BEDAAT
Trabzon Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Klinikleri Kulübü öğrencilerinin çıkardığı Trabzon Üniversitesi Hukuk Fakültesini'nin ilk dergisi.
Trabzon Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Klinikleri Kulübü öğrencilerinin çıkardığı Trabzon Üniversitesi Hukuk Fakültesini'nin ilk dergisi.
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
İÇİNDEKİLER
EDİTÖR
Mert TOSUN
Talha KALAYCI
Ekrem YILDIZ
GENEL YAYIN
YÖNETMENİ
Mert TOSUN
Derviş KEÇECİ
SORUMLU YAZI İŞLERİ
BAŞKANI
Beyza ÇINAR
Ece ERDADA
GÖRSEL YÖNETMEN
Melisa Nur YILDIZ
Zehra YASLI
YAYIN KURULU
Seyyit Han DALOĞLU
Mehmet TEMURBOĞA
Öykü GÜLSARAN
Rozerin TARHAN
Ayşegül ŞAHİN
Merve DEMİREL
Serkan ASLAN
Gizem ÇETİN
Asilhan CEP
Zehra ACU
GRAFİK TASARIM
HUKUK KLİNİKLERİ
KULÜBÜ
EDİTÖRDEN
PROF.DR.TALAT CANBOLAT
DOÇ.DR.GÜLSÜN AYHAN AYGÖRMEZ UĞURLUBAY
AV.DR.MEHMET RUŞEN GÜLTEKİN
AV.ŞAHİN ANTAKYALIOĞLU
AV.NECİP ŞENEL / RÖPORTAJ
TRABZON BAROSU BAŞKANI AV.SİBEL SUİÇMEZ
AV.HANDE BURMA
DR.ÖĞR.ÜYESİ SEDA GAYRETLİ AYDIN
ÖĞR.GÖR.HÜSEYİN CEM ÇÖL
ÖYKÜ GÜLSARAN
MUHAMMED EMİN BULUT
YEŞİM GAMZE ŞAHİN
YALOVA HUKUK KULÜBÜ
MEDİPOL İDEAL HUKUK KULÜBÜ
PROF.DR.ACAR BALTAŞ
RAMİL GULİYEV / RÖPORTAJ
ASLAN KHROSROWSHAHİ / EMSA
NİGÜN TURAN / KİKAP
Dergideki yazı ve her türlü eleştiriniz için irtibat adreslerimiz .
twitter.com / @tru_hukukklinik
İnstagram.com / hukukkliniklerikulubu_tru
Youtube.com / TRÜ Hukuk Klinikleri Kulübü
Gmail.com / hukukkliniikleri@gmail.com
Hukuk Klinikleri Kulübü’nün yayın organı olup yayınlanan fikri sorumluluk ve
hakları müelliflerine,reklamların sorumlulukları fon sahiplerine aittir.Dergide
yayınlanan yazılardan kaynak gösterilmek sureti ile alıntı yapılabilir.
Merhaba Değerli Okurlar,
Kulübümüzün yeni bir projesi ile sizlerle buluşmanın
sonsuz mutluluğunu yaşamaktayız. BEDAAT dergisi
an itibariyle yayın hayatına başlamış bulunmaktadır.
Mutluluğun paylaşıldığında, tecrübelerin aktarıldığında,
hayatların dokunulduklarında güzelleşeceğine inanarak
çıktığımız bu yolda, siz değerli okur ve yazarlarımızın
hayatlarındaki tecrübe ve hobilerini,kültür ve
sanata bakış açılarını,inceleyip öğrendikleri ve takip
ettikleri konuları biraz farklı bir mecrada birleştirmeyi,pay
olduğunuz konularda paydaş olmayı hedefliyoruz.
Hem hayatını kurgulayan hem de hayat kurgusunu şekillendirmek isteyenlere farklı bir rehber,can
sıkıntısından kurtulmanın ilk neşesi,öğrenmenin alfabesi olsun,hayatımıza yön versin,biraz da bizi
uzaklara götürsün istedik.
Konu darağacının olumlu ama nispeten zorlandığımız yanlarını geniş pencereden, az bakıp çok
görmeye çalışarak toplumun ve insanlığın manevi değerlerine konu fark etmeksizin aynı yakınlıkta,
taraf olunan konularda her kesime aynı hassasiyet ve mesafede bulunup, birliklerin gücünü benimsemeye
çalıştık.
Birbirinden farklı projeleri aksiyona geçirmiş, yollardaki zorlukları aynı özveri ve tutumla ele almış
hayatını kulüp işleriyle paylaşmış,biriken kulüp ekibimizin,konunun buralara gelmesinde çeşitli
süre ve süreçlerde bizlerle olmuş,bize yardımlarda bulunmuş emeklerimize emek katmış her
bileşenine sizler huzurunda tekrar teşekkür etmek istiyorum.
Sözlerimin yavaş yavaş sonuna gelirken, bizleri kırmayıp dergimize değerli yazılarını gönderen ilk
sayımızda bizlerle birlikte olan tüm yazarlarımıza ayrıca teşekkür ediyor, tüm ekibimiz adına minnet
duygularımı sunuyorum.
Son olarak dilerim ki her birimiz, almakta olduğumuz terbiye ve irfan ile insanlık ve medeniyetin,
vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olup Cumhuriyetin yücelmesinde ve yaşamasında
üstümüze düşen sorumluluğu layıkıyla yerine getirebiliriz.
Talha KALAYCI
HUKUK KLİNİKLERİ KULÜBÜ BAŞKANI
Prof. Dr. Talat
CANBOLAT,Gölcük’te
başladığı lise eğitimini
Mersin Dumlupınar Lisesinde
tamamlamıştır.
1985 yılında başladığı
İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesinden
1989 yılında mezun
olmuştur. Aynı yıl
Marmara Üniversitesi
Hukuk Fakültesinde İş
ve Sosyal Güvenlik Hukuku
Anabilim Dalında
Araştırma Görevlisi olarak
çalışmaya başlamıştır.
Marmara Üniversitesi
Hukuk Fakültesinde
2000 yılında yardımcı
doçent kadrosuna
atanmıştır. 2008 yılında
doçent, 2013 yılında da
profesör kadrosuna
atanmıştır.
2013 yılından itibaren
İş ve Sosyal Güvenlik
Hukuku Anabilim
Dalı Başkanlığını yapmaktadır.
KORONAVİRÜS (COVID-19) SALGIN DÖNEMİNDEÜCRETSİZ İZNE
ÇIKARILAN İŞÇİLERİN HAKLARI
İş Hukukunun kendine özgü yapısı ve kuralları nedeniyle uzun yıllar önce Borçla Hukukundan
ayrılarak bağımsız ayrı bir hukuk dalı olarak kabul edilmiştir. İş Hukukunun
bu özelliği yargılamaya ilişkin de ayrı kuralları gerektirmiş ve bu nedenle İş Mahkemeleri
Kanunu adı altında ayrı bir yargılama kanununu olan tek alandır. Bu kurallar
yüzyılı aşkın bir süredir uygulamadaki ihtiyaçlara göre şekillenmiş ve belirli bir dengeye
oturmuştur. Bu dengelerin bozulması son derece tehlikeli ve beklenmedik sonuçlara
neden olabilir. Nitekim böyle bir dengenin olmadığı 18. yüzyılda, arz talep dengesinin
bozulmasıyla büyük toplumsal huzursuzluklar ve ardından ayaklanmalar sonucu
birçok devletlerin yıkılması ve yeniden yapılanması sonucunu doğurmuştur.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin ortaya çıkmasının temel nedenlerinden biri de
işçi hakları ya da işçinin korunması hukuku olarak da adlandırılan İş Hukukunun olmamasıydı.
Beyannamenin 23. maddesi, herkesin adaletli ve elverişli koşullarda çalışma
ve işsizliğe karşı korunma hakkı olduğunu belirttikten sonra, herhangi bir ayırım
gözetmeksizin eşit iş için eşit ücret hakkı olduğunu ve daha da önemlisi “Herkesin
kendisi ve ailesi için insan onuruna yaraşır ve gerekirse her türlü sosyal koruma
önlemleriyle desteklenmiş bir yaşam sağlayacak adil ve elverişli bir ücrete hakkı
vardır” der. Yani ücretin sadece işçi için değil, ailesi için de önemli olduğunu, bunun
aynı zamanda insan onuruyla ilgili bir konu olduğunu açıkça belirtmeye gerek duyulmuştur.
Beyanname bununla da yetinmemiş, herkesin dinlenmeye ve belirli dönemlerde ücretli
izne çıkma hakkı olduğunu (m.24), herkesin kendisi ve ailesinin sağlığı için beslenme
ve tıbbi bakım hakkı olduğunu, işsizlik daha da önemlisi “kendi iradesi dışındaki koşullardan
doğan geçim sıkıntısı durumunda güvenlik hakkına sahip” olduğu belirtilmiştir
İş Hukukundaki düzenlemeler sadece taraflardan birisi için değil devlet ve toplum için
de önemlidir. Bu nedenle işçi-işveren-devlet arasında oturmuş olan bir dengeden söz
edilir. Nitekim İş Kanunun 114. maddesinde bu amaçla üçlü danışma kurulu oluşturulmuştur.
Buna göre çalışma barışının ve endüstri ilişkilerinin geliştirilmesinde, çalışma
hayatıyla ilgili mevzuat çalışmalarının ve uygulamalarının izlenmesi amacıyla; Hükümet
ile işveren, kamu görevlileri ve işçi sendikaları konfederasyonları arasında etkin
danışmayı sağlamak üzere, üçlü temsile dayalı istişari mahiyette bir danışma kurulu
oluşturulur.İşçinin çalışması karşılığında almış olduğu ücret sadece kendisi için değil,
ailesi için de önemlidir. Bu nedenle ücretten feragat geçersiz olduğu gibi, haciz işlemleri
dahi ancak ücretin ¼’ü üzerinde mümkün olup bundan fazlası haciz ve temlik edilemez.
Bu zamana kadar, işverenlerin işçiyi tek taraflı olarak ücretsiz izne gönderme hakları
yoktu. Geçmiş dönemlerde de ekonomik krizler yaşanmış ancak böyle bir düzenleme
getirilme ihtiyacı hissedilmemiştir. İş Kanununun 22.maddesi çerçevesinde ancak işçinin
yazılı rızası alınmak suretiyle ücretsiz izin uygulamasının mümkün olduğu kabul
edilmekteydi. Yargıtay da birçok kararında işverenin tek taraflı olarak işçiyi ücretsiz
izne gönderemeyeceği, bunun iş sözleşmesini fesih anlamına geleceği, işçinin işe iade
davası açabileceği gibi ücretsiz izinde geçen sürelerde işlemiş ücretlerini de talep edebileceği
yönünde kararlar vermiştir.
Danışmanlığını
yaptığı 12 adet
yüksek lisans tezi ve
6 adet doktora tezi
tamamlanmıştır. Halen
danışmanlığını
yaptığı 18 adet yüksek
lisans ve doktora
tez çalışmaları devam
etmektedir. Yayınlanmış
4 adet
(birisi ortak) kitabı
vardır. 5 adet uluslararası,
25 adet ulusal
bilimsel toplantılarda
sunulan ve bildiri kitabında
basılan tebliği,
200 e yakın bilimsel
toplantılarda sunulan
tebliği vardır.
62 adet yayınlanmış
bilimsel makalesi
vardır.
Yeni tip Koronavirüs “Covid19” salgını sonrası alınan önlemlerden en çok işçi ve işverenler
etkilenmiştir. Bu dönemde işletmelerin bir kısmının faaliyetleri geçici olarak
durdurulmuş, diğerleri salgının etkileriyle faaliyetleri azalmış ya da ara vermek zorunda
kalmışlardır. Salgın hem işverenleri hem de işçileri derinden etkilemiştir. Bu dönemde
alınacak tedbirlerin de iş hukukunun dengeli yapısına uygun olarak hem işçiyi
hem de işletmeyi koruyacak şekilde olması gerekir. Bu nedenle yasal veya idari düzenlemeler
sosyal taraflardan gelen talepler dikkate alınarak bu alanda uzmanlar tarafından
değerlendirilmelidir. İlk gönden itibaren söylediğimiz, iş hukuku alanında da
gerekirse bir bilim kurulunun kurulması önerimiz dikkate alınmamıştır. İdari ve hatta
yasal düzenlemelerde ciddi eksiklikler mevcuttur.
7244 sayılı Kanunla, İş Hukukunda bu zamana kadar hiçbir yasada olmayan, işverene
fesih yasağı ve işçiyi ücretsiz izne ayrıma hakkı getirildi. Bunun karşılığında da işverenlerin
bu dönemde iş sözleşmelerini ahlak ve iyiniyet kurallarına uymayan haller ve
benzerleri dışında fesih yasağı getirilmiştir.
Konuya ilişkin yasal düzenlemeye bakıldığında,7244 sayılı Kanunla 4857 sayılı İş Kanununa
Geçici 10. Madde eklenmiştir. Buna göre 4857 sayılı İş Kanununun kapsamında
olup olmadığına bakılmaksızın, Basın İş Kanunu, Deniz İş Kanunu ve Türk Borçlar
Kanununa tabi olanlar da dâhil olmak üzere tüm işçilerin iş sözleşmeleri, Kanunun
yürürlük tarihinden itibaren üç ay süreyle “ahlak ve iyiniyet kurallarına uymayan haller
ve benzerleri” dışında işveren tarafından feshedilemeyecektir. Buna karşılık da İşverenler
bu üç aylık süre içerisinde, işçiyi tamamen veya kısmen ücretsiz izne ayırabilecektir.
İşçinin bu şekilde ücretsiz izne ayrılması işçiye bu nedene dayalı fesih hakkı
oluşturmayacaktır. Diğer taraftan 4447 sayılı İşsizlik Sigortası Kanununa eklenen Geçici
24. Madde ile de işveren tarafından ücretsiz izne ayrılan ve kısa çalışma ödeneğinden
yararlanamayan işçilere günlük 39,24 TL nakdi ücret desteği verilecektir.
Bu düzenlemede dikkat çeken husus, işverenin ücretsiz izne ayıracağı işçinin veya işyerinin
koronavirüs salgınından etkilenip etkilenmediğine ilişkin her hangi bir ibareye
yer verilmemiştir. Oysa Kanunun başlığı dahi “Yeni Koronavirüs (Covıd-19) Salgınının
Ekonomik Ve Sosyal Hayata Etkilerinin Azaltılması Hakkında Kanun İle Bazı Kanunlarda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” olması nedeniyle, işçinin salgından etkilenmesi
nedeniyle işe gidememesi ya da işverenin işçiye iş verememe durumunda
ücretsiz iznin düşünülmüş olması gerekirdi. Ayrıca bu durumlara ilişkin zaten İş Kanununda
özel düzenlemeler vardı ve yeni düzenlemenin de bu hükümlerle ilgisinin
kurulmuş olması gerekirdi.
Bilindiği gibi İş Kanunun 24 ve 25 inci maddelerinde zorlayıcı nedenle işçinin işe gidememesi
veya işverenin iş verememesi durumunda bir hafta bekleme süresi öngörülmüş
ve 40 ıncı maddede de bu sürede işçiye her gün için yarım ücret ödeneceği düzenlenmiştir.
Bunun anlamı, bir haftadan sonra iş sözleşmesi askıya alınmasıdır ki, işverenin
ücret ödeme ve prim ödeme yükümlülükleri gibi yükümlülükleri olmayacaktır.
Bunun anlamı zaten işçinin ücretsiz izinde olmasıdır. Öyle ise yapılacak düzenlemeyle
işverenlere tek taraflı olarak işçiyi ücretsiz izne çıkarma hakkı tanımak yerine Kanundaki
bu düzenlemeye işlerlik kazandırmak ve gerekirse bir haftalık yarım ücreti bir ay
gibi belirli bir süre artırmak ya da bu sürede işsizlik sigortasından gelir desteği sağlamak
olabilirdi. Fesih yasağına gelince, ilk günden itibaren söylediğimiz gibi, 24. Maddedeki
zorlayıcı nedenle işçinin fesih hakkı, işçi çalışma istek ve yeteneğine hazır olduğu
halde işverenin iş verememesi nedeniyle sözleşmeyi sonlandırarak başka bir işyerinde
çalışmaya devam ederek ücret gelirinden yoksun olmaması amacına yöneliktir.
Keza 25. Maddedeki işverenin zorlayıcı nedenle fesih hakkı da, işyerinde faaliyet devam ettiği halde işçinin zorlayıcı
nedenle işe gelememesi nedeniyle bu işçinin sözleşmesini feshederek başka bir işçiyle faaliyete devam edebilme
amacına yöneliktir. Bu hükümler bu zamana kadar da bu şekilde uygulanmıştır. Ancak ilk defa hem işçi hem de işverenin
zorlayıcı nedenle aynı anda etkilendiği bir durumla karşılaştık. Normal zamanlara yönelik yorumların dışında
konuyu bu yönüyle ele aldığımızda, salgından etkilenen işyerinde işverenin işçinin sözleşmesini feshederek başka
bir işçiyi işe alıp faaliyetine devam edebilme amacı yoksa iş sözleşmesini bu hükme dayanarak fesih hakkı da olmayacaktır.
İş sözleşmesi askıda olduğundan işveren ücret ödemeyecektir. Bu nedenle işverenin iş sözleşmesini geçerli
nedenle fesih hakkından da söz edilemez. Yani aslında işverenler için zaten bir fesih yasağı vardır. Bunun için ayrı
bir fesih yasağı getirerek bunun karşılığında da işverenlerin işçiyi ücretsiz izne ayırma hakkının tanınmasına gerek
yoktu. Zira iş sözleşmeleri zaten zorunlu nedenle askıda olmasının anlamı ücretsiz izin demektir. O halde Kanunla,
işverenlere tek taraflı olarak işçiyi ücretsiz izne ayırma hakkının getirilmesinin de anlamı olmadığı söylenebilecektir.
Buna rağmen böyle bir düzenleme getirildiğine göre bu durumun iyi tahlil edilmesi gerekir. Öncelikle belirtmek
isteriz ki, ilk defa işverenlere tek taraflı olarak ücretsiz izne ayırma yetkisinin Kanunla düzenlenmiş olması İş Hukuku
açısından büyük bir talihsizlik olarak tarihe geçmiştir. Ancak İş Hukukunun yukarıda belirtilen ilkeleri ve Kanunlardaki
diğer düzenlemeler dikkate alınmadan böyle bir düzenleme yapılmış olması uygulamada birçok sorunu da
beraberinde getirecektir.
İşverenler bu düzenleme ile kriz döneminde büyük bir avantaj elde ettiklerini, istedikleri işçinin iş sözleşmesini feshederek
tazminat ödemek yerine, ücretsiz izne ayırabileceklerini düşünüyor olabilirler. Zira başta sosyal medya olmak
üzere birçok yerde bu tür yorumlar yapıldığı görülmektedir. Oysa böyle bir düzenlemenin yapılması talebinin
işverenlerden gelmiş olmasına rağmen, bu düzenleme hiç de işverenlerin düşündükleri gibi sonuç vermeyeceğini
şimdiden söyleyebilirim. Zira İş Hukukunda tek bir hükme bakarak isabetli bir sonuca varılamaz. Bu nedenle böyle
bir düzenleme düşünüyor olsa dahi Kanunlardaki diğer düzenlemeler, Yargıtay’ın yerleşik içtihatları ve öğreti görüşleri
dikkate alınarak kaleme alınması gerekiyordu. Bu düzenlemeyi yapan ekip içerisinde hiçbir akademisyenin
olmaması ve uygulamaya hâkim olan kişilerden görüş alınmamış olması da ayrı bir eleştiri konusu olacaktır.
İş Kanunun 5. Maddesi “Eşit davranma ilkesi” başlığını taşımaktadır. Bu maddede iş ilişkisinde veya sona ermesinde
eşitlik ilkesine aykırı davranıldığında işçinin dört aya kadar ücreti tutarındaki uygun bir tazminattan başka yoksun
bırakıldığı haklarını da talep edebileceği düzenlenmiştir. Buna göre işverenler işçileri ücretsiz izne çıkarırken bu
maddede belirtilen eşitlik ilkesine uygun davranmak zorundadırlar. Üstelik 5. madde işçilere bir de ispat kolaylığı
getirmiştir. Buna göre, işçi eşitlik ilkesine aykırı bir ihlalin varlığı ihtimalini güçlü bir biçimde gösteren bir durumu
ortaya koyduğunda, işveren böyle bir ihlalin mevcut olmadığını ispat etmekle yükümlü olur.
7244 sayılı Kanuna göre işverenler, işçiyi tamamen veya kısmen ücretsiz izne ayırabilir. Yani ayın belirli günlerinde
çalışmamaları ya da o ay hiç çalışmamaları şeklinde olabilir. Ücretsiz izne ayrılan işçilere günlük 39,24 TL nakdi
ücret desteği sağlanacaktır. Bunun için herhangi bir prim ödeme koşulu veya kıdem koşulu aranmamaktadır. Bunun
isabetli olduğunu söylemeliyiz. Ancak anılan miktar aylık brüt 1.177,20 TL olacaktır. Bu miktar sabit olup işçinin
yapmış olduğu işi, görevi ya da almış olduğu ücret miktarına göre değişmeyecektir. İşverenin işyerinin bir bölümünde
çalışan işçiden birini ücretsiz izne ayırırken diğer 3 işçinin tam süreli çalışmaya devam etmesi halinde, bunun
hakkın kötüye kullanılması olması ya da yukarıda belirtilen eşitlik ilkesine aykırılık iddialarıyla karşılaşılacaktır.
Zira işçi, işverenin tamamen veya kısmen ücretsiz izne çıkarma hakkı varken, beni tamamen çıkarmak yerine aynı
bölümdeki 4 işçinin hepsini birer hafta süre ile ücretsiz izne çıkarılması gerekirdi diyebilir.
Ücretsiz izin uygulaması ile salgın ya da kısa çalışma uygulaması arasında da ilişki kurulmamıştır. Kanuna göre işverenler
3 ay süre ile istediği işçiyi ücretsiz izne ayırabilecek ancak işverenin ya da işçinin salgından etkilenip etkilenmediğine
bakılmayacaktır. Oysa salgından etkilenen işverenlere bu etkinin ekonomik yükünü azaltmak için bu
hakkın tanınmış olması ve bu amaçla kullanabilmelerine yönelik düzenleme yapılması gerekirdir. Önümüzdeki ay
salgının etkilerinin azalması nedeniyle işletmenin faaliyete geçmesi halinde dahi kanunun açık hükmü gereği işverenlerin
işçiyi ücretsiz izne çıkarma yetkileri devam edecek gibi gözükmektedir. Hatta bu 3 aylık süreyi Cumhurbaşkanı
6 aya çıkarmaya yetkilidir.
Kanuna göre, işverenin işçiyi ücretsiz izne ayırması işçi için bu nedene dayalı olarak iş sözleşmesini haklı nedenle
fesih hakkı vermeyecektir. Hemen belirtelim ki, işçinin sözleşmeyi fesih hakkının olmaması işverenin bu hakkını
yasaya ve iyiniyet kurallarına uygun olarak kullanmasına bağlıdır. Aksi takdirde işçi bu nedene dayalı olarak iş sözleşmesini
haklı nedenle feshederek tazminat talebinde bulunabilecektir. Diğer taraftan işçinin haklı nedenle fesih
hakkını kullanamaması sırf bu nedene dayalı olup İş Kanununun 24 üncü maddesindeki diğer haklı nedenle fesih
hallerinin oluşması halinde işçi iş sözleşmesini feshedebilecektir. Aynı şekilde işçinin iş sözleşmesini ihbar öneliyle
feshetmesinin önünde de bir engel yoktur.
Salgın nedeniyle işyerindeki çalışma süresi 1/3 ve daha fazla azalan işverenler 4447 sayılı İşsizlik Sigortası Kanununun
ek 2. Maddesi kapsamında kısa çalışmaya başvurabilirler. Son 3 yılda 450 gün prim ödeyen ve son 60 gün hizmet
akdine tabi olarak çalışan işçilere çalışamadıkları süre için kısa çalışma ödeneği verilecektir. Ödeneğin miktarı
asgari ücretin %150 sini geçmemek üzere işçinin son bir yıllık prime esas kazançları ortalamasının % 60 ıdır. Bu
miktar ücretsiz izne çıkarılan işçiye verilen ücret desteğindeki sabit bir rakam olmayıp, işçinin ücretine göre değişmektedir.
Bu miktar4.380,99 TL’ye kadar ulaşmaktadır. İşçinin kısa çalışma ödeneğinden yararlanma hakkı var
iken, işverenin kası çalışma yerine işçiyi ücretsiz izne göndermesi halinde alacağı miktar 1.177,20 TL olacaktır. İşçinin
buna itiraz edip edemeyeceği ve yine aradaki farkı tazminat olarak işverenden talep edip edemeyeceği ciddi bir
sorun olarak karşımızda durmaktadır. Özellikle kısa çalışma ödeneğinin ileride işsizlik sigortasından yapılacak ödemelerden
mahsup edilip edilmeyeceği konusunda Cumhurbaşkanına yetki verilmiştir. Sayın Cumhurbaşkanının bu
yetkiyi kullanması halinde ücretsiz izin nedeniyle ücret desteği alan işçi ile kısa çalışma ödeneği alan işçi arasında
ciddi bir ayrım ortaya çıkacaktır. Bunun işçinin kusurundan kaynaklanmadığı açıktır. İşçinin rızasını almadan işverenin
böyle bir uygulama yapması işçiye hem sözleşmeyi haklı nedenle fesih hakkı verecek hem de aradaki farkı
talep hakkı vereceği kanaatindeyiz. Tıpkı işe iade davalarında feshin son çare olması ilkesi gibi ücretsiz izin de en
son başvurulacak istisnai bir yoldur. İş hukukunun diğer ilke ve kuralları ile birlikte değerlendirilmesi gerekir.
İşçinin işveren tarafından tek taraflı olarak ücretsiz izne çıkarılması iş güvencesiyle de ilişkilendirilmemiştir. Halbuki
salgın döneminde, İş Hukukunun yapısına uygun olarak iki taraftan da dengeli bir fedakarlık beklenir. İşveren salgın
döneminde işçiyi tek taraflı olarak ücretsiz izne göndererek bu dönemde ücret ve prim ödeme yükünden kurtulacaktır.
İşçi ise ücretinden çok düşük bir gelir desteği ile ayakta durmaya çalışırken salgın sonrası işine devam edebilme
güvencesine sahip olması gerekirdi. 7244 sayılı Kanunda buna ilişkin bir düzenleme de yapılmamıştır. İşçi 3 ay
ücretsiz izne çıkarılırken ardından işsiz kalmak yerine en az 3 ay veya bunun iki katı 6 ay fesih yasağının devam etmesi
daha isabetli olurdu.
Salgın döneminin tüm vatandaşlarımız tarafından sağlıklı bir şekilde hızlı atlatılmasını, salgın sonrası işletmelerin
tam kapasiteyle faaliyetlerine devam ederken işçilerin de işsiz kalmadan işlerine kavuşmalarını, çalışma barışı içerisinde
hep birlikte sağlıklı, mutlu ve güzel günler geçirmelerini dilerim.
PROF.DR.TALAT CANBOLAT
Öğrenim Durumu:
Lisans Hemşirelik Fakültesi
Ege Üniversitesi 1999
Lisans Hukuk Fakültesi Kırıkkale
Üniversitesi 2003
Y. Lisans Hukuk Fakültesi
Bielefeld Üniversitesi 2007
Doktora Hukuk Fakültesi
Bielefeld Üniversitesi 2011
Doçentlik Ceza ve Ceza
Muhakamesi Hukuku Anabilim
Dalı 2017
Görevler:
Öğretim Üyesi Bielefeld Üniversitesi
Hukuk Fakültesi 2004
-
Hemşire Ankara Üniversitesi
Tıp Fakültesi 1999-2004
Uluslararası bilimsel
toplantılarda sunulan
ve bildiri kitaplarında
(proceedings) basılan bildirileri,yazılan
uluslararası kitaplar
veya kitaplarda bölümleri ve
ulusal hakemli dergilerde yayımlanan
makaleleri vardır.
Ceza Muhakemesinde Serî Muhakeme Usûlü Anayasallık Sorunsalı
Serî muhakeme usûlü, Ekim 2019’da yürürlüğe giren, 7188 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile Ceza Muhakemesi
Kanunu m. 250’ye eklenmiş, yürürlüğe girdiği andan itibaren yoğun tartışmaların
konusu olmuştur. Tartışmaların başında serî muhakeme usûlünün adil
yargılanma ilkesi ile ceza muhakemesi hukukuna hâkim diğer ilkelerle uyumlu
olup olmadığı gelmektedir. Bu çalışmada serî muhakeme usûlünün tüm bu hususlar
açısında değil, sadece belli başlı haklar bakımından ne kadar anayasa ile uyumlu
olup olmadığını tespit edilerek, kısaca serî muhakeme usûlünün anayasaya
aykırılık sorunsalı üzerinde durulacaktır.
Adil Yargılanma İlkesi ve Serî Muhakeme Usûlü
Adil yargılanma ilkesi, ceza muhakemesi sürecinin şüpheli/sanık olan kişi bakımından
âdil bir şekilde gerçekleştirilmesi için “tarafsızlığı ve bağımsızlığı teminat altına
alınmış ve kanunla kurulmuş bir mahkeme önünde, aleni duruşmada hakkaniyete
uygun olarak yargılanma”anlamına gelir. Adil yargılama ilkesinin kökeninde,
adil yargılanma hakkı bulunmaktadır.Adil yargılanma hakkı içeriği henüz tam
olarak belirlenememiş ve kapsamı devamlı gelişen torba bir hak olarak kabul edilmektedir.
Bu minvalde, silahların eşitliği ilkesi, meramını anlatma hakkı, masum
sayılma hakkı, etkili bir şekilde katılma hakkı, delil sunma ve tanık dinletme hakkı,
dinlenen tanıklara soru sorma hakkı, makul sürede yargılanma hakkı, dosyayı inceleme
ve örnek alma hakkı, tercümandan faydalanma hakkı gibi birçok hakkın adil
yargılanma hakkı başlığı altına incelenmektedir. Serî muhakeme usûlünün bu alt
dalların çoğu bakımından tartışmalı olduğu ifade edilmektedir. Aşağıda anılan alt
dallardan sadece ehemmiyet arz eden birkaçına değinilecektir.
Çelişmeli muhakeme ilkesi, muhakemenin taraflarına, bir muhakemeyi etkilemek
adına sunulmuş olan beyan ve delillerden haberdar olma ve onlara karşı görüş beyan
ederek ve delil sunarak, muhakemeye etkili bir şekilde katılma imkânının verilmesidir.Bu
tanımlardan yola çıkarak, çelişmeli muhakeme ilkesinin iki temel unsuru
olduğu göze çarpmaktadır: Dosyanın tamamı hakkında bilgi sahibi olmak ve tartışmak.Bu
ilke gereğince, muhakemenin tarafları, muhakemeyi etkileyebilecek nitelikteki
tüm görüş ve delillerden haberdar olmalıdır.İlkenin bir diğer unsuru ise tartışma
imkanıdır. Bilgi sahibi olma ise, etkili bir tartışmanın yapılabilmesi için ön
şarttır.
Doç. Dr. Gülsün Aygörmez; Ar. Gör. Mehmet Korkmaz, İstanbul Gedik Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku ABD
Gülsün Ayhan Aygörmez Uğurlubay, Nuran Haydar, Mehmet Korkmaz, Serî Muhakeme Usûlüne
İlişkin Sorunlar, Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 1, S. 2, 2019,
s. 255 dev.
Yar. 6 CD, E. 2016/6833, K. 2017/1003, 18.4.2017.
AİHS'in 6. maddesinin kapsamının Mahkemenin içtihatlarıyla sürekli genişletilmekte olduğuna dikkat
çekmekte Yar. 4. CD, E. 2017/22730, K. 2018/469, 11.1.2018.
Nur Centel, Hamide Zafer, Ceza Muhakemesi Hukuku, 17. Bası, Beta Basım, İstanbul, 2020,s.
166.
Serî muhakeme usûlünde şüpheli, soruşturma aşamasında toplanmış olan delillerden haberdar olmadan, onlara karşı
görüş belirtme imkânı verilmeden, serî muhakeme usûlünü ya kabul edecektir ya da etmeyecektir. hâlbuki bir ceza
muhakemesinde tarafların, deliller hakkında bilgi sahibi olması ve onlara karşı bir beyanda bulunabilmesi zarurîdir.
Serî muhakeme usûlünde, şüpheli, aleyhine toplanmış olan deliller hakkında bilgi sahibi olmadan, onlara karşı görüş
belirtemeden, serî muhakeme usûlü teklifi ile karşı karşıya kalmaktadır. Serî muhakeme usûlünde, deliller, sadece
savcının bilgisi dâhilinde olup ne şüphelinin, ne müdafiin ne de hâkimin bilgisi dâhilindedir. Bu usulde, soruşturma
aşamasında toplanan deliller, mahkemeye sunulmamaktadır. Dolayısıyla, delillerin müşterekliği sağlanamamakta ve
tartışılamamaktadır. Son olarak ifade etmek gerekir ki, serî muhakeme usûlünde, yargılama tarafsız bir hâkim tarafından
icra edilmemektedir. Serî muhakeme usûlünde hâkim, şüpheliyi müdafii ile birlikte dinleyecek ve ardından,
şüphelininserî muhakeme usûlü hakkında bilgilendirilip bilgilendirmediği ve şüphelinin, serî muhakeme usûlünün
uygulanması teklifini müdafii huzurunda kabul edip etmediğini ve son olarak da eylemin serî muhakeme usûlü kapsamında
olup olmadığını denetleyecektir. Bu hususlar bakımından bir engel bulunmamaktaysa, hâkim, Cumhuriyet
Savcısının talepnamesinde belirttiği yaptırıma hükmetmek zorundadır. Hâkim, yaptırımın türünü erteleyemeyeceği
gibi, süresini de değiştiremeyecektir.Hâkim, bu denetlemeyi de yaparken, delillerle temas edemeyecektir. Serî muhakeme
usûlünde, hâkimin önüne sadece talepname ve şüphelinin teklifi kabul ettiğine dair tutanak gidecektir. Hâkim,
soruşturma aşamasında elde edilen ve şüphelinin muhakemeye konu suçu işlediğine yönelik yeterli şüphe derecesini
gösteren delillerle temas edemeyecektir. Serî muhakeme usûlü, tüm buaçılardan çelişmeli muhakeme ilkesine
aykırıdır.
Silahların eşitliği ilkesi gereğince bir ceza muhakemesinde iddia makamı da savunma makamı da aynı usûlî haklara
sahip olmalıdır; ancak, şüpheli/sanığın aleyhine sonuç doğurmadığı sürece iddia makamı ile savunma makamının
sahip olduğu usûlî haklar eşit olmayabilir.Silahların eşitliği ilkesi gereğince, muhakemenin taraflarının sahip olduğu
usûlî haklar bakımından bir denge olmalı ve bu denge muhakemenin sonuna kadar var olmalıdır.
Serî muhakeme usûlünde şüpheli, toplanan delillerin, hukuka uygun elde edilip edilmediğini, maddi gerçeğin ortaya
çıkarılması için önemli olan delillerin toplanıp toplanmadığını bilmeden, bir karar vermektedir. Şüphelinin, muhakemenin
esası hakkında herhangi bir bilgi sahibi olmadan geleceği hakkında bir karar verecek olması, buna mukabil,
Cumhuriyet savcısının muhakemeye, belirleyeceği yaptırım şekli unsurlar bakımından yerinde ise reddedilemeyecek
bir karar verme gücü olması ve yargılama makamı olarak hâkimin sadece onay makamı olarak görev yapacak olması,
muhakemenin bütünü göz önünde bulundurulduğunda silahların eşitliği ilkesi ile bağdaşmamaktadır.
Anayasa m. 36 hükmüne göre “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde
davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”Savunma hakkı nın bir dar bir
de geniş olmak üzere iki tanımı bulunmaktadır. Dar anlamda savunma, iddiaya bir cevap verebilme hakkıdır. Tüm
hukuk dallarını da içine alabilecek kadar geniş anlamda savunma ise bir iddiada bulunmak ve buna karşı iddiada bulunabilmektir.
Bu tanımı, ceza hukuku özeline indirdiğimizde ise savunma hakkı, bir ceza davasında şüpheli/sanığın,
iddia edilen suçu işlemediğinin veya iddia edildiği gibi işlenmediğinin yada daha az ceza verilmesi gerektiğinin belirtilmesidir.
Ceza muhakemesine hâkim olan ilkelerden bir çoğu, savunma hakkının kullanılmasına ilişkindir. Buna
ek olarak belirtmek gerekir ki savunma hakkının kısıtlanması CMK m. 289/1-g hükmü gereğince mutlak bir bozma
nedenidir. Bu kapsamda, bir suç işlediği iddia olunan bir kimse, bu iddiaya mutlaka etkili bir şekilde cevap vermelidir;
ona bu imkan sağlanmalıdır.
Ayrıntılı olarakAygörmez, Haydar, Korkmaz, Serî Muhakeme, s. 255 dev.
Robert Esser, Auf dem Weg zu einem europæischen Strafverfahrensrecht, Berlin, De Gruyter Recht, 2002, s. 406-407.
Aynı görüş için bkz. Mert Namlı, Medeni Usul Hukukunun Yasama Üstü Kaynakları Çerçevesinde Fransız ve Türk Hukuku’nda
Çelişmeli Yargılama İlkesi, TÜSİAD Yayınları, İstanbul, 2010, s. 74.
Namlı, Çelişmeli Yargılama, s. 91.
Serî muhakeme usûlüne ilişkin düzenlemelerde, şüpheliye, savunma hakkının tanınmadığı görülmektedir. Zirâ,
şüpheli bu usulde hiçbir zaman, bir suçlamadan kurtulmak amacıyla açıklama yapamamaktadır. Şüpheliye bu fırsatın
sağlandığını gösteren herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Özellikle de serî muhakeme usûlüne ilişkin teklifin
kabul edilmesinden sonra muhakemeyi etkilemeye yönelik herhangi bir hakkı bulunmayan şüpheli, savunmasız
konumdadır. Şüpheli, aleyhine olan delillerin niteliğini bilememekte, onların hukuka aykırı elde edilip edilmediğini
denetleyememekte, hukuka aykırı olduğunu düşünse bile bunu dile getirebileceği bir imkanı bulunmamaktadır. Serî
muhakeme usûlünde şüpheli, soyut bir şekilde “Ben bu suçu işlemedim. Masumum.” dahi diyememektedir. Her ne
kadar iddianame düzenlenmiyor ise deserî muhakemede şüphelinin, bir suçu işlediği iddiası bulunmakta; ancak, bu
iddiaya cevap verilememektedir.
Adil yargılanma ilkesi kapsamında yer alan önemli ilkelerden bir diğeri de masumiyet karinesidir. AİHS m. 6/2 hükmüne
göre bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar masum sayılır. Anayasa m.
38/4 hükmü gereğince suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.Hukuk devleti ilkesinin doğal
bir sonucu olan masumiyet karinesi gereğince bir ceza muhakemesinde, mahkeme görevlileri, görevleri sırasında, şüpheli
ya da sanığın, muhakemeye konu olan suçu işlediği önyargısı ile hareket edemezler. Bununla birlikte bir ceza muhakemesinde,
ispat yükümlülüğü savcılıktadır. En nihayetinde ise masumiyet karinesi gereğince şüpheden sanık yararlanır.
Serî muhakeme usûlünde ise masumiyet karinesi kapsamında yapmış olduğumuz açıklamaların aksine şüphelinin, muhakemeye
konu olan fiili ile CMK m. 250 hükmünde belirtilmiş olan katalog suçlardan birini işlediği kabulü ile başlamakta,
devam etmekte ve sonuçlandırılmaktadır. İddianamenin hazırlanması için gerekli olan yeterli şüpheye ulaşıldığında,
uygulanabilecek olan serî muhakemede, yeterli şüpheye neden olan delillerin müşterekliği sağlanmadan, herhangi
bir delil tartışması yapılmadan, hâkimde muhakemeye konu olan suçun işlendiği hususunda şüpheye yer vermeden
bir vicdani kanaat oluşmadan, şüpheli hürriyeti bağlayıcı bir ceza ile karşı karşıya kalmaktadır.Serî muhakemenin
hiçbir aşamasında yeterli şüphe hiçbir zaman yenilememektedir. Yeterli şüphe, toplanmış olan delillerle yapılacak
olan yargılama sonucunda sanığın mahkum olması ihtimalinin beraat etme ihtimalinden güçlü olmasıdır. Bu durumda
yeterli şüphenin varlığı hâlinde sanığın, mevcut deliller göz önünde bulundurulduğunda mahkûm olması ihtimali en az
%51 olmalıdır. Bu ihtimal serî muhakeme usûlünde hiç değişmemekte, değişmesi için de gerekli hiçbir faaliyet yürütülmemektedir.
Bu nedenle, serî muhakeme usûlünde şüphelinin, mahkûm olma ihtimali %51 iken, masumiyet karinesine
aykırı bir şekilde, hüküm kurularak hürriyeti bağlayıcı ceza ile karşı karşıya kalmaktadır. Serî muhakeme usûlü,
masumiyet karinesine aykırıdır.
Adil yargılanma hakkı bakımından değinmemiz gereken bir diğer konu ise müdafiinserî muhakeme usûlündeki konumudur.
Ancak, buna geçmeden önce, adil yargılanma hakkı bakımından müdafii yardımından faydalanma hakkını
incelememiz gerekmektedir.AİHS m. 6/3-c hükmüne göre bir suç ile itham edilen bir kimse kendini bizzat veya kendi
seçeceği bir müdafii yardımından yararlanmak suretiyle savunmak veya eğer bir avukat tutmak için mali imkânlardan
yoksun bulunuyor ve adaletin yerine gelmesi bunu gerektiriyor ise bir avukatın ücretsiz yardımından yararlanmak
hakkına sahiptir. Savunma hakkının etkin bir şekilde kullanılması için oldukça önemli olan müdafii yardımından faydalanma
hakkının da etkili olabilmesi için en ideali bu hakkın, muhakemenin başladığı andan itibaren uygulanabilmesi
gerekir. Zirâ, şüpheliye ceza muhakemesi başladığı andan itibaren kendisini savunma imkanının verilmesi gerekmektedir.
Bu bağlamda serî muhakeme usûlünde, müdafiinin muhakemeye çok geç katıldığını belirtmemiz gerekmektedir.
Bkz. Fahri Gökçen Taner, Ceza Muhakemesi Hukukunda Adil Yargılanma Hakkı Bağlamında Çelişme ve Silahların Eşitliği, Seçkin
Yayıncılık, Ankara, 2019, s. 90.
Krş. Aygörmez, Haydar, Korkmaz, Serî Muhakeme, s. 284 dev.
Maria Igorevna Federova, The Principal of Equality of Arms in Internaitonal Criminal Proceedings, School of Human Rights Research
Serîes, C. 55, 2012, s. 38
Sibel İnceoğlu, Adil Yargılanma Hakkı, Anayasa Mahkemesi Bireysel Başvuru El Kitapları Serîsi-4, Ankara, 2018, s. .115.
CMK m. 250/3 hükmüne göre şüpheli serî muhakeme hakkında bilgilendirilmekte ve sonrasında serî muhakemenin
uygulanması teklif edildiğinde bir müdafii yardımından faydalanabilecektir. Elbette ki, hâli hazırda bir müdafii bulunan
şüpheli, müdafii yardımından daha önceden faydalanabilir. Ancak, bir müdafii bulunmayan şüpheli, ancak,
teklifi kabul sırasında müdafii ile görüşebilecektir. Müdafii devreye girene kadar şüpheli, Cumhuriyet savcısı ve kollukla
baş başadır. Bu süre zarfında, Cumhuriyet savcısı ve kolluk, şüpheliyi bilgilendirirken anlaşma sağlayabilirler.
Müdafi, devreye girdiğinde, şüpheli çoktan teklifi mental olarak kabul etmiş olabilir. Nitekim, uygulamacılarla yapılan
görüşmelerde, müdafii olarak devreye girdiklerinde şüphelinin çoktan teklifi kabul ettiği, şüpheliye haklarını
açıkladıklarını, bir aylık düşünme süresi olduğunu hatırlattıkları zaman şüphelilerin bu teklife hiç yanaşmadıklarını
belirtmişlerdir. Bunun nedeni, müdafiinin çok geç bir evrede muhakemeye katılmasıdır.Her ne kadar, şüpheliye düşünmesi
için 1 aylık süre verildiğinde, müdafii de bu esnada dosyayı inceleyip şüpheliye tam anlamıyla hukuki bir
destek verebilme imkanına sahipse de bu imkan, savcılık ve/veya
adli kolluk tarafından zımni bir şekilde engellenmektedir.Bu durumun
engellenmesi için müdafiinin, muhakeme işlemlerinin ilk başladığı
andan itibaren devreye girmesi, adli kollukça ifadesi alınmadan
önce şüphelinin yanında olması gerekmektedir. Aksi takdirde
müdafii, serî muhakeme usûlünde çok pasif bir konumda kalmaya
ve böylece şüpheli, Cumhuriyet savcısının ve adli kolluğun etkisinde
kalmaya devam edecektir.
Serî muhakeme usûlünde, Kanun koyucu, yargılama faaliyetinde
bulunarak yaptırımı tayin etme yetkisini Cumhuriyet savcısına
aktarmıştır. Zirâ muhakemenin tamamı göz önünde bulundurulduğunda
delilleri toplama ve onlarla doğrudan temas ederek maddi gerçeğe ulaşmak bakımından oldukça aktif bir
konumda tek süje Cumhuriyet savcısıdır.
Serî muhakeme usûlünde hâkim, oldukça edilgen bir konumda olup Cumhuriyet savcısının sunmuş olduğu talepnamesi
sadece şekli açıdan inceleme yetkisine sahiptir. Bu inceleme neticesinde şekli unsurlarda bir eksiklik bulunmamakta
ise talepnameyi kabul etmek zorundadır. Nitekim CMK m. 250/9 hükmüne göre “Mahkeme, şüpheliyi
müdafii huzurunda dinledikten sonra üçüncü fıkradaki şartların gerçekleştiği ve eylemin serî muhakeme usulü
kapsamında olduğu kanaatine varırsa talepte belirlenen yaptırım doğrultusunda hüküm kurar; aksi takdirde
talebi reddeder ve soruşturmanın genel hükümlere göre sonuçlandırılması amacıyla dosyayı Cumhuriyet
başsavcılığına gönderir.” diyerek bir emir normu ihdas etmiştir.Bu düzenlemeler ile serî muhakeme usûlünde
hâkim, yargılama yapmayan ve sadece bir noter gibi onaylama işlevi yürüten bir süje hâline gelmiştir. Serî muhakeme
usûlünde, yargılama faaliyetini, delilleri toplayan ve onlarla doğrudan temas eden Cumhuriyet savcısı tarafından
yapılmaktadır. hâlbuki AY m. 9’a göre “Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce
kullanılır.”AY m. 138/1 hükmüne göre hâkimler, vicdaani kanaatlerine göre hüküm verirler. Bunun için de bir duruşma
açılması ve tarafların, hâkimin huzurunda delilleri tartışması gerekmektedir. Soruşturma aşamasında oluşan
kanaat, Cumhuriyet savcısının vicdani kanaatidir; hâkimin değil. Ancak serî muhakeme usûlünde ise herhangi bir
delil tartışılmasının yapılması mümkün olmadığı gibi, hâkim dahi delillerle doğrudan temas edememektedir. hâl
böyle iken, hâkimde bir vicdani kanaatin oluşmasından bahsedilemez. Bu nedenle serî muhakeme usûlü, AY m.
138/1 hükmüne de aykırılık teşkil etmektedir.Bununla birlikte Cumhuriyet savcısının talebi, şekli şartları taşıdığı
vakit onaylanması mecbur bir şey ise bu bir emre dönüşmektedir. Başka bir ifade ile hâkimler, Cumhuriyet
savcılarından adeta emir almaktadırlar. Ancak, AY m. 138/2 hükmüne göre de “Hiçbir organ, makam, merci veya
kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez;
tavsiye ve telkinde bulunamaz.” Dolayısıyla serî muhakeme usûlü, hâkimi, Cumhuriyet savcısından emir alan bir
memur konumuna getirdiği için Anayasa m. 138/1-2 hükümlerine aykırıdır.
Krş. Aygörmez, Haydar, Korkmaz, Serî Muhakeme, s. 280 dev.
Zeki Hafızoğulları, Genel Çizgileriyle Savunma Hakkı, Ankara Barosu Dergisi, S. 1, 1994, s. 20
Hafızoğulları, Savunma Hakkı, s. 21
Serî Muhakeme Usûlü ve Temel Hakların Sınırlandırılması
Şimdiye kadar aktarılanlardan serî muhakeme usûlünün adil yargılanma hakkı ile uyumlu olmadığı tespit edilmiştir.
Adil yargılanma hakkı anayasal temel haklardan olduğuna göre, Anayasa’nın temel hakların sınırlandırılması
temel ilkelerine tabii olacaktır. Temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının nasıl yapılacağı Anayasanın m.
13 hükmünde belirtilmiştir. Buna göre: Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın
ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın
sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı
olamaz.
Serî muhakeme usûlüne ilişkin hükümler Anayasa m. 13 hükmü çerçevesinde değerlendirildiğinde, belirtmek gerekir
ki adil yargılanma hakkı, bir kanunla sınırlandırılmaktadır. Serî muhakeme usûlü, hukukumuza 7188 sayılı Kanun
ile 5237 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nda yapılan değişiklik ile girmiştir. Bu kriter sağlanmıştır.
Adil yargılanma hakkının sınırlandırılma nedeninin Anayasada belirtilen sebebe dayanması gerekmektedir. 7188
sayılı Kanun’un gerekçesine bakıldığı zaman bu düzenlemenin getirilmesinin sebebi, geleneksel muhakeme sürecini
formaliteden arındırarak kısaltmak ve basitleştirmek, yargı mercilerinin artan iş yükünün hafifletilmesidir. Ne var ki,
adil yargılanma hakkının düzenlenmiş olduğu Anayasa’nın 36. madde hükmünde, adil yargılanma hakkının sınırlandırılması
için herhangi bir neden belirtilmemiştir. Ayrıca, uzun süren hak mücadelelerinin sonunda kazanılmış haklar
ve bunların sonucu olan usûlî işlemlerin bir formalite olarak görülmesini adil yargılanma hakkının sınırlandırılmasının
nedenlerinden biri olarak kabul edilmesi de mümkün değildir. Diğer yandan yargı mercilerinin iş yükündeki
artışın önüne ise etkin hukuk politikalarıyla geçilebilir; adil yargılanma hakkının sınırlandırılması ile değildir.
Temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması ölçülü olmalıdır.Sınırlandırmanın ölçülü olup olmadığı ise şu üç kritere
göre değerlendirilir: i)elverişlilik, ii) gereklilik, iii) oranlılık. Elverişlilik, sınırlandırma için başvurulan aracın,
amaca ulaşmada kısmen de olsa katkıda bulunmasını ifade eder. Gereklilik için ise sınırlandırma ile ulaşılmak istenen
amaç için seçilmiş olan aracın en yumuşak olanının seçilmesidir. Ölçülülük ise amaçla araç arasında ölçüsüzlüğün
bulunmamasıdır. Bu açıklamalar ışığında serî muhakeme usûlü değerlendirildiğinde adil yargılanma hakkının
sınırlandırılmasının ölçülü olduğunu söylemek mümkün değildir. Serî muhakeme usûlünün getirilmesindeki amaç,
iş yükünü azaltmak ve muhakemeyi kısaltmak olduğu için sınırlama elverişlidir. Bununla birlikte, bu amaca ulaşmak
için seçilmiş olan aracın en yumuşağı değildir. Adil yargılanma hakkını zedelemeyecek, taraflara delilleri tartışma
imkanının verildiği, hükmün esasen mahkeme tarafından kurulduğu bir kanuni düzenleme yapılabilirdi. Sınırlamanın
ölçülü olduğunu belirtmek ise mümkün değildir. Şüphelinin uzamasına neden olmadığı muhakemeyi kısaltmak
ve asıl nedeni şüphelinin fiili olmayan iş yükünü azaltmak için şüphelinin adil yargılanma hakkını kısıtlamak ölçülü
değildir.
Zafer, Hamide, Savunma Hakkı ve Sınırları, MÜHF-HAD, C. 19, S. 2, Prof. Dr. Nur Centel’e Armağan, 2013.s. 510.
Zafer, Savunma Hakkı, s. 512.
İlhan Üzülmez, Türk Hukukunda Suçsuzluk Karinesi ve Sonuçları, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, S. 58, 2005, s. 43.
Murat Balcı, Delillerin Suçun İşlendiği Hususunda Yeterli Şüphe Sebebi Oluşturması, Terazi Hukuk Dergisi, C. 7, S. 72, 2012, s. 11.
Krş. Aygörmez, Haydar, Korkmaz, Serî Muhakeme, s. 288 dev.
Sarah Summers, Lorenz Garland, David Studer, Das Recht auf Verteidigung – Anspruch und Wirklichkeit, ZStrR, 2016, s. 134.
Metin Feyzioğlu, Fahri Gökçen Taner, Ceza Muhakemesinde İspatın Ölçütü Olarak Vicdani Kanaat, 2. Bası, Islık Yayınları, İstanbul,
2015, s. 178.
Bkz. aynı görüşte Nezih Sütçü, Serî ve Basit Yargılama Usullerine İlişkin Hükümlerin Değerlendirilmesi, Bursa Barosu Dergisi, Y. 44, S.
110, 2019, s. 58.
Sınırlandırma hakkın özüne dokunmamalıdır. Hakkın özü kavramından ne anlaşılması gerektiğinin çok belirgin
olmadığı değerlendirilmekle birlikte, doktrinde hakkın vazgeçilmez unsuru, dokunulduğu hâlde onu anlamsız kılacak
olan asli çekirdek olarak tanımlanmıştır. Serî muhakeme usûlüne bakıldığında, adil yargılanma hakkının özüne
müdahale edildiği görülmektedir. Şüphelinin, delilerden haberdar olma, etkili müdafii yardımından faydalanma,
delilleri tartışma, muhakeme etki etme, şüpheden yararlanma, kendi aleyhine delil vermeye zorlanamama gibi adil
yargılanma hakkının çekirdeğinde bulunan haklardan faydalanamamaktadır.Tüm bu açıklamalardan sonra net bir
şekilde ortaya konulmuştur ki, serî muhakeme usûlüne ilişkin kanuni düzenleme ile şüphelinin adil yargılanma
hakkı, Anayasa m. 13 hükmüne aykırı bir şekilde sınırlandırılmaktadır.
Sonuç
En nihayetinde şunu ifade etmek gerekir ki, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada yargının yükünü azaltarak, hızını
ve verimliliğini arttırmaya yönelik çalışmalar yapılmakta ve serî muhakeme gibi çeşitli usûlî yöntemlere başvurulmaktadır.
Gerçekten de yargılamaların hızlı bir şekilde yapılmasında kamusal menfaatler de bulunmaktadır.
Ancak bu amaca ulaşmak için hukuk devletinin tanıdığı meşrû araçlara başvurmak gerekmektedir. Amaca ulaşmak
için feda edilen ya da vazgeçilen özlerine dokunulan temel haklar ya da esası oluşturan ana ilkeler olmamalıdır.
Zirâ hukuk devleti, ana ilkeler üzerine otururken; insan kişiliği de temel hakların çekirdeğinden oluşan insan haysiyeti
üzerine oturmaktadır. Yeni bir kurum getirilirken, ulaşılmak istenen menfaatin ya da faydanın verilen zarara
ağır basması, üstün gelmesi zarurîdir. Serî muhakeme usulünün hangi temel haklara ne oranda zarar verdiği mevcut
çalışma ile ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bunun yanında yeterli şüphe şartının oluşmasının arandığı, bu nedenle
de aslen soruşturma evresinde herhangi bir serîliğin söz konusu olamayacağı serî muhakeme usûlü, kural
olarak sadece ara muhakemesini ve kovuşturma evresini ortadan kaldırmıştır. Şu hâlde aslında süre olarak kısaltılan
15 günlük ara muhakeme ile ilk duruşma için verilecek gün için geçen süredir. Serî muhakemeye tabi suçların
genelde zaten ilk celsede bittiği göz önünde bulundurulacak olursa, aslında serî muhakeme ile büyük bir süre kazancının
olmadığı ifade edilebilir. Bu bağlamda ulaşılmak istenen amaçla feda edilen değerler arasında gerçekten
anlamlı bir oran olup olmadığı sorgulanmalıdır.
Fazıl Sağlam, Temel Hakların Sınırlanması ve Özü, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın ve Yayın Yüksekokulu Basımevi,
Ankara, 1982, s. 114.
Sağlam, Sınırlandırma ve Öz, s. 114; Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku, 3. Bası, Ekin Yayınevi, Bursa, 2019, s. 330.
Sağlam, Sınırlandırma ve Öz, s. 115.
Sağlam, Sınırlandırma ve Öz, s. 116 Gözler, Türk Anayasa Hukuku, s. 359.Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku,16.
Bası, Yetkin Yayınları, Ankara, 2016, s. 117.
DOÇ.DR.GÜLSÜN AYHAN AYGÖRMEZ UĞURLUBAY
İSTANBUL GEDİK ÜNİVERSİTESİ
YARGIÇ OLMAK VEYA OLMAMAK
Ruşen
Gültekin Lise eğitimini
Ankara'da Yenimahalle
ilçesinde Mustafa
Kemal Lisesi'nde tamamladı.
Selçuk Üniversitesi
Hukuk Fakültesi'nden
1994 yılında mezun
oldu.
Bir sonraki yıl
Bandırma Ağır
Ceza Mahkemesi'nde
ilk görevine başlayan
Gültekin daha sonra
Adalet Bakanlığı
Uluslararasi Hukuk ve
Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü
çalışmaya başladı.
2005-2011 yılları
arasında Yargıtay
Cumhuriyet Savcısı iken
temmuz 2011 kararnamesi
ile Gaziantep'e 3.
Sulh Ceza Mahkemesi
Hakimi olarak atandı.
Duayen hukukçu, yargıç merhum Yargıtay Başkanı Dr. Recai Seçkin
1960 yılında yaptığı adli yıl açılış konuşmasında adaletin önemini vurgulamak
için önemli düşünürlerin bu konudaki sözlerine yer vermişti.
Ömer Hayyam, “Adalet kainatın ruhudur.”
Filozof Eflatun, “Adil bir mahkeme, devlet binasının en sağlam direğidir.”
Ve ayrıca Büyük İslam Peygamberi diyerek, Hz. Muhammed’in hadislerinden
ve İslam litaretüründen de alıntı yapmıştı; “Bir ülke küfürle
ayakta kalabilir fakat adaletsizlikle, zulümle ayakta duramaz… Adalet
ülkenin temelidir… Bir saat adaletle hüküm vermek altmış yıl ibadetten
daha değerlidir..”
Bu sözlere neden mi yer veriyorum? Çünkü son yıllarda verilen yargı
kararları, toplumun vicdanını sızlatır ve adalet duygusunu ortadan kaldırır
hale gelmiştir.
Bu konu özellikle yargılamaların sağlıklı yürütülmesi için CMK’da yer
alan tutuklama ve adli kontrol uygulamalarında kendini göstermektedir.
Unutmayalım ki bu müesseseler sadece yargılamanın yürütülmesi
için uygulanan birer emniyet tedbiridir. Keyfi tutuklama, keyfi adli
kontrol kararı olmaz. Tüm yargıçlar kararlarını Türk milleti adına verirler.
Ve yargıçlar, yargının toplumun güvencesi olduğunu, hissettirmeliler.
Tüm bu gerçeklere rağmen, tutuklamanın peşin ceza gibi kullanıldığı
örnekleri eleştirirken son zamanlarda adli kontrol kararlarının da yasadaki
güvenceler göz ardı edilerek peşin ceza gibi kullanıldığı yargı kararları
gelmeye başladı.
Örneğin geçtiğimiz günlerde bir tır şoförünün çektiği bir video sosyal
medyada yer aldı. Bu videoda şoför, geçinmek için sokağa çıkmak zorunda
olduğunu söyleyip, getirilen önlemlerin çelişkisini vurguluyor,
eleştiriyordu.
Birdenbire gözaltına alındığı haberleri geldi. İnanamamıştım ama şoför
hakkında TCY 217 maddesinden “Halkı yasalara uymamaya tahrik”
suçundan soruşturma başlatılmıştı. Şoför, sulh ceza yargıcı karşısına
çıkarılmış, ifadesi alınarak adli kontrol kararı ile serbest bırakılmıştı.
Oysa şoförün eylemi bırakın suç olmayı, kabahat bile değildi. Şoför
sadece ifade özgürlüğünü kullanmıştı. Eleştirmişti. Ceza hukukçusu
olarak söylemek gerekirse, yasadaki deyimiyle “tahrikin kamu barışını
bozmaya elverişli olması” unsuru yoktu. Çünkü bu suç “somut tehlike
suçu” olup eyleminin suç olması için mutlaka somut olarak bir kışkırtma
yaratması, toplumu harekete geçirmesi gerekiyordu ki, bu unsur bu
olayda söz konusu bile değildi.
Uluslararası hukuk
ve Ceza hukuku
alanlarında uzman
olan Gültekin avukatlık
görevine
En uzun gece : 15
Temmuz'a giden
sü- reç : o gece yaşananların
gerçek hikayesi :
OHAL gölgesinde Türkiye
kitabının yazarıdır.
Hukuk bilmeyen birisi, somut tehlike suçlarının ne olduğunu bilmeyebilir
ancak soruşturma açan cumhuriyet savcısının veya ifade
alarak adli kontrol kararı veren SCM yargıcının bilmemesini kabul
edemem. Hele hele bu kişiler kişi özgürlüğünü derhal sınırlayabilen
yetkilerle donatılmışsa böyle bir hata yapma lüksleri yoktur.
Daha vahim olanı ise şudur. CMK 109. maddesine göre “sadece
tutuklama sebeplerinin varlığı halinde, şüphelinin tutuklanması yerine
adli kontrol altına alınabilir” denilmektedir. Yani SCM yargıcı,
şoförün eyleminin suç olmadığını tespit edemediği gibi üstelik şoförün
tutuklanma sebeplerini var kabul ediyor. Yani şoför az daha
tutuklanacaktı. Bu karar ile adeta şoföre ve onun tahtında ülkeye
gözdağı verilmiştir. Yargının görevi bu değildir. Yargı devletin karşısında
vatandaşın tek sığınacağı limandır. Yargıçlar bunu asla
unutmamalıdır.
Türkiye’nin zaten ifade özgürlüklerinin kullanılması ile ilgili karnesi
çok kötü. Özellikle bir tvit atan, video çeken vatandaş veya
yazı yazan gazeteciler hakkında bu emniyet tedbirleri kullanılırken
yargıçların daha dikkatli ve hassas olması beklenir.
Bu kişilerin kaçma şüphesi genellikle olmaz. Ayrıca delilleri de
karartamaz. Çünkü burada delil, atılan tvit, çekilen video veya yazılan
yazıdır ki, bunlar zaten soruşturma makamlarının elindedir.
Bu sebeple bu kişilerin en temel haklardan olan özgürlükleri kısıtlanırken
yargı görevi yapanların devleti korumak güdüsüyle değil,
kişi hak ve özgürlüklerini koruma güdüsüyle hareket etmesi beklenir.
Yukarıdaki veciz sözü tekrar etmek istiyorum. “Bir saat adaletle
hüküm vermek altmış yıl ibadetten daha değerlidir.”
AV.DR.MEHMET RUŞEN GÜLTEKİN
ÇOCUK ADALET SİSTEMİ
İnsan hakları anlayışının ve uluslararası-ulusal insan hakları belgelerinin çocuklar, kadınlar,
göçmen ve mülteciler gibi özel gereksinime sahip grupların haklarının korunmasında
yetersiz kalması üzerine belirli durumlara (savaş ortamları vb) ve belirli gruplara (çocuklar,
kadınlar, tıbbi bakım alan kişiler vb) yönelik insan hakları belgeleri geliştirilmeye başlanmıştır.
Böylece modern çocukluk anlayışını belirleyen çocuk hakları kavramının temelleri
de şekillenmeye başlamıştır.
Çocukluğun kendine özgü bir gelişimsel dönem olduğu ve çocukların özel olarak korunma
ve desteklenme gereksinimi olduğu modern çocukluk anlayışının temel varsayımıdır. “20.
yüzyılın egemen çocuk paradigması, aşağıdaki üç temel varsayıma dayandırılmaktadır:
Çocuklar, yetişkinlerden farklıdır; Çocukların yetişkinliğe hazırlanması ve yetiştirilmesi
gerekir; Çocukların yetiştirilmesi sorumluluğu yetişkinlere aittir”. Böylece paradigmanın
odağını çocukların hak sahibi bireyler olduğu varsayımı oluşturmaktadır.
Çocuk Haklarını
Tanıtmak,Yaymak,
Geliştirmek,
Hak İhlallerini
Önlemek,Savunuculuk,İ
zleme ve Raporlama
yapmayı hedefleyen
bir ağdır
“Çağdaş bakış açısına göre “çocuklar, kendi sosyal çevrelerinde etkin ajanlardır; savunmasız
oluşları nedeniyle çocukları korumak için tasarlanan faaliyetlerin pasif yararlanıcılarından
çok, etkin aktörleridir. Dolayısıyla, çocuklar kendi sosyal yaşamlarının olduğu kadar
çevrelerindeki kişilerin yaşamlarının ve içinde yaşadıkları toplumun belirleyicisi ve kurucusudur
ve öyle görülmelidir. Çocuklar toplumsal yapı ve süreçlerin edilgen özneleri değildir”.
Böylece, yurttaşlık kavramı, sadece yetişkin dünyasına ait bir kavram olmaktan çıkmış,
çocuk ve gençlerin de hakları olan bireyler olarak kabul görmeleri sağlanmıştır”
Modern çocukluk paradigmasının öngördüğü çocuk koruma anlayışının iki önemli odak
noktası olduğu söylenebilir. Bunlardan ilki çocuğu korunması gereken edilgen bir nesne
olarak görmemesidir. Çocuk nesne değil, öznedir. Bir başka ifadeyle çocuğu ailenin veya
toplumun/devletin malı olarak görmez. İkincisi, çocukların özel muamele ve korunma ihtiyaçlarını
kabul edilmesi ve çocukların korunması sorumluluğunun yetişkinlere verilmesidir.
Devlet çocukların korunması konusunda hem sorumluluk sahibidir hem de düzenleyici/
denetleyici bir rolü yerine getirir. Akyüz’ün deyimiyle “çocuk ana babasından görevlerini
yerine getirmelerini nasıl isteyecektir?. İşte bu noktada devletin çocuğa karşı yükümlülükleri
başlamaktadır. Çocuğa, hukuk kuralları ile ana babasına karşı haklar tanımış olan devlet,
bu hakların gerçekleştirilmesini de sağlamak, çocuğun korunması ile ilgili bir sorundan
haberdar olduğunda, yasal koşulların bulunması durumunda kendiliğinden müdahale etmek
ve çocuğu korumakla yükümlüdür.
Ancak, modern devletin çocuğa karşı görevi bedensel, duygusal, zihinsel ve ahlâkî güvenliğine,
diğer bir deyişle “yüksek yararına” özen göstermek bakımından yalnızca ana babayı
desteklemek ve denetlemek değildir. Devlet aynı zamanda çocukların yetenekleri doğrultusunda
gelişmelerini güvence altına almak, onların ekonomik ve sosyal refahını da sağlamak
zorundadır.
Günümüzde modern çocukluk anlayışını hukuksal boyutuyla şekillendiren temel belge BM
Çocuk Haklarına Dair Sözleşmedir. ÇHS’yi ortaya çıkaran sürecin yapı taşları ise şu şekilde
özetlenebilir:
Acar, H.,Antakyalıoğlu, Ş. Modern Çocukluk ve Çocuk Koruma Anlayışı, s. 3 UNICEF.
2016
Akyüz, E. (2012). Çocuk Hukuku: Çocuk Hakları ve Korunması. Pegem Akademi Yayınları,
Ankara
Çocuk hakları alanında ilk toplumsal politika belgesinin 1779 yılında İsviçre'nin Zürih
Kantonu'nda yayınlanan bir emirname olduğu kabul edilir. Diğer belgelerden önce 1920
yılında savaştan zarar gören ülkelerin çocuklarının acil gereksinimlerini gidermek amacıyla
kurulan Çocuklar İçin Uluslararası Yardım Örgütü ile çocuklarla ilgili çalışmaların
odaklanmaya başladığı görülür. Örgüt, amacına ulaşmak için çabalarını sürdürürken daha
geniş planda ve sürekli bir şekilde çocukları korumak amacıyla gerekli programın düzenlenmesine
ve bu programın ilkelerinin belirlenmesine çaba göstermiş ve ilerleyen zamanlarda
Uluslararası Çocuk Refahı Birliği (Koruma) adını almıştır.
Şahin Antakyalıoğlu
Ufuk Üniversitesi
Öğretim Görevlisi
ÇAÇAv Genel Koordinatörü
ECPAT Türkiye
Kordinatörü
Bu çabaların sonucu olarak 26 Eylül 1924 tarihinde Milletler Cemiyeti Genel Kurulu,
“Çocuk Hakları Bildirgesi”ni kabul etmiş ve böylece çocuklarla ilgili ilk geniş kapsamlı
uluslararası düzenleme ortaya çıkmıştır. 1924 yılında Milletler Cemiyeti tarafından kabul
edilen “Cenevre Bildirgesi”, “hak” sözcüğünün benimsendiği ilk belge niteliğini taşır. Bu
belge “Umum Milletlerin erkek ve kadınları, insanlığın haiz olduğu en mutena şeyi çocuğa
vermeğe mecbur bulunduğunu rızki, milli ve dini her türlü telkinler haricinde bir vazife
olmak üzere kabul ettiklerini Cenevre Beyannamesi ismi verilen bu Çocuk Hakları Beyannamesi
ile tasdik ederler” cümlesiyle başlar (Ümit Atılgan ve Atılgan, 2009: 6).
Birleşmiş Milletler’in kuruluşundan sonra, 1948 yılında BM Genel Kurulu, İnsan Hakları
Evrensel Bildirgesi’ni kabul etmiş, ancak bu belgede çocukların hak ve özgürlükleri için
özel düzenleme yer almamıştır. Çocukların özel ihtiyaçları, ayrı bir belgenin düzenlenmesini
gerektirmiştir. Yaklaşık on yıl süren çalışmaların sonucunda 20 Kasım 1959’da Birleşmiş
Milletler Genel Kurulu, 78 ülkenin temsilcisinin katıldığı genel oturumunda Çocuk
Hakları Bildirgesi’ni oybirliği ile kabul etmiştir.
Bildirge’de çocukların eğitim, sağlık ve özel korunma haklarına ayrıca yer verilmiştir.
Birleşmiş Milletlerin 1979 yılını Uluslararası Çocuk Yılı ilan etmesi üzerine uzun erimde
büyük önem taşıyan bir süreç başladı. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Birleşmiş Milletler
İnsan Hakları Komisyonu ve bağımsız uzmanlarla, üye olmayan ülkelerin, sivil toplum
kuruluşların ve Birleşmiş Milletler kuruluşlarının gözlemci delegelerinden oluşan bir çalışma
grubunun hukuksal bağlayıcılık taşıyacak bir belge hazırlamak üzere çalışmalara
başlamasını kabul etti. Böylece Çocuk Hakları Cenevre Bildirgesi ile 1924 yılında başlayan
dönemin son aşamasını 20 Kasım 1989 tarihli Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi
oluşturdu.
Aşağıdaki tablo çocuk haklarının uluslararası metinler bağlamında geçirdiği süreci özetlemektedir.
1921 Uluslararası Çocuk Koruma Birliği
1924 – Cenevre Çocuk Hakları Beyannamesi
1959 – BM Çocuk Hakları Bildirgesi
1979 – Uluslararası Çocuk Yılı
1985-Pekin Kuralları (Yargılama)
1989-Çocuk Hakları Sözleşmesi (Genel)
1990-Riyad Kuralları (Önleme)
1990-Havana Kuralları (İnfaz)
2000-ÇHS Ek Protokolleri
“BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme; her bir çocuğun
hak sahibi birer birey olarak çocuğun korunması,
gelişimi ve temel hakları konusunda yeni
bir felsefe ve anlayışı beraberinde getirmiştir. Türkiye,
Sözleşme’yi 14 Eylül 1990 tarihinde imzalamış
ve 9 Aralık 1994 tarihinde 17, 29, 30. Maddelerine
Anayasa ve Lozan antlaşması çerçevesinde
çekince koyarak kabul etmiştir.
RİYAD KURALLARI (Önleme)
Tam adı, Çocuk Suçluluğunun Önlenmesine İlişkin
Birleşmiş Milletler Yönlendirici İlkeleri’dir.
Genel Kurul’un Genel Kurul’un 14 Aralık 1990
tarih ve 45/112 sayılı kararıyla kabul ve ilan edilmiştir.
Riyad Kuralları, Temel Perspektifler, Yönlendirici
İlkelerin Kapsamı, Genel Önlem, Sosyalleşme
Süreçleri, Sosyal Politika, Yasal Düzenlemeler
ve ÇAS (Çocuk Adalet Sistemi) Yönetimi,
Araştırma, Politika Geliştirme ve Koordinasyon
bölümlerinde oluşmaktadır.
PEKİN KURALLARI (Yargılama)
Tam adı, Birleşmiş Milletler Çocuk Adalet Sisteminin
Uygulanması Hakkında Asgari Standart
Kurallar’dır. Genel Kurul’un 29 Kasım 1985 tarih
ve 40/33 sayılı kararıyla kabul edilmiştir. Kuralların
Birinci Bölümü, çocuk adalet sistemindeki genel
ilkeleri düzenlemekte ve temel yaklaşımları
kâğıda dökmektedir. İkinci Bölüm, soruşturma ve
Kovuşturma’da uyulacak ilkelere ilişkindir. Üçüncü
Bölüm’de, hüküm verme ve tespite ilişkin esaslar
düzenleme altına alınmış, Dördüncü Bölüm
kurum dışı, Beşinci Bölüm kurumsal ıslaha ilişkin
ilkeleri koymaktadır. Nihayet Altıncı ve son bölümde,
araştırma, planlama, politika oluşturma ve
değerlendirmeye ilişkin son hükümler yer almaktadır.
HAVANA KURALLARI (İnfaz)
Tam adı, Özgürlüğünden Yoksun Bırakılmış Çocukların
Korunmasına İlişkin Birleşmiş Milletler
Kuralları’dır.Genel Kurul’un 14 Aralık 1990 tarih
ve 45/113 sayılı kararıyla kabul edilmiştir. Havana
Kuralları, Temel Perspektifler, Kuralların Kapsamı
ve Uygulanması, Gözaltında Olan veya Yargı
Önüne Çıkarılmayı Bekleyen Çocuklar, Çocukların
Tutuldukları Kurumların İdaresi ve Personel’e
ilişkin düzenlemelere sahiptir.
Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına dair Sözleşme’nin
temel ilkeleri şu şekildedir:
Çocuğun Yaşaması ve Gelişmesi İlkesi: Yaşamak, her çocuğun
temel hakkıdır ve herkesin ilk görevi çocukların yaşamını korumaktır.
“BM Çocuk Haklarına dair Sözleşme, yaşama hakkının gerçekleştirilmesinin
yanı sıra, çocuğun hayatta kalması ve gelişmesi için
"mümkün olan azami çabanın gösterilmesini", devletlerin sorumluluğu
olarak görür. "Gelişme" kavramı, yalnızca çocuğun yetişkinlik
dönemine hazırlanmasıyla ilgili değildir. Bu aynı zamanda çocukluk
dönemi için, yani çocuğun içinde bulunduğu dönemin en elverişli
koşullarda oluşturulması anlamına gelir. Sözleşmeye göre devletler,
çocuğun bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlâksal, psikolojik ve toplumsal
gelişimini, insanın saygınlığı ile uyumlu biçimde gözetmeli ve çocuğun
toplumda özgür bir birey olarak yaşamını sürdürmesi için gerekli
önlemleri almalıdırlar”. Çocuğun Yüksek Yararı İlkesi: Çocukları
ilgilendiren bütün eylemlerde, öncelikle çocuğun yararının gözetilmesi
gerekir. Çünkü toplumun savunmasız bir grubu olan çocuklar,
kendi haklarını arayamazlar. Hükümetler, gönüllü sektör, toplum
kurumları, aileler, bakım hizmetleri verenler bu haklara saygı gösterme,
ihlâl etmeme ve daha da ileriye götürüp, güçlendirme sorumluluğuna
sahiptirler.
“Çocuğun yüksek yararı ilkesi, çocuk merkezli bir bakış açısını destekler
ve çocuğun birbiriyle ilişkili hak ve ihtiyaçlarına dikkat çeker.
Dolayısıyla, çocuğa sağlanan koruma kanunlarının, politikalarının ve
uygulamalarının değerlendirilmesinde, çocuğun yüksek yararının göz
önünde tutulması ve çocuklara yönelik temel hizmetlerin ekonomik
reform ve açık azaltma dönemleri de dahil olmak üzere, her zaman
korunması ve öncelik verilmesi gözetilmelidir. Koruma, en genel anlamıyla
bir bireyin yaşamını olumsuz bir biçimde etkileyecek olası bir
tehlikeyle karşı karşıya kalmasını engellemek için alınan önlemleri ve
savunuculuk çalışmalarını ifade etmektedir. Önlemler ve savunuculuk
çalışmaları, bireyin hak ettiği yaşamı sürdürmesi açısından vazgeçilmez
niteliktedir. Dolayısıyla, Çocuğun Yüksek Yararı İlkesi, çocuğun
herhangi bir alanda ve herhangi bir tehlikeyle karşı karşıya kalmasının
engellenmesini gerektirir”.
Çocuğun Katılımı İlkesi: “Kamu yaşamında yer almak”, “kamu yaşamının
bir parçası olmak” şeklinde tanımlanan katılım, bireylerin
karar süreçlerinde ve etkinliklerde yer alması, bu süreçlerde “etkili”
olması, karar mekanizmalarına, uygulama ve değerlendirme süreçlerine
“etkin” müdahalelerde bulunması anlamına da gelir.
Ayrım Gözetmeme İlkesi: Çocuk hakları, istisnasız bir şekilde tüm
çocuklar için geçerlidir. Çocuğun fiziksel özelliklerinin, inancının,
ana dilinin, cinsiyetinin ya da başka bir özelliğinin hiçbir rolü yoktur.
Sözleşmeye taraf olan devletler, hiçbir ayrım yapmadan kendi egemenlik
alanlarındaki bütün çocukların sözleşmede yer alan haklarını
tanır ve taahhüt eder.Çocuk Dostu Hukuki Yardım Hakkında Rehber
kapsamında bazı tanımlamalara yer verilmiştir. Bunlara kısaca aşağıdaki
şekilde değinilmektedir;
Atılgan A. ve Ümit Atılgan, E. (2009). “Çocuk Hakları Paradigması ve Çocuk Ceza Yargılamasına Hâkim Olan İlkeler Açısından Türkiye’deki Düzenleme ve Uygulamaların
Değerlendirilmesi. İnsan Hakları Ortak Platformu için Kapasite Geliştirme Derneği tarafından Basılan Rapor.
Acar, H.,Antakyalıoğlu, Ş. Modern Çocukluk ve Çocuk Koruma Anlayışı, s. 9 UNICEF. 2016
Adalete erişim: "Adalete erişim; (ÇHS de dâhil olmak üzere) uluslararası sözleşmelerde, ulusal norm ve standartlarda tanınan hakların
ihlal edilmesi hâlinde, tazmin yollarına adil bir şekilde ve zamanında erişme kapasitesi olarak tanımlanabilir". Adalet sistemine
erişimin bulunmayışı, yoksulluğun tanımlayıcı bir niteliğidir. Diğer taraftan, yoksulluğun ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin
ortadan kaldırılmasına da engel olmaktadır. Tüm çocukların adalet sistemine düzgün bir şekilde erişebilmesini sağlamak için
çocukların hukuki açıdan güçlendirilmesi şarttır: Tüm çocuklara yasal hizmetler ya da çocuk hakları eğitimi gibi diğer hizmetler
sunulmalıdır. Bilgili yetişkinlerin desteği ya da tavsiyesi vasıtasıyla, çocukların haklarından yararlanması sağlanmalıdır."
Çocuk: 18 yaşını doldurmamış kişidir.
Kanunla ihtilafa düşen çocuk: Ceza Kanunu hükümlerini ihlal ettiği iddia edilen veya bu nedenle suçlanan ya da hüküm
giyen, ceza ehliyetine sahip olmakla birlikte, 18 yaşını doldurmamış çocuktur."
Yönlendirme: "Kanunla ihtilafa düşen çocukları sabıka kaydının ve
resmi adli kovuşturmaların olumsuz etkilerinden korumak için geliştirilen
usullerin, yapıların ve programların uygulanması suretiyle söz
konusu çocukların adli kovuşturmalardan uzaklaştırılarak çoğunlukla
adli olmayan kuruluşlara (non-judicialbodies) koşullu olarak yönlendirilmesidir."
Onarıcı adalet/süreç: "Mağdurun, suçlunun ve/veya suçtan etkilenen
diğer bireylerin ya da topluluk üyelerinin suç nedeniyle ortaya çıkan
sorunları çözüm sürecine, çoğu zaman adil ve tarafsız üçüncü tarafın
yardımıyla, aktif bir şekilde katıldığı süreçtir. Arabuluculuk, grup
toplantısı ve müzakereleri (conferencingandsentencingcircles) onarıcı
adalet sürecinin örnekleri arasında yer almaktadır.
5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu kapsamında;
Korunma ihtiyacı olan çocuk: Bedensel, zihinsel, ahlaki, sosyal ve
duygusal gelişimi ile kişisel güvenliği tehlikede olan, ihmal veya istismar
edilen ya da suç mağduru çocuğu,
Suça sürüklenen çocuk: Kanunlarda suç olarak tanımlanan bir fiili
işlediği iddiası ile hakkında soruşturma veya kovuşturma yapılan ya
da işlediği fiilden dolayı hakkında güvenlik tedbirine karar verilen
çocuğu ifade etmektedir.
Çocuklar; çeşitli nedenlerle adalet sistemiyle karşı karşıya gelebilmektedir.
Örneğin, adli kovuşturmalarda sanıklar ya da tanıklar olarak
yer alabilmekte; aile davalarında taraflar olarak mahkemede bulunabilmekte;
fiziksel ya da psikolojik şiddet, cinsel istismar ya da diğer
suçlar veya diğer hak ihlalleri nedeniyle mağdur durumda olabilmekte;
sağlık hizmetleri, sosyal güvenlik, engellilik, mültecilik ve
sığınma talepleriyle ilgili idari davaların ya da özel hukuk davalarının
tarafları olarak mahkemede bulunabilmektedirler. Bu tür davaların
sonuçları; hem kısa hem de uzun vadede çocukların hayatları üzerinde
önemli etkiler yaratabilmektedir. Çocuğun hapse girip girmeyeceğini,
kiminle yaşayacağını, ebeveynleri ve kardeşleriyle ne şekilde
iletişim kurabileceğini, hangi ülkede yaşayacağını ve nerede okula
gideceğini belirleyebilmektedir.
Çocuk dostu adalet: "Tüm çocuk haklarının
mümkün olan en yüksek düzeyde ve etkili bir
şekilde hayata geçirilmesini ve çocuk haklarına
saygı duyulmasını garanti altına alan adalet sistemleri
anlamındadır… Çocuk dostu adalet sistemi;
erişilebilir, yaşa uygun, hızlı ve titiz hizmetler
sunan bir adalet sistemidir. Çocukların ihtiyaçlarına
ve haklarına odaklanır ve bunlara göre
düzenlenmiştir. Çocukların adil yargılanma hakkı,
yasal işlemlere katılım ve bunları anlama hakkı,
aile hayatına ve özel hayata saygı, çocukların
bütünlüğüne ve insanlık onuruna saygı da dâhil
olmak üzere tüm çocuk haklarına saygı duyar,"
Adalet sistemiyle karşı karşıya gelen çocukların
çoğu; adli kovuşturma deneyimini, en iyi ihtimalle,
kafa karıştırıcı bulmakta ya da en kötü
ihtimalle korku, kaygı ve dolaylı mağduriyet nedeni
olarak görmektedir. Çocuklar; çoğu zaman,
davalarla ilgilenen yetişkinlerle iletişim kurmakta
zorlanmakta, polise ve hâkimlere güvenmemekte,
süreçler ve usuller hakkında temel bilgilere erişememektedir.
Birçok çocuk; yaşı, cinsiyeti veya
sokakta çalışması ya da yaşaması ve sığınmacı
olması gibi nedenlerle ayrımcılıkla da karşılaşabilmektedir.
Acı verici olayları hatırlamak, mağdur
çocuklar için çok stresli olabilmektedir.
Çocuklar için Adalet konusunda BM’nin Ortak Yaklaşımı (2008). BM Çocuk Hakları Sözleşmesi (1989), 1. Madde. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nin
Çocuk Dostu Adalet hakkında Rehber İlkeleri, (2010), II c.
Yasal usullerde çocuk hassas bir yaklaşım kullanılmadığı takdirde, bu durumun, çocukların iyileşmesini güçleştirebilmekte,
çocuklar üzerinde zararlı ve uzun vadeli etkiler oluşturabilmektedir. Bununla birlikte, birçok yargı sisteminde çocukların kovuşturmalara
güvenli, anlamlı ve onurlu bir şekilde katılımını sağlamak için hiçbir şey yapılmamakta ya da çok az şey yapılmaktadır.
Çocuk dostu adalet sisteminin önündeki en önemli engellerden biri de çocukların hukuk alanında uzman ve güvenilir uygulayıcılara
erişiminin bulunmamasıdır. Söz konusu uygulayıcılar, çocuğun adalet sistemini ve davanın sonucunu deneyimleme şekli
üzerinde büyük bir etki yaratabilmektedir.
ÇOCUK DOSTU HUKUKİ YARDIM HAKKINDA REHBERDE ORTAK İLKELER
Bir çocuğun adalet sistemiyle karşı karşıya geldiği adli sürecin tüm aşamalarında, hukuk alanında çalışan bir kişi; hiçbir ayrım
yapmadan, çocuğa uygun hizmetlerin sunulmasını sağlamalıdır. Çocukların ya da çocuk gruplarının cinsiyetleri, yaşları, ırkları,
engellilik durumları vb. nedenlerle karşı karşıya olabileceği sorunları göz önünde bulundurarak müşterilerine gereken hassasiyeti
ve anlayışı göstermelidir. Adalet sistemiyle karşı karşıya gelen birçok çocuk; ayrımcılık mağduru da olabilmektedir. Bu
ayrımcılığın önlenmesi ve tazmin edilmesi için her türlü çaba gösterilmelidir.
Ayrımcılık yasağı; hukuk alanında çalışan ve savunmasız çocuk gruplarıyla ilişki içinde olan kişiler açısından özel bir önem
taşımaktadır. Bu alanda çocukların hakların eşit bir şekilde korunmasını ve bu haklara saygı duyulmasını sağlamak için özel
önlemler alınması gerekebilir. Örneğin, azınlık dilini konuşan çocuklar, yasal kovuşturmalar sırasında bir tercümana ihtiyaç
duyabilmektedirler.
Çocukların adalet sisteminden doğrudan ya da dolaylı olarak etkilendiği durumlarda, çocuğun yüksek yararı ana düşünce olarak
ele alınmalıdır. Hukuk alanında çalışan uygulayıcılar, çocuğun bu hakkının garanti altına alınması konusunda önemli bir
rol oynayabilmektedir. Çocuk Hakları Komitesi, 14 No'lu Genel Yorumu'nda (2013) bir çocuğun yüksek yararı değerlendirilirken
hesaba katılması gereken faktörler hakkında genel rehberlik sağlamaktadır.
Bu faktörlerden bazıları şunlardır: çocuğun görüşleri; çocuğun kimliği; çocuğun aile ortamının korunması; çocuğun bakımı,
korunması ve güvenliği; çocuğun sağlığı; çocuğun savunmasızlığı ve eğitim hakkı. Hukuk alanında çalışan uygulayıcılar; çocuğun
yüksek yararını değerlendirirken diğer genel ilkelerin de (yaşama ve gelişme hakkı, görüşlerini ifade etme hakkı ve ayrımcılık
yasağı) önemli olduğu gerçeğini unutmamalıdır.
Bireysel olarak bir çocuğun yüksek yararı ilkesi; dinamik bir kavramdır, çocuk büyüdükçe ve koşulları değiştikçe sürekli olarak
gelişmeye devam eder. Her çocuk; yüksek yararının ana düşünce olarak alınması hakkına sahiptir; fakat bu hak ile diğer
çocukların, çocuk gruplarının ya da yetişkinlerin (örneğin ceza kovuşturmalarında sanıkların) ya da ilişkili uyuşmazlıklarda
kardeşlerin çatışan yüksek yararları arasında bir denge gözetilmesi gerekebilir.
Çocuğun hayatta kalma ve gelişme hakkının korunması, çocuğun yüksek yararıyla yakından ilişkilidir. Bu hakkın hayata geçirilmesi
için çocukların yasal kovuşturmalar sırasında ortaya çıkabilecek zararlardan korunması da gerekir. Örneğin çocuk tanıkların,
suçlular tarafından cezalandırılma ihtimaline karşı güvenliklerin sağlanması gerekebilir ve/veya adalet sistemiyle karşı
karşıya gelen çocukların bir davanın her aşamasını net bir şekilde anlamasını sağlamak gerekebilir.
Çocuğu özgürlüğünden yoksun bırakmanın her türü (tutuklama, gözaltına alma ve hapis cezası da dâhil olmak üzere) çocuğun
hayatta kalması ve gelişimi üzerinde olumsuz etkiler yaratabilmektedir. Hukuk alanında çalışan kişiler; ellerinden geldiği ölçüde,
çocukları özgürlüğünden yoksun bırakma usulüne başvurmaktan kaçınmalı, bu usule yalnızca son çare olarak ve mümkün
olan en kısa süre için başvurulmasını sağlamalıdır.
Bir çocuğu etkileyen adli ya da idari bir kovuşturmada, ulusal kanunların usul kuralları doğrultusunda, doğrudan ya da
bir temsilci veya uygun bir kuruluş aracılığıyla, çocuğa görüşlerini ifade etme fırsatı sağlanır.
Çocuk Dostu Hukuki Yardım Hakkında Rehber İlkeler (s.8)UnıcefEcaro, Ekim 2018
Çocuklar; çocuğun yüksek yararına
aykırı olmadığı takdirde, adli sürece
aktif bir şekilde katılabilmeli; görüşlerini,
fikirlerini ve kaygılarını dile
getirebilmelidir. Bu hakkın hayata
geçirilmesi için adli işlemlerin çocuklara
göre düzenlenmesi gerekmektedir.
Süreç, tercih hakları ve bu hakların
olası sonuçları hakkında çocuklara
yeterli bilgi sağlanmalıdır. Çocuğun
sessiz kalma ve katılmama hakkı da
eşit derecede önemlidir.
Hukuk alanında çalışan kişiler, çocuğun
yaşını ve olgun düzeyini de hesaba
katmalıdır. Bu değerlendirme doğrultusunda,
çocuğun görüşlerine, fikirlerine,
kaygılarına ve tanıklığına
gereken ölçüde ağırlık verilmelidir.
Çocuk Hakları Komitesi 12. No’lu
Genel Yorumu'nda (2009) yaşın tek
başına bir çocuğun görüşünün önemi
konusunda belirleyici olamayacağını
açıklamaktadır. Çocuğun bilgisi, deneyimi,
çevresi, sosyal ve kültürel
beklentileri ve çocuğa sağlanan destek
düzeyi, hep birlikte, çocuğun bir
görüş oluşturma kapasitesini geliştirmesine
katkıda bulunmaktadır.
ÇOCUK KORUMA KANUNU,
TCK VE CMK KAPSAMIN-
DA KORUMA SÜRECİ
Adlî ve idarî merciler, kolluk görevlileri,
köy ve mahalle muhtarları, belediye
zabıta memurları, sağlık ve eğitim
kuruluşları, diğer kamu kurum ve
kuruluşlarının görevlileri, sivil toplum
kuruluşları ile bir çocuğun korunma
ihtiyacı olduğundan haberdar olanlar,
durumu il ve ilçelerdeki Aile,Çalışma
ve Sosyal Hizmetler müdürlüklerine
bildirmekle yükümlüdür. Çocuk veya
çocuğun bakımından sorumlu kimseler,
çocuğun korunma altına alınması
amacıyla il ve ilçelerdeki Aile,Çalışma
ve Sosyal Hizmetler müdürlüklerine
başvurabilir.
Çocuğun yararı göz önünde bulundurularak,
öncelikle kendi aile ortamında
korunmasının sağlanması ile yaşına
ve gelişimine uygun eğitim ve öğreniminin
desteklenmesini, kişiliğinin
ve toplumsal sorumluluğunun geliştirilmesini
sağlamaya yönelik Danışmanlık,
Eğitim, Bakım, Sağlık ve
Barınma tedbirinden ibaret olan Koruyucu
ve Destekleyici Tedbir kararları
Çocuk Mahkemesince verilmektedir.Bu
Kanunda düzenlenen koruyucu
ve destekleyici tedbirler, suça sürüklenen
ve ceza sorumluluğu olmayan
çocuklar bakımından, çocuklara
özgü güvenlik tedbiri olarak anlaşılır.
Derhâl korunma altına alınmasını gerektiren
bir durumun varlığı hâlinde
çocuk, sağlık kontrolü yaptırıldıktan
sonra Aile,Çalışma ve Sosyal Hizmetler
müdürlükleri tarafından bakım ve
gözetim altına alınır.Bu Kanunda düzenlenen
koruyucu ve destekleyici
tedbirler, suça sürüklenen ve ceza sorumluluğu
olmayan çocuklar bakımından,
çocuklara özgü güvenlik tedbiri
olarak anlaşılır.
Acil korunma kararının alınması için
Kurum tarafından çocuğun Kuruma
geldiği tarihten itibaren en geç beş
gün içinde çocuk hâkimine müracaat
edilir. Hâkim tarafından, üç gün içinde
talep hakkında karar verilir. Hâkim,
çocuğun bulunduğu yerin gizli
tutulmasına ve gerektiğinde kişisel
ilişkinin tesisine karar verebilir.
Acil korunma kararı alınıncaya kadar
geçen sürede çocuk; sosyal hizmetler
il müdürünün oluruna istinaden Aile,Çalışma
ve Sosyal Hizmetler müdürlüklerinin
hizmet modellerinden
yararlandırılır.
İşlenmekte olan bir suçu yetkili makamlara
bildirmeyen kişi, bir yıla kadar
hapis cezası ile cezalandırılır. İşlenmiş
olmakla birlikte, sebebiyet
verdiği neticelerin sınırlandırılması
halen mümkün bulunan bir suçu yetkili
makamlara bildirmeyen kişi, yukarıdaki
fıkra hükmüne göre cezalandırılır.
Mağdurun on beş yaşını bitirmemiş bir
çocuk, bedensel veya ruhsal bakımdan
engelli olan ya da hamileliği nedeniyle
kendisini savunamayacak durumda bulunan
kimse olması halinde, yukarıdaki
fıkralara göre verilecek ceza, yarı oranında
artırılır. Tanıklıktan çekinebilecek
olan kişiler bakımından cezaya hükmolunmaz.
Ancak, suçu önleme yükümlülüğünün
varlığı dolayısıyla ceza sorumluluğuna
ilişkin hükümler saklıdır.(TCK
278)
Fiili işlediği sırada on iki yaşını
doldurmamış olan çocukların ceza
sorumluluğu yoktur. Bu kişiler
hakkında, ceza kovuşturması yapılamaz;
ancak, çocuklara özgü
güvenlik tedbirleri uygulanabilir.
Fiili işlediği sırada on iki yaşını doldurmuş
olup da on beş yaşını doldurmamış
olanların işlediği fiilin hukukî anlam ve
sonuçlarını algılayamaması veya davranışlarını
yönlendirme yeteneğinin yeterince
gelişmemiş olması hâlinde ceza
sorumluluğu yoktur
Ancak bu kişiler hakkında çocuklara özgü
güvenlik tedbirlerine hükmolunur.
İşlediği fiilin hukukî anlam ve sonuçlarını
algılama ve bu fiille ilgili olarak davranışlarını
yönlendirme yeteneğinin varlığı
hâlinde, bu kişiler hakkında suç,
ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını
gerektirdiği takdirde on iki yıldan on beş
yıla; müebbet hapis cezasını gerektirdiği
takdirde dokuz yıldan on bir yıla kadar
hapis cezasına hükmolunur. Diğer cezaların
yarısı indirilir ve bu hâlde her fiil
için verilecek hapis cezası yedi yıldan
fazla olamaz. Fiili işlediği sırada on beş
yaşını doldurmuş olup da on sekiz yaşını
doldurmamış olan kişiler hakkında suç,
ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını
gerektirdiği takdirde on sekiz yıldan yirmi
dört yıla; müebbet hapis cezasını gerektirdiği
takdirde on iki yıldan on beş
yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.
Diğer cezaların üçte biri indirilir ve bu
hâlde her fiil için verilecek hapis cezası
on iki yıldan fazla olamaz.(TCK31)
Fiili işlediği sırada oniki yaşını doldurmuş olup da onbeş yaşını doldurmamış olanlar hakkında, TCK 66/1. fıkrada belirtilen
sürelerin yarısının; onbeş yaşını doldurmuş olup da onsekiz yaşını doldurmamış olan kişiler hakkında ise, üçte ikisinin geçmesiyle
kamu davası düşer.
Ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işlerde tutukluluk süresi en çok bir yıldır. Ancak bu süre, zorunlu hallerde gerekçeleri
gösterilerek altı ay daha uzatılabilir. Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde, tutukluluk süresi en çok iki
yıldır. Bu süre, zorunlu hallerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam üç yılı, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun
İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dördüncü, Beşinci, Altıncı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar ile 12/4/1991
tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlarda beş yılı geçemez.Bu maddede öngörülen uzatma
kararları, Cumhuriyet savcısının, şüpheli veya sanık ile müdafiinin görüşleri alındıktan sonra verilir. Soruşturma evresinde
tutukluluk süresi, ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işler bakımından altı ayı, ağır ceza mahkemesinin görevine
giren işler bakımından ise bir yılı geçemez. Ancak, Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dördüncü, Beşinci,
Altıncı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar, Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlar ve toplu olarak işlenen
suçlar bakımından bu süre en çok bir yıl altı ay olup, gerekçesi gösterilerek altı ay daha uzatılabilir.
Bu maddede öngörülen tutukluluk süreleri, fiili işlediği sırada on beş yaşını doldurmamış çocuklar bakımından yarı oranında,
on sekiz yaşını doldurmamış çocuklar bakımından ise dörtte üç oranında uygulanır.
30 Mart 2020'ye kadar suç işleyen çocuk hükümlülerin 15 yaşını dolduruncaya kadar cezaevinde kaldığı 1 gün, 3 gün; 18
yaşını dolduruncaya kadar kaldığı 1 gün ise 2 gün sayılacak.
Yaş küçüklüğü, akıl hastalığı veya akıl zayıflığı nedeniyle tanıklıktan çekinmenin önemini anlayabilecek durumda olmayanlar,
kanunî temsilcilerinin rızalarıyla tanık olarak dinlenebilirler. Kanunî temsilci şüpheli veya sanık ise, bu kişilerin çekinmeleri
konusunda karar veremez (CMK 45/2)
Tanıkların dinlenmesi sırasındaki görüntü veya sesler kayda alınabilir. Ancak mağdur çocukların, tanıklığında bu kayıt zorunludur
(CMK 52/3)
Mağdurun tanık olarak dinlenmesi halinde, yemin hariç, tanıklığa ilişkin hükümler uygulanır. İşlenen suçun etkisiyle psikolojisi
bozulmuş çocuk veya mağdur, bu suça ilişkin soruşturma veya kovuşturmada tanık olarak bir defa dinlenebilir. Maddî
gerçeğin ortaya çıkarılması açısından zorunluluk arz eden haller saklıdır.
Mağdur çocukların veya işlenen suçun etkisiyle psikolojisi bozulmuş olan diğer mağdurun tanık olarak dinlenmesi sırasında
psikoloji, psikiyatri, tıp veya eğitim alanında uzman bir kişi bulundurulur. Cumhuriyet savcısı veya hâkim tarafından ifade
ve beyanının özel ortamda alınması gerektiği ya da şüpheli veya sanık ile yüz yüze gelmesinde sakınca bulunduğu değerlendirilen
çocuk veya mağdurların ifade ve beyanları özel ortamda uzmanlar aracılığıyla alınır.
Türk Ceza Kanununun 103 üncü maddesinin ikinci fıkrasında düzenlenen suçlardan mağdur olan çocukların soruşturma evresindeki
beyanları, bunlara yönelik hizmet veren merkezlerde Cumhuriyet savcısının nezaretinde uzmanlar aracılığıyla alınır.
Mağdur çocuğun beyan ve görüntüleri kayda alınır. Kovuşturma evresinde ise ancak, maddi gerçeğin ortaya çıkarılması
açısından mağdur çocuğun beyanının alınması veya başkaca bir işlem yapılmasında zorunluluk bulunması hâlinde bu işlem,
mahkeme veya görevlendireceği naip hâkim tarafından bu merkezlerde uzmanlar aracılığıyla yerine getirilir. Mağdur çocuk
yargı çevresi ve mülkî sınırlara bakılmaksızın en yakın merkeze götürülmek suretiyle bu fıkrada belirtilen işlemler yerine
getirilir.(CMK 236)
Mağdur on sekiz yaşını doldurmamış, sağır veya dilsiz ya da meramını ifade edemeyecek derecede malûl olur ve bir vekili
de bulunmazsa, istemi aranmaksızın bir vekil görevlendirilir.(CMK 234/2)Sanık, on sekiz yaşını doldurmamış ise duruşma
kapalı yapılır; hüküm de kapalı duruşmada açıklanır. Sanığın yüzüne karşı suç ortaklarından birinin veya bir tanığın gerçeği
söylemeyeceğinden endişe edilirse, mahkeme, sorgu ve dinleme sırasında o sanığın mahkeme salonundan çıkarılmasına karar
verebilir.Sanık tekrar getirildiğinde, tutanaklar okunur ve gerektiğinde içeriği anlatılır.(CMK 200)
Zamanaşımı, tamamlanmış suçlarda suçun işlendiği günden, teşebbüs halinde kalan suçlarda son hareketin yapıldığı günden,
kesintisiz suçlarda kesintinin gerçekleştiği ve zincirleme suçlarda son suçun işlendiği günden, çocuklara karşı üstsoy veya
bunlar üzerinde hüküm ve nüfuzu olan kimseler tarafından işlenen suçlarda çocuğun onsekiz yaşını bitirdiği günden itibaren
işlemeye başlar.
Bir suça ilişkin delil elde etmek amacıyla,
mağdurun vücudu üzerinde dış
veya iç beden muayenesi yapılabilmesine
veya vücudundan kan veya benzeri
biyolojik örneklerle saç, tükürük,
tırnak gibi örnekler alınabilmesine;
sağlığını tehlikeye düşürmemek ve
cerrahî bir müdahalede bulunmamak
koşuluyla; Cumhuriyet savcısının istemiyle
ya da re'senhâkim veya mahkeme,
gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde
Cumhuriyet savcısı tarafından
karar verilebilir. Cumhuriyet savcısının
kararı, yirmidört saat içinde hâkim veya
mahkemenin onayına sunulur. Hâkim
veya mahkeme, yirmidört saat
içinde kararını verir. Onaylanmayan
kararlar hükümsüz kalır ve elde edilen
deliller kullanılamaz. Mağdurun rızasının
varlığı halinde, bu işlemlerin yapılabilmesi
için birinci fıkra hükmüne
göre karar alınmasına gerek yoktur.
Çocuğun soy bağının araştırılmasına
gerek duyulması halinde; bu
araştırmanın yapılabilmesi için birinci
fıkra hükmüne göre karar alınması
gerekir. Tanıklıktan çekinme
sebepleri ile muayeneden veya vücuttan
örnek alınmasından kaçınılabilir.
Çocuk ve akıl hastasının çekinmesi
konusunda kanunî temsilcisi
karar verir. Çocuk veya akıl hastasının,
tanıklığın hukukî anlam ve
sonuçlarını algılayabilecek durumda
olması hâlinde, görüşü de alınır.
Kanunî temsilci de şüpheli veya
sanık ise bu konuda hâkim tarafından
karar verilir. Ancak, bu hâlde
elde edilen deliller davanın ileri
aşamalarında şüpheli veya sanık
olmayan kanunî temsilcinin izni
olmadıkça kullanılamaz.(CMK 76)
Mevzuatımıza yeni giren Seri Muhakeme
Usulü ise yaş küçüklüğü ve akıl
hastalığı ile sağır ve dilsizlik hâllerinde
uygulanmaz.(CMK 250/12)
Çocuk Haklarına Dair Birleşmiş Milletler
Sözleşmesi, Avrupa Konseyi Çocukların
Cinsel Sömürüsü ve İstismara
Karşı Korunması Sözleşmesi ile Kadınlara
Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin
Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye
İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesinde
çocukların ve şiddet mağduru
kadınların adli süreçte korunmalarına
ilişkin tedbirlerin taraf devletlerce alınması
öngörülmüştür. Uluslararası alanda
ortaya çıkan gelişmeler, kabul edilen
sözleşmeler ve ülkemizde yapılan
bilimsel çalışmalar neticesinde yeni
adımlar atılması ihtiyacı ortaya çıkmıştır.
Bakanlar Kurulunca kabul edilen 2015-
2019 dönemine ilişkin Yargı Reformu
Stratejisi ile 2015-2019 dönemine ilişkin
Adalet Bakanlığı Stratejik Planında;
“Çocuk adalet sisteminde çocuğun
etkin korunması için gerekli önlemlerin
alınması ve kurumlararası işbirliğinin
güçlendirilmesi”, “Çocuklara yönelik
adli süreçlerde özel önlemlerin etkin
hâle getirilmesi”, “Aile içi şiddetle mücadelede
koruma ve soruşturmanın
etkinliğinin artırılması” hedef ve stratejilerine
yer verilmiştir. Bu kapsamda;
sadece boşanma ve çocuk kovuşturması
üzerine kurulu mevcut sistemin geliştirilerek
tüm kırılgan grupları kapsayacak
şekilde vaka yönetiminin uygulandığı,
hizmetin savcılık aşamasından
mahkeme aşaması neticelenene kadar
sunulduğu, bilgilendirme ve yönlendirme
hizmetinin etkin bir şekilde yerine
getirildiği yeni bir hizmet modeli ihtiyacı
ortaya çıkmıştır.
Ayrıca başta çocuklar olmak üzere
tüm kırılgan grupların adalete erişimlerinin
güçlendirilmesi, maddi hakikatin
ortaya çıkarılabilmesi ve ikincil
örselenmelerinin engellenebilmesi
için ifade ve beyan verme süreçlerinin
bu kişilerin mevcut fiziksel, zihinsel
ve psikolojik durumlarına uygun özel
ortamlarda yürütülmesi gerekmektedir.
AGO yönetmeliği ile; özel ortamlarda
ifade ve beyanlarının alınması gerektiği
veya fail ile yüz yüze gelmesinde
sakınca bulunduğu değerlendirilen
hallerde “çocuğun üstün yararı” ilkesi
gözetilmek suretiyle öncelikli olarak
mağdur, tanık ve suça sürüklenen çocuklar,
cinsel suç ve aile içi şiddet
suçu mağdurları ile diğer kırılgan gruba
dahil mağdurlarla uygun ortam ve
yöntemle görüşme yapılmasını, ikincil
örselenmenin önlenmesini, korunma
ihtiyaçlarının tespitini ve ilgili hizmetlere
yönlendirilmesini sağlamak
suretiyle adalete erişimlerinin güçlendirilmesine
katkı sağlamak amacıyla,
adliyeler bünyesinde özel bir alan olarak
adli görüşme odalarının kurulması,
işlerlik kazanması, ilgili personelin
görev, yetki ve sorumlulukları ile bu
odaların işleyişine ilişkin usul ve esasları
düzenlenmiştir. Bu kapsamda hazırlanan
yönetmeliğin amacı öncelikli
olarak çocuğun üstün yararı ilkesi
uyarınca çocuk dostu adli usullerin
işletilmesini, adli süreç içinde yer alan
mağdur, tanık ve suça sürüklenen çocuklar
ile cinsel suç, aile içi şiddet
mağdurları ve diğer kırılgan gruba
dahil mağdurlarla uygun ortam ve
yöntemle görüşme yapılmasını, ikincil
örselenmenin önlenmesini, korunma
ihtiyaçlarının tespitini ve ilgili hizmetlere
yönlendirilmesini sağlamak
üzere adliyeler bünyesinde özel bir
alan olarak adli görüşme odalarının
kurulması, işlerlik kazanması, ilgili
personelin görev, yetki, sorumlulukları
ile bu odaların işleyişine ilişkin usul
ve esasları düzenlemektir
2012/20 sayılı Başbakanlık Genelgesi ise Çocuk İzlem Merkezlerine ilişkin hazırlanıp yayımlanmıştır.
Çocuğun beden veya ruh sağlığına zarar veren ya da zarar verme riski taşıyan, fiziksel, duygusal, zihinsel veya cinsel gelişimini
olumsuz etkileyen durumlar, çocuğa karşı kötü muamele şeklinde tanımlanmaktadır. Kötü muamelenin istismar ya da
ihmal olmak üzere iki farklı boyutu bulunmaktadır. Ülkemizde istismara uğrayan çocuk ve/veya ailesi, yaşanan olumsuzlukları
pek çok sebeple gizleme eğilimindedir. Bu sebeple de istismara uğrayan çocuğa verilmesi zorunlu olan hukuki, tıbbi, ruhsal
ve sosyal destek aksayabilmektedir.
Mağdur çocukların; kolluk kuvvetleri, adli merciler ve sağlık kurumları tarafından ayrı ayrı değerlendirilmesi ve bu süreçte
yaşadıklarını defalarca dile getirmek zorunda bırakılması, gizliliğin yeterince sağlanamaması, ilgili kurumlarda çocukla görüşme
yapanların; çocuğun ruhsal durumunu gözeterek görüşme yapabilecek yeterlilikte.eğitime.sahip.olmaması
halinde, çocuğun.uğradığı travma şiddetlenmektedir
Yukarıda belirtilen hususlar dikkate alınarak; çocuk istismarının önlenmesi ve istismara uğrayan çocuklara bilinçli ve etkin
bir şekilde müdahale edilmesi amacıyla, öncelikli olarak cinsel istismara uğramış çocukların ikincil örselenmesini asgariye
indirmek, adli ve tıbbi işlemlerin bu alanda eğitimli kişilerden oluşan bir merkezde ve tek seferde gerçekleştirilmesini temin
etmek üzere; Sağlık Bakanlığına bağlı hastaneler/kurumlar bünyesinde Çocuk İzlem Merkezlerinin (ÇİM) kurulması ve bu
merkezlerin işleyişinin Sağlık Bakanlığınca koordine edilmesi gerekli görülmüştür.
CMK 236. Maddesinde yapılan değişiklikle maalesef Çocuk İzlem Merkezinin kullanımı sadece TCK 103. maddenin ikinci
fıkrasıyla sınırlandırılmıştır.bu durum eşitlik ilkesiyle bağdaşmamakta ayrıca çocukların üstün yararına da aykırılık teşkil etmektedir.
Bütün cinsel suçlar bakımından bir kapsam düzenlenmiş olsaydı çocuk odaklı bir yaklaşım söz konusu olabilecekti.
ÇKK 4 maddesinde yer alan temel ilkeler ile bağdaşmamaktadır.
Çocuklarla ilgili kolluk görevi, öncelikle kolluğun çocuk birimleri tarafından yerine getirilir. Kolluğun çocuk birimi, korunma
ihtiyacı olan veya suça sürüklenen çocuklar hakkında işleme başlandığında durumu, çocuğun veli veya vasisine veya çocuğun
bakımını üstlenen kimseye, baroya ve Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığına, çocuk resmî bir kurumda kalıyorsa
ayrıca kurum temsilcisine bildirir. Ancak, çocuğu suça azmettirdiğinden veya istismar ettiğinden şüphelenilen yakınlarına
bilgi verilmez.
Çocuk, kollukta bulunduğu sırada yanında yakınlarından birinin bulunmasına imkân sağlanır. Kolluğun çocuk birimlerindeki
personeline, kendi kurumları tarafından çocuk hukuku, çocuk suçluluğunun önlenmesi, çocuk gelişimi ve psikolojisi, sosyal
hizmet gibi konularda eğitim verilir. Çocuğun korunma ihtiyacı içinde bulunduğunun bildirimi ya da tespiti veya hakkında
acil korunma kararı almak için beklemenin, çocuğun yararına aykırı olacağını gösteren nedenlerin varlığı hâlinde kolluğun
çocuk birimi, durumun gerektirdiği önlemleri almak suretiyle çocuğun güvenliğini sağlar ve mümkün olan en kısa sürede Aile,
Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığınateslim eder.(ÇKK 31. Madde)
Çocuk Koruma Kanununun uygulanmasında, çocuğun haklarının korunması amacıyla; a) Çocuğun yaşama, gelişme, korunma
ve katılım haklarının güvence altına alınması, b) Çocuğun yarar ve esenliğinin gözetilmesi, c) Çocuk ve ailesinin herhangi bir
nedenle ayrımcılığa tâbi tutulmaması, d) Çocuk ve ailesi bilgilendirilmek suretiyle karar sürecine katılımlarının sağlanması, e)
Çocuğun, ailesinin, ilgililerin, kamu kurumlarının ve sivil toplum kuruluşlarının işbirliği içinde çalışmaları, f) İnsan haklarına
dayalı, adil, etkili ve süratli bir usûl izlenmesi, g) Soruşturma ve kovuşturma sürecinde çocuğun durumuna uygun özel ihtimam
gösterilmesi, h) Kararların alınmasında ve uygulanmasında, çocuğun yaşına ve gelişimine uygun eğitimini ve öğrenimini,
kişiliğini ve toplumsal sorumluluğunu geliştirmesinin desteklenmesi, i) Çocuklar hakkında özgürlüğü kısıtlayıcı tedbirler
ile hapis cezasına en son çare olarak başvurulması, j) Tedbir kararı verilirken kurumda bakım ve kurumda tutmanın son çare
olarak görülmesi, kararların verilmesinde ve uygulanmasında toplumsal sorumluluğun paylaşılmasının sağlanması, k) Çocukların
bakılıp gözetildiği, tedbir kararlarının uygulandığı kurumlarda yetişkinlerden ayrı tutulmaları, l) Çocuklar hakkında yürütülen
işlemlerde, yargılama ve kararların yerine getirilmesinde kimliğinin başkaları tarafından belirlenememesine yönelik
önlemler alınmasıilkeleri gözetilir.
ÇAÇAv. Genel Koordinatörü
Av. Şahin ANTAKYALIOĞLU
Sosyal medyayı aktif kullanmanın size sağladığı yararlar ya da olumsuzluklar nelerdir?
Sosyal medyayı aktif kullanmamın yararları arasında; birçok insana ulaşmak, fikirlerimi, düşüncelerimi iletmek
yer alabilir.Çok güzel arkadaşlıklar,dostluklar da edindim sosyal medya sayesinde.Bu anlamda çok büyük yararları
oluyor.İş anlamında çok büyük yararı oldu diyemem.Yaptığım veya çalıştığım alanla da ilgili olabilir.Bazı meslektaşlar
çok daha iyi kullanıyor ve kazanca dönüştürüyor olabilir ama benim sosyal medya üzerinden herhangi bir
kazancım olmadı bugüne kadar.Ciddi bir kazancım olmadı.Öyle bir müvekkil portföyüm yok.Zararları anlamında
hedef haline geliyorsunuz.Hasta seviyesinde saplantılı çok insan sosyal medyada kendine yer bulabiliyor,onların
hedefleri haline gelebiliyorsunuz.İnsanlar sosyal medyada herhangi bir kıstas ve seviye ayrımı olmadığı için herkes
her şeye istediği gibi yazabiliyor.Normal günlük hayatta söylemediği,söyleyemeyeceği şeyleri sosyal medyada
söyleyebileceğini veya ifade edebileceğini düşünüyor insanlar.Bu nedenle hedef olmak veyahut bütün insanların
hedefinde yer almak bazen rahatsız edebiliyor.
Üniversiteyi Erzincan’da okumuş
olmak akademik başarınızı
nasıl etkiledi?
Akademik bir başarım yok.
Yüksek lisans veya doktora
yapmadım. Sadece kapsamlı ,
sertifikalı bir spor hukuku programına
katılmıştım bir de Boğaziçi
Üniversitesinde bir organizasyona
katılmıştım.Akademik
olarak başarılı olan arkadaşlarımız
oldu.Bizim dönemlerden
sonrasında oldu ama akademik
bir kariyer hiç planlamamıştım.Genelde
bizim mezunlar,bizim
döneme ait mezunlar
hakim- savcı oldular.Avukat
olan da çok az bizde
Hukuk alanına olan yoğun talebi
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hukuk hemen, hemen her dönemde
tercih edilen bir alan oldu. Yani antik
çağlardan beri hukuk önemli.
Konuşmasını bilen adam anlamını
taşır, özellikle avukat kelimesi. Güzel
konuşan demek yanlış hatırlamıyorsam,
güzel konuşan demek Yunancada.
Bu anlamda insanlar bu
öğretiyi öğrenmek istiyor,hukuk
eğitimini öğrenmek istiyor. Burada
bir problem görmüyorum. Daha çok
insanın hukuk okumasında bir sakınca
görmüyorum ama meslek seçimi
konusunda bir kıstas, değerlendirme
olmalı. Herkes belki ben
de dahil avukat olmamalı, belirli
sınav ve aşamalardan geçmeli.
Üniversitede sosyal anlamda
kendinizi geliştirecek ve bize
önerebileceğiniz faaliyetleriniz
nelerdir?
Erzincan’da kitap ve teorinin
içine dalmak dışında fazla bir
alternatifimiz olmadığı için öğrenci
olarak akademik anlamda
gelişmemize, teorik anlamda
gelişmemize müsait bir mecraydı.
Her meslek gibi avukatlığında
bazı zorlukları olabilir, sizi en
çok zorlayan olay neydi?
Haksız kararlar,adaletsiz kararlar hep
zorluyor,hep üzüyor, bizi yaralıyor
ama beni genelde en zorlayan yine de
birlikte çalıştığım insanlardan ayrılma
evresidir.Kötü ayrıldığım pek kimse
yoktur ama ayrılmayı sevmiyorum.O
tür ayrılıkları da sevmiyorum hele bugünlerdeki
zaruri ayrılığı hiç sevmiyorum.
Sizce iyi bir avukatta bulunması gereken özellikler
nelerdir?
Bir avukatta bulunması gereken özellikler ya alaylı olarak
öğrendiklerimizi söyleyebilirim.Tabii ki iyi bir avukatın
tanımlaması da tam olarak yapılmış değil ama başarılı
veyahut ekonomik olarak, finansal olarak başarılı
büroların neler yaptığını incelemek yine metodolojinin
konusu olabilir.Metodoloji dersinin belki dönemlik olarak
aldığımız,üniversitede önemli bir ders sonradan öğrenilebilir.Neler
olabilir,iyi bir disiplin,çalışma metodolojisi,güvenilirlik,dürüstlük,bilgi,teorik
bilgi,sosyal çevre,yetenekler;işte
dil bilgisi,akıcı konuşma,bir sürü şey
bir sürü faktör.Bunlar hepsi bir araya gelirse çok çok iyi
bir avukat ortaya çıkar diye düşünüyorum.
Meslek seçim süreciniz nasıl oldu, bu süreçte
sizi yönlendiren olaylar yaşadınız mı?
Meslek seçerken ve üniversiteye girerken de
hep aynı.Avukat olmayı düşündüm hiç hakim,savcı
veya başka bir alan düşünmedim.O
kadar odaklıydım.Avukatlık sınavı olsa yine
avukat olurdum.Bu anlamda çok kararlı şekilde
ilerledim meslek için.Hatta okulda şöyle
bir konuşmamız vardı belki hocamız hatırlamaz
Caner Hoca.Okulu da sene olarak uzattığım
bir gün yanına uğramıştım."Oğlum demişti:Sen
ne olmak istiyorsun? İşte avukat
olmak istiyorum.Sen dedi avukat ol.Hakim
savcı da olabilirsin.Uzatmış olman da önemli
değil.Uzatıp da hakim savcı olan da çok var
ama sen iyi bir avukat olursun avukat ol dedi."Benim
için önemliydi Caner Hocamın kıymetli
görüşleri.
Görüşlerinizi açık olarak belirtmekten çekinmeyen bir insansınız. Görüşlerinizden dolayı mesleğinizin
olumsuz etkilendiği durumlar oluyor mu?
Görüşlerimi olabildiğince özgür ifade etmeye çalışıyorum ama nereye kadar ? Yani aklınıza gelen şeyi silip silip
yazıyorsanız tam anlamıyla bir özgürlükten bahsedemezsiniz.Doğrudan hiç kişilere yönelik eleştirilerim,hedeflerim
olmaz.Genelde sistemsel eleştirilerim var.Mesleğe zarar verdiğini hiç düşünmüyorum.Hiç müvekkil
portföyümden veya müvekkilim olacak bir kimseden siz sosyal medyada şunu yaptınız bu nedenle size davamı
vermiyorum veya dosyamı geri çekiyorum diyen olmadı fakat genelde ben tepkiyi aykırı görüşlerim nedeniyle belki
işte reklam yasağı,şubeleşme,meslek odalarına eleştirilerim nedeniyle genelde meslektaşlarımdan çok yoğun
tepki görüyorum.Vatandaştan gördüğüm tepki o seviyede diyemem.
HUKUK DEVLETİ
Sibel Suiçmez 02
ekim 2016 Tarihinde
gerçekleştirilen
Trabzon Barosu seçimlerinde
baro başkalığına
seçilmiştir.
Anayasamızın 2. Maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma
ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı,
başlangıçta belirtilen ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir”
hükmü yer almaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin HUKUK DEVLETİ olduğu
belirtilmiş ve hukuk devletinin çerçevesi demokratik, laik ve sosyal nitelikleriyle de
tanımlanmıştır.
Hukuk devleti ilkesi; tarihi süreçte yaşanan siyasal, ekonomik ve sosyal olguların
çatışması sonucunda ortaya çıkmıştır. Gücü eline geçiren İdareler bireysel hak ve
özgürlükleri acımasızca ortadan kaldırmaya yönelmişlerdir. Tam da bu noktada
yönetimde keyifliği kaldırma çabası ve mücadelesinden hukuk devleti ilkesi doğmuştur.
Yönetimlerin keyfi idareleri, bireylerin hak ve hukuklarını tanımaz hale gelmiştir. Bireyin
özgür ve onurlu bir yaşam sürmesine yönetimlerin keyfi tutumlarının engel olması
karşısında; bireyin özgürlüğü ve temel hak ve özgürlüklerinin ancak yönetimin hukuka
uymasıyla mümkün olacağı görülmüştür. Bunun sonucunda yönetimin hukuka uymaya
nasıl zorlanabileceği tartışılmış ve yönetimlerin ancak kurumsal garantiler
mekanizmalarıyla hukuka uyacakları sonucuna varılmıştır.
1923 yılında kurulan
ve Cumhuriyetimizle
yaşatılan
Trabzon Barosunun
ilk kadın başkanı olmuştur.
Ancak bu noktada yönetimin hangi hukuka uyacağı sorusuna cevap aramaya çalışılmıştır.
Hukuk felsefesi alanında yapılan bu tartışmalardan hukuk devleti prensipleri ortaya çıkmıştır.
Maddi devleti, usuli devleti ve pozitivist hukuk devleti anlayışları farklı ilkelerin altını
çizmiştir. Bunların sonucunda temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması, öngörülebilirlik
ve eşitlik ilkeleri, hukukun genelliği, belirliliği, çelişmemesi, geçmişe yürümemesi,
mahkemece suçluluğu sabit oluncaya kadar hapsedilmemesi, herkesin olağan mahkemelerde
yargılanması, hukuk güvenliği gibi bir dizi hukukun evrensel ilkeleriyle idarenin yetkilerine
sınır getirilmiştir. Yargının bağımsız olması, kanunların geleceğe yönelik açık ve anlaşılabilir
olması, kanunların istikrarlığı, özel düzenlemelerin genel kurallara uygun olması, yargıya
ulaşma hakkı, adil yargılanma hakkı gibi kavramlar devleti bireyin hak ve özgürlüklerini
sağlamaya ve keyfi uygulamalardan kaçınmaya zorlamaktadır.
Hukuki güvenlik ve belirlilik ilkeleri Hukuk devletinin temel ilkelerinden ve ön koşullarındandır. Kanuni düzenlemelerin,
kişiler ve idare yönünden tereddüte ve şüpheye düşülmeyecek şekilde anlaşılabilir, açık ve uygulanabilir
olmasını ve aynı zamanda kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu tedbirleri de içermesi olan
belirlilik ilkesi; ayrıca hukuki güvenlikle de bağlantılıdır. Bireyler hangi somut eylem ve olguya hangi hukuki
müeyyidenin uygulanacağını ve bunların idareye hangi müdahale yetkisini verdiğini bilmelidir. Bu nedenle; hukuk
güvenliği; normların öngörülebilir olmasını, bireyin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güvenmesini, devletinde
bu güven duygusunu zedelemeden yasal düzenlemelerde bulunmasını gerektirir.
Hukuk devleti, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu, adaletli bir hukuk düzeni kuran, bunu sürdürmekle
yükümlü sayan, bütün işlemleri yargı denetimine bağlı olan devlettir. Hukuk devleti ilkesi; devletin tüm organlarının
üstünde hukukun mutlak egemenliğinin bulunmasını, yasamanın da her zaman kendini hukukun üstün ve
evrensel kurallarıyla kendini bağlı görmesini gerektirir. Yasa koyucu, yasa yaparken hukuk devleti ilkesine bağlı
olarak hareket etmek zorundadır.
Burada sorulması gereken başka bir soru da hukuk devleti ilkesi var diye, hukuk devleti ve demokrasi ilişkilerinin
sadece siyasilerin eline bırakılıp, bırakılmayacağıdır. Kuvvetler ayrılığı ilkesi ile hukuk devletinin sadece siyasilere
bırakılmayacağı vurgulanmaktadır. Kuvvetler ayrılığı demokrasi ve hukuk devleti mücadelesinde önemli bir
ilkedir. Bu noktada tarafsız ve bağımsız yargının ve yargının kurucu unsuru olan avukatların hukukun üstünlüğünü
sağlamaktaki rolleri önemli hale gelmektedir. Hukuk devletinin bireyin özel alanına müdahale etmesinin sınırları
Anayasamız ve uluslararası sözleşmelerle belirlenirken, kişi güvenliği ve özgürlüğünün teminatı tarafsız ve
bağımsız yargı, bağımsız savunmanın ve hak aramanın temsilcisi olan Avukatlardır. Yargının bir şekilde yürütme
tarafından baskıya alınabileceği düşünüldüğünde, kişi hak ve özgürlüklerinin ve hukuk devletinin savunmasının
avukatlar tarafından yapılmakta olduğu görülmektedir. Avukatlar gücünü meslek geleneklerinden, temel hak ve
özgürlüklerden ve en önemlisi temsil ettikleri halktan alırlar. Avukatlık mesleğinin temeli hukukun varlığıdır. Demokratik
hukuk devleti ilkesi avukatların ve Baroların varlık temelidir. Avukatlar amasız, her zaman ve her durumda
insan hak ve özgürlüklerini, hukukun üstünlüğünü savunmak ve hukuk devleti taleplerini dile getirmek
durumundadırlar. Hak ve özgürlük savunucusu olan Avukatlar her zaman demokrasi ve hukuk devleti mücadelesinin
öncüsü olmalıdırlar. Avukatların bağlı bulunduğu Barolar da yasa gereği insan hak ve özgürlüklerinin ve
hukuk devletinin savunucusu olmak zorundadırlar. Bu nedenle herkesin susabildiği, susturulabildiği durum ve
zamanlarda dahi avukatlar ve Barolar konuşmak, demokrasiyi, hukuk devletini, insan hak ve özgürlüklerini savunmakla
görevlidirler.
Bir hukukçunun ışığı evrensel hukuk kuralları, insan hak ve özgürlükleri olmalıdır.
Biz avukatların ve hukukçuların sayesinde; eşitliğin, özgürlüğün, adaletin sağlandığı, Anayasamızda belirtildiği
gibi demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olabilmeyi biz avukatların ve hukukçuların; demokrasi, hukukun
üstünlüğü, temel hak ve özgürlükler konularında vereceğimiz hukuk mücadelesiyle sağlayabileceğimize inanıyorum.
Av. Sibel SUİÇMEZ
TRABZON BAROSU BAŞKANI
COVİD 19 NEDENİYLE DURAN ADLİ SÜRELER VE OLASI ETKİLERİ
Ankara'da doğdu.
İlk, orta ve lise öğrenimini
Trabzon'da tamamladı.
Dokuz Eylül Üniversitesi
Hukuk Fakültesi'nde
okudu. Ardından
yatay geçişle Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden
mezun oldu
2015 yılından bu yana
Trabzon Barosu
Stajyer avukatlarına
danışmanlık vermektedir.
2016 - 2018 ve 2018 -
2020 yıllarında görev
yapmak üzere Trabzon
Barosu Olağan Genel Kurulu'nda
iki kez Baro Yönetim
Kurulu'na seçilmiştir.
Kadın Haklarından
ve Staj eğitiminden
sorumlu yönetim kurulu
üyesidir. Aile, İdare,
Vergi, Ceza, Kişisel Verilerin
Korunması Hukuku
alanları başta olmak üzere,
şirket danışmanlığı ve
bireysel danışmanlık hizmetlerini
ve Kasım
2018'den bu yana konkordato
komiserliği faaliyetini
sürdürmektedir.
30 Nisan 2020 tarih ve 31114 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan Yargı
Alanındaki Hak Kayıplarının Önlenmesi Amacıyla Getirilen Durma Süresinin
Uzatılmasına Dair Cumhurbaşkanlığı Kararı ile durma süresi 15.06.2020
tarihine kadar uzatıldı.
Dilerseniz önce durmaya ilişkin düzenlemeyi hatırlayalım,
26 Mart 2020 tarih ve 31080 sayılı Mükerrer Resmi Gazete’de yayınlanan
Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair 7226 sayılı Kanun’un Geçici
1 Maddesi ile;
“Covid-19 salgın hastalığının ülkemizde görülmüş olması sebebiyle yargı
alanındaki hak kayıplarının önlenmesi amacıyla;
Dava açma, icra takibi başlatma, başvuru, şikâyet, itiraz, ihtar, bildirim,
ibraz ve zamanaşımı süreleri, hak düşürücü süreler ve zorunlu idari
başvuru süreleri de dâhil olmak üzere bir hakkın doğumu, kullanımı
veya sona ermesine ilişkin tüm süreler; 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari
Yargılama Usulü Kanunu, 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanunu ve 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu
ile usul hükmü içeren diğer kanunlarda taraflar bakımından belirlenen
süreler ve bu kapsamda hâkim tarafından tayin edilen süreler ile arabuluculuk
ve uzlaştırma kurumlarındaki süreler 13/3/2020 (bu tarih dâhil) tarihinden,
9/6/1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu ile takip hukukuna
ilişkin diğer kanunlarda belirlenen süreler ve bu kapsamda hâkim veya icra ve
iflas daireleri tarafından tayin edilen süreler; nafaka alacaklarına ilişkin icra
takipleri hariç olmak üzere tüm icra ve iflas takipleri, taraf ve takip işlemleri,
yeni icra ve iflas takip taleplerinin alınması, ihtiyati haciz kararlarının
icra ve infazına ilişkin işlemler 22/3/2020 (bu tarih dâhil) tarihinden,
itibaren 30/4/2020 (bu tarih dâhil) tarihine kadar durur.”şeklinde düzenleme
yapılmış idi
Kanunda bu sürelerin, - tekrara mahal
vermemek için bundan böyle
“adli süreler” olarak belirteceğim -
salgının devam etmesi durumunda
altı ayı geçmemek üzere Cumhurbaşkanınca
uzatılabileceği de düzenlenmişti.
Yapılan resmi açıklamalarla
11 Mart 2020 tarihinden bu yana
ülkemizde de görüldüğü anlaşılan
Coronavirüs’e bağlı Covid 19 Salgını
tüm akışı olumsuz etkiledi. Bu süreçte,
mesai saatleri içinde en yüksek
insan sirkülasyonun yaşandığı kurumlardan
biri de adliyeler olduğundan,
salgının yayılmasını önlemek,
bu sırada alınacak diğer tedbirlerle
de uyumlu olmak amacıyla adli sürelerin
durdurulması bir bakıma kaçınılmaz
ve hak kayıplarını önlemek
amacıyla doğru da oldu.
Devamında belli yaş grupları için
getirilen sokağa çıkma kısıtlamasına
dair tedbirler, Sağlık Bakanlığı ve
ilgili kurumlar aracılığı ile yapılan
“Evde Kal, Hayat Eve Sığar” kampanyaları,
maske elde etmenin güçlüğü
ile avukat veya avukatlık bürolarında
çalışanların ulaşım için toplu
taşıma araçları kullanacak olmasının
yarattığı risk de dikkate alınarak pek
çok avukatlık bürosu bugün fiziki
olarak kapalı bulunmaktadır.
Bir yandan ihracat ya da üretim
yapan fabrikalar, çoğu inşaat
şantiyesi kalabalık ve bir arada çalışıyor
olmasına rağmen faaliyetlerine
devam ederken, günümüz yaşam hızına
zaten yetişemeyen adli faaliyetlerin
durdurulması, en temel insan
haklarından biri olan adil yargılanma
hakkına ulaşımı engellemektedir.
Teknolojinin vermiş olduğu imkanlar, UYAP sisteminin varlığı, avukatlık hizmetlerinin dijital çağa uyum sağlamaya
başlaması ile bir avukatın elektronik veya mobil imza ile dünyanın herhangi bir yerinden, günün herhangi bir
saatinde dava açabilmesi, dosyalarını takip edebilmesi ve evrak sunabilmesi mümkün.
Öte yandan adli sürelerin önce 30 Nisan’a, devamında da 15 Haziran’a uzatılması, gerçekten de 15 Haziran’da
çalışmaya başlanabilecek mi sorusunu akla getiriyor. Resmi olarak 15 Haziran olarak görünen bu süre, Haziran’da yayınlanması
muhtemel ve hakimlerin görev yeri değişikliklerini düzenleyen Haziran kararnamesi ile pek çok hakimin
görev yerinin değişeceği, eski görev yerlerinde ilişik kesmeleri, yeni görev yerlerinde yeni bir düzen kurmaları (ev bulma/eşya
taşıma/çocuk varsa okul kaydı vb), görev yeri değişikliği olmayan hakim ve kalem personelinin yıllık izin
haklarını kullanacakları, bu sırada 20 Temmuz – 01 Eylül arasında adli tatil nedeniyle zaten pek çok adli işlemin yapılmayacağı
düşünüldüğünde, adli işlemlerin 01 Eylül 2020 itibariyle bir ivme kazanamayacağı muhakkaktır. Çoğu büyük
şehirde duruşma günleri 2021 yılına verilmeye başlanmıştır. 11 Mart – (en iyi ihtimalle) 01 Eylül 2020 düşünüldüğünde
resmi düzenlemelerde (13 Mart – 15 Haziran) 3 ay gibi görünen resmi durma süresi, fiilen 6 ayı rahatlıkla bulacaktır.
Buna Trabzon özelinde yaşanan bazı talihsizlikleri de eklersek, adalete ulaşmanın ne kadar geciktiğini ve zorlaştığını
ifade etmekte haksız sayılmayız diye düşünüyorum. 15 Temmuz 2016’da yaşanan hain darbe girişiminin ardından
pek çok şehirde olduğu gibi Trabzon’da da çok sayıda hakim görevden alınmış ve meslekten ihraç edilmişti. 20
Temmuz 2016 tarihinde, ben taa fakültede okurken kanuna eklenen ancak uygulaması ertelenen İstinaf – Bölge Adliye
Mahkemeleri’nin açılması nedeniyle görevdeki pek çok hakim Bölge Adliye Mahkemeleri’ne atanmıştı. Yeni hakimlerinin
atanması, göreve başlaması, dosyalara alışması derken, çoğu dosyada uzun süre işlem yapılamamış, 2019 yılında
Trabzon Bölge Adliye Mahkemesi’nin göreve başlayacak olması ile merkezden pek çok hakim ve kalem personeli bu
defa Trabzon İstinaf’a atanmıştı. Sırf bu sebeplerle neredeyse 4. Yılına yaklaştığınız bir boşanma davanız olduğunu
düşünün, hayatınıza devam edemiyor, düzen kuramıyorsunuz. Ya da alacak davanızın bir türlü sonuçlanmadığını,
borçlunun mal kaçırdığını, ancak dava bitmeden pek bir şey yapamadığınızı düşünün. Korkunç değil mi!
Hal böyle iken, insanın en temel ve en hızlı şekilde karşılanması gereken adalet ihtiyacı sistemdeki aksaklıklar nedeniyle
bir bakıma günümüz yaşam hızına göre geri kalmışken, bu durma süreleri ile neredeyse hiç karşılanamaz hale
geldi. Öyle ki, 15 Haziran 2020 tarihine kadar nafaka dışında, icra takibi dahi açamıyorsunuz. Alacağınız var, alamıyorsunuz.
Covid etkileri nedeniyle tüm dünya piyasalarında yaşanan ve daha da kötüye gideceği öngörülen durgunluk
nedeniyle pek çok şirketin batacağı, pek çok kişinin işsiz kalacağı, ödeme gücünün olmayacağı değerlendirildiğinde
bundan sonra icra takibi açılsa da tahsil edilip edilemeyeceği tam bir muamma. Tüm bunların yaratacağı ve süre gelen
“adalet açlığı”nın ihkak-ı hak (insanların kendi haklarını kendilerinin şiddet kullanarak sağlamaya çalışması) ve kaosu
beraberinde getireceği muhakkak. Daha da korkunç değil mi!
O halde, pek çok sektörde Covid 19’a ilişkin önlemler alındığı gibi, adli hizmetlerde de “Yeni Normal”e uyum
için ivedilikle hazırlık yapılmalı, projeler geliştirilmelidir. Birkaç öneriyi burada sıralayalım:
Karar aşamasına gelmiş, sözlü yargılama günü verilmiş
veya verilebilecek durumda olan (tüm deliller toplanmış,
tamamlanmış, sadece karar verilmeyi bekleyen)
dosyalara ilişkin duruşma günü verilebilir. Duruşma
salonları çoğu adliyede sosyal mesafeye uygun
olarak düzenlendiğinden, salona hakim, katip,
taraf vekilleri ve gerektiğinde mübaşir dışında kimse
alınmayarak en azından uzun zamandır bekleyen bu
dosyaların karara çıkması sağlanabilir.
Hakimlerce, dosyalara yalnızca duruşma günü vermek
yerine, taraf vekillerinin de taleplerine göre dosyanın
gerektirdiği işlemler yapılabilir. Örneğin dosyanın
itiraz üzerine rapora gönderilmesi gerekiyorsa,
rapora gönderilmesi, yazışmalarla celbi gereken tapu
kaydı, banka kaydı, HTS kaydı gibi evrak varsa bu
yazışmaların yapılması, taraf teşkili, tebligat, yurtdışı
tebligat veya benzeri işlemlerinin yapılması durdurulan
sürenin yaratacağı zaman kaybını önemli
ölçüde giderecektir.
UYAP sistemi kolaylaştırılarak, her bir evraka tek tek
girme gerekliliği yerine, dijital sayfa uygulaması
getirilebilir. Böylece dosya inceleme, evrak bulma
kolaylaşacaktır.
UYAP’ta yapılan dosya sorgusu kısıtlamaları kaldırılabilir.
Bu süreçte mal kaçırmanın engellenmesi için TBK’da
düzenlenen ön ödeme, HMK’da düzenlenen ihtiyati
haciz, ihtiyati tedbir gibi geçici hukuksal korumaların
etkin olarak uygulanması veya yeni önlemler
alınması daha sonra doğacak tasarrufun iptali, muvazaa
nedeniyle tapu iptali ve tescil gibi davaları
önemli ölçüde azaltabilir.
Yargıda hedef süre uygulamasına ilişkin yeni tedbir ve
uygulamalar getirilebilir. Kalem personelinin sayı
ve niteliklerinin arttırılması, yeni başlayacak hakimlerin
niteliklerinin arttırılması iş yoğunluğunun gerektirdiği
bölgelerde ilgili mahkemelerin yeni dairelerinin
ivedilikle kurulması da hedef süre uygulamasına
paralel düşünülmelidir.
Hakim ve kıdemli kalem personelinden görüş alınarak
yapılacak bir çalışma ile tespit edilecek, usul
kurallarının bilinmemesi nedeniyle vatandaşın hak
kaybına uğradığı Aile, İş, Ticaret, Asliye Hukuk
Mahkemelerinin alanına giren davalar ile taraf
teşkilinin zor olduğu, çok sayıda davacı ve/veya
davalının bulunduğu dosyalar başta olmak üzere,
belirlenecek davaların yalnızca avukatlar tarafından
takip edilmesi zorunlu hale getirilebilir. Avukatla
takibin zorunluluk olacağı bu durumlarda,
avukatlık ücretlerinin adli yardım ödeneklerinden
veya SGK kesintileri ile oluşturulacak bir fondan
karşılanması sağlanabilir.
Bu ve benzeri önlemlerin Barolar, HSK,
kalem personeli, başka ifade ile adaleti sağlamak
üzere çalışan kişilerin önerileri ile geliştirilerek,
vakit geçirmeksizin uygulamaya konulması
yargıda hedef süre uygulamasına da katkı
sağlayacak, her şeyden önemlisi temel insan
hakkı ve ihtiyacı olan adalete erişime önemli bir
katkı sağlayacaktır..
Daha sağlıklı ve daha adil
günlerde yeniden görüşmek dileğiyle...
AV.HANDE BURMA
HUKUK KLİNİKLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
Klinik deyince aklımıza ilk gelen şey nedir? Genellikle aklımıza hastane muayene ve
tıp öğrencileri geliyor. Kliniğin Türk dil kurumundaki birinci anlamına baktığımızda
‘hastanın bakıldığı muayene edildiği yer’; ikinci anlamı ise ‘Hekim olacak öğrencilerin
hasta başında uygulamalı olarak ders gördükleri hasta koğuşu’.Oysaki biz
hukuk kliniği derken kliniğin yaparak öğrenmek anlamını kullanmaktayız.Klinikleri
hukukçular icat etmedi. Aksine aklımıza gelebilecek her türlü
sosyal ve fen bilim dalının kliniği yapılabilir çünkü klinik çok etkin bir uygulamalı
eğitim metodudur.
Peki hukuk klinikleri nasıl ve nerde ortaya çıktı? 1932 yılında Yale Üniversitesinde
araştırma görevlisi olarak çalışan ve aynı zamanda avukat olan Jerome N.
Frank Amerika’daki hukuk eğitimini eleştiren bir makale yazdı. Yazdığı makalede
hukuk fakültelerinin hukuk uygulayıcısı olan avukat ya da hakim yetiştirmekten
çok akademisyen eğitecek şekilde ders verdiğini çünkü dersleri veren
hocaların genellikle hayatlarında hukukun uygulama alanında hiç bulunmamış
akademisyenler olduğunu belirtti. Tıp eğitimi ve hukuk eğitimini karşılaştırdığı
makalesinde ‘ Hukuk öğrencilerine de hukuki ameliyatları görmeleri için imkan
tanınmalı’ diye vurguladı. Ancak hukuk klinikleri kurma düşüncesinin ilk kez 1893 yılında Amerika’da Harvard Üniversitesinde
ifade edildiği ileri sürülmektedir.
20. yüzyılda Amerika’da hukuk eğitimi ve hukuk uygulaması arasındaki uçurum hukuk eğitimindeki en büyük sorundu
ve arada köprüyü kurmak için hukuk kliniklerini hayata geçirdiler. Hukuk fakültelerinin sadece teorik eğitim
vermesi çok eleştiriliyordu uygulamaya hazırlanabilecek hukuk uygulayıcısı yetiştirmek için hukuk klinikleri
kurtarıcı olarak görülüyordu. 1960 ve 1970 yıllarında Amerika’da hemen hemen her hukuk alanının kliğini kurulmaya
başlandı. Bu tarihler Amerikan hukuk hukuk tarihi için önemlidir çünkü bu tarihlerde Amerika’daki hukuk
öğrenci sayısı hızla artmıştır ve hukuk okulları öğrencileri kendi okullarına çekebilmek için bir çok hukuk kliniği
seçeneği sunmuşlardır. Hukuk Klinikleri Amerika Kanada ve bazı Afrika ülkeleri Avustralya İngiltere ce Hindistan’da
1960 ve 1970’lerde kurulmaya başlanmıştır. Diğer Avrupa Afrika ve Asya ülkeleri 1990’lardan sonra hukuk
kliniği kurmaya başlamıştır.
Türkiye’de ise bilinen en erken hukuk kliniği Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde 2003 yılında özel hukuk kliniği sokak
hukuku kliniği ve sığınmacılar kliniği olarak kurulmuştur. Bilgi Üniversitesi bu klinikleri başlatmadan önce George Town
Üniversitesi’nden destek almıştır. Ancak hukuk kliniği yöntemlerinden olan kurgusal dava yarışmalarının Türkiye’de uygulanması
çok daha eski tarihleri dayanır ancak o tarihlerde hukuk kliniği olarak nitelendirmek için sayıca az ve sistematik değillerdir.
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde ise Prof. Dr. Gülriz Uygur 2005 yılında hukuk klinikleri uygulamasını
başlatmıştır.Bu dönemde hukuk eğitim sistemimize yabancı olan hukuk kliniklerini kurmak için sorunlar yaşanmıştır.Ankara
Üniversitesi Hukuk Fakültesi İnsan Hakları Kliniği şemsiyesi altında Hapishane Kliniği Aile İçi Şiddet Kliniği İş Hukuku
Kliniği Göçmenler Kliniği Engelli Hakları Kliniği ve Fikri Haklar Kliniği barındırmaktadır.2015 yılında Adalet Bakanlığıyla
ortak olarak yaptıkları Aile İçi Şiddetin önlenmesi projesi çok başarılı olmuştur. Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi ise
hukuk kliniklerini 2013 yılında kurmasına rağmen öncesinde aynı zamanda hukuk fakültesinin dekanı olan Prof Dr. Ufuk
Aydın 2010 tarihinden itibaren Raulberg Enstitüsü ve Prof. Dr. David McQuoid-Mason önderliğinde destek görmüş ve Dünyadaki
en önemli iki hukuk kliniği konferansı olan GAJE ve IJCLE ye katılmış Afrikadaki hukuk kliniklerini gözlemlemiştir.
Harno J. Albert, Legal Education in the United States 1953, 172,173.
Avrupa ve Türkiyede hukuk fakültesi kavramı kullanılırken Amerikada fakülte hukuk hocalarının toplamı anlamına gelmekte hukuk eğitimi
verilen bölüme hukuk okulu law school kavramını kullanmaktadırlar.
Hatta 8. Uluslarası GAJE Konferansına ev sahibi yapmıştır. Söz konusu organizasyon dünya çapında çok beğenilmiş sonraki
yıllarda yapılanlar adete Türkiye’de yapılanın gölgesinde kalmıştır.Nihayet Adalet Bakanlığı 2015 2019 tarihleri için belirlediği
Stratejik Planın 2/5dezavantajlı grupların adalete ulaşımın sağlanması için hukuk kliniklerinin uygulanmasını getirilmesini
gündemine almıştır.Bu doğrultuda 2016 yılında Hukuk Klinikleri ile ilgili bir Uluslararası Klinikleri Sempozyumunu
düzenlemiş ve bütün hukuk fakültelerini ve dünyadaki en ünlü hukuk klinikçilerini davet etmiştir. Daha sonra 2016 yılınsa
Adalet Bakanlığı hem hukuk kliniklerinin hem de arabuluculuğun geliştirilmesini ve yaygınlaşmasını desteklemek amaçlı 13
farklı hukuk fakültesine ile arabuluculuk kliniklerinin kurulmasını gerektiren “Arabuluculuk Hukuk Kliniği Protokolü” nü
imzalamıştır. Söz konusu protokol uyarınca hukuk klinikleri öğrencilerine arabuluculuk hukuku eğitimi verdikten sonra öğrencilerini
Adliyelere gönderip kurdukları tanıtım masalarında halkı arabuluculuk konusunda bilgilendirmekle yükümlü kılınmıştır.
Trabzon Üniversitesi Hukuk Fakültesi olarak 2016 yılında bizde ilk kez arabulucuk hukuk kliniğini kurarak faaliyetlerimize
başlamıştık. Bunun öncesinde ise Söz konusu Adalet Bakanlığı Konferansına katılmıştı.Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde
öğrenciyken 2013 yılında uluslarası kurgusal dava yarışmasında üç arkadaşımla fakültemizi ve Türkiyeyi temsil etmiştik.
Daha sonra Amerikada hukuk doktorası eğitim aldığım dönemde haftalık dört saatlik medeni hukuk kliniği (civil law
externship) dersini almıştım. Bu sebeplerle hukuk kliniği birimini kurmak için çok hevesli davrandım. Bir çok araştırma görevlisi
arkadaşımızla birlikte Ankara ve İstanbuldaki hukuk klinikçileri eğitimlerine katıldık.
Ancak başlarda benim de aklımda soru işaretleri vardı. Amerikada avukatlık stajı ya da hakimlik stajı yoktur. Hukuk eğitiminden
sonra avukatlık sınavını kazanabilenler avukat olur. O yüzden orda kesinlikle klinik uygulaması gereklidir. Oysaki
Türkiyede hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra avukat olmak için bir yıl hakim savcı olmak için iki yıl staj görmek
gerekir. Üstelik zaten bir çok fakülte hukuk eğitimi sırasında pratik dersleri vermektedir. Öyleyse hukuk klinklerine gerçekten
ihtiyaç varmıdır? Bu sorular hem Amerikada hem Türkiyede hukuk eğitimi görmüş ve her iki ülkede de avukat olarak
çalışmış biri olarak aklımı başlarda kurcalamış idi hatta konferansta da bu soruyu sormuştum. Ancak hukuk eğitimimde hukuk
kliniği metodlarını uygulamaya başladıktan sonra ve özellikle çok eğlenceli ve başarılı geçen arabuluculuk kliniğimizden
sonra kesinlikle hukuk kliniklerinin gerekli ve önemli olduğuna emin oldum. Hukuk klinikleri ve hukuk pratikleri birbirlerinden
farklı kavramlardır. Hukuk klinikleri kelimesi özellikle seçilmiştir çünkühukuk klinikleri gerçek hukuki sorunlarla
ilgilenir ve bunları ilgilenirken hukuk fakültesindeki bir hukuk klinikçisi hocanın denetimi ve yönlendirmesi altındadır
gerekirse uygulamadaki hukukçulardan yardım ve tavsiye de alabilir. Hukuk staji, hukuki çatışmaları gözlemleme öğrenme
ve çatışma çözmeye yardımcı olurken buna kıyasla hukuk klinikleri hukuki çatışmaya tam katılım sağlamaktadır. Hukuk
kliniği öğrencileri çatışma çözmenin tasarlanması yürütülmesi ve değerlendirilmesinde yer alacak değişik şartları inceleyecek
ancak bütün faktörleri bir formda sunabilecektir. İlgili konuda teorik ve uygulama deneyimi olan hukuk klinikçileri ise
klinik öğrencilerini denetleyip gözetlemektedir.Hukuk klinilerini staj ve pratiklerden çok daha öne çıkaran özelliği ise çok
işlevli olmalarıdır. Hukuk klinikleri öğrencilere adete hukukçu olmayı hukukçu gibi düşünmeyi gerektiğinde avukat gerektiğinde
hakim gibi düşünüp hareket etmeyi öğretir aynı zamandaysa öğrenciler şiddete uğramış kadınlar çocuklar göçmenler
engelliler gibi avantajsız gruplara yardım etme şansına sahip olurlar. Bu gibi avantajsız gruplar ücretsiz hukuki yardım alma
olanağına sahip olurken öğrenciler dertlenerek öğrenme şansına sahip olurlar.
Hukuk kliniklerinin yani uygulayarak öğrenmenin klasik teorik derslere üstlüğü ise tartışılmayacak kadar açıktır. Şöyle ki
ortalama öğrenme piramidine göre geleneksel derslerle öğrenme kapasitesi sadece %5 dir ancak uygulayarak öğrenme oranı
ise %75tir. Bu oran başkalarına öğretmek ile %90 lara kadar çıkabilmektedir. Hukuk kliniği türleri ve metodları çok çeşitlidir
ve öğrenmeyi uygulamak ve başkalarını öğretmek ile birlikte faaliyete geçirilebilmektedir.
Adalet Bakanlığı Hukuk Klinikleri Sempozyumu 211.
Maria Concetta Romano, The History of Legal Clinics in the US, Europe and around the World, 16 Diritto & Questioni Pubbliche 27
(2016) 27.
Adalet Bakanlığı Hukuk Klinikleri Sempozyumu 342.
Julian Lonbay and Musa Toprak Legal Clinics in Turkey. In: Sarker S.P. (eds) Clinical Legal Education in Asia. Palgrave Macmillan,
New York(2015) 217, 218.
Ayrıntılı bilgi için bkz AUHF Insan Haklari Hukuk Klinikleri http://hukukklinikleri.hukukfelsefesi.org/hukukklinikleri/ (6.5.2020)
Hukuk klinikleri ayrı bir ders olarak görülebileceği gibi ders içinde aktivite olarak da yaptırılabilmektedir. Ders dışı da
özel günlerde örneğin kadın ve çocuk haklarına ilişkin günlerde hukuk klinikçilerin sahalarda avmlerde meydanlarda
parklarda kampüslerde toplumu bu konuda yaratıcı her türlü yolu kullanarak bilinçlendirmesi ve farkındalık yaratması
klasik bir klinik faaliyeti olarak görülebilir.
Hukuk klinikleri aynı zamanda farklı cinsiyet politik dini kültürdeki öğrenciler arasında köprü olarak birlikte önyargısız
çalışmalarını sağlar onları ortak paydada buluşturur. Hukuk kliniği öğrencileri idealist olarak ortak bir amaç için çalışmaktadır
gönüllü olarak kendilerini geliştirirken aynı zamanda topluma fayda sağlamakta ve adaleti sağlamak için çatışma
ya da protesto yöntemleri yerine barışçıl bütünleştirici hukuk kliniklerini kullanmaktadırlar. Ayrıca hukuk kliniği
dersini alan ya da uygulamasında yer alan öğrenciler meslek hayatlarında daha etkin sosyal ve başarılı olmaktadır. Çünkü
gerçek hukuki çatışmalarla daha erken yaşlarda tanışmış türlü türlü insanlarla nasıl birlikte çalışabileceklerini sorunlarına
nasıl önyargısız müdahale edebileceklerini öğrenmişlerdir. Örneğin kadına karşı şiddetin önlenmesine ilişkin yasaları
okuyup öğrenmekle böyle bir şiddeye maruz kalmış mağdurdan dinlemek ona yardım etmek için Baroyla ortak çalışmalar
yapmak ya da başvurularına yardımcı olmak arasında çok büyük farklar olacağı aşikardır.
Bu kadar avantaj taşımasına rağmen hukuk klinikleri kurmak ve yürütmek çok zordur. Geleneksel bakış açısı kliniklere
oyun oynuyorlar diyerek küçümser ve karşı çıkar. Kliniklerin birim olarka kurulması yeterli ve eğitilmiş klinik hocası
sağlanması daha da zordur. Bunun için özel üniversiteler yurt dışında eğitim görmüş ve uygulama deneyimi olan avukatları
işe alıp onlara özel imkanlar tanıyabilmektedir. Ancak devlet okullarında zaten ağır ders yükü altındaki hocalar
için çok zaman alan bir olaydır. Çünkü hukuk klinikçisi her öğrenciyle birer birer ilgilenir ve her faaliyetini kontrol eder.
Çalışmasının sonucunda ise akademik olarak bir puan kazanamaz çünkü hukuk klinikleri ülkemizde bir uzmanlaşma
alanı olarak değerlendirilmemektedir. Ayrıca çoğunlukla faaliyetler bürokratik engellere takılmaktadır.
Hukuk klinikleri hem klinikçi hem öğrenciler için gönüllü hukuk hizmeti sunma faaliyetidir aynı zamanda öğrenciler
avantajsız gruplar için dertlenerek öğrenmektedirler. Olaylara farklı bakış açılarıyla yaklaşıp önyargısız ve tarafsız olmayı
iletişim becerilerini geliştirmektedirler. Hukuk kliniği öğrencileri için ve klinikçileri için ödül manevi tatmindir. Öğrenci
için bu hukuki ihtilafı çözmek birilerinin gözüne bakıp verdiği hukuki bilgiyle parlayan ışığı görmek bir hukuk klinikçisi
için ise öğrencisine bakıp hukuk hatibi değil hukukçu yetiştirdiğini görmektedir.
DR.ÖĞR.ÜYESİ SEDA GAYRETLİ AYDIN
TRABZON ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ
MEDENİ HUKUK ABD
Seda Gayretli Aydın Establishment of a Civil Law Clinic in Turkey Law & Justice Review, Year: 9, Issue: 17, December 2018 24
25.
Adalet Bakanlığı Stratejik Plan 2015 2019 s. 85 http://www.sgb.adalet.gov.tr/Resimler/SayfaDokuman/24122019093342Stratejik-
Plan-2015-2019.pdf
bkz. Adalet Bakanlığı Hukuk Klinikleri Sempozyumu
Türkiyedeki Arabulucuk Hukuk Klinikleri ve Türkiyedeki hukuk klinikleri tarihi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Seda Gayretli Aydın
Establishment of a Civil Law Clinic in TurkeyLaw & Justice Review, Year: 9, Issue: 17, December 2018.
O tarihte fakültemiz Karadeniz Teknik Üniversitesine bağlıydı.
Adalet Bakanlığı Hukuk Klinikleri Sempozyumu 344.
Birincisi : İki binli yılların başındayız. İnternet henüz emekleme
devresinde. Yeni bir mail adresi almıştım ama ne işe yarayacağı
hususunda en ufak bir bilgim yoktu. Parasızlıktan eve internet de
bağlatabilmiş değilim. Fakültenin ortak bilgisayarından ne kadar
girebilirsek artık. Neyse konumuz bu değil. Lafı uzatmadan bir paragrafta
anımı anlatmam lazım. O vakitler Ankara’dayım. Zonguldak’taki
üniversitede yardımcı doçent doktor unvanına sahip bir
tanıdığım vardı. Bir akşam beni telefonla aradı. Ankara’da yayın
yapan akademik dergilere makale göndermeyi düşündüğünü ve
benden bu konuda araştırma yapmamı istedi. Ankara’da çıkan akademik
dergiler hangileri, yayın yapmak için hangi kriterleri arıyorlar,
makale hangi adrese gönderilecek vs. Benden istediği tüm bu
bilgileri nasıl öğreneceğim? Tek tek tüm fakülteleri (Ankara SBF,
Ankara HF, Gazi İİBF, Gazi HF, Bilkent, ODTÜ vs.) gezip, sorulan
sorulara ilgiyle cevap veren, yardımcı olmak için cansiperane
çalışan ve etrafına neşe saçan memurlardan/memurelerden doküman
toplamak lazım. Zor bir iş. Üstelik “sonuç” alabileceğim de
şüpheli. Sonra aklıma internet geldi. İnternette, tüm bu fakültelerin
iyi kötü bir sitesi var. Fakülte dergileri hakkında da, tanıdığımın benden istediği tüm bilgiler sitelerde mevcut.
Bir saatlik aramayla, edinilebilecek tüm bilgileri edindim ve bir klasöre kaydettim. Peki bunları nasıl
göndereceğim? Mail adresim var ama karşı tarafın mail adresi bende yok. Ki, olsa bile, netten öğrendiklerimi
netten göndermek bana “tuhaf” geldi. Peki ben ne yaptım? Klasördeki tüm verilerin çıktısını aldım ve
çıktıları bir zarfa doldurup klasik yöntemle yani mektupla Zonguldak’a gönderdim.
İkincisi : İki binli yılların ortasındayız. Yine Ankara’dayım. Maaş yetmiyor. Masraf çok ama gelir sınırlı.
Hiç sevmediğim halde, cebe üç-beş kuruş girsin diye “sınav gözetmenliği” yapmak zorunda kalıyorum. Ne
sınavıydı unuttum. Belki KPSS, belki Açık öğretim. Sabah erkenden görevli olduğum okula gittim. Sınav
üç saat. Yapılacak işler belli. Sınav kitapçıklarını dağıt, sınav evrakını doldur, sonra sınavın bitmesini bekle.
Salon başkanlığı yapmanın -mevzuatta yeri olmayan- bir ayrıcalığı var: Yanımda “kitap” götürebiliyorum.
Yapılacak işler bitti. Kitabımı açtım, başladım okumaya. Osman Aysu’nun bir romanı: “Tavşan Uykusu”.
Osman Aysu, kendini okutan bir yazar ama romanları “kaçak edebiyat” türünden. Hayata dair esaslı
sorular soran ve bunlara cevap arayan bir yazar değil Osman Aysu. Neyse konumuz bu değil. O gün, orada
romanı bitirdim ama sınavın bitmesine daha bir saat vardı. Sınıftan çıktım. Koridorda biraz gezineyim de
zaman geçsin istedim. Zaten içerde bir gözetmen var, bensiz sınıfı pekala idare eder. Koridorda, yavaş
adamlarla bir aşağı bir yukarı volta atıyorum. 20 metre uzunluğundaki koridorda aşağı yukarı 20 tur attıktan
sonra, yürümekten yoruldum ve sınıfıma geçeyim istedim. Sınıfa girdim. Baktım ki, öğretmen masasının
etrafında yan sınıfın salon başkanı ayakta duruyor ve sınav evrakını inceliyor. Hemen yanında bittim. İçimden
“benim sınıfımda ne işin var be adam, hadi sınıfa girdin diyelim, ne diye sınav evrakını karıştırıyorsun”
diye kızıyorum ama birşey diyemiyorum çünkü karşımda duran benden 10 yaş büyük bir öğretmen sonuçta.
Hem yaşına, hem mesleğine saygım var. Adamın ensesindeyim. Bana karıştırdığı sınav evrakını gösterdi.
Bir öğrenci, sorularda birden çok seçeneği işaretlemiş, gülerek “ne tuhaf öğrenciler var” dedi. Tamam, ortada
bir tuhaflık var ama sana ne, bana ne be adam! Öğrenci bu, isterse cevap kağıdına örüntü yapar, sen ne
karışıyorsun başkasının işine, illa karışacaksan git kendi sınıfına, orada karış! Sabrımın son sınırındayım.
Adama ağzıma geleni söyleyecek ve sınıftan kovacaktım, ki tam bu esnada, sınıfın arka sıralarında oturmakta
olan gözetmen ayağa kalktı ve bize doğru yürüdü. Aaaa! Bu benimle birlikte görev yapan gözetmen
değil. Etrafa dikkatle baktım. Lan bu benim sınıfım da değil. “Pardon” bile demeden hemen çıktım oradan.
Kendi sınıfıma girdim ve sınav bitene kadar masamdan kalkmadım. Başımı çevirip koridora bile bakmadım.
Üçüncüsü : Doksanlı yılların sonu. Ünye’deyim. Uzaktan bir akrabam ortağıyla birlikte trafik kazasında
vefat etti. İlkokul öğrencisi olan küçük kardeşimle beraber Ünye merkezindeki büyük camide
cenaze namazını kıldık. Ölenlerden biri akrabam ama uzaktan. Tanıdığım kişi bir elin parmakları
kadar. Diğer öleni ve yakınlarını ise hiç tanımıyorum. Neyse işte, namazı eda ettik, sırada
defin merasimi var. Mezarlık Ünye’nin bir tepesinde diye biliyorum. Namazdan sonra ortalık bir
anda karıştı. Alelacele mevtalar cenaze aracına yüklendi. Mezarlığa gitmek isteyenler kendi araçlarına
hücum etti. Bende araç yok. Öyle kalakaldım. Yürüme mezarlığa gidilir, nerden baksan yirmi
dakikada oradasın ama hava sıcak ve nemli, yürümeyi göze alamadım.
Gözüme bir pikabı kestirdim. Defin merasimi için yola çıkmakta iken, pikabın arkasına kardeşimle
beraber yerleştik. Pikap hareket etti. Biz cenaze konvoyunun ortasındayız. Konvoy, camiden çıkıp
Niksar Caddesine saptı ve cadde boyunca devam etti. Niksar Caddesi bitti, Ünye bitti ama konvoy
yoluna devam etti. Gidiyoruz. Nereye bilmem? Tanımadığım bir adamın pikabındayım. Etrafa bakıyorum.
Diğer araçlara. Kimseyi tanımıyorum. Bir anda içine düştüğüm “tuhaf” durumun farkına
vardım: Yanlış konvoya katılmışım. Benim akrabamın cenazesi Ünye merkezdeki mezarlıkta defnedilecekti.
Oysa ben, ölen diğer kişinin cenaze konvoyuna katılmışım ve nereye gittiğim hususunda
en ufak bir bilgim yok. Kardeşimin kulağına “Ömer, yanlış cenazedeyiz, çaktırma” dedim.
Olan olmuştu. Yapacak bir şey yok. Hiç tanımadığım birini defnetmek için, Ünye’nin dağ köylerinden
birine, hiç bilmediğim bir yere gidiyordum. Etrafa bu kez başka nazarla bakındım. Allahım
bu nasıl bir güzellikti! Yemyeşil ormanlar. Adeta görsel şölen! İnsanın burnunu sızlatan çimen, ot
ve ağaç kokusu. Caddeden sağa saptık. Yol iyice yol olmaktan çıkmaya başladı. Pikabın içinde
sağa sola savruluyoruz. Fakat ben, içinde bulunduğumuz tuhaf durumu çoktan kanıksamışım, hatta
“cenaze konvoyunda olduğumuz halde” durumun tadını çıkardığım bile söylenebilir. Irmaklardan,
köprülerden geçtik. Manzara beni benden aldı, sarhoş etti. Sanki cenaze konvoyunda değil de, turistik
gezideyim. Üstelik bedava. Açık havada pikapla gezinti. Yarım saatten çok sürdü bu müthiş
güzel yolculuk. Hayatımda unutamayacağım müthiş bir tat aldım. Nihayet cenaze evine vardık.
Kadınlar ağlaşmaya başladı. Uzaktan sessizce olup biteni izledim. Mevtayı evin bahçesine
gömdüler. Güzel bir bahçeydi. Hemen altında bir dere akıyordu. Pırıl pırıl bir dere. Dualar edildi.
Allah mekanını cennet etsin rahmetlinin. Akşam üzeri, kardeşimle beraber geri dönen araçlardan
birine atladık ve Ünye’ye sağ-salim ulaştık. Kardeşime bu yaşadıklarımızdan, yanlış cenazeye gittiğimizden
kimseye söz etmemesini tembih ettim, hatta yemin verdirdim. O sözünü tutmuştur. Benim
dilim gevşek.
ÖĞR.GÖR.HÜSEYİN CEM ÇÖL
TRABZON ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ
TİCARET HUKUKU ABD
AVRUPA YAKASI 143. BÖLÜMDEN BİR KESİTLE TOPLUMUN HUKUK UYGULAMALARINA
BAKIŞINA YÖNELİK ELEŞTİRİ
Bir dönemin çok sevilen dizisi Avrupa Yakasını bilmeyenimiz yoktur diyebiliriz. Avrupa
Yakası, temelinde olay komedisi olan karakter tahlillerine sıkça rastlayabileceğimiz
bir komedi dizisidir. 143. Bölümü 2007-2008 yılları sosyal bakışına -her eserde
olduğu gibi- ışık tutar.
Olayı kısaca özetlemek gerekirse: Aslı ile Cem boşanma arifesindedir. Mahkemede
ilişkilerinin her ikisi için de hayatı çekilmez hale getirdiğini beyan edecek bir tanığa
ihtiyaç duyarlar. Aile içinde bunu konuşurlarken Aslının annesi İffet’in tavsiyesi üzerine
Burhan Altıntop’tan şahitlikte bulunmasını isterler. Burhan çok heyecanlanır fakat
hemen kabul eder. Mahkeme gününe kadar hazırlık yapar, bir Amerikan ceza avukatıymışçasına
savunmalar hazırlar. Ertesi gün Makbule’yle prova yaparken aslında Aslı’nın
ona -başka bir konudan- kötü bir şaka yaptığından haberdar olur. Bunun üzerine mahkemede
yalan beyanatta bulunarak Aslı’dan intikam almak ister. Duruşma günü geldiğinde
Cem, işyerinde birlikte çalıştığı Kubilay’ı şahit olarak getirir. Hakim sırasıyla
Aslı’nın, sonra Cem’in, en sonunda da tanıklar Kubilay ve Burhan’ı dinler. Aslı ve
Cem şiddetli geçimsizlik nedeniyle boşanmak istediklerini tekrarlarlar. Kubilay, duruşma
salonuna girince çok heyecanlanır; kekeler ve bayılır. Bunun üzerine Burhan Altıntop
dinlenilmek üzere içeri çağırılır. Burhan mahkeme salonundaki herkesi selamlar ve Aslı’ya tehditkâr bir baş
sallamasıyla bakar. Aslı ve Cem’in çok iyi geçindiğini, aralarında hiçbir anlaşmazlık olmadığını söyler. O sırada
kapıda Aslı’nın yeni erkek arkadaşı belirir, Aslıyla selamlaşırlar. Bunu gören Cem de Aslı’dan bir intikam almak
ister ve hakime boşanmak istemediğini söyler. Son olarak hakim kararı açıklar. Duruşma iki ay ertelenmiştir ve
Aslı ile Cem boşanamamışlardır.
Her şeyden önce İffet’in tanık olarak Burhan’ı işaret ettiği anda Burhan’ın heyecanlanma ve tereddüt etme sebebinin
toplumumuzda yaygın “tanık yazılmak” korkusu olduğunu düşünmekteyim. Bu reflekse günümüzde de sıklıkla
başvurulmaktadır. Adliyelerin, başımızın ağrıdığı zamanlarda uğrak yerimiz olması hasebiyle özel hukuku
ilgilendiren işlerde bile* hak aramak veya bir uyuşmazlığı çözmek adına adliyelere uğramaktan çekinme eğilimi
olduğunu görmekteyiz.
Medyada sıklıkla karşılaştığımız şiddet içerikli görüntülerde, özellikle son zamanlarda daha sık gündeme gelen
kadına şiddet olaylarında kenarda “elleri cebinde izleyen adam, vahşetin ortasında video çeken kadın” tiplemesine
rastlamaktayız. Bu insanların olayı izleyerek fiillerin icrasını engelleyici hiçbir faaliyette bulunmaması oldukça
tartışma konusu olmuştur. Bu davranışın başat sebepleri bir kavram olarak dedikodudan beslenmenin vermiş
olduğu haz, şiddete kayıtsızlığın psikanalitiği,(güçlü benliğin kanunlar önünde kendisini yok etmesini engellemesi
üzerine sahip olduğu saldırganlık dürtüsünü yansıtması), yerleşik tutumlar (aile içine müdahalenin ‘ayıp’ bulunması)
ve tanık yazılma çekinmesi bulunmaktadır. Olay yerinin terk edilmeyişi ise insanın en temel itkilerinden
olan ‘merak’ yüzündendir.Kişinin olaya müdahalesi, bütün bu bilinçdışı süreçleri akılcı şekilde tamamlamasına
bağlıdır.
Tanık yazılma çekincesini detaylarıyla irdeleyecek olursak bunun milli temelleri olduğunu görebiliriz. Türk devlet
algılayışında devlet, “baba” (o kratospateramou)’dır; serttir. Hem sever, hem döver. Vatandaşını ilk Türk devletleri
zamanından beri yaşattığı sosyal devlet ruhuyla korur,kollar ve destekler. Yaramazlık yapanı, uyumsuzu,kurallara
riayet etmeyeni tokadıyla cezalandırır.Oysaki; adliyeler güvenli limanlarımız, haksızlığa uğradığımızda
koşa koşa kapandığımız anne kucağımızdır. Bir hakkımızın tehlikeye girmesi halinde ilk sarılacağımız kılıç
ve kalkanımızdır. İşte bu gibi nedenlerle biz hukukçulara, sosyal bilimcilerle işbirliği içinde çalışarak adliye
koridorlarının “öcü” algısını kırma görevi düşmektedir. Bu çalışmalar neticesinde adalete erişimde, şiddetin azalarak
yargının birincil çözüm yolu olduğunun kabulünün de etkili bir fark yaratılacağını düşünmekteyim.
Burhan rolünü çok ciddiye alır, Amerikan hukuk sistemindeki gibi zaman zaman jüriyi de etkilemeye yönelik
anekdotlar içeren konuşmalar hazırlar. Bunu sık sık tekrarlar çünkü mahkeme onun için en son başvurulabilir,
erişilmez bir müessesedir. Bu noktada Burhan karakterinin taşralı, üniversite eğitiminden sonra İstanbul’a yerleşmiş
olduğunu da hatırlatmak gerekir. Daha sonrasındaysa yine aynı mahkemeyi bir intikam aracı olarak kullanması
kendi içinde bir tezada yol açmaktadır. Demek ki Burhan, hukukun ciddi fakat aldatılabilir olduğunu düşünmektedir.
Bunda Aslı’nın zaman zaman “Cinayet davası değil bu Burhan bey, gelip tanık olacaksınız. Boşanacağız
sonunda.” telkinlerinin de etkisi düşünülmelidir. Neticede Burhan, gerçekleri çarpıtmış ve mahkemeyi yanıltmıştır.
Bu durumun sonrasında Cem’in lehine gelişmesi Burhan’ın yaptığı davranışın görmezden gelinmesine neden
olmaktadır.
Kubilay eğitimli, zengin ve keyfine düşkün biridir. Duruşma salonuna adım atar atmaz titremeye başlaması ve
“Ben suçsuzum hakim bey! Hiçbir şey bilmiyorum” demesi, hatta biraz daha abartıp bayılması suçlu bulunmaktan
ne kadar korktuğunun bir göstergesidir.Halbuki Mahkemelerde verilen kararlar bir kişiyi aklayarak toplum içindeki
saygınlığını da arttırabilmektedir. Yine de, günümüzde de insanlar, uzun yıllar süren memuriyetleri ve
“adliyenin önünden dahi geçmemeleri ile övünmektedir. Kubilay da orta sınıfla özdeşleşmiş bu tedirginliği yaşamaktadır.
Cem, başlarda daha fazla evli kalmak istemediğini dile getirse de sonrasında Aslı’ya karşı bir kıskançlık duyarak
bundan vazgeçmiştir. Bir bakıma Burhanla aynı şekilde mahkemeyi yanıltsa da aslında Aslı’ya duyduğu kıskançlık,
onu hukukun doğrudan kendi menfaatini korumasını sağlamıştır. Bilindiği üzere evlilik tek taraflı bitirilemez,
Aslı da Cem’in bu fevri kararından üzerine düşen payı almıştır ve boşanamamışlardır.
Aslı, şahidi Burhan’ın akli dengesinin yerinde olmadığını; zaman zaman panik atak nöbetleri geçirdiğini dile
getirse de hakimin kararını değiştiremez. İşte burada hukukun ciddiyetiyle (maddi mahiyeti) yüzleşilir. Kararın
kesinliği ile Burhan ve Cem’in yaptıkları zorlayıcı komedi unsuru olarak senaryoya yerleştirilmiştir.
2007 Türkiye’sinde beyaz yakalı olarak tabir edilen insanların hukuka bakışları bu yöndedir. Bu bakışın bazen
ciddiyetsiz bazen korkar düzeyde olduğu yansıtılmıştır. Günümüzde bu durumun ne kadar değiştiği tartışmaya
müsait bir konudur. Toplumda ,nüfus oranlarına paralel, geometrik olarak artış gösteren suç oranları için tek başına
hukuka bakışın ve bu konudaki ciddiyet-sizlik-in sebep olduğunu söylemek yetersiz olacaksa da, buna neden
olan sebeplerden birini oluşturduğunu söylemek mümkündür.
*: hürriyeti bağlayıcılığı hallerin istisnai olarak yaşanmaması nedeniyle bu kelime
tercih edilmiştir.
Öykü GÜLSARAN
Trabzon Üniversitesi Hukuk Fakültesi
AİLE İÇİ VE KADINA KARŞI ŞİDDET
Maalesef kadına şiddet her toplumda olduğu gibi bizim toplumumuzda da mevcut.
Bu sorun sadece bize özgü değil evrensel bir sorun. Şunu rahatça söyleyebilirim ki kadına
karşı şiddetin önlenmesinde dünya insanları olarak sınıfta kaldık.
Birleşmiş Milletlere göre, dünyada kadınların %35’ i ömründe en az 1 kez fiziksel veya cinsel
şiddete maruz kalmaktadır. Dünya Sağlık Örgütüne göre ise 2019 yılında Türkiye’ de
şiddete maruz kalan kadınların oranı %38. Yani dünya kadına karşı şiddeti önlemede çok
kötü, biz daha kötüyüz. Bu durumu aile içi eğitime, hukukun yetersizliğine gibi birçok nedene
bağlayabilirsiniz.
Korona virüs sebebiyle evlerde kalma oranları çok arttı ve maalesef bu orana paralel olarak
kadına karşı şiddet de artmış durumda. 2019 Mart ayının verilerine göre 1804 aile içi şiddet
tespit edilirken, 2020 yılında aynı ayın verileri 2493 aile içi şiddet tespit edildiğini açıklamaktadır.
Aile içi ve kadına karşı şiddeti önlemek için Türkiye’ de birçok çalışmalar yapıldı. Bana
göre bunların en önemlisi 20.03.2012 tarihli ve 28239 sayılı Resmi Gazete’ de yayınlanan 6284 sayılı Ailenin Korunması ve
Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’ dur. 6284 sayılı kanun 1. maddesinde kanunun amacını “Bu Kanunun amacı;
şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takip
mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla alınacak tedbirlere ilişkin usul ve esasları
düzenlemektir.” olarak belirtmiştir.
Şiddetin önlenmesi için hazırlanabilecek en iyi kanunlardan biri olduğu kanısındayım. Örneğin, şiddet mağduru kadının tek
taraflı beyanı ile hiçbir delile dayanmaksızın ve taraflar dinlenmeksizin bir takım önlemler alınabilmektedir. Mülki amir tarafından,
mağdur kadın ve varsa çocuklarına bulunduğu yerden başka barınma imkanı sağlanabilmekte, geçici maddi yardım
verilebilmekte ve psikolojik destek sağlanabilmektedir. Buna benzer mağduru koruyabilecek birçok tedbir 6284 sayılı kanunla
mümkündür. Ancak bu kanuna rağmen şiddet vakaları niye azalmamaktadır? Siz istediğiniz kadar sert ve mükemmel kanun
yapın, istediğiniz önlemleri alın uygulamada yetersiz kalırsanız yaptığınız bütün kanunlar sadece kağıtta bir yazı olarak kalır.
Maalesef koruma altında bir kadının bile şiddete maruz kaldığını biliyoruz. Aile içi ve kadına karşı şiddetin önlenmesi için en
büyük sorumluluk kolluk kuvvetlerimize düşmektedir. Her şikayeti ciddiye almak ve şiddete yönelik çıkarılan kanunları çok
iyi bilmek zorundadırlar. Bunun yanında kadınlarımızı şiddete maruz kalacakları sırada ne yapmaları gerektiği ve nereye başvurabilecekleri
konusunda bilinçlendirmemiz gerekiyor. Bazı kadınlarımız “Kocam değil mi? Sever de döver de.” lafı altında
kendilerine de zarar vermektedirler. Kadınlarımızın bu düşünceleri elbette kendi suçu değil küçükken gördüğü aile içi eğitim,
toplum baskısı gibi etmenlerdir. Ancak ben inanıyorum ki okuyan kız çocuklarının sayısı arttıkça bu tür düşünceler tarihe karışacak
ve kadınlarımız daha bilinçli hakkını arayabilen bireyler halin gelecektir.
Sözlerimin sonuna yaklaşırken Neşet Ertaş’ın şu sözünü anmak isterim: Kadınlar insandır, biz ise insanoğlu. İnsanoğlu olarak
en büyük borçlarımızdan biri de kadına hizmet etmektir şiddet uygulamak değil.
Muhammed Emin BULUT
TRABZON ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ
Öldürmek Neye Yarar?
Bir İdam Mahkumunun Son günü
“İnsanların hepsi belirsiz bir süre için ertelenen ölüm cezasına mahkûmdurlar."
Tekrar tekrar okuyorum, yazılanları inkâr etmek istesem de zırhımı çıkarıp teslim oluyorum.
Victor Hugo sen ne büyük adamsın!
Hugo eserinde bir çok şey sorgulatıyor. Ve bizden hissetmemizi istiyor. Umarım hissedebilirsiniz,
keyifli okumalar dilerim.
0,005 saniye de kırk kilo ağırlığındaki bıçak başını gövdenden ayırsaydı ve bunu 6 ay önce bilseydin ne hissederdin?
Nasıl yaşardın?
Hugo eserinde şu cümlelere yer veriyor:
"Neredeyse hiç acı çektirmeden bedeni öldürmekle övünüyorlar. Hey! İşte bundan söz ediliyor!
Manevi acının yanında fiziki acının ne önemi var? Dehşet ve merhamet, yasalar böyle yapılmış!"
Sayfalar ardından bu konuyu tekrarlıyor ve ekliyor
"Üstelik acı çekilmediğinden eminler mi? Bunu onlara kim söyledi? Kesik bir başın sepetten çıkıp halka:
Acı hissedilmiyor! Dediğini duyan oldu mu?"
Gerçekten sormak gerekir DR. İgnace Guillatine, bu aleti Fransız Millet Meclisine teklifte bulunurken hiçbir ölünün
ne hissettiğini konuşmuş mu?
Hugo eserinde cesurca cümlelere yer veriyor. Fakat hissettirdikleri insanların korkakça duyguları.
Peki ya geçmiş yüz yılların bunları yaparken gerekçeleri neydi? Amaçlarını şu şekilde ifade ediyorlardı:
'Yargılayanlar ve mahkum edenler ölüm cezasının toplumdan kendisine zarar veren ve daha sonrada zarar verebilecek
olan birini uzaklaştırmanın önemi nedeniyle gerekli olduğunu söylüyorlar.
Öldürmek neye yarar?'
(Bir İdam Mahkumun Son Günü • Önsöz)
Şunu kabul etmek gerekir ki idam bir intikamdır. Kişiyi iyiliğe yönetmektense Tanrı misali ceza verilmesidir. Bu intikam
öylesine gözü kördür ki geride kalanları düşünmez.Sefil kahramanımızın geride bıraktıklarını sizin okumanızı isterim.
Tüm insanlığın sizi terk etmesidir idam cezası. Yalnızlıktır, Çaresizliktir, Ve umuttur.
Kahramanımız umutsuz koşullara rağmen umudunu şu şekilde dillendiriyor:
'İnsan içinde bulunduğu umutsuz koşullarda bazen zinciri bir saç teliyle koparabileceğini sanır.'Peki ya sandıkları onu
kurtarabildi mi?
Okumak lazım.
Hissedebilmek lazım.
Okura not: İnsanlar adaletsizliği sadece kendi başlarına geldiklerinde düşünüyorlar...
Yeşin Gamze ŞAHİN
TRABZON ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ
Hukuka aşık
gençlere selamlar!
Okula renk
katmaya geldik!
2020 Yılının En Aktif Hukuk Kulübü
“Okula Renk Katmaya Geldik”
“Yaşam bir ekip işidir” diyor Doğan Cüceloğlu ve ekliyor: “Eğitimin amacı öğrencinin iyi bir ekip üyesi olarak yetişmesi olmalıdır.”
2016 yılında küçük bir şehirde ve gelişimini
tamamlamamış bir üniversitede bu vizyona sahip bir grup öğrenci ile kurduk Yalova Hukuk Kulübünü. “Hukuka aşık gençlere
selamlar!” diyerek yola çıktık. İçimizdeki kıvılcımlarla yangınlar yaratmak istiyorduk. Ne kısıtlı imkanlara takıldık ne de önümüze
çıkan engellere. Hiçbir desteğimiz yoktu ama bir yerlerden başlamak istiyorduk. Başladık da. Büyük küçük demeden her işe beraberce
koştuk. Kulübün bize neler katacağını biliyorduk. Gelecekte meslektaşımız olacaklarını bildiğimiz değerli avukatlarımızı,
akademisyenlerimizi konuk etmenin haklı gururu üzerimizdeydi. Hiç sınır tanımadık, yeri geliyor onları en güzel şekilde ağırlıyor
yeri geliyor şehirlerarası gezilerimizle biz onlara gidiyorduk; İzmir, Ankara, Bursa, İstanbul… Birçok büro ziyareti yaptık, zirve ve
konferanslara katıldık. Yoktan var etmek tabirini hem yaşadık hem yaşattık. Büyüklerimizi örnek alıp arkadaşlarımıza destek
olurken elbette küçüklerimizi de unutmadık. Hukukta Doğru Tercih projesiyle onlarca şehirden arkadaşımıza Yalova Üniversitesini
ve fakültemizi anlattık. Bir hukuk kulübü olarak okulumuzun yararına ne varsa yaptık. Bahar şenliklerinde de görev aldık, sosyal
sorumluluk projeleri de yürüttük. Bizler tam manasıyla okula renk kattık! Yorulmadan çalışmamızın sırrı kulübü iş olarak görmememizdi.
Bizler burada mutlu olduğumuz için vardık. Her şeyden önce aileydik, arkadaştık. Bizi biz yapan bu bağ ve güven
duygusuydu. İnisiyatif almayı ve “o yaptıysa bir bildiği vardır” demeyi bildik. En zorlu günlerimizde bile bırakıp gitmedik. Dönemden
döneme taşıdığımız başarımız ise bu yıl “2020 Yılının En Aktif Hukuk Kulübü” seçilerek taçlandırdı. Ödülümüz, kurulduğu
günden bu yana azimle çalışan yönetim kurulumuz, mezunlarımız ve etkinliklerimize yoğun ilgi gösteren arkadaşlarımızın başarısıdır.
Son olarak bizlere bu sayısında yer veren aynı gayeleri taşıdığımız sevgili Trabzon Üniversitesi Hukuk Klinikleri Kulübüne
teşekkür ediyor, çalışmalarında başarılar diliyoruz.
YALOVA HUKUK KULÜBÜ AİLESİ
İDEAL HUKUK KULÜBÜ
Bir insanın suç işleme nedenlerine gelecek olursak
bunlar çok çeşitlidir. Burada tek tek saymak
olanaksız olsa da burada bu konuda genel olarak
bahsedebileceğimizi düşünüyorum. Hepimiz bir
toplumda, bir sosyal ortamda, bir kültür çevresinde
dünyaya gelmekte ve hayatımızı burada
geliştirmekteyiz. Doğrularımız, yanlışlarımız;
etik kavramlarımız; kırmızı çizgilerimiz hep
büyüyüp geliştiğimiz toplum ve onun kültürüne
göre gelişmektedir. Her insanın doğruları yanlışları
aynı olmayacağı gibi her insanı suç işlemeye
iten sebep de aynı değildir. Kimi insanlar psikolojik
sebepler ile, kimi insanlar da sosyolojik
nedenler ile suçlu olma eğilimi göstermektedir.
Kimisi için suç işlemek bir zevkken kimisi içinse
mecburiyettir.
Bu gibi farklar da zaten ceza sistemlerince
suçluya verilecek ceza karşısında dikkate alınmaktadır.
Yoksa Victor Hugo’nun “Sefiller”
romanındaki Jean Valjean gibi acıktığı için ekmek
çalan bir kimseye ağır bir yaptırım uygularsak
ne o kişinin ne de toplumun yararına bir işlem
yapmış oluruz. Konunun özüne dönecek
olursak bana göre psikolojik sebeplerle suç işleyen
kimse sosyolojik sebeplerle suç işleyen bir
kimseye göre toplum için daha büyük bir tehdit
unsuru oluşturur ve daha özenli yaptırım ve uygulamalara
tabi tutulmalıdır.
SUÇ VE SUÇUN ENGELLENMESİ HAKKINDA
Günümüzde suçların meydana gelme sıklığı artmış olduğu tartışmasızdır. Her
gün ülkesel ve küresel medyada, sosyal medyada birbirinden farklı mahiyette
ancak her biri kamuoyu vicdanında büyük bir infial oluşturacak onlarca hatta
yüzlerce suç haberi ile karşı karşıya kalmaktayız. Konuya giriş yaparken öncelikle
suç işlenmesi nasıl engellenebilir bunun hakkındaki farklı fikir ve görüşleri
yazarak başlamakta fayda görüyorum. Yıllardan beri işlenen suçlara karşı
kısasa kısas, eziyet, idam ve benzeri birçok ağır ceza öngörülmüş fakat bunların
hiçbiri suçların işlenmesini engelleyememiştir. Gerçekten de insanlık tarihi
kadar eski olan suç ve ceza tarihinde sistemden sisteme bir takım iyi ya da
kötü yönlü dalgalanmalar görsek de hiçbir zaman suçu tamamen dünya üzerinden
kaldıran bir ceza sistemi görülmemiştir. İtalyan ceza müelliflerinden
Beccaria'ya -ki benim de katıldığım görüşe- göre kamuoyunun aksine cezanın
şiddeti suçun işlenmesini engellememektedir. Beccaria "Ceza suç ile orantılı,
orta şiddette olmalı ancak cezadan kurtulmak imkansız olmalıdır." demiştir.
Bunun dışında Pozitivistlere baktığımızda, pozitivistler suç ve suçlu üzerinde
büyük araştırmalar yapmışlardır. Onlara göre kişi ya antropolojik ya fiziki ya
da psikolojik, sosyal nedenlerle suç işlerler. İrade serbestisinin olduğuna inanmazlar,
belli şartlarda herkesin suç işleyebileceğine inanırlar. Bu yüzden de
onlara göre suçun işlenmesini önlemek için kişiyi cezalandırmak değil, kişiyi
suç işlemeye yönlendiren dış etkenleri ortadan kaldırmak gerekmektedir. . Tabi
bu görüşleri ayrı ayrı düşünmek günümüz için tamamen akıl dışıdır. Bu görüşlerin
doğru yanları olduğu gibi yanlış yanları da bir o kadar çoktur. Bir cevap
bulmak için önce doğru soruları sormalıyız. Burada doğru olan sorular
“Suç nedir?”, “Bir insan neden suç işler?”, “Suçu nasıl engelleyebiliriz?” olmalıdır.
Çünkü önce suçun varlığını tanımalı daha sonra nedenlerini bilmeliyiz
ki bunu engelleyebilelim.
Hukuki anlamda suç, bir toplumdaki hukuki kurumlar tarafından ceza
veya güvenlik tedbiri yaptırımına bağlanmış fiildir. Toplum içerisinde yanlış
kabul edilen, toplumun dirliği ve güvenliğine zarar verecek fiiller yasalarca
yaptırımlara tabi tutulmuştur. Toplumun geneli de bu yaptırımlara maruz kalmamak
için suç teşkil eden fiillerde bulunmaktan uzak durmaya çalışmışlardır.
Ancak ne kadar ağır yaptırımlara tabi olsa da bu yaptırımların suç işlenmesini
kesin bir çözüm sağlamaktan uzaktır.
Son soru olan suçu nasıl engelleyebileceğimize gelelim.
Bu soruyu yüzyıllardan beri binlerce, milyonlarca kişi
düşünmüş kendine göre çözümler üretmiştir. Kişiyi suç yolundan
alıkoymanın en mantıklı çözümünü düşünceme göre
zamanının çok ilerisinde düşüncelere sahip olan Beccaria
yapmıştır. Kişinin suç işlemesini engellemek için ağır cezalar
değil, kesin cezaların varlığı önemlidir. İstanbul Medipol
Üniversitesi Ceza Hukuku öğretim görevlilerinden Saygıdeğer
Hocam Prof. Dr. Emin Artuk'un dediği gibi "Kişi yakalanmayacağı
ya da kanunda öngörülen cezaya mahkum olmayacağı
düşüncesi ile hareket etmektedir." Suçlunun zihninden
bu düşünceyi silmediğimiz müddetçe de suçların ağır
ya da hafif olmasının hiçbir önemi kalmamaktadır. Çünkü
suçlu kanunun uygulamasından kaçabileceğini düşünmektedir.
Bizim de suçun oluşmasını önlemek ya da azaltmak için
suçluların suç teşkil eden fiillerinden sonra hızlı ve kesin bir
şekilde yakalanmasını ve yargılanmasını sağlamamız gerekmektedir.
Ancak yıllardan beri bu kesinlik sağlanamamış,
üzerine yakalanan birçok suçlu çıkarılan çeşitli aflar sebebiyle
cezalarını tam anlamıyla çekmeden cezaevlerinden çıkma
fırsatı elde etmişlerdir. Ayrıca ülkemiz ceza hukukundaki
sistemlerin çalışmasındaki aksaklıklar sebebiyle de şartlı
salıverme gibi kurumlar değerlendirme sonucu değil herkese
uygulanan kurumlar halini almış bu sebeple de kanunlarda
öngörülen cezaların tam uygulanmaması durumu ortaya çıkmıştır.
Bunun dışında cezaevlerinde, cezaevlerinin ıslah kurumu
olma vasfının da geri planda kaldığını görüyoruz. Bunun
dışında farklı suçlardan cezaevine giren ancak aynı ortamda
bulunan suçlular birbirlerine yetkinliklerini öğretebilmesi
ve suç ortaklıkları da kurabilmesi gibi sakıncalı durumlar
da ortaya çıkmaktadır.
Müebbet hapis cezası ile cezalandırılan suçlularda
ise asgari süre geçtikten sonra şartla salıvermek gibi bir yol
izlemek tamamıyla yanlıştır. Bu gibi kişilerin işledikleri suçlar
çok büyüktür ve tamamen ıslah olmadan salınan bu kimseler
tekrar suç yoluna girdiklerinde toplum için büyük tehlikelilik
arz ederler. Bunlar gibi suçlular için asgari süre beklenmeli,
ondan sonra uzun bir süre psikolog gözetiminde
hapis cezasına devam ettirilmeli en son kesin emin olunması
halinde bu kişiler cezaevinden salınmalıdır.
. En ufak bir tehlikelilik şüphesinde bile bu kişilerin
cezaevinde tutulmasında yarar vardır.
Uzun lafın kısası, suç işlemek insanlığın yaratıldığı
ilk günden beri içimizde olan bir şeydir. Bunun tamamen yok
etmek ne kadar zor olsa da, kişileri bu yoldan döndürme şansımız
mevcuttur. Bunun için öncelikle cezanın infazı kesin
olmalıdır. Daha sonra ise bu ceza infaz edilirken ön planda
kişinin ıslahı tutulmalı, kişi cezaevinde eğitim ve psikolojik
destek almalıdır. Suçlular sosyal yaşamdan koparılmamalı;
ancak kendi aralarında da yakın bağlar kurmamalı, birbirlerine
tecrübelerini de aktaramamalıdırlar. Kişi cezaevindeyken
topluma yarar sağlamalı; cezaevinden çıktıktan sonra da topluma
geri kazandırılmalıdır.
Teknolojinin gelişmesiyle gelecekte ne olur bilemeyiz ama
geçmişte olduğu gibi günümüzde de suçun engellenmesi çabası
benim fikrimce tamamen beyhudedir. İnsanın içinde yaradılış olarak
iyi bir yan olduğu gibi kötü bir yan da vardır. Tabi kişiden kişiye
bu kötü yanın kuvveti değişebilir. Ancak Pozitivistlerin dediği
gibi bu kötü yan olduğu sürece belli şartlar gerçekleştiğinde her
insan suç işlemeye meyil gösterecektir. Mesela günümüzde suç
potansiyeli yüksek bölgeler, ilçeler mevcuttur. Buralarda yetişen
insanlar da az ya da çok suç işleme potansiyeli taşıyan insanlardır.
Bunun sebebi buradaki insanların kötü insanlar olması değil yetiştikleri
sosyolojik çevrenin sorunlu olmasıdır. Ancak pozitivistlerin
dediği gibi irade serbestisinin olmadığı da tamamen hayal ürünüdür.
Bunun en büyük kanıtı da yine böyle mahallelerde yetişip topluma
faydalı olan insanlardır. Genetiğimizdeki, toplumdaki ya da hayatımızdaki
etmenler bizi ve hareketlerimizi ne kadar etkilese de suç
işlemeyi tercih her zaman bizim elimizdedir.
Düşünceme göre dünyada suç işlenmesini kesinlikle önleyemeyiz.
Ancak suç işlendikten sonra kişiyi bu suç yolundan döndürmek
fikrimce mümkündür. Peki bir kişiyi suç işleme yolundan
nasıl döndürebiliriz? Bunu ağır cezalar koyarak sağlamak tarihsel
süreçte pek mümkün olmamış, olmamaktadır. Tabi ki ağır cezalar
suç karşısında kamuoyunun vicdanını rahatlatmaktadır. Fakat ağır
cezanın suçlunun ıslahı için fayda sağlamadığını da göz ardı etmemek
gerekir. Öncelikle uzun süre hapiste kalmış kişi sosyal yaşamdan
uzaklaşır, insanlarla iletişim kuramamaya başlar. Cezaevi kurumu
içerisindeki kötü ortam nedeniyle de içerde bulunduğu dönemde
psikolojik olarak zarar gördüğü gibi oradaki topluluk nedeniyle
düzelmesinin aksine daha önce de bahsettiğimiz gibi daha kötü suçları
işlemeyi dahi öğrenir. Bundan başka suçu nedeniyle toplumda
damga yer ve kişi toplum tarafından dışlanır. Bu damga yüzünden
kişinin bir daha suç yoluna girmesi kolaylaşır. Bu nedenle ağır cezalar
uygulamak değil; suçluyu psikolojik, sosyolojik bakımdan
eğitmek; cezaevinde meslekler, işler yapmayı öğretmek; ıslahı sağlamak
gereklidir. Suçlu bireyin ıslahı için öncelikle cezaevlerinin
varolan sistemi değiştirilmelidir. Cezaevi cezanın infaz edildiği yer
olmaktan çok bir ıslah evi, bir eğitim kurumu olmalıdır. Suçlular
(özellikle de azılı suçlular) birbirlerinden olabildiğince ayrı tutulmalıdır.
Cezaevinde küçük bir dünya yaratılmalı kişiler burada cezalarını
çekerken kendi ilgi alanlarına göre eğitim almalı, işler yapmalıdır.
Suçlular toplumsal yaşamdan tamamen ayrıştırılmamalıdırlar
(büyük suçlar işlemiş suçlular hariç). Zaten kişinin özgürlüğünün
kısıtlanması büyük bir yaptırımdır. Orada kişiye ayrıca ceza
çektirmek ya da hücreye kapatmak fikrimce faydasızdır.Son olarak
cezaevine giren suçlunun topluma kazandırılıp kazandırılamayacağı
konusu da önem taşımaktadır. Burada görev biz hukukçulardan
çıkıp psikologlara geçer. Kişi cezaevinden salınmadan önce psikolog
gözetimine girmesi hayati önem taşımaktadır. Kesinlikle ufak
cezalarda bile kişi süresi bittiği gibi salınmamalı, psikolog onayı
alınmalı.
Cihad AÇIKGÖZ
MEDİPOL İDEAL HUKUK KULÜBÜ
YÖNETİM KURULU ÜYESİ
Prof. Dr. Acar
Baltaş, Türkiye’de geniş
kitlelere, psikolojinin insan
ihtiyaçları ve iş hayatının
sorunları için bir çözüm
olduğunu gösteren öncülerden
biri oldu.
Ortaöğrenimini
Istanbul Erkek Lisesi’nde,
yüksek öğrenimini Istanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Psikoloji Bölümü’nde
tamamlayan Acar
Baltaş, doktorasını Cerrahpaşa
Tıp Fakültesi’nde Nöroloji
Anabilim Dalı’nda
yüksek beyin fonksiyonları
konusunda yaptı, klinik
nöro-fizyoloji alanında Tıp
Bilimleri Doktoru ünvanını
aldı ve 1986 yılında Uygulamalı
Psikoloji Doçenti, 1996
yılında Profesör oldu.
Acar Baltaş, yasal
yollarla toplam 600.000
adet satışı yapılmış; bazılarının
40. baskıyı aştığı Stres
ve Başaçıkma Yolları, Bedenin
Dili, Ekip Çalışması
ve Liderlik, Üstün Başarı,
Hayalini Yorganına Göre
Uzat, İnsana ve İşe Değer
Katan Yeni İK, Türk Kültüründe
Yönetmek, Akılsız
Duyguların Cezasını Kararlar
Çeker ve Baltaş Grubu
Yönetim El Kitapları’nın
yazarıdır.
“194…” Oran / Cezayir
Albert Camus, öğrencilik yıllarımda,
entelektüel olduğunu
göstermek isteyen gençlerin
kendilerini okumak zorunda
hissettikleri ve okurken
zorlandıkları bir yazardı.
Veba bu dönemde okuma
listemde yer almış ancak alt
metnini anlamamış olduğum
bir kitaptı. Roman 1940 yıllarının
birinde Cezayir’in
Oran Kentinde yaşanan veba
salgını konu ediyordu. Kentin
papazı, Tanrı’nın günahlarının
bedelini ödemesi gerekenleri
bu yolla aldığına
inanıyor ve duruma karşı çıkılmamanın
nafile olduğunu,
yapılaması gerekenin boyun
eğmek olduğunu söylüyordu.
Kentin doktoru ise bilimi ve
direnmeyi temsil ediyordu.
Zaman içinde masum çocukların
da ölmeye başlaması
vebaya direnişte tüm safları
birleştiriyordu. Bu süreç içinde
insanlar korkudan sadece
fiziksel değil duygusal bir
uzaklaşma içine giriyordu.
Camus için veba mikrobu
insanların duyarsızlığını, bilinçsizliğini
ve ben merkezciliğini;
kısacası içlerindeki
kötülüğü temsil ediyordu.
O’na göre insanlar bu duygularını
terk etmedikçe bu mikrop
(bugün virüs) insanlık
için tehdit olmaya devam
edecekti. Salgın süresinde
evlerine kapanıp dua eden ve
tövbe eden ve farklı bir insan
olmaya söz verenler, salgının
bitmesiyle sokaklara dökülüp
kutlamalara katılıyor ve hızla
eski alışkanlıklarına dönüyordu.
MEDENİYETİN CİLASI ÇOK İNCE
(Covid-19 Sonrası Türkiye ve Dünya)
Nasıl bir his biliyor musun?
Oda geniş ama sığamıyorum.
Kapı orada ama çıkamıyorum.
Cemal Süreyya
Şaire aşk acısının ve iç sıkıntısını yaşatan
duygu bugün Türkiye’de birçok evde egemen.
Çünkü eşi ve benzeri yaşam deneyimimizde
bulunmayan bir süreçten geçiyoruz.
Ancak sanat hayatın yaşanmamış cephelerine
ışık tutar ve yolumuz aydınlatır.
Gerçek Kriz
Kriz, alışılmış yöntemlerle çözülemeyen
durumlara verilen isimdir ve içinden geçtiğimiz
süreç tarihte eşi ve benzeri olmayan
ve bu nedenle de kıyas şansımızın olmadığı
bir dönemdir. Bu dönemi tanımlayacak kavramlar
belirsizlik, karmaşa ve kararsızlıktır.
Her türlü krizin en az zararla atlatılmasında
üç kuruma güven büyük önem taşır. Bunlar
bilim, medya ve kamu yönetimidir. Ancak
dünyanın her yerinde politikacılar derece
derece bu güveni zedelemektedir. Dolayısıyla
bu üç kuruma güven ne ölçüde yüksekse,
krizlerin niteliği ne olursa olsun (doğal
afet, ekonomik, sağlık veya güvenlik) en az
zararla geride bırakılır, yaralar sarılır ve hayat
mümkün olan en kısa zamanda normale
döner.
PROF.DR.ACAR BALTAŞ
Evden Çalışma ve Uzaktan Eğitim
Sahip oldukları anlayış ve kurum kültürü
açısından evden çalışma düzenini aklına
dahi getirmeyecek olan kurumlar, son günlerdeki
gelişmeler nedeniyle, bu sisteme
uyum sağlama çabası içindeler. Evde olmak
ve işe odaklanmak iki tarafı keskin bir
kılıçtır. Bu hem kurumlar hem de çalışanlar
için geçerlidir. Kurumlar açısından zorluk,
birçok iş alanında ve şirkette çalışanın gerçek
verimliliğini ölçmenin zorluğundan
kaynaklanmaktadır. Bu nedenle çalışanlar
‘göz önünde ve el altında’, olurlarsa, işlerini
yaptıkları varsayılır. Özellikle kurucu
babanın yöntemlerinin geçerli olduğu şirketlerde
patron işten ayrılmadan iş yerini
terk etmek, çalışmayı hafife almak sayılır
ve iyi gözle bakılmaz. Evden çalışma uygulaması
çalışanların içindeki yaratıcı potansiyeli
ortaya çıkartmak için bir fırsat
olacaktır. Böylece özellikle İstanbul gibi
trafiğin çalışanların enerji ve zamanını anlamsız
yere tükettiği bir kentte bu uygulama
büyük değer taşımaktadır. Evden çalışma
uygulamasını şirketler için daha küçük
alanlar, daha az gider gibi benzeri yan yararları
da madalyonun bir diğer cephesidir.
Başta IT ve İK bölümleri olmak üzere, çalışanlar
ve yöneticiler değişime uyum ve geleceğe
hazırlık açısından bir sınav sürecindeler.
Bu aynı zamanda moda kavram olan
kurumsal ve yönetsel çeviklik açısından da
bir test olarak değerlendirilebilir. Türkiye’-
deki bir bankanın yaptığı araştırma gençler
için bir gün evden çalışma imkanının, yüzde
yirmi ücret artışına tercih edildiğini ortaya
koymuştur.
İkinci büyük değişiklik, uzaktan eğitim konusunda
olacaktır. Uzaktan eğitim uzun bir
süredir birçok özel okul ve devlet üniversitelerinin
sınırlı ölçüde uyguladığı bu yöntem,
bazı aksaklıklarına rağmen, günler
içinde hayatın bir parçası oldu. Bu konuda
esas sorun teknoloji değil, hoca ve yöneticilerin
zihniyetinde yatıyordu. Zamandan
ve mekandan bağımsız eğitim kaçınılmaz
olarak kalıcı olacak ve eğitimin niteliği
yükselecektir.
Başka Neler Kalıcı Olacak?
Bu iki uygulamanın harekete geçirdiği bazı değişiklikler de birkaç yıl
içinde gerçekleşecektir. Örneğin şirketlerde hiyerarşi zayıflayacak ve
buna bağlı olarak geleneksel yönetim yapısı değişmektir ve karar mekanizmaları
da çeşitlenecektir. Sınırlı da olsa evden çalışma, kadınların iş
hayatındaki sayısını ve etkinliğini artıracaktır. Evi ve işi arasında tercih
yapmak zorunda bırakılan birçok kadın, eğitiminin hakkını verecek ve
potansiyelini kullanarak çalıştığı kuruma katkısı aratacaktır. Böylece üst
yönetim kademelerinde de kadın sayısı yükselecektir.
Türkiye’de şirket iflasları ve nakit akışını yönetemeyen işletmelerin el
değiştirmesi kaçınılmaz olacaktır. İşsizlik artacak, emeklilik sistemleri
zorlanacak, yeni vergiler gelecek, gelir ve servetler küçülecektir.
Dünya’da ekonomik toparlanma zaman alacaktır. Ancak rezervi olan
ekonominin lokomotifi niteliğindeki ülkelerde devletlerin sisteme akıttığı
kaynak iki yıl içinde dengelenmeye imkan verebilir.
Toplum psikolojisi perspektifinden bakıldığında önümüzde iki senaryo
gözüküyor. Birincisi iyimser senaryo: İnsanlar tüketim alışkanlıklarını
sorgulayacak, dayanışma, insani değerler, ihtiyacın ötesinde mal edinme
ve lükse yönelme eğilimi zayıflayacak, doğaya verilen zararın
farkındalığıyla ona daha saygılı olacaklardır. İkinci ve kötümser senaryo:
Uzun süreli resesyonve işsizliğin yol açtığı sosyal huzursuzluklar,
demokrasisi kırılgan ülkelerde rejimlerin sertleşmesine, içe kapanma,
ırkçılık ve ayırımcılığın artmasına yol açacaktır
Medeniyetin Cilası
Gece yarısından iki saat önce iki gün için ilan edilen sokağa çıkma yasağı
sırasında yaşanan izdiham, insanın bildiklerini dakikalar içinde unutarak
kendini ve başkalarını tehlikeye atabildiğini gösterdi. Bir kere daha anladık
ki, bilgi davranışı değiştirmiyor ve medeniyetin cilası çok ince.
Eskiden kendine benzemeyenleri dışlayan ve onlardan uzaklaşan insanlar,
herkesin birbirinden ve sevdiklerinden korktuğu bir dünyada yaşamaya
başladılar. Dünyada hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyenler, yaşamsal
tehlike ve birbirlerine bulaştırdıkları korku ortadan kalktığında,
yukarda sıraladığımız sisteme dönük sınırlamaların ötesinde bastırılmış
duyguların coşkusuyla eski alışkanlıklarına ve dünyaya zarar veren tüketim
alışkanlıklarına geri dönecek ve Camus’nün 80 yıl öncesini anlattığı
Veba romanında olduğu gibi bütün tövbelerini unutacaklardır.
Sonuç
Hayat değişimlerle dolu ve bizim bu değişimleri yönetme biçimimiz bizi
şekillendiriyor ve dönüştürüyor. Bu dönüşümün ne yöne olacağına da
herkesin özünde ve cevherinde var olan iyilik ve kötülük ikileminde, neyi
beslediğine bağlı oluyor. Bütün okurlarımıza sosyal mesafelerini korudukları
ancak uzaktaki aile üyeleri ve arkadaşlarıyla bağlarını ve ilişkilerini
güçlendirdikleri sağlıklı günler dilerim.
100 METRE VE 200 METRE
ULUSAL VE ULUSLARAARASI
GENÇLER REKORLARININ SA-
HİBİDİR
AZERBAYCAN KÖKENLİ TÜRK
SPRİNT ATLETİ 2011 YILINDA
TÜRK VATANDAŞI OLDU.
LONDRA’DA DÜZENLENEN
2017 DÜNYA ŞAMPİYONASIN-
DA DÜNYA ŞAMPİYONU OL-
MUŞTUR.
29 MAYIS 1990 AZERBAYCAN
BAKÜ ‘DE DOĞDU
Kısa mesafe koşusu yoksa uzun
mesafe koşusunu mu daha çok
seviyorsunuz?
Tabi ki kısa mesafe severim çünkü kısa
mesafe daha iyi derece çıkıyor. Bir
de uzun mesafeyi gençlikte denedim,
daha iyi olmadığı ve beğenmediğim
için kısa mesafeyi tercih ettim. Şu anda
da kısa mesafe ile devam ediyoruz.
Sporun dışında yöneldiğiniz
farklı ilgi alanları var mı, herhangi
bir aktivite?
Sporun dışında şu anda profesyonel
olarak bir şey yapmıyorum. Spor idmanları
günün yirmi dört saatini alıyor.
Onun dışında sosyal medyaya resim
çekip video çekip koyma hobim
var. Resim çekmeyi, video çekmeyi
çok severim. Benim de eşim fotoğrafçı
olduğu için çok güzel ve zevkli oluyor.
Çok sıkı, sürekli ve yoğun şartlarda
çalışmalar yapıyorsunuz. Daha
önce hiç daha rahat bir kariyer
hayatım olsaydı diye düşündünüz
mü?
Spor hayatı farklı bir şey, çok tempolu.
Farklı bir şey yapılsaydı, başka bir dalda
çalışsaydım çok farklı olurdu. O kadar da
yoğun olmazdı ama atletizm bana hayatın
farklı bir açısını gösterdi. Bana çokça disiplin
verdi, disiplin çok önemli sivil hayatta.
İnanıyorum ki bu disiplini ileride,
sporu bıraktıktan sonra güzel şekilde kullanırız.
Nasıl bir çalışma disiplininiz
var, bize bir günlük idman ve
beslenme programınızdan bahseder
misiniz?
Şu sıralar koronadan dolayı pek idman
yapamıyoruz; günde tek idman yapıyoruz,
sabahları. Normal şartlarda ise
idman kamplarında tüm gün boyunca
çalışıyoruz. Yani çift idman yapıyoruz
sabah-akşam. Öğle yemeğini yiyip
tekrar ikinci idmana geçiyoruz. İdman
ortalama 3 saat sürüyor. Yani günde
toplam 5-6 saat çalışmış oluyoruz. Akşamları
ise ertesi günkü idman için hafif
bir tedavi süreci oluyor. Beslenme
de çok önemli bir husus. Zamanında
bir diyetisyenle çalışıyorduk, şu an çalışmıyoruz
çünkü iki yıl çalıştık. Şu
anda vücudumuzu iyi tanıyoruz. Diyet
yalnızca az kalori olsun diye değil,
doğru beslenme açısından önemli. O
şekilde devam ediyoruz.
Yakın tarihte çocuğunuz
dünyaya geldi, neler hissediyorsunuz?
Yakın tarihte çocuğum oldu, çok
güzel bir duygu. Yani sporla karşılaştırılabilecek
bir şey değil, bu
farklı bir duygu. Yeni bir hayat...
İnanıyorum ki çocuğuma iyi bir
rol model olup hayatta doğru yönü
gösterebilirim. Sporcu olmasını
da isterim.
Rol model olarak gördüğünüz
isimler var
mı, varsa kimler?
Rol model olarak şu an
kimseyi görmüyorum.
Benim en iyi rol modelim
zamanında babam
idi. Hayata karşı beni
doğru yönetiyordu. Şu
anda rol model olarak
kimse yok. Sadece kendi
kendimle yarışmaya
çalışıyorum. Kendi rekorlarımı
kırıp yeni rekorlara
koşmaya çabalıyoruz.
Ona göre de örnek
olmak lazım genç
sporcular için, genç nüfus
için.
Hedefinizde gelmek istediğiniz
son nokta nedir?
Hedeflerim dediğim gibi
üç tane nokta vardı. Avrupa,
Dünya, Olimpiyat. İlk
ikisini yaptık, biri kaldı.
İnşallah onu yaptıktan sonra
da nasıl hissedeceğimi
bilemiyorum. Bu soruyu
üçüncü noktayı gerçekleştirdikten
sonra tekrar sorabilirsiniz.
İlk yarışınıza çıktığınızda kaç yaşındaydınız, neler hissetmiştiniz,
olay nasıl gelişmişti?
İlk yarışım, ya galiba altı ya da yedi yaşındaydım. Yüzüyorduk,
yüzme yarışı. Bakü şampiyonasına katıldım. Kaçıncı
olduğumu hatırlamıyorum, aslında tam olarak çok bir şey
hatırlamıyorum yarışla ilgili. Ama güzel geçti, farklı bir şey
oldu. İdmanda sürekli yüzüyorsun, ediyorsun ama yarışta bir
kere yüzmen gerekiyor, tecrübe oldu benim için.
Usain Bolt hakkında düşünceleriniz ve atletizmi
artık bırakmış olmasının atletizm dünyasındaki
etkileri nelerdir sizce?
Usain Bolt büyük bir isim, büyük bir atlet. Çok fazla
kazandığı dereceler, madalyalar var. Yani atletizme
büyük bir yatırım yapmış, atletizmi öne çıkarmış.
Eskisi gibi değil şu anda, şu anda o gittiği için
atletizm dünyasına büyük bir isim gerekiyor. İnşallah
da gelecekte böyle bir isim görürüz. Böyle dereceli
bir isim gerçekten gerekiyor çünkü böyle isimler
olmadan atletizmin reklamı gerektiği gibi yapılamıyor.
Londra'daki şampiyonluğunuzdan sonra hayatınızda
neler değişti, biraz bahseder misiniz?
Londra'dan sonra şartlar biraz daha iyileşti. Mesela
Diamond League yarışlarına davet gelmiyordu, şu anda
Diamond League yarışlarına davet geliyor. İstediğin
kulvarda koşmak gibi gibi avantajları da oldu. Onun
dışında pek bir şey değişmedi. Aynı şekilde çalışıyoruz,
kamplar vs şeyler. Yani idmanlara devam ediyoruz.
Çok değişmedi çünkü biz hep sporun içindeyiz,
aynı şekilde aynı tempoda devam ediyoruz. Şu an sivil
hayata pek yatırım yapamıyoruz.
İstanbul'un en sevdiğiniz semti nedir veya size özel gelen bir mekanı var mı?
Ben İstanbul'da on senedir yaşıyorum, on senedir oturuyorum. Sevdiğim semt Kadıköy, Kadıköy
çok güzel. Kadıköy'ün sahili, mekanları çok güzel. Moda'yı severim. Tabi İstanbul'un bir sürü güzel
yeri var. Yazları sıcak, ailecek adalara gitmeyi, adalarda balık yemeyi çok seviyoruz. Dünyadaki
en hoş yerlerden birisi İstanbul da.
Türk vatandaşlığına geçmeye
karar vermenizde neler
etkili oldu?
Ben 2009'dan beri Türkiye'-
de yarışıyorum, yani Fenerbahçe
Spor Kulübü adına.
Ondan öncesinde ben ilk
2005'te İstanbul'a yarışa geldim.
Yani ilk yurt dışına çıktığım
yarış İstanbul'da oldu.
Yılmaz Sazak yarışına katıldım,
gençken. Ben İstanbul'a
geldim ve şehre çok aşık oldum.
Dedim ki ben kesinlikle
burada yaşayacağım.
Sporla olmasa bile başka türlü
de olsa mutlaka burada
olucam dedim. Ona için bütün
planlarım buna yönelikti.
Türkiye'ye özgü hoşunuza
giden bir özellik,
gelenek var mı?
Azerbaycan-Türkiye çok
benzediği için ülke olarak
kendimi iyi hissediyorum.
Diğer milletlere
göre çok fark ediyor.
Ama burası zaten doğduğum
yere çok benziyor.
Sporu bıraktıktan sonra
neler yapmayı planlıyorsunuz?
Sporu bıraktıktan sonra okul
yaptırmak, çocuklara destek
vermek istiyorum. Bunu
gerçekleştirebilirim inşallah.
İmkanım olursa yeni nesle
destek vermek için çalışacağım.
Yani şöyle bir okul, ortaokul
- lise seviyesinde.
Yalnızca atletizm değil
olimpiyat branşlarındaki yetenekli
çocukları oraya toplayacağız,
okulun yanında
olimpiyat merkezi tesisleri
olacak. Orada çocuklar hem
eğitimini alacak hem spor
yapacak. Bunun dışında yurt
dışından gelen sporcular
orada kamp yapabilecek.
Düşünün, diyelim bir yüzme
olimpiyat şampiyonu orada
gidiyor, idman yapıyor. Orada
eğitim alan gençler canlı
bir tecrübeyle temasta olup
ilham alabilmiş olacak.
İntihar, bir canlının, neticesinin ölüm olacağının bilincinde olarak, kendisinin ölümüne
yol açacak bir eylem yapmasıdır. Risk faktörleri arasında, majör depresif bozukluk,
bipolar bozukluk, şizofreni, kişilik bozuklukları gibi zihinsel hastalıklar, alkolizm
ve madde bağımlılığı bulunmaktadır. Bireyin kendisine yönelik bir saldırganlık
hali olan intihar davranışı, birçok şiddet davranışının aksine her yaştan kişiyi etkilemekte
olup, bireyin bilerek ve isteyerek hayatına son vermesi olarak da tanımlanabilir.Aslında
intihar eylemi hem iç hem de dış faktörlerden yani çevresel faktörlerden
etkilenebilir bir durumdur. Peki acaba zaman, gün veya mevsimlerin intihar vakası
sıklığında etkileri var mıdır? Yani vakalar en sık hangi günlerde veya saatlerde gerçekleşiyor?
Cevaplarımızı etkileyen bir sürü etken olabilir örneğin ülkeden ülkeye
farklı olabiliyor. Bunların temelinde aslında kültürü de göz ardı etmemek lazım.Bu
soruya cevap vermek için bir sürü makale inceledikten sonra çok şaşırtıcı bulgulara
rastladım.İntihar vakalarını ve gerçekleştirildiği zamansal kavramları karşılaştırdığımızda
aslında aralarında bir bağ bulmak mümkündür. Çeşitli araştırmalarda vuku bulan
intihar vakalarını Mevsim, Ay ve gün olarak ayrı ayrı incelemişler.
Genel olarak intihar eylemi psikolojik, sosyal veya içsel (biyolojik) ve dışsal faktörlerden etkileniyor.
Özellikle intiharın zamanlaması dış faktörlerden daha çok etkileniyor.
2020 yılında Amerika’da yapılan araştırma sonuçlarına göre intihar vakaları ilkbaharda en üst
rakamlara ulaşırken, sonbahar aylarında en az rakamlara iniyor. 2003-2014 yılları
arasında,
Amerika’nın 18 eyaletinde intihar vakalarının verileri bilim adamları tarafından
incelenip bazı sonuçlar
alındı. Bu araştırma sonucunda intihar vakaları Mart ayından artmaya başlıyor,
sonbahar ve özellikle
Eylül ayından önce en üst rakamlara ulaşıyor. Genel olarak sabahları artarken,
öğleden sonra en zirve
rakamlar kaydediliyor. Diğer taraftan genç yaş grubunda intihar sıklığı akşam saatleri
arasında ve 65
yaş üstü sıklığı ise sabahları daha fazladır.
Japonya’da yapılan bir diğer araştırmada intihar vakası sıklığını yaş gruplarına
göre ve bir günün hangi
zaman diliminde artış gösterdiğini araştırmışlar. 2019’da yayımlanan makalede
Japonya’nın gelişim
sürecindeki yaşanan intihar vakaları orta yaş grubu erkeklerde en çok sabah erken
saatlerinde ve
özellikle Pazartesi günleri zirve yaptığı ortaya çıkmıştır.
Bir grup Avusturyalı bilim adamı ise Yıl Başının intiharlar üzerindeki etkileri araştırmışlar. 2015 yılında
literatüre giren bu araştırma sonuçlarına göre intihar vakası sıklığı yıl başından önceki günler düşüyor,
hatta 24 Aralık günü en az intihar vakası kaydedildiği öne sürülüyor. Yıl başına kadar bu şekilde devam
eden durum yıl başı günü bir artma yaşıyor. Ancak Ocak ayının ilk haftası ortalama bir değerde
seyrederken, sayılar yıl başı gününden daha az olabiliyor. Bu araştırmaya göre de intihar vakaları en
sık Pazartesi ve Salı günleri gerçekleşiyor. 2018’de Avusturya’da başka bir grup bilim adamı farklı bir
araştırma yapıyorlar ve salında sonuçlar bir önceki araştırmadan pek farklı olmuyor. Bu araştırmaya
göre de intihar vakası en sık Pazartesi ve Salı bildirilmiştir. Mevsim olarak ise ilk bahar ve yaz
aylarında bir artış izleniyor ki bunun sebebinin biyolojik temellere dayandığını iddia ediyorlar.
Araştırmada belirtilen biyolojik sebep Serotojenik değişimlerin olabileceği söyleniyor.
Aslan KHOSROWSHAHİ
KTÜ EMSA BAŞKANI
Derneğimiz Kocaeli Üniversitesi Sosyal Hizmetler
Sempozyumunda bildiri sunmuştur.
Derneğimizce Trabzon Barosu işbirliği ile Çocuk
Hamileler ve Çocuk Destek Merkezleri Konulu
Sempozyum düzenlenmiştir. 13-14 2017
Dedeman Otel Trabzon
22-28 Nisan 2018 'de AÇSHİM KİKAP TRAB-
ZON Derneği işbirliği ile International
Children Center Micro-Fon Desteği ile "Bu Bir
Sır Değil Aramızda Kalmasın" Projesi gerçekleştirilmiştir.Devlet
Himayesindeki ve koruyucu
ailedeki 22 çocuğa Mahremiyet Eğitimi verilmiş
,iyi dokunuş kötü dokunuş ve bir yabancıyla karşılaştıklarında nasıl davranacakları öğretilmiştir.
Derneğimizce Çocuk Hakları Sözleşmesinin 30.yıl dönümü nedeniyle Dünya Çocuk İstismarı
Farkındalık Günü 18 Aralık 2019'da Trabzon Radisson Blu Otel'de düzenlenen "Çocuk İstismarı
Davalarında Failinde Çocuk Olması Durumunda Yasal Değişiklik Önerileri Konulu Panel ve
Çalıştay düzenlenmiştir.Bu etkinlik Trabzon Valiliğinin Katkıları ,Trabzon Barosu İşbirliği ile
gerçekleşmiştir.Etkinlik Avrupa
Konseyi Çocuk Hakları Bolümü
web sayfasında Türkiye adına tek
etkinlik olarak duyurulmuştur.
Trabzon Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Öğrencileri Panel ve
Çalıştayın kitapçığının yazılmasına
gönüllü destek vermiştir.Bu
etkinlik sonrasında Hukuk Fakültesi
Hukuk Klinikleri Kulübü kurulmuştur.
10 Aralık 2019 Dünya insan Hakları
Gününde KİKAP TRABZON
tarafından Ortahisar Belediyesi
Çok amaçlı Salonda Ortahisar
Belediyesi
,AÇSHİM ,UNHCR ;Afgan
Hazara Kültür D. Der. işbirliği ile
Çocuk Hakları ve Mahremiyet Eğitimi düzenlenmiştir.Etkinliğe 400 Afganlı Mülteci çocukları ile
katılmıştır.
.
Bu etkinlik Karadeniz Bölgesi’nde Afganlı mülteci çocukların cinsel istismardan korunması ile
ilgili ilk etkinliktir.
21 Şubat 2020'de KİKAP TRABZON Ortahisar Belediyesi İl Göç İdaresi,Ecpat Türkiye, Hukuk
Fak.Hukuk Klinikleri Kulübü ve Afgan Hazara Kültür ve Dayanışma Der.işbirliği ile Türkiye'de
bir STK tarafından" İNSAN TİCARETİ ve ÇOCUK EVLİLİKLER konulu Sempozyum gerçekleştirilmiştir.
Etkinliğe Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Rıfat Sagut IOM Uzman Anastasia Sağlam ,Ecpat Türkiye
Koordinatörü Şahin Antakyalıoğlu , Ankara Adliyesi 3.Aile Mah.Sos.Cal.Zeynep Mutlu ve Kamu
Kurumlarından ve Jandarma Komutanlığından uzmanlar ve kız çocuğu olan 100 Afganlı kadın
,kamu kurum yöneticileri ,akademisyenler kadın stklar katılmıştır.
Derneğimiz STGM tarafından düzenlenen Sivil Sesler Festivaline Poster Sunmuş ve Faaliyetlerimizle
ilgili sunum yapılmıştır.21-23 Eylül 2019 . Bu etkinliğin ses kaydı İl Göç idaresi tarafından
alınıp ,deşifre ve kitapçık Hukuk Klinikleri Kulübü tarafından hazırlanmıştır
Derneğimiz 26 Şubat 2020'de
ECPAT ve ECPAT Türkiye tarafından
düzenlenen Çocukların Ticari
ve Cinsel Sömürüsüyle Mücadele
Konulu Uluslararası toplantı
ve Panele konuşmacı olarak davet
edilmiş ve Bşk. Nilgün Turan sunum
yapmıştır. KİKAP TRAB-
ZON Ekim 2019 dan beri Uluslararası
Çocuk Koruma Ağı yürütme
kuruluna üyedir.Kuruluşumuzdan
itibaren ÇTCS Mücadele Ağı üyeliğimiz
sürmektedir. 2019 Temmuz
itibariyle ECPAT Türkiye üyesiyiz.
Derneğimiz ilimizde Covid 19 salgını sırasında evlerinde karantina nedeniyle mahsur kalan çocukların
cinsel istismardan korunması için kurumlar arası iletişimi sürdürmektedir.
Bşk. Nilgün TURAN
“Allah belasını versin” sözleri
tanrısal ceza dileme beddua
anlamında olup , hakaret
ve aşağılamadan bahsedilemez.
Yargıtay ceza genel kurulu
Esas no:2001/9 132
Karar no:2001/155
“İşçinin şirket aracını özel işlerinde
kullanması işveren açısından
haklı fesih nedenidir.”
Yargıtay 9.Hukuk Dairesi
Esas no:2015/35758
Karar no:2019/7056
“Eşinin annesine gavur demek
boşanma sebebidir.”
Yargıtay 2.Hukuk Dairesi
Esas no:2016/7917
Karar no:2017/9746
“Eşinden habersiz kredi
çekmek güven sarsıcı davranıştır
ve boşanma nedenidir.”
Yargıtay 2.Hukuk Dairesi
Esas no:2016/16861
Karar no:2018/5575
“Emniyette avukatsız verilen
ifade hakim veya mahkeme
huzurunda doğrulanmadıkça
hükme esas alınamaz.”
Yargıtay 13. Ceza Dairesi
Esas no:2014/24767
Karar no:2015/11737
“Bankalar müşterilerinin
internet bankacılığı sisteminden
kaynaklanan zararlarından
hafif kusurlu olsa
dahi sorumludur”
Yargıtay 11.Hukuk Dairesi
Esas no:2016/2409
Karar no:2017/5249
BİL BAKALIM!!!
OTOPARK MAYFASINDAN BİR KİŞİ ÖLDÜRÜLMÜŞTÜR. POLİS İÇLERİNDEN
BİRİNİN KATİL OLDUĞUNU 3 ZANLI TUTUKLAMIŞTIR. BUNLARDAN BİRİNCİ
Sİ MUHABBET TELLALI, İKİNCİSİ UYUŞTURUCU SATICISI VE ÜÇÜNCÜSÜ DE
BAR SAHİBİDİR. OLAY ANINDA ORADA BULUNAN VE KATİLİ TANIYAN KE
NAN BEY , ALEV HANIM ,ORUÇ BEY VE AYTEKİN BEY POLİS TARAFINDAN
SORGULANACAKTIR. FAKAT POLİS TANIKLARDAN BAZILARININ KATİLE
SEMPATİ DUYMALARI NEDENİYLE, KANUNLARA KARŞI GELME PAHASINA
YALAN SÖYLEYECEKLERİNDEN VE SUÇSUZ BİRİNİN BAŞINI YAKACAKLA
RINDAN KUŞKULANMAKTADIRLAR. POLİSİN ALDIĞI İFADELER TUTANAK
LARDA ŞU ŞEKİLDEDİR.
KENAN BEY : MUHABBET TELLALI PİS HERİFİ ÖLDÜRDÜ.
ALEV HANIM: KATİL UYUŞTURUCU SATICISI
ORUÇ BEY : HAYIR,HAYIR … KENAN BEY , HEM DE ALEV HANIM YALAN SÖY
LÜYOR OLAMAZLAR.
AYTEKİN BEY : BİR NOKTAYA DİKKATİNİZİ ÇEKMEK İSTİYORUM … BANA
KALIRSA YA ALEV HANIM YALAN SÖYLÜYOR YA DA KENAN BEY DOĞRUYU
SÖYLÜYOR…
HATİCE HANIM: NEDENDİR BİLMEM AMA AYTEKİN BEYLE ,ORUÇ BEY ARA
LARINDA SÖZLEŞMİŞ GİBİLER .YA İKİSİ DE GERÇEĞİ SÖYLÜYORLAR , YA DA
HER İKİSİNİN DE SÖYLEDİĞİ YALAN , YA DA BEN YALAN SÖYLÜYORUM.
TANIKLARDAN BİRİ YA YANLIŞ İFADE VERDİ YA DA TAMAMEN DOĞRUYU
SÖYLEDİ .SÖYLEDİKLERİ , O TANIDIĞI TÜM İFADELERİNİN TAMAMI İÇİN
GEÇERLİ OLDUĞUNA GÖRE KATİL SİZCE KİM????????
BİZE ULAŞ!
hukukkliniklerikulubu_tru