10.05.2020 Views

Kırmızı Beyaz Dergisi 52. Sayı

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

1


2


Sunus .

1

“Koronavirüs alacağımız tedbirlerden güçlü değildir.”

Sağlık Bakanımız Fahrettin Koca, Türkiye’deki ilk koronavirüs vakasını açıkladığında bu önemli cümleyi

akıllarımıza kazıdı. Koca’nın açıklaması, sadece Türkiye’nin virüsle mücadele sürecinin başladığına değil

değişen dünya düzeninde Türkiye’nin alacağı konuma da işaret ediyordu.

İnsanlık tarihinde pek çok salgın hastalık dünyayı etkisi altına almış, dünya nüfusunu büyük oranda etkilemiştir.

Bu salgınları kitaplardan okuyarak öğreniyorduk ancak bizzat tecrübe etmenin farkını yaşıyoruz

bu günlerde. Dergimizin bu sayısı çıktığında dünyada 3,5 milyondan fazla koronavirüs vakası vardı. Bu

yakın tarihte sağlık alanında yaşadığımız en olumsuz gelişmeydi belki ama geleceğe dair büyük bir kapıyı

aralıyordu.

Artık herkes hemfikir: Dünyanın düzeni değişiyor. Peki yeni düzen nasıl olacak? Asıl tartışılan bu. Bizce

tartışmanın çok fazla dallanıp budaklanmasına gerek yok. Bugün koronavirüse karşı verilen mücadele, bize

gelecek günlere dair ipuçları veriyor. Yeni dönem kamuculuğun hakim olduğu bir dönem olacak.

Çin koronavirüsle mücadele ederken önlem almayan Batılı devletler, virüsle birlikte bir telaşa kapıldı.

Çünkü virüsün yayılma hızı Çin’dekinden katbekat fazlasıydı. Mücadelede hem geciktiler hem de Çin’i

suçladılar, “Bize gerçek verileri aktarmadınız” dediler. Şimdi de dünyaya bu yalan propagandayı yaymaya

çalışıyorlar. Koronavirüse karşı başarısız oldukları gibi en fazla insanın hayatını kaybettiği ülkeler de ABD ve

Avrupa ülkeleri. Virüse karşı başarı kazanan Çin ne yaptı? Baş problem olarak virüsü belirledi, devleti ve

halkını seferber etti, son vakaya kadar fedakârca mücadele etti. Şimdi ise bütün dünyaya destek oluyorlar.

Bu durum ülkemiz için de geçerli. Virüs henüz ülkemize girilmeden devletimiz de tedbirlerini aldı ve salgın

ciddi boyutlara ulaşmadan gerilemeye başladı. Dünya Sağlık Örgütü dahi Türkiye’yi başarılı mücadelesi

konusunda tebrik etti.

Şu an bütün dünyanın önceliği bu salgını yenmektir. “Her işin başı sağlık” diye boşuna dememiş atalarımız.

Gıda güvenliği ve üretim çarkının sürdürülmesinin önemi tartışılmaz. Fakat koronavirüs salgınıyla

görüldü ki hepsi insan için. İnsan sağlığına verilen önem, toplumsal sistemlerin sağlığını da ölçüyor. Batı

sistemi bu anlamda da alarm veriyor.

Koronavirüsü elbet yeneceğiz ancak virüs de bir şeyi yendi: Liberal dünya düzeni. Yeni dünyada bunların

olmayacağı çok açık. Kamucu devletler bugün Batılı devletlere yardımlar gönderiyor. Artık insan odaklı bir

dünyaya yelken açıyoruz. İnsanlık yeni dünyanın nesnesi değil öznesi olacak.

Kırmızı Beyaz, ilk kez e-dergi olarak yayınlandığı 52. sayısıyla siz değerli okuyucularına salgınların tarihi ve

verilen büyük mücadeleleri ayırdı sayfalarına. 23 Nisan Türk Devriminin 100. yılının coşkusunu yaşadığımız

ve 19 Mayıs’a yaklaştığımız bu günlerde Atatürk Devrimlerinin önemini bir kez daha anladık. Başta Halkçılık

ve Devletçilik olmak üzere Atatürk İlke ve Devrimleri bugün hala önümüzü aydınlatıyor. Türk gençliği olarak

O’nun rotasından asla vazgeçmeyeceğiz.

Şimdiden herkese iyi okumalar dileriz…

Kaan Arslan

Kırmızı Beyaz

Genel Yayın Yönetmeni


2

.

Icinde .

Kuruluş’tan

Kurtuluş’a

23 Nisan

Türk Devrimi

Ayaklar Baş

Olur Mu?

Okan Özkan

Yeni Dünyanın

Anahtarı:

Kamuculuk

Dilek Çınar

Salgın

Hastalıklar ve

Kamucu

Anlayış

Özgür Altınbaş

Yıldırım Gençer

4 10 16 22

Hayatı Okul Olanlar

46

Işıkgün Akfırat

İnsanlığın da

Aşısı Bulunur

Mu?

Röportaj

52

Kaan Arslan

Prof. Dr.Mehmet

Ceyhan -

Koronavirüsle

Mücadele

54

Yiğit Çınar

Kültür - Sanat

Yaşam

56

Elif Beyza Tekin

Refik Saydam


kiler

3

Geçmişten

Günümüze

Salgın

Hastalıklar

Mihri Serap Sayın

Ne Zaman

Bitecek,

İlelebet

Sürecek

Furkan Kaplan

“Kara Kutu”

Virüse Yenildi

Bozgunculuk

Virüsü ve

Birlik Aşısı

Serkan Çetinkaya

Naci Önenköprülü

26 32 36 42

Tarih Bildiğini Okur

60

Melike Güler

Uygarlığa

Açılan Kapı:

İstanbul’un

Fethi

SporUN RENGİ

64

Yaşamın

Sınırlarını

Zorlamak

70

Eser Keskin Murat Turgay Sancaklı Hatice Avşar

TGB’den

Haberler

72

Şiiri Düzde Yaşatmak

Atın

Türküsü

BİR An - BiR ANLAM

74

Kamuculuğun

Devri Hayırlı

Olsun


4

KURULUŞ’TAN KURTULUŞ’A

23 NISAN TÜRK DEVRIMI

Yıldırım Gençer - TGB Genel Başkanı

29 Ekim 1923 tarihinde ilan edilen

Cumhuriyetimiz, 23 Nisan 1920 tarihinde

kurulmuştur. Ankara’da kurulan

meclis, milli mücadeleye önderlik etmiş

ve bağımsızlığımızı kazanmıştır.

Şevket Süreyya Aydemir’e göre “23

Nisan 1920 Türkiye Milli Kurtuluş Hareketi’nin

kendi devletini kurduğu tarihtir. Bu tarihte

Milli Mücadele, artık bir Halk Hareketi

olmaktan çıkmış, bir Halk Devletinin ekseni

etrafında gelişmeye başlamıştır. Bu eksen

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’dir

ve yarınki müstakil Türkiye Cumhuriyeti bu

halk devletinin tekamülü olarak tabii temelinde

oturacaktır.” 1

Falih Rıfkı Atay da, kitabında; “Anadolu’da

yeni bir Türk devletinin temeli 23 Nisan

1920’de Büyük Millet Meclisi açıldığı

gün atılmıştır. Mustafa Kemal bu meclis

başkanı seçildiği gün gerçekte, yeni Türk

devletinin ilk başkanı olmuştur” 2 diye ifade

ederek Devletimizin kuruluşunu 23 Nisan

1920 olarak göstermiştir.

Vatan Partisi Genel Başkanı Dr. Doğu

Perinçek de “23 Nisan, saltanatı bertaraf

ettiğimiz, Ankara’da Devrimci Meclis ve

Devrimci Hükümet kurduğumuz gündür.

23 Nisan, İstiklal Savaşımızın hükümetini

devrimle kurduğumuz gündür. Dünyanın

her yerinde Türk Devrim tarihi 23 Nisan

olarak bilinir. Örneğin Komünist Enternasyonel

Programı’nda devrimler sayılırken

‘1920 Türk Devrimi’ denir. Çünkü o tarih,

Türkiye’de Devrimci İktidarın kurulduğu tarihtir”

3 demektedir.

Dünya devrim tarihine altın harflerle yazılan

23 Nisan, büyük milletimizin övünç

kaynağıdır. Hakkıyla kutlamak ve anmak

ise biz genç kuşakların görevidir. İlk baskısı

1964 yılında yayınlanan Tek Adam’ın ikinci

cildinde Aydemir, 23 Nisan için “biz

pek gereği gibi değerlendiremiyoruz

sanıyorum” 4 diyor. Aradan

56 yıl geçmiş olmasına rağmen

bu fikre katılıyorum.

23 Nisan, tarihsel değerinden uzak bir

şekilde kutlanıyor. Toplumsal hafızamızda

ağırlıklı olarak “çocuk bayramı” olarak yer

alan 23 Nisan, çok daha büyük anlamlar

taşımaktadır.

Kemalist Devrim programına ihtiyacın

her geçen gün daha da arttığı bu günlerde

23 Nisan’a verilen önem devletçe ve milletçe

artmıştır. Bu sevindirici bir gelişmedir.

Zorluklar, devrim tarihimizi ve devrimci

programımızı tarihin içerisinden çıkıp getirmektedir.

Siz istemeseniz de o çözümler

çıkıp gelecektir.

19 Mayıs tarihinde Samsun’a

ayak basan Mustafa Kemal


5

Atatürk, gözünü devrimci bir hükümete dikmiştir.

Anadolu’ya geçişinin nihai hedefi, yeni bir devlet

kurmaktır. Ölü sayılan bir milletten;

medeni milletlere eşit bir Türkiye,

bir Türk Milleti. Mazlum milletlere

kurtuluş yolunu gösteren bir rejim… 5

O rejim, Türkiye Cumhuriyeti’dir.

Büyük Millet Meclisi’nin açılmasıyla,

hakimiyet milletin egemenliğinde

toplanmış, Türk Milleti kendi kaderini

ellerine almıştır.

Hakimiyet-i Milliye’nin 23 Nisan

1920’de çıkan 24. sayısı;

“Tarihi bir olay: Türkiye Büyük

Millet Meclisi. BMM ile milletimiz

en büyük tehlikelerden kurtulmaya

doğru yeni ve tarihi bir safhaya

girmiş bulunuyor” 6 diye müjdeliyordu.

Fedakar halkımız, meclisin önderliğinde tehlikelerden

kurtulmak için adım adım yürüyordu. Peki

neydi o tehlikeler?

İSTANBUL’UN İŞGALI

16 Mart 1920’de İtilaf Devletleri, Kuvayı Milliye’nin

saldırılarını arttırdıklarını ileri sürerek İstanbul’u

resmen işgal ettiler. Haberleşmeye el

konuldu, hükümet daireleri kontrol altına alındı,

Şehzadebaşı Karakolu’nda 6 Türk askeri şehit

edildi. 13 Kasım 1918 tarihinden itibaren denetim

altında bulunan İstanbul, artık tamamen İtilaf Devletlerinin

kontrolü altına girdi.

Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıralarında

“İstanbul’un işgalini memleketin başına gelmiş

olan felaketlerin en tehlikelisi telakki etmiştik” 7 diyor.

İstanbul işgalinin dayattığı mecburiyeti ise

şöyle açıklıyor:

“İzmir’in işgali hadisesi, milleti, düşmanlarımız

aleyhine nasıl harekete geçirmişse, İstanbul’un işgali

de, mukadderatını bizzat eline almağa mecbur

etmiştir.” 8

Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’un işgaliyle birlikte

aynı gün, Kolordulara, Valiliklere, Mutasarrıflıklara

telgraf çekmiş, İstanbul’da İngiliz, Fransız, İtalyan,

Amerikan ve bütün tarafsız devletlerin hariciyelerine

protesto telgrafları göndermiştir. 9

15. Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir Paşa’ya

yolladığı telgraf emri şöyle başlıyordu; “Bu

telgrafı bir dakika geciktiren vatan hainidir.” 10

İstanbul’un işgaliyle birlikte Mustafa Kemal Paşa’nın

daha öncesinde de işaret ettiği gibi Ankara’da

bir meclis kurma fikri zorunluluk haline geldi.

Paşa, Vilayetlere, Bağımsız Livalara ve Kolordu

Kumandanlarına çektiği telgrafta Ankara’da “fevkalade

salahiyete sahip bir meclisin” 11 toplanılması

için talimat göndermiştir.

23 Nisan 1920 Cuma günü dualarla açılan Meclis,

Atatürk’ün İstanbul’dan ayrılırken hedef noktasıydı.

Kurulan Devrimci Meclis, yeni bir devletin ve

Cumhuriyetin en büyük adımıydı. Amasya, Sivas,

Erzurum kongrelerinin nihai hedefi Ankara’da açılacak

Meclis’ti. Şimdi Milli Mücadele artık devlet

niteliği kazanmıştı.

Meclisin açılmasıyla yeni bir safha başlıyordu.

15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa

bunu şu sözleriyle dile getirdi:

“23 Nisan İstiklal mücadelemizin ikinci kitabını

açıyordu. Bir senelik, mesaimizin yekunu Türk

Milleti için şan-averdir. Muvaffak olacağımıza zerre

şüphem yoktur.” 12 diyordu.

29 Ekim 1923

tarihinde

ilan edilen

Cumhuriyetimiz,

23 Nisan 1920

tarihinde

kurulmuştur.

Ankara’da

kurulan meclis,

milli mücadeleye

önderlik etmiş ve

bağımsızlığımız

kazanmıştır.


6

16 Nisan

tarihinde

Börekçizade

Rıfat Efendi

önderliğindeki

153 müftü,

“düşmana karşı

gelmenin farz

olduğu, ölenlerin

şehit olacağı”

fetvasını

verdiler.

MECLISIN ÖNCELIKLI

GÜNDEMLERI

İstanbul’un işgalinin ardından açılan meclisin

çözmesi gereken zorunluluklar vardı. O dönem

Atatürk’ü ve milli mücadele önderlerini en çok

zorlayan konular; Damat Ferit Paşa hükümetinin

hainliği ve işbirlikçiliği, içeride yükselen ve İstanbul

hükümeti tarafından desteklenen isyanlardı. Aynı

zamanda Kuvayi Milliye’nin düzenli orduya geçilmesi

de önemli bir gündem başlığını oluşturuyordu.

Şevket Süreyya Aydemir meclisin öncelikli gündemlerini

dört maddede sıralıyor:

1- İstanbul’un kışkırtmaları

2- İç isyanlar.

Bu iki madde kadar öncelikli olmasa da; Muntazam

ordu ve dış münasebetlerin kurulması ve

TBMM’nin dış dünya tarafından tanınması. 13

Sabahattin Selek ise “Anadolu İhtilali” kitabında

3 noktaya dikkat çekiyor:

1- Karşı ihtilal hareketleri

2- Yunanlıların işgal hareketleri

3- Çerkez Ethem kuvvetlerinin tasfiyesi 14

Selek’in aktardıklarının da doğruluk payı olmakla

beraber Şevket Süreyya Aydemir’in, İstanbul hükümetleriyle

olan mücadeleye dikkat çekmesi ayrı

bir önemdedir. Çünkü İstiklal Savaşı aynı zamanda

bir iktidar savaşıdır ve birinci maddeye yazılacak

kadar mühimdir.

Ali Fuat Cebesoy’un Milli Mücadele Hatıralarında

ise Meclisin kurulmasının hemen ardından isyanlara

yer verdiği görülür. Düzce, Hendek isyanları ve

Anzavur ayaklanması, Cebesoy’un bu önceliğini

doğrular.

İŞBIRLIKÇI DÜRRIZADE

ABDULLAH’A KARŞI

VATANSEVER

BÖREKÇIZADE RIFAT EFENDI

Damat Ferit Paşa’nın 11 Nisan’da Şeyhülislam

Dürrizade Abdullah imzasıyla yayınladığı fetvada:

“Kuvayi Milliye mensuplarının kafir ve öldürülmelerinin

farz olduğu ilan edildi.” 15 denilmiştir. Fetva,

İngiliz uçakları tarafından Anadolu’nun birçok bölgesine

dağıtıldı. Fetvayla iç cepheyi bölmeyi ve

milli mücadeleyi itibarsızlaştırmayı amaçlayan bu

girişim, Mustafa Kemal Atatürk’ün dahice hamlesiyle,

vatansever din adamlarına hazırlattığı fetvayla

boşa çıkarıldı. 16 Nisan tarihinde başta Ankara

Müftüsü Börekçizade Rıfat Efendi’in önderliğinde

153 müftü ve din adamının imzasını taşıyan karşı

fetvada “düşmana karşı elden gelen bütün gayretin

gösterilmesini farz, ölenlerin şehit, kalanların

gazi olduklarını, direnen halka karşı fitne çıkaran

ve silah kullananların en büyük günahı işlemiş

olacaklarını” emrediyor. Yayınlanan fetva, savaşın

sadece askeri düzlemde ilerlemediğinin en büyük

göstergesiydi. Milli mücadele, propaganda alanında

da büyük bir kapışma içerisindeydi.


7

İÇTEKI SAVAŞ YUNANLA

SAVAŞTAN DAHA ÖNEMLI

Milli Mücadelede “Türk’ü Türk’e kırdırmayı hedefleyen

İngilizler, İngiltere Büyükelçiliği’nin Baştercümanı

Ryan’ın 23 Eylül 1920 tarihli raporunda

milliyetçi liderlerle mücadelede 3 yol olduğu belirtmiştir:

İlki Müttefik kuvvetlerin doğrudan harekete

geçmesi; ikincisi, Yunanlıların kullanılması; üçüncüsü

ise Sevr’i kabulden yana Türklerin kullanılması”.

16

Nisan ayında Sevr henüz açıklanmamıştı fakat

Ryan’ın bahsettiği 3.madde uygulanmaktaydı. Damat

Ferit Paşa’ya bağlı isyancılar, Kuvayi İnzibatiye

adı altında Milli Mücadeleye karşı ayaklanmışlardı.

Atatürk, 13 Temmuz Yunan yenilgisinden sonra

Meclis’te yaptığı konuşmasında; “Dahili isyanları

bastırmak, Yunan taarruzunu durdurmaktan elbette

daha mühimdir.” 17 diyerek, iç cephedeki mücadelenin

düşmana karşı mücadeleden daha başat

olduğunu belirtmişti.

Damat Ferit Hükümeti’nin yayınladığı fetvalar,

basın kampanyaları, din, mezhep ayrılıklarını körükleme,

Halife orduları kullanma vb. çeşitli yöntemlerle,

İngiltere, Padişah ve Damat Ferit Hükümeti

ile tam işbirliği halinde, Anadolu’da geniş

çapta bir karşı devrim hareketini başlatır. 18

Nisan ayında Anzavur hareketi Biga ve Gönen’de

etkili olurken, Düzce ve Bolu’da ise isyanlar

meydana gelmiş ve Beypazarı’na kadar sıçramıştır.

Damat Ferit Paşa’nın bizzat desteklediği Anzavur

hareketi başlarda başarılı olur. Ardından Çerkez

Ethem kuvvetlerinin

sevk edilmesiyle beraber isyan bastırılır. Ankara’nın

bunalımlarından biri olan Anzavur ayaklanması bir

anlamda düzenli ordu ihtiyacını da yakıcı bir şekilde

gündeme getirmiştir. Ethem’in birliklerini istediği

gibi yönlendiremeyen Atatürk, meclisin açılışıyla

beraber düzenli orduyu hızla gündeme getirecektir.

Düşmanı mağlup etmek için öncelikli mesele iç

cephedeki isyanları bastırmak ve o isyanları bastıracak

düzenli orduyu yaratmaktı.

KUVAYI MILLIYE’DEN

DÜZENLI ORDU’YA

Düzenli ordu dönemine geçmek, milli hareketin

bir iktidar merkezi etrafında birleştirilmesini sağlayan

devrimci bir adımdı. 19 Bölgesel direniş ve çete

liderlerinin savaşlarıyla geçen dönemde bölgesel

kazanımlar olmuş fakat düşman kuvvetlerine kesin

bir darbe indirilememiştir. Ordunun tek merkezden

komuta edilememesi ve her çetenin kendi disiplini

altında çalışması milli mücadeleyi zaafa uğratıyordu.

Nitekim Anzavur isyanını bastırırken bu disiplinsizlik

nedeniyle gereğinden fazla şehit verilmiştir.

Devlet olmanın birincil şartı devrimci bir ordunun

olmasıydı, üstelik bağımsızlığınızı emperyalizme

karşı savaşta kazanmaya çalışıyorsanız bu hayati

önemdeydi.

O tarihe kadar Kurtuluş Savaşına önemli hizmetleri

olmuş Çerkez Ethem, Demirci Mehmet Efe gibi

liderler, TBMM’nin emir komutası altına girmeyi

kabul etmediler. Batı

Düzenli ordu

dönemine

geçmek, milli

hareketin bir

iktidar merkezi

etrafında

birleştirilmesini

sağlayan

devrimci bir

adımdı.


8

Cephesine gönderilen İsmet İnönü ve Refet Bele’nin

komutanlıklarını tanımadılar.

Çerkez Ethem ve Demirci Mehmet Efe kuvvetleri

1921 yılında dağıtıldı. Zamanla düşmanla işbirliğine

giren Çerkez Ethem, Mehmetçiğe kurşun

sıkma noktasına geldi. İsmet İnönü önderliğindeki

ordumuz, Ethem kuvvetlerini dağıttı.

Orduya geçiş, köylünün desteğini aldı. Çünkü

ordu, köylülerin mücadeleye katılışını kurumlaştırıyor,

köylüyü hak ve hukuku belli olan bir vatandaş

haline getiriyordu. 20

Halkı, devletin bir kurucusu haline getiren Düzenli

Ordu, geniş halk kitlelerini örgütlemiş ve onları

özgürleştirmiştir. Çete liderlerinin kişisel çıkarları

için savaşan yoksul halk, Büyük Millet Meclisi önderliğinde

kendi kurduğu devleti için savaşıyordu.

Savaşan asker arasına eşitlik ve duygu birliği ordu

sayesinde tamamen sağlanmış oldu.

100 YIL SONRAKI KOŞULLAR

Birinci Dünya Savaşının yani Kurtuluş Savaşının

koşulları ile bugününkiler farklıdır. Her durumu

kendi koşulları içinde somut olarak değerlendirmek

gerekir. Ancak bugün tıpkı Birinci Dünya Savaşındaki

gibi, Türkiye, Suriye, Lübnan, Irak, İran

sınırlarının

yeniden belirlenmesi

gündeme

gelmiştir. 21

Emperyalizm 100 yıl sonra da planlarını uygulamak

için hareket halindedir. Mazlum milletler coğrafyası

100 yıldır hedef halindedir. Savaş, karada

piyonlarla devam etmektedir. ABD, PKK-YPG-

HDP-FETÖ eliyle ülkemizi bölmek istemekte ve

toprak bütünlüğümüze saldırmaktadır. 1920’lerde

olduğu gibi sadece Türkiye değil, bölge ülkeleri de

tehdit halindedir. Türkiye, savaşın bugün de en ön

cephesindedir.

Mavi vatanımızda ise piyonlar yok, devletler var.

ABD, İsrail, Yunanistan ve GKRY emperyalist bloğu,

donanmalarını Doğu Akdeniz’de ülkemize çevirmiştir.

Son 2 yılda denizlerimizde büyük adımlar

atan Türkiye, bu bloğa Libya ile karşılıklı Münhasır

Ekonomik Bölge (MEB) anlaşması ile cevap vermiştir.

Fakat yetmez, tıpkı 1920’de olduğu gibi

bugünkü savaşta da ittifak birikimimizi değerlendirmeliyiz.

100 yıl sonra koşullar farklı olmakla beraber tehditler

benzerdir. Peki, bu tehditleri nasıl aşacağız?

Aşmaya başladık bile. Tarihimizin büyük tecrübeleri

tozlu sayfalarda saklı kalmıyor. Siz istemeseniz

de birileri o tozlu sayfanın kapağını aralayacak

ve devrimci çözümleri çıkartacak. Bugün de öyle

olmakta. ABD destekli PKK terör örgütüne karşı,

100 yıl önceki gibi mücadele etmiyor muyuz? Ya

da koronavirüsün ekonomiye ve toplumsal yaşama

dönük etkileri üzerine atılan hamlelerden

bir tanesi Cumhurbaşkanımızın ilan ettiği Milli

Dayanışma Kampanyası değil mi? Üstelik

bu kampanyayı tarihimizdeki büyük fedakarlık

örneği olan Tekalif-i Milliye’ye benzetti.

Çok da doğru yaptı. Bizim gibi


bağımsızlığını emperyalizme karşı

devrimle kazanmış milletler, zor zamanları

yine o devrimci ruhla aşar ve tarihinin engin

birikiminden faydalanır.

Türk Devriminin 100. yılında, devletimizin

ve milletimizin Atatürk’e yöneldiğini yaşayarak

görüyoruz. Çünkü çözüm O’nun

devrimlerinde, yani Altı Ok’ta. Altı Ok’un

her biri altın değerinde olan ilkeleri bugünün

dünyasının her sorununa yanıt vermektedir.

Koronavirüsün çözümü de ordadır. Devletçilik

ve halkçılık, virüsün panzehiridir.

TARIH İÇINDE

SAVAŞMAK

Atatürk Devrimlerinin milletçe sahipleniliyor

olması Atilla İlhan’ın tabiriyle “hızlı

Atatürkçüleri” rahatsız etmiş durumda.

O kadar ki; Tekalif-i Milliye hatırlatmasına

1921’in İtilaf Devletleri ve İstanbul Hükümeti

gibi pervasızca saldırabiliyor, TBMM

Başkanı Mustafa Şentop’un 23

Nisan’da İstiklal Marşı çağrısına

burun kıvırıyorlar. 22

Tarih içerisinde savaşabilirsiniz, Çanakkale’de

süngü savaşı, Kut’ul Amare’de

Halil Paşanın omuzdaşı, Ege’de Yarbay Ali

Çetinkaya’nın gözü pek askeri, Sakarya’da

taarruza kalkan subay olabilirsiniz. Çünkü

o tarihi geri gidemezsiniz. Sorgulamanın

tek bir yöntemi var, o da savaşın bugünkü

cephesinde neredesiniz?

ŞANSLI MILLETLER

Bugün maalesef TBMM’de, terör örgütü

PKK’nın temsilcisi HDP var. Kürt Teali Cemiyetinin,

1920’de Büyük Millet Meclisinde

olduğunu düşünebilir misiniz? Bağımsızlığımıza

inanmayan ve İngiliz mandacılığını

savunan birinin mecliste işi olabilir mi?

Bugün de HDP’nin mecliste işi yoktur. Sadece

mecliste değil, halk sağlığı ve kamu

güvenliği açısından kapatılması gereken bir

partidir.

Bugün, HDP’yi kapatabilecek

ve Türkiye’yi İkinci İstiklal

Savaşından zaferle çıkaracak

bir meclise ihtiyaç vardır. O da

milletin vatansever unsurlarının

tamamının temsil edildiği bir

hükümetle olur. Şu anki mevcut

hükümet bu haliyle, ihtiyacı karşılayamamaktadır.

1920’de açılan Büyük Millet

Meclisi, zorlukları göğüslemenin

meclisidir. Zorluk varsa, BMM ruhuyla

çözüme ulaşırız. Bugün de

zorluklar içerisindeyiz. Fakat kendimize

güvenimiz tam. Zorlukların

üstesinden geleceğiz.

Ne mutlu bize ki 23 Nisan gibi

devrimci bir tarihimiz var. 23 Nisan’ı

olan milletler emperyalizme karşı her zaman

öndedir.

Devrimimizin 100. yılında köklü çözümlerin

eşiğindeyiz.

Dip Not

1) Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam c.2

Remzi Kitabevi, İstanbul, Nisan 2018, s.249

2) Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Pozitif Yayınları,

İstanbul, s.273

3) Doğu Perinçek, “23 Nisan Devrimi”, Aydınlık

Gazetesi 26 Nisan 2019

4) Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam c.2

Remzi Kitabevi, İstanbul, Nisan 2018, s.249

5) Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, Kaynak

Yayınları, İstanbul, Ocak 2014, s.101

6) Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü c.3,

Türk Tarih Kurumu, s.3

7) Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları,

Temel Yayınları, İstanbul, Ocak 2017, s.369

8) Age, s.369 vd.

9) Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.7, s.121

10) Age, s.125

11) Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Kaynak

Yayınları, İstanbul, Eylül 2016, s.322

12) Kazım Karabekir, İstiklal Harbi c.2, Yapı

Kredi Yayınları, İstanbul, Şubat 2019, s. 733

13) Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam c.2

Remzi Kitabevi, İstanbul, Nisan 2018, s.270

14) Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, c.1,

İstanbul, 1965, s.313

15) Şehülislam fetvası hakkında bkz. Zeki

Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü c.2, Türk Tarih

Kurumu, s.475 vd. Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi,

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, Ocak

2016, s.150

16) Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi c.1,

s.151-152

17) Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Kaynak

Yayınları, İstanbul, Eylül 2016, s.356

18) Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi c.1,

s.147

19) Osman Bilge Kuruca, Atatürk ve Gerilla

Savaşı, Kaynak Yayınları, İstanbul, Kasım 2014,

s.232

20) Age,s.231

21) Doğu Perinçek, Birinci Dünya Savaşı ve

Türk Devrim, Kaynak Yayınları, İstanbul, Aralık

2015, s.175

22) Bkz. Emin Çölaşan, “Ne Biçim Kutlama”,

Sözcü Gazetesi, 9 Nisan 2020


10

AYAKLAR BAŞ OLUR MU?

İbrahim Okan Özkan - TGB Genel Sekreteri


11

Fransız Devrimi önderlerinden Maximilien Robespierre’in

öne çıkan söylevlerinin yer aldığı

“Ayaklar Baş Olunca” adlı bir kitabı vardır.

Bu isim, Fransız devrimci burjuvazisinin köylülerle

el ele vererek meydana getirdiği toplumsal alt üst

oluşu çok iyi anlatmaktadır. 1871’de Paris Komünü

de “Ayaktakımının 72 Günlük Mücadelesi” olarak

anılmaktadır. Yerkürenin yükünü sırtlayanlardır

o ayaklar. 2020’nin dünyasının önünde yine aynı

soru var: Ayaklar baş olur mu?

Dünyamızın gördüğü büyük iki savaş da dengeleri

yerle yeksan etmiştir. I. Dünya Savaşı, yenilen

Osmanlı İmparatorluğu’ndan, 1920’nin 23 Nisan’ında

gencecik bir Türkiye Cumhuriyeti yaratmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, I. Dünya Savaşı

sonrasında emperyalizmi tüm siyasi, ekonomik ve

kültürel baskılarıyla beraber defetmişken II. Dünya

Savaşı sonrasında ise kendisini Atlantik sisteminin

kucağında bulmuştur. Büyük krizler büyük değişimlere

gebedir.

2019 yılı sonundan beri dünya yeni bir krizle

karşı karşıya kalmıştır. Covid-19 veya daha bilinen

adıyla koronavirüs, insan

sağlığını yıpratan

diğer virüslerden katbekat

kuvvetli. Yazıyı

yazdığımız tarihte, 3

milyondan fazla insan

bu hastalığa yakalanmış,

230 binden fazla insan

ise koronavirüsten ötürü

hayatını kaybetmiş durumdadır.

Ancak bu virüsün sadece bireylerin sağlığını

etkilediği söylenemeyecektir. Peki toplumlar üzerinde

siyasi, ekonomik, sosyolojik anlamda nasıl

etkili olmuştur ve olacaktır?

Tüm dünyanın gündemi, koronavirüs etrafında

şekilleniyor. Ekonomi, terör, uluslararası ilişkiler,

devletlerin sağlık politikaları bu süreçte koronavirüs

merkezli tartışılır oldu. Aslında insan sağlığını

yıpratan bu virüs, devlet sistemlerini de tartışmaya

açık kıldı.

Birazdan tartışacaklarımız akıllarda bir soruyu

hakim kılıyor. Yeni bir dünya mümkün mü?

VIRÜSÜN KAYNAĞI

NERESI? ÇIN MI ABD MI?

Koronavirüsün ilk görüldüğü veya tanı koyulduğu

merkez Çin’in Wuhan eyaletiydi. Wuhan’da

yabani hayvanların satışlarının yapıldığı bir pazardan

tüketim yoluyla birlikte virüsün yayıldığı tahmin

ediliyor. Ancak yapılan araştırmalar hala kesinliğe

ulaşmış durumda değildir.

Aksini iddia edenler de var. Yaklaşık bir ay önce

çıkan bir haberde, Japon ve Tayvanlı epidemiyologlar

ve farmakologlar virüsün ABD’den başladığı

tezini ortaya attı. Koronavirüsün sahip olduğu

genlerin tümünü barındıran ülke olması sebebiyle

virüsün vatanının ABD olduğu ifade

edildi. Çin Halk Cumhuriyeti Dışişleri

Birazdan

tartışacaklarımız

akıllarda bir

soruyu hakim

kılıyor. Yeni bir

dünya mümkün

mü?


12

Çin Halk

Cumhuriyeti

Dışişleri Bakanlığı

ise uzun süren

sessizliğinin

ardından yaptığı

açıklamada, 18-

27 Ekim 2019

tarihlerindeki

Dünya Askeri

Oyunları

için Wuhan’a

gelen ABD’li

personellerde

belirsiz bir

enfeksiyona

rastlandığını ve

ilk vakanın bu

olabileceğini dile

getirdi. 1

Bakanlığı ise uzun süren sessizliğinin ardından

yaptığı açıklamada, 18-27 Ekim 2019 tarihlerindeki

Dünya Askeri Oyunları için Wuhan’a gelen

ABD’li personellerde belirsiz bir enfeksiyona

rastlandığını ve ilk vakanın bu olabileceğini

dile getirdi. 1 İngiliz genetik bilimcilerinden Peter

Foster ise, A tipi koronavirüsün ABD ve Avustralya’da

görüldüğünü, bu virüsün mutasyona

uğramış hallerinin Asya ve Avrupa’ya yayıldığını

belirtti. 2

Tartışmalarda kesinlik olmamakla birlikte bugün

ipi ABD’nin göğüslediğini söylemek öyle

zannederiz ki çok yanlış olmayacaktır.

KORONAVIRÜSÜN

DÜNYA TURU

“Nice sultanları tahttan indirdi

Nicesinin gül benzini soldurdu

Nicelerin gelmez yola gönderdi

Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm”

Yukarıdaki dörtlüğün sahibi

olan Halk edebiyatımızın büyük

ozanı Karacaoğlan; “ayrılık”,

“yoksulluk” ve “ölüm”ün tahtları

devireceğinden daha o zamandan

bahsetmiş. Bugünün

dünyasının karşı karşıya

olduğu durum tam olarak bu

dizelerdedir.

koronavirüs

Ülkelerin

mücadelesindeki

bilançoları grafik halinde

yayınlanmıştı. 3 Bu

veriler dünyanın ve Türkiye’nin

aldığı önlemler

noktasında çıkarım yapmamızı

sağlamaktadır.

Vakaların ilk tespit edildiği Çin,

yerel kısıtlamaları en katı haliyle uyguladı. 10

gün içerisinde inşa edilen koronavirüs hastanesi,

1000 yataklı kapasitesiyle hizmete geçti.

Devletçe ve toplumca uygulanan sıkı disiplin,

Çin’in koronavirüsü az kayıpla yenmesini sağladı.

İran, Şubat ayında koronavirüs vakasının görülmesinden

15 gün sonra ulusal kısıtlamalarla

süreci yönetti. Rusya, Şubat ayının başından

Mart başına kadar geçici önlemler almış, Mart

başından itibaren önlemleri ağırlaştırmıştır.

Almanya’da ilk vaka Ocak sonunda görülmüş,

müdahalelere ise 15 Mart sonrası gibi geç

bir dönemde başvurulmuştur. İtalya, 20 gün

sonra kısıtlamalara başlamış, yerel kısıtlamaların

ardından ulusal kısıtlamalarla birlikte virüsle

mücadelesini sürdürmektedir. İspanya ise 1,5

ay kadar sonra koronavirüse dair adımlar atmaya

başlamıştır.

Fransa, 22 Ocak’ta ilk vaka görüldükten 1,5

ay kadar sonra ulusal ve yerel tavsiyelere başlamış,

ardından OHAL ilan ederek ulusal kısıtlamaya

başvurmuştur. Fransa Cumhurbaşkanı

Macron, geçtiğimiz günlerde kameraların karşısına

geçerek alınan önlemler yetersiz olduğu

için Fransızlardan özür dilemek zorunda kalmıştı.

“Sürü bağışıklığı” sisteminin mimarı İngiltere’de

ise, Şubat başı görülen vakalara Mart ayı

sonuna doğru müdahale edilmiştir. Sürü bağışıklığı

kavramı, virüse karşı bir süre sonra insan

bağışıklığının gelişeceği öngörüsünden kaynaklanmaktaydı.

Ancak yapılan araştırmalar bu sistem

devam ettiği takdirde İngiltere’de yaklaşık

100 bin insanın hayatını kaybedeceğini ortaya

çıkardı. Bu andan itibaren İngiltere virüse dair

kısıtlamaları arttırmaya başvurdu. Bu yüzden

müdahalelerde en geç kalan ülkelerin başında

İngiltere gelmektedir. “Sürü bağışıklığı” tezini

ortaya atan İngiltere Başbakanı Boris Johnson

dahi koronavirüs hastalığını kapmıştır.

“Demokrasinin ve insan haklarının beşiği(!)”

ABD’de ise 21 Ocak’ta görülen ilk vakalara

devlet ancak 15 Mart sonrası kapsamlı müdahalelerde

bulunmuştur. ABD, koronavirüsün 50

eyaletin 49’una yayılmasını bekleyerek Ulusal

Acil Durumu bundan sonra ilan etmiştir.

Türkiye’de ise ilk vakanın görüldüğü 11 Mart

tarihinden önce yerel ve ulusal tavsiyeler verilmişken

koronavirüs vakası görüldüğü andan


13

itibaren kısıtlamalar getirilmiştir. 16 Mart’ta eğitim-öğretim

tatil edilmiştir. Devamında 65 yaş üstüne

sokağa çıkma yasağının uygulanması virüse

karşı mücadelede önemli adımlardan olmuştur.

Artık her hafta sonu uygulanması planlanan sokağa

çıkma yasağından bahsediyoruz. Sağlık Bakanı

Fahrettin Koca’nın, meydana gelen her gelişmeyi

kameraların karşısında sorulan sorularla açıklaması

halkın güvenini arttırmaktadır. Dünya Sağlık

Örgütü, elindeki vaka ve ölüm bilgilerini en şeffaf

olarak dünyayla paylaşan ülkelerden biri olduğumuzu

da tespit etmiştir.

Verilerden ilk göze çarpanın, müdahaleci devletlerin

sistemleri ile neoliberal devletlerin sistemleri

arasındaki farklılıklar olduğunu söylemek herhalde

yanlış olmaz. Yoksa senelerce eleştirilen “devlet

müdahalesi” yeniden mi seçenek olacak? 1980-

90’lı yıllardan itibaren, dünyayı kasıp kavuran neoliberalizmin

sınıfta kaldığını mı gösterir bu sonuçlar?

Koronavirüse geç müdahale eden İngiltere’nin

sağlık sistemi çökmenin eşiğine geldi. Puana göre

tedavi yönteminin tartışıldığı ülke, yalnızca kurtarılabilecek

hastaları yoğun bakım ünitelerinde barındırmayı

düşünüyor. İyileşme ihtimaliniz yoksa veya

yaşlı bir vatandaş iseniz puanınız buna yetersiz

kalacak ve ölümle yüzleşmek dışında bir çareniz

olmayacaktır. 5

16 Nisan Perşembe günü ABD’nin 24 saat içerisinde

kaybettiği insan sayısı ise tam olarak 4 bin

931 olarak tespit edilmiştir. 6 Bu kayıp, ABD’nin en

büyük travmalarından olan 11 Eylül 2001 İkiz Kulelere

yapılan saldırıdan bile fazla. Donald Trump,

milyarlarca doları bu alana yatıracağını belirtse de

insan hayatının anlam ifade etmediği ortadadır. Sadece

New York eyaletinde evlerinde koronavirüs

ile ölenlerin 3700’ü bulduğu

tahmin

LIBERALIZM İNSANLIĞI

ÖLDÜRÜYOR

Liberalizm, sadece ekonomik bir sistem değildi.

Liberalizmin günümüzdeki sürümü neoliberalizm,

sosyal anlamda insanı “birey” olarak var etmeyi

amaçlıyordu. İnsanlık, liberalizmle birlikte özgürlüklerini,

haklarını elde edecekti. Atlantik’ten esen

rüzgar, tüm dünyaya bunu buyuruyordu. Elbette,

bu doğrultuda Avrupa ülkelerinde tutunacak yeni

sığınaklar buldu. Toplumdan koparılan “birey”ler,

toplumdan soyutlandı ve “başarı”yla yalnızlaştırıldı.

Dünya ‘düzen’inin iki önemli merkezi ABD ve İngiltere’nin

koronavirüs mücadelelerini incelemekte

fayda var. İnsanlık dramının yeni merkezleri olmaya

aday durumda olan bu iki devlet de müdahalelere

çok geç başlamakla sürekli eleştirildi.

ediliyor. 7 Değersiz,

sayıdan ibaret bir insan

kümesi!

Peki, ABD’nin durumu

neden böyle dersiniz?

ABD’de Vahşi Batı

filmlerinde gördüğümüz

o ünlü sözler hala geçerli:

Ya paranı ya canını! Koronavirüs

tedavisi ABD’de

sosyal güvencesi olma-

İngiltere Başbakanı Boris Johnson’ın koronavirüse

karşı müdahalesizlik anlayışının, yaratıcı tanımı

“sürü bağışıklığı” oldu. Bu politika yüzünden

İngiltere’de virüsün devasa yayılımına şahitlik ettik. 4


14

yanlara 35 bin dolar iken, sosyal güvenceli olanlara

9 bin ile 20 bin dolar arasında değişmektedir.

Evsizler için sokakta yatanların arasına çizgiler çizerek

sosyal mesafeye özen gösterilen(!) ABD’de,

parayı veren yaşamaya hak kazanır. Kimsesizlerin

mezarları dünden hazır. Hart Adası adında bir adada

üst üste yığılı biçimde isimsiz, toplu mezarlar

bulunmakta. Tabii parasını vererek canını kaybedenler

ise morgları doldurmuş, hastane personellerinin

odasında gömülmek için sırasını bekliyor.

Bir zamanların rüyalar ülkesi ABD, artık çöken

sistemin merkezi!

YÜKSELEN ASYA,

ÇÖKEN AVRUPA

adına bedava sağlık hizmeti de neydi?

Dünyada hep kötü şeyler oluyor gibi algılanmasın.

Koronavirüs, beraberinde insanlığın canına

kast eden neoliberalizmi ve kar hırsıyla yanıp tutuşan

vahşi kapitalist sistemi de yok ediyor. Asya,

tüm insanlığa insan olduğunu yeniden hatırlatıyor.

Türkiye, o yükselen Asya’nın en önünde yer alacak.

Asya’nın yükselişte olduğu bu dönemde, Türkiye

de dahil dünyayı kurtarmak için kollar sıvandı.

Dünyaya paylaşım aşısı yapılıyor. ABD belki “Çin

Virüsü” diyerek Asya’yı karalayamadı ama virüsün

toplumsal panzehri olan “paylaşım aşısı” dünyaya

yayılıyor.

Asya ve Avrupa kelimeleri sadece coğrafi alanları

çağrıştırarak bizi yanıltmasın. Aslında iki ayrı

uygarlığı, iki ayrı sistemi anlatıyor. Asya’ya Küba

ve Venezuela da dahil, Avrupa’ya ise ABD. Avrupa

neoliberalizminin devleti aşağılayan yaklaşımına

karşı, Asya’nın devletçi yaklaşımı dimdik ayakta.

Türkiye de Avrupa-Asya ikileminde Asya’da yer

aldığını her adımıyla ortaya koyuyor. Asya, gelişen

uygarlığın, hümanizmin, insana saygının merkezi

olmaya bir adım daha yaklaştı.

Türkiye, salgın başladıktan sonra 26 ülkenin

destek talebiyle karşı karşıya kaldı. Pek çoğu Avrupa’da

olan bu ülkeler, Türkiye’den tıbbi malzeme

temin etme yarışına girdi. 8 Dünyadaki 34 ülkeye

yardım paketlerimizle desteklerimizi sunduk. 9 Salgın

başlangıcında Çin’e destek veren sayılı ülkeler

arasına girdik. Ambargo altındaki komşumuz

İran’a azımsanmayacak desteklerde bulunduk. En

son İngiltere dahi bu yardım kapsamında yer aldı.

Ekonomisi ve sağlık sistemi ciddi yaralar alan

Avrupa sınıfta kaldı. Çünkü sağlık demek bu ülkelerde

“piyasa” demekti. Serbest rekabetin

pek çok alanından sadece biriydi. Kar

getirmeyen hastaneler “işletmeci”

tarafından kapanıp son bulabilirdi.

Halka hizmet göstermesi


15

Çin,

koronavirüsün

dünyaya yayılması üzerine

hızla harekete geçmişti.

Salgının bulaştığı

tüm ülkelere bu alandaki

uzmanlarını gönderdi. Başta İtalya

olmak üzere, Avrupa’ya pek çok destek

götürüldü. 10 Avrupa Birliği’ne el açan İtalya’ya

oradan dönüş gelmezken, Çin 300

hekimiyle birlikte İtalya’nın yolunu tuttu.

Sırbistan’da Çin’e teşekkür panoları hazırlandı.

11 Dünyanın her noktasına giden Çinli

hekimler, gittikleri ülkelerce uçaklarından

iner inmez alkışlarla karşılanıyor.

Avrupa’da büyük zorluklar yaşayan ülkelerden

İtalya’ya, bir önemli yardım da Rusya

tarafından götürülmüştü. İtalya’daki AB

karşıtları, AB bayraklarını yakarak protesto

gösterilerini yapıyorlar. Bazı bölgelerde ise,

teşekkür mahiyetinde Rusya bayraklarının

asıldığını görmekteyiz.

Asya cephesinden Avrupa’ya dayanışma

ve paylaşım aşısı yapılırken, Avrupa ve

ABD ise kendi arasında savaşlara başladı.

Vahşi kapitalizm, bu sefer ülkelerin birbirinden

tıbbi malzeme, maske, solunum

cihazı çalmalarını beraberinde getirdi. 12

ABD’nin kendi eyaletleri arasında bile ciddi

anlaşmazlıkları doğurdu. Atlantik ve Avrupa

sistemi, geçelim insanlığa yardım etmeyi,

kendi ülkelerini kurtaracak durumda değil.

ÇÖZÜM

İnsanlığın önünde koronavirüsle birlikte

yepyeni bir dönem doğmaktadır. Koronavirüsten

önce de var olan ekonomik çıkmaz

Türkiye

zorluklara hep

kamuculukla

göğüs gerdi.

süreci, doğrudan insan

sağlığına kast eden bir

doğa olayıyla iyice açığa

çıktı. Dünyanın ve Türkiye’nin

içinden geçtiği siyasi,

ekonomik, toplumsal kriz süreci

bize çözüm yolunu göstermektedir: Kamuculuk.

Türkiye zorluklara hep kamuculukla

göğüs gerdi. 1929 Ekonomik Krizi’nden

kamucu atılımlarla çıktık, 1930’ların Üreten

Türkiye’sini inşa ettik. 1980’den beri

ekonomimiz aşamalı olarak özelleştirme

güzellemeleriyle yıkıma uğratıldı. Kamu

harcamaları gereksiz görülüp itilip kakıldı.

“Devlete gelir getirmiyor” sözleri bir dönemin

anlayışı oldu.

Koronavirüs salgınına karşı Türkiye’nin

başarı parolası, ‘kamuculuk’tur. Merkezi ve

hızlı ulaşılabilen sağlık sistemimiz, devletin

denetiminde bulunduğu için başarılıdır. Kar

amacı gütmeyen hastanelerimiz, vatandaşın

cebine odaklanmış değildir. Özel hastanelerimiz

bu süreçte ücretsiz hizmet veren

adeta birer kamu hastanesine çevrilmiştir.

Milli güvenlik mücadelesinde yakın zamanda

başarılarımızı ortaya koyduk. Şimdi

de halkçı-kamucu sağlık atılımımızın güvenilirliğinden

bahsediyoruz. Ekonominin her

köşesine de milli üretimi ısrarla yazacağız.

Tarımda, sanayide, hizmet sektöründe üreten

konumda olan Türkiye, bu sayede gelişecek

ve büyüyecektir.

Türkiye öne çıkan çok sayıda özelliğiyle

Asya ülkesi konumundadır. Paylaşmacı,

dayanışmacı, üretimi geliştiren, devletlerarası

eşitliği savunan, birbirinin güvenliğini

sağlayan Asya dünyaya yön veriyor. Eskinin

ezilen ve gelişmekte olanlar dünyası,

bugün yükselen değerleri elinde bulunduruyor.

İnsanlık, buradan doğacak başarıları

daha çok konuşacak. Ayaklar baş oluyor!

Dip Not

1) https://www.aydinlik.com.tr/haber/koronavirusun-kokeni-abd-olabilir-202698

2) https://www.yenisafak.com/koronavirus/

koronavirusun-gen-dizilimi-cozuldu-virusun-atasi-abd-cikti-3534199

3) https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-52234428

4) https://tr.euronews.com/2020/03/27/

izlenim-ingiltere-koronaviruse-kars-suru-bag-s-kl-g-stratejisinden-neden-vazgecti

5) https://www.yenisafak.com/koronavirus/

ingiltere-bu-yontemi-tartisiyor-puana-gore-tedavi-3534671

6) https://www.hurriyet.com.tr/dunya/son-dakika-haberler-abdde-korkunc-rakam-1-gunde-4931-kisi-oldu-41496444

7) https://www.yenisafak.com/koronavirus/

new-yorkta-korkunc-koronavirus-gelismesi-test-edilmeyen-3-bin-700-kisinin-daha-kovid-19dan-oldugu-ortaya-cikti-3534862?utm_source=web-bildirim-yenisafak&utm_medium=web-bildirim-yenisafak&utm_campaign=web-bildirim-yenisafak

8) https://www.sabah.com.tr/gundem/2020/03/19/son-dakika-corona-virusde-turkiye-dunyaya-ornek-oldu-26-ulke-yardim-istemek-icin-kapimizi-caldi

9) https://www.trthaber.com/haber/gundem/

turkiyeden-34-ulkeye-tibbi-yardim-destegi-476198.html

10) https://www.dw.com/tr/italyaya-korona-

vir%C3%BCs-yard%C4%B1m%C4%B1-%C3%A-

7inden-maske-vietnamdan-test-kiti/a-52918159

11) https://www.gunes.com/dunya/sirbistan-da-her-yerde-cin-e-tesekkur-billboardlari-hazirlandi-1069286

12) https://www.aa.com.tr/tr/dunya/

kovid-19-ulkeler-arasi-maske-savasi-baslatti/1793792


16

YENI DÜNYANIN ANAHTARI:

KAMUCULUK

Dilek Çınar - TLB Genel Başkan Yardımcısı

Anadolu Üniversitesi - İktisat

Veba, kolera, sıtma, frengi, çiçek,

trahom, difteri, verem… Salgın

hastalıklarla tarihin her döneminde

devlet eliyle mücadele edilmiştir. Bugün

tüm dünyayı etkileyen koronavirüs salgınıyla

mücadele de devletlerin planlaması

ve önlemleri ile ilerlemektedir. Devlet eliyle

planlama, denetim, tedbir ve üretim olmadığı

zaman salgın hastalıkların nasıl bir hızla

yayıldığına ve nasıl bir yıkıma sebep olduğuna

ne yazık ki kısa bir süre

önce İtalya, İngiltere

ve İspanya

örneklerinde yüzleştik.

Peki salgın

hastalıkların etkisi sadece

sağlık alanıyla mı sınırlı kalır?

Korona virüsün dünya siyasetine

ve ekonomisine etkisi ne oldu? Virüsün

gözler önüne serdiği gerçekler

ve kaçınılmaz sonuçlar nelerdir?

Bu sorular etrafında koronavirüs salgınına

geniş bir pencereden bakacağız.

TAHTLAR YIKILDI,

TAÇLAR PARÇALANDI

Tarih boyunca büyük sorunlar büyük çözümleri

beraberinde getirmiştir. 1348-1351

yılları arasında “Kara Ölüm” olarak adlandırılan

veba salgınında toplam 23.840.000

kişi, Avrupa nüfusunun ise 1/3’ü salgın sebebiyle

hayatını kaybetmiştir. Ancak tarihin

en acımasız salgını olan veba, ortaçağın

feodal düzenini yıkmış ve Rönesans’a giden

yolu açmış, insanlığın ilerlemesine bir

anlamda katkıda bulunmuştur.

sosyal sınırları-engelleri tanımadığı gibi kullanışlı

bir efsane var. Benzeri birçok tabirde

olduğu gibi bunda da bir gerçeklik payı

var. On dokuzuncu yüzyılın kolera salgınında

sınıfsal ayrımların ortadan kalkması,

günümüze kadar uzanan bir kamu sağlığı

ve sağlık hareketinin (sonradan profesyonelleşen)

doğmasına yol açacak kadar tesirliydi.”

1

Bütün dünyada yayılan ve Dünya Sağlık

Örgütü tarafından pandemi (dünya

ölçeğinde salgın) ilan edilen koronavirüs

şimdiden dünya dengelerinin

değiştireceğini gösterdi. Elbette

tek başına korona virüsün etkisi demek

hatalı olur. Virüs, bardağı taşıran son

damla oldu. Emperyalizmin felç olan

hastalıklı sisteminin çöküşünü hızlandırdı.

Balondan süper güç ABD’nin havası

söndü; üzerinde güneş batmayan ülke İngiltere’nin

güneşi, liberal politikaları battı.

İngiltere koronavirüse karşı önlemler

almayarak “sürü bağışıklığı” politikasıyla

nüfusun büyük bir çoğunluğunun

enfeksiyona bağışıklık geliştirmesini

amaçladığını duyurdu. Liberallerin

nüfus politikasının ilahı Malthus’un

sadık çocuklarının

beklentisi sadece yoksul

halkın hastalanmasıydı.

Kraliçe sarayını

boşaltıp kaçtı.

Öyle ya zenginler

ve

seçkinler yaşamalıydı, gerisinin önemi

yoktu. Doğal seçilim! Ancak sağlık bakanı,

başbakan ve veliaht prensin testleri pozitif

çıkınca işler değişti. Milyonlarca insana bulaştığı

tahmin edilen virüs sebebiyle hayatını

kaybedenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor.

İnsan sağlığını hiçe sayıp kar amacı güdülen

özel sağlık sisteminin yetersizlikleri tüm

kapitalist

devletler

gibi İngilte-

“Bulaşıcı hastalıkların sınıf veya diğer


17

re’de de adeta bir kıyıma sebep oluyor. İngiltere

Tabipler Birliği, “solunum cihazları ölme ihtimali

yüksek hastalardan alınıp yaşama şansı yüksek

olanlara takılabilir” açıklamasında bulundu. 2

KAĞITTAN KAPLAN

YIRTILIYOR

Çin’de koronavirüs etkili olmaya başladığında

ABD Ticaret Bakanı Wilburr Ross bundan memnuniyet

duyduğunu şu sözlerle ilan etmiş, “Bu salgın

Amerikan ekonomisine yarayacak. İstihdam Kuzey

Amerika’ya geri dönecek.” demişti. Kar hırsı gözlerini

nasıl da bürümüş! Çin salgınla etkili mücadele

edebilmek için karantina uyguladığında Çin’i insan

haklarını ihlal etmekle, özgürlükleri kısıtlamakla

suçladılar. Yalan endüstrisi iş başındaydı!

ABD devlet başkanı Trump koronavirüse “Çin

virüsü” diyerek kamuoyunda Çin düşmanlığını

kışkırtmak ve salgının sebebinin Çin Devleti olduğu

algısını yaratmak istedi. Aynı Trump, Çin’in

virüsle mücadele konusunda ilerleme kaydettiği,

buna büyük saygı duyduğunu söyledi. 3 Söylemek

zorunda kaldı. Çünkü özel sektöre teslim edilmiş,

toplum sağlığını değil zengin bireylerin sağlığı için

hizmet eden ABD sağlık sistemi çöktü. Beyaz Saray

yazılı açıklama yaparak Çin’den tıbbi malzeme

aldıklarını ve 20 uçaktan ilkinin geldiğini duyurdu. 4

Aynı zamanda ABD, çöken sağlık sistemi ve yetişmiş

uzman açığı nedeni ile yurt dışından doktor

ve sağlık çalışanı arayışına başladı ve bu meslek

grupları için vize kolaylığı sağladığını ilan etti. 5

27 Mart 2020 tarihi itibariyle ABD’de vaka sayısı

Çin’i geçti ve Batı ülkeleri daha sert önlemler almak

zorunda kaldı. Özgürlükler ülkesi, liberal ekonominin

daimi temsilcisi Amerika, korona virüse

de “laissez faire laissez passer” (bırakınız yapsınlar,

bırakınız geçsinler) diyebilir mi? Doğru ya, Asya

ülkelerinin emperyalist ABD’nin tahtını sarsması

sebebiyle ABD ekonomik yaptırımlar uygulamış,

gümrük duvarlarını indirmişti. Bırakınız yapsınlar

masalları çoktan tükenmişti. Koronavirüs liberalizmin

mezarını kazıyor. Mazlum milletlere özgürlük

yalanlarıyla savaş ihraç eden ABD’nin meşhur Özgürlük

Heykelinin tacı parçalandı. “Ezeli düşmanı”

Rusya koronavirüs salgınının yayılması üzerine

Amerika Birleşik Devletleri’ne askeri kargo uçağıyla

yardım gönderdi. 6 Anlayacağınız kağıttan kaplan

yırtılmaya başladı.

“AB RUHU” VEFAT ETTI

Yeni tip koronavirüs salgınından en çok etkilenen

ülke olan İtalya’ya Çin deneyimli sağlıkçılarını

tıbbi malzeme yardımı ile beraber gönderdi. Rusya

ve Türkiye de İtalya’ya yardım gönderdi. Ancak

üyesi olduğu Avrupa Birliği’nden ne yardım ne de

bir açıklama geldi. İtalya’da halk AB bayraklarının

yaktı ve meydanlardan indirdi. Başbakanı Giuseppe

Conte, korona virüsle bağlantılı en fazla ölümlerin

olduğu İtalya ve İspanya başta olmak üzere,

özellikle güney Avrupa ülkelerinin AB’den talep etti

ekonomik yardımın Almanya ve Hollanda tarafından

veto edilmesinin Birliğin geleceğini riske attığını

söyledi.

“Birilerini diğerlerinden daha fazla etkileyen bir

ekonomik kriz değil bu. Burada finans sistemleriyle

ilgili bir ayrım yok. Bu, ekonomik ve sosyal alanlarda

patlayan bir sağlık krizidir. Bu, tüm Avrupa için

tarihi bir meydan okumadır.

Rusya ve

Türkiye de

İtalya’ya yardım

gönderdi.

Ancak üyesi

olduğu Avrupa

Birliği’nden ne

yardım ne de

bir açıklama

geldi. İtalya’da

halk AB

bayraklarının

yaktı ve

meydanlardan

indirdi.


18

İnsanlığın tüm

erdemleri Asya

toplumlarında

yaşamaktadır.

Çürüyen batı

sistemindeki

insanları ve

tüm insanlığı

da bu erdemler

ve insancıllık

kurtaracaktır.

Güçlü bir Avrupacılık ruhuyla, AB’nin bu durumun

üstesinden gelmesini, gerçekten umut ediyorum.

Eğer bunu başaramazsa... Bakın, vatandaşlarımızın

anayasal haklarını sınırlıyoruz ve Avrupa,

trajik hataları önleyecek tepki göstermek zorundadır.

Şu anda Avrupa, tarihi bir maç oynuyor.” dedi. 7

Uzun süreli sessizlikten sonra Avrupa Birliği (AB)

Komisyonu Başkanı Ursula Von der Leyen, “AB

ülkelerinin tek taraflı olarak sınırlarını kapatmalarının

virüsün yayılmasını durduramadığına değinerek,

bununla birlikte sınırların kapatılmasının birçok

şirkete zarar verdiğini ve önemli tedarik zincirlerini

olumsuz etkilediğini” söyledi. 8 Tüm dünyada yayılan,

binlerce insanın ölümüne sebep olan bir durum

karşısında Avrupa Birliği’nin tavrı dünyaya bir

mesaj içermektedir. O mesaj küreselleşme denen

sömürü sisteminin ulus devletleri yıkarak, bireyciliği

öne çıkararak; dayanışma, paylaşma, yardımlaşma

gibi insani tüm değerleri yıktığıdır. İnsanı ve

doğayı merkeze alan siyasetler yerine kar amaçlı,

insanın insanı sömürdüğü ve ulusların ve milletlerin

zenginliğinden ziyade bir zümrenin veya az sayıda

bireyin zenginliğini amaç edindiği mesajıdır. Emperyalizmin

bir sömürü politikası olan küreselleşmenin,

milyonlarca insanın canı söz konusuyken

bile sömürü aracı çok uluslu şirketlerini düşünmesi

insanlık düşmanlıklarının kendi ağızlarından ifadesi

değil de nedir? Sömürüde “birlikte” ama salgında

her koyun kendi bacağından!

SÖZDE “UYGAR” DÜNYA

Koronavirüs, kendini uygar gören ve doğu medeniyetlerini

barbarlıkla suçlayan batının liberalizmle,

büyük bir ahlaki ve insani çöküş yaşadığını bir

kez daha gösterdi.

Çin’den ithal edilen Almanya üzerinden İtalya’ya

gönderilecek tıbbi maskelere Almanya el koydu,

Fransa da İspanya ve İtalya’ya gidecek olan milyonlarca

tıbbi maske ve eldivene el koydu. Anlaşılan

“uygar” batı ülkeleri serbest yağmalama yarışındalar.

Uluslararası Para Fonu (IMF) koronavirüs salgını

sebebiyle 1 trilyon dolarlık kredi kapasitesini aktif

hale getirmek için hazır olduğunu açıkladı. ABD tarafından

uygulanan ambargolar nedeniyle IMF’den

5 milyar dolar kredi istemek zorunda kalan Venezuela

reddedildi! Daha doğrusu talebi değerlendirmeye

bile alamayacağını açıkladı. 9 Neden? Çünkü

Venezüella dize getiremedik ülkelerden, İran gibi.

ABD, İran’ın tıbbi malzeme ihtiyacını liste olarak

yayınlamasına rağmen ambargoya devam ediyor.

İnsanlık eli batıdan değil doğudan uzandı. BAE ve

Çin tıbbi malzeme yardımında bulundu. 10

Küba koronavirüs nedeniyle hiçbir ülkenin kabul

etmediği İngiliz gemisini, yolcuları tedavi amacıyla

ülkeye kabul etti. 11 Dünyanın dört bir yanına doktorlarını

gönderiyor. Üstelik hiçbir karşılık beklemeden.

İnsan için, insancıllıkla.

İnsanlığın tüm erdemleri

Asya toplumlarında

yaşamak-


19

tadır. Çürüyen Batı sistemindeki insanları ve tüm

insanlığı da bu erdemler ve insancıllık kurtaracaktır.

LIBERAL EKONOMININ SONU:

GÖRÜNMEZ EL KAYBOLDU

“Çin, son birkaç yılını küresel liderliğini güçlendirecek

teorilere harcadı ve koronavirüs ile teoriyi hayata

geçirme fırsatı buldu. Çin koronavirüse karşı

ihtiyaç olan sağlık malzemelerini krizin hemen başında

satın aldı ve üretti. Şimdi ise onları başkalarına

verecek konuma geldi. Dünyanın ihtiyaç duyduğu

malzemelerin Çin’de üretilmesi ise Pekin’in

maddi yardımdaki üstünlüğünü pekiştirdi. Böylece

sağlık malzemeleri üzerinden dış politikada yeni

bir kazanç elde etti. ABD ise aksine başka yerlere

yardım sağlamayı bırakın kendi taleplerini karşılama

kapasitesinden yoksun.” 12 ifadeleri Amerikan

dış politika dergisi Foreign Affairs’ta yayınlanan bir

makaleden. Çin’in koronavirüse karşı yürüttüğü

başarılı politikanın altında yatan sebep Amerikan

dergisinin anladığı biçimde “küresel güç” olma teorileri

değil. Başarının sihirli sözcüğü: kamuculuk.

sent olan maskeyi 7 dolara satıyorlar.

Biz o fiyata almazsak diğer eyaletlere

satıyorlar” dedi. Kalkınma Ekonomisti

Bartu Soral’ın aktardığı bu örnek

aslında durumu tüm çıplaklığı

ile göz önüne seriyor. Devleti

öcüleştiren sistemin

kalbinden yükselen

kamulaştırma çığlığı

liberal politikaların

resmen iflasının itirafıdır.

Klasik iktisat teorisinin en önemli unsuru piyasaları

daima “dengeye” getiren görünmez eldir. Teoriye

göre piyasada çeşitli dalgalanmalar görülse

de uzun dönemde piyasa yolunu bulur ve dengeye

gelir. Teorinin gerçek dışılığı 1929 ekonomik buhranıyla

da kanıtlanmıştı; bugün liberalizmin pembe

bulutlar üzerine kurduğu tam rekabet piyasası hayali

bir kez daha çöktü. Piyasalar yolunu kaybetti

görünmez el kayboldu. Küreselleşmenin sonu korona

virüsün tetiklemesiyle geldi ve bugün koronavirüs

ile savaşta bütün kara parçalarında kamucu

politikalar yürürlüktedir.

“Burası New York Amerika

Evler karıştı bulutlara

Nasıl bir yaşam

Nasıl bir zaman

Macera dolu Amerika” 13

Hatırlayanlar vardır. Ülkemiz AB adaylık sürecindeyken

her yerde batı hayranlığı yükseltiyordu.

Amerikan rüyası bitti. Evleri bulutlara karışan New

York’tan şimdi “kamulaştırın” çığlıkları yükseliyor.

New York Valisi, “Tıbbi malzeme üreten bütün

özel şirketler kamulaştırılsın. Fiyatı normalde 70

“Yalnız”, “birlikte”nin yerine geçmeye başlar, “yakın”,

yerini “uzak”la değiştirir, “global” tekrar “milli”-

ye çözünür ve her şeye kadir pazar ekonomisinin

mucizeleri yavaş yavaş buharlaşırken, güçlü hükümet

geri dönüyor. 14 Gallup International Association’ın

(GIA) araştırma şirketinin 28 ülkede 24652

kişiyle görüşerek hazırlanan koronavirüs hakkında

küresel algı raporunda yer alan bu ifadeler de görüşlerimizi

kanıtlar niteliktedir.

Çin’de virüs ortaya çıkar çıkmaz örgütlü toplumun

disiplini, o disiplini sağlayan güçlü merkezi

yönetim mekanizmaları ve kamucu ekonomi politikalarının

etkisi ile hızlı ve etkin bir mücadele başladı.

Çin virüse karşı gerçek anlamda savaş açtı.

Ekonomisinden toplumsal yaşama bütün alanlarda

savaş kanunlarını devreye soktu. Dünyanın

en kalabalık ülkesi ve en büyük ekonomisi toplum

sağlığı ve insan hakları için topyekun seferberlik

ilan etti. Toplumu tüm kesimlerini bu mücadeleye

kattı. Çin bu savaşı verirken “insan haklarını ihlal

ediyor” ,“otoriter rejim”, “yalan bilgi veriyor” vb. yalanlarla

bozgunculuk sesleri Avrupa’dan ve Amerika’dan

yükseldi. Virüsün bütün dünyaya yayılması

sonrası kamuculuğun sesi bütün sesleri bastırdı.


20

Ekonomik faaliyetin amacını milletin ortak çıkarı

yerine, işletme karı olarak görenlerin sistemi iflas

etti. Ölümün kaçınılmaz gerçeği karşısında, emperyalist

sisteminin çarkları eridi.

SAVAŞ EKONOMISI

Salgın hastalıklarla mücadelede sağlık ve ekonomi

politikaları başat aktörlerdir. Sağlık politikalarının

başarıyla yürütülebilmesi için güçlü bir ekonomik

sisteme ihtiyaç vardır.

Dünya, 2008 finansal krizinden yapısal olarak

farklı ve daha derin bir krizle karşı karşıya. 2008

krizinde ABD batan bankalarını parasal genişleme

ile kurtarmaya çalışmış, dünyanın en büyük sigorta

şirketi American İnternational Group şirketini kamulaştırmak

zorunda kalmıştı. 15 Kapitalist sistem

sık sık krize girerek krizden çıkış yolunu da devletçi

uygulamalarda bulmuştur.

Devlet müdahalesinin derinliği neoliberal politikaları

devre dışı bırakıyor. Virüsle savaşta savaş

ekonomisi kendini dayatıyor. 1. Dünya Savaşı

öncesi ve savaş sırasında uygulanan ekonomi

politikalarını incelediğimizde içinde bulunduğumuz

koşullarla benzerlik açıkça göze

çarpmaktadır. Sağlık Bakanı

Fahrettin Koca’nın tüm açıklamalarında

sık sık vurguladığı

üzere virüsle

mücadelemizde

hedefimiz virüsün yayılmasını önlemek ve can

kaybının önüne geçmek. Sık sık evde kal çağrıları

yapıldı, 65 yaş üstü, kronik rahatsızlığı bulunan ve

20 yaş altı vatandaşların sokağa çıkması yasaklandı.

Hizmet sektöründe pek çok iş kolunun faaliyeti

durduruldu, okullar tatil edildi… Bunlar gibi bir dizi

önlem açıklandı. Bu hedefle beraber ekonomimize

yeni görevler yüklendi. En düşük emekli maaşının

1500 TL oldu, 2 milyon ihtiyaç sahibi aileye

1000’er TL nakit desteği sağlandı, devlet bankaları

tarafından 6 ay ertelemeli 36 ay vadeli ihtiyaç kredisi

açıldı. İşverene “işçi çıkarmayın gerekli desteği

sağlayacağız” dendi. Bunlarla beraber bir dizi ekonomik

tedbir açıklandı. Milletin savaşma gücünü

arttırmak ve tüm kesimlerin ihtiyaçlarını karşılamak,

istenen hedefe ulaşmak için ekonomi, savaş

koşullarına uygun hale getiriliyor. İşsizlik, gıda kıtlığı,

pahalılık, tıbbi malzeme yetersizliği, hastane kapasite

sorunu gibi endişeleri ancak savaş ekonomisine

geçebildiğimiz ölçüde tersine çevirebiliriz.

“ 16 Savaş ekonomisinde ‘refah hakkı’ndan önce

‘yaşam hakkı’ gelir. Ülke tehlikede olduğu sürece

yurttaştan beklenen ilk ödev vatan savunmasına

katkıda bulunmaktır. Yaşam hakkı bundan böyle

bireyden topluma intikal eder; devlet, toplumsal

yaşamın ulusal savunmayla ilgili gördüğü bütün

safhalarına müdahale eder.” Yaşam hakkını korumak

için seferber edilmeyen ekonomi, seferberlikten

yoksun bir orduya benzer. 17

Koronavirüse karşı seferber

olan, dayanışma ve paylaşma

içerisinde olan toplumlar

zafer kazanır. Ülkemiz bu anlamda

Batı toplumlarından çok

daha ileridir. Anadolunun paylaşma,

yardımlaşma ve dayanışma kültürü

zorluklar karşısında el ele vermektir.

Cihan Harbinde İttihat Terakki üretimin

durmaması, işsizlik sorunu yaşanmaması,

halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması,

karaborsa ve stokçuluğa karşı çeşitli

tedbirler aldı, sırtını millete yasladı. Büyük bir

kampanya başlattı. Ziya Gökalp herkesi “iktisadi

vatanperverliğe” 18 ,Talat Paşa “Memleketi hür

ve mesut, yüksek ve müstakil olmayan insanlara

paraları ne bir saadet, ne de bir refah ve huzur

verebilir.” diyerek dayanışmaya çağırdı. 19 Şarkılar

bestelendi, marşlar yazıldı, reklamlar yapıldı, filmler

çevrilerek sinemaya kondu.20 “Emr-i milli” milli


21

sizin çocuklar başaramadı! Kamuculuk

bütün kara parçalarında yürürlüktedir ve

insanlığın geleceği Asya’dadır. Emperyalizmin

ulus devletleri yıkma projelerinin de,

AB, Dünya Bankası, IMF gibi araçlarının

da sonu geldi. Milli demokratik devrimlerin

üçüncü büyük dalgasının fırtınası hissedildi.

Liberalizm, kamuculuk dalgalarında boğulacaktır.

Dip Not

iktisadın ilk imtihan günü oldu, başarı ile

sonuçlandı. Kurtuluş Savaşı döneminde

Mustafa Kemal Atatürk’ün Tekalifi Milliye

Emirleri’yle, savaş giderlerini karşılamak

için iki çift çorabından birini, iki öküzünden

birini veren fedakar halkımız bugün de “Milli

Dayanışma Kampanyası” ile yükü omuzlamış

ve paylaşmıştır. Milleti millet yapan da

vatan topraklarındaki bu kader birliğidir.

İşte neoliberalizmin dört bir koldan saldırıp

parçalamaya çalıştığı bu kültür insanlığın

aydınlık geleceğe taşıyacaktır.

FIRSATLAR DÖNEMI

Savaşta üretim ordular kadar önemlidir. 21

Türkiye virüse karşı erken tedbirler aldı ve

etkin mücadele yöntemleri geliştirdi. Ancak

bu fırsatlar dönemini daha iyi kavramalı ve

buradan bir üretim atağı ile çıkmak zorundadır.

Cihan Harbi sırasında nasıl ki temel

ihtiyaçlar dışında lüks tüketim kısıtlandıysa

bugün de lüks tüketime kısıtlamalar getirilmeli,

israftan kaçınılmalıdır. Üretim için

yatırıma, yatırım için tasarrufa ihtiyaç vardır.

Tasarruflar dönemine girmiş bulunuyoruz!

Türkiye, Avrupa ülkelerinden farklı olarak

devletçiliğin -neoliberalizmin saldırıları ile

yıpranmış olsa da- birikimiyle hijyen ürünü

ve tıbbi malzeme üretimine başladı. Hızlı bir

planlama yaparak korona virüsün dünya

pazarında yarattığı etkileri iyi tespit etmeli

ve kritik sektörlerde üretimi arttırmalıyız.

Kriz dönemi boyunca iflas etme riskinde

olan şirketler, fabrikalar kamulaştırılmalıdır.

Korona virüsün aşı çalışmaları devam etmesine

rağmen ne zaman bulunabileceği

ve virüsün ne zaman tam olarak kontrol

altına alınabileceği bilinmemektedir. Ülkemizin

halkın ihtiyaçlarını karşılamasını sağlamak

ve üretimin devamlılığı için kaynağa

ihtiyacı olacaktır. Türkiye kaynak ihtiyacını

IMF kapılarında dilenerek değil kendi darphanelerini

çalıştırarak karşılayabilir. Yaratılan

kaynağı doğrudan hane halkına dağıtmak

yerine üretim alanlarında kullanmalıdır.

Türkiye bu süreci halkçı ve devletçi politikalarla

yürüttüğü takdirde, 24 Ocak kararlarının

liberal iktisat politikalarını yerle bir

ederek dünyanın en hızlı gelişen ekonomileri

arasında yer alabilecek ve ithalat bağımlılığından

kurtulacaktır.

24 Ocak kararlarını Türk Milletine kabul

ettirme sopası olan 1980 darbesinin yapıldığı

gece CIA’nın Türkiye Şefi olan Paul

Henze, ABD Başkanı Jimmy Carter’ın kulağına

eğilip “bizim çocuklar başardı” diye

haber vermişti. Sağır sultan bile duysun

1) https://acikradyo.com.tr/editorden/covid-19-adli-sinif-depremi

2) https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-52130130

3) https://www.dw.com/tr/abddeki-vaka-say%-

C4%B1s%C4%B1-%C3%A7ini-ge%C3%A-

7ti/a-52938334

4) https://www.cnnturk.com/dunya/abd-koronavirus-nedeniyle-cinden-tibbi-malzeme-almaya-basladi?page=1

5) https://www.sozcu.com.tr/2020/dunya/

saglik-sistemi-coktu-abd-yurt-disindan-doktor-ariyor-5708426/

6) https://www.hurriyet.com.tr/

7) https://www.ntv.com.tr/dunya/italyadan-a-

bye-corona-virus-tepkisi,B69EtOe-DEu5A_YD-

TS_rw

8) https://www.sabah.com.tr/dunya/2020/03/29/corona-virus-salgini-sonrasi-abden-cokus-itirafi-geldi

9) https://www.haberturk.com/imf-venezuela-nin-koronavirus-icin-yardim-talebini-reddetti-haberler-2617248-ekonomi

10) https://www.cnnturk.com/dunya/bae-ve-cinden-irana-tibbi-malzeme-yardimi?page=2

11) https://tr.sputniknews.com/guney_amerika/202003161041614284-hicbir-ulkenin-kabul-etmedigi-ingiliz-gemisi-yolcularin-tedavisi-icin-kubaya-yanasiyor/

12) https://www.aydinlik.com.tr/haber/abd-geriliyor-cin-liderlige-oynuyor-203383

13) Rafet El Roman’ın Macera Dolu Amerika

şarkısına ait sözlerdir.

14) https://www.dunya.com/kose-yazisi/

global-tuketim-salgininin-sonu-yakin-gorunuyor-ve-secme-ozgurlugu-utopyasinin-sonuna-geldik/466561

15) Finansallaşma, Borç Krizi Ve Çöküş,

Ümit Akçay, Ali Rıza Güngen, NotaBene Yayınları,

Nisan 2016, Ankara

16) İttihat Terakki ve Cihan Harbi, Savaş Ekonomisi

ve Türkiye’de Devletçilik 1914-1918, Zafer

Toprak, Kaynak Yayınları, Kasım 2016, Sy. 24.

17) A.g.e. sy.30

18) A.g.e sy.162

19) A.g.e sy.161

20) A.g.e. sy.36

21) A.g.e. sy.30


22

SALGIN HASTALIKLAR VE

KAMUCU ANLAYIŞ

Özgür Altınbaş - TGB Çin Temsilcisi

Uluslararası İşletme ve Ekonomi Üniversitesi - Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans


23

İnsanlık tarihi, mücadeleler tarihidir. Kimi zaman

savaşlar, kimi zaman doğal afetler, kimi zaman

hastalıklar… İnsanoğlu, yaşadığı süreç boyunca

sürekli mücadele ederek ayakta kalmaya çalışmıştır.

Mücadele tarihine baktığımızda, insanoğlu

karşılaştığı sorunların üstesinden gelmek için çözüm

üretmeye, yeni bir yol bulmaya çalışmıştır. Bu

süreç içerisinde hem devletin idari yönü sınanmıştır

hem de bilimsel olarak çözüm odaklı refleksler

ölçülmüştür. Toplumlar ya da devletler, sorunlara

çözüm üretebildiği takdirde ayakta kalabilirler.

Dünyada meydana gelen büyük değişimlerde

şüphesiz ki salgınların etkisi

azımsanmayacak kadar fazladır.

Örneğin tarihin en

büyük salgını olarak

bilinen, 14. yüzyılda

Avrupa’da görülen

Kara Veba, sonrasında

birçok

değişimin önünü

açmıştır. Kara

Veba salgınında

tahminlere göre

75 ila 200 milyon

arasında insanın öldüğü

söyleniyor. Bu

durum Avrupa nüfusunun

%30 ila %60 arasında azalması

anlamına gelmektedir. Bunun sonucunda

birçok tarım işçisi hayatını kaybetmiştir. Az

sayıda hayatta kalan tarım işçileri değer kazanmıştır

ve pazarlık güçleri artmıştır. Bu durum ekonomik

olarak Avrupa’yı etkilemiştir. Tarım işçilerine

yüksek maliyet ödemek istemeyen toprak ağaları,

tarım işçisinin yerini tutması açısından makineleşme

hamleleri yapmıştır. Çünkü salgın sonrası tarım

işçisi çalıştırmak, salgın öncesine göre çok daha

maliyetli hale gelmişti. Bu durum feodal sistemin

dağılmasının önünü açmıştır. Oluşan ekonomik

bunalım, insanları farklı şeyler keşfetmeye itmiştir.

Coğrafi Keşiflerin temelinde yatan en önemli nedenlerden

birisi de işte bu ekonomik nedenlerdir.

Kara vebanın böylesine büyük bir etkinin yapı taşlarından

bir tanesi olması bize, günümüze dair bazı

ipuçları vermektedir.

KORONAVIRÜS VE

YARATTIĞI ETKI

İlk olarak Çin’in Hubei eyaletinin Wuhan şehrinde

görülen koronavirüs, yaratacağı etki açısından

gelecekte bazı temel anlayışları değiştireceği mesajını

veriyor. Tabi öncelikle bunu temellendirmek

adına virüsün yayılmasından itibaren Çin’in aldığı

tutumları iyi tahlil etmemiz gerekiyor.

Aralık ayında Wuhan şehrinde daha önce görülmemiş

şekilde zatürre hastaları hastanelerin kayıtlarına

yansıdı. Bu beklenmedik hasta yoğunluğu

29 Aralık’ta Merkezi Hükümet’e rapor edildi. Arından

Merkezi Hükümet Wuhan’da acil durum ilan

etti. 10 Ocak’ta bu virüsten dolayı ilk ölüm bildirildi.

21 Ocak’ta ise bu virüsün insandan insana geçtiği

tespit edildi. Bunun sonucunda 23 Ocak’ta Wuhan

şehri tamamıyla karantinaya alındı. Wuhan şehrinin

karantinaya alınmasından sonra, diğer eyaletlere

giriş çıkış kontrol altına alındı ve bazı büyük şehirlerde

sokağa çıkma ile ilgili düzenlemeler yapıldı.

Örneğin Zhejiang eyaletinde her gün bir haneden

yalnızca bir kişinin dışarı çıkmasına izin verildi.

Çin Halk Cumhuriyeti en başından beri bu durumu

sıkı şekilde ele aldı. Çünkü Çin daha önce

SARS virüsü salgını ile de karşı karşıya gelmişti.

Çin, SARS virüsü salgınından elde ettiği tecrübe

ışığında koronavirüs salgınını ciddi bir şekilde ele

aldı ve müdahalelerini daha geniş çapta yaptı.

Buradaki en önemli detay, bu kararları almaktan

çok bu kararları uygulayabilmektir. Çin, aldığı bu

kararları nasıl uygulayabildi? Bu soruya cevap verebilmek

için Çin’in devlet yönetimini incelememiz

gerekmektedir.

Çin, çok derin bir örgütlenme mekanizmasına

sahip bir devlettir. Devletin en üst kademesinden

normal bir vatandaşın yaşadığı apartmana kadar

örgütlü bir yapı ile karşı karşıyayız. Çin Devlet Başkanı

Xi Jinping’in kılcal damar olarak tanımladığı

apartman temel örgütleri, karantina sürecinin yürütülmesinde

büyük bir fayda sağlamıştır. Çünkü

Çin’de her apartmanda bir ÇKP görevlisi vardır. Bu

görevliler sayesinde devlet, en alt birimdeki vatandaşına

kadar kontrol sağlayabilmektedir. İnsanların

apartmandan dışarı giriş ve çıkışları bu sayede


24

Çin’in salgını

bitirmesinin altında

yatan başarının

kaynağı şüphesiz

ki kamucu-devletçi

anlayıştır. Ancak

bu anlayışa sahip

ülkeler krizlere hızlı

şekilde müdahale

edebilir.

kontrol altına alınabiliyor. Bunun yanı sıra çok hızlı

bir şekilde sahra hastanelerin inşa edilmesi, maske

ihtiyacının karşılanması, insanların kamu alanlarından,

sokakta yürürken bile ateşlerinin ölçülmesi,

dışarı çıkamayan vatandaşların evcil hayvanlarının

görevliler tarafından beslenmesi… Saymakla bitiremeyeceğimiz

bir operasyon bütünü karşımıza

çıkıyor. Devlet mekanizması ne kadar örgütlüyse,

devletin gösterdiği refleksler de o kadar hızlı olur.

KAMUCU-DEVLETÇI ANLAYIŞ

Çin’in salgını bitirmesinin altında yatan başarının

kaynağı şüphesiz ki kamucu-devletçi anlayıştır.

Ancak bu anlayışa sahip ülkeler krizlere hızlı şekilde

müdahale edebilir. Kamuya aktarılan kaynakların

bolluğu, halkın kriz süresince ve krizden sonra

devlete daha fazla güven duymasını sağlıyor. Krizin

ilk başlarda merkezi olan Çin’de artık ülke içi vakaların

neredeyse sıfıra inmesi bu başarının somut

örneğidir. Halk için hizmet ( 为 人 民 服 务 ) anlayışının

olduğu Çin’de öncelik her zaman kamu çıkarıdır.

Bu tarz krizlerde Çin, Avrupa ve ABD’nin aksine

öncelik olarak halk sağlığını belirliyor. Avrupa’da ve

ABD’de ise bu tam tersi. Batı her zaman ekonomiyi

öncelik olarak belirlediği için şu an virüsün merkez

üssü Avrupa ve ABD haline gelmiştir. İngiltere

Başbakan’ı Boris Johnson’ın Sosyal Darwinizm

ile “ölenler ölür, kalan sağlar bizimdir” minvalinde

yaptığı açıklamanın ardından bir hafta geçmeden

geri dönüş yaparak OHAL durumu uygulamalarına

geçmesi, İtalya’da insanların sokağa çıkışına engel

olamamak, İspanya’da huzurevlerinde yaşlıların

cansız bedenlerinin terk edilmiş halde bulunması,

Batı’daki halk sağlığına verilen önemin ne kadar

az olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir.

ABD’de sigortalı birisinin koronavirüse yakalanması

sonucunda, tedavi için 7 bin dolar vermesi gerekmektedir.

Eğer sigortanız yok ise 34 bin dolara

kadar çıkan tedavi faturalarıyla karşı karşıya geliyorsunuz.

Sürekli demokrasi ve insan haklarının

ağızlardan düşmediği Batı’da insanların nasıl ölüme

terk edildiğine tanıklık ediyoruz. Ve sürekli antidemokratik

olarak gösterilen Çin’de ise insanların

nasıl yaşatıldığını ve salgından nasıl kurtulduğunu

görüyoruz.

BATI’NIN ÇÖKEN

LIBERALIZMI

Koronavirüs salgınıyla dünya yeni bir tartışmayı

girdi. O da liberal ekonomik sistemin, kamucu ekonomik

sistemlerin karşısında yenilgisidir. Başından

beri bu süreci titizlikle sürdüren kamucu ekonomi

anlayışına sahip Çin, süreci büyük ölçüde atlatmış

durumda. Çünkü kamu kaynakları zengin olan Çin,

alt yapı bakımından yeterli bir güce

sahipti. Fakat Batı’da

sağlık

sisteminin

verememesi

salgına karşı cevap

büyük


25

bir soruna yol açtı. Özellikle

başlarda İtalya’nın

Avrupa Birliği’nden yardım

istemesi sonucunda

hiçbir AB ülkesinden yardım

alamaması, İtalyanlar

tarafından AB’ye karşı büyük

tepkilere yol açtı. İtalya, İspanya

ve Sırbistan’ın yardımına Çin Halk Cumhuriyeti

koştu. Sırbistan Cumhurbaşkanı yaptığı

açıklamada AB içerisindeki dayanışmanın aslında

bir hayalden ibaret olduğunu ve Sırbistan’a ancak

Çin’in yardım edebileceğini belirtmişti. Sistemin

çöküşü birçok pratikte karşımıza çıkıyor. İtalya’da

Avrupa Birliği bayrakları yakılıyor, yerine Çin ve Rus

bayrakları konuluyor. İtalyan halkı hiçbir zaman bu

kadar AB’ye karşı kin beslememişti. NATO’nun en

büyük müttefiklerinden olan İtalya’nın sokaklarında

Rus askeri araçları ve Rus askerleri dolaşıyor.

Bu NATO’nun da ne kadar yetersiz kaldığını göstermektedir.

Bu sonuçların hepsi bize, salgından sonra birçok

şeyin eskisi gibi olmayacağının mesajını vermektedir.

En basit bir maske ihtiyacını karşılamakta bile

zorlanan Batı’nın Çin’den öğreneceği çok şey var.

VIRÜSÜN

DILI, DINI, IRKI VAR MIDIR?

2009’da ABD Kaliforniya’da çıkan domuz gribinde

6 ayda dünya genelinde 13.000’e yakın kişi

hayatını kaybetti ve virüs toplamda 200’den fazla

ülkeye yayıldı. Peki, hiç sosyal medyada ya da

gerçek hayatta Amerikalılardan kaçıldığını ya da

tüm Amerikalılara hastalıklı, virüslü muamelesi yapıldığını

gördünüz mü? Görmedik, doğrusu da bu.

gözlü olduğu için virüslü muamelesi görmesi

ırkçılıktır.

Ama iş Asya ve Afrika’ya

gelince bu insanlar vebalı

muamelesi görüyor. Bunun

başat nedeni Batı’nın

medya ve kültür emperyalizmi

aracılığıyla zihinlerimize

yerleştirdiği oryantalist bakış

açısıdır. Bir insanın Çinli ya da çekik

KORONAVIRÜSTEN

SONRA BAŞKA BIR DÜNYA ILE

KARŞI KARŞIYA KALACAĞIZ

Yazının da başında belirttiğimiz üzere, devletler

ve toplumlar sorunlara çözüm üretebildiği ölçüde

ayakta kalabilirler. Bu salgında çok kötü bir sınav

veren Batı’nın liberal sistemi çökmeye başlamıştır.

Kamuculuk ise mücadeledeki başarasıyla daha da

güçlenmiştir. Bu gelecekti hangi sistemlerin ayakta

kalacağıyla ilgili net mesajı bizlere vermektedir.

Yeni bir dünya kuruluyor tahlili hiç bu kadar sıcağı

sıcağına yaşanmamıştı. AB’deki iç çelişkilerin

artması, ABD’deki kamucu ekonomi tartışmaları,

yeni bir dünyanın kurulmasının eşiğine gelindiğini

bizlere göstermektedir. Bu süreçte Cumhurbaşkanı

Erdoğan’ın yaptığı açıklamalara dikkat edersek

Türkiye’nin bu süreci kavradığını söylemek çok da

yanlış bir tahlil olmaz. Erdoğan’ın süreç boyunca

her defasında, devletin rolünün daha fazla olacağını,

Batı sisteminin kötü sınav verdiğini ve liberalizmin

sahte refah düzenine vurgu yapması da

bu tahlili güçlendirmektedir. Bu salgın sonrasında

önümüzde, geçmişten çok farklı bir dünya ile karşı

karşıya geleceğiz.

Trump her

konuşmasında

koronavirüsten

bahsederken “Çin

virüsü” diyerek bu

algıyı her fırsatta

desteklemeye devam

ediyor


26

GEÇMİŞTEN BUGÜNE

SALGIN HASTALIKLAR

Mihri Serap Sayın - TGB Muğla İl Yöneticisi

Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi - İşletme

Gezegenimizin her köşesini diğer

canlılarla paylaşıyoruz. Bunların

arasında mikroskobik ölçekte olan

bakteriler, mikroplar ve virüsler de var. Aralarında

yediklerimizin oluşmasını sağlayanlar

ve bize yardımcı olanlar da bulunuyor

ancak sonumuzu getirebilecek olanlar da.

Şu anda bile vücudunuzun üzerinde, ellerinizde

ve ağzınızın içerisinde kötü huylu

bakteriler ve mikroplar var. Örneğin ölümcül

stafilokok bakterisi taşıyor olma ihtimaliniz

yüzde %25. Bu bakteri size zarar

vermeyebilir fakat bir başkasından alırsanız

hayatınızı kaybedebilirsiniz.

Elbette insanoğlunun hayatta kalma

azmi de küçümsenemez. Büyük kayıplar

verilse de insanlık bugüne kadar başına

gelen en korkunç salgınları atlatmayı bir

şekilde başarmıştır.

Savaşlarda verilmeyen kayıplar insanlık

tarihi boyunca büyük salgın hastalıklarda

verildi. Önüne geçilmeyen, dünyaya yayılan

hastalıklar birçok kez tarihin seyrini değiştirdi.

MİKROBUN KEŞFİ

Görünmeyen mikrobik yaşamın varlığı

ilk olarak Hindistan’daki Jainizm dini kayıtlarında

öne sürülmüştür. Mahavira, M.Ö.

6. yüzyılda, yeryüzünde, suda, havada

ve ateşte yaşayan görünmeyen mikrobik

canlıların varlığını ileri sürdü. Görülmeyen

organizmalar tarafından yayılan hastalıkların

ortaya çıkma ihtimalini gösteren en eski

fikir, Roma bilim adamı Marcus Terentius

Varro‘nun M.Ö. 1. yüzyılda “Tarım” adlı

kitabında bir bataklığın yakınlarında bir ev

kurmanın zararlarına karşı insanları uyarmaktadır.

Kitapta bataklıklarda yaşayan

görülmeyen canavarlar adlı hayvanat kümelerinden

bahsedilmiştir.

Bilimler tarihinde, mikrobun hastalık sebebi

olarak keşfi 15. asırda Fransız âlimlerinden

Pasteur’e izafe edilse de, mikrop

aslında 14. yüzyılda keşfedilmiştir. Ve kâşifi

de, büyük bir İslâm bilgini ve hekimi olan

Akşemseddin’dir.

Akşemseddin bu konuda, araştırmalar

yaptı. Sonunda “Maddetü`l-Hayat” adlı

eserinde şu neticeye vardı: “Hastalıkların

insanlarda teker teker ortaya çıktığını sanmak

hatalıdır. Hastalık insandan insana bulaşmak

suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle

görülemeyecek kadar küçük, fakat canlı

tohumlar vasıtasıyla olur.”

Akşemseddin`den 400 yıl sonra, Fransız

kimyacısı ve biyoloji bilgini Pasteur (1822-

1895) laboratuvarında yaptığı deneylerle

aynı sonuca ulaşacak, mikrobun hastalık

sebebi olduğunu ilim dünyasına kabûl ettirecekti.

TARİHİN SEYRİNİ

DEĞİŞTİREN

SALGINLAR

İnsanlığın tarihine yön veren büyük salgınlara

bakalım:

1) ANTONİNUS (GALEN) SALGINI

MS 165-180 yılları arasında Roma İmparatorluğu’nda

yaşanmış olan ve doğu

seferlerinden dönen askerler tarafından


27

getirilmiş salgın bir hastalık olan Antoninus

vebası günde 2 bin kişinin ölümüne neden olmuş

bilinen ilk büyük veba salgınlarından biri.

İmparatorluk toplam nüfusunun %30’unu yitirmiştir.

2) JÜSTİNYEN VEBASI

541 yılında Konstantinopol’de İmparator

Jüstinyen tahtta otururken Avrupa’da başlayan

bir salgın önce Mısır’a oradan Filistin’e,

Suriye’ye ve oradan da Anadolu’ya ulaştı.

Jüstinyen Konstantinapol’a tüm giriş çıkışları

kapattıysa da salgın hastalık askeri birliklerin

şehre getirdiği malzemeler arasında yer alan

fareler yoluyla girdi. Farelerin tüyleri arasına

gizlenen ve bir milimetreden küçük ‘Xenopsylla’

isimli uçucu bir böcek, midesinde

‘Pasteurella pestie’ denen ölümcül veba bakterisi

taşıyordu. Bu böcekler uçarak çevrede

bulunan diğer farelerin tüyleri arasına yerleşip

hızla üredi.

İnsan vücudunun herhangi bir noktasına

konup ısırarak veba mikrobunu aktaran böcekler

hastalığı bulaştırdıkları kişilerin birkaç

gün içerisinde ölmesine neden oldu.

Bir hafta içinde veba şehirde hızla yayıldı ve

ölümler başladı. Sarayın çevresi askeri birliklerce

karantinaya alındı. Başlangıçta günde

birkaç yüz olan ölü sayısı, kısa süre sonra

binlere ulaştı. Mezar yerleri dolunca, ölüler

denize atılmaya başlandı.

Hastalık normal seyrini sürdürdü ve zamanla

kendiliğinden yok oldu ancak o zamana

kadar dönemin en kalabalık şehirlerinden

olan Konstantinopol nüfusunun yüzde 40’ını

kaybetti. Salgın iş gücü ve asker sayısını kaybeden

Bizans’ın zayıflamasına ve saldırılara

açık hale gelmesine neden oldu ki bu durum

Avrupa tarihini kökten değiştiren gelişmelerin

yaşanmasına vesile oldu.

3) AMERİKA’DA SU ÇİÇEĞİ SALGINI

15. yüzyılda Avrupalılar yeni dünyayı keşfetti.

Amerika kıtasındaki yerliler ile temas

eden Avrupalı kâşifler beraberlerinde getirdikleri

virüs ve bakterileri buradaki insanlara

bulaştırdılar

Suçiçeği halihazırda Avrupa’nın üçte birini

öldürmüştü ancak bağışıklık sistemleri Avrupalılar

gibi gelişmemiş olan ve ilaçları da yetersiz

kalan Amerikan yerlilerinin hiçbir şansı

yoktu. Milyonlarca insan öldü ve o dönem

yerli nüfusun yüzde 90’ı yok oldu. Bu durum

Amerika kıtasının Avrupalılarca kolonileştirilmesini

son derece kolaylaştırdı.

19. yüzyılın başına kadar toplamda her iki

Amerikan yerlisinden biri Avrupa’dan gelen

hastalıklar nedeniyle öldü.

4) ÜÇÜNCÜ VEBA SALGINI

1855-1859 yılları arasında Çin’de başlayarak

dünyaya yayılan ve sadece Çin’de ve

Hindistan’da bile 12 milyon insanın ölümüne

neden olan bu salgına Jüstinyen Vebası

JÜSTİNYEN

VEBASI

541 yılında

Konstantinopol’de

İmparator Jüstinyen

tahtta otururken

Avrupa’da başlayan

bir salgın önce Mısır’a

oradan Filistin’e,

Suriye’ye ve oradan

da Anadolu’ya ulaştı.


28

ve Avrupa’nın Kara Vebası ardından ‘Üçüncü

Veba’ denildi.

Etkileri bir asır kadar süren salgın Amerika

kıtasına uzak doğudan gelen farelerle taşındı.

Daha önceki vebalardan farklı olarak ilerlemiş

olan tıp bilimi bu hastalığın incelenmesine ve

tedavi edici ilaçlar oluşturulmasına imkân sağladı.

Bunların başında da antibiyotikler geldi.

5) TİFÜS SALGINI

ilişkili ölümlerin %80’inin 65 yaşından küçük

insanlarda meydana gelmesi nedeniyle tipik

grip salgınlarından farklıydı. Genelde, grip salgınlarından

ölümlerin %70 ila %90’ı 65 yaş üstünde

görülür.

FEODALİZMDEN

KAPİTALİZME: VEBA

En kapsamlı yıkıma sebep olan salgın ise,

KARA VEBA olsa gerek.

BÜYÜK LONDRA

VEBASI

665–66 yılları

arasında İngiltere

Krallığı’nda yaşanmış

son büyük epidemiktir.

Büyük Veba 100.000

kişiyi, yani Londra

nüfusunun yaklaşık

%15’ini öldürmüştür.

1914-1918 yılları arasında Tifüs bakterisini

taşıyan bitlerin neden olduğu salgın savaşın

beraberinde getirdiği bir olguydu. Avrupa ve

Asya’da 25 milyon kişi hastalandı ve özellikle

Sovyetler Birliği ülkelerinde 3 milyona yakın

insan hayatını kaybetti. Batılı ülkeler salgına

neyin neden olduğunu daha hızlı anladı ve bitlerden

kurtulmak üzere önlemler alındı. Doğu

ülkeleri ise daha geç önlem aldı ve bu nedenle

dünyanın bu kısmında çok daha fazla sayıda

insan hayatını kaybetti.

6) DOMUZ GRİBİ VEYA H1N1

2009 yılında, ABD’de yaklaşık 60,8 milyon

insanı enfekte eden ve 151.700 ila 575.400

aralığında küresel çapta

ölüm yaratan yeni

bir grip virüsü formu

ortaya çıktı. Domuzlardan

insanlara geçtiği

görüldüğü için “domuz

gribi” olarak adlandırıldı.

H1N1, virüsle

Büyük veba salgını, tarihte yaşanılmış birçok

savaştan daha fazla can kaybına sebep olmuş

bir felakettir. Etkisi o kadar büyüktü ki birkaç

yılda 100 milyona yakın kişinin hayatını kaybetmesine

sebep olduğu düşünülüyor. Veba

salgını 1347-1351 yılları arasında Avrupa’da

meydana gelmiştir. O zamanlar Avrupa’da yoğun

nüfus artışı yaşanmış, bunun sonunda da

kıtlık dönemine girilmiştir. Büyük veba salgınının

kıtlık döneminin hemen arkasından gelmesi

haliyle Avrupa’nın bu durumla mücadelesini

çok zorlaştırmıştır. Salgın ilk olarak yoksul ve

bakıma muhtaç insanlarda görülmüştür, salgının

yayılmasıyla birlikte üst tabakadaki kesimin

de etkilenmesi kaçınılmaz olmuştur.


29

Veba, Çin ve Orta Asya’da başlamış buradan

tüm dünyaya yayılmıştır. Veba’nın Avrupa’ya

ulaşması Asyalı tacirlerin Çin’den satın

aldıkları vebalı kürkleri Avrupa’ya satması

yoluyla bulaşmıştır. Gemide yaşayan pire ve

farelerin de bu hastalığın yayılmasında etkili

oldukları söylenmektedir. O sıralar Kırım Tatarlarının

reisi Canıbek, Ceneviz limanını kuşatmış

ve kendi vebalı adamlarını mancınıkla şehrin

içine fırlatıp hastalığı İtalyanlara bulaştırmıştır.

İtalyanlara bulaşan vebayla ilk karşılaşan şehirler

Cenova, Messina ve Venedik olmuştur.

Sonrasında Veba Salgını, 1348 yılında Paris’e

kadar gelmiş 1349’da ise Londra’yı etkisi altına

almış İskoçya ve İskandinavya’dan sonra

da başlangıcı olan Tatarların yurduna tekrar

ulaşmıştır. 90.000 nüfuslu Floransa’nın yarısı,

Fransa’da 125.000, İngiltere de 1.000.000

kişi, Venedik’de ise nüfusun %75’i veba salgınından

ölmüştür. Suriye, Lübnan, Mısır, Hatay,

Mekke, Yemen ve daha birçok şehir, toplamda

tüm dünyanın ciddi bir kısmı veba hastalığından

yaşamını kaybetmiştir.

Yüksek oranda insanın ölümüne sebep olduğu

düşünülen veba çoğunlukla köylülerin

hayatına mal oldu. Bu da toprak sahiplerinin

toprağı işleyecek emek gücü bulma sıkıntısı

yaşamasına yol açtı. Geride kalan sağlıklı tarım

işçileri, daha fazla pazarlık gücüne sahip

oldu. İşlerini yaptırmak için insanları çalıştırmak

daha pahalı hale geldiğinden, iş sahipleri işçilerin

yerine geçecek işgücü tasarruflu teknolojilere

yatırım yapmaya başladı. Vebanın neden

olduğu yüksek ölüm oranları, insanları salgından

kaçmak için uzun deniz yolculuklarına çıkmaya

daha istekli hale getirdi. Dolayısıyla kara

veba, Avrupa’da feodalizmin çözülmesi, tarımda

makineleşme ve ticaret yollarının gelişmesi

gibi kapitalizme uzanan süreçlerin tetikleyicilerinden

birisi oldu.

TÜRKİYE’NİN SALGINLA

MÜCADELE GELENEĞİ

Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti

sadece düşman kuvvet ile savaşa girmedi.

Bir yandan da cephelerde askerlerin getirdiği

salgın hastalıklar ile savaştı.

Frengi, veba, tifüs, kolera, sıtma

ve daha birçok hastalık

ile karşı bir mücadeleye

girmek durumunda kalındı.

Bu durumun önüne

geçmek için birçok

önlem alındı.

Askerler cepheye

gönderilmeden

önce “tahaffuzhane”

adı

verilen birimlerde

bulaşıcı hastalıklara

karşı bağışıklığını güçlendirmek

için aşı yaptırıyordu.

Halkın sağlığı

da askerlerin sağlığı kadar

önemliydi, birçok ilde aşı laboratuvarları

açılarak çalışmalar

yapıldı.

Birinci Dünya Savaşı’ndan cumhuriyetin

ilk yıllarına kadar yürütülen sağlık çalışmalarının

ve salgın hastalıklarla olan mücadelenin

temelinde yatan en önemli anlayışın halka yönelik,

fedakârca çalışma yürütülmesidir.

1921 yılında Refik Saydam’ın sağlık bakanı

olarak görev almasıyla beraber sağlık alanındaki

çalışmalar başka bir boyuta ulaşmıştır.

Koruyucu sağlık hizmetlerinin temellerini atan

Refik Saydam aslında bugün Türkiye’de salgın

hastalıklarla mücadele sisteminin de önemli

bir yapı taşıdır. Halk sağlığı çalışmalarıyla öne

çıkan Refik Saydam, Mustafa Kemal ile beraber

19 Mayıs’ta Samsun topraklarına ayak

basan, kongrelerin her birine katılarak adım

adım Anadolu’yu gezen Atatürk’ün yol arkadaşlarından

biridir. Birinci Dünya Savaşı’nda

ve milli mücadele yıllarında cepheden cepheye

koşarak hekimlik yapmıştır.

Refik Saydam hem vatansever hem de

tıbben donanımlı bir hekim olarak cumhuriyet

dönemi sağlık çalışmalarının neredeyse

tamamının fikir babasıdır. 10 maddede sağlık

Refik Saydam

1921 yılında sağlık

bakanı olarak görev

almasıyla beraber

sağlık alanındaki

çalışmalar başka bir

boyuta ulaşmıştır.

Koruyucu sağlık

hizmetlerinin

temellerini atan

Refik Saydam

aslında bugün

Türkiye’de salgın

hastalıklarla

mücadele sisteminin

de önemli bir yapı

taşıdır.


30

2.Fazla sayıda hekim yetiştirmek

hizmetlerinin temel ilkelerini şu

şekilde açıklamış, ardından bu

ilkelerin her birini gerçekleştirmiştir.

1.Devletin sağlık teşkilatını

kurmak

3.Numune hastaneleri açmak

4.Ebe ve sağlık memuru yetiştirmek

5.Doğum ve çocuk bakımevleri kurmak

6.Verem sanatoryumu açmak

7.Sıtma, frengi, trahom ve diğer sosyal hastalıklarla

mücadele etmek

8.Sağlık ve Sosyal Yardım Teşkilâtını köylere

kadar götürmek

9.Sağlık ve sosyal kanunları çıkarmak

10.Merkez Hıfzıssıhha Müessesesini ve

Hıfzıssıhha Okulu’nu kurmak.

CUMHURİYET İLE

GELİŞEN SAĞLIK

POLİTİKAMIZ

Hastalıkların ciddi boyutlara ulaşmasını önlemek

için Türkiye Büyük Millet Meclisinde çıkarılan

bir yasa ile “Sağlık Bakanlığı” kuruldu. Cumhuriyetin

ilanından sonra bir sağlık politikası oluşturuldu.

Sağlık kuruluşları yaygınlaştırıldı. Sağlık personelinin

sayısı artırıldı. Zorunlu görev uygulaması ile

ülkenin dört bir yanına doktor gönderildi. Salgın

hastalıklara karşı savaş başlatıldı. Böylece sıtma,

trahom, frengi, tifo, veba, kızamık, kolera, çiçek

ve verem gibi hastalıkların önüne geçildi.

Refik Saydam’ın çalışmalarıyla beraber salgın

hastalıklarla mücadele kapsamında 3 önemli

kongre gerçekleştirilmiştir. Bunlardan ilki sıtma ve

verem tedavisi ve mücadelesi, ikincisi öncelikle

trahom ve verem tedavisi, 3.sü ise frengi hastalığı

gündemiyle toplanmıştır. Kongrelerle belirlenen

sağlık politikası, sonrasında 1946 yılında Dr. Behçet

Uz’un Sağlık Bakanlığı döneminde dahi uygulanmaya

devam edilmiştir.

Salgın hastalıklar kapsamında yine cumhuriyetin

ilk yıllarında;

-Veremle mücadele dernekleri açılması

-21 maddeden oluşan sıtma ile mücadele kanunu

çıkarılması

-Frengi komisyonunun kurulması ve penisilinin

tedaviye eklenmesi

-Trahomla mücadele kapsamında il il gezilmesi

ve bir kurul oluşturulması

-Çiçek hastalığına karşı aşılama çalışmalarının

sistemleştirilmesi

-Kuduz ile mücadele kapsamında İstanbul

başta olmak üzere Ankara, Erzurum, Diyarbakır,

Konya ve İzmir’de Kuduz Müesseseleri’nin yıllar

içerisinde açılması ve en sonunda 1937 yılında

Hıfzıssıhha Merkezi’nde kuduz serumunun üretilmeye

başlanması çalışmaları yürütülmüştür.

Türkiye’nin salgın hastalıklar ile mücadelesinin

temelleri atılmış, sağlık politikaları günden güne

gelişmiştir.

KORONAVİRÜSLE

MÜCADELEDE

BAŞARIMIZIN SIRRI

Çin’in Vuhan kentinde ortaya çıkan ve Kovid-19

adı verilen hastalığa yol açan koronavirüs, Antarktika

hariç tüm kıtalara yayıldı. Türkiye ilk günden

itibaren süreci titizlikle ele aldı. Dünya genelinde

en hızlı tedbirleri aldık.


31

Avrupa ve Amerika ise bu salgına sınıfta kaldı.

Dünya Sağlık Örgütü’nün ve birçok akademik

kurumun uyarılarına rağmen önlemler Avrupa ve

Amerika’daki sürecin çok sonrasında alındı. Bunun

nedeni ise pek çok ülkede olduğu gibi önlemlerin

maliyetinin yüksek olduğunun düşünülmesi

ve düşük görünen riskin alınmasıdır.

ABD ve Avrupa bu sürece hazırlıksız yakalanmış,

şaşırmış, gücünden şüphe duymaya başlamış

ve nasıl seferber olacağı, önlem alacağı

konusunda hızla karar alamamıştır. “Ekonomi” ve

“Sağlık” akıllarda birçok kez kıyaslanmıştır.

Önlemlerin geç alınmasından kaynaklı halkın

paniğe kapılması virüsün yayılma hızını daha da

arttırmıştır.

Hastaların ölüme terk edilmesi, yaşlıların bir başına

bırakılması, hastanelerdeki tedbirin yetersizliği,

halkın sağlığının önemsenmemesi gibi birçok

görüntüye üzülerek şahit olduk..

Türkiye ise ilk günden bu yana süreci titizlikle

ele alıp örmüştür. Halkın sağlığı her şeyden

öndedir

İlk vakadan 1 gün sonra

okullar kapatıldı, futbol

maçları seyircisiz oynandı

ve daha sonra ertelendi.

4 gün sonra bar, restoran

ve eğlence merkezleri kapatıldı.

Risk grubu esas 65 yaş ve üstü olduğu

için vatandaşlarımızın sokağa çıkmasına sınırlama

getirildi ve genci yaşlısı herkes onlar için yardım

seferberliğine koştu.

Ülkece tarih boyunca nasıl düşman ile mücadele

ettiysek bugünde bu Virüse karşı birlik

ve beraberlik içinde mücadele etmekteyiz. Türk

milleti dayanışma içerisinde bencillikten uzak bizi

hayatta tutan sağlıkçılarımızı, bir yandan virüs ile

mücadele ederken bir yandan ülkemizi PKK’dan

koruyan Mehmetçiğimizi, evinden çıkamayan

yaşlılarımızın alışverişini yapan gencini, memurunu

birleştirdi.

Umudumuz yeniden yeşerdi, komşuluk yeniden

canlandı, fedakârlık yeniden parolamız oldu.

Vatan sevgisi, insan sevgisi yeniden filizlendi.

Türkiye düşmanlığıyla, Türk milletinin dayanışmasına

çomak sokmakla artık Batı’nın da ekmeğine

yağ sürmek mümkün olmayacaktır. Avrupa

da Amerika da bencilliğin bataklığına düşmüştür.

“Bir musibet bin nasihatten yeğdir” sözü

Türkiye’nin durumunu özetliyor. Birlik,

beraberlik, dayanışma ile

yeni zaferlere kucak açıyoruz.

İnsanlığın tohumları,

bizim gibi toprağına bağlı,

dayanışmacı toplumların

bağrında bugün yeniden

yeşeriyor.


32

NE ZAMAN BITECEK,

İLELEBET SÜRECEK

Furkan Kaplan - TLB Genel Sekreteri

Atatürk Üniversitesi - İşletme Yüksek Lisans

Her hafta iple çektiğimiz Mehmet hocanın

dersindeydik. Mehmet hoca,

diğer hocalardan farklı olarak dersi

sohbet havasında işlerdi. Derse başlamadan

mutlaka halimizi hatırımızı

sorardı. Hem de öylesine değil, bir

sonraki hafta “Senin o iş ne oldu?”

diye takip eder, hepimizin derdini-sevincini

tek tek aklında tutardı.

Derse bazen topla gelir, soru

soracağı öğrencilerin kucağına top

atardı. Uyuklayanların da kafasına

atarak uyandırırdı. Kafasından vurduğu

yetmezmiş gibi topu getirmesini isterdi.

Bazı ders çıkışlarında da mevlit çikolatasının

kutusunu çekmecesinden çıkarır,

birimizin eline tutuşturur: “Dağıt bakalım

arkadaşlarına” diye bize küçük sürprizler

yapardı.

O günleri özlüyorum…

Bu satırları yazarken Nilüfer’in Caddelerde

Rüzgâr şarkısını dinliyorum:

“Deli dolu günler hayat güzeldi

Kahkahalarıyla günler geçerdi

Ellerim uzanmaz dokunamam ki

Özlediğim şimdi çok uzaklarda…”

Halimi başka hangi şarkı tarif edebilirdi

ki? Kafama top atıp uyandırdığı dersin son

dersim olduğunu bilseydim uyuklar mıydım?

Gerçi keyfimden uyuklamamıştım,

dün gece topluluk dergisinin tasarımı sabaha

kadar sürmüştü. Ertesi gün baskıya

girecekti.

İple çektiğimiz o dersteydik. Espriler,

komiklikler, şakalar havada 3 saat asılı kalıyordu

(Belki de 4). Ancak o son espriyi

yapmayacaktık… Sınıfta kahkaha tufanı

kopmuştu. Öyle böyle kahkaha değil; küçük

dillerimiz dışarı doğru perende atıyordu.

Gözümüzden yaş gelmişti. Gökhan arkadaş,

adeta para vermiş gibi hepimizden

daha çok gülüyordu, tabiri caizse yarılıyordu.

Diyaframının ağrısından hacıyatmaz

gibi bir sağa bir sola yatıyordu, kıvranıyordu.

Yattığı sırada toz kapmış olacak ki küçük

dili dışarıdayken parça tesirli bir hapşırık savurdu.

Ağzından ve burnundan eşzamanlı

olarak çıkan şeylere partikül ya da molekül

demek komik kaçardı; hepsi, gözümüzle

görebildiğimiz birer şarapnel parçasıydı.

Üstelik siper almaya fırsatımız olmamıştı

çünkü Gökhan dâhil herkes hazırlıksız yakalanmıştı.

Öğlen yediği yemek, teneffüste

içtiği çay, çocukluk anıları, acısı, sevinci ve

gelecek hayalleri… Normalde de içi dışı bir

olan Gökhan arkadaş hakkında artık daha

çok şey biliyorduk. Sınıfın orta koridorunda

Gökhan’ın silueti oluşmuştu. Haliyle sınıfın

atmosferi değişti. Perende atan küçük diller

başını öne eğip yerine geçti. Gülüşü

yarım kalanların diyaframında buruk

bir uyuşma hissedildi. Gülmekten

kızaran yanaklarımız, ev hanımlarının

bir numaralı tercihi, sıradan olmayan

deterjanlarla yıkanmışçasına

beyazlamıştı. Gökhan da bu

sırada hapşırığına karışıp giden

iç organlarını topluyor, peçetesini

adeta bir paspas gibi kullanarak

kurulanmaya çalışıyordu.

Hocamızı ilk kez böyle görüyorduk,

yutkunma sesi sınıfta ufak bir yankı oluşturmuştu.

Hoca: Gökhan, oğlum, ağzını kapatsaydın

keşke, malum, salgın var, korona morona

olmayasın.

Gökhan: Af edersiniz hocam, boşluğuma

geldi. İçiniz rahat olsun, düzenli olarak

kelle paça içiyorum hocam, bana bir şey

olmaz.

Gökhan bunu söylerken pişkinlikle sağa

sola bakıp düşük bütçeli esprisine alıcı arıyordu.

Hoca: Ne yiyip içtiğini söylemene gerek

yok, az önce hepimiz öğrendik ama dikkat

et oğlum, hastalığın şakası olmaz, millet

kırılıyor.

Diyerek babacan bir tavırla toparlamaya

çalıştı ve sınıfımızda korona gündemi açıldı.

Arka sıralardan Fırat: “Hocam bu Çinliler

köpek, böcek möcek ne varsa yiyorlar. Bu

virüs de yarasadan çıkmış duyduğum kadarıyla.

Yarasanın çorbası mı olur gözünü-


33

zü seveyim hocam.”

Sınıfta ufak tiksinti uğultusu yayıldı…

Fırat’ın ön sırasında oturan Merve: “Hocam

biliyorsunuz bu Çinliler Doğu Türkistanlı

soydaşlarımıza ve dindaşlarımıza

zulmediyor, Allah o yüzden bunları cezalandırıyor.

Bizde Türk geni olduğu için bize

bulaşmıyormuş hocam. Hem Mete ne demiş,

‘Bir gün öldürmediğim her Çinli için

bana küfredeceksiniz.’”

Sağ arka sıralardan Alper: “Hocam bence

Çin bu virüsü dünyaya salacak, ardından

ilacını pazarlayacak.”

Alper’in sıra arkadaşı Betül: “Hocam

benim bir arkadaşımın dayısının komşusu

Sağlık Bakanlığı’nda çalışıyormuş, Türkiye’de

de varmış ama gizliyorlarmış.”

Sınıfta adeta bir yalan müzayedesi başlamıştı.

Cümleler “Hocam…” diye başlasa

da herkes sınıfa duyuru yapıyordu. Birisi

“Yok mu artıran” diyordu da ben mi duymuyordum?

Yalan, daha büyük bir yalanla

alıcı buluyordu. Hapşırığa maruz kalmak mı

daha iyiydi bu hurafelere mi onu sorguluyordum.

Edvard Munch’ın Çığlık tablosundaki

tasvire bürünmüştüm.

Mehmet Hoca: “Çocuklar bi’ sakin olun

bakalım, ortalığı velveleye vermeyin, daha

ne olduğu belli değil. Biz tedbirimizi alalım,

önemli olan o.”

Bu esnada arka sıralardan İrem, -yahu

bu sınıfta da söz alan herkes arkaya oturmuş-:

“Hocam, hocam! Sağlık Bakanı

açıklama yapıyor,

okullar

üç hafta tatil edilmiş. Uzaktan eğitime geçilebilirmiş.”

Sınıfta herkes telefonuna sarıldı, hoca

sınıfı sakinleştirmeye çalışıyordu. Mehmet

hocanın dersini iple çeken nostalji gitti, “tatil”

sevinci başladı.

Ne olup bitiyor bakmak için telefonumu

çıkardığımda 3 cevapsız arama gördüm,

evdekiler aramış, ulaşamayınca da mesaj

atmışlardı; haberleri almışlar, memlekete

çağırıyorlardı.

Hoca sınıfın hakkından gelemeyince

dersi erken bitirdi. Okulda derin bir uğultu

vardı. Çıkar çıkmaz bizimkileri aradım,

telaşlanmışlardı. Onları sakinleştirip yurda

geçtim. Ranzaya uzanıp Twitter’a girdim,

çok komik paylaşımlar vardı. Aralarından

seçip eşe dosta göndermeye başladım.

Birden koğuşun kapısı açıldı, gelen oda

arkadaşım Semih’ti, “Haydi oğlum kalk,

kalk. Millet bilet alıyor, topla valizini gidelim

biz de” diyerek beni kaosun içine çekti. Bilet

siteleri çok ağır çalışıyordu ve ben alana

kadar alınmış oluyordu. Bilet firmalarının

önüne vardık diyemeyeceğim çünkü o kadar

uzun sıralar vardı ki yarım saat sonra

ancak acenteye girebildik.

Az gittik, uz gittik, dere tepe şaşkınlığımızı

zor dindirdik, kendimizi evde bulduk.

Akıbeti belirsiz bir sürece dâhil olmuştuk.

Hâlbuki okul da yeni açılmıştı. Üstelik bu

dönem dersleri sıkı tutmaya niyetlenmiştim.

(Her dönem olduğu gibi)

Eve gelmiştim gelmesine ama sınıf WhatsApp

grupları ve Twitter kaynıyordu. Sınıfta

maruz kaldığım Hurafe Başlangıç Paketi,

Premium’a yükseltilmişçesine karşıma çıkıyordu.

Herkes her konuda uzmandı.

Derken sınıf WhatsApp grubuna Betül

bir haber attı. Onkolog Dr. Yavuz Dizdar

“Dünya Bankası’nın 50 Milyar dolar yardım

fonunu duyunca açıkladılar” diyordu.

Daha birkaç gün önce “Var ama gizliyorlar(mış)”

diyen arkadaşın şimdi de salgının

duyurulmasında kötü niyet araması bir akıl

tutulmasıydı. Mesajı alıntılayarak bu tepkimi

gruba yazdım. Betül ortaya iddialı laflar

atmayı sever ama tartışmalardan kaçınır,

mesaja da görüldü attı. Araya başka mesajlar

girince de kaynadı gitti. Twitter’da ise

bu hurafe salgından hızlı yayılıyordu. Türkiye’nin

50 milyar dolarlık fondan faydalanmak

için durumu olduğundan kötü gösterdiği,

gereksiz tedbirler alındığı, “tiyatro”

olduğu yazılıp çiziliyordu.

Ne var ne yok diye Instagram’da dolaşırken

Fırat’ın hikâyesine rastladım: “Çin’de

yarasa yiyenler yüzünden Konya’daki dedem

banka oturamıyor. Ehehe” temalı bir

paylaşımdı. Hurafelere artık tahammülüm

kalmamıştı. Arkadaşlarıma ya da insanlara

öfkelenmiyordum, tık almak uğruna bu yalanları

yayanlara öfkeliydim ve buna kapılan

insanlara üzülüyordum.

Hemen yanıt yazdım: “Kardeş selamlar.

Virüsün yarasadan yayıldığına dair hiçbir

kanıt yok. Bu söylentiden ibaret. Paylaştığın

yarasa çorbalı video Çin’den değil ve

2016’ya ait. Çin’de yarasa-böcek tüketimi

çok çok az. Akıl var mantık var, Türkiye’de

herkes şırdan, mumbar


34

mı yiyor? Kelle söğüş yiyen kaç kişi var?”

Satarım gerçeği alan bulunmaz.

Elimiz boş olduğu için Fırat’tan da yanıt gecikmedi:

“Kardeşim dediklerin doğru olabilir, ben de

geyiğine paylaştım, dert etme bu kadar. Ehehe. )”

Doğruyu kabul etmesine mi sevinseydim, bunun

hiçbir şeyi değiştirmemesine mi üzülseydim,

bilemedim.

Sosyal medya hayatımızı renklendirirken böyle

kötü renkleri de beraberinde getiriyordu: Geçiştirmek,

öylesine yapmak, gülüp geçmek, “çok da

şey’apmamak”. İşin kötüsü bu anlayışlar gerçek

hayatımıza da sirayet ediyordu.

Derken Twitter’da Merve’nin tivitini gördüm.

“Zulmettiğiniz Doğu Türkistanlı Uygurların ahı bir

bir çıkacak. Bunu hak ettiniz!!1bir” temalı bir tivitti.

Altına bir tivit dizisiyle yanıt verdim ve şunları

sordum:

1-Türkiye nasıl Kürt katliamı yapmıyorsa Çin de

Uygur soykırımı yapmıyor. Biz PKK’yla, onlar da

IŞİD’in uzantısı terör örgütleriyle mücadele ediyor.

(Altına topluluk dergisine yazdığım yazının bağlantısını

ekledim.)

2-Bu virüs salgını daha önce de Suudi Arabistan’da

çıktı, onlar kime “zulmetti”. “Araplar bizi

sırtımızdan vurduğu” için mi virüs onları vurdu?

3-Çin Uygur soykırımı yapıyorsa Uygurlar yıllardır

neden azalmıyor. Üstelik virüsün en az yayıldığı

yer Sinciang Uygur Özerk Bölgesi. Çin soykırım

istese virüsü orada yaymaz mı?

4-Ölüm oranı en düşük Çin’de, en yüksek İtalya’da.

Nerede kaldı zulüm, nerede kaldı ölüm?

Merve’nin verdiği yanıt şu oldu: “Çin’i savunmak

sana mı düştü?”

Meselenin Çin’i savunmak olmadığı, Türkiye,

İran, Hindistan, Orta Asya Türk Devletleri dâhil

herkese karşı böyle bir karalama olduğunu ifade

ettim ancak bu gerçekler RT-FAV getirmediği için

pek itibar görmüyordu. Korku ve yalan her zaman

daha çok alıcı buluyordu. Daha geçtiğimiz aylarda

Türkiye’nin Barış Pınarı Harekâtının Batı kamuoyunda

“Kürt katliamı” olarak anıldığı gerçeği göz

ardı ediliyordu.

Yunus Emre’nin deyimini uyarlayacak olursak:

Twitter pazarında yalanlar satılır

Yine de “Yalana susan dilsiz şeytandır” şiarıyla

hakikati söylemeyi sürdürmeliydik.

Günler su gibi akıp gidiyordu. İlk birkaç gün

kendimi fazla dağıttığımı fark ettim. Ne yattığım

belliydi ne kalktığım. Yediğime içtiğime dikkat etmiyordum.

Hareket de etmediğim için kilo almaya

başlamıştım. Annem sağ olsun ağzımı boş koymuyordu.

En kötü ihtimalle meyve soyup getiriyordu.

Yeter demeye yeltenecek olsam “Gençsin

eritirsin” cevabı hazırda bekliyordu. Oblomovculukla

başlayan “tatil” hiç iyi gitmiyordu. Sabah

kalktığımda (11.30) kendimi Gregor Samsa gibi

hissediyordum.

İnternet üzerinden topluluktaki arkadaşlarla görüşme

yaptığımızda benzer yakınmalar gördüm.

Topluluk başkanı arkadaş kendisine bir program

hazırladığını söyledi ve bunu birlikte uygulamayı

teklif etti. Hevesle kabul ettim çünkü bu kadar

“serbest”lik zararlıydı. Artık erkenden kalkıp evde

yapılabilecek egzersizlerden sonra gündemi tarıyorduk

ve birbirimizle paylaşıyorduk. Telefonda

güzel spor programları keşfetmiştim. Dil öğrenme

programlarına da ara ara bakıp kaliteli vakit geçiriyordum.

Bunun yanı sıra kitap, film, müzik listesi oluşturmuştuk

ve her gün güncelliyorduk. Okuyup

izlediğimiz nitelikli eserler hakkında yorumlarımızı

paylaşıyorduk. Tasarımı için uykusuz kaldığımız

derginin çıkmayacak olması biraz canımızı sıkmıştı,

onu da blog gibi internet sitesine dönüştürmeye

karar verdik. Kendimi daha “işe yarar”

hissetmeye başlamıştım. Yıllar önce Caddelerde

Rüzgâr çalacak kadar öğrenip rutubetlenmeye

bıraktığım gitarımı yeniden elime almıştım, internetten

videolara bakarak öğreniyordum. Günler

artık su gibi değil bal gibi ağır ve tatlı akıyordu.

Her sabah gözlerimi yeni bir hurafeye açıyordum.

Kahvaltı sırasında izlediğim sabah programında

3 gazeteci ölüm oranını hesaplarken

AROG’daki kaleci Dimi’ye benzemişlerdi. Pi’yi 3

aldıkları için her seferinde yanılıyorlardı, mesele

küsüratlardaydı. “Var ama saklıyorlar” hurafesi,

“Yardım almak için olduğundan fazla gösteriyor”a

evrilmişti. Şimdi ise “Ölüm oranı neden sabit,

ölüleri gizliyorlar”a dönüşmüştü. Pokemon’daki

Çarmendır’ın Çarizard’a evrilmesi bile daha az


35

şaşırtmıştı. Eksikler eleştirilmiyor, doğrular

karalanıyordu.

Dediğim gibi, hurafeler virüsten hızlı yayılıyordu.

Babam her gün aile WhatsApp

grubuna “Arkadaşımın oğlunun tanıdığı

söyledi, kesin bilgi, yayalım” temalı ses

kayıtları atıyordu. Hepsi ısrarla yalan çıkıyordu.

Facebook’ta dolaşırken babamın

bu ses kayıtlarını aratmayan bir video

paylaştığını gördüm. Sözcü yazarı Yılmaz

Özdil, “Amerika 1,2 trilyon dolar dağıtıyor,

Fransa 300 milyar Euro ayırıyor vatandaşına,

bizimki de para istiyor.” minvalinde bir

konuşma yapıyordu. Altında AK Partili ve

CHP’li akrabalar birbirine girmişti. İki taraf

da birbirine haksız ve kırıcı ithamlarda bulunuyordu.

Nalına da mıhına da diyerek ben

de bir yorum yazdım.

Amerika ne kadar bütçe ayırsa da vatandaşına

ücretsiz sağlık hizmeti sunmuyordu.

Maske, parayla dahi alınamıyordu. En son

New York Valisi Çin’den destek istemişti.

Süper kahramanlar karantinada olsa gerek

piyasada yoklardı. Sokakta yatan evsizlerin

“sosyal mesafe”yi koruması için çizgiler

çizilmişti. İngiltere “sosyal bağışıklık” gibi

bir hurafeyle virüse karşı önlem almayacağını

açıktan ilan etmişti. İtalya tedbir almamayı

sürdürmekle birlikte balkondan

söylediği şarkılarla tüm sempatiyi üzerine

toplamıştı. El yıkama alışkanlıkları kötüydü,

tedbir almamakta diretiyorlardı ama

sanatla karizmayı “kurtarıyorlardı”. Eğlence

mekânları açıktı, Amerikan ve Avrupa halkı

festivallerine umarsızca devam ediyordu.

“Burası New York olsa beğenirdiniz, burası

Yozgat” diye dalga geçilen Çorum, Çankırı,

Yozgat, kutsalı olan camiye gitmekten bile

vazgeçmişti ama Viyana, New York, Atina

eğlencesinden ödün vermiyordu. Her şeye

rağmen onlar “karizmatik” Yozgatlı amca

“komik”ti.

Bununla birlikte Avrupa Birliği İtalya’ya

ısrarla yardımda bulunmuyordu. Avrupa

sokaklarında yürüyen Rus askeri araçları,

Çin uçakları ve Türk bayraklı kargo araçları,

dünyada bir şeylerin değiştiğini gösteriyordu.

İtalya’da AB bayrakları yakılıyordu.

Türkiye’nin yıllarca kapısını aşındırdığı Haçlı

AB, kendisinden olan İtalya’nın yaralı parmağına

kolonya dökmüyordu. Hor görülen,

despotlukla, “demokratik” olamamakla

suçlanan Asya ülkeleri dünyanın yarasına

sargı dağıtıyordu. Cumhuriyet mirası halkçı

sağlık sistemimiz herkese yetişiyordu.

Tüm bunlar olurken Büyük Millet Meclisi’nin

açılışının 100. yılı gelmişti. 23 Nisan’ın

100. yılının nasıl kutlanacağı tartışma konusuydu.

Kendisini Atatürkçü sanan bazı

yazarlar hayret verici yazılar yazıyorlardı.

“Sokağa çıkıp kutlamalıyız, böyle yasak mı

olur?” diyorlardı. Aklıma camiler kapatıldığında

Şanlıurfa’da caminin kapısını tekmeleyip

“Böyle yasak mı olur?” diyen bağnaz

vatandaşımız geldi.

TBMM Başkanı

21.00’de balkonlardan

İstiklal Marşı okuma

çağrısı yapmıştı.

21.00’e karşı

bölücü kampanyalar

yürütülüyordu.

Kimi

20.00’ye, kimi

14.00’e çağırıyordu.

Sanırız balkona

çelenk koyacaklardı ki

öğlen vaktine çağırıyorlardı.

Gün, birlik günüydü. Tüm

tartışmaları ve zıtlıkları bir kenara bırakıp

100 yıl önceki milli ruhla kenetlenmeliydik.

21.00’e saatler kalmıştı. Ayıptır söylemesi

duşumuzu aldık, tıraşımızı olduk. Annem

kardeşimin saçlarını tarayıp ördü. Temiz elbiselerimizi

giyip balkona çıktık.

İftar saatini bekler gibi hazır, nazır ve heyecanlıydık.

Devrimimizle iftihar saatimizi

bekliyorduk. Bir bir yanan balkon ışıkları

ve peyderpey dışarı çıkan komşularımızla

içimdeki heyecan büyümüştü. Uzaktan

selamlaşıp gözlerimizin ışıltısıyla kucaklaşıyorduk.

Saatler 21.00’i gösterdiğinde üst kat

komşumuz müzik öğretmeni Nevin Hoca

ses veriyorum diye bağırdı. Pür dikkat kulak

kesildik. Apartmanımızı ve karşı apartmanları

“Korkma” diye başlayan marşımızın

sesi almıştı. Yan komşumuz müezzin Şaban

Hoca nağmeli ve makamlı okuyordu.

Karşı komşumuz Gülten Teyze, dik seslere

gelince oktav değiştiriyordu. Bizim balkonda

ise sürekli çatlayan sesler birbirine karışmıştı.

Mahallemizdeki yankının heyecanı

tarifsizdi. Bu heyecanı, ilk kez Andımız’ı

okutmaya çıktığımda bile hissetmemiştim.

Marşın bitmesinin ardından büyük bir

alkış tufanı kopmuştu. Islıklarla eşlik eden

komşularımız vardı. “Ne mutlu Türküm diyene!”

sloganlarıyla sokağımızın coşkusu

katlandı. Ardından “Dağ başını duman almış”la

başlayarak ilkokulda öğrendiğimiz

milli marş ve şarkılarımızı söylemeye başladık.

Yetişkinler gençlere taş çıkarıyordu.

Ben de gaza gelip gitarımla eşlik etmeye

çalıştım. Hepimiz için unutulmaz

anlardı.

Bu süreç ne zaman

bitecek belirsizdi ama

ilelebet sürecek bu

ruhtan bir kez daha

emin olmuştuk.


36

“KARA KUTU”

VIRÜSE YENILDI

Naci Önenköprülü- TGB AFK Başkan Yardımcısı

Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi - Bilişim Sistemleri Mühendisliği

Bilim toplumların önünü aydınlatmak için kullandığı

bir el feneridir. İnsan dünyayı, evreni, tarihi, yaşadıklarını

anlamlandırmak, hayatı kolaylaştırmak için

bilime başvurur. Kabaca tarif edersek onlarca bilginin üst

üste geldiğini düşündüğünüzde bu bilgileri ast üst ilişkisine

göre düzenlenmesidir. Bu bilgiler arasında bir nedensellik

vardır. Yani neden ve sonuç ilişkisi.

Dünyayı anlamlandırmak veya yaşananları anlamak için

her zaman bilime ihtiyaç duyulmayabilir. Evet yanlış okumadınız.

Bilime ihtiyaç duymayabilirsiniz. Yani bir deprem

felaketi yaşadığınızda bu durumu günahların artmasına

bağlayabilirsiniz. Tüm dünyayı kasıp kavuran koronavirüse

karşı “Allah Çin’in belasını veriyor” diyebilirsiniz. Ya da tarladaki

ekinlerin bu sene az hasat vermesini “haram yedik

o yüzden böyle oldu” diye açıklayabilirsiniz. Bu şekilde de

hayatı “anlamlandırmış” olur, hayatınıza devam edersiniz.

Ama bir yere kadar devam edersiniz. Ne zaman ki günahsız

olduğunuzu düşündüğünüz halde başınıza bir felaket

gelir ya da haram yemediğiniz halde ekinleriniz bitmez

ise o zaman bilimsel olmayan açıklamaların hayatınızı anlamlandıramadığını

görürsünüz. Ne yapacağınızı sorgularken

işte o anda da bilimi keşfedersiniz. Hayat bilimi dayatır.

Yaşadıklarınızın nedenselliği sorgularsınız. İnsanlığın bu

alanda ürettiği bilimsel bilgiye başvurursunuz.

Peki bunu neden anlattık? Çünkü başımıza bir felaket

geldi. Dünya üzerinden büyük bir pandemi (salgın hastalık)

baş gösterdi. Koronavirüs neredeyse tüm dünyanın

işleyişinde aksamalar meydana getirdi. Binlerce insan bu

hastalık sebebiyle hayatını yitirdi. Bu virüs adeta bir atom

bombası gibiydi. İlk düştüğünde çok fazla önemsemeyenler

oldu. “Bize gelmez, Türkiye’de yüzlerce insanın öleceği

gibi bir felaket senaryosu gereksiz” 1 diyenler oldu ancak

virüsün etkisi ağır ağır yayıldı. Her yerde hissedilmeye

başlandı. Lafazanların söyledikleri hayatı anlamlandırmaya

yetmediği zaman bilim hayatın kapısını çaldı. Her şeye laf

yetiştiren “Hepbiliyologları” göremez olduk. O güzel insanlar

“kelle paça çorbalarını içip, Kara Kutularını alıp” 2 gittiler.

Her zaman olduğu gibi hesap yine bilime kaldı.


37

KIMDIR BU

“HEPBILIYOLOGLAR”

Hepbiliyologları kısaca tanımlamak gerekirse her

şeyden anlayan ama “anlamasam da bir yerimden

uydururum” düsturu üzerine yüksek lisans yapmış

kişilerdir. Bunları her akşam hemen hemen her

konuda TV kanallarında konuşurken görebilirsiniz.

Çok izlenen kanallarda, bol tıklanan hesaplarda

sofranın bulunmaz mezeleridir. Haliyle taliplisi de

çok oluyor. Çünkü yemesi basit bilgiler sunuyorlar.

Sundukları “bol organik” bilgilerle insanları besliyorlar.

“Zaten ne versem yiyorlar” düşüncesi onları

bilmedikleri konularda kitap dahi yazdırıyor.

SONER YALÇIN’IN

“BESTSELLER”

AŞI KARŞITLIĞI

Gazeteci Soner Yalçın’ın Kara Kutu adlı kitabı

geçtiğimiz aylarda çıktı. Çıkar çıkmaz tartışılmaya

başlandı. 300 bin adet basan kitabı ilk elinize alıp

okumaya başladığınızda “vay be neler neler oluyormuş

da haberimiz yokmuş diyebilirsiniz” ancak

bu yazımızın konuğu neler neler olduğu değildir.

Neler neler olurken Soner Yalçın’ın bunları nelerle

bağladığıdır.

Yalçın kitabın yazılma amacını “tıbbın-sağlığın

ekonomi politiğini yazacağım”

3 olarak belirtiyor. Ancak

yazdıklarını yalnız bir sağlık

-ekonomi politik ilişkisi olarak

kabul etmek mümkün değil.

Çünkü Soner Yalçın kitabında

tıbbın alanına giren

konularda bizzat fikir belirtiyor.

Bunları kitabın ana

fikrini besleyecek ve insanları

yönlendirecek şekilde

kullanıyor.

Örneğin Soner Yalçın,

iddia ettiği gibi sağlığın ekonomi

politiğini yaparken aşıların

sözüm ona etkisizliğine

veya olumsuz sonuçlarına

giden

yolculuğunda,

kendi tezini desteklemeyen bilimsel kaynakları rahatlıkla

göz ardı edebiliyor ya da büyük bir komplonun

parçası olarak yaftalayabiliyor. Ancak kendi

tezini rahatlıkla x veya y kişisine dayandırarak doğruluyor.

Ve buradan şu sonucu çıkarıyor: “Modern

Tıp insana yutturulan büyük bir yalan!”

Yani Soner Yalçın sapla samanı birbirine karıştırıyor.

Karıştırdığının farkında mı bilmiyoruz ama

binlerce insanın hayatını riske attığı kesin. Soner

Yalçın’ın “araştırmacı- gazeteci” unvanı ile halk

sağlığını tehlikeye atma riski taşıyan konular üzerinde

böyle rahat kalem oynatması, büyük bir ahlak

sorununa işaret ediyor. Çok satan, sansasyonel

bir kitap yazma arzusu, hiçbir zaman toplumun

sağlığının önüne geçemez ve bu çarpıklığa göz

yumulamaz.

DOĞAL=İYI,

KIMYASAL=KÖTÜ SAFSATASI

Bir olguyu anlatırken yapılan yanlış çıkarımlara,

boş, temelsiz, asılsız söylemlere safsata denir. Ortaya

koyulan iddia doğru mu yanlış mı ilk bakışta

anlaşılmaz. Bilimsellikten uzaktır. Doğal olan iyidir,

kimyasal olan kötüdür söylemi de tamamıyla bir

safsatadır.

Bu safsataya birçok yerde karşılaşırsınız. Örneğin

bazı kişilerin uyuşturucu maddelerin zararlı

olup olmadığını bile “doğal mı değil mi?” sorusu

ile anlatmaya çalışılması bir safsata örneğidir. Yani

uyuşturucu doğalsa iyidir, sentetik ise kötüdür.

Bunun böyle olmadığı gerçeğini bilim açıklamaktadır.

Soner Yalçın’ın kitabındaki iddialar da bununla

benzerdir.

Yalçın kitabının ilk bölümünde “Rockefeller’in

Kozmik Odasındaki Türkler” homeopati konusunu

işlemektedir. Homeopatide her hasta için tamamıyla

doğal maddelerden (bitkiler, mineraller,

organik ürünler, doku ekstreleri vs.) hazırlanan karışımlar

hastaya verilir. Ve kişinin ‘yaşama gücünü’

harekete geçirerek tedavi etmeye çalışır 4 . Buradaki

doğal vurgusunu herkes fark etmiştir. Soner Yalçın

buradaki doğal vurgusuna kapılarak modern tıbbı

yani bilimi ateşe atmaktadır. Tabi ateşe atılan sadece

bilim değil aynı zamanda halk sağlığıdır.


38

Bilimin kendini

test ettiği yer

hayattır. Bilim

pratikte sınanır.

Şu anda hayat

bilimi doğruluyor.

Bütün dünya

ellerini açtı bilimin

çalışmalarından

sonuç bekliyor.

Sonuç elbette ki

gelecektir. İnsanlık

yok olmayı göze

alamaz. Soner

Yalçın’ın kitabı

1 ayda çürüdü.

Safsata ile şişirilen

balon bir anda

patladı.

“Türkiye ilaç pazarında ilaç yapımında kullanılan

iki bin dolayında sentetik kimyasal molekülü var.

Bunların yan etkilerini insan düşünmek bile istemiyor.”

5

Burada Soner Yalçın, ilaçların sentetik olmasından

yola çıkarak kim bilir bize neler neler içiriyorlar

diyerek temelsiz bir şekilde insanların aklını bulandırıyor.

Oysa sentetik kimyasallar, maliyeti çok

ucuzlatarak daha çok insanın ilaçtan faydalanmasını

sağlıyor. Bu olgu, ilaç tekellerinin hammadde

hakimiyetiyle kapışma şansı olmayan ezilen ve gelişen

dünya halkları için özellikle önemlidir.

KARA KUTU’DA

BILIM ARKASINA

BAKMADAN UZAKLAŞIYOR

Soner Yalçın’ın sağlığın ekonomi politiğini yazacağım

diyerek çıktığı yolda, uzman olmadığı alanlarda

belirttiği asılsız ve temelsiz “cesurca” fikirlerle

modern tıbbı ve bilimi zan altında bırakıp insan

hayatını riske attığını yazmıştık. Soner Yalçın bu

cesareti kimden alıyordu?

Bu sorunun cevabını bulamadık, çünkü Kara

Kutu’nun sistematik bir kaynak gösterme yöntemi

bulunmuyor. Kitabın sonunda bir kaynakça var

ama kaynakçaya giren kaybolabilir. Soner Yalçın,

yazdıklarını destekleyici anlamda internette ne kadar

yazı varsa ne kadar kitap varsa kaynakçaya

doldurmuş.

Kitapta dipnotlar da ama onlar da Soner Yalçın’ın

yorumları! Yani kitapta bir uzman görüşü

aramak samanlıkta iğne aramaktan daha zor. Yazar,

bazı bilgilerin ise kaynaklarını vermeye dahi gerek

duymamış. Örneğin kitapta “National Library of

Medicine”de 6 yayımlanan bir rapordan söz ediliyor.

Bunda “aşı olan bebeklerin aşı olmayan bebeklere

oranla daha fazla hasta olup, bebek ölümlerine

maruz kaldığı”ndan bahsediliyor. 7 Söz konusu

kuruluşta belirtilen raporu araştırdığınızda uzaktan

yakından geçen bir bilgiye rastlamıyorsunuz. Hadi

diyelim var. Bu o raporun doğruluğunu ve güvenilirliğini

ispatlamıyor. Çünkü kuruluş birçok farklı

kaynaktan binlerce makaleyi aynı anda barındırıyor.

Ama bu rapor Kara Kutu’da bilimsel bir dayanak

olarak verildiğini görüyoruz.

Sonradan öğreniyoruz ki Soner Yalçın milyonlarca

bebeğin yaşamını riske atan iddiasını internette

kolaylıkla bulunabilen bir haber metninden 8 kopyalayıp

yapıştırmış. Tüm bunlar, Soner Yalçın’ın kitabının

tehlikeli yüzeyselliğini gözler önüne seriyor.


39

“BU ADAMI

KONUŞTURMUYORLAR”

LAFAZANLIĞI

Soner Yalçın, “Modern Tıp”a aykırı söylemlerde

bulunan doktorların ekranlara çıkarılmadığını söylüyor.

Halbuki biz tam tersini düşünüyoruz. Televizyon

ekranlarında düzenli program yapan bile var. 9

Hangi bilim adamının televizyonda düzenli sabah

programı var? Yani Soner Yalçın’ın bu iddiası da

boşa düşüyor.

Yazımızın en başında bahsetmiştik. Hurafelerin

hayatı açıklayamadığı yerde bilim iş başı yapar. Şu

an olağanüstü koşullardan geçiyoruz. Koronavirüs

salgını tüm dünyaya yayılmış durumda. Pandemi

(salgın) oluşmadan önce Türkiye’de Canan Karatay,

Ahmet Maranki, Yavuz Dizdar gibi isimler televizyonlardan

inmezken şimdi ise televizyon ekranlarında

her gün bir başka bilim insanı var. Çünkü

insanlar ciddi ve doğru bilgileri işin ehlinden almak

istiyorlar.

Ancak burada da televizyon programcılarının,

sunucuların yavanlığı ortaya çıkıyor. Televizyonda

bilim dışı iddiaları duymaya o kadar alışmışlar ki

toplumu yanlış bilgilendirmemek adına alanı dışındaki

sorulara cevap vermek istemeyen Profesörler

azarlanıyor. 10 Çünkü alışmışlar, Canan Karatay ve

Ahmet Maranki gibi her konuda fikir alıp izleyicinin

arzularını doyurmaya. Sorumluluk gösterenlere tahammül

edemiyorlar.

SONER YALÇIN’IN KITABI

1 AYDA ÇÜRÜDÜ

ayda çürüdü. Safsata ile şişirilen balon bir anda

patladı.

BILIME GÜVENSIZLIK

YARATMANIN SONUÇLARI

Bilim karşıtlığının sonuçlarını ne yazık ki masum

insanlar ödemektedir. Türk Klinik Mikrobiyoloji ve

İnfeksiyon Hastalıkları Derneği’nin (KLİMİK) belirttiği

üzere, çocuklarına aşı yaptırmayan ailelerin sayısı

2010’da 183 iken 2016’da 11.000’e ve 2017

yılında ise 23.000’e çıktı. Tabi ki bununla paralel

olarak vaka sayılarında da artışlar yaşandı. Sağlık

Bakanlığı’nın verilerine göre, Türkiye’de 2016’da

sadece 9 kızamık vakası gerçekleşirken 2017 bu

sayı 84’e, 2018’de ise 716’ya ulaştı. Bu istatistiklerden

gördüğümüz üzere hastalığa yakalanarak

yaşamını yitiren bebeklerin sorumlusu kim olacaktır?

NEOLIBERAL

KAPITALIZM MASUM MU?

Tüm bunları konuşurken şunu kabul etmek gerekir

ki neoliberal kapitalizm insanı yok etmeye çalışmaktadır.

Bu neoliberalizmin doğasında vardır.

Bu sistem insanı işsiz bırakmaktadır, aç bırakmaktadır,

insanı insandan koparmaktadır.

Doğayı tahrip etmektedir. Kar

hırsıyla gözü dönmüş kartellerin insanlığa

karşı işledikleri bu suçları

görmezden gelemeyiz. Ama

bununla

aşı ve ilaç

mücadele

Bilimin kendini test ettiği yer hayattır.

Bilim pratikte sınanır. Şu

anda hayat bilimi doğruluyor.

Bütün dünya ellerini açtı bilimin

çalışmalarından sonuç

bekliyor. Sonuç elbette ki gelecektir.

İnsanlık yok olmayı

göze alamaz. Gerekli olan

ilaç ve aşı bulunacak, tedaviler

uygulanacaktır. Ancak

hayat bize bir şey daha

gösterdi. Soner Yalçın’ın kitabı 1


40

üzerinden

karşıtlığı

yapılmamalıdır.

Koca bir sistemle mücadele ederken aradaki

bu farkı silikleştirirseniz yine neoliberalizmin

değirmenine su taşımış olursunuz.

Soner Yalçın yine kitabında modern tıbba

ve aşıya karşı kuşku yaratırken alternatif

tıp/geleneksel tıp/homeopati çözümlerini

öne çıkarıyor. Altenatif tıp çözümlerinin antikapitalist

olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Konunun tartışıldığı bir televizyon programında

bitkisel ilaçların Türkiye’deki pazar

büyüklüğünün 100 milyon dolar olduğu

belirtiliyor. 11 Bu durum aşı ve ilaç karşıtlığının

da bir ekonomi-politiği olduğunu

gösteriyor. Binlerce insanın tedavi ümidiyle

verdiği milyon dolarlardan bahsediyoruz.

SONER YALÇIN’I

ANLAMAYA

ÇALIŞIYORUM

GÖZLERIM KAPALI

Burada aydının halka olan yabancılaşmasını

da görmek zorundayız. Birtakım aydınlarımız

ne yazık ki Soner Yalçın’ın düştüğü

hataya düşmektedir. Soner Yalçın kendini

toplumun üstünde görmektedir. Toplumun

taleplerine yabancılaşmıştır. Yüzlerce liralık

alışveriş listesini evine bir somun ekmek

götürebilmek için fedakârca çalışan insanları

düşünmeden gönül rahatlığı ile paylaşabilmektedir.

Ama sorsanız onların sağlığı

için yazmıştır Kara Kutu’yu! Bu halde topluma

önderlik etmeye

çalışırsanız

öne sürdüğünüz sayfalar

dolusu fikir böyle bir ayda

çöp olur. Sırça köşklerde, boğaz manzaralı

ofislerde antikapitalistçilik/devrimcilik

oynamanın sonu halk sağlığını tehlikeye

atmanıza sebep olur. Halkın aşıya ihtiyacı

vardır. Halkın tedaviye ihtiyacı vardır. Halkın

sorunlarının çözülmesine ihtiyacı vardır.

HALKIN SORUNLARINI

KIM ÇÖZECEK?

ÇÖZÜM NEDIR?

Halkın problemlerinin çözümü iktidar

mücadelesiyle örtüşmektedir. Koca emperyalizme

ve kapitalizme karşı tek başınıza

duramazsınız. Partiler, örgütler bunun

için vardır. Tüm bunlara karşı ancak devlet

olarak veya devlet olmaya çalışarak çözüm

üretebilirsiniz. Hasan Yalçın çok güzel özetliyor

aslında “Partisi olmayan halkın hiçbir

şeyi yoktur” diyerek. Soner Yalçın’ın örgütü

olmadığı için yazdığı onlarca anti-kapitalist

söylemden bu sebeple geriye hiçbir şey

kalmamıştır. Çünkü doğru da yanlış da olsa

verdiği mücadelenin hiçbir hedefi yoktur.

Bu mücadelede tarihimize yaslanabiliriz.

Sapasağlam bir miras dağ gibi arkamızda

duruyor. Cumhuriyetimizin ilaç tekellerine

karşı varlık yokluk içinde nasıl mucizeler yarattığını

oradan görebilirsiniz. Cumhuriyetin

halk sağlığı mücadelesi Soner Yalçın’ın gibi

yapay değildir. Gerçektir. Bu gerçek mücadelede

başarıyı getirmiştir. Kurulan hıfzıssıhha

merkezleri ile milyonlarca insanın

derdine derman olunmuştur.

Mustafa Kemal Atatürk “En büyük düşman,

düşmanların düşmanı ne falan ne de

filan millettir; bilakis bu, … bütün dünyaya

hakim olan ‘kapitalizm’

afeti ve onun çocuğu

olan emperyalizmdir.” sözüyle

sorunun kaynağına işaret ediyor. Cumhuriyet

ve Kemalist Devrim, her alanda bu

düşmana, dizginsiz kapitalizme ve emperyalizme

karşı zafer kazanmıştır.

Koronavirüs dahil olmak üzere tüm felaketlere

karşı reçetemiz, Mustafa Kemal

Atatürk’ün halkçı, kamucu sistemidir. Bugün

o sistemin ayak seslerini duymaktayız.

Milletimizin huzuru ve refahı için biz gençlere

düşen görev, o sistemin kurulması için

var gücümüzle çalışmaktır.

Dip Not

1) Yazvuz Dizdar’ın Koronavirüs ile ilgili açıklamaları,

https://teyit.fra1.cdn.digitaloceanspaces.

com/wp-content/uploads/2020/03/YAVUZDIZ-

DAR_3.mp4?_=4, 20.03.2020

2) Canan Karatay’ın, Koronavirüs ile ilgili

açıklamaları, https://www.milliyet.com.tr/galeri/canan-karataydan-olay-korona-virus-aciklamasi-senelerdir-birlikte-yasiyoruz-6150816/1,

22.02.2020

3) YALÇIN Soner, Kara Kutu, Kırmızı Kedi

Yayınevi, İstanbul, 2020, s 22

4) http://homeopatidernegi.org/homeopati/

homeopati-nedir/

5) YALÇIN Soner, Kara Kutu, Kırmızı Kedi

Yayınevi, İstanbul, 2020, s 44

6) United States National Library of Medicine

(NLM): Birleşik Devletler Ulusal Tıp Kütüphanesi

, Amerika Birleşik Devletleri federal hükûmeti

tarafından işletilen dünyanın en büyük tıp kütüphanesi’dir.

7) YALÇIN Soner, Kara Kutu, Kırmızı Kedi

Yayınevi, İstanbul, 2020, s 279

8) https://www.risalehaber.com/asi-olan-daha-cok-hastalaniyor-166186h.htm

9) İbrahim Adnan SARAÇOĞLU ile Hayat ve

Sağlık programı her Pazar saat 10:00’da canlı

TRT Haber

10) https://www.ahaber.com.tr/video/medya-videolari/abdde-yasayan-turk-bilim-insani-prof-dr-mehmet-cilingiroglu-didem-arslana-kizdi-haberturk-canli-yayinini-terk-etti-video

11 ) Serpil Tütüncü, Nilay Etiler, TIBBIN

ALTERNATİFİ OLMAZ ! GELENEKSEL ALTER-

NATİF VE TAMAMLAYICI TIP UYGULAMALARI,

Türk Tabipleri Birliği yayınları, 2017, s. 12


41


42

BOZGUNCULUK VİRÜSÜ

VE BİRLİK AŞISI

Serkan Çetinkaya- TGB İzmir İl Başkan Yardımcısı

Dokuz Eylül Üniversitesi - İktisat

Henüz tecrübelerle sınanmamış, bilimsel olarak

doğruluğu kanıtlanmayan şeylerin bilgisine teori

deriz. Yasa ise gözlenen, sınanmış olayların sınıflandırılması

sonucunda değişmeyen, her zaman her yerde

doğru olarak kabul edilen bilgidir. Örnek vermek gerekirse

Evrim ya da Büyük Patlama henüz teori aşamasındayken

yani hala gerçek olup olmadığı ortaya koyulmamışken suyun

100 derecede kaynaması ya da yerçekimi bir yasadır,

kanundur. Bütün bilim dallarında yasa-teori ilişkisi bu şekildedir.

Yaşam zıtların birliğidir. Yani doğada gördüğümüz her

şey aynı zamanda kendi zıddını içerisinde barındırır. Zıtların

birliği de bir yasadır. Ünlü halk şairimiz Aşık Veysel,

“Derdim bana derman imiş bilemedim/ Hiçbir zaman gül

dikensiz olmaz” diyerek zıtların birliği yasasının altını çizmiştir.

İyi varsa kötü vardır, siyah varsa beyaz vardır, artı

varsa eksi vardır. Tarih ve siyasette böyledir, bir kuvvet

karşıt kuvvetini de yaratır; vatan hainleri varsa vatanseverler

de vardır, ABD gemisi varsa Türkiye gemisi de vardır,

teslimiyetçiler varsa bağımsızlıkçılar da vardır, Damat Feritler

varsa Mustafa Kemaller de hep olmuştur.

Bugün ise, Türkiye’nin 2014 senesinden beri girdiği bağımsızlıkçı

politikalar yani devletin, milletin ve ordunun el

ele verip ABD emperyalizmine karşı Hendek, Fırat Kalkanı,

Zeytin Dalı, Barış Pınarı gibi operasyonları başarıyla yürütmesi,

15 Temmuz’da FETÖ-ABD işbirliğiyle yapılan hain

kalkışmayı bertaraf etmesi, Türk Donanmalarının Mavi Vatanımızda

Atlantik’in omuz verdiği İsrail-GKRY-Yunanistan

şeytan üçgeninin karşısına dikilmesi, Türk Yargısının FE-

TÖ’yü ve PKK’yı ezmesi gibi bağımsızlıkçı politikalar yine

Türkiye’nin karşısına bir kuvvet çıkarmıştır. Yasa yine karşımızdadır,

bağımsızlık rotasında ilerleyen Türkiye gemisinin

karşısına; teslimiyetçi, milletine ve devletine güvenmeyen,

bu politikaların her alanda karşısına dikilen Atlantik

gemisini çıkarmıştır.


43

Atlantik cephesi ile Türkiye

cephesi her alanda karşı karşıyadır.

PKK’ya verdiği tırlar

dolusu silahla ve Doğu

Akdeniz’de desteklediği

güruhla askeri olarak,

yaptırımlar ve ticari ilişkilerdeki

sıkıştırmalarla

ekonomik olarak, bencillik,

karamsarlık ve anarşi

yayarak sosyokültürel olarak,

kendisine tuttuğu köşe

yazarları ve siyasetçilerle siyasi

olarak Türkiye’nin karşısındadır. Bu yazımızda

ise insana, devlete, millete ve vatana

yabancılaşmış kişileri, bu kişilerin devletimizin sağlık

ordusuyla korona virüs salgınıyla cebelleşirken bile

devlete karşı yaratmaya çalıştığı güvensizlik ortamını

ve bozgunculuğu ele alacağız.

KORONAVIRÜSLE

GELEN BOZGUNCULUK

Müstesna devrimci Hasan Yalçın’ın, Selim Uslu

mahlasıyla yazdığı bir yazıyı okumuştum. Yazının

başlığı “Postmodern Parti Küresi”. 1996’da kaleme

alınan yazıda ana fikir ve eleştiri konusu, o dönem

solun küreselleşmenin dolayısıyla ABD emperyalizminin

etkisinde kalması. Hasan Yalçın’ın öne çıkan

en iyi özelliklerinden bir tanesi de kalemini çok iyi

kullanmasıdır. Bir cümle içinde aynı anda hiciv, mizah

ve siyaseti çok kere görebilirsiniz. Bahsettiğim

yazıda ise bir küre benzetmesi yapmış. Küreyi çevirdikçe

dünyada ve Türkiye’de gelişen olaylar, yaratılan

ortam ve dönemin bozguncu hareketleri küreye

yansıyor. Hasan Yalçın kürede gördükleri üzerine

çeşitli eleştiriler yapıyor.

Bugün ise müstesna devrimcinin yazısındaki hayali

küreyi her birimiz ceplerimizde taşıyoruz. Kullandığımız

sosyal medya platformlarında ve bazı haber

sitelerinde alta doğru kaydırdıkça hiçbir dayanağı olmayan

asparagas haberler okuyor, çeşitli bozguncu

faaliyetlere şahit oluyor, korku aşılamaya ve endişe

üretmeye çalışanları, devletin ve ona bağlı sağlık bakanlığının

başarısızlığının pususunda yatanları hep

beraber görebiliyoruz.

İnsana ve yaşama

yabancılaşan

bozguncular “laiklik

anlayışlarından”

olsa gerek Bayburt’ta

bir imama korona

virüsü bulaştı diye

sevinebiliyorlar.

Ekranı alta doğru kaydırıyoruz,

hükümetin İMF’den yardım

alabilmek amacıyla

böyle bir hastalığı ortaya

çıkardığı yaygarasını görüyoruz.

Devam ediyoruz,

Sağlık Bakanlığının

yeterli bilgiyi vermediğinden

tutun, Türkiye’de

İran’dan ve Avrupa’dan

daha hızlı bir şekilde virüsün

yayıldığına dair iddialara

şahit oluyoruz. Aşağı kaydırıyoruz

Bilim Kurulunu karalayan kampanyalar

karşımıza çıkıyor. Biraz daha aşağı

kaydırıyoruz devletin virüse karşı mücadele de senden-benden

ayrımı yaptığına dair ya da virüse karşı

yeterli önlemlerin alınmadığına dair iddialar karşımıza

çıkıyor. Bizler ekranı alta doğru kaydırdıkça, devletin

başarısızlığının pususunda yatan, sağlık bakanlığına

ve bilim kuruluna karşı kara propaganda yürüten,

güvensizlik ortamı yaratan, her meselenin altından

bir çıban başı çıkaran, milletin dayanışmasını ve birliğini

istemeyenler üste doğru kayıyor, gün yüzüne

çıkıyor. İnsana ve yaşama yabancılaşan bozguncular

“laiklik anlayışlarından” olsa gerek Bayburt’ta bir

imama korona virüsü bulaştı diye sevinebiliyorlar.

Türkiye virüse karşı önlem almaya gayret edip,

virüsün getirdiği yeni zorlu yaşam şekline alışmaya

çalışırken birliğimizi ve beraberliğimizi hedef almaya

uğraşan odaklar Türk Devriminin 100. Yaşında yani

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramında

da boş durmadılar. Meclis Başkanı sayın Mustafa

Şentop’un Kovid-19 sebebiyle milli bayramımızı,

balkonlarda İstiklal Marşını okuyarak hep beraber

kutlayacağımızı açıklamasının ardından bölücü faaliyetler

başladı. Meclisin aldığı karara karşı açıktan bir

saldırı başlatamasalar da farklı saatlerde farklı etkinliklere

çağrılar yaparak türlü spekülasyonlar yapıldı.

Milli bayramların özü milli şuuru yükseltmek ve milli

birliği doruklara çıkartmaktır. Farklı saatlerde farklı

etkinliklere çağrı yapanlar milli bayramları bu özden

uzaklaştırıyor, bireyi istesin ya da istemesin birlik

ve beraberliğimizin karşısında konumlandırıyor. Bu

durum en somut haliyle muhalefetçilik oynayanların

düştüğü hali ortaya koyuyor.


44

MILLI DAYANIŞMA

KAMPANYASI

John Steinbeck’in o ünlü kitabı, Bitmeyen Kavga’nın

iki kahramanı Jim ve Mac o dönem Amerikası’nın

tarım işçilerini örgütlemek ve grev başlatmak

amacıyla elma bahçelerine giderler. Mac ve

Jim trende elma bahçelerine doğru ilerlerken aralarında

konuşurlar. Mac, Jim’e fırsat bulup tarım

işçilerinin gözüne girmemiz gerekir der. Elma bahçelerine

ulaştıkları vakit fırsat ayaklarına gelmiştir.

Doğum yapmakta olan bir kadın vardır ve kahramanlarımız

onların yardımına koşacaklardır. Mac

hiç bilmediği halde ebeliğe soyunur. İşçilerin hepsinden

temiz beyaz bezler ister, bir anda herkes

çocuğun sağlıklı bir şekilde hayata gelebilmesi için

çalışmaya başlar ve köyde herkesin kader ortağı

olduğu bir hava oluşur. Sonunda çocuk sağlıklı bir

şekilde hayata gelir. Mac bütün beyaz bezleri kullanmaz,

bazıları temiz bir şekilde duruyordur fakat

hepsinin yakılmasını ister. Gece kahramanlarımız

kalacakları kulübeye doğru ilerlerken Jim, Mac’e

sorar. Neden bezlerin hepsini yaktırdın?

Mac’in cevabı çok

anlamlıdır;

paylaşınca değerlidir. Herkesin emeğinden, parasından

yada vaktinden verdiği zaman daha anlamlı

bir hale bürünür. Ulu önderimiz Mustafa Kemal

Atatürk, milli dayanışmanın ve ulus olma şuurunun

altını şu şekilde çizmiştir: “Bir ulus, sımsıkı birbirine

bağlı olmayı bildikçe yeryüzünde onu dağıtabilecek

bir güç düşünülemez”. Ayrıca milletimizin şanlı

tarihini ve zor zamanlarda bir olma geleneğini bildiği

için ona her zaman güvenmiştir. “Ben, 1919 yılı

mayısı içinde Samsun’a çıktığım gün elimde maddi

hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk milletinin

soyluluğundan doğan ve benim vicdanımı dolduran

yüksek ve manevi bir kuvvet vardı. İşte ben

bu ulusal kuvvete, bu Türk milletine güvenerek işe

başladım” der. Böylece Türk milletinin zor zamanlardaki

dayanışmacı, paylaşımcı sağlam karakterini

ortaya koyar.

Cumhurbaşkanımız Covid-19 salgının bazı ailelere

getireceği ekonomik bunalımı el birliğiyle

aşmak, tüm milleti seferber edebilmek ve milli dayanışmayı

perçinlemek adına tek elden toplanmak

üzere “Milli Dayanışma Kampanyası”nı başlattı.

Mesele para toplamaktan ziyade bu zor günleri el

birliğiyle aşma gayesidir. Çünkü savaş koşullarında

Tekalifi Milliye Emirlerine bağlı kalan, elde avuçta

ne varsa veren ve ayrıca cepheye koşan

Türk milletinin; fedakar, dayanışmacı

ruhunu ortaya çıkarmak Covid-19

salgınına karşı büyük bir aşı olacaktır.

eğer bezleri sahiplerine geri ulaştırsaydık

doğan çocuğa emek vermediklerini düşünecekler

ve çocuğu sahiplenmeyeceklerdi.

Dayanışma böyle bir şeydir. Olanı değil olmayanı

Türkiye’nin her kesiminden

destek gören Milli Dayanışma

Kampanyası da bozguncuların

gazabına elbette uğradı.

Önce ihtiyaç sahiplerinin nasıl

belirleneceği, paraların ne şekilde

dağıtılacağına dair soru işaretleri

tatsız cümlelerle ortaya atıldı. Ardından

devletin bu işi yönetemeyeceği, paraları çar çur


45

edeceği, paraların

saraya harcanacağı gibi

söylentilerle operasyona devam edildi.

O kadar şımarık bir tarza büründüler ki “evde kal

ama bankaya koş” diyerek yardım etmek isteyenleri

bile hedef aldılar.

Milli dayanışma kampanyasının başlamasıyla

birlikte belediyelerin yürüttüğü kampanyalar haliyle

durduruldu. Çünkü doğru olan ihtiyaç sahiplerinin

doğru belirlenmesi ve bu işin tek bir merkezden

yapılmasıydı. Bozguncu tayfa yine boş durmadı.

Süregelen tartışmalarla bu her fırsatta devlete karşı

güven operasyonları çeken tayfa ağzından baklayı

çıkarttı. Disney’e yani Amerika’ya göbekten

bağlı FOX TV’de, “haber sunucusu” Fatih Portakal

merkezi ve yerel hükümet kavramlarını kullanarak

bağış kampanyasına dair fikirlerini söyledi.

Türkiye’nin üniter devlet yapısına, ulus devletine

hiç bakılmaksızın söylenen bu söylem aslında bilinçsizce

ağızdan çıkan kelimeler değildir. Bölücü

terör örgütü PKK’nın heveslerini dile getirmektedir,

ABD’nin arzularından beslenmektedir, bölücü bir

açıklamadır. Koronavirüs kadar tehlikelidir.

Bugün Türkiye Covid-19 salgınıyla mücadele

ederken, fitne ve fesatlar her türlü argümanı kendine

meze yapmaktadır. Devletimizin yardım kampanyasına

omuz vererek, sağlık ordumuzu her gün

balkonlarda alkışlayarak, Mehmetçiğin ve yargının

yürüttüğü operasyonlara gönül vererek, kurallara

uyarak birleşen milletimizi bölmeye ve dayanışma

azmini yıkmaya çalışmaktadırlar.

ZOR GÜNLERI

HEP BIRLIKTE AŞACAĞIZ

21. yüzyılın bir tunç yasası ise az gelişmiş ve

gelişmekte olan mazlum ulusların emperyalizme

karşı verdiği mücadele ve vatan savunmasıdır.

Emperyalist merkezlerden yayılan kara propagandalara

karşı sağlık ordumuzla, devletimizle,

milletimizle birlikte vatan savunmasındayız. Emperyalistlerin

bozguncuları, fitneleri, fesatları varsa

Türk milletinin devlet birikimi, gelenekleri ve yapıcılığı

vardır.

Kovid-19 salgını dünyayı ve Türkiye’yi ekonomik,

toplumsal, siyasi olarak elbette olumsuz

yönde etkileyecektir. Atalarımız baş başa vermeyince

taş yerinden kalkmaz demiş. Bu durumu

da Türk milleti olarak el ele vererek, bozgunculara

karşı iyimserlik ve umutla mücadele ederek,

devletimize ve milletimize güvenerek aşacağız.

Sırtımızı yüzlerce yıllık insanlık birikimine yaslıyoruz.

Cesaret, umut, özgüven ve kararlılıkla süreci

hep beraber yönetecek, Türkiye’ye karşı yapılan

saldırıları hep beraber göğüsleyeceğiz.

Türk milleti sağlam karakteri ve vicdanıyla; zorlukları

el ele, kol kola aşmayı çok iyi bilir. Komşusu

açken tok yatmaz. Ulu önderimiz Mustafa Kemal’in

söylediği gibi milli hedeflerin ve milli iradenin

ancak bütün milletin arzularıyla ve emellerinin birleşmesiyle

gerçekleşeceğinin farkındadır. Türkiye

Gençlik Birliği olarak gerçeklerin farkındayız. Devletimize

ve milletimize güveniyoruz.

Vefa Sosyal

Destek Grubu;

Polis, Jandarma,

Bekçi, AFAD

personeli gibi kamu

çalışanlarından

oluşan ve

koronavirüs

nedeniyle evlerinden

çıkamayan

vatandaşlara

yardım amacıyla

kuruldu.

Türkiye’nin 81

ilinde ve ilçelerinde

görev yapan Vefa

Sosyal Destek

personelleri valilik

ve kaymakamlıklara

bağlı olarak

çalışıyor.


46

İNSANLIĞIN DA AŞISI

BULUNUR MU?

Işıkgün Akfırat - TGB Genel Başkan Yardımcısı

Boğaziçi Üniversitesi - Felsefe Yüksek Lisans


47

Koronavirüs salgını, bize iki şeyi hatırlattı:

ne kadar dayanışmacı olduğumuzu ve ne

kadar sosyal (toplumsal) bir varlık olduğumuzu.

“İnsanlık ölmemiş!” Böyle dendi o içimizi

ısıtan yardımlaşma manzaraları karşısında.

En karamsarımız bile “insanımız ne güzel” dedi

milletçe dayanışmanın güzelliği karşısında.

Öte yandan özleştik de. Hepimiz karantinada

çıkıp sevdiklerimize şöyle sımsıkı sarılmaya, Metin

Altıok’un dediği gibi “hasretle kenetlenmeye”

gün sayıyoruz. Teknolojinin bütün nimetlerine

rağmen ne zormuş insandan uzak kalmak. Esas

nimet, hep beraber olmakmış.

“İNSANLIK ÖLMEMIŞ”

Bu sözün altında bir derinlik var. İyiliği bulamadığımız

yerde insanlığın ölümü söz konusu

oluyor. Sözgelimi hayati bir ihtiyacı olan muhtaç

birine kimse yardım etmiyorsa; “insanlık ölmüş”

diyoruz. Onca kasvetli haberin içinde yeşil bir dal

gibi uzanan yardım elini görmek ise, bize “insanlık

ölmemiş” dedirtiyor.

İnsanlığın; yardımlaşma, iyilikseverlik gibi erdemlerle

bir tutulması, bize kökleri antik çağlara,

Yunus Emrelere kadar uzanan Hümanizma

düşüncesinden miras. Öte yandan Batılı liberal

filozoflar ise son üç yüz yıldır “insanlığın” yalnızca

soyut bir idealden ibaret olduğunu, “insanın

özü”nün gerçekte bencil ve çıkarcı olduğunu vazettiler.

Kim haklıydı?

Ortaçağ’da salgın, deprem gibi her felaketten

sonra kıyamet tacirleri peyda olurmuş. Bir günah

keçisi bulunup Tanrı bizi cezalandırıyor denirmiş.

Şimdi de komplo teorisyenleri, felaket tellalları

başımızdan eksik değil. Ama neyse ki bugün bilim

hiç olmadığı kadar yol gösterici. Gelecek tartışmasının

göbeğinde de mevcut dünya düzeni,

yani neoliberal küreselleşme var.

Böyle gitmez! Bunda neredeyse herkes hemfikir.

Öyleyse neyle, nasıl gider? Bu soruya verilecek

yanıt, iktisattan siyaset ve kültüre kadar

uzanıyor. Ancak görüyoruz ki, insana ve insanlığa

bakış, verilen yanıtların kalbinde. Umudun da

umutsuzluğun da kaynağı orada.

İNSAN İNSANIN

KURDU MU?

Herkesin herkese karşı savaşı! Batılı siyaset

felsefesinin kurucularından Hobbes, Leviathan

(1651) adlı eserinde “doğal durum” diye adlandırdığı

uygarlığın arifesindeki insanın umumi

manzarasını böyle tarif ediyordu. İnsan öylesine

bir canavardı ki, bencil çıkarları uğrunda öyle bir

kör döğüşüne yazgılıydı ki, kafasının üzerinde

devletin ceberut kılıcı sallanmasaydı bu sonsuz

savaşta kendini tüketirdi.

William Golding’in Sineklerin Tanrısı kitabını

okuyan ya da kitaptan uyarlama filmi izleyenler

hatırlayacaklardır. Oradaki hikâye, Hobbesçu

düşüncenin bir yansıması gibidir. Bir grup çocuk,

hiçbir kuralın olmadığı ıssız bir adaya düştüklerinde,

yani “kendi hallerine bırakıldıklarında”, aralarında

iktidar mücadelesi başlar ve bir vahşet

düzeni hâkim olur. Mesaj nedir? Homo homini

lupus! Yani, insan insanın kurdudur.

Oysa o çocuklar “doğal durumda” değildir. 10-

12 yaşına kadar bu toplumun kuralları ve anne

babalarının otoritesi altında büyümüşlerdir. Şiddet

sarmalına giden yolun taşlarını döşeyen, aslında

ölçüsüz bir şekilde hem taklit ettikleri hem

de tepki gösterdikleri bu toplumsal değerlerdir.

Oradaki kuralsızlığın ve “güçlü haklıdır”

düsturunun sahte bir cennet olduğu anladıkları

zaman, kendilerini “insanlıktan

çıkma” cehenneminin içinde bulmuşlardır.

BATI’NIN

KÖTÜ İNSANI

Bu kötücül insan,

aslında bir Batı öyküsüdür.

Hobbes,

bir monarşi taraftarı

olmasına karşın,

insan görüşü kendinden

sonra gelen

Cumhuriyetçileri dahi

derinden

Hobbes’un

etkilemiştir.

etkilendiği

kişi ise Antik Yunanlı tarih-


48

Jean Jacques Rousseau:

Cenevreli filozof

ve yazar. Siyasi

fikirleri, Fransız

Devrimi’ni etkilemiştir.

Düşünceleri özellikle,

Devrim’den sonra

kurulan yeni devletin

kalkınmasında,

toplumun sosyal

yapısında ve eğitim

sisteminde etkili

olmuştur

çi (M.Ö. 400’te ölen) Thukydides’tir. Atina ile

Sparta mücadelesinin tetiklediği iç savaşları

anlattığı tablo, Batı’nın insan anlayışının da

temeli olmuştur. O, onu durduracak bir güç

olmadığında kardeş kanı döken, babasını bacısını

bıçaklayan, toplum düşmanı bir iblistir.

Kısacası doğal halinde insan, “kötü insan”dır.

Fakat bu kötü insan, bir Batı imalatıdır.

Amin Maalouf, Arapların Gözünden Haçlı

Seferleri adlı tarihsel romanında 11-12.

yüzyılda Kudüs kapılarına dayanan Avrupa

kavimlerinin barbarlığını çarpıcı bir şekilde

resmeder. O barbarlık, 14-17. yüzyıllarda

Avrupa’yı kan gölüne çevirmiştir. O coğrafyanın

düşünürü olan Hobbes’un, insan

ve siyaset üzerine yazmaya karar verdiğinde

başka eserleri değil de Thukydides’teki

anlatıyı bulması tesadüf değildir.

Antropolog Marshall Sahlins, Batı’nın İnsan

Doğası Yanılsaması isimli eserinde, Batı’nın

tüm insan toplumları içinde neredeyse

tek başına sahip olduğu bu önyargıyı, insanın

özüne atfettiğini belgeler. Uygarlık düzeyi

geri (devletleşme aşamasına ulaşmamış)

toplulukların hemen hepsinde (yani diyelim ki

“doğal durum”da) insan, sürekli bencil çıkar

peşinde koşan açgözlü bir Tazmanya canavarı

değil, doğanın ve toplumun (aile, akraba)

uyumlu bir parçasıdır.

Kaldı ki uygarlığı yüzlerce hatta binlerce yıldır

ileriye taşıyan (ki Batı’nın bu alandaki üstünlüğü

2 ya da 3 asırla sınırlıdır 1 ) Mısır, Hint,

Çin, Türk gibi uygarlıkların felsefi düşüncesinde

bu “kötü insan”ın ağırlığı yok denecek

kadar azdır. O nedenle Sahlins, “ne Çinlilerin

ne de başka bir kültürel geleneğin, insanlığı

öteden beri hor görmek konusunda Batı’nın

eline su dökemeyeceğini” söyler. 2

ZINCIRE VURULAN İNSAN

Fransız Devrimi’nin fikir babası Jean Jacques

Rousseau, içinden çıktığı Batı geleneğini

bu noktadan eleştirir. Der ki, toplumumuzun

hamur gibi yoğurduğu insanın bencillik

ve şiddet eğilimi gibi özelliklerini onun doğasına

atfedemezsiniz. Gerçekte insanı vahşileştiren

kendi doğası değil; tersine, onu özüne

yabancılaştıran, içinde yaşadığı toplumun ta

kendisidir!

Toplum Sözleşmesi’nin (1762) çarpıcı ilk

cümlesi, bu fikrin manifestosu gibidir: “İnsan

özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur.”

İnsan doğuştan bencil değildir. Toplumun

insanı dayanışma ağlarından koparıp

çıkar peşinde koşmasını dayatan mantığı (o

zaman feodalizmin yozlaştığı ve ticaret kapitalizminin

filizlendiği yıllardır), onu bencilleştirmektedir.

İnsanın sabit bir özünün olmadığı,

tarih içerisinde farklı biçimler alarak değiştiği

fikriyle Rousseau, liberal ezberlere karşı Batı

geleneği içinden ilk büyük itirazı dile getirir.

Fakat Rousseau toplum eleştirisinde hızını

alamaz. İçinde yaşadığı toplumun bütün

sorunlarının, uygarlıkla birlikte ortaya çıktığını

varsayar. Hobbes gibi bir “doğal durum”

argümanıyla zincirlerin ucunu, ta insanlığın

şafağına, insanın toplumsal bir canlı olmasına

kadar götürür. Böylece insanın toplumsallığını,

onun özünü de zincirleyen şey haline

getirir.

YURDUMSUN EY TOPLUM

Bu tahayyülde insan, toplumla ve uygarlıkla

lanetlenmiştir. Oysa bir düşünelim, toplum

diye bir şey olmasaydı bugün anladığımız “insan”

hiç olur muydu? Ne zaman ki hayatta

kalmak için elbirliğine ve üretime başladık,

o zaman kurtulduk kör doğanın insafından.

Toplumsal canlılar olduğumuz içindir ki aletler

yaptık, diller icat ettik, kültürler yarattık. Ve o

sayede buradayız.

Rousseau, insanın özünün tarih içinde değiştiğini

söylerken haklıydı. Fakat hem doğa

güçlerinin oyuncağı olan insana bir “özgürlük”

atfederken, hem de bütün bir uygarlığı,

içinde yaşadığı burjuva toplumuyla özdeşleştirip

yozlaşmanın kaynağı olarak görürken

yanılıyordu. 3


49

Öyleyse insanın laneti, toplumun eline doğmak

değildir. Gerçek bunun tam tersidir. İnsanı

insan yapan şey, yani gerçek özü, işte

bu toplumsallığıdır!

İNSANIN İLK İŞARETI

Nitekim koronavirüs salgınıyla beraber

popülerleşen bir antropoloji anekdotu, bize

insanlığımızın köklerini hatırlatıyor. Uygarlığın

ilk işaretinin ne olduğu sorusuna ünlü antropolog

Margaret Mead şöyle cevap veriyor:

iyileşmiş uyluk kemiği. Nasıl yani? Mead açıklıyor:

Hayvanlar aleminde eğer bir kemiğiniz

kırıldıysa, öldünüz demektir. Hiçbir hayvan

kırık bir kemiğin iyileşmesini bekleyecek kadar

uzun yaşayamaz, kısa sürede yırtıcıların

avı olur. İyileşmiş bir kemik (genellikle uyluk

kemiği), bir başkasının o kişinin yarasını sardığı,

güvenliğini sağladığı ve iyileşme süreci

boyunca yanında durduğu anlamına gelir.

Hayatta kalma mücadelesinde, zorluklar

karşısında birbirine yardım etmek, işte “insanın”

ilk işareti, uygarlığımızın başladığı yer

burasıdır. Bu başlangıç noktası, bugün çok

daha anlamlı değil mi? Ve toplumun olağanüstü

karmaşıklığı, teknolojinin elli yıl önce

hayal bile edilemeyen ilerlemesine karşın,

yine başladığımız yerdeyiz. Koronavirüs salgınının

açtığı yaraları sarmak için başta sağlık

ordusu, ama sadece onlar değil bütün insanlar,

bu çarpık sistem içinde günden güne

azaldığını hisseder olduğumuz insanlığımızı

yeniden keşfediyoruz.

LIBERAL VIRÜS

Peki nasıl bugünkü noktaya geldik? Samir

Amin’in “liberal virüs” dediği şeyle. Bu

virüsün çıkış noktası Batı’ydı. Özellikle

1970’ten itibaren ABD ve İngiltere’de

mutasyona uğrayıp “neoliberal” adıyla

önce Batı insanını, sonra da “küreselleşme”

denilen süreçle bütün

dünyayı pençesine düşürdü. Bu virüsün

doğurduğu insan tipi, sistem

için oldukça kullanışlı ve kârlıydı. O

yüzden Jared Diamonds’un Tüfek,

Mikrop, Çelik’te anlattığı o İspanyol

sömürgecilerin Latin Amerika’nın

yerli halklarının direncini

kırmak için silah zoruyla veba

bulaştırması 4 gibi liberal virüsün

yayılması için de “dünyanın

jandarması” ABD’nin devasa

savaş aygıtı kullanıldı.


50

Bu virüs, böylece “homo

tüketimus” dediğimiz

insan tipini yarattı.

Tüketiyorsun, öyleyse

varsın. Tükettiğin

kadar özgürsün.

Tükettiğin neyse, sen de

osun.

Bu virüsün ezilen dünyada yayılmasını

engelleyen iki güçlü antikor vardı: milli devlet

ve milli kültür. Amerikan doları, süngüsü,

özel savaş aygıtı ve kültür endüstrisi tam da

bu ulusal vücut direncinin baskılanması için

her yerde devreye sokuldu. Bu virüs bulaştığı

insanda hemen içinde yaşadığı topluma

karşı derin bir soğukluk hissi yaratıyordu.

Devlet, onun özgürlüklerini boğmak isteyen

bir hayduda, yurttaşlık ise boynuna geçirilmiş

bir kemende dönüşüyordu. Ülkesine bağlılık

hissi, milli kültür duygusu yok oluyor, kendisini

yalnız bir “insan adası” olarak düşünürken

hayat anlamsızlaşıyor, mutlu olmanın yolu da

giderek “Amerikan yaşam tarzında” daha çok

şey tüketmekle eşdeğer hale geliyordu. 5

HOMO TÜKETIMUS

Bu virüs, böylece “homo tüketimus” dediğimiz

insan tipini yarattı. Tüketiyorsun,

öyleyse varsın. Tükettiğin kadar özgürsün.

Tükettiğin neyse, sen de osun. Diğerleri ne

tükettiğini görüyorlarsa iyiler, eksik olmasınlar.

İkiniz birden sevinebilirsiniz, yeter ki tüketin

ve kameraya (keşke göğe olsa) bakın.

Tükettiniz, bitti, tekrar mutsuz mu oldunuz ya

da sıkıldınız mı? Yeniden tüketin! Ne de olsa,

elinizde olan en güzel (ve aslında tek) şey bu.

Bu sistem, homo tüketimus’a muhtaç.

Çünkü bütün büyüme modelleri, borçlanma

çarkları, tüketimin artarak sürmesine bağlı.

O yüzden bu tüketim simülasyonu yaşamlar,

anlık tatminlere dayalı kısır döngüler. Hep

daha fazlası, hep daha yenisi. Aslında hep

aynı terane. Aynı yavan tat. Aynı oyalanma.

Üstelik ne pahasına, kimin için? Giderek

daha çok borçlanma, kendimizden daha fazla

şey yitirme pahasına. Ve giderek toplumun

daha az bir kesimi için. Öyleyse sormamız

gereken soru şu: peki ya insan bu deli gömleğine

muhtaç mı? 6

YENI UYGARLIK VE

YARININ İNSANI

Yarının insanı, yalnızlığa mahkûm ve homo

tüketimus olmayacak. Çünkü bugünün insanı,

bu kalıplardan sıyrılmaya başladı. Yarının

insanı, köksüz ya da kimliklerle parçalanmış

olmayacak. Çünkü bugünün insanı, ulusal

ve insancıl köklerine sımsıkı

sarılmaya başladı.

Koronavirüsün aşısı,

laboratuvarlarda

gecesini gündüzüne


51

katarak çalışan bilim insanları sayesinde

muhakkak bulunacak. Ancak insanlığın bu

türden bir aşıya ihtiyacı yok. İnsanlığın bu

liberal virüsü yenmek için muhtaç olduğu

her şey damarlarında mevcut. Yeter ki insanca

yaşama ülküsünü, örgütlü toplumda

ve insanlığın en büyük icadı olan devlette

hâkim kılsın. Kamuculukla, paylaşımcılıkla,

dayanışmacılıkla. Oradan bu değerlerle

yepyeni bir uygarlık doğacaktır.

Marx’ın dediği gibi insanlık, önüne yalnızca

çözüme bağlayabileceği sorunları koyar.

Bugün yaşadığımız süreç de budur. Liberal

virüs, insanlığı öldüremedi. Şimdi insanlık, o

virüsün yarattığı sistemin cenazesini kaldırıyor.

Tülay German’ın Yarının Şarkısı (1965)

eserinde o güzel sesiyle “Bir yarın olmalı /

Başka türlü bir şey / Bir aydın, bir güzel /

Yarına varmalı” dediği günlerin eşiğindeyiz.

Başka türlü bir yarının ışıkları ufukta belirmiştir.

ASYA ÇAĞI VE TÜRK

İNSANININ MAYASI

Asya’da farklı bir dünya var. Batı’nın

unuttuğu insanca değerlerin halkın günlük

yaşamında hala nefes alıp verdiği bir dünya.

Ailesiyle, akrabalığıyla, komşuluğuyla,

mahalle arkadaşlığıyla, vatan ve millet duygusuyla,

insanlık sevgisiyle. Biz de o dünyanın

içindeyiz. Mustafa Kemal Atatürk,

“biz Asyaî bir milletiz, Asyaî bir devletiz” 7

derken aslında buna işaret ediyordu.

Türk insanı yıllardır bu liberal virüse karşı

savaşıyor. Türk kültürüne özgü ve Asyaî

nitelikleriyle savaşıyor. Ne mutlu ki virüse

karşı en dirençli milletlerden biriyiz. Çünkü

köklerimiz derin, kültürümüz diri, birikimimiz

engin. Kısacası mayamız sağlam.

Kemalist Devrim’in mirası ayakta, programı

yürürlükte. Türk gençliği, başka hiçbir ülke

gençliğinin olmadığı kadar ülkesine bağlı,

geleceğini ellerine alma konusunda kararlı.

Bizim mayamız, tarih boyunca uygarlık mayası

olmuş. Şimdi de Asya çağının şafağında

tarih, Türkleri yeniden göreve çağırıyor.

Büyük Önder Atatürk’ün işaret ettiği “çağdaş

uygarlıklar seviyesinin ötesine geçme”

hedefinin bugünkü anlamı, yükselen yeni

uygarlığın öncüsü olmaktır.

Dip Not

1) Yeniden Doğu: Asya Çağında Küresel

Ekonomi, Andre Gunder Frank, İmge Kitabevi,

Mart 2010, İstanbul.

2) Marshall Sahlins, Batı’nın İnsan Doğası

Yanılsaması, BGST Yayınları, Mayıs 2012, İstanbul,

s. 11.

3) Yıldız Silier, Özgürlük Yanılsaması, Yordam

Kitap, Ocak 2010, İstanbul, s. 47-75.

4) Jarerd Diamonds, Tüfek, Mikrop, Çelik, TÜ-

BİTAK Yayınları, Şubat 2008, Ankara, s. 476 vd.

5) Samir Amin, Liberal Virüs: Sürekli Savaş

ve Dünyanın Amerikanlaştırılması, Yordam Kitap,

Mart 2016, İstanbul.

6) Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu, Ayrıntı

Yayınları, Nisan 2017, İstanbul.

7) Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.12, 3. basım,

Kaynak Yayınları, İstanbul, Mart 2015, s.297.


52

PROF. DR. MEHMET CEYHAN

“KORONAVİRÜS SALGINIYLA MÜCADELE ÜZERİNE”

Röportaj: Kaan Arslan – Kırmızı Beyaz Genel Yayın Yönetmeni

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları Bilim Dalı Başkanı, Enfeksiyon

Hastalıkları Derneği Başkanı Prof. Dr. Mehmet Ceyhan ile Türkiye’nin koronavirüsle mücadelesini

ve koronavirüs sonrası nelerin bizi beklediğini konuştuk. Değerli hocamız Mehmet

Ceyhan’ın koronavirüsle mücadeledeki görüşlerini sizlere sunuyoruz. İyi okumalar…

KB: Hocam biliyorsunuz Dünya Sağlık

Örgütü Türkiye’nin virüsle mücadelesini

şeffaflıkla yönettiğini söylemişti.

Türkiye’de ve dünyada koronavirüs

salgınına karşı yürütülen mücadeleyi

siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mehmet Ceyhan: Herkes kendi çapında

aşağı yukarı aynı mücadeleyi veriyor. Önce

ülkeye mümkün olduğunca sokmamak için

sınırlar kapatıldı. Uçak seferleri iptal edildi.

Bunu aşağı yukarı tüm ülkeler yaptı. Kimisi

geç yaptı kimisi erken yaptı herkes aynı

koşullarla mücadele ediyor. Bugüne kadar

olan sonuçlara iyi gidiyor gibi. Günlük ölüm

oranlarında ciddi bir düşüş var. Böyle bakıldığı

zaman gerçekten ciddi bir azalma var.

Uyguladığımız tedavilerden nasıl bir sonuç

alıyoruz? O açıdan bakıldığı zaman iyi gidiyoruz

gibi görülüyor. Ciddiyetimizi hiç bozmadan,

paniğe kapılmadan ama kendimizi

de gevşetmeden devam etmemiz lazım.

Şu anda gördüğümüz vaka artış hızları bir

hafta önce aldığımız tedbirlerin sonuçları.

Bunu da belirtmek istiyorum. Bu tedbirleri

devam ettirelim.

“SALGINLA ZAMANINDA

VE AKILCI YÖNTEMLE

MÜCADELE EDİLİR”

KB: Amerika’nın virüse karşı başarısız

bir süreç yönettiğini görüyoruz. Avrupa’da

da aynı durum söz konusu. Sizce

bu başarısızlığın sebebi nedir?

Mehmet Ceyhan: ABD virüsü Çin üretti

dedi, algıyı buraya çekmeye çalıştı. Bu

bilim dünyasında tartışılan bir şey değil.

Bilim dünyasında kimse bu virüsün laboratuvarda

üretildiğini düşünmüyor. Bu virüsün

kesinlikle doğal mutasyon sonucu

ortaya çıktığını düşünüyoruz. ABD, İtalya,

İspanya gibi ülkelerde ciddi sorunlar var.

ABD’de devlet çok büyük bir tehdit olmadığını

düşündü, önlemleri almakta gecikti.

Böyle salgınlarda belli bir noktaya ulaşıldıktan

sonra da alınan önlemler çok etkili olamıyor.

Çünkü müdahale etmek zorlaşıyor.

Salgınlarla çok fazla para dökerek mücadele

edilmiyor. Akılcı yöntemlerle zamanında

mücadele etmek lazım. Yani vaka sayısı

500 iken tedbirleri almakla beş binden

almak arasında fark var. ABD ve Avrupa

ülkeleri bu noktada başarısız oldular. Önlemleri

çok geç aldılar.

KB: İkinci dalga salgınından bahsediliyor.

Eylül ayı gibi yeniden salgın olacağı

söyleniyor. Böyle bir durumun olması

mümkün mü sizce?

Mehmet Ceyhan: Bunun

mevsimle bir ilgisi yok yani

bu virüs havalar ısınınca

kaybolan bir virüs

değil. Zaten pandemilerde

de öyle bir

şiddet beklemeyiz. Yalnız şu anda hiçbir

ülke nüfusunun önemli bir kısmı bağışıklık

kazansın diye müsaade etmiyor, ederseniz

çok sayıda insan ölür. Herkes mümkün olduğu

kadar insanları evine kapatarak izole

ederek bu hastalıktan korumaya çalışıyor.

Dolayısıyla hastalığı kontrol altına aldığımızda

da nüfusun çok büyük bir kısmının

hastalığa karşı bağışıklığı olmuyor. Siz ondan

sonra gereğinden erken kısıtlamaları

kaldırırsanız, bağışıklığı olmayan insanların

arasında virüs tekrar salgın yapabilir.

İkinci dalga dediğimiz şey budur. Toplum

bağışıklık kazanmadığı için önlemler erken

kaldırılırsa yeniden salgın dalgası çıkar ortaya.

Son vaka görüldükten 14 gün sonra

biz koronovirüsü yenmiş olacağız deniyor.

Öyle bir şey yok. Hiçbir ülke o duruma kolay

kolay gelmez. Dikkat ederseniz virüsün

kontrol altına alındığı Çin’de bile her gün

10-20 vaka görülüyor. Kontrol altına almak

dediğimiz şey şu: Günlük iyileşen hasta sayısının

günlük vaka sayısından daha fazla

olması gerekiyor. Artık belli şeyleri genişletebiliyorsunuz.

Belki bu birkaç sene sürebilir,

belki bu virüs hiç ortadan kalkmayabilir.

Örneğin kuş gribi 2010’da görüldü ama

hala toplumda mevsimsel grip şeklinde görülmeye

devam ediyor. Belki bu da

yıllarca tek tük vakalar şeklinde

görülmeye devam edecek.

Bundan daha kötü salgınlar

da yaşandı. Yayılma

dersek domuz gribi


53

Röportaj

daha çok yayılmıştı. Şansa ölüm oranı bunun

kadar yüksek değildi ama o da pandemiydi

neticede.

KB: Tedavi süreci devam ederken normal

hayata geçiş yapılacak zamana

nasıl karar vereceğiz?

Mehmet Ceyhan: Günlük iyileşen vaka

sayısının günlük vaka sayısından daha yüksek

olması lazım ki biz bunu konuşabilelim.

Hangi tedbirleri kaldırıp alacağız ama hiç

kimse böyle birden bire bu salgından önceki

yaşam şekline dönemez. Dolayısıyla

herkes önce biraz temkinli sokağa kontrollü

çıkmaya başlayacaksınız. Yavaş yavaş

tedbirleri genişleteceksiniz. 5-6 hafta sonra

aniden okullar açılacak, spor müsabakaları

başlayacak, insanlar tatile gidecek vb. şeyler

hemen olmayacak yani.

“AŞI TÜM BULUŞLARIN

ÖTESİNDE EN ÖNEMLİ BULUŞ”

KB: Salgın öncesinde Türkiye’de aşı

karşıtlığı konuşuluyordu. Aşıların kapitalist

firmalar tarafından piyasaya sürüldüğü

ciddi ciddi savunuluyordu. Siz

ne düşünüyorsunuz bununla ilgili?

Mehmet Ceyhan: Kovid-19 pandemisinde

bir kez daha aşıların ne kadar önemli

olduğunu gördük. Çünkü aşısı olan bir hastalıkta

zaten pandemi olmuyor. Örneğin,

aşısı olduğu için önemsiz görünen difteri,

boğmaca, kızamık, kabakulak, menenjit ve

hepatit gibi hastalıklar, Kovid-19’dan bile

daha tehlikeli ve ölümcül. Bu nedenle aşı,

tüm buluşların ötesinde en önemli buluş.

Çocukluk çağı aşıları yapılmadığı takdirde

ülkemizde yılda 14 bin 296 kişi, dünyada

ise 2,5-3 milyon kişi ölebilir. Bu sadece

çocukluk çağı aşıları yapılmadığı takdirde

ortaya çıkan rakam. Dünya tarihi boyunca

salgınlar olmaya devam edecek. Buna

hazırlıklı olmamız gerekiyor. Bunun için de

etkili yöntem aşılama. Özetle, salgın şartlarında

bile çocukların ve risk grubundaki

yetişkinlerin aşılarını ihmal etmemek gerekiyor.

“YENİ SALGINLAR YAŞAYACA-

ĞIZ, ÖNEMLİ OLAN TEDBİR”

KB: Koronavirüs pandemisinin ardından

yeni bir düzeninin oluşacağı

ortada. Artık tüm ülkelerin sağlık sistemlerini

gözden geçirmesi gerekiyor.

Aslında biz biraz tedbirli davranarak

başarımızı gösterdik sağlık alanında

ama siz ilerleyen dönemde ne gibi değişiklikler

bekliyorsunuz?

Mehmet Ceyhan: Salgınlar bundan sonra

da olacak. Salgınlar da hayatın bir gerçeği.

2000 yılından bu tarafa dünya bir sürü salgın

yaşadı. İşte sars, domuz gribi, kuş gribi

şimdi kovid-19 yani bu virüsler sürekli mutasyona

uğradığı için bir şekilde toplumun

bağışıklığının olmadığı yeni virüsler ortaya

çıkacak. Buna dünyanın hazırlıkları olmalı.

Dünya koruyucu hekimliği bir kenara bırakmış

ve herkes tedavi eğitiminin peşinde.

Hastaneler yapılıyor, tıbbi cihazlar yapılıyor

ama siz kendinizi korumazsanız bu şekilde

salgınlarla ekonomimiz çöküyor, bir sürü

sıkıntılar yaşıyorsunuz. Hastaların tedavisi

çok pahalıya mal oluyor tabi kullanılan,

inşa edilen hastaneler,

tomografiler ilaçlar vb.

çok pahalı. Öncelikle halkın sağlığının korunmasına

daha büyük bir önem verilecek.

Bu salgının yayılmaması için uluslararası

sistemler kurulacak. Sonra bu hastalık yayıldıktan

sonra hastalar için normalde kullanmayacağınız

ama stoklayacağınız, gerektiğinde

kullanacağınız belli malzemeleri

tutmak zorunda kalacaksınız. Yoğun bakım

yatakları vb. yöntemler çok pahalı ama en

azından sürekli tutmasanız bile salgın yatağı

eğer boş kalırsa ekonomik durumdan

sürekli bir kayba uğrarsınız. Ama bunlar en

azından böyle gereklilik olduğunda elimizde

hazır bulunması lazım. Bu salgın tabi

başlangıçta sağlık sistemini etkileyecek.

Herkes hem bundan korunmak için hem

de başa çıkmak için plan yapmak zorunda

kalacak. Bu sadece bununla ilgili değil

birçok ülke ekonomik açıdan çok büyük

zorluklar yaşayacak bu zorlukların getirdiği

işsizlikler, ekonomik kayıpların giderilmesi,

kapanan şirketler iş yerleri bunlar büyük

sıkıntı doğuracak. Salgınlar hiçbir felakete

benzemez; ne deprem ne savaş bu kadar

etkilemez dünyayı. Birçok şey değişecek.

Ne kadar zarar verdi ne kadar bir tahribat

var onu ancak salgın geçtikten sonra anlayacağız.

Ama Türkiye’nin başarılı mücadelesi

ileride yaşanacak başka bir salgında

büyük tecrübeler kazandırdı. Bu tecrübeyi

aktarmalı ve kalıcılığını sağlamalıyız.

KB: Hocam bu değerli görüşleri bizimle

paylaştığınız için çok teşekkür ederiz.

Mehmet Ceyhan: Ben teşekkür ederim.


54

Kültür - Sanat - Yaşam

Yiğit Çınar- TGB İstanbul İl Yöneticisi

Marmara Üniversitesi - Tarih

Ya İstiklal

Ya Ölüm

16 Mart 1920’de İstanbul’un İtilaf Devletleri’nce işgali ile başlayan ve Meclis-i

Mebusan’ın dağılmasından sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde

vücut bulan Kuva-yi Milliye hareketiyle Ankara’da kurulacak olan egemenliği

tamamen millete dayalı meclisin açılış sürecini anlatan dizi bağımsızlık için

verilen haklı mücadelenin önemli bir kesitini bizlere sunuyor.

Yönetmen:Yasin Uslu

Senaryo: Funda Çetin

Oyuncular: İlker Kızmaz, Birkan Sokullu,

Dolunay Soysert, Osman Sonant, Mehmet Özgür,

Rıza Kocaoğlu, Hilmi Cem İntepe, Melis Sezen

Başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere milletin bağımsızlığı için mücadele

eden tüm neferlerin verdikleri emekleri tarihsel gerçekliğine uygun bir

şekilde anlatan dizi milli duyguları damarlarımızda hissettirirken ismiyle de

bugüne ışık olup “Ya İstiklal Ya Ölüm” dedirtiyor. Anadolu’ya silah ve insan

kaçırmak için gece gündüz çalışan Mim Mim Grubu, Teşkilat-ı Mahsusa’nın

eski şefleri, eşraftan gönüllü olan birçok kişinin verdiği amansız mücadeleyi

abartı katmadan anlatırken; işgal kuvvetlerinin Anadolu hareketi karşısındaki

tutumlarını da es geçmeyerek bir başka mücadeleye de parmak basıyor.

Gerek tarihsel vurgular gerekse neredeyse gerçeğiyle aynı hazırlanmış mekanlar

ile bizlere o anları adeta yaşatıyor. Birçok tecrübeli ismin de oyuncu

kadrosunda bulunduğu dizi Büyük Millet Meclisi’nin açılışının 100. yılında

bizlere o günlerin heyecanını hissettiriyor.

Tüfek Mikrop ve Çelik

Coğrafya ve Fizyoloji profesörü Jared Diamond’un 1997’de yazdığı aynı isimli kitabından

uyarlanarak çekilen belgesel (2005), Papua Yeni Gineli Yali ile olan diyaloğuyla başlıyor ve birbirinden

farklı toplumların gelişim süreçlerindeki farklılıkların nedenini aydınlatmaya çalışıyor.

Özellikle diyaloglarda geçen “beyaz adamın neden bu kadar çok kargosu (icadı) var ve biz

Ginelilerde bu kadar az?” sorusu üzerinden hareketle dünyadaki toplumların gelişimine ışık

olmak için çalışıyor.

On üç bin yıl öncesindeki buzul çağını yaşayan insanların hayatta kalma yolları ile başlayan

belgesel, buna dayanarak farklı coğrafyadaki toplulukların özellikle yaşayış biçimleri, kullandıkları

malzemeler ve teknikler üzerinden yapılan çıkarımlar ile sonuca varmaya çalışıyor. Başka

coğrafyalarda farklı dönemleri yaşayan kitlelerin kimisi birçok hayvanı evcilleştirip aynı zamanda

madenleri kullanırken kimisi de daha ilkel yöntem ve aletler ile hayatlarını sürdürmeye çalışmasına

da değinerek biyolojik, teknolojik ve hatta felsefi çıkarımlarda bulunuyor.

Tarihsel süreçte, coğrafi şartların da büyük etkisiyle gelişen insanoğlunun yarattığı medeniyetin her yerde aynı olmadığı

ve bunun yine tarihsel süreçte toplulukların birbirinden üstün bir konuma geldiğini anlatan Diamond, tarihte doğru soruları

sormayı ve doğru cevapları almayı da öğretiyor. Özellikle İspanya devleti ile İnkaların savaşı üzerinden verilen örnekler

bunun somut olarak karşılıyor.


55

İstanbul’da İşgal

Yılları

16 Mart’ta İstanbul İtilaf Devletleri tarafından işgal edildiğinde Darülfünun’da

bir hukuk öğrencisi olan Sunata, İzmir’in işgali ile Lozan Barış Antlaşması’na

kadar olan süreçte ülkede yaşananların görgü tanıklarından birisi. Dünya Savaşı’ndan

sonra terhis olup evine dönmüş ve eğitim hayatına kaldığı yerden

devam etmiştir. Ancak bir yıl bile dolmadan başlayan işgaller onu derinden

etkilemiş ve olayları yazmaya yönlendirmiştir.

İsmail Hakkı eserinde üniversitenin durumunu, İngilizlerin oyunları ile istedikleri

yere el koymalarını, Sovyetlerin tavrını, Ankara hükümetinin sürdürdüğü

mücadeleyi günü gününe aldığı notlar ile anlatmış ve aynı zamanda halkın bu

olaylara karşı gösterdiği tepkiyi de belirtmeyi ihmal etmemiştir.

Yazar: İ. Hakkı Sunara

Yayın: Türkiye İş Bankası

İstanbul ve Ankara hükümetleri arasında cereyan eden mücadeleyi anlatırken

vatanseverlik duygularını örtmemiş, aksine Türk milletinin hislerine tercüman

olacak şekilde notlar almıştır. Özellikle Anadolu’da cereyan eden olayların haberlerini günün koşulları

gereği eksik de alsa büyük bir heyecanla takip etmiş ve genel durum üzerine çıkarımlarda bulunmuştur.

İstanbul’un işgal günleri ve Milli Mücadele’ye tanıklık eden bu eser, dönemi anlamak için okunması gereken

başlıca kitaplardan.

Google

Kültür & Sanat

Google Kültür ve Sanat, kullanıcıların ücretsiz olarak erişebildiği bir kültür sanat platformudur. Dünyanın dört bir yanındaki

kültürel kurumlar ve sanatçıları internet sitesi ve telefon uygulaması üzerinden takip edebilirsiniz. Bazı büyük müzeleri ve kültür

alanlarını arttırılmış gerçeklik teknolojisi ile oradaymış gibi gezebilirsiniz. Girişimin amacı dünyanın sanatını ve kültürünü korumak

ve çevrimiçi hale getirmektir. Böylece herkesin her yerden erişilebildiği bir sanal müze ortamı oluşturulmuş oluyor.

Gezilebilecek müzelerden bazıları;

- Pera Müzesi

- İstanbul Modern

- Musei Civici di Palazzo Farnese

- Palace of Versailles


56

Hayatı Okul Olanlar

KAMUCU SAĞLIĞIN MİMARI:

DR. REFİK SAYDAM

Elif Beyza Tekin - TLB İstanbul İl Sorumlu Yardımcısı

İstanbul Üniversitesi - Tarih

Cumhuriyet Devrimi yarattığı kadrolarla

devletin her kademesinde

yeniliklere imza atmıştır. Özellikle

de yıllardır savaşın açtığı toplumsal ve

iktisadi yaralarla yaşayan halk, bunun yanında

salgınlarla hastalıklarla da boğuşmak

zorunda kalmıştır.Cumhuriyet Devrimi’nin

en büyük başarılarından biri, halk

sağlığı sorununu köklü çözümlere kavuşturmasıdır.

Cumhuriyet’in kamucu sağlık

politikasının mimarı da Türkiye’nin ikinci

ve en uzun süre sağlık bakanlığını yapan

Dr. Refik Saydam’dır. Refik Saydam’ın

sağlık alanında yaptığı atılımlar, bugün

pek çok açıdan Batı’dan üstün olmasıyla

övündüğümüz sağlık sistemimize temel

teşkil etmiştir. Saydam’ın yerleştirdiği

sağlık anlayışı, koruyucu ve önleyici sağlık

sistemine ve bütün yurdu kucaklayan

bir halkçılığa dayanmaktadır. Refik Saydam

hem devrimciliği ve teşkilatçılığı hem

de sağlık alanında açtığı çığırla, örnek bir

Cumhuriyet kadrosu ve fedaisi olarak bugün

de mücadelemize ışık tutmaktadır.

SAVAŞLARIN İÇİNE

DOĞMUŞ BİR HEKİM

İbrahim Refik Saydam 1881 yılında*

İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Babası da

asker olan Refik Bey mahalle mektebinde

okuduktan sonra 1896’da Kuleli Askeri

Lisesi’nde okumuş, 1900 yılında da Askeri

Tıbbiye’ye başlamıştır. Askeri Tıbbiye’den

1905’te yüzbaşı olarak mezun olduktan

sonra mesleğine Gülhane Askeri

Hastanesi’nde başlamış ve İstanbul’da

çeşitli hastanelerde görev yapmıştır. 1910

yılında Harbiye Nazırı Mahmut Şevket

Paşa tarafından da staj eğitimi almak ve

deneyim kazanmak üzere Almanya’ya

gönderilmiştir. Burada staj eğitimini tamamladığı

sırada Osmanlı’da Balkan Savaşı’nın

patlak vermek üzere olduğunu

fark edince Osmanlı’ya geri dönmüştür.


57

Osmanlı’ya geri döndüğü yıl Balkan Savaşı için

Çatalca hattına göreve gönderilir. Hem Balkan

Savaşı’nın yoğunluğu hem de savaş sırasında

başlayan salgın hastalıklar savaşın şiddetini iyiden

iyiye artırmıştır. Cephede şehit olan yüzlerce

askerin yanında bir de baş gösteren kolera ve dizanteri

salgınları sebebiyle yaklaşık 6 bin asker

şehit olmuştur. Bu salgın Refik Bey’e salgın hastalıkla

baş etme ve koruyucu hekimlik pratiğini

yaşamasını sağlamıştır. Kazandığı bu deneyimler

1914 yılında Harbiye Nezareti Sağlık Başkan

vekilliğine atanmasını da sağlamıştır. Aynı yıllarda

süregelen 1.Dünya Savaşı sırasında Kafkas

Cephesi’nde büyük bir düşmanla karşılaşılmıştı:

tifüs salgını. Bu salgında 3.Ordu’dan pek çok

asker şehit olmuştur. Bu sırada Refik Bey Ordu

İaşe Nizamnamesi Tetkik Komisyonu’nda görev

yapmaktaydı. Hem Balkan Savaşı’nda hem Kafkas

Cephesi’nde şahit olduğu salgın hastalıklar

için bir tedavi yöntemini arıyordu. İbrahim Refik

Bey Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’nin bahçesinde

Bakteriyolojihanenin yeniden faaliyete geçmesini

emretti. Ve burada hızla aşı ve serum üretimine

başlandı. Tifüs salgınının ne kadar ciddi kayıplar

verilmesine sebep olduğu bilindiği için en çok tifüs

aşısı üzerinde çalışıldı. Dünyada ilk kez tifüs

aşısını Dr. Refik Bey ve ekibi bularak askerlere

uygulanmaya başladılar. Özellikle Kafkas cephesinde

çok fazla kayıp verildiği için aşının üretim

merkezi Erzurum’da kuruldu.

BANDIRMA

VAPURU’NDAN

MİLLET MECLİSİ’NE

Refik Bey disiplinli çalışması ve başarılarıyla

dikkat çekmekteydi. Bu sebeple 5 Mayıs 1919‘da

geçici görevle 9. Ordu Kıtaâtı Sıhhıye Müfettiş

Muavini görevine getirildi. Birkaç gün sonra ise 9.

Ordu Müfettişlik Sıhhiye Başkan Yardımcısı olarak

Mustafa Kemal ile Bandırma Vapuru’nda yer

aldı. İbrahim Refik Bey Kuşçubaşı Eşref’in anılarından

da gördüğümüz üzere Teşkilat-ı Mahsusa’nın

bir üyesidir ve Mustafa Kemal ile tanışıklığı

da burada gelmektedir. Bu da demektir ki Refik

Bey en başından beri mücadelenin içinde olmuş,

Kemalist Devrimin kurucu kadrosunda yer almıştır.

Mustafa Kemal ile beraber çıktığı yolda halkın

sağlığı için çalışmalarda bulunmuş, özellikle

Anadolu’da yetersiz olan sağlık hizmetlerini gözlemlemiş

ve Cumhuriyetle birlikte ilk olarak ele

düzelteceği husus bu olmuştur. Milli Mücadele

devam ederken atanmış olduğu Erzurum Hastanesi’nden

istifa etmiş ve bilfiil mücadeleye katılarak

cephe gerisinde askerlerin ve halkın sağlığı

için uğraş vermiştir.

SAĞLIK DA DÜZENLİ

ORDUYA GEÇİYOR

Özellikle Osmanlı Devleti dönemindeki anlayış

“padişah için hekim yetiştirmek”

idi. Osmanlı’da sağlık hizmetleri

başkent İstanbul dışında oldukça

sınırlıydı. Anadolu’da hala

çoğunluğu Selçuklu eseri olan

şifahanelere, darüşşifalara, darüssıhhalara

rastlıyoruz. Bu gibi

sağlık merkezleri doğrudan padişaha

ya da saraya bağlı değildi.

Onun yerine bu kurumlar vakıflar

aracılığıyla kuruluyor ve yönetiliyordu.

Dolayısıyla zaman içerisinde

eskimesi, yetersizleşmesi ve yok olması

olağandı. Ancak insan sağlığı kendi

kaderine bırakılamayacak kadar değerlidir.

Hele ki on yıldan fazladır süren savaşta

bitap düşmüş bir millet, yeni

bir Cumhuriyet’le kendi ayakları

üzerinde duracak ve uygarlık

yarışına katılacaksa, insanın

sağlığının korunması, olmazsa

olmazdır. İşte Cumhuriyet

Devriminin değiştirdiği en

önemli anlayışlardan birisi

bu olmuştur. Darüşşifalardan

hastanelere,

vakıf

yöneticiliğinden

devlet eliyle

yönetime geçiş

sağlanmıştır.

Böylece

sağlık

Refik Saydam’ın

sağlık alanında

yaptığı atılımlar,

bugün pek çok

açıdan Batı’dan

üstün olmasıyla

övündüğümüz

sağlık

sistemimize temel

teşkil etmiştir.


58

Dr. Refik Saydam

10 Mart 1921

tarihinde Sıhhiye

ve Muavenet-i

İçtimaiye Vekaleti’ne

seçildi. İlleride

“Sağlık Bakanlığı”

adını alacak bu

görevi 1937 yılına

kadar sürdürdü.

alanında kamucu ve modern bir teşkilatlanmaya

ve kurumsallaşmaya gidilmiştir.

SAVAŞIN İÇİNDE

SAĞLIK BAKANLIĞI

Büyük Millet Meclisi’nin kurulmasıyla beraber

Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiye Vekaleti’ne

seçildi. Bugünkü Türkçe ile Sağlık

ve Sosyal Yardım Bakanlığı. Aynı dönemde

Avrupa’da Sağlık Bakanlığını ayrı bir kurum

olarak ele alan bir ülke yoktu. Fakat Refik

Saydam halk sağlığı konusuna özel bir

önem veriyordu. Hala bir savaşın içerisindeyken

de elindeki sayılı imkanlarla sağlık

alanında önemli çalışmalara imza atıyordu.

En çok da salgın hastalıklarla mücadeleye

ağırlık veriliyordu. O dönemin önemli

sorunlarından birisi göçler,

diğeri salgın hastalıklardı.

Savaş sebebiyle

doğudan

batıya,

batıdan

Anadolu’ya

göç edenlerin

sayısı

çok

fazlaydı.

Göç eden

insanlarla

birlikte salgın

hastalıkların yayılma

olasılığı da yükseliyordu.

Tifüs, kolera, frengi,

trahom gibi çeşitli hastalıklardan

ölenlerin sayısı azımsanmayacak

kadar çoktu. Bu sorunlar savaş

sonrasında da sürmüştür.

CUMHURİYET’İN

ÜSTÜN SAĞLIK BAŞARISI

Bu halkı sürekli güçten düşüren hastalıkların

önüne geçilmesi için 1924-1925

yılları arasında 150 adet dispanser inşa

edildi. Refik Bey, Balkan Savaşlarından

Milli Mücadele’ye dek halkın yetersiz sağlık

imkanlarından ve hastalıklardan muzdarip

olduğunu görüyordu Bu sebeple ele aldığı

ilk konu da bu oldu. Sağlık Bakanı olduğu

1925 yılında sağlık programını şöyle özetleyebiliriz:

Devletin sağlık örgütünü genişletmek,

salgın hastalıklarla mücadele etmek,

sağlık ve sosyal yardım yasaları yapmak ve

örgütlenmeyi köye kadar götürmek, Türkiye

Cumhuriyeti Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi’ni

kurmak ve Hıfzıssıhha Okulu’nu

açmak, ulusal tıp kongreleri düzenlemek.

Yine Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte

sağlık kuruluşlarında da artış yaşanmıştır.

Örneğin 1923 yılında 6437 yatakla hizmet

veren 86 kuruma sahip olan Sağlık Bakanlığı,

1930 yılı içerisinde sırasıyla 182 kurum

ve 11.398 yatağa ve 1935 yılı içerisinde de

176 kurum ve 13.038 yatağa çıkmıştır. Böylelikle

Cumhuriyet devrimi içerisinde sağlık

devrimini de getirmiştir. Henüz

yeni kurulan cumhuriyetin

Sağlık Bakanı Refik

Bey, ilk iş olarak

1925’te I. Milli

Tıp Kongresi’ni

düzenlemiştir.

Böylece 14

yıl boyunca

yürüttüğü

bakanlık

görevi ve

sonrasında da

uygulanmaya devam

edecek olan kanun

ve politikalar kararlaştırılmıştır.

Öncelikle sağlık

hizmetlerinin devlet eliyle yürütülmesi,

örgütlenmenin köye taşınması,

sağlık personeli ve ihtiyaçlarının artırılması,

salgın hastalıklarla mücadele edilmesi

başat meseleler olarak belirlenmiştir. Refik

Bey’in Kongre sırasında yaptığı konuşmasından

bir kesit şu şekildedir: “Türk hekimi

yalnız kendi özel ve mesleki hayatında

medeni hayatın bütün iyiliklerinden yararlanmış

olduğunu görmek ve göstermek ve

her ilerlemeyi bizzat nefsini kabul ve tatbik

eylemek suretiyle herkese örnek olmak

mecburiyetindedir.” Görüldüğü üzere Refik

Saydam hayatının her anını herkese örnek


59

ve yol gösterici olmuş, bu öncülüğü ilke

edinmiştir.

CUMHURİYET’İN

İFTİHARI:

HIFZISIHHA

Refik Bey Sağlık Bakanlığı’nı yürüttüğü

1925-1937 yılları arasında çıkardığı onlarca

kanun yıllarca önemini korumuştur.

Örneğin 17 Nisan 1930 tarihinde çıkarılan

Umumi Hıfzıssıhha Kanunu yıllarca işlevini

sürdürmüştür. Bu kanunla beraber

memleketin sağlık koşullarını düzeltmek

ve sağlıklı bir gelecek yetiştirmeyi amaçlamışlardır.

Fark edildiği gibi Refik Bey

yalnızca hastaları tedavi etmeyi amaçlamamış

aynı zamanda sağlığı muhafaza

ederek koruyucu hekimliğin de başlatıcısı

olmuştur. O dönemde Avrupa’da henüz

Sağlık Bakanlığı kurumu ayrımı yokken

Refik Bey, kuruculuğunu yaptığı Hıfzıssıhha

Enstitüsü’nün dönemin şartlarında

en ileri cihazlarla donatılmasını sağlamıştır.

Hıfzıssıhha Enstitüsü cumhuriyetin

en önemli kurumlarından birisi olmuştur.

Kuruluşundan itibaren aşı, serum ve ilaç

üretiminde öncü olmuştur. Türkiye ilk

BCG aşısı Hıfzıssıhha’da gerçekleştirilmiştir.

Aynı zamanda bir de Hıfzıssıhha

Okulu da kurularak geleceği garantiye

alarak yeterli sağlık personeli yetiştirilmesi

sağlanmıştır. Yine bu dönemde uzun

yıllar sağlık hizmetinde bulunmuş Hilal-i

Ahmer Cemiyeti’nin ismi de Kızılay olarak

değiştirilmiş ve Atatürk’ün isteği ile

teşkilatçılığı ve sosyal tıp alanındaki bilgisinden

faydalanmak için başına Refik

Saydam getirilmiştir. Mustafa Kemal’in

de vurguladığı gibi Refik Saydam teşkilatlı,

disiplinli, Türk milletini her zaman ön

planda tutarak bizlere örnek olan bir görev

adamıdır.

Refik Saydam’ın yukarıda özetlediğimiz

programı Cumhuriyet Devriminin gerçekleşmesi

ve Saydam’ın Sağlık Bakanlığına

gelmesiyle birlikte uygulanmaya başlamıştır.

Özellikle Refik Bey bakanlığı süresince

çıkardığı kanunlar uzun yıllar yürürlükte

kalmıştır. Sağlık Bakanı olduğu süre

içinde 50 kanun 18 tüzük ilan edilmiştir.

Çıkarılan kanunlar salgın hastalıklarla mücadele,

tıbbi araçların temini, sınırlardaki

ve Doğu illerindeki devlet kadrolarını artırma

yönünde gelişmiştir.

CUMHURİYET FEDAİSİ

REFİK SAYDAM

Refik Saydam 14 yıl sürdürdüğü Sağlık

Bakanlığı görevinin ardından Türkiye’nin

4. Başbakanlığı görevini üstlendi. Atatürk’ün

ölümünden sonra İçişleri

Bakanlığı, CHP Genel Sekreterliği yaptı.

Ocak 1939’da başbakanlığa geldi. 2.

Dünya Savaşı sürecinde Türkiye’ye başbakanlık

yaptı, başarılı bir devlet politikası

sürdürdü. Temmuz 1942’de İstanbul’un

besin sorunun düzenlemesi için yaptığı

inceleme gezisi sırasında vefat edene kadar

bu görevde kaldı.

Bandırma Vapuru’nda Mustafa Kemal’le

beraber çıktığı Milli Mücadele yolundan

son ana kadar cumhuriyete hizmet

etti. Devletin her vatandaşa ulaşması

için elinden geleni yaptı. Genç cumhuriyetin

pek çok kademesinde farklı görevler

almıştır ama hepsi tek bir amaca yöneliktir,

insanı yaşatmak. Görüldüğü üzere

Cumhuriyet Devrimi küllerinden doğan

bir ülke inşa ederken bunu yalnızca yaptığı

savaşlarla değil insana verdiği değerle

de kazanmıştır. Vatanı düşman işgalinden

kurtarırken insan sağlığını ikinci plana

atmamıştır. Bugün gördüğümüz ülkeler

sistemin bireyci, çıkarcı politikalarıyla boğuşmaktadır.

Bizim ise tarihimizde insanın

var olmasına hayatını adayan her an

bize örnek ve öncü olan Refik Saydamlar

vardır. Onlardan aldığımız görevle parolamız:

İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.

Kaynakça

1) Umut Karabulut, Cumhuriyet’in İlk Yıllarında

Sağlık Hizmetlerine Toplu Bir Bakış: Dr. Refik

Saydam’ın Sağlık Bakanlığı ve Hizmetleri (1925-

1937), İnönü Üniversitesi, 2005

2) Mustafa Yahya Metintaş, Refik Saydam’ın

Yaşamı ve Kişiliği, Ankara Üniversitesi, 2008

3) Halil İbrahim Aksakal, Dr. Refik Saydam

Önderliğinde Cumhuriyet Dönemi Sağlık Hizmetlerini

Modernleştirme Çabaları, Fırat Üniversitesi,

2007

4) Prof. Dr. Mehmet Evsile Cumhuriyet

Döneminde Sağlık Hizmetleri (1923- 1950), Kesit

Akademi Dergisi, Mart 2018

5) Gamze Nesipoğlı, Olgusal Bir Yapı Olarak

Sağlık Politikaları:1920-1960 Yılları Arası Cumhuriyet

Döneminin Tarihsel İzleği, Hacettepe Sağlık

İdaresi, 2018


60

Tarih Bildiğini Okur

UYGARLIĞA AÇILAN KAPI:

İSTANBUL’UN FETHI

Melike Güler - TGB GYK Üyesi

Ankara Üniversitesi - Çalışma Ekonomisi

Tarihçilere göre, Türkler etkin tarih

yapıcılığına imparatorluklarıyla giriyorlar.

Dünyanın feodal imparatorluklar

döneminde Bizans’ı Abbasileri, Emevi

imparatoluklarını görüyoruz. Türkler’in

Selçuklu, Gazneli, Uygur, Göktürk ve hatta

Sakalardan itibaren getirdikleri binlerce yıllık

birikim ise kabile toplumunu medeniyete

sıçratıyor. Bu devlet birikimi halkları barış

içinde bir arada yaşatıyor, kaynaştırıyor,

ticaret yollarının ve pazarların güvenliğini

sağlayarak ekonomiyi canlandırıyor.

İşte Fatih’in İstanbul’u fethi; Osmanlı’nın

devlet birikimiyle medeniyet kapılarını tüm

dünya için açıyor. Dr.Hikmet Kıvılcımlı İstanbul’un

fethini şöyle özetliyor: “İstanbul’un

Fethi, tarih yolu üstüne kâbus gibi çökmüş

bir cesedin (Bizans engelinin) kaldırılması,

Bizans çöküntüleriyle tıkanmış medeniyet

yollarının -Yalnız Müslümanlara,

Yalnız Türklere değiltüm

insanlığa yeniden

açılmasıdır.”(1)

TARIHIN TUNÇ KANUNU:

GERI OLANIN İLERI

OLANA YENILGISI

İstanbul’un Fethi yalnızca bir Hristiyanlık-Müslümanlık

savaşı değildi hatta İstanbul’un

fethini bir dinin diğerine olan zaferi

olarak değerlendirmek büyük uygarlık tarihini

yok saymak anlamına gelir. Din, bir

sebep olarak görünse dahi esası, tarihin

dayattığı zorunluluklar belirleyecektir. Bu

zorunluluk, 1453’te gerilemeye karşı ilericilikti.

İstanbul’un fethi tüm insanlık için bir insanlık

ve medeniyet hamlesiydi. Bunu

fethe yakından baktığımızda görebiliyoruz.

Bütün geniş halk yığınları Hristiyan

veya Müslüman, el birliği ediyor ve İstanbul’un

kapıları Osmanlılara açılıyor.

BILIM

O dönem için müthiş yeni teknikler keşfediliyor,

adeta savaş teknolojisi üretiliyordu.

Macar mültecisi Urban, o zamana kadar

görülmedik bir top döktü. 60 öküz ve iki bin

insanla ancak iki ayda Edirne’den İstanbul’a

taşınan bu topun çevresi 9, çapı 3 kademdi

yani 112.5 santimetre. Sesi 30 milden işitilirken

bir mil kadar uzağa düşüp 6 kadem

derinliğinde toprağa gömülüyordu. Burada

dikkat edilmesi gereken nokta Macar Urban’ın

başlangıçta Bizans tarafındayken

Osmanlılar onu kendi taraflarına çekmeyi

başarabildi. Çünkü ilerleme bu taraftaydı.

Osmanlılar top tekniğinden başka yollar da

denediler. Sultan Mehmet, surların altından

lağım kazma işini kolaylaştırmak, topların

açtığı gediklerin kapatılmasını önlemek

için yürürkulelerden yararlandı.

İstanbul kuşatmasının

yazarlarından Nicolo Barbaro

kuleleri şöyle anlatıyor:

“Türkler bu kuleyi bir gecede,

surun cephesi yakınında, o

derece çabuk ve saklı bir surette

yaptılar ki, şehir hiçbir şey sezmedi.

Eğer İstanbul’daki bütün

Hırıstiyanlar bu işe koyulmuş olsaydı,

bunu bir ayda bile yapamazlardı.”

Haliç zincirlerini kıramayınca karadan

yürütülüp Haliç’i aşan Osmanlı donanması

ise teknik gelişmenin ne denli ileri


61

olduğunu gösteren diğer bir örnek.

ÇÜRÜYÜP ÇÜRÜTEN

BIZANS REJIMI:

İstanbul’un fethinde elbette teknik unsur tek başına

kuvvetli değildi. Savaş, hangi tarafın insan gönlünü

kazandığına dayanıyordu. Bizans 10-11’inci yüzyıllar

arasında en parlak dönemini yaşarken 11’inci

yüzyılla birlikte derebeyleşmeye başladı. Kalelere

kapanan Bizans’ta güvenli tarım yalnızca kaleler

etrafında yapılabiliyordu. Haydutluk ve yağmacılık

vardı. Zamanla toprağı tekeline alanlar topraktan

geçinenlerin hayatlarına olduğu kadar devlete de

hükmetmeye başladılar. Derebeyleşme bu sebeple

merkezi devletin atar damarlarını tıkıyor, devlet pazar

güvenliğini sağlayamıyordu. İşte Bizans’ın iç çelişkilerinin

esas sebebi de buna dayanıyordu: Kadim

çağların toprak meselesi. İmparator, ahalinin vergisini

arttırmaya başlarken kilise ve bazı imtiyazlı sınıflar

vergiden muaf oldukları için bütün yük köylünün

sırtına yükleniyordu. Derebeyleşmenin yarattığı bu

durum yalnızca alt tabakaları ezmekle kalmayıp üst

tabakaya dahil olan imtiyazlı zümreleri dahi rahatsız

ediyor, derebeyleri ile merkezi Kral arasında çarpışmalara

neden oluyordu. Bizans İmparatorluğu hem

geniş halk yığınları için dayanılmaz bir işkence durumuna

gelmişti hem de üst tabakalar için huzursuzluk

kaynağıydı.

Osmanlı ise bu durumu yıldızını parlatacak yöne

çevirebildi. Bu koşullarda Osmanlı akınları Hristiyan

halk için hoş görünüyor daha da ilerisinde Bizans

Tekfurlarından Osmanlı hareketine katılmalar sıklaşıyordu.

Subjektif olarak ortada hala bir din savaşı olsa

dahi durum gerçekte şöyle idi: Müslümanlara karşı

Haçlı seferi için gelen Katalanlar sonrasında Bizans’a

hücum etmişti. Sonucunda teknik ve bilimsel gelişmelerin

yanı sıra Osmanlı, alt tabaka üst tabaka fark

etmeksizin insanları yanına çekmede de cezbedici

bir yerde bulunuyordu. Kuşatma günlerinde Bizans

halkının psikolojisini şöyle tarif edebiliriz: “Bazen ortaya

bir takım yaygın söylentiler çıkıyor, gökten bir

emir geldiği ve bu emirde Türklerin şehre girmelerine

engel olunmaması, hatta Jüstinyanüs sütununa kadar

bırakılması, orada bir melek zuhur ederek kendilerini

perişan edeceği ağızdan ağıza geziyordu. Bu

şayialar Bizans’ı müdafaa için silaha sarılmak istemeyenleri

memnun ediyordu.” Bu satırlar bir ihanetle

açıklanamayacak kadar Bizans’ın insanlar için katlanılamaz

hale geldiğini ve Osmanlılılığın getirdiği yeni

düzenin cazibesini gözler önüne seriyor.

TOPRAK DAVASI VE

DEMOKRAT RUHUN

KERAMETI

Peki, nasıl olmuştu da Osmanlı bu denli çekim

merkezi haline gelmeyi başarmıştı? Bu konuya iki

pencereden bakabiliriz. İlki Bizans’ta artık çözülemeyen

bir kör düğüm haline gelmiş toprak ilişkilerinin

kesilip atılması. Osmanlılar Bizans ilişkilerini kesip

atmakla kalmayıp yerine yepyeni bir toprak düzeni

getirmiştir: Dirlik Düzeni. Osmanlılığın temeli olan

bu sistemde eşitlikçilik hüküm sürüyordu. Toprağın

verimi arttıkça dönümü azalıyor, çiftçiler hemen hemen

aynı ürünü alabiliyordu. Dini ayrı olsa dahi

Hristiyan halka Osmanlılığın

cazip gelmesinin

en büyük sebebi buydu:

Eşitlikçi ve adaletçi toprak

düzeni. Bizans’takinden

on kere daha ucuza

gelen bir devlet şekli.

Bizans derebeyleri şahsi

servetlerine servet katmak

için halkı soyarken

Osmanlı’yı gören halk

Derebeyleşmenin

yarattığı bu

durum yalnızca

alt tabakaları

ezmekle

kalmayıp üst

tabakaya dahil

olan imtiyazlı

zümreleri dahi

rahatsız ediyor,

derebeyleri

ile merkezi

Kral arasında

çarpışmalara

neden oluyordu.


62

Fatih’in yaptığı

iş Bizans

idaresine karşı

Bizans’a rağmen

insanlığın

Bizans

döneminde attığı

ileri adımları

koruyarak

Bizans’ın

geliştirdiği

medeniyetin

kazançlarını da

savunmaktı.

bu yeni düzeni hemen benimsedi. Bu duruma en

iyi örnek ise Osman Gazi’nin öldüğünde bıraktığı

servettir:

-Bir darıklık bez

-Bir Yancuk (ata özel zırh)

-1 kılıç, 1 okluk, 1 mızrak

-1 tuzluk, 1 kaşıklık, 1 çift çizme

-Kırmızı sancaklar

-Birkaç Küheylan, birkaç çift hayvan, birkaç yabani

kısrak

-Üç sürü koyun

HALKLA BERABER MEDENIYET

2.Mehmet, Fatih olabilmek için önce halka inmeli

ve ülkesinde hüküm süren Bizans kalıntısı derebeylikleri

temizlemeliydi. Yani fethi yalnızca dışarıda

değil içeride de gerçekleştirmeliydi. Fatih ancak ondan

sonra Bizans’ı temizleyebilirdi.

Kritovulos’un Tarih-i Sultan Mehmet Han Sani

adlı kitabına göre Fatih, Bizans’a hücum etmeden

önce iki önlem almıştı.

1)Osmanlılıkta derebeyileşme eğilimlerini yok etmek.

2)Toprak düzenindeki aksaklıkları gidermek.

Keza derebeyi unsurlarının temizlenmesi de toprak

düzenindeki Dirlik düzeninin elde edilmesi anlamına

geliyordu. Yapılan reformlarla hem üçte biri

derebeyileşmiş unsurlar elinde ziyan olan toprak

gelirleri merkezi devletin eline geçti hem de halk

yığınlarının Osmanlı iradesine karşı olan güvenleri

sağlanmış oldu. Bu yolla Fatih, bütün Anadolu,

Adalar ve Balkanlar gibi bizzat İstanbul’da yaşayanlarla

çıkar birliği yapma imkânını buldu. Zor ve

baskının temsilcisi olan Bizans rejimi ve artıklarına

karşı işte böyle tek cepheyi birleştirebildi. Bahsettiğimiz

savaş teknolojisi de (Hristiyan-Müslüman

ayırt etmeksizin) Bizans’a karşı birleşen tek cephe

sayesinde mümkün oldu. Bizans kâbusundan bıkmış

olan her türlü deha yerini Osmanlılıkta buldu.

Değindiğimiz gibi gemiler Rum, toplar ise Macar

hüneriydi.

Yani Fatih’in yaptığı iş Bizans idaresine karşı Bizans’a

rağmen insanlığın Bizans döneminde attığı

ileri adımları koruyarak Bizans’ın geliştirdiği medeniyetin

kazançlarını da savunmaktı diğer taraftan ise

Osmanlılık çürümüş Bizans idaresi yerine toplumsal

örgütçülüğü, adil ve eşitlikçi toprak düzenini ortaya

koymaktaydı.

DÜNYAYA AÇILAN TICARET

İstanbul’un Fethi boğazların İtalyan ve Venediklilerden

kurtarılması anlamına geliyordu. Boğazları

tıkayan Bizans derebeyliğinin kaldırılması Uzak ve

Yakındoğu ile Tuna ve Akdeniz ticaretinin açılmasını

ifade edi- yordu. Yani İstanbul’un Fethi

kilitli kapıların dünya ticaretine

açılmasıydı. İslam-Hristiyan

karşıtlığının uzun kavgalarla

parçaladığı ticaret

ırmağının Anadolu köprüsü

Osmanlı eliyle artık

tekrar kurulmuş bulunuyordu.

Bu noktada

İstanbul’un fethi

Osmanlı’nın impa-


63

ratorluk olarak yeniden kuruluşunun önemli

bir sembolüdür. Bu sembol ise dünya ticaretine

yol açmayı ve yol yapmayı ifade eder.

İstanbul fethedildikten sonra büyük imar

işlerine girişilir. Bu imar süreci seyahat güvenliği

olmadığından halkın buraya yerleştirilmesi

gibi iskân politikalarıyla zorunlu

bir ihtiyacın giderilmesi şeklinde planlanır.

Tüm bu politikalarla o zamanın şartları içinde

dünya ticaretinin kapısını güvenliğe ve

asayişe kavuşturmak dünya medeniyetini

savunmaktan daha önemli bir anlam ifade

etmiyordu diyebiliriz.

DOĞMAKTA OLAN

BATI MEDENIYETI

Osmanlılık İstanbul’un Fethi ile yalnız

büyük medeniyet yollarına açarak insanlığın

edinmiş olduğu kazançları geliştirmekle

kalmadı. Reddedilemeyecek bir sonuç

daha doğurdu: Batı medeniyetinin doğuşu.

Avrupa’da bugünkü Batı medeniyetinin tohumları

Rönesans ile atıldı. Rönesans ile

dirilen şey ise Eski Yunan ve Roma medeniyetlerinin

kültürüdür. Öte yandan bu kültür

yalnızca Yunan ve Roma medeniyetlerine

değil İslam medeniyetine de sırtını dayar.

Özellikle Endülüs Devleti’nin ilim insanlarının

tercümeleri, felsefe, mantık, astronomi,

matematik vb. alanlarda yaptığı çalışmaların

Batı medeniyetiyle birleşerek inşaa ettiği bu

kültür dirilişi ise gerçekte ticari ilişkilerin canlanışına

bağlı olarak gelişmiştir. Ortaçağda

bu medeniyetlerine ait kültür o zamanki İstanbul

surları içinde tabiri caizse hapis haldeydi.

Bu kültür mirasının insanlığa hizmeti

içinse surlar yıkılmalıydı. Öyle de oldu. Rönesansın

büyük ve canlı adımı İstanbul’un

fethi ile başladı. Bunu iki temele dayandırabiliriz.

İlk olarak İstanbul’un fethiyle Fatih,

yüzlerce yıllık kervan yollarından karaların

birliğini kurarak denizlerin birliğini de ele

aldı. Bu sayede Fatih, Akdeniz’i Batı’nın

gerici bezirgânlığından kurtardı. İtalyan şehirlerinin

yıldızları sönmeye başladı. Ancak

bu durum iç ve Kuzey Avrupa’da gelişme

yeteneği daha yüksek iktisadi ve ticari

ocakların oluşmasını sağladı. Avrupa ocakları,

Akdeniz’den geçmeyecek Hint yolları

aramaya başlayınca Rönesans’tan Batı

Medeniyetine sıçrama imkânı buldu. İkinci

olarak ise zamanın medeniyet birikimini

surlarda hapis tutan Bizans, bu medeniyeti

kullanamayacak kadar çürümüştü. Osmanlı

akınlarıyla Bizans’tan kaçan birikim Batı

dünyasına göçerek gittikleri yerlerde adeta

kültür meşaleleri oldular. Batı kavimlerine,

kadim medeniyetlerin Bizans tarafından

kullanılamayan kültür hazinelerini taşıdılar.

İstanbul’un fethiyle Doğu Roma İmparatorluğu’nun

ortadan kalkmış olması, Osmanlı

İmparatorluğu’nun kesin olarak kuruluşu

bunların Avrupa üzerindeki derin etkileri ve

100 yıl savaşlarının son bulması Yeniçağ’ın

kapılarının açılışında büyük rol oynamıştır.

Bu durumun yarattığı sonuçlar yani Rönesans

kültürünün taşınması ve uzak dış

ticaretin gelişmesi modern Avrupa medeniyetinin

kuruluşuna hizmet etti. Avrupa’da

bu sayede büyük bir sermaye birikimi oluştu

bu güç ise Rönesans ile ifade edildi.

SONUÇ OLARAK

İstanbul’un Fethi, o zamanın dünya ticaretinde

en önemli düğüm noktasını çözerken

Batı’da ise hiç beklenmedik yollar aranmasını

ve bulunmasını zorunlu hale getirdi.

İstanbul’un Fethi, Batı ticaretine en büyük

darbeyi vurmuşken en büyük gelişmeyi de

sağlamış oldu.


64

SporUN RENGİ

YAŞAMIN

SINIRLARINI

ZORLAMAK

Eser Keskin - TGB GYK Üyesi

İstanbul Üniversitesi - Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri

Tarihte sporun doğuşu, insanın doğada

hayatta kalma mücadelesinde

başlamıştır. Sporun en ilkel hali tarih

öncesi ve ilkçağ toplumlarında görülmüştür.

Doğada yaşam ve araç gereç arayışlarındaki

savunma ve saldırılar sporun en eski

halini yansıtmaktadır. İnsanoğlunun tarihsel

süreç içerisinde hayatta kalma mücadelesi

bedensel ve ruhsal becerilerinin gelişmesine

katkı sağlamış ve sportif faaliyetlerin

gelişmesinde önemli bir etken olmuştur.

Spora benzer etkinlikler zamanla belli bir

dönüşümden geçerek oyunlara ve yarışmalara

dönüşerek bugünkü halini almıştır.

Av yakalamak veya düşmandan

kaçmak

için koşma, atlama

ve tırmanma gibi

başlangıçta kendini

koruma içgüdüsüyle

ilgili faaliyetler

spora atletizm

dalları olarak

geçmiştir. İnsanların

başkaları

veya hayvanlarla doğrudan

beden gücü

ile yaptıkları mücadeleler

ise güreş

ve boksun kaynağı

sayılmaktadır. Sporun gelişimi uygarlık tarihini

de olumlu yönde etkilemiştir. Ok, kılıç,

mızrak, cirit, kayık, kızak gibi insanı doğaya

egemen kılacak çeşitli araçlar yapmıştır.

Bu sürece yönelik en eski izler, yapılan

araştırmalar sonucunda Uzakdoğu’da Pekin

yakınlarındaki Zhoukoudian Köyü yakınlarında

bulunan ve 600 bin yıl öncesinde

olduğu bilinen mağaralarda rastlanmıştır.

Spor aktivitelerine dair başka kalıntılar ise

M.Ö 3000’lerde; Mısır’da Beni Hasan antik

mezarlık alanında bulunan duvar ve lahit

resimlerinde ve Mezopotamya’da Sümerlerin

spor faaliyetlerine ilgi gösterdiği yapılan

araştırmalarla görülmüştür. Bu spor dalları;

güreş, okçuluk, araba yarışları,

sopa dövüşü, boks ve koşu yarışları

gibi çeşitlilik

gösterir.

ANADOLU’NUN

SPORLARI

Anadolu uygarlıklarında da spor hayatın

bir parçası olmuştur. M.Ö. Anadolu’da kurulmuş

ilk uygarlık olan Hititlerin spor faaliyetlerini,

bugüne gelen tarihi kalıntılarda,

vazo resimleri ve taş kabartmalara işlenen

sahne resimlerinde görmek mümkündür.

Hititli ile yenilmekte olan düşmanının güreş

sahnesi, savaş ve çarpışma sahnelerinin

yanı sıra çeşitli atletizm oyunları olan

gülle atma, koşu, halat çekme bu eserlere

işlenmiştir. 1 Hititlerde görülen dans figürleri

ve müzisyenlere eşlik eden akrobatlar o

dönemin jimnastikçileri olarak görülebilir.

Antik dönemde yaygın olarak uygulanan

spor dallarından at yarışları, Urartu

ordusunun süvari kuvvetlerinin

yetiştirilmesinde

önemli etkiye

sahip

olduğu

için

yönetici sınıf tarafından

düzenlenmiştir.

Hunlarda kadınlar da ata binmiş, ok

atmış, top tekmelemiş, güreşmiş ve bedenin

geliştirilmesine ve daha sağlıklı olmasına

ayrı bir önem vermişlerdir. Hunların at

üzerinde kullandıkları en önemli araçlardan

bir tanesi ise oktur. Hatta Mete Han’ın “ıslık

çalan ok”u icat ettiği ve bu okun nasıl

yapıldığını emrindeki askerlere de öğrettiği

bilinmektedir. 2 Ayak topu olarak adlandırılan

futbolun, özellikle Göktürklerde kız ve

erkek çocukları arasında oldukça sevilerek

oynanan bir oyun olduğu da bilinmektedir.


65

Uygurlarda özellikle kadınlar, binicilik konusunda

ve ok atma becerisinde ustaydılar. Ayrıca Çin Elçisi

Wang Yen Tei’nin ifadelerine göre Uygurlarda, su

sporları da yapılmaktaydı. Elçi, gezisi sırasında Sarı

Nehir (Huang-ho)’e varmış burada koyun derisinden

tulum yapmışlar, içini hava ile doldurmuşlar ve

sonra da tulumlar suda yüzmüştür. Bu durum bize

basit bir sal veya kano izlenimi çağrıştırmaktadır.

ANTIK ÇAĞ’IN

OLIMPIYATLARI

Antik Çağ’da ilk organize spor faaliyetleri, sporcuların

bilinçli ve disiplinli bir şekilde fiziksel ve ruhsal

gelişimlerini sağlamaya dönük yapılmıştır. Homeros,

İlyada ve Odysseia’da sık sık Olimpiya’da

spor etkinliklerinin yapıldığını belirtmiştir. Etkinliklerde

yarışmayı kazananların isimleri bu tarihten itibaren

resmi olarak kaydedildiğinden Olimpiyat Oyunlarının

başlangıcı olarak M.Ö. 776 tarihi kabul edilir.

İlk olimpiyat oyunları olarak bilinen atletizm ve

koşular Olimpiya’da stadium denilen alanda Tanrı

Zeus’a olan bağlılık ve inancı göstermek için düzenlemişti.

Stadium ayakta duran anlamına geliyordu

ve alanda oturma yeri olmadığından ayakta

izleniyordu, yani stadium ismi koşucular için değil

izleyenler için kullanılmıştı. Ancak Olimpiyat Oyunları’nın

bir de toplumsal anlamı vardır. Kral İphitos,

20 Yunan site devletinin savaşlarını engellemek ister

ve ‘tanrıların çok sevdiği dinsel kökenli oyunların’

yeniden düzenlenmesini ister. Bu dönemde

Olimpiya şehri kutsaldır, oyunlar bağlılığı ve sadakati

göstermek için yapılır. Kral İphitos’un emriyle

Olimpiya’daki oyunlar sırasında şehir devletleri arasında

üç ay boyunca ateşkes ilan edilir ve bölgeye

hiçbir askeri güç girmez. Ulusal atletizm festivallerinin

ortaya çıkışında kent-devleti sisteminin etkisi

büyüktür. Polis sisteminin çok sayıda oluşması,

Yunanlıların tek bir siyasi çatı altında birleşmesini

engellemiştir. Her an savaşa hazır durumda olmak

zorunda olan kent devleti bireyleri, can ve mal güvenliklerini

sağlamak için kendilerini fiziksel olarak

formda hissetme gereksinimi duymuştur.

Güreş ve kuvvet üzerine en çok epigramı bulunan

Krotonlu Milo, tam anlamıyla irileşene kadar

her gün bir erkek dana kaldırarak ağırlık antrenmanları

yapmıştı. Pausanias’ın anlattığına göre,

Antik dönemin en büyük boksörü Glaukos aslen

çiftçiydi. Bir gün tarlada çalışırken demiri sapandan

ayrılınca, babasının gözleri önünde, yumruklarını

çekiç gibi kullanarak, parçaları birleştirdi. Bundan

çok etkilenen babası oğlunun Olimpiyat finaline kadar

yükselmesini sağlamıştı. Ama deneyimsizliği,

ilk turda ceza almasına ve yaralanmasına neden

olmuştu. Finalde son rakibinin karşısında babasının

ona tarladaki sabanı hatırlatmasıyla Glaukos rakibine

öyle bir darbe indirdi ki karşılaşma o anda sona

erdi. 3

Sporu bir eğlence olarak gören ve seyirciyi tatmin

etmeye yönelik olarak yapılan sporun yeni şekli

Romalı halk ve askerlerin çok hoşuna gitse de

Olimpiyat Oyunlarının temsil ettiği törensel şeref,

onur hislerinin ve oyunların temel ideallerinin gitmesine

neden olmuştu. İmparator Theodosius, oyunlara

farklı gerekçelerle süresiz olarak ara verdirdi.

Yunan otoritelerinin onayıyla Almanlar tarafından

1875’de yapılan arkeolojik kazılar Olimpia’nın kalıntılarının

yeniden ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu

keşifler, Pierre de Coubertin’e Modern Olimpiyatların

yeniden başlatılması için ilham vermiştir.

ASYA’DA SAVAŞTA

MÜCADELEYI

BÜYÜTEN SPORLAR

Spor her toplumun yaşam tarzı oluşan kültürü,

devlet geleneği ve yaşadığı coğrafyadan bağımsız

değildir. Var edilen tüm spor dalları ortaya

çıktığı toplumun koşullarından doğmuş ve gelişim

göstermiştir. Bu koşullar bazen iç savaşta, bazen

vatanını savunur- ken, bazen

ise toplumsal ve

inançların etkisiyle

kendisini göstermiştir.

Ortaya

çıkış

sürecinde

farklılıklar olsa da gelişim

sürecinde kayda değer

sayıda spor dalı toplumsal

bir mücadelede belirleyici

olmuştur. 1894 Çin Japon

savaşından sonra Çin

toprakları emperyalist devletlerin

işgaliyle karşı karşıya

kalmıştı ve yabancı malların

ülkeye girmesiyle, demiryollarında

emperyalist devletlerin

söz sahibi olmasıyla birlikte birçok

dini

Çinli işçi ve köylü işsiz kalmıştı. Çin’de

yayılmaya başlayan yabancı devletlerin

ekonomik ve siyasi baskısına karşı köylü

halk tarafından yükselen Boksör İsyanı

sporun, politika ve toplumsal yaşam

Spor ister

bireysel ister

kolektif, kişinin

güç, sabır, sürat,

dayanıklılık,

ustalık gibi

özelliklerde

yücelmesini de

sağlar.


66

Asya

uygarlığında

spor bir yaşam

tarzıdır.

Doğayla

mücadele

noktasında

batının aksine

çok çetin

koşullarda

yaşayan doğu

insanı, bu doğal

zorluklarla başa

çıkabilmek için

sürekli egzersiz

yapar.

üzerinde en bilinen etkisidir.

Asya uygarlığında spor bir yaşam tarzıdır. Doğayla

mücadele noktasında batının aksine çok

çetin koşullarda yaşayan doğu insanı, bu doğal

zorluklarla başa çıkabilmek için sürekli egzersiz yapar.

Çünkü bu güçlükler içerisinde yaşayabilmenin

yolu fiziksel yeterliliktir. Aslında spor da insanın fiziki

gelişimini arttırma temelinde gelişmiştir. Bu açıdan

Asya insanı için spor yaşamsaldır.

Asya’nın kadim felsefesi, alçakgönüllü, diğerkâm,

çalışkan ve dayanışmacı bir insan modeli

yaratmıştır. Aile, devlet ve toplum ilişkilerinde saygılı

ve topluluğun çıkarını kendi haklarının üzerine

yazan bu felsefe, Asya’nın büyük imparatorluklar

geçmişinde aranmalıdır. Batı’nın feodal parçalanma

sürecinde Çin, Hint ve İslam uygarlıklarının

büyük imparatorluklar örgütleme yeteneği; birlikte

yaşama ve çalışma felsefesine dayanmaktaydı.

Bu felsefe bugün en yoğun haliyle politikaya, ekonomiye,

askeriyeye, kültür ve spor dünyasına etki

etmektedir. Sporda özellikle savaş sanatlarının devamcısı

olan mücadele sporları uzak doğu felsefesinin

güçlü etkisi altındadır. Mekânsal anlamda,

giyim kuşam bakımından, emir komuta zinciri açısından

mücadele sporları Asya kültürünün en göz

önündeki sonucudur.

Mücadele sporlarında, hoca-öğrenci hiyerarşisini

belirleyen geçmiş toplumsal ilişkilerdir. Asya’da

aile ve devlet hiyerarşik temel- l e r

üzerine inşa edilmiştir, bu

bağlar hem çok güçlü

hem de katıdır. Mücadele

sporlarının

giyim kuşamı ise tipik

Asya ordu geleneğine

dayanmaktadır, savaşçıların

bir örnek giyinmesine

dayanır. Kuşaklar ise tıpkı ordudaki gibi rütbeleri

temsil eder. Kuşaklar arasındaki hiyerarşi ve

saygı, kuşağın renk ve üstünlüğüne değil; ona sahip

olabilmek için verilen emeğe ve çalışma disiplinine

daha önemlisi bu disiplini taşıyan insana saygıdır.

Tüm bunları üst üste yazdığımızda, mücadele

sporlarının modern bireye etkisi, konfor yerine fiziki

disiplini, katı hiyerarşiyi tercih etmesi düzleminde

oluşur. Ama günümüz “özgürlük” anlayışına ters

gelen ve negatif anlamlar yüklü disiplin ve hiyerarşi

sporda gelişmenin ön koşuludur. Bu bakımdan da

fiziksel gelişmeyi hedefleyen Asya tipi sporda bu

hiyerarşi ve disiplin yöntemlerine alışmak zorundadır.

Fiziksel gelişim ve disiplinde günümüzde de ilk

akla gelenler Shaolin Tapınağı ve insan iradesinin

sınırsızlığının en etkili örnekleri keşişler ve çalıştıkları

Kung Fu. Çin’de Shaolin Tapınağı’nda Bodhidharma,

keşişlerin kendi çalışmalarındaki güçsüzlüğü

ve gelişimlerindeki gerilemeyi fark eder. Onların zihin

ve bedenlerini çalıştırmalarını ister bunun için

de önlerine bir dizi egzersiz koyar. Bu egzersiz On

Sekiz Lohan Hareketi olarak adlandırılan bir hareket

serisidir. Bu seri Hindistan’da yapılan yogadaki

nefes egzersizlerinden oluşur. Zaman içerisinde bu

egzersizler gelişerek Shaolin Kung Fu’su olarak bilinen

savunma sanatına dönüşür. Halk içinde yayılır

ve çalışılmaya başlanır. Doğadaki hayvanlardan

esinlenip insana uyarlanarak oluşturulan kung fu,

bugüne kadar birçok sporun gelişmesinde teknikleri

ve disipliniyle temel olmuştur ve onlarca farklı

stille çalışılmaya devam etmektedir. Modern öncesi

dönemde zorunluluk icabı yapılan iş ve görevlerin

bir kısmı modern dönemde spora dönüşmüştür.

Bilhassa savaş sanatları Asyalıların sahibi olduğu

en değerli hazinelerden biri olarak günümüze

mücadele sporları olarak ulaşmıştır.


67

KAPITALIST SPORUN

BIREYCILIĞINE KARŞI

MÜCADELE SPORLARININ

DISIPLINI

Batı’nın kapitalist spor ahlakına karşın Asya’nın

spor anlayışı birlikte gelişmeye yöneliktir.

Yukarıda söz konusu edilen disiplin yalnızca tekniklerin

uygulanmasını gözetmek için değil aslında

Asya’nın felsefi değerlerini hayata geçirmek

için vardır. Rekabetin kızıştırdığı bireycilik yerine

Asya tarzı sporlarda beraber öğrenme duygusu

egemendir. Çünkü bireyci yaklaşımlar sporda

‘en iyi’ olma hedefine kilitlendiğinden öğrenme

güdüsünden kopar. Bu da kapitalizmin sporu

soktuğu bir çıkmaz sokaktır. Hâlbuki doğuda

öğrenmek hiç bitmez. Tao (yol) felsefesine göre

hayat sonu olmayan bir yoldur. Mücadele sporlarında

da bu yol felsefesi hâkimdir.

Asya kökenli bütün mücadele

sporlarının sonunda ‘yol’

anlamına gelen ‘do’

takısının

bulunması

da bundandır.

Karate-Do, Tekvan-Do,

Ju-Do,

Jeet Kune Do.

Bu

sporların

mekânın

dojo’dur.

kavram

yapıldığı

adı

Bu

‘yolun

tatbik edildiği yer’

anlamına gelir.

Bir tarafta engine uzanan bir yol öbür tarafta ise

çıkmaz sokak.

Tao (yol) felsefesine

göre hayat sonu olmayan bir

yoldur. Mücadele sporlarında

da bu yol felsefesi hâkimdir.

Asya kökenli bütün mücadele

sporlarının sonunda

‘yol’ anlamına gelen ‘do’

takısının bulunması

da bundandır.

Kapitalizmin sporu, seyirciyi karşısına kilitleyen

“en iyilerin” yarıştığı organizasyonlardır. En iyilerin

madalya peşinde koştuğu bu rekabet ortamında

spor, yalnızca profesyoneller içindir. Hâlbuki

geçmiş Sovyet ve mevcut Çin deneyleri bunun

tam aksi yönünde gelişmiştir. Sosyalizmin sporu

‘herkes için’ görmesi salt insanlığa bir özgürlük

alanı yaratmak için değildir. Aslında burada temel

amaç herkesin yapabildiği bir fiziksel aktivitenin,

onları geliştirmesi zihin-beden denkleminin doğru

kurulmasının ve işlemesinin sağlanmasıdır.

Kendini dinç tutan insan, kendini gerçekleştirmenin

zorunlu bir parçası olarak da sporu görür.

Bu yüzden hala geçmişte sosyalist olan Rusya,

Bulgaristan, Yugoslavya sonrası ülkelerde spor

oldukça yaygındır. Üstelik sosyalizmin

spor deneyimi, olimpiyatlarda

yani yarışma kültürünün

bizzat içinde kendisini

ispatlamıştır. Çünkü

herkese sağlanan

spor imkânı gerçekten

“en iyi”

sporcuların da

yetişmesini ve

yarışmalarda

sağlamıştır.

anlamda

başarı kazanmasını

Bu

Söz konusu ‘yol’da

rakibini yenme duygusundan

öte ondan öğrenme düşüncesi vardır.

Rakibinizden kendi eksiklerinizi öğrenirsiniz,

onun yaptığı her hamle ve sizin karşı

hamleniz sınırlarınızın gittikçe zorlanmasını

sağlar. Sınırları zorlamak, kendini aşmak ve

gelişmek… İşte Asya kökenli sporların özellikle

de mücadele sporlarının anahtar kelimeleri.

Ancak bunları bireysel çıkar düzenine eklemlenmiş,

her oyuncunun milyon dolarlar kazandığı,

sporlarda görmek mümkün değildir.

Bu kirli işlerin çevrildiği

kirli sporlar ise seyircisine

anlık tüketim

metaları sunmanın

ötesine geçemez.


68

Spor, özellikle

genç nesillerin

bedenen ve ruhen

sağlıklı, sosyal

yönden gelişmiş

birer kişilik

kazanmalarına

katkı sağlar.

insanın ve insanlığın önünü açan sistemin sporda

da hangisi olduğu apaçık ortadadır. İşe gitmeden

önce ve işten döndüğünde kitleler halinde spor yapan

Çinlilerin görüntüsü, elinde bira şişesi ve pizza

dilimiyle beysbol maçı izleyen Amerikalıdan daha

gelecek vaat edici olmalıdır.

Çin’in kendine özgü sosyalist sistemi, geçmiş

imparatorluklar dönemi kültüründen beslenmektedir.

Büyük düşünür Konfüçyus’un ahlak felsefesi,

Tao felsefesi bugünün sosyalist yaşam tarzıyla barışıktır.

Feodal-geri yönlerinden arınan bu felsefi çizgi

sporda da kendisini göstermektedir. Fiziksel disiplinin

bir hayat disiplini olduğu başta Çin olmak üzere

bütün Uzakdoğu halkları tarafından anlaşılmakta ve

uygulanmaktadır.

GELECEĞIMIZIN DIRENÇ

FORMÜLÜ: SPOR

Teknolojinin gelişmesiyle birlikte yaşam tarzlarımız

da geçmişe göre oldukça değişti. Birçok işimizi

oturduğumuz yerden bilgisayarlarla telefonlarla

yapabiliyor olmamız, iletişimden ulaşıma temel

ihtiyaçlarımızı karşılamaya kadar minimum hareketle

gerçekleştirebiliyoruz. Günlük yaşamımızda

az hareket etmemiz farkında olmasak da birçok

sorunu beraberinde getirmekte. Yaşadığımız stres

ve hareketsiz bir yaşamın birçok hastalığa sebep

olduğunu biliyoruz. Günümüzde bu sorunları ve

eksiklikleri yaşamaya başladıkça spor yeniden hayatımıza

alma ihtiyacı hissediyoruz. Bireysel gelişimimiz,

fiziksel aktivitelerimiz ve vücut sağlığımız için

sporu hayatımızın merkezine koyuyoruz. Spor bugünlerde

daha da önemli hatta hayati bir hal alıyor.

Sporun bağışıklığı güçlendirmesi, vücut direncini

arttırması, psikolojik ve fizyolojik olarak büyük faydalarının

olması sebebiyle hayatımızda yer ediniyor.

Tüm dünyada ve ülkemizde koronavirüsle mücadelede

en büyük sorumluluk bizde. #EvdeKal’manın,

sosyal mesafenin ve güçlü bağışıklık sisteminin

başarılı olacağı bu mücadelede spor en ön sıralarda

yerini alıyor.

Spor; bedene ve ruha hitap ederek bağışıklık ve

direncimizi kuvvetlendiriyor. Sporun sosyal fonksiyonları

şu şekilde özetlenebilir: İnsanın sağlıklı,

mutlu ve güçlü olmasını sağlar. Hoşgörülü olma

duygusunu besler. İnsanın kendini kontrol etmesini,

kendine ve başkalarına karşı saygı ve sevgiyi öğretir.

Planlı, disiplinli ve ölçülü bir çalışma ve dinlenme

alışkanlığı kazandırır. Boş zamanların yararlı bir biçimde

değerlendirilmesini sağlar. Dayanışma, risk

alma, mücadele etme, cesaret, başarma ve aidiyet

duygularını geliştirir. Yapıcı, yaratıcı ve üretici yetenekleri

geliştirir. Bireyin ruhundaki savaşçı, kavgacı

enerjiyi; barışçı, dostane bir zemine çeker.

Spor, özellikle genç nesillerin bedenen ve ruhen

sağlıklı, sosyal yönden gelişmiş birer kişilik kazanmalarına

katkı sağlar.

Evde kalarak hem kendimizin hem de sevdiklerimizin

hayatını riske atmıyoruz. Yine evde kaldığımız

günlerde kendimize uygun antrenmanlarla

spor yapmalıyız. Beden ve ruh sağlığımızı korumak

ve sürdürmek için çalışma isteği üstün, kuvvetli ve

yarınından emin, ilerleme ve gelişme şansına sahip

bir toplum yaratmak için, boş zamanlarını faydalı

şekilde kullanan, çalışması ve dinlenmesini bilen

bireyler yetiştirmek için, beden eğitimi ve spor büyük

ölçüde bir eğitim ve yetiştirme aracıdır. Bilinçli


69

spor yapan bireylerden oluşan toplum, yaşama

savaşından yılmayan, sağlam, güçlü

enerjik gençler, enerji ve sağlıklarını ileri

yaşlara kadar sürdüren verimli orta yaşlılar

ve başkalarına muhtaç olmayan yaşlılardan

oluşacaktır.

Koronavirüsle mücadelede evde kaldığımız

süreçte spora dair okunacak kitaplar,

izlenecek filmler de elbette var. Sporun insanın

dönüşümüne ve ilerlemesine etkisini

görebileceğimiz bazı film ve kitapları öneriyoruz.

Neşter ve Madalya–Kemal Ateş (Destek

Yayınları): Spor tarihimizde bugüne

kadar aşılamamış iki büyük başarının, 1948

Londra ve 1960 Roma Olimpiyatlarının romanıdır.

“Biz bugün kendi efsanelerimizi

unutsak da onların güçleri Batı’da “Türk

gibi kuvveti”, “Kara saçlı kuvvet ilahları” gibi

sözlerle yankı buldu.” Kemal Ateş o zaferleri

alanların yaşamlarını yazdığı romanı bize

büyük bir emeği ve azmi anlatıyor.

Çin Kung Fu’su-Wang Guangxi (Kaynak

Yayınları): Batı’da Kung Fu olarak

bilinen Çin Wushu’su, Çin’in ulusal geleneksel

kültürünü dövüş sanatları üzerinden

aktarırken, Çin halkının öz savunma becerilerini

ve sağlık alışkanlıklarını da yansıtmaktadır.

Çin Wushu’suyla Batı boksu arasındaki

farklar nelerdir? Xia Hanedanlığı’ndan

Çin Halk Cumhuriyeti’ne

kadar dövüş sanatları

hangi gelişim

evrelerinden geçmiştir?

Dövüş

sanatlarının Çin halk kültüründeki yeri ve

önemi nedir? Keşişlerle dövüş sanatçılarını

buluşturan hangi tarihsel süreçlerdir? Bai

Yufeng’den Bruce Lee’ye, Li Zhong’dan

Jackie Chan’a Doğu-Batı farkı gözetmeksizin

dünyayı kasıp kavuran Wushu üstatlarının

hikâyelerini Çin tarihi, felsefesi ve

elbette dövüş sanatlarıyla harmanlayarak

keşfetmeye davet ediyor.

Savunma Sanatları Belgeseli–TRT

BELGESEL: 15. yüzyılda Polonya-Litvanya

milletler topluluğundan kendilerine

Kozak diyen bir grup kölenin yaşam mücadelesinden

çıkmış Kozak. Sri Lanka’nın

Angampora’sı. Hindistan’ın Kushti güreşi

ve daha fazlası bu belgeselde.

Cindrella Man Filmi: Yönetmen

Ron Howard, 1929 ekonomik

bunalımında boksör

James Braddock’un karısı

ve çocuklarıyla çektiği sıkıntıları,

baba sorumluluğunu,

eşi ve çocuklarıyla paylaştığı

acıları, umutları ve sevinçleri

anlatıyor. Elinden sakatlanarak

boksu bırakmak

zorunda kalır, limanlarda ağır

işler yaparak ekmek parasını

çıkartır, fakir fukara fonundan

yardım alarak ailesini

ayakta

tutmaya çalışır. Braddock, erdemli, dürüst,

vicdanlı, namuslu boksördür. O, New Jersey’de

Bergen mahallesinin gönlündeki,

“Buldok Jimmy”dir. Ringe döner, halkın

coşkulu desteğiyle küllerinden doğar. Film,

zorluklarla savaşan erdemli insanın zaferini

duygulu ve etkili sahnelerle işliyor.

IPMAN Film Serisi-1, 2, 3, 4: Büyük

Wingchun ustası Yip Man’ın yaşamıyla

birlikte wing chun’u tanıyacağımız ve Ipman’ın

toplumsal mücadele içerisinde o

büyük tecrübesini nasıl ustaca kullandığını

izleyeceğiz.

Dangal Filmi: Hintli güreşçi Geeta Phogat’ın

güreşe başlaması ve başarı dolu

yaşamını, dönemin Hint toplumsal

yapısını ve çelişkilerini

anlatan bir Amir Khan

filmi. Gerçek yaşam

hikâyesini konu alan

film Hindistan’da

gişe rekoru kırmış,

Çin’de en çok izlenen

yabancı film olmuştur.

Dip Not

1) Seda ARIHAN KARAGÖZ, “Hitit Uygarlığında

Spor”, Anadolu Uygarlıklarında Spor, ed.

(YILDIRAN İbrahim, GÜLTEKİN Timur), Ankara,

2012.

2) Ayhan Dever, Ahmet İslam,” Tarihsel Süreç

İçerisinde Türk Kültüründe Spor Algısı”, Manas

Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2015, Cilt, 4, Sayı, 5.

3) Necmettin Kerem Toros, Olimpiyat Oyunlarının

Doğuşu,

4) Özdemir Eke, Din - Spor İlişkisi (Shaolin

Tapınağı Örneği), Shaolin Tapınağı ve Shaolin

Kung Fusu İlişkisi, Erzurum, 2014.


70

TGB’den

HABERLER

Murat Turgay Sancaklı - TGB GYK Üyesi ve Film Birimi Sorumlusu

İstanbul Üniversitesi - Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri

Türk Gençliği

#Tedbiral #EvdeKal Dedi

Koronavirüs tehdidi ülkemize girdiğinde Türkiye’nin dört bir

yanındaki üniversiteli ve liseli gençleri seferber ettik. Virüsün yayılmasını

engellemek için, “Tedbir Virüsten Güçlüdür”, “Tedbir

Al, Önlem Var, Evde Kal” sloganlarıyla halkımızı tedbir almaya

ve evde kalmaya davet ettik.

Koronavirüs Bozguncularına Geçit Vermedik

Koronavirüsü fırsat bilerek yalan bilgi yayanlara geçit vermedik. Halkımızı karamsarlığa

sürüklemeye ve panik havası yaratmaya çalışanların karşısında Türk gençliği olarak

halkımızın önünde siper olduk. Bozguncuları açıkladık, yalanlarını ortaya çıkardık. Milletimize

umut aşılamak için tüm araçlarımızı seferber ettik.

65 Yaş Üstü ve Kronik Hastalığı Olan

Vatandaşlarımızın İhtiyaçlarını Karşıladık

Çevremizdeki, apartmanımızdaki yüksek risk taşıyan; 65 yaş

üstü ve kronik hastalığı olan vatandaşlarımızın market, eczane,

fatura ödemeleri gibi ihtiyaçlarını karşıladık. Sürecin biz gençlere

yüklediği sorumlulukları yerine getirmeye çalıştık.


71

Milli Dayanışma Kampanyası’na

Harçlıklarımızı Bağışladık

Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Milli Dayanışma

Kampanyası’nı açıklamasıyla birlikte, biz de gençler olarak harçlıklarımızı

bağışladık. Yüreklerimiz, salgınla mücadele ederken ihtiyaç sahiplerinin

yüzlerinde oluşacak mutluluğun hayaliyle doldu, taştı.

Çevrimiçi Konferanslar ile Gençleri Buluşturduk

Evde kaldığımız tedbir sürecinde halkımızı siyasetten, tarihten, sanattan ve

edebiyattan mahrum bırakmadık. Birbirinden değerli isimlerle, çevrimiçi canlı

konferanslar düzenleyerek, bilgiyi evlerimize taşıdık. Fotoğrafçı Dilek Uyar,

Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz, Atatürk’ün Bütün Eserleri Genel Yayın Yönetmeni

Şule Perinçek, ODTÜ Öğretim Üyesi Yıldırım Koç gibi birbirinden değerli

isimlerle Çevrimiçi Konferanslarımızı yaptık.

Çevrimiçi Atölyeler ile Ürettik

Yabancılaşmaya izin vermedik. Sürecin tatil değil tedbir olduğunu

anlattık. Çevrimiçi atölyeler düzenleyerek gençliği üretim faaliyetlerine

ve öğrenmeye sevk ettik. Video, grafik tasarım ve sosyal

medya atölyeleriyle üniversiteli ve liseli gençleri bilgiyle donattık.

Türk Devriminin 100. Yılında

23 Nisan Özel Yayını Düzenledik

Ulusal Egemenliğin millete verilmesi ve meclisin açılmasının 100. yılını

Koronavirüs sebebiyle Türk milleti olarak evlerden kutladık. Türk Devriminin

100. yılınında Vatan Partisi Genel Başkanı Dr. Doğu Perinçek, Türkiye

Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu, Türk-İş Sendikası Genel Başkanı

Ergün Atalay ve Cumhuriyet Kadınları Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Tülin

Oygür’ün katılımıyla 23 Nisan Özel yayını düzenledik. Saat 21.00’de de balkonlarımızdan

İstiklal Marşımızı hep bir ağızdan okuduk.


72

ATIN TÜRKÜSÜ

Denizle göğün birleştiği yerden

Gün ağarmıştı dünyaya indiğimde

Yüküm bulutlardı

Yele verdim.

Yel üfledi köpüğümü soğuttu

Kanat aldım, yele verdim

On altısında bir oğlan

On dördünde bir kız gördüm

Aldım Ağırof’ta bir mağaraya götürdüm

Soluğumla ısıttım, kuruttum seğrimemle

Seviştiler

Gün ağardı. Dünya ılıdı. Ağaçlar yeşerdi

Yavrular, yemişler oldu. sonra çocuklar

Artos’un, Ereğin, Ağırof’un

Süphan’ın ve Nemrud’un eteklerini tuttular

Bense dinlenmeye durdum Van’ın denizinde

Şiiri Düzde Yaşatmak

Beraber sürdüler toprağı

Üzümü ve şarabı beraber

Şimdi de yankılanır manastırlarda

Türküler söylediler

Sonra devran döndü

Ayrıldı kilimler, ayrıldı testiler, güğümler

Ortaya kuruldu çadırın biri

Uzun kısadan ayrıldı

Bey atı oldu adımız

...

Sonra devran yine döndü

Osmanlı oldu adımız

Eyerimiz elmas kaşlı

Sürüp İstanbul’a vardık

Vardık konaklarda durduk

Uyvar’a Budin’e girdik

...

Ahi gitti, ocak söndü… yanılacak iş oldu

Yemen geçti. Fizan geçti. Muş oldu.

Gazi Paşa yetti. Kurtuluş oldu.

...

Sonra devran dönüyor

Biri çıkıp “toprak işleyenin” diyor.

Yanıt veriyorlar.

“at binenin, kılıç kuşananın”

“aman hadi, aman çabuk, ata binelim

Kılıç kuşanalım, tabanca ve yumruk kuşanalım

Büyük alanlara varalım

Biz binmezsek atı alan Üsküdar’ı geçecekler”

Gülüyorum gözlerimle, kahverengi, kocaman

At nedir? Bilmiyorlar

At nedir? Unutmuş insanlar

Sabırdır at, yiğitliktir

Dayanmadır ama sonunda mutlaka

Varmadır bir güzelliğe

Bir ululuğa varmadır.

...


73

Yorum

Hatice Avşar

Kars Kafkas Üniversitesi

Gülten Akın kâğıdına türküler işler.

Deli kızın, kadın olanın, küçük

kızın, oğlanın türkülerini işler. bu

şiirinde ise atın türküsünü işlemiş

İnsanlık tarihimiz boyunca hayvanlarla

zaman içinde bir uyum dengesi kurduk.

Fakat atla kurduğumuz denge, yaşamı

paylaşmanın geçidiyle serpilmiş, paylaşmanın

sınırlarını aşmış. Şair işte bu geçidi

asırlardan geçirmiş. Asırlık ömrümüzün

doğuşuna, sevişine, üreticiliğine, kuruculuğuna,

savaşçılığına, çöküşüne; hepsine

bir mercek yaklaştırmış. İnsanlığın başıyla

atın özgürlüğünü buluşturmuş. Dümdüz

bir açıklıkta yelelerini savurarak koşan bir

atın hissettirdiği tam da bu değil mi? Ufuğa,

aydınlığa, güne doğan hayatlardan

başlar yolculuğumuz. Satırlarda gezerken,

Kafka’nın Gregor Samsa’ı gelir aklımıza;

Samsa ile kapitalist düzen içinde sıkışan

insanın ezilişini bilincimize işlemişti,

Akın ise tarihsel süreçteki yolculuğumuza

dokunuyor satırlarıyla.

Yükü bulut olan hayata yeni doğandır.

Yeni açılan bir çift gözün yaşama ilk bakışındaki

sadeliğin tarifi pamuk gibi bezenmiş

bir bulutla buluşuyor. O derdi bile

yele savurarak bulutun yükünden de kurtarıyor

kendini ve derin bir oh çekmiyor

muyuz?

HER ŞEYİ PAYLAŞAN

İNSANLIK

Anadolu’ya iniyoruz ağır ağır, bir at ayağının

çıkardığı tıkırtının eşliğiyle, sevdaları

da yanımıza katarak. Sevdanın tarihçesini

tutabilir miyiz? Nerde başlar yolculuğumuz

bilinmez ama Akın’ın Ağırof’ta soluğuyla

ısıttığına şahit oluyoruz sevdayı.

Doğanın uyanışıyla yeni insanın doğuşunu

birleştiriyor şair; ağaçlar yeşerdiğinde

yavrular da doğuyor. Doğayla insanın

arasındaki uyumu kurmaya çalıştığımız

yıllardayız henüz. Sonra çoğalıyor insanlık

Ağırof’tan Nemrud’un eteklerine kadar

iniyoruz. Büyük sarp dağları yuva belleyen

insanlığın düz ovaya inişini Van Gölü’nün

kıyısından anlıyoruz.

Düz ovadayız, ekip biçiyoruz artık ama

tarlamızı hep birlikte sürüyoruz. Bütün bir

tarlası var tüm insanlığın, ortak alın teri

döküyoruz hasadımız için, sonra paylaşıyoruz

özünden damıttığımız suyunu, üstüne

türküler yakıyoruz. Şeyh Bedrettin’in

mısralarından okuruz “yârin yanağından

gayri, her yerde her şeyde hep beraber”

dizelerini, işte o paylaşım Akın’da da yankılanmış

yüz yıllar sonra.

KURUCULUKLA

AŞINDIRILAN YOLLAR

Yılları aşarız, sonra ortaklığın paylaşım

zamanları gelir. Paylaşımlarımızdaki gerçekliği

okuyoruz satılarda. Neyi vardı ki

insanların henüz paylaşacak? Oturduğumuz

kilimi, su taşıdığımız testileri ayırıyoruz;

çadırların direklerini dikip kuruyoruz

beyliklerimizi.

Üretim ve paylaşım ilişkilerimizdeki değişimle

birlikte, artık atımızın yelelerinde

ısınmayı da bırakıyoruz.

Bey çadırlarından saraylara geçiş dönemine

çevirdik merceğimizi. İmparatorluğun

görkemini ve gösterişini atımızın elmastan

eğeriyle anlatmış Akın. Sınırlarını

ise Tuna Nehri’ne dayandırmış. Ağırof’tan

inenler Tuna’nın kıyılarında artık.

Osmanlı’daki çöküş döneminin başlangıcını

“ahi gitti, ocak söndü” diye tanımlıyor

Akın. Beyliklerden imparatorluğa

kadar yüzlerce yıl, iyi ahlakı, birlikte üretmeyi,

paylaşmayı, yerleşik düzenin taşlarını

oturtan ahilik örgütlenmesi ortadan

kalkmıştı. Sonra Yemen’i Fizan’ı bırakıyoruz

arkamızda, düşman Ağarof yakınlara

kadar dayanıyor. Milli Mücadeleyle gelen

kurtuluşumuzu selamlıyoruz.

Atlarla olan ilişkimizdeki denge diğer

hayvanlardan ayrışır diye yazıya başlamıştık.

Aynı odayı paylaştık, göçerdik yükümüzü

aldı, toprağı işledik, savaşırken

ondan güç aldık. Şöyle bir tarihe baksak

üzerine söylediğimiz ne çok atasözü

ve deyim buluruz. İnsanlığın ata atfettiği

değer ve bugün bile arasında kurduğu

ilişkinin inceliğinde bu tarihin yaşanmışlık

izlerini taşımaz mı? Soğuğu, açlığı, ölümü

paylaşmanın getirdiği ebediyete uzanan

dostluk yüceliğimiz değil midir?

İNSANLIĞIN

GETİRECEĞİ GÜZELLİK

Gülten Akın mısralarının artık sonuna

gelirken, Cumhuriyet sonrasında düzen

partilerinin yıkıcılığından dem vuruyor

bize. Hırsları ve rekabetleri uğruna, halkının

refahını değil kendi kazancının derdine

düşen siyasetçilere mercek uzatıyor.

Aslında yakın tarihimizin bir aynasını sunmuyor

mu? “Toprak işleyenin” olsa, halkımızın

yüzü gülerdi. Ama bu başarı karşı

tarafa oy kaybettirirdi. İşte sistem partileri

ne zamanki oy hesabından kafasını kaldıramaz

oldu, insanlığın bütün özlem ve

birikimlerini satmaya başlamadı mı?

Akın önce bu duruma isyan ediyor. Atı

bilmiyorlar, unuttular diyor. Aslında Anadolu

insanının öz karakterine sırtını dönmesine

yakarıyor. Fakat insanlığa olan

umudu, bulutları yele savurduğu an gibi

yalın Akın’ın; dayanırız ama en sonunda

mutlaka güzelliğe ve ululuğa ulaşırız diyor.

Hepimiz içimizden tabii ki de ulaşacağız

demedik mi?


74

KAMUCULUĞUN DEVRI

HAYIRLI OLSUN

Tarihin kırıldığı dönemlerden birini yaşıyoruz.

Tek kutuplu dünyanın hamisi ABD, daha 3 ay öncesine

kadar Batı Asya’daki kuklası PKK’ya 50 bin tırdan

fazla silah göndermiş, çeşitli maddi desteklerle terör örgütünü

yaşatmaya çalışıyordu. Bölgedeki devletler Türkiye,

Suriye, İran ve Irak’ı bölmek için ayrılıkçı terörü fonluyordu.

Ocak ayının ilk günlerinde “terörist” olarak nitelendirdiği

İran Devrim Muhafızları Komutanı Kasım Süleymani’yi

katletmişti.

Güney Çin Denizi’ne uçak gemisi göndererek Çin’e

“meydan okuyordu”.

ABD, yükselen Asya’ya karşı “en büyük benim” demek

için çırpınıyordu.

Ama…

İlk kez Wuhan’da görülen Kovid-19 virüsü kısa sürede

bütün dünyaya yayıldı.

Dışarıda esip gürleyen ABD’nin içerideki acziyeti, dünyanın

dört bir tarafında naklen yayınlanıyor.

Evsizlere çözüm bulunamaması, kayıpların toplu mezarlara

gömülmesi, parayla bile maske

satın alınamaması, tedavilerin fahiş

fiyatlarda olması… İçler acısı günlerden

geçen ABD’nin başkanı Trump durumu

bizzat şöyle özetledi: “Ortadoğu’ya

8 trilyon dolar harcadık ama kendi yollarımızı

BİR An - BiR ANLAM

düzeltemiyoruz, ne kadar aptalca, köprülerimizi, okullarımızı,

otoyollarımızı, hastanelerimizi düzeltemiyoruz. Çılgınlık

bu”

ABD’nin koronavirüse karşı günlük kaybı binlerle ifade

ediliyordu.

Emperyalist sömürü sistemi çürüyen ABD’nin sağlık sistemi

de çürük çıkmıştı.

Ancak…

Yeni dünyayı insan odaklı bir sistemle kurulması için mücadele

eden ülkeler ABD’ye de yardım elini uzattı.

ABD’nin savaş açtığı Çin, Rusya ve Türkiye, Batı’ya büyük

bir ders verdi. Gönderdikleri tıbbi yardımlar ABD’nin

kanayan yarasına bir nebze tuz basacaktı.

Devleti tasfiye edenlerin devri geride kaldı,

kamuculuğun devri hayırlı olsun!


75


76

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!