunu belagatle ortaya koyar ki o fikirler<br />

bizim fikrimize aykırı olabilir veya fikrimizi tehdit<br />

eder görünebilir: “Eğer tüm insanlığın, farklı düşünen<br />

tek bir kişiyi susturmasını haklı buluyorsanız,<br />

gün gelip o tek kişinin iktidarı ele geçirdiğinde tüm<br />

insanlığı susturmasına karşı çıkmaya da hakkınız<br />

olmaz...” (On Liberty, Chapter II, p.23 of the Robson<br />

edition of John Stuart Mill A Selection of His<br />

Works) Fikirler, sınıf içinde veya dışında kamusal<br />

ifade buldukça anlam taşır; bazı fikirler bize çirkin<br />

gelebilir, ‘doğruluk’ mefhumumuza aykırı düşebilir,<br />

yargılarımıza veya kabullerimize meydan okuyabilir,<br />

ama ne olursa olsun akademik düzenimizin<br />

temel yapısını tehdit etmedikçe güvence altında<br />

olmaları gerekir.<br />

Gerçek tehdit<br />

Bu nedenle, Said’in etrafında süregiden son tartışma<br />

da bizi rahatsız etmemelidir; yeter ki tartışma<br />

özgür fikir alışverişine zincir vurma veya Profesör<br />

Said’e yaptırım uygulama çanlarını içerir hale<br />

gelmesin. Hepimizi ve akademik özgürlüğü tehdit<br />

eden işte tam da Said’in ifade özgürlüğünü ya da<br />

eleştirilerini sınırlama düşüncesinin kendisidir. Öğretim<br />

üyelerimizin görüşlerine yönelik bu tür kısıtlamaların,<br />

bu üniversitenin saygın bir özelliği açısından<br />

uzun süreli olumsuz etkileri olabilir: Bu özellik,<br />

çoğunluğun kabul edilemez görebileceği fikirlere<br />

karşı hoşgörü göstermektir. Columbia olarak biz,<br />

McCarthy döneminde bile, diğer kurumların yaptığı<br />

gibi, farklı siyasi görüşleri bulunan profesörlerimize<br />

kısıtlama uygulamak veya onları işten uzaklaştırmak<br />

doğrultusundaki baskılara ve telkinlere boyun eğmedik;<br />

bugün de ifade özgürlüğünü güvence altına<br />

alan tutumumuzdan geri adım atmayız.<br />

Said’e özel değil<br />

Bunun nedeni, üniversitede profesör olduğu için<br />

Edward Said’in güvenceli bir konumu bulunması<br />

değil, hayır. Akademik özgürlükten yararlanmak<br />

söz konusu olduğunda profesörlere mahsus hiçbir<br />

özel uygulama yoktur. Burada herkes aynı güvenceye<br />

sahiptir, Said’den ne fazla ne az. Said bir<br />

profesördür, çünkü kendi akademik alanında bir<br />

devdir; kendi dalında apayrı bir alan açmıştır. Çalışmaları<br />

ve fikirleri üzerine kitaplar yayımlanmıştır<br />

ve başka üniversitelerde hakkında dersler verilmektedir.<br />

Öğrencileri ve arkadaşları dünyanın bütün<br />

önde gelen üniversitelerinde saygın görevlerde<br />

bulunmaktadır. Said, en önde gelen hümanistlerden<br />

ve entelektüellerden biridir. Said, bir Columbia<br />

Üniversitesi profesörüdür, bu bizim en yüksek akademik<br />

derecemizdir ve kendisi bu mevkiye sadece<br />

bilimsel ve eğitsel katkıları nedeniyle gelmiştir.<br />

Onun politik görüşlerine atıfla, Columbia’daki sıfatının<br />

uygun olup olmadığını, çalışmalarının değerini<br />

sorgulamak, Said’i üniversitemizin önde gelen<br />

akademisyenlerinden biri olarak görmemize dair<br />

bakış açısını yitirmekten başka bir anlama gelmez.<br />

Bu son tartışma, hatta Said’in buradaki görevinden<br />

uzaklaştırılması yönünde tek tük öneriyle de birlikte,<br />

akademik çalışmanın kalbinde yatan gerçek değere<br />

duyduğum inancı daha da güçlendirdi. Eğer<br />

Said’in özgürce yazma ve konuşmasını güvence<br />

altında tutmayı reddedeceksek, bir sonraki bastırılanın<br />

kim olacağını da, kimin fikirlerini çekinmeden<br />

ifade edeceğini belirleyen engizisyon üyesinin kim<br />

olacağını da şimdiden düşünmeye başlamamız<br />

yerinde olmaz mı?<br />

Öğrenciler için de geçerli<br />

Columbia’da öğretim üyeleri ile öğrenciler için farklı<br />

farklı belirlenmiş davranış kuralları vardır. Ne var ki,<br />

ifade özgürlüğünü içeren akademik özgürlük söz<br />

konusu olduğunda, bir öğrenciye sunulanla Said’e<br />

sunulan güvenceler açısından bir fark yoktur. Nasıl<br />

Said meselesinde ifade ve eylem özgürlüğünü savunuyorsam,<br />

öğrencilerin haklarını da aynı şekilde<br />

savunurum. Ve Said hakkında üniversitenin uygulayacağı<br />

herhangi bir yaptırım olduğuna inanmadığımı<br />

da ifade etmek isterim. Öğrenciler ve öğretim<br />

görevlileri benim de pek doğru bulmayabileceğim<br />

şeyler yapabilirler, ancak üniversitenin otoritesini<br />

asla bir dizi fikri, o sıra yönetsel pozisyonları işgal<br />

edenlerin fikirlerine uymaya zorlamak yönünde<br />

kullanmam.<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 11


Solunuma<br />

Bağlı Meslek<br />

Hastalıklarının<br />

Önlenmesinde<br />

Solunum Koruyucu<br />

Seçimi ve Önemi<br />

Dalım DÜNDAR YAVUZ<br />

İşyerlerinde, olumsuz çalışma şartları<br />

nedeni ile pekçok işle igili hastalık ve<br />

meslek hastalığı bulunmaktadır. Meslek<br />

hastalıkları nedeni belli olan ve önlenebilir<br />

hastalıklar olup, iyi bir risk analizi ile<br />

mücadele etmek mümkündür. Çalışma<br />

ortamını ve çalışanları bir arada izlemek,<br />

tehlikeleri ve önlemleri belirlemek, risk<br />

derecelendirme ile önceliklendirmek ve<br />

öncelik sırasına göre de aksiyonların alınmasını<br />

sağlamak önemlidir. En son aşama<br />

olan kişisel koruyucu donanımların<br />

seçimi ve kullanımı, bu çalışmaların bir<br />

parçası iken çoğu zaman yanlış tercih ve<br />

kullanım söz konusudur.<br />

Kişisel koruyucu donanımlardan olan solunum<br />

koruyucu donanımlar, solunuma<br />

bağlı meslek hastalıklarının önlenmesinde<br />

yardımcıdır. Solunum koruyucuların<br />

seçimine geçmeden önce çalışma ortamındaki<br />

havada olabilecek kirletici tiplerini<br />

inceleyelim. Havadaki kirleticiler;<br />

partikül (toz, sis, duman) ve/veya gaz,<br />

buhar olabilir. Ya da oksijen yetersizliği<br />

ile karşı karşıya kalınabilir.<br />

Toz, katı maddelerin, taşlama, parçalama,<br />

kesme gibi işlemlerle daha küçük<br />

parçalara ayrılması veya hammadde olarak<br />

bulundurulup kullanılmasında ortaya<br />

çıkar. Sis, spreyleme gibi işlemler sonucunda<br />

havada asılı kalan partiküllerdir.<br />

Duman, bir metal ya da plastiğin erimesi<br />

sonucu oluşan partiküllerdir. Gazlar ise<br />

katı veya sıvı malzemelerden kaynaklanabilen<br />

ve havada rahatça yayılabilen<br />

maddelerdir. Örneğin, kaynak sırasında<br />

açığa çıkan kaynak gazları. Oda sıcaklığında<br />

katı ya da sıvı halde bulunan maddelerin<br />

gaz fazındaki halleri ise buhardır.<br />

Örneğin benzin deposunun dolumu<br />

sırasında açığa çıkan koku petrol buharıdır.<br />

Bazı gazlar havadan ağır olup, yerde<br />

yüksek konsantrasyonlarda birikime<br />

sebep olarak, büyük tehlike oluştururlar.<br />

İyi kalitede hava %21 oksijen, %79 azot<br />

ve diğer gazlardan oluşur. Oksijen yetersizliği,<br />

havada yeteri kadar oksijenin<br />

bulunamamasından dolayı ciddi sağlık<br />

sorunlarına sebep olur. Pek çok kaynağa<br />

göre %19,5 oksijen, yeterli bir seviyedir.<br />

Ancak bu seviyenin altında solunum koruyucu<br />

donanımlar kullanılamaz.<br />

Bu tehlikeler çalışma ortamında belirlense<br />

bile, risklerin farkında olamayabiliyoruz.<br />

Mesela, partikül oluşumuna sebep<br />

olan spreyleme işlemi bitirildiğinde,<br />

pek çok kişi partikül tehlikesinin ortadan<br />

kalktığını düşünür, çünkü partikülleri göremezler.<br />

Akciğerlere ulaşabilen partiküller<br />

ise gözle görülemez. Belirli şartlar<br />

altında, farklı çaplara sahip partiküllerin<br />

havada asılı kalarak yere düşme süreleri<br />

farklıdır. Gözle görülemeyen ancak<br />

akciğerlerin derinliklerindeki alveollere<br />

kolaylıkla ulaşabilen, örneğin 5 mikron<br />

çapındaki partikülün 1,5 metreden yere<br />

ulaşma süresinin yaklaşık 36 dakika olduğu<br />

bir ortamda hava akımı da düşünülürse<br />

partiküllerin uzun süre sözkonusu<br />

çalışma ortamında havada asılı olarak<br />

bulundukları düşünülmelidir. 1<br />

Solunum koruyucularının seçiminde aşağıdaki<br />

4 basamak izlenmelidir.<br />

1. Tehlikenin belirlenmesi: Mevcut tehlike<br />

nedir? Örneğin; partikül, gaz/buhar<br />

ya da oksijen yetersizliği gibi. tehlike<br />

nereden kaynaklanmaktadır? sorularına<br />

cevap verilmelidir.<br />

2. Riskin belirlenmesi: Tehlikenin çalışan<br />

üzerindeki etkisinin saptanması ve risk<br />

derecesinin belirlenmesi ikinci aşamada<br />

yer alır.<br />

3. Solunum Koruyucu Seçimi: Çalışanın<br />

çalışma ortamındaki durumu, iş yapış<br />

şekli, ortam şartlarını içeren risk analizi<br />

sonuçlarına göre uygun koruyucu donanımların<br />

belirlenmesi üçüncü aşamada<br />

yer alır.<br />

4. Eğitim: Kişisel Koruyucu Donanımların,<br />

doğru kullanımı ve bakımı ile ilgili<br />

eğitimlerin bu konuda yetkin kişilerce<br />

verilmesi gereklidir.<br />

Solunum koruyucu seçiminde yukarıdaki<br />

4 basamak için temeller oluşturulurken,aşağıdaki<br />

durumların da öncelikle<br />

analiz edilmesi gereklidir.<br />

Kimyasal tehlikelerin belirlenmesinde<br />

malzeme ticari isimli bir ürün ise ürünün<br />

Malzeme Güvenlik Bilgi Formu (MSDS)<br />

üreticisinden edinilmelidir. Kimyasal bir<br />

malzeme ise CAS numarasında da erişilebilmesi<br />

mümkün olan MSDS’e ulaşılmalıdır.<br />

Tehlike proses sırasında oluşuyorsa<br />

(örn; ahşap tozu, asbest tozu,<br />

12 I <strong>Toraks</strong> Bülteni


kaynak dumanı v.s.) prosese göre de<br />

doğru solunum koruyucunun belirlenmesi<br />

gereklidir.<br />

Risk Değerlendirme aşamasında ise bilinmesi<br />

gereken en önemli şey toz, sis,<br />

duman, gaz ve buharın aynı risk derecesine<br />

sahip olamayacağıdır. Bu nedenle<br />

aşağıdaki noktalar da dikkate alınmalıdır.<br />

*Kirleticinin havadaki konsantrasyonu<br />

*Çalışanın kirleticiye maruziyet süresi<br />

*Kirleticinin maruziyet limiti<br />

*Zehirlilik özellikleri<br />

*Kişisel hassasiyetler<br />

*Çalışanın iş yapış şekli ve nefes alıp verebilme<br />

gücü<br />

Tüm bu değerlendirmeler sonrasında<br />

yetkin kişiler tarafından aşağıda basitçe<br />

sınıflandırılan solunum koruyucu seçimi<br />

yapılır.<br />

*Negatif basınçlı filtreli solunum koruyucular:<br />

Hava filtre medyası üzerinden<br />

temizlenerek kişinin ciğerlerine ulaşır.<br />

Kullan-At maskeler, filtrelerinin değiştirilebildiği<br />

yarım yüz ya da tamyüz maskeler<br />

bu grupta yer alır. Bu sistemlerde<br />

yüze uygunluk testlerinin yapılması gereklidir.<br />

Kullanımda kişinin sakal, bıyık vs<br />

gibi maske ile yüz bölgesinin doğrudan<br />

temasını önleyecek durumlar istenmez.<br />

*Motorlu filtreli solunum koruyucular:<br />

Şarj edilebilir bir batarya ile motorun<br />

çalışması ve bir hortum vasıtasıyla filtrelenmiş<br />

havanın kullanıcıya verilmesi<br />

esasına göre çalışır. Bu sistemler, kullanıcının<br />

nefes alıp verme gücünü zorlaştırmaz<br />

aksine konfor sağlar. Yüze uygunluk<br />

testlerinin yapılmasına gerek duyulmaz.<br />

Kullanıcının sakal, bıyık vs durumu, kullanımda<br />

olumsuz etki yaratmaz.<br />

*Hava Beslemeli Solunum Koruyucular:<br />

Temiz, basınçlı hava sağlayan bir kompresörden<br />

gelen havanın bir regülatörle<br />

çalışana başlık aracılığı ile verilmesini<br />

sağlayan sistemlerdir. Motorlu solunum<br />

koruyucular gibi çalışanın normal nefes<br />

alıp vermesi esasına dayanır, solunum<br />

direnci yaratmaz. Yüze uygunluk testlerinin<br />

yapılmasına gerek duyulmaz. Kullanıcının<br />

sakal, bıyık vs durumu, kullanımda<br />

olumsuz etki yaratmaz.<br />

*SCUBA: Kendinden hava üreten sistemler;<br />

Belirli bir zaman için başlıkla kullanıcıya<br />

hava sağlayan sistemlerdir.<br />

Filtreli solunum koruyucuların filtreleri,<br />

Avrupa Standartlarına göre belli bazı tipte<br />

ve renkte olur. Partikül Filtreler beyaz<br />

renkli ve P kodlamasına sahiptir.<br />

Gaz/Buhar filtreleri ise;<br />

Tip A: Kaynama noktası 65ºC’den yüksek<br />

belirli organik gaz ve buharlara karşı kullanılır.<br />

Filtre üzerindeki renk kodlaması<br />

kahverengidir.<br />

Tip B: Inorganik gaz ve buharlara karşı<br />

kullanılır. Filtre üzerindeki renk kodlaması<br />

gridir.<br />

Tip E: Kükürt dioksit ve diğer asidik gazlara<br />

ve buharlara karşı kullanılır. Filtre<br />

üzerindeki renk kodlaması yeşildir.<br />

Tip K: Amonyak ve türevlerine karşı kullanılır.<br />

Filtre üzerindeki renk kodlaması<br />

yeşildir.<br />

Tip Hg-P3: Civa buharına karşı kullanılır.<br />

Bu filtre aynı zamanda partikül filtreyle<br />

birlikte bulunur. Renk kodlaması kırmızı-beyaz’dır.<br />

Tip AX: Kaynama noktası 65ºC’den düşük<br />

belirli organik gaz ve buharlara karşı<br />

kullanılır. AXP1, AXP2 ve AXP3 olarak<br />

partikül filtreyle birlikte bulunabilir. Filtre<br />

üzerindeki renk kodlaması kahverengi-beyazdır.<br />

Kimyasallar yukarıdaki tipleri bir arada<br />

bulunduruyorsa, kombine filtre kullanılır.<br />

Kullanilan her tip grup için yukarıda<br />

belirtilen renkler filtre üzerinde bulunur.<br />

Örneğin: ABEK1P3, renk kodlaması kahverengi,<br />

gri, sarı, yeşil ve beyazdır.<br />

Belirli bir çalışma alanı içindeki kirleticilerin<br />

hepsine karşı koruma sağlayabilecek<br />

bir solunum koruyucu bulunamayabilir.<br />

Spesifik uygulamalar için solunum koruyucuların<br />

kullanım klavuzları ve teknik<br />

dökümanları incelenerek, uzman kişilere<br />

danışılmalıdır.<br />

Her solunum koruyucu ekipman için,<br />

belirli bir koruma faktörü vardır. Çalışma<br />

ortamında maruziyet ölçüm sonuçlarının,<br />

maruziyete izin verilen değere oranlanmasıyla<br />

bulunan rakam, solunum koruyucu<br />

seçiminde önemli kriterlerden biridir.<br />

En az bu rakam kadar koruma faktörüne<br />

sahip ekipman kullanılması gerektiği düşünülmekle<br />

birlikte, yukarıda bahsedilen<br />

tüm değerlendirmelerin sonucu, bazen<br />

bu koruma faktörünün daha yüksek olmasını<br />

gerektirebilir.<br />

Solunum koruyucu donanım seçimi yapıldıktan<br />

sonra, doğru kullanımı ve bakımı<br />

ile ilgili bilgilerin kullanıcıya aktarılması<br />

ve takibinin yapılması gereklidir.<br />

Yararlanılan Kaynaklar<br />

1<br />

HSE data extracted from “Air pollution<br />

its origin & control”, Kenneth Wark &<br />

Cecil F Warner)<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 13


MYK Toplantılarında<br />

Neler Oluyor?<br />

Pınar ATAGÜN<br />

Merkez yönetim kurulunda alınan kararların sonucu üyeler<br />

bilgilendirilir. Ancak bu kararlar alınırken hangi koşullarda,<br />

nasıl uzun soluklu söyleşiler sonrası şekilleniyordu.<br />

Bu toplantılarda alınan kararlar gerek ekonomik anlamda<br />

gerek siyasi anlamda gerekse mesleksel sorumluluklar açısından<br />

önemlidir. Bazı toplantılar da işler o kadar ciddileşebiliyor ki günün<br />

sonunda eve gerilim tipi baş ağrısı ile dönüyordum…<br />

Her ay sabahın 05.30’da havaalanına gelip sızlanacağıma Merkez<br />

yönetim kurulu ekibini görür görmez ruh halim birden<br />

değişiveriyordu. Hele de ben ekibe sonradan katılan biri olarak<br />

bu ilginç yakınlaşma bazen’ nasıl oldu ki bu?’ sorusunu<br />

aklıma getiriyordu…<br />

Önce dernekteki arkadaşların hazırladığı mis gibi Ankara simiti-peynir-çay<br />

üçlemesi eşliğinde hal hatır soruluyor. Ben<br />

keyifle sohbetleri dinliyorum. Sonra toplantı başlıyor.<br />

Arzu hoca muhteşem disiplini içinde gülümsemesini asla<br />

kaybetmeden toplantıyı açarken, Zuhal hocam pozitif ama<br />

glutensiz pozitif enerjisi ile notlar almaya başlıyor. Derken<br />

Fuat hocam öyle bir yerde öyle bir yorum yapıyor ki yaşanmışlık<br />

tam da böyle bir şeymiş diye içimden geçiriyorum.<br />

Konuşmalar devam ediyor, ediyor. Nedenini bilemediğim<br />

bir şekilde hep haklı olarak gördüğüm Benan hoca eleştirisini<br />

masanın üstüne bırakıveriyor. İşte o zaman benim için<br />

en keyifli anlar başlıyor. Tam bir beyin fırtınasının içindeyiz.<br />

İşte o sırada Levent hocam bir cümle kuruyor. Yalnız gerisini<br />

getirmek ne demek istediğini tam anlamı ile ifade etmek<br />

istiyor. Bu esnada ben gerçekten ve gerçekten Levent hocamı<br />

anlamaya çalışıyorum. Kendisine bakınca demek ki çok<br />

gezen değil çok okuyan bilirmiş sözü bende anlam bulmuş<br />

oluyor. Arzu hoca, Güngör hoca ile ekonomi konuşmaya<br />

başlar. Bu naif görüntünün altında sanki işletme mastırı yapmışcasına<br />

bilgisayar açılır, tablolar gösterilir, herkes derin bir<br />

oh çeker. Türkiye geneline yayılan bir uzmanlık derneğinden<br />

beklenilecek şekilde yurt dışındaki bağlantılarımızı açıklayan<br />

Bülent hoca anlatmaya başlar. Kendisinden kaynaklandığını düşündüğüm<br />

bir şekilde öyle güzel iletişimler kurmuş ki hayran<br />

olmamak elde değil. Sedat hoca’nın en önemli özelliği benden<br />

uzun olması; zira ülkemiz koşullarında bu pek alışılageldik bir<br />

durum değil. Sedat hoca’nın farkı sanırım uzun yıllar yönetim<br />

kadrosunda olması sebebiyle üstünde durulan konuyu bürokrasi<br />

şartlarında nasıl şekillenebileceğini açıklamasıdır. Mecor’a<br />

katıldı mı bilemem ama her şey istatistik ve tablolar üzerinden<br />

anlatabilmesi ayrıca dikkatimi çeken bir durum. Konuşma sırasında<br />

bir flaş patlıyor birden sonra bir daha bir daha. Allah<br />

diyorum içimden umarım yamuk yumuk çıkmam. Tabi ki güler<br />

yüzlü Salih hocamdan bahsediyorum. Söz Oğuz hocaya geçiyor.<br />

İlk olarak kış okulunda beraber çalıştığım Oğuz hocam<br />

tam da verilen mücadelelerin boşa gitmediğinin simgesidir<br />

Her ay sabahın 05.30’da havaalanına gelip<br />

sızlanacağıma MYK ekibini görür görmez ruh halim<br />

birden değişiveriyordu.<br />

benim için. Bir hoca olarak yenilenmemiz gerektiğini, değişmemiz<br />

gerektiğini defalarca bana anlatmıştır (Kendisinden garanticiliği<br />

bırakmayı öğrendim). Oğuz hoca verilen programı<br />

dikkatlice inceliyor, yoruma başladığında net, hafif ciddi ama<br />

tam da değil, çok fazla cümle kullanmadan durumu açıklamış<br />

oluyor. Yanımda uzman temsilcimiz Rabia oturuyor. İlk zamanlar<br />

alışma devresinde kendisinden çok destek aldım. Söz sırası<br />

Rabia’da. Kendinden emin, ne söylediğinin gayet farkında, en<br />

hassas anında bile karşısındakinin ihtiyaçları ile ilgilenebilen<br />

beni nadir şaşırtan insanlardan biridir.<br />

Bana gelince ‘Bana beni sorma bırak başkaları anlatsın’<br />

Bu kadar farklı özelliklere sahip insan nasıl oluyor da sonuç<br />

üretebiliyor. Cevap çok basit; dinleyebilmek, önemsemek,<br />

saygı gösterebilmek ve benimsemek bir aile gibi…<br />

14 I <strong>Toraks</strong> Bülteni


Türk <strong>Toraks</strong><br />

Derneği Kış Okulu<br />

Dursun Ali KABA<br />

Anadolu’da bir tıp fakültesine iyi bir puanla girmiştim,<br />

memleketim olduğu için uzaklara gitmemiştim. Çok<br />

mutlu ve gururluydum, tıp fakültesinde beni kapıda<br />

karşılayacaklarını düşünüyordum. Tıp fakültesine ayak<br />

bastığım an gerek üst dönemlerden gerek hocalardan<br />

“emin misiniz? yol yakınken dönün” şeklinde tavsiyeler<br />

aldım. Ama hiçbirine aldırmadan tıp doktoru olarak<br />

mezun olmuştum.<br />

Yine büyük bir heyecanla hastalar beni bekliyor diye<br />

meslek hayatıma atıldım. Gerek yöneticiler gerek hastalar<br />

tarafından hakaretler, saldırılar vs. Uzun yıllar pratisyen<br />

doktor olarak her birimde çalıştım ama hiçbir yerin birbirinde<br />

farkı olmadığını gördüm. Sonra dedim ki pratisyenlik<br />

böyleymiş, ben uzman doktor<br />

olmalıyım. Zorlu TUS maratonundan<br />

sonra şehir ve branş olarak birinci<br />

tercihime yazdığım bölümü kazanmıştım.<br />

Tıp fakültesine girdiğim gün<br />

gibi çok mutluydum, branşlaşacaktım,<br />

işimin ehli olacaktım. Asistanlığa<br />

başladım, gördüğüm tablo yine hüsran<br />

oldu. Onu getir, bunu götür, bu<br />

böyle olmadı; personelinden, teknisyeninden, doktorundan<br />

herkesten ayrı bir istek.<br />

Ben uzman olacaktım. Eğitim programım, eğitim saatlerim,<br />

tartışmalar, dersler hayal ederken asistanlığımın<br />

üçüncü yılının sonuna gelmiştim. Düşündüğüm hiçbir<br />

şey gerçekleşmedi ve artık umudumu da kesmiştim. Bu<br />

memlekette bu iş bu kadar oluyor demek ki dedim. Bunu<br />

dedim ama memleketin en zeki insanlarının içinde bulunduğu<br />

bu hal ve sahipsizlik için son derece üzgündüm.<br />

Türk <strong>Toraks</strong> Derneği (TTD) <strong>2015</strong> kış okuluna sen gideceksin<br />

dediler, önemsemedim. Şimdiye kadar ne oldu<br />

“Türk <strong>Toraks</strong> Derneği <strong>2015</strong> kış okuluna<br />

sen gideceksin dediler, önemsemedim.<br />

Şimdiye kadar ne oldu ki<br />

bu saatten sonra bir şey olsun. Tek<br />

derdim hastane hengamesinden<br />

uzaklaşmak ve 3-5 gün Antalya’da<br />

kafa dinlemekti.“<br />

ki bu saatten sonra bir şey olsun. Tek derdim hastane<br />

hengamesinden uzaklaşmak ve 3-5 gün Antalya da<br />

kafa dinlemekti. Uçağa atladım ve Antalya havalimanına<br />

indim. Beni kapıda karşıladılar, servise bindirip kalacağım<br />

lüks otele getirdiler. Resepsiyonda beni Serenas’ın<br />

melekleri karşıladı, odama yerleştim. İlk gün derslere bir<br />

bakayım sonra girmem zaten diye kafamdan geçirip<br />

sabah güzel bir kahvaltıdan sonra toplantı salonuna indim.<br />

Osman hocam ve Oğuz hocam tarafından müthiş<br />

bir giriş ve tanışma faslı gerçekleşti. Beşli, onlu gruplar,<br />

masalarda hocalarla interaktif tartışmalar, uygulamalar,<br />

hoca anlatımlı dersler, sosyal programlar mest oldum.<br />

Hiçbir dersi kaçırmamaya karar verdim ve öylede oldu.<br />

Oğuz hocam gündüz son derece<br />

kendinden emin kürsüde, akşamda o<br />

derece kendinden emin sahnede ve<br />

bizi sahneye çekiyor.<br />

Müthiş dersler, güzel yemekler, sohbetler,<br />

eğlenceler ve bunun arkasından<br />

acaba ne gelecek diye<br />

hafif hafif korkmaya başladım.<br />

Acaba bizden ne isteyeceklerdi?,<br />

faturayı eve mi göndereceklerdi?, taksit yapacaklar<br />

mıydı? gibi düşünceler geçmeye başladı. Son günlerde<br />

TTD MYK tanışma toplantısında bu korkularımı<br />

ifade ettim ve birinci ağızdan Arzu hocamdan her şeyin<br />

beleş olduğu sözünü aldım ve çok rahatlamıştım.<br />

Birileri hiçbir karşılık beklemeden asistan topluluğuna<br />

bu derece planlı ve özverili bir şekilde hizmet sundukları<br />

için kaybolan umutlarım tekrar yeşerdi ve “biri bizi<br />

düşünüyor” diye camiam adına gurur durdum.<br />

Başta Oğuz hocam ve Osman hocam olmak üzere emeği<br />

geçen herkese sonsuz teşekkürlerimi sunarım.<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 15


Farkına Varın...<br />

Bir Çocuğun<br />

İmmün<br />

Yetmezlik<br />

Hastalığı ile<br />

Yaşlanması<br />

Murat ERGİNSOY<br />

16 I <strong>Toraks</strong> Bülteni


İmmün Yetmezliği (CVID-Commen<br />

Veriable İmmün Deficiency) tanısı ile<br />

1981 yılından beri takip ve tedavi görmekteyim.<br />

Öncelikle beni bugünlere<br />

getiren anne ve babam ile aile fertlerime,<br />

sağlıklı kalmamı sağlayan değerli<br />

doktorlarıma ve şu an bana destek<br />

olan değerli eşime ve bana bu yazıyı<br />

yazma imkanı verenlere sonsuz teşekkürlerimi<br />

sunarım.<br />

İmmün yetmezliğini bir de benim<br />

anlatmamı istediler. Nedir? Hayatınızı<br />

nasıl etkiliyor, diye sordular? Kısaca<br />

anlatmak isterdim ancak hastalığın tanısı<br />

konduğunda babama ve anneme<br />

hastalığım için tedavi süreci için ömür<br />

boyu denmiş, nasıl ben bunu kısa anlatayım<br />

ki, şu an itibarı ile 33 yıldır bu<br />

hastalıkla yaşıyorum. Peki esas olan immün<br />

yetmezlik mi? yoksa bunun yansımaları<br />

mı? Tanı konulduktan ve hastada<br />

biraz bilinçli ve dirayetli ise bununla<br />

yaşamak biraz daha kolay ama tanı konana<br />

kadar ki süreç? İşte o apayrı bir<br />

olay. Ben de immün yetmezlikli hasta<br />

arkadaşlarla tanıştıkça neler olabildiğini<br />

öğreniyorum, kiminin sindirim sisteminde<br />

sıkıntı, kiminin cildinde, kiminin<br />

gelişiminde, kiminin akciğerlerinde, kiminin...<br />

Ben sanırım şanslı olanlardanım<br />

çünkü zor şartlarda da olsa tanısı çocukluk<br />

döneminde konan bir hastayım,<br />

ona rağmen solunum yolu ve akciğerlerime<br />

yansıması olan bir immün yetmezlikli<br />

hastayım. 4 yaşındayken Çapa<br />

Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Kliniğinde<br />

2,5 ay yatışımın ardından hastalığımın<br />

tanısı konmuş ve tedavi sürecim başlatılmış,<br />

o günden beri düzenli olarak<br />

önce IMIG tedavisi daha sonra 1990’lı<br />

yıllardan itibaren IVIG tedavisi yapılmaya<br />

devam edilmiştir.<br />

Ancak bu yazdığım kadar kolay olmamıştır.<br />

Ben, doğumumdan 60 günlükten<br />

itibaren sürekli solunum yolu<br />

enfeksiyonları geçirmeye başlamışım,<br />

sürekli tedaviler uygulanmış, ancak tedavi<br />

süreci içerisinde yoğun antibiyotiklerle<br />

düzelmiş, fakat tedavinin hemen<br />

sonrasında yine hastalanan bir bebeklik<br />

dönemi geçirmişim, bu süreçte birçok<br />

Ben, çocuk yaşta bu hastalıkla<br />

tanıştığım için bu hastalığın her<br />

sıkıntısını en derinden yaşamış biriyim,<br />

hem hastalık açısından, hem<br />

de sosyal ve psikolojik açıdan.<br />

kez pnömani ve bronşit olmuş ve bunların<br />

tedavilerini görmüş ancak herhangi<br />

bir olumlu sonuç alınamamıştır.<br />

Bu süreç 1977 Eylül ayı ile 1981 yılları<br />

arasında (tam 4 yıl boyunca) olmuş ve<br />

babam şark görevini Urfa ilinde yaparken<br />

zor bela beni İstanbul’a götürüp<br />

Çapa Tıp Fakültesi’ne yatırana kadar<br />

sürmüştür. Bu 4 yıllık süreçte üzerimde<br />

her türlü antibiyotik ve penisilin tarzı<br />

(annem hep söyler kefzol diye bir ilaçta<br />

kullanılmış) en ağır ilaçlar denenmiş,<br />

hatta deyim yerinde ise kobay olarak<br />

kullanılmışım, fakat hiç bir ilaç kesin çözüme<br />

götürmemiş, çünkü günümüzde<br />

dahi birçok hekimin yabancı olduğu<br />

veya hiç duymadığı perdenin arkasında<br />

gizli bir düşman olarak duran İmmün<br />

Yetmezliği hastalığımın olduğu kimsenin<br />

aklına gelmemiş. Ailemin anlatmalarına<br />

göre sırtımdan uzun bir iğne ile<br />

su çekilmiş, kasığımdan parça alınmış.<br />

Çapa Tıp Fakültesinde 2,5 ay yatırılma<br />

sürecinde yapılan tetkikler sonucunda<br />

CVID (Yaygın Değişken İmmün Yetmezlik)<br />

tanısı konularak Immünglobulin<br />

tedavisine karar verilmiş.<br />

Babamın görevi itibarı ile bir yıl Urfa’dan<br />

İstanbul’a her ay IMIG tedavisi<br />

için gidip gelmişiz, bu ilaç kaba ete<br />

yapılıyordu. Yani ya kalçaya, ya da bacaktan<br />

yapılırdı. O dönemde benim<br />

bacaklarıma yapılırdı. İki enjektöre hazırlanan<br />

IMIG, iki bacağıma uygulanır ve<br />

o gün boyunca yürümem neredeyse<br />

imkansız olurdu, çünkü ilaç bacaklarımı<br />

uyuşturur ve çok ağrı yapardı, babamda<br />

beni kucağında taşımak zorunda kalırdı.<br />

Buna rağmen bu tedavi sonunda<br />

sanmayın ki düzelmişim. Yine de pnömoni,<br />

bronşit gibi ciddi enfeksiyonlar<br />

olmuş ancak sıklığı azalmış, bir miktar<br />

hayat kalitem artmış. Yine ailemin anlattıkları<br />

ve benim hatırladığım kadarı<br />

ile süte karıştırılmış bal+çiğ yumurta<br />

içer, ciğerlerimdeki mukozaları çıkartmam<br />

için divandan yüz üstü sarkıtılıp<br />

sırtıma vurulurdu. Daha sonra 1982<br />

yılından itibaren babamın Ankara iline<br />

tayin olması ile uzun yıllar Hacettepe<br />

Üniversitesi İhsan Doğramacı Çocuk<br />

Hastanesi Pediatrik İmmünoloji Polikliniğinde<br />

takip ve tedavi oldum, halende<br />

gitsem sağ olsunlar ilgilenirler, en azından<br />

derdimi dinler ve beni yönlendirirler.<br />

Ben, çocuk yaşta bu hastalıkla tanıştığım<br />

için bu hastalığın her sıkıntısını en<br />

derinden yaşamış biriyim, hem hastalık<br />

açısından, hem de sosyal ve psikolojik<br />

açıdan. Örneğin ben hiç doğru düzgün<br />

top oynayamadım. Düşünün bir erkek<br />

çocuğusunuz ve top oynayamıyorsunuz,<br />

bundan dolayı şu an ben futbol<br />

izlemem ve takımda tutmam, çünkü<br />

küçükken ben biraz koşsam, terlesem<br />

hemen hasta olur, okula gidemez ve<br />

derslerimden geri kalırdım. Bundan<br />

dolayı ilkokul birinci sınıfı iki kere okudum.<br />

Düşünün ilkokul birinci sınıftan<br />

bahsediyorum. Gerekçesi enfeksiyon<br />

riski. Öyle ki lisede dalgıçlık merakım<br />

vardı, ancak kendi doktorum beni yine<br />

de üzmemek için göğüs hastalıklarına<br />

gönderdi, çekilen BT sonucunda basınca<br />

dayalı herhangi bir spor yapmam<br />

uygun bulunmadığından benim doktorumda<br />

üzülerek onay veremedi.<br />

Her okul açılışında annem veya babam<br />

öğretmenim ve okul müdürü ile<br />

görüşür durumumu onlara söylerlerdi,<br />

herkes bana cüzzamlı gibi davranır,<br />

beni izole etmeye çalışırlardı. Bu belki<br />

iyi gibi görünebilir ama bir iki gün değil,<br />

bir ömür boyu böyle.<br />

Ortaokul dönemimde yaklaşık 13-<br />

14 yaşlarımdaydım. Annemle babama<br />

artık hastaneye tek başıma gitmek istediğimi<br />

söyledim ve onlarım hastaneye<br />

gelmelerini istemedim, çünkü benimle<br />

birlikte onlarında her seferinde aynı<br />

acıları yaşamalarını istemiyordum. Öyle<br />

ki benim babam hastaneleri hiç sevmi-<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 17


yor, çünkü benden dolayı geçmişte çok<br />

hastane gezmiş, çok acılar ve zorluklar<br />

görmüş. Bu hastalığı yaşamak ayrı bir<br />

sıkıntı, tedavisi ayrı bir sıkıntı, bir de<br />

hastaneye her geliş gidişinizde yaşadığınız<br />

hastane ortamında gördükleriniz,<br />

yaşadıklarınız ayrı bir sıkıntıdır, bunları<br />

ayrı ayrı anlatsanız, kitap olur.<br />

1996 yılında askerlik çağım geldiğinde,<br />

her genç erkek gibi askerlik şubesine<br />

gittim, oradan beni bulunduğum ilin<br />

askeri hastanesine sevk ettiler, orası da<br />

beni GATA (Gülhane Askeri Tıp Akademisi)’ya<br />

sevk etti, ancak o dönemde<br />

GATA’ da İmmünoloji polikliniği yok,<br />

sadece laboratuar düzeyinde bir birimi<br />

ve bir uzman doktoru var, ancak<br />

muayene yine yoktu. Dahiliyeden giriş<br />

yaptırdılar ve beni laboratuardaki doktora<br />

yönlendirdiler, doktor hem şaşırdı,<br />

hem de sevindi. Hayatında ilk kez bir<br />

immün yetmezliği hastasının kendisine<br />

geldiği için. Tabi buna<br />

ben sevinemedim,<br />

çünkü benim durumumun<br />

ne olacağı<br />

belli değildi. Hacettepe<br />

Üniversitesinde<br />

ki değerli doktorlarım<br />

yardımcı olmaya çalıştı ancak, o günkü<br />

şartlarda GATA’nın yönetmelikleri çok<br />

katı ve sert olduğundan GATA’da ki hekimde<br />

bir şey yapamıyordu. İşin ilginç<br />

tarafı benim hastalığıma inanıyor, ancak<br />

tespit etmesi gerekiyor, fakat imkanları<br />

buna yetmiyordu. Sonuçta ben 3 hafta<br />

GATA’da çaba verdim ve bir şekilde<br />

GATA’da ki doktor TSK Sağlık Yeteneğine<br />

göre benim hastalığımı ortaya<br />

koydu ve kurula sevk etti, peki bu yeterli<br />

oldu mu dersiniz? Tabi ki de hayır.<br />

Çünkü kurul karşısında fiziken sağlıklı bir<br />

birey gördüğünden “neden askerlikten<br />

kaçıyorsun?” sorusunu bana doğrulttu.<br />

Ben onlara “askerlikten kaçmıyorum,<br />

benim böyle bir hastalığım ve böyle bir<br />

tedavim var” dedim. Kurul başkanı ilacımın<br />

değerini sordu, o günkü değerini<br />

söyledim kafasından kabaca hesapladı<br />

ve bana o zaman gitmene gerek yok”<br />

dedi. Bu benim yıkıldığım andı. Çünkü<br />

18 I <strong>Toraks</strong> Bülteni<br />

benim hasta olmamın önemli olmadığı,<br />

esas önemli olan şeyin ise maddi karşılığının<br />

ne olduğu anlamına geliyordu.<br />

Peki ya okul hayatı, biraz önce bahsettim<br />

ancak hepsi sizce o mu dersiniz? Ben<br />

iki yıllık meslek yüksekokulunu ailemin<br />

yanında okurken bölüm birincisi olarak<br />

bitirmiş, buna karşılık makine mühendisliğine<br />

dikey geçiş yapmış biriyim. Bu<br />

dönemde ailem, ev sahibinin çıkarması<br />

nedeniyle kendi evlerinin bulunduğu<br />

şehre taşınmak zorunda kalınca mecburen<br />

yurda çıktım. Yurt ortamında çok sık<br />

hastalanmaya başladım. Bundan dolayı<br />

YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu)’e, okuduğum<br />

üniversite dekanlığına, gitmek<br />

istediğim üniversite dekanlığına dilekçeler<br />

yazdım, sağlık durumundan ailemin<br />

bulunduğu ildeki üniversiteye kaydımın<br />

alınmasını istedim, ancak hepsinden de<br />

RET yanıtını aldım ve makine mühendisliğini<br />

bırakmak durumunda kaldım.<br />

“Her okul açılışında annem veya babam öğretmenim<br />

ve okul müdürü ile görüşür durumumu onlara<br />

söylerlerdi, herkes bana cüzzamlı gibi davranır, beni<br />

izole etmeye çalışırlardı. Bu belki iyi gibi görünebilir<br />

ama bir iki gün değil, bir ömür boyu böyle.”<br />

Bunlara rağmen bir şekilde memur<br />

olmayı başardım. Ancak memur olmak<br />

sorunları bitirmedi. Şu an da TSK’da<br />

memurum, ancak amirlerim asker kökenli.<br />

Bu özrümü kapatmak için her<br />

insandan daha öz verili çalışmaya çalışıyorum.<br />

Ancak her 3 hafta da bir 2 gün<br />

IVIG tedavisi için hastaneye gidiyorum,<br />

tabi bende buna rağmen hastalanabiliyorum,<br />

genelde de üst solunum veya<br />

alt solunum yolu enfeksiyonu şeklinde<br />

oluyor. Bunlar, ilaç kullanma yanında<br />

normal insanların bile ihtiyaç duyduğu<br />

istirahat şeklinde oluyor. Ancak amirlerime<br />

bunu anlatamıyorum. Askerler,<br />

genelde 2 yılda bir görev değiştirir, yani<br />

benim her 2 yılda bir yeni gelen amire,<br />

komutana vb. kişilere durumumu izah<br />

etmem gerekiyor, önceleri anlayışla<br />

karşılıyor gibi görünüyorlar, ama sonra<br />

durumu görünce önce “Ne kadar<br />

çok hastalanıyorsun sen...” gibi ifadeler<br />

başlıyor, sonra “...hastalığını kullanıyorsun<br />

sen.” demeye başlıyorlar. Ardından<br />

kontrol muayenesine askeri hastaneye<br />

sevk etmeye kalkıyorlar, ama zaten<br />

oradan çıkmış raporu görünce bu sefer<br />

mahkemeye vermeye kalkıyorlar. Yani<br />

neler neler...<br />

Bu hastalıktan dolayı çoğu kez bir<br />

uzvumun olmamasının bu hastalıktan<br />

daha iyi olacağını düşünmüşümdür<br />

veya insanların direkt olarak anlayacağı<br />

ve bir süre sonra hayatımın sonlanacağı<br />

türden bir hastalığımın olması şeklinde<br />

olmasını düşünmüşümdür. Niye<br />

biliyor musunuz? Çünkü, çok acı ama<br />

ömür boyu bu sıkıntıları her an yaşamak<br />

insanı psikolojik olarak bitiriyor<br />

ve hayata küstürüyor. Bana Hacettepe<br />

Üniversitesinin CVID hastalığımla ilgili<br />

verdiği “Toplu Çalışma Alanlarında Bulunmaması<br />

gerekir” şeklinde ki raporunu,<br />

gerçek hastalığım için olmasa bile,<br />

psikolojimin geldiği<br />

yer itibarı ile toplum<br />

içinde olmak istemiyorum.<br />

İnsanlara<br />

sürekli hastalığımı anlatmak<br />

ve insanların<br />

benim hastalığımdan<br />

dolayı beni suçlamalarından yorulmuş<br />

durumdayım.<br />

2000’li yıllardan sonra İmmünoloji<br />

Bölümü-Alerji veya Romotoloji ile<br />

birleşerek Türkiye genelinde yaygınlaştırıldı.<br />

Bu olumlu gibi görünse de bazı<br />

sakıncaları da olmadı değil. Çok geniş<br />

ve spesifik bir konu olan immünoloji<br />

bölümünün, çok yüzeysel değerlendirildiği<br />

yerlerle karşılaştım. Bazı yerlerde<br />

sadece ana tetkiklere bakarak karar<br />

verme yoluna gidilebildiği ile karşılaştım.<br />

Örneğin size yaşadığım bir olayı<br />

anlatmak isterim. Memur olduğum için<br />

atama gördüğüm ilde tedavi için ilk kez<br />

başvurduğum hastanede raporumu ibraz<br />

ederek tedavimi yaptırmak istedim<br />

(IVIG tedavisi), ancak ilgili hekim (romotolog-immünolog)<br />

benim IgG değerimin<br />

1240 olmasından dolayı IVIG<br />

almamın gerekmediğini söyleyerek<br />

tedavimi durdu. 2 hafta sonra tekrar


gelmemi ve tekrar ölçüm yapacaklarını,<br />

değerim ne zaman düşerse o zaman<br />

IVIG vereceklerini belirtti. Kendisine,<br />

tedavimin bugüne kadar hep büyük<br />

üniversite hastanelerinde yapıldığını,<br />

kendisine ibraz ettiğim raporunda büyük<br />

bir üniversitenin raporu olduğunu<br />

ve bu güne kadar bana söylenen ifadenin,<br />

tanı konduktan sonra IVIG aldığım<br />

sürece IgG değerimin normal insan IgG<br />

değerlerinde olabileceğini de ifade ettiğimde,<br />

ukalalık yapmakla suçlandım. Hal<br />

bu ki bir doktorla tıp bilgisi yarıştırma gibi<br />

bir derdim hiç bir zaman olmadı, ancak<br />

33 yıldır aynı hastalığı yaşıyorsanız, ister<br />

istemez bazı şeyleri doktorlarınız sizinle<br />

paylaşıyor.<br />

Demem o ki bir immün yetmezlikli<br />

hastanın rutin Ig değerleri belirleyici<br />

olmamalıdır. benzer bir durum benim<br />

oğlum 1,5 yaşında iken yaşandı. Bu hastalığı<br />

yaşadığım için insan haliyle endişe<br />

duyuyor ve oğlum doğduğu andan<br />

itibaren Hacettepe Üniversitesi İhsan<br />

Doğramacı Çocuk Hastanesi Pediatrik<br />

İmmünolojide kontrollerini yaptırdım,<br />

bana geçici immün yetmezliklerinden<br />

vb. olası her şeyden bahsedildi, ancak<br />

oğlumun 1,5 yaşına kadar ki yapılan<br />

antikor testlerine göre aşı cevaplarının<br />

olduğu ve hiç bir sıkıntısının olmadığı<br />

ancak Ig değerlerinin 3 yaşına kadar<br />

değişken olabileceği endişe edilmeyeceği<br />

söylendi, buna rağmen o dönemde<br />

Kayseri ilinde yapılan testlerde IgG<br />

değerinin (sadece bu değere bakılarak)<br />

düşük olmasından dolayı IVIG başlayacaklarını<br />

söylediler, bende kendilerine<br />

bu konuda onay vermediğimi, sonucu<br />

Hacettepe Üniversitesi’nin değerlendireceğini<br />

söyleyerek, kendilerine teşekkür<br />

ettim. Sonuçta da Hacettepe<br />

Üniversitesi Pediatrik İmmünoloji Bölümünde<br />

yeniden yapılan tüm tetkik<br />

Ig değerleri, Lenfosit alt grupları, Aşı<br />

Cevapları vb. diğer tüm tetkiklerin sonucunda<br />

hiç bir sıkıntısının olmadığı hatta<br />

IgG değerinin de bu sefer de yüksek olduğu<br />

söylendi ve her hangi bir immün yetmezliği<br />

hastalığına rastlanmadı. Şu an oğlum<br />

5,5 yaşında ve gayet sağlıklı bir çocuk.<br />

Bu anlattığım örneklerde göz önüne<br />

alındığında immün yetmezlik tanısını<br />

belirlemenin ne denli zor olduğu ortadadır.<br />

Ben sık sık solunum yolu enfeksiyonu<br />

yaşıyorum. Bebeklik dönemimde,<br />

bu hastalık daha bilinmez iken doktora<br />

götürüldüğümde verilen tedavi sürecinde<br />

normale döner, tedavi bitiminin<br />

hemen akabinde sanki hiç tedavi uygulanmamışçasına<br />

hastalanır ve tekrar<br />

doktora götürülürmüşüm. Bu durum<br />

dört yaşıma kadar devam etmiş. Tanı<br />

konduktan sonrasında da sorunlar çözülmemiş,<br />

sadece minimize edilmiştir.<br />

Yani sürekli hasta gezen bir çocuk, ayda<br />

“Bu hastalıktan dolayı çoğu kez bir<br />

uzvumun olmamasının bu hastalıktan<br />

daha iyi olacağını düşünmüşümdür.”<br />

bir sefer hasta olur hale geliş. Yani immün<br />

yetmezlik tanısı konup da IVIG tedavisine<br />

başlanan bireyler tamamen iyileşmiyor<br />

sadece yaşam kaliteleri belirli<br />

bir oranda düzeliyor. Yoksa bizler yine<br />

hasta oluyoruz. Ancak sürekli hasta olmaktan<br />

kurtulmuş durumdayız.<br />

Sonuç itibarı ile kanaatim o ki, her<br />

doktor benim için kıymetlidir, ancak<br />

bebekliğimden bu yana immünoloji<br />

ile büyüdüm. Annem-Babam beni Hacettepe<br />

Üniversitesi İhsan Doğramacı<br />

Çocuk Hastanesi Pediatrik İmmünoloji<br />

Bölümü’ne götürdüğü 1982 yılından<br />

bu güne kaç tane doktorumuz, hemşiremiz,<br />

laborantımız emekli oldu, kaç<br />

öğrenci oralarda asistanlık yapıp doktor<br />

ve hatta şu an öğretim görevlisi oldu.<br />

Şu an halen görev yapan değerli doktorlarım<br />

benim ablalarım, ağabeylerim<br />

diyebileceğim insanlardır. Onlarla beraber<br />

immünolojinin içinde büyüdüm.<br />

Belki azımsayabilirsiniz ama size kısaca<br />

şöyle izah edeyim 33 yılda her 3 haftada<br />

sadece 1 günde 572 günüm hastanede<br />

geçmiş. Bu yaşamımın gece-gündüz tam<br />

1 yıl 207 gününe tekabül ediyor. İmmünolog<br />

olmak gerçekten zor bir zanaat<br />

ve immünolojinin tüm tıp biliminin içinde<br />

yer aldığına inanıyorum, her hastalığın<br />

altında immün yetmezlik de yatabilir.<br />

Çünkü immün yetmezlik vücudun<br />

deyim yerindeyse silahlı kuvvetleridir.<br />

Bundan dolayı ki ben şöyle bir ifade kullanırım;<br />

bir immünolog aynı zamanda iyi<br />

bir iç hastalıkları uzmanı olmalıdır. İster<br />

istemez iç hastalıkları ile ilgilenen tüm<br />

doktorlarımızın da bu konuya yabancı<br />

kalmamaları gerektiği inancındayım.<br />

Bu gün itibarı ile bu yazımı sizlerle<br />

paylaşmamın ve bu hastalığa sahip insanlar<br />

ve kendim için tek bir amacım<br />

var artık, o da bizlere de özürlü raporunun<br />

verilmesi, ancak özürlü oranı olarak<br />

%0-....-100 gibi, değerler veriliyor ya,<br />

bizim özür oranımız bundan çok daha<br />

fazla çünkü biz normal insana göre<br />

her an hasta olmaya açık insanlarız ve<br />

toplu alanların dışında olmak zorunda<br />

olan insanlarız, yani yalnızlığa mahkum<br />

insanlarız, bu bana verilmiş rapordan<br />

da anlaşılmaktadır. Belki bu yazımı okuyacak<br />

olanlar sadece göğüs hastalıkları<br />

hekimleri olacak, bilemiyorum. Ama<br />

bilin ki Hacettepe’den mezun olan ve<br />

özellikle de immünoloji üzerine bitirme<br />

ödevi veren veya doktora yapan hekimlere<br />

seslenmek istiyorum, ben Murat<br />

Erginsoy, çoğunuz araştırmalarınız<br />

için kanlarımızı karşılıksız bizden aldınız,<br />

bizde memnuniyetle verdik. Bizimde<br />

sizden tek dileğimiz var ki özürlü raporunun<br />

çıkartılması konusunda Bakanlık<br />

Nezdinde Özürlülük Kriterlerine bizim<br />

hastalığımızın tanımlanmasına yardımcı<br />

olunuz ve özürlülük oranı olarak en az<br />

%60 gibi bir kriter girmesini sağlayınız,<br />

çünkü bu değerin altındaki bir kriter<br />

çok da etkili olanaklar sağlamamaktadır.<br />

Saygılarımla...<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 19


G20 Devlet Başkanlarına<br />

ve Hükümetlerine Çağrımızdır:<br />

İnsan Sağlığı için Harekete Geçin, Temiz ve<br />

Sürdürülebilir Enerji Kaynaklarını Seçin!<br />

Dünyanın en büyük 20 ekonomisinin devlet<br />

başkanları 15-16 Kasım <strong>2015</strong> tarihlerinde<br />

G20 Liderler Zirvesi için Antalya’da bir araya<br />

geliyor.<br />

Şiddet, savaşlar, kıtlık, kuraklık ve bulaşıcı hastalıklar<br />

yüzünden her geçen gün daha fazla masum insan yaşamını<br />

yitirirken; G20 liderleri eşitsizliklerin giderek<br />

arttığı bir dünyada, zenginin daha zengin, yoksulun<br />

daha yoksul olduğu koşullarda Türkiye’de toplanıyor.<br />

Bilimsel araştırmalar, iklim değişikliği ve hava kirliliğinin<br />

çağımızın en önemli halk sağlığı sorunlarından<br />

birisi olduğunu göstermektedir. Öyle ki, iklim değişikliğinin<br />

insan sağlığı üzerinde yarattığı tehditler geçtiğimiz<br />

elli yılda insani gelişme ve sağlık alanlarında<br />

elde edilen küresel kazanımları baltalayacak büyüklüğe<br />

ulaşmıştır. Bu nedenle iklim değişikliği ile mücadele,<br />

içinde bulunduğumuz yüzyılda tüm dünyada sağlığın<br />

geliştirilmesi için yapılması gereken en önemli ve<br />

en öncelikli işlerden birisidir.<br />

Bu çerçevede, kömürün küresel enerji bileşiminden<br />

hızla çıkarılması, hava kirliliğini azaltarak kalp-damar<br />

ve solunum sağlığını korumada ciddi bir adım olabilir.<br />

Hava kirliliğinin, solunum fonksiyonlarında bozulmaya,<br />

kronik solunum sistemi ve kronik kalp ve damar hastalıklarında,<br />

kanser ve erken ölüm sayısında artışa yol<br />

açtığı kanıtlanmış bilimsel gerçeklerdir. Hava kirleticilerinin<br />

aynı zamanda yağmur yoluyla, içme ve sulama<br />

suyu kaynaklarına, bitki örtüsüne<br />

zarar verdiği, bunun<br />

mikro klima değişikliklerine<br />

yol açtığı da göz önünde bulundurulmalıdır.<br />

Dünya Sağlık Örgütü, hava<br />

kirliliğinin küresel sağlık<br />

eşitsizliklerinin de bir nedeni<br />

olduğunu; özellikle<br />

kadınları, çocukları, yaşlıları<br />

ve düşük gelirli toplum kesimlerini içeren dezavantajlı<br />

grupları en çok etkilediğini belirtmektedir. Dünya<br />

Sağlık Örgütü ayrıca enerji verimliliğinin desteklenmesinin,<br />

temiz ve yenilenebilir enerjinin yaygınlaştırılmasının<br />

sağlık açısından faydaları olacağını vurgulamaktadır.<br />

2009 yılında, G20 ülkelerinin fosil yakıt teşviklerini sonlandırmaya<br />

söz verdiklerini tekrar hatırlatmak isteriz.<br />

Ancak maalesef, bugüne kadar bu yönde çok az ilerleme<br />

kaydedilmiş; G20 ülkeleri geçen zaman diliminde<br />

halkın sağlığı yerine, küresel şirketlerin çıkarlarını gözetmeyi<br />

sürdürmüştür. Süreçte, küresel şirketlerin ciroları<br />

artarken, eşitsizliklere seyirci kalan hükümetlerin<br />

kar maksimizasyonuna aracı olmaktan öte bir işlev<br />

üstlenmemesi dünyayı bir felakete sürüklemektedir.<br />

Tüm bu vurgulara rağmen uluslararası şirketlerin isteği<br />

üzerine -Uluslararası Para Fonu (IMF) verilerine<br />

göre- dünya genelinde hükümetler her yıl 5,3 trilyon<br />

ABD doları tutarında kamu parasını fosil yakıtları desteklemek<br />

için kullanmaktadır. Kömür ise bu teşviklerden<br />

en çok pay alan fosil yakıt olarak öne çıkmaktadır.<br />

Ne acıdır ki fosil yakıtları desteklemek için ayrılan<br />

kaynak, tüm dünya hükümetlerinin sağlık bütçelerinin<br />

toplamından daha fazlasına karşılık gelmektedir.<br />

Bu yıl G20 Dönem Başkanlığı’nı üstlenen Türkiye’nin<br />

kömürden enerji üretimine verdiği destekler ve teşvikler<br />

halk sağlığı açısından ciddi bir endişe kaynağıdır.<br />

IMF’ye göre, <strong>2015</strong> yılında Türkiye’de kömüre<br />

verilen teşvik, ülkenin<br />

GSMH’sının %2,8’ine ulaşarak<br />

24,2 milyar avroyu<br />

bulmuştur. Türkiye, kömür<br />

santralleri yoluyla enerji<br />

üretim sürecinde, dünyada<br />

Çin ve Hindistan’dan sonra<br />

en büyük üçüncü yatırımcı<br />

ülke konumuna ulaşmıştır.<br />

Bugün itibariyle Türkiye’de<br />

var olan yirminin üzerinde-<br />

20 I <strong>Toraks</strong> Bülteni


ki mevcut kömürlü termik santrala ek olarak seksenin<br />

üzerinde yeni termik santral yapılması planlanmaktadır.<br />

Maalesef bu yeni termik santraller, halen mevcut<br />

termik santrallerden kaynaklanan yoğun hava kirliliği<br />

yaşayan ve hava kirleticilerinin ölçümünün bile kapsamlı<br />

ve çok merkezden yapılamadığı bölgelere (örneğin<br />

Batı Karadeniz...) planlanmıştır. Yapılması planlanan<br />

yeni kömürlü termik santralinin desteklenmesi<br />

halk sağlığını hiçe sayan bilim dışı bir tutumdur.<br />

Önümüzdeki dönem kömürlü termik santral sayısında<br />

artışa gidilmesi halinde, Türkiye’de kömürlü santrallere<br />

bağlı ortaya çıkacak sağlık yükü hızla yükselecektir.<br />

Halen Türkiye’de faaliyette bulunan kömür yakıtlı termik<br />

santraller nedeniyle her yıl on bine yakın ölüm,<br />

yüz binlerce sağlık kuruluşuna başvuru yaşandığı ve<br />

ekonomiye yıllık 3,6 milyar avroluk yük eklendiği unutulmamalıdır.<br />

İşte tüm bu nedenlerden dolayı bilim insanları, meslek<br />

örgütleri ve sivil toplum örgütleri olarak, Türkiye’nin<br />

şirketlerin kârlarının artışına yönelik bu “Kömüre hücum!”<br />

stratejisini şiddetle eleştiriyor, sağlıklı bir enerji<br />

geleceğine geçilmesi için siyasi iktidara uzun zamandır<br />

çağrıda bulunuyoruz. Bu kapsamda toplumun sağlık<br />

hakkının savunucusu olan bizler, iklim değişikliğine karşı<br />

mücadele konusunda bir samimiyet göstergesi olarak,<br />

toplumun sağlığının, her türlü sanayileşme faaliyetinden,<br />

ulusal ve küresel şirketlerin kazançlarından daha<br />

önemli olduğu ilkesinin G20 Hükümetleri tarafından<br />

benimsenmesi gerektiğini savunuyoruz. Buna karşılık<br />

fosil yakıtların alternatifinin nükleer enerji olmadığını,<br />

doğanın insanı içeren bütüncüllüğünü sürdürülebilir kılarak,<br />

yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmenin ve<br />

enerji verimliliğinin doğanın yani insanın geleceği için<br />

zorunluluk olduğunu vurguluyoruz. “Sağlıklı yaşamak”<br />

ve “Temiz hava solumak” en temel insan hakkı ise, bu<br />

hakkın hayata geçmesinin sağlanabilmesi için G20 hükümetlerinin<br />

enerjinin verimli kullanılması için tatmin<br />

edici girişimlerde bulunması, yenilenebilir enerji kaynaklarının<br />

enerji üretimindeki payının artırılmasını sağlaması<br />

ve yeni kömürlü termik santrallerin yapımından<br />

vazgeçmesi gerekmektedir.<br />

Biz, aşağıda imzası bulunan sağlık, tıp ve çevre örgütleri,<br />

yurttaşların sağlıklarının korunması ve iklim değişikliği<br />

ve hava kirliliğinden kaynaklanan toplumsal ve<br />

ekonomik eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasında, başta<br />

kömür olmak üzere fosil yakıtlara verilen destek ve<br />

teşviklerin durdurulmasının kilit önemde bir yaklaşım<br />

olduğunu düşünüyoruz.<br />

İklim değişikliği ve hava kirliliğinin sağlık üzerinde<br />

oluşturduğu tehditlere dair yeni kanıtlar çerçevesinde,<br />

başta Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti olmak üzere,<br />

dünyanın en büyük 20 ekonomisinin liderleri olarak sizi,<br />

bu hafta Antalya’da yapılacak G20 Liderler Zirvesi’nde<br />

yeni kömürlü termik santral yapımından vazgeçmeye,<br />

fosil yakıt teşviklerini durdurmaya yönelik net bir yol<br />

kararlaştırmaya ve <strong>Aralık</strong> ayında Paris’te yapılacak Birleşmiş<br />

Milletler İklim Değişikliği Konferansı’nda toplum<br />

yararına bağlayıcı bir iklim anlaşmasının karara bağlanmasına<br />

liderlik etmeye acilen ve ısrarla çağırıyoruz.<br />

Temiz Hava Hakkı Platformu, Türkiye<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 21


Her Şey Sermaye İçin Sevgilim<br />

OSMAN ELBEK<br />

boyunca her pazar günü Taksim Meydanı’nda<br />

görünmesini de duymadı,<br />

görmedi.<br />

31 Ocak 2008<br />

İstanbul’un Zeytinburnu ilçesi<br />

Patlama yani bir “kaza” olayı…<br />

O günkü gazete ve televizyonlar, bir<br />

maytap atölyesinde yaşanan “iş kazası”<br />

nedeniyle onlarca kişinin hayatını<br />

kaybettiğini ve yüzden fazla sayıdaki<br />

insanın yaralandığını söylediler. Patlamadan<br />

sonra ölenlerin paramparça<br />

ve tanınmaz hale gelen bedenleri<br />

etraftan toplanmaya çalışılırken, Çalışma<br />

Bakanlığı da iş müfettişleriyle<br />

soruna el koyduklarını ve İstanbul’u<br />

tehlike yaratan bu işletmelerden kurtaracaklarını<br />

kamuoyuna ilan etti.<br />

Yani her şey olması gerektiği gibi: telaşa<br />

gerek yok Devlet-i Aliyye-i Cumhuriyye<br />

iş başında!<br />

Yaşanan her iş cinayeti sonrası devletin<br />

benzer açıklamalarına aşina olan<br />

Türkiye halkı, o günlerde İş Müfettişleri<br />

Derneği’nin, İstanbul, Edirne, Kırklareli,<br />

Tekirdağ ve Yalova’da denetim<br />

yapan toplam 100 müfettiş olduğunu<br />

ve İstanbul’da bulunan bir milyondan<br />

fazla işyerini bir kez denetleyebilmek<br />

için 55 yıla gerek duyulduğunu belirten<br />

açıklamasını elbette duymadı.<br />

Benzer biçimde öldürülen insanların<br />

ailelerinin Davutpaşa Patlaması hakkında<br />

ceza dava açılması için 35 hafta<br />

Çünkü Nazım’ın dediği gibi antenlerin,<br />

rotatiflerin, kitapların, beyaz<br />

perdedeki kızların, ninninin, rüyanın,<br />

sözün, sesin ve en önemlisi duanın<br />

yalan söylediği bir dünyadadır bu<br />

dünya. Ne yazık ki paradan başka hiçbir<br />

değere iman etmeyen bu neoliberal<br />

hayat, çalışma hayatında her yıl<br />

iki milyondan fazla insanın ölümüne,<br />

150 milyondan fazla insanın hastalanmasına,<br />

300 milyondan fazla çalışanın<br />

işyerinde kaza geçirmesini sağlıyor.<br />

Aşırı çalışma nedeniyle yaşanan ölüm<br />

ve intiharlar ise bu cinayetlerin görülmek<br />

istenmeyen karanlık yüzünü var<br />

ediyor. Fark edelim ki; bu dünya, insanın<br />

hastalanarak, sakat kalarak, ölerek<br />

özgürleştiği bir dünya.<br />

Soma iş cinayeti sonrası kısa süreli<br />

olsa da fark edip peşi sıra hemen<br />

unuttuğumuz üzere ucuz işçi cenneti<br />

olmakla övünülen Türkiye’de ise<br />

ortalama her gün 3-8 işçi “kazara”<br />

ölüyor. Yani kapitalizmin çarkı dönüyor<br />

ve metaların dünyası büyüdükçe<br />

insanın değeri küçülüyor: insan bir<br />

rakama, bir veriye, ya da üç satır bir<br />

ölüm haberine dönüşüyor. Acı ama<br />

Kafka bile böylesi bir dönüşümü hayal<br />

edememişti.<br />

22 I <strong>Toraks</strong> Bülteni


Fırat Yiğen<br />

Neyse devam edelim ve küreselleşme<br />

ile birlikte hızlanan dünyaya bizde<br />

ayak uydurup gelelim 15 Temmuz<br />

2014’e. Aslında 15 Temmuz’un özel<br />

bir önemi yok, hatta sıradan bir gün<br />

bile sayılabilir. İşte bu sıradan günde<br />

sıradan bir haber: Dicle Üniversitesi<br />

Elektrik Elektronik Bölümü ikinci sınıf<br />

öğrencisi Fırat Yiğen, iki gün önce çalışmaya<br />

başladığı inşaatın yedinci katından<br />

düşerek öldü.<br />

Bir yanda dünyanın en büyük ekonomileri<br />

arasında “örnek” gösterilen<br />

Türkiye, diğer yanda yaz tatilinde ailesine<br />

katkıda bulunmak için Şanlıurfa’da<br />

inşaatta çalışmak zorunda kalan<br />

bir üniversite öğrencisi. Kapitalizmin<br />

insafsızlığı ve eşitsizliği daha başka nasıl<br />

anlatılabilir ki?<br />

Ama biliyoruz ki, Fırat Yiğen son ölen<br />

olmayacak. Çünkü bu topraklarda dolar<br />

milyarderlerinin artması gerekli.<br />

Çünkü “İnşaat Ya Resulullah” zihniyetinin<br />

başarısı için ucuz genç ölümlerin<br />

olması gerekli. Acı ama gerçek; her<br />

genç ölüm daha çok imar demek, bina<br />

demek, alışveriş merkezi demek...<br />

Türkiye’de kapitalizmin tüm kurum ve<br />

yapılanmalarıyla, hem de sömürüyü<br />

azami ölçüye taşıyabilmesini sağlayarak<br />

var olan siyasi iktidarının “tek<br />

adam”ı işte o nedenle tebaasından üç<br />

çocuk doğurmalarını istiyor. Öyle ya;<br />

ölüm “takdir-i ilahi”, yeter ki sömürü<br />

devam etsin, yeter ki kârlar azalmasın.<br />

Unutmayalım, Ocak 2002’de yürürlüğe<br />

girmiş olan Kamu İhale Kanunu’nu,<br />

on yıl içerisinde 17 kere değiştiren,<br />

kanun kapsamında yüzü aşkın değişiklik<br />

yapan bir siyasi iktidarla karşı karşıyayız.<br />

Şimdi tüm bunların yaşandığı<br />

bir ülkede “topal ördek” konumuna<br />

düşmüş bir sityasi iktidarın Ağustos<br />

sıcağında madenlerde Avrupa Birliği<br />

mevzuatına uygun malzeme ve koryucu<br />

sistem kullanma şartını 2020’ye<br />

ertelenmesine şaşıracak mıyız?<br />

Yok hayır; her şey olması gerektiği<br />

gibi: Her Şey Sermaye İçin Sevgilim.<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 23


24 I <strong>Toraks</strong> Bülteni<br />

Işığın Efendisi Olmak


Nilüfer AYKAÇ KONGAR<br />

Nilüfer Aykaç Kongar: Ne yazık ki günlerimiz hep bir koşuşturmaca<br />

içinde geçiyor. Evden işe, okula, çarşıya, pazara... hep bir<br />

koşturmaca. Akşam olup da yatağa atınca kendimizi tükendiğimizi<br />

hissediyoruz: Hayat sanki değirmen taşı, biz de öğütülecek<br />

buğday… Sizce bu zamanın hızlı akışını nasıl yavaşlatırız?<br />

Erzade Ertem: Emin olun hayatı yavaşlatarak yaşamanın en güzel<br />

seçeneklerinden birisidir fotoğraf çekmek. Elbette makineyi boynuna<br />

asıp oradan oraya koşup fotoğraf peşinde koşarak yapılamaz<br />

bu. Fotoğraf çekmek için koşmak değil ışığı izlemek gerek.<br />

NAK: Bu nedenle mi öğrencileriniz size “Işığın Efendisi” diyor?<br />

EE: Bilmiyorum belki de… Ama fotoğrafın sözcük anlamının “ışıkla<br />

çizmek” olduğunu biliyorum. Bu nedenle fotoğrafçı aslında ışığı<br />

doğru kullanan yani ışığa hükmeden kişidir. Çünkü fotoğraf dediğimiz<br />

sonuçta ışık, renk ve kompozisyondur.<br />

NAK: O zaman bize biraz her daim gördüğümüz ama belki de<br />

çok farkında olmadığımız ışığı anlatır mısınız? Nedir ışık?<br />

EE: Hayatımızda doğal ve yapay ışık kaynakları vardır. Bizler stüdyoda<br />

yapay ışık kaynaklarını kullanırız. Bu kaynaklar sayesinde de<br />

çekim zamanını kendimiz belirlemiş oluruz.<br />

NAK: Doğal ışıkta çekim yapmak daha zor değil mi? Zamana<br />

dikkat etmek gerekli en nihayetinde.<br />

EE: Kesinlikle, doğal ışık ortamındaysanız çekim yapacağınız objeyi<br />

en iyi yansıtacak ışığın zamanını beklemek zorundasınız. Ayrıca<br />

ayın, yıldızların, şimşeğin ve güneş ışığının özelliklerini de bilmelisiniz.<br />

Haliyle bu oldukça meşakkatli. Çünkü ışıkla nesnenin en iyi<br />

buluştuğu zaman bazen bir gün içerisinde bir “an” ya da bir sene<br />

içerisinde bir “an” olabilir.<br />

NAK: Doğal ışıkta fotoğraf çekmek için elde makine fotoğrafın<br />

peşinde koşmayıp anı bekleyeceğiz öyle mi?<br />

EE: Elbette, koşmak nafile bir çabadır. Bir antik kent, bir manzara,<br />

bir tarihi eser... yani yerinden kımıldatamayacağınız her şey için yapılacak<br />

olan doğru ışığı beklemektir. Çünkü güneş ışığı dünyamıza<br />

her gün farklı açılardan ve farklı tatlarda yani farklı renklerde gelir.<br />

Ve güneş her gün farklı yerlerden batar. Günbatımı çekimlerinde<br />

bunu en iyi biçimde deneyimleyebilirsiniz.<br />

NAK: Ama beklemek için yeterince zamanımız yoksa, malum…<br />

çok acelemiz var.<br />

EE: Emin olun beklemekten başka yol yok. Farzedelim çekime gittiniz<br />

ama ışık ters açıda. Ne yapacaksınız? Eğer çekim yaparsanız<br />

asla iyi olmayacaktır. O nedenle koşulu yok; çaresiz bekleyeceksiniz.<br />

Eğer ışığın efendisiyseniz.<br />

NAK: Yani efendi olmak için ardından koşmak değil onu beklemek<br />

gerek diyorsunuz. Bu bizim bildiğimiz efendi tanımlarına hiç<br />

uymuyor. Efendi bekler mi?<br />

EE: Eğer ışık bilginiz yoksa hemen çekimlere başlarsınız ve bir<br />

sürü kötü fotoğraflarla yolunuza devam edersiniz. Bir fotoğrafçıyı,<br />

Afrodisias ‘’Benim antik kentim. Ara Güler’in dünyaya<br />

tanıttığı antik kent. Prof Dr. Kenan Erim’in anısına...’’<br />

fotoğraf çekenden ayıran en temel özelliklerden biri budur; ışığı<br />

doğru okumak ve efendi olmak için bekleyebilmek.<br />

NAK: Ama gündelik hayatta bir şeyleri beklemeyi hepten unuttuk.<br />

Birkaç saniye içinde internet sayfası açılmıyorsa sinir oluyoruz, canımız<br />

sıkılıyor. Doğru ışığı beklerken de canımız sıkılmaz mı?<br />

EE: Hayatı yavaşlatmak budur aslında. Hem bu sayede hızla akıp<br />

giden hayatın unuttuğumuz güzelliklerini de hatırlarız. Beklerken çayınızı<br />

demlersiniz, sevdiğiniz bir müziği açarsınız, yanınızdaki kitaptan<br />

satırlar okursunuz. Uzanırsınız, kestirirsiniz... hasılı tembellik yaparsınız.<br />

Hayatın ellerinizden akıp gitmesini önler, aksine onu yaşadığınızı<br />

hissedersiniz böylelikle. Benim için bu bekleme anları zamanın çok<br />

yavaş geçtiği anlardır. Yani hayatı yavaş yaşadığım anlardır. Ve doğru<br />

zaman geldiğinde de çekimlere başlanır. Asla unutmayın her çekimin<br />

farklı bir zamanı vardır.<br />

NAK: Meslek sırrı değilse çektiğiniz bir fotoğraf üzerinden bu<br />

çekim zamanını biraz daha detaylı anlatabilir misiniz?<br />

EE: Elbette, haydi gelin Boğaziçi’ndeki o güzelim erguvanları çekelim.<br />

Biliyorsunuz havanın sıcaklığına bağlı olarak erguvanlar, 15 Nisan ile<br />

15 Mayıs arası on günlük bir sürede açarlar ve sonra çiçekleri dökülür.<br />

Demek ki, boğazda erguvan çekecekseniz ajandanıza bu tarihleri<br />

işaretleyeceksiniz öncelikle.<br />

Daha sonra erguvanlar açtığı zamanlarda (ki Kadıköy’den Beykoz’a<br />

3-4 günlük farkla açarlar unutmayın) bir keşif ve ön çekim yaparsınız.<br />

Bu sayede doğru ışıkları belirlersiniz. Genelde sabahtan öğlen<br />

sonuna kadar Boğazın Avrupa yakasını, öğlenden akşama kadarsa<br />

Boğazın Asya yakasını çekersiniz. Daha önemlisi hem karadan hem<br />

de denizden çekim yapmalısınız. Zaten bu zamanlar Boğaziçi yalılarının<br />

da en güzel görüntüleneceği zamandır.<br />

NAK: Her güzel işin arkasında olduğu gibi ne çok emek saklı değil<br />

mi? Emek harcadıkça güzelleşiyor hayat aslında. Pekiyi bizlere<br />

önereceğiniz favori bir yeriniz var mı erguvan çekimleri için?<br />

EE: Ben en çok Küçüksu Kasrında oturup, Rumeli Hisarında açmış<br />

olan erguvanları çekmeyi severim. Bir kıtada oturup diğer kıtada<br />

erguvanları seyretmek ve fotoğraflarını çekmek… Aman bu arada<br />

dikkat; kuzeyden esen rüzgarı yakalamalısınız ki sis-nem olmasın ve<br />

fotoğraflar bulanık çıkmasın. Aksine keskin, net görüntüler olsun.<br />

NAK: Piyasada bir dolu fotoğraf malzemesi var. Hani sizin anlattığınız<br />

gibi çokça emek harcamayıp en pahalı malzemeleri alıp<br />

çekim yapsak olmaz mı? Nem, sis, ışık sorunlarını bu pahalı malzemeler<br />

çözmez mi? Zamane ruhuyla sorarsak; para her şeyi<br />

halletmez mi?<br />

EE: Hayır pahalı tencere, leziz yemek pişirimi için gerekli değildir.<br />

Öte yandan bakın dijital teknoloji çok hızlı ilerliyor, aldıklarımızın<br />

çoğunun nerdeyse ikinci eli yok. Yenisini alıp eskisini atıyoruz. O zaman<br />

ne yapmalıyız derseniz; ilk çekime başlarken cep telefonunuzun<br />

kamerası, kompakt ya da yarı otomatik yani hem otomatik hem de<br />

manuel çeken bir kamera yeterli olacak demektir. Bu makinelerin<br />

fiyatı 300-500 lira arasındadır. Fazlasına gerek yok…<br />

NAK: Ya fotoğraf malzemeleri, ekipmanlar?<br />

EE: Malzeme ve ekipman almadan önce ilk çekime başladığınız mütevazi<br />

makine ile fotoğraf eğitimi almalısınız. Sonra gerçekten bir<br />

hobi olarak yapmaya karar verdiğinizde fotoğrafın hangi dalıyla ilgiliyseniz<br />

ona göre ekipman almalısınız. Manzara, gezi, doğa, spor,<br />

basın, makro, yaşam, yemek, insan, hayvan, çiçek, moda, portre...<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 25


Bu dalların hangisiyle veya hangileriyle ilgileniyorsanız<br />

bunu belirlemeli ve o çekim için<br />

gerekli ekipmanları almalısınız.<br />

NAK: Tripod, lens gibi malzemeleri hemen<br />

alalım mı?<br />

EE: Kesinlikle hayır. Kit olarak satılan (gövde,<br />

3-4 lens, flaş, tripod vs.) ekipmanlardan<br />

uzak durmanız lazım. Zaten lenslerin kalitesi<br />

çok kötü. Alacağınız malzeme için mutlaka<br />

eğitmenlerinizden yardım almalısınız. Öte<br />

yandan pahalı değil hafif ekipmanlar edinmelisiniz.<br />

Aynasız gövdeler çıktı, daha hafifler ve<br />

suda da çekim yapabileceğiniz çok hoş kompakt<br />

makineler var. Ana kural, ihtiyacın olana<br />

para ver, fazlasına değil.<br />

NAK: Leziz yemek yapmak için pahalı tencereye<br />

gerek yok diyorsunuz…<br />

EE: Kesinlikle, ben bu tencere hikayesini hep<br />

şunun için anlatırım: Makinen ne kadar iyi<br />

olursa olsun, o yalnız başına sana iyi fotoğraf<br />

çekmez. Geçmiş zaman bir kişiyle bir çekimde<br />

karşılaştık, omuzunda da pahalı bir makine<br />

var. Benim çekimlerimi gördü ve makinemin<br />

markasını istedi: “benim makine iyi çekmiyor<br />

satıp hocanınkinden alacam” dedi. Öğrencilerimden<br />

biri kişiye dönüp; “sana istediğin tencereleri<br />

alsam leziz yemekler yapabilir misin?”<br />

dedi. Makine değil, ışığın efendisi olmak ancak<br />

iyi fotoğraf çekmenizi sağlar. Bunun için de<br />

eğitim almak gerekli. Başka söze gerek var mı?<br />

NAK: Öğrencileriniz nasıl yaklaşıyor fotoğraf<br />

eğitimine? Aldıkları eğitimlerden<br />

sonra yaşamlarına ve kendilerine neler<br />

kattıklarını ifade ediyorlar?<br />

EE: Fotoğraf kulübündeki öğrencilerimin<br />

kimi yanıtlarını paylaşabilirim bu sorunuz için:<br />

* “Malta eriğinin Kasım-<strong>Aralık</strong> aylarında çiçek<br />

açtığını öğrendim.”<br />

* “Ayasofya’da dört minare olduğunu biliyordum<br />

ama üçünün farklı olduğunu çekim sırasında<br />

gördüm.”<br />

* “Meyve ağacında çiçeklerin yapraktan önce<br />

açtığını gördüm.”<br />

* “Işığı hep aynı renk bilirdim. Sabah, öğlen ve<br />

akşam ışıklarının ve mevsimsel ışıkların farklı<br />

olduğunu öğrendim.”<br />

* “Her gün işe giderken yanından geçtiğim yapının<br />

‘Tyke’ tapınağı olduğunu öğrendim.”<br />

* “Kendim için bir şey yapmayı öğrendim.”<br />

* “Çocuklarıma da makine aldım, birlikte vakit<br />

geçiriyoruz.”<br />

* “Renkleri öğrendim, ressamlar ve resimleriyle<br />

buluştum.”<br />

* “Bakıyorum, görüyorum ve merak ediyorum.”<br />

* “Önceleri bakardım, şimdi görüyorum.”<br />

NAK: Bakmak ve görmek apayrı iki kavram<br />

değil mi?<br />

EE: Kesinlikle ve fotoğraf bakmaktan görmeye<br />

geçişi sağlar. Sonra gördüklerinizi merak<br />

edersiniz. Merak bilgiye giden yolu açar<br />

ve sonra öğrendiğiniz bilgileri yaşamınızda<br />

kullanmaya başlarsınız. İşte fotoğrafçılık yaşamınızı<br />

böyle adım adım zenginleştirir. Selimiye’yi,<br />

Süleymaniye’yi çekersiniz; Mimar<br />

Sinan’ı merak edersiniz. Sinan okursunuz;<br />

diğer eserlerini çekersiniz. Osmanlı mimarisine,<br />

İslam mimarisine, Roma mimarisine geçersiniz…<br />

Hasılı kelam sonsuz bir deryada<br />

yüzüp durursunuz.<br />

Alanya Limanı<br />

NAK: Sadece tarih alanında değil kültürün<br />

tümünde etkisi vardır değil mi?<br />

EE: Elbette. Yemek çekersiniz, halk oyunlarını,<br />

giysileri, içkileri, tatlıları, tekneleri, süsleri,<br />

çiniyi, ibadethaneleri... kısaca yaşamı çekersiniz.<br />

Bu sayede yeni kültürlerle, yaşam biçimleriyle<br />

tanışırsınız.<br />

NAK: Son olarak bu söyleşiden de cesaret<br />

alarak fotoğraf alanına amatör biçimde<br />

adım atmaya çalışan kişilere önerilerinizi<br />

alabilir miyiz?<br />

EE: Amatör fotoğrafçı kendisi için çekim<br />

yaptığını hiç unutmamalıdır. Photoshop öğrenmeli<br />

ve arşiv yapmalıdır. Bilgisayara taşıdıktan<br />

hemen sonra fotoğraflarını elemeli,<br />

atacaklarını atmalıdır. Bilgisayarda konularına<br />

göre ve tarih vererek ayrı dosyalarda arşivlemelidir<br />

çekimlerini. Mutlaka harici iki ayrı<br />

hard diskte depolamalıdır. Ayrıca video çekmeyi<br />

de öğrenmelidir. Ama en önemlisi çekimin<br />

tadını çıkartmalıdır. 10-15 kg ekipman<br />

taşıyarak kendine eziyet etmemelidir. Mutlaka<br />

bir yedek pil ve hafıza kartı olmalıdır. Bir<br />

gezide 1000-2000 kare çekim yapmamalıdır.<br />

Deklanşöre basmadan önce fotoğrafı kafasında<br />

oluşturmalıdır. Ve elbette fotoğraf<br />

çekerken mutlu oluyorsa, yaşamını zenginleştirebiliyorsa<br />

bu hobiyi yapmalıdır.<br />

NAK: Fotoğraf çekimi sırasında nelere<br />

dikkat etmelidir?<br />

EE: Sevgili Nilüfer bu konu çok önemli. Geçenlerde<br />

Urfa da idik, ben ve dört öğrencim.<br />

O sırada bir fotoğraf kulübünden 30-40 kişi<br />

geldi. Elde makineler, tripodlar, ordan oraya<br />

koşmaya başladılar. Urfa çarşıları, Gümrük<br />

Han... her taraf karıştı. Hal hatır izin sormadan<br />

çekim yapıyorlar. Dama oynadığım Urfalı<br />

bana baktı ve “kımıl sürüsü” geldi hoca<br />

dedi. Ben utandım. Fotoğrafı tüketim aracı<br />

olarak ya da bir keyif aracı yani iletişim aracı<br />

olarak kullanmak bizim elimizde. Çekimde<br />

başkalarının özgürlüğüne saygı duyalım. Günümüz<br />

hayatının hızlı akışına kendimizi bırakmayalım,<br />

aksine zamanı yavaşlatalım.<br />

NAK: Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim.<br />

EE: Görüşlerimi paylaşma şansı verdiğiniz<br />

için asıl ben teşekkür ederim. Sevgiyle kalın.<br />

<strong>Toraks</strong> Bülten Notu: Röportaj için Nilüfer<br />

Aykaç Kongar’a ve düzeltmeler için Osman<br />

Elbek ‘e teşekkür ederiz.<br />

26 I <strong>Toraks</strong> Bülteni


Sinanhoca Köyü, Toroslar. Sinanhoca Köyü’nü Manavgat’tan Altın Beşik<br />

Mağarası’na giderken görmüştüm. Mevsimlerden yazdı. Ajandama not aldım.<br />

Dokuz ay sonra 4 Nisan’da köyün karşı yamacından çekimi yaptım.<br />

2 Nisan’da da gitmiştim. Hava kapalıydı. Çekim yapmadan geri döndüm.<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 27


Side Apollon Tapınağı ”Tanrının Renkleri”<br />

Bu fotoğrafa “Tanrının Renkleri”<br />

adını verdim. Siz ne dersiniz?<br />

Nilüfer çiçeği<br />

Nergis çiçeği<br />

Palmira (IŞİD’in katlettiği arkeolog<br />

Halid Esad anısına)<br />

Kurşunlu Şelalesi’nde Erzade Ertem<br />

Fotoğraf: Erdoğan Berçin<br />

28 I <strong>Toraks</strong> Bülteni


Erzade Ertem<br />

Dergi ve gazetelerde fotomuhabirliği<br />

yaptı. Uluslararası<br />

alanda fotoğrafları, foto röportajları<br />

yayınlandı. Türkiye’de kültür, sanat<br />

ve yaşam üzerine pek çok kitabın<br />

fotoğraf projesini gerçekleştirdi.<br />

Üniversitelerde ders verdi.<br />

Bir buçuk milyon fotoğraflık<br />

arşivi var.<br />

Reklam fotoğrafçılığının yanı sıra<br />

öğrencilerine kurs vermeye devam<br />

etmektedir.<br />

Not: Erzade Ertem facebook adresinden<br />

fotoğraf albümlerine ulaşabilirsiniz.<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 29


Dr. Annik<br />

Rouillon<br />

Anısına<br />

Yeşim<br />

YASİN<br />

(1929-<strong>2015</strong>)<br />

30 I <strong>Toraks</strong> Bülteni<br />

Annik Rouillon


Union’un eski İcra Direktörü ve 20. yüzyılın en önemli<br />

halk sağlıkçılarından biri olan Dr. Annik Rouillon, 13<br />

Temmuz <strong>2015</strong>, Pazartesi günü 85 yaşında vefat etti. 36<br />

yıllık kariyeri boyunca hem Bilimsel Aktiviteler Direktörü hem<br />

de İcra Direktörü olarak hizmet veren Dr. Rouillon, 1992’deki<br />

emekliliğine kadar geçen sürede yorgunluk bilmeden çalıştı ve<br />

kurumun başat figürlerinden biri oldu.<br />

1929’da Châteaurox, Fransa’da doğan Dr. Rouillon, daha genç<br />

yaşlarından itibaren çevresindekilerinin hayat kalitesini iyileştirme<br />

saikiyle hareket etti. Yaşamının başında sosyal hizmet kariyeri<br />

düşündü, ancak annesinin tavsiyelerine uyarak, tıp doktoru<br />

olmayı seçti.<br />

Dr. Rouillon l’Université de Paris’de okudu ve 1953’de tıp doktoru<br />

unvanını aldı. 1956’da, daha sekretarya Paris’te küçük<br />

bir oda iken, Union Against Tuberculosis’e (o zamanki adıyla<br />

Tüberküloza Karşı Birlik) katıldı. O zamanlarda, Avrupa’da pek<br />

çok insan tüberkülozdan ölüyordu ve hastalıktan yaygın bir<br />

korku vardı. Fakat aynı dönem, İskoçya’da tüberkülozun ilk kez<br />

kombine ilaçlarla tedavi edilebileceğini gösteren testlerin varlığıyla,<br />

hastalıkla ilgili önemli bir gelişme dönemiydi.<br />

Dr. Roullion TB ile savaşa müthiş bir heves ve tutkuyla katıldı,<br />

ayrıca onunla çalışma ayrıcalığına sahip olanlar için hep bir motivasyon<br />

kaynağı ve itici güç oldu.<br />

Annik Rouillon: une Vie Contre Tuberculose (Annik Rouillon:<br />

Tüberküloza Karşı bir Hayat) adlı kısa metrajlı belgeselde Dr.<br />

Arnaud Trébuck “O kimsenin kayıtsız kalamayacağı biriydi.<br />

Kendisi sıradışı bir karizmaya ve amaca adanmışlığa sahip, güçlü<br />

bir akıl kadınıydı,” diye hatırlıyor.<br />

İcra Direktörlüğüne ilaveten Dr. Rouillon, 1991’de Tubercule<br />

ile birleşen ve bugünkü International Journal of Tuberculosis<br />

and Lung Disease olan, IUAT Bulletin’in de baş editörü olarak<br />

görev yaptı. O, Union’un üyelere ortak sorunlar için birlikte<br />

çalışma imkanı sağlayan bölgesel organizasyonun oluşumunu da<br />

yönetti. Ayrıca İspanyolcanın üçüncü resmi dil olarak kabul edilmesini<br />

sağladı ve bu sayede o zamanlar ulaşılması güç olan Latin<br />

Amerika’ya kapı açtı.<br />

Ancak kuşkusuz Dr. Roullion’un tüberküloza en büyük mirası,<br />

Dr. Karel Styblo ile el ele vererek oluşturdukları Doğrudan Gözetimli<br />

Tedavi-Kısa Dönem veya DGTS stratejisidir. Kendisinin<br />

yorulmadan savunuculuğunu yaptığı temel güvenilir TB bakımı,<br />

stratejinin ana hatlarını oluşturdu ve Dünya Sağlık Örgütü, Union’un<br />

bugün hala sürdürdüğü bu stratejiyi tüberkülozda standart<br />

halk sağlığı yaklaşımı olarak kabul etti. DGTS’nin ilkeleri<br />

küresel anti-tüberküloz çabalarını etkilemeyi sürdürüyor. Dünya<br />

Sağlık Örgütü’ne göre 2000-2013 yılları arasında dünyada 37<br />

milyon insanın hayatı bu sayede kurtarıldı.<br />

Rutgers Global Tuberculosis Institute’un eski İcra Direktörü ve<br />

Kıdemli Danışmanı Dr. Lee Reichman, “Annik Union’un başarılarına<br />

katkılarından gururla söz ederdi ancak geçmişe nostalji<br />

duymazdı” diyor. Union’daki liderlik pozisyonunu öneren arama<br />

komitesi üyelerinden biri, hatırladıklarını “şimdiki zamanda<br />

yaşamayı seven ve geleceği planlamada usta biriydi. Union’un<br />

tarihiyle ilgili detayları incelikle kaleme almıştır ve fakat bunun<br />

nedeni geçmişin bugünden üstün olduğunu düşündüğünden değil,<br />

daha çok eğer geçmişte olup bitenleri iyi anlarsak geleceği<br />

çok daha akıllıca planlayabileceğimizi bildiğindendi” şeklinde aktarıyor.<br />

Çok sayıdaki ayrıcalıkları arasında, Dr. Rouillon, Académie<br />

Nationale de Médecine ve l’Académie des Sciences ödüllerini<br />

kazanmıştır. Kendisi aynı zamanda, Johns Hopkins Bloomberg<br />

School of Public Health tarafından “Halk Sağlığı Kahramanı”<br />

olarak adlandırılmış tek Fransız’dır. Birçok tıp örgütüne aktif<br />

üyelikleri vardı.<br />

Okyanusları ve piyano çalmayı sevdi, ancak zamanının çoğu profesyonel<br />

uğraşlarına adandı. Sıklıkla akşamları ve hafta sonlarını<br />

çalışarak geçirdi. Zamanı konusunda o kadar açık elliydi ki, Union<br />

Yönetim Kurulu üyesi ve eski İcra Direktörü Dr. Nils Bilo,<br />

bu durumu “günde 23 saat 59 dakika Union için yaşadı ve özel<br />

hayatına sadece bir dakika ayırdı. Kendini gerçekten Union’a<br />

fazlasıyla adamış biriydi” diyerek ifade ediyor.<br />

Dr. Roillon’un tüberküloz alanındaki devasa katkısı, Union’un<br />

yüksek kalite standartları getirmesine yardımcı oldu ve kurumun<br />

dünya çapında ünlenmesini sağladı. Değerli anısı, TB ve<br />

akciğer sağlığı alanında çalışan herkese ilham vermeye devam<br />

edecek ve kendisinin çok derinden önemsediği amaçlar adına<br />

çabalarımız katlanarak artacak.<br />

“Dr. Roullion, mirası Union’a nüfuz etmiş anıtsal bir figürdü”<br />

diyor Union’un İcra Direktörü José Luis Castro. “Onun kuruma<br />

ve halk sağlığına sarsılmaz bağlılığı, bir soruna, ne kadar başa<br />

çıkılmaz görünüyorsa görünsün, adanmışlık, sebat ve sabır ile<br />

kalıcı bir çözüm yaratmanın her zaman mümkün olduğunu göstermiştir.”<br />

* Yeşim Yasin tarafından, Union Newsletter’dan Türkçe’ye çevrilmiştir.<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 31


Biz Kuş muyuz Yoksa Tavuk mu?<br />

Mustafa ÇETİNER<br />

32 I <strong>Toraks</strong> Bülteni


“Bilim ve sanat bir kuşun iki kanadı<br />

gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar<br />

uçar ve özgür olurlar, uçamayanlar<br />

ise tavuk olur. Tavuk toplum önüne<br />

atılan bir avuç yemi gagalarken, arkadan<br />

yumurtalarının alındığının farkında<br />

bile olmaz.” Darwin.<br />

Uzun bir süre İnternet’te dolaştı bu<br />

söz. Gerçekten Darwin’e mi aittir,<br />

bilmiyorum. Aslında pek de sanmıyorum.<br />

Ama kim söylemiş olursa olsun,<br />

öylesine doğru söylemiş ki...<br />

Peki, şu soruyu Türkiye dahil bütün<br />

İslam alemine sorsak: Biz kuş muyuz,<br />

yoksa tavuk mu?<br />

Sorunun yanıtını bulmak için ilk olarak<br />

Arap İnsani Gelişim Raporu’nun<br />

yazarlarından Nader Fergany’e kulak<br />

verelim 1<br />

Fergany diyor ki:<br />

“Bin yılda tüm Arap dünyasının çevirdiği<br />

kitap sayısı İspanya’nın bir yılda<br />

çevirdiğine eşittir.<br />

Son 50 yılda toplam 500 bin Arap entelektüeli<br />

ülkesini bırakıp Batı’ya göçmüştür.<br />

İslam konferansı üyelerinin gayri safi<br />

milli hasıladan bilimsel çalışmalara<br />

ayırdığı pay sadece binde 2’dir. Oysa bu<br />

oran Batı ülkelerinde en az yüzde 3’tür.<br />

Üstelik bu İslam Konferansı üyelerinin<br />

önemli bir bölümü petrol zengini ülkelerdir<br />

ve parasal sıkıntıları yoktur.<br />

Bu konferansa üye ülkelerde her bir milyon<br />

kişiye sadece 8500 bilim insanı ve<br />

mühendis düşerken, gelişmiş Batı toplumlarındaki<br />

oran milyonda 140 bin<br />

civarındadır.<br />

Milyon kişi başına düşen bilimsel makale-çalışma<br />

sayısı Batı ülkelerinde 137<br />

iken, İslam Ülkeleri Konferansı’na üye<br />

ülkelerde sadece 13’tür.<br />

Nüfusu 58 milyon olan İtalya’da yapılan<br />

bilimsel çalışma sayısı, 1,4 milyar nüfusa<br />

sahip Arap ülkelerindekine eşittir.”<br />

Sözü yeniden hatırlayalım ve soruyu<br />

tekrar soralım.<br />

“Bilim ve sanat bir kuşun iki kanadı gibidir.<br />

Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar<br />

uçar ve özgür olurlar, uçamayanlar ise tavuk<br />

olur. Tavuk toplum önüne atılan bir<br />

avuç yemi gagalarken, arkadan yumurtalarının<br />

alındığının farkında bile olmaz”<br />

Peki, biz kuş muyuz, yoksa tavuk mu?<br />

Kopernik’in 1543 yılında ortaya koyduğu<br />

Güneş merkezli gezegen sisteminden<br />

tam 117 yıl geçtikten sonra Osmanlı,<br />

bu sistemden Tezkereci Köse İbrahim<br />

Efendi’nin Fransızcadan çevirdiği Feleklerin<br />

Aynası ve İdrakin Gayesi isimli<br />

kitabı ile haberdar olmuştur.<br />

Kurulan ilk rasathane 1580 yılında Şeyhülislam<br />

Ahmet Şemsettin Efendi’nin,<br />

“Gözlem yapmak ve evrenin sırlarını<br />

açıklamaya cüret uğursuzluk getirir”<br />

biçimindeki fetvası üzerine yıkılmıştır.<br />

Bunu izleyen ilk rasathane ise ancak<br />

1911 yılında kurulabilmiştir.<br />

Otopsi yasağı ulemadan korkulduğundan<br />

ancak 1841 yılında kaldırılabilmiştir.<br />

Bu tarih, Leonardo Da Vinci’nin ilk<br />

otopsisinden neredeyse 300 yıl sonradır.<br />

Büyük İslam alimi İbn-i Sina, yüzyıllar<br />

önce İslam dünyasını uyarmıştı. Diyordu<br />

ki: “Bilim ve sanat iltifat görmediği<br />

ülkeyi terk eder.”<br />

Anlatmak istediği şuydu, sadece tüccarlık<br />

yaparak sanat ve bilim olmadan var<br />

olmaya çalışırsanız, kuşlarınızı kaybeder<br />

ancak tavuklar topluluğu olabilirsiniz.<br />

Geçtiğimiz günlerde oğlum Iphone uygulamaları<br />

arasında bulduğu Find Mecca<br />

(Mekke’yi Bul) programını gösterdi.<br />

Programı, Quotes Bank LTC isimli şirket,<br />

Iphone kullanan “çağdaş” Müslümanlar’a<br />

kıbleyi bulabilmeleri için 0,99<br />

sente satıyordu. Oğlum sordu: “Bu<br />

programı Hristiyanlar, Müslümanlar’a<br />

satmak için mi yapmış?”<br />

Bana sorduğu soru size yönelttiğimin<br />

aynısıydı aslında: Biz kuş muyuz, yoksa<br />

tavuk mu?<br />

Oğlumun bile yanıtını bildiği soruyu,<br />

kuşların önemsiz ve değersiz bir figüranı<br />

olarak var edilen ve orada burada<br />

“nutuk” atan büyüklerimiz ile onların<br />

söylediklerine inanan ve dökme suyla<br />

“çağ atladık” sanan saf ve cahil yurttaşlarımızın<br />

bilmesi mümkün mü?<br />

Sanmıyorum. Çünkü bu yüzyılda “tavuk”<br />

olmanın bir özelliği de tavuk olduğunun<br />

ayrımında olamamaktır aynı<br />

zamanda...<br />

* Yazarın aynı isimli derleme kitabından<br />

alınmıştır.<br />

Yararlanılan Kaynaklar<br />

1<br />

Fergany N. Nature (2006), 444: 7115,<br />

33-4<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 33


Prometheus’un<br />

Hediyesi;<br />

ATEŞ*<br />

Süda<br />

TEKİN<br />

KORUK<br />

İnsanlığın, kimi zaman çaresiz kaldığı ve açıklayamadığı doğa olayları<br />

karşısındaki davranış biçimlerinin ve yorumlarının ürünleridir mitoloji.<br />

Eski Yunan’da “mythologia” “geçmişte söylenenlerin tekrar edilmesi”<br />

gibi bir anlam barındırmaktayken zamanla Doğu dilllerinde efsane,<br />

Batı dillerindeyse mit anlamı kazanmıştır, yani kısaca “efsanebilim”<br />

anlamına gelir. Her ulusun kendine ait farklı mitleri, öyküleri olsa da<br />

tarihte ilk akla gelen Yunan mitolojisidir.<br />

Yunan mitolojisinde Prometheus, kardeşleri Epimetheus, Atlas ve<br />

Menoitios ile birlikte, Titan Iapetos’un Klymene’den doğan dört oğlundan<br />

biridir. İsmi “önsezi, basiret” anlamlarına gelen Prometheus,<br />

zekası ve kurnazlığıyla ünlü, Tanrılara karşı insanlığın yararına çalışmış<br />

bir kahramandır aynı zamanda. Titanlar ile Olimposlular arasında yaşanan<br />

savaşta, Zeus’un önderliğindeki Olimposlular, Titanları yenmiş,<br />

sıra insanoğluyla sorunları düzeltmeye gelmiştir. Oyunu insanoğlu lehine<br />

kullanan Prometheus, seçimini yaptıktan sonra Tanrıların yiyeceğiyle<br />

insanların yiyeceğini belirlemek için büyük bir boğa kurban eder<br />

ve kurbanı iki bölüme ayırır. Bir yanda hayvanın eti ve sakatatı, bunların<br />

üzerine hoş olmayan bir görünümle hayvanın derisini örter. Diğer<br />

yanda, kalın bir yağ tabakası altında etinden ayrılmış kemikler vardır.<br />

Sonra Zeus’tan payını seçmesini ister, diğer paysa insanların olacaktır.<br />

Zeus daha cazip görünen yağlı parçayı seçer, ancak kemiklerle karşılaşınca<br />

da Prometheus’a karşı korkunç bir öfke duyar. Çok öfkelen<br />

Zeus, eti pişiremesinler diye ateşi saklar. Bunun üzerine Prometheus<br />

yıldırımlar atan Zeus’un ateş kıvılcımlarını çalıp bunları insanlara hediye<br />

eder. Zeus Prometheus’un bu hareketine çok sinirlenir ve onu Kafkas<br />

Dağı’na zincirler. Zincirlemekle de kalmayıp, görevlendirdiği kartala<br />

Prometheus’un karaciğerini yemesini emreder. Gündüzleri bir kartal<br />

tarafından sökülüp yenmekte olan karaciğer geceleyin kendini yenilediği<br />

için de bu işkence sürgit devam etmektedir. Prometheus, “Zeus<br />

tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yoktur” der, böylelikle<br />

insanlığa özgürlüğün yolunu göstermiş olur. Ta ki nesiller sonra bir gün<br />

Herakles (Herkül) çıkagelip Prometheus’u - elbette Zeus’un rızasıyla<br />

- kurtarıncaya kadar. Yunan kültüründe bütün dinsel hayata sinmiş bir<br />

simgedir ateş. Tapınaklarda yakılan ateşler, ilahi iradenin sönmezliğini<br />

temsil eder.<br />

Tarihte Ateşli Hastalıklar<br />

Ateşli hastalıklar tarihini salgın hastalık tarihinden ayrı tutmak oldukça<br />

zordur. İlkel dünyada hastalıklar insanın normal durumunu ya da ya-<br />

34 I <strong>Toraks</strong> Bülteni


şantısını bozan etkilerdi. Bu anormal durumla veya ateşin yükselmesiyle<br />

karşılaşan insanoğlunun bunlara karşı ne yapılacağına dair tam bir<br />

düşüncesi yoktu. Ateşi çıkan bir insanın soğuk suya batırılması incelenen<br />

ilkel kabilelerde uygulandığı çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir.<br />

Mezopotamya halklarının dünya görüşüne göre, hastalıklar çevrede<br />

bulunan görünmez güçlerin insan bedenine girmesiyle oluşurdu. Bu<br />

duruma, büyük günahlar veya Tanrıların ihmal edilmesi neden olurdu.<br />

Büyük günahlardan bazıları, hasta insana yaklaşmak, hastanın kişisel<br />

eşyalarına dokunmak ve su kanallarına tükürmek olduğu bilinmekteydi.<br />

M.Ö. 2250 yıllarında yazılan Hammurabi Kanunları’na göre dönemin<br />

bu anlayışı doğrultusunda verem, ilahi bir ceza olarak algılanmaktaydı.<br />

Yunan tıbbının en ünlü hekimi ve düzenli tıp uygulamalarının<br />

kurucusu olan Hippokrates, öğrencilerine hastanın dış muayenesinde<br />

nabzına ve ateşine bakılması gerektiğini öğütlemekteydi.<br />

Ateş yükselmesiyle seyreden salgın hastalıklar tarihler boyu medeniyetlerin<br />

yıkılmasına olduğu kadar, yeni kıtaların keşfinde de önemli<br />

olmuştur. Yazar Jared Diamond “Tüfek, Mikrop ve Çelik” kitabında,<br />

avcı-toplayıcı toplumdan yerleşik hayata daha önce geçmiş, hayvanları<br />

evcilleştirmeye başlamış ve bu yolla çoğu hastalığa karşı korunaklı hale<br />

gelmiş batı toplumlarının, yeni kıta Amerika’ya girdiklerinde taşıdıkları<br />

hastalık etkenlerine karşı duyarlı yerli halkın ölmesine neden olmuşlardır.<br />

Çelikten yapılmış gemilerle yeni kıtaya gidilmiş, tüfekle sıcak<br />

savaş yaşanmış, mikroplarla tanışmayan halk “ateşlenerek” ölmüştür.<br />

Hastalık ateşiyle, aşk ateşinin birlikteliğini konu eden ve aynı zamanda<br />

mesleki sıcak duyguların yaşandığı “The Painted Veil” (Kolera Günlerinde<br />

Aşk) filmi, ilk olarak 1934 yılında seyirciyle buluşmuş, 2006 yılında<br />

yeni versiyonuyla karşımıza çıkmıştır. Filmde kolera salgını yaşanan bir<br />

köye gitmek zorunda olan bir hekimin hayat arkadaşının yaşadığı ikilem<br />

ve salgın hastalığın yaşattıkları konu edilmektedir. Günümüz 21. yüzyıl<br />

dünyasında da özünde değişen çok bir şey yok aslında. Yaşanan Ebola<br />

salgını nedeniyle, ateş ve hastalıkla mücadele için Afrika’ya görevli<br />

olarak giden bir hekimin anlattıkları bilimsel alanda oldukça prestijli bir<br />

dergide (NEJM) yayımlanmış ve takvimlerin <strong>2015</strong>’i gösterdiği bu günlerde<br />

insanlığın “ateşle” savaşımının devam ettiğini de göstermiştir.<br />

Ateş nedir?<br />

Ateş, vücut ısısının normal olarak sürdürülmekte olan sınırlarının üzerine<br />

yükselmesi olarak tanımlanabilir. Normalde vücut ısısı koltuk altında<br />

36.5°C’ın, ağız içinde 37°C’ın ve rektumda 37.5°C’ın altındadır.<br />

Vücut ısısı gün içinde (diürinal) bir ritme sahiptir. Sabah 04.00-06.00<br />

arasında en düşük seviyelerdeyken, akşam 16.00-18.00 arasında ölçülen<br />

değerler en yüksek değerlerdir. Bu diürnal ritm ateşli hastalıkların<br />

seyrinde de devam eder.<br />

Ateş, infeksiyon hastalıklarının en sık karşılaşılan belirti ve bulgularından<br />

biridir. Ancak ateş yüksekliği sadece infeksiyon hastalıklarında<br />

görülmez. Romatizmal hastalıklar gibi inflamatuar diğer durumlar,<br />

kanserler ve vücut travmalarından sonra da yüksek ateş izlenebilir.<br />

Yaygın görüş ateşin infeksiyon hastalıklarının bir bulgusu olduğu yönündedir.<br />

İnfeksiyon için yüksek risk taşıyan hastalarda bu yaklaşım,<br />

belli ölçüde pratiklik sağlamaktadır. Ateşli hastanın değerlendirilmesi<br />

dinamik bir süreçtir ve infeksiyon dışı nedenlerin büyük bir dikkat<br />

ve titizlikle dışlanmasını gerektirmektedir. Geleneksel olarak ateş ve<br />

infeksiyon hastalığının bir arada düşünülmesi, ağır seyredebilen ve<br />

ölümle sonuçlanabilen infeksiyon hastalıklarının gözden kaçırılmaması<br />

için önemli olabilir.<br />

İnfeksiyon hastalıklarında ateş yüksekliği, vücuda farklı yollardan giren<br />

mikroorganizmalar (virus, bakteri, parazit vb.) tarafından ortama salınan<br />

veya parçalanmaları sonrası açığa çıkan ürünlere karşı konakta<br />

oluşan yanıtın ifadesidir. Dolayısıyla ateşe neden olan etkenin tanınması<br />

ve ortadan kaldırılmasıyla ateş zaten düşecektir. Ateş nedeninin<br />

araştırılması, hastanın muayenesi ve bazı laboratuvar tetkiklerinin<br />

yapılması sonucunda infeksiyonun etkeni belirlenmelidir. Bunun için<br />

hastanın şikayet ettiği yere göre farklı kültürleri (boğaz, balgam, idrar,<br />

dışkı gibi) alınmalı, gerekliyse yatırılarak kan kültürü alınmalı ve<br />

bakteriyel etken düşünülüyorsa antibiyotikler başlanmalıdır. Viruslara<br />

bağlı geliştiği düşünülen infeksiyonlardaysa antibiyotiklerin yeri yoktur.<br />

Özellikle sonbahar ve kış aylarında burun akıntısı, hapşırma ve hafif<br />

boğaz ağrısıyla seyreden, soğuk algınlığı (nezle) nedeni zararlı olmayan<br />

viruslardır. Çocuklarda daha belirgin olmak üzere yetişkinlerde<br />

de ateş yüksekliğine yol açan grip de virus kaynaklı bir infeksiyondur.<br />

Ateşi yükselten bu durumda da acele edilmeden yaklaşılmalı, ateş düşürülmeye<br />

çalışılmalı ve antibiyotik verilmemelidir.<br />

Yüksek ateş: Dost mu, düşman mı?<br />

İnsanlığı korkutan ve tedirginlik yaşatan ateş aslında, organizmayı korumaya<br />

yönelik olarak oluşmaktadır. Bu yönüyle yüksek ateşin dost<br />

mu, yoksa insanı ölüme götürebilen düşman mı olduğu çok sorgulanmıştır.<br />

Yapılan çalışmaların bir kısmında, mikroorganizmaların öldürülmesini<br />

artırdığı ve tedavi için kullanılan antibiyotiklerin daha etkin<br />

olmasına katkıda bulunduğu vurgulanmıştır. Yani belli düzeye kadar<br />

ateş yükselmesi konak için yarar sağlamaktadır. Ancak sepsisli (infeksiyona<br />

bağlı organ yetmezliğine gidebilen ağır bir tablo) hastalarda<br />

vücut ısısının kendiliğinden veya uygun bir antipiretik metodla düşürülmesi<br />

gerektiği hastanın geleceği açısından daha olumlu sonuçlar<br />

sağladığı vurgulanmıştır.<br />

Ateş ne zaman düşürülmeli?<br />

Organizmayı temelde koruyucu olarak çalışan ateş 40°C’ı aşmışsa antipiretiklerle<br />

(ateş düşürücüler) müdahele edilerek düşürülmeye çalışılır.<br />

Eğer 38-40°C arasındaysa hastanın durumuna göre karar verilir.<br />

Özellikle febril konvülziyona (ateşli nöbet) eğilimli çocuklar, gebeler,<br />

yaşlılarla, kalp, akciğer, böbrek ve merkezi sinir sistemi hastalığı olan<br />

kişilerdeyse ateş kısa sürede düşürülmelidir.<br />

Ateşli hastaya yaklaşım<br />

Yüksek ateşli kişinin öncelikle üstündeki kalın giysileri çıkarılmalı, hafif<br />

ve ince kıyafet giydirilmelidir. Ateşin yükselmesi aşamasında hastalarda<br />

titreme meydana gelir. Titreme vücut ısısının yükseleceğinin bir<br />

işaretidir. Hasta açısından hoş olmayan bu durum, hastaya üşüme ve<br />

ürperme hissi de verecektir. Dolayısıyla ateşi yükselmekte olan hasta<br />

aynı zamanda üşüyorum zannederek üstünü örtmeye de çalışır. Bu<br />

yanılgıya düşülmemelidir. Dolayısıyla ortamın soğutulması, sıcak olmayan<br />

çevre ısısı (21-22°C) sağlanmalıdır. Ilık su banyosu (29-32°C arası)<br />

ve banyo sonrası kurutma makinesiyle hava uygulanması, özellikle<br />

koltuk altı ve kasık bölgelerine ıslak uygulama ve bol sıvı tüketilmesinin<br />

sağlanması, yatan hastada serumla sıvı replasmanı gereklidir. Hastanın<br />

ateşinin düşürülmesinde ateş düşürücü ilaçlardan da yararlanılır. Bunlar<br />

arasında en sık asetaminofen, nonsteroid anti-inflamatuar ilaçalar,<br />

asetil salisilik asit (aspirin) ve dipiron (metamizol) kullanılmaktadır.<br />

Sonuç olarak, yüksek ateş belli hasta grubu dışında çok korkulacak bir<br />

durum değildir. Ateş yüksekliğinin sebebinin aydınlatılmasına yönelik tetkiklerin<br />

yapılması ve kişi için olumsuz bir durumun göstergesi olan bu<br />

sonucun aydınlatılmasına yönelik davranılması uygun olacaktır. Prometheus’un<br />

insanlığa hediyesi ateşin, aynı zamanda hijyeni sağladığı ve mikroorganizmaların<br />

yok edilmesine katkıda bulunduğu da akılda tutulmalıdır.<br />

*Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik ekinde yayınlanmıştır.<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 35


Amok! Amok! Amok!..<br />

Haluk ÇALIŞIR<br />

Ruhsuz, ilgisiz, donuk bir biçimde oturuyor oracıkta. Tıpkı benim odamda oturduğum gibi, sonra ansızın ayağa fırlıyor,<br />

hançerini kapıyor, sokağa fırlıyor... Dosdoğru koşuyor, dosdoğru... Nereye gittiğini bilmeden... Yoluna ne çıkarsa, insan<br />

olsun hayvan olsun, hançerini saplıyor, akan kan onu daha da çıldırtıyor... Ağzı köpürüyor, kudurmuş gibi uluyor... Ama<br />

koşuyor, koşuyor, koşuyor, ne sağa bakıyor ne sola, acı acı haykırarak, elinde kanlı hançeriyle, korkunç koşusunu sürdürüyor...<br />

Köylerdeki insanlar bu Amok koşucusunu hiçbir gücün durduramayacağını bilirler... O gelirken uyarmak için “<br />

Amok! Amok!” diye haykırırlar ve herkes kaçışır... Ama o bunları duymadan koşar, önüne çıkanı devirir... Sonunda kuduz<br />

bir köpeği vururcasına vurup öldürürler onu ya da o ağzından köpükler çıkararak yere yığılıp kalır...<br />

Stefan Zweig<br />

Amok Koşucusu<br />

Stefan Zweig’ın yıllar önce okuduğum Amok Koşucusu<br />

kitabından en çok aklımda kalanın bu bölüm olduğunu<br />

kitabı son okuduğumda fark ettim. Aradan geçen<br />

uzun yıllardan sonra yazar ve koskoca kitapla ilgili<br />

zihnimde kalan duygusal bir özet...<br />

Özellikle son aylarda içinde yaşadığımız sosyopolitik<br />

gelişmeler karşısında AMOK sözcüğünün sık sık zihnimde<br />

belirip kaybolduğunun farkına vardım. Belki de ulusal<br />

ve uluslararası basında Türkiye ile ilgili analizlerde<br />

zaman zaman AMOK metaforuna rastlamamın da etkisi<br />

olmuştur. Duramadım Amok Koşucusu’nu yeniden<br />

36 I <strong>Toraks</strong> Bülteni<br />

okudum. Psikolojiye ve Freud’a özel ilgisi olan Zweig,<br />

Amok Koşucusu’nda Almanya’da iyi eğitim almış bir<br />

doktorun, Hollanda sömürgelerinde bulduğu iş için<br />

gittiği Güney Doğu Asya’da geçen öyküsünü anlatır.<br />

Amok Koşusu ya da Amok, daha çok Malezya’da ve Endonezya’da<br />

görülen bir eylem. Sakin sakin oturmakta<br />

olan biri, birden harekete geçer ve eline geçirdiği bir<br />

hançerle koşmaya başlar ve karşısına kim çıkarsa çıksın<br />

onu öldürerek ya da ona saldırarak koşusuna devam<br />

eder. Hiç bir şey onu durduramaz ve sonunda ya öldürülür<br />

ya da kendisi ölür. Ölümüne ve ölüm için bir koşu.


Aslında Amok, psikiyatrik hastalıkların sınıflandığı DSM<br />

IV-TR de tanımlanmış klinik bir durum. Dissosiyatif bir<br />

bozukluk olarak tanımlanıyor. Psikiyatrik hastalık olarak<br />

sınıflamaya giren bu hastalığın sosyo-kültürel bağlantıları<br />

olduğu düşünülmüş. Malezya ve Filipinler’de<br />

Laos’dan başka, Polinezya dilinde Cafardor ya da<br />

Cathard, Porto Riko’da Mal de pelea, Navaho yerlileri<br />

arasında ise İich’ad olarak adlandırılıyor. Temelinde intiharın<br />

kültürel olarak yasak ya da günah olduğu toplumlarda<br />

bir tür intihar şekli olarak tanımlanıyor. Kaptan<br />

Cook, 1770 yılında Maleyza’daki seyahati sırasında<br />

Amok Koşucusu’nun yaptığı kıyımı tarif eder. 1846’da<br />

yine Malezya’da bir Amok vakası daha bildirilmiş. İlk<br />

vakaların Malezya’dan olmasına ve Malay kültürünün<br />

bir parçası olduğu yönündeki görüşlere rağmen,<br />

modern psikiyatride, Amok olgusunun tüm dünyada<br />

görülebildiği düşünülüyor. 1980-2000 yılları arasında<br />

18 yıllık bir süreçte, Almanya genelinde 104 vaka saptanmış.<br />

Vakaların birisi dışında hepsi erkek ve hiçbiri<br />

kurbanlarını tanımıyor. Teknik yönüyle bakıldığında iki<br />

formu tanımlanmakta; Amok ve Beramok. Beramok<br />

daha çok bir kaybın arkasından, depresif dönemden<br />

sonra ortaya çıkıyor ve Amok’a göre daha sık gözleniyor.<br />

Daha önce de şiddet içeren davranışlar gösteren,<br />

işini, bir sevdiğini ya da eşini kaybeden, paranoid,<br />

antisosyal veya narsist kişilikli, borderline bozukluğu<br />

olan ve önceden intihar girişiminde bulunan insanlar<br />

arasında görüldüğü bildiriliyor.<br />

Freud’dan çok etkilenen Stefan Zweig, Amok koşusunun<br />

hem dil hem de kültür altyapısının ait olduğu<br />

Güneydoğu Asya dekorunda, Avrupa kökenli bir<br />

doktorun zihninde, Amok koşusu sarmalına sokuyor<br />

okuyucusunu. Doktorun çıktığı Amok koşusundaki<br />

kurbanları; kendi kariyeri, birikimi, mesleği ve hatta hayatıdır.<br />

Zweig’ın sürükleyici üslubu eşliğinde doktorun<br />

yaptıklarına şahit olursunuz, felaketi sezersiniz ancak<br />

hiçbir şey yapamazsınız. Hatta yazar ve siz, doktorun<br />

felaketini izlerken, doktor da size katılır ve hep birlikte<br />

hayretler içerisinde olacak felakete engel olamazsınız.<br />

Zweig’ın muhteşem anlatımı ile gözümüzün önünde<br />

sahnelenen öz kıyım sürecini, artık siz de Malezyalı biri<br />

gibi tek bir sözcük ile anlatabilirsiniz. AMOK.<br />

Hepimizin farklı bir Amok koşucusu olabilir.<br />

Kutuplaştığımıza göre, diğer kutup sizin için Amok<br />

koşusu yapıyor olabilir.<br />

Ülkemizin son yıllarda dengesinin bozulduğuna,<br />

toplumun tüm katmanlarıyla birlikte giderek kutuplaştığına<br />

şahit oluyoruz. Seçimlerin kutuplaşmayı<br />

azaltacağını düşündük, ancak dengemizin daha da<br />

bozulduğunu, göz göre göre barışın uzaklaştığını görüyoruz.<br />

Her taraf karşı tarafı suçluyor, ötekileştiriyor<br />

ve şiddet uyguluyor. Birbirimize zarar veriyoruz. Genç<br />

insanlar yeniden ölmeye başladı. Günlük hayatımızda,<br />

metro istasyonlarında, kalabalık bir yerde her an kurban<br />

olabiliriz hissi giderek hücrelerimize işliyor. Sanki<br />

bir ya da daha fazla Amok Koşucusu var, bütün bir<br />

topluma elindeki silahla dalmış, toplumun ve barışın<br />

kurban olmasına aldırmadan koşarak ilerliyor. Hepimizin<br />

farklı bir Amok koşucusu olabilir. Kutuplaştığımıza<br />

göre, diğer kutup sizin için Amok koşusu yapıyor<br />

olabilir. İçinden geçtiğimiz şu zor günlerde, kolaylıkla<br />

çoğumuz ‘İşte Amok koşucusu budur!..’ diyebileceğimiz<br />

figürler gösterebiliriz. Ancak yaşadığımız bütün<br />

bu kaotik gelişmeleri psikiyatri kitaplarında bile yerini<br />

almış klinik bir durumla açıklamak, olayları çok naif bir<br />

şekilde değerlendirmek anlamına gelir. Kuşkusuz tüm<br />

bu politik karmaşanın ardında derin sınıfsal ve ekonomik<br />

nedenler yatıyor. Bir anda ortaya çıkmadı bu saldırganlık,<br />

gözü dönmüşlük. Ancak yine de onca uyarı,<br />

barış çağrısı yapılırken bunlara kulakların tıkanarak<br />

olayların tırmandırılması, umutların tükenme noktasına<br />

gelmesi, insanda yavaş çekimde bir Amok koşusu<br />

izliyormuşuz hissi yaratıyor.<br />

Amok koşusu hiçbir zaman zafer ile sonuçlanmıyor.<br />

Sonuç hep kötü oluyor, koşucu da zarar görüyor, kurbanları<br />

da… Çevredekiler bağırıyorlar uyarmak için<br />

potansiyel kurbanları… ‘Amok!, Amok!, Amok!’<br />

İçimdeki sesin sık sık Amok, Amok diye fısıldadığını<br />

söylemiştim, siz bu yazıyı bir çığlık olarak duyun…<br />

‘Amok!, Amok!, Amok!..<br />

Yararlanılan Kaynaklar<br />

1<br />

Zweig S.: Amok Koşucusu, Çev: İlknur Özdemir. Y.<br />

Baskı. Can Yayınları<br />

2<br />

Saint Martin, M.L. (1999) “Running Amok: A Modern<br />

Perspective on a Culture-Bound Syndrome”. Primary<br />

Care Companion to the Journal of Clinical Psychiatry,<br />

1(3): 66-70. http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/<br />

articles/PMC181064/?tool=pmcentrez<br />

3<br />

Richard-Devantoy S., Olie JP, Gourevitch R: Encephale.<br />

Risk of homicide and major mental disorders: a<br />

critical review2009 Dec;35(6):521-30. doi: 10.1016/j.<br />

encep.2008.10.009. (Abstract)<br />

4<br />

Adler L1, Lehmann K, Räder K, Schünemann KF. :<br />

“Running amok”--content analytic study of 196 news<br />

presentations from industrialized countries. Fortschr<br />

Neurol Psychiatr. 1993 Dec; 61(12): 424-33.<br />

5<br />

Adler L1, Marx D, Apel H, Wolfersdorf M, Hajak G:<br />

Stability of the “amok runner syndrome Fortschr<br />

Neurol Psychiatr. 2006 Oct; 74(10): 582-90. Epub<br />

2006 Jan 2. (Abstract)<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 37


Mahşerin Bir Kısrağı:<br />

Tomris Uyar<br />

Hepgül ÖZDEMİROĞLU<br />

Yazmasam Çıldıracaktım<br />

Bir hayalim vardı...<br />

“Yaşayan en iyi şairlerimizden Yılmaz Odabaşı ile çıkacak romanı ‘Şarkısı<br />

Beyaz’ (yayımlanmış ilk Cemal Süreya şiiri olan ‘Şarkısı Beyaz’, şairin<br />

kendisinden yıllar önce izin alınarak romana isim olmuş) ve hayat üzerine<br />

müthiş bir sohbetten ayrılıp kısa bir deniz yolculuğu yaparak evime<br />

ulaştıktan sonra yazıya başlamaya karar vermiştim”<br />

Bu satırları iki yıl önce yazmış ve bir türlü toparlayamamıştım.<br />

Onlar İkinci Yeniciler, onlar 26 Mart’ı “dünya ölmeme günü” yapanlar,<br />

edebiyata ve şiire önerileri olanlar ve Türk yazın tarihinde yeni bir çağ<br />

açanlar. Onlar benim kalbimin şairleri, onlar Mahşerin Dört Atlısı…<br />

İlk, şair Cemal Süreya’yı yazacaktım, onunla ilgili bir anıyı.<br />

Yazmak için oturduğumda sesler geldi kulağıma, nihavent makamda:<br />

“Onu yaz...”<br />

Tomris Uyar<br />

38 I <strong>Toraks</strong> Bülteni<br />

Bu sesler, Cemal Süreya, Edip Cansever ve Turgut Uyar’dan geliyordu.<br />

Onlar ki benim vazgeçemediğim, şiirlerini yıllardır okumaktan bıkmadığım,<br />

doyamadığım şairlerimdi...<br />

“Onu yaz,” diyorlardı…<br />

“Tomris’i…”<br />

Uzaklardan bir sızı gibi geliyordu Zeki Müren’in sesinden, “Ben<br />

seni unutmak için sevmedim.”<br />

Zaman ve nesneler anlamını yitirmiş, bambaşka bir evrende kalakalmıştım.<br />

Tomris Uyar’ı yazmak…<br />

Tüm yönüm değişmiş miydi, yoksa rayına mı oturmuştu her şey?..<br />

Yıllar öncesine gittim birden; iki kurs arasında karar verememiş, birini<br />

seçmek zorunda kalmıştım. Çünkü sabrım yetmiyordu beklemeye.<br />

En kısa zamanda başlayacak kursa yazılmalıydım. Yazarlık konusunda<br />

geliştirmeliydim kendimi ve Tomris Uyar’ın kursuna daha aylar vardı.<br />

Ben de Cevat Çapan’ın kursuna kaydoldum. Sonrasında diğer kursa<br />

gidecek ve hedeflediğim doygunluğa ulaşacaktım. Ama biz planlar<br />

yaparken, bizim üstümüzde de bir plan olduğunu anlayacaktım.<br />

Mutluluktan çıldırmış bir halde kursumu bitirmiş, sonra da Tomris<br />

Uyar’ın vefat haberiyle sarsılmıştım. Haftalarca yas tutmuştum.<br />

Kursuna gidememiş, öğrencisi olamamıştım…<br />

Kader işte.<br />

Onun hayatını yazmaya yetmeyecek bana ayrılan sayfa, ama sayfalar<br />

yetmezdi zaten anlatmaya…<br />

Öylesine fırtınalı ve öylesine üretken bir yaşamdı.<br />

Yaşanılası bir hayat mıydı bilemem...<br />

Kimilerine göre öyle, kimilerine göre değil…<br />

Ona sormak isterdim: “Altmış iki yıllık yaşamınızda mutlu oldunuz mu?” diye…<br />

Sevdikleri ondan önce gidince partiyi kaçırmamak için olsa gerek,<br />

“Onların yanına gitmek için elinden geleni yaptı,” diyor onu tanıyanlar...<br />

“İnsan hayatının, üstüne titreyerek korunacak bir şey olduğuna<br />

inanmıyorum,” diyen Tomris Uyar’ın arkadaşı Feyza Hepçilingirler<br />

kendisinin bu sözünü destekleyerek, “Tomris uzun yaşamak isteseydi,<br />

yaşadığı gibi yaşamazdı zaten,” demişti…<br />

Yaşamına giren dört şair; ilk eşi Ülkü Tamer, sevdiği adam Cemal<br />

Süreya, hayatının aşkı ve ikinci eşi Turgut Uyar ve onu daima tutkuyla<br />

seven Edip Cansever…


İlk eşi, önemli şairlerimizden, okul arkadaşı olan Ülkü Tamer. Okulu<br />

bitirdikten sonra evlenmişler; bir kızları olmuş Ekin adında ve daha<br />

birkaç aylıkken sütten boğularak ölmüş. Sonra hayatına Cemal Süreya<br />

girmiş. Üç yıl sürmüş aşkları…<br />

Aynı eve taşındıklarında, ki iki yazara dar gelir bir ev, mutlu olduklarına<br />

eminim... Şanslı oldukları da kesin, bir hayata böylesine bir aşk sığdırmak<br />

herkese nasip olmaz. Büyük şairlerin aşkları da büyük oluyor.<br />

Hayat gaileleri, günlük rutinler ve bir sürü şey girince yaşamına,<br />

kendisiyle baş başa kalma ihtiyacı çok oluyor bir şairin, bir yazarın.<br />

Onun da öyle olmuş.<br />

Cemal Süreya işten çıkar çıkmaz eve gelirmiş. Bütün yazarlar gibi,<br />

Tomris Uyar da yalnız kalmaya ihtiyaç duymuş olacak ki, “Erken<br />

gelme, arkadaşlarınla yemeğe git, gez toz,” demiş. Ertesi gün geç<br />

gelmiş Cemal Süreya, daha ertesi gün daha da geç…<br />

Tomris Uyar camdan bakarken, apartmanın girişinde Cemal Süreya’yı<br />

görmüş ve anlamış ki, iş çıkışı hiçbir yere gitmez, gecikirmiş kapıda... Bu<br />

durumun adını beraberce koymuşlar sonrasında: “Şahsiyet rötarı.”<br />

O aşk tüm zamanların en önemli edebiyat dergisi Papirüs’ün çıkmasına,<br />

birçok öyküye, birçok şiire, çokça anıya zemin hazırlamış. Geriye<br />

sağlam bir dostluk kalmış. Belki de, bir ömür süren bir aşk...<br />

Tomris Uyar ki, âşık olunacak erkeğin yirmi özelliğini yazmış bir kadın,<br />

hem rüyanın, hem aşkın hammaddesi, hem kendisi şiirden bir kadın...<br />

Cemal Süreya’nın dizeleri o aşkın duygularını anlatıyor:<br />

Ay ışığında oturduk, bileğinden öptüm seni<br />

Sonra ayakta öptüm, dudağından öptüm seni<br />

Kapı aralığında öptüm, soluğunda öptüm seni<br />

Bahçede çocuklar vardı, çocuğundan öptüm seni<br />

Evime götürdüm, yatağımda, kasığından öptüm seni<br />

Başka evlerde karşılaştık, iliğinden öptüm seni<br />

En sonunda caddelere çıkardım, kaynağından öptüm seni...<br />

Sezen Aksu yıllar sonra besteledi, albümünde dinledik bu aşkı...<br />

Daha sonra Turgut Uyar ile evlenirler. Oğlu Turgut’un babası, hayatının<br />

en uzun sevdası...<br />

Edip Cansever’le dostlukları, birbirlerine hayran bir şekilde, ömür<br />

boyu devam etmiş. Şairin Tomris Uyar’a yazdığı çok şiir olsa da, en<br />

çarpıcı olanı, bir peçeteye yazdığı:<br />

Tomris rakıyı severdi, ben de onu...<br />

Hafızalardan silinecek gibi değildir bu dize…<br />

Tomris Uyar, “Hayatta olur, edebiyatta olmaz” derdi. Öyle de<br />

oldu. Onun öyküleri, eleştirileri zarif bir kesinlik taşırdı. Ondan<br />

geriye birçok eser, edebiyat dünyası ve öykücülüğe dair devrim<br />

niteliğinde tespitler ve ona âşık şairlerin dizeleri kaldı…<br />

Tomris<br />

Senin için alışılmış şeyler söyleyemem, sana yaraşmaz<br />

Kış gecesi amcamızdır, bahar yakından kardeşimiz<br />

Alır başımı, Erzincan’a giderim seni düşünmek için<br />

Dörtlükleri bozarım, çünkü dağlar ne güne duruyor<br />

Kıyılar ve eskimeyen her şey seni anlatmak için...<br />

Bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur<br />

Ne var ki, ıslanır gider coşkunluğum durmadan<br />

Durmadan<br />

Dağ biraz daha benden, deniz her zaman senden<br />

Hiçbir dileğimiz yok şimdilik tarihten, coğrafyadan...<br />

Kimselere benzemesin isterim seni övdüğüm,<br />

Seni övdüğüm zaman<br />

Güzel bir çingene yalnız başına dolaşmalı kırlarda<br />

Seni övdüğüm zaman...<br />

Turgut Uyar<br />

Düşünüyorum da, evren bu kıymetli çocuklarını, işlerini bitirdikten<br />

sonra fazla tutmuyor şu gök kubbe altında. Onları da tutmadı.<br />

İlk önce Turgut Uyar 1985’te 58 yaşında, hemen ardından Edip Cansever<br />

1986’da 58 yaşında, Cemal Süreya 1990’da 59 yaşında esas âleme<br />

gittiler... Aralarına en son Tomris Uyar katıldı 2003 yılında. 62 yaşındaydı...<br />

Hep içim sızlıyor erken biten yaşamlarına, ama kütüphanelere<br />

sığmayan eserleri ve artlarında bıraktıkları anıları ve eşsiz yaşam<br />

hikâyelerini düşündükçe...<br />

Yaşamak uzun olunca mı anlamlı, yoksa arsızca yaşayıp dur durak<br />

bilmeden üreterek hiçbir ânı boşa geçirmeyince mi?<br />

Turgut ve Tomris Uyar’ın vasiyetleri, kendilerine ait her şeyin yakılmasıymış<br />

ve oğulları vasiyete uymuş...<br />

Herkes ölüyor da, herkes gerçekten yaşıyor mu? Onlar yaşadılar... Görüyorlar<br />

mı bizi, bakıyorlar mı burada neler oluyor diye, yoksa görevlerini<br />

mükemmel bir şekilde tamamlamanın huzurunu mu yaşıyorlar?..<br />

Belki de benim hayalim, böyle olması. Onlar ki, adlarını her andığımda,<br />

satırlarını ve dizelerini her okuduğumda daha da ölümsüzleşiyorlar...<br />

Belki bu yazı bittiğinde güzel bir çingene, gür siyah saçlarının arasına<br />

bir gül takıyordur. Eliyle uzanıp, buz gibi bir rakıyı onlara övgü<br />

olarak içip dans ediyordur... Kim bilir…<br />

Tomris Uyar Kitapları<br />

Gündökümü/ Bir Uyumsuzun Notları 1-2<br />

Yaz Düşleri Düş Kışları<br />

Yürekte Bukağı<br />

Aramızdaki Şey<br />

Yaza Yolculuk<br />

Otuzların Kadını<br />

Sekizinci Günah<br />

Gecegezen Kızlar<br />

Dizboyu Papatyalar<br />

Ödeşmeler ve Şahmeran Hikâyesi<br />

İpek ve Bakır<br />

Güzel Yazı Defteri<br />

Alıntılar: Nedim Atilla (Milliyet Sanat)<br />

Tolga Meriç (Yazar-Editör)<br />

Hande Umur (Editör)<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 39


Kişisel Bilgilerin<br />

Güvenliği ve İnternet<br />

Kağan KONGAR<br />

ÖNSÖZ<br />

Selam. Teknik detayları hayli kapsamlı bir konuyu sadeleştirerek paylaşmanın en güzel yolunun bir “söyleşi” olduğunu düşündüm. Umarım<br />

“Kişisel Bilgilerin Güvenliği ve İnternet” konulu bu söyleşiyi sıkılmadan okursunuz. Konu ile ilgili yazılmış kitaplar, tezler ve yapılmış çalıştaylar var. Bu<br />

derece geniş kapsamlı bir konuyu detaylı anlatmak kolay değil. Lütfen bu söyleşiyi bir “giriş” olarak kabul edin.<br />

Başlamadan önce, çalışmaya önemli ölçüde katkı veren Sn. Abdullah Aloğlu’na (https://alog.lu/) (Sn. Aloğlu’nun çalışmalarından (izin alarak) ve<br />

kıymetli görüşlerinden bir hayli yararlandım) ve eleştiri ve düzeltmeleri ile bu çalışmanın biraz daha okunabilir olmasını sağlayan Sn. Nilüfer Aykaç<br />

Kongar’a teşekkür etmek isterim.<br />

Bu çalışmada yer alan bazı terimlerin Türkçe karşılığı yok. Bazılarının karşılıkları uygun değil, bazılarını da ben çevirdim. Bu nedenle kullandığım<br />

terimlerin İngilizce karşılıklarını da parantez içerisinde yazmayı uygun gördüm.<br />

Öncelikle bir tanım alıntılıyayım; “privacy”<br />

kelimesinin karşılığı olarak:<br />

Mahremiyet veya gizlilik (Latince: “privatus<br />

“: geri kalanından ayrı, Privo; “mahrum”)<br />

bireyin veya bir grubun kendilerini veya<br />

kendileri hakkındaki bilgileri ayırma yeteneği<br />

ve böylece kendilerini ifade ederken seçici<br />

olmalarıdır. Sınırları ve kabul edilir içeriği<br />

kültürler ve bireyler arasında farklılık gösterir<br />

ancak bazı ortak temalar paylaşılmaktadır.<br />

Herhangi bir şey gizli olduğunda, doğal<br />

olarak kişiye özel veya hassas bir durum var<br />

demektir. Mahremiyet alanı bilgilerin korunması<br />

ve kişisel alana girilmemesini gerektirdiğinden<br />

güvenlikle çakışmaktadır. 1<br />

Bu söyleşi “mahremiyet” ile ilgili. “Kişisel bilgiler”<br />

olarak tanımlamaya çalıştığım şey de<br />

aslında tam olarak mahremiyet. Bir diğer<br />

deyişle “istemediğiniz kişilerce bilinmesini uygun<br />

görmediğiniz her şey”. Bu söyleşi içinde<br />

“gizlilik” ve “mahremiyet” kelimelerini sanki<br />

eş anlamlıymış gibi kullanacağım.<br />

Tam da bu noktada “benim gizleyecek bir<br />

şeyim yok ki? Neden rahatsız olayım?” argümanı<br />

devreye giriyor. Bu yazının amacı herkesi<br />

gizlilik konusunda radikal kararlar alan<br />

paranoyaklara dönüştürmek değil. Haberdar<br />

etmek. Hangi bilginin kime, ne kadar sızdığını/<br />

sızabileceğini bilmek bilinçli tercihler yapmayı<br />

kolaylaştıracaktır. “Madem saklayacak bir şeyin<br />

yok, mektubu neden zarfa koyuyorsun?”<br />

40 I <strong>Toraks</strong> Bülteni<br />

Bir de not; bu yazı hazırlanırken Microsoft<br />

Windows 10 isimli yeni işletim sisteminin<br />

dağıtımına başladı. Mahremiyet hassasiyetiniz<br />

var ise güncelleme konusunda acele<br />

etmeyin derim. Windows 10, sunduğu<br />

birçok hizmeti verebilmek için kullanıcının<br />

“mahrem” sayılabilecek çok sayıda bilgisini<br />

Microsoft sistemleri ile paylaşıyor. Bunu bilerek<br />

kullanmakta yarar var.<br />

TANIMLAR, Kişisel Bilgiler ve Rakipler<br />

Konuya internet girince bazı tanımların kapsamı<br />

ve içeriği ister istemez değişiyor. Sonuçta<br />

internet dediğimiz şey iki taraflı bir iletişim kanalı.<br />

İki taraflı. İletişim. Televizyon izlemekten<br />

çok telefonla konuşmaya yakın ama telefonun<br />

(sahte) mahremiyetinden de çok uzak.<br />

İnternet aracılığı ile yaptığınız hiç bir şey mahrem<br />

kalmıyor; eğer tedbir almıyorsanız.<br />

Açık sözlü olmak gerekirse, <strong>2015</strong> dünyasında<br />

hemen tüm iletişim dijital ortamlarda<br />

gerçekleşiyor; telefon, sms, internet mesajları<br />

(WhatsApp, Facebook Messenger,<br />

Hangouts…), eposta, chat, sosyal medya<br />

vs. vs. Bunların tamamının, bir ya da birden<br />

çok noktada kayıt altına alındığını var saymak<br />

çok da yanlış olmayacaktır.<br />

Kişisel bilgilerin (ya da mahremiyetin) kapsamı<br />

da internet bağlamında bir miktar<br />

değişiyor ve hayli genişliyor. Kabaca bir liste<br />

yapmaya çalışalım:<br />

• Özlük bilgileri, TC kimlik no, isim, adres vb.<br />

• Aile ve akrabaların bilgileri<br />

• Arkadaş ve tanıdıklar<br />

• Olası gelir<br />

• Lokasyon (coğrafi yer)<br />

• Finansal kayıtlar (menkul, gayrimenkul ve<br />

para hareketleri)<br />

• Ziyaret edilen web siteleri<br />

• Sosyal medya aktiviteleri<br />

• Alışveriş ilgi alanları<br />

• Cinsel tercihler<br />

• Sağlık ile ilgili bilgiler (bu ayrıca hassas bir<br />

konu)<br />

• Politik duruş<br />

• Kanuni ama “gizli” işler<br />

• Kanunsuz işler vs. vs. vs.<br />

Peki mahremiyetinizi tehdit eden kişi ya da<br />

kurumlar kim? “İç ve dış mihraklar” demek<br />

herhalde kolaya kaçmak olacak. Bilgi güvenliği<br />

konusunda çalışanların kullandığı İngilizce<br />

bir terim var: “adversary”. Düşman, hısım<br />

demek. Bu söyleşi kapsamında ben “rakip”<br />

kelimesini kullanacağım; mâkul nedenlerden<br />

dolayı.<br />

Esas olarak “rakip” (adversary) iletişim<br />

mahremiyetinizi tehdit eden kişi, kurum ya<br />

da kuruluşlar anlamına geliyor. Bu rakip bir<br />

hacker (bu kelime için İngilizce orijinalini kul-


lanacağım; hem düzgün bir Türkçe karşılığı<br />

yok hem de medya sayesinde topluma mâl<br />

oldu), bir devlet, bir şirket, organize bir suç<br />

örgütü, eşiniz, çalıştığınız kurum, reklam şirketleri<br />

ya da bizzat şahsınız olabilir.<br />

Konu ile ilgili anayasa maddeleri şöyle:<br />

IV. Özel hayatın gizliliği ve korunması<br />

A. Özel hayatın gizliliği<br />

MADDE 20- Herkes, özel hayatına ve aile hayatına<br />

saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir.<br />

Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz.<br />

(Mülga cümle: 3.10.2001-4709/5 md.)<br />

(Değişik: 3.10.2001-4709/5 md.) Millî güvenlik,<br />

kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel<br />

sağlık ve genel ahlâkın korunması veya başkalarının<br />

hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden<br />

biri veya birkaçına bağlı olarak, usulüne göre<br />

verilmiş hâkim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere<br />

bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan<br />

hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı<br />

emri bulunmadıkça; kimsenin üstü, özel kâğıtları<br />

ve eşyası aranamaz ve bunlara el konulamaz.<br />

Yetkili merciin kararı yirmidört saat içinde görevli<br />

hâkimin onayına sunulur. Hâkim, kararını el koymadan<br />

itibaren kırksekiz saat içinde açıklar; aksi<br />

halde, el koyma kendiliğinden kalkar.<br />

(Ek Fıkra: 12.9.2010 5982/2) Herkes, kendisiyle<br />

ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına<br />

sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler<br />

hakkında bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların<br />

düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve<br />

amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını<br />

öğrenmeyi de kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda<br />

öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla<br />

işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas<br />

ve usuller kanunla düzenlenir.<br />

C. Haberleşme hürriyeti<br />

MADDE 22- (Değişik: 3/10/2001-4709/7 md.)<br />

Herkes, haberleşme hürriyetine sahiptir. Haberleşmenin<br />

gizliliği esastır.<br />

Millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi,<br />

genel sağlık ve genel ahlâkın korunması<br />

veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması<br />

sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak<br />

usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça;<br />

yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca<br />

bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış<br />

merciin yazılı emri bulunmadıkça; haberleşme<br />

engellenemez ve gizliliğine dokunulamaz. Yetkili<br />

merciin kararı yirmidört saat içinde görevli hâkimin<br />

onayına sunulur. Hâkim, kararını kırksekiz<br />

saat içinde açıklar; aksi halde, karar kendiliğinden<br />

kalkar.<br />

İstisnaların uygulanacağı kamu kurum ve kuruluşları<br />

kanunda belirtilir.<br />

Kolayca görülebileceği gibi, özel hayat ve<br />

haberleşme gizliliği anayasa ile korunan haklardır.<br />

Genellikle. Bu maddeleri yazı içinde<br />

paylaşmamın nedenlerinden biri de “istisnalara”<br />

dikkat çekmekti.<br />

Kanun bu şekilde olunca “rakip” tanımı kanuni<br />

ve kanun dışı olmak üzere farklı anlamlar<br />

kazanmaktadır. Her ülke için “kanuni rakip”<br />

devlet ve kurumlarıdır. Devletin kanuni<br />

olarak onay verdiği diğer özel ve/veya kamu<br />

kurumları (bankalar, kredi merkezleri, sağlık<br />

ve eğitim kurumları, istihbarat merkezleri vs.<br />

vs.) da bu listeye dahil edilebilir.<br />

DURUMLAR, Kişisel Bilgiler Nasıl, Kime<br />

Sızıyor?<br />

İnanılanın aksine, bilgiler, hatta saplama yapan<br />

hackerlara sızmıyor. İnternet üzerinden<br />

bir alışveriş yapıyor iseniz kredi kartı bilgileriniz<br />

güvende. Genellikle. O an için. Sanırım.<br />

ONLINE SIZINTILAR<br />

Online kelimesini “işlem anında” anlamında<br />

kullanıyorum.<br />

Öncelikle internet hizmeti almakta olduğunuz<br />

internet servis sağlayıcı (her kim ise)<br />

sizin her an hangi web sitesini gezmekte olduğunuz<br />

bilgisine sahip. Bu bilgiyi arşivliyor<br />

olabilir, olmayabilir ama bu bilgi onda var.<br />

Ayrıca, yasaklanmış bir siteye girip girmediğinizi<br />

(girmeye çalıştığınızı) kontrol eden bağımsız<br />

iki mekanizma var; servis sağlayıcılar ve<br />

BTK (Bilişim Teknolojileri Kurumu). Örneğin<br />

firatnews.com isimli siteye bağlanmaya çalışıyorsanız<br />

birçok yere kayıt düşülüyor (ayrıca<br />

bağlanamıyorsunuz). Bu mekanizma diğer<br />

tüm internet aktivitenizi kayıt altına alma yeteneğine<br />

sahip; alıp almadığını bilmiyorum.<br />

Almış olduğunuz ürünün ne olduğu, tipi,<br />

rengi, cinsi, fiyatı vs. vs. reklam ağlarına kaydediliyor.<br />

Hiç merak ettiniz mi X alışveriş<br />

sitesinden bir çanta aldıktan sonra Y haber<br />

sitesinde sürekli çanta reklamı görüyor olmanızın<br />

nedenini?<br />

Lokasyon bilgileriniz de. Bulunduğunuz ülke/<br />

şehir karşı taraftaki web sitesi tarafından biliniyor.<br />

Türkiye/Ankara’dan gelince bâzı uçak<br />

biletlerini biraz daha pahalı alıyorsunuz.<br />

Kamuyu ilgilendiren konulardaki alışverişler<br />

kayıt rekoru kırıyor. İlaç örneğin. Kişi, doktor,<br />

eczane, ilaç, fiyat, stok, sigorta... Kitlesel<br />

ticaret ile ilgili konular ticari şirketler için iştah<br />

açıcı. Kredi talepleri ve durumları, sağlık<br />

ve sigorta harcamaları, akaryakıt, elektrik, su,<br />

iletişim ödemeleri… Kamu kurumlarının ve/<br />

veya izin verilen özel şirketlerin veri merkezlerinde<br />

kayıt altına alınıyor vs. vs.<br />

Ek Not: HTTP ve HTTPS<br />

HTTP ve HTTPS bağlantılar (http:// ve<br />

https://) bu günlerde çok fazla sözü geçen<br />

konular. Burada Sn. Aloğlu’ndan aldığım eklemeyi<br />

aynen kullanacağım:<br />

“Bir siteye HTTPS üzerinden bağlanmak,<br />

HTTP uzerinden bağlanmaya oranla daha<br />

güvenlidir. Bunu anlamanın yolu, internet<br />

tarayıcınızın adres satırındaki adresin başına<br />

bakmaktır. Eğer ziyaret ettiğiniz sitenin adresinin<br />

başında HTTPS yazıyorsa güvenli,<br />

HTTP yazıyorsa güvensiz bağlantı kurmuşsunuz<br />

demektir (HTTPS’in sonundaki S<br />

harfi “secure”, yani “güvenli” anlamına gelir).<br />

Güvenli bağlantının (HTTPS), güvensiz<br />

bağlantıdan (HTTP) farkı, siteye yolladığınız<br />

veya siteden aldığınız verilerin başkaları tarafından<br />

takip edilmesinin engellenmesidir.<br />

Ancak HTTPS, girdiğiniz sitenin adresini<br />

başkalarından gizlemez. Yani birisi internet<br />

bağlantınızı izliyorsa, Vikipedi.org adresini<br />

ziyaret ettiğinizi görebilir, ancak Vikipedi’den<br />

hangi başlığı okuduğunuzu göremez.”<br />

OFFLINE SIZINTILAR<br />

Offline kelimesini “işlem sonrasında” anlamında<br />

kullanıyorum; yani alışveriş olmuş bitmiş;<br />

aradan zaman geçmiş… Bu tür sızıntılar<br />

genellikle “çok sayıda” şeklinde tanımlanır.<br />

Sağlık Bakanlığı’nın (isimden arındırılmış) hasta<br />

kayıtlarını en yüksek fiyatı verene satması<br />

konu ile ilgili kanuni bir örnektir. Sonuçta hasta<br />

bilgileri bakanlığın kontrolünde. İsim/Adres/<br />

TCKimlikNo bilgilerini kayıtlardan çıkardıktan<br />

sonra eldeki bilgileri istediği gibi kullanmakta<br />

özgür olduğu fikrinde Bakanlık.<br />

Arkadaşlık sitesinden (ashleymadison.com)<br />

10 milyon kaydın sızması ise (doğal olarak)<br />

illegal örneklere girer. Önemli bir not; kanuni<br />

ama tartışmalı işler yapıyorsanız kayıt için kendi<br />

adınızı ve bilgilerinizi kullanmayın.<br />

Esas olarak bir yerde bir bilgi havuzu varsa<br />

(telefon dinlemeleri, arkadaşlık sitesi işlemleri,<br />

sağlık kayıtları vs. vs.) ve bu havuzdaki<br />

bilgiler sağlam bir şifre (crypto) ile korunmuyorsa;<br />

bunlar bir gün sızar. Bugün ya da<br />

gelecek yıl, ama sızar.<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 41


Bu konuya devletin elindeki merkezi bilgi<br />

havuzundaki kayıtların sızma olasılığını eklemeye<br />

gerek görmüyorum. E-Devlet.<br />

NE YAPILABİLİR, Bilgilerimi Nasıl<br />

Koruyabilirim?<br />

Mahrem bilgilerinizi “offline sızıntılar”dan<br />

koruyamazsınız. Gerçekten. Bu tür bilgiler<br />

her zaman sızar. Zararı en aza indirmenin<br />

yolu gerçek bilgilerinizi vermemek (arkadaşlık<br />

siteleri), sahte özlük bilgileri kullanmak<br />

(sahteciliğe girer) ya da bu işlemleri yapmamak<br />

olabilir.<br />

Online sızıntılar ise başka bir konu. Online<br />

iletişim sırasında bilgilerin sızmasını engellemenin<br />

farklı ve etkili yolları var.<br />

1. VPN kullanın. Her zaman. Her cihazda.<br />

Şurada güvenilir VPN listesi var: https://<br />

www.privacytools.io/#vpn<br />

Peki VPN nedir?<br />

Virtual Private Network = Sanal Özel Ağ =<br />

noktadan noktaya şifreli bağlantı = güvenli.<br />

İnternet bağlantınızı güvenli bir VPN servisinden<br />

geçirdiğiniz zaman online bilgileriniz<br />

rakip için erişilmez olur.<br />

Bir örnek; Fransa çıkışlı bir VPN kullandığınız<br />

zaman www.toraks.org.tr web sitesine Fransa<br />

üzerinden anonim (isimsiz) olarak bağlanırsınız.<br />

Servis sağlayıcınız ya da <strong>Toraks</strong> log<br />

kayıtları da bunu böyle gösterir. Türkiye’den<br />

Dr. Lokman Hekim olarak bağlandığınız bilgisi<br />

kayıtlara düşmez.<br />

Aşağıda VPN ile erişilen internet ile VPN<br />

olmadan erişilen interneti karşılaştıran bir<br />

şema var. “VPN tüneli” olarak adlandırılan<br />

“şey” şifreli bir bağlantı aslında. Havalı olsun<br />

diye “tünel” diyoruz.<br />

Şurada Türkiye için test edilip emin olunmuş,<br />

basit, kısa ve öz bir VPN kurma ve kullanım<br />

kılavuzu var; http://dombili.github.io/<br />

vpn/ “bu bir dergi, sonra bakarım” diyenler<br />

için ilgili kılavuzdan bir not:<br />

VPN’lerle İlgili Kısa Bilgiler<br />

VPN kullanmak sansürü aşmanın en kolay yoludur.<br />

Ancak VPN kullanmanız durumunda internet<br />

trafiğinizin tümünü kullandığınız VPN üzerinden<br />

geçireceğiniz için, VPN tercihinizi dikkatlice<br />

yapmalısınız.<br />

Her ücretsiz gördüğünüz VPN’i kullanmayın.<br />

Ücretsiz VPN’lerin büyük çoğunluğu internet<br />

trafiğinizi kaydeder ve bu güvenliğinizi tehlikeye<br />

atar.<br />

Bir VPN’in ücretli olması onu daha güvenli<br />

yapmaz.<br />

VPN birçok amaç için kullanılabilir, ancak genelde<br />

ülkenizin engellediği (veya ülkenizde varolmayan)<br />

bir siteye/servise erişmek için ya da internette<br />

gizli kalmak için kullanılır. Bu yüzden “en iyi VPN<br />

servisi şudur” diye net bir cevap vermek mümkün<br />

değildir. İhtiyaçlarınıza ve önceliklerinize göre<br />

kullanabileceğiniz belli başlı servisler vardır.<br />

“Yok, ben sadece yasaklanmış sitelere gireceğim,<br />

başka bir şey istemem” diyenler için<br />

ZenMate ve TunnelBear tarayıcı eklentileri<br />

var. Ancak; bu durumda “nereye girdiğiniz”<br />

bilgisi rakibe sızar. Örneğin “porntube.com’a<br />

girmiş ama ne izlemiş bilmiyorum” şeklinde.<br />

Buna “meta data” deniyor; tanımı da şöyle<br />

(Sn. Aloğlu’dan bu da):<br />

“Metadata, bir bilginin kendisi haricindeki<br />

her şeyi içeren veriler bütünüdür. Yani bir<br />

mesajın içeriği metadata değildir, ancak mesajı<br />

kimin gönderdiği, ne zaman gönderdiği,<br />

nereden gönderdiği ve mesajın nereye<br />

gönderildiği metadatadır. Yani bir doğum<br />

kliniğini ya da alo intihar hattını aradığınızda,<br />

sizi takip eden bir kişi görüşmenizin içeriğini<br />

bilemez, ancak görüşmeyi yaptığınız saati,<br />

yeri ve görüşme süresini bilir.”<br />

Eski NSA direktoru Michael Hayden: “Biz<br />

metadata’ya bakarak insan öldürüyoruz”<br />

Bir başka meta data örneği; “Bob, Alis ile<br />

30 Haziran <strong>2015</strong>, 09:15 tarihinde mesajlaşmış;<br />

içeriğini bilmiyoruz”; buna Bob’un eşinin<br />

adının “Carol” olduğu bilgisini de ekleyince<br />

meta datanın önemi daha kolay anlaşılıyor.<br />

2. İletişim programlarınızın güvenli alternatiflerini<br />

kullanın.<br />

Dijital iletişim sadece web siteleri ile sınırlı<br />

değil. Artık hemen herkes interneti kullanan<br />

iletişim programlarından yararlanıyor. Ucuz,<br />

kolay, pratik vs. vs. WhatsApp, Facebook<br />

Mesajlaşma, FaceTime, Hangouts, Skype bu<br />

programların ilk akla gelenleri.<br />

Bu programlara alternatif olarak kullanılabilecek;<br />

iletişim gizliliği ve güvenliği esas alınarak<br />

geliştirilmiş birçok yazılım var. Aşağıda<br />

EFF (http://eff.org/) tarafından hazırlanmış<br />

(ve başkaları tarafından da kontrol edilmiş)<br />

bir liste var; iletişim programlarının güvenilir-<br />

42 I <strong>Toraks</strong> Bülteni


<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 43


liğine dair; mobil cihazlar için. 2 Orijinal listede<br />

yer alan ancak Türkiye’de çok da yaygın<br />

olmayan programları çıkardım. Dikkatinizi<br />

çekmek istediğim konu en çok kullanılan<br />

iletişim programlarının “mahremiyet” konusunda<br />

pek de hassas olmadıkları.<br />

Çok önemli gördüğüm bir başka konuya<br />

değinmek isterim; kullandığınız uygulamanın<br />

özelliklerini öğrenin. Aşağıda aynı uygulamanın<br />

iki farklı kullanımı için iki farklı güvenlik<br />

düzeyi var:<br />

Doğru kullanmak lâzım.<br />

Bu arada, “Telegram” uygulamasını önermem<br />

üzerine Sn. Aloğlu’ndan ciddi bir<br />

uyarı geldi; hem gizliliğini sorguluyor hem<br />

de “TextSecure varken, Telegram’a gerek<br />

var mı gerçekten?”. Olsun, ben kullanıyorum,<br />

noktadan noktaya şifreleme testlerini de yaptım,<br />

rahatım ama kim bilir?<br />

Liste şöyle:<br />

Çok uzun ben anlamadım vs. diyenler için,<br />

gizlilik için şu programları kullanabilirsiniz: Mesajlaşma:<br />

Telegram (iOS, Android); Konuşma:<br />

RedPhone (Android), Signal (iOS); SMS: smssecure,<br />

textsecure.<br />

SONSÖZ<br />

İnternette, eşyanın doğası itibarı ile kişisel bilgiler<br />

sızar. Bu sızıntıyı iletişim anında engellemenin<br />

yolları olsa da biriktiği yerden (havuz)<br />

transfer edilmesini önlemek teknik olarak<br />

mümkün değildir. Havuza dahil olmamak en<br />

doğrusu.<br />

Açıkçası, toplum güvenliği ve huzuru gerekçesi<br />

ile kitlesel olarak toplanan bilgilerin yanlış ellere<br />

geçmesi fikri beni korkutuyor. Bu konuda<br />

“doğru eller” var mı onu da bilemiyorum.<br />

Haber almak için girdiğim bir web sitesi sebebi<br />

ile belirli bir grubun sempatizanı olarak kayda<br />

geçmek ya da attığım bir Tweet sebebi ile<br />

“izlenmesi gereken kişi (person of interest)”<br />

olarak damgalanmak istemiyorum. “Dinlenen”<br />

bir kişi ile kazara yapılan bir telefon görüşmesinin<br />

sonuçları bile çok yıpratıcı olabiliyor.<br />

Mahremiyetin korunması konusunda en önemli<br />

yasa Anayasa. Ancak burada dahi istisnalar kaideyi<br />

bozuyor. Kişisel bilgilerin transferi, satışı, kullandırılması,<br />

kayıt altına alınması (fişleme) ya da her ne<br />

ise konularında “hassas vatandaş” olarak hukuk<br />

çerçevesinde gereğini yapmak toplumun tamamı<br />

için sanırım yararlı olacak.<br />

Siz gene de önleminizi alın.<br />

=> Korsan yayın: “savaşma, seviş”.


Konuşmanın Evrimi<br />

Emel KURT<br />

Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır (Ludwig Wittengstein)<br />

İnternetin insan hayatına katkılarını inkar edemem, ancak sanal dünyayı<br />

pek sevemedim. Sosyal medyaya nedense uzak kaldım. Bir tanıdık<br />

Facebook’ta bilmem kaç bin ‘arkadaşı’ olduğunu söylediğinde garip<br />

baktığımı hatırlıyorum. Aklıma bir yazı olmuştu; Evrimsel antropoloji<br />

uzmanı Robin Dunbar, The Guardian gazetesinde yayımlanan<br />

bir yazıda Facebook gibi sosyal medya alanlarının bile gerçek sosyal<br />

alanımızı genişletemeyeceğini, bu durumun insan beyninin algısının<br />

ötesinde olduğunu belirtmişti. Dunbar Oxford Üniversitesinde Bilişsel<br />

ve Evrimsel Antropoloji Enstitü direktörüdür. ‘Dunbar sayısı’<br />

diye adlandırılan tanımın mucidiydi. Dunbar’a göre insan ister en az<br />

10 000 yıl önce yaşayan avcı toplayıcı toplumlarda isterse günümüzde<br />

yaşasın anlamlı ilişki sürdürebileceği kişi sayısı ortalama 150’ dir.<br />

Tam olarak 147.8 (% 95 CI=100-231). Önermeye göre insanlar bu<br />

grup büyüklüğü içinde bireysel ilişkileri sürdürme konusunda bilişsel<br />

sınırlar içerisinde kalabilmektedir.<br />

Evrimsel antropoloji evrim süresince insan vücudundaki değişimlerle<br />

birlikte insan zihnindeki değişimleri de incelemekte ve davranışa dönük<br />

açıklamalar yapmaya çalışmaktadır. Bu alanda çalışan bilim insanlarına<br />

göre insan zihni vücut yapısında meydana gelen değişimlere<br />

paralel olarak ilerleme göstermiştir. Örneğin, evrimsel süreçte beyin<br />

büyüklüğü ve fonksiyonları kişinin sosyal çevresindeki değişimlere ve<br />

aktivitelerine uygun değişimler göstermiştir. Kişilerin içinde bulunduğu<br />

sosyal grup sayısı da bu gelişmelere paralel olarak artmıştır. Dunbar<br />

doğru ve sağlıklı iletişim için bu sayının her kişi için 150 civarında olduğunu<br />

söylemektedir. Tabi bu rakamın kişinin güven ve sorumluluk<br />

dahilinde sadece yüz ve isimlerden ibaret olmayan gerçek kişilerle yapabileceği<br />

arkadaşlıklarının sayısıdır. Facebook gibi çok fazla arkadaşlık<br />

sayısına (bazılarının binlerce diye tanımladığı) sahip olarak gerçek<br />

bir iletişimde bulunabilmek için beyin büyüklüğümüzün şimdikinden<br />

çok büyük olması gerektiği belirtiliyor. Bu olursa bile milyonlarca<br />

yıl alabilecektir. Acaba diye düşündüm ve gözümün önünde milyon<br />

yıl sonra bilgisayar başında oturan bir insan canlandı; kafası kocaman,<br />

el parmakları tuşlara dokunmaktan<br />

değişik karakter almış, bacak<br />

kasları küçülmüş, belki de yürüyemiyor<br />

(yürümesi gerekmiyor,<br />

her şey elektronik aletlerle yapılıyor),<br />

kifotik göğüs kafesi, konuşma<br />

yeteneğini yitirmiş, çünkü sesini<br />

kullanmaya ihtiyacı olmamış.<br />

Yazarak iletişim kuruyor. Çünkü<br />

iletişim aracı olarak konuşmanın<br />

yerini makineler almış. Burada<br />

biraz mübalağa yaptım. Çünkü<br />

önce konuşma sonra yazma öğrenilebiliyor,<br />

ama milyon yıl sonra<br />

bilinmez! Böyle bir durumda nasıl<br />

göründüğünün de önemi yok.<br />

Gözümün önünde şu karikatür<br />

canlandı; “İki köpekten biri bilgisayar başında diğerine şöyle söylüyordu:<br />

İnternette kimse senin köpek olduğunu anlamaz”.<br />

Oysa insan ilişkilerinde sürdürülebilirlik ve iyi anlaşmak için hala ihtiyaç<br />

duyduğumuz vasıtalardan biri ve en önemlisi konuşmak. Sosyal medya<br />

bir açıdan arkadaşlıkların devamını sağlayabilir. Ancak sağlıklı bir arkadaşlık<br />

yöntemi olmadığı belirtiliyor. Hatta getirilen bir sürü eleştiriden<br />

birisi de gerçek arkadaşlıkları da öldürdüğü. Çünkü yakın veya uzak herkes<br />

isim ve yüzlerden ibaret bir grubun içerisinde aynı kefede.<br />

Oysa konuşma ile iletişim kurma en temel özelliklerimizden biri ve<br />

en özeli. İnsan dilinin gelişimi boşuna olmadı. Dil evrimi de insanın<br />

vücut ve beyin gelişimini takip etti. Modern insan diye tanımladığımız<br />

Homo sapiensin yapısal olarak en yakın akrabası olan Homo neandertalisin<br />

(Namı diğer Neandertal adam) bile bizimki gibi bir konuşma<br />

dili yoktu. Evrimle ilgilenen bilim insanlarına göre geçmişimizin<br />

60000 ila 30000 yıl öncesinde bir kültürel patlama oldu. Bunun sonucu<br />

olarak dil ve sanat gelişti. Bunlar insan evriminde son aşamalardı.<br />

Daha önce de insanoğlunda mevcut birtakım bilişsel gelişmeler ortaya<br />

çıkmıştı, zamanına göre hayatını çok da başarılı idame ettiriyordu. İletişim<br />

kurabiliyor, bu sayede avlanıyor, çoğalıyor, göç ediyordu. Ama<br />

insana özgü en önemli bilişsel süreçler bu noktadan sonra ortaya çıkmıştı.<br />

Bunlar dil ve sanattı. Bunlar bilinçli iletişim anlamına geliyordu.<br />

Bilinçli iletişim ise gelişmiş bir sosyal zekanın ürünüydü. Bilinçli<br />

iletişim önce el-kol hareketleri ve mimiklerle mümkün olmuş, sonra<br />

dil gelişmişti.<br />

Dil tamamen insana özgü iletişimden doğmuş, aktarma, paylaşma<br />

ve mübadele gibi hareketlerin oluşumu ile toplumsallığın gelişimini<br />

sağlamıştı. Dil özellikle anlatı amacıyla evrimleşmişti. Nesilden nesile<br />

aktarılan kültürler de işte bu sayede oluştu.<br />

Peki insanlar konuşmayı nasıl başarmıştı?<br />

İnsan toplumsallığının en önemli biyolojik temellerinden birisi dil<br />

kazanımıdır. Evrimle ilgilenen bilim insanlarının yaptığı çalışmalarda<br />

ilkel toplumlarda bile dil ilişkisine ihtiyaç duyulduğu belirtilmektedir.<br />

Daha sonraki gelişim sırasında dili geliştirmek seçici bir üstünlük ha-<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 45


line gelmişti. Çünkü bilginin üretilmesine ve daha fazla insan tarafından<br />

paylaşılmasına imkan tanıyordu.<br />

Dilin biyolojik temeliyle ilgili en ilgi çekici kuramlardan biri FOXP2<br />

genindeki mutasyonlarda bulunmuştur. Bugüne kadar konuşma ve dil<br />

gelişimi ile ilgili bulunan tek gendir. İnsanlarda evrim sırasında pozitif<br />

seçilime uğrayarak kazanıldığı düşünülüyor. Sadece insanlara özgü bir<br />

amino asit dizilimine sahip. FOXP2 geni insan ve omurgalılarda beyin<br />

ve akciğer gelişimini de kontrol eden gendir. Hem konuşma hem akciğer<br />

gelişimi aynı genle kontrol ediliyor. Bu ilginç görünüyor. Bu gen<br />

insanlarda konuşmayı sağlayan gırtlak ve ağız hareketlerini de denetler.<br />

Ayrıca beynin karmaşık dilbilgisi kuralları oluşturma kabiliyetini denetlediği<br />

gösterilmiştir. Bu genin polimorfizminin insanlarda kalıtsal bazı<br />

konuşma hastalıklarına yol açtığı bilinmektedir. Bilim insanlarının vardığı<br />

sonuca göre, FOXP2 insanın konuşmasına ve dil evrimine kortiko<br />

bazal ganglia iletim yollarını düzenleyerek katkıda bulunmuştur.<br />

Tarih öncesi insanların kemikleri, saçları ve bunlardan elde edilen<br />

DNA’ları araştırmalara ışık tutuyor. Bu incelemelerin sonuçlarına göre<br />

evrim süresince ayağa kalkma ile gırtlağın yeri değişmiş, beslenme alışkanlığı<br />

değişince diş ve ağız yapısı değişmiş, dişler küçülmüş, konuşma<br />

kasları yeterli hale gelmişti. İnsanlar ilk başlarda sözcüklerle sadece<br />

sosyal anlamda yaşamı sürdürmek için konuşuyordu. Ancak yaklaşık<br />

150000 ila 40000 yıl önce tam olarak cümlelerle konuşmaya başladığında<br />

aklın bilişsel akışkanlığına ulaşılmıştı. Bu artık zihnin değişik<br />

bölümleri arasında integrasyon kurulması demekti. Bunun sonucu ne<br />

mi oldu? Artık sosyal olmayan bilgiler de sosyal zeka bölümüne taşındı<br />

ve insanlar sosyal olmayan düşünce süreçleri ve bilgiler hakkında<br />

düşünebilir hale geldi. Sonuç olarak çağdaş insanın en önemli karakteristikleri<br />

olan esneklik ve yaratıcılık yaygınlaştı. Dil hem kendi hem de<br />

başkasının aklına bilgi iletmek için bir araç olarak iş görmeye başlayınca<br />

beynin doğasında da değişim başladı. Akılda bilişsel akışkanlık meydana<br />

geldi. Bilişsel akışkanlık sanat ve bilimin ortaya çıkmasını sağladı. Metafor<br />

ve analojileri kullanmak sanat ve bilim için gerekliydi. Hem metafor<br />

hem de analojilerin kullanımı için de konuşmaya ihtiyacımız vardı. Şu<br />

örnekleri hatırlayalım vahşi doğada insanlarla karşılaşmadan büyüyen ve<br />

konuşma öğrenemeyen çocuklar bilim dünyasını bir süre meşgul etmiş,<br />

sinema filmleri bile yapılmıştı. Bunların konuşmayı bir miktar öğrenseler<br />

bile bilişsel fonksiyonları hiçbir zaman yeterli olmamıştı.<br />

Ancak konuşma sadece insan vücudundaki yapısal özellikler sonucu<br />

ortaya çıkmadı. Konuşmanın ortaya çıkması için başka bir şey daha<br />

gerekliydi; solunumun hassas kontrolu.<br />

Yapılan çalışmalarda insan evrimi sırasında vertebral kanalın giderek<br />

genişlediği, spinal kanaldaki gri cevherin artığı ve sinir iletiminin buna<br />

paralel geliştiği gösterildi. Eski iskeletler incelenerek yapılan bilimsel<br />

çalışmalarda Homo sapiens ve Homo neandertalislerin genişlemiş<br />

bir toraks vertebral kanalına sahip olduğu gösterildi. Bu durum süreç<br />

içerisinde toraks inervasyonunun artmasına neden olmuştu. Bu<br />

inervasyon artışı vucudun savunmasını hızlandırmış, ayakta daha<br />

dengeli kalmayı sağlamış, hızlı haraket etme yeteneği kazandırmış ve<br />

hızlı hareket için nefes yeterliliği sağlamıştı. Başka özel ve güzel bir şey<br />

daha olmuştu; Nöronal iletinin artması ile konuşma için gerekli olan<br />

solunumun artan kontrolü sağlanmıştı. İnsan konuşması sırasında solunum<br />

hareketleri interkostal ve abdominal kaslarla kontrol edilir. Uygun<br />

sesleri çıkarabilmek için inspiratuar ve ekspiratuar kaslar daha iyi<br />

kontrol edilmeliydi. İşte insanlardaki en mükemmel farklardan birisi<br />

de budur. İnsanlara yapısal olarak en yakın memelilerde bile solunum<br />

kontrolü vokal kontrol yapamayacak kadar düşük düzeydedir.<br />

Solunumun bu hassas kontrolü sayesinde insanlar modern dilleri konuşabilecek<br />

yapıya kavuşmuştu. Bu süreç kolay olmamıştı, 1,6 milyon<br />

Dil tamamen insana özgü<br />

iletişimden doğmuş, aktarma,<br />

paylaşma ve mübadele<br />

gibi hareketlerin oluşumu<br />

ile toplumsallığın gelişimini<br />

sağlamıştı. Dil özellikle anlatı<br />

amacıyla evrimleşmişti. Nesilden<br />

nesile aktarılan kültürler<br />

de işte bu sayede oluştu.<br />

46 I <strong>Toraks</strong> Bülteni


yıl önce ila 100000 yıl arasındaki bir zaman dilimi arasında gerçekleştiği<br />

düşünülüyor.<br />

Bildiğimiz gibi <strong>Toraks</strong> ve abdomen kasları torasik spinal sinirlerle inerve<br />

olurlar. <strong>Toraks</strong> spinal sinirleri tarafından solunumun kontrol edilebilmesi<br />

bilim insanlarına göre kuvvetli olarak insan konuşmasının evrimi için ortaya<br />

çıkmıştı. Bu özellik diğer değişimleri takip etmişti. İnsan larinksi kendisine<br />

en fazla benzeyen canlılardan farklı olarak daha aşağı yerleşimlidir. Bu<br />

özellik larinks üzerinde daha büyük bir farinks alanını sağlayarak ekspire<br />

olan havadaki fonetik özellikleri arttırır. Ayrıca konuşmanın kendisi de<br />

solunum kaslarının artmış inervasyonunu gerektirir. Solunum kasları üst<br />

solunum yolunda ses üretimini sağlamak üzere subglottik hava basıncını<br />

kontrol eder. Akciğer ve göğüs kafesinin elastik recoil özellikleri değişik akciğerin<br />

değişen volümlerine göre değişir. Böylece subglottik basınç oluşumu<br />

için akciğer volumune göre değişen kas aktivitesi gerekir. Ayrıca sesin<br />

sadece oluşumu yeterli değildi. Fonetiği, frekansı ve tonunu ayarlamak da<br />

gerekliydi. İşte tüm bunlar için hassas bir solunum kontrolü gerekiyordu.<br />

Bu yollarla ses sadece oluşmakla kalmaz frekansı, genliği değişebilir, insana<br />

özgü bütün duygu durumlarını belli edebilecek değişimlere de uğrar. İşte<br />

bu iyi kontrol sayesinde üzüntümüz, sevincimiz, kızgınlığımız vb. bütün<br />

duygularımız da konuşmamıza yansır. Ayrıca dünya üzerindeki dillerin<br />

kendine özgü aksanı ortaya çıkar. Bu bile bana göre muhteşem bir çeşitlilik<br />

sağlar. Bir Fransız, Alman veya İtalyan İngilizce bile konuşsa hangi<br />

memleketten olduğunu büyük ihtimalle anlarsınız.<br />

Konuşma sırasında solunumun santral kontrolü metabolik ihtiyaç için<br />

oluşan solunum kontrolünden daha farklı ve karışık nöral yollarla sağlanıyor.<br />

Bildiğimiz gibi, metabolik ihtiyaçlı solunumun algılayıcıları<br />

vagal ve kemoreseptör refleks yollar, düzenleyicisi de pons ve medulladadır.<br />

Ses çıkarma sırasında bu kontrol daha karışık ön beyin ve orta<br />

beyin yolları içeriyor. Spinal kord ve kaslar seviyesinde değişik yollar<br />

bu regülasyona katılıyor. Sonuçta konuşma için sadece insanlarda olan<br />

daha ince ve karışık bir solunum kontrol mekanizması var. Bu sayede<br />

sadece ses çıkarmıyor, vurgular yapabiliyor, konuşmayı anlamlı hale<br />

getirebiliyoruz. Konuşmalarımıza duygularımızı katabiliyoruz. Bu sayede<br />

şarkılar söyleniyor, üstelik bunlara da duygu katılabiliyor. Bu sayede<br />

arkadaşlarımızla konuştuğumuzda birbirimizi daha iyi anlıyoruz,<br />

karşılıklı konuşarak ilişkilerimizi daha güvenilir sürdürebiliyoruz. Haberleşme<br />

olanaklarındaki bütün gelişmelere rağmen, karşılıklı toplantılar,<br />

kongreler, sempozyumlar düzenleyerek daha net, kalıcı ve daha<br />

iyi iletişim sağlanılan mesleki toplantılar yapabiliyoruz.<br />

Bilimin insanı yaşamın her alanında aydınlattığını bir kez daha anladım.<br />

Sağlam arkadaşlıklar için konuşmaya, konuşmak için sağlam bir<br />

toraksa ihtiyacımız varmış. Bütün bunları milyon yıllar içinde kazanmışız,<br />

çabuk kaybetmemekte fayda vardır kanaatindeyim.<br />

Yararlanılan Kaynaklar<br />

Enard W, Przeworski M, Fischer SE ve ark. Molecular evolution of<br />

FOXP2, a gene involved in speech and language. Nature 2002; 418;<br />

869.<br />

Enard W. FOXP2 and the role of cortico basal ganglia circuits in speech<br />

and language evolution. Curr Opin Neurobiol 2011; 21: 415.<br />

MacLarnon AM, Hewitt GP. The evolution of human speech: The role<br />

of enhanced breathing control. Am J Phys Anthropol 1999; 109: 341.<br />

Santıs EM, Athanasiadis A, Leitao AB ve ark. Alternative splicing<br />

and gene duplication in the evolution of the FoxP gene subfamiliy.<br />

Mol Biol Evol 2011; 28: 237.<br />

Mithen, Steven. Aklın tarihöncesi. Ankara, Dost Kitabevi, 1999.<br />

Barnard, Alan. Yapısal antropoloji ve insanın kökeni. İstanbul, Boğaziçi<br />

Üniversitesi Yayınları, 2013.<br />

İnsan ilişkilerinde sürdürülebilirlik<br />

ve iyi anlaşmak<br />

için hala ihtiyaç<br />

duyduğumuz vasıtalardan<br />

biri ve en önemlisi<br />

konuşmak.<br />

Sağlam arkadaşlıklar için<br />

konuşmaya, konuşmak için<br />

sağlam bir toraksa ihtiyacımız<br />

var.<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 47


Ramazzini’yi<br />

Düşünmek...<br />

İbrahim AKKURT<br />

“Hayret ve tereddüt ediyorum. Acaba ilaç ve sinameki kokan<br />

muayenehane ve eczanelerde oturan bu azametli ve şık görüntülü<br />

doktorların burnuna işyerlerindeki pis kokulu şeyleri mi<br />

soksam, yoksa onları bu çukurları görmeye mi davet etsem?”<br />

Bu satırlar bir çığlığın ifadesidir, sonuçsuz kalmış sayısız uyarının<br />

dikkate alınmamasının bir isyanıdır. Bu haykırış ne kadar<br />

da günümüzdeki duruma benziyor; çalışma ortamlarımızın<br />

birer hastalık üretim merkezi olmalarına dair yıllardır yapılan<br />

uyarılara benzeyen bu satırlar Bernardino Ramazzini’ye aittir.<br />

Sanki bugün söylenmişçesine doğru, acı gerçeklerin bir ifadesidir<br />

bu satırlar. Oysa bu çığlığın üzerinden 300 yıldan fazla süre<br />

geçti. O günlerde henüz yeni yeni filizleniyordu kapitalizm denilen<br />

canavar...<br />

Peki, kimdir Bernardino Ramazzini?<br />

Ramazzini bir tıp dokturudur. Büyük bir İtalyan klinisyenidir; Kinin<br />

içeren kına kına ekstreleri ile sıtmayı tedavi etmeyi ilk defa<br />

deneyen, meme kanserlerinin olası nedenine dikkat çekmiş<br />

olan bir tıp profesörüdür. Ancak bunlardan da önemlisi bugün<br />

için tüm dünyada “meslek hastalıklarının babası” olarak kabul<br />

edilen, dünyanın birçok yerinde adına enstitülerin kurulduğu,<br />

ödüllerin verildiği, meslek hastalıkları merkezlerinin önünde<br />

büstünün olduğu, eylem ve söylemlerinin doğruluğu gün geçtikçe<br />

daha da hayretle karşılanan bir hekimdir. Evet, Ramazzini<br />

(1633-1714) tüm dünyada meslek hastalıklarının babası<br />

olarak kabul edilir. Henüz Parma Üniversitesi Tıp Fakültesinde<br />

öğrenci iken işçilerdeki hastalıkların yaptıkları işleriyle ilişkisi dikkatini<br />

çekmiştir. Daha sonra, 1682’de Modena Üniversitesinde<br />

günümüzün dahiliyesi ile eşdeğer kabul edilecek olan tıp teorisi<br />

kürsüsünün başına geçince bu hastalıklara sistematik ve bilimsel<br />

yaklaşım ilkelerini geliştirmiştir. İş yerlerini ziyaret ederek işçilerin<br />

aktivitelerini gözlemleyip, çalışma koşulları ile ortaya çıkan<br />

hastalıkları konusunda onlarla konuşup, tartışıp alınması gereken<br />

önlemler noktasında istişarelerde bulunmuş ilk hekimdir.<br />

Aynı zamanda çok dikkatli bir iş güvenliği uzmanı (İGU) gibi iş<br />

yerlerinde risk analizi yapmış; iş yeri hekimi (İYH) gibi bu çalışma<br />

koşul ve durumların sağlık sorunlarına yol açabilme potansiyellerini<br />

ortaya koymuş; bir meslek hastalıkları uzmanı gibi bunları<br />

o günkü evrensel bilimsel bilgi birikimine katmış bir bilim insanıdır.<br />

İş ortamlarındaki kimyasallar, tozlar, metaller, pozisyonel<br />

bozukluklar, tekrarlayan travma, postur-ergonomik koşullardan<br />

kaynaklanan hastalıklardan 40’dan fazlasını tanımlamıştır. Daha<br />

birkaç yıl önce günümüz bilimsel arenasınca yeniden tanımlanan<br />

tekrarlayan birikimsel travmaların kas-iskelet rahatsızlıklarına<br />

yol açtığını o günlerde göstermiştir. Bu gözlemlerini ve<br />

notlarını İşçilerin Hastalıkları (Workers Diseases - De Morbis Artificium)<br />

isimli kitapta toplamış ve yayınlamıştır.<br />

Ramazzini, Hipokrat’dan sonra tıbba en büyük katkıyı sunmuş<br />

olan bir hekim olarak günümüzde de hala ismi hemen Hipokrat’dan<br />

sonra zikredilmektedir. Hipokrat’ın belki de tıbba en<br />

büyük hizmeti günümüzde klinik tıbbın temelini oluşturan<br />

“anamnez” dediğimiz kişinin mevcut şikâyetlerinin tipi, şekli,<br />

oluş zamanları, süresi, diğer organ ve sistemlerin bulgularıyla<br />

ilintisi şeklinde geniş bir analiz yaparak doğru bir tanıya dolayısıyla<br />

doğru bir sağaltıma yönlenmesini sağlamış olmasıdır. Yani<br />

basitçe “şikâyetiniz nedir?” sorusunu ve bunun altının doldurulmasını<br />

tıpta içselleştirmiştir. Ramazzini ise buna hemen<br />

ikinci bir soruyu ilave etmiştir: “Ne iş yapıyorsunuz?”<br />

Günümüzde Dünya Sağlık Örgütü (WHO) başta olmak üzere<br />

birçok kurum ve kuruluş meslek hastalıklarının tespit edilememesinin<br />

en büyük nedeni olarak Ramazzini’nin bu basit<br />

sorusunun hekimler arasında içselleştirilemediği için meslek<br />

hastalıklarına yeterince tanı konulamadığını ifade etmektedir.<br />

Ramazzini sadece bilimsel tıbba mı katkı sunmuştur? Bence<br />

kesinlikle hayır! Günümüze kadar gelen süreçte çalışma yaşamındaki<br />

sağlık sorunlarını dünya tarihindeki sosyal ve siyasal<br />

gelişmeler ışığında irdeleyerek anlamaya çalıştığımda Ramazzini’nin<br />

bu çabalarının sosyal yaşamdaki gelişmelere önemli<br />

katkıları da olduğunu hep düşünmüşümdür. O dönem Avrupa’sında<br />

Ramazzini’nin bu çıkışının çok kötü koşullarda çalışan<br />

tüm işçilerin bir güç oluşturmalarına, 1700’lerin sonuna kadar<br />

yayılan ciddi emek hareketlerinin gelişmesine katkısı olmuş<br />

mudur? Dahası hemen akabinde kapitalizmin teorisyenlerinin<br />

“bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler” felsefesine, bu felsefenin<br />

yıkımlarını o günlerde gören, bunu Kapital’de ortaya koyan gücün,<br />

bu gücün evrensel proleterya birliği ile ancak bir kalkışma<br />

yapabileceğinin öngörüsünü yapmasında Rammazini’nin ne<br />

Ramazzini, Hipokrat’dan sonra tıbba en büyük katkıyı<br />

sunmuş olan bir hekim olarak günümüzde de hala ismi<br />

hemen Hipokrat’dan sonra zikredilmektedir.<br />

48 I <strong>Toraks</strong> Bülteni


Günümüzde Ramazini’nin hala değişik şekilde tıbbi ve<br />

sosyal yaşamımıza etkisi vardır.<br />

katkısı olmuştur? Doğu blokunda bu gelişmelerin 1917’de bir<br />

emek egemenliği ile taçlanmasında Rammazini’nin bu çabalarının<br />

bir rolü yok mudur? Bence doğrudan olmasa bile dolaylı<br />

olarak mutlaka etkisi olmuştur. Kesinlikle olmuştur çünkü batıda<br />

kapitalizmin devlet erkli aktörleri henüz milletler cemiyeti<br />

bile kurulmadan 1919’da “işçi-işveren-devlet” sarmalı ile egemenliklerini<br />

kurmuşlardır. Kapitalizm tüm vahşiliği ile çalışma<br />

yaşamında en üst kurumsal yapısını bu yolla sağlamlaştırmıştır.<br />

Günümüzde Ramazini’nin hala değişik şekilde tıbbi ve sosyal yaşamımıza<br />

etkisi vardır. İtalya’da Ramazzini adına 1982’de kurulmuş<br />

olan birlik enstitü şeklinde çalışmaktadır. Bu birlik 1984’den<br />

beri Ramazzini adına çalışma yaşamındaki sağlık sorunlarına<br />

dikkat çekmiş olan kişi, kurum, bilim insanlarına ödüller vermektedir.<br />

İlk ödül de bir İtalyan bilim insanı ile beraber ülkemizden<br />

Prof. Dr. Muzaffer Aksoy’a Benzen başta olmak üzere çözücülerin<br />

lösemi dahil hematolojik sistem üzerine olan toksik etkilerinin<br />

gösterilmesi ile ilgili çalışmaları için verilmiştir. Ramazzini’nin<br />

çalışma yaşamındaki ergonomik koşulların düzeltilmesi ile ilgili<br />

önerileri ABD kongresince 2001 yılında yasal düzenlemeler şekline<br />

dönüştürülmüş, Amerikan işçi sağlığı ve güvenliği merkezinin<br />

(OSHA) bu alandaki kurallarına dahil edilmiştir.<br />

Peki, Ramazzini’den beri hatta Hipokrat’dan beri tıp nerelere<br />

geldi? Dışardan şaşalı göründüğü gibi gerçekten de çok olumlu<br />

bir durumda mı? Bütüncül yaklaşımda buna gönül rahatlığı ile<br />

“evet, iyi bir yerde” demek çok zor, en azından 35 yıldır tıbbiyeye<br />

adım atmış, madalyonun sürekli öbür tarafını da deşen<br />

benim gibi kuşkucu biri için iyi yerde olduğunu söylemek oldukça<br />

zor. Maalesef bilimsel tıp dediğimiz günümüz tıbbı hem<br />

Hipokrat’ın bize bıraktığı “insanı bütüncül gören tam ve ayrıntılı<br />

sistematik anamnezi” elimizden almış; hem de Ramazzini’nin<br />

“ne iş yapıyorsun?” sorusunun anlamını yavan hale getirmiştir.<br />

Hipokrat tıbbı diye adlandırabileceğimiz tıp bugün hücresel<br />

mikro düzeye ve teknisyenlik boyutuna indirgenerek insanı<br />

“üst uzmanlık dalları” ile beraber 100’e yakın ayrı uzmanlık<br />

alanıyla param parça etmiştir. Bu uzmanlık alanlarının çoğu<br />

da birkaç santimetre kareyi geçmeyen at gözlü bakış açılarıyla<br />

kişilerin sadece ve sadece kendi ilgi alanlarındaki patolojilere<br />

odaklanarak sorunu çözmeye çalışmakta; gerisi beni ilgilendirmez<br />

mantığı içindedir. Ramazzini’nin sorusu ise günümüz dünyasında<br />

3 binden fazla ayrı iş koluna bölünerek hedef şaşırtıcı<br />

bir anlamsızlığa bürünmüştür. O soru “hangi ortamlarda çalışıyorsun,<br />

nelere maruz kalıyorsun?” şekline dönüşmek zorunda<br />

bırakılmıştır. Ancak bu şekilde bir soru ise “performans baskısı<br />

altındaki” her bir hekimin rutininin en az birkaç dakikasını almasına<br />

neden olacağı için giderek pratikte tıbbi uygulamalardan<br />

çıkarılmaya çalışılmaktadır. Bunun sonucunda da çalışma<br />

yaşamındaki kazalar birer iş cinayeti-katliama dönüşerek “bu<br />

işin fıtratında var” mantığı ile ülkemiz coğrafyasındaki bu kazalar<br />

Rammazini zamanındaki iş kazalarıyla karşılaştırılarak siyasi<br />

otoritelerce “analiz” edilmektedir. Hastalıklara yol açan çevresel<br />

ve mesleksel nedenlerin üstü sürekli örtülme çabasına girilmekte<br />

nerdeyse onlar da “fıtrat”a bağlanır hale getirilmektedir.<br />

Bunun en son örneği geçtiğimiz günlerde yaşandı. Çevresel ve<br />

mesleksel maruziyetlerin bilinen kanser yapıcı rolünü gizlemek<br />

için yapılan uyduruk çalışmalar basına da servis edilerek kamuoyuna<br />

sunuldu. Bizdeki “fıtrat” mantığıyla eşdeğer olabilecek<br />

şekilde kişilerin kanser olmalarında en önemli faktörün kişinin<br />

“kötü şansına bağlı mutajenik olaylar” olduğu bilim kisvesi altında,<br />

hatta adı da “bilim” olan en anlı şanlı dergilerde yayınlandı.<br />

Böylece her biri değişik derecelerde birer hastalık üretim merkezi<br />

olan günümüz çalışma koşullarına “bırakın yapsınlar, bırakın<br />

geçsinler” mantığı ile masumiyet kazandırılmaya çalışıldı. Yine<br />

ilginçtir bu tip bir güdümlü bilgiye karşı çıkan, bunun halk sağlığına<br />

yapılmış; bu yayını yapanların bir yerlerle “çıkar çatışmalarını”<br />

bile deklare ederek ciddi bir suç işlediklerini dile getiren kurumların<br />

başında da Ramazzini enstitüsü geldi. Yapılan bu çalışmanın<br />

ne kadar yanıltıcı veri, yanlış yönlendirici, çalışan ve halk sağlığını<br />

hiçe sayıcı bir yayın olduğu kanıtlarıyla sunuldu. Ancak maalesef<br />

tüm manüplatif hareketlerde olduğu gibi bu ve benzeri doğru-karşı<br />

analizler kamuoyuna yansı(tıl)madı.<br />

Evet, Ramazzini’yi düşünürken aklımdan geçenlerin bir kısmı<br />

bunlardır. Koşullar 300 küsur yıllık bir fark gösterse de maalesef<br />

kar maksimizasyon mantığı hep aynıdır. Vahşi kapitalizm o gün<br />

de öldürüyordu, bu gün de öldürüyor; hatta sürüm sürüm süründürüyor.<br />

O gün de şık giyimli azametli doktorların karşılaştıkları<br />

hastalıkları çalışma koşulları ile ilişkilendirecek zamanları<br />

yoktu; bu gün de yok maalesef… O gün de sinameki kokan<br />

muayenehanelere gelen “müşteriler”in sorunları kökenine<br />

inilerek irdelenmiyordu, bu gün de her biri beş yıldızlı parfüm<br />

kokan “sektörel ticarethanelere” dönüşen hastanelerde bunu<br />

irdelemeye zaman yok maalesef…<br />

Ramazzini’yi düşünürken çok mu karamsar oluyorum; değişen<br />

hiç bir şey yok mu gerçekten?<br />

Dünyayı sırtlayan “yüzde 99”, ne zaman “yüzde 99 olduğunun<br />

bilincine” varacak? Kar maksimizasyon hırsı gözünü bürümüş<br />

vahşi kapitalizmin her alanda kendisine kurduğu tuzakların farkına<br />

ne zaman varacak?<br />

Dünyada bu konudaki olumlu gelişmelere, birkaç ışığa bu topraklarda<br />

da şahit olabilecek miyiz? Kim bilir, belki… Her şeye<br />

rağmen umutluyum. Bu yazının girişinde yazdığım Ramazzini’nin<br />

bu çığlığın üzerinden bunca yıl geçti. O günlerde yeni<br />

filizlenmekte olan kapitalizm denilen canavar bu çığlıkla o<br />

günlerde durdurulabilseydi çalışma yaşamı belki bugün hala<br />

bu kadar korkunç durumda olmazdı diye düşünüyorum. Ya siz?<br />

* Yazı, 28/5/<strong>2015</strong>’te Bianet’de yayınlanmıştır.<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 49


İçimizdeki Sürrealizm(!)<br />

Buğra KERGET<br />

“Aslında hikayeler ve karakterler değişiyor ancak sürrealist ressamlarımız ülkemizin her tarafında<br />

çözümlememiz gereken tablolarını bize sunmaya devam ediyorlar.”<br />

50 I <strong>Toraks</strong> Bülteni


Yamuk yüzler, kayan gözler…<br />

Sürrealist tablolarla çevrili sergiden dışarı çıktığımda tek aklımda kalan bunlar olmuştu. Hiç derin derin tablolarda<br />

kaybolanlar gibi bakamadım onlara, zorlayamadım düşüncelerimi, zorladığım anlarda da zihnimdeki<br />

kahkaha seslerini susturamadım.<br />

Çok uzak gibi gördüğüm bu tabloların her gün zihnime hunharca işlendiğini poliklinikte mesainin bitmesine 5<br />

dakika kala fark ettim. Tabloları yazıya dökerek çizmeye başladım.<br />

Bilgisayarın ekranında ilk ismi belirlendi, sonra, kapı aralandığında dev cüssesi, uzun yıllardır somurtkanlığa<br />

bağlı oluşmuş derin yüz çizgileri ve hayata karşı nefretiyle odama girdi. Kısa bir süre bakıştık ve bana birden<br />

“Göğsüm ağrıyor” dedi. Tarif etmesini istememden kısa bir süre sonra uzun bir cümleye başlayacağını anladığım<br />

bir iç çekişle başladı anlatmaya: “Sol mememin altından giriyor, ağrı sonra sırtımın sağına doğru devam<br />

ediyor, oradan başıma ve ayaklarıma doğru uzanıyor” dedi. Sustuk.<br />

Ellerimi semaya doğru çevirdim bir an. Ya Rab bu nasıl bir sinir dermatomu ki bu bacımı bu hale sokuyor, iki<br />

damla gözyaşı geldi. Sustuk. Elinde sonucunu hiç mi hiç beğenmeyeceği o küçük tahlil kağıdı ile çıktı dışarı.<br />

Kapının hışımla kapanmasının akabinde o girdi içeri. O yüz, o umutsuz bakışlar… Asistanlığıma onunla başlamıştım.<br />

O benim ilk göz ağrımdı. Kısa bir selamlaşmanın akabinde hemen konuya girdi. Benim yine nefesim<br />

daralıyor. Dinledim, hem şikayetlerini hem de sırtını. Bulamıyor, bulamıyordum ama nasıl söyleyecektim ona<br />

bir şeyin yok diye. Ya bana küser de bir daha gelmezse? Hayır onsuz yaşayamazdım. Konuyu derinleştirmekten<br />

başka çarem yoktu. “Ne zaman daralıyor?” diye sordum. Çantasını açtı ve ilk tanışmamızda ona hediye<br />

ettiğim, kırılıp patlatılan ve içine çekilen o tatlı şirin aleti gösterdi.<br />

“İşte bunu çektiğim zaman” dedi. İşaret parmağımı dudaklarına götürdüm, “Sus!” dedim ve “Bunun yalan<br />

olduğunu söyle!”. Bu konuşmalarımızın aramızda bir ömür boyu sır olarak kalacağına karşılıklı söz verdik. Gitti.<br />

Aslında hikayeler ve karakterler değişiyor ancak sürrealist ressamlarımız ülkemizin her tarafında çözümlememiz<br />

gereken tablolarını bize sunmaya devam ediyorlar. İlkokuldan bu yana resim çizmemiz istendiğinde ilk yaptığımız<br />

refleks haline gelmiş o portreyi söyleyeceğim şimdi size. Uzakta karlı dağlar, ardından doğan güneş, elma<br />

ağacı gölgesinde bacası daima tüten yalnız, kafa dinlenesi o ev. Bizde gerçeküstücülük yoktu, bizde aslolan<br />

vardı. İçimizdeki çocuğun öldüğüne bu kadar cümlenin akabinde gireceğimi sanıyorsanız hiç mi hiç giresim<br />

yok.<br />

Bu yazı aslında bir tavsiye, bir yol göstermeden ziyade bir iç döküştü. İçimizdeki bu kadar Salvador Dali’ye<br />

inat, bu meslekten elektrik almamızı engellemeye çalışan trafolarımıza giren kedilere inat, bu meslek bizimle<br />

var olmaya devam edecek...<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 51


Nemrut’un İzinde<br />

Gamze ASLAN<br />

Yolunuz Bitlis’in Tatvan ilçesine düşerse ülkemizin en büyük,<br />

dünyanın ikinci büyük krater gölü olan Nemrut’u mutlaka<br />

görmelisiniz. Benim bu krater gölüyle tanışmam 1996 yılında<br />

uçakla Van semalarında seyahat ederken olmuştu. Etrafı karlarla<br />

kaplı, hilal şeklindeki krater gölden etkilenmiş ve ziyaret<br />

etmeyi çok istemiştim. O yıllarda pek mümkün olmayan bu ziyareti,<br />

yaklaşık 15 yıl sonra zorunlu hizmetim esnasında eşimle<br />

gerçekleştirdim.<br />

Geziyle ilgili izlenimlerime geçmeden önce; Nemrut kalderasının<br />

tarihi ve coğrafi özelliklerinden kısaca bahsedelim isterseniz.<br />

Adını M.Ö 2100 yılında yaşamış olan Babil hükümdarı<br />

Nemrut’tan alan dağ, 3050 metre yüksekliğinde bir stratovolkandır<br />

(konik şekilli volkan). 1 Volkanın 4. zamanda patlaması<br />

neticesinde, tepe kısmı 48 km 2 , dip kısmı 36 km 2 ’ ye ulaşan<br />

konik yapıda Nemrut kraterinin oluştuğu düşünülmektedir. 1<br />

Patlamanın olduğu 4. Zaman ise (kuaterner) günümüzden 2<br />

milyon yıl önce başlayan ve halen sürdüğü varsayılan, iklimde<br />

büyük değişikliklerin olduğu jeolojik zamandır. 2 Bu şekilde<br />

oluşan Nemrut Kalderası’nda 5 adet göl, 6 adet mağara, çok<br />

sayıda lav çıkış merkezi ve sıcak su kaynağı bulunmaktadır. 1<br />

Kraterdeki göllerden en büyük olanı, 13 km 2 büyüklüğünde ve<br />

155 metre derinliğindeki Soğuk Göl’dür.<br />

Soğuk Göl<br />

İkinci büyük göl ise, su sıcaklığının 60 santigrat dereceye varabildiği<br />

3 km 2 ‘lik bir alana sahip olan Sıcak Göl’dür. 1 Her iki<br />

göl de yağmur ve kar sularıyla beslenir ve her iki göl arasında<br />

su bağlantıları mevcuttur. Kalderada bulunan diğer göller bu iki<br />

göle göre çok daha küçüktür.<br />

Sıcak Göl<br />

Gezimize dönecek olursak; Tatvan’dan Nemrut’a, yaklaşık<br />

15 km’lik virajlı ve engebeli bir yol mevcut. Ulaşımın zor olmasının,<br />

bu gibi doğal güzellikleri koruduğu düşüncesiyle kendimizi<br />

avutarak; araçla dağın tepesine tırmandıktan sonra kratere<br />

doğru inişe geçtik ve ilk olarak Sıcak Göl’e ulaştık. Sıcak göl<br />

adı üstünde sıcaktı ve gaz çıkışları gözle görülebiliyordu. Yoğun<br />

miktarda yosuna benzer bitkiler içeriyordu ve yüzmek için elverişli<br />

değildi. Gölün çevresinde yöre halkı çoğunlukla hayvanlarını<br />

otlatıyordu. Sıcak göl dışında da bazı kaya parçacıklarının<br />

arasından sıcak gaz ve buhar çıkışları olduğunu gözlemledik.<br />

En büyük göl olan Soğuk Göl ise kraterin önemli bir bölümünü<br />

kapladığı için her yerden görülebilmekteydi ve manzarası<br />

gerçekten nefes kesiciydi. Soğuk Göl’ün kıyısına ulaştığımızda,<br />

yaz mevsimi nedeniyle pek çok kişinin kamp kurmuş olduğunu<br />

gördük. Kampçıların çoğu ya gölde yüzüyor, ya da daha önceden<br />

göle bırakılan ve burada çoğalan sazan balıklarını tutmaya<br />

çalışıyordu. Biz de uyuyan bir volkanın kraterinde yüzmenin<br />

nasıl bir his olduğunu tatmak için yüzmeye karar verdik. O<br />

sırada yanımıza gelenler gölde tatlı su yılanlarının olduğundan<br />

bahsederek bizi yüreklendirse de, yüzme kararımızdan vazgeçmedik.<br />

Yüzerken hissedilen hafif tedirginlik ve biraz adrenalin,<br />

sonrasında yerini huzura ve mutluluğa bırakmıştı. Bu<br />

arada, sizin de yüzerken aklınıza volkanın en son ne zaman<br />

patladığı takılırsa, bilesiniz ki en son lav çıkışı 1441’de olmuş. 1<br />

Yüzme dışında, kış aylarında Nemrut dağında kayak yapma<br />

imkanı olduğunu da ekleyeyim.<br />

Soğuk Göl<br />

Sıcak Göl<br />

52 I <strong>Toraks</strong> Bülteni


Ahlat Mezar Taşları<br />

Göldeki gezimizi tamamlayıp eşsiz manzara fotoğrafları<br />

çektikten sonra, Tatvan’a geri dönmeye karar verdik. Tatvan,<br />

Van gölü kıyısında yer alan içinden önemli tren yollarının<br />

geçtiği (Haydarpaşa Garı - İran Demiryolu hattı) bir<br />

ilçedir. 3 İlçe olmasına karşın, gerek coğrafi konumu gerekse<br />

ticari önemi nedeniyle Bitlis’ten gelişmiş olduğu söylenebilir.<br />

Burası aynı zamanda pek çok mesire yeri ve lokantayı barındıran<br />

turistik bir yerdir. Tatvan’ın yerel ürünlerinin satıldığı<br />

çarşısını gezdikten sonra, Bitlis’in meşhur Büryan kebabının<br />

tadına bakmaya karar verdik. Bitlis ve Siirt’in sahiplendiği leziz<br />

bir yemek olan Büryan kebabı, oğlak ya da kuzu etinin,<br />

özel kuyu şeklindeki fırınlarda, odun ateşinde, uzun sürede<br />

pişirilmesiyle yapılmaktadır. Bu etin suyuna da afşor çorbası<br />

pişirilir. Biz de bu meşhur lezzeti tattıktan sonra, rotamızı<br />

Ahlat’a yönelttik.<br />

Bu arada kırmızı et sevmeyenler için; Van gölünden yakalanan<br />

inci kefalleri de iyi bir alternatif olabilir. Ahlat’a geldiğimizde,<br />

ilk gözümüze çarpan volkanik bir tüf olan Ahlat<br />

taşından yapılmış güzel estetik binalar oldu. Tarihi dokunun<br />

belirgin olduğu yörede; yine Ahlat taşından yapılmış Osmanlı<br />

dönemine ait camileri, Selçuklu dönemine ait tarihi kümbet<br />

mezarları ve Ahlat müzesini ziyaret etme fırsatı bulduk. Çarşısında<br />

gezerken Ahlat’a özgü bastonları işleyen zanaatkarları<br />

ziyaret ettik ve ustalıklarına hayran kaldık. El ve ahşap işlerine<br />

meraklı olanların mutlaka ziyaret etmesi gereken dükkanlardı.<br />

Ahlat gezisi sonrası rotamızı komşusu olan Adilcevaz’ a<br />

çevirdik. Adilcevaz, Van gölüne nazır sahili ile Akdeniz Bölgesi’nin<br />

sayfiye mekanlarını andıran, cevizi ile meşhur bir<br />

ilçemizdir. Burada her yıl Ekim ayında ceviz festivali yapılmaktadır.<br />

Adilcevaz’ın merkezinde gezip, ceviz reçelimizi de<br />

aldıktan sonra, ilçe de bulunan Aygır Göl’ünü ziyaret etmeye<br />

karar verdik. Aygır Göl’ü, aynı bölgenin uyuyan volkanik dağlarından<br />

olan Süphan’ın eteğinde bulunmaktadır. Kar suları<br />

ve yeraltı su kaynaklarından beslenen gölün etrafında kış<br />

aylarında beyaz tilkiler görebilmek ve balık tutmak mümkündür.<br />

Gölün kıyısında yetiştirme alabalık pişiren bir tesis de<br />

bulunmaktadır. Tesisi işleten kişi, aynı zamanda profesyonel<br />

dağcı olup Süphan Dağı’na tırmanmak isteyenlere rehberlik<br />

yapmaktadır. Bu bilgiler eşliğinde başka bir gezimizde de<br />

Süphan Dağı’na tırmanmayı planlayarak oradan ayrıldık.<br />

Adilcevaz Aygır Gölü<br />

Gezimizin sonuna geldiğimizde, coğrafyamızda bulunan<br />

pek çok nefes kesici yeri bilmediğimizi farkettim. El değmemiş<br />

bu yerler ve pek çokları kirletilmeden keşfetmemizi<br />

bekliyor. Nefesinizin kesilmesine hazır mısınız? O zaman sıra<br />

sizde…<br />

Yararlanılan Kaynaklar<br />

1<br />

Nemrut Gölü, Wikipedia, Özgür Ansiklopedi. http://<br />

tr.wikipedia.org/wiki/Nemrut Gölü<br />

2<br />

4. Zaman, Wikipedia, Özgür Ansiklopedi.http://tr.wikipedia.org/wiki/Kuaterner<br />

3<br />

Tatvan, Wikipedia, Özgür Ansiklopedi. http://tr.wikipedia.<br />

org/wiki/Tatvan<br />

Ahlat Mezar Taşları<br />

Adilcevaz Aygır Gölü<br />

<strong>Aralık</strong> <strong>2015</strong> I 53


Tuba Liman’ın Anısına<br />

Salih TOPÇU<br />

Sevgili Tuba,<br />

Seninle ilk karşılaşmamız 1992’nin bir Pazar günüydü. Ben<br />

beyazlarını giymiş nöbetçi uzmandım, Ankara Atatürk Sanatoryumu’nda.<br />

“Ben TUS’ta hastanenizi kazandım. Görmek ve tanışmak<br />

için geldim” dedin. Biraz utangaç, biraz şaşkın, biraz öz güvenli,<br />

biraz ciddi, biraz güler yüzlüydün. Ya yolu bulmamaktan<br />

ya da cesaret versin diye yanında erkek bir sınıf arkadaşını getirmiştin.<br />

Bir gece önce hastanede rutine binen argo sözcüklere<br />

evde tepki olmasından olsa gerek, “Lütfen başla bu ihtisasa…<br />

Senle kendimize ve dilimize çeki düzen veririz.” dedim.<br />

Seninle ne zaman çelişkiye düşsek - düşülse, tartışsak - tartışılsa,<br />

bu karşılaşmayı hatırlatır, “Benim Göğüs Cerrahisine başlamamın<br />

müsebbibi Salih abidir.” der, olayı böylece tatlıya bağlamanın<br />

girizgâhını yaparsın, ilk karşılama sohbeti nedeniyle.<br />

İhtisasın süresince ilk bayan asistanımız (sonra da uzmanımız)<br />

olman nedeniyle bazı abilerin seni korumak isterdiler. Hâlbuki<br />

sen çalışkanlığın, verilen işi mükemmele yakın (iyi demiyorum)<br />

yapman, bilimselliğin, sosyalliğin ile karşı cinslerinden başarılı<br />

olduğun için korunmaya gereksinimin yoktu.<br />

Sendeki bu çalışkanlığın ve başarı azminin birçok nedeni<br />

olabilir. Ben kendimce ikiye indirgedim. İlki kişiliğin ve aile<br />

eğitiminden gelen dürüstlük, çalışkanlık, sorumluluk duygusu<br />

ve zekiliğin. İkincisi asistanlığın ilk gününde sana yapılan<br />

testin travması. Hatırlarsan siz dört kişi başlamıştınız. İsmail<br />

ve Mustafa bizim kliniğe, senle ekürin diğer kliniğe. Bayandır<br />

dayanamaz, ihtisası bırakır gider diye ikiniz de olduğundan<br />

kısa sürede ameliyathaneye sokuldunuz. Bayılacaktın ve<br />

ihtisası bırakacaktın. Ekürin bayıldı, başka ihtisasa gitti. Sen<br />

hastanemizde kaldın. Bu test travmasının senin “boynuz kulağı<br />

geçer” dercesine tüm kulakları geçme azmini verdiğine<br />

inanıyorum. Erkeklerin sahasında hep deplasmanda oynama<br />

duygunun oluşturduğu azim. Nitekim de öyle oldu, herkesin<br />

gıpta ile baktığı bir meslektaşımız, hocamız oldun. Senden<br />

sonra ondan fazla bayan asistanımız, uzmanımız oldu. Onların<br />

yollarını açtın ve gelişmelerini kolaylaştırdın.<br />

Benden önce akademik yaşamı seçtin. Almanya rotasyonunun<br />

ardından, Afyon ve Pamukkale Tıp Fakülteleri Göğüs<br />

Cerrahisi Anabilim Dallarını kurdun. Atatürk Sanatoryumu’nda<br />

çalışma koşullarım zorlaştırılınca ben de Kocaeli Tıp Fakültesi’ne<br />

geçtim. Yardım isteme sırası bendeydi. “Beraber<br />

çalışalım mı?” dedim. Böylece seninle yollarımız ikinci kez<br />

kesişti. Sen akademisyen, bense akademisyenliğe soyunmuş<br />

“abi”. Roller değişmişti.<br />

İkinci dönemimizde seni daha iyi tanıdım. Tanıdıkça hayranlığım,<br />

sevgim ve saygım arttı. Bu kez insan Tuba’yı tanıma olanağını<br />

buldum. Hayata pozitif bakma, eleştiriyi olumlu yapma,<br />

insan ilişkilerinde başarılı olma, yaşama sıkı sıkı sarılma… İlk<br />

dönemde asistanlığında kendini ezdirmedin. İkinci dönemde<br />

de yaşamın ve gerçeklerinin bir iki basamak yukarısından attığın<br />

kahkahalarla “yaşama da kendini ezdirmedin”.<br />

Sol kolunda patolojik kırık oluştuğunda, aynı zamanda hastaneye<br />

gelip birlikte çıkmamıza karşın çalışma çantan, çantan<br />

ve günlük poşetlerini taşımamıza izin vermediğin gibi<br />

bilinç kaybının geliştiği son iki gün hariç yaşamın seni teslim<br />

almasına izin vermedin.<br />

Üçüncü dönemimizde anladım senin neden güler yüzlü<br />

ve kahkaha dolu olduğunu. İnsan yaşam savaşında başarılı<br />

olmak için yaşamın dışına düşmemeli, küsmemeli. Yaşamın<br />

tam içinde onu, dolu dolu içine sindirmeli ve kahkahası ile<br />

altında değil üstünde kalmalı.<br />

Üçüncü dönemimizde sen yoksun. Anıların, yaşanmışlığın, sevgin,<br />

saygın ve yan odada hala yankılanan kahkahalarınla birlikteyim.<br />

Seni her dönemimizde çok sevdim.<br />

Abin<br />

Asistan Şerife Tuba Liman<br />

Akademisyen Şerife Tuba Liman<br />

Tanıyan herkesin sevgilisi oldu.<br />

54 I <strong>Toraks</strong> Bülteni


Çetin Altan’ın Anısına<br />

• Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra, ya da hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise bir tek<br />

yerde kabul ediyorum. Yaşamak mümkünken yaşamamış olmakta.<br />

• Uydurunuz.<br />

Uydurdukça dünya ile belki daha kolay anlaşırsınız.<br />

Nasıl olsa onun için de “yalan dünya” diyorlar.<br />

Ama unutmayın ki, uydurma gereğini duymayanlar için de “adam” diyorlar.<br />

• İnsanlar değerli olmayı unuttular, önemli olmaya çalışıyorlar.<br />

• Başarı, yalan söylemek zorunda kalmadan yaşayabilmektir.<br />

• Bir toplum için en korkunç şey, çapsızlığını ukala bir şişkinlik arkasında saklamaya çalışanların, kendilerine<br />

benzemeyenleri ortak bir dayanışmayla durmadan tırpanlamaya kalkmalarıdır. Böyle bir belaya uğramış<br />

toplumları, ne kadar kalkınırlarsa kalkınsınlar, külüstür bir görüntüden kimse kurtaramaz.


56 I <strong>Toraks</strong> Bülteni

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!