11.12.2020 Views

Journo Almanak 2020

Unutulmaz yıl 2020'nin unutulmaz Journo içeriklerinden bir seçki...

Unutulmaz yıl 2020'nin unutulmaz Journo içeriklerinden bir seçki...

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

GAZETECİLER İÇİN BİR DERGİ

ARALIK 2020

ALMANAK #3


2

EDİTÖRDEN

Sunuş

Yeni tip koronavirüsle birlikte ortaya çıkan

COVID-19 küresel salgını 2020’ye damgasını

vurdu.

Gazeteciler olarak hem “pandemi” denilen

biyolojik salgının, hem de “infodemi” (infodemics)

adı verilen yanlış bilgi salgınının ağır

sonuçlarıyla yıl boyunca mücadele ettik.

Journo, altı ay içinde koronavirüsle ilgili 70’i

aşkın içerik yayımladı. Bunlar arasında Türkiye’nin

dört bir yanındaki haber tüketicilerinin

alışkanlıklarındaki dönüşümü bir hafta boyunca

incelediğimiz “Karantinada Haber” yazı dizisi

de vardı. Telefon ve mikrofonları dezenfekte

ederken işe yarayacak ipuçları gibi gazetecilerin

hayatlarını kolaylaştıran içerikler de...

Herkes salgına odaklanmışken medyayı derinden

etkileyen konuları da unutmadık. Türkiye’de

basın özgürlüğünde yaşananlardan, dünya

medyasını dönüştüren gelişmelere dek sektörle

ilgili her konuyu takip ettik.

Türkiye Gazeteciler Sendikası ve Avrupa Birliği’nin

finansmanıyla süren telif programımızı

salgın boyunca gazetecilere daha çok destek

vermek için hızlandırdık. Bu yıl 48 serbest gazeteciden,

her birine brüt 100 Euro telif ödemesi

yapılan 106 içerik aldık.

Journo içerikleri yıl boyunca yaklaşık 400 bin

tekil ziyaretçiye ulaştı. Türkiye’de 45 bin kadar

gazeteci olduğu düşünüldüğünde, bu yıl hızla

büyüyen sosyal medya hesaplarımız dahi tek

başına bu kitlenin neredeyse tamamına ulaştı.

Salgın nedeniyle etkinliklerimizi fiziksel ortamdan

dijitale kaydırdık. Yeni etkinliklerimiz,

hem erişimimizi büyüttü, hem de gazetecilerle

kurduğumuz bağı güçlendirdi.

Journo Talks’da iletişim öğrencileri başta

olmak üzere platformumuzun sıkı takipçileriyle

düzenli olarak buluştuk. J Raporu podcasti ile

Türkiye ve dünyada medya olaylarını değerlendirdik.

Journo Pro’da ise dünyanın önde gelen

medya uzmanlarını Türkiye’deki gazetecilerle

buluşturmaya başladık.

Özetle; 2020 gazeteciler için zor, ama dolu

dolu bir yıldı. Bu almanak, yıl boyunca yayımladığımız

içeriklerden bir derleme sunuyor.

İyi okumalar,

journocomtr

journo

YIL: 6 SAYI: 7 / ARALIK 2020

TÜRKİYE GAZETECİLER SENDİKASI ADINA SAHİBİ: GÖKHAN DURMUŞ

YAYIN YÖNETMENİ: MUSTAFA KULELİ YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: EMRE KIZILKAYA (SORUMLU)

TASARIM: UĞUR GÜÇ SAYFA TASARIMI: MYRA

ADRES: ABİDE-İ HÜRRİYET CAD. NO: 211/C KAT: 1A 34381 ŞİŞLİ / İSTANBUL

BASKI: KUZEY VEB OFSET SAN. TİC. LTD. ŞTİ.

TAYAKADIN YASSIÖREN CD. NO:75/H ARNAVUTKÖY İSTANBUL

BU YAYIN FRIEDRICH-EBERT-STIFTUNG (FES) DERNEĞİ

TÜRKİYE TEMSİLCİLİĞİ’NİN KATKILARIYLA BASILMIŞTIR.

İÇERİKLERİN SORUMLULUĞU JOURNO’YA AİTTİR.


3

İÇİNDEKİLER

4

Gerçeklerin tsunamisi

6

Kapit-20’nin aşısı var mı?

8

12

14

18

20

24

26

32

36

Oğul Twitter’da,

anne ve baba televizyonda

Koronavirüs aşısı haberlerinde

dikkat edilmesi gerekenler

Haber aramaları, reklamlar ve

kötülüğün finansmanı

Journo dikkat çekti,

TGC en iyi fotoğraf ödülünü

gerçek sahibine verdi

Yerel sansürcüleri harekete

geçiren 10 koronavirüs haberi

Gazeteciler ‘sonraki adımı’

düşünmeli

Babacan belgeselini,

yapımcısıyla konuştuk

140journos belgeselciliği,

gazetecilik refleksini sorgulatıyor

‘Müjde, Akçakoca’da

doğalgaz bulundu’

38

40

Bir yalan haberin anatomisi

Zuckerberg 21. yüzyılda

ifade özgürlüğünün anlamını

kavrayamıyor

KAPAK FOTOĞRAFI: Salgın ortamında görev yapan İstanbul’daki

basın mensupları, 28 Ağustos 2020’de Cumhurbaşkanı Erdoğan

Büyük Çamlıca Camii’nde cemaate seslenirken mikrofonlarını havaya

kaldırarak sesi kaydetmeye çalışmıştı. İsa Terli / AA


4

GAZETECI GÖRÜŞÜ

Gerçeklerin tsunamisi

Yeni tip koronavirüsün Türkiye’de ilk ölüme neden olduğunun

açıklanmasından yaklaşık iki ay sonra yetkililer, kontrollü

de olsa “normalleşme” için ilk adımları bu hafta atmaya

başladı. Covid-19 salgını sonrasında hayatın nasıl dönüşeceği

konusunda gazetecilerin ve iletişim akademisyenlerinin

görüşlerini aktardığımız “Virüsten Sonra” dizimizin bu

bölümünü, deneyimli televizyoncu Erdoğan Aktaş yazdı:

Medya için ‘gerçeklerin tsunamisi’ne hazırlanma zamanı…

ERDOĞAN AKTAŞ

Bugünlerde herkesin dilinde

pelesenk olan cümle şu: “Hiçbir

şey artık eskisi gibi olmayacak.”

Belki de tıpkı M.Ö–M.S gibi,

K.Ö ve K.S olacak. Koronadan

önce, koronadan sonra. Artık bu

konuda hemen herkes hemfikir.

Her sektörün derinden etkileneceği

bir dalgadan medyanın

muaf olması beklenemez. Aksine,

hepsinden önce bu etkiyi,

gelişimi, dönüşümü ve krizi

medyanın görmesi gerekir.

Ayrıca, çok derin tartışılması

gereken bir konu, biliyorum ama

şu notu da düşmek istiyorum.

Tüm dünyanın yeni, bambaşka

bir ‘izm’e ihtiyacı olduğu gerçek.

Çünkü kapitalizm yetmiyor,

yetemiyor ve yoksulluk küresel

bazda en büyük sorun olarak

karşımıza çıkıyor. Bunu sadece

tarihe bir not düşelim.

Türkiye’de hâlâ şöyle konuşanlar

var: “Gelecek internette…”

Yahu ne geleceği, o geçti bile.

Artık her şey dijitalde. Korona

krizi bir anlamda “dijital bir

darbe” gibi. Tüm dünyayı, belki

de 20-30 yıl sonra dijital olarak

geleceği noktaya sadece birkaç

ayda getirdi. Herkes buna mecbur

kaldı. Tabii ki medya da…

Oysa Türkiye’de internet deyince,

dijitalleşme deyince akla,

bir haber portalı kurmak ya da

online alışveriş yapmak geliyordu.

Fakat korona gelip bir omuz

atınca anladık ki; durum bu

değil. Teknolojik olarak yatırım

yapmak, öngörmek ve tüm bunlar

kadar önemlisi, dijitalleşmiş

insan yetiştirmek gerekiyormuş.

Tabii ki bu tanımlamalar bile

çok genel geçer ifadeler. Ancak

medyanın teknolojik gelişimini

hızlandırması gerekiyor.

KÂĞIT BU KRIZE

DAYANAMAYACAK

GIBI GÖRÜNÜYOR

Ayrıca bu süreç basılı medyanın

ömrünün, tahmin edilenden

de önce tamamlanacağını gösteriyor.

Koronadan sonra, kâğıt bu

krize dayanamayacak gibi görünüyor.

Kendisini online konumlayabilen

gazete ve dergiler, hızla

kâğıdı terk edecekler.

Eğlence medyasında da gittikçe

her şey dijital platforma

kayacak. “İstediğin zaman,

istediğin yerde ve istediğin şekilde

izle” mantığı ile, eğlence

televizyonculuğu çok fazla baş

edemez gibi görünüyor. Bu

nedenle ‘konvansiyel TV’lerin

de bu açıdan yatırım yapması

gerekiyor.

Fakat haber kanallarını bir

nebze bunun dışında tutuyorum.

Çünkü kriz ortamlarının en

büyük haber kaynağı internetle

birlikte haber kanalları oluyor.

Elbette haber kanallarının da

kendisini yenilemesi, teknolojik

yatırımlarına hız vermesi ve bu

çerçevede iyi ekipler yetiştirmesi

gerekiyor.

Korona bize, “uzman muhabirliğin”

ne kadar önemli

olduğunu da gösterdi. Eskiden

her tv ve gazetede diğer alanların

yanında sağlık ve eğitim

muhabirleri vardı ki bunlar özel

uzmanlık alanıdır. Ancak son dönemlerde

–bunun birçok nedeni

var fakat bence hepsi geçersizhaber

merkezleri bu uzmanlık

gerektiren alanlardan çekildi.

Dolayısıyla bunun eksikliğini

salgın döneminde çok gördük.

Sabahtan akşama sağlık

konularının konuşulduğu bir

dönemde, milyonlarca öğrenci

tüm dünyada olduğu gibi uzaktan

eğitime yönlendirildi. Fakat

eğitim ve sağlık muhabiri yok

denecek kadar az. Tabii sadece

eğitim ve sağlık alanında değil,

aynı zamanda ekonomide de

“uzman muhabire” ihtiyaç var.

Bir başka konu editörlük.

Bana göre; “iyi editör, kullandığı

haberle değil, vazgeçtiği


5

haberle” anlaşılır. Yani demem

o ki; editör, yayına ya da sayfaya

hangi haberi neden tercih etmediğini

iyi bilen kişidir. Ekonomik

ve siyasal koşullardan dolayı

son 15 yılda yeniden şekillenen

Türk medyasında, bu yapılar da

daha çok el yordamıyla oluştu.

Ajans haberciliği ön plana çıktı

ve “kes-yapıştır” mantığı hâkim

oldu. TV’lerde de böyle, gazetelerde

de, internette de…

‘ÖZGÜRCE YAYIN

YAPAMADIĞINIZ

ZAMAN

KAYBEDERSINIZ’

Oysa Fox Haberin Genel

Yayın Yönetmeni Doğan Şentürk,

haberciliğin temeli sayılan

“5N1K” kuralına bir de “A” ekledi.

Yani “Acaba.” Olağanüstü

bir yaklaşım. Çünkü… Birçok

nedenle el yordamıyla oluşan

haber merkezi yapılarının acilen

“A kuralını” hayata geçirmesi ve

“Acaba” diye de sorması gerekir.

Bu filtrelemeyi en azından yayımlanan

haberin güvenirliliği

açısından yapması lazım.

Fakat öyle dönemler yaşıyoruz

ki, gerçekleri ne kadar

baskılarsan baskıla, “tsunami

dalgası” hâlinde ortaya çıkıyor.

İstediğin kadar haberi ekrana,

sayfaya gerçeklerden arındırarak

taşı ya da hiç yer verme. Ortada

koskocaman bir özgürlük alanı

yani internet var. Bu yüzden,

iyi ve uzman muhabirlikle ve iyi

yetişmiş editörlerle kurulan yapıda,

özgürce yayın yapamadığınız

zaman, kaybedersiniz. Sadece

yayın kuruluşu değil, ülkemiz

de kaybediyor.

İçişleri Bakanlığı, afet çalışmaları

çerçevesinde eğitimler

hazırladıklarını açıkladı ve bakan

şöyle konuştu: “Muhabirlere

nasıl haber yapılacağını öğreteceğiz.”

Ben de tabii ki karşı

çıktım: “Sayın Bakan, lütfen siz

kendi işinizi yapın, biz de kendi

işimizi.”

Bunu söyledikten sonra neler

neler işittim anlatamam. Bu da

ayrı bir konu fakat İçişleri Bakanı,

“Gazetecilere nasıl haber

yapılacağını öğretirim” dediği

anda, birçok sorunun yanı sıra

ülkemizde olağanüstü bir güvenlik

sorununa yol açtığının

farkında değil. Çünkü… Türkiye’de

İçişleri Bakanı habercilik

öğretmeye kalktığında, gazeteciler

ülke güvenliği açısından

bile çok önemli bir haber yapsa

buna kimse inanmıyor. Siyasi

iradenin nasıl haber yapılacağını

öğretmeye kalktığı bir ülkede o-

lan bitenleri yazanlara da dünya

inanmıyor. Bakınız 15 Temmuz

ve sonra yaşananlar…

Son dönemlerde bence en

önemli haberciliği yapanların

başında Teyit.org ve Doğruluk

Payı gibi siteler geliyor. Son derece

titiz bir çalışma, gerçeklerle

yalanların ayrıştırıldığı bir laboratuvar

gibi. Hani aşı çalışmaları

çerçevesinde sevinçle, “koronavirüs

izole edildi” diye açıklamalar

yapıldı ya… İşte teyit siteleri de

bu şekilde gerçeği arındırarak

yalanı izole ediyor ve bence gazeteciliğe

büyük hizmet veriyor.

Devamı journo.com.tr’de


6

AKADEMISYEN GÖRÜŞÜ

Kapit-20’nin

aşısı var mı?

“Yeni normal” ile de olsa “normalleşmeyi”

bekliyoruz artık… Covid-19 salgını

sonrasında hayatın nasıl dönüşeceğini

konu alan “Virüsten Sonra” dizimizin bu

bölümünde, İstanbul Bilgi Üniversitesi

İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Halil

Nalçaoğlu; özellikle eğitim, ekonomi ve

siyasette dijitalin belirleyici olacağı iyikötü

değişimleri Journo için yazdı.

PROF. DR. HALIL NALÇAOĞLU

Covid-19 kâbusu, dünyayı yangın

yerine çevirmiş durumda.

Yüz yirmi nanometre çapındaki

bir varlık, formunun cazibesiyle

mütenasip olmayan bir yıkıcılıkla

can almaya devam ediyor. İ-

çinde bulunduğumuz büyük kaygı

ve telaş aslında Covid-19’un

öldürme değil, yayılma hızından

kaynaklanıyor. Biliyoruz ki 2019

doğumlu koronavirüs, akrabalarından

daha öldürücü değil.

Daha hızlı. Hız, çoğumuz için

bir problem değil(di). Hıza alışık

bir hayatımız var. Sosyal medya

pratiğimiz sayesinde “viral” kavramına

bu salgından çok önce

alışmamış mıydık? Ama şimdi

“viral” metafor olmaktan çıktı,

gerçek oldu. “Viral,” virüsün

metaforu değil kendisi olunca

işler değişiyor. Hızlı hayat şu

veya bu biçimde devam edecek.

Pandemi ise (umarım) bitecek.

Sonra? Pandemi bittiğinde iyi

ve kötü şeyler yaşayacağız. İyi

olanlardan başlayayım.

İYI ŞEYLER

Bir: Pandemi bitmiş olacak.

Bir otorite, “tamam millet, bitti”

dediği zaman pandeminin bittiğini

anlayacağız. Aslında hiç bir

zaman emin olamayacağımız

bir son olacak bu. Çünkü benim

anladığım, koronavirüsü ölmüyor.

Bunun da basit bir nedeni var.

Yaşamayan bir şey ölemez. Bir

salgın olarak koronavirüs, son bir

asırdır insan ve doğanın girdiği

yeni ilişkinin ürünü. Pandemi

süreci bize yalnızca parçası olduğumuz

doğanın parçası değilmişiz

gibi davranmamızın sonuçlarını

göstermedi. Farkında olmadan

verili kabul ettiğimiz pek çok karşıtlığın

aslında karşıtlık değil, tek

bir büyük bütünün yalnızca dilde

ayrışan hâlleri olduğunu ortaya

koydu. Yaşam ve ölüm, uzak ve

yakın, ekonomi ve toplum sağlığı,

özel alan ve kamusal alan, arzu

ve kısıt… Bu farkındalık da ikinci

iyi şey olarak kayda geçsin. Fark

edene tabii…

Pandemi sonrasında dijital-küreselleşme

bizlere sunduğu

olanakları çeşitleyecek. Eğitim

bunların başında geliyor. Şimdiye

kadar yalnızca yüz yüze eğitimin

gerçek eğitim olduğuna inanan

inatçı hocalar, envanterlerine

dijital ve etkileşimli araçları da

katmış olacaklar. Uzaktan eğitim

normalleşecek. Bunu da üçüncü

iyi şey olarak not edelim.

Uzaktan eğitim gibi uzaktan

alışveriş bir başka güç kazanan

alan olacak. Karantina sürecinde

geliştirilen alışkanlıkların sonucu

olarak “online ticaret” genişleyecek.

Bilirsiniz, pazarlama

alışkanlık yaratmaktır. Bu da iyi

şeyler listemizin (tartışmalı) son

unsuru olsun.

KÖTÜ ŞEYLER

“Pandemi bittiğinde

hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”

söylemini sık sık duyar

olduk. Bana kalırsa özel çaba ile

yaşatılması gereken bireysel kazanımlar

dışında değişen çok az şey

olacak. Hatta her şey eskisinden

daha kötü olacak.

Evet, kötü şeyler listesi maalesef

daha uzun. Ben gene de bir

denge yaratmaya çalışacağım.

Slavoj Žižek’in bir tür dayanışma

ruhu olarak tarif ettiği küresel

komünizm falan gelmeyecek.

Ateist materyalist olarak (!) yükselmesini

arzu ettiği tinsellik de

bence ham hayal. Bunun yerine

Henry Kissinger’ın (evet, hâlâ

yaşıyor) öngörüsü gerçek olacak.

Pandemi sonrası zaten bozulmuş

olan meşruiyet-otorite dengesi

iyice bozulacak.

Sıkıldıkça mutasyona uğrayan


7

Tüm yazı dizisi:

https://journo.

com.tr/konu/virusten-sonra

virüs gibi, neo-liberal kapitalizmin

yeni-muhafazakâr versiyonu mutasyona

uğrayarak adına Rus-tipi

kapitalizm diyebileceğimiz

yeni bir tür doğacak (Kapit-20).

Kapit-20’yi önceki salgınlardan

biliyoruz—Putin, Trump, Xi falan.

Yeni versiyonun eskisinden farkı,

siyasal aparatın kendi ülke sınırları

içinde yaşamasına izin verdiği

nüfusun üzerine titrerken, “dışarıda

kalanların canı cehenneme”

yaklaşımına iyice sarılması olacak.

“Yaşamasına izin verdiği”

diyorum. Çünkü, dünya devletleri

arasında varolan “vize almak

zorunda olanlar” ve “vize vermek

istemeyenler” ayrımı iyice derinleşecek.

Bu, küreselleşme masalının

bize öğrettiği “hadi biraz da

Londra’da yaşayalım” tarzının

sonu anlamına geliyor. Toplumsal

katmanlaşmanın en dibindekiler

ve prekaryum mensubu kişiler

için bu tarzın sona ermesi, daha

fazla “düzensiz mültecilik” ve maalesef

daha fazla umursanmayan

toplu ölümler anlamında geliyor.

İçine gireceğimiz bir başka

büyük kötülük, Ulrich Beck’in

risk toplumuna akraba yeni bir

toplum tipi olacak: Belirsizlik

Toplumu. Dünya nüfusunun büyük

çoğunluğu yarın ne olacağını

bilemez şekilde yaşamını sürdürecek.

Bu teknik olarak işsizlik,

ekonomik kriz, siyasî dalgalanma,

küresel etkili yerel savaşlar gibi

olguların gerçekleşme sıklığının

artması demek. İstikrarı tek bir

alanda göreceğiz: Küresel ısınma.

Bu da ziyadesiyle kötü tabii.

Bir başka problem, iç siyaset

alanında tanımlanabilir. Ülkelerin

pandemi öncesinde biriktirdikleri

yaralar iyileşmek şöyle dursun,

daha da derinleşecek. Örneğin

siyasal kutuplaşma, bilginin

masif manipülasyonu sonucu

gerçek ve gerçek-olmayanın birbirine

karışması, dijital gözetim

ve mahremiyet ihlâlleri… Say

sayabildiğin kadar.

Kapit-20 dönemi sosyo-politik

düzen, siyasal aparatın ekonomik

elitle özdeşleştiği, siyasal sözün

ekonomik karar anlamına geldiği,

sesini yükselten herkesin bir

şekilde susturulduğu bir düzen

olacak. Elbette Kuzey Avrupa ve

İzlanda gibi ülkeler eskiden bildiğimiz

ultra-demokratik yapılarını

güçlendirecekler. Ama dışarıda

kalanlar ciğerci dükkânı önüne

sıralanmış mahalle kedileri gibi

bunu sadece seyredebilecek.

ABARTIYOR MUYUM?

Abartıyorum tabii. Rus-tipi

kapitalizm (kısa adıyla Kapit-20)

pandemi sonrası dünyanın yeni

politik-ekonomisinin tarifi olabilir.

Kapit-20’nin aşısının üretilmesi

çok zor ve uzun zaman alıyor.

Üstelik aşısını bulduğunuz anda

yeni bir mutasyon emekleri boşa

çıkartabilir. Öte yandan pandemi

öncesi düzende yaşamak zorunda

kalan bizler için bir umut var.

Sürü bağışıklığı. Elbette biz bütün

bunları yaşadık, bu olup bitenlere

karşı kendi savunma sistemimizi

geliştirdik. Fakat bağışıklık sadece

hayatta tutar. Değiştirmek için

çalışmak lazım. Belki Covid-19

deneyimi sayesinde “hiçbir şey

eskisi gibi olmayacak” söylemini

olumlu yönde gerçek kılmak için

bazı kararlar alırız. Gerçek kılmak

için gerçek bir şeyler yapmak

gerekiyor. Yani bir şeyler yapmalı.

Moğollar’ın dediği gibi, “kıyamet

değilse bile bir şey kopmalı.”


8

KARANTINADA HABER

Oğul Twitter’da,

anne ve baba televizyonda

ILGAZ GÖKIRMAKLI

Antalya’da yaşayan bir aile… Genç oğul, muhafazakâr anne ve babasından siyasi olarak

“çok farklı düşünüyor.” Ancak bu dönemde eve kapanan aile üyelerinin hepsi daha çok

haber izliyor. Oğul Twitter’da, anne baba ise televizyonda… “Karantinada Haber” yazı

dizimizin üçüncü bölümüne buyrun…

Koronavirüsün tetiklediği bilgi

ve haber bombardımanı sürerken

çoğu insan evlere kapandı.

Peki, okurların ve izleyicilerin

haber tüketim alışkanlıkları bu

süreçte değişiyor mu?

Bu soruyu yanıtlamak üzere

geçen hafta Kerem ve ailesi ile

haber tüketimine odaklanan görüşmeler

yaptık. Kerem telefonla

konuşmayı pek sevmediğini söylediği

için bu araştırmayı WhatsApp’tan

yazışarak yürüttük. Antalyalı

ailenin aklında “tuzlu su,

kelle paça, Türk geni” haberleri

kaldı. Haberleri farklı şekillerde

yorumladılar. Kimi zaman televizyonda,

kimi zaman internette

gördükleri bir haber, davranışlarının

değişmesine neden oldu.

Kerem ise “Twitter’a normalden

daha fazla girer oldum” diyor.

İstanbul Teknik Üniversitesi

İnşaat Mühendisliği bölümünü

bitirdikten sonra ailesinin

yanına dönen Kerem, geçen

mayıs ayından beri Antalya’da

yaşıyor ve Avustralya vizesi için

gün sayıyor.

Avustralya’nın genç mühendislere

çalışma izni verdiği bir

programa katılmayı ve hayatına

orada devam etmeyi bekleyen


9

Kerem, kendisini ve ailesini

kısaca şöyle tanıtıyor:

“Annem 56, babam 58 yaşında.

İkisi de emekli öğretmen.

Üç kardeşiz. Ablam eşiyle Kanada’da

yaşıyor. Bir de abim var,

kendisi kaptan ve şu an denizde.

Ben okul bittikten sonra ailemin

yanına geldim. İş bulma süreci

zordu, nitekim bulamadım da.

Yaklaşık bir yıldır ailemle yaşıyorum.

Onlarla hayata bakışımız

çok farklı, sürekli tartışırız.

Onların siyasi görüşü muhafazakârlığa

daha yakın, fakat uç

bir muhafazakârlık değil. İktidarı

destekliyorlar. Kendimi terimlerle

kısıtlamak istemiyorum, ama

onlarla çok farklı düşündüğümüzü

söyleyebilirim.”

TV kumandası normalde

babada, diziler başlayınca

annede

Sıradan bir günlerini ise şöyle

anlatıyor Kerem:

“Televizyon kumandası sabah

namazından sonra televizyonu

açıp önünde uyuyan babamın

kontrolünde. Annem, babam

izlerken ilgisini çeken bir haber

olursa televizyondan (canlı yayın,

son dakika, basın açıklamaları

gibi) izler. Onun dışında tabletle

veya telefonla haber sitelerinde

geziyor. Takip ettiği diziler o-

lunca kumanda anneme geçiyor.

Ben çok fazla televizyon izlemiyorum.

Daha çok sosyal medya,

Ekşi Sözlük ve Twitter ağırlıklı

haber alıyorum. Sabah kalkınca

yaptığım ilk şey telefonumu elime

alıp Twitter’a bakmak.”

BIRINCI GÜN

Koronavirüs gündemini yakından

takip ediyor musunuz

sorusuna, “Ben yakından takip

ediyorum. Ailem haberlerde

gördükleri kadarıyla takipteler”

diyerek cevap veriyor Kerem.

Televizyonda genellikle CNN

Türk, NTV ve HaberTürk

kanalları açık. Baba Mustafa

Bey vaka sayılarını, ÖSYM’nin

ertelediği sınavları, piyasaların

durumunu ve bankaların tedbir

kararlarını ekranlardaki haberlerden

takip ediyor. Ekonomi

haberlerinden sonra “İnsanlar

artık sadece hayati şeylere para

harcayacak” yorumunu yapıyor.

Haberlerin ardından düne

kadar kolaylıkla satacağı arabasını

satamayacağını düşünüyor

ve “Bu aralar arabayı almaya

gelen olmaz” diyor.

Kerem ise sosyal medya aracılığıyla

mağazalarını kapatan

markaları, virüsün gün geçtikçe

daha fazla kişiye bulaştığını ve

Kanada Başbakanı Justin Trudea’nun,

COVID-19 salgını

nedeniyle halka yaptığı çağrıyı

izlemiş. “Üzüldüm, bizim devlet

niye böyle güven vermiyor diye”

açıklıyor hissettiklerini. Türkiye’de

resmi açıklamanın eksik

yapıldığını düşünüyor.

Dolar yükseldi haberleri

tedbire yöneltiyor, Müftüoğlu

yazısı ise tuzlu suya

Annesi Melahat Hanım ise

doların yükselişi nedeniyle tedbirli

olmak gerektiğini düşünüyor.

O da araba satıp değiştirme

fikrini erteleme kararında. Bu

sırada Osman Müftüoğlu’nun

bir yazısında gördüğü tarif

üzerine tuzlu su sürahisi hazırlamış.

Gün içinde ara ara gidip

gargara yapıyorlarmış.

“Daha önce böyle bir haber

görseydi yine uygular mıydı,

yoksa koronavirüs salgını davranışlarını

değiştirdi mi” sorusunu

Kerem yanıtlıyor:

“Annem hep böyleydi. Bu

gündeme özel değil. Televizyonda

duyduğu ya da gördüğü bir

şeyi mutlaka dener. Ne izlediyse

ertesi gün o yemeği yeriz. Ailem

zaten haber izliyor ya da okuyor.

Fakat evden çıkıp yürüyüşe gidiyor

ya da başka şeyler yapıyorlardı.

Şimdi onları yapmadıkları

için evde daha çok vakit geçiriyorlar.

O yüzden haber izleme

oranları arttı, benim için de aynı

şey geçerli. Genelde her gün

arkadaşlarımla görüşüyordum.

O zamanlar bittiği için şimdi

daha çok sosyal medyadayım ve

habere daha çok bakıyorum.”

Genç resmi verileri

sorguluyor, anne ‘devlete

güveniyor’

Akşam haberlerini televizyondan

takip ederken Eski Kara

Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın

ölümüyle ilgili bir habere

denk gelince işler karışıyor. Kerem,

“Adamın korona nedeniyle

öldüğü belliydi. Sağlık Bakanı

neden dün akşam sadece bir ölü

olduğunu söyledi. Saklıyorlar


10

ya da halkı yeterince bilgilendirmiyorlar”

deyince annesi ve

Kerem arasında “Ben devletime

güveniyorum” tartışması çıkıyor.

Bu sırada anne Melahat Hanım

kapı kollarını ve sık dokunulan

yerleri silmeye devam ediyor.

Televizyonda gördüğü bir haber

üzerine sık temasta bulunulan

yüzeylerin silinmesi gerektiğini

duymuş. “Tedbir almak önemli

elbette” diyorum, Kerem ise

ailesinin salgından korkmadığı

fikrinde.

‘İnternetteki haberde

okudum, maske gereksiz’

Buna rağmen Mustafa Bey

dezenfektan almaya gitmiş, fiyatları

pahalı bulunca almaktan

vazgeçmiş. Mustafa Bey bu kez

maske alacağını söyleyince kamuoyunda

kafa karıştıran bir konu

daha açılmış oluyor: “Maske

takılmalı mı, takılmamalı mı?”

Melahat Hanım maskenin korumadığını,

bu nedenle gereksiz

olduğunu düşünüyor. İnternette

gördüğü bir haber neticesinde

böyle düşünmeye başlamış, ona

göre maske kullanımı gereksiz.

Bu arada tuzlu su gargarasına

devam ediyorlar.

İKINCI GÜN

Mustafa Bey televizyondaki

haberlerin hepsinin aynı olduğunu

söylüyor. Önemli açıklamalar

ya da son dakika haberleri

gelmediği sürece “Nasıl beslenmeli”,

“Neler yapmalı” temalı

haberleri takip ediyor. Ama

“nasıl beslenmeliyiz” konusunda

tek söz Melahat Hanım’ın.

Sokağa çıkma yasağına ilişkin

haberleri ve yorumları görüyorlar,

ancak yasağı desteklemiyorlar.

Gün içinde Kerem sosyal

medyada karşılaştığı haberleri

ailesiyle de paylaşıyor. Bu durum

zaman zaman tartışmaları da

beraberinde getiriyor, zira aile

sosyal medyadaki haberlere asla

inanmıyor.

Kerem, “Haber kanallarından

onların istedikleri haberleri

alıyorsunuz” derken aile, oğullarını

uyarıyor: “Seni hep sosyal

medya böyle yaptı. Oradan

uzaklaş.”

Bakan çağrı yapana kadar

baba alkışa çıkmıyor

“Haberle yatıp kalkmıyoruz

ancak gündemi takip ediyoruz”

diyor Melahat Hanım. Mustafa

Bey açıklanan ekonomi paketine

ilişkin bir haber izliyor

televizyonda. Paketin “piyasaya

güven verme” amacında olduğu

fikrinde. “Ben işveren değilim.

Emekli adamım ama piyasaların

kapanmaması iyi” diyor.

Dün başlayan alkış etkinliğine

katılmayan Mustafa Bey, Sağlık

Bakanı Fahrettin Koca’nın çağrısını

izledikten sonra, bugün

saatler 21.00’i gösterdiğinde balkonda

buluyor kendini. Kerem

ise uzaktan izlemekle yetiniyor

ve ekliyor: “Normalden daha

fazla girer oldum Twitter’a.”

ÜÇÜNCÜ GÜN

Mustafa Bey televizyondan

takip ettiği sabah haberlerini

izlemeye devam ediyor. Hafta

sonu ve güneşli havayı fırsat bilip

sokağa çıkanlara kızgın, “İnsanlar

ne kadar keyfine düşkün! Hala

sıkış tepiş yerlere gidiyorlar”

serzenişinde bulunuyor.

Gün içinde karşılaştıkları

ikinci haber ise Can Dündar’ın

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan

ve Almanya Angela Başbakanı

Merkel’in koronavirüs

gündemine dair açıklamalarını

karşılaştırdığı bir video. Mustafa

Bey bu videoya sinirli, “Çok

seviyorlar başka ülkeleri övmeyi”

diyerek bir kere daha söyleniyor.

Melahat Hanım’ın Cumhurbaşkanı

Erdoğan’ın ekranlara

daha az çıkmasına yorumunu

merak ediyorum, yanıtı “Sağlık

bakanı açıklama yapıyor ya işte”

oluyor.

Bu konuşmayı aktaran

Kerem, annesinin Erdoğan’ı

sevdiğini, ne dediyse kabulü

olduğunu da sözlerine ekiyor.

“Devletine güveniyor annem.

Karşı fikir beyan etmez, sorgulamaz.

Babam biraz daha

sessizdir. Onu ilgilendirmiyorsa

yorum yapmaz.”

Ailenin hemfikir olduğu

tek konu sokağa çıkma

yasağı

Televizyonda sıkça tartışılan

bir konu da sokağa çıkma yasağı.

Birçok konuda farklı fikirlere sahip

Kerem ve ailesinin hemfikir

olduğu tek konu da bu:

“Ben sokağa çıkma yasağı

gelmesini istemem, açıkçası

mantıksız da buluyorum. Şimdi

açıkladıkları pakette işçi desteklenmiyor

zaten. Sokağa çıkma

yasağı gelirse sokağa çıkamayan

herkes için devletin bir maddi

yardım yapması gerekecek.

Mevcut hükûmet böyle bir şey

yapar mı, tabii ki de yapmaz.

Ama ‘Herkes evinde kalsın,

biz size bir hafta içinde test

yapıp ona göre önlem alacağız’

diyeceklerse tamam, o zaman

gelsin yasak. Babam da sokağa

çıkma yasağını desteklemiyor,

karışıklığa neden olacağını düşünüyor.

‘Millete nasıl bakacaklar

o zaman’ diye soruyor. İşte eğer

Almanya’da yaşasaydı babam da

desteklerdi. Ama Türkiye’de sokağa

çıkma yasağının devlet tarafından

iyi yönetilemeyeceğini

o da içten içten biliyor bence.”

Gün içinde açıklanan 65 yaş

üstüne yönelik sokağa çıkma

kısıtlanmasına ilişkin haberlere

ise sevinmişler, doğru bir karar

olduğunu düşünüyorlar.


11

Canan Karatay haberi

portakal tüketimlerini değiştiriyor

Bugünün beslenme önerisi

Canan Karatay’dan. Normalde

portakal suyunu süzüp içen

Kerem’e annesinden, “Portakalı

yemek daha faydalıymış” uyarısı

geliyor.

Ben de tüm bunlar yaşanırken

neler hissediyorsun diye soruyorum.“Duruma

soğukkanlı yaklaşıyorum

sanırım” diyor Kerem:

“Sosyal medyada yeni paylaşımlar

görüyorum, Afrika’daki

açlık ve çocuk ölümleriyle ilgili.

İşte bu bizim bir nebze bencil

olduğumuzu hatırlatıyor. Oradan

biraz soğuk ve duygusuz

gibi gözükebilirim ama biraz

daha geniş bir pencereden bakınca

aslında az çok bu çağın

insanlarından, kendimden de

utanıyorum.”

DÖRDÜNCÜ GÜN

Kerem ve ailesi için rutin

gündem takibi devam ediyor.

Gün içinde Kerem’in dikkatini

çeken tek şey, sosyal medyada

da sıkça paylaşılan, pazarcı bir

gencin neden çalışmak zorunda

olduğunu anlatan videosu olmuş.

“Sokağa çıkma yasağının

neden olamayacağını basitçe

açıklıyor bu video” diyor Kerem.

Melahat Hanım ve Mustafa

Bey için sıradan bir gün. Bugünün

tartışması ise Kerem’e

“sigarayı bırak” baskısı. Televizyonda

gördükleri bir habere

göre sigara ace-2 proteinini tutuyormuş

ve bu durum bağışıklığı

daha da zayıf hâle getiriyormuş.

Kerem’e de “izle, bak” deyip

sigarayı bırakmasını tembih

ediyorlar.

BEŞINCI GÜN

Bugün artan “sokağa çıkma

yasağı” gelecek söylentisi aileyi

endişelendiriyor. Isparta’ya

gidip tarlalarına ceviz dikme

planları yapan aile, giderlerse

orada kalmak zorunda olacakları

korkusuyla planlarını erteliyor.

Kerem’e göre annesi Melahat

Hanım ve babası Mustafa Bey

işlerini askıya almak zorunda

kaldıkları için hayli moralsiz.

Geçen hafta Isparta’ya gidip

turşu kurma hayalleri, yerini

evde oturmaya bırakmış. Ayrıca

traktör alma planlarını da

ertelemişler. “Önümüzü görelim,

sonra alırız” konuşmaları

geçiyor evde.

“Daha temkinli davranmaya

başladılar” diyor Kerem. Yasak

gelebileceğini nereden düşündüklerini

soruyorum. “Kendi

yorumları ama izledikleri haberlerden

sonra böyle bir şey

düşünmeye başladılar. ‘Yaşlılar

laf dinlemiyor, böyle giderse

sokağa çıkma yasağı gelebilir’

diye düşündüler” diye yanıtlıyor.

Kerem beşinci günün sonunda

sigara almak için dışarı çıkıyor,

sonrasında da deniz havası

almak üzere sahile gidiyor. Tüm

bu süreçte fiziksel mesafesini koruduğunu

vurguluyor. Kerem dışarıdayken

Mustafa Bey’den bir

telefon geliyor: “Yasak gelebilir.

Haberlerde uzmanlar yorum

yapıyor, sen eve gel.”

Anne, Bakan Koca’nın

açıklamasını ayakta izliyor

Sağlık Bakanı Koca’nın saat

19.00’da yapacağı açıklama

için heyecan dorukta. Melahat

Hanım bu haberi ayakta izliyor.

Açıklamanın ardından, “E

sayıları vermedi” diye şaşıran

Melahat Hanım’a son günlerde

hayatımıza giren ama çoktan kanıksadığımız

yeni alışkanlığımızı

hatırlatıyor Mustafa Bey: “Gün

sonu açıklıyor ya!”

Beş günlük çalışmamızın sonunda

Kerem’den yaşadığımız

bu süreci değerlendirmesini istiyorum.

Medyanın “sorumsuzca”

davrandığını düşünüyor:

“Salgınla beraber tedbirin ne

kadar önemli bir şey olduğunu

görmüş olduk. Aynı şekilde topluma

gerekli bilincin aşılanmasının

ne kadar gerekli olduğunu

da… Tabii sadece toplum değil,

yönetim de bilinçli olmalı. Bir de

medyanın insanları bilinçlendirme

konusunda ne kadar büyük

bir yanlış yaptığı kanıtlandı.

Alanında uzman olmayan insanların

kanallara çıkıp konuşması

insanların yanlış bilgilenmesine

ve salgına körükle gitmesine

neden oldu. Tuzlu su, kelle paça,

Türk geni muhabbetlerle dolu

haberler izledik. Tabii annem

hâlâ tuzlu su gargarasını savunuyor.

‘Olsun, en kötü burnu

açıyormuş’ diyor!”

Görüşme yaptığımız kişilerin

isteği üzerine bu

haberde kişilerin gerçek

isimleri kullanılmamıştır.

Journo yazarları, “Karantinada

Haber” yazı dizisine,

farklı demografik ve

sosyoekonomik kesimlerden

katılımcılarla devam

ediyor.

Vatandaşlar koronavirüs

haberlerini nasıl yorumluyor?

Taşradaki muhafazakar

bir televizyon izleyicisi

bugünlerde haberleri

nereden izliyor? AB

grubundan muhalif bir

kentli, hâlâ bayiye gidip

gazete alıyor mu? Kadın

sosyal medya kullanıcılarının

kararını değiştiren

bir haber oldu mu?

Tüm yazı dizisi:

https://journo.com.tr/

karantinada-haber


12

PÜF NOKTASI

Koronavirüs aşısı

haberlerinde

dikkat edilmesi

gerekenler

Koronavirüs aşısı haberleri, Türkiye dâhil birçok ülkedeki

bilimsel çalışmalarda sona yaklaşıldıkça medyada daha sık

yer alıyor. Harvard Üniversitesi’ndeki Journalist’s Resource

(Gazetecinin Kaynağı), koronavirüs aşı araştırmalarıyla ilgili

haberler hazırlanırken dikkat edilmesi gerekenleri 5 maddede

özetledi. Kerry Dooley Young imzalı yazıyı sizin için çevirdik:

YYıllardır sağlık gazeteciliği

yapan Gary Schwitzer, CO-

VID-19 konusunda haber

yapmanın zorluklarından bahsederken,

afet uyarılarındaki

dili kullanıyor. ABC’ye bağlı

KSTP televizyonuna geçtiğimiz

günlerde verdiği bir söyleşide

Schwitzer, koronavirüsle ilgili

araştırmaların ön sonuçlarının

hızla yayımlanmasının “salgın

dezenformasyonundan kusursuz

bir fırtına” oluşturabileceği

uyarısında bulunuyordu.

Sağlık haberleri konulu Healthnewsreview.org

sitesini de

yöneten Schwitzer, Journalist’s

Resource ile söyleşisinde, CO-

VID-19 bilgilerinin oluşturduğu

“tsunami” ile okurların ve izleyi-

cilerin mücadele edebilmesi için

gazetecilerin onlara yardımcı

olması gerektiğini vurguladı.

Ona göre gazeteciler, özellikle de

dünya kamuoyunun COVID-19’a

karşı etkili bir aşı beklediği

bugünlerde, bilim insanlarının

salgınla ilgili bildiklerinin bazı

sınırları olduğunu okurlara ve

izleyicilere iyi anlatmalılar. Bu

konudaki önerisi şöyle: “Lütfen

kesinliğin söz konusu olmadığı

durumlarda bir kesinlik varmış

gibi yansıtmayın.”

KORONAVIRÜS AŞISI

HABERLERININ PR

ETKISI VAR

Birkaç şirket, aşı denemelerinin

sonuçlarını bilimsel yayınlar

yerine basın bültenleriyle duyurdu.

Bu şirketlerin hisse senedi

fiyatları uçtu. Bazı durumlarda

aslında bu basın bültenlerinde

pek az gerçek bilgi vardı.

Gazetecilerin COVID-19 a-

şılarıyla ilgili haberlerine içgörü

oluşturması için şu uzmanlardan

görüş aldık: Akademik dergi JA-

MA’nın yayın yönetmeni Howard

Bauchner, bulaşıcı hastalıklar a-

lanında uzman uluslararası sağlık

gazetecisi Helen Branswell, ABD

Aşı Eğitim Merkezi Direktörü ve

bulaşıcı hastalıklar uzman doktoru

Paul Offit, yıllardır ABD Gıda

ve İlaç İdaresi kaynaklık haberler

yapan Politico Pro muhabiri Zachary

Brennan ve aynı zamanda

Minnesota Üniversitesi Halk

Sağlığı Okulu’nda misafir doçent

olan Gary Schwitzer.

Onların önerilerinden bazıları

şöyle:

Klinik deneme aşamalarını

haberde iyice anlatın 1.

Aşı gibi tıbbi ürünler, geliştirme

sürecinde farklı klinik

aşamalardan geçer. Muhabirler

bunların bu aşamalarda neyin

söyleyip neyin söylenemeyeceğini

anlamalı. Akademik makaleler

yerine basın bültenleriyle paylaşılan

bilimsel veriler konusunda

uyanık olmalılar.

ABD’deki tedavilerde neyin

kullanılıp pazarlanabileceğine

Gıda ve İlaç İdaresi (FDA) karar

veriyor. [Türkiye dâhil birçok


13

ülkede ise bu yetki doğrudan sağlık bakanlıklarında].

Aşıların ve diğer ilaçların

araştırma denemeleri birden fazla aşamada

gerçekleştiriliyor. Farklı ülkelerde

FDA uygulamalarını destekleyecek başka

araştırmalar da yapılabiliyor.

Faz 1 adı verilen birinci aşamada aşı

adayı, 20 ila 100 arası sağlıklı gönüllü

üstünde deneniyor. Bu aşamada aşının

etkinliğiyle ilgili çok fazla veri toplanamadığını

belirten Branswell, “Burada

amaç, kullanılması gereken dozu belirlemek

ve aşının daha sonraki aşamalar

için güvenli olup olmadığını saptamaktır”

diyor. Ona göre Faz 2 çok daha

büyük çaplı bir denemedir ve aşının

işe yarayıp yaramadığını gösterir. Faz

3 ise aşının işe yarayıp yaramadığını

netleştirir. Salgınla daha etkin mücadele

amacıyla bilim insanları arasındaki bilgi

paylaşımını artırmak için akademik

yayın öncesi sunucuların kullanımı artırılmıştı.

Araştırmacılar bu sunucular

üstünden, henüz büyük yayıncıların

şartlarını karşılamadan da bulgularını

paylaşabiliyor. Piyasanın COVID-19

aşı haberlerine “çıldırdığını” belirten

Branswell, bu sunucular üstünden paylaşılan

ön bulguların bu yüzden borsaları

coşturabildiğini ifade ediyor.

Örneğin Cambridge merkezli biyoteknoloji

firması Moderna, sekiz kişi

üstünde Faz 1 denemesini yaptığı CO-

VID-19 aşısının tüm deneklerde antikor

üreterek başarılı olduğunu 18 Mayıs’ta

bir basın bülteniyle açıkladı. Aynı gün

bu şirketin hissesi yüzde 20 prim yaptı

ama Branswell’e göre söz konusu basın

bültenindeki bilimsel veriler aslında yetersizdi.

“Ertesi gün bu basın bülteninde

yeterince bilgi bulunmadığını yazdım.

Aşının işe yaramadığını öne sürmedim

ama bu bültene bakıp da bir şey söyleyemeyeceğimizi

belirttim” diyor Branswell.

Ertesi gün Moderna hisseleri yüzde 10

değer kaybetti.

Schwitzer’in dikkat çektiği bir nokta

ise kimileri sadece hayvan deneylerine

dayanan erken dönem araştırmalardan

elde edilen bulguların bazen fazla iyimser

bir şekilde duyurulması. Schwitzer

ve JAMA’nın yardımcı editörü Richard

Saitz, geçen ay yayımladıkları bir makalede,

belirlenen bir araştırmaya

odaklanan haberlerde, bu konunun tek

araştırmayla aydınlatılamayacağının

da vurgulanması gerektiğini belirtiyor.

Onlara göre gazeteciler bu alandaki

diğer uzmanlara da danışmalı ve habere

onların görüşünü de eklemeli.

COVID-19 aşılarının en azından

2. hafif yan etkileri olabileceğini

belirtin

Branswell şöyle diyor: “Bu aşılar

bazı hastaların kendisini kısa bir süre

de olsa kötü hissetmesine neden olacaksa

insanlar buna hazırlanmalı. Bu

bilginin önceden alınması, sonrasında

sosyal medyada patlak verebilecek tartışmalara

karşı topluma bir bağışıklık

kazandıracaktır.”

Bugüne kadar yapılan anketler birçok

insanın aşının olası yan etkileri konusunda

endişeli olduğunu gösterdi. Aşı

denemelerinin bazılarında birkaç gün

boyunca sürebilen kas ağrıları ve mide

bulantısı gibi yan etkiler saptandı. Bazı

hastalarda aşı yapılan bölgede acı, baş

ağrısı, yorgunluk, üşüme ve ateş gibi yan

etkiler de söz konusu olabiliyor. Daha

ciddi yan etkiler (örneğin hayati tehlike

barındırmasa da tıbbi müdahale gerektiren

“3. Derece” yan etkiler) saptandığında

ise o aşı iptal edilip denemeleri

sonlandırılıyor.

Aşıyı kimlerin denediğini, okura

3. ve izleyiciye açıklayın

Gazeteciler, klinik deneme sonuçlarının

paylaşıldığı raporlarda, denek

grubunun nasıl ve kimlerden oluşturulduğuna

dikkat etmeli. Tıbbi akademik

dergilerde bu bilgi genelde “Tablo

1″ içinde yer alıyor.

Bauchner bu durumu şöyle açıklıyor:

“Araştırmanın kimler üstünde yapıldığı

önemli bir soru. 20-40 yaş arası sağlıklı

insanlar mı? Eğer öyleyse bu deneme,

60-80 yaş grubu için veya sağlıklı olmayan

yetişkinler için geçerli sonuçlar

vermeyecektir.”

Haberlerde aşıyla ilgili bilinenlerin

sınırını çizin 4.

“Başka zamanlarda bu hâlde yayımlanmayacak

bazı araştırmaları salgının

ortasında olduğumuz için yayımlıyoruz”

diyor Bauchner. Araştırmacıların örneğin

aşının yan etkilerini tam olarak

anlayabilmesi için vakte ihtiyacı olduğunu,

okur ve izleyicilerin de idrak etmesi

gerekiyor. Klinik denemeler, aşının güvenlik

bilgilerine dair ilk zemini sunuyor.

Tıp alanında araştırmacılar genelde

yüzde 95 güven aralığında hesaplamalar

yapıyor. Bunun anlamı şu: “Eğer

bir araştırma yüzde 95 güvenliyse ve

güven aralığı da 47-53 ise, araştırmacılar

aynı araştırmayı tüm nüfus üzerinde

tekrarladıklarında, bu denemelerin yüzde

95’inde 47 ile 53 arasında sonuçlar

alacaklardır.”

Bauchner’in bu konuda verdiği hayali

bir örnek şöyle: Diyelim ki bir aşı denemesi

yapıldı. bu aşının yüzde 40 başarı

oranıyla bulaşıyı engellediği saptandı.

Bu sayı, araştırmacıların yapabildiği en

iyi tahmindir ve güven aralığı içindeki

muhtemel başarı oranlarını esas alır. Bu

hayali örnekteki denemede güven aralığı

oldukça geniş. Söz konusu aşının gerçek

etkinliği muhtemelen en az yüzde 20 ve

en çok yüzde 60 düzeyindedir.Bauchner

insanların bilimsel bir terim olan güven

aralığı (“confidence interval” veya kısaca

CI) kavramını anlamakta zorlabileceğini,

ancak bunun önemli olduğunu

vurguluyor. “Bir aşının ne kadar etkili

olduğuna dair kesin bir cevabımız aslında

yok. Sadece bir aralık söz konusu.

Bu aralığın gerçeğe ne kadar yakın olduğunu

ifade etmeye çalışıyoruz” diyor.

Kaynaklarınızdan bir ağ oluşturun

5.

Brennan, COVID-19 aşılarını haberleştiren

gazetecilere, mümkün olduğunda

çok bakış açısını yansıtmalarını

ve şirketlerin sunduğu bilgileri iyice

irdelemelerini de öneriyor: “Aşı uzmanlarıyla

konuşun. Araştırma raporlarının

eklerini ve tablolar gibi destekleyici

diğer malzemeleri de inceleyen birilerini

bulun. Gazeteciler kelimeleri okur

ama aşı denemelerinde kritik bilgiler

sayılardadır. Bazen veriler, kelimelerin

tanımlamadığı veya en azından öneminin

hakkını vermediği şeyler gösterir.”

Gazetecilerin akılda tutması gereken

bir diğer gerçek de, deneysel COVID-19

aşılarından birçoğunu geliştirirken

kullanılan yeni yaklaşımların yarattığı

zorluklardır. FDA bu yeni teknolojilerin

bir kısmını henüz onaylamadı.Patojenlerin

hastalığa yol açarken kullandığı

proteinlerin genetik kodlarının vücuda

verilmesini sağlayan bir araç olan mR-

NA aşısı bunlardan biri. Peki bu neden

önemli? Branswell şu cevabı veriyor:

“FDA’in yeni bir yaklaşımla ilgili deneyimi

arttıkça bilim insanlarının denenen

aşıları değerlendirmesi de kolaylaşacak.

Şu anda geliştirme aşamasında olan,

özellikle de en fazla yol kat etmiş çoğu

COVID aşısı için böyle bir durum söz

konusu değil.”

Journo‘nun Türkçe’ye çevirdiği bu yazı,

ilk olarak Journalist’s Resource‘da Kerry

Dooley Young imzasıyla 23 Ağustos’ta yayımlandı.


14

YILIN EN ÇOK OKUNAN DOSYASI

Haber aramaları, reklamlar

ve kötülüğün finansmanı

EMRE KIZILKAYA

Corona “üretilmiş” bir virüsmüş… Türkiye “koronavirüsü yok eden milli cihaz” yapmış…

Ha bu arada, Fatih Portakal ve Barış Terkoğlu gibi gazeteciler ‘terörist’miş!

İktidara yakın birkaç medya kuruluşunda son günlerde çıkan “haber” ve yorumlardan

bazıları böyle. Google ise bunları; arama sonuçları, dijital reklamlar ve şimdi de fonlar

üzerinden her yıl milyonlarca lira aktararak destekliyor.

Google bunu rahatça yapıyor çünkü tepki almıyor. Kamuoyu şeffaflıktan uzak bu düzeni

bilmiyor. Reklamları bu sözde “haberlerin” içinde yayımlanan markaların ise bazıları

mağdur, bazıları umursamaz. “Yeter” deme zamanı.

B

Başlıkta “kötülük” derken hem

insani açıdan “kötücüllüğü” kastediyorum,

hem de gazetecilik

açısından kalitesizliği…

Önce bunlara dair birkaç

örnek:

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip

Erdoğan’ın suç duyurusu

üzerine geçen hafta yüzbinlerce

vatandaş “Fatih Portakal” ismini

aradı. Google’ın birinci sıraya

layık gördüğü içerik ise Sabah’ta

yer alan şu “haber” idi.

Saygın bir gazeteci olan

Portakal sırf iktidarı eleştiriyor

diye bir terör örgütüyle ilişkilendiriliyor

ve Google bu iftira

dolu propaganda metnini alıp

günlerce sanki bir habermiş gibi

yayıyor.

Normalde o sitede belki

10.000 kişi görecekken, bu

sayede Sabah okuru olmayan

milyonlara da ulaşıyor bu sözde

haber…

Farklı bir örneğe bakalım.

“Corona virüs aşısı” aramasında

Google’ın geçen hafta getirdiği

sonuçlar…

“Ne var bunda” mı diyorsunuz?

Şu var: Google o gün

binlerce kez yapılan bu aramada

bütün sonuçları Demirören’in

haber sitelerine tahsis etmiş

gibi… Ama daha da kötüsü şu:

Birinci sıradaki Milliyet haberi

çalıntı.

Üstelik haberin sahibi Voice

of America’dan gazeteci Dilge

Timoçin uyardığı hâlde Google

sonuçlarından gelen bütün trafik

saatlerce Milliyet’e yönlendirilmeye

devam ediyor.

Oysa Google geçen yıl özgün

içerikleri öne çıkaracağını

açıklamıştı. Biz de Türkiye’deki

kopyala-yapıştır haberciliği bitecek

diye safça sevinmiştik.

Bu ortamda insan ister istemez

soruyor: Google neden iktidara

yakın medyayı ve özellikle

de Demirören’i kayırıyor?

Hatırlarsanız, sanki başkası

kalmamış gibi, Google Habercilik

Girişimi’nin destek fonu

da bu yıl Türkiye’den sadece

Demirören’e verilmişti.

Üyesi olan gazeteciler daha

birkaç ay önce tazminat ödenmeden,

hukuksuz bir şekilde

Hürriyet’ten atılan Türkiye

Gazeteciler Sendikası’nın açık

mektubunu ise Google yanıtsız

bırakmıştı.


15

BILGIYE ERIŞIMDE BIR

NUMARALI KANAL

Konuyu biraz deşeyim dedim

çünkü Google aramaları, Türkiye’de

insanların bilgiye erişiminde

artık bir numaralı kanal.

Sıcak haberlerle ilgili her gün

milyonlarca farklı arama yapılıyor.

“Son dakika” gibi terimlerde

de düzenli olarak çok büyük

bir arama hacmi var.

Kısacası Türkiye’deki tüm gazetelerin

toplam tirajı, bir günde

yapılan Google aramalarının

yanında hiçbir şey değil.

Bu yüzden mesela hâlâ bu gazetelerde

asılsız iddialar kaleme

alan bir köşe yazarını eleştirmek

aslında büyük oranda enerji

kaybı…

Bu tür eleştiriler, kendi başına

erişimi gayet düşük olan zararlı

bir içeriği yaygınlaştırmaktan

başka işe yaramıyor.

Asıl Google gibi yeni eşik

bekçilerinin ne yaptığına bakmak

gerekiyor. Bu platformlar

hangi zararlı içeriği öne çıkarıp

yaygınlaştırıyorlar?

Bugün basın ve ifade özgürlüğü

ile medyada çoğulculuk için

kritik önem taşıyan soru bu…

ASILSIZ BILGI

SALGININDA DURUM

IYICE KÖTÜLEŞTI

Son günlerde bu cephede

manzara iyice kötüleşti. Zira

COVID-19 krizi, Türkiye’de de

bir “asılsız bilgi salgını” (infodemic)

olarak sürüyor.

Bu amaçla 11 Mart’ta ben

de Google ile iletişime geçmeye

çalıştım. O günden beri ne

Google’ın Türkiye’deki iletişiminden

sorumlu yetkilisi olan

Özlem Öz’den, ne de Google’ın

ABD’deki basın merkezinden bir

yanıt geldi.

Amacım şuydu:

Dünyada gazeteciliği (Facebook

gibi birçok dijital platforma

kıyasla) çok daha güçlü biçimde

destekleyen, demokratik seçmenin

sağlıklı bir şekilde bilgilenmesi

sürecinde birçok olumlu

adım atan, geçmişte yazdığım

gibi gazetecilere önemli kaynaklar

da sunan Google, neden

Türkiye’de demokrasinin altının

oyulmasına ortak oluyor?

Bu eleştirileri hemen hiçbir

mecrada göremezsiniz. Çünkü

neredeyse tüm medya, Google’a

göbekten bağlıdır ve onu kızdırmaya

cesaret edemezler. Ama

artık sivil toplumun, demokrasi

için olmazsa olmaz olan özgür

ve çoğulcu bilgi akışı için sesini

yükseltmesi gerekiyor.

Şimdi, yazının başında

verdiğimiz örnekleri kategorik

olarak biraz daha açalım ve

çeşitlendirelim.

Google’ın ‘asılsız bilgi salgını’na

verdiği destek şu başlıklar

altında toplanabilir:

1. GOOGLE ARAMA

SONUÇLARI

PROPAGANDA DOLU

Google araması yapan her

üç kişiden biri, sadece en üstteki

sonuca tıklıyor. Arama yapanların

yüzde 80’inden fazlası ilk 6

sonuçta kalıyor. Öyle ki, şöyle

bir laf vardır: “Ceset saklamak

istiyorsanız Google arama

sonuçlarının ikinci sayfasına

gömün, oraya kimse bakmaz.”

Google’da 11 Mart’ta “koronavirüs”

araması yapıldığında

en tepede iki Sabah haberi,

ayrıca arada bir de Akşam haberi

vardı. Bakanlık ve hastane

sayfalarına giden sonuçları da

çıkarırsanız geriye bir tek Vikipedi

kalıyor. (Bu yazıdaki tüm

aramaları yeni kurulan bir tarayıcıda

ve gizli modda yaptım.

Yani herhangi bir kişiselleştirme

yok, İstanbul konumunda “varsayılan”

sonuçlar bunlar.)

Hatırlatma: Sabah’ın devlet

kurumlarının internet

sitesine gizli ‘backlink’ler

vererek arama sonuçlarını

kendi lehine manipule ettiği

geçen yıl haberleştirilmişti.

Buna rağmen gazete bırakın

Google’dan yasaklanmayı,

arama sonuçlarını domine

etmeyi sürdürüyor.

EN BÜYÜK YANDAŞ

MEDYA, GOOGLE

ALGORITMASI

Koronavirüs aramasını geçenlerde

tekrar yaptım. Bu kez en

tepede bir haber karuseli çıktı.

Google algoritmasının seçtiği

10 haberden en önlerdeki ikisi

Hürriyet, biri Sabah’ındı.

Eğlence ağırlıklı Onedio’yu

bir kenara bırakırsak, eleştirel

sadece iki haber sonucu vardı

(Sözcü ve Cumhuriyet) ve bunlar

karuselin kimsenin gitmediği

yerinde, yani en sonundaydı.

Tekrar hatırlatıyorum:

Türkiye’de okurların ezici

çoğunluğu hiçbir haber sitesine

doğrudan gitmiyor.

Büyük bir kitle, Google

araması yapıp sonuçlarda

ne geliyorsa en üstlerdeki

birine tıklıyor. O yüzden

Google algoritmasının nasıl

çalıştığı, kamuoyunun sağlıklı

bilgilenmesi sürecinde

çok önemli.


16

Haberler dışında, siyaset

konulu “evergreen” (çabuk eskimeyen

içerikler) aramalarda

da durum vahim.

Mesela Google’ın “Kanal

İstanbul maliyeti” aramasında

öne çıkarmayı uygun gördüğü

“bilgi parçacığı” (snippet)…

Birkaç hafta öncesine kadar

mobilde yapılan aramalarda

Google, kanalın “maliyetini”

sorgulayanlara, Pendik merkezli

rastgele bir sitede yer alan son

derece spekülatif bu “gelir”

verilerini sunuyordu.

Bir örnek de partiler üzerinden

vereyim.

“AK Parti tarihi” diye de

aratsanız, “AKP tarihi” diye de

aratsanız Google’da ilk sıralarda

partinin resmi sitesi dışında

Sabah ve Akşam’ın sayfaları

geliyor.

GÜNCEL VE TARAFSIZ

KAYNAKLARDA ÇIFTE

STANDART

Ama “CHP tarihi” diye arattığınızda,

Google’ın ne hikmetse

“otorite” olarak gördüğü kim olduğu

belirsiz bir kişi tarafından

yazılmış “Bir tükenişin tarihi:

CHP” başlıklı yazı ilk sonuçlar

arasında çıkıyor.

Normalde sonuçları sıralarken

içeriğin güncelliğini çok

önemseyen Google, 2008 yılında

yazılmış ve “CHP’nin yaşadığı

son kurultay, Baykal’ın ömrünün

de çok fazla uzun olmayacağını

göstermiştir” gibi ifadelerin yer

aldığı bu metni neden en üst

sıralarda önümüze getiriyor

acaba?

2. GOOGLE HABERLER,

DEMIRÖREN VE

TURKUVAZ’A

ÇALIŞIYOR

Google’ın arama motorundan

ayrı olarak, bir de medya

sitelerine önemli miktarda trafik

sağlayan Haberler (Google

News) uygulaması var.

Google son günlerde bu uygulamayı

da tamamen Demirören

ve Turkuvaz gazetelerine

teslim etmiş durumda. Bu siteler

salgının başladığı günden beri

Google Haberler üzerinden on

milyonlarca tık almış olmalı.

Kim bilir, belki de Wikipedia

gibi yasaklanmaktan korkan

Google Haberler, milyonlarca

internet kullanıcısına bir haber

ve fikir çeşitliliği sunmuyor ve

sadece iktidara yakın kaynakları

onlara dayatıyor.

Geleneksel medyada zaten

neredeyse tekel olan iktidarın

sesini, dijitalde de Google gürleştiriyor.

Örneğin alttaki video, her

gün yüz binlerce okurun yaptığı

“son dakika” aramasında 15 Nisan

2020 tarihinde gelen haber

sonuçlarını gösteriyor. Neredeyse

hepsi Demirören ve Turkuvaz’ın

haber siteleri… Üstüne üstlük

Google, Milliyet’in ajans haberlerinin

derlemesinden ibaret

olan içeriğini “Kapsamlı” diye

okurlara öneriyor.

Şu da 30 Mart 2020’de Google

Haberler uygulamasının

ana sayfasından bir ekran görüntüsü:


17

3. GOOGLE

REKLAMLARI, YALAN

VE IFTIRAYI FINANSE

EDIYOR

Belki de arama sonuçlarından

bile önemli bir konu bu…

Çünkü hem şeffaflık, hem de

kullanıcının denetim gücü burada

çok daha az.

Türkiye’deki haber sitelerinin

neredeyse tamamı, dijital reklam

gelirleriyle kendilerini finanse

ediyor.

Dijital reklam alıp vermenin

birçok farklı yöntemi var. Gösterim

(display) temelli envanter

satışı ve programatik reklamlar

bunların en popülerlerinden.

Hangi yöntemi seçerse seçsin,

reklam gelirine dayalı çalışan

her haber sitesi, büyük oranda

Google’a mâhkum.

Çünkü envanter diye anılan

tıklanmış sayfalarındaki reklam

alanlarını, Google’ın AdSense

ve Ad Exchange gibi araçları

üstünden markalara satıyorlar.

Sistemi kuran Google da komisyoncu

olarak en yüksek kâr

marjlı geliri elde etmiş oluyor.

İKTIDARA YAKIN

SITELER NE YAPARSA

YAPSIN GOOGLE’IN

KARA LISTESINE

GIRMIYOR

Reklamverenler, markalarının

rahatsız edici, zararlı içerik veya

mecralarda görüntülenmesini

istemez. O yüzden bu sistemlerin

bazılarında uygulanan kara

listelere güvenirler.

Örneğin bir terör haberinde

kolay kolay reklam göremezsiniz.

Çünkü ya haber sitesi editörleri

markaların istediği üzerine bu

tür haberlerde reklam alanlarını

kendileri kapatır veya Google

gibi servis sağlayıcıların kara

listeleri ve yapay zekâları aynı

amaçla otomatik olarak çalışır.

Ama nedense Türkiye’de

bazı siteler (bugünlerde İngilizce

kara listelere giren koronavirüs

anahtar sözcüğü de dâhil her

konuda) ne kadar yalan ve iftira

yayımlarsa yayımlasın, bu kara

listelere girmiyor.

Bu siteler, Google üzerinden

markalar tarafından finanse

edilmeye devam ediyor.

Peki markalar dijital reklamlarının

nerelerde çıktığını

denetliyor mu?

Mesela gazetecilerin hakkında

bir mahkeme kararı olmamasına

rağmen terörist olarak

sunulduğu Sabah haberlerine

reklam verdiğinden Trendyol’un

veya Huawei’nin haberi var mı?

Ya da Bershka’nın İspanya’daki

merkezi, Türkiye şubelerinin

reklam yöneticilerinin, yine

Google üzerinden Akit gibi bir

dezenformasyon merkezini finanse

ettiğini biliyor mu acaba?

A Haber’in “koronavirüsü

yok eden milli cihaz” başlıklı

asparagasında, Google’dan

gelen reklamlarının farkında mı

Renault yöneticileri?

Ya Yeni Şafak’ın İngilizceye

bile çevirdiği koronavirüs konulu

sayısız komplo teorisi içeriğindeki

İş Bankası, THY ve TRT

World reklamları?

Devamı journo.com.tr’de


18

GAZETECILIK ETIĞI

Journo dikkat çekti,

TGC en iyi fotoğraf ödülünü

gerçek sahibine verdi

T

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), en iyi haber fotoğrafı dalında başarı

ödülünü, Hasankeyf’te çekilen bir fotoğrafla başvuruda bulunan yerel

muhabir Reşat Yiğiz’e verdiğini açıklamıştı. Journo, bu fotoğrafın Yiğiz’e

değil, AFP muhabiri Bülent Kılıç’a ait olduğunu TGC yetkililerine bildirdi.

Yiğiz hakkında kesin ihraç talebiyle soruşturma açıldı. Ödül, gerçek sahibi

olan Kılıç’a verildi.

Journo’ya konuşan Kılıç ise şunları söyledi: “Bu olay Türkiye’de gazeteciliğin

ne hâle düştüğünün nişanesidir… Ben 2.5 senedir basın kartımın

yenilenmesini bekliyorum. Fotoğrafımı çalan kişinin basın kartı var mı

bilmiyorum ama eğer varsa demokratik bir ülkede o kart bu olay nedeniyle

iptal edilirdi.”


19

TGC Gazetecilik Başarı Ödülleri’ne

dair önceki gün yayımladığımız

haberde, “En İyi Fotoğraf

” dalına yer vermemiştik.

Çünkü bu dalda ödüle layık

görüldüğü bildirilen eserin,

başvuruyu yapan yerel muhabir

Reşat Yiğiz’e değil, Agence

France-Presse (AFP) muhabiri

Bülent Kılıç’a ait olduğunu fark

etmiştik.

Kılıç’ın geçen yıl sonunda

Hasankeyf ’te çektiği fotoğrafı,

birçok yabancı haber sitesinde

de yer almıştı (örneğin Hindustan

Times’daki şu galeride

3. kare).

Demirören Haber Ajansı

(DHA) ve Batman Çağdaş gazetesi

için çalışan Yiğiz ise TGC

ödüllerine, bu yerel gazetede 23

Aralık’ta yayımlanan “Define

Avcıları” başlıklı haberdeki fotoğraf

kendisininmiş gibi başvurmuştu.

Bunun üzerine önceki gün

TGC yetkililerine ve Kılıç’a

bilgi verdik.

TGC: BU ETIK

SORUN NEDENIYLE

KAMUOYUYLA

ÜZÜNTÜMÜZÜ

PAYLAŞIRIZ

TGC Yönetim Kurulu bugün

yaptığı açıklamada, 41 yıldır ilk

kez bir etik ihlal ile karşılaştıklarını

ve Yiğiz’in aldığı ödülün

iptal edildiğini duyurdu. Ödül

Kılıç’a verilirken açıklamada

şöyle denildi:

“TGC üyesi olan Reşat Yiğiz

hakkında ise disiplin soruşturması

açılmasına karar verilmiştir.

TGC Tüzüğü’ne, Türkiye

Gazetecileri Hak ve Sorumluluk

Bildirgesi’ne, meslek onuruna

aykırı davrandığı, AFP’den

Bülent Kılıç’ın emeğini hiçe

saydığı ve kamuoyunu yanılttığı

için kesin ihraç talebiyle Onur

Kurulu’na sevk edilmiştir. İlk

kez yaşanan bu etik sorun nedeniyle

kamuoyuyla üzüntümüzü

paylaşırız.”

BÜLENT KILIÇ: SIZ

HABER VERMESEYDINIZ

BELKI FARKINA

VARMAZDIM

Journo’ya konuşan Bülent

Kılıç şunları söyledi:

Siz haber vermeseydiniz belki

farkına varmazdım veya geç

farkına varırdım. Bu cemiyet

için de bir ilk, benim için de bir

ilk. 41 senedir ilk defa böyle bir

yanıltmanın başlarına geldiğini

söylediler. Ben ödüle başvurmamıştım.

TGC’ye saygım

olduğu için, onların da burada

yanıltıldığını bildiğim için, onlar

açısından bu işin kolaylaştırılmasını

istedim. Temiz gazetecilik

duygularıyla yerel bir muhabiri

teşvik etmek istemişler.

Bu olay, Türkiye’de gazeteciliğin

ne hâle düştüğünün nişanesi…

Ben bu fotoğrafı Hasankeyf

sulara gömülmeden çekmek için

gecenin bir yarısı çalıştım. Haydi

gazetesine basmış, “Burası Türkiye”

deyip bunu da anlarım.

Ama yarışmaya gönderip çalıntı

fotoğrafla kendi reklamını yapması

inanılmaz.

‘SES ÇIKARMADIKÇA

HAK GASPLARINI

KABULLENMIŞ

OLUYORUZ’

Bu ülkede bir şekilde gazetecilik

yaşatılmaya çalışılıyor. Bir

yanda bu arkadaş sosyal medya

hesaplarında sürekli Kuran’dan

ayetler paylaşıyor. Bir yanda binlerce

gerçek gazeteci, hak sahibi

olmasına rağmen basın kartı bile

alamıyor. Ben de bunlardan biriyim.

Fotoğrafımı çalan kişinin

basın kartı var mı bilmiyorum

ama eğer varsa demokratik bir

ülkede o kart bu olay nedeniyle

iptal edilirdi. Ahlaki olarak, birikim

ve seviye olarak bu kişinin

bu mesleğe uygun olmadığına

karar verilirdi.

Ben şimdi dava da açabilirim,

bu konuda o kişiyi daha

zor durumda da bırakabilirim.

Aslında şahsen çok umrumda

değil ama biz bunlara izin verince,

ses çıkarmayınca, bu tür hak

gasplarını kabullenmiş oluyoruz.

Bu cüreti göstermelerinin nedeni

de zaten gazetecilik ortamında

süren bu adaletsizlik…

Journo’nun mesajlarına

dün ve önceki gün dönüş yapmayan

Yiğiz, bugün ödül geri

alındıktan sonra Independent

Türkçe‘ye şunları söyledi:

“‘Haber kaynağım fotoğrafı

bana WhatsApp’tan gönderdi.

Kendisinin çektiğini söyledi. Ben

daha önce bu fotoğrafı görmedim,

fotoğrafçıyı da tanımam.

Haber kaynağıma güvenerek

yanlış yaptım. Haber çıktıktan

sonra kimse ‘Bu fotoğraf benim’

diyerek uyarmadı.”

Yiğiz, TGC ödüllerine fotoğraf

dalında değil haber dalında

katılmak istediklerini ancak bir

hata yaparak başvuruyu fotoğraf

dalında ilettiklerini de öne sürdü.

Ancak sonrasında fotoğraf

ödülünü aldıklarına dair bir

haber yayımlayıp bunu neden

Twitter hesabından duyurduğunu

açıklamadı. Yiğiz, Twitter

hesabının da ismini değiştirip

korumaya aldı.

“GAZETECİ HERHANGİ

YAYININ BİLGİLERİNİ

KULLANDIĞINDA

MUTLAKA KAYNAK

BELİRTMELİDİR”

Türkiye Gazetecileri Hak ve

Sorumluluklar Bildirgesi‘nin

“Kaynak Gösterme” başlıklı

maddesine göre “Gazeteci, başta

haber ajansları olmak üzere, bir

meslektaşının ve herhangi bir

yayının sunduğu bilgileri kullandığında

mutlaka kaynağını

belirtmelidir.”

Bülent Kılıç


20

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ

Yerel sansürcüleri

harekete geçiren

10 koronavirüs haberi

2020 TGS Basın Özgürlüğü Raporu’ndan bir Türkiye medyası gerçeği:

Yerel gazeteciler, koronavirüs günlerinde artan baskıya rağmen kamu

yararına mesleklerini yapmakta ısrarcı. Rapordan 10 örnek olayı

aktarıyoruz.


21

Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın

(TGS), 3 Mayıs Dünya

Basın Özgürlüğü Günü’nde a-

çıkladığı rapor, ekleriyle beraber

150 sayfa…

Ülkü Şahin, İlyas Coşkun ve

Beste Dönmez Gedek imzalı bu

kapsamlı raporu okuyanların çoğu,

doğal olarak önce, hapisteki

gazetecileri ve ulusal yayınlara

yönelik ağır baskıyı konuşacak.

Journo olarak, #HaberinOlmaz

kampanyasıyla duyurulan

raporun satır aralarından, gazetecilerin

“yerel sansürcülerle”

mücadelesiyle ilgili birkaç güncel

ayrıntıyı da tarihe not düşmek

istedik.

YEREL MEDYADA BIR

AYDA 8 GAZETECI

GÖZALTINA ALINDI

Rapora göre sadece Mart

2020’de ve yalnızca koronavirüs

pandemisi özelinde, Türkiye’nin

dört bir yanındaki yerel medya

kuruluşlarında çalışan sekiz

gazeteci, haber ve yorumları

nedeniyle gözaltına alındı.

Kimileri gece yarısı kelepçelendi,

kimileri defalarca ifadeye

çağrıldı, kimileri hâlâ soruşturma

ve suç duyurularıyla karşı

karşıya.

Sadece İstanbul’da değil;

Kocaeli’den Rize’ye, Bartın’dan

Van’a her yerde vatandaşlar bilgi

edinme hakkına sahip. Tüm

illerde birçok gazeteci de vatandaşın

bu hakkı için, baskılara

rağmen görevlerini yapmaya

çalışıyor.

İŞTE BU GERÇEĞI, BIR AY IÇINDE YAŞANAN

10 VAKA ÜZERINDEN HATIRLATIYORUZ.

1

2

Salgının merkez üslerinden Kocaeli’deki ilk ölümlere dair haber

Ses Kocaeli’nin Genel Yayın Yönetmeni İsmet Çiğit, gazetenin internet sitesinde

yayımlanan, Derince Araştırma Hastanesi’nde koronavirüs kaynaklı hastalıktan iki

kişinin öldüğüne ilişkin haber üzerine gece yarısı kelepçelenerek gözaltına alındı.

Olayı duyunca Emniyet Müdürlüğü’ne giden gazetenin yöneticisi ve yazarı Güngör

Aslan, “Haberi o yapmadı, ben yaptım” deyince Çiğit serbest bırakıldı, onun yerine

Arslan gözaltına alındı. Arslan ve daha sonra Emniyet’e çağrılan Sorumlu Yazı İşleri

Müdürü Ahmet Serimer ifadelerinin ardından serbest bırakıldı.

Büyükşehir olmadığı hâlde sokağa çıkma yasağı uygulanan tek il

olan Zonguldak’taki ‘özel defin’ haberi

Zonguldak 10 Temmuz Mezarlığı’na, bir cenazenin özel kıyafetli görevlilerce defnedildiği

haberini yapan gazeteciler hakkında “halkı paniğe sürüklediği” gerekçesiyle

soruşturma başlatıldı.

Polis ekipleri; Halkın Sesi, İmza ve Tempo gazeteleriyle Elmas 67 televizyonu ve

Lens Medya’nın bürolarına gidip gazetecileri gözaltına aldı. İfade alımının ardından

adli kontrol tedbiri ile sulh ceza hâkimliğine sevk edilen gazeteciler, haklarındaki

talep reddedilince serbest bırakıldılar.

3 4

Sınır ili Van’dan yapılan

koronavirüs haberleri

Van’da serbest gazetecilik

yapan Ruşen Takva, koronavirüs

haberleri nedeniyle üç

gün üst üste ifadeye çağrıldı.

Halkı korku ve paniğe sevk

etme suçlarından hakkında

soruşturma başlatıldığını

söyleyen Takva, ifade verdi.

‘Rize’ye dönen umreciler

karantina altına alınmadı’

haberi

Rize Cumhuriyet Savcılığı, “Umreden

Rize’ye dönen 500 vatandaş karantina

altına alınmadı” haberi nedeniyle

Nabız haber sitesinin muhabiri

Gençağa Karafazlı hakkında, “halka

korku ve panik yaymak” gerekçesiyle

soruşturma açtı. Gözaltına alınan Karafazlı,

ifadesinin ardından tutanak

imzalatılarak serbest bırakıldı.


22

İŞTE BU GERÇEĞI, BIR AY IÇINDE YAŞANAN

10 VAKA ÜZERINDEN HATIRLATIYORUZ.

5 6

7

8

10

Diyarbakır Cezaevi’nden

gelen koronavirüs mektuplarına

dair haber

Diyarbakır Cezaevi’nden koronavirüse

ilişkin kendisine gelen

mektupları yazılarında ve sosyal

medya hesabında paylaşan gazeteci

Nurcan Baysal’a, halkı korku

ve paniğe sevk etmek suçlaması

ile soruşturma açıldı.

Mardin’de koronavirüs kapan çocuklar

haberi

Mezopotamya Haber Ajansı muhabiri Ahmet

Kanbal, Mardin Devlet Hastanesi’nde koronavirüs

testleri pozitif çıkan üç çocuk ile negatif çıkan yedi

çocuğun aynı ünitede karantinaya alındığı iddiasını

haberleştirmesi nedeniyle emniyete çağrıldı.

Mardin İl Emniyet Müdürlüğü Güvenlik Şube’den

Ahmet Kanbal’ı arayan polisler, kendisi hakkında

“halkı kin ve düşmanlığa sevk etme” iddiaları ile

soruşturma başlatıldığını bildirdi.

‘Çaykur’da virüs alarmı’

9

haberi

“Çaykur’da virüs alarmı” ve

“Virüs işçilere bulaştı” başlıklı

haberler nedeniyle söz konusu

şirket, Rizeli gazeteci Gençağa

Karafazlı hakkında suç duyurusunda

bulundu. Şirketin yazılı a-

çıklamasında, “Yerel bir internet

sitesinde, yeni tip koronavirüs

haberiyle Çaykur’a karşı algı o-

luşturulmaya çalışılıyor” denildi.

Van’da bir gazeteci daha

hedefteydi

Van’da serbest gazetecilik yapan

Oktay Candemir, Van Emniyet

Müdürlüğü Şubesi’nden aranarak

ifadeye çağrıldı. Koronavirüs

ile ilgili yaptığı paylaşımlar

nedeniyle halkı korku ve paniğe

sevk etme suçundan hakkında

soruşturma açılan Candemir

ifade verdi.

6. ‘Bartın’da bir doktorun

testi pozitif çıktı’

haberi

Bartın’da yayın yapan Halk

gazetesi ve Pusula gazetesinin

sahibi Mustafa Ahmet

Oktay ile Yazı İşleri Müdürü

Eren Sarıkaya, savcının talimatı

üzerine Siber Suçlarla

Mücadele Şubesi tarafından

gözaltına alındı.

İki gazeteci, “Bartın’da bir

doktorun testleri pozitif çıktı”

başlıklı haber dolayısıyla

halkı paniğe sevk etmekle

suçlanıyordu. Oysa ki haber

doğruydu. Zira Bartın Valiliği

de gazetecilerin gözaltına

alınmasından bir saat sonra

haberi doğrulayan bir açıklama

yaptı. Gazeteciler ifade

alımının ardından serbest

bırakıldılar.

‘Diyarbakır Adliyesi kapandı’

haberi

Koronavirüse karşı alınan

tedbirleri içeren “Diyarbakır

Adliyesi kapandı” başlıklı haberi

sosyal medya hesabında

paylaşan Mezopotamya

Haber Ajansı’nın yargı muhabiri

Aydın Atay hakkında

soruşturma başlatıldı. Halk

arasında endişe, korku ve

panik yaratmakla suçlanan

Atay, Diyarbakır Emniyet

Müdürlüğü Siber Suçlarla

Mücadele Büro Amirliği’ne

ifade verdi.

Atay, paylaşımı haber amaçlı

yaptığını belirterek hakkındaki

suçlamaları reddetti

ve sosyal medya hesabında

paylaştığı haberin suç teşkil

etmediğini, aksine haberin

içinde Diyarbakır Barosu ve

Cumhuriyet Başsavcılığı’nın

adliyede koronavirüsüne karşı

aldığı tedbirlerin yer aldığını

söyledi.


23

20 MADDEDE RAPORDAKI SAYISAL VERILER

1. ‘Yargı Reformu’na rağmen 85 gazeteci hâlâ hapiste (1 Nisan 2020 itibarıyla bu sayı 86’ydı).

2. Son bir yılda 103 gazeteci, 108 kez gözaltına alındı.

3. Gazeteciler en az 239 günü gözaltında geçirdi.

4. Son bir yılda 28 gazeteci cezaevine girdi.

5. Bu gazetecilerden 9’u hâlâ tahliye edilmedi.

6. 6 gazeteci, iddianame hazırlanmasını bekliyor.

7. 11 gazeteci gözaltındayken darp edildiğini beyan etti.

8. 2 gazeteci çıplak aramaya maruz kaldığını bildirdi.

9. Son bir yılda gazetecilere en az 76 yeni soruşturma açıldı.

10. Gazetecilerin sanık veya davalı olduğu en az 166 yargılama yapıldı.

11. 48 gazeteci beraat etti.

12. Gazeteciler toplamda en az 178 yıl 6 ay 9 gün hapis cezasına çarptırıldılar.

13. Gazeteciler aleyhine en az 148.380 TL tutarında adli para cezası verildi.

14. Son bir yılda en az 37 gazeteci fiziki saldırıya maruz kaldı.

15. Fiziki saldırıya uğrayanların 23’ü ulusal, 14’ü yerel medya çalışanı.

16. Son bir yılda RTÜK’ten medyaya 20 idari yaptırım kararı çıktı.

17. RTÜK toplamda 16 defa yayın durdurdu.

18. RTÜK ayrıca medyaya 1.033.864,00 TL idari para cezası kesti.

19. TGS anketine göre gazetecilerin yüzde 80,8’i sansüre uğradığını düşünüyor, yüzde 78,7’si

otosansür uyguladığını belirtiyor.

20. TGS verilerine göre medya sektöründe işsizlik oranı yüzde 25-30 arasında.

SON BIR YILIN EN ABUK 5 SANSÜR GIRIŞIMI

1. Karikatüre bile erişim engellendi: Berat Albayrak’ın Kanal İstanbul güzergahında arsa satın

almasıyla ilgili haberler basına yansıdı. Albayrak tarafı, “İmkânı olan her vatandaşın yapabileceği

sıradan bir satın alma” dedi. Buna karşın ilgili haberlere ve hatta Leman dergisinin kapağına bile

erişim engeli koydurdular.

2. Soru sordu, soruşturma açıldı: Hülya Koçyiğit’in damadı Ender Alkoçlar’ın sahip olduğu

şirketin, Antalya Konyaaltı sahili plaj işletmesini alması tartışma yaratmıştı. Antalya

Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek’in canlı yayımlanan basın toplantısında

haberimizvar.net sitesinin Genel Yayın Yönetmeni Ebru Küçükaydın, bu konudaki usulsüzlük

iddialarını sordu. Alkoçlar Turizm bu sorular nedeniyle Küçükaydın hakkında suç duyurusunda

bulundu. Antalya Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlattı.

3. ‘Harçlık hacizi’ haberlerine engelleme: İstanbul Cağaloğlu Anadolu Lisesi Müdürü Necati Yener’in

“kendisine dava açan öğrencilerin harçlığına haciz koydurduğuna” yönelik iddialar haberleştirildi.

Yener, mahkemeye başvurup 15 sitede yayımlanan bu haberlere erişim engeli getirtti.

4. Dubai şeyhine sansür kalkanı: Sözcü muhabiri Yaşar Anter, Dubai şeyhi Abdullah Al Futtaim’e

ait 110 metre uzunluğunda, 600 milyon Euro değerindeki lüks yata ilişkin haberi nedeniyle

gözaltına alındı. İfade işleminin ardından savcılık tarafından tutuklama talebiyle Sulh Ceza

Hâkimliği’ne sevk edilen Anter neyse ki serbest bırakıldı.

5. Trafik kazası haberi yaparken gözaltı: Demirören Haber Ajansı (DHA) muhabiri Ümit Uzun,

İstanbul Gaziosmanpaşa’da bir trafik kazasını haberleştirmeye çalışırken polis tarafından

tartaklanıp kelepçelendi. İlçe emniyet müdürünün talimatı ile serbest kalan gazeteci, polislerden

şikâyetçi oldu. Ama Uzun hakkında polise mukavemet ve hakaret suçlarından kamu davası açıldı.


24

KADINA ŞIDDET

Gazeteciler ‘sonraki

adımı’ düşünmeli

SEDA TAŞKIN

Kadın cinayetleri ve şiddet

davalarında gazetecilerin nelere

dikkat etmesi gerektiğini gazeteci

Sibel Yükler, akademisyen Nevin

Yıldız ve feminist avukat Diren

Cevahir Şen ile konuştuk. En önemli

tavsiyelerinden biri: “Sonraki

adımı düşünmek de gazetecinin

sorumluluğudur.”

G

Gazeteciler kadın cinayetleri

duruşmalarının takibini nasıl

yapıyor? Tutanakta yer verilen

her bilgi habere yansıtılmalı mı?

Görsel seçiminde nelere dikkat

edilmeli? 25 Kasım Kadına Yönelik

Şiddetin Ortadan Kaldırılması

İçin Uluslararası Mücadele

Günü vesilesiyle bu soruları bu

alanda çalışan üç isme sorduk.

Kadın cinayetleri duruşmaları

takibinin sıklıkla yapıldığı durumlarda

hukuki bilgilere vakıf

olunması gerektiğinin altını çizen

gazeteci Sibel Yükler, “Takip

ettiğiniz davanın politik bir dava

olduğunu unutmamalısınız” diyor.

Son dönemde Emine Bulut,

Şule Çet ve Ceren Damar’ın katillerinin

yargılandığı davalarda,

hızlı haber aktarımı nedeniyle

pek çok yanlış bilginin dolaşıma

girdiğine şahit olduğunu söyleyen

Yükler, dava takibinin, duruşmalarda

geçen her bilginin olduğu

gibi aktarılacağı anlamına gelmediğini

söylüyor.

‘KADINLARIN IFŞA

EDILMIŞ ÖZEL

HAYATLARINI

OKUYORUZ’

Yükler, “Öldürülen kadınların

gizlilik ve mahremiyet

haklarının gözetilmesi gerekir,

rahatlıkla ihlâl edilmemeli. Bazen

günlerce, bu kadınların ifşa

edilmiş özel hayatını okuyoruz.

Hiç unutmamak gerekir ki, sadece

öldürüldüğü için özel hayatı

konuşulan bu kadınların, artık

hayatta olmadığı için buna dur

diyemeyecek, itiraz edemeyecek

ve savunmada bulunamayacak

olması, pervasızca ya da rahatlıkla

bu bilgilerin dolaşıma sokulabileceği

anlamına gelmiyor”

diye konuşuyor.

Sanıkların “suçtan sıyrılmak”

ya da “indirim almak” için öne

sürdüğü iddiaların süzgeçten

geçirilerek verilmesi gerektiğini

aktaran Yükler, şu ifadeleri

kullanıyor: “Örneğin, sanık

ve müdafilerin indirip almak,

suçtan ‘yırtmak’ için ne derece

alçaldığını gösterirken süzgeçten

geçirmediğiniz bazı bilgiler, bir

kısım okurda tam tersi bir etki

yaratabilir; mesela olumlayabilirler.

Evet, sanığın tutumunu,

suçu ve zihniyetini ifşa etmek

gerekiyor, buna ihtiyacımız var

ama sadece gazeteci olarak bir

sonraki adımı düşünmek de

bizim sorumluluğumuz.”

‘DAVAYA TÜM

BOYUTLARI ILE VAKIF

OLUNMASI GEREKIYOR’

Davaya tüm boyutları ile

vakıf olunması gerektiğinin

de altını çizen Yükler devam

ediyor: “Örneğin, Emine Bulut

davasında daha ilk celsede savcı

mütalaasının açıklanması ‘yüreklere

su serpiyor’ diye geçiştirildi.

Hâlbuki en çok bu durumun

üzerinde durmak gerekiyordu.

‘Tasarlayarak öldürme’ ve ‘canavarca

hisle öldürmeden ceza

istenen iddianamenin aksine,

savcı yalnızca canavarca hisle öldürmeden

ceza istemiş ve başka

indirimin yapılmaması yönünde

mütalaa vermişti. Mahkeme

heyeti duruşma boyunca, Fedai

Varan’ın Bulut’u tasarlayarak

öldürüp öldürmediğinin üzerine

gitmedi, duruşmayı takip

eden gazeteciler de buna dikkat

çekmedi.”

‘DURUŞMA TAKIP

ETMEK, TWEET ATMAK

DEĞILDIR’

“Diğer husus da Emine Bulut’un

öldürülmeden dört saat

önce karakola gitmesine rağmen

korunmaması bilgisiydi. Bu

bilgiyi sanık müdafi vermişti ve

Bulut’un aile avukatı, ‘bu bilginin

bu davayla ilgisi olmadığını’

söylemişti. Halbuki, kimden

geldiğinin önemi olmaksızın bu

bilgi bizatihi hayatiydi. Çünkü

Emine Bulut, 6284 Sayılı Kanunu

uygulamayan polislerin


25

ihmali sonucu korunmayarak

göz göre göre ölüme gönderilmiş

olabilirdi. Nihayetinde, ikinci

celsede sanık Fedai Varan’a

sadece kasten öldürmeden ceza

verildi, duruşmayı takip edenler

ise ‘müebbet alması’ sebebiyle

asıl resmi görmezden geldi.

Hayır, Varan’a zaten gerekli

indirimler yapılmıştı ve Bulut’un

ölümünde ihmali olanların araştırılmasının

önüne geçilmişti,

üstelik tasarlama olup olmadığı

bile araştırılmamıştı. Duruşma

takip etmek, duruşmadan olan

biteni sürekli tweet atmak değildir.

Mühim olan bir gazeteci

sorumluluğuyla hareket edip

işleyişteki aksaklıkları, zihniyeti,

suçu, suçluyu teşhir etmektir.”

‘SUÇ VE SUÇLUNUN

IFŞA ETMEK YERINE

ROMANTIZE EDILIYOR’

Televizyon, gazete ve haber

ajanslarının hatalarına her gün

tanıklık ettiğini aktaran Yükler

bunu şöyle açıklıyor: “Öldürülen

kadınların ve hayatlarının ifşa

edildiği, sanık iddialarının çarşaf

çarşaf verilerek cinayetlerin

gerekçelendirildiği, kadınların

kimliklerinin toplumsal kodlarla

ön plana çıkarıldığı, nasıl öldürüldüklerinin

pornografik malzeme

hâline getirildiği, şiddetin

ve cinayetin normalleştirildiği,

politik değil münferit cinayetler

olarak görüldüğü haberlerden

bahsediyoruz. Suçun, suçlunun

ifşa edilmek yerine cinayetin romantize

edildiği, faillerin korunduğu,

5N1K haber unsurundaki

‘neden’ ve ‘nasıl’ sorularının

tık almak için meşrulaştırma

aracı olarak kullanıldığı binlerce

haber okuyoruz. Örneğin,

Emine Bulut’un öldürülmesi,

cinayetin çocuğunun yanında

işlenmesi ön plana alınıp ajitasyona

araç edilmişti, Münevver

Karabulut’un öldürülmesi ise

sanık iddialarıyla olumlanarak

gerçeklendirilmişti.”

‘HABERLERI

YAZAN MEDYA

VE ÇALIŞANLARI

TOPLUMDAN AZADE

DEĞIL’

Yapılan haber ile okura bir

mesaj gönderildiğini aktaran

Yükler devam ediyor: “Dil,

toplumda dönüşür medyaya

yansır, medyadan topluma geri

döner. Birbirini besleyen iki

güçten bahsediyoruz. Örneğin,

toplumsal anlamda tecavüz

kültürünü besleyen yayıncılık yaparsanız,

bu dil topluma döner

ve bu zihniyeti beslemeye devam

eder. Şunu bilmek gerekiyor;

bu haberleri yazan medya ve

çalışanları, toplumdan azade

değil. Haberi yazan gazeteci,

aynı içinde bulunduğu toplum

gibi, haberini yazdığı kadın için

‘O saatte orada ne işi varmış?’

diye düşünebilir, düşünüyor

da zaten. Ya da hiç böyle bir

zihniyete sahip olmadan, örneğin,

sanıkların iddialarına

ve indirim almak için izlediği

yol ve yöntemlere detaylıca yer

veren haberler, bir başka fail

veya fail adayına yol ve yöntem

sunabilir. Ankara’da, yolcu bir

kadına cinsel saldırıda bulunan

halk otobüsü şoförü duruşmaya

‘dersine çalışıp gelmiş,’ indirim

almak için kadın katillerininkine

benzer beyanlarda bulunmuştu.

Tam da duruşma esnasında, dersine

de haberlerdeki sanıkların

ifadelerini okuyarak çalıştığını

beyan etmişti.”

‘GAZETECILERIN

KULLANDIĞI DIL ERKEĞI

MAĞDUR DURUMUNA

DÜŞÜRÜYOR’

Hacettepe Üniversitesi İletişim

Fakültesi Öğretim Üyesi

Doç. Dr. A. Nevin Yıldız ise kadına

yönelik şiddet haberlerinin

geçmişine bakıldığında bunların

genelde üçüncü sayfa adli vaka

olarak haberleştirildiğine dikkat

çekti. Bu tür haberler ile kadına

yönelik şiddetin politik bir mevzu

olduğu gerçeğinin üstünün

örtülmek istendiğini aktaran

Tahincioğlu, “Bu haberler ile

şiddet, iki kişi arasındaki duygusal

ilişkinin sonucuymuş gibi

tanımlanıyor. Bir kapkaç olayı

gibi değerlendiriliyor. Adına da

‘aşk cinayeti’, ‘namus cinayeti’,

‘töre cinayeti’ deniliyor” diyerek

gazetecilerin kullandığı haber

dili ile erkeği hem muktedir hem

de mağdur durumuna düşürdüğünü

söylüyor.

‘KADIN BAKIŞ AÇISINA

SAHIP GAZETECILIK

YAPILMALI’

Geçmiş dönemde incelediği

dosyalarda savcıların öncelikle

kadının eşini aldatıp aldatmadığına

baktığını söyleyen Yıldız

şu ifadeleri kullanıyor:

“Eğer kadın erkeği aldatmışsa

zaten savcı tahrik indirimi veriyordu.

Bu noktada gazeteciler

aldattı mı, aldatmadı mı sorusunu

sormadan haber yapmalıdır.

Ya da kadının herhangi ‘ahlaksızlığı’,

‘sadakatsizliğini’ ima

etmeden haberini yapmalıdır.

Şule Çet olayında olduğu gibi

‘o saatte orada ne işi vardı?’,

‘Özge can bakire miydi yoksa

değil miydi? Bunlar haberde yer

almamalıdır. Özgecan ile aynı

dönemde seks işçisi bir kadın

parçalara ayrılarak katledilmişti

ancak kimse onu tartışmadı.

Çünkü masumiyet karinesi aranıyor.

‘Düzgün’ yaşayan birinin

başına geldiğinde bu başka bir

şeye dönüşüyor. Bu hatayı gazeteci

de yapıyor.”

Devamı journo.com.tr’de


26

J RAPORU

Babacan belgeselini,

yapımcısıyla konuştuk

J Raporu’nun yeni bölümüne, Ali Babacan belgeseliyle gündem yaratan 140journos’un

kurucularından Engin Önder konuk oldu. Önder, TRT işlevini yerine getirmediği

için, 140journos olarak zarar bile etseler bir kamu yayıncısı gibi herkese mikrofon

uzatma sorumluluğu hissettiklerini söylüyor. Peki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da

Babacan’ı eleştirirken atıfta bulunduğu belgesel bir “PR” çalışması mıydı? 140journos,

YouTube’dan ne kadar kazanıyor? Bir saatlik podcast’te tüm soruları yanıtlayan Önder,

Babacan belgeseliyle birlikte yeni medya yayıncılığında ilk kez denedikleri iki yeniliği de

açıkladı.

JJourno Proje Editörü Emre kurucularından Engin Önder’in

Kızılkaya ve TGS Akademi Ali Babacan belgeseliyle ilgili

Direktörü Orhan Şener’in ayın sözleri şöyle:

medya olaylarını değerlendirdiği

Raporu‘nu yine dinleyicilerin

katılımıyla canlı olarak kaydettik.

2012-2016: VATANDAŞ

HABERCILIĞINDEN

VIDEO BELGESELE

GEÇIŞ

Spotify‘ın yanı sıra Apple

Podcasts, Google Podcasts,

Spreaker, Listen Notes ve Pod-

Tail gibi diğer birçok platform

üzerinde de dinleyebileceğiniz

yayına konuk olan 140journos

Sekiz buçuk yıl oluyor

140journos’a başlayalı ve gazeteciliğin

okulunu okuyarak bu

alana girmedik. Alaylı girdik.

Daha doğrusu, girdik de çok saçma

bir laf. Sanki böyle yatırım

yapıp girmişiz gibi anlaşılıyor.

Üniversitede okurken çevresinde

olup bitenlere kayıtsız kalmayan

bir arkadaş grubuyduk. Sonrasında

140journos bu noktalara

geldi. Gazeteciliğin içindeki yeri

de sekiz buçuk yıldır tartışılır.

140journos hangi forma bürünse

hep eleştirilmiştir.

2015 yılında AR-GE yaptığımızı

söyleyerek Tinder’dan bir

yayın yapmaya başlamıştık, bir


27

deney kapsamında. Acaba gazetecilikte

bilgiyi bir kaynaktan

topluluklara değil de, doğrudan

kişilere aktarmak bir yol olabilir

mi, bu bir metodoloji olarak

benimsenebilir mi diye bir sürü

şey denedik. Bunun için WhatsApp,

Snapchat kullanmayı da

denedik. Bazılarının kullanımı

bugüne kadar devam etti.

2012’de ilk başladığımızda

vatandaş haberciliği yapıyorduk.

Yorumumuzu hiç katmıyorduk.

Sadece sokakta olan insanlara,

derdini sokakta anlatmaya

çalışan insanlara -ki kamusal

alan çok önemli- ayna tuttuk

diyebilirim, 2016’ya kadar özellikle.

“Neden buradasınız” diye

soruyorduk, başka hiçbir soru

sormuyorduk insanlara ve onun

kaydını yayımlıyorduk.

Böyle başlayan bir haber

iletme pratiği, yıllar içerisinde,

özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden

sonraki OHAL ilanından

itibaren, kamusal alanda vatandaş

haber içeriğini göremememizle

[dönüştü ve] başka sorular

sormaya başladık. Ne yapabiliriz?

İnsanların derdini, tasasını nasıl

ifade edebiliriz? Videoya meyletmeye

başladık o dönemde.

BABACAN BELGESELI:

SIYASETIN KALBINE EN

ÇOK YAKLAŞTIĞIMIZ YER

2017’nin başından beri belgesel

formu içeren, video art

da içeren farklı farklı içerikler

ürettik. Böyle 150’den fazla

içerik var şu an YouTube kanalımızda.

Babacan çalışması ise

siyasetin kalbine, magmaya en

çok yakınlaştığımız yer olabilir.

Daha önce birçok siyasi çektik

ama çok farklı profillerdi. Farklı

bağlamlarda çekilmişlerdi. Mesela

Hasan Mezarcı, eski Refah

Partisi milletvekili ama şu anda

bambaşka bir iddia içerisinde.

Geçen yıl onu çektik, hâlâ en

çok izlenen işimiz…

Şimdiki tabii bambaşka bir

şey: Babacan, Erdoğan’ın çok

ciddi bir rakibi. Yıllardır sessiz

bir figür. Çok tanımıyoruz. Bu

işe başlamadan önce YouTube’a

Ali Babacan yazdığımızda o

kadar az içerik çıkıyordu ki…

‘SAKIN KADER DEME’

ISMI, ERDOĞAN

BELGESELININ DEVAMI

Mesela “Kaderin Üstünde

Bir Kader” diye bir serimiz var.

Erdoğan’ın 25 yıl içerisindeki

güç konsolidasyonunu anlatıyor.

Orada çok basitti Erdoğan

görüntüsü bulmak, Erdoğan ile

ilgili analizler yapmak… Medya

personası olduğu için. Ama Ali

Babacan daha gizli, gizemli bir

figürdü; tanımıyorduk. Bizim de

çok kısıtlı bilgimiz vardı.

Ve biz onlara [Ali Babacan’ın

ekibi] yazdık. Ali Babacan parti

kuracak diye kıyamet koparken…

Yazdık, “Konuşabilir miyiz” diye.

Onlar da “Bir tanışalım, konuşalım,

nasıl yaklaşmak istiyorsunuz”

dediler. Biz kafamızdakini

anlattık ve anlaşamadık. Bayağı

bir sürdü bu. “Biz bunu yapmak

istiyoruz” dedik.

BABACAN AÇILA AÇILA

GELDI, KAMUOYU

BASKISI ÇOK KIYMETLI

Geçmişle ilgili şey doğru

yani. Ali Babacan, Ruşen Çakır

röportajında da söyledi bunu

partiyi kurduğu gün. Çakır,

“Biraz ketum davranıyorsunuz

özeleştiri meselesine gelince”

demişti. Evet, doğru yani. Açıla

açıla geldi bence Ali Babacan.

Bizim tanıklık ettiğimiz son

altı yedi ay içerisinde de bunu

gözleme fırsatım oldu. Bu kamuoyu

baskısı çok kıymetli. Gelen

yorumlar, “PR mı” şeyi falan, şu

an Ali Babacan’a da etki ettiğini

biliyorum.

Biz en başta bir plan çizdik.

Dedik ki: Sonuç olarak bunu

“Kaderin Üstünde Kader” serisinin

devamı gibi düşünelim.

Hatta ismi de “Sakın Kader

Deme.” Bunu Babacan koymadı.

Biz bunu 140journos

evreni içerisinde [yaptık]. Güç

konsolidasyonunu biraz karikatürize

ediyoruz. Ancak o şekilde

barışabiliyoruz. Onu ancak öyle

konuşur hâle getiriyoruz.

Bu nesille ilgili bir şey olabilir.

Çünkü ben başka bir lider

görmedim hayatımda. 28 yaşındayım.

Sadece Erdoğan ve

Erdoğan’ın takımını gördüm.

Başka bir metodoloji, başka bir

üslup görmedim; bu programı

şu an izleyen birçok arkadaşımız

da öyledir.

BABACAN

BELGESELININ ISMI VE

KONSEPTI UYDU

Bu yüzden Babacan’ı tanımak,

o evrenin içerisine oturtmak

gerekiyordu. Kaderin Üstünde

Kader diye anlattığımız o

güç konsolidasyonu hikâyesinde

Babacan nereye denk düşüyor?

Babacan bence “sakın kader

deme” denilen kısma denk düşüyor.

Böyle koyduk bu ismi. Bütün

bu süreci takip etmemizden,

altı yedi aylık hasbihâlimizden

diyelim ve sorduğumuz sorulara

gelen cevaplardan, kamera

kapalıyken de takip ettiğimiz

Babacan’dan total bir şey alarak

“Sakın Kader Deme” dedik.


28

Babacan rasyonel birisi.

O “kader” anlatısının içine

kendisini çok sokmayan birisi.

Ekonomik realiteler üzerinden,

iktisat üzerinden toplumu o-

kuyan; hakları ve özgürlükleri,

hepsini bunun üzerinden okuyan

bir insan. İsim ve konsept genel

olarak uydu.

EN UZUN SÜRE ÇEKIM

YAPTIĞIMIZ, EN

KAPSAMLI ANLAMA

SÜRECI

Elimizde hiçbir şey yoktu.

Önce tanıyoruz. Zaman geçiriyoruz.

Röportajlarımızı genelde

öyle yaparız. Çok uzun vakit

geçiririz. 72 saat burada kayıt

yapılmış. Bakın, kameranın açık

olduğu, bilinçli kayıt 72 saat.

Ama video 31 dakika 15 saniye.

O kadar çok görüntü vardı ki

hayatının birçok alanına dair.

Bizim için çok büyük bir görev

oldu. Kayıtları sadece izlemek

bile… Sonra not alıyorsun.

Bizim de boyumuzu aşan bir

projeye dönüştü. En uzun süre

çekim yaptığımız, en kapsamlı

anlama süreciydi.

SALGINDA ILK

VAKANIN ÇIKTIĞI GÜN

ÇEKIM BITTI, PARTI

KURULDU

Salgında ilk vakanın çıktığı

gün çekim bitti ve parti de o

gün kuruldu. Çekim için ilk kez

Ankara’ya şubatın ortasında

gitmiştik. ODTÜ Eymir Gölü’nde

çocuğuyla bisiklet sürme,

rutiniymiş, onları çektik. Aileyi

biraz tanımaya çalıştık. Babacan

profilini anlamaya çalıştık.

Bu üç dört gün sürdü. Sonra

[İstanbul’a] gelindi. Sonra beş

kişi tekrar Ankara’ya gidildi ve

bu gidiş on bir gün sürdü. Hepimiz

İstanbulluyuz, yaklaşık iki

hafta Ankara’da bulunduk. İki

kamera, iki editör ve bir de “line

producer” olarak gittik. Beş kişi

bile fazla aslında. Bir odaya giriyoruz,

toplantısı oluyor, odada

zaten 15 kişi var, beş kişi de biz

giriyoruz.

SINEMA KAMERASI

IŞIN RENGINI BIRAZ

DEĞIŞTIRIYOR

Kurgunun bir kısmı da sahada

yapılıyor. Bizim de görsel ile

olan ilişkimiz izledikçe, yaptıkça,

yanıldıkça gelişiyor. Yeni şeyler

deneniyor yani. Estetik anlamda

keyif aldık. Sinema kamerası işin

rengini biraz değiştiriyor. Ali Babacan’ın

internette görüntüsünü

bulamadığımız bir yerde gidip

sinema kamerasıyla çocuğuyla

bisiklet binmesini çekince “Hayırdır

abi” deniliyor. Estetik bir

görüntü. Biraz çatışma yaratan

bir şey. Üzerine de konuşulası

bir şey. Bu başlayan tartışmayı

sevdiğimi itiraf etmem lazım.

Çünkü bir şeyi estetize etmekle

ilgili bizim ister istemez yönelimimiz

oluyor.

[Arşiv görüntüleri konusunda]

Babacan ekibinden

hiç görüntü alamadık. Ama

Anadolu Ajansı’nın Babacan

ile çektiği tüm görüntülerin deşifresi

falan vardı, medya takip

merkezinin tutuyor ya hani…

Onlar bizim için bir dizin işlevi

gördü diyebiliriz. “Ermenistan

ile sınırlar ne zaman açılacaktı

da Babacan oraya gitmişti” sorusunu

yanıtlamak için oradaki

tarihleri kullandık. Çünkü tam

o günün ana haber bültenlerini

bulmamız, TV akışını bulmamız

gerekiyordu. İpuçlarından diğer

ipuçlarına sıçrayarak bilgileri

toplama çalıştık.

CANON C200,

KIRALIK LENSLER,

YAKA VE SHOTGUN

MIKROFONLAR

Çekimlerde Canon C200

kullandık. Bir sürü lens kiraladık

bunun için. Özendik bu işe diyebiliriz.

Çünkü ilk kez bu kadar

magmaya yaklaştığımız bir şey

vardı. İyi görünmesini istedik.

Seste de Ali Babacan ile gezdiğimiz

mekânlarda çoğunlukla bir

yaka mikrofonu takılıydı. Ama

iki sinema kamerasının üzerinde

de shotgun mikrofonlar vardı.

En sonunda da ses mühendisine

gitti, ses miksajı profesyonel

yapıldı. Ama ses çok önemli,

empatiyi kurmanızı sağlayan bir

şey sonuçta.

BABACAN

BELGESELINDE

140JOURNOS’U EN ÇOK

NE ZORLADI?

Bir siyasi parti kuruluyor. Büyük

bir gizlilik var. Hiçbir şeyin

sızmaması gerekiyor. Orada bir

koşuşturmaca vardı. O biraz

gergin bir koşuşturmacaydı. O

denklemin içerisinde kalmaya

çalışmak… Özel bir belgesel

çekiyorduk. [DEVA Partisi]

Genel merkezini çektiğimiz daha

parti başvurusu yapılmamıştı.

Çalışma biçimimiz açısından bu

kısımlar yeniydi.

(Ankara çekimlerinden sonra

İstanbul’da kurgu nasıl yapıldı?)

Bu [izlediğiniz belgesel] dördüncü

versiyonun yedinci ara kopyası.

Her versiyonda iş kısaldı

kısaldı. Çünkü 45-50 dakikalarla

başladık. Çok uzundu ama bir

sürü şeye de cevap veriyor. İşte

bu da bizim çatışmamız: “Estetik

bir şey olsun ama seyir değeri

devam etsin” düşüncesiyle bir

kurgu yapıyoruz. Seyir değeri

bizim için çok önemli. Bu son

girdiğimiz yolda etkili kılan,

işlediğimiz içeriğin ne olduğunu

insanlara konuşturan şey

biraz o seyir değeri. Ona değer

veriyoruz, onun için 50’den 30

dakikaya inene kadar göbeğimiz

çatladı diyebilirim.

İLK KEZ ODAK GRUBU

KURUP BELGESELI ÖNCE

ONLARA IZLETTIK

Bir “focus group” (odak grubu)

kurduk. Bu da yeni bir şey.

Grupta birbirinden farklı bir

sürü karakter var. Yani videoyu

izlediğinde antropolojik okuma

yapabilecek insan da vardı, çok

farklı siyasi görüşlerden insanlar

da vardı, öğrenciler de vardı. Yorumlarını

aldık hepsinin. Onlar

videoyu izledikten sonra Zoom

görüşmeleri yaptık, notlar aldık.

İyi oldu. [Bu işte kullandığımız]

Sinema kamerası ve focus group

yeni kapılar açtı kafamızda.

Kullanacağız bundan sonra da.

(Babacan’ın geçmişte bazı

gelişmelere sadece parti içinde

itiraz edip dışarıya yansıtma-


29

ması konusunda) “Aile içinde

çözdük” ifadesi, aslında bizim

algılamakta zorlandığımız ama

muhafazakâr siyasetin içinde

çok geçerli bir söz. [Erdoğan’dan

uzaklaşma sürecinde] Böyle bir

şey yaşamışlar. Babacan’ın bu

dönemle ilgili özeleştirisinde

ketum olduğunu ben de düşünüyorum.

Bu soruların hepsi ona

soruldu, Cüneyt Özdemir’de vs.

O alana girildiğinde Babacan’ın

hâlâ bir mesafeli olma hâli var.

Bana sorarsanız o son beş altı

ayda acayip açıldı.

REKLAM OLDUĞUNU

SÖYLEMEDEN YAYINA

ALACAK KADAR UCUZ

DEĞIL EMEĞIMIZ

Biz ilk konuştuğumuzda

anlaşamama nedenlerimizden

bir tanesiydi, “Biz kendimiz çekeceğiz,

hiç size sormayacağız.

Bu bir PR işi değil.” Biz para

almadık bunun için. Alsak bayağı

para alırdık herhalde. Ama o

zaman da 140journos’da yayımlamazdık.

Hiçbir siyasi konuda,

reklam olduğunu söylemeden

yayına alacak kadar ucuz değil

bizim emeğimiz.

Sekiz buçuk yıldır bu işi yapıyoruz.

Bu ortamlara da girip

çıkıyoruz. İnsanlar da güvenmeli

ki biz yayın yapabilelim. Anketler

o “140journos’a güveniyoruz”

diyenlerin o tick’i atması

o kadar kıymetli ki… Hiç kolay

değil. Bunu yapacağımıza başka

şeyler yaparız. Eğer o parayı illa

kazanmamız gerekiyor gider

başka bir şey yaparız. Reklam

filmi çekiyoruz zaten. Bir sürü

markayla çalışıyoruz. Bizim

gelir modelimiz Türkiye’nin

en büyük markalarına reklam

filmi çekmek. Hikâye soslu. Bu

reklam dünyasında da bir şey

oluşturdu, ajansların iş yapış

biçimini değiştirdi. Bir ‘guidebook’a

(rehber) dönüşen bir takım

şeyler var: Altyazı, kurgu biçimi,

müzik gibi.

ELEŞTIRDIĞIMIZ ŞEYIN

YERINE GELIYORUZ

2012’de başladığımız günlerde

bir “medyaya karşıtız”

falan diyorduk. Başladığımızda

ben 20 yaşındaydım daha. Çok

daha sivri görüşlerim vardı.

Medyadan nefret ediyordum,

öyle söylemem lazım. “Nasıl güvenirsiniz

bunlara, nasıl oradan

bilgi alırsınız” noktasındaydım.

Anlamadı insanlar. “Niye bu

kadar sinirlisiniz, onlar da işini

yapıyor” dediler. Gezi olduğunda

bu daha büyük bir fark

edişe dönüştü kentli insanlar

arasında…

(Medyanın durumu) kademe

kademe herkesin gönül dünyasında

bu yıkım yarattı. Başka

şeyler aramaya başladılar. Başka

şeylere inanmaya ve güvenmeye

başladılar. 2020’ye geldik, el

değiştirme tamamlanıyor gibi.

Ana akım TV’lerin, gazetelerin

hüküm sürdüğü o yüzdesel

durum da değişiyor, etki olarak

de değişiyor. Ana akım siyasetin

yeni medya merkezli olarak da

konuşulmaya başlaması önemli

bir şey. Eleştirdiğimiz şeyin yerine

geliyoruz, yeni medya camiası

olarak. Bir dönem “alternatif ”

yapan insanlar olarak şu an

“ana akım” noktasına geliniyor.

Burada bizim de muhasebe vermemiz

gerekiyor, bunun farkındayız.

Nasıl para kazandığımızı

herkesin bilmesi gerekiyor.

SEKIZ YILDA

GAZETECILIĞE BAKIŞIM

DEĞIŞTI

Bu süreçte gazeteciliğe bakışım

da değişti. Gazeteciliğin

farklı birimleriyle ilgili tecrübelerim

oldu. Yurt dışına fotoğraf

satışı yaptık, bir dönem onları

yönettim. IŞİD’in ilk fotoğraflarının

TIME’a ve Avrupa

fotoğraf ajanslarına servis edilmesi

işini yaptım. World Press

Photo’dan büyük ödüller de

aldık. O dönemdeki ekibimizle

yaptığımız belgesel vardı, onunla

multimedya ödülü aldık. Çalıştığımız

“korsan gazeteciler” vardı.

Görevini kendi çalıştığı kurumda

yapan ama işleri yayımlanmayan,

bundan rahatsızlık duyan

ve bu yüzden korsan olarak

alternatif mecralara çalışan.

KARŞI DURDUĞUMUZ

ŞEY PATRON MEDYASI

Zaman içerisinde bizim karşı

durduğumuz şeyin gazetecilik

değil; kurumsallaşmış, katılaşmış

ve iktisat çevresinde şekillenmiş

patron medyası olduğunu

idrak ettiğimizi söyleyebilirim.

Yoksa gazeteciliğin özünde kafa

tuttuğumuz bir şey yok. Hiçbir

zaman da yoktu. Sadece bunun

icra ediliş biçimi… Sahiplik

yapısı ve bunun üzerinden tanımlanmış

roller çok rahatsız

ediciydi.

“Biz gazeteciyiz, bunun okulunu

okuduk, biz biliriz, ederiz”

gibi değiliz. Yaratıcı kesimden

geliyoruz. O yüzden sorun

çözme odaklıyız. Gazetecilikte

gördüğümüz bir sorunu kendimiz

için çözmek üzerinden bir

eylemlilik hâlimiz oldu, yıllarca.

Bu öğrenilerle dolu bir süreçti.

Her bir toplumsal olay… 2012-

2020 arası neler yaşadığımızı bir

hatırlayın. Türkiye’nin büyük

dönüşümü, kazanımların yok

edilmesi… Başladığımız yere

geri döndük.

ALI BABACAN

BELGESELINDE GÖREV

YAPAN 140JOURNOS

KADROSU

Yönetmen

Berkant Akarcan

Görüntü yönetmeni

Kürşat Bayhan

Kurgu

Berkant Akarcan

Yapımcı

Engin Önder

Editör

Sevgi Sena Macit, Sena Şenkal,

Kürşat Bayhan, Engin Önder,

Berkant Akarcan

Editöryel danışman

Utku Başar

Ses miksaj

Ahmet Türk


30

DOĞRUDAN ‘ERDOĞAN’

DENILEMEMESI

DE IŞITSEL DOKU

YARATIYOR

Bunu yaşarken de yayıncıydık.

Sorumluluğumuz bu.

Rahatsız olarak yatağından

kalkmak, araştırmak, birilerini

aramak. Bu çok ciddi bir içgüdü.

Hâlâ da çok geçerli. Bunu da

çok seviyoruz ve saygı duyuyoruz.

Bu merakın bir takım etik

kurallarla çerçevelenmesi kadar

da doğal bir şey yok. Biz sadece

olaya farklı bir yerden girdik.

Mesela bu çalışmanın içerisinde

doğrudan Erdoğan isminin

geçmemesi gibi bir durum var…

DEVA Partisi’nden Mustafa Yeneroğlu’nu

izledim Halk TV’de.

Sürekli “bir kişi” diyor. Özlem

Gürses soruyor, “Kimi kast

ediyorsunuz?” Yok, söylemiyor.

Bu aslında bizim için bir görsel

işitsel doku yaratıyor. Hepiniz a-

şağıda, yorumlarda konuşuyorsunuz

bunu. Konuşma başlatmak

bence şu anda 140journos’un

yapabileceği en iyi iş. Topluma

tartışmalar açalım. Haydi biraz

eski AK Parti teknokratı, yeni

siyasi lideri konuşalım.

140JOURNOS’UN IŞ

MODELI VE MISYONU

[Ali Babacan’dan] Para almadık.

Bayağı da para harcadık. 2

milyon izlendi. Ama YouTube’dan

kazandığımız para sıfır

TL. Çünkü videoda müzik var

[tüm gelir sanatçılara gidiyor

ve 140journos 0 TL kazanıyor].

Ama işimiz bu diye bakıyoruz.

Zarar veya kâr diye değil de…

Yani bunu yapmayacaksak

neyi yapacağız? Şöyle düşünün:

TRT eğer işlevini yerine getirseydi,

bir kamu yayıncısı olarak

her sese mikrofon uzatma işlevini

yerine getirseydi, belki bugünkü

kaygılarımız daha farklı olurdu.

O yüzden bir kamu yayıncısı

gibi, “unpopular” olabilmeyi göze

almak noktasında bir duruşumuz

var. Öbür türlüsü çok daha

tehlikeli. Sadece popüler içeriği

yayına alırsak, “Sevilelim, herkes

bizi sevsin…” Kitlemiz belli.

Genç bir nüfus var 140journos’u

takip eden. Yaş aralığı 18-34.

Aşağı yukarı aynı belaları yaşadığımız

bir kitle Türkiye’nin

son on veya yirmi yılı içerisinde.

Kader arkadaşlarımız diyelim.

DELI GIBI PARA

HARCAYIP POPÜLER

OLMAYAN BIR ŞEY

YAPIYORUZ

Biz bu insanlara “unpopular”

bir şey veriyoruz. Doğu Perinçek

ile bizim kitlemizin hiç uyuşmadığı

çok aşikâr. Ama ona bir

mikrofon tutmak için bir geçerli

gerekçe bulabiliyoruz yine de.

Ben o Türk solu diye başlayan,

milli demokratik devrimlerle

başlayan sürecin nasıl Erdoğan

ile sona erdiğini çok merak ediyorum,

her bir aşamasını. Bunu

berraklıkla anlatabilen bir yer o-

lalım, çok isterim. Okumalar yapıyoruz,

kitapları araştırıyoruz,

Doğu Perinçek üzerine herhalde

kimse bu kadar çalışmamıştır tez

yazmayacaksa. Onu anlamaya

çalışıyoruz. Bu kesinlikle popüler

olmayan bir durum.

(Perinçek belgeselinin duyurusunu

yapan teaser’ın yayımlandığı

140journos YouTube

sayfasında) Aşağısı linç dolu.

Deli gibi para harcayıp “unpopular”

bir şey yapıyoruz. Burada

tuhaf bir durum var, onu kabul

edelim. Markalara reklam çekip

kazandığımız parayla “unpopular”

olan ve kitlemizin “unfollow

ediyoruz sizi” diye bizi linç ettiği

noktada iş yapıyoruz. Tabii küçük

bir kesim unfollow edenler.

Abone sayısı ağırlıklı olarak arttı

bu süreçte. Ama abone sayısı

artsın diye de yapılan bir iş değil.

O sayıları falan aştık yani. Para

da gelmiyor videolardan, kaç

izlenirse izlensin. Etkili olması

önemli şu dakikadan sonra.

YOUTUBE’DA ‘ÇOK

IZLENDI, ÇOK PARA

KAZANIYORLAR’

MATEMATIĞI YOK

Öyle bir kilitledik ki biz sistemi,

YouTube’da popülerlik

üzerinden kurmuyoruz biz işi.

YouTube’da “Çok izlendi, çok kazanıyorlar”

matematiği yok. [Ali

Babacan ve diğer siyasi belgesel

figürlerinden] “Bu adamlardan

para da almamışlar. O zaman

başka bir dertleri var.” Ben o noktayı

konuşmayı çok arzu ederdim

ama bence [Babacan belgeseline

gelen eleştirilerde] bu “PR” kısmı

kurduğumuz mesajın önüne geçti.

O noktada üzgünüm. Ama siyasi

iletişimde, haber iletişiminde, Ankara’yı

anlamak adına farklı bir

şey ortaya çıktığını düşünüyorum,

her şeye rağmen.

(Ali Babacan’a belgesel çekimi

sırasında eleştirel sorular

sorulmadığı yolundaki eleştirilere)

Bizim bütün sorularımız

duyulmuyor. Sadece bir tanesini

duyurduk çünkü [Babacan] çok

alakasız bir yerden başlıyordu

cümleye. “Değişim isteği görüyor

musunuz toplumda” sorusunu

duyuyorsunuz sadece. Ama mesela

Ali Babacan “Yıl 2015, hatta

2018 olduğunda” dediğinde ben

demiştim ki, “Ali Bey bir saniye.

2015’ten 2018’e bu kadar kolay

atlayamazsınız. Arada darbe

girişimi, referandum var, nasıl atlıyorsunuz?”

Bunu duymadığınız

için, orada bizim pozisyonumuzu

anlamanız, ancak çıkan kurguda

duyduğunuz cümle kadar oluyor.

Bu da bir çatışma alanı yaratıyor.

BIÇIMIN MESAJA

ETKISI: ‘VLOG

KAMERASIYLA ÇEKSEK

KIMSE PR DEMEZDI’

Bir de zaten sinematik kamerayla

çekiliyor. “PR” algısını

pekiştiren şeyin, görsel karakteristiğin

reklam gibi olması

durumu var. O alan derinliğinin,

‘color grading’in… Normalde

bir siyasiyi böyle izlemiyorsunuz.

Eğer biz bunu vlog kamerasıyla

çekseydik valla kimse buna PR

demezdi. Bakın, aynı içerikten

bahsediyorum.

(Daha sonra bu konuya

tekrar değinen Engin Önder,

Birikim dergisinde Ayşe Çavdar’ın

yazısına atıfta bulunarak

bu yazarın görüşüne katıldığını

söylüyor. “Bana öyle düz bir

propaganda filmi gibi gelmedi”

diyen Çavdar, 140journos’ın hep

kullandığı görsel/işitsel dilin,

Babacan’ın kendini anlatma tarzıyla

örtüştüğünü ve bu nedenle

filmin bir PR çalışması izlenimi

yarattığını yazmıştı.)


31


32

KARŞIT GÖRÜŞ

140journos belgeselciliği,

gazetecilik refleksini

sorgulatıyor

ILGAZ GÖKIRMAKLI

140journos kurucusu Engin Önder, çok konuşulan Ali Babacan belgeselini

J Raporu’nda anlatmıştı. Ay başında yayımladığımız bu söyleşinin

ardından bu kez sözü, belgeselin haberciliğe yaklaşımı konusunda Önder’e

katılmayan iki gazeteciye veriyoruz.

140journos üzerine bir yüksek lisans tezi yazan Ilgaz Gökırmaklı,

muhafazakâr medya ve iletişimsel kapitalizm gibi alanlarda çalışmaları

bulunan gazeteci-akademisyen Emre Tansu Keten ile “Sakın Kader Deme”

videosunu gazetecilik açısından değerlendiriyor.

1

140journos’un, eski başbakan

yardımcısı Ali Babacan’ın yeni

bir muhalefet partisi kurmasını

konu olan “Sakın Kader Deme”

başlıklı videosunun bir “PR”

(public relations – halkla ilişkiler)

çalışması mı, yoksa gazetecilik

ürünü mü olduğu çok tartışıldı.

Birçok gazeteci, belgeselin

sorgulayıcı ve eleştirel bir tavır

sergilemediğini ve bu nedenle

bir tanıtım videosuna dönüştüğünü

söyledi. 140journos

kurucularından Engin Önder

ise “Hiçbir siyasi konuda, reklam

olduğunu söylemeden yayına

alacak kadar ucuz değil bizim e-

meğimiz” diyerek çalışmanın bir

PR videosu olmadığını J Raporu’nda

vurguladı. Videonun bir

ayda 2,2 milyon görüntülenmeye

ulaştığını da not düşelim.

Engin Önder’in açıklamaları

bazı konuları açıklığa kavuşturdu

ancak yeni soruları da beraberinde

getirdi. Yüksek lisans

tezini 140journos ve toplumsal

hafıza inşası üzerindeki etkileri

üzerine yazan biri olarak, bu

verimli tartışma ortamından faydalandığımı

belirtmem gerekir.

Peki, 140journos’a gelen e-

leştirilerin temelinde ne yatıyor?

İÇERIK YALNIZCA

‘KONUŞMALARA’

VESILE OLAN BIR ARAÇ

DEĞIL

Kendilerini “karşı medya” hareketi

olarak tanımlayarak yola

çıkan 140journos, her anlatıcı

gibi, hikâyesinin beğenilmesini

ve mümkünse tadının damakta

kalmasını istiyor. İyi müzik,

özgün görsel anlatım ve kıvamındaki

mizahla videolarını şeklen

“mükemmele” ulaştıran şirket,

içeriğin yalnızca “konuşmalarına”

vesile olan bir araç olduğunu

düşünerek bir hataya düşüyor.

Tabii bunun bir “hata” olarak

görülmesinin nedeni, gazeteciliği

bir kalkan olarak kullanmaları.

Şeklin içeriğin önüne geçmesi

bambaşka bir tehlike daha

yaratıyor. Nötr dil kullanma

çabasıyla belgesellerinde dış ses

ve sunucu dahi kullanmaktan

kaçındığını ifade eden 140journos,

günün sonunda etkileyici

görsel dilden yana “taraf ” oluyor.

Bu taraflılık da tartışmaları

beraberinde getiriyor.

Örnek vererek başlayalım:

Oğluyla bisiklet süren Babacan’ın

finalde söyledikleri (“Sakın

kontrolünü kaybetme, kontrolü

kaybedip bir hızlanmaya başlarsan…”

cümlesi) etkileyici mi?

Taşıdığı metaforu düşünürsek,

evet. Hatta belki de 140journos

ekibinin, 72 saatlik ham kayıtları

ilk kez izlediğinde “Bunu kullanalım”

diyerek kenara ayırdığı

bir an. Peki, biz neden bu “etkileyici”

sondan rahatsız oluyor

ve bir imaj yaratımına hizmet

ettiğini düşünüyoruz?

Gazeteciler açısından soruyu

yanıtlamaya çalışayım:

BELGESELDE BIZE

SUNULMAYANLAR,

SORU IŞARETLERI

YARATIYOR

Öncelikle, Babacan’a “Siz

kontrolü kaybettiniz mi?” sorusu

soruldu mu ve buna yanıtı alındı

mı, alınmadı mı bilemediğimiz

için.

Babacan’ın,“2002-2015 yılları

arası 13 yıl, Türkiye’nin itibarının

en yüksek olduğu dönemdi”

ifadesinden sonra “O yıllarda

ne oldu, gerçekten öyle miydi”

bilgisine ulaşamadığımız için.

Kullandıkları imgelerle

zihnimizdeki Babacan algısını

tamamen değiştiren bir içerik


33

sundukları ve bunu da sorulması

gereken tüm soruları sorarak

yapmadıkları için.

Estetik kaygılarını, içeriğin

önüne aldıkları için.

Kısacası herhangi bir gazetecilik

refleksi göremediğimiz için.

Bu beklentilerin altında

140journos’un kendisini bir

“karşı medya” hareketi olarak

tanımlaması olduğunu da hatırlatayım.

‘REKLAMLA BIRLIKTE

YÜRÜRSE HABERCILIK

ZEHIRLENIR’

Gazeteci Faruk Bildirici de

internet sitesinde yayımladığı

yazıda sorunu şu şekilde açıkladı:

“Belki de sorunun kaynağı,

140journos’un habercilik ve reklamcılığı

‘yeni medya yayıncılığı’

adı altında birleştirme iddiasında.

Birlikte yürütülürse reklamcılığın

aralarında kan uyuşmazlığı olan

haberciliği zehirlemesi, ortaya

çıkan ürünün habercilik kategorisinin

dışına kayması kaçınılmaz.”

Babacan belgeseli konusunda

Gazete Pencere’ye bir eleştiri

yazan gazeteci Emre Tansu

Keten ile “Sakın Kader Deme”

videosunun gazetecilik açısından

neden sorunlu olduğunu bu çerçevede

konuştuk.

Keten’in; İletişimsel Kapitalizm,

İslamcı Popüler Kültürde

Kültürel İktidar Söylemi, Muhafazakârlığın

Değişen Yapısı

ve Muhafazakâr Medya gibi

başlıklarla yayımlanmış akademik

çalışmaları, kitap bölümleri

ve dergi yazıları var.

Ilgaz Gökırmaklı: Hikâyeyi

başa saralım, 140journos bir

“karşı medya” hareketi olarak,

bir grup üniversiteli gencin bir

araya gelmesiyle 2012 yılında

yola çıktı. İlk dönemlerinde

vatandaş haberciliği yaptıktan

sonra bir dönüşüm geçirerek

2017’den itibaren belgesel

formunda, video art da içeren

içerikler üretmeye başladılar.

Hikâye anlatıcılığı, tarih yazıcılığı

gibi amaçlarının olduğunu

söylüyorlar. Hatta dijital bir

arşiv görevi üstlenerek toplumsal

hafızaya katkıda bulunduklarını

da söyleyebiliriz. Hâl böyle o-

lunca yaptıkları işler gazetecilik

pratikleri açısından sorgulanır ve

eleştirilir oluyor.

Emre Tansu Keten:

Aslında 2012 yılında Bianet’e

verdikleri bir söyleşide, “Sosyal

medya ağları aracılığıyla, hızlı,

sansürsüz ve bağımsız bir habercilik

yapma amacıyla yola çıktık”

diyorlar. Yani ilk yıllarında “Gazetecilik

yapmıyoruz” iddiaları

yok. 140journos isminin ilk kısmı

Twitter’ın o dönemki karakter

sayısına, “journos” ise gazeteciliğe

vurgu yapıyor. Twitter

üzerinden habercilik, WhatsApp

bültenleri derken, video yapmaya

başladıkları dönem geliyor.

Başlarda amatörler, daha sonra

estetik anlamda uzmanlaşıp

gazetecilikten uzaklaştıklarını

söylüyorlar. Fakat 2018 yılında

Chrest Vakfı desteğiyle (STK’lara

hibe desteği veren uluslararası

bir kuruluş ) yaptıkları bir fon

projesinde “140journos tarafsız,

objektif ve etik kurallara uygun

haberciliği ilke edinmiş bir kurumdur”

ifadesi yer alıyor. Fona

başvuruda gazeteci olduklarını

iddia ederlerken, piyasaya “bağımsız

video çeken, gazetecilik

ilkeleri olmayan bir ekibiz” diyorlar.

Burada bir çelişki var ve aynı

zamanda etik dışı bir durum.

‘BABACAN VE

140JOURNOS PR’I IÇE IÇE

GEÇMIŞ DURUMDA’

Belgeselin bir PR çalışması

olduğu yorumları geldi. Bunun

temelinde de gazetecilik refleksleri

taşımaması var.

PR tartışmalarına Netflix’in

Jeffrey Epstein belgeselini örnek

vereyim. O belgesel tamamen

gazetecilik refleksleriyle yapılmış

bir iş. Bahsettiğim bu gazetecilik

refleksini, “Sakın Kader Deme”

videosunda göremiyoruz.

Özellikle siyasi bir lideri odak

aldığınız içerikte gazetecilik refleksini

geliştirmiyorsanız, o içerik

PR olmak zorundadır. Bence

140journos, start-up bir şirket.

Start-up, girişimcilik amaçlıdır.

Girişimciliğin temel amacı da

para kazanmaktır, kamu yararı

değil. 140journos bu videodan

para almadığını söylüyor, doğrudur.

Fakat para almasalar bile,

bu video 140journos’un parayla

yaptığı işlerde elini güçlendiren

bir tanıtım işi. Aslında Babacan

ve 140journos PR’ı içe içe geçmiş

durumda.

Engin Önder’in J Raporu’na

konuk olduğu podcast yayınında

yaptığı “kamu yayıncılığı” vurgusu

da konuşulması gereken

konulardan biri. Örneğin, “Sakın

Kader Deme” belgeselinin

beşinci dakikasında Babacan,

“2002-2015 arası 13 yıl, Türkiye’nin

itibarının en yüksek

olduğu dönemdi” diyor. Gazetecilik

refleksiyle, “O yıllarda

ne oldu, gerçekten öyle miydi,”

bunları görmeyi bekledim. Fakat

belgeselde bu sorgulayıcı tavrı

göremiyoruz. Kamu yararından

bahsedeceksek bu sorgulamayı

ve bilgi aktarımını görmemiz

gerekirdi.

Tabii, bilginin doğrulanması

gerekiyor. Mesela o yayında dikkat

çeken bir şey daha var. Engin

Önder, “Başlarken Babacan’a

taslak götürdük, kabul edilmedi”

diyor, bu zaten PR işlerinde

karşımıza çıkan bir şey.

Belgeselde Babacan’a hangi

soruları sorup hangilerine yanıt

alamadıklarını da göremiyoruz.

“Sorduk ama yanıt alamadık”

bilgisi de içerik için kıymetli

değil mi?

Elbette, verilen cevaplar kadar

cevaplanmayan sorular da

önemli. Gazeteci Can Ertuna bu

konuyla ilgili Twitter’da, “Görüntülü

haber yaptığınız mülakatta

soru sorup yanıt alamadığınız

ve takip sorularıyla hâlâ yanıt

alamadığınız durumlar varsa

bazı noktalarda bu sessizlik ya

da kaçınma anları dahi bir haber

değeri taşır ve kurgudan çıkarmak

bir yana bitmiş parçada

kalması tercih edilir” dedi.

Burada tamamen haberin

öznesinin istediği sınırlarda kotarılan

bir iş var ve bu çok tehlikeli.

Bir habercinin röportaj yapacağı

kişinin istekleri doğrultusunda

haberini hazırladığını düşünün.

Önder’in, “İlk başta kafamız-


34

dakini anlattık ve anlaşamadık”

açıklamasından, “Demek ki siz

haber öznesinin çizdiği sınırlarda

bir şeyler kurguluyorsunuz” sonucunu

çıkarabiliriz. Burada da bir

kamu yararından bahsedemeyiz.

Engin Önder, “Biz sırf tarafsızlık

iddiamızı pekiştirmek için

Babacan planlaması sürerken

Doğu Perinçek ile de anlaştık”

diyor. Siyasi kimlikleri farklı

isimlere yer vermenin “tarafsızlık

olmasa bile çok taraflılığı” karşıladığını

ifade ediyor. Bu durum

başlı başına bir tarafsızlık kriteri

mi? Özellikle gazetecilik açısından

eleştirilen nokta belgeselin

Babacan’ı yalnızca olumlu yönleriyle

ortaya çıkarması, sorgulayıcı

ve eleştirel bir yaklaşımın olmaması.

Düzenli olarak videolarını

takip ediyorum. Kendi adıma

Maçoğlu ve İmamoğlu çalışmalarını

bu kadar eleştirmediğimi

fark ettim. Sizce ‘Sakın Kader

Deme’yi Ekrem İmamoğlu, Fatih

Maçoğlu ya da Hasan Mezarcı

videolarından farklı kılan neydi?

İmamoğlu videosu hiç tanınmayan

bir ismin belediye başkasını

seçilmesini ve seçimin iptalini,

bir olayı anlatıyor. O videoda

Ekrem İmamoğlu’na bir imaj

yaratma kaygısı görmüyoruz,

tamamen olay odaklı bir içerik.

Babacan videosu ise yepyeni bir

imaj yaratıyor. Ayrıca bu siyasi

ortamda Doğu Perinçek belgeseli

çekmekle Ali Babacan belgeseli

çekmek arasında da büyük farklar

var. Gençlerin Perinçek’e yönelik

algısı ve siyasi geçmişiyle Perinçek

videosunu ancak bir mizah unsuru

olarak Hasan Mezarcı videosuyla

karşılaştırabiliriz. Babacan

ve Perinçek’i kıyaslayamazsınız.

Hasan Mezarcı’yı estetize etmek

aktif siyasetin içinde olan Babacan’ı

estetize etmekle aynı şey

değil. Babacan videosunda ise

imaj yaratımını destekleyen şeyler

var. Hatta Engin Önder sinema

kamerasının PR havası kattığını

söylemiş.

“Eğer vlog kamerasıyla çekseydik

aynı içeriğe kimse PR

demezdi” diyor, Engin Önder.

Bu noktada estetize ettikleri şey,

görsel anlatımın da önüne geçen

öznenin ta kendisi. Zaten eleştiriler

de buradan başlıyor. Peki,

kullandıkları müzikler, gençleri

yakalayan görsel dil ve estetik

kaygılar içeriğin tarafsızlığını

nasıl etkiliyor?

Burada bir niyet var. Bahsettiğim

estetize etme hâli, tarafsızlığın

sert bir çapa gibi durduğu

yapımları daha da zedeleyen bir

hâle geliyor. Duygusal bir dil

var 140journos’ta. Bu duygusal

dil, tarafsızlığı zedeleyen bir şey.

Bu durum foto muhabirlikte

de tartışılan bir durum. Birkaç

sene önce Hürriyet’te, Afrikalı

seks işçileriyle ilgili bir foto

röportaj yayımlanmıştı. Haber,

“bir sömürüyü nasıl bu kadar

estetik şekilde anlatırsınız” eleştirisi

almıştı. Bu nedenle estetik

değerleri haberin neresine kadar

getireceğiniz önemli bir durum.

‘YAZI IÇIN DEVA

PARTISI IÇINDEN

ELEŞTIRI ALDIM’

Videonun öznesinin DEVA

Partisi ve Ali Babacan olması

nedeniyle bu kadar eleştirildiğini

düşünenler de var.

Bunun altını çizmek lazım,

biz gazeteciyiz ve durumu

gazetecilik pratikleri açısından

değerlendiriyoruz. Siz yüksek

lisans yapıyorsunuz, ben doktora

yapıyorum, bu alanda çalışan insanlarız.

Babacan değil de başka

bir isim olsaydı, yine gazeteci

pratikleri açısından eleştirirdik.

Babacan’ın siyasi kimliği ya da

kişiliğiyle ilgili bir durum değil.

Tabii izlerkitlenin genel eleştirisi

daha farklı. Şunu da söyleyeyim,

Gazete Pencere’deki yazıyı yazdığımda

sadece DEVA Partisi

içerisinden eleştiri aldım.

‘BIR PR VIDEOSU

OLARAK ÇOK BAŞARILI’

Logoyu görmesek bile

140journos ekibinin elinden

çıktığını anlayabileceğimiz bir

görsel dil, bir nevi imzaları var.

Bu da yadsınamaz bir gerçek.

İlk izlediğimde “Ee, bitti mi? Ne

anlattı ki” diye düşündüm ben,

siz videoyu beğendiniz mi?

Çok güzel, başarı bir videoydu

tabii ki. Hikâye anlatıcılığı

gayet iyi kotarılmış, başarılı sahneleri

var, kullanılan dil de iyi.

Babacan’ın ODTÜ’ye gitmesi,

gençlerle konuşması gibi imgeleri

göz önünde bulundurunca

bir PR videosu olarak çok başarılı

olduklarını söylemek gerekir.

Sonuçta bu işi, bu kadar başarılı

yapan çok isim yok.

Ana akım medyada bir ifade

özgürlüğü sorunu olduğunu

da göz önünde bulundurmak

gerekiyor. Özellikle mualif siyasetçilerin

ve isimlerin yalnızca

yeni medya ve dijital platformlarda

kendine yer bulabildiği

bir düzen var. İfade özgürlüğü

bakımından neler söyleyebiliriz?

Bunu da ifade özgürlüğü ve

basın özgürlüğü konusunda ikiye

ayırmak gerekiyor. Dijitalde bu

tür işler görmemiz ifade özgürlüğü

için yararlı, hatta zorunlu bir

durum. Yeni partilerin, farklı görüşlerdeki

siyasetçilerin internet

dışında konuşabilecekleri bir a-

lan kalmadı. Herkesin internette

ve dijital mecralarda kendilerini

ifade etme isteği normal ve hatta

zorunlu bir durum.

‘ANA AKIMIN YOK

EDILMESI BÜYÜK BIR

DIJITAL MEDYA PAZARI

OLUŞTURUYOR’

Basın özgürlüğü tarafından

bakarsak ana akım basının

yok edilmesi, internet üzerinde

büyük bir pazar oluşturmaya

başladı. Start-up gazetecilikte

eleştirdiğim şey bu aslında.

Yani küçük yaratıcı fikirlerle

ve fonlarla yola çıkarak “Biz

gazeteciliği kurtarırız” demek

sorunlu. NewsLabTurkey, DokuzSekiz

Haber, 140journos gibi

bir sürü yaratıcı fikirlerle ortalık

start-up kaynıyor şu an. Bu tabii

ki kötü bir şey değil, dünyada da

benzerlerini görüyoruz.

Gazete Pencere’deki yazınızda

start-up gazeteciliğin, medyanın

yaşadığı büyük sorunları

aşma iddiasıyla yola çıkıp bir

süre sonra “girişim rotasına dümen

kırdığını” söylüyorsunuz,

bu durum nelere yol açıyor?

Gazeteciliğin kurtuluşunu

burada görmek tehlikeli. Gaze-


35

tecilik için gelir kaynakları çok

önemli. İyi gazetecilik nasıl işliyor

buna bakmak lazım. Kâr etmek

isteyen medya patronları var. Kâr

etmenin ilk koşulu da iyi gazetecilik

yapmak, iyi içerik üretmek ki

insanlar alıp okusun. Bu nedenle

özellikle Batı’da habere ve editöryel

bağımsızlığa hiçbir şekilde

müdahale etmeyen iyi gazeteler

görüyoruz. İkincisi de az sayıda

örneği olsa da, gazetecilerin sahip

olduğu, kooperatif şeklinde

örgütlenen gazeteler. Burada da

abonelik ve bayii satışıyla para

kazanıldığını görüyoruz ki yine

içerik öncelikli hâle geliyor.

‘START-UP

GAZETECILIĞIN

TEHLIKELERI VAR’

Bir fon alarak işe başladığınızda

durum değişiyor. Start-up

bir gazetecilik şirketinin tek a-

macı yeni fon ve gelir kaynakları

bulmak oluyor. Yola çıkarken

koyduğunuz ilkelerle çelişir

hâle geliyorsunuz, fon bulma

isteği habercilik amacının önüne

geçiyor. Girişimcilik kısmı sizi

başladığınız noktadan bambaşka

bir yere götürüyor. Bir medya

kurumu kurma çabası var. İdari

işleri, ticaret ve gazetecilikle bir

arada götürmek de böyle tehlikeler

doğuruyor. Start-up gazeteciliğin

tehlikesi bu. Basının bu

kadar darmaduman durumdan

kurtulması için yine kurumsal,

büyük ve itibarlı medya organlarına

ihtiyacımız var. En sonunda

da bu şekilde tartışmaların odağı

hâline geliyorsunuz, 140journos

da bunun bir örneği oldu ama

durumun tek örneği onlar değil

elbette.

Engin Önder, J Raporu’na

konuk olduğu yayında belgeselin

bir PR videosu olmadığını

vurguladı ve “Reklam olduğunu

söylemeden yayına alacak kadar

ucuz değil bizim emeğimiz” dedi.

Yayını dinledikten sonra PR

tartışmalarıyla ilgili fikirleriniz

değişti mi?

En başından beri kötü niyetli

olduklarını düşünmedim. Bu

arada para kazanmak da iyi

niyet dışı bir şey değil tabii ki.

Gazetecisiniz, hiçbir yerde iş bulamıyorsunuz

ya da ana akımdan

ayrılmışsınız, akademide barınamıyorsunuz,

elbette bir şekilde

para kazanmak zorundasınız.

Herkes start-up şirketler de kurabilir,

ticaret de yapabilir. Ama

yayını dinledikten sonra fikirlerim

değişmedi. İyi niyetle başlanan

bir işin, kurgusu bittikten sonra

izlendiğinde bir PR videosuna

dönüşüp dönüşmediğini anlamak

çok zor değil. Üstelik video işinde

uzman insanlardan bahsediyoruz.

‘BIR IMAJ YARATIM VE

YÖNETIM VIDEOSU’

Önder’in açıklamalarından

72 saatlik bir ham kaydın olduğunu

öğrendik. Yayımlanan

video ise 31 dakika 15 saniye.

Kullanılmayan görüntülerin,

kurguda kesilen yerlerin içeriği

nasıl değiştirebileceği de merak

uyandıran başka bir konu. Çok

daha farklı görüntüler görebilir

ve bambaşka şeyler konuşuyor

olabilirdik.

Podcastte de belirttikleri gibi

önceden Babacan’a gittikleri

için içerik ve çerçevesinin belli

olduğu bir durum söz konusu.

Örneğin Ali Babacan, taksi

durağına girip insanlarla sohbet

ediyor ve “Kimlerle yan yana

gelmeliyiz” diye soruyor. Düşünsenize

oradaki biri, “HDP

ile yan yana gelmeyin” demiş

olsa? Babacan’ın verdiği tepki

çok önemli değil mi? Çok kritik

yerlerde sohbetin devamını kesiyorlar.

İşte bu nedenle, “Sakın

Kader Deme” bir imaj yaratım

ve yönetim videosu.

‘CÜNEYT ÖZDEMIR’IN

BABACAN’I

ZORLADIĞINI GÖRDÜK’

[Cumhurbaşkanı Recep

Tayyip] Erdoğan’ın dikkatini

çeken de bu imaj çizimi oldu.

Cüneyt Özdemir’in Ali Babacan

yayını o kadar dikkatini çekmedi

mesela, çünkü o yayında Cüneyt

Özdemir’in Babacan’ı zorladığını

gördük. Bu videoda Babacan’ın

zihinlerimizde bambaşka

bir algısı varken, bildiğimiz Ali

Babacan’dan tamamen farklı bir

imaj çizilmiş.

Cüneyt Özdemir yayınında

çok önemli bir şey daha var. Babacan,

partiyi ilk vakanın açıklandığı

gün kurduklarını ve sağlık

koşulları gereği propagandalara

başlamadıklarını belirtiyor ve

“Daha dün başladık” diyor. Dün

diye bahsettiği tarih, 140journos’un

“Sakın Kader Deme”

videosunu yayımladığı gün.

Sakın Kader Deme ve PR

tartışmaları sürerken Doğu

Perinçek belgeselinin tanıtımını

da yayımladılar. Tanıtıma bakıp

bir şey söylemek için çok erken

ama Perinçek’in özellikle gençler

arasındaki algısını göz önüne

alırsak sosyal medyada giflerin,

capslerin paylaşıldığı bir şeye

dönüşecek gibi. Babacan videosu

gibi bir etkisi olur mu?

Tabii, gülünecek muhakkak.

Hasan Mezarcı videosuna benzer

bir video olur, benzer bir

etki yaratır diye düşünüyorum.

Oradan bir Babacan etkisi çıkmayacaktır.


36

HABERLERDE KALAN KEŞIFLER

‘Müjde, Akçakoca’da

doğalgaz bulundu’

Türkiye’nin ihtiyacını yıllarca karşılayacak büyüklükte bir doğalgaz

rezervi keşfedildiği iddiası bir kez daha gündemde. Bu seferki iddia

önümüzdeki yıllarda gerçeğe dönüşür mü bilinmez ama yakın tarihte

özellikle seçimlerden önce çok sayıda yerde doğalgaz, petrol ve kömür gibi

enerji rezervlerinin tespit edildiği haberlere yansımıştı. Sadece Akçakoca

açıklarında doğalgaz bulunduğu iddiası bile birkaç yılda bir gündeme

getiriliyor. Bu haberlerden bazıları şöyle:

1. HÜRRIYET:

AKÇAKOCA’DA

DOĞALGAZ BULUNDU (9

EYLÜL 2004)

Akçakoca açıklarında doğalgaz

bulundu. Türkiye Petrolleri

Anonim Ortaklığı (TPAO) Genel

Müdürü Osman Saim Dinç,

Akçakoca açıklarında yapılan

sondaj sonucu, Karadeniz’in

ilk ekonomik ve ticari doğalgaz

keşfini yaptıklarını açıkladı. Yıl

sonuna kadar ciddi yatırımlar

yapılarak, doğalgaz karaya çıkartılacak.

2. DHA: AKÇAKOCA’DA

DOĞALGAZDAN SONRA

PETROL UMUDU (26

KASIM 2006)

TPAO Üretim Daire Başkan

Yardımcısı Mehmet Kul, Türkiye’nin

Karadeniz’de bulunan ilk

doğalgaz üretim tesisinde sona

doğru gelindiğini, açıklarda ve

daha derinlerde petrol bulacaklarından

emin olduklarını

söyledi.

3. AA: KARADENIZ

DOĞAL GAZI DEVREYE

GIRDI (20 MAYIS 2007)

Enerji ve Tabii Kaynaklar

Bakanı Hilmi Güler, Akçakoca

açıklarında çıkartılan doğalgazın

Türkiye’de konutlarda tüketilen

doğalgazın onda birini karşılayabildiğini

söyledi.


37

4. SABAH:

KARADENIZ’DE PETROL

AĞA TAKILDI (26

AĞUSTOS 2007)

Müjdeli haber önceki gün

Meclis’te Cumhurbaşkanlığı 2.

tur oylaması yapılırken geldi.

Muharrem Sarıkaya, Enerji

Bakanı Hilmi Güler’in verdiği

müjdeli haberi yazdı.

5. SABAH: SAKARYA’DA

DOĞALGAZ BULUNDU

(15 MAYIS 2009)

Kaynarca ilçesinde, TPO

tarafından yapılan sismik araştırmalar

sonrasında bölgede

doğalgaza rastlanınca sondaj

çalışması başlatıldı. TPAO bir

süre önce Karadeniz Akçakoca

açıklarında doğalgaz bulunması

üzerine Türkiye Petrolleri Anonim

Ortaklığı aynı hat boyunda

araştırma yaptı.

6. AA: YENI DOĞALGAZ

REZERVI BULUNDU (17

HAZIRAN 2010)

Türkiye Petrolleri Anonim

Ortaklığı’nın Batı Karadeniz

açıklarında sürdürdüğü doğalgaz

arama çalışmaları sırasında 1.600

metre derinlikte yeni rezerv

bulunduğu bildirildi. Akçakoca

sahilinin yaklaşık 14 kilometre

açığında, denizin 100 metre derinliğinde

yeni bir kuyu açılarak

sondaj çalışması başlatıldı.

7. AA: TPAO’DAN

SEVINDIREN AKÇAKOCA

AÇIKLAMASI (29 MART

2011)

TPAO’dan Akçakoca’daki

üretim platformuyla ilgili güzel

haber geldi. Üretim Daire Başkan

Yardımcısı Mehmet Kul,

Düzce’nin Akçakoca İlçesi açıklarındaki

4’üncü doğalgaz üretim

platformunun devreye girmesiyle

günlük 250 bin metreküp olan

doğalgaz üretimlerinin 600 bin

metreküpe çıktığını söyledi.

8. BAKAN YILDIZ:

PETROL BULDUK AMA

ÇIKARAMIYORUZ (25

AĞUSTOS 2012)

Akçakoca açıklarındaki doğalgaz

platformunda incelemelerde

bulunan Enerji ve Tabii

Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız,

Hakkâri civarlarında önemli

miktarda petrol bulgusuna ulaştıklarını

kaydetti. Yıldız, “Ancak

hem özel sektör hem de TPAO

petrolü terör nedeniyle aramaya

başlayamadı” dedi.

9. MILLIYET:

KARADENIZ, PETROL

VE DOĞALGAZDA YENI

MERKEZ (10 MART 2013)

Enerji savaşlarının yeni

merkezi Karadeniz oluyor.

Exxon-Mobil, Shell, Chevron,

Total, OMV, Rosneft, Petrobras

ve Repsol gibi küresel oyuncuların

bölgeye akın etmesi “Karadeniz’de

ciddi petrol ve doğalgaz

rezervi” olduğuna dair tezleri

güçlendiriyor.

10. BAKAN DÖNMEZ:

AKÇAKOCA’DA BIR

DOĞALGAZ KEŞFI OLDU

(29 HAZIRAN 2020)

Enerji ve Tabii Kaynaklar

Bakanı Fatih Dönmez, “Türkiye

Petrolleri’nin kendi sondajıyla

Akçakoca’da bir doğalgaz keşfi

oldu. Rezerv yakaladılar. Üretim

de yapılıyor. Batı Karadeniz

tarafında böyle bir keşfimiz ve

üretimimiz var. Karadeniz’den o

açıdan biraz daha ümitliyiz” dedi.

MÜJDE HABERLERININ KÖKLÜ TARIHI

Son yıllarda Akçakoca

dışındaki birçok bölgede

de büyük miktarda enerji

rezervi keşfedildiğine yönelik

haberlerin iktidar medyasında

özellikle seçimlerden

önce gündeme getirildiği

vurgulanıyor. Gazeteci Deniz

Zeyrek’e göre 2003’ten beri en

az 30 kez petrol veya doğalgaz

keşfedildiğine dair bilgiler

kamuoyuyla paylaşıldı.

Bununla birlikte, bir sonuca

varmayan benzer haberlerin,

Adalet ve Kalkınma Partisi

iktidarından önce de Türkiye

medyasında zaman zaman yer

aldığını hatırlatmak gerekiyor.

Örneğin 24 Ekim 1939 tarihli

Yeni Mersin gazetesinde,

“‘Çorum’da petrol bulundu”

başlıklı haberin yer aldığı

bildirilmişti.


38

DÜNYADAN TÜRKIYE’YE

Bir yalan

haberin

anatomisi

Finlandiya’nın haftada dört gün,

günde altı saat çalışma sistemine

geçeceğine dair asılsız bir haber, son

24 saatte Türkiye dâhil onlarca ülkede

hızla yayıldı. Finlandiya’da bir haber

sitesi ise bunun nasıl gerçekleştiğini

araştırdı.

İ

İngiltere’nin saygın gazetelerinden

The Guardian’da dün

yayımlanan haberde Finlandiya’nın

34 yaşındaki yeni başbakanı

Sanna Marin’in, haftada

dört gün ve günde altı saat çalışmayı

içeren yeni sistem için bir

plan uygulamaya koyduğu öne

sürülüyordu.

Haber 12 saat içinde İngiliz

gazeteleri üzerinden Avrupa’ya,

hatta Hindistan’a kadar yayıldı.

Bu arada Türkiye medyası da

geri kalmadı. Hürriyet ve CNN

Türk‘ün Anadolu Ajansı’ndan

aldığı aynı haberde kaynak

olarak “yerel basın” gösterildi,

Milliyet ise haber içeriğinden

galeri bile yaptı.

Tek sorun haberin doğru

olmamasıydı. Marin güncel

bir açıklama yapmamış, Fin

hükûmeti yeni bir planı devreye

almamıştı.

PERDE ARKASI BEŞ AY

ÖNCEKI PANELDE

Fin haber sitesi News Now

Finland’ın haberine göre bu

asılsız iddianın perde arkası

özetle şöyle:

• Finlandiya’da iktidardaki

Sosyal Demokrat Parti (SDP),

120. kuruluş yıl dönümü vesilesiyle

19 Ağustos 2019’da

ülkenin güneybatısındaki

Turku şehrinde bir etkinlik

düzenlemişti. O dönemde

Ulaştırma Bakanı olan Marin

de bu etkinlik kapsamındaki

bir panelde konuşmuştu.

• Marin, gayriresmi bir ortamda

yapılan o panelde gelen

bir soru üzerine, çalışma

haftasının dört güne veya

çalışma gününün altı saate

düşürülmesi durumunda ekonomide

üretkenliğin artabileceğini

söyledi. Marin’in şahsi

fikrini ifade eden bu sözler o

dönemde çok büyük yankı yaratmasa

da, Fin medyasında

birkaç haber çıktı.

• SDP geçen ay seçimi kazanıp

Marin başbakan olunca,

dünyanın dört bir yanındaki

medya kuruluşları onun

hakkındaki arşiv haberlerini

karıştırmaya başladılar. A-

vusturya haber sitesi Kontrast,

ağustostaki etkinlikte

Marin’in söylediği sözleri 16

Aralık’ta “ısıtıp” haberleştirdi.


39

Bu haberde hata yoktu.

• Ancak Brüksel’deki New

Europe gazetesi 2 Ocak’ta

Kontrast’ın haberini yanlış

ve eksik bir şekilde aktardı.

Haber, Marin’in başbakan

olduktan sonra çalışma gün

ve saatlerini azaltmak için

öneri verdiğini savunuyordu.

Bu doğru değildi.

‘ABARTILDI, ORMAN

YANGINI GIBI YAYILDI’

* Aradan günler geçti ve Belçika’daki

gazetenin İngilizce

haberi, dün İngiliz tabloidleri

üzerinden Türkiye dâhil tüm

dünyaya yayıldı. The Guardian

gibi saygın bir gazete

bile tuzağa düştü. Fin dergisi

Talouselama, “Aylarca önce

ortaya atılmış bir fikir, şimdi

abartılarak bir orman yangını

gibi yayıldı” ifadesini

kullandı.

Fin devlet televizyonu Y-

LE’nin bugünkü haberine göre,

bu asılsız haberden bağımsız

olarak, Marin’in paneldeki a-

ğustos ayındaki panelde ortaya

attığı iddia da tartışılıyor. Marin,

otomobil lastiği üreticisi Nokian

Tyres’ın 1990’larda çalışma

gününü kısaltarak üretkenliği

artırdığını söylemişti.

Ancak 2000-2014 döneminde

bu şirketin başkanlığını yapan

Kim Gran’a göre Fin başbakan

yanlış bilgilendirilmiş. Gran,

“Marin zikrettiği sayıları kimden

aldı bilmiyorum.

Biz şirketin sadece bir departmanında

kısa bir süre için yeni

bir çalışma sistemi denemiştik

ama çalışanlar memnun kalmayınca

sonlandırdık” dedi.


40

PLATFORMLAR

Zuckerberg

21. yüzyılda ifade

özgürlüğünün

anlamını kavrayamıyor

SIVA VAIDHYANATHAN

Facebook kurucusu Mark Zuckerberg bugünlerde

dünyanın dört bir yanında medya kuruluşlarını,

üniversiteleri ve sivil toplum örgütlerini ziyaret edip

konuşmalar yaparak sosyal medya devi adına kendi

pozisyonunu anlatmaya devam ediyor. Son olarak

NBC News’a bir röportaj veren Zuckerberg, “boş

konuşmakla” eleştiriliyor. Zuckerberg’in geçen hafta

Washington’da öğrencilere yaptığı konuşmayı izleyen

Virginia Üniversitesi medya profesörü ve The Guardian

yazarı Siva Vaidhyanathan zehir zemberek bir yazı

kaleme aldı. “Antisosyal Medya” adlı Facebook konulu

bir kitabın da yazarı olan Vaidhyanathan’ın orijinali

İngiliz gazetesinde yayımlanan yazısını aktarıyoruz:

Facebook CEO’su Mark Zuckerberg

eğitimsizlik yüzünden

mahrum kaldıklarını kibirle

telafi etmekte yetişkin hayatı

boyunca başarılı oldu. Washington’daki

Georgetown Üniversitesi’nde

perşembe günü “ifade

özgürlüğü” konusunda önemli

bir manifesto diye nitelenen bir

konuşmayla öğrencilere hitap e-

derken de bu eğilimini sürdürdü.

Zuckerberg bu konuşmada,

sanki dünyada giderek artan

sayıda otoriter diktatör farklı bir

şey söylüyormuş gibi, “Bugün

buradayım çünkü ifade özgürlüğünü

desteklememiz gerektiğine

inanıyorum” dedi.

Ancak aynı Zuckerberg’in

kendisi bu konuşmada ifade

özgürlüğüne karşı bir tez ortaya

attı. Kendisinin “muzır”

bulduğu pornografi ve nefret

söylemi gibi içeriklerin Facebook

tarafından kaldırılması veya

yayılımının sekteye uğratılması

pratiğini savundu.

Pratikte başarısız olsa da bu

uygulamada sorun yok, çünkü

bir şirket kendisinin ve kullanıcıların

yararına olan şeyi yapmalıdır.

Hiçbir reklamveren insan

türünün ortaya çıkarabileceği en

kötü ürünlerle kendi markasının

ilişkilendirilmesini istemez.

Fakat Zuckerberg’in ifade

özgürlüğü konusundaki sofistike

olmayan düşünceleri, olsa olsa

tutarsız denebilecek bir manifesto

da ortaya çıkardı. Facebook’un

içerik denetimi tasarım

ve faaliyet açısından tutarsız

olageldi ki bu da şaşırtıcı değil.

‘ÖĞRENCILER KONUŞSA

DAHA IYIYDI’

Birçoğu Amerikan anayasal

hukukunun tarihi ve onun demokrasiye

etkileri konusunda

derin bir kavrayışa sahip olan

Amerika’nın en parlaklarından

yüzlerce beynin orada nazikçe

oturup bu konularda belki bir

tane kitap okumuş, sarih bir

tez bile ortaya koyamayan bir

milyarderi dinlemesinin nasıl

bir hakaret olduğunu düşünün.

Sonuçta manifestonun herhangi

üniversite profesöründen

en fazla B- notu alabilecek zayıf

bir kompozisyon olduğu ortaya

çıktı. Zuckerberg ABD’de ifade

özgürlüğüne dair yasaların gelişim

tarihiyle ilgili basit ve eksik

bir taslak çizdikten sonra (sanki

bir devletin sansürleme yeteneğinin

herhangi bir şirketin ne yapıp

yapmaması gerektiğiyle bir

ilgisi varmış gibi) bunu kendi küresel

ve özel şirketine uygulayıp

en sevdiği iki cümlenin değerine

dair olabilecek en sığ yavanlığı

sundu: “İnsanlara daha fazla ses

vermek” ve “insanları bir araya

getirmek.”


41

* Siva Vaidhyanathan

imzalı bu yazının

orijinali ilk kez

The Guardian’da

18 Ekim 2019’da

yayımlandı.

Bu iki klişe cümlenin reklamının

yapılmasını amaçlayan

Zuckerberg misyonuna hizmet

eden konuşma, büyük ölçüde

onun son dönemdeki diğer konuşmalarının

ısıtılıp sunulmasından

ibaretti. Yeni olan kısımlar

ilginç değildi. İlginç kısımlarsa

yeni değildi.

Konuşma öylesine zayıftı ve

fena yapılandırılmıştı ki ifade

özgürlüğünün değerine dair bir

tartışmada bundan daha kötü

bir delil bulunamaz.

Konuşmacı ile dinleyenler

yer değiştirse ve Georgetown

kamu yönetimi öğrencileri Zuckerberg’e

ifade özgürlüğünün

tarihiyle ve değeriyle ilgili bir

ders verse bu etkinlik çok daha

kıymetli olurdu. Sonuçta öğrenciler

bu konuyu biliyorlar ve

ayrıca net bir şekilde düşünüp

yazmak için eğitim almışlar.

DÜNYA IFADE

ÖZGÜRLÜĞÜ

SAYESINDE DAHA IYI

Ama buraya dikkat: Zuckerberg

yanılmıyor. Sadece işin

nedenini açıklayamıyor. Dünya

bugün iki yüz yıl önce olduğundan

iyi durumda. Bunun temel

nedenlerinden biri, daha fazla

insanın ölüm ve işkence korkusu

olmadan kendilerini etkin bir

şekilde ifade edebilmesi. Dünya,

bilim insanları ve avukatlar gibi

söylemsel topluluklar neyin doğru

ve önemli olduğu hakkında

argümanlarını dürüstçe ortaya

koyabildikleri için artık daha

iyi bir yer. Geliştirilen güçlü

teknolojiler insanların birbirini

bulma, motive etme ve örgütlenmelerini,

dolayısıyla yeni ve

şaşırtıcı (sık sık da rahatsız edici

ve şiddetli) yollarla birbirlerine

nüfuz edebilmelerini sağladı.

Zuckerberg son dönemde

şirketinin uygulamalarının yarattığı

tartışmalara dolaylı da

olsa değindi.

ABD’de yanıltıcı olduğu bariz

siyasi reklamları Facebook’tan

kaldırmama kararı nedeniyle en

şiddetlisi başkan adayı Elizabeth

Warren’dan gelen eleştiri yağmuru

altında bu adımı sahte bir

alçakgönüllülükle savundu. “Özel

bir şirketin bir demokrasideki

siyasetçileri sansür etmesinin

doğru olduğuna inanmıyorum”

dedi.

Bu kötü bir tavır değil ancak

iki önemli gerçeği gizliyor: Facebook

dünyada benzersiz güce sahip

bir platform olarak yaklaşık

2.5 milyar insanın sosyal ve bilgisel

dünyalarını yapılandırıyor.

Ayrıca şirket, kendi politikalarını

uygulama konusunda bugüne

kadar tutarsız (hatta beceriksiz)

olageldi.

Zuckerberg Facebook’un yönetmek

için çok büyük olduğunu


42

veya reforma ihtiyaç duyduğunu

asla kabul etmedi. ABD’deki

siyasi reklamları düşündüğümüzde

(dünyanın dört bir yanında

kullanıcıların yüklediği diğer

tüm içerikleri görmezden bile

gelsek) Facebook’un ABD’de

hükûmetin tüm seviyeleri için

yapılan seçimlerde yüz binlerce

reklamı denetlemek zorunda

olduğunu görebiliriz. Facebook

bunu yapamaz. Kimse yapamaz.

İNTERNETIN

FAYDALARINI

FACEBOOK’A YAMIYOR

Facebook’un siyasi reklamlardaki

gerçekliği değerlendirmekten

kaçınma pozisyonuna dair

güçlü bir savunma, böylesine ince

ayar gerektiren bir işi devasa

ölçeklerde yapma yeteneğinden

yoksun olmasıdır. Trump’ın

Joe Biden hakkında verdiği bir

reklamı değerlendirmek kolay

olabilir. Ama dünyanın dört bir

yanındaki milyonlarca siyasi reklamın

yanıltıcı olup olmadığına

karar vermek kolay değildir.

Zuckerberg internetin büyük

faydalarını sanki kendisinin getirdiği

şeylermiş gibi sunmaya

bayılıyor. Facebook’u sık sık

internetle bir tutuyor. Oysa

Facebook internetin tam aksine

kapalı, ticari bir

sistemdir. Bu yüzden

Zuckerberg

bilginin yayılmasının

aydınlatıcı

etkisiyle

böbürlenirken,

kendi şirketinin

yarattığı zehirli

etkiyi görmezden

geliyor.

Facebook’u Facebook yapan

üç belirleyici özellik var. 2.4

milyar insanın 150’den fazla

dilde içerik yüklediği ölçeği onu

herhangi filtreleme mekanizması

için fazla büyük kılıyor. Dikkat

çekmeye ve etkileşim yaratmaya

(tık, paylaşım, beğeni ve yorum)

odaklı değerleme sistemiyle

içerikleri öne çıkaran algoritma

tasarımı, akılcı ve ölçülü ifadelere

karşı aşırılık yanlısı ve güçlü

duygular ifade edenleri kayırıyor.

Ucuz ve etkili reklam sistemi

şirkete devasa kârlar getirirken

iyi bilginin diğer kaynaklarını

gelirden mahrum bırakıyor.

ZUCKERBERG

FACEBOOK’A

YAKINDAN BAKMAMIZI

ISTEMIYOR

Zuckerberg perşembe günkü

konuşmasında ABD’deki siyahların

yurttaşlık hareketi Black

Lives Matter’ın Facebook’ta

başlamasıyla övündü. Ancak

internet akademisyeni Zeynep

Tüfekçi’nin de dile getirdiği gibi

Facebook’un algoritmik sistemi

aslında #BlackLivesMatter ve

diğer aktivist hareketleri ezerken

“Buz Kovası Meydan Okuması”

(Ice Bucket Challenge) gibi boş

imgeleri teşvik ediyor. Çok daha

hafif bir algoritmik desteğin yer

aldığı Twitter’da ise #BlackLivesMatter

dikkat çekebildi.

Zuckerberg Facebook’taki

en büyük Black Lives Matter

grubunun Avustralya’da yaşayan

beyaz bir erkek olduğu gerçeğini

de görmezden geldi.

Zuckerberg bizden, bir insanın

hiçbir nüansa, karmaşıklığa

ve kültürel özgünlüğe yer bırakmadan

ifade özgürlüğünün

ya yanında ya da karşısında

olabileceğine inanmamızı bekliyor.

Karmaşada boğulan bir

şirketin başında olduğu hâlde

yapıyor bunu. Tartışmaların

olabildiğince soyut ve idealist

kalmasını istiyor. Facebook’a

yakından bakmamızı istemiyor.

Başında bulunduğumuz 21.

yüzyılın önemli bir oyuncusu o-

larak Zuckerberg ifade özgürlüğüne

dair 19. yüzyıla ait modası

geçmiş bir görüşü kucaklıyor.

Ona göre fikirlerin bir serbest

pazarı var. Kanıtlar ve tezlerle

karşılaştıklarında bu pazarda

en iyi fikirler kazanıyor. Sorun

şu ki Facebook bu yöndeki her

girişimin altını oyuyor.

YENI SORUNUMUZ

KAKOFONI

19. yüzyılın sorununu büyük

ölçüde çözdük. 2019 itibariyle

dünyadaki çoğu insana ifade

özgürlüğü için bir platform ve

devamlı, uygun maliyetli insan

iletişimi için bir araç vermeyi

başarmış durumdayız. Dünyanın

büyük bölümünde ifade

özgürlüğü devlet kontrolünün

erişimi dışında kalıyor. Bunlar

güzel, tek mesele yüzleşmek

zorunda olduğumuz yeni bir

sorunun doğması.

Bu sorun 21. yüzyılın kakofonisidir.

Çok fazla insan aynı

anda bağırıyor. Dikkatimiz dağılıp

un ufak oluyor. Tutkular

patlıyor. Olgular eziliyor. Bilgi

sahibi bir kamuoyuyla beraber

karmaşık ama hayati sorunları

dikkatle ve derinlemesine düşünmek

giderek zorlaşıyor. Daha

fazla bilgiye erişebiliyoruz ama

ciddi konularda yetişkinler gibi

düşünüp konuşmamız zorlaşıyor.

Zuckerberg, Facebook’u işe

yarar bulan tüm o ilerici toplumsal

hareketleri gündeme getirerek

onların sağladığı kazanımlardan

şirketi adına pay çıkarmaya

kalkıyor. Ama Nazilerin ve kadın

düşmanlarının da Facebook’u

örgütlenmek ve eleman devşirmek

için kullandığını görmezden

gelirken motivasyon ile ifade

özgürlüğü ve demokrasiyi aynı

şey sanabileceğimizi umuyor.

Gerçek şu ki güçlü bir demokrasinin

motivasyondan,

benzer şeyler düşünen insanları

bulup örgütleme yeteneğinden

daha fazlasına ihtiyacı vardır.

Demokrasiler derinlemesine

düşünmeyi gerektirir. İyi bilgilenmiş,

farklı düşünen insanlar

arasındaki tartışmayı geliştiren

kurumların çatırdamasına yol

açtık. Sonunda elimizde tek

kalan Facebook olacak. Bunun

işe yarayıp yaramadığını görmek

için Myanmar’a bakın.


ULUSLARARASI BASIN KARTI

43

11

Kapıları açar.

Tüm dünyada.

Gazeteciler haber kaynağına ulaşmak,

farklı mekân ve bölgelere girebilmek

için tanınmaya ihtiyaç duyuyor.

Uluslararası Basın Kartı (IPC) 134

ülkede işte bu ihtiyacı karşılıyor.

R

Çalışan gazeteciler için en eski

ve en saygıdeğer kimlik belgesi olan

IPC 80 yıldır medya çalışanlarının hayatını

kolaylaştırıyor.

Türkiye’de Gazeteciler sadece Gazeteciler Sendikası’nın Sendikası’nın

vermeye yetkili olduğu Uluslararası Basın Kartı’na

tüm TGS üyeleri ve serbest gazeteciler başvurabilir.

tgs.org.tr/presscard

TÜRKİYE GAZETECİLER SENDİKASI

www.tgs.org.tr

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!