24.08.2015 Views

Mübadele

Mübadele - Azınlıkça | Yunanistan Batı Trakya Haber Sitesi - Aylık ...

Mübadele - Azınlıkça | Yunanistan Batı Trakya Haber Sitesi - Aylık ...

SHOW MORE
SHOW LESS
  • No tags were found...

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

KASIM - ΝΟΕΜΒΡΙΟΣ 2008Sayı: 41Fiyatı: 3 €<strong>Mübadele</strong>Yapılmasa Ne Olurdu?Dimostenis Yağcıoğlu, zorunlu nüfus mübadelesine farklı bir açıdan bakıyorUzun bir aradan sonra MarkA Paşa yeniden aramızdaHerkül Millas, öteki’nin dilini öğrenmek isteyenlere sesleniyorHakan Mümin, bir kitabın ardından gelen eleştirileri cevaplıyorİbram Onsunoğlu, Salahaddin Galip’in ardından yazıyor40 Azınlıkça


BU AY AZINLIKÇAAZINLIKÇABATI TRAKYAAYLIK HABERYORUM DERGİSİKASIM 2008YIL: 4 SAYI: 41www.azinlikca.netΑΖΙΝΛΙΚΤΣΑΜΗΝΙΑΙΟΤΟΥΡΚΟΕΛΛΗΝΟΦΩΝΟΠΟΛΙΤΙΚΟ ΠΕΡΙΟΔΙΚΟΤΗΣ Δ. ΘΡΑΚΗΣΝΟΕΜΒΡΙΟΣ 2008ΕΤΟΣ:Δ NO:41SAHİBİ-SORUMLUSUΙΔΙΟΚΤΗΤΗΣ-ΕΚΔΟΤΗΣ-ΔΙΕΥΘΥΝΤΗΣEVREN DEDEGENEL KOORDİNATÖRΓΕΝΙΚΟΣ ΣΥΝΤΟΝΙΣΤΗΣAYDIN BOSTANCIYAYIN YÖNETMENİΣΥΜΒΟΥΛΟΣ ΕΚΔΟΣΗΣİBRAM ONSUNOĞLUADRESMarathonos Neoktista 3/A69100 KomotiniEmail: azinlikca@yahoo.comTel: +30 6947866196+30 6944749374Fax: +30 25310 29866ΕΤΗΣΙΕΣ ΣΥΝΔΡΟΜΕΣΙδιώτες. : 36 €Τραπεζες, Οργανισμοί: 98 €Ν.Π.Δ.Δ, Α.Ε: 98 €Δήμοι: 98 €Euro Κοινότητες: 72 €BU SAYIDA YAZARLARAydın BostancıΓιώργος ΔούδοςDimostenis YağcıoğluEvren DedeElçin MacarFatih NazifoğluHakan MüminHatice SaliHerkül Millasİbram OnsunoğluSamim AkgönülHakan MüminBir kitabın ardından...Ve hemen tekrar RızaKırlıdökme’nin o eleştiri yazısınadönmek istiyorum. Yazınınsonlarında Dr. Hasan kızını Yunanokullarında okuttu diye, RızaKırlıdökme onu suçluyor. Pesdoğrusu. Bir çocuğumuz İngiltere,Fransa, İtalya gibi ülkelerde okuyunca“aferin kerataya” diyoruz,Yunanistan’da okuyunca dainsanımızı suçluyoruz. Bu nasıl birzihniyet doğrusu anlamış değilim.İnsan özgürdür. İstediğini yapar.Kârı da, zararı da kendisinedir.24791417192224262829313234D. Yağcıoğlu<strong>Mübadele</strong> yapılmasaydıBen, bu yazımda, mübadeleyefarklı bir açıdan, mübadele edilenlerinaçısından, bakıp bir değerlendirmeyapmaya çalışacağım.Şu soruya bir cevap arayacağım:Acaba mübadele yapılmasaydı,Türkiye’de yaşayan Rum-Ortodokslar ve Yunanistan’dayaşayan Müslüman-Türkler’indurumu ne olacaktı? Başlarına negelecekti? Hangi şartlarla karşıkarşıya kalacaklardı?..İçindekilerAzınlıkça41Evren DedeYaz bakayım adınıParkta azınlıktan bir kız çocuğu davardır. Kıza Cemil Bey adını sorar.Kızımız, “adım Havva” der. Neredeokuduğunu sorar ardından. Küçükkızın devlet okulunda okuduğunuöğrenince de, “yaz bakalım toprağaadını” der ve kızımız Yunancaadını yazar: “Χαβά” (HAVA!)Yazısından aktardığım buhikâyede bir tespit de yapar CemilBey. Ne demek istediğini ben sizekendi cümlemle aktarayım: Devletokulunda okuyanlar, adlarını biledoğru yazamayacak derecedekimliklerinden uzaklaşıyorlar!Yaz bakalım adını Evren Dede<strong>Mübadele</strong> Yapılmasaydı... Dimostenis YağcıoğluBüyük Derbent’te huzursuzluk devam ediyor… Aydın BostancıSalahaddin Galip’in ardından - II İbram OnsunoğluBir kitabın ardından… Hakan MüminÜniversitelerdeki kitap listesi: Avantaj mı, zaman kaybı mı? Fatih NazifoğluΑΝΟΙΧΤΗ ΕΠΙΣΤΟΛΗ ΓΙΩΡΓΟΣ ΔΟΥΔΟΣAzınlıklar, meşruiyet ve iktidar Samim AkgönülÖteki’nin Dilini Öğrenmek Herkül MillasEğitim ve Sistem Hatice SaliRıza Kırlıdökme’nin “NİÇİNİNİ!”Lokman’ım Hasan! Marka PaşaMakedonya isim sorunu ve son durum Evren DedeΤο Πατριαρχείο είναι οικουμενικό; Ελτσίν ΜατζάρAyın içindenAZINLIKÇA - BATI TRAKYA AYLIK HABER YORUM DERGİSİΑΖΙΝΛΙΚΤΣΑ - ΜΗΝΙΑΙΟ ΤΟΥΡΚΟΕΛΛΗΝΟΦΩΝΟ ΠΟΛΙΤΙΚΟ ΠΕΡΙΟΔΙΚΟ Azınlıkça ΤΗΣ Δ. ΘΡΑΚΗΣ 39www.azinlikca.net


<strong>Mübadele</strong> olmasaydı...Türkiye Millî Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün geçenlerde Brüksel’de yaptığıkonuşma, Türkiye’de azınlıklar, mübadele ve millî devlet konularında bir keredaha büyük tartışmalar başlattı. Sayın Gönül’ün “Bugün eğer Ege’de Rumlaryaşamaya devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler bulunsaydı,bugün acaba Türkiye aynı millî devlet olabilir miydi?” şeklinde özetlenebilecekkonuşması üzerine, yazarımız Dimostenis Yağcıoğlu, “Acaba mübadele yapılmasaydı,Türkiye’de yaşayan Rum-Ortodokslar ve Yunanistan’da yaşayan Müslüman-Türkler’in durumu ne olacaktı?” sorusuna yazısında yanıt bulmaya çalışıyor.Yağcıoğlu’nun dengeli ve gerçekçi tespitlerine katılacağınızı sanıyoruz.*Gümülcine-Maronya Mitropoliti Damaskinos, 13 Kasım Perşembe günü TürkiyeGümülcine Başkonsolosluğu’nu ziyaret etti. Mitropolit, yeni göreve atananBaşkonsolos Mustafa Sarnıç’a görevinde başarılar dilerken, Başkonsolos MustafaSarnıç da, Mitropolit Damaskinos’a ziyaretinden dolayı teşekkür etti. Böyle güzelgelişmeleri gördükçe memnun oluyoruz.*Elçin Macar, akademik çalışmaları çerçevesinde 3 ay boyunca Amerika’da olacağından,bir dönem için Azınlıkça’daki yazılarına ara vermek zorunda kalmıştı.E. Macar’ın yazamadığı dönemde daha önce yayımlanmış yazılarının Yunancaçevirilerini sunmuştuk sizlere. Önümüzdeki sayımızla birlikte Elçin Macar tekrarTürkçe makaleleriyle aramızda olacak. Elçin Macar’a yeniden “hoş geldiniz”der, Macar’ın yazılarını bunca aydır bizi kırmayıp çeviren Aydın Bostancı’ya dateşekkür ederiz.*Geçen sayıdan itibaren yazarlarımız arasına katılan Hatice Sali dergimize yenibir ses, yeni bir soluk getirdi. H. Sali, Patra üniversitesinde okuyan genç aydınlarımızdan.Hatice Sali’ye de aramıza “hoş geldiniz” diyoruz.editörAzınlıkça 1


VitrinEvren Dedeevrendede@gmail.comGündem gazetesinin istisnasız bütün yazarları, azınlıkçocuklarının, azınlık okullarında okumaları konusunda ısrarederler. Gazetenin kimi yazarı, devlet ilkokulunda okuyanbir İskeçeli kızımızın adını “Havva” yerine “Hava” diyeyazmasını örnek göstererek devlet okullarında okuyanlarındüştüğü “acınası” durum karşısında içimizin burkulmasınıister; kimi yazarı ise, zaten azınlık okulunun sahibesinineşi ve okulu idare eden kişi olduğu için, devlet okullarınagidenleri neredeyse “hain” ilan eder…Esasında bunları yazanlar işi kıvırtmasalar, mert olsalar,son tahlilde “cürmü kadar yer yakar” deyip geçeceğiz.Fakat gerçek böyle değil. Bu tür yazıların neredeyse hepsibilerek bir yöne doğru çekilen yazılar.Mesela Sayın Cemil Kabza’nın yazısında bahsettiğiHavva kızımızdan bahis açalım. Çünkü bir yazıda ancakbu kadar hepimizin bildiği bir gerçeğin üstü örtülebilir!Tabiî bu yazılar azınlığa yazılmadığı için, alan memnun satanmemnun. Ama olsun, işin gerçeğini öğrenmek isteyensekeneyi aydınlatmak da bizim vazifemiz icabında.Konuyu Cemil Kabza’nın yazısından kısaltarak aktarayım:Cemil Bey kızını (büyük ihtimalle İskeçe’de) bir parkagötürür. Parkta azınlıktan bir kız çocuğu da vardır. Kıza CemilBey adını sorar. Kızımız, “Adım Havva” der. Neredeokuduğunu sorar ardından. Küçük kızın devlet okulundaokuduğunu öğrenince de, “yaz bakalım toprağa adını” derve kızımız Yunanca adını yazar: “Χαβά” (HAVA!)Yazısından aktardığım bu hikâyede bir tespit de yaparCemil Bey. Ne demek istediğini ben size kendi cümlemleaktarayım: Devlet okulunda okuyanlar, adlarını bile doğruyazamayacak derecede kimliklerinden uzaklaşıyorlar!Esasında bu dokunaklı hikâye sayesinde yazar hançerigüzel yere saplamış sanabilirsiniz! Veya Türk azınlığınTürkçe sorununu korkunç derecesinde çıplak gösteren bugüzel hikâyeye gönülden de bağlanabilirsiniz! Fakat azınlığıngayet iyi bildiği bir gerçeği saptırarak Türkçe sorununaparmak basmak, bizim açımızdan üzüntü vericidir…Gündem gazetesini elinize aldığınızda köşe yazarlarınaiyi bakın. Gazeteyi karıştırdığınızda bir köşede Türkçe2 AzınlıkçaYaz bakalım adını“Cemil Kabza” yazdığını göreceksiniz. Ve dolayısıyla yazarınisminin Cemil Kabza olduğunu sanacaksınız değilmi?Oysa gerçek öyle değil. Yazarın latince ismi “Tzemil”,soyadı ise “Kapza”dır. Yunanca’dan bahsetmiyorum sizlere.Latin alfabesiyle adı ve soyadı bu şekilde yazılmaktadır.Okunuş itibariyle Cemil=Tzemil aynı olduğu için es geçelim,fakat soyadı okunurken iş gayet komik bir hâl almaktadır.Çünkü latin alfabesiyle bile okusanız birinde “Kabza”,birinde ise “Kapza” şeklinde telaffuz edeceksiniz.Allah Allah!.. Adını “Havva” şeklinde telaffuz edenfakat Yunanca “Χαβά” (Hava) yazan kızımız 7 yaşında!Oysa Cemil Kapza otuz küsur yaşında! Acaba hangisi gerçeksoyadıdır Cemil Beyin? Kapza mı, yoksa Kabza mı?Meselâ son OSCE toplantısında sunduğu sunumunaltına LATİN alfabesiyle yazdığı şekliyle “Tzemil Kapza(Mr.)” ismi mi doğru, yoksa Gündem’de yazdığı şekliyle“Cemil Kabza” mı?..*Bazen gülesi geliyor insanın, düştüğü ideolojik saplantıyüzünden körleşen kalemiyle her olayı mutlak çarpıtarakyazan, hakikatleri bir çırpıda yok eden ve bunu marifetsayanları gördükçe… Çünkü bal gibi Havva kızın yerdekitoprağa adını Yunanca yazacağını ve bal gibi Cemil’in deYunanca yazarken soyadını “Καπζά” (KAPZA) yazdığınıbiliyoruz. Üstelik, Cemil Beyin soyadının pasaportunda latinalfabesiyle Kapza yazdığını ve iki soyadı kullandığınıda biliyoruz. Zaten komik durum, küçücük kızın üzerindenkörler ile fil hikâyesi sürdürenin kendi soyadında saklı…Yunanca adını “Χαβά” yazan kızcağıza değil ama,onun üzerinden duyu organlarımızı okşayan, fakat gerçekteiki soyadı taşıyanlara ne diyelim ki artık…*Bu arada, 1 Ekim tarihli OSCE toplantısında sunduğubildiride, TZEMIL KAPZA Yunanistan’daki zorunlueğitimin 9 yıl olduğunu yazmış. Yunanistan’da zorunlueğitim 10 sene olmadı mı? Batı Trakya Türk Azınlığı’nıAvrupa’da tanıtırken dikkat edilse hani...Bir soru: Azınlık okulları yerine, evlatlarını devlet


okullarına gönderenleri devamlı “uyaran” Gündem gazetesiyazarları arasında, çocuğunu devlet anaokuluna,kreşine, yuvasına vs. gönderen var mı acaba? Varsa, ilkbaşta kendi kendilerini bir topa tutsalar da, azınlık okulukonusundaki samimiyetlerini görsek!..Batı Trakya’da varlığımız!Agos Gazetesi/Sayı:659Azınlıklar söz konusu olduğunda ipler devletlerin elindedir,bu doğru. Fakat kimi zaman iplerin azınlıkların elindeolduğu da olur.İstanbul Rumları ile Batı Trakya Türkleri’nin tarihi,baskılarla, beklenmedik ulusal sorunlarla doludur dolu olmasınaama iki azınlık arasındaki bu inanılmaz nüfus oranıfarkı, bir anlamda iplerin azınlıkların kendi ellerinde olmasınada bağlıdır. Yoksa Lozan Antlaşması çerçevesindedoğdukları topraklarda bırakılmış Batı Trakya Türkleri ileİstanbul Rumları’nın arasındaki artık telafisi imkansız gibigörünen nüfus farkını nasıl izah edebiliriz ki? (En fazla 1veya 2 çocuk yapan Rum ailelere, Başbakan Erdoğan’ın 3çocuk çağrısını hatırlatalım)Sadece İstanbul Rumları’nın daha fazla baskıya vekovma politikasına maruz kaldığını söyleyerek bu oranfarkının oluştuğunu da söyleyebiliriz elbette. Fakat yine deiki azınlık arasındaki nüfus farkı uçurumunun altında, azınlıklarınkendi kader çizgilerini belirledikleri gerçeği yatar.Efendim, bilmeyenler için söyleyeyim, diasporalarısaymazsak, 2008 yılı itibariyle en düşük rakamla 100 bin,en abartılı rakamla ise 150 bin kişiyiz bizler Batı Trakya’da.Bize karşılık İstanbul’da bırakılan İstanbul Rumları ise iki,bilemedin üç bin kişi. Lozan’la başlayan maratonumuzdailk başta aynı sayılardaydık üç aşağı beş yukarı. Yıllar geçtikçebiz ne hikmetse çoğalamadık, Rumlar ise çoğalmayıbırakın, bir dönem sonra devamlı azaldılar ve bugün, nekadar acıdır, 3 bin kişi kaldılar.İnsanlar sonlarını bilmez elbette. Hayatın dolambaçlıve meçhûle giden yollarında Rumların kaderine inat, nüfusaçısından biz Batıtrakyalıların kaderi, en azından teorikolarak, iki devletin kullandığı “mütekabiliyet” çerçevesindenbakamayacağımız kadar gülümsemiştir bizlere. Fakatnüfusun İstanbul Rumları azalırken Batı Trakya’da sabitkalmasındaki bir etken de, kabul edelim etmeyelim, iplerinzaman zaman azınlıkların elinde olabilmesiyle ilgilidir.İpin azınlıkların elinde olduğu meselesinde yanlış anlaşılmakistemem. Elbette İstanbul Rumları’nın bu denli azalmasında,Varlık Vergisi’nin, 6-7 Eylül Olayları’nın, KıbrısHarekâtı’nın, ekonomik baskıların, Yunan uyruklu olanlarınınsınır dışı edilmesinin ve daha pek çok başka etkeninneden olduğu bir gerçektir. Fakat, İstanbul Rumları’nınyeis batağına saplandıkları, bir anlamda kaderlerine küstüklerive hatta kadere karşı açacakları kavgada tek başınakalmaktan bile ürktükleri de bir gerçektir.Hoşumuza gitsin veya gitmesin, çoğu kez felaketleryeniden yapılanmaların mayası olmaktadır. Tabiî felaketinardından ümidini kaybetmemiş insanlar lazımdır yenidenyapılanmayı başarabilmek için. İşte burada ip İstanbulRumları’nın elindedir. Tarih bütün haşmeti ile Rumlarıtekrar İstanbul’da beklerken, gelecek de Rumları beklemektedir.Belki çeşitli zorluklar, sıkıntılar da bekliyor, fakatRumların bu denli zaaf göstermelerini, içerisine hapsolduklarıçemberi bir türlü kıramamalarını başka türlü nasılyorumlayabiriz ki!Ben bunları dedikçe, yine Rum dostlarımın dedikleriniduyar gibi oluyorum, “Başka diyarlarda artık iş güç sahibiinsanlardırlar, genç neslin İstanbul ile olan bağı körü körünedönüş için yeterli değildir. Hâlâ korkmaktadırlar…”Evet doğru bunlar, fakat tabirimi mazur görün, nüfustanbahsediyorsak eğer, devamlı kalmak için, bari her ay hiçdeğilse üç beş kişi de yok mudur İstanbul’a dönüp değerlerinesahip çıkacak?Kuşkusuz hoşa gitmeyecektir bu söyleyeceğim, fakatyine de ben size bir başka gerçeği söyleyeyim: İstanbulRumları, değerlerinin sahip çıkılmasında topu İstanbulRum Patrikliği’ne atmıştır. Ondan dolayı da, İstanbul’uuzaktan yâd etmekle yetinirler. Oysa Patriklik ne yaparsayapsın, İstanbul Rum’suz kaldıkça, Rum diasporasınınkolektif şuurunun bile bir gün işe yaramayacağını bal gibibilirler.İpler kimi zaman azınlıkların elindedir diyorum ya, bakınsize bu konuda yaşadığım bir olayı anlatayım. Balat’taevi olan tanıdığım bir İstanbul Rum’u dostum var benim.Daha doğrusu ev annesinin. Zamanında Atina’ya yerleşmekzorunda kalmışlar. Genç dostum son derece iyi Türkçebiliyor. Bir gün kendisiyle konuşurken, merak ediyorumBalat’taki evlerinin durumunu. Acaba kiraya mı vermişlerdi,ev ne durumdaydı? Aldığım cevap hiç beklemediğimbir karşılık olsa gerek, ağzım açık bakakalmıştım o gün.Evi İstanbul’dan ayrıldıklarından bu yana hiç görmemişler.Evin ne durumda olduğunu, şu anda kimlerin oturduğunu,hatta evin yıkılıp yıkılmadığını bile annesi bilmek istemiyormuş.Merak dahi etmiyorlar mı acaba diye düşündüm kendikendime. Çünkü bahsettiğim durumda olan yüzlerceRum evi olduğunu biliyorum İstanbul’da. Bu evler tapudaRumların üzerinde, fakat çoğunun sahibi artık bu dünyadadeğil. Dolayısıyla mirasın takipçisi olmalı varisleri, öyledeğil mi?Kimilerinin bu yola teşebbüs ettiklerinde, avukatlarıno akıl almaz oyunlarına geldiklerini de biliyorum. Üstelikbu dalaverelerin Türk-Yunan ortak yapımı avukat oyunlarıolduğunu da biliyorum. Fakat yine de tekrar edeyim, çünküRum dostlarımın İstanbul’daki evlerinin bile peşindekoşmamalarını ben başka türlü izah edemiyorum. Ve tekrarediyorum: Kimi zaman ipler azınlıkların elindedir. Kâhdevletin kovucu tedbirleri, kâh ırkçı saldırılar, kâh unutulmazacılar yüzünden İstanbul Rumları’nın nüfusu azalmışolsa da, ip onların elindedir. Batı Trakya’da bizim varlığımızbunun en güzel delili değil mi!Azınlıkça 3


ParadoksDimostenis Yağcıoğludimostenis@rocketmail.com<strong>Mübadele</strong> Yapılmasaydı....Türkiye’nin Milli Savunma Bakanı VecdiGönül’ün geçenlerde Brüksel’de yaptığı konuşma 1Türkiye’de azınlıklar, <strong>Mübadele</strong> ve millî devlet konularındabir kere daha büyük tartışmalar başlattı.Sayın Gönül’ün “Bugün eğer Ege’de Rumlar yaşamayadevam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerindeErmeniler devam etseydi, bugün acaba Türkiye aynımilli devlet olabilir miydi?” şeklinde özetlenebilecekkonuşmasını bu konularda uzman olan birçok tarihçive siyasetbilimci sert bir şekilde ve haklı olarakeleştirdi.Sayın Gönül, konuşmasında 1923-24 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus <strong>Mübadele</strong>si’ni açıkça savundu:“Bu mübadelenin ne kadar önemli olduğunusize hangi kelimelerle anlatsam bilmiyorum, ama eskidengelere bakarsanız, bunun önemi çok açık ortaya çıkacaktır.”Tabiî Gönül bunu söylerken, mübadeleyeyalnız Türk millî devleti ve 1920’li yıllarda “inşa”edilmekte olan “Türk milleti” açısından bakıyordu.Eğer bir devleti idare edenler, belli bir etnik ve dinîgruba dayanan bir millet oluşturmayı amaç edinmişlerse,kuşkusuz ülkeyi o gruba ait olmayanlardan“temizlemeyi” gerekli bir tedbir olarak görürler.Hele bu temizlik kan akıtmadan, düzenli birşekilde ve uluslararası bir anlaşmaya uygun olarakyapılıyorsa, o zaman böyle bir temizlik doğal olarakdesteklenir, çok olumlu bir tedbir gibi görülür.Ben, bu yazımda, mübadeleye farklı bir açıdan,mübadele edilenlerin açısından, bakıp birdeğerlendirme yapmaya çalışacağım. Şu soruyabir cevap arayacağım: Acaba mübadele yapılmasaydı,Türkiye’de yaşayan Rum-Ortodokslar veYunanistan’da yaşayan Müslüman-Türkler’indurumu ne olacaktı? Başlarına ne gelecekti?Hangi şartlarla karşı karşıya kalacaklardı?Evet, bunlar farazî, varsayımsal sorular, amamübadeleyi incelerken gerçekleşmemiş ihtimalleride düşünmekte yarar var, diye düşünüyorum.1923 yılının Ocak ayında Türkiye veYunanistan’ın durumunu gözümüzde canlandırmayaçalışalım:Türkiye’nin Yunan işgalinden kurtarılmış Ege,İçbatı Anadolu, Güney Marmara bölgeleriyle,Rum-Pontus isyancı çetecilerinden “temizlenmiş”Karadeniz bölgesinde yaşayan Gayrimüslimlere,özellikle de Rumlara 2 karşı, bu bölgelerde yaşayanTürk/Müslümanların ve kurulmakta olan Türk devletinitemsil eden subay ve bürokratların en azındanbir bölümünün büyük bir düşmanlık, kin veintikam arzusu beslediklerini biliyoruz. 1919-1922yılları arasında cereyan eden kanlı ve acı olaylar dikkatealındığında bu gibi duygular, haklı görülmesebile, açıklanabilir, anlaşılabilir duygulardır. Bu bölgelerdekiRumlar kesinlikle bir tehlike olarak algılanmaktaydı.Bilhassa eli silah tutabilecek erkekler.Dido Sotiriu’nun “Benden Selam Söyle Anadolu’ya”isimli kişisel deneyimlere dayanan romanında veİlias Venezis’in “Noumero 31328” isimli anı kitabında,1922’den sonra Batı Anadolu’da kalmışRum erkeklerinin çalışma kamplarına ve taburlarınatoplanmaları, orada köle gibi çalıştırılmaları, yaşadıklarıtravmalar, aşağılanmalar trajik bir biçimdeanlatılır.1922’den 1923 Ocak ayına kadar, yaklaşık birmilyon Anadolu Rumu, hayatının, güvenliğinin veırzının tehlikede olduğunu görerek Yunanistan’azaten sığınmıştı bile. Geriye sadece 300,000 kadarRum kalmıştı 3 . İşte bunun içindir ki Yunanistan’da1922’den sonra Anadolu’dan gelenler ve onlarınçocukları için kullanılan terim “mübadiller”4 Azınlıkça


(ανταλλαγέντες) değil “mülteciler”dir (πρόσφυγες).O sırada Yunanistan’daki Müslüman/Türkler’indurumuna gelince:Yunanistan’da 1923 başlarında 500-600.000civarında Müslüman/Türk’ün yaşadığı tahminedilmektedir. Onların durumunun o günlerdeAnadolu’daki Rumlara kıyasla daha iyi olduğunusöyleyebiliriz. Anadolu’da savaş sürerkenYunanistan’daki Türkler ve Müslümanlar, katliamlara,saldırılara, etnik temizlik tedbirlerine, toplamakamplarına vs. maruz kalmamışlardı. Fakat bunlar,aynı korkunçlukta, Yunanistan’da on yıl kadarönce Balkan Savaşları’nda ve yirmi yıl kadar önceGirit’te, adanın Yunanistan’a katılması için verilenmücadele sırasında yaşanmıştı. Yüzbinlerce MüslümanYunanistan’dan kaçıp Osmanlı topraklarınasığınmak zorunda kalmıştı.Girit ve Balkan Savaşları, Yunanistan’da yaşayanMüslümanların güvenliği ve hakları konusundanispeten liberal bir tavra sahip Venizelos’un bile,“icabında” Müslümanlara karşı kanlı politikalar uygulamaktançekinmediğini göstermektedir.1923’te Yunanistan’a sığınan Rumlara toprak,ev ve iş bulmaya çalışan Yunan devleti Müslüman/Türklerin sahip oldukları tarla, arsa ve evlere gözdikmişti bile. Mülteci sorununu çözmek veya enazından hafifletmek için Müslümanlara karşı bir“tasfiye” politikası uygulanması çok yüksek birihtimaldi. Kaldı ki, Anadolu’dan kaçmak zorundakalmış Rumlar ve Küçük Asya felaketinden sonraTürklere karşı büyük bir öfke besleyen Yunanlılar,kaçınılmaz olarak “düşman”ın Yunanistan’dakiuzantısı ve temsilcileri olarak görülen Müslümanlarlayanyana barış içinde yaşayabilecekler miydi?Mülkiyet ve yerleşim hakları gasp edilecek Müslümanlar,bu haksızlığı sessizce sineye çekeceklermiydi? Kısa süre içinde Müslümanlarla Hristiyanlararasında şiddete varan çatışmaların yaşanabileceğinitahmin etmek zor değildir.Şunu da hatırlamak gerek: Yunanistan’ın 1830yılında ilk kurulduğu topraklarda (yani ülkeningüneyinde) tek bir Müslüman bile yaşamıyordu.Yaşamıyordu, çünkü orası bütün Müslümanlardanya kanlı bir şekilde ya da zorunlu göçlerle “temizlenmişti”.1923’te, iki ülkede kalan azınlıklar için, benimgörebildiğim kadarıyla, üç ana seçenek vardı:(a) Kalanların zorunlu bir mübadeleye tabi tutulmaları.(b) Kalanların güvensiz bir ortamda, özgürlüklerisınırlanmış ve haklarının birçoğundan yoksunbir şekilde yaşamaları.(c) Kalanların ihtiyarî bir şekilde (isterlerse)mübadele edilmeleri.Bu seçeneklerden birincisini iyi biliyoruz, çünkügerçekleşti. Zorunlu mübadeleyi ve sonuçlarınıçeşitli açılardan inceleyen yüzlerce eser bulmakmümkün.İkinci seçenek gerçekleşseydi ne olacaktı?Aslında bu seçenek de İstanbul, Gökçeada veBozcaada Rumları ile Batı Trakya Türkleri için gerçekleşti.Bu toplulukların yaşadıklarını mübadillerinyaşadıklarıyla karşılaştırdığımızda, her iki deneyimdede öbüründen daha olumlu ve daha olumsuzyanlar bulabiliriz. Ama eğer bu seçenek Anadolu’dakalmış bütün Rumlara ve Yunanistan’daki bütünTürklere uygulansaydı, “yanlış” tarafta kalmış Rumve Türkleri, azınlıkların yaşamış olduklarındanmuhtemelen çok daha kötü belâlar bekleyecekti.Bu seçeneğin gerçekleşmesi durumunda Türkiye’dekalacak Rumları nasıl bir geleceğin beklediğini anlayabilmekiçin, 1923’te Batı Anadolu’da hükümsüren kötü şartları dikkate aldıktan sonra, büyükşehirlerin dışında yaşayan Gayrimüslimlere yeniTürk devletinin nasıl davranmış olduğuna bakabiliriz:1934 Trakya olaylarıyla Yahudiler’in Trakyave Çanakkale’den İstanbul’a göç ettirilmeleri 4 ;keza, 1934’te çıkan İskân Kanunu gereğince, İçAnadolu’nun kırsal kesimlerinde yaşayan Ermenilerinİstanbul’a zorla göç ettirilmeleri 5 , Türk devletinin,en azından ilk yıllarında, Gayrimüslimleresadece büyük şehirlerde tahammül edebildiğinigöstermektedir.Bu arada, Orta Anadolu’da kalacak KaramanlıRumlar’ın “özel” bir muameleye tâbi tutulacağınıfarz etmek çok zor değil: Onlara “siz Rum değilözbeöz Türksünüz” denecekti. “Dini lideriniz PapaEftim’dir; Fener Patriği’yle ilişkinizi keseceksiniz”denecekti. “Rumlarla ve hele Yunanistan’la bağlarınızıkoparacaksınız” denecekti. Bu topluluğayeni ve sun’î bir “Hristiyan Türk” kimliği empozeedilecek, başka kimliklerin ifadesi yasaklanacaktı.Devletin biçtiği bu yeni kalıba girmeyi reddedenAzınlıkça 5


Karamanlı Rumlar da büyük ihtimalle Türkiye’denkovulacaklardı.Sonuçta, 20-30 yıl içinde, Anadolu’dakiRumlar’ın çok büyük bir bölümü ya İstanbul’a, yaYunanistan’a, ya da Batı ülkelerine göç etmek zorundakalacaktı. Anadolu’daki Rum varlığı, zorunlumübadelede olduğu gibi bir-iki senede değil, amayine de hızla sönecekti.Yunanistan’da kalacak Müslüman/Türkleri bekleyengeleceği tahmin etmek için önce Batı Trakya’yabakabiliriz, ama oradaki Müslüman-Türkler’in1980’li yıllara kadar Yunan devleti’ne karşı hiç hırçıkarmadıklarını, şiddetten de son seksen yıldır hepuzak durduklarını hesaba katmalıyız. Yunanistan’ınbir başka bölgesinde, Epir’de, 1944-45’e kadaryaşamış Arnavut asıllı Müslüman “Çamis”lerin(Çamlar’ın) başına geleni de göz önünde bulundurmalıyız.Epir’in Yunanistan’a katılışından1941’e kadar devletin kendilerine karşı uyguladığıpolitikadan büyük ölçüde hoşnutsuz olan MüslümanArnavutlar’ın önemli bir kısmı, yaşadıklarıbölge İtalyan ve Almanlar tarafından işgal edilince,Yunanlılara karşı ayaklanmış, işgalcilerle işbirliğietmiştir. Ama üç yıl sonra işgalciler çekilince,Çamis’ler toplu halde ve kanlı bir biçimde Epir’denArnavutluk’a sürülmüşlerdir.Yunanistan’da kalan Türklerin çoğunluğu da,sıkıntılardan, baskılardan, tehdit ve saldırılardanyılarak yavaş yavaş veya hızla Türkiye’ye göç etmekzorunda kalacaktı.Hiç kuşku yok ki, her iki ülkedeki azınlıklararasında, karşılaşacakları bütün tehlike, baskı, sınırlamave sıkıntılara rağmen, ailelerinin yüzyıllardır(hatta binyıllardır) yaşadığı, atalarının mezarlarınınbulunduğu, köy, kasaba ve şehirlerini, topraklarınıkesinlikle terk etmek istemeyecek insanlar da vardı.Bu insanların haklarına saygı, doğdukları yere olanbağlılıklarına da hayranlık duymak lâzım. İşte böyleinsanları da dikkate aldığımızda, 1923’te mevcutolan seçeneklerden insan haklarına ve insanlık onurunaen saygılı olanının ihtiyarî (isteğe bağlı) birmübadele (c seçeneği) olduğunu söyleyebiliriz.Fakat ihtiyarî bir mübadelenin uygulamada zorunlubir mübadeleye dönüşmesi ihtimali yok muydu?1975’te Kıbrıs’ta da en azından kâğıt üzerindekuzeydeki Rumların ve güneydeki Türklerin “isterlerse”göç etmelerine karar verilmişti 6 . Ama sonuçtakuzeyde sadece 500-600 kadar Rum, güneyde isesadece 1,000-2,000 Türk kaldı (bu Türklerin çoğuda son birkaç yılda güneye yerleşti). Orada da birtür çifte etnik temizlik yaşandı.Bütün bu mülâhazlardan sonra şu sonuca varıyorum:1923-24 Zorunlu Nüfus <strong>Mübadele</strong>si acı bir tedbirdi,büyük travmalara sebep oldu, ama 1912’debaşlayan kanlı bir olaylar dizisinin bir sonucuydu.Üstelik, 1923’te Anadolu ve Yunanistan’da kalmışazınlıklar için en kötü seçenek de değildi. O insanlarınbaşına çok daha kötü şeyler de gelebilirdi.Balkan Savaşları’nda tarafların (özellikle Balkandevletlerinin) yaptığı katliamlar lânetlenebilir. OsmanlıDevleti’nin 1. Dünya Savaşı’na girmesininne kadar büyük bir yanlış olduğu rahatlıkla savunulabilir.Bu savaş sırasında Anadolu’da “tehlikeve sorun yaratan unsurları” temizleme çabaları kınanabilir.Yunanistan’ın Küçük Asya macerasının,hem askerî, hem politik, hem de ahlakî açıdan, baştanyanlış olduğu söylenebilir. Fakat mübadeleninyanlış bir tedbir olduğu öyle kolay söylenemez.Yunanistan ve Türkiye’de azınlıklardan “kurtulmak”amacıyla uygulanmış kanlı veya kansız bütüntedbirlerin ideolojik temeli, yani etnik milliyetçilik,homojen ulus-devletler yaratma arzusu, kuşkusuzkınanabilir ve kınanmalıdır da. Azınlıklardan değil,asıl bu ideolojiden, katliamlara, göçlere, büyükacılara sebep olmuş ve olmaya da devam eden buzihniyetten kurtulmamız gerekir.Dipnotlar:1. “Bakan Gönül Ne Demişti”, Hürriyet, 11 Kasım 2008. (http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=10325421).2. Rumlar için geçerli olan şartlar, üç aşağı beş yukarı, Ermenileriçin de geçerliydi. Ama konumuz mübadele olduğu için Ermenileriincelememin dışına bırakıyorum.3. Renée Hirschon, “Unmixing Peoples in the Aegean Region”.R. Hirschon (editor), Crossing the Aegean: An Appraisal of the 1923Compulsory Population Exchange between Greece and Turkey (Studiesin Forced Migration). Oxford, UK: Berghahn Books, 2003; s. 6.4. Hatice Bayraktar, “The anti-Jewish pogrom in Eastern Thracein 1934: new evidence for the responsibility of the Turkish government”Patterns of Prejudice, Volume 40, Issue 2, May 2006, pages95 – 111. (http://www.informaworld.com/smpp/content~content=a746026646~db=all).Ayhan Aktar, “Trakya Yahudi Olaylarını ‘Doğru’ Yorumlamak,”Tarih ve Toplum, 155 (Kasım 1996), ss. 45-56.5. Ahmet Yıldız. “Ne Mutlu Türküm Diyebilene”: Türk UlusalKimliğinin Etno-Seküler Sınırları (1919-1938). İstanbul: İletişim Yayınları,2001, s. 253.6. Cyprus Population Exchange Agreement, signed on August2, 1975. (http://www.cypnet.co.uk/ncyprus/history/republic/agmtpopexch.html)6 Azınlıkça


Genç bakışAydın Bostancıbostanciaydin@yahoo.comBüyük Derbent’te huzursuzluk devam ediyor…Bundan birkaç sayı evvel Büyük Derbent köyününuzun bir süredir, özellikle de Hara Nikopulusorunu nedeniyle, hemen hemen her haftagerek azınlık basını gerekse çoğunluk basını olmaküzere ülke gündeminden düşmediğini yazmıştım.Soruna ilişkin öğrenci velilerinin isteklerininyerine getirilmemesi nedeniyle günden günebüyüyen sorun ve köyde meydana getirilen psikolojikrahatsızlık had safhaya ulaşmış durumda.Hara Nikopulu olayı öyle bir hâl aldı ki, tamolarak sorunun başı ile sonunu tespit edebilmekneredeyse imkansız duruma geldi. Her iki tarafında uç eylemleri ve hareketleri yüzünden köyortamı gerildikçe gerildi ve artık bu olay okulsorunu olmaktan çıkıp toplumsal bir boyut kazandı.Hatta öyle ki, bu sorun köyde Alevî-Sünnî ayrışması gibi tehlikeli boyutlara taşındı.Öte yandan sorunun getirildiği boyutlar nedeniyleköylünün birbirleri arasındaki insanî vekomşuluk ilişkileri bozularak köyde ciddi bir huzursuzlukve rahatsızlık söz konusu. Bugün olaylarıngetirildiği noktaya bakıldığında meseleninsadece köylüyle sorunu olan bir Yunanlı öğretmenin,okul velileri tarafından uzaklaştırılmakistenmesi olarak değerlendirilemez. Köydeki buhuzursuzluk ve ayrışmaya götüren sebepler incelendiğinde,gerek H. Nikopulu’nun uç ve fanatiksöylem ve eylemleri, gerekse okuldan gitmesinitalep eden öğrenci velilerinin bazı hareketleri vebu yönde okul ile alâkası olmayan köylülere bileuyguladıkları kabul edilemez uygulamalar, sorununbugünkü duruma gelmesine neden oldu.Okul ile alakası olmayan köylüler bile Hara Nikopulusorununa bulaştırılarak köy “Hara taraftarları”ve “Hara karşıtları” diye ikiye bölündü; üstelikbuna Alevî-Sünnî ayrışması varmış görüntüsü verilerek.Olayların bir öğretmen sorunundan çıkıptelâfisi mümkün olmayan mezhepsel ayrışmalaragittiği tehlikesi gözardı edilerek. Belki bazıları H.Nikopulu’nun tam da bu ayrışmayı amaçladığınısöyleyebilir. Fakat köylü arasında oluşturulan bu ayrışmasadece bayan Nikopulu’nun uç söylem ve eylemlerindenkaynaklanmamaktadır. Köylü arasındada bazı kişilerin fevkalâde yanlış ve gereksiz hareketleri,okul ile alakası olmayan yaşlı başlı köylülerinbile bu işe karıştırılması, okula çocuklarını gönderenlerinyanısıra, öğrenci velisi olmayan köylülerede uygulanan bazı eylem ve yaptırımlar, köy insanlarıarasında derin uçurumlar açmış, komşuluk ilişkilerizedelenmiştir. Bir de buna Alevî-Sünnî ayrışmasıvarmış gibi görüntü verilmesi olayın ne derecetehlikeli boyutlara ulaştığını anlamamıza yetmektedir.Bu gibi toplumsal sorunlar karşısında köyünileri gelenlerinin rolü ve önemi ise çok büyüktür.Büyük Derbent köyünde adettir, her yıl Ramazandavulu otuz gün boyunca sahurda gezer; bayramgünü ise bütün köy çocukları bayram davulueşliğinde köylünün bütün evleri ziyaret edilir; manilereşliğinde davulculara ve çocuklara bayram hediyelerive şekerler dağıtılır. Fakat bu yıl maalesef,iddia edildiği üzere, mütevelli heyetinin kararıylabayram davulu okula çocuklarını gönderenlerin evlerinigezmemiş, hatta öğrenci velisi olmayan, yaşlıbaşlı, fakat Hara Nikopulu’yu “destekledikleri”iddiası öne sürülerek, bazı köylünün evlerine biledavulun gitmesine engel olunmuştur. Bayramınilk günü davulun köydeki bazı evlere gitmeyeceğive ortalıkta bir isim listesinin dolaştığı duyulunca,Azınlıkça 7


una tepki amacıyla cami mütevelli heyetinden istifaedenler olmuş. Âdet üzere her zaman bayramınilk günü gezen davul gezmemiş, fakat ikinci günbayram davulu gezdirilerek bazı köylüye gözdağıverilmek istenircesine okula çocuklarını gönderenlerinyanısıra, okul ile alakası olmayan bazı köylününde evlerine davul götürülmemiştir. Söz konusudurumu köyde din görevlisi olan AbdürrahimKuru’ya sorduğumda, olaydan “haberdar olmadığını”,fakat bunu cami mütevelli heyeti başkanınasormam gerektiğini belirtmişti. Ben de mütevelliheyeti başkanına olayı sorduğumda, mütevelli heyetininböyle bir karar aldığını, bu kararı alırkensadece okula çocuklarını gönderenlerin değil, HaraNikopulu’ya destek verdikleri görülen insanların daevlerine davul götürülmemesinin kararlaştırıldığınıbelirtmiştir. Mütevelli Heyetinden bazı üyelere başvurduğumdaise, ne gariptir, çocuk velisi olmayanbazı kimselerin evlerine davulun götürülmemesikararından haberi olmadıklarını belirtmişlerdir.Görüldüğü üzere, Hara Nikopulu sorunu köylülerarasında ciddi huzursuzluklara neden olmuştur.Yetkili makamlar köylü arasındaki bu huzursuzluğuve rahatsızlığı ortadan kaldırmak için gereklibütün önlem ve girişimleri bir an önce almalıdırlar.Sorun görmezlikten gelinerek çözümlenemez.Öte yandan burada vurgulanması gerekenönemli bir nokta var ki, o da köyün önde gelenkişilerinin köylüye örnek teşkil edecek söz ve davranışlariçerisinde bulunmaları gerektiğidir. Bununtersi gerçekleşirse, olaylar içinden çıkılamaz bir hâlalır. Hara Nikopulu olayı bir öğretmen sorunudurve bu sorunun çözümü öğrenci velileri ve yetkilimakamlar arasında gerçekleşmelidir. Öğretmen sorunununokul ile alakası olmayan köylülere yansıtılması,hele hele bu insanlara yönelik yaptırım eylemlerinegidilmesi, Alevî-Sünnî ayrışması varmışgibi gösterilmesi, son derece yanlış ve tehlikelidir.www.azinlikca.netŞimdilik Hara Nikopulu’nun okulda görevinisürdürmesine göz yuman yetkililer, yarın öbür günokuldan ayrılması kararını da alabilir. Peki Hara Nikopulugittikten sonra köylü arasında oluşturulanayrışma ve zedelenen komşuluk ilişkileri kolay kolaytelâfi edilebilecek midir? Bunu herkesin, özellikle deköydeki bazı sorumlu kişilerin iyi düşünmesi ve bununmuhasebesini etraflıca yapmaları gerekmektedir.8 Azınlıkça


Dengeİbram Onsunoğluibram@tellas.grSalahaddin Galip’in ardından - IISalahaddin Galip, kendisini saran çemberin gittikçedaraldığını hissetmektedir. İçinden “artık buradayaşanmaz” demekteyse de, bunu açıkça hiçbirzaman itiraf etmeyecektir. Böylesi, yenilgiyi kabuletmek demekti. Karısı Leman hanım, İstanbul’dakioğullarının yanına yerleşmek zorunda kalır. O iseİstanbul’a gidip gelmektedir, her defasında ailesininyanındaki ikametini daha da uzatarak. Uzun süredirbir bunalımın içindedir, karamsardır, kararsızdır.Azınlık Postası’nı boşlamaya başlar. Gazete, son üçyıldır daha çok Mustafa Hafız Mustafa Bacaksız’ınsayesinde çıkıyordu. Azınlık Postası’nın son sayısıAralık 1981’de çıktı.Gazete kapandıktan sonra da Salahaddin GalipGümülcine’ye birkaç kez daha gidip geldi. Sonolarak 1984’te geldi. Pasaportunun süresi dolmuş,yenisini çıkarmak için müracaat eder. Yönetimkendisine pasaport vermez. Bu yüzden İstanbul’adönemez ve Gümülcine’deki ikametini uzatmakzorunda kalır.O yıllarda Yönetim, önce belirli kişilerle yetinirkendaha sonra gittikçe yaygınlaştırdığı “çelişkili birönlem” olarak azınlık insanına pasaport kısıtlamasınagidiyordu. Tabiî hiçbir gerekçe göstermeden veyasaya aykırı olarak. Sana pasaport vermeyeceğimde demiyordu. Demesi için yargı kararı gerekiyordu,oysa böyle bir karar yok. Bugün git yarın gel,aylar boyu, hatta yıllar boyu pasaport kuyruğundabekliyordun. İzlenen siyasetin ve Azınlık aleyhindekitüm uygulamaların esas amacı Azınlığı kaçırtmakolduğu için, pasaportun olmayınca Türkiye’yeve yurtdışına da kaçamıyordun. Onun için çelişkilibir önlem. O halde pasaport kısıtlamasıyla hangiamaca hizmet ediliyordu ki? Bunun bir açıklamasıolmalı. Yönetim, azınlık insanına istenmeyen mesajınıiletmek ve yaşamın her kesiminde, her konuda,en küçük bir ayrıntıda bile ayrımlara ve hak kısıtlamalarınamaruz kaldığını göstermek ve onu bezdirmekiçin her yolu kullanıyor, çelişkili önlemlerebile başvuruyordu. Herhalde azınlık insanına şunubile dedirtmek istemiyorlardı: “Baskı ve ayrımlarvar, var olmasına. Ama baksana, hiç olmazsa seyahatözgürlüğümüz de var. Pasaportlarımız elimizde,Türkiye’ye serbestçe gidip geliyoruz.” (!!) Sonra,daha önemlisi, pasaport kısıtlamasının, azınlık insanınınkaçma kararını kesinleştirici ve hızlandırcıayrı bir işlevi de vardı. Uzun bir oyalamadan sonraeline pasaport geçiren kişi, bir kere daha banapasaport ya verilir ya verilmez korkusuyla onu sonyolculuğu için kullanıyordu. Bunu daha da kolaylaştırmakisteyen Yönetim, yeni bir pasaport çeşidibile icat etmişti, bir yıl içinde yapılacak tek seyahatiçin geçerli yeni bir pasaport çeşidi.Son gelişinde Salahaddin Galip’in üstündegözle görünür bir değişiklik vardı. Son yıllarda ogülmeyen durgun yüzü kaybolmuş, eski canlı vemütebessim halini almıştı. Bir süre insanlardan,sohbetlerden âdeta kaçıyordu, şimdi ise eski dost vetanıdıklarıyla buluşmayı ve onlarla konuşmayı arzuluyordu.Eski Selaytin abi oluvermişti. Pareyalar,rakı masaları, sohbetler ve azınlık sorunları. Aklındakiplanı kimseye ifşa etmedi. Azınlık Postası’nıyeniden çıkarmayı tasarlıyordu. Yönetimin onuniçin hazırladığı tuzaktan habersiz.Hayret, çok geçmeden kendisine pasaport verilir,hem de dört yıl geçerli. Bir süredir azınlık insanınabir yıl geçerli ve yurtdışına bir tek seyahatiçin kullanılabilen pasaportlar verilmektedir. Yasadaböyle bir pasaport çeşidi öngörülmemektedir.Ama Azınlık, anayasa ve yasa teminatının kaldırıldığıözel bir sıkıyönetim altında yaşamaktadır.Yönetim, baskı yapabilmek için tüm hayal gücünüAzınlıkça 9


O yıllarda Yönetim,önce belirli kişilerleyetinirken daha sonragittikçe yaygınlaştırdığı“çelişkili bir önlem” olarakazınlık insanına pasaportkısıtlamasına gidiyordu.kullanarak yeni yeni yöntemler keşfetmektedir. Biryıl içinde tek seyahat için kullanılabilen pasaportla“git ve dönme” mesajı iletilmek istenmektedir. “Buson yolculuğun olsun!” Yok döndün, yeni pasaportiçin şimdi çok beklersin. Veya bu pasaport, onunlason yolculuğunu yapanları ardından vatandaşlıktansilmek için kullanılmaktadır. Salahaddin Galip’everilen pasaport ise dört yıllıktır, normal pasaport,sayısı sınırlı olmayan seyahatler için geçerlidir, oyüzden güvencelidir.Salahaddin Galip, elindeki yeni dört yıllıkpasaport güvencesiyle (!) 1984 Aralık sonundaTürkiye’ye gider. Sınırda özel olarak görevlendirilmişbir yetkili, Türk tarafına geçinceye dek onarefakat eder ve orada ona iki ay önce karısıyla birlikteYunan vatandaşlığından silindiklerini ve artıkyurda giriş yapamayacaklarını açıklar.Şimdi burada Yönetimin yalnızca yasadışı birişleme başvurması değil, aynı zamanda adi bir dolandırıcıdüzeyine düşmesi söz konusudur. Ayrıntı,belki.Yönetim tarafından bu şekilde dolandırılmış olmakduyumu, onu, daha sonra, Fransız yazar JeanLeune tarafından 1923’te kaleme alınmış “L’ EternelUlysse” (Ebedî Odysseus –Daima Hilekâr) başlıklı-zamanında Osmanlıcaya çevrilmiş ama unutulmuş-bir kitabının “Megali İdea’nın Yalancı Cenneti”adıyla dilsel güncelleştirmesini yapmaya itmiştir(1995). J. Leune, Balkan Savaşlarında Yunan saflarındayer almış, devamında araya giren olaylardansonra yavaş yavaş Yunan aleyhtarına dönüşmüş birasker ve gazetecidir ve kitapta hatıralarının yanı sırayakından yaşadığı bir Yunanlı yöneticinin entrikacılığınıve Türkler aleyhinde çevirdiği dolaplarıanlatır. Sabahaddin Galip bu kitapta kendini bulmuştur.Salahaddin Galip ikamet etmekte olduğuİstanbul’dan vatandaşlığını yeniden kazanmak içinYunan Yönetimine karşı beş yıl sürecek bir hukukmücadelesi verecek ve sonunda “yenik düşecektir”.İlk raunt onundur. Vatandaşlık yasasının 19. maddesigereğince vatandaşlıktan ıskat edilmiştir, amaonun olayında ilgili ırkçı hükümlerin öngördüğükoşullara bile uyulmamıştır. Dolayısıyla ıskat kararıgöz çıkarırcasına keyfîdir ve Yunan Danıştayı kararıbozarak Salahadin Galip ve eşine vatandaşlıklarınıiade eder. Ama Yönetimin Salahaddin Galip’i bertarafetme niyeti kesindir. Yurda dönüş yapmayazaman bulamaz. Zira hemen ardından bu kez VatandaşlıkYasasının 20. maddesi ileri sürülerek yenidenvatandaşlıktan çıkarılır. Danıştaya yeniden itirazeder ve davanın görüşülmesi yedi kez ertelenir.Zira bu arada yeni 1975 Anayasasına göre 1930’luyıllardan kalma 20. maddenin aykırılık nedeniylehükümsüz olduğu keşfedilmiştir. Danıştay, vatandaşlıktanıskat gerekçesi olarak gösterilen 20. maddeyibir yana bırakarak, itirazı Anayasanın 4. maddesinedeniyle reddeder. Kasım 1989, Türk Azınlığıyüzünden Yunan-Türk geriliminin doruğa çıktığıdönem. Bir yenilgiye daha tahammülü olmayanYönetimin prestiji kurtarılmıştır. Salahadin Galip’ibu uğurda harcarlar. Hakların kaldırıldığı sıkıyönetimveya totaliter rejim, ne yakıştırma yapılırsayapılsın, herhalükârda burada devlet erki karşısındavatandaşın çaresiz kaldığı “Kafka atmosferi” hükümsürmektedir. Azınlık konusunda Dışişlerindehâlâ Yannis Kapsis ekolü egemendir ve devamcısıAntonis Samaras’tır.Anayasanın 4. maddesi, “yabancı bir ülkede ulusalçıkarlara aykırı bir görev üstlenilmesi” halindensöz eder. Sadede gelecek olursak, Salahaddin Galipiçin “Türk casusu” olduğu suçlamasıydı bu. SalahaddinGalip bir Türk casusu muydu? Hadi canımsen de! Hangi askerî sırlara ve devlet sırlarına vakıftıki, onları düşmana teslim etmiş olsun? Ha şimdicunta idaresi sırasında mahkum edildiği ve o dönemdede içerdikleri hâlâ aynen geçerli olan makalesinegelince, ve daha sonraki bazı yazılarına, orada,doğrudur, bazı “devlet sırlarını” ifşa ediyordu,Yönetimin var gücüyle gizlemeye çalıştığı “sırları”.Azınlık üzerinde izlenen siyasetin ne olduğunu anlamakiçin o makaleyi okumak yeterliydi. Dört başımamur, kendinden emin, şişirme olduğu izlenimi10 Azınlıkça


hiç vermeyen, hatta alçakgönüllü, kanıtlı ve belgeli,ikna edici, azınlık politikasını bütün çıplaklığıylateşhir ediyordu. Onun “casusluğu” buydu.Daha sonra, Azınlık Postası’nda yayımlananönemli yazılarını “Batı Trakya’da Yazabildiklerimden”başlıklı bir kitapta topladı (1998).Ulusal çıkarlara ters düşen ve suç oluşturan bir“görev” üstlenmiş olsaydı, niye yargı önüne çıkarılmadı?Kaçtı mı da tutuklanıp yargılanmadı?Salahaddin Galip, en büyük hayal kırıklığını Avrupaİnsan Hakları Mahkemesi’nde yaşadı. Orayayaptığı başvuruyu görüşmeyi, mahkeme çoğunluklareddetti. Red kararının gerekçesi, iç yargı yollarınıtüketmemiş olması idi. Tüketmiş olduğu halde.Danıştayın kararından sonra oraya başvurmuştu,daha başka bir yargı yolu yoktu ki. Devlet erkininkeyfî karar ve uygulamalarına ve insan hakları ihlallerinekarşı bireyleri korumakla görevli AİHM’nindavayı görüşmeyi doyurucu olmayan bir gerekçeyle(ve çoğunlukla) reddetmiş olması, yarın ilgili biraraştırma yapıldığında mahkemenin “hatalı kararlar”listesinde yer alacaktır. AİHM, SalahaddinGalip’i en büyük insan hakkı ihlaline uğradığı birolayda himaye etmemiştir.Geleneksel Yunan milliyetçiliği açısından şöylebir soru daha sorulabilir: Salahaddin Galip bir “Yunandüşmanı” mıydı? Tersine, o, kendi çapında bir“Yunan dostu” idi. En öfkeli anında bile yüreğindeırkçı duyguların doğmasına müsaade etmeyecekdemokratik kültüre sahip dengeli bir insandı. Eskikuşaktan onun kadar Yunanlı aydınlar arasındadostu olan biri daha yoktur. Onun öfkesi, bir “Ulysse”benzeri hareket ederek Azınlığı ezen Yönetimlerekarşıydı. Salahaddin Galip, tabiî, bir Türk milliyetçisiidi, çağdaş ve “ılımlı” bir milliyetçi. Sonra,Koca Kapı’yla ilişkilerini de hiç bozmamıştır, orasınınizlediği azınlık politikalarından çok rahatsızolduğu zamanlar bile. İstanbul’a yerleştikten sonraGümülcine’de konsolosluk görevinde bulunmuş artıkemekli Türk diplomatlarından bazıları ile dostlukilişkilerini ömrünün sonuna dek sürdürdü.Yönetimin hışmına uğramasına ve vatandaşlıktanatılmasına Koca Kapı’yla bu genel ilişkileri mineden olmuştur?1990’lı yılların başında Azınlıkta en geniş araştırmalardanbirini yapmış olan Norveçli tarihçi VermondAarbake, bu çerçevede karıştırmadığı arşiv,görüşmediği insan bırakmadı. Salahaddin Galip’legörüşmek için İstanbul’a gitti. Onunla ilgili olarak“Türk dışişleri sözcüsü gibi konuştu. Resmî Türktezlerini dile getirdi.” diyordu. Selaytin abi “resmîtezlerle” yetinmişse, az etmiş. Çünkü onun kişiseldeneyimleri o tezlerin yanında hiç kalırdı.Salahaddin Galip, “Yunan usulü etnikarındırma”nın on binlerce Batıtrakyalı kurbanlarındanbiridir, ama bu uygulamada onun özel biryeri vardır. O yüzden yorumlanmaya ve üzerindedurulmaya değer. Yukarıda sayılan nedenler, onunolayını açıklamaya yetmiyor.Ben burada kendi kişisel duyumlarımdan da hareketederek, bir başka açıklama getirmek istiyorum.Salahaddin Galip’i vatandaşlıktan ıskat kararı, diğerbenzeri kararlar gibi, şeklen İçişlerine ait olsa da,esasen Dışişleri mekanizmasının bir kararıdır. Tabiîmerkezin değil, Trakya’daki yerel mekanizmanın.Azınlığı gözetlemek, yönetmekle görevlidir bu mekanizmave İstihbaratla içiçe çalışır. Şimdi ben buna“yandevlet” diyorum. Kendini hep gizlemeye çalıştığı,“yarı resmî” ve gayrişeffaf bir kurum olduğu,hangi yasayla kurulduğu, ne yetkiler kullandığı venasıl denetlendiği konusunda belirsizliğin hükümsürdüğü için değil yalnızca. Azınlık insanı hakkında“yargısız infaz” yetkisiyle donatıldığı ve yasadışıişlerde kullanıldığı için. Bir azınlık mensubunu vatandaşlıktanıskat edilmesini, bu mekanizma öneriyorve raporlarıyla destekliyordu. O gizli raporlardaneler yazıldığını tahmin edebilirsiniz. Örneğin, birmünasebetle, daha öğrencilik yıllarımdan şahsımlailgili olarak “anarşist, terörist ve muhtemelen bombalıeylemci” diye kaydın bulunduğunu öğrenince,hem gülmüş hem de ürkmüştüm. Daha sonraları,kendimi korumak amacıyla bilinçaltından öyle olmadığımıkanıtlamak kaygısına düştüm mü, bilmiyorum.Barışçı ve şiddet aleyhtarı görüntümüişlerken o suçlamaların bir etkisi olmuş mudur,bilemiyorum. Herhalükarda daha sonraları o mekanizmadakikişilerle yeri geldikçe arada bir temasetmekten ve görüşmekten çekinmedim. Bu halim,bilinçli bir siyasî tavırdan kaynaklanıyordu. Amaşimdi kendi kendimi sorgularken, acaba teröristolmadığımı göstermek telaşı içine düşmüş olabilirmiyim diye de düşünüyorum. Salahaddin Galiphakkında o raporlarda “Türk casusu” suçlaması bulunduğunukolayca tahmin edebilirsiniz. Yalnızcabir tahmin değil bu, o mekanizma çevresinden bizzatişittiğim bir suçlama. Gerçi gizli raporlarda böylebir suçlamadan hiçbir azınlık bireyi muaf değildi.Onun için Salahadin Galip’in bertaraf edilmesininAzınlıkça 11


esas nedenini bu suçlama oluşturmamıştır kanımca.Ciddi bir devlet, bu şekilde bir suç isnat ettiğivatandaşını yakalar ve yargı önüne çıkarır. İsnat ettiğinsuçu kanıtlayabilecekse tabiî. Sonra, devlettendeğil, yandevletten söz ediyoruz.Şimdi, yandevlet mekanizmasının görevlerindenbiri, Azınlıkta göze batan kişileri yakın takibealmak, ne halt karıştırdıklarını öğrenmek, onlarıanaliz etmek, zayıf ve güçlü noktalarını saptamak,“muzır” faaliyetlerini önlemek, yönlendirmek, eldeetmek, yönetmek, kullanmak idi. Bu amaçla o kişilerledoğrudan temas sağlamak gerekirdi. Doğrudantemas çok kolay sağlanırdı. Devlet dairelerindebir işin vardır, herhangi bir işin, ve olmaz. Biliyorsundurveya birileri sana fısıldar, işinin olması için105’ten geçmen gerektiğini. Sen işin için gitmişşsindir,yukarıda anlatılan çerçevede sorgudan veelekten geçirilirsin. Oradan öte ne çıkarsa. Kendininasıl kullandıracağın sana kalmış bir şey. Orasıylailişkiye girdikten sonra şöyle veya böyle kendini kullandırmamanmümkün değil. Sonra, 105 ve genelolarak tüm mekanizma, yalnızca azınlık insanınınkarşılaştığı ayrım konularında değil, aynı zamandaazınlık sorunlarında da muhatap alınacak yer gibigörünüyordu. Azınlık ileri gelenlerinden 105 ileilişkiye girmeyen kişi yoktu. Müftülerden tutun da,milletvekillerine, milletvekili adaylarına, yerel yöneticilere,gazetecilere kadar. 105’in görevi azınlıkaleyhtarı politikaları yürütmek olduğu için, orasıylailişkiler de ister istemez böyle bir boyut kazanıyordu.Bir tek Salahaddin Galip orasıyla ilişkiye girmeyireddetmiştir. Mekanizma, bir tek onunla doğrudantemas sağlayamamış, onu sorgulayamamış veelekten geçirememiştir. Ve “kullanamamıştır”. Yalnızo değil. Mekanizmayı çileden çıkaracak ölçüdegururlu ve küçümseyici davranıyordu oraya karşı,“ben sizi muhatap almıyorum”. Onun bu tavrı, biryandan aleyhindeki raporların gittikçe daha uydurukve şişirme iddia ve suçlamalarla doldurulmasınayol açtı. Öbür yandan mekanizma içinde ona karşıöfkeyi kabına sığmaz bir düzeye taşıdı. Kan davasıgibi bir şey. “Biz de senin burnunu kırmazsak!” Neyaptılarsa Salahaddin Galip’i bükemediler. Engeller,baskılar, cezalandırmalar, oğlunun vatandaşlıktanıskatı, hiçbir olayda 105’in kapısını çalmadı.Milletvekili adaylığı için bile kendisine yaklaşıldı,böyle bir hevesi olmadığı için o da tutmadı. “Biz desenin burnunu kırmazsak! İbret olsun diye!”Koca Kapı’yla yakın ilişkilerinin SalahaddinGeleneksel Yunan milliyetçiliğiaçısından şöyle bir soru dahasorulabilir: Salahaddin Galipbir “Yunan düşmanı” mıydı?Tersine, o, kendi çapında bir“Yunan dostu” idi. En öfkelianında bile yüreğinde ırkçıduyguların doğmasına müsaadeetmeyecek demokratik kültüresahip dengeli bir insandı.Eski kuşaktan onun kadarYunanlı aydınlar arasında dostuolan biri daha yoktur. Onunöfkesi, bir “Ulysse” benzerihareket ederek Azınlığı ezenYönetimlere karşıydı.Galip’i kısmen himaye edici bir fonksiyonu vardı.1984’lerde Dışişlerinde Azınlığa Yannis Kapsisbakmaktadır, bu ilişkiler himaye edici fonksiyonunuartık yitirmiştir. Onu kesin olarak bertaraf etmekararına o zaman onay çıktı. Öneri, yerel yandevletmekanizmasınındı ve mekanizmanın SalahaddinGalip aleyhinde güttüğü “kan davasından” kaynaklanıyordu.Onun öyküsü, 1998 yılı ortalarında 19.madde kaldırılıncaya dek azınlık insanının nasıl birhimayesizlik ve güvensizlik ortamında yaşadığını dasimgeler.Salahaddin Galip’le 12 yıllık bir aralıktan sonraİstanbul’da son buluşmamızda (10.5.1996) benievinde misafir etti, on saate yakın sohbet ettik. Busohbetten, yalnızca bu sohbetten, bazı anılarımı aktarmakistiyorum.Yunanistan’da bir fobi vardır, daha doğrusu birparanoya, Türkiye’nin Batı Trakya’yı işgal ve ilhaketme emelleri olduğuna dair, zaman zaman yaygınbir hal alır ve açıkça dile getirilir. Yönetim düzeyindeise bu tartışma hep gündemdedir. Ve Azınlık aleyhindealınan önlemler, ırkçılığın bir örtüsü olarakhep bu muhtemel tehlike ile gerekçelenmek istenir.Salahaddin Galip’le o son buluşmamızda bir ara birgazete fotokopisi çıkardı, eski harflerle basılmış birİzmir gazetesi. Orada bana Mustafa Kemal’in bir12 Azınlıkça


söyleşisini gösterdi. Atatürk, söyleşinin bir yerinde,Batı Trakya’nın niye Misakımillî sınırları içine dahiledilmeyişinin stratejik nedenlerini açıklıyordu. “Albunu” dedi, “ve gerekli gördüğün yerde kullan. SenYunanlılarla böyle tartışmalara giriyorsun. Onlarınparanoyasını belki biraz yumuşatırsın. Türkiye’ninBatı Trakya üzerinde emelleri yoktur ve bu gerçekTürkiye’ye Atatürk’ün bir mirasıdır.” Bu belgeyihiçbir zaman kullanmadım, yeri gelmediği içindeğil, “tenezzül etmediğim” için. Ondan şimdi ilkkez ölümünden sonra Salahaddin Galip’i savunmakiçin söz ediyorum.Gümülcine ve İskeçe’deki yerel Yunanca basınıyakından izlediği belliydi. Şu açıklamayı yaptı:“Gümülcineli gazeteci Eleni Antoniadu var ya. Herhafta postadan onun tarafından gönderilmiş birpaket alırım. İçinde yerel Yunanca gazeteler vardır.Her hafta aralıksız, yıllardır. Kendi inisiyatifiyle,ondan böyle bir şey isteyemezdim ki. Eleni’deninsanı şaşırtan bir duyarlılık değil mi? Bu hareketibeni nasıl da duygulandırır, bilemezsin.”Son on yıldır Türkiye’nin Türk Azınlık üzerindeuygulamakta olduğu açıklaması mümkün olmayansiyasetini hiç tartışmaz olur muyuz? Uzun uzuntartıştık, muhtemel nedenlerini, özellikle yanetkilerini,açtığı yaraları. Korkunç rahatsız olduğunugösterdi. “Sen benim insanımı nasıl cezalandırırsın,bu siyasetle ne kazanacağını sanıyorsun?...” Bildiğive onaylamadığı bazı şeyleri söylemek istemiyordu.Bu çerçevede Sadık Ahmet olayından da sözettik. Sadık on ay önce o malum trafik kazasındaölmüştü. “-Yahu İbram, Sadık köy kahvelerinde“bana oy vermeyeni sınırda MİT arabası bekliyor”diye soydaşları tehdit ediyormuş. Doğru mu?”“-Valla bunu duymamıştım. Başka bir sürü benzeritehditlerini işittim, ama bunu bilmiyordum. Amahiç şaşırtmıyor beni. Tam onun ağzına uygun birsöz.” “-Bana söylediklerinde inanamadım. Olmazöyle şey, böyle bir söz sarfetmiş olamaz, dedim.Bunu bana anlatan (ismini de söyledi), “Selaytinabi” dedi, “ben bu sözleri onun ağzından defalarcaişittim. Bağımsızlar ortaya çıktığı günden beri onlarınve Sadık’ın peşinden koşup durdum. Görgütanığıyım.” Hâlâ inanmak istemiyorum.” “-İnan.Üstelik Sadık yalan da söylemiyordu.” Ona benimbildiğim ve yaşadığım benzeri olayları anlattım.Çok sıkıldı ve kızdı. Sonunda belli ki çoktandırvardığı bir hükmü dile getirdi: “Sadık, son yıllardaAzınlığa en çok zarar veren ikinci kişi oldu. Ondanönceki A.B. olmuştur.” Salahaddin abinin bu değerlendirmesindekiikinci ismi ifşa etmeyeceğim.Hülya Emin’in gazete çıkarmak hazırlıklarıiçinde olduğunu ondan öğrendim. “-GeçenlerdeHülya Emin geçti. Gümülcine’de bir gazete çıkarmakistiyor. Ama biraz mütereddit. Kadın olarakönemsenmeyeceğinden, sabote edilebileceğindenkorkuyor. Sen ne diyorsun?” “-Bana göre korkusuyersiz. Kadın gazeteci olmak dezavantaj değil. Tersine,bir avantaj. Sabote edenler çıkar mı? Sanmıyorum.Ama toplum mutlaka kendisini kucaklayacakve girişimini destekleyecektir. Korkmasın.”Azınlık basınından söz ederken Şafak dergisinine kadar önemsediğini anlatmaktan geri durmadı.Beni orada yazmaya devam etmeye teşvik etti.Salahaddin Galip, 19 yıl sonra, 2003 yazındasanıyorum, Batı Trakya’yı son olarak ziyaret etti.Yeğeni milletvekili Galip Galip, ona vize verilmesinisağlayabilmişti. Bu ziyaretinde kendisiyle görüşemedim.Ama bize gitmiş, anacığımı görmeye.O ziyaretten bizim bahçede çıktıkları bir fotografıgördüm, ikisi de sigara tüttürüyor. “Ben Kırmahalleokulunda öğretmenken, 1950’li yıllarda, annengelirdi. Okulun basamaklarına oturur, sarma sigaraiçer, muhabbet ederdik.” diye anlatmıştı bana. Aynısahne tam 50 yıl sonra yinelenmişti. SalahaddinGalip, Kırmahalle İlkokulu 1. sınıfında benim ilköğretmenimdi. Alfabeyi bana o öğretti.Ölümünden iki hafta önce İstanbul’dan banaselam göndermiş. İletmeyi unutmuşlar. Ölümününikinci günü o soydaş telefon etti, “Selaytin abisana selam göndermişti, emaneti şimdi iletiyorum”diye.Salahaddin Galip’in şairliğinden ayrıca sözetmek gerek. Gerçi o kendi şairliğini pek önemsemiyordu.Onun için de şiirlerini hiçbir yerde yayımlamıyordu.Oysa Azınlıkta yetişmiş birkaç “iyişairimizden” biridir o, ve en kalitelisi. SalahadinGalip’in şiir yazdığını, onun şairliğinden hayranlıklasöz eden lise yıllarındaki edebiyat hocamızdanişitmiştim ilk kez. İstanbul’daki son sohbetimizdebana şiirlerini okuyarak “gizlediği” şairliğini de ifşaetmişti. Bundan birkaç yıl önce bazı şiirlerini “MartıKanadından Damlalar” başlığı altında kitaplaştırabildi.Kapak desenini Fevzi Ali yaptı. Bana birnüsha göndermişti. Bu şiir kitabının tanıtımı içinbir yazı yazmaya kendi kendime söz vermiştim,ama vakit bulamadım.Türk Azınlığının başı sağolsun.Azınlıkça 13


KubbealtıHakan Müminhakmumin@yahoo.gr14 AzınlıkçaBir kitabın ardından…Şiir bitki örtüsü gibidir; çeşit çeşit bitkilerinaynı bahçede olduğunu düşünün, etrafınız rengarenk.Hele gene mevsimlerden ilkbaharsa, keyfinizediyecek yoktur o an. Şiir de, böyle bir şey desemyanlış olmaz herhalde. Her okurun bir şiir bahçesiolduğuna inanıyorum. Öyle ki sözcükler bir arayatoplanmış, rengarenk; sarı, mavi, beyaz, kırmızı, turuncuve daha nice renkler içimizdeki hüznü, ayrılığı,ezikliği, mutluluğu, sevgiyi anlatır hep bize.Çoğu zaman hüzün ayrılığın yoldaşı olmuşturşiirde, eziklik de haksızlığın kardeşi ve insan ikiyebölünür böyle durumlarda ister istemez. Parçalanmaz;yalnız kendisiyle yüzleşir. Bazen de kavga ederşair; kızar. Sözcükler hırçın, bir o kadar da “yaramazçocuk” oluverir dizeleri inşa ederken… Aşkın bileşiddete uğradığını görürüz böyle durumlarda. Oysaaşk sımsıcak, içimizi ısıtan anlamlı bir “ateş”tir.Bunlar aklımdan geçiyor şu an, yazayım dedim,öylesine. Ve hemen eklemek istiyorum; insan ateşikeşfetmeden önce bile ateş insanın içindeydi. Ateşyakıcılığıyla değil, sıcaklığıyla büyülemiştir insanı…Kalp kalbi ısıtmıştır.Geçenlerde Mustafa Çolak kardeşim, dershaneninposta kutusuna “Alaz” dergisini bırakmış. Dergiİzmir’de çıkıyor ve tamamen kültür-sanat dergisi.Mustafa’nın bana ulaştırdığı bu son sayıda, HüseyinAlemdar’ın (kendisi “Atilla İlhan Şiir Ödülü”nüalmış bir şair) bir şiiri yayımlanmış. Kendisiyle “1.Uluslararası Samsun Şiir Günleri”nde tanışma fırsatımoldu. Gördüğüm kadarıyla, günümüz Türkşiirini ileriye taşıyanlardan kendisi. Alaz’daki şiiriniokudum, tekrar okudum, şu anda da önümde, okuyorumve şu dizeleri sizlerle paylaşmak istiyorum:(gecede gülümseme).../Konuş birşeyler gecenin ortasındayızTadını tatmalısın gülümsemeninbiraz tomurcuk çatlamasına benzerbiraz nar yarılmasınahuy edinmelisin gülümsemeyiTadına çiğ düşmez gülümsemeningülümseyebilirsen çekinmedenbir ağız dolusu bir yürek dolusuhuy edin gülümsemeyi yeter ki geceleyin…Nedense, son günlerde şiire taktım kafayı. Belkibuna sebep, Dr. Hasan Ahmet’in şiir kitabı,belki de uzun zamandır şiir okumuyor olmam.Bilemiyorum, ancak şunu söyleyebilirim: Dr. HasanAhmet’in “Ömür Boyu Muhalefet” kitabı, bizimburada uzun zamandır unutmuş olduğumuz“tartışma”yı gündeme oturttu. Azınlık basınındaşiirleri eleştirildi, kitabı eleştirildi, özellikle de kitabınkapağında niçin “Gümülcine” yazmıyormuşdiye kitap eleştiri aldı. Hatta kendisinin hayatıda… Kimileri karşısında bir “Nazım” aradı, kimilerionu Don Kişot’a benzetti, kimileri de sessiz kaldı,her zaman olduğu gibi. Oysa, Hasan Ahmetkitabında şiiri bir araç olarak gördüğünü belirtmiş.Onun bu cümlesi galiba yeterince dikkate alınmadıya da gözden kaçtı. Neyse yazılanlar yazılmış, olanolmuş. Geriye kalan “tartışma”nın renkliliği, yanieleştirenin de, eleştirilenin de kendisini öyle ya daböyle haklı görmesi. Yazı-tura misali…Şimdi biraz geriye gitmek istiyorum; RızaKırlıdökme’nin 24 Ekim tarihli Gündem gazetesindeyayımlanan yazısına. Rıza Kırlıdökme yazısında,


Dr. Hasan Ahmet’in kitabını eleştirirken, isim vermedenbenden de söz ediyor. Benden söz etmesininsebebi ise Dr. Hasan Ahmet’in kitap tanıtımında“oturum başkanı”nın benim özgeçmişimden sözederken, ki ben de tanıtımcılardan biriydim, şu ifadeyikullanmasıdır. “Hakan Mümin iki yıl İskeçeMuzaffer Salihoğlu Lisesi’nde edebiyat öğretmenliğiyapmıştır ve ayrılmıştır. Ayrılma sebebinihâlâ anlamış değilim.” Bu ikinci cümle galibaRıza Kırlıdökme’yi çok rahatsız etmiş ve kendisini“aklamak” için olmalı ki, eleştiri yazısının içine benide sıkıştırmış. Bizde bir söz vardır, eminim hepinizbilirsiniz; “yarası olmayan, kaşınmaz”, bir de “ateşolmayan yerden tuman tütmez.” Neyse, Rıza Beyinkendisini çok iyi tanırız; “helal süt içmiş evlat”numaraları bize sökmez. Başkasına belki, ama bizeasla!.. Eleştiri yazısında, benim okuldan ayrılmasebebimin bir “hâne”den ve bir “zatışerif”ten deöğrenilebileceğini yazıyor, ayrıca. Bu “hâne”nin vebu “zatışerif”in adı yok mu? Öğrenmek isteyenlernereden ve kimden öğrenecekler? Bu kadar “kapalı”yazmaya ne gerek var. Ya yazarsın, ya da yazmazsın.Durum böyle “kapalı” olunca, iş yine başa düşüyor;ben anlatayım bari:Bence, R. Kırlıdökme “hâne” derken, o hepimizinsaydığı “hâne”yi, yani Konsolosluğu’muzukastediyor olmalı. O yıllarda Başkonsolos ÜmitYardım’dı. Aslında ne “ümit”ti, ne de “yardım” eliydi.“Zatışerif” derken de, galiba o yıllardaki söz konusuhânenin genel sekreterini ima ediyor olmalı.Şimdi emekli oldu. Zaten onun da parmağı yoksabu işte, şaşar kalırım.Böyle varsayımlar üzerinde duruyorum, çünkübu “ayrılma” -aslında azledilme desek, daha doğruolur- olayında bu kişilerle bire bir, yüz yüzegetirildim. Konuyla ilgili bir de öğretmen var. R.Kırlıdökme’nin okulunda görev yapıyor. Bu “zat”da Rıza Kırlıdökme’nin gözünden kaçmış olmalı.O dönemde, 2006 yılının temmuz sonu, ağustosbaşı olsa gerek, R. Kırlıdökme bana ve İngilizceÖğretmeni Dildar Mehmet’e birer mektup gönderiyor.Benimkinde şöyle bir başlık var: “Sayınöğretmenimiz, Hakan Mücahit.” R. Kırlıdökmebenim soyadımın “Mümin” olduğunu bilmiyormu? Biliyor. Demek ki, bu mektubu kendisi yazmamış,birileri eline tutuşturmuş, o da bana göndermiş.Bu “birileri” kim olabilir? Büyük bir ihtimalleyukarıda belirttiğim “zat”, şimdi emekli olan.Hem R. Kırlıdökme’nin bu kadar “temiz” Türkçe’siolduğunu hiç görmedim. Neyse, mektubu kiminyazdığı benim için o kadar önemli değil. Önemliolan mektupta yazılı olanlar. Bakın mektubun biryerinde şöyle diyor:“….Sayın öğretmenimiz,Siz, okulumuzun öğretmenisiniz ve yasayagöre nasıl diğer öğretmenler mesleklerini icraettikleri okulların dışında herhangi bir kurumve kuruluşta çalışamıyor ise sizin de okulumuzdışında başka kurum ve kuruluşlarda çalışmanızuygun bulunmadığını tekrar beyan etmek isteriz.”ve mektup devam ediyor.Bu alıntı aynen benim de altını çizdiğim gibi yazılı.Bundan da anlaşılıyor ki, bu yazıyı “resmiyet”işlerinden iyi anlayan biri yazmış, sanki. Bu cümleR. Kırlıdökme’nin “söz dizimi” mantığına aykırı.Çünkü “neden” yerine “niçinini” yazan bir kişidenböylesine düzgün cümle, hem de altını çizmekdoğrusu beklenmez. Eğer kendisi yazmışsa, yeminbillah, tebrik ederim. Bir de, “yasaya göre” diyor;hangi yasaya göre? Belirtseymiş iyi olacaktı.Şimdi bu mektubun, bu önemli kısmını sizlerde okuduktan sonra, Rıza Kırlıdökme’nin kendisineşu soruyu sormak istiyorum:Sayın Kırlıdökme, bilindiği gibi İngilizce öğretmeninizDildar Hanım hem okulunuzda, hem deözel bir kursta (kurumda) çalışıyor. Oysa sizin göndermişolduğunuz mektubunuzdaki uyarıya göreokulunuz dışında çalışmaması gerek, öyle değil mi?Bu duruma ne diyorsunuz? Açıklarsanız, seviniriz.Ve hemen tekrar Rıza Kırlıdökme’nin o eleştiriyazısına dönmek istiyorum. Yazının sonlarında Dr.Hasan kızını Yunan okullarında okuttu diye, RızaKırlıdökme onu suçluyor. Pes doğrusu. Bir çocuğumuzİngiltere, Fransa, İtalya gibi ülkelerde okuyunca“aferin kerataya” diyoruz, Yunanistan’da okuyuncada insanımızı suçluyoruz. Bu nasıl bir zihniyetdoğrusu anlamış değilim. İnsan özgürdür. İstediğiniyapar. Kârı da, zararı da kendisinedir. Hatta İtalyanile de evlenebilir, Almanla da vs. Rıza Kırlıdökme buyazdıklarıyla bir şekilde, Yunan okullarında okuyanAzınlıkça 15


Dr. Hasan Ahmet’in kitabınıeleştirirken, isim vermedenbenden de söz ediyor. Bendensöz etmesinin sebebi iseDr. Hasan Ahmet’in kitap tanıtımında“oturum başkanı”nınbenim özgeçmişimden sözederken, şu ifadeyikullanmasıdır.gençlerimize ve bu gençlerimizin anne-babalarına“haksızlık ediyor” gibime geliyor.Tekrar ediyorum, insan istediği yerde, istediğiülkede okuyabilmelidir. Rıza Beye mi soracağız çocuklarımızınerede okutacağız diye? Azınlık liseleri,Şefaatler, Emreler, Mustafalar yetiştiremiyorsa neyapalım! Suç kimin? Anne-babanın mı, çocuklarınmı, yoksa… Bir düşünün!.. Azınlığımızın Şefaatlere,Emrelere, Mustafalara ihtiyacı var, bunu unutmayalım.Umarım yanlış anlaşılmamıştır demekistediklerim.Şiirle başladım yazıma, şiirden söz edecektim sizeancak, R. Kırlıdökme’nin eleştiri yazısı ile mektubugirdi araya. Olsun, bunları da yazmam gerekiyorduve bugüneymiş kısmet. Yavaş yavaş burada yazımıbitireyim diyorum. Ama bu “azledilme” olayını henüzkapatmıyorum. Anlatılacak çok şey var. Yinegünün birinde birileri “aranırsa”, kaldığım yerdendevam ederim. Ayrıca yazımda R. Kırlıdökme’nin“hâne” ve “zatışerif” deyişine kendimce bir yorumgetirdim. Yanılıyorsam, çıksın Rıza Bey ve desin ki,“hâne kapısı” ve “zatışerif” diye yazarken, ben şunuya da bunu kastettim. Biz de doğrusunu öğrenmişoluruz o zaman. İşi olasılığa bırakmayalım. Biraraştırmacı-yazar “kapalı” yazarsa, hem kendine zararverir, hem de çevresine. Gerçek bir araştırmacıyazar,gerçekleri yazar. “Kapalı” olanları açar. Okadar!..www.azinlikca.netBir başka sayıda, bir başka yazıda tekrar okuyucularımızlabuluşmak dileğiyle…16 Azınlıkça


PerspektifFatih Nazifoğlufnazifog@yahoo.grÜniversitelerdeki kitap listesi:avantaj mı, zaman kaybı mı?Eylül ayından beri Trakya Dimokritos ÜniversitesiElektrik – Elektronik ve Bilgisayar Mühendisliğibölümünde yapmakta olduğum mastır sebebiyle,mastır program tüzüğünün Mühendislik Fakültesidışında başka bir bölümden mezun olmuş mastıröğrencileri için – ki ben de bu öğrenci grubuna dahilim– mastır dersleri dışında zorunlu kıldığı dörtbölüm dersinden ikisini takip etmek üzere haftanınbelirli günlerinde İskeçe’ye gidiyorum. Son bir aydırders başlamadan önce öğrenciler öğretim üyelerinehep aynı soruyu soruyor, “Ders kitapları ne zamanelimize geçecek?” Tahmin ediyorum ki bu ve bunabenzer sorular bu yıl Yunanistan üniversitelerinintamamında hâlâ soruluyor.Öğrenci arkadaşlarımız sorunun nereden kaynaklandığınıkesin anlamışlardır da, anlamayanlariçin hemen anlatmaya başlayalım. İlk Meclis’esunulduğunda da, 2007 yılı Mart ayında kabuledildiğinde de ve halen bugün bile öğrencilerin büyüktepkisini toplayan “Çerçeve Kanunu” (ΝόμοςΠλαίσιο) olarak da bilinen 3459/07 sayılı yüksekeğitim kurumlarının kurumsal yapı ve işleyişinidüzenleyen bir kanun var. İşte yukarıda belirttiğimsoru, bu yıl bu kanunun 15. maddesinin YunanistanMillî Eğitim ve Dinişleri Bakanlığı tarafındanuygulamaya konulmasından dolayı soruluyor.Eğitim Bakanlığı, bu maddeyi uygulamaya “tekkitaba son” parolası ile başladı. Yani amaç, şimdiyekadar olduğu gibi öğrencileri ders çerçevesindedağıtılması ön görülen kitabı almak zorunda bırakmakyerine, öğrenciye önerilen kitaplar arasındanbir kitabı seçme imkânı sunmak.Bu maddeyi anlaşılabilecek bir şekilde özetlemekgerekirse, öğretim üyeleri en az iki kitaptan oluşan,ki bu kitaplar ders çerçevesinde işlenecek konularıntamamını veya büyük bir bölümünü kapsamalıdırlar,bir kitap listesi hazırlar, bu listede belirtilenkitapların olup olmadığı yayın evlerine sorulur veonay alındıktan sonra kitap listesi öğrencilere sunulur.Öğrenciler listeden seçimlerini yaptıktan sonra,Eğitim Bakanlığı tarafından yayınevlerine emirverilir ve kitaplar dağıtılmaya başlar. Parantez açıpbelirtmekte fayda var, her öğrenci her dersten birdefaya mahsus olmak üzere tek kitap (kitapla birlikteverilen ödev kitabı veya CD, DVD v.s. bir kitapolarak nitelendiriliyor) alma hakkına sahip.Hikâye gibi anlatılınca kulağa hoş geliyor, amaişi pratiğe dökünce bir çok problem kaçınılmazoluyor. Bir de kanunun uygulanışının ilk yılı ise,o zaman öğrencilerin niye başta belirttiğim soruyusorduğu biraz daha anlaşılmaya başlanıyor.Aylardan Kasım ve öğrenciler – en azından benimbölümde öyle – kitap seçimini yeni bitirdiler.Yani şimdiden sonra bu belirtilen kitap listeleriyayınevlerine ulaşacak ve yayınevleri kitapları hazırlayıpdağıtmaya başlayacak. Dönem başlarındakitaplarını almaya, kitaptan faydalanıp dersi takipetmeye alışmış öğrenci, tahminen sınavlara sayılıgünler kala kitaplarına kavuşacak.Listelerin hazırlanışı ve kitabın seçilişi de apayrıbir tartışma konusu. Bir soru aslında neden bukonunun tartışma konusu olduğunu anlatıyor: Öğrencilerdaha önce görmedikleri, duymadıkları birkitabı hangi kriterlere göre seçecekler? Ya şansa yaAzınlıkça 17


da...Ya da “birilerinin” önerdiği kitabı seçecekler.Bu “birilerinin”, dersleri veren öğretim üyeleri olmaihtimali haliyle çok yüksek. Gelelim öğrencilere sunulacaklistelerin hazırlanışına. Öğretim üyelerininçoğunluğunu derslerini yıllardır kendi yazdıklarıveya belirli başka kitaplar üzerinden verdiğini gözönünde bulundurursak, hazırlayacakları listelerinde aslında ne kadar “göstermelik” olduğu ortayaçıkıyor. Şimdi hangi öğrenci, önlerine sunulanlisteden öğretim üyesinin bir kitabı önermesi veyaöğretim üyesinin dersini sunulan listedeki belirli birkitap üzerinden yapacağını belirtmesi durumunda,inisiyatif kullanarak başka bir kitabı seçecek?Öğrencilerin yüzde yüzünün değişik bir kitapseçtiğini veyahut da her yıl değişik bir kitabın öğrencilerinbüyük çoğunluğu tarafından seçildiğinivarsayalım. Bu durumda, öğretim üyesi şimdiyekadar uyguladığı ders verme metodunu bir yanabırakarak veya her yıl seçilen kitabın içeriğine göredeğiştirerek mi dersi verecek? Öğrencilerin bir kezkitap seçme hakkına sahip olduğunu da tekrar hatırlatırsak,bir öğrencinin dersi geçememesi ve sonrakiyıl seçilen kitabın değişik olması ve öğretimüyesinin sınava seçilen yeni kitaptan hazırlanılmasıgerektiğini belirtmesi durumunda, otomatikmanöğrencinin dersi çalışabilmesi için kitabı, şanslıysa,bir diğer öğrenciden ödünç ya da satın alması gerekiyor.Bu yüzden de “Öyleyse bedava eğitim ilkesive seçme imkânı avantajı bunun neredesinde?” diyedoğal olarak sesler yükseliyor. Biz mastır öğrencilerineise, bırakın seçme imkânı, bir kitabın bile bedavaolarak dağıtılmaması kendi başına apayrı birtartışma konusu.Derslerini takip ettiğim bir öğretim üyesinin,konuya örnek yaklaşımını aktarmadan edemeyeceğim.Öğretim üyesinin bize söylediğine göre, buyılki dersi her zamanki metoduyla yapmayı planlıyormuş.Ders ile ilgili notları gerek internet ortamındaöğrencilerle paylaşıp gerekse fotokopi şeklindedağıtmayı planlarken, sınav için öğrencilerin bupaylaşılan notlardan çalışmalarının yeterli olacağınıbelirtip kitap listesine uzmanlık alanında dünya çapındaen kaliteli 3 kitabı önermeyi ve öğrencilere,gerçek manada, kütüphanelerinde bulunacak faydalıkitapları seçme imkânı sunmayı hedeflediğinibelirtmişti. Tabii talep ettiği üç kitap da yabancıdilli olunca, bir de Eğitim Bakanlığı’ndan yabancıAylardan Kasım ve öğrenciler– en azından benim bölümdeöyle – kitap seçimini yeni bitirdiler.Yani şimdiden sonra bubelirtilen kitap listeleri yayınevlerineulaşacak ve yayınevlerikitapları hazırlayıp dağıtmayabaşlayacak. Dönem başlarındakitaplarını almaya, kitaptanfaydalanıp dersi takip etmeyealışmış öğrenci, tahminensınavlara sayılı günler kalakitaplarına kavuşacak.dilli kitaplara izin gelmeyince, yine yıllardır işlediğikitabı önermek zorunda kaldığını söylemişti.Durum bu şekilde olunca, seçme imkânı gerçektende öğrenciler için bir avantajdır. Fakat, öğrencininasıl amacının dersi geçmek olduğu için ve dersigeçmenin yolunun belirli bir kitaptan geçtiğini bilmesidurumunda, liste sadece göstermelik oluyor.Merak ettim ve öğretim üyelerinin önerdiği kitaplarabir göz atayım dedim. Birçok listede aynıtablo hemen göze çarpıyor: Önerilen kitap sayısı birtane. Özellikle kendi kitabı olan öğretim üyelerininönerdiği kitap da tahmin edebileceğiniz gibi sadecekendi kitapları. Altında da bir not: “Bu kitap dışında,piyasada bulunan hiç bir başka kitap dersinihtiyaçlarını karşılamamaktadır!”Bu notu görünce de, “öyleyse bu telaşın, bubürokrasinin, bu kayıp zamanın kısacası kitap listesininne anlamı var?” diye insan kendi kendinesoramadan edemiyor.18 Azınlıkça


ΜΕ ΓΝΩΣΗ και ΜΕ ΤΟΛΜΗΓιώργος ΔούδοςΣυγγραφέας και δικηγόροςαπό τη Θεσσαλονίκηg_doudos@yahoo.comΑΝΟΙΧΤΗ ΕΠΙΣΤΟΛΗΠΡΟΣ ΟΣΟΥΣ ΚΡΑΤΟΥΝ ΞΥΠΝΗ ΤΗΣΥΝΕΙΔΗΣΗ ΤΟΥΣ ΣΤΟΝ ΙΣΛΑΜΙΚΟ ΚΟΣΜΟΤο Ισλάμ αποτελεί ένα από τα πολύτιμα κοσμήματαστην υπέροχη σύνθεση του πολιτισμού τηςΟικουμένης.Το Ισλάμ αυτοπροσδιορίζεται ως θρησκείατης Ενότητας και της Ειρήνης σε όλα τα επίπεδα,αισθητά και μεταφυσικά! Είναι η θρησκεία πουεξαγγέλλει την αρμονία μεταξύ Θεού και ανθρώπων,αλλά και θρησκεία της ενότητας της ανθρωπότητας.Μέσω του μηνύματος που μετέφερε στηνιστορία ο προφήτης Μοχάμμεντ, κατέλυσε τις διακρίσειςμεταξύ των ανθρώπων, οποιασδήποτε αιτίαςκαι αποκατέστησε την ενότητα του γένους μαςαναγγέλλοντας την εγκαθίδρυση μιας παγκόσμιαςκοινότητας, της Ούμμα, που αναιρεί τις διακρίσειςγλώσσας, φυλής, έθνους ή πολιτισμικής καταγωγής.Το ιστορικό Ισλάμ από τις πρώτες στιγμές τηςεμφάνισής του δεν προσπάθησε να κλείσει τους πόρους,που καθιστούν γόνιμη των ώσμωση ανάμεσασε πολιτισμούς διαφορετικής προέλευσης με τουςοποίους ερχόταν σε επαφή. Ο διάλογος ανάμεσαστο Ισλάμ και σε άλλες πίστεις και πολιτισμούςυπήρξε μια πραγματικότητα που καθιερώθηκε απότον προφήτη Μοχάμμεντ και συνεχίσθηκε από τουςδιαδόχους του στην ηγεσία της μουσουλμανικήςκοινότητας.Τον 4 ον αιώνα από Εγίρας -(9 ος αιώνας μ.Χ.)-, οχαλίφης της Βαγδάτης Μανσούρ αλ Χακίμ Μπι’αμριλλάχείχε ιδρύσει το Νταρ αλ Χικμά, τον Οίκο τηςΣοφίας. Επρόκειτο για μια Ακαδημία του Πνεύματοςκαι του Πολιτισμού, με περισσότερα από έναεκατομμύριο χειρόγραφα στη βιβλιοθήκη του καιμε ένα επιτελείο μεταφραστών, οι οποίοι διέσωζανστην αραβική γλώσσα την κλασική ελληνική καιελληνιστική γραμματεία, σανσκριτικά και περσικάκείμενα, βουδιστική γραμματεία στη γλώσσα πάλικαι ιερά κείμενα του Μαχαβίρα. Μάλιστα, ότανστην Ανατολική Ρωμαϊκή Αυτοκρατορία (Βυζάντιο),σκοτισμένοι Χριστιανοί κατέστρεφαν στηνπυρά έργα αρχαίων Ελλήνων, που έκριναν πώςτάχα ήταν βλάσφημα ή επικίνδυνα, οι μεταφραστέςτου Νταρ αλ Χικμά τα είχαν θησαυρίσει στις μεταφράσειςτους στην αραβική γλώσσα κι έτσι δεν χάθηκαν….Είναι πλέον βέβαιο, ότι το Ισλάμ και κυρίως τοάνθος που μοσχοβόλησε σε κάθε γωνιά του μουσουλμανικούκόσμου, το τασσαούφ ή η παράδοσητων Σούφι, μπόλιασε τη μουσουλμανική ευσέβειακαι το ήθος που εμπνέει το Κοράνιο και η Σούννα,με δάνεια από τον Ινδουϊσμό και το Βουδισμό, απότον Πλάτωνα, τον Αριστοτέλη, τον Πυθαγόρα, τονΠλωτίνο και τον Ιάμβλιχο. Μάλιστα μεταξύ τωνΜουσουλμάνων ο Πλάτων, με μεγάλο σεβασμόαναφέρεται ως χαζρέτι Εφλατούν, δηλαδή ο άγιοςή ο σεβάσμιος Πλάτων, όπως και ο Αριστοτέλης,αλλά και άλλοι στοχαστές, φιλόσοφοι και οραματιστέςτου αρχαίου κόσμου.Το Ισλάμ δεν υπήρξε, τουλάχιστον στα χρόνιατου προφήτη Μοχάμμεντ και ως τη στιγμή της δολοφονίαςτου τέταρτου δίκαιου Χαλίφη, του ΙμάμηΑλή αντίθετο στη γνώση και στη σοφία.Απεναντίας ήταν ανοικτό και όχι απλά ανεκτικόστα ποικίλα ρεύματα της ανθρώπινης σκέψης,κυρίως γιατί στο Ισλάμ ο νους του ανθρώπου και οAzınlıkça 19


ανθρώπινος λόγος τιμούνται ιδιαίτερα. Σε όλο αυτότο κλίμα σεβασμού και καλλιέργειας της γνώσης,κατάφασης στην απορία που παράγει την επιστημονικήσκέψη και θετικής αποδοχής των επιρροώνδιαφορετικών πολιτισμών αναπτύχθηκε η περίφημημεθοδολογία της επιστήμης της ερμηνείας τουισλαμικού δικαίου, που αποτελεί συνάμα κι ένανιδιαίτερο τρόπο φιλοσοφικής θέασης των πραγμάτων,που ταυτίστηκε χρονολογικά με την χρυσή περίοδοτου ισλαμικού πολιτισμού και είναι γνωστήως Ιζτιχάντ. Στην ιστορία των ιδεών η Ιζτιχάντ έχεικαταστεί συνώνυμη με τον μουσουλμανικό Διαφωτισμόπου προκάλεσε ως τον 11 ο αιώνα μ.Χ. τηνεκρηκτική ανάπτυξη επιστημών όπως η άλγεβρα,η γεωγραφία, η αστρονομία, η χημεία και η ναυσιπλοΐα.Χαρακτηριστικό της Ιζτιχάντ είναι η προτεραιότηταπου δίνει στον ανθρώπινο λόγο για τηνερμηνεία του νόμου σε συγκεκριμένες συνθήκεςκαι για την ικανοποίηση συγκεκριμένων αναγκών.Οι Αββασίδες, που στην περίοδο της διακυβέρνησήςτους αναπτύχθηκε η Ιζτιχάντ και η επιστημονικήάνθιση στον ισλαμικό κόσμο ήταν εκείνοι, πουτον 12 ο αιώνα μ.Χ. διακήρυξαν οριστικά το δόγματου «κλειδώματος των πυλών της Ιζτιχάντ», θέτονταςπλέον εκτός νομιμότητας την ελεύθερη σκέψη,την ακηδεμόνευτη έρευνα και δημιουργώνταςτις αρνητικές προϋποθέσεις για την κάμψη και τηνέκπτωση, ιδίως του σουννιτικού Ισλάμ, από το ζενίθτης ανάπτυξης στο ναδίρ του πολιτισμικού μαρασμού.Επί αιώνες τώρα στο σύνολό του ο ισλαμικόςκόσμος εμφανίζεται ως ουραγός στις εξελίξειςτης ιστορίας, με ελάχιστες χρονικές εξαιρέσεις περιστασιακώνανακάμψεων χωρίς σοβαρή συνέχειαεπιβίωσης αυτών των αναλαμπών.Απευθύνουμε προς τους ηγέτες των Μουσουλμάνωντου κόσμου το εξής ερώτημα: Το Ισλάμ είναιμια πνευματική και ηθική δύναμη σημαντικήστον κόσμο; Αν ναι, πώς ανέχονται να μην πρωταγωνιστείθετικά στις παγκόσμιες εξελίξεις του21 ου αιώνα;Είναι γεγονός πως σήμερα δεν υπάρχει το Χαλιφάτοκαι στην Ούμμα δεν υπάρχει μια ενιαία αρχήπου να εισηγηθεί σχετικά με το ορθό και το πρακτέο.Τούτο όμως δεν μπορεί να αποτελεί στο διηνεκέςάλλοθι για τη νωθρότητα που επιδεικνύουν οιπερισσότεροι από τους Ουλεμά, τους Μουφτήδες,τους Αγιατολλάχ, τους Σεΐχες των μουσουλμανικώνΠανεπιστημίων και τους άλλους ηγέτες τωνμουσουλμανικών λαών.Σήμερα το πρόσωπο που προβάλλεται είναι οΙσλαμισμός. Μια επιθετική ιδεολογία σύγχρονουολοκληρωτισμού, που έτσι όπως ερμηνεύει το Κοράνιοκαι τη Σούννα, αλλά πρωτίστως εξαιτίας τηςβίαιης προσπάθειας να επιβάλλει τη Σαρία στονκόσμο, ασχημονεί κατά του Ισλάμ και συμβάλλειστην πτωτική διαφθορά του ήθους των Μουσουλμάνων.Με εξαίρεση την Τουρκία, όπου οι κανόνες τηςδημοκρατίας λειτουργούν, αν και με δομικές ελλείψειςκαι ποικίλα εμπόδια, τα περισσότερα κράτη μεπλειοψηφία μουσουλμανικού πληθυσμού μάλλονείναι αδύνατο να θεωρηθούν κράτη δικαίου καικοινωνικής αλληλεγγύης.Το Σουδάν, που αυτοπροσδιορίζεται «ισλαμικήδημοκρατία» έχει πρόεδρο τον Όμαρ Χασάν αλΜπασίρ, έναν άνθρωπο που κατηγορείται επίσημααπό το Διεθνές Ποινικό Δικαστήριο της Χάγης γιαεγκλήματα πολέμου και γενοκτονίας σε βάρος τωνΑφρικανών Μουσουλμάνων του Νταρφούρ! ΤοΙράν αποτελεί ένα πείραμα «ισλαμικής δημοκρατίας»,που με πολλή καλή θέληση και παραχωρήσειςεπιείκειας μπορεί να θεωρηθεί πειστικό, αφούο λαός και η πολιτική ηγεσία της χώρας είναι υπότην κηδεμονία ενός ‘Αγιατολλάχ’ με απόλυτη καιανέλεγκτη αυθεντία. Το Πακιστάν, επίσης διατείνεταιότι είναι «ισλαμική δημοκρατία», αλλά πρόκειταιγια μια χώρα δίχως πολιτική σταθερότητακαι ασφάλεια και όπου διάφορες φατρίες έχουν τιςεπικράτειές τους, ενώ έχει αποδειχθεί ότι μεντρεσέδεςστη χώρα εκτρέφουν Ισλαμιστές τρομοκράτες.Τέλος τραγική απόδειξη της ανομίας που χαρακτηρίζειαυτή τη χώρα, είναι οι δολοφονίες πολιτικώνηγετών της, που είχαν λαϊκό έρεισμα. Η Αίγυπτος,η Συρία, το Ουζμπεκιστάν, το Αζερμπαϊτζάν είναιμόνο τυπικά δημοκρατίες με κυρίαρχο ένα πρόεδρο-απόλυτορυθμιστή της πολιτικής ζωής, πουνέμεται την εξουσία ακόμα και κατόπιν κληρονομικήςδιαδοχής. Η Σαουδική Αραβία, όπου βρίσκονταιτα πιο ιερά προσκυνήματα του Ισλάμ αποτελείμια απόλυτη μοναρχία, βυθισμένη στο σκότος τουφονταμενταλισμού των Ουαχάμπι. Σ’ αυτή τη χώραπρέπει να ψάξουν όσοι επιδιώκουν να ανακαλύψουνπού εκτρέφεται η ολοκληρωτική ιδεολογίατου Ισλαμισμού. Οι Ουχάμπι έχουν καθυποτάξειτις ψυχές και τα σώματα των υπηκόων του βασιλείουαυτού, ενθαρρύνοντας υποχθόνια την καλλιέργειατης υποκρισίας στους πολλούς και την ασύδοτηαπόκρυφη ασωτία στους ισχυρούς, που είναι20 Azınlıkça


συγγενείς της βασιλικής οικογένειας και των άλλων«ευγενών» φατριών της χώρας.Η κοινωνική αναλγησία είναι φανερή σχεδόν σεόλες τις χώρες που επικαλούνται ότι τηρούν τη Σαρία.Η ποινική καταστολή σύμφωνα με τις επιταγέςτου εφαρμοζόμενου δικαίου Σαρία είναι απάνθρωπηγια κάθε λογικό και καλής θέλησης άνθρωπο,δεν επιδιώκει το σωφρονισμό και την κοινωνικήεπανένταξη των καταδίκων, αλλά την ικανοποίησητων χθόνιων παθών εκδίκησης που φωλιάζουνστο υποσυνείδητο των μαζών του μουσουλμανικούόχλου. Παρά τις αντικειμενικές προόδους τηςγυναίκας σε όλο τον κόσμο, αντίθετα προς θετικέςυποδείξεις του Κορανίου υπέρ της ισότητας τωνγυναικών με τους άνδρες, στις παραδοσιακά μουσουλμανικέςχώρες οι γυναίκες παραμένουν στοπεριθώριο, με μόνο όπλο άμυνας και επιβίωσης τηχρήση της θηλυκής πονηριάς και γοητείας! Σε χώρεςτης Αφρικής, Σομαλία, Αίγυπτο, Τσιμπουτί, Αιθιοπία,Κένυα, αλλά και στην Υεμένη, όπως και αλλούδυστυχώς, το έγκλημα της κλειτοριδεκτομής κατάτων νεαρών κοριτσιών μεταξύ των Μουσουλμάνωνείναι μια βάρβαρη πρακτική ακρωτηριασμού τουγυναικείου σώματος, δεινή πραγματικότητα ντυμένητον μανδύα της ισλαμικής «ευσέβειας». Η άνισημεταχείριση των γυναικών, μεταξύ των Σουννιτώνπου τηρούν τη Σαρία, ως προς τα κληρονομικάδικαιώματά τους είναι επίσης μια αναχρονιστικήπραγματικότητα, που προσβάλλει κάθε έννοια δικαίουκαι προκαλεί στην πράξη υποβάθμιση τηςγυναίκας στη θέση προσώπου υπό απαγόρευση.Η εφαρμογή της Σαρία σε ζητήματα ρύθμισης τωνσχέσεων γονέων και παιδιών κυρίως μετά από έναδιαζύγιο, όπου δεν είναι αυτονόητο ότι η φροντίδακαι η νομική εκπροσώπηση των μικρών παιδιών θαανήκει στη μητέρα τους, όπως και στις περιπτώσειςθανάτου του πατέρα, όπου δεν αναλαμβάνει η μητέρατην επιμέλεια των παιδιών της, αλλά ένας άνδραςσυγγενής από την πατρική πλευρά, προσβάλλουντον κοινό νου, το κοινό αίσθημα για το τί είναιδίκαιο και αποτελούν κατάφωρη παραβίαση στοιχειωδώνδικαιωμάτων τόσο της γυναίκας ως μητέρας,όσο και των παιδιών. Τέλος, οι γάμοι ανήλικωνκοριτσιών στο όνομα κατ’ εφαρμογή της Σαρία καιμε επίκληση τη Σούννα, στερεί αυτά τα παιδιά απότο δικαίωμα στη μόρφωση, στην απόκτηση αυτοσυνειδησίαςως προς τη θέση τους στον κόσμο καισυνιστά μια ακόμη βάναυση μεταχείριση σε βάροςτης γυναίκας….Έχω την πεποίθηση, πως το Ισλάμ είναι μιαθρησκεία για το σήμερα και το αύριο, μια πίστηέμπνευσης για τους ανθρώπους του 21 ου αιώνα.Όχι ένα μνημειακό κατάλοιπο θεσμών του 6 ου καιτου 7 ου αιώνα μ.Χ.. Αν λοιπόν, πράγματι το Ισλάμαφορά τον σύγχρονο κόσμο της παγκοσμιοποίησηςείναι ανάγκη, χωρίς άλλες περιττές καθυστερήσειςνα ανοίξουν εκ νέου διάπλατα οι πύλες της Ιζτιχάντ.Είναι καιρός ο Διαφωτισμός ως ζωογόνο πνευματικόκίνημα να αποτελέσει κομβικό στοιχείο στονμουσουλμανικό κόσμο. Τότε μόνο θα αποκατασταθείτο Ισλάμ και θα είναι μια δύναμη βελτίωσης τηςανθρωπότητας, στα πλαίσια της πολυπολιτισμικήςσυνεργασίας και της αμοιβαίας κατανόησης μεταξύανθρώπων και κοινοτήτων διαφορετικών καταβολώνκαι πεποιθήσεων. Τότε μόνο στις χώρες μεμουσουλμανικό πληθυσμό θα φανερωθεί κοινωνικήδικαιοσύνη και θα ανθίσει η ελευθερία. Θα παύσειη στυγνή εκμετάλλευση και θα παύσουν οι ακατάπαυστεςαιματηρές τραγωδίες μεταξύ Σουννιτώνκαι Σιιτών ή μεταξύ Μουσουλμάνων διαφορετικώνφυλετικών προελεύσεων. Μόνο σ’ αυτή την περίπτωσημπορεί να μηδενισθεί η τρομακτική επίδρασητης ολοκληρωτικής ιδεολογίας του Ισλαμισμού,που θέλει με τη βία να «σώσει» τον κόσμο κατά τοπρότυπο των Ταλιμπάν στο Αφγανιστάν!Σ’ ένα χαντίθ διαβάζουμε: «Ο Αμπού Χουράιραδιηγήθηκε. Ο Απόστολος του Αλλάχ είπε: ‘Κανέναπαιδί δεν γεννιέται που να μην είναι προικισμένοαπό τη φύση του με το Ισλάμ (αλ Φίτρα) και αργότεραοι γονείς του το κάνουν Ισραηλίτη, Χριστιανόή οπαδό του Ζωροάστρη…’»; 1 Σύμφωνα με τηνουσία του νοήματος αυτού του χαντίθ, δεν είναιμόνον όσοι δηλώνουν στα χαρτιά Μουσουλμάνοιπου έχουν δικαίωμα να αρθρώνουν λόγο υπέρ τουΙσλάμ, αλλά κυρίως όσοι σέβονται και τιμούν τοΚοράνιο και έχουν συναίσθηση της αρχέγονης φύσης(αλ Φίτρα) που κοσμεί το βάθος της ύπαρξήςτους….Τούτο το άρθρο είναι μια ανοικτή επιστολή, μιαέκκληση από καρδιάς στους αληθινούς Ηγέτες τουμουσουλμανικού κόσμου, σε όσους οφείλουν νακρατούν τη συνείδηση της Ούμμα σε εγρήγορση,ενόψει του ιερού προσκυνήματος Χατζ που θα αρχίσειμετά από ένα μήνα και κάτι, με το που θα εισέλθουμεστο μήνα Ντου αλ Χιτζάχ του έτους 1429από Εγίρας.1: Αλ Μπουκχαρί 2:23:441Azınlıkça 21


AnalizSamim Akgönülakgonul@umb.u-strasbg.frAzınlıklar, meşruiyet ve iktidarAvrupa gazetelerinde küçücük bir haber:2002 yılında öldürülen Hollandalı ırkçı lider PimFortuyn’in şehri Rotterdam’ın yeni Belediye BaşkanıAhmed Aboutaleb, 47 yaşında ve Fas asıllı.600.000 nüfusu var Roterdam’ın. 174 değişikulustan insan yaşıyormuş şehirde. Ve yeni belediyebaşkanları ise Ahmed Aboutaleb.Onun, Fas asıllı olmayan bir belediye başkanındandaha iyi ya da kötü bir şekilde şehri yöneteceğinisöylemek mümkün mü ? Daha doğrusu buönemli şehri yönetmedeki başarı ya da başarısızlığınıFas asıllı olmasına bağlamak mümkün mü?Elbette değil. Herhangi bir azınlığa ait bireyin, enazından bir azınlığa dahil olduğu düşünülen bir bireyin,iktidarı elinde tutması, çoğunluk tarafındanönce bir grubun iktidarı olarak görülmesi doğal.Ancak bireyin iktidarı toplumsal meşruiyeti kazandıkça,toplum başarı ya da başarısızlığı bireysel niteliklereyormaya başlar. İktidardaki kişi yavaş yavaş“birey” olma hakkını kazanır. Ancak bu hak sadeceiktidardaki bireye tanınır. Diğer bir deyişle azınlığın,azınlık olarak bütünsel algılanması sona ermişanlamına gelmez.Meşruiyet, anahtar kelimedir. Azınlıklar yaşadıklarıülkelerde eğreti kabul edildikleri sürece varoluşmeşruiyetlerini kazanamazlar. Çoğunluk hoşgörüsöylemini, misafir söylemini kendisinin pozitif birniteliği olarak sundukça bu meşruiyet kazanılamaz.Alman sosyolog Simmel’in de belirttiği gibi, varoluşmeşruiyeti azınlığın çoğunluğa yaklaşmasıyla, yaniartık bir “tehlike” olarak görülmemesiyle mümkünolabilir.Barack Obama’nın ABD Başkanı seçilmesiniMeşruiyet, anahtar kelimedir.Azınlıklar yaşadıkları ülkelerdeeğreti kabul edildikleri sürecevaroluş meşruiyetlerini kazanamazlar.Çoğunluk hoşgörüsöylemini, misafir söyleminikendisinin pozitif birniteliği olarak sundukçabu meşruiyet kazanılamaz.devrim olarak nitelendirenler haklıdır. Ancak budevrimin, birbirine geçişli, hem uzun süreli yapısalsebepleri hem de kısa vadede konjonktürelnedenleri mevcuttur. Bu seçimi hazırlayan yapısalortam elbette üç yüz yıl süren ırkçı ve köleci Amerikanpolitikasının ardından 1960’lardan itibarenAmerika’nın (henüz bitmeyen) bir özür sürecinegirmiş olması, bu sürecin sonucunda beyazlarla siyahlarınevlenebilmelerinin yolunun açılmış olmasıve daha da önemlisi 1961’den itibaren uygulanan,affirmative action, yani pozitif ayırımcılık sonucundaAmerika Birleşik Devletleri’nde siyah bir elitinde oluşmasıdır. Obama bu pozitif ayırımcılıktandirekt olarak istifade etmemiştir, ancak dolaylıolarak bu sürecin ürünü olduğu da reddedilemez.Barack Obama, siyahların adayı olarak seçilmemiştirBeyaz Saray’a, ancak bütün Amerikalıların siyahbaşkanı olarak seçilmiştir. Varoluş meşruiyetini elit22 Azınlıkça


olarak kazanmış, ancak sınıf kavgasını henüz kazanamamışbir azınlığın üyesi olarak.İşte burada konjonktürel bir bağlamdan söz etmekmümkündür. Amerika’nın siyah azınlığınınelitleri, yavaş yavaş ABD’nin siyahlar tarafından yönetilebileceğifikrini kabul ettirebilmişlerdir çoğunluğa.Obama, Bush’a teşekkür borçludur. Dışarıdaırkçı bir söylem geliştiren Bush yönetimi, içeride,kısmen ırkçılık suçlamasını örtbas edebilmek için,siyah azınlığın elitine ait bireyleri iktidara getirmiştir.Böylece Colin Powell ve Condoleezza Rice gibikişiler, Amerikan kamuoyunun gözünde siyahlarında iktidarda olabileceği fikrini normalleştirmiş, banalizeetmiştir. “24” gibi çok popüler bir televizyondizisindeki, Colin Powell’dan esinlenen siyah başkanDavid Palmer tiplemesi, geniş kitlelerde siyahbir başkan fikrinin olasılığını bilinçaltlarına yerleştirmiştir.Amerika’da kendi içlerinde bölünmüşolan, ancak çoğunluk tarafından tek bir azınlık gibialgılanan siyahlar, elit meşruiyetlerini kazanmışlardır.Geriye sınıf uçurumunu kapatmak kalmıştır.Benzer bir süreç Fransa’da da gözlemlenebilir.Fransa’da göçmen asıllılar henüz varoluş meşruiyetisavaşını kazanamamışlardır. Ancak, NicolasSarkozy’nin pozitif ayırımcılık söylemi çerçevesinde,bu gruplara ait oldukları düşünülen üç kadınhükümette önemli görevlere getirilmişlerdir (FadelaAmara, Rama Yade ve en önemlisi Adalet BakanıRachida Datti). Bu görünürlük, topluma azınlık bireylerininde siyasî sorumluluk alabileceği mesajınıvermiş, son yerel seçimlerde, elli kadarı Türkiye kökenliolmak üzere bine yakın göçmen asıllı belediyemeclislerine seçilebilmişlerdir. Ancak bu elit meşruiyetininhenüz Fransa’da toplumsal meşruiyetedönüşmediğini görmek de kolaydır. Hâlâ göçmenasıllılar Fransız kimliği için bir tehlike olarak görülmekte,hâlâ önyargılar kamuoyunda geniş bir şekildekullanılmakta, hâlâ göçmen asıllılar toplumunalt sınıflarında yer almakta, hâlâ göçmen karşıtı politikalaryürütülmektedir. Azınlık bireylerinin iktidaragelmesi, azınlıkların bir ülkede varoluşlarının“normal” olarak kabul edilmesiyle eşdeğer değildir.Bu çok daha zorlu ve uzun bir süreçtir. Maalesefazınlık bireyinin iktidarda olması, ait olduğu azınlığınsınıfsal eşitlik kavgasını kazandığı anlamınagelmez.www.azinlikca.netAzınlıkça 23


Herkül Millasmillas@otenet.grÖteki’nin Dilini Öğrenmek7-9 Kasım 2008 tarihinde Lefkoşe’de KıbrısÜniversitesi’nin, Avrupa Birliği’nin Fransız ve İspanyolelçiliklerinin, Eğitim Bakanlığı’nın, TurizmKurumu’nun desteklediği ve konusunun ‘Diller veKültürlerarası Diyalog’ olan bir konferansa katıldım.Bu yıl ‘Avrupa Kültürlerarası Diyalog Yılı’dırve konferans bu çerçevede organize edildi. Uluslararası bir katılımla gerçekleşen konferans çok öğreticiydi.Konuşmalar ikinci ve üçüncü bir dil öğrenmeninyararları, zorlukları, öğretme yöntemlerikonusundaydı. Konuşmacıların büyük bir bölümübu tür bir çabanın nasıl farklı toplum kesimleri arasındadiyalogu ve bir arada yaşamayı kolaylaştırdığınıanlattı.Benim bildirim Yunanca ve Türkçe’yi ‘karşı gruba’öğretmenin kolaylıkları ve özellikle zorluklarıkonusundaydı. Buna ‘Öteki’nin’ dilini öğretmek veöğrenmek dedim: Türkofonlara Yunanca, GrekofonlaraTürkçe. Kolaylık, binleri bulan ortak kelimeler,ortak deyimlerdir, dedim. Ama zorluklar dapek çoktur. İki dil farklı aile grubundadırlar, biriHint-Avrupa dili, öteki Altay dili. Cümle yapısı vegramer bütünüyle farklı. Örnekler verdim. Farklaranlaşılmazsa dili öğretmeye kalkanlar pek randımanlıolamayacaklarını anlattım. Dil öğretenlerÖteki’nin dilini belli bir düzeyde de olsa bilmelerigerektiğini hatırlattım. Ama asıl üzerinde durduğumÖteki’nin dilini öğrenirken su yüzüne çıkanpsikolojik ve ideolojik sınırlamalardı. Özetle şunlarıdile getirdim.Yabancı bir dil öğrenmek başka bir kültür dünyasınagirmek demektir. Bizden sözde çok farklı vehasım diye algılanan bir grubun dilini öğrenmekise özel zorluklar içerir. Ulusal önyargılar, olumsuzimajlar, Öteki’ne karşı beslenen kuşkular, fobiler vedolayısıyla antipati öğrenmeye engeldir. Öğrenmekbir yerde benimsemek ve sevmekle de ilgilidir. Benise Türkçe ve Yunanca öğretirken karşılaştığım enbüyük zorluk öğrencilerimde sezdiğim bu tür çekingenliklerdi.Üniversite düzeyindeki öğrencileriminorta ve lise eğitimleri süresinde aldıkları eğitimönyargılarını aşmaya yeterli olmadığı hemen belliolmuştu. Aşmak bir yana, önyargılı olabilecekleriolasılığı bile onlara hatırlatılmamıştı. Onlar tek birdoğruyu bellemişlerdi. Ve bu tek doğru aile içinde,medya ile, edebiyat yolu ile, bütün öteki kurumlarla,ordunun, müzelerin, arada din adamlarının,siyasilerin vb. etkisi ile de pekiştirilmişti.Öğrencilerim hem önyargılıydı, hem böyleolabilecekleri konusunda kafalarında hiçbir şüpheyoktu, hem de önyargıların nasıl saptanacağı ve nasılyok edileceği konusunda da hiçbir bilgi sahibideğillerdi. Bu konuda onları hiç kimse aydınlatmamıştı.Kısacası öğretimleri süresinde bu alandayalnız beyinleri yıkanmıştı.Benim dil öğretme yöntemim bu yüzdenÖteki’nin dünyasını öğretmekle bir arada yürütüldü.Öteki’nin tarihi, inancı, düşünce biçimi, korkuve dilekleri bilinmeden Öteki’nin dilini öğrenmeyekalkışmak sınırlı sonuçlar verir. Dili öğrensek bileÖteki’nin dünyasını anlayamayız, öğrenimimiz eksikkalır.Ama Öteki’nin anlaşılması demek, bizim algılamabiçiminin de değişmesi demek. Dolayısıylaister istemez, başka alanlara da uzanmak kaçınılmazolmaktadır. Kendimizi anlamamız şarttır.Kendimizin nasıl bilgi edindiğimizi, inançlarımızınasıl oluşturduğumuzu bilmeden, taşıdığımız önyargılarımızı,korkularımızı ve güvensizliklerimizianlayamayız. Bunları görsek bile bu duygularımızı24 Azınlıkça


İkinci bir dil öğrenmek için gerekliolan bu aşamaları anlatırken örnekolarak da Türkiye ve Yunanistan’ıgösterdim. Ama dinleyicilerKıbrıs’tan söz ettiğimi hemen anladılar.Çünkü bu adadaki durumbenim örneklerime uyuyordu. Buise çok doğaldır çünkü önyargılarve stereotipler bütün dünya toplumlarında,az ya da daha çok, hepbulunur. Bu yazıyı okuyanlar dayazılanları Batı Trakya’yakolaylıkla uyarlayabilirler...normal sayarız. Oysa sosyal psikoloji ve tarih felsefesigibi alanlara uzanırsak, bize doğal gelen duyguve düşüncelerimizin, aslında toplumca bize aşılanmışinançlar oldukları anlaşılır. Yani bize göre doğalolanın, ille de herkes için doğal olmadığı anlaşılır.Başka türlü söylersek, doğru bildiğimizin başkalarıiçin hiç de doğru olmadığı ortaya çıkar, doğrularevrensel değil, kimi zaman yerel, kimi zaman etnikolurlar. Özellikle tarih denen öğreti çok tartışmalıbir alandır. Genellikle seçmeli bir yöntemle, öncedenneyi kanıtlamak istiyorsak ona uygun olay veörnekleri sıralar tezimizi ‘kanıtlarız’. Karşı taraf dahiç geri kalır mı? O da kendi hikayesini anlatır. Vesonunda diyalog değil kavga ederiz. Tarih felsefesi,yani tarih yazıcılığının ne olduğunu anlatan bilimbundan dolayı çok yararlıdır.Kendi inançlarımız konusunda bu tür bir kuşkubeslemez ve göreceli bir değer vermezsek, diyalogda yapamayız. Monolog yaparız, ille de ne kadarhaklı olduğumuzu durmadan tekrarlarız. Önyargılıolduğumuz (ya da en azından, olabileceğimiz) karşılıklıolarak kabul edilmediğinde toplumlar arasındaanlaşmazlık da sürer gider. Sorunlar tartışılamazbile. İkinci bir dil öğrenmek için gerekli olan buaşamaları anlatırken örnek olarak da Türkiye veYunanistan’ı gösterdim. Ama dinleyiciler Kıbrıs’tansöz ettiğimi hemen anladılar. Çünkü bu adadaki durumbenim örneklerime uyuyordu. Bu ise çok doğaldırçünkü önyargılar ve stereotipler bütün dünyatoplumlarında, az ya da daha çok, hep bulunur. Buyazıyı okuyanlar da yazılanları Batı Trakya’ya kolaylıklauyarlayabilirler.www.azinlikca.netAzınlıkça 25


AçılımHatice Salihaticesali@yahoo.grEğitim ve SistemEğitim ve sistem… Biz gençler ve öğrenciler içinmüthiş bir ikili… İyi bir gelecek için ikisine de ihtiyacımızvar. Ama ikisi de bize sunuluyor mu; ya dabiz, bize sunulan gerçekleri görüp faydalanabiliyormuyuz? Sanırım bu soruların cevabını ne kadar arasakda bulamayacağız.İlk yazımda belirttiğim gibi, 15 yıl Almanya’daeğitim gördükten sonra buraya dönüp eğitimimedevam etmeye başladım… İki ülkede de okuduğumdandolayı, bu yazımda Almanya’daki veYunanistan’daki eğitim sistemini ve aralarındakifarkları analiz etmeye çalışacağım. Çalışacağım ki,bakalım biz gençler geleceğimiz için ne kadar mücadeleediyoruz.Öncelikle tatiller hakkında birkaç cümle söylemekistiyorum: Burada bitmek bilmeyen tatil günleri,Almanya`da dört gözle beklenen günlerdir…Orada bayram seyran okula devam edilir. Zatenelin Alman’ı ne anlar bizim bayramımızdan!..Bayram ne demekmiş, buraya geldiğimdebunu tattım desem, pek de yalan söylemiş olmam.Almanya’da bir çok aile iş dönüşü akşam yemeğindebayramlaşıyorlar belki. Çünkü Almanya’da gündüzanne-baba işe, çocuklar ise okula...Kar tatili ile de burada tanıştım. Dün gibi hatırlarım,Almanya’da orta 2 öğrencisiyim, dışarıdaşiddetli denecek şekilde kar yağıyor. Önümüzü zorgörecek, yolumuzu zor bulacak kadar şiddetli birkar. Bu kar fırtınasında okulu arıyoruz, okulun karfırtınasından kapalı olduğunu düşünerek. Fakatokul açık! Okulun müdür yardımcısı “bir an öncederse” diyor. Anlayacağınız Almanya’da kar fırtınasıyüzünden zar zor okulun yolunu tutuyoruz, fakatbütün bu iklim şartlarına rağmen derse kaldığımızyerden devam…Eee bu kadarı da abartı diyenlere, maalesefverecek cevabım yok. Çünkü böyle bir durumdaYunanistan’da yaşayan ve hergün köyden okula otobüsaracılığı ile giden çocuklar ne yapabilir? Sanırımhiçbir şey… Okulun kar nedeni ile kapanmasını birkenara bırakın, okul açık olsa dahi çocuk okula gidemiyor;çünkü otobüs yok! Benim zar zor gittiğimo gün böyle bir sorunum yoktu, şiddetli yağan karharicinde… Sabahın köründe kalkıp yolları tuzlamışlardıgörevliler ve otobüsler normal günlerdekigibi yine hizmete hazırdı. Bize de sadece yola koyulmakkalmıştı geriye. Buradakiler ne kadar yolakoyulmaya hazır da olsalar, otobüs olmadığı süreceellerinden gelen hiç bir şey yok!Almanya’da tatil olmadığından şikayetci öğrenciler,buradakiler ise tatil yetersizliğinden. Oysa bizimAlmanya’da bu kadar tatil şansımız var mıydı,bilemiyorum. Ama eğitimin o kadarı da okumaktanuzaklaştırırdı (soğuturdu) öğrencileri, bir çoğuortaokuldan sonra düz liseye devam etmek yerine,meslek lisesine gider, “bir an önce mesleğimi elimealayım ve işime bakayım” derdi. Düz lise ve sonrasındaüniversiteyi bir çok öğrencinin gözü alamazdı.9 yıllık (orta sona kadar) eğitimden sonra tekrarsıkı bir eğitim zor gelirdi.Burada en azından üniversitelerde azınlık öğrencilerinetanınan %0.5’lik kontenjan imdadımızayetiştiğinden beri, liseyi bitiren öğrencilerin birçoğu üniversiteye devam edebiliyor. Almanya’dakiTürk öğrencilerin kaçı bu kadar cesaretli ve avantajlikendim bile bilmiyorum. Bir de orada kontenjanfalan yok! Üniversiteyi kazanan öğrenciler herkesleeşit şartlarda yarışıp giriyor. Madalyonun bu yüzü-26 Azınlıkça


ne bakarsak, oradaki azınlık öğrencileri ile buradakiazınlık öğrencileri arasındaki farkı görmüş oluruz.Ama orada eğitim belki daha iyi alındığından veokumayı sevdiklerinden dolayı olsa gerek, o kadarda zorluklarla karşılaşmıyorlar. Burada kaçımızkontenjan olmasa istediğimiz bölümde okuyabileceğiz,ya da herhangi bir bölümü acaba kazanabilecekmiyiz? Örneğin ben kazanmayı çok istediğimmatematik bölümünde okuyorum, hem de sadece3 yıllık Yunanca’mla. Belki bu bölüme yerleşmemçok kolay olmadı, ama yine de başka bir ülkede olsaydım,şansım bu kadar benden yana olur muydu,bilemiyorum...Azınlığın olmanın insana sunduğu imkânlar yerine(kontenjan), keşke ilkokuldan tutun, liseyi bitirenekadar eğitimimizi iyi bir şekilde alabilseydikdemek isterdim. O zaman zaten kontenjana gerekkalmazdı. Biz de Yunan öğrencilerle birlikte aynıpuanı çıkarıp onlarla yarışırdık… Ve üniversitede“sen kaç puan ile bu bölüme girdin” dediklerinde,gözlerimizi sağa sola kaçırmak zorunda kalmazdık.Belki bizlere gereken eğitim verilemiyor, ama yabiz öğrenciler sınıfta can kulağı ile kaç dersi dinliyoruzki? “Bize yeterince eğitim verilmiyor, bu nebiçim sistem!” diyebiliyoruz rahatlıkla. Ama sunulduğukadarını bile kapmaya çalışmıyoruz nedense.Hele hele üniversiteyi kazanamayınca, “neredeAzınlık, nerede kontenjan” diyoruz ilk olarak, “ben,yeterince çalışmadım, hak etmediğim için açıktakaldım!” demek yerine…Peki başka ülkelerde yaşayan azınlık gençleri neyapsın? Onlar “ne nerede Azınlık!”, ne de “neredekontenjan!” diyebiliyorlar. Buna rağmen istedikleribölüme girene kadar, dişini tırnağına takarak gelecekleriiçin mücadele ediyorlar.Kuzenim Simge Kurtoğlu, Almanya’da hukukfakültesini kazandı bu yıl. O burada hukuk fakültesinikazanan öğrenciler kadar şanslı değildi. Bizimbelki de çoğumuz saatlerce çalışmanın ne demekolduğunu bilmezken, o istediği bölümü kazanmakiçin saatlerce değil, kaç gece sabahlara kadar çalıştıacaba? O birçok öğrenciden sadece bir tanesi tabiîki, ama bu nedenle de belki bölümünü normal süresiiçerisinde bitirecek cesareti var. Çünkü kendiemeği ile kazandı bölümünü ve kazandığı bölümile ilgili tüm alt yapısı var Simge’nin . Biz de belkiistediğimiz bölümü kazanıyoruz Yunanistan’da,ama bitirmek bir nevi hayal oluyor; “ne acelesi varcanım, elbette bir gün bitireceğiz” demekten başkageriye kalan hiçbir şey yok.Şimdi iyi hoş, fakat Almanya’daki eğitimdenbize ne, diyenler varsa aramızda, doğrudur, haklıdırlar…Ben yurt dışında da eğitim gördüğüm içinbu anlattıklarımla yarın öbür gün mastır yapmakisteyen arkadaşlarımıza, yurt dışındaki (en azındanAlmanya’daki) eğitim hakkında bilgi vermek istedimsadece.Son olarak da şunu belirtmek istiyorum: Eğitimnerede daha iyi? Ben hâlâ bu sorunun cevabını bulmuşdeğilim. Almanya’da olsaydım, belki bu noktayakadar gelemeyecektim. Birçok öğrenci gibi, belkiben de meslek edinmeyi tercih edecek, üniversitehayatı ile tanışamayacaktım. Burada en azındanüniversitedeyim ve ne kadar zorlansam da, bundansonrası benim elimde. Ayrıca azınlık okullarındaiyi eğitim verilmiyor şeklinde yorum yapmayı dauygun bulmuyorum, çünkü sadece iki yıl azınlıklisesinde okuma şansım oldu. Sadece birçok arkadaşımdanve iki yıl içerisinde kendi gördüklerimisizlerle paylaşmaya çalıştım.Biz gençler iyi bir gelecek için hayal kurmayadevam edelim. Bakalım elimizi kolumuzu sallayarakgeldiğimiz bu noktadan sonra hayat bizi bulunduğumuzyerde hissedip istediklerimizi önümüzesunacak mı bir gün?…Ben sanmıyorum ve azınlık gençlerinin de sadecebu kadar olduğuna inanmıyorum. O halde nebekliyoruz? Biz de bu ülkenin gençleri değil miyiz?Batı Trakya’nın daha çok doktora, avukata, mühendise,öğretmene ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.Öyleyse bize sunulundan daha fazlasını bekleyip,bize yeterince eğitim verilmiyor demek yerine,eğitimimizi kendimiz alalım. Daha çok okuyarak,daha çok çalışarak…Ayrıca bu yazdıklarımla hiç bir öğrenciyi suçlamakistemiyorum. Emeğinin karşılığını fazlasıylaveren arkadaşlarımızı da görmezden gelemeyiztabiî ki. Ne mutlu onlara, bize örnek oluyorlar…Ve her yıl üniversiteye giren ve mezun olan öğrencisayılarını bir kez daha hatırlatmış oluyorlar. Darısıher şeyi başkalarından bekleyen öğrencilerin debaşına…Azınlıkça 27


Rıza Kırlıdökme’nin “NİÇİNİNİ!”Rıza Beyin, okul saati dışında zorunlu olmayan aktivitelere katılmayan öğretmenlerden de hesapsorduğunu bilmiyorduk! Aşağıda, 2007 yılında lise son sınıf öğrencileri için düzenlenen bir iftar gecesine“katılmadığı görülen!” bir öğretmene, Bay Kırlıdökme’nin, “anadili Türkçesi” ile “NİÇİNİNİ”sorduğu yazısını yayımlıyoruz.28 Azınlıkça


PervasızMarka Paşamarkapasacigim@yahoo.com-Paşam, Doktor Hasan Ahmed şiirlerini kitaplaştırdı.Biri Yunanca biri Türkçe iki kitabınıntanıtımı yapıldı geçenlerde. Siz bana papağanınızıhamamda yıkamamı emrettiniz diyesizle beraber kitap tanıtımına iştirak edemedim.N’olursunuz o gün neler oldu bize anlatsanız?-Anlatırım yaverim yaverdanım benim. Lakinpapağanımın hamamda yıkadıktan hemen sonrakolonya suyu ile tüylerini silmeyi unutmuşunuz...Benim eğlencem bunlar.. Öteden beri hayvanatamerakım vardır.. Hatta bir aralık yılan bile besledim..Yalnız aslan, kaplandan hoşlanmadım.. Tuttumen son papağan aldım, sen ise kolonya suyusürmeyi unut!.. Olacak iş değil hani…Neyse.. efendim, Lokman Ahmed Hassan’ın şiirlerinio gece dinleyince âdeta hırsımdan gözlerimdenyaş geldi yaverim yaverdanım. Ağladım… Helehele “Bize adam lazım adam! Adam gibi adam!” şiiriniokuyunca.. şairlik damarım o kadar kabarmışidi ki.. güç tahammül damarımı yerine indirebildim.Derhal emir verdim.. Hassan’ım Ahmed’imetürlü türlü ilaçlar, çeşit çeşit bisküviler hediye ettim..Hediyelerim kuvvet verir diye de tavsiyedebulundum… Gerçi erbâb-i ukalâ onun şiirlerinipek sevmiyor.. Ama ben pek severim.. Hasan’ımAhmed’imin şiirlerini dinledikçe hep kedim aklımagelir..-Hangi kediniz Paşam?Sen benim kedimi görmedin mi yâverimyaverdânım? Tıpkı ölen beyaz kedim gibi..Marka Paşa kalktı, Nuri Agaya seslendi.-Kediyi getiriniz..Kedi gelince Paşa kaldığı yerden anlatmaya devametti.-Şu kedi milleti insanın dizine oturmağı sever..Daima sepeti içinde minderinde oturur.. Fakat o daLokman’ım Hasan!yüksekte olmalı.. Lokman’ım da pek öyle.. insanındizine oturmayı sever.. amma velakin sepeti yüksekteolmayınca hemen huysuzlaşır.. Bendeniz yaverimyaverdanım Lokman’ımın sepetini de minderini deyüksekte tutarım.. Öyle iki üç densiz kızanın Karaderikmaden suyu gibi Lokmanı’ma pışkırmalarınıistemem..-Doktor Hasan’ın şiirlerini sevmeyenler mivar Paşam?- Tabiî ki var yaverim yaverdanım.. Vakıa oradaşak şak edenlerin durumu bile hikmet-i hükûmet,hükûmet-i hikmet icabı idi.. Lâkin bendeniz herdaim Lokman’ımın şiirlerini pek severim. MamafihLokman’ımı pek çekemeyenler de vardır elbette yaverimyaverdanım..İşte geçen gün Azınlıkça mecmuasında gördüğümbir havadis.. beni ürküttü inan olasın..Lokman’ım Hasan’ım Ahmed’im, yazdıkları ile şiirikatlediyormuş.. şiir diye tekerleme yazsa daha iyiedermiş falan demişler.. Vay efendim vay!.. Bunlarşiir değildir deyuu yazı karalamış edebsizler.. AmaLokman’ım Tosun’um sukut eder mi hiç!.. Derhalbir daha.. bir daha cevabî şiir yazmış, çöcükleribir güzel paralamış.. Afferin ona canım! Ne oyani.. birkaç eşkıyaya meydan mı bıraksaydı.. GerçiLokman’ım Hasan’ım Ahmed’im fârisi bir beyitokusaymış daha iyi edermiş.. Şöyle şiirinde epeycemalûmât furuşluk yapmış olsaydı daha iyi olurdu..ama olsun..-Rıza Kırlıdökme’yi mi kastediyorsunuz Paşam?- Yok canım!.. Lokman’ım öyle kırmalar dökmelerkarşısında diklenmez.. diklenemez zâtî… HemSırrıcemali kendinden menkul Trakya-ül-mühülMufassal Kalfa’nın odasına kadar hürmet dilenmişliğinibilirim ben onun.. Fakat yine de şiirlerini pekAzınlıkça 29


severim.. Üstelik komikliği de var Lokman’ımın..Hem senin dediğin vak’a başka bir vak’adır yaverimyaverdanım.. Her neyse.. Nerede kalmıştım..Evet, esasında Lokman’ım hakkında, etraftakiefkâr-i umumiye, artık daha fazla tazyike tahammüledemeyeceği şeklindedir. Her gün elâleme cevabvere vere nöbet tarzında dizlerinden ayaklarınakadar bacakları ağrıyormuş diyorlar.. Mamafih benLokman’ının bu densüzlere asla pabuç bırakmayacağıkanaatindeyim yaverim yaverdanım.. ÇünkiLokman’ımın duvarları hep delikli tuğladandır..Öyle küçük bir havadis onu ürkütmez.. Hem benimLokman’ım serbest fikirli, asabî.. çabuk müteessirolur.. bir adamdır.. Onun için Allah encâmınıhayır eyleye diyeyim yaverim yaverdanım.. Herneyse.. bu mesele çok su götürür.. bendeniz en iyisibu meselede son olarak şunları diyeyim..Lokman’ın şiirleri eleştirilince, bakıyorum diğerşairler de.. aman ucu Allah vere bize dokunmasadiye hop oturup hop kalkıyorlar.. Kendi şiirlerininde çikletlerden çıkan pıştırık zirzopilerden bilebeter olduğu söylenir diye pek tırsıyorlar.. İşte buyüzden her ne kadar kafamdan savsaklasam da dayanamadımGarbi Trakya’da şairlerin gayr-i kabil-ikabul şiirlerini müdafaa etmek uğruna.. bendenizde bir şiir paraladım yaverim yaverdanım.. Yalnızben okudukça sağ kulağımda bir gürültü var.. Otarafım dişleri, kaşı ağrıyor.. Sen oku da şiirimi, şuşiir illetinden elemsizce kurtulayım..Lokman’ıma destek veririm ezeldenGüzelim Hasan!Sensin bize lokman.Bilirsin iki insan,Biri Türk biri Yunan..Bu arada GürcistanYanında Sırbistan,Yukarıdan da İran!..Şiir esasında bir lisan..Böyle zaman,Nerede oturduğu yerden kalkan,Kalksa da kıçını yayan!..Yürüyemez hemen öyle yaman!Bak orada yatan,Üşüdü.. örtesene yorgan,Ahh nerede vatan!Bize söylenen hep yalan,Hem satanHem alan,Gerçekte Macaristan!..Türkmenistan ve Kırgızistan..Ve de Bulgaristan..Hepsi tutsan eder üç kilo soğan,Bunları önce tencereye koyacan..Bak! Yerde sürünüyor solucan,Hadi Hasan!..Gel geçiyor zaman,Şiir yazarsın her an..Şimdi su faturanı yatıracanHem OTE’yi de bırakacan,FORTHNET alacan.31 ülkeyle bedava konuşacan,Unutma!..Sana adam lazım adam!Adam gibi adam!Marka Paşa /…. /09 Zil-Ka’de 1429Kego grafo pîmataki!Genîthika stin Komotinî,Spûdasa stin Amerikî..Êla do!Pu îne i Thessalonîki;Psâhno tin nomikî..Na to’ksêris,Ert îne kratikô kanâli,Dos mu to bukalâki,Na piyo lîgo nerâki,Kîta!. Na!..Tôra grâfo pîmatâki..Ahh vre Halilâki!..Ti na kâno!Îne merâki.Markas Pashas / Komotini / 03.11.200830 Azınlıkça


Makedonya isim sorunu ve son durumEvren DedeBalkanlardaki gelişmeleri izleyen herkesin üç aşağı beşyukarı bildiği bir sorundur Makedonya’nın isim sorunu.İlk başta Yugoslavya, Yunanistan ve Bulgaristan’a bölünenMakedonya coğrafî bölgesi, Yugoslavya’nın içerisindekurulan Makedonya Cumhuriyeti ile hareketlendi.Daha sonra Yugoslavya’nın dağılması ve ardından başkentiÜsküp olan Makedonya Cumhuriyeti’nin bağımsızlığınıkazanmasıyla birlikte, diplomatik ve elbette politik bir sorunolarak Makedonya ismi bugünlere kadar geldi. GerekYunanistan gerek Bulgaristan, yeni kurulan MakedonyaCumhuriyeti’nin coğrafî açıdan üçe bölünmüş Makedonyabölgesinin tamamını bir gün talep edebileceği endişesinitaşıdılar. Bu konuda Bulgaristan’a nazaran Yunanistan,özellikle de “Makedonya” ve “Makedon” kelimeleriyle olantarihî bağından dolayı daha hassas davrandı; yeni devletinismine, bayrağına, tarihine ve anayasasına itiraz etti. Buitirazlar sonucunda, 1995 yılında yapılan bir anlaşmaylaberaber yeni devletin, ismi, bayrağı ve anayasası değişikliğeuğradı. Yeni devlet Birleşmiş Milletler’e (BM), Eski YugoslavyaCumhuriyeti Makedonya (FYROM) adıyla üyeolabildi.Bütün bu alternatif arayışlar çözüm anlamında yeterlideğildi tabiî. Çünkü Balkanlarda ortaya çıkan bu yenibağımsız devlet kendisini Makedonya Cumhuriyeti olarakadlandırmaya devam etti ve bu adla Makedonya’yı tanıyanlaroldu. Sorunun başlangıcından 2008 yılına kadarbaktığımızda, içerisinde ABD, Rusya ve Türkiye’nin de yeraldığı toplam 123 ülke, bu yeni devleti, “Eski YugoslavyaCumhuriyeti Makedonya” yerine, “Makedonya Cumhuriyeti”olarak tanıdılar.Makedonya Cumhuriyeti ile olan ekonomik ve diğerilişkilerinde kimi zaman aşırı sert, kimi zaman yumuşak birtutum sergilemiş olsa da, Yunanistan’ın isim konusundakitavrı hiçbir zaman değişmedi. Bu sene aksi yönde yapılantüm baskılara rağmen, ismi yüzünden Makedonya Cumhuriyetiadıyla ülkenin NATO’ya üyeliğini veto etmesi deçözüm bulunmadan Yunanistan’ın tavrının değişmeyeceğininbir göstergesi.Yunanistan ile Makedonya’nın yaşadığı isim sorunudışarıdan bakıldığı kadar basit değildir aslında; sadece isimanlaşmazlığı bile pek çok ayrıntıyı içerir. Fakat işin özü,bir görüşün doğru veya yanlış olduğunu öne sürmekleMakedonya’nın isim sorununun bir türlü çözülemediğidir.Zaten BM’nin arabuluculuğuna ihtiyaç da bu yüzden.Bugüne kadar defalarca yapılan turlardan bir türlü sonuçalınamamış olsa bile, Ekim ayında BM’nin özel arabulucusuMatthew Nimetz, bir kez daha yeni önerileriyleYunanistan ve Makedonya’nın karşısına çıktı.Nimetz, Makedonya Cumhuriyeti ismi ile ilgili sunduğuöneride, uluslararası kurum, kuruluş ve teşkilatlarda“Kuzey Makedonya Cumhuriyeti” isminin kullanılmasınıönerirken, devletin anayasal ismi olan “MakedonyaCumhuriyeti”nin ikili ilişkilerde ve ülke içinde değişmeyerekolduğu gibi kalmasını teklif etti.Ülkeyi bugüne kadar “Makedonya Cumhuriyeti”olarak tanımış 123 ülkenin ikili ilişkilerde bu ismi kullanabileceklerinibelirten Nimetz, diğer ülkelere ise ikiliilişkilerde yeni ismi, “Kuzey Makedonya Cumhuriyeti”ni,kullanmalarını önerdi.Nimetz’in önerisinde, Fransızca “Kuzey MakedonyaCumhuriyeti” isminin tam hukukî geçerliliği olması,BM’de, AB ve NATO gibi resmî, yarı resmî ve uluslararasıdiğer kuruluşlarda, çok taraflı görüşme, toplantı, girişim vebenzeri durumlarda, yine çok taraflı antlaşma, anlaşma veevraklarda bu ismin kullanılmasını öngörüyor. BM arabulucusununöngördüğü şartlar bunlarla sınırlı değil. Mesela,Yunanistan ve Makedonya’nın kendi ülkelerindeki siyasî veticarî alanda, sadece “Makedonya” ismini kullanmamalarınıöngörürken, birbirleri hakkında da düşmanca açıklamalarıdesteklememeleri, ya da bu tür açıklamalara teşviketmemeleri konusunda anlaşmaya varmalarını istiyor.Nimetz’in önerisi pek çok küçük ayrıntıyı da içeriyor.Pasaportlarda İngilizce ve Fransızca “Kuzey MakedonyaCumhuriyeti” yazılması, fakat Kiril alfabesiyle “MakedonyaCumhuriyeti” şeklinde yazılması bunlardan biri.Nimetz’in önerilerinde belki de en can alıcı maddeler,“Makedonya” isminin tek başına hiç bir devlet tarafındanresmî isim olarak kullanılmayacağı, her iki tarafın da, “Makedonya”ve “Makedon” isimleri üzerine hiç bir dilde siyasîve ticarî hak talep edemeyecekleri ile ilgili maddeler.Önerilerin sonunda, iki tarafın da birbirlerinin topraklarındahiçbir hak talep etmeyecekleri konusunda tekrargaranti vermelerinden, “Kuzey Makdedonya Cumhuriyeti”adıyla Makedonya’nın, NATO ve AB’ye üye olmatalebinin Yunanistan tarafından desteklenmesinden bahsediliyor.Yunan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni, BM arabulucusununönerilerini değerlendireceklerini açıkladı. FakatNimetz’in sunduğu çift isim önerisini Yunanistan’ınkabul etmeyeceğini şimdiden söyleyebiliriz. ÇünküYunanistan’daki neredeyse bütün partiler ve siyasî çevreler,coğrafî tanımlama yapan ve her ihtiyacı karşılayacak tek birisim olmasını istiyorlar.Esasında Nimetz’in önerileri, ekonomik krizin ve Vatopedyoskandalının Yunanistan’ı altüst ettiği bir dönemedenk geldi. Üstelik ilkbaharda olası bir genel seçim senaryosuvarken, Yunanistan’dan Makedonya’nın isim sorunundayeni açılımlar beklememek lazım.Azınlıkça 31


YolcuElçin Macarelcinmacar@yahoo.comΤο Πατριαρχείο είναι οικουμενικό;Το Ανώτατο Δικαστήριο της Τουρκίας πήρεμια απόφαση σχετικά με το Πατριαρχείο: Το Πατριαρχείοδεν είναι οικουμενικό. Περιληπτικά ηυπόθεση έχει ως εξής:Υπάρχει Βουλγαρικό Βακούφι στην Κων/πολη. Οι Βουλγαρικές εκκλησίες της Κων/ποληςλειτουργούν υπαγόμενες σ’ αυτό το βακούφι.Ο Μπουζιντάρ Τσίποφ (Bujidar Çipof), από ταμέλη της διοικητικής επιτροπής του βακουφίουκαι ο Βούλγαρος Παπάς Κωνσταντίν Κοστόφ(Konstantin Kostof) κατέθεσαν αγωγή εις βάροςτου Ρωμιού Πατριάρχη και τα μέλη της Ιεράς Συνόδουτου Πατριαρχείου για παρεμπόδιση θρησκευτικώνελευθεριών. Συγκεκριμένα το Πατριαρχείοείχε αποπέμψει τον Κοστόφ από τα ιεράτου καθήκοντα με πρόφαση ότι συμπεριφερόταναπείθαρχα εδώ και κάποιο καιρό και δεν μνημόνευετο όνομα του Πατριάρχη στις λειτουργίες(αυτός είναι ένας κανόνας στους Ορθόδοξους).Μετά την απόφαση αυτή του Πατριαρχείου, επικράτησανταραχές στην Βουλγαρική κοινότητα.Ο Κοστόφ συνέχισε να κάνει λειτουργίες αλλάτα μέλη της κοινότητας σταμάτησαν να τις παρακολουθούνεπειδή είχε αποπεμφθεί από τα ιεράτου καθήκοντα και απαίτησαν από το Βουλγαρικόβακούφι να επιλύσει το πρόβλημα και να βρεικάποιον άλλον ιερέα. Στη συνέχεια το ΒουλγάρικοΠατριαρχείο της Σόφιας έστειλε καινούριοπαπά και για ένα διάστημα υπήρξαν και τελούσανλειτουργίες δύο παπάδες. Ένα χρόνο περίπουμετά την αποπομπή του, το Βουλγαρικό Βακούφιακύρωσε την συνεργασία του με τον Κοστόφ.Ο Κοστόφ ισχυρίστηκε στην δίκη ότι το Πατριαρχείοδεν έχει την δικαιοδοσία να τον αποπέμψει,ενώ το Πατριαρχείο υπενθύμισε ότι ηχειροτόνηση του Κοστόφ έχει γίνει από το Πατριαρχείοκαι αιτιολογήθηκε ότι αυτός που χειροτονείκάποιον μπορεί κάλλιστα να τον αποπέμψειαπό τα ιερά του καθήκοντα. Το 2004, το 3 οΠρωτοδικείο του Φάτιχ (Fatih) αποφάσισε ότι τοΡωμαίικο Πατριαρχείο δεν έχει καμία αρμοδιότηταεπιβολής νομικών κυρώσεων στην ΟρθόδοξηΒουλγαρική Εκκλησία, όμως ο ενάγων δεν έχειαδικηθεί λόγω της αποπομπής του διότι συνέχισετις λειτουργίες του μετά από αυτήν την απόφασηκαι αποχώρησε επειδή ακυρώθηκε η συνεργασίατου από το Βακούφι μετά από ένα χρόνο περίπου.Έτσι, ο Ρωμιός Πατριάρχης και τα μέλη τηςΙεράς Συνόδου αθωώθηκαν.Μετά την απόφαση τούτη, ο εισαγγελέαςαπευθύνθηκε στο Ανώτατο Δικαστήριο το οποίοσυνέταξε ένα συζητήσιμο κείμενο απόφασης μετην έγκριση της αθώωσης των εναγομένων.Το Ανώτατο Δικαστήριο αποφάσισε ότι τοΠατριαρχείο έχει την «ιδιότητα μειονοτικής εκκλησίας»σύμφωνα με την Συνθήκη της Λοζάνης.Ο συντάκτης αυτών των γραμμών, ο οποίοςασχολείται με αυτά τα θέματα, συναντάει γιαπρώτη φορά μια τέτοια διατύπωση! Τι σημαίνειμειονοτική εκκλησία; Υπάρχει στην Τουρκίαπλειονοτική εκκλησία; Το επιχείρημα ότιτο Πατριαρχείο είναι μια μειονοτική εκκλησία,σύμφωνα με την Συνθήκη της Λοζάνης, πιθανώςμπορεί να δείχνει το πολιτικό όριο που επιθυμείταινα χαραχθεί από τη σύναψη της συνθήκης32 Azınlıkça


αυτής (wishful thinking), αλλά δεν υπάρχει μιατέτοια φράση στην Συνθήκη της Λοζάνης και δεείναι δυνατόν να βγάλει κανείς ένα τέτοιο νόημα.Εξάλλου, σχεδόν παντού στα πρακτικά, τα οποίαείναι αναπόσπαστα κομμάτια της συνθήκης απόπλευράς διεθνούς δικαίου, γίνεται αναφορά στοΠατριαρχείο ως «οικουμενικό».Στην απόφαση δηλώνεται ότι δεν υπάρχουννομικά επιχειρήματα από πλευράς Τουρκικού δικαίουγια τον ισχυρισμό της οικουμενικότητας.Είναι σωστό σαφέστατα, όμως δεν υπάρχει καικάτι που να λέγεται Πατριαρχείο στο Τουρκικόδίκαιο! Το Τουρκικό δίκαιο, μέχρι σήμερα, δενέχει βγάλει έναν νόμο που να χαρακτηρίζει τοΠατριαρχείο και να ορίζει την ιδιότητα του! Τότεγεννάται η εξής ερώτηση: Δεν είναι παραλογισμόςτο να συζητά και να αποφασίζει το ανώτατοίδρυμα της δικαιοσύνης για το αν είναι οικουμενικόή όχι ένα ίδρυμα το οποίο δεν είναι νομικόπρόσωπο. Επιπλέον, στην σχετική υπόθεση δενυπάρχει κάποιο ζήτημα για αυτήν την ιδιότητα.Το Πατριαρχείο στηρίζει την δικαιοδοσία πουέχει πάνω στον Βούλγαρο παπά στην συμφωνίαπου έχει επισυνάψει το 1945 με την ΒουλγαρικήΕκκλησία και όχι στην οικουμενικότητά του (άλλωστεη οικουμενικότητα δεν είναι αυτή). Όμωςτο δικαστήριο, δεν εξετάζει πώς μπορεί και χειροτονείτον Κοστόφ το Πατριαρχείο, το οποίο τοχαρακτηρίζει ως εκκλησία μόνο των Ρωμιών.Το Ανώτατο Δικαστήριο με την απόφασηαυτή, που δεν έχει καμία σχέση με την υπόθεση,αποσκοπεί να δημιουργήσει έναν περιορισμό στοεσωτερικό δίκαιο σχετικά με τον χαρακτηρισμόοικουμενικότητα, να δώσει ένα παράδειγμα σεπερίπτωση που προκύψει το θέμα στο μέλλον.Δεν υπάρχει θέμα συζήτησης για την οικουμενικότητατου Πατριαρχείου από πλευράς Ορθόδοξουδόγματος. Ακόμα και η Ρωσική Εκκλησία,που είναι η ιστορική αντίπαλος σε αυτό το θέμα,δεν έχει το θάρρος να εξετάσει επισήμως αυτό τοθέμα. Παρατηρείται ότι το αξίωμα της οικουμενικότηταςέχει τις εξής έννοιες στις μέρες μας:α) είναι η πρώτη εκκλησία ανάμεσα στις ανεξάρτητεςεκκλησίες, δηλαδή μεταξύ ίσων εκκλησιώνprimus inter paresβ) μπορεί να δραστηριοποιηθεί στις περιοχέςπου είναι εκτός της δικαιοδοσίας αυτών των εκκλησιώνγ) παίζει τον ρόλο του συντονιστή στην επίλυσηκοινών προβλημάτων των Ορθόδοξων εκκλησιώνκαι στην ανάπτυξη διαλόγου με τις υπόλοιπεςεκκλησίες.Η παρακάτω έκφραση που υπάρχει στην σχετικήαπόφαση, παρουσιάζει πολύ ωραία τις νομικέςγνώσεις των δικαστών: «Το να δίνει ειδικόκαθεστώς ένα ηγεμονικό κράτος στις μειονότητεςπου ζουν στα δικά του εδάφη, εφαρμόζονταςμια διαφορετική δικαιοσύνη από ότι εφαρμόζειστους δικούς του πολίτες (λες και οι μειονότητεςδεν είναι δικοί της πολίτες), δεν μπορεί να γίνειαποδεκτή επειδή έρχεται σε αντίθεση με τηναρχή της ισότητας, σύμφωνα με το άρθρο 10 τουΣυντάγματος».Αυτοί οι δικαστές έχουν ακούσει κάτι για«μειονοτικό σχολείο» στην χώρα τους άραγε; ΗΣυνθήκη της Λοζάνης δεν δίνει αυτό το δικαίωμαστους Τούρκους της Δυτικής Θράκης, δικαίωματο οποίο η Ελλάδα δεν δίνει σε άλλες μειονότητας,π.χ. στους Σλαβομακεδόνες; Δεν δίνειαυτό το δικαίωμα στους μη Μουσουλμάνους τηςΤουρκίας, δικαίωμα το οποίο η Τουρκία δεν δίνειστους Κούρδους της; Αυτοί οι δικαστές που ζουνάραγε; Τα άρθρα της Συνθήκης της Λοζάνης υπότον τίτλο προστασία μειονοτήτων, αναφέρονταιολοφάνερα στα δικαιώματα που δεν υπάρχουνστην πλειονότητα και κάνουν μια θετική διάκριση.Στην εφημερίδα Χουρριγιέτ (Hürriyet) μεημερομηνία 27.06.08, δίπλα στην είδηση που είχετην σχετική απόφαση του Ανώτατου Δικαστηρίουγια τον Παπά Κοστόφ, υπήρχε η εξής ειρωνικήείδηση : Ο Πρόεδρος της Δημοκρατίας τηςΟυκρανίας ζητούσε βοήθεια από τον ΠατριάρχηΒαρθολομαίο, επειδή το Πατριαρχείο «κατέχειτο πρώτο αξίωμα στον Ορθόδοξο κόσμο», για τοθέμα της διαίρεσης της Ουκρανικής Εκκλησίαςδιότι, εδώ και χρόνια, στην Ουκρανία διαιρούνταισε αυτούς που υποστηρίζουν την Εκκλησίατης Κων/πολης, σε αυτούς που υποστηρίζουν τηνΡωσική Εκκλησία και σε αυτούς που υποστηρίζουντην ανεξαρτησία.Όπως φαίνεται, η αναγνώριση ή η μη αναγνώρισητης οικουμενικότητας του Πατριαρχείου απόκάποια κυβέρνηση, δεν αλλάζει την κατάστασήτου στον Ορθόδοξο κόσμο, αλλά το να παίρνει ηΚοσμική Τουρκία αποφάσεις σε τέτοια θρησκευτικάζητήματα, βγάζει νομικές ιδιοτροπίες.Azınlıkça 33


Tatulis ihraç edildiUzun zamandan beri ND hükümetini sert dilleeleştiren asi milletvekili Petros Tatulis’in Etnos gazetesineverdiği demeç, bardağı taşıran son damla oldu.Başbakan Karamanlis, Meclis Bakanı Siyufas’a gönderdiğiiki satırlık mektupta Petros Tatulis’in ND Meclisgrubundan ihraç edildiğini belirtti.Yaşanan bu gelişmelerden sonra, ND Partisi’ninMillet Meclisi’ndeki sandalye sayısı bir kez daha 151’edüştü. Bir milletvekilinin istifası veya ihracı, hükümetindüşmesi anlamına geliyor.--------------------------------------------------Bakoyanni, Nimetz’in önerilerihakkında açıklamalarda bulundu?Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni, BM özel arabulucusuMatthew Nimetz’in eski Yugoslavya CumhuriyetiMakedonya’nın (Fyrom) ismiyle ilgili son önerileri hakkındaMeclis’in Savunma ve Dış Konular Komisyonu’nubilgilendirdi. Nimetz’in önerilerinin, kimi noktalardatatmin edici olmadığı ya da sorunlu ve belirsiz olduğunavurgu yapan Bakoyanni, bazı düzeltmeler yapıldıktansonra görüşmelere baz oluşturabileceğini kaydetti.--------------------------------------------------Pasok anketlerde öndeYapılan bütün kamuoyu araştırmaları PasokPartisi’nin, Yeni Demokrasi Partisi’ni (ND) geçtiğinigösteriyor. Anket sonuçlarına göre ND hükümetinekarşı %3’ün üzerinde fark atan Pasok partisi uzun biraradan sonra ilk defa bu düzeyde ön sıraya yükselmeyibaşardı. Anketlerde Karamanlis’ in başbakanlığa enuygun kişi olarak hâlâ tercih edilmesine rağmen, Pasoklideri Papandreu ile arasındaki puan farkının azaldığınıgösteriyor.--------------------------------------------------Kapodistrias planında rotarBelediyelere bağlı bölgelerin değiştirilmesini öngörenve bu çerçevede yeniden belediye bölgelerinin planlanmasıamacıyla hazırlanan Kapodistrias-2 planının,yaşanılan ekonomik kriz ve hükümetin 151 milletvekilisayısıyla Parlamento’da düştüğü durum gerekçesiyle ertelendiğiaçıklandı. Genel seçimler yapılana kadar Kapodistriasplanının artık gündeme gelmeyeceği tahminediliyor.--------------------------------------------------GAT’ Selanik’te şube açtıBatı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği(BTAYTD) Genç Akademisyenler Topluluğu’nun(GAT) Selanik şubesi 31 Ekim Cuma günü açıldı.Türk Savunma Bakanı, Selanik’tedüzenlenen millî bayramtörenlerine katıldı!“OHİ” millî bayramı dolayısıyla Selânik’te düzenlenentörenlere Savunma Bakanı Meymarikis’in daveti üzerineTürkiye Cumhuriyeti Savunma Bakanı Vecdi Gönül,Arnavutluk, Bulgaristan, Bosna Hersek ve Karadağsavunma bakanları da katıldılar. Selanik’teki töreneİtalya’nın Yunanistan Büyükelçisi de ilk defa katıldı.--------------------------------------------------Boykotlar sona erdiİskeçe 1. Merkez Azınlık İlkokulu’nda ve BüyükDerbent köyündeki azınlık ilkokulunda yürütülenboykotlar, herhangi bir gelişmenin olmaması üzerine sonaerdirildi.--------------------------------------------------Anna Diamandopoulou geldi“PASOK’un milli eğitimden sorumlu MilletvekiliAnna Diamandopulu, 7 Kasım Cuma günü Gümülcine’yegeldi. Hükümetin eğitim politikalarıhakkındaki eleştirilerine Eğitim ve Dinişleri BakanıStilyanidis’in milletvekili seçildiği bölgeden başlayanDiamandopulu, ziyareti kapsamında Mastanlı Azınlıkİlkokulu’nu ziyaret etti. Mastanlı ilkokulundaöğrencilerle sohbet etmek isteyen Diamandopulu,Yunanca sorduğu sorulara öğrencilerin yeterli düzeydeYunanca bilmemeleri yüzünden cevap alamadı. Okulziyaretinin arıdından azınlık öğrencilerinin Yunancaöğrenemediklerine değinen Pasok yetkilisi “Müslümançocukların Yunancayı bilmemelerinde hepimizin sorumluluğuvar” dedi. Büyük Derbent’te yaşanan sorunada değinen Diamandopulu, sorunun ulusal çaptaetnik bir meseleye dönüştürüldüğünü, halbuki MilliEğitim Bakanlığı’nın basit bir denge sağlayarak sorunuçözebileceğini belirtti.--------------------------------------------------Tütün primlerinin devamı içinimza kampanyası başlattıRodop ili Pasok Partisi milletvekili Ahmet Hacıosman,19 Kasım’da Brüksel’de gerçekleşecek olan ve tütünprimlerininin de kesintiye uğramasının görüşüleceğiAvrupa Birliği Tarım Bakanları Konseyi öncesi, basmatipi tütün pirimlerinin, 1. tarım fonundan 2. tarım fonunaaktarılmamasını talep eden bir bildiriyle imza kampanyasıbaşlattı.34 Azınlıkça


Selanik ve Gümülcine’de konserTRT Türk Sanat Musikisi Korosu, Selanik’te veGümülcine’de konser verdi. Gümülcine’de verilenkonseri Rodop-Evros Birleştirilmiş İller Valiliği ve BatıTrakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği birliktedüzenledi.--------------------------------------------------Gümülcine-Maronya MitropolitiTürkiye Başkonsolosluğu’nuziyaret ettiGümülcine-Maronya Mitropoliti Damaskinos, 13 KasımPerşembe günü Türkiye Gümülcine Başkonsolosluğunuziyaret etti. Mitropolit, yeni göreve atanan BaşkonsolosMustafa Sarnıç’a görevinde başarılar diledi. BaşkonsolosMustafa Sarnıç da, Mitropolit Damaskinos’u dahaönce ziyaret ettiğini ve şimdi de bunun karşılığınıngerçekleştiğini belirtti.--------------------------------------------------Yahyabeyli Camii yenilendiGümülcine’ye bağlı Yahyabeyli köyü camii yenilendiMaronya Belediye Başkanı Papanikolau’nun da iştirakettiği cami açılışında Kur’an-ı Kerim ve mevlid okundu.--------------------------------------------------BTAYTD insanî boyuttoplantısına katıldıBatı Trakya Azınlığı Yüksek Tahsilliler Derneği,(BTAYTD) 29 Eylül- 10 Ekim tarihleri arasında gerçekleştirilenAvrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı(AGİT) “İnsanî Boyut” toplantısına katıldı. Dernekadına toplantıya Cemil Kabza ve dernek üyesi SebahattinAbdurrahman’ın katıldığı bildirildi.Türkiye Deniz Kuvvetlerikomutanı Yunanistan’ı ziyaret ettiTürkiye Deniz Kuvvetleri Komutanı OramiralMetin Ataç, güven artırıcı önlemler kapsamında Ekimayında Atina’ya bir ziyaret gerçekleştirdi. OramiralAtaç, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral YorgosKaramalikis’in davetlisi olarak Yunanistan’ı resmenziyaret eden ilk Türk Deniz Kuvvetleri Komutanıoldu. Türk komutan, Nafplio şehrini ziyareti sırasındabasına yaptığı açıklamasında, “Gerçekten memnunedici bir ziyaret oldu. Her yeri açtılar, her yere gittim.Temaslarımdan izlenimlerim çok olumlu. Ege’nin ikiyakasından maya çaldık. Tutacak mı, göreceğiz” dedi.--------------------------------------------------“Almancı” sahnedeydiŞafak Okuma Tiyatrosu, on üçüncü yılında, onüçüncü oyununu sundu.Gümülcine’de sergilenen “Almancı” adlı oyununsenaryosunu Emre Ahmet yazdı. Yönetmenliğini FevziAli’nin yaptığı oyunda 1967’li yıllarda askerî yönetimdönemindeki yoksulluk ve baskılar sonucu BatıTrakya’dan Almanya’ya göç etmiş azınlık insanınıntrajikomik hikayesi anlatılıyor.“Almancı” tiyatro oyununda, Ayşe Tahiroğlu,Dilşah Gerdemeli, Enes Şerif, Erdem Çavuş Ali, FatihMehmet, Gamze Berber, Gizem Mehmet, GökhanSelim, Kenan Güler, Meltem Hüseyin, Nigar Mümin,Ömer Topuroğlu ve Pınar Mustafa yer aldı.Oyunun şarkısını Ahmet Mola Ahmet besteledi.Şarkı sözlerini ise sözleri Emre Ahmet ve Ahmet MollaAhmet yazdılar--------------------------------------------------Dr. Hasan Ahmed şiirlerini “Ömürboyu muhalefet” adıyla kitaplaştırdıDr. Hasan Ahmet, Türkçe ve Yunanca olarakyazmış olduğu şiirlerini “Ömür Boyu Muhalefet” adıylakitaplaştırdı. İki kitap şeklinde hazırlanan eserler ekimayında Gümülcine’de yapılan bir törenle okuyucularıylabuluştu.Hasan Ahmet’in kitaplarının tanıtımı, Sezer Rıza,Mustafa Tahsinoğlu, Abdurrahim Subaşılar, HakanMümin, Emre Ahmet Dr. Mustafa Mustafa, DamonDamianos ve Ceni Vafyadu tarafından yapıldı.Azınlıkça 35


36 Azınlıkça


Evrenos Bey İmareti / GümülcineAzınlıkça 37


Eğer maksûd eserse mısra-ı beceste kâfidirİbrahim Şerif M. Hafız Cemali38 Azınlıkça

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!