05.01.2021 Views

Sayı 4

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

DAKTİLO SESLERİ

KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

ŞEHİR

VE

MEDENİYET

SAYI:4



editörden...

Merhaba Sevgili okur, Daktilo Sesleri Dergisi’nin ilk sayısının çıktığı günden bu

yana güzel sayılarla karşınıza çıktık. Ekip olarak elimizden gelenin en iyisini

yapmaya çalıştık, yapmaya da devam edeceğiz inşallah. Karşılık bulduğumuzu

görmek fazlasıyla sevindirici. Bunun için en başta ekip arkadaşlarıma ve siz

kıymetli okuyucularımıza teşekkür ederim.

Yazarlarımızdaki ve ekip arkadaşlarımızdaki gelişmeleri ve özveriyi görmek

işimizi daha bir istekle yapmamızı sağlıyor. Çünkü dergicilik bir ekip işidir.

Etrafınızda yapması gerekenleri üşenmeden, istekle yapan insanların olması sizin

de şevkinizi

arttırıyor. Kişi kendinden sorumludur; ama söz konusu dergi çıkarmak olduğunda

daha geniş düşünmeniz gerekiyor elbette. Bunun bilincinde olan kişilerle yolumuza

devam ediyoruz elhamdülillah.

Kasım sayımızda “Şehir ve Medeniyet” konusuna yer verdik. Yine birbirinden

kıymetli yazılar geldi. Her birinde konu

farklı açılardan değerlendirilmişti. Kimisi bir şehrin tarihini ve güzelliklerini

anlatmış, kimisi medeni olmaktan bahsetmiş; kimisi de medeniyet kavramının

nasıl oluştuğuna değinmiş. Tüm arkadaşlarımızın kalemine sağlık. O kalemler bize

daha çok lazım olacak. Kalem derdi yazıya dökmenin en etkili aracıdır.

Dilini kalemiyle en güzel şekilde buluşturanların sayısı artsın her daim.

Bu ay medya sorumlumuz Sevcan Hanım, yazar Funda Uçuk Er

Hanımefendiyle kitaplarına ve özellikle son kitabı “Huşu Ağacı” na dair çok sıcak

bir röportaj gerçekleşti. Sevcan Hanım’a röportaj için, Funda Hanım’a da bizi

kırmayıp vakit ayırdığı için teşekkürlerimi iletiyorum.

Daktilo Sesleri Çocuk Dergisi de bundan sonra iki ayda bir sizlerle olacak.

Buradan bunun da bilgisini vermiş olalım.

Sizleri yine keyifle okuyacağınız güzel bir sayıyla baş başa bırakıyorum.

Sevgiyle, kitapla ve Daktilo Sesleri’yle kalın. Okumak ve yazmak eksik olmasın

hayatınızdan

Esra Kıral

2


ŞEHİR VE MEDENİYET ÜZERİNE

Medine kelimesi ile medeniyet kelimesi akraba iki kelimedir ki Medine zaten şehir

anlamındadır. Dolayısıyla medeniyet ve şehir kavramları birbirinden ayrı düşünülemez.

Medeniyetin görünür yüzüdür şehirler. Nasıl mı?

Lütfi Bergen bu konu ile ilgili bir yazısında “Şehir denen şey Müslümandır.” der.

Buradan anlıyorum ki medeni insan, şehirli insandır; şehirli insan Müslümandır. Medinede

İslam Devleti'nin kurulması ile bizim medeniyetimizin temelleri de atılmış, medeniyet

oradan yükselmiştir.

Dünyanın nefes aldığı her dönemde İslam'ın izlerini görüyor olmak da bunun ispatı

zaten. Öyleyse bu tabir, bugünkü manada maddi gelişmişlikten ziyade ruhi gelişmişliği de

barındırıyor.

O günden bu güne baktığımızda İstanbul bizim medeniyetimizin en önemli mekansal

karşılıklarından biri; bu sebepten konuyu onun üzerinden açıklamak doğru olur kanımca.

Belki de en bariz örnekleri burada, yaşadığım şehirde görmüş olmamdan kaynaklı bu

düşüncem. Şehrin tarihi yerlerini gezerken ve üzerine okumalar yaparken o günleri

bugünle karşılaştırma imkanım, medeniyetin nasıl kurulduğunu ve nasıl kaybedildiğini

anlama şansım oldu.

Osmanlı döneminin İstanbul'unda ve tabi diğer şehirlerinde evlerin avlular içinde inşa

edilmesi, cumbalı pencereler, kapılarda bulunan çift tokmaklar, mezar başlarında bulunan

ve kuşların su içmesi için konulan kaplar... Hepsi üzerinden medeniyetin ne olduğuna

bakarsak eğer; evlerin avlular içinde inşa edilme sebebini mahremiyetin korunması olarak

görüyoruz. Zira ev özel alandır. İnsan o alanda aile fertleri ile birlikte dışarıdan irtibatını

keser, korunur. Bugün olduğu gibi onlarca daire incecik duvarlarla birbirinden

ayrılmamıştır. O dönemde mimari ile bunun sağlanması, medeniyetin insanı koruyan

yönünü gösterir bize.

Cumbalı pencerelerin yapılma sebebine bakınca yine aynı şekilde mahremiyetin

muhafazası amacı ile karşılaşırız. Burada korunması ve rahat ettirilmesi amaçlanan kişi

tabii ki öncelikle kadın. Kadın görünmeden, ev haliyle dışarıyı görebilir ama onu dışarıdan

gören olmaz. Kapı tokmaklarında da aynı durum çıkar karşımıza. Osmanlı evlerinde yan

yana iki tokmak vardır. Biri küçük diğeri ise büyüktür. Küçük olan tokmak kadınların

kullanımı için, büyük olan tokmak ise erkeklerin kullanımı içindir. Bu sayede ev ahalisi

gelenin kim olduğunu tahmin edebilir ve kapıyı o tedbirle açar.

Buradan yola çıkarak medeniyet İslam’dır diyebiliriz ve asıl amacı insanı rahat

ettirmektir; mekansal karşılığı şehirlerdir ve ilk temel Peygamberimizle atılmıştır.

Bugünün şehir dediğimiz gelişmiş köylerine baktığımızda ise teknolojinin getirdiklerini

medeniyet olarak adlandırarak nasıl yanıldığımızı görebiliriz. Zira medeniyet gökdelenler,

metrolar, akıllı telefonlar, otomatik kapılar, uçaklar vs. değildir. Bunlar insan hayatını

kısmen kolaylaştıran ama belli oranda da onu köleleştiren kolaylıklardır.

3


Şimdilerde gözümüzü boyasa da tüm bu ihtişamın içerisinde aslında kimsesi

olan kimsesiz çocuklar yurtlarda; evlerin bereketi yaşlılar bakımevlerinde; gencecik

kadınlar bedeni üzerinden kazanç sağlamak zorunda kalarak geceleri sokaklarda

ise; güven duygumuz kalmamıştır. Komşuluk ilişkimiz sadece asansörde

selamlaşmaktan ibaretse hatta insanlar yalnız halde evlerinde ölüp günler sonra

bulunuyorsa bunun adı medeniyet değil olsa olsa kentli veyahut metropol insanı

olmaktır. Yani belli bir sayıyla sınırlandırılarak tanımlanan yerleşim yerlerinden en

büyüğünde yaşamaktır.

Medeniyet ise bir mekanı paylaşmak değil o mekana ruh katmak, o mekanı

yaşanır kılmaktır. Bir zincirin halkaları gibi toplumu sorumluluk bilinciyle birbirine

bağlamak, insanı insan vasfına uygun yaşatmaktır. Velhasılı medeniyet Müslüman

olmanın mekansal karşılığıdır.

Semra Bay

4


SICAK BİR YAZ GÜNÜ RÜYASI

Urfa’ya gittiğimde fark ettiğim ilk şey modern ve gösterişli

binalardı. Birden şehrin kafamdaki doğu imajından çok farklı

olduğunu anladım. Her şehrin merkezinde yeni binalar vardır.

Bunlar üstünde yaşayanların zevkini yansıtır. Ancak bunu

düzenli ve etkileyici yapmak, “işte bu şehir büyük bir şehir,”

dedirtir. Urfa tam bir büyükşehirdi.

Tabii ki benim Urfa’ya gidiş sebebim modern binaları görmek

değildi. Öyle olsa İstanbul’un gökdelen tarlalarını yahut

Ankara’daki gri yığınları tercih edebilirdim. Büyük şehirlerin

kafeleri, alış veriş merkezleri, kalabalık meydanları hiçbir zaman

ilgimi çekmedi. Oysa bu eritici sıcakta, yani Temmuzun sonu

Ağustosun başı, yerel halkın eyyam-ı buhur dediği günlerde

Urfa’da olmamın bir sebebi vardı.

Urfa çoğumuzun hayatına türkücülerin memleketi, acının ve

kederin diyarı, sıra gecelerinin mekanı olarak girse de çok derin

bir medeniyetler tarihine sahip. Çevremdeki pek çok insanın

dünyadaki en eski mabedin burada olduğunu bilmemesine

şaşırdım. Göbekli Tepe’yi yani tarihin başlangıcını görmek için

yola çıktım ancak ondan önce başka yerlere de uğramadık değil.

Çoğu kişinin aklına Urfa’daki tarihi yerler deyince Balıklı Göl

geliyor. Elbette üç ayrı semavi dinde yer alan Hz. İbrahim’in

etkileyici ve bizler için de manevi değeri yüksek hikayesi Balıklı

Göl’ü uğrak bir nokta yapıyor. Şehir merkezine yakın olması bu

şehre gelen herkese kutsal balıkları görmek için bir şans veriyor.

Ancak çoğumuzun bildiği, belki yakından gördüğü bu gölün

yanında bir de küçük göl ve su kanalı bulunmaktadır. Bu iki

gölün kıyısında, sıcakta kavrulmuş esmer rehber çocuklar size

hikayeyi bir solukta gözlerinin içi ışıl ışılken anlatıveriyor.

Biraz dinlenmek isterseniz göllerin hemen yakınındaki tarihi

camiler ve bahçelerindeki şadırvanlar içinize bir ferahlık veriyor.

Hazır şehirden çok da uzaklaşmamışken eski şehirde Kapalı

Çarşı’ya uğrayabilir hem acıkan karnınızı doyurmak için hem de

alışveriş için zaman ayırabilirsiniz. Lezzetli bir kebap yemeden,

yahut bir bakır tepsi almadan gitmek isota ve isotun ün

kazandırdığı zanaatkarlara saygısızlık olur. Acının kokusu

olduğunu burada öğrendim ben. Eğer siz de benim gibi pul biberi

acı yerine koyanlardansanız, yemeğin yanında bol ayran sipariş

etmenizi tavsiye ederim.

Yemekten sonra biraz dolaşmaya çıkabilir, eski şehri yani bizim

Urfa’nın dizilerden tanıdığımız yüzünü görebilirsiniz. Böylece

lezzete dayanamayarak midenizi tıka basa doldurduğunuz

kebapları eritebilir, sosyal medyada paylaşmak için harika

kareler yakalayabilirisiniz.

5


Benim varış noktam ise biraz daha şehrin dışında yaklaşık yarım saat mesafedeki

11000 yıllık Göbekli Tepe’ydi. Ülkenin değil, dünyanın en eski mabedini görmek

inanılmaz bir deneyim olacağa benziyordu. Öğleden sonra hava iyiden iyiye kızmışken

Örencik köyü yakınındaki Göbekli Tepe’ye vardık. Adı üstünde bulunduğu alana hakim bir

tepede bulunuyordu. Yaklaşık on dakikalık mesafeden yapıyı korumak için inşa edilen

beyaz kubbe görünebiliyordu.

Böyle hâkim bir tepeye yerleşim alanı değil de mabet yapan insanoğlu için bu yapı çok

değerli olsa gerek diye düşünmeden edemiyorsunuz. Gezi alanı da kazı alanı da çok

büyük değil çünkü burası henüz keşfedilmiş bir hazine gibi duruyor. Birkaç yıl önce

başlayan çalışmalar yıllarca devam edecek ve elbette büyük keşifler olacak. Ancak

şimdiden bulunanlar bile insanı dumura uğratmaya yetiyor. Bu mabet 10 veya 12

sütundan oluşuyor. Veya diyorum çünkü sütunlardan ikisi yan durumda. Bu şekilde mi

inşa edilmiş yoksa zamanla mı devrilmiş araştırılıyor.

Göbekli Tepe’nin en yakın akranı olan 6000 yıllık İngiltere’deki Stonehenge de 12 dik

sütuna sahip. Ancak Göbekli Tepe bu yapıdan neredeyse iki kat daha yaşlı. Bu kadar

uzun yıllar önce, bu kadar uzak mesafede insanoğlunun benzer yapılar oluşturması

merak unsurlarından birisi. Bir diğeri ise buranın gerçekten bir mabet olup olmadığı.

Sütunlar üstünde akbaba, ördek, tilki, yılan gibi hayvanlar bir kompozisyonla yer almakta.

Peki, ne ifade ediyorlar?

Bu konuda şimdilik iki teori var: İlki pratik, bunların kabile işaretleri olduğu ve her

kabilenin bu mabette yeri olduğu teorisi. Bu çok kültürlülük demek ve tarihin en eski

medeniyetine sahibiz anlamına gelir. İkincisi ise daha bilimsel, bu sütunların ayları veya

gün içindeki saatleri temsil ettiği düşüncesi. Durum buysa eğer Mısırlılara güneş takvimini

burada yaşayan insanlar öğretmiş olmalı.

Her iki koşulda da yahut ortaya çıkması çok muhtemel yeni koşullarda da gerçek şu ki;

bilinen tarihin arkasında bir o kadar da bilinmeyen gizli. Göbekli Tepe bunu

anlayabileceğiniz bir mekan.

Sinem YÜCEL CEYLAN

6


Kars Ani Harabeleri

“ANİ” DEN

Sabaha nasıl erişeceğini bilemeden başını yastığa

koydu, her zamanki gibi hızlıca

uykuya daldı. O garip rüya başladığında biri başucunda

oturup onu izlese ona macera yaşadığını düşündürecek

kadar hızlı nefes alıp veriyordu. Bir rüyanın içinde olduğunu

tahmin ediyor ama gördüğü şeylere anlam veremiyordu. Üç

tarafı sular, bir tarafı surlarla çevrili, içinde yıkık dökük

yapıların olduğu, tepenin üzerine kurulmuş geniş bir

düzlükteydi. İlk defa gördüğü bu yere şaşkınlıkla bakıyordu.

Rüzgar eserken kulaklarında uğulduyor, sanki uzaklardan

bir sesi de beraberinde taşıyordu: “Seni bekliyorum”.

Gece yarısı rüyadan gerçek hayata kan ter içinde açtı

gözlerini. Yatağın içinde doğrulup düşünmeye başladı. Kızıl

taşlar, yemyeşil arazi, usul usul akan nehir, ihtişamlı

surlar... Gecenin karanlığı bile rüyasında gördüğü şehrin

ışığını söndüremedi. Peki neresiydi burası? Neden rüyasına

girmişti?

Ailesi İstanbulluydu, hiçbir zaman gidip ziyaret ettikleri

bir köyleri de olmamıştı.Bu kadar etkileyici bir çağrı ancak

kökenlerinden geliyor olabilirdi. Yakın zamanda devletin

soyağacı arşivlerini açtığını hatırladı. Telefonunu alıp

sisteme girdi ve soyağacına baktı. Beşinci kuşak dedesinin

adının yanındaki kutuda duruyordu cevap: Kars. “Tabi ya,

rüyamda Ani’deydim!” dedi kendi kendine heyecanla.

Vakit kaybetmeden Kars’a gidecekti. Mimarlık okumak

için geldiği Ankara’dan Doğu Ekspresi’ne bir bilet aldı.

Böyle bir yolculuk için trenin en doğru ulaşım aracı

olacağını düşündü. Gün içinde işlerini halletmiş, akşam

olduğunda yataklı vagonunda yerini almıştı. Kars’a varana

kadar Ani ile ilgili bilgileri okudu. Tren şehirlerden uzakta,

doğanın içinde kıvrım kıvrım ilerlerken o Ani’yi düşünüyor,

bin yılı aşkın tarihi ile medeniyetler beşiği, yüz bini bulan

nüfusu ile tüccarların, seyyahların, mimarların, yazarların

buluşma noktası olmuş bu şehir daha şimdiden onu

heyecanlandırıyordu.

Ertesi gün akşam Kars’a vardı. Geceyi geçirmek için bir

otele yerleşti. Sabah günün aydınlanması ile birlikte dışarı

attı kendini. Soğukla büzüşüp hırkasının içinde gittikçe

küçülerek Kars sokaklarında gezindi. İşgal zamanı Rusların

yaptığı geniş caddeleri ve caddelerin iki yanında yer alan

Baltık mimarisine ait yapıları görünce çok şaşırdı. Burası

daha önce gezdiği hiçbir doğu şehrin benzemiyordu.

7


Kars Ani Harabeleri

Otele dönüp kahvaltısını yaptıktan sonra bir taksi

çağırdı. Ani’ye doğru yola çıkan taksinin şoförü şehrin

her yerinden görünen Kars Kalesi’ni işaret ederek

“Kale’ye de çıkmak ister misiniz?” dedi. “Rivayete göre

Kars Kalesi’ne çıkan birisi buraya mutlaka yeniden

gelirmiş. Ben buna Ani’den sonra karar vereceğim”

diye cevapladı.

Yaklaşık bir saat sonra surların önüne vardıklarında

şoförden onu beklemesini istedi. Kalbi hızlı hızlı çarpar

halde Aslanlı Kapı’dan giriş yaptı antik kente. Son

adımı da surlardan içeri girdiğinde artık hayatının asla

eskisi gibi olamayacağını hissetti. Bir daveti kabul edip

gelmişti Ani’ye. Peki onu çağıran kimdi?

Taşı, toprağı bile adeta konuşan bu harabede ilk

göze çarpan 1001 yılında Ermeni kralı 1. Gagik

döneminde tamamlanan büyük katedraldi. Oraya doğru

yürüyüp içeri girdi. Rüyasında duyduğu ses katedralin

içinde yankılanıp kubbenin gökyüzüne

açılan boşluğundan dağıldı: “Hoşgeldin.” Bir an bile

şüphe etmeden bu sesin katedralin Ermeni mimarı

Trdat’a ait olduğunu düşündü. Korkuyla dışarı çıkıp

koşmaya başladı. Uçurumun kenarına yapılmış

Anadolu’nun ilk Türk camisi olan Menuçehr Camii’ne

girdi. Caminin Arpaçay’a ve üzerindeki yıkılmış

İpekyolu Köprüsü’ne doğru bakan pencerelerinden

birinin önüne oturdu. Bildiği ne kadar dua varsa

okuyordu.

Ani’nin bu çağ için büyük bir mimarlık okulu

olduğunu biliyordu. Tıpkı büyük dedeleri ile kan bağı

bulunduğunu düşündüğü Mimar Trdat’ın ruhu

tarafından Ani’ye çağrılmış olduğunu bildiği gibi...

Taksici iki saat sonra surlardan içeri girip kızı aradı

ama onu hiçbir yerde bulamayınca şehre geri döndü.

Genç kız geceyi Ani’de geçirecekti.

Zeliha Altuntaş

8


Esrarengiz Şehir

Bir yanım deniz

Bir yanımsa okyanus kıyıları

Her türlü gemi limana doğru yaklaşırken

Benim gemim ya Kız Kulesi’ne hayran kalır ya da Galata Kulesi’ne

Bir vapurun içine binip oradan seyrederim

Zaman aksa bile umurumda değil

Manzaram denize doğru yaklaşırken

Hiçbir kuvvet alamazdı beni

Kaybolduğum esrarengiz şehirden

Burada doğdum burada da ölesim var

İstanbul al beni kollarının arasına

Kimsenin saramadığı kadar sen sar

Arada martılara simit atarken unutuyorum geçmişin yaralarını

Sessizlik sanki sende hüküm sürer geceye

Sende bulur yeniden yaşama sevincini

Kuşlar, ağaçlar yeşillikler

Yeni bir güne başlama telaşında olan biz insanlar

Koca esrarengiz şehir içinde hem anılar biriktirip

Hem de savruluyoruz senin gölgende

Ah be İstanbul! Sana hayran olamamak

Elde değildir hiçbir zaman

Aleyna Gökçe

9


AĞRI ŞEHRİ

Şehir: Sözcük anlamı itibariyle nüfusun çoğunluğunun ticaret, sanayi ya da yönetim ve

benzeri işlerle uğraşan insanların yerleşim alanı olan kent olarak tanımlanır. Bu terimin

dışında şehir ve şehirlerin, insanların fikri ve duygusal dünyalarında ayrı ayrı tanımlarla

ifade bulduğu kanaatindeyim. Benim için de hakeza öyle; atmosferini soluduğum her şehir

ve belde ayrı çağrışımlara, anılara ve bunların neticesi olarak karakteristik bir

tanımlamaya bürünüyor.

Doğu Anadolu Bölgesi'nin kadim şehri Ağrı, Orta Asya kavimlerinin Anadolu'ya açılan

kapısı, bağrını birçok millet ve medeniyete açan ve Büyük İskender'in suyundan içtiği,

toprağından nasiplendiği şehirdir. Hz. Osman zamanında İslam ordularının ayak bastığı,

Tevrat'ta adı geçen ve Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı topraklarına katılan bağrı

geniş memleket Ağrı, zamana ve yaşanmışlıklara tanıklık eden, efsanelere konu olan Ağrı

Dağı'nın heybetli gölgesinde varlığını sürdürmektedir.

Bendeki karşılığı ile Ağrı; doğaya hakim noktada bulunan iki katlı, geniş balkonlu etrafa

çiçeklerle fesleğenlerin rayihalarının yayıldığı, kuş nidaları ile bezenmiş altından şırıl şırıl

akan derenin sesiyle huzur nakşeden o ev. Sabah namazı sonrası çay içerek sohbet eden

anneannem ve dedemin fısıltı tonundaki seslerine eşlik eden pişi kokusu ve akan derenin

ahenkli sedası ile huzur deryasına dalmışçasına uyanmak. Ağrı çiçek tarlalarında patron

olan ısırganların hakimiyetine rest çekmişçesine, koşarak tarla sonunda karşıma çıkan

muzip kaz sürüsünün tek sıralık nizami dizimini bozup kazlar ve çobanlarınca

kovalanmaktı. Sonrasında buz gibi akan suya girerek balık yakalama yarış yaparak

yakaladığımız bir iki balığa kıyamayarak geri suya salmaktı. Sakallı dedemin “koca kız

oldunuz hoplamayın,” uyarılarına kıs kıs gülerek ağaç dallarında kuzenlerim ile sohbet

edişimdi. Gündüzü ayrı muhterem gecesi ayrı kıymetliydi. Akşam semaver dumanı ile

dere ahalisinden olan kurbağa korosu eşliğinde, ince belli bardaktan her yudumu yaşam

hevesi aşılayan duman kokulu çayı yudumlamaktı. Şimdi ise özlemler ve özlenenler

arasında anılarımın en görkemli şehri Ağrı... Huzeyfe Erdem'in yorumladığı gibi "şehir ve

şehirler yaşanmışlığın en yakın tanığıdır. Şehir anadır yuva yapar; insan anıdır o yuvayı

tamamlar. Caddeler, sokaklar binalar aynıdır değişense yalnızca insanın şehirle olan

rabıtasıdır".

Sümeyra Yavrutürk Köse

10


ŞEHRİN TILSIMI

Yıllar yıllar önce idi. Bu şehre gelip heybeme yeni kültürler

eklemenin mutluluğu içimi olanca gücüyle sarmıştı. Akıp

giden zamanın zehirli tesiri bende olumsuz bir etki

yaratmamıştı. Bu şehrin getirdiği medeniyetin heybemizden

alıp götürdüğü muhabbetlere, kocaman gözlerimle hep

şaşkınlıkla bakmıştım. Beni düşündüren nokta aslında

karşılıklı muhabbetlerin neden bu denli azaldığından çok,

günümüzde yükselen kahkahaların ve ortak paylaşım

noktalarının haddinden fazla artmasına karşı; samimi

duruştan uzak tabloların olmasıydı. Amaan canım

yaşıyorduk işte, neden önünü sonunu kurcalayacaktık ki?

Bir şeyleri oldurmak, sevgiyi iliklerimizde hissetmek; bir

anda yıkıp karşılaştığımız tabloyu çöpe atmaktan çok daha

zordu. Zamana karşı koyamayan bir bedenimiz vardı oysaki.

Bunun yıkıcılığı aynaya her baktığımızda kendini

hissettirirdi. Sahi ruhuyla gören bilene saçtaki tek bir ak bile

neler anlatırdı.

Yaşadığım şehri daha fazla tanımak ve anlamlandırmak

için pek çok müze ve sokak gezmiştim. Gezdiğim yerler bu

şehri yakından tanımam adına zihnimde şifreler

oluşturmuştu. Ardıma bakmadan yürüyordum. Sokakların

bana gösterdiği ihtişam, yeni yerler görmenin heyecanından

çok, yeni tanıştığım bir insanı anlama serüveni gibi uzayıp

gidiyordu. Kasvetli yerlere geldiğimde dahi umutla

bakıyordum. Sahi ben bu şehri olanca gücümle sevmeye;

aynı zamanda da sevilmeye gelmiştim. Bana heyecan

vermeyen bir diyarda gönül bağı kuramadığım kişileri

sevmenin bana ya da karşımdaki kişiye ne gibi bir katkısı

olurdu? Bulunduğum yeri sarıp sarmalamazsan içimde

heyecan oluşur muydu? Bu düşünceleri atlatıp kendimi

bulmam uzunca bir süremi aldı. Yapımda olan “inatçılık”

mayası kim bilir bana neler getirip bir o kadar da benden

götürmüştü.

Kendimi arayıp bulma anlayışım bir yana bu şehri tanıma

serüvenim benim için gittikçe merak edilir bir hal aldı. Şehri,

medeniyette attığım adımları ve şehrin yıllar içindeki

değişimini anlamak amacıyla üniversite yıllarımda müzeleri

kendime mesken edindim. Müzelerde bulunan aletler, tarih

kokan odalar nedense bana göre her daim çekiciydi.

Girdiğim her müzede kendimden bir şeyler bulma umudu

yeni bir dünyaya açılan kapıydı. Bu sebeple müzelerdeki

tarihi alanları inceler kafamda anlamlandırmaya çalışırdım.

Bu anlama serüveni müze dışında da benimle devam etti.

Medeniyet uçsuz bucaksız bir yoldu. Şehri ve medeniyeti

sadece müze ile anlamak belki de şehre haksızlık olurdu. Bu

sebeple anlama ve idrak etme sürecim benimle her gittiğim

yere geldi. Müzeler bu serüvenin “anlamlı” bir bölümüydü.

11


Anlama serüveninin büyük bir kısmını

atlattığımı zannettim. Medeniyet onu var eden

“insanlık” ile ortaya çıkardı, serüvenin bu

kısmını atlamış olmalıydım. Buram buram

medeniyet kokan bir şehirde bin bir türlü iyilik

ve bin bir türlü kötülük aynı anda nasıl

barınabilirdi? Bunu hiç bağdaştıramadım.

Aslında iki kavramın bağdaştırılacak bir yanı

yoktu.

Her şehrin bir dili vardır. Şehirler kendini

gizleyen birer insan gibidir. Bir yandan

kendini tanıtmaya çalışmanın verdiği

heyecanı içinde taşır, bir yandan da tanınmayı

bekleyen bir birey gibidir. Şehirleri ve

şehirlerin içeriğinde barındırdığı medeniyeti

anlayabilmek uzun bir çabadan geçer. Ben bu

çabanın neresinde kaldım, bilmiyorum. Fakat

artık ne zaman içim daralsa ya da gözlerim

yeni bir heyecan arasa aklıma hangi semtlerin

geleceğini bilir oldum. Ben bu şehrin

kalabalığı ve medeniyeti içinde kaybolmak

değil; bana huzur veren sanatçı yanı ile

arkadaş olmak istiyorum…

Deniz Ergeç

12


DEBBAĞ AHMED

Nur yüzlü ihtiyar elindeki önlüğü Ahmed’e giydirdi. Kulağına eğilerek “Kapıdan içeri

giresin evlat!” dedi.

Gözlerimi açtım, üzerimdeki örtüyü hızla kaldırıp musluğa ulaştım. Kalbim yerinden çıkıp

gidecekti. Öyle olmasa ellerimi ne diye kilitleyeyim sol göğsümün üzerine? Çıkmasın

yerinden, gitmesin bir yere. Ben sanki onu yeni buldum ona yeni kavuştum. Ilık ılık saldı

bu sefer kanı damarlarıma. İçine sanki biraz da huzur kattı. Nihayet biraz sakinleşince

musluğu açtım. Yüzüme serptiğim su aklıma 'gel beri' dedi. Geç kalmadım inşallah diye

içimden geçirip hızlıca hazırlandım. Zeytinburnu’nun yolunu tuttum. Usta gelmeden

dükkândan içeri girdim. Kıl payı kurtuldum fırçadan diye düşünüp bıyık altından gülmeyi

de unutmadım. Çırak çoktan çayı demlemişti. Yolda gelirken aldığım simitleri çaya katık

ettik Cemil’le. Karnımızı güzelce doyurduk. Gücümüz kuvvetimiz yerinde olmalıydı bizim.

Zira zor zanaattı, dev zanaatıydı işimiz. Usta gecikti. Az daha oyalanayım, gider bakarım

diye niyetlendim ki haber geldi. Acı haber. Tez gelenden. Hep öyle gelir. Alelacele.

Sabaha karşı ebediyete irtihal ettiğini söylediler, dün şu rafta duran tozlu kitapta neyin

anlatıldığını bana anlatan ustamın. Sırtımı sıvazlayıp bana bir şey olursa diyen Bekir

Usta’mın. Kaşları çatık elleri nasırlı Koca Mustafa Paşalı ustamın. Az ilerideki kireç

çukuruna eldivensiz sokunca ellerimi nasıl da paylamıştı beni. Allah’ın emaneti o eller

sana evlat, iyi bakmalısın onlara, diye de gönlümü almayı unutmamıştı.

13


Pösteki zırnıklamayı, zırnıklanan pöstekinin kireç kuyusunda bekletilmesi gerektiğini, çıkarıp

temizlemeyi, koca koca bıçaklarla tabaklamayı, palamuda yatırıp rengini aldırmayı, tavlansın

diye talaşın içinde bekletmeyi hiç bıkıp usanmadan günlerce, aylarca anlattı bana. Elime

meslek gönlüme insanlık yerleştirdi, göçtü. Heyhat!

Dün akşam tatlı tatlı sohbet edip Ahi Evran Hazretlerinden konuşmuştuk. Raftaki kitap Ahiliği,

Ahileri anlatıyordu. Osmanlının şehirleşmesindeki payını, ahlak ile sanatın bütünleştiği bir

teşkilat olduğunu; lakin günümüzde artık pek de anılmadığını yüreği burkularak anlattı. “Haydi

bakalım ben Sümbülzade’deki tabakçılar kahvesine uğrayacağım sen de çok oyalanma var

evine dinlen,” dedim ya dev zanaat bizimkisi; insan en fazla yirmi yıl dayanır. “Benim vaktim

azaldı, benden sonra sana emanet,” dedi ve kalktı iskemleden. Allah gecinden versin ustam,

dedim uğurladım. Allah her şeyi vaktinde verendi oysa.

Üç ay geçti ustamın vefatının, benim usta oluşumun üzerinden. Aynı nur yüzlü ihtiyar yine

rüyamda. Üzerimde bana giydirdiği önlük var. Eğildi yine kulağıma, bu sefer “Kapıyı unuttun

evlat!” dedi. Bedenimden boşalan terle uyandım; kapı, hangi kapı, ne kapısı? Dükkânda ki

kitap… Ahi Evran… Ahilik teşkilatını kuran Ahi Evran, çağın bilge insanı olup Anadolu’da

Debbağların Piri ve otuz iki çeşit esnaf ve sanatkarın lideri olarak kabul edilmiştir. Tasavvuf

öğretisini Ahmed Yesevi’den almıştır. 1171 yılında Azerbaycan’ın Hoy Kasabasında dünyaya

gelmiş, Moğolların Kırşehir’i kuşatmasıyla doksan bir yaşında savaşarak dünyasını

değiştirmiştir.

Alaaddin Keykubat döneminde kurulan Ahi birliğinin ahlak kaideleri:

Ahinin eli, kapısı ve sofrası açık olur.

Gözü, dili, beli bağlı olur; haramdan sakınır.

Ahi sır saklamasını bilir.

Ahi yeteneğine en uygun olan bir iş veya sanatla uğraşır.

Başkasının ayıbını görmez, onu yüzüne vurmaz, alçak gönüllü olur.

Yoksul ve düşkünlere yardım eder.

Ahi Birliğinin hedefi:

Meslek sahibi iyi insan yetiştirmek.

Toplumda dengeli ilişkiler kurarak sosyal adaleti sağlamak.

Şehrin düzenini sağlamak.

Ahiliğin aşamaları:

Birinci aşama “Şeriat Kapısı”; müride mesleki bilgiler, Kuran bilgisi, okuma ve yazma,

matematik, Fütuvvetname öğretilir.

Ikinci aşama “Tarikat Kapısı”; mesleki bilgiler en üst düzeye ulaştırılırken tasavvuf bilgisi, müzik,

Arapça, Farsça eğitim verilir. Askeri eğitim de bu aşamada verilir.

Üçüncü aşama “Marifet Kapısı”; müritten Allah’a inanması, benliğini öldürmesi, ululara hizmet

etmesi, cehalet karşısında susması istenir.

Ahmet’in zihnine hücum eden bilgiler Kırşehir Ahi Evran Camisinde durdu. Kalbi yine

damarlarına ılık ve huzurlu kan salmaya başladı. Dükkanı Cemil’e emanet edip yola koyuldu. İki

gün sonra Kırşehir Ahi Evran Camisinin şadırvanında “Ya Rab ben dışımı su ile yıkıyorum sen

de içimi nurunla yıka,” diyerek abdestini tazeledi, giriş kapısına yöneldi. Bismillah diyerek

kapıdan içeri girdi.

14

Esra Sırma


MEDENİYET

Çok çeşitli kültür ve

medeniyetlerin hakim olduğu

küresel bir dünyada yaşıyoruz.

Bizler fiziki bakış açımızla

baktığımızda üzerinde

yaşadığımız dünyanın

büyüklüğünü kavrayamaz, akıl

yolu ile baktığımızda ise idrak

etmekte zorlanırız. Oysa

kainatın tek sahibi olan

Rabbimizin nazarında dünya;

bir avuç kum içerisindeki

kumlardan bir kum taneciği

kadardır.

Rabbimizin nazarında o kum

taneciği kadar olan dünyanın

üzerinde yaşayan biz insanlar

ve diğer canlı varlıkların nasıl

küçük varlıklar olduğunu

tahayyül etmek de zordur.

Sonsuz kudreti ile belli bir

düzen ve ahenk içerisinde

yaratmış olduğu kainatta,

yaşayacak olan insanları

yaratırken onlara isimleri,

sıfatları, beşeri ve ilahi

kanunları, nasıl ve neye göre

yaşamaları gerektiğini bildiren

rabbimiz; kullarının eğitimli,

kültürlü medeniyet sahibi kullar

olmasını da murat etmiştir.

Dolayısıyla medeniyet ilk Hz.

Adem ile başlamış ve onun

ailesi ile de sürdürülmüştür.

Rabbimiz, Hz. Adem ile

başlayan medeniyetin sonraki

nesillere aktarılması için nice

Peygamberler, Nebiler ve

kitaplar göndermiştir.

Yeryüzünde medeniyet;

ilahi vahiy ile gelen eğitimle bir

kimlik kazanmış ve varlığını o

ilahi ölçüde sürdürebilmiştir.

Hz. Adem yeryüzüne yerleşen

ilk insan olarak cennetten

çıkarıldıktan sonra Hz. Havva

ile Arafat’ta buluşur ve beraber

batıya doğru yürürler. Tekrar

buluştukları için rablerine

şükretmek ibadet etmek

isterler. Cennette iken tavaf

edip ibadet ettikleri nurdan bir

sütunun yeryüzünde de tekrar

kendilerine verilmesini dilerler

ve o nurdan sütun Allah’ın izni

ile orada tecelli eder ve

yeryüzünün ilk binası olan

Kabe var olur böylece.

Hz. Adem ile ailesi ve diğer

Peygamberler ile sonraki

insanların birbirlerini

etkilemeleri vesilesiyle

medeniyet gelişmiş ve nesilden

nesle aktarılmıştır. Hz.

Adem’den bu güne kadar bitip

tükenmemiş; aksine ilahi

değerlere bağlı kalarak

insanların ve yaşamın

bulunduğu şehir ve çevre

şartlarını iyi halde

olgunlaştırılmasında başarılı

olmuştur. İlahi vahye dayanan

medeniyet ve kültürel eğitime

itirazları olanlar, insanların

refah ve huzur içerisinde

yaşadıkları toplumsal çevre ve

şehirleri zamanla yaşanmaz

hale getirmişlerdir.

İnsanlığın ilk şehri Mekke-i

Mükerreme’dir ve o şehirde

Allah’ın emri ile melekler

tarafından inşa edilen ilk bina

Kabe-i Muzzama’dır.

Müslümanların ilk

dönüştürmüş olduğu şehir

Medine-i Münevvere’dir. Var

olan bir şehre sonradan

yerleşen Müslümanların

medeniyet anlayışlarına göre

dönüştürdükleri şehre,

dönüştürülmüş şehir

denmektedir. İslam devletinin

ilk kurulmuş olan şehri ise

Kufe’dir.

Mekke-i Mükerreme’de,

İslam medeniyeti ve kültürü ile

yaşamlarını sürdürmeye

çalışan, başta medeniyetin

timsali olan Sevgili

Peygamberimiz ve ashabının,

üzülerek hicret etmelerine

sebep olan Mekkeli müşrikler

yozlaşmış kültürlerinin İslam

medeniyetine

dönüştürülmesine müsaade

etmemişlerdir. Mekke’de

yaşayan ilk Müslümanlar baskı

ve zulümlere dayanamayıp

hicret etmek zorunda kalmış ve

İslam medeniyetini hakim kılıp

yaşayabilecekleri bir şehre yani

eski ismi Yesrip olan Medine-i

Münevvere’ye hicret ederek

yerleşmişlerdir. Bu olaydan

sonra Medine, tarihin ilk

dönüştürülmüş medeniyet

şehri unvanını almıştır.

15

Kufe Mescidi


Peygamberimiz Yesrib’e hicret ettikten sonra ilk olarak mescit inşa ediliyor. Şehrin ilk

mescidi, ilk yönetim binası ve aynı zamanda bir okul. Sonra kendisi için mescidin

yakınında inşa edilen bir odada ikamet ediyor, vefatına kadar da orada yaşıyor. Mescide

yakın olan bir alanda da mezarlık için yer ayrılıyor. Yine mescidin yakınlarında çarşı

pazar yerleri, ticaret alanları olarak belirleniyor. Medine’de yaşayan Yahudi Evs ve

Hazreç kabileleriyle huzuru ve barışı sağlamak için ilk anayasa hazırlandı ve

antlaşmalar yapıldı.

Ancak Hz. Ömer’in hilafet zamanına gelindiğinde yeni yerler fethedildikçe İslami

anlayışa uygun şehirler de çoğalıyordu. Artık mescitten yönetim yapılamadığı için

mescidin yanına bir de yönetim binası inşa edilmeye başlandı. İlk İslam şehri Kufe’nin

inşa edilmesi, Hz. Ömer’in emri ile Peygamberimizin vefatından yedi yıl sonra

gerçekleşmiştir. Toprağının verimli olması, civarda su bulunması, sağlık bakımından

havasının da güzel olması itibari ile orada İslam devletinin ilk şehri inşa edilmiştir.

Evler mescide yakın olarak inşa edilirken kapılarının mescide dönük olmasına ve

duvarlarının mescidin duvarlarından yüksek olmamasına özen göstermişlerdir. Alışveriş

yerleri malın cinsine göre mescidin yakınlarına yerleştirilmiştir; bunun nedeni ise

ihtiyaç hasıl olduğunda insanların kolayca alışveriş yapıp ihtiyaçlarını

giderebilmeleridir. Kokusu ve sesi ile halkı rahatsız edecek iş yerleri için şehrin

uzağında alanlar belirlenmiştir. Mescidin yakınlarında her kabilenin kendi mezarlıkları

yapılmıştır. Şehir kurulurken savaş hazırlıkları için de bir alan ayrılmıştır.

Görüldüğü gibi bir şehri kurarken hangi medeniyete göre kurulması gerektiğini,

üslubunun ve ruhunun da olması gerektiğini unutmamalıyız. İlahi tecellinin insanlara

giydirdiği hilat, yani eşrefi mahlukat olması ve Allah’ın yeryüzündeki halifesi olması.

İşte insanoğlu da bu hilatini, dönüştürdüğü ve muhafaza ettiği şehre giydirmeli.

Şeyh Galib’in dediği gibi;

“Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen,

Merdüm-i dide ekvan olan ademsin sen.”

“Kendine dikkatlice bir bak; sen alemin özüsün.

“Sen varlıkların gözbebeği olan insansın.”

Meryem Gezmişoğlu

16

Medine


BAB-I ALİ’DE ARARKEN URLA’DA BULMAK

Dumanı üstünde tüten bir kahveye ne

dersininiz? Hani şu kırk yıl hatırı olan ve

tadını gönül okşayan derin bir sohbetten

alan. Çoğu zaman bu sohbetler için

uzaklara gitmeye gerek yoktur. Eşref-i

mahlukâtın yanı başında belki de ta

içinde bir yerlerde sadık bir dost

hasbihale hazır bekliyordur. Böylesi

sohbetlerin güzelliği; gamzelerde derinlik

oluşturup, gözleri ışık gibi parlatıp ve

gönüllerde mis kokulu çiçekler açtırır.

Urla’nın Bab-ı Ali'si Sanat Sokağı'na

gittiniz mi hiç? Her adımda her

köşesinde başka bir sohbetin kapılarını

aralar. Girişte hemen bir enginar resmi

karşılar sizi. Mevsimi çoktan geçse de

resmin güzelliği zeytinyağlı enginarın

kokusunu burnunuza kadar getirir. Az

ileride karşı yolda erguvan ile kapı

eşiğinin aşkına şahit olursunuz. Nasıl

tutkulu bir aşktır; sarmaş dolaş nasıl içli

dışlı görmeniz lazım. Sohbetin içine kalp

çarpıntısı ekler bir tutam. Sokak boyunca

ilerledikçe beyaz badanalı, kapıları ve

pencereleri mavinin en can alıcı rengine

boyanmış irili ufaklı dükkânlar görülür.

Buralarda satılan kültürümüzün aynası ve

el emeği göz nuru ürünleri incelemeye ne

dersiniz? Diğer dükkânların bazıları

lokanta veya kafeterya gibi yeme içme

hizmeti verirken, bazıları tatilcilerin

ihtiyaçlarına yöneliktir. Öyle avazı çıktığı

kadar bağırmaz satıcıları. Kimisi ince,

narin ve davetkâr sesiyle “buyurun”

derken kimisi de bu işi hafif müzik

tınısına bırakır. O tını ile kalbiniz arasında

oluşan gözle görülmez incelikte bir bağ

sizi içeriye doğru çeker. Gördüğünüz her

şey kalp aynanızın yansıttığı bir güzellik

olacağından sizi büyüleyebilir.

17


Böylesi dükkânlarda ne kadar

oyalandığınıza şaşırırsınız ve ayaküstü

bir sohbetin tadı damağınızda kalarak

başka bir şölene kapılıp gidersiniz. İşte

o şölen; yaz mevsimi tıklım tıklım olan

sokakta ilerlerken çok eski yapılara

rastladığınızda gözlerinize hitap etmeye

başlar. Tarihi evleri sever misiniz? Eğer

öyleyse bu binaların cumbaları, işlemeli

kapıları ve ahşap oyma balkon

pervazlarını görünce “Kim, hangi usta

ellerle yapmış?” der hayret edersiniz.

Ardından yapıların diğer detaylarına

takılır gözleriniz ve derin düşüncelere

dalarsınız. İşte tam bu noktada

sokaktaki sanat şölenin ruhunuzu esir

aldığını fark edersiniz.

Sokağın son dükkânı olan Turkuaz

Sahaf’a doğru yaklaşırken içinizden bir

sesin “Ne olur bitmesin!” dediğini

duyarsınız. Ama malum zamanın

muayyen anı gelmiştir. Sokak biter ama

söyleyecekleri bitmez. Şimdi dumanı

üstünde tüten kahvenin tam zamanıdır.

Siz içeri girip rafların arasında

gezinirken kahveniz de servise

hazırlanır. Muhteşem ortamın büyüsü

hemen içine alır sizi ve gözlerinizi

kapatıp uçsuz bucaksız maviliklerde

yüzersiniz. Eşsiz eserlere dokunurken

sanki sevgiliye dokunur gibi hassas ve

narindir elleriniz. Ve o pamuk ellere

takılır: Faruk Nafiz Çamlıbel’in 1979

yılında basılan Han Duvarları eseri.

Nihayet sohbete eşlik edecek yeni bir

dost bulunmuştur. Masaya oturunca

kavuşur iki yaren. Mavi çini işlemeli

fincanda mis kokulu kahve ve bir kitap.

Bir de hasbihalin sessiz tanıkları vardır.

Bab-ı Ali’de ararken Urla’da bulduğunuz

bu eşsiz sohbet, acaba onların

gönlünde ne leziz tatlar bırakır?

18

Nahide Altunöz


ŞEHRİN BİZE SUNDUKLARI

Kimi bir dağın eteğin de kimi bir derenin kenarında ama hepsi de bir sebebe binaen

kurulmuş yurt olmuş. Gelenlerle, konanlarla gittikçe kalabalıklaşmış. Bazen

çoğalmış, bazen azalmış. Hep ocağı tüten yadigâr bir ev kalmış. Her zaman özlemle

ananlarla yaşamaya devam etmiş. “Annemden mektup aldım, memlekette gibiyim.”

diyen Cahit Sıtkı Tarancı’nın da vurguladığı gibi içimizde bir şehir yaşamaya devam

ediyor. Büyük küçük her şey onu bize hatırlatıyor.

Şehir hayatın merkezi. Bütün yaşanacaklar onda tahakkuk ediyor. Gideceğiniz okul,

yapacağınız düğün, konuştuğunuz şive hep ona göre şekilleniyor. Hangi ülkelerle

kaynaşacağınıza o karar veriyor. Yakınlaştığınız şehirler hep onun sınırları

içerisinde. Yazarın da dediği gibi coğrafya kaderimiz oluyor.

Nereye gidersek gidelim doğduğumuz yerin kültürü bizimle geliyor. Ruhumuzun

aldığı kıvamı oraya da borçluyuz. Coşkuyu, tutkuyu, sakinliği, boş vermişliği ve

daha sayamadığımız birçok meziyeti bariz bir şekilde yansıtıyoruz. Bizim oralarda

hangisi daha müşahhassa biz de onunla anılıyoruz. Bazen istesek de istemesek de.

Sokaklarını karış karış bildiğimiz şehirlerin çocuklarıyız. Başka diyarlarda kimi

köşeleri memleketimize benzetiyoruz. Çok sevdiğimiz kestane kokusunu kışın

cadde başlarında anımsıyoruz. Kendimizi yabancı hissetmiyoruz. Çünkü küçük

benzerliklerle bizi kendine çekiyor. Her sokağın bir fırını, bir mahalle delisi, bir hacı

dedesi muhakkak var.

Duasını almak istediğimiz büyük zat şehrin en güzel yerinde bizi karşılıyor. Bu her

şehirde böyle. Sakin, huzurlu tabiatın içinde veya en işlek en çok tercih edilen

yerde bizimle olduklarını hissettiriyorlar. Aslında şehir onların etrafında dönüyor.

Bu büyük zatlarla anılıyorlar. Muhakkak yazdıkları bir eser var. Hemen hemen bütün

evlerde yan yana bir Kuran-ı Kerim, bir ilmihal, bir safahat bir de şehrin

kıymetlisinin kitabı. Dillerde dolaşan menkıbeleri var. Her evde konuşuluyorlar.

Şehrin medeniyetini onlardan öğreniyoruz. Nesiller onları anlatıyor yeni gelenlere.

Övgüyle, sevgiyle belki biraz da mahcuplukla, layık olamamanın vermiş olduğu

hisle.

İnsan bu cümbüşün ortak ürünü. Bir medeniyeti bir başkasıyla kaynaştırıyor. Daha

iyisinin var olmasına sebep oluyor. Arıların çiçek polenlerini serpiştirmesi gibi

birey de gittiği yerlere farklı çiçekler bırakıyor. Görenler hayret etmekten kendini

alamıyor. Farklı coğrafyalarda güzellikler ortaya çıkıyor. Medeniyet bizi biz yapıyor.

Özümüzü her yerde tutunulacak bir dala dönüştürüyor.

FEYZANUR ÇETİN

19


MEDENÎ ÇOCUK

Bir kadın yolda yürürken önüne çıkan çöpleri -sanki az dağınıklarmış gibiayağıyla

iteledi, istekli ve yaptığından memnun görünüyordu. Yanındaki adam ise

henüz bitirdiği sigarasının izmaritini yere atıp bir de ayağıyla güzelce çiğnedi;

ayağını kıvırmasına bakılırsa zevk aldığı belli oluyordu.

Tüm bunların üzerinden çok zaman geçmemişti ki yanlarındaki çocuk da henüz

bitirdiği suyun şişesini havaya fırlatıp attığı taklaları heyecanla izledi. Tam yere

düşecekken bir de ayağıyla vurdu şişeye. Şişe karşı kaldırıma giderken çocuk

yaptığından eğlenmiş bir halde annesi ve babasına bakıyordu. Onlar ise çocuğun

tam da düşündüğü gibi hayatlarından gayet memnun yollarına devam ediyorlardı.

Tabi gittikleri yol gerçekten doğru ise...

Bugün tartıştığımız medenî olmak, yaşadığın şehri sevmek ve korumak

kendiliğinden gelişip öylece kalbimize yerleşecek bir şey değil. Bu da her eğitim

gibi ailede başlayıp orada büyüyecek bir olgu. Çünkü medeniyet; bir toplumun

hem maddi hem manevi varlıklarının düşünce, sanat, bilim ve teknoloji

ürünlerinin tamamını içine alan bir kavram. Buradan yola çıkarak medeniyetin bir

hayat tarzı ve bir yaşama biçimi olmasının yanı sıra doğaya ve çevreye saygı

duyarak insanca yaşamak olduğunu söyleyebiliriz.

Medenî halimizi sadece “evli olmak” anlamında kullanmayı bırakmadan medeni

olamayız. Medenî olmak; medeniyetin sağladığı imkanlardan yararlanan, uygar,

saygılı, kibar bir kimse olmak demek. Bunu önce kendi hayatımıza sonra

çocuklarımızın hayatına sokabilmemiz adına yapacağımız ilk şeylerden biri çevre

bilincini oluşturmak olacaktır. Çünkü bir insan kendine ve yaşadığı çevreye saygı

duymazsa kimseye duymaz.

Her eğitim gibi bu da ailede başlar. Çocuklar anne babalarının davranışlarını

gözlemler ve sonra taklit ederek kendi yaşamlarına sokarlar. Anlatıp uyarmak

yerine çevreye verdiğimiz değeri uygulamayla göstermemiz bu bilincin

aşılanmasında etkili olacaktır. En önemlisi de çocuğa sorumluluk vermektir. Evde

bakımını yapacağı bir bitkisinin olmasını, yaşadığı şehirde mini geziler yaparak

etraftaki hayvanlara, bitkilere hâkim olmasını ve onların bakımı için çaba

göstermesini sağlarsanız çevre ve doğa bilincinin gelişmesine önemli katkılarda

bulunmuş olursunuz. Böylece yaşadığınız şehir; doğaya ve etrafına saygılı,

yaşadığı çevreyi seven ve daha iyi olması için çaba gösteren medenî bir birey

kazanmış olur.

Betül Kaya

20


SANAT VE SANATIN KALBİ İSTANBUL

Sanat ve Medeniyete Dair

Sanat insanın ruhunu besleyen en önemli kaynaklardan biridir. Güzeli ve güzelliği

seven yaratıcının insanın içine bıraktığı bir estetik arayışıdır. İnsanın kendini ifade

edişinin en zarif halidir. Hayatı anlamlı kılmanın yollarından birisidir. İnsanın

düşünce ufkunun hudutsuzluğuna tutulmuş bir aynadır. Tüm bunların farkında olan

milletler yüzyıllar boyunca kurdukları şehir ve medeniyetleri sanat dallarıyla güçlü

kılmış; resimden mimariye, şiirden musikiye uzanan sanatın geniş yelpazesiyle

varlıklarını zenginleştirerek tarihe iz bırakmışlardır.

Türk medeniyeti olarak yüzyıllar boyunca geniş bir coğrafyaya güzel

dokunuşlarla renk katmışızdır. Özellikle Osmanlı döneminde sanata ve sanatçıya

verilen önemin artmasıyla bu dokunuşların etkisi çoğalmıştır. Şüphesiz dinlerin

medeniyetlerin inşasında önemli bir yeri vardır. İslamiyet'in kabulüyle beraber

sanatımızın hangi minvalde ilerleyeceği de belli olmuştur. İnşa edilen saraylar,

camiiler, külliyeler, tekkelerin kendisi birer sanat eseri olmasının yanında her biri

başka sanat dallarının da yuvası olmuşlardır.

Çeşitli el sanatları, hüsn-ü hat, tezhip, minyatür, musiki gibi sanatların

doğmasının yanında edebiyatta da İslamiyet'in kabulüyle beraber köklü

değişiklikler görülmüştür. Arap ve Fars edebiyatının etkisi kendini göstermiş, bu

etkiyle yazılan eserlerle divan edebiyatı denilen yeni bir edebiyat ortaya çıkmıştır.

Divan edebiyatı denince hepimizin aklına şiir gelir. O anlamını idrak etmek için

çabaladığımız, derin anlamlı, söz sanatlarıyla süslü şiirler... Bu şiirler daha çok

saray etrafında yani İstanbul'da gelişimini sürdürmüştür. Dönemin şairleri aşkı,

sevdayı anlatırken içinde yaşadıkları şehrin güzelliklerinden etkilenmiş ve hislerini

sık sık dile getirmişlerdir. Bir medeniyetin oluşmasında sanat nasıl önemliyse bir

sanat dalı olan şiir için de bu medeniyeti anlatmak o denli önemli kabul edilmiştir.

İkisi karşılıklı birbirini beslemiştir.

21


Divan Şiiri ve İstanbul

Osmanlı Devletinin başkenti olan İstanbul'un İslam medeniyeti ile aldığı yeni biçim

şairlerin şiirlerinde çokça yer almıştır. Hatta sadece İstanbul'u anlatan birçok şehrengiz

kaleme alınmıştır. Bunlar o günkü İstanbul'a ışık tutmaktadır. Bu şehrengizlerden birini

İskender Pala şöyle özetlemiştir: “İstanbul yedi tepeli bir su deryası olmanın yanı sıra bir

insan, bir ağaç deryası olarak anlatılır. Tepelerindeki minareler göklere birer asa gibi

yükselir. Boğaz'da yelkenliler uçar, sokaklarında asiller dolaşır.”

Yine uzun yıllar vebadan sebep ayrıldığı İstanbul'a hasret kalan Nabi'nin şiirlerine

baktığımızda o zamanki İstanbul hakkında çeşitli bilgiler öğreniriz. Şehrin ilim ve irfan

durumunu, aydınlarının halini, sanat faaliyetlerini, eğlence hayatını, kayık safalarını,

mimari yapılarını, taşra ile karşılaştırılmasını bu şiirlerde bulmak mümkündür.

“Mâ-hasal cümle sınâ'at ü hiref

Hep Sıtanbul'da bulur izz u şeref” Nabi

( Bütün sanat dalları İstanbul'da oluşup

ün ve şeref kazanmıştır.)

İstanbul denilince akla gelen bir diğer divan şairi şiirlerinde Lale Devri İstanbul'unu

anlatan Nedim'dir. Bu şehri nasıl sevdiğini yazdığı mısralarından anlaşılmaktadır.

Şiirlerinde canlı İstanbul tasvirleri vardır. O günkü İstanbul'un insanını, eğlencelerini,

mimarisini, tabiatını anlatmıştır.

“Bu şehr-i Sitanbul ki bî-misl ü bahâdır

Bir sengine yekpare acem mülkü fedadır...

(Bu İstanbul şehri eşsiz değerdedir, paha biçilmez,

Bir taşına bütün Acem mülkü feda olsun.)

İstanbul kocaman bir medeniyeti yansıtması, tarihi ve doğal güzellikleriyle hala şiirlere

konu olan, değişen çehresine rağmen ruhu sevilen bir şehirdir. Onun ruhunda fethin

çoşkusu, İslam'ın huzuru, uğrunda savaşan şehitlerin hüznü vardır. Bir medeniyeti

medeniyet yapan da taşıdığı kendine özgü ruhu değil de nedir? Bu ruha bugün katkıda

bulunmak bizim elimizdedir. Önce onu iyi tanımak, sonra güzellikler üreterek üzerine bir

şeyler koymak mühimdir. Bir sanat dalıyla hemhal olmak sadece bizim ruhumuzun değil

içinde yaşadığımız medeniyetin canlı kalması için de elzemdir.

22

ZEYNEP ODABAŞ


ÇOCUK VE MEDENİYET

Çocukların gelişimine

bakıldığında her bir aşaması

dünyanın her yerinde aynıdır. Çocuk

doğar, emekler, yürür, koşar…

Medeniyetin gelişimi de bir çocuğun

büyümesi gibidir. Emek ve zaman

gerektirir. Çocuk etrafındakilerle

etkileşime geçtikçe gelişimi bir o

kadar hızlı ve kalıcı olur. Medeniyet

de öyledir. Peki “ Bu kadar evrensel

olan Medeniyet nedir? “ gelin hep

birlikte buna bakalım.

Medeniyet; binlerce yıl devam

eden gelişmeler sonunda, insan

aklının, bilimin ve teknolojinin katkısı

ile ortaya çıkan ve tüm insanlığın

eseri ve sahibi olduğu evrensel bir

değerdir. Medeniyet; aslında bir

birikim, maddi ve manevi bir miras

olarak toplumun yansımasıdır.

Özünü insanın varoluşu ve ilhamının

birliğinden alan medeniyet ne kadar

farklı kültürlerden doğarsa doğsun

tüm kabulleri ile insanlığı içten gelen

bir ortaklıkta buluşturur. Tıpkı çocuk

gibi…

Çocuklar ilk doğdukları andan

altıncı aya kadar çıkardıkları sesler

evrenseldir. Tüm dünyada ki

çocukların sesleri ortak olmasına

rağmen altıncı aydan sonra ait

oldukları topluluğun dilini

öğrenmeye ve sesleri tanımaya

başlarlar. Medeniyet, aslında

çocuklardaki sestir. Buradaki

mesele çocuk nerede doğarsa

doğsun medeniyet ile ne kadar

temas ettiğidir. Çocuğun bu teması

ailede başlar. Aile içinde çocuğa

nasıl yaklaşıldığı önem arz eder.

Çocuğumuza doğru örnek olmalıyız.

Özellikle aile içinde herkesin

birbirine saygısı ve sevgisi olmalı, o

zaten çocuk deyip söz hakkı

vermezsek, dinlemezsek, odasında

oyun oynarken kapısını tıklatıp

odasına girmek için izin istemezsek

kendimizin de modern ve medeni

olduğundan bahsedemeyiz. İşte bir

çocuğa ne kadar saygılı, sevgili,

hoşgörülü, yardımsever, merhametli

yaklaşırsak bir o kadar da medeni

dediğimiz insanlar yetiştirmiş

olacağız ve medeniyetin gelişimine

katkıda bulunmuş olacağız. Buradan

da anlaşıldığı üzere rol model olmak

çok önemlidir. Ebeveyn olarak

öncelikle kendimize çekidüzen

vermeliyiz. Çocukların yanında

farklı, çevremizde farklı davranırsak

bu ikilemi illa ki çocuklar fark

edecektir. Bu nedenle önce aile

değişime açık olmalıdır. Çünkü her

geçen gün dünya da değişmekte,

kendisini yenilemektedir.

Toplum arasında hep söylenir

“Çocuk geleceğe en güzel

yatırımdır.” diye. Peki toplum olarak

bu yatırımı tabiri caizse saçımızı

süpürge ederek, yemeyip yedirerek,

içmeyip içirterek, hangi özel okula

göndersem de vicdanım rahat olsun

diye gece gündüz çalışarak mı

sağlayacağız? Şehirleşme adı

altında başka yatırımlar yaparak

çocuklarımızın alanlarını daraltarak

medeni olma yolunda ilerlerken

aslında ne kadar da haksız

olduğumuz ortada. Elbette

çocuklarımız bütün fedakarlıkları

hak ediyorlar ve hangi anne baba

olsa çocukları için her şeyi yapar

fakat biz kaş yapayım derken göz

çıkartıyoruz.

23


Medeniyeti şehirleşme adı

altında uzun uzun binalar dikmek

olarak algılıyoruz oysa ki her bir

metrekareye çocuk başına çok

güzel hayal evleri dikilse,

yaratıcılıklarını geliştirsek,

parklarına dokunmasak, -hatta

geçen gün televizyonda duymuştum

“SURVİVOR PARK “ istiyoruz diyen

çocukları- onlara bir kulak versek.

Ne kadar da haklılar! Televizyonda

izledikleri bir programa özenmiş gibi

dursalar da aslında hiç de öyle

bir durum söz konusu değil. Artık

parklarımız sıradanlaştı, hep aynı

oyuncaklar var, yeni binalar yapılıp

içine sadece salıncak ve tahterevalli

konuluyor. Biz büyüklere kalsa al

sana işte park ne kadar da göz alıcı

muhteşem bir şey! Medeniyet

toplumu, şehri ve içinde yaşayanları

yansıtmalıdır. Ortak alanlarda

buluştuğumuzda kendimizden izler

olmalı. En çok da doğal ortamlarda

bu izler olmalı parklarda, mesire

alanlarında ya da aklınıza

gelebilecek her yerde. Büyük

şehirler başta olmak üzere en lüks

yapılan yapıların köprülerin,

parkların, yolların daha sayılabilecek

her şeyin belli bir süre sonra her

yerine zarar verildiğini görürüz.

Duvarlara yazılar yazıldığını,

yapıların çizildiğini vs. işte bunlar

bizim ne kadar da medeni

olmadığımızı ve hoşgörüden uzak

olduğumuzu gösterir. Durum

böyleyken medeniyetin sesi

çocuklarımızdan nasıl bir

yansımayla bize gelir bunu da sizin

düşünmenizi istiyorum.

En basiti farklı bir örnek daha vereyim,

mahallede komşu çocukların hepsi oyun

oynarken kimi annelerin sanki orada hiç

başka çocuk yokmuşçasına sergilediği

tavırlardan biri çocuğuna yiyecek vermek.

Evde çocuklarımıza zaten fazlasıyla

yemeğini veriyoruz bir de dışarı çıkarken

ellerine abur cubur ne varsa dolduruyoruz,

alan var alamayan var demiyoruz. Eskiden

böyle miydi? Şahsen ben küçükken

babamın dışarıda bize hiçbir şekilde yemek

yememize izin vermediğini bilirim. Medeni

olmak bence budur. Karşısındakine saygıdır,

sevgidir, rol olmaktır işte bu yüzden baştan

beri söylediğim şey çocuklar bizi çok güzel

rol alırlar. Komşuya gittiğimizde dikkat

kesiliriz çocuğumuzun bazı anlarına.

Akranıyla oynarken “Aaa! Benim gibi

konuştu, davrandı.” deriz içimizden. Bu

nedenle eskileri toplumumuzda yaşatmak

istiyorsak değer yargılarımıza önem

vermeliyiz. Medeniyet yolunda ilerlerken

asimile olmamalıyız ki geleceğimize,

çocuklarımıza doğru değerler aktarabilelim.

Sürçü lisan ettiysem affola.

ÇOCUK GELİŞİMİ UZMANI

ŞEYDA ERGÜN

24


Tarçınlı Kurab ye / H kâye / Melek Tosun

“İnsan eşrefi mahlukat olmak üzere yaratılmıştır, ama eşrefi safilin olmaya müsaittir.

Yaşadığımız topraklarda ki geçmişimiz, geleceğimizin pusulasıdır.” dedi öğretmenim ve

devam etti, “Herkese bir şehir ismi vereceğim, o şehrin medeniyeti ile ilgili bir sunum

hazırlayacaksınız.”

Eve vardığımda saat ikindiyi geçiyordu. Kimseye seslenmeden lavabonun yolunu

tuttum ve namazdan sonra evdeki sessizliği ancak fark ettim. Sahi kapıyı açınca kimse

“hoş geldin” diye seslenmemişti. Bu vakitler annem çoktan ocak başına geçmiş akşam

yemeğini hazırlıyor olurdu.

Kontrol etmek için odamdan çıkacakken bir mesaj geldi. “Akşama beni bekleme, işim

uzun sürecek. Dolaptaki yemeği ısıt ve ye. Sabah görüşürüz inşallah.” “Neler oluyor?

Neyse!” diyerek telefonu bir köşeye bırakmış olsam da, aklım bir yandan ödevimde, diğer

yandan annemdeydi.

Dizüstü bilgisayarın başına geçip arama motoruna Karabağ, öğretmenimin bana verdiği

şehri, yazmam ile birlikte nüfus, yerleşim gibi bir sürü bilgiler karşıma çıktı. “Kuru kuru

bilgiler, işin yoksa bundan bir sunum hazırla. Ben daha oturduğum mahallenin

medeniyetini çözemedim.” sitemlerimle ekranı kapattım.

Yemekten sonra ağırlık çöktü, kanepe de uyuya kalmışım. Annemin “Oğlum hadi kalk,

okula geç kalacaksın!” sesine uyandım, sabah olmuş meğer. Acele edince, annemle dün

akşam ile ilgili konuşamadık.

Sınıfta herkesin dilinde ödev vardı, araştırmalara başlanmış, anlatıyorlardı. Mücahit

“Oğlum, Srebrenitsa’da 1995 de katliam olmuş. Eli silahlı adamcıklar bildiğin bir

medeniyeti yok etmeye kalkışmış!” dedikten sonra, “Abdullah sen neler buldun?” diye

sordu. Yanaklarımın al al olduğunu hissettim. “İlgimi çekmedi uyuyakalmışım”

diyemediğim için, “Ee, şey” diye kem küm ederken, ders zilinin çalması kurtarıcım oldu.

Günün geri kalan kısmını düşünceli geçirdim. Eve dönünce hemen anneme dün akşam

neden geç geldiğini soracaktım. İçeri adım atar atmaz “Abdullah, oğlum bak seni kimlerle

tanıştıracağım.” diye seslendi annem. Meraklı bakışlarla salona geçtim. Fiskos örtüsünün

üzerinde annemin kendi elleri ile hazırladığı tarçınlı kurabiyeleri gördüm, tarçın kokusunu

daha apartmanın girişinde almıştım.

Sehpanın etrafında kim oturuyor diye bakınca, elleri kucağında, sıkıca birbirine

kenetlenmiş, bacakları hafif titrek, başı aşağıda, benimle yaşıt görünen bir genç vardı. O

haline öylesine yoğunlaşmışım ki annemin “Hoş geldiniz demek yok mu?” uyarısını

zaman sonra duydum. “Ah özür dilerim, hoş geldiniz.” diyerek oturdum.

Annem anlattı. “Dün akşam biliyorsun eve geç geldim. Neler olup bittiğini anlatmaya

fırsatım olmadı. Qetibe Hanım ve oğlu Azer birkaç gün evvel memleketimize geldiler.”

“Nereden geldiler?” diye sordum.

25


“Karabağ’dan yavrum, Karabağ’dan. Qetibe hanımın beyi orada bir saldırıda şehit düştü.

Kimsesi olmayan Qetibe bu haberi alınca ne yapacağını bilememiş. Bir şekilde tutmuş

oğlunun elinden, düşmüş yollara. Zor bir yolculuk olduğundan emin olabilirsin. Ama çok

şükür sağ salim buraya kadar gelebildiler.”

“Qetibe hanım ve Azer artık bizim üst katta ki boş dairede kalacaklar. Azer de senin

sınıf arkadaşın oldu. Ona destek olursun değil mi Abdullah?” Tamam dercesine başımı

salladım. Göğsümün tam ortasında bir ağrı hissettim. İki sene olmuştu babam vefat edeli,

Azer’in boynu bükük duruşuna o an anlam verebildim işte.

Sonraki günlerde Azer’le çok samimi olduk. Hafta başında okula birlikte gittik. Azer’e

teklifimi kabul ettiği için “Biliyorum bu senin için çok zor, bu yüzden bir kez daha çok

teşekkür ederim” dedim.

Öğretmen sınıfa girer girmez söz hakkı aldım, “Öğretmenim biliyorsunuz benim sunumum

Karabağ üzerine olacaktı. Elimde herhangi bir sunum yok, bunun için özür dilerim. Ama

yanımda Azer var. Sözü onu bırakmak istiyorum müsaadenizle.”

Şaşkın bakışlarla Azer'in tahtaya gelmesini işaret eden öğretmenim kendi yerine oturdu.

Azer konuşmaya başladığında sınıfta sessizlik hâkimdi. “Menim adım Azer, Karabağ

doğumluyum. Bizim şehrimiz huzurun ve gardaşlığın şehriydi. Herkes birbirini tanır,

muhtaç olana el uzatır, omuz omuza hareket ederdik. Ta ki bir gün düşman

topraklarımıza saldırına dek.”

“Yuvalarımızı yıktılar, kundaktaki bebelerimizi katlettiler. Atam Muhammed, Karabağ'a

sahip çıkmak için şehit düştü.” Derken içli içli ağlamaya başladı ve bizler de daha fazla

engel olamadık gözyaşlarımıza. Derin bir nefes alarak son cümlesini söyleyip yerine

geçti. “Topraklarımıza elbet geri döneceğiz. Eskisi gibi sükunət ve xoşbəxtlik (mutluluk)

içinde Karabağ medeniyetini yaşatacağız.”

Azer sayesinde kendini bir yere ait hissetmenin, bir yere kök salabilmenin ne kadar

kıymetli olduğunu anladım. Onun köklerini koparmaya çalışanlar elbet bir gün sert bir

kayaya çarpacak. O güne dek Azer memleketinin medeniyetini yüreğinde yaşatmaya

devam edecek. O sevgi onun yüreğinden taşacak koskoca bir şehre, bir ülkeye

dağılacak, dağıldıkça dillere destan olacak.

26


HASRET

Hasret çektiğim, sabahlara kadar ağladığım, gözyaşımın uğruna dinmediği şehir Medine

ve Mekke… Ne de çok gitmek istedim. Her gidenin arkasından ağlaya ağlaya, yana yana

‘Davet et ya Rab’ dediğim o kutlu topraklar. O kadar çok istemiştim ki gitmeyi ama

yanmadan gidilmezmiş, onu anladım.

Mekke ve Medine aşkı ilk başlarda dinlediğim ilahilerle başlamıştı. Sonra zamanla

bambaşka duygular uyandı içimde. Televizyonda Kabe ve Ravza’yı her gördüğümde ağlar

olmuştum. Ama ne ağlamak, hıçkıra hıçkıra... Gitmek istiyordum sadece gitmek ve görmek.

Ama olmuyordu, gidemiyordum. Çünkü her şeyin bir vakti vardı ve o vakit bir türlü

gelmiyordu. Çok sonra anladım ki o vakit sen yanıp kül olmadan gelmiyormuş. Ben de

yandım, kül oldum...

Bir gün bana da davet geldi Rabb’imden. Dediler ki sen de gidiyorsun. Rüya mıydı,

gerçek mi çözemeden uçakta buldum kendimi. Gerçekten bindiğim o uçak, beni yıllarca

hasret çektiğim o kutlu şehre mi götürüyordu? İnanamıyordum. Zaten ayaklarım da yere

basmıyordu sanki uçuyordum. Uçaktan indiğimde Medine havaalanındaydım. Nefes alışım

değişmişti, havası bile farklıydı. Otele yerleşme işlemleri bittikten sonra Sevgiliyle (sav)

buluşma vakti gelmişti. Çok heyecanlıydım. Ravza’ya gittim. Hanımlar kapısından girdim.

İğne atsan yere düşmez, öyle kalabalıktı. Sadece ağlıyordum. Vakti gelip kapılar tek tek

açıldıkça Sevgiliye (sav) daha da yaklaşıyordum. Ve işte görünmüştü Cennet Bahçesi

dedikleri yeşil halılar. Ağlaya ağlaya namazımı kıldım. Duamı ettim. Efendimiz’le (sav)

konuştum. Medine’den ayrılana kadar bu böyle devam etti. Medine’den ayrılırken yüreğimin

bir kısmı üzgün bir kısmı heyecanlıydı. Çünkü şimdi vakit Kabe’ye gitme vaktiydi. Kara

sevdama gitme vakti... İhrama girdik. Altı saatlik uzun bir yolculuğun ardından Mekke’ye

geldik. İlk tavafı yapacaktık. Kabe’ye gözlerimiz kapalı girdik; o ilk bakıştaki duanın önemine

mahsuben. Kabe’ye ilk bakışım, ilk duam... Onu anlatmaya kelimeler yetmez. Anlatamam.

Ama gidenler beni çok iyi anlayacaklardır. İlk tavaf… Heyecandan bastığım yerleri

hissetmiyordum. Her şey çok güzeldi. Günler birbirini kovaladı. Sanki zaman orada daha bir

çabuk geçiyordu, bizi bir an önce ayırmak istercesine...

Her güzel şeyin bir sonu vardı ne yazık ki ve sona gelmiştik. Eve dönme vakti... Zamanın

tam da o vakitte durmasını istediğim anlar. Ayrılığın acısı yüreğime taş gibi oturmuştu.

Yürürken ayaklarım geri geri gidiyordu. Beni o en sevdiğim yerlerden ayıracak uçaktaydım.

Gözlerimden akmakta olan yaşlarla elveda kutlu şehir... Yine geleceğim....

TUĞÇE GÜLÇIĞ

27



İkinci kitabınız “Liya’nın Kardeşi Pırt Pırt”

tı değil mi?

İkinci kitabım “Liya'nın Kardeşi Pırt Pırt”ı kızım

Liya'nın kardeşi Kerem'e hamileyken, onun bu

konudaki bazı kaygılarını farkettiğimde yazdım.

Elini ağzına götürüyor, tırnağını yemeye

çalışıyordu. Belli ki bu yeni durum hakkında

üstesinden gelemediği bazı korkuları vardı.

Kitapta geçen,

"Bebek annesinin yanında yattığından,

Liya kendini kötü hissetti.

Yoksa annesi onu artık

Eskisi kadar sevemeyecek miydi?" Cümleleri

ve benzerleri onun bu kaygılarına ses olmak

için pedagojide ki aynalama yöntemi

kullanılarak yazıldı. Henüz baskıya gitmeden

okuduğum gece ilk defa bana kaygılarını

anlattı. Kızım başta olmak üzere yeni bir

kardeşin varlığı konusunda zorlanmalar

yaşayan bütün taze abla ve abiler için yazıldı

diyebiliriz.

Bu güzel röportaj için teşekkür ederim

Funda Hanım.

Ben teşekkür ederim, benim için de çok

keyifli bir sohbetti

"Elinden gelen bütün

adımları doğru bir şekilde

attıysan yapman gereken

artık işi ehline bırakmak.

Sonuç olarak kişiyi onu

yaratandan ziyade kim daha

fazla tanıyabilir ve bir sözü

ile oldurmazları

oldurtabilir?"

29

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!