26.02.2013 Views

okumalarım - Zeki Zikrullah Kırmızı * Okumanın Sonuna Yolculuk

okumalarım - Zeki Zikrullah Kırmızı * Okumanın Sonuna Yolculuk

okumalarım - Zeki Zikrullah Kırmızı * Okumanın Sonuna Yolculuk

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

2012 OKUMALARIM<br />

zikrullah kırmızı<br />

DİZİN<br />

Kıral, Tezer Özlü; Çocukluğun Soğuk Geceleri (1980)<br />

Kıral, Tezer Özlü; Yaşamın Ucuna <strong>Yolculuk</strong> (1984)<br />

Nasio, J.-D.; Jacques Lacan’ın Kuramı Üzerine Beş Ders (1992)<br />

Bernhard, Thomas; Düzelti (1975)<br />

Kovel, Joel; Doğanın Düşmanı: Kapitalizmin Sonu mu, Dünyanın Sonu mu? (2002)<br />

Akutagava, Riyunosuke; Raşomon ve Diğer Öyküler (1915-1927)<br />

Akutagava, Riyunosuke; Kappa (1927)<br />

Türkay, Orçun; Belkıs, Cevat ve Ne İdüğü Belirsizler (2011)<br />

Badio, Alain/Cassin, Barbara; Heidegger, Nazizm, Kadınlar, Felsefe (2010)<br />

Badiou, Alain; Sonlu ve Sonsuz (2010)<br />

Kavabata, Yasunari; Go Ustası (1951)<br />

Dickens, Charles; Martin Chuzzlewit (1843-44)<br />

Asvani, Âla El; Yakupyan Apartmanı (2004)<br />

Yalçın, Mehmet; Şiirin Ortakpaydası II. Kuram ve Çözümlemeler (2010)<br />

Blanchot, Maurice; Ölüm Anım (2002)<br />

Cengiz, Serpil Aygün; Modernizm, Otomobil Kültürü ve Reklam (2009)<br />

Dickens, Charles; Bir Noel Şarkısı/A Christmas Carol (1843)<br />

Dickens, Charles; Noel Şarkısı (1843)<br />

Dickens, Charles; Bir Yılbaşı Öyküsü (1843)<br />

Dickens, Charles; Gelin Odasındaki Hayalet (1837-1848))<br />

Dickens, Charles; Yedi Yoksul Gezgin (1854)<br />

Dickens, Charles; Gizemli Öyküler (1857-65)<br />

Dickens, Charles; Perili Ev-The Haunted House (1854)<br />

Nesin, Aziz; Geriye Kalan (1953)<br />

Nesin, Aziz; İt Kuyruğu (1955)<br />

Nesin, Aziz; Yedek Parça (1955)<br />

Zizek, Slavoj; Kıyamet’in Versiyonları (2010)<br />

Zizek, Slavoj; İdeolojinin Aile Miti (2008)<br />

Zizek, Slavoj; Antroposen’e Hoşgeldiniz (2012)<br />

Zizek, Slavoj; Komünist Ufuk (2012)<br />

Badiou, Alain; Felsefe ile Politika Arasındaki Gizemli İlişkiler (2011)<br />

Asiltürk, Baki, Haz.; YKY Şiir Yıllığı 2011 (2012)<br />

Baricco, Alessandro; Okyanus Deniz (1993)<br />

Kavabata, Yasunari; Göl (1954)<br />

Sağlamer, Mustafa; Fransız Kal Ayvalık (2011)<br />

Farhi, Moris; Atanmış Erkek (2009)<br />

1


Bruckner, Pascal; Ömür Boyu Esenlik (2011)<br />

Ökten, Kaan H.; Heidegger’e Giriş (2012)<br />

Zweig, Stefan; Montaigne (1942)<br />

Tunç, Ayfer; Suzan Defter (2003)<br />

Nesin, Aziz; Gol Kralı (1957)<br />

Auster, Paul; Görünmeyen (2008)<br />

Auster, Paul; Kış Günlüğü (2011)<br />

Haşim, Ahmet; Bütün Şiirleri (Asım Bezirci) (1983)<br />

Kavabata, Yosunari; Uykuda Sevilen Kızlar (1961)<br />

Ergülen, Haydar; Üzgün Kediler Gazeli (2007)<br />

Judt, Tony; Kötülük Kol Gezerken (2012)<br />

Coetzee, J(ohn) M(axwell); Kötü Bir Yılın Güncesi (2007)<br />

Murakami, Haruki; Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu (1985)<br />

Ergülen, Haydar; Aşk Şiirleri Antolojisi (2011)<br />

Dickens, Charles; David Copperfield (1850)<br />

Haz.Makdisi, Saree/Casarino, Cesare/Karl, Rebecca K.; Marksizmin Ötesinde Marksizm (1996)<br />

Burnett, Ron; İmgeler Nasıl Düşünür? (2004)<br />

Bilsel, Şeref/Gündoğdu, Cenk, Haz.; Şiir Defteri 2012. Şiir ve Hakikat (2012)<br />

Tosun, Yalçın; Peruk Gibi Hüzünlü (2011)<br />

Haydar, Hüseyin; Doğu Tabletleri (2011)<br />

McEwan, Ian; Beton Bahçe (1978)<br />

Lynch, Kevin; Kent İmgesi (1960)<br />

Hahnel, Robin; İktisadi Adalet ve Demokrasi (2005)<br />

Eagleton, Terry; İngiliz Romanı (2005)<br />

Hyde, Lewis; Armağan (1979)<br />

Faulkner, William; Yenilmeyenler (1934)<br />

Ritzer, George; Küresel Dünya (2010)<br />

Hornby, Nick; Juliet Çıplak (2009)<br />

Bauman, Zygmunt; Akışkan Dünyadan 44 Mektup (2010)<br />

Pitol, Sergio; Evlilik (1991)<br />

Şeyh Galib (Haz. Abdülbaki Gölpınarlı); Seçmeler (18.yy.)<br />

Cunningham, Michael; Gece İnerken (2010)<br />

Tranströmer, Tomas; Ateş Karalamaları (1958-2004)<br />

Yaşar, İzzet; Asla Yazamayacaksın O Şiiri (2007)<br />

Yaşar, İzzet; Başka Akıl Peşinde (2010)<br />

Aydın, Mehmet Said; Kusurlu Bahçe (2011)<br />

Özkarcı, Ali Özgür; Yetmez Ama Hayır (2011)<br />

Arslan, Gökhan; Babam Beni Niye Öldürdü? (2011)<br />

Erbaş, Şükrü; Bir Çınlama Boşlukta: Seçme Şiirler (2011)<br />

Akın, Enis; Dağdaki Emir (2011)<br />

Köz, Mustafa; Çigan Şiirleri (2011)<br />

Gündoğdu, Cenk; Issız (2012)<br />

Çelik, Behçet; Gün Ortasında Arzu (2007)<br />

Çelik, Behçet; Diken Ucu (2010)<br />

Çelik, Behçet; Soluk Bir An (2012)<br />

2


Pallasmaa, Juhani; Tenin Gözleri (1996)<br />

Kavabata, Yasunari; Kiyoto (1962)<br />

Gülsoy, Murat; Baba, Oğul ve Kutsal Roman (2012)<br />

Carroll, Lewis; Alis Harikalar Ülkesinde (1865)<br />

Yıldız, Bekir; Reşo Ağa (1968)<br />

Koçak, Orhan; Kopuk Zincir (2012)<br />

Ümit, Ahmet; Sultanı Öldürmek (2012)<br />

Rahimi, Atıq; Sabır Taşı (2008)<br />

Rahimi, Atıq; Kahrolsun Dostoyevski (2011)<br />

Girard, Rene; Kültürün Kökenleri (2004)<br />

Murakami, Haruki; 1Q84 (2009)<br />

Kalkandelen, Zülal; İdris Küçükömer’in Tezler: İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri (2011)<br />

Yates, Richard; Ablamın Mutluluk Fotoğrafı (1976)<br />

Işık, Kerem; Toplum Böceği (2012)<br />

Ran, Nazım Hikmet; Bütün Şiirleri 8. İlk Şiirler (1913-1927)<br />

McCaal Smith, Alexander; Kısıtlı Şartlar Villası (2003)<br />

Mann, Thomas; Aldanan Kadın (1954)<br />

Flann O’Brien; Dalkey Arşivi (1964)<br />

Lacan, Jacques; Benim Öğrettiklerim (2005)<br />

Gintz, Claude; Başka Yerde&Başka Biçimde (1991)<br />

Nesin, Aziz; Fil Hamdi (1955)<br />

Nesin, Aziz; Damda Deli Var (1956)<br />

Nesin, Aziz; Deliler Boşandı (1957)<br />

Trotzig, Birgitta; Çamur Kralının Kızı (1985)<br />

Yıldız, Bekir; Türkler Almanya’da (1966)<br />

Kavukçu, Cemil; Aynadaki Zaman (2012)<br />

Dickens, Charles; Kasvetli Ev (1853)<br />

Ran, Nazım Hikmet; Bütün Şiirleri 1. 835 Satır (1928-1930)<br />

Saad-Filho, Alfredo; Marx’ın Değeri: Çağdaş Kapitalizm İçin Ekonomi Politik (2002)<br />

Hesse, Hermann; Gençlik Güzel Şey (2001)<br />

Nesin, Aziz; Bir Sürgünün Anıları (1957)<br />

Mişima, Yukio; Bir Maskenin İtirafları (1949)<br />

McEwan, Ian; Solar (2010)<br />

Yıldırım, İbrahim; Nişantaşı Suare (2012)<br />

Sachs, Nelly; Hâlâ Gece Yarısı Bu Yıldızda. Seçme Şiirler (2010)<br />

Bauman, Zygmunt; Etiğin Tüketiciler Dünyasında Bir Şansı Var mı? (2008)<br />

Houellebecq, Michel; Harita ve Topraklar (La carte et le territoire, 2010)<br />

Yıldız, Bekir; Kara Vagon (1969)<br />

Ran, Nazım Hikmet; Bütün Şiirleri 2. Benerci Kendini Niçin Öldürdü? (1932-1936)<br />

Dickens, Charles; Zor Günler (Hard Times, 1854)<br />

Kaygusuz, Sema; Karaduygun (2012)<br />

Bolano, Roberto; Katil Orospular (2001)<br />

Nesin, Aziz; Koltuk (1957)<br />

Nesin, Aziz; Toros Canavarı (1957)<br />

Nesin, Aziz; Kazan Töreni (1957)<br />

3


Mişima, Yukio; Yaz Ortasında Ölüm (Manatsu no Shi, 1953)<br />

Ridley, Matt; Kızıl Kraliçe: Cinsellik ve İnsan Doğasının Evrimi (1993)<br />

Cemali, Sibel; Sabahın Ucu (2011)<br />

Nazım(Sayın), Yusuf (Yakup); Kızak (2012)<br />

Türker, Sibel K.; Yaşamı Sevme Hastalığı (2012)<br />

Yıldız, Bekir; Kaçakçı Şahan (1970)<br />

OKUMALARIM<br />

Kıral, Tezer Özlü; Çocukluğun Soğuk Geceleri (1980)<br />

Derinlik Yayınları, Birinci Basım, Ekim 1980, İstanbul, 96 s.<br />

*<br />

Kıral, Tezer Özlü; Yaşamın Ucuna <strong>Yolculuk</strong> (1984)<br />

Ada Yayınları, Birinci Basım, Mayıs 1984, İstanbul, 172 s.<br />

Yazısından çok yaĢamıyla efsaneleĢen insanlardan biri de Tezer Özlü. Oğuz<br />

Atay denli olmasa da ardıl kuĢaklar bir aylayla çevirdiler onun diken taçlı baĢını ve<br />

bir azize ürettiler neredeyse. KuĢkusuz sakıncası yok, bir yere değin olağan. Ama<br />

ipin kopabileceği bir yer var. Yazıyla yaĢamın birbirine karıĢtığı, diğerinin ölçütünün<br />

berikine uygulandığı sınır bölgesi… Duygusallık ağır basabilir böylesi durumlarda.<br />

YaĢam bir bildiri etkisi yapabilir. Bildiriye dönüĢen bu trajikleĢmiĢ yaĢam (bizim<br />

dıĢarıdan kondurduğumuz öykü) yapıtı anlamlandırmaya koyulur. IĢık yaĢamdan<br />

yapıta düĢer. Yine sakıncası ne, diye soruyorum kendime. Böyleleri için, Tezer Özlü<br />

için, Tomris Uyar için yazı nedir, nereye değindir?(Hem bunu Tomris Uyar‟ın eĢsiz<br />

yazısının bilincinde olarak söylüyorum.)<br />

Bir Ģey daha söylemek zorundayım. Çocukluğumdan beri özkıyım (intihar) beni<br />

de sürükleyen yaĢam izleklerinden biri. Çok uğraĢmama karĢın benim için<br />

sorunsallığını, kavrayıĢa gelmeyiĢini sürdürüyor. Bu bakımdan yazının da önüne<br />

çıkıyor tabii. Özkıyım, kendi baĢına yaĢamı yapıta dönüĢtürüyor ve bu yapıt<br />

gerçekleĢtiği anda yokluğa karıĢıyor. Yokluk üzerine bir (son) denemeye dönüĢüyor.<br />

Yani aslında yapıt (da) değil.<br />

Böyle sahici sapmaların (patoloji, diyelim) yapıtı, izleyenini tanığa<br />

dönüĢtürüyor. Sanatçının böyle bir amacı olmayıĢı, belki aziz(e)liğe giden yolu<br />

döĢüyor. Çünkü anlıyoruz; bu bir gösteri değil. Ortada bir değiĢmece (meatafor) yok.<br />

ĠĢte bu tür anlatıları böyle yakıcı kılan Ģey… ĠĢte tür kaygısının, biçim<br />

arayıĢlarının tükendiği yer. ĠĢte, kusursuz biçimsel yapılara da ulaĢılsa, rastlantılara<br />

borçlu kalınan… ĠĢte, yazın olmayan, olmayacak Ģey…<br />

4


Ama Tezer Özlü yazın insanı için gerekli donanımın, birikimin, deneyimin de<br />

sahibi bir yandan. Ortamı böyle. O zaman söyleyebileceğim Ģey onun iki bedenli<br />

(insan ve yazı bedenli) oluĢunun aralığından, geriliminden sızan Ģey, tütsü,<br />

duman… Tütsü sözcüğünü kasıtla kullanıyorum, çünkü ortada bir yeraltılık<br />

(underground), bir kıyıdalık (marjinallik) var.<br />

Ġki yapıtını okuduktan sonra (zaten hepi topu birkaç tane) hayıflandığım,<br />

ülkenin (Türkçe) bir yazarı teğetlediği, bir ıskalamadır. KarĢılıklı bu. BirĢeyler<br />

yetmemiĢ, kısa gelmiĢ, olanla yetinilmiĢ, zaman da kalmamıĢtır. Bu koĢullar değiĢik<br />

olsaydı Tezer Özlü sancısından yazı çıkarabilir, üretebilirdi. Sancısız olmaz ya,<br />

sancının varlığı da yetmiyor iĢte. Onun nesneleĢtirilmesi, imgelenmesi, yerinin<br />

bilinçle ve özenle (biçem) kaydırılması gerek.<br />

Bir baĢka açıdan gelenek sürüyor (“Kaos sürüyor”-Trier). Bizim yazın tarihimiz,<br />

kiĢiler galerisinden oluĢur. KiĢi yazının önünde bayrak gibi taĢınır. Oysa hiçbir<br />

yaĢam yazıdan önemli (anlamlı) olamaz. Tezer Özlü‟nün elbette böyle bir derdi<br />

yoktu, olamazdı da. O kendinin seçmediği bir yazgıyı üstlendi. Kafka‟nın,<br />

Pavese‟nin, Svevo‟nun ardı sıra sürüklendi. Yüzyılın bu büyük karanlık çukurları<br />

büyüledi, içine çekti onu. Aslında gariptir, tersidir zor, olanaksız olan. Nasıl,<br />

milyonlarca insanı sürükleyemiyor bu derin, karanlık uçurum ya da kuyu? Çünkü<br />

eğer savladığımız üzere açıklamaların peĢindeysek, hani nerede sorumuz ve ardı<br />

sıra seğirten biz (Odradek, zıplayan top).<br />

ġunu diyorum eğer ortada bir onurlandırıcı Türk Yazını olsaydı, Tezer Özlü<br />

Kıral‟a çok fazla borcu olmazdı ama herĢeyini bir bakıma örneğin Tomris Uyar‟a,<br />

borçlu olurdu.<br />

Dolayısıyla hızlı sinematografik geçiĢlerle ilintilendirilmiĢ (kurgulanmıĢ) metin<br />

dizileri bir üçüncü kiĢiye (okura) yazılmıĢ değil. Bu metinler Türkçe için özgün de<br />

sayılabilir (özellikle de içeriksel cesaretiyle, inanılmaz öncü kadın-lık duruĢuyla)<br />

günümüzde bile aĢılamamıĢ oldukları söylenebilir. Çünkü cesareti hakikatle yan<br />

yana görme Ģansımız yarım yüzyıldır giderek azaldı. Ġnanılmaz bir çocuksu arayıĢ<br />

ve umutla dünyanın kiri, balçığı ve ihanetinin biraraya geliĢinden üreyen kısa erimli<br />

hüzünlü bir ezgiyle sarsılabiliriz de. BaĢkaldırıyla çocuksu teslimiyet arasında içimiz<br />

ezilecektir. Ya sonra? Bu bir insanlık durumu ama iyi yazının hakikatle ilgisi ne?<br />

Daha doğrusu yaĢamın hakikatiyle yazının hakikati arasındaki iliĢki nasıl kurulur,<br />

kurulmalı. Yazının kendi baĢına, özerk, bağımsız bir hakikati var mı?<br />

*<br />

Benim açımdan Tezer Özlü Kıral için soru, onun günümüz genç, sınırlı okuru<br />

üzerindeki etkisinin kaynağının ne olduğu. Bu etkinin kaynağı yazı(n) mı? Eğer<br />

böyleyse sorun yok. Üstelik bu türden bir yazı(n)sal değeri, günümüz birçok<br />

örneğine göre çok daha namusluca, dürüstçe ve baĢı dik (göze almıĢ olarak)<br />

taĢıdığı açık.<br />

Bir ikinci nokta ise yazıya sızmıĢ tinbilimsel (psikolojik) dil ve terimlerin<br />

yazınsallığa etkisi, katkısı. Ben bundan hep huzursuzluk duydum. Her zaman bir<br />

roman (öykü?) yaĢamı için yetersiz bir dil olarak kaldı gözümde tinbilimsel söylem.<br />

Çok kolay çözüm olarak gördüm, algıladım. Yazı tinbilimin nesnesi olabilir ama onu<br />

5


açıklama olarak kullanmamalı. Bu türden açık/kapalı göndermeler okuru doyurucu<br />

açıklamaların budala, yüzeysel doyumlarına taĢır.<br />

ÖzyaĢamöyküsel kısa Çocukluğun Soğuk Geceleri, hızlı ve özgür akıĢıyla<br />

bir tür günâh çıkarma ya da terapiyi çağrıĢtırırken, anlamın (Pavese‟in kendine<br />

kıyımının) peĢine düĢen gezgin (Tezer Özlü) yine kendi içsel direniĢinin anlatısını<br />

(ama niye?) Yaşamın Ucuna <strong>Yolculuk</strong>‟ta ortaya koyuyor. Çok fazla somutla çok<br />

fazla soyutun gelgitinde (dalgalanmasında) bir tür elektro çıkıyor ortaya. Bu elektro<br />

vurgun yemiĢ, yaralı bir insan(lık)a iĢaret etmiyorsa neye ediyor?<br />

Ve somut her zaman somutun düĢüncesinden daha yalındır ve soyut her<br />

zaman biraz ileride ya da geridedir (sağda ya da solda) ama kendi yerinde değil.<br />

***<br />

Nasio, J.-D.; Jacques Lacan’ın Kuramı Üzerine Beş Ders (1992),<br />

Çev. Özge/Murat Erşen<br />

İmge Yayınları, Birinci Basım, Mart 2007, Ankara, 235 s.<br />

Nasio Lacan‟la da birlikte çalıĢmıĢ, Fransa‟da önemli çalıĢmalar yürütmüĢ bir<br />

psikanalist. Bu kitap, ders (seminer) notları derlemesi ve Lacan için bence ufuk<br />

açıcı. Kendisi baĢlangıçta daha, Lacan‟a sınırlı bir yorum getirdiğini belirtiyor: “Lacan<br />

Kuramını oluşturan iki büyük temel direği; bilinçdışını ve zevki olduğu gibi, bunlardan türeyen<br />

gösteren, bilinçdışı özne ve nesne a kavramlarını açıklıyor.” (7)<br />

Ġlk seminer, BilinçdıĢı ve Zevk kavramlarına odaklı. Önce semptomu açıklar<br />

Nasio: „Semptom bizim için bilinçdışının ortaya çıkışıdır.” (16) Daima kendisine, hasta<br />

tarafından kötü oluĢunun nedenlerinin yorumunun eĢlik ettiği acılı bir olay.(17)<br />

Aktarım da zaten, analitik iliĢkinin analistin hastanın semptomunun bir parçası<br />

olduğu an (18) Analist önce semptomun muhatabının yerini, sonra bundan öte, bu<br />

semptomun nedeninin yerini alır (19) Bir gösterenler çemberi olan bilinçdıĢı, “Analizin<br />

taraflarını birbirine bağlayan bir dildir: beden ayırırken dil bağlar; bilinçdışı düğümler, oysa zevk<br />

uzaklaştırır (…) Bilinçdışı ne bireyseldir ne de ortaklaşadır (collektif), ama analizin aktörlerinin ikisini<br />

de kapsayan ve kateden yegane bir kendilik olarak ikisi arasında bir uzamda üretilir.” (29)<br />

“Söylemelerin bilinçdışı zinciri bir dil gibi yapılanmıştır ya da yine: „Bilinçdışı, bir dil gibi yapılanmış<br />

bilgidir.” (31) Semptom acı olduğu kadar yatıĢmadır da, ben için ıstırap, bilinçdıĢı<br />

içinse yatıĢma. (31) Lacan‟a göre mutlak cinsel iliĢki, ya da mutlak zevki<br />

tanımıyoruz, bunu gösteren gösterenler ve dolayısıyla mevcut olmayan iki gösteren<br />

arasında iliĢki olmaz. Ama göreli bir cinsel iliĢki de olmaz. “Çünkü sınırlı ve göreli bir<br />

zevkin doğasını gösterebilecek gösterenler de yoktur.” (38) Bir kadınla bir erkeğin yaptığı ne<br />

o zaman? Yanıt: Zevk bakımından bu buluĢma iki varlığa değil, bedenin kısmi<br />

bölgelerine ait (39) Fallus ise zevkin iĢaretlerle donanması(dır). Zevkin doğasının<br />

kendisini göstermez, zevkin yörüngesini iĢaretlerle donatır ya da akıĢ bir hedefe<br />

yönelikse arzunun yörüngesini iĢaretlerle donatır. Zevkin, semptom, düĢlemler ve<br />

edim biçimleri altındaki dıĢsallaĢtırılmalarını damgalar. (40) Analitik kuram nasıl<br />

zevkin doğasını tam olarak göstermekteki yetersizliğini tanıyorsa, aynı biçimde<br />

bilinçdıĢı da zevki temsil eden gösterene sahip değildir. Onun yerinde sadece bir<br />

delik ve bu deliğin örtüsü vardır. (43) “Kendisini semptomlarla ve düşlemlerle sınırlı ve kısmi<br />

6


içimde tatmin ederek, kişi kendini tam azami zevki asla bulmamaktan emin kılar. Kısacası, bunun<br />

hayalini kurmakla beraber, Öteki‟nin zevkine ulaşmamak için, en iyisi, arzulamayı durdurmamak ve<br />

ikamelerle ve görüntülüklerle (ecrans), semptomlarla ve düşlemlerle yetinmektir.” (12) Yani arzu<br />

zevke karĢı bir savunmadır.<br />

Ġkinci seminer, içimizden her birine ait bir bilinçdıĢı yoktur, diye açılır. BilinçdıĢı,<br />

sadece psikanaliz alanı içinde varolur. Özne istediğinden fazlasını söyler ve<br />

söyleyerek gerçekliğini açığa vurur. Bu gizli ya da zaten orada bilnçdıĢının açığa<br />

vurulması değildir, daha çok bilinçdıĢı üreten ve onu var eden bir edimdir. Bunun<br />

için gerekense bir baĢka öznenin dinlemesi ve bilinçdıĢının önemini kabul etmesi.<br />

Üç varsayım sözkonusu olur: “1) Bilinçdışı gizli kalmış ve zaten orada olan, onu açığa<br />

çıkaracak bir yorumu bekleyen bir enstans değildir; ama analistin, kendi bilinçdışının bir edimi olarak<br />

kabul edilen yorumu, analiz edilenin bilinçdışının edimini tanıdığında yaratılan enstanstır. 2)<br />

…Sadece bir tek bilinçdıĢı vardır, aktarım içinde yaratılan yegâne bilinçdışı. 3)Psikanalizin dışında<br />

bilinçdışının varolup olmadığını bilme olanağımız yok (Lacan).” (66) Söylenen bastırılmıĢ<br />

söylemelerin geri dönüĢüdür (78) BilinçdıĢı bir langage gibi yapılanmıĢ derken,<br />

sözkonusu olan varsayılmıĢ bir yapı, bir söylenendan yola çıkılarak varsayılmıĢ bir<br />

yapı. BilinçdıĢı hem söylenendir, hem de bütün. (79) Lacan: „Bir şeyin varolabilmesi<br />

için bir yerlerde bir deliğin olması gerekir.‟<br />

Üçüncü ders nesne a kavramına ayrılmıĢ. Nasio psikanalizin terapötik<br />

yönelimini saptamak isteseydim, referans olarak sürgün kavramını kullanırdım,<br />

diyor: “Kendinden sürgün olmak, benim gözümde, iyileşmenin bir biçimini oluşturur.” (112)<br />

Deneyimin olgunlaĢmasını, analizde hazırlıksız bir olayın vuku bulmasını beklemek.<br />

Kendini ĢaĢırmaya hazırlamak. Bir analistin en fazla umabileceği, hastasının onu<br />

ĢaĢırtmasıdır (114) Nesne a, a harfinden baĢka bir Ģey değil, merkezi iĢlevi<br />

çözümsüz bir problemi adlandırmak, ya da bir namevcudiyeti belirtmek olan bir harf.<br />

Hangi namevcudiyeti? Durmadan tekrarlanan bir sorunun cevabının<br />

namevcudiyetini. Bilgisizliğimizin ıĢık geçirmez deliğini yazılı bir iĢaretle (harf)<br />

belirtiyoruz. Öyleyse bir imkânsızlık, kuramsal geliĢime bir direniĢ noktası. Bu iĢaret<br />

sayesinde –sürçmelere rağmen- bilgi zinciri kopmadan araĢtırmayı sürdürebiliriz.<br />

Öyleyse, imkânsız kayasının çevresinden dolanan analitik düĢünce hilesi: “Gerçeği bir<br />

harfle temsil ederek daha ileri gideriz.” (119) Gösterenleri çeken… yapının deliği. Öte<br />

yandan, „bir delik nedir?‟ sorusunun sorulması, ağızsı bir açıklığın ne olduğunu<br />

sormaya eĢdeğerdir (125) “Anlıyoruz ki nesne a özünde bedenin ağızlarının kenarlarını dolaşan<br />

zevk akımı olarak ve, bu sıfatla bilinçdışını devindiren ve çalıştıran yerel neden olarak anlaşılmalıdır.<br />

Ama Lacancı kuramda, a‟ya dair, nesnenin sadece zevkin kendindesi olmadığı, ama bedenin<br />

ayrılabilir bölümlerinin bir dizisi olduğu şeklinde özellikle bir başka yaklaşım vardır. Bu bedensel<br />

kendiliklerin doğrusu bedenin maddi parçaları, organik öğeleri olmadığını, ama daha çok zevkin<br />

gerçeğini örten düşlemler, figürler, simülakrlar olduğunu göreceğiz.” (126) Bir zarın el<br />

değmemiĢ ve bozulmaz çekirdeği örttüğü gibi görünüĢ tarafından örtülen bir<br />

kendinde. (133)<br />

DüĢleme ayırdığı dördüncü dersinde Nasio, analiz, analistin ve analiz edilenin<br />

psiĢik yaĢamını kapsayan tek yer, diyor. (153) Ve analist, nesne a‟nın görünüĢüdür.<br />

Kürde nesne a‟yı bulmak için bilinçdıĢı düĢlem aramalı ama bu nasıl tanınır?<br />

Ġpuçları Ģunlardır: Anlatının yinelenmesi, kendisini özneye benimseten senaryonun<br />

bulmacamsı ve ĢaĢırtıcı niteliği, sahnedeki kiĢiler, sergilenen olay, baskın duygu,<br />

7


edenin güdümlü bölümü ve sapkın senaryo. (160) “Biz, düşlemde yitirdiğimiz şeyizdir.”<br />

(161) “Başka deyişle, psikanaliz, Öteki-zevk birinci enstansını, adlandırılamayan bir cinsiyetin yeri<br />

olarak, dişil ya da eril olarak nitelendirilemeyen bir cinsiyet olarak tanımlar. Bedenle zevk olarak<br />

ilgileniyoruz ve gene de erkeğin zevki ile kadınınki arasındaki farkın tam olarak neden ibaret<br />

olduğunu bilmiyoruz. Bu, tam da „cinsel ilişki yoktur‟ formülünün anlamıdır. Evet, bedenin bizi sadece<br />

zevkin yeri olarak ilgilendirdiğini düşünüyoruz, ama zevkin ne olduğunu, zevklenme kapasitesinin uç<br />

noktasına varmış bir bedenin ne anlama geldiğini –örneğin mistiğin zevki ya da edim olarak intihara<br />

bağlı zevk- bilmek söz konusu olduğu zaman, zevkin varoluşunu kabul ediyoruz, ama doğasını<br />

tanımlıyamıyoruz. Ancak psikanaliz, zevkin anlaşılmazlığını teslim etse de gene de bir acizlik<br />

itirafıyla yetinmez. Eğer psikanaliz yalnızca „zevk bir muammadır‟ ilanıyla yetinseydi, sadece<br />

uçurumdan büyülenmiş bir mistik olurdu. Kuramın çalışması sadece „Burada bilinmeyen gerçek<br />

vardır,‟ ilanı değildir; ama sınırları çizmekten ya da daha iyisi gerçeğin sınırlarını yazmaktan oluşur.<br />

Lacan‟ın „cinsel ilişki yoktur‟ formülü tam da gerçeğin sınırlarını çizmek, bilinçdışında cinsiyetin<br />

göstereninin eksikliğini daraltmak için bir girişimdir. „Cinsel ilişki yoktur‟, bilinçdışımızda bir ilişkiyle<br />

bağlanan, kendi aralarında eklemlenmiş cinsel gösterenlerin olmadığı anlamına gelir. Yine<br />

Lacan‟dan şunu hatırlatalım ki: „cinsel ilişki yoktur tümcesi alttan alta yapı içinde ifade edilebilir cinsel<br />

ilişkinin olmadığını ortaya koyar.‟” (175) Lacan‟ın baĢkaldırısı, bir kadınla bir erkek<br />

arasında cinsel iliĢkinin tek bir varlık oluĢturduğuna: “‟Orgazm anında öteki kimdir?‟ öteki<br />

kısmi bir nesnedir. Bundan ötürü iki eş, her biri öteki için nesne statüsüne indirgenir.” (177)<br />

Bedene ayrılan son (beĢinci) Nasio dersinde kuramın değeri, hakikatin<br />

değeridir, yargısıyla yapılıyor açılıĢ. Kuram uygulama aracı. Onun somut etkileri<br />

önceliklidir. Bedene gelince o kısmidir, kısımda toplanan yerel zevk. Ama neden<br />

cinsel beden denir? Çünkü beden tümüyle zevktir ve zevk cinseldir. Bedenin erojen<br />

ağızlarından doğduğunda zevk, hep ensest cinsel iliĢkinin eriĢilemez ufkunun<br />

rehberlik ettiği atılım olduğunda, zevk bilinçdıĢı enerjinin basıncından baĢka nedir<br />

ki? “Zevk, gerçekte ancak cinsel olabilir, çünkü kendisine yöneldiği ideal hedef cinseldir. Ve bunun<br />

için, ister bir eylem, bir söz, bir düşlem olsun, isterse bedenin erojen hale gelmiş falan organı olsun,<br />

onun dokunduğu ve akıntısında sürüklediği her şey cinselleşir.” (185) Öyleyse „konuĢan<br />

beden‟ bir gösteren elemanlar bütünü olarak ele alınan bedendir (186) Gerçek bakıĢ<br />

açısından zevkin eĢanlamlısı beden, sembolik bakıĢ açısından, kendi aralarında<br />

farklılaĢmıĢ ve ötekinde bir edime yol açan elemanlar bütünü olarak gösteren<br />

beden; imgesel bakıĢ açısından, bir özneden anlam uyandıran dıĢsal ve göze batan<br />

bir imgeyle özdeĢleĢmiĢ imgeleĢmiĢ beden vardır, bedeni tanımlayan üç perspektif<br />

olarak… Zevkin zehirli bir aĢırılığı organı hasta eder.<br />

Kitaba eklenen konferans metninde (Bilinçdışı Özne kavramı) ise Nasio,<br />

Lacan‟a göre, bir gösterenin, anlaĢılmayan Ģey olduğunu, anlaĢılmaz bir tasarım<br />

olduğunu belirterek baĢlar sözüne. Ötekine seslenen gösteren neyi bilmez: Öteki<br />

üzerindeki etkisini. “Ne söylediğimi bilmeyerek, istediğimden fazlasını söylerim.” (215) Sorun<br />

ise Ģu: „Bana ne oldu?‟ Yani, „Bende Öteki‟nde eksik olan bu gösteren nedir?<br />

Söylemem nerede zincirlenecektir ve nereden gelir: “Sadece bu soruyu sormakla bile,<br />

özne Öteki‟ni arzulayan olarak diker, kurar.” (215) “Özetle, elinizde bir yandan bir gösterene, kendi<br />

söyleme ediminin gösterenine sabitlenmiş, asılı kalmış özne vardır. Haber olmadan taşıdığını<br />

söyleme. Öte yandan, gösterenler art arda birbirlerini takip eder, özne aslında hiçbir yerde değildir.<br />

Tekrar ediyorum, zira bu varmak istediğim önermelerden biri: Özne edimdedir, söyleneni sözceleme<br />

edimindedir, ama bu Öteki‟nden geldiği ve Öteki‟ne hitap ettiği, her şey söylenenler arasında geçtiği<br />

için, özne, zincirlenecek binbir gösteren içinde askıda, yitmiş, silinmiş olarak kalır. Bizler edimin<br />

öznesiyiz ve paradoksal olarak bu edimle, yine de, yiteriz. Edimin öznesiyiz ve yokuz.” (216) “Lacan<br />

8


tarafından kullanılan bir başka ifade, „var olmak acısı‟ ifadesi, öznesel parçalanmaya çok daha iyi<br />

işaret eder. Bu, ne demektir? Gösterenler, bir bir, durmadan yinelenir ve biz taşıyıcılar da, kurulu tüm<br />

kimliği sonsuza değin yitirme derecesinde, aynıdan değişiklik gösteririz. Bir gösteren‟in ve tüm<br />

gösterenlerin öznesi. Gösteren Öteki‟nden gelir ve Öteki‟ne döner ve orada sizi bekler. Nerede? Bir<br />

gösterenin eksik olduğu yerde.” (219)<br />

“Eğer şimdi, özetlemek için, sözlükçeyi değiştirir ve yeniden kastrasyonun ne olduğunu<br />

sorarsak, diyeceğiz ki kastrasyon bir başlamadır, çocuğun, onu tanımak için değil, ama göstermek<br />

için, yok olmak pahasına zevkle karşılaşmak amacıyla sınır(lama)lar dünyasına girmesidir. Bir kez<br />

daha aynı sonuca varırız: Çocuk dünyaya girer ve yitip gider.” (224)<br />

“‟Özne kimdir?‟ Eğer kastrasyondan bahsederken kullandığımız sözlükçeyi tekrarlarsak,<br />

eğer özne yerine çocuk dersek, zincirin yerine babanın yasasını geçirirsek, sadece zevki öne<br />

sürmek yerine, annenin zevkini eklersek ve nihayet, eğer kendimize psikanalizin hipotezlerini<br />

desteklemek için onca bansettiği bu harika çocuğun, o halde bu öznenin, annenin zevki<br />

tarafından çekilen, babanın kelimeleriyle konuşan ve düşünen kişi olduğu cevabını vermeliyiz.<br />

Bu, ne dediğini bilmeyen çocuktur. Psikanalizin harika çocuğu, biz konuşan varlıklar yalnızca,<br />

kelimelere can atan zevk ile onları düzenleyen babanın adı arasında yitip giden ulaklarız,<br />

rüzgârla uçuşan varlıklarız.” (229)<br />

“Öznenin Öteki‟nin alanında, bir gösterenin eksik olduğu yerde, yani cinsiyetin çelmesiyle<br />

karşılaştığı yerde meydana geldiğini akılda tutmak gerekir.” (231)<br />

*<br />

Bu yoğun ders notlarından benim anladığım (çıkardığım) Ģey, varlığın eksilip<br />

artmadığı, ama artmıĢ (eksilmiĢ) gibi göründüğü. Özne (bilinçdıĢı) varlığın kendine<br />

taĢkını (çıkarma, değiĢmece). Heidegger‟in buradaki yerini düĢünüyorum. Bu geçici<br />

kabarcığın taĢkını sevinçle, kederle karĢılanmıĢtır.<br />

***<br />

Bernhard, Thomas; Düzelti (1975), Çev. Sezer Duru<br />

Yapı Kredi Yayınları, Birinci Basım, Ekim 2011, İstanbul, 242 s.<br />

Thomas Bernhard‟ın peĢimi bırakmamasından doğal ne olabilir. Ġçimizin<br />

yangını aynı... Kavruk, susuz öfkemiz benziyor. Kısa bir süre önce Türkçe‟de<br />

olağanüstü Sezer Duru çevirisiyle yayınlanan Düzelti‟yi hemen alıp okudum.<br />

Okudum ve aynı okurluk duygusu sardı yine beni. Bernhard değiĢik, baĢka Ģeyler<br />

yazmamıĢ ki hiç. Bildiği, gördüğü ve hiç hoĢuna gitmeyen bir Ģey oldu ve o buna<br />

tanıklık etti. 5, 8, 16, 23 yaĢında ve sonra. Baktı ve çiğ bir aydınlık, sözde<br />

zenginleĢtirilmiĢ bir yaĢam gördü ve çiğliğin arkasındaki bıktırıcı yinelemeyi,<br />

serdengeçtiliği. Dün öyle olan kolayca bugün böyle oldu ve hiç kimse iĢin ucunda bir<br />

ölüm olduğunu görmek istemedi. Sanki bir kapıdan girmiyor diğerinden çıkmıyorduk<br />

ve sonsuzca sürecek iĢimiz neredeysek orada tanımlamak, yoklamak, yapmak ve<br />

sökmekti, dökümlemekti ama her sayılama iĢlemine soyunduğumuzda sayılardan<br />

yine sonsuz sayılar dökülüyordu, ölümü bize unutturacak denli.<br />

Oysa Thomas Bernhard bu yalana elbette bu romanında da katlanamayacak.<br />

Thomas Bernhard ısrar edecek, yine ve bir kez daha söyleyecek, biz anlayana<br />

değin değil, böyle bir umudu taĢımayalı, bırakalı çok olmuĢtur. Yüzlemekten daha<br />

anlamlı görünen bir şeysizlikten ötürü… Hem çekinmeyecek sabit fikirli<br />

görünmekten, hatta inatla bunu deneyecek.<br />

9


Höller‟lerin çatı arası konuğu anlatıcı, aynı çatı odasında konukluk eden ve<br />

ölen kızkardeĢi için ormanlık alanın ortasında konik yapı tasarısı üzerinde çalıĢan<br />

dostu Roithamer‟in özkıyımının (intihar) arkasından kiĢisel belgeliğini, notlarını<br />

düzeltmeye koyulur.<br />

Anlatıcı, Roithamer‟in arkasındaki hakikatin peĢindedir ya da bundan<br />

çıkarması gereken sonuçları çıkarmaya çalıĢır gibidir. Bu özkıyımı, ölümü<br />

açıklamaya yetecek hiçbir gerekçesi, açıklaması yoktur aslında dünyanın. Tersine<br />

bu dünyaya verilebilecek biricik ve geçerli yanıt gibi duruyor ölüm: “…bu devletin<br />

vicdanı Roithamer gibi birçok insana karşı suçlu, vicdanında bütünüyle hain ve alçak bir tarih<br />

yatmakta, devlet olarak bu daimi sapıklık ve orospuluk.” (21)<br />

Bu yanıtın bileĢenleri arasında ölümün dıĢında baĢka Ģeyler de var kuĢkusuz.<br />

Örneğin, yavaĢlığın savunusu: “…bugün dünyada her şey haddinden fazla acelecilik, derdi,<br />

her şeye haddinden fazla acele ediliyor ve sürekli haddinden fazla acele ediliyor, hiçbir şey<br />

beklenmiyor, her şeye hemen haddinden fazla acele ediliyor ve her yanda her şeyin üzerine<br />

tamamen düşüncesizce saldırılıyor, nereye bakarsak bakalım, hemen saldırılıyor ve bu da sonuçta<br />

kaos yaratıyor.” (107) Ama yavaĢlık, vb. ölüm denli kesin sonuç yaratamayabilir.<br />

Ġnsan neden kendine kıyar sorusunun Bernhard‟ca yanıtı iĢe dalıp unutmamak:<br />

“İnsanlar intihar etmek yerine işe dalıyorlar.” (218) “Her gün umutlarımızı bağladığımız kişilerdir<br />

kendilerini öldürenler, diye yazmış Roithamer, yetenek ve duruşlarını sevdiklerimizdir ve<br />

yakınlıklarının en çok hoşumuza giden oluşu ve en güvendiğimiz kişilerdir, diye yazmış Roithamer.”<br />

(219) Uyandığımızda her zaman korkutan bir varoluĢ sınırına uyandığımız için<br />

utanırız, diyor Thomas Bernhard. Ben uzatmadan, bu varoluĢ sınırının Bernhard‟ın<br />

oluĢturduğu yapıtın kendi olduğunu, daha doğrusu onun yapıtının bizi utandırdığını<br />

söyleyeceğim.<br />

Sonuçta anlatıcı düzeltilebilecek bir Ģey olmadığını anlar:<br />

“Düzelttiğimde mahvediyorum, mahvettiğimde yok ediyorum, diye yazmış Roithamer. Eskiden<br />

düzelti diye adlandırdığı kötüleştirmek, mahvetmek, yok etmekmiş diye yazmış Roithamer. Bu taslak<br />

da (koni) delilikten başka bir şey değil…” (238)<br />

***<br />

Kovel, Joel; Doğanın Düşmanı: Kapitalizmin Sonu mu,<br />

Dünyanın Sonu mu? (2002), Çev. Gürol Koca<br />

Metis Yayınları, Birinci Basım, Haziran 2005, İstanbul, 333 s.<br />

New York‟ta öğretim üyeliği görevi yapan, bir dönem ABD BaĢkanlık<br />

seçimlerine aday olan, asıl uzmanlığı psikanaliz ve psikoterapi olmasına karĢın<br />

siyaset ve ekolojiyle küresel ölçekte ilgili Joel Kovel‟in yapıtı öncelikle sağlam, cesur<br />

söylemiyle, sonra da sıkı eleĢtirisiyle dikkatimi çekti. Bu eleĢtiri çalıĢma boyunca<br />

küresel ekosistemin baĢdüĢmanı kapitalizme (ve özel mülkiyete) yönelmekle birlikte,<br />

değerini muhalif görünen ama varolan dizgeyi (sistem) doğrudan ya da dolaylı<br />

besleyen değiĢik toplumsal giriĢimlere de dokunmasından alıyor.<br />

Bir kere yalana dolana sapmadan sorunu adıyla koyuyor ortaya: Sorun insanlık<br />

tarihinde hiç olmadığı denli birkaç yüzyıldır kapitalizm sorunudur ve yapısaldır.<br />

ĠyileĢtirmeler, vb. ile dizgeiçi çözüm olanaksızdır. Ya kapitalizm bitecek ya da dünya<br />

ekosistemi! BaĢka bir seçenek yok Kovel‟e (ve elbette bana) göre.<br />

10


Birinci bölümde (Suçlu) ekolojik krizi, tarihsel toplumsal derinliği içinde,<br />

örnekleriyle çözümleyen ve önümüze getiren Kovel, ikinci bölümü (Doğa<br />

Üzerindeki Tahakküm) ekolojilerin tarihine ve doğa üzerinde egemenlik<br />

anlayıĢlarına, siyasalarına ayırmıĢ. Kendi yaklaĢımını ise üçüncü bölümde<br />

(Ekososyalizme Doğru) geliĢtirmiĢ. Burada da öncelikle, bence yapıtının en önemli<br />

bölümü olarak, reel ekopolitikaların eleĢtirisini yapması çok önemliydi. Böylece bir<br />

çevre siyasetinin belli bir amaca baĢından bağlanmasının kaçınılmazlığını göstermiĢ<br />

oluyor. Yerel her türlü giriĢim (inisiyatif) evrensel bir toplum-çözümle<br />

iliĢkilendirilmedikçe ve sorunun köküne kapitalizm (anamal, sermaye) eleĢtirisi ve<br />

çözümü konmadıkça baĢarısızlıkla sonuçlanacak, içselleĢtirilecektir küresel<br />

dizgece, her ne denli yararlı, haklı olsalar da.<br />

Sorun Ģurada ki, geleceğin resmini çizmek her zaman günü ve geçmiĢi<br />

çözümlemekten daha zordur. ĠĢ geleceğe ilmek atmaya gelince, aklın incelikli ve<br />

kandırıcı manevraları yetersiz kalmaktadır. Oysa Kovel‟in ekopolitik stratejilerini<br />

belirlemekle yetinmeyip bir dizi devrimci taktik belirleme konusunda özel duyarlık<br />

gösterdiği ve bu kitabın aynı zamanda bir bildiri (manifesto) olduğu da bir o kadar<br />

açık. Önsözüne bir bakalım. ġöyle diyor: “Ekolojik krizi sona erdirmek ile insanlığı terörden<br />

kurtarmanın (elbette buna süper gücün kurbanları üzerinde uyguladığı terör de dahil) aynı sürecin iki<br />

yüzü olduğu görülür. İkisi de imparatorluğu alt etmeyi, imparatorluğu alt etmek de doğa ve insan<br />

üzerindeki emperyalizmi yaratan şeyi yok etmeyi gerektirir. Bunun sanayi sistemimizi, dolayısıyla da<br />

bütün varlık biçimimizi baştan aşağı yeniden yapılandırmadanbaşarılamayacağını düşünmek<br />

yanılsamadan başka bir şey değildir. İster petrole dayalı olsun ister başka şeylere, emperyalizmin<br />

boyunduruğundan bugünkü düzen içinde kurtulmak mümkün değildir. Dolayısıyla, küresel ısınma ile<br />

ekolojik krizin diğer veçhelerinin üstesinden gelmek için gereken şeyler terörü yok etmek için de<br />

gereklidir. Fosil yakıt ekonomisine ihtiyaç duymayan, yani kitapta da belirtildiği üzere, sermayeyle<br />

ilişkisi olmayan bir dünya kurmamız gerekiyor.” (14)<br />

Belki bir de Ģu konunun Kovel‟de nasıl yeniden yorumlanacağı önemli olabilir:<br />

sermaye saltık yıkıcı bir toplumsal varlık mı? Kovel hemen hemen böyle düĢünüyor<br />

bu yapıtında. (26,vd.) Ama hoĢ olan ekososyalist bir toplum örnekçesi (model)<br />

oluĢturması bir yandan.<br />

Önemli bir çalıĢma ve güncel.<br />

***<br />

Akutagava, Riyunosuke; Raşomon ve Diğer Öyküler (1915-1927),<br />

Çev. Oğuz Baykara<br />

Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, Birinci Basım, Temmuz 2010, İstanbul,<br />

239 s.<br />

Riyunosuke Akutagava‟nın Yaşamı ve yapıtlar, Yaz. Oğuz Baykara,<br />

s.215-239<br />

*<br />

Akutagava, Riyunosuke; Kappa (1927), Çev. Oğuz Baykara<br />

Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, Birinci Basım, Aralık 2010, İstanbul, 77 s.<br />

Akutagava‟nın öyküleri (Kappa uzun da olsa) tek bir kitapta toplanabilirdi. Oğuz<br />

Baykara‟nın doğrudan Japonca‟dan çevirmesinin önemine değinmem gereksiz.<br />

11


Sorunsuz bir çeviri ama çevirmeyle Türkçe söyleme arasında bir yerde durup<br />

durmadığını kestiremiyorum, üstelik bunun iyi mi kötü mü olduğunu da.<br />

Akutagava‟yla lise yıllarında (60‟lar) tanıĢmıĢtım Bilgi‟deki yanılmıyorsam<br />

Raşomon çevirisiyle. Hep dönmeyi umduğum, tanımayı istediğim bir yazardı. Ve<br />

onyıllar sonra, Japon yazınına çeviri üzerinden daldığım bugünlerde Akutagava‟ya<br />

uğramadan edemezdim. Yazın dünyasına Raşomon‟la (1915) çıkan Akutagava<br />

(1892-1927) hepi topu 35 yıl yaĢamıĢ ve değiĢik türlerde sayısız yapıt verebilmiĢ<br />

(Toplu yapıtları Japonya‟da 19 ciltte derlenmiĢ) biri. Kuruntulu, korkulu yazar, uyku<br />

ilacı alarak yaĢamına son veriyor.<br />

Benim Akutagava okumamda gözlediğim birkaç noktaya değinmekle<br />

yetineceğim. Ġlki yeni Japon yazınının sanırım 19.yüzyılla baĢlayan serüveni batıya<br />

açık, batıyı içselleĢtirmiĢ oluĢu. Batının yalnızca yazınsal kaynakları değil, ekinsel<br />

kaynakları da bu yazarların birçoğunca özümsenmiĢ, hatta belki bu nedenle tersi<br />

savrulmalar sözkonusu (MiĢima, bir örnek). Mendil (1916) örneklerden biri yalnızca.<br />

Bir ikinci nokta, Akutagava dili ve yazısının, ne olduğunu tanımlamakta güçlük<br />

çekeceğim okur beklentimi karĢılayamadığı. Ġkinci dilden çevirilerde bile<br />

Kavabata‟da yakalar gibi olduğum Ģey burada önüme gelmedi. Çok ilginç, batı<br />

dillerinden, parlak, kusursuz öykü metinleriydi okuduklarım. ĠĢte benim de istediğim<br />

bu değildi. Peki oryantal (ilkel) bir beklenti miydi o zaman? Yerel tin, öteki sürprizi<br />

mi? Doğrusu buna da evet diyemeyeceğim. Belki dünyanın bir yerinde, orada bir<br />

ekinin kendi içsel imge dinamikleriyle ilgili bir deneyimi umuyorum. Bir umu…<br />

Ayrıca yazarın dünya duyarlığına saygı duymamak elde değil. Pasajları açık,<br />

renkleri arı, saf ve anlatısına koyduğu inanç rahatsız edici değil. Onun öyküleri<br />

amaçsız (etik göndermesiz) değil. Ama amaca harcanmıĢ da değil. Canlı, parlak<br />

betimlemelerinden anlaĢılan bu...<br />

Bu seçiklik anlatı(m) tekniğindeki sağlamlıktan da belli zaten.<br />

Gotik, coĢumcu (romantik), masalsı etkileri taĢımasını yadırgamıyorum<br />

kaynakları tüm dünya olan yazarın. Gogol (Burun, 1916), Balzac (Bilinmeyen<br />

Şaheser, 1831) vb. neredeyse uyarlanıyor. Cehennem Tablosu (1918), yazarın<br />

çılgın imgeleminin çarpıcı, renkli bir kanıtı uzun öykü.<br />

Klasik yerel anlatıcıya, batının üst anlatıcısı eĢlik ediyor. Yazarın öyküleri iki<br />

anlatım tekniğinin dönüĢümlü, sıralı uygulaması… Tekniği açısından bu nedenle<br />

yapıtı iki eksenli, boyutlu diyebiliriz Akutagava‟nın. Ama evrensel anlatıcı genelde<br />

baskın, bunu da kabul etmeli.<br />

Ve tinbilimsel incelikler, Sonbahar (1920) gibi öykülerde insanı buracak kerte<br />

doruk yapıyor. Aynı adama ilgili iki kızkardeĢin Çehov‟u aratmayacak öyküsü<br />

gerçekten dokunaklı, hüzünlü. 1922‟de yazdığı Çalılıklar Arasında‟yı Kurosava<br />

uyarlamıĢtı (Raşomon, 1951). Aynı (!) gerçeğin değiĢik tanıkların ağzından nasıl<br />

farklılaĢtığının bu hoĢ anlatımı Kurosava‟da eĢsiz bir filme dönüĢmüĢtü.<br />

Tüm bu öyküleri topluca değerlendirdiğimde gerçekten engin bir entelektüel<br />

donanımı duyumsuyorum. Örneğin Vagon (1918) bir çocuğun kopuĢ, yitme<br />

duygusunu öylesine etkili bir uzamda (demiryolları, drezin, iki demiryolcu, vb.)<br />

kurguluyor ki onu kendi geçmiĢime, anılarıma katıyorum daha okurken. Ve belki<br />

Çarklar (1927), Serap (1927) Ģizofrenik bir dağılmanın son iĢaretleriydi.<br />

12


Kappa (1927) için arka kapaktaki tanıtımı alıntılıyorum:<br />

“Kappa, Japon folklorunda nehirlerde yaşayan, el ve ayakları perdeli, kafalarının üst kısmı<br />

tabak gibi düz, düşsel varlıklardır. Akutagava bu uzun öyküsünde, idealindeki dünya ile gerçek dünya<br />

arasındaki farkı hicve başvurarak anlatır. Değinmediği siyasal, toplumsal ve psikolojik sorun yok<br />

gibidir. Yapıtta toplumsal değerlerin göreceli oluşu, savaşın anlamsızlığı, kapitalizmin acımasızlığı,<br />

ekonomik sömürü, işçi kıyımları, kadın-erkek ilişkilerinin çarpıklığı, sanatçıların kibri, aydınların<br />

yalnızlığı, sansürün saçmalığı, alievi ilişkilerdeki duygusal sömürü dile getirilmekte; din, yazın,<br />

parapsikoloji, basın-yayın gibi pek çok konu birbiri ardınca ilginç olaylar silsilesi içinde ele<br />

alınmaktadır. Kappa, yazılışının üzerinden 83 yıl geçmiş olmasına karşın hala çağımız insanına ayna<br />

tutmayı başarıyor.”<br />

Tüm öykü bir akıl hastasının dilinden aktarılıyor.<br />

Hokusai (1760-1849): Kappa<br />

***<br />

Türkay, Orçun; Belkıs, Cevat ve Ne İdüğü Belirsizler (2011)<br />

Yapı Kredi Yayınları, Birinci Basım, Mayıs 2011, İstanbul, 61 s.<br />

1976 doğumlu Orçun Türkay küçük kitabının Kısa Giriş‟inde amacından söz<br />

etmiĢ: “Kendimce bir şeyler çizmek, çizerken de onunla birlikte, üstüne, berisine bir şeyler yazmak<br />

istiyorum. Çizdiğim/çizemediğim şey yazıya yaslansın, yazı da ona (…) Olsun, hep bir daha<br />

deneyebilirim, korkacak bir şey yok.” (9)<br />

Benim anladığım bu deneysel çalıĢmada, resmin (? : gerçek bir resimden söz<br />

edemeyiz) boĢluğu, yazının boĢluğuyla eĢleĢip birbirlerini dengeliyor ama sanki<br />

daha çok pekiĢtiriyor gibi. Yazarın da niyeti biraz bu… Varlıkları değil, onların<br />

13


yokluklarını, boĢluklarını anlatmak daha yaratıcı, kıĢkırtıcı bir yol. Bu nedenle<br />

Türkay öyküleri, yapıtın küçük oylumuna karĢın boĢluklarıyla oldukça büyük bir<br />

giriĢim. Böyle bir varlıksızlık üzerinde kümelenip iliĢkilenen yazı gereci ise en doğal<br />

biçim ve içeriklerinde bile büyülü, olağanüstü bir iz bırakıyor haliyle okur üzerinde.<br />

Kutlamak gerek.<br />

Kutlamak gerek çünkü doygun, kibirli yazı kasılmalarını giderebilir, kabızlığı<br />

önleyebilir böylesi bir yaklaĢım. Sanki varlık, doluluğuyla bir erk kaynağı ve yazı bu<br />

erki yedeklemiĢ, sefere çıkmıĢ bir fatih… Peh peh… Bunu kırmak az Ģey değil.<br />

Orçun Türkay kendisiyle de dalgasını geçerek köĢe kapmaca ya da kaçma<br />

kovalamaca oyununa veriyor kendisini. Diyebilirim ki, imge üzerine bir çalıĢma<br />

onunkisi. Anladığımızca, imgenin apaçıklığına değil haklı olarak kapalı, karanlık<br />

yanına yoğunlaĢıyor. Çünkü bir yapıtı çekici kılmanın en masum, geçerli<br />

yöntemlerinden biri bu… Ama dizginleri bırakmaya gelmez. Böyle olursa kaza<br />

kaçınılmaz olur.<br />

Öte yandan dilde, dilin içolanakları içerisinde kalarak yadırgatma etkisini<br />

denemesi ayrı bir dil tadı (dil üzerine düĢünmenin metinsel tadı) yaratmıĢ. Ortaya<br />

özgün bir çalıĢma çıkmıĢ böylece. Azınlıkta kalan böyle yazarlar için desteğimi<br />

esirgeyemem (okur olarak).<br />

Kendini bile isteye ele veren içtenlik, bir biçem olarak ucu belki Latife Tekin‟e<br />

varacak bir tükenmemiĢ kaynak henüz. Bir ucundan Orçun Türkay yakalamıĢ…<br />

GeniĢ çaplı ve açılı göndermeleri ise, yerel yazarın aslında evrene yazması<br />

gerektiğini anımsatıyor bize. Haklı. Onun dil(sel) tutumuyla gündelik yaĢam kendine<br />

benzerliğiyle görünür oluyor. Son yılların önemli çalıĢmalarından…<br />

***<br />

Badiou, Alain/Cassin, Barbara; Heidegger, Nazizm, Kadınlar, Felsefe,<br />

(2012), Çev. Hayri Gökşin Özkuray<br />

MonoKL Yayınları, Birinci Basım, Kasım 2011, İstanbul, 101 s.<br />

Heidegger‟in felsefe ve siyasal bağlanması çeveresinde dönen ikili tartıĢma<br />

geriye, felsefenin baĢlangıcına değin uzanıyor haliyle. Filozofun bireyliğiyle<br />

(yaĢayan, somut varlık) onun ötesine (belki de berisine) düĢ(ebil)en felsefesi nasıl<br />

iliĢkilendirilir, okunabilir sorusuna bir yaklaĢım sağlıyor Badiou/Cassin ikilisi ve iyi de<br />

yapıyorlar diyeyim. Bundan nereye değin, ne çıkar sorusunun açık, doyurucu bir<br />

yanıtı verilebilir mi, bilemiyorum. Aynı tartıĢma tarihsel kiĢiler (figür) için de<br />

yapılabilir ve biz belli bir mesafeden (zaman ve uzam olarak) bakınca, bakıĢımız<br />

donatılı bakıĢ olacağından kaçınılmazca, üstelik savunmanın zemini de yitik (kayıp)<br />

olacağından, belki de asıl vurguyu düĢünsel esinlenmelere yapmak yerinde olur.<br />

Çünkü ilke, kural, doğru kolayından çıkmaz ve yine çünkü düĢünce bedene (edime),<br />

edim düĢünceye sığmaz, bunu öğrendik (psikanalizden, felsefeden. vb.)<br />

Burada önemli olan, burada örneğini Badiou/Cassin‟in verdiği bir tartıĢma<br />

sunuĢ tekniği. Bunu, indirgemelere karĢı bir duruĢ, hakikat arayıĢının bir boyutu<br />

olarak görmek istedim açıkçası. Hiçbir Ģey küçümsenmemeli ve Heidegger‟in<br />

Nazizm kadar kadınla, Yahudiyle ne yaptığı da anlaĢılmaya çalıĢılmalı.<br />

14


Burada bir baĢka ikilem daha var. Fransa‟nın düĢüncesi. Bir entelektüel<br />

yarılmadan söz etsek pek de abartmıĢ olmayız belki de. Heidegger‟i neresinden,<br />

nasıl tutmalı? Çünkü Fransız geleneği için getirdiği tartıĢma yabana atılır gibi değil.<br />

Bir de acaba Fransız düĢünce kaynakları (özellikle son birkaç yüzyıl) Alman<br />

retoriğini nasıl algıladı, tepkiledi (kiĢisel olarak merakım).<br />

“Dili maruz bıraktığı bükülmeye karşın bu filozof, esenliğin kesin surette bir kaynağı olduğunu<br />

söylemeyi bildi, tam da bulunduğu yerden, yüceliğin ve cesaretin az olduğu, hayatta kalma inadının<br />

ve sıradan oyalanmanın yerinden, evet, tam da buradan bu esenlik/selamet kaynağını keşfetmeyi<br />

bildi: dönüşümlerinden/serüvenlerinden daha asli olan bir varolma sabrı, ve değişmeyi bilişi,<br />

Mallarme‟nin küçük bir Paris salonunda konsolla yaptığı gibi, en alışılmadık yıldız olarak.” (100)<br />

***<br />

Badiou, Alain; Sonlu ve Sonsuz (2011), Çev. Murat Beşer<br />

MonoKL Yayınları, Birinci Basım, Kasım 2011, İstanbul, 61 s.<br />

Filozofların çocuklara verdiği konferanslar dizisinden gelen kitap, Badiou‟nun<br />

sonlu ve özellikle sonsuz kavramını çocuklara matematiğe de baĢvurarak yalın bir<br />

biçimde anlatımını içeriyor. Sonuçta çocukların sorduğu sorulardan, konferans<br />

düzeyi ve içeriğinin çok da düĢmediğini, belli bir niteliği koruduğunu söyleyebiliriz.<br />

Sözün dönüp dolaĢıp Tanrı‟ya (çıkıĢ varsayımı) dönmesi ise bir bakıma kaçınılmaz<br />

ve boĢ. Badiou ne denli uğraĢsa da bu sorudan kurtulamıyor. Sonuçta, Ģöyle bir<br />

teknik var mı? Tanrı‟yla ya da Tanrı‟sız aynı (ortak) çözüm. Belki de sonsuz<br />

kavramıyla Tanrı kavramını buluĢturmaktan vazgeçmek gerekiyor (Nasıl olacaksa?)<br />

***<br />

Kavabata, Yasunari; Go Ustası (2012), Çev. Belkıs (Çorakçı) Dişbudak<br />

Remzi Kitabevi Yayınları, Birinci Basım, Mart 1992, İstanbul, 170 s.<br />

Kendisinin „Ģosetsu‟ diye adlandırdığı (romandan daha esnek, cömert ve özgür<br />

bir anlatımı olan) Go Ustası, Kavabata‟nın Tokyo‟da yayınlanan iki gazete için<br />

muhabir olarak yazdığı 1938 tarihli bir Go karĢılaĢmasıyla ilgili. Benim açımdan ve<br />

çeviri üzerinden diğer yapıtları gibi anlamlı olmasa da Kavabata biçemini<br />

ayrımsamamak zor. Aslında Ģiiri derinlerinde haiku biçiminde (regna) taĢıyan bu<br />

soğuk, anlıksal gözlemci dili içine giremeyen için oldukça yadırgatıcı, belki de<br />

bıktırıcı olabilir.<br />

Bense daha önceki Kavabata okumalarından Ģerbetli olduğum için, az çok Go<br />

Ustası‟ndan tat alabildim. “Kapalı göz kapaklarında derin bir hüzün sezilmekteydi: Uykusunda<br />

üzülen bir insan gibi.” (35) Go, bir tür dama ya da satranç gibi ama Japonya ve Çin‟de<br />

tarihsel bir derinliği olan, ulusal, belki dünya ölçeğinde yarıĢmaları olan taĢlı oyun.<br />

Oyun için kitap boyunca özellikle çevirmenin verdiği açıklamalar oyunu kavramak<br />

için yetmiyor haliyle. Metin içinde oyunun anlık durumu çizim olarak da veriliyor yer<br />

yer. Ama kitabın beni ilgilendiren yanı yazarının sesiydi. Anlatının odağında Go<br />

Ustası var ve bu oyunda genç rakibine yenildikten bir süre sonra (bir yıl) ölüyor.<br />

Kavabata ustayı bir biçim ve jest olarak algılatmaya çalıĢıyor. Bir maskeyi yontar<br />

gibi çalıĢıyor ve algıya gelen izlenimle yetiniyor. Ġleri gitmiyor. Okurun ustanın içine<br />

15


yerleĢmesi için bir tür medyumluk yapıyor. Bence bunu baĢarıyor: “O inanılmaz kaderini<br />

sonuna kadar izlemişti Usta. Kaderi izlemek, o kaderle övünmektir denebilir miydi?” (57)<br />

Kitabın varsa büyüsü burada. Maske neleri gösteriyor, neleri örtüyor. Metin<br />

aralıkta duruyor ve araftaki o metnin (Kavabata yazısının) bir önü var ve bir arkası.<br />

Bundan genel bir Kavabata okurluğu imgesi çıkar mı bilmem: iki yüzden (önden ve<br />

arkadan) okuma. Bana bu olanaklı gibi geliyor.<br />

***<br />

Dickens, Charles; Martin Chuzzlewit 1 (1843-44), Çev. Murat Belge<br />

Adam Yayınları, Birinci Basım, Ağustos 1982, İstanbul, 431 s.<br />

*<br />

Dickens, Charles; Martin Chuzzlewit 2 (1843-44), Çev. Murat Belge<br />

Adam Yayınları, Birinci Basım, Ağustos 1982, İstanbul, 432-862 s.<br />

Dickens <strong>okumalarım</strong>ın bu dördüncü ya da beĢinci ayağı, genelde Dickens<br />

okuma mutluluğuma yeni eklemelerde bulundu. Kafamda neredeyse 60 yıldır<br />

oluĢan ve yanıtı bulunamamıĢ bir soruyu Dickens Martin Chuzzlewit‟de yanıtlamıĢ<br />

iĢte. Kuramsal kaynakların düĢünceleri sokaktaki insanlarla birleĢtirme konusunda<br />

yetersizliğini acıyla görmemi sağladı. Demokrasi kavramı diyelim yurtlanırken,<br />

Paine‟lerin, Whitman‟ların, Emerson‟ların, Tocqueville‟lerin, Franklin‟lerin rüzgârlı<br />

esinleriyle yanlıĢ zeminlerle iliĢkilendirildi. Yer(el)den demokrasi deyince o uzak ve<br />

ıssız birey demokrasisisinin cilası gereğinden çok parlatıldı ve mitolojilere<br />

bağlandık. Özellikle bu eleĢtiriyi ben biraz daha yayıp son onyıllarda yeni Marksist<br />

eleĢtirilerce oldukça benimsenen Atina demokrasisi, vb. yaklaĢımlara da<br />

uygulayabilmek isterdim. Oradaki demokrasinin olgu/düĢünce sırasıyla ilgili bir<br />

sor(g)um var. Belki gereken yeni bir Charles Dickens‟dır.<br />

Bu neredeyse bin sayfayı bulan romanın bizde büyük Ģansı da doğrusu (bunu<br />

söylemek içimden hiç gelmese de) eĢsiz çevirmenini bulması. Bana kalırsa Martin<br />

Chuzzlewit bir daha Türkçe‟de bunca yetkin bir düzeyi yakalayamaz. Eğer<br />

sezgilerim beni yanıltmıyorsa burada ne Dickens yitirildi, ne Ġngilizce‟nin, ne de<br />

Türkçe‟nin incelikleri. Olağanüstü. Yeniden, iyi bir baskısının yapılması gerek.<br />

Bu romanı, en azından bir bölümünü benim için bunca çekici kılan Ģeyse,<br />

yerleĢik Ġngiliz uygarlığının bakıĢ açısının, Amerikan taĢra demokrasisiyle acı,<br />

buruk, gülünç yüzleĢmesi. Dickens harikalar yaratıyor ve kırıp geçiriyor ortalığı.<br />

Kafamdaki tüm yüceltme giriĢimleri bir bir çöktü ve hakikat gerçeği solladı. Bugünün<br />

16


Amerikan Ġmparatorluğunun (!) kaynağında nasıl bir demokrasi (!) olduğunu merak<br />

eden varsa Tocqueville‟den önce Dickens‟a bir baksınlar.<br />

Böylece Martin Chuzzlewit romanı uzamları ve coğrafyaları, Ġngiltere‟yi ve<br />

Londra‟yı, limanları, sokakları, iĢçileri, çulsuzları, hırsız uğursuzları, irili ufaklı<br />

burjuvaları, toplumu, vb. kesiyor boydan boya. Ġyilik ve kötülük turnusol kâğıdı gibi<br />

rengiyle gösteriyor kendisini. Daha doğrusu bu romanı yılmadan okuyan kiĢi, sıvıya<br />

banılan turnusol kâğıdı gibi duyumsuyor kendisini. Verdiği renge göre foyası<br />

çıkacak ortaya sonunda.<br />

Romana gelince yüzyılın tanıklığı konusunda neredeyse tüm Dickens<br />

romanları gibi olağanüstü olan yapıt, yer yer zayıf bağlantıları, öykü sarkmaları ve<br />

kopmaları yüzünden belki yapı sorunları yaĢıyor. Zamana dizilmiĢ serüvenler<br />

anlayıĢından daha yeni kurtulmuĢ yazar düĢgücü, romanın dokusunda, örgüsünde<br />

yer yer gevĢek alanları önleyemiyor. KiĢiler bazen kendilerinin ötesine ya da<br />

berisine düĢüyor, yerlemsizleĢiyor. Nerede o Balzac, Flaubert ya da çağdaĢı Ġngiliz<br />

yazarları sıkılığı, dedirtiyor okura. Öte yandan bu gevĢekliği ayrımsamıĢ, yapı<br />

sağlamlığı konusunda ödünsüz okur bile bütün kusurlarına karĢın Dickens<br />

okumaktan alınabilecek zevkin tamamını almaktan vazgeçmiyor asla (En azından<br />

ben). Bir yerden sonra bu kusurlar, çocuksu entrika bile bir okuma eğlencesine,<br />

keyife dönüĢüyor inanın.<br />

II. bölümüne „Burada Bazı KiĢiler Okura Tanıtılmaktadır. Okur Ġsterse Bu<br />

KiĢilerle Ahbaplığını Ġlerletebilir,‟ (13) baĢlığı atabilen, romana “Görgülü bir aileden<br />

geldiğini iddia eden hiçbir bay ya da bayan soylarının son derece eski olduğunu öğrenmeden<br />

Chuzzlewit ailesine yakınlık duyamayacağına göre, bu ailenin dosdoğru Adem ve Havva‟dan<br />

geldiğini bildirmekle şeref duyarız,” diye baĢlayan (7) ve okuruyla yaren Dickens,<br />

dünyanın en usta karikatüristi olarak çizdiği Mr. Pecksniff tipiyle yine evrensel<br />

17


yazının kitabesine kazıyor adını. Üzerine birçok doktora tezi yazılmıĢ olmalı bu<br />

tipleme gücü ve örneğinin.<br />

ĠĢte birkaç tümceyle, eĢsiz bir tipleme: “Mavi Ejder‟in sahibesi dış görünüşünde böyle<br />

bir han sahibesinin olması gerektiği gibiydi aynen: Geniş yapılı, etine dolgun, rahat, güzeldi; pembe<br />

beyaz, neşeli yüzü hem kilerinde güzel şeyler bulunduğunun, hem de bunların sağlıklı, iyi bir etkisi<br />

olduğunun kanıtıydı. Duldu, ama matem kılığından çıkalı ve yeniden çiçek açalı epey olmuştu; şimdi<br />

bile çiçeği burnunda denebilirdi neredeyse. Gerçekten de geniş eteklerinde güller, göğüslüğünde<br />

güller, başlığında güller, yanaklarında güller vardı; evet, dudaklarında da vardı, hem de toplamaya<br />

değer güller. Kara gözü hâlâ parlak, saçları hâlâ kapkaraydı; hoştu, gamzeliydi, balıketiydi ve tıkızdı<br />

böğürtlen gibi; gerçi pek genç olduğu söylenemezdi ama, Hristiyan dünyasında herhangi bir yargıç<br />

önünde, Mavi Ejder‟in gülümser sahibesi kadar hoşlanmayacağınız pek çok genç bayan (Tanrı<br />

korusun hepsini) bulunduğuna yemin edebilirdiniz.” (34)<br />

Dickens‟ın aktörel (etik, ahlakçı) tepkisi bazen doruk yapıyor: “Kötü bir benzeti;<br />

çünkü bu ülkede demir ve çelik et ve kemikten çok daha önemli ve değerlidir. İnsanın kurnaz elinden<br />

çıkma eserler dayanıklılık sınırının ötesine kadar zorlanırsa, kendine göre bir öçalma yolu bulur; oysa<br />

Tanrı elinden çıkma sefil mekanizmanın böyle bir tehlikesi yoktur, sürücünün isteğine göre<br />

horlanabilir, ezilebilir. Şu makineye bakın! Şu duygusuz maden kitlesine zarar vermek, yirmi insanın<br />

canını almaktan çok daha ağır bir ceza gerektirir bu ülkede! Yıldızlar böyle göz kırpıyor o kanlı<br />

çizgilere; özgürlük de şapkasını gözlerine kadar indiriyor ve en iğrenç görünümüyle Baskı‟nın kendi<br />

öz kızkardeşi olduğunu itiraf ediyor.” (355)<br />

Dickens, okurluğu, okumayı zevke dönütüren bir yazar. Onu Shakespeare‟den<br />

Dostoyevski‟ye geçen hat üzerine yerleĢtiriyor, Twain‟le kan bağını merak ediyorum.<br />

*<br />

Stefan Zweig: “İnsanlar neşelenmek istediklerinde ve tutkunun<br />

acınası çekişmelerinden yorularak en silik şeylerde bile şiirin gizemli<br />

müziğini aradıklarında, Dickens hep unutulduğu yerden çıkıp<br />

gelecektir.”<br />

Virginia Woolf: “Dün Dickens’tan aşağı yukarı yüz sayfa okudum…<br />

Ne kadar doğrudan, renkli... Daha çok tekdüze, ama nasıl da zengin<br />

ve yaratıcı… Ancak yüce bir yaratıcılık değil bu. Ne varsa orta yerde.”<br />

***<br />

Asvani, Âla El; Yakupyan Apartmanı (2004), Çev. Avi Pardo<br />

Turkuvaz Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2008, İstanbul, 224 s.<br />

3 yıl sonra yazdığı Chicago‟sunu (2007) daha önce okumuĢtum Mısırlı,<br />

Kanada yerleĢiği diĢhekimi, yazar Asvani‟nin ve takıldığım yerleri olsa da ilgimi<br />

çekmiĢti bayağı. Ama kabul etmek gerekir ki Yakupyan Apartmanı daha etkili, iyi<br />

bir roman. Arapça yazdığını belirtmeliyim yazarın ve umarım yanlıĢ bilgi değildir bu.<br />

90‟lı yıllarda Kahire‟de geçen roman geriye doğru 40-50 yıllık Mısır yakın<br />

tarihinin tanıklığını da baĢarıyla gerçekleĢtiriyor. Asvani‟nin kullandığı teknik tam da<br />

bu amaca uygun seçilmiĢ belli ki. Çok kiĢili ve kentten değiĢik kiĢi, olay ve<br />

sahnelerin arka arkaya kurgulanması insanları ve eylemlerini toplumsal temsile<br />

taĢıyor kendiliğinden. Beni burada ilgilendiren ve etkileyen Ģey, geniĢ açılı<br />

(panoramik) bakıĢın zamanı ters oranlı kısaltırken (geriye dönüĢlerden söz<br />

18


etmiyorum, anlatı zamanıyla ilgili bu) yaĢamın tümünü kucaklamakta yetkin,<br />

doyurucu bir anlatım olduğu ve sanatçıya yaratıcı olanaklar sunması. Doğrusu<br />

bugüne değin gözlemlerim bunu haklı çıkarıyor. Sinemada da öyle… Birçok yazar,<br />

bizde Yakup Kadri de (Panorama, 1953) böyle bir Ģeyi denemiĢti. Altman ustası<br />

zaten (1993, Short Cut‟ı unutamıyorum), Ġnarritu… KiĢiler sahneye çıktıkça okurun<br />

kafasında kent yaĢamı örgüleniyor, hatta daha çoğu, bir ülkenin zamanı diplerde su<br />

yüzüne çıkıyor. DeğiĢik renk ve ilmekler, roman çerçevesi (fiziği) içerisine<br />

yerleĢtirildikten sonra ortaya çıkan tablo çok kötü bir tablo, berbat bir kilim de<br />

olabilir. Eğer ilmekler doğru, iplikler uyumlu ve kafada bir desen tasarı varsa ortaya<br />

çıkacak yapıt bileĢenlerinin kesinlikle kat kat üstünde bir yapıya dönüĢebilir.<br />

Asvani sanki bir Mısır 20.yüzyılı için (aynı Ģeyi Türkiye için rahatlıkla<br />

söyleyebilirim) en uygun tekniği bilinçle seçmiĢ. Mısır yüzyılı ağır ve kendi iç<br />

dinamiklerine uygun seyreden herhangi bir topluma göre düzensiz, dağınık,<br />

karmaĢık iç/dıĢ dinamik düğümü olarak birde çokluğu, çoklukta aslında biri en iyi<br />

yansıtacak tekniği gerektiriyordu. Büyülü gerçekçilik anlatı teknikleri nasıl 50-<br />

60‟larda Latin Amerika hakikatini yüze çıkardıysa… Ama Ģunu demiyorum. Bu<br />

teknik Mısır ya da Ortadoğu hakikatinin tekniğidir. Hayır. Tezim Ģu olabilir. Teksesli,<br />

modal, yazgısal bir dünyayı, böyle çoksesli bir biçim (içerik demiyorum, dikkat) iyi,<br />

eksiksiz yansıtabilir. Çünkü hakikat anlık biçim ve görüntülerde dıĢavurur kendisini.<br />

Nedeni, derinliğin süreksizliği... Bir geçmiĢ vardır aslında ama öyle kesintilere<br />

uğramıĢtır ki bellek(ler) uçup gitmiĢ, yeniden baĢlanılmıĢtır her kezinde.<br />

Usta sanatçı ne yapacak. Bu biçimi alacak (kesintililik, süreksizlik, ansal,<br />

olgusal çokluk, vb.) ama bu biçime sürekliliği, anımsanmayanı ısrarla anımsatacak<br />

bellek çalıĢmasını bindirecek. ĠliĢkili, bağlantılı, hatta bağlamsal bir içerik, üçüncü<br />

(dördüncü?) boyut ekleyecek. Asvani bu romanında ne yapması gerektiğini bilerek<br />

sıvamıĢ kollarını.<br />

Seçtiği her karakter (tip) sonsuz değiĢkenliği, ansallığı, geçiciliği içinde<br />

inanılmaz bir temsille yükleniyor. Bu temsil de geçici olabilir ama çıkarmasını bilen,<br />

hakikati bu temsil üzerinden süzecektir.<br />

Asvani‟nin zekâsı bu çerçeve içerisinde bir de Ģöyle çalıĢıyor. Avlayan avlanır.<br />

Bu arka arkaya açılmıĢ ağızlar, her avcının aynı zamanda kurban oluĢu, yazgıyla<br />

özgürlüğün bu dengesiz, duraysız arakesiti okuru ikiye böler ve bölünen her parça<br />

ötekinden koparsa okurluk bir türlü gerçekleĢemeden kalır. Burada okur marifeti<br />

yapıtın bölme iĢlemini tersine (çarpana) dönüĢtürmek ve bunda ısrar etmektir.<br />

Olguya takılmadan ve onun peĢini bırakmadan iki parçayı kendi bilincinde<br />

tümlemek…<br />

Bir baĢka Asvani gerçeği de gündelik yaĢamın sıradanlığının içinde yatan<br />

olağanüstüyü, tansığı ayrımsayan eytiĢimsel (diyalektik) kavrayıĢı. Bu yaĢam yaĢlı<br />

ve zevkli zampara <strong>Zeki</strong> el Dessuki Beyi yaĢamını bedenini kullanarak geçinmeye<br />

zorlanan genç Busayna‟yı romanın sonunda buluĢturabilir, evlendirebilir de. Bu<br />

masalsı son, hiç de „happy end‟ duygusu yaratmıyor. Tersine tüm yaĢam<br />

karmaĢasına verilmiĢ iyi, sağlıklı bir yanıt gibi dikiliyor.<br />

BaĢarılı çevrisiyle okunması gereken bir roman diye düĢünüyorum. Özellikle<br />

de, aynı zamanda roman uzamları ve sınıfsal tipolojisiyle bizim öykümüzü taĢıdığı<br />

19


için. Bizim yazınımızın böyle kent kesitleri, geniĢ açılı anlatıları niye yok. Bunlar<br />

olmayınca toplum ortaya çıkamıyor. Birkaç ana karakter romanın uyarısız çukuruna<br />

dönüĢüyor ve okur da kendini boylu boyunca atıyor çukurun içine. Daha çok<br />

sakatlanıyoruz (benim naçizane görüĢüm).<br />

***<br />

Yalçın, Mehmet; Şiirin Ortakpaydası II. Kuram ve Çözümlemeler (2010)<br />

İkaros Yayınları, Birinci Basım, Aralık 2010, İstanbul, 429 s.<br />

Beni uzun yıllardır Mehmet Yalçın‟ın iki ciltlik Şiirin Ortakpaydası çalıĢması<br />

denli mutlu eden bir okuma yaptığımı anımsamıyorum. Yitirdiğim dili, bir yaĢamı,<br />

alacakaranlıkta gezinirken karĢıma çıkan bu çalıĢmayla buldum ve sıkı sıkı sarıldım<br />

ona diyebilirim. Yoksa varlığından kuĢku duyacaktım kendi yaĢamıĢlığımın bile.<br />

Daha önce de yazarın temel kuramsal çalıĢmasını içeren ilk ciltten söz<br />

ederken de değinmiĢ olmalıyım. En baĢta beni etkileyen yanı, nesnesini oluĢturur,<br />

ele alır, irdeler ve yargılarını üretirken baĢvurduğu bilimsel yöntemi. Bilimselliğe<br />

gösterdiği özeni ve tutarlılığı… Çünkü geçiĢtirdiği, ertelediği herhangi bir alan<br />

kalmadan yol alması gerektiğini iyi bilen bir bilim adamı Sayın Yalçın öncelikle, belli<br />

ki. Eğer bir Ģiir kuramı ise amacımız, hiçbir gerekçe, herhangi bir bilim kuramından<br />

daha azıyla yetinmeyi haklı gösteremezdi.<br />

Bu ikinci cilt, 70 sonlarından günümüze dergilerde konuyla ilgili yayınladığı<br />

yazıların gözden geçirilmiĢ derlemesinden oluĢuyor. Her biri kendi baĢına doyurucu<br />

iken öte yandan daha bütün bir düĢünceye, dizgeli bir beklentiye de bağlantılı.<br />

Türkçemizde Ģiir olgusuna dilbilim, göstergebilim kaynaklarından esinlenerek ve bir<br />

Ģiirbilimi erekleyerek yaklaĢan Mehmet Yalçın çalıĢmaları kuramsal olarak<br />

doyurucu. Bunun üç örnek (Buadelaire, Anday, Ece Ayhan) üzerinde ayrıntılı<br />

uygulaması birinci ciltte verilmiĢti. Bu ikinci cilt kuramın Ģu ya da bu boyutuna açıklık<br />

getirir, tümlerken özellikle kendi Ģiirimiz üzerine somut yorumları da içeriyor. Hatta<br />

sığlığını aĢamamıĢ birçok tartıĢma için (Örneğin, Ġkinci Yeni, vb.) bir tartıĢma alanı,<br />

bir çevren de oluĢturuyor. Derdinin ya da sorusunun, „Ģiir nasıl olmalı, yazılır?‟<br />

türünden saçma anlatımlarla ilgisi olmadığı çok açık.<br />

Mehmet Yalçın bize, daha aĢağısına razı olmamamız gereken bir Ģiir altlığı<br />

sağlıyor (anlama, kavrama, tanımlama açısından). Artık onun önerdiği, geliĢimine<br />

kuramsal olarak katkıda bulunduğu bu ölçütler, yöntemler kullanılmadan Ģiir üzerine<br />

düĢünemez, onu doğru değerlendirebileceğimizi umamayız.<br />

Bu kuramlaĢtırma çalıĢmasını özetleyecek değilim. Arkasındaki büyük<br />

düĢünsel emeğe, saygılı yaklaĢıma ayakta selam durmakla yetineceğim. Takıldığım<br />

yer için ise bu ülkede ve dilde daha uzunca bir süre beklememiz gerekeceği açık. O<br />

da Ģu: bu gediksiz kuramın Ģiir çözümlemeleriyle eĢleĢmesi hiç kolay değil.<br />

Çözümleme ve çözümlenmiĢ Ģiir bir noktadan sonra alıp baĢını gidiyor. Kuramsal<br />

söylem kipi ile yontulmuĢ betiğin zorlama buluĢmasında sorun ise, öyle sanıyorum<br />

kuramın uygulamaya dönük yöntemlerinin, ara üreteç, düzeneklerinin henüz<br />

yeterince yapılandırılamamıĢ oluĢuyla ilgili. Bu dev bireysel çabanın birçok insanca<br />

taĢınması, ayrıntılandırılması, gereçlerinin oluĢturulması gerekiyor. Yine de eğer<br />

20


ireysel betik (Ģiir) algı yaklaĢımının ele avuca gelmez payının daha düĢürülmesi<br />

olanaklı ve gerekli. Zaman isteyen de bu. Algının keyfiliğinin sınırlanma giriĢiminin<br />

daha sıkı örüntülere, kısıtlara bağlanmasında yarar var. Bu Ģairin elini tutmak,<br />

özgürlüğünü boğmak değil ama daha uzunca bir süre böyle anlaĢılacağı,<br />

algılanacağı da belli ve yazık ki kaçınılmaz (bu ülkede).<br />

Tam burada bir yazara, bilimadamına, Mehmet Yalçın‟a, bir okur(u) olarak<br />

teĢekkür etmek isterim.<br />

***<br />

Blanchot, Maurice; Ölüm Anım (2002), Çev. Bahadır Turan<br />

Encore Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2012, İstanbul, 43 s., Küçük boy.<br />

Sonsöz Yerine, Melih Başaran, s.23-43<br />

Ölüm Anım, öyle bir kısa kurgu ki okuyan eĢikte (araf) kalıyor ve sınırı kavrıyor<br />

(mu acaba?) Baricco, Okyanus Deniz‟de (Can y., 2009) denizle karanın sınırına<br />

dikmiĢti gözünü ve soruyordu: Nereden geçer?<br />

YaĢamla ölümün arasında bir sınır nereden, nasıl geçer ve yanlıĢlık bizi bu<br />

yandayken öbür yana koyabilir mi? Bu yanlıĢ, üstüne, düzeltilebilir mi?<br />

Yeni olmamakla birlikte sahici bir mini metin... Ucu Dostoyevski‟ye çıkar,<br />

kimbilir daha kimlere…<br />

***<br />

Cengiz, Serpil Aygün; Modernizm, Otomobil Kültürü ve Reklam (2009)<br />

Ütopya Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2009, İstanbul, 271 s.<br />

2005 yılı Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim<br />

Dalına doktora tezi olarak sunulmuĢ bu çalıĢma akademik çalıĢmalar konusunda<br />

önlemli olan benim gibi birini beklenebileceği gibi çok da ĢaĢırtmıĢ sayılmaz.<br />

Üniversitelerimizin son birkaç on yıl boyunca tüm bilimsel (!) çalıĢmalarının<br />

özünü neredeyse modernizme ve dolayısıyla usa (akıl) her bahaneyle vurmak<br />

oluĢturuyor. Nitekim beni de çeken böyle bir konu kentsoylu modernitenin (neden<br />

böyle bir özdeĢleĢme?) eleĢtirisine araç kılınmıĢ, dolayısıyla da eleĢtiri eğer varsa<br />

güme gitmiĢ. EleĢtiriyi ustan ayırma giriĢiminin kimlere, nerelerde, nasıl hizmet<br />

edeceğini, nice dolayımlardan sonra, kimse bilemez, kestiremez.<br />

Önsözünden bir alıntı: “Böylece tüketim olgusu, yalnızca satın almak anlamında değil,<br />

yeni bir toplumsal ilişki anlamında, modernizmin temel unsuru olmuştur.” (15) Yorum<br />

yapmayacağım.<br />

Otomobile ve onun reklamlarına iliĢkin çözümlemesini de otomobil eĢittir<br />

aydınlanma köklü modernizm yargısına bağlayan yazarın bilerek ya da bilmeden<br />

kim(ler)in ekmeğine yağ sürdüğünü ve bu ülkede üniversitelerdeki us düĢmanlığının<br />

ve bilisizlik (cehalet) üretim odağına dönüĢmelerinin ne anlama geldiğini de<br />

sormayacağım.<br />

***<br />

21


Dickens, Charles; Bir Noel Şarkısı/A Christmas Carol (1843),<br />

Çev. Meral Camcı<br />

BordoSiyah Yayınları, Birinci Basım, Eylül 2010, İstanbul, 199 s.<br />

*<br />

Dickens, Charles; Noel Şarkısı (1843), Çev. Nihal Yeğinobalı<br />

Can Yayınları, Altıncı Basım, Şubat 2011, İstanbul, 136 s.<br />

*<br />

Dickens, Charles; Bir Yılbaşı Öyküsü (1843), Çev. Çiçek Eriş<br />

Türkiye İş Bankası Yayınları, İkinci Basım, Ocak 2010, İstanbul, 83 s.<br />

*<br />

Dickens, Charles; Gelin Odasındaki Hayalet (1837-1866), Çev. Özgü Çelik<br />

Say Yayınları, Birinci Basım, 2004, İstanbul, 416 s.<br />

*<br />

Dickens, Charles; Yedi Yoksul Gezgin (1854), Çev. Selda Aydın<br />

Kavis Yayınları, Birinci Basım, Aralık 2008, İstanbul, 53 s.<br />

*<br />

Dickens, Charles; Gizemli Öyküler (1854-66), Çev. Saadet Akıncı<br />

MEB-Cumhuriyet Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2001, İstanbul, 80 s.<br />

*<br />

Dickens, Charles; Perili Ev-The Haunted House (1854),<br />

Çev. Zeynep Yazıcıoğlu<br />

Bordo Siyah Yayınları, Birinci Basım, Eylül 2010, İstanbul, 104 s.<br />

1843-1866 arasına yayılan ve çoğunluğu Dickens‟ın kendi yazı geleneği içinde<br />

noel öyküsü diye tanımlanan Türkçe‟de derleyebildiğim öyküler Ģöyle. Bunların<br />

bazıları da ilk romanlarının içinde geçen (yapıĢtırma) öyküler:<br />

Bir Hapishanede Bulunan İtiraflar, 1837 (GÖ)<br />

Tuhaf Sandalye, 1837 (GOH)<br />

Bir Delinin Kaleminden, 1837 (GOH)<br />

Zangoç Kaçıran Cinler, 1837 (GOH)<br />

Posta Hayaletleri, 1837(GOH)<br />

Grozgwig Baronu [Nicholas Nickleby‟den], 1839 (GOH)<br />

Bir Noel Şarkısı (A Christmas Carol), 1843 (BNŞ, NŞ, BYÖ, GOH)<br />

Hayalet Gören Adam ile Hayaletin Anlaşması, 1848 (GOH)<br />

Günbatımında Okunacak [Nicholas Nickleby‟den],1852 (GOH)<br />

Yedi Yoksul Gezgin, 1854 (YYG)<br />

Asılmış Adamın Gelini, 1857 (GÖ)<br />

Perili Ev, 1859 (PE)<br />

Cinayet Davası, 1865 (GÖ, GOH)<br />

Sinyalci, 1866 (GÖ, GOH)<br />

22


Bunların içinde Nihal yeğinobalı özellikle, Meral Camcı ve Saadet Akıncı<br />

çevirileri dikkate değer. Buna karĢılık öykülerin birçoğunun bulunduğu Say<br />

baskısının çevirisi kötü ve zaten tadı az öyküleri iyice tatsızlaĢtırmıĢ…<br />

Bu öykülerde öncelik pathos‟a verilmiĢ ve Dickens dinsel ideasını, toplumcu<br />

iyilik duygusunu reformist bir açıya yerleĢerek, katı ve nasırlı dogmatik dinsel<br />

uygulamaları da bu arada eleĢtirerek bir görevi yerine getirmiĢ. Bu görev genç<br />

kuĢaklara, çocuklara dönük iyimser, umutlu, kollayıcı, sevecen bir görev…<br />

Dickens‟in yürek atıĢlarını kulak kabarttığınızda duyabiliyorsunuz.<br />

Öte yandan Dickens‟da döneminin etkisi olsa gerek (Balzac‟tan biliyorum) tinci<br />

(spiritüalist) deneyimlere bir yatkınlık var. Modaydı o sıralar bu arayıĢlar (Olgucu<br />

bakıĢla da bir ilgisi var belki). Yazarımız, bu hayalet, ruh öykülerinde Ģiirin dozunu<br />

epeyce de kaçırıyor kaçırmasına. Ve anlıyoruz ki Ġngiliz coĢumculuğunun rengarenk<br />

ve ağır etkilerinden hiç kurtulamadı ama büyük anlatılarında etkilerini bir yama gibi<br />

taĢısa da eksenine oturtmadı yapıtının. Pathos‟u tanıklığının etkisini çoğalttı ve<br />

yazıyı aynı zamanda görev olarak algılamasıyla ilgiliydi bu. Onun iyilik duygusu,<br />

gerçeğe boyun eğmeyen bir Ģey ve gerçeği örtbas etmesine yol açabilecekken iyi ki<br />

bunu getirmedi.<br />

Yani demek istediğim bu öyküler romanlarından daha çok iki amaçlı<br />

yapılanmıĢ sanki. Biri öğüt, diğeri merak (metafizik). Noel öyküleri ilkiyle ilgili…<br />

Çocukluğu acı, buruk geçmiĢ Dickens‟ın çocuklara söyleyeceği birĢeyler vardı (Bir<br />

Noel Öyküsü bence diğerlerinin yanında bir mücevher). Gizemli öykülerse büyük<br />

anlatılarının içerisinde ya da yanına serpiĢtirilmiĢ bir tür dönemsel okur avlama<br />

tekniği uygulamaları. Doğrusu usta anlatımlarına karĢın zamanını kaçırmıĢ,<br />

gecikmiĢ bir söylem kipindeler. Olmasalar Dickens bir Ģey yitirir miydi sorusuna<br />

düzgün bir yanıt veremem. Çünkü biliyorum ki Charles Dickens için yazmak<br />

yaĢamaktan ayrı değildi ve yazısı iki uç arasında yalpaladı ve sanırım eklektizmi<br />

bununla ilgili. Etikle estetik arasında bu gerilim eğer bağdaĢık bir kurguya, yapıya<br />

varabilseydi Dickens‟dan büyük bir Dickens olurdu ama benim tezim bunu aĢıyor,<br />

onun büyüklüğünü tam da bu eklektizmine, yama, eklenti gibi taĢıdığı duygu,<br />

söylem ve metinlere ve yapı kusuruna bağlıyorum.<br />

Bir Noel Öyküsü‟nü bir kenara ayırırsam, çok da önemli bulmadım açıkçası<br />

bu öyküleri.<br />

***<br />

Nesin, Aziz; Geriye Kalan (1953): Gülmece Öyküleri 1 (2001)<br />

Adam Yayınları, Birinci Basım, Eylül 2001, İstanbul, 1-112 s., (425 s.)<br />

*<br />

Nesin, Aziz; İt Kuyruğu (1955): Gülmece Öyküleri 1 (2001)<br />

Adam Yayınları, Birinci Basım, Eylül 2001, İstanbul, 113-266 s., (425 s.)<br />

*<br />

Nesin, Aziz; Yedek Parça (1955): Gülmece Öyküleri 1 (2001)<br />

Adam Yayınları, Birinci Basım, Eylül 2001, İstanbul, 267-425 s., (425 s.)<br />

23


Aziz Nesin okumasının zorlu geçeceği Ģimdiden belli. Zamanında (Nesin‟in<br />

sağlığında) bu tartıĢma zaman zaman yapılmıĢtı. Yazın çevresi Aziz Nesin<br />

öykülerini kendi kanonuna katma konusunda genellikle hep direnmiĢ, Aziz Nesin‟se<br />

buna pek aldırmamıĢ, gerektiğinde de tartıĢmıĢtır. Yazar sayılmamıĢtır. Ben gözü<br />

kapalı Nesin‟i savunmaya hep hazır oldum, çünkü Ģimdi anlıyorum ki Nesin<br />

mitolojisi yazısıyla ilintiliydi ama yazınsallığıyla değil. Hepimizi etkileyen, büyüleyen<br />

yanı yazıntoplumbilimsel yanıydı. EleĢtirisi, yergisi olağanüstüydü ve duygularımızın<br />

birebir karĢılığıydı. Toplumsal sağaltıcımızdı. Türkçesi yetkindi. Gözlemi<br />

olağanüstüydü ve bir aynada yansır gibi yansıyorduk yapıtında tüm bir toplum<br />

olarak. DavranıĢlarımızın, sözcüklerimizin, ağızlarımızın, jestlerimizin tipolojisini<br />

oluĢturmuĢtu ve gerçek bir döküm (envanter) çıkarmıĢtı Nesin. Toplumun nabzı,<br />

çetelesi gibiydi. Bir yazardan kuĢkusuz fazlasıydı. Bu nedenle mitleĢti ve halk<br />

ekininin bir öğesine dönüĢüverdi, toplumsal belleğe geçti gerçekte.<br />

Tüm bunlar yazından, yazınsallıktan aldı götürdü ama. Daha en baĢından Aziz<br />

Nesin öyle bir yazı-kurgu içine girdi ki, her tümcesiyle toplumsal-politik bir yekinme,<br />

devini çıktı ortaya. Adı geçtiğinde muhalif duruĢ geldi usumuza ilk.<br />

Ben hangi kimliğimle yelteniyorum Ģimdi Aziz Nesin okurluğuna? Sorum bu ve<br />

lüksüm, zamanım yok. Yergisi ve gülmecesi bile ikincildir (artık) benim için ve dünya<br />

ölçeğinde karĢılaĢtırmalı bir yazınsallık ölçütü kullanmak zorundayım ve<br />

kullanacağım.<br />

ĠĢte bu çerçevede Nesin‟in ilk üç öykü kitabını bir araya getiren Adam<br />

Yayınları‟nın toplu basımının ilk cildi beni bunalttı, ezdi. Ben dilimin üzerinde metin<br />

tadı duyumsamadım, buna çok uğraĢmama karĢın, istememe karĢın.<br />

Okumam ilerledikçe belki düĢüncem değiĢecektir, özellikle uzun anlatılarında<br />

belki biçimsel öğeler gözetilmiĢ olabilir. Umarım. (Örneğin, ilk romanlarından Gol<br />

Kralı‟yla düĢkırıklığım yazık ki sürüyor.)<br />

Bu konularda daha çok duracağım için uzatmayacağım.<br />

Aziz Nesin‟in bir baĢka hoĢ yanı da yeni basımlarını aynı zamanda bir<br />

belgeliğe dönüĢtürmesi… Onun kiĢisel tarihiyle ülkenin tarihi de arkada beliriyor<br />

böylelikle ve tanıklık ediyoruz zamana.<br />

Aziz Nesin büyük bir aydın, öncü.<br />

***<br />

Zizek, Slavoj; Kıyamet’in Versiyonları (2010), Çev. Mehmet Budak<br />

Encore Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2012, İstanbul, 79s., Küçük boy.<br />

*<br />

Zizek, Slavoj; İdeolojinin Aile Miti (2008), Çev. Mine Yıldırım<br />

Encore Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2012, İstanbul, 127s., Küçük boy.<br />

*<br />

Zizek, Slavoj; Antroposen’e Hoşgeldiniz (2010), Çev. Mehmet Budak<br />

Encore Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2012, İstanbul, 96s., Küçük boy.<br />

*<br />

Zizek, Slavoj; Komünist Ufuk (2012), Çev. Özgür Öğütcen<br />

Encore Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2012, İstanbul, 105s., Küçük boy.<br />

24


Zizek‟in bağımsız ya da kitapları içinde bölüm olarak yayınlanmıĢ ama burada<br />

ayrı basılmıĢ makalelerine topluca, birkaç tümceyle göz atmakla yetineceğim.<br />

Kıyametin Versiyonları‟nda Zizek Ģöyle diyor: “‟Gelecek olasılıklara açıktır, hâlâ<br />

eyleme geçmek ve fecaatin büyüğünden kaçınmak için zamanımız var,‟ demek yerine kişi felaketi<br />

kaçınılmaz olarak kabul etmeli ve sonra da kaderimiz namına „yıldızlarda yazılı‟ olanı geçmişe<br />

yayılacak biçimde silmek üzere harekete geçmelidir.” (70) Tarihi geriye doğru yazmak,<br />

gelecekten geçmiĢe kurmak gibi ilginç bir düĢünceye yaslanıyor ve güncele bakıĢa<br />

derinlik sağlamıĢ oluyor böylelikle. Vardığı yargı, ulusal egemenliğin radikal bir<br />

biçimde yeniden tanımlanması ve global iĢbirliğinin yeni biçimlerinin (form) icad<br />

edilmesi. (74).<br />

*<br />

Ġdeoloji makinesi Hollywood‟dan seçtiği örneklerle ailenin ideolojik seyrini<br />

çözümleyen Zizek (İdeolojinin Aile Miti), bu makalede, her türden gerecin üretim<br />

sürecine katılabildiğini (Ekim devriminin bile), aile mitinin ancak içeriden<br />

çökertilebileceğini söylüyor.<br />

*<br />

Endüstri devrimiyle 1750‟ler) „kendinde‟, küresel ısınmayla „kendisi için‟<br />

baĢlayan jeolojik çağı adlandıran antroposen deyimi bilimsel bir tanım. Zizek‟in<br />

yargısı ise (Antroposen‟e Hoşgeldiniz), insanın evrensellik izleğine bağlı tanımının<br />

yerini türel tanıma terketmesi zorunluluğu: Dünya yüzünde yaĢıyan Türlerden biri<br />

olduğumu kabul etmek zorundayız. (89) “Evrensel problemi çözmek (insan denilen türün<br />

hayatta kalması), ancak önce kapitalist üretim tarzının açmazını çözmekle mümkün. Bir başka<br />

ifadeyle, eğer hayatta kalmak istiyorsak, sınıfsal pozisyonumuz ya da politik yönelimimizden<br />

bağımsız olmak üzere, ekolojik krizin üstesinden gelmemiz gerekiyor yollu akıl yürütme fena halde<br />

yanıltıcı: Ekolojik krizin kilidini açacak anahtar aslında ekolojide saklı değil.” (92)<br />

*<br />

TartıĢmaları reel politik, tarihsellik içerisinde değerlendirmenin sığlığına<br />

değinen Zizek, post-ideolojinin çölüne iĢaret ediyor Komünist Ufuk‟ta. „Ġmkânsız‟<br />

terimi üzerinde bir kez daha durup düĢünmemizi salık veriyor. Soyons realistes,<br />

demandons l‟impossible! (Gerçekci ol imkânsızı iste!)<br />

***<br />

Badiou, Alain; Felsefe ile Politika Arasındaki Gizemli İlişkiler (2011),<br />

Çev. Murat Erşen<br />

MonoKL Yayınları, Birinci Basım, Kasım 2011, İstanbul, 100s.<br />

Badiou‟nun birbirini tümleyen küçük üç yazısı, kendi temel tezlerine bağlı<br />

olarak felsefeyle politikanın iliĢkilerini sorguluyor. Felsefe ile Politika Arasındaki<br />

Gizemli İlişki‟de, „bilim, ama aynı zamanda politika, sanat ve aşk kümesi‟ önerisine<br />

dayandığını söyleyen Badiou, yeni bir bölümleme ve hiyerarĢi öneren filozofun<br />

gerekçesini, yeni bir zihinsel yaratımın, yeni bir hakikatin az zaman önce ortaya<br />

çıkmasına bağlıyor (28) Ona göre aslında felsefeden demokrasiye geçmek gerekir.<br />

“O halde sorumuz şudur: Politikada, felsefi etkinlik tarafından dönüştürülen şey nedir, öyle ki<br />

demokrasi sonra olanaksız ya da karanlık bir şey haline gelmek için bir zorunluluk olmaya başlasın?”<br />

(38) Yani demokrasi neden felsefenin bir varoluĢ koĢulu ve felsefe neden, çoğu kez<br />

politikanın demokratik bir vizyonu için bu denli uygunsuz?<br />

Felsefe, hakikatin aranmasının herkese açık olduğunu kabul eder. Filozof<br />

herhangi bir kiĢi olabilir. Felsefe meĢruluğunu yalnızca kendinden alan söylemdir<br />

(40) “O halde bu bulanık düğümü bütünüyle anlamak için yeni bir hipotez sunabiliriz. Felsefenin<br />

görüş açısından, demokrasi ne bir norm, ne bir yasa, ne de bir amaçtır. Demokrasi yalnızca halkın<br />

25


özgürleşmesinin olanaklı araçlarından biridir. Tam da tıpkı matematiğin zorunluluklarının aynı<br />

zamanda felsefenin koşulu olması gibi.” (50)<br />

AĢk inĢası (construction amoureuse), sanatsal yaratım, keĢifler, politik<br />

sekansları kuramının ana deneyimleri olarak baĢlıklayan Badiou, Asker Figürü adlı<br />

ikinci yazıda, geçen yüzyılın savaĢa dayalı kahramanlık paradigmasinin yerine,<br />

yönsüz kalmıĢ günümüz için yeni bir kahramanlık paradigması yaratılmasının büyük<br />

sorun olduğunu ekliyor. KarmaĢa, Ģiddet ve adaletsizlik içindeyiz. Öyleyse kolektif<br />

eylememiz için yeni simgesel biçimler yaratılmalı. Bu küresel olumsuzlama ve<br />

„sonul savaĢ‟ bağlamında olmaz. Yeni hakikatler savunulmalı, yeni güneĢ bulmalı:<br />

“Yeni bir zihinsel peyzaj/manzara.” (76)<br />

Politika: Anlatımsal Olmayan Bir Diyalektik yazısı ise öncekileri tümleyecek<br />

biçimde, kurulabilirlik aksiyomu kavramından yola çıkar. Bugün, kurulabilirlik<br />

aksiyomunun, yani varolan arzuların normal arzuların açık adlandırılmasına<br />

daraltılmasının boyunduruğu altındayız. Anahtar kavram, arzuya karĢı yasa kavramı<br />

değildir, böylesi normal arzuların diktatörlüğüdür. (94)<br />

Ġkinci konum ise, yasadıĢı ama türsel olan bir Ģeyin yasasının ötesinde<br />

araĢtırma olarak arzu fikridir. Kupanın içeriğinin tümden değiĢmesi… (95) “Cohen‟in<br />

de düşündüğü gibi, söz konusu olan, yaşamın bütününün türsel olacak parçasını bulmak ya da<br />

yaratmaktır. (…) Normal arzular fikrine karşı, sürekli olarak adı olmayanın varlığını olumlayan bir<br />

arzuya dair militan fikri desteklemeliyiz. Tarihsel varoluşumuzun ortak parçası olduğu ölçüde adsız<br />

olanın varoluşunu bu tarihsel varoluşun türsel parçası olarak ileri sürmeliyiz. Bu tür bir dönüşümün<br />

illa genel ya da bütünsel değil yerel olması olanağıyla birlikte, zamanımızın devrimci anlayışı<br />

muhtemelen budur. Bu kesinlikle yasaya karşı arzu değildir. Genel istenç meselesinin bugün<br />

politikanın merkezi meselesi olduğunu düşündüğü zaman Slovaj Zizek ile tamamen hemfikirim. Ben<br />

sadece sıfatı değiştirmeyi ve normal arzuların karşısına genel istenci değil türsel istenci koymayı<br />

önerirdim.” (96) Ekliyor: “Sorun, büyük bir inancın dayanağı olarak büyük bir kurgunun<br />

bulunmamasıdır. Böylece türsel hakikatlere duyulan en son inanç, türsel istenci normal arzuların<br />

karşısına koyma yönündeki en son olanak, türsel hakikatlerde, bu tip olanak ve bu türden olanağa<br />

duyulan inanç, işte Bizim yeni kurgumuz bu olmalıdır.” (98)<br />

“Fakat bugün, politik eylemin mekânı –politik teorinin, anlayışın ya da temsilin değil, olduğu<br />

haliyle politik eylemin mekânı- tam da, yasaya ve arzuya indirgenemeyen, türsel bir şeyin, türsel<br />

istenç gibi bir şeyin yerini, yerel yerini yaratan bir şeydir. Bu yer, mekân hakkında, Stevens gibi<br />

(Wallace), mümkün, mümkün olmak zorunda diyelim. Belki. Yeni kurgumuzun olanağını bulmanın<br />

mümkün olacağını umalım, bunu ummak zorundayız.” (100)<br />

***<br />

Asiltürk, Baki, Haz.; YKY Şiir Yıllığı 2011 (2012)<br />

Yapı Kredi Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2012, İstanbul, 347s.<br />

Çok Ģey yazmayacağım. En iyi yıllıklardan biri ama birçok Ģair bir duyuruyla<br />

kendilerini çekmiĢler yıllıktan. Sonuç pek de iyi olmamıĢ…<br />

Genel Ģiir düzeyini düĢük bulduğumu, çok benzer Ģiirlerin seçildiğini (beğeni<br />

baskını) söyleyebilirim.<br />

Değerlendirmenin de son yıllık oluĢuyla belki ilgisi vardır, biraz çekinik ve<br />

geçiĢtirilmiĢ olduğunu söyleyebilirim. Genç Ģairler vurgusu, örneklerle yeterince<br />

haklı çıkarılamadığından, tartıĢılabilir belki.<br />

Kaynaklar bölümü güvenilir, iyi.<br />

***<br />

Baricco, Alessandro; Okyanus Deniz (1993), Çev. Şemsa Gezgin<br />

Can Yayınları, Birinci Basım, Aralık 2009, İstanbul, 225s.<br />

26


Baricco‟yla ilk kez tanıĢıyorum. Daha önce de birçok kitabı Türkçe‟ye çevrilmiĢ.<br />

1958 doğumlu Ġtalyan yazar ilk romanı Öfke Şatoları ile Medicis Ödülünü, ikincisi<br />

olan Okyanus Deniz‟le Viareggio Ödülünü almıĢ. İpek (bende var mı bilmiyorum,<br />

varsa okumalıyım) dünya çapında çıkıĢ yaptığı romanı.<br />

Okuduğum kimi günümüz Ġtalyan yazarı bende düĢ kırıklığı yaratmadı değil.<br />

Belki bu izlenim ağırlığı alınmıĢ, yerçekimi etkisinden kurtarılmıĢ dil ve kullanımı ile<br />

ilgili olabilir. Ama dil nasıl yitirir ağırlığını diye sormamız gerekiyor arkasından, dile<br />

haksızlık yapmamak için. Burada dil kullanıcısının kullandığı dile geometrik<br />

yaklaĢım biçimi ve konumlanıĢını irdelemek iyi olacak. Ama daha çoğu var. Dile<br />

yaklaĢmak ne demek? Bundan, yapı sorunsalına geçiĢ yapmamak olanaksız<br />

kuĢkusuz. Yapı derken, ele alınan nesnenin (imge diyelim) yerleminin belirlenmesi,<br />

karĢılıklı konumlamada gözetilen açı ve ilkeler, matematiksel yaklaĢımlar,<br />

yatay/dikey dizilimler (matris), düğümler ve onları bağlayan güçlü ya da zayıf<br />

tutulmuĢ bağlar, vb. gelecek gündeme. Dil bir dizi dönüĢüm (metamorfoz)<br />

geçirirken; ıĢık olduğunda nesnenin üzerine düĢmesi, yer yer yokluğa sığınması ve<br />

kaçıĢın yapı içerisinde oluĢturduğu boĢluk-söz, yaklaĢımın ardında kendini apaçık<br />

gösteren ya da okur sezgilerine yatırım yapan duygusal tını, ezgisel çekim ve<br />

itimler, örgüsel dalgalanmada doruk ve diplenmeler, hem anlatımın hem de<br />

anlatılanın zamansal notasyonu ve suskular, yığılımın artan basıncı, boĢalmalar vb.<br />

üstlenilmiĢ dil-eda sonul eylemle okurun da içine girdiği çokboyutlu bir mimariye yol<br />

açar. Sorun da iĢte bu noktada baĢlar.<br />

Yaratıcı kurgudur demek istediğimiz, çünkü yaratıcı olmayan kurgu da olabilir.<br />

Yaratıcı kurgu bilen, anımsayan ve olmayanı görünür kılan kurgudur. Dille<br />

kullanıcısının özel yorumlanmıĢ iliĢkisini öngerektirir. Yoksa hiçbir im yok ki artık<br />

imgeleĢmiĢ olmasın ve hiçbir imge yoktur ki sanatın güvencesi olabilsin tek baĢına.<br />

Ġmgesiz olmuyorsa o zaman hangi, nasıl imge?<br />

Bu ayrı bir konu. Hem ayrı, hem değil. Sürükleyici ama düzeysiz bulduğun<br />

çağıcıl kimi Avrupa anlatılarında yılıĢık, yavan, imleĢmiĢ imgelerle yazın sanatının<br />

bir yere taĢınmadığını, tersine gerilere düĢüldüğünü gördüm ve büyük geleneğe<br />

yapılmıĢ haksızlığı sindiremedim. Kolay, ucuz olan Ģeye iki kat kuĢkuyla<br />

yaklaĢmakta yarar var. Yazın, imgelemle özel bir hesaplaĢma gerektiriyor. Bu imge<br />

dayanaklarını hele güncele, gündeliğe çokça bağlıyorsa…<br />

Bir de deneysellik üzerinde durabilirim. Deneyselliği taĢıyan altta sağlam bir<br />

zemin yoksa bu deneysellik öncülük olamıyor, ucuzluğun (ilgi çekme, büyüleme,<br />

vb.) bir parçasına dönüĢüyor.<br />

Baricco‟nun Okyanus Deniz‟i hakkında düĢüncelerim böyle değil. Belki yine<br />

kitle kaygısı vardır orasında burasında. Belki örtük, bastırılmıĢ da olsa aĢınmıĢ<br />

beylik imgeler orasından burasından zedeliyor yapıtı. Ama bütünlüğü içerisinde,<br />

yukarıda sözünü ettiğim özgün, yeni denebilecek imge arayıĢı geleneksel ve<br />

yozlaĢmaya yatkın imge saldırılarını önlemeye yetmiĢ. ġiir(sellik)den kurtulmak<br />

denli, çarpıcı beklenti ve sonuçlardan kaçınmak da önemliydi. Felsefenin yazınsal<br />

anlam ve kurguyla iliĢkisi yeni imge yapıcılığı açısından yabana atılacak gibi değil.<br />

Evrensel izlekleri (aĢk ve ölüm, diyelim) bir kez daha önümüze geldiğinde bize kabul<br />

ettiren özgün bir duyarlık taĢıyabilmiĢ dil.<br />

Deniz (okyanus) için yazılmıĢ metin olma özelliği bile yeterince çarpıcı zaten.<br />

Ressamın ve Almayer Pansiyonu‟nda Ismael Bartleboom‟un biri ressam, diğeri<br />

araĢtırmacı olarak peĢine düĢtükleri Ģey okyanusun resmi ve sınırı. Baricco‟nun<br />

ardına düĢtüğü Ģey ise (bir bakıma Murakami‟nin de) yazının sınırı. Bu sınır aynı<br />

zamanda yazıyla postmodern yazının da sınırının geçtiği yere iliĢkin. Deneysellik<br />

meselesi buradan geliyor ve yazar yazının sınırının nereden geçtiğiyle ilgili bir<br />

27


araĢtırmanın içinde aynı zamanda. Kendisi üzerine düĢünen yazı (anlatı) benim için<br />

her zaman önemli olmuĢtur. Bu nedenle Okyanus Deniz‟i de bu bağlama<br />

yerleĢtirmekte zorlanmadım çok.<br />

Postmodern değil ama çoklu (çok öğeli, çok izlekli, çok yapılı, biçemli, vb.)<br />

yaklaĢımı ayıran çizgiyi imlediğimde birçok kiĢi zorladığımı, şeyi (neyi?) kurtarmaya<br />

çalıĢtığımı düĢünebilir. Eh, böylesi bir çabaya saygı duymamak elimden gelmez ya<br />

tutumumun yalnızca buna indirgenmesini de istemem. Kitabın arkasına,<br />

göndermesine bakarım hep. Parça bölük bir yapı bile arkasında kavrayıcı,<br />

anlamaya yardımcı bir düĢünceyi taĢıyabilir. ĠĢte sayısız örnekten biri de Alessandro<br />

Baricco‟nun bu romanı. Ortaya çıkan, belki ilk elde görünmeyen bir resim var yine<br />

de. Bizden aĢırı bir emek, okurluk çabası istiyor olsa da yüzeye takılıp kolayından<br />

yargılamamalı, bu çabayı harcamalıyız.<br />

Almayer Pansiyonu‟nda odasından hiç çıkmayan bir adam var. Herkes gittikten<br />

sonra bir tek o kalmıĢtır geriye ve çocuklar. Kıyıya iner çocuklarla ve onlara bir öykü<br />

anlatır deniz üzerine. Kutlu bir öykü… Ġçinde kutsayan ve kutsanan deniz olan…<br />

Sonra bir taĢ alır ve fırlatır okyanusun üzerine. Belki de yaĢamlarımızın üzerine.<br />

Baricco‟nun dediğine göre, fırlattığı bu taĢ sonsuza değin, deniz üzerinde sekerek<br />

gidecek, batmayacak hiç. Bir çılgın taĢı fırlatacak ve öykü çıkacak ortaya ve<br />

çocuklar bunu dinleyecek. Çocuk olmayı becerebilenler, kaç yaĢında olurlarsa<br />

olsunlar…<br />

***<br />

Kavabata, Yasunari; Göl (1954), Çev. Ülkem Gürpınar<br />

Can Yayınları, Birinci Basım, 1993, İstanbul, 120s.<br />

みづうみ(みずうみ) Mizuumi diye okunuyor romanın adı.<br />

28


Doğrusu Kavabata‟yı belli bir okuma çizgisine yerleĢtirmiĢ, değer yüklemelerimi<br />

yapmıĢken bu küçük baĢyapıtla karĢılaĢmak beni ĢaĢırttı ve mutlu etti.<br />

Öğretmenlikten atılmıĢ Gimpei Momoi‟nin kadın(lık) tutkusunda iç burkucu bir Ģey<br />

var. Ama bu, tutkunun kendisinden değil arkasında umutsuz denebilecek arayıĢtan<br />

ve arayıĢın yetkin anlatımından kaynaklanıyor. Kavabata kendine, içine doğru süren<br />

yazı yolculuğunda bir köĢeyi de böyle (Göl) dönüyor.<br />

Bellek Kavabata‟da öyle çalıĢıyor ki Ģimdi ile geçmiĢ(in anısı, görüntüsü) aynı<br />

ya da birbirini izleyen iki tümcede yaklaĢıyor birbirine. Gimpei ya da Miyako‟nun<br />

bilincinden geçenler, yazıda yankılanıyor ve ayrı zamanların görüntüleri hızlı, kısa<br />

dalga boylu bölümlerde üstüste biniĢiyor, geçiĢiyor. Daha dingin aralıklarda<br />

anlatının soluk alıp veriĢi (nabız atıĢı) yavaĢlıyor.<br />

Gimpei‟nin arayıĢındaki dokunaklılık onu suçlamamızı önlüyor. Eğer sıradan<br />

bir çocuk sevicisi vb. söz konusu olsaydı, okurlar olarak irkilebilirdik. Ama değil.<br />

Onun genç kadın tutkusunda iflah olmaz bir güzellik arayıĢı, bağımlılığı var: “Kız yarı<br />

çıplak vücudunu Gimpei‟ninkine yaklaştırdı, Gimpei‟nin duyduğu o tanrısal müzik gövdesinin içinde<br />

kabarıyordu.” (31) Gimpei‟yi kart zampara, genç kız düĢkünü sapkın biri olarak<br />

görmezsek bu küçük ve çarpıcı anlatıyla baĢ edebileceğimizi düĢünüyorum. Bedeni<br />

ve cinselliği erotizmin de sınırlarını zorlayarak pornografi imasıyla tümleyen<br />

Kavabata dili ve arayıĢının, aslında ne denli yetkin ve masum, en zoru ve ucu<br />

denemekte dinginlik maskesi altında nasıl cesur olduğunu anlıyorum bir kez daha.<br />

Beni ilgilendiren Ģey, bu tene yaklaĢmanın, aynı zamanda yeryüzünün tenine<br />

yakınlaĢmanın (göl) çarpıcı görselliği, görüntülerdeki somutluk (fiziksel etki<br />

neredeyse), bunun yersel bir tapıncın kurucu adımları olarak anlamı. Tenin dili, tüm<br />

toplumsal riskleri üstlenip tinin (egemen/liğ/in) dilinden bağımsızlaĢtığında kendi<br />

baĢına bir değer taĢımasını umabiliriz, hatta ummalıyız. Ummak zorundayız da,<br />

bunu kurtuluĢçu bir çağrı sayıp…<br />

Kavabata‟nın ilk yapıtlarından baĢlayarak belirsizliği derinleĢtiren, tek yargısı<br />

(tümce) içinde çeliĢkiyi taĢıyabilen dili bir bakıma onu Kafka‟nın dünyasına<br />

eklemliyor. Ama Kavabata‟da maskeyi takan tikel kiĢidir, Bay K. gibi tümelleĢmez.<br />

Simge 1+1 üzerinden yürür.<br />

Daha ilk yapıtından baĢlayarak Kavabata‟nın yazı gerekçesi bellidir. Annenin<br />

yerinin belirsizliğidir bu. Anne, bir oğul için olması gereken resmi verememiĢ, oğul<br />

kadın(lık)ı dramatik öykülenimi içinde kur(gulay)amamıĢtır. Anneden üretilebilecek<br />

29


kadın(lar) ayrıĢtırılamamıĢ, oğul baĢlangıca takılı kalmıĢtır. Kadın karĢıt rolleri bir<br />

arada taĢıyarak oğulun arayıĢını hem belirsizleĢtirmiĢ, hem umutsuzca her kadına<br />

dönüĢtürülmüĢtür. Anne olduğu denli kötü kadın (fahiĢe, orospu, vb.), bir yandan<br />

sevgili, masum olduğunca suçlu, günahkâr… Kavabata, bunlardan birine<br />

dokunduğunda ötekileri yitirmiĢ, bu nedenle sürüklenmiĢtir kadından kadına. Onun<br />

bu arayıĢında yadırgatan bir saygısızlık, edepsizlik algılamayız, batıda örneklerini<br />

çok gördüğümüz türden… Tersine, bizde yankılanır belki bastırılmıĢ bir yara<br />

(travma) izi olarak. Anneyi çoğaltır, ayrıĢtırırken bize toplumun sunduğu donanımın<br />

rahatlığına (konformizm) sığınırız genellikle ve bununla yetiniriz. EĢelemeyiz.<br />

Usumuzu ve belleğimizi iyi, olumlu örneklerle çalkalar, arıtma iĢleminden geçiririz.<br />

1966 film uyarlaması. Yön. Yoshishige (Kiju) Yoshida<br />

Gimpei belleğinde kilitli genç ve güzel düĢ-kadın figürünce sürüklenir. Sıkça da<br />

toplumun ortalama algı ve değerlerinin dıĢına düĢer, kıyıdanlaĢır. Tıpkı Kavabata<br />

gibi, çünkü tüm yazısının verdiği okur izlenimi tam da budur. Toplumun her kadını<br />

bu kök-anne figürünü taĢıma gizilgücündedir. Bu nedenle bir fahiĢenin koynuna da<br />

aynı özlem ve suçsuzlukla sığınılabilir. (Rastlantı. Bkz. <strong>Zeki</strong> Demirkubuz, Yeraltı,<br />

2012.) Bununla Kavabata‟nın dünya yazınına katkısı ortaya çıkıyor. Ayıramamanın,<br />

ayrıĢtıramamanın tersten (olumsuzun olumsuzu) yaĢantılanması ve imgelenmesidir<br />

bu katkı. Belirsiz kalanın, tanımlanamayanın imgeleĢmesi… Burada ele gelen Ģey<br />

belki diĢilik, kadınlık, ben(lik), daha baĢlangıçta (doğum) gelen kayıp, vb. olabilir en<br />

çoğu. Üzerine yaĢadıkça kurulacak yapı eksilerek ilerleyecektir. Nitekim<br />

Kavabata‟nın yitiren insanı (Ben), batı ekininin (kültür) uyumsuzundan değiĢiktir.<br />

Verdikleri görüntü insanı acıtacak denli kederli ve benzer de olsa, ilki bir ideaya<br />

bağlanmanın getirdiği türden ve tutkuyla bağlandıkça artan bir yoksullaĢma, öteki<br />

ise ideanın yokluğuna bağlı hayvansal bir kopuĢtur.<br />

Romanlarında eril kahraman (!) asla kadını ele geçirememekte, ona çok<br />

yaklaĢsa da sonunda yitirmektedir. Üstelik toplumun statülerini birçok bakımdan<br />

oldukça zorlayan, ensesti bile çağrıĢtıran bu yaklaĢma giriĢimlerinde, kadın ilginç bir<br />

biçimde çoğulluk, bolluk, çoklu kiĢilik (yani son çözümde bir olumsallık) sunar.<br />

Erkeğin eĢit yanı değil de, onu kapsayan, saran bir hava, atmosfer gibi. Tanıma<br />

gelmez ama belirleyici boyuneğdirim (itaat) gücü. Felaketi, faciayı, her ne ise<br />

30


sonunda o yaĢasa da zayıf halka, kırılgan öykü erkeğindir ve bu kırılganlık tümüyle<br />

erkeğe göre kadının konumundaki belirsizlikten kaynaklanmaktadır.<br />

Bu dil okurunu da (erkek okurunu özellikle, diyebilir miyiz?) kahramanın peĢine<br />

düĢtüğü kadına düğümlüyor, bağlıyor. Biz de bu özlemi duyuyor ve bu özlemi böyle<br />

duyumsadığımız için daha az utanç duyuyoruz. Sağaltım etkisi böyle doğuyor<br />

Kavabata romanlarının iĢte, yazarın hiç de bunu amaçladığını düĢünmeden<br />

söylüyorum bunu. Ve hatta Ģu yargıya rağmen: özlenen anne figürüyle buluĢan<br />

gerçek kadın figürü daha çok cinsellik vurgusuyla öne çıkan uygunsuz (!) kadınlar…<br />

Gimpei çarpık çurpuk, çirkin ayağıyla kadınlarca terk ediliĢini gerekçelendiriyor.<br />

Hiçbir kadın ayaklarıyla onu beğenmeyecek. Öte yandan kadınlarla<br />

buluĢamamasının takınağına dönüĢtürdüğü ayakları lanet, bir tür günah gibi taĢınır.<br />

Suçludur ve bu yüzden annesinden (kadın) yoksunluk yazgısıdır. Giderek<br />

yoksunluğu ve düĢüĢü derinleĢecektir.<br />

“Öte yandan Yayoi, insana bahar güneşinin sıcaklığında yetişmiş duygusunu veriyordu. Başka<br />

nedenlerin yanısıra, Gimpei‟yi ilk aşkına, anne tarafından kuzini olan bu kıza iten belki de bu gizli,<br />

annesini kaybetmeme isteğiydi.” (20)<br />

Romanın son bölümünde Gimpei iyice düĢkünleĢmiĢ, sokakta ona dik dik<br />

bakan bir fahiĢeyle tanıĢır ve bara girer. Ġçki içerler. Sonra çıkıp sözde kadının evine<br />

doğru sürüklenirler:<br />

“…Ucuz bir otel vardır. Kadın duraksadı. Gimpei onun kendisine yapışmış kolunu bıraktı, kadın<br />

yola yığıldı.<br />

„Çocuğun seni bekliyorsa eve git,‟ dedi ve yürüdü.<br />

„Seni aptal! Seni aptal!‟ diye bağırdı kadın, türbenin önünden bir avuç küçük taş alıp, Gimpei‟ye<br />

fırlatmaya başladı. Taşlardan biri Gimpei‟nin ayak bileğine çarptı.<br />

„Ah!‟ diye bağırdı Gimpei.<br />

Topallayarak ilerlerken öylesine mutsuzdu ki! Maçie‟nin sırtına ateşböceği kafesini astıktan<br />

sonra neden doğruca eve gitmemişti? Üst kattaki kiralık odasına vardığı zaman çoraplarını çıkardı.<br />

Bileği hafifçe kızarmıştı.” (120)<br />

Roman böyle bitiyor. AteĢböceği bayramında, satın aldığı ateĢböceği kafesini<br />

Maçie‟nin (peĢinden sürüklendiği köpekli genç kız) kemerine habersiz asıp<br />

uzaklaĢan Gimpei anlatısı, insanı bir Japon ritüelinde olabileceği türden kıvamlı bir<br />

hüzne boğuyor. Her anne umudu veren kadın, tanıĢtıktan bir süre sonra taĢıdığı<br />

anneyi de birlikte alıp götürüyor ve Gimpei daha annesiz, daha yoksun kalakalıyor<br />

ortada.<br />

Odak noktasında Gimpei‟nin yer aldığı Göl, rastlantıyla örgüleniyor ve insanları<br />

buluĢturan Ģey ilineksel bağlar değil. GevĢek kurgunun Kavabata kusuruyla hiç ilgisi<br />

yok, tersine onun yetkin yazınsal biçemine aracılık ediyor bu kurgu. Çünkü o an<br />

içindeki birden çok anı, görüntüyü, imgeyi diyaloga sokuyor ve Bahtin‟in çokseslilik<br />

dediği bir yapıyı kendi geleneksel anlatı yapılarıyla tümleĢtirerek anlatıma<br />

dönüĢtürüyor. Kavabata‟yı asıl Kavabata yapan Ģey öyle sanıyorum geleneği<br />

çağcıllama biçimi kadar kullandığı bu teknikle de ilgili ve çok etkileyici. Yazıya<br />

soyunan biri hiç değilse aslından ve iyi çevirilerle mutlaka Kavabata okumalı.<br />

***<br />

Sağlamer, Mustafa; Fransız Kal Ayvalık (2011)<br />

Cumhuriyet Yayınları, Üçüncü Basım, Temmuz 2011, İstanbul, 176s.<br />

Tuzu kuru bir Türkçeyle kurgu odaklı, izlek bağımlı, saydam, güncel ve bence<br />

sıradan, yazı tadı taĢımayan bir roman. Aslında böyle hafiflik, kolaylık duygusunu<br />

biçimde bir yola dönüĢtüren son parlak örnek Yiğit Okur. Sağlamer bence birinciliği<br />

kaptırmıĢ gibi.<br />

31


Bu tür yazarların okur açısından gerçekten çekici bir yanları var. Bu sanırım<br />

Ģöyle bir Ģey. Her bakımdan kusursuz, dört dörtlük, hani Tanrının özene bezene<br />

yarattı dediği, kıskanılası insanlar vardır ya, dünyada iyi, olumlu ne varsa hep<br />

onlardan yanadır. ĠĢte bu türden Tanrı vergisi insanlara özgü bir gestus vardır,<br />

bedene, dile, hafif alaysı ama yine de içten, baĢtan çıkarıcı, Ģeytan tüylü bir<br />

özgüvenliliğe kesintisiz gönderme yapan. Ben bu türe, biçeme çok sıcak bakan biri<br />

değilim ama verdikleri izlenim denli hafif olmadıklarından kuĢkum yok. Haksızlık da<br />

yapamam. Ama benim için yazı, güneĢi görünce anında buharlaĢacak su lekesi,<br />

nem izi hiç olmadı ve olmaz da bundan sonra artık. Bir yazıyı baĢka bir nedenle<br />

(güncel konular, çarpıcı vuruĢlar, renkli, büyüleyici düĢsellikler, vb.); yazıdan, dilden<br />

ve onun kendi içinde kendini aĢma itkisinden ve bunun bıraktığı ayak izlerinden<br />

baĢka bir nedenle okuyamam.<br />

Bu insanlar, aydınlar, yazarlar kuĢkusuz güzel, hoĢ, sorumlu, çağcıl insanlar.<br />

Değerliler benim gözümde de. Yazdıklarını da okumazlık etmiyorum. Hepsi bu. Ama<br />

zamanım yapmak istediklerimi düĢündükçe öyle kıt ki. Üzülmemek elde değil.<br />

***<br />

Farhi, Moris; Atanmış Erkek (2009), Çev. Püren Özgören<br />

Everest Yayınları, Birinci Basım, Ekim 2010, İstanbul, 368s.<br />

Farhi 1935 yılında Ankara‟da doğmuĢ bir Türkiye‟li Sefarad Yahudisi.<br />

Günümüzün tanınan Ġngiliz yazarlarından biri olduğu yazıyor romanın giriĢinde. Ben<br />

daha önce tanımadığım yazarı, bu romanıyla tanımıĢ oldum. Birçok ünlü film ve dizi<br />

senaryosuna imza attığını da öğrendim. 12 TV dizisi yazmıĢ, 8 filimde de rol almıĢ…<br />

Ġlginç biri.<br />

Atanmış Erkek‟in usta kurgusu ve anlatımı okurda deneyimli bir yazı ustasıyla<br />

karĢı karĢıya olduğu duygusunu veriyor zaten.<br />

Ben romanın yazınsal değeri konusunda kuĢkumu bir kenarda tutarak, bu<br />

gereğinden kolay okunan romanın arkasında yatan kiĢi (yazar) düĢüncesine çok<br />

sıcak baktığımı, bunu değerli bulduğumu söyleyeceğim.<br />

Bu bir tür distopya. DüĢlemsel bir kurgu oluĢu romana uzak da olsa ikinci bir<br />

katman ekliyor. Ancak romanın sonlarına doğru bu yerel coğrafyanın ve kan<br />

davasının bizim samanyolu içinde çılgınca dönen, kan döken, aslında önemsiz ve<br />

minnacık dünyamızı simgelediğini (örneklediğini), Toma‟nın yasasının aslında<br />

öldürüm, yıkım, kıyım kültüne sıkı sıkıya bağlı ve hukuğunu, anlamını buradan<br />

üreten küresel yasa olduğunu kavrıyor, bu usdıĢı Ģiddet karĢısında küçük çaplı bir<br />

dehĢet yaĢıyoruz.<br />

Yazarımız kadim önerisini de koyuyor önümüze, hem de amata‟ya yakılmıĢ<br />

enfes bir ilahi, türkü, diyonizyak bir Ģakıma olarak. Kadın, diyeceğim ama içimden<br />

Farhi‟nin bakıĢ açısına yerleĢip kadınlık demek geliyor. Ama bundan daha fazlası,<br />

32


yani aĢk bile değil aĢkın fazlası: seviĢme. ġu bedenleri kavuran, tutuĢturan, yakan,<br />

teni parlatan, ıĢığa boğan buluĢma.<br />

“Bir başka sefer mırıldandı: „Dev bir keresinde, bedenler yalan söylemez, demişti. Ne demek<br />

istediğini şimdi anlıyorum.” (305)<br />

YaĢamın anlamı, özü bedenlerin, tenlerin birbirlerine duruĢu, dokunuĢu,<br />

giriĢinde… Tüm yüreğimle katılıyorum. Yalanı dolanı bırakalım da bir yana, bu<br />

Ģarkıya kulak verelim. Teni ten, insanı tensel aĢk doğrular. Tevatür gerisi.<br />

SunuĢunu Nina‟ya diye baĢlatan yazar, Ģöyle bitiriyor: “Ve kadınlığa- dünyayı<br />

zırhlı, silahlı insanlarından kurtarabilecek o tek nimete.”<br />

“Bir kadın en mükemmel sığınaktır, demişti Sofi bir keresinde. Onun içinde, dünyanın bütün<br />

hastalıkları iyileşir. Bir erkek başka nerede özgürce soluk alıp verebilir? Başka nerede yaşamayı<br />

öğrenebilir?” (155)<br />

Oysa kitabı okuyan kolayca anlayacaktır, erkeği dıĢlamayan erkekten kadın<br />

yapmaya (erkekteki kadını ortaya çıkarmaya) çalıĢan bir roman bu. Erkek kadın<br />

olmadıkça dünyanın Ģansı olmayacak, barıĢı çok bekleyecek daha. Farhi hem<br />

tersini önermez (yani kadından da aynı zamanda erkek yapmayı) hem de<br />

umutsuzluğa saplar anlatısını. Bugüne değin ne olduysa gelecekte de o olacak,<br />

ölümün yasası egemen olacak ve kadın(lık) asla yönetemeyecek insan soyunu.<br />

DüĢünce köklü, düĢünceye dayalı, tezli, düĢüncesiyle birinci sınıf ama yazı<br />

olarak çok da önemli olmadığını düĢündüğüm bir roman Atanmış Erkek.<br />

“Ve tekrar tekrar sormuş: İnsan doğasında, sevgi açlığını, Yaratılış‟a hizmet eden o temel<br />

gereksinimi sürekli yadsımaya iten şey nedir? Ne dinin ne felsefenin ne de bilimin bir yanıt bulabildiği<br />

o ezeli ve ebedi soru.<br />

Öte yandan…” (367)<br />

“Ona göre Avrupa, köpekbalıklarının toplu beslenme zamanlarında bir araya toplandığı yerdi.<br />

İki dünya savaşı ve sonrasında olanların kanıtladığı gibi, eski kıtanın halkları Yasa‟nın soydaş –<br />

ancak daha geniş çaplı- çeşitlemeleriyle yönetiliyordu. Onların kan davaları da bizimkiler kadar<br />

amansızdı. Onların onur zıtlaşmaları da, bizimki gibi, kendi tarihsel geçmişleri tarafından<br />

dayatılmaktaydı; her ne kadar „emperyal zorunluluk‟ , „milli çıkarlar‟, „devletin dirayeti‟, „siyasal<br />

gereklilik‟, „askeri gerçekler‟, „ekonominin yaşayabilmesi‟ türü şişirilmiş laf kalabalığına ve bunların<br />

her duruma uygun, şartlar her gerektirdiğinde ortaya sürülen, sayısız melezine gizlenmiş olsa da.<br />

Hepsi de aynı onur saçmalığını körükleyen, aslında kendi çıkarının ve abartılı saygınlığın peşinde<br />

koşan uluslardı bunlar.” (301)<br />

***<br />

Bruckner, Pascal; Ömür Boyu Esenlik: Mutluluk Ödevi Üzerine<br />

Bir Deneme, (2011), Çev. Birsel Uzma<br />

Ayrıntı Yayınları, Birinci Basım, 2012, İstanbul, 187s.<br />

Bruckner‟in denemesinden anlıyorum ki çokça umutlanmıĢım. Bende bu<br />

yöndeki birikime tam gerekli yanıtı verebilirmiĢ gibi bir izlenime kapılmıĢtım. Ama<br />

kitap neden bilmiyorum, beklediğim Ģeyi bana verebilmiĢ değil. Bunda çevirinin<br />

olumsuz etkisi olduğunu açıkçası düĢünüyorum. Yani metnin gerektirdiği dilsel<br />

açıklığı çeviri sağlayamıyor ama tersini yapıyor. Türkçe deneme tadını azaltıyor.<br />

Türkçenin yanlıĢ kullanımıyla ilgisi yok bunun, kötü yorumuyla ilgisi var. Böyle<br />

anlarda Eyüboğlu, Günyol, Erhat, vb. çizgisini (bu Mavi çizgiyi) anımsamamak<br />

33


elimde değil. Onlar için metinden önce metnin düĢüncesiydi sadakatin ölçüsü. Hele<br />

yazınsallık derdi ikincil metinlerde. Oysa Birsel Uzma çevirdiği metinle ne taĢıması<br />

gerektiği üzerine çok da kaygılanmıĢ gözükmüyor. Ama çevirmene çok da haksızlık<br />

etmeyelim. Asıl kafa karıĢıklığı yazarla (Bruckner) ilgili olmasın.<br />

Benim gibi bir okuru can alıcı yerinden yakalayacak bir savla baĢlıyor<br />

Bruckner. Mutluluk için mutluluğu tartıĢmanın artık zamanı gelmedi mi, diye<br />

baĢlıyor. Sağlık için sağlığı, acı ürküsünü…<br />

Mauriac‟dan alıntı ne güzel: “Mutluluğun bir felâket gibi üzerine saldırdığı ve<br />

sonunda da felâkete dönüştüğü varlıklar vardır.”<br />

Yazarın çok iyi saptadığı gibi daha giriĢte, “acıyı yok etmeyi amaçlayan bu tür bir<br />

hedef, kendisine rağmen acıyı sistemin merkezine yerleştirir. İşte bu yüzden bugünün insanı,<br />

mükemmel sağlığı aramaktan dolayı hasta düşmek gibi, acı çekmek istemediği için de acı çeker.”<br />

(12) Yani, haklı: “Yaşamı sadece mutlu olmak istemeyecek kadar çok seviyorum!” (13)<br />

Ġlk bölümlerini mutluluk kavramının yerde ve gökte aranıp tanımlandığı ve<br />

bunun için ödenen insanlık bedellerini Batı tarih seyri içinde irdelemeye ayıran<br />

Bruckner, meselenin cenneti yerlemiyle (koordinat) ilgisine değiniyor kaçınılmazca.<br />

Cennet nerede? Ona göre çile çekilecektir. Elbette tartıĢılabilir bir biçimde<br />

Marksizmi diyelim Hristiyan düĢlemine ilintilemekten çekinmiyor yazarımız. Sonuçta<br />

mutluluk uzak geçmiĢ ya da gelecekte, sağda solda, orada burada. Ama bizimle<br />

değil iĢte.<br />

DizgeselleĢtirilmiĢ mutluluk düĢüncelerinin erk uygulamalarına eninde sonunda<br />

dönüĢtüğü bu denli açık mı? Büyük Mutluluk kavrayıĢı insanlığı gerçekten ne kadar<br />

aydınlattı, anlamlı kıldı? Bunları sormaktan çekinmiyor Pascal Bruckner. Özellikle<br />

aydınlanma ve ardılı dizgelerin bundan (eleĢtiriden) yeterince pay aldığını okur<br />

çıkarımı olarak ileri sürmemiz çok da yanlıĢ olmayacaktır.<br />

“Boşluktan doğan meşguliyeti daha da büyük bir boşlukla iyileştirmek: bizi kapana kıstoıran<br />

kusurlu çember de budur. Renksiz hayatlarımızda huzura daha az ihtiyaç duydukça otantik işlerimiz,<br />

ağırlık ve anlam kazandıran olaylar, yerle bir eden yıldırım anlar bizi alıp götürür. Zaman denilen o<br />

büyük yağmacı bizi sürekli soyar; fakat ihtişam içindeyken soyulmak ve tam ve zengin bir varoluşun<br />

bilinciyle yaşlanmak bir şey, henüz doğru düzgün tanıyamadığımız nesneler için her an gıdım gıdım<br />

tırtıklanmak başka bir şeydir. Çağımızın cehennemine yavanlık adı verilir. Aranılan cennet de<br />

bolluktur. Zamanı yaşayanlar vardır, geçiştirenler vardır.” (73)<br />

Gerçek yaĢam yok edilemez, baĢlıklı altıncı bölüm için yaptığı iki alıntı birçok<br />

Ģeyi anlatıyor zaten. Spinoza, “Neşe insanın küçük bir yetkinlikten daha büyüğüne<br />

geçişidir. Keder insanın büyük bir yetkinlikten daha küçüğüne geçişidir,” derken<br />

benim yaĢamım ve görüĢümün özetini iki tümceyle özetliyor ve Katherine Mansfield<br />

Ģu sarsıcı tümceleri yazabiliyor: “Otuz yaşındaysanız ve kendi sokağınızda köşeyi<br />

dönünce kendinizi birden mutluluk, mulak bir mutluluk hissiyle dolmuş hissederseniz<br />

ne yapabilirsiniz? Ya birden bir akşamüzeri güneşinin parlak bir parçasını<br />

yutmuşsunuz, bu güneş parçası göğsünüzün içinde parlamaya devam ediyor,<br />

varlığınızın her bir parseline, her bir el ve ayak parmağınıza küçük kıvılcımlar<br />

gönderiyor gibi hissediyorsanız?” Sarsılmamak elde mi?<br />

Üçüncü bölümünü kentsoyluluğun mutluluk anlayıĢına özgüleyen yazar,<br />

mutsuzluk ve acı çekmeyi idam sehpasına çıkarılacak suçlu ilân etme tarzlarının<br />

demir attığı önemli kaynaklardan olan Budizm ya da Stoacılığı eleĢtirmeden<br />

geçemiyor yine haklı olarak: „Problemleri ortadan kaldırmak.‟ (159) Evet arayıĢ yeni bir<br />

„acı çekme kültürü‟, „küçük devrimler‟, „merhameti kırmıĢ aĢk‟ vb. terimlerle<br />

kurgulanabilir belki de. “Bugün beceriksizce ve el yordamıyla icat edilen, vazgeçme uçurumuna<br />

düşmeden bahtsızlık bilincini içselleştiren bir yaşama sanatı, bize acıyla ve acıya karşı var olma<br />

olanağı sağlayan bir dayanma sanatıdır.” (181) Acı gibi mutluluk da özgürlükle sınanmalı<br />

elbette. Ġnsanın kendiyle kesiĢme ve doğayla uyum anları, varoluĢumuzun biçimini<br />

34


dönüĢtüren bu aydınlık sayfalarının üzerine, ahlâk, politika ya da bir tasarı<br />

kurulmamalı. (186)<br />

“Son olarak belki de iyi bir yaşamın „sır‟rının mutlulukla alay etmek olduğunu, asla peşinden<br />

koşmamak ama hak edildiğinde ya da insan türünün gelişimine katkıda bulunacağına, sorgusuz<br />

sualsiz kabul edilmesi olduğunu söyleme zamanıdır. Mutluluğa tutunmamak, kaybedildiğinde<br />

üzülmemek gerekir; sıradan günlerde devam etmesine ya da en cafcaflı günlerdi yok olmasına<br />

olanak sağlayan acaip niteliği onunla bırakılmalıdır. Kısacası ancak başka bir şey ararken karşımıza<br />

çıktığına göre her zaman ve her yerde ikinci planda tutulmalıdır.<br />

“Tam anlamıyla mutluluktansa olaylar sırasında uçuşuveren kısa bir esrime olarak zevki,<br />

yaşamımızdaki gelişmelere eşlik eden hafif bir sarhoşluk olarak neşeyi ve özellikle de sürpriz ve<br />

coşku getirdiği varsayılan hazzı tercih edebiliriz. Çünkü hayatta hiçbir şey, bize saldıran ve kıran bir<br />

olay ya da varlığın durumuyla yarışamaz. Geriye her zaman istenecek, sevilecek çok şey kalacak ve<br />

sahneyi ziyafetin tam olarak tadını çıkaramadan terk edeceğiz.” (187)<br />

***<br />

Ökten, Kaan H.; Heidegger’e Giriş (2012)<br />

Agora Kitaplığı Yayınları, Birinci Basım, Mart 2012, İstanbul, 174s.<br />

Ülkemizin önemli Heidegger uzmanı Kaan H. Ökten‟le Türkçe dil tutumu<br />

yüzünden yıldızımız barıĢmayacak anlaĢılan. Hangi konu olursa olsun uzmanlaĢma<br />

gelip dil kapısına dayanır, hele de konu felsefe, üstüne bir de Heidegger olursa<br />

(YaĢamının ileri aĢamalarında varlığı dile özdeĢleyen, Ereignis‟i varlığın dil-Ģiirinsan<br />

üzerinden edalı bir dile geliĢi, beliriĢi olarak gören Heidegger) yapılacak<br />

öncelikli Ģey Türkçeyi geleceğe açmak, onu görünür kılmak olabilirdi. Sayın Ökten<br />

de özel bir dil tutumu ve çabası içinde görünmekle birlikte baĢlangıç varsayımları<br />

yetersiz ya da sahte bir evrensel(ci)liğe dayalı. Sanıyor ki Heidegger‟i karĢılamak bir<br />

dilin harcı olamaz, hele Türkçenin. Tutarsızlığını ancak böyle anlayabiliyorum ve<br />

Heidegger‟in de felsefesinin doruğunda vardığı yer tam da Ökten‟in yaptığını<br />

yanlıĢlıyor. Oysa dili kendi hakikatiyle Heidegger‟e çıkarmadıkça, Heidegger dile<br />

gelmeyecektir. Önemli olan ve bir felsefe aktarımcısına, aracısına düĢen bu büyük<br />

buluĢmayı gerçekleĢtirmektir çünkü bunu felsefe disiplininin içindekiler benden çok<br />

daha iyi bilirler ki, felsefe dile yazı(lan)dır, imin imi, dilin dili. Üstelik<br />

bağıĢlayamadığım, Türkiye‟de bu yönde azımsanmayacak öncü nitelikte<br />

çalıĢmaların da olması ve bunların yaygın olarak çeviri, yorum, özgün çalıĢmalarda<br />

inanılmaz bir hafiflikle yok sayılması, gözardı edilebilmesi.<br />

Kaan H. Ökten‟in konu Heidegger olunca ayrıntılar, ince ayrımlar, özgün<br />

katkıları seçikleĢtirmede kaygılı ve titiz davrandığını düĢünebiliriz. Ama bu önemli<br />

gerekçe dilin yaratıcı gizilgücüne yönelmeden, seçmeci (eklektik), kes yapıĢtır<br />

(kolaj), vb. yöntemlerle yatıĢtırılamaz. Bu hem çok ileri bir savlılık olur (Ben derim,<br />

olur), hem de toplu birikmiĢ emeğin kolayından harcanması gibi görünür. Ökten‟in<br />

kendini konusuna adamıĢ biri olduğu açık. Bunun değerini anlamıyor değilim.<br />

Üzüntümün kaynağı da, felsefenin ancak uzaktan eğreti konuğu olan birinin sınırları<br />

içerisindedir, ayrıca belirtmeliyim.<br />

Bu bir kılavuz kitap. Ökten‟in uzunca bir süredir Heidegger çalıĢmaları ülkemiz<br />

okurlarına Heidegger‟i tanıtmayla ilgili. Çok da güzel, önemli bir tasarı. Ama sanırım<br />

birey ötesi bir iĢbirliği, uzlaĢma, dayanıĢma, dizgelilik gerektiriyor böyle bir Ģey. ġu<br />

ülkede bir kere de böyle yaklaĢılabilse felsefeye, kapanın, yetkili yetkisiz, kiĢi, kurum<br />

ya da yayıncıların, çevirmenlerin elinde kalmasa, özverili birilerinin özel ilgisi<br />

olmaktan çıksa felsefe.<br />

Ökten Heidegger‟in yaĢamı ve bağlantılarını gözeterek Heidegger<br />

çalıĢmalarını tanıtıyor, hangi soruyla ilgili olduklarını belli bir düzen içerisinde kısa<br />

değinilerle aktarıyor. BaĢlıca üç bölümde izliyor Heidegger yapıtlarını. Ġlk dönem<br />

35


çalıĢmaları, Üniversite (Freiburg, Marburg, tekrar Freiburg) dersleri ve yaĢamında<br />

yayınladığı kitapları. Heidegger 1889-1976 yılları arasında yaĢadı ve ölümünün<br />

ardından yayınlanan toplu yapıtları 2011‟e gelinceye değin sanırım 88 cilti buldu<br />

Almanca‟da.<br />

Belki ileride Ökten, Heidegger‟i kaynakları, katkısı ve etkileri açısından,<br />

yapıtının bütününü gözeterek, daha bütünlüklü ve eleĢtirel bir çalıĢmasıyla yorumlar<br />

ve çok da iyi olur. Örneğin Safranski‟nin yaptığı gibi. Böyle bir Ģeyin çok da kolay<br />

olmadığını kestirmek zor değil. Ama Ökten, konuya sanırım en yakın kiĢi(lerden<br />

biri). Harekete geçebilir ve geçirebilir.<br />

***<br />

Zweig, Stefan; Montaigne (1942), Çev. Ahmet Cemal<br />

Can Yayınları, İkinci Basım, Mart 2012, İstanbul, 122s.<br />

Büyük yirminci yüzyıl hümanisti Zweig‟ın 1942‟de eĢiyle birlikte yaĢamını<br />

Brezilya‟da sonlandırmasıyla parça bölük, yarım kalmıĢ son atağı Montaigne.<br />

Ġnsanı insan kılan yıldızların parladığı anların bu kelebek avcısı, bu büyük<br />

armağancı, bağıĢcı hak etmediğimiz, bu gidiĢle edemeyeceğimiz en son sunusunu<br />

yarım yamalak bir kalıt olarak bırakıyor kucağımıza. Derin derin tasalansak,<br />

kaygılansak yeridir, çok çok geç olsa da.<br />

Stendhal, Balzac, Tolstoy tezlerini okumuĢ (daha öncekileri saymıyorum)<br />

Zweig‟ın ne yaptığını anlamıĢtım az çok. YaĢamdan yorum çıkarmanın, bu yorumu<br />

insanlığa fener kılmanın görev bilinci yazarlığını karartmamıĢtı hiç. Çünkü<br />

yazarlığının özünü içtenliğin, inancın yalın gücü oluĢturuyordu. Görmezden<br />

gelmemiĢ, bize Ģunu öğretmiĢtir yaĢamöyküleriyle: Hiçbir insanı onun bir parçasına,<br />

özelliğine indirgemeyin ve nesi varsa insan(lık)ın tümünü sahiplenin. Kurtarmaya,<br />

aklayıp paklamaya çalıĢmayın.<br />

Üzücü olan Montaigne çalıĢmasının sözün gerçek anlamında yarım kalması.<br />

Çünkü burada (taslakta) Montaigne portresi geliĢtirilememiĢ, yaĢam yapıtla buluĢup<br />

örtüĢememiĢtir. Elbette anlayan için yeterli ipucu vardır, aslında yazarımızın her<br />

tümcesi kendini yeni baĢtan ele verir ve bir bakıma bu kitabın taslak, boĢluklu<br />

görünümü bizi doldurmamız gerekene yöneltir.<br />

Nedir beĢ yüzyıl ötesinden bize Montaigne olarak gelen?<br />

Bu sorunun yanıtını olağanüstü çevirisi ve sunuĢuyla Ahmet Cemal de<br />

yeterince veriyor zaten.<br />

***<br />

36


Tunç, Ayfer; Suzan Defter (2003)<br />

Can Yayınları, Birinci Basım, Nisan 2012, İstanbul, 127s.<br />

Doğrusu kendimi deneysel bir çalıĢmaya hazırlamıĢtım. Tunç‟un; bu önemli,<br />

değerli bulduğum yazarımızın, Kapak Kızı‟nda (2005) yanılmıyorsam, yaptığına<br />

benzer bir Ģey bekliyordum. Daha önce yayınladığı bir çalıĢmasını (öykü) aynı<br />

kiĢiler, izlekler, vb. çevresinde bir baĢka boyuttan sürmek. Çünkü artık bilmeliyiz ki<br />

ortaya getirilen (yazılan) Ģey, kasıtla getirilmeyenlerden (yazılmayanlardan)<br />

oluĢuyor ağırlıklı olarak. Ve artık Ģunu da bilmeliyiz ki, sahici bir yazarın bütün<br />

yazıları (ürünleri) tek bir anlatının çeĢitlemeleridir. Ġyi yazar bir (tek) şey yazar. Bu<br />

bir Ģey kapan(a)madığı için bir türlü, ikinci gelir arkadan. Kaçınılmazdır. Her sanatçı<br />

için yapıtını daha (henüz) yapamadığı biçimler. Ama yaratıcı deneysellik, bunu<br />

imgeleĢtirebilir. Yazar kendi yazıĢını gösterebilir. Postmodernizm de bunu yazının<br />

hakikati (oysa bir hakikat derdi yoktur postmodernizmin) diye allar pullar, bu da ayrı.<br />

Hiç girmeyeceğim.<br />

Bu yaratıcı deneyselliğe en yatkın yazarımız Ayfer Tunç‟tur ama korkum en<br />

büyük deneyi için zamanını kaçırabileceğidir. Haklı, çünkü ortalık düzeysizlikten<br />

bataklık. Okur bataklıktan ve sivrisineklerinden hoĢnut mu hoĢnut. Ağzı<br />

kulaklarında. Beylik deyimle: Rezillik dizboyu. (Toplumumuz mutlu!)<br />

Benimse yazınımıza iliĢkin umudumun ölçütü Ayfer Tunç ve yazısı(dır). Ama<br />

önce giriĢte belirttiğim konuyu bitireyim. Taş Kağıt Makas‟ta (bu yazınımızın yüzakı<br />

öykü kitabında: 2004), son uzun öykü olan Suzan Defter, iki kanalda akan günlük<br />

biçiminde kurgulanmıĢtı. Belleğimin 10 yıllık oyunu, ayrı basılmıĢ bu yeni kitabı eski<br />

tek kiĢilik günlüğün iki kiĢiyle yankılandırılması, boyutlandırılması olarak algıladı ya<br />

da algılamak istedi. Oysa baktım, sanırım birebir aynı. Yalnızca kuĢ havalanmıĢ,<br />

öykü bağımsız varolmak istemiĢ, ki hakkıydı, öyle de olmalıydı. Oysa Tunç‟un en<br />

önemli özelliğine bağlı olarak, kiĢinin resminden toplumun resmine ya da anlamsız<br />

da olabilecek parçadan onların toplamını aĢan bir baĢka ve büyük bütüne varan<br />

lego kurgusu beklentisi içine girmiĢtim. Bir roman, öykü resmin bütününden<br />

indirilmiĢ bir bakıĢ, bir açıydı ve öteki yapıtla (hatta yapıtsızlıkla) tümlenirdi. Günlük<br />

yaĢamımızın anlatısı bir ya da birkaç bilincin konumundan atılmıĢ bir bakıĢtan<br />

(nazar) çoğu değildi ve yalnızca anlatıcının (tanrısal denebilecek) bakıĢının<br />

geçerliliği olabilirdi. Eğer o olmazsa diğerleri eĢitler iliĢkisinden öteye geçmez,<br />

seçimimizi asla haklı gösteremezdik. Her seçim, her yapıt gizli açık bir anlatıcıdan<br />

geçerlilik alır ve özde bir dayatma, zorlamadır (El koyma, yağma). Sanatın da<br />

anamalının (sermaye) kaynağında böyle bir artıdeğer üretim süreci yatar. Birikim<br />

öyküsüdür yanılmayalım.<br />

ġimdi gelelim Tunç‟un herhangi bir okur olarak neden yazınımızın ölçütüne,<br />

turnusol kağıdına dönüĢtüğü konusuna. En baĢta, yazınımızda ender görünen<br />

hakikate saygıdan söz etmeliyim. Bunun kanıtı, yazarımız için çok kolayken okur<br />

avlama tekniklerine yüz vermeyiĢi, etkilerle (effect) insanları uyuĢturmaya<br />

kalkmaması. Kalemini öyle alanlara, aralıklara batırıyor ki, bu ara tınlamalar onu<br />

okur gözünde hiçbir zaman ilahlaĢtırmayacak. Bu görünmeyen sızı, içlilik, gündelik<br />

hoyratlıkla duyarlık arasındaki bize özgü kısa devre ve ölümcül elektriksel<br />

çarpılmalar, bu döküm (envanter) çalıĢması en çoğu geçmiş özlemi (nostalji)<br />

yargılamasıyla geçiĢtirilecek ama kimsenin çok da umurunda olmayacak. Oysa,<br />

diyeceğim, Türk yazınını kendince az çok okumuĢ, tanımıĢ biri olarak Ayfer Tunç‟un<br />

ne yapabildiğini ve yapabileceğini ben ve benim gibiler anlıyorlar. O toplumsal<br />

yaĢamımıza hakikati sokuyor. Kanırtarak ama sessiz, derin, içli. Fürüzan‟ı almıĢ,<br />

taĢıyor. Selim Ġleri‟nin durması gereken yerde duruyor, oysa o alıp baĢını gitmiĢ ve<br />

37


hakikati kaçırdı ya da kaçıracak. Orhan Pamuk yaĢamın üçüncü boyutunu silip de,<br />

algının (okur algısının) sığlığına yatırım yaparken (çizgi roman, serial) ve vurgun<br />

vururken, Tunç sözcüklere dökmediği yerde tam da o boĢluğun, dördüncü, beĢinci,<br />

kaçıncıysa boyutun peĢine düĢüyor. Resminin eksik olduğunu biliyor, alçakgönüllü.<br />

Kibirli değil. Yazar çünkü.<br />

Suzan Defter‟in iki sesli ezgisel akıĢının belki daha örgensel (organik) bir<br />

çakıĢma/çatıĢması beklenirdi. Ama Tunç yazısını zaten ilerletti son on yılda. Belki<br />

bu ikili karĢıtlanımdan ironi damıtabilirdi, çok da iyi olurdu, çünkü onu değerli yapan<br />

bir de bu özelliği var ve öykü çatısı, yapısı da yatkındı buna.<br />

Sonuç olarak söyleyeceğim Ģu:<br />

Ayfer Tunç iki belirgin özelliğiyle yazınımızı temsil ediyor. Ġlki, hiçbir yazarımız<br />

kadın yazarlarımızın birikimini onun gibi kavrayamadı, bireĢimleyemedi (sentez).<br />

Onu okuyan Ağaoğlu, Meriç, Erbil, Fürüzan, Özakın, Uyar, vb. yi okumuĢ sayabilir<br />

kendini. Çünkü kadın yazarlar lafın geliĢi, Türkçe yazı geçmiĢimizle çok az yazar<br />

vardır onun gibi hesaplaĢabilen…<br />

Ġkincisi, bugüne değin hemen hiçbir yazarımız Ayfer Tunç gibi bir topluluk<br />

(toplum) resmi veremedi. Dramatik çatı kiĢiler üzerinden çatılsa da has yazar tek bir<br />

karakter(siz) üzerinden bile toplumu yankılar. Yazısının belirteci budur, olmalı.<br />

GelmiĢ geçmiĢ yazarlarımız olgu(cu) odaklı kurguya bağlandıklarından Ģu ya da bu<br />

nedenle kiĢilere, karakterlere gömüldüler, hani tip çıkarmalarını beklerdiniz böyle<br />

olunca, oysa tam da bu nedenle tip de çıkmadı bir türlü, çünkü arkada toplum<br />

olmayınca tip görünmez(di), toplumu çıkaramadılar. Toplum kitabı okudu, özeli,<br />

tikeli gördü. Yabancı, yadırgı, orada. HoĢuna gitti, kendisine değmedi okuduğu. Bu<br />

Ģu demekti: Toplum kiĢilerin yapıp ediĢlerini anlatan bu dramaları, polisiye, korku,<br />

fantezi gibi okudu (katarsis, yatıĢma düzenleri, vb.) Birileri sırça köĢklerinde, kendi<br />

psikolojik sapkınlıkları içinde, oradaki köylerinde, loĢ barlarında, Beyoğlu‟larında vb.<br />

takıldılar. BaĢka birileri de aldı bunları yazdı. Hayat burada, oysa onlar kitabın<br />

içinde, bize çekici gelsinler diye ilginç, aykırı kılınmıĢ Ģeyler. Bu doyumcu, uydumcu<br />

toplum algısının yırtılması, içli (Tunç) ya da öfkeli (Bernhard) topluma ayracanın<br />

değil, her okumada varacağı kendi yüzünün, resminin gösterilmesi olabilirdi sanatın<br />

iĢi. Bu toplumsal görev değil. Bu toplumsal görev. Yoksa sanat(çı) nasıl olabilir<br />

(mümkün) tek, biricik anlamın kaynağına dönüĢebilirdi ki?<br />

***<br />

Nesin, Aziz; Gol Kralı (1957)<br />

Adam Yayınları, Adam Sekizinci Basım, Kasım 1998, İstanbul, 287s.<br />

Aziz Nesin‟in ökeliğinin (deha) bir kanıtı olarak duruyor bu kötü denebilecek<br />

roman önümde. Yalnızca yüksek ve farklı gözlem gücü, yeteneği yetmezdi elbette.<br />

Gözlemlenen Ģeyin kavranıĢı oluĢturuyordu asıl sorunu ve Aziz Nesin katkısı da tam<br />

buradaydı. O keskin gözlem gücünü gerçek bir aydınlanmacıda olduğu gibi<br />

eleĢtirisiyle (kritik) harmanladığı için toplumda böyle yankılanabiliyor, ortak<br />

söylemin, dilin de bir parçası olabiliyor. Voltaire‟in yaptığını birkaç yüzyıl sonra<br />

baĢka bir coğrafyada gerçekleĢtiriyor, roman türünü eleĢtirisine araç kılıyordu.<br />

YanlıĢ mı peki? Hayır, kesinlikle yanlıĢ değil.<br />

Bizler de okur olarak Nesin‟in içinde yer aldığı bağlamın ve yapının<br />

(aydınlanma) parçası olabildiğimiz oranda bir okur olarak değil ama bir insan olarak<br />

gerçekleĢebiliyoruz ve seçim bizim. Nedir önemli olan? Hiç kimse Aziz Nesin denli<br />

bu soruya açık, kesin, tartıĢmasız bir yanıt verememiĢtir belki de. Onun yapacak<br />

çok iĢi, oyalanacak zamanı yoktur. Evrensel ülkesi (ütopya) için aracı kılamayacağı<br />

38


hiçbir Ģey yoktur ve yine bu yüzden herkesten daha namuslu, yalansız (riyasız) ve<br />

toktur. ġeytan (!) Aziz gelmiĢ geçmiĢ en büyük cennetliktir. Ġnançsız, Tanrısız<br />

olması sonucu değiĢtirmez.<br />

Bu romanıyla daha erken yıllarında beni ona hayran bırakan Ģey birey ve kitle<br />

tini ve davranıĢlarını ayırabilmiĢ olması, spor (futbol) ekini üzerinden bir tür yazınsal<br />

toplumbilim yapabilmiĢ olması. Ġkincisi, onun geleceği kavrayan yaratıcı önsezisi.<br />

Çünkü bu önsezi günümüzün bu kitle ekininde (kültür) geldiği yeri neredeyse birebir<br />

kapsıyor, fazlası var eksiği yok. Bunu, gerçek bir aydın nasıl olur, sorusuna, Aziz<br />

Nesin gibi olur, demek için yazdım.<br />

Yüksek sosyeteden Ferferik Ailesinin biricik kızları Kerkenez Sevim, eski<br />

zengin Sarıoğlu ailesinin son erkeği Sait Sarıoğlu, Ġspanyol Aysel, yıldız futbolcu<br />

Duvar Ahmet, vb. çevresinde örülen oldukça yapay ve sarkmıĢ kurgu, parlak tiplerini<br />

bu tutarsız yaĢam örgüsü (kurgusu) nedeniyle taĢımakta zorlanıyor. Bu tipler<br />

sağlam bir anlatı zemini üzerinde çok parlak (evrensel) tiplere dönüĢebilecekken<br />

Nesin‟in yazarlıktan anladığı Ģeyden ötürü kalıcılaĢamıyor, aslında tipleĢemiyorlar.<br />

Okur onları evrensel tipe dönüĢtürmekte, bir baĢvuru örnekçesi yapmakta<br />

zorlanıyor.<br />

Sıkça, metin, bütünsellik kaygısının yetersizliği nedeniyle gevĢeklikler, kabul<br />

edilemez boĢluklar içeriyor. Bazen Nesin‟in uyarıcı, ısırıcı, vurucu amacı yazının çok<br />

dıĢına, ötesine taĢıyor. Roman aĢağıda, geride, zavallı kalıveriyor. Can çekiĢiyor.<br />

Bunda yazarımızın 50‟li ve sonraki (belki 60‟lı) yıllarda dergilerde çalıĢmalarını süreli<br />

yayınlamasının rolü çoktur. Aynı sorun, neredeyse aynı tonda 100 yıl önce<br />

Ġngiltere‟de Charles Dickens için de geçerliydi. Onun da sorunu bütünlük ve yapı<br />

sorunuydu. Çünkü her ikisinde de ökelik ve anlaktan (zekâ) apaçık söz edebiliriz.<br />

Gol Kralı‟na gelince (Sanırım sait Hopsait diye de oyunlaĢtı), yalnızca son<br />

bölümü, sayfaları için bile okunmaya değer. Çünkü bu Tozkoparan ile Hacetbaba<br />

arasındaki maçın anlatıldığı bölüm için yazıldığını tüm kitabın, anlamamak<br />

olanaksız. Bu kreĢendo, senfonik doruk Aziz Nesin‟in kıyıcı, keskin gülmecesinin<br />

satırları arasında bir kitle ekininin nasıl doğrandığının eĢsiz bir anlatısı. GözlenmiĢ<br />

incelikli ayrıntılardan bir toplum fotoğrafı çıkıveriyor kendiliğinden ve bu toplum<br />

aynasında kendimizi tüm salaklığımızla yakalıyoruz ister istemez. Bu kitle çılgınlığı<br />

için spor bahanedir. Aziz Nesin‟in yargısı sert, acımasızdır. DüĢmüĢe el uzatmaktan<br />

(bu eğreti etik ilke) daha önemli değildir devasa futbol panayırı ve didiĢen, tepiĢen<br />

insanların çıkardığı patırtı. Kanıtı da o sahnelerde. AbartılmıĢ gerçek gerçeği<br />

bozmaz, görünür, okunur kılar. Sorun gülmecede, onun abartısında değildir.<br />

Kitabı romanın eĢiğinde bırakan Ģey de elbette gülmecesi, yergisi değil,<br />

yazınımızın baĢından beri sorunu olan Ģeydir: yazarımız, ağız tadıyla bir yazarlık<br />

yapamamıĢtır 20.yüzyıl baĢından bu yana. Çünkü toplumsal görev yazarlığını hep<br />

ikincilleĢtirmiĢ, önemsizleĢtirmiĢtir.<br />

Yazık olmuĢtur demek içimden gelmiyor ama, yine de diyeceğim. Hele Aziz<br />

Nesin söz konusu olduğunda. Çünkü bu dilde gelmiĢ geçmiĢ en parlak gülmece<br />

anlayıĢına sahipti ve bundan eĢsiz bir eleĢtiri çıkardı (Ġroni demiyorum. Aziz<br />

Nesin‟de bu olanaksız-dı).<br />

***<br />

Auster, Paul; Görünmeyen (2008), Çev. Seçkin Selvi<br />

Can Yayınları, Dördüncü Basım, Nisan 2010, İstanbul, 237s.<br />

39


En son Karanlıktaki Adam‟ını okumuĢ, çok da beğenmiĢtim, Auster‟ın.<br />

Doğrusu bu ünlü dünya yazarını iki gözle, çift dikiĢ okurum. Biri derin, kendi<br />

okuyuĢum, diğeri baĢkalarının gözleriyle, ortalamalar içerisinde. Ġlkiyle<br />

yapabileceğim haksızlığı ikincisiyle gideririm bir bakıma. Çünkü Auster‟a derin<br />

okurluk ölçütlerimle yaklaĢırsam elekten akabilecek birçok Ģey olabilir (Bunun<br />

listesini çıkarmayacağım, hayır.) Öte yandan, kıĢkırtıcı, beni tetikleyen, yüzeysellik<br />

görüntüsünün arkasında bir „ciddiyet‟ sözkonusu (ki en baĢta Auster buna karĢı<br />

çıkabilir, duysa). Benim okuduğum yazarlar arasında en ciddi yaklaĢımı da<br />

sergileyen odur tuhaf bir biçimde. Yazarlık tutumu pek kondurmasa da…<br />

Önceki yapıtlarında olduğu gibi Auster için Görünmeyen‟de de izlek, kurguyla<br />

içerik arasındaki tutmazlık, iliĢtirilmezlikle (açı da diyebiliriz) ilgili ĢaĢırtmaca.<br />

ġaĢırtmacalardan genellikle aptallık gelirse de ben yazarın amacının daha uzun<br />

ölçekli olarak tersi olduğunu hep düĢündüm ve yazdım. Aslında içinde yaĢadığımız<br />

dünyanın karĢısında duruĢu sağlam ve duyarlı sayılabilir. Seçimlerini, değerlerini<br />

saklayanlardan değil. Kitaplarında bunu görmek olası… Birkaç soru sorulabilir<br />

Auster‟la ilgili. Biri neredeyse yapı(sal)laĢmıĢ kurgu tekniği ve anlatım ekonomisinin<br />

kaynağının ne olabileceği? Diğeri ise cesaret ataklarının sınırı ve amacı? Yazarın<br />

kendini nesne olarak açıĢının sınırlarını zorlayan bir cesaret anlatımından söz<br />

ediyorum.<br />

Roman tekniklerinde uçları denemiĢ bir dilin (Ġngilizce) kalıtını süren Auster ve<br />

kuĢakdaĢı birçok yazar, bu dilde yazan ülkelerin çoğunda biçimsel denemeleri<br />

geride bırakmıĢ görünüyorlar. Sanki modası geçmiĢ bu aĢırı metinsel kurguların<br />

yapay, sahici olmayan dile odaklı örnekleri öncülük iĢlevlerini artık tamamlamıĢlar<br />

da Ģimdi o biçimsel yapıların arkasındaki önemli içerik en yalın ve minimal biçimden<br />

baĢkasına gereksinim duymuyormuĢ gibi. Dünya bugün karmaĢık örüntülü biçemsel<br />

uçuĢlarla, artık dank etmesi gereken sahici içerikleri ıskalayabilirmiĢ gibi. Yani<br />

karĢıtı, indirgeyici, biçemi neredeyse dıĢlayan bir biçimle, bunu bir teknik (araç) gibi<br />

kullanarak içeriği daha derinleĢtirme, daha doğrusu hakikati ortaya çıkarma.<br />

Deneyimli okurca bu çeliĢki fazladan aĢırı bir okuma çabası gerektiriyor kuĢkusuz.<br />

Bir bakıma bu en azda tutulmuĢ giyimi okur anlatının bedenine uygun olarak<br />

giydirmeyi sürdürüyor anlığında. Bunun önemli bir tasar olduğunu düĢünüyorum.<br />

Ama nereye dek taĢır bir yazarı bu uzlaĢma bilemem, bana geçiciymiĢ gibi geliyor.<br />

Bu önemini elbette azaltmıyor.<br />

Günümüz dünyasının insanı uzamın ve zamanın önünde farklılaĢtı. Önüne<br />

gelen sonsuz yaĢam nesnelerinin, estetik nesne de içinde olmak üzere (ürün)<br />

yalnızca tüketimine yoğunlaĢtırılması ve koĢullanması bir yana, daha sıkıntılı olan<br />

Ģey, yeni algılama, iç(sel)leĢtirme, kendileĢtirme yapılarının kaçınılmazlaĢması.<br />

Burada hızın ortalamalarda akıĢla buluĢtuğu yer, yeni bir dilsel kullanım, yeni bir<br />

simgeselleĢtirme, biçim/içerik arasında yeni bir uzlaĢma, sunuĢ, vb. gerektiriyor<br />

sanırım ve sanatçı, bu büyük dalganın ağın baskısını ilk elden üzerinde duyumsuyor<br />

olmalı. Bu neredeyse uzlaĢmazlık göndermeli yeni biçim/içerik buluĢmasının (bir<br />

bireĢimden söz edebilir miyiz bilmiyorum) iki büyük örneği var: ĠĢte Auster ve<br />

Haruki. Ülkemizde de Orhan Pamuk bunu oldukça zorluyor son çalıĢmalarıyla (Çizgi<br />

romanlarıyla). Yazar okunmak, küresel okurunun iĢini kolaylaĢtırmak istiyor ve bunu<br />

yaparken geçmiĢin kalıtına olabildiğince az ihanet ederek. Biçimi, tekniği ve bir dizi<br />

yüzlerce yıl sonra bile üstesinden gelinmesi gereken anlatım sorunlarını indirgeyip<br />

aĢağıya çekerek içeriği sahicilik paradigmasına oturtup yerleĢik algı yapılarının<br />

dıĢına taĢıyarak. Tuhaf, melez yapıtların yazından sinemaya bolluğunu bununla<br />

açıklıyorum.<br />

*<br />

40


Auster‟ın bu romanıyla ilgili olarak belki daha önemli ikinci bir konuya<br />

değinmek istiyorum. Zaten bence bu yanı kitabı önemli yapıyor. Tabu, cinsellik,<br />

porno, vb. Bu konularda okurluk kavrayıĢımı zenginleĢtirdiğini, katkı sağladığını<br />

düĢünüyorum Görünmeyen‟in. Yargımı baĢtan söyleyeyim. Auster artık tartıĢılamaz<br />

küresel konumundan mı güç alıyor bilemem ama özgür bir yazar-insan olarak<br />

yazabiliyor. Yasak bölgelere giriyor, küreyi kendisiyle karanlık derinliklerinde<br />

yüzleĢmeye zorluyor. Neden bunu yaptığı gerçi ayrı bir konu… Çünkü birkaç<br />

binyıllık yazın (sanat) uygulaması (pratik) uzak kıyılarına değin ulaĢtı ve bir an<br />

duraladı. Havayı kokluyor ve ağzına, dilinin ucuna geleni söyleme konusunda<br />

kararsız, yutkunuyor. Ama üç beĢ kiĢi çıkıyor iĢte. Cesur öncüler bunlar. Binlerce<br />

yıllık karanlık eĢiğin üzerinden atlayıveriyorlar, olmadık yerlerde kılavuzluk ediyorlar<br />

insan(lık)a. Paul Auster belki çok büyük bir yazar değil ama (tartıĢılabilir) cesur bir<br />

yazar. Aslında cinayete iliĢkin giriĢ izleği olsun (Dostoyevski izleğinin ikincil bir<br />

uyarlaması), kanbağlı cinsellik izleği (ensest) olsun ve genelde cinsellik olsun,<br />

yeterince kıĢkırtıcı. Ama tüm izleklerinin ortak noktası sindirilmiĢ, yatıĢtırılmıĢ,<br />

doğallaĢtırılmıĢ olağan yaĢam akıĢının kolay benimsenebilir (klasik) bir anlatım<br />

biçimiyle içinde barındırdığı aykırılığı, sıra dıĢılığı görünür kılmak, uyuyan hayvanı<br />

uyandırmak. Gerçek hangisi? Örtü mü, örtülen mi, örtme mi?<br />

Auster‟in etiği gizli yazı gündeminin eksenine oturttuğu açık. Cinayet yakın,<br />

yanıbaĢımızda. Bu etiği sınır ötesi alanlara taĢırması ise yazarlık tutumu ve<br />

giriĢiminin özünü oluĢturuyor. O etiği (aslında hümanizma geleneği içine<br />

yerleĢtirilebilecek olan) toplumun en duyarlı (sayılan) bölgelerinde sınava sokuyor,<br />

bence etik üretiyor (çeliğe su vermek). Tüm bu konularda Auster‟in koĢutunda yer<br />

almak hoĢuma gidiyor okur olarak. Bu cinayet tümümüzün ve hangi yanında olursak<br />

olalım onun bir parçasıyız. Burada en masum sayılacak kiĢi ise (bu cinayetin ortağı<br />

olmasına rağmen o da) anlatan, gösterendir. Cesareti eĢik ötesi olsa bile. Ġçeriği<br />

kıĢkırtıcı olsa bile. Tabuyu delse bile.<br />

Belki ilk bölümle (cinayet) ilgili olarak Auster‟i yeniden etik tasarında güçsüz<br />

kılan cinayetin belli belirsiz uluslararası casusluk, istihbarat alanına ilintilendirmesi.<br />

Yine de sözünü ettiğim belirsizlik okuru cinayetten ( katil ya da kurban, farketmiyor)<br />

uzak tutamıyor. Bu cinayet ortada ve bize ait… Asıl konuma geliyorum. Auster‟in<br />

bunu gösteriĢine. Bu bir gösteriye dönüĢüyor mu? Bu gösteri güdümleyici bir satıĢ<br />

etkinliğinin parçası oluyor mu? PornolaĢıyor mu? Porno, yalnızca üçüncü için<br />

gerçekleĢtirilen saltık (mutlak) eyleme değil mi? Kendini ve ötekini, üçüncüye<br />

nesnele(Ģtir)mek… ĠĢte pornografiden bunu anladığım için izleği ne olursa olsun<br />

(yani tabuları kırmak, aĢırı dil, öyküleme) ben Auster‟ın tam tersine; bir, pornografiyi<br />

cinsel bir meseleye indirgemediğini, iki, genel anlamda pornografiyi yadsıdığını<br />

(red), bunun için yazdığını, görünür kıldığını, saltık olarak göstermediğini, teĢhir<br />

etmediğini) savlıyorum. Yazara böyle yaklaĢmanın, onu iyi anlamak ve diğer<br />

çoksatar (aslında pornografik) yazar türlerinden ayırmak gerektiğini söylüyorum.<br />

Ġlk bölümde cinayet üzerimize kaldıktan ve bundan ne yapsak kurtulamadıktan<br />

sonra okur olarak elimizdeki kağıt zayıflamıĢtı yeterince. Ġkinci bölümse porno<br />

karĢıtlığını, erotik bir anlatım ve biçemi sağlayabilecek, üstelik asıl izleği görmezden<br />

gelmemizi sağlayacak yazınsal araçları da devre dıĢına atarak, öylesine ki<br />

yüzeyden okura porno biçemi gibi gelir ilk elde bu, iki kardeĢ arasında seçimli, özgür<br />

ve kanbağlı (ensest) cinselliği konu yaparak sürdürür. Birbirine gönderme yapan<br />

basamaklı üç anlatıcının (Üst anlatıcıyı, yazarı da katıyorum iĢin içine. Ne yazık ki<br />

anlatılar ayrıĢtırılamamıĢ) sonuncusu, yani bitirilememiĢ roman taslağının yazarı<br />

olan, kızkardeĢiyle yaĢadığı cinsel deneyimi ikinci yazarla paylaĢıyor, ölümünden<br />

önce. Üstelik yayınlanma kararını ona bırakarak. Burada Auster‟ı (üst anlatıcı), son<br />

41


anlatıcıyla örtüĢtüren Ģey Ģu: Her Ģey yazılabilir mi? Yazılabilse bile neden? Sonul<br />

noktada bir anlatıcının görevi en son yasağı (yasaklanmıĢ son Ģeyi) delmek mi, bir<br />

yazar o en son yasak için mi yazar?<br />

ĠĢte demek istediğim bu: Auster‟ın son soruya yanıtı bu. Bir yazar en son<br />

yasağı yıkmak için yazar. Bu tabii insanlık tarihinde zaman zaman parlayan bir<br />

kuyruklu yıldız öyküsü. Eğer böyle değilse yazmanın nedeni, gerekçesi kalmaz. Ve<br />

böyle düĢünen bir yazar (Paul Auster‟i de bu kanonun içine katarak) aktörel bir<br />

yazardır. Ama eylemci bir aktöre yazarı. Eylemci çünkü kıĢkırtıcı, yoklayıcı, ayartıcı.<br />

Yaptığı açık: sinirin üzerine baskı uyguluyor. Acıyı derinlemesine duymamızı<br />

sağlıyor ve ilkesi gecikmiyor (öğüdü). AĢk özgürlük içre, özgürlükledir.<br />

*<br />

Kurgu oyunları, elbette birçok Ģeyi askıya alacaktır. Ama Auster‟ın yazar<br />

tutumunu tartıĢmalı kılacak kerte, düzeyde olmayacaktır bu belirsiz bırakılmıĢ<br />

alanların imaları. KızkardeĢ, ikinci anlatıcı düzleminde uydurulmuĢ Ģeylerden söz<br />

edecek, belki ortalama okuru yatıĢtıracaktır bu. Ama yazarımızın bunu da belirsiz<br />

kılma tekniği, okuru eninde sonunda kendi yaĢamına iliĢkin bir büyük anlatı ve onun<br />

tartıĢılmaz kılınmıĢ ve bir o kadar sahte maskesi altındaki gerçekle yüzyüze, karĢı<br />

karĢıya getirecektir. Ben bu yüzden postmodern teknikleri sonuna değin kullanmada<br />

sakınımsız Auster‟ı, evrensel yazarlık cesaretine, onu taĢıma biçimine anlamlı<br />

katkısından ötürü destekliyorum.<br />

Onun poetikasının kökü, fetiĢi (göstermeyi, teĢhiri) kıran bir görünür kılma<br />

sorumluluğuna bağlıdır sıkı sıkıya.<br />

***<br />

Auster, Paul; Kış Günlüğü (2011), Çev. Seçkin Selvi<br />

Can Yayınları, Üçüncü Basım, Şubat 2012, İstanbul, 197s.<br />

Auster‟ın sanırım dünyada yayınladığı son kitabı bu. Biraz dağınık tutulmuĢ bir<br />

anı çalıĢması, hatta belki de bir taslak çalıĢma. Bu KıĢ Günlüğü‟nün önemini<br />

azaltmıyor tabii. Sonuçta Auster‟ın yazısına bir giriĢ sağlamasa da yazısının<br />

arkasında durana bir okur yaklaĢımı sağlayabilir.<br />

Bana öyle geldi ki aslında Auster bir yazarın anılarından beklenen bokur<br />

beklentisini kırmaya, yazarın da herhangi biri olduğunu görmeye ve göstermeye<br />

özel çaba harcamıĢ. Doğrusu anılara pek de sıcak bakmayan biri olarak bu bir<br />

anlamda karĢı-anı denebilecek dağınık, yalın metni bu açıdan beğendim. Auster<br />

alçakgönüllü biri. Filimlerinden bu anlaĢılıyordu zaten. Olağan günün içinden bir<br />

anlam varsa çıkarmaya teĢneydi ve düĢler, düĢlemler, olağanüstü öyküler bu<br />

olağan, sıradan yaĢamın (yorganın) orasından burasından geçici kabarıĢlarından<br />

baĢka bir Ģey de değildi. Fırtına diniyor, yaĢam çarĢaf gibi düzleniyordu. Yazar<br />

yorganı, denizi kabartan Ģey ne ise oydu bir bakıma. Herhangi bir Ģeyden onu<br />

ayıransa çoğu kez belki de hiçbir Ģeydi. Auster‟i biraz da bu nedenle önemli<br />

buluyorum. Dokunduğu Ģeyin baskın sıradan özünü görünür kılabiliyordu birkaç<br />

fırça darbesi ya da sözcükle. ġiire özellikle uzak duruyor (Ki biliyoruz ki yola Ģiirle<br />

çıkmıĢ, yaĢamı süresince de Ģiiri içinde taĢımıĢ biri Paul Auster), sesinin<br />

duyulmasını birĢeylerden vazgeçerek, metnini eksilterek sağlıyor, çünkü vurgusunu<br />

göstermek istediği Ģey üzerine yapmak ve her türden okur yanılsamasını baĢtan<br />

önlemek istiyor. Buna ancak saygı duyabilirdim.<br />

“Senin yaptığın işi yapmak için yürümek şarttır. Sözcükleri aklına getiren, kafanda yazarken<br />

sözcüklerin ritmini işitmene yardımcı olan şey, yürüyüştür. Bir ayak ileriye, sonra öbür ayak ileriye,<br />

kalbinin çifte vuruşu. İki göz, iki kulak, iki kol, iki bacak, iki ayak. Bu, sonra şu. Şu, sonra bu. Yazmak<br />

42


gövdede başlar, gövdenin müziğidir ve sözcüklerin anlamı varsa, bazen anlamlı olabilirlerse, sözün<br />

müziği anlamların başladığı yerdir. Sözcükleri yazmak için çalışma masana oturuyorsun, ama<br />

kafanın içinde hâlâ yürüyorsun, sürekli yürüyorsun ve işittiğin şey kalbinin ritmi, kalbinin vuruşu.<br />

Mandelştam: „Komedya‟yı yazarken Dante‟nin kaç çift sandalet eskittiğini merak ediyorum.‟ Yazmak,<br />

dansın daha az gelişmiş biçimidir.” (192)<br />

***<br />

Haşim, Ahmet; Bütün Şiirleri, Haz. Asım Bezirci (1983)<br />

Can Yayınları, Birinci Basım1983, İstanbul, 246s.<br />

HaĢim‟i yıllar sonra yeniden okudum. Tüm Ģiirlerinin birçok baskısı yapıldı ama<br />

Asım Bezirci çalıĢması karĢılaĢtırınca hoĢuma gitti ve yine ondan okudum HaĢim‟i.<br />

ġiirimizin kurucularından, Ģiirimizin aktığı belirgin bir kolun kaynağında duran bu<br />

büyük Ģairin yaĢamı oldukça kısa sürmüĢ. Dergilerde yayınladığı ve sonradan<br />

kitaplaĢtırdığı Ģiirleri bir avuç aslında. 1887‟de Bağdat‟da doğan Ģair 1933‟de<br />

Ġstanbul‟da öldü. Hepi topu 46 yıl.<br />

Göl Saatleri‟ni 32 yaĢında (1921) yayınlasa da daha önce 1901-1909<br />

arasında dergilerde yayınlanmıĢ ve kitaplaĢmamıĢ 15-20 yaĢ Ģiirleri var. Arkasından<br />

1926‟da Piyale çıkmıĢ. Tarhan‟a sunulmuĢ bütün olarak.<br />

Yahya Kemal‟i de sıcağı sıcağına okumuĢ biri olarak bu iki kurucu Ģairi kısaca<br />

karĢılaĢtırmak, HaĢim‟in önemini kendimce serimlemek, ona neyi borçlu<br />

olduğumuzu gösterebilmek isterim. Onunla Türk Ģiirine giren, katılan Ģey ne, bunu<br />

anlamak önemli…<br />

Piyale‟deki son Ģiirleri sayılmazsa okunması, örneğin Yahya Kemal‟e göre güç<br />

bir Ģair. ġiir dili ve kavrayıĢına daha yakın durmasına karĢın Ģiirimizde etkisi bu<br />

nedenle Yahya Kemal‟le gölgelenmiĢtir. Musiki (ezgi) Ģiirinin önemli öğelerinden<br />

olmasına karĢın Cumhuriyet‟in Türkçe‟siyle bu ses özelliğini kavramak, taĢımak<br />

olanaksız neredeyse. Öte yandan anlamlarını çözsek bile içimizdeki duyarlıkları<br />

tetikleyecek duygu yoğunluğundan artık yoksun Osmanlıca kırma söz yapıları,<br />

özellikle ilk dönem Ģiirlerinin neredeyse takıntılı, patolojik tinselliğini etkisizleĢtiriyor.<br />

HaĢim dille ilgili bir iç hesaplaĢma yaĢamıĢ gibi görünmüyor. Çünkü dile plastik bir<br />

gereç gibi davranıyor baĢından itibaren. Belki sona doğru bu katı tutumunu biraz<br />

yumuĢatıyor ve dilin kullanımı (tasarrufu) kendine eĢdeğer bir içerik yüklenmesine<br />

izin veriyor. Daha baĢtan söyleyebileceğimiz Ģey bu iĢte. En baĢından onun Ģiir<br />

meselesi plastik dil meselesi ve imgesini zamana iliĢkin, tarihsellik yüklü, yani<br />

ardzamanlı bir akıĢtan değil, tıpkı bir resim gibi Ģu ana kilitlenmiĢ, zamansız görsel<br />

dıĢavurumdan, nesnenin somut etkisinden çıkarıyor. ġiirlerinde, anımsarken acısını<br />

çektiği zaman göndermeli (ima) imgeleri bile önü arkası olmayan, bağlamından<br />

kopuk, yakıcı anlardan oluĢuyor. Zaman durmuĢ, imge havada asılı kalmıĢtır. Ölüm,<br />

kahkaha, vb. zamansızdır, orada sonsuz görünürler.<br />

Renk bu imge kuramının (Evet, kuram diyorum, Ahmet HaĢim‟in Ģiiri kuramsal,<br />

teorik bir Ģiirdir. ġiir üzerine düĢünülmüĢ bir Ģiirdir, Yahya Kemal Ģiiri araĢtırmıĢ ama<br />

kuram derdi olmamıĢtır pek. Onunkisi deneysel, haz dolu bir ilerleyiĢti.)<br />

*<br />

Ahmet HaĢim kendinden önceki Ģiirle gencecik yaĢlarda buluĢmuĢ belli ki.<br />

Önceki Ģiirin etkisini ilk Ģiirlerinde taĢıyor ve onlarda daha sonra (özellikle Piyale‟de)<br />

belirginleĢecek özelliklerinin tohumları belli belirsiz seziliyor.<br />

“……<br />

Gülen dudakları zulmette bir kanlı güldü<br />

Ve gözlerim onu görmekle âşinâ buldu.<br />

…..”<br />

43


(Perî-î Hürriyet, 56)<br />

Genelde bunlar yaĢın getirdiği gençlik bunalımları ve dikkati çekme aracı<br />

olmanın ötesine pek de geçemiyor. Döneminin ortalama Ģiir düzeyini kuĢkusuz<br />

yakalamıĢ olmaları onların gösterdikleri denli duyguyu sahiden taĢıdıkları anlamına<br />

gelmez, hele aradan uzun dönemler geçtikten sonra günümüz okurları için.<br />

ġair(ane)lik peĢinde iĢlev yüklü Ģiirler çoğu. Tıpkı Yahya Kemal gibi Ahmet<br />

HaĢim‟de de ilk Ģiirlerinden baĢlayarak tek Ģiirin bireyliği (bu bireylik yazıldığı<br />

dönemin sınırlı bir kültürünün ortalama serencamından ibaret olsa da), bağımsızlığı<br />

önemli bir aĢamaya iĢaret ediyor. Bu duygusal mazmunlara büyük ölçüde dayalı ilk<br />

Ģiirler içerden gelen değil dıĢarıdan gelip de kendini yazdıran Ģiirler.<br />

O erken dönemlerde ilk musallat olunmuĢluğun, yakalanmıĢ ve ki(li)tlenmiĢliğin<br />

Ģiiri HaĢim‟le geldi. Yahya Kemal‟e musallat olan Ģey Altın Çağ‟dı (Golden Age) ve<br />

keyifle, zevkle ilgiliydi ve çokça keyfiydi. Bu yüzden onun musallat imgesi zamana<br />

dağılıp erir, giderek belirsizleĢir. Sonunda ölüm bu zamanı siler süpürür. Oysa<br />

HaĢim‟in musallatı yaĢamın içinde, somut bir varlık olarak belirir, HaĢim‟i tutar ve bir<br />

daha da bırakmaz. Musallat olan imge, HaĢim‟den bir Ģizofren yaratır ve belirtisi,<br />

dıĢavurumu bu Ģizofreninin, Ģiirdir (özellikle son dönem Ģiirleri). Bu takınak-imge<br />

yaĢamının seyri boyunca yakasından tutmuĢ, boğazını sıkan bir çift eldir ve asla<br />

değiĢmez, dönüĢmez, hep o ilk anındaki gibidir. 20, 30, 40 yaĢ bu imgeyi yerinden<br />

sarsamamıĢ, oynatamamıĢtır. Nasılsa öyle, olduğu gibi taĢımıĢtır. HaĢim için o bir<br />

baĢka coğrafyanın, bir baĢka zamanın çok uzak imgesidir (musallat) ama çok da<br />

yakın, çok da somuttur, elle dokunabileceği denli.<br />

Artık adını koyalım. AyıĢığı. Dicle (sanırım). Ölü genç anne.<br />

“……..<br />

Çöllerde kalan bir küçücük makber-i bî-kes<br />

yollar bu muhitâta kesik, şehkalı bir ses!”<br />

(Hazan, 100)<br />

Bu imge yakasını asla bırakmamıĢ, onun poetikasının temelini, iskeletini, hatta<br />

çatısını örmüĢtür. Şi‟r-i Kamer (1909-10) bu imgenin dozu kaçırılmıĢ mostrasıdır.<br />

HaĢim sonra kendini geriye çekmiĢ, biraz yatıĢmıĢ olmalı. Çünkü Ģunu anladığını<br />

düĢünmüĢ olabilir: ġiir annenin bir eksiği. Gerçekten böyle mi sorusunun yanıtını<br />

kolay veremem ben. Tam da bu noktada onu Yosunari Kavabata ile anlamak<br />

isterim, bu olanaklı. ġiir annenin bir eksiği olduğunda Ģiir olamaz. Anneye adanmıĢ,<br />

onu yerineliyecek (ikâme) Ģiir, tabu üreten Ģiir olur en çoğu. Kendini ketler. Yazar,<br />

kutsal anneye Ģiiri yakıĢtıramaz ve her Ģiirle anne dünyaya ait sözcükler ve Ģiirlerin<br />

üzerinden uçan kanatlı melek olarak gökyüzünde süzülür. ġair, Ģiirini annesinin<br />

altında, gölgesinde tutar, kötü Ģiir yazar, yani yazdığı Ģiir olmaz. Ama anne<br />

imgeleĢir, bulanık bir imge olarak arzunun, korkunun, özlemin, tutkunun, insan<br />

yaĢamını dolduracak her Ģeyin belirsiz karĢılığı imgeye dönüĢtürülür (Kavabata) ve<br />

yazarlık (Ģairlik) böyle annenin üstesinden gelir. ġair annesinden kurtularak Ģair<br />

olur. Bulanıklığından genelleĢtirilmiĢ, paylaĢtırılmıĢ bir imge-anne Ģiir (yazın) için<br />

doğru, geçerli kaynak olabilir. Yani anneyi saptamaya dönük her imgeleme atılımı<br />

onu yitirmeyle, baĢkalalaĢtırmayla sonuçlanır. YaklaĢırken o uzaklaĢır. Lacanik bir<br />

kopuĢ bu (bence de). HaĢim‟de farklı olan ölümün somut, gerçek oluĢu…<br />

Kavabata‟da olduğu gibi. Ama çağcıl izleklere ve tartıĢmalara dönük duran<br />

44


Kavabata‟da aĢkınlık deneyimi, yazdığı öykü ve romanları unutulmaz ve kökü,<br />

nedeni, amacı belirsiz duyguları kıĢkırtan kadınlarla doldururken, HaĢim kadını<br />

bedensizleĢtirmiĢ (ya da böyle yapmak zorunda kalmıĢ), tersi yönde bir toplum<br />

desteğinden yazık ki yoksun kalmıĢtır. Suçluluk duygusu kendini (yine de kendini<br />

sıkça anımsatan) bile hiçlemeye taĢımıĢtır çoğu kez. Yüce, eriĢilmez, Tanrısal kadın<br />

imgesi, kuĢkusuz bir imge bunalımı da yaratmıĢ, verimi sınırlı kılmıĢtır. Buna takınak<br />

da demiĢ olmalıyız bir yerde. Demediysek de burda söylüyoruz.<br />

Ama Ahmet HaĢim‟in Ģiirini takıntısıyla açıklamak ya da bununla yetinmek<br />

hafiflik olur (en hafifinden) biliyoruz.<br />

Bu Ģiir Yahya Kemal Ģiiri gibi baĢlangıcın, önemli bir dönemecin Ģiiri… Ayrı<br />

nedenlerle kuĢkusuz... HaĢim Servet-i Fünun ve arkası kimi arayıĢları (Ģiir ölçüsü,<br />

uyaklama, içerik, vb.) bireĢimlemiĢ, özgün bir Ģiir koymuĢtur ortaya. Bununla demek<br />

istediğimiz, Ģiir amacı içinde süs (stilizasyon) olmaktan kurtulmuĢ, bir bütün olarak<br />

Ģiir-imgeye dönüĢmüĢ, aynı zamanda (bir Ģeye) gönderen olarak ikileĢmiĢtir (ima).<br />

Kendine geçerli sayılabilecek gerekçe üreterek yanında taĢımaya baĢlamıĢ, bu da<br />

onun bu gerekçe üzerinden paylaĢılmasını sağlamıĢtır. HaĢim örneğinde bu<br />

paylaĢım doğal olarak çok sınırlıdır, biliyoruz. Zamanını yitirmiĢ kalıplardan<br />

(mazmun) kendini sıyırmıĢ, izleğine özgülenmiĢtir. Tek engel en genel küme kalıbı<br />

(mazmunu) olan dil(sel kullanım)dır. HaĢim bu engele takılmıĢtır (Piyale‟ye kadar).<br />

Birazcık daha yaĢayabilseydi, Ģiiri özgürlüğün beliriĢi olarak, ana Ģiir akımlarımızdan<br />

birinin kaynağını oluĢturacaktı ve yine de oluĢturdu. Çünkü Ģunu savlıyorum, Ahmet<br />

HaĢim yazamadığı ama yazabileceği Ģiirlerini okuyan ardıl kuĢaklarca günümüze<br />

değin getirilmiĢtir, Yahya Kemal‟den daha belirleyici, güçlü bir damarı oluĢturmuĢtur.<br />

HaĢim Ģiire, ondan önce sürgüne yollanmıĢ, günâhın kaynağı olarak uzak<br />

durulmuĢ nesneyi taĢıyan, onu belli nitelikleriyle somutlaĢtıran, görünür kılan<br />

öncülerden biri. Üstelik tersi yönde yaĢadığı travma, takınağa karĢın. Bu<br />

somutlaĢtırma çabası bir tür kurtuluĢ, tutunma çabası. Bunu böyle anlamalıyız. Bu<br />

umutsuz, acıtıcı çaba, somutlaĢtırmanın en güçlü aracı görüntüye (görüntünün etkili<br />

bileĢenlerine) sığınacaktı, bu da kaçınılmazdı. Acıtıcı, çünkü yaĢam bir bütün olarak<br />

ele geçirilememiĢtir yine de, HaĢim saltık yalnızlık içinde veda etmiĢ olmalı yaĢama.<br />

Bu bir varsayım. YaĢamöyküsünün ayrıntılarını bilmiyorum (Bunu Ģiir üzerinden<br />

okuyorum.)<br />

Yahya Kemal Ģiirinin tarihsel özneleri, akınlar yaparak Ģiire devinimin,<br />

eylemenin müzikalitesini ekler. HaĢim‟in durgun, eylemsiz, zamansız, ana<br />

bağlanmıĢ, betimleyici Ģiirleri ise eğer yaratım sürecinin basamakları sonuna değin<br />

çıkılabilseydi, bir tür Haiku‟ya varacaktı, diye düĢünüyorum. Bu Ģiir sonunda tek bir<br />

nota vuracaktı ve bu ses her Ģeyi kapsayacak, sonsuzluk bu anın içine dolacaktı.<br />

Dostoyevski‟nin sara krizlerinde yaĢantıladığı, Joyce‟un epifani olarak ardına<br />

düĢtüğü, Heidegger‟in en büyük yaĢam deneyimi dediği o birden yüze çıkan, bir an<br />

görünen Ģey burada bir renk baskını, nedensiz hüzün, ölümcül bir yitim olarak<br />

görünecek. Öyle sanıyorum öncelenmiĢ bir ölüm deneyimi, arzusudur (Tanatos) söz<br />

konusu olan. YaĢamın (bilincin) dondurulduğu an, sınırlarını yitirdiği, sonsuzlaĢtığı<br />

duygusu. Bir yanılsama mı? Bunun yanıtı zor.<br />

HaĢim‟de bu ölüm arzusu gizli de olsa var, zaten ölümü bu denli tezce<br />

çağırmasından da belli. O bulduğu ve ona sonsuzluğu (ölümsüzlüğü) yaĢatan ve<br />

arkasından hemen ölümü getiren imge(nin arzusu), baĢlayan yerde baĢladığı anda<br />

biteni, varlığın bağrındaki hiçliği çağrıĢtırır. Bu hiçlik, hiçlenme duygusuyladır ki<br />

annenin ölümünden gelen kederi ve suç(luluğ)u giderir HaĢim. <strong>Sonuna</strong> değin<br />

ödemiĢ, ölümün suçlusu olarak parmağı kendini göstermiĢ, yüce ölü Ģiirini güz<br />

renkleriyle boyamıĢtır. Ölüm, ölümle (resim) silinmiĢtir. Bu ancak değiĢmeceyle<br />

45


olanaklı, biliyoruz. Sanat ölümü ölümle değiĢtirebilir. Göl Saatleri bu düĢüncenin<br />

ilerletilmiĢ kanıtı olarak geçiĢi oluĢturur.<br />

“Vahşi karaltılardaki sîmin kuşların<br />

Mer‟î miyân-ı sîne-yi yeldâda yerleri;<br />

Gûyâ cihân-ı sâyede metruk-i nûr olan<br />

fecr-âşinâ melikelerin muğber elleri<br />

koymuş kenâr-ı sâhile fağfur kâseler<br />

mâhın birikmiş orda ziyâ-yı mukattarı…”<br />

(Karanlıkta Beyaz Kuşlar, 134)<br />

“…..<br />

Uzak<br />

Ve mâî gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak<br />

bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz…”<br />

(O Belde, 154)<br />

“……….<br />

Hep çift idi karşımda: kamer, encüm ü eşcâr,<br />

Bendim yalınız ordaki bî-hemser ü bî-dâr,<br />

Durgun suya baktım ve dedim: Âh ölebilsem<br />

Mâdâm ki yok ağlayacak mevtime kimsem.”<br />

(Şeb-î Nisân, 176)<br />

En güzel Ģiirleri ise Piyale ile gelir. Bu kitabında anlatımı ve dil tutumu, belli ki<br />

bir iç hesaplaĢmaya (ve belki tarihsel bağlama da) bağlı olarak değiĢmiĢ, Ģiirinde<br />

haiku‟luk, zamandıĢılık bilinçli bir yeğlemeyle yetkinleĢmiĢtir. Abdülhak Hamit<br />

Tarhan‟a adadığı bu küçük kitabının önsözü birçok Ģeyi, en baĢta HaĢim‟in Ģiirden<br />

anladığı Ģeyi duru, açık ve kusursuz bir biçimde anlatmaktadır. Bugün bile Ģiir<br />

üzerine tartıĢmalarımız HaĢim‟in Dergâh‟da (1921) yayınladığı bu bağlamın içinde<br />

dönenir durur. Öylesine zamanının ötesinde, kavrayıĢlı, doğru bir yazıdır. ġiiri 90 yıl<br />

önce, ayağına takılan çerçöpten ayıklamıĢ, anlamı (!) irdelemiĢ, anlam üzerinden<br />

uyuma varmıĢ, açık yapıta iĢaret etmiĢtir ve müthiĢtir bu. “Ne şair şiiri, ne de sanatçı<br />

sanatı yorumlayıp açıklayabilir.” (211) Demek, Ģiir bilgeliğine ulaĢmıĢ ve Piyale ile bunu<br />

görünür kılmıĢtır. Artık onun Ģiiri üzerinden doğa belli anlarını konuĢturur, gösterir:<br />

“Bir bakır tasta şimdi bir alev havuz…”<br />

46


“Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden<br />

Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak<br />

Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak…<br />

Sular sarardı… yüzün perde perde solmakta<br />

Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…<br />

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller<br />

Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller<br />

Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?<br />

Bu bir lisân-ı hafidir ki ruha dolmakta<br />

Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…”<br />

(Merdiven, 226)<br />

*<br />

“Şu bakır zirvelerin ardından<br />

Bir süvarî geliyor kan rengi.<br />

Başlıyor şimdi melûl akşamda<br />

Son ışıklarla bulutlar cengi!<br />

Bir bakır tasta alev şimdi havuz,<br />

Suya saplandı kızıl mızraklar.<br />

Açılıp kıvrılarak göklerde<br />

Uçuyor parçalanan bayraklar!””<br />

(Süvâri, 240)<br />

***<br />

Kavabata, Yosunari; Uykuda Sevilen Kızlar (1961)<br />

Varlık Yayınları, Birinci Basım, Şubat 1971, İstanbul, 160s.<br />

Kavabata hemen her kitabıyla, ikinci dilden çeviriler okumama karĢın, beni<br />

büyüledi. Ve karar veremedim hangi romanı baĢyapıtı. Tüm yapıtları diyorum bu<br />

47


nedenle, çünkü ötekine haksızlık olacak. Daha önce de söylediğim gibi,<br />

Kavabata‟nın tüm anlatıları aynı köke ve sor(g)uya dayanıyor. Öyle olunca Uykuda<br />

Sevilen Kızlar‟ın (眠れる美女, nemureru bijo okunur) bu izleğe doğrudan bağlı bir<br />

küçük baĢyapıt olduğunu burada teslim edelim.<br />

YaĢlı erkeklere hizmet veren, onların derin uyutulmuĢ kızları sevip<br />

okĢamalarına izin verilen bir evi keĢfeden yaĢlı EguĢi‟nin buraya dört kez<br />

gerçekleĢtirdiği ziyaretin öyküsü roman. Ben anlatımlı. Kavabata‟nın hemen tüm<br />

anlatılarındaki temel figürlerden en önemlisi olan yaĢlı erkek, dinmeyen bir kadın(lık)<br />

sızısının dürtüklemesiyle düĢlerindeki kadını burada da aramaktadır ve ilginç bir<br />

biçimde ters bakıĢımlı (simetrik) bir genel yapıt kurgusu geçerli romanda belki de,<br />

yazar söz konusu olduğunda. Erkek kahraman yaĢlandıkça aranan kadın gençleĢir,<br />

uzaklaĢır, daha eriĢilmezleĢir. Yani arama Kavabata‟yı „o‟ kadına daha<br />

yaklaĢtırmıyor, tersine daha susuz, daha özlemli ve daha umutsuz kılıyor. ĠĢte bu<br />

öyküdeki yetmiĢlik Bay EguĢi‟nin uyuyan kızlarla geçirdiği gece boyunca bilincinden<br />

akan tüm hesaplaĢmalar, saltık teslimiyet ve masumiyetin cinsel nesnelikle (obje)<br />

yanyana gelebileceğini ve bu bitiĢiklikten bir tür özyıkım doğabileceğini gösteriyor<br />

okura. Cinsellik, gönüllü ya da gönülsüz bir bilinç etkinliği… Ġnsanı sürükleyen yanı<br />

da bu… Bilinç devreden çekildiğinde, beden nesneleĢiyor ve yaĢlı (erkek) bakıĢ için<br />

imgeleĢiyor, gönderime (referans) dönüĢüyor. Tepkisiz beden, sonsuz<br />

uygulanabilirliği, edilginliği içinde bir tür dokunulmazlık kazanıyor, daha önce<br />

dokunuĢun öykülerini anımsatıyor uyanık bilince. Güzel ölüdür o, yitirilmiĢ güzel(lik),<br />

eriĢilmez kadın(lık). Bu duruĢtan (konum, statü) bakıldığında yaĢamlarımızın<br />

kusurlu bağları, iliĢkileri, öyküleri bu saltığa göre gerçek anlamda bir hesaplaĢmayı<br />

kaçınılmaz kılacaktır. Öyle de oluyor. EguĢi, geçmiĢine yolculuğa çıkıyor.<br />

YaĢamının önemli noktalarını kurcalıyor ve kızlar kendini bırakmıĢ çıplak ve masum<br />

(sonuna değin açık tutulmuĢ, her iyiliğe ve her kötülüğe açık) bedenleriyle taĢıyor<br />

yaĢlı adamı geçmiĢine. Belki bu uyuyan kızlar o güne değin yapamadığı Ģeyi<br />

yapmasına izin veriyor, sakınımsız, çekincesiz, kaygısız onlara bakabiliyor.<br />

Parmaklarının, ayaklarının, omuzlarının, vb. sesine ayrı ayrı kulak veriyor, gözlerini<br />

bir kadına bakıldığında hemen görülenin ötesinde görünmesi gerekene özenle,<br />

yumuĢaklıkla dikebiliyor, elleri bu terü taze tenin üzerinde gezinerek bir kadına<br />

çekinmeden dokunmayı deneyebiliyor, böylece elinin altında kil ya da hamurdan<br />

sonsuz bir olanak (imkân) biçiminde kadını bulma, kurma Ģansı doğuyor. Sıradan<br />

cinsellik tüm anlatı boyunca kendini ortadan kaldırıyor (lağvediyor), hatta cinsellik<br />

dıĢarıda kalıyor. Geride bir masumiyet Ģarkısı, günâha (suça) batmıĢ bir arınma<br />

(katharsis), saf suyla yıkanma (Hristiyanlıktaki takdis gibi) umudu kalıyor. Ama yazık<br />

ki bu kapalı bir kurgu(sal)-öyküdür. Kapalı bir dünyanın oyunudur ve hakikat ne<br />

dıĢarıda yaĢamın içinde, ne de bu kurgunun içindedir, ikisi arasında eĢikte, iki<br />

ayağın duruĢu arasındaki adımın boĢluğu ve gölgesindedir. Adım nereye<br />

yönelmiĢtir? Bir ayak ötekine nasıl seslenir, ne der? Ölümün imgesi ölümü karĢılar<br />

mı? Ölüm bizi yaĢamın buluĢturamadığı Ģeyle karĢılaĢtıracak, buluĢturacak mı?<br />

Uyuyan genç kızın masum çıplaklığının içinden anne geçecek, yeniden<br />

bedenlenecek, dirilecek mi? Bu ve benzeri soruların yanıtı yok ya da bu yanıt ancak<br />

öykü (roman) olabilir.<br />

Tabii bu belki de Kavabata‟nın en gizemli, simgesel anlatılarından biri ve<br />

imgeleri önceki anlatılarına göre daha gölgeli, belirsizlikler, adlandırılmazlıklar<br />

içerisinde. Bu durum, kitabı, okur olarak neyle karĢılaĢacağını bilemediğin, merak<br />

ve korkuyla, sakınım ve cesaretle ilerlediğin yarı gerçek-yarı düĢ bir atmosfer içine<br />

atıyor. Ġçinde en basit, kıĢkırtılmıĢ ilkel eğilimlerle de ama kısa zamanda bunlardan<br />

utanarak, büyük ve artık ertelenemez bir aĢkınlık ve yücelmeye doğru yola<br />

48


koyularak, günahtan suçsuzluğa arınma deneyimi yaĢıyorsun iyice yavaĢlatılmıĢ<br />

okur-yürüyüĢünle. Kavabata, içimizdeki hayvanı yatıĢtıra yatıĢtıra, kıĢkırtıcı erotik<br />

biçimleri burnumuza dayıya dayıya bizi kurtarıyor (tüm bunlardan). Günahı sıyırıyor<br />

insan teninden ya da bu tenin altındaki (içindeki) boĢluğa yaĢamı, onun ısrarcı<br />

arayıĢını, evrensel kadın(lık) ideasını koyuyor. Bu kadınlık ideası, bedenini satan ya<br />

da kiralayan fahiĢe üzerinden gerçekleĢiyor, onun üzerinde beliriyor ve yükseliyor<br />

(diriliĢ). Bu deneyimi kadın gözünden erkek bedeninde deneyen bir anlatı var mı<br />

acaba? Marguerita Duras olabilir mi?<br />

Hayır, gerçekte kadın ideası yok. Kadınlığın özü denebilecek bir Ģey de yok.<br />

Ama Kavabata ve onun yapıtı var. O yapıt orada, o kadını bütün kadın bedenleri<br />

üzerinden aramasını sürdürecek sancılı bir yazı. Kapalı uzamların kapatılmıĢ<br />

bedenlerine değil daha çok paylaĢılmıĢ bedenlere bakacak, çünkü o bedenler daha<br />

çok olanak (imkân) olarak duracak orada.<br />

Kadının yokluğuna odaklı bu öyküler için eril öyküler diyemiyoruz bu nedenle.<br />

Eril bir toplumun diĢil öyküleri Kavabata öyküleri. Öykü(sü)nün odağında kadın var<br />

tüm varlıksızlığı, yani yokluğuyla. Anlam oradan (kadından) gelebilir belki. Dünyanın<br />

didiĢmelerinin bir anlamı yoksa, nedeni kadınsızlık, kadının düĢmüĢ, kayıp<br />

olmasından, daha baĢlangıçta yokluğa karıĢmasından. Erkeğe de düĢen en anlamlı<br />

iĢ, bu yitik kadını bulmak, bunun için yola çıkmak ve aramak. Kavabata‟nın yalın,<br />

alçakgönüllü tezi budur. İzu‟lu Dansöz‟den (1926) sonra yazdığı her Ģey de<br />

bununla ilgili.<br />

*<br />

Esat Nermi çevirisi (Almanca‟dan mı?) düzgün bir çeviri. Yıl 1971, 42 yıl<br />

sonrasının (2012) ortalama çeviri düzeyinin kat kat üzerinde.<br />

***<br />

Ergülen, Haydar; Üzgün Kediler Gazeli (2007)<br />

<strong>Kırmızı</strong> Kedi Yayınları, Üçüncü Basım, Mart 2012, İstanbul, 116s.<br />

2008 Metin Altıok ġiir ödüllü kitabı biraz gecikmeli okumuĢ oldum. Aynı<br />

zamanda Ergülen‟i de Ģairlerim arasına katabileceğimi gördüm. Genel olarak bende<br />

49


yaĢamından Ģiir üretmeyi aĢan, yaĢamı(nı) ĢiirleĢtiren bir söz-gövde izlenimi bıraktı.<br />

Sözü bedeninin bir uzantısı olarak getiriyor önümüze ve bunun doğurabileceği iyi<br />

kötü sonuçlar hakkında sakınımsız.<br />

Dergi izlemediğim için ülkemizde Ģiirin sınıflaĢmasının, katmanlaĢmasının<br />

ayrımında değilim açıkçası. Egemen kimdir, Ģiir devrimcisi var mı, varsa kim,<br />

bilmem. Çokca Ģiir yazıldığını söylüyorlar, oldukça da kitap yayını var. Tamam<br />

kalabalık caddenin uğultusu elbette yabana atılmamalı ama bu uğultunun içinden<br />

seçik, ayrıĢık, bağımsız, kendi olmuĢ bir sesi dünya korosu içinde kendi tınısıyla<br />

ayırabilmek için neyi, ne kadar bekleyeceğiz daha? Çünkü bu Ģair olma meselesi<br />

değil, okur olma meselesi aynı zamanda. Hatta okurun dili(ni) taĢıma becerisi,<br />

yeteneğiyle ilgili. Bu dil bilinci yazarını dünyaya taĢır ya da taĢımaz. Nazım‟ı<br />

dünyaya taĢıyan ne, Dağlarca‟yı taĢımayan ne? Bir soru.<br />

Güzel, küre çaplı Ģairlerimizin de Ģansı çok az, demek istediğim. Ve bunları<br />

yazıĢımın nedeni Haydar Ergülen‟e paye biçmek değil. Bunu yapamam. Kendi<br />

dilinin kuyumculuğunu önceliyor anladığım kadarıyla. Onu bunca seviĢimin<br />

kaynağında Ģiirlerinden taĢan dil tutkusu olsa gerek. Bu tutku ne uçlarda soğuk dil<br />

oyunlarına saplanıp kalmıĢ, ne de sahici de olsa dramatik çatılarda kilitlenmiĢ…<br />

Böyle olması kötü değil, ama bunu göstermese de içinde taĢıyıp onun ötesine<br />

geçebilen bir dinginlik, bilgelikten söz ediyorum. Ha, kuĢkusuz yaĢam sevincini,<br />

tutkusunu azaltması gerekmez ayrıca.<br />

Bir Ģair dilinin toprağına bedeniyle basmalı, basıyor olmalı, ağırlığını okuruna<br />

geçirmeli. ġiirin toprağı üzerinden okur yurtlanmalı (=dillenmeli). Azdır Haydar<br />

Ergülen gibileri. Çünkü Ģiirin yurtlanma, yurt bağıĢlama, bir armağan olduğunu<br />

kavramıĢ belli ki ender insanlardan. Armağan diyorum, dikkat, armağanın özürü,<br />

gerekçesi, açıklaması ya gereksiz, ya arkadandır. Ölçüye gelmez, tartılmaz<br />

armağan.<br />

Bu genel çerçevede Haydar Ergülen‟in en önemli özelliği kapsamlı bir ekinsel<br />

(kültürel) birikim üzerine oturuyor oluĢu, üstelik iyice sindirilmiĢ bir birikim bu.<br />

Yalnızca bilgi, olgular vb. birikimi değil, bunlar çok önemli de değil, edalar, dilsel<br />

duruĢlar, dilin aynasından yansıyan kakıĢımlar, giriĢimler, bireĢimlerden oluĢan bir<br />

birikim. ĠĢte nefesler, gazeller… Dilin binlerce yıla yayılan arınık deyiĢ gücü, tüm ses<br />

ve bakıĢ zenginliğiyle günün dil kullanımına eklemleniyor, aslında bedenleniyor.<br />

(Bkz.İç Nefes, 11)<br />

Anlam (içerik) bu yapı-duruĢlardan üremeye baĢlıyor bu noktada (Kitapta da<br />

böyle zaten.) YanlıĢ izlenimi silmek için söylüyorum, yazarın anlamla sorunu<br />

olmadığı gibi tersine bu yeni anlamlama kat(man)ıyla çift (katmer)-anlamlı Ģiirlere<br />

ulaĢıyor sonuçta. Buna güçlendirilmiĢ anlam(lama) da diyebiliriz. Yani okurun<br />

beklentisini hemen her Ģiirle aĢıyor Ģiirsel içerik. Okur anlamadığı Ģeyi anlıyor.<br />

Gelenek yinelenmiyor asla. Ama anıĢtırılıyor, okuru bilinçaltı gönderimlerine<br />

bağlıyor. Ölçü (vezin), dizim (ritim), uyak (kafiye) zorunluğu değil, zorunsuzluğu ve<br />

benzeri anıĢtırımlar, çağrıĢımlar bizi dilin okyanusuna daldırıyor ürpertilerle.<br />

Hani Ģiirin geldiği kimi yer(ler)de bir kulak yerleĢimi (iskân), bir alıĢkanlık ve<br />

buna bağlı yüzeyden teğet kayıĢ (aslında teğel) yaĢansa da yine de uyumu bozan<br />

bir çıkma yerleĢikleĢmemizi, Ģiiri kanıksamamızı önlüyor. Bol yazıĢını da (yanıltıcı<br />

bir izlenim belki) bir bolluk, bereket olarak, doğal taĢma, artma gibi anlıyorum bu<br />

durumda. Bol yazmak her zaman handikap değil, çokluk, ordu, güç ve inanç da<br />

demek. Çünkü has Ģair dil çorbasını kaĢıklar ve her kaĢığı dilin ayrı ayrı aĢırı<br />

olana(klılı)ğıdır (imkân). ġair aĢırı gidendir (Bak. ġair-Dandi iliĢkisi.) Dokunduğu<br />

sözcük altınlaĢır. Sözcükler yenmediğine göre Ģimdilik Midas‟da olduğu gibi sorun<br />

da yok.<br />

50


Ergülen Ģiirinde ikinci belirgin özellik olarak eytiĢmeyi vurgulamak isterim.<br />

YaĢam sayısız türlülükte varlığı, varlıksızlığı ve çokluğu, azlığıyla Ģiirlerde<br />

sürtüĢüyor, kabarıyor, buluĢup ayrıĢıyor, mayalanıyor. ġiir yaĢamları(mızı)<br />

mayalıyor gerçekten. Nedenini anlamak zor değil ama yazarın dünya (varlık)<br />

kavrayıĢıyla ilgili olduğu açık.<br />

“yaşadığımız hayattan alacağı varsa yaşanmayanın<br />

ne anlamı kalır yalnızca yaşadığımızı hatırlamanın<br />

…………<br />

hepimizin yerine balkondan düşeni hatırla<br />

şiir bazen öyle de çarpabilir hayata<br />

…..”<br />

(29, Şikâyetler Gazeli)<br />

Bir üçüncü önemli Ergülen özelliği de, Ģiirinin yaĢamı yanıtlaması. Birçok Ģiir<br />

(Yetimler Gazeli, 41; Bi‟dolu, vb.) zamanına duyarlı bir Ģairi imliyor, bu iĢlevi öne<br />

çıkarıp kendini indirgiyor (Ki bu cesaret ister, biliyoruz).<br />

“……..<br />

aslında ne türk‟üz, ne kürd‟üz, ne Ermeni‟yiz<br />

öyle bir „baba‟mız var ki Hrant, hepimiz yetimiz<br />

……..”<br />

(41, Yetimler Gazeli)<br />

Ergülen okumaya ve Ģiirini anlamaya devam!<br />

*<br />

İÇ NEFES<br />

o bir çay istemişti, trenin içinde<br />

biz tren yolcusuyduk, çölün içinde<br />

ben yalnız kalmıştım, senin içinde<br />

oysa kaç kişinin yerine sevmiştim seni!<br />

aşkı geçtik, gözlerini açabilirsin<br />

o bir dile sığınmıştı, sözü içinde<br />

yolu yoluma çıkmıştı, çölü içinde<br />

ben eski kalmıştım, senin içinde<br />

oysa kaç çocuğun yerine övmüştüm seni!<br />

düşü geçtik, kendine bakabilirsin<br />

o bir bende kırılmıştı, hayli içimde<br />

ıssız otağ kurulmuştu, canım içinde<br />

ben kime kalmıştım, senin içinde<br />

51


oysa kaç bahçe içinde açmıştım seni!<br />

kimi geçtik, kimseye sorabilirsin<br />

***<br />

Judt, Tony; Kötülük Kol Gezerken (2010), Çev. Dilek Şendil<br />

Yapı Kredi Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2012, İstanbul, 147s.,<br />

Büyük boy.<br />

Judt 1948 Ġngiltere doğumlu önemli bir tarihçi. Avrupa tarihiyle ünlü. 2012‟da,<br />

daha 52 yaĢında ölmesi büyük kayıp.<br />

Kötülük Kol Gezerken, dünyanın 80‟den beri içine girdiği baĢaĢağı gidiĢe<br />

karĢı Batının en önemli merkezlerinden birinden yükselen canı yanmıĢ ama bir o<br />

denli vicdanlı sesleniĢ. Keynesgil kamusallığı liberal çerçeveler içerisinden yeniden<br />

çözüm olarak gören Judt, deneme türünün söylem kipiyle sınırladığı bu önemli<br />

anlatısını genel olarak 60 sonrası solun (geniĢ yelpazede sol) sorunu saptamada<br />

yetkin, kusursuz ama çözümlerinde zayıf, çocuksu özellikleriyle kotarıyor. Bence bir<br />

erksizlik (iktidarsızlık) baĢlı baĢına irdelenmesi gereken konu. Aynı Ģeyi Marksist<br />

yaklaĢımlar için de ileri sürüyorum. Buna baĢvuru (referans) noktası yetersizliği<br />

demek doğru olur mu? Eski iĢçi sınıfı ya da devrim gönderiminin yeri kuramsal<br />

olarak doldurulamıyor (kem küm, sonuçta).<br />

Ama tanı, küresel saldırı ve sonuçlarıyla ilgili olarak çok açık ve tartıĢma<br />

götürmez yargılar üreten bu yaklaĢım, „sol sesini yeniden bulmak zorunda‟ (17)<br />

dese de sorunlu. Belki de tanı sorunlu. Çünkü tanı olguyla (devlet, teknoloji,<br />

modernite, vb.) sınırlı olabilir. Kuramsızlık (düĢ) marifet sayılıyor olabilir. Günah<br />

çıkarmaya yeltenirken iĢe kuramdan baĢlamak, yerine kuram dikemedikçe kötü bir<br />

baĢlangıç sayılabilir.<br />

Judt‟un kitap boyunca temel tezi, devleti küçülten, kamusal varlığı eriten artık<br />

tükenmiĢ siyasal izlence ve piyasacı giriĢimlerin yerini dolduracak eli güçlü tezleri<br />

siyasal erke dönüĢtürmenin Keynesgil yolunu bulmanın zorunluluğu. Elbette birincil<br />

kaynaklardan yararlanarak saptadığı ve katlanılmaz bulduğu gerçek zenginlikle<br />

yoksulluğun atbaĢı geliĢtiği. “Eşitsizlik yıpratıcıdır. Toplumları içeriden çürütür.” (25) Ama<br />

daha güzeli Judt‟un kavrayıĢından bizim ülkemizde ayyuka çıkmıĢ sadaka<br />

kültürünün genelde küresel etik bunalımın bir parçası olduğu gerçeğinin kaçmamıĢ<br />

oluĢu. Hukuk ve sözleĢme düzeni yerini kiĢi kiĢiye (daha geleneksel) iliĢki<br />

biçimlerine gemi azıya almıĢçasına bırakması. Yitirilen bir dünyadır. (37)<br />

Judt‟un planlama ile kamusallık arasında gözettiği ince ayrımdan önemli<br />

sonuçlar çıkabilecekse de, çok ayrıntıya girilmemiĢtir. Bir yerde Ģöyle diyor: Bireylerin<br />

talepleri ne kadar meşru, talep ettikleri haklar ne kadar önemli olursa olsun, bunları öne çıkarmanın<br />

kaçınılmaz bir bedeli vardır: Ortak bir amaca sahip olma duygusu zayıflamaktaydı. Eskiden uygun<br />

söylemi bulmak için topluma ya da sınıfa ya da topluluğa bakılırdı: Herkes için iyi olan, tanımı gereği<br />

herhangi bir için de iyiydi: Ancak bunun aksi geçerli değildir. Bir kimseye yarayan bir başkasının<br />

gözünde belki değerli ve faydalı olabilir de, olmayabilir de. Daha önceki çağın filozofları bunu iyi<br />

anlamışlardı, geleneksel otoriteyle onun her birey üzerindeki hak iddialarını meşru göstermek için<br />

dini söyleme ve imgeleme başvurmalarının nedeni buydu zaten.” (63)<br />

HoĢuma giden bir baĢka incelikli Judt gözlemi de, kentsel baĢvuruların<br />

sürekliliğinin önemi üzerine yargısı. Londra‟nın siyah taksileri üzerinden verdiği<br />

örnek harikaydı (Ġstanbul, ĠETT otobüs renklerinin yok edilmesi.) Öte yandan<br />

üniformanın eĢitlikçilik göstergesi olduğunu ne çabuk unuttuk? (82) Bir baĢka yaĢam<br />

gerçeği: özel, kapalı yerleĢimler, mekânların varlığı ve artıĢı.(85) “Pratikte, günlük<br />

hayatın „özelleşmesi‟ konusunda gösterilen aşırı çabalar fiilen herkesin özgürlüğünü tehdit edecek<br />

şekilde kamusal alanı parçalayıp bölmektedir (…) Kamuyu özelden daha değerli görmeyi<br />

52


ıraktığımızda ise, neden güce karşı hukuku (hepsinden önemlisi de kamu yararını) üstün tutmamız<br />

gerektiğini anlamakta zorluk çekeceğimiz günler gelecektir.” (85)<br />

Komünizm eleĢtirisinde „ustaya bağlılık‟ (91) handikapı konusunda görüĢüne<br />

katılmam zor Judt‟un. Ama yanlıĢtan kaçarken komünizm sonrası ironilerine<br />

(doluya) tutulmak kaçınılmaz mıydı gerçekten? “Artık hepimiz demokratız.” (92) Yazar<br />

haklı serzeniĢinde: “Komünizmin başarısızlığa uğramasıyla en basitinden devletin sağladığı her<br />

şeyin ya da iktisadi planlamanın da gözden düştüğü sonucuna varılamaz.” (93) 1989‟dan sonra<br />

artık Ģunu öğrenmiĢ olmamız gerekirdi: Hiçbir Ģey (komünizm de dahil) gerekli ya da<br />

kaçınılmaz değil.(97) Ne yapılabilir sorusunda belirgin yanıtlarından biri, devletin<br />

piyasa ile çokuluslu Ģirketler arasında denge iĢlevi, aracı unsur, yeni bir rol<br />

üstlenebileceği yönünde Judt‟un: “Şimdi sıra bunun tersi olan anlayıştan, devletin tanımı<br />

gereği ve daima mevcut en kötü seçenek olduğu görüşünden kurtulmaya geldi.” (124) Devletin,<br />

baĢka herhangi bir Ģeyin yerini dolduramayacağı Ģeyler var. Bu noktada, yine<br />

incelikli kavrayıĢ, beni can alıcı yerden yakalayarak, demiryolları (ulaĢım)<br />

özelleĢtirmesinden doğabilecek sonuçları irdeliyor. Demiryolları ve garların kent<br />

kurma iĢlevlerine haklı olarak değiniyor. Ve ekliyor: artık kurtuluĢumuz belki de ortak<br />

korkularımıza bağlı olacak: “Daha açıkça söyleyelim, eğer sosyal demokrasinin bir geleceği<br />

olacaksa, bu korku sosyal demokrasisi şeklinde bir gelecek olacaktır.” (134) Yani sosyal<br />

demokrasi, yine de „elimizde kalanların en iyisi‟dir.(136)<br />

***<br />

Coetzee, J(ohn) M(axwell); Kötü Bir Yılın Güncesi (2007)<br />

Can Yayınları, İkinci Basım, Ağustos 2009, İstanbul, 239s.<br />

2003 Nobel Yazın Ödüllü Coetzee‟yle gecikmiĢ bir tanıĢma, büyük olasılıkla en<br />

iyisi de değil. Önemli yapıtları oldukça geride, bildiğimce. Güney Afrikalı (73<br />

yaĢında). Ġngilizce yazıyor ve yine yanılmıyorsam Avustralya‟da yaĢıyor.<br />

Kendini kabul ettirme derdi olmayan küresel yazarların birçok nedenle<br />

rahatladıkları, yazılarını özgür bıraktıkları ve ustalıklarından güç aldıkları<br />

söylenebilir. Kötü Bir Yılın Güncesi‟ni ilginç kılan en baĢta bu ustalık hakkı<br />

(avantaj da diyebilirdim) olmalı. Onu küresel yazarlık tutumu açısından Auster‟a<br />

benzettim bu yüzden. Üstelik bunu olumsuz bir nokta olarak değil (belki yazın<br />

estetiği yitiriyordur bu tutumla) tersine söylenmemiĢin yüze çıkmasının olanağı<br />

(imkân) olarak görüyorum. Yazar, insanlığa ait olması gereken bir cesareti üstlenip<br />

taĢıyor böylelikle. Ortalama insan sinsiliğini çözüp görünüme getiriyor. Bunun ne<br />

büyük bir giriĢim olduğunu anlamak için, bu cesur yazarları pornografik (Andrews,<br />

Koonz, King, Iwıng, vb.) çoksatar dünya yazarlarından ayıran çizgiyi kavramak<br />

gerekiyor. Bu çizgi ise biçimle içerik arasında geleneği baĢaĢağı çeviren, yeni bir<br />

estetik algıyı deneyleyen, „yalın biç(i/e)m, karma içerik‟ olarak özetlenebilecek (bu<br />

özetlemede nitelik, yapı gözardı edilmiĢtir) bir yerden geçiyor olmalı. Uçlarda<br />

dolaĢan yazı her zaman oldu, düĢlemin sonu olmadı geçmiĢte. Bu değil sözünü<br />

ettiğim. Auster, Coetzee kuĢkusuz bir aktöreci (ahlakçı) gibi belirir bu<br />

karĢılaĢtırmada. Ġki tutumu ayırmaya çalıĢıyorum. Gösterimcilim (teĢhir) ile<br />

sorgulama. Yoksa bu ikisinin de gereçleriyle yetindiğimizde arada çok da belirgin bir<br />

ayrım göremeyeceğiz. Oysa okurluk görevimiz bu ayrımı yapabilmektir tam da.<br />

Coetzee‟nin bu deneysel çalıĢması, yazarın bir Alman yayıncı için istediği<br />

konularda görüĢlerini kısa yazılar biçiminde rastgele akıttığı kanalın altında açtığı iki<br />

günce-kanalın üçlü akıĢından oluĢuyor. Sayfa altında akan iki kanaldan biri, kaldığı<br />

apartmanın çamaĢırhanesinde görüp de etkisi altında kaldığı Anya hakkında<br />

izlenimlerini aktaran 70‟lik yazarın günlüğü, diğeri ise erkeği (Alan) ile yaĢlı yazar<br />

53


arasında kalan ve dönüĢen Anya‟nın güncesi. Metinde kıĢkırtıcı olan ise hem bir<br />

dünya aydınının sorumlu düĢüncelerine doğrudan tanıklık edebilmek, hem de<br />

yaĢlılığın kadın, güzellik, cinsellik konularında dürüstçe, açık sözle sorgulanması ve<br />

gençliğin, gücün (cinsel, vb.) güncel küresel dalga değerleriyle buluĢma düzeyi ve<br />

geleneksel sevi (aĢk) iliĢkisi değerlerinin artık taĢınamaması, hatta daha kötüsü<br />

genel, ilkel bir yararcılıkla (pragmatizm) örtüĢtürülmesi. Alan bu yaĢlı çapkına Anya<br />

ile ilgili gizli ve sapkın (!) beklentisinin bedelini fena ödetmek, ama dahası vurgun<br />

vurmak, internet üzerinden yazarın gizli hesaplarına eriĢerek, onun hiçbir iĢine<br />

yaramayacak, hayır ya da hayvan koruma derneklerinde çarçur edilecek üç milyon<br />

dolarını onun ruhu duymadan tırtıklayıp değerlendirmek istemektedir. Ama fazla<br />

kendine güvenmiĢ, sevgilisi Anya‟yı hafife almıĢtır. Anya Alan‟ın tersine, hazzın,<br />

keyfin yetmediğini, her Ģey demek olmadığını anladığında büyük bir dönüĢüm<br />

geçirmiĢ, coĢumculuk (romantizm) bu roman üzerinden bir kez daha duygular<br />

sözkonusu olduğunda zaferini ilân etmiĢtir. Ucuz bir zafer değildir bu. Küresel<br />

akımları ve eğilimleri neredeyse tümüyle karĢısına alması gerekmiĢtir.<br />

GeçmiĢin ve yücenin bu yalın savunması Coetzee‟ye elbette yakıĢmıĢtır. Belki<br />

metin, öykü gereğinden yalındır. Ama okurken üç kanalı eĢleĢtirmek, iliĢkilendirmek<br />

konusunda tembellik yapmazsak, metinde olmayan birçok sonuç içimizde<br />

doğacaktir.<br />

Suat Ertüzün çevirisinin baĢarısına da iĢaret etmek isterim burada.<br />

Coetzee‟nin görüĢlerinin birçoğuna katıldığımı, hele Rus klasik yazını üzerine<br />

(özellikle Tolstoy, Dostoyevski) yorumlarını çok anlamlı bulduğumu söylemeden<br />

geçemeyeceğim. Bach için de aynı Ģey (Beni etkiledi.)<br />

“Ve Rusya‟ya, Rusya Ana‟ya da şükran duyuyoruz; her ciddi romancının, oraya yaklaşması<br />

söz konusu olmasa bile, ulaşmak için didinmesi gerektiği ölçüleri tartışmasız bir kesinlikle önümüze<br />

koyduğu için: bir yanda üstat Tolstoy‟un ölçüsü, öbür yanda üstat Dostoyevski‟ninki. Onları örnek<br />

alarak daha iyi bir sanatçı olunabilir; ve daha iyi demekle hünerli olmayı değil, ahlaken iyi olmayı<br />

kastediyorum. Onlar sahte tavırları yok ediyorlar; görüşü berraklaştırıyorlar; eli güçlendiriyorlar.”<br />

(235)<br />

BoĢ zaman üzerine bir alıntı yapmak istiyorum:<br />

“‟Otium‟lu hayatın (Otium: Kendini geliştirmek için kullanılması da kullanılmaması da mümkün<br />

olan boş vakit)ayıplanması ve bitmek bilmeyen çalışmanın mazur görülmesinin gerisinde, doğruluğu<br />

o kadar açık ki, artık söylenmesi bile gerekmeyen varsayımlar yatar: yeryüzündeki herkesin şu ya da<br />

bu ulusa ait olması ve şu ya da bu ulusal ekonomi içinde faaliyet göstermesinin gerekliliği; bu ulusal<br />

ekonomilerin birbiriyle rekabeti içinde olması gibi.” (86)<br />

Ġslam terörü için:<br />

“ Usame bin Ladin öcüsü en uçuk rüyalarında bile göremeyeceği kadar başarıya ulaştı.<br />

Kalaşnikoflar ve plastik patlayıcılar dışında hiçbir silahı olmayan o ve takipçileri Batı‟yı yıldırıp<br />

moralini bozdu. Batı‟nın siyasi hayatındaki kabadayı, otoriter, askeri damar için Usame tanrıların bir<br />

nimeti.<br />

Avustralya ve Kanada‟daki seçmenler ürkmüş koyunlar gibi davranıyorlar.” (129)<br />

Ve aĢk:<br />

“Aşk: kalbin uğrunda sızladığı.” (182)<br />

***<br />

54


Murakami, Haruki; Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu (1985)<br />

Doğan Kitap Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2011, İstanbul, 561s.<br />

Yapıtlarını önce yayınlama sırasına göre bir dizmek istiyorum Haruki<br />

Murakami‟nin:<br />

風の歌を聴け<br />

Kaze no uta o kike<br />

1973年のピンボール<br />

1973-nen no pinbōru<br />

羊をめぐる冒険<br />

Hitsuji o meguru bōken<br />

世界の終りとハードボイルド・ワンダーランド<br />

Sekai no owari to hādoboirudo wandārando<br />

ノルウェイの森<br />

Noruwei no mori<br />

ダンス・ダンス・ダンス<br />

Dansu dansu dansu<br />

国境の南、太陽の西<br />

Kokkyō no minami, taiyō no nishi<br />

ねじまき鳥クロニクル<br />

Nejimaki-dori kuronikuru<br />

スプートニクの恋人<br />

Supūtoniku no koibito<br />

海辺のカフカ<br />

Umibe no Kafuka<br />

アフターダーク<br />

Afutā Dāku<br />

1Q84<br />

Ichi-kyū-hachi-yon<br />

1979 İmkânsızın Şarkısı, 2004<br />

1980<br />

1982 Yaban Koyununun İzinde , 2008<br />

1985<br />

1987<br />

1988<br />

Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu,<br />

2011<br />

1992 Sınırın Güneyinde, Güneyin Batısında, 2007<br />

1995 Zemberekkuşunun Güncesi, 2005<br />

1999<br />

2002 Sahildeki Kafka, 2009<br />

2004<br />

2009 1Q84, 2012<br />

Yukarıdaki çizgeden de anlaĢılacağı üzere Türkçe‟de Murakami‟yi zaman<br />

sırasız okudum. Yayınlanması da öyle olmuĢ. Ġyi olan genellikle Japonca aslından<br />

çevrilmiĢ olması. Zemberekkuşunun Güncesi ve Sahildeki Kafka‟dan sonra<br />

gerilere (80‟ler) savrulmuĢuz. Bana kalırsa Sınırın Güneyinde, Güneşin<br />

Batısında‟dan sonra bir sıçrama yapmıĢ gibi yazar ama yanlıĢ bir izlenim olabilir<br />

bu. Bir yazarı izlerken ilk yayın tarihlerini daha sıkı gözetsem iyi olacak. ġunun için:<br />

Murakami‟de yaĢadığım en derin düĢkırıklığı oldu Haşlanmış Harikalar Diyarı ve<br />

Dünyanın Sonu. Ġnatla 560 sayfayı okudum okumasına ama ortalarından sonra<br />

artık bitse de kurtulsam diyerek. Elbette Murakami‟yi yazar yapan tüm içerik<br />

iĢaretlerini bu romanda da koyuyor sayfaları arasına. Ama bir sığlık, basitlik var.<br />

Yazar tutumuyla ilgili kimi özelliklerini zaman içerisinde nasıl geliĢtirdiğini böylelikle<br />

anlıyorum. DüĢlemseli günlük yaĢamın ve sıradan davranıĢların ortasına<br />

yerleĢtirmesi çarpıcı etkisini 80‟lerden bu yana sürdürüyor, bu açık. Yoksa binlerce<br />

örneğine benzer bir düĢlemsel (fantastik) öykü yazıcısı olurdu. Yazar olarak<br />

çıkıĢının kaynağında belki de bu türden bir dünyasallaĢma vardı (Dünyaya<br />

oynama). DüĢlemsellik modası onun da önüne bulunmaz bir küresel fırsat olarak<br />

gelmiĢ olmalı. Ve üzerine postmodernin „iyi muz‟u krema duygusu yaratmıĢ olmalı.<br />

HoĢ ve dolu izlenimi veren boĢ anlatılardan, sığ dilden baĢalamadı dünya bir ara.<br />

ġimdilerde kurtuluyor diyebilir miyiz ve Haruki Murakami‟yi katabilir miyiz iĢin içine?<br />

55


Bilmiyorum, bunu söylemem aĢırı bir cesaretlilik olur(du). Ama bildiğim bir Ģey var<br />

ya da anımsadığım. 90‟ları izleyen ve Türkçe‟de okuduğum anlatılarda onu basit bir<br />

postmodern yazar olarak görmek istemedim ve elimden geldiğince de görmedim.<br />

Yine de Auster için bu bağlamda daha fazla ter dökebileceğimi biliyorum. Çünkü<br />

ikisinin ortak bir yanı var: Anlatı dili tutumu. Bu anlatının pop ile (popülarite,<br />

popülerlik) iliĢkisine damgasını vurdu, onunla ilgili. Yazarı yazmaya iten dürtü<br />

yalnızca içdürtü, sancı değil uzunca bir süre. Yayıncılık anlayıĢı kurumsal yapıda<br />

(birçok etkilere bağlı olarak) dönüĢümlere yol açıyor. Yazar, anlatısının önüne ya da<br />

arkasına, anlatısının arkasında birçok insan olduğunu ima eden notlar (TeĢekkür,<br />

Katkı, vb.) düĢüyor. Bizde, ülkemizde bu kepazeleĢiyor kaçınılmaz olarak. Birden<br />

yazarımız çizerimiz kemiksiz et yığınına, içine herĢeyi doldurabileceğiniz çuvala<br />

dönüĢüverdi. Oysa Murakami‟de süreç tersine iĢliyor belli ki. O giderek, yazdıkça<br />

yazarlaĢıyor.<br />

Ġkili sarmal, kökte değil filizde buluĢup kaynaĢma ve gizli ortak kökü görünür<br />

kılma yöntemine bağlı anlatı tekniği, dil içi bir anlatımsal karĢıt kurgudan güç alıyor.<br />

Dil tek kutuplu, daha doğrusu iki karĢıt uçta yüksek dalga boyunda salınım<br />

yapmıyor. Bir uçta salınım sürprizli ve dalga boyu yüksek tamam ama diğer uç bizim<br />

sıradanımızın yavan, tekdüze, düz, salınımsız (nötr) çizgisini sürüyor. Oysa<br />

yüzyılların okuru iki aĢırılık arasında sersemleĢtirilmeye alıĢık dünyanın hemen her<br />

yerinde. Murakami bu iki aĢırılıkla kurulan dramatik geleneksel kurguyu dengeleri<br />

bozup yeniden dengeleyerek ĢaĢırtıcı bir gerilim elde ediyor. Ben buna Ģimdi usuma<br />

gelen bir adlama yapacağım: Indiana Jones kurgusu. Sıradan birinin sıradıĢı<br />

serüvenleri. Kahraman gibi bir izlenim vermiyor kahramanımız (!) ama değme<br />

kahramanların üstesinden gelemeyeceği herĢeyi de kolayca yapıyor, dünyayı (belki<br />

de evreni) kurtarıveriyor arada (dizinin öteki filmine kadar).<br />

Uzatmayacağım, HHDDS yeni biliĢim teknolojileri, yapay anlak,<br />

bilinç/ölüm(süzlük) vb. izlekleri bilimkurgu yönetmeni Ridley Scot‟vari yarı-örgensel<br />

(organik) bir atmosfer içinde konu yapan yazar için asıl önemli olan Ģeyin tüm bu<br />

tekno imalar, gönderimler, zorlamalar değil, insanın (yeni) dünya ve anlam arayıĢı<br />

olduğunu yapıtının tümüne göz atan biri anlayacaktır. Ve ben bu asıl ana izleği<br />

çizgisinde konuĢlanıp son yapıtlarını yeğleyeceğim yine de.<br />

“Herhalde dünya, sayısız ağaç, sayısız kuş ve sayısız yağmur damlalarıyla doludur. Öyle<br />

olduğu halde ben yalnızca bir kâfur ağacını ve bir yağmuru bile tam olarak anlayamadan ölüp<br />

gideceğim belki de. Öyle düşününce, kendimi çok yalnız hissettim, oturdum ağladım. Ağlarken<br />

birilerinin gelip beni sımsıkı kucaklamasını çok istedim. Ancak, beni kucaklamaya gelen kimse<br />

olmadı. Öylece, yalnız başıma yatağımda ağladım durdum.” (299)<br />

“‟Fakat aşk olmasa, dünyanın hiçbir anlamı yok‟ dedi tombul kız. „Aşk olmasa, her şey<br />

pencerenin dışından geçip giden rüzgârdan farksız hale gelir. Dokunamaz, kokusunu<br />

hissedemezsin. Ne kadar çok kızla parayla yatsan da, ne kadar çok yoldan topladığın kızlarla yatsan<br />

da, bunlar gerçek değil. Hiçbiri sana gerçekten sarılmaz‟.” (300)<br />

UlaĢımla ilgili bir alıntı:<br />

“Metro yolcuları dışarıda bir manzara görmeyi ummazlar zaten. Gazetelerini okuyor ya da<br />

öylesine boş boş etrafa bakınıyorlardı. Metro şehir içinde hareketetmek için etkin ve kolay bir yol<br />

olmaktan öteye geçmez. Hiç kimse metroya keyif için binmez.” (441)<br />

***<br />

Ergülen, Haydar; Aşk Şiirleri Antolojisi (2011)<br />

<strong>Kırmızı</strong> Kedi Yayınları, Birinci Basım, Kasım 2011, İstanbul, 216s.<br />

56


Bir Ģairi Ģair yapan Ģey gösterebildiği o tek sözcük olmasaydı bu kötü (iyi) kitap<br />

nedeniyle derin bir düĢkırıklığı yaĢadığımı yazabilirdim buraya rahatlıkla. Oysa<br />

Haydar Ergülen‟in kendisi Ģunu ilan ediyor: ġiir yaĢamı yedekler, ona omuz verir,<br />

kusurunu en güzel taĢıyan biricik insan etkinliğidir ve kusur güzel, dayanılır kılar<br />

yaĢamı ya da daha iyisi kusura bakıĢ, onu kavrayıĢ, bağıĢ…<br />

Yoksa bilmez mi taĢkın duyguların folklor gibi Ģiire düĢman olduğunu Ergülen<br />

gibi koca bir Ģair. ġairliği onun; bu kötü kitabından Ģunu anladım ki, Ģairliği onun,<br />

Neruda gibi (YanlıĢ anlamayın, Neruda denli değil) Ģiiri insana döĢemesi, dayaması,<br />

yöneltmesi. Beni yakalayan yanı tam da bu. Kostak, kuru sözcüklerle, takır takır,<br />

kusursuz yontulmuĢ, ıĢık oyunlarına gömülmüĢ ama yanmamıĢ, ama tutuĢmamıĢ<br />

dilde gözü yok onun. (Benim de.)<br />

Ergülen‟i bu dıĢarlıklı, uy(um/gun)suz cesaretinden ötürü sevmemek de<br />

olanaksız. ġiirin ipini koyuveriĢi, bu „Her şey serbest!‟ karnavali (faĢing), zamanın<br />

aralandığı ve toprağın kokusunun, içinde taĢıdığı ne varsa her Ģeyiyle (ölüsü dirisi,<br />

kokmuĢu gülü, nemi ağusu balıyla…) derin derin içe çekildiği bu gönüllü terk,<br />

vazgeçiĢi seçimi tüm kıl Ģairlerimize önerilir. Ġdea varlıktan (çamurdan) süzülür,<br />

gökten inmez. Aristoteles haklı (Platon‟a karĢı).<br />

Eh, bu Ģiire Ģiir olarak dayanmak zordur. ġimdi bunu söyleyebilirim. Çünkü<br />

zaten ortada Ģiir falan da yoktur. Daha doğrusu hem hası var (24 ayar), hem<br />

berbatı. (Ayarı düĢük: 16?) Bu tekneye binecek, fırtınayı göze alacaksın ve için<br />

dıĢına çıkacak. Bulantı, kusmuk ve daha kötüsüne hazırlan. Ama elması da<br />

unutma.<br />

Bir güzelleme, bir tür geleneksel övgüleme biçimini yenileyen Haydar Ergülen,<br />

Ģiiri kendine değil, kendini Ģiire açıyor, bırakıyor. BaĢına ne gelecekse gelecek.<br />

Böyle olunca onun baĢkalarından farkı ortaya çıkıyor. Onun Ģiiri Türkçe Ģiir yazılan<br />

topluma (sosyete) da bir açılım, bakıĢ, nitelik getiriyor. Uyarıcı bir özeleĢtiri daveti.<br />

Dostça, sevecen kuĢkusuz. Yargılayan, küçük düĢüren değil.<br />

Onda iyi olan bir Ģey daha: Birikime yaslanmak. Kimin kitabıydı bu baĢlık<br />

bilmiyorum. Herkesin hakkını fazla fazla teslim ediyor. Kimseye borçlu kalmadığı<br />

gibi bu konuda özel bir duyarlık gösteriyor. Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut<br />

Uyar, Didem Madak, usuma gelen birkaçı. TeĢekkür ederim Sayın Ergülen. Bundan<br />

daha iyi Ģiir yazılmaz.<br />

Öte yandan, yaĢam dağınıklığı, hoyratlığı, olanaksızlıkları ve ince yücelikleriyle<br />

günbegün de bu Ģiirde. YaĢam bazen taĢkın, bozen dingin, durgun ya da dalgalı,<br />

orasından burasından Ģiiri ortalıyor. ġiir demem lafın geliĢi. Ergülen de ayrımında.<br />

Ortaya çıkan bizim de parçabölük yaĢantımız, dünyamız. Hısımlık buradan, okurla<br />

yazar hısımlığı. Çok az Ģairimiz bu hısımlık duygusunu verir okura. Gülten Akın biri<br />

olabilir mi?<br />

Okuması güç geldi gelmesine. Çoğu kez de dayanamadım ve kendimde<br />

aradım kusuru. Daha doğrusu kusurun kusurunu… Karnaval bana (da) gerek(mez<br />

mi?)<br />

Bir not: Kitap kendi Ģiirlerinden seçtiği bir aĢk güldestesi.<br />

Aşk için önsöz<br />

Beni üzme<br />

Kendini de benimle üzme<br />

Sözümüzü üşütme<br />

57


Fazla açılma benden<br />

Çok açılma bana da<br />

Kendine de fazla açılıp da<br />

İçine düşme<br />

Geçmişe gül gönder<br />

Unutma<br />

Anılar da su ister<br />

Anılara iyi bak<br />

Bana bak<br />

Beni tut<br />

Bana tutun<br />

Beni orda burda<br />

Beni şunda bunda<br />

Unutma<br />

Bak<br />

(19)<br />

*<br />

İdiller gazeli<br />

gözlerin yağmurdan yeni ayrılmış<br />

gibi çocuk, gibi büyük, gibi sımsıcak<br />

sen bir şehir olmalısın ya da nar<br />

belki Granada, belki eylül, belki kırmızı<br />

gövden ruhunun yaz gecesi mi ne<br />

çok idil, çok deniz, çok rüzgâr<br />

çocukluğun tutmuş da yine âşık olmuşsun<br />

sanki bana, sanki ah, sanki olur a<br />

aşk bile dolduramaz bazı âşıkların yerini<br />

58


diye övgü, diye sana, diye haziran<br />

heves uykudaysa ruh çıplak gezer<br />

gazel bundan, keder bundan, sır bundan<br />

gözlerin şehirden yeni ayrılmış<br />

gibi dolu, gibi ürkek, gibi konuşkan<br />

hadi git yeni şehirler yık kalbimize bu aşktan<br />

(29)<br />

*<br />

Amor Fati<br />

İki günüm değil yalnızca birbirine benzeyen<br />

olsaydı iki ömrüm de birbirine benzerdi benim<br />

benzemese de ne gam nasılsa ben benzetirdim<br />

iki kişi de olsaydım benzerdim ötekine, çünkü bilemezdim<br />

ötekiyle ne yapacağımı, sözgelimi olsaydı iki kalbim<br />

biri bile fazla geliyor ya bazen, Tanrı eksikliğini göstermesin,<br />

birbirlerine benzemek olurdu onların da kaderi, sanki birbirinin<br />

kaderi olmak için bende dururdu onlar da, bilmem ki<br />

iyi mi olurdu, iyi olurdu diyelim, nasım da ikimserim,<br />

amor fati, amor fati, kaderini sev, kaderini sev gibi<br />

kaderim ol, kaderim ol derdim iki kalbime de ikisi de<br />

bir olup kader diye beni bir köşede unutmadan önce!<br />

(63)<br />

***<br />

Dickens, Charles; David Copperfield (1850), Çev. Azize Bergin<br />

Hayat Bateş AŞ Yayınları, Birinci Basım, 1968, İstanbul, 480s., Ciltli.<br />

*<br />

Dickens, Charles; David Copperfield (1850), Çev. Azize Bergin<br />

Alfa Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2004, İstanbul, 611s.<br />

59


Dickens okuması sürüyor. Dombay ve Oğlu onun yazarlığında önemli bir<br />

dönemece iĢaret ediyor ama Türkçe‟de olmadığı için bir sonraki romanı, David<br />

Copperfield‟i okudum. Arkasından Kasvetli Ev, Zor Yıllar (ya da Hayat), Büyük<br />

Umutlar, vb. gelecek ve bitecek. David Copperfield‟i (DC) lise yıllarında o<br />

olağanüstü baskıyla tanımıĢtım ve aĢağı yukarı yarım yüzyıldır ertelenmiĢ bir<br />

okumaydı. Kitapla ilgili değerlendirme yapmadan önce yayıncılıkla ilgili bir eleĢtirim<br />

var (Bitmez bu konu.) Ġki DC baskım var, aynı çeviri. O zaman sorun ne? Sorun Ģu.<br />

Bu güzelim çeviri 68 yılında hak ettiği değeri bulur, dönem ortalamasının çok çok<br />

üstünde bir nitelikle yayınlanırken (renkli gömlek, özel cilt, özenli sunuĢ, titiz mi titiz<br />

bir düzeltmenlik, vb.) bundan yaklaĢık 42 yıl sonra Alfa‟nın bastığı aynı çeviri<br />

özensiz, zevksiz ve dizgi yanlıĢlarından okunmaz durumda. Demek 40 yılda<br />

yayıncılıkta buraya değin gelebilmiĢiz. Ne mutlu bizlere! Böyle baĢa (okura) böyle<br />

tarak (kitap)! Dickens, Bergin, bunca birikim, emek, bu ülkenin insanı bunu mu hak<br />

etti?<br />

*<br />

DC‟ye dediğim gibi yarım yüzyıllık bir düĢsel yatırım yaptım. Gereğinden büyük<br />

bir yatırım olması beklenirdi. Oysa Dickens sözkonusu olduğunda bağlamı farklı ya<br />

da geniĢ tutmak gerekiyor, en azından bunu anladım. Dickens yaptığıyla<br />

(yazdığıyla) kendi yazısını aĢan biri… Yazarlığı yazarlığından büyük… Evet, bu<br />

yargının biraz tuhaf durduğunu görüyorum bende. Bir öncüyü, yaptığı ne olursa<br />

olsun, yaptığına indirgeyemiyorsun. O hem geçmiĢin o güne kadarki en iyi olanaklı<br />

(mümkün) bileĢimini, hem de gelecekte olabilecek herĢeyin ipucunu barındırır<br />

içinde. Zamanda geriye ve ileriye doğru herĢeyi kapsıyor oluĢu onu klasik yapar,<br />

ama bu her Ģeyi tek tek ele aldığınızda bir yetersizlik, doyumsuzluk yaĢarsınız. Tam<br />

olması gerektiği gibiden ya bir eksik ya da bir fazladır bu yapıt ve sanatçı. Belki<br />

ökeliktir (deha) anlatmaya çalıĢtığım.<br />

Somerset Maugham dünyanın en iyi romanını seçtiği ve sunduğu yazısında<br />

DC‟i tanıtırken, Dickens‟in ilk kez ben anlatısını ve onun getirdiği içtenliği denediğini,<br />

belki bu nedenle Davy‟nin (anlatıcının, yani David Copperfield) kendini diğer<br />

karakterler denli iyi çizemediğini ima eder. Yine de dengeyi tutturmuĢ, David sevimli<br />

bir karakter olarak romanı sürüklemiĢtir.<br />

Maugham‟a katılıyorum ben de. DC‟deki yazar güçlüğü ya da sıkıntısı<br />

anlatıcının bilinci ve belleğine yansımayan ilk dönemlerin anlatısı. Ama daha önce<br />

de söylediğim gibi okur bu kara delikler konusunda gerçekten eliaçık davranır,<br />

görmezden gelir hatta bir hoĢluğa dönüĢtürür bu tutmazlığı. Yoksa bu boĢluklar,<br />

60


çeliĢkiler ve yine Maugham‟ın değindiği rastlantılar olmasaydı (yani roman yaĢamı<br />

tıpkılasaydı) romana da katlanamaz, onun cansıkıntısını giderecek bir baĢka<br />

kurgunun peĢine düĢerdik. Ama uzunca bir süredir roman yetiyor biz insanlara.<br />

(Umarım.) Bilincin bulandığı, belleğin çökebileceği son yıllar ise DC‟de zaten yok,<br />

çünkü anlatıcı-yazar orta yaĢlardan dönüyor geriye ve roman bittiğinde mutlu mesut<br />

yaĢam tüm roman kahramanları için bir biçimde sürüyor. Bu açıdan sorun yok.<br />

Bellek canlı, anımsıyor.<br />

DC, önceki anlatıların duygusal, coĢumcu tonunu dizginliyor, romanın yapısal<br />

dengeleri açısından ilerlemeyi somutluyor olsa da bu savı yüzde yüz bir kesinlikle<br />

öne süremiyorum. Burada temel belirleyicilerden birisi önceki romanlar gibi DC‟in de<br />

tefrika olarak yayınlanması önce. Yazım süresi ve bunun okurla kesintili süreci<br />

(araya okur girmeseydi sorun yoktu) yapıya ciddi bir karıĢma (müdahale) getiriyor.<br />

Eski kolaj duygusu hemen hemen sıfırlanmıĢken, ki bunda ben odaklı anlatıcı<br />

figürün önemli etkisini gözardı edemeyiz, üstelik gerçekten de DC özyaĢamöyküsel<br />

bir roman), önemli bir Dickens hali da buharlaĢıp kaçıvermiĢ bir yandan. Dickens<br />

için (kendi açısından) çok önemli olduğunu düĢünüyorum bu romanın. Kendi<br />

yaĢamının yarı yolda bir muhasebesini yapmıĢ, kendine Ģöyle bir bakmak istemiĢ<br />

belli ki. DC‟e çok önem vermesini anlıyorum. Ama söylediğim Ģey o Oliver<br />

Twist‟de, Antikacı Dükkanı‟nda, Martin Chuzzlewit‟de, hatta Mr.Pickwick‟teki<br />

Victoria Ġngiltere‟sinin etkileyici, çarpıcı atmosferinin ve sokak tanıklığının DC‟de pek<br />

olmadığı… Bunu elbette ki yazar(lığ)a bağıĢlarız, hem de dünden bağıĢlarız, hatta<br />

bekleriz bile. Sorun yok. KarĢımızdaki ne olsa Charles Dickens, yani baĢlangıç ve<br />

son olmasa da bunları içinde barındıran bir öke. Duyarlı bir Avrupa aydını.<br />

Karakterlere, diğer anlatılarına göre DC‟de bedenleri ve öykülerini okur<br />

düĢgücüyle giydiriyor ki Dickens‟ın karikatür çarpıcılığındaki çizimleri (betimlemeleri<br />

kastediyorum) okur düĢgücüne pek de yer bırakmıyordu önceki romanlarında.<br />

Tefrika romanlarda okur biraz dikkat ederse yazım sürecini ve onun iniĢ<br />

çıkıĢlarını izleyebilir. Yazar yorulmuĢ, bıkmıĢ, aceleci, tıkanmıĢ, kilitli, dolu, istekli,<br />

kırgın, öfkelidir. Bu yazarlık durumları anlatıda görünür görünmez izler bırakacaktır<br />

kuĢkusuz. Sonradan kitaplaĢma aĢamasında birçok yapısal pürüz giderilecektir<br />

elbette. Yine de ana izlek, genel akıĢıyla yazar duygularını dengeleyen geçici<br />

çözümlerle zedelenebilir ya da beklenmedik biçimde hafifleĢebilir. Hele uzun bir<br />

61


sürecin son aĢamalarında öyküyü bağlamak, alınan okur tepkilerini gözetmek, hızlı<br />

ve herkes için en iyi çözümde buluĢmak gelir dayatır. Dickens gibi bir yaratıcı<br />

ökeden söz ediyorsak daha dikkatli konuĢmamız gerektiğini biliyorum. Yine de toplu<br />

(total) çözüm, yani her roman figürü için tümü kapsayacak bir çözüm (genel bir<br />

resim) kaçınılmaz olur. Bütün toplu çözümler sıkıntı yaratabilir. Anlatının geneĢ<br />

vadileri, pasajları boyunca adım adım, sabırla ve ikna gücüyle ilerleyen anlatı<br />

sıkıĢır, hızlı, çırpıntılı, köpüklü akmaya baĢlar. Bunun da bir hoĢluğu vardır var<br />

olmasına, okurun Ģu beklentili ama kof mutluluğu (hazzı mı deseydim?) yabana<br />

atılmamalı o kadar da ve üstelik bunun evrensel mutluluk arayıĢı (ve hormonuyla)<br />

ile bir iliĢkisi de olabilir. Böyle hafif, pembe çözümler de yaĢamın bir parçası olmalı.<br />

Belki daha da ileri gidebilir, sanatın bu sıradıĢılık ve sağladığı doyumla iliĢkisini de<br />

sorgulayabiliriz. Ama pembenin içinde pembe, sanatın içinde haz (yani hazzın<br />

içinde haz) ters iĢlev üstlenip, kötü bir alıĢkanlığa hızla dönüĢebilir. Sanatı kendi<br />

içinde fazladan pembe alanlar açar halinde tartıĢıyoruz Ģu an. Bence sanatın<br />

sanatlığıyla ilgili olağanüstü deneyimimiz hazzı içerse de daha çoğudur.<br />

Dirimbilimsel bir doymuĢluk duygusunu aslında (öyle görünse de) yadsır. Birbirini<br />

seven insanların seviĢmeleri gibi. SeviĢlerini seviĢmelerine indirgeyemeyiz.<br />

Dickens‟da beni en çok etkileyen Ģey, güçlü çizilmiĢ karikatür tiplemeler DC‟de<br />

de var elbette. Bu inanılmaz karnavalesk tiplerin özelliği yalnızca kendilerini en iyi<br />

temsil etmek değil ama dönem tinini (çağı) inanılmaz bir güçle yansıtıyor olmaları.<br />

Shakespeare‟e özgü yaratıcılık sanırım burada giriyor devreye. AbartılmıĢ<br />

özellikleriyle bu tip bir tür yansıtıcı ve büyütücü gibi yaĢamı en beklenmedik anları<br />

ve uzamlarıyla, davranıĢ ve sözüyle önümüze getiriyor. Bu çift ıralı (karakter) tiplerin<br />

akıllılıkla delilik, güzellikle çirkinlik, budalalıkla ironi, vb. arasında gidip gelen ele<br />

avuca gelmezlikleri, kaypak belirsizlikleri bir iĢaret fenerine dönüĢüyor kendiliğinden.<br />

Tüm kurulu toplumsal dizge bu imler üzerinden aydınlanıyor ya da kararıyor.<br />

Resimsellik, ıĢık-gölge Dickens‟ın temel anlatım özelliklerinden birini oluĢturuyor.<br />

Burada ilk usuma gelenler, örneğin Betsey Teyze, özellikle Dick, Ģu sinsi Uriah,<br />

çocuksu Dora, Rosa Murdstone… Onlarca karakterin içinden gerçeği aĢan, daha<br />

büyük gerçeğe taĢıyan birkaç örnek… Daha birçok karakter var ki romanın içinde<br />

gerekli gereksiz, anlamlı anlamsız dolanıp duruyorlar, tıpkı yaĢamda olduğu gibi.<br />

Öğretmenler, anne babalar, çıkarcılar, avukatlar, doktorlar, yatılı okul öğrencileri,<br />

atarabacıları, uĢaklar, hizmetçiler, vb. Artık iĢ resmi tümleyecek düĢgücümüze<br />

kalıyor, Charles Dickens‟da inanın bu o denli zor değil.<br />

62


Son olarak Dickens‟in (Noel öykülerini anımsayalım) iyicil, Ġsevi (Kilise dıĢında)<br />

bir aktöre vaizi olduğuna değineyim. Kötülüğün üstesinden ne gelecek? Bu sorunun<br />

yanıtını vermeden önce, „Kötülük nereden?‟ sorusunun yanıtını oluĢturmak<br />

gerekiyor. Dickens bu sorunun peĢine düĢmüĢtü, bir dünya buluncu, insan-yazar<br />

olarak… Onun dünyasında da ergeç iyi ve kötü hak ettiğini buluyor.<br />

“Dora ve bir de kahveyle yaşadım. Sevdadan perişan olmuş durumda iştahım kaçmıştı.<br />

Bundan da memnundum, çünkü iştahımın yerinde olmasının Dora‟ya karşı saygısızlık sayılacağını<br />

düşünüyordum.” (356, Alfa)<br />

“Dora‟nın nereden geldiğine, nasıl olup da insanlardan daha üstün yaratıklar arasına girdiğine<br />

dair keskin bir fikrim olduğunu sanmıyorum, ama onun da herhangi bir genç hanımdan farksız olduğu<br />

düşüncesini öfkeyle, nefretle karşılardım besbelli. „Dora‟yla dolmuştum,‟ diyerek halimi anlatabilirim.<br />

Ona yalnız delicesine âşık olmakla kalmamış, sevgisi iliklerime kadar işledikçe işlemişti .” (388,<br />

Alfa)<br />

***<br />

Makdisi, Saree/Casarino, Cesare/Karl, Rebekka E., Haz; Marksizm<br />

Ötesinde Marksizm (1996), Haz. Yavuz Alogan<br />

İmge Yayınları, Birinci Basım, Eylül 2005, Ankara, 447s.<br />

Doğrusu ya Marksizm ardı (post: kavgası) Marksizmin iyi bir görüntüsünü<br />

veren derleme, birçok açıdan beni doyuramadı, kandıramadı. Ama Marksizmin bir<br />

tartıĢma düzlemi olarak biricik eleĢtirel kaynak olabildiğinin de gösterisi bir yandan.<br />

Beni huzursuz eden yanı ise baĢtan belirteyim. Frankfurt Okulu (özellikle Foucault)<br />

etkisi (katkısı demekte zorlanıyorum) pusulasız kalmıĢlık yüzünden olmalı,<br />

gereğinden çok abartılı. Bu etki ise katkı olmakla yetinmeye hiç niyetli değil, tersine<br />

Marksizmi kendi kılan en temel kavramları görmezden gelemediğinde geçersiz<br />

kılmaya ve göstermeye ne de hevesli. Örneğin emek-değer kavramı, örneğin sınıf<br />

kavramı. Bu yöntemsel kusurun kaynağında bana göre, bağlamın kendine ve<br />

yapısına iliĢkin bir algı var. Günceli (olgu) süreklilikle nerede, ne zaman, nasıl<br />

iliĢkilendireceğiz ve bir biçimde bunu yaparken, gereğinden çok tezcanlılık<br />

göstermediğimizden (daha kötüsünü söylemeyeceğim) nasıl emin olabiliriz.<br />

63


Editörlerin ortak giriĢinde, “Aslında biz, bir kez daha, hem de daha önce hiç<br />

olmadığı kadar komünizmden söz etmenin zamanının geldiğinde ısrar ediyoruz,”<br />

denerek bir parmak bal çalınsa da okurun ağzına hemen arkadan gelen tümce tezin<br />

yarattığı rüzgarı tersine çevirmekte gecikmiyor. YanlıĢ anlaĢılmasın, komünizm<br />

derken “şimdi ve her zaman tescil edilmiş olan şu ütopya” (13) değil. Hele Sovyet<br />

heyulasından (!) sonra Komünizm varolanın (mevcut) içinde açılan bir olanak<br />

(imkân), bir çözümsel (analitik) araç olarak anlaĢılmalı. Bu uyarı daha baĢtan<br />

yapıldıktan sonra kitap (makaleler) boyunca karĢılaĢacağımız Ģey azçok belirmiĢ<br />

oluyor. Ġyi de oluyor. Sabırlı olmaktan, sabırla okumaktan baĢka umarımız yok. Ama<br />

Ģu tümceyi de alıntılamadan geçemem: “Neslimizin sahip olduğu konum, komünist<br />

projeyi Sovyet Devleti adını alan o sendeleyen ihanetle denk tutmamıza asla izin<br />

vermedi.” (16)<br />

Fredrick Jameson, Gerçekte Var Olan Marksizm baĢlıklı yazısında<br />

Christopher Hill‟den alıntı „yenilgi deneyimi‟ne gönderme yapıyor (36) Ona göre<br />

Marksist sorunsalda üretken olan Ģey yeni sorunlar üretme yeteneği, gücü…(42)<br />

Sınıf kavramını sahiplenen Jameson, onun „süregelen bir toplumsal gerçeklik‟<br />

olması yanında „toplumsal düşselliğin aktif bir bileşeni‟ olduğunu yazıyor (79) Geç<br />

kapitalizmde metalaĢtırma etkisinin altını özellikle çiziyor. Dolayısıyla tüketim<br />

eleĢtirisi etik, aktörel bir tartıĢmayı kendiliğinden tetikliyor (96) Önemli bulduğum bir<br />

alıntı daha: “Ne zaman toplumsal bir gerçek için psikolojik bir açıklama karşımıza<br />

çıksa, onun yanlış olduğundan emin olabiliriz. Toplumsal gerçeklerin psikolojinin tek<br />

tek verilerinden ya da varoluşsal deneyimden farklı bir gerçeklik sınırlamasına sahip<br />

olduğu apaçık ortadadır.” (97) Önemli çünkü, „kategori hatası‟ yapmamak önemli.<br />

Yani dediği özetle Ģu: „Geç kapitalizmin ötesini düşünmeye çalışmak.‟ (99)<br />

“Fakat kapitalizmin kesin zaferini kutladığı anda Marksizmin ölümünü kutlamak bir paradoks<br />

gibi görünmektedir. Zira Marksizm, kapitalizmin bilimidir; Marksizmin epistemolojik yeteneği, temel<br />

yapısal çelişkileri onu analitik yeteneklerden neredeyse ayırt edilemeyecek politik ve kâhinsel<br />

yetenekle donatan kapitalizmin tarihsel özgünlüğünü betimleme konusundaki eşsiz kapasitesinde<br />

yatmaktadır. Bu nedenledir ki, diğer sorunları ne olursa olsun, postmodern bir kapitalizm kendisine<br />

karşı olan postmodern bir Marksizm‟in varlığını gerekli kılar.” (101)<br />

Dipesh Chakrabarty, Marksizmden Sonra Marx baĢlıklı yazısında çekincesiz<br />

yargısını koyuyor baĢta: “Marx‟ın ilgilerinin çoğunlukla 19.yüzyıla özgü, toplumsal<br />

cinsiyet körü ve açıkça Avrupa merkezli olduğu doğrudur.” (107) Chakrabarty‟nin<br />

temel tezi yerel uygulamanın (Örn. Hindu pratiği ?) genel kuramın yerine<br />

geçirilmesiyle, açıklamayı fark(lılık) üzerinden yapmakla ilgili (Burada bir yanlıĢlık<br />

var). EleĢtirisi, kod olarak tarihe, „doğal, homojen, seküler bir takvim zamanı<br />

kullanan tarihe.‟ (123) Ġnsandan, somuttan kopuk „kendi içinde inşa edilmiş‟ bir<br />

tarihe. Yani odakçıl tarih anlatısını yadsıyor, tarihi farklı, yerel okumaya iĢaret<br />

ediyor. Bence vahim sonuçları olabilecek kötü bir yaklaĢım bu. Çünkü yağmurdan<br />

kaçıp bırakın doluyu, tsunamiye tutulabilir insan. „Mitolojik‟ tarihsel kodlar<br />

tartıĢmasının sınırlarını doğru yerden geçirmek önemli Bay Chakrabarty: “Ancak<br />

deliller, oldukça açık biçimde, „tarih‟ olarak adlandırılan semiyotik alanın varsayılan homojenliğinde<br />

birçok farklı kırılmanın varlığını gösteriyor. Burada, orantılı olamayan zamansallıklar sorusunu öne<br />

sürüyorum; yani aynı birim ile ölçülebilir olmayan ve birinden ötekine dönüşümün mümkün olmadığı<br />

zaman kavramlaştırmalarını.” (122) Tarihçi siyasal-etik bir görev de geliĢtirerek, temsil<br />

edilmeyende temsil sisteminin yasalarını ve sınırlarını görünür kılmak zorunda.<br />

Açıklıyor yazar: “Tarih kodunun Kalküta‟daki jüt atölyesi işçilerine uygulanamayacağını<br />

söylemiyorum. Fakat bu kodun, geçerliliğini belirli kurumların (hukuk, ulus-devlet ve üniversitenin de<br />

dahil olmak zorunda olduğu) pratiklerinden alan kısmi ve yerleşik bir bilgiyi temsil ettiğini<br />

söylüyorum. Bu kodun dışında kalan bir alan var. Tarihin ötesinde başka dünyalaştırma yolları var.<br />

64


Bilimsel doğrularımız aynı iken, tanrılarımız ve ruhlarımız çok defa ilginç şekilde farklıdır. Modern, bu<br />

farklılığın çoğunu „kalıntılar‟a ve anıtlara dönüştürerek var olur.” (125) Ve: “Komünist parti<br />

„Marksizm‟lerinin ölümünden sonra Marksist tarihler geliştirirken, görevimiz tarih yazarken (çünkü<br />

tarih yazımından kaçınamayız) bu yarığı da yazmak ve düşünmektir. Eğer tarih, çoğulların<br />

çekişeceği bir alan olacaksa, modernitenin bu armağanının, yani tarihin, bizzat ilan ettiği hedeflere,<br />

geçmişi yeniden canlandırma ya da olayların gerçekte nasıl olduğunu tanımlama hedefine gereğince<br />

ulaşamayacağını pek çok insana gösterecek olan yazma etikleri ve politikleri geliştirmemiz gerekir.”<br />

(126)<br />

Peter Hitchcock, Dünya İşçileri! baĢlıklı yazısında Birleşin! sözcüğünün<br />

eksikliğine iliĢkin bir kıyaslamadan hareket ediyor. Derdi, „dünya iĢçileri‟ni kültürel<br />

söylemde iĢler durumda tutabilecek bazı çağdaĢ eleĢtiri bileĢenlerini keĢfetmek.<br />

“Organikliğe, alt/üstyapı modellerine ya da üretkenliğe sığınmak yerine topluluğu sorunsallaştırmaya,<br />

esnekliği vurgulamaya ve tüketimin anlamlarından en azından bazılarını ön plana çıkarmaya<br />

çabaladım.” (156)<br />

Feminist Bir Bakış İçin Özne baĢlıklı yazısında Kathi Weeks, radikal feminist<br />

kuramlara (Örn. Butler, vb.) soldan bir bakıĢ atıyor. Yapıcı bir yazı. Örneğin, Ģunu<br />

diyebiliyor: “Emek kategorisi aslında stratejiktir.” (163) Makaledeki temel sorusu Ģu:<br />

“Determinizme sapmayan voluntarizmin metafiziğini reddederek, bir toplumsal<br />

cinsiyet yapısı kuramını nasıl geliştirebiliriz?” (168) Önerilerinden biri Weeks‟in,<br />

anlamlandırma pratiklerinden çok çalıĢma pratiklerini, toplumsal cinsiyet halini alan<br />

öznelliğin biçimleniĢlerine giriĢ olarak tartıĢmak. (170) Yani “anti-ontolojik edimsel<br />

modelin aksine, çalışan özne aşkın bir sabitliğe atfedilmeksizin ontolojik ağırlık<br />

biriktirir.” (176) Böylece bakıĢ ve perspektifi vurgulamıĢ olan yazar, feminizm için<br />

ironinin değerine değiniyor Ģu sözlerle (önemli): “İroni „özellikle kişinin kendisine ait bütün<br />

inançların bütünlüğünü ve tutarlılığını sorunsallaştırma yolu olarak‟ hizmet edebilen bir „çifte<br />

perspektif‟i kullanıma sokar.” (182) Ama Kathi Weeks, ironinin feminist için yeterli bir<br />

kaynak olamayacağını belirtme gereği duyar yine de. Onun (yani inkâr çabasının)<br />

onaylama pratiğiyle tamamlanması gerekiyor. (189) Onaylamaya gelince, yazara<br />

göre bu yalnızca olumlu bir yorumu yansıtmak ve olumlu bir yorum vermek değil,<br />

onu bir tasar (proje) olarak benimsemek, daha fazla geliĢmeyi istemektir, hâlâ<br />

değerlendirmektir (Deleuze), razı olma, var olana uyma ve uygun olma değil,<br />

„Onaylamak yaratmaktır; katlanmak, sabırla katlanmak ya da kabul etmektir.‟ (190)<br />

Bu kurgu Negri‟ye taĢıyor Weeks‟i. Marx‟ın kendini değerlendirme kavramını<br />

geliĢtiren Negri, kapitalist iliĢkilere içkin sonsuz direniĢi kavramlaĢtırmaya çalıĢtı.<br />

“Kendini değerlendirme hareketleri olarak kavranan feminist tutumlar, kadınların<br />

değer yaratan pratiklerinin antagonist potansiyelini ve kurucu olanaklarını besleyen,<br />

sürekli ve kollektif projelerdir.” (195) Sonuç, uzun bir alıntı: “Feminist bakışın bu<br />

uyarlaması, iki seçme mekanizmasının ürünüdür: İroni ve kendini değerlendirme. İroni,<br />

kurucusuzlaştıran bir mekanizma olarak, bizi zayıflatan ve güçten düşürenle ilgimizi kesmemize<br />

yardım eder; kendini değerlendirme, yeniden kurucu bir mekanizma olarak yapabildiğimizi<br />

başarmamızı sağlayan bir araçtır. Projemizin yıkıcı boyutuna eşlik eden gülüş, ironik bir gülüş, reaktif<br />

olandan çok aktif olan bir inkârı işaret eden bir gülüş olarak nitelendirilirken, projemizin yıkıcı<br />

bölümüne eşlik eden gülüş, neşeli bir gülüş, yaratıcı güçlerimizi onaylayan gülüş olarak kavranabilir.<br />

Farklı işlevlerine rağmen kurucusuzlaştırıcı ve yeniden kurucu mekanizmalar ayanı genel hedefe<br />

hizmet ederler: Yıkıcı feminist kollektifler inşa etmek. Yani ironi ve kendini değerlendirme projelerini<br />

etkin bakış açılarını seçmek ve beslemek için kullanırız. Projenin eleştirel gücü ve dönüşümsel<br />

kapasitesi onun değerinin gerçek ölçüsüdür.” (196)<br />

Arif Dirlik yazısı Mao Zedung ve „Çin Marksizm‟i; bir özgünlük çözümlemesi<br />

sayılabilir. Arkadan gelen Antonio Negri (Marx Üzerine Yirmi Tez), özgünlükte<br />

Dirlik‟i aratmaz. Negri‟nin 1.tezi Ģu: Yapıdan, değer yasasınca belirlenmiş<br />

sosyopolitik mekanizmayı anlıyorum. 2.Tez: Değer yasası krizde olsa bile,<br />

65


emek her yapının temelidir. Negri‟ye göre artık bugün değer bir nesnel ölçeğe<br />

indirgenemez. Ama bu durum, emeği değerin temeli olmaktan çıkarmaz (252) 3.<br />

Tez: Sömürü, özgürleşme zamanına karşı tahakküm zamanının üretimidir.<br />

4.Tez: Kapitalist gelişmenin dönemselleştirilmesi, yeni bir çağın başında<br />

olduğumuzu göstermektedir. Dönemleme Ģöyle: 1848-1968 (Kendi içinde 1848-<br />

1914 ve 1914-1968 diye de ikiye ayrılır) ve 1968 ve sonrası. Yeni bir çağın<br />

baĢlangıcında olmak ne demek? Sanayiden bağımsız bir koĢul olarak toplumsal<br />

iĢbirliği, kapitalist makinanın önüne konur (toplumsal iĢçi dönemi). Tez 5: Marx’ın<br />

değer teorisi sanayi devriminin kökenlerine bağlıdır. Tez 6: Değerin biçiminin<br />

kurucu yasaları, onun yapıbozumunun yasalarıdır. “Gelişmenin mantığı yoktur, o<br />

sadece, kollektif iradelerin çatışmasından geriye kalandır.” (262) Tez 7. Değerin<br />

yapıbozumu öznelliğin, öznellik de değerin yapıbozumunun matrisidir.<br />

Negri‟ye göre öznelliğin kurulma süreci, aynı zamanda bir yapıbozum süreci.<br />

Kendini değerleme ve sabotaj aynı öznenin iki yüzüdür. (265) Tez 8. Değerin<br />

dönüşümünün eşzamanlı ve artzamanlı figürleri, gelişmenin stratejik<br />

çelişkilerine neden olur. Tez 9: Gelişmenin stratejik çelişkileri yapıbozum<br />

yasasını doğrular. Tez 10: Kapitalist gelişmenin şimdiki şimdiki aşamasının<br />

kurucu yapısı, devasa bir stratejik çelişkiler düğümüdür. Negri‟ye göre<br />

geliĢmenin bu aĢamasında (1968 sonrası) sermayenin dayattığı tasar: 1)<br />

Fabrikaların yıkımı, Taylorist emek süreci egemenliğinin yokedilmesi, emek<br />

örgütlenmesinin uzamsal olarak odaksızlaĢtırılması, 2) BilgisayarlaĢma, verimli<br />

iletiĢim kullanımı, toplum denetimi izlencelerinin (fabrika dıĢından) toplum içine<br />

aktarımı, 3) Yeni devlet biçimi (“Üretken toplumsal bütünlüğün farklılaşmış denetimi,<br />

herhangi bir yer ve anda organik bir krizler üretme kapasitesi-gereksinimine<br />

dönüşür.”), 4) Sömürü sisteminin tüm dünyaya alabildiğine yayılması. (270) “Büyük<br />

çelişkilerin sistemin çevresine doğru itilmesi, isyan için bir dizi odak noktasını ve devrim için –kendi<br />

içinde belki çıkarsız, ama sistemine merkezine doğru ve onun içinde şok dalgaları belirleme yeteneği<br />

taşıyan- kimi imkânları günışığına çıkarttı. Artık zayıf halkalar değil, zayıf örüntüler halindeydiler.”<br />

(272) Tez 11: Bugün devrimci çelişki noktası, toplumsal işbirliği ile üretken<br />

denetim arasındaki antagonizmdir. Tez 12: Mücadeleler toplumsal üretim ve<br />

yeniden üretimin önüne geçerler ve bunların habercisidirler. Tez 13: Kitlelerin<br />

gizli hayatı ontolojik olarak yaratıcıdır. Araya girerek belirteyim ki, tezler<br />

ilerledikçe saltık devrimin olabilirlik temelleri eriyor gitgide. Keskin sözler, devrimi<br />

tüm „dünya sathına‟ yaymak, yayarken de buharlaĢtırmak cambazlığı bu olmalı.<br />

KuĢa bak! ĠĢte devrimi varlıkbilimin zeminine çektik bile. Oradan (varlığın karnından)<br />

nasıl yükselecekse devrim? Negri düĢünceleri, tezleri önemli. Daha İmparatorluk‟ta<br />

soru iĢaretleri kıvrandırmıĢtı beni. Kuramın kuramlığının yanısıra bir yaĢam aracı<br />

olduğunun sıkça gözardı edilmesi ise bir baĢka açmaz… “Değer teorisi ya da<br />

dahası,sömürü ölçümü eskiyip kullanışsızlaştıkça, canlı emek daha fazla hegemonik bir varlık<br />

kazanır ve kendi gelişiminin yönlendirici kriterlerini oluşturur. Bu, sürekli tahakküm sınırlarını yarıp<br />

gerçeklik biçimlenmelerini ileri iten kaçınılmaz bir harekettir.” (278) Modern proleterya, geniĢ,<br />

çoğul ve son derece devingen bir fenomenolojinin binlerce rotasından oluĢuyor<br />

artık, Negri‟ye göre. Canlı emek, kendi mahrem varoluĢunda bile, sömürülen<br />

kitlelerin özgürlük gereksinimlerini toplar ve özümler. Yeni oluĢum üretken bir güce<br />

dönüĢtükçe özgürleĢmenin pozitif tecellisi gerçekleĢir. Yani iĢi red: sermayeden<br />

emek zamanı ölçme erkini koparıp atmak, proleter birliklerin üretken birlik biçimlerini<br />

kurmayı kapitalist meslek olmaktan çıkarmak, aklı sermayeden koparmak.. “Canlı<br />

emek ontolojisi, bir özgürleşme ontolojisidir.” (279) Tez 14: Proleter gücün ardışıklığı,<br />

kapitalist gelişmenin ardışıklığı bakımından asimetriktir. Proleter yanda yaratıcı<br />

canlı emek, çeliĢki düğümünün kestirilmezliği, yönetilemez ontolojik kitlelerin birikimi<br />

ve düĢmanın yapıbozumu ile öznelliğin kuruluĢunu birleĢtiren çifte sarmal; ayrıca<br />

66


ideoloji, örgütlenme, silahlanma, finans, üretim modelleri, merkileĢme ve<br />

demokratikleĢme, yasallık ve Ģiddetin kullanımı vb. var. Ama kesinlikle, otonomi var.<br />

Asimetrinin anlamı, sermaye kategorileriyle bakıldığında sınıfın otonomisinin fark<br />

edilemeyeceğidir. (280) Tez 15: Toplumsalın kapitalist yapılanması yıkıcıdır,<br />

proleter yapılanma yaratıcıdır. Tez 16: Yapıdan özneye geçiş ontolojiktir ve<br />

biçimsel ya da diyalektik çözümleri dışlar. Soruyor Negri: “Öyleyse nasıl, hem<br />

teröristçe taşkınlıktan hem de Stalinist paranoyadan kaçınan tersine çevrilmiş bir praksis önerebilir<br />

ve bunu başarabiliriz? Öte yandan sosyal demokrat günah çağrısını reddedeceğimiz nasıl bir praksis<br />

önerebiliriz? Toplumda kendi hareketini kurarak, aşağıdan bir devrimci süreç nasıl yaratabiliriz?<br />

Temel nokta, açıkça budur.” (284) Tez 17: İşçi Partisi Teorisi, politiğin toplumsaldan<br />

ayrılmasını öngerektirirdi. Haliyle Negri için geleneksel temsil (devrimci pratik<br />

açısından da) ortadan kalkmıĢtır. “Politik iradenin ifade edilebileceği tek bir alan<br />

vardır: doğrudan, genel, soyut ve evrensel alan.” (287) Toplumsal ve politik<br />

arasında her türlü farkı silen ontolojik alan oluĢturuyor artık yeni zemini. Tez 18:<br />

Bugün politik, toplumsal kuşatır ve kökten kurar. Tarihi „infilak‟ ettirmek için<br />

savaĢımın yoğunlaĢtırılacağı mitsel, politik bir konum yok. “Komünizm söylemi çok<br />

fazla gerilimle dolu çoğul her yerdelik düzlemlerinden geçer.” (288) Tez 19:<br />

Proleteryanın iktidarı kurucu bir iktidardır. Kapitalist denetimin politik açığı<br />

(iĢleyiĢindeki mantıksal boĢluk) ve proleteryaca politiğin toplumsala taĢınması ikili<br />

süreci krizi kaçınılmaz kılar. Bu iki yandan yalnızca proleterya iktidarı yeniliğe<br />

açıktır, kurucu iktidar olabilir. (289) Tez 20: Komünizmin yapısı artık<br />

olgunlaşmıştır. “Komünist anayasa dışında başka bir değer formu yoktur, yalnızca<br />

değersizlik ve ölüm vardır.” (292)<br />

Sonuç Negri‟nin etkileyici, parlak söyleminin yeterince kıĢkırtıcı, taktikler<br />

düzeyinde evrensel bir devrim uygulayımı (pratiği) açısından sonuna dek geçerli,<br />

kuramsal çatı(lama) açısından heyecanlı ama kof bir dizgeleme giriĢimi olduğu.<br />

AnlaĢılan o ki, Marksizm ardcılarının önce Marksizmi vurup öldürmeden<br />

(avlamadan) yola çıkmama, yani Marksçılık oynamama konusunda yeminleri var.<br />

Kennet Surin, Bir soru Olarak „Marksizmin Sürekli Geçerliliği‟, bir<br />

önermeden çıkıyor yola: Marksizmin ‘geçerliliği’ mücadeleden gelir. Arkadan,<br />

Negri‟nin izinde ikinci önerme gelir: Günümüz gelişim evresinde sermayenin<br />

yeniden yapılanması Marksist paradigmanın yeniden düzenlenmesini<br />

gerektirir. Çünkü artık Marx‟ın tanımladığı „arı‟ kapitalizm yok, bir hiperkapitalizm<br />

sözkonusu. Sermaye kendi devrelerini yeniden üretirken bu devrelerin<br />

algoritmalarının etkinleĢmesini sağlayan belirli birikim biçimlerine aldırmadığı bir<br />

aĢamaya gelmiĢtir.(301) Dolayısıyla üçüncü önerme Ģöyle: Emeğin bir kategori<br />

olarak yeniden kurulması gereklidir. “Doğrusu bugünkü kapitalizm içinde işçinin karakterini<br />

aretim tarz(lar)ıyla doğrudan bir ilişki üzerinden kazandığına inanmak bir yanılgıdır. Dolayısıyla<br />

ataerkil baskıya karşı direniş toplumsal işbirliği yapısı düzeyinde başlatılmalıdır; yalnızca emek<br />

süreci düzeyinde değil. Bu direnci toplumsal işbirliği sahasında yürütme zorunluluğu bugün, artık<br />

ayrıca bir zorunluluktur.” (312) Dördüncü önerme: Eşitsiz gelişme Marksizm adına<br />

önemli bir mesele olmalıdır; Samir Amin’in çalışmalarında işaret edilen kimi<br />

meseleler. BeĢinci önerme: Toplumun sermayece tüketilmesi direniş olasılığına<br />

vazgeçilmez bir alan yaratır. Altıncı önerme: Devlet yönetimselliğin bir<br />

sonucudur. Önerme yedi: Post-politika bir politikanın koşullarını kapitalizmin<br />

kendisi yaratmıştır. “Devlet aracılığıyla kapitalist kontrol mantığını elinde tutan bir<br />

yönetimselliğin denetiminden ve üst-kodlamasından kaçan yeni proleter toplulukları örgütlemeyi<br />

mümkün kılan da bu bağlamdır.” (354) Surin‟e göre, devlet uzun erimde terkedilmesi<br />

gereken bir proje. Kapitalizmi aĢan bir hareket gerçekleĢecekse iki koĢulu var:1)<br />

EĢitsiz geliĢme sisteminin ortadan kalkması (kopuĢ), 2) yönetimselliğin<br />

67


parçalanması (devletin sonu). (338) Ha, almadan geçmeyelim: “Özellikle diyalektiğin<br />

günümüz kapitalizminde baskın olan çatışma türlerini açıklayamacak kadar basit ve<br />

hantal bir araç olduğu artık besbellidir.” (339)<br />

Rosemary Hennessy, Eşcinsel Kuram, Sol politika baĢlıklı makalesinde sol<br />

açıya yerleĢip radikal eĢcinsel politik devinime eleĢtiri yöneltiyor (uzlaĢmacı tınıda).<br />

Genel olarak katılacağım görüĢler ileri sürüyor. Ona göre eĢcinsel kuramın<br />

heteroseksüellik eleĢtirisi monolitik bir bütün oluĢturmaz. (356) Bir yargısı var ki<br />

imzamı atıyorum altına: “Post-marksist materyalist çözümlemede kapitalizm<br />

neredeyse mevcut değildir.” (367) “Eşcinsel kuramdan emeğin silinmesinin bir<br />

bedeli, sonuçta eşcinsel eleştirinin egemen postmodern kültüre asimilasyonudur.”<br />

(376) Hennessy‟ye materyalist eleĢtirinin hedefi, insanın duyusal zevk potansiyelini<br />

saf dıĢı etmek değil. “Cinsellik eleştirisini kültür ya da ideolojiyle sınırlamaz.<br />

Cinselliği ve öznelliği yapılandıran anlamlandırıcı süreçleri diğer toplumsal yapılarla<br />

bağdaştırırken potansiyel olarak eşcinsel eleştirinin kolektif öznesini genişletir.”<br />

(383)<br />

Mauri Viano/Vincenzo Binetti ortak yazısı Ne Yapılmalı? akademik dünyayı ve<br />

teslimiyetini ele alan ve kıĢkırtan bir eylem bildirisi. Akademik dünyada „özerk bir<br />

alan‟ yaratılabilir mi? Sorunun yanıtı aranırken Marksizm güme gidiyor gibi. Artık<br />

Marksizm bütün bir sistem olarak maddileĢtirilemez, asıl hedef gibi ele alınamaz.<br />

Olsa olsa bir anı, bir rüya, bulunabilen herĢeyi alıp içinde yaĢanan ve baĢka Ģeylerle<br />

uğraĢılan üst-metnin diğer parçalarıyla karıĢtırılması gereken bir Ģey. “Yani<br />

Marksizmi keşfe çıkmak yerine onu kullanmalıyız.” (404) Sorun sistemi yeniden<br />

adlandırmaksa, iĢte en uygun sözcük: „Kaçış; fuga‟. “Bir kimlik olarak Marksizmden<br />

kaçmalıyız. Kendimize Marksist dememeliyiz (ama tersini de).Ortadan kaldırılması<br />

gereken de bir insanın Marksizmle bağına göre tanımlanan tüm konumlardır.” (404)<br />

“Sonuca varmadan önce araştırma yapmak, hâlâ bilmediğimiz bir şeyi aramak, kaçak tekilliklerin<br />

tohumları, teri ve kanını bu „malzemeyi‟ sağlam ve güçlü bir ideoloji içinde yeniden düzenleme<br />

bahanesine sığınmadan yeniden toplamak. Gelin „post-Marksizm‟, „neokomünizm‟, „postmodern<br />

Marksizm‟ ya da her neyse, tüm bu adlarla uğraşmaktan vazgeçelim; bunun yerine kaçma<br />

hareketiyle, Körfez Savaşı‟nda binlerce Iraklının ölümünün bile çoğu profesörün ders programını ya<br />

da çoğu mesleki toplantının gündemini değiştirmeye „yetecek kadar önemli‟ görülmediği bir<br />

akademinin çemberini yarıp çıkaralım.” (408)<br />

Buyrun. Biricik devrimci eylem: kaçmaya kadar geldik.<br />

Maivan Clech Lâm yazısı, Marksizmin Canavarın Karnındaki Direnişi, Arif<br />

Dirlik‟ten oldukça esinlenen bir makale. Dirlik‟e göre, Marksizm, 1)kapitalizmden<br />

miras alınan bir zaman-mekân teleolojisine, 2) kapitalizmle de paylaĢtığı üretkenlik<br />

ideolojisine, (üstelik-ZZK) onun karĢısında zorunlu bir seçenek oluĢturamayacak<br />

denli bağlı. (412) Lâm‟a kulak verelim: “Örneğin, hiçbir parçanın tüm öteki parçalar<br />

değişmeden değişemeyeceği yönündeki ısrar, devrimden başka bir direniş seçeneği<br />

bırakmamaktadır. Devrimler nahoş olduğu için değil, ancak başlatılması fazlasıyla<br />

güç olduğu ve girişildiğinde kolaylıkla yürütülemeyeceği için, çok umut verici bir<br />

proje değildir bu.” (418)<br />

„Genel Entelekt‟ Üzerine Notlar baĢlıklı Paolo Virno yazısı „emek zamanının<br />

hayatın adeta önemsenmeyecek bir kısmına indirgenmesi‟ ne bağlı sonuçlar<br />

üretmeye baĢlayınca artık buna „mutasyon‟ diyebiliriz. “Kitle entelektüelliği gayet öğretici<br />

bir paradoksun merkezindedir. Onun temel özellikleri, emeğin içindeki farklı işlevlere, ama en çok<br />

metropolitan alışkanlıklar düzeyine, dilin kullanımlarına, kültürel tüketime yerleştirilebilir. Bununla<br />

birlikte, tam da üretimin artık bir kimlik sağlamadığı görüdüğü zaman, o kendisini deneyimin bütün<br />

yönlerine ayrı ayrı yansıtır; dilsel yeteneklere, etik eğilimlere ve öznelliğin nüanslarına tabî hale gelir.<br />

Kitle entelektüelliğini ekonomik-üretimsel terimlerle betimlemek zordur: Tam da bu sebepten (buna<br />

68


ağmen değil), çağdaş kapitalist birikimin temel bileşenini oluşturur. Kitle entelektüelliği emek<br />

toplumunun ortadan kayboluşunu ve yeni gerçek soyutlamaların çelişkin formlarını kendi üzerinde<br />

dener. Asıl maddi varoluşu, kültür ve üretim „yapısı‟ ve „üstyapısı‟ arasındaki tam bir kaynaşmadan<br />

sorumlu olabilecek politik ekonomi eleştirisinin radikal biçimde yeniden incelenmesini gerektirir.<br />

Böylece, politik ekonominin ekonomik olmayan bir eleştirisini gerekli kılar.” (433)<br />

Yorum yok!<br />

***<br />

Burnett, Ron, İmgeler Nasıl Düşünür? (2004), Haz. Güçsal Pusar<br />

Metis Yayınları, Birinci Basım, Eylül 2007, İstanbul, 330s.<br />

Kanadalı yazarın bu gerçekten özgün, anlamlı çalıĢması imgenin tarihine bir<br />

katkı niteliğinde. Sayısal ekinle (kültür) birlikte imgenin varlık yapısı, içeriği, iletisi ve<br />

biçiminde bir değiĢiklik var mı, nasıl ve bunun insanla iliĢkisi ne oldu, sorularının<br />

deneysel yanıtlarını araĢtıran Burnett, insan-dünya-ekin-algı-organik-inorganik, vb.<br />

çevrelemeleri içerisinde bir tür yeni(den) imge felsefesi yapıyor ve öyle yazıyor ki<br />

okur, düĢünmeye kıĢkırtılmıĢ oluyor. Daha iĢin baĢında söylediği Ģey, hemen her<br />

Ģeyi özetliyor: “İmgeler, bir dizi farklı deneyime erişimi olanaklı kılan dolayım noktalarıdır (Latour<br />

2002). İmgeler etkileşimi, insanları ve paylaştıkları ortamları şekillendiren arayüzlerdir.” (25)<br />

„İmgeler ve imgelerin içinde faaliyet gösterdikleri kültürel bağlamlar analog<br />

ufade biçimlerinden dijital ifade biçimlerine kayarken, değişim ve dönüşüme dair bu<br />

iddiaların hâlâ geçerliliğini koruyup korumadığını incelediği‟ ilk bölümde Burnett,<br />

izleyicinin (TV) yaĢamlarının her alanına sızan imgeleri anlamlandırmaya<br />

çabalarken giderek karmaĢıklaĢan söylemlerle boğuĢtuklarını (35) söylüyor. Aslında<br />

iletiĢim, yanlıĢ iletiĢim, dolayım ve zekâ odağı olarak imgeye gönderme yapmadan,<br />

anlam ve iletinin toplumsal yapımından (inĢaa) söz etmek abes (37) Ġnsanlar,<br />

imgelerle kendilerini görselleĢtirir ve aktarırlar ve insan zihni, dile olduğu gibi<br />

imgelere de doğuĢtan yatkındır (38) Öte yandan imge, olmuş olabileceklerin izleri ya<br />

da iĢaretleridir (57) “Fotoğraflar çok uzun zaman önce ortadan kaybolan anılara bağlanmış<br />

haldedirler. İmge olarak fotoğraflar, bellek, mekân ve orijinal anların önemi üzerinde durduklarında<br />

dahi, izleyicileri fiziksel dünyanın ötesine geçmeye teşvik ederler. Bu anlamda, göndermeler akışı, bir<br />

nesne olarak fotoğrafla sonlanmaz. Daha ziyade, imge haline gelen her fotoğraf bir dizi olumsal<br />

istikamet doğrultusunda hareketlenir.” (61) Burnett‟e göre, mesele imgelerin olayları<br />

betimlemesi değil. Ġmgeler ve olaylar ortak bir bağlamda birlikte var olurlar ve<br />

gerçekliği destekleyen, ona tutarlılık kazandıran ortak bir temelin parçasıdırlar (65)<br />

Ġmge, insan bilincinin geliĢimine temel oluĢturur (Dil gibi: Chomsky). “Şimdilik, imgelerin<br />

hem zihinsel hem fiziksel olduklarını, bedenin ve zihnin hem içinde hem dışında olduklarını anlamak<br />

çok önemli. İmgeleri görmek aynı zamanda imgeler ile görmektir. Görüş alanı psikolojik olduğu kadar<br />

„gerçek‟tir ve izleyicinin dışındadır da. Bilişsel açıdan bakıldığında görülenle düşünüleni birbirinden<br />

ayırmak imkânsızdır ve sorulacak soru da, böyle bir ayrımı ortaya atmanın, hatta zorunlu olduğunu<br />

düşünmenin gereği nedir olmalıdır.” (67)<br />

Burnett yapıtın ikinci bölümünde, izleyicilerin imgelerle etkileĢime giriĢlerinde<br />

görselleĢmenin etkinliğine bağlanıĢlarını konu alıyor (kendi deyiĢiyle). Sanıldığının<br />

tersine izleme ve dinleme asla edilgin (pasif) değildir (76). “Aslında imge-dünyalar<br />

cisimleştirme için bağlam yaratmakla ilgilidir.” (78) Bu cisimleĢtirmeyi olanaklı kılansa yine<br />

geleneksel yaklaĢımın tersine (özdeĢleĢme) seyircinin imgeden uzaklığı, mesafedir.<br />

“Belki de imgeler insanlara, bir sahneye/manzaraya bakmanın sunamadığı plastikliğin ta kendisini<br />

sunar.” (79) Ġmge-dünyalar gösterim ama aynı zamanda aralıksız etkileĢim yerleridir<br />

de (ve düĢlemin kaynağı da). Ġmgelerin ontolojik konumuna değinen yazar Ģöyle<br />

diyor: ”Hülyaya dalmak, çok güçlü bir duygu olan ve sık sık özdeşleşme ile karıştırılan empatiyi<br />

mümkün kılıp teşvik eder. Hülyaya dalmak, öngörülemezlikle ilgili bir şeydir ki, bu da imgeler ile<br />

69


izleyiciler arasında öznelerarası bir ilişki gelişebilmesinin esas sebeplerinden biridir.” (92)<br />

Özne/nesne iliĢkilerinin kullanımı ve kötüye kullanımı (suiistimal) yoluyla anlamın<br />

döngülendiği bir meleĢleĢtirme sürecinden söz ederken konuyu can alıcı yerinden<br />

yakalıyor aslında. Melez, parçadan daha büyük ve sonuç üreticidir. “Zekâ etrafta<br />

dolanır ve düşünme sürecini imgenin ya da öznenin sınırlarının ötesine taşır.” (95)<br />

Burnett, üçüncü bölümde, sanal dünyaların gerçekliğin çözülmesiyle değil,<br />

özne/nesne iliĢkilerine iliĢkin varsayımların çözülmesiyle ilgili olduğunu söylüyor. Bu,<br />

insanların ortaya çıkardıkları teknoloji ve altyapılarıyla çatıĢmalı iliĢkilerine<br />

getirdikleri bir araçözüm olarak değerlendirilmeli. (Ben de katılıyorum bu<br />

düĢünceye.) Ağ, bilgileĢime ve anlamların değiĢtokuĢuna „olanak‟ tanır (hem<br />

olumlu, hem olumsuz anlamında. “Tarih, imgeler üzerinden düşlenebilir mi? Tüm savaş<br />

fotoğraflarının, imgelerin kullanılabileceği ve anlaşılabileceği zemini sınadığını ve imge-dünyalardaki<br />

enformasyonun doğasına dair daha başka sorular ortaya attığını iddia edeceğim.” (105)<br />

Dördüncü bölümde sanal teknolojilerle ilgili olarak seyir noktalarına yeniden<br />

dönen yazar, doğrulandığını düĢündüğü bin kanısından söz ediyor: sanal olanla<br />

gerçek olanın etkileĢimi ve bir süreklilik kurma biçimleri, Batı kültürün kaygı ve<br />

kaynaklarını, temsiller olarak imgelerden ustalık/egemenlik (mastery), görselleĢtirme<br />

ve denetim araçları olarak imgelere kaydırıyor. Bu kayma tümüyle değiĢik bir iletiĢim<br />

ve anlama evreninin habercisi. Yalnızca yansıtan imgeler yerine kılavuzluk eden<br />

dilsel, duygu yüklü, cisimleĢmiĢ aygıtlara dönüĢümdür söz konusu olan. Siberuzay<br />

bu anlamda yalnızca sayısal teknolojice yaratılmıĢ ve korunmuĢ bir „uzam‟dan çok<br />

daha fazlasıdır, yeni bir etkileĢim türünün değiĢmecesidir (metafor). ġunu<br />

unutmamalı. Sanal olanla gerçek olan arasında iliĢki hiçbir durumda karĢıtlık iliĢkisi<br />

değil. Ġnsanların kullandıkları dilde ve sürdürdükleri etkinliklerde kesiĢen, dinamik ve<br />

birbirleriyle bağlantılı olgulardır (fenomen). “Bruno Latour‟dan ödünç alarak denebilir ki,<br />

sanal olanı gerçek, gerçek olanı sanal yapan bir dizi pratik vardır.” (126) Ġmge temsil değil. Bir<br />

imge seyirci bulduğu andan itibaren, „nesne‟ ana odak olmaktan çıkar. “Bunun<br />

sonucunda izleyiciler, görme, maddilik, anlama ve hissetme arasındaki bir ara alanda konumlanırlar.”<br />

(134) Bu nedenlerle, imgeler her zaman, değiĢen ölçülerde, ekolojik fenomen<br />

olmuĢlardır. Ortam oluĢturmuĢlardır: “İmgeler kitle üretimi sayesinde giderek daha fazla<br />

yaygınlaştıkça, insan etkinliğini, etkileşimini ve öznelliğini yeniden tanımlamışlardır.” (135) “Dijital<br />

çağda etkileşimli pratikler genel olarak imgelere yapılabilecek olanların bir fonksiyonu olarak<br />

tanımlanır.” (136) EtkileĢim yeni bir süreç değil izlerkitlelerin yaratımı için temel<br />

oluĢturur. GörselleĢtirme ve yorumlama ile ilgili bir Ģeydir.<br />

BeĢinci bölümde Burnett organikle inorganik arasındaki sınırı sorgulayarak,<br />

teknolojinin (aygıtlar) organiğin uzantıları sayılabileceğini (geçiĢ alanı) belirtiyor.<br />

Zekâ giderek bir paylaĢım ve iĢbirliği meselesine dönüĢecek, „…hiçbir aygıt ya da birey<br />

bilgi ve enformasyon gruplarının bütün anahtarlarını elinde tutmayacaktır.‟ (144) „Analog iletişim<br />

tarzlarının dijital biçimlere evrilmesinin insanların hem makinelerle hem de imgelerle etkileşime girme<br />

biçimlerini değiştirip değiştirmediğini araştırdığını‟ (144) söylüyor Burnett. Sanal gerçekliği<br />

kavramaya çalıĢırten, gerçeği tartıĢmaya açıyor ve soruyor „daha fazla gerçekçilik‟<br />

ne olabilir? Daha fazla gerçekçilik daha iyi iletiĢim anlamına gelir mi? (149) Ġmgeyi<br />

izleyicinin gerçekle yüzleĢme, baĢa çıkma biçimlerinin akıĢkan değiĢmeceleri olarak<br />

yorumluyor ve imgelemde olaylara, insanlara ve nesnelere uzaklık ve yakınlığın<br />

(mesafe) bunu belirlediğini belirtiyor : “İçe-gömücü simülasyonlara geçişin, insanın görüşü ile<br />

insanların izleyici sıfatıyla kendileri hakkında besledikleri hisler arasındaki normal uzaklığı kayda<br />

değer şekilde aşmış gibi görünmesinin nedeni budur.” (163) Sanal imgelere doğru yaklaĢım,<br />

izleyicilere yönelik pek çok deneyim düzeyinden biri olduğudur. Ġmgeyi izlemek,<br />

içine gömülmek, insanların dolayımlanmıĢ uzamlar üzerindeki denetim gücünü<br />

çoğaltır ve imge-dünyalarda anlam için verilen sürekli bir algısal ve psikolojik<br />

savaĢımın parçasıdır. “Süreklilikler üzerinden düşünmek, öznelerle nesneler arasındaki<br />

70


ayrımları azaltır ve birbirleriyle bağlantılı birtakım deneyimlerin birbirlerini nasıl etkilediklerini<br />

incelemeyi olanaklı kılar.” (164) Burnett‟in De Rosnay‟i kaynak alması ilginç, bir söyleĢi<br />

kitabını okumuĢtum. Biyoloji ile teknolojinin yakınlaĢmasının insan kimliğinin ve<br />

öznelliğinin geleneksel tanımlarınıköklü bir değiĢime uğratması beklenmeli (yazara<br />

göre). “Gerçeklikle ilgili temel varsayımların, imge-tabanlı dünyaların gündelik hayata dahil<br />

olmalarını yansıtacak şekilde değişmesi gerekecek. Bu gelişmeler, pek çok akademik disiplinin<br />

sınırlarını, yönelimini ve vurgusunu kayda değer biçimde değişime uğratan bir paradigma<br />

kaymasının da parçasıdır.” (169) Yapay anlak (zekâ) tartıĢmalarına giren Burnet,<br />

bilgisayarların süreç içinde aygıt olarak görülmekten çıkıp yeni bir biliĢim<br />

çevrelortamının (enformasyon ekolojisi) üzerinde yapılandırıldığını söylüyor (180)<br />

“Modern dünya deneyimleri o kadar yoğun bir biçimde dolayımlar ki, doğal olan ile kültürel olan<br />

birbirine dolanmış ve derinden iç içe geçmiştir (Schama 1995). Bunun, insanların onunla ilgili yapıp<br />

ettiklerinin hâkimiyeti altında kalan yapay bir ortam olduğu görüşüne katılmıyorum. Aksine, dilin ve<br />

kültürün insanlara sunduğu sonsuz anlam oyununun, doğa tarafından ya da insan etkinliği tarafından<br />

hiçbir zaman tüketilemeyeceğine inanıyorum. Bu anlamda, insanlar gündelik deneyimlerini oluşturan<br />

kültürel fenomenleri yorumlayıp idareleri altına almak için çeşitli araçlara başvururken dahi, doğa<br />

„fikriyle‟ daima boğuşacaklardır. Başka bir deyişle, doğa ile yapıntı arasındaki indirgemeci ve çoğu<br />

zaman üretmen olmayan karşıtlıklarla uğraşmanın bir anlamı yoktur.”(184) Bu durumda insan<br />

makine arasında birleĢmeden (incorporation) söz etmek doğru olacak. Ġki yanlı<br />

çalıĢan, çevrebilimsel bir terim olan birleşme. Ġnsanları mekanik yaratılarından<br />

ayıran süzgeçler aslında çok incedir. Biyolojik, mekanik ve elektronik dünyalar<br />

kaynaĢıp yaĢamın kendine iliĢkin yeni tanımlar oluĢtururken çağcıl kültür, hızlı<br />

evrimsel baskıların damgasını vuracağı bir döneme giriyor. Bu baskılar, tarihin<br />

ritmini yeniden tanımlayacak ve insanların geleneksel açıklamaları aĢmalarını<br />

sağlayacaktır (191) Kitabının yedinci bölümünü ağ yapısına (P2P, peer-to-peer) ve<br />

toplulukların görselleĢtirilmesine ayıran Roy Burnett, anlamlı bir yapı çözümlemesi<br />

gerçekleĢtiriyor. Burada topluluk (cemaat) kavramının nasıl bir içerik yüklendiği<br />

önemli kuĢkusuz. Yazara göre, topluluk (cemaat) aslında kavramsal bir değiĢmece<br />

(mecaz). P2P topluluğu, internet yapısı ve ağ bağlantılarıyla ilgili genel anlayıĢa bir<br />

katman daha ekleyen güçlü bir hareket: P2P iletişim, insanlarla makineler arasında<br />

sembiyotik bir denge bulunana kadar her ikisinin de birbirinin zekâsını arttırdığı bir uyum<br />

gelişebileceğinin en can alıcı örneğidir. Bütün bunları olanaklı kılan teknoloji basitçe genel iletişim<br />

ekolojisinin bir parçası haline gelir.” (228)<br />

Ġnsan ile insan olmayanın etkileĢimindeki estetik sorgulamasını bilgisayar<br />

oyunları üzerinden, sekizinci bölümde yapan Burnett, ilginç bir kavrama iĢaret<br />

ediyor: MelezleĢme. “Melezleşme, kullanıcının ve teknolojinin donanıma ve yazılıma yerleştirilen<br />

tasarım ve mühendislik hedeflerinin çoğu zaman ötesine geçen ortak bir zemin bulduğunun<br />

kanıtıdır.Tabii ki teknolojideki değişimler maddi değildir. Melez süreçler, asıl teknolojiye<br />

yerleştirilmemiş ya da başlangıçtaki amaçla ilgisiz olabilen bir etkileşimler ve dönüşümler silsilesinin<br />

ürünü olan yeni maddilik düzeyleriyle ilgilidir.” (235) Yani, bir Üçüncü düzey (Latour). Bu<br />

melezler, teknolojilerle insanların birbirleriyle karĢılaĢmaları sonucu oluĢan değiĢim<br />

ve evrim sürecine temel olur. Bu zekâ ve öznelliği insan-teknoloji iliĢkilerine geri<br />

yerleĢtirmek anlamına gelir (238) Kodu gramerle eĢdeğer gören anlayıĢı da<br />

eleĢtiren yazar, bu yaklaĢımın yazılımcıların çıkarına ters olduğunu söylüyor.<br />

Gramer koddan daha karmaĢık olduğundan değil yalnızca, aynı zamanda insan<br />

beyninde doğuĢtan gelen, evrensel bir özellik de olmasından (Noam Chomski‟ye<br />

gönderme) (242). “Bir projenin “kendine ait hayat edinmesi‟ fikri, melezleşmiş mekânlardan söz<br />

etmenin başka bir yoludur.” (243) Oyunlara dönersek, Ģunu ekliyor Burnett: “Bilgisayar<br />

oyunları ve yarattıkları sansasyon, insanların genel olarak teknolojiyle, özel olarak da imgedünyalarla<br />

olan kolektif angajmanını hayata geçirme ihtiyacına verilen kısmi bir tepkidir. Aynı<br />

zamanda insan-teknoloji ilişkilerinin yarattığı melezleşmiş mekânların karmaşıklığına da verilen bir<br />

tepkidir. Oyuncularla oyunların yaratıcıları arasında gerilimli bir ilişki söz konusudur; kullanıcılar<br />

oynadıkları oyunların her yönü üzerinde daha fazla kontrol sahibi olmayı giderek daha çok<br />

arzulamaktadır.” (251) Sanal mekânlar kendi başlarına iletişimin araçları değildir. Sanal mekânlar<br />

71


daha ziyade, içinde birtakım imge ve ses tabanlı iletişim araçlarının faaliyet gösterdiği bağlamdır. Ve<br />

katılımcılar, bu faaliyetlerin etkililiğini, teknolojilerinden çıkarsanamayacak biçimlerde<br />

belirleyeceklerdir.” (260)<br />

Dokuzuncu bölümde, enformasyon bedensiz dolaĢsa da, enformasyonun<br />

alımlanma ve düĢünülme biçimleri arasında sürekli bir gerilim de olsa, anlam hep<br />

vardır. “Hem iletim aygıtının içinde hem de makinelerle insanlar arasındaki mübadele sürecinde<br />

anlam mevcuttur. En basit enformasyon protokolleri bile, tasarlanma amaçlarına özgü, kültürel<br />

varsayımlarca yönetilir.” (269) Ġmge yalnızca enformasyon değil, öyle olsaydı izleme ve<br />

yorumlama basit ve doğrudan olurdu. Ġmge-dünyaların zengin çeĢitliliği,<br />

görselleĢtirmenin aynı anda hem algı alanının hem de düĢünen zihnin bir parçası<br />

olduğu anlamına gelir. Enformasyonu örgütlemenin basit yöntemleri, insanlarla<br />

imgeler arasındaki etkileĢimin karmaĢıklığını çözemeyecek (272) “İzleyiciler nazar<br />

ettikçe, baktıkça ve düşündükçe, iç ile dış arasındaki ayrım da ortadan kalkar. Sınırlar çözülür ve<br />

yeni sınırlar yaratılır. Bu angajmanda netlik kadar gizem de vardır ki hülyaya dalmanın dünyayla bu<br />

kadar zengin bir karşılaşma olmasının nedeni de budur. Hülya ile görselleştirme arasındaki bağlar<br />

çizgisel değildir. Gerçeklik duyulardan hayallere, sonra da uykulardan rüyalara akışkan şekilde<br />

geçerken her biri diğerinin üzerine yayılır.” (274) Plastisiteyi dijitale yayanı Burnett Ģunu da<br />

söylüyor: “Dijital teknolojiler, neredeyse herşeye dönüşebilen hayalgücü patlamalarına olanak<br />

tanıyor (plastikliğin gerçek anlamı da budur). Bu da hakikatın giderek, mutlak bir şeyden çok<br />

bağlama dayanan göreli bir kavram haline geldiği anlamına geliyor. Bu durum, dijital ortamlar<br />

dahilindeki estetik incelemeler ve yaratıcılık açısından önemli sonuçlar doğuruyor. Aslına bakarsanız,<br />

bu plastikliğe geçişin en ilginç örneklerinden bazılarını, canlandırma –animasyon- sağlamaktadır.”<br />

(275) Sonuçta www‟nin (World Wide Web) insanları büyülemesinin nedeni<br />

açıktır:içine girme (dahil olma), ilgi kesme ve oyunla yapılan hokkabazlık. Az Ģey<br />

mi? (285) “Can alıcı nokta şudur ki: görselleştirme, yaratıcı angajman ile dijital olan her şeyin<br />

ardında yatan mühendislik ilkeleri arasındaki sınırı aşar. Dünyayı yeniden canlandırmak için,<br />

animatörlerin birkaç özel efektten çok daha fazlasına ihtiyaçları var.” (288) GörselleĢtirmenin<br />

tehdidi de buradan geliyor: imgeler artım yalınca dünyayı temsil etmiyor. “İnsanların<br />

mesken tuttuğu mekânları, yerleri ve tarihsel anları anlamanın temeli haline gelmişlerdir. Kurulmakta<br />

olan imge-alanlar ve imge-dünyalar, kültüre ve bağlama angaje olmanın anlamını yeniden<br />

biçimlendirirler. Ağlar üzerinden iletilen enformasyonun sadece, halihazırdaki iletişim biçimlerine bir<br />

ilave olduğunu iddia etmek yeterli değildir. İmge-dünyalar, sadece insanlar ile imgeler arasındaki<br />

etkileşimlere değil, aynı zamanda insanlar ile içinde yaşadıkları cemaatler arasındaki daha geniş<br />

etkileşim biçimlerine de hem bağımlıdırlar, hem de bunları mümkün kılarlar.” (294) “Bilgisayarlar ve<br />

insanlar işbirliği içine girerek tek başına iki tarafa da ait olmayan neticeler üretiyorlar. Bu kitapta da,<br />

imgelerin iletişim araçları olmaktan öteye geçtikleri o ara zemini ya da dolayımlı mekânı inceledik,<br />

zekâdan paylarını alan imgelerin, insanların mekanik yaratılarıyla ve kendileriyle olan ilişkileri<br />

üzerinde söz sahibi olmaya başladıkları o ara zemini.” (295) ĠĢte bu son alıntı bu kitabın<br />

bittiği ve benim açımdan yeniden baĢladığı yeri özetliyor yeterince.<br />

***<br />

Bilsel, Şeref/Gündoğdu, Cenk, Haz.; Şiir Defteri 2012.<br />

Şiir ve Hakikat (2012)<br />

İkaros Yayınları, Birinci Basım, Mayıs 2012, İstanbul, 317s.<br />

Ġlk kez beni belli ölçülerde doyuran bir yıllıkla karĢılaĢmıĢ oldum böylelikle.<br />

Doğrusu ya yıllardır izlediklerimden sapan, onları aĢan, Ģiiri taĢıyan bir Ģiir derlemi<br />

beklemiyordum. Bunun birkaç nedeni olabilir. Ya bu yıl Ģiir veriminde nicelik nitelikle<br />

aĢıldı (yığınsal ölçekte) ya da derlem deneyimi gerçekten iyinin seçimini<br />

ıskalamıyor. Ġkili (ġeref/Gündoğdu) zaten belli bir düzeyi tutturuyordu ama Ģiir eĢiği<br />

düĢüktü genelde belki de. Neden ne olursa olsun, sonuç bence iyi. Bu yıllıkta<br />

ağırlıklı olarak Ģiir var. Ve anlıyoruz ki Türkçe yazılan Ģiir, kendini içeriden zorluyor.<br />

Baki Asiltürk‟ün yıllığı ise (YK, 2012) biraz Ģairlerin hıĢmına uğramaktan ötürü bu<br />

düzeyin gerisinde kaldı.<br />

72


En çok dikkatimi çeken Ģairler:<br />

Veysel Çolak, Yavuz Özdem, Tozan Alkan, küçük İskender, Ömer Erdem, Baki<br />

Ayhan T., Gülce Başer, Mehmet Öztek, Mehmet Butakın.<br />

Dikkatimi çekenler:<br />

Cevat Çapan, Arife Kalender, Leyla Şahin, Tuğrul Tanyol, Yaşar Bedri,<br />

Mustafa Köz, Metin Celal, Emel İrtem, Mehmet can Doğan, Selim Temo, Derya<br />

Önder, Atakan Yavuz, Aslı Serin, Cafer Keklikçi, Onur Caymaz, Selahattin Yolgiden,<br />

Muharrem Sönmez, Ali Özgür Özkarcı, Yavuz Altınışık, Beşir Sevim, Caner Ocak,<br />

Yavuz Türk, Mehmet Said Aydın, Engin Özmen.<br />

Diğerlerini ki çoğu iyi sayılabilecek Ģiir ve Ģairlerini saymıyorum.<br />

küçük Ġskender‟den birkaç dize:<br />

Aman, bunlar fazla spesifik meseleler –engeller; doğru adam<br />

Akıl uyudu mu kalbin mesaisi başlar der, Der de, bu adrenalinin<br />

Ana vatanı neresi –üçüncü dünya ülkelerindeki seminerlerinde<br />

Bölünerek çoğalmak ilginçtir der amip, Der de, karaya çıkan ilk<br />

Organizmanın cismi ıslak, hacmı teorem, uyruğu agnostik hâlâ<br />

……………<br />

Der de, Bu muhabbet belli çok uzar beyler, belini kırmak lazım<br />

Abiniz mecburen topuklar, bir koşu Süleyman Efendi‟ye gider<br />

(Süleyman Efendi, 162)<br />

***<br />

Tosun, Yalçın; Peruk Gibi Hüzünlü (2011)<br />

Yapı Kredi Yayınları, Birinci Basım, Ekim 2011, İstanbul, 115s.<br />

Sait Faik‟in süreği Yalçın Tosun öykümüzün ana damarlarından birini iyi taĢıyor<br />

gerçekten. Geleneği bence yeniliyor, yorumluyor. Dil özel bir tat kazanıyor onda. Bu<br />

da yazarı izlemek için yeter nedeni oluĢturuyor zaten. Sorun bu damarın yetkin<br />

yazarlar çıkarmıĢ olmasında. Burada tutunmak, öne çıkmak, sürekli tutunabilmek<br />

öyle kolay değil. Ama Yalçın Tosun bunu baĢaracak, çizgi oluĢturacak gibi<br />

görünüyor.<br />

Dört bölümlü kotarılmıĢ kitapta bölümleme belli izleklere bağlanmıĢ. Çocukların<br />

tekinsiz dünyasının ürkütücülüğü, becerilememiĢ sevginin kadınlık durumları,<br />

ergenlik, gençlik tedirginlikleri, saçma-lık gibi izlekler dolayında örgülenen öykülerde<br />

en belirgin özellik, öykülerin genel akıĢı durduran, ana gövdeyi biçen aykırı bitiĢleri.<br />

Okur büyük sona (final), o ana akımın sürükleyiĢiyle kendini öyle hazırlıyor ki, son<br />

tümce, onun aykırı, küçük sesi ve içeriği, okuyanı afallatıyor ve öykü (yazı)<br />

böylelikle doğru göndermesini yapabiliyor (bence). YaĢamı yazıya değer kılan Ģey<br />

kurmacanın kilitlendiği o altın vuruĢ olmalı. Bu ise dikkatli bakılmazsa güçlükle<br />

seçilebilir bir Ģey…<br />

Anlatısının köküne tekinsiz(liğ)i koyuyor Yalçın Tosun. YaĢamlarımızın olağan<br />

seyrini, ağırlıklarını, alıĢkanlıklarını, uyumunu kıran ama Ģiddet, sertlik de içermeyen<br />

uyumsuzluk, aykırılık, bir tür sapma (patoloji). Böyle olması çeliĢki olacak ama<br />

73


yalnızca öyküleme sınırları içerisinde kalırsak çölde vaha etkisi yapıyor. Gerçi kabul<br />

etmek gerekir ki öykümüz yaklaĢık 25-30 yıldır zaten bu zeminde akıyor ve dil<br />

oyunları, teknikler (burada teknikleri de anlatım gücüyle ilgili olarak düĢünmek iyi<br />

olur) öykünün gerekçesini, nedenini oluĢturuyor. Aynada artık yansımayan dünya<br />

(?) öyküde de yankılanmıyor uzun süredir. Beceri baskın bu nedenle… Epeyce bir<br />

dil ustalığından sözedebiliriz ve yanlıĢ bir Ģey de söylemiĢ olmayız. Bu ustalık iki<br />

yoldan kendine çıkıĢ bulabilirdi. Biri, uyumsuz, dıĢavuran keskin, hiççi ironi(k)-dil,<br />

öteki hafifmeĢrep, uçarı kaçarı etki(leme) odaklı, yaldızlı, cafcaflı dil (oyunları).<br />

Ġkincisinin bol örneği var, elbette ustaları da. Ġlkininse çok örneği yok. Yalçın<br />

Tosun‟a bakalım. Saçmaya (bitiĢine) yakınsar öyküler, eleĢtiriyi de gereksiz kılar<br />

gibi. Burukluk, hüzünden fazla, okura kalan Ģey nedir diye sorulsa, hüznü<br />

billurlaĢtıran ustalık yetmez mi diyecekler çıkabilir. Saygıyla… Bu da çok Ģeydir.<br />

Demek, yazarımız kendi yerleĢtirmem içinde (geçerliliği tartıĢılabilir kuĢkusuz) iki<br />

arada, bir derede duruyor. Ne güzel! Aynı yalpalamayı ben Cemil Kavukçu ve Ayfer<br />

Tunç‟ta da görüyorum zaman zaman.<br />

Dizge parçalama (biraz utangaç da olsa anarĢizm) iĢine anlatı geleneğinin<br />

yerli, yabancı ama genelde parlak karakterinden baĢlıyor Tosun ve bu yıkım iĢini<br />

değiĢik alanlarda sürdürüyor. KiĢileri yakıĢıklı, güzel olmadıkları gibi, üstelik genelde<br />

pek görünmez (ve yetkinliğini baĢtan nedense varsaydığımız) anlatıcı da kendi fiziği<br />

ve tiniyle ilgili olarak dürüst, alaycıdır handiyse. “İkimiz de oldukça şişmandık<br />

aslında ama Ali‟nin vücudu bana göre daha fazla umut vaat ediyordu.” (Muzaffer ve<br />

Muz, 11) Bir baĢka yıkım çalıĢması da drama(tik sahne). YaĢam birĢeyleri yükseltir<br />

yükseltir bir yere getirir ya oradan yersiz bir söz, davranıĢ uç verir hiç beklenmedik<br />

biçimde. Koptuğumuz yer(dir bu). Dolmanın pirinçleri fazla piĢmiĢtir, öykü de (dram)<br />

böyle bitivermiĢtir. Böyle bitiĢ mi olur Alla‟Ģkına?<br />

Olur. DehĢet beklenmedik anda dökülür ortalığa. Aynadaki yansıma ile<br />

yansıyan arasında bir kopma gerçekleĢmiĢ, iki varlık açılmıĢ, kederi inanılmaz bir<br />

ayartı yırtıvermiĢtir. Aslında yırtılan okuyandır (okur). Bu da iyi bir Ģeydir.<br />

Yırtınmayan, yırtılmayan okurdan hayır gelmez kimseye, kendine hele hiç. “Bu<br />

yüzde ne içimdeki sevinçten ne de duyduğum hasarsız gururdan eser vardı. Çok<br />

sevdiği bir şeyi kaybetmiş ya da hiç bulamamış insanlar gibi görünüyordu. Sanki biri<br />

dokunuverse, ağlayacaktı. Aynadaki çocuk ben hariç her şeye benziyordu. Ona<br />

daha fazla bakamazdım, yoksa tüm neşemi kaçıracaktı.” (Masumiyet, 27)<br />

Tam bu noktada Haneke‟den söz etmek yerinde olacaktır. Onunkisi de<br />

kurulumun, yalanın öyküsü değil, bu yalandan bıkmıĢlığın, yıkımın öyküsüdür. Öyle<br />

bir yıkım öyküsü ki nedensizliğine giderek daha çok borçlanan ironiden tam da<br />

burada söz etmek yerinde olur. Hayır, Tosun için tekinsizlik kıyıları henüz ufukta,<br />

öykünün sonundadır. Kendimizi açık denizde pupa yelken yele vermiĢ sanırken<br />

birden göğün yırtıldığı (yalanın delindiği) yer burnumuzun dibinde yükselir (Truman<br />

Show, Peter Weir, 1998). Nedenini yitirmiĢ her eylem gibi duygusuz bir Ģiddet<br />

mekanik bir biçimde iĢlemeye baĢlayabilir burada. Yazarımızda böyle bir Ģiddet<br />

aĢamasına gelinmiĢ değil, yalnızca öykü kahramanları bunun sezisiyle bıyık<br />

altından gülümsüyorlar. Oysa öykünün geliĢi onları yıkıma uğratmalıydı, olağan son<br />

buydu. Ama gizemli bitiĢ, öyküyü birden sayısız açık uçlara bağlıyor ve öykü aslında<br />

bittiği yerden baĢlıyor. Yok canım, nereden çıkarıyorsun Ģiddeti, vb. diyenler olacak.<br />

Kitabın arkasındaki tanıtım notu da böyle bakıyor: “…Gönül kırıklıklarını ustalıklı bir<br />

sevecenlikle onarmaya çalışıyor. Dostluk, arkadaşlık, sevgi, tutku, bağlılık ve<br />

keder…” Sevecenlik sözcüğü bana gerçekten fazla geldi, ĢiĢiverdim. Sanki yazara<br />

da haksızlık… Ortada iyimserliğini iĢportaya (pazara) çıkaran iĢbirlikçi bir yazar yok<br />

gördüğüm kadarıyla. DehĢetin berisinde mi, ironinin, saltık umutsuzluğun berisinde<br />

74


mi? Bakın, buna katılıyorum ve ötesini bekliyorum, yani kanmadım henüz. Nedeni<br />

çok yalın: yalandan bıktık ve ne olursa olsun daha çoğuna katlanamayız.<br />

Elinin altındaki olağan yaĢamı son andaki beklenmedik seçimi, kararıyla<br />

ürkütücü bir biçimde sahicileĢtiren, kılavuzsuz bir serüvene dönüĢtüren bu uyumsuz<br />

bitiĢ (Beyaz Sabun, Tuhaf Adam, Üç Adamlı Zaman, örneğin) dili de getirip<br />

ikircimli içeriğe bağlıyor. Okuru sarsan Ģey ise dilin de öykünün sonunda yarılması<br />

değil, tersine içerik yapılmasına karĢın bunu dengeleyecek bir dil yarılmasının<br />

biçimsel olarak dvreye girmeyiĢi. Dil sanki kendi yatağında akıyormuĢ gibi, kendi<br />

altında ikileĢmiĢ içeriğe uyumsuz, eski alıĢkanlığını ve sözde ağırbaĢlılığını,<br />

ussallığını sürdürüyor. ĠĢte, Yalçın Tosun‟da ironi varsa buradaki dil/biçim, içerik<br />

aykırılaĢmasında var. Unanimistik (bu gizemsellik de demek bir yandan) bütün bu<br />

yorumun içinde bir yerlerde uç verirdi kaçınılmazca (Üç Kadınlı Şehir).<br />

Yalçın Tosun eĢik öyküleri yazarı... Bura ve öte öyküleri değil onunkiler. EĢikte<br />

kalıvermiĢ (Yakub‟un Bulduğu) , neye yorumlanması gerektiği belirsiz, zamanın<br />

ardında ve önünde sonsuz seçenekler, açıklıklar tetikleyen, tanıklığımızı ikircikli,<br />

kuĢkulu kılan öyküler bunlar. EĢik hali ise doğrusu hiç içaçıcı değildir. Dayanılır,<br />

katlanılır gibi değildir gerçek. Ufalana parçalana taĢınmıĢ, getirilmiĢtir ve orada, tam<br />

ortalık yerde ezici bir nesne gibi büyür. Savuran, odaktan uçuran, bölük pörçük ve<br />

anlamını zaman geçtikçe daha eksilten bir nesne. YabancılaĢma desek yanlıĢ<br />

olmayacak.<br />

Öykülerin düĢünsel kaynakları açısından tek sorun Ģudur ki belki Haneke‟de de<br />

olduğu gibi, açıklayıcılar arasına doğa, insan doğası, doğal süreç, vb. gibi kavramlar<br />

da sankı gizli biçimde sızmaktadır. Bulanıklık bir yere değin canlandırıcıdır ama<br />

sınırı tutturamazsak (nedir bu sınır?) ters sonuçlar yaratabilir. Doğanın içkin bir<br />

amacı yoktur ama yüklenilmiĢ bir amacı da taĢır, bunun dıĢında bir doğa<br />

düĢlememiz sanırım olanaksız. Gizemcilik (mistifikasyon) hep kapı eĢiğinde duran<br />

bir tuzak olarak anımsanmalıdır. Çünkü kolayca bu çukura düĢülebilir.<br />

Ben kitabın tümünü öykücülüğümüzün bir olgunluk, yetkinlik ürünü olarak,<br />

2011‟in önemli öykü kitaplarından biri olarak görüyorum.<br />

Bir Gök Bakımlık, Madam Marini‟nin Tamamlanmış Bir Resmi adlı<br />

olağanüstü öykülerin adını anmazsam haksızlık olacak.<br />

***<br />

Haydar, Hüseyin; Doğu Tabletleri (2011)<br />

Kaynak Yayınları, İkinci Basım, Kasım 2011, İstanbul, 102s.<br />

Hüseyin Haydar‟ın bu çalıĢması Ģiir olduğunca bir tasar (proje) çalıĢması…<br />

Birçok açıdan yaklaĢılabilir bu Ģiire. Ucuz, sürgüne uğramıĢ (ishal olmuĢ) ağızlarıyla<br />

simgeleri yargılayarak eleĢtiri ya da tartıĢma yaptıklarını sanan kakavanlara derin<br />

okuma öneririm ve bir de Ģunu: Kimseyi salak yerine koymayın, çünkü hiçkimse<br />

sizcileyin salak olamaz.<br />

Haydar‟ınki yine cesaretiyle öne çıkan yeni yaklaĢımlardan. Bunların ortak<br />

paydasını hakikat tutkusu oluĢturuyor. Kendini gösteriĢ biçimleri ayrı olsa da… Ben<br />

bile yer yer önyargılarımca yedildiğimi ayrımsadım okumam boyunca. Çünkü doluya<br />

boĢa koydum, sardım sürekli. Kısa bir süre önce ulusal cephe için „milliyetçiler‟e<br />

(MHP Gençlik) el uzatan anlayıĢın kendine düĢüngüsel yeni kaynaklama giriĢimleri<br />

arayıĢının örneğiyle mi karĢı karĢıyaydım. Hani Türk(lük) imgeleri bozkırlar üzerinde<br />

at koĢturuyor ya… Ulus(çuluk) cephesi kendini daha geri açıklamalara,<br />

korumlanmalara (mevzi) gönderip gelecek açılımından vaz mı geçiyordu? Ulus<br />

savunma koĢullarında geçmiĢe mi sığınıyordu? GeçmiĢ (böyle bir) geçmiĢ miydi?<br />

75


Devrimin stratejileri altına girecek taktik(ler) esnekliğin(in) de bir sınırı olmalı, değil<br />

mi? Ġyi de devrim (oyunu) bile kuralına göre oynanıyor mu bir süredir?<br />

*<br />

Doğu Tabletleri bir tasarı demiĢtim. Hüseyin Haydar Ģiirini Ģürekliliği içinde<br />

kavrayamadığım için arkasında poetik bir duruĢ hep var mıydı, yoksa güncele<br />

verilmiĢ tikel bir yanıt mı, kestiremiyorum. Sonuç değiĢmez. Yazar, göze almıĢ (risk<br />

yüklenmiĢ), bu yüzden aslında cesaret etmiĢtir. Göz(e)alım (risk), indirgenme,<br />

yazarın istemediği gibi algılanabilme göz(e)alımıdır ve yüksektir.<br />

Ayrıca tasarın amacı öyle güncel ve ivedi ki içeriğe kuyruklanan Ģiirden ödün<br />

için göze alınan da bir o denli yüksektir ve Hüseyin Haydar bu dokuncağı (risk) da<br />

sıkça üstlenmiĢtir. O bu tasarısındaki amaca, içeriğe odaklanmıĢ, ne söylediğini<br />

öncelemiĢtir.<br />

Ġlginç olan bir bakıma devrimci bir Türk(lük) tezini ĢiirleĢtirirken uzamlar ve<br />

zamanlar üstü kaynaklara (mit, tarih, vb.) biçim ve içerik araĢtırmalarında<br />

baĢvuruyor olması, belki de buna zorunlu kalması. Bunu anlayabiliyorum. Yer yer<br />

tedirginlik yaĢasam da beni irkilten beylik (hadi yerleĢik diyeyim) imgeleri<br />

bağıĢlıyorum bu nedenle yazara. Çünkü denediği Ģeyin ne zor olduğunu<br />

görebiliyorum. Bir Asya Cephesi, bir „haksızlığa uğramış-lık, ezilmiş-lik‟ (mağduriyet)<br />

cephesi deniyor ve bağlaĢıklığı (ittifak) uzam ve zaman içinde geniĢ tutuyor.<br />

Doğunun tabletleri içinde direniĢin parıldadığı anları değiĢik coğrafyalardan ve<br />

yüzyıllardan derliyor, altına kurmaca bir Türk imgesi yerleĢtiriyor. Bu imge islamdan<br />

tasavvufa, mezopotamyadan uzakdoğuya, Arap direniĢinden Lozan‟a geniĢ bir<br />

bağlaĢıklığın bir Ģeye karĢı direniĢini örgütlüyor. Mesele de bu iĢte. Haydar Ģiiri<br />

örgütçü, kıĢkırtıcı, devingen, umut dolu bir direniĢin ve kuruluĢ/kurtuluĢun öyküsü.<br />

Çünkü Ģiirin ütopyası var, orada (ortada) duruyor. Öyle bir direniĢ öyküsü ki içinde<br />

Doğunun bütün yaratıcı öğeleri eksiksiz yeralmalı, alacak… Tasarı bu.<br />

Ġçinde bir etik, kavrayıcı bir etik, bir eylem (edim) etiği taĢıyor. At imgesini böyle<br />

anlamak gerekir. Kurt imgesini de… Yazar zaten gereken uyarıyı yerinde yapıyor,<br />

yanlıĢ izlenimi baĢtan silmeye çalıĢıyor. Kürt imgesini, Arap imgesini yabana<br />

atmıyor. Tekvin (ÇıkıĢ) dıĢarıda değil. Hayyam, Mevlana da… Kürt ozanı dengbej<br />

Ehmede Hani de… Bu zeminini yitiren bir aĢkınlık saplantısı değil, bir cephe<br />

düĢlemi, giriĢimi. Dolayısıyla sayısız değiĢik temsili taĢıyan bu imgeler bu tasarı<br />

içinde bir yeni(lenmiĢ) imgeye dönüĢüyorlar (ve kurtarıyorlar paçayı.)<br />

Bu Ģiirin devingenliğinden, pes etmeyen, yenilmeyi benimsemeyen yanından<br />

etkilenmemek olanaksız. Eski kabuk içinde yeni içerik-imgeleri bilince çıkarmak ve<br />

durultmak, doğrultmak için bir okur sağduyusu gerekiyor gerekmesine. Ama Ģiir için<br />

bu kadarcık emeği (arkasındaki korkunç emek gözönünde tutulursa) esirgememek<br />

doğru olmaz mı?<br />

Ben kuĢkusuz Doğu Tabletleri okuru olarak mutluyum. BirĢeylerle yeniden<br />

yüzleĢebildim, birĢeyler için utanç duymam gerekmiyor. Tersine… Bunu anımsadım.<br />

Bu Ģeyler Ģiirsel esinler taĢıyabilirdi, daha aĢağı kalmazlardı. ġiir siyasetti, ne denli<br />

siyasetse o denli Ģiirdi Ģiir. Ben unutmamıĢtım ama anımsatıcım yoktu. Belki yeni bir<br />

soluk, koku taĢıyor olsa da ortalama Türkçe Ģiir teknik düzeyini çok zorlamıyordu bu<br />

Ģiirler ama yukarıda anlatmaya çalıĢtığım üzre teknik düzeyi aĢan baĢka türden bir<br />

kuĢatıcılığı görmezden gelemezdim bu nedenle.<br />

Burada ucuz Türkçülük, milliyetçilik görenin (bu da bir yetenek olabilir mi?)<br />

alnını karıĢlamak isterim. Lütfen kimseyi budala yerine koymayın(ız)!<br />

SunuĢ‟unu buraya almadan edemeyeceğim:<br />

76


“Doğu nedir? Al taylar sürüsü dağların, sağrısı köpüklü suların, koşumsuz bozkırın coğrafyası<br />

mı? Devrilip dirilen Tanrıların mabedi, yıkılıp kurulan imparator yavrularının doğumevi mi? Yetmek,<br />

yetkinleşmek için canını dişine takan halkların tarihi mi yoksa? Doğu nedir? On bince yıl, kendi<br />

kendini savuran ruh fırtınası mı? Devinimin fiziği ve büyüsüyle kavranabilen mesel mi? Sözün<br />

kimyası mı? Maddenin karmaşık yasaları arasından sızan çıplak gerçek… Kusursuz yetkinliğe<br />

erişemedik. Fakat zalime teslim olmayan bedeni gözardı etmeyelim. Savaş gerektiren bir durumun<br />

ötesinde kesintisiz, ölümüne çatışmadayız. Çünkü gövde kendi kendiyle de savaşıyor. Hedef bellidir,<br />

ama kötülüğün menzili için yeterli bilime ulaşabildik mi? Eylem. İstek. Toplumsal buyruk. Görev. Ve<br />

durmaksızın, kan içinde yinelenen döngüsel yükseliş. Gücün gerçekliği ve algı alanı buluş bekliyor…<br />

Görmüyor musunuz yürüyen töreyi, zorun birikimini? Tam buradan, sonsuzun içine çekiyorum sizi.<br />

Bütün kaygınızdan, korkunuzdan kurtulun. Sonsuz, karanlıktır. Sizi karanlığın içine çekiyorum,<br />

kökünüzden erke bağlanın diye. Gerçek aydınlıktır. Sizi aydınlığın içine çekiyorum. Gelin, ışığın<br />

yağmurunda yıkanın; başınızı yukarı kaldırıp bu sudan için. Yiğitlik içinize dolsun. Adanış ateşi<br />

beyninize yayılsın. Biraz daha için, bir an duraksamadan kendi canını tehlikeye atıyor. Yalnızca derin<br />

bir adalet ve görev duygusuyla, kararını soğukkanlılıkla tarttıktan sonra, büyük bir dava uğruna kendi<br />

canını feda ediyor. İnsanlığa direnme istenci aşılayan, yeryüzünün evrendeki yerini kutsayan, insanı<br />

işiyle gücüyle, yaşama girişimiyle ortaya koyan ve insanı büyüleyip büyüten Doğu‟nun yapıtlarına<br />

selam olsun. Geçmişin geçmişine yüküyle giden, geleceğin hazinesiyle döner. Yeter ki gidilecek<br />

zorlu bir yol, bir de yoleri bulunsun.” (5)<br />

***<br />

McEwan, Ian; Beton Bahçe (1978), Çev. Figen Bingül<br />

Sel Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2010, İstanbul, 129s.<br />

34 yıl önce yazmıĢ bu romanı McEwan. Paul Auster tam 30 yıl sonra (2008)<br />

yazıyor Görünmeyen‟i. Bu yargımı biraz tartıĢmalı kılıyor Auster hakkındaki. Bir<br />

öncü değil kanbağlı cinsellik (ensest, kardeĢlerin seviĢmesi) konusunda, demek.<br />

Cesaret, artık cesaret değil.<br />

Bu ilginç ve özünde yine yıkıcı olan romanı, ben daha okurken bir baĢka<br />

ürpertici romana bağlamadan edemedim. Sineklerin Tanrısı (1954, William<br />

Golding). Benzerlik yetiĢkinlerin devreden çıkması durumunda çocukların yaĢama<br />

verdikleri tepkinin biçimi ve yıkıcı gücünde. Aynı Ģeyi daha dün Haneke‟den<br />

izlememiĢ miydik? (Beyaz Bant, 2009).<br />

Anlatıcı genç ergen (bir ablası: Julie, kendisinden küçük bir kızkardeĢi:Sue ve<br />

daha küçük erkek kardeĢi:Tom var) babayı öldürdükten sonra (tinbilimsel yorumla,<br />

aslında baba bahçede yürek vuruntusundan yığılıp kalır, ölür) çocuklukla baba rolü<br />

arasında doğan boĢlukta yalpalamaya baĢlar ve diğerleri de bu belirsizliğin<br />

tedirginliğini yaĢar, değiĢen koĢullar üstlenemeyecekleri rolleri getirir koyar<br />

önlerine… Roman Ģu etkili giriĢle baĢlıyor: “Babamı ben öldürmedim, ama işini<br />

kolaylaştırdığımı hissettim zaman zaman.” (7) Kısa bir süre sonra anne erimeye baĢlar ve<br />

77


çocuklarının gözleri önünde ölüverir. Önce bir anne ölüsüyle ne yapılır sorusunun<br />

yanıtını arayan çocuklar, ölüyü bir sandığın içine koyup üzerine beton dökerler.<br />

Sonra yeni durumun çocukların bakıĢ açıları içinde yeni bir olanağa (imkân)<br />

dönüĢmesi gecikmez. Bu babanın yasasının geçersizleĢtiği yeni durumdur ve<br />

baĢlangıca geri dönüĢ, simgenin (toplumsal imge) yokoluĢudur. Burada ilk hasar<br />

cinsiyetin (gender) bulanıklaĢmasıyla belirir. Babanın yasası çerçevesini yitirince<br />

(Tanrı yoksa) her Ģey olabilir(di). En küçük erkek kardeĢi iki kızkardeĢ önce<br />

diĢileĢtirmeye, arkasından bebekleĢtirmeye çalıĢırlar, ayinsel bir gösteri içinde.<br />

Babanın yerini doldurması gereken anlatıcı Jack bu erken, zamanlamayı ĢaĢırmıĢ<br />

üstlenmeyle bocalamaktadır. Diğerlerinin beklentisi tam da budur. Küçükler Julie‟yi<br />

anne, Jack‟ı baba olarak düĢlerler ama özellikle Jack‟in isteksizliği onları tersi<br />

arayıĢlara (simgesini yitirmiĢ devletsizlik, anarĢizm) iter. Julie‟de Jack(„in korkusu)<br />

yüzünden anneliğini romanın sonuna değin erteler. Romanın sonunda ise annenin<br />

ölüsü ortaya çıkar, iki kardeĢ seviĢirler, roller yerine oturur ve suçun (!) içinde ve<br />

ortasında (ensest, cinayet, inançsızlık, vb.) toplum kurtulur (!)<br />

McEwan‟ın tezinin sarsıcı, etkileyici ve güçlü olduğunu teslim edelim. Erke<br />

dayalı siyasal toplumun bir anlamda suç toplumu olduğunu (baba katilliği, ölümün<br />

görmezlikten gelinmesi, cinsiyet dayatmaları), söylemin ise suçu aklamak,<br />

suçsuzluk, denge, huzur olarak algılamak ve algılatmaktan ibaret dil(sel bozunum)<br />

olduğunu görüyoruz. En azından suç kavramının bağlamı içinde değer taĢıdığını,<br />

iĢlev üstlendiğini anlamıĢ oluyoruz. Tinbiliminin çağdaĢ yaklaĢımlarını sindirmiĢ,<br />

yaĢama yadırganmayacak bir doğallıkla yükleyebilmiĢ yazarın bunu nasıl baĢardığı<br />

ise anlatımındaki ayıklanmıĢ sıkılıkla, dokuyla ilgili olmalı. Büyük tezler yalın dille ve<br />

öyküyle dengeleniyor ve aradaki boĢluğu bana kalırsa cesaret dolduruyor. Ġyi yazar<br />

toplumun yargısına rağmen yaza(bile)n yazardır, anladığım bu. Ayrıca önemli olan<br />

da Ģu: Bu hep varolmuĢ yer altı (illegal) tezleri zamanında ürünlere<br />

dönüĢtürülebildiği için bugün bir biçimde genel hesaplaĢmalarımızın girdisine<br />

dönüĢebiliyor, daha yetkin, düĢündürücü anlatımlara da ulaĢabiliyor. HoĢuma giden<br />

yanları ise rahata gömülü yağlı kıçlarımız için yeterince kıĢkırtıcı, dürtücü olmaları.<br />

Ġyi besili domuzlara dönüĢeli nicedir ya da Ionesco gergedanlarına.<br />

Beni tetiklediğin, ısırdığın, kıĢkırttığın için, huzurumu sonuna değin kaçırdığın<br />

için teĢekkür ederim Ian McEwan.<br />

***<br />

Lynch, Kevin; Kent İmgesi (1960), Çev. İrem Başaran<br />

Türkiye İş Bankası Yayınları, Birinci Basım, Temmuz 2010, İstanbul, 215s.<br />

Büyük boy.<br />

Bu erken sayılabilecek araĢtırma gerçekten kentbilim konusunda birincil<br />

kaynaklardan ve yayınladığı için ĠĢ Bankasını kutlamak gerekir. Akademik bir<br />

çalıĢma sayılabilir. Önemi, taĢıdığı gizil dinamiklerden (esinleme gücünden) geliyor<br />

öncelikle. Konulara yakın biri, bu 50 yıllık çalıĢmadan esinlenmenin bir yolunu<br />

bulacaktır.<br />

Aslında araĢtırmanın ölçümsel alan boyutu ne düzeyde temsil yetkisi taĢır<br />

bilemiyorum. Beni asıl ilgilendiren, Lynch‟in sınırlı saha çalıĢmasından sezgisel<br />

olarak süzdüğü ve büyük disipline (kentbilim) altlık oluĢturan kurucu, yapılaĢtırıcı<br />

giriĢimi. Sanki temelleri atıyor, kavramları belirliyor, varsayımlarını oluĢturuyor, ana<br />

yaklaĢımları çiziyor.<br />

1. bölümde yöntemi ve gerekçelerini açıklayan Lynch, kentlere bakmaktan (1),<br />

onları okumaktan ve okunaklılıktan (3), açık, bağdaĢık kent imgesinden (5) imgeyi<br />

78


oluĢturan temel öğelerden (7), kentsel imge bileĢenlerinden (kimlik, yapı, anlam) (8)<br />

üzerinde duruyor. Suzanne Lenger‟den bir alıntıyla bitiriyor bölümü: “Mimarlık, bütün<br />

bir çevrenin görünür kılınmış biçimidir.”<br />

2. bölüm seçilen üç kentin kentsel imgelenebilirlik açısından<br />

araĢtırma/karĢılaĢtırma alanı olarak seçimiyle ilgili. Bu seçimde ölçütler önemli.<br />

Çünkü derin amaç biraz da güçlü imgeleri hangi formların oluşturduğunu (15)<br />

öğrenmek. Seçilen ABD kentleri: Boston (Massachusetts), Jersey City (New<br />

Jersey), Los Angeles (California). Çözümlemeler de bu üç kentin merkez<br />

bölgelerinde gerçekleĢtiriliyor. 2 temel analizden ilki: Eğitimli gözlemci kenti belli<br />

doğrultularda kesen yürüyüĢler yaparak anlık görünüĢlerden öznel yargılar türetir.<br />

Ġkincisi: Küçük bir grup kent yerleĢiğiyle ayrıntılı görüĢmeler yapılır.<br />

3. bölüm kuramsal bir çalıĢma. Kent imgesi ve bileĢenlerinin tanımlanması.<br />

„Tasarımın anlamı güçlendirmeye‟ yoğunlaĢmasının önemine değinen yazar (51),<br />

kent imgesinin temel 5 bileĢenini Ģöyle sıralıyor: 1.Yollar, 2.Kenarlar, 3.Bölgeler,<br />

4.Düğüm/Odak noktaları, 5.ĠĢaret öğeleri. KuĢkusuz bu öğeler arasındaki iliĢkiler,<br />

imgenin değiĢkenliği, nitelik düzeyi kent imgesinin bağlamsal bir konu olduğunu<br />

anımsamamızı sağlar. En değerli imge, güçlü bir bütüncül alana en çok yaklaĢan<br />

imgedir: “Yoğun, değişmez ve canlı; her tür form karakteristiklerini bir arada barındıran ve<br />

yoğunlaşmaları zayıf olmayan, duruma göre zincirleme ya da hiyerarşik olarak düzenlenebilen<br />

imgeler. Tabii ki böyle bir imgeye çok ender rastlanır veya hiç rastlanmaz.” (99)<br />

Kent formunun belli ölçülerde belirsiz olmasını, kentlilerinin amaç ve algılarına<br />

uygun biçimlenme olanağı olarak gören Lynch, 4. bölümde kent sanatsal bir tutumla<br />

oluĢturulmalı ve insan amaçlarına hizmet edebilmeli, diyor. Kentlerin tasarımına<br />

ayrılmıĢ bu bölümde önce yolların tasarımını ele alıyor yazar. Önemli bir Ģey<br />

söylüyor: “…Yollar, bütünün düzenlendiği en önemli araçtır. En önemli hatlar, çevresindeki diğer<br />

öğelerden ayrılabilmesi için kendilerini özel kılan eşsiz bir özelliğe sahip olmalıdır. Yol kenarında özel<br />

bir kullanım veya faaliyet yoğunlaşması, karakteristik bir uzamsal özellik, özel bir zemin ya da cephe<br />

dokusu, özel bir ışıklandırma sistemi, eşsiz bir koku veya ses kümesi, tipik bir ayrıntı veya<br />

bitkilendirme şekli bu özelliklerden biri olabilir.” (106) Tasarımı ilgilendiren baĢlıca<br />

kategoriler ise; Tekillik (biçimsel arka planın belirginliği), Formun sadeliği,<br />

Süreklilik, Hakimiyet, Birleşme noktalarının belirginliği, Yönsel ayrımlar,<br />

Görülebilir alan, Hareket bilinci, Zaman serileri, İsimler ve anlamlarından oluĢur<br />

aĢağı yukarı. (117-120) Bütün bunlar bütüne yönelik. Böyle bir bütünde yollar<br />

bölgeleri hazırlar, açığa çıkarır. Düğüm noktalarını bağlar. Düğüm noktaları yolları<br />

birleĢtirir ve onların sınırlarını belirler. Kenar ise bölgelerin sınırlarını belirler ve<br />

iĢaret bölgeleri de bu bölgelerin çekirdeğine iĢaret eder. “Yoğun ve canlı bir imgeyi ortaya<br />

çıkaran ve metropoliten ölçekte devamlılığını sağlayan, bu birimlerin bütüncül orkestrasyonudur.”<br />

(120) “Modern kentin karmaşası, sürekliliği gerektiriyor olmanın yanısıra müthiş bir zevki de<br />

beraberinde getirir: Özgün karakterin zıtlığı ve uzmanlaşma. Bu çalışma, aşinalık arttıkça, karakterin<br />

biricikliğine ve ayrıntılara gösterilen dikkatin de arttığına işaret etmektedir. Öğelerin canlılığı, işlevsel<br />

ve simbolik farklılıklara yönelik hassas bir uyum içinde olmaları, bu karakteri geliştirmeye de yardımcı<br />

olacaktır. Keskin farklarla ayrılan öğeler, yakın ve imgelenebilir içinde olurlarsa, aralarındaki zıtlık da<br />

ön plana çıkacaktır. Böylece, her bir öğe kendi yoğun karakterini ortaya koyabilecektir.” (122)<br />

Düzgün bir görsel çevre iĢlevi, yeni keĢifler için bir kılavuz ve uyarandır da aynı<br />

zamanda. KarmaĢık bir toplumda öğrenilecek birçok bağlantı sözkonusu. “Bir çevre<br />

güçlü bir iskelete ve karakteristiğe sahipse, yeni bölümlerinin keşfedilmesi hem daha kolay hem de<br />

daha cazip olacaktır. Müzeler, kütüphaneler veya toplanma alanları gibi iletişimin stratejik halkaları<br />

net bir şekilde ortaya çıkarsa, bu alanları kullanmayanlar için dahi cezbedici alanlar haline<br />

geleceklerdir.” (122) Öte yandan topoğrafya ve doğal ortam, ne denli baskılansa da ;<br />

“bir mekânın spesifik karakteri, insan davranışları ve istekleri doğrultusunda evrilen jeolojik bir yapıya<br />

sahiptir demek belki de daha doğru olacaktır.” (122) Bir kent planının sonul amacı, fiziksel<br />

biçimin kendi değil, imgenin akılda kalan niteliği olacaktır. Kent tasarımı sanatı,<br />

79


kentlinin bilgilenmesini ve eleĢtirel nitelik kazanmasını gerektirir. Fiziksel reform ve<br />

eğitim, sürekli bir geliĢimin parçalarıdır. (129)<br />

Noktayı koyduğu, son yoğun bölümde (5.) Kevin Lynch; “Bu çalışma, temel<br />

düzeyde de olsa, bu yeni tasarım türüne dikkat çekmektedir. Bu sayfalarda kanıtlanmak istenen,<br />

büyük kent çevrelerinin duyusal bir forma sahip olabileceğidir. Günümüzde böyle bir formu<br />

tasarlamak için çok az çaba sarf edilmektedir. Problem ya ihmal edilmekte ya da mimarlık ve<br />

planlama ilkelerine dayalı bölük pörçük uygulamalara bırakılmaktadır.” (132) Çevre yalnızca iyi<br />

düzenlenmiĢ değil Ģiirsel ve sembolik de olmalı. Yapı netliği ve canlı kimlik, güçlü<br />

semboller için ilk adımlardır: Böyle bir mekân hissi her türlü insan faaliyetlerini geliştirir ve bireyi<br />

anı biriktirmeye teşvik eder.” (132) Kent farklı insanları ve dolu yaĢamıyla romantik bir<br />

yerdir, sembolik ayrıntılarla doludur. Kentli için hem müthiĢ hem korkutucudur<br />

(ġaĢkınlıklarımızın sahnesi-Flanagan) “Kent sahnesi, okunaklı ve görünür olsaydı, korku ve<br />

karmaşanın yerini mekânın zenginliklerinin zevki ve görünümlerin gücü alabilirdi.” (132) Ġmgenin<br />

geliĢiminde görünenin yeniden biçimlendirilmesi kadar, ne görüleceğinin öğretilmesi<br />

de eĢit derecede önemli. Ġkisi bir arada döngüsel bir süreç… Belki de sarmal. “Görsel<br />

eğitim, kentliyi görsel dünyasında harekete geçirmeye çağıracak, bu hareketlenme de daha keskin<br />

bir şekilde çevresini fark edebilmesini sağlayacakatır. Kentsel tasarım sanatının gelişmesi, dikkatli ve<br />

eleştirel bir topluluğun oluşmasıyla ilişkilidir. Bu sanat ve topluluk bir arada büyürse, kentlerimiz de<br />

milyonlarca kent sakini için günlük hazzın kaynağı olacaktır.” (133)<br />

***<br />

Hahnel, Robin; İktisadi Adalet ve Demokrasi (2005), Çev. Yavuz Alogan<br />

Ayrıntı Yayınları, Birinci Basım, 2006, İstanbul, 444s.<br />

Hahnel‟in yapıtı ilginç bir biçimde son <strong>okumalarım</strong>la örtüĢtü. Kovel‟le baĢlayan<br />

çıkıĢ yolu arayıĢları (piyasa kapitalizminin ve devlet sosyalizminin dıĢında olsun<br />

da…), yeni Marksist arayıĢlar (Örn. Marksizm Ötesinde Marksizm, Ġmge y, 2005,<br />

Haz. Yavuz Alogan) vb. yeni bakıĢ açılarının tezleri çok ayrıĢık da olsa çıkıĢ<br />

noktalarının, dayanaklarının 20. yüzyıl reel-politikinin kabaca indirgenmiĢ birkaç<br />

(ön)yargısına kilitlendiklerini gösteriyor. Sonuçta eski direniĢ biçimleri artık sökmez,<br />

çünkü kuram kevgire döndü, iler tutar yanı kalmadı geçmiĢin bu kuramlaĢtırma<br />

giriĢimlerinin, ee, o zaman yeni direniĢ biçimlerini nasıl kurgulayacağız (yani devrimi<br />

ne yapacağız, havlu atmayacaksak?) sorusuna ivecen verilmiĢ hafif denebilecek<br />

(hadi, postmodern, demeyeyim) bu arayıĢların taktik açıdan belli baĢlıklarda<br />

kümelenmesi de bir Ģeydir (Hakkını verelim).<br />

Benim ilgimi çeken aralıkta kısılmıĢ bir konumun (statü) sesinin düz ve tek<br />

perdeli tınlaması beklenirken, bu tür ara çözüm anlatılarında söylemin (retorik) ve<br />

biçemin (üslup) öne çıkması. Öfke tam da kıvamında ama üflesen yıkılacak sahne<br />

(tiyatro) döĢemi (dekor) izlenimi, duygusunu niye veriyor insana acaba?<br />

Bu tür anlama giriĢimlerinin en zayıf halkası düĢlem, yokülke tasası, korkusu.<br />

Yeltenildiğinde de beceriksiz birkaç iyi dilekten ötesine geçemiyor aĢırı gerçekçilik<br />

maskesine bürünerek. Postmodernizm sanıldığından da çok etkili kanımca.<br />

Hahnel de nefret ettiği ve geleceğin karabasanı gibi gördüğü piyasa<br />

kapitalizminden bir an önce nasıl kurtulunurun, yerine eski çözüm(süzlük)lerin<br />

dıĢında yeni ne konabilirin heyecan dolu sorusunun peĢinde. Aslında böyle bir<br />

heyecana (tıpkı Negri/Hardt‟ta olduğu gibi) saygı duyabilirim.<br />

Hahnel de aynı söylem biçimiyle yapıtı bir araç olarak da koyuyor önümüze, bir<br />

siyasal izlence, kılavuz aynı zamanda. Bu da iyi bir Ģey.<br />

Yazar zaten söylüyor, „adil iĢbirliği ekonomisi‟nin bir taslağını çıkarmaya<br />

çalıĢtığını… Komünizm ve sosyal demokrasi baĢarısızlığa uğradı, kapitalizm de belli<br />

ki daha uzun süre yaĢayacak. Bu durumda çözüm ne? “Bu kitap liberal iktisadi adalet ve<br />

80


demokrasi nosyonlarının kusurlu olduğunu, liberal ve radikal reformcular arasında iktisadi adalet ve<br />

demokrasi konusunda süregiden kafa karışıklığının adil işbirliğini ilerletme girişimlerini zayıflatmaya<br />

devam edeceğini öne sürmektedir. Bu kitap, rakip nosyonları dikkatle inceledikden sonra, iktisadi<br />

adaletin fedakarlıkla orantılı ödüllendirme olarak ve iktisadi demokrasinin de etkilenme derecesiyle<br />

orantılı karar alma gücü olarak tanımlanması gerektiği sonucuna varmaktadır.” (17) En özgün<br />

çözümü, katılımcı ekonomi. Bu geçmiĢin özel ve kamu mülkiyetine iliĢkin kusurları<br />

giderecek bir ayrım gerektirir. Bu ayrım kullanıcı hakları ile gelir hakları arasındaki<br />

ayrımdır: “Güçlü maddi özendiriciler sağlamaya devam ederken, insanların çalışmalarının<br />

karşılığını adil biçimde ödemek için emek piyasalarını tamamen reddeder. Ve katılımcı planlama,<br />

işçilere ve tüketicilere farklı iktisadi seçimlerden etkilendikleri oranda karar alma gücü veren bir<br />

yordam aracılığıyla malları ve kaynakları verimli biçimde tahsis ederek merkezi planlamanın ve<br />

piyasaların tuzaklarından kaçınır.” (17) Ana tezini böyle özetleyen yazar arkasından<br />

kitabın bölümleri üzerinden kısaca geçmektedir Giriş bölümünde. Bölüm 1. İktisadi<br />

Adalet ve Demokrasi‟de, kapitalizmin sanıldığı gibi 20.yüzyılda kendi ardılının<br />

tohumlarını barındırıp geliĢtirmediğini, bunun yerine ticari değer ve davranıĢları<br />

güçlendirdiğini, sömürüyü akılcılaĢtırdığını, kendi cazibesine ve kaçınılmazlığına<br />

iliĢkin mitler öğrettiğini, eğer onunla savaĢılacakca tüm bu baĢlıkların ayrı ayrı<br />

eleĢtirilmesi gerektiğini söylüyor Hahnel: “Bu kısımda, XX.yüzyılın büyük bölümünde ikitisadi<br />

dinamiklerin ve sınıfların daima toplumsal istikrarı ve değişimi yöneten başat güçleri oluşturduğu<br />

yönündeki yanlış inancın solun başına bela olduğu da öne sürülmektedir. Onların hatalı „ekonomizm‟i<br />

ne yazık ki milliyetçiliğin, ırkçılığın ve cinsiyetçiliğin doğasını ve gücünü anlamalarını engelledi ve<br />

farklı ilerici toplumsal hareketlerden bir koalisyon oluşturma konusunda hatalı yaklaşımlara yol açtı.”<br />

(20) Görüldüğü üzere esas olarak Leninist tezlerden gerçek bir kopuĢtan söz<br />

ediliyor. Bölüm II: Geçmişimizi Yeniden Düşünmek‟te yakın geçmiĢin (ağırlık<br />

20.yüzyıl) deneyimleri özel mülkiyet, kamu mülkiyeti, sosyal demokrasi, liberter<br />

sosyalizm vb. çözümleniyor. Bölüm III: Ne İstiyoruz? açık olarak „katılımcı bir<br />

ekonomi iktisadi adaleti ve demokrasiyi verimliliği feda etmeksizin geliştiren<br />

mümükün bir iktisadi kurumlar setidir‟ biçiminde yanıtlıyor. Son IV Bölüm: Rekabet<br />

ve Hırstan Adil ĠĢbirliğine bunun somut örneklerini, örnekçelerini irdeliyor,<br />

kurguluyor. BaĢta bunun uzun erimli bir izlence olduğunu belirtmeden geçmiyor.<br />

Kısa dönemli taktikler düzeyinde (hemen Ģimdi) ne yapılabilir? Önümüzdeki soru<br />

budur, Hahner‟e göre.<br />

Sonuçta ne istediğimizi bilmemiz gerekiyor. Çünkü (yine bir haksızlık yaparak)<br />

“tarihin ışığında insanların, solun önemli ölçüde üstün bir iktisadi sistemin nasıl kurulacağını<br />

bilmediğinden kuşkulanmaları için her türlü sebep vardır.” Öte yandan kapitalizme en iyi<br />

seçeneğin neye benzediği, hangisinin daha Ģanslı olacağı konusunda hemen<br />

uzlaĢmak da gerekmiyor. Piyasa sosyalizmi, topluluk temelli ekonomi, katılımcı<br />

demokratik planlama konusunda henüz bir uzlaĢma yok. Yazar vurgusunu adil<br />

iĢbirliği hareketi üzerine yapıyor ve Ģimdiden yanıtımız hazır olmalı, diyor (427)<br />

Reform hareketleri kapitalizmi onaylayanlarla birlikte davranabilmeli. Bağımsızlık<br />

korunarak bu hareketler içinde yer alınabilir. Öte yandan adil iĢbirliği deneyimleri de<br />

er ya da geç kapitalizmin ağına takılacaktır. Dolayısıyla bir bilinç ve eylem izlencesi<br />

kaçınılmazdır. Gönderim noktası bu seçenek eylem içerisinde bulunduğum konum,<br />

kendimi nasıl tanımladığım olacaktır temelde. Hem içkin, hem de aĢkın bir eylem<br />

izlencesidir gereken: “Daha basit biçimde ifade etmek gerekirse, kendilerine şans verildiğinde<br />

insanların adil işbirliğini tercih etmek isteyeceklerini göstermeliyiz.” (432) BaĢarı çokça kadın ve<br />

eĢcinsel hareketi, yurttaĢlık hakları ve ırkçılık karĢıtı hareketler, çevre ve barıĢ<br />

hareketinin mesafe katetmesine bağlıdır (434) “Hiçbir hareketin diğerlerinden daha az<br />

önemli görülmediği bir eşitler ittifakı…” (434)<br />

Bu tartıĢmalı, taktik düzeyde destekleyebileceğim kitap Ģu Ġspanyolca sözle<br />

bitiyor:<br />

Hasta la Victoria Siempre!<br />

81


***<br />

Eagleton, Terry; İngiliz Romanı (2005), Çev. Barış Özkul<br />

Sözcükler Yayınları, Birinci Basım, Mart 2012, İstanbul, 427s.<br />

Eagleton benim için önemli kılavuzlarımdan biri. Genel giriĢle, Bronte<br />

KızkardeĢler ve Charles Dickens bölümünü okudum. Ġlgimi daha çok giriĢ bölümünü<br />

çekti. Roman kavramını kendi oldukça da yalın tutulmuĢ diliyle birkez daha gözden<br />

geçiriyor Eagleton.<br />

Roman Nedir? diye baĢlıyor Eagleton. Kesin tanımlar, yargılar vermeden,<br />

süreci canalıcı sorularla yakınlaĢtırıyor. Safkan yazınsal türlerden melezliğiyle<br />

ayrıĢan büyük bir eritme potası olarak gördüğü roman ona göre inancını yitirmiĢ bir<br />

romanstır, “gerçekleştirilemeyecek arzuların ve boyun eğdirilemez gerçeklerin<br />

farkındadır.” (9) ĠĢte Don Quijote‟ye (1605-15) çağları aĢırtan da bu niteliğidir.<br />

Eagleton‟a göre romans ile gerçekçilik arasındaki çatıĢmayı ana izleği yaparak<br />

biçimsel bir sorunu izlekleĢtirir (10) Burada küçük bir eksiklik duygusu<br />

duyumsuyorum: Cervantes‟in böyle bir derdi olmazdı, döneminin tini yazarı<br />

baskılamıĢ, yazarın kavrayıĢı da gündelik yapıp etmelerini bir nedenle aĢmıĢtır.<br />

Yani yazar sanki bir konuyu sorulaĢtırıp, masasına yatırıp melez bileĢimin peĢine<br />

düĢmüĢ değil. Yüzyıllar sonra geriye bakıyor, yapıttan yazarın kavrayıĢına<br />

tırmanıyoruz. Bu bizim romanı (sanatı) kuramlaĢtırma (kavrama) çabalarımızın<br />

bence baĢlıca handikapı.<br />

Roman epikten baĢka kuĢkusuz, ayrı, çağdaĢ bir tür… Eğer roman (bu çağdaĢ<br />

tür) geçmiĢe yönelmiĢ görünüyorsa nedeni yine Ģimdinin düzgülerini (kod)<br />

çözmektir. Tarihi romanlar bile geçmiĢten çok yazıldıkları zamana ayna tutar.<br />

“Roman kendi gündelik varoluşundan büyülenen bir uygarlığın mitolojisidir.”<br />

Zamanla aynı hizadadır. Hastalıklı nostaljiyi ve boĢ umutları yadsır. Ne gerici, ne<br />

devrimcidir, reformcudur. ġimdiki zamana sıkı sıkıya bağlıdır. (14)<br />

Eagleton‟un roman nedir sorusunu yanıtlamaya çalıĢırken gerçekçilik üzerinde<br />

durması boĢuna değil. Çünkü gerçekçilik aslında yükselmekte olan orta sınıfla<br />

uyumlu bir sanat türü. Maddecilik, hazcılık, metafizik karĢıtlığı, merak, ilerlemecilik<br />

her ikisinin de, yani orta sınıf ve romanın ortak paydaları (20)<br />

Romanın bir baĢka önemli özelliği ise ironi… Roman bir tür olarak ironiktir<br />

çünkü gündelik yaĢamı anlatmasına karĢın onunla karıĢtırılmak istemez (26) Ayrıca<br />

ütopik bir imgedir, temsil ettikleriyle değil, temsil edebilme gücüyle. “Bu anlamda<br />

anlatmak başlı başına ahlaki bir edimdir.” (26) Özgürlüğümüzün (laik) iĢaretidir.<br />

Tanrının elinde oyuncak olmaktan kurtulan, gerçekliğe biçim ve anlam verenler<br />

olarak geldiğimiz yerde, artık roman Tanrının yaratısının dinsiz parodisini yapar ve<br />

her karakter kendi bağımsız yaĢamöyküsünü biçimlendirir (28) Sanat (gerçekçi<br />

roman)kendisini emekleriyle var eden soıradan insanlara dünyayı geri vermiĢ, onlar<br />

da ilk kez bu aynada kendi yüzlerine bakabilmiĢlerdir. Üstelik özel bir eğitim ya da<br />

uzmanlık gerektirmeyen bir kurmaca türü (roman) böylelikle doğmuĢtur.<br />

Biçim ve öz (tasarım ve temsil) kolayca uzlaĢtırılamaz, ancak belki de biçem<br />

(üslûp) denilen Ģey onları birleĢtirir. “O halde üslûp, romanın geniş ölçekte<br />

çözemediği sorunların mikro düzeyde telafisidir.” Duru biçemden (Austen) opak<br />

biçeme (Joyce) evrilmeyi de belki bu açıklar, Eagleton‟a göre.<br />

*<br />

Bronte Kızkardeşler‟e ayırdığı bölümde Bramswell‟den (erkek kardeĢ) söz<br />

etmesini açıkçası anlamlı buldum yazarımızın. Oradan bir Ġrlanda bağlantısı<br />

kuruyor. KardeĢler Ġngilizlikle Ġrlandalılık arasında bölündükleri gibi kadın yazar<br />

olmalarından ötürü de bir bölünme yaĢamıĢlardır (164) Onların öyküsü Victorien<br />

82


dönem Ġngiliz toplumu çeliĢkilerini aynen yansıtır: kır-kent, sömürge-metropol, ticari<br />

güney-endüstriyel kuzey, kadın duyarlığı-eril iktidar arası çeliĢkiler (165) Onların<br />

yaĢadığı kimlik krizi endüstriyel kapitalizmin ortaya çıkıĢıyla sarsılan Ġngiliz<br />

toplumunun krizidir, tutkuyla manevi doyumsuzluk, isyanla sönen geleneklerin bir<br />

araya geldiği toplumun… Eagleton bu düĢüncelerini Ģöyle yargıya dönüĢtürüyor<br />

(tam katılmam olanaksız): “Bronte duyarlığının çatladığı nokta burasıdır. Bronte<br />

kardeşler, eril olan ile kadınsı olan, asil olan ile avam olan, İrlandalı ile İngiliz olan,<br />

metropol ile taşra, düzene itaat ile isyan arasında sıkışmış; Romantik fantezi ile<br />

hınzır rasyonaliteyi, sarsıcı duyarlık ile kaba sağduyuyu ilginç yollardan bir araya<br />

getirmişlerdir.” (168) Charlotte sakınım (ihtiyat) ile tutkuyu (arzu) bağdaĢtırmaya<br />

çalıĢmıĢ (romansın ölçüsüz istekleriyle gerçekçiliğin ölçülü beklentilerini<br />

buluĢturma); Emily ile komediden trajediye geçilmiĢtir. Onun romanı (Rüzgarlı<br />

Bayır) gerçekçilik çağında kaleme alınmıĢ trajik bir romandır (173) En cesur<br />

baĢarılarından biri de aile mitini parçalamak olmuĢtur (Victorien, korunaklı yuva miti)<br />

(180) Raymond Williams, bu roman için „yoğunluk ile dengenin sıra dışı bir sentezi‟<br />

demiĢ…<br />

*<br />

Romans ile gerçekçiliği benzer bir biçimde bir araya getiren bir baĢka yazar da<br />

Dickens‟dır (Eagleton‟a göre). Dickens yalnızca kent üzerine yazmadı, kentli bir dil,<br />

biçem yarattı. Kentin karmaĢık, devingen yapısı algı gücünü düĢürür, geçicileĢtirir.<br />

Algılanan dünya ayrıntılı betimlenir ama karakterler bu nedenle Dickens<br />

romanlarında pek değiĢmez. Yazar, karakterlerine yabancılaĢarak dıĢarıdan bakar<br />

ve dıĢ görünüĢlerine adeta fetiĢleĢtirir (Dickens‟de betimleme gücü). Bu ayrıntılı dıĢ<br />

görünüĢler hangi kimliği örter ya da tersine dıĢavurur? Bu okur çeliĢkisi Dickens<br />

karakterlerinin ruhsuzluğunu açıklayabilir. DüĢünürsek anlarız ki ruhsuz nesnelerin<br />

aslında gizleyecek Ģeyleri yoktur (188) “Dickens‟ın „düzenbaz‟ları müthiş eğlenceli<br />

tiplerken ahlaklı karakterleri genellikle yavan tiplerdir:” Kadınlar ahlaklı, erkeklerse<br />

yaĢam doludur (genellikle). Bir sıkı saptama daha: “Dickens‟ın grotesk gerçekçiliği,<br />

gerçeğin emrine verilmiş stilistik bir çarpıtma, okurun her şeyi daha net görmesini<br />

sağlayan bir astigmatizmdir.” (193) Onun patolojik, saplantılı, dikbaĢlı, müsrif, saptın<br />

bir imgelemi vardır. Kent, insanları hem bağlar, hem ayırır. Kentlilerinin ortak<br />

paydası yetimliktir. Akrabalık kentte tükenmiĢtir. Geleneksel toplum ise (özellikle<br />

son romanlarında) bir dizi parıltılı yüzey, kof nutuk, yapmacık jeste dönüĢmüĢtür<br />

(194)<br />

KuĢkusuz favori konusu çocuktur. Ġlk Ġngiliz romancısıdır bu konuda. Böylece<br />

tanıklık ettiği dehĢeti sergileme gücü yükselmiĢtir. Çocukları bunca yüceltmesinin<br />

ana nedeni ise Eagleton‟a göre, Dickens‟in kendisinin de kocaman bir çocuk olması<br />

(197). Onun romanları zamanından önce olgunlaĢmıĢ çocuklar ve çocuksu<br />

yetiĢkinlerle doludur (197) Aile kurumu çift yönlü niteliğiyle görünür (direniĢ odağı ve<br />

toplumsal yetke uzantısı olma). Bir saptamasına yürekten katılıyorum Eagleton‟ın.<br />

En ürkütücü sahnelerinde bile doymak bilmez bir iĢtah, pırıltılı bir enerji hissedilir.<br />

“Dickens toplumsal krize peri masallarına yaraşır çözümler önerir.” (201) Tarihe<br />

bakıĢı en az sanata bakıĢı denli yüzeyseldir Dickens‟in, ona göre kendi yüzyılı hem<br />

dehĢetin, hem aydınlanmanın yüzyılı. Yazarın anti-entelektüalizmine de dikkati<br />

çekmekten geri durmaz Eagleton. DüĢüncelere ilgisizliği çarpıcı boyuttadır<br />

Dickens‟ın. Öte yandan Ġngiliz centilmenlerine karĢı epeyce bir zaafı olduğunu da<br />

ben söylemiyorum, yazar söylüyor.<br />

Sonuçta Dickens‟in gerçekçiliği katıĢıksız değildir: Gotik, romans, anektod,<br />

karikatür, vaaz, popüler öykü, vb. geleneksel türler at koĢturur anlatılarında<br />

83


“Dickens‟ın bunlara sık sık başvurmasının sebebi, yazardan kesin cevaplar<br />

bekleyen okurun beklentisi karşılanmadığında kendini kandırılmış hissettiği bir<br />

yüzyılda yaşamış olmasıdır.” (206) Pek az Ġngiliz yazarı „yüksek‟ ve „bayağı‟<br />

arasındaki sınırları onun kadar cesurca çiğnemiĢtir (F.R.Leavis) Çocuk ve yetiĢkin<br />

yazını arasındaki sınırları yıkması da cesurcadır. Sokağı anlatıya sokmuĢtu.<br />

Reformcuydu ama devrimci değil. Viktorien dünyayı Thomas Hardy kadar<br />

yıldırmadı. DüĢgücü, düĢüngüsünden daha köktenciydi sonuçta.<br />

Bu iki yazar konusunda benim için çok da yararlı (ama itiraf edeyim yetersiz)<br />

makaleleri belleğimde kayda aldım. Bu yazarlara baktığımda Eagleton da<br />

gönderilerimden biri olacak bundan böyle.<br />

***<br />

Hyde, Lewis; Armağan (1979), Çev. Emine Ayhan<br />

Metis Yayınları, Birinci Basım, Eylül 2008, İstanbul, 396s.<br />

Yeni baskı İçin Sonsöz, 2006, s.354-367<br />

Lewis‟in Armağan‟ı sanatsal yaratıcılıkla ilgili. Öz olarak söylediği ve benim de<br />

yürekten katıldığım Ģey, sanatın (estetik nesne) bir armağan olduğu. Sorun da<br />

(kitabın yanıtlamaya çalıĢtığı temel soru) bu noktada baĢlıyor: O zaman bu<br />

bağıĢlanabilir (insanlığa) armağan nasıl çevrime girecek, topluma katıĢacak. Ticari<br />

nesne konumu nasıl açıklanacak? Kaçınılmaz o yalın soru gecikmeyecek: Sanatçı<br />

neyle geçinecek? “Bu kitabın varsayımı sanat eserinin bir meta değil, armağan olduğudur. Ya da<br />

modern duruma ilişkin daha kesin bir ifadeyle, sanat eserlerinin biri piyasa, diğeriyse armağan<br />

ekonomisi olmak üzereaynı anda iki ekonomiye tabi olduğudur. Ne var ki, bu ekonomilerden sadece<br />

biri baskındır: Sanat eseri piyasa olmadan varlığını sürdürebilir, ama armağanın olmadığı yerde<br />

sanatın varlığından söz edilemez.” (15)<br />

Bu sorunun geçmiĢten günümüze seyri ve çözümlerini izleyen Lewis Hyde<br />

(aynı zamanda ABD‟de sanatçılara destek izlencelerinin etkili kurucu insanlarından<br />

biri olduğunu öğrenmek de sevindirici) dizge içinde (kapitalizm bağlamında) ara ve<br />

sıradıĢı (meta ekonomisini zorlayan) çözümleri öneriyor, deneyimleri aktarıyor.<br />

KuĢkusuz tüm bunlara geçmeden önce, armağan kavramını antropoli<br />

çalıĢmalarından da yararlanarak derinlemesine irdeliyor. Benim de sıkça<br />

düĢündüğüm, boĢluksuz dizge olamayacağı varsayımından yürüyen; dizge içinde<br />

dizge dıĢı alan açma (ki sanat bunun evrensel kanıtıdır) giriĢimi ve bunun kuramsal,<br />

uygulayımsal çerçeve ve görünümleri insanı çok da uzak olmayan bir kurtuluĢun<br />

eĢiğine getirip bırakıyor. Hyde haklı. Her ne kadar yeni baskısında bir özeleĢtiri<br />

yapıyor olsa da temel tezi doğru. Armağanın olmadığı yerde sanat olamayacağına<br />

göre, o zaman bir sanat yapıtını tam bir metaya dönüĢtürerek yıkıma uğratmak<br />

olanaklı. Yazar savının kesin olarak bu yönde olduğunu söylüyor. Demek istediği,<br />

sanat yapıtının armağan olma özelliğinin bizim alıĢveriĢlerimize bir sınırlama<br />

getirdiği… (18) Whitman ve Pound örnekleri üzerinde çözümlemesini ilerleten Lewis<br />

Hyde, yeni baskı sonsözünde, kitabının iki temel varsayımını yeniden özetliyor.<br />

1)Piyasa güçlerince iyi örgütlenmemiĢ ya da desteklenmemiĢ olan insani giriĢim<br />

kategorilerinin varolduğu (aile, din, kamu, arı bilim, sanatsal uygulama gibi).<br />

Bunlarda değiĢim değeri kavramı yetersiz kalır. 2) Bunlara değer veren her topluluk<br />

bunları örgütlemenin piyasa-dıĢı yöntemlerini bulacaktır (Armağan değiĢimi<br />

kurumları geliĢtirmek.) (353) Yazara göre (haklı) soğuk savaĢ dönemi Batıda<br />

sanatın amaçlı desteklenmesi için etkili yollar buldu. Ama 1990‟lardan sonra bu<br />

devlet hamiliği (kasıtlı hamilik) yerini piyasa zaferine bıraktı. Kamu piyasa<br />

koĢullarına teslim edilmiĢ, doğul bolluk bile (örneğin su) yapay kıtlık ağına bağımlı<br />

84


kılınmıĢtır. Bu yeni dünya koĢullarında kapana kısılmıĢlığın yeni çözüm<br />

yaklaĢımlarından biri sanatın sanatı finanse etmesi olanağı. Özellikle piyasa değeri<br />

edinebilmiĢ sanat yapıtının getirisinin bir bölümü genç sanat giriĢimlerine<br />

aktarılabilir. Kanada‟da, ABD‟de (ki yazar da böyle bir yapılanma içinde yeralıyor)<br />

bu türden etkili çözümler sözkonusu. Buna Lewis Yaratıcı Sermaye diyor.<br />

Neden olmasın?<br />

***<br />

Faulkner, William; Yenilmeyenler (1934), Çev. Necla/Ünal Aytür<br />

Yapı Kredi Yayınları, Birinci Basım, Mayıs 2012, İstanbul, 188s.<br />

Aytür çiftinden çeviri okumanın, hele Faulkner okumanın gerçekten tadına<br />

doyulmaz. Türkçe‟ye ilk kez çevrilen bu Faulkner romanı, elbette okurunun ortalama<br />

beklentisini karĢılamaktan geri durmuyor. Belki daha önce verdiği eĢsiz anlatılarının<br />

teknik çözümlerinin gerisinde, ama yerel (bunu tüm yaĢama ortamı olarak anlayın<br />

lütfen) mitolojilerine sıkıca bağlı kalarak ve kendi düzeyini koruyarak sağlıyor. Ġç<br />

savaĢı odağına oturtan, onun içinden yaĢlı ama cesur kadın imgesini ululayan<br />

roman, elbette Faulkner‟ca yazılmalıydı. Tamam bu izlek birçok önemli romanında<br />

yankılanacak, derinlemesine bir alan açacak, ilginç roman kiĢileri yaratacaktı<br />

öncesinde de. Belki yeni değil ya da yeniden dönülecektir bu kiĢilere.<br />

Benimse anlamaya çalıĢtığım Ģey bu yeni Faulkner imgeleminin Amerika‟sı ve<br />

onun iç tutarlılığı. Onun yapıtının tekliği, tümlüğü ve somluğu Amerika‟sının kendi<br />

beyninden doğmasıyla ilgili. Bu Amerika‟nın ürkmüĢ katırları, ormanları, ırmakları,<br />

kaçakları, zencileri, Ģiddeti ve beceriksiz tutkuları, bütün bu Yoknapatawha, tıpkı<br />

zaman zaman taĢan ya da diplerindeki dalgalanmaların bastırıldığı dingin, geniĢ,<br />

yayvan akıĢıyla hiç de renk vermeyen büyük ırmağıyla yazarın bilinçaltının<br />

eĢelenmesinden yüzeye fırlamıĢ öteki (Faulkner‟ca) Amerika‟yla ilgili bir varoluĢ…<br />

Yazar girdiği her belleğin ve anlağın içinden düĢler, anılar, sayıklamalar vb. ile yeni<br />

bir kuruluĢ, yeni bir Amerika öyküsü çıkarıyor.<br />

Faulkner benim için yirminci yüzyılın en önemli, büyük yazarı. Hiçbir yazar<br />

onun gibi etkilemedi beni. Belki Tolstoy‟a bu yüzyıldan yaklaĢan tek yazar.<br />

Tolstoy‟un da önerisi bir yaĢamlar dizisi, oradaki Ģey değil, tüm bir yaĢam, yeni bir<br />

dünyaydı. Elinde tüfek ya da kürek yük altına girip omuz vererek dünyayı yeniden<br />

kurmak ikisinin de büyük tasarısıydı. Bu yüzden William Faulkner ikinci, koĢut akan<br />

diğer ABD tarihidir ve ilkinden daha sahici olmasını anlamak hiç de güç değildir. En<br />

azından baĢtan düĢünülmüĢ, üzerinde çalıĢılmıĢ bir tarihtir bu. ġiddeti eksik olmasa<br />

da boĢa harcanmıĢ kaynakları yoktur. Çünkü onun bir Tanrısı var. Öyle bir Tanrı ki<br />

içerinin, bilincin dibinin, tortunun görünmez karanlıklarında çalıĢır.<br />

Ben bir okur olarak ABD‟nin sahici tarihini Faulkner‟da okudum ve bu tarihin<br />

etinin sıkılığını ya da gevĢekliğini, onurunu ya da alçaklığını, sevmede yeteneğini ve<br />

yeteneksizliğini, kadınlığındaki güçsüzlüğü ve gücü oradan deneyledim. ABD tarihi<br />

deyiĢime takılmayın yine de. Faulkner onca uzaktan insanın yazgısıyla ilgili evrensel<br />

bir çözümsüzlüğü ve bunun ince kederini getirdi koyuverdi önüme, yarım yüzyıl<br />

öncesinden bugüne değin. DeğiĢmedi bu. Nerede Faulkner görsem, bulsam aldım<br />

okudum. Dava ve davanın içindeki yönsüz insanın çeliĢkili ve trajikomik yazgısı<br />

bana beni hep gösterdi, her okura yaptığını yaparak. Onur en yükseldiği yerde yere<br />

kapaklanıverdi ama örgülenen yaĢamsal epik (epope) herkesi, en aĢağılık olanı bile<br />

tuttu kaldırdı yerden ve yüceltti zavallı insanlığı. Bunu tek tanrılı dinlerden, örneğin<br />

Hristiyanlıktan iyi yaptığını söyleyebilirim.<br />

85


Mark Twain‟le baĢlayıp güneyi tarayan büyük yazarlar kanonunun belki de en<br />

önemli halkası Faulkner. Güneyin acımasız çölünden bu epiği çıkarmak kolay<br />

olmamıĢtır ama en kusursuzu onunkisi.<br />

Yenilmeyenler genç bir yeniyetme gözünden iç savaĢın kimi sahnelerine ve<br />

taĢra yaĢamına, Güneyli zengin bir aileyle (albay, büyükanne, Drusilla, vb.) tanıklık<br />

ediyor. Bu görkemli sahne aĢk ve ölüm için de en uygun sahnedir belki de. Kadın ve<br />

doğasından ne anlamalıyız acaba? Çok az yazarda aĢk bunca etkili anlatılır. Çünkü<br />

çok az yazarda yazgıyla ona baĢkaldırması gereken aĢk arasında çatıĢma uç<br />

noktalarına değin izlenir. Bu ürkütücü çizginin bizi taĢıyacağı yer istemediğimiz bir<br />

yer olabilir. Ama sonuna değin gitmezsek aĢk nedir asla bilemeyeceğiz. Faulkner<br />

sonuna değin gidenlerden bence…<br />

„ “Asla unutmayacaksın. Ben unutturmam sana. Adam öldürmekten daha kötü şeyler var,<br />

Bayard. Ölmekten daha kötü şeyler var. Bazen düşünüyorum da, bir erkeğin başına gelebilecek en<br />

güzel olay, bir şeyi –en iyisi bir kadını- çok, çok, çok sevmek ve genç yaşta ölmektir; çünkü o<br />

zamanerkek inancından sapmamış, olması gereken kişi olmuştur.” Drusilla şimdi bana daha önce hiç<br />

bakmadığı gibi bakıyordu. O sırada bu bakışın ne anlama geldiğini bilmiyordum, bu akşama kadar da<br />

öğrenmeyecektim çünkü o gün ikimiz de babamın iki ay sonra öleceğinden habersizdik. Tek bildiğim,<br />

bana daha önce hiç bakmadığı gibi baktığı ve saçındaki mine çiçeği kokusunun yüz kat artarak –yüz<br />

kat güçlenerek- daha önce asla hayal etmediğim bir şey yaşayacağım bu alacakaranlıkta, her yeri<br />

kapladığıydı. Sonra Drusilla, “Öp beni, Bayard,” dedi.<br />

“Hayır. Sen babamın karısısın.”<br />

“Ve senden sekiz yaş büyüğüm. Ayrıca senin dördüncü dereceden kuzenin oluyorum. Ve siyah<br />

saçlıyım. Öp beni, Bayard.”<br />

“Hayır.”<br />

“Öp beni, Bayard.” Bunun üzerine yüzümü ona doğru eğdim. Ama o, durduğu yerden<br />

kımıldamadı; bana bakarken, belinden yukarısını hafifçe geri çekti; bu kez “Hayır,” diyen Drusilla<br />

oldu. Bunun üzerine ona sarıldım. O zaman bana yaklaştı ve kadınların yaptıkları, yapabildikleri bir<br />

hareketle, çözülüp kendini bıraktı, atları yöneten o bilek ve dirsek gücüyle kollarını boynuma doladı,<br />

bilekleriyle yüzümü yüzüne yaklaştırdı, derken bileklere artık gerek kalmadı; bu sırada o kadım ve<br />

ölümsüz Yılan‟ın simgesi otuz yaşındaki kadınları ve yazılarında onları anlatan erkekleri düşündüm,<br />

yaşamla edebiyat arasında derin bir uçurum bulunduğunu anladım –anladım ki, hayatı her yönüyle<br />

yaşayabilenler, yaşıyor; yaşayamayıp da bunun acısını içlerinde yeterince derinden duyanlar, yazar<br />

oluyorlar. Sonra Drusilla beni bıraktı; yere eğdiği yüzünü gene görebiliyordum; gözlerini kaldırmış, o<br />

karanlık, anlaşılmaz bakışıyla hâlâ beni süzüyordu; bu öpüşmeyi hiçbir zaman unutturmamak için<br />

kollarını, tıpkı az önce bana sarılırken yaptığına benzer bir hareketle (sanki tüm vaatlerin simgesi<br />

olan o biçimsel, boş hareketi tekrarlarcasına) yukarı kaldırdı; dirseklerini yanlara doğru açarak ellerini<br />

saçlarındaki mine çiçeğine götürdü; mineyi alıp ceketimin yakasına takarken, hafifçe eğik başına,<br />

düzensiz kesilmiş kısa saçlarına, garip bir biçimde kaskatı bükülmüş, günün son ışıkları altında<br />

havada hafifçe parıldayan çıplak kollarına bakıp, karşısında kımıldamadan dimdik durdum ve şöyle<br />

düşündüm: Savaş, onun kuşağından ve sınıfından tüm Güneyli kadınlara damgasını vurarak tek bir<br />

tip yaratmaya çalışmış ama başarılı olamamıştı; hepsinin gözlerinde, yaşadıkları aynı acılar vardı<br />

(Drusilla ile Jenny Hala‟nın başlarına hemen hemen aynı şey gelmişti; şu farkla ki, Jenny Hala,<br />

kocası bir cephane arabası içinde eve getirilmeden önce onunla birkaç gece geçirmişti; oysa Drusilla<br />

ile Gavin Breckbridge nişanlıydılar, o kadar); ancak, bunun dışında tüm kadınlar ödün vermeden<br />

bireyselliklerini korumuşlardı; onların tersine, erkeklerin çoğu, savaştan unutamadıkları, unutmayı<br />

göze alamadıkları (unutsalar, o anda ölürlerdi) ortak bir deneyimle döndükten sonra, ömürlerini<br />

devletin eline bakarak geçiriyor, adlarının dışında, hiçbiri ötekinden pek farklı olmadan, iğdiş boğalar<br />

gibi bomboş yaşıyorlardı.<br />

“Şimdi babama söylemem gerek,” dedim.<br />

“Evet,” dedi. “Söylemen gerek. Öp beni.” Bu kez de önceki gibi oldu. Hayır, hayır. İkinci ya da<br />

bininci, hiçbiri ötekinin aynı değildir –bir delikanlının, genç bir erkeğin, otuz yaşın o ölümsüz ve<br />

simgesel kadınıyla her öpüşmesinde, hem öncekilerden gelen, hem de onlara eklenen bir şeyler<br />

vardır; kesinlikle hep aynı şey değildir; öncekilerin anısı, o andaki deneyimi içine almaz; her<br />

öpüşmede, önce öpücük, sonra anımsama gelir; atlara hükmeden güç, nasıl bileklerle dirseklerde<br />

yatıyorsa, burada da hareketi, yorulmayan bir beceri ve her seferinde sanki yeni bir bilgiyle,<br />

yönlendirip denetleyen ustalıklı, gizli kaslar vardır: Geri çekildi; dönüp alacakaranlıkta hızla yürümeye<br />

başladı; bakmadan, “John‟a söyle. Bu akşam söyle,” dedi; önce de yüzüme hiç bakmamıştı.‟ (168)<br />

86


Sartoris‟lerin laneti, belki de yaĢamın üzerine çöken yazgının laneti ve yaĢam<br />

bugün de bir trajedi belki. Amerikanın derinliklerinde yaĢam çok kolay ve yüzeysel<br />

seyrediyor gibi görünüyor olsa da…<br />

Yani Faulkner Amerika‟nın yazgısını bulmuĢ, çıplak ve anlamsız gövdesine<br />

giydirmiĢtir yapıtlarıyla. Sayılı karakterlerinin ötesinde bir ulus soluk alıp verir, tüm<br />

yoksulluğu ve tüm varsıllığı içinde…<br />

***<br />

Ritzer, George; Küresel Dünya (2010), Çev. Melih Pekdemir<br />

Ayrıntı Yayınları, Birinci Basım, 2011, İstanbul, 600s., büyük boy, ciltli.<br />

Ritzer‟in bu yakın tarihli, kavrayıcı, kapsayıcı ve bilimsellikten ödün vermeyen,<br />

günceli ana kuramsal çerçeveler içerisinde doğru bağlamlara yerleĢtiren yapıtını<br />

(belki baĢyapıtı demeliydim) 5-6 aylık bir süreye yayarak, büyük bir zevkle okudum.<br />

Kendimi dünyalı gibi duyumsayabildim okurken, öte yandan içinde yaĢadığımız<br />

küresel karmaĢa (kaos) belli ölçülerde anlaĢılabilir oldu, saydamlaĢtı. Ritzer<br />

yaklaĢımının incelikli yordamı, kendini tezleĢtirme ve savlaĢtırmaya uzak duruĢuyla<br />

aslında bu görkemli yapıtı bütün olarak tezleĢtirdiği için de çekiciydi benim için.<br />

Yapıtı içinde bir yan gibi görünmeyip, olumlu ve olumsuza eĢit uzaklıkta kalmasının<br />

hakkını teslim ederken (öğrenciyi yanıltmamak ilkesine bağlı bir yaklaĢım) elbette<br />

batı dünyasının yerleĢik (ön)yargılarına yer yer baĢvurmasından (sanki bunlar doğal<br />

ve kendiliğinden gerçeklermiĢ gibi) tedirgin oldum. PaylaĢmadığım yönleri oldu ama<br />

bu yapıtın bütünsel sosyo-politik algıya verdiği katkıyı gölgelemedi.<br />

Son çözümde tarihsel ve neredeyse kaçınılmaz bir sürecin dinamiklerini<br />

olgusal bir saptayımın bilimsel ilkeleriyle bağdaĢık serimlerken, bilim adamı<br />

titizliğine hem biçim, hem içerik açısından derinden saygı duydum.<br />

Bu kitabı çok insana önerdim, aldım armağan ettim. Yayınevi bana teĢekkür<br />

etse yeridir. Yayınevini de içimden kutladım ama onlara yazdığım mektup, Melih<br />

Pekdemir‟in neredeyse kusursuz çevirisine yönelik görmezden gelinemeyecek bir<br />

konuyla bağlantılı uyarı, eleĢtiri oldu. Oysa övmem gerekirdi. Özellikle 12.bölümde<br />

sıkça emisyon karĢılığı çok yanlıĢ ve yanıltıcı biçimde (bu yanlıĢ Türkçemizde çok<br />

yaygın yazık ki) salınım sözcüğü kullanılmıĢ. Oysa salınım bir dalga devinimi ve<br />

doğru karĢılık salım. Bu ayrımı önemli buluyorum. Yayınevi mektubumu yanıtlama<br />

gereği duymadı açıkçası. Aldılar mı, aldılarsa ne anladılar, bu uyarıya bir tepki<br />

veremezler miydi, bilmiyorum.<br />

Çağcıl, güncel (küresel) toplum anlama ve kavramlaĢtırmalarının doğru<br />

yerlerde özetlendiği (Kimler yok ki: Hayek‟ten Fukuyama, Friedman, Huntington,<br />

Wallerstein, Poulantzas, Bauman, Said‟e varıncaya), böylece geçerlilik kazanmıĢ ya<br />

da tartıĢma yaratmıĢ kuramlaĢtırma giriĢimlerinin es geçilip boĢlanmadığı bu<br />

çalıĢmanın okunmasını önermekten çoğunu yapmak istemem. Özet falan çıkaracak<br />

değilim, gereksiz bu. Kendisi zaten genel bir özet(leme) giriĢimi. Ayrıca herkesin de<br />

yeryüzünde bulunduğu yerin yerlemini (koordinat) belirlemek, kestirmek için bu<br />

çalıĢmayı okuması gerektiği biliyorum. Neyiz, niye buradayız, aslında neredeyiz,<br />

nasıl anlamalıyız, anladığımız ne, sorularının yanıtını merak eden herkes eninde<br />

sonunda bu kitaba çıkacak, ulaĢacaktır. Benim burada yapacağım, bölümleri<br />

imlemek, neye iliĢkin olduklarını, içerdiklerini göstermek olacak.<br />

ABD‟li üniversite öğrencisi tam da orada (Ritzer öğrencisi olmakla) Ģanslı<br />

diyeceğim.<br />

Ritzer, genel bir giriĢ yaptığı, temel kavramları ve bunların kaynaklarını<br />

serimlediği birinci bölümde (Küreselleşme I: Akışkanlıklar, Akıntılar ve Yapılar)<br />

87


küreselleĢmeyi Ģöyle tanımlıyor: “Artan akışkanlıklar ve büyüyen çokyönlü akıntılar<br />

ile bunların karşılaştığı ve yarattığı yapıları içeren gezegen çapındaki süreç(ler)”<br />

(20) Ve altını çizerek çalıĢmasının altyapısını Zygmunt Bauman ve onun<br />

akıĢkanlıkla ilgili kavramlaĢtırmasının oluĢturduğunu söylüyor. Katılıktan uçuculuğa<br />

bir geçiĢ aynı zamanda küreselleĢme. AkıĢkanlığın akıntı gerektireceği açık. Bunlar<br />

da bağlantılı, çokyönlü, çatıĢmalı olacaktır kuĢkusuz. Bu arada seçenek<br />

yaklaĢımlara da, örneğin akıĢkanlık yerine zıplama(lı) (Afrika örnekleri) terimini<br />

kullanan James Ferguson ve benzerlerine iĢaret ediyor Ritzer. Sonuçta,<br />

önümüzdeki dünya ağırlıksızlaĢmıĢ (hafiflemiĢ) bir dünya. Buradan akıĢkan ve<br />

ağırlıksız bir dünyanın „düz‟lüğü düĢüncesine varmak zor olmayacaktır (Friedman).<br />

Ritzer ikinci bölümde de küreselleĢme ile ilgili temel konu, tartıĢma ve<br />

anlaĢmazlıklara bakmayı sürdürüyor (Küreselleşme II: Bazı Temel Konular,<br />

Tartışmalar ve Anlaşmazlıklar). En baĢta tartıĢma küreselleĢmeci ile bunun tüm<br />

yeryüzünü sardığı konusunda kuĢku duyanlar arasnıda çıkar. Örneğin ulus-devlet<br />

küreselleĢme karĢısında eski konumunu yitirdi mi, güçlendirdi mi? KüreselleĢme<br />

yeni bir olgu mu, yoksa tarihsel mi? CUġ‟lar ile ulus-devlet iliĢkileri nasıl? Uluslar<br />

arası iliĢki ve süreçleri belirleyen ÇUġ‟lar mı yoksa yine de ulus-devlet(ler) mi?<br />

Kültür evrenselleĢiyor mu, yerelleĢiyor mu? Sonuçta tek bir küreselleĢmeden söz<br />

etmek olanaksız Ritzer‟e göre. KüreselleĢme bakımından tek bir baĢlangıç noktası<br />

değil de, değiĢik küreselleĢmeler için değiĢik baĢlangıç noktaları geçerlidir.<br />

Öte yandan küreselleĢme itkisinin kaynağı konusunda da çatıĢmalar<br />

sözkonusu. Materyalist açı ekonomi politiğe, teknoloji, ÇUġ gibi izleklere ağırlık<br />

verirken idealist açı düĢünce dizgeleri, biliĢim, bilgi gibi izleklere vurgu yapar. Ritzer<br />

ise orta yolu izleyerek, bir karma (hibrid) çözümü öneriyor.<br />

KuĢkusuz globafili (küresevi) ile globafobi (kürekorku) karĢı karĢıya gelir. Her<br />

iki görüĢ için yelpazenin en geniĢ kanadında insanlar yer alır.<br />

Üçüncü bölüm (Küreselleşme ve İlgili Süreçler I) küreselleĢme süreçlerinin<br />

en genel ulamlarını (kategori), yani emperyelizm, sömürgecilik, kalkınma,<br />

batılılaĢma ve doğululaĢmayı irdeliyor. Kimi eski, kimi yeni bu kavramlar arasında<br />

Ritzer emperyalizmi, “üzerinde politik, ekonomik ve toprak temelli denetim kurmak<br />

amacıyla bir ülkenin başka bir ülkenin topraklarını ele geçirme yönetimi” olarak<br />

tanımlıyor. Lenin‟in emperyalizmi kapitalizmle iliĢkilendiren tanımını kültürel<br />

emperyalizm kavramıyla tümledikten sonra Hardt/Negri‟nin „ağır elli devlet temelli‟<br />

emperyalizm kavramının yerine geliĢtirdikleri merkezsiz imparatorluk kavramını<br />

irdeliyor. Ayrıca Harvey‟in yeni emperyalizm kavramına gönderme yapıyor. Bu<br />

politik ve ekonomik emperyalizmin karmaĢık ve çeliĢkili bir kaynaĢmasını içeriyor.<br />

Sömürgecilik ise Ritzer‟e göre, arazi üzerinde daha resmi denetim<br />

düzeneklerini kapsar (yönetim aygıtı gerektirir). Sömürgecilik yerini ikinci savaĢtan<br />

sonra yeni-sömürgeciliğe bırakırken, sömürgeci güçler çekildikten sonra<br />

sömürgelerdeki geliĢmeler sömürgecilik sonrası (post-kolonyalizm) kavramıyla<br />

yorumlanmıĢtır.<br />

Kalkınma ise, kuzeyin seçkinci projesi olarak belli ülkelerin geliĢmesine odaklı<br />

bir anlatımdır. Proje, ithal ikamesini savunuyordu, yani güney, Kuzey‟den dıĢalım<br />

yaparak kendi endüstriyel ürünlerini üretecekti. Bu yöntem Kuzey‟in de iĢine<br />

geliyordu (yatırımlarda artıĢ). Bu proje, Bağımlılık Kuramı‟nca eleĢtirildi. Buna göre<br />

kalkınma projesi bağımlı Güney‟i daha da bağımlı kılan bir projeydi. Geri kalmıĢlğk,<br />

belirli bir ülkenin iç kaynaklarına göre açıklanamazdı. Bu Kuzey-Güney iliĢkisiyle<br />

bağlantılı bir sonuçtu. Ayrıca küreselleĢme çoğu kez kalkınma projesinin daha az<br />

saldırgan bir türü olmakla eleĢtirildi.<br />

88


BatılılaĢma, küreselleĢmeyle ortak algılanan bir kavram olarak genellikle<br />

olumsuz bir içerik taĢıdı tarih boyunca. Oysa Batı‟nın olumlu özellikleri de<br />

dıĢlanıyordu böylelikle. Aslında BatılılaĢma‟nın içerdiği tek yönlü akıntıların<br />

karĢısında küreselleĢme çokyönlü akıntıları kapsar. BatılılaĢma dar bir bakıĢ açısı<br />

da getirir kaçınılmazca.<br />

DoğululaĢma ise Doğu‟dan Batı‟ya olan akıntıları vurgular. Ama böyle de<br />

görünse bu durum Batın bünyasindeki etkenlerle çokça ilgilidir. Sonuçta Ritzer için<br />

küreselleĢme odaksız bir süreçken, yukarıda sayılanlar ulus devletlere az ya da çok<br />

odaklıdır. Dolayısıyla küreselleĢme kapsamlı ve Post-süreç olarak<br />

değerlendirilebilir.<br />

Ritzer, küreselleĢmenin önemli bir boyutu olarak, kendi geçmiĢ çalıĢma ve<br />

kuramlaĢtırma giriĢimine(AmerikalılaĢtırma, MacdolatlaĢtırma) dördüncü bölümde<br />

bir alan açıyor: Küreselleşme ve İlgili Süreçler II: Amerikalılaş(tır)ma ve<br />

Amerikan Karşıtlığı. Amerika ve Amerikalılarla ilgili olan ürünlerin, görüntülerin,<br />

teknolojilerin, uygulama ve davranıĢların ihracı olarak tanımlanabilecek kavram,<br />

savaĢ ertesi Avrupa‟da kurtarıcı ABD, sonra (1960‟lardan sonra) endüstriyel ve<br />

ekonomik bir yılgı, yakın dönemlerde ise küresel tüketimde Amerikan egemenliği<br />

(Coca-ColalaĢtırma, MacDonaltlaĢtırma, Starbuck‟laĢtırma, vb.) biçiminde<br />

evrimleĢti. Günümüzde durum oldukça çetrefildir. Kavramın geçerliliği için ürünün<br />

Amerika‟da üretimi zorunlu mudur? Alıcı ülke edilgen midir ve sürece katkısı<br />

nasıldır? Ritzer yeni bir kavramı dillendiriyor: Amerikasız Amerikalılaş(tır)ma. Yani<br />

Amerika‟dan etkilenmeden AmerikalılaĢma. (Örn. Mekke Cola). William Marley,<br />

AmerikalılaĢ(tır)mayı „lojistik teknikler‟in ihracıyla anlamaya çalıĢırken, Victoria de<br />

Grazia daha hassas süreçler olarak Amerikan tüketim kültürünün taĢıyıcıları<br />

üzerinde (hizmet ahlakı, mağaza zincirleri, büyük marka mallar, Ģirket malları,<br />

süpermarketçilik, vb.) odaklanır. Tutucu Neil Ferguson, kavramı savunurken sürecin<br />

yalnızca Amerika‟nın değil tüm dünyanın lehine çalıĢtığını ileri sürer. Buna karĢılık<br />

günümüz postmodernizm gibi kimi eğilimleri merkezsizleĢme yanlı bir çözüme<br />

bağlanarak AmerikalılaĢ(tır)maya küyerelleşme, melezleşme, dilde yerlileşme gibi<br />

olgularla karĢı çıkar. Amerikan karĢıtlığı ise homojen olmayan bir küresel süreçtir,<br />

ayrı neden, biçim ve dıĢavurumlardan oluĢur. BeĢ anlayıĢı özetleyen kavramlar: Ġki<br />

uçtan birinde olmak, eğilim, patoloji, önyargı, ideoloji. Ritzer‟e göre belki de dünya<br />

Amerikan-sonrası (Post-Amerikan) bir çağa geçmektedir.<br />

BeĢinci bölümde küreselleĢme bağlamı içinde Neo-Liberalizm‟i irdeliyor yazar:<br />

Kökenleri, İlkeleri, Eleştirileri ve Neo-Marksist Alternatifleri.<br />

Ritzer‟e göre neo-liberalizm bütün ya da kısmen bir ideoloji olarak görülebilir.<br />

1930‟larda bireysel özgürlüğe bağlılık ve neo-klasik ekonominin bir bileĢimi olarak<br />

ortaya çıktı. Serbest piyasa ve daha az devlet. Ama büyük buhran teoriyi ikinci<br />

aĢamasına soktu. Keynesçi refah devleti, düzenleyici bir ortamda iliĢtirilmiĢ<br />

liberalizm olarak anıldı. Avusturya Okulu (Hayek, Von Mises) bu tür müdahaleye<br />

karĢı çıktı. Hareket Chicago‟ya (Milton Friedman) taĢındı ve büyüdü. Bu akımın<br />

80‟lere damgasını vuran „Ģok doktrini‟ endüstrinin özelleĢtirilmesi, deregülasyon,<br />

sosyal refah izlencelerinde kamu harcamalarını azaltarak ekonominin<br />

canlandırılmasından ibaretti. Ġlk ġili denemesi baĢarısızlığa uğrarken, Theatcher ve<br />

Reagan hükümetlerince katı bir biçimde uygulandı. Arkasından bu ekonomik izlence<br />

dünyaya dayatıldı. IMF ve Dünya Bankası „yapısal uyum‟ Ģok tedavileri böyle bir<br />

iĢlev gördü. Bu kuruluĢların borç verme koĢulu‟ ülkelerin ekonomilerini yeniden<br />

yapılandırmalarıydı (Washington UzlaĢması). EĢitsizliği besleyen bu izlence çok<br />

eleĢtirildi. Neo-liberalizmden neo-konservatizme (yeni muhafazakarlık: düzen ve<br />

89


ahlak konusunda sıkı bağlılık) geçiĢi Ritzer‟e göre geniĢ bir yelpazede<br />

küreselleĢmeye direnen sol-ittifak izleyebilir.<br />

Kuramda sınırlı devlet tezine sarılan neo-liberalizm, uygulamada<br />

küreselleĢmenin önünün açılması için devlet müdahalesine sıkça ve kaçınılmazca<br />

baĢvurmaktadır. Devletin iĢleyiĢini değiĢtirir. Friedman‟a göre engellerin<br />

kaldırılmasıyla oyun sahası olarak dünya düzlenmiĢ olur ve herkes düz dünya‟dan<br />

yararlanabilir olur.<br />

Polanyi neo-liberalizmin bir devlet giriĢimi (laissez-faire) olduğunu ileri sürer.<br />

Kendi baĢına bu sistem toplumu yoketme riski taĢır. Buna gösterilen toplumsal<br />

tepki, devlette uç verir. Neo-liberalizm çıkarı görünmez kılmakta, metalaĢma ve<br />

çevre yıkımını kaçınılmaz kılmaktadır.<br />

Ong, bir sıradıĢı olarak neoliberalizm ile neo-liberalizmin sıradıĢılıklarını ayırır.<br />

Fukuyama için neo-liberalizm tarihin sonudur.<br />

Neo-marksist eleĢtirmen neo-liberalizmi eleĢtirmiĢtir. Örneğin, Sklair,<br />

Hardt/Negri.<br />

Küresel Politik Yapılar ve Süreçler‟in tanıtıldığı altıncı bölümde Ritzer,<br />

modern ulus devletin kökünün Westphalia anlaĢmasına uzandığını, sonradan<br />

kültürel bir ulus kavramıyıla devlet yapısını kaynaĢtıran ulus-devlet düĢüncesinin<br />

doğduğunu söylüyor. Küresel süreçte ciddi tehditler alan ulus-devlet, yine de önemli<br />

bir politik yapı olma özelliğini sürdürmektedir. Tabii bu süreçte ulus-devlet küresel<br />

akıntılarla ilgili geçirgenlik düzeyiyle ilgi konusu olmaktadır.<br />

Benedickt Anderson‟ın (Hayali cemaatler) insanların ulus-devletin temsil ettiği<br />

cemaatle örtüĢme düzeyi ve bunun değiĢme dinamikleri üzerine tezi bu bağlamda<br />

önemli. Küresel akıntılar ıĢığında vurgu ulus-devletin „yeniden tahayyülü‟ konusuna<br />

yöneldi.<br />

Dünya değiĢen jeopilit senaryo çerçevesinde üç aĢamalı bir evrim geçirdi. Ġki<br />

kutuplu (soğuk savaĢ), tek kutuplu (Yükselen ABD) ve üç merkezli (ABD, AB, Çin)<br />

dünya.<br />

Ritzer küresel kurum, organizasyon ve örgütleri de tanıtıyor. BirleĢmiĢ Milletler,<br />

UNCDAT, UNESCO, G8‟ler, IAEA. Ulus-devletin denetleyemediği küresel süreçlere<br />

bir yanıt olarak geliĢen küresel yönetiĢim kavramına dikkati çekiyor. Yerel sivil<br />

toplum, Küresel sivil toplum, Hükümet dıĢı örgütlenmeler (NGO), Uluslararası<br />

hükümet dıĢı örgütlenmeler (INGO) inceleniyor.<br />

Yedinci bölümü yazar, Küresel Ekonominin Yapılandırılması‟na ayırmıĢ.<br />

BaĢlıca ekonomik yapıları inceleyerek, günümüz küresel yapılarıyla 1896-1914<br />

arası yapıları ve benzerlikleri karĢılaĢtırıyor. 30‟ların büyük bunalımı 1944 Bretton<br />

Woods sistemini getirdi. Bu özünde sermayenin uluslar arası serbest akıĢını<br />

destekleyecek kurumsal yapıları oluĢturma amaçlıydı. Dolar, küresel bir para<br />

birimine dönüĢtürülmüĢ oldu. Bu sistemin örgütsel sonucu Uluslar arası Ticaret<br />

Örgütü baĢarılı olamadı (ABD desteklemediği için). Gümrük Tarifeleri ve Ticaret<br />

Genel AnlaĢması (GATT) gümrük tarifelerinin azaltılması hedefine bağlı olarak<br />

ticaretin liberalleĢtirilmesini önerdi. GATT yerini Dünya Ticaret Örgütü‟ne (DTÖ)<br />

bıraktı. Hizmet Ticareti Genel AnlaĢması (GATS), TRIPS sayesinde düĢünsel haklar<br />

ve ulus devlete yabancı yatırımları denetleme olanağı veren TRIMS gibi uygulamalır<br />

kapsadı.<br />

Bretton Woods ayrıca Uluslar arası Para Fonu‟nu (IMF) getirdi, dayanıklı bir<br />

para sistemi yaratma amacıyla. Dünya Bankası ise orta gelirli ülkelerde maddi<br />

altyapıların geliĢtirilmesine özel olarak odaklandı. Ġki kuruluĢ da iliĢki kurdukları<br />

ülkelere koĢullara bağlı yaptırımlar uyguladı. Joseph Stiglitz, bu kurumları tek<br />

90


tipçilikle eleĢtirmiĢtir. Piyasaların olgunlaĢmadan açılması (1997 Asya bunalımı)<br />

kimi ülkeleri kırılganlaĢtırmıĢtır ona göre.<br />

Bölgesel koalisyonlar arasında AB, NAFTA, MERSOCUR ve OPEC‟i ele alan<br />

yazara göre bu organizasyonlar kendi iç çeliĢkileri boğuĢurken küresel bir güç olma<br />

savaĢı veriyorlar.<br />

Bir baĢka ekonomik yapı da Çokuluslu ġirketler (ÇUġ) olduğuna göre, bunlara<br />

bakan Ritzer iki bağlamdan söz ediyor: Doğrudan yabancı yatırımı ve Portföy<br />

yatırımı. Sonuçta dünya ekonomisi, eleĢtirenlerin sandığının tersine daha fazla<br />

küresel.<br />

Yapı çözümlemesinden yavaĢ yavaĢ küreselleĢme dinamiklerine girmeye<br />

baĢlayan Ritzer Küresel Ekonomik Akıntılar: Üretim ve Tüketim baĢlıklı sekizinci<br />

bölümde, „küresel ticaretin; tedarik zincirleri, uluslar arası üretim ağları, küresel<br />

meta zincirleri ve en önemlisi küresel değer zincirleri gibi çeĢitli ekonomik ağlardan<br />

oluĢtuğunu‟ belirtiyor. DüĢük fiyat ve ücretlerle ticaret ve yatırımı teĢvik eden<br />

politikaların „dibe doğru yarıĢa‟ yol açtığını, bazı ülkelerin bu yarıĢı terse<br />

çevirebileceğini (Çin, Meksika) söylüyor.<br />

DıĢ kaynak kullanımı da önemli bir küresel akıntıdır. YurtdıĢında fason iĢ,<br />

baĢka ülkelerde bulunan Ģirketlerle sözleĢmeli iĢ yapmayı içerir. Mali piyasalar<br />

aracılığıyla ulusal ekonomiler birbirleriyle iliĢkilenmektedir, bu nedenle ekonomik<br />

bunalımlar da zincirleme tetikleme yaratmaktadır. Büyük ekonomi krizi daha etkili ve<br />

yaygın kılabilmektedir. Örn. ABD Mortgage krizi.<br />

AĢırı-tüketim ve aĢırı borçlanma da (kiĢi bazlı düĢünüldüğünde) bir baĢka<br />

küresel akıĢkanlık ağı oluĢturur. “İnsanlar tüketim faaliyetlerinde daha fazla zaman<br />

harcamakla yetinmiyor, aynı zamanda kendilerini de giderek bu tüketim<br />

faaliyetlerine göre tanımlıyorlar.” (258) Ayrıca tüketim mekanları da küresel bir<br />

karakter kazanıyor. Bu mekânlar, küreyelleĢme (grobalization, örn. Hindistan‟da<br />

MyDollar mağazaları) ve küyerelleĢme (glocalization, örn. Bangkok‟da Big Boy<br />

restoranları) olgularını da yansıtıyor.<br />

Dokuzuncu bölüm Küresel Kültür ve Kültürel Akıntılar üzerine. Özellikle<br />

maddi olmayan dijital formlarda kültür önceki dönemlere göre daha kolay<br />

yayılmaktadır. Ritzer üç bakıĢ açısını irdeliyor: Farkçılık, MelezleĢme, ÇakıĢma.<br />

Kültürel farkçılık, farka vurgu yapıp farkın küresel akıntılardan yüzeysel olarak<br />

etkilendiğini ileri sürer. Örneğn Samuel Huntington‟a göre, “kültürler arasında<br />

karşılıklı etkileşim, „felakete yol açan çatışma‟ potansiyellerini içermeye<br />

mahkumdur.” (291) Uygarlıklar ÇatıĢması adı verilen kurama göre soğuk savaĢ<br />

ertesinde, esas olarak politik-ekonomik farklılıklar kültürel nitelikteki yeni fay<br />

hatlarının gölgesinde kaldı. Farklı uygarlıklar (sinik, islami, Ortodoks, batılı vb.) arası<br />

artan etkileĢim çatıĢmanın Ģiddetini çoğalttı, özellikle Batı ile Çin arasında<br />

ekonomik, Batı ile Ġslam arasında kanlı politik çatıĢmalara yol açtı.<br />

Kültürel melezleĢme kavramı yerel ile küresel kültürlerin bütünleĢmesini<br />

vurgular. Anahtar kavram, küyerelleĢmedir. Anlamı, yerel ile küresel olanın farklı<br />

coğrafyalarda benzeri olmayan sonuçlar doğuracak biçimde birbirlerine nüfuz<br />

etmeleridir.<br />

Kültürel çakıĢma ise homojenleĢmeyi anlatır. Kültür emperyalizmine yönelik<br />

güçlü bir eleĢtiri, kültürün „yersizyurtsuzlaĢtırılması‟dır. Örneğin, McDonaltlaĢtırma,<br />

fast food restoranlarının verimlilik, hesap verilebilirlik, öngörülebilirlik ve denetim gibi<br />

kurallar üzerinde yükselen rasyonal sistemlerin küresel yaygınlaĢmasını içerir.<br />

KüreyelleĢme de iĢte ülkelerin, Ģirketlerin ve benzerlerinin kâr, güç ve benzeri<br />

Ģeyleri edinmek üzere kendilerini coğrafi alanlara dayattığı süreçtir.<br />

91


KüreselleĢme, birĢeyin karĢıtı olarak hiçbir Ģeyin akıntısı olarak da<br />

değerlendirilebilir; yok yerlerin, yok-Ģeylerin, yok-insanların ve yok-hizmetlerin<br />

yaygınlaĢmasını içerir, örn. sporun küreselleĢmesi.<br />

İleri Teknoloji Küresel Akıntılar ve Yapıları: Teknoloji, Medya ve İnternet<br />

baĢlıklı onuncu bölümde Ritzer, teknolojinin küresel süreçlerin hızlanmasında<br />

önemli rol oynadığını belirtiyor. Bu sürecin önemli dönüm noktaları da konteynir<br />

gemilerinin geliĢtirilmesi, hava taĢımacılığı, kiĢisel bilgisayar ve internet.<br />

Teknolojinin küresel akıntısı dünyanın her tarafına ulaĢmaz, elektriğin olmaması vb.<br />

nedenlerle bazı bölgeleri atlayabilir. Teknolojik ilerleme sürecinde bazı ülkeler ileri<br />

aĢamalara atlayabilirler.<br />

Medyanın küresel akıntısı genellikle medya emperyalizmi olarak bilinir. Kültür<br />

emperyalizmi izleyici unsurunu yadsımaktadır. Küresel medya az sayıda büyük<br />

Ģirketin egemenliğindedir. Bu özellik yeni medya için de (internet, vb.) yakın<br />

gelecekte geçerli olacaktır. Indymedia, seçenek küreselleĢme hareketiyle bağlantılı<br />

olarak bu eğilime karĢı konulmasını kolaylaĢtıracak bilgileri sağlamaktadır (Örn.<br />

hacktivistler…)<br />

HomojenleĢtirme eğilimi içinde küresel medya MacLuhan‟ın „küresel köy‟<br />

kavramında karĢılık bulmuĢ, Frankfurt Okulu da kültür endüstrisinin terörize<br />

edilmesini konu yapmıĢtır. Sektörü günümüzde küyerel-küreyel savaĢımı<br />

biçimlemektedir.<br />

Ġnternet gördüğü iĢlevle, ulus-devlet etkisini azaltmaktadır. Örneğin Web 2.0<br />

(Wikipedia, Facebook) kullanıcıların kendi yarattıkları içerikle ilgilidir: Üretici<br />

tüketiciler. Ġnternet ayrıca düz dünya tezini ge güçlendirmektedir. Herkes internete<br />

bağlanabilmektedir.<br />

Onbirinci bölüm Küresel İnsan Akıntıları: Aylaklar ve Turistler baĢlığını<br />

taĢıyor. Göçmen kategorileri, aylaklar ve turistler düzleminde insanların küresel<br />

akıntıları inceleniyor. Bir dizi kavramı, mülteci, iltica, emek göçü, vb. değiĢik<br />

boyutlarıyla tanımlıyor Ritzer. Devletlerin nüfus akıntılarıyla ilgili çift yanlı, çeliĢik<br />

tutumları sözkonusu. Göçü tetikleyen sayısız etken var ve bunlar geniĢ bir araĢtırma<br />

alanı oluĢturuyor. Birçok ülke yasadıĢı göç akıntısıyla karĢı karĢıyadır. Örneğin<br />

Meksika-ABD sınırı. Sonuçta yasadıĢı göçün Kuzey ülkeleri için olumlu yanları da<br />

gözardı edilemez. Diaspora konuyla ilgili bir baĢka kavram. Paul Gilroy diasporayı<br />

ulus-aĢırı bir süreç olarak yorumluyor. Bu kavram küreselleĢmeyle koĢutlu bir<br />

geliĢim içerisindedir. Üstelik sanal diasyoraları da anımsamalıyız.<br />

Turizme gelince, “çevre üzerindeki olumsuz etkilerinden ayrı olarak, turizm<br />

ayrıca turistik yerlerin de (ayırt edici içerikleriyle yerel olarak denetlenen)<br />

mekânlardan (ayırt edici içerikten yoksun, merkezi olarak denetlenen) yok-yerlere<br />

dönüşmesine de yol açmaktadır.”<br />

Küresel çevresel Akıntılar: Akışkanlıklar, Akıntılar ve Yapılar baĢlıklı<br />

onikinci bölümde Ritzer olumsuz küresel akıntıların çevre üzerindeki etkilerini<br />

incelemektedir. En geliĢmiĢ ülkeler hem en sorunlu, hem çözüm kaynakları elinde<br />

olan ülkelerdir. Neo-liberaller ile çevreciler arasında çatıĢmanın yanısıra Ekolojik<br />

ModernleĢme Teorisi, küreselleĢmeyi çevreyi koruyan ve geliĢtiren bir süreç olarak<br />

yorumluyor. Ritzer açısından çevresel zarar ile toplumsal çöküntü iliĢkili.<br />

OrmansızlaĢtırma, endüstriyel balıkçılık, biyo-çeĢitlilik ve kullanılabilir tarım<br />

alanlarının azalması, içme suyu sıkıntısı, zehirli kimyasallar, kalıcı organik<br />

kirletenler, sera gazları, küresel ısınma, nüfus artıĢı, elektronik atık ve bunların<br />

küresel akıntıları ciddi baĢlıkları oluĢturur.<br />

Sonuçta baĢarısız giriĢimler Ģunu kanıtlamıĢtır ki çözüm için küresel bir<br />

yaklaĢım zorunlu.<br />

92


13. bölüm Olumsuz Küresel Akıntılar ve Süreçler: Tehlikeli İthal Mallar,<br />

Hastalıklar, Suç, Terörizm, Savaş baĢlığını taĢıyor. Burada tehlikeli ithal mallar,<br />

sınır tanımayan hastalıklar, sınır aĢan suçlar, terörizm ve savaĢ gibi küresel akıntılar<br />

ve süreçlerin çözümlemesini yapıyor Ritzer. Küresel tedarik zincirlerinin uzunluğu<br />

kuĢkusuz riskleri çoğaltır. Ve nedeni saklar. Ulus-devletin zayıflayan konumunun,<br />

küreselleĢmenin tersine hastalık, terör, vb. riskleri arttırdığı düĢünülebilir. Ama yine<br />

de ulusal çerçeve sapkınlık ve suçlarla ilgili olarak küresel biçimleri belirlemektedir.<br />

Küresel suçların denetimi insan hakları ve demokrasiyle çeliĢebilir.<br />

Uluslararası serbest piyasanın saydamlığı arttıracağı, yolsuzluk ve rüĢveti<br />

önleyeceği tezi birçok bakımdan tartıĢmalıdır (Uluslararası ġeffaflık Örgütü).<br />

Terörizm konusunda da devletsiz terörizmle devlet terörizmi ayrılabilen iki<br />

kavram olarak gündeme gelir. Terörizm uluslararasılaĢtıkça buna karĢı direniĢ de<br />

uluslar arası çözümler peĢine düĢmektedir. Terör gibi savaĢ konusu da iki karĢıt<br />

eğilimi kendi içinde taĢır. Bağlantılılık bir yandan savaĢ olasılığını düĢürse de<br />

savaĢın getirisi ve silah sağlanması konusunda kolaylık tersini de olanaklı kılmıĢtır.<br />

BiliĢim de tüm bu süreçlerin bir parçasına dönüĢmüĢtür bir süredir.<br />

Küresel Eşitsizlikler I: Eşitsizlik Modelleri baĢlıklı ondördüncü bölümle<br />

birlikte gözlem ve saptamalarını yorumlamaya baĢlıyor. En yoksul bir milyar<br />

kavramının altını çiziyor öncelikle. Bu nüfusu barındıran ülkelerin önünde tuzaklar:<br />

çatıĢma, doğal kaynaklara aĢırı bağımlılık, kötü komĢularca kuĢatılmıĢ olma<br />

(ihracata engel), kötü yönetim (ekonomik yıkım). Evrensel göstergelerde ortalama<br />

değerler yükselmekle birlikte eĢitsizlik sağlıktan beslenmeye vb. derinleĢmektedir.<br />

Bu eĢitsizlik sayısal dünyaya da (internet, elektrik, vb.) yansımaktadır. Güney ve<br />

yoksulları, internetin Ġngilizce ağırlığından (% 80) da paylarını almaktadır. Durum<br />

göçlerde (Kuzey-Güney arasında) yankılanmaktadır haliyle. Aynı zamanda bölge içi<br />

(Güneyden Güneye) göç olgusu da dikkate değer boyutlardadır. Bu iliĢki,<br />

küreselleĢme ve küresel eĢitsizlik iliĢkisi tartıĢılmaktadır. ModernleĢmenin<br />

eĢitsizlikleri sonuçta azaltacağı tezini savunanlar vardır (Firebaugh/Goesling). Buna<br />

karĢılık Korzeniewicz ve Moran gibi yazarlar, „artan bir eĢitsizliğe yönelik sürekli bir<br />

ilerleme‟den söz ediyorlar.<br />

Öte yandan küresel tarımsal ekonominin ve fabrika çiftliklerinin ortaya<br />

çıkmasıyla tarımsal üretim iliĢkileri de değiĢmektedir. Ġhracat yapmak için Güney<br />

kendi geleneksel üretim yapısını değiĢtirebilmektedir.<br />

Kentlere gelince, Sassen, dünyanın ekonomi politiği üzerinde denetim kuran<br />

üç büyük kent sayıyor: New York, Londra, Tokyo. KüreselleĢmeden en çok yararlan<br />

kentleri Castells, çeĢitli küresel ağlardaki önemli düğüm noktaları olarak<br />

adlandırıyor.<br />

Küresel Eşitsizlikler II: Küresel Çoğunluk-Azınlık İlişkileri bir önceki<br />

bölümü sürdürüyor. Anahtar kavram olarak kesiĢimsellik (intersectionality) tanımı:<br />

belirli azınlık grubu mensuplarının toplumsal eĢitsizliğin diğer biçimlerindeki kendi<br />

konumlarının niteliği tarafından etkilenmekte olduğu düĢüncesi.<br />

Çoğunluk ve azınlık kavramları için nicelik yetersiz bir yaklaĢım. Üstün ya da<br />

bağıl konumda olmak belirler durumu. Kuzel çoğunluğu ifade ederken genelde<br />

Güney bir azınlık statüsünün karĢılığını simgeler. KuĢkusuz azınlık grupları olumsuz<br />

akıntılardan etkilenmeye daha açıktır. Ve tersi… Bu statüler toplumsal tanımla da<br />

yakından ilgilidir.<br />

Ritzer‟e göre, küreselleĢme ve etnisitenin oluĢumu ulus devleti çatıĢmanın<br />

ortasında bırakır, iĢin ucu soykırıma kadar uzanabilir. KüreselleĢmenin geliĢmesiyle<br />

birçok ülkede ırk iliĢkileri kötüleĢmiĢtir. Bu da ırkçılık ve yabancı düĢmanlığına yol<br />

93


açmaktadır. Öte yandan aynı süreç yoksul kadınların feministleĢmesinin de yolunu<br />

açmaktadır. Göçle birlikte kadın iĢçilerin payına daha fazla ayrımcılık, sömürü ve<br />

taciz düĢer. Çocuklar da tüm bu olumsuz süreçten paylarına düĢeni ne yazık ki<br />

almaktadır.<br />

Tüm bu geliĢmeler kendi direniĢ olanaklarını da yaratmaktadır bir yandan.<br />

Son bölüm olan onaltıncı bölümde (Küreselleşmenin Üstesinden Gelme,<br />

Direnme ve Gelecek) Ritzer birçok küreselleĢme olduğunu, bunlardan bazılarına<br />

direnmek, bazılarını da desteklemek gerektiğini söyler. Bunlar arasında ticari<br />

korumacılık ülke içi ekonomiye kalkan rolü oynayabilir. Adil ticaret tarafları piyasanın<br />

dıĢında mekanizmalarla buluĢturabilir. En dipteki bir milyar yoksula yardım, hesap<br />

verilebilirlik ve Ģeffaflık, vb. çözümler arasındadır. KüreselleĢmeye direniĢ de çoklu<br />

bir yapı sunar. Uluslar arası emek hareketi politik direniĢ boyutunu örneklerken<br />

Dünya Sosyal Forumu demokrasi vurgusu yapar. Siber eylem biçimi de direniĢin<br />

gittikçe güçlenen bir boyutunu oluĢturur.<br />

Dolayısıyla tek bir küreselleĢme olmadığından küreselleĢmenin geleceği de<br />

çok boyutludur (514)<br />

Ritzer kitabına bir de ek koymuĢtur: Küreselleşme Hakkında Disipliner<br />

Yaklaşımlar. Bu ekte değiĢik disiplinlerin (antropoloji, sosyoloji, siyaset bilimi,<br />

iktisat, coğrafya, psikoloji, edebi eleĢtiri (sömürgecilik sonrası) ve diğer alanlar)<br />

küreselleĢmeyle etkileĢimini özetlemektedir.<br />

*<br />

Ritzer‟in kapsayıcı, kavratıcı bulduğum yapıtı hakkında, nesnellik ilkesine sıkı<br />

sıkıya bağlı kalan yöntemi nedeniyle uzun uzadıya görüĢ bildirecek değilim. Belki<br />

birkaç konuda biraz daha kanmam gerekiyor. Ġçinde yaĢadığımız küreselleĢmeyi<br />

değiĢik kılan Ģeyin sıvılaĢma (ya da gazlaĢma) ve akıĢkanlık kavramıyla<br />

farklılaĢtırılması beni doyurmadı. AkıĢkanlık daha çok bir sonuç ama bu sonucu<br />

yaratan süreçlerde üretim ve sınıf dinamikleri gereğinden çok hafife alınıyormuĢ<br />

gibi. Kendisinden söz etmezsek sınıfların olmadığını söyleyemeyeceğimiz gibi<br />

sııfsallık olgusuyla sınıf bilinçliliği arasındaki açılmanın (ya da belki kapanmanın)<br />

saltık kopuĢla iki bağımsız gerçeklik yarattığını söyleyebilmek için de çok erken.<br />

Tanı(lama) düzeyinde katıldığım Ritzer beni daha çok kapitalizmin (sermaye) ulussınırlarından<br />

taĢan coğrafi geniĢlemesi ve<br />

***<br />

Hornby, Nick; Juliet Çıplak (2010), Çev. Tülin Er<br />

Sel Yayınları, Birinci Basım, Kasım 2010, İstanbul, 265s.<br />

Bu benim ilk Hornby anlatısı okuyuĢum. Türkçe‟ye çevrilmiĢ hemen tüm<br />

kitaplarını almama karĢın daha önce eğlenceli kitap tanıtım yazılarını derleyen<br />

kitabından baĢka bir Ģeyini (Adı Cümbüşlü Hece miydi neydi?) okumamıĢtım ama<br />

onu beğenmiĢtim.<br />

94


Juliet Çıplak günümüzde yaygın ve çağcılardı (postmodern) gönderimleri olan<br />

bir roman örneği. Bunu suçlayıcı bir eleĢtiri olarak yazmadım. Ayrıca odakçıl izleği<br />

ile çağcılardı çizgiden de içerik olarak oldukça sapıyor. Yalnızca biçimsel kimi<br />

anıĢtırmaları var.<br />

Birlikte yaĢayan Annie ve Duncan çiftini Ġngiltere‟den ABD‟ye sürükleyen Ģey<br />

Duncan‟ın hayranı olduğu ve Juliet Çıplak Ģarkısını yazan ve yorumlayan Tucker<br />

Crow. Oldukça inandırıcı ve belgesel havada, izlenimli romanda yer alan artık<br />

dünyadan, Ģandan Ģöhretten elini ayağını çekmiĢ Ģarkıcı rastlantıyla Duncan değil<br />

ama Annie‟yle bilgisunar ortamında buluĢur ve yüzeydeki bu kabuğun anlatısı<br />

çerçevesinde özellikle Annie ve Tuckor‟ın yaĢamla buruk tonda seyreden iniĢli<br />

çıkıĢlı hesaplaĢması baĢlar. Yeni bir baĢlangıç olanaklı mı?<br />

Ġlginç olan, olay anlatımlı geleneksel yalın biçimi rahat kullanan ve iĢçiliği<br />

ustalık düzeyinde uygulayan Hornby‟nin eğlenmeyi dıĢlamayan, belki öne çıkaran<br />

yaklaĢımı. Ustalık ayrıntı iĢçiliğine hiç yüz vermediği gibi, yazar okurla gizli bir<br />

buluĢma tasarlıyor gibi de değildir. Gazeteci aktarımıyla dil yansızlığı deniyor,<br />

sonuçlara iliĢkin çıkarım yapmaya kalkıĢmıyor, büyük sözlerden uzak duruyor. Olay<br />

orada anlatıldığı gibi gerçekleĢti, bazen gülünç (komik) Ģeyler oldu, tabii baĢka<br />

Ģeyler de… Her Ģey yaĢamımızın parçası… Acı, tartıĢma, sevinç, hastalık, ayrılık<br />

vb. ĠĢte orada olan Ģeyler. Belki kadın daha sağlam basıyor olabilir yere. Bu da<br />

benim açımdan yazarın lehine bir durum, itiraz etmem.<br />

Yine de Nick Hornby hakkında karar verebilmem için okumam yetersiz.<br />

Juliet Çıplak bir ucuz roman mı? Bir yerinde Ģöyle bir konuĢma geçiyor:<br />

“Eğleniyor görünüyorsunuz.”<br />

“Öyle galiba. Keşke biraz daha zamanımız olsaydı ama. Demek istediğimi anlıyorsunuzdur.”<br />

Annie yerli yerinde bir mahcup ifadeye büründü.<br />

“O istemişti. Elleri her tarafımdaydı. Onu uzak tutabilmek için bayağı uğraştım.”<br />

“Eh,” dedi Annie, “yapmadığınız bir şey yüzünden hatalı olmazsınız. Sadece bir şeyler<br />

yaptığınızda başınız belâya girebilir.”<br />

“Öyle galiba,” dedi Kath. “Şimdi ne oldu peki?”<br />

“Ne demek istiyorsunuz?”<br />

“Yani, yetmiş yedi yaşındayım ve başımı hiç belaya sokmadım. Ne oldu yani? Bana madalya<br />

mı taktılar? Siz müze müdürüsünüz. Kraliçeye yazıp anlatın. Aksi halde hepsi boktan bir zaman<br />

kaybından başka bir şey olmaz, ne dersiniz?” (251)<br />

***<br />

Bauman, Zygmunt; Akışkan Dünyadan 44 Mektup (2010), Çev. Pelin Siral<br />

Habitus Yayınları, Birinci Basım, 2012, İstanbul, 199s.<br />

Küresel düĢünce evrenine akıĢkanlık, katı olan her Ģeyin erimesi gibi<br />

neredeyse kurucu diyeceğim ve sanırım abartmıĢ olacağım kavramları armağan<br />

eden düĢünür Bauman‟ın bir Ġtalyan gazetesinde (La Repubblica delle Donne)<br />

2008-2009 yıllarında yayınladığı 44 mektup-yazıdan (aslında deneme de diyebiliriz)<br />

oluĢuyor kitap. Önceki kuramlaĢtırma çerçevesine bağlı gündelik yaĢamın<br />

olgularının değerlendirilmesi ve bir tür kuramın da sınaması olan yazıların birçok<br />

yargısıyla buluĢmamak, uzlaĢmamak olanaksız. Üstelik bizim de taĢıdığımız<br />

eleĢtirel düĢüncelerin yetkin anlatımları olarak özel ilgiyi hak ediyorlar.<br />

Bauman‟ın kendi çalıĢmalarını doğrudan okumadım, ona gönderme yapan<br />

yazılardan az çok biliyorum (!) Yeni, post açıklama, kuramsallaĢtırmalarda Ģöyle bir<br />

sorun var. Kilit bir „yeni‟ kavram bulup, bunu milat sayarak, bugüne değin yapılmıĢ<br />

çalıĢmaları artık cılkı çıkmıĢ, yetersiz kavramlar olarak görüp göstererek, her Ģeyi<br />

(küreyi) açıklama yoluna gitmek. ĠĢte „imparatorluk‟, „akıĢkanlık‟, vb. Bu yeni<br />

kavramsallaĢtırmaları küçümsememekle birlikte geçmiĢin döngüsel birikimlerin<br />

95


kuramsal yanlıĢlanmasından öte bir anlam yükleme yanlısı değilim. Önce „eleĢtiri‟yi<br />

(kritik) geçmiĢin kavramlarına ve bunların açıklama yetersizliğine inandırıcı biçimde<br />

uygulamak gerekiyor. Beni doyuran, kandıran bir eleĢtiri çabası görmüyorum bu<br />

tansıksal (!) maymuncuklarda. Gördüğüm Ģu: Bir sonuç (üstelik göreli bir sonuç)<br />

dizgeselleĢtirilip nedenin yerine kaydırılıyor. Bir oluĢsal akıĢın, gövdenin yeni<br />

belirtiler vermesinden ve bu belirtilerin adlandırılmasından baĢka bir Ģey yok ortada.<br />

ġunu ileri sürebilirim: Aslında Marksizm-Leninizmin (Luxemburg‟u vb. yi de katarak)<br />

emperyalizm çözümlemesi bağlamsal yorumlara göre yeniden biçimleniyor,<br />

adlandırılıyor. Özde her Ģeyi yeni baĢtan kurgulamayı gerektiren bir Ģey yok, ama<br />

katkı var. Bu sorun post-Marksistlerin de yaygın sorunu. Ama örneğin Ritzer‟in de…<br />

(Küresel Dünya, 2010) Yaratılan havaysa Ģu: Dünya artık baĢka bir dünya.. Bilgi<br />

çağı, yönetiĢim çağı, biliĢim çağı, sayısal (dijital) çağ, küresel ağlar çağı, iletiĢim<br />

çağı; emek-değer, sınıf, vb. kavramlarının geçersizleĢtiği dünya, vb. Kuram eylemdir<br />

ve her eylem bir yerde ve bir zamanda bir boĢluk doldur(muĢt)ur.<br />

Nelere değinmiyor ki Bauman. Yeni sayısal teknolojilerle insan yaĢamına giren<br />

saltık açıklık, „sahiden yalnız kalmanın‟ ve bunun yaratıcı deneyiminin ne anlama<br />

geldiğini çoktan unutmuĢ olabilir miyiz? “Yalnızlıktan kaçarken, tek baĢınalık<br />

şansınızı yitirirsiniz… Dahası, hiç tatmadığınız için, mahrum kaldığınız, kaybedip<br />

elinizden kaçırdığınız şeyin ne olduğunu hiç bilemeyebilirsiniz.” (14)<br />

Ona göre genç kuĢağın büyük kesimleri gerçek zorluklarla, uzun ve umutsuz<br />

ekonomik bunalımlarla ve kitlesel iĢsizlikle hiç karĢılaĢmadı daha (17)<br />

Sanal iliĢkilerin „sil‟ ve „spam‟ tuĢlarına bağıl kolaycı döngüsü, sürekli acil<br />

durumlardan ibaret bir hayatta ister istemez öne çıkıyor. Çekiciliğin bir baĢka nedeni<br />

de çevrimdıĢı dünyanın çeliĢki ve karĢıtlıklardan yoksunluğu. Bu her Ģeyi<br />

değiĢtirmektedir gündelik iliĢkilerde (20) Ötücü kuĢlar anlamına gelen Twitter<br />

sayesinde “eylemlerimizin nedenini, maksadını ve onlara eşlik eden duyguları ifade<br />

etmekteki kronik hatta utanç verici suskunluğumuz ve beceriksizliğimiz bir handikap<br />

olmaktan çıkıp erdem haline geldi.” (24) ġu anda, Ģimdi ne yaptığımızı bildirmemizi<br />

çok önemli bulur olduk. “En önemli mesele, „gözönünde olmak.‟” (24) Belki Ģu yararı<br />

var Twitter benzeri uygulamaların: Görülüyorum öyleyse varım. Ünlüler dünyası tam<br />

da bunun kanıtı olarak orada.<br />

Öte yandan „sanal seks‟le birlikte nicelik için nitelik elden gitmiĢtir (29) Daha<br />

fazla cinsellik yaĢanmaktadır (!) ama insanlar daha yalnız.<br />

“Yirminci yüzyılın zorba ve kanlı iki totaliter rejimi” (Nazizm ve Komünizm) özel<br />

meselelerin kamulaĢtırılması konusunda ince taktikler geliĢtirdiler Bauman‟a göre.<br />

ġöyle diyor: “Günümüzde mahremiyete ihanet edilmesi ya da mahremiyetin ihlal<br />

edilmesinden çok bunun aksi bizi korkutuyor.” (37) Sürdürüyor: “Aynı sebeple cep<br />

telefonunun toplumsal hayata girişi, tüm pratik amaçları ve niyetlerine rağmen özel<br />

ve genel zaman, özel ve genel mekân, işyeri ve ev, çalışma zamanı ve eğlence<br />

zamanı, „burası‟ ve „orası‟ arasındaki sınırları ortadan kaldırdı (Bir cep telefonu<br />

numarasına sahip kişi her zaman ve her yerde „burada‟, yani erişilir oldu.” (38)<br />

Böylece akıĢkan modern düzenimizde „yalnızların sürekli temas halinde ola<br />

ihtimali‟nin teknik temeli çatılmıĢ oldu cep telefonlarıyla birlikte: “İletişim<br />

teknolojilerinin söz konusu en büyük başarısı, her şeyden önce insanların birlikte<br />

yaşama pratiğinden doğan can sıkıcı karmaşayı sadeleştirmesi değil, çok katmanlı<br />

kalın ve yoğun orijinalinin aksine ince ve sığ bir uyumlu tabakaya sıkıştırmasıdır.”<br />

(42)<br />

Günümüz gençliği için “en değerli an sahip olma anıdır, sonsuza dek sürecek<br />

dostluk değerden düşmüştür.” (48) Bauman bekleneceği üzere modaya, tüketime<br />

96


sıkça dönüyor: “Tüketicilik biyolojik evrimin tartışma götürmez bir hükmü değil,<br />

toplumsal bir ürün. Tüketiciliğin kurallarına göre yaşayıp hareket etme<br />

arzusundaysanız sadece hayatta kalmak için tüketmek yetmiyor. Tüketicilik salt<br />

tüketimden çok çok başka. Tüketicilik çok amaçlı ve çok işlevli bir fenomen: sanki<br />

her tür kilidi açan bir tür maymuncuk, baştan aşağı genel bir beceri. Tüketicilik her<br />

şeyden önce insanları tüketiciye çevirmek ve bunun dışındaki diğer tüm yönlerini<br />

önemsiz ve sonradan türemiş saymak, aşağı sıralara indirgemektir. Tüketicilik aynı<br />

zamanda biyolojik ihtiyaçları ticari sermayeye, hatta bazen siyasi sermayeye<br />

dönüştürmek demektir.” (73) Tam da düĢündüğüm gibi devam ediyor Bauman:<br />

“‟Vatandaşlık‟ kelimesinin anlamı görevinin bilincinde bir tüketici modeline doğru<br />

evrilirken, „vatanseverlik‟ kelimesinin anlamı da azimli ve kendini adamış bir<br />

alışveriş modeline dönüştü.” (74)<br />

Ġlaçlar ve hastalıklar da sorunun önemli bir parçası.Hastalık, sağlık için<br />

güdümlü küresel riskler yaratmaktan ve bunun aĢağılık siyasetlerinden söz ediyor<br />

Bauman. Obeziteye özellikle eğiliyor. KuĢkusuz ekolojik felaket söylemi çok uzakta<br />

değil. Uyarılardan haberimiz olmadığını söylemekten vazgeçmenin zamanı, diyor.<br />

(96)<br />

Arkadan bir baĢka dünya gerçeğine, „eğitime düşman dünya‟ya iki-üç<br />

makalesini ayırıyor. Ne demek olduğunu neredeyse unuttuğumuz, „hayır‟ sözcüğüne<br />

dikkat çekiyor: “Belirsizliğe karşı verilen savaş asla her yönüyle kazanılamaz. Ama<br />

bize çatışmaları kazanma şansı veren tek strateji bu.” (117)<br />

Yeryüzü ölçeğinde bir „ara dönem‟ içinde miyiz? Belki de Bauman‟ın belirttiği<br />

gibi “küresel sorunların üstesinden ancak küresel çözümlerle –şayet varsa-<br />

gelinebilir.” (130)<br />

Bir baĢka soru: Neden dine gereksinim duyarız? Yazara göre Tanrı ancak<br />

insanlıkla birlikte ölebilir, çünkü tüm evrenin tek yetkili yargıcı Tanrı olabilir ancak.<br />

(135)<br />

YaklaĢan kriz ve iĢsizlik konusunda kaygı ve çözümlerini dile getiren Bauman,<br />

siyaset, liderlik, kent kültürü, yabancı düĢmanlığı irdelemelerinden sonra 44.<br />

mektubunda Ģöyle bir Ģey söylüyor: “Thomas Hardy, „insanın kaderi karakteridir,‟<br />

derken buna işaret etmişti. Kader ve kaderin gerilla birlikleri olan rastlantılar, yaşam<br />

sanatçısının yüzleşeceği tercih yelpazesini belirler. Ama hangi tercihleri yapacağını<br />

yaşam sanatçısının karakteri belirler.” (193)<br />

Bauman son olarak kendi önerisini de ima ediyor. O da bir yandan Camus<br />

etiği, öte yandan Ģu (Karakter): “Oyuncunun kontrolü dışında kalan kader ve<br />

rastlantılar, bazı seçimleri diğerlerinden daha mümkün kılar. Ancak karakter bu<br />

istatistiksel olasılıklara kafa tutar. Kader ve rastlantının, her şeye kadir olduğuna<br />

inalılır ya da böyle bir iddia vardır. Karakter onları bu güçten yoksun bırakır.<br />

Sızlanmadan kabullenmek ve koşulların dayattıklarına başkaldıracak cesur kararlar<br />

almak arasında durur karakter. Olasılık ya da akla yatkınlık testlerinden geçmiş<br />

tercihleri başka bir teste, son derece çetin, ödün vermeye ve bahaneler bulunmaya<br />

çok daha fazla dirençli bir teste, yani manevi teste tabi tutan karakterdir. Cadılar<br />

bayramı arefesi, 31 Ekim 1517 günü, Martin Luther‟i Wittenberg „deki Saray<br />

Kilisesi‟nin kapısına dini inançlara ters düşen 95 maddelik tezini asma riskini göze<br />

alırken „Ich kann nichts anders‟ (Başka türlü yapamam) demeye yönelten yine onun<br />

karakteridir.” (194) Bu önermesini boĢlukta bırakmıyor dediğim gibi yazar,<br />

örnekliyor: Albert Camus. Ne demiĢti o: “İnsanın özgürlüğü daha iyi olma şansından<br />

başka bir şey değildir… Özgür olmayan bir dünyayla başetmenin tek yolu<br />

varoluşunuz bizzat bir başkaldırı halini alana kadar mutlak bir biçimde<br />

özgürleşmektir.”<br />

97


Böyle olunca, Bauman için de bir Sartre gereği kaçınılmaz oluyor haliyle.<br />

***<br />

Pitol, Sergio; Evlilik (1991), Çev. Rosa Hakmen<br />

Yapı Kredi Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2010, İstanbul, 84s.<br />

Rosa Hakmen‟in baĢarılı çevirisiyle bir küçük mücevher daha.1933 doğumlu<br />

Meksikalı yazar Sergio Pitol‟u ilk kez okuyorum. Türkçede baĢka kitabı var mı<br />

bilmiyorum (Sanmam.) 2005 yılında Cervantes Ödülü verildi kendisine (Ġspanya).<br />

ġöyle baĢlayan bir roman için ne söylenebilir:<br />

“Bu öykünün kahramanı Jacqueline Cascorro, hayatının uzunca bir bölümünde evliliğin olağan<br />

deneyimlerini yaşadı: Kızgınlıklar, kavgalar, ihanetler ve bağrışmalar. Her şey bir anda değişti;<br />

elleriyle bir yengecin bacağını koparıp arkasında bir şampanyanın patlatılışını duyduğunda, bundan<br />

böyle aralıklı olarak aklına düşecek olan ve onu temelli fesat bir kadına dönüştüren bir fikrin etkisi<br />

altına girdi.” (7)<br />

Sonradan görme kentsoyluluğun (burjuva) tüm ırasal belirtilerini gösteren bir<br />

zengin aile kesiti sunan roman, gerçekten incelikli güldürüsüyle birinci sınıf bir<br />

anlatı. OturmamıĢ, güçlü ama geçici kiĢiler yaĢamı ne kadar kaldırabilir, taĢıyabilirse<br />

o kadar kaldırıyor romanın kiĢileri de. Bundan okur açısından çok eğlenceli bir<br />

sonuç doğuyor kaçınılmaz bir biçimde. Özellikle anlatıcının odaklandığı kadının<br />

kaprislerine, oyunlarına, salon komedilerine, dramatik çıkıĢlarına, kocasını ortadan<br />

kaldırma giriĢimlerine saçma (absurd) bir bulvar komedisi ya da fars havası veren<br />

neĢeli, renkli dille sürükleniyor okur. Merak ettiği bir Ģey olduğundan değil, romanın<br />

neĢeli havasından dolayı. Asıl adı Maria Magdalena olan Jacqueline, toplum<br />

basamaklarını biraz hızlıca çıktığından, geldiği sahanlıkta bir baĢdönmesi yaĢıyor<br />

haliyle. ġımarıklık, sahiplik duygusu, tutkulu ele geçirme, bıkkınlık, genç bedenlere<br />

açlık, koca imparatorluğu ve öç vb. kadını olmadık kumpaslara, cinayet giriĢimlerine<br />

sürüklüyor ama o büyük Ġngiliz gülmece (mizah) geleneğinin olağanüstü bir örneğini<br />

98


veren Pitol, her giriĢimden Jacqueline‟i daha sakatlanmıĢ çıkarıyor. Yazgı (fatal) ters<br />

çalıĢıyor ve sonuçta baĢta tek tek beden parçalarını, sonra da kocasından gelen her<br />

Ģeyini anlayamayacağı bir biçimde birden yitiriyor. Kocasının imparatorluğunun<br />

yerinde yeller esmeye baĢlayınca Jacqeline ortada kalıyor, yoksullaĢıyor. Yıllar<br />

sonra yeniden buluĢtuklarında, Jacqeline‟in öç alma duygusunda eksilen bir Ģey<br />

yoktur. Son bir kez daha Nicolas Lobato‟yu, kocasını zehirleyerek yoketmeyi<br />

deneyecektir. Sonuç mu? Bölüm 7 kısa(dır):<br />

“Aylar sonra, Villa del Mar‟da bir restorana bir çift girdi. Erkeğin sürdüğü tekerlekli iskemlede<br />

bir kadın oturuyordu. Bir masaya yaklaştı ve büyük bir dikkatle kadının ayağa kalkmasına yardım<br />

edip normal bir iskemleye oturttu. Bunlar Jacqueline ve Nicolas Lobato‟ydu elbette. Konuşmaları<br />

duyulmuyordu. Nicolas‟ın hem hareketleri, hem mimikleri, küçük ve kaprisli bir kızçocuğunu bir<br />

yandan uyarırken bir yandan sakinleştirmeye çalışan bir babayı hatırlatıyordu. Jacqueline neredeyse<br />

tek kelime etmiyordu. Bir gözü kapalıydı, gözkapağındaki kanlı morluk, kadının o gün evden<br />

çıkmaması gerektiğini düşündürüyordu. Dudakları korkunç şekilde şişmişti. Kocasının sözlerine zar<br />

zor karşılık veriyor, küçümsemeyle omuz silkip ağır hareketlerle başını sallayarak itiraz etmekle<br />

yetiniyordu. Bir kez daha evlilik yıldönümlerini kutluyorlardı.” (84)<br />

ġimdi soralım. Yarı yasa dıĢı erkeği kutsal aylasıyla koruyan, fesat kadını her<br />

kezinde erkeğe karĢı giriĢiminde baĢarısız kılan bu ironik iliĢkide, yaĢamı<br />

neresinden tutabiliriz. Acaba?..<br />

***<br />

Şeyh Galib; Seçmeler (18.yy.), Haz. Abdülbaki Gölpınarlı<br />

MEGSB Yayınları, Birinci Basım, 1986, İstanbul, 271s.<br />

ġeyh Galib‟i okumak kolay olmadı ama iyi oldu. Baskısı berbat bu kitaba<br />

Abdülbaki Gölpınarlı‟nın elinin değmiĢ olması büyük Ģans. Bunu Ģiir için düĢtüğü<br />

notlardan ve günümüz Türkçe‟sine çevirilerinden anlıyoruz hemence. Tasavvuf ehli<br />

Gölpınarlı bizi Ģiir okurluğunun ötesine sıçratıyor, tasavvuf okuru yapıyor derli toplu<br />

bir biçimde.<br />

Derlemenin ilk bölümü, ġeyh‟in Divan‟ından değiĢik aruz ölçülerinde<br />

seçmelerden oluĢuyor. Ġkinci yarısı ise Hüsn ü Aşk. (Hep merak ederdim.)<br />

Bu 18.yüzyıl Ģairi, döneminin birikimli insanlarından biri ve Ġstanbul‟daki son<br />

mevlevihanesi Galata olan bir Mevlevi ġeyhi.<br />

Farsça‟nın ve Ġran Ģiirinin ağır etkisini taĢıyan Ģiirinde bana göre çok az da olsa<br />

yüksek kıratlı elmas değeri ve güzelliğinde beyitler (yani beni bugün bile<br />

etkileyebilen: Beyt-ül muazzama?) var ve onları alacağım bir biçimde buraya ya da<br />

baĢka bir yere. Ama önce birkaç izlenimimi belirteyim.<br />

Divan Ģiiri artık okunamaz bir Ģiir, bu açık. Meraklısı, uzmanı terennüm edebilir<br />

orda burda ama „terennüm‟ edebilir, mırıldanır, ezgiler. Dinleyenin kulağı belki<br />

dikilebilir, yaĢamsal bir anlamı yeniden üretebildiğinden değildir bu genelde. Olsa<br />

olsa sessel çağrıĢımlarla ilgisi olabilir. Oysa deriz ki Ģiirin yaĢı yok, olmaz. Burada<br />

oluyor iĢte. Coğrafyamızda tarihsel süreksizlik, dilsel süreksizliğe, bu da Ģiirsel<br />

süreksizliğe neden oldu. Kültür taĢıyıcıları (kiĢi, kurum, vb.) sürekliliği sağlayacak<br />

güçte hiç olamadılar.<br />

Geçiyorum.<br />

Kulak yüzyıllar boyunca dönüĢtüğü için (hani makamsal müzik yaĢarlığını<br />

sürdürmese d‟si kalmazdı bu Ģiirin) ölçü temelli bu makamsal Ģiirin sesi bir tanıĢlık<br />

(aĢinalık) duygusu yaĢatsa da onunla ses üzerinden buluĢma Ģansımız çok düĢük.<br />

Geriye kalansa biçimden (ölçü) daha da ırak... 18.yüzyılın kapalı devre, kalıplı<br />

söylemi (mazmun retorik) kaçınılmazca öne çıkıyor. BaĢka türlü Ģairin yaĢama<br />

gerekçesi kalmazdı sanırım, kendi idam fermanını imzalamıĢ olurdu.<br />

99


Bugünün Ģairi divan Ģiirinden ne alır? Folklor tartıĢıldı da divana pek<br />

yaklaĢılmadı, belki de yaklaĢacak kadar sayıda insan yaklaĢabildi, birçoğu da<br />

açıkça umursamamıĢ olmalı. Türk Dili ve Edebiyatı vb. üniversite bölümleri yarım<br />

yamalak bir Ģeyleri ayakta tuttu (Eğreti aslında.)<br />

Eğer Ģiir dili bozunuma uğramasaydı tıpkı diğer büyük kültürler gibi yapı<br />

üzerinden bu Ģiirimizi de klasik Ģiirimiz olarak ayakta tutabilir, yaĢatabilirdik. Ama bu<br />

Türkçe Ģiir değil. Kültür geçmiĢine bu Ģiir üzerinden yol alamıyor. Eninde sonunda<br />

karĢımıza Fars ve Arap kültürü duvar gibi çıkıyor ve hakikisi dururken taklitinin<br />

(imitasyon) kıymeti harbiyesi yok. Osmanlı divan manzumesi hem dil dıĢı, hem Ģiir,<br />

çünkü ikisi birbirinin koĢuludur. Melez, saydam olmayan, kurallarını yitirmiĢ bir dilin<br />

Ģiiri olmayacağı gibi dille dil kurma giriĢiminden baĢka bir Ģey olmayan Ģiir için de<br />

aynı Ģey geçerli. Eğer Osmanlı Ģairi Türkçe Ģiir yazma kaygısızlığı bir yana (Çünkü<br />

o Ģiiri Ġran‟dan öğrendi ve ancak yalnızca ona Ģiir dedi ve öykündü. Bakmayın, o<br />

dediğim Ģiiri akçeleyen, keseleyen saray ve çevresi.) Farsça ve Arapça‟nın dilsel<br />

anlam ve yapı birimlerini (semantik, sentaks, fonetik, vurgu, vb.) en küçük anlatım<br />

biçiminden en büyüğüne Türkçe‟nin mantığına zorlamasaydı, Türkçe‟nin yerleĢik ve<br />

geliĢkin mantığını kırmasaydı (orasından burasından), yalnızca sözcük aktarımıyla<br />

yetinebilseydi yine de sonuç farklı olabilirdi. Ama daha baĢında Osmanlı bir Türk<br />

imparatorluğu değildi ve sonuna değin de olmadı. Doğu imparatorluklarını örnek aldı<br />

ve yineledi (hiç değilse baĢlangıçta). ĠĢte ne olduysa o aralıkta ekin (kültür) biçimleri<br />

de büyük Batıya göç dalgasıyla birlikte Osmanlı Sarayı‟nı biçimledi. Her neyse… Bu<br />

konu beni aĢan bir konu. Ama ekinsizliğimizin, geçiciliğimizin kaynağında iĢte bu<br />

600 yıllık Osmanlı uygulaması var.<br />

Son olarak bir izlenimimi de paylaĢmak istiyorum yeri gelmiĢken. Bu neredeyse<br />

45 yıldır (ilk tanıĢmadan bu yana) düĢündüğüm bir konu. Mazmun (içerik kalıpları)<br />

saraya bağlı (akçelenen) Ģairin baskıya karĢı teknik çözümü olabilir mi, en azından<br />

çıkıĢ noktasında? Bunu hem bir bütün çözüm, hem de duruma çözüm olarak<br />

düĢünüyorum. Tam da burada süsleme (tezhip, vb.) ve minyatür tartıĢması, aslında<br />

Batı ekini içinde de biçimsel indirgemeli ve soyutlamalı (stilizasyon) sanatsal<br />

uygulamalar dolanıma giriyor ister istemez. Orhan Pamuk‟un Benim Adım<br />

<strong>Kırmızı</strong>‟da (1998) irdelediği bu değil mi: zanaati esnetme yetki ve sınırı ile doğrunun<br />

çeliĢik iki tutum arasında nereden geçtiği? Ustaya bağlılık mı, yorum mu?<br />

Peki Divan ġiiri çözümlemelerinde bu bir ölçüt olarak kullanılabilir mi? ġairin bu<br />

katı biçimsel yapı, stil dayatması karĢısında görünür-görünmez kiĢisel sapması,<br />

tinsel-bedensel imlemesi. ġiirin yırtığı? Ya da soruyorum, tüm bunların koĢulları<br />

nedir? Fuzuli‟de, Baki‟de, Nabi‟de, Nedim‟de, vb. Ģiirin (varlığın) kendini<br />

gösterebileceği böyle yırtıklar ve bu küçük açıklıklardan sızan kusurlar var mı? Bu<br />

anlamda diyebilirim ki Yahya Kemal Ģiiri kusurlu bir Ģiirdir ve Türk Ģiiri (varsa eğer)<br />

bu kusura borçludur az çok varlığını.<br />

ġimdi bu kusurun anlamına da dokunup geçeceğim. Bunun bütün<br />

düĢüncesiyle, ayrıntının, sıradıĢının, sapmanın bütüne imasıyla bir ilgisi var ve<br />

olmalı. Sanırım öz olarak konumuz bu.<br />

Tasavvuf ve Ģiir iliĢkisinin bendeki izini süremem. ġeyh Galib‟in tekke-derviĢ<br />

geleneği içinde Ģiirinin özgün bir yeri var mı kestiremem. Mevlevi geleneği<br />

Mevlana‟dan sonra aynı özgünlüğü yakalayabilmiĢ midir açıkçası bilemiyorum. Ama<br />

o denli çok soru(n) var ki ne söylesem yanlıĢ, eksik olacak.<br />

Bu konuda da ġeyh Galib bağlamında kiĢisel olarak değineceğim bir konu var.<br />

Ben Mevlana da içinde olmak üzere bir uygulayımı (pratik) yerel çözüm olarak<br />

algılıyorum genelde. DüĢünelim Ģöyle bir. Bu anlatı(m)larla yüzleĢen alıcı kitle<br />

100


doğrudan, yüzeydeki, Ģimdi-buradaki (fiili) içerik ve biçimle dolayımsız yüzleĢtiğinde<br />

yaĢaması gereken sarsıntıyı (Çünkü Ģair erotik sayılabilecek, somut ataklar<br />

yapmakta, açık çağrıĢımlı bir gündelik yaĢam ve iliĢki biçimi betimlemektedir<br />

görünürde), önceden benimsetilmiĢ, yetkelerce onanmıĢ ve güdümlenmiĢ, inanç<br />

meselesine dönüĢtürülmüĢ, daha okuma/dinleme eylemi sırasında içerik-biçimlerle<br />

değiĢtirerek (ikâme) asla değil, yoruma (tefsir) bakmakta, doğrusu Ģimdi/burada<br />

olmayan yorumu okumak iĢine gelmektedir. Aynı Ģeyi Ģair için de düĢünüyorum.<br />

ġair de „tefsir‟in gücüne sığınmakta, somut, buradaki Ģiirini gündelik arzuyla<br />

doldurabildiğince doldurmaktadır. Bu Ģiirlerde (tasavvuf çevresinde) sevgili ve onun<br />

bilumum ayartıcı, uyarıcı örgenleri, içki (mey), sakınımsız cinsel gönderimler, vb.<br />

gırladır. Ama bu aĢk her „halükârda‟ Munla Celâl‟e, peygambere ve sonuçta Tanrıya<br />

aĢktır, nasıl, hangi biçimde görünürse görünsün.<br />

ġeyh Galib‟e gelince, divanın birikimine yaslanan ve tasavvufun içinden yazan<br />

birinin Hüsn ü AĢk ile romanın ilk(el) örneklerinden birini denediğini belirtmek<br />

isterim. Üstelik soyutlama düzeyi özellikle dikkat çekicidir. Gölpınarlı‟nın da belirttiği<br />

gibi özgün değildir bu roman ve Doğuda bu tür manzum öyküler yazılmıĢtır. (ġeyh<br />

Galib‟in esinlendiği kaynaklar: Ġbni Sina‟nın Risâlet‟üt-Tayr, ve özellikle<br />

ġihâbeddiîn-i Sühreverdî-i Maktûl‟ün Mûnis‟ül Uşşaak, Fuzûlî‟nin Sihhat u Maraz)<br />

Dolayısıyla Ģu soyutlama konusu da bir tür özgürlük sıkıntısı çeken doğunun<br />

çözümüdür. Öykünün mitik, meselsi akıĢı içine yerleĢtirilen karakterler, tümüyle<br />

temsilden ibaret olarak, temsil ettiklerinin (gösterilen) adıyla girerler öyküye. Yani<br />

Hüsn anlatının bir karakteridir ve Güzellik‟tir. AĢk da „AĢk‟ adlı karakteri canlandırır.<br />

Diğer yan karakterler de duygu ve düĢünceleri yankılarlar. Örneğin bir beyit Ģöyle:<br />

Ol duhterin âdı Hüş-rübâ‟dır<br />

Âdem-küştür perî-likâdır<br />

Yani; O kızın adı Hüş-rübe (Aklı-fikri çalan)dır; peri gibi güzeldir ama adam<br />

öldürür, A.Gölpınarlı açıklaması.<br />

Öte yandan Batının 16. yüzyıldan baĢlayarak ilk(el) roman örneklerini<br />

oluĢturan Pikaresk anlatıları çağrıĢtıran, yer ve zamanı ayrıĢ(tırıl)mıĢ (ki bunu göze<br />

almak az buz bir Ģey değildir) ölçülü, uyaklı bu aĢk macerası ne yazık ki hem taklit,<br />

hem düĢgücü yoksunluğuyla da sakat (mâlül). Öte yandan bir ilk örnek olması<br />

açısından da önemli buldum. Ġzlek taĢıyan, bütünlüklü bir konuya saran bir divan<br />

(Ģiiri) uygulaması neresinden bakılsa ilginçtir.<br />

Yoksa tekdüze ses değerleri ve yinelemeleriyle gerçekten çoğu kez<br />

dayanılmazlaĢıyor.<br />

Birkaç alıntı:<br />

Tercî-i Bend:<br />

Ben hele gaybeylemişim kendimi<br />

Âteş-i sevdâya düşeldenberi<br />

*<br />

Şarkı:<br />

Ey nihâl-î işve bir nev-res fidanımsın benim<br />

Gördüğüm gündenberü hâtır-nîşanımsın benim<br />

101


Ben ne hâcet kim diyem rûh-i revânımsın benim<br />

Gizlesem de âşikâr etsem de cânımsın benim<br />

Derd-i aşkın ben senin bihUde izhâr eylemem<br />

Laf edüp âh u enîni kendüme kâr eylemem<br />

Hâsılı âlem bilür bu sırrı inkâr eylemem<br />

Gizlesem de âşikâr etsem de cânımsın benim<br />

Ey gül-î bâğ-ı vefâ ma‟lûmun olsun bû senin<br />

Hâr-ı cevr île sakın terkeylemem pîrahenin senin<br />

Ölme var ayrılma yoktur öyle tuttum dâmenin<br />

Gizlesem de âşikâr etsem de cânımsın benim<br />

Gâhi ıkrâr eyleyüp gahî gelüp inkârdan<br />

Aksini seyreylerim âyînede dîvârdan<br />

Gerçi bû suretle pinhân eylerim agyârdan<br />

Gizlesem de âşikâr etsem de cânımsın benim<br />

Beste kıldım sâz-ı efgkârı o zülf-i sünbüle<br />

Oldu Galib perde-i âhım muhayyer sünbüle<br />

Her çi bâdâ bâd bağlandım hevâ-yı kâküle<br />

Gizlesem de âşikâr etsem de cânımsın benim<br />

*<br />

Perçemin sevdâsı her şeb kıyl ü kaadimdir benim<br />

Bahs-i zülfün çok zamanlardır hayâlimdir benim<br />

Sormak aybolmazsa sultânım suâlimdir benim<br />

Kangı âşıktır senin gönlünde gönlün kimdedir<br />

İmtiyâza kaailim ben terk-i agyâr istemem<br />

Bildiğimdir hüsn-i âlem-gîrîn inkâr istemem<br />

Doğrusun söyle banâ aldanma bazâr istemem<br />

Kangı âşıktır senin gönlünde gönlün kimdedir<br />

*<br />

Ey hilâl-ebrû dilin meylî sanâdır doğrusu<br />

Sûy-ı mihraba nigâhım geç-edâdır doğrusu<br />

Râ kaşından inhirâf etsem riyadır doğrusu<br />

Yâ savâb olmuş ve yâ olmuş hatâ sevdim seni<br />

Bî-gubarım hasret-î hattınla hâk olsam yine<br />

Sıhhatim rûh-ı lebindendir helâk olsam yine<br />

Tîg-ı gamzenden kesilmem çâk çâk olsam yine<br />

Hâsılı bîhûde cevretme banâ sevdim seni<br />

Galib-î dîvâneyim Ferhâd u Mecnûn‟a salâ<br />

Yüz çevirmem olsa dünyâ bir yanâ ben bir yanâ<br />

102


Şem‟ine pervaneyim pervâ ne lâzımdır banâ<br />

Anlasın bigâne bilsin âşîna sevdim seni<br />

*<br />

Gazel:<br />

Gören ser-geştelikte gird-bâd-ı deşt zanneyler<br />

Fenâ ender-fenâyım her ne vârım varsa sendendir<br />

*<br />

Billâhi yuf bu şu‟bede-î hiç-kâre yuf<br />

Yuf kadr-i câh u taüntana-î iştihâre yuf<br />

Pâşâ ki bulmaya ser-i mektuunâ kefen<br />

Ol tûg-ı tumturak-alem-î i‟tibâre yuf<br />

..............<br />

Bir hâne kim binâsı ola âh u eşkden<br />

Yâzık o âb u renge o nakş u nigâre yuf<br />

…………<br />

Sûr-ı arûs kim ola mâtem neticesi<br />

Püf şem‟-i bezme meş‟ale-î şu‟le-dâre yuf<br />

*<br />

Bir gevherim var eşk midir dil midir desem<br />

Peydâ benimdir ol dür-i yektâ nihan senin<br />

Bir mihribân gûşederiz âdı mihr ü dâd<br />

Gelmez mi subh-ı sinene ol mihman senin<br />

Cânan mısın belâ mısın âşub-ı can mısın<br />

Ey bî amân gayrı elinden aman senin<br />

………<br />

*<br />

Hüsn ü Aşk:<br />

……….<br />

Tarz-ı selefe takaddüm ettim<br />

Bir başka lügat tekellüm ettim<br />

……….<br />

Gencînede resm-i nev gözettim<br />

Ben açtım o genci ben tükettim<br />

Esrârını Mesnevî‟den aldım<br />

Çaldım veli mîri mâlı çaldım<br />

Fehmetmeğe sen de himmet eyle<br />

Ol gevheri bul da sirkat eyle<br />

………<br />

103


İn dem ki zi şâirî eser n”ist<br />

Sultân-ı suhan menem diğer nîst<br />

***<br />

Cunningham, Michael; Gece İnerken (2010), Çev. Püren Özgören<br />

Can Yayınları, Birinci Basım, Mayıs 2011, İstanbul, 285s.<br />

1952 doğumlu Ohio doğumlu Cunningham Saatler‟le (1998) Pulitzer ödülünü<br />

almıĢtı. Saatler‟den bende, damağımda kalan o yazınsal tadın anısından baĢka bir<br />

Ģey yok. Ama bu tadı, Proust‟un kurabiyesi gibi belleğimde tuttum hep. Günümüz<br />

Ġngilizce yazınının en önemli romanlarından biri olarak görmüĢ (baĢarılı bir çeviriyle<br />

gelmiĢti Türkçe‟ye), yazarın adını bir kenara yazmıĢtım.<br />

Gece İnerken yanılmıyorsam dilimizde yayınlanan ve benim de de okuduğum<br />

ikinci yapıtı. Okudukça özellikle dil (biçem), duygusallık düzeyinde Saatler‟e taĢıdı,<br />

bağladı beni. Belki Saatler‟den olduğu gibi etkilenmedim, hatta baĢlarda pek<br />

havasına da giremedim ama Cunnigham‟da duygu bir nesne gibi, bir katman gibi<br />

yer alıyor romanında ve okur o katmanın yüzeyine bastığında gerçekten etkileniyor,<br />

buruklaĢıyor, kederleniyor. Bunu yaratan Ģeyin olaylar, konuĢmalardan çok<br />

(kuĢkusuz bunların da katkısı olmakla birlikte) dil kullanımıyla, yaklaĢımıyla ilgili<br />

olduğunu sanıyorum.<br />

“Belki de, son tahlilde, yüreğimizi burkan şey başkalarının erdemleri değil de, onları en çıplak<br />

halleriyle, olanca kederleri, açgözlülükleri ve budalalıklarıyla gördüğümüzde içimize neredeyse bir ok<br />

gibi saplanan o iliklerine dek tanıma duygusu. Erdemler de gerekli elbette –bazı erdem türleri- ancak<br />

Emma Bovary‟yi, Anna Karenina‟yı ya da Raskolnikov‟u önemsememizin nedeni, iyi insanlar olmaları<br />

değil. Onlara ilgi duyarız, çünkü tapılası, hayran olunası kişiler değiller, çünkü onlar bizden birileri,<br />

çünkü büyük yazarlar buna rağmen bağışladı onları.” (144)<br />

Anlatıcıyı ve konumunu belirsizleĢtiren, anlattığı kiĢiye bir bölümceden<br />

öbürüne artı ya da eksi (dıĢarıdan ve içeriden) değiĢik uzaklıklarda duran anlatıcı<br />

diliyle okuru da arkasına alan çok kanallı bir bakıĢ (açısı) deneyen Cunnigham bu<br />

teknikle büyük balığı yakalıyor. Okur da anlatıcıyla birlikte bu gelgite yakalanıyor ve<br />

tıpku tüm insanlar gibi evrensel gizemin bilince çık(arıla)mayan çekiciliğine<br />

vuruluyor. (Vurgun yiyor, desek de yanlıĢ olmazdı.) Bu önsel (a priori) anlatı öyle<br />

ileri gidiyor ki olayın kendisinden ya da sonuçlarından kopabiliyoruz. Sanatın (dilin)<br />

büyüsü dediğim Ģey tam da bu iĢte.<br />

104


YıpranmıĢ bir evliliğin kadını ve erkeği orta yaĢın sınırlarında arayıĢa zorladığı<br />

en zor dönemlerin dantelalı ve duyarlıklı, gerginlikle dolu anlatısının üstesinden<br />

gelebilen Cunningham dili; ölümün, boĢluğun, cinsel eğilimlerde sapkınlığın, baĢarı<br />

tutkusunun arkasındaki anlamsızlıkla kaçınılmaz, ertelenemez yüzleĢmenin,<br />

kentsoylu Anglosakson bir çağdaĢ ironideki umudun ve umutsuzluğun içinden<br />

yüzakıyla çıkıyor. Ve yanılgılardan, hesaplaĢmalardan ve çilenin ardından gelen<br />

sonun çifti karĢı karĢıya getirdiği gerçek oldukça yalın ve inandırıcıdır: belki yeniden<br />

denemeliyiz. Bu kadar. Ötesini bilemeyiz. Çünkü roman burada, Peter‟in karısına<br />

(Rebecca) bilmediği, kocasının erkek güzeli kardeĢine cinsel tutkusunu anlatmaya<br />

baĢladığında sona erer. Rebecca‟nın nasıl bir tepki vereceğini bilemeyeceğiz. Bu<br />

bağlamda Peter‟le iĢortağı (diyelim), kansere yakalandığını öğrenen ve iĢi gücü<br />

bırakıp kıra çekilmeyi düĢünen Bette‟nin buluĢtuğu ve konuĢtuğu sahne de (Bronz<br />

Çağı) duygu yoğunluğuyla ve arkasıyla eĢsiz ve etkileyicidir. Ya Peter ve<br />

Rebecca‟nın (evli çift) yitip gitmiĢ kızlarıyla olan iliĢkileri ve çarpıcı yabancılaĢmanın<br />

okura yaĢattığı eziklik… Peter genç yaĢında ölen ağabeyine olan tutkulu öyküsü…<br />

YaĢam bize ne demiĢ, söylemiĢ olabilir?<br />

Saatler‟deki özkıyımla (intihar) biten yıkıcı duygunun burada da büyük<br />

aldatılmayla ortaya çıkması elbette rastlantısal değil. Bu Cunnigham‟ın taĢıdığı<br />

duyarlıkla ilgili. O yaĢamın katmanlarından çektiği iplikleri tıpkı Murakami‟nin<br />

1Q84‟ünde anlatıldığı gibi (Pupa hava) yazı diline dönüĢtürüyor, aynı duyguyu<br />

yazıyla bir kez daha ortaya çıkarıyor. Okurda sahicilik duygusu yaratıyor bu.<br />

Yaratıyor çünkü dil kıvamlı, yer yer yoğunlaĢıyor ya da seyreliyor, dalgalanıyor,<br />

kıyıda köpürüyor, duruluyor vb. Ve biz okurken dilin arkasındakine yaklaĢıyoruz. Dili<br />

gözümüze batıran bir yazar değil Cunnigham, bizi dilin arkasındaki duyguya<br />

(çıkmaza diyeceğim, anlatıma kolay gelmeyen o gri, yarı karanlık, kapalı bölgeye)<br />

taĢıyan biri. Bu nedenle tekniği yalın da olsa günümüz yazarları içerisinde ona özel<br />

bir yer ayırdığımı belirtmeliyim.<br />

Tabii burada yazarın bir özelliğinden söz etmeliyim. Biraz Oscar Wilde‟ı<br />

anımsatırcasına kurgunun odağında sıradıĢı bir olguya yer verir. Örneğin önceki<br />

yapıtında özkıyım, burada ayartıcı (eĢcinselliği kıĢkırtan) erkek güzelliği… Kurgunun<br />

bu parıltıya gereksinimi var mı bilemiyorum ve ötesi yazarın iĢine karıĢmak olur.<br />

Ama Rilke‟den alıntı Ģu: “Güzellik, terörün başlangıcından başka bir şey değildir.”<br />

Cunnigham‟ın uyumsuz bakıĢ açısı, uydumculuk (konformizm) eleĢtirisi beni<br />

saran özellikleri arasında. EleĢtirisi göründüğünden daha sıkı:<br />

“Ancak Peter bodrumlarda yaşamak istemedi. O (kimilerinin ona yakıştırdığı gibi) uyanık bir<br />

tacir, her ne kadar tam anlamıyla bugünde yaşadığı söylenemese de, zamana güzelce ayak<br />

uydurmuş, bugüne uyum sağlamış bir vatandaş olmak istedi; öte yandan, yitip gitmiş bir dünyanın<br />

yasını tutmaktan kendini alamıyor, gerçi bunun tam olarak hangi dünya olduğunu söyleyemez, ama<br />

yol kenarına yığılmış siyah çöp torbalarından ve bir görünüp bir kaybolan, şirret, küçük butiklerden<br />

muaf bir yer olduğu kesin. Aşırı bayat, fazla duygusal bir konu bu, ondan kimseye söz etmiyor, fakat<br />

arada bir –şu an, örneğin- kişiliğini oluşturan en temel niteliğin bu olduğu duygusuna kapılıyor:<br />

aksine bunca kanıt varken, inatla, kesinkes koruduğu bir inanç bu: korkunç, kör edici bir güzellik<br />

yeryüzüne inmek üzere, Tanrı‟nın gazabı gibi, her şeyi yutacak, bizi öksüzleştirecek, zincirlerden<br />

kurtaracak ve her şeye sil baştan nasıl başlayacağımızı merak eder bir halde, eli böğründe<br />

bırakacak.” (36)<br />

Türkçe çevirisiyle de seçikleĢen bir roman Gece İnerken.<br />

***<br />

Tranströmer, Tomas; Ateş Karalamaları (1958-2004), Çev. Cevat Çapan<br />

Can Yayınları, Birinci Basım, Haziran 2012, İstanbul, 115s.<br />

105


Tranströmer son Nobel yazın ödülünün sahibi (2011). Cevat Çapan güzel bir<br />

çalıĢma yaparak tüm yapıtlarından bir derleme yapmıĢ bu kitapla.<br />

Çapan‟ı sayılı Ģiir çevirmenlerimizden biri olduğunu (bir usta) herkes bilir ve<br />

onun çevirileri azçok Ģiir tadı taĢırlar dilimizde. Yine de, ne olursa olsun çeviri Ģiir ve<br />

onun yazarı üzerine konuĢmak için iki kez düĢünmek de yetmez. Bu nedenle ben de<br />

herhangi bir değerlendirme yapma durumunda değilim.<br />

Kendisi Ģiirleriyle ilgili olarak Ģöyle diyor (Arka kapaktan):<br />

“Benim şiirlerim, buluşma noktalarıdır. Bu şiirlerin amacı, gündelik dilin ve<br />

yaklaşımların gerçekliğin değişik yanları arasında kuramadığı bağlantıyı bir anda<br />

kurmaktır. Bir manzaranın çarpıcı özellikleriyle önemsiz ayrıntıları arasında bağlar<br />

vardır; değişik kültürler ve insanlar da bir sanat yapıtında bir araya gelebilir; doğayla<br />

endüstri arasında da bir bağlantı kurulabilir. İlk bakışta bir çatışma gibi görünen bir<br />

olgu bir uzlaşmaya da dönüşebilir. Gündelik dil ve alışılmış yaklaşımlar dünyayla<br />

ilgili sorunların ele alınmasında, belirgin ve somut amaçlara ulaşmada gerekli<br />

olabilir. Ama hayatın bazı önemli anlarında bu dilin ve yaklaşımların yetersiz<br />

olduğunu deneyimlerimizden biliyoruz. Bu yüzden, yalnız dilin ve anlaşma<br />

yöntemlerinin egemen olmasına izin verirsek, bir iletişim bunalımıyla karşı karşıya<br />

gelebiliriz. Ben şiiri böyle bir tehlikeye karşı bir direniş gücü olarak görüyorum. Şiir<br />

etkin uzlaşma aracıdır; bizi uyuşukluğa değil, uyanıklığa yöneltmeyi amaçlar.”<br />

Duru tümcelere bağlı, görsel bir Ģiir onunkisi.<br />

KIŞ ORTASI<br />

Mavi bir parıltı<br />

yansıyor giysilerimden.<br />

Kış ortası.<br />

Buzdan tefler tıngırdıyor.<br />

Yumuyorum gözlerimi.<br />

Sessiz bir dünya<br />

Bir çatlaktan<br />

ölüler<br />

sınır ötesine kaçırılıyorlar. (95)<br />

HAİKULAR, 10<br />

Bir şey oldu.<br />

Ay odayı ışıkla doldurdu.<br />

Tanrı bunu biliyordu. (114)<br />

***<br />

Yaşar, İzzet; Asla Yazamayacaksın O Şiiri (2007),<br />

Yasakmeyve Yayınları, Birinci Basım, Mayıs 2007, İstanbul, 45s.<br />

*<br />

Yaşar, İzzet; Başka Akıl Peşinde (2010),<br />

Yasakmeyve Yayınları, Birinci Basım, Aralık 2010, İstanbul, 53s.<br />

*<br />

Aydın, Mehmet Said; Kusurlu Bahçe (2011),<br />

160. Kilometre Yayınları, İkinci Basım, Nisan 2012, İstanbul, 91s.,<br />

Küçük boy<br />

*<br />

Özkarcı, Ali Özgür; Yetmez Ama Hayır (2011),<br />

160. Kilometre Yayınları, Birinci Basım, Ekim 2011, İstanbul, 57s.,<br />

Küçük boy.<br />

106


*<br />

Arslan, Gökhan; Babam Beni Niye Öldürdü? (2011),<br />

Yeniyazı Yayınları, Birinci Basım, Kasım 2011, İstanbul, 69s.<br />

*<br />

Erbaş, Şükrü; Bir Çınlama Boşlukta: Seçilmiş Şiirler (2011),<br />

Kanguru Yayınları, Birinci Basım, Eylül 2011, İstanbul, 76s.<br />

*<br />

Akın, Enis; Dağdaki Emir (2011),<br />

Pan Yayınları, Birinci Basım, Mart 2011, İstanbul, 50s.<br />

*<br />

Köz, Mustafa; Çigan Şiirleri (2011),<br />

Komşu-Yasakmeyve Yayınları, Birinci Basım, Eylül 2011, İstanbul, 85s.<br />

*<br />

Gündoğdu, Cenk; Issız (2012),<br />

<strong>Kırmızı</strong>kedi Yayınları, Birinci Basım, Mayıs 2012, İstanbul, 62s.<br />

Arka arkaya epeyce bir Ģiir kitabı okudum. Bu kitaplar yıllıklarda öne çıkan Ģair<br />

ve beğenilmiĢ kitaplar daha çok. Bu kitaplar hakkında tek tek yazmam doğru olurdu<br />

ama böyle yapabilmemin de koĢulu yazarların genel olarak Ģiirlerini azçok tanıyor<br />

olmamdı. Oysa uzun yıllardır dergi ve Ģiir izlemiyorum (kitap dıĢında), bu Ģairleri<br />

süreklilik ve kendi Ģiir yatakları içerisinde kavramıĢ değilim. Ġkincisi birbirine hısım<br />

Ģairlerin ayrı Ģiir çizgileri tutturmaları ve yayın yapmaları gerçekte iyi bir Ģey ama<br />

bütün bunlara, Türk Ģiirinin ana akım ve doğrultularına bir okur olarak egemen<br />

olabilmek için yeterince derli toplu bir ortam da yok ne yazık ki. Olmalı mı?<br />

Biraz bu konularda konuĢmak istiyorum ve daha az da kitap izlenimlerime yer<br />

vereceğim.<br />

ġiirin fiziksel koĢullarında, üretiminde algıya gelir bir yapı olanaklı mı? Bir dilin<br />

yazı(n)sever okuru en azından genel çizgileri, ana akımlarıyla o dilin Ģiirini bütün<br />

olarak kavrayabilir mi? Ülkemizde dil de uzlaĢmadan çok günceli (siyaseti) taĢıyan<br />

bir ortam olduğu için okur belli açılar içerisinden bakmak zorunda kalıyor Ģiire.<br />

Önceleri iki dalga boylu olan Ģiirimiz 80‟lerden bu yana üçüncü bir dalgayla da<br />

titreĢiyor (Kürt sorunu). Ama egemen çizginin siyasetsiz(lik/leĢme) olduğunu<br />

belirtmeliyim. Bendeki izlenim bu…<br />

Kimi gözlemlerimi aktarıyorum. ġiirde bir yaĢ kümelenmesi ve bunun niteliksel<br />

yansımasından söz edebilir miyiz? Ġleri yaĢlarda (50 yaĢlarında) Ģairlerin umutsuz<br />

ve öfkeli oldukları, 35-45 yaĢlarında Ģairlerin dil oyunlarına ve anlatımlarına,<br />

tekniklere düĢkünlükleri, daha gençlerin ise yalınlığı ya da keskin ironik anlatımları<br />

yeğlediklerini söylemek bilmiyorum ne denli doğru olur? Bu yalnızca yanlıĢ da<br />

olabilecek bir izlenim…<br />

Ġkinci yeniden daha bireyci ama belki onun kadar hermetik olmayan bir Ģiir<br />

günümüzün Ģiiri sanki. Bireycilik, hatta hazcılık bana kötü biçimde medyada<br />

ünlülerin (sinema, basın, yazın, tiyatro, spor, vb.), „Yaparken çok zevk aldım‟,<br />

bencilliğini (Gen bencil mi sahiden?) anımsatıyor nedense. Hani bu Ģiirleri ve Ģairleri<br />

okurken içimden boy aynası tutmak geliyor bu güzel dilbazlıklara. HoĢ olmasına<br />

bütün bunlar hoĢ, ama…<br />

Benim takıldığım bir Ģey daha var? Her Ģair sanki dünyaya Ģair olarak tek<br />

baĢlarına doğmuĢ gibi. Genci, yaĢlısı aynı… Kimseye borçları yokmuĢ, bu dilin<br />

(Türkçe) bir Ģiir geçmiĢi yokmuĢ gibi bir eda var Ģiir topluluğunda, Ģairlerde. Aslında<br />

Güntan‟ı (Parçalı Ham, 2011) iyi anlamak gerekiyor. Sorunun kökünü iĢaret etti<br />

bana kalırsa.<br />

107


Çokkültürlülük tezini yaratıcılığın kaynağına oturtup ayrıyı kutsallaĢtırmanın<br />

Rene Girard bağlamında sonunda nesneyi (Ģiir) yok edeceğini görmek gerek.<br />

Arkasından ritüelin diğer adımları gelecek ki belirtileri bir süredir ortada.<br />

Günümüzün kurtarıcı kurbanı kim olacak acaba? ġairlerin çılgıncasına, ölümüne<br />

özgünlüğe atılmalarını, sığınmalarını bir noktadan sonra zenginleĢme, özgürleĢme<br />

sayabilirdim, eğer tüm bir Ģiir arkalarında olabilseydi ve ben bunu bir biçimde<br />

anlayabilseydim. Ama kabul etmeliyim ki sorun Ģiiri benim kavrayamayıĢım da<br />

olabilir. Bu yorucu ve bir Ģairin sınırsız sayılan kaynaklarını bile tüketebilecek bir<br />

durum, açmaz… Bir Ģair ayrıklığa takılmamalı, bunu saltık varolma biçimine<br />

dönüĢtürmemeli(ydi). Oysa bakıyorum da Ģairlerin temel içgüdüsü Ģiirsel-dilsel<br />

çevrimin (zincirin) halkası olmak değil kendi baĢına olmak, parlamak. Bundan parlak<br />

ürünler, ıĢıltılı pırlantalar çıkabilir, çıkıyor da. Ama hakikisini sahtesinden (imitasyon)<br />

nasıl ayıracağız.<br />

Öfkeyi ele alalım. Öfkeyi modernite ve bunu kavrayıĢ biçimi, geleneğinden<br />

soyutlayıp bir yeni (postmodern) durumun koĢuluna dönüĢtürür, adını böyle<br />

koyarsanız, uçuk kaçık bir yer altı çarpıcılığı, kökten vuruculuk, ĢaĢırtıcı bir öte<br />

adamlığı hazzı yaĢamak olanaklı olur (Ġzzet YaĢar). Ama bu öfke tarihi indirgemiĢ<br />

(yoksaymıĢ), bozmuĢ, hafife almıĢ, güce teslim olmuĢ bir öfkedir son çözümde.<br />

Hiçbir Ģey dememek aslında (dediği Ģeyden nemalanmak), kulağa beyinden<br />

soyutlayıp seslenmek, alıĢkanlığı sinsice sömürmek, eleĢtiriyi saltıklaĢtırıp<br />

köksüzleĢtirmektir hepi topu. Ne berrak, ne duru, saf bir öfkedir bu diye de<br />

kostaklanmak da cabası. EleĢtiri vuracağı yeri bilmezse döner dolaĢır kendine<br />

vurur, tıkanır, özkıyıma yönelir. Ġroni de bazen bunun belirtisidir ve ironi tadı için dil<br />

Ģaire ne kadar borçlanır, okur bir Ģaire nereye değin katlanır? Sorularım bunlar…<br />

Siyasal açılım Ģiirin önünü açabilir, soluklanmasını sağlayabilir ama karartabilir<br />

de. ġiirin Ģiirce siyasetiyle toplumsalın siyaseti nasıl buluĢup örtüĢmeli? Sanatçı her<br />

koĢulda erke direnir (muhaliftir) demek yetmez ve gülünç de olabilir çoğu kez. Erk<br />

(iktidar) derken neyi anlamalı? Neye direniĢ ve Ģiir kendi Ģiir olmaklığına bağlı<br />

kaldıkça siyasetin ortasında değil midir? Siyasete müzik ve Ģiir denli hazır baĢka bir<br />

anlatım yordamı yok belki de. Ne görkemli bir olanaktır değil mi bu (Tuğrul Keskin‟in<br />

kullanabildiği: Kandahar, 2009 ama diyelim bir Ali Özgür Özkarcı‟nın<br />

kullanamadığı)? ġairin durduğu yer ve baktığı açının Ģiiri oluĢturduğunu, her yer ve<br />

açının Ģiire yatkın doğru yer ve açı olmadığını ileri sürüyorum bu noktada. Biliyorum,<br />

Ģiirin doğrusundan söz ediyor olmam birçok insana pusulayı, Ģu nefret edilesi erk<br />

usunu anımsatacak, zaten demiĢtik, diyebilecekler. Bu doğru sözcüğü onların<br />

sandığı Ģey değil, diyeceğim budur Ģimdilik. BirikmiĢ, uzlaĢılmıĢ dünyalılığı (bu Ģiir<br />

sözkonusu olduğunda bile) kolayından harcayamayız değil mi? Bilim bu yaklaĢımın<br />

çok uzağında değildir (Bay Bilim düĢmanı!)<br />

ġiir nasıl siyaset yapar ya da siyaset dıĢında bir Ģey olabilir mi? Soruyu<br />

sormakla yetiniyorum Ģimdilik. Çünkü aslında kitaplar da gösteriyor ki her Ģair<br />

siyaset yapıyor yapmasına ama bu siyaset sanki onunla baĢlıyor, bir geleneği<br />

yokmuĢ, bir düĢünce, eylem kökü yokmuĢ gibi, ermiĢçesine yapıyor siyaseti. Bu da<br />

sonuçta bir siyaset değil mi, diyerek geçiĢtiremeyeceğim bir konu.<br />

ġiirdeki sorunumuz aynı zamanda bir yayıncılık sorunu. Gerçi Ģiirde bu sorun<br />

hep ve her yerde var. Ama olmayan Ģey Ģiir konusunda yayıncılık ölçütleri...<br />

Yayınevleri tekke havasından kurtulup da ne zaman bir ölçüte dayanarak yayın<br />

yapabilirler ve aslında bu bir yayıncı(lık) sorunu mu? Bütün denmiĢ, denenmiĢler<br />

üzerinden denmemiĢ, denenmemiĢe gözünü dikebilmiĢ bir eleĢtiri, düzey ölçütü<br />

oluĢturmak için ne yapmalı, nasıl kurumlaĢmalı ve dolaylı da olsa yaptırım gücü<br />

olmalı? Lütfen, Ģiiri zaptürapta almayı da nereden çıkardınız, bu mu dediğim<br />

108


enim?.. Bu ele avuca gelmez, sözcükleri kullanan ama yazı (anlatı) sanatı derken<br />

zorlanabileceğimiz Ģiir için, yazma (yazar), yayınlama (ortam), alma (okur)<br />

açısından ayrı ayrı ve sonra tümü birlikte bir karĢılaĢtırma ve baĢvuru alanı<br />

oluĢturmak olanaksız mı? Sorunun dönüp dolaĢıp dile dayanması karĢısında<br />

isyanımızın olanakları üzerine belki konuĢmanın (da) sırasıdır.<br />

Geliyoruz dile. Çok az Ģairimiz ayraca, dil tutumunda derbederliğe varan bir<br />

gevĢeklik, tutmazlık, hangisi uyarsalık ve hatta bunlar üzerinden, bakın, bakın,<br />

marifetime bakın, gibisinden bir ĢiĢinme bile söz konusu. Bu dil tutumu en hafifinden<br />

bir saygısızlık olarak görünüyor bana ve öfkeleniyorum. Hele Ģiirde dil bir biçimleme<br />

yordamı. KasılmıĢ, zorlanmıĢ bir genel (Ģiir düzeyinde) değiĢmece (metafor). Doğal<br />

değil ve olamaz. (Yalınlık baĢka Ģey.) ġiirimizin yakın tarihi (modern Ģiirimiz) çok<br />

eziyetli bir çalıĢma yaptı, dili taĢ üzerine taĢ koyarak kurdu, biçimledi, hatta<br />

oluĢturdu. ġimdi bu süreci tersine sarma heveslisi ve sorumsuz bir kuĢak var Ģiir<br />

yazdığını sanan, Ģiiri doğal dille, doğal dili Türk Ġslam sentezi bulaĢık ilkesiz,<br />

omurgasız bir dille karıĢtıran. Bunlar siyaseti kısa aklın yanmıĢ devreleriyle ve<br />

tepkisellikle kurguladıklarından dilde özleĢmeyi (Ne demekse!) bir erk sorunu olarak<br />

algılayan bir çeliĢki yaĢıyorlar ve hırsla vurup dilin ucunu (ipini) salıyorlar. Anlatımı<br />

güçlendirdiklerini, bu gevĢekliği bir zenginleĢme olarak yaĢadıklarını anlamamak<br />

için kör olmalı. Çok yazık! ġiirin dilini küçümsüyor, yitiriyorlar aslında. ĠĢte tam da bu<br />

nedenle Ģiirleri bir dilsel tasar, giriĢim olmaktan çıkıyor, kendi içinde yalpalayan, iki<br />

ucu açık ve boklu bir sopaya dönüĢüyor. Sonuçta öyle ya da böyle bir sopa<br />

olduğuna güveniliyorsa, bu sopayla neler yapılabileceğini de bi zahmet<br />

düĢünebilmeleri iyi olacaktır. Bu gevĢek, sorumsuz dil tutumu Ģiiri arkadan vurmadır,<br />

Ģiir dilden ama dile yaratımdır, onunla ortaya gelen dilin kendidir. Kendi üzerine<br />

konuĢmadır. Kendini gere kura gider. Yine de izlenimim odur ki genel olarak<br />

toplumca tüm yazımız gevĢemiĢtir çünkü toplumumuzu ayakta tutan bir umudumuz<br />

nicedir yok.<br />

Belki 20, 30, 50 yıl sonra dönemimize bakıldığında elemeler, sıralamalar yapılır<br />

ve üste çıkan bir çizgi ayırt edilebilir. Günümüz Ģiirinin ırası okunabilir üzerinden<br />

biraz zaman geçerse. Ama içindeyken ana akımı, vurguyu, eğilimi kavramamız<br />

olanaksız. Çünkü benzeĢen değil ayrıĢan Ģeyden ivmelenen bir Ģiir ortamımız var<br />

nicedir. KuĢkusuz bunun dikkate değer getirileri yok değil (Mustafa Köz, Enis Akın),<br />

ama H2O molekülüne mi bakmalıyız yoksa ırmağın akıĢına mı?<br />

*<br />

Ġzzet YaĢar‟ın, bu öfkeli insanın, öfkesinde içtenlikli olduğunu sandığım insanın<br />

beni, Bernhard‟ımsı, neredeyse saltık(laĢmıĢ) diyeceğim öfkesiyle etkilemesi<br />

beklenirdi. Ġçeriğiyle uzlaĢamadığım Ģiirlerini kendi Ģiir seçkime kattığım oldu. Onun<br />

Ģiirinde duygunun saf hali diyebileceğim bir iĢlik çabası görüyorum. Öfke bileniyor<br />

ve onu daha can yakıcı kılmaktan baĢka derdi yok sanki Ģairin. Bu bana tek baĢına<br />

doyurucu geliyor. (Ama bir zevk, doyum noktasından inceden inceye huzursuz da<br />

olmuyor değilim.) Ama iĢ saydam, arıtık (rafine) öfkenin ardına bakmaya gelince kör<br />

topaklaĢmalar, puslu göz lekeleri, benekler keskin ve iyi yontulmuĢ duyguyu kaldırıp<br />

duvara bindiriyor ve geriye kalan üzücü bir kafa karıĢıklığından daha azı olmuyor<br />

her Ģiir okumasından sonra. ġangırtılı bir kopuĢ, çöküĢ… Fena halde Frankfurt<br />

Okulu esintilerine bağlanmıĢ (eleĢtiri körleĢmenin yordamı olabilir mi? Bir uzlaĢmaz<br />

çeliĢki yok mu bunda?), erki sınıfından (toplumsaldan) soyutlamıĢ, yalnızca ayrıĢık<br />

bir erke karĢı-siyasete bağlanmıĢ duygudan Ģiir çıkması olanaksız. Onda bizi Ģiirine<br />

yatkınlaĢtıran Ģeyse çocukluğumuzdan beri kulağımızda yer etmiĢ gündelik ses<br />

kalıpları ve Ģu tanıĢ(ık)lıktan gelen hoĢluk. ġeytanlık da burada, bu kalıp içerik<br />

109


olarak öncekinin tersini taĢıyor, yani dürüstlük sorunu var bir biçimde. Ġyi de ironi bu<br />

çeliĢkiden çıkacaksa ve uyarıcıysa nesine karĢı çıkıyoruz bunun? Sorumuz Ģu o<br />

zaman: Ġroni bağlamsız olabilir mi? Ya da bağlamını yitirdiğinde etkisi ne olur? Tarih<br />

dıĢı, anlamsız bir erk karĢıtlığı mı? Biliyorum Ġzzet YaĢar sözkonusu olduğunda bu<br />

görüĢlerime karĢı çıkacak çok insan olacak. Onun Marksist esinli ilk Ģiirlerini<br />

anımsıyorum Birikim‟in ilk sayılarından… Ben yine de dilin (Türkçe‟nin) kendini<br />

aĢmaya zorlayan bir deneyimi olarak görüyorum bu (son) iki Ġzzet YaĢar kitabını.<br />

İstikbal Marşı<br />

üstüne tükürülmüş bir denizçıyanı gibi<br />

köpürüp yırtılarak kendini doğurmaya çalışan ülkem<br />

korkma baban seni hâlâ seviyor<br />

dünya da artık sana benziyor zaten<br />

korkma sen bütün o küt çağlar boyunca<br />

lağımlar böyle kıvranarak açmadın mı<br />

avrupanın bağrından sancılar içinde<br />

ak salgılı kafilelerle geçmedin mi<br />

yasadığın yasalar yasa boğulmuş ne gam<br />

örklendiğin çayır yülünmüş ne çıkar<br />

korkma bu erkek erk seni asla etmeyecek terk<br />

dövüle dövüle yapılmış bakır tarihin be sana yeter<br />

köklerden gelen bir ses sana ne diyor dinle<br />

devletin malı meydandadır nazlı kızım<br />

kanlı kaburga kırılmaz ettirgen çatı çökmez<br />

korkma bitmez bu ters anavaşya<br />

baban seni bak hâlâ seviyor<br />

ruhuna parmak banıyor rahmini kurcalıyor<br />

kaderine kakılmış körüklü kavançonun sonu gelmez<br />

korkma tükenmez kutlu fücur toprağımızda<br />

*<br />

1983 doğumlu Mehmet Said Aydın Ģiirini gereğinden çok sözcüklere, yeterince<br />

elenmemiĢ duygulara boğan biri. Ġyi kötüyle öyle harmanlanıyor ki okuyan sonunda<br />

bu Ģiirden kendince bir yargı üretemiyor. Genç ve siyasal kimlikli Ģairlerde bu<br />

herĢeydenlik, her Ģeye maydonozluk öne çıkıyor (sanki). Bu da bunaltıcı bir<br />

gevezelik izlenimi bırakıyor insanın üstünde. ġiir kitabı yalnızca sözcüklerden<br />

oluĢmuyor demek, bunu bir kez daha anlamıĢ oldum ve eskilerin bilgeliklerine<br />

hayran oldum. Dün daha çatıĢmanın içinden gelmiĢ de bu kente kafa tutan bu<br />

edanın ve söyleme kipinin tezce atlatılacağını umuyorum. Her Ģeyi söyleyen hiçbir<br />

Ģey söylemiyor demektir.<br />

Bu türden siyasallık Türkçe yazmasına karĢın dile gönül indirmiyor ya beni<br />

sinirlendiren olsa olsa budur. Hiç okumamam gerek Türkçe özensizliğine tembelce<br />

yan yatmıĢ Ģiir tafralarını…<br />

*<br />

ġiiri siyasetin diline dönüĢtüren Ali Özgür Özkarcı, „resmi olmayan bir tarih‟ (!)<br />

okuması peĢinde gibi görünüyor ama 1979 doğumlu Özkarcı‟nın gülmecesini daha<br />

sivriltmesini ummak fazla ve gereksiz olmaz sanırım.<br />

110


“R”leri Söyleyemeyen Ajitatörün Muhteşem “U” Dönüşü<br />

Bana haksızlık edildi.<br />

Ben de güçlü yapılavda bozduvdum kendimi.<br />

Eski yoldaşlavım bana avtık „libeval” diyovlav.<br />

Yollavımız ayvıldı avtık demelevi novmal.<br />

Bi ustuvayı şöylemesine sağ elimin tüylevini tıvaşladım.<br />

Bazen dediklevimden ben de biv şey anlamıyovum.<br />

Olsun! Sağıvlığıma yerleşmek hoşuma gitti.<br />

Anlamsız ve kulağa hoş gelen şeylevin<br />

kovunaklı olduiğunu favk ettim sonunda.<br />

Ben de yazıldım o huzuvsuz memnunluk okullavına.<br />

Ivoni yaptım,<br />

Pavodilevim sağolsun, eğlencenin dibine vurdum.<br />

Vadikal demokvatlık vivavında mesken tuttum.<br />

Hepsi hepsi sonva<br />

Mikvo-iktidavlava kavşı olmaklavın huzuvuna yazılmak içindi.<br />

Neymiş biv kadının kalçalavında.<br />

Sonva neden bilmem şaşıvdım.<br />

Gavipsedim, bivden toplayamadım, topavlayamadım<br />

Açıkçası hep mahvem kalmak<br />

Kanıma dokundu.<br />

İtivaf ediyovum.<br />

Üstüne üç duble de vakı attım!<br />

*<br />

33 yaĢında Gökhan Arslan bir kiĢisel epik (?) üretiyor bu geçen yılın neredeyse<br />

en beğenilmiĢ kitabında. Yenilginin baba imgesine yansıttığı olumlu anlamda oğul<br />

sorgusu Ģiirin ikinci katmanında sürekliliği ve öyleyse umudu yakalayabildiğinden,<br />

birinci kuĢak üçüncü kuĢakta doğduğundan sonuçta (baba aktarılır), karamsarlıktan<br />

söz etmemeliyiz. Gökhan Arslan zor bir iĢi baĢarmıĢ, tek bir Ģiirin, özyaĢamöyküsel<br />

bir Ģiirin yine de Ģiir kalabilmesini sağlayabilmiĢ. ġiirimizde bu gelenek güçlü bir<br />

biçimde var gerçi. Elbette epik değil aslında. Olması da gerekmiyor. HoĢ olan baba<br />

figürünün bunca hengâmeden sonra bir yanıyla savunulabilmesi… Devrimci baba,<br />

neçe babadır, diye sormak isterim. Hakikat tam da orada mı? ġiir etkileyici bir giriĢle<br />

Ģöyle baĢlıyor:<br />

kıyıdan çekildim<br />

kıyıların renginden de<br />

babam<br />

gurbeti yaralı keklik gibi<br />

ceplerinde taşıyan adam<br />

tütün kırıntıları<br />

ve karanfil tohumlarıyla<br />

hep çıraya boyamış bıyıklarını<br />

ellerinde kürd/ân yarası<br />

tek bir defa aldattı annemi<br />

defne yaprağıyla kaynattığı<br />

gümüş kaplı hayatında<br />

o da kabuğuna ölümü işlediği<br />

uslanmaz bir zeytin ağacıyla<br />

oysa sadece o bildi<br />

111


çekirdeğinde<br />

kırılgan bir denizi gizlediğini<br />

…………..<br />

*<br />

ġükrü ErbaĢ, yaĢıtım, 1953 doğumlu.<br />

“Şiirmiş, aşkmış, iyilikmiş… bir çınlama boşlukta… kaldım öylece…” (68) diyen Ģair<br />

(Çınlama, 2006) bir seçmeler kitabı hazırlamıĢ ve iyi de etmiĢ. Onu doğru düzgün<br />

tanımıĢ oldum. Klasik dengeleri ve duyguları gözetiyor ġükrü ErbaĢ, bir Ģiir yazıyor<br />

ve o Ģiirle katılıyor kanona. Bir Ģiir yeter, bana göre. Bütün Ģiirler o tek Ģiirdir zaten<br />

ve gerisi yinelemedir.<br />

İKİLEM<br />

Güzel kadınlara kederli şarkılar söyletmeyin<br />

Birbirini çoğaltıyor üç acı<br />

Kadın, güzellik ve şarkı…<br />

Kederli şarkıları güzel kadınlara söyletin<br />

Birbirini bütünlüyor üç acı<br />

Kadın, güzellik ve şarkı…<br />

Ey insan ömrünü dolduran biçimleyen duygu<br />

Hüzün müdür her vakit mutluluğun bir yüzü?.. (12, 1966)<br />

*<br />

Enis Akın‟ın (1964 doğumlu) kitabı (Dağdaki Emirler) son yılların önemli<br />

metinlerinden birini içeriyor kanımca. ġiir elbette zorlanmıĢtır ama iyi de olmuĢtur.<br />

ġiirin kendine kendi dıĢından bakmasında yarar var. Enis Akın dinsel buyrukla<br />

günümüzün küresel gerçekliğini iliĢkilendiren engin ve zamansı anlatısıyla sanki<br />

kendi kiĢisel öyküsünü (aslında hepimizin öyküsünü) görünür kılmıĢ gibi. Onu<br />

topluca bir okumayı isterim açıkçası. Ve Ģiiri üzerinde durabilmeyi. Çünkü Ģu dizeleri<br />

de yazabilmiĢ biri:<br />

…..<br />

ben kadına elma dedim<br />

bu adı verirdim her şeye suyu andıran<br />

çünkü eğince bir kadın başını bir yana<br />

dünya da o tarafa yatardı hafifçe<br />

…..<br />

*<br />

Mustafa Köz hep dikkatimi çekti. Geçen yıl da bir kitabını okumuĢtum (Öncü<br />

Yağmur, 2011). Ama bu kitabıyla Ģairlerim arasına katılmıĢ oldu, günümüzde Ģiir<br />

yazan herhalde birkaç Ģairim arasında yerini aldı. Bundan sonra izlenecek ve geriye<br />

doğru da elimden geldiğince okunacak.<br />

Çigan Şiirleri bende bir tür trans Ģiiri duygusu yarattı ama Türkçe dilini de<br />

uzun süredir hiç bu denli denetimli, renkli, ıĢıltılı okumamıĢtım açıkçası. Dağlarca‟yı,<br />

dilin değdiği yerde varlığın oluĢması özelliğiyle anımsadım. Köz, Ģiiri ve (dolayısıyla)<br />

dili yakalamıĢ kesin. Çünkü dili, bir yanıyla türkü, Ģarkı, bir yanıyla mit(oloji), bir<br />

yanıyla güncelin kıvraklığı ile (sokakla da) bezeli. Eski anlatımlar yeni dilin içinde<br />

gerektiğince beliriyor. Dil kendi geçmiĢini dile getiriyor, kendini gösteriyor kendisi<br />

üzerinden. Köz‟e teĢekkür borçluyum bu kitabı için.<br />

112


II- Çingene ergenliği<br />

Çiganın baĢında kavak yelleri<br />

esiyorluğu<br />

Bi gün babam at sırtında görüldü<br />

vurduğu yerde alkol bittiği günlerde<br />

o dirgen gibi adamın maça asının.<br />

Kadınlar vardı, memelerinden çadır<br />

bezi yapılan, çalçenebaz, uzun. Bızır bızır<br />

kızlar büyütürdü çarşılar esnafları,<br />

ben o zaman bilmezdim hanya‟nın Vanya‟sını<br />

şaşkın bir dağdım, kır sanırdım kendimi<br />

gökyüzü dar, kervan sağır, yolcu esrik<br />

Gevaş‟a bir izci fişeğiyle atıldığım<br />

Kaleiçi eylülde. (10)<br />

*<br />

Aşk da bi iştir<br />

(Çiganın fettan komşusu Elâ Hanım’a vaylanması)<br />

Begonyaları yatırır dizlerine, okşardı Elâ Hanım<br />

sevdiysem namerdim bi şeyini, boynundan başka<br />

sabahlara kadardı fıskiyelerin ömrü, sabahları seda yok<br />

ah ne zaman seslensem, üç uzun bi kısa<br />

rıhtımdayım, kederliyim, sevdalıyım, yalnızım.<br />

Öldü Mülazım Fehim Bey, vebâli boynuna<br />

ağlasın mı gülsün mü bi tuhaf içi, üç kırk beşte köşkte<br />

doğurmak da bi iştir Elâ Hanım, bu yaştan sonra<br />

aşk da bi iştir meşk de, dosta düşmana karşı. (23)<br />

*<br />

Öteki şiirler VII/ Uçurum<br />

(Çiganın hayırsız adalı sevgilisine en kısa ayrılık şiiri) *<br />

Biz inelim burada, kervan kör yolcu esrik<br />

sevgilim tut elimi, uçurum düşmek için<br />

düşelim kurtulalım, kervandan kervancıdan. (46)<br />

*Bu Ģiirin bir dize artık olmasının esbâb-ı mûcibesi, “aĢk ilen ayrılığı tarttılar, bir dirhem fazla geldi ayrılık” babındandır.<br />

*<br />

Cenk Gündoğdu‟nun (1976) ilk Ģiir kitabı Issız. Gündoğdu Ģiirimizin anlatımcı<br />

çizgisini sürüyor. Uzun Ģiiri ve diğerlerinde savaĢı sorgulayan Ģairin hem dilde, hem<br />

Ģiirde daha tutarlı olması beklenmeli.<br />

***<br />

Çelik, Behçet; Gün Ortasında Arzu (2007),<br />

Can Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2011, İstanbul, 138s.<br />

*<br />

Çelik, Behçet; Diken Ucu (2010),<br />

Can Yayınları, İkinci Basım, Aralık 2010, İstanbul, 122s.<br />

*<br />

Çelik, Behçet; Soluk Bir An (2012),<br />

Can Yayınları, Birinci Basım, Mart 2012, İstanbul, 215s.<br />

113


Sonuncusu roman olmak üzere son üç kitabını okumak yazar hakkında az çok<br />

bir kanı oluĢturmama yetti. Ġleride kendi yazısı içinde bir çıkıĢ yapmadıkça izler<br />

miyim bilemiyorum. Kararsızım. Sanki hep bu tonu sürdürecekmiĢ, yakaladığı teli<br />

bırakmayacakmıĢ gibi bir izlenim veriyor. Behçet Çelik‟le ilgili sorum da olsa olsa bu<br />

olur zaten.<br />

Odakçıl bir iç sesin dünyadan el etek çekmenin gerekçelerini (mazeret)<br />

yineleyip durduğu tüm bu öyküler ve romanın ortak özelliği, tek perdeli ses ya da<br />

tını. Bu yapı-biçim anlamında bir tek biçimliliğe (tekseslilik, modalite) yol açıyor ve<br />

okurun okur-kulağı bu tekdüze, tükenmez mırıltıyla aĢırı yoruluyor. Ama Behçet<br />

Çelik‟in bu kiĢisel gibi görünen hesaplaĢması (aslında kiĢisel olmadığını bir biçimde<br />

biliyoruz) öte yandan yakalanmıĢ bir sesin beriye getirilmesi, görülmemesi olanaksız<br />

duruma sokulması da demek ve yazar için bunun söz konusu olduğunu<br />

düĢünüyorum. Bu teksesliliğinde neredeyse kusursuzlaĢmıĢ (klasikleĢmiĢ diyeceğim<br />

ileri gidip) anlatım biçimi büyük olasılıkla sanatçı için değil dinleyici (!), yani aslında<br />

okur için demek istiyorum, sorun ya da sıkıntı kaynağı. Algı bu tek düzeyli uzayıp<br />

giden sesle (aslında tek notayla) nasıl baĢ edecek. Çünkü Çelik‟in anlatısında kimi<br />

çağdaĢ bestecilerin deneysel elektronik çalıĢmalarını anıĢtıran bir Ģey de var.<br />

Açık söylemem gerekirse Çelik‟in bu ciddi, sorumlu tutumu bana doğru bir yazı<br />

tutumu olarak görünmüyor. Emeğe, özene ve bir Ģeyi hakkıyla, tüm yanları ve<br />

özellikleriyle ortaya çıkarma tutumuna büyük saygı duyuyor olsam da. Çünkü bu<br />

yaptığı zoru seçmek ve aslında risk üstlenmek. Oysa derinden bildiğimiz bir Ģey<br />

daha var. Bir sanatçı insan (birey) sınırlı yaĢamı içerisinde çok da fazla izlek (tema)<br />

ve imge üretemez. Üçü beĢi bulmaz ve yapıtları değiĢik de görünse onu yazar (ya<br />

da sanatçı) yapan Ģey dönüp dolaĢıp kendi bataklığına saplanmasıdır. Bataklık<br />

sözcüğünü düz ve yan anlamıyla kullandım burada.<br />

KiĢisi yaĢadıklarından yorulmuĢ, geldiği yerde susmuĢtur. Ses, insan<br />

batmaktadır ona. Yenilgiyi üstlenmiĢ, üstelik geçmiĢi gizli de olsa yargılamıĢ bir Araf<br />

insanıdır. Ne tümüyle taĢıyabilmektedir bu (uzak) geçmiĢi, ne de tümüyle<br />

vazgeçebilmektedir. Önünde benzerleri kolayca bu çeliĢkinin üstesinden gelebilmiĢ,<br />

uydumculuğu arsızca benimseyebilmiĢlerdir. Ġlginçtir Çelik tam sınırda durarak,<br />

tiksintiye, bulantıya değin taĢıyıp öyküsünü, aslın ikincil kopyası diye bilinmekten<br />

son anda sıyrılabilmektedir. ĠĢte onun ustalığı diyebileceğim Ģey budur. Daha önce<br />

biz bu filmi seyretmiĢtik, diyecekken tam, yutkunuyor, sözümüzü çekiyoruz geriye.<br />

Soluk Bir An‟da aynı kiĢi ileri yaĢında bir çıkıĢ yolu, umudu olarak aĢka<br />

sarılmakta ama gülünç olmayı sonuna değin göze alamamaktadır.<br />

Bir sorum var yeri gelmiĢken: Neden son yılların anlatılarında düĢler bunca yer<br />

tutuyor? Neredeyse düĢe tutunmayan bir anlatının eksik kalacağına inanacağız<br />

cümbür cemaat. DüĢe baĢvurmak herhangi bir yapıtta çok zordur ve iyi düĢünmek<br />

gerekiyor. Bir yığın yargıyla enine boyuna hesaplaĢmak kaçınılmaz olacaktır.<br />

DüĢlerin anlatılarda yer alma oranıyla insanın günümüzdeki yeri, konumu arasında<br />

bir matematiksel bir bağıntı kurabilir miyiz acaba?<br />

Sonra gerçeği yakalamanın en güvenilir yolu en yakına odaklanmaksa (fokus)<br />

buradan dünyaya bir iĢaret fiĢeği göndermek olanaklı olur mu? Bu yenik ve yalnız<br />

adam (kadın değil) nereye değin ve neyi analmamızı sağlayacak? Tek Ģarkımız<br />

yalnızlığın saltık kederi olabilir mi? Bu insanı biraz orasından burasından çekiĢtirip<br />

uzatmayalım, azıcık insana benzetmeyelim mi? Dickens‟in Kasvetli Ev‟de yaĢlı<br />

kadına her yastık fırlatıĢından sonra bedensel olarak yamulan ve düzelmek için<br />

birinin ensesinden tutarak onu Ģöyle bir silkelemesinin gerektiği kahramanlarından<br />

birini anımsadım nedense.<br />

114


Yoksa tüm bu, dönüp dolaĢıp bireysel bir etik duruĢa çıkan, iyi kotarılmıĢ<br />

öyküleri rahatlıkla yazınımızın bir öykü çizgisine bağlamak (ki bu çizgide Tomris<br />

Uyar‟ın da yer alması iyi olur) kaçınılmaz. Düzeyli, yetkin ama tek sesli öyküler<br />

bunlar. Ben bu tek notadan tüm bir yaĢamı(mızı) çıkaramıyorum kendimi ne denli<br />

zorlasam da. Özenli, disiplinli bir yazar belli ki Behçet Çelik. Aslında öyküye bağlı<br />

kalması, bu tek sesi uzun bir zamana yayarak çatlatmaması sanki iyi olurdu. Onun<br />

sorun dediği en iyi anlatım aracını öyküde yakalıyor bence.<br />

***<br />

Pallasmaa, Juhani; Tenin Gözleri (1996), Çev. Aziz Ufuk Kılıç<br />

YEM Yayınları, Birinci Basım, Mart 2011, İstanbul, 89s.<br />

Son zamanlarda okuduğum ve beni mutlu eden kitaplardan biri iĢte budur. Bu<br />

kadar pahalı olmasaydı birkaç kiĢiye daha alır okuturdum.<br />

Görmeyi öne çıkaran günümüz algılama siyasetlerinin birçok sanat dalında<br />

olduğu gibi mimarlıkta da duyumsal (tensel, dokunsal, iĢitsel, koku ve tat almayla<br />

ilgili) algının gizil olanaklarını (imkân) nasıl tükettiğini, yok edebileceğini, böylece<br />

nelerden yoksun kalabileceğimizi öylesine duru, açık ve dingin bir dille anlatıyor ki<br />

Pallasmaa bu iki makalenin alanında birer baĢyapıt olduklarını düĢünüyorum ve<br />

öyle de sayıldıklarını sanıyorum. “Başat duyu olan görme ile bastırılmış duyu kipi olan<br />

dokunma arasında kavramsal bir kısa devre yaratma‟ (12) olarak çalıĢmasını özetleyen<br />

mimar Pallasmaa, kesin bir biçimde görme de içinde olmak üzere tüm duyuların<br />

dokunma duyusunun uzantıları olduğunu yazıyor: “Duyular ten dokusunun özelleşmiş<br />

halleridir ve tüm duyusal deneyimler birer dokunma kipidir ve böylece dokunsallıkla ilintilidir.” (13)<br />

Asıl zihinsel görevi barındırma ve bütünleĢtirme olan mimarlık, bizi salt kurgu ve<br />

düĢ dünyasında iskân etmek için değil, “dünyada olmak deneyimimize tercüman olmak ve<br />

gerçeklik ve kendilik duygumuzu güçlendirmek içindir.” (14) Sanat ve mimarlığın güçlendirdiği<br />

bu kendilik duygusu, düĢ, imgelem ve arzunun zihinsel boyutlarına tam olarak<br />

girmemizi sağlar. “Binalar ve şehirler, insani varoluş durumunu anlamak ve onunla yüzleşmek için<br />

gerekli ufku sağlar. Mimarlık salt görsel ayartma nesneleri yaratmaz, anlamlara aracı olur ve onları<br />

yansıtır. Herhangi bir binanın nihai anlamı mimarlığın ötesindedir; bilincimizi dünyaya ve kendilik ve<br />

varlık duygumuza geri yönlendirir. Anlamlı mimarlık kendimizi bedenli ve tinsel tam varlıklar olarak<br />

deneyimlememizi sağlar. Aslında bu her türlü anlamlı sanatın en önemli işlevidir.” (14) Bilgisayarlı<br />

görüntü üretiminin retinal yolculuğa katkısından kaygılanan yazar, „çokduyulu,<br />

eşzamanlı ve eşgüdümlü imgelemedeki muhteşem yolculuğun‟ körelmesine<br />

değiniyor (haklı olarak). Yaratıcı ile nesne arasında uzaklık yaratılmaktadır<br />

bilgisayarla. Oysa doğrudan deneyimde hem nesnenin içindeyizdir, hem de dıĢında.<br />

“Yaratıcı emek bedensel ve zihinsel özdeşleşme gerektirir, duygudaşlık ve<br />

sevecenlik gerektirir.” (16) Tekil görü değil çevrel görüdür asıl olması gereken.<br />

“Bilinçsiz çevrel algılama retinal gestallt‟ı mekansal ve bedensel deneyimlere<br />

dönüştürür. Çevrel görme bizi mekanla bütünleştirirken, odaklanmış görme bizi<br />

mekanın dışına iter, salt bir izleyici kılar.” (16)<br />

GiriĢten sonraki birinci bölüm görmenin düĢünsel ve tarihsel bir eleĢtirisiyle<br />

baĢlıyor, gözmerkezciliğin eleĢtirisinde birçok düĢünüre değiniyor Pallsmaa. Sartre,<br />

Marleau-Ponti, Heidegger, Harvey, vb. Önceleri görkemli görüler doğuran görme<br />

egemenliği, giderek hiççileĢti (Heidegger). Batının ego-geliĢimi, kendilik ile dünya<br />

arasında derinliği çoğalttı. Yanı sıra retinal mimarlıkla birlikte yiten plastisitedir.<br />

ġöyle diyor değerli yazar: “Büyük bir mimarlık yapıtı tam da, kaynaştırmayı başardığı karşıt ve<br />

çelişkili niyetler ve imalar dolayısıyla büyüktür. Gözlemciyi duygusal katılıma açmak için bilinçli<br />

niyetler ile bilinçsiz dürtüler arasında bir gerilim olması şarttır.” (37) (KarĢıtların eĢzamanlı<br />

çözümü-Alvar Aalto). Sanatçının sözel anlatımları derin bilinçdıĢı niyetlerle çelĢebilir<br />

115


(37). Doğal maddeler bizi varlığın sahiciliğine taĢır. Zamanın aĢınması<br />

zenginleĢtirici bir deneyimi yapı malzamasine aktarır. Uzam denli zaman içinde<br />

yuvalanmak, zamanı da evcilleĢtirmek mimarın iĢidir.<br />

Modernite evriminde en önemli çizgilerden biri Kartezyen perspektif<br />

epistemolojisinden kurtulmak oldu (44) Belki günümüz odaklanmamıĢ görmesi ,<br />

gözün denetim ve erke yönelik arzusundan kurtulmuĢ olarak, görme ve düĢünme<br />

için yeni olanaklar açabilir. (45)<br />

Ġkinci bölüm Marleau-Ponti‟nin bedeni insan deneyiminin odağına yerleĢtiren<br />

düĢüncesiyle baĢlar. Çokduyulu deneyim fenomenolojisi diyebileceğimiz bir<br />

çözümlemeden sonra (ormanda yürüyüĢ, çay töreni, vb.) duyusal deneyimler; gölge,<br />

sescil içtenlik, sessizlik, zaman ve yalnızlık, koku mekanları, dokunmanın biçimi,<br />

taĢın tadı, kas ve kemik, beden imgeleri, vb. baĢlıklarda örnekleniyor.<br />

Çok güzel bir sözü var: “Tüm duygulandırıcı sanat deneyimlerinin altında bir melankoli<br />

duygusu yatar; bu, güzelliğin maddesel olmayan zamansallığının hüznüdür. Sanat ulaşılamaz bir<br />

ideal ortaya atar: ebedi olana bir anlığına dokunan güzellik ideali.” (67) Yapıt içine girilmez, yer<br />

yer som, ele geçmez bir yoğunluk taĢımalı yazara göre (Ve haklı!) ġöyle bitiriyor bu<br />

görkemli yazısını Juhani Pallasmaa:<br />

“Anımsanası mimarlık deneyimlerinde mekan, madde ve zaman tek bir boyutta, varlığın<br />

bilincimize nüfuz eden temel tözünde kaynaşır. Kendimizi bu mekanla, bu yerle, bu anla özdeştiririz<br />

ve bu boyutlar bizzat varoluşumuzun bileşenlerine dönüşür. Mimarlık kendimiz ile dünya arasında<br />

uzlaşma sanatıdır ve bu aracılık duyular aracılığıyla gerçekleşir.” (88)<br />

***<br />

Kavabata, Yasunari; Kiyoto (1962), Çev. Esat Nermi<br />

Cem Yayınları, Birinci Basım, 1968, İstanbul, 176s.<br />

ġuiçi Kato‟nun Japon Edebiyatı Tarihi‟nde Kavabata‟ya ayrılmıĢ yere göz<br />

attığımda (Boğaziçi Üniversitesi, 2012) biraz düĢkırıklığına uğramadım desem yalan<br />

olur. Dünya çapında Japon yazını yetkesi olduğu belli Kato‟nun yargısı acımasız.<br />

Kavabata‟yı kiĢi (karakter) yaratmakta baĢarısız buluyor ve genelde pek de önemli<br />

bulmuyor. Dikkate değer kitabının ilk romanlarından Karlar Ülkesi (1934) olduğunu<br />

söylüyor. Bunun da nedeni oradaki kadın geyĢanın Kavabata‟nın çizebildiği tek canlı<br />

karakter oluĢu Kato‟ya göre. Bu ilginç yargıdan, Kavabata‟yı üçüncü dilden okumuĢ<br />

biri de olsam, biraz kuĢku duydum açıkçası. Acaba bir uzun anlatıdan (roman)<br />

sözederken kullanacağımız ölçütler ne ve ulusötesi karĢılaĢtırmalı ölçek ne olabilir?<br />

Belki Kato‟yu (tabii böyle düĢünüyorsa) haklı çıkarabilecek Ģey, 20. yüzyıl Japon<br />

çağdaĢlaĢmasıyla (modernizm) ilintili olarak dönembaĢı yazarlarının batıyla gelenek<br />

arasında yaptıkları seçim ve bunun yapıta yansıması olabilir. Doğrusu Kato‟nun<br />

yapıtının tümünü okuyup temel yaklaĢımını görmek isterdim. Japon yazını hakkında<br />

ne biliyoruz ki, ne bilebiliriz ki?<br />

Ben dıĢarlıklı, uzak, yabancı bir okur olarak, Nobel ödülünü ayraç içine<br />

aldığımda, bir 20.yüzyıl Japon yazarından ne umabilirdim ve neyi bulduğumda<br />

benim için anlam taĢırdı? Sorum budur. Çevirilerle karĢılaĢtığım Ģeyin Japon yazını<br />

olduğunu elbette düĢünmüyorum. Burada kötü <strong>okumalarım</strong>ın yığınsallığına karĢın<br />

yine de geliĢtirebildiğimi sandığım okurluk sezgim (belki) yardımcı oluyor bana.<br />

Kavabata‟nın bana bir dünyalı okuru olarak verdiği Ģey, batının uç noktalara<br />

taĢıyıp kahramanlaĢtırdığı bireyler hiç olmadı. Onu okumamın bana getireceği Ģey<br />

hakkında yarım yamalak sezgilerimde yanılmadığımı gördüm. Bu, insanların içinde<br />

belki iki boyutlu görsel figürler olarak desenlendiği günlük iliĢkiler (gündeliğin) epiği<br />

olabilirdi. Bu epik geleneksel Japon giysisinde ve dokumasında ortaya çıkan Ģeydi<br />

ya da bir tür yaĢam canlıcılığı (animizm). Bir Japon okurun beklentisi bence batı<br />

116


çağdaĢlaĢmasından (modernite) ülke yazarından daha da çok etki almıĢ biri olarak<br />

(böyle olduğunu düĢünüyorum açıkçası) batılı yazınsal kipler, göstergeler, değerler<br />

dizgesiyle ilgili olabilir. Buna bir Ģey demem ve benimle de çok ilgisi yok. Peki<br />

bakıĢımı bu nedenle doğucu (oryantalist) olarak mı nitelemeliyim? Ki bu konuda<br />

tiksintim Said‟den aĢağı kalmaz. Ama Japonya 20.yüzyıldan böyle çıkabildi, ne<br />

diyebiliriz?<br />

Kavabata‟nın incelikli bireĢimini (sentez) okumam boyunca gözardı edemedim.<br />

Onun yapıtı birkaç temel izleğin bağdaĢtırılmasıyla ilgiliydi. Anne-kadın, gelenek,<br />

çağdaĢ yaĢam… Bunların bir araya geliĢinden doğan aralıkların iplik iplik<br />

dokunmasından baĢka bir Ģey değil tüm yazdığı. Bir ipekli kumaĢ yüzeyine bakar<br />

gibi okumalıydı onu. Ben de bu ipeği elime aldım ve parmaklarımın arasında tuttum,<br />

okĢadım. BaĢka türlü Kavabata‟dan bir Ģey anlayamazdım.<br />

Kendisi bu yaĢam-yazı tasarında istediğini elde etti mi bilmiyorum, elbette<br />

Nobel ödülü bir gösterge mi, onu da. Kiyoto‟yla noktaladığım okumam boyunca<br />

bende bu duygu uyandı. Kavabata peĢine düĢtüğü soruyu incelikle biçimledi bence.<br />

Çay töreni, ilkyaz, ağaç, bayram, kadın (genç) vb. bu soruya yardım etti. Kato‟nun<br />

dediği gibi porselen fincanın tinini dile getirdi. Batılı tini doğulu kaba doldurdu.<br />

Dünya yazarlığını böyle kotardı kanımca.<br />

*<br />

Kiyoto son romanlarından biri. Bana kalırsa dokumasının artık son ilmiklerini<br />

atıyor ve biz biliyoruz ki aynı Ģeyi amaçlamıĢ tüm yapıtı boyunca. Annesi için kumaĢ<br />

dokumuĢ. Bir arama, suyun kaynağına yöneliĢ ama tutkuyla değil, daha çok merak<br />

ve sızılı bir özlemle. Kadınlığı hakkında karar verilememiĢ, dolayısıyla kadınların<br />

tümünde aranmıĢ bir anne. Her yaĢtan kadınların yüzüne bakıp da anne imgesi<br />

aramanın nasıl bir yazıyla karĢılık bulacağını varın kestirin. Anlara ve o anların<br />

yoğun ve anlaĢılırlıklarını yitirmeyecek denli denetim altına alınmıĢ duygularına<br />

117


kesik kesik, utancın üstesinden gelmiĢ, dinmiĢ bir yarı bilgelikle tanıklık ederek.<br />

Kavabata ya benim bilmediğim, geçmiĢte varolan bir tekniği kullanmıĢ ya da kendisi<br />

bu tekniği geliĢtirmiĢ. Buna kelebek tekniği, uçuĢan ve daldan dala konan<br />

düĢünceler tekniği demiĢ miydim daha önce? Ama Kavabata‟nın yetkin biçimde<br />

kullandığı eski bir Japon anlatı (Ģiir) tekniğinden söz etmiĢtim. Belki evrenindeki her<br />

Ģeyi tek sesli bir perdeye (sahne) taĢıyan (genel anlatıcı sesi ya da tınısı) ama<br />

kiĢilerinin bilincinde dolaĢarak kiĢilerin içlerinde çoksesli tepki kanalları açan<br />

Kavabata gerilimi (zembereği) bu yüzden boĢaltıyor olsa da (sonuç bir tür mırıltı,<br />

tekdüzelik), bunu ve doğacak sonucu kasıtlı oluĢturduğunu ileri sürüyorum. O<br />

gerçekten sapkın uçlarda (örneğin belli belirsiz kanbağlı cinsellik göndermeleri)<br />

dolanan ve kolayca yargılanabilecek içeriğini dilinin kasıtlı gerilimsizliğiyle bu<br />

biçimde, biçemle dengeleyerek bana yeni gelen bir çözüm üretiyor. YaĢamın<br />

ateĢsiz, dingin, barıĢık devrimcisinden ne anlamalıysak aĢağı yukarı ona benzer bir<br />

Ģey. Belki de hiçbir yazar gerçek, sahici bir yıkımla, umutsuzlukla algılanabilirliği,<br />

uysalca kabul edilebilirliği onun gibi bir araya getirememiĢtir. Bir çözümden söz<br />

ediyorum. Bizim örneğin 100 yıllık yazınımız çözümü içeriğe bağlamıĢ, sanattan<br />

ödün vermiĢtir. Özgün, yerel bir içerik dengeleme (biçimleme) çabasına<br />

yeltenmemiĢ, özgün sanatçı da üretememiĢtir bu nedenle. Haklılığı, doğruluğu<br />

tartıĢmıyorum burada. O baĢka… Özgünlüğü biçime, biçeme sığınmakta arayıp<br />

içerik kaçkınlarına da diyecek sözüm yok pek. Sanatçı bu iki dalga arasında dip ya<br />

da doruk deneyimi yaĢar ve arafta yer alır, orada kurabileceği (geçici) denge<br />

yapıtını sağlamlaĢtırabilir. Dilin, anlatının bir ezgisi, gamı (notasyon) var, olmalı.<br />

Bunu birileri dert etmeli. Çarpıcı içerik ya da parlak sunuĢlar değil mesele. Bütün<br />

bunları söylüyorum çünkü sezgilerim Kavabata‟nın bilmem hangi nedenle bu zor iĢi<br />

üstlendiğini ve belli ölçülerde de üstesinden geldiğini söylüyor bana. Elbette burada<br />

kanlı canlı et (beden), kılıç keskinliğinde söz, dramatik etkiler (efekt) olamazdı.<br />

Kiyoto anneyi genç kıza (Çieko), daha önce de olduğu gibi yansıtıp bu genç<br />

kızı da ikizleyerek Kavabata umutsuzluğunu daha da derinleĢtirmektedir. Bütün<br />

kadınlar tek bir kadın ve anne. Üstelik de Kavabata annesini bulabilmiĢ değildir ve<br />

asla bulamayacaktır. Öyle olsaydı romanı biter, yazamazdı. Bu annenin arkasına<br />

Japonya‟nın ne kadar dekoru varsa hemen hemen tümünü yerleĢtirerek sınamasını,<br />

yoklayıĢını sürdürüyor. Bu ya da Ģu görüntünün, kiĢinin önündeki anne… Hangisi<br />

olabilir?<br />

Kato‟ya Ģunu söyleyebilirdim belki. Kavabata için anne bunca olanaksızken, bu<br />

gölgemsilik, solukluk, tinsellik kaçınılmazdı belki de. Onun annesi (arayıĢını<br />

orospuya varıncaya değin sürdürmüĢ olmasına karĢın) biliyoruz ki hiçbir zaman<br />

burada olmadı, olamayacak. Öyleyse diğerleri eninde sonunda birer görüntüden<br />

ibaret kalacaktır. Kavabata da ölene değin odaksız…<br />

Çünkü Çieko ile Naeko (ikiz kızlar) üstüste örtüĢüp birleĢemeyecek ve anne<br />

bilinmeyenden geri gelmeyecek.<br />

***<br />

Gülsoy, Murat; Baba, Oğul ve Kutsal Roman (2012),<br />

Can Yayınları, Birinci Basım, Nisan 2012, İstanbul, 249s.<br />

Ġzlemekten yorulduğum, „yollarımızın çatallandığı‟ bir yazar artık Murat Gülsoy.<br />

Yayınladığı her kitabı uzunca bir süredir (denemeleri de içinde: 602. Gece, 2009)<br />

okuyorum.<br />

Benim anladığım, bu bir ara çalıĢma, bir tür form tutturma, düĢürmeme giriĢimi.<br />

Yazma alıĢkanlıklarını geliĢtirme, pekiĢtirme, geleceğin yapıtına (bir sonraki)<br />

118


hazırlanma amaçlı el (beyin) çalıĢması. Sorun Ģurada ki bir yazar her yazısını okurla<br />

paylaĢacak denli Ģımarık davranmalı mı? Hem, Ģımarıklığın nesi kötü…<br />

Yeteneksizlik ve niteliksizliğin ala ala hey yeri göğü kararttığı bir dünyada bırakalım<br />

da genç bir yazarın kendine bu kadar bir peylemesi (avans) oluversin. Böyle de<br />

düĢünüyorum.<br />

Kutsal romanın (üçlemenin kutsal ruhu) gerçek yaĢamın yerine bağlamı<br />

oluĢturduğu Gülsoy evreninde, beni en çok kaygılandıran Ģeyi baĢtan söyleyeyim.<br />

BuluĢçuluğun ve kurgunun anlatıyı (türü) ele geçirmesi. Bu roman çerçevesinde<br />

kısaca bunu tartıĢmayı deneyeceğim. Burada küçük bir ayraç açarak bir açıklama<br />

yapmam gerek. Böyle dediğim için anlatı onu oluĢturan bileĢenlerinden ayrı,<br />

yukarıda, baĢtan beri varolan, verili bir Tanrısal bağıĢtır, demeye getirmiyorum hiç<br />

de. Kutsal erk (iktidar), saltık bir önsellik yok roman için ve olmadı hiç. Yazı somut<br />

olarak ilerler ve ilerledikçe kendini yazılaĢtırır. BuluĢçuluk, kurgu, biçem (üslup) vb.<br />

belirir ve yazı bunlarla ortalaĢır, gelir, genleĢir. Ama yazı tüm bu nitelikleri yazarken<br />

de siler bir yandan. Yani aslında silmez, aĢar. Yazı (kendi) niteliğine ve bileĢenlerine<br />

aĢkındır. Tabii her yazı için bu yargı geçmez. Ama bir de Ģu örnek var. Yazı bazen<br />

kendi niteliklerinden birini konu (nesne) yapa(bili)r. Yapıtın bütün-imgesi yazının<br />

herhangi bir özelliğine bağlanabilir. Örneğin yapıt kurguyu (bir tekniği) göstermek<br />

için var olur, yani varlıkbilimsel (ontolojik) gerekçesi bu indirgemenin ta kendisi<br />

olarak baĢtan belirlenir. Böyle deneysel çalıĢmalar suyu çıkarılmadıkça çok da etkili<br />

ve yaratıcı bir süreci zorlayabilir. Amenna…<br />

Zaten bir önceki öykü kitabıyla ilgili olarak kimi genellemeler yaptığımı<br />

yazılarımı okuyanlar (Özür dilerim bu bir dil sürçmesidir: okuyanlar mı dedim ben?)<br />

bilecektir. Kimsenin okuduğu, ettiği yok gerçi. (Tamam da, umurumda mı peki?)<br />

Gülsoy‟un anlakçıl(zekice) buluĢçu atakları sanırım bu ülkede „esprileĢtirilmiĢlik‟<br />

tin(sizliği)ini ve iklim(sizliği)ini karĢılıyor. Özellikle belli bir yaĢ kesiminin ona tutkuyla<br />

bağlı olduğu söylenebilir (Atıyorum aslında). Pamuk ve birkaç yazar gibi (örneğin,<br />

Ahmet Ümit, Elif ġafak, vb.) Murat Gülsoy‟un da yazın toplumbilimi (edebiyat<br />

sosyolojisi) konusu, nesnesi yapılmasını ne çok isterdim. Ama ülkemizde kimi<br />

ilgilendirir ki bu türden bir çalıĢma? (Sizi -gidi- sizi ilgilendirir Efendimissss.)<br />

Gollum da nereden çıktı durduk yerde Ģimdi? Ne ucuz etki(lenim)!<br />

BuluĢ (keĢif) kavramını, bu kavramın uzamsal, zamansal bağlantılarını, bilgi,<br />

anlak ve yaratıcılıkla iliĢkisini baĢtan irdelemek gerektiği açık. Toplumun genel algı<br />

ve yorumlama ortalaması buluĢçu, yaratıcı anlağı göreli olarak bir yere koyuyor,<br />

tanımlıyor. Üstelik bu anlaksal olayın yeterli bir içerikle desteklendiği de her zaman<br />

söylenemez. Genelde biçimsel çarpıcı Ģokları anlağın (zekâ) biricik belirtisi<br />

saymada fazla atak, cesur sayılırız. Ama acele etmemeliyiz buna yaratıcı buluş<br />

demeden, kurguyu (roman) bu buluĢa indirgemeden önce. Hem de hiç... Çünkü ucu<br />

genel budalalaşmaya katkı vermeye değin gider. Konuya algı(lama) açısından<br />

baktığımızda mesele daha kolaylaĢmıyor kuĢkusuz. BuluĢ, yeni ve hep başka<br />

görüntü ile görüntü de doyumsuz tüketimle buluĢunca ardarda çarpıcı şey beklentisi<br />

genel üretimin zorunsuz, gerekçesiz olan bölümünü, yani sanatsal eylemi de geri<br />

dönüĢlü olarak biçimlendirmeye koyulur, koyulmuĢtur çoktan. Yazar ilgi çekerek,<br />

ilgiye koĢullanabilir ve böyle de olur yaygın örneklerde. Yazarlığın da bundan kötüsü<br />

olmaz.<br />

Bulduğumuz nedir? Bulduğumuz Ģey bizi ve üzerimizden baĢkalarını nasıl,<br />

niye etkiler? Bu etkinin sürekli kılınmasının bağlamsal (konjonktürel) koĢulları nedir?<br />

Soru çok. Ama yazarın buna verdiği tepkidir önemli olan. Yatırımını neye yapacak<br />

(birey olarak)?<br />

119


Gülsoy yatırımını düĢleme, kurguya, buluĢa yapıyor artan oranlı. Neden böyle<br />

yaptığı açık, kaynaklarıyla ilgili bu... Dayandığı kaynaklar onu bu seçimi yapmaya<br />

zorluyor. Seçimin bağlamı ise postmodernite. Dolayısıyla oyun (!) kuramı. Gerçi<br />

kaynaklarının zorunlu sonucu bu, diyemeyiz. Ama kalın bir bağ ve çizgiden söz<br />

edebiliriz. Romanına koyduğu Ģeyler (kiĢi, yer, söz, olay, vb.) anlamın kıyısından<br />

dönecek biçim ve düzeyde iliĢkilendiriliyor ve okur kesinlik (ve yargı) düĢüncesinden<br />

böylelikle uzak tutuluyor. Çünkü yazarın tam da istemediği Ģey okurun bir açıklama<br />

olanağına kavuĢması, seçebilmesi, yargı üretebilmesi… Okur eĢiğe getiriliyor ve<br />

orada bırakılıyor (Pardon, efendimisss.)<br />

Ne yazık ki bütün bu seçimler nedeniyle yazarın elinde sonsuz olanaklar<br />

yeĢermiyor ama tersine yazar kendini kafeslemiĢ oluyor. Kendini kafesleyen yazar<br />

imgesi oldukça eğlenceli görünse de, aymaz okur için çok Ģey söylemek istemem<br />

ama usu baĢında okur eninde sonunda bunun altında yatan eblehliğe ĢaĢakalır,<br />

kaldıramaz durumu. Nedir bu olanaklar: parodiler (Freud, psikoterapi, düĢ, baba,<br />

cinsellik, ayrıksılık: marjinalite), yanlıĢ (bana göre) yerlemlerde konuĢlanmıĢ (sözde)<br />

ironi(ler), tersinmiĢ toplumsallık (ve onun göstergeleri), hakikatsız hakikat, vb. Ha<br />

unutuyordum az kalsın; yazan eli yazan eli yazan eli yazan… (ġu Gödel,<br />

Escher‟den söz ediyorum.)<br />

Diyeceğim, yazar romanının içinde fink atar, orasından burasından dalıp çıkar,<br />

baĢka metinler (kendi ya da baĢkasının: hypertext) ekler, açık gizli sayısız<br />

göndermelerde bulunulur, romanın içinde romanın kendine göndermeler yapılır, vb.<br />

Çünkü yazarın konusu yazar, Ben‟in konusu Ben, yazının konusu yazı son<br />

noktada… Acaba öyle mi?<br />

Sorumuz Ģu: Murat Gülsoy bütün bunları niçin yapar?<br />

Kendine sadık kalmakla bir ilgisi olabilir mi? Yani benden çıkan bana gelir,<br />

dıĢarıdaki yaĢam Ben‟in ağzından yükselen bir konuĢma balonundan baĢka ne<br />

olabilir, diye mi düĢünür? Asıl sorumuzsa Ģu: Postmodernizmin bir ArĢimed noktası<br />

olabilir mi, tüm göreliliği, değiĢkenliği içerisinde bir Ben bile olsa bu.<br />

Postmodernizmde aranmaz ya yazar kuyusuna düĢmüĢ anlatıcı kuyusuna düĢmüĢ<br />

roman tutarsızlıkta tutarlılık sağlamamalı mı hiç? Çok mu Ģey beklemek olur bu?<br />

Yazar figürü ne denli çeliĢik (Gollum, Olric, vb.) sunulsa da evin dağınıklığını halı<br />

altına süpüren yine de odur. (O‟dur, Efendimissss.)<br />

Romanın bir yerinde Gülsoy, hiç de ĢaĢırtıcı olmadan, günümüz Türkiyesi‟nde<br />

yeni yazından ve onun GDO‟lu niteliğinden söz ettirir (yanılmıyorsam sahte Lo-li-ta<br />

Merve‟ye.) Bu iyi. Genetiğiyle oynanmıĢ roman nasıl olur? Benzetmemizi sürdürelim<br />

o zaman. Tohum üretmeyen tohumdan, şeymiĢ gibi görünüp, iz(lenim) verip<br />

Ģeysizlik çoğaltandan mı söz ediyoruz? Yani romanlığını yadsıyan romandan…<br />

Roman ama yiyip bitirdikten sonra (okuduktan sonra diyemiyorum, dikkat!) kabak<br />

olduğunu anlıyoruz, ağzımızdaki Ģu sası tattan.<br />

Böyle bir nesne karĢısında has okur ne tepki verir söyler misiniz? Sıkılır, hatta<br />

daha ileri de gidebilir efendimissss. (Bu Gollum anlaĢılan Murat Gülsoy kadar<br />

beni de kurtaracak, öyle görünüyor.)<br />

Doğrusu romanımızın ayağı takıldığından beri tökezlemesi sürüyor (neredeyse<br />

30-40 yıldır), baĢaĢağı yuvarlanıyor ve aslında hep beraber bok çukuruna<br />

yolculuğumuz sürdüğünden birimizin ötekine söyleyecek sözü de yok. (Ahmet Ümit<br />

fırtınasına bakın; Sultanı Öldürmek, 2012) Körlerle sağırlar birbirlerini ağırlayıp<br />

gidiyoruz iĢte. En son geldiğimiz yerde, Oyun çıktı karĢımıza. Lütfen bir kez daha<br />

dikkat, bu oyun yaĢamın yaratıcı özü olan hakiki oyunu tersinlemek, yıkmak için<br />

„zuhur‟ etti. Oyun, oyunu kırmaya, biçmeye geldi ki oyun dediğimizin sahicesi<br />

aslında son tutamağımızdır. Unutma. (…yınıssss Efendimissss.)<br />

120


Bu kısır çölde belleğimi kurcaladığımda allahaĢkına kaç yazar ve yapıt geliyor<br />

usuma. Tahsin Yücel (Yalan, 2002), Ġrfan Yalçın (Yorgun Sevda, 2009), Ayfer Tunç<br />

(Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi, 2009)…BaĢka?<br />

Zorlanıyorum.<br />

*<br />

Murat Gülsoy‟dan geçip romana gelirsek, söyleyebileceğim ek bir iki Ģey daha<br />

olacak.<br />

Kendi çizgisinde bir düzey düĢüklüğünün de kanıtı olan Baba, Oğul, Kutsal<br />

Roman önceki yapıt(lar)ın sıradan bir yinelenmesinden ibaretmiĢ gibi göründü<br />

bana. BuluĢçuluk, alaycılık (sarkastizm), yazar sözkonusu olduğunda yeni bir Ģey<br />

olmadığı gibi roman için yeterli de olmayabilir, yukarıda değinmeye çalıĢtım.<br />

Göndermelerin kendileri değil ama bu kaynaklara gönderme furyası ve<br />

biçimleri artık iyiden ayağa düĢtü. Gönderme yapmanın da (Çehov‟dan baĢlayarak<br />

Borges, Nabokov, Tanpınar, Atay ve daha kimler, Escher, hatta ve belki özellikle<br />

Murakami Haruki, vb.) bir eĢik düzeyi olmalı bana kalırsa, değiĢik bakıĢ açıları<br />

içinde. Kendine güvenen biri gönderme yapmaktan korkmaz diyebiliriz ama okurun<br />

bir yapboz ya da seçmeci (eklektik) bir yapı ve oyun duygusundan daha çoğuna<br />

gereksinim duyduğuna inanırım, üstelik yalnızca inanmam da. Yaratıcı anlağa<br />

(zekâ) o denli de çok güvenmeyelim, biraz sakınımlı olalım derim ben yine de.<br />

Derin okurluğum yüzeysel okurluğumun kolayca es geçebileceği bir Murakami<br />

esini sezinledi desem belki ileri gitmiĢ olacağım. Bu ilintiyi birçok konuda kurabiliriz.<br />

DüĢlemin kurgusal iĢlevinden tutun da geliĢmiĢ, doyurucu konuĢma (diyalog)<br />

tekniklerine değin… Ama Murakami hakkında yazarken de iĢaret ettiğim sinsice<br />

yaygınlaĢan bir bireĢimden (sentez), orta(lama) çözümden söz etmenin tam sırası<br />

yine. Bu ortalama çözüm (ki sanat sözkonusu ise bağıĢlanamaz) bence günümüzün<br />

devasa kültür endüstrisinin bir dayatması, yazarları baskılamasının ürünü. Yazar<br />

çoksatar (bestseller) yazarı olmakla estetikten ödünsüz yazar olmak arasında<br />

çarmıhta. Bulunan çözüm ise (Auster, Murakami, Pamuk, vb.) düĢlemsel ve parçalı<br />

(fragmantal) içeriği sonuna değin yalınlaĢtırılmıĢ dille dengelemek. Okuru dille<br />

tavlayıp, içerikle ĢaĢırtarak ve sürükleyerek (parçaları bir araya binbir güçlükle<br />

getiren okur ortaya bir resim çıkmadığını görüyor ve sonuçta o da resimden<br />

vazgeçip gerece, yani çerçeve, tuval, boya, boyut, ayrıntı figür, vb.‟ye iliĢtiriyor kendi<br />

okurluk yazgısını ve happy end) bir gelecek tasarından, yapabilirlikten, dünyalı bir<br />

amaca bağlanabilirlikten uzaklaĢtırma iĢi gerçekleĢtirilmiĢ oluyor. KiĢisel niyetten<br />

söz etmiyorum burada elbette. Yazar kiĢi olarak hep baĢka biridir ve beni bir yere<br />

değin ilgilendirir. Bu yeni bireĢimi ve bunun kolaycı (aynı zamanda sinsi) biçimini<br />

çok sakıncalı buluyor ve buna karĢı çıkıyorum (protesto ediyorum) bir okur olarak.<br />

GDO‟lu roman ya da öykülerle kıĢkırtılmıĢ bir GDO‟lu okur olmak en son<br />

isteyeceğim Ģey. SalaklaĢtırılmaya direnmek istiyorum. Ama yaygın örnek yazık ki<br />

budur.<br />

Benim burada Ģöyle genelleĢtirilmiĢ bir sorum olabilir:<br />

Bu GDO‟lu anlatıların anlatı tekniğine (anlatıcının konumu, zaman ve uzam<br />

içindeki yerleĢimi, seslenimi, vb.) ortak (ve sıkıcı) bir yansıma biçimi (tarz) olabilir<br />

mi? Yapıtların alt ve üst anlatıcıları belli bir biçime (konuma) zorlanıyor, bu nedenle<br />

seçeneksiz kaldıkları oluyor mu?<br />

Yavanlık izlenimi ve duygumdan kaynaklanıyor bu soru.<br />

***<br />

121


Carroll, Lewis; Alice Harikalar Ülkesinde (1865), Res. John Tenniel,<br />

Çev. Tomris Uyar<br />

Kök Yayınları, Birinci Basım, 1969, İstanbul, 124s.<br />

Elbette bu büyüleyici yapıta beni yeniden sürükleyen Ģey Tomris Uyar‟la bir<br />

kez daha buluĢmaktır. Alis‟i çevirmeni Tomris Uyar‟sız düĢünemiyorum ve bu kitapla<br />

onu bir araya getiren Ģeyin eĢsiz çevirinin ötesine taĢtığı düĢüncesindeyim.<br />

Carroll anlatısının giriĢinde, Alice‟e Ģunu söyletiyor: “Peki ama resimsiz ya da<br />

konuşmasız bir kitap neye yarar ki?”. (9) Kitabı dönemin ünlü karikatüristlerinden John<br />

Tenniel resimlemiĢ. KonuĢmalara ise bence diyecek yok, hele Alice‟in çarpıcı<br />

uslamlamaları. Yanıtını bilemedikten sonra, kediler yarasa yer mi, diye sormakla,<br />

yarasalar kedi yer mi, diye sormak arasında gerçekten bir ayrım yok. (12)<br />

Kendimi birkaç gün bir düĢlemin içine bıraktım ve anlatının gücünün,<br />

büyüsünün nereden geldiğini anlamaya çalıĢtım. Bunu 100-150 yıl sonra benim<br />

anlamamı kimse beklemesin, tanıma gelmezliğini, buna direncini yerinden edecek<br />

değilim ama okur sezgim bana Ģunu fısıldadı. Bu bir kitap (anlatı) değil bir oyundu.<br />

Çocuklarla gündelik bir yaĢam çözümüydü. Lewis Carroll (büyük matematikçinin<br />

kendine taktığı ad) çocuklara katılıyor, bir oyun oynuyor: Adı Alis olan oyunu. Bu<br />

yapıtın büyüsü de iĢte o günden bugüne dünyayı kasıp kavurmuĢ düĢlemsel<br />

(fantastik) yazının tuhaf, çeliĢik de olsa nedenselci (deterministik) kurgusallığına<br />

ters, karĢı olan kurgu-yıkıcı, özgürlükçü, saymacalı niteliğinden geliyor. Çocuklar bir<br />

an içinde bir dünya kurgulayabilir, varsayabilir ve hemen arkasından bunu<br />

yıkabilirler. Carroll‟un yaptığı da tam anlamıyla bu. O zorunsuzluğun yasasına<br />

sığınıyor buna izin veren biricik alanda, yani oyunun oynandığı sokakta.<br />

Neden bunu yaptı (yapıyor)?<br />

Bence (Bana gelince, Ben kimim, Ģimdi, Ģu anda kurulan, az sonra yıkılacak<br />

olan Ģu Ben?) matematiğin kusursuzluğunu ve saltık zorunluluğunu dengelemek;<br />

yaĢamı ve onun kaçınılmaz aritmetik dizisini, olmadık yerinden delip de bir baĢka<br />

sürgüne, baĢka birine yer açmak için; bu (aritmetik) dizinin insanı çıkaracağı bir yer,<br />

sonuç olmadığını, evrenin kökünün anlaĢılmadan kalacağını bilerek umutsuz da<br />

olsa yine yola çıkmak için ve yapabileceği en iyi çıkıĢın aynı zamanda sahibi olmak<br />

için... Nedir bu çıkıĢ biliyor musunuz, eğer kabul ederlerse çocukların oyununa<br />

katılmak. BaĢkaca da bir umudumuz yoktur ve oyunlarına katılabilmeniz için<br />

çocukların size güvenmesi gerekir, hem de gözü kapalı.<br />

ġenbilimin karĢılığı Ģenyazıdır bu. Bir yere götürmeyen ama her yere ve Ģeye<br />

götüren bir yazı. Herkes ona baĢvurabilir, yararlanabilir, sebil gibidir. Çünkü bir mülk<br />

(malvarlığı) değildir. Tüm yazı(n)sal gücü mülksüzlüğünden gelir. Carroll dünyaya<br />

bir Ģaka yapmıĢ, herkese seslenmiĢ, kimse Ģakanın arkasına (anlamına) bakmamıĢ,<br />

122


una gerek duymamıĢ, verilenle, oyunun geçiciliğe yargılı kurallarıyla yetinmeyi<br />

görev saymıĢ… Hayır, ciddiye almayın, bir oyun bu sonuçta… Önemli olan Ģu mu?<br />

Her oyun rastlantısal yaratıcısından kopar, alır baĢını gider. Oyun herkesi eĢitler<br />

birbirine. Kitabının peĢinden koĢan yazar yeterince komik, hadi daha ileri gidelim,<br />

ironik biri mi?<br />

YaĢayan yaĢamayan yediden yetmiĢe milyonlar ve milyonlarca insan okuduk<br />

bu kitabı. Etkilendik, onda ne bulduğumuzu anlatamadık, bir türlü dile getiremedik<br />

ama. Birçok çözümleme yöntemi, imgeler, simgeler, alegoriler devreye girmiĢ<br />

olmalı. Ama hiçbiri sökmedi yanlıĢ bilmiyorsam. Yine de hemen her çevre onu<br />

çalıĢmasına kattı, katmadan bitmiĢ olmadı hiçbir çalıĢma.<br />

Bu düĢlem, özgürlüğe derin inançla ilgili olabilir mi? Hem istemek hem de<br />

istememekle, cesaret ve korku arasındaki gelgitli o belirsizlikle, oyunda kalmakla<br />

(haz) çıkmak (akıl) arasındaki inanılmaz kolaylık (ciddiyet) ve sorumsuzlukla<br />

(yükümlülük) mı ilgili tüm bunlar?<br />

Sonsuzu kavrayan bir anlatım aracı olarak matematiğin gündelik<br />

yaĢamlarımıza aykırı düĢebilen mantığı, belki de nedensiz (gerekçesiz) görünen<br />

oyunun da mantığıdır. Çünkü besleyici olduğu fazladan kanıt gerektirmeyen oyun<br />

(çocukların oyunu) mantık dıĢıdır diyemeyiz kolayından, yalnızca mantığının<br />

yetiĢkinler dünyasının mantığından farklı olduğunu ileri sürebiliriz en çoğu. BoĢuna<br />

düĢ görmüyoruz, çünkü yetiĢkin usumuzun arada bir su alması kendimizi derleyip<br />

toparlamamızı sağlıyor olmalı:<br />

“ „Cheshire Pisisi,‟ diye söze başladı Alice; çekinerek konuşuyordu, çünkü onun bu addan<br />

hoşlanıp hoşlanmayacağını kestirememişti: pisinin yüzü daha bir aydınlandı. „Tamam, hoşuna gitti<br />

galiba,‟ diye düşündü Alice ve sözünü tamamladı. „Lütfen söyler misin bana, buradan ne yana<br />

gidebilirim?‟<br />

„Bu gitmek istediğin yere bağlı,‟ dedi Kedi.<br />

„Neresi olursa olsun, önemi yok,‟ dedi Alice.<br />

„O zaman ne yana gitsen olur,‟ dedi Kedi.<br />

123


Alice, sözünü açıklamak amacıyla, „Yeter ki bir yere varayım,‟ diye ekledi.” (62)<br />

*<br />

Bu 19.yüzyıl klasiğine birkaç değiĢik noktadan daha bakıp geçeceğim. Birisi,<br />

Ġngiliz ironi geleneği içinde bir sıçramayı imleyip imlemediği yapıtın… KuĢkusuz<br />

bunu görebilecek yeterlilikte değilim. Alice anlatısı insanda; karar, duygu,<br />

serinkanlılık, saçmanın savunusu, algının doğruyu gözden kaçıracak kerte<br />

göreliliğine vurgu yapma vb. açısından, üstelik tüm bunları aynı yerde ve zamanda<br />

buluĢturarak geleneği sıçrattığı düĢüncesi oluĢturuyor. Alice‟ın uslamlamasında<br />

gerçekten safça, bir o denli kabul edilemez ama son derece yalın ve gerçekçi<br />

(hakiki mi demeliydim?) bir boyut var. Saçma gelse de Alice‟in varlığı, öndeliği<br />

kendini gösteriyor hep. Bu özgüven, baĢtan verili olmak, bir baĢvuru (referans) iĢlevi<br />

görüyor. DönüĢen (Ģey) Alice gibi görünse de Alice‟in algısına giren dünya biçimden<br />

biçime giriyor aslında. Bu durum canlı, değiĢken, ĢaĢırtıcı, düĢsel bir dışarısı<br />

yaratıyor. Alice‟in son çözümde kendinden çıkıĢlı karar ve eylemi bu çokyüzlü,<br />

devingen dünyada yankılana kırıla bir aynalı dürbün (kaleydoskop) deneyimi<br />

yaĢatıyor okura.<br />

Bir diğer konu da Ģu… Tarihsel-kurumsal içeriklerin eften püftenliği konusunda<br />

çok keskin bir yergisi var bu minik baĢyapıtın. Orunlar (statü), görevler, yetkiler vb.<br />

orada kurmaca etkilerini sürdürekoyarken tüm bunların yalancı gücü (yalancı ama<br />

etkisiz değil) eksiksiz ortaya çıkıyor. ġunu anlıyoruz ki kralın gücü uyruktan<br />

kaynaklanıyor. Uyruk varoldukça kral var ve krallaĢır. Saçmanın bu ikili buluĢmalara<br />

bir yerinden dalıĢı tüm dizgeyi puff diye çökertebilir. Gerçek aslında krala rağmen<br />

gerçektir, gerçek oluĢunu sürdürür. Oysa herkes (devrimciler bir yana) tersini<br />

düĢünür. Ġroni, bir yere, bu yere tutunmuĢluk olarak, geri kalanı oradan kurma<br />

giriĢimi olarak yıkıcıdır bu nedenle. Alice‟in yıkıcılığı da buradan gelir. Ġroninin ironisi<br />

bu kitabı Ġngiltere kraliçesinin okuyup beğenmesi olabilirdi (Bu da oldu, böylelikle de<br />

eksi artıyı gidermiĢ oldu belki de.)<br />

Geldiğimiz yerde tersimiz döndü elbette. Ayaklar baĢ oldu, ama neĢemizden<br />

de bir Ģey eksilmedi. Hepimiz selle ya da rüzgârla birbirimize dolanı dolanıverdik,<br />

karıĢtık gitti. Ötekinin kolu görünen benim bacağım olmasın? Eh, hepimiz burada<br />

kördüğüm olduğumuza göre, hepimizin bu kitaba söyleyecek bir Ģeyi, hepimizin bu<br />

kitaptan söyleyecek bir Ģeyi, ama eninde sonunda Alice gibi dersek kısaca,<br />

söyleyecek bir Ģeyimiz var iĢte. Ġyi ya da kötü… Tezim bu: herkesin baĢvurduğu yer<br />

olmak (referans olmak) olsa olsa bu olmalı. Herkes Alice‟de ne istiyorsa tam onu<br />

bulabilir. Kediler krallara bakabilir ya da tersi. Ya da tersi… İsret ad ay. Dürbünü<br />

sallayın Ģöyle bir, göreceksiniz dürbünün gözünü dikmiĢ içinize nasıl da merakla<br />

baktığını, içinizi rengârenk kamaĢtırdığını, hoplatıp durduğunu… Denizi çok da<br />

çalkalamayın, dikkat! Midemiz bulanabilir.<br />

Aradan uzun bir süre (birkaç ay) geçtikten sonra alttaki eki kaçınılmaz<br />

buluyorum:<br />

Alice‟in büyüleyici etkisi aĢk üzerine yazılmıĢ en güzel anlatılardan biri<br />

olmasından kaynaklanıyor olmasın? Dünyayı yerinden, aĢktan baĢka ne oynatır.<br />

Elbette oynayan, koĢutlu (paralel) evrenler değil, tersine, uyumsuz, ayrık, çatı(Ģı)k,<br />

baĢka… Anlıyorum ki, aĢk öyküsüydü okuduğum. Alice ise aĢka aracılık, kılavuzluk<br />

ediyor.<br />

***<br />

Yıldız, Bekir; Reşo Ağa (1968),<br />

May Yayınları, Birinci Basım, 1968, İstanbul, 105s.<br />

124


Reşo Ağa‟yla baĢlayan bir Bekir Yıldız okuması. Yazarın geçmiĢten bildiğim,<br />

getirdiğim birkaç kitabından biri de zaten Reşo Ağa‟ydı. Ġlk yayınlandığında,<br />

olasılıkla 68‟de almıĢ ve okumuĢtum. Çarpıcıydı, ilkti. Oysa köy romanlarının ve<br />

gerçeğinin doruk yaptığı ve benim de habire okuduğum bir dönemdi bu Güneydoğu<br />

Anadolu tanığı anlatıları: Apaydın‟lar, Baykurt‟lar, Kemal‟ler, Makal‟lar, vb. Ama<br />

hiçbirinde olmayan yeni bir ses; (feodaliteyi ve onun birey bireye iliĢki biçimini konu<br />

yaparak) töreyi, Ģiddeti ve belli bir bölgenin kırsal dehĢetini tüm acımasızlığı ve<br />

çıplaklığıyla, bir gazeteci ya da röportaj anlatımıyla dosdoğru ve yalın, yerel dili de<br />

(Urfa ağzı) yansılayarak getirdi, bomba gibi koydu önümüze... Öncüydü, arkası geldi<br />

elbette (ġahin, vb.).<br />

Beni bugün okuduğumda ĢaĢırtan ve azıcık da irkilten Ģey gerçekten yazınsal<br />

ilkellik ve buna karĢılık kadın meselesine yaklaĢımdaki duyarlık düzeyi. Gerçi Bekir<br />

Yıldız genç yaĢında Almanya‟ya çalıĢmak için gitmiĢ ve iki yaĢamı karĢılaĢtırabilmiĢ<br />

biri. Ġlk kitabı da Almanya‟yla ilgili (Ben okuma sırasını ĢaĢırdım.) Toplumu, kendi<br />

coğrafyasında gözden kaçırılmıĢ bu Ģiddetle karĢı karĢıya getirerek çarpmayı (Ģoke<br />

etmek) kasıtla öngören Yıldız, bunun etkileri ve sarsıntılarından elbette kalan yazı<br />

ömründe yararlandı. Ama namus çizgisine bağlı kaldığını, kente gelen kadınla<br />

erkeğin aile içi yalanına varıncaya değin dürüstlükle burnunu mahreme bile<br />

soktuğunu ve de iyi yaptığını biliyorum. Anneyle eĢ arasında anneden yana kendini<br />

bile boylu boyunca koydu yazının ortasına, cesaretle. Demek, daha ReĢo Ağa‟da<br />

ipucu varmıĢ Halkalı Köle‟nin, Aile SavaĢları‟nın…<br />

Onun hakkında okumam ilerledikçe daha uzun yazacağımı sanıyorum. ġimdilik<br />

bu yeter.<br />

Rastlantı mı diyeyim, Berfin Bahar Dergisi son sayısında Bekir Yıldız‟a özel<br />

bölüm ayırmıĢ, alsam iyi olacak…<br />

***<br />

Koçak, Orhan; Kopuk Zincir (2012),<br />

Metis Yayınları, Birinci Basım, Nisan 2012, İstanbul, 281s.<br />

Yıldızımın barıĢmadığı yazarlarımızdan biri de üzülerek belirtmeliyim ki Orhan<br />

Koçak. Daha önce bir kitabını okudum mu anımsamıyorum. Ama Virgül‟den<br />

tanıyorum az çok. Virgül‟ün genel çizgisiyle de örtüĢen Koçak, bu çizgiden ötürü<br />

tüm eleĢtirel birikimi, Türkiye ölçütlerini aĢan donanımına karĢın benden geçiĢ onayı<br />

alamamıĢtı (Hayır, bunun benimle, kendimi beğenmiĢliğimle ilgisi yok.) ġimdi bu<br />

eski yazılarını derleyip güncellediği kitabı kendimce haklı olduğumu gösterdi bana.<br />

Beni sinirlendiren yanı buralı, bu kökten değilmiĢ, köke bir sorumululuğu yokmuĢ,<br />

tersine köke karĢı ya da dıĢından yazılabilirmiĢ gibi izlenim veren havası. Tamam,<br />

çoğumuz Batının Ģu ya da bu kaynaklarından besleniyoruz, aslında 100 yılı aĢkın<br />

yazınımız (köylüsü, kentlisi ile) için de bu rahatlıkla ileri sürülebilir. Sorun tek tük<br />

eski yazarlarımızın sahiplendiği ve özgünlüğüne (!) sığındıkları kimi yerel (Türkiye)<br />

bağlamların sonraları Küçükömer vb. ile doruk yapıp 80‟lerden sonra yeni-islamcı<br />

(ne denli yeni?) çağcıllık ardı (post-modernist) bir omurgasız çöl ya da bataklık<br />

bağlamına dönüĢmesinde. Ancak ve ancak bu sözde aydın (entelekt) giriĢim (Ama<br />

ne giriĢim!) geçerlilik ve konum edinebildi. Hiçkimse saltık erke vuran bu koronun<br />

kıçlarından „made in erk‟ damgasına bakmadı bile. KuĢkusuz okuyan bilmeli ki bu<br />

bir genellemedir ve Ayfer Tunç‟u, Orhan Koçak‟ı, Orhan Pamuk‟u buna rağmen<br />

(özellikle) okurum.<br />

125


Batıda yetkin örneklerinin uzun zamandır bulunduğu kuramsal çerçevelere<br />

bağlı (Koçak için bu özellikle tinçözüm ve bunun çağdaĢ yorum/uygulamaları,<br />

ağırlıklı felsefe) yazınsal çözümlemenin ülkemizdeki yetkin temsilcilerinden birini<br />

oluĢturduğunu söylemiĢtim zaten. Ben seçtiğim kimi yazılarını okudum öncelikle ve<br />

bu yazıların ve nesnelerinin (Ahmet Oktay, Nazım Hikmet, Oktay Rıfat, Melih<br />

Cevdet Anday, Haydar Ergülen, Ġzzet YaĢar, vb.) çözümlenmelerine, üretilen<br />

yargılara ve bu yargıların kuramsal altlığına, yargıların ilintilendiriliĢ ve<br />

gerekçelendiriliĢlerine, örneklendirme yapı ve yaklaĢımına değil de (Çünkü Orhan<br />

Koçak‟ın yazısı, eĢdeğer baĢka kuramsal açıları, bakıĢları da olanaklı kılan<br />

pervasızlıkta, bu da yazarın yazılarını kendiliğinden bir yere değin geçersizleĢtiriyor<br />

baĢtan) arkada duran Orhan Koçak duruĢ ve kaynaklarına takılıkaldım. Oradan<br />

baĢlayan bir kusur yazıların derinliğini ve bilimselliğini yeterince zedeliyor ve (yine<br />

bence) yazık oluyor. Elbette herkesin benim gibi düĢünmesi gerekmiyor. Üstelik<br />

yazın eleĢtirimizin duygusallıktan kurtarılmasının (Koçak gibi bir iki ender bulunur<br />

eleĢtiri sayesinde) nasıl da ivedi ve önemli olduğunu yıllardır düĢünen biriyim. Yeter<br />

artık bu düzeysizlik! EleĢtiriyi de yapıt denli ve gibi görmek, gösterebilmek gerekir.<br />

Koçak, benim gibi düĢünen ama sığ sularda yüzen bu tür duygusal sözde eleĢtirici,<br />

çözümleyicilerden tartıĢmasız daha üstün ve değerlidir. DüĢünmek, eleĢtirmek<br />

yaratıcı bir emek sürecidir kimsenin kuĢkusu olmasın. Mehmet Yalçın‟ı tam burada<br />

anımsatmak isterim herkese.<br />

Ben eleĢtirimizden Ģunu bekliyorum. Uluslararası bir donanım ve yetkinlik,<br />

karĢılaĢtırmalı olarak ulusal yazına egemenlik, tarihsel-toplumsal kavrayıĢ ve tüm<br />

bir yaratıcı birikime nereden ve nasıl olursa olsun sahiplik bilinci, gururu.<br />

ġiirin sorunu nasıl dilse, eleĢtirinin de sorunu önce(likle) dildir. Dilini gevĢek<br />

tutan kuramı nesnesine yediremez. Yama gibi kalabilir.<br />

Bir de Koçak‟ın yapı/anlam iliĢkisine daha yakınlaĢmasını isterdim. Sanki genel<br />

okumasından ilk elde ürettiği yargısını çözümlemesi boyunca doğrulamaya<br />

çalıĢıyor, yapıttan yola çıkmıyor gibi. Belki de yanılıyorum.<br />

Bir de Ģairle Ģiir arasındaki geçiĢleri yeterli dolayımdan yoksun geldi bana. Ya<br />

atlıyor, kısa devre yapıyor ya da…<br />

Unutmadan, Koçak‟ın ya da benzerlerini heveslendiren, ötesine zorlayan bir<br />

ortam, gereksinim mi var da… Densizce yazabiliyorum böyle? Burası çöl.<br />

Diyeceğim budur.<br />

***<br />

Ümit, Ahmet; Sultanı Öldürmek (2012)<br />

Everest Yayınları, Birinci Basım, Nisan 2012, İstanbul, 517s., Büyük boy.<br />

Aşk Köpekliktir (2004) ve Ninatta‟nın Bileziği’nden (2006) sonra bu üçüncü<br />

Ahmet Ümit okumam. Mahalle baskısını üzerimde duyumsamasam okuyacağım<br />

yoktu gerçekte. Ama herkes onun hakkında ne düĢündüğümü soruyor. Hiç değilse<br />

son kitabını (genelde en son kitap en iyisi değildir ama yazarın ustalığı bir sonraki<br />

en kötü yapıtında bile kanıtlamalı kendisini) okuyayım bari, dedim. Yetmez,<br />

biliyorum. Özellikle kadınların, gençlerin kitaplarına bayılmasını ve coĢkuyla<br />

önermelerini ben birçok yazı(n)dıĢı etkene bağlayabilir, açıklayabilirim. Üstelik<br />

Ahmet Ümit sözkonusu olduğunda çok da yanlıĢ olmayabilir bu. Kadınların soru(n)<br />

dıĢı, (estetik) kaygısız yapıta düĢkünlüklerinin bir toplumbilimi olmalı, hatta<br />

toplumsal tinbilimi. Ama kafa ütülemek istemiyorum Ģimdi.<br />

Sonuçta Ümit beni yanıltmadı ondan beklentilerimde. Belli bir yazı niteliği yok<br />

mu yapıtın? Tersine, var. Yazı ustalığı, özellikle okurun burnuna halkayı takabilme<br />

126


yetisi (yazı çerçeveleri içerisinde, yanlıĢ anlaĢılmasın) iyice geliĢtirilmiĢ, hani<br />

neredeyse teknikleĢmiĢ diyeceğim. Benim sorum Ģu Ahmet Ümit‟e ve benzer<br />

yazarlara (Onları ciddiye alıyorum demek bir yandan bu): Derdiniz ne?<br />

Burada hakkını teslim etmem doğru olur. KiĢi olarak, savunduğu alan olarak,<br />

insancıl yaklaĢımları açısından yanında yer alabileceğim biri. Ama böylesi<br />

durumlarda (hele de çok toz kalkarken) yazıya sıkı sıkıya bağlanmaktan ötesi<br />

gelmez elimden. Özellikle toz indikten sonra kalana bakma eğilimi güçlenir içimde.<br />

Sultanı Öldürmek, polisiye türü içinde, tarihsel roman baĢlığı altında, roman<br />

açısından vb. tartıĢılabilir. Yazar tarih meselesine, anlattığı dönem ve çocuk ya da<br />

baba katilliği açısından ciddi bir kaynak taraması yaparak giriyor (Arkadaki<br />

kaynakçadan belli). Eğreti kalan Ģu: etik, tarih, psiko(analiz) ve polisiye arasında bir<br />

Ģeyler ötekini tutmuyor, bir zorlanmıĢlık (havada ne kokusu var? Kar değil sanki.)<br />

iyiden okuru bunaltıyor. Tarihi kurtarayım derken türün (polisiye) tekniği güme<br />

gidiyor (Gitmemeli mi, bu ayrı), tinbilimi derken roman sağaltım (terapi) oturumlarına<br />

dönüĢüyor, gerilimi sürekli kılmak için uzatmalar oynanıyor, gereksiz insanlar ve<br />

davranıĢlarla doluyor kitap ve içanlatı (anlatıcı odaklanmasında yazar düzenekleri;<br />

yani anlatıcının konumu ve karĢı-kahraman niteliği, vb.) kendi cinayetini soruĢturan<br />

insan için belki de uygun düĢmeyen bir teknik olarak gevezeliğe boğazına değin<br />

batıyor. Genellikle polisiye okuru (ustalaĢmıĢ okur) türden kurallarına uyma bekler.<br />

Ahmet Ümit‟in polisiyeyi tür olarak aĢma çabasına saygı duyuyorum ama uzun<br />

anlatısı bu kez arada kalıyor, hiçbir niteliğini kendi ve tam olarak taĢıyamıyor.<br />

SoruĢturan polisler konuk sanatçılara benziyor, anlatıcı kendi kurmaca cinayetinin<br />

peĢinde kuyruğunun dolayında fırdönen kedi ya da köpek gibi iĢi teknik meseleye<br />

(sürükleyicilik) taĢıyor, tarihse bence inandırıcılıktan yoksun, içler acısı bir taban<br />

döĢemesinden öteye geçemiyor. DüĢünülmesi yazarımız açısından bir cesaret<br />

sayılabilse de tarihi güncel bir cinayet araĢtırmasının nesnesi, konusu kılmak<br />

gerçekten ustalık ötesinde bir yaratıcılık gerektirir. Ahmet Ümit‟in denemesinde<br />

sorun yok. Ama piyasa çok fazla belirliyor kitabı içeriden ve dıĢarıdan. ĠĢte benim<br />

karĢı çıkıĢım buna. Ġncir çekirdeği doldurmayacak bir izlek (Osmanlı‟da aile içi erk<br />

kavgası ve hukuğu) günümüz insanı ya da okurunun bilincini darmadağın ederek<br />

kendi bağlamı içerisinden ve beylik kalıplar üzerinden gündeme alınıyor. Okur ayılıp<br />

bayılmasının da nedeni bu. Soylu (!) geçmiĢimizin dramatik (!) kurgularından birinin<br />

en azından tanıklığını yaparak bir tür arınma (katharsis)… Bir yazar tarihi bu kadar<br />

ucuzlatmamalı (her ne kadar kurgu özgür olsa da).<br />

Çok uzatmadan Ahmet Ümit‟in Dostoyevski gönderimlerine değinmek isterim.<br />

Bu arada Freud‟a tabii… Roman boyunca gölge ya da öteki izleği neredeyse<br />

Dostoyevski tekniğine birebir bağlı kalınarak aktarılıyor. Belki çokseslilik (Bakhtin)<br />

amaçlanıyor, öteki ben, baba, anne, vb. karĢı içseslerle. Ama dediğim gibi bu<br />

anlatım tekniğiyle ilgili arayıĢlar genel(içeriğ)in basitliğiyle güme gidiyor. Yazar hangi<br />

yazı(n)sal özelliği vurgulasa yapıt bütünlüğünden yitireceğinden, ikilemini herĢeyi<br />

yarım bırakarak çözüyor, aslında çözemiyor. BirĢeyler, yapıtın bütün öğeleri ortada<br />

bir yerlerde buluĢamadan kalıyor. Polisiyenin yapay çevrimi bile kurtarmaya<br />

yetmiyor bu dağınıklığı. ĠĢte günümüzün parçabölük yaĢantılı, böylesi kurgulara<br />

yatkın ve koĢullu, beklentili okuru da tam bundan hoĢlanıyor. Tarih metadır, cinayet<br />

metadır, tinbilimi metadır, tür metadır, roman metadır, yaĢam(ımız) metadır.<br />

Bana kalırsa Ahmet Ümit, türü (ille polisiye yazacaksa) günümüz gerçek (?)<br />

dünyasının gündelik sorunlarının üzerine oturtmalı. Bu sorunlar zamana ve uzama<br />

karĢı üst düzeyde duyarlılık taĢımalı, roman bir açık yapı(t) olarak orada, öyle<br />

tasarlanmalı. Okur soruĢturmanın hem öznesi, hem nesnesi olarak görebilmeli<br />

kendini.<br />

127


Yukarıda kısa yorum yalnızca Sultanı Öldürmek‟le bağlıdır, içimde istek<br />

uyandırsaydı belki önceki yapıtlarına dönmek isterdim ve yanıldığımı görmek…<br />

***<br />

Rahimi, Atıq; Sabır Taşı (2008), Çev. Volkan Yalçıntoklu<br />

Can Yayınları, Birinci Basım, Nisan 2010, İstanbul, 103s.<br />

*<br />

Rahimi, Atıq; Kahrolsun Dostoyevski (2011), Çev. Ebru Erbaş<br />

Can Yayınları, Birinci Basım, Haziran 2012, İstanbul, 221s.<br />

1962 Afganistan Kabil doğumlu yazar Sovyet iĢgalini izleyen yıllarda Pakistan<br />

üzerinden Fransa‟ya geçip Sorbonne‟da sanırım sinema üzerine eğitim görüyor.<br />

Yayınlanan ilk romanını (Yer ve Küller, 2000) filme çekiyor ve arkasından 2008‟de<br />

ona Goncourt ödülü getiren Sabır Taşı‟nı yayınlıyor. Daha sonra üçüncü çalıĢması<br />

Kahrolsun Dostoyevski, Ģimdilik son romanı da (yine yanılmıyorsam). Bu romanlar<br />

sıcağı sıcağına Fransızca‟dan (olmalı) Türkçe‟ye de çevrildi. Özgün dil Fransızca<br />

olabilir ayrıca.<br />

Afganistan cehennemi bağıĢlatıyor olsa da genellikle Batıya kapılanmıĢ,<br />

Batının ilgisini toplamayı becermiĢ (Bkz. Dünya Edebiyatı Cumhuriyeti, Pascal<br />

Casanova) Doğulu yazarlara çok sıcak bakamıyorum. Oysa tersini düĢünmeli, bu<br />

insanların iki kat fazla çaba harcadıklarını, ağır bedel ödediklerini görebilmeliyim.<br />

Rahimi kendi ülkesinde belki yazamayacaktı çünkü sağ kalamayacaktı.<br />

Sonuçta bir çırpıda okuduğum bu iki küçük romandan ilkinin Goncourt‟u almayı<br />

nasıl becerdiğini hâlâ merak ediyorsam da, genel kanım, dehĢeti Batılı okura<br />

anlatmanın teknik çözümlerinden birini ortaklaĢa paylaĢıyor oldukları yönünde, bu<br />

iki romanın. Ama ilkindeki dehĢet duygusu sinema tekniğinden (senaryo) epeyce<br />

güç alıyor, bu belli. Romanın odağını yer (uzam, burası) oluĢturuyor ve buranın<br />

dıĢına çıkan beden, nesne, ses, vb. silinip yok oluyor (UzaklaĢtıkça siliniyor,<br />

yaklaĢtıkça belirginleĢiyor). DıĢarısı ve içerisi ayrımı o denli açık ve kesin ki bu<br />

karĢıtlık ürpertici bir dehĢet duygusu yaratıyor. Rahimi‟nin Ģunu yakaladığını<br />

anlıyorsunuz. Burası, bulunduğumuz, yaĢadığımız yer bir tiyatro sahnesi ve bir<br />

tiyatro denli yapay, kurmaca tüm olan biten. Bu Ģiddetin doğal, kendiliğinden,<br />

açıklanabilir bir yanı yok. Giriliyor ve çıkılıyor buraya. Anne çıkıyor, eĢ, çocuk, asker<br />

128


giriyor, çıkıyor vb. Buradan baĢka bir gerçek yok tümümüz için sonuçta. Biz<br />

neredeysek gerçek orada (Tersinden söylersek, aslında olmadığımız yerde.)<br />

Kadın konuĢuyor. Bu konuĢma Ģimdi ve burada yaĢamın ilmeğini konuĢtukça<br />

çözüyor. Üstbilincin (baba) kırıldığı bu yerde kadın konuĢtukça, anlattıkça varoluyor<br />

ve ancak babanın-kocanın düĢüp kaldığı (ölüm döĢeğinde) yerde kocasına ölmesin<br />

diye yakarırken bir yandan kocanın erkekliğini ve kendi kaçınılmaz ihanetini<br />

sorguluyor. Erkeğin (!) dünyasının yarattığı kadın kendi üzerinden çarpıtılmıĢ ve<br />

aĢağılanmıĢ yaĢamı dile getiriyor.<br />

Sonunda sabır taĢının çatlaması, babanın-kocanın (erkek) ölüm döĢeğinden<br />

kalkması ve kadın ihanetinin (!) bedelini ödetmesi, kadının öcünün ve acısının sona<br />

ermesi belki kaçınılmazdı. Bu yaĢamdan kanlı bir kıyımdan daha azı zaten<br />

beklenemezdi.<br />

Sabır Taşı anlatı tekniğiyle bizim ve genelde doğunun yabancısı olmadığı bir<br />

roman. Anlatıcının uzak, yansız (özneliği silinmiĢ) kaldığı ve roman kahramanı<br />

kadının iç/dıĢ monologla tepkisini aktardığı, sevgi ve öfkesini dıĢa vurduğu, kadın ya<br />

da çocuk vb. bakıĢ açılı anlatılar doğrusu batının da sıkça örneklerini verdiği anlatım<br />

çözümlerinden. Belki Rahimi‟de değiĢik olan üst anlatıcının senaryo yazarı-anlatıcı<br />

olması ya da böyle davranması. Tiyatro oyunu izliyormuĢ gibi okuyoruz.<br />

Rahimi bu kadın-erkek sorgulamasını belli ki bağlı olduğu Dostoyevski<br />

üzerinden Kahrolsun Dostoyevski‟de de sürdürüyor. DehĢet yine burada ve<br />

yaĢam(lar) ortasına düĢen dehĢetle yerinden oynuyor. Cinayetin doğallaĢtırıldığı<br />

dünyada bir cinayete sahip çıkmak, bulunç (vicdan) ve insanı savunmak<br />

(Dostoyevski gibi davranmak) olanaklı mı? Bu benim cinayetim, diye haykırsanız da<br />

bunu ĢaĢkınlık ya da kayıtsızlıkla izleyen toplum bir aĢkı ayakta tutabilir mi? Bir<br />

Dostoyevski (Suç ve Ceza, 1866) yansılaması olan Rahimi romanı, savaĢın<br />

kaçınılmazca ayağa düĢürdüğü (orospulaĢtırdığı) kadın (Suphiye, Sofya) sevilebilir<br />

mi, aĢk temiz kalabilir mi sorusunu ortada, yanıtsız bırakıyor. Anlatım tekniğini<br />

senaryo tekniğinden kurtarıp anlatıcıyı çoklaĢtırarak, anlatıcının ayrıĢık anlatım ve<br />

seslenimini sağlayarak çoklu bir dıĢses yaratması ve birden çok kamera etkisi<br />

oluĢturması doğrusu dikkate değer. Bu yöntemin, içeriğini etkili kılma sonucu<br />

doğurduğu açık. Çünkü bu kiĢi adılına göre dünya (karakterler, algıları, kent, vb.)<br />

yaklaĢıp uzaklaĢıyor ve tüm cephelerden birden (çok cepheli) savaĢın ortasına alıp<br />

götürüyor okuru. Sürekli oynak bir zeminde neyin ne zaman ne denli yakın olup<br />

olmadığını kestiremezsin. HerĢey yerinden olmuĢtur, çok yakın ve çok uzaktır. Yani<br />

ölüm hem burada hem de orada, dıĢarıdadır. ĠĢte bunun dilinin peĢine düĢen Atıq<br />

Rahimi‟nin eğer piyasaya teslim olmazsa ileride daha iyi ürünler vermesi beklenir.<br />

***<br />

Girard, Rene; Kültürün Kökenleri (2004), Söy. Pierpaolo Antonella/<br />

Joae Cezar de Castro Rocha, Çev. Kükremin Yaman<br />

Dost Yayınları, Birinci Basım, Kasım 2010, Ankara, 188s.<br />

Girard beni hep ilgilendirmiĢ ama yeterince doyuramamıĢ biri. Anladığımca batı<br />

düĢünce yaĢamında da uzun süredir tartıĢılıyor. Özellikle son çalıĢmalarında ana<br />

tezinin genelleĢtirilmesinden kökenlenen en zayıf halkası son kurban (Ġsa)<br />

bağlantısıyla bence de (Regis Debray haklı sanki) daha zayıfladı. Bu sıçrama için<br />

yeterli dayanak, olgu, kanıt yok ve evrim, toplumbilim yasalarına uygun, gerçekçi tez<br />

yanlıĢ bir taçla taçlanarak kendisini hiçliyor. Üstelik ben buralı bir okur olarak<br />

aslında yatkınım Ġsa‟nın tüm insanlık adına son kurban olduğu düĢüncesine…<br />

129


Büyük bir düĢünce ve yazın çizgisi (Dostoyevski‟yi, Tolstoy‟u düĢünmek yeter)<br />

buradan gelmiyor mu kaç yüzyıldır?<br />

Ġlk toplumun (kültürün) doğuĢunda ötekinin arzusu, buna bağlı kaçınılmaz<br />

yarıĢma ve yarıĢmanın çılgınlık düzeyinde kıyıma dönüĢmesi (linç) ve günahla,<br />

kurbanla gelen yatıĢma, kurtuluĢ tezi gerçekten birçok ritüel, mitle (düz ya da<br />

tersinden) ortak insanlık anlatısında, dilinde hep yankılanmıĢtır. DüĢlerimiz,<br />

umutlarımız, kaynaklarımız bu kök toplum(sal)-itkiyle açıklanabilir ya da Girard‟dan<br />

ayrı olarak bu da zorunlu bir açıklama olarak diğerlerinin yanında yer alabilir. Çünkü<br />

bu örneğin (model) toplum ve birey yapılarımızın önemli bir bölümünü yönettiğini,<br />

gidimlediğini gözlemliyor, ben de sezgiliyorum. Yine de bu açıklamanın içine<br />

yerleĢtirilmesi gereken daha geniĢ bir açıklama gereksinimini hep duydum Girard<br />

okurken ve beni üzen durum, bu açıklamanın da aslında çok daha önceden<br />

yapılageldiği. Neden daha azıyla (Girard) yetinelim, daha kapsamlı açıklama yerine.<br />

Örneğin mitolojilerin gerçeği, kanlı kıyımı çarpıtma kurgularına dönüĢtükleri<br />

düĢüncesini de birçok açıdan anlamlı buluyorum yazarın. Ama bu çözümlemeden<br />

çıkabilecek tek sonuç Girard‟ınki olabilir mi? Hele tarihi (kültürü) Ġsa‟nın evrensel<br />

son kurbanlığıyla sonlandıran tezi bana biraz Fukuyama‟yı anımsatıyor. Gerçi<br />

yazarımız 20.yüzyılı ve dehĢetini görmezlikten gelmiyor ama en azından Ġsa‟nın<br />

ölümünden sonra kurbanla kurtuluĢ tezini kimse bir açıklama olarak öneremez,<br />

demeye getiriyor. Ġnsanoğlunun artık iki bin yıldır özürü yok. “İlk taşı içinizdeki en<br />

günahsız olan atsın.” Burası iĢte en zayıf halka bana kalırsa. Çünkü Girard‟dan ayrı<br />

olarak ben, ritüelin her zaman aynı somutluk ve örnek üzerinden iĢleyeceğini<br />

düĢünmüyorum ve üstelik bu bence ana tezin kendine darbe vuruyor. Aslında<br />

düĢünürün kendini biçim ve somutlaĢma konusunda özgür kılması (serbest<br />

bırakması) iyi olurdu. Bundan Hristiyanlık kazançlı çıkmazdı belki ama…<br />

“İsa‟nın çarmıha gerilmesiyle ilgili dört anlatının tam anlamıyla bilimsel bir değeri vardır., bu<br />

konuda ısrar ediyorum, yalnızca gerçeği söyledikleri için değil, bize mitolojinin çözülmemiş gizemini<br />

çözmeyi öğrettikleri için de. Bana göre, yapıtımın gerçe keşfi de işte buradadır: Mitik yalanın İncil<br />

tarafından düzeltilmesi.” (180)<br />

Yazarla söyleĢi niteliğinde kitapta soruyu soranların donanımı ve hazırlık<br />

düzeyinden büyülendim. Soru bazen yanıttan daha yetkin ve Girard elbette zaman<br />

zaman bir katılık içinde bu soruları doğru algılayıp yanıtını ezilmeden verebiliyor.<br />

Bunlar da hoĢ Ģeyler…<br />

***<br />

Murakami, Haruki; 1Q84 (2009), Çev. Hüseyin Can Erkin<br />

Doğan Yayınları, Birinci Basım, Nisan 2012, İstanbul, 1256s.<br />

Murakami‟yi birinci dil çevirisinden okumak büyük mutluluk. Asya dilleri yazını<br />

(Rusça dıĢında) genellikle ikinci dilden geldi Türkçemize. Bu da neleri götürdü<br />

kestirmek zor. Onları okuduğumuzu sanıyoruz ya okuduğumuz Ģey bambaĢka bir<br />

Ģeydir büyük olasılıkla.<br />

Bu son dev yapıtı hakkında çok Ģey yazma isteği duyuyor değilim, çünkü<br />

biliyorum ki daha önceki tezlerimi yinelemenin ötesine geçemeyeceğim. Murakami<br />

geliĢtirdiği yayın taktikleriyle dünya yazarı olma konusunda gerçekten dev adımlar<br />

atıyor. Bu onun yapıtında izini sürdüğü ana izleğini belirliyor, romanlarını<br />

güdümlüyor mu? Murakami baĢka bir Ģey yazsa dünyalı okur (Kim bu? Musil‟ce<br />

„niteliksiz okur‟ mu?) ne der, nasıl tepki verir? Ya da hangi yapıtından baĢlayarak<br />

Murakami kendi izleğine tutsak oldu? Böyle birĢeyden söz edilebilir mi?<br />

130


Kaynak bilgilerden yoksun olduğum için Murakami adlı sonucun neye bağlı<br />

olduğunu kestiremiyor, kendi kök-izleğine ısrarla bağlılıkla dıĢarının belli bir izleğe<br />

zorlaması arasındaki yeri konusunda bir Ģey söyleyemiyorum. Saatin arada doğruyu<br />

göstermesi (yazınsal düzey) zamanı doğru izlediği anlamına gelmez.<br />

Ne olursa olsun dikkate değer biri. Sıradan bir çoksatar yazarı değil, böyle bir<br />

derdi de yok. Benim ona yamadığım derdi ne denli üstlenir, bu da ayrı konu. Ama<br />

benimkisi de Murakami‟ye karĢı bir Murakami‟dir. BaĢka türlü olmasını da istemem<br />

zaten.<br />

O ve çevresinde ör(g)ülen(en) mit, bende güçlü bir ayıklama, indirgeme,<br />

ayraçlama isteği yaratıyor. Herkes kendine göre Murakami okumalı elbette ama bir<br />

sanatçının ortalamaca okunup ortalamaya indirgenmesi ciddi bir sorun olarak<br />

görülmeli ve baĢta sanatçı, eleĢtiri bu ortalamadan sapan Ģeyin ne olduğuna<br />

odaklanmalı, yoğunlaĢmalı, yönelmeli. Yoksa herşeyin aynı şey olduğu bir dünyada<br />

ikincisini yapmanın anlamsızlığını eninde sonunda kavramak zorunda kalacağız.<br />

Murakami eğilimini (moda) en büyük ayracım içine aldıktan ve bunca<br />

okumamdan sonra onunla ilgili temel sorumun varlığını bugün de koruduğunu<br />

söyleyebilirim. (Bu aynı zamanda benim sorunum mu acaba?) Sorum Ģuydu:<br />

Murakami çağcılardı (postmodern) bir yazar mı, yoksa bu izlenimi veriyor olsa da<br />

gizlenmiĢ olsa da bütünsellik kaygısı taĢıyan bir yazar mı? Daha önceleri hep ikinci<br />

görüĢü ileri sürdüm ve belki yazara rağmen bir algının olanaklarını eĢeledim. Buna<br />

hakkım olup olmadığını tartıĢmayacağım.<br />

Rahat iki kanallı ya da kollu yatağında kesintisiz akan 1Q84 dili ve biçemiyle<br />

okuru büyülüyor kuĢkusuz. Okurun bilinçaltında doğan genel duygu: çok karmaşık<br />

içerikleri bile okuyabiliyorum işte, hoĢnutluğu… (Bir tür uydumculuk değilse ne bu?)<br />

Bana göre bir suç ve merak ettiğim Ģey Murakami ve benzeri yazarların sinemanın<br />

etkilerini de bolca taĢıyan birer kurgu ökeleri (dâhi) oluĢlarının bu suçun parçası<br />

olup olmadığı… Üst bağlamda ortada bir suç olduğunu, sanatçıdan<br />

bekleyebileceğimiz sıradan duyarlık bile dikkate alındığında, ileri sürüyor ve o<br />

zaman yeraltının tüm dünya yazarlarına, Ģu yurtsuzlara en derin sevgilerimi,<br />

saygılarımı gönderiyorum.<br />

Yine de Murakami‟yi yazı dıĢı nedenlerle eleĢtiriyor değilim. Haksızlık<br />

yapamam (kendi ölçülerimde). Yazdıklarını dünyaya okutan biri var karĢımda ve bir<br />

an olsun bunu unutmamalıyım.<br />

Gizemcilikle iliĢkisi bir baĢka sorumu oluĢturuyor. Buna da yanıtımı daha önce<br />

vermeye çalıĢtım yanılmıyorsam. Okuruna bu izlenimi vermekten sakınmasa da<br />

aslında gizem(cilik)le (mistisizm) bir iliĢkisi yok ve böyle okunması yanlıĢ olur.<br />

Kendisi de 1Q84‟ün bir yerinde 1984‟den geçilmiĢ 1Q84 yılının bir „paralel evren‟<br />

olarak anlaĢılamayacağını, doğru anımsıyorsam dinsel önderin ağzından söyletiyor.<br />

Hayır, Murakami‟nin derdi düĢlemsel (fantastik) kurgusuna rağmen böyle bir yazın<br />

(anlatı) değil. Onu fantastik yazın türü içine sokmak (kullandığı tüm gerece karĢın)<br />

benim açımdan olanaksız. Kullanılan gereçle sanatçı-yazar yaklaĢımının ayrı Ģeyler<br />

olduğunu öğreneli çok oldu.<br />

Ben Murakami‟nin derdinin bu dünya ve onun gündelik durumu olduğunu<br />

düĢünüyorum okudukça. O bize olgunun Rönesans‟dan bu yana alıĢılageldik<br />

görüngeyle (perspektif) kavranılıĢının dıĢında bir baĢka kavrayıĢın olanaklı olup<br />

olmadığını ve sanatın iĢlevinin de bu arayıĢ olduğunu açık biçimde söylüyor. SavaĢ,<br />

iĢkence, aĢk, yas, ergenlik, tutku, çöküntü vb. ne varsa öykümüze iliĢkin, bunların<br />

oluĢ(turul)muĢ görü, algı yöntembiliminin tersine dönerek kabuklaĢtırdığı,<br />

görünmezleĢtirdiği çekirdeklerini yeniden görünür kılma, öykümüzü (geri) kazanma<br />

tasarı, giriĢimi onunkisi. Tam da bu! Kendimizden çıkıp, kendimizi görme tekniği bir<br />

131


tür… Bunu sanatsal eylemden baĢka ne sağlayabilir ki? Haruki Murakami bilinçli<br />

olarak bunu yapıyor. Sanatın dokunuĢunu deniyor birĢeyleri anımsamamız, yeniden<br />

görebilmemiz için.<br />

Ona çağcılardı yazar diyemedim. Yukarıda dokundurduğum nedenlerle. Onun<br />

bir kaygısı var. Bu kaygı koĢullanmıĢ algılarımızla ilgili, varoluĢun varlığa gelmede<br />

belki de sonsuz olanaklarıyla ilgili ve ileri giderek söylüyorum, Proust‟un anlatmak<br />

istediği biçimde sanatın varoluĢ biçimlenmesi konusundaki sonsuz anlatım<br />

olanaklarına inancıyla ilgili. Çünkü baĢtan iki gövdeli tüm öyküleri gibi en az iki<br />

parçadan yola çıkıyor olsa da yapıtının tüm parçalarını kendine doğru çeken yoğun<br />

bir çekim odağı, gücü var ve yapıtının okuru sürükleyen gerilimi de buradan,<br />

gelecekten, olması gerekenden geliyor. Tansık Ģimdi, buradan çıkmaz, gelecekten<br />

apartılıp geçmiĢi anlaĢılır kılar.<br />

Ben 1Q84‟ün öyküsüne girmeyeceğim. KuĢatan gökkuĢağına bakacağım ve<br />

romanın aĢkı göstermek istediğini, görmezden gelemeyeceğimiz biçimde bizi<br />

köĢeye sıkıĢtırarak aĢkı bize görünür kıldığını söylemekle yetineceğim. Bence yapıtı<br />

360 derece saran (gök)kuĢak, aĢk ve aĢktır. Aomame ile Tengo‟nun aĢkı. Bu aĢk<br />

elbette 1984‟te görün(e)mezdi. Görünebilmesi için 1Q84 yılına sıçramak<br />

gerekiyordu. Ama bu romandan sonra belki 1X84 sıçraması gerekebilir, bu da ayrı.<br />

Bu aĢk sadakati hakikate çıkaracaktır. Beden suya (dünyaya) bırakılmıĢ olabilir,<br />

kullanılmaya, hatta hırpalanmaya… Özellikle de bırakılmıĢ olabilir, romanda bile bu<br />

çeliĢki dile getirilir. Ama romanın vermediği yanıtı ben deneyebilirim belki. Ayumi<br />

çünkü cinsel av(cılık) arkadaĢı Aomame‟ye bunu sorar. Marquez‟dekine benzer bir<br />

Ģey bu. Bu beden bir kez sana adandıktan, bağlandıktan sonra her boĢluğa<br />

dalabilir, çamura bulanabilir, sonuna değin (hatta sapıkça) kullanılabilir. Bütün<br />

bunlar olmak zorunda, çünkü tüm bu geçici kir bedenin seramiği üzerinden akıp<br />

gittikten sonra geriye bir Ģey kalır: Hiç kirlenmemiĢ, lekesiz, duru, masum,<br />

baĢlangıçta nasılsa öyle olan ve sana baĢından adanmıĢ olan bu beden…<br />

Bu eski, anlamlandırıcı ötekine bağlanıĢ öyküsünün özünde tüm insan türünü<br />

derinden etkileyen bir güç ve sürükleyicilik var. Her türlü tansığı (mucize),<br />

olağanüstüyü böyle bir öykü üzerine döĢeyebilirsin ve yadırganmaz. VaroluĢundan<br />

beri insanoğlu bu hakkı kendine tanıdı ve yoksamak için de Ģiddete baĢvurmaktan<br />

geri durmadı. Belki de biricik öykümüz odur ve gerisi çeĢitlemeden ibarettir.<br />

Aslında uzatmamalı, bu yazıyı burada kesmeliyim. Ama birkaç Ģey daha…<br />

Ġsterim ki Murakami bu kuyudan çıksın. Kuyu imgesi önemli imgelerinden biri…<br />

Biçimin ve içeriğin tükenmezliğine haklı olarak güveniyor olabilir ama küresel<br />

saldırıyı bir an için unutmamalı. Bu saldırı nesneleştirme saldırısı. ÜrünleĢtir(il)me…<br />

Onun büyük iki kanatlı simgesini anlıyor ve güzel buluyorum. ÇağrıĢımlarım<br />

ikili sarmala (DNA) değin gidiyor, cinsiyet ayrıĢması, ikili bilinç ve algı yapısı,<br />

karĢıtlık temelli eytiĢimsel devini vb. yapıtın biçiminin de çıkıĢ noktası. Yazar bunu<br />

bile isteye böyle kuruyor çünkü tümümüzü (beyin) saplarımızdan yakalamak istiyor<br />

ve yakalıyor da. Anlamanın ve anlatmanın kökü de kopuĢ ve buluĢma değil mi?<br />

Romanda en iyi çizilmiĢ tip UĢikava. Aomame‟nin izini süren hafiye diyebiliriz.<br />

Ama genel olarak yüzeyde (iki boyutlu) resimlerden ibaret bir anlatı Murakami‟nin<br />

anlatıları. Nedeni, bunu kendinin böyle seçmiĢ olması. Çizgiroman duygusu<br />

meselenin duruĢlarda, noktalarda değil çizgilerde, akan koĢutlu ya da kesiĢerek<br />

akan çizgilerde tanımlanmasıyla ilgili. Eylem kipinde yazıyor Murakami ve zaman<br />

konusunda algısı sabırla ilerliyor. AkıĢı büyük bir sabırla, titiz bir iĢçilikle hiçbir Ģey<br />

atlamadan aktarmaya çalıĢıyor ve kurgusunun doğal olduğu, kesintisiz olduğu<br />

duygusu yaratıyor bu durum. Sanki nasılsa öyle iĢte, der gibi. Bu bir izlenim<br />

132


elbette… DüĢünülmüĢ bir Ģey. SıradıĢının doğal dile borcunu görmek için belki<br />

Kafka‟ya dönmek gerek. Murakami bunu hepimizden iyi biliyor kuĢkusuz.<br />

Bana sorsalar, Zemberekkuşunun Güncesi (1995), Sahilde Kafka (2002)<br />

derim yine de.<br />

***<br />

Kalkandelen, Zülâl; İdris Küçükömer’in Tezleri: İkinci Cumhuriyetçiliğin<br />

Temelleri (2011)<br />

Cumhuriyet Yayınları, Birinci Basım, Aralık 2011, İstanbul, 159s.<br />

Kalkandelen‟in bu alçakgönüllü ama dürüst, içten, ciddi araĢtırması<br />

Küçükömer‟le gelen ve 80‟lerde ivmelenen özgünlük (!) peĢinde çözümlemelerin<br />

günümüzde postmodern çamura bulanma noktasına nasıl kaçınılmazca geldiği,<br />

taĢındığıyla ilgili. Belki bugün gereken biraz daha fazlası ama Zülal Kalkandelen en<br />

azından geçmiĢi ve tartıĢmayı özetleyerek, yeniden anımsatmıĢ oldu bir Ģeyleri.<br />

(Özellikle bizden sonraki kuĢaklara, çünkü dünyadan haberleri yok.) Konu doğru<br />

yerine konulmalıydı, fili yoklayan kör örneği olmaktan çıkmalıydık. Yazarı haklı<br />

olarak bu çok rahatsız etmiĢ olmalı. Nasıl duyarlı bir insan olduğunu ilgili olduğu<br />

birçok konu açısından biliyor, izliyorum ve gerçekten içten bir saygı duyuyorum bu<br />

çocuğum yaĢındaki insana. DüĢünce yaĢamımıza önemli katkıları olacaktır daha.<br />

60‟ların ATÜT yaklaĢımlarıyla Doğu Meselesine yaklaĢan, Kemal Tahir gibi<br />

kimi yazarlarımızın azıcık daha geriden duygusal biçimlerde öncülük ettikleri, toplum<br />

ve sınıf çözümlemelerini biçimsel kalıplara (Ģema) zorlayan söz konusu bu sivri<br />

akıllılık dönüp dolaĢıp cumhuriyet tasarına (proje) düĢmanlığa kilitleniyor. Dün de<br />

böyleydi bu, bugün de… Herkesi alık yerine koyduklarından bu „akil‟ (bu söze de<br />

gıcık oluyorum) adamlar (Bereket Divitçioğlu tarihe kayarak saygımı kazandı<br />

yeniden, onun eski Türk çalıĢmalarını önemli buluyorum) cumhuriyetin<br />

savunulmasını saltıklaĢtırdığımızı düĢünmeye, böyle göstermeye bayılıyorlar. Hiçbir<br />

tarih olgusu saltık olgu (kilit, açkı) değil, hele bir Marksist asla böyle bakmaz. Hep<br />

bir üst bağlamdan bakar gerçek bir Marksist ve en son bağlamın da bir üst bağlamı<br />

hep vardır. Benim düĢünceme göre Avrupa‟nın düĢünce çevresinin sağlı sollu<br />

hastalığı olan ve yeterince önyargılarını üretmiĢ, kurumlaĢtırmıĢ indirgemecilik<br />

ülkemizin yarım yamalak düĢünce yaĢamında 60‟lardan beri hep etkili oldu. Hırslı<br />

aydınlarımız kiĢisellikle düĢünsel nesnelliği, bilimselliği karıĢtırdılar ve olmayacak,<br />

belli konularda ciddiye alınamayacak kiĢiler birer yetke olarak görülebildi. Saçma bir<br />

halkalanma (kanon), zincir oluĢtu. Bozacının tanığı Ģıracıydı.<br />

Neyse… Kalkandelen bu bağlantıları da iyice yalın bir biçimde kurup derli toplu<br />

ve uyarıcı bir kılavuz metin çıkarmıĢ ortaya. AnımsatmıĢ. Bugünün düzeysiz<br />

tartıĢmalarının kaynağını bilmek önemli… Sorun Ģu ki, bilimsellik adına yeterince<br />

duygusuz ve yansız görünebilmek için, zaman zaman çok da yumuĢak<br />

yaklaĢabilmiĢ, beni okurken yerinden zıplatan konularda bile… Ama onun<br />

serinkanlılığı doğru olan. TartıĢmacı (polemik) biçem bir yerden sonra ters<br />

tepebiliyor.<br />

***<br />

Yates, Richard; Ablamın Mutluluk Fotoğrafı, The Easter Parade (1976),<br />

Çev. Deniz Yüce Başarır<br />

Doğan Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2010, İstanbul, 230s.<br />

133


Doğrusu Yates beni bir kez daha hiç beklemezken kendisine bağladı. 50<br />

yaĢında yazdığı (1992‟de ölmüĢ) bu roman, yaĢamıyla hemen hemen kendisine<br />

koĢut zaman dilimini kat eden Emily‟nin (bir kadın) öyküsü. Yani yine bir kadının<br />

(aslında ablayı da, Sarah‟ı ve anne Pookie‟yi de hesaba katarsak) kadınlığın<br />

öyküsü. Belki bir sözcük daha katarak yazgısı da demeliydik. Yates‟in çok açık bir<br />

tutumu var. Erkek ya suçlu ya da suçortağı. Kadınsa bu erkin altında, ya ezilen ya<br />

da omuzlayıp destekleyen... Oysa baĢlarken nasıl da baĢkadır her Ģey…<br />

Sarah güzelliği ve çekiciliğiyle daha baĢtan kurbanlığa yazgılıyken (küçük<br />

kentsoylu bir taĢra yaĢamı ve tükeniĢ, annenin tıpatıp benzeri bir yazgı, alkolizm)<br />

sanki Emily için bir Ģeyler değiĢik olabilir, Amerika(lı kadın) özgürlüğünü kazanabilir,<br />

ayakta durabilirdi. Kendini yeni tanıĢtığı bir askere birkaç saat içinde kolaylıkla<br />

veren (arkasında neler yok ki…), arayıĢını çok da kutsamadan yaĢamı boyu değiĢik<br />

erkeklerle birlikte olan; ablası Sarah ve evliliği önünde canlı bir yıkım örneği olarak<br />

seyrederken, evlilik ve aile konusunda derin ikilemler yaĢayan, bağımsızlığının<br />

bedelini ablası gibi aile içi Ģiddetle, üstelik en yakınlar, anne, çocuklar vb. tarafından<br />

görmezlikten gelinen bir Ģiddetle ödemeyen belki, ama saltık bir yalnızlıkla, yıkıcı<br />

birbaĢınalıkla ödeyen Emily‟nin 50 yıllık yitim öyküsü, okurda bir umarsızlığın, derin<br />

ve kabul edilemez bir haksızlığın öyküsü olarak da okunuyor ve Richard Yates‟in<br />

duyarlığına, yalın dilinin anlatım gücüne, baĢarısına, yazını davaya dönüĢtürmesine<br />

karĢın düzeyini koruyabilme gücüne hayranlık duymamak elde değil. Aynı yazgının<br />

parçası olan anne de (Pookie) yazarın bu konuda ne denli kararlı olduğunun<br />

göstergesi... Onun da öyküsü yitim (kayıp) öyküsü çünkü. Tam bu noktada beni asıl<br />

çarpan Ģey ise Emily‟nin, yani yaĢamla az çok yüzleĢebilen Emily‟nin bile ablası,<br />

annesi vb. ile ilgili ikiyüzlülüğü, görmezden gelebildikleri ve kendi küçük, uydumcu<br />

134


dünyası konusundaki bencil kıskançlığını Yates‟in görmezden gelmeyiĢi… Hatta<br />

diyebilirim ki Emily‟nin arkasına geçmesinin nedeni de budur, bunu gösterebilmek<br />

içindir. Emily de o aptal kadınlar kadar suçortağıdır, suça katılmıĢtır. Eğer yazgı<br />

kadınlıkla kilitleniyor olsaydı ben Yates‟in yine de eksik birĢeyler bıraktığını<br />

düĢünebilirdim. Ama hayır, derin (!) Amerika‟nın tıkanmıĢ, köĢeye sıkıĢmıĢ insanları<br />

yalnızca kadınlar değil, aynı zamanda ve belki daha çok ve dramatik biçimde<br />

erkekler de. Bu dram neden kadınlar üzerinden dile geliyor sorusunun yanıtı açık.<br />

Çünkü kadın açık veriyor, zayıflık belirtisi sanılacak biçimde (bir biçimde ve bu bir<br />

yanıltıcı sanı yalnızca) dile geliyor, görünüyor. Bu sanımızda birgün ne denli<br />

yanıldığımızı anlayacağız hiç kuĢkusuz… Erkek (dizge), tüm düzenekler devreye<br />

anında girdiğinden görüntüsünü kurtarıyor (!), ayakta tutabiliyor. Dünya (büyük ve<br />

derin Amerika) erkeği payandalıyor. Kadınsa yuvarlanıyor, çürük içerisinde<br />

sakatlanmıĢ bedeni ve tiniyle…<br />

60 yılımı harcadığım bu yaĢamsal izleği (tema) Richard Yates gibi bir<br />

Amerikalı yazar ki aslında onun sanatçılar kuĢağı, iĢte böylesi bir arılık, çıplaklık,<br />

nesnellikle ortaya getiriyor ve yaĢam düĢtüğü yerden bir kez daha yükseltiliyor.<br />

Sanatçı, onurumuzu sahipleniyor, belki olmayan bir Ģeyi öneriyor, iĢaret ediyor.<br />

Richard Yates‟in tanıklığı önünde saygıyla eğiliyorum gerçekten. Genel olarak<br />

Amerikalı yazarların, ortak paydada toplamada güçlük çektiğim özelliklerini çok<br />

değerli, dünyaya sunulmuĢ bir armağan olarak görüyor, etkileniyorum.<br />

Karanlık bilinçaltı dehlizlerini ıĢıldağıyla gezen ve hiçbir Ģeyi geçiĢtirmemeye<br />

yeminli yazar (sanatçı) yanlıĢ anlaĢılabilecek herhangi bir Ģey söylememe<br />

konusunda özenli, titiz ve alabildiğine yalın. Bilince değiĢik açılardan ayna tutarak<br />

küçük kentsoylu yaĢamın içgüdülerini dıĢavurumcu bir teknikle (konuĢmalar, herĢeyi<br />

bilen ama kadının bakıĢ açısı arkasında yerleĢen klasik anlatıcı vb.) çiğ ıĢık altında<br />

gözler önüne seren ve suç(umuz)u çözen (deĢifre), görünür kılan Yates‟in umarım<br />

diğer yapıtları da dilimize tez elden çevrilir. Deniz Yüce BaĢarır‟ın çevirisi Yates‟in<br />

hakkını vermiĢ bence… Onu da kutlamalı.<br />

***<br />

Işık, Kerem; Toplum Böceği (2012)<br />

Yapı Kredi Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2012, İstanbul, 119s.<br />

Kendi okurluğumu yavaĢ yavaĢ tanımaya baĢladım. Öykü ya da Ģiir<br />

kitaplarında hiç değilse ana, belirgin izleklere bağlılık, bir iç tutarlılık hoĢuma gidiyor.<br />

Kümelenme de olabilir. Çünkü böyle olduğunda, bende sanatçının geride bütün bu<br />

iĢlerini kuĢatan bir yaklaĢımı olduğu ve kavrayıĢ gücü, taĢıdığı özgörevle ilgili bir<br />

kanı oluĢabiliyor. Rastlantıya kalan Ģeyin payını ölçebiliyorum ve önemli buluyorum<br />

bunu. Tek olguya, tansığa çok da güvenilemeyeceğini de öğrendim diyebilirim. Bu<br />

tansık yoktur anlamına da gelmesin.<br />

Genelde yazarlar kitaplaĢmaya giderken görünmez de olsa arkada bir izleğe<br />

bağlı yola çıkıyorlar. Ama bunun da çok genel olmasının yapıta yararı yok. Örneğin<br />

Kerem IĢık, zorlarsak bir çıkıĢ düĢüncesine bağlanabilir. Oldukça ayrı yapılarda<br />

Toplum Böceği öyküleri, çok üst bağlamlarda Kerem IĢık öyküleri olarak<br />

tanımlanabilir kuĢkusuz. Burada yanılmıyorsam deneyimli okur için alt ve üst eĢik<br />

bağlamlar, bunlarla ilgili içerik, biçim duyarlık çerçeveleridir önemli olan. Dağınıklık,<br />

bağlamsızlık da eğer kitaba nitelik veren bir bağlamsa bunun imgeleĢmesi iyi<br />

olacaktır.<br />

Kerem IĢık‟ın Toplum Böceği öyküler kitabının belli belirsiz imgesi toplum<br />

mühendisliği. Bunun günümüz ve geleceğin küresel pazarında alacağı biçimleri<br />

135


gülmeceli bir dille eleĢtiriyor (haklı olarak). Ama belirgin iki çizgide ilerliyor öyküler.<br />

Ġlki uzun yapıda, yarı bilimkurgusal, kapitalist iĢyerinde insanlıkdıĢı örgütlenmeleri,<br />

öngörülmüĢ gelecek tasarlarının karĢısında patlayan balonları, vb. yerleĢik<br />

sayılabilecek abartılı öyküleme tekniğiyle yansıtan öyküler. Daha ilk öyküde İş Mi<br />

Bu ŞiBuMi? Aziz Nesin çağrıĢımı boĢuna olmasa gerek. Nesin gülmecesinin kurgu<br />

mantığı egemen bu tür öykülerinde IĢık‟ın. Oysa Aziz Nesin‟i taĢıyan kimse yok diye<br />

düĢünürdüm. Ġlginç bir durum… Dayatılan yeni yaĢam (çalıĢma, eğitim vb.)<br />

biçimlerinin insanlık dıĢı kasveti içinde birileri uyumlanma sıkıntısı çekiyor. Aslında<br />

kuramsal olarak çoktan teslim olunmuĢtur ama gündelik uygulama, sapmaları bir<br />

olanak (imkân) olarak içinde barındırıyor yine de.<br />

Genel izlek, çok duyarlı yaklaĢılmazsa sanatçıyı yanlıĢ yerlere<br />

sürükleyebilecek türden. Çünkü bu izlek çevresinde bir Ģeye yalnızca karĢı çıkmak<br />

yetmeyebilir. KarĢı çıkıĢ da çok sesli olmak zorunda.<br />

Kerem IĢık‟ın araya koyduğu kısa geçiĢlerse (süit) asıl dikkate değer anlatıları.<br />

Bu kısa geçiĢlerde kullandığı aykırı teknikler çarpıcı bir öykünün yolunu açıyor. Dille,<br />

biçimle yoğunlaĢtırılmıĢ, çağrıĢımsal, sürçmeli, deneysel Kerem IĢık öyküleri birgün<br />

yatağını bulacaktır. Kendi yatağında akarken onunla karĢılaĢmak isterim. Tasarısını<br />

çok, bunun için dil arayıĢı içinde yazarın özgün bir çıkıĢ yapması beklenir. Anlak<br />

(zekâ) buna ne ölçüde omuz verir, zaman gösterecektir.<br />

***<br />

Ran, Nazım Hikmet; Bütün Şiirleri 8. İlk Şiirler (1913-1927)<br />

Yapı Kredi Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2002, İstanbul, 219s., Ciltli.<br />

Nazım‟ı (yalnızca Ģiirini) Ģöyle yeniden bir elden geçireyim istiyorum kalan<br />

ömrüm içinde. Çünkü yaĢamıma orasından burasından katıĢan, daha Antep‟te, 13-<br />

14 yaĢlarındayken (1960‟ların ortasında bir yerde, Orta 2 ve 3‟te) baĢlayan bir<br />

Nazım Hikmet tarihim var birçok insan gibi benim de. O zaman ilk yasal baskısını mı<br />

yapmıĢtı? Elime nasıl geçmiĢti Dost‟un 1+1=1‟i, 835 Satır‟ı, anımsamıyorum. O gün<br />

136


ugün Ģiiriyle bir biçimde buluĢtum. Toplu gösterilerde, toplu okumalarda,<br />

sahnelerde ya da kendimle baĢbaĢayken. Nazım her yerdeydi. Ve Nazım‟ın Ģiirinin<br />

siyaseti hevesle taĢıdığını bilmeme karĢın, siyasete indirgenmiĢliğini sindiremediğim<br />

gibi (çünkü aslında bu, Ģiirin siyasetini de çözüyordu, Ģiiri bütün olarak yok ettiği için)<br />

onun karĢılaĢtırmalı bir eleĢtirel çözümlemesinin yokluğu, efsaneyle sarılan Ģiirinin<br />

çekirdeğine eriĢimin neredeyse olanaksızlığı, yaĢamı çevresinde örülen ileri geri<br />

anlatılar, Ģiirinin cinsiyeti vb. beni huzursuz kılıyor, düĢündürüyordu. Onun 15<br />

yaĢından ölümüne evrilen Ģiirinde bu evrimin adımlarını izlemek ve kendisiyle<br />

verdiği savaĢım, Ģiirinin uğrakları ve atakları, duygusal birikimleri ve olgunlaĢma<br />

düzeyi ve daha birçok Ģey var ki gözümü iĢte Ģimdi buna dikerek yalnızca kendim<br />

için bir Nazım okuma isteği depreĢti içimde.<br />

İlk Şiirleri‟yle çıktım böylece yola. Bunlara Nazım‟ın da Ģiir dediğini<br />

sanmıyorum, 27-28 yaĢlarından sonraki Nazım‟ın.<br />

Ama bir iki Ģey (gözlemim) var ki onları belirteyim Ģimdilik.<br />

Ergenlik ardı Nazım, önünde yetkin örnekleri izleyen ve tıpkılayan bir genç.<br />

Anadolu‟ya (ulusal savaĢıma) geçiĢin ayakları yere basmıyor daha (20-21<br />

yaĢlarında), Vâlâ Nureddin‟le. Ama yanılmıyorsam 1922, yeni Sovyetler ve orada<br />

geçirilen 4-5 yıl, içindeki ateĢi yükseltiyor. Zaten özel bir duyarlığı 17-18 yaĢlarından<br />

baĢlayarak taĢıyan, kendine güvenen, iyi yetiĢmiĢ bir genç Nazım. Sıradan biri<br />

değil. Ona büyük tutkular, devrimler gerekirdi ve Sovyet devrimi tam aradığı Ģeydi.<br />

Öğrenci olarak devrimin ilk acemi, beceriksiz atılımlarını omuz vererek izleyen<br />

Nazım duygularını Ģiirle aktarmaya önem verdi. ġiir onun için daha en baĢtan bir<br />

anlatım aracıydı ve bir Ģeyi anlatmıyorsa gereksizdi. Bu Sovyet yıllarındaki<br />

coĢkusundan belli... Dönemin kültür ve özelde kurucu (konstrüktivist) sanat havası<br />

belli ki Nazım‟ı etkilemiĢ. Siyasal söylem vurguyu „makinalaĢmak‟ üzerine yekten<br />

kuruverince Ģair omuz vermenin derdine düĢmüĢ, hem de gönüllü. Onun orağı,<br />

tırmığı, anahtarı yok ama sözcükleri var. Sözcük üretim aracına nasıl dönüĢür?<br />

Mesele o an için buydu.<br />

Nazım bambaĢka bir kültürün içinden kopup gelmiĢ, Ġstanbul‟un seçkin<br />

yaĢamından devrimci bir kitlenin siyasal erk deneyiminin tam ortasına düĢmüĢ…<br />

YanlıĢ uçları tutturma, kabalaĢtırma (vulgarizasyon), indirgeme (redüksiyon),<br />

makine fetiĢizmi vb. birçok yanlıĢı bir arada deneyimliyor ve mayalanıyor tüm<br />

bunlarla hamuru elbet.<br />

Ne denli ciddiye almasak da iki (öncü?) Ģey, Ģey dediğime bakmayın en<br />

kötüsünden imge, damgasını vuruyor ilk Ģiirlere ve belki bunların sönümlenen<br />

dalgaları daha ileri Ģiirlere de taĢınıyor. Biri kan, diğeri erillik (erkek). Kadının resmi<br />

içler acısı (bugünden mi öyle görüyoruz acaba?). Kana gelince bu siyasetin yalnızca<br />

savaĢa yatırım yaptığı, geleceğin kan üzerinde yükseleceği anlamına gelir ki<br />

herhangi bir dünyalı Ģair kandan (kan imgesinden) yola çıkıyorsa orada eksik, yanlıĢ<br />

bir Ģeyler var demektir. Bunun revizyonizmle, kuyrukçulukla (uvriyerizm),<br />

Makyavelizmle, oportünizmle vb. ilgisi yok. Belki sorun genç Nazım‟da değil, bizim<br />

bu genç Nazım‟ı nerelere, nasıl taĢıdığımızda. Biz 20 yaĢ eĢiğinde Nazım‟dan ileri<br />

gidebildik mi ki? Nazım kendisini kimbilir kaç kez aĢmıĢken…<br />

Ben bu ilk Ģiirlerde Nazım‟ın neleri yendiğini, neleri elediğini ve kendinden bir<br />

Ģair çıkardığını gördüm. Belki geleceğin Ģiirine iliĢkin tek tük ipuçlarını da<br />

barındırıyordu bu acemi iĢleri, taklitleri. Ama bende kalan bir Ģey varsa o da gür ses,<br />

yaĢama duyulan açlık, kendine güven, çekincesizlik, cesaret; saf, dürüst, arı bir<br />

duyarlık… Bu genç adam(ın Ģiiri) bir vaad gibi duruyor orada. Bu kadarı anlaĢılıyor<br />

hiç değilse.<br />

Kitap dört bölümlü düzenlenmiĢ:<br />

137


Sağlığında yayımlamadığı eski biçimli ilk şiirleri (1913-1920), Sağlığında<br />

yayımladığı eski biçimli ilk şiirleri (1919-1925), Sağlığında yayımlamadığı yeni<br />

biçimli ilk şiirleri (1922-1927), Sağlığında yayımladığı yeni biçimli ilk şiirleri<br />

(1922-1927).<br />

Bunların yayımlanması, sanırım yayıncı da benim gibi düĢünmüĢtür, birçok<br />

nedenle yayımlanmamasından iyidir.<br />

***<br />

McCall Smith, Alexander; Kısıtlı Şartlar Villası (2003),Çev. Ufuk B. Kaptan<br />

Türkiye İş Bankası Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2010, İstanbul, 113s.<br />

Böylelikle McCall Smith‟in en azından minik bir üçlemesini okumuĢ oldum.<br />

Ülkemizde de son yıllarda kitapları patlama yapan bu Ġngiliz yazarını hafife almak<br />

yanlıĢ olur. Serinkanlı güldürüsünde uygar, incelikli, bazen dayanılmaz güçte bir<br />

eleĢtiri var. Güldürüsünün kökenine, saçmaya (absurd) varan bir karĢıtlık<br />

düĢüncesini koyarak kendi ulusal anlatı geleneğinin tüm çarpıcı özelliklerini nasıl<br />

bireĢimlediğini gözlemlemek gerçekten anlamlı bir okurluk deneyimi.<br />

Bu üçleme yalnızca Alman düzeninde bir akademi yaĢamının bile nasıl sıradan<br />

insan niteliklerinden (!) nasiplendiğini göstermekle kalmıyor, dünyanın acıklı<br />

durumunu da dile getiriyor. Onur, Ģan, ün peĢinde allameler (bilginler) bile bir<br />

ilköğretim öğrencisine öyle benziyorlar ki ödül, aferin, vb. için gülünç olmayı göze<br />

alabiliyorlar. Burada insanların temel, birinci düzey ıralarının (karakter)<br />

sergilenmesinden çok, maskelenmiĢ ileri ıralarının altında herĢeye rağmen yine de<br />

süreduran ve beklenmedik anlarda ortaya çıkan bu ıraları (kıskançlık, kendini<br />

beğenmiĢlik, yenmek…) su yüzüne çıkartılıyor. Ama daha çoğu var. Yalnızca<br />

insanların değil, ulusların, toplulukların, ekinlerin (kültür) de gizli ve oldukça gülünç<br />

doğaları dıĢa vuruluyor. Darbeci Latin Amerika (ikinci bölüm yer yer dayanılmaz bir<br />

gülmece ve eleĢtiri tonunda), Ġngiliz duygusallığı, Alman usçuluğu (ölçü, nedensellik,<br />

verimlilik), vb. bu roman dizisinin baĢlıca derdiymiĢ gibi. McCall Smith‟in gözümde<br />

değeri de iĢte buradan geliyor. Kendini yere göğe sığdıramayan kibirli dünya<br />

toplumlarının gerçek fotoğrafını önümüze koyuyor. Aslında kendi budalalığımızı<br />

okuyoruz onun kitabında.<br />

138


Dilerim, tüm Türkiyeli okurlar, yazarı böyle de anlayabilmiĢtir. Bizlerin çok<br />

önemli olduğumuz kanısından, dev aynalarında ĢiĢirdiğimiz yansılarımızdan<br />

özellikle kurtulmamız gerekiyor. Buyrun, bir Ġngiliz yazar, büyük bir geleneğin, ekinin<br />

yazarı, ilk örneği kendisiyle ve cesaretle oluĢturuyor, ortaya koyabiliyor.<br />

Ülkemizin ne zaman McCall Smith gibi bir yazarı olacak? Hele Aziz Nesin yıllar<br />

öncesinde aynı anlak ve kıvraklıkta benzer yaklaĢımları oluĢturmuĢken, gerçek bir<br />

öncü olarak.<br />

Ġki bölümlü romanda ilk bölüm (Hafif Hüzünlü Olmak Üzerine) Portekizce<br />

Düzensiz Fiiller kitabının yazarı ünlü Roman dilleri uzmanı Prof. Dr. Moritz-Maria<br />

Von Igelfeld‟in Cambridge‟de konuk öğretim üyeliği günlerini; ikinci bölüm ise (Kısıtlı<br />

Şartlar Villası) fahri doktora niĢanı için davet edildiği Kolombiya‟da kendisini bir<br />

anda bir ayaklanmanın ve savaĢın içinde bulan, hatta sonrasında devrimin<br />

cumhurbaĢkanı ilan edilen Von Igelfeld‟in bu inanılmaz saçma, komik operadan<br />

nasıl sıyrıldığını anlatıyor. Dediğim gibi bazen dayanılmaz bir gülme isteğiyle<br />

okuyoruz bu hoĢ ve savsız kitabı. Hiç okumadığım David Lodge‟u da yaman merak<br />

ederek. Dramasızlık her zaman bir anlatıyı kötü yapmıyormuĢ demek, bazen tam<br />

tersi de olabiliyormuĢ…<br />

***<br />

Mann, Thomas; Aldanan Kadın (1954),Çev. Esen Tezel<br />

Can Yayınları, Birinci Basım, Temmuz 2012, İstanbul, 92s.<br />

Thomas Mann‟ın ölümünden (1955) önce yazdığı uzun öyküsü Aldanan<br />

Kadın (Die Betrogene), yıllar sonra büyük yazara küçük bir dönüĢ oldu benim için.<br />

Altın Kitabevi Yayınları‟nın daha 60‟lı yıllarda iki cilt baskısından okuduğum<br />

Buddenbrook Ailesi (1901) ve daha sonra o küçük mücevher, Venedik‟te Ölüm<br />

(1912), T. Mann‟ı benim için özel kılmıĢtı zaten. Diğer önemli kitaplarıyla da yeniden<br />

okumayı düĢlediğim yazarlardan biri odur.<br />

Önüme gelen bu küçük fırsatı kaçırmadım. Yanılmıyorsam ilk kez Türkçe‟ye<br />

çevriliyor Aldanan Kadın. Belki öykü kiĢilerinin özgün dil kullanımlarını aktarıma<br />

dönük kaygıdan kaynaklı eski sözcüklere baĢvurmasa ve amaçladığı (eğer<br />

139


amaçlamıĢsa) etkiyi baĢka yöntemlerle karĢılamaya çalıĢsa çevirmenimiz (Esen<br />

Tezel); daha da iyi bir çeviri olacağına inandığım öykü bana beklediğim, özlediğim<br />

yazı tadını getirdi. Kimi kusurları da taĢıdığını düĢündüğüm öykü bana özlediğim<br />

neyi getirmiĢ olabilir?<br />

Öncelikle izleksel duyarlık dikkati çekici… Bir erkek yazarın, 50‟li yaĢlarında<br />

seçkin bir Alman kadınının genç bir Amerikalı‟ya âĢık oluĢunu, kendi yaĢı geçkin<br />

evde kalmıĢ kızı ve gencecik oğluyla bu çerçevede iliĢkilerini anlatmayı göze alması<br />

az Ģey sayılmaz. Sanırım usta bir yazar için bile cesaret gerektirebilir. Eğer yazar<br />

dramatik çatıĢmalar ve kiĢilerin bunlara gösterdiği yine dramatik tepkilerle yetinecek<br />

olsaydı o kadar önemli olmazdı ve buna cesaret demeyebilirdik. Thomas Mann gibi<br />

biri yazıya asla böyle bakmaz. Ucuz gösterilerin, çırpınıĢların okuru tavlayacak<br />

dalgalarına yüz vermeyecektir. Tersine, bundan uzak duracaktır özellikle. Bu<br />

uzaklık, onun dile ve dil iĢçiliğine yüklenmesine kaçınılmazca yol açmıĢtır, demem<br />

elbette amacını aĢan bir sözdür. Thomas Mann‟dan ve onun tüm yapıtından söz<br />

ediyoruz. (Aslında edemem bile.)<br />

Öyküsünde betimlemesini yaptığı Ģatonun zarif, yankılanan ve derin<br />

süslemelerine benzeyen ama rüküĢleĢmeyen, ağdalaĢmayan, okuyanda çok<br />

derinlere gizli bir sağlamlık, denge duygusunu yaĢatan bir biçemden (üslup) söz<br />

ediyoruz. Bu dilin tüm cephelerinde itkisini, baskısını güçlü bir rüzgâr etkisi gibi<br />

duyumsuyor, direnemiyoruz. Daha en baĢından, giriĢinden teslim oluyor ve dalgayla<br />

inip yükseliyoruz. Bunun verdiği okurluk deneyiminin nasıl da çoğaltıcı,<br />

zenginleĢtirici olduğunu yine bilen bilir. Eğer okumada hazdan söz edebilirsek iĢte<br />

buna okurluk hazzı diyebiliriz.<br />

Aldanan Kadın‟ın benim açımdan önemi buradan geliyor. Belki o karmaĢık,<br />

gotik, anne (Rosalie) ve topal kızı (Anna) arasında yatak odasında geçen, ince<br />

dengelerde anlayıĢ ve kınamalar, hırçınlık, utanç, teselli karması duygusal<br />

gelgitlerle farklı düzey ve tonlarda süren konuĢma öykünün omurgasını zorluyor,<br />

öykü biraz esniyor ve tekdüzeleĢiyor. Ama dil zerafeti tüm bunları bağıĢlatıyor ve<br />

ustanın tüm öykünün odağına yerleĢtirdiği kara kuğudan çalınmıĢ bayat ekmek<br />

parçası imgesi kurucu iĢlevi yine de zedelenmeden, olanca etkisiyle gücünü<br />

koruyor. Ġkinci ilkyazını yaĢayan ve acı bir yanılsamayla kötücül bir sayrılığın<br />

(hastalık) belirtisi olan kanamasını aĢkla birlikte yeniden geri gelen kadınlığı olarak<br />

yorumlayan Rosalie von Tümmler‟in genç adamın bedeninin sıcaklığını taĢıyan<br />

bayat ekmekten bir lokma koparıp bir çırpıda yemesi ve kara kuğunun ekmeğini<br />

aĢıran kadına sinirlenmesi ya da böyle algılanması yazarın hangi katmanlara<br />

indiğini kanıtlıyor ve duyarlığının dilsel katları arasında gezimize esriklik katıyor.<br />

Arkada ima edilen büyük çeliĢki yüreğimizi burkuyor. Doğanın bin türlü coĢku ve<br />

sevincini içinde taĢıyan ve sonsuz gençliğiyle savunan anne aĢkı doğanın<br />

süredurumu olarak yorumlamaya çalıĢırken yolunu ölüm kesiyor, buna karĢılık<br />

doğaya karĢı temkinli, düĢkırıklığı yaĢadığı geçmiĢindeki aĢktan ötürü kırgın ve<br />

duygularını bastıran Anna‟nın ikilemi okuru geriyor. Onu haksız buluyor ama çok da<br />

ileri gidemiyoruz. Yanılanın annesi olduğunu içten içe biliyoruz. O zaman Mann‟ın<br />

bize sordurtmak istediği sorular arka arkaya sökün ediyor: Yanılan kim, doğa mı, us<br />

(akıl) mu? Özgürlüğümüzün kaynağında bedensel varlığımız mı, toplumsal değer<br />

yargıları mı yatıyor? Toplumun değerleri ya da bedenin sınırları sevme hakkını (ya<br />

da özgürlüğümüzü) sınırlayabilir mi? Temsil duygularla çatıĢır mı ve nasıl<br />

çözümlenir? Öykünün çözümü biricik doğru çözüm mü acaba? Ölüm yaĢamı,<br />

öykülerimizi kurtaran son umarımız mı?<br />

Mann‟ın bize sezdirdiği; eğer bu korkunç hastalıkla hızla eriyip gitmeseydi,<br />

Rosalie‟yi yanıltan Ģey aslında gerçek olsaydı (sandığı gibi yeniden adet görüyor<br />

140


olsaydı) öykünün (yani yaĢamın) çıkmaza sürükleneceği, yaĢamın herkes için<br />

tıkanabileceği mi? Sahi ne olurdu? Kısa sürecek tutkulu birliktelikten sonra<br />

sosyetenin diline düĢme, alay, çocuklarıyla çatıĢmalar ve Ken (Amerikalı genç)<br />

tarafından eninde sonunda aldatılma, terk edilme, dolayısıyla utanç (yıkım)<br />

gelecekti. Ama yazarın hangi yanda olduğunu biliyor muyuz? Eğer Anna‟nın (us)<br />

yanında ise bu öyküyü yazar mıydı? Rosalie‟ye karĢı acımasız mı? Bence tersine<br />

incelikli ve anlayıĢlı… Hatta Rosalie‟den (doğadan) yana, durum ne denli umutsuz<br />

olsa da. Onun yaĢama eklediği ötüĢünün, Ģarkısının değerini imlemek için yazılmıĢ<br />

bir öykü bence Aldanan Kadın. Ama yazarın da gösterdiği gibi özgürlük sorunuyla<br />

insanlık henüz hesaplaĢabilmiĢ değil. Hiçbir insan kendi bedeninin tek sahibi ve<br />

kullanıcısı değil. Rosalie‟ninse konumundan ötürü hiç Ģansı yok, belli ki.<br />

“Kızına biraz daha yaklaştı ve sönüp giden bir sesle fısıldadı:<br />

„Doğa… Onu daima sevdim. Aşka gelince… Doğa, onu çocuğuna gösterdi.‟<br />

Rosalie kendisini tanıyan herkesi yasa boğarak, huzur içinde öldü.” (91)<br />

***<br />

O’Brien, Flann; Dalkey Arşivi (1964),Çev. Gülden Hatipoğlu<br />

Everest Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2012, İstanbul, 240s.<br />

De Selby‟nin Augustinus‟la sert, uçuk kaçık teolojik tartıĢmalarını aktaran<br />

bölümünde sıkılmadım desem yalan olacak ama roman, ilerledikçe sardı, içine aldı<br />

beni. Daha doğrusu epey bir ilerledikten sonra romanın temel düĢüncesini<br />

(esprisini) kavrayabildim ve bunu anladığım yerden sonra gerçekten tat alarak,<br />

büyük bir keyifle okudum Dalkey Arşivi‟ni.<br />

Alayı (sarkastik bir yaklaĢımı) ironiye taĢıyan ve insanlık durumunu tüm içler<br />

acısı kepazeliğiyle söküp (deĢifre eden) okurun eline veren bu kurgusal oyun,<br />

141


okuyanda Ġrlanda‟yla ilgili bir dizi çağrıĢıma yol açıyor. Ama Ġrlandalılıkla ilgili<br />

demeliydim. Sanki ada, insanlarına özel bir gırgır yeteneği bağıĢlıyor. Bu adanın<br />

berisi ve ötesiyle ilgili olabilir mi bilmiyorum. Anladığım O‟Brien‟in bir bakıma<br />

gerçekten Joyce ve Beckett‟le hısım olduğu. Ben kalibreden, çaptan, düzeyden söz<br />

etmek istemiyorum ve böylesi bir karĢılaĢtırmayı yapacak durumda da değilim. Ama<br />

bu üç Ġrlandalı yazarda ortak olan bir mayadan rahatlıkla söz edebiliriz. Belki de bir<br />

yazınsal kanondan…<br />

Örneğin bir Murakami okurken Japonya çağrıĢımı olmaz, hatta MiĢima<br />

okurken bile. Ama Ġrlandalı bir yazar okumak demek buram buram Ġrlanda‟yla ve<br />

onun insanlarının temel ıraları, tepkileri, algılarıyla da buluĢmak demek. Sanki<br />

okuduğumuz kitap aynı zamanda Ġrlanda‟nın tini, bu tine tanıklık etmek. Yine<br />

adalılıkla bir ilgisi olabilir mi bunun, bilmiyorum.<br />

Çok baĢarılı bir çeviriyle önümüze gelen Dalkey Arşivi, elbette Joyce‟a karĢı<br />

Joyce anlatısı, bir tür yansılama (parodi). Eğer Joyce olsaydım benimle ve beni<br />

saran havayla, dünyayla böyle dalga geçilsin isterdim. Joyce bu romanı okumadı.<br />

O‟Brien Dalkey‟de düĢünce tarihini, Ġrlanda‟nın tinsel davranıĢını, kilisenin<br />

(Katolik) yaĢam içerisindeki yeri ve ağırlığını, yazının (Joyce) mitolojisini arĢivliyor<br />

(Çevirmenin de sonsözünde dile getirdiği gibi.) Tabii eğlenceli ama hiç de kusursuz<br />

olmayan bir giriĢim bu. Olamazdı da ve yazarı da bunu amaçlamıĢ değil. Hatta<br />

oldukça uçuk bir tasarı da denebilir.<br />

Öylesine uçun bir tasarı ki Mick sonunda ıkına sıkına kendisinden kendi<br />

kendine bir peygamber çıkarıyor neredeyse. Öykü boyunca eĢlik ettiğimiz Mick‟in,<br />

yolun bir yerlerinde Ġsa‟laĢtığını anlayıp ĢaĢakalıyoruz. Ġsa denli yanlıĢ, Ġsa denli<br />

dürüst, saf, vb. Sonuçta kurtarıyor, ama kimseyi hiçbir Ģeyden olsa olsa… (Biraz<br />

tuhaf oldu.) Olsun, kurtarması yetiyor zaten. O‟Brien yazarımızsa haklı olarak<br />

kurtarıcılığı Mick‟e kaptıracak değil. O bizi Joyce‟un Ģehvetinden (ahlaksızlığından,<br />

hatta kendisinden), kilisenin eliaçık yardımseverliğinden (!), bilimin küremizi kimbilir<br />

kaç kez yok edecek o muhteĢem gücünden (!), alkolün tüm kötü etkilerinden (!),<br />

Dublin‟den vb. vb., daha sayısız mitolojiden kurtararak düze çıkarıyor ve aptallaĢmıĢ<br />

olarak ortada bırakıveriyor. YıkanmıĢ arınmıĢ, sanırım yeterince boka da batmıĢ<br />

olarak çıkıyoruz kitabın sayfaları arasından.<br />

AĢka gelince, boka sarmıĢlık tam da bununla ilgili…<br />

Mick Mary‟ye ondan ayrılacağını söylemek için kararlı bir biçimde gitti Kolza‟ya<br />

(meyhaneye). Ama ne oldu da Mary bunu evlilik önerisi olarak algıladı ve<br />

meyhaneden ikisi birlikte mutlu mesut (!) evlilik kararıyla çıktılar. ġu Mary‟nin (cimin)<br />

karnındaki nokta olmasın, bunun nedeni? Kurtulması için Mick‟e gereken olsa olsa<br />

bir tansık (mucize) olabilirdi bu kesatlıkta.<br />

Doğrusu özgün tadını alabildiğime sonunda sevinebildiğim bir roman oldu<br />

Dalkey Arşivi. Ama herkese önerilmez, çünkü somut bir donanım gerektirir ya da<br />

kaynak taraması. Öyle boyutları var ki romanın koyu, fazla Katolik (!) ve Ġrlandalı.<br />

***<br />

Lacan, Jacques; Benim Öğrettiklerim (2005),Çev. Murat Erşen<br />

MonoKL Yayınları, Birinci Basım, Ağustos 2012, İstanbul, 142s.<br />

Ecrits‟in (1966) yayınlanmasını izleyen iki yılda Lacan‟ın yapıtıyla ilgili verdiği<br />

konferansları Jacques-Alain Miller derlemiĢ ve kitaplaĢtırmıĢ (2005). Onun küçük bir<br />

sunuĢuyla ve gerçekten Lacan‟a egemen bir çevirmenin Türkçesiyle küçük bir<br />

tanıklık. Çünkü uzman kitleye seslenilen bu sunumlarda Lacan‟ın öğretisinden çok<br />

ironisi özellikle dolay(ım)lı bir dil üzerinden Lacan‟ı, bu zor, ele avuca gelmez insanı<br />

142


gösteriyor. Okuyan Ģunu anlıyor ki analiz dediği Ģeyin bir tür parodisi bu<br />

konferansları da. Çünkü konuĢmasının bir yerine geldiğinde okur aslında kendini<br />

sunucu (analist), Lacan‟ı dinleyici (hasta: Lacan ne diyordu hastasına?) olarak<br />

kavrıyabiliyor.<br />

Bunun kasıtlı olduğunu düĢünmemek için kör olmalı. Lacan kendi tekniğinin bu<br />

oynaklığını ve birlikte bir süreci deneyimlemekten ötesini imlemediğini ima ediyor<br />

sıkça. Buradan benim gibi sıradan ya da ortalama okuru ĢaĢkın tavuğa<br />

çevirebilecek kayganlık, atlamalar, dönüĢler vb. bu tekniğin adımları olarak<br />

yorumlanmalı. Bir dizgeden, kapalı bir yerden gelmiyor onun düĢünceleri. Hegel‟e<br />

arada göndermeleri (komünizme de) bence bu.<br />

Nazik ve alaycı dili, gerçekten incelikli anlağının (zekâ) kıvrak gösterisiyle<br />

büyüleyici bir konuĢmacı olduğunu kestirmek zor değil. Hele aynı disiplinden gelen<br />

dinleyici için.<br />

Delik üzerine değiĢmecesini (metafor) verimli bir kaynak olarak ben de<br />

kavradım az çok. “Delikten söz ettiğimde”, diyor, “bu doğal olarak kaba bir metafordur,<br />

[herhangi bir delik değil-ZK], cinsel olanda, yani tam da onun ortaya çıkma konusundaki<br />

yetersizliğine ilişkin olanda beliren olumsuz yandır. Bir psikanalizde söz konusu olan işte budur.”<br />

(38) Ama belki Ģunu eklemek gerek. Delik üzerine konuĢmadır. “Gerçekten de, benim<br />

öğretim‟im, basitçe söylersek dildir, kesinlikle başka bir şey değil.” (42) Burada da olan Ģeyi<br />

baĢka olan Ģeyden ayıran nedir, sorusu gündeme geliyor. Biyolojinin içinden hakikat<br />

çıkmaz (diyor Lacan, haklı olarak). Orada her Ģey diğeri kadar haklıdır ya da doğru.<br />

Dilin bunu gösteriĢi, dile getiriĢi („semptom‟?) ve bunda ayrıĢmadır hakikate yol<br />

veren (açan). “Eğer bilinçdışı dil olmasaydı, Freudcu anlamada bilinçdışı diye adlandırılabilecek<br />

şeyin hiçbir ayrıcalığı, hiçbir önemi olmazdı.” (46) Bu öznenin Freud‟a Lacan‟la birlikte giriĢi<br />

mi? Bunu açıklıyor Lacan. Özne‟siz neden olmaz? Arzu, hep BaĢka‟nın arzusudur<br />

ve BaĢka‟ya arzusunu hep soran (burada, biri) var: “Hiç şüphesiz, psikanaliz, belki bir<br />

tarzdır, öncelikle özneyle ilişkili şeylere dair bilimsel bir tarz.” (69)<br />

Bok yemenin iyi olduğunu, ama hep aynısını yemenin o kadar iyi olmayacağını<br />

söyleyen Lacan, Aristo‟dan gelen ama asıl Boole ile baĢlayan çeliĢkisiz sistem<br />

mantığını kıran yeni dibi-delik sepet mantığından söz ediyor. Dibi delik, dıĢkıyla,<br />

bokla ilgili anlamına da gelir. Sistem bir yerinden açık, fazla veriyor (atık). “Her şey<br />

dipteki bir delikten akıp gidiyor.” (98) Özneyi bu açık sistem içine yerleĢtirmeyi bir kez<br />

daha deneyen Lacan, bir süreç tanımlıyor: O, rüya görüyor; Sonra o baĢarısız olur<br />

(ıskalar); Ve güler. Yani düĢ görür, baĢarısız olur, güler. “Sizden rica ediyorum, bu üç<br />

şey, öznel mi, değil mi?” (103) Öznenin düĢe kalka çabalarıyla sistem (diye bir Ģey)<br />

sürebiliyor sonuçta. Yani mesele öyküleme, dil meselesi. Ama: “Dilin özü hiçbir zaman<br />

iletişim işlevi olmamıştır.” (108)<br />

Üçüncü konferansında tarih kavramıyla Freud üzerinden bağ kuran Lacan, dile<br />

istediği yönü verebileceğimiz insani alan üzerinde ayrıcalık taĢımadığımızı, aynı<br />

baĢarı ya da sapmanın hepimizin erimi içinde olduğunu vurguluyor. “Psikanalist,<br />

histerik talebin ilgilendiği şeyin kendisinin arzusu olduğunu, takıntılının arzusunun herşey pahasına<br />

su yüzüne çıkartmak istediği şeyin kendisinin talebi olduğunu fiilen hissetmediği zaman, bir vakada<br />

hiçbir şeyin yeri değişmeyecektir.” (136)<br />

Doğrusu Lacan‟ı karĢı çıkacağını bile bile Freud‟a yeğliyorum (kendimce<br />

nedenlerle) ama yine belirtmeliyim, Freud‟un öncülük hakkını tanıyarak.<br />

***<br />

Gintz, Claude; Başka Yerde & Başka Biçimde (1991),Çev. Muna Cedden<br />

Dost Yayınları, Birinci Basım, Temmuz 2012, İstanbul, 165s.<br />

143


Claude Gintz bir sanat eleĢtirmeni, diğer niteliklerinin yanısıra. Doğrusu 80,<br />

90‟lı yıllarda Fransa ya da Amerika‟da ses getiren sergilerin kuramsal eleĢtirilerinin<br />

derlendiği kitap benim için ufuk açıcı oldu. Plastik sanatlara yalnızca okuma<br />

eylemimin bir uygulaması olarak yaklaĢıyor, bütünsel (dizgeli) kavrama niyetimi bu<br />

alanda bastırıyor ve ilke olarak olguya bağlı kalıyor olsam da sanatın temel<br />

iĢlevlerinin irdelenmesine yol vererek sıradan, güncel bir sergi yorumu olmanın çok<br />

ötesine geçen bu yazılar kafamda birçok sorunun seçikleĢmesini sağladı. Özellikle<br />

modern sanat ve arkasından gelen bir dizi tartıĢmanın olgu (örnek) üzerinden doğru<br />

yerlemler içine yerleĢtirilmesi konusunda katkıları oldu. Gintz, GiriĢ‟te amacını<br />

söylüyor zaten: “Kitapta,(...)seksenli yıllarda eski düzen meraklılarının avante-garde anlayışa<br />

özgü bunalımı sömürmelerine ilişkin yankılara rastlıyabileceğimi gibi, sanatın kültürel endüstri<br />

tarafından soğurulmasını ve bu endüstrinin bir uzmanlık alanı haline dönüşmesini dileyen o dönemin<br />

(ve günümüzün) itici güçlerine karşı direniş yanlısı ifadeler de bulabiliriz.” (12)<br />

Ġlk yazı (Yeni Kimlikler, 1986), 1967 yılında Paris Dekoratif Sanatlar<br />

müzesi‟nde açılan Buren, Mosset, Parmentier, Toroni Grubu sergisinden yola<br />

çıkıyor. Resmi salt kendi varlığına indirgeyen devini, perspektivist düzene bağlı ve<br />

çeĢitli öncü (avante-garde) modernistlerin yapısını orasından burasından delmeye<br />

çalıĢtığı, yerine „resimde gerçeklik‟ söylemini koymaya çalıĢtıkları Batı resim<br />

sanatının son noktasını koyar gibiydi (Gintz‟e göre). Marksist bir okuma içinde grup<br />

tutarlı görünüyordu. Sanatın yanılsamasına karĢı gerçeğin safında duran insan.<br />

Varlık olmanın ötesinde her türlü savın yadsınması ve resmin orada, gerçek varlıknesne<br />

olarak algılanması. Anlam, tüm gönderimler dıĢarıdadır. Resim (yapıt) ne ise,<br />

nasılsa tam öyledir (ne artı, ne eksi). „Egemen ideolojiyle buna sadık sanatçıların<br />

olabildiğince gizlemeye çalıştıkları‟ (Buren) Ģeylerin üzerindeki örtüyü kaldırmak,<br />

tüm görünür görünmez eklentileri (ayla), metafiziği resmin (aslında iĢin, nesnenin)<br />

üzerinden kaldırmaktır sav.<br />

Michel Parmentier<br />

144


Daniel Buren<br />

Niele Toroni<br />

Jaspers John<br />

Sanatı bir yere kapatamayız, olsa olsa bir deneyim olarak yaĢayabiliriz, diyen<br />

Robert Smithson, sanatı varoĢlarda yükseltmeyi önerir. Kendini besleyemeyen bir<br />

dünya sözkonusu ve daha aldatıcı uydumcu, yapay sanatsal iliĢkilerin yerine<br />

doğada inĢa edilen yapıt ergeç yıkıntıya dönüĢür. Smithson ya da Becherler gibi<br />

145


sanatçılar, resim sanatının geleneksel iĢlevi olan varoluĢu taklit ederek bir yokluğu<br />

doldurmaya karĢı çıksalar da kendi iĢleri için de bir yokluğu doldurmaları gerekti<br />

(Gintz‟e göre). Smithson‟un 1970‟de Utah‟da (Büyük Tuz Gölü) inĢa ettiği sarmal<br />

mendirek, ölümsüz, devinimsiz, donmuĢ geleneksel yapıtın yanına devinen, değiĢen<br />

bir olayı, belirsizliği koyuyordu („Mekânsızlık merkez noktadır.‟) Olanaksızın<br />

peĢindeydi.<br />

Robert Smithson<br />

Robert Filliou üzerine üçüncü yazı (1984), sanatçının gücünü kırılganlığından<br />

alan çalıĢmalarını yorumluyor. Sanat yapıtını bir kültür malına dönüĢtürmek isteyen<br />

nesneleĢtirme düzeninden kaçmaya çalıĢan Filliou gerecini de aralıktaki ya da<br />

geçersizlik statüsündeki nesnelerden (karton kutu, iplik parçaları, çelik halat, haikulu<br />

kağıt parçası, vb.) derlemiĢtir.<br />

Robert Fillou<br />

New York‟ta Bir Mevsim baĢlıklı yazısında Gintz (1981), sanatın çağdaĢ Batı<br />

toplumlarında kendi üretim ve dağıtım koĢullarının yarattığı sonsuz ikilemden<br />

yakasını kurtaramadığını belirtiyor. New York galerilerinde sergilenen resimlerin<br />

ortak özelliği, sanat eserini, egemen sınıfın algılama kapasitesini hesaba katarak ve<br />

bu sınıfın ideolojik beklentisine uygun bir biçimde yaratmak, diyor (50)<br />

146


David Salle, Angels-rain<br />

Mihael Asher üzerine yazıda (1983), geleneksel anıta ilintilenmiĢ yontu<br />

mantığının Rodin, BrancuĢi, Carl Andere ile sarsıldığını, ama yine de yontunun<br />

anıtsallığının korunduğunu belirten Gintz, Asher‟in yerleĢtirmeyle (enstallasyon) bu<br />

anıtsallığı kırmaya çalıĢtığını (uzamların yerdeğiĢtirmesi) söylüyor: “Sanal bir özerklik<br />

yetisine sahip somut eserler üretmeyi reddettiği için, Asher‟in çalışması, estetik üretimin tasvirine<br />

ayrılmış mimari yapı/müze alanı dokusunda geçici bir esinti yaratan bir biçimde kendini gösterir. Bu<br />

alanda konumlanan belirteçler dizisi üzerinde yaratılan açıkılıktan „yontunun bir başka mantığı‟<br />

diyebileceğimiz şey doğar.” (59)<br />

Michael Asher<br />

Sekiz New York‟lu sanatçıyı yorumladığı yazıda (Başka Yerde & Başka<br />

Biçimde, 1985) Gintz, önemli bir sorgulama yapıyor. Geleneksel resmin odakçıl<br />

egemenlik yapılarıyla iliĢkisini, penis merkezcil psikanaliz kuramlarıyla da sembolik<br />

yapıların tanımlandığı bir dönemin ardından gelen bozgunla sorgulamanın<br />

baĢladığını belirten eleĢtirmen, “Batı‟daki başlıca görsel temsil sistemlerinin –Rönesans‟tan<br />

itibaren resim sanatı ve 20. yüzyıldan itibaren sinema sanatı- bir hükümdarın veya erkek bir öznenin,<br />

kısaca kendini temsil ettirmekle meşrulaşan bir iktidarın merkezi ve egemen bakışına göre<br />

düzenlendiklerini gözlemekle yetinelim,” diyor (62) Sanatçılardan Lawler, fotoğraflarında<br />

yer alan sanat eserlerini nesneleĢtirir, örneğin. Sanat yapıtı egemenliğin aracına<br />

dönüĢmüĢtür fotoğrafın içindeki duvarada.<br />

147


Louise Lawler<br />

Arzunun güdümlenmesi (manipülasyon) Martha Rosler‟in fotoğraf, film, video<br />

çalıĢmalarına özellikle konu olmuĢtur. FetiĢ(leĢmey)e yatkın belgesel fotoğrafçılığı<br />

eleĢtirmiĢtir.<br />

Martha Rosler<br />

148


Holzer‟in kıĢkırtıcı denemelerinin de, dizgeye karĢı Ģok etkisine güveniyor<br />

olsalar da bir süre sonra aynı dizgenin parçası olarak algılanmaları belki de<br />

kaçınılmazdır.<br />

Jenny Holzer<br />

“BELLĠ BĠR SÜRE GEREKLĠ<br />

CANSIZ BEDENLERĠ AġIP<br />

GÜNLÜK UĞRAġILARA DÖNMEDEN ÖNCE…” (Jenny Holzer)<br />

Barbara Kruger ise kitlesel medya araçlarını amaçları dıĢına çıkarma<br />

yöntemini uyguladı, onları geçersiz (gayrimeĢru) kılarak yeniden sanatsal kuruma<br />

katmaya çalıĢtı.<br />

Barbara Kruger<br />

Hans Haacke üzerine yazıda (1986-87) sanatçının tavrını Ģöyle özetliyor:<br />

“Sanatı incelikten yoksun kişilerin (daha çok da uluslar arası şirketlerin) boyunduruğu altına sokma<br />

çabalarına karşı koydukça, bilinçlerin denetim altına alınmasına ve „özgürlüksüz gönenci‟ mümkün<br />

(kılabilecek) seçkinlerin demokratik bir egemenliği adına‟ yürütülen ayarlamalara karşı bir direniş..”<br />

(81) Ya da “Sanatı var olan iktidarı geçerli kılmaya mâhkum ve kendi imlerinin dolaşımını sağlayan<br />

bir yapı olarak görmek isteyen kaderden kaçmaya çalışmak…” (85)<br />

149


Hans Haacke<br />

Robert Morris‟in sanatına bakan yazıda (1987), sanatçının 60‟lı yıllardaki<br />

yıkıcılığının („kural yıkıcılık‟) zaman içinde eridiğini, ödün verdiğini görüyoruz: „Yarı<br />

anlatısal dönüşüm,‟ diyor yazar. Bu bahaneyle Gintz önemli bir yargıda bulunuyor.<br />

Sanatçı bir seçim yapmak zorunda kalmaktadır: Ya “elde tutulan [özgür sanat-ZK] hayalin<br />

yanında yer alan, kısacası, kendini gerçekliğin güzelleştirilmiş bir yansıması ve gelişmiş çağdaş<br />

toplumlar için „görsel sanatlar‟ demek olan kültürel anlamda kararlı alandaki egemen ideolojinin bir<br />

aracı haline getirerek kendi yıkımını kabul eden bir „postmodernizm” ya da “…sanat üreticisine ve<br />

sanat alıcısına egemen güçler tarafından uygulanan baskılaragöre şekillenen eleştirel bir tavır…”<br />

(97)<br />

Robert Morris<br />

„Küçük Sparta‟da „Neo-Klasik Yeniden Silahlanma‟ baĢlıklı yazı (1987), Ian<br />

Hamilton Finlay hakkında. Finlay, geleneksel kültür değerlerinin etkin hale<br />

getirilmesi yönünde bir giriĢim. (99)<br />

Ian Hamilton Finlay<br />

150


Louise Lawler üzerine yazısında (1987), sanatçının müze ve sergi kavramıyla<br />

eleĢtirel iliĢkisini yorumluyor. “Lawler, çağdaş sanat eserlerinin bir burjuva evinin konforlu iç<br />

mekânını süsledikleri hallerini fotoğrafa aktarıp bunları kamuya açık yerlerde sergileyerek eserlerin<br />

geçmişlerini anımsatır.” (108) O, sanatçının bir sanat eseri üreticisi olarak tesis edilmiĢ<br />

konumunu sorgular. Evrensel gerçeklikler taĢıyan soyut ve parçalanmamıĢ özneyi<br />

müzedeki konforundan çıkarır ve ona somut, özel bir boyut kazandırır (112) Bir<br />

karĢı-sunuĢ inĢa ederek, verili, mevcut kurumlaĢmıĢ erki tartıĢmalı kılmaktır derdi:<br />

“‟Erkeği yapan kadırdır,‟ anlayışında bir kimlik edinmekten uzak durarak, izin verilen yegâne kimliği<br />

bulanıklaştırmaya çabalar. Bu bakımdan, kurumun korumakla ve kollamakla yükümlü olduğu yeşin<br />

yapısını çok daha ciddi ölçülerde bozar. Lawler, „bizim için otoriter ama keyfi ve kısmi bir biçimde<br />

yasa yapmak‟ mantığını dayatan ama bunun aksini iddia eden bir söyleme sahip olan sahte bir<br />

evrenselliği „özel‟ hale getirir. Fakat, bunu yaparken kendi farklılığını ilan etmekten öteye gidemez;<br />

sınıfsal ve/veya ırksal farklılıkların yüksek Batı kültürü tapınaklarında yalnızca sahte bir biçimde<br />

medyatik hale gelebilecekleri gerçeğini kendinden saklayamaz.” (116)<br />

Bir diğer yazıda (Yerinde Yapılan ve Görülen Boyama Çalışmaları, 1989)<br />

Gintz, Andre Cadere, Claude Rutault gibi sanatçıların iĢlerine bakıyor. „Özel<br />

nesneleri geliĢtirmek ve yerine koymak‟tan ibaret yeni-pozitivist bir tavırdan söz<br />

ediyor.<br />

Andre Cadere<br />

„Her Şey Başka her Şeyle Temas halindedir‟, (1990-91) baĢlıklı yazı genel<br />

bir değerlendirme niteliğinde. Özellikle sanatla reklam iliĢkisini sorguluyor Gintz. Bu<br />

iliĢki diyalektiğinin bir ana rahmi iĢlevi gördüğünü teslim ediyor.<br />

Marcel Broodthaers<br />

151


Dan Graham<br />

Ġzleyen yazı (Bir Sipariş Estetiği İçin mi? 1991) Ģimdiki anın mutlak<br />

değerlendirilmesi ve korunmasına yönelik ve kendini sürekli yineleyen sanat<br />

anlayıĢına bağlı kültür tapınaklarını yücelten yaklaıma karĢı „sanatı her seferinde<br />

yeniden yapılacak, sınırlı süreli ardıĢık resimler‟ (Rutault) olarak konumlayan<br />

yaklaĢımı irdeliyor. Tablo duvarlaĢır.(Post-auratik sanat). Bundan doğan sonuç,<br />

sanat adına, alıcı ve birlikte sanatsal kurumun tümünün „sanat nesnesinin<br />

somutlaĢtırılması‟ sürecine katılmasıdır. (137) (In Situ eleĢtiri).<br />

Bir sonraki yazı Kavramsal Sanat‟a bir bakıĢ (1991). 80‟lerde enstalasyon<br />

uygulamalarının resim/yontu paradigmasının yerine geçirilmesi, bir yandan Yves<br />

Klein‟ın boĢluk övgüsüne ve kavramsalcıların vaaz ettikleri görselliğin yitimine<br />

seçenek bir eleĢtiri, hem de sanatsal kurumun yeni gereksinimlerine ayak uydurmak<br />

için bir vaattir, Gintz‟e göre. Öte yandan kavramsal sanat diye adlandırılan (Kosuth,<br />

Huebler, Barry, Weiner, vb.), özellikle sergileme zorunluluğu karĢısında, bir yokluk<br />

tavrına ve ticari malı reddetmeye iĢaret eder. Ancak sergi alanına bu mesafeli<br />

duruĢ, kavramsal sanatın benimsendiği andan itibaren kurumsallaĢmayla yüzyüze<br />

gelecektir: “Asher‟in tavrı, böylece, enstalasyon sanatının (önerilen çalışma ne evrensel ne de<br />

süreklidir: görsel olarak ancak burada ve şimdi vardır, dekoratif olmaktan kaçınır, çünkü dışarıdan<br />

hiçbir şey getirmez ama orada zaten var olanın yerini değiştirir) ve kavramsalcılığın (görselliğin ve<br />

sergi nesnesinin terk edilmesi olarak sanat) bir türevi olarak görülebilir. Sonuç olarak, Asher‟in tavrı,<br />

hem görünmezliğin hem de toplumlarımızdaki görüntüselliğin koşullarını yeniden üretmekten ibaret<br />

olan gösterinin tuzağına düşmemek için çağdaş sanatın geçmek zorunda kaldığı dar kapıdır.” (165)<br />

Michael Asher<br />

152


***<br />

Nesin, Aziz; Fil Hamdi (1955): Gülmece Öyküleri 2 (2001)<br />

Adam Yayınları, Birinci Basım, Eylül 2001, İstanbul, 7-151 s., (451 s.)<br />

*<br />

Nesin, Aziz; Damda Deli Var (1956): Gülmece Öyküleri 2 (2001)<br />

Adam Yayınları, Birinci Basım, Eylül 2001, İstanbul, 153-298 s., (451 s.)<br />

*<br />

Nesin, Aziz; Deliler Boşandı (1957): Gülmece Öyküleri 2 (2001)<br />

Adam Yayınları, Birinci Basım, Eylül 2001, İstanbul, 299-444 s., (451 s.)<br />

Aziz Nesin‟in yazarlığının doruk yaptığı bir dönem 55, 56, 57 yılları. Dergicilik<br />

(Dolmuş), yayıncılık (Düşün Yayınevi) tüm hızıyla sürüyor. Zaten baĢına bu<br />

tarihlere değin gelebilecek her Ģey geldi. Yargılandı, tutuklandı, sürgün edildi,<br />

kovuĢturuldu, izlendi, iĢsiz kaldı, vb. 40 yaĢlarını sürüyor bu yıllarda.<br />

Öykülerinin yazınsal değerini ayraç içine alsak da bu gülmece öykülerinde<br />

hemen dikkati çeken bir nitelik var: kıratlarının yüksekliği. Evet, çok yazan ve<br />

toplumun açığını en çarpıcı biçimde yansıtma ekonomisine sonuna değin bağlı<br />

kalan Mehmet Nusret (Aziz Nesin) aslında hemen hiçbir yazarımızda olmayan bir<br />

yazı yazma biçimi, yeteneği geliĢtirmiĢ. Buna bir tür enazcılık (minimalizm)<br />

diyebilirim. Sanki sözcük kütlesini yontan bir yontucu gibi yeni açılı yüzeyler açarak,<br />

nesnesini saydamlaĢtırıyor, anlaĢılmazlığı sıfırlıyor ve okuyanda keskin, kaçınılmaz<br />

bir yüzleĢme darbesi (Ģok) doğuracak çokyüzlü, aydınlık yoğaltan bir billur (kristal)<br />

oluĢturuyor.<br />

Böylece onun yazısının en belirgin, ana özelliklerinden biri ortaya çıkıyor<br />

benim açımdan. Öncelikle, öyküsünün (yazısının) altında us (akıl) ve aydınlanma<br />

kesinkes var. Bunun tartıĢılmasına bile izin vermiyor ve yaĢamıyla da bunu ayrıca<br />

doğruluyor. (Not düĢersek: Hiç sapmadı. Tüm yaĢamı kanıtıdır.) Ġkincisi, öğreticilikle<br />

doğalcılığı belki yazı(n)dan ödün vererek, uçlara savrulma pahasına okurca kabul<br />

edilir düzeylerde bireĢimledi. Üçüncüsü yazısı saydam (Ģeffaf). Tüm toplumu değiĢik<br />

açılı arakesitleriyle kat ediyor bu yazı ama kanatmıyor, bulanıklaĢtırmıyor, duyguyla<br />

uyuĢturmuyor, gösteriyor. (Bu anlamda epik.) Okur, gülmecenin, saçmanın bir adım<br />

berisinde kalıp yine de apaçık gösterebilme gibi bir yeteneği olabilir mi, diye sorma<br />

gereği duyuyor. Bir dördüncü boyut, yaĢam kırıntısının, ele geçirilen nesne-özün<br />

yaydığı ıĢığın Nesin‟in yonttuğu yüzeylere çarparak yansıyıp kırılmalarıyla<br />

büyümesi, artması ve sözkonusu nesnenin görülmek zorunda kalınması. Buna<br />

abartma deyip geçemiyorum, daha çoğu çünkü. Chaplin‟i anımsayalım. Mercek öyle<br />

yerleĢtiriliyor ki nesne-öz sanki oradan bize değil de bizden oraya yansıyor. Hangi<br />

yazar ortak paydasını bunca geniĢ tutabilmiĢ, okuru da anlatısının içine katmıĢtır?<br />

(Yine usuma ilk gelen kiĢi Chaplin…) Bedeli belki ağır olmuĢtur bunun, anlatı,<br />

kiĢisini (tip, karakter) yitirmiĢtir. Ama bu kiĢi (yazınsal kiĢi) üzerinde belki de<br />

tartıĢmak iyi olabilir. Soğurma, herkesin öyküsünü kendine bağlama, evreni içetme<br />

(kara delik) iĢlevi gördüğü çoktur bu yazın kahramanının. Aziz Nesin öbür uçta, ben<br />

böyle anlıyorum.<br />

Yazarımız için ökelik (dehâ) yargısına, anlağının (zekâ) gücüne gözü kapalı<br />

katılıyorum. Gerçek bir dünya kiĢisi, karakteridir en baĢta (Aziz Nesin‟in) kendisi,<br />

öylesine güçlüdür, cesurdur. Böyle bir insanın yazıyı aynı zamanda araç<br />

(enstrüman) olarak görmesini yadırgamamalı ve bundan olumsuz sonuçlar<br />

çıkarmamalıyız. Buna onun herkesten çok hakkı vardır, en baĢta.<br />

153


Bu dediklerimin anlamı ne? Burada bir eytiĢmeli (diyalektik) süreç var.<br />

Toplumun ırasıyla (karakter) bireyin ırası içsel bir (b)ağla ilintili olsa da tam çakıĢıp<br />

örtüĢmez. Birey, toplumu, en yetkin klasik anlatılarda bile aktarmak için yetmez ve<br />

tersi de doğrudur bunun. Yazar toplumun öznesiz duygu ve kararını anlatı konusu<br />

yapabilir mi? Bireyden kopabilir mi? Sezgilerimiz bir toplumsal ıra olduğunu ve<br />

toplumu oluĢturan tek tek bireylerden ayrı davrandığını bildirir bize. Ama anlatımızı<br />

genellikle birey üzerinden kurgularız ve toplumun genelini bireylerle kurgular,<br />

aslında indirgeme yaparız. Eğer bir yazar-aydın çıkıp da birey(ler)in, bunlar tipler<br />

bile olsalar, dalgalı kiĢiliğine güvenmek yerine özel kimi yöntemler geliĢtirerek<br />

toplumun ırasını olduğu gibi (bireyi üretecek kerte) avucunun içine alır,<br />

gösterebilirse bunun çok değerli olduğunu (tersini değil), yaratıcı bir buluĢ (keĢif)<br />

olduğunu düĢünmek zorundayız. Toplumun gülmecesi eninde sonunda bireyde<br />

yankılanır (tersi ise yanlıĢtır), eğer o toplumun bireyi ise. ĠĢte Aziz Nesin‟in benim<br />

açımdan önemini ortaya çıkaran beĢinci boyut bu. O toplumun ırasını ele geçiren bir<br />

öke (deha). Birçok nedenle bu toplum edasını (gestus) yakaladı ve tikele odaklanır,<br />

yoğunlaĢırken bile bu toplumsal ıra anlatısına kesinlikle her kezinde eĢlik etti.<br />

Örneğin Orhan Kemal‟in de gizli bir toplum tinini (gestus) kavrayıp yansıttığı<br />

söylenebilir ama onunki içeriden, olgudan yükselen bir gösterme. Nesin‟inki ise en<br />

baĢından doğrudan BektaĢi geleneğinin, Nasrettin Hoca temsil niteliğinin bilincinde<br />

oluĢla ilgili… Aziz Nesin‟in bireylerle, onların budalalıklarıyla değil toplumun genel<br />

anlama, algılama, yorumlama, gülme, ağlama, vb. ile derdi olduğu ilk yapıtlarından<br />

baĢlayarak anlaĢılıyor. Eğer bunu kavrayabilseydik, onun Türk halkının Ģu kadarı<br />

aptaldır, derken ne demek istediğini anlamıĢ olurduk. Buna verilen sürü tepkisi tam<br />

da iĢte Nesin‟i kavradığı toplum tinimizle ve onun niteliğiyle ilgili ve tezini doğrulamıĢ<br />

oluyor. Yazısının omurgasına oturttuğu gerekçesini, demek istiyorum. Ve ekliyorum,<br />

hiçbir aydınımız, yazarımız, siyasetçimiz bu toplumu görüp de onun gibi acı<br />

çekmemiĢtir, hem de sayısız nedenle. Acaba buna Mustafa Kemal‟i de ekleyebilir<br />

miyiz? O da çok acı çekmiĢ olmalı, bu genel ıramızla ilgili olarak. Ne yapılabilir,<br />

sorusuna Mustafa Kemal Atatürk, siyaset diye bugün de aĢılmamıĢ, en genel ve<br />

doğru yanıtı vermiĢtir (Ha, bu yanıtı vermek, toplumu çözebilmek, onun kendini<br />

içeriden aĢmasını olanaklı kılabilmek anlamına da gelmez.) Öte yandan Aziz<br />

Nesin‟in yanıtı siyasallaĢmanın iĢlevsel rolünü asla yadsımamakla birlikte sanırın tini<br />

tinle yıkamanın sezgisel bilincine ulaĢmıĢtı. Devrim tarihselliğiyle kısıtlıydı ama tin<br />

zamansızlıkta yarasını iyileĢtiremezdi. O zaman belki tine ayna tutmak, kendi<br />

kötülüğümüzün, kusurumuzun güleni olabilmek sağaltabilirdi ama çok uzun, çok çok<br />

uzun bir zaman gerektirirdi bu da. ġunu söyleyebiliriz ki yazar için bu umutsuzluk<br />

noktası değildi. Kimsenin eleĢtiremeyeceği biçimde aynı zamanda umutsuz bir<br />

aydın olsaydı, yazısı kanatıcı, gerçek anlamda ironik bir yazı olacaktı. Onu ironinin<br />

azıcık berisinde tutan, insanlığa kuramsal (teorik) inanma gereksinimi,<br />

hümanizmasıydı. Bu hümanizma nedeniyle kiĢi olarak da çok ödünsüz, sert, katıydı,<br />

hem de sanırım baĢkalarından önce kendine karĢı. Kendine çok acımasız<br />

davranmıĢ olmalı. Bütün büyük insanseverler gibi insansızlık çölünde yeĢerdi, yemiĢ<br />

verdi, yaĢamını adadı. Ve biz Aziz Nesin‟i sildik neredeyse, çok okunuyor (!) olması<br />

neyi kanıtlar? En büyük Ģeytan Aziz‟di, bunu hepimiz doğrudan ya da dolaylı<br />

benimsedik neredeyse. Bir portresini çizemedik, onu yaĢar kılamadık. Bu ironi<br />

olabilir mi, iç yakan?<br />

Nesin hakkında daha epeyce yazacağım kesin. Onun kendimce bir portresini<br />

çıkarmaya çalıĢacağım. Türkiye‟nin büyük çeliĢkisinin en önemli figürü olarak onu<br />

baĢa yerleĢtiriyorum. Bu çeliĢki aydınla yazarın buluĢma ayrıĢma noktasıyla ilgili,<br />

ülkemizde. Yazarımız yazısı karĢısında hiçbir zaman gerçek anlamda özgür<br />

154


olamadı. Bu iyi mi, kötü mü oldu? Yanıt veremem ve belki de yanlıĢ bir sorudur.<br />

Çünkü bana göre gerçekten yazı(n)dan önemli bir Ģeyi taĢıyor olabilir yaĢam.<br />

Yazı(n) da onun bir anlamlandırıcısı. Soru(nu)muz yaĢamı olabildiği denli evrensel<br />

bir insan kitlesi için nitelikli, anlamlı kılabilmekse, sanat (yazı) bunun en iyi<br />

yordumlarından biri kuĢkusuz ama tek biçimi değil. Marx‟ın dediği gibi insan(lık)<br />

tarihöncesinden kurtulamadığı için henüz, aydını kurbanla buluĢturan (Bkz. Girard)<br />

törenler olmadan yapamayan bir dünyada yaĢıyoruz. YanlıĢ anlaĢılmak istemem.<br />

Yazı, kurbanın yerdeğiĢtirmesidir (ikâme) demek istemiyorum. Yazının belki baĢka<br />

gerekçeleri, kökleri vardır. Ama tanıklığımız bu törenin parçası olduğumuz gerçeğini<br />

imliyor.<br />

*<br />

Asıl sorumuz, okurluk beklentimizin ayrıĢma düzey ve derinliğinin nerelere<br />

değin inebileceği ya da yükseltilebileceğidir. Yazıyı soyutlayıp evrensel yazı ölçütleri<br />

içinde bir okur yaklaĢımı benimsediğimizde bu saltık soyutlama bizi bir yere<br />

taĢıyabilir ama buna cennet (ütopya) diyebilir miyiz, demeli miyiz? Öte yandan<br />

buradalığı (tin ve tensel burada oluĢ) göreve ilintilendirdiğimizde ve tüm yaratıcı<br />

edimi de buna iliĢtirdiğimizde (endekslediğimizde) dünyaya daha fazla batmak bir<br />

cennet vaadi olabilir mi, yoksa derinleĢen kendi cehennemimiz mi olur? Yaratım<br />

(sanat) her dünya için bir ikincisinin olasılığı ve olanaklılığı üzerine bir önermeden<br />

baĢka nedir? Belki de uç(lar) diye bir Ģey yok. Saltık diye bir Ģey yok. Yalnızca<br />

okurluğun, araĢtırmanın derinliğinden, daha derinliğinden söz edebiliriz. Ben buna<br />

merak, öğrenme isteği ve onun sınırsızlığı diyorum. Aziz Nesin için iyi bir tanım da<br />

bu olmaz mıydı?<br />

*<br />

Öykülere gelince, bizleri ĢaĢırtan bir konuya açıklık getirmek gerekir. Sanki<br />

yazar toplumda bizim hiç karĢılaĢmadığımız gülünç olaylarla karĢılaĢıyor ve bunları<br />

bize aktarıyormuĢ gibi düĢünmek kolay geliyor. Oysa o toplumumuzun<br />

155


karĢılaĢtığımızda bizi hiç de güldürmeyen sıradan gündeliğinin özenli bir tanıklığını<br />

özgül bir dile çevirmekten, dönüĢtürmekten çoğunu yapmıyor. Yani gündeliğin,<br />

sıradanın içindeki gülmece (komik, mizah) Aziz Nesin‟in diline geliyor, o dilden<br />

geçince böyleleĢiyor. KuĢkusuz Aziz Nesin çok iyi bildiği ama sanırım kimseye de<br />

anlatamadığı gerçek bu olmalı. Bazen demiĢtir, özel bir yaratıcılık gerekmez, bu<br />

toplumun nesine baksan gülmece orada zaten. Ne demek istediğini anlayan<br />

olmuĢtur (umarım). Çünkü onun anladığı anlamda gülmece aranmaz, saklı, gizli,<br />

örtülü değildir. Oradadır, çıplaktır ama ortalama koĢullanmıĢ algı ayrımsamaz bunu.<br />

Ancak Nesin‟in dilinden anlatılmalıdır ki görülebilsin aykırılık, çarpıklık, sıradıĢılık.<br />

Okur kendini biraz zorlarsa güldüğü Ģeyin her zamanki Ģey olduğunu anlar. Ona<br />

Aziz Nesin‟in (Midas) parmaklarının dokunması yeter. Yalnızca bu dokunma bile<br />

karnaval(esk) için baĢlangıç noktasını oluĢturmaya yeter. Tam o anda birisi birisi<br />

değildir. Aziz Nesin gibi. Ġçimizden biriyken dıĢarıdan, gösteren birine dönüĢür ve<br />

gösterdiği Ģey (biz; bu gösterimin ıĢığı altında dayanılmaz derecede gülünç olan)<br />

gerçekten de öyle dayanılır Ģey değildir.<br />

Kitaplar (3 kitap) ilk üç kitabın çizgisini sürdürüyor. Gülmece (mizah) yazıyı ele<br />

geçiriyor ve istediği yere taĢıyor. Okur yazıya bakacak durumda değil, zaman da<br />

yok. Toplumun tüm davranıĢ ve dili, kurumlar ve onların insanlarla iliĢkileri vb. her<br />

Ģey konudur. Çünkü her Ģey dikkatli bakılırsa çeliĢkiyi taĢır. Sokaktaki kedi bile bu<br />

çarpıklığın bir parçasıymıĢ gibi davranır. Her çarpıklık, uyumusuzluk da güldürür<br />

ötekini. DıĢarıda, orada olduğu, bana bulaĢmadığı için. Ama bu bakıĢaçısının<br />

çarpıklığı dayanılmazdır iĢte. Aziz Nesin anlatıcı yazarını bu ikilemin içine sıkça<br />

sokar (özeleĢtiri ya da bütünün parçası olmak).<br />

Bütün olarak yukarıdan bakılabildiğinde bu sayfaların arasından bize iliĢkin<br />

yaĢamın gürlükle fıĢkırdığını algılayabiliyoruz. Tek tek öykülere bağlandığımızda<br />

birinden öbürüne atlarken yavanlığın, yinelenmenin sıkıntısını aĢmanın yolu olarak<br />

bu türden bir Aziz Nesin okuması öneriyorum.<br />

Tekniğini ona bağıĢlamak kaçınılmaz. Betimlemenin yerini söyleme(ye)<br />

bırakması yaĢamın devingen yapısına ama yazarımızın gelecek tasarısına da<br />

bağlıdır. Dil çöz(g)ücü bir araçtır, bir silahtır da onda. Dili sokar, dille sokar, yaĢamın<br />

yerinden kalkmaz çekide taĢlarını kımıldatmak, yerinden oynatmak için. Peki, bir<br />

yere bağlanmadan, durmadan devinimi tanımlayabilir, kavrayabilir miyiz? Bu<br />

sorunun yanıtı Aziz Nesin‟de (en azından ilk kitaplarında) açık… Henüz bir yazı<br />

kuramı, anlayıĢından söz etmiyoruz bu nedenle. Ġlerilerde kendisi bu konularda<br />

yıkıcı tartıĢmalar baĢlatmıĢ, kıĢkırtmalar yapmıĢtır.(DüĢünce ilerlesin diye.) Ben de<br />

bu konulara sıkça döneceğimi sanıyorum.<br />

AlıĢkanlıklarım yazının kendinde (nesne olarak) tadının peĢine düĢmüyor mu?<br />

DüĢüyor tabii. Bu yazı tadını bulduğumu ileri süremem. Bir biçemden, bildik<br />

anlamda ama söz edemem. Nesin‟in böyle bir tasası yok. Yazı onun önünde bir<br />

nesne değil. KeĢke olsaydı diyebilir miyim? Çünkü bu Aziz Nesin‟in yukarıda<br />

tartıĢmaya çalıĢtığım özelliklerini baltalayabilirdi. Bir kuruntu mu? Temelsiz bir<br />

varsayım mı bu?<br />

Bunlar haftalık gülmece dergilerinde yazı olarak okunup geçilecek (atılacak),<br />

dilsel bir tat bırakmayan, biraradalıklarından izleksel bütünlük çıkmayan, arkada<br />

büyük bir baĢlığa (izleğe) gönderme yapmayan, aslında her Ģeye gönderen anlıksı<br />

metinler bir yandan. Ġçlerinde tikel örnekler olarak yaklaĢıldığında kalıcılık taĢıyanı,<br />

yazınsal bir yere yerleĢtirilebilecek olanı çok az ya da yok. Tipik Aziz Nesin öyküleri<br />

ama tipik öyküler değiller. Bunun halk dalkavukluğuyla ise hiç ama hiç ilgisi yok.<br />

Aziz Nesin her Ģey olabilir ama halka temenna çakacak biri hiç değil. (Bunu sayısız<br />

156


örnekle de gördük.) Ben onun Stendhal gibi sırtında aynayla dolaĢan ve toplumunu<br />

olduğu gibi yansıtan biri olduğunu düĢünüyorum. Olduğu gibi derken sıradan<br />

insanların onarıcı, giderici, yatıĢtırıcı, durumu kurtarıcı (oportünist, idareci)<br />

yaklaĢımlarından söz etmiyorum. Tersine, bunların ayıklandığı bir dil, altta yatan<br />

çeliĢkiyi (gülmeceyi) yüze çıkarıyor, görünür kılıyor.<br />

Artık kesiyorum. Sürecek Aziz Nesin araĢtırmalarım…<br />

***<br />

Trotzig, Birgitta; Çamur Kralının Kızı (Dykungens Dotter, 1985),<br />

Çev. Figen Öztürk<br />

Ayrıntı Yayınları, Birinci Basım, 2012, İstanbul, 269s.<br />

Birgitta Trotzig Ġsveçli (1929-2011). Ġsveç‟in önemli çağdaĢ yazarlarından biri<br />

sayılıyor. Fügen Öztürk‟ün doğrudan Ġsveç‟çeden yaptığı çeviri gereksiz kullanılan<br />

eski sözcüklere karĢın oldukça baĢarılı. Ayrıntı yayınevi ise tam anlayamadığım bir<br />

nedenle yer altı edebiyatı dizisinde yayınlamıĢ romanı.<br />

Sonradan Katolik olan (sanırım Protestanlıktan) ve yaratısının kaynaklarını<br />

artan oranla belki de inancına bağlayan Trotzig için ağızdan ağıza yayılan<br />

dolaĢımdaki yargılarla iĢim yok. Bunlar doğru da olabilir, bir Ģey diyemem. Tek<br />

yapıtıyla da (en önemli yapıtı, baĢyapıtı da olsa) zaten ileri gitmek istemem.<br />

Dolayısıyla kendi okuma deneyimimle iliĢkilendireceğim yorumumu.<br />

BaĢlangıca koyduğu Strindberg‟in çamur üzerine Ģiir alıntısından ve adından<br />

da anlaĢılacağı üzere, roman çamur ve bataklık üzerine bir değiĢmece (metafor).<br />

Roman boyunca çamurun (bataklığın) ölümcül ve dirimcil gücünü somut olarak<br />

duyumsatan imgenin, yazarın ülkesinin 20.yüzyıl öyküsüyle, yazgısıyla da eĢleĢen<br />

bir boyutu var. Aslında bu, çamurun, balçığın deriĢim öyküsü (bir anlamda da deri<br />

157


değiĢtirme), Ġsveç diye bir ülkenin de öyküsü. Çamurdan yükselen bir yaĢam ve<br />

ölüm... Yalnızca yaĢam (dirim) deseydim bir Ģey eksik kalacaktı.<br />

Dickens‟in büyük, ana imgesiyle hısımlık hemen dikkatimi çekti. Onun da yapıtı<br />

19.yüzyılın Londra, Ġngiltere imgesi dolayında örülüyor. Dickens romanları tüm<br />

dağınıklıklarına karĢın ilginç ve ĢaĢırtıcı biçimde arkada bu imgeyi güçlendiriyor,<br />

etkili bir biçimde gelecek yüzyılların okurunun belleğinde yerleĢiyor imge. Ġsveç‟in,<br />

20.yüzyılın ilk çeyreğine iliĢkin bu imgesi benim açımdan çok da yeni sayılmaz.<br />

Özellikle sinemadan edindiğim böyle bir imgeyi (yoksul, köylü Ġsveç toplumu)<br />

onyıllardır tanıyordum. Kaynakları anımsayamıyorum Ģimdi… Dickens‟ın imgesi ise<br />

bilinir: karanlık, yağıĢlı ve kömür kokusu sinmiĢ taĢra ve fabrikalar; karanlık, yoksul<br />

Londra sokakları.<br />

Trotzig‟in kaygısı ilgilendiriyor beni. KoĢut imgelerden kurguladığı bir inanç<br />

öyküsü bu ama inançsızlık önemli bir boyutunu, arka yüzünü oluĢturuyor, hatta<br />

bana kalırsa bu karanlık inancı yücelten bir arkalık iĢlevi görüyor. Yaratma, doğa,<br />

çamur, bataklık, orman, kadın, çocuk imgelerinin döngüsel yinelemeli kurgusu<br />

doğrudan doğruya okurda sonsuzluk duygusunun çoğaltılmasıyla ilgili. Belki<br />

Dostoyevski‟nin bıraktığı yerden öyküyü yeniden üstlenmek, belki Tolstoy‟un yeni<br />

dünyasının izini sürmek. (Bunlar çok ayrı Ģeyler ve karıĢtırmamalıyız.)<br />

“Şimdi size bir öykü anlatacağım. Öyküm taa uzaklardan yürüyerek gelen bir kadın üzerine,”<br />

diye baĢlayan bir öyküyle sürüklenmemek zordur. Usa hemence Ağustos Işığı‟nın<br />

(William Faulkner, 1932) gelmemesi de. Orada da yürüyen bir kadın vardı: Lena<br />

Grove. Doğrusu daha baĢtan kendini ele veren biçimsel epope (içerikle ilgili değil)<br />

beni okumada isteksiz kılmadı değil. Nedense adların silindiği, akıĢın duruĢların<br />

önüne geçtiği, dramın genellemeler üzerinden içeriksiz kalabildiği anlatılara karĢı bir<br />

tepki var bende. Bu durum haksızlık yapmama yol açmıĢtır hiç kuĢkusuz. Yazara<br />

iliĢkin doğurduğu izlenim (ki Gide, vb. örnekleri var) kiĢisel davanın okura<br />

bulaĢtırılması olmuĢtur bende. Ġyi de niye okuruz ki? Bir yazar romanını rüzgârla<br />

sürüklenen bir buluta, müzikal bir anlatıma dönüĢtürmesin, içimde isyan uç veriyor<br />

çok gecikmeden. Ġnançlı ermiĢ yazarlarda bu tutku var. Sanki tüm yapıtlarının amacı<br />

bu anlatıma (ifade) ulaĢmakmıĢ gibisinden bir tutum. Bana göre değil. Oysa açık ve<br />

doğru olan bir Ģey varsa o da yapıtın bir düĢünceye yaslanıyor olması(dır).<br />

Ġyi olan ve kendimi bu roman karĢısında toparlamama yol açan Ģey ise vaazın<br />

karanlıkla dengelenmesi, karanlığın hakkının verilmesi. Böyle bir Katolikliğe, tamam,<br />

karĢı çıkmıyor, çağcıl sorumluluğun bir parçası olarak (zorlansam da) okurluk onayı<br />

veriyorum (mühür-leme). Öte yandan okurluğun yargılama demek olmadığını bilmez<br />

değilim.<br />

Trotzig‟in Tanrısı nerede duruyor ya da romanının (yapıtının) odağında Tanrı<br />

mı var? Ormanın içinden, çamurdan gelen ve ona dönen ayartıcı, dayanılmaz<br />

erkeğin olduğu yerde duruyor olabilir mi? Katolik gelenek bana kalırsa burada<br />

tersinden okunuyor ve erkeğin yeri kötülüğün ruhuyla (Ģeytan) dolduruluyor. Ama<br />

ilginç bir biçimde daha baĢından, en baĢından bağıĢlanmıĢtır o (suçlu). Anne için<br />

de, kızı için de. Kız erkeklere giderken derdi para değildir, herhangi bir fahiĢenin<br />

yapmayacağı biçimde erkeklerin yüzünü okĢuyor, onları iyilikle kuĢatıyor. Çamur,<br />

içinden çıkan her Ģeyi (erkeği, kötülüğü) sağaltan bir merhem... KuĢatıyor, doğru<br />

yolu gösteriyor.<br />

Trotzig‟in dünyasında Tanrı kadının içinde yükseliyor (duruyor). Bu kadının<br />

(anne, kızı) yürüyüĢü, doğurması, Ģarkısı, doğayla iliĢkisi, bir bataklığın, çürümüĢ bir<br />

doğanın tüm gizlerini, dirimsel gömülerini, yeniden diriliĢi, Ġsa‟yı içinde taĢıyor,<br />

simgeliyor. Yazarın Ġsa‟sı kesinlikle diĢi…<br />

158


Erkek gelir, ele geçirir, yakar, ayaklanır, görünür, yiter gider. Doğayı<br />

kavrayamaz, onunla çeliĢir. Kentler, gri yıkıntılar, fabrikalar, savaĢ onun iĢidir.<br />

Ġçgüdüyle yönlenir. Kadınsa doğanın diliyle konuĢur, duyar iĢitir. Ormanın<br />

derinliklerinde, bataklığın organik kaynaĢması içinde, hayvanların (kurbağalar,<br />

kuĢlar, vb.) çığlıkları arasında günün yeniden kanla ve kanlı geliĢinin nedeni, yolu ve<br />

sonucudur. Kadın kulak verdiği için dünyanın sesi gelir, güneĢ yine doğar, kan<br />

oradadır. Kanın ölüm olduğunca dirim anlamına geldiği, kadın(lık) için açıktır. Erkek<br />

sözkonusu olduğunda kan ölümü çağrıĢtırır. Kanayan kadındır ama üstesinden<br />

gelir, doğuĢtan baĢlayarak neĢeyle, Ģarkıyla, direnme, dayanma gücüyle, varlığa<br />

göz kulak olma, suçu, günahı bile bağrına basma olanağıyla (imkân) doğar<br />

yeryüzüne. Yarattığı her Ģey ondan çalınır, ama o yine de yeryüzünün, ormanın,<br />

bataklığın, çamurun kadını, annesidir. Tüm bunların sesidir, günahı içine alır,<br />

yeniden gebe kalır, doğurur.<br />

ġiirinde dayanılmaz bir acı okurunu çarpsa da; umut, olumsallık, dirim, her<br />

satırda önüne geçilemez doğanın yeĢil atağı, fıĢkırması, neĢeli kahkası gibi bir dil<br />

olayına (anlatım, biçem) dönüĢerek „an die freude‟ ye ulaĢıyor. Bir senfonik yücelik<br />

etkisi, her Ģeyini yitirmiĢ yalnız ve yaĢlı kadına rağmen sızıyor, havaya karıĢıyor<br />

kitabın kapakları arasından. DüĢle biten romanda, çoktan ölmüĢ kızı, annesine bir<br />

adayı (cennet) gösteriyor: “Adanın etrafında kışı orada geçirmiş kuğular vardı. Kuğular denizin<br />

şarkısını söylediler, var olmanın sonunun ve başlangıcının, her şeyin soluk alışının. O anda güneş<br />

denizden doğuverdi, karayı, denizi ışıklarıyla aydınlattı. Şimşek misali keskin ışıklarının ulaşamadığı<br />

tek bir yer yoktu. Güneş geleceğin kentleriyle savaşa duracaktı.” (269)<br />

Ġsveç çağdaĢ, zengin bir refah ülkesi oldu. DeğiĢti. Kentler büyüdü. Bu kentin,<br />

bu ülkenin altında kadının kan(amas)ı var. Acısı var ama yaĢama gücü de. Trotzig‟i<br />

okuduğumuza göre bunu görmezlikten gelemeyiz artık. Belki çok uzaktan yürüyerek<br />

gelecek bir kadın daha var, belki yazar onun da öyküsünü anlatmıĢtır (bilemiyoruz).<br />

Bu yürüyüĢün ardından nasıl bir Ġsveç, nasıl bir dünya gelecek? Bunu bilebilir miyiz?<br />

Kadın gerçekten ölümüne bir cennet vaadi olabilir mi ve cennet için kadının (Ġsa)<br />

kurban edilmesi gerekir mi? Ġyi de bu cennet kime? Kadın yalnızca yol gösterici mi?<br />

Erkeğin düĢü bu cennet vaadini kavrayabilir mi? Hiç kavradı mı? Olanaklı mı?<br />

Kadının erkeği çağırıĢının iması mı cennet yoksa?<br />

***<br />

Yıldız, Bekir; Türkler Almanya’da (1966),<br />

Everest Yayınları, Birinci Basım, Haziran 2012, İstanbul, 194s.<br />

Bekir Yıldız (romanda adı Yüce) 1962‟de yabancı iĢçi olarak gittiği Almanya<br />

serüvenini özyaĢamöyküsel bir roman olarak 1966‟da yayınladı. Geçen 4 Almanya<br />

yılında çalıĢıp edindiği basım makinesiyle yurda dönen Yıldız basımcılık iĢine<br />

soyunmuĢtu. Bu ilk romanıydı. Arkadan büyük patlama yapan Reşo Ağa‟sı (öykü,<br />

1968) geldi ve Avrupa‟nın sanayileĢmiĢ ve çok değiĢik ekini içinde yaĢanan<br />

çatıĢmalarından birden Güneydoğu Anadolu‟nun Ģiddet yüklü kırsal ekinine, aĢiret<br />

ilkelliğine doğrudan tanıklığa dönüverdi.<br />

Ben gençliğimde (60‟ların sonu, Urfa) onu ilk Reşo Ağa‟sıyla tanıdım. ÇıkıĢı<br />

bir olay (fenomen) olmuĢtu. Köy gerçeği bir süredir (Makal, Apaydın, Baykurt, vd.)<br />

gündemdeydi aslında ama o yapıtlarda çatıĢma uygarlaĢma ekseninde, geri(ci)<br />

düzenin aydınlanmaya, usa direniĢini öykülüyordu. Ġç gerçek, kenterlerin (burjuva)<br />

onca iyiniyetlerine karĢın kavrayamayacakları gerçek; töresiyle, günlük, sıradan<br />

cinayetleriyle, eril dehĢetiyle ilk Bekir Yıldız kitaplarıyla gündemin ortasına çöktü.<br />

Çarpıldık.<br />

159


Türkler Almanya‟dasını daha yeni öğrendim (ki utanılacak bir durumdur).<br />

Aslında onun sonradan Ģiddetin gerçekliğine içeriden tanıklık konusundaki biçemine<br />

karĢın aydınlanmanın yazarı olduğunu Ģimdi daha iyi anlıyorum. Yapay ya da<br />

yüzeysel olan tüm (çağdaĢlaĢmaya yönelik) çatıĢmaları ayıklayarak derine inme,<br />

ilkel ve varlık temelinde yürüyen sert, acımasız, diĢe diĢ varkalma savaĢını görünür<br />

kılma tutumunun arkasında, kiĢi olarak kendisi feodaliteden kökenlenmesine karĢın<br />

güçlü bir kadın(lık) savunusu, aĢiret düzenine öfke, emek savunusu yatıyor. Beni<br />

ĢaĢırtan da bu yanı... Bekir Yıldız coĢumcu (romantik) esinlerin etkisinden yeterince<br />

sıyrılmamıĢ ve ham da olsa, tüm bu donanımı nereden edinmiĢ, ama daha önemlisi<br />

bir duruĢ geliĢtirebilmiĢ sorusu kafamı kurcalıyor. Asıl önemli olansa Ģu: Türkler<br />

Almanya‟da ilk yapıtı (roman) bir çizgiye dönüĢebilir, Türkiye‟de kentleĢen yarıbilinçli<br />

emeğin öyküsünün en önemli yazarı olabilirdi Bekir yıldız. Oysa Ġstanbul‟a<br />

geliyor. Kendi iĢinin baĢına geçiyor. Bu arada Almanya deneyimini romanlaĢtırıyor.<br />

Bunu yaparken roman tekniklerini, roman bilincini üst düzeyde taĢımıyor olsa da,<br />

romanını düĢünce aktarımının aracına dönüĢtürüyor olsa da (Ģimdi anlıyorum ki)<br />

birçok konuda öncülük yapıyor. ĠĢte Almanya göçü, iki ekin (kültür) çatıĢması,<br />

çarpıcı antropolojik gözlemler, hızlı ekinsel değiĢimin bireylerde yarattığı çöküntüler,<br />

ülke siyasetleri, azgeliĢmiĢlik tini, kadın erkek iliĢkileri, Anadolu‟da kadınlık erkeklik<br />

davranıĢları, Almanya‟da Türk iĢçisinin ölçü ve değerler konusundaki acıklı<br />

güldürüleri (Otomobil sahibi olup köye dönüĢü demek ki, Adalet Ağaoğlu‟nun<br />

Fikrimin İnce Gülü‟nden 10 yıl önce Yıldız konu yapmıĢ.), iĢçi iĢveren iliĢkileri, en<br />

çok da fabrikalarda insanlıkdıĢı iĢ düzeni ve arkasında yatan ussal yapı vb.<br />

konularda yazarımız gerçekten bir öncü. Aynı zamanda toplumbilimsel bir ilk<br />

çalıĢma, tez bu yapıtı... Nice kutlansa yeriymiĢ. Bence arkadan müzikte, söylemde<br />

(toplumsal retorik) geliĢtirilen „Alamanya‟ içeriği de Bekir Yıldız‟a epeyce bir Ģey<br />

borçlu olmalı. GecikmiĢ hayranlığımı bu öncüye Ģimdi, burada sunuyorum hiç<br />

değilse.<br />

Öte yandan romanın kendisi, roman türü açısından ilk olmanın yanısıra baĢka<br />

nedenlere de bağlı birçok ilkelliği bağrında taĢıyor elbette ve çok da önemli<br />

bulmuyorum bunu. Yazar bu yapıtını yayınlar yayınlamaz hemen yaptığı dönüĢle<br />

(içeriksel eğilim, türsel değiĢim, anlatım tekniğinde dizimsel ve çarpıcı sözdizimi,<br />

vb.) kendi kusurunu anında kavrayacak denli de yaratıcı biri olduğunu göstermiĢ…<br />

Belli ki bu ülkede kendini görevli sayan, Doğu gerçeğini içeriden deneylemiĢ,<br />

toplumu sarsma, uyandırma, usunu baĢına devĢirmesini sağlayacak bir dil ve<br />

anlatıyı bulma meselesiyle karĢı karĢıya gelmiĢ. Kenti mi anlatacak, yoksa oradaki<br />

hâlâ geçerli ve etkili töreyi mi? Yazı feodaliteyi göstermenin ve yeryüzünden<br />

silmenin bir aracı değilse ne olabilir? Kent anlatısı, bu gerçek orada tüm acılığıyla<br />

ve ağırlığıyla dururken düĢlemsel, yapay, gerçek-dıĢı kalmayacak mı? Sanıyorum<br />

ve yanlıĢ anımsamıyorsam, yıllar yıllar sonra kente, kentsoylu aileye bir dönüĢü<br />

oldu. Bakalım, okudukça göreceğim.<br />

Belki sonradan bu romandaki gerçekten önemli gözlemler romanda değiĢiklik<br />

yapmasını, yeniden düzenlemesini önlemiĢ, gerçeğin görünmesi yazınsallıktan<br />

daha önemli görünmüĢ olabilir Bekir Yıldız‟a. Böyle gördüyse bence de doğru<br />

görmüĢ, iyi ki bu ilk yapıtına sonradan iyi ya da kötü karıĢmamıĢ. Döneminde de,<br />

hele günümüze yaklaĢtıkça savunulamaz ilkellikte birçok (yanlıĢ) düĢünce,<br />

inanılmaz pırıltılar ve öngörüler içeren sezgilerle öyle harmanlanmıĢ, öylesine safça<br />

da olsa yapıtın bütünlüğünü zedeleyecek teknik sorunlara yol açmıĢ ki biz o uzun<br />

anlatıcı (yazar) görüĢlerini, kiĢiler arasında geçen tartıĢmaları bile sahiplenmek<br />

zorundayız, el üstünde tutmalıyız. Çünkü toplumun en iyi fotoğrafını her zaman en<br />

kusursuz olan (sanat yapıtı) verir, yansıtır diyemeyiz. Çoğu kez de zamanın tini<br />

160


kusur olarak, boĢluk olarak, abartı olarak, simge, hatta alegori olarak gösterir<br />

kendini ve böyle taĢınan gerçeklik daha bir sahici olabilir.<br />

ĠĢte Türkler Almanya‟da tam da böyle bir roman…<br />

***<br />

Kavukçu, Cemil; Aynadaki Zaman (2012),<br />

Can Yayınları, Birinci Basım, Eylül 2012, İstanbul, 89s.<br />

Kavukçu yazarlarımdan biri ya, küçük öykü kitabı çıkar çıkmaz edinip okudum.<br />

Gamba‟dan (2005) bu yana iniĢte olduğunu düĢündüğüm, Düşkaçıran‟la (2011)<br />

kendi çizgisini yeni arayıĢlara bağlayan Kavukçu, bir yeni yola, sapağa girmiĢ gibi<br />

görünüyor. Özgünlüğünü belirsiz, biçimsiz (amorf) kitle-imgesinden alan (Flaubert‟i,<br />

Tolstoy‟u anımsatmak isterim iki anıt yapıtlarıyla) yerleĢik Cemil Kavukçu izleği,<br />

öyküsüne tam gizemci diyemeyeceğim bir kanal açarak risk üstleniyor. Daha önce<br />

sözünü ettim mi bilmiyorum, yüklendiği risk düĢlem(sel imgey)le ilgili. YaĢamın<br />

olağan akıĢlarını beklenmedik bir anda, birdenbire karanlık, adı konulamayan bir<br />

kütleyle ezmenin yıkıcı ve büyüleyici etkisi bir yazarı da sürükleyebilir (okuru<br />

sürükleyebildiği gibi). Tanımlı, gidimli dünya ve onun yerel, alıĢkanlıkla seyreden<br />

yaĢamı içine apansız dalan, tanımsız, gökten mi, yeraltından mı düĢtüğü belirsiz bu<br />

kütleden bir yazgısallık üretmiyor bereket yazarımız. Ama buna yakın duruyor.<br />

Batıdan, doğudan insanların düĢlemselle (fantastik) iliĢkisi bir sanatçı için<br />

eĢsiz bir kaynak. Ġnsan türü, ekinine ve tarihine borçlu olmalı korkusunu, kaygısını.<br />

Bu korku, kaygı üretilmiĢ, inceltilmiĢ (rafine) bir Ģey. Kaçılan ama arzulanan eytiĢimi<br />

içinde kavranması gereken bir durum bu... Gündeliğin, gerçeğin yavanlığı arttıkça<br />

düĢlemin sınırları geniĢliyor olmalı. Sanatçı bu ikilemin neresinde durdu, durabilir,<br />

soru bu? DüĢ(lem); kendi etkisini taĢımakla sınırlanırsa yapıtın içerisinde, anlatının<br />

(yapıtın) içkin amacına dönüĢürse, bir gönderme olmaktan çıkıp bir tür alegoriye<br />

dönüĢürse eğlencelik olmaktan baĢka seçeneği kalmaz. Eğlencelik, insana ne<br />

verirse o kadarını sağlar. Çarpıcı etki, aĢırı ilgi hemen gelir ve sanatçıyı yükseltir.<br />

Aynı hızla düĢüĢ de kaçınılmazdır. Çünkü insanların belleği alegoriden simgeye,<br />

simgeden imgeye güçlenir. Tersi yönde zayıflar. Kalıcılık somutlaĢma düzeyiyle<br />

gerçekten ilgili olabilir mi? Ġmge sanki dorukta gibi. Onun simgeye, alegoriye, en son<br />

oradaki kendine dönüĢtürülmesi soyutlama yeteneğini, kavrayıĢı ve zaman(ın)<br />

bilincini ketleyebilir. Büyük alegorik anlatıların kalıcı gücü, etkisi nereden geliyor<br />

öyleyse? Çemberin tamamlandığı yerden, kök imgenin varoluĢa yakınlaĢmıĢ<br />

mesafesinden, aralığından gelebilir mi bu etki? Sonuçta insanlık durumu ötelenmiĢ,<br />

ikinci (yeni) tek (biricik) insanlık durumu olmuĢtur. Varlık yığını yine kendi olmuĢtur<br />

(yani varlık yığını).<br />

161


Etki (efekt) meselesi bu bağlamda önemli oluyor. Sanatçı siyasetleri; beklenti,<br />

öngörü ve seçimleri (strateji) anlık etkilerle kalıcı, katımlı, zamanlarüstü seçimler<br />

arasında gezinir, bocalar.<br />

Ölümlü, kiĢiyle sınırlı yaĢam yanıtı ömrün içine sığdırmayı kuĢkusuz umar,<br />

bekler. Yankı hemen gelmeli, dünya yüzü, gözüyle… Sanatçının aynadaki<br />

görüntüye gereksinimi çok... Oltayı atacak ve bu oltaya takılan Ģey, bildik, beklenen,<br />

sıradan Ģey (balık) olmayacak. Olmamalı.<br />

Bu ham düĢüncelerin zaman içinde geliĢtirilmesi, tartıĢılması gerek. Cemil<br />

Kavukçu‟nun kitabına dönersek, bunun önceki yapıtlarının tüm belirtilerini, belirgin<br />

imgelerini yeniden biraraya topladığını, buraya getirdiğini, kendi okuruyla bağını<br />

güçlendirip pekiĢtirdiğini ileri sürebiliriz. Kavukçu için gemi gerçekten imge. Ama bu<br />

gemi içine gelen (düĢen) tanımsız bir imgeyle ilençli… Bu ilenç; öyküler, kitaplar<br />

boyu, toplumlar üzerinden, denizden karaya taĢınır, süregider. YaĢamımızın Ģu ya<br />

da bu evresinde bize göz kırpan bu ayartıcı yarı canlı, biçimsiz varoluĢ anımsatır,<br />

sekteler, yerinden oynatır (hoplatır). Arkada kalan, anlatımın dıĢında, zaman ve<br />

uzam algımızı zorlayan, aĢan bu gerçeklik etkisi (efekt) yaĢamımızı anlamlandıran,<br />

değerli kılan bir Ģey mi? Bana kalırsa değil. Cemil Kavukçu yaĢamı<br />

anlamlandırmada değil, görünür kılmada bir gereç, sıradıĢı bir imge olarak<br />

kullanıyor bunu. Giderek de daha çok… Odak bizim yaĢamlarımızın dıĢında bir<br />

yerde ama kötücül, olumsuz bir ilenç-odak olarak odaklığı oldukça tartıĢmalı ve<br />

ürkütücü.<br />

Bu yelpaze ya da Ģemsiyenin altında onun öykü dünyası, tüm gizil<br />

tedirginlikleri, kaygılarıyla belirginleĢiyor. GeçmiĢin görüntüleri, zavallığımızın<br />

bataklığı gibi derinleĢiyor, çekiyor bizi içine. Sir Arthur Conan Doyle‟dan anlamlı bir<br />

alıntıyla açılıyor kitap: “Bence hayatın alışılmış, olağan akışı dışındaki her şey<br />

anlatılmaya değer.”<br />

Öyküleri ortak karabasan duygusu altında ilmeklemesi (yeni bir Ģey olmamakla<br />

birlikte) hoĢuma gitti. Onun kendine özgü bir biçemi var. Bir havayı, iklimi, duyguyu<br />

yayıyor, bir bulut ya da deniz gibi çekiyor üzerimize. Aynadaki Zaman, Kocaman<br />

Şapkalı Küçük Adam, belleğimde kalacak. Ama ben yine Gemiler De Ağlarmış‟da<br />

(2001) takılı kalacağım. Henüz üzerine bir Ģey konmuĢ değil.<br />

***<br />

Dickens, Charles; Kasvetli Ev 1,2 (Bleak House, 1852-53), Çev. Aslı Biçen<br />

Yapı Kredi Yayınları Kazım Taşkent Dizisi, Birinci Basım, Mayıs 2001,<br />

İstanbul, 986s. (1-462, 463-986)<br />

Dickens‟ın nasıl klasikleĢtiğini sorgulamayı bu geldiğim noktada önemli<br />

buluyorum. Onun Balzac‟la da yazı mesleği, iĢi açısından ilginç bir benzerliği var,<br />

buna değineceğim. Ama Shakespeare‟in romanda karĢılığı görüĢüne birçok nedenle<br />

yüzde yüz katılıyorum. Dickens‟ın kimi bakımlardan kötü (ki tersi de kesinlikle<br />

doğru) bu romanları olmasaydı 19 ve 20.yüzyıl romanı bildiğimiz biçimiyle<br />

varolamazdı.<br />

162


Ġkinci döneminin yapıtlarına bir süredir giriĢ yaptığım Dickens çağdaĢı ve<br />

öncüllerine rağmen bir yazardır ve onu Dickens yapan Ģey de kusursuz bir bireĢim<br />

olması değil tersine kusursuz diyebileceğimiz derme çatmalığı, dağınıklığı, bileĢeni<br />

değil bileĢkeleri öne çıkarmasıdır. Beni de bu yanıyla allak bullak ettiğini<br />

yadsımayacağım. Ona çılgın-yazar diyebilirim. Roman çok önceden yatağını<br />

bulmuĢ, dengesini kurmuĢ, kurgu sorununu bütünsellikten yana çözmüĢtü handiyse.<br />

Resmin klasik ussallığını yazıda yapıya kavuĢturmuĢtu. Dickens‟ı bu geleneğin<br />

üzerine oturmaktan, buna bir kalıtçı olarak konmaktan uzak tutan Ģeyin ne olduğunu<br />

anlamak önemli görünüyor. Onun, içinde yaĢadığı zamanla iliĢkileri yazgısal iliĢki<br />

değil, acaba bu mu gerçek neden? Kendini yazı kafesi içinde, bir kurban olarak<br />

bulmadı bence. YaĢam, değiĢtirelemeyecek, önüne geçilmez bir akım değil Dickens<br />

için, bir reformcu o, bir yazar ama bir yandan da düzeltici, iyileĢtirici, giriĢimci,<br />

eylemci. Bu anlamda yine Ġngiliz geleneğinin iki çizgisini (bir yanda ütopyalar, bir<br />

yanda yazı deneyimi)roman açısından kötü denebilecek bir biçimde bireĢimliyor.<br />

Yoksa bir yazı ökesi (deha) olduğunu bütün dağınıklığına karĢın en sıradan okurun<br />

bile anlamaması olanaksız. Çünkü yapıtının uçsuz bucaksız yığını, yer yer çöplüğü<br />

içerisinden öyle ıĢıltılar, pırıltılar yükseliyor ki dünyanın gelmiĢ geçmiĢ en anlı Ģanlı<br />

yazarları bile aĢağılık duygularına kapılabilir bu sahneler, betimlemeler, düĢünceler<br />

ve dil kıvraklığı karĢısında.<br />

Onun yapıtı gösteren bir yapıt. Daha Amerikan mitolojisi çocukluk çağında<br />

onun bıçağı altına yatmadı mı? (Martin Chuzzlewit, 1844.) Londra‟nın<br />

toplumbilimini, ekonomisini günıĢığına çıkaralı epeyce zaman geçti. ġimdi sıra<br />

Ġngiliz adaletinde (hukuk dizgesi). Bu yargı düzeneğinin toplumun yaralarını,<br />

acılarını nasıl iliklerine değin sömürerek kuruttuğunu, son yargıdan bağımsız<br />

(vareste) olarak sürecin kendisinin tüm yanlar (taraflar) için yıkımla (ölüm) nasıl<br />

sonuçlandığını duru, uzgörülü bir anlıkla (zekâ) ve yazı becerisiyle, ustalığıyla<br />

öylesine sergiliyor ki insancıl, yufka yürekli Dickens‟in bu öfkesinin kaynağını merak<br />

ediyor insan. Ama anlaĢılmayacak Ģey de değil. Yüce Ġngiliz adaletinin kurbanı son<br />

çözümde sokağın insanları, yoksulları. Bu karanlık zemin üzerinde çizdiği,<br />

canlandırdığı gravürümsü ve her kesimden insan portreleri ise sarsıcı bir gerçeklik<br />

ve etkileyicilik taĢıyorlar ister istemez. Burada parmağımızı bir kez de, bunca<br />

değiĢik karakterin aynı zamanda kendi ekinsel konumlarını, tinselliklerini yansıtacak<br />

baĢarıyla çizilmesi nedeniyle ısırıyoruz. En ufak sapma, toplumsal kayma yoktur.<br />

Herkes kendisi gibidir Dickens romanlarında.<br />

163


İngiltere‟de Kasvetli Ev<br />

Onlarca kiĢiyi (olağanüstü çizilmiĢ Shakespeare‟yen karakterleri) romanın<br />

içinde gezdiren yazarın tüm bu kiĢileri kapsayan bağlamla ilgili yapı sorunlarını<br />

çözmesini beklemeli miyiz? Dickens sapması olmasaydı tersini düĢünmezdik ama<br />

onunla birlikte bu sapma (anomali) doğru, geçerli ya da en azından içtenlikle kabul<br />

edilebilir bir Ģeye dönüĢüyor. Belki hemen düĢünce zincirini ilerletip, ivedilikle<br />

dönemin parçacıl, oturuĢmamıĢ, geçici, dönüĢümsel, karmaĢa içinde, seçmeci<br />

(eklektik) tinine baĢvuramayız. Dönemi böyleyse bunun yapıta yansıması da<br />

Dickens‟ça olurdu ancak, diyemeyiz belki. Ama, belki… Çünkü özellikle de bu<br />

romanında (kuĢkusuz, Antikacı Dükkânı ve diğerlerini unutmuĢ değilim) çelik,<br />

kömür endüstrisi ve bunun günlük yaĢama yeni yeni yansımaya baĢlamıĢ<br />

uygulamaları (örn. demiryolu) Ġngiltere güneyinin yağıĢı, sisi pusu, soğuk fırtınaları<br />

ve kasveti, kirli havasıyla birlikte karabasan gibi varlığını hissettiriyor ve kentte açığa<br />

çıkan nüfus ancak böyle bir romanın yapısı(zlığı) içerisinde görünebiliyor. Aksoylu<br />

(aristokrat) egemenler de yozlaĢmanın ve yeni toplumun ardı sıra sürüklenmekte,<br />

çözülmektedir. En geçerli kent meslekleri arasında yargı çevresi askerlerin bile<br />

önüne çoktan geçmiĢtir. Zıvanasından çıkmıĢ, neye dönüĢtüğünü kestiremeyen<br />

toplumun tartıĢmalı kurumları öyle yozlaĢmıĢ, fırsatçıya dönüĢmüĢler ki bırakın<br />

suçlu olup da adaletle yargılanmayı, suçsuz olup (örneğin, bir varlığın kalıtçısı<br />

olmak gibi) adalete paçayı kaptırmak da insanı doğduğuna bin piĢman edecektir.<br />

ĠĢte Kasvetli Ev‟in dağınık konuları, olayları arasında belirgin izlek budur. Yargı<br />

bulaĢanı (davalı ya da davacı, değiĢmez) yok eder: “Chancery Mahkemesi budur işte; her<br />

eyalette çürümeye yüz tutmuş evler, çoraklaşmış topraklar bırakır; her tımarhanede yıpranmış<br />

delileri, her mezarlıkta ölüleri vardır; ayakkabıları delinmiş, giysileri lime lime, her tanıdığından borç<br />

alıp dilenen, mahvolmuş davacıları vardır; para sahibi güçlülere, doğruyu örseletecek her türlü<br />

vasıtayı bol miktarda temin eder; parayı, sabrı, cesareti, umudu öylesine tüketir, beyni öyle pırpalar,<br />

gönlü öyle yaralar ki ona maruz kalan her şerefli adam „Buraya gelmektense her türlü haksızlığa<br />

katlan daha iyi!‟ demekten kendini alamaz.” (12)<br />

Demek istediğim Ģey, kurumlar iĢlevlerini taĢıyamaz, toplum da kendini<br />

kavrayamaz olmuĢtur. Bu karmaĢık baĢkentten (Londra) derli toplu bir tutarlık,<br />

bütünlük beklenemezdi. Bunu yapmaya çalıĢmak romanı kurtarır, yaĢamı ıskalardı.<br />

Dickens ne yaptığını (roman yazdığını) biliyordu ama istemediği asıl Ģey, yaĢamı<br />

ıskalamaktı. Evet, Dickens tutarsız bir yazardı, tutarlı bir aydın olmaya çalıĢmıĢtı.<br />

Oysa öncülü ya da çağdaĢı yazarların birçoğu yeni dünyanın sezgilerini taĢıyor olsa<br />

da romanlarını yine taĢra (kırsal) bütünlüğü, dünyası içinde dramatize etmekte ve<br />

nesneleri (doğa, karakter, olay, imge, vb.) tartıĢmalı da olsa belirgin bir odağa<br />

(merkez) bağlamaktaydılar. Dickens‟ın bu anlamda Tanrısı da iyice soyutlanmıĢ, var<br />

olmayan bir Tanrıdır. Çünkü onun tanıklık ettiği dünya, inanılmaz gizilgücüyle<br />

Tanrıdan yoksun bir dünyadır, odaksız, rastlantısal, karmaĢık (kaotik)… ġimdi bir<br />

tez ileri sürebilirim. Acaba iyilik duygusunu yeĢerten ve olanaklı kılan toprak tam da<br />

bu olabilir mi? Çünkü Tanrı ya da gölgesinin egemen olduğu topraklar üzerinde<br />

adalet ve buyrultu her türlü iyiliği dıĢlar ya da ezip geçer. Böyle olmak zorundadır<br />

çünkü. Charles Dickens‟da iyilik varlığını Tanrı‟ya borçlu değildir.<br />

164


Dickens‟ı klasik yapan Ģey, diğerlerini klasik yapan Ģeyin tersidir, karĢıtıdır.<br />

Onun ölmezliği, çağdaĢı okurla yüzelli yıl sonrasının okurunu aynı duyguyla sarıp<br />

sarmalayabilmesinde. Bu güçlü bir odağa yüksek (hatta yüce) dramatik gerilimle<br />

bağlanmamıĢ oluĢuyla ilgili. KiĢisel yaĢamı ve ırası onu böyle bir tanıklığa zorladı ve<br />

tüm zamanların okuru onu okuyarak izlerken aynı güçle roman sahnelerinin birinde<br />

yanıp kavrulmaktayken bir sonraki sahnede beklenmedik biçimde buz tutmuĢ göle<br />

dalmaktadır. Okurun yüreği de sayfalar ilerledikçe sıkıĢıp geniĢlemekte,<br />

gözyaĢlarını sessiz kahkahalar izlemektedir. Bir okur için sıradan duygusal<br />

(melodramatik) bölümleri kimi kez öyle eĢsiz güzellikte bölümceler (bir doğa, hava,<br />

kiĢi betimi, anlık bir devini, ıĢığın gölgeyle keskin oyunundan doğan bir görüntü,<br />

birkaç tümcede olduğu gibi serimlenen bir ruh hali, dayanılmaz gülünçlükte<br />

takınaklaĢmıĢ bir davranı/jest, kent/sokak atmosferi, doruklarda keskin bir yergi dili,<br />

vb.) izliyor ki okur olarak insan kendisini, ya bu bölümceyi (paragraf) okumadan<br />

ölseydim, derken yakalıyor, nasıl bir yaĢam sürmüĢ olurdum?<br />

Kronikçi yazar yaklaĢımı (gözlemek, tanıklık etmek, soruna karıĢmak/müdahil<br />

olmak) büyük evrensel (ekümenik) yapıların gündelik yaĢamda yansımalarının<br />

ürünü olabilir. Eski imparatorluklardan kentsoylu dünyaya ve romana geçiĢin<br />

olanaklı, doğal süreci de bu tutumlarda kendini dıĢavurmuĢ olmalı. Gazete ya da<br />

165


süreli yayın tarihsel geçiĢ dönemlerinin çokluk izlenimi ve duygusu veren<br />

yaĢamlarına uygun ortamı (medya) oluĢturuyordu. Ya da dönem iliĢkileri bu ortamı<br />

(medya biçimini) üretiyordu. Sonuçta sahnelerden oluĢan, tümlük ve onun<br />

gerilimleri çözen huzurundan yoksun dünyanın romanı sahneler olarak ardarda<br />

dizilip bir çıkmaza (labirent) saplanıyordu. Böyle bir çıkmaz içinden yol alan roman<br />

eninde sonunda bitmek zorunda olduğundan (okurun sabrı, vb.) ama asla<br />

bitemeyeceğinden, giriĢi ortasını, beklenmedik bitiĢi (final) baĢını tutmuyor, bütün bu<br />

baĢ ve son giriĢimleri romana aykırı, yapay kalabiliyordu (kaçınılmazca). BaĢka bir<br />

yerde roman için sorun diyeceğimiz Ģeyi ben okur olarak Dickens‟ta kusur biçiminde<br />

iĢte bu yüzden algılamıyorum.<br />

Yukarıda sözünü ettiğim ikilem nedeniyle roman (Kasvetli Ev) teknik olarak da<br />

ikiye bölünür, iki kanallı akar. Ġki anlatım düzeyi sırayla birbirini izler. Yazar-anlatıcı<br />

ironi ve keskin eleĢtirinin doruklaĢtığı bölümlerde bisturisini çalıĢtırırken, romanın en<br />

önemli kahramanlarından Esther ben anlatıcı olarak kendi noktasından diğer<br />

bölümlerde olayları izler. Bu durum, romanı çekici ve renkli kılar kılmasına ama<br />

düzey değiĢiklikleri yapı tutarlığı bekleyen okuru roman ölçünleri açısından ciddi bir<br />

biçimde zorlar.<br />

Sonuçta bu roman hem çok güzel bir roman, hem de birçok açıdan kötü bir<br />

romandır. Kötüdür, çünkü dağınıktır, eleĢtirel gerçekçilik coĢumcu gelenekle içiçe<br />

geçer, derinlik canlı görüntüler lehine yer yer yitirilir, dayanılmaz gerçek duygusal bir<br />

taĢkınla arıtılır, rastlantılar en kötü biçimde romana kılavuzluk eder, vb. Bütün<br />

bunlar 900 sayfayı okumaktan vazgeçirmez okuru çünkü bu sayfaların içinde sıkça<br />

karĢısına çıkacak ve baĢka bir yerde asla tanık olunamayacak güzellikte küçücük<br />

ama yüksek kıratta mücevherler, eĢsiz güzellikte tümceler, imgelerin okuma zevkini<br />

doruğa çıkaracağını bilir. Kendi önsözünde yazarın son tümcesinin; “Kasvetli<br />

Ev‟de, tanıdık şeylerin romantik tarafları üzerinde kasten durdum.” (47)<br />

***<br />

Ran, Nazım Hikmet; Bütün Şiirleri 1. 835 Satır (1928-1931),<br />

835 Satır (1929), Jokond ile Sİ-YA-U (1929), Varan 3 (1930), 1+1=1 (1930),<br />

Sesini Kaybeden Şehir (1931)<br />

Yapı Kredi Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2002, İstanbul, 239s., Ciltli.<br />

Nazım Ģiirlerini 1929‟dan baĢlayarak kitaplaĢtırıyor. Kitaplara eski tarihli Ģiirler<br />

de koyuyor. Zamana bağlı bir kaygısı yok ama kitaplarına topladığı Ģiirlerinde ve<br />

166


onları sıralayıĢında bir ilke var mı sorusunun da tam bir yanıtı yok. ġöyle denebilir,<br />

onun kitaplarının ana düĢünce ve yapılarını tinsellik (ruh hali) belirlemiĢ olabilir. Ama<br />

35‟lere değin yayınladığı tüm kitapların egemen düĢüncesi de bir tür kaba (vülger)<br />

coĢumcu komünizmden (materyalist de diyebilirdim) baĢkası değil. Bunda elbette<br />

kötü bir Ģey yok. Ama kendi Ģiirine acımasız davranan, kendi Ģiirini yine de kendine<br />

rağmen tüylendirip geliĢtiren bir Ģair çabası var.<br />

Bu Ģiirler ve kitaplar üzerinde ayrıntılı durmayacak, genel birkaç yargı vermekle<br />

yetineceğim. Kimi tanınmıĢ (popüler) Ģiirlerinin gücünün Ģiirin (dilin) kendi<br />

içyapısından mı, yoksa meydanlardan, kitlesellikten (iĢlevsellik) mi geldiği oldukça<br />

tartıĢmaya açık bir konu. Nazım‟ın da istediği özellikle bu ilk kitaplarında tam bu…<br />

Büyük göreve bağlanmıĢ (l‟engage),Ģiir(selliğ)i sonra gelen Ģiirler bunlar.<br />

Biz artçılar (birkaç kuĢak sonrası) onun Ģiirini her kuĢakta ayrılarak<br />

(farklılaĢarak) baĢka baĢka okuduk. Üstelik onun Ģiirini okurken bir gözümüz Ģiirde,<br />

öteki yanımızdakinde oldu. Hayır, asla unutmuyorum bir dünya Ģairinden söz<br />

ediyoruz, benim için de böyle bu. Nazım Türkçe‟nin dünya Ģairi. Söylediğim baĢka<br />

bir Ģey. ġiirin Ģairini arıyorum ben, ölçütleri kendi içinden alınmıĢ, ayıklanmıĢ (Ģiirin<br />

kazıbilimi), geriye kalan Ģiiri. Nazım‟ın ilk Ģiirlerinin birçoğu gücünü Ģiir oluĢundan<br />

almıyor. Daha önemsiz olduklarını ise söylemiyorum kuĢkusuz. Bu da baĢka bir<br />

konu…<br />

Onun uzamsal (mekânsal) yerdeğiĢtirmesi tarihin sıkıĢtığı noktada çok hızlı<br />

oldu. Zamana yedirilmesi ise gecikmeli… Burada suç yok, genç bir insan için<br />

kendini yeni bir yerde, seste, yapabilirlik gücünde apansız bulmak var. Bu mutlu<br />

buluĢmadan bir dünya Ģairi çıkabilirdi ve bu Ģair kendi Ģiirinden yukarıda durabilirdi.<br />

Varlığı Ģiirini taĢırdı. Okurun onu taĢıması ise çok az, Ģiirinden ötürü oldu. Bütün bu<br />

dediklerimde yanlıĢ olan bir Ģeye iĢaret yok.<br />

Gelgelelim bu Ģiirlerin arkasında, yeterli olmasa da içten, dürüst bir inanç var.<br />

Olmayacak yerdeki bu dogma insanı ürkütüyor aslında. Bu dogma çok fazla<br />

yalınlaĢtırılmıĢ, ilkelliğe bağlanmıĢ bir dogma. Oysa esin kaynağı düĢüncenin<br />

yöntemsel açıdan asla bağdaĢmayacağı Ģey de bu dogma. ĠĢte ben bunu, birey<br />

üzerinde tarihin fena halde sıkıĢtığı bu hızlı yerdeğiĢikliğine (bir anlamda kaba bir<br />

değiĢmece/metafor) bağlıyorum.<br />

Bu Ģiirlerde ayrıca gençlik maddesi var. Gençlik, somut, tutulur bir nesne gibi<br />

karıĢmıĢ Ģiirlere. Bu kafa tutan, kavgacı, polemikçi bir Ģiiri kaçınılmaz kılıyor. Peki<br />

bu öfke, bu saldırı, bu taĢkın duygu inandırıcı mı yeterince ya da Ģöyle soralım:<br />

içtenliğin ürünü içtenlik olabilir mi, inancınki inanç? Ben bu tutkuyu, bu inancı, öfkeyi<br />

Thomas Bernhard‟ınkiyle karĢılaĢtırıyorum ve Ģiir diyorum duygulara en az yatırım<br />

yapması gereken tür (olmalı). Bu içtenlikli de olsa öfkeyi, baĢkaldırıyı ciddiye<br />

alamıyorum (Niye ki?) Çünkü Nazım yeryüzünde çok az insanın ödediği türden bir<br />

bedeli de yiğitçe, mertçe, boyun eğmeden ödeyen bir insan değil mi?<br />

Alçakgönüllüğü teslimiyet gibi algılamasına neden bunca ĢaĢıyoruz ki? YanlıĢlık<br />

benim okuyuĢumda mı acaba?<br />

Bu Ģiirlerde açık bir etkilenim var. Bu coĢkulu etkilenimi ben „asabiyet‟e (Ġbni<br />

Haldun), devrim haline bağlıyorum. Genç bir adam olağanüstü bir deneyimin tam<br />

ortasında ancak bu kadar duygularını dizginleyebilirdi. Böylesi ortamlarda<br />

etkilenmeler ortalamalara sığmaz, her Ģey büyük yaĢanır. 1917‟nin toplumsal,<br />

ekinsel ilk büyük dalgasını bilen bilir. Herkes olumlu anlamda zıvanasından çıkmıĢtı<br />

(iyi ki!) Sivrilikler, bayraklar, yeni bir dil, yeni insan, yeni Ģiir, yeni, yeni, yeni…<br />

Sovyet devriminin çılgınları Ģairlerdi (ilk düĢkırıklığının onlardan gelmesine<br />

ĢaĢmamalı ama haksız olan devrim miĢydi acaba?) En uç, en atılgan, en ĢaĢırtıcı<br />

ve gelecekten aparılmıĢ sözcükler, nesneler, yapılar, eylemeler… Bir tür maraz<br />

167


hali… BulaĢıcılık doruk yapar. Herkes ötekini tetikler. Ötekiyle yapmak yapmanın<br />

önüne geçer. Biz duygusu, paylaĢma, güven duygusu yükselir de yükselir. YarıĢan<br />

rakipler değil paylaĢan ortak dostlar („yarin dudağından gayri..‟) ortaya çıkan Ģeyleri<br />

paylaĢmadan ötürü severler.<br />

Bu Ģiirlerde çokses arayıĢı ve çalgılama (orkestrasyon) var. Seslerin<br />

uyumundan daha çok öne çıkan Ģey ses perdeleri (değerleri) ve gam dizileri. Majör<br />

gamlar epiğe lirikten daha çok yatırım yapıyor. Büyük, iri seslerle basamaklı ve<br />

zafere (kurtuluĢa) yönelik bir değer kurgusu sözkonusu. ġiir bir değere odaklı ses ve<br />

söylem dizisi olarak kurgulanıyor. Sesin heybeti, tınısı, çınlaması içeriği taĢıyor<br />

varsa. Hatta bazı Ģiirlerde dizemli ses katmanlarının örgülenmesinden ortaya çıkan<br />

doku kardeĢlik ve biz esinli, kitle esinli olarak Ģiirin varoluĢ nedenine dönüĢüyor.<br />

Ġçerik somutlaĢmıĢ, biçimleĢmiĢtir. Elbette bu Nazım‟la baĢlayan bir Ģey değildir ve<br />

olması da gerekmiyor. Ama daha önce Türk Ģiirinde asla olmayan Ģeydir. HaĢim‟in<br />

eĢbiçimlilikten (modalite) sapma çabalarının bir süreği de değildir bu yapı. Nazım<br />

Türkçe‟de çok katmanlı bir ses dizisi olarak ilktir ve onun Ģiirinin büyüklüğü ve<br />

dünyasallığı da Türkçe‟yi çokseslileĢtirmesiyle (aslında ilk kitapları için bu yargı<br />

doğru olmayabilir, biz buna Ģimdilik çokdüzeylileĢtirme, diyelim) ilgili. Serbest vezini<br />

de aĢmıĢtır Ģiiriyle.(Niteliksel sıçrama…) Kalıtçısı olduğu Ģiir geleneği modal yapının<br />

belki kusursuz örneklerini verdi ama devrim(ci düĢünce) kırma, ayırma düĢüncesidir<br />

ve çokseslidir. GeçmiĢi koruyan, sağlam, duraylı görünen ama içeriksizleĢmiĢ<br />

kalıpların kırılması gerekiyor. Nazım‟ı öncü yapan Ģey bu tasarıdır, okur Ģiiri bu<br />

tasara bağlayarak aslında tasarı yüceltir, ulularken Ģiire (görünene) takılıp kalmakta<br />

ya da onunla yetinmektedir ve bu doğal olarak böyledir.<br />

Nazım‟ın geliĢimini adım adım izlemek, görmek olanaklı. Her elegeçirdiği<br />

mevzi Ģiirine katılıyor ve Ģiiri de böylece olgunlaĢıyor. Bağırtılı, gürültülü, toy ses<br />

evreni daha armonik, uyumlu, tartımlı, olgun bir yapıya doğru evriliyor (ayralar bir<br />

yana). 1924‟ten 30‟ların ortasına değin dikkatli bir okumanın bunu göreceğini<br />

düĢünüyorum. Kurulan ve üzerinde daha uzun süreli düĢünülen, Ģiirin kendisinin de<br />

gözetildiği, kollandığı bir Ģiire doğru dev adımlarla yürünmektedir. Bunu boĢuna<br />

söylemiyorum, Ģiirin eytiĢimi (diyalektik) tam anlamıyla çalıĢıyor burada. Nicelik<br />

birikiyor ve nitelik sıçramalarına yolaçıyor ama Ģiir sürüyor tüm yeni kazanımlarıyla.<br />

Onu büyük usta, Ģair yapan Ģeyin diğer büyük yazarlarda olduğu gibi erken<br />

yıllardan baĢlayarak deliler gibi yazması (yazma pratiği) olduğu ileri sürülebilir.<br />

ġiirlerin arkası var, önemsiz Ģeyler belki ama geçmiĢin çalakalem yazı pratiği<br />

olmasa bu Ģiir de ortaya gelemezdi, kesin.<br />

ġiirine epeyce zorladığı ideolojik çizgisine gelince bunun kendini gösteriĢindeki<br />

çocuk(su)luğu bağıĢlayabilir miyiz bilmem. (Elbette bağıĢlarız.) NEP‟in (Yeni<br />

Ekonomi Politika) savsözünü kuruluĢ düĢüncesine omurga yapan Nazım (aslında<br />

Lenin ve Ekim liderliği) elektrikleĢme (elektrifikasyon), makineleĢme<br />

(mekanizasyon), üretimcilik (prodüktizm), vb. kavramları bir çocuk gibi masum ve<br />

pervasızca Ģiirine (eklektizmden söz etmeli miyiz?) sokabilmiĢ, yeni toplumun<br />

neredeyse yalnızca sanayileĢme ile özdeĢlik olduğu tezini sakınmasız ileri<br />

sürmüĢtür. Elbette bu devrimden sonra kalkınma sorununu gündemine ivedilikle<br />

alan (var kalma savaĢımı) Sovyetler‟in tezidir. ġiir, bundan, uskur takmıĢ gibidir yer<br />

yer.<br />

EytiĢimsel maddeciliği de (diyalektik materyalizm) oldukça sınırlı kavrayan<br />

Nazım Hikmet‟in Ģiirine bereket uzunca bir süredir bu indirgeyici bakıĢı açısından<br />

bakılmıyor ve zaten bakılmamalı da. Onun Ģiiri belli ki bu sığ, kuru içeriklerin bittiği<br />

bir yerlerden baĢlıyor, filiz sürüyor. Polemikleri bu nedenle böylesine acımasız ama<br />

168


Ģiir yanı zayıf polemiklerin (yergiler) iĢlev görmedikleri de pek söylenemez. (Piyer<br />

Loti‟ye biraz haksızlık etmiĢtir, belki diğerlerine de…)<br />

Bu Ģiirlerle gelen daha önemli bir Ģey daha var. Bu Ģiirler sesle karĢılıkları<br />

verilen eylem Ģiirleri. Devinim Ģiirin bir ucundan girip, bir dalga gibi akarak Ģiirin öbür<br />

ucundan çıkmaktadır ve Nazım Ģiirine bu özelliği sonuna değin bilinçle sokmaktadır.<br />

ĠĢte Nazım‟ı dünya Ģairi yapan bir özelliği de budur. Geleneksel Ģiir genellikle<br />

eylemden kaçan, bunu kabalık sayan, durağan (stabil), resimsel bir Ģiirdir. Nazım‟ın<br />

derdi ise devri(mci eyle)mi Ģiirin içine sokmak, anlamın ötesinde sözcüklerin duruĢu<br />

ve akıĢından alçak ve yüksek basınç odakları oluĢturarak rüzgâr, hatta fırtınalar<br />

yaratmak, Ģiirin içinde kitleleri yürütmek. Eylem Ģiire nasıl sokulabilir? Burada dilin<br />

biçimsel, sessel yapılarına baĢvurmamak olanaksızdır iĢte. Bunun en yalın, belki en<br />

ilkel ama Ģiire yakıĢmadığı söylenemeyecek yolu da yansılamadır. Eylem ve onun<br />

doğası, biçimsel devinimi benzetimli (analog) olarak dille karĢılanır. ĠĢte Nazım‟ın dil<br />

çözümleri ve çözümlerini baĢka yapılara sürükleyen Ģey de bu yansılamanın<br />

kendisi. (Bkz. Bahri Hazer)<br />

CoĢumculuğa (romantizm) gelince devrim düĢü ve elektriği insanları özel<br />

biçimde duyarlı ve umutlu kılmaktadır. Bunu herkes anlayabilir. Bu durumda<br />

taĢkınlığı geçmiĢin biçimleriyle (form) açıklamak ve coĢumcu dile baĢvurmak yanlıĢ<br />

mı? Böyle bir Ģey söylenemez. Genellikle çalkantılı toplumsal geçiĢ dönemlerinde<br />

birçok biçim gibi coĢumculuk da el altında uygun bir araç olarak görülebilir. Nazım<br />

da kendini bu dalgaya bırakır sıkça (ilk kitaplarında, özellikle de öyküsel, anlatısal<br />

Ģiirlerinde). Ġdea(l tip) bu anlatıların içerisine özveri, kahramanlık, kan, kurtuluĢ vb.<br />

izleklerle katıĢır. Tabii okur kendisini kimi dizelerde çok uzakta ve yabancı<br />

duyumsayabilir. Çünkü kan imgesine bunca sakınımsız, gözü dönmüĢçesine<br />

baĢvurmak olumlu içeriğini (varsa eğer) o gün bugün oldukça yitirmiĢtir.<br />

ġimdilik bu kaba yaklaĢımlarla yetiniyorum. Örnek almayacağım.<br />

***<br />

Saad-Filho, Alfredo; Marx’ın Değeri: Çağdaş Kapitalizm İçin Ekonomi<br />

Politik (Value of Marx: Political Economy for Contemporary Capitalism,<br />

2002), Çev. Ertan Günçiner<br />

Yordam Yayınları, Birinci Basım, Ekim 2006, İstanbul, 986s.<br />

Son zamanlarda okuduğum en güzel kitaplardan biri de bu. Londra<br />

Üniversitesi‟ne bağlı Doğu ve Asya AraĢtırmaları Enstitüsü hocası Saad-Filho,<br />

benim en çok gereksindiğim bir Ģeyi bu küçücük ama yoğun kitabında<br />

gerçekleĢtirmiĢ, hem Kapital‟i (Marx) yanlıĢ algı ve yorumlardan olduğunca kimi<br />

ayrıntılarda eksik, çeliĢkili sunumundan ayıklıyor, ama daha önemlisi emek-değer,<br />

artık-değer, meta, para, fiyat, vb. kavramlar hakkında Kapital‟den (1867-1894) ve<br />

Grundrisse‟den (1857-58) bu yana belli baĢlı tartıĢılmaların eleĢtirel<br />

değerlendirmesini de yapıyor. Ama en çok hoĢuma giden Ģey, kendisinin yorumu ve<br />

yöntemsel yaklaĢımı... Hayran kaldım ve epeyce bir Ģey öğrendim.<br />

Ayrıca Yordam‟ın genel yayıncılığını ve bu kitabın çevirmenini kutlamak isterim<br />

yürekten.<br />

Diyalektik Materyalizm‟e ayırdığı birinci bölümde Saad-Filho, yöntemin<br />

“gerçeğin belirleniminin maddi yapılarını, özellikle de araştırılan olgunun özünü ve onlar arasındaki<br />

dolayımları tanımlamak için somutu” incelediğini belirtiyor. “Özün sistematik analizi ve onun<br />

gelişmesi, parçalar arasındaki bağları aydınlatır ve somutun düşüncede yeniden inşası için gerekli<br />

olan bu ilişkileri ifade eden kavramların analize dâhil edilmesine izin verir.” (29) Diyalektik<br />

materyalizmin dört önemli özelliğini Ģöyle vurguluyor yazar. 1) “Gerçek soyutlamalar<br />

169


çözümlenen olgunun özünü açığa çıkarır, ancak öz kendini her parçada göstermeyebilir.” (31)<br />

2)”Ussal genellemelerin aksine, gerçek soyutlama aracılığıyla belirlenen kavramların anlam ve<br />

önemi inceleme yoluyla sorunsuz bir biçimde keşfedilemez.” (32) Burada formel mantığın<br />

ussal genellemelerini diyalektik materyalizmin karĢısına koyması önemli. 3)<br />

“Mantıksal ve tarihsel sınırlarının ötesine itildiği takdirde, diyalektik materyalizm geçerliliğini yitirir.”<br />

Bu noktaya bir soru imi yerleĢtirebilirim belki. Yöntemin zamana bağlı<br />

kavramlaĢtırılması bana tartıĢmalı geldi açıkçası. Soyuttan somuta geçiĢi nasıl<br />

kavramalı? Ben daha çok uzam/zamandıĢılıktan (evrensellik) uzamın/zamanın içine<br />

düĢüĢü (somutlaĢmayı) anlıyorum. Diyalektik materyalizm tarihsel bir ulam<br />

(kategori) olabilir mi? Marx‟ın yaptığı bir yöntembilimi tarihe (onun bir kesitine)<br />

uygulamak değil mi? BaĢka bir kesitine uygulayamaz mıydı? Acaba bu noktada bir<br />

çeviri (algı) sorunu olabilir mi? 4) “Diyalektik materyalist çözümlemelerin geçerliliği üç ayrı<br />

aşamayı içerir: mantıksal ve tarihsel araştırma yoluyla kavramların anlamı, önemi ve onların iç<br />

ilişkilerinin belirlenmesi; „içsel yasayla yönetilen yapı‟ ile açık bir biçimde çelişen olgunun açıklanması<br />

ve somut ile onun teorik temsili arasındaki uyumun doğrulanması.” (32) Bu dört özelliğe bağlı<br />

olarak değer ve sermaye kavramlarını izleyen sayfalarda yeniden değerlemeye alan<br />

yazar, yeni diyalektik yaklaĢımı eleĢtiriyor.<br />

Ġkinci bölümü Marx‟ın Değer Teorisine İlişkin Yorumlar‟ın irdelenmesine<br />

ayırıyor Saad-Filho. Yorumlardan ilki „Geleneksel Marksizm‟ ve Sraffacı yaklaĢımları<br />

içeren „cisimleĢmiĢ emek‟ görüĢü, diğeri ise Rubin‟le bağlantılı olanların yanısıra<br />

Dumenil ve Foley tarafından geliĢtirilen „yeni yorum‟u da içeren değer biçimi<br />

teorileri.<br />

Değer ve Sermaye baĢlıklı üçüncü bölümde yazar, Marx‟ın bu iki kavramını<br />

yeniden yorumluyor. Ġki kavramın anlamlarını bağlamdan aldıklarını vurguladıktan<br />

sonra sermayenin, iki sınıf (kapitalistler ve iĢçiler) arasındaĢeyler biçimini alan<br />

toplumsal bir iliĢki, olduğunu söylüyor. Bu iliĢkinin koĢulu üretim araçlarının sınıf<br />

mülkü oluĢudur.(81) Ona göre (bana göre de), Marx‟ın değer teorisi, „insan<br />

toplumlarının kendilerini emek aracılığıyla yeniden ürettikleri ve dönüĢtürdükleri‟<br />

ontolojik ilkesinden yola çıkar. “Emek ve ürünleri genellikle değer biçimini alır ve ekonomik<br />

sömürü, artıdeğerin elde edilmesine dayanır (…) Bu açıdan analiz edildiğinde, değer teorisi, bir sınıf<br />

teorisi, sınıf ilişkileri teorisi ve daha özel olarak söylersek, bir sömürü teorisidir. Değer teorisi<br />

yararlıdır, çünkü kapitalizm altında sömürü ilişkilerini açıklar ve gönüllülüğe dayalı Pazar<br />

değişimlerinin egemenliği tarafından yaratılan aldatıcı görünüşe karşın, onun açıklanabilmesine izin<br />

verir.” (89)<br />

4. bölüm, Ücretler ve Sömürü baĢlığını taĢıyor. Aydınlatan biçemiyle Saad-<br />

Filho, kapitalist sömürününün toplumsal düzlemde belirlendiğini, emeğin ve<br />

ürünlerinin Pazar-yönelimli dağılımı tarafından dolayımlandığını, Marx‟ın en önemli<br />

baĢarılarından birinin de özgür ücretli iĢçilerin nasıl sistematik olarak<br />

sömürüldüklerinin açıklanması olduğunu söylüyor.(96) Bu çerçevede en önemli<br />

konulardan biri de iĢgücünün değerinin nasıl belirlendiği. Kendisi Ģöyle özetliyor:<br />

“İşgücünün değeri, yasal olarak, sermaye birikimiyle bütünleşmiş çelişkili eğilimlerden bağımsız bir<br />

biçimde kavramsallaştırılamaz. Bunun için, dinamik (ve çözülmüş) tüketim yapılarını, istihdamı ve<br />

dağıtıma ilişkin mücadeleyi kapsayan karmaşık bir analiz ön-koşuldur. Bu analiz, neyin nasıl<br />

üretildiği, ihtiyaçlar ve adetlerin nasıl belirlendiği ve bunların üretim ve dağıtım yapıları üzerine nasıl<br />

yansıdığını da içeren bazı dolayımlar aracılığıyla, toplumsal emek zamanının belirli bir payını dile<br />

getirecektir. Sabit bir tüketim paketi ya da dışsal olarak belirlenmiş bir ücret düzeyinin varsayılması<br />

yoluyla bu gerçek belirleme süreçlerine kısa devre yaptırılması, işgücü değerinin toplumsal ve<br />

tarihsel anlamını açıklamada yetersizdir. Dahası bunlar, işgücünün değeri ile ücretler düzeyi<br />

arasındaki dolayımların tanınmasını engellemeleri nedeniyle yanıltıcı olabilirler.” (106)<br />

Değerler, Fiyatlar ve Sömürü baĢlıklı 5.bölümde yazar emeğin eĢitlenmesi ile<br />

değerler ve fiyatların belirlenmesinin üç aĢamadan oluĢan gerçek bir sürecin sonucu<br />

olduğunu belirtiyor. “Birincisi, bireysel emekler, aynı cins metayı üreten diğerleri içinde<br />

normlaştırılır. İkincisi, bunlar, geçmişte veya farklı teknolojiler kullanarak aynı cins metayı üretmiş<br />

170


olanlar içinde senkronize edilir. Üçüncüsü, meta ideal para ile eşitlenirken, bu emekler, diğer tip<br />

emekler içinde homojen hale getirilir.” (110) Bu noktada emeğin normlaĢtırılması (emek<br />

yoğunluğu ve karmaĢıklığı, eğitim ve öğretim, mekanizasyon, vasıfsızlaĢtırma ve<br />

kapitalist denetim) öne çıkıyor: “Kapitalist denetim ve rekabet, işçilerin değer üretme<br />

kapasitelerini normlaştıran ve hem çıktıyı hem de iş sürecini toplumsal belirlenimlere tabi kılan ikiz<br />

güçlerdir.” (122) Emeğin senkronizasyonu için yaklaĢımı da Ģu (yazarın): “Farklı<br />

zamanlarda ve farklı teknolojilerle aynı metaları üreten emekler arasındaki eşitlik, emeğin, somut<br />

emek tarafından metalara yüklenmiş tarih-ötesi bir töz olmaktan çok, kapitalist üretim tarafından<br />

kurulmuş ve onun aracılığıyla yeniden üretilmiş, toplumsal bir ilişki olması olgusuna bağlıdır. Değerin<br />

toplumsal gerçekliği, yalnızca canlı emeğin değer yarattığı ya da alternatif bir söyleyişle, Marx‟ın<br />

değer teorisinin toplumsal yeniden üretim maliyetlerine dayalı olduğu anlamına gelir. Daha özel<br />

olarak, değerler her tür metanın üretimi için toplumun mevcut yeteneği tarafından ya da toplumsal<br />

olarak gerekli emek zamanının yeniden üretimi tarafından, belirlenirler. Değerler metalar üretilirken<br />

taş üzerine kazılmış değillerdir. Daha çok, toplumsal olarak sürekli (ve yeniden-ç.n.) belirlenir ve<br />

ekonominin herhangi bir yerindeki teknik dönüşüm nedeniyle değişebilirler.” (123) Genel soyut<br />

emek kavramının somutlaĢtırılmasından sonra yazar değer transferini (ölü emek)<br />

ele alıyor. Tüm bu homojenleĢtirme sürecinin üç sonucu vardır: 1) Emek, doğrudan<br />

bir emek zaman niceliği olarak değil, yalnızca fiyat olarak görünür, 2) Tüm metaların<br />

değer ve fiyatları, eĢ zamanlı olarak belirlenir, 3) Paranın değeri, diğer sektörlerde<br />

uygulanan emeklerin homojenleĢtirilmesinin eksenidir ve fiyatların belirlenmesi için<br />

sabit bir nokta iĢlevini görür.(130) Burada bir dipnotta yazar Marx‟ın değer teorisinde<br />

üç indirgeme ve buna uygun üç dönüĢüm problemi olduğunu belirtme gereği duyar:<br />

Ġlki, aynı sektörlerde harcanan somut emeklerin değer eĢitlenmesi veya<br />

normlaĢtırma. Ġkincisi, teknik olanan değer farklılıklarına dönüĢtürülmesi veya<br />

senkronizasyon. Üçüncüsü ise, ekonominin farklı dalları boyunca oluĢan bu<br />

ortalamaların alınması veya homojenleĢtirme.(130)<br />

6.bölüm Sermayenin Bileşimi‟ne açıklık getirir. Literatürü tartıĢan yazar Ģöyle<br />

diyor: “SOB (sermayenin organik bileşimi), STB‟den (sermayenin teknik bileşimi) yalnızca karşıt<br />

durumlar arasındaki karşılaştırmalar aracılığıyla ayırt edilir. Eğer iki sermaye aynı anda<br />

karşılaştırılırsa, her bir emek saatinde üretici biçimde tüketilen b-sabit sermayenin değeri ile (ki<br />

sermayenin değer bileşimini, SDB‟yi tanımlar), aynı zamanda işlenmiş üretim araçları kitlesi (ki STB<br />

ve SOB‟yi belirler) karşı karşıya getirilmiş olur. Bu olay teorik olarak önemlidir ve Marx, Kapital‟in<br />

üçüncü cildinin ikinci kısmında değerlerin üretim fiyatlarına dönüştürülmesi ile ilgili analizini, farklı<br />

organik bileşimli sermayelerin statik karşılaştırılması aracılığıyla geliştirir.” (150)<br />

7.bölümün konusu Değerlerin Üretim Fiyatlarına Dönüşmesi. Yazarın<br />

özetiyle, “Marx‟ın dönüĢüm prosedürü kullanılarak fiyat sektörünün hesap edilememesinin üç<br />

nedeni vardır: (a) Marx, yatırılan 100 pound başına üretilen metalar kitlesinin üretim fiyatlarıyla<br />

çalışır; bunların birim fiyatlarıyla değil, (b) girdi değerlerinin dönüşümüne girmez ve (c) para-metanın<br />

dönüşümünden uzak durur.” (165) Buna karĢın Marx‟ın prosedürü önemlidir, çünkü<br />

değer ve artıdeğeri canlı emeğin yarattığını öngörmektedir. “Girdi değerlerinin daha<br />

baştan hesaba katılması ve bunların çıktı değerleri ile birlikte dönüştürülmesi gerektiğini öne süren<br />

yaklaşımlar, değer üretiminde canlı ve ölü emeğin rollerini karıştırır ve üretimde kullanılan işçiler ile<br />

makineler arasında ayrım yapmakta zorlanırlar. „Girdilerin dönüştürülmemesi‟ bir eksiklik olarak<br />

görülemez. Bu daha çok Marx‟ın şyönteminin bir özelliğidir. Girdilerin ve para-metanın değeri(ndeki<br />

değişiklikler) üzerinde durmayarak, Marx, üretimde emeğin harcanmasında kârın kaynağını saptar ve<br />

dolaşımın analize dahil edilebileceği ve onun gelişmesine olumlu katkıda bulunabileceği koşulları<br />

dikkatli bir biçimde hazırlar.” (168)<br />

Para, Kredi ve Enflasyon baĢlıklı 8.bölümde yazara göre Marx‟ın teorisi,<br />

konvertibl olmayan para ve enflasyonun açıklamasını da içerecek önemli biçimlerde<br />

geliĢtirilebilir. Enflasyon için söylediği Ģu: “…Fiyat olarak değerin ifadesini etkileyen ve<br />

toplam çıktı ile para arasındaki ilişkiyi değiştiren, makroekonomik bir süreçtir.” (195)<br />

Sonuç‟ta Ģunu söylemeden geçmez Saad-Filho: “Krizler ve işsizlik, kapitalizmin<br />

yalnızca tarihin gördüğü en üretici sistem değil, aynı zamanda en sistematik imhaya yol açan sistem<br />

olduğunu gösterir.” (198) Ve Marx‟tan (Grundrisse): “Sermaye…sanat ve bilimin tüm<br />

171


araçlarını kullanarak kitlenin artı-emek zamanını arttırır… Böylece o, kendine rağmen, tüm<br />

toplum açısından emek zamanını giderek asgariye indirmenin ve herkese kendi gelişmesine<br />

harcayabileceği zamanı vermek için toplumsal olarak harcanabilir zaman araçlarını<br />

yaratmanın aracı haline gelir. Ancak, onun eğilimi her zaman bir yandan harcanabilir zaman<br />

yaratmak, diğer yandan bu harcanabilir zamanı artı-emeğe dönüştürmek yönündedir. Eğer<br />

birinci amacına ulaşmayı başarırsa, aşırı üretime maruz kalır ve o zaman da zorunlu emek<br />

kesintiye uğrar, çünkü sermaye tarafından hiçbir artı-emek gerçekleştirilemez. Bu çelişki ne<br />

kadar gelişirse, üretici güçlerin büyümesinin artık yabancı emeğin mülk edinilmesiyle<br />

sınırlanamayacağı, işçilerin kendi artı emeklerine kendilerinin sahip olması gerektiği gerçeği<br />

de o kadar açık hale gelir… Değer ölçüsü olarak emek zamanı, bizzat zenginliğin kendisinin<br />

sefalet üzerinde kurulduğunu ve harcanabilir zamanın aşırı emek zamanının içinde ve ondan<br />

ötürü onun antitezi olduğunu varsayar; ya da bireyin tüm zamanını emek zamanına<br />

dönüştürerek onda işçilik dışında bir vasıf bırakmaz. En gelişmiş makineler, böylece, işçiyi bir<br />

vahşinin çalıştığı süreden ya da kendisinin en basit, en kaba aletlerle çalıştığı süreden daha<br />

uzun bir süre çalışmaya zorlar.” (199)<br />

***<br />

Hesse, Hermann; Gençlik Güzel Şey (Schön ist die Jugend, 2001),<br />

Çev. Behçet Necatigil/Kamuran Şipal<br />

Can Yayınları, Birinci Basım, Temmuz 2012, İstanbul, 986s.<br />

Okurluğu zevke dönüĢtüren kitabın öyküleri, arka kapak tanıtımına göre<br />

Hesse‟nin gençlik yıllarından. Doğrusu kitabın değeri iki çevirmenine ne borçlu<br />

kestirmek zor... Ġki büyük yazar ve aynı zamanda Almanca çevirmenimizin imzası<br />

söz konusu: Behçet Necatigil ve Kamuran ġipal. Ġlk üç öykü (Kasırga, Gençlik<br />

Güzel Şey, Nişanlanma) Necatigil‟in, kalanı (Doktor Faust‟un Evinde Bir Akşam,<br />

Chagrin D‟Amour, Çocuk Ruhu, Ziegler Adında Biri, Çocukluk Günleri, İçte ve<br />

Dışta, Güz Mevsiminde Yaya Bir Gezi, Mermer Atölyesi) ġipal‟in Türkçe‟sinden.<br />

1946 Nobel ödüllü yazar Hermann Hesse‟den çok Ģey okumadım. Çok<br />

eskilerde birkaç öykü, roman… Sidharta‟yı (1922) unutabilmiĢ değilim ama daha<br />

önemli romanları olduğunu biliyorum. Ömrüm yeterse…<br />

Hesse hakkında yargı üretecek kerte yeterli bir okuma değil bu okumam<br />

kuĢkusuz. Yine de kıvamlı, yoğun, etkileyici bir okuma, bunu söyleyebilirim. Birçok<br />

açıdan kitaptaki uzun öyküler bana çoktandır özlediğim bir dil ve anlatı tadını<br />

yaĢattı.<br />

Bir yargı üretmeme yetmeyecekse de gözlemlerimi sıralayabilirim.<br />

Ġlki büyük orkestrayla yorumlanmıĢ klasik senfoni etkisi taĢımaları öykülerin. Bu<br />

senfonik etki, öykülerdeki insanların çokluğu ve dramatik karĢılaĢmalarıyla ilgili<br />

değil. YaĢamın da içine, kozasındaki ipek böceği gibi yerleĢtiği tüm doğa, insanı da<br />

kendine katarak belirsiz bir akıĢa ve amaca doğru; büyük, ezgisel bir tümlük, birlik<br />

içinde görünüĢe çıkıyor Hesse‟de. Bütünün, bir(lik)in Ģarkısı bu. Ve özelliğini,<br />

etkisini, tuhaf olacak ama karanlık giz(em)inden alıyor. Tanrısız bir Ģarkı gibi<br />

söyleniyor olsa da Tanrı yok denemez bu anlatıda. Tanrı evrene, doğaya karıĢıyor<br />

ve insan yaĢamlarını (ve onların dramlarını da) sürükleyerek çalkantılı, coĢkulu,<br />

renkli bir akıĢ çıkıyor ortaya. Karanlık ve açıklanamayan gizin, yaĢantının bu genel<br />

akıĢ içerisinde armonik bir etkisi, katkısı var. Büyük akıĢ bu karanlığı geçicileĢtiriyor,<br />

alıp götürüyor, bir noktadan sonra silerek geriye bir ses, uğultu, güçlü bir duygu<br />

kalmasına yol açıyor. Okurun belleğine düĢen iz, ıĢık (izi), eğer okuduğu bir Hesse<br />

anlatısı ise, işte yaşam böyle bir şey, bitiĢ tümcesinden çoğu değil. İşte yaşam böyle<br />

akan bir şey, bir nehir, içinde hepimizin sürüklendiği… Anı da bir ırmağın, akan bir<br />

evren(sel)-suyun anısından baĢka bir Ģey değil. GeçmiĢ, yaĢandığı zamandan çok<br />

daha güçlü ve etkili bir biçimde, ancak Ģimdi yaĢamımıza katılmıĢ, bizim olmuĢ,<br />

sarılıp sarmalanmıĢ, içselleĢmiĢ, orada öyküleĢebilmiĢtir. Artık anlatılan biz<br />

172


olmuĢuz. O anı bugünün içinde, bugünleĢmekte, bugünü içeriden aydınlatmakta,<br />

Ģimdi ve burada varlığı görünüĢe getirmektedir. Hesse‟de geçmiĢin (anı) böyle bir<br />

iĢlevi, yani günü, Ģu anı kurma iĢlevi taĢıdığı açık. Acaba Proust‟un yaptığına<br />

benzer bir Ģey mi bu? DüĢünmem gerekiyor.<br />

Sanki öngünün (arefe) ya da arafın yazarı gibi konuĢlanan Hermann Hesse‟nin<br />

klasikle coĢumculuk (romantizm), belli belirsiz bir dıĢavurumculukla<br />

(ekspersiyonizm) evrenselcilik vb. çakıĢmasında bir bireĢim olması beklenirdi<br />

zaten. Ama bu bireĢimin müzikal bir denge noktasında biçimleniĢini gözden<br />

kaçırmamalıyız. Bunu önemli buluyorum. Dengenin ve barıĢın yazarı olduğunu<br />

ondan birkaç satır okuyan herkes kolayca anlayacaktır. Çünkü doğayı betimleyiĢi<br />

betimlenen Ģeyin kaçınılmazlığından, gerekliliğinden hiç ayrılmıyor ve doğa koronun<br />

(Ģarkının) bir parçası olarak beliriyor. Bunda doğu etkisinde (Zen, Sufilik, vb.) Batı<br />

düĢünce çizgisinin uygulamasını görmemek olanaksız kuĢkusuz... Bütün bunlar<br />

nedeniyle coĢumculuğunda, örneğin Dickens‟da olduğunca, çocuksu, kabul<br />

edilemez ama yine de kolayca bağıĢlanabilir bir saflık yok Hesse‟nin. Onun<br />

tümcülüğünde etkin bir estetik atak, bir çıkartma söz konusu. Bu canlıcılık (animizm)<br />

belki Schiller ya da Beethoven‟la, belki Rolland‟la iliĢkilendirilebilir. Onlardan (ya da<br />

bir kısmından) ayrılan yanı ise benim için önemli olan ve burada açığa çıkarmak<br />

istediğim Ģey.<br />

Onun Ģarkısı, Ģiiri (anlatısı); tüm(lük) olarak yaĢam düĢü kurulsa da bu<br />

olanaksız olmasaydı, dinleyen ya da geride kalan biri de olamayacağı için<br />

söylen(e)meyecek, ortaya çık(a)mayacaktı. Ama görkemli koronun söylediği Ģarkıyı<br />

duyuyor, dinliyoruz. Kusursuzluk, (evrensel akıĢ) içinde boĢluklar, kara(nlık)<br />

noktalar, kırılmalar, tersinmeler, kibir, gurur, özsevi, suç eğilimi vb. barındırıyor ve<br />

öykü varlık gerekçesini iĢte bu nedenlerle kazanıyor. Yoksa Hesse‟nin yazacak Ģeyi<br />

kalmazdı. ġimdi felsefi soru(muz) belki, Ģarkının baĢlangıçtan mı geldiği yoksa<br />

yaĢamın Ģarkıya doğru mu sürüklendiği yönünde olabilir. Bu türden soruların<br />

yanıtlanabilmesi, dizgeli bir Hesse okumasından çıkabilir ancak. ĠĢte tinbilimi, delilik,<br />

umutsuzluk, acı, kaygı diplerde bir yerde, akıĢın hem bir parçası, hem onun içinde<br />

bir ayrıĢma, tortulaĢma olarak gelir, olu(Ģu)r. KuĢkusuz sonradan gelen büyük<br />

dalga, yeni halka her Ģeyi yeniden sarıp, kendine katıp da sürükleyinceye değin…<br />

Bu ikinci, üçüncü halkayı belki kimse yazamayacak ve okuyamayacak. Bunu<br />

bilemeyeceğiz.<br />

“Benimle çocukluğum arasında bir uçurum açılmış, yurdum o eski yurt olmaktan çıkmıştı.<br />

Geçmiş yılların tatlılık ve çılgınlığı artık bırakmıştı beni. Çok geçmeden de, adam olmak ve ilk<br />

karartıları üzerime o günlerde düşen hayata karşı hazırlanmak için kasabadan ayrıldım.” (29)<br />

Öte yandan, bunlar geliĢim anlatıları. Bu açık. Yazar çocukluğuna, gençliğine,<br />

o geride kalmıĢ zamana bakıyor, onu anlatarak, nesneleĢtirerek kendine (derlemine,<br />

koleksiyonuna) katıyor. Anı hem ona ait, hem de değil; baĢkasının. Anlattıkça<br />

yakınlaĢan, yakınlaĢtıkça nesneleĢip uzaklaĢan bir Ģey... Kendimizi, anımızı dile<br />

getirdikçe ve sürece yeni bir insan olarak kurguluyor, deniyoruz demektir. Bunu bir<br />

yabancılaĢtırma deneyimi olarak değil, kendine katma, kendini kurma deneyimi<br />

olarak algılıyorum ama sanat (öykü) söz konusu olduğunda daha çoğu var. Bu<br />

kuruluĢ aynı zamanda hepimizi saran evrensel bir kuruluĢ… Okuyarak o anıyı<br />

bizliyor, kendimizden yeni bir yaĢam kuruyoruz. Hesse‟nin bu konuda özel katkısı<br />

olduğunu söylemek istiyorum. Hesse anıyı nesneleĢtirerek zamanı herkes<br />

içinleĢtiriyor. Bizim çocukluğumuz, bizim gençliğimiz, bizim güzel Ģeylerimizdir<br />

anlatılan. Dil, çoğaltan, çarpan iĢlevi görüyor bir teknik aygıt olarak. Benzetimli<br />

(analojik) bir çağıldama, yansılanan bir doğa kabarması gibi kullanılıyor. HerĢey adı,<br />

nitelikleriyle üzerimize geliyor. Tüm doğa bu dil üzerinden kapımızı çalan bir çağrı<br />

173


(mektup) gibi. Doğa patlıyor. Bizi (koroya, Ģarkıya) katılmaya, orada, onların<br />

yanında olmaya, evrensel karmaya çağırıyor yazar. Ama kapısı çalınan anlatıcı<br />

kahraman tedirgin, kaygılı ve kirlidir. Akordu bozuktur, uyum sağlayamadığı bir an<br />

olmuĢtur geçmiĢte bir yerde. Bir eĢik deneyimi geçirmiĢtir, bir karar(sızlık) anı.<br />

Bütünlükten, armonik mutluluktan, evrensel dalgadan kopmuĢ, bir an için<br />

uzaklaĢmıĢtır. Çünkü yaĢam ondan bir Ģey beklemiĢ, anlamasını istemiĢtir ve onu<br />

sınamıĢtır. Kavak yelleri esen o zamanlardan ve yerlerden birinde, belli belirsiz bir<br />

suç iĢlenmiĢ, yanlıĢ yapılmıĢ, sapılmıĢ, yara alınmıĢtır. BağıĢlanmayacak bir Ģey<br />

değildir bu. Belki yapılan Ģey istenilen Ģey de değildir, bir yanlıĢ anlama, masum bir<br />

kendine yontmadır. Her ne ise, o akortsuz, uyumsuz ses büyük Ģarkıyı bir an için<br />

gölgelemiĢ, sekteye uğratmıĢtır ya da böyle olabilmiĢ, sanılabilmiĢtir. Ġnsanda iz<br />

bırakacak, kalan yaĢamını belirleyecek, anlamlandıracak bir bunalımdır (kriz) bu.<br />

ġimdiden anılaĢmıĢ, gelecekte dönülecek, hesaplaĢılıp içselleĢtirecek bir olaya<br />

(gerçek bir olaya) dönüĢmüĢtür bile. Öyle bir an ki orada bir görü de, bir olanak da<br />

(imkân) doğar, açılır. Orada anlam yaĢayanı ziyaret eder, yoklar. Bir tansık gibi,<br />

sapkınlık, görmeyi, iĢitmeyi sağlar. Orada, içinde değilsem, ayrıksam, dıĢarıdaysam<br />

burayı, beriyi algılayabilirim. Hesse‟nin öyküsü tam da budur. GeliĢim anlatısı<br />

(öyküsü, romanı) dediğimiz de budur. Yazar bir olaya yaklaĢır ama bu olay gecenin<br />

içinde birden yanan ıĢık kaynağı gibi hemen dolayında bulunan Ģeyi değil, tüm bir<br />

geceyi aydınlık, anlaĢılır kılar, yaĢam(larımız) bir anlama, yerindeliğe, doğruluğa<br />

ulanır. Hesse‟nin uysal, uyumlu ve sevinçle dolu görünen, hatta kolay görünen dili<br />

bu eĢsiz ve zorlu deneyime, yola sokuverir beklenmedik bir anda okurunu. Benim<br />

bu öykülerden anladığım, aldığım Ģey nedir sorusunun yanıtı böyle.<br />

O karar anında özgürlük ve zorunluluk biraraya gelir ve bir çatıĢkıda<br />

yoğunlaĢır. Bu genç adamın (çocuğun diyemem) özgürlük duygusuna, bu ayartıcı<br />

ve belki de günaha sürükleyebilecek yola düĢkünlüğü, tutkusu niye? Bireysel bir<br />

durum mu? Eğer sınavsa, bir tür erginleĢme, toplumun geçerli parçası olma<br />

evrensel ritüeliyle bunun bir bağı, ilintisi yok mu? Var kuĢkusuz.<br />

“Kötü bir önsezi, daha birçok değerli, soylu şeyin mahvolmuş olabileceğini hatırlattı bana.<br />

Birdenbire kalbimde yeni bir burkulma hissettim. Meğer ben yurdumu ne kadar çok seviyormuşum,<br />

ruhumla ve huzurumla bu çatılara, kulelere, köprülere, sokaklara, ağaçlara, bahçelere, ormanlara ne<br />

kadar bağlıymışım!” (28)<br />

Hesse bu evrensel insan izleğini yeniden yorumluyor ve öyküsünün büyüsünü<br />

bence buna borçlu. Evet, genç adam eĢiği geçecek, sınavın üstesinden gelecek,<br />

zaferi kazanacak, çekmesi gereken acıyı çekecek ama sonuçta bir adam olacak,<br />

tümünü üstlenerek, sahiplenerek. KurtuluĢ, koroya katılmakta, çatlak sesin<br />

üstesinden gelmektedir apaçık. Bir Ģeyler yitirilmiĢ, gelecek vaadi ve beklenti<br />

kırılmıĢ, kırıklık, hüzün, belki umarsızlık yaĢanmıĢtır. PiĢmanlık uç verir gibidir ama<br />

tüm bunlardan geriye biri kalır, anlatıcıdır, yazardır o. Özünde anın sorunsalı<br />

seçmek ve birşeyi seçmektir, seçimin o andaki kaçınılmazlığını kavramaktır. Varlığa<br />

bir kertik, gerekçe atılmıĢtır ne denli berelenmiĢ, yaralanmıĢ olunsa da. AĢk<br />

yitirilmiĢtir belki ama genç adamın hafif (havai) bir yanı da vardır sanki ve doğru<br />

olduğunca, yanlıĢ bir seçimin de önünde duruyor olabilir. Bunu bilemeyiz, çünkü<br />

arkasını göremeyiz öykünün. Belki de o gençlik hevesi, tutkusuyla sevdiğini<br />

sanmaktadır ve o bir erkektir. Hesse kendi erkek(leĢme ya da erginleĢme,<br />

olgunlaĢma) öyküsünü anlatır. Kadın ayartıcı olmaktan çok uyarıcı, öğretici iĢlev<br />

üstlenir (Yazarın hakkını teslim etmek gerekirse). Sınavın bir sorusu,<br />

bilinmeyenlerinden biridir.<br />

Son olarak bir konuya daha değineceğim Hesse‟yi değerlendirmeyi bir toplu<br />

okumaya erteleyerek. Yukarıda yakaladığımı sandığım anlatım ve dil özelliklerini<br />

tümleyen, içkin bir yazınsal sonuç bu. Yurtsama ve görünü (manzara). Görününün<br />

174


aslında yurt görünüleri olduğunu ayrıca belirtmem gereksiz. Bunu kuzeyin<br />

yazarlarında belirgin bir biçimde görürüz, Fransa ve Almanya‟yı gözardı etmeden.<br />

18.yüzyıldan baĢlayarak (belki Fransız Devrimi‟nden) bu duygudaĢlık, oydaĢlık<br />

(pathos) yazıya girmiĢ, geniĢ açılı (panoramik) betimlemeler anlatıda uzamı<br />

(mekânı) kurmanın ötesinde iĢlev taĢımıĢlardır. Bu insanın doğduğu topraklarla,<br />

yurdum dediği Ģeyle, toplumun dokusuna sinmiĢ varoluĢsal imgeyle kurduğu ya da<br />

kurmak zorunda kaldığı iliĢkilere dayanır. Sanatçı bu duyguyu en iyi kavrayan ama<br />

çözümlemesini (analiz) değil görüntüsünü (yine de bir kurgudur), yani imgesini<br />

kur(gulay)an yetkin, duyarlı kiĢidir. Örneğin, bizim henüz bir yurdumuz yok. (O<br />

görkemli kurtuluĢ savaĢımıza karĢın.) Çünkü toprakla iliĢkimiz bu yeni bağlamda<br />

(ulus) yeniden kökleĢip yerleĢemedi. Göçebelik dıĢ etkenlerin (dinamik) sonucu<br />

olarak yaĢandı bu kez. Hızla yurtsuzlaĢtık ve bu nedenle de Avrupa yazını gibi bir<br />

yazınımız yok. Çünkü uzamın birliğinin en büyük sağlayıcısı uzunca bir dönem<br />

boyunca yurt kavramı olmuĢtur ve yazın (roman) bu yurt çevreni içerisinde<br />

yükselmiĢtir. Giderek bağlayıcı, sınırlandırıcı bir çerçeveye elbette dönüĢecektir<br />

ama bundan çıkıĢ dünya-yurtla olursa yeni bir sanatın olanağı berileĢir,<br />

unutmayalım. Yoksa bu kazanımı daha az ya da geri bir kabile duygusuna<br />

harcamamalıyız. ĠĢte klasik ve klasik ardı Hesse gibi yazarların dünya ekinine<br />

(kültür) büyük katkısı budur. Üzerine basılan bir toprağın insana yaĢattığı o duyguyu<br />

içselleĢtirmek, yurtlaĢmak. Görünü yalnızca dağ, tepe, vadi, kayalık, deniz, göl,<br />

orman vb. değildir, baktığımız zaman arkasında durduğunu derinden<br />

duyumsadığımız tindir. Bu tini canlandırma, oraya bir kez daha bağıĢlama, aktarma<br />

gücümüzdür. Ceninin anneye bağlandığı kordon bir bakıma… Hesse öykülerinde<br />

asıl öne çıkan bu doygunluk ve yerindelik duygusu. Bu yerindelik içinde yurdun<br />

insanı olan yurttaĢ, geliĢimini dramatik anlarla olgunlaĢarak ve aĢamalı biçimde<br />

tamamlar, geliĢtirir. Her iççatıĢmada yurdundan yola koyularak ve sonunda yine<br />

Ġthaka‟sına hem kendisi, hem daha fazlası olarak dönerek. Hermann Hesse‟nin asıl<br />

bu olduğunu, onun yurdunun, varlık senfonisinin kaynağında duran varoluĢsal kök<br />

olduğunu unutmamalıyız.<br />

Tinbiliminde (psikoloji) Hesse gibi büyük yazarların öncü olduklarını<br />

söylememe ayrıca gerek bile yok.<br />

***<br />

Nesin, Aziz; Bir Sürgünün Anıları (1957)<br />

Adam Yayınları, Adam Beşinci Basım, Ocak 1997, İstanbul, 173s.<br />

Nesin‟in Bursa‟da 1947 yılında, 3 ay 10 günlük sürgünlük anılarını içeren kitap<br />

gerçekten insanın içini burkuyor. Amerikan yardımının Türkiye üzerine niyetlerine<br />

değinen „Nereye Gidiyoruz?‟ yazısı nedeniyle, 12 Ağustos 1947‟de on ay<br />

tutukluluk, dört ay da Bursa‟da „emniyet-i umumiye nezareti‟ altında bulundurulma<br />

cezasına çarptırılan Aziz Nesin bile geçmiĢteki tepkisine, bağıĢlayıcılığına sonraki<br />

basımlarında haklı olarak isyan ediyor.<br />

Bir belge niteliği taĢıyor kitap. Aziz Nesin tüm yazın yaĢamında belgeci yanını<br />

öne çıkardı, her yapıtı aynı zamanda zamanını belgeledi. Bence Türkiye‟nin 45-50<br />

sonrası tarihini yazarın yapıtlarından belgesel gibi izlemek olası.<br />

Kitabın baskı olarak, bir özel ve değerli yanı da ilk baskıda yer alan Yalçın<br />

Çetin çizgilerini içeriyor oluĢu. Bunların baĢlı baĢına ayrı bir değer taĢıdıklarını ileri<br />

sürebilirim. Ayrıca kitap arkasına sonraki basımlarda yaptığı eklerle olayın<br />

aydınlanmasına ve dönemin tinine tanıklığa daha da yakınlaĢtırıyor okurunu. Okur<br />

Ģunu ayrımsıyor, tıpkı öykülerinde olduğu gibi: Aziz Nesin her yazdığı sözcüğü aynı<br />

175


zamanda bir kanıta dönüĢtürüyor, çünkü gözünde yazar aynı zamanda topluma<br />

karĢı sorumlu bir aydın. Ve belki okuru olarak Ģunu da söyleyebilirim. Hiçbir yazar<br />

ya da aydınımız onun gibi taĢıyamadı bu sorumluluğu. En büyük, aĢılmamıĢ<br />

örnektir. Ülkemiz koĢullarında sanatın aydınla buluĢtuğu en yetkin, iyi örneği bilinçle<br />

oluĢturmuĢtur. Acısından bal eyleyen (Hasan Hüseyin‟in dediği gibi) bu eĢsiz<br />

tarihsel insan, tüm bu nedenlerle belki aktörenin de (etik) eylemli, kılgısal örneğini<br />

verebilmiĢtir. Onun yazısından sonuçta tüm bir toplum ve onun ırası (karakter)<br />

ortaya çıkmaktadır. Gerçek anlamda ilk toplum dökümcümüzdür. DerlemiĢ,<br />

sınıflamıĢ ve ilkörnekleri herkesin hizmetine sunmuĢtur. Yani onda yüzlerce ve<br />

yüzlerce figür toplamından ortaya çıkan bir toplum değil, bir birey gibi davranan<br />

toplumun duygusu, edası, duruĢu, tepki verme biçimi beliriyor.<br />

Nasıl ilkel, düzeysiz bir çevrede yaĢadığının kanıtları ise gerçekten mide<br />

bulandırıcı… Bugün değiĢen yalnızca bir Ģey var: Aziz Nesin‟in yokluğu. Onun<br />

cesareti ve direniĢi, onun eleĢtirisi, onun usu artık yok ve bu toplum yalnızca bu<br />

nedenle bile kat be kat hızla çürüyor, yok oluyor.<br />

Anlıyoruz ki Aziz Nesin‟in derdi hiçbir zaman ve özünde birilerini güldürmek,<br />

gülüp geçmelerini sağlamak olmamıĢtır. Onun gülmecesi yaĢamda seçimiyle ve bir<br />

zorunlulukla ilgili. Anlı Ģanlı yazınımız yaygın örneklerinde eğer bu eleĢtiriyi (eleĢtirel<br />

gerçekçilik) taĢıyabilseydi, gündemimiz çok baĢka olabilirdi, ortada gerçek, somut<br />

bir yitim var, demek istediğim.<br />

Acı duyduğum ve her yönüyle incelenmesi gerektiğine inandığım bir konu da<br />

bununla bağlantılı. Gülmeceyi içerikten ve eleĢtiriden nasıl soyutlayabildi, ayırabildi<br />

bu toplum? Elinde olmadan mı? Gülme bir anlık (zekâ) iĢi ve belirtisiyken nasıl<br />

güldüğünü sanan ama piĢkin piĢkin sırıtan budalalar, ahmaklar sürüsü olduk?<br />

Bunun politikasızlık ve felç olmayla bir bağı var mı?<br />

Nesin‟in en güzel, anlamlı kitaplarından biri sanırım.<br />

***<br />

Mişima, Yukio; Bir Maskenin İtirafları (Kamen no Kokuhaku, 1949),<br />

Çev. Zeyyat Selimoğlu (Gözden geçirilmiş),<br />

Can Yayınları, İkinci Basım, Mayıs 2012, İstanbul, 195s.<br />

176


Gerçek adı Kimitake Hiraoka olan MiĢima okumasına baĢlarken önce<br />

yapıtlarını bir listeleyeyim istedim. Japonca ad, Ġngilizce ad, Ġlk yayın yılı, Türkçe<br />

çeviri, Türkçe basım yılı sırasıyla MiĢima yapıtları aĢağıda:<br />

假面の告白(仮面の告白): Kamen no Kokuhaku, Confessions of a Mask, 1949, (Bir Maskenin İtirafları, 1966/<br />

2010)<br />

愛の渇き:Ai no Kawaki, Thirst for Love, 1950<br />

禁色:Kinjiki, Forbidden Colors, 1951-1953<br />

真夏の死:Manatsu no Shi, Death in Midsummer and other stories, 1953 (Yaz Ortasında Ölüm,1985)<br />

潮騷:Shiosai, The Sound of Waves, 1954, (Dalgaların Sesi, 1972)<br />

金閣寺 :Kinkaku-ji*,The Temple of the Golden Pavilion, 1956<br />

鹿鳴館 :Rokumeikan, The Rokumeikan, 1956<br />

鏡子の家:Kyōko no Ie, Kyoko's House, 1959<br />

宴のあと:Utage no Ato, After the Banquet, 1960 (Şölenden Sonra, 1985)<br />

黒蜥蜴 :Kuro Tokage, The Black Lizard and Other Plays, 1961<br />

憂國(憂国:Yūkoku, Patriotism, 1961<br />

午後の曳航:Gogo no Eikō, The Sailor Who Fell from Grace with the Sea, 1963 (Denizi Yitiren Denizci, 1973)<br />

絹と明察:Kinu to Meisatsu, Silk and Insight, 1964<br />

三熊野詣:Mikumano Mōde, Acts of Worship, 1965<br />

サド侯爵夫人:Sado Kōshaku Fuji, Madame de Sade, 1965<br />

葉隠入門:Hagakure Nyūmon, Way of the Samurai, 1967<br />

朱雀家の滅亡:Suzaku-ke no Metsubō, (The Decline and Fall of The Suzaku), 1967<br />

わが友ヒットラー:Waga Tomo Hittorā, My Friend Hitler and Other Plays, 1968<br />

太陽と鐡(太陽と鉄):Taiyō to Tetsu, Sun and Steel, 1968<br />

癩王のテラス:Raiō no Terasu, The Terrace of The Leper King, 1969<br />

豐饒の海(豊饒の海):Hōjō no Umi, The Sea of Fertility tetralogy, 1965-1970 (Bereket Denizi, 4 cilt)<br />

1. 春の雪:Haru no Yuki, 1. Spring Snow, 1969 (1. Bahar Karları, 1992)<br />

2. 奔馬:Honba, 2. Runaway Horses, 1969 (2. Kaçak Atlar, 1992)<br />

3. 曉の寺:Akatsuki no Tera, 3.The Temple of Dawn, 1970 (3. Şafak Tapınağı, 1994)<br />

4. 天人五衰:Tennin Gosui, 4. The Decay of the Angel, 1971 (4. Meleğin Çürüyüşü, 1994)<br />

Bir Maskenin İtirafları‟nın tek çevirisi var: Zeyyat Selimoğlu. Ġlkin 1966 yılında<br />

Cem Yayınevi‟nce basılan çeviri (sanırım Almanca‟dan) Can Yayınları‟nda 2010<br />

içinde iki kez basıldı. Sorun Ģurada ki Can baskıları gözden geçirilmiĢ ve<br />

değiĢtirilmiĢ biraz. Daha mı iyi, yoksa daha mı kötü oldu buna yanıt vermek zor ve<br />

tartıĢılabilir. Selimoğlu kalıtçılarının ya da ajansının onayı alınmıĢ olmalı.<br />

Ben aĢağıda iki baskıdan giriĢ tümcelerini karĢılaĢtırma amacıyla alıyorum:<br />

“Doğumum sırasında gördüğüm şeyleri hatırladığımı yıllarca iddia ettim. Ben bunu söyledikçe<br />

büyükler önce güler, sonra da acaba onları alaya mı alıyorum diye şaşkın şaşkın duraklayıp, şüphe,<br />

hoşnutsuzluk dolu bakışlarla bu soluk, hiç de çocuksu olmayan çocuk yüzüne bakarlardı. Bunu<br />

bazan ailemizin çok yakını olmayan konukların önünde de iddia ederdim. Ne var ki her defasında da,<br />

beni aptal sanacaklarından korktuğu için olacak, sözlerim büyükannem tarafından sert bir sesle<br />

kesilir, dışarı çıkıp oynamam tembih edilirdi.” (Cem, 1966)<br />

“Doğumum esnasında gördüklerimi hatırlayabildiğimi yıllarca iddia ettim. Bunu<br />

söylediğimde büyükler önce güler, sonra da acaba onları alaya mı alıyorum diye şaşkın şaşkın<br />

duraklayıp, şüphe, hoşnutsuzluk dolu bakışlarla bu soluk, hiç de çocuksu olmayan çocuk yüzüne<br />

bakarlardı. Bunu bazen ailemizin çok yakını olmayan konukların önünde de iddia ederdim. Ne var ki<br />

her defasında, beni aptal sanacaklarından korktuğu için olacak, sözlerim büyükannem tarafından<br />

sert bir sesle kesilir, dışarı çıkıp oynamam tembih edilirdi.” (Can, 2010)<br />

MiĢima benim sevebileceğim bir insan değil. Daha önceki dolaylı<br />

<strong>okumalarım</strong>dan ve basına da yansıyan haberlerden onunla ilgili bir kanı<br />

oluĢturmuĢtum ve çok olumlu değildi. Ama hep yapılageldiği gibi kulaktan dolma<br />

edinilmiĢ bir önyargıyla yargılayıp kesip atmak da istemedim. Çekici, büyüleyici bir<br />

kiĢiliği olduğu açık… Ülkesinde çok ĢaĢırtıcı olmasa da Avrupalı ekin (kültür) için<br />

oldukça ilgi çekebilecek biri ya da belki Ģöyle söylemeliydim: Avrupa(lı)nın<br />

neresinden yakalanabileceğini iyi bilen birinin yazısı MiĢima‟nınki. Kendini hara-kiri<br />

yaparak öldürdüğünde daha 45 yaĢındaydı.<br />

177


Doğrusu MiĢima‟nın bunca çekiciliğinin kaynaklarına doğru bir yolculuk<br />

benimkisi. Yourcenar onun hakkında oturmuĢ yazmıĢ. (Çok da beğenmemiĢtim.)<br />

ġimdi sıra MiĢima hakkında sorabileceğim soruyu oluĢturma ve bu sorunun ardına<br />

düĢmekte toplu Türkçe okumam boyunca. ġu an yapabileceğimse soruyu<br />

yoklamak, ilk adımları atmak.<br />

Roman bar bar bağırıyor baĢta, bu yazarın özgençlik anlatısı,<br />

özyaĢamöyküsüdür, diye. ġunu ayırabilmeyi marifet sayarım kendimce. Bu bar bar<br />

bağıran kendi, birçok yazarın özellikle ilk yapıtları için geçerlidir, buraya değin doğal.<br />

Ayrılan yan ise MiĢima‟nın kendini kasıtla, amaçlayarak göstermesi (teĢhir), bu<br />

yazılı gösteri(Ģ)den duyduğu hazzın gösteri(s/Ģ)i. Gösterdiğini göstermek, buradaki<br />

canalıcı noktayı oluĢturuyor kanımca. Buna kısaca mit üretmek diyebiliriz, insanın<br />

kendisiyle ilgili bir mit üretip bunu kamusallaĢtırması. Tarih panayırı bunun sayısız<br />

ve kötü örnekleriyle tıkabasa dolu, biliyoruz. En pespaye, düzeysiz yollardan<br />

Herostratos ya da Ebu Bevvâl gibi, niteliksiz bir dünya ünlüsü olma peĢindekiler bir<br />

yana, MiĢima can(ını) yakarak, ateĢe tutarak, yargıya yıldırımçekerlik yaparcasına,<br />

ölümüne bir saltık gösteri çıkarıyor varlığından. Bu son ya da biricik eylem<br />

gerektiren bir giriĢim, hatta takıntı diyebilirim. Ülkesinin gelenekleriyle bir yere değin<br />

çakıĢır onun kendine yönelik törel kıyımı.<br />

ĠĢin içinde baĢka Ģeyler, geçmiĢin yüce savaĢçısı, martir (Ģehit) var. Bana<br />

kalırsa yalvaçlık da. Ama vaaz vermekle yetinmeyen, ölümü koĢul olan, hem de<br />

herkesin önünde suçlanıp çarmıha gerilerek öldürülmek koĢulu olan bir yalvaçlık…<br />

(Ġsa ya da Hristiyanlık Ģehitleri.)<br />

Kitabın adındaki maske sözcüğünün çok Ģey çağrıĢtırdığını, içiçe birbirini<br />

eleyen birçok katmana iĢaret ettiğini, bu süzme, eleme iĢleminden sonra geriye<br />

kalanın inandırıcı bir yalınlık, dürüstlük hakikati olduğunu belirtmek zorundayım.<br />

MiĢima‟yı yazar yapan Ģey, bu elemeden kalan (Ģey), toplam çizgisinin altındaki. Bu<br />

iĢlem yazarın yolgöstericiliğinde okurun anlığında (zihin) mı gerçekleĢiyor, yoksa<br />

yazar ya da okurda mı baĢlayıp bitiyor? Yanıtlamayı Ģimdilik erteleyeceğim sorular<br />

bunlar.<br />

Maskeye dönersek, MiĢima maskenin de maskelendiğini duyumsatıyor ya<br />

okuruna aslında demek istediği Tanrılara seza bir oyun içre olduğu, ona boĢ<br />

bulunup da asla inanmamamız gerektiği. Lütfen dikkat, inanmamız değil, inan-mama-mız<br />

gerektiği. Onun sanatının (yazısının) görselliğinin püf noktası resime<br />

dönüĢmek, bir kitap sayfasında elleri kolları bağlı, iĢkence yapılan, Ģimdi yaralı,<br />

birazdan ölecek olan genç din Ģehidi görüntüsü vermek. Bu görüntü uğruna bir dizi<br />

178


katmanlı değiĢmeceye baĢvuruyor, uçurumun kıyısına basamaklarla yükseltiyor bizi.<br />

Örneğin, cinsellik göndermeleri (imâ) oyunun parçası, bir maske(leme) mi? Peki tüm<br />

bunların arkasında, yani Hristiyan çilesinin, eril eĢcinsel çekimin, vb. daha üstünde<br />

Batı uygarlığına (?) özgü bir baĢka mitolojik (psiko-analiz) çerçeve olabilir mi?<br />

YaklaĢan, yaĢanan savaĢın korkunç ayak seslerinin ve dehĢetinin önünde<br />

çırılçıplak, zayıf, yapayalnız kalan güçsüz kiĢi (küçük adam) kendinden yüce bir<br />

yazgı çıkarmaz ya da bu güçlü itkiyi içinde duymaz da ne yapar? Bu bir yüceltme<br />

(sublimasyon) çözümü. Böyle derin düĢüĢlerde, parıltılı, kutsal yüceliĢler beklenir.<br />

Taç, kanlı taç geçirilir baĢa ve herkes için ölecek, herkesi kurtarmak için ölecek<br />

kurban olunur. Bu, Batı kültürünün ta içinden gelen ve beslenen MiĢima için yeterli,<br />

doyurucu bir açıklama olabilir mi peki? Doğrusu ilk romanında bu yargıyı üretmek<br />

zor, olanaksız da… Çünkü kendisi de, kendisi ve yazısı hakkında bunu<br />

söyleyebilecek, bir yargı verecek durumda değil ve böyle olduğundan, yani<br />

boĢluktan inanılması güç ama ikna edici bir dürüstlük çıkıyor.<br />

Okur ise, bu dikenli, çileli yoldan epey sersemlemiĢ çıkıyor, ölümcül yaralar<br />

almasa, kafasında kuĢkuları tümüyle giderememiĢ olsa da.<br />

Roman boyunca güçlü, sağlıklı erkeğin Ģarkısını (ona yakılmıĢ) dinliyoruz<br />

dinlemesine. Onun dayanılmaz çekiciliğini tanımlarken öyle içtenlik oktavında<br />

sesler, düĢünce akımları sergiliyor ki tuzağa düĢmemiz an meselesidir kimi anlarda.<br />

Ama MiĢima okurken, beni okuyanlara önerim öncelikle Ģu: Lütfen, onun (özellikle)<br />

gösterdiği, iĢaret ettiği yere bakmayın, elinizden gelirse karĢı(t) yöne bakın, daha az<br />

yanılırsınız ama böyle yaparak ne kadar okur (hele MiĢima okuru) olursunuz<br />

bilemiyorum. Belki de çoğu kez, bile isteye, hatta neĢeyle bir tuzağa yakalanmak,<br />

çukurun dibini boylamak iyi gelebilir ya da olabilir.<br />

Yazar anlatıcı çekici erkekle büyülenmiĢ, diĢil dile baĢvurur. Oysa kendi<br />

imgesini eril bir kurgu içinde görselleĢtirme çabası içindedir. SavaĢ, kavga, ölüm<br />

arzusu, kahramanlık, kadınları umutlandırıp yüzüstü bırakma, vb. dıĢavuran<br />

eyleminin kaynaklarını oluĢturmaktadır. Bu ikilemin nasıl gergin ve saydam bir<br />

anlatıya dönüĢtüğünü anlamak hiç de zor olmaz. Derdi; bir ten, yazı teni, mavi<br />

damarları ĢiĢmiĢ ak ve gergin, genç, pürüzsüz bir tenin, incinebilir, delinebilir bir<br />

dokunun dilde üretilmesidir. Teni yırtmak, yaralamak ve kanatmak, aslında tam da<br />

bu teni üstüne geçirip bir vahĢi, eril saldırının kurbanı olmak, yırtılmak, kanamak,<br />

diĢi olmak, kurban olmak, iĢte bu gelgit, yazısının iç gerilimini sağlar. Sözünü ettiğim<br />

gelgit bir yüzey, incecik kabuk-zar, dıĢarıdaki için ayartıcı, erkekleĢtirici bir teslimiyet<br />

anlamına gelir. Okur açısından sorun, yukarıda da değindiğim gibi, duvardan duvara<br />

çarpa çurpa, iyice sersemlemiĢ olarak, nereye (daha erilliğe mi?) sürüklendiğini<br />

kestirememesi. Hangi Ģarkıya kulak vermeli? Hiçbirine mi? MiĢima sözkonusu ise,<br />

belki de, evet.<br />

Yani Ģiddet vurgusu, bir görüntü kurgulamanın sahte yordamına dönüĢmüĢtür<br />

çoğu kez. ġiddet kendi baĢına kalmakta, amacını unutmaktadır ya da ondan<br />

kopmaktadır. Çünkü artık bilmeliyiz ki Ģiddeti Ģiddet temizliyemiyor, silemiyor. Bu<br />

aralıktan çıkan yeni bir insan türüdür. Onu sürükleyen güdü, cinsiyet kimliklerini,<br />

imlerini belirgin, kızıĢmıĢ imgeler olarak taĢıyor olsa da bunları aĢan bir Ģey, yani<br />

deyim yerindeyse tumturak .(Hadi, retorik, diyelim.) Somuttan, maddilikten özgür<br />

kalmıĢ, içeriksiz bir ses, gümbürtü. Bakalım, sonraki yapıtlarında bu yeni tür (MiĢima<br />

mutasyonu) varlığını sürdürebilecek mi? Çünkü verdiği izlenimin tersine dayanaksız,<br />

kırılgan, kof bir heybet, görkemdir bu. Çok ses çıkarır ama yankılanmaz,<br />

kalıcılaĢmaz. MiĢima güçle, tutkuyla isteyen, arzulayan ama ele geçirdiğini anında<br />

değersizleĢtirip yüzüstü bırakan, terkeden, meleğin düşüşü‟ne takınaklı, bağlı biri<br />

rolünde.<br />

179


Yazınsal açıdan bence iyi olanla kötü olanı bireĢimleyen MiĢima özgül bir<br />

deneyime davet ediyor okuru. Uygun adım yürüyüĢünü bir gösteriye, tören kıtası<br />

yürüyüĢüne dönüĢtüren yazar, okurunu bu adımlara uymaya zorluyor. Sanatçının<br />

her tür düzeni (disiplin) bozan o son atağını ayraç içine almak koĢuluyla böyle<br />

yorumluyabaliriz bu ilk yapıtı (belki sonrakileri de). Beni oldukça sıkıntıya sokan Ģey<br />

aĢağı yukarı yüz yıllık Japon yazınının nedense köklerini, kaynaklarını Avrupa‟ya<br />

bağlanması. Bunu Ģöyle anlayabiliyorum: bir Japon yazarı dünyalı bir yazar olmak<br />

istiyorsa baĢka seçeneği yok. Avrupa yerel bir yazarı elinden tutup flaĢların altına<br />

alıp da göstermedikçe (Latin Amerika, Arap, Kuzey Afrika yazını, vb.) dünya yazarı<br />

olma Ģansı yoktur. Onun adlandırması küresel sürecin birincil belirleyicisidir.<br />

Ama MiĢima ayrıca entelektüel gerekçelerle de (örneğin, Akutagava,<br />

Kawabata gibi) Batı‟ya bağlanmıĢtır. Avrupa ekinini çok iyi özümsemiĢ, oradan<br />

beslenmiĢ biri olduğu her satırından anlaĢılıyor. Hristiyan bir Japon olduğunu<br />

sanmıyorum ama (Katolik?) Hristiyanlığın birincil sayılabilecek kaynaklarını yapıtına<br />

yedirmiĢ. Neredeyse zemini bu oluĢturuyor. DiĢilik (cinsel) vurgu her ne kadar<br />

çeliĢiyor görünse de. Benim düĢüncem böyle bir çeliĢmenin sözkonusu olmadığı<br />

yönünde. Hristiyanlık (Kilise) tinini çözümlemek bizi ilginç sonuçlara taĢıyabilir.<br />

Kitap, çoğu özyaĢamöyküsel anlatıda olabileceği gibi içinde birden çok öykü<br />

barındırıyor, hatta diyebiliriz ki bir öykünün diğerine gereksinim duymadığı bölümler<br />

de var. Kimi ayrıĢtırılabilir öyküler MiĢima‟nın anlatısının geleceğine de iĢaret ediyor<br />

sanki. Örneğin, biçim olarak (teknik anlamda) genç roman kahramanının, kitabın<br />

sonlarına doğru ilgi duyduğu arkadaĢının kızkardeĢi olan Sonoko ile iliĢkisinin<br />

öyküsü, kahraman ben‟in karĢısına ilk kez dikkate değer bir varlık-kiĢi çıkartarak,<br />

gelecek anlatıların ipucunu veriyor ve Bir Maskenin İtirafları‟nın ana gövdesinde<br />

aslında hayra yormamız gereken bir gedik açıyor. Bu yara yazının, anlatının<br />

zaferidir desek erken mi sevinmiĢ oluruz acaba?<br />

Sevinmek için bir neden daha var. Erkek çırpınıyor, gösteriĢli, tüylerini<br />

kabartıyor, rengârenk ama kadın daha sağlam, daha doğru ve kalıcı. MiĢima için<br />

bunu söylemek risk almak anlamına gelir mi? Göreceğiz. ġimdilik bu kadar yeter.<br />

***<br />

McEwan, Ian; Solar (Solar, 2010), Çev. Kıvanç Güney<br />

Turkuvaz Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2012, İstanbul, 319s.<br />

McEwan‟ın sondan bir önceki romanı. Bu yıl içinde çıkan son romanı henüz<br />

Türkçe‟ye çevrilmiĢ değil. Okuduğum McEwan romanlarının ortak bir özelliği var, bu<br />

da roman kiĢilerinin ölüme tanıklık etmeleri ya da istemeden neden olmaları. Ölümü<br />

anlatısının eksenine yerleĢtiren yazar, sonra yolaçtığı kiĢisel ve toplumsal<br />

ĢaĢkınlığı, bozunumu, yankılanmayı gözlem yaparcasına, çözümler, irdelercesine<br />

metinleĢtiriyor.<br />

180


Solar, Nobel ödüllü bir fizikçinin (Michael Beard) kendini aldatan eĢiyle ilgili<br />

benodaklı arayıĢlarını, çeliĢkilere ve gülünç olana iĢaret ederek aktarımıyla açılıyor<br />

ama kısa bir süre sonra herkesi dolayında yeniden örgütleyen, biçimlendiren o olay<br />

ortaya çıkıyor. Karısının kendisini usundan bile geçirmediği genç bir iĢ arkadaĢıyla<br />

da aldattığını öğrenen Profesör Beard, kendi evinde ve gözleri önünde genç<br />

fizikçinin ayağı kayarak ölmesini lehine kullanmaya çalıĢıyor, vb. Karısının bir baĢka<br />

aĢığının suçlanmasını (Aldous Tarpin) kanıtlar oluĢturarak sağlıyor. Arkası etik<br />

çözülmenin toplumu bütün olarak daha gerilere savurmasıyla geliyor kaçınılmazca.<br />

Herkes kendi bencil konumundan olaya yaklaĢıyor, yararlanmaya çalıĢıyor.<br />

ErdemsizleĢme çağdaĢ dünyada tersine iĢleyen bir Dostoyevski izleği gibi iĢleniyor.<br />

Günümüzün küresel geliĢmelerini çok iyi kavrayan yazar günceli derinde yatan<br />

nedenlerle gülmece tonunda buluĢturarak Nobel ödüllü seçkin toplum, bilim çevresi,<br />

bilimsel hırsızlık ve küresel geliĢmeler, orta-üst sınıf aile sorunları ve kadın-erkek<br />

iliĢkileri, çevre, ısınma ve enerji politikaları içinde insan davranıĢları, kaygan<br />

zeminler ve hızlı yükseliĢ/düĢüĢler, vb.ni anlatıyor. Doğrusu usta ve anlatısına<br />

egemen bir yazar izlenimi bırakıyor bende.<br />

Sonuçta ele aldığı ana kiĢisi olumlu bir kiĢi sayılmaz. Ama bu kiĢiye ve tüm<br />

roman kiĢilerine (karakter) önyargısızlığı okuru hayran bırakıyor. Okuruna çok açılı<br />

bir bakıĢ sağlaması yazarlığının amaçlarından birini de göstermiĢ oluyor. Önyargıyı<br />

temizleyen, süpüren biri McEwan. Baktığımız resmin arkasında sandığımızdan<br />

baĢka bir öykünün yatabileceğini, herkesin kendine göre görüp deneyimlediğini,<br />

yararcı ve erdemsiz dünyamızın tüketici insanının kısa ufuklu kaldığını, büyük<br />

anlatıların inanamıyacağımız denli basit, sıradan içeriklerden köklenebildiğini ileri<br />

sürüyor (Ben de katılıyorum bu yaklaĢımına.) Tamam, düĢ görmüyor, kendini ve<br />

okurunu içinde yaĢadığımız dünya hakkında yanıltmıyor, kandırmıyor. YaĢam<br />

dediğimiz Ģeyin sığlığı ve yaydığı pis koku dayanılmaz boyutlarda. Aslında<br />

karamsar… Dünyanın bağırsaklarını komik dramalara yakın bir biçemle deĢip,<br />

döküyor ortalığa. Sanki işte cinayet ya da ölüm gözünün önünde oldu, sen de<br />

tanığısın, ne yapacaksan yap, der gibi. Dostoyevski benzetmesini bunun için<br />

yaptım. Okurunu zorluyor Ian McEwan.<br />

Kurgusunu (olay)örgüsüne özellikle bağlayıĢı, küresel önemli yazarların<br />

birçoğunda olduğu gibi biçem arayıĢlarının yokluğu ya da en aza indirgenmesi,<br />

karmaĢık güncel konulara yakın durması ama buradan yola çıkarak duygusal<br />

patlamalara çoksatıĢ uğruna yüz vermemesi bence önemli. HoĢ, okuyanını içinde<br />

bulunduğu dünyaya yaklaĢtıran, onun parçası kılan bir roman Solar. Bilimsel ve<br />

oldukça ciddi açıklamalar yer yer okuru koparıp savursa da…<br />

*<br />

Yıldırım, İbrahim; Nişantaşı Suare (2012)<br />

Doğan Kitap Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2012, İstanbul, 188s.<br />

Ġbrahim Yıldırım benim izlemeye aldığım yazarlardan biri, en önemlilerinden.<br />

Onunla okur olarak kurduğum diyalog diğer yazarlarımızın çoğundan oldukça<br />

değiĢik. Aslında vurguyu diyalog sözcüğü üzerine yaptığımı belirtmek isterim. Onun<br />

yazar tutumunda okuru kendisiyle eĢitleyen bir Ģey (duruş diyeceğim neredeyse)<br />

var. PeriĢan hallerimizden ortak nasipli bir oydaĢlığın, gizli, görünmeyen bir<br />

çilekeĢliğin kardeĢ halkalarıyız (ne olsa). Günümüzde yazan en önemli<br />

yazarlarımızdan biri olduğunu ben biliyorum da, daha kaç kiĢi biliyor, merak<br />

ediyorum. Ama biri daha bilse ne olur? Yapıtı daha mı değerli, daha mı önemli<br />

olur? Hayır. Öyle sanıyorum doğru dürüst bir eleĢtiri ekini (kültür) içinden hep<br />

181


eraber daha kardeĢlikle, daha arınık çıkardık (herhangi)bir yazar ya da sanatçı,<br />

hak ettiğince yankılanabilseydi.<br />

Burada hep genellikle yapıldığı gibi yapıtı özetleyip aslında yineleyerek birçok<br />

açıdan bu eĢsiz Türkçe roman hakkında sığ bir izlenim vermek yerine Nişantası<br />

Suare‟den yazarı ve bizi (okurlar, toplum olarak) kavrayabilecek o tek soruyu<br />

çıkarmaya çalıĢacağım çıkarabilirsem. Ve tabii baĢarabilirsem bunu, bireysel<br />

yaratım sürecine toplumsal (sosyal) bir katkı (okur katkısı) olur, her yazarın<br />

(sanatçının) da istediği gerçekte budur, yankılanmaktır, sonuçtan hoĢnut<br />

kalmadıklarında bile.<br />

Soru diyorum ya bir varsayım yalnızca. Önce oluĢturup sonra görünür kılma<br />

giriĢimi her zaman parlak bir soruyla sonuçlanmayabilir. Ġtiraf etmeliyim, genel<br />

olarak çok baĢarılı olduğum da söylenemez bu konuda. Çünkü beni izleyen bilir ki<br />

eleĢtiriyi kurgudan ayırmadım hiç. Ġstesem de ayıramıyorum. Kurguda ise<br />

yeteneksiz olduğumu çok uzun zamandır biliyorum.<br />

Ġzleyebildiğim yayınlarda roman, Ġbrahim Yıldırım hakkında genel ve halim<br />

selim olumlu yaklaĢımların dıĢında anlamlı bir tepki almadı. (AlmıĢ da olabilir,<br />

izlediğim kaynaklar çok sınırlı gerçekten.) Yayın(cılık) düzeni(miz) bir olguyu<br />

içselleĢtirme, sonra gösterme konusunda geliĢtirmiĢ olduğu biçime, geleneğe sıkı<br />

sıkıya bağlı. Sözünü et, geç. Duygusal birkaç vurgu, dolaylı, kırmadan devirmeden<br />

kızım sana gibisinden birkaç dokundurma ve gelsin sıradaki… Belki tanıtım baĢlığı<br />

altına ancak bu kadarı girer ve yararsız değil. Ötekisi; bu yapıt niye var, buraya<br />

hangi kasıtla geldi, neye dokundu ve niye, nasıl, yanısıra taşıdığı gerekçesiyle<br />

nereye değin var kalır, kalabilir, yani benim (okur) bakışım kitabın varoluşuna ne<br />

ekler, nece katılır, gibisinden pahalı, zaman ve kaynak gerektiren sorgulamalar,<br />

hesaplaĢmalar sanıldığından da zordur ama hiç kimse de çıkıp; bunun bir önemi<br />

yok, alınıp satılmış işte, alan razı, veren razı, almayan bile, diyememeli.<br />

Tanıtım iyi de ister istemez bir indirgeme sözkonusu. Eğer yapıt olay<br />

örgüsünün geliĢmelerine, kiĢilerin sahnelerde karĢılaĢmaları ve çatıĢmalarına bağlı<br />

kurgulandıysa bir güzel özetleyebilir, gerekli dersleri de çıkarıp yaparsınız okura<br />

önerinizi. Ama Ġbrahim Yıldırım hiç öyle bir yazar olmadı. Anlatılarını içerik<br />

üzerinden kur(gula)madı, anlattığı Ģeylerin yarattığı havaya, rüzgâra yaptı yatırımını<br />

ve buna bağlı olarak okur onun herhangi bir yapıtı önünde, masaya sürülü<br />

anlatmanın ne olduğu teknik sorunuyla (pey) cebelleĢmek zorunda kaldı. Okurunu,<br />

anlatmanın biçimi üzerinde düĢünmeye zorladı ısrarla. Hatta bunu yazarca duruĢ,<br />

bir görev (misyon) gibi algılattı. Buna çalıĢtı. Ortaya çıkan aldatıcı, yanılsamalı<br />

metin(ler) öyle tanıtım özetlerine sığacak türden olmadı ve tanıtım yazılarında<br />

indirgemeler ister istemez çarpık oldu. Hayır, geçersiz diyemeyiz bu özetlere belki<br />

ama kendi baĢlarına yapıt (roman) hakkında hiçbir Ģey söyle(ye)mezler (bence).<br />

Bunca lafı, Nişantaşı‟nın geçmişi ve bugünüyle hesaplaşıyor, biçiminde baĢlayan<br />

tanıtıcı anlatımlara irkiltiyle baktığım için ettim. Kimseyi kınamak, üzmek, yanlıĢ<br />

bulmak niyetim olduğundan değil. Üstelik böyle baĢlayan bir anlatı, yukarıda<br />

söyledim, ille de yanlıĢ (?) olmaz. Peki, bir hesaplaĢma yok mu? Olmaz olur mu,<br />

öyle sanıyorum kendimizle nasıl baĢedeceğimiz konusunda derin ve sürekli bir<br />

özhesaplaĢma Yıldırım anlatılarının altlığını oluĢturuyor. NiĢantaĢı‟ndan kente,<br />

kentten topluma tanıklığımızı esnetmeliyiz sanırım. Ortaya bir geçmiĢe özlem<br />

(nostalji) yorumu çıkar ve karĢılaĢtırmayla yetinilirse herkese haksızlık olur, en<br />

baĢta yazara.<br />

Ġndirgemelerin en sağlıksız, sığ bakıĢ açıları (!) yarattığına geçerken değinip<br />

kurguya iliĢkin ilk imle yerinden oynatılmıĢ okurluğumuzu metne girdikçe nasıl<br />

182


konuĢlandıracağımız tasası içine gömülelim usuldan. Ġlk imleme bu kez daha<br />

inandırıcı, ciddi. Ama unutmadan önce ayraç içinde altbaĢlığa bakmalı: Bir<br />

monolog. Bunu bir ironi olarak alma eğilimi içimde güçlü bir dürtü. Diyaloğun bile<br />

düzeysiz kördöğüĢünden öte geçmediği zamanlar(ımız)da monolog önermesi,<br />

oyunun yeniden ve baĢlangıçtan itibaren bir daha kurulmasıyla, belki daha geriden<br />

ama sağlam bir çıkıĢ noktası oluĢturma kaygısıyla ilgili bir gönderme neden<br />

olmasın? Günümüzde yerel ve küresel söylem (retorik) çok ağdalı ve demokratik<br />

görünen ama tersine oldukça yapay bir dayatma aslında. Bunu, yazarımız sahte<br />

diyaloğa karĢı sahici monoloğa dönüyor biçiminde yorumlamayın lütfen. Bunu<br />

savunacak biri değil, tersine diyalog sahtekârlığını hınzırca (bu sözcüğü yazar için<br />

daha önce de kullanmıĢtım) ele veriyor, yapıtının kök ironisini daha baĢtan<br />

mostralıyor. Beni okuru olarak iĢin baĢında ele geçiriyor böylelikle. Yoksa genelde<br />

yazınımızın hâlâ teksesli monolog olarak seyrettiğini izleyen bilir. Adını koyup,<br />

gösterip (yazarca konuĢursak), biçimi buna aracı kılmaktadır cesaret. Böylece<br />

yaklaĢım nesne, kütle etkisi yapabiliyor, gerçekten görünüyor. Bu noktada Ġbrahim<br />

Yıldırım‟ın yapıtının aynı zamanda bir sav (tez) olduğunu unutmamalıyız. Kuramsal<br />

hesaplaĢma boyutu genel olarak ayrımsandı mı bilmiyorum ama anlatının teknik<br />

kimi özelliklerini deneysel bir yaklaĢımla sınaması onu yazınımızda özgün<br />

kılmaktadır. Bahtin‟in çokseslilik kavramıyla ilgili olduğu kanısındayım. Bu ilgi tümce,<br />

bölümce, sahne düzeyinde olmasa bile tek sesin tek ses olarak yerinin, konumunun<br />

belirgin kılınmasıyla bağlantılı sanırım. (Acaba Bahtin böyle bir çokseslilik kavramı<br />

tanımladı mı?) Eğer biz bir katman (tekses düzeyi) tanımlar, bunu açık seçikleĢtirir,<br />

ayıklarsak eĢ ya da ardzamanlı diğer düzeylere (seslere) iĢaret ediyoruz demektir.<br />

Sorun tek sesin, boyutun çok ses, çok boyut olarak sunumundadır (ikâme).<br />

ġimdi kurguya iliĢkin ilk imlemeye dönüyorum. Hemen tüm yapıtlarında (benim<br />

okuduğum) olduğu gibi, içeriğin dıĢından, teknik üzerinden, içeriğe bir ka(t/r)ıĢma<br />

Nişantaşı Suare‟de de var. Bu kez üstelik okuru kuĢkuda bırakacak kerte. Metin, bir<br />

nesne olarak gelmiĢ, bulunmuĢ, kaydedilmiĢtir. Yazar (yine) aracıdır.<br />

Tabii tıpkı monologda olduğu gibi anlatıcı konusunda da yazar okurunu<br />

aĢkınlığa zorlamakta, kurgu üzerine düĢündürmektedir. Sanki yazar, yazarlığın<br />

aracılık yanını abartıyla vurgulayarak bize bir Ģey söylemektedir. (Burada Ġbrahim<br />

Yıldırım‟ın yüksek matematiğine girmek gerekir belki ama bunu yapamayacağım.)<br />

Not‟un iki yanı var. Ġlki mesafe, aralıkla ilgili yanı… Yazar kendi yerine iliĢkin<br />

bir gönderim yapar. Bir kaydı, ufak tefek değiĢikliklerle aktarmaktadır. Kendisi<br />

okurdan uzak durmakta, anlatıcıya aracılık etmektedir yalnızca. Önemli olan ve<br />

sorumuz Ģu (yazarın genel yapıtı için sorulabilecek bir soru): Yazar neden kendi<br />

metninden uzak (mesafeli) görünmek ister?<br />

Bir dizi yorum yapılabilir bu konuda. Yıldırım için benim yanıtım, anlatıcılığı (bir<br />

tekniği) nesneleĢtirmek, göstermek. Bunun yolu ilk özdeĢliği (yazar anlatıcı iliĢkisini)<br />

kırmak olabilir. Yazar yabancılaĢtırma etkisine (efekt) baĢvurarak, Brecht‟ci epik<br />

tiyatroda olduğu gibi, okurun yerini yeniden konumlandırmasını sağlamak istiyor.<br />

Okur yapıtı yazarından ayırabilmeli. ĠĢte bunun için bir „küçük araç‟ tır sözkonusu<br />

olan. Eğer bunu yapamazsa yazar anlatıcıya, anlatıcı karaktere, karakter okura<br />

indirgenebilir, düĢebilir. Bu indirgeme (özdeĢleĢme) sanatçı yazarın katkısını<br />

görünmezleĢtirir, üzerinde düĢünmemizi engeller, okuru körleĢtirebilir. Yazarın<br />

emeğini görmek istiyorsak yalnızca içerikle ilgili anlamlandırmayla yetinemeyiz,<br />

yetinmemeliyiz.<br />

Tek yorumla yetinip Not‟un ikinci yanına değinelim. “Çünkü roman yerleşik<br />

türler dışındaki yaklaşımlara kapısını her zaman açık tutmuştur.” Bu tümcenin<br />

hakkını gerçekten veren, romanda deneyselliği öne çıkaran sayılı yazarlarımızdan<br />

183


iridir Yıldırım. Romanı, tüllerini sıyırıp tapınç konusu olmaktan kurtarma yönünde<br />

önemli bir kastı var. Bu, insanın sindirim, boĢaltım düzeneklerinden ibaret olduğunu<br />

söylemeye çalıĢmak değil kuĢkusuz. Ama Tanrı‟nın yeryüzündeki gölgesi seçilmiĢ,<br />

büyük sanatçı imgesini bir yazarın taĢıma konusundaki kuĢkusu nece alkıĢlansa<br />

yeridir. Ayla dağılmakta, kutsal gümbürdemekte, insan insanla (yazar okurla ya da<br />

tersi) baĢbaĢa kalmaktadır. Üzerine sağlamca basacağımız toprak (yurt)<br />

arayıĢından baĢka Ģey değil (tüm bunlar).<br />

Arkasından gelen İçindekiler dizini görüĢümüzü pekiĢtirmektedir. Hem biçim,<br />

hem içerik sıralaması olarak bilimsel bir kitap, rapor izlenimi veren bu dizin, roman<br />

beklentilerini tartıĢmalı kılarken, romanı yeniden romanlaĢtırıyor, değiĢik maskeler<br />

takarak romanın kapsama alanını esnetiyor. Hem bildik tür, hem her an bir gizilgüç,<br />

olanaktır (imkân) bu noktada.<br />

Böylece geleneğin, geçmiĢin içinden süzülen anlatıcı meddahımız sahnede<br />

yerini alır. Neden? Günümüzde roman kabızlık mı çekiyor anlatıcı teknikleri<br />

konusunda? Hayır, oyun üzerine nice oyun kurgulandığını, canbazlık yapıldığını<br />

biliyoruz. Tüm bu tekniklerin oyuna çıkan çıkmazlarına bir karĢı-oyunla meydan<br />

okumak gerekiyor. Gelenek yeni bir iĢlev yüklenerek, gelenekleĢme eğilimini<br />

tartıĢmalı kılmak için kullanılıyor. Körler ülkesinde tanıdık bir araç, görülmezi<br />

görünür kılmada iĢlev üstlenebilir. Böylece suç, günah iĢlenebilir ve hakikat<br />

gel(elebil)ir.<br />

Bunları söylememin nedeni, Ġbrahim Yıldırım‟ın neredeyse tüm yapıtının<br />

romanda anlatım teknikleri üzerine bir deneme olduğunu düĢünüyor olmam. Onun<br />

bir yazar olarak en önemli sor(g)usunun, „Anlatmak nedir ve nasıldır?‟, olduğu<br />

kanısındayım. Bunun için yazdığına, anlatının büyüsünün kaynağı peĢinde<br />

olduğuna, bu büyünün tekniğe (anlatım tekniği) olan borcuna yazısını adamıĢ biri ve<br />

çok iyi biliyor ki anlatının büyüsü içeriğe neredeyse sıfır borçludur. ĠĢte yapıtı bunun<br />

kanıtı, kanıtlanmasıdır. Yine de soruyoruz: Niye, niye yapıyor bunu? Anlatı,<br />

anlatmaktan baĢka Ģey değil ve anlatı bir efsun (büyü) da değil. Bunun için.<br />

Yazara karĢı güçlendirilmiĢ anlatıcının (hayır, yanlıĢ anlamaya yer yok, aslında<br />

tersi gibi görünmesine karĢın yazarın güçlendirilmesi için) bu özerkliği ne sağlıyor<br />

ona bakmalı. Bir roman (yüzlerce yılın birikimli, yetkin anlatısı) kiĢisel, kusurlu bir<br />

hava, eda kazanıyor. Ġki, anlatıcı kiĢi denli geçerlileĢiyor, kusuru(muzu)<br />

üstlenebiliyoruz. Belki de gereken, sihirli aynalara yansıyan görüntülerimiz, eğri<br />

büğrü yansımalarımızdır. Boyumuz kısa ama aynada yansımamız devasa.<br />

Toplumun yer altı köstebeğiyiz ama orada kafa tutuyor, gülünç olmayı göze alıyor,<br />

yamulsak da kendimiz kaldığımızı ayrımsıyoruz bir ara. Hem iĢte, hepimiz<br />

anlatıyoruz, anlatıcıyız ve tüm öykü(müz) budur, yani anlatmak. Dur duraksız çünkü<br />

anlatmaktan vazgeçtiğimiz anda düĢe(bili)riz.<br />

Ee, o zaman bu güncel dilin kanıksanmıĢ, benimsenmiĢ yaygın söyleme<br />

biçiminin dıĢına bile isteye düĢen, geçmiĢe sıkça takılan güldürücü, hatta irkilten<br />

dilini doğal, açıklayıcı mı bulacağız öyleyse? Tepkisiz mi bırakacağız. Hayır, ama<br />

sahipleneceğiz çünkü bunun geçmiĢ özlemiyle ilgisi olmadığını, özel bir tutumla özel<br />

bir seçim olduğunu, dayatmaya ve ele geçirilmeye direniĢin biçimlerinden, hem de<br />

etkili biçimlerinden biri olduğunu söyleyeceğiz. Giderek ben de Ġbrahim Yıldırım<br />

özelinde bunu daha iyi anlıyorum. Mesele yalnızca bir üst(hiper)-gerçekçilik<br />

meselesi, dönem ruhunu, çağdıĢılığı (demodelik) yansıtmak değil, bunun da hakkını<br />

teslim etmemiz gerekse de bir yandan. Buna ters ya da karĢıt yönlü yokülkecilik<br />

(ütopizm) neden demeyelim. Öyle bir yokülke ki kaynaklarını bilinmez gelecekten<br />

değil, geçmiĢten kotarıyor. Ve söyledik, burada yapaylık değil, yapayı yırtma niyeti<br />

var. ĠĢte beklentinin tersine bu canlı bir dile, sahiciliğe yer açıyor okuma eylemimiz<br />

184


içinde. Bakıyoruz, bir kiĢi, kendisi gibi anlatıyor, tepki veriyor. Kendisi gibi bir kiĢianlatıcı…<br />

Takınakları olan, bir Ģeylere kızmıĢ, öfkeli, içinde yaĢadığı Ģeyden<br />

hoĢnutsuz, sinirli, son gösterisini yaptığının bilincinde, duygulu, anılarına<br />

seslenmesini ve onları çağırmasını bilen, manyetik kutuplarına sadık, sahne açan<br />

ve birazdan kapatacak olan, sesi bir hoĢ sada olarak kalacak, bize kıssadan hisse,<br />

gereken dersi alalım diye üĢenmeden çırpınan biri. Gülünç çabasına hayran<br />

olmamak, saygı duymamak olanaksız, en çok da gülüncü bu taĢıma edasına,<br />

havasına…<br />

Soruyorum, (insan) onur(u) nasıl savunulur baĢka?<br />

Evet, altbaĢlık monologdan söz ediyor ama önümüze tekdüze, tek renk, tek<br />

sesli bir anlatı değil gelen. Kırılgan, iniĢli çıkıĢlı, vurgulu, duygu yüklü, tepkili bir<br />

çağıltı… Sahici, çok da somut bir Ģey… Çünkü anlatıcının dilinden anlatanı ĢaĢırtıcı<br />

bir biçimde kurabiliyoruz kafamızda. Eh, bir yazar buna yeltendiyse, dilden,<br />

söylemeden karakter üretmeyi okuruna (okur becerisine) bırakıyorsa arkasında<br />

epey bir Ģeyler biriktirmiĢ demektir. Az Ģey değildir bu. Bütün bunları söylüyoruz<br />

ama kılavuzumuz, yazarın derdi gerçekte. Sahi yazarımızın derdi nedir ve<br />

yukarıdaki imlemelerim bu derdin neresine, ne denli dokunabildi (bilemiyorum)?<br />

Bir ara özet gerekiyorsa, yazarın derdi için Ģunu söyleyebilirim: O, kurgu<br />

(sanat) nedir, sorusunun peĢine düĢmüĢ biridir ve bu arayıĢ yer yer kendi<br />

kuyruğunun peĢine düĢen kedi, köpek çağrıĢımı yapsa da yanılmamalıyız. Bu yazar<br />

arayıĢı kendimizi ötelememize fırsattır, aĢkınlık olanağıdır. Sanat nasıl olanaklaĢır<br />

(imkânlaĢır) ve insan edimi içinde ayrıcalığının kaynağı nedir?<br />

Bu sorular dursun bir kenarda, yanıt da gerekmiyor aslında, hiç değilse tam bir<br />

yanıt olanaksız Ģimdilik (kendi adıma). Ben Ġbrahim Yıldırım‟ın yazı kavrayıĢına<br />

bağlı zaman ve uzamla (mekân) yüzleĢme hallerine değinmek istiyorum. Faylarla<br />

kırılmıĢ, kaymıĢ yaĢam(lar) matematiksel bir kurgu ve denklemler, eĢitlikler<br />

içerisinde hakikate doğru yol alıyor roman boyunca. GevĢek, rastlantısal<br />

anlatımların ilmeklenmesinde incelikli, kırıkların arasında yüze vuran görüntüler,<br />

fotografilerle kurulan bir tin var. Bu tin zamanın, uzamın tini… Bunu ortaya<br />

çıkarmanın akla seza yollarını bulup buluĢturan yazar, yöntemsel (metodolojik) bir<br />

tutum uygulamaktadır. Bir kültür tarihi araĢtırmasına dayalı dönemsel ikonların<br />

(gösterge, simge) evrilen zaman içerisinde yüklendikleri mitlerin kaynağında<br />

kalıplaĢmıĢ eyleme biçimlerinin olduğunu iyi bilen ve bu yönde kiĢisel deneyimlerin<br />

de yaĢı gereği sahibi olan (Ġstanbul‟daki değiĢim için aĢağı yukarı yeterli bir süre)<br />

Yıldırım, kiĢisel tarihle yerel (mahalle) ve kentsel tarihi (üç zamanı, belki daha çok)<br />

biniĢtiriyor. Zaman ve uzam birçok nesne, eylem, tip, sesleniĢ, jest, toplumsal motif<br />

vb. üzerinden somutlaĢtırılıyor ve bu yansımalardan kolaylıkla, heyecan duyularak<br />

genelleĢtirilebilir bir zaman algısı, ama daha çok duygusu yükseltiliyor. Ortaya çıkan<br />

zaman kendi kadar öncesine ve sonrasına da göndermeli bir zamandır. Somut bir<br />

basınç yapar okur üzerinde. Belki çok çapraĢık, çeliĢkili bir dile baĢvurdum ve<br />

derdimi doğru anlatamadım. Yinelemek istiyorum. SıradıĢı zaman/uzam kırıklarının<br />

olağanüstü (çarpık) görüntülerinde (sahne), yansımalarında hakikat olanca gizilgüç<br />

taĢıyan anları, komiğin ciddiyetle burucu biçimde örgülendiği epifanileri ile güçlü bir<br />

hava, akım oluĢturuyor. Kitabın içinden gelen rüzgârın esintisiyle zamanın ve<br />

onunla birlikte uzamın kokusunu alıyoruz. Öyle ki komiğin hakikati, acının, hüznün,<br />

bilumum gerçeğin hakikati olup çıkıyor. Olmazın içinden olan (oradaki) zaman ve<br />

uzam oluyor. Çıkageliyor. Saf, saltık, kesin (net) gülüĢün, kederin vb. olanaksız<br />

olduğu, bunların tümünün bir arada, içiçe, eĢanlı yaĢantılandığı bir zamanın<br />

(uzamın) ve her zamanın (uzamın) öyküsü çıkıyor ortalığa. Kırıklardan uç veriyor<br />

185


öykü ve hakikati. Dikkatli okur Nişantaşı Suare‟de gülmece tonunu ima ettiğimi<br />

anlayacaktır, buruk, hüzünlü, yer yer yıkıcı.<br />

Tam bu noktada toplumdan bireye geçenle bireyden topluma geçen (karĢılıklı<br />

yükleme, Ģarj) iliĢkisinin hakikati su yüzüne çıkarabilecek denge noktasını konu<br />

yapmalıyız. Çünkü zaman (/uzam) toplumun ve bireyin özellikle imgeleĢtiği kırıklar<br />

içinde ancak böyle bir somut yaĢam etkisi yaratabilir. Bu kırıkları iĢte, toplumu<br />

bireye, bireyi topluma, imgeleĢmiĢ, bugün gelinen noktada çoktan simgeleĢmiĢ<br />

olarak yansıtabilen güçte anlatılar az bulunur türden (nadirat) Ģeylerdir. Yıldırım‟ın<br />

poetikası böyle bir iĢçiliğe, uygulamaya dayanıyor diyeceğim. Bir tür saflık, çocuksu,<br />

naif bir imge çıkabilir böyle sıradıĢı bir ortam içinden. Olan da budur? Komik bu<br />

nedenle bunca hüzünlü, yitimle yaĢantılanan bir Ģeydir (okur açısından). Tarih<br />

(t/c)ini anın (zaman) eğreti duygusunda yankılanıyor ya da tersi, tarih yeniden ve<br />

yalınca, komik biçimde zorlanıyor. Tarih ciddileĢtikçe an komikleĢir ve an baskın,<br />

egemen öğeye dönüĢtükçe tarih karikatürleĢebilir ya da en azından bir kalıba<br />

(Ģablon) dönüĢebilir. Okurun iki zaman duygusu, algısı arasında geçiĢleri kolay ve<br />

hızlı, üstelik tutarlı da olur. Bu konunun Orhan Pamuk (Masumiyet Müzesi, 2008)<br />

ile sınanması, karĢılaĢtırılması gerekir. Orada an (Ģimdi, bugün) tarihle her iki yönlü<br />

olarak çeliĢmez ve hakikat (sahicilik) bu nedenle çıkmaz. Yazar da böyle bir derdi<br />

olmadığını her fırsatta gösterir. Zaman bu iki boyutuyla eĢbiçimli tanımlanır ve<br />

buradan çıksa çıksa hakikat değil, Amerikan çizgiromanları (serial)) çıkar.<br />

Eklemem gereken bir Ģey daha var konuyla ilgili. Toplumsal davranıĢın (jest)<br />

bireysel davranıĢa geçiĢi, aktarılıĢından doğan akım bir hava (atmosfer) oluĢturuyor,<br />

iliklerimize değin duyumsadığımız, içimize iĢleyen minör tonda bir hava bu. Sorun<br />

toplumsal davranıĢ kalıbını çıkarmakta. Bu kalıp solunan bir hava için zorunlu.<br />

Terzilik bir tür…<br />

[Bir ara açıklama: Şunun ayrımındayım. Bu savımı diğer yazarlarımız örneği<br />

üzerinden (yani kırıklara yatırım yapan) karşılaştırmalı olarak güçlendirmeliyim.<br />

Bunu yapacak durumda değilim yazık ki…]<br />

Cinli (tinli) zaman kırıĢık, karanlık su yüzeyi, bir duygusal anlatı(cı) katmanı<br />

olarak dünyanın katmanları arasına iĢliyor, sızıyor, bir antropolojik düzey olarak. Bu<br />

nedenle bir kez daha altını çizmek istiyorum; Yıldırım anlatıları (yetkinlik düzeyleri<br />

apayrı bir konu, herhangi bir Ģey söyleyemiyorum bu aĢamada) ekinsel insanbilimi<br />

(kültürel antropoloji) çalıĢması ya da toplumsal kazıbilimi olarak okunabilir. Acaba<br />

budalaca ileri gidip bir tür (gizli) unanimizmden söz edebilir miyim bilmiyorum. Böyle<br />

bir örneği Sulhi Dölek‟in son yapıtında güçlü bir biçimde gözlemlemiĢtim (Küçük<br />

Günahlar Sokağı, 2005).<br />

Eğretiliğin kaynağı ne, diye sorulabilir. Zaman, insan, vb. genel ulamlar<br />

(kategori) yansızdır bu konuda. YaklaĢım biçimi, yöntem de. Bizim ya da bize özgü<br />

öykümüz desek ne söylemiĢ oluruz? Toplumun kendini yeniden üretme biçiminde,<br />

zamanın bu ülkenin kent tarihinde kırıĢması, savrulması, zigzaklanması ile ilgisi<br />

olmalı bu eğretiliğin, yani özgüllükle. Çünkü eğretilik derken söylemek istediğimiz<br />

Ģey öngörememek, bir Ģeyi bekleyememek, beklenmedikliği (sürprizli oluĢu)<br />

neredeyse yazgılaĢmıĢ bulmak, vb. türünden Ģeyler. Yani yukarıda kırılma derken<br />

somutlaĢtırmaya çalıĢtığım Ģey… Karikatür olarak kendini bulan, kavrayan, yerinden<br />

oynamıĢ toplumda, bu karikatürün klasizmde değil çağcıl zamanlarda büründüğü<br />

biçim ve rolü tartıĢmayı bir yana bırakırsak, eğretilik dilin ve anlatımın (ifade) kendisi<br />

olur. YaĢam sahnede oyunlaĢır, oynanır gibi yaĢanır ya da tersi. Hayır, bu gerçek<br />

olamaz, diye basarız çığlığı ama hakikat olsa olsa budur, der öte yandan içimizin<br />

aklı selimi…<br />

186


Cin mahalleyi ayartmıĢ, ayağa kaldırmıĢ, itfaiye ya da cankurtaran siren<br />

sesleriyle yaygara kopararak fink atmaktadır sokaklar boyunca. Cinli, eserikli<br />

mahalle, semt, vb. sıradıĢı bir anlatıdır, NiĢantaĢı‟dır, Ġstanbul‟dur. Herkes içinde bir<br />

delilik tonu, perdesi taĢır orada (o zaman). Mahallede yaĢam bir de bu perde (oktav)<br />

üzerinden bireĢimlenir. Soru: Sanatçı (meddah, yazar) cin midir ki? Bizi cincarpmıĢa<br />

dönüĢtürmeyen yapıt yapıt mı sahiden?<br />

Uç ucunu, eksi artısını, diĢi erkeğini, kuzey güneyini ĢaĢırır böylesi bir<br />

durumda (Emir Kusturica‟nın dünyası sanki baĢka Ģeydi), bir yanlıĢlıklar<br />

güldürüsüdür (komedya) gider. Balzac‟ı dürten Ģey neydi AllahaĢkına? Ya<br />

Shakespeare‟i?.. Bu uymazlıklar, bu açıkta kalmalar, sapkınlıklar, zıvanasızlıklar da<br />

bir halıyı dokur, onun da bir yaĢam alanı oluĢur. Bakarsanız, dayandığı gerecin<br />

olağan yaĢamın gerecinden ayrımı yoktur. BirĢeyler kaysa da kayan Ģeyler öyküsüz<br />

kalmazlar. Ġlginç bir biçimde bu bile yaĢam içredir ve eninde sonunda yaĢadığımız<br />

Ģey (her ne ise) çıkar ortaya. Eninde sonunda… Özelliği, görünürlük olanağıdır<br />

(imkân). Belki görünebilmektir. ġu yanlıĢlıklar anlatısının insanlık tarihinde rolünü<br />

anlayabilmek, çalıĢabilmek isterdim. Öğretici olurdu. Has yapıt, bir anlamda<br />

yanlıĢlıklar güldürüsüdür, diyebiliriz belki (yanlıĢlıkla?) Romandan bu konuda<br />

örnekler vermeye eriniyor, üĢeniyorum açıkçası. Kusuruma bakılmaya… Okuyan<br />

görecek. Hatta fazlası. Tarihimizi de bir komedya olarak okumayı bir denesek mi<br />

acaba? Ne iyi olur.<br />

Dönersek, anlatılmış(ın) imgesi diye bir kavramı birazcık daha yontmamız<br />

gerektiğini söyleyebiliriz. Belki yineleme olacak. Ġbrahim Yıldırım için söylenmiĢlik,<br />

aktarılmıĢlık özel bir anlam taĢıyor. Aktarılmayı (metafor) bir değiĢmeceye<br />

dönüĢtürüyor. Buna bağlı olarak efemera bir teknik olarak gündemine giriyor.<br />

(Ayrıntılara girmeyeceğim.) Ayracasız hemen her nesne (türü ne olursa olsun) bir<br />

gizilgücü, çiftanlamlılığı taĢır içinde. Her nesne iki ayrı, hatta karĢıt öykünün<br />

(yaĢamın) birimi, parçası, yapıtaĢı olabilir. Yazarın bize (biz okurlara) aktarımla<br />

taĢıdığı duygudur önemli olan. Niyetidir. Kusursuz yapı konusunda taĢıdığı kuĢku<br />

(oranı) onu komiğe oranlı biçimde bağlar. Eğretilik görüsüyle ilgilidir bu bir bakıma.<br />

Ġleri gideceğim, anlatılmaya (bir Ģeyi) değer bulmakla ilgilidir. Geleneksel canlı<br />

anlatım/aktarım biçimlerine sadakati de tüm bunlarla doğrudan iliĢkilidir. Ben<br />

yazarın dünya görüĢüne en yakın (günberi, perihel) nokta olarak görüyorum bunu.<br />

YaĢamak hakkında, insan hakkında anlatmak üzerinden bir genelleme yaptığı<br />

kanısındayım. Ya da doğanın uzam ve zamanı içinde, tam ortasına bir anlatı oyuğu<br />

açarak tarihleĢiyor, aslında insanlaĢıyoruz. Sanat aĢağı yukarı bu(dur): Zamanın<br />

içine açılan oyuk… Ġbrahim Yıldırım‟da yeni ya da değiĢik olan Ģey ise, tam da bunu<br />

(aktarmayı) göstermek, görünür kılmak. Tekniği, uygulamayı sanatın konusu<br />

yapmak, öyleyse gerçeğimize (hakikate) biraz daha yaklaĢmak… Bu oyuk (Bir<br />

Köpeğin Araştırmaları, Kafka) sürdükçe sanat (güzellik, estetik) kaygumuz<br />

dinmeyecek. O hep kavuĢamamanın, yokluğun, dilsizliğin öyküsü olarak kalacak.<br />

Bir aramanın, yöntemin kendisi olarak... Felsefeyi gizli, görünmez güzel(lik) kılan<br />

baĢka ne olabilirdi? Sanatsa nesnelerle iĢ görecektir, hep ve yorulmazca, ısrarla bir<br />

nesnenin yerine ya da önüne ötekini koyacak, koyacak ve yine koyacaktır.<br />

Antropolojik olarak sorun ne mi? Her zaman olması gerekenden daha az yaĢıyor<br />

olmak. ĠĢte sorunun ve güzelliğin kaynağı bu, hüznün ve komiğin de…<br />

Öyleyse yapıt; yitirmenin, yenilginin bitmeyecek öyküsüdür ama neden<br />

özkıyımı (intihar) denemiyoruz sorusu anlamlı bir soru olabilirdi bu noktada. Bunu<br />

yanıtlamakta zorlanmayacağımı düĢünüyorum. Yanıt kolay: Umut. Zamanın ve<br />

uzamın bir yerinde bulmak, durmak, dinlenmek, hatta ölmek umudu… Tuhaf değil<br />

mi, umudu tümleyen kavramın onun yokluğu, yani ölüm oluĢu. Etik açıdan<br />

187


Nişantaşı Suare‟den çıkaracağımız yargı bu: Zamanın (/uzamın) nesnelerle, onlar<br />

üzerinden görünür kılınması kaçınılmazdır (ve Ġbrahim Yıldırım özelinde doğrudan<br />

bu iĢleyiĢi görünür kılmak) ama asla yetmeyecek(tir). AĢk iĢte filmin ilk yarısında,<br />

kaçınılmazın içindedir. Unutmayalım.<br />

*<br />

Sachs, Nelly; Hâlâ Gece Yarısı Bu Yıldızda. Seçme Şiirler (2010),<br />

Çev. Melike Öztürk<br />

Can Yayınları, Birinci Basım, Ekim 2012, İstanbul, 179s.<br />

Neden çeviri Ģiir okuruz?<br />

ġiiri, Ģairi özel durumlar dıĢında bir kenara koyalım önce. Yersiz<br />

umutlanmamalı. Ama okur saflığı, bu konuda ısrar eder. Oysa bi kere baĢtan Ģiir<br />

okuduğumuzu sanmayalım ve böylece aralamıĢ olalım olanağı (imkânı). Bu esinler,<br />

esinlenmeler, yeni Ģiirlenmeler, yani aslında aramızda kalsın, tembel okurlar da<br />

olsak Ģiire yeltenmeler, Ģiir okumaktan çok Ģiiri yazmanın alanı. Olsa olsa Ģiirleri<br />

üretiriz okudukça, bize göre, kendimize göre. ĠĢte yanıtım bu. Çeviri (Ģiir)<br />

okumalıyız, çünkü ana dilde yerleĢik Ģiirin sağlayamayacağı bir Ģey, Ģiir demeye bin<br />

Ģahit sayılabilecek bu çevirilerle gelir konar omuzumuza.<br />

Bu dediklerim, Nelly Sachs söz konusu olduğunda birkaç katıyla geçerli. Bu<br />

gizli, sessizlik Ģairinin önce onu derinlemesine kavramıĢ çevirmenini bulması koĢul.<br />

Bir Ģair olmasını isterdim açıkçası. Çünkü onu ve Ģiirini derinlemesine kavramak da<br />

yetmez… Olgun bir Ģairlik birikimi çevirilerinde Sachs‟a çok katkı verirdi ikinci dilde.<br />

Ben bu kitabın okuru olarak Nelly Sachs‟ın poetikasını nasıl bir biçim arayıĢı<br />

ve deyiĢ üzerine oturttuğunu kavrayamadım örneğin. Ama bunun sorumlusu olarak<br />

çevirmeni görmek haksızlık olur biraz. Ġçeriğe gelince, yazar hakkında bir düĢünce<br />

oluĢturabildim, özgün imgesini yakalayabildim mi yoksa öyle mi sandım,<br />

bilemiyorum. Büyük olasılıkla bir Ģey sanmıĢımdır. GeniĢ bir esinlenmeler alanı,<br />

buradan büyür.<br />

Genel olarak bende bıraktığı izlenim, iki imge katmanıyla Ģiirini örgülediği.<br />

Somut, görünür, yüzeydeki birimsel imgeler kapalı, içine girilmez ve kuralsız. Buna<br />

karĢılık tüm bu somut imgeler yığınının üzerine ıĢık düĢüren soyut, evrensel<br />

(kozmik) imgeler ise Nelly Sachs imgesinin omurgasını oluĢturuyor. Ölüme, geceye,<br />

yıldıza, meleğe, saflığa, toza, kadına, yaraya bağlanmıĢ Ģiirsel beden bu iki imge<br />

katı arasında büyük ve sessiz boĢluklarla, karanlıklarla gerilmiĢ saydam bir<br />

varoluĢ… NesneleĢmeye bir giriĢ, bir önceki duralama, özlem anı. Ama bir<br />

nesneleĢme değil dönüĢ ya da ölümün üstesinden gelemeyeceği hep baĢka bir<br />

biçimde buradalık öyküsü onunkisi. Nelly Sachs böyle oluĢun, tarihin yaralanmıĢ<br />

kadını olarak tozlaĢmanın ve üzerinde kalan izlerin peĢine takılarak ölümden geriye<br />

kalacak olan Ģu berrak, sonsuz kat(man)a (Tanrı?), gecenin ıĢığına, yıldızına<br />

ulaĢıyor. Ölümsüzün arkasındadır. Ölümün yoketme gücünü, ona inanmayı<br />

yadsımaktadır.<br />

1966 Nobel‟ini alan Nelly Sachs 1891-1970 yılları arasında yaĢadı. Yazarı<br />

60‟larda tanımıĢtım. Öyle sanıyorum çiçeği burnunda Nobel‟liyken sıcağı sıcağına<br />

67-69 arasında YaĢar Nabi‟nin (ona dönüp dönüp teĢekkür etmeliyiz) unutamadığım<br />

ve ancak 29 sayı yaĢatabildiğimiz aylık Cep Dergisi, üstelik belleğimde izi kalmıĢ<br />

yetkinlikte çevirilerle tanıtmıĢtı Türkiye‟li okura. Yani Nelly Sachs‟la 40-45 yıl önce<br />

tanıĢmıĢtım aslında.<br />

Bir iki örnekle geçiĢtireceğim:<br />

188


Senin için yaktığım mum,<br />

Zelzele konuşur havasıyla alev dilinin,<br />

Mezardan, gözden damlayan su olur da<br />

Tozunu, senin sonsuz yaşama çağırdığı duyulur.<br />

Ey kendine fukaralığı mesken tutan yüksek buluşmalar,<br />

Bir bilebilseydim ne demek istediklerini elementlerin;<br />

Sana çıkıyor, her şey sana çıkıyor<br />

Sana; ağlamaktan başka elimden bir şey gelmiyor.<br />

RAKKASE (D.H.)<br />

Ayakların topraktan bihaber-<br />

İlerlerken bir saraband çizgisinde<br />

Kıyısına gelmiş<br />

Duruşun özlem olmuş.<br />

Bir kelebek uyumakta uyuduğun yerde<br />

Bir değişkenlik imi sade görünürde,<br />

Varmalı yanına söyle ne vakit-<br />

Oldu olacak işte tırtıl ve krizalit<br />

Tanrı elinde.<br />

Şavk olur kum.<br />

(Ölümün Evlerinde, s.24)<br />

(Ölümün Evlerinde, s.28)<br />

Du<br />

in der Nacht<br />

mit dem Verlernen der Welt Beschäftigte<br />

von weit weit her<br />

dein Finger die Eisgrotte bemalte<br />

mit der singenden Landkarte eines verborgenen Meeres<br />

das sammelte in der Muschel deines Ohres die Noten<br />

Brücken-Bausteine<br />

von Hier nach Dort<br />

diese haargenaue Aufgabe<br />

deren Lösung<br />

den Sterbenden mitgegeben wird.<br />

(aus: N.S.: Fahrt ins Staublose, 1966)<br />

Sen<br />

geceleyin<br />

dünyayı unutmakla meşgul kişi<br />

uzaktan çok uzaktan<br />

buz mağarasını boyamasının ardından parmağının<br />

gizli tutulan bir denizin şarkı söyleyen haritasıyla<br />

işte o, denizkulağının salyangozunda notalar devşirdi<br />

köprü taşlarını<br />

ordan buraya<br />

çözümü<br />

ölümcüllerin yanına verilen<br />

o malum davayı.<br />

189


(Kaçış ve Dönüşüm, s.146)<br />

*<br />

Bauman, Zygmunt; Etiğin Tüketiciler Dünyasında Bir Şansı Var mı?<br />

(Does Ethics have a Chance in a World of Consumers? 2010),<br />

Çev. Funda Çoban/İnci Katırcı<br />

De Ki Yayınları, Birinci Basım, Ekim 2010, İstanbul, 219s.<br />

Bauman‟a ve onun temel tezine (“Katı olan her şey buharlaşır…”) aslında<br />

itirazım var. Onu (tezini) örneğin, Ritzer‟in yaptığı gibi bilimsel bir girdi olarak Ģurda<br />

ya da burda kullanmadan önce iki kez düĢünmem gerekecek hep. Çünkü bu tezin<br />

kuram, olgu, anlatım ve bağlamsal amaca uygunluk açısından değiĢik kullanılma<br />

yetenekleri taĢıdığını görüyorum. Olgularca doğrulanması kuramsal yeterliliğinin<br />

kanıtı olamayacağı gibi orta-üst düzey çözümleme ya da betimlemelerde iĢlevselliği<br />

(baĢka bir tezde bir boĢluğu doldurabilmesi) doğrulandığı anlamına da gelmez.<br />

Mesele küresel bir tez için küresel ölçekte ve yığınsal kanıt (olgu) bulmanın zor<br />

olmayacağında. Somut olgular denli, üretilmiĢ, yeniden sürece sokulmuĢ olguları da<br />

dikkate alırsak, neden daha önlemli olmamız gerektiği kolayca anlaĢılır.<br />

Aslında kitabın derdi sınırları (ulusu) aĢan göç ve akıĢkan insan devinimiyle<br />

ilgili küresel olguya karĢı direncin yanlıĢına, daha önce temellendirdiği tezi<br />

bağlamında değinmek, iĢaret etmek. Yanıtını aradığı Ģey de bununla ilgili. Batı<br />

(küreselleĢmiĢ akıĢkan dünyanın en yetkin, donanımlı coğrafyası) önüne geçilemez<br />

göç olgusuna nasıl tepki gösterecek? Yazarın çözümü, hiç değilse akımın önüne<br />

geçmeyerek ve Batının taĢıdığı değerlerin sürece katılımını sağlayarak, biçiminde.<br />

Son zamanların modası olan bu tezlere (akıĢkanlık, imparatorluk, vb.)<br />

karĢıtlığım Ģuradan geliyor: Bu sonuçların altında yatan daha temel ve belirleyici<br />

bağlantıların yok sayılması. Toplumsal dinamiğin 21.yüzyıl baĢına değin etkili tüm<br />

açıklamalarını yetersiz bulmak da ne, yok ve geçersiz saymaları. Gözlem ve<br />

çözümlemelerin birden yersiz, verisizleĢmesi… Ġnanalım mı? Yoksa olgunun ağsı<br />

yapısı, yaygınlığı ve görünmezliği bu tür tezler için ivecen ve bitek bir ortam mı<br />

oluĢturuyor? Usumuza ilk gelen neden geçmiĢin tüm açıklamalarının artık<br />

geçersizleĢtiği yönünde… Olguyu tüm özellikleriyle kavradığımızdan nasıl bunca<br />

güvenli olabiliyoruz?<br />

Çok ayrıntıya girmeden biraz daha yakından bakmak istiyorum.<br />

Öyküyü Ģöyle özetliyor Bauman. Toprağa bağlı, dışlayıcı ve bölünmez<br />

egemenlik ilkesini koruyup pekiştirme ve egemenlik bölgesini geçitsiz sınırlarlarla<br />

çevreleme niyetindeki „katı‟ modernlikten, belirsiz ve son derece geçirgen<br />

sınırlarıyla, mekânsal uzaklığın ve toprakları savunma yetisinin durduralamayan<br />

yitimiyle ve de her bir sınır üzerindeki yoğun insan hareketiyle „akışkan‟ modernliğe<br />

geçiş (13). Bu teze bağlı olarak „eski ve dirençli alışkanlıklarımız‟ deyiĢini çok da<br />

yadırgamıyoruz okur olarak. Ġvecenlik dediğim bu, geçiĢin altı yeterince dolu değil.<br />

AkıĢkan toplum betimlenirken teknik altyapı öylesine tek yanlı ve yeterli bir<br />

belirleyiciye dönüĢtürülüyor ki (bir tür cambazlıkla) diyalektikle ilgili sessizliğin<br />

arkasındaki niyetten kuĢkulanıyoruz ister istemez. Bana kalırsa Ģu ağ dedikleri Ģeyin<br />

sıvı davranıĢlı, sıkıĢtığında baĢka bir alana ve açıklamaya kaçıĢı üzerinde durmalı<br />

enine boyuna ve bu bir yöntem sorunudur öncelikle ve yalnızca. Kaçak güreĢme<br />

deriz biz buna. Kendini en iyi bulduğun yerde, konumda olma… Önce Ģuna bir karar<br />

verilmeli: bu bir durum saptaması, betimlemesi mi, yoksa elden geldiğince bütünsel,<br />

kavrayıcı bir açıklama çabası mı? Her ikisi birden dersek ortada bilimsel, hatta<br />

felsefesel bir sorun var demektir. Zemin böylesine kaypak olunca hiçbir kavram<br />

190


üzerinde durmuyor. Bauman‟ın geçmiĢin formatına dönmeyiĢi önemli olmakla<br />

birlikte onu aklamamıza yetmez kanımca.<br />

KüreselleĢmiĢ dünyada etiğin Ģansını sorguladığı bölümde kendimizi sevmeye<br />

giden yolun baĢkasınca sevilmek olduğunu (33), özellikle hınç (Scheeler), Levinas<br />

vb. dolayında irdeleyen yazar, bir sonraki bölümde 20. yüzyılın acı deneyimini ve<br />

mirasını anımsatıyor ve Ģu tartıĢmalı sözleri yazıyor: “Aslında modern devlet,<br />

yönetilemeyen ve bu yüzden de hoşa gitmeyen her şeyi dışlayarak insanların meselelerini<br />

yönetmekle meşgüldü. Şunu da ekleyebilirim ki, belirsizlik ve belirsizliğe sebep olan ya da<br />

belirsizlikte katkısı olan her şey (yönetilmeye direnen, sınıflandırmadan kaçan, eksik tanımlanmış,<br />

farklı sınıflara kayabilen, muğlak ve müphem olan her şey), insanların gelecekte yaratacakları<br />

düzenin, dışlanması gereken en büyük ve en zehirli pisliğiydi. Modern devlet, arındırma faaliyeti ve<br />

temizlik emeliyle meşguldü.” (72) Modern devleti faĢizme (faĢist devlet) indirgeme<br />

Bauman‟ın tezini mi güçlendiriyor acaba? Açıkca, modern devlet Holokast‟a imkan<br />

verdi (76), diyor. Bence bu hem doğru, hem yanlıĢ… Sorun tam da burada, bu<br />

durum bu sonucu çıkarmak için yeter mi? Katılıyorum: “Kökleri küresel boyutta yatan<br />

sorunların yerel çözümleri yoktur (…) Küresel sorunların yalnızca küresel çözümleri vardır.<br />

Küreselleşen dünyada, insan sorunları ancak insanlığın birlik olmasıyla ele alınabilir ve çözüme<br />

kavuşturulabilir.” (96)<br />

Açık toplum düĢmanları korosuna (Popper) Rorty üzerinden katılan ve<br />

Platon‟dan Marx‟a sakızıyla büyük kuramı yeniden ufalayan Bauman (98) Ģöyle<br />

bağlıyor: “Birörnek, evrensel olarak paylaşılan yaşam koşulları görüsünün yerini esasen sınırsız<br />

çeşitlilik, eşit olma hakkının yerini ise farklı olma ve farklılığını koruma ve bu sebepten ötürü onur ve<br />

saygıdan mahrum edilmeme hakkı alıyor.” (104) Dikey denksizliklerin yerini hızla dolduran<br />

yatay süreçler alalamasına bağlı bir kavramı derinleĢtiriyor arkasından: Denk-lik.<br />

“Yani oyuna katılma hakkının tanınması, dışlanma hükmünü bozmak ya da böyle bir hükmün<br />

gelecekte uygulama ihtimalini engellemekle.” (105) ġimdi bir deyiĢe dikkati çekeceğim,<br />

içerik önemli değil: “İnternetin pek çok etkisinden biri (….) ortadan kaldırmış olmasıdır.” (114)<br />

Bauman‟ın araya neler koyduğunu kestirmek hiç zor değil. Ama doğru mu? Hayır,<br />

olgunun görünmezleĢmesiyle yok olması arasındaki ayrımı görmezden gelmek bir<br />

iyi niyet belirtisi olabilir mi? Tüketim toplumunda sosyal devletin görevini<br />

anımsatmak içinse (modern toplum ve sosyal devlet politikalarını harcadıktan sonra)<br />

geç olabilir (123)<br />

Kültür ve sanatın akıĢkan dünyada çeliĢkilerine iĢaret eden yazar, son<br />

bölümün baĢlığını, bu gereksiz uzun tutulmuĢ kitabın ana tezi olarak atıyor:<br />

Dünyayı Avrupa‟ya Misavirperverce Davranılan Bir Yer Haline Getirmek. Tanısı<br />

Ģu: “Avrupa yerel olarak üretilmiş sorunlarına küresel bir çözüm icat etti ve böyle yaparak diğer<br />

insanları umutsuzluk içinde ve boşu boşuna „küresel olarak üretilmiş sorunlara yerel çözümler<br />

bulması‟ için zorladı.” (192) Görevse buradan çıkar: Gadamer‟e yaslanarak, Avrupa‟nın<br />

görevi, „ötekinin gözünden‟ öğrenme sanatını öğrenmek. (202) Bu Avrupa‟nın<br />

yazgısı. Sonuç:<br />

“Yüz yüze kaldığımız seçenekler iki tanedir: Ya şehirlerimizin „yabancılardan korkulan ve<br />

onlara güvenin olmadığı‟ terör merkezlerine dönüşmesine ya da karşılıklı nezaketin ve „yabancıların<br />

dayanışmasının‟ –şimdiye kadarki en zor testlere tabi tutularak güçlenmiş ve şimdide/gelecekte<br />

hayatta kalmaya devam eden/edecek olan bir dayanışma- sürmesine izin vereceğiz.”<br />

*<br />

Houellebecq, Michel; Harita ve Topraklar, (La carte et le territoire, 2010),<br />

Çev. Orçun Türkay<br />

Can Yayınları, Birinci Basım, Mart 2012, İstanbul, 350s.<br />

Ġlk kez Houellebecq okuyorum, bir daha okur muyum bilmem. Ama istek<br />

duymadığımı belirtmeliyim. Bu romanın 2010 Goncourt Ödülü almasını açıklayacak<br />

191


ne gibi bir nitelik taĢıdığını görememiĢ de olabilirim. Çarpıcı kurgusu eĢsiz bir<br />

düĢlem gücüne iĢaret mi? Yazar kendisini romanın dehĢet bir cinayete kurban giden<br />

kahramanlarından biri olarak anlatıyor. Romanın baĢkiĢisi ressam (Jed) bir sergisi<br />

için Houellebecq‟ten tanıtım yazısı istiyor ve bir portresini yapıyor. Okurda<br />

düĢkırıklığı yaratacak kerte cinayetin de nedenidir bu yaklaĢık bir milyon Euro‟luk<br />

resim.<br />

Belki anlatımının rahatlığına vurgu yapabiliriz ama ortalama bir teknik<br />

becerinin ötesinde yazınsal (yaratımsal, sanatsal) bir değeri taĢıdığından kuĢku<br />

duyduğum Harita ve Topraklar, evet, odaklayıcı değil odak çözücü kurgusuyla,<br />

anlatının ekseninden sıkça kaymaları, sapmalarıyla, kasıtla uzatılmıĢ<br />

gevezelikleriyle çağcılardı (postmodern) bir örnek sayılabilir. Roman sonunda bir<br />

cinayete bağlanıyor olsa da anlatıcı-yazarın bu konuda güvenilmezliğini romanın<br />

doğrudan kendisi dile getiriyor yeterince. Hani derler ya serbest çağrıĢımlı bir<br />

metin… Böyle olması tutarsız olduğunu kanıtlamaz ama yazınsal düzey için<br />

yeterliliğinin tartıĢılmasını da engellemez. Doğru içinde birçok Ģey var ama ısrar ya<br />

da anlam arayıĢı yok. Yazar kendini bir serüvene bırakıyor, bizim payımıza da sanal<br />

eĢlik düĢüyor hepi topu. Valla ben oynarken, ben yazarken, vb… çok zevk aldım,<br />

diyenlere…<br />

Üzücü olan Fransız Yazını, günümüz Dünya Yazını gibi baĢlıkların altına giren<br />

Ģey konusunda kafaların bunca karıĢık olmaları. Klasikleri okumadan çağdaĢ yazar<br />

okumamalı. Bir Ģeyle karĢılaĢtırmak elimizdekinin ne olduğunu, daha doğrusu ne<br />

ol(a)madığını asla bilemeyeceğiz. Yazık!<br />

*<br />

Yıldız, Bekir; Kara Vagon, (1969),<br />

Everest Yayınları, Birinci Basım, Nisan 2012, İstanbul, 181s.<br />

Bekir Yıldız‟ın yazısının zaman içinde ilerlediğinin, öyküsünün artıklarından<br />

arındığının ve somlaĢtığının kanıtı Kara Vagon. Daha önce yayınladığı iki kitaptan<br />

aldığı (çoĢkulu) tepkilerin taktikler düzeyinde iyi değerlendirildiği sonucunu<br />

çıkarabiliriz bir yandan. Ama yazının lehine çalıĢmıĢ bu taktik yorum, kuĢku yok.<br />

Öykülerin etkisi birkaç Ģeyden geliyor. Güneydoğu Bekir Yıldız‟a gelinceye<br />

değin insanların bireysel gündelik yaĢamları içerisindeki neredeyse yapısal(laĢmıĢ)<br />

Ģiddet böyle görülmemiĢ, gösterilmemiĢti. Bu açıdan ilkti. Ġkincisi, bölge ağzı (Urfa)<br />

çarpıcı ve etkili bir biçimde kullanılıyor, egemen yazın anlayıĢı erkini yitiriyordu çok<br />

192


da direnmeden. Yazın toplumbilimi keĢke Yıldız çıkıĢını inceleyebilseydi? Kim<br />

okumuĢtu onu, nasıl tepki vermiĢlerdi? Üçüncüsü, Bekir Yıldız gerçek(cilik)le yeni<br />

sayılabilecek türden bir iliĢki kuruyordu. Gerçeğin somut, acımasız, fiziksel gücü<br />

belgesel bir dil duruluğuyla, yumuĢatılmıĢ anlatıları biraz da küçümseyen, onlara<br />

tavırlı sertlik dolu bir edayla, vurgulanıyor. Yazar doğrudanlığı bir teknik araca<br />

dönüĢtürüyor. Yine teknik bir çözüm, üçüncü yargıya bağlı olarak, öykülerdeki<br />

belirgin düğüm, odak yoğunluğu. Çarpıcı olay (genellikle bitiĢ) öykünün tüm<br />

kaynakları için güçlü bir çekim noktası. Böyle güçlü bir odak, aslında Bekir Yıldız‟da<br />

anlatım içerikleri ve arayıĢlarının kolayca gözardı edilmesini sağlayabilir ve sanırım<br />

da yazın çevresi konuyu baĢta olumlu, destekler bir imayla bu özelliğe sürükledi.<br />

Ama daha sonra kibirli tam bir körlük gecikmedi. Bekir Yıldız‟ın bir asılmadığı kaldı.<br />

Bir baĢka (beĢinci) özelliği olarak yoğunluktan, metnin altına yerleĢtirilmiĢ<br />

gergin yaydan, omurgadan söz edebiliriz. Yazar, gerilim kurma ustası. Belki de<br />

tanıklık ettiği yaĢam çok sözü, gereksiz sözü kaldıramayacak denli doğrudan iĢliyor,<br />

seyrediyordur. Anlatılan yaĢam baĢka bir dili kaldıramazdı belki. Ama yazar iĢi<br />

akıĢına, suyun kabın biçimini alması varsayımına bıraktı ve sonuç ortaya çıktı,<br />

diyemeyiz. Ġrade devrededir, dil tutumuna, biçeme iliĢkin irade.<br />

Buradan bir bağlantı daha kurabiliriz. Dizim, sözcük ve özellikle tümcelerde,<br />

iliĢkilerinde gizli bir dizimsellik (ritim) ve kaçınılmazca ezgisellik. Öykünün Ģiddeti<br />

taĢıyan, yükselen ve sonunda patlayan dili öykü zamanının ölçülü hesaplanması ve<br />

kurgulanmasıyla ilgili. Yani Bekir Yıldız‟da neredeyse sezgisel diyeceğim (ama<br />

doğal demek istemiyorum), okurun kolayından ayrımsayamayacağı bir zaman<br />

yönetimi (politikası) var. Bu eğilimi sürdürmüĢse sonraki yapıtlarında besteci olarak<br />

görüneceğini savlayabilirim Ģimdiden.<br />

Çiğciliğin (fovizm) yazınımızda parlak ve üstün bir karĢılığı olan, yalın ve<br />

politize bir yazar duruĢuyla daha az ya da hiç gölgelenmemiĢ, çiğ gerçeğe dolaysız<br />

tanıklığı ileri boyutlara taĢımıĢ olan Kara Vagon‟u yazınımızın önemli bir halkası,<br />

öykücülüğümüzde bir çığır olarak ben de 40-50 yıldan sonra, oldukça gecikmiĢ<br />

olarak bir kez daha selamlıyorum. Yakın geçmiĢimizde öykü, roman, Ģiir yazıldı. Yok<br />

saymaya çalıĢanlara direnmeliyiz.<br />

*<br />

Ran, Nazım Hikmet; Bütün Şiirleri 2. Benerci Kendini Niçin Öldürdü?<br />

(1932-1936)<br />

Benerci Kendini Niçin Öldürdü? (1932), Gece Gelen Telgraf (1932),<br />

Portreler (1935), Taranta Babu’ya Mektuplar (1935),<br />

Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Destanı (1936)<br />

Yapı Kredi Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2002, İstanbul, 273s., Ciltli.<br />

Kendimi bir noktadan sonra Nazım‟ı sesli okurken buldum ve ne denli kötü<br />

okusam da, kendi okuyuĢumdan mı bilmem, etkilendim. Böyle anlarda Ģiirin en<br />

olmayacak yerlerinde gözlerim yaĢarıyor. Hele sesim Nazım sesine yaklaĢtığında,<br />

onunki gibi tınladığında iri iri gözyaĢı damlaları… Olacak Ģey değil! Bunu odağa alıp<br />

yorumlamam gerek diye düĢündüm öncelikle. Sanıyorum Nazım‟ı yaĢamımın<br />

içindeki birçok olayda, olayın doğal bir parçası olarak anımsadığım için<br />

sarsılıyorum. ÇağrıĢım seli, Nazım‟ın Ģiiri üzerinden kendi yaĢamımı düğümlüyor<br />

orda burda. Kendi yaĢamımla yüzyüze geliyorum ve dokunaklı, hüzünlü duygular<br />

bastırıyor birden, fena halde. Ama tek neden bu olmasa gerek. Nazım‟ın çilesinin,<br />

anıĢtırdıklarının rolünü asla küçümseyemem. Yakından bildiğim Victor Jara‟nın<br />

hakikati ne ise Nazım‟ınki de öyle çarpıyor beni ve benzeri yaĢamlardan üretilmiĢ<br />

193


gerçeklikler ikincilleĢiyor ister istemez. Elinde olanla olmayanın buluĢtuğu bu yazgı<br />

(kader) dramatik sahicilik düzeyiyle allak bullak ediyor insanın içini dıĢını. Öyleyse<br />

Ģiirlere neredeyse doğrudan yansıtılmıĢ bu yaĢantısal drama, evrensel doğrulardan,<br />

ölçütlerden vazgeçmemizi kolaylaĢtırıyor. Usumuza en son takılan Ģey yazı<br />

estetiğiyle ilgili ölçütler oluyor bu durumda. Hatta çoğu kez umurumuzda bile<br />

olmuyor bu ölçütler.<br />

OkurlaĢan okur olma yolumda Nazım gibi hakikatlar beni duralatıyor,<br />

bocalamama neden oluyor. Yazınımızın baĢlangıcından beri genelinde olduğu gibi<br />

(ama Nazım bu konuda doruk) durumun kendisi dramatik. Yazı, davayı taĢımak<br />

zorunda kaldı. Aydınımızın (yazarımızın) seçme hakkı, lüksü hemen hiç olmadı<br />

80‟lere değin. 80‟lerden sonra ekmekten baĢlayarak çok Ģey değiĢti.<br />

Doğallıkla bir tanıklık yapıyorum elimde kitap, ayrımında olmadan sesli sesli<br />

okumaya geçmiĢken, Ģiirin ortasında bir yerlerde. Ġnancına adanmıĢ yaĢamından<br />

söz eden biri var, öyle saf, duru, gönüllü, öyle yakınsar… Bu geometrik yanlıĢ<br />

(hata), bu görüĢ kusuru, miyopi (rica ediyorum yanlıĢ anlamayın, kusursuzluktan<br />

söz ediyorum neredeyse) insanın içini, yüreğini tırmalıyor.<br />

Bu bedensel deneyimi ayraç içine alarak ne söyleyebiliriz ona bakalım.<br />

Hakkında konuĢtuğumuz bir dünya ozanı. (UnutmuĢ değiliz.)<br />

Bu 2.ciltte bir araya gelen kitaplar 1932-36 arası kitaplar. Nazım‟ın bu yılları<br />

genellikle yanılmıyorsam tutukevinde (tefekkürle) geçmiĢ olmalı. Bir de ciddi<br />

araĢtırmalarla, kaynakları belki yetersizdi. Ama Ģunu görmek bir dünya Ģairi söz<br />

konusu olduğuna göre ĢaĢırtmalı mı bizi? Avrupa‟da (özellikle Ġtalya‟da) yükselen<br />

faĢizmin ayak seslerini duyan ve tepki gösteren biridir (Taranta Babu‟ya<br />

Mektuplar). Sömürgecilik (emperyalizm) konusunda kuramsal veriyi olayla<br />

sınamakta, gözlemler yapmaktadır (Benerci Kendini Niçin Öldürdü?). Hemen tüm<br />

Ģiirlerinde yaĢadığı güncel olaylar yansımakta, bir bağlama oturtulmakta, olası<br />

yanılmalar giderilmekte, Ģiir iĢlevselliğini sürdürmektedir. ġimdi TKP‟yi, Türk<br />

Solu‟nun tarihini, iç ve dıĢ bağlantılarını, SBKP ile TKP iliĢkilerini, Mustafa Kemal<br />

devrimiyle uluslar arası (enternasyonal) solun iliĢkilerini, yorumları, 3. Enternasyonal<br />

tartıĢmalarını, faĢizme karĢı devrimi savunmanın sömürge karĢıtı (anti-emperyalist)<br />

cepheleĢmeyi ivmelendirmesi ve evrensel geleneklere TKP üzerinden sıkı sıkıya<br />

bağlı Türk solunun Kuvvacılarla iliĢkilerini gözden geçirme (revizyon) konusunda<br />

yürüyen iç tartıĢma ve saflaĢmaları, Nazım gibi aydınların enternasyonal<br />

devrimcilikle ulusal (milli) bağımsızlıkçı çizgi arasında konumlarını yeniden<br />

tanımlama zorunluluğu duymalarını, bu yönde örgütsel tartıĢmalar yanı sıra (parti<br />

disiplini ve çatıĢmaları, tasfiyeler, vb.) kiĢisel deneyimleri ve gündelik yaĢama<br />

yansıyanları bilmek gerekiyor. Geçelim ama Nazım‟ın o andaki meselesi son<br />

enternasyonalin taktik kararı doğrultusunda (tek ülkede sosyalizmi savunmak, antifaĢist<br />

cephe kurmak) Milli Mücadelemize odaklanmak. Onun için konu açıktı:<br />

sosyalizm tehdit altındayken ulusal (milli) burjuva giriĢimleri, devrimleriyle en geniĢ<br />

cepheyi kurmak ve Türkiye‟nin kurtuluĢ zeminine bağımsızlık ve sömürge<br />

karĢıtçılığını döĢemek, bunun altını kalınca çizmek. Nazım artık 33‟lerden<br />

baĢlayarak Ģiirlerine coğrafya, tarih sokmaya ve bu yaklaĢımların baĢına yerel<br />

nitemini koymaya baĢlamıĢtır. ġiir taktiği(ni) geliĢtirmiĢtir. Taktik, yerel dinamiği<br />

evrensel devrime koĢmaktır ve tarihin, coğrafyanın barındırdığı tüm yerel direniĢ<br />

biçimlerini (format) yeniden değerlendirmeye almaktır. Nazım‟ın Ģiiri etlenmekte,<br />

jestlenmekte, diline daha tanıdık gelmektedir bu zorlu dönemeçte. ġiir kendi<br />

toprağını bulan tay gibi eĢkinmektedir. Söz konusu olan hidayete erme falan<br />

değildir. Dil, tinini arayıĢı içinde yolalırken kimi varlıklarla, havalarla, genetik havuza<br />

gönderme yapan imgelerle karĢılaĢıyor ve bedenleniyor. Herotik (epik) eğilimler bu<br />

194


imgeleri güne taĢıyor, yerelden evrensele uzun bir sıçrama yapılıyor. Aslında<br />

karĢılaĢılan belirsiz imgeler buranın öyküleri diyebileceğimiz Ģeylerdir. Karanlık ve<br />

diplerde daha yüzlerce yıl oldukları gibi kalabilecekken Ģair imgeyi öykülemeye<br />

kalkıyor (dramatizasyon). Derdi bugünü yorumlamak, dönüĢtürmek ve bunun için<br />

içinde yaĢadığı dilin ve toplumun genlerini (nabzını) yakalamak. Eğer biraz daha<br />

yaĢasaydı Anadolu‟nun antik tinini, yaĢamını da öykülerdi, Ģiirlerdi bence.<br />

Bu bireĢimleme isteği, hatta zorunluluğu onun ilk kez Ģiirin yapı kurucu<br />

öğelerini çok özel bir biçimde dikkate almasını, sese, deyiĢe kulak kabartmasını da<br />

getirdi. Önceki (33 öncesi) biçim arayıĢları, yapı çözümleri Türk Ģiiri açısından<br />

öncüydü, yeniydi ama takır tukurdu, ana sesler ve melodi tamam ama armoni<br />

kusurlu, eksikti. ġiir henüz dilin sütünden, Ģekerinden yoksundu. Artık bu kitaplarla<br />

birlikte diyebiliriz ki, son derece yararcı (pragmatik) ve bu anlamda gerçekçi bir Ģiir<br />

anlayıĢını gururla taĢımaktadır Ģairimiz. Biçim, içerik denli önem, anlam kazandı,<br />

çünkü Nazım‟ın bu güncel ve yerel bağlaĢık (ittifak) arayıĢında dilin havasına,<br />

toprağın tinine gereksinimi vardı. Siyaset (evrensel üzerinden) yerelle buluĢuyor,<br />

örtüĢüyordu.<br />

Benerci‟nin katı ve aslında eski (kadim, antik) etiği Nazım‟ın yazdığı dönem<br />

için (Nazım aslında güncel bir tartıĢmaya çözüm öneriyor) bir yanıt gibi dursa da<br />

(devrimcinin özel yaĢamı, ihanet, vb.), birbirini yanıltıp dursa da habire kuramla<br />

uygulama (teori ile pratik), üçüncü karı Taranta Babu Ģiirin taĢıdığı siyasal söylem<br />

için uygunsuz ya da yetersiz bir karakter olsa da, dil kendi vadisinin esintisini taĢıyor<br />

yer yer. (Üç Selvi, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedrettin Destanı.)<br />

Daha sonraki büyük Ģiirin ipuçları özellikle 34-36 Ģiirlerinde kendini sezdiriyor.<br />

Hele Bedrettin neredeyse yeni bir Ģiirin, daha oturuĢmuĢ, daha sağlam ve kıvamlı<br />

bir baĢyapıtın tüm belirtilerini bağrında taĢıyor. Tarih bu Ģiirde inandırıcı biçimde<br />

yeniden kuruluyor. Özü alınıyor ve bugüne aktarılıyor. Evrensellik (kardeĢlik düĢüyle<br />

halk ayaklanması) yerel imgelerle çatılıyor. Bu Ģiiri güzel kılan da tam burası oluyor<br />

kendiliğinden. Yerel güzel olduğundan değil. Bir dil, anlatım gücü kazanmıĢ bir dil,<br />

coğrafyaya, zamana zemine bağlı dil, söyleyemeyeceği bir Ģarkının (evrensel ve<br />

düĢsel bir zamanın, yerin) peĢine düĢüyor, eteğine asılıyor. Tüm savlı, geliĢen,<br />

gürbüz çocuk-diller gibi, düĢle doluyor ve bu çatıĢma, iyi bir dilci-Ģairce<br />

yönetildiğinde ortaya olağanüstü bir anlatı çıkıyor. Bedreddin Ģiirinde olan bu. En<br />

iyisi bir bölümü koymak buraya:<br />

14.<br />

Yağmur çiseliyor,<br />

korkarak<br />

yavaş sesle<br />

bir ihanet konuşması gibi.<br />

Yağmur çiseliyor,<br />

beyaz ve çıplak mürted ayaklarının<br />

ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.<br />

Yağmur çiseliyor,<br />

Serez‟in esnaf çarşısında,<br />

bir bakırcı dükkânının karşısında<br />

Bedreddinim bir ağaca asılı.<br />

Yağmur çiseliyor.<br />

Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.<br />

Ve yağmurda ıslanan<br />

yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin<br />

195


çırılçıplak etidir.<br />

Yağmur çiseliyor.<br />

Serez çarşısı dilsiz,<br />

Serez çarşısı kör.<br />

Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü.<br />

Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.<br />

Yağmur çiseliyor.<br />

(258)<br />

*<br />

Dickens, Charles; Zor Günler (Hard Times, 1854), Çev. Lütfü Baydoğan<br />

Adam Yayınları, Birinci Basım, Mayıs 2000, İstanbul, 303s.<br />

Lütfü Baydoğan neden Dickens çevirmiĢ, daha doğrusu çevirmeye yeltenmiĢ<br />

anlamadım. Dickens gibi bir yazarı yanlıĢ Türkçeyle okunmaz kılmak sanırım ancak<br />

böyle baĢarılabilirdi.<br />

Dolayısıyla sözde ilkeli (Püriten?) yanlıĢ bir aile içi eğitim uygulamasının trajikomik<br />

ve Dickens ökeliğine has esprisi bütünüyle güme gitmiĢ. Yazarın yaratıcı<br />

anlağının (zekâ) pırıltıları bu berbat Türkçe yığınının altında güçlükle ve yer yer uç<br />

veriyor olsa da iĢkenceli bir okuma oldu benim için ve neden ısrar ettim, kendime<br />

kızıyorum. Hep çevirmenin bildiği ama benim bilemediğim bir Ģey mi var, sorusuyla<br />

sürüklendim üç yüz sayfa boyunca. Anlamadığım bir Ģey de, Adam yayınlarının bu<br />

Türkçeyi nasıl yayımladığı.<br />

Yazık!<br />

***<br />

Kaygusuz, Sema; Karaduygun (2012)<br />

Doğan Kitap Yayınları, Birinci Basım, Mart 2012, İstanbul, 113 s.<br />

196


Doyma Noktası‟nı (2002) okumuĢum 2003‟te ve hiçbir Ģey anımsamıyorum.<br />

Sanki arada Sandık Lekesi (2000) var ama notlarımda görünmüyor. Bu kitabı<br />

almamın ve öncelikle okumamın baĢta gelen nedeni (çünkü yazarlarımızın çok az<br />

bir bölümünü, onların da sınırlı yapıtlarını okuyabiliyorum) Birhan Keskin. Bence<br />

günümüzde yazan en has Ģairimiz Birhan Keskin bu kurmacanın kurucu<br />

öğelerinden biri. Kaygusuz, Birhan Keskin‟den baĢlatıyor açılmayı. (Saçılmayı mı<br />

yoksa, yani parçalanmayı?).<br />

Onun Ģiirinin ipuçlarını oldukça gizli dokundurmalarla öyküleĢtiren Kaygusuz,<br />

kaçınılmazca bir kişiden söz ediyor. Bu kiĢi dünyayı değiĢik algılayan, yankılayan<br />

biri… ġiirleri zaten bu konuda yeterince Ģey söylüyor. ġiirindeki ses değerleri<br />

Kaygusuz‟un da vurguladığı nokta. Sanırım birey olarak da esinler taĢıyan, üstelik<br />

eserekli biri. Duyduğu seslerden (tak tuk tak) Ģizofreniye kolayca bağlanabilecekken<br />

aslında uzunca, karıĢık ve bana göre tartıĢmalı bir bölüm açan Kaygusuz, okurunu<br />

melankoli ile onun ve aynı zamanda birbirlerinin karĢısına yerleĢtirdiği hüzün ve<br />

keder üzerinden nevroza bağlıyor. Melankoli karĢılığı Türkçe karaduyguna (bir<br />

yerlerde böyle denirmiĢ) bayıldım diyebilirim. Onu hüzün ve kederden ayırıp<br />

varoluĢsal bir açıklamaya ilintileyen yazar, Birhan Keskin‟i de sanırım bu alana<br />

(karaduyguna) yerleĢtiriyor. Hüzün ve keder ayrımını ise hiç anlamadım desem<br />

yeri. Bence çok zorlanmıĢ ve genel yaklaĢımın inandırıcılığını da zayıflatmıĢ bir<br />

dağılma bu.<br />

Genel olarak da daha aç ve sıradan sorulara takılmıĢ olarak çıktım<br />

Karaduygun‟un içerisinden. Birhan Keskin‟in de daha çoğunu (belli ki Sema<br />

Kaygusuz, Birhan Keskin‟in çok yakınında biri) hak ettiğini düĢünüyorum. Sonlarda,<br />

kelebeklerin ölüm vadisi, bir Ģeylere (Birhan Keskin‟e) oldukça yaklaĢan bir metin,<br />

diyebilirim yine de. En çok ilgimi çeken bölümdü. Geçici yaĢam imgesi ve bunun<br />

duygusu elbette derinleĢtirilebilir bir izlek. Esası oluĢturan ölüm ya da yokluksa<br />

varlığı bir konuk, hatta sanırım eğreti, hafif bir konuk olarak düĢünmeliyiz. Bu<br />

varlıksal incinebilirlik, kırılganlık (sözcüğü kullanmamak için çok uğraĢtım) anlatı için<br />

yeterli koĢulu sağlar mı?<br />

[Birkaç yıl önce, yaza girerken miydi, bir kelebek baskını olmuĢtu Ġstanbul‟da.<br />

Dalgalanarak havayı dolduruyordu tek türden sayısız kelebek… EtkilenmiĢtim.]<br />

Kaygusuz; kenarından dönmüĢ, teğellemiĢ, kendine biçtiği davanın içine<br />

yerleĢmiĢ, kendini beğeniyor (belli). Çanlar çalıyor. (Kimin için olabilir?)<br />

***<br />

Bolano, Roberto; Katil Orospular (Putas asesinas, 2001),<br />

Çev. Peral Bayaz<br />

Metis Yayınları, Birinci Basım, Şubat 2010, İstanbul, 196 s.<br />

197


2003 yılında elli yaĢında ölmüĢ ġili‟li, Ġspanyol dilinin bir büyük yazarı. Tek<br />

kitabını okuyarak bir yazara büyük denir mi? Belki biraz da Peral Bayaz çevirisinin<br />

güzelliğinin etkisidir bu. Öyle az bulunur ve değerli bir Ģey ki güzel bir çeviri. Yazarı<br />

Türkçe yazsaydı böyle yazardı dedirtiyor insana.<br />

Yazarın bu öykülerinden nasıl büyük bir geleneğe yaslandığı hemen<br />

anlaĢılıyor. Önce Ģiir (sanırım Fransız, genelde Latin Ģiiri), sonra uluslararası<br />

(enternasyonel) bohem ve genelde yazın. Daha gencecikken Meksika‟dan ġili<br />

Devrimine destek vermek üzere ülkesine dönmesi, arkadan cuntadan kaçarken<br />

tutuklanma, kaçıĢ, Avrupa, Ġspanya, vb. Dolu, yoğun bir yaĢama deneyimi. Arjantin<br />

deneyimine bağlı olarak yakınlaĢtığımız tanıdık bir öykü (Tango‟yu, Güney‟i<br />

hemence anımsıyorum.) Sürgündeki (Avrupa‟daki) Latin Amerikalılar, özellikle de<br />

ġili ve Arjantinliler iyi anlatıldılar, anlattılar. Ama Katil Orospular‟ı okuyana değin,<br />

daha iyisinin, değiĢiğinin olabileceğine inanamazdım. Nedeni sürgün izleğinin<br />

Bolano öykülerinde baskın izlek olmaması belki de. Birçok ve evrensel izlek bu<br />

öykülerde içiçe, çizgisel ve düzlemsel arakesitlerle farklı açılarda birarada. Bunun<br />

nasıl keyifli bir okuma deneyimine yol açacağını yine bilen bilecektir.<br />

Latin anlatısının beklenmedikliğine (sürpriz) her dünya okuru daha baĢından<br />

hazır olmalı kuĢkusuz. Ama peĢine takılacağım Ģey bu kısa yazıda, Bolano‟da,<br />

kendi dilinin anlatıcılarına göre, bir kez daha ĢaĢırtmaktan fazla ne olduğu. Belki<br />

doruğunu Borges‟in oluĢturduğu ve noktasını koyduğu düĢlemsel anlatı (özelde,<br />

büyülü gerçekçilik: Bilmem bu tanım bir Ģey söylüyor mu?) kendi cansıkıntısını,<br />

koĢullanma biçimlerini de yeterince yarattı ve artık okura (Hangisi?) bir Ģey<br />

söylemez oldu. Tam bu noktada Bolano‟nun yeni bir bireĢime gittiği belki<br />

söylenebilir. Yaslandığı geleneği iyi tanıyan yazar, hem metinlerinin arkasına bu<br />

dünyayı ve onun bildik kentini yerleĢtiriyor, hem de kentin sokaklarında, kapalı<br />

uzamlarında (mekân) anlatıcısını diğer insanlarla buluĢturuyor ama bu<br />

buluĢmalardan ortaya çıkan Ģeyde alıĢık olmadığımız bir tat, içine sürüklendiğimiz<br />

ama tanımlamakta güçlük çektiğimiz bir belirsizlik, boĢluk var. YaĢamı vaadinden<br />

kopmuĢluğu içinde kederli kılan bir beceriksizlik, düĢüĢ, kırılma, hiçlik.<br />

ĠĢte bu durum Bolano‟nun elini (bileğini) özgür kılıyor. Yazıdan anladığı Ģey,<br />

aktarılan Ģeyi aĢıyor, Tanrı yoksa her şey olabilir (Dostoyevski) türünden, yazıda<br />

uçsuz bucaksız ve cesur deneyimler ve teknikler içeri alınıyor. Anlatı, değiĢikliğin ve<br />

çiğ bir yenilikçiliğin peĢine düĢmüyor, hayır. Bu değil söylemek istediğim. Bir bakıma<br />

198


asl(ın)a dönmek gibi bir Ģey… Gaza getirilmiĢ, birbirini tetiklemiĢ ve „süper‟leĢmiĢ<br />

kanonik dünya anlatısı, tüm bir mitoloji (ya da retorik) çöküyor.<br />

Ġnsanların hem kendi kiĢisel öyküleri var, hem de onları aĢan ya da dar gelen<br />

yaĢamları taĢıyorlar üstlerinde. KarĢılaĢtıklarında iletiĢim bu ayrı yaĢamlar<br />

üzerinden çapraz olarak da kurulabiliyor ve bundan yaĢamın gizilgücüne iliĢkin<br />

seziler, duyuĢlar, küçük epikler doğuyor. Tümce içinde sesle seslenen çatıĢmalarına<br />

bağlı çoksesliliğin değiĢik bir uygulaması mı bu? Buradaki çokseslilik, öykünün<br />

almaĢık filizlenmesinde, olağan diz(il)imden sapmasında. Yine iki kiĢi, yine anlatıcı,<br />

yine eylem var ve belli kiplikler içerisinde tüm bunlar. Aykırı ya da sıradıĢı olansa,<br />

beklenen kimliklerin dıĢında buluĢmalar, karĢılaĢmalar.<br />

Bolana‟da bu duyguyu (içeriği) neye bağlamalıyız acaba? Sorumu biraz<br />

ilerletmiĢ olacağım böylelikle. Sürgünlük tini (ruhu) olabilir mi bu? Yine Solanas‟ı<br />

anımsıyorum. Hem bir yerdesin, hem değil. Hem birisin, hem değil. Konuksun ama<br />

yabancısın da. Hem yitik, hem ortada, çırılçıplak… Oralı olduğunca dünyalı… Aralık<br />

yerlerde, tanımsız zaman alacalarında Ģapkaların karıĢtığı, gecenin günü<br />

ilikleyemediği, otel odalarının birbirine benzediği, insanların gerçekleklerinin yerini<br />

imgeye terkettikleri olur.<br />

Sürgün öyküleri çok anlatıldı. Genellikle yokluk, özlem duygusu öne çıktı (Rus,<br />

Türk, ABD, Afrika, vb.) Üstesinden gelinmiĢ anlatı azdır (olmalı). Ama Roberto<br />

Bolano sürgünlük tini üzerinden yazıyla geliyor. Hayır, kurtulduğunu söylemiyorum,<br />

hırpalanmadığını… Ama yazıyı hafife almadan, küçümsemeden, çarpıtmadan<br />

yenilginin üstesinden geliyor ve ayakta oluĢu, duruĢundan bir insan olarak<br />

etkilenmemek olanaksız.<br />

AĢağı yukarı ölmeden iki yıl önce yayınlanan Katil Orospular için benim<br />

söyleyebileceğim Ģey budur. Bolano‟nun diğer kitaplarını elbette tezelden<br />

okuyacağım. Yoksa yaĢamım eksik kalacakmıĢ duygusu içindeyim.<br />

ġimdi kısaca söylediğimin kanıtı öykülere bakalım.<br />

Horatius‟un kahkahalarla sona erecek olan dava ve oradan suçlardan arınmıĢ<br />

olarak çıkma üzerine dizelerini baĢa koyan Bolano, Ģakanın yaĢama eklediği<br />

hüzünden söz ediyor olmalı. ġaka gibi bir yaĢam, Lorca ve onunla birlikte neleri<br />

çağrıĢtırmıyor ki? Acaba diyorum Bolano‟nun yapıtının temel esprisi (kurucu<br />

düĢüncesi) bu olabilir mi? Göreceğiz zaman içinde.<br />

Kendi sürgün benini açıktan (varlık kertesinde) anlatısına dolayan Bolano, iĢte<br />

Göz Silva‟da sanki sürgünlük yeterince kırılganlık oluĢturamazmıĢ gibi üzerine<br />

Ģiddet korkusunu, eĢcinselliği ve solculuğu da bindirmekten çekinmemiĢ ve ortaya<br />

çarpıcı bir duyarlıklar, karanlıklar, umut ve çatıĢmalardan örülü evrensel bir „insan<br />

durumu (hali)‟ çıkarmıĢ… Kafamızda her Ģey tepetaklak oluyor, her Ģey eĢanlı<br />

olarak dikilip düzeliyor. Yine yıkılmak üzere…ġöyle bitebilen bir öykü: “Fransız<br />

arkadaşı, Olur, tabii, hemen, ama bu ses ne, yoksa ağlıyor musun? demiş. Göz, ağladığını,<br />

ağlamadan duramadığını, ne olduğunu anlamadığını ama saatlerdir ağlamasına engel olamadığını<br />

söylemiş. Arkadaşı sakinleşmesini söylemiş. Göz ağlarken gülmüş, olur, demiş, telefonu kapatmış.<br />

Sonra hüngür hüngür ağlamayı sürdürmüş.” (26)<br />

Gomez Palacio, bir Meksika kenti. Anlatıcı yazar, bu kentte bir yazın iĢliğine<br />

(edebiyat atölyesi) katılır. „Patlak gözlü, ĢiĢko, uzun elbisesinde neredeyse bölgenin<br />

tüm çiçeklerinin resmedildiği, orta yaĢlı bir kadın‟ olan Müdire ile kolay<br />

tanımlanamayacak bir tansımaya (mucize) tanıklık ederler. Umutsuzluğun,<br />

kırgınlığın boĢlukları renkli bir varoluĢla, neredeyse Ģiirle dolar.<br />

Yeryüzünde Son Günbatımları‟nda B. ile B.nin babasının Acapulco‟da<br />

Kafkaesk dinlence öyküsünü okuruz. Öyküde herkes kendi yerini doldurur, iliĢkiler<br />

kendiliği zorlar, anlam aykırılaĢır. Figürler yeniden bir araya geldiklerinde, sanki<br />

arkada olağanüstü bir tanıklık yaĢanmıĢ duygusu baskındır satır aralarında.<br />

199


Gözlemci (anlatıcı) aynı zamanda dürtüklenen eylemci olarak bu iki konumu bazen<br />

bağdaĢtırır, çoğu kez de uzlaĢtıramaz. Daha doğrusu ötekinin yaĢamı, bakıĢ<br />

açımıza ne yapsak bir türlü sığmaz.<br />

1978 Günleri de okuruna, yaĢam akadururken oradan derlenmiĢ rastlantısal<br />

öykü izlenimi veriyor. Bir sürgün topluluğu ve özkıyım öyküsü tüm çiğliği, acılığıyla,<br />

hamlığı buruculuğuyla okuru allak bullak ediyor. Vicdanımızı rahatlatacak bir Ģey<br />

yok ortada. Unutmayalım, diye. Yazarımızın ilgisiz ayrıntıları öne çıkarması öykünün<br />

yaĢam alanını derinleĢtiriyor (Bir tür alan derinliği.)<br />

Fransa‟da ve Belçika‟da Bir Aylak, Bolano‟nun bir özelliğini iyice öne<br />

çıkarıyor. Ben eksenli özyaĢamöyküsel anlatısında sahici, gerçek tanıklıklar, kiĢiler,<br />

nesneler, doğru zamanlar içerisinde yer alarak öykülere anı gücü, derinliği de<br />

sağlıyor. Lefebvre, vb. öykünün nesneleri arasında yer alıyor.<br />

Yine olağanüstü öykülerden biri olan Lalo Cura‟nın Tasavvurları‟nda porno<br />

kadın oyunculardan birinin oğlu olan anlatıcı, bu filmlerin erkek starı Pajarito<br />

Gomez‟i anlatıyor. Çok uzun zamandır bu güzellikte bir öykü okuduğumu (aslında<br />

kitabın tümünden söz ediyorum) anımsamıyorum. Büyüleyici, insancıl, yalın, ikna<br />

edici… (Bolano büyük yazar!) Öykünün bitiĢi: “Çalışmadan yaşayabilmen için sana para<br />

bırakacağım, Pajarito. Sana ne istersen alacağım.Seni sevdiğin oyuncuların filmlerini rahatça<br />

seyredebileceğin bir yere götüreceğim. Empalados mahallesinde senin gibi bir kişi daha yoktu. Sabır<br />

taşı. Ignacio Lopez Tarso ile Pajarito Lopez bana baktılar. İksi de çıldırta bir sessizlik içinde. Gözleri<br />

insanlık, korku ve belleğin enginlerinde yok olmuş ceninlerle dolu baktılar. Gözleri açık ceninler ve<br />

başka küçük yaratıklar. Arkadaşlar, bir an için ev sarsılıyor sandım. Sonra dikkatle kalktım ve çıktım.”<br />

(100)<br />

Katil Orospular, senaryo tekniğinden yararlanan deneysel yapısıyla görüntü<br />

imparatorluğuna ve onun yıldızlarına (star) (supra-)feminen bir baĢkaldırı olarak<br />

neden yorumlanmasın?<br />

Yine söküm (ciğer sökümü desek yanlıĢ mı olur?) çalıĢmalarına bir örnek:<br />

Dönüş. Bir ölü, ünlü bir ölüsevicinin nasıl kurbanı olduğunun öyküsünü anlatır. Ama<br />

asıl kurban kim acaba?<br />

Sıkça karĢılaĢmadığımız bir dünyadan, futboldan (dünya ligi) bir öykü Buba.<br />

Gizemli, sürükleyici, zorlayıcı… Küresel futbol ataklarının arkasında büyünün payı<br />

denli çocuksu, naif bir hava soluduğumuz. Açıklama, neden-sonuç zincirinin<br />

dıĢında, kırık, iĢlevsiz, hatta yersiz… Yıllar geçecek. Mitin kahramanı kendi mitine<br />

bakacak. Sonra bir taksiye binecek, Herrera ve Brezilyalı sevgilisi oteline kadar ona<br />

eĢlik edecek. (152)<br />

“Rimbaud değildi, sadece bir yerli çocuktu,” (153) diye baĢlayan bir öykünün<br />

olanaklarını, nasıl bir öykü vaad ettiğini kestirebilir misiniz?<br />

Ve arkadan sökün eden teknik anlamda devrimci kısa öyküler: ÇağdaĢ Fransız<br />

Ģairlerinin fotoğrafik resmigeçidi ve anlatıcı-yazarın duygusal tepkilerini aktaran<br />

Fotoğraflar, paha biçilmez değerde bir okuma deneyiminin sayısal adımları Dans<br />

Notları ve zamanı, ölümü aĢan sürgünde buluĢmaların öyküsü Enrique Lihn‟le<br />

Buluşma.<br />

Sonuç: Okuma zevkini geliĢtiren bir kitap Katil Orospular.<br />

***<br />

Nesin, Aziz; Koltuk (1957): Gülmece Öyküleri 3 (2001)<br />

Adam Yayınları, Birinci Basım, Eylül 2001, İstanbul, 9-157 s. (470 s.)<br />

*<br />

Nesin, Aziz; Toros Canavarı (1957): Gülmece Öyküleri 3 (2001)<br />

Adam Yayınları, Birinci Basım, Eylül 2001, İstanbul, 158-295 s. (470 s.)<br />

200


*<br />

Nesin, Aziz; Kazan Töreni (1957): Gülmece Öyküleri 3 (2001)<br />

Adam Yayınları, Birinci Basım, Eylül 2001, İstanbul, 297-470 s. (470 s.)<br />

1957‟de Aziz Nesin 42 yaĢında ve bir patlama gerçekleĢtiriyor. Bir yıl içerisinde<br />

5-6 kitap yayınlıyor. Bu bolluk elbette niteliği niteliksizlikle sıkıĢtıracaktır. Güncel,<br />

geçici, çarpıcı (efektif) olanla kalıcı gülüt (sözcük Nesin önerisidir), espri, hatta<br />

inanılmaz ama 1957‟lerde dilimizde yaratıcı ironi (sözcüğün gerçek anlamında) bir<br />

araya gelmektedir. Benim anladığım yazarımız yazılarını dizgeli bir usavurumla<br />

sınıflandırıyor, amaca uygun nitelik yüklüyor yazısına. Sonradan tümünü bir potaya<br />

koyması geçimlik (kaygı) olarak açıklanabilir ve yanlıĢ olmaz ve öte yandan yanlıĢ<br />

olur. Bugün artık yazarın, ölümünden bunca yıl da geçmiĢken buna gereksinimi yok.<br />

Güldürü dergilerinin sayfaları dolduran espri mantığını yıldızın parladığı o eĢsiz<br />

kavrayıĢı imleyen öykülerle bir araya getirmek okura haksızlık da sayılabilir, hatta<br />

sayılmalı. Aziz Nesin‟in eleĢtirel, özgün bir seçkisini yazınımızın gündeminden<br />

ummak budalalık mı olur (Ne dersiniz Sayın Ali Nesin?) Beni izleyen bilir ki ben<br />

budalalıktan yanayım, eğer budalalık buysa…<br />

Aziz Nesin‟in ölçünlü, ortalama bir yazı niteliğinden ödün vermediği açık.<br />

Türkçe‟de yetkin birisi. Ayrıca üstün biri, gerçekten öke (dâhi). Ġnanılmaz hızda bir<br />

kavrayıĢı, kendine mal ediĢi olduğu belli. ÇalıĢma dininin imanlısı olduğu da<br />

bilinmez değil. ÇalıĢıp arı gibi bal üretmenin, aylaklığa hoĢgörüsüzlüğün ermiĢidir.<br />

Öte yandan siyaseti çalıĢma dini yapan püriten anamalcılıkla yolunun en baĢta ve<br />

kökten ayrılması da bir o denli anlamlı. Sosyalizmin üretimci döneminin yerel<br />

önderi... Genç Nazım gibi çalıĢmak=üretmek=sosyalizm onun da geçerli formülü.<br />

Yaratıcı gülmecesinin, yavaĢlık ve sabır gerektiren içeriği de bir baĢka çeliĢki<br />

kaynağı. Tüm bu çatıĢkıların, çeliĢmelerin içerisinden bir tansık gibi doğmasına ise<br />

ĢaĢırmalı mıyız bilmem?<br />

Doğruyu kendine bağlayan büyük insanlardan biri Nesin. YanlıĢ yapmayı,<br />

görmeyi, görünmeyi kendine ve herkese yasaklamıĢ(mı)dır. Bunca doğru biri,<br />

gündelik yaĢamın hayhuyu içinde çekilmez ama gündeliğin ötesine geçtiği yerde<br />

öncü olmaması da kaçınılmazdır. BaĢkasına acımasız davranması beklenir,<br />

kendine karĢı da, gizli bir çileci (olmalı.) Ama bu yazar özelliklerinden sıyırmalıyım<br />

bu okumamı. O zaman geriye üç kitaba serpiĢtirilmiĢ, diğerlerinden bir biçimde<br />

hemen ayrılan ve okuru estetik bir hazla sarmalayan tansıma anları, alanları kalıyor.<br />

Eğer yaĢamımı Aziz Nesin‟e adasaydım, ki bir değil belki yüzlerce adanma<br />

gerektiren birinden siz ediyorum, yapacağım Ģeylerden biri bu ayıklama olurdu. Bir<br />

katmanı, kaymağı ayırmak, bu konuda yazınımızın burnu büyük, kibirli<br />

önyargısından da yazarımızı kurtarabilirdim belki (Çok güç olduğunu biliyorum.)<br />

Sanılagelir ki bir yazarın yazdığı her Ģey aynı (değerlikli) Ģeydir. Böyle bir Ģey yok.<br />

Bir tümce, bir sözcükle de yazar olunabilir ama bunu kabul etmek, ettirmek zordur.<br />

O yizden iyinin (!) yanında çöpe, çöp kokusuna katlanır ya da tersini yaparız.<br />

Tümüyle atıveririz çöp sepetine. Bu kendimizi sepetin dıĢında görme, gösterme<br />

Ģansımızı çoğaltir. Nesin‟e (ki kendisi buna aldırdı, boyun eğmedi, asla pes etmedi)<br />

bile yapıldı bu. Tamam bizi hiç kimsenin yapamadığı gibi güldürdü ama gülmek<br />

baĢka sanat, yazın (edebiyat) baĢka.<br />

Böyle bir noktada eğer olsaydı yazınbilimi ve ona bağlı eleĢtiribilimi devreye<br />

girecek, ölçütler özel olguya uygulanacak, kısa gelen ya da taĢan her ne ise<br />

saptanacak, Aziz Nesin‟in neden yazar olmadığı kanıtlanabilecekti ya da tersi.<br />

Duyuruyorum millet, Aziz Nesin harcanmıĢtır ve harcayanlar yalnızca onu<br />

öldürmeye yeltenenler, öldürenler değil, onunla sözde aynı safta görünenlerdir.<br />

201


Yöntem çok yalındı. Birçok yazarımız gibi (çok yakın zamanlara değin belki de<br />

tümü, Orhan Kemal‟i nasıl anımsamam) yaĢamak, ayakta kalmak zorundaydı. Bu<br />

ökenin (dâhi) en iyi bildiği iĢ yazmaktı. Geçinmek için yazacaktı. Üstelik bu adam<br />

kovalanan bir devrimci, solcu siyaset adamıydı ve bunun ne demek olduğunu,<br />

siyaseti soytarıca bir parlamentoculuk sananlar dün de bugün de anlayamayacaklar.<br />

Ve hepsinin tepesinde, birçok adı çıkmıĢ solcu yazarımızın kıyısından bile<br />

geçmediği bir etik (anlayıĢ) vardı. O topluma bir etik (ahlak, aktöre) öneriyordu ve<br />

iĢte bunun için yaĢıyor, bunun için yazıyordu. Yönteme gelince, dediğim gibi çok<br />

yalındı. Yapıtının, tartıĢmasının (polemiğinin) tümü dizgelice gözden geçirilecek,<br />

yazısı içinden yazısı süzülecek, ayranı, yoğurdu, peyniri, yağı, kaymağı<br />

ayrıĢtırılacaktı. Bunu koĢutlu okuma yapan yetkin bir kurul yapacaktı hem de.<br />

Böylece Zübük, masallar, vb. dünya yazınına katılmanın yolunu açacaklardı ve<br />

Akbaba, vb. öyküleri içinde yitip giden, kömür ocağındaki elmas gibi ıĢıltılar saçıyor<br />

olsa da yeraltında kimsenin ayrımsayamayacağı öyküler Türk ve Dünya yazını<br />

içinde hak ettikleri yeri alacaklardı.<br />

ĠĢte öneriyorum. Nesin Vakfı ve amacı soylu ve değerli bir kalıt. EĢsiz bir örnek<br />

ve giriĢim. Ama bir Aziz Nesin Enstitüsü ya da AraĢtırma Vakfı da oluĢturulmalı (çok<br />

gecikmeden). Yoksa böyle yayınlandıkça sütü bol ineğin yazgısı onu da bekliyor.<br />

ġimdilik süt var, bereketli. Ya sonra?<br />

ġimdi üç kitaptan birkaç örnek öyküyü bu çerçevede imleyecek ve keseceğim<br />

yazımı: Koltuk (Koltuk), gizilgücüyle, Kuyruk (Koltuk) düĢlemsel düzeyiyle,<br />

Şermendi Ne Zaman Doğdu? (Toros Canavarı) ironik eleĢtirisiyle, Dolmuşun<br />

Kapısı ve Gaçıncı Gılinik (Kazan Töreni) toplumsal tipoloji taslağı olarak, Verem<br />

Olmak Lazım, Muhasebeci, 78 Santimlik Arsa Kes!, Pazarlık (Kazan Töreni)<br />

dayanılmaz ironileriyle. Belki bu öyküler daha genelleĢtirilmiĢ bir seçimde elek<br />

altında kalabilir, bunu da unutmamalıyız. Ayrıca Aziz Nesin tüm kaygularından<br />

arınık yazabilseydi bu öykülerin kimbilir nasıl da güzel olabileceklerini<br />

kestiremiyorum bile.<br />

***<br />

Mişima, Yukio; Yaz Ortasında Ölüm, (Manatsu no Shi, 1953),<br />

Çev. Gökçin Taşkın<br />

Can Yayınları, Birinci Basım, 1985, İstanbul, 188s.<br />

Beni sarsan gerçekten öyküler mi, MiĢima‟dan hiç ummayıĢım mı, dokunaklı<br />

estetiği mi? Önce tüm öykülerin bir listesini yapmak istiyorum:<br />

Yaz Ortasında Ölüm<br />

Üç Milyon Yen<br />

Termos Şişeleri<br />

Şiga Tapınağı Rahibi ve Aşkı<br />

Yedi Köprü<br />

Vatanseverlik<br />

Onnagata<br />

İnci<br />

Kundak Bezi<br />

Öncelikle 1949‟u (Bir Maskenin İtirafları) 1953‟e bağlayan çizgiyi çekebilmem<br />

gerekiyor ve bu kesintisiz olmayacak kuĢkusuz. Geçen kısa sürede güçlü, köklü bir<br />

değiĢimden, baĢkalaĢımdan söz edebilir miyiz?<br />

202


Sonra öykülerin taĢıdıkları etki gücünü anlayabilmem gerek. Üstelik bunu<br />

MiĢima‟yla buluĢturmam. Hiç kolay değil. Ayrıca Japon ekinsel geleneğini yazarın<br />

kavrama ve içselleĢtirme biçimini (tarz), biçemindeki yankılanmasını eĢelemeliyim<br />

ama çok yakın (içeriden) tanıklık gerektirecek böyle bir konuda kimse benden ciddi<br />

bir Ģey ummasın. Birkaç soru belki. Görevi (misyon) MiĢima‟nın kiĢi olarak üstleniĢi<br />

de yazısının ipuçlarını taĢıyor, bunu herkes anlayabilir. Ama daha derinlerde, böyle<br />

bir görevin üstlenilmesinde yalınlıkla görkemin, tumturaklılığın söyleĢmesi (diyalog)<br />

de önemli.<br />

Ama okuduğum ikinci kitabından anlaĢılıyor ki ucu açık bir yazısı var ve<br />

beklenmedik manevralarla, çıkıĢ ve iniĢlerle dolu, engebeli bir arazide, zorlu bir<br />

okuma, yürüyüĢ olacak bu. Bir tek Ģey sevindirebilir beni. Bu serüven yeter ki<br />

MiĢima önyargılarımı yıkarak, kırarak ilerlesin. Acaba Dannunzio okuyabilseydim<br />

böyle bir serüveni yaĢatır mıydı bana?<br />

YazmıĢtım, Bir Maskenin İtirafları söylemsel (retorik) bir dayatmaydı.<br />

VaroluĢun varlıklaĢması sürecinde dile arzuyla tutuklu kılınmıĢ, maddeden (kadın)<br />

kurtarılmıĢ (azad edilmiĢ), az bulunur türden kapı çalıĢ, açıĢ, kırıĢtı. Yazar-anlatıcı,<br />

tüm çılgınlığı, Ģiddet eğilimi ve bir o denli masumiyeti içinde bir gösterge-beden<br />

üretiyordu kendisinden ve roman boyunca bu gösterge tüm görkemi, yaldızı,<br />

pırıltıları, üniformaları içerisinde yol alıyordu.<br />

Öykülere gelince, bu göstergelerin ayak izlerini aramak ilk iĢim olacaktı haliyle.<br />

Cesur, hoyrat bir dizi öyküyle beden, öykünün kısa yapısı içerisinde daha kesin<br />

çizgileriyle, daha yansıtıcı, daha kusursuz görünüverecekti. Eğer benim çizgem<br />

(grafik) tek bilinmeyenli bir fonksiyon olarak (ax+b=0) ilerleseydi. Öyle olmadı.<br />

Yanıldım, diyebilirim. Daha doğrusu, bu öykülerde beden daha giz(em)li, örtük,<br />

dolaylı. Yoksa bedenin arkasındaki üstanlatıcı tutkusu (arzu) usta okur için çok<br />

zorlanmadan ayrımsanabilir. Vatansever, aslında Bir Maskenin İtirafları‟nın uçlara<br />

taĢınmıĢ görsel Ģöleni olarak yorumlanmalı. Sanırım MiĢima bu görüntünün ardında<br />

geçirdi tüm gençliğini ve onun sözcükleri kullanmasına, tümceler, metinler<br />

kurmasına bakıp da yanılmamalı. Yaptığı, ergenlik döneminin o büyük, kutsal<br />

imgesini kendi varlığı (bedeni) üzerinden kurmak (tesis etmek). Ben de iĢte yazısı<br />

boyunca, artan bir çizgisel (lineer) fonksiyonla bu imgeyi geliĢtireceğini<br />

düĢünüyordum. Eril bedenin tapınç kültüne dönüĢtürülmesini de aĢan, neredeyse<br />

cinsiyetsiz bir inanma biçimiydi. MiĢima‟nın dünyası; imgeleri zorlayan, simgeye<br />

(sembol) ve onun kutsal(lığ)ına abanan, yaĢamın gerekçesini adanmıĢ yalvaçlıkla,<br />

yarılsın, deĢilsin, çizilsin, kanatılsın diye ortaya çıkarılan kusursuz bedenin kırımıyla<br />

oluĢt(urul)an bir dünya.<br />

Yaz Ortasında Ölüm bu tezimi belli ölçülerde doğrularken genelde yanlıĢladı.<br />

Beden, kumaĢın altında, sözün, izlenimlerin kuĢatmasında, tutkuyla bağı gözden<br />

kaçırılmıĢ olarak görünüyor, eğer görünüyorsa. Hatta yaĢamın birdenbire yerel,<br />

yatay duyguları, özellikle kadın üzerinden ve umulmadık biçimde öykünün ana<br />

izleğine dönüĢüyor. Bir okur yanılsaması da olabilir. Kimi öykülerde, öyle baskın ve<br />

buralı duygular sözkonusu ki bedeni, güzel ölü bedeni çağrıĢtıran tüm izler silinmiĢ,<br />

sanki yaĢamda MiĢima açısından güzel ölüden (beden) daha önemli bir Ģey<br />

olabilirmiĢ gibi. Çocukları ölen Tomoto Ikuta örneğin. Kadın MiĢima‟nın yazısına,<br />

oldukça kapsamlı, yaĢama daha yakın bir figür olarak giriyor iĢte. Bunu görüyoruz.<br />

Ve bizi ĢaĢırtan Ģey daha düne değin erillik üzerine yapılan vurgu. Yazarın bunu<br />

kasıtla, züppece yaptığı böylece kanıtlanıyor. Sonuçta kadını içeriden ve yerinden,<br />

yatay iliĢkiler ve ağ içerisinde deneyimlediğini biliyoruz MiĢima‟nın. Kendindeki diĢiyi<br />

çoğaltan bu etkinin aĢırı ve geleneksel eril yiğit, adanmıĢ, Ģehitle dengelenmesi,<br />

203


aĢılması kaçınılmazdı belki. Ama daha önce söylediğim gibi MiĢima‟nın sözüne<br />

inanmamak gerekiyor onu anlamak için.<br />

Kadının eĢsiz yaĢam örme becerisini ustalıkla, yetkinlikle veren bu öyküler<br />

sözlerimi doğruluyor. Vatansever‟de bile, hara-kiri yapan genç teğmen ġinji-<br />

Takeyama‟dan çok, güzel eĢi Reiko üzerinedir vurgu, kocasına söz vermiĢ,<br />

arkasından hançerlemiĢtir kendisini. Onun gözü, kafasıyla yaĢarız dehĢet verici<br />

olayı. İnci kadınlar arası evrensel ruh halinin eğlenceli öyküsüyken, Kundak Bezi,<br />

okuduğum çok az kitapta gördüğüm biçimde bir kadının ne olduğunu, ne<br />

olabileceğini ortaya koymaktaydı: ToĢiko yirmi yıl sonra henüz doğmamıĢ<br />

çocuğunun baĢına gelebilecek Ģey için tüm varlığını cesaretle ortaya atabilir.<br />

Bu bağlantıyı güç bela kurabildikten sonra, öykünün evrensel ve çağcıl<br />

(modern) boyutuna Ģöyle bir değinmek isterim. Kimono da giyseler çağdaĢ Japon<br />

kenti ve çekirdek aile öyküleri bunlar. Kadın ve erkekler Batılı kadınlar gibi<br />

davranıyor, tepki veriyor, sorun yaĢıyor, çözüm üretiyorlar. Yalnızlık, yenilgi izlekleri,<br />

trajedi duygusu (keder, acı, katharsis, günah, suç, inanç, aĢk, tutku, vb.) dünya<br />

okurunun yadırgamayacağı bağlamlar, bütünlükler içerisinde kurgulanıyor. MiĢima<br />

ve tüm bir 20.yüzyıl Japon yazını ve sanatçısı yerelle evrensel arasında bu ikilemi<br />

yaĢadı kanımca. Ama bizdeki gibi (Doğu/Batı) çöküntüye, travmaya yolaçtığını<br />

sanmıyorum bu sorgulamanın. Yerel, özgül koĢullar ve geçmiĢin geliĢi Japon<br />

aydınının çağdaĢlaĢma (modernleĢme) iĢlevini daha az bölünerek yerine getirmesini<br />

sağladı yanılmıyorsam. Dünyanın her yerinde bu öyküler çok yadırganmadan<br />

okunabilir. Günümüzün Murakami‟si uluslararasılaĢmanın büyük pazarlamacısı<br />

diyebiliriz, örneğin. Ama MiĢima tıpkı cinsiyet gibi, geleneği de keskin çift ağızlı<br />

bıçak gibi kullanmakta usta. Yüceltme eğilimiyle geleneği inanç ve uğruna ölümle<br />

özdeĢleyebilir, aĢkı uç sınırlarında mite bağlayabilir (Şiga Tapınağı Rahibi ve Aşkı,<br />

örneğin.)<br />

Yazarın gerçekten son noktasına değin egemen olduğu Batı (Avrupa)<br />

tekniklerine hemen her Ģeylerini borçlu bu öyküler. Kurgunun ana altlığını, yalın,<br />

gözlemci gerçekçiliğiyle anlatılmıĢ olaylı giriĢ ve arkasından daha uzunca bölümlerle<br />

olayın insanlar üzerinde (özellikle de kadınlar) bıraktığı izler, izlenimlerin gerçekten<br />

dantela gibi incelikle iĢli aktarımı oluĢturuyor. Tüm anlatı boyunca da çok güçlü bir<br />

görsel imge efekti kullanılıyor. Bu neredeyse öykünün içinden fıĢkırdığı sıkıĢtırılmıĢ<br />

madde iĢlevi görüyor. Hani, MiĢima‟nın ruh halinin, tüm öyküyü bu görsel imgeye<br />

harcama gösterisine bağlanabileceği bile söylenebilir ve yanlıĢ olmaz. Bir (ya da<br />

birkaç) film yaptığını biliyorum çünkü o bedenin (çarmıhtaki Ġsa), yazılması değil<br />

gösterilmesi gerek. Öyleyse göstermek için yazan biri MiĢima. Sinemacı gibi<br />

davranan bir yazar ya da yazarak sinema yapan biri.<br />

Ġlginç olan bedenin Ģimdi, burada olması için, gerekçelenmesi için<br />

parçalanmaktan, yok edilmekten baĢka seçeneğinin olmaması. Bunun varoluĢ<br />

felsefesiyle bağını, ilintisini varsa kurabilmek isterim. Çünkü bedeni nesneleĢtirip<br />

(yabancılaĢtırma demiyorum) öne çıkarmanın ve göstermenin aktörel (etik, ahlaki)<br />

gerekçesi yok ya da zayıf (yazar özelinde).<br />

Ne yazdım, ne dedim bilmiyorum. Doğrultmaya da kalkmayacağım.<br />

Beni sarsan neydi, sorusu yanıtını buldu mu, bulmadı mı, bunu da<br />

bilemiyorum. ġimdi yazacaklarım yalnızca bu kitapla ilgili okuma deneyimimin<br />

üçüncü boyutunu oluĢturacak. Hangi dilden kestiremiyorum ama yazımı uzatma<br />

cesaretini Gökçin TaĢkın çevirisinin verdiğini geçmeden belirteyim. Ne olduğunu<br />

bilmeden, anlamadan, metinlerde ortaya belki de çıkaramadan estetikten,<br />

güzelduyudan söz edeceğim. Sezgisel bilgi olacak bu.<br />

204


MiĢima yine hiç beklemediğim biçimde bana, örneğin Akutagava ya da<br />

Kavabata‟da pek de yaĢantılayamadığım estetik bir haz yaĢattı. Bunun yazının<br />

biçimiyle (biçimsel içeriğiyle kuĢkusuz bir ilgisi olabilir ama bir çeviri metin üzerinde<br />

konuĢuyoruz ve kaynak dilde metnin biçim, ses özelliklerini yazık ki bilmemiz zor)<br />

ilgisi bir yana öykü gövdesinin çatımı, baĢlangıç ve sonda içeriğin gücünü, dehĢetini<br />

hafifleten, yatıĢtırıcı belirsizlik, tüm öykünün asıl ama yazılmamıĢ, yazılmayacak<br />

öyküye giriĢ niteliği taĢırcasına duruĢu, yalın, ĢaĢırtmayan, düz anlatıcı (yazar) dili,<br />

görünü, renk imgelerindeki parlaklık, görsel tutku, geleneksel toplum mitlerimizi<br />

parçabölük edip ufalaması, kültürün temel, asal insanı silme yeteneği ve evrensel<br />

özdeĢlik imaları, tinbiliminin (ruhbilimi, psikoloji) Batı dünyasının ayrıcalığı<br />

olmadığının ortaya çıkarılması vb., bir dizi özellik estetik okur hazzı dediğim Ģeyin<br />

kaynağı sayılmalı. Tüm öyküsel anlatım (ifade) arkasında tanıma gelmez bir<br />

duygunun yer alması, durması ya da belirmesi deneyimli okuru özellikle<br />

etkileyebilecek bir Ģey.<br />

Tinbiliminin musallat edildiği metinlere kuĢkulu yaklaĢsam da MiĢima<br />

öykülerinde matematiksel bir müzikalite, tutarlı bir armoni var. Öyle bir içyazı<br />

dengesi ki, uçurum üzerinde gerili telde yürüyen usta ipcambazı öykü boyunca en<br />

ufak bir yalpalama yapmadan yürüyor gibidir. Olay akıĢının öne çıktığı anlatılarda<br />

bu dengeyi kurmak ve ince teknik hesaplamalar yapmak zor olmasa gerek.<br />

GeçmiĢte bunun anıtsal örnekleri çok. Klasik dediğimiz Ģey hemen hemen bu<br />

(denge). Ama izlenim ve (ussal da olsa) bilinçakıĢının böyle bir dengeye oturtulması<br />

ve kusursuz yapılandırılması (neredeyse) hiç kolay değildir. DüĢüncelerin, görünün<br />

akıĢı, dalgalanıĢı nerede baĢlayacak bitecektir? Ne zaman izlenim(lerin aktarımı)<br />

uzatılmamıĢ olacak, bıktırmayacak? Bunu anlatıcı-yazar nasıl hesaplayacak, karar<br />

verecektir? ĠĢte bu nedenle Batıdan edindiği tekniği güçlü bir altıncı duyuyla, seziyle<br />

olağanüstü bir bireĢime taĢımıĢ biri Yukio MiĢima. Hani çoğu kez doğuĢtan yetenek<br />

deyip geçiĢtirilen Ģeyin sahibi…<br />

Öyküsünün içsel gücünü, dinamiğini ve sarsıcı etkisini taĢıyan altyapının da<br />

aĢağı yukarı ne olduğunu anlatabilmiĢ olmayı umuyorum. Bu kısaca, eril<br />

kusursuzluk (beden imgesinde kristalleĢen) düĢünün, esnek ve patetik<br />

kadın(sal)lıkla kesiĢtiği arayüzle ilgili. Okuduğumuz öykü bu gerili davul yüzeyi, tenle<br />

yüzleĢme bir tür, arakesite tanıklık.<br />

Dirilten, uyaran, kıĢkırtan, olanağın (imkânın) eĢiğine getirip bırakan bir metin<br />

MiĢima‟nınki. Estetik hazzı(mı)n kaynağında bu var.<br />

Bir de sinema duygusu. O romanı, öyküyü yöneten biri. Bir kitap yönetmeni…<br />

Ġki ayrık türden (görsel sözcük, tümce) çarpıcı bir bireĢim (sentez). Özel bir<br />

okurluk deneyimi…<br />

***<br />

Ridley, Matt; Kızıl Kraliçe: Cinsellik ve İnsan Doğasının Evrimi,<br />

(The Red Quenn: Sex and the Evolution of Human Nature, 1993),<br />

Çev. Erhan Yücesoy<br />

Yapı Kredi Yayınları, Birinci Basım, Eylül 2012, İstanbul, 450s.<br />

Matt Ridley‟nin evrimin temel güçleri konusunda saydam ve sevimli<br />

sorgulaması kesin sonuçlar üretmese de öğretici, ufuk açıcı bir toparlama.<br />

Dayandığı zengin, güncel kaynak ve olgu yığını doğrusu tezlerini güçlendiren bitek<br />

bir vadi izlenimi veriyor. En hoĢ yanı ise kendi tezlerini de tartıĢmaya açık ve hazır<br />

tutması. HoĢ bir okumaydı.<br />

205


Varsayımı, „tipik bir insan doğası olduğu‟ (13) ve amacı da bunu açıklamak.<br />

PeĢine düĢtüğü soru Ģu: Her insan benzersizken öte yandan evrensel, türe özgü bir<br />

insan doğasından söz edilebilir mi? Ridley için sorunun yanıtı, iki insanın genlerini<br />

birbirine karıĢtıran cinsellik sürecinde yatıyor (22) “Daha basit ifade etmek gerekirse,<br />

üreme başarısını arttıracak herhangi bir şey, bu başarıya katkıda bulunmayan herhangi bir şey<br />

pahasına -varlığını sürdürmeye karşı bir tehdit oluştursa da- yayılacaktır.” (32)<br />

“Evrim bir amaç değil, sorun çözmeye yarayan bir araçtır,” derken 12‟den<br />

vuran yazar (Elbette bildik bir Ģeyden söz ediyor), ikinci bölümde bir gizde takılı<br />

kalır: Cinsellik türe hizmet eder ama bireyin pahasına. “Bireyler cinsel ilişkiden<br />

vazgeçerek süratle cinsel rakiplerine sayıca üstünlük sağlayabilir. Fakat bunu yapmazlar. Öyleyse<br />

hem birey hem de tür açısından cinsellik gizemli biçimde „masrafını çıkartıyor‟ olmalı. Ama nasıl?”<br />

(54) Ve ekliyor: “Geniş bir taraftar kitlesi olan ve cinselliği açıklayan kusursuz bir genetik kuram<br />

daha yoktur. Giderek artan sayıda evrim teorisi öğrencisi, cinsellik muammasının çözümünün<br />

genetikte değil ekolojide aranması gerektiğini söylüyor.” (68)<br />

Kızıl Kraliçe kuramına göre (Leigh Van Valen, 1973),cinsellliğin cansız<br />

dünyaya uyum sağlamakla ilgisi yok. Esas olan koĢullara daha iyi uymak değil,<br />

direnen düĢmana karĢı savaĢmak. (82)Yani parazitle (bakteri, virüs,vb.) ile konakçı<br />

arasındaki savaĢımdır evrimin kaynağı. Konakçı yeni savunma düzeneği<br />

geliĢtirebilirse soyunu sürdürebiliyor: “Görünen o ki cinsellik, parazitlere karşı savunmanın<br />

önemli bir parçasıdır. Ama nasıl?” (90) Cinsellikle farklı gen paylaĢımı parazitlere karĢı<br />

türü desteklemektedir (eĢeyli üremenin avantajı). “Cinsellik hastalıkla ilgilidir ve<br />

parazitlerden kaynaklanan tehditlere karşı mücadele etmek için kullanılmaktadır. Canlı varlıklar<br />

genlerini parazitlerin bir adım önünde tutabilmek için cinselliğe gereksinim duyarlar. Her şeye<br />

rağmen erkekler lüzumsuz değildir; erkekler –eğer bu bir teselli olacaksa- grip ya da çiçek virüsü<br />

sonucu çocuklarının yok olup gitmelerine karşı kadınların sigorta poliçesidir. Kadınlar yumurtalarına<br />

sperm katarlar, çünkü eğer bunu yapmazlarsa, ortaya çıkan bebekler genetik kilitlerini açan ilk<br />

parazite karşı aynı biçimde savunmasız kalacaklardır.” (109)<br />

Virüs gibi gen de (evrimsel seçime bağlı olarak) baĢka bir soya aktarılmak için,<br />

sahibini cinsel iliĢkiye girmeye zorlar (118) Ġki ebeveynin sitoplazmik genleri<br />

arasında çekiĢmeyi çözüme kavuĢturmak için icat edilen cinsellik, yavrunun yok<br />

edilmesini önleyen akılcı bir anlaĢmadır. Bu anlaĢmada tüm stioplazmik genler<br />

anneden gelir, babadan asla gelmez.<br />

KuĢkusuz eĢleĢecek genler seçici ve dikkatli davranmak zorundadır.<br />

BuluĢmanın (seks) türün sürekliliğini güvencelemesi gerekir. Bu seçime iliĢkin<br />

cinsiyetler arasında büyük bir dirimbilimsel yazının da kaynağıdır. Sayısız gözlem,<br />

sonuç… BeĢinci bölümle birlikte cinselliğin toplumsal boyutu öne çıkarılır Ridley‟ce.<br />

Çünkü amacı, bu davranıĢı iki kökeniyle seçikleĢtirmek, anlamaktı(r). Ġnsanların<br />

farklılıklarını değil ortak noktalarını öne çıkaran olgular (dilbilgisi, hiyerarĢi, aĢk,<br />

cinsel kıskançlık, bağlılık vb.) türümüze özgü eğitilebilir içgüdülerdir ve kuĢkusuz<br />

evrimin ürünüdürler. (211) “Evrime dair en doğal şey, bazı doğaların/yapıların diğerlerinin<br />

altında ezilmesidir. Evrim Ütopya‟ya götürmez. Evrim bir insan için en iyi olanın bir diğeri için en kötü<br />

olduğu ya da bir kadın için en iyi olanın, erkek için kötü olduğu bir diyara götürür. Ya biri ya da öteki<br />

„doğal olmayan‟ kadere mahkum edilecektir. Kızıl Kraliçe‟nin mesajının özü budur.” (218)<br />

TekeĢliliği, çokeĢliliği, boynuzlanmayı, ensesti dirimbilimsel, evrimsel, tarihsel,<br />

ekinsel olgularla kendi kuramsal varsayımına göre açıklamaya çalıĢan Ridley, bir<br />

noktada (5,6,7, vs. bölümler) alanları tehlikeli olabilecek biçimde iliĢkilendiriyor) akla<br />

uygun açıklamalarla zorlama yorumları biraraya getiriyor: Fakat insanlar koloniler halinde<br />

yaşayan tüm kuşların temel özelliğini paylaşır: Tekeşlilik, ya da en azından çiftler oluşturma ve yanı<br />

sıra çokeşlilikten ziyade zina. Soylu yabani, her iki tarafın da rıza gösterip hoşnut kaldığı, eşitlikli<br />

cinsel ilişkiye alabildiğine uzakta, boynuzlanma paranoyasıyla yaşarken komşusuna boynuz<br />

taktırmaya pek meraklıdır. İnsan cinselliğinin, bütün toplumlarda gizlice yapılması gereken mahrem<br />

şeylerin başında geldiğine şaşmamak gerekir. Aynısı bonobolar için geçerli değildir, ama birçok<br />

tekeşli kuş türü için geçerlidir. Kuşlarda yüksek gayri meşru yavru oranının şaşkınlık yaratmasının bir<br />

206


nedeni, pek az doğa bilimcinin iki kuş arasında zinaya tanıklık etmiş olmasıdır: Kuşlar bunu gözlerder<br />

uzak yapar.” (280) Erkek-avcı toplayıcı kuralı günümüze değin gelmiĢtir: güç elde<br />

etmek için çabala ve sana varis doğuracak kadınları ayartmak için bu gücü kullan,<br />

servet için çabala ve onu gayrı meĢru çocuklar doğuracak diğer adamların<br />

karılarıyla iliĢki kurmak için harca: “Zenginlik ve güç, kadınlara ulaşmanın, kadınlar ise genetik<br />

ebediyete ulaşmanın araçlarıdır.” (290) Günümüz kadını için ise mesele: Çocukların için<br />

yiyecek ve bakım sağlayacak bir koca elde etmeye bak; bu çocukların birinci sınıf<br />

genlere sahip olmasını sağlayacak bir aĢık bul. Eğer kadın çok Ģanslı ise bu<br />

adamların her ikisi de aynı kiĢi olacaktır. (290)<br />

Zihnin cinsiyetine sekizinci bölümde giren Matt Ridley, normal beynin<br />

erkekleĢtirilmediği sürece diĢi olduğunu, dolayısıyla erkekle kadın arasındaki<br />

farklılıklara testosteron hormonuna tepki veren genlerin yol açtığını söylüyor. (303)<br />

Sözkonusu hormonun erkek/kadın rollerinde etkisini ilk kez bu ayrıntısıyla öğrenmiĢ<br />

oldum. Feministlerin çeliĢkisine bu bağlamda iĢaret eden yazar, “Eğer kadınların<br />

kişilikleri farklıysa, bazı işleri erkeklerden daha iyi yapacakları, bazılarında da erkeklere kıyasla daha<br />

başarısız olacakları muhtemel değil midir? İşimize geldiği vakit farklılıklardan medet umup işimize<br />

gelmediğinde de onları inkâr edemeyiz.” (311) Örneğin, politika sanılanın (dıĢlanma)<br />

tersine, tümüyle statü elde etmeye dayalı ve birçok kadın için olumsuz/kötümser<br />

yaklaĢtığı bir ihtirastır: “Cinsiyet eşitliğine inanmak adilanedir. Cinsel kimliğe inanmak<br />

yapılabilecek en tuhaf ve en gayri feminist şeydir.” (314) Sonuçta cinsel toplumsal davranıĢı<br />

açıklayan: “İnsanlar, „olmak‟ kelimesinin „gerekmek‟ kelimesinden farklı olduğunu kolayca<br />

unuturlar. Eğer erkeklerin ve kadınların zihinlerindeki cinsiyet farklılıklarını tedbir alarak dengelemeye<br />

çalışırsak, doğaya aykırı hareket etmiş oluruz, ama cinayet yasadışı ilan etmemizden daha öte bir<br />

aykırılık söz konusu değildir. Fakat, bir kimliği keşfettiğimizi değil bir farklılığı dengelediğimizi açıkça<br />

ortaya koymalıyız. Bu ikisinin aynı olduğuna dair hüsnükuruntu salt bir propaganda olmaktan öteye<br />

gitmez ve ne erkek ne de kadın cinsine ayrıcalık sağlamaz.” (329)<br />

Freud‟un açıklamalarını yetersiz buluyor yazar (bence de), örneğin ensest<br />

açıklamasını. Soruyor: Öyleyse tabular neden vardır? (338) Tabular, Claude Levi-<br />

Strauss‟un kanıtladığı gibi ensestle değil, güçle ilgilidir. Dokuzuncu bölüm fiziksel<br />

güzellik ve kiĢilik ve modanın cinsel rolüne odaklanır.<br />

Aradan sıyrılan insansı ile ilgili kültürün geriden ürettiği bir dizi söylenceyi<br />

eleĢtirdiği onuncu bölümde ele alınan söylenceler arasında, öğrenme, yetiĢmenin<br />

ille de doğa karĢıtı olduğu, alet yapan insan, vb. var ve insan beyni için, “Bedeli<br />

neredeyse cinsellik kadar yüksek bir icattır. Bu da beynin avantajının en az cinsellik kadar dolaysız<br />

ve büyük olması gerektiğine işaret eder,” (387) diyor. Zekâ pahalı bir lüks olamaz elbette.<br />

Aslında türümüzün diğerlerinin zihinlerinden geçenlere taktığı konusunda ısrarlı<br />

(Dedikodunun etkisi.) “Dolayısıyla aldatma, bilinçaltının icat edilmesinin nedenidir.” (398)<br />

Açmaz nedir, dersek: “Bu kitaba, neden tüm insanlar bu denli benzer ama aynı zamanda bu<br />

denli farklıdır diye sorarak ve cevabın da cinselliğin eşsiz simyasında yattığını ileri sürerek başladım.<br />

Cinsel/eşeyli üremenin, hastalıklarla giriştiği sonu gelmez satranç turnuvasının ürettiği genetik<br />

çeşitlilikten ötürü, birey kendine özgüdür. Bu çeşitliliğin, insanoğlunun hemcinslerinin gen havuzunda<br />

sürekli karıştırılmasından dolayı da birey benzeş türlerin bir mensubudur. Ve kitabı cinselliğin en<br />

tuhaf sonuçlarından biriyle bitirdim: Ortada zekânın, maharetin, yaratıcılığın ve bireyselliğin diğer<br />

insanları cezbediyor olmasından başka bir sebep yokken, insanların eş seçimindeki titizliğinin insan<br />

zihnini çılgınca genişleten bir sürece sürüklemesi. Bu, insanlığın gayesine dinsel bir bakış açısı<br />

kadar ulvi olmasa da özgürleştirici bir açıdan bakmaktır. Farklı olun.” (408)<br />

***<br />

Cemali, Sibel; Sabahın Ucu,<br />

E Yayınları, Birinci Basım, Kasım 2011, İstanbul, 117s.<br />

YaĢam köklerine, kaynaklarına, çocukluk coğrafyasına bağlı görünen yazarın<br />

bu ilk kitabı…<br />

207


Minör gamda sürüklenen bir yazı ve bunu, yazarın ardına düĢtüğü içeriklerden<br />

bağımsız olarak söylüyorum.<br />

KarmaĢık, hele günümüzde yaygın, geçerli ve parlak sirk gösterilerini andırır<br />

dil ataklarıyla ya da çarpıcı içeriklerle bezeli anlatıların yumrukları altında iyice<br />

sersemlemiĢken bu türden amatör heyecanı da taĢıyan, kotarılmıĢ güvenlik adaları<br />

yatıĢtırıcı oluyor benim için.<br />

Klasiğin, dengenin ne olduğunu yalnızca klasikleri okuyarak<br />

öğrenemeyeceğimiz açık. Elbette, sağaltım (terapi) amaçlı okuma değildir derdimiz<br />

ya da bir kez daha yatıĢtırılmak. Belki de, aĢırılığın ancak özümsenmiĢ klasik<br />

duygusuyla kabul edilebileceğini, bu (yine klasik) evrensel dersi, kendimize bir kez<br />

daha anımsatmamı yersiz bulacaktır varsa bu satırları okuyan biri. Ama öğrendiğimi<br />

sandığım Ģeylerden biri de bu olsa gerek. Dilini gemlememiĢ, atıyla rahvan<br />

yürümemiĢ biri dörtnalı, eğersiz gemsiz, üzengisiz koĢuyu, köpüğü denemesin.<br />

Değil mi?<br />

Konuyu dağıtma pahasına kitabın verdiği bir duyguyu anlamaya ve anlatmaya<br />

çalıĢıyorum. Yazar belli ki yazıya içtenlikle ve inanılmaz bir iç(sel)dürtüyle saygı<br />

duyan, bağlı biri. Ġç(sel)dürtü yerine belki içgörü sözcüğünü kullanmalıydım. Kendini<br />

yazının, yazmanın öğrencisi olarak bağladığı açık... Hatta yazısını altında bir dil<br />

kaygısı onu kesintisiz denetlemiĢ, yanlıĢ yapma tasasını gidermek için bekçilik<br />

yapmıĢ. Bunu anlamak zor değil. Kitap boyunca okur (olarak ben) Ģu izlenimi<br />

taĢıyor(um): Sibel Cemali, yazınsal ataklardan, deneysel arayışlardan, okur nabzı<br />

tutan moda kurgulardan bile vazgeçmiş yanlışsız, kusursuz biçim, dil arayışı<br />

uğruna. Bir öğrenci gibi önceliği klasik doğruya vermiş, bedenin taşınabilmesi için<br />

iskeletin zorunluluğu düşüncesine özen göstermiş… Bu iyi bir baĢlangıç noktası<br />

olabilir. Gelecek vaadidir hem. Belki Ģu sorulabilir? Her kezinde yeniden mi<br />

keĢfetmeliyiz (ABD‟yi)? Burada ardzamanlılıkla eĢzamanlılık arasına<br />

sıkıĢ(tırıl)abilecek bir hakikatten söz etmek doğru olur mu bilmem? Her insan,<br />

neredeyse dir/im/gelem/sel olarak türünün evrimini anne karnından baĢlıyarak<br />

yansılar. Evrim şimdi ve burada türün tek bireyi üzerinden geçer.<br />

Öte yandan geçmiĢin izlenimci anlatı yordamlarını yine çalıĢkan, dürüst ve<br />

yaratıcı bir öğrenci olarak yorumluyor yazar. (Evet, alçakgönüllüce, savsızca,<br />

sessizce…) Öğrencilik metnin önüne çıkıyor, ilk elde görünmez bir tedirginlik satırlar<br />

boyunca okuyana da bulaĢıyor. Okur da yazarla birlikte yürürken takılmamak,<br />

tökezlememek, düĢüp kalmamak için bayağı özenli bir çaba harcıyor.<br />

KarĢımda yalnızca desteklenmesi gereken bir metin görüyorum kuĢkusuz.<br />

Desteklenmesi gereken, yaĢamı yazıya gerek duymuĢ bir yazma tutkusu taĢıyan<br />

yazar-insanı görüyorum ve aslında söylemek istediğim Ģey Ģu: Tutku(nuz),<br />

yazı(nız)dan önemli, büyük olabilir. Ve ekliyorum, bu benim yaptığımca kolayından<br />

söylenemez ayrıca ve söyleyebildiğim için kendimi kınıyorum.<br />

ġimdi bir baĢka gözlemimi aktaracağım. Anı kavramı ve bunun Sabahın<br />

Ucu‟ndaki yeri… Tabii benden büyük kavrayıĢlar, yorumlar beklenmemeli. Yalnızca<br />

beni çok sarsmıĢ olan iki yapıta gönderme yapacağım, anıĢtırdığı için, yoksa<br />

benzeĢtiği, çakıĢtığı, eĢleĢtiği için değil. Ġlki Proust. Daha neler, demeyin lütfen<br />

Sevgili Okur. Onu söylüyor değilim. ÇıkıĢ noktasında bir benzerliği imlemek, bir<br />

an(ı)dan tüm yaĢamı ve yazıyı üretmek konusunda giriĢimi, tasarısını dile getirmek,<br />

derdim. O, bisküvi ya da kek dilimi, bir fincan sıcak çay (mıydı?..) Bisküvi çaya<br />

batırılır, sonra ağız boĢluğunda eriyip dağılırken, koca yapıt gelir. Oysa yazarımızın<br />

(Sibel Cemali) anı dediği Ģeyin bununla ilgisi yok. O (saltık) yokluktan yapıt (sanat)<br />

çıkarmak değil, bir insandan ve onun deneyimlerinden geçmiĢi kazanmak, bugünü o<br />

anı üzerinden yaĢantılamak istiyor. GeçmiĢ hâlâ sıcak ve anlatıcını içinde, yazarla<br />

208


irlikte belli ki yürüyor. Öyle bir geçmiĢ ki bir koza, bir akvaryum, artık olanaksız<br />

ama canlı, bir yandan süren bir Ģey, bugünün altı, her Ģeyi, öyle bir geçmiĢ… Tüm<br />

bunlar kaldırıp beni Angelopoulos‟a sürüklüyor. Özellikle de Sonsuzluk ve Bir<br />

Gün‟e (1998)…<br />

Orada, ölümcül hastalığa yakalanmıĢ yazar (Alexander), geçmiĢine yolculuk<br />

yapıyor ve iki sahneyi unutamıyorum. Çocukluğunun yazlığında verandadan denize<br />

doğru baktığında, denizdeki geçmiĢin sevinçli kalabalığı arasında, gencecik<br />

annesini görüp Ģen kahkahalarını duyar. Diğer sahnede ise, danslı bir partide dans<br />

eden genç annesini yaĢlı ve hasta bir adam olarak, aradan geçmiĢ yıllara ve yitip<br />

giden onca bakıĢa, sese, eyleyiĢe rağmen, kendisiyle dansa davet eder. Ġki zaman,<br />

iki özlem, aĢılmaz gibi görünen uçurum üzerinden buluĢur, hüzünlere bular<br />

dünyamızı. Sabahın Ucu‟nda, belki imge fiziğine (somutuna) bağlı olarak bu<br />

yoğunlukta ve varoluĢsal (ontolojik) içerikle beliriyor olmasa da… (Çünkü öykülerde<br />

zamansallık, daha doğrusu tarihsellik ağır basıyor ve anlam bugünden geçmiĢe<br />

doğru kurulup yapılanıyor).<br />

Böylece, bir ilk kitabı okuduğumu, anladığımı, değerlendirebildiğimi artık<br />

düĢünmezsiniz, değil mi?<br />

Tabii, anısal anlatımı değiĢik tekniklerle devreye sokan gelişim anlatılarıyla<br />

benzerlik de yüzeyseldir. Hesse‟vari (diyelim) karakterin sınavdan geçirildiği ve<br />

olgunlaĢtığı türden bir geliĢim anlatısı değil Sabahın Ucu. Yazarın böyle bir amacı<br />

yok. Tanıklığını zamana yayıyor. Birçok usta (yerli/yabancı), zamansal geçiĢleri<br />

kusursuzca yansıtmıĢtır. Sibel Cemali anlamak isteyecek olana bir yer (zaman)<br />

iĢaret ediyor. O geçmiş orada ama burada, içimde, der gibi. Böylesi bir bağlamda,<br />

anlatıcının konumu yer yer sıkıntı yaratabilir elbette… Önemli mi? Hayır ya da bir<br />

yere değin.<br />

Ġzlenimcilik buradan kaynaklanıyor. Yazı yazılanı yazarın kılıp kiĢiselleĢtiriyor.<br />

Yine mayınlı, pusulu bir alan bu… Okur özgünlük arar görünür ama bir sınıra<br />

değin… KiĢisel(leĢtirilmiĢ) yazı jesti kimi okuru ürkütebilir. Bu sınırı dengelemek için<br />

öyküler, kiĢiyi yerle (ada), ötekiyle (azınlık) geniĢletiyor. Yine de bu büyümeden<br />

kiĢisellik, yerellik yükseliyor. KapatılmıĢlık, belleğe gömülmüĢlük izlenimleri,<br />

meraksız okuru çök özel olabilecek bu deneyimde hazırlıksız yakalayabilir. Elbette<br />

kimi öyküler genel izleklere, toplumsal yaraya değgin ama bunlar daha güçlü<br />

öyküler değil (kanımca). Yalnızca anlatıcı-yazar olarak, yazarın toplumsal<br />

duyarlığının düzeyinin duygulandırıcı kanıtı olarak önemliler. Adanın, adanın<br />

zamanının, o zamanın biricik insanının evrensel bir anlatısı olabileceğini biliriz. Her<br />

Ģey, yani tüm bir evren oradan, o anın üzerinden de akar. Ġnsan neyi anlatsa, içinde<br />

taĢıdığı dünya dökülür kağıda.<br />

209


Ġzlenimci anlatıların, bilinçaltı kesintiler ve bunu yansıtma güçlüklerine bağlı<br />

olarak kopuk kopuk, bütünlükten yer yer yoksun göründüğü olur. Algı da kesintilidir<br />

zaten. Us boĢlukları tümler. Anlatı yaĢantıdan böyle ayrıĢır ve imge aralıktan doğar<br />

yani bu kaymadan, değiĢme(ce)den. Yani diyebiliriz ki (yanılıyor da olabilirim)<br />

gerçekte insanın bütün anlatısı izlenimseldir. Gerisi derecelendirmeyle ilgili… Yine<br />

de sanat yapıtını insanlar için çekici, vazgeçilmez kılan Ģey, bir yanılsamaya da<br />

bağlı olsa, yerindelik, yetkinlik, tamamlanmıĢlık duygusu taĢı(r)ması. Yani bütünü<br />

amaçlamıĢ görünme, yani kurgu. Ġzlenimciliğin handikapı olsa olsa budur. Bundan<br />

vazgeçiyor oluĢta (ilginç biçimde diplerde bir aĢırı gerçek-çilik kaygısı) günün<br />

çağcılardı (postmodern) oyun(bazlık)larına uzanan bir gerekçe var. Her algının<br />

kendine özgü izlenimi varsa, bir izlenimi diğerinden anlamlı ya da anlamsız kılacak<br />

bir dayanağımız yok demektir.<br />

Çok uzattığımın ayrımındayım. Daha çoğuna gerek de yok aslında.<br />

Sevgili Alin‟de sözcük kusma değiĢmecesindeki (metafor) özgünlük (ama<br />

öykü nedense bu yaratıcı buluĢa çok da bağlı kalmıyor), Eva‟nın Neşesi‟ndeki;<br />

“Akşamdan geceye geçilen o sessiz saatlerde mumlardan güllere, zambaklara<br />

düşen sihirli yalımların ortasında, masanın iki ucundaki iki gölgeye bakardım.<br />

Çevrelerinde oynaşan şekilleri, gölgeleri izlerdim. Bazen aralarında ince bir bağ<br />

görürdüm. O tüy gibi sözler, anlamlı suskular o görünmez bağa tutunur bir uçtan bir<br />

uca gidip gelirdi. Yalnız sözler, bakışlar mı? Eva da öyle. İri bedeniyle yerinden<br />

kalkar, tam kocasının karşısına gelir, üzerine eğilerek uzun uzun öperdi onu.” (20)<br />

tümcelerindeki duygu yetiyor bana.<br />

Bunları yazarken belleğime takılan üç ad ve yapıtı anımsatmadan<br />

geçemeyeceğim: Federico Fellini (Amarcord, 1973), Woody Allen (Radyo Günleri,<br />

1987), Giuseppe Tornatore (Cennet Sineması, 1988).<br />

***<br />

Nazım (Sayın), Yusuf (Yakup); Kızak,<br />

Evrensel Yayınları, Birinci Basım, Ağustos 2012, İstanbul, 127s.<br />

Onunla bir kez görüĢtüm, tanıĢtım ve aramızda sözcüklerin zamansızlıktan<br />

ötürü yetemediği içten bir dostluk yeĢerebildi. Sözünü ettiğim Kızak‟ın yazarı Yakup<br />

Sayın. Birikimli, içi yangın yeri, tüm insanlığa kardeĢ bu yürek, onu tanıyanı<br />

onurlandırıyor daha iĢin en baĢında. Heyecanlandırıyor da. Ġçinde yerinde<br />

duramayan dirimcil ve bulaĢıcı bir kıpırtı, uçsuz bucaksız ovalara, dağlara, maden<br />

ocaklarına, düĢlere, ütopyalara taĢıyor insanı. Sert ırası, onca darbeyle yara almıĢ,<br />

ala ala kayalaĢmıĢ bir kiĢisel zamanı imliyor. Sertlik sevecenlikle bir araya gelirmiĢ<br />

meğer demekten alıkoyamıyor insan kendini. Kaya katılığı ipek yumuĢaklığıyla<br />

buluĢmuĢ onda. Bendeki ilk izlenim buydu.<br />

Demek öfkelenen, demek tüm gücüyle isteyen, demek baĢkaldıran biri<br />

olabilir(miĢ) ve orada o. Tasarıları var, düĢleri, toprağın kokusu, yamacın seli,<br />

yaĢamını yoksullara harcamıĢ genç bedenin kızıl kıyamet seğiriĢi, tuzun tadı,<br />

ilkyazın delirmiĢ sevinciyle harman(lanmıĢ)…<br />

Elini kim tuta(bili)r? Kalemse kalem, türküyse türkü… Öyle buralı ki, burayı<br />

yazmasa, anlatmasa olmazdı zaten.<br />

Bir ara toplumsal gerçekçilik (sosyalist realizm) ve onun iradeci uzantısı,<br />

devrimci coĢum(culuk) vardı sıkça sözü geçen ve fena halde eleĢtirilen. Lukacs kötü<br />

giydirmiĢti. Böyle bir Ģeyle bugün karĢılaĢmayı kim umar, beklerdi ki… Ancak 24<br />

ayar kıratta bir yürek, saf ve inançlı bir umut insanı yazardı böylesi öyküleri. Öyleyse<br />

sınıfın (emekçi sınıfların) öykülenmesine evet diyebiliriz, değil mi? Geriye doğru çok<br />

210


da örneğini bulamayız hem. ĠĢlenmiĢ, geliĢtirilmiĢ damar, ülkemiz yazınında, yazık<br />

ki bu olmadı. Kırkların gerçekçi kuĢağı birĢeyler yapmaya çalıĢtı ama 50 dalgası<br />

sildi süpürdü bu giriĢimi, ta ki Ģu köy coĢumcu gerçekçiliğine değin. 80 sonrası ise<br />

bir utanç çağı.<br />

Derdim ne? Bu duygunun duruluğundan, gözü pek inanmıĢlığından etkilenmiĢ<br />

olsam da yazı yine de baĢka bir Ģey değil mi? Her Ģeyi unutmaya hakkım var mı?<br />

Neredeyse doğalcı (natüralist) gerçekçiliğe yakın duran yazı iĢçiliği, anlatıcı<br />

konumu ve yorumunun öyküye bunca egemenliği, umuda iyimser ve çoğu kez<br />

yersiz, dıĢarıdan vurgu, çeliĢkiye düĢünsel kökenli gönderme ve imgeyi güdümleme<br />

biçimi, temelde, dipte süren çatıĢma, kavga, savaĢım mantığı ama öte yandan öykü<br />

dünyalarının sağlamlığı, tutarlılığı, bireyi toplumsallığı içinde yansıtma gücü,<br />

becerisi vb., yazarın yazı konusundaki yaklaĢımını ortaya çıkarıyor. (Yani modası<br />

geçmiĢ bunca Ģey…) BaĢarıyla ve geleneksel öykü kurgusuna sıkı sıkıya bağlı<br />

(Yazar dil ve içerik oyunlarıyla okuru yanıltmak, en ufak yanlıĢ anlamaya yol<br />

açabilecek bir yalpalamaya izin vermekten özenle sakınıyor.), ĢaĢırtmayan,<br />

değiĢmecelerin temsil düzeni ve biçimiyle ilgili hiçbir sıkıntısı, derdi olmayan, sanki<br />

yapılarıyla bir kalıptan çıkmıĢ öykülerin arkasında benim aradığım ve bulduğumu<br />

sandığım Ģey, anlatıcı yazarın yürekten bağlılığını ilân ettiği kutsal denebilecek<br />

amacı… Kutup yıldızı gibi, derdi günü kuzeyi göstermek. Bu özveri, bu adanma<br />

gerçekten duygulandırıyor beni, yazıdan da önce insan, diyorum, gözlerim yaĢardı<br />

yaĢaracak, yazıdan da önce…<br />

Her Ģey o kadar doğru duruyor ki insan ister istemez her Ģeyin bir o denli<br />

yanlıĢ olduğunu düĢünüyor. Bazen bize en çok gereken Ģey yanlıĢ-lık, kusur olabilir.<br />

Bilmez değilim.<br />

***<br />

Türker, Sibel K. ; Hayatı Sevme Hastalığı (2012),<br />

Can Yayınları, Birinci Basım, Haziran 2012, İstanbul, 236s.<br />

***<br />

BaĢından sorayım. Yazar, bu romanı niye yazdı? Asla sorulmayacak,<br />

sorulmaması gereken bir soru. O zaman soruyorum: Yazar niye yazdı bu romanı?<br />

Hani, benim için tuzak; bir kısa devreyle, soruyu, bir kitap (roman) niçin yazılır‟a<br />

dönüĢtürmek olurdu ki hafazanallah, kendimi yadsımıĢ olurdum. Bir kitabın yazılma<br />

nedeni olmaz ama var(dır), ben bu kitaptan söz ediyorum: Hayatı Sevme Hastalığı.<br />

Neredeyse 200‟ü aĢkın sayfa boyunca bir yandan da kafamda bu soruyu<br />

biçimledim. Hume‟dan beri nedenselciliğin cılkı çıkarıldı, biliyorum. Schiller, Kant‟tan<br />

beri sanatın nedensizliği az tartıĢılmadı. Bende sanatı baĢka büyük insan<br />

etkinliklerinden (örneğin bilim, üretim, tarım, vb.) ayıranın nedenin üzerinden<br />

atlayan, sıçrayan yanı olduğunu düĢündüm genellikle. Ama bu nedensel sorgulama<br />

yapmadığı anlamına da gelmedi bende.<br />

YanlıĢ anlaĢılmasın, yazarın (yani Sibel K. Türker adlı kiĢinin bu romanı<br />

yazmak için kuĢkum yok derin nedenleri, dayanakları, sızıları vardır. Ama benim<br />

sorum bununla ilgili değil, Sibel K. Türker okurluğuyla ilgili.<br />

“Son karede taşı unutan” Sibel K. Türker‟in ödüllü Ağula‟sını (2006) 2008‟de<br />

okumuĢ ve oldukça da beğenmiĢtim. (Bkz. 2008 Okuma Notları‟m.)Kendi<br />

yazıcılığını bile otopsi masasına yatıran bir yazar haliyle ilgimi çekerdi ve yüzleĢme<br />

cesareti gösterebileni. Ama Ģunu atlamıĢtım. Cesaretin her türü, biçimi doğru mu?<br />

Cesaret cesaret olduğu için haklı mı? Bizi çağcılardı düĢünceden ayıran nokta tam<br />

da bu. YanlıĢımı Ģimdi görüyorum. BaĢkasının cesaret atakları kıskançlıkla karıĢık<br />

211


hoĢumuza gider. Unutuveririz cesaret tümleyicilerini ve onlarsız bir boka<br />

yaramayacağını, bilinç bulandıracağını en çoğu. Cesaret bizi kıyılarda dolaĢtırabilir,<br />

ip üzerinde ölümüne koĢturabilir ve olsa olsa bizden bir kült, mitos yaratır. (Off,<br />

James Dean, hem ondan çok da iyi bir oyuncu çıkardı.)<br />

Sibel K. Türker cesareti az buz bir cesaret değil. Daha dört ya da beĢinci<br />

kitabında kitabını çocuğu gibi almıĢ da kucağına (Haksız mı?) nasıl da canla baĢla,<br />

canhıraĢ savunuyor. Ġyi yap(m)ıyor. ÇeliĢki içindeyim. Radikal Kitap‟ta üzerine<br />

gelenlere vermiĢ yanıtını (22 haziran 2012): “…Edebiyat daha mistik, daha kapsamlı bir<br />

bakışın ürünüdür, dönemler gelip geçer, fikirler ve ideolojiler değişir, zaman hepimizin<br />

üzerini toprak yığınlarıyla örterek eser gider.” Bunları okuyunca, eyvah, dedim, içim<br />

acıdı, bir ter bastı beni. Hayır, bırakalım kitap konuĢsun Sevgili Yazar, Sayın Türker,<br />

bırakalım kitabımız konuĢsun. Okur deneyimim anımsatıyor ki, yazarının konuĢması<br />

her zaman kitabının konuĢmasından kötüdür (Kendi hakkında, diye eklesem iyi mi<br />

olur acaba, düĢünmeliyim.). Ġlginç değil mi? Yazar, yazdığından geridir, üstelik bir<br />

fazlası, insan bedeni ve tini varken. Belki de yazgının karaĢın yergisi budur yazın<br />

dünyasında.<br />

Ġçeriğe bakacak değilim. Dil oyunlarıyla da oyalanacak. Mavi kazak imgesi<br />

yeterdi daha çoğunu da kotarmak için. Zaten roman; bu kopuk, hiçbir Ģeysizlik<br />

üzerine nasılsa oturmuĢ, temelsiz yapı, çıkmaza saplandıkça ġükran anne ve mavi<br />

kazağın ipine iyiden sarı(lı)yor. Herkesin var(dır) bir öyküsü. Hem ne eĢsiz, biricik,<br />

parmak ısı(r)ttıracak türden… Çoğunluk satamaz ama bir azınlık var, bokunda<br />

boncuk, ne yapsa bırakın parmağı insana kendi kolunu yedirir, hem de ne olup<br />

bittiğini anlayamadan. ĠĢin baĢında bir yazara haksızlık yapmak değil derdim. Ama<br />

bu romanının yerini kendi anlamazsa yazısı tıkanabilir, oysa ince, eleĢtirel<br />

gülmecesine yazı borsasında yatırım yapacak denli umutlanmıĢtım Ağula‟yla.<br />

Bakıyorum, Cumhuriyet Kitap‟ta vb., kimdi anımsamıyorum, güzel güzel<br />

yazmıĢ, olaydan vb. söz etmiĢ, bir de güzel özetlemiĢ, neredeyse gülme krizi<br />

eĢiğine geldim geliyorum derken… Bu roman iĢte rastgele, dünyanın çekimine<br />

kapılmıĢ bir göktaĢı gibi, yörünge sorunu çıkaracak ya da yeryüzü yaĢayanlarını bir<br />

biçimde ırgalayacak gibi görünmüyor. Sayısız da ikizi var ortalıkta.<br />

Hayır, Sayın Türker, biz kafamızdaki nedenselci zincire oturtmaya, kitabınıza<br />

bir açıklama bulmaya çalıĢmıyoruz. Bir kitabın içine almadıklarına neler borçlu<br />

olduğunu çok iyi biliyoruz. Parmak Ay‟ı gösterirken parmağa takılmak ya da kuĢa<br />

bak, kuĢa, dalgasına tutulmak, daha budalalaĢmak istemiyoruz. Sizin öykünüz sizin<br />

öykünüzdür. Helâl olsun! Ama tümümüzün, insanoğlunun öyküsü olması için tüm<br />

insanoğlunu içine alıp sarmalayan bir ayrıntıyı, bir im(ge)yi doğrudan ya da dolaylı<br />

olarak barındırması gerekir içinde. Yoksa hepimizin olmaz, olmadığı zaman da<br />

darılmamalı, kızmamalısınız. Bu yüzden daha az değerli değilsiniz. Hiç değilse<br />

herkes kadar değerli, önemlisiniz. ĠĢte Ģu mavi kazak imgesini yazdıkça tüketmiĢ,<br />

boĢlukta ipe mandallamıĢ, bu imgeyi bağlamsız bırakmıĢsınız. Hayır hayır, sanatçı<br />

boĢluk dolduran kiĢi değildir, ama imgelerarası boĢlukları öyle düzenler ki, bu<br />

boĢluklardan gelen evrensel sesi, ezgiyi duyarız beklenmedik biçimde. Oysa sizin<br />

nesneleriniz (Ayda, NeĢe, Ali Kerim miydi vb.) roman boyunca yalnızca geyik<br />

yapıyorlar ve siz bize bir geyik muhabbeti dayatıyor, sık sık, neredeyse her formada<br />

ipin ucunu kaçırıyorsunuz. Ben biliyorum ya da seziyorum ki hafife alınmayacak bir<br />

iç ağrınız var bizler gibi ve büyük bir yazma imkânı gibi duruyorsunuz bulunduğunuz<br />

yerde. Ama size bunu (Hayatı Sevme Hastalığı) yazdıran güce dikkatinizi çekmeyi<br />

okur görevi sayıyorum. Siz örtüyor, kaydırıyor, hakikati (ki saltık hakikatten söz<br />

etmiyorum, ona daha yakınlaĢmak derdim) böylece zedeliyorsunuz.<br />

212


Yazar, savlı ya da siyasal sanattan gına geldi, demeye getirmiĢ. Zaten bu<br />

roman da bir kanıt gibi getirildi önümüze. Diyeceğim, bir yazar kendisine haksızlık<br />

yapar mı? ĠĢte böyle yapar. KeĢke kendi kiĢisel bağlamının ötesinde bir toplumun,<br />

bir ülkenin, bir dünyanın kederiyle ve kaderiyle de ilintilendirseydi öyküsünü. O<br />

zaman anlayacaktı ki ondan beklenen bize iyiyi, güzeli ya da doğruyu göstermesi,<br />

savsöz üretmesi değil ve bu hiç olmadı. KiĢisel alan, yalnız bize ait olan böyle<br />

savunulmaz. Bunu ayıplayan bir kuĢağız ondan mı bilmem. Ġnsanlara vurulacak<br />

nitelikler atayıp onlara vurmaktan da bize gına geldi.<br />

GiriĢte bir iki sayfada dil sorunlarıyla ürkmüĢ bir okur olarak hiç değilse bu<br />

açıdan giderek rahatladım ama arkasından anlatı, imge, çağcılardı tekniklerle<br />

hafakanlar basmakta gecikmedi. Eğer bu dağınık, kopmuĢ, yitirmiĢ bir bilinçaltının<br />

çırpınıĢları ise ortaya çıkan varlık bunu en düĢük düzeyde bile temsil edemiyor.<br />

Parçalar yanlıĢ ve iliĢkisizce yanyana geliyor ve durup da çağcılardı bir sanatsal<br />

tutumu (mümkün mü?) savunacak değilim. Yazara haksızlık olmaz mı?<br />

***<br />

Yıldız, Bekir; Kaçakcı Şahan (1970),<br />

Everest Yayınları, Birinci Basım, Temmuz 2012, İstanbul, 79s.<br />

AĢağı yukarı iki yılda (1968-70) Bekir Yıldız‟ın yazarlık serüvenindeki geliĢim,<br />

sıçrama gerçekten bir tansık gibi. Neredeyse öykü ya da metin tüm uzantılarında,<br />

boyutlarında eĢbiçimli/eĢözellikli (homojen) ve yoğunluk yitirmiyor. Gerilim çok yalın<br />

ve tartıĢmasız bir yalınlıkla kuruluyor ve ok hedefini ĢaĢmıyor asla.<br />

Ve okudukça göreceğiz, belki yanıldığımı anlayacağım, tuzak da burada.<br />

Yayın ve okur beklentileri (dergiler, yorumlar, satıĢ, vb.) Bekir Yıldız‟ı<br />

Güneydoğu‟ya, onun vahĢetine, Ģiddetine gömer mi gömer. Tıpkı YeĢilçam<br />

sinemasına seyirci kitle (ya da para) üzerinden bölgelerden gelen sipariĢler gibi.<br />

ġöyle bir hikâye, Ģu oyuncularla… Çark berbat bir biçimde, eksile büzüle döne<br />

durur, tükeninceye değin. Ama Bekir Yıldız çok zeki bir insan yanılmıyorsam...<br />

Piyasaya, çağcıllaĢma tuzaklarına, sermaye mantığına kolayından teslim olacak biri<br />

değil.<br />

Bu kitap (Kaçakçı Şahan) belki kaçakçılık konusuna girmede kendi poetikası<br />

içerisinde bir ilk ama yazarın düz ve yükselen geliĢim çizgisinde beklenen sonuç.<br />

Aynı kurgu mantığı, aynı yerel ağız destekli, tanıklık ettiği yaĢam denli çorak<br />

ekonomik dil, ama öte yandan yaĢamı en ilkel biçimleriyle üstlenmiĢ bu insanların<br />

hemen herkes kadar (beğenelim beğenmeyelim) zengin, ayrıntılı, ĢaĢırtıcı iç<br />

dünyaları. Ġlk uzun öykü (Gaffar ile Zara) Almanya serüveninin baĢlangıç noktasına,<br />

köye tanıklık eden özyaĢamöyküsel bir öykü, içinde senaryolar ve sinematografik<br />

görüntüler taĢıyor. Arkasından güçlü darbeler biçiminde gelen bildik Yıldız öyküleri<br />

kıvamlı, sıkı, kristalize, yoğun ve sert (bir ırası, karakteri olan) öyküler. Öyle ki<br />

öykünün bütünü bir tip gibi duruyor sayfalar arasında. Uzaktan bakınca birbirine<br />

kolayca benzeteceğimiz bu öykü-tipler aslında örgülene, ilmeklene büyük öyküyü,<br />

yerelin, coğrafyanın öyküsünü dokuyor. Düğünde kaza kurĢunu (Büyük Yas),<br />

büyüleyici bir güvercin yarıĢtırma (Zırhlı Şamı), koca Ģiddeti (Güzel Parmaklar),<br />

Yılmaz Güney filminden fırlamıĢçasına acı bir kaçakçılık öyküsü (Kaçakçı Şahan)<br />

Türkçe‟yi doruklara taĢıyan öyküler…<br />

213

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!