Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Caddeden gelen seslere daha fazla tahammül edemediği için taşınmıştık o çatı katından.<br />
Daha fazla dayanamadı çünkü açlık naralarına. Köşe başlarını tutan et kokuları yüzünden her<br />
gece kusmaktan nefes nefese kaldı. Her sabah terliklerini sürükleyerek elektrik direğinin<br />
altına minderini koyan kız çocuğunun dualarını dinlemekten yoruldu. Allah rızası için sussun<br />
şu kız! Allah rızası için okşasınlar başını! Allah rızası için sıkıştırmasınlar bacaklarını! Allah<br />
rızası için insanlık saflarını sıklaştıralım beyler! Tanrı saflarınızı seyreltin de nefes alalım ve<br />
görelim Mevla neyler. Şimdi acaba o patikada kimler yürüyor Havva? Sus! Sus! Bana ne<br />
bundan! Bana ne bundan! Tekrarlama beni! Tekrarla…<br />
İkinci evimizde ilk zamanlarımız oldukça keyifli geçti. Sapı kırık kemik rengi kupasından<br />
kahve içerken bana daha çok gülümsüyor, daha çok konuşuyordu serçe telaşında sesiyle.<br />
Hatta rujuyla ‘Baba ve oğul deyince çarmıhlar geliyor aklıma / İşte babana bile<br />
güvenmeyeceksin İsa!’ yazdı sol kolumun üzerine. Akıllanmam ben dedi. Akıllanmam ben!<br />
Evlenmem der gibi bir çırpıda deyiverdi işte. Akıllanmam ben. Evlenmeden evleniliyordu<br />
aslında. Ama akıllanmak için ille bir akıl almak gerekiyordu. Oysa onun aklında zaten<br />
kendinden oluşan bir koloni yaşıyordu. Ve sen okuyucu, aklını kendinle tartsana şimdi.<br />
Hemen bir bak kendi içine ve söyle bana kafanda kaç tane sen var? Kaçına birden hâkimsin?<br />
Kendine hâkim ol dediklerinde kaç tane senin elinden tutup da ‘Otur şuraya benim kafamı<br />
bozma!’ diyebiliyorsun? O da diyemiyordu işte. Ne zaman ki alt komşumuz gelip de ‘Çok<br />
gürültü geliyor aşağı’ dedi, o zaman taşınmaya karar verdik bu evden de. Çok gürültü<br />
yapıyorduk. Ben, o ve onun kafasındaki bir sürü o.<br />
Üçüncü evimiz… Aslında istediği gibiydi. Bahçeli. Ufak bir veranda ve paslı peynir<br />
tenekelerine dikilmiş aslanağızları vardı. Yeşil pötikareli masa örtüsünün üzerini istediği gibi<br />
kullanabiliyordu. Pancar turşusu yerken damlayan ve ağır ağır yürüyen bir yalnızlık lekesi…<br />
Bir lekeden çıkan öykü, öykünün içinde yaşamaktan yorulmak ve gelip yine bana bağırıp<br />
çağırmak… Ne Ademsin ne Havva! Güzel bile değilsin. Yakışıklı hiç değilsin. Kadın için<br />
fazla baskın, erkek için fazla histeriksin. Nesin sen Havva? Nesin sen Havva? Bırak da<br />
gözyaşlarını sileyim demeye bile cesaret edemedim hiçbir zaman. Kendi kendine yetmeye<br />
çalışan ve bunu gözüme gözüme sokan duruşuna zarar vermek istemedim. Biz üçüncü<br />
evimizden bu sebeple, yani bile isteye seçtiği yalnızlıktan bunaldığı için taşındık tekrar<br />
kalabalık şehirlere.<br />
Dört, beş, altı, yedi. Hani nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi geliyor demiş ya<br />
Baudelaire, öylece taşındık içimizden ve içinde olduğumuz her yerden. O her yere, herkes<br />
geldi. Esmer delikanlılar, sarışın çapkınlar, kızıl saçlı afetler, kumral tazeler… Hepsiyle<br />
tanıştırdı beni, kendini. Hepsiyle müşerref olduk haddinden fazla. Hepsiyle şakalaştık,<br />
gülüştük, ağlaştık, şiir okuduk ‘Ben şair sevmem şiir severim’ dedik. Ama hiçbirisine âşık<br />
olmadık. Neden olmadık Havva? Minimalist bir aşk anlayışımız vardı. Üçgenin iç açıları<br />
toplamı umurumuzda olmazdı; çünkü baklava bulamazsak kazandibi yemeye de eyvallah<br />
diyebilecek kadar genişti gönlümüz. Gördüm işte Havva, gördüm. Kulaklarımla gördüm.<br />
Kanama artık Havva! Ağlama artık Havva! Ben bu sırrı taşıyamam, benim sırrım bana yetiyor<br />
zaten.<br />
Sayfa19