You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
1
2
Sunus .
1
“Koronavirüs alacağımız tedbirlerden güçlü değildir.”
Sağlık Bakanımız Fahrettin Koca, Türkiye’deki ilk koronavirüs vakasını açıkladığında bu önemli cümleyi
akıllarımıza kazıdı. Koca’nın açıklaması, sadece Türkiye’nin virüsle mücadele sürecinin başladığına değil
değişen dünya düzeninde Türkiye’nin alacağı konuma da işaret ediyordu.
İnsanlık tarihinde pek çok salgın hastalık dünyayı etkisi altına almış, dünya nüfusunu büyük oranda etkilemiştir.
Bu salgınları kitaplardan okuyarak öğreniyorduk ancak bizzat tecrübe etmenin farkını yaşıyoruz
bu günlerde. Dergimizin bu sayısı çıktığında dünyada 3,5 milyondan fazla koronavirüs vakası vardı. Bu
yakın tarihte sağlık alanında yaşadığımız en olumsuz gelişmeydi belki ama geleceğe dair büyük bir kapıyı
aralıyordu.
Artık herkes hemfikir: Dünyanın düzeni değişiyor. Peki yeni düzen nasıl olacak? Asıl tartışılan bu. Bizce
tartışmanın çok fazla dallanıp budaklanmasına gerek yok. Bugün koronavirüse karşı verilen mücadele, bize
gelecek günlere dair ipuçları veriyor. Yeni dönem kamuculuğun hakim olduğu bir dönem olacak.
Çin koronavirüsle mücadele ederken önlem almayan Batılı devletler, virüsle birlikte bir telaşa kapıldı.
Çünkü virüsün yayılma hızı Çin’dekinden katbekat fazlasıydı. Mücadelede hem geciktiler hem de Çin’i
suçladılar, “Bize gerçek verileri aktarmadınız” dediler. Şimdi de dünyaya bu yalan propagandayı yaymaya
çalışıyorlar. Koronavirüse karşı başarısız oldukları gibi en fazla insanın hayatını kaybettiği ülkeler de ABD ve
Avrupa ülkeleri. Virüse karşı başarı kazanan Çin ne yaptı? Baş problem olarak virüsü belirledi, devleti ve
halkını seferber etti, son vakaya kadar fedakârca mücadele etti. Şimdi ise bütün dünyaya destek oluyorlar.
Bu durum ülkemiz için de geçerli. Virüs henüz ülkemize girilmeden devletimiz de tedbirlerini aldı ve salgın
ciddi boyutlara ulaşmadan gerilemeye başladı. Dünya Sağlık Örgütü dahi Türkiye’yi başarılı mücadelesi
konusunda tebrik etti.
Şu an bütün dünyanın önceliği bu salgını yenmektir. “Her işin başı sağlık” diye boşuna dememiş atalarımız.
Gıda güvenliği ve üretim çarkının sürdürülmesinin önemi tartışılmaz. Fakat koronavirüs salgınıyla
görüldü ki hepsi insan için. İnsan sağlığına verilen önem, toplumsal sistemlerin sağlığını da ölçüyor. Batı
sistemi bu anlamda da alarm veriyor.
Koronavirüsü elbet yeneceğiz ancak virüs de bir şeyi yendi: Liberal dünya düzeni. Yeni dünyada bunların
olmayacağı çok açık. Kamucu devletler bugün Batılı devletlere yardımlar gönderiyor. Artık insan odaklı bir
dünyaya yelken açıyoruz. İnsanlık yeni dünyanın nesnesi değil öznesi olacak.
Kırmızı Beyaz, ilk kez e-dergi olarak yayınlandığı 52. sayısıyla siz değerli okuyucularına salgınların tarihi ve
verilen büyük mücadeleleri ayırdı sayfalarına. 23 Nisan Türk Devriminin 100. yılının coşkusunu yaşadığımız
ve 19 Mayıs’a yaklaştığımız bu günlerde Atatürk Devrimlerinin önemini bir kez daha anladık. Başta Halkçılık
ve Devletçilik olmak üzere Atatürk İlke ve Devrimleri bugün hala önümüzü aydınlatıyor. Türk gençliği olarak
O’nun rotasından asla vazgeçmeyeceğiz.
Şimdiden herkese iyi okumalar dileriz…
Kaan Arslan
Kırmızı Beyaz
Genel Yayın Yönetmeni
2
.
Icinde .
Kuruluş’tan
Kurtuluş’a
23 Nisan
Türk Devrimi
Ayaklar Baş
Olur Mu?
Okan Özkan
Yeni Dünyanın
Anahtarı:
Kamuculuk
Dilek Çınar
Salgın
Hastalıklar ve
Kamucu
Anlayış
Özgür Altınbaş
Yıldırım Gençer
4 10 16 22
Hayatı Okul Olanlar
46
Işıkgün Akfırat
İnsanlığın da
Aşısı Bulunur
Mu?
Röportaj
52
Kaan Arslan
Prof. Dr.Mehmet
Ceyhan -
Koronavirüsle
Mücadele
54
Yiğit Çınar
Kültür - Sanat
Yaşam
56
Elif Beyza Tekin
Refik Saydam
kiler
3
Geçmişten
Günümüze
Salgın
Hastalıklar
Mihri Serap Sayın
Ne Zaman
Bitecek,
İlelebet
Sürecek
Furkan Kaplan
“Kara Kutu”
Virüse Yenildi
Bozgunculuk
Virüsü ve
Birlik Aşısı
Serkan Çetinkaya
Naci Önenköprülü
26 32 36 42
Tarih Bildiğini Okur
60
Melike Güler
Uygarlığa
Açılan Kapı:
İstanbul’un
Fethi
SporUN RENGİ
64
Yaşamın
Sınırlarını
Zorlamak
70
Eser Keskin Murat Turgay Sancaklı Hatice Avşar
TGB’den
Haberler
72
Şiiri Düzde Yaşatmak
Atın
Türküsü
BİR An - BiR ANLAM
74
Kamuculuğun
Devri Hayırlı
Olsun
4
KURULUŞ’TAN KURTULUŞ’A
23 NISAN TÜRK DEVRIMI
Yıldırım Gençer - TGB Genel Başkanı
29 Ekim 1923 tarihinde ilan edilen
Cumhuriyetimiz, 23 Nisan 1920 tarihinde
kurulmuştur. Ankara’da kurulan
meclis, milli mücadeleye önderlik etmiş
ve bağımsızlığımızı kazanmıştır.
Şevket Süreyya Aydemir’e göre “23
Nisan 1920 Türkiye Milli Kurtuluş Hareketi’nin
kendi devletini kurduğu tarihtir. Bu tarihte
Milli Mücadele, artık bir Halk Hareketi
olmaktan çıkmış, bir Halk Devletinin ekseni
etrafında gelişmeye başlamıştır. Bu eksen
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’dir
ve yarınki müstakil Türkiye Cumhuriyeti bu
halk devletinin tekamülü olarak tabii temelinde
oturacaktır.” 1
Falih Rıfkı Atay da, kitabında; “Anadolu’da
yeni bir Türk devletinin temeli 23 Nisan
1920’de Büyük Millet Meclisi açıldığı
gün atılmıştır. Mustafa Kemal bu meclis
başkanı seçildiği gün gerçekte, yeni Türk
devletinin ilk başkanı olmuştur” 2 diye ifade
ederek Devletimizin kuruluşunu 23 Nisan
1920 olarak göstermiştir.
Vatan Partisi Genel Başkanı Dr. Doğu
Perinçek de “23 Nisan, saltanatı bertaraf
ettiğimiz, Ankara’da Devrimci Meclis ve
Devrimci Hükümet kurduğumuz gündür.
23 Nisan, İstiklal Savaşımızın hükümetini
devrimle kurduğumuz gündür. Dünyanın
her yerinde Türk Devrim tarihi 23 Nisan
olarak bilinir. Örneğin Komünist Enternasyonel
Programı’nda devrimler sayılırken
‘1920 Türk Devrimi’ denir. Çünkü o tarih,
Türkiye’de Devrimci İktidarın kurulduğu tarihtir”
3 demektedir.
Dünya devrim tarihine altın harflerle yazılan
23 Nisan, büyük milletimizin övünç
kaynağıdır. Hakkıyla kutlamak ve anmak
ise biz genç kuşakların görevidir. İlk baskısı
1964 yılında yayınlanan Tek Adam’ın ikinci
cildinde Aydemir, 23 Nisan için “biz
pek gereği gibi değerlendiremiyoruz
sanıyorum” 4 diyor. Aradan
56 yıl geçmiş olmasına rağmen
bu fikre katılıyorum.
23 Nisan, tarihsel değerinden uzak bir
şekilde kutlanıyor. Toplumsal hafızamızda
ağırlıklı olarak “çocuk bayramı” olarak yer
alan 23 Nisan, çok daha büyük anlamlar
taşımaktadır.
Kemalist Devrim programına ihtiyacın
her geçen gün daha da arttığı bu günlerde
23 Nisan’a verilen önem devletçe ve milletçe
artmıştır. Bu sevindirici bir gelişmedir.
Zorluklar, devrim tarihimizi ve devrimci
programımızı tarihin içerisinden çıkıp getirmektedir.
Siz istemeseniz de o çözümler
çıkıp gelecektir.
19 Mayıs tarihinde Samsun’a
ayak basan Mustafa Kemal
5
Atatürk, gözünü devrimci bir hükümete dikmiştir.
Anadolu’ya geçişinin nihai hedefi, yeni bir devlet
kurmaktır. Ölü sayılan bir milletten;
medeni milletlere eşit bir Türkiye,
bir Türk Milleti. Mazlum milletlere
kurtuluş yolunu gösteren bir rejim… 5
O rejim, Türkiye Cumhuriyeti’dir.
Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla,
hakimiyet milletin egemenliğinde
toplanmış, Türk Milleti kendi kaderini
ellerine almıştır.
Hakimiyet-i Milliye’nin 23 Nisan
1920’de çıkan 24. sayısı;
“Tarihi bir olay: Türkiye Büyük
Millet Meclisi. BMM ile milletimiz
en büyük tehlikelerden kurtulmaya
doğru yeni ve tarihi bir safhaya
girmiş bulunuyor” 6 diye müjdeliyordu.
Fedakar halkımız, meclisin önderliğinde tehlikelerden
kurtulmak için adım adım yürüyordu. Peki
neydi o tehlikeler?
İSTANBUL’UN İŞGALI
16 Mart 1920’de İtilaf Devletleri, Kuvayı Milliye’nin
saldırılarını arttırdıklarını ileri sürerek İstanbul’u
resmen işgal ettiler. Haberleşmeye el
konuldu, hükümet daireleri kontrol altına alındı,
Şehzadebaşı Karakolu’nda 6 Türk askeri şehit
edildi. 13 Kasım 1918 tarihinden itibaren denetim
altında bulunan İstanbul, artık tamamen İtilaf Devletlerinin
kontrolü altına girdi.
Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıralarında
“İstanbul’un işgalini memleketin başına gelmiş
olan felaketlerin en tehlikelisi telakki etmiştik” 7 diyor.
İstanbul işgalinin dayattığı mecburiyeti ise
şöyle açıklıyor:
“İzmir’in işgali hadisesi, milleti, düşmanlarımız
aleyhine nasıl harekete geçirmişse, İstanbul’un işgali
de, mukadderatını bizzat eline almağa mecbur
etmiştir.” 8
Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’un işgaliyle birlikte
aynı gün, Kolordulara, Valiliklere, Mutasarrıflıklara
telgraf çekmiş, İstanbul’da İngiliz, Fransız, İtalyan,
Amerikan ve bütün tarafsız devletlerin hariciyelerine
protesto telgrafları göndermiştir. 9
15. Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir Paşa’ya
yolladığı telgraf emri şöyle başlıyordu; “Bu
telgrafı bir dakika geciktiren vatan hainidir.” 10
İstanbul’un işgaliyle birlikte Mustafa Kemal Paşa’nın
daha öncesinde de işaret ettiği gibi Ankara’da
bir meclis kurma fikri zorunluluk haline geldi.
Paşa, Vilayetlere, Bağımsız Livalara ve Kolordu
Kumandanlarına çektiği telgrafta Ankara’da “fevkalade
salahiyete sahip bir meclisin” 11 toplanılması
için talimat göndermiştir.
23 Nisan 1920 Cuma günü dualarla açılan Meclis,
Atatürk’ün İstanbul’dan ayrılırken hedef noktasıydı.
Kurulan Devrimci Meclis, yeni bir devletin ve
Cumhuriyetin en büyük adımıydı. Amasya, Sivas,
Erzurum kongrelerinin nihai hedefi Ankara’da açılacak
Meclis’ti. Şimdi Milli Mücadele artık devlet
niteliği kazanmıştı.
Meclisin açılmasıyla yeni bir safha başlıyordu.
15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa
bunu şu sözleriyle dile getirdi:
“23 Nisan İstiklal mücadelemizin ikinci kitabını
açıyordu. Bir senelik, mesaimizin yekunu Türk
Milleti için şan-averdir. Muvaffak olacağımıza zerre
şüphem yoktur.” 12 diyordu.
29 Ekim 1923
tarihinde
ilan edilen
Cumhuriyetimiz,
23 Nisan 1920
tarihinde
kurulmuştur.
Ankara’da
kurulan meclis,
milli mücadeleye
önderlik etmiş ve
bağımsızlığımız
kazanmıştır.
6
16 Nisan
tarihinde
Börekçizade
Rıfat Efendi
önderliğindeki
153 müftü,
“düşmana karşı
gelmenin farz
olduğu, ölenlerin
şehit olacağı”
fetvasını
verdiler.
MECLISIN ÖNCELIKLI
GÜNDEMLERI
İstanbul’un işgalinin ardından açılan meclisin
çözmesi gereken zorunluluklar vardı. O dönem
Atatürk’ü ve milli mücadele önderlerini en çok
zorlayan konular; Damat Ferit Paşa hükümetinin
hainliği ve işbirlikçiliği, içeride yükselen ve İstanbul
hükümeti tarafından desteklenen isyanlardı. Aynı
zamanda Kuvayi Milliye’nin düzenli orduya geçilmesi
de önemli bir gündem başlığını oluşturuyordu.
Şevket Süreyya Aydemir meclisin öncelikli gündemlerini
dört maddede sıralıyor:
1- İstanbul’un kışkırtmaları
2- İç isyanlar.
Bu iki madde kadar öncelikli olmasa da; Muntazam
ordu ve dış münasebetlerin kurulması ve
TBMM’nin dış dünya tarafından tanınması. 13
Sabahattin Selek ise “Anadolu İhtilali” kitabında
3 noktaya dikkat çekiyor:
1- Karşı ihtilal hareketleri
2- Yunanlıların işgal hareketleri
3- Çerkez Ethem kuvvetlerinin tasfiyesi 14
Selek’in aktardıklarının da doğruluk payı olmakla
beraber Şevket Süreyya Aydemir’in, İstanbul hükümetleriyle
olan mücadeleye dikkat çekmesi ayrı
bir önemdedir. Çünkü İstiklal Savaşı aynı zamanda
bir iktidar savaşıdır ve birinci maddeye yazılacak
kadar mühimdir.
Ali Fuat Cebesoy’un Milli Mücadele Hatıralarında
ise Meclisin kurulmasının hemen ardından isyanlara
yer verdiği görülür. Düzce, Hendek isyanları ve
Anzavur ayaklanması, Cebesoy’un bu önceliğini
doğrular.
İŞBIRLIKÇI DÜRRIZADE
ABDULLAH’A KARŞI
VATANSEVER
BÖREKÇIZADE RIFAT EFENDI
Damat Ferit Paşa’nın 11 Nisan’da Şeyhülislam
Dürrizade Abdullah imzasıyla yayınladığı fetvada:
“Kuvayi Milliye mensuplarının kafir ve öldürülmelerinin
farz olduğu ilan edildi.” 15 denilmiştir. Fetva,
İngiliz uçakları tarafından Anadolu’nun birçok bölgesine
dağıtıldı. Fetvayla iç cepheyi bölmeyi ve
milli mücadeleyi itibarsızlaştırmayı amaçlayan bu
girişim, Mustafa Kemal Atatürk’ün dahice hamlesiyle,
vatansever din adamlarına hazırlattığı fetvayla
boşa çıkarıldı. 16 Nisan tarihinde başta Ankara
Müftüsü Börekçizade Rıfat Efendi’in önderliğinde
153 müftü ve din adamının imzasını taşıyan karşı
fetvada “düşmana karşı elden gelen bütün gayretin
gösterilmesini farz, ölenlerin şehit, kalanların
gazi olduklarını, direnen halka karşı fitne çıkaran
ve silah kullananların en büyük günahı işlemiş
olacaklarını” emrediyor. Yayınlanan fetva, savaşın
sadece askeri düzlemde ilerlemediğinin en büyük
göstergesiydi. Milli mücadele, propaganda alanında
da büyük bir kapışma içerisindeydi.
7
İÇTEKI SAVAŞ YUNANLA
SAVAŞTAN DAHA ÖNEMLI
Milli Mücadelede “Türk’ü Türk’e kırdırmayı hedefleyen
İngilizler, İngiltere Büyükelçiliği’nin Baştercümanı
Ryan’ın 23 Eylül 1920 tarihli raporunda
milliyetçi liderlerle mücadelede 3 yol olduğu belirtmiştir:
İlki Müttefik kuvvetlerin doğrudan harekete
geçmesi; ikincisi, Yunanlıların kullanılması; üçüncüsü
ise Sevr’i kabulden yana Türklerin kullanılması”.
16
Nisan ayında Sevr henüz açıklanmamıştı fakat
Ryan’ın bahsettiği 3.madde uygulanmaktaydı. Damat
Ferit Paşa’ya bağlı isyancılar, Kuvayi İnzibatiye
adı altında Milli Mücadeleye karşı ayaklanmışlardı.
Atatürk, 13 Temmuz Yunan yenilgisinden sonra
Meclis’te yaptığı konuşmasında; “Dahili isyanları
bastırmak, Yunan taarruzunu durdurmaktan elbette
daha mühimdir.” 17 diyerek, iç cephedeki mücadelenin
düşmana karşı mücadeleden daha başat
olduğunu belirtmişti.
Damat Ferit Hükümeti’nin yayınladığı fetvalar,
basın kampanyaları, din, mezhep ayrılıklarını körükleme,
Halife orduları kullanma vb. çeşitli yöntemlerle,
İngiltere, Padişah ve Damat Ferit Hükümeti
ile tam işbirliği halinde, Anadolu’da geniş
çapta bir karşı devrim hareketini başlatır. 18
Nisan ayında Anzavur hareketi Biga ve Gönen’de
etkili olurken, Düzce ve Bolu’da ise isyanlar
meydana gelmiş ve Beypazarı’na kadar sıçramıştır.
Damat Ferit Paşa’nın bizzat desteklediği Anzavur
hareketi başlarda başarılı olur. Ardından Çerkez
Ethem kuvvetlerinin
sevk edilmesiyle beraber isyan bastırılır. Ankara’nın
bunalımlarından biri olan Anzavur ayaklanması bir
anlamda düzenli ordu ihtiyacını da yakıcı bir şekilde
gündeme getirmiştir. Ethem’in birliklerini istediği
gibi yönlendiremeyen Atatürk, meclisin açılışıyla
beraber düzenli orduyu hızla gündeme getirecektir.
Düşmanı mağlup etmek için öncelikli mesele iç
cephedeki isyanları bastırmak ve o isyanları bastıracak
düzenli orduyu yaratmaktı.
KUVAYI MILLIYE’DEN
DÜZENLI ORDU’YA
Düzenli ordu dönemine geçmek, milli hareketin
bir iktidar merkezi etrafında birleştirilmesini sağlayan
devrimci bir adımdı. 19 Bölgesel direniş ve çete
liderlerinin savaşlarıyla geçen dönemde bölgesel
kazanımlar olmuş fakat düşman kuvvetlerine kesin
bir darbe indirilememiştir. Ordunun tek merkezden
komuta edilememesi ve her çetenin kendi disiplini
altında çalışması milli mücadeleyi zaafa uğratıyordu.
Nitekim Anzavur isyanını bastırırken bu disiplinsizlik
nedeniyle gereğinden fazla şehit verilmiştir.
Devlet olmanın birincil şartı devrimci bir ordunun
olmasıydı, üstelik bağımsızlığınızı emperyalizme
karşı savaşta kazanmaya çalışıyorsanız bu hayati
önemdeydi.
O tarihe kadar Kurtuluş Savaşına önemli hizmetleri
olmuş Çerkez Ethem, Demirci Mehmet Efe gibi
liderler, TBMM’nin emir komutası altına girmeyi
kabul etmediler. Batı
Düzenli ordu
dönemine
geçmek, milli
hareketin bir
iktidar merkezi
etrafında
birleştirilmesini
sağlayan
devrimci bir
adımdı.
8
Cephesine gönderilen İsmet İnönü ve Refet Bele’nin
komutanlıklarını tanımadılar.
Çerkez Ethem ve Demirci Mehmet Efe kuvvetleri
1921 yılında dağıtıldı. Zamanla düşmanla işbirliğine
giren Çerkez Ethem, Mehmetçiğe kurşun
sıkma noktasına geldi. İsmet İnönü önderliğindeki
ordumuz, Ethem kuvvetlerini dağıttı.
Orduya geçiş, köylünün desteğini aldı. Çünkü
ordu, köylülerin mücadeleye katılışını kurumlaştırıyor,
köylüyü hak ve hukuku belli olan bir vatandaş
haline getiriyordu. 20
Halkı, devletin bir kurucusu haline getiren Düzenli
Ordu, geniş halk kitlelerini örgütlemiş ve onları
özgürleştirmiştir. Çete liderlerinin kişisel çıkarları
için savaşan yoksul halk, Büyük Millet Meclisi önderliğinde
kendi kurduğu devleti için savaşıyordu.
Savaşan asker arasına eşitlik ve duygu birliği ordu
sayesinde tamamen sağlanmış oldu.
100 YIL SONRAKI KOŞULLAR
Birinci Dünya Savaşının yani Kurtuluş Savaşının
koşulları ile bugününkiler farklıdır. Her durumu
kendi koşulları içinde somut olarak değerlendirmek
gerekir. Ancak bugün tıpkı Birinci Dünya Savaşındaki
gibi, Türkiye, Suriye, Lübnan, Irak, İran
sınırlarının
yeniden belirlenmesi
gündeme
gelmiştir. 21
Emperyalizm 100 yıl sonra da planlarını uygulamak
için hareket halindedir. Mazlum milletler coğrafyası
100 yıldır hedef halindedir. Savaş, karada
piyonlarla devam etmektedir. ABD, PKK-YPG-
HDP-FETÖ eliyle ülkemizi bölmek istemekte ve
toprak bütünlüğümüze saldırmaktadır. 1920’lerde
olduğu gibi sadece Türkiye değil, bölge ülkeleri de
tehdit halindedir. Türkiye, savaşın bugün de en ön
cephesindedir.
Mavi vatanımızda ise piyonlar yok, devletler var.
ABD, İsrail, Yunanistan ve GKRY emperyalist bloğu,
donanmalarını Doğu Akdeniz’de ülkemize çevirmiştir.
Son 2 yılda denizlerimizde büyük adımlar
atan Türkiye, bu bloğa Libya ile karşılıklı Münhasır
Ekonomik Bölge (MEB) anlaşması ile cevap vermiştir.
Fakat yetmez, tıpkı 1920’de olduğu gibi
bugünkü savaşta da ittifak birikimimizi değerlendirmeliyiz.
100 yıl sonra koşullar farklı olmakla beraber tehditler
benzerdir. Peki, bu tehditleri nasıl aşacağız?
Aşmaya başladık bile. Tarihimizin büyük tecrübeleri
tozlu sayfalarda saklı kalmıyor. Siz istemeseniz
de birileri o tozlu sayfanın kapağını aralayacak
ve devrimci çözümleri çıkartacak. Bugün de öyle
olmakta. ABD destekli PKK terör örgütüne karşı,
100 yıl önceki gibi mücadele etmiyor muyuz? Ya
da koronavirüsün ekonomiye ve toplumsal yaşama
dönük etkileri üzerine atılan hamlelerden
bir tanesi Cumhurbaşkanımızın ilan ettiği Milli
Dayanışma Kampanyası değil mi? Üstelik
bu kampanyayı tarihimizdeki büyük fedakarlık
örneği olan Tekalif-i Milliye’ye benzetti.
Çok da doğru yaptı. Bizim gibi
bağımsızlığını emperyalizme karşı
devrimle kazanmış milletler, zor zamanları
yine o devrimci ruhla aşar ve tarihinin engin
birikiminden faydalanır.
Türk Devriminin 100. yılında, devletimizin
ve milletimizin Atatürk’e yöneldiğini yaşayarak
görüyoruz. Çünkü çözüm O’nun
devrimlerinde, yani Altı Ok’ta. Altı Ok’un
her biri altın değerinde olan ilkeleri bugünün
dünyasının her sorununa yanıt vermektedir.
Koronavirüsün çözümü de ordadır. Devletçilik
ve halkçılık, virüsün panzehiridir.
TARIH İÇINDE
SAVAŞMAK
Atatürk Devrimlerinin milletçe sahipleniliyor
olması Atilla İlhan’ın tabiriyle “hızlı
Atatürkçüleri” rahatsız etmiş durumda.
O kadar ki; Tekalif-i Milliye hatırlatmasına
1921’in İtilaf Devletleri ve İstanbul Hükümeti
gibi pervasızca saldırabiliyor, TBMM
Başkanı Mustafa Şentop’un 23
Nisan’da İstiklal Marşı çağrısına
burun kıvırıyorlar. 22
Tarih içerisinde savaşabilirsiniz, Çanakkale’de
süngü savaşı, Kut’ul Amare’de
Halil Paşanın omuzdaşı, Ege’de Yarbay Ali
Çetinkaya’nın gözü pek askeri, Sakarya’da
taarruza kalkan subay olabilirsiniz. Çünkü
o tarihi geri gidemezsiniz. Sorgulamanın
tek bir yöntemi var, o da savaşın bugünkü
cephesinde neredesiniz?
ŞANSLI MILLETLER
Bugün maalesef TBMM’de, terör örgütü
PKK’nın temsilcisi HDP var. Kürt Teali Cemiyetinin,
1920’de Büyük Millet Meclisinde
olduğunu düşünebilir misiniz? Bağımsızlığımıza
inanmayan ve İngiliz mandacılığını
savunan birinin mecliste işi olabilir mi?
Bugün de HDP’nin mecliste işi yoktur. Sadece
mecliste değil, halk sağlığı ve kamu
güvenliği açısından kapatılması gereken bir
partidir.
Bugün, HDP’yi kapatabilecek
ve Türkiye’yi İkinci İstiklal
Savaşından zaferle çıkaracak
bir meclise ihtiyaç vardır. O da
milletin vatansever unsurlarının
tamamının temsil edildiği bir
hükümetle olur. Şu anki mevcut
hükümet bu haliyle, ihtiyacı karşılayamamaktadır.
1920’de açılan Büyük Millet
Meclisi, zorlukları göğüslemenin
meclisidir. Zorluk varsa, BMM ruhuyla
çözüme ulaşırız. Bugün de
zorluklar içerisindeyiz. Fakat kendimize
güvenimiz tam. Zorlukların
üstesinden geleceğiz.
Ne mutlu bize ki 23 Nisan gibi
devrimci bir tarihimiz var. 23 Nisan’ı
olan milletler emperyalizme karşı her zaman
öndedir.
Devrimimizin 100. yılında köklü çözümlerin
eşiğindeyiz.
Dip Not
1) Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam c.2
Remzi Kitabevi, İstanbul, Nisan 2018, s.249
2) Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Pozitif Yayınları,
İstanbul, s.273
3) Doğu Perinçek, “23 Nisan Devrimi”, Aydınlık
Gazetesi 26 Nisan 2019
4) Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam c.2
Remzi Kitabevi, İstanbul, Nisan 2018, s.249
5) Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, Kaynak
Yayınları, İstanbul, Ocak 2014, s.101
6) Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü c.3,
Türk Tarih Kurumu, s.3
7) Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları,
Temel Yayınları, İstanbul, Ocak 2017, s.369
8) Age, s.369 vd.
9) Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.7, s.121
10) Age, s.125
11) Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Kaynak
Yayınları, İstanbul, Eylül 2016, s.322
12) Kazım Karabekir, İstiklal Harbi c.2, Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul, Şubat 2019, s. 733
13) Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam c.2
Remzi Kitabevi, İstanbul, Nisan 2018, s.270
14) Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, c.1,
İstanbul, 1965, s.313
15) Şehülislam fetvası hakkında bkz. Zeki
Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü c.2, Türk Tarih
Kurumu, s.475 vd. Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, Ocak
2016, s.150
16) Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi c.1,
s.151-152
17) Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Kaynak
Yayınları, İstanbul, Eylül 2016, s.356
18) Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi c.1,
s.147
19) Osman Bilge Kuruca, Atatürk ve Gerilla
Savaşı, Kaynak Yayınları, İstanbul, Kasım 2014,
s.232
20) Age,s.231
21) Doğu Perinçek, Birinci Dünya Savaşı ve
Türk Devrim, Kaynak Yayınları, İstanbul, Aralık
2015, s.175
22) Bkz. Emin Çölaşan, “Ne Biçim Kutlama”,
Sözcü Gazetesi, 9 Nisan 2020
10
AYAKLAR BAŞ OLUR MU?
İbrahim Okan Özkan - TGB Genel Sekreteri
11
Fransız Devrimi önderlerinden Maximilien Robespierre’in
öne çıkan söylevlerinin yer aldığı
“Ayaklar Baş Olunca” adlı bir kitabı vardır.
Bu isim, Fransız devrimci burjuvazisinin köylülerle
el ele vererek meydana getirdiği toplumsal alt üst
oluşu çok iyi anlatmaktadır. 1871’de Paris Komünü
de “Ayaktakımının 72 Günlük Mücadelesi” olarak
anılmaktadır. Yerkürenin yükünü sırtlayanlardır
o ayaklar. 2020’nin dünyasının önünde yine aynı
soru var: Ayaklar baş olur mu?
Dünyamızın gördüğü büyük iki savaş da dengeleri
yerle yeksan etmiştir. I. Dünya Savaşı, yenilen
Osmanlı İmparatorluğu’ndan, 1920’nin 23 Nisan’ında
gencecik bir Türkiye Cumhuriyeti yaratmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, I. Dünya Savaşı
sonrasında emperyalizmi tüm siyasi, ekonomik ve
kültürel baskılarıyla beraber defetmişken II. Dünya
Savaşı sonrasında ise kendisini Atlantik sisteminin
kucağında bulmuştur. Büyük krizler büyük değişimlere
gebedir.
2019 yılı sonundan beri dünya yeni bir krizle
karşı karşıya kalmıştır. Covid-19 veya daha bilinen
adıyla koronavirüs, insan
sağlığını yıpratan
diğer virüslerden katbekat
kuvvetli. Yazıyı
yazdığımız tarihte, 3
milyondan fazla insan
bu hastalığa yakalanmış,
230 binden fazla insan
ise koronavirüsten ötürü
hayatını kaybetmiş durumdadır.
Ancak bu virüsün sadece bireylerin sağlığını
etkilediği söylenemeyecektir. Peki toplumlar üzerinde
siyasi, ekonomik, sosyolojik anlamda nasıl
etkili olmuştur ve olacaktır?
Tüm dünyanın gündemi, koronavirüs etrafında
şekilleniyor. Ekonomi, terör, uluslararası ilişkiler,
devletlerin sağlık politikaları bu süreçte koronavirüs
merkezli tartışılır oldu. Aslında insan sağlığını
yıpratan bu virüs, devlet sistemlerini de tartışmaya
açık kıldı.
Birazdan tartışacaklarımız akıllarda bir soruyu
hakim kılıyor. Yeni bir dünya mümkün mü?
VIRÜSÜN KAYNAĞI
NERESI? ÇIN MI ABD MI?
Koronavirüsün ilk görüldüğü veya tanı koyulduğu
merkez Çin’in Wuhan eyaletiydi. Wuhan’da
yabani hayvanların satışlarının yapıldığı bir pazardan
tüketim yoluyla birlikte virüsün yayıldığı tahmin
ediliyor. Ancak yapılan araştırmalar hala kesinliğe
ulaşmış durumda değildir.
Aksini iddia edenler de var. Yaklaşık bir ay önce
çıkan bir haberde, Japon ve Tayvanlı epidemiyologlar
ve farmakologlar virüsün ABD’den başladığı
tezini ortaya attı. Koronavirüsün sahip olduğu
genlerin tümünü barındıran ülke olması sebebiyle
virüsün vatanının ABD olduğu ifade
edildi. Çin Halk Cumhuriyeti Dışişleri
Birazdan
tartışacaklarımız
akıllarda bir
soruyu hakim
kılıyor. Yeni bir
dünya mümkün
mü?
12
Çin Halk
Cumhuriyeti
Dışişleri Bakanlığı
ise uzun süren
sessizliğinin
ardından yaptığı
açıklamada, 18-
27 Ekim 2019
tarihlerindeki
Dünya Askeri
Oyunları
için Wuhan’a
gelen ABD’li
personellerde
belirsiz bir
enfeksiyona
rastlandığını ve
ilk vakanın bu
olabileceğini dile
getirdi. 1
Bakanlığı ise uzun süren sessizliğinin ardından
yaptığı açıklamada, 18-27 Ekim 2019 tarihlerindeki
Dünya Askeri Oyunları için Wuhan’a gelen
ABD’li personellerde belirsiz bir enfeksiyona
rastlandığını ve ilk vakanın bu olabileceğini
dile getirdi. 1 İngiliz genetik bilimcilerinden Peter
Foster ise, A tipi koronavirüsün ABD ve Avustralya’da
görüldüğünü, bu virüsün mutasyona
uğramış hallerinin Asya ve Avrupa’ya yayıldığını
belirtti. 2
Tartışmalarda kesinlik olmamakla birlikte bugün
ipi ABD’nin göğüslediğini söylemek öyle
zannederiz ki çok yanlış olmayacaktır.
KORONAVIRÜSÜN
DÜNYA TURU
“Nice sultanları tahttan indirdi
Nicesinin gül benzini soldurdu
Nicelerin gelmez yola gönderdi
Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm”
Yukarıdaki dörtlüğün sahibi
olan Halk edebiyatımızın büyük
ozanı Karacaoğlan; “ayrılık”,
“yoksulluk” ve “ölüm”ün tahtları
devireceğinden daha o zamandan
bahsetmiş. Bugünün
dünyasının karşı karşıya
olduğu durum tam olarak bu
dizelerdedir.
koronavirüs
Ülkelerin
mücadelesindeki
bilançoları grafik halinde
yayınlanmıştı. 3 Bu
veriler dünyanın ve Türkiye’nin
aldığı önlemler
noktasında çıkarım yapmamızı
sağlamaktadır.
Vakaların ilk tespit edildiği Çin,
yerel kısıtlamaları en katı haliyle uyguladı. 10
gün içerisinde inşa edilen koronavirüs hastanesi,
1000 yataklı kapasitesiyle hizmete geçti.
Devletçe ve toplumca uygulanan sıkı disiplin,
Çin’in koronavirüsü az kayıpla yenmesini sağladı.
İran, Şubat ayında koronavirüs vakasının görülmesinden
15 gün sonra ulusal kısıtlamalarla
süreci yönetti. Rusya, Şubat ayının başından
Mart başına kadar geçici önlemler almış, Mart
başından itibaren önlemleri ağırlaştırmıştır.
Almanya’da ilk vaka Ocak sonunda görülmüş,
müdahalelere ise 15 Mart sonrası gibi geç
bir dönemde başvurulmuştur. İtalya, 20 gün
sonra kısıtlamalara başlamış, yerel kısıtlamaların
ardından ulusal kısıtlamalarla birlikte virüsle
mücadelesini sürdürmektedir. İspanya ise 1,5
ay kadar sonra koronavirüse dair adımlar atmaya
başlamıştır.
Fransa, 22 Ocak’ta ilk vaka görüldükten 1,5
ay kadar sonra ulusal ve yerel tavsiyelere başlamış,
ardından OHAL ilan ederek ulusal kısıtlamaya
başvurmuştur. Fransa Cumhurbaşkanı
Macron, geçtiğimiz günlerde kameraların karşısına
geçerek alınan önlemler yetersiz olduğu
için Fransızlardan özür dilemek zorunda kalmıştı.
“Sürü bağışıklığı” sisteminin mimarı İngiltere’de
ise, Şubat başı görülen vakalara Mart ayı
sonuna doğru müdahale edilmiştir. Sürü bağışıklığı
kavramı, virüse karşı bir süre sonra insan
bağışıklığının gelişeceği öngörüsünden kaynaklanmaktaydı.
Ancak yapılan araştırmalar bu sistem
devam ettiği takdirde İngiltere’de yaklaşık
100 bin insanın hayatını kaybedeceğini ortaya
çıkardı. Bu andan itibaren İngiltere virüse dair
kısıtlamaları arttırmaya başvurdu. Bu yüzden
müdahalelerde en geç kalan ülkelerin başında
İngiltere gelmektedir. “Sürü bağışıklığı” tezini
ortaya atan İngiltere Başbakanı Boris Johnson
dahi koronavirüs hastalığını kapmıştır.
“Demokrasinin ve insan haklarının beşiği(!)”
ABD’de ise 21 Ocak’ta görülen ilk vakalara
devlet ancak 15 Mart sonrası kapsamlı müdahalelerde
bulunmuştur. ABD, koronavirüsün 50
eyaletin 49’una yayılmasını bekleyerek Ulusal
Acil Durumu bundan sonra ilan etmiştir.
Türkiye’de ise ilk vakanın görüldüğü 11 Mart
tarihinden önce yerel ve ulusal tavsiyeler verilmişken
koronavirüs vakası görüldüğü andan
13
itibaren kısıtlamalar getirilmiştir. 16 Mart’ta eğitim-öğretim
tatil edilmiştir. Devamında 65 yaş üstüne
sokağa çıkma yasağının uygulanması virüse
karşı mücadelede önemli adımlardan olmuştur.
Artık her hafta sonu uygulanması planlanan sokağa
çıkma yasağından bahsediyoruz. Sağlık Bakanı
Fahrettin Koca’nın, meydana gelen her gelişmeyi
kameraların karşısında sorulan sorularla açıklaması
halkın güvenini arttırmaktadır. Dünya Sağlık
Örgütü, elindeki vaka ve ölüm bilgilerini en şeffaf
olarak dünyayla paylaşan ülkelerden biri olduğumuzu
da tespit etmiştir.
Verilerden ilk göze çarpanın, müdahaleci devletlerin
sistemleri ile neoliberal devletlerin sistemleri
arasındaki farklılıklar olduğunu söylemek herhalde
yanlış olmaz. Yoksa senelerce eleştirilen “devlet
müdahalesi” yeniden mi seçenek olacak? 1980-
90’lı yıllardan itibaren, dünyayı kasıp kavuran neoliberalizmin
sınıfta kaldığını mı gösterir bu sonuçlar?
Koronavirüse geç müdahale eden İngiltere’nin
sağlık sistemi çökmenin eşiğine geldi. Puana göre
tedavi yönteminin tartışıldığı ülke, yalnızca kurtarılabilecek
hastaları yoğun bakım ünitelerinde barındırmayı
düşünüyor. İyileşme ihtimaliniz yoksa veya
yaşlı bir vatandaş iseniz puanınız buna yetersiz
kalacak ve ölümle yüzleşmek dışında bir çareniz
olmayacaktır. 5
16 Nisan Perşembe günü ABD’nin 24 saat içerisinde
kaybettiği insan sayısı ise tam olarak 4 bin
931 olarak tespit edilmiştir. 6 Bu kayıp, ABD’nin en
büyük travmalarından olan 11 Eylül 2001 İkiz Kulelere
yapılan saldırıdan bile fazla. Donald Trump,
milyarlarca doları bu alana yatıracağını belirtse de
insan hayatının anlam ifade etmediği ortadadır. Sadece
New York eyaletinde evlerinde koronavirüs
ile ölenlerin 3700’ü bulduğu
tahmin
LIBERALIZM İNSANLIĞI
ÖLDÜRÜYOR
Liberalizm, sadece ekonomik bir sistem değildi.
Liberalizmin günümüzdeki sürümü neoliberalizm,
sosyal anlamda insanı “birey” olarak var etmeyi
amaçlıyordu. İnsanlık, liberalizmle birlikte özgürlüklerini,
haklarını elde edecekti. Atlantik’ten esen
rüzgar, tüm dünyaya bunu buyuruyordu. Elbette,
bu doğrultuda Avrupa ülkelerinde tutunacak yeni
sığınaklar buldu. Toplumdan koparılan “birey”ler,
toplumdan soyutlandı ve “başarı”yla yalnızlaştırıldı.
Dünya ‘düzen’inin iki önemli merkezi ABD ve İngiltere’nin
koronavirüs mücadelelerini incelemekte
fayda var. İnsanlık dramının yeni merkezleri olmaya
aday durumda olan bu iki devlet de müdahalelere
çok geç başlamakla sürekli eleştirildi.
ediliyor. 7 Değersiz,
sayıdan ibaret bir insan
kümesi!
Peki, ABD’nin durumu
neden böyle dersiniz?
ABD’de Vahşi Batı
filmlerinde gördüğümüz
o ünlü sözler hala geçerli:
Ya paranı ya canını! Koronavirüs
tedavisi ABD’de
sosyal güvencesi olma-
İngiltere Başbakanı Boris Johnson’ın koronavirüse
karşı müdahalesizlik anlayışının, yaratıcı tanımı
“sürü bağışıklığı” oldu. Bu politika yüzünden
İngiltere’de virüsün devasa yayılımına şahitlik ettik. 4
14
yanlara 35 bin dolar iken, sosyal güvenceli olanlara
9 bin ile 20 bin dolar arasında değişmektedir.
Evsizler için sokakta yatanların arasına çizgiler çizerek
sosyal mesafeye özen gösterilen(!) ABD’de,
parayı veren yaşamaya hak kazanır. Kimsesizlerin
mezarları dünden hazır. Hart Adası adında bir adada
üst üste yığılı biçimde isimsiz, toplu mezarlar
bulunmakta. Tabii parasını vererek canını kaybedenler
ise morgları doldurmuş, hastane personellerinin
odasında gömülmek için sırasını bekliyor.
Bir zamanların rüyalar ülkesi ABD, artık çöken
sistemin merkezi!
YÜKSELEN ASYA,
ÇÖKEN AVRUPA
adına bedava sağlık hizmeti de neydi?
Dünyada hep kötü şeyler oluyor gibi algılanmasın.
Koronavirüs, beraberinde insanlığın canına
kast eden neoliberalizmi ve kar hırsıyla yanıp tutuşan
vahşi kapitalist sistemi de yok ediyor. Asya,
tüm insanlığa insan olduğunu yeniden hatırlatıyor.
Türkiye, o yükselen Asya’nın en önünde yer alacak.
Asya’nın yükselişte olduğu bu dönemde, Türkiye
de dahil dünyayı kurtarmak için kollar sıvandı.
Dünyaya paylaşım aşısı yapılıyor. ABD belki “Çin
Virüsü” diyerek Asya’yı karalayamadı ama virüsün
toplumsal panzehri olan “paylaşım aşısı” dünyaya
yayılıyor.
Asya ve Avrupa kelimeleri sadece coğrafi alanları
çağrıştırarak bizi yanıltmasın. Aslında iki ayrı
uygarlığı, iki ayrı sistemi anlatıyor. Asya’ya Küba
ve Venezuela da dahil, Avrupa’ya ise ABD. Avrupa
neoliberalizminin devleti aşağılayan yaklaşımına
karşı, Asya’nın devletçi yaklaşımı dimdik ayakta.
Türkiye de Avrupa-Asya ikileminde Asya’da yer
aldığını her adımıyla ortaya koyuyor. Asya, gelişen
uygarlığın, hümanizmin, insana saygının merkezi
olmaya bir adım daha yaklaştı.
Türkiye, salgın başladıktan sonra 26 ülkenin
destek talebiyle karşı karşıya kaldı. Pek çoğu Avrupa’da
olan bu ülkeler, Türkiye’den tıbbi malzeme
temin etme yarışına girdi. 8 Dünyadaki 34 ülkeye
yardım paketlerimizle desteklerimizi sunduk. 9 Salgın
başlangıcında Çin’e destek veren sayılı ülkeler
arasına girdik. Ambargo altındaki komşumuz
İran’a azımsanmayacak desteklerde bulunduk. En
son İngiltere dahi bu yardım kapsamında yer aldı.
Ekonomisi ve sağlık sistemi ciddi yaralar alan
Avrupa sınıfta kaldı. Çünkü sağlık demek bu ülkelerde
“piyasa” demekti. Serbest rekabetin
pek çok alanından sadece biriydi. Kar
getirmeyen hastaneler “işletmeci”
tarafından kapanıp son bulabilirdi.
Halka hizmet göstermesi
15
Çin,
koronavirüsün
dünyaya yayılması üzerine
hızla harekete geçmişti.
Salgının bulaştığı
tüm ülkelere bu alandaki
uzmanlarını gönderdi. Başta İtalya
olmak üzere, Avrupa’ya pek çok destek
götürüldü. 10 Avrupa Birliği’ne el açan İtalya’ya
oradan dönüş gelmezken, Çin 300
hekimiyle birlikte İtalya’nın yolunu tuttu.
Sırbistan’da Çin’e teşekkür panoları hazırlandı.
11 Dünyanın her noktasına giden Çinli
hekimler, gittikleri ülkelerce uçaklarından
iner inmez alkışlarla karşılanıyor.
Avrupa’da büyük zorluklar yaşayan ülkelerden
İtalya’ya, bir önemli yardım da Rusya
tarafından götürülmüştü. İtalya’daki AB
karşıtları, AB bayraklarını yakarak protesto
gösterilerini yapıyorlar. Bazı bölgelerde ise,
teşekkür mahiyetinde Rusya bayraklarının
asıldığını görmekteyiz.
Asya cephesinden Avrupa’ya dayanışma
ve paylaşım aşısı yapılırken, Avrupa ve
ABD ise kendi arasında savaşlara başladı.
Vahşi kapitalizm, bu sefer ülkelerin birbirinden
tıbbi malzeme, maske, solunum
cihazı çalmalarını beraberinde getirdi. 12
ABD’nin kendi eyaletleri arasında bile ciddi
anlaşmazlıkları doğurdu. Atlantik ve Avrupa
sistemi, geçelim insanlığa yardım etmeyi,
kendi ülkelerini kurtaracak durumda değil.
ÇÖZÜM
İnsanlığın önünde koronavirüsle birlikte
yepyeni bir dönem doğmaktadır. Koronavirüsten
önce de var olan ekonomik çıkmaz
Türkiye
zorluklara hep
kamuculukla
göğüs gerdi.
süreci, doğrudan insan
sağlığına kast eden bir
doğa olayıyla iyice açığa
çıktı. Dünyanın ve Türkiye’nin
içinden geçtiği siyasi,
ekonomik, toplumsal kriz süreci
bize çözüm yolunu göstermektedir: Kamuculuk.
Türkiye zorluklara hep kamuculukla
göğüs gerdi. 1929 Ekonomik Krizi’nden
kamucu atılımlarla çıktık, 1930’ların Üreten
Türkiye’sini inşa ettik. 1980’den beri
ekonomimiz aşamalı olarak özelleştirme
güzellemeleriyle yıkıma uğratıldı. Kamu
harcamaları gereksiz görülüp itilip kakıldı.
“Devlete gelir getirmiyor” sözleri bir dönemin
anlayışı oldu.
Koronavirüs salgınına karşı Türkiye’nin
başarı parolası, ‘kamuculuk’tur. Merkezi ve
hızlı ulaşılabilen sağlık sistemimiz, devletin
denetiminde bulunduğu için başarılıdır. Kar
amacı gütmeyen hastanelerimiz, vatandaşın
cebine odaklanmış değildir. Özel hastanelerimiz
bu süreçte ücretsiz hizmet veren
adeta birer kamu hastanesine çevrilmiştir.
Milli güvenlik mücadelesinde yakın zamanda
başarılarımızı ortaya koyduk. Şimdi
de halkçı-kamucu sağlık atılımımızın güvenilirliğinden
bahsediyoruz. Ekonominin her
köşesine de milli üretimi ısrarla yazacağız.
Tarımda, sanayide, hizmet sektöründe üreten
konumda olan Türkiye, bu sayede gelişecek
ve büyüyecektir.
Türkiye öne çıkan çok sayıda özelliğiyle
Asya ülkesi konumundadır. Paylaşmacı,
dayanışmacı, üretimi geliştiren, devletlerarası
eşitliği savunan, birbirinin güvenliğini
sağlayan Asya dünyaya yön veriyor. Eskinin
ezilen ve gelişmekte olanlar dünyası,
bugün yükselen değerleri elinde bulunduruyor.
İnsanlık, buradan doğacak başarıları
daha çok konuşacak. Ayaklar baş oluyor!
Dip Not
1) https://www.aydinlik.com.tr/haber/koronavirusun-kokeni-abd-olabilir-202698
2) https://www.yenisafak.com/koronavirus/
koronavirusun-gen-dizilimi-cozuldu-virusun-atasi-abd-cikti-3534199
3) https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-52234428
4) https://tr.euronews.com/2020/03/27/
izlenim-ingiltere-koronaviruse-kars-suru-bag-s-kl-g-stratejisinden-neden-vazgecti
5) https://www.yenisafak.com/koronavirus/
ingiltere-bu-yontemi-tartisiyor-puana-gore-tedavi-3534671
6) https://www.hurriyet.com.tr/dunya/son-dakika-haberler-abdde-korkunc-rakam-1-gunde-4931-kisi-oldu-41496444
7) https://www.yenisafak.com/koronavirus/
new-yorkta-korkunc-koronavirus-gelismesi-test-edilmeyen-3-bin-700-kisinin-daha-kovid-19dan-oldugu-ortaya-cikti-3534862?utm_source=web-bildirim-yenisafak&utm_medium=web-bildirim-yenisafak&utm_campaign=web-bildirim-yenisafak
8) https://www.sabah.com.tr/gundem/2020/03/19/son-dakika-corona-virusde-turkiye-dunyaya-ornek-oldu-26-ulke-yardim-istemek-icin-kapimizi-caldi
9) https://www.trthaber.com/haber/gundem/
turkiyeden-34-ulkeye-tibbi-yardim-destegi-476198.html
10) https://www.dw.com/tr/italyaya-korona-
vir%C3%BCs-yard%C4%B1m%C4%B1-%C3%A-
7inden-maske-vietnamdan-test-kiti/a-52918159
11) https://www.gunes.com/dunya/sirbistan-da-her-yerde-cin-e-tesekkur-billboardlari-hazirlandi-1069286
12) https://www.aa.com.tr/tr/dunya/
kovid-19-ulkeler-arasi-maske-savasi-baslatti/1793792
16
YENI DÜNYANIN ANAHTARI:
KAMUCULUK
Dilek Çınar - TLB Genel Başkan Yardımcısı
Anadolu Üniversitesi - İktisat
Veba, kolera, sıtma, frengi, çiçek,
trahom, difteri, verem… Salgın
hastalıklarla tarihin her döneminde
devlet eliyle mücadele edilmiştir. Bugün
tüm dünyayı etkileyen koronavirüs salgınıyla
mücadele de devletlerin planlaması
ve önlemleri ile ilerlemektedir. Devlet eliyle
planlama, denetim, tedbir ve üretim olmadığı
zaman salgın hastalıkların nasıl bir hızla
yayıldığına ve nasıl bir yıkıma sebep olduğuna
ne yazık ki kısa bir süre
önce İtalya, İngiltere
ve İspanya
örneklerinde yüzleştik.
Peki salgın
hastalıkların etkisi sadece
sağlık alanıyla mı sınırlı kalır?
Korona virüsün dünya siyasetine
ve ekonomisine etkisi ne oldu? Virüsün
gözler önüne serdiği gerçekler
ve kaçınılmaz sonuçlar nelerdir?
Bu sorular etrafında koronavirüs salgınına
geniş bir pencereden bakacağız.
TAHTLAR YIKILDI,
TAÇLAR PARÇALANDI
Tarih boyunca büyük sorunlar büyük çözümleri
beraberinde getirmiştir. 1348-1351
yılları arasında “Kara Ölüm” olarak adlandırılan
veba salgınında toplam 23.840.000
kişi, Avrupa nüfusunun ise 1/3’ü salgın sebebiyle
hayatını kaybetmiştir. Ancak tarihin
en acımasız salgını olan veba, ortaçağın
feodal düzenini yıkmış ve Rönesans’a giden
yolu açmış, insanlığın ilerlemesine bir
anlamda katkıda bulunmuştur.
sosyal sınırları-engelleri tanımadığı gibi kullanışlı
bir efsane var. Benzeri birçok tabirde
olduğu gibi bunda da bir gerçeklik payı
var. On dokuzuncu yüzyılın kolera salgınında
sınıfsal ayrımların ortadan kalkması,
günümüze kadar uzanan bir kamu sağlığı
ve sağlık hareketinin (sonradan profesyonelleşen)
doğmasına yol açacak kadar tesirliydi.”
1
Bütün dünyada yayılan ve Dünya Sağlık
Örgütü tarafından pandemi (dünya
ölçeğinde salgın) ilan edilen koronavirüs
şimdiden dünya dengelerinin
değiştireceğini gösterdi. Elbette
tek başına korona virüsün etkisi demek
hatalı olur. Virüs, bardağı taşıran son
damla oldu. Emperyalizmin felç olan
hastalıklı sisteminin çöküşünü hızlandırdı.
Balondan süper güç ABD’nin havası
söndü; üzerinde güneş batmayan ülke İngiltere’nin
güneşi, liberal politikaları battı.
İngiltere koronavirüse karşı önlemler
almayarak “sürü bağışıklığı” politikasıyla
nüfusun büyük bir çoğunluğunun
enfeksiyona bağışıklık geliştirmesini
amaçladığını duyurdu. Liberallerin
nüfus politikasının ilahı Malthus’un
sadık çocuklarının
beklentisi sadece yoksul
halkın hastalanmasıydı.
Kraliçe sarayını
boşaltıp kaçtı.
Öyle ya zenginler
ve
seçkinler yaşamalıydı, gerisinin önemi
yoktu. Doğal seçilim! Ancak sağlık bakanı,
başbakan ve veliaht prensin testleri pozitif
çıkınca işler değişti. Milyonlarca insana bulaştığı
tahmin edilen virüs sebebiyle hayatını
kaybedenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor.
İnsan sağlığını hiçe sayıp kar amacı güdülen
özel sağlık sisteminin yetersizlikleri tüm
kapitalist
devletler
gibi İngilte-
“Bulaşıcı hastalıkların sınıf veya diğer
17
re’de de adeta bir kıyıma sebep oluyor. İngiltere
Tabipler Birliği, “solunum cihazları ölme ihtimali
yüksek hastalardan alınıp yaşama şansı yüksek
olanlara takılabilir” açıklamasında bulundu. 2
KAĞITTAN KAPLAN
YIRTILIYOR
Çin’de koronavirüs etkili olmaya başladığında
ABD Ticaret Bakanı Wilburr Ross bundan memnuniyet
duyduğunu şu sözlerle ilan etmiş, “Bu salgın
Amerikan ekonomisine yarayacak. İstihdam Kuzey
Amerika’ya geri dönecek.” demişti. Kar hırsı gözlerini
nasıl da bürümüş! Çin salgınla etkili mücadele
edebilmek için karantina uyguladığında Çin’i insan
haklarını ihlal etmekle, özgürlükleri kısıtlamakla
suçladılar. Yalan endüstrisi iş başındaydı!
ABD devlet başkanı Trump koronavirüse “Çin
virüsü” diyerek kamuoyunda Çin düşmanlığını
kışkırtmak ve salgının sebebinin Çin Devleti olduğu
algısını yaratmak istedi. Aynı Trump, Çin’in
virüsle mücadele konusunda ilerleme kaydettiği,
buna büyük saygı duyduğunu söyledi. 3 Söylemek
zorunda kaldı. Çünkü özel sektöre teslim edilmiş,
toplum sağlığını değil zengin bireylerin sağlığı için
hizmet eden ABD sağlık sistemi çöktü. Beyaz Saray
yazılı açıklama yaparak Çin’den tıbbi malzeme
aldıklarını ve 20 uçaktan ilkinin geldiğini duyurdu. 4
Aynı zamanda ABD, çöken sağlık sistemi ve yetişmiş
uzman açığı nedeni ile yurt dışından doktor
ve sağlık çalışanı arayışına başladı ve bu meslek
grupları için vize kolaylığı sağladığını ilan etti. 5
27 Mart 2020 tarihi itibariyle ABD’de vaka sayısı
Çin’i geçti ve Batı ülkeleri daha sert önlemler almak
zorunda kaldı. Özgürlükler ülkesi, liberal ekonominin
daimi temsilcisi Amerika, korona virüse
de “laissez faire laissez passer” (bırakınız yapsınlar,
bırakınız geçsinler) diyebilir mi? Doğru ya, Asya
ülkelerinin emperyalist ABD’nin tahtını sarsması
sebebiyle ABD ekonomik yaptırımlar uygulamış,
gümrük duvarlarını indirmişti. Bırakınız yapsınlar
masalları çoktan tükenmişti. Koronavirüs liberalizmin
mezarını kazıyor. Mazlum milletlere özgürlük
yalanlarıyla savaş ihraç eden ABD’nin meşhur Özgürlük
Heykelinin tacı parçalandı. “Ezeli düşmanı”
Rusya koronavirüs salgınının yayılması üzerine
Amerika Birleşik Devletleri’ne askeri kargo uçağıyla
yardım gönderdi. 6 Anlayacağınız kağıttan kaplan
yırtılmaya başladı.
“AB RUHU” VEFAT ETTI
Yeni tip koronavirüs salgınından en çok etkilenen
ülke olan İtalya’ya Çin deneyimli sağlıkçılarını
tıbbi malzeme yardımı ile beraber gönderdi. Rusya
ve Türkiye de İtalya’ya yardım gönderdi. Ancak
üyesi olduğu Avrupa Birliği’nden ne yardım ne de
bir açıklama geldi. İtalya’da halk AB bayraklarının
yaktı ve meydanlardan indirdi. Başbakanı Giuseppe
Conte, korona virüsle bağlantılı en fazla ölümlerin
olduğu İtalya ve İspanya başta olmak üzere,
özellikle güney Avrupa ülkelerinin AB’den talep etti
ekonomik yardımın Almanya ve Hollanda tarafından
veto edilmesinin Birliğin geleceğini riske attığını
söyledi.
“Birilerini diğerlerinden daha fazla etkileyen bir
ekonomik kriz değil bu. Burada finans sistemleriyle
ilgili bir ayrım yok. Bu, ekonomik ve sosyal alanlarda
patlayan bir sağlık krizidir. Bu, tüm Avrupa için
tarihi bir meydan okumadır.
Rusya ve
Türkiye de
İtalya’ya yardım
gönderdi.
Ancak üyesi
olduğu Avrupa
Birliği’nden ne
yardım ne de
bir açıklama
geldi. İtalya’da
halk AB
bayraklarının
yaktı ve
meydanlardan
indirdi.
18
İnsanlığın tüm
erdemleri Asya
toplumlarında
yaşamaktadır.
Çürüyen batı
sistemindeki
insanları ve
tüm insanlığı
da bu erdemler
ve insancıllık
kurtaracaktır.
Güçlü bir Avrupacılık ruhuyla, AB’nin bu durumun
üstesinden gelmesini, gerçekten umut ediyorum.
Eğer bunu başaramazsa... Bakın, vatandaşlarımızın
anayasal haklarını sınırlıyoruz ve Avrupa,
trajik hataları önleyecek tepki göstermek zorundadır.
Şu anda Avrupa, tarihi bir maç oynuyor.” dedi. 7
Uzun süreli sessizlikten sonra Avrupa Birliği (AB)
Komisyonu Başkanı Ursula Von der Leyen, “AB
ülkelerinin tek taraflı olarak sınırlarını kapatmalarının
virüsün yayılmasını durduramadığına değinerek,
bununla birlikte sınırların kapatılmasının birçok
şirkete zarar verdiğini ve önemli tedarik zincirlerini
olumsuz etkilediğini” söyledi. 8 Tüm dünyada yayılan,
binlerce insanın ölümüne sebep olan bir durum
karşısında Avrupa Birliği’nin tavrı dünyaya bir
mesaj içermektedir. O mesaj küreselleşme denen
sömürü sisteminin ulus devletleri yıkarak, bireyciliği
öne çıkararak; dayanışma, paylaşma, yardımlaşma
gibi insani tüm değerleri yıktığıdır. İnsanı ve
doğayı merkeze alan siyasetler yerine kar amaçlı,
insanın insanı sömürdüğü ve ulusların ve milletlerin
zenginliğinden ziyade bir zümrenin veya az sayıda
bireyin zenginliğini amaç edindiği mesajıdır. Emperyalizmin
bir sömürü politikası olan küreselleşmenin,
milyonlarca insanın canı söz konusuyken
bile sömürü aracı çok uluslu şirketlerini düşünmesi
insanlık düşmanlıklarının kendi ağızlarından ifadesi
değil de nedir? Sömürüde “birlikte” ama salgında
her koyun kendi bacağından!
SÖZDE “UYGAR” DÜNYA
Koronavirüs, kendini uygar gören ve doğu medeniyetlerini
barbarlıkla suçlayan batının liberalizmle,
büyük bir ahlaki ve insani çöküş yaşadığını bir
kez daha gösterdi.
Çin’den ithal edilen Almanya üzerinden İtalya’ya
gönderilecek tıbbi maskelere Almanya el koydu,
Fransa da İspanya ve İtalya’ya gidecek olan milyonlarca
tıbbi maske ve eldivene el koydu. Anlaşılan
“uygar” batı ülkeleri serbest yağmalama yarışındalar.
Uluslararası Para Fonu (IMF) koronavirüs salgını
sebebiyle 1 trilyon dolarlık kredi kapasitesini aktif
hale getirmek için hazır olduğunu açıkladı. ABD tarafından
uygulanan ambargolar nedeniyle IMF’den
5 milyar dolar kredi istemek zorunda kalan Venezuela
reddedildi! Daha doğrusu talebi değerlendirmeye
bile alamayacağını açıkladı. 9 Neden? Çünkü
Venezüella dize getiremedik ülkelerden, İran gibi.
ABD, İran’ın tıbbi malzeme ihtiyacını liste olarak
yayınlamasına rağmen ambargoya devam ediyor.
İnsanlık eli batıdan değil doğudan uzandı. BAE ve
Çin tıbbi malzeme yardımında bulundu. 10
Küba koronavirüs nedeniyle hiçbir ülkenin kabul
etmediği İngiliz gemisini, yolcuları tedavi amacıyla
ülkeye kabul etti. 11 Dünyanın dört bir yanına doktorlarını
gönderiyor. Üstelik hiçbir karşılık beklemeden.
İnsan için, insancıllıkla.
İnsanlığın tüm erdemleri
Asya toplumlarında
yaşamak-
19
tadır. Çürüyen Batı sistemindeki insanları ve tüm
insanlığı da bu erdemler ve insancıllık kurtaracaktır.
LIBERAL EKONOMININ SONU:
GÖRÜNMEZ EL KAYBOLDU
“Çin, son birkaç yılını küresel liderliğini güçlendirecek
teorilere harcadı ve koronavirüs ile teoriyi hayata
geçirme fırsatı buldu. Çin koronavirüse karşı
ihtiyaç olan sağlık malzemelerini krizin hemen başında
satın aldı ve üretti. Şimdi ise onları başkalarına
verecek konuma geldi. Dünyanın ihtiyaç duyduğu
malzemelerin Çin’de üretilmesi ise Pekin’in
maddi yardımdaki üstünlüğünü pekiştirdi. Böylece
sağlık malzemeleri üzerinden dış politikada yeni
bir kazanç elde etti. ABD ise aksine başka yerlere
yardım sağlamayı bırakın kendi taleplerini karşılama
kapasitesinden yoksun.” 12 ifadeleri Amerikan
dış politika dergisi Foreign Affairs’ta yayınlanan bir
makaleden. Çin’in koronavirüse karşı yürüttüğü
başarılı politikanın altında yatan sebep Amerikan
dergisinin anladığı biçimde “küresel güç” olma teorileri
değil. Başarının sihirli sözcüğü: kamuculuk.
sent olan maskeyi 7 dolara satıyorlar.
Biz o fiyata almazsak diğer eyaletlere
satıyorlar” dedi. Kalkınma Ekonomisti
Bartu Soral’ın aktardığı bu örnek
aslında durumu tüm çıplaklığı
ile göz önüne seriyor. Devleti
öcüleştiren sistemin
kalbinden yükselen
kamulaştırma çığlığı
liberal politikaların
resmen iflasının itirafıdır.
Klasik iktisat teorisinin en önemli unsuru piyasaları
daima “dengeye” getiren görünmez eldir. Teoriye
göre piyasada çeşitli dalgalanmalar görülse
de uzun dönemde piyasa yolunu bulur ve dengeye
gelir. Teorinin gerçek dışılığı 1929 ekonomik buhranıyla
da kanıtlanmıştı; bugün liberalizmin pembe
bulutlar üzerine kurduğu tam rekabet piyasası hayali
bir kez daha çöktü. Piyasalar yolunu kaybetti
görünmez el kayboldu. Küreselleşmenin sonu korona
virüsün tetiklemesiyle geldi ve bugün koronavirüs
ile savaşta bütün kara parçalarında kamucu
politikalar yürürlüktedir.
“Burası New York Amerika
Evler karıştı bulutlara
Nasıl bir yaşam
Nasıl bir zaman
Macera dolu Amerika” 13
Hatırlayanlar vardır. Ülkemiz AB adaylık sürecindeyken
her yerde batı hayranlığı yükseltiyordu.
Amerikan rüyası bitti. Evleri bulutlara karışan New
York’tan şimdi “kamulaştırın” çığlıkları yükseliyor.
New York Valisi, “Tıbbi malzeme üreten bütün
özel şirketler kamulaştırılsın. Fiyatı normalde 70
“Yalnız”, “birlikte”nin yerine geçmeye başlar, “yakın”,
yerini “uzak”la değiştirir, “global” tekrar “milli”-
ye çözünür ve her şeye kadir pazar ekonomisinin
mucizeleri yavaş yavaş buharlaşırken, güçlü hükümet
geri dönüyor. 14 Gallup International Association’ın
(GIA) araştırma şirketinin 28 ülkede 24652
kişiyle görüşerek hazırlanan koronavirüs hakkında
küresel algı raporunda yer alan bu ifadeler de görüşlerimizi
kanıtlar niteliktedir.
Çin’de virüs ortaya çıkar çıkmaz örgütlü toplumun
disiplini, o disiplini sağlayan güçlü merkezi
yönetim mekanizmaları ve kamucu ekonomi politikalarının
etkisi ile hızlı ve etkin bir mücadele başladı.
Çin virüse karşı gerçek anlamda savaş açtı.
Ekonomisinden toplumsal yaşama bütün alanlarda
savaş kanunlarını devreye soktu. Dünyanın
en kalabalık ülkesi ve en büyük ekonomisi toplum
sağlığı ve insan hakları için topyekun seferberlik
ilan etti. Toplumu tüm kesimlerini bu mücadeleye
kattı. Çin bu savaşı verirken “insan haklarını ihlal
ediyor” ,“otoriter rejim”, “yalan bilgi veriyor” vb. yalanlarla
bozgunculuk sesleri Avrupa’dan ve Amerika’dan
yükseldi. Virüsün bütün dünyaya yayılması
sonrası kamuculuğun sesi bütün sesleri bastırdı.
20
Ekonomik faaliyetin amacını milletin ortak çıkarı
yerine, işletme karı olarak görenlerin sistemi iflas
etti. Ölümün kaçınılmaz gerçeği karşısında, emperyalist
sisteminin çarkları eridi.
SAVAŞ EKONOMISI
Salgın hastalıklarla mücadelede sağlık ve ekonomi
politikaları başat aktörlerdir. Sağlık politikalarının
başarıyla yürütülebilmesi için güçlü bir ekonomik
sisteme ihtiyaç vardır.
Dünya, 2008 finansal krizinden yapısal olarak
farklı ve daha derin bir krizle karşı karşıya. 2008
krizinde ABD batan bankalarını parasal genişleme
ile kurtarmaya çalışmış, dünyanın en büyük sigorta
şirketi American İnternational Group şirketini kamulaştırmak
zorunda kalmıştı. 15 Kapitalist sistem
sık sık krize girerek krizden çıkış yolunu da devletçi
uygulamalarda bulmuştur.
Devlet müdahalesinin derinliği neoliberal politikaları
devre dışı bırakıyor. Virüsle savaşta savaş
ekonomisi kendini dayatıyor. 1. Dünya Savaşı
öncesi ve savaş sırasında uygulanan ekonomi
politikalarını incelediğimizde içinde bulunduğumuz
koşullarla benzerlik açıkça göze
çarpmaktadır. Sağlık Bakanı
Fahrettin Koca’nın tüm açıklamalarında
sık sık vurguladığı
üzere virüsle
mücadelemizde
hedefimiz virüsün yayılmasını önlemek ve can
kaybının önüne geçmek. Sık sık evde kal çağrıları
yapıldı, 65 yaş üstü, kronik rahatsızlığı bulunan ve
20 yaş altı vatandaşların sokağa çıkması yasaklandı.
Hizmet sektöründe pek çok iş kolunun faaliyeti
durduruldu, okullar tatil edildi… Bunlar gibi bir dizi
önlem açıklandı. Bu hedefle beraber ekonomimize
yeni görevler yüklendi. En düşük emekli maaşının
1500 TL oldu, 2 milyon ihtiyaç sahibi aileye
1000’er TL nakit desteği sağlandı, devlet bankaları
tarafından 6 ay ertelemeli 36 ay vadeli ihtiyaç kredisi
açıldı. İşverene “işçi çıkarmayın gerekli desteği
sağlayacağız” dendi. Bunlarla beraber bir dizi ekonomik
tedbir açıklandı. Milletin savaşma gücünü
arttırmak ve tüm kesimlerin ihtiyaçlarını karşılamak,
istenen hedefe ulaşmak için ekonomi, savaş
koşullarına uygun hale getiriliyor. İşsizlik, gıda kıtlığı,
pahalılık, tıbbi malzeme yetersizliği, hastane kapasite
sorunu gibi endişeleri ancak savaş ekonomisine
geçebildiğimiz ölçüde tersine çevirebiliriz.
“ 16 Savaş ekonomisinde ‘refah hakkı’ndan önce
‘yaşam hakkı’ gelir. Ülke tehlikede olduğu sürece
yurttaştan beklenen ilk ödev vatan savunmasına
katkıda bulunmaktır. Yaşam hakkı bundan böyle
bireyden topluma intikal eder; devlet, toplumsal
yaşamın ulusal savunmayla ilgili gördüğü bütün
safhalarına müdahale eder.” Yaşam hakkını korumak
için seferber edilmeyen ekonomi, seferberlikten
yoksun bir orduya benzer. 17
Koronavirüse karşı seferber
olan, dayanışma ve paylaşma
içerisinde olan toplumlar
zafer kazanır. Ülkemiz bu anlamda
Batı toplumlarından çok
daha ileridir. Anadolunun paylaşma,
yardımlaşma ve dayanışma kültürü
zorluklar karşısında el ele vermektir.
Cihan Harbinde İttihat Terakki üretimin
durmaması, işsizlik sorunu yaşanmaması,
halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması,
karaborsa ve stokçuluğa karşı çeşitli
tedbirler aldı, sırtını millete yasladı. Büyük bir
kampanya başlattı. Ziya Gökalp herkesi “iktisadi
vatanperverliğe” 18 ,Talat Paşa “Memleketi hür
ve mesut, yüksek ve müstakil olmayan insanlara
paraları ne bir saadet, ne de bir refah ve huzur
verebilir.” diyerek dayanışmaya çağırdı. 19 Şarkılar
bestelendi, marşlar yazıldı, reklamlar yapıldı, filmler
çevrilerek sinemaya kondu.20 “Emr-i milli” milli
21
sizin çocuklar başaramadı! Kamuculuk
bütün kara parçalarında yürürlüktedir ve
insanlığın geleceği Asya’dadır. Emperyalizmin
ulus devletleri yıkma projelerinin de,
AB, Dünya Bankası, IMF gibi araçlarının
da sonu geldi. Milli demokratik devrimlerin
üçüncü büyük dalgasının fırtınası hissedildi.
Liberalizm, kamuculuk dalgalarında boğulacaktır.
Dip Not
iktisadın ilk imtihan günü oldu, başarı ile
sonuçlandı. Kurtuluş Savaşı döneminde
Mustafa Kemal Atatürk’ün Tekalifi Milliye
Emirleri’yle, savaş giderlerini karşılamak
için iki çift çorabından birini, iki öküzünden
birini veren fedakar halkımız bugün de “Milli
Dayanışma Kampanyası” ile yükü omuzlamış
ve paylaşmıştır. Milleti millet yapan da
vatan topraklarındaki bu kader birliğidir.
İşte neoliberalizmin dört bir koldan saldırıp
parçalamaya çalıştığı bu kültür insanlığın
aydınlık geleceğe taşıyacaktır.
FIRSATLAR DÖNEMI
Savaşta üretim ordular kadar önemlidir. 21
Türkiye virüse karşı erken tedbirler aldı ve
etkin mücadele yöntemleri geliştirdi. Ancak
bu fırsatlar dönemini daha iyi kavramalı ve
buradan bir üretim atağı ile çıkmak zorundadır.
Cihan Harbi sırasında nasıl ki temel
ihtiyaçlar dışında lüks tüketim kısıtlandıysa
bugün de lüks tüketime kısıtlamalar getirilmeli,
israftan kaçınılmalıdır. Üretim için
yatırıma, yatırım için tasarrufa ihtiyaç vardır.
Tasarruflar dönemine girmiş bulunuyoruz!
Türkiye, Avrupa ülkelerinden farklı olarak
devletçiliğin -neoliberalizmin saldırıları ile
yıpranmış olsa da- birikimiyle hijyen ürünü
ve tıbbi malzeme üretimine başladı. Hızlı bir
planlama yaparak korona virüsün dünya
pazarında yarattığı etkileri iyi tespit etmeli
ve kritik sektörlerde üretimi arttırmalıyız.
Kriz dönemi boyunca iflas etme riskinde
olan şirketler, fabrikalar kamulaştırılmalıdır.
Korona virüsün aşı çalışmaları devam etmesine
rağmen ne zaman bulunabileceği
ve virüsün ne zaman tam olarak kontrol
altına alınabileceği bilinmemektedir. Ülkemizin
halkın ihtiyaçlarını karşılamasını sağlamak
ve üretimin devamlılığı için kaynağa
ihtiyacı olacaktır. Türkiye kaynak ihtiyacını
IMF kapılarında dilenerek değil kendi darphanelerini
çalıştırarak karşılayabilir. Yaratılan
kaynağı doğrudan hane halkına dağıtmak
yerine üretim alanlarında kullanmalıdır.
Türkiye bu süreci halkçı ve devletçi politikalarla
yürüttüğü takdirde, 24 Ocak kararlarının
liberal iktisat politikalarını yerle bir
ederek dünyanın en hızlı gelişen ekonomileri
arasında yer alabilecek ve ithalat bağımlılığından
kurtulacaktır.
24 Ocak kararlarını Türk Milletine kabul
ettirme sopası olan 1980 darbesinin yapıldığı
gece CIA’nın Türkiye Şefi olan Paul
Henze, ABD Başkanı Jimmy Carter’ın kulağına
eğilip “bizim çocuklar başardı” diye
haber vermişti. Sağır sultan bile duysun
1) https://acikradyo.com.tr/editorden/covid-19-adli-sinif-depremi
2) https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-52130130
3) https://www.dw.com/tr/abddeki-vaka-say%-
C4%B1s%C4%B1-%C3%A7ini-ge%C3%A-
7ti/a-52938334
4) https://www.cnnturk.com/dunya/abd-koronavirus-nedeniyle-cinden-tibbi-malzeme-almaya-basladi?page=1
5) https://www.sozcu.com.tr/2020/dunya/
saglik-sistemi-coktu-abd-yurt-disindan-doktor-ariyor-5708426/
6) https://www.hurriyet.com.tr/
7) https://www.ntv.com.tr/dunya/italyadan-a-
bye-corona-virus-tepkisi,B69EtOe-DEu5A_YD-
TS_rw
8) https://www.sabah.com.tr/dunya/2020/03/29/corona-virus-salgini-sonrasi-abden-cokus-itirafi-geldi
9) https://www.haberturk.com/imf-venezuela-nin-koronavirus-icin-yardim-talebini-reddetti-haberler-2617248-ekonomi
10) https://www.cnnturk.com/dunya/bae-ve-cinden-irana-tibbi-malzeme-yardimi?page=2
11) https://tr.sputniknews.com/guney_amerika/202003161041614284-hicbir-ulkenin-kabul-etmedigi-ingiliz-gemisi-yolcularin-tedavisi-icin-kubaya-yanasiyor/
12) https://www.aydinlik.com.tr/haber/abd-geriliyor-cin-liderlige-oynuyor-203383
13) Rafet El Roman’ın Macera Dolu Amerika
şarkısına ait sözlerdir.
14) https://www.dunya.com/kose-yazisi/
global-tuketim-salgininin-sonu-yakin-gorunuyor-ve-secme-ozgurlugu-utopyasinin-sonuna-geldik/466561
15) Finansallaşma, Borç Krizi Ve Çöküş,
Ümit Akçay, Ali Rıza Güngen, NotaBene Yayınları,
Nisan 2016, Ankara
16) İttihat Terakki ve Cihan Harbi, Savaş Ekonomisi
ve Türkiye’de Devletçilik 1914-1918, Zafer
Toprak, Kaynak Yayınları, Kasım 2016, Sy. 24.
17) A.g.e. sy.30
18) A.g.e sy.162
19) A.g.e sy.161
20) A.g.e. sy.36
21) A.g.e. sy.30
22
SALGIN HASTALIKLAR VE
KAMUCU ANLAYIŞ
Özgür Altınbaş - TGB Çin Temsilcisi
Uluslararası İşletme ve Ekonomi Üniversitesi - Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans
23
İnsanlık tarihi, mücadeleler tarihidir. Kimi zaman
savaşlar, kimi zaman doğal afetler, kimi zaman
hastalıklar… İnsanoğlu, yaşadığı süreç boyunca
sürekli mücadele ederek ayakta kalmaya çalışmıştır.
Mücadele tarihine baktığımızda, insanoğlu
karşılaştığı sorunların üstesinden gelmek için çözüm
üretmeye, yeni bir yol bulmaya çalışmıştır. Bu
süreç içerisinde hem devletin idari yönü sınanmıştır
hem de bilimsel olarak çözüm odaklı refleksler
ölçülmüştür. Toplumlar ya da devletler, sorunlara
çözüm üretebildiği takdirde ayakta kalabilirler.
Dünyada meydana gelen büyük değişimlerde
şüphesiz ki salgınların etkisi
azımsanmayacak kadar fazladır.
Örneğin tarihin en
büyük salgını olarak
bilinen, 14. yüzyılda
Avrupa’da görülen
Kara Veba, sonrasında
birçok
değişimin önünü
açmıştır. Kara
Veba salgınında
tahminlere göre
75 ila 200 milyon
arasında insanın öldüğü
söyleniyor. Bu
durum Avrupa nüfusunun
%30 ila %60 arasında azalması
anlamına gelmektedir. Bunun sonucunda
birçok tarım işçisi hayatını kaybetmiştir. Az
sayıda hayatta kalan tarım işçileri değer kazanmıştır
ve pazarlık güçleri artmıştır. Bu durum ekonomik
olarak Avrupa’yı etkilemiştir. Tarım işçilerine
yüksek maliyet ödemek istemeyen toprak ağaları,
tarım işçisinin yerini tutması açısından makineleşme
hamleleri yapmıştır. Çünkü salgın sonrası tarım
işçisi çalıştırmak, salgın öncesine göre çok daha
maliyetli hale gelmişti. Bu durum feodal sistemin
dağılmasının önünü açmıştır. Oluşan ekonomik
bunalım, insanları farklı şeyler keşfetmeye itmiştir.
Coğrafi Keşiflerin temelinde yatan en önemli nedenlerden
birisi de işte bu ekonomik nedenlerdir.
Kara vebanın böylesine büyük bir etkinin yapı taşlarından
bir tanesi olması bize, günümüze dair bazı
ipuçları vermektedir.
KORONAVIRÜS VE
YARATTIĞI ETKI
İlk olarak Çin’in Hubei eyaletinin Wuhan şehrinde
görülen koronavirüs, yaratacağı etki açısından
gelecekte bazı temel anlayışları değiştireceği mesajını
veriyor. Tabi öncelikle bunu temellendirmek
adına virüsün yayılmasından itibaren Çin’in aldığı
tutumları iyi tahlil etmemiz gerekiyor.
Aralık ayında Wuhan şehrinde daha önce görülmemiş
şekilde zatürre hastaları hastanelerin kayıtlarına
yansıdı. Bu beklenmedik hasta yoğunluğu
29 Aralık’ta Merkezi Hükümet’e rapor edildi. Arından
Merkezi Hükümet Wuhan’da acil durum ilan
etti. 10 Ocak’ta bu virüsten dolayı ilk ölüm bildirildi.
21 Ocak’ta ise bu virüsün insandan insana geçtiği
tespit edildi. Bunun sonucunda 23 Ocak’ta Wuhan
şehri tamamıyla karantinaya alındı. Wuhan şehrinin
karantinaya alınmasından sonra, diğer eyaletlere
giriş çıkış kontrol altına alındı ve bazı büyük şehirlerde
sokağa çıkma ile ilgili düzenlemeler yapıldı.
Örneğin Zhejiang eyaletinde her gün bir haneden
yalnızca bir kişinin dışarı çıkmasına izin verildi.
Çin Halk Cumhuriyeti en başından beri bu durumu
sıkı şekilde ele aldı. Çünkü Çin daha önce
SARS virüsü salgını ile de karşı karşıya gelmişti.
Çin, SARS virüsü salgınından elde ettiği tecrübe
ışığında koronavirüs salgınını ciddi bir şekilde ele
aldı ve müdahalelerini daha geniş çapta yaptı.
Buradaki en önemli detay, bu kararları almaktan
çok bu kararları uygulayabilmektir. Çin, aldığı bu
kararları nasıl uygulayabildi? Bu soruya cevap verebilmek
için Çin’in devlet yönetimini incelememiz
gerekmektedir.
Çin, çok derin bir örgütlenme mekanizmasına
sahip bir devlettir. Devletin en üst kademesinden
normal bir vatandaşın yaşadığı apartmana kadar
örgütlü bir yapı ile karşı karşıyayız. Çin Devlet Başkanı
Xi Jinping’in kılcal damar olarak tanımladığı
apartman temel örgütleri, karantina sürecinin yürütülmesinde
büyük bir fayda sağlamıştır. Çünkü
Çin’de her apartmanda bir ÇKP görevlisi vardır. Bu
görevliler sayesinde devlet, en alt birimdeki vatandaşına
kadar kontrol sağlayabilmektedir. İnsanların
apartmandan dışarı giriş ve çıkışları bu sayede
24
Çin’in salgını
bitirmesinin altında
yatan başarının
kaynağı şüphesiz
ki kamucu-devletçi
anlayıştır. Ancak
bu anlayışa sahip
ülkeler krizlere hızlı
şekilde müdahale
edebilir.
kontrol altına alınabiliyor. Bunun yanı sıra çok hızlı
bir şekilde sahra hastanelerin inşa edilmesi, maske
ihtiyacının karşılanması, insanların kamu alanlarından,
sokakta yürürken bile ateşlerinin ölçülmesi,
dışarı çıkamayan vatandaşların evcil hayvanlarının
görevliler tarafından beslenmesi… Saymakla bitiremeyeceğimiz
bir operasyon bütünü karşımıza
çıkıyor. Devlet mekanizması ne kadar örgütlüyse,
devletin gösterdiği refleksler de o kadar hızlı olur.
KAMUCU-DEVLETÇI ANLAYIŞ
Çin’in salgını bitirmesinin altında yatan başarının
kaynağı şüphesiz ki kamucu-devletçi anlayıştır.
Ancak bu anlayışa sahip ülkeler krizlere hızlı şekilde
müdahale edebilir. Kamuya aktarılan kaynakların
bolluğu, halkın kriz süresince ve krizden sonra
devlete daha fazla güven duymasını sağlıyor. Krizin
ilk başlarda merkezi olan Çin’de artık ülke içi vakaların
neredeyse sıfıra inmesi bu başarının somut
örneğidir. Halk için hizmet ( 为 人 民 服 务 ) anlayışının
olduğu Çin’de öncelik her zaman kamu çıkarıdır.
Bu tarz krizlerde Çin, Avrupa ve ABD’nin aksine
öncelik olarak halk sağlığını belirliyor. Avrupa’da ve
ABD’de ise bu tam tersi. Batı her zaman ekonomiyi
öncelik olarak belirlediği için şu an virüsün merkez
üssü Avrupa ve ABD haline gelmiştir. İngiltere
Başbakan’ı Boris Johnson’ın Sosyal Darwinizm
ile “ölenler ölür, kalan sağlar bizimdir” minvalinde
yaptığı açıklamanın ardından bir hafta geçmeden
geri dönüş yaparak OHAL durumu uygulamalarına
geçmesi, İtalya’da insanların sokağa çıkışına engel
olamamak, İspanya’da huzurevlerinde yaşlıların
cansız bedenlerinin terk edilmiş halde bulunması,
Batı’daki halk sağlığına verilen önemin ne kadar
az olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir.
ABD’de sigortalı birisinin koronavirüse yakalanması
sonucunda, tedavi için 7 bin dolar vermesi gerekmektedir.
Eğer sigortanız yok ise 34 bin dolara
kadar çıkan tedavi faturalarıyla karşı karşıya geliyorsunuz.
Sürekli demokrasi ve insan haklarının
ağızlardan düşmediği Batı’da insanların nasıl ölüme
terk edildiğine tanıklık ediyoruz. Ve sürekli antidemokratik
olarak gösterilen Çin’de ise insanların
nasıl yaşatıldığını ve salgından nasıl kurtulduğunu
görüyoruz.
BATI’NIN ÇÖKEN
LIBERALIZMI
Koronavirüs salgınıyla dünya yeni bir tartışmayı
girdi. O da liberal ekonomik sistemin, kamucu ekonomik
sistemlerin karşısında yenilgisidir. Başından
beri bu süreci titizlikle sürdüren kamucu ekonomi
anlayışına sahip Çin, süreci büyük ölçüde atlatmış
durumda. Çünkü kamu kaynakları zengin olan Çin,
alt yapı bakımından yeterli bir güce
sahipti. Fakat Batı’da
sağlık
sisteminin
verememesi
salgına karşı cevap
büyük
25
bir soruna yol açtı. Özellikle
başlarda İtalya’nın
Avrupa Birliği’nden yardım
istemesi sonucunda
hiçbir AB ülkesinden yardım
alamaması, İtalyanlar
tarafından AB’ye karşı büyük
tepkilere yol açtı. İtalya, İspanya
ve Sırbistan’ın yardımına Çin Halk Cumhuriyeti
koştu. Sırbistan Cumhurbaşkanı yaptığı
açıklamada AB içerisindeki dayanışmanın aslında
bir hayalden ibaret olduğunu ve Sırbistan’a ancak
Çin’in yardım edebileceğini belirtmişti. Sistemin
çöküşü birçok pratikte karşımıza çıkıyor. İtalya’da
Avrupa Birliği bayrakları yakılıyor, yerine Çin ve Rus
bayrakları konuluyor. İtalyan halkı hiçbir zaman bu
kadar AB’ye karşı kin beslememişti. NATO’nun en
büyük müttefiklerinden olan İtalya’nın sokaklarında
Rus askeri araçları ve Rus askerleri dolaşıyor.
Bu NATO’nun da ne kadar yetersiz kaldığını göstermektedir.
Bu sonuçların hepsi bize, salgından sonra birçok
şeyin eskisi gibi olmayacağının mesajını vermektedir.
En basit bir maske ihtiyacını karşılamakta bile
zorlanan Batı’nın Çin’den öğreneceği çok şey var.
VIRÜSÜN
DILI, DINI, IRKI VAR MIDIR?
2009’da ABD Kaliforniya’da çıkan domuz gribinde
6 ayda dünya genelinde 13.000’e yakın kişi
hayatını kaybetti ve virüs toplamda 200’den fazla
ülkeye yayıldı. Peki, hiç sosyal medyada ya da
gerçek hayatta Amerikalılardan kaçıldığını ya da
tüm Amerikalılara hastalıklı, virüslü muamelesi yapıldığını
gördünüz mü? Görmedik, doğrusu da bu.
gözlü olduğu için virüslü muamelesi görmesi
ırkçılıktır.
Ama iş Asya ve Afrika’ya
gelince bu insanlar vebalı
muamelesi görüyor. Bunun
başat nedeni Batı’nın
medya ve kültür emperyalizmi
aracılığıyla zihinlerimize
yerleştirdiği oryantalist bakış
açısıdır. Bir insanın Çinli ya da çekik
KORONAVIRÜSTEN
SONRA BAŞKA BIR DÜNYA ILE
KARŞI KARŞIYA KALACAĞIZ
Yazının da başında belirttiğimiz üzere, devletler
ve toplumlar sorunlara çözüm üretebildiği ölçüde
ayakta kalabilirler. Bu salgında çok kötü bir sınav
veren Batı’nın liberal sistemi çökmeye başlamıştır.
Kamuculuk ise mücadeledeki başarasıyla daha da
güçlenmiştir. Bu gelecekti hangi sistemlerin ayakta
kalacağıyla ilgili net mesajı bizlere vermektedir.
Yeni bir dünya kuruluyor tahlili hiç bu kadar sıcağı
sıcağına yaşanmamıştı. AB’deki iç çelişkilerin
artması, ABD’deki kamucu ekonomi tartışmaları,
yeni bir dünyanın kurulmasının eşiğine gelindiğini
bizlere göstermektedir. Bu süreçte Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın yaptığı açıklamalara dikkat edersek
Türkiye’nin bu süreci kavradığını söylemek çok da
yanlış bir tahlil olmaz. Erdoğan’ın süreç boyunca
her defasında, devletin rolünün daha fazla olacağını,
Batı sisteminin kötü sınav verdiğini ve liberalizmin
sahte refah düzenine vurgu yapması da
bu tahlili güçlendirmektedir. Bu salgın sonrasında
önümüzde, geçmişten çok farklı bir dünya ile karşı
karşıya geleceğiz.
Trump her
konuşmasında
koronavirüsten
bahsederken “Çin
virüsü” diyerek bu
algıyı her fırsatta
desteklemeye devam
ediyor
26
GEÇMİŞTEN BUGÜNE
SALGIN HASTALIKLAR
Mihri Serap Sayın - TGB Muğla İl Yöneticisi
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi - İşletme
Gezegenimizin her köşesini diğer
canlılarla paylaşıyoruz. Bunların
arasında mikroskobik ölçekte olan
bakteriler, mikroplar ve virüsler de var. Aralarında
yediklerimizin oluşmasını sağlayanlar
ve bize yardımcı olanlar da bulunuyor
ancak sonumuzu getirebilecek olanlar da.
Şu anda bile vücudunuzun üzerinde, ellerinizde
ve ağzınızın içerisinde kötü huylu
bakteriler ve mikroplar var. Örneğin ölümcül
stafilokok bakterisi taşıyor olma ihtimaliniz
yüzde %25. Bu bakteri size zarar
vermeyebilir fakat bir başkasından alırsanız
hayatınızı kaybedebilirsiniz.
Elbette insanoğlunun hayatta kalma
azmi de küçümsenemez. Büyük kayıplar
verilse de insanlık bugüne kadar başına
gelen en korkunç salgınları atlatmayı bir
şekilde başarmıştır.
Savaşlarda verilmeyen kayıplar insanlık
tarihi boyunca büyük salgın hastalıklarda
verildi. Önüne geçilmeyen, dünyaya yayılan
hastalıklar birçok kez tarihin seyrini değiştirdi.
MİKROBUN KEŞFİ
Görünmeyen mikrobik yaşamın varlığı
ilk olarak Hindistan’daki Jainizm dini kayıtlarında
öne sürülmüştür. Mahavira, M.Ö.
6. yüzyılda, yeryüzünde, suda, havada
ve ateşte yaşayan görünmeyen mikrobik
canlıların varlığını ileri sürdü. Görülmeyen
organizmalar tarafından yayılan hastalıkların
ortaya çıkma ihtimalini gösteren en eski
fikir, Roma bilim adamı Marcus Terentius
Varro‘nun M.Ö. 1. yüzyılda “Tarım” adlı
kitabında bir bataklığın yakınlarında bir ev
kurmanın zararlarına karşı insanları uyarmaktadır.
Kitapta bataklıklarda yaşayan
görülmeyen canavarlar adlı hayvanat kümelerinden
bahsedilmiştir.
Bilimler tarihinde, mikrobun hastalık sebebi
olarak keşfi 15. asırda Fransız âlimlerinden
Pasteur’e izafe edilse de, mikrop
aslında 14. yüzyılda keşfedilmiştir. Ve kâşifi
de, büyük bir İslâm bilgini ve hekimi olan
Akşemseddin’dir.
Akşemseddin bu konuda, araştırmalar
yaptı. Sonunda “Maddetü`l-Hayat” adlı
eserinde şu neticeye vardı: “Hastalıkların
insanlarda teker teker ortaya çıktığını sanmak
hatalıdır. Hastalık insandan insana bulaşmak
suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle
görülemeyecek kadar küçük, fakat canlı
tohumlar vasıtasıyla olur.”
Akşemseddin`den 400 yıl sonra, Fransız
kimyacısı ve biyoloji bilgini Pasteur (1822-
1895) laboratuvarında yaptığı deneylerle
aynı sonuca ulaşacak, mikrobun hastalık
sebebi olduğunu ilim dünyasına kabûl ettirecekti.
TARİHİN SEYRİNİ
DEĞİŞTİREN
SALGINLAR
İnsanlığın tarihine yön veren büyük salgınlara
bakalım:
1) ANTONİNUS (GALEN) SALGINI
MS 165-180 yılları arasında Roma İmparatorluğu’nda
yaşanmış olan ve doğu
seferlerinden dönen askerler tarafından
27
getirilmiş salgın bir hastalık olan Antoninus
vebası günde 2 bin kişinin ölümüne neden olmuş
bilinen ilk büyük veba salgınlarından biri.
İmparatorluk toplam nüfusunun %30’unu yitirmiştir.
2) JÜSTİNYEN VEBASI
541 yılında Konstantinopol’de İmparator
Jüstinyen tahtta otururken Avrupa’da başlayan
bir salgın önce Mısır’a oradan Filistin’e,
Suriye’ye ve oradan da Anadolu’ya ulaştı.
Jüstinyen Konstantinapol’a tüm giriş çıkışları
kapattıysa da salgın hastalık askeri birliklerin
şehre getirdiği malzemeler arasında yer alan
fareler yoluyla girdi. Farelerin tüyleri arasına
gizlenen ve bir milimetreden küçük ‘Xenopsylla’
isimli uçucu bir böcek, midesinde
‘Pasteurella pestie’ denen ölümcül veba bakterisi
taşıyordu. Bu böcekler uçarak çevrede
bulunan diğer farelerin tüyleri arasına yerleşip
hızla üredi.
İnsan vücudunun herhangi bir noktasına
konup ısırarak veba mikrobunu aktaran böcekler
hastalığı bulaştırdıkları kişilerin birkaç
gün içerisinde ölmesine neden oldu.
Bir hafta içinde veba şehirde hızla yayıldı ve
ölümler başladı. Sarayın çevresi askeri birliklerce
karantinaya alındı. Başlangıçta günde
birkaç yüz olan ölü sayısı, kısa süre sonra
binlere ulaştı. Mezar yerleri dolunca, ölüler
denize atılmaya başlandı.
Hastalık normal seyrini sürdürdü ve zamanla
kendiliğinden yok oldu ancak o zamana
kadar dönemin en kalabalık şehirlerinden
olan Konstantinopol nüfusunun yüzde 40’ını
kaybetti. Salgın iş gücü ve asker sayısını kaybeden
Bizans’ın zayıflamasına ve saldırılara
açık hale gelmesine neden oldu ki bu durum
Avrupa tarihini kökten değiştiren gelişmelerin
yaşanmasına vesile oldu.
3) AMERİKA’DA SU ÇİÇEĞİ SALGINI
15. yüzyılda Avrupalılar yeni dünyayı keşfetti.
Amerika kıtasındaki yerliler ile temas
eden Avrupalı kâşifler beraberlerinde getirdikleri
virüs ve bakterileri buradaki insanlara
bulaştırdılar
Suçiçeği halihazırda Avrupa’nın üçte birini
öldürmüştü ancak bağışıklık sistemleri Avrupalılar
gibi gelişmemiş olan ve ilaçları da yetersiz
kalan Amerikan yerlilerinin hiçbir şansı
yoktu. Milyonlarca insan öldü ve o dönem
yerli nüfusun yüzde 90’ı yok oldu. Bu durum
Amerika kıtasının Avrupalılarca kolonileştirilmesini
son derece kolaylaştırdı.
19. yüzyılın başına kadar toplamda her iki
Amerikan yerlisinden biri Avrupa’dan gelen
hastalıklar nedeniyle öldü.
4) ÜÇÜNCÜ VEBA SALGINI
1855-1859 yılları arasında Çin’de başlayarak
dünyaya yayılan ve sadece Çin’de ve
Hindistan’da bile 12 milyon insanın ölümüne
neden olan bu salgına Jüstinyen Vebası
JÜSTİNYEN
VEBASI
541 yılında
Konstantinopol’de
İmparator Jüstinyen
tahtta otururken
Avrupa’da başlayan
bir salgın önce Mısır’a
oradan Filistin’e,
Suriye’ye ve oradan
da Anadolu’ya ulaştı.
28
ve Avrupa’nın Kara Vebası ardından ‘Üçüncü
Veba’ denildi.
Etkileri bir asır kadar süren salgın Amerika
kıtasına uzak doğudan gelen farelerle taşındı.
Daha önceki vebalardan farklı olarak ilerlemiş
olan tıp bilimi bu hastalığın incelenmesine ve
tedavi edici ilaçlar oluşturulmasına imkân sağladı.
Bunların başında da antibiyotikler geldi.
5) TİFÜS SALGINI
ilişkili ölümlerin %80’inin 65 yaşından küçük
insanlarda meydana gelmesi nedeniyle tipik
grip salgınlarından farklıydı. Genelde, grip salgınlarından
ölümlerin %70 ila %90’ı 65 yaş üstünde
görülür.
FEODALİZMDEN
KAPİTALİZME: VEBA
En kapsamlı yıkıma sebep olan salgın ise,
KARA VEBA olsa gerek.
BÜYÜK LONDRA
VEBASI
665–66 yılları
arasında İngiltere
Krallığı’nda yaşanmış
son büyük epidemiktir.
Büyük Veba 100.000
kişiyi, yani Londra
nüfusunun yaklaşık
%15’ini öldürmüştür.
1914-1918 yılları arasında Tifüs bakterisini
taşıyan bitlerin neden olduğu salgın savaşın
beraberinde getirdiği bir olguydu. Avrupa ve
Asya’da 25 milyon kişi hastalandı ve özellikle
Sovyetler Birliği ülkelerinde 3 milyona yakın
insan hayatını kaybetti. Batılı ülkeler salgına
neyin neden olduğunu daha hızlı anladı ve bitlerden
kurtulmak üzere önlemler alındı. Doğu
ülkeleri ise daha geç önlem aldı ve bu nedenle
dünyanın bu kısmında çok daha fazla sayıda
insan hayatını kaybetti.
6) DOMUZ GRİBİ VEYA H1N1
2009 yılında, ABD’de yaklaşık 60,8 milyon
insanı enfekte eden ve 151.700 ila 575.400
aralığında küresel çapta
ölüm yaratan yeni
bir grip virüsü formu
ortaya çıktı. Domuzlardan
insanlara geçtiği
görüldüğü için “domuz
gribi” olarak adlandırıldı.
H1N1, virüsle
Büyük veba salgını, tarihte yaşanılmış birçok
savaştan daha fazla can kaybına sebep olmuş
bir felakettir. Etkisi o kadar büyüktü ki birkaç
yılda 100 milyona yakın kişinin hayatını kaybetmesine
sebep olduğu düşünülüyor. Veba
salgını 1347-1351 yılları arasında Avrupa’da
meydana gelmiştir. O zamanlar Avrupa’da yoğun
nüfus artışı yaşanmış, bunun sonunda da
kıtlık dönemine girilmiştir. Büyük veba salgınının
kıtlık döneminin hemen arkasından gelmesi
haliyle Avrupa’nın bu durumla mücadelesini
çok zorlaştırmıştır. Salgın ilk olarak yoksul ve
bakıma muhtaç insanlarda görülmüştür, salgının
yayılmasıyla birlikte üst tabakadaki kesimin
de etkilenmesi kaçınılmaz olmuştur.
29
Veba, Çin ve Orta Asya’da başlamış buradan
tüm dünyaya yayılmıştır. Veba’nın Avrupa’ya
ulaşması Asyalı tacirlerin Çin’den satın
aldıkları vebalı kürkleri Avrupa’ya satması
yoluyla bulaşmıştır. Gemide yaşayan pire ve
farelerin de bu hastalığın yayılmasında etkili
oldukları söylenmektedir. O sıralar Kırım Tatarlarının
reisi Canıbek, Ceneviz limanını kuşatmış
ve kendi vebalı adamlarını mancınıkla şehrin
içine fırlatıp hastalığı İtalyanlara bulaştırmıştır.
İtalyanlara bulaşan vebayla ilk karşılaşan şehirler
Cenova, Messina ve Venedik olmuştur.
Sonrasında Veba Salgını, 1348 yılında Paris’e
kadar gelmiş 1349’da ise Londra’yı etkisi altına
almış İskoçya ve İskandinavya’dan sonra
da başlangıcı olan Tatarların yurduna tekrar
ulaşmıştır. 90.000 nüfuslu Floransa’nın yarısı,
Fransa’da 125.000, İngiltere de 1.000.000
kişi, Venedik’de ise nüfusun %75’i veba salgınından
ölmüştür. Suriye, Lübnan, Mısır, Hatay,
Mekke, Yemen ve daha birçok şehir, toplamda
tüm dünyanın ciddi bir kısmı veba hastalığından
yaşamını kaybetmiştir.
Yüksek oranda insanın ölümüne sebep olduğu
düşünülen veba çoğunlukla köylülerin
hayatına mal oldu. Bu da toprak sahiplerinin
toprağı işleyecek emek gücü bulma sıkıntısı
yaşamasına yol açtı. Geride kalan sağlıklı tarım
işçileri, daha fazla pazarlık gücüne sahip
oldu. İşlerini yaptırmak için insanları çalıştırmak
daha pahalı hale geldiğinden, iş sahipleri işçilerin
yerine geçecek işgücü tasarruflu teknolojilere
yatırım yapmaya başladı. Vebanın neden
olduğu yüksek ölüm oranları, insanları salgından
kaçmak için uzun deniz yolculuklarına çıkmaya
daha istekli hale getirdi. Dolayısıyla kara
veba, Avrupa’da feodalizmin çözülmesi, tarımda
makineleşme ve ticaret yollarının gelişmesi
gibi kapitalizme uzanan süreçlerin tetikleyicilerinden
birisi oldu.
TÜRKİYE’NİN SALGINLA
MÜCADELE GELENEĞİ
Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti
sadece düşman kuvvet ile savaşa girmedi.
Bir yandan da cephelerde askerlerin getirdiği
salgın hastalıklar ile savaştı.
Frengi, veba, tifüs, kolera, sıtma
ve daha birçok hastalık
ile karşı bir mücadeleye
girmek durumunda kalındı.
Bu durumun önüne
geçmek için birçok
önlem alındı.
Askerler cepheye
gönderilmeden
önce “tahaffuzhane”
adı
verilen birimlerde
bulaşıcı hastalıklara
karşı bağışıklığını güçlendirmek
için aşı yaptırıyordu.
Halkın sağlığı
da askerlerin sağlığı kadar
önemliydi, birçok ilde aşı laboratuvarları
açılarak çalışmalar
yapıldı.
Birinci Dünya Savaşı’ndan cumhuriyetin
ilk yıllarına kadar yürütülen sağlık çalışmalarının
ve salgın hastalıklarla olan mücadelenin
temelinde yatan en önemli anlayışın halka yönelik,
fedakârca çalışma yürütülmesidir.
1921 yılında Refik Saydam’ın sağlık bakanı
olarak görev almasıyla beraber sağlık alanındaki
çalışmalar başka bir boyuta ulaşmıştır.
Koruyucu sağlık hizmetlerinin temellerini atan
Refik Saydam aslında bugün Türkiye’de salgın
hastalıklarla mücadele sisteminin de önemli
bir yapı taşıdır. Halk sağlığı çalışmalarıyla öne
çıkan Refik Saydam, Mustafa Kemal ile beraber
19 Mayıs’ta Samsun topraklarına ayak
basan, kongrelerin her birine katılarak adım
adım Anadolu’yu gezen Atatürk’ün yol arkadaşlarından
biridir. Birinci Dünya Savaşı’nda
ve milli mücadele yıllarında cepheden cepheye
koşarak hekimlik yapmıştır.
Refik Saydam hem vatansever hem de
tıbben donanımlı bir hekim olarak cumhuriyet
dönemi sağlık çalışmalarının neredeyse
tamamının fikir babasıdır. 10 maddede sağlık
Refik Saydam
1921 yılında sağlık
bakanı olarak görev
almasıyla beraber
sağlık alanındaki
çalışmalar başka bir
boyuta ulaşmıştır.
Koruyucu sağlık
hizmetlerinin
temellerini atan
Refik Saydam
aslında bugün
Türkiye’de salgın
hastalıklarla
mücadele sisteminin
de önemli bir yapı
taşıdır.
30
2.Fazla sayıda hekim yetiştirmek
hizmetlerinin temel ilkelerini şu
şekilde açıklamış, ardından bu
ilkelerin her birini gerçekleştirmiştir.
1.Devletin sağlık teşkilatını
kurmak
3.Numune hastaneleri açmak
4.Ebe ve sağlık memuru yetiştirmek
5.Doğum ve çocuk bakımevleri kurmak
6.Verem sanatoryumu açmak
7.Sıtma, frengi, trahom ve diğer sosyal hastalıklarla
mücadele etmek
8.Sağlık ve Sosyal Yardım Teşkilâtını köylere
kadar götürmek
9.Sağlık ve sosyal kanunları çıkarmak
10.Merkez Hıfzıssıhha Müessesesini ve
Hıfzıssıhha Okulu’nu kurmak.
CUMHURİYET İLE
GELİŞEN SAĞLIK
POLİTİKAMIZ
Hastalıkların ciddi boyutlara ulaşmasını önlemek
için Türkiye Büyük Millet Meclisinde çıkarılan
bir yasa ile “Sağlık Bakanlığı” kuruldu. Cumhuriyetin
ilanından sonra bir sağlık politikası oluşturuldu.
Sağlık kuruluşları yaygınlaştırıldı. Sağlık personelinin
sayısı artırıldı. Zorunlu görev uygulaması ile
ülkenin dört bir yanına doktor gönderildi. Salgın
hastalıklara karşı savaş başlatıldı. Böylece sıtma,
trahom, frengi, tifo, veba, kızamık, kolera, çiçek
ve verem gibi hastalıkların önüne geçildi.
Refik Saydam’ın çalışmalarıyla beraber salgın
hastalıklarla mücadele kapsamında 3 önemli
kongre gerçekleştirilmiştir. Bunlardan ilki sıtma ve
verem tedavisi ve mücadelesi, ikincisi öncelikle
trahom ve verem tedavisi, 3.sü ise frengi hastalığı
gündemiyle toplanmıştır. Kongrelerle belirlenen
sağlık politikası, sonrasında 1946 yılında Dr. Behçet
Uz’un Sağlık Bakanlığı döneminde dahi uygulanmaya
devam edilmiştir.
Salgın hastalıklar kapsamında yine cumhuriyetin
ilk yıllarında;
-Veremle mücadele dernekleri açılması
-21 maddeden oluşan sıtma ile mücadele kanunu
çıkarılması
-Frengi komisyonunun kurulması ve penisilinin
tedaviye eklenmesi
-Trahomla mücadele kapsamında il il gezilmesi
ve bir kurul oluşturulması
-Çiçek hastalığına karşı aşılama çalışmalarının
sistemleştirilmesi
-Kuduz ile mücadele kapsamında İstanbul
başta olmak üzere Ankara, Erzurum, Diyarbakır,
Konya ve İzmir’de Kuduz Müesseseleri’nin yıllar
içerisinde açılması ve en sonunda 1937 yılında
Hıfzıssıhha Merkezi’nde kuduz serumunun üretilmeye
başlanması çalışmaları yürütülmüştür.
Türkiye’nin salgın hastalıklar ile mücadelesinin
temelleri atılmış, sağlık politikaları günden güne
gelişmiştir.
KORONAVİRÜSLE
MÜCADELEDE
BAŞARIMIZIN SIRRI
Çin’in Vuhan kentinde ortaya çıkan ve Kovid-19
adı verilen hastalığa yol açan koronavirüs, Antarktika
hariç tüm kıtalara yayıldı. Türkiye ilk günden
itibaren süreci titizlikle ele aldı. Dünya genelinde
en hızlı tedbirleri aldık.
31
Avrupa ve Amerika ise bu salgına sınıfta kaldı.
Dünya Sağlık Örgütü’nün ve birçok akademik
kurumun uyarılarına rağmen önlemler Avrupa ve
Amerika’daki sürecin çok sonrasında alındı. Bunun
nedeni ise pek çok ülkede olduğu gibi önlemlerin
maliyetinin yüksek olduğunun düşünülmesi
ve düşük görünen riskin alınmasıdır.
ABD ve Avrupa bu sürece hazırlıksız yakalanmış,
şaşırmış, gücünden şüphe duymaya başlamış
ve nasıl seferber olacağı, önlem alacağı
konusunda hızla karar alamamıştır. “Ekonomi” ve
“Sağlık” akıllarda birçok kez kıyaslanmıştır.
Önlemlerin geç alınmasından kaynaklı halkın
paniğe kapılması virüsün yayılma hızını daha da
arttırmıştır.
Hastaların ölüme terk edilmesi, yaşlıların bir başına
bırakılması, hastanelerdeki tedbirin yetersizliği,
halkın sağlığının önemsenmemesi gibi birçok
görüntüye üzülerek şahit olduk..
Türkiye ise ilk günden bu yana süreci titizlikle
ele alıp örmüştür. Halkın sağlığı her şeyden
öndedir
İlk vakadan 1 gün sonra
okullar kapatıldı, futbol
maçları seyircisiz oynandı
ve daha sonra ertelendi.
4 gün sonra bar, restoran
ve eğlence merkezleri kapatıldı.
Risk grubu esas 65 yaş ve üstü olduğu
için vatandaşlarımızın sokağa çıkmasına sınırlama
getirildi ve genci yaşlısı herkes onlar için yardım
seferberliğine koştu.
Ülkece tarih boyunca nasıl düşman ile mücadele
ettiysek bugünde bu Virüse karşı birlik
ve beraberlik içinde mücadele etmekteyiz. Türk
milleti dayanışma içerisinde bencillikten uzak bizi
hayatta tutan sağlıkçılarımızı, bir yandan virüs ile
mücadele ederken bir yandan ülkemizi PKK’dan
koruyan Mehmetçiğimizi, evinden çıkamayan
yaşlılarımızın alışverişini yapan gencini, memurunu
birleştirdi.
Umudumuz yeniden yeşerdi, komşuluk yeniden
canlandı, fedakârlık yeniden parolamız oldu.
Vatan sevgisi, insan sevgisi yeniden filizlendi.
Türkiye düşmanlığıyla, Türk milletinin dayanışmasına
çomak sokmakla artık Batı’nın da ekmeğine
yağ sürmek mümkün olmayacaktır. Avrupa
da Amerika da bencilliğin bataklığına düşmüştür.
“Bir musibet bin nasihatten yeğdir” sözü
Türkiye’nin durumunu özetliyor. Birlik,
beraberlik, dayanışma ile
yeni zaferlere kucak açıyoruz.
İnsanlığın tohumları,
bizim gibi toprağına bağlı,
dayanışmacı toplumların
bağrında bugün yeniden
yeşeriyor.
32
NE ZAMAN BITECEK,
İLELEBET SÜRECEK
Furkan Kaplan - TLB Genel Sekreteri
Atatürk Üniversitesi - İşletme Yüksek Lisans
Her hafta iple çektiğimiz Mehmet hocanın
dersindeydik. Mehmet hoca,
diğer hocalardan farklı olarak dersi
sohbet havasında işlerdi. Derse başlamadan
mutlaka halimizi hatırımızı
sorardı. Hem de öylesine değil, bir
sonraki hafta “Senin o iş ne oldu?”
diye takip eder, hepimizin derdini-sevincini
tek tek aklında tutardı.
Derse bazen topla gelir, soru
soracağı öğrencilerin kucağına top
atardı. Uyuklayanların da kafasına
atarak uyandırırdı. Kafasından vurduğu
yetmezmiş gibi topu getirmesini isterdi.
Bazı ders çıkışlarında da mevlit çikolatasının
kutusunu çekmecesinden çıkarır,
birimizin eline tutuşturur: “Dağıt bakalım
arkadaşlarına” diye bize küçük sürprizler
yapardı.
O günleri özlüyorum…
Bu satırları yazarken Nilüfer’in Caddelerde
Rüzgâr şarkısını dinliyorum:
“Deli dolu günler hayat güzeldi
Kahkahalarıyla günler geçerdi
Ellerim uzanmaz dokunamam ki
Özlediğim şimdi çok uzaklarda…”
Halimi başka hangi şarkı tarif edebilirdi
ki? Kafama top atıp uyandırdığı dersin son
dersim olduğunu bilseydim uyuklar mıydım?
Gerçi keyfimden uyuklamamıştım,
dün gece topluluk dergisinin tasarımı sabaha
kadar sürmüştü. Ertesi gün baskıya
girecekti.
İple çektiğimiz o dersteydik. Espriler,
komiklikler, şakalar havada 3 saat asılı kalıyordu
(Belki de 4). Ancak o son espriyi
yapmayacaktık… Sınıfta kahkaha tufanı
kopmuştu. Öyle böyle kahkaha değil; küçük
dillerimiz dışarı doğru perende atıyordu.
Gözümüzden yaş gelmişti. Gökhan arkadaş,
adeta para vermiş gibi hepimizden
daha çok gülüyordu, tabiri caizse yarılıyordu.
Diyaframının ağrısından hacıyatmaz
gibi bir sağa bir sola yatıyordu, kıvranıyordu.
Yattığı sırada toz kapmış olacak ki küçük
dili dışarıdayken parça tesirli bir hapşırık savurdu.
Ağzından ve burnundan eşzamanlı
olarak çıkan şeylere partikül ya da molekül
demek komik kaçardı; hepsi, gözümüzle
görebildiğimiz birer şarapnel parçasıydı.
Üstelik siper almaya fırsatımız olmamıştı
çünkü Gökhan dâhil herkes hazırlıksız yakalanmıştı.
Öğlen yediği yemek, teneffüste
içtiği çay, çocukluk anıları, acısı, sevinci ve
gelecek hayalleri… Normalde de içi dışı bir
olan Gökhan arkadaş hakkında artık daha
çok şey biliyorduk. Sınıfın orta koridorunda
Gökhan’ın silueti oluşmuştu. Haliyle sınıfın
atmosferi değişti. Perende atan küçük diller
başını öne eğip yerine geçti. Gülüşü
yarım kalanların diyaframında buruk
bir uyuşma hissedildi. Gülmekten
kızaran yanaklarımız, ev hanımlarının
bir numaralı tercihi, sıradan olmayan
deterjanlarla yıkanmışçasına
beyazlamıştı. Gökhan da bu
sırada hapşırığına karışıp giden
iç organlarını topluyor, peçetesini
adeta bir paspas gibi kullanarak
kurulanmaya çalışıyordu.
Hocamızı ilk kez böyle görüyorduk,
yutkunma sesi sınıfta ufak bir yankı oluşturmuştu.
Hoca: Gökhan, oğlum, ağzını kapatsaydın
keşke, malum, salgın var, korona morona
olmayasın.
Gökhan: Af edersiniz hocam, boşluğuma
geldi. İçiniz rahat olsun, düzenli olarak
kelle paça içiyorum hocam, bana bir şey
olmaz.
Gökhan bunu söylerken pişkinlikle sağa
sola bakıp düşük bütçeli esprisine alıcı arıyordu.
Hoca: Ne yiyip içtiğini söylemene gerek
yok, az önce hepimiz öğrendik ama dikkat
et oğlum, hastalığın şakası olmaz, millet
kırılıyor.
Diyerek babacan bir tavırla toparlamaya
çalıştı ve sınıfımızda korona gündemi açıldı.
Arka sıralardan Fırat: “Hocam bu Çinliler
köpek, böcek möcek ne varsa yiyorlar. Bu
virüs de yarasadan çıkmış duyduğum kadarıyla.
Yarasanın çorbası mı olur gözünü-
33
zü seveyim hocam.”
Sınıfta ufak tiksinti uğultusu yayıldı…
Fırat’ın ön sırasında oturan Merve: “Hocam
biliyorsunuz bu Çinliler Doğu Türkistanlı
soydaşlarımıza ve dindaşlarımıza
zulmediyor, Allah o yüzden bunları cezalandırıyor.
Bizde Türk geni olduğu için bize
bulaşmıyormuş hocam. Hem Mete ne demiş,
‘Bir gün öldürmediğim her Çinli için
bana küfredeceksiniz.’”
Sağ arka sıralardan Alper: “Hocam bence
Çin bu virüsü dünyaya salacak, ardından
ilacını pazarlayacak.”
Alper’in sıra arkadaşı Betül: “Hocam
benim bir arkadaşımın dayısının komşusu
Sağlık Bakanlığı’nda çalışıyormuş, Türkiye’de
de varmış ama gizliyorlarmış.”
Sınıfta adeta bir yalan müzayedesi başlamıştı.
Cümleler “Hocam…” diye başlasa
da herkes sınıfa duyuru yapıyordu. Birisi
“Yok mu artıran” diyordu da ben mi duymuyordum?
Yalan, daha büyük bir yalanla
alıcı buluyordu. Hapşırığa maruz kalmak mı
daha iyiydi bu hurafelere mi onu sorguluyordum.
Edvard Munch’ın Çığlık tablosundaki
tasvire bürünmüştüm.
Mehmet Hoca: “Çocuklar bi’ sakin olun
bakalım, ortalığı velveleye vermeyin, daha
ne olduğu belli değil. Biz tedbirimizi alalım,
önemli olan o.”
Bu esnada arka sıralardan İrem, -yahu
bu sınıfta da söz alan herkes arkaya oturmuş-:
“Hocam, hocam! Sağlık Bakanı
açıklama yapıyor,
okullar
üç hafta tatil edilmiş. Uzaktan eğitime geçilebilirmiş.”
Sınıfta herkes telefonuna sarıldı, hoca
sınıfı sakinleştirmeye çalışıyordu. Mehmet
hocanın dersini iple çeken nostalji gitti, “tatil”
sevinci başladı.
Ne olup bitiyor bakmak için telefonumu
çıkardığımda 3 cevapsız arama gördüm,
evdekiler aramış, ulaşamayınca da mesaj
atmışlardı; haberleri almışlar, memlekete
çağırıyorlardı.
Hoca sınıfın hakkından gelemeyince
dersi erken bitirdi. Okulda derin bir uğultu
vardı. Çıkar çıkmaz bizimkileri aradım,
telaşlanmışlardı. Onları sakinleştirip yurda
geçtim. Ranzaya uzanıp Twitter’a girdim,
çok komik paylaşımlar vardı. Aralarından
seçip eşe dosta göndermeye başladım.
Birden koğuşun kapısı açıldı, gelen oda
arkadaşım Semih’ti, “Haydi oğlum kalk,
kalk. Millet bilet alıyor, topla valizini gidelim
biz de” diyerek beni kaosun içine çekti. Bilet
siteleri çok ağır çalışıyordu ve ben alana
kadar alınmış oluyordu. Bilet firmalarının
önüne vardık diyemeyeceğim çünkü o kadar
uzun sıralar vardı ki yarım saat sonra
ancak acenteye girebildik.
Az gittik, uz gittik, dere tepe şaşkınlığımızı
zor dindirdik, kendimizi evde bulduk.
Akıbeti belirsiz bir sürece dâhil olmuştuk.
Hâlbuki okul da yeni açılmıştı. Üstelik bu
dönem dersleri sıkı tutmaya niyetlenmiştim.
(Her dönem olduğu gibi)
Eve gelmiştim gelmesine ama sınıf WhatsApp
grupları ve Twitter kaynıyordu. Sınıfta
maruz kaldığım Hurafe Başlangıç Paketi,
Premium’a yükseltilmişçesine karşıma çıkıyordu.
Herkes her konuda uzmandı.
Derken sınıf WhatsApp grubuna Betül
bir haber attı. Onkolog Dr. Yavuz Dizdar
“Dünya Bankası’nın 50 Milyar dolar yardım
fonunu duyunca açıkladılar” diyordu.
Daha birkaç gün önce “Var ama gizliyorlar(mış)”
diyen arkadaşın şimdi de salgının
duyurulmasında kötü niyet araması bir akıl
tutulmasıydı. Mesajı alıntılayarak bu tepkimi
gruba yazdım. Betül ortaya iddialı laflar
atmayı sever ama tartışmalardan kaçınır,
mesaja da görüldü attı. Araya başka mesajlar
girince de kaynadı gitti. Twitter’da ise
bu hurafe salgından hızlı yayılıyordu. Türkiye’nin
50 milyar dolarlık fondan faydalanmak
için durumu olduğundan kötü gösterdiği,
gereksiz tedbirler alındığı, “tiyatro”
olduğu yazılıp çiziliyordu.
Ne var ne yok diye Instagram’da dolaşırken
Fırat’ın hikâyesine rastladım: “Çin’de
yarasa yiyenler yüzünden Konya’daki dedem
banka oturamıyor. Ehehe” temalı bir
paylaşımdı. Hurafelere artık tahammülüm
kalmamıştı. Arkadaşlarıma ya da insanlara
öfkelenmiyordum, tık almak uğruna bu yalanları
yayanlara öfkeliydim ve buna kapılan
insanlara üzülüyordum.
Hemen yanıt yazdım: “Kardeş selamlar.
Virüsün yarasadan yayıldığına dair hiçbir
kanıt yok. Bu söylentiden ibaret. Paylaştığın
yarasa çorbalı video Çin’den değil ve
2016’ya ait. Çin’de yarasa-böcek tüketimi
çok çok az. Akıl var mantık var, Türkiye’de
herkes şırdan, mumbar
34
mı yiyor? Kelle söğüş yiyen kaç kişi var?”
Satarım gerçeği alan bulunmaz.
Elimiz boş olduğu için Fırat’tan da yanıt gecikmedi:
“Kardeşim dediklerin doğru olabilir, ben de
geyiğine paylaştım, dert etme bu kadar. Ehehe. )”
Doğruyu kabul etmesine mi sevinseydim, bunun
hiçbir şeyi değiştirmemesine mi üzülseydim,
bilemedim.
Sosyal medya hayatımızı renklendirirken böyle
kötü renkleri de beraberinde getiriyordu: Geçiştirmek,
öylesine yapmak, gülüp geçmek, “çok da
şey’apmamak”. İşin kötüsü bu anlayışlar gerçek
hayatımıza da sirayet ediyordu.
Derken Twitter’da Merve’nin tivitini gördüm.
“Zulmettiğiniz Doğu Türkistanlı Uygurların ahı bir
bir çıkacak. Bunu hak ettiniz!!1bir” temalı bir tivitti.
Altına bir tivit dizisiyle yanıt verdim ve şunları
sordum:
1-Türkiye nasıl Kürt katliamı yapmıyorsa Çin de
Uygur soykırımı yapmıyor. Biz PKK’yla, onlar da
IŞİD’in uzantısı terör örgütleriyle mücadele ediyor.
(Altına topluluk dergisine yazdığım yazının bağlantısını
ekledim.)
2-Bu virüs salgını daha önce de Suudi Arabistan’da
çıktı, onlar kime “zulmetti”. “Araplar bizi
sırtımızdan vurduğu” için mi virüs onları vurdu?
3-Çin Uygur soykırımı yapıyorsa Uygurlar yıllardır
neden azalmıyor. Üstelik virüsün en az yayıldığı
yer Sinciang Uygur Özerk Bölgesi. Çin soykırım
istese virüsü orada yaymaz mı?
4-Ölüm oranı en düşük Çin’de, en yüksek İtalya’da.
Nerede kaldı zulüm, nerede kaldı ölüm?
Merve’nin verdiği yanıt şu oldu: “Çin’i savunmak
sana mı düştü?”
Meselenin Çin’i savunmak olmadığı, Türkiye,
İran, Hindistan, Orta Asya Türk Devletleri dâhil
herkese karşı böyle bir karalama olduğunu ifade
ettim ancak bu gerçekler RT-FAV getirmediği için
pek itibar görmüyordu. Korku ve yalan her zaman
daha çok alıcı buluyordu. Daha geçtiğimiz aylarda
Türkiye’nin Barış Pınarı Harekâtının Batı kamuoyunda
“Kürt katliamı” olarak anıldığı gerçeği göz
ardı ediliyordu.
Yunus Emre’nin deyimini uyarlayacak olursak:
Twitter pazarında yalanlar satılır
Yine de “Yalana susan dilsiz şeytandır” şiarıyla
hakikati söylemeyi sürdürmeliydik.
Günler su gibi akıp gidiyordu. İlk birkaç gün
kendimi fazla dağıttığımı fark ettim. Ne yattığım
belliydi ne kalktığım. Yediğime içtiğime dikkat etmiyordum.
Hareket de etmediğim için kilo almaya
başlamıştım. Annem sağ olsun ağzımı boş koymuyordu.
En kötü ihtimalle meyve soyup getiriyordu.
Yeter demeye yeltenecek olsam “Gençsin
eritirsin” cevabı hazırda bekliyordu. Oblomovculukla
başlayan “tatil” hiç iyi gitmiyordu. Sabah
kalktığımda (11.30) kendimi Gregor Samsa gibi
hissediyordum.
İnternet üzerinden topluluktaki arkadaşlarla görüşme
yaptığımızda benzer yakınmalar gördüm.
Topluluk başkanı arkadaş kendisine bir program
hazırladığını söyledi ve bunu birlikte uygulamayı
teklif etti. Hevesle kabul ettim çünkü bu kadar
“serbest”lik zararlıydı. Artık erkenden kalkıp evde
yapılabilecek egzersizlerden sonra gündemi tarıyorduk
ve birbirimizle paylaşıyorduk. Telefonda
güzel spor programları keşfetmiştim. Dil öğrenme
programlarına da ara ara bakıp kaliteli vakit geçiriyordum.
Bunun yanı sıra kitap, film, müzik listesi oluşturmuştuk
ve her gün güncelliyorduk. Okuyup
izlediğimiz nitelikli eserler hakkında yorumlarımızı
paylaşıyorduk. Tasarımı için uykusuz kaldığımız
derginin çıkmayacak olması biraz canımızı sıkmıştı,
onu da blog gibi internet sitesine dönüştürmeye
karar verdik. Kendimi daha “işe yarar”
hissetmeye başlamıştım. Yıllar önce Caddelerde
Rüzgâr çalacak kadar öğrenip rutubetlenmeye
bıraktığım gitarımı yeniden elime almıştım, internetten
videolara bakarak öğreniyordum. Günler
artık su gibi değil bal gibi ağır ve tatlı akıyordu.
Her sabah gözlerimi yeni bir hurafeye açıyordum.
Kahvaltı sırasında izlediğim sabah programında
3 gazeteci ölüm oranını hesaplarken
AROG’daki kaleci Dimi’ye benzemişlerdi. Pi’yi 3
aldıkları için her seferinde yanılıyorlardı, mesele
küsüratlardaydı. “Var ama saklıyorlar” hurafesi,
“Yardım almak için olduğundan fazla gösteriyor”a
evrilmişti. Şimdi ise “Ölüm oranı neden sabit,
ölüleri gizliyorlar”a dönüşmüştü. Pokemon’daki
Çarmendır’ın Çarizard’a evrilmesi bile daha az
35
şaşırtmıştı. Eksikler eleştirilmiyor, doğrular
karalanıyordu.
Dediğim gibi, hurafeler virüsten hızlı yayılıyordu.
Babam her gün aile WhatsApp
grubuna “Arkadaşımın oğlunun tanıdığı
söyledi, kesin bilgi, yayalım” temalı ses
kayıtları atıyordu. Hepsi ısrarla yalan çıkıyordu.
Facebook’ta dolaşırken babamın
bu ses kayıtlarını aratmayan bir video
paylaştığını gördüm. Sözcü yazarı Yılmaz
Özdil, “Amerika 1,2 trilyon dolar dağıtıyor,
Fransa 300 milyar Euro ayırıyor vatandaşına,
bizimki de para istiyor.” minvalinde bir
konuşma yapıyordu. Altında AK Partili ve
CHP’li akrabalar birbirine girmişti. İki taraf
da birbirine haksız ve kırıcı ithamlarda bulunuyordu.
Nalına da mıhına da diyerek ben
de bir yorum yazdım.
Amerika ne kadar bütçe ayırsa da vatandaşına
ücretsiz sağlık hizmeti sunmuyordu.
Maske, parayla dahi alınamıyordu. En son
New York Valisi Çin’den destek istemişti.
Süper kahramanlar karantinada olsa gerek
piyasada yoklardı. Sokakta yatan evsizlerin
“sosyal mesafe”yi koruması için çizgiler
çizilmişti. İngiltere “sosyal bağışıklık” gibi
bir hurafeyle virüse karşı önlem almayacağını
açıktan ilan etmişti. İtalya tedbir almamayı
sürdürmekle birlikte balkondan
söylediği şarkılarla tüm sempatiyi üzerine
toplamıştı. El yıkama alışkanlıkları kötüydü,
tedbir almamakta diretiyorlardı ama
sanatla karizmayı “kurtarıyorlardı”. Eğlence
mekânları açıktı, Amerikan ve Avrupa halkı
festivallerine umarsızca devam ediyordu.
“Burası New York olsa beğenirdiniz, burası
Yozgat” diye dalga geçilen Çorum, Çankırı,
Yozgat, kutsalı olan camiye gitmekten bile
vazgeçmişti ama Viyana, New York, Atina
eğlencesinden ödün vermiyordu. Her şeye
rağmen onlar “karizmatik” Yozgatlı amca
“komik”ti.
Bununla birlikte Avrupa Birliği İtalya’ya
ısrarla yardımda bulunmuyordu. Avrupa
sokaklarında yürüyen Rus askeri araçları,
Çin uçakları ve Türk bayraklı kargo araçları,
dünyada bir şeylerin değiştiğini gösteriyordu.
İtalya’da AB bayrakları yakılıyordu.
Türkiye’nin yıllarca kapısını aşındırdığı Haçlı
AB, kendisinden olan İtalya’nın yaralı parmağına
kolonya dökmüyordu. Hor görülen,
despotlukla, “demokratik” olamamakla
suçlanan Asya ülkeleri dünyanın yarasına
sargı dağıtıyordu. Cumhuriyet mirası halkçı
sağlık sistemimiz herkese yetişiyordu.
Tüm bunlar olurken Büyük Millet Meclisi’nin
açılışının 100. yılı gelmişti. 23 Nisan’ın
100. yılının nasıl kutlanacağı tartışma konusuydu.
Kendisini Atatürkçü sanan bazı
yazarlar hayret verici yazılar yazıyorlardı.
“Sokağa çıkıp kutlamalıyız, böyle yasak mı
olur?” diyorlardı. Aklıma camiler kapatıldığında
Şanlıurfa’da caminin kapısını tekmeleyip
“Böyle yasak mı olur?” diyen bağnaz
vatandaşımız geldi.
TBMM Başkanı
21.00’de balkonlardan
İstiklal Marşı okuma
çağrısı yapmıştı.
21.00’e karşı
bölücü kampanyalar
yürütülüyordu.
Kimi
20.00’ye, kimi
14.00’e çağırıyordu.
Sanırız balkona
çelenk koyacaklardı ki
öğlen vaktine çağırıyorlardı.
Gün, birlik günüydü. Tüm
tartışmaları ve zıtlıkları bir kenara bırakıp
100 yıl önceki milli ruhla kenetlenmeliydik.
21.00’e saatler kalmıştı. Ayıptır söylemesi
duşumuzu aldık, tıraşımızı olduk. Annem
kardeşimin saçlarını tarayıp ördü. Temiz elbiselerimizi
giyip balkona çıktık.
İftar saatini bekler gibi hazır, nazır ve heyecanlıydık.
Devrimimizle iftihar saatimizi
bekliyorduk. Bir bir yanan balkon ışıkları
ve peyderpey dışarı çıkan komşularımızla
içimdeki heyecan büyümüştü. Uzaktan
selamlaşıp gözlerimizin ışıltısıyla kucaklaşıyorduk.
Saatler 21.00’i gösterdiğinde üst kat
komşumuz müzik öğretmeni Nevin Hoca
ses veriyorum diye bağırdı. Pür dikkat kulak
kesildik. Apartmanımızı ve karşı apartmanları
“Korkma” diye başlayan marşımızın
sesi almıştı. Yan komşumuz müezzin Şaban
Hoca nağmeli ve makamlı okuyordu.
Karşı komşumuz Gülten Teyze, dik seslere
gelince oktav değiştiriyordu. Bizim balkonda
ise sürekli çatlayan sesler birbirine karışmıştı.
Mahallemizdeki yankının heyecanı
tarifsizdi. Bu heyecanı, ilk kez Andımız’ı
okutmaya çıktığımda bile hissetmemiştim.
Marşın bitmesinin ardından büyük bir
alkış tufanı kopmuştu. Islıklarla eşlik eden
komşularımız vardı. “Ne mutlu Türküm diyene!”
sloganlarıyla sokağımızın coşkusu
katlandı. Ardından “Dağ başını duman almış”la
başlayarak ilkokulda öğrendiğimiz
milli marş ve şarkılarımızı söylemeye başladık.
Yetişkinler gençlere taş çıkarıyordu.
Ben de gaza gelip gitarımla eşlik etmeye
çalıştım. Hepimiz için unutulmaz
anlardı.
Bu süreç ne zaman
bitecek belirsizdi ama
ilelebet sürecek bu
ruhtan bir kez daha
emin olmuştuk.
36
“KARA KUTU”
VIRÜSE YENILDI
Naci Önenköprülü- TGB AFK Başkan Yardımcısı
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi - Bilişim Sistemleri Mühendisliği
Bilim toplumların önünü aydınlatmak için kullandığı
bir el feneridir. İnsan dünyayı, evreni, tarihi, yaşadıklarını
anlamlandırmak, hayatı kolaylaştırmak için
bilime başvurur. Kabaca tarif edersek onlarca bilginin üst
üste geldiğini düşündüğünüzde bu bilgileri ast üst ilişkisine
göre düzenlenmesidir. Bu bilgiler arasında bir nedensellik
vardır. Yani neden ve sonuç ilişkisi.
Dünyayı anlamlandırmak veya yaşananları anlamak için
her zaman bilime ihtiyaç duyulmayabilir. Evet yanlış okumadınız.
Bilime ihtiyaç duymayabilirsiniz. Yani bir deprem
felaketi yaşadığınızda bu durumu günahların artmasına
bağlayabilirsiniz. Tüm dünyayı kasıp kavuran koronavirüse
karşı “Allah Çin’in belasını veriyor” diyebilirsiniz. Ya da tarladaki
ekinlerin bu sene az hasat vermesini “haram yedik
o yüzden böyle oldu” diye açıklayabilirsiniz. Bu şekilde de
hayatı “anlamlandırmış” olur, hayatınıza devam edersiniz.
Ama bir yere kadar devam edersiniz. Ne zaman ki günahsız
olduğunuzu düşündüğünüz halde başınıza bir felaket
gelir ya da haram yemediğiniz halde ekinleriniz bitmez
ise o zaman bilimsel olmayan açıklamaların hayatınızı anlamlandıramadığını
görürsünüz. Ne yapacağınızı sorgularken
işte o anda da bilimi keşfedersiniz. Hayat bilimi dayatır.
Yaşadıklarınızın nedenselliği sorgularsınız. İnsanlığın bu
alanda ürettiği bilimsel bilgiye başvurursunuz.
Peki bunu neden anlattık? Çünkü başımıza bir felaket
geldi. Dünya üzerinden büyük bir pandemi (salgın hastalık)
baş gösterdi. Koronavirüs neredeyse tüm dünyanın
işleyişinde aksamalar meydana getirdi. Binlerce insan bu
hastalık sebebiyle hayatını yitirdi. Bu virüs adeta bir atom
bombası gibiydi. İlk düştüğünde çok fazla önemsemeyenler
oldu. “Bize gelmez, Türkiye’de yüzlerce insanın öleceği
gibi bir felaket senaryosu gereksiz” 1 diyenler oldu ancak
virüsün etkisi ağır ağır yayıldı. Her yerde hissedilmeye
başlandı. Lafazanların söyledikleri hayatı anlamlandırmaya
yetmediği zaman bilim hayatın kapısını çaldı. Her şeye laf
yetiştiren “Hepbiliyologları” göremez olduk. O güzel insanlar
“kelle paça çorbalarını içip, Kara Kutularını alıp” 2 gittiler.
Her zaman olduğu gibi hesap yine bilime kaldı.
37
KIMDIR BU
“HEPBILIYOLOGLAR”
Hepbiliyologları kısaca tanımlamak gerekirse her
şeyden anlayan ama “anlamasam da bir yerimden
uydururum” düsturu üzerine yüksek lisans yapmış
kişilerdir. Bunları her akşam hemen hemen her
konuda TV kanallarında konuşurken görebilirsiniz.
Çok izlenen kanallarda, bol tıklanan hesaplarda
sofranın bulunmaz mezeleridir. Haliyle taliplisi de
çok oluyor. Çünkü yemesi basit bilgiler sunuyorlar.
Sundukları “bol organik” bilgilerle insanları besliyorlar.
“Zaten ne versem yiyorlar” düşüncesi onları
bilmedikleri konularda kitap dahi yazdırıyor.
SONER YALÇIN’IN
“BESTSELLER”
AŞI KARŞITLIĞI
Gazeteci Soner Yalçın’ın Kara Kutu adlı kitabı
geçtiğimiz aylarda çıktı. Çıkar çıkmaz tartışılmaya
başlandı. 300 bin adet basan kitabı ilk elinize alıp
okumaya başladığınızda “vay be neler neler oluyormuş
da haberimiz yokmuş diyebilirsiniz” ancak
bu yazımızın konuğu neler neler olduğu değildir.
Neler neler olurken Soner Yalçın’ın bunları nelerle
bağladığıdır.
Yalçın kitabın yazılma amacını “tıbbın-sağlığın
ekonomi politiğini yazacağım”
3 olarak belirtiyor. Ancak
yazdıklarını yalnız bir sağlık
-ekonomi politik ilişkisi olarak
kabul etmek mümkün değil.
Çünkü Soner Yalçın kitabında
tıbbın alanına giren
konularda bizzat fikir belirtiyor.
Bunları kitabın ana
fikrini besleyecek ve insanları
yönlendirecek şekilde
kullanıyor.
Örneğin Soner Yalçın,
iddia ettiği gibi sağlığın ekonomi
politiğini yaparken aşıların
sözüm ona etkisizliğine
veya olumsuz sonuçlarına
giden
yolculuğunda,
kendi tezini desteklemeyen bilimsel kaynakları rahatlıkla
göz ardı edebiliyor ya da büyük bir komplonun
parçası olarak yaftalayabiliyor. Ancak kendi
tezini rahatlıkla x veya y kişisine dayandırarak doğruluyor.
Ve buradan şu sonucu çıkarıyor: “Modern
Tıp insana yutturulan büyük bir yalan!”
Yani Soner Yalçın sapla samanı birbirine karıştırıyor.
Karıştırdığının farkında mı bilmiyoruz ama
binlerce insanın hayatını riske attığı kesin. Soner
Yalçın’ın “araştırmacı- gazeteci” unvanı ile halk
sağlığını tehlikeye atma riski taşıyan konular üzerinde
böyle rahat kalem oynatması, büyük bir ahlak
sorununa işaret ediyor. Çok satan, sansasyonel
bir kitap yazma arzusu, hiçbir zaman toplumun
sağlığının önüne geçemez ve bu çarpıklığa göz
yumulamaz.
DOĞAL=İYI,
KIMYASAL=KÖTÜ SAFSATASI
Bir olguyu anlatırken yapılan yanlış çıkarımlara,
boş, temelsiz, asılsız söylemlere safsata denir. Ortaya
koyulan iddia doğru mu yanlış mı ilk bakışta
anlaşılmaz. Bilimsellikten uzaktır. Doğal olan iyidir,
kimyasal olan kötüdür söylemi de tamamıyla bir
safsatadır.
Bu safsataya birçok yerde karşılaşırsınız. Örneğin
bazı kişilerin uyuşturucu maddelerin zararlı
olup olmadığını bile “doğal mı değil mi?” sorusu
ile anlatmaya çalışılması bir safsata örneğidir. Yani
uyuşturucu doğalsa iyidir, sentetik ise kötüdür.
Bunun böyle olmadığı gerçeğini bilim açıklamaktadır.
Soner Yalçın’ın kitabındaki iddialar da bununla
benzerdir.
Yalçın kitabının ilk bölümünde “Rockefeller’in
Kozmik Odasındaki Türkler” homeopati konusunu
işlemektedir. Homeopatide her hasta için tamamıyla
doğal maddelerden (bitkiler, mineraller,
organik ürünler, doku ekstreleri vs.) hazırlanan karışımlar
hastaya verilir. Ve kişinin ‘yaşama gücünü’
harekete geçirerek tedavi etmeye çalışır 4 . Buradaki
doğal vurgusunu herkes fark etmiştir. Soner Yalçın
buradaki doğal vurgusuna kapılarak modern tıbbı
yani bilimi ateşe atmaktadır. Tabi ateşe atılan sadece
bilim değil aynı zamanda halk sağlığıdır.
38
Bilimin kendini
test ettiği yer
hayattır. Bilim
pratikte sınanır.
Şu anda hayat
bilimi doğruluyor.
Bütün dünya
ellerini açtı bilimin
çalışmalarından
sonuç bekliyor.
Sonuç elbette ki
gelecektir. İnsanlık
yok olmayı göze
alamaz. Soner
Yalçın’ın kitabı
1 ayda çürüdü.
Safsata ile şişirilen
balon bir anda
patladı.
“Türkiye ilaç pazarında ilaç yapımında kullanılan
iki bin dolayında sentetik kimyasal molekülü var.
Bunların yan etkilerini insan düşünmek bile istemiyor.”
5
Burada Soner Yalçın, ilaçların sentetik olmasından
yola çıkarak kim bilir bize neler neler içiriyorlar
diyerek temelsiz bir şekilde insanların aklını bulandırıyor.
Oysa sentetik kimyasallar, maliyeti çok
ucuzlatarak daha çok insanın ilaçtan faydalanmasını
sağlıyor. Bu olgu, ilaç tekellerinin hammadde
hakimiyetiyle kapışma şansı olmayan ezilen ve gelişen
dünya halkları için özellikle önemlidir.
KARA KUTU’DA
BILIM ARKASINA
BAKMADAN UZAKLAŞIYOR
Soner Yalçın’ın sağlığın ekonomi politiğini yazacağım
diyerek çıktığı yolda, uzman olmadığı alanlarda
belirttiği asılsız ve temelsiz “cesurca” fikirlerle
modern tıbbı ve bilimi zan altında bırakıp insan
hayatını riske attığını yazmıştık. Soner Yalçın bu
cesareti kimden alıyordu?
Bu sorunun cevabını bulamadık, çünkü Kara
Kutu’nun sistematik bir kaynak gösterme yöntemi
bulunmuyor. Kitabın sonunda bir kaynakça var
ama kaynakçaya giren kaybolabilir. Soner Yalçın,
yazdıklarını destekleyici anlamda internette ne kadar
yazı varsa ne kadar kitap varsa kaynakçaya
doldurmuş.
Kitapta dipnotlar da ama onlar da Soner Yalçın’ın
yorumları! Yani kitapta bir uzman görüşü
aramak samanlıkta iğne aramaktan daha zor. Yazar,
bazı bilgilerin ise kaynaklarını vermeye dahi gerek
duymamış. Örneğin kitapta “National Library of
Medicine”de 6 yayımlanan bir rapordan söz ediliyor.
Bunda “aşı olan bebeklerin aşı olmayan bebeklere
oranla daha fazla hasta olup, bebek ölümlerine
maruz kaldığı”ndan bahsediliyor. 7 Söz konusu
kuruluşta belirtilen raporu araştırdığınızda uzaktan
yakından geçen bir bilgiye rastlamıyorsunuz. Hadi
diyelim var. Bu o raporun doğruluğunu ve güvenilirliğini
ispatlamıyor. Çünkü kuruluş birçok farklı
kaynaktan binlerce makaleyi aynı anda barındırıyor.
Ama bu rapor Kara Kutu’da bilimsel bir dayanak
olarak verildiğini görüyoruz.
Sonradan öğreniyoruz ki Soner Yalçın milyonlarca
bebeğin yaşamını riske atan iddiasını internette
kolaylıkla bulunabilen bir haber metninden 8 kopyalayıp
yapıştırmış. Tüm bunlar, Soner Yalçın’ın kitabının
tehlikeli yüzeyselliğini gözler önüne seriyor.
39
“BU ADAMI
KONUŞTURMUYORLAR”
LAFAZANLIĞI
Soner Yalçın, “Modern Tıp”a aykırı söylemlerde
bulunan doktorların ekranlara çıkarılmadığını söylüyor.
Halbuki biz tam tersini düşünüyoruz. Televizyon
ekranlarında düzenli program yapan bile var. 9
Hangi bilim adamının televizyonda düzenli sabah
programı var? Yani Soner Yalçın’ın bu iddiası da
boşa düşüyor.
Yazımızın en başında bahsetmiştik. Hurafelerin
hayatı açıklayamadığı yerde bilim iş başı yapar. Şu
an olağanüstü koşullardan geçiyoruz. Koronavirüs
salgını tüm dünyaya yayılmış durumda. Pandemi
(salgın) oluşmadan önce Türkiye’de Canan Karatay,
Ahmet Maranki, Yavuz Dizdar gibi isimler televizyonlardan
inmezken şimdi ise televizyon ekranlarında
her gün bir başka bilim insanı var. Çünkü
insanlar ciddi ve doğru bilgileri işin ehlinden almak
istiyorlar.
Ancak burada da televizyon programcılarının,
sunucuların yavanlığı ortaya çıkıyor. Televizyonda
bilim dışı iddiaları duymaya o kadar alışmışlar ki
toplumu yanlış bilgilendirmemek adına alanı dışındaki
sorulara cevap vermek istemeyen Profesörler
azarlanıyor. 10 Çünkü alışmışlar, Canan Karatay ve
Ahmet Maranki gibi her konuda fikir alıp izleyicinin
arzularını doyurmaya. Sorumluluk gösterenlere tahammül
edemiyorlar.
SONER YALÇIN’IN KITABI
1 AYDA ÇÜRÜDÜ
ayda çürüdü. Safsata ile şişirilen balon bir anda
patladı.
BILIME GÜVENSIZLIK
YARATMANIN SONUÇLARI
Bilim karşıtlığının sonuçlarını ne yazık ki masum
insanlar ödemektedir. Türk Klinik Mikrobiyoloji ve
İnfeksiyon Hastalıkları Derneği’nin (KLİMİK) belirttiği
üzere, çocuklarına aşı yaptırmayan ailelerin sayısı
2010’da 183 iken 2016’da 11.000’e ve 2017
yılında ise 23.000’e çıktı. Tabi ki bununla paralel
olarak vaka sayılarında da artışlar yaşandı. Sağlık
Bakanlığı’nın verilerine göre, Türkiye’de 2016’da
sadece 9 kızamık vakası gerçekleşirken 2017 bu
sayı 84’e, 2018’de ise 716’ya ulaştı. Bu istatistiklerden
gördüğümüz üzere hastalığa yakalanarak
yaşamını yitiren bebeklerin sorumlusu kim olacaktır?
NEOLIBERAL
KAPITALIZM MASUM MU?
Tüm bunları konuşurken şunu kabul etmek gerekir
ki neoliberal kapitalizm insanı yok etmeye çalışmaktadır.
Bu neoliberalizmin doğasında vardır.
Bu sistem insanı işsiz bırakmaktadır, aç bırakmaktadır,
insanı insandan koparmaktadır.
Doğayı tahrip etmektedir. Kar
hırsıyla gözü dönmüş kartellerin insanlığa
karşı işledikleri bu suçları
görmezden gelemeyiz. Ama
bununla
aşı ve ilaç
mücadele
Bilimin kendini test ettiği yer hayattır.
Bilim pratikte sınanır. Şu
anda hayat bilimi doğruluyor.
Bütün dünya ellerini açtı bilimin
çalışmalarından sonuç
bekliyor. Sonuç elbette ki gelecektir.
İnsanlık yok olmayı
göze alamaz. Gerekli olan
ilaç ve aşı bulunacak, tedaviler
uygulanacaktır. Ancak
hayat bize bir şey daha
gösterdi. Soner Yalçın’ın kitabı 1
40
üzerinden
karşıtlığı
yapılmamalıdır.
Koca bir sistemle mücadele ederken aradaki
bu farkı silikleştirirseniz yine neoliberalizmin
değirmenine su taşımış olursunuz.
Soner Yalçın yine kitabında modern tıbba
ve aşıya karşı kuşku yaratırken alternatif
tıp/geleneksel tıp/homeopati çözümlerini
öne çıkarıyor. Altenatif tıp çözümlerinin antikapitalist
olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Konunun tartışıldığı bir televizyon programında
bitkisel ilaçların Türkiye’deki pazar
büyüklüğünün 100 milyon dolar olduğu
belirtiliyor. 11 Bu durum aşı ve ilaç karşıtlığının
da bir ekonomi-politiği olduğunu
gösteriyor. Binlerce insanın tedavi ümidiyle
verdiği milyon dolarlardan bahsediyoruz.
SONER YALÇIN’I
ANLAMAYA
ÇALIŞIYORUM
GÖZLERIM KAPALI
Burada aydının halka olan yabancılaşmasını
da görmek zorundayız. Birtakım aydınlarımız
ne yazık ki Soner Yalçın’ın düştüğü
hataya düşmektedir. Soner Yalçın kendini
toplumun üstünde görmektedir. Toplumun
taleplerine yabancılaşmıştır. Yüzlerce liralık
alışveriş listesini evine bir somun ekmek
götürebilmek için fedakârca çalışan insanları
düşünmeden gönül rahatlığı ile paylaşabilmektedir.
Ama sorsanız onların sağlığı
için yazmıştır Kara Kutu’yu! Bu halde topluma
önderlik etmeye
çalışırsanız
öne sürdüğünüz sayfalar
dolusu fikir böyle bir ayda
çöp olur. Sırça köşklerde, boğaz manzaralı
ofislerde antikapitalistçilik/devrimcilik
oynamanın sonu halk sağlığını tehlikeye
atmanıza sebep olur. Halkın aşıya ihtiyacı
vardır. Halkın tedaviye ihtiyacı vardır. Halkın
sorunlarının çözülmesine ihtiyacı vardır.
HALKIN SORUNLARINI
KIM ÇÖZECEK?
ÇÖZÜM NEDIR?
Halkın problemlerinin çözümü iktidar
mücadelesiyle örtüşmektedir. Koca emperyalizme
ve kapitalizme karşı tek başınıza
duramazsınız. Partiler, örgütler bunun
için vardır. Tüm bunlara karşı ancak devlet
olarak veya devlet olmaya çalışarak çözüm
üretebilirsiniz. Hasan Yalçın çok güzel özetliyor
aslında “Partisi olmayan halkın hiçbir
şeyi yoktur” diyerek. Soner Yalçın’ın örgütü
olmadığı için yazdığı onlarca anti-kapitalist
söylemden bu sebeple geriye hiçbir şey
kalmamıştır. Çünkü doğru da yanlış da olsa
verdiği mücadelenin hiçbir hedefi yoktur.
Bu mücadelede tarihimize yaslanabiliriz.
Sapasağlam bir miras dağ gibi arkamızda
duruyor. Cumhuriyetimizin ilaç tekellerine
karşı varlık yokluk içinde nasıl mucizeler yarattığını
oradan görebilirsiniz. Cumhuriyetin
halk sağlığı mücadelesi Soner Yalçın’ın gibi
yapay değildir. Gerçektir. Bu gerçek mücadelede
başarıyı getirmiştir. Kurulan hıfzıssıhha
merkezleri ile milyonlarca insanın
derdine derman olunmuştur.
Mustafa Kemal Atatürk “En büyük düşman,
düşmanların düşmanı ne falan ne de
filan millettir; bilakis bu, … bütün dünyaya
hakim olan ‘kapitalizm’
afeti ve onun çocuğu
olan emperyalizmdir.” sözüyle
sorunun kaynağına işaret ediyor. Cumhuriyet
ve Kemalist Devrim, her alanda bu
düşmana, dizginsiz kapitalizme ve emperyalizme
karşı zafer kazanmıştır.
Koronavirüs dahil olmak üzere tüm felaketlere
karşı reçetemiz, Mustafa Kemal
Atatürk’ün halkçı, kamucu sistemidir. Bugün
o sistemin ayak seslerini duymaktayız.
Milletimizin huzuru ve refahı için biz gençlere
düşen görev, o sistemin kurulması için
var gücümüzle çalışmaktır.
Dip Not
1) Yazvuz Dizdar’ın Koronavirüs ile ilgili açıklamaları,
https://teyit.fra1.cdn.digitaloceanspaces.
com/wp-content/uploads/2020/03/YAVUZDIZ-
DAR_3.mp4?_=4, 20.03.2020
2) Canan Karatay’ın, Koronavirüs ile ilgili
açıklamaları, https://www.milliyet.com.tr/galeri/canan-karataydan-olay-korona-virus-aciklamasi-senelerdir-birlikte-yasiyoruz-6150816/1,
22.02.2020
3) YALÇIN Soner, Kara Kutu, Kırmızı Kedi
Yayınevi, İstanbul, 2020, s 22
4) http://homeopatidernegi.org/homeopati/
homeopati-nedir/
5) YALÇIN Soner, Kara Kutu, Kırmızı Kedi
Yayınevi, İstanbul, 2020, s 44
6) United States National Library of Medicine
(NLM): Birleşik Devletler Ulusal Tıp Kütüphanesi
, Amerika Birleşik Devletleri federal hükûmeti
tarafından işletilen dünyanın en büyük tıp kütüphanesi’dir.
7) YALÇIN Soner, Kara Kutu, Kırmızı Kedi
Yayınevi, İstanbul, 2020, s 279
8) https://www.risalehaber.com/asi-olan-daha-cok-hastalaniyor-166186h.htm
9) İbrahim Adnan SARAÇOĞLU ile Hayat ve
Sağlık programı her Pazar saat 10:00’da canlı
TRT Haber
10) https://www.ahaber.com.tr/video/medya-videolari/abdde-yasayan-turk-bilim-insani-prof-dr-mehmet-cilingiroglu-didem-arslana-kizdi-haberturk-canli-yayinini-terk-etti-video
11 ) Serpil Tütüncü, Nilay Etiler, TIBBIN
ALTERNATİFİ OLMAZ ! GELENEKSEL ALTER-
NATİF VE TAMAMLAYICI TIP UYGULAMALARI,
Türk Tabipleri Birliği yayınları, 2017, s. 12
41
42
BOZGUNCULUK VİRÜSÜ
VE BİRLİK AŞISI
Serkan Çetinkaya- TGB İzmir İl Başkan Yardımcısı
Dokuz Eylül Üniversitesi - İktisat
Henüz tecrübelerle sınanmamış, bilimsel olarak
doğruluğu kanıtlanmayan şeylerin bilgisine teori
deriz. Yasa ise gözlenen, sınanmış olayların sınıflandırılması
sonucunda değişmeyen, her zaman her yerde
doğru olarak kabul edilen bilgidir. Örnek vermek gerekirse
Evrim ya da Büyük Patlama henüz teori aşamasındayken
yani hala gerçek olup olmadığı ortaya koyulmamışken suyun
100 derecede kaynaması ya da yerçekimi bir yasadır,
kanundur. Bütün bilim dallarında yasa-teori ilişkisi bu şekildedir.
Yaşam zıtların birliğidir. Yani doğada gördüğümüz her
şey aynı zamanda kendi zıddını içerisinde barındırır. Zıtların
birliği de bir yasadır. Ünlü halk şairimiz Aşık Veysel,
“Derdim bana derman imiş bilemedim/ Hiçbir zaman gül
dikensiz olmaz” diyerek zıtların birliği yasasının altını çizmiştir.
İyi varsa kötü vardır, siyah varsa beyaz vardır, artı
varsa eksi vardır. Tarih ve siyasette böyledir, bir kuvvet
karşıt kuvvetini de yaratır; vatan hainleri varsa vatanseverler
de vardır, ABD gemisi varsa Türkiye gemisi de vardır,
teslimiyetçiler varsa bağımsızlıkçılar da vardır, Damat Feritler
varsa Mustafa Kemaller de hep olmuştur.
Bugün ise, Türkiye’nin 2014 senesinden beri girdiği bağımsızlıkçı
politikalar yani devletin, milletin ve ordunun el
ele verip ABD emperyalizmine karşı Hendek, Fırat Kalkanı,
Zeytin Dalı, Barış Pınarı gibi operasyonları başarıyla yürütmesi,
15 Temmuz’da FETÖ-ABD işbirliğiyle yapılan hain
kalkışmayı bertaraf etmesi, Türk Donanmalarının Mavi Vatanımızda
Atlantik’in omuz verdiği İsrail-GKRY-Yunanistan
şeytan üçgeninin karşısına dikilmesi, Türk Yargısının FE-
TÖ’yü ve PKK’yı ezmesi gibi bağımsızlıkçı politikalar yine
Türkiye’nin karşısına bir kuvvet çıkarmıştır. Yasa yine karşımızdadır,
bağımsızlık rotasında ilerleyen Türkiye gemisinin
karşısına; teslimiyetçi, milletine ve devletine güvenmeyen,
bu politikaların her alanda karşısına dikilen Atlantik
gemisini çıkarmıştır.
43
Atlantik cephesi ile Türkiye
cephesi her alanda karşı karşıyadır.
PKK’ya verdiği tırlar
dolusu silahla ve Doğu
Akdeniz’de desteklediği
güruhla askeri olarak,
yaptırımlar ve ticari ilişkilerdeki
sıkıştırmalarla
ekonomik olarak, bencillik,
karamsarlık ve anarşi
yayarak sosyokültürel olarak,
kendisine tuttuğu köşe
yazarları ve siyasetçilerle siyasi
olarak Türkiye’nin karşısındadır. Bu yazımızda
ise insana, devlete, millete ve vatana
yabancılaşmış kişileri, bu kişilerin devletimizin sağlık
ordusuyla korona virüs salgınıyla cebelleşirken bile
devlete karşı yaratmaya çalıştığı güvensizlik ortamını
ve bozgunculuğu ele alacağız.
KORONAVIRÜSLE
GELEN BOZGUNCULUK
Müstesna devrimci Hasan Yalçın’ın, Selim Uslu
mahlasıyla yazdığı bir yazıyı okumuştum. Yazının
başlığı “Postmodern Parti Küresi”. 1996’da kaleme
alınan yazıda ana fikir ve eleştiri konusu, o dönem
solun küreselleşmenin dolayısıyla ABD emperyalizminin
etkisinde kalması. Hasan Yalçın’ın öne çıkan
en iyi özelliklerinden bir tanesi de kalemini çok iyi
kullanmasıdır. Bir cümle içinde aynı anda hiciv, mizah
ve siyaseti çok kere görebilirsiniz. Bahsettiğim
yazıda ise bir küre benzetmesi yapmış. Küreyi çevirdikçe
dünyada ve Türkiye’de gelişen olaylar, yaratılan
ortam ve dönemin bozguncu hareketleri küreye
yansıyor. Hasan Yalçın kürede gördükleri üzerine
çeşitli eleştiriler yapıyor.
Bugün ise müstesna devrimcinin yazısındaki hayali
küreyi her birimiz ceplerimizde taşıyoruz. Kullandığımız
sosyal medya platformlarında ve bazı haber
sitelerinde alta doğru kaydırdıkça hiçbir dayanağı olmayan
asparagas haberler okuyor, çeşitli bozguncu
faaliyetlere şahit oluyor, korku aşılamaya ve endişe
üretmeye çalışanları, devletin ve ona bağlı sağlık bakanlığının
başarısızlığının pususunda yatanları hep
beraber görebiliyoruz.
İnsana ve yaşama
yabancılaşan
bozguncular “laiklik
anlayışlarından”
olsa gerek Bayburt’ta
bir imama korona
virüsü bulaştı diye
sevinebiliyorlar.
Ekranı alta doğru kaydırıyoruz,
hükümetin İMF’den yardım
alabilmek amacıyla
böyle bir hastalığı ortaya
çıkardığı yaygarasını görüyoruz.
Devam ediyoruz,
Sağlık Bakanlığının
yeterli bilgiyi vermediğinden
tutun, Türkiye’de
İran’dan ve Avrupa’dan
daha hızlı bir şekilde virüsün
yayıldığına dair iddialara
şahit oluyoruz. Aşağı kaydırıyoruz
Bilim Kurulunu karalayan kampanyalar
karşımıza çıkıyor. Biraz daha aşağı
kaydırıyoruz devletin virüse karşı mücadele de senden-benden
ayrımı yaptığına dair ya da virüse karşı
yeterli önlemlerin alınmadığına dair iddialar karşımıza
çıkıyor. Bizler ekranı alta doğru kaydırdıkça, devletin
başarısızlığının pususunda yatan, sağlık bakanlığına
ve bilim kuruluna karşı kara propaganda yürüten,
güvensizlik ortamı yaratan, her meselenin altından
bir çıban başı çıkaran, milletin dayanışmasını ve birliğini
istemeyenler üste doğru kayıyor, gün yüzüne
çıkıyor. İnsana ve yaşama yabancılaşan bozguncular
“laiklik anlayışlarından” olsa gerek Bayburt’ta bir
imama korona virüsü bulaştı diye sevinebiliyorlar.
Türkiye virüse karşı önlem almaya gayret edip,
virüsün getirdiği yeni zorlu yaşam şekline alışmaya
çalışırken birliğimizi ve beraberliğimizi hedef almaya
uğraşan odaklar Türk Devriminin 100. Yaşında yani
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramında
da boş durmadılar. Meclis Başkanı sayın Mustafa
Şentop’un Kovid-19 sebebiyle milli bayramımızı,
balkonlarda İstiklal Marşını okuyarak hep beraber
kutlayacağımızı açıklamasının ardından bölücü faaliyetler
başladı. Meclisin aldığı karara karşı açıktan bir
saldırı başlatamasalar da farklı saatlerde farklı etkinliklere
çağrılar yaparak türlü spekülasyonlar yapıldı.
Milli bayramların özü milli şuuru yükseltmek ve milli
birliği doruklara çıkartmaktır. Farklı saatlerde farklı
etkinliklere çağrı yapanlar milli bayramları bu özden
uzaklaştırıyor, bireyi istesin ya da istemesin birlik
ve beraberliğimizin karşısında konumlandırıyor. Bu
durum en somut haliyle muhalefetçilik oynayanların
düştüğü hali ortaya koyuyor.
44
MILLI DAYANIŞMA
KAMPANYASI
John Steinbeck’in o ünlü kitabı, Bitmeyen Kavga’nın
iki kahramanı Jim ve Mac o dönem Amerikası’nın
tarım işçilerini örgütlemek ve grev başlatmak
amacıyla elma bahçelerine giderler. Mac ve
Jim trende elma bahçelerine doğru ilerlerken aralarında
konuşurlar. Mac, Jim’e fırsat bulup tarım
işçilerinin gözüne girmemiz gerekir der. Elma bahçelerine
ulaştıkları vakit fırsat ayaklarına gelmiştir.
Doğum yapmakta olan bir kadın vardır ve kahramanlarımız
onların yardımına koşacaklardır. Mac
hiç bilmediği halde ebeliğe soyunur. İşçilerin hepsinden
temiz beyaz bezler ister, bir anda herkes
çocuğun sağlıklı bir şekilde hayata gelebilmesi için
çalışmaya başlar ve köyde herkesin kader ortağı
olduğu bir hava oluşur. Sonunda çocuk sağlıklı bir
şekilde hayata gelir. Mac bütün beyaz bezleri kullanmaz,
bazıları temiz bir şekilde duruyordur fakat
hepsinin yakılmasını ister. Gece kahramanlarımız
kalacakları kulübeye doğru ilerlerken Jim, Mac’e
sorar. Neden bezlerin hepsini yaktırdın?
Mac’in cevabı çok
anlamlıdır;
paylaşınca değerlidir. Herkesin emeğinden, parasından
yada vaktinden verdiği zaman daha anlamlı
bir hale bürünür. Ulu önderimiz Mustafa Kemal
Atatürk, milli dayanışmanın ve ulus olma şuurunun
altını şu şekilde çizmiştir: “Bir ulus, sımsıkı birbirine
bağlı olmayı bildikçe yeryüzünde onu dağıtabilecek
bir güç düşünülemez”. Ayrıca milletimizin şanlı
tarihini ve zor zamanlarda bir olma geleneğini bildiği
için ona her zaman güvenmiştir. “Ben, 1919 yılı
mayısı içinde Samsun’a çıktığım gün elimde maddi
hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk milletinin
soyluluğundan doğan ve benim vicdanımı dolduran
yüksek ve manevi bir kuvvet vardı. İşte ben
bu ulusal kuvvete, bu Türk milletine güvenerek işe
başladım” der. Böylece Türk milletinin zor zamanlardaki
dayanışmacı, paylaşımcı sağlam karakterini
ortaya koyar.
Cumhurbaşkanımız Covid-19 salgının bazı ailelere
getireceği ekonomik bunalımı el birliğiyle
aşmak, tüm milleti seferber edebilmek ve milli dayanışmayı
perçinlemek adına tek elden toplanmak
üzere “Milli Dayanışma Kampanyası”nı başlattı.
Mesele para toplamaktan ziyade bu zor günleri el
birliğiyle aşma gayesidir. Çünkü savaş koşullarında
Tekalifi Milliye Emirlerine bağlı kalan, elde avuçta
ne varsa veren ve ayrıca cepheye koşan
Türk milletinin; fedakar, dayanışmacı
ruhunu ortaya çıkarmak Covid-19
salgınına karşı büyük bir aşı olacaktır.
eğer bezleri sahiplerine geri ulaştırsaydık
doğan çocuğa emek vermediklerini düşünecekler
ve çocuğu sahiplenmeyeceklerdi.
Dayanışma böyle bir şeydir. Olanı değil olmayanı
Türkiye’nin her kesiminden
destek gören Milli Dayanışma
Kampanyası da bozguncuların
gazabına elbette uğradı.
Önce ihtiyaç sahiplerinin nasıl
belirleneceği, paraların ne şekilde
dağıtılacağına dair soru işaretleri
tatsız cümlelerle ortaya atıldı. Ardından
devletin bu işi yönetemeyeceği, paraları çar çur
45
edeceği, paraların
saraya harcanacağı gibi
söylentilerle operasyona devam edildi.
O kadar şımarık bir tarza büründüler ki “evde kal
ama bankaya koş” diyerek yardım etmek isteyenleri
bile hedef aldılar.
Milli dayanışma kampanyasının başlamasıyla
birlikte belediyelerin yürüttüğü kampanyalar haliyle
durduruldu. Çünkü doğru olan ihtiyaç sahiplerinin
doğru belirlenmesi ve bu işin tek bir merkezden
yapılmasıydı. Bozguncu tayfa yine boş durmadı.
Süregelen tartışmalarla bu her fırsatta devlete karşı
güven operasyonları çeken tayfa ağzından baklayı
çıkarttı. Disney’e yani Amerika’ya göbekten
bağlı FOX TV’de, “haber sunucusu” Fatih Portakal
merkezi ve yerel hükümet kavramlarını kullanarak
bağış kampanyasına dair fikirlerini söyledi.
Türkiye’nin üniter devlet yapısına, ulus devletine
hiç bakılmaksızın söylenen bu söylem aslında bilinçsizce
ağızdan çıkan kelimeler değildir. Bölücü
terör örgütü PKK’nın heveslerini dile getirmektedir,
ABD’nin arzularından beslenmektedir, bölücü bir
açıklamadır. Koronavirüs kadar tehlikelidir.
Bugün Türkiye Covid-19 salgınıyla mücadele
ederken, fitne ve fesatlar her türlü argümanı kendine
meze yapmaktadır. Devletimizin yardım kampanyasına
omuz vererek, sağlık ordumuzu her gün
balkonlarda alkışlayarak, Mehmetçiğin ve yargının
yürüttüğü operasyonlara gönül vererek, kurallara
uyarak birleşen milletimizi bölmeye ve dayanışma
azmini yıkmaya çalışmaktadırlar.
ZOR GÜNLERI
HEP BIRLIKTE AŞACAĞIZ
21. yüzyılın bir tunç yasası ise az gelişmiş ve
gelişmekte olan mazlum ulusların emperyalizme
karşı verdiği mücadele ve vatan savunmasıdır.
Emperyalist merkezlerden yayılan kara propagandalara
karşı sağlık ordumuzla, devletimizle,
milletimizle birlikte vatan savunmasındayız. Emperyalistlerin
bozguncuları, fitneleri, fesatları varsa
Türk milletinin devlet birikimi, gelenekleri ve yapıcılığı
vardır.
Kovid-19 salgını dünyayı ve Türkiye’yi ekonomik,
toplumsal, siyasi olarak elbette olumsuz
yönde etkileyecektir. Atalarımız baş başa vermeyince
taş yerinden kalkmaz demiş. Bu durumu
da Türk milleti olarak el ele vererek, bozgunculara
karşı iyimserlik ve umutla mücadele ederek,
devletimize ve milletimize güvenerek aşacağız.
Sırtımızı yüzlerce yıllık insanlık birikimine yaslıyoruz.
Cesaret, umut, özgüven ve kararlılıkla süreci
hep beraber yönetecek, Türkiye’ye karşı yapılan
saldırıları hep beraber göğüsleyeceğiz.
Türk milleti sağlam karakteri ve vicdanıyla; zorlukları
el ele, kol kola aşmayı çok iyi bilir. Komşusu
açken tok yatmaz. Ulu önderimiz Mustafa Kemal’in
söylediği gibi milli hedeflerin ve milli iradenin
ancak bütün milletin arzularıyla ve emellerinin birleşmesiyle
gerçekleşeceğinin farkındadır. Türkiye
Gençlik Birliği olarak gerçeklerin farkındayız. Devletimize
ve milletimize güveniyoruz.
Vefa Sosyal
Destek Grubu;
Polis, Jandarma,
Bekçi, AFAD
personeli gibi kamu
çalışanlarından
oluşan ve
koronavirüs
nedeniyle evlerinden
çıkamayan
vatandaşlara
yardım amacıyla
kuruldu.
Türkiye’nin 81
ilinde ve ilçelerinde
görev yapan Vefa
Sosyal Destek
personelleri valilik
ve kaymakamlıklara
bağlı olarak
çalışıyor.
46
İNSANLIĞIN DA AŞISI
BULUNUR MU?
Işıkgün Akfırat - TGB Genel Başkan Yardımcısı
Boğaziçi Üniversitesi - Felsefe Yüksek Lisans
47
Koronavirüs salgını, bize iki şeyi hatırlattı:
ne kadar dayanışmacı olduğumuzu ve ne
kadar sosyal (toplumsal) bir varlık olduğumuzu.
“İnsanlık ölmemiş!” Böyle dendi o içimizi
ısıtan yardımlaşma manzaraları karşısında.
En karamsarımız bile “insanımız ne güzel” dedi
milletçe dayanışmanın güzelliği karşısında.
Öte yandan özleştik de. Hepimiz karantinada
çıkıp sevdiklerimize şöyle sımsıkı sarılmaya, Metin
Altıok’un dediği gibi “hasretle kenetlenmeye”
gün sayıyoruz. Teknolojinin bütün nimetlerine
rağmen ne zormuş insandan uzak kalmak. Esas
nimet, hep beraber olmakmış.
“İNSANLIK ÖLMEMIŞ”
Bu sözün altında bir derinlik var. İyiliği bulamadığımız
yerde insanlığın ölümü söz konusu
oluyor. Sözgelimi hayati bir ihtiyacı olan muhtaç
birine kimse yardım etmiyorsa; “insanlık ölmüş”
diyoruz. Onca kasvetli haberin içinde yeşil bir dal
gibi uzanan yardım elini görmek ise, bize “insanlık
ölmemiş” dedirtiyor.
İnsanlığın; yardımlaşma, iyilikseverlik gibi erdemlerle
bir tutulması, bize kökleri antik çağlara,
Yunus Emrelere kadar uzanan Hümanizma
düşüncesinden miras. Öte yandan Batılı liberal
filozoflar ise son üç yüz yıldır “insanlığın” yalnızca
soyut bir idealden ibaret olduğunu, “insanın
özü”nün gerçekte bencil ve çıkarcı olduğunu vazettiler.
Kim haklıydı?
Ortaçağ’da salgın, deprem gibi her felaketten
sonra kıyamet tacirleri peyda olurmuş. Bir günah
keçisi bulunup Tanrı bizi cezalandırıyor denirmiş.
Şimdi de komplo teorisyenleri, felaket tellalları
başımızdan eksik değil. Ama neyse ki bugün bilim
hiç olmadığı kadar yol gösterici. Gelecek tartışmasının
göbeğinde de mevcut dünya düzeni,
yani neoliberal küreselleşme var.
Böyle gitmez! Bunda neredeyse herkes hemfikir.
Öyleyse neyle, nasıl gider? Bu soruya verilecek
yanıt, iktisattan siyaset ve kültüre kadar
uzanıyor. Ancak görüyoruz ki, insana ve insanlığa
bakış, verilen yanıtların kalbinde. Umudun da
umutsuzluğun da kaynağı orada.
İNSAN İNSANIN
KURDU MU?
Herkesin herkese karşı savaşı! Batılı siyaset
felsefesinin kurucularından Hobbes, Leviathan
(1651) adlı eserinde “doğal durum” diye adlandırdığı
uygarlığın arifesindeki insanın umumi
manzarasını böyle tarif ediyordu. İnsan öylesine
bir canavardı ki, bencil çıkarları uğrunda öyle bir
kör döğüşüne yazgılıydı ki, kafasının üzerinde
devletin ceberut kılıcı sallanmasaydı bu sonsuz
savaşta kendini tüketirdi.
William Golding’in Sineklerin Tanrısı kitabını
okuyan ya da kitaptan uyarlama filmi izleyenler
hatırlayacaklardır. Oradaki hikâye, Hobbesçu
düşüncenin bir yansıması gibidir. Bir grup çocuk,
hiçbir kuralın olmadığı ıssız bir adaya düştüklerinde,
yani “kendi hallerine bırakıldıklarında”, aralarında
iktidar mücadelesi başlar ve bir vahşet
düzeni hâkim olur. Mesaj nedir? Homo homini
lupus! Yani, insan insanın kurdudur.
Oysa o çocuklar “doğal durumda” değildir. 10-
12 yaşına kadar bu toplumun kuralları ve anne
babalarının otoritesi altında büyümüşlerdir. Şiddet
sarmalına giden yolun taşlarını döşeyen, aslında
ölçüsüz bir şekilde hem taklit ettikleri hem
de tepki gösterdikleri bu toplumsal değerlerdir.
Oradaki kuralsızlığın ve “güçlü haklıdır”
düsturunun sahte bir cennet olduğu anladıkları
zaman, kendilerini “insanlıktan
çıkma” cehenneminin içinde bulmuşlardır.
BATI’NIN
KÖTÜ İNSANI
Bu kötücül insan,
aslında bir Batı öyküsüdür.
Hobbes,
bir monarşi taraftarı
olmasına karşın,
insan görüşü kendinden
sonra gelen
Cumhuriyetçileri dahi
derinden
Hobbes’un
etkilemiştir.
etkilendiği
kişi ise Antik Yunanlı tarih-
48
Jean Jacques Rousseau:
Cenevreli filozof
ve yazar. Siyasi
fikirleri, Fransız
Devrimi’ni etkilemiştir.
Düşünceleri özellikle,
Devrim’den sonra
kurulan yeni devletin
kalkınmasında,
toplumun sosyal
yapısında ve eğitim
sisteminde etkili
olmuştur
çi (M.Ö. 400’te ölen) Thukydides’tir. Atina ile
Sparta mücadelesinin tetiklediği iç savaşları
anlattığı tablo, Batı’nın insan anlayışının da
temeli olmuştur. O, onu durduracak bir güç
olmadığında kardeş kanı döken, babasını bacısını
bıçaklayan, toplum düşmanı bir iblistir.
Kısacası doğal halinde insan, “kötü insan”dır.
Fakat bu kötü insan, bir Batı imalatıdır.
Amin Maalouf, Arapların Gözünden Haçlı
Seferleri adlı tarihsel romanında 11-12.
yüzyılda Kudüs kapılarına dayanan Avrupa
kavimlerinin barbarlığını çarpıcı bir şekilde
resmeder. O barbarlık, 14-17. yüzyıllarda
Avrupa’yı kan gölüne çevirmiştir. O coğrafyanın
düşünürü olan Hobbes’un, insan
ve siyaset üzerine yazmaya karar verdiğinde
başka eserleri değil de Thukydides’teki
anlatıyı bulması tesadüf değildir.
Antropolog Marshall Sahlins, Batı’nın İnsan
Doğası Yanılsaması isimli eserinde, Batı’nın
tüm insan toplumları içinde neredeyse
tek başına sahip olduğu bu önyargıyı, insanın
özüne atfettiğini belgeler. Uygarlık düzeyi
geri (devletleşme aşamasına ulaşmamış)
toplulukların hemen hepsinde (yani diyelim ki
“doğal durum”da) insan, sürekli bencil çıkar
peşinde koşan açgözlü bir Tazmanya canavarı
değil, doğanın ve toplumun (aile, akraba)
uyumlu bir parçasıdır.
Kaldı ki uygarlığı yüzlerce hatta binlerce yıldır
ileriye taşıyan (ki Batı’nın bu alandaki üstünlüğü
2 ya da 3 asırla sınırlıdır 1 ) Mısır, Hint,
Çin, Türk gibi uygarlıkların felsefi düşüncesinde
bu “kötü insan”ın ağırlığı yok denecek
kadar azdır. O nedenle Sahlins, “ne Çinlilerin
ne de başka bir kültürel geleneğin, insanlığı
öteden beri hor görmek konusunda Batı’nın
eline su dökemeyeceğini” söyler. 2
ZINCIRE VURULAN İNSAN
Fransız Devrimi’nin fikir babası Jean Jacques
Rousseau, içinden çıktığı Batı geleneğini
bu noktadan eleştirir. Der ki, toplumumuzun
hamur gibi yoğurduğu insanın bencillik
ve şiddet eğilimi gibi özelliklerini onun doğasına
atfedemezsiniz. Gerçekte insanı vahşileştiren
kendi doğası değil; tersine, onu özüne
yabancılaştıran, içinde yaşadığı toplumun ta
kendisidir!
Toplum Sözleşmesi’nin (1762) çarpıcı ilk
cümlesi, bu fikrin manifestosu gibidir: “İnsan
özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur.”
İnsan doğuştan bencil değildir. Toplumun
insanı dayanışma ağlarından koparıp
çıkar peşinde koşmasını dayatan mantığı (o
zaman feodalizmin yozlaştığı ve ticaret kapitalizminin
filizlendiği yıllardır), onu bencilleştirmektedir.
İnsanın sabit bir özünün olmadığı,
tarih içerisinde farklı biçimler alarak değiştiği
fikriyle Rousseau, liberal ezberlere karşı Batı
geleneği içinden ilk büyük itirazı dile getirir.
Fakat Rousseau toplum eleştirisinde hızını
alamaz. İçinde yaşadığı toplumun bütün
sorunlarının, uygarlıkla birlikte ortaya çıktığını
varsayar. Hobbes gibi bir “doğal durum”
argümanıyla zincirlerin ucunu, ta insanlığın
şafağına, insanın toplumsal bir canlı olmasına
kadar götürür. Böylece insanın toplumsallığını,
onun özünü de zincirleyen şey haline
getirir.
YURDUMSUN EY TOPLUM
Bu tahayyülde insan, toplumla ve uygarlıkla
lanetlenmiştir. Oysa bir düşünelim, toplum
diye bir şey olmasaydı bugün anladığımız “insan”
hiç olur muydu? Ne zaman ki hayatta
kalmak için elbirliğine ve üretime başladık,
o zaman kurtulduk kör doğanın insafından.
Toplumsal canlılar olduğumuz içindir ki aletler
yaptık, diller icat ettik, kültürler yarattık. Ve o
sayede buradayız.
Rousseau, insanın özünün tarih içinde değiştiğini
söylerken haklıydı. Fakat hem doğa
güçlerinin oyuncağı olan insana bir “özgürlük”
atfederken, hem de bütün bir uygarlığı,
içinde yaşadığı burjuva toplumuyla özdeşleştirip
yozlaşmanın kaynağı olarak görürken
yanılıyordu. 3
49
Öyleyse insanın laneti, toplumun eline doğmak
değildir. Gerçek bunun tam tersidir. İnsanı
insan yapan şey, yani gerçek özü, işte
bu toplumsallığıdır!
İNSANIN İLK İŞARETI
Nitekim koronavirüs salgınıyla beraber
popülerleşen bir antropoloji anekdotu, bize
insanlığımızın köklerini hatırlatıyor. Uygarlığın
ilk işaretinin ne olduğu sorusuna ünlü antropolog
Margaret Mead şöyle cevap veriyor:
iyileşmiş uyluk kemiği. Nasıl yani? Mead açıklıyor:
Hayvanlar aleminde eğer bir kemiğiniz
kırıldıysa, öldünüz demektir. Hiçbir hayvan
kırık bir kemiğin iyileşmesini bekleyecek kadar
uzun yaşayamaz, kısa sürede yırtıcıların
avı olur. İyileşmiş bir kemik (genellikle uyluk
kemiği), bir başkasının o kişinin yarasını sardığı,
güvenliğini sağladığı ve iyileşme süreci
boyunca yanında durduğu anlamına gelir.
Hayatta kalma mücadelesinde, zorluklar
karşısında birbirine yardım etmek, işte “insanın”
ilk işareti, uygarlığımızın başladığı yer
burasıdır. Bu başlangıç noktası, bugün çok
daha anlamlı değil mi? Ve toplumun olağanüstü
karmaşıklığı, teknolojinin elli yıl önce
hayal bile edilemeyen ilerlemesine karşın,
yine başladığımız yerdeyiz. Koronavirüs salgınının
açtığı yaraları sarmak için başta sağlık
ordusu, ama sadece onlar değil bütün insanlar,
bu çarpık sistem içinde günden güne
azaldığını hisseder olduğumuz insanlığımızı
yeniden keşfediyoruz.
LIBERAL VIRÜS
Peki nasıl bugünkü noktaya geldik? Samir
Amin’in “liberal virüs” dediği şeyle. Bu
virüsün çıkış noktası Batı’ydı. Özellikle
1970’ten itibaren ABD ve İngiltere’de
mutasyona uğrayıp “neoliberal” adıyla
önce Batı insanını, sonra da “küreselleşme”
denilen süreçle bütün
dünyayı pençesine düşürdü. Bu virüsün
doğurduğu insan tipi, sistem
için oldukça kullanışlı ve kârlıydı. O
yüzden Jared Diamonds’un Tüfek,
Mikrop, Çelik’te anlattığı o İspanyol
sömürgecilerin Latin Amerika’nın
yerli halklarının direncini
kırmak için silah zoruyla veba
bulaştırması 4 gibi liberal virüsün
yayılması için de “dünyanın
jandarması” ABD’nin devasa
savaş aygıtı kullanıldı.
50
Bu virüs, böylece “homo
tüketimus” dediğimiz
insan tipini yarattı.
Tüketiyorsun, öyleyse
varsın. Tükettiğin
kadar özgürsün.
Tükettiğin neyse, sen de
osun.
Bu virüsün ezilen dünyada yayılmasını
engelleyen iki güçlü antikor vardı: milli devlet
ve milli kültür. Amerikan doları, süngüsü,
özel savaş aygıtı ve kültür endüstrisi tam da
bu ulusal vücut direncinin baskılanması için
her yerde devreye sokuldu. Bu virüs bulaştığı
insanda hemen içinde yaşadığı topluma
karşı derin bir soğukluk hissi yaratıyordu.
Devlet, onun özgürlüklerini boğmak isteyen
bir hayduda, yurttaşlık ise boynuna geçirilmiş
bir kemende dönüşüyordu. Ülkesine bağlılık
hissi, milli kültür duygusu yok oluyor, kendisini
yalnız bir “insan adası” olarak düşünürken
hayat anlamsızlaşıyor, mutlu olmanın yolu da
giderek “Amerikan yaşam tarzında” daha çok
şey tüketmekle eşdeğer hale geliyordu. 5
HOMO TÜKETIMUS
Bu virüs, böylece “homo tüketimus” dediğimiz
insan tipini yarattı. Tüketiyorsun,
öyleyse varsın. Tükettiğin kadar özgürsün.
Tükettiğin neyse, sen de osun. Diğerleri ne
tükettiğini görüyorlarsa iyiler, eksik olmasınlar.
İkiniz birden sevinebilirsiniz, yeter ki tüketin
ve kameraya (keşke göğe olsa) bakın.
Tükettiniz, bitti, tekrar mutsuz mu oldunuz ya
da sıkıldınız mı? Yeniden tüketin! Ne de olsa,
elinizde olan en güzel (ve aslında tek) şey bu.
Bu sistem, homo tüketimus’a muhtaç.
Çünkü bütün büyüme modelleri, borçlanma
çarkları, tüketimin artarak sürmesine bağlı.
O yüzden bu tüketim simülasyonu yaşamlar,
anlık tatminlere dayalı kısır döngüler. Hep
daha fazlası, hep daha yenisi. Aslında hep
aynı terane. Aynı yavan tat. Aynı oyalanma.
Üstelik ne pahasına, kimin için? Giderek
daha çok borçlanma, kendimizden daha fazla
şey yitirme pahasına. Ve giderek toplumun
daha az bir kesimi için. Öyleyse sormamız
gereken soru şu: peki ya insan bu deli gömleğine
muhtaç mı? 6
YENI UYGARLIK VE
YARININ İNSANI
Yarının insanı, yalnızlığa mahkûm ve homo
tüketimus olmayacak. Çünkü bugünün insanı,
bu kalıplardan sıyrılmaya başladı. Yarının
insanı, köksüz ya da kimliklerle parçalanmış
olmayacak. Çünkü bugünün insanı, ulusal
ve insancıl köklerine sımsıkı
sarılmaya başladı.
Koronavirüsün aşısı,
laboratuvarlarda
gecesini gündüzüne
51
katarak çalışan bilim insanları sayesinde
muhakkak bulunacak. Ancak insanlığın bu
türden bir aşıya ihtiyacı yok. İnsanlığın bu
liberal virüsü yenmek için muhtaç olduğu
her şey damarlarında mevcut. Yeter ki insanca
yaşama ülküsünü, örgütlü toplumda
ve insanlığın en büyük icadı olan devlette
hâkim kılsın. Kamuculukla, paylaşımcılıkla,
dayanışmacılıkla. Oradan bu değerlerle
yepyeni bir uygarlık doğacaktır.
Marx’ın dediği gibi insanlık, önüne yalnızca
çözüme bağlayabileceği sorunları koyar.
Bugün yaşadığımız süreç de budur. Liberal
virüs, insanlığı öldüremedi. Şimdi insanlık, o
virüsün yarattığı sistemin cenazesini kaldırıyor.
Tülay German’ın Yarının Şarkısı (1965)
eserinde o güzel sesiyle “Bir yarın olmalı /
Başka türlü bir şey / Bir aydın, bir güzel /
Yarına varmalı” dediği günlerin eşiğindeyiz.
Başka türlü bir yarının ışıkları ufukta belirmiştir.
ASYA ÇAĞI VE TÜRK
İNSANININ MAYASI
Asya’da farklı bir dünya var. Batı’nın
unuttuğu insanca değerlerin halkın günlük
yaşamında hala nefes alıp verdiği bir dünya.
Ailesiyle, akrabalığıyla, komşuluğuyla,
mahalle arkadaşlığıyla, vatan ve millet duygusuyla,
insanlık sevgisiyle. Biz de o dünyanın
içindeyiz. Mustafa Kemal Atatürk,
“biz Asyaî bir milletiz, Asyaî bir devletiz” 7
derken aslında buna işaret ediyordu.
Türk insanı yıllardır bu liberal virüse karşı
savaşıyor. Türk kültürüne özgü ve Asyaî
nitelikleriyle savaşıyor. Ne mutlu ki virüse
karşı en dirençli milletlerden biriyiz. Çünkü
köklerimiz derin, kültürümüz diri, birikimimiz
engin. Kısacası mayamız sağlam.
Kemalist Devrim’in mirası ayakta, programı
yürürlükte. Türk gençliği, başka hiçbir ülke
gençliğinin olmadığı kadar ülkesine bağlı,
geleceğini ellerine alma konusunda kararlı.
Bizim mayamız, tarih boyunca uygarlık mayası
olmuş. Şimdi de Asya çağının şafağında
tarih, Türkleri yeniden göreve çağırıyor.
Büyük Önder Atatürk’ün işaret ettiği “çağdaş
uygarlıklar seviyesinin ötesine geçme”
hedefinin bugünkü anlamı, yükselen yeni
uygarlığın öncüsü olmaktır.
Dip Not
1) Yeniden Doğu: Asya Çağında Küresel
Ekonomi, Andre Gunder Frank, İmge Kitabevi,
Mart 2010, İstanbul.
2) Marshall Sahlins, Batı’nın İnsan Doğası
Yanılsaması, BGST Yayınları, Mayıs 2012, İstanbul,
s. 11.
3) Yıldız Silier, Özgürlük Yanılsaması, Yordam
Kitap, Ocak 2010, İstanbul, s. 47-75.
4) Jarerd Diamonds, Tüfek, Mikrop, Çelik, TÜ-
BİTAK Yayınları, Şubat 2008, Ankara, s. 476 vd.
5) Samir Amin, Liberal Virüs: Sürekli Savaş
ve Dünyanın Amerikanlaştırılması, Yordam Kitap,
Mart 2016, İstanbul.
6) Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, Ayrıntı
Yayınları, Nisan 2017, İstanbul.
7) Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.12, 3. basım,
Kaynak Yayınları, İstanbul, Mart 2015, s.297.
52
PROF. DR. MEHMET CEYHAN
“KORONAVİRÜS SALGINIYLA MÜCADELE ÜZERİNE”
Röportaj: Kaan Arslan – Kırmızı Beyaz Genel Yayın Yönetmeni
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları Bilim Dalı Başkanı, Enfeksiyon
Hastalıkları Derneği Başkanı Prof. Dr. Mehmet Ceyhan ile Türkiye’nin koronavirüsle mücadelesini
ve koronavirüs sonrası nelerin bizi beklediğini konuştuk. Değerli hocamız Mehmet
Ceyhan’ın koronavirüsle mücadeledeki görüşlerini sizlere sunuyoruz. İyi okumalar…
KB: Hocam biliyorsunuz Dünya Sağlık
Örgütü Türkiye’nin virüsle mücadelesini
şeffaflıkla yönettiğini söylemişti.
Türkiye’de ve dünyada koronavirüs
salgınına karşı yürütülen mücadeleyi
siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mehmet Ceyhan: Herkes kendi çapında
aşağı yukarı aynı mücadeleyi veriyor. Önce
ülkeye mümkün olduğunca sokmamak için
sınırlar kapatıldı. Uçak seferleri iptal edildi.
Bunu aşağı yukarı tüm ülkeler yaptı. Kimisi
geç yaptı kimisi erken yaptı herkes aynı
koşullarla mücadele ediyor. Bugüne kadar
olan sonuçlara iyi gidiyor gibi. Günlük ölüm
oranlarında ciddi bir düşüş var. Böyle bakıldığı
zaman gerçekten ciddi bir azalma var.
Uyguladığımız tedavilerden nasıl bir sonuç
alıyoruz? O açıdan bakıldığı zaman iyi gidiyoruz
gibi görülüyor. Ciddiyetimizi hiç bozmadan,
paniğe kapılmadan ama kendimizi
de gevşetmeden devam etmemiz lazım.
Şu anda gördüğümüz vaka artış hızları bir
hafta önce aldığımız tedbirlerin sonuçları.
Bunu da belirtmek istiyorum. Bu tedbirleri
devam ettirelim.
“SALGINLA ZAMANINDA
VE AKILCI YÖNTEMLE
MÜCADELE EDİLİR”
KB: Amerika’nın virüse karşı başarısız
bir süreç yönettiğini görüyoruz. Avrupa’da
da aynı durum söz konusu. Sizce
bu başarısızlığın sebebi nedir?
Mehmet Ceyhan: ABD virüsü Çin üretti
dedi, algıyı buraya çekmeye çalıştı. Bu
bilim dünyasında tartışılan bir şey değil.
Bilim dünyasında kimse bu virüsün laboratuvarda
üretildiğini düşünmüyor. Bu virüsün
kesinlikle doğal mutasyon sonucu
ortaya çıktığını düşünüyoruz. ABD, İtalya,
İspanya gibi ülkelerde ciddi sorunlar var.
ABD’de devlet çok büyük bir tehdit olmadığını
düşündü, önlemleri almakta gecikti.
Böyle salgınlarda belli bir noktaya ulaşıldıktan
sonra da alınan önlemler çok etkili olamıyor.
Çünkü müdahale etmek zorlaşıyor.
Salgınlarla çok fazla para dökerek mücadele
edilmiyor. Akılcı yöntemlerle zamanında
mücadele etmek lazım. Yani vaka sayısı
500 iken tedbirleri almakla beş binden
almak arasında fark var. ABD ve Avrupa
ülkeleri bu noktada başarısız oldular. Önlemleri
çok geç aldılar.
KB: İkinci dalga salgınından bahsediliyor.
Eylül ayı gibi yeniden salgın olacağı
söyleniyor. Böyle bir durumun olması
mümkün mü sizce?
Mehmet Ceyhan: Bunun
mevsimle bir ilgisi yok yani
bu virüs havalar ısınınca
kaybolan bir virüs
değil. Zaten pandemilerde
de öyle bir
şiddet beklemeyiz. Yalnız şu anda hiçbir
ülke nüfusunun önemli bir kısmı bağışıklık
kazansın diye müsaade etmiyor, ederseniz
çok sayıda insan ölür. Herkes mümkün olduğu
kadar insanları evine kapatarak izole
ederek bu hastalıktan korumaya çalışıyor.
Dolayısıyla hastalığı kontrol altına aldığımızda
da nüfusun çok büyük bir kısmının
hastalığa karşı bağışıklığı olmuyor. Siz ondan
sonra gereğinden erken kısıtlamaları
kaldırırsanız, bağışıklığı olmayan insanların
arasında virüs tekrar salgın yapabilir.
İkinci dalga dediğimiz şey budur. Toplum
bağışıklık kazanmadığı için önlemler erken
kaldırılırsa yeniden salgın dalgası çıkar ortaya.
Son vaka görüldükten 14 gün sonra
biz koronovirüsü yenmiş olacağız deniyor.
Öyle bir şey yok. Hiçbir ülke o duruma kolay
kolay gelmez. Dikkat ederseniz virüsün
kontrol altına alındığı Çin’de bile her gün
10-20 vaka görülüyor. Kontrol altına almak
dediğimiz şey şu: Günlük iyileşen hasta sayısının
günlük vaka sayısından daha fazla
olması gerekiyor. Artık belli şeyleri genişletebiliyorsunuz.
Belki bu birkaç sene sürebilir,
belki bu virüs hiç ortadan kalkmayabilir.
Örneğin kuş gribi 2010’da görüldü ama
hala toplumda mevsimsel grip şeklinde görülmeye
devam ediyor. Belki bu da
yıllarca tek tük vakalar şeklinde
görülmeye devam edecek.
Bundan daha kötü salgınlar
da yaşandı. Yayılma
dersek domuz gribi
53
Röportaj
daha çok yayılmıştı. Şansa ölüm oranı bunun
kadar yüksek değildi ama o da pandemiydi
neticede.
KB: Tedavi süreci devam ederken normal
hayata geçiş yapılacak zamana
nasıl karar vereceğiz?
Mehmet Ceyhan: Günlük iyileşen vaka
sayısının günlük vaka sayısından daha yüksek
olması lazım ki biz bunu konuşabilelim.
Hangi tedbirleri kaldırıp alacağız ama hiç
kimse böyle birden bire bu salgından önceki
yaşam şekline dönemez. Dolayısıyla
herkes önce biraz temkinli sokağa kontrollü
çıkmaya başlayacaksınız. Yavaş yavaş
tedbirleri genişleteceksiniz. 5-6 hafta sonra
aniden okullar açılacak, spor müsabakaları
başlayacak, insanlar tatile gidecek vb. şeyler
hemen olmayacak yani.
“AŞI TÜM BULUŞLARIN
ÖTESİNDE EN ÖNEMLİ BULUŞ”
KB: Salgın öncesinde Türkiye’de aşı
karşıtlığı konuşuluyordu. Aşıların kapitalist
firmalar tarafından piyasaya sürüldüğü
ciddi ciddi savunuluyordu. Siz
ne düşünüyorsunuz bununla ilgili?
Mehmet Ceyhan: Kovid-19 pandemisinde
bir kez daha aşıların ne kadar önemli
olduğunu gördük. Çünkü aşısı olan bir hastalıkta
zaten pandemi olmuyor. Örneğin,
aşısı olduğu için önemsiz görünen difteri,
boğmaca, kızamık, kabakulak, menenjit ve
hepatit gibi hastalıklar, Kovid-19’dan bile
daha tehlikeli ve ölümcül. Bu nedenle aşı,
tüm buluşların ötesinde en önemli buluş.
Çocukluk çağı aşıları yapılmadığı takdirde
ülkemizde yılda 14 bin 296 kişi, dünyada
ise 2,5-3 milyon kişi ölebilir. Bu sadece
çocukluk çağı aşıları yapılmadığı takdirde
ortaya çıkan rakam. Dünya tarihi boyunca
salgınlar olmaya devam edecek. Buna
hazırlıklı olmamız gerekiyor. Bunun için de
etkili yöntem aşılama. Özetle, salgın şartlarında
bile çocukların ve risk grubundaki
yetişkinlerin aşılarını ihmal etmemek gerekiyor.
“YENİ SALGINLAR YAŞAYACA-
ĞIZ, ÖNEMLİ OLAN TEDBİR”
KB: Koronavirüs pandemisinin ardından
yeni bir düzeninin oluşacağı
ortada. Artık tüm ülkelerin sağlık sistemlerini
gözden geçirmesi gerekiyor.
Aslında biz biraz tedbirli davranarak
başarımızı gösterdik sağlık alanında
ama siz ilerleyen dönemde ne gibi değişiklikler
bekliyorsunuz?
Mehmet Ceyhan: Salgınlar bundan sonra
da olacak. Salgınlar da hayatın bir gerçeği.
2000 yılından bu tarafa dünya bir sürü salgın
yaşadı. İşte sars, domuz gribi, kuş gribi
şimdi kovid-19 yani bu virüsler sürekli mutasyona
uğradığı için bir şekilde toplumun
bağışıklığının olmadığı yeni virüsler ortaya
çıkacak. Buna dünyanın hazırlıkları olmalı.
Dünya koruyucu hekimliği bir kenara bırakmış
ve herkes tedavi eğitiminin peşinde.
Hastaneler yapılıyor, tıbbi cihazlar yapılıyor
ama siz kendinizi korumazsanız bu şekilde
salgınlarla ekonomimiz çöküyor, bir sürü
sıkıntılar yaşıyorsunuz. Hastaların tedavisi
çok pahalıya mal oluyor tabi kullanılan,
inşa edilen hastaneler,
tomografiler ilaçlar vb.
çok pahalı. Öncelikle halkın sağlığının korunmasına
daha büyük bir önem verilecek.
Bu salgının yayılmaması için uluslararası
sistemler kurulacak. Sonra bu hastalık yayıldıktan
sonra hastalar için normalde kullanmayacağınız
ama stoklayacağınız, gerektiğinde
kullanacağınız belli malzemeleri
tutmak zorunda kalacaksınız. Yoğun bakım
yatakları vb. yöntemler çok pahalı ama en
azından sürekli tutmasanız bile salgın yatağı
eğer boş kalırsa ekonomik durumdan
sürekli bir kayba uğrarsınız. Ama bunlar en
azından böyle gereklilik olduğunda elimizde
hazır bulunması lazım. Bu salgın tabi
başlangıçta sağlık sistemini etkileyecek.
Herkes hem bundan korunmak için hem
de başa çıkmak için plan yapmak zorunda
kalacak. Bu sadece bununla ilgili değil
birçok ülke ekonomik açıdan çok büyük
zorluklar yaşayacak bu zorlukların getirdiği
işsizlikler, ekonomik kayıpların giderilmesi,
kapanan şirketler iş yerleri bunlar büyük
sıkıntı doğuracak. Salgınlar hiçbir felakete
benzemez; ne deprem ne savaş bu kadar
etkilemez dünyayı. Birçok şey değişecek.
Ne kadar zarar verdi ne kadar bir tahribat
var onu ancak salgın geçtikten sonra anlayacağız.
Ama Türkiye’nin başarılı mücadelesi
ileride yaşanacak başka bir salgında
büyük tecrübeler kazandırdı. Bu tecrübeyi
aktarmalı ve kalıcılığını sağlamalıyız.
KB: Hocam bu değerli görüşleri bizimle
paylaştığınız için çok teşekkür ederiz.
Mehmet Ceyhan: Ben teşekkür ederim.
54
Kültür - Sanat - Yaşam
Yiğit Çınar- TGB İstanbul İl Yöneticisi
Marmara Üniversitesi - Tarih
Ya İstiklal
Ya Ölüm
16 Mart 1920’de İstanbul’un İtilaf Devletleri’nce işgali ile başlayan ve Meclis-i
Mebusan’ın dağılmasından sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde
vücut bulan Kuva-yi Milliye hareketiyle Ankara’da kurulacak olan egemenliği
tamamen millete dayalı meclisin açılış sürecini anlatan dizi bağımsızlık için
verilen haklı mücadelenin önemli bir kesitini bizlere sunuyor.
Yönetmen:Yasin Uslu
Senaryo: Funda Çetin
Oyuncular: İlker Kızmaz, Birkan Sokullu,
Dolunay Soysert, Osman Sonant, Mehmet Özgür,
Rıza Kocaoğlu, Hilmi Cem İntepe, Melis Sezen
Başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere milletin bağımsızlığı için mücadele
eden tüm neferlerin verdikleri emekleri tarihsel gerçekliğine uygun bir
şekilde anlatan dizi milli duyguları damarlarımızda hissettirirken ismiyle de
bugüne ışık olup “Ya İstiklal Ya Ölüm” dedirtiyor. Anadolu’ya silah ve insan
kaçırmak için gece gündüz çalışan Mim Mim Grubu, Teşkilat-ı Mahsusa’nın
eski şefleri, eşraftan gönüllü olan birçok kişinin verdiği amansız mücadeleyi
abartı katmadan anlatırken; işgal kuvvetlerinin Anadolu hareketi karşısındaki
tutumlarını da es geçmeyerek bir başka mücadeleye de parmak basıyor.
Gerek tarihsel vurgular gerekse neredeyse gerçeğiyle aynı hazırlanmış mekanlar
ile bizlere o anları adeta yaşatıyor. Birçok tecrübeli ismin de oyuncu
kadrosunda bulunduğu dizi Büyük Millet Meclisi’nin açılışının 100. yılında
bizlere o günlerin heyecanını hissettiriyor.
Tüfek Mikrop ve Çelik
Coğrafya ve Fizyoloji profesörü Jared Diamond’un 1997’de yazdığı aynı isimli kitabından
uyarlanarak çekilen belgesel (2005), Papua Yeni Gineli Yali ile olan diyaloğuyla başlıyor ve birbirinden
farklı toplumların gelişim süreçlerindeki farklılıkların nedenini aydınlatmaya çalışıyor.
Özellikle diyaloglarda geçen “beyaz adamın neden bu kadar çok kargosu (icadı) var ve biz
Ginelilerde bu kadar az?” sorusu üzerinden hareketle dünyadaki toplumların gelişimine ışık
olmak için çalışıyor.
On üç bin yıl öncesindeki buzul çağını yaşayan insanların hayatta kalma yolları ile başlayan
belgesel, buna dayanarak farklı coğrafyadaki toplulukların özellikle yaşayış biçimleri, kullandıkları
malzemeler ve teknikler üzerinden yapılan çıkarımlar ile sonuca varmaya çalışıyor. Başka
coğrafyalarda farklı dönemleri yaşayan kitlelerin kimisi birçok hayvanı evcilleştirip aynı zamanda
madenleri kullanırken kimisi de daha ilkel yöntem ve aletler ile hayatlarını sürdürmeye çalışmasına
da değinerek biyolojik, teknolojik ve hatta felsefi çıkarımlarda bulunuyor.
Tarihsel süreçte, coğrafi şartların da büyük etkisiyle gelişen insanoğlunun yarattığı medeniyetin her yerde aynı olmadığı
ve bunun yine tarihsel süreçte toplulukların birbirinden üstün bir konuma geldiğini anlatan Diamond, tarihte doğru soruları
sormayı ve doğru cevapları almayı da öğretiyor. Özellikle İspanya devleti ile İnkaların savaşı üzerinden verilen örnekler
bunun somut olarak karşılıyor.
55
İstanbul’da İşgal
Yılları
16 Mart’ta İstanbul İtilaf Devletleri tarafından işgal edildiğinde Darülfünun’da
bir hukuk öğrencisi olan Sunata, İzmir’in işgali ile Lozan Barış Antlaşması’na
kadar olan süreçte ülkede yaşananların görgü tanıklarından birisi. Dünya Savaşı’ndan
sonra terhis olup evine dönmüş ve eğitim hayatına kaldığı yerden
devam etmiştir. Ancak bir yıl bile dolmadan başlayan işgaller onu derinden
etkilemiş ve olayları yazmaya yönlendirmiştir.
İsmail Hakkı eserinde üniversitenin durumunu, İngilizlerin oyunları ile istedikleri
yere el koymalarını, Sovyetlerin tavrını, Ankara hükümetinin sürdürdüğü
mücadeleyi günü gününe aldığı notlar ile anlatmış ve aynı zamanda halkın bu
olaylara karşı gösterdiği tepkiyi de belirtmeyi ihmal etmemiştir.
Yazar: İ. Hakkı Sunara
Yayın: Türkiye İş Bankası
İstanbul ve Ankara hükümetleri arasında cereyan eden mücadeleyi anlatırken
vatanseverlik duygularını örtmemiş, aksine Türk milletinin hislerine tercüman
olacak şekilde notlar almıştır. Özellikle Anadolu’da cereyan eden olayların haberlerini günün koşulları
gereği eksik de alsa büyük bir heyecanla takip etmiş ve genel durum üzerine çıkarımlarda bulunmuştur.
İstanbul’un işgal günleri ve Milli Mücadele’ye tanıklık eden bu eser, dönemi anlamak için okunması gereken
başlıca kitaplardan.
Kültür & Sanat
Google Kültür ve Sanat, kullanıcıların ücretsiz olarak erişebildiği bir kültür sanat platformudur. Dünyanın dört bir yanındaki
kültürel kurumlar ve sanatçıları internet sitesi ve telefon uygulaması üzerinden takip edebilirsiniz. Bazı büyük müzeleri ve kültür
alanlarını arttırılmış gerçeklik teknolojisi ile oradaymış gibi gezebilirsiniz. Girişimin amacı dünyanın sanatını ve kültürünü korumak
ve çevrimiçi hale getirmektir. Böylece herkesin her yerden erişilebildiği bir sanal müze ortamı oluşturulmuş oluyor.
Gezilebilecek müzelerden bazıları;
- Pera Müzesi
- İstanbul Modern
- Musei Civici di Palazzo Farnese
- Palace of Versailles
56
Hayatı Okul Olanlar
KAMUCU SAĞLIĞIN MİMARI:
DR. REFİK SAYDAM
Elif Beyza Tekin - TLB İstanbul İl Sorumlu Yardımcısı
İstanbul Üniversitesi - Tarih
Cumhuriyet Devrimi yarattığı kadrolarla
devletin her kademesinde
yeniliklere imza atmıştır. Özellikle
de yıllardır savaşın açtığı toplumsal ve
iktisadi yaralarla yaşayan halk, bunun yanında
salgınlarla hastalıklarla da boğuşmak
zorunda kalmıştır.Cumhuriyet Devrimi’nin
en büyük başarılarından biri, halk
sağlığı sorununu köklü çözümlere kavuşturmasıdır.
Cumhuriyet’in kamucu sağlık
politikasının mimarı da Türkiye’nin ikinci
ve en uzun süre sağlık bakanlığını yapan
Dr. Refik Saydam’dır. Refik Saydam’ın
sağlık alanında yaptığı atılımlar, bugün
pek çok açıdan Batı’dan üstün olmasıyla
övündüğümüz sağlık sistemimize temel
teşkil etmiştir. Saydam’ın yerleştirdiği
sağlık anlayışı, koruyucu ve önleyici sağlık
sistemine ve bütün yurdu kucaklayan
bir halkçılığa dayanmaktadır. Refik Saydam
hem devrimciliği ve teşkilatçılığı hem
de sağlık alanında açtığı çığırla, örnek bir
Cumhuriyet kadrosu ve fedaisi olarak bugün
de mücadelemize ışık tutmaktadır.
SAVAŞLARIN İÇİNE
DOĞMUŞ BİR HEKİM
İbrahim Refik Saydam 1881 yılında*
İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Babası da
asker olan Refik Bey mahalle mektebinde
okuduktan sonra 1896’da Kuleli Askeri
Lisesi’nde okumuş, 1900 yılında da Askeri
Tıbbiye’ye başlamıştır. Askeri Tıbbiye’den
1905’te yüzbaşı olarak mezun olduktan
sonra mesleğine Gülhane Askeri
Hastanesi’nde başlamış ve İstanbul’da
çeşitli hastanelerde görev yapmıştır. 1910
yılında Harbiye Nazırı Mahmut Şevket
Paşa tarafından da staj eğitimi almak ve
deneyim kazanmak üzere Almanya’ya
gönderilmiştir. Burada staj eğitimini tamamladığı
sırada Osmanlı’da Balkan Savaşı’nın
patlak vermek üzere olduğunu
fark edince Osmanlı’ya geri dönmüştür.
57
Osmanlı’ya geri döndüğü yıl Balkan Savaşı için
Çatalca hattına göreve gönderilir. Hem Balkan
Savaşı’nın yoğunluğu hem de savaş sırasında
başlayan salgın hastalıklar savaşın şiddetini iyiden
iyiye artırmıştır. Cephede şehit olan yüzlerce
askerin yanında bir de baş gösteren kolera ve dizanteri
salgınları sebebiyle yaklaşık 6 bin asker
şehit olmuştur. Bu salgın Refik Bey’e salgın hastalıkla
baş etme ve koruyucu hekimlik pratiğini
yaşamasını sağlamıştır. Kazandığı bu deneyimler
1914 yılında Harbiye Nezareti Sağlık Başkan
vekilliğine atanmasını da sağlamıştır. Aynı yıllarda
süregelen 1.Dünya Savaşı sırasında Kafkas
Cephesi’nde büyük bir düşmanla karşılaşılmıştı:
tifüs salgını. Bu salgında 3.Ordu’dan pek çok
asker şehit olmuştur. Bu sırada Refik Bey Ordu
İaşe Nizamnamesi Tetkik Komisyonu’nda görev
yapmaktaydı. Hem Balkan Savaşı’nda hem Kafkas
Cephesi’nde şahit olduğu salgın hastalıklar
için bir tedavi yöntemini arıyordu. İbrahim Refik
Bey Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’nin bahçesinde
Bakteriyolojihanenin yeniden faaliyete geçmesini
emretti. Ve burada hızla aşı ve serum üretimine
başlandı. Tifüs salgınının ne kadar ciddi kayıplar
verilmesine sebep olduğu bilindiği için en çok tifüs
aşısı üzerinde çalışıldı. Dünyada ilk kez tifüs
aşısını Dr. Refik Bey ve ekibi bularak askerlere
uygulanmaya başladılar. Özellikle Kafkas cephesinde
çok fazla kayıp verildiği için aşının üretim
merkezi Erzurum’da kuruldu.
BANDIRMA
VAPURU’NDAN
MİLLET MECLİSİ’NE
Refik Bey disiplinli çalışması ve başarılarıyla
dikkat çekmekteydi. Bu sebeple 5 Mayıs 1919‘da
geçici görevle 9. Ordu Kıtaâtı Sıhhıye Müfettiş
Muavini görevine getirildi. Birkaç gün sonra ise 9.
Ordu Müfettişlik Sıhhiye Başkan Yardımcısı olarak
Mustafa Kemal ile Bandırma Vapuru’nda yer
aldı. İbrahim Refik Bey Kuşçubaşı Eşref’in anılarından
da gördüğümüz üzere Teşkilat-ı Mahsusa’nın
bir üyesidir ve Mustafa Kemal ile tanışıklığı
da burada gelmektedir. Bu da demektir ki Refik
Bey en başından beri mücadelenin içinde olmuş,
Kemalist Devrimin kurucu kadrosunda yer almıştır.
Mustafa Kemal ile beraber çıktığı yolda halkın
sağlığı için çalışmalarda bulunmuş, özellikle
Anadolu’da yetersiz olan sağlık hizmetlerini gözlemlemiş
ve Cumhuriyetle birlikte ilk olarak ele
düzelteceği husus bu olmuştur. Milli Mücadele
devam ederken atanmış olduğu Erzurum Hastanesi’nden
istifa etmiş ve bilfiil mücadeleye katılarak
cephe gerisinde askerlerin ve halkın sağlığı
için uğraş vermiştir.
SAĞLIK DA DÜZENLİ
ORDUYA GEÇİYOR
Özellikle Osmanlı Devleti dönemindeki anlayış
“padişah için hekim yetiştirmek”
idi. Osmanlı’da sağlık hizmetleri
başkent İstanbul dışında oldukça
sınırlıydı. Anadolu’da hala
çoğunluğu Selçuklu eseri olan
şifahanelere, darüşşifalara, darüssıhhalara
rastlıyoruz. Bu gibi
sağlık merkezleri doğrudan padişaha
ya da saraya bağlı değildi.
Onun yerine bu kurumlar vakıflar
aracılığıyla kuruluyor ve yönetiliyordu.
Dolayısıyla zaman içerisinde
eskimesi, yetersizleşmesi ve yok olması
olağandı. Ancak insan sağlığı kendi
kaderine bırakılamayacak kadar değerlidir.
Hele ki on yıldan fazladır süren savaşta
bitap düşmüş bir millet, yeni
bir Cumhuriyet’le kendi ayakları
üzerinde duracak ve uygarlık
yarışına katılacaksa, insanın
sağlığının korunması, olmazsa
olmazdır. İşte Cumhuriyet
Devriminin değiştirdiği en
önemli anlayışlardan birisi
bu olmuştur. Darüşşifalardan
hastanelere,
vakıf
yöneticiliğinden
devlet eliyle
yönetime geçiş
sağlanmıştır.
Böylece
sağlık
Refik Saydam’ın
sağlık alanında
yaptığı atılımlar,
bugün pek çok
açıdan Batı’dan
üstün olmasıyla
övündüğümüz
sağlık
sistemimize temel
teşkil etmiştir.
58
Dr. Refik Saydam
10 Mart 1921
tarihinde Sıhhiye
ve Muavenet-i
İçtimaiye Vekaleti’ne
seçildi. İlleride
“Sağlık Bakanlığı”
adını alacak bu
görevi 1937 yılına
kadar sürdürdü.
alanında kamucu ve modern bir teşkilatlanmaya
ve kurumsallaşmaya gidilmiştir.
SAVAŞIN İÇİNDE
SAĞLIK BAKANLIĞI
Büyük Millet Meclisi’nin kurulmasıyla beraber
Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiye Vekaleti’ne
seçildi. Bugünkü Türkçe ile Sağlık
ve Sosyal Yardım Bakanlığı. Aynı dönemde
Avrupa’da Sağlık Bakanlığını ayrı bir kurum
olarak ele alan bir ülke yoktu. Fakat Refik
Saydam halk sağlığı konusuna özel bir
önem veriyordu. Hala bir savaşın içerisindeyken
de elindeki sayılı imkanlarla sağlık
alanında önemli çalışmalara imza atıyordu.
En çok da salgın hastalıklarla mücadeleye
ağırlık veriliyordu. O dönemin önemli
sorunlarından birisi göçler,
diğeri salgın hastalıklardı.
Savaş sebebiyle
doğudan
batıya,
batıdan
Anadolu’ya
göç edenlerin
sayısı
çok
fazlaydı.
Göç eden
insanlarla
birlikte salgın
hastalıkların yayılma
olasılığı da yükseliyordu.
Tifüs, kolera, frengi,
trahom gibi çeşitli hastalıklardan
ölenlerin sayısı azımsanmayacak
kadar çoktu. Bu sorunlar savaş
sonrasında da sürmüştür.
CUMHURİYET’İN
ÜSTÜN SAĞLIK BAŞARISI
Bu halkı sürekli güçten düşüren hastalıkların
önüne geçilmesi için 1924-1925
yılları arasında 150 adet dispanser inşa
edildi. Refik Bey, Balkan Savaşlarından
Milli Mücadele’ye dek halkın yetersiz sağlık
imkanlarından ve hastalıklardan muzdarip
olduğunu görüyordu Bu sebeple ele aldığı
ilk konu da bu oldu. Sağlık Bakanı olduğu
1925 yılında sağlık programını şöyle özetleyebiliriz:
Devletin sağlık örgütünü genişletmek,
salgın hastalıklarla mücadele etmek,
sağlık ve sosyal yardım yasaları yapmak ve
örgütlenmeyi köye kadar götürmek, Türkiye
Cumhuriyeti Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi’ni
kurmak ve Hıfzıssıhha Okulu’nu
açmak, ulusal tıp kongreleri düzenlemek.
Yine Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte
sağlık kuruluşlarında da artış yaşanmıştır.
Örneğin 1923 yılında 6437 yatakla hizmet
veren 86 kuruma sahip olan Sağlık Bakanlığı,
1930 yılı içerisinde sırasıyla 182 kurum
ve 11.398 yatağa ve 1935 yılı içerisinde de
176 kurum ve 13.038 yatağa çıkmıştır. Böylelikle
Cumhuriyet devrimi içerisinde sağlık
devrimini de getirmiştir. Henüz
yeni kurulan cumhuriyetin
Sağlık Bakanı Refik
Bey, ilk iş olarak
1925’te I. Milli
Tıp Kongresi’ni
düzenlemiştir.
Böylece 14
yıl boyunca
yürüttüğü
bakanlık
görevi ve
sonrasında da
uygulanmaya devam
edecek olan kanun
ve politikalar kararlaştırılmıştır.
Öncelikle sağlık
hizmetlerinin devlet eliyle yürütülmesi,
örgütlenmenin köye taşınması,
sağlık personeli ve ihtiyaçlarının artırılması,
salgın hastalıklarla mücadele edilmesi
başat meseleler olarak belirlenmiştir. Refik
Bey’in Kongre sırasında yaptığı konuşmasından
bir kesit şu şekildedir: “Türk hekimi
yalnız kendi özel ve mesleki hayatında
medeni hayatın bütün iyiliklerinden yararlanmış
olduğunu görmek ve göstermek ve
her ilerlemeyi bizzat nefsini kabul ve tatbik
eylemek suretiyle herkese örnek olmak
mecburiyetindedir.” Görüldüğü üzere Refik
Saydam hayatının her anını herkese örnek
59
ve yol gösterici olmuş, bu öncülüğü ilke
edinmiştir.
CUMHURİYET’İN
İFTİHARI:
HIFZISIHHA
Refik Bey Sağlık Bakanlığı’nı yürüttüğü
1925-1937 yılları arasında çıkardığı onlarca
kanun yıllarca önemini korumuştur.
Örneğin 17 Nisan 1930 tarihinde çıkarılan
Umumi Hıfzıssıhha Kanunu yıllarca işlevini
sürdürmüştür. Bu kanunla beraber
memleketin sağlık koşullarını düzeltmek
ve sağlıklı bir gelecek yetiştirmeyi amaçlamışlardır.
Fark edildiği gibi Refik Bey
yalnızca hastaları tedavi etmeyi amaçlamamış
aynı zamanda sağlığı muhafaza
ederek koruyucu hekimliğin de başlatıcısı
olmuştur. O dönemde Avrupa’da henüz
Sağlık Bakanlığı kurumu ayrımı yokken
Refik Bey, kuruculuğunu yaptığı Hıfzıssıhha
Enstitüsü’nün dönemin şartlarında
en ileri cihazlarla donatılmasını sağlamıştır.
Hıfzıssıhha Enstitüsü cumhuriyetin
en önemli kurumlarından birisi olmuştur.
Kuruluşundan itibaren aşı, serum ve ilaç
üretiminde öncü olmuştur. Türkiye ilk
BCG aşısı Hıfzıssıhha’da gerçekleştirilmiştir.
Aynı zamanda bir de Hıfzıssıhha
Okulu da kurularak geleceği garantiye
alarak yeterli sağlık personeli yetiştirilmesi
sağlanmıştır. Yine bu dönemde uzun
yıllar sağlık hizmetinde bulunmuş Hilal-i
Ahmer Cemiyeti’nin ismi de Kızılay olarak
değiştirilmiş ve Atatürk’ün isteği ile
teşkilatçılığı ve sosyal tıp alanındaki bilgisinden
faydalanmak için başına Refik
Saydam getirilmiştir. Mustafa Kemal’in
de vurguladığı gibi Refik Saydam teşkilatlı,
disiplinli, Türk milletini her zaman ön
planda tutarak bizlere örnek olan bir görev
adamıdır.
Refik Saydam’ın yukarıda özetlediğimiz
programı Cumhuriyet Devriminin gerçekleşmesi
ve Saydam’ın Sağlık Bakanlığına
gelmesiyle birlikte uygulanmaya başlamıştır.
Özellikle Refik Bey bakanlığı süresince
çıkardığı kanunlar uzun yıllar yürürlükte
kalmıştır. Sağlık Bakanı olduğu süre
içinde 50 kanun 18 tüzük ilan edilmiştir.
Çıkarılan kanunlar salgın hastalıklarla mücadele,
tıbbi araçların temini, sınırlardaki
ve Doğu illerindeki devlet kadrolarını artırma
yönünde gelişmiştir.
CUMHURİYET FEDAİSİ
REFİK SAYDAM
Refik Saydam 14 yıl sürdürdüğü Sağlık
Bakanlığı görevinin ardından Türkiye’nin
4. Başbakanlığı görevini üstlendi. Atatürk’ün
ölümünden sonra İçişleri
Bakanlığı, CHP Genel Sekreterliği yaptı.
Ocak 1939’da başbakanlığa geldi. 2.
Dünya Savaşı sürecinde Türkiye’ye başbakanlık
yaptı, başarılı bir devlet politikası
sürdürdü. Temmuz 1942’de İstanbul’un
besin sorunun düzenlemesi için yaptığı
inceleme gezisi sırasında vefat edene kadar
bu görevde kaldı.
Bandırma Vapuru’nda Mustafa Kemal’le
beraber çıktığı Milli Mücadele yolundan
son ana kadar cumhuriyete hizmet
etti. Devletin her vatandaşa ulaşması
için elinden geleni yaptı. Genç cumhuriyetin
pek çok kademesinde farklı görevler
almıştır ama hepsi tek bir amaca yöneliktir,
insanı yaşatmak. Görüldüğü üzere
Cumhuriyet Devrimi küllerinden doğan
bir ülke inşa ederken bunu yalnızca yaptığı
savaşlarla değil insana verdiği değerle
de kazanmıştır. Vatanı düşman işgalinden
kurtarırken insan sağlığını ikinci plana
atmamıştır. Bugün gördüğümüz ülkeler
sistemin bireyci, çıkarcı politikalarıyla boğuşmaktadır.
Bizim ise tarihimizde insanın
var olmasına hayatını adayan her an
bize örnek ve öncü olan Refik Saydamlar
vardır. Onlardan aldığımız görevle parolamız:
İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.
Kaynakça
1) Umut Karabulut, Cumhuriyet’in İlk Yıllarında
Sağlık Hizmetlerine Toplu Bir Bakış: Dr. Refik
Saydam’ın Sağlık Bakanlığı ve Hizmetleri (1925-
1937), İnönü Üniversitesi, 2005
2) Mustafa Yahya Metintaş, Refik Saydam’ın
Yaşamı ve Kişiliği, Ankara Üniversitesi, 2008
3) Halil İbrahim Aksakal, Dr. Refik Saydam
Önderliğinde Cumhuriyet Dönemi Sağlık Hizmetlerini
Modernleştirme Çabaları, Fırat Üniversitesi,
2007
4) Prof. Dr. Mehmet Evsile Cumhuriyet
Döneminde Sağlık Hizmetleri (1923- 1950), Kesit
Akademi Dergisi, Mart 2018
5) Gamze Nesipoğlı, Olgusal Bir Yapı Olarak
Sağlık Politikaları:1920-1960 Yılları Arası Cumhuriyet
Döneminin Tarihsel İzleği, Hacettepe Sağlık
İdaresi, 2018
60
Tarih Bildiğini Okur
UYGARLIĞA AÇILAN KAPI:
İSTANBUL’UN FETHI
Melike Güler - TGB GYK Üyesi
Ankara Üniversitesi - Çalışma Ekonomisi
Tarihçilere göre, Türkler etkin tarih
yapıcılığına imparatorluklarıyla giriyorlar.
Dünyanın feodal imparatorluklar
döneminde Bizans’ı Abbasileri, Emevi
imparatoluklarını görüyoruz. Türkler’in
Selçuklu, Gazneli, Uygur, Göktürk ve hatta
Sakalardan itibaren getirdikleri binlerce yıllık
birikim ise kabile toplumunu medeniyete
sıçratıyor. Bu devlet birikimi halkları barış
içinde bir arada yaşatıyor, kaynaştırıyor,
ticaret yollarının ve pazarların güvenliğini
sağlayarak ekonomiyi canlandırıyor.
İşte Fatih’in İstanbul’u fethi; Osmanlı’nın
devlet birikimiyle medeniyet kapılarını tüm
dünya için açıyor. Dr.Hikmet Kıvılcımlı İstanbul’un
fethini şöyle özetliyor: “İstanbul’un
Fethi, tarih yolu üstüne kâbus gibi çökmüş
bir cesedin (Bizans engelinin) kaldırılması,
Bizans çöküntüleriyle tıkanmış medeniyet
yollarının -Yalnız Müslümanlara,
Yalnız Türklere değiltüm
insanlığa yeniden
açılmasıdır.”(1)
TARIHIN TUNÇ KANUNU:
GERI OLANIN İLERI
OLANA YENILGISI
İstanbul’un Fethi yalnızca bir Hristiyanlık-Müslümanlık
savaşı değildi hatta İstanbul’un
fethini bir dinin diğerine olan zaferi
olarak değerlendirmek büyük uygarlık tarihini
yok saymak anlamına gelir. Din, bir
sebep olarak görünse dahi esası, tarihin
dayattığı zorunluluklar belirleyecektir. Bu
zorunluluk, 1453’te gerilemeye karşı ilericilikti.
İstanbul’un fethi tüm insanlık için bir insanlık
ve medeniyet hamlesiydi. Bunu
fethe yakından baktığımızda görebiliyoruz.
Bütün geniş halk yığınları Hristiyan
veya Müslüman, el birliği ediyor ve İstanbul’un
kapıları Osmanlılara açılıyor.
BILIM
O dönem için müthiş yeni teknikler keşfediliyor,
adeta savaş teknolojisi üretiliyordu.
Macar mültecisi Urban, o zamana kadar
görülmedik bir top döktü. 60 öküz ve iki bin
insanla ancak iki ayda Edirne’den İstanbul’a
taşınan bu topun çevresi 9, çapı 3 kademdi
yani 112.5 santimetre. Sesi 30 milden işitilirken
bir mil kadar uzağa düşüp 6 kadem
derinliğinde toprağa gömülüyordu. Burada
dikkat edilmesi gereken nokta Macar Urban’ın
başlangıçta Bizans tarafındayken
Osmanlılar onu kendi taraflarına çekmeyi
başarabildi. Çünkü ilerleme bu taraftaydı.
Osmanlılar top tekniğinden başka yollar da
denediler. Sultan Mehmet, surların altından
lağım kazma işini kolaylaştırmak, topların
açtığı gediklerin kapatılmasını önlemek
için yürürkulelerden yararlandı.
İstanbul kuşatmasının
yazarlarından Nicolo Barbaro
kuleleri şöyle anlatıyor:
“Türkler bu kuleyi bir gecede,
surun cephesi yakınında, o
derece çabuk ve saklı bir surette
yaptılar ki, şehir hiçbir şey sezmedi.
Eğer İstanbul’daki bütün
Hırıstiyanlar bu işe koyulmuş olsaydı,
bunu bir ayda bile yapamazlardı.”
Haliç zincirlerini kıramayınca karadan
yürütülüp Haliç’i aşan Osmanlı donanması
ise teknik gelişmenin ne denli ileri
61
olduğunu gösteren diğer bir örnek.
ÇÜRÜYÜP ÇÜRÜTEN
BIZANS REJIMI:
İstanbul’un fethinde elbette teknik unsur tek başına
kuvvetli değildi. Savaş, hangi tarafın insan gönlünü
kazandığına dayanıyordu. Bizans 10-11’inci yüzyıllar
arasında en parlak dönemini yaşarken 11’inci
yüzyılla birlikte derebeyleşmeye başladı. Kalelere
kapanan Bizans’ta güvenli tarım yalnızca kaleler
etrafında yapılabiliyordu. Haydutluk ve yağmacılık
vardı. Zamanla toprağı tekeline alanlar topraktan
geçinenlerin hayatlarına olduğu kadar devlete de
hükmetmeye başladılar. Derebeyleşme bu sebeple
merkezi devletin atar damarlarını tıkıyor, devlet pazar
güvenliğini sağlayamıyordu. İşte Bizans’ın iç çelişkilerinin
esas sebebi de buna dayanıyordu: Kadim
çağların toprak meselesi. İmparator, ahalinin vergisini
arttırmaya başlarken kilise ve bazı imtiyazlı sınıflar
vergiden muaf oldukları için bütün yük köylünün
sırtına yükleniyordu. Derebeyleşmenin yarattığı bu
durum yalnızca alt tabakaları ezmekle kalmayıp üst
tabakaya dahil olan imtiyazlı zümreleri dahi rahatsız
ediyor, derebeyleri ile merkezi Kral arasında çarpışmalara
neden oluyordu. Bizans İmparatorluğu hem
geniş halk yığınları için dayanılmaz bir işkence durumuna
gelmişti hem de üst tabakalar için huzursuzluk
kaynağıydı.
Osmanlı ise bu durumu yıldızını parlatacak yöne
çevirebildi. Bu koşullarda Osmanlı akınları Hristiyan
halk için hoş görünüyor daha da ilerisinde Bizans
Tekfurlarından Osmanlı hareketine katılmalar sıklaşıyordu.
Subjektif olarak ortada hala bir din savaşı olsa
dahi durum gerçekte şöyle idi: Müslümanlara karşı
Haçlı seferi için gelen Katalanlar sonrasında Bizans’a
hücum etmişti. Sonucunda teknik ve bilimsel gelişmelerin
yanı sıra Osmanlı, alt tabaka üst tabaka fark
etmeksizin insanları yanına çekmede de cezbedici
bir yerde bulunuyordu. Kuşatma günlerinde Bizans
halkının psikolojisini şöyle tarif edebiliriz: “Bazen ortaya
bir takım yaygın söylentiler çıkıyor, gökten bir
emir geldiği ve bu emirde Türklerin şehre girmelerine
engel olunmaması, hatta Jüstinyanüs sütununa kadar
bırakılması, orada bir melek zuhur ederek kendilerini
perişan edeceği ağızdan ağıza geziyordu. Bu
şayialar Bizans’ı müdafaa için silaha sarılmak istemeyenleri
memnun ediyordu.” Bu satırlar bir ihanetle
açıklanamayacak kadar Bizans’ın insanlar için katlanılamaz
hale geldiğini ve Osmanlılılığın getirdiği yeni
düzenin cazibesini gözler önüne seriyor.
TOPRAK DAVASI VE
DEMOKRAT RUHUN
KERAMETI
Peki, nasıl olmuştu da Osmanlı bu denli çekim
merkezi haline gelmeyi başarmıştı? Bu konuya iki
pencereden bakabiliriz. İlki Bizans’ta artık çözülemeyen
bir kör düğüm haline gelmiş toprak ilişkilerinin
kesilip atılması. Osmanlılar Bizans ilişkilerini kesip
atmakla kalmayıp yerine yepyeni bir toprak düzeni
getirmiştir: Dirlik Düzeni. Osmanlılığın temeli olan
bu sistemde eşitlikçilik hüküm sürüyordu. Toprağın
verimi arttıkça dönümü azalıyor, çiftçiler hemen hemen
aynı ürünü alabiliyordu. Dini ayrı olsa dahi
Hristiyan halka Osmanlılığın
cazip gelmesinin
en büyük sebebi buydu:
Eşitlikçi ve adaletçi toprak
düzeni. Bizans’takinden
on kere daha ucuza
gelen bir devlet şekli.
Bizans derebeyleri şahsi
servetlerine servet katmak
için halkı soyarken
Osmanlı’yı gören halk
Derebeyleşmenin
yarattığı bu
durum yalnızca
alt tabakaları
ezmekle
kalmayıp üst
tabakaya dahil
olan imtiyazlı
zümreleri dahi
rahatsız ediyor,
derebeyleri
ile merkezi
Kral arasında
çarpışmalara
neden oluyordu.
62
Fatih’in yaptığı
iş Bizans
idaresine karşı
Bizans’a rağmen
insanlığın
Bizans
döneminde attığı
ileri adımları
koruyarak
Bizans’ın
geliştirdiği
medeniyetin
kazançlarını da
savunmaktı.
bu yeni düzeni hemen benimsedi. Bu duruma en
iyi örnek ise Osman Gazi’nin öldüğünde bıraktığı
servettir:
-Bir darıklık bez
-Bir Yancuk (ata özel zırh)
-1 kılıç, 1 okluk, 1 mızrak
-1 tuzluk, 1 kaşıklık, 1 çift çizme
-Kırmızı sancaklar
-Birkaç Küheylan, birkaç çift hayvan, birkaç yabani
kısrak
-Üç sürü koyun
HALKLA BERABER MEDENIYET
2.Mehmet, Fatih olabilmek için önce halka inmeli
ve ülkesinde hüküm süren Bizans kalıntısı derebeylikleri
temizlemeliydi. Yani fethi yalnızca dışarıda
değil içeride de gerçekleştirmeliydi. Fatih ancak ondan
sonra Bizans’ı temizleyebilirdi.
Kritovulos’un Tarih-i Sultan Mehmet Han Sani
adlı kitabına göre Fatih, Bizans’a hücum etmeden
önce iki önlem almıştı.
1)Osmanlılıkta derebeyileşme eğilimlerini yok etmek.
2)Toprak düzenindeki aksaklıkları gidermek.
Keza derebeyi unsurlarının temizlenmesi de toprak
düzenindeki Dirlik düzeninin elde edilmesi anlamına
geliyordu. Yapılan reformlarla hem üçte biri
derebeyileşmiş unsurlar elinde ziyan olan toprak
gelirleri merkezi devletin eline geçti hem de halk
yığınlarının Osmanlı iradesine karşı olan güvenleri
sağlanmış oldu. Bu yolla Fatih, bütün Anadolu,
Adalar ve Balkanlar gibi bizzat İstanbul’da yaşayanlarla
çıkar birliği yapma imkânını buldu. Zor ve
baskının temsilcisi olan Bizans rejimi ve artıklarına
karşı işte böyle tek cepheyi birleştirebildi. Bahsettiğimiz
savaş teknolojisi de (Hristiyan-Müslüman
ayırt etmeksizin) Bizans’a karşı birleşen tek cephe
sayesinde mümkün oldu. Bizans kâbusundan bıkmış
olan her türlü deha yerini Osmanlılıkta buldu.
Değindiğimiz gibi gemiler Rum, toplar ise Macar
hüneriydi.
Yani Fatih’in yaptığı iş Bizans idaresine karşı Bizans’a
rağmen insanlığın Bizans döneminde attığı
ileri adımları koruyarak Bizans’ın geliştirdiği medeniyetin
kazançlarını da savunmaktı diğer taraftan ise
Osmanlılık çürümüş Bizans idaresi yerine toplumsal
örgütçülüğü, adil ve eşitlikçi toprak düzenini ortaya
koymaktaydı.
DÜNYAYA AÇILAN TICARET
İstanbul’un Fethi boğazların İtalyan ve Venediklilerden
kurtarılması anlamına geliyordu. Boğazları
tıkayan Bizans derebeyliğinin kaldırılması Uzak ve
Yakındoğu ile Tuna ve Akdeniz ticaretinin açılmasını
ifade edi- yordu. Yani İstanbul’un Fethi
kilitli kapıların dünya ticaretine
açılmasıydı. İslam-Hristiyan
karşıtlığının uzun kavgalarla
parçaladığı ticaret
ırmağının Anadolu köprüsü
Osmanlı eliyle artık
tekrar kurulmuş bulunuyordu.
Bu noktada
İstanbul’un fethi
Osmanlı’nın impa-
63
ratorluk olarak yeniden kuruluşunun önemli
bir sembolüdür. Bu sembol ise dünya ticaretine
yol açmayı ve yol yapmayı ifade eder.
İstanbul fethedildikten sonra büyük imar
işlerine girişilir. Bu imar süreci seyahat güvenliği
olmadığından halkın buraya yerleştirilmesi
gibi iskân politikalarıyla zorunlu
bir ihtiyacın giderilmesi şeklinde planlanır.
Tüm bu politikalarla o zamanın şartları içinde
dünya ticaretinin kapısını güvenliğe ve
asayişe kavuşturmak dünya medeniyetini
savunmaktan daha önemli bir anlam ifade
etmiyordu diyebiliriz.
DOĞMAKTA OLAN
BATI MEDENIYETI
Osmanlılık İstanbul’un Fethi ile yalnız
büyük medeniyet yollarına açarak insanlığın
edinmiş olduğu kazançları geliştirmekle
kalmadı. Reddedilemeyecek bir sonuç
daha doğurdu: Batı medeniyetinin doğuşu.
Avrupa’da bugünkü Batı medeniyetinin tohumları
Rönesans ile atıldı. Rönesans ile
dirilen şey ise Eski Yunan ve Roma medeniyetlerinin
kültürüdür. Öte yandan bu kültür
yalnızca Yunan ve Roma medeniyetlerine
değil İslam medeniyetine de sırtını dayar.
Özellikle Endülüs Devleti’nin ilim insanlarının
tercümeleri, felsefe, mantık, astronomi,
matematik vb. alanlarda yaptığı çalışmaların
Batı medeniyetiyle birleşerek inşaa ettiği bu
kültür dirilişi ise gerçekte ticari ilişkilerin canlanışına
bağlı olarak gelişmiştir. Ortaçağda
bu medeniyetlerine ait kültür o zamanki İstanbul
surları içinde tabiri caizse hapis haldeydi.
Bu kültür mirasının insanlığa hizmeti
içinse surlar yıkılmalıydı. Öyle de oldu. Rönesansın
büyük ve canlı adımı İstanbul’un
fethi ile başladı. Bunu iki temele dayandırabiliriz.
İlk olarak İstanbul’un fethiyle Fatih,
yüzlerce yıllık kervan yollarından karaların
birliğini kurarak denizlerin birliğini de ele
aldı. Bu sayede Fatih, Akdeniz’i Batı’nın
gerici bezirgânlığından kurtardı. İtalyan şehirlerinin
yıldızları sönmeye başladı. Ancak
bu durum iç ve Kuzey Avrupa’da gelişme
yeteneği daha yüksek iktisadi ve ticari
ocakların oluşmasını sağladı. Avrupa ocakları,
Akdeniz’den geçmeyecek Hint yolları
aramaya başlayınca Rönesans’tan Batı
Medeniyetine sıçrama imkânı buldu. İkinci
olarak ise zamanın medeniyet birikimini
surlarda hapis tutan Bizans, bu medeniyeti
kullanamayacak kadar çürümüştü. Osmanlı
akınlarıyla Bizans’tan kaçan birikim Batı
dünyasına göçerek gittikleri yerlerde adeta
kültür meşaleleri oldular. Batı kavimlerine,
kadim medeniyetlerin Bizans tarafından
kullanılamayan kültür hazinelerini taşıdılar.
İstanbul’un fethiyle Doğu Roma İmparatorluğu’nun
ortadan kalkmış olması, Osmanlı
İmparatorluğu’nun kesin olarak kuruluşu
bunların Avrupa üzerindeki derin etkileri ve
100 yıl savaşlarının son bulması Yeniçağ’ın
kapılarının açılışında büyük rol oynamıştır.
Bu durumun yarattığı sonuçlar yani Rönesans
kültürünün taşınması ve uzak dış
ticaretin gelişmesi modern Avrupa medeniyetinin
kuruluşuna hizmet etti. Avrupa’da
bu sayede büyük bir sermaye birikimi oluştu
bu güç ise Rönesans ile ifade edildi.
SONUÇ OLARAK
İstanbul’un Fethi, o zamanın dünya ticaretinde
en önemli düğüm noktasını çözerken
Batı’da ise hiç beklenmedik yollar aranmasını
ve bulunmasını zorunlu hale getirdi.
İstanbul’un Fethi, Batı ticaretine en büyük
darbeyi vurmuşken en büyük gelişmeyi de
sağlamış oldu.
64
SporUN RENGİ
YAŞAMIN
SINIRLARINI
ZORLAMAK
Eser Keskin - TGB GYK Üyesi
İstanbul Üniversitesi - Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri
Tarihte sporun doğuşu, insanın doğada
hayatta kalma mücadelesinde
başlamıştır. Sporun en ilkel hali tarih
öncesi ve ilkçağ toplumlarında görülmüştür.
Doğada yaşam ve araç gereç arayışlarındaki
savunma ve saldırılar sporun en eski
halini yansıtmaktadır. İnsanoğlunun tarihsel
süreç içerisinde hayatta kalma mücadelesi
bedensel ve ruhsal becerilerinin gelişmesine
katkı sağlamış ve sportif faaliyetlerin
gelişmesinde önemli bir etken olmuştur.
Spora benzer etkinlikler zamanla belli bir
dönüşümden geçerek oyunlara ve yarışmalara
dönüşerek bugünkü halini almıştır.
Av yakalamak veya düşmandan
kaçmak
için koşma, atlama
ve tırmanma gibi
başlangıçta kendini
koruma içgüdüsüyle
ilgili faaliyetler
spora atletizm
dalları olarak
geçmiştir. İnsanların
başkaları
veya hayvanlarla doğrudan
beden gücü
ile yaptıkları mücadeleler
ise güreş
ve boksun kaynağı
sayılmaktadır. Sporun gelişimi uygarlık tarihini
de olumlu yönde etkilemiştir. Ok, kılıç,
mızrak, cirit, kayık, kızak gibi insanı doğaya
egemen kılacak çeşitli araçlar yapmıştır.
Bu sürece yönelik en eski izler, yapılan
araştırmalar sonucunda Uzakdoğu’da Pekin
yakınlarındaki Zhoukoudian Köyü yakınlarında
bulunan ve 600 bin yıl öncesinde
olduğu bilinen mağaralarda rastlanmıştır.
Spor aktivitelerine dair başka kalıntılar ise
M.Ö 3000’lerde; Mısır’da Beni Hasan antik
mezarlık alanında bulunan duvar ve lahit
resimlerinde ve Mezopotamya’da Sümerlerin
spor faaliyetlerine ilgi gösterdiği yapılan
araştırmalarla görülmüştür. Bu spor dalları;
güreş, okçuluk, araba yarışları,
sopa dövüşü, boks ve koşu yarışları
gibi çeşitlilik
gösterir.
ANADOLU’NUN
SPORLARI
Anadolu uygarlıklarında da spor hayatın
bir parçası olmuştur. M.Ö. Anadolu’da kurulmuş
ilk uygarlık olan Hititlerin spor faaliyetlerini,
bugüne gelen tarihi kalıntılarda,
vazo resimleri ve taş kabartmalara işlenen
sahne resimlerinde görmek mümkündür.
Hititli ile yenilmekte olan düşmanının güreş
sahnesi, savaş ve çarpışma sahnelerinin
yanı sıra çeşitli atletizm oyunları olan
gülle atma, koşu, halat çekme bu eserlere
işlenmiştir. 1 Hititlerde görülen dans figürleri
ve müzisyenlere eşlik eden akrobatlar o
dönemin jimnastikçileri olarak görülebilir.
Antik dönemde yaygın olarak uygulanan
spor dallarından at yarışları, Urartu
ordusunun süvari kuvvetlerinin
yetiştirilmesinde
önemli etkiye
sahip
olduğu
için
yönetici sınıf tarafından
düzenlenmiştir.
Hunlarda kadınlar da ata binmiş, ok
atmış, top tekmelemiş, güreşmiş ve bedenin
geliştirilmesine ve daha sağlıklı olmasına
ayrı bir önem vermişlerdir. Hunların at
üzerinde kullandıkları en önemli araçlardan
bir tanesi ise oktur. Hatta Mete Han’ın “ıslık
çalan ok”u icat ettiği ve bu okun nasıl
yapıldığını emrindeki askerlere de öğrettiği
bilinmektedir. 2 Ayak topu olarak adlandırılan
futbolun, özellikle Göktürklerde kız ve
erkek çocukları arasında oldukça sevilerek
oynanan bir oyun olduğu da bilinmektedir.
65
Uygurlarda özellikle kadınlar, binicilik konusunda
ve ok atma becerisinde ustaydılar. Ayrıca Çin Elçisi
Wang Yen Tei’nin ifadelerine göre Uygurlarda, su
sporları da yapılmaktaydı. Elçi, gezisi sırasında Sarı
Nehir (Huang-ho)’e varmış burada koyun derisinden
tulum yapmışlar, içini hava ile doldurmuşlar ve
sonra da tulumlar suda yüzmüştür. Bu durum bize
basit bir sal veya kano izlenimi çağrıştırmaktadır.
ANTIK ÇAĞ’IN
OLIMPIYATLARI
Antik Çağ’da ilk organize spor faaliyetleri, sporcuların
bilinçli ve disiplinli bir şekilde fiziksel ve ruhsal
gelişimlerini sağlamaya dönük yapılmıştır. Homeros,
İlyada ve Odysseia’da sık sık Olimpiya’da
spor etkinliklerinin yapıldığını belirtmiştir. Etkinliklerde
yarışmayı kazananların isimleri bu tarihten itibaren
resmi olarak kaydedildiğinden Olimpiyat Oyunlarının
başlangıcı olarak M.Ö. 776 tarihi kabul edilir.
İlk olimpiyat oyunları olarak bilinen atletizm ve
koşular Olimpiya’da stadium denilen alanda Tanrı
Zeus’a olan bağlılık ve inancı göstermek için düzenlemişti.
Stadium ayakta duran anlamına geliyordu
ve alanda oturma yeri olmadığından ayakta
izleniyordu, yani stadium ismi koşucular için değil
izleyenler için kullanılmıştı. Ancak Olimpiyat Oyunları’nın
bir de toplumsal anlamı vardır. Kral İphitos,
20 Yunan site devletinin savaşlarını engellemek ister
ve ‘tanrıların çok sevdiği dinsel kökenli oyunların’
yeniden düzenlenmesini ister. Bu dönemde
Olimpiya şehri kutsaldır, oyunlar bağlılığı ve sadakati
göstermek için yapılır. Kral İphitos’un emriyle
Olimpiya’daki oyunlar sırasında şehir devletleri arasında
üç ay boyunca ateşkes ilan edilir ve bölgeye
hiçbir askeri güç girmez. Ulusal atletizm festivallerinin
ortaya çıkışında kent-devleti sisteminin etkisi
büyüktür. Polis sisteminin çok sayıda oluşması,
Yunanlıların tek bir siyasi çatı altında birleşmesini
engellemiştir. Her an savaşa hazır durumda olmak
zorunda olan kent devleti bireyleri, can ve mal güvenliklerini
sağlamak için kendilerini fiziksel olarak
formda hissetme gereksinimi duymuştur.
Güreş ve kuvvet üzerine en çok epigramı bulunan
Krotonlu Milo, tam anlamıyla irileşene kadar
her gün bir erkek dana kaldırarak ağırlık antrenmanları
yapmıştı. Pausanias’ın anlattığına göre,
Antik dönemin en büyük boksörü Glaukos aslen
çiftçiydi. Bir gün tarlada çalışırken demiri sapandan
ayrılınca, babasının gözleri önünde, yumruklarını
çekiç gibi kullanarak, parçaları birleştirdi. Bundan
çok etkilenen babası oğlunun Olimpiyat finaline kadar
yükselmesini sağlamıştı. Ama deneyimsizliği,
ilk turda ceza almasına ve yaralanmasına neden
olmuştu. Finalde son rakibinin karşısında babasının
ona tarladaki sabanı hatırlatmasıyla Glaukos rakibine
öyle bir darbe indirdi ki karşılaşma o anda sona
erdi. 3
Sporu bir eğlence olarak gören ve seyirciyi tatmin
etmeye yönelik olarak yapılan sporun yeni şekli
Romalı halk ve askerlerin çok hoşuna gitse de
Olimpiyat Oyunlarının temsil ettiği törensel şeref,
onur hislerinin ve oyunların temel ideallerinin gitmesine
neden olmuştu. İmparator Theodosius, oyunlara
farklı gerekçelerle süresiz olarak ara verdirdi.
Yunan otoritelerinin onayıyla Almanlar tarafından
1875’de yapılan arkeolojik kazılar Olimpia’nın kalıntılarının
yeniden ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu
keşifler, Pierre de Coubertin’e Modern Olimpiyatların
yeniden başlatılması için ilham vermiştir.
ASYA’DA SAVAŞTA
MÜCADELEYI
BÜYÜTEN SPORLAR
Spor her toplumun yaşam tarzı oluşan kültürü,
devlet geleneği ve yaşadığı coğrafyadan bağımsız
değildir. Var edilen tüm spor dalları ortaya
çıktığı toplumun koşullarından doğmuş ve gelişim
göstermiştir. Bu koşullar bazen iç savaşta, bazen
vatanını savunur- ken, bazen
ise toplumsal ve
inançların etkisiyle
kendisini göstermiştir.
Ortaya
çıkış
sürecinde
farklılıklar olsa da gelişim
sürecinde kayda değer
sayıda spor dalı toplumsal
bir mücadelede belirleyici
olmuştur. 1894 Çin Japon
savaşından sonra Çin
toprakları emperyalist devletlerin
işgaliyle karşı karşıya
kalmıştı ve yabancı malların
ülkeye girmesiyle, demiryollarında
emperyalist devletlerin
söz sahibi olmasıyla birlikte birçok
dini
Çinli işçi ve köylü işsiz kalmıştı. Çin’de
yayılmaya başlayan yabancı devletlerin
ekonomik ve siyasi baskısına karşı köylü
halk tarafından yükselen Boksör İsyanı
sporun, politika ve toplumsal yaşam
Spor ister
bireysel ister
kolektif, kişinin
güç, sabır, sürat,
dayanıklılık,
ustalık gibi
özelliklerde
yücelmesini de
sağlar.
66
Asya
uygarlığında
spor bir yaşam
tarzıdır.
Doğayla
mücadele
noktasında
batının aksine
çok çetin
koşullarda
yaşayan doğu
insanı, bu doğal
zorluklarla başa
çıkabilmek için
sürekli egzersiz
yapar.
üzerinde en bilinen etkisidir.
Asya uygarlığında spor bir yaşam tarzıdır. Doğayla
mücadele noktasında batının aksine çok
çetin koşullarda yaşayan doğu insanı, bu doğal
zorluklarla başa çıkabilmek için sürekli egzersiz yapar.
Çünkü bu güçlükler içerisinde yaşayabilmenin
yolu fiziksel yeterliliktir. Aslında spor da insanın fiziki
gelişimini arttırma temelinde gelişmiştir. Bu açıdan
Asya insanı için spor yaşamsaldır.
Asya’nın kadim felsefesi, alçakgönüllü, diğerkâm,
çalışkan ve dayanışmacı bir insan modeli
yaratmıştır. Aile, devlet ve toplum ilişkilerinde saygılı
ve topluluğun çıkarını kendi haklarının üzerine
yazan bu felsefe, Asya’nın büyük imparatorluklar
geçmişinde aranmalıdır. Batı’nın feodal parçalanma
sürecinde Çin, Hint ve İslam uygarlıklarının
büyük imparatorluklar örgütleme yeteneği; birlikte
yaşama ve çalışma felsefesine dayanmaktaydı.
Bu felsefe bugün en yoğun haliyle politikaya, ekonomiye,
askeriyeye, kültür ve spor dünyasına etki
etmektedir. Sporda özellikle savaş sanatlarının devamcısı
olan mücadele sporları uzak doğu felsefesinin
güçlü etkisi altındadır. Mekânsal anlamda,
giyim kuşam bakımından, emir komuta zinciri açısından
mücadele sporları Asya kültürünün en göz
önündeki sonucudur.
Mücadele sporlarında, hoca-öğrenci hiyerarşisini
belirleyen geçmiş toplumsal ilişkilerdir. Asya’da
aile ve devlet hiyerarşik temel- l e r
üzerine inşa edilmiştir, bu
bağlar hem çok güçlü
hem de katıdır. Mücadele
sporlarının
giyim kuşamı ise tipik
Asya ordu geleneğine
dayanmaktadır, savaşçıların
bir örnek giyinmesine
dayanır. Kuşaklar ise tıpkı ordudaki gibi rütbeleri
temsil eder. Kuşaklar arasındaki hiyerarşi ve
saygı, kuşağın renk ve üstünlüğüne değil; ona sahip
olabilmek için verilen emeğe ve çalışma disiplinine
daha önemlisi bu disiplini taşıyan insana saygıdır.
Tüm bunları üst üste yazdığımızda, mücadele
sporlarının modern bireye etkisi, konfor yerine fiziki
disiplini, katı hiyerarşiyi tercih etmesi düzleminde
oluşur. Ama günümüz “özgürlük” anlayışına ters
gelen ve negatif anlamlar yüklü disiplin ve hiyerarşi
sporda gelişmenin ön koşuludur. Bu bakımdan da
fiziksel gelişmeyi hedefleyen Asya tipi sporda bu
hiyerarşi ve disiplin yöntemlerine alışmak zorundadır.
Fiziksel gelişim ve disiplinde günümüzde de ilk
akla gelenler Shaolin Tapınağı ve insan iradesinin
sınırsızlığının en etkili örnekleri keşişler ve çalıştıkları
Kung Fu. Çin’de Shaolin Tapınağı’nda Bodhidharma,
keşişlerin kendi çalışmalarındaki güçsüzlüğü
ve gelişimlerindeki gerilemeyi fark eder. Onların zihin
ve bedenlerini çalıştırmalarını ister bunun için
de önlerine bir dizi egzersiz koyar. Bu egzersiz On
Sekiz Lohan Hareketi olarak adlandırılan bir hareket
serisidir. Bu seri Hindistan’da yapılan yogadaki
nefes egzersizlerinden oluşur. Zaman içerisinde bu
egzersizler gelişerek Shaolin Kung Fu’su olarak bilinen
savunma sanatına dönüşür. Halk içinde yayılır
ve çalışılmaya başlanır. Doğadaki hayvanlardan
esinlenip insana uyarlanarak oluşturulan kung fu,
bugüne kadar birçok sporun gelişmesinde teknikleri
ve disipliniyle temel olmuştur ve onlarca farklı
stille çalışılmaya devam etmektedir. Modern öncesi
dönemde zorunluluk icabı yapılan iş ve görevlerin
bir kısmı modern dönemde spora dönüşmüştür.
Bilhassa savaş sanatları Asyalıların sahibi olduğu
en değerli hazinelerden biri olarak günümüze
mücadele sporları olarak ulaşmıştır.
67
KAPITALIST SPORUN
BIREYCILIĞINE KARŞI
MÜCADELE SPORLARININ
DISIPLINI
Batı’nın kapitalist spor ahlakına karşın Asya’nın
spor anlayışı birlikte gelişmeye yöneliktir.
Yukarıda söz konusu edilen disiplin yalnızca tekniklerin
uygulanmasını gözetmek için değil aslında
Asya’nın felsefi değerlerini hayata geçirmek
için vardır. Rekabetin kızıştırdığı bireycilik yerine
Asya tarzı sporlarda beraber öğrenme duygusu
egemendir. Çünkü bireyci yaklaşımlar sporda
‘en iyi’ olma hedefine kilitlendiğinden öğrenme
güdüsünden kopar. Bu da kapitalizmin sporu
soktuğu bir çıkmaz sokaktır. Hâlbuki doğuda
öğrenmek hiç bitmez. Tao (yol) felsefesine göre
hayat sonu olmayan bir yoldur. Mücadele sporlarında
da bu yol felsefesi hâkimdir.
Asya kökenli bütün mücadele
sporlarının sonunda ‘yol’
anlamına gelen ‘do’
takısının
bulunması
da bundandır.
Karate-Do, Tekvan-Do,
Ju-Do,
Jeet Kune Do.
Bu
sporların
mekânın
dojo’dur.
kavram
yapıldığı
adı
Bu
‘yolun
tatbik edildiği yer’
anlamına gelir.
Bir tarafta engine uzanan bir yol öbür tarafta ise
çıkmaz sokak.
Tao (yol) felsefesine
göre hayat sonu olmayan bir
yoldur. Mücadele sporlarında
da bu yol felsefesi hâkimdir.
Asya kökenli bütün mücadele
sporlarının sonunda
‘yol’ anlamına gelen ‘do’
takısının bulunması
da bundandır.
Kapitalizmin sporu, seyirciyi karşısına kilitleyen
“en iyilerin” yarıştığı organizasyonlardır. En iyilerin
madalya peşinde koştuğu bu rekabet ortamında
spor, yalnızca profesyoneller içindir. Hâlbuki
geçmiş Sovyet ve mevcut Çin deneyleri bunun
tam aksi yönünde gelişmiştir. Sosyalizmin sporu
‘herkes için’ görmesi salt insanlığa bir özgürlük
alanı yaratmak için değildir. Aslında burada temel
amaç herkesin yapabildiği bir fiziksel aktivitenin,
onları geliştirmesi zihin-beden denkleminin doğru
kurulmasının ve işlemesinin sağlanmasıdır.
Kendini dinç tutan insan, kendini gerçekleştirmenin
zorunlu bir parçası olarak da sporu görür.
Bu yüzden hala geçmişte sosyalist olan Rusya,
Bulgaristan, Yugoslavya sonrası ülkelerde spor
oldukça yaygındır. Üstelik sosyalizmin
spor deneyimi, olimpiyatlarda
yani yarışma kültürünün
bizzat içinde kendisini
ispatlamıştır. Çünkü
herkese sağlanan
spor imkânı gerçekten
“en iyi”
sporcuların da
yetişmesini ve
yarışmalarda
sağlamıştır.
anlamda
başarı kazanmasını
Bu
Söz konusu ‘yol’da
rakibini yenme duygusundan
öte ondan öğrenme düşüncesi vardır.
Rakibinizden kendi eksiklerinizi öğrenirsiniz,
onun yaptığı her hamle ve sizin karşı
hamleniz sınırlarınızın gittikçe zorlanmasını
sağlar. Sınırları zorlamak, kendini aşmak ve
gelişmek… İşte Asya kökenli sporların özellikle
de mücadele sporlarının anahtar kelimeleri.
Ancak bunları bireysel çıkar düzenine eklemlenmiş,
her oyuncunun milyon dolarlar kazandığı,
sporlarda görmek mümkün değildir.
Bu kirli işlerin çevrildiği
kirli sporlar ise seyircisine
anlık tüketim
metaları sunmanın
ötesine geçemez.
68
Spor, özellikle
genç nesillerin
bedenen ve ruhen
sağlıklı, sosyal
yönden gelişmiş
birer kişilik
kazanmalarına
katkı sağlar.
insanın ve insanlığın önünü açan sistemin sporda
da hangisi olduğu apaçık ortadadır. İşe gitmeden
önce ve işten döndüğünde kitleler halinde spor yapan
Çinlilerin görüntüsü, elinde bira şişesi ve pizza
dilimiyle beysbol maçı izleyen Amerikalıdan daha
gelecek vaat edici olmalıdır.
Çin’in kendine özgü sosyalist sistemi, geçmiş
imparatorluklar dönemi kültüründen beslenmektedir.
Büyük düşünür Konfüçyus’un ahlak felsefesi,
Tao felsefesi bugünün sosyalist yaşam tarzıyla barışıktır.
Feodal-geri yönlerinden arınan bu felsefi çizgi
sporda da kendisini göstermektedir. Fiziksel disiplinin
bir hayat disiplini olduğu başta Çin olmak üzere
bütün Uzakdoğu halkları tarafından anlaşılmakta ve
uygulanmaktadır.
GELECEĞIMIZIN DIRENÇ
FORMÜLÜ: SPOR
Teknolojinin gelişmesiyle birlikte yaşam tarzlarımız
da geçmişe göre oldukça değişti. Birçok işimizi
oturduğumuz yerden bilgisayarlarla telefonlarla
yapabiliyor olmamız, iletişimden ulaşıma temel
ihtiyaçlarımızı karşılamaya kadar minimum hareketle
gerçekleştirebiliyoruz. Günlük yaşamımızda
az hareket etmemiz farkında olmasak da birçok
sorunu beraberinde getirmekte. Yaşadığımız stres
ve hareketsiz bir yaşamın birçok hastalığa sebep
olduğunu biliyoruz. Günümüzde bu sorunları ve
eksiklikleri yaşamaya başladıkça spor yeniden hayatımıza
alma ihtiyacı hissediyoruz. Bireysel gelişimimiz,
fiziksel aktivitelerimiz ve vücut sağlığımız için
sporu hayatımızın merkezine koyuyoruz. Spor bugünlerde
daha da önemli hatta hayati bir hal alıyor.
Sporun bağışıklığı güçlendirmesi, vücut direncini
arttırması, psikolojik ve fizyolojik olarak büyük faydalarının
olması sebebiyle hayatımızda yer ediniyor.
Tüm dünyada ve ülkemizde koronavirüsle mücadelede
en büyük sorumluluk bizde. #EvdeKal’manın,
sosyal mesafenin ve güçlü bağışıklık sisteminin
başarılı olacağı bu mücadelede spor en ön sıralarda
yerini alıyor.
Spor; bedene ve ruha hitap ederek bağışıklık ve
direncimizi kuvvetlendiriyor. Sporun sosyal fonksiyonları
şu şekilde özetlenebilir: İnsanın sağlıklı,
mutlu ve güçlü olmasını sağlar. Hoşgörülü olma
duygusunu besler. İnsanın kendini kontrol etmesini,
kendine ve başkalarına karşı saygı ve sevgiyi öğretir.
Planlı, disiplinli ve ölçülü bir çalışma ve dinlenme
alışkanlığı kazandırır. Boş zamanların yararlı bir biçimde
değerlendirilmesini sağlar. Dayanışma, risk
alma, mücadele etme, cesaret, başarma ve aidiyet
duygularını geliştirir. Yapıcı, yaratıcı ve üretici yetenekleri
geliştirir. Bireyin ruhundaki savaşçı, kavgacı
enerjiyi; barışçı, dostane bir zemine çeker.
Spor, özellikle genç nesillerin bedenen ve ruhen
sağlıklı, sosyal yönden gelişmiş birer kişilik kazanmalarına
katkı sağlar.
Evde kalarak hem kendimizin hem de sevdiklerimizin
hayatını riske atmıyoruz. Yine evde kaldığımız
günlerde kendimize uygun antrenmanlarla
spor yapmalıyız. Beden ve ruh sağlığımızı korumak
ve sürdürmek için çalışma isteği üstün, kuvvetli ve
yarınından emin, ilerleme ve gelişme şansına sahip
bir toplum yaratmak için, boş zamanlarını faydalı
şekilde kullanan, çalışması ve dinlenmesini bilen
bireyler yetiştirmek için, beden eğitimi ve spor büyük
ölçüde bir eğitim ve yetiştirme aracıdır. Bilinçli
69
spor yapan bireylerden oluşan toplum, yaşama
savaşından yılmayan, sağlam, güçlü
enerjik gençler, enerji ve sağlıklarını ileri
yaşlara kadar sürdüren verimli orta yaşlılar
ve başkalarına muhtaç olmayan yaşlılardan
oluşacaktır.
Koronavirüsle mücadelede evde kaldığımız
süreçte spora dair okunacak kitaplar,
izlenecek filmler de elbette var. Sporun insanın
dönüşümüne ve ilerlemesine etkisini
görebileceğimiz bazı film ve kitapları öneriyoruz.
Neşter ve Madalya–Kemal Ateş (Destek
Yayınları): Spor tarihimizde bugüne
kadar aşılamamış iki büyük başarının, 1948
Londra ve 1960 Roma Olimpiyatlarının romanıdır.
“Biz bugün kendi efsanelerimizi
unutsak da onların güçleri Batı’da “Türk
gibi kuvveti”, “Kara saçlı kuvvet ilahları” gibi
sözlerle yankı buldu.” Kemal Ateş o zaferleri
alanların yaşamlarını yazdığı romanı bize
büyük bir emeği ve azmi anlatıyor.
Çin Kung Fu’su-Wang Guangxi (Kaynak
Yayınları): Batı’da Kung Fu olarak
bilinen Çin Wushu’su, Çin’in ulusal geleneksel
kültürünü dövüş sanatları üzerinden
aktarırken, Çin halkının öz savunma becerilerini
ve sağlık alışkanlıklarını da yansıtmaktadır.
Çin Wushu’suyla Batı boksu arasındaki
farklar nelerdir? Xia Hanedanlığı’ndan
Çin Halk Cumhuriyeti’ne
kadar dövüş sanatları
hangi gelişim
evrelerinden geçmiştir?
Dövüş
sanatlarının Çin halk kültüründeki yeri ve
önemi nedir? Keşişlerle dövüş sanatçılarını
buluşturan hangi tarihsel süreçlerdir? Bai
Yufeng’den Bruce Lee’ye, Li Zhong’dan
Jackie Chan’a Doğu-Batı farkı gözetmeksizin
dünyayı kasıp kavuran Wushu üstatlarının
hikâyelerini Çin tarihi, felsefesi ve
elbette dövüş sanatlarıyla harmanlayarak
keşfetmeye davet ediyor.
Savunma Sanatları Belgeseli–TRT
BELGESEL: 15. yüzyılda Polonya-Litvanya
milletler topluluğundan kendilerine
Kozak diyen bir grup kölenin yaşam mücadelesinden
çıkmış Kozak. Sri Lanka’nın
Angampora’sı. Hindistan’ın Kushti güreşi
ve daha fazlası bu belgeselde.
Cindrella Man Filmi: Yönetmen
Ron Howard, 1929 ekonomik
bunalımında boksör
James Braddock’un karısı
ve çocuklarıyla çektiği sıkıntıları,
baba sorumluluğunu,
eşi ve çocuklarıyla paylaştığı
acıları, umutları ve sevinçleri
anlatıyor. Elinden sakatlanarak
boksu bırakmak
zorunda kalır, limanlarda ağır
işler yaparak ekmek parasını
çıkartır, fakir fukara fonundan
yardım alarak ailesini
ayakta
tutmaya çalışır. Braddock, erdemli, dürüst,
vicdanlı, namuslu boksördür. O, New Jersey’de
Bergen mahallesinin gönlündeki,
“Buldok Jimmy”dir. Ringe döner, halkın
coşkulu desteğiyle küllerinden doğar. Film,
zorluklarla savaşan erdemli insanın zaferini
duygulu ve etkili sahnelerle işliyor.
IPMAN Film Serisi-1, 2, 3, 4: Büyük
Wingchun ustası Yip Man’ın yaşamıyla
birlikte wing chun’u tanıyacağımız ve Ipman’ın
toplumsal mücadele içerisinde o
büyük tecrübesini nasıl ustaca kullandığını
izleyeceğiz.
Dangal Filmi: Hintli güreşçi Geeta Phogat’ın
güreşe başlaması ve başarı dolu
yaşamını, dönemin Hint toplumsal
yapısını ve çelişkilerini
anlatan bir Amir Khan
filmi. Gerçek yaşam
hikâyesini konu alan
film Hindistan’da
gişe rekoru kırmış,
Çin’de en çok izlenen
yabancı film olmuştur.
Dip Not
1) Seda ARIHAN KARAGÖZ, “Hitit Uygarlığında
Spor”, Anadolu Uygarlıklarında Spor, ed.
(YILDIRAN İbrahim, GÜLTEKİN Timur), Ankara,
2012.
2) Ayhan Dever, Ahmet İslam,” Tarihsel Süreç
İçerisinde Türk Kültüründe Spor Algısı”, Manas
Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2015, Cilt, 4, Sayı, 5.
3) Necmettin Kerem Toros, Olimpiyat Oyunlarının
Doğuşu,
4) Özdemir Eke, Din - Spor İlişkisi (Shaolin
Tapınağı Örneği), Shaolin Tapınağı ve Shaolin
Kung Fusu İlişkisi, Erzurum, 2014.
70
TGB’den
HABERLER
Murat Turgay Sancaklı - TGB GYK Üyesi ve Film Birimi Sorumlusu
İstanbul Üniversitesi - Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri
Türk Gençliği
#Tedbiral #EvdeKal Dedi
Koronavirüs tehdidi ülkemize girdiğinde Türkiye’nin dört bir
yanındaki üniversiteli ve liseli gençleri seferber ettik. Virüsün yayılmasını
engellemek için, “Tedbir Virüsten Güçlüdür”, “Tedbir
Al, Önlem Var, Evde Kal” sloganlarıyla halkımızı tedbir almaya
ve evde kalmaya davet ettik.
Koronavirüs Bozguncularına Geçit Vermedik
Koronavirüsü fırsat bilerek yalan bilgi yayanlara geçit vermedik. Halkımızı karamsarlığa
sürüklemeye ve panik havası yaratmaya çalışanların karşısında Türk gençliği olarak
halkımızın önünde siper olduk. Bozguncuları açıkladık, yalanlarını ortaya çıkardık. Milletimize
umut aşılamak için tüm araçlarımızı seferber ettik.
65 Yaş Üstü ve Kronik Hastalığı Olan
Vatandaşlarımızın İhtiyaçlarını Karşıladık
Çevremizdeki, apartmanımızdaki yüksek risk taşıyan; 65 yaş
üstü ve kronik hastalığı olan vatandaşlarımızın market, eczane,
fatura ödemeleri gibi ihtiyaçlarını karşıladık. Sürecin biz gençlere
yüklediği sorumlulukları yerine getirmeye çalıştık.
71
Milli Dayanışma Kampanyası’na
Harçlıklarımızı Bağışladık
Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Milli Dayanışma
Kampanyası’nı açıklamasıyla birlikte, biz de gençler olarak harçlıklarımızı
bağışladık. Yüreklerimiz, salgınla mücadele ederken ihtiyaç sahiplerinin
yüzlerinde oluşacak mutluluğun hayaliyle doldu, taştı.
Çevrimiçi Konferanslar ile Gençleri Buluşturduk
Evde kaldığımız tedbir sürecinde halkımızı siyasetten, tarihten, sanattan ve
edebiyattan mahrum bırakmadık. Birbirinden değerli isimlerle, çevrimiçi canlı
konferanslar düzenleyerek, bilgiyi evlerimize taşıdık. Fotoğrafçı Dilek Uyar,
Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz, Atatürk’ün Bütün Eserleri Genel Yayın Yönetmeni
Şule Perinçek, ODTÜ Öğretim Üyesi Yıldırım Koç gibi birbirinden değerli
isimlerle Çevrimiçi Konferanslarımızı yaptık.
Çevrimiçi Atölyeler ile Ürettik
Yabancılaşmaya izin vermedik. Sürecin tatil değil tedbir olduğunu
anlattık. Çevrimiçi atölyeler düzenleyerek gençliği üretim faaliyetlerine
ve öğrenmeye sevk ettik. Video, grafik tasarım ve sosyal
medya atölyeleriyle üniversiteli ve liseli gençleri bilgiyle donattık.
Türk Devriminin 100. Yılında
23 Nisan Özel Yayını Düzenledik
Ulusal Egemenliğin millete verilmesi ve meclisin açılmasının 100. yılını
Koronavirüs sebebiyle Türk milleti olarak evlerden kutladık. Türk Devriminin
100. yılınında Vatan Partisi Genel Başkanı Dr. Doğu Perinçek, Türkiye
Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu, Türk-İş Sendikası Genel Başkanı
Ergün Atalay ve Cumhuriyet Kadınları Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Tülin
Oygür’ün katılımıyla 23 Nisan Özel yayını düzenledik. Saat 21.00’de de balkonlarımızdan
İstiklal Marşımızı hep bir ağızdan okuduk.
72
ATIN TÜRKÜSÜ
Denizle göğün birleştiği yerden
Gün ağarmıştı dünyaya indiğimde
Yüküm bulutlardı
Yele verdim.
Yel üfledi köpüğümü soğuttu
Kanat aldım, yele verdim
On altısında bir oğlan
On dördünde bir kız gördüm
Aldım Ağırof’ta bir mağaraya götürdüm
Soluğumla ısıttım, kuruttum seğrimemle
Seviştiler
Gün ağardı. Dünya ılıdı. Ağaçlar yeşerdi
Yavrular, yemişler oldu. sonra çocuklar
Artos’un, Ereğin, Ağırof’un
Süphan’ın ve Nemrud’un eteklerini tuttular
Bense dinlenmeye durdum Van’ın denizinde
Şiiri Düzde Yaşatmak
Beraber sürdüler toprağı
Üzümü ve şarabı beraber
Şimdi de yankılanır manastırlarda
Türküler söylediler
Sonra devran döndü
Ayrıldı kilimler, ayrıldı testiler, güğümler
Ortaya kuruldu çadırın biri
Uzun kısadan ayrıldı
Bey atı oldu adımız
...
Sonra devran yine döndü
Osmanlı oldu adımız
Eyerimiz elmas kaşlı
Sürüp İstanbul’a vardık
Vardık konaklarda durduk
Uyvar’a Budin’e girdik
...
Ahi gitti, ocak söndü… yanılacak iş oldu
Yemen geçti. Fizan geçti. Muş oldu.
Gazi Paşa yetti. Kurtuluş oldu.
...
Sonra devran dönüyor
Biri çıkıp “toprak işleyenin” diyor.
Yanıt veriyorlar.
“at binenin, kılıç kuşananın”
“aman hadi, aman çabuk, ata binelim
Kılıç kuşanalım, tabanca ve yumruk kuşanalım
Büyük alanlara varalım
Biz binmezsek atı alan Üsküdar’ı geçecekler”
Gülüyorum gözlerimle, kahverengi, kocaman
At nedir? Bilmiyorlar
At nedir? Unutmuş insanlar
Sabırdır at, yiğitliktir
Dayanmadır ama sonunda mutlaka
Varmadır bir güzelliğe
Bir ululuğa varmadır.
...
73
Yorum
Hatice Avşar
Kars Kafkas Üniversitesi
Gülten Akın kâğıdına türküler işler.
Deli kızın, kadın olanın, küçük
kızın, oğlanın türkülerini işler. bu
şiirinde ise atın türküsünü işlemiş
İnsanlık tarihimiz boyunca hayvanlarla
zaman içinde bir uyum dengesi kurduk.
Fakat atla kurduğumuz denge, yaşamı
paylaşmanın geçidiyle serpilmiş, paylaşmanın
sınırlarını aşmış. Şair işte bu geçidi
asırlardan geçirmiş. Asırlık ömrümüzün
doğuşuna, sevişine, üreticiliğine, kuruculuğuna,
savaşçılığına, çöküşüne; hepsine
bir mercek yaklaştırmış. İnsanlığın başıyla
atın özgürlüğünü buluşturmuş. Dümdüz
bir açıklıkta yelelerini savurarak koşan bir
atın hissettirdiği tam da bu değil mi? Ufuğa,
aydınlığa, güne doğan hayatlardan
başlar yolculuğumuz. Satırlarda gezerken,
Kafka’nın Gregor Samsa’ı gelir aklımıza;
Samsa ile kapitalist düzen içinde sıkışan
insanın ezilişini bilincimize işlemişti,
Akın ise tarihsel süreçteki yolculuğumuza
dokunuyor satırlarıyla.
Yükü bulut olan hayata yeni doğandır.
Yeni açılan bir çift gözün yaşama ilk bakışındaki
sadeliğin tarifi pamuk gibi bezenmiş
bir bulutla buluşuyor. O derdi bile
yele savurarak bulutun yükünden de kurtarıyor
kendini ve derin bir oh çekmiyor
muyuz?
HER ŞEYİ PAYLAŞAN
İNSANLIK
Anadolu’ya iniyoruz ağır ağır, bir at ayağının
çıkardığı tıkırtının eşliğiyle, sevdaları
da yanımıza katarak. Sevdanın tarihçesini
tutabilir miyiz? Nerde başlar yolculuğumuz
bilinmez ama Akın’ın Ağırof’ta soluğuyla
ısıttığına şahit oluyoruz sevdayı.
Doğanın uyanışıyla yeni insanın doğuşunu
birleştiriyor şair; ağaçlar yeşerdiğinde
yavrular da doğuyor. Doğayla insanın
arasındaki uyumu kurmaya çalıştığımız
yıllardayız henüz. Sonra çoğalıyor insanlık
Ağırof’tan Nemrud’un eteklerine kadar
iniyoruz. Büyük sarp dağları yuva belleyen
insanlığın düz ovaya inişini Van Gölü’nün
kıyısından anlıyoruz.
Düz ovadayız, ekip biçiyoruz artık ama
tarlamızı hep birlikte sürüyoruz. Bütün bir
tarlası var tüm insanlığın, ortak alın teri
döküyoruz hasadımız için, sonra paylaşıyoruz
özünden damıttığımız suyunu, üstüne
türküler yakıyoruz. Şeyh Bedrettin’in
mısralarından okuruz “yârin yanağından
gayri, her yerde her şeyde hep beraber”
dizelerini, işte o paylaşım Akın’da da yankılanmış
yüz yıllar sonra.
KURUCULUKLA
AŞINDIRILAN YOLLAR
Yılları aşarız, sonra ortaklığın paylaşım
zamanları gelir. Paylaşımlarımızdaki gerçekliği
okuyoruz satılarda. Neyi vardı ki
insanların henüz paylaşacak? Oturduğumuz
kilimi, su taşıdığımız testileri ayırıyoruz;
çadırların direklerini dikip kuruyoruz
beyliklerimizi.
Üretim ve paylaşım ilişkilerimizdeki değişimle
birlikte, artık atımızın yelelerinde
ısınmayı da bırakıyoruz.
Bey çadırlarından saraylara geçiş dönemine
çevirdik merceğimizi. İmparatorluğun
görkemini ve gösterişini atımızın elmastan
eğeriyle anlatmış Akın. Sınırlarını
ise Tuna Nehri’ne dayandırmış. Ağırof’tan
inenler Tuna’nın kıyılarında artık.
Osmanlı’daki çöküş döneminin başlangıcını
“ahi gitti, ocak söndü” diye tanımlıyor
Akın. Beyliklerden imparatorluğa
kadar yüzlerce yıl, iyi ahlakı, birlikte üretmeyi,
paylaşmayı, yerleşik düzenin taşlarını
oturtan ahilik örgütlenmesi ortadan
kalkmıştı. Sonra Yemen’i Fizan’ı bırakıyoruz
arkamızda, düşman Ağarof yakınlara
kadar dayanıyor. Milli Mücadeleyle gelen
kurtuluşumuzu selamlıyoruz.
Atlarla olan ilişkimizdeki denge diğer
hayvanlardan ayrışır diye yazıya başlamıştık.
Aynı odayı paylaştık, göçerdik yükümüzü
aldı, toprağı işledik, savaşırken
ondan güç aldık. Şöyle bir tarihe baksak
üzerine söylediğimiz ne çok atasözü
ve deyim buluruz. İnsanlığın ata atfettiği
değer ve bugün bile arasında kurduğu
ilişkinin inceliğinde bu tarihin yaşanmışlık
izlerini taşımaz mı? Soğuğu, açlığı, ölümü
paylaşmanın getirdiği ebediyete uzanan
dostluk yüceliğimiz değil midir?
İNSANLIĞIN
GETİRECEĞİ GÜZELLİK
Gülten Akın mısralarının artık sonuna
gelirken, Cumhuriyet sonrasında düzen
partilerinin yıkıcılığından dem vuruyor
bize. Hırsları ve rekabetleri uğruna, halkının
refahını değil kendi kazancının derdine
düşen siyasetçilere mercek uzatıyor.
Aslında yakın tarihimizin bir aynasını sunmuyor
mu? “Toprak işleyenin” olsa, halkımızın
yüzü gülerdi. Ama bu başarı karşı
tarafa oy kaybettirirdi. İşte sistem partileri
ne zamanki oy hesabından kafasını kaldıramaz
oldu, insanlığın bütün özlem ve
birikimlerini satmaya başlamadı mı?
Akın önce bu duruma isyan ediyor. Atı
bilmiyorlar, unuttular diyor. Aslında Anadolu
insanının öz karakterine sırtını dönmesine
yakarıyor. Fakat insanlığa olan
umudu, bulutları yele savurduğu an gibi
yalın Akın’ın; dayanırız ama en sonunda
mutlaka güzelliğe ve ululuğa ulaşırız diyor.
Hepimiz içimizden tabii ki de ulaşacağız
demedik mi?
74
KAMUCULUĞUN DEVRI
HAYIRLI OLSUN
Tarihin kırıldığı dönemlerden birini yaşıyoruz.
Tek kutuplu dünyanın hamisi ABD, daha 3 ay öncesine
kadar Batı Asya’daki kuklası PKK’ya 50 bin tırdan
fazla silah göndermiş, çeşitli maddi desteklerle terör örgütünü
yaşatmaya çalışıyordu. Bölgedeki devletler Türkiye,
Suriye, İran ve Irak’ı bölmek için ayrılıkçı terörü fonluyordu.
Ocak ayının ilk günlerinde “terörist” olarak nitelendirdiği
İran Devrim Muhafızları Komutanı Kasım Süleymani’yi
katletmişti.
Güney Çin Denizi’ne uçak gemisi göndererek Çin’e
“meydan okuyordu”.
ABD, yükselen Asya’ya karşı “en büyük benim” demek
için çırpınıyordu.
Ama…
İlk kez Wuhan’da görülen Kovid-19 virüsü kısa sürede
bütün dünyaya yayıldı.
Dışarıda esip gürleyen ABD’nin içerideki acziyeti, dünyanın
dört bir tarafında naklen yayınlanıyor.
Evsizlere çözüm bulunamaması, kayıpların toplu mezarlara
gömülmesi, parayla bile maske
satın alınamaması, tedavilerin fahiş
fiyatlarda olması… İçler acısı günlerden
geçen ABD’nin başkanı Trump durumu
bizzat şöyle özetledi: “Ortadoğu’ya
8 trilyon dolar harcadık ama kendi yollarımızı
BİR An - BiR ANLAM
düzeltemiyoruz, ne kadar aptalca, köprülerimizi, okullarımızı,
otoyollarımızı, hastanelerimizi düzeltemiyoruz. Çılgınlık
bu”
ABD’nin koronavirüse karşı günlük kaybı binlerle ifade
ediliyordu.
Emperyalist sömürü sistemi çürüyen ABD’nin sağlık sistemi
de çürük çıkmıştı.
Ancak…
Yeni dünyayı insan odaklı bir sistemle kurulması için mücadele
eden ülkeler ABD’ye de yardım elini uzattı.
ABD’nin savaş açtığı Çin, Rusya ve Türkiye, Batı’ya büyük
bir ders verdi. Gönderdikleri tıbbi yardımlar ABD’nin
kanayan yarasına bir nebze tuz basacaktı.
Devleti tasfiye edenlerin devri geride kaldı,
kamuculuğun devri hayırlı olsun!
75
76