15.02.2021 Views

BEDAAT

Trabzon Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Klinikleri Kulübü öğrencilerinin çıkardığı Trabzon Üniversitesi Hukuk Fakültesini'nin ilk dergisi.

Trabzon Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Klinikleri Kulübü öğrencilerinin çıkardığı Trabzon Üniversitesi Hukuk Fakültesini'nin ilk dergisi.

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.


İÇİNDEKİLER

EDİTÖR

Mert TOSUN

Talha KALAYCI

Ekrem YILDIZ

GENEL YAYIN

YÖNETMENİ

Mert TOSUN

Derviş KEÇECİ

SORUMLU YAZI İŞLERİ

BAŞKANI

Beyza ÇINAR

Ece ERDADA

GÖRSEL YÖNETMEN

Melisa Nur YILDIZ

Zehra YASLI

YAYIN KURULU

Seyyit Han DALOĞLU

Mehmet TEMURBOĞA

Öykü GÜLSARAN

Rozerin TARHAN

Ayşegül ŞAHİN

Merve DEMİREL

Serkan ASLAN

Gizem ÇETİN

Asilhan CEP

Zehra ACU

GRAFİK TASARIM

HUKUK KLİNİKLERİ

KULÜBÜ

EDİTÖRDEN

PROF.DR.TALAT CANBOLAT

DOÇ.DR.GÜLSÜN AYHAN AYGÖRMEZ UĞURLUBAY

AV.DR.MEHMET RUŞEN GÜLTEKİN

AV.ŞAHİN ANTAKYALIOĞLU

AV.NECİP ŞENEL / RÖPORTAJ

TRABZON BAROSU BAŞKANI AV.SİBEL SUİÇMEZ

AV.HANDE BURMA

DR.ÖĞR.ÜYESİ SEDA GAYRETLİ AYDIN

ÖĞR.GÖR.HÜSEYİN CEM ÇÖL

ÖYKÜ GÜLSARAN

MUHAMMED EMİN BULUT

YEŞİM GAMZE ŞAHİN

YALOVA HUKUK KULÜBÜ

MEDİPOL İDEAL HUKUK KULÜBÜ

PROF.DR.ACAR BALTAŞ

RAMİL GULİYEV / RÖPORTAJ

ASLAN KHROSROWSHAHİ / EMSA

NİGÜN TURAN / KİKAP

Dergideki yazı ve her türlü eleştiriniz için irtibat adreslerimiz .

twitter.com / @tru_hukukklinik

İnstagram.com / hukukkliniklerikulubu_tru

Youtube.com / TRÜ Hukuk Klinikleri Kulübü

Gmail.com / hukukkliniikleri@gmail.com

Hukuk Klinikleri Kulübü’nün yayın organı olup yayınlanan fikri sorumluluk ve

hakları müelliflerine,reklamların sorumlulukları fon sahiplerine aittir.Dergide

yayınlanan yazılardan kaynak gösterilmek sureti ile alıntı yapılabilir.


Merhaba Değerli Okurlar,

Kulübümüzün yeni bir projesi ile sizlerle buluşmanın

sonsuz mutluluğunu yaşamaktayız. BEDAAT dergisi

an itibariyle yayın hayatına başlamış bulunmaktadır.

Mutluluğun paylaşıldığında, tecrübelerin aktarıldığında,

hayatların dokunulduklarında güzelleşeceğine inanarak

çıktığımız bu yolda, siz değerli okur ve yazarlarımızın

hayatlarındaki tecrübe ve hobilerini,kültür ve

sanata bakış açılarını,inceleyip öğrendikleri ve takip

ettikleri konuları biraz farklı bir mecrada birleştirmeyi,pay

olduğunuz konularda paydaş olmayı hedefliyoruz.

Hem hayatını kurgulayan hem de hayat kurgusunu şekillendirmek isteyenlere farklı bir rehber,can

sıkıntısından kurtulmanın ilk neşesi,öğrenmenin alfabesi olsun,hayatımıza yön versin,biraz da bizi

uzaklara götürsün istedik.

Konu darağacının olumlu ama nispeten zorlandığımız yanlarını geniş pencereden, az bakıp çok

görmeye çalışarak toplumun ve insanlığın manevi değerlerine konu fark etmeksizin aynı yakınlıkta,

taraf olunan konularda her kesime aynı hassasiyet ve mesafede bulunup, birliklerin gücünü benimsemeye

çalıştık.

Birbirinden farklı projeleri aksiyona geçirmiş, yollardaki zorlukları aynı özveri ve tutumla ele almış

hayatını kulüp işleriyle paylaşmış,biriken kulüp ekibimizin,konunun buralara gelmesinde çeşitli

süre ve süreçlerde bizlerle olmuş,bize yardımlarda bulunmuş emeklerimize emek katmış her

bileşenine sizler huzurunda tekrar teşekkür etmek istiyorum.

Sözlerimin yavaş yavaş sonuna gelirken, bizleri kırmayıp dergimize değerli yazılarını gönderen ilk

sayımızda bizlerle birlikte olan tüm yazarlarımıza ayrıca teşekkür ediyor, tüm ekibimiz adına minnet

duygularımı sunuyorum.

Son olarak dilerim ki her birimiz, almakta olduğumuz terbiye ve irfan ile insanlık ve medeniyetin,

vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olup Cumhuriyetin yücelmesinde ve yaşamasında

üstümüze düşen sorumluluğu layıkıyla yerine getirebiliriz.

Talha KALAYCI

HUKUK KLİNİKLERİ KULÜBÜ BAŞKANI


Prof. Dr. Talat

CANBOLAT,Gölcük’te

başladığı lise eğitimini

Mersin Dumlupınar Lisesinde

tamamlamıştır.

1985 yılında başladığı

İstanbul Üniversitesi

Hukuk Fakültesinden

1989 yılında mezun

olmuştur. Aynı yıl

Marmara Üniversitesi

Hukuk Fakültesinde İş

ve Sosyal Güvenlik Hukuku

Anabilim Dalında

Araştırma Görevlisi olarak

çalışmaya başlamıştır.

Marmara Üniversitesi

Hukuk Fakültesinde

2000 yılında yardımcı

doçent kadrosuna

atanmıştır. 2008 yılında

doçent, 2013 yılında da

profesör kadrosuna

atanmıştır.

2013 yılından itibaren

İş ve Sosyal Güvenlik

Hukuku Anabilim

Dalı Başkanlığını yapmaktadır.

KORONAVİRÜS (COVID-19) SALGIN DÖNEMİNDEÜCRETSİZ İZNE

ÇIKARILAN İŞÇİLERİN HAKLARI

İş Hukukunun kendine özgü yapısı ve kuralları nedeniyle uzun yıllar önce Borçla Hukukundan

ayrılarak bağımsız ayrı bir hukuk dalı olarak kabul edilmiştir. İş Hukukunun

bu özelliği yargılamaya ilişkin de ayrı kuralları gerektirmiş ve bu nedenle İş Mahkemeleri

Kanunu adı altında ayrı bir yargılama kanununu olan tek alandır. Bu kurallar

yüzyılı aşkın bir süredir uygulamadaki ihtiyaçlara göre şekillenmiş ve belirli bir dengeye

oturmuştur. Bu dengelerin bozulması son derece tehlikeli ve beklenmedik sonuçlara

neden olabilir. Nitekim böyle bir dengenin olmadığı 18. yüzyılda, arz talep dengesinin

bozulmasıyla büyük toplumsal huzursuzluklar ve ardından ayaklanmalar sonucu

birçok devletlerin yıkılması ve yeniden yapılanması sonucunu doğurmuştur.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin ortaya çıkmasının temel nedenlerinden biri de

işçi hakları ya da işçinin korunması hukuku olarak da adlandırılan İş Hukukunun olmamasıydı.

Beyannamenin 23. maddesi, herkesin adaletli ve elverişli koşullarda çalışma

ve işsizliğe karşı korunma hakkı olduğunu belirttikten sonra, herhangi bir ayırım

gözetmeksizin eşit iş için eşit ücret hakkı olduğunu ve daha da önemlisi “Herkesin

kendisi ve ailesi için insan onuruna yaraşır ve gerekirse her türlü sosyal koruma

önlemleriyle desteklenmiş bir yaşam sağlayacak adil ve elverişli bir ücrete hakkı

vardır” der. Yani ücretin sadece işçi için değil, ailesi için de önemli olduğunu, bunun

aynı zamanda insan onuruyla ilgili bir konu olduğunu açıkça belirtmeye gerek duyulmuştur.

Beyanname bununla da yetinmemiş, herkesin dinlenmeye ve belirli dönemlerde ücretli

izne çıkma hakkı olduğunu (m.24), herkesin kendisi ve ailesinin sağlığı için beslenme

ve tıbbi bakım hakkı olduğunu, işsizlik daha da önemlisi “kendi iradesi dışındaki koşullardan

doğan geçim sıkıntısı durumunda güvenlik hakkına sahip” olduğu belirtilmiştir

İş Hukukundaki düzenlemeler sadece taraflardan birisi için değil devlet ve toplum için

de önemlidir. Bu nedenle işçi-işveren-devlet arasında oturmuş olan bir dengeden söz

edilir. Nitekim İş Kanunun 114. maddesinde bu amaçla üçlü danışma kurulu oluşturulmuştur.

Buna göre çalışma barışının ve endüstri ilişkilerinin geliştirilmesinde, çalışma

hayatıyla ilgili mevzuat çalışmalarının ve uygulamalarının izlenmesi amacıyla; Hükümet

ile işveren, kamu görevlileri ve işçi sendikaları konfederasyonları arasında etkin

danışmayı sağlamak üzere, üçlü temsile dayalı istişari mahiyette bir danışma kurulu

oluşturulur.İşçinin çalışması karşılığında almış olduğu ücret sadece kendisi için değil,

ailesi için de önemlidir. Bu nedenle ücretten feragat geçersiz olduğu gibi, haciz işlemleri

dahi ancak ücretin ¼’ü üzerinde mümkün olup bundan fazlası haciz ve temlik edilemez.

Bu zamana kadar, işverenlerin işçiyi tek taraflı olarak ücretsiz izne gönderme hakları

yoktu. Geçmiş dönemlerde de ekonomik krizler yaşanmış ancak böyle bir düzenleme

getirilme ihtiyacı hissedilmemiştir. İş Kanununun 22.maddesi çerçevesinde ancak işçinin

yazılı rızası alınmak suretiyle ücretsiz izin uygulamasının mümkün olduğu kabul

edilmekteydi. Yargıtay da birçok kararında işverenin tek taraflı olarak işçiyi ücretsiz

izne gönderemeyeceği, bunun iş sözleşmesini fesih anlamına geleceği, işçinin işe iade

davası açabileceği gibi ücretsiz izinde geçen sürelerde işlemiş ücretlerini de talep edebileceği

yönünde kararlar vermiştir.


Danışmanlığını

yaptığı 12 adet

yüksek lisans tezi ve

6 adet doktora tezi

tamamlanmıştır. Halen

danışmanlığını

yaptığı 18 adet yüksek

lisans ve doktora

tez çalışmaları devam

etmektedir. Yayınlanmış

4 adet

(birisi ortak) kitabı

vardır. 5 adet uluslararası,

25 adet ulusal

bilimsel toplantılarda

sunulan ve bildiri kitabında

basılan tebliği,

200 e yakın bilimsel

toplantılarda sunulan

tebliği vardır.

62 adet yayınlanmış

bilimsel makalesi

vardır.

Yeni tip Koronavirüs “Covid19” salgını sonrası alınan önlemlerden en çok işçi ve işverenler

etkilenmiştir. Bu dönemde işletmelerin bir kısmının faaliyetleri geçici olarak

durdurulmuş, diğerleri salgının etkileriyle faaliyetleri azalmış ya da ara vermek zorunda

kalmışlardır. Salgın hem işverenleri hem de işçileri derinden etkilemiştir. Bu dönemde

alınacak tedbirlerin de iş hukukunun dengeli yapısına uygun olarak hem işçiyi

hem de işletmeyi koruyacak şekilde olması gerekir. Bu nedenle yasal veya idari düzenlemeler

sosyal taraflardan gelen talepler dikkate alınarak bu alanda uzmanlar tarafından

değerlendirilmelidir. İlk gönden itibaren söylediğimiz, iş hukuku alanında da

gerekirse bir bilim kurulunun kurulması önerimiz dikkate alınmamıştır. İdari ve hatta

yasal düzenlemelerde ciddi eksiklikler mevcuttur.

7244 sayılı Kanunla, İş Hukukunda bu zamana kadar hiçbir yasada olmayan, işverene

fesih yasağı ve işçiyi ücretsiz izne ayrıma hakkı getirildi. Bunun karşılığında da işverenlerin

bu dönemde iş sözleşmelerini ahlak ve iyiniyet kurallarına uymayan haller ve

benzerleri dışında fesih yasağı getirilmiştir.

Konuya ilişkin yasal düzenlemeye bakıldığında,7244 sayılı Kanunla 4857 sayılı İş Kanununa

Geçici 10. Madde eklenmiştir. Buna göre 4857 sayılı İş Kanununun kapsamında

olup olmadığına bakılmaksızın, Basın İş Kanunu, Deniz İş Kanunu ve Türk Borçlar

Kanununa tabi olanlar da dâhil olmak üzere tüm işçilerin iş sözleşmeleri, Kanunun

yürürlük tarihinden itibaren üç ay süreyle “ahlak ve iyiniyet kurallarına uymayan haller

ve benzerleri” dışında işveren tarafından feshedilemeyecektir. Buna karşılık da İşverenler

bu üç aylık süre içerisinde, işçiyi tamamen veya kısmen ücretsiz izne ayırabilecektir.

İşçinin bu şekilde ücretsiz izne ayrılması işçiye bu nedene dayalı fesih hakkı

oluşturmayacaktır. Diğer taraftan 4447 sayılı İşsizlik Sigortası Kanununa eklenen Geçici

24. Madde ile de işveren tarafından ücretsiz izne ayrılan ve kısa çalışma ödeneğinden

yararlanamayan işçilere günlük 39,24 TL nakdi ücret desteği verilecektir.

Bu düzenlemede dikkat çeken husus, işverenin ücretsiz izne ayıracağı işçinin veya işyerinin

koronavirüs salgınından etkilenip etkilenmediğine ilişkin her hangi bir ibareye

yer verilmemiştir. Oysa Kanunun başlığı dahi “Yeni Koronavirüs (Covıd-19) Salgınının

Ekonomik Ve Sosyal Hayata Etkilerinin Azaltılması Hakkında Kanun İle Bazı Kanunlarda

Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” olması nedeniyle, işçinin salgından etkilenmesi

nedeniyle işe gidememesi ya da işverenin işçiye iş verememe durumunda

ücretsiz iznin düşünülmüş olması gerekirdi. Ayrıca bu durumlara ilişkin zaten İş Kanununda

özel düzenlemeler vardı ve yeni düzenlemenin de bu hükümlerle ilgisinin

kurulmuş olması gerekirdi.

Bilindiği gibi İş Kanunun 24 ve 25 inci maddelerinde zorlayıcı nedenle işçinin işe gidememesi

veya işverenin iş verememesi durumunda bir hafta bekleme süresi öngörülmüş

ve 40 ıncı maddede de bu sürede işçiye her gün için yarım ücret ödeneceği düzenlenmiştir.

Bunun anlamı, bir haftadan sonra iş sözleşmesi askıya alınmasıdır ki, işverenin

ücret ödeme ve prim ödeme yükümlülükleri gibi yükümlülükleri olmayacaktır.

Bunun anlamı zaten işçinin ücretsiz izinde olmasıdır. Öyle ise yapılacak düzenlemeyle

işverenlere tek taraflı olarak işçiyi ücretsiz izne çıkarma hakkı tanımak yerine Kanundaki

bu düzenlemeye işlerlik kazandırmak ve gerekirse bir haftalık yarım ücreti bir ay

gibi belirli bir süre artırmak ya da bu sürede işsizlik sigortasından gelir desteği sağlamak

olabilirdi. Fesih yasağına gelince, ilk günden itibaren söylediğimiz gibi, 24. Maddedeki

zorlayıcı nedenle işçinin fesih hakkı, işçi çalışma istek ve yeteneğine hazır olduğu

halde işverenin iş verememesi nedeniyle sözleşmeyi sonlandırarak başka bir işyerinde

çalışmaya devam ederek ücret gelirinden yoksun olmaması amacına yöneliktir.


Keza 25. Maddedeki işverenin zorlayıcı nedenle fesih hakkı da, işyerinde faaliyet devam ettiği halde işçinin zorlayıcı

nedenle işe gelememesi nedeniyle bu işçinin sözleşmesini feshederek başka bir işçiyle faaliyete devam edebilme

amacına yöneliktir. Bu hükümler bu zamana kadar da bu şekilde uygulanmıştır. Ancak ilk defa hem işçi hem de işverenin

zorlayıcı nedenle aynı anda etkilendiği bir durumla karşılaştık. Normal zamanlara yönelik yorumların dışında

konuyu bu yönüyle ele aldığımızda, salgından etkilenen işyerinde işverenin işçinin sözleşmesini feshederek başka

bir işçiyi işe alıp faaliyetine devam edebilme amacı yoksa iş sözleşmesini bu hükme dayanarak fesih hakkı da olmayacaktır.

İş sözleşmesi askıda olduğundan işveren ücret ödemeyecektir. Bu nedenle işverenin iş sözleşmesini geçerli

nedenle fesih hakkından da söz edilemez. Yani aslında işverenler için zaten bir fesih yasağı vardır. Bunun için ayrı

bir fesih yasağı getirerek bunun karşılığında da işverenlerin işçiyi ücretsiz izne ayırma hakkının tanınmasına gerek

yoktu. Zira iş sözleşmeleri zaten zorunlu nedenle askıda olmasının anlamı ücretsiz izin demektir. O halde Kanunla,

işverenlere tek taraflı olarak işçiyi ücretsiz izne ayırma hakkının getirilmesinin de anlamı olmadığı söylenebilecektir.

Buna rağmen böyle bir düzenleme getirildiğine göre bu durumun iyi tahlil edilmesi gerekir. Öncelikle belirtmek

isteriz ki, ilk defa işverenlere tek taraflı olarak ücretsiz izne ayırma yetkisinin Kanunla düzenlenmiş olması İş Hukuku

açısından büyük bir talihsizlik olarak tarihe geçmiştir. Ancak İş Hukukunun yukarıda belirtilen ilkeleri ve Kanunlardaki

diğer düzenlemeler dikkate alınmadan böyle bir düzenleme yapılmış olması uygulamada birçok sorunu da

beraberinde getirecektir.

İşverenler bu düzenleme ile kriz döneminde büyük bir avantaj elde ettiklerini, istedikleri işçinin iş sözleşmesini feshederek

tazminat ödemek yerine, ücretsiz izne ayırabileceklerini düşünüyor olabilirler. Zira başta sosyal medya olmak

üzere birçok yerde bu tür yorumlar yapıldığı görülmektedir. Oysa böyle bir düzenlemenin yapılması talebinin

işverenlerden gelmiş olmasına rağmen, bu düzenleme hiç de işverenlerin düşündükleri gibi sonuç vermeyeceğini

şimdiden söyleyebilirim. Zira İş Hukukunda tek bir hükme bakarak isabetli bir sonuca varılamaz. Bu nedenle böyle

bir düzenleme düşünüyor olsa dahi Kanunlardaki diğer düzenlemeler, Yargıtay’ın yerleşik içtihatları ve öğreti görüşleri

dikkate alınarak kaleme alınması gerekiyordu. Bu düzenlemeyi yapan ekip içerisinde hiçbir akademisyenin

olmaması ve uygulamaya hâkim olan kişilerden görüş alınmamış olması da ayrı bir eleştiri konusu olacaktır.

İş Kanunun 5. Maddesi “Eşit davranma ilkesi” başlığını taşımaktadır. Bu maddede iş ilişkisinde veya sona ermesinde

eşitlik ilkesine aykırı davranıldığında işçinin dört aya kadar ücreti tutarındaki uygun bir tazminattan başka yoksun

bırakıldığı haklarını da talep edebileceği düzenlenmiştir. Buna göre işverenler işçileri ücretsiz izne çıkarırken bu

maddede belirtilen eşitlik ilkesine uygun davranmak zorundadırlar. Üstelik 5. madde işçilere bir de ispat kolaylığı

getirmiştir. Buna göre, işçi eşitlik ilkesine aykırı bir ihlalin varlığı ihtimalini güçlü bir biçimde gösteren bir durumu

ortaya koyduğunda, işveren böyle bir ihlalin mevcut olmadığını ispat etmekle yükümlü olur.

7244 sayılı Kanuna göre işverenler, işçiyi tamamen veya kısmen ücretsiz izne ayırabilir. Yani ayın belirli günlerinde

çalışmamaları ya da o ay hiç çalışmamaları şeklinde olabilir. Ücretsiz izne ayrılan işçilere günlük 39,24 TL nakdi

ücret desteği sağlanacaktır. Bunun için herhangi bir prim ödeme koşulu veya kıdem koşulu aranmamaktadır. Bunun

isabetli olduğunu söylemeliyiz. Ancak anılan miktar aylık brüt 1.177,20 TL olacaktır. Bu miktar sabit olup işçinin

yapmış olduğu işi, görevi ya da almış olduğu ücret miktarına göre değişmeyecektir. İşverenin işyerinin bir bölümünde

çalışan işçiden birini ücretsiz izne ayırırken diğer 3 işçinin tam süreli çalışmaya devam etmesi halinde, bunun

hakkın kötüye kullanılması olması ya da yukarıda belirtilen eşitlik ilkesine aykırılık iddialarıyla karşılaşılacaktır.

Zira işçi, işverenin tamamen veya kısmen ücretsiz izne çıkarma hakkı varken, beni tamamen çıkarmak yerine aynı

bölümdeki 4 işçinin hepsini birer hafta süre ile ücretsiz izne çıkarılması gerekirdi diyebilir.

Ücretsiz izin uygulaması ile salgın ya da kısa çalışma uygulaması arasında da ilişki kurulmamıştır. Kanuna göre işverenler

3 ay süre ile istediği işçiyi ücretsiz izne ayırabilecek ancak işverenin ya da işçinin salgından etkilenip etkilenmediğine

bakılmayacaktır. Oysa salgından etkilenen işverenlere bu etkinin ekonomik yükünü azaltmak için bu

hakkın tanınmış olması ve bu amaçla kullanabilmelerine yönelik düzenleme yapılması gerekirdir. Önümüzdeki ay

salgının etkilerinin azalması nedeniyle işletmenin faaliyete geçmesi halinde dahi kanunun açık hükmü gereği işverenlerin

işçiyi ücretsiz izne çıkarma yetkileri devam edecek gibi gözükmektedir. Hatta bu 3 aylık süreyi Cumhurbaşkanı

6 aya çıkarmaya yetkilidir.


Kanuna göre, işverenin işçiyi ücretsiz izne ayırması işçi için bu nedene dayalı olarak iş sözleşmesini haklı nedenle

fesih hakkı vermeyecektir. Hemen belirtelim ki, işçinin sözleşmeyi fesih hakkının olmaması işverenin bu hakkını

yasaya ve iyiniyet kurallarına uygun olarak kullanmasına bağlıdır. Aksi takdirde işçi bu nedene dayalı olarak iş sözleşmesini

haklı nedenle feshederek tazminat talebinde bulunabilecektir. Diğer taraftan işçinin haklı nedenle fesih

hakkını kullanamaması sırf bu nedene dayalı olup İş Kanununun 24 üncü maddesindeki diğer haklı nedenle fesih

hallerinin oluşması halinde işçi iş sözleşmesini feshedebilecektir. Aynı şekilde işçinin iş sözleşmesini ihbar öneliyle

feshetmesinin önünde de bir engel yoktur.

Salgın nedeniyle işyerindeki çalışma süresi 1/3 ve daha fazla azalan işverenler 4447 sayılı İşsizlik Sigortası Kanununun

ek 2. Maddesi kapsamında kısa çalışmaya başvurabilirler. Son 3 yılda 450 gün prim ödeyen ve son 60 gün hizmet

akdine tabi olarak çalışan işçilere çalışamadıkları süre için kısa çalışma ödeneği verilecektir. Ödeneğin miktarı

asgari ücretin %150 sini geçmemek üzere işçinin son bir yıllık prime esas kazançları ortalamasının % 60 ıdır. Bu

miktar ücretsiz izne çıkarılan işçiye verilen ücret desteğindeki sabit bir rakam olmayıp, işçinin ücretine göre değişmektedir.

Bu miktar4.380,99 TL’ye kadar ulaşmaktadır. İşçinin kısa çalışma ödeneğinden yararlanma hakkı var

iken, işverenin kası çalışma yerine işçiyi ücretsiz izne göndermesi halinde alacağı miktar 1.177,20 TL olacaktır. İşçinin

buna itiraz edip edemeyeceği ve yine aradaki farkı tazminat olarak işverenden talep edip edemeyeceği ciddi bir

sorun olarak karşımızda durmaktadır. Özellikle kısa çalışma ödeneğinin ileride işsizlik sigortasından yapılacak ödemelerden

mahsup edilip edilmeyeceği konusunda Cumhurbaşkanına yetki verilmiştir. Sayın Cumhurbaşkanının bu

yetkiyi kullanması halinde ücretsiz izin nedeniyle ücret desteği alan işçi ile kısa çalışma ödeneği alan işçi arasında

ciddi bir ayrım ortaya çıkacaktır. Bunun işçinin kusurundan kaynaklanmadığı açıktır. İşçinin rızasını almadan işverenin

böyle bir uygulama yapması işçiye hem sözleşmeyi haklı nedenle fesih hakkı verecek hem de aradaki farkı

talep hakkı vereceği kanaatindeyiz. Tıpkı işe iade davalarında feshin son çare olması ilkesi gibi ücretsiz izin de en

son başvurulacak istisnai bir yoldur. İş hukukunun diğer ilke ve kuralları ile birlikte değerlendirilmesi gerekir.

İşçinin işveren tarafından tek taraflı olarak ücretsiz izne çıkarılması iş güvencesiyle de ilişkilendirilmemiştir. Halbuki

salgın döneminde, İş Hukukunun yapısına uygun olarak iki taraftan da dengeli bir fedakarlık beklenir. İşveren salgın

döneminde işçiyi tek taraflı olarak ücretsiz izne göndererek bu dönemde ücret ve prim ödeme yükünden kurtulacaktır.

İşçi ise ücretinden çok düşük bir gelir desteği ile ayakta durmaya çalışırken salgın sonrası işine devam edebilme

güvencesine sahip olması gerekirdi. 7244 sayılı Kanunda buna ilişkin bir düzenleme de yapılmamıştır. İşçi 3 ay

ücretsiz izne çıkarılırken ardından işsiz kalmak yerine en az 3 ay veya bunun iki katı 6 ay fesih yasağının devam etmesi

daha isabetli olurdu.

Salgın döneminin tüm vatandaşlarımız tarafından sağlıklı bir şekilde hızlı atlatılmasını, salgın sonrası işletmelerin

tam kapasiteyle faaliyetlerine devam ederken işçilerin de işsiz kalmadan işlerine kavuşmalarını, çalışma barışı içerisinde

hep birlikte sağlıklı, mutlu ve güzel günler geçirmelerini dilerim.

PROF.DR.TALAT CANBOLAT


Öğrenim Durumu:

Lisans Hemşirelik Fakültesi

Ege Üniversitesi 1999

Lisans Hukuk Fakültesi Kırıkkale

Üniversitesi 2003

Y. Lisans Hukuk Fakültesi

Bielefeld Üniversitesi 2007

Doktora Hukuk Fakültesi

Bielefeld Üniversitesi 2011

Doçentlik Ceza ve Ceza

Muhakamesi Hukuku Anabilim

Dalı 2017

Görevler:

Öğretim Üyesi Bielefeld Üniversitesi

Hukuk Fakültesi 2004

-

Hemşire Ankara Üniversitesi

Tıp Fakültesi 1999-2004

Uluslararası bilimsel

toplantılarda sunulan

ve bildiri kitaplarında

(proceedings) basılan bildirileri,yazılan

uluslararası kitaplar

veya kitaplarda bölümleri ve

ulusal hakemli dergilerde yayımlanan

makaleleri vardır.

Ceza Muhakemesinde Serî Muhakeme Usûlü Anayasallık Sorunsalı

Serî muhakeme usûlü, Ekim 2019’da yürürlüğe giren, 7188 sayılı Ceza Muhakemesi

Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile Ceza Muhakemesi

Kanunu m. 250’ye eklenmiş, yürürlüğe girdiği andan itibaren yoğun tartışmaların

konusu olmuştur. Tartışmaların başında serî muhakeme usûlünün adil

yargılanma ilkesi ile ceza muhakemesi hukukuna hâkim diğer ilkelerle uyumlu

olup olmadığı gelmektedir. Bu çalışmada serî muhakeme usûlünün tüm bu hususlar

açısında değil, sadece belli başlı haklar bakımından ne kadar anayasa ile uyumlu

olup olmadığını tespit edilerek, kısaca serî muhakeme usûlünün anayasaya

aykırılık sorunsalı üzerinde durulacaktır.

Adil Yargılanma İlkesi ve Serî Muhakeme Usûlü

Adil yargılanma ilkesi, ceza muhakemesi sürecinin şüpheli/sanık olan kişi bakımından

âdil bir şekilde gerçekleştirilmesi için “tarafsızlığı ve bağımsızlığı teminat altına

alınmış ve kanunla kurulmuş bir mahkeme önünde, aleni duruşmada hakkaniyete

uygun olarak yargılanma”anlamına gelir. Adil yargılama ilkesinin kökeninde,

adil yargılanma hakkı bulunmaktadır.Adil yargılanma hakkı içeriği henüz tam

olarak belirlenememiş ve kapsamı devamlı gelişen torba bir hak olarak kabul edilmektedir.

Bu minvalde, silahların eşitliği ilkesi, meramını anlatma hakkı, masum

sayılma hakkı, etkili bir şekilde katılma hakkı, delil sunma ve tanık dinletme hakkı,

dinlenen tanıklara soru sorma hakkı, makul sürede yargılanma hakkı, dosyayı inceleme

ve örnek alma hakkı, tercümandan faydalanma hakkı gibi birçok hakkın adil

yargılanma hakkı başlığı altına incelenmektedir. Serî muhakeme usûlünün bu alt

dalların çoğu bakımından tartışmalı olduğu ifade edilmektedir. Aşağıda anılan alt

dallardan sadece ehemmiyet arz eden birkaçına değinilecektir.

Çelişmeli muhakeme ilkesi, muhakemenin taraflarına, bir muhakemeyi etkilemek

adına sunulmuş olan beyan ve delillerden haberdar olma ve onlara karşı görüş beyan

ederek ve delil sunarak, muhakemeye etkili bir şekilde katılma imkânının verilmesidir.Bu

tanımlardan yola çıkarak, çelişmeli muhakeme ilkesinin iki temel unsuru

olduğu göze çarpmaktadır: Dosyanın tamamı hakkında bilgi sahibi olmak ve tartışmak.Bu

ilke gereğince, muhakemenin tarafları, muhakemeyi etkileyebilecek nitelikteki

tüm görüş ve delillerden haberdar olmalıdır.İlkenin bir diğer unsuru ise tartışma

imkanıdır. Bilgi sahibi olma ise, etkili bir tartışmanın yapılabilmesi için ön

şarttır.

Doç. Dr. Gülsün Aygörmez; Ar. Gör. Mehmet Korkmaz, İstanbul Gedik Üniversitesi Hukuk

Fakültesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku ABD

Gülsün Ayhan Aygörmez Uğurlubay, Nuran Haydar, Mehmet Korkmaz, Serî Muhakeme Usûlüne

İlişkin Sorunlar, Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 1, S. 2, 2019,

s. 255 dev.

Yar. 6 CD, E. 2016/6833, K. 2017/1003, 18.4.2017.

AİHS'in 6. maddesinin kapsamının Mahkemenin içtihatlarıyla sürekli genişletilmekte olduğuna dikkat

çekmekte Yar. 4. CD, E. 2017/22730, K. 2018/469, 11.1.2018.

Nur Centel, Hamide Zafer, Ceza Muhakemesi Hukuku, 17. Bası, Beta Basım, İstanbul, 2020,s.

166.


Serî muhakeme usûlünde şüpheli, soruşturma aşamasında toplanmış olan delillerden haberdar olmadan, onlara karşı

görüş belirtme imkânı verilmeden, serî muhakeme usûlünü ya kabul edecektir ya da etmeyecektir. hâlbuki bir ceza

muhakemesinde tarafların, deliller hakkında bilgi sahibi olması ve onlara karşı bir beyanda bulunabilmesi zarurîdir.

Serî muhakeme usûlünde, şüpheli, aleyhine toplanmış olan deliller hakkında bilgi sahibi olmadan, onlara karşı görüş

belirtemeden, serî muhakeme usûlü teklifi ile karşı karşıya kalmaktadır. Serî muhakeme usûlünde, deliller, sadece

savcının bilgisi dâhilinde olup ne şüphelinin, ne müdafiin ne de hâkimin bilgisi dâhilindedir. Bu usulde, soruşturma

aşamasında toplanan deliller, mahkemeye sunulmamaktadır. Dolayısıyla, delillerin müşterekliği sağlanamamakta ve

tartışılamamaktadır. Son olarak ifade etmek gerekir ki, serî muhakeme usûlünde, yargılama tarafsız bir hâkim tarafından

icra edilmemektedir. Serî muhakeme usûlünde hâkim, şüpheliyi müdafii ile birlikte dinleyecek ve ardından,

şüphelininserî muhakeme usûlü hakkında bilgilendirilip bilgilendirmediği ve şüphelinin, serî muhakeme usûlünün

uygulanması teklifini müdafii huzurunda kabul edip etmediğini ve son olarak da eylemin serî muhakeme usûlü kapsamında

olup olmadığını denetleyecektir. Bu hususlar bakımından bir engel bulunmamaktaysa, hâkim, Cumhuriyet

Savcısının talepnamesinde belirttiği yaptırıma hükmetmek zorundadır. Hâkim, yaptırımın türünü erteleyemeyeceği

gibi, süresini de değiştiremeyecektir.Hâkim, bu denetlemeyi de yaparken, delillerle temas edemeyecektir. Serî muhakeme

usûlünde, hâkimin önüne sadece talepname ve şüphelinin teklifi kabul ettiğine dair tutanak gidecektir. Hâkim,

soruşturma aşamasında elde edilen ve şüphelinin muhakemeye konu suçu işlediğine yönelik yeterli şüphe derecesini

gösteren delillerle temas edemeyecektir. Serî muhakeme usûlü, tüm buaçılardan çelişmeli muhakeme ilkesine

aykırıdır.

Silahların eşitliği ilkesi gereğince bir ceza muhakemesinde iddia makamı da savunma makamı da aynı usûlî haklara

sahip olmalıdır; ancak, şüpheli/sanığın aleyhine sonuç doğurmadığı sürece iddia makamı ile savunma makamının

sahip olduğu usûlî haklar eşit olmayabilir.Silahların eşitliği ilkesi gereğince, muhakemenin taraflarının sahip olduğu

usûlî haklar bakımından bir denge olmalı ve bu denge muhakemenin sonuna kadar var olmalıdır.

Serî muhakeme usûlünde şüpheli, toplanan delillerin, hukuka uygun elde edilip edilmediğini, maddi gerçeğin ortaya

çıkarılması için önemli olan delillerin toplanıp toplanmadığını bilmeden, bir karar vermektedir. Şüphelinin, muhakemenin

esası hakkında herhangi bir bilgi sahibi olmadan geleceği hakkında bir karar verecek olması, buna mukabil,

Cumhuriyet savcısının muhakemeye, belirleyeceği yaptırım şekli unsurlar bakımından yerinde ise reddedilemeyecek

bir karar verme gücü olması ve yargılama makamı olarak hâkimin sadece onay makamı olarak görev yapacak olması,

muhakemenin bütünü göz önünde bulundurulduğunda silahların eşitliği ilkesi ile bağdaşmamaktadır.

Anayasa m. 36 hükmüne göre “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde

davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”Savunma hakkı nın bir dar bir

de geniş olmak üzere iki tanımı bulunmaktadır. Dar anlamda savunma, iddiaya bir cevap verebilme hakkıdır. Tüm

hukuk dallarını da içine alabilecek kadar geniş anlamda savunma ise bir iddiada bulunmak ve buna karşı iddiada bulunabilmektir.

Bu tanımı, ceza hukuku özeline indirdiğimizde ise savunma hakkı, bir ceza davasında şüpheli/sanığın,

iddia edilen suçu işlemediğinin veya iddia edildiği gibi işlenmediğinin yada daha az ceza verilmesi gerektiğinin belirtilmesidir.

Ceza muhakemesine hâkim olan ilkelerden bir çoğu, savunma hakkının kullanılmasına ilişkindir. Buna

ek olarak belirtmek gerekir ki savunma hakkının kısıtlanması CMK m. 289/1-g hükmü gereğince mutlak bir bozma

nedenidir. Bu kapsamda, bir suç işlediği iddia olunan bir kimse, bu iddiaya mutlaka etkili bir şekilde cevap vermelidir;

ona bu imkan sağlanmalıdır.

Ayrıntılı olarakAygörmez, Haydar, Korkmaz, Serî Muhakeme, s. 255 dev.

Robert Esser, Auf dem Weg zu einem europæischen Strafverfahrensrecht, Berlin, De Gruyter Recht, 2002, s. 406-407.

Aynı görüş için bkz. Mert Namlı, Medeni Usul Hukukunun Yasama Üstü Kaynakları Çerçevesinde Fransız ve Türk Hukuku’nda

Çelişmeli Yargılama İlkesi, TÜSİAD Yayınları, İstanbul, 2010, s. 74.

Namlı, Çelişmeli Yargılama, s. 91.


Serî muhakeme usûlüne ilişkin düzenlemelerde, şüpheliye, savunma hakkının tanınmadığı görülmektedir. Zirâ,

şüpheli bu usulde hiçbir zaman, bir suçlamadan kurtulmak amacıyla açıklama yapamamaktadır. Şüpheliye bu fırsatın

sağlandığını gösteren herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Özellikle de serî muhakeme usûlüne ilişkin teklifin

kabul edilmesinden sonra muhakemeyi etkilemeye yönelik herhangi bir hakkı bulunmayan şüpheli, savunmasız

konumdadır. Şüpheli, aleyhine olan delillerin niteliğini bilememekte, onların hukuka aykırı elde edilip edilmediğini

denetleyememekte, hukuka aykırı olduğunu düşünse bile bunu dile getirebileceği bir imkanı bulunmamaktadır. Serî

muhakeme usûlünde şüpheli, soyut bir şekilde “Ben bu suçu işlemedim. Masumum.” dahi diyememektedir. Her ne

kadar iddianame düzenlenmiyor ise deserî muhakemede şüphelinin, bir suçu işlediği iddiası bulunmakta; ancak, bu

iddiaya cevap verilememektedir.

Adil yargılanma ilkesi kapsamında yer alan önemli ilkelerden bir diğeri de masumiyet karinesidir. AİHS m. 6/2 hükmüne

göre bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar masum sayılır. Anayasa m.

38/4 hükmü gereğince suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.Hukuk devleti ilkesinin doğal

bir sonucu olan masumiyet karinesi gereğince bir ceza muhakemesinde, mahkeme görevlileri, görevleri sırasında, şüpheli

ya da sanığın, muhakemeye konu olan suçu işlediği önyargısı ile hareket edemezler. Bununla birlikte bir ceza muhakemesinde,

ispat yükümlülüğü savcılıktadır. En nihayetinde ise masumiyet karinesi gereğince şüpheden sanık yararlanır.

Serî muhakeme usûlünde ise masumiyet karinesi kapsamında yapmış olduğumuz açıklamaların aksine şüphelinin, muhakemeye

konu olan fiili ile CMK m. 250 hükmünde belirtilmiş olan katalog suçlardan birini işlediği kabulü ile başlamakta,

devam etmekte ve sonuçlandırılmaktadır. İddianamenin hazırlanması için gerekli olan yeterli şüpheye ulaşıldığında,

uygulanabilecek olan serî muhakemede, yeterli şüpheye neden olan delillerin müşterekliği sağlanmadan, herhangi

bir delil tartışması yapılmadan, hâkimde muhakemeye konu olan suçun işlendiği hususunda şüpheye yer vermeden

bir vicdani kanaat oluşmadan, şüpheli hürriyeti bağlayıcı bir ceza ile karşı karşıya kalmaktadır.Serî muhakemenin

hiçbir aşamasında yeterli şüphe hiçbir zaman yenilememektedir. Yeterli şüphe, toplanmış olan delillerle yapılacak

olan yargılama sonucunda sanığın mahkum olması ihtimalinin beraat etme ihtimalinden güçlü olmasıdır. Bu durumda

yeterli şüphenin varlığı hâlinde sanığın, mevcut deliller göz önünde bulundurulduğunda mahkûm olması ihtimali en az

%51 olmalıdır. Bu ihtimal serî muhakeme usûlünde hiç değişmemekte, değişmesi için de gerekli hiçbir faaliyet yürütülmemektedir.

Bu nedenle, serî muhakeme usûlünde şüphelinin, mahkûm olma ihtimali %51 iken, masumiyet karinesine

aykırı bir şekilde, hüküm kurularak hürriyeti bağlayıcı ceza ile karşı karşıya kalmaktadır. Serî muhakeme usûlü,

masumiyet karinesine aykırıdır.

Adil yargılanma hakkı bakımından değinmemiz gereken bir diğer konu ise müdafiinserî muhakeme usûlündeki konumudur.

Ancak, buna geçmeden önce, adil yargılanma hakkı bakımından müdafii yardımından faydalanma hakkını

incelememiz gerekmektedir.AİHS m. 6/3-c hükmüne göre bir suç ile itham edilen bir kimse kendini bizzat veya kendi

seçeceği bir müdafii yardımından yararlanmak suretiyle savunmak veya eğer bir avukat tutmak için mali imkânlardan

yoksun bulunuyor ve adaletin yerine gelmesi bunu gerektiriyor ise bir avukatın ücretsiz yardımından yararlanmak

hakkına sahiptir. Savunma hakkının etkin bir şekilde kullanılması için oldukça önemli olan müdafii yardımından faydalanma

hakkının da etkili olabilmesi için en ideali bu hakkın, muhakemenin başladığı andan itibaren uygulanabilmesi

gerekir. Zirâ, şüpheliye ceza muhakemesi başladığı andan itibaren kendisini savunma imkanının verilmesi gerekmektedir.

Bu bağlamda serî muhakeme usûlünde, müdafiinin muhakemeye çok geç katıldığını belirtmemiz gerekmektedir.

Bkz. Fahri Gökçen Taner, Ceza Muhakemesi Hukukunda Adil Yargılanma Hakkı Bağlamında Çelişme ve Silahların Eşitliği, Seçkin

Yayıncılık, Ankara, 2019, s. 90.

Krş. Aygörmez, Haydar, Korkmaz, Serî Muhakeme, s. 284 dev.

Maria Igorevna Federova, The Principal of Equality of Arms in Internaitonal Criminal Proceedings, School of Human Rights Research

Serîes, C. 55, 2012, s. 38

Sibel İnceoğlu, Adil Yargılanma Hakkı, Anayasa Mahkemesi Bireysel Başvuru El Kitapları Serîsi-4, Ankara, 2018, s. .115.


CMK m. 250/3 hükmüne göre şüpheli serî muhakeme hakkında bilgilendirilmekte ve sonrasında serî muhakemenin

uygulanması teklif edildiğinde bir müdafii yardımından faydalanabilecektir. Elbette ki, hâli hazırda bir müdafii bulunan

şüpheli, müdafii yardımından daha önceden faydalanabilir. Ancak, bir müdafii bulunmayan şüpheli, ancak,

teklifi kabul sırasında müdafii ile görüşebilecektir. Müdafii devreye girene kadar şüpheli, Cumhuriyet savcısı ve kollukla

baş başadır. Bu süre zarfında, Cumhuriyet savcısı ve kolluk, şüpheliyi bilgilendirirken anlaşma sağlayabilirler.

Müdafi, devreye girdiğinde, şüpheli çoktan teklifi mental olarak kabul etmiş olabilir. Nitekim, uygulamacılarla yapılan

görüşmelerde, müdafii olarak devreye girdiklerinde şüphelinin çoktan teklifi kabul ettiği, şüpheliye haklarını

açıkladıklarını, bir aylık düşünme süresi olduğunu hatırlattıkları zaman şüphelilerin bu teklife hiç yanaşmadıklarını

belirtmişlerdir. Bunun nedeni, müdafiinin çok geç bir evrede muhakemeye katılmasıdır.Her ne kadar, şüpheliye düşünmesi

için 1 aylık süre verildiğinde, müdafii de bu esnada dosyayı inceleyip şüpheliye tam anlamıyla hukuki bir

destek verebilme imkanına sahipse de bu imkan, savcılık ve/veya

adli kolluk tarafından zımni bir şekilde engellenmektedir.Bu durumun

engellenmesi için müdafiinin, muhakeme işlemlerinin ilk başladığı

andan itibaren devreye girmesi, adli kollukça ifadesi alınmadan

önce şüphelinin yanında olması gerekmektedir. Aksi takdirde

müdafii, serî muhakeme usûlünde çok pasif bir konumda kalmaya

ve böylece şüpheli, Cumhuriyet savcısının ve adli kolluğun etkisinde

kalmaya devam edecektir.

Serî muhakeme usûlünde, Kanun koyucu, yargılama faaliyetinde

bulunarak yaptırımı tayin etme yetkisini Cumhuriyet savcısına

aktarmıştır. Zirâ muhakemenin tamamı göz önünde bulundurulduğunda

delilleri toplama ve onlarla doğrudan temas ederek maddi gerçeğe ulaşmak bakımından oldukça aktif bir

konumda tek süje Cumhuriyet savcısıdır.

Serî muhakeme usûlünde hâkim, oldukça edilgen bir konumda olup Cumhuriyet savcısının sunmuş olduğu talepnamesi

sadece şekli açıdan inceleme yetkisine sahiptir. Bu inceleme neticesinde şekli unsurlarda bir eksiklik bulunmamakta

ise talepnameyi kabul etmek zorundadır. Nitekim CMK m. 250/9 hükmüne göre “Mahkeme, şüpheliyi

müdafii huzurunda dinledikten sonra üçüncü fıkradaki şartların gerçekleştiği ve eylemin serî muhakeme usulü

kapsamında olduğu kanaatine varırsa talepte belirlenen yaptırım doğrultusunda hüküm kurar; aksi takdirde

talebi reddeder ve soruşturmanın genel hükümlere göre sonuçlandırılması amacıyla dosyayı Cumhuriyet

başsavcılığına gönderir.” diyerek bir emir normu ihdas etmiştir.Bu düzenlemeler ile serî muhakeme usûlünde

hâkim, yargılama yapmayan ve sadece bir noter gibi onaylama işlevi yürüten bir süje hâline gelmiştir. Serî muhakeme

usûlünde, yargılama faaliyetini, delilleri toplayan ve onlarla doğrudan temas eden Cumhuriyet savcısı tarafından

yapılmaktadır. hâlbuki AY m. 9’a göre “Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce

kullanılır.”AY m. 138/1 hükmüne göre hâkimler, vicdaani kanaatlerine göre hüküm verirler. Bunun için de bir duruşma

açılması ve tarafların, hâkimin huzurunda delilleri tartışması gerekmektedir. Soruşturma aşamasında oluşan

kanaat, Cumhuriyet savcısının vicdani kanaatidir; hâkimin değil. Ancak serî muhakeme usûlünde ise herhangi bir

delil tartışılmasının yapılması mümkün olmadığı gibi, hâkim dahi delillerle doğrudan temas edememektedir. hâl

böyle iken, hâkimde bir vicdani kanaatin oluşmasından bahsedilemez. Bu nedenle serî muhakeme usûlü, AY m.

138/1 hükmüne de aykırılık teşkil etmektedir.Bununla birlikte Cumhuriyet savcısının talebi, şekli şartları taşıdığı

vakit onaylanması mecbur bir şey ise bu bir emre dönüşmektedir. Başka bir ifade ile hâkimler, Cumhuriyet

savcılarından adeta emir almaktadırlar. Ancak, AY m. 138/2 hükmüne göre de “Hiçbir organ, makam, merci veya

kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez;

tavsiye ve telkinde bulunamaz.” Dolayısıyla serî muhakeme usûlü, hâkimi, Cumhuriyet savcısından emir alan bir

memur konumuna getirdiği için Anayasa m. 138/1-2 hükümlerine aykırıdır.

Krş. Aygörmez, Haydar, Korkmaz, Serî Muhakeme, s. 280 dev.

Zeki Hafızoğulları, Genel Çizgileriyle Savunma Hakkı, Ankara Barosu Dergisi, S. 1, 1994, s. 20

Hafızoğulları, Savunma Hakkı, s. 21


Serî Muhakeme Usûlü ve Temel Hakların Sınırlandırılması

Şimdiye kadar aktarılanlardan serî muhakeme usûlünün adil yargılanma hakkı ile uyumlu olmadığı tespit edilmiştir.

Adil yargılanma hakkı anayasal temel haklardan olduğuna göre, Anayasa’nın temel hakların sınırlandırılması

temel ilkelerine tabii olacaktır. Temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının nasıl yapılacağı Anayasanın m.

13 hükmünde belirtilmiştir. Buna göre: Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın

ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın

sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı

olamaz.

Serî muhakeme usûlüne ilişkin hükümler Anayasa m. 13 hükmü çerçevesinde değerlendirildiğinde, belirtmek gerekir

ki adil yargılanma hakkı, bir kanunla sınırlandırılmaktadır. Serî muhakeme usûlü, hukukumuza 7188 sayılı Kanun

ile 5237 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nda yapılan değişiklik ile girmiştir. Bu kriter sağlanmıştır.

Adil yargılanma hakkının sınırlandırılma nedeninin Anayasada belirtilen sebebe dayanması gerekmektedir. 7188

sayılı Kanun’un gerekçesine bakıldığı zaman bu düzenlemenin getirilmesinin sebebi, geleneksel muhakeme sürecini

formaliteden arındırarak kısaltmak ve basitleştirmek, yargı mercilerinin artan iş yükünün hafifletilmesidir. Ne var ki,

adil yargılanma hakkının düzenlenmiş olduğu Anayasa’nın 36. madde hükmünde, adil yargılanma hakkının sınırlandırılması

için herhangi bir neden belirtilmemiştir. Ayrıca, uzun süren hak mücadelelerinin sonunda kazanılmış haklar

ve bunların sonucu olan usûlî işlemlerin bir formalite olarak görülmesini adil yargılanma hakkının sınırlandırılmasının

nedenlerinden biri olarak kabul edilmesi de mümkün değildir. Diğer yandan yargı mercilerinin iş yükündeki

artışın önüne ise etkin hukuk politikalarıyla geçilebilir; adil yargılanma hakkının sınırlandırılması ile değildir.

Temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması ölçülü olmalıdır.Sınırlandırmanın ölçülü olup olmadığı ise şu üç kritere

göre değerlendirilir: i)elverişlilik, ii) gereklilik, iii) oranlılık. Elverişlilik, sınırlandırma için başvurulan aracın,

amaca ulaşmada kısmen de olsa katkıda bulunmasını ifade eder. Gereklilik için ise sınırlandırma ile ulaşılmak istenen

amaç için seçilmiş olan aracın en yumuşak olanının seçilmesidir. Ölçülülük ise amaçla araç arasında ölçüsüzlüğün

bulunmamasıdır. Bu açıklamalar ışığında serî muhakeme usûlü değerlendirildiğinde adil yargılanma hakkının

sınırlandırılmasının ölçülü olduğunu söylemek mümkün değildir. Serî muhakeme usûlünün getirilmesindeki amaç,

iş yükünü azaltmak ve muhakemeyi kısaltmak olduğu için sınırlama elverişlidir. Bununla birlikte, bu amaca ulaşmak

için seçilmiş olan aracın en yumuşağı değildir. Adil yargılanma hakkını zedelemeyecek, taraflara delilleri tartışma

imkanının verildiği, hükmün esasen mahkeme tarafından kurulduğu bir kanuni düzenleme yapılabilirdi. Sınırlamanın

ölçülü olduğunu belirtmek ise mümkün değildir. Şüphelinin uzamasına neden olmadığı muhakemeyi kısaltmak

ve asıl nedeni şüphelinin fiili olmayan iş yükünü azaltmak için şüphelinin adil yargılanma hakkını kısıtlamak ölçülü

değildir.

Zafer, Hamide, Savunma Hakkı ve Sınırları, MÜHF-HAD, C. 19, S. 2, Prof. Dr. Nur Centel’e Armağan, 2013.s. 510.

Zafer, Savunma Hakkı, s. 512.

İlhan Üzülmez, Türk Hukukunda Suçsuzluk Karinesi ve Sonuçları, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, S. 58, 2005, s. 43.

Murat Balcı, Delillerin Suçun İşlendiği Hususunda Yeterli Şüphe Sebebi Oluşturması, Terazi Hukuk Dergisi, C. 7, S. 72, 2012, s. 11.

Krş. Aygörmez, Haydar, Korkmaz, Serî Muhakeme, s. 288 dev.

Sarah Summers, Lorenz Garland, David Studer, Das Recht auf Verteidigung – Anspruch und Wirklichkeit, ZStrR, 2016, s. 134.

Metin Feyzioğlu, Fahri Gökçen Taner, Ceza Muhakemesinde İspatın Ölçütü Olarak Vicdani Kanaat, 2. Bası, Islık Yayınları, İstanbul,

2015, s. 178.

Bkz. aynı görüşte Nezih Sütçü, Serî ve Basit Yargılama Usullerine İlişkin Hükümlerin Değerlendirilmesi, Bursa Barosu Dergisi, Y. 44, S.

110, 2019, s. 58.


Sınırlandırma hakkın özüne dokunmamalıdır. Hakkın özü kavramından ne anlaşılması gerektiğinin çok belirgin

olmadığı değerlendirilmekle birlikte, doktrinde hakkın vazgeçilmez unsuru, dokunulduğu hâlde onu anlamsız kılacak

olan asli çekirdek olarak tanımlanmıştır. Serî muhakeme usûlüne bakıldığında, adil yargılanma hakkının özüne

müdahale edildiği görülmektedir. Şüphelinin, delilerden haberdar olma, etkili müdafii yardımından faydalanma,

delilleri tartışma, muhakeme etki etme, şüpheden yararlanma, kendi aleyhine delil vermeye zorlanamama gibi adil

yargılanma hakkının çekirdeğinde bulunan haklardan faydalanamamaktadır.Tüm bu açıklamalardan sonra net bir

şekilde ortaya konulmuştur ki, serî muhakeme usûlüne ilişkin kanuni düzenleme ile şüphelinin adil yargılanma

hakkı, Anayasa m. 13 hükmüne aykırı bir şekilde sınırlandırılmaktadır.

Sonuç

En nihayetinde şunu ifade etmek gerekir ki, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada yargının yükünü azaltarak, hızını

ve verimliliğini arttırmaya yönelik çalışmalar yapılmakta ve serî muhakeme gibi çeşitli usûlî yöntemlere başvurulmaktadır.

Gerçekten de yargılamaların hızlı bir şekilde yapılmasında kamusal menfaatler de bulunmaktadır.

Ancak bu amaca ulaşmak için hukuk devletinin tanıdığı meşrû araçlara başvurmak gerekmektedir. Amaca ulaşmak

için feda edilen ya da vazgeçilen özlerine dokunulan temel haklar ya da esası oluşturan ana ilkeler olmamalıdır.

Zirâ hukuk devleti, ana ilkeler üzerine otururken; insan kişiliği de temel hakların çekirdeğinden oluşan insan haysiyeti

üzerine oturmaktadır. Yeni bir kurum getirilirken, ulaşılmak istenen menfaatin ya da faydanın verilen zarara

ağır basması, üstün gelmesi zarurîdir. Serî muhakeme usulünün hangi temel haklara ne oranda zarar verdiği mevcut

çalışma ile ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bunun yanında yeterli şüphe şartının oluşmasının arandığı, bu nedenle

de aslen soruşturma evresinde herhangi bir serîliğin söz konusu olamayacağı serî muhakeme usûlü, kural

olarak sadece ara muhakemesini ve kovuşturma evresini ortadan kaldırmıştır. Şu hâlde aslında süre olarak kısaltılan

15 günlük ara muhakeme ile ilk duruşma için verilecek gün için geçen süredir. Serî muhakemeye tabi suçların

genelde zaten ilk celsede bittiği göz önünde bulundurulacak olursa, aslında serî muhakeme ile büyük bir süre kazancının

olmadığı ifade edilebilir. Bu bağlamda ulaşılmak istenen amaçla feda edilen değerler arasında gerçekten

anlamlı bir oran olup olmadığı sorgulanmalıdır.

Fazıl Sağlam, Temel Hakların Sınırlanması ve Özü, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın ve Yayın Yüksekokulu Basımevi,

Ankara, 1982, s. 114.

Sağlam, Sınırlandırma ve Öz, s. 114; Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku, 3. Bası, Ekin Yayınevi, Bursa, 2019, s. 330.

Sağlam, Sınırlandırma ve Öz, s. 115.

Sağlam, Sınırlandırma ve Öz, s. 116 Gözler, Türk Anayasa Hukuku, s. 359.Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku,16.

Bası, Yetkin Yayınları, Ankara, 2016, s. 117.

DOÇ.DR.GÜLSÜN AYHAN AYGÖRMEZ UĞURLUBAY

İSTANBUL GEDİK ÜNİVERSİTESİ


YARGIÇ OLMAK VEYA OLMAMAK

Ruşen

Gültekin Lise eğitimini

Ankara'da Yenimahalle

ilçesinde Mustafa

Kemal Lisesi'nde tamamladı.

Selçuk Üniversitesi

Hukuk Fakültesi'nden

1994 yılında mezun

oldu.

Bir sonraki yıl

Bandırma Ağır

Ceza Mahkemesi'nde

ilk görevine başlayan

Gültekin daha sonra

Adalet Bakanlığı

Uluslararasi Hukuk ve

Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü

çalışmaya başladı.

2005-2011 yılları

arasında Yargıtay

Cumhuriyet Savcısı iken

temmuz 2011 kararnamesi

ile Gaziantep'e 3.

Sulh Ceza Mahkemesi

Hakimi olarak atandı.

Duayen hukukçu, yargıç merhum Yargıtay Başkanı Dr. Recai Seçkin

1960 yılında yaptığı adli yıl açılış konuşmasında adaletin önemini vurgulamak

için önemli düşünürlerin bu konudaki sözlerine yer vermişti.

Ömer Hayyam, “Adalet kainatın ruhudur.”

Filozof Eflatun, “Adil bir mahkeme, devlet binasının en sağlam direğidir.”

Ve ayrıca Büyük İslam Peygamberi diyerek, Hz. Muhammed’in hadislerinden

ve İslam litaretüründen de alıntı yapmıştı; “Bir ülke küfürle

ayakta kalabilir fakat adaletsizlikle, zulümle ayakta duramaz… Adalet

ülkenin temelidir… Bir saat adaletle hüküm vermek altmış yıl ibadetten

daha değerlidir..”

Bu sözlere neden mi yer veriyorum? Çünkü son yıllarda verilen yargı

kararları, toplumun vicdanını sızlatır ve adalet duygusunu ortadan kaldırır

hale gelmiştir.

Bu konu özellikle yargılamaların sağlıklı yürütülmesi için CMK’da yer

alan tutuklama ve adli kontrol uygulamalarında kendini göstermektedir.

Unutmayalım ki bu müesseseler sadece yargılamanın yürütülmesi

için uygulanan birer emniyet tedbiridir. Keyfi tutuklama, keyfi adli

kontrol kararı olmaz. Tüm yargıçlar kararlarını Türk milleti adına verirler.

Ve yargıçlar, yargının toplumun güvencesi olduğunu, hissettirmeliler.

Tüm bu gerçeklere rağmen, tutuklamanın peşin ceza gibi kullanıldığı

örnekleri eleştirirken son zamanlarda adli kontrol kararlarının da yasadaki

güvenceler göz ardı edilerek peşin ceza gibi kullanıldığı yargı kararları

gelmeye başladı.

Örneğin geçtiğimiz günlerde bir tır şoförünün çektiği bir video sosyal

medyada yer aldı. Bu videoda şoför, geçinmek için sokağa çıkmak zorunda

olduğunu söyleyip, getirilen önlemlerin çelişkisini vurguluyor,

eleştiriyordu.

Birdenbire gözaltına alındığı haberleri geldi. İnanamamıştım ama şoför

hakkında TCY 217 maddesinden “Halkı yasalara uymamaya tahrik”

suçundan soruşturma başlatılmıştı. Şoför, sulh ceza yargıcı karşısına

çıkarılmış, ifadesi alınarak adli kontrol kararı ile serbest bırakılmıştı.

Oysa şoförün eylemi bırakın suç olmayı, kabahat bile değildi. Şoför

sadece ifade özgürlüğünü kullanmıştı. Eleştirmişti. Ceza hukukçusu

olarak söylemek gerekirse, yasadaki deyimiyle “tahrikin kamu barışını

bozmaya elverişli olması” unsuru yoktu. Çünkü bu suç “somut tehlike

suçu” olup eyleminin suç olması için mutlaka somut olarak bir kışkırtma

yaratması, toplumu harekete geçirmesi gerekiyordu ki, bu unsur bu

olayda söz konusu bile değildi.


Uluslararası hukuk

ve Ceza hukuku

alanlarında uzman

olan Gültekin avukatlık

görevine

En uzun gece : 15

Temmuz'a giden

sü- reç : o gece yaşananların

gerçek hikayesi :

OHAL gölgesinde Türkiye

kitabının yazarıdır.

Hukuk bilmeyen birisi, somut tehlike suçlarının ne olduğunu bilmeyebilir

ancak soruşturma açan cumhuriyet savcısının veya ifade

alarak adli kontrol kararı veren SCM yargıcının bilmemesini kabul

edemem. Hele hele bu kişiler kişi özgürlüğünü derhal sınırlayabilen

yetkilerle donatılmışsa böyle bir hata yapma lüksleri yoktur.

Daha vahim olanı ise şudur. CMK 109. maddesine göre “sadece

tutuklama sebeplerinin varlığı halinde, şüphelinin tutuklanması yerine

adli kontrol altına alınabilir” denilmektedir. Yani SCM yargıcı,

şoförün eyleminin suç olmadığını tespit edemediği gibi üstelik şoförün

tutuklanma sebeplerini var kabul ediyor. Yani şoför az daha

tutuklanacaktı. Bu karar ile adeta şoföre ve onun tahtında ülkeye

gözdağı verilmiştir. Yargının görevi bu değildir. Yargı devletin karşısında

vatandaşın tek sığınacağı limandır. Yargıçlar bunu asla

unutmamalıdır.

Türkiye’nin zaten ifade özgürlüklerinin kullanılması ile ilgili karnesi

çok kötü. Özellikle bir tvit atan, video çeken vatandaş veya

yazı yazan gazeteciler hakkında bu emniyet tedbirleri kullanılırken

yargıçların daha dikkatli ve hassas olması beklenir.

Bu kişilerin kaçma şüphesi genellikle olmaz. Ayrıca delilleri de

karartamaz. Çünkü burada delil, atılan tvit, çekilen video veya yazılan

yazıdır ki, bunlar zaten soruşturma makamlarının elindedir.

Bu sebeple bu kişilerin en temel haklardan olan özgürlükleri kısıtlanırken

yargı görevi yapanların devleti korumak güdüsüyle değil,

kişi hak ve özgürlüklerini koruma güdüsüyle hareket etmesi beklenir.

Yukarıdaki veciz sözü tekrar etmek istiyorum. “Bir saat adaletle

hüküm vermek altmış yıl ibadetten daha değerlidir.”

AV.DR.MEHMET RUŞEN GÜLTEKİN


ÇOCUK ADALET SİSTEMİ

İnsan hakları anlayışının ve uluslararası-ulusal insan hakları belgelerinin çocuklar, kadınlar,

göçmen ve mülteciler gibi özel gereksinime sahip grupların haklarının korunmasında

yetersiz kalması üzerine belirli durumlara (savaş ortamları vb) ve belirli gruplara (çocuklar,

kadınlar, tıbbi bakım alan kişiler vb) yönelik insan hakları belgeleri geliştirilmeye başlanmıştır.

Böylece modern çocukluk anlayışını belirleyen çocuk hakları kavramının temelleri

de şekillenmeye başlamıştır.

Çocukluğun kendine özgü bir gelişimsel dönem olduğu ve çocukların özel olarak korunma

ve desteklenme gereksinimi olduğu modern çocukluk anlayışının temel varsayımıdır. “20.

yüzyılın egemen çocuk paradigması, aşağıdaki üç temel varsayıma dayandırılmaktadır:

Çocuklar, yetişkinlerden farklıdır; Çocukların yetişkinliğe hazırlanması ve yetiştirilmesi

gerekir; Çocukların yetiştirilmesi sorumluluğu yetişkinlere aittir”. Böylece paradigmanın

odağını çocukların hak sahibi bireyler olduğu varsayımı oluşturmaktadır.

Çocuk Haklarını

Tanıtmak,Yaymak,

Geliştirmek,

Hak İhlallerini

Önlemek,Savunuculuk,İ

zleme ve Raporlama

yapmayı hedefleyen

bir ağdır

“Çağdaş bakış açısına göre “çocuklar, kendi sosyal çevrelerinde etkin ajanlardır; savunmasız

oluşları nedeniyle çocukları korumak için tasarlanan faaliyetlerin pasif yararlanıcılarından

çok, etkin aktörleridir. Dolayısıyla, çocuklar kendi sosyal yaşamlarının olduğu kadar

çevrelerindeki kişilerin yaşamlarının ve içinde yaşadıkları toplumun belirleyicisi ve kurucusudur

ve öyle görülmelidir. Çocuklar toplumsal yapı ve süreçlerin edilgen özneleri değildir”.

Böylece, yurttaşlık kavramı, sadece yetişkin dünyasına ait bir kavram olmaktan çıkmış,

çocuk ve gençlerin de hakları olan bireyler olarak kabul görmeleri sağlanmıştır”

Modern çocukluk paradigmasının öngördüğü çocuk koruma anlayışının iki önemli odak

noktası olduğu söylenebilir. Bunlardan ilki çocuğu korunması gereken edilgen bir nesne

olarak görmemesidir. Çocuk nesne değil, öznedir. Bir başka ifadeyle çocuğu ailenin veya

toplumun/devletin malı olarak görmez. İkincisi, çocukların özel muamele ve korunma ihtiyaçlarını

kabul edilmesi ve çocukların korunması sorumluluğunun yetişkinlere verilmesidir.

Devlet çocukların korunması konusunda hem sorumluluk sahibidir hem de düzenleyici/

denetleyici bir rolü yerine getirir. Akyüz’ün deyimiyle “çocuk ana babasından görevlerini

yerine getirmelerini nasıl isteyecektir?. İşte bu noktada devletin çocuğa karşı yükümlülükleri

başlamaktadır. Çocuğa, hukuk kuralları ile ana babasına karşı haklar tanımış olan devlet,

bu hakların gerçekleştirilmesini de sağlamak, çocuğun korunması ile ilgili bir sorundan

haberdar olduğunda, yasal koşulların bulunması durumunda kendiliğinden müdahale etmek

ve çocuğu korumakla yükümlüdür.

Ancak, modern devletin çocuğa karşı görevi bedensel, duygusal, zihinsel ve ahlâkî güvenliğine,

diğer bir deyişle “yüksek yararına” özen göstermek bakımından yalnızca ana babayı

desteklemek ve denetlemek değildir. Devlet aynı zamanda çocukların yetenekleri doğrultusunda

gelişmelerini güvence altına almak, onların ekonomik ve sosyal refahını da sağlamak

zorundadır.

Günümüzde modern çocukluk anlayışını hukuksal boyutuyla şekillendiren temel belge BM

Çocuk Haklarına Dair Sözleşmedir. ÇHS’yi ortaya çıkaran sürecin yapı taşları ise şu şekilde

özetlenebilir:

Acar, H.,Antakyalıoğlu, Ş. Modern Çocukluk ve Çocuk Koruma Anlayışı, s. 3 UNICEF.

2016

Akyüz, E. (2012). Çocuk Hukuku: Çocuk Hakları ve Korunması. Pegem Akademi Yayınları,

Ankara


Çocuk hakları alanında ilk toplumsal politika belgesinin 1779 yılında İsviçre'nin Zürih

Kantonu'nda yayınlanan bir emirname olduğu kabul edilir. Diğer belgelerden önce 1920

yılında savaştan zarar gören ülkelerin çocuklarının acil gereksinimlerini gidermek amacıyla

kurulan Çocuklar İçin Uluslararası Yardım Örgütü ile çocuklarla ilgili çalışmaların

odaklanmaya başladığı görülür. Örgüt, amacına ulaşmak için çabalarını sürdürürken daha

geniş planda ve sürekli bir şekilde çocukları korumak amacıyla gerekli programın düzenlenmesine

ve bu programın ilkelerinin belirlenmesine çaba göstermiş ve ilerleyen zamanlarda

Uluslararası Çocuk Refahı Birliği (Koruma) adını almıştır.

Şahin Antakyalıoğlu

Ufuk Üniversitesi

Öğretim Görevlisi

ÇAÇAv Genel Koordinatörü

ECPAT Türkiye

Kordinatörü

Bu çabaların sonucu olarak 26 Eylül 1924 tarihinde Milletler Cemiyeti Genel Kurulu,

“Çocuk Hakları Bildirgesi”ni kabul etmiş ve böylece çocuklarla ilgili ilk geniş kapsamlı

uluslararası düzenleme ortaya çıkmıştır. 1924 yılında Milletler Cemiyeti tarafından kabul

edilen “Cenevre Bildirgesi”, “hak” sözcüğünün benimsendiği ilk belge niteliğini taşır. Bu

belge “Umum Milletlerin erkek ve kadınları, insanlığın haiz olduğu en mutena şeyi çocuğa

vermeğe mecbur bulunduğunu rızki, milli ve dini her türlü telkinler haricinde bir vazife

olmak üzere kabul ettiklerini Cenevre Beyannamesi ismi verilen bu Çocuk Hakları Beyannamesi

ile tasdik ederler” cümlesiyle başlar (Ümit Atılgan ve Atılgan, 2009: 6).

Birleşmiş Milletler’in kuruluşundan sonra, 1948 yılında BM Genel Kurulu, İnsan Hakları

Evrensel Bildirgesi’ni kabul etmiş, ancak bu belgede çocukların hak ve özgürlükleri için

özel düzenleme yer almamıştır. Çocukların özel ihtiyaçları, ayrı bir belgenin düzenlenmesini

gerektirmiştir. Yaklaşık on yıl süren çalışmaların sonucunda 20 Kasım 1959’da Birleşmiş

Milletler Genel Kurulu, 78 ülkenin temsilcisinin katıldığı genel oturumunda Çocuk

Hakları Bildirgesi’ni oybirliği ile kabul etmiştir.

Bildirge’de çocukların eğitim, sağlık ve özel korunma haklarına ayrıca yer verilmiştir.

Birleşmiş Milletlerin 1979 yılını Uluslararası Çocuk Yılı ilan etmesi üzerine uzun erimde

büyük önem taşıyan bir süreç başladı. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Birleşmiş Milletler

İnsan Hakları Komisyonu ve bağımsız uzmanlarla, üye olmayan ülkelerin, sivil toplum

kuruluşların ve Birleşmiş Milletler kuruluşlarının gözlemci delegelerinden oluşan bir çalışma

grubunun hukuksal bağlayıcılık taşıyacak bir belge hazırlamak üzere çalışmalara

başlamasını kabul etti. Böylece Çocuk Hakları Cenevre Bildirgesi ile 1924 yılında başlayan

dönemin son aşamasını 20 Kasım 1989 tarihli Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi

oluşturdu.

Aşağıdaki tablo çocuk haklarının uluslararası metinler bağlamında geçirdiği süreci özetlemektedir.

1921 Uluslararası Çocuk Koruma Birliği

1924 – Cenevre Çocuk Hakları Beyannamesi

1959 – BM Çocuk Hakları Bildirgesi

1979 – Uluslararası Çocuk Yılı

1985-Pekin Kuralları (Yargılama)

1989-Çocuk Hakları Sözleşmesi (Genel)

1990-Riyad Kuralları (Önleme)

1990-Havana Kuralları (İnfaz)

2000-ÇHS Ek Protokolleri


“BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme; her bir çocuğun

hak sahibi birer birey olarak çocuğun korunması,

gelişimi ve temel hakları konusunda yeni

bir felsefe ve anlayışı beraberinde getirmiştir. Türkiye,

Sözleşme’yi 14 Eylül 1990 tarihinde imzalamış

ve 9 Aralık 1994 tarihinde 17, 29, 30. Maddelerine

Anayasa ve Lozan antlaşması çerçevesinde

çekince koyarak kabul etmiştir.

RİYAD KURALLARI (Önleme)

Tam adı, Çocuk Suçluluğunun Önlenmesine İlişkin

Birleşmiş Milletler Yönlendirici İlkeleri’dir.

Genel Kurul’un Genel Kurul’un 14 Aralık 1990

tarih ve 45/112 sayılı kararıyla kabul ve ilan edilmiştir.

Riyad Kuralları, Temel Perspektifler, Yönlendirici

İlkelerin Kapsamı, Genel Önlem, Sosyalleşme

Süreçleri, Sosyal Politika, Yasal Düzenlemeler

ve ÇAS (Çocuk Adalet Sistemi) Yönetimi,

Araştırma, Politika Geliştirme ve Koordinasyon

bölümlerinde oluşmaktadır.

PEKİN KURALLARI (Yargılama)

Tam adı, Birleşmiş Milletler Çocuk Adalet Sisteminin

Uygulanması Hakkında Asgari Standart

Kurallar’dır. Genel Kurul’un 29 Kasım 1985 tarih

ve 40/33 sayılı kararıyla kabul edilmiştir. Kuralların

Birinci Bölümü, çocuk adalet sistemindeki genel

ilkeleri düzenlemekte ve temel yaklaşımları

kâğıda dökmektedir. İkinci Bölüm, soruşturma ve

Kovuşturma’da uyulacak ilkelere ilişkindir. Üçüncü

Bölüm’de, hüküm verme ve tespite ilişkin esaslar

düzenleme altına alınmış, Dördüncü Bölüm

kurum dışı, Beşinci Bölüm kurumsal ıslaha ilişkin

ilkeleri koymaktadır. Nihayet Altıncı ve son bölümde,

araştırma, planlama, politika oluşturma ve

değerlendirmeye ilişkin son hükümler yer almaktadır.

HAVANA KURALLARI (İnfaz)

Tam adı, Özgürlüğünden Yoksun Bırakılmış Çocukların

Korunmasına İlişkin Birleşmiş Milletler

Kuralları’dır.Genel Kurul’un 14 Aralık 1990 tarih

ve 45/113 sayılı kararıyla kabul edilmiştir. Havana

Kuralları, Temel Perspektifler, Kuralların Kapsamı

ve Uygulanması, Gözaltında Olan veya Yargı

Önüne Çıkarılmayı Bekleyen Çocuklar, Çocukların

Tutuldukları Kurumların İdaresi ve Personel’e

ilişkin düzenlemelere sahiptir.

Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına dair Sözleşme’nin

temel ilkeleri şu şekildedir:

Çocuğun Yaşaması ve Gelişmesi İlkesi: Yaşamak, her çocuğun

temel hakkıdır ve herkesin ilk görevi çocukların yaşamını korumaktır.

“BM Çocuk Haklarına dair Sözleşme, yaşama hakkının gerçekleştirilmesinin

yanı sıra, çocuğun hayatta kalması ve gelişmesi için

"mümkün olan azami çabanın gösterilmesini", devletlerin sorumluluğu

olarak görür. "Gelişme" kavramı, yalnızca çocuğun yetişkinlik

dönemine hazırlanmasıyla ilgili değildir. Bu aynı zamanda çocukluk

dönemi için, yani çocuğun içinde bulunduğu dönemin en elverişli

koşullarda oluşturulması anlamına gelir. Sözleşmeye göre devletler,

çocuğun bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlâksal, psikolojik ve toplumsal

gelişimini, insanın saygınlığı ile uyumlu biçimde gözetmeli ve çocuğun

toplumda özgür bir birey olarak yaşamını sürdürmesi için gerekli

önlemleri almalıdırlar”. Çocuğun Yüksek Yararı İlkesi: Çocukları

ilgilendiren bütün eylemlerde, öncelikle çocuğun yararının gözetilmesi

gerekir. Çünkü toplumun savunmasız bir grubu olan çocuklar,

kendi haklarını arayamazlar. Hükümetler, gönüllü sektör, toplum

kurumları, aileler, bakım hizmetleri verenler bu haklara saygı gösterme,

ihlâl etmeme ve daha da ileriye götürüp, güçlendirme sorumluluğuna

sahiptirler.

“Çocuğun yüksek yararı ilkesi, çocuk merkezli bir bakış açısını destekler

ve çocuğun birbiriyle ilişkili hak ve ihtiyaçlarına dikkat çeker.

Dolayısıyla, çocuğa sağlanan koruma kanunlarının, politikalarının ve

uygulamalarının değerlendirilmesinde, çocuğun yüksek yararının göz

önünde tutulması ve çocuklara yönelik temel hizmetlerin ekonomik

reform ve açık azaltma dönemleri de dahil olmak üzere, her zaman

korunması ve öncelik verilmesi gözetilmelidir. Koruma, en genel anlamıyla

bir bireyin yaşamını olumsuz bir biçimde etkileyecek olası bir

tehlikeyle karşı karşıya kalmasını engellemek için alınan önlemleri ve

savunuculuk çalışmalarını ifade etmektedir. Önlemler ve savunuculuk

çalışmaları, bireyin hak ettiği yaşamı sürdürmesi açısından vazgeçilmez

niteliktedir. Dolayısıyla, Çocuğun Yüksek Yararı İlkesi, çocuğun

herhangi bir alanda ve herhangi bir tehlikeyle karşı karşıya kalmasının

engellenmesini gerektirir”.

Çocuğun Katılımı İlkesi: “Kamu yaşamında yer almak”, “kamu yaşamının

bir parçası olmak” şeklinde tanımlanan katılım, bireylerin

karar süreçlerinde ve etkinliklerde yer alması, bu süreçlerde “etkili”

olması, karar mekanizmalarına, uygulama ve değerlendirme süreçlerine

“etkin” müdahalelerde bulunması anlamına da gelir.

Ayrım Gözetmeme İlkesi: Çocuk hakları, istisnasız bir şekilde tüm

çocuklar için geçerlidir. Çocuğun fiziksel özelliklerinin, inancının,

ana dilinin, cinsiyetinin ya da başka bir özelliğinin hiçbir rolü yoktur.

Sözleşmeye taraf olan devletler, hiçbir ayrım yapmadan kendi egemenlik

alanlarındaki bütün çocukların sözleşmede yer alan haklarını

tanır ve taahhüt eder.Çocuk Dostu Hukuki Yardım Hakkında Rehber

kapsamında bazı tanımlamalara yer verilmiştir. Bunlara kısaca aşağıdaki

şekilde değinilmektedir;

Atılgan A. ve Ümit Atılgan, E. (2009). “Çocuk Hakları Paradigması ve Çocuk Ceza Yargılamasına Hâkim Olan İlkeler Açısından Türkiye’deki Düzenleme ve Uygulamaların

Değerlendirilmesi. İnsan Hakları Ortak Platformu için Kapasite Geliştirme Derneği tarafından Basılan Rapor.

Acar, H.,Antakyalıoğlu, Ş. Modern Çocukluk ve Çocuk Koruma Anlayışı, s. 9 UNICEF. 2016


Adalete erişim: "Adalete erişim; (ÇHS de dâhil olmak üzere) uluslararası sözleşmelerde, ulusal norm ve standartlarda tanınan hakların

ihlal edilmesi hâlinde, tazmin yollarına adil bir şekilde ve zamanında erişme kapasitesi olarak tanımlanabilir". Adalet sistemine

erişimin bulunmayışı, yoksulluğun tanımlayıcı bir niteliğidir. Diğer taraftan, yoksulluğun ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin

ortadan kaldırılmasına da engel olmaktadır. Tüm çocukların adalet sistemine düzgün bir şekilde erişebilmesini sağlamak için

çocukların hukuki açıdan güçlendirilmesi şarttır: Tüm çocuklara yasal hizmetler ya da çocuk hakları eğitimi gibi diğer hizmetler

sunulmalıdır. Bilgili yetişkinlerin desteği ya da tavsiyesi vasıtasıyla, çocukların haklarından yararlanması sağlanmalıdır."

Çocuk: 18 yaşını doldurmamış kişidir.

Kanunla ihtilafa düşen çocuk: Ceza Kanunu hükümlerini ihlal ettiği iddia edilen veya bu nedenle suçlanan ya da hüküm

giyen, ceza ehliyetine sahip olmakla birlikte, 18 yaşını doldurmamış çocuktur."

Yönlendirme: "Kanunla ihtilafa düşen çocukları sabıka kaydının ve

resmi adli kovuşturmaların olumsuz etkilerinden korumak için geliştirilen

usullerin, yapıların ve programların uygulanması suretiyle söz

konusu çocukların adli kovuşturmalardan uzaklaştırılarak çoğunlukla

adli olmayan kuruluşlara (non-judicialbodies) koşullu olarak yönlendirilmesidir."

Onarıcı adalet/süreç: "Mağdurun, suçlunun ve/veya suçtan etkilenen

diğer bireylerin ya da topluluk üyelerinin suç nedeniyle ortaya çıkan

sorunları çözüm sürecine, çoğu zaman adil ve tarafsız üçüncü tarafın

yardımıyla, aktif bir şekilde katıldığı süreçtir. Arabuluculuk, grup

toplantısı ve müzakereleri (conferencingandsentencingcircles) onarıcı

adalet sürecinin örnekleri arasında yer almaktadır.

5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu kapsamında;

Korunma ihtiyacı olan çocuk: Bedensel, zihinsel, ahlaki, sosyal ve

duygusal gelişimi ile kişisel güvenliği tehlikede olan, ihmal veya istismar

edilen ya da suç mağduru çocuğu,

Suça sürüklenen çocuk: Kanunlarda suç olarak tanımlanan bir fiili

işlediği iddiası ile hakkında soruşturma veya kovuşturma yapılan ya

da işlediği fiilden dolayı hakkında güvenlik tedbirine karar verilen

çocuğu ifade etmektedir.

Çocuklar; çeşitli nedenlerle adalet sistemiyle karşı karşıya gelebilmektedir.

Örneğin, adli kovuşturmalarda sanıklar ya da tanıklar olarak

yer alabilmekte; aile davalarında taraflar olarak mahkemede bulunabilmekte;

fiziksel ya da psikolojik şiddet, cinsel istismar ya da diğer

suçlar veya diğer hak ihlalleri nedeniyle mağdur durumda olabilmekte;

sağlık hizmetleri, sosyal güvenlik, engellilik, mültecilik ve

sığınma talepleriyle ilgili idari davaların ya da özel hukuk davalarının

tarafları olarak mahkemede bulunabilmektedirler. Bu tür davaların

sonuçları; hem kısa hem de uzun vadede çocukların hayatları üzerinde

önemli etkiler yaratabilmektedir. Çocuğun hapse girip girmeyeceğini,

kiminle yaşayacağını, ebeveynleri ve kardeşleriyle ne şekilde

iletişim kurabileceğini, hangi ülkede yaşayacağını ve nerede okula

gideceğini belirleyebilmektedir.

Çocuk dostu adalet: "Tüm çocuk haklarının

mümkün olan en yüksek düzeyde ve etkili bir

şekilde hayata geçirilmesini ve çocuk haklarına

saygı duyulmasını garanti altına alan adalet sistemleri

anlamındadır… Çocuk dostu adalet sistemi;

erişilebilir, yaşa uygun, hızlı ve titiz hizmetler

sunan bir adalet sistemidir. Çocukların ihtiyaçlarına

ve haklarına odaklanır ve bunlara göre

düzenlenmiştir. Çocukların adil yargılanma hakkı,

yasal işlemlere katılım ve bunları anlama hakkı,

aile hayatına ve özel hayata saygı, çocukların

bütünlüğüne ve insanlık onuruna saygı da dâhil

olmak üzere tüm çocuk haklarına saygı duyar,"

Adalet sistemiyle karşı karşıya gelen çocukların

çoğu; adli kovuşturma deneyimini, en iyi ihtimalle,

kafa karıştırıcı bulmakta ya da en kötü

ihtimalle korku, kaygı ve dolaylı mağduriyet nedeni

olarak görmektedir. Çocuklar; çoğu zaman,

davalarla ilgilenen yetişkinlerle iletişim kurmakta

zorlanmakta, polise ve hâkimlere güvenmemekte,

süreçler ve usuller hakkında temel bilgilere erişememektedir.

Birçok çocuk; yaşı, cinsiyeti veya

sokakta çalışması ya da yaşaması ve sığınmacı

olması gibi nedenlerle ayrımcılıkla da karşılaşabilmektedir.

Acı verici olayları hatırlamak, mağdur

çocuklar için çok stresli olabilmektedir.

Çocuklar için Adalet konusunda BM’nin Ortak Yaklaşımı (2008). BM Çocuk Hakları Sözleşmesi (1989), 1. Madde. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nin

Çocuk Dostu Adalet hakkında Rehber İlkeleri, (2010), II c.


Yasal usullerde çocuk hassas bir yaklaşım kullanılmadığı takdirde, bu durumun, çocukların iyileşmesini güçleştirebilmekte,

çocuklar üzerinde zararlı ve uzun vadeli etkiler oluşturabilmektedir. Bununla birlikte, birçok yargı sisteminde çocukların kovuşturmalara

güvenli, anlamlı ve onurlu bir şekilde katılımını sağlamak için hiçbir şey yapılmamakta ya da çok az şey yapılmaktadır.

Çocuk dostu adalet sisteminin önündeki en önemli engellerden biri de çocukların hukuk alanında uzman ve güvenilir uygulayıcılara

erişiminin bulunmamasıdır. Söz konusu uygulayıcılar, çocuğun adalet sistemini ve davanın sonucunu deneyimleme şekli

üzerinde büyük bir etki yaratabilmektedir.

ÇOCUK DOSTU HUKUKİ YARDIM HAKKINDA REHBERDE ORTAK İLKELER

Bir çocuğun adalet sistemiyle karşı karşıya geldiği adli sürecin tüm aşamalarında, hukuk alanında çalışan bir kişi; hiçbir ayrım

yapmadan, çocuğa uygun hizmetlerin sunulmasını sağlamalıdır. Çocukların ya da çocuk gruplarının cinsiyetleri, yaşları, ırkları,

engellilik durumları vb. nedenlerle karşı karşıya olabileceği sorunları göz önünde bulundurarak müşterilerine gereken hassasiyeti

ve anlayışı göstermelidir. Adalet sistemiyle karşı karşıya gelen birçok çocuk; ayrımcılık mağduru da olabilmektedir. Bu

ayrımcılığın önlenmesi ve tazmin edilmesi için her türlü çaba gösterilmelidir.

Ayrımcılık yasağı; hukuk alanında çalışan ve savunmasız çocuk gruplarıyla ilişki içinde olan kişiler açısından özel bir önem

taşımaktadır. Bu alanda çocukların hakların eşit bir şekilde korunmasını ve bu haklara saygı duyulmasını sağlamak için özel

önlemler alınması gerekebilir. Örneğin, azınlık dilini konuşan çocuklar, yasal kovuşturmalar sırasında bir tercümana ihtiyaç

duyabilmektedirler.

Çocukların adalet sisteminden doğrudan ya da dolaylı olarak etkilendiği durumlarda, çocuğun yüksek yararı ana düşünce olarak

ele alınmalıdır. Hukuk alanında çalışan uygulayıcılar, çocuğun bu hakkının garanti altına alınması konusunda önemli bir

rol oynayabilmektedir. Çocuk Hakları Komitesi, 14 No'lu Genel Yorumu'nda (2013) bir çocuğun yüksek yararı değerlendirilirken

hesaba katılması gereken faktörler hakkında genel rehberlik sağlamaktadır.

Bu faktörlerden bazıları şunlardır: çocuğun görüşleri; çocuğun kimliği; çocuğun aile ortamının korunması; çocuğun bakımı,

korunması ve güvenliği; çocuğun sağlığı; çocuğun savunmasızlığı ve eğitim hakkı. Hukuk alanında çalışan uygulayıcılar; çocuğun

yüksek yararını değerlendirirken diğer genel ilkelerin de (yaşama ve gelişme hakkı, görüşlerini ifade etme hakkı ve ayrımcılık

yasağı) önemli olduğu gerçeğini unutmamalıdır.

Bireysel olarak bir çocuğun yüksek yararı ilkesi; dinamik bir kavramdır, çocuk büyüdükçe ve koşulları değiştikçe sürekli olarak

gelişmeye devam eder. Her çocuk; yüksek yararının ana düşünce olarak alınması hakkına sahiptir; fakat bu hak ile diğer

çocukların, çocuk gruplarının ya da yetişkinlerin (örneğin ceza kovuşturmalarında sanıkların) ya da ilişkili uyuşmazlıklarda

kardeşlerin çatışan yüksek yararları arasında bir denge gözetilmesi gerekebilir.

Çocuğun hayatta kalma ve gelişme hakkının korunması, çocuğun yüksek yararıyla yakından ilişkilidir. Bu hakkın hayata geçirilmesi

için çocukların yasal kovuşturmalar sırasında ortaya çıkabilecek zararlardan korunması da gerekir. Örneğin çocuk tanıkların,

suçlular tarafından cezalandırılma ihtimaline karşı güvenliklerin sağlanması gerekebilir ve/veya adalet sistemiyle karşı

karşıya gelen çocukların bir davanın her aşamasını net bir şekilde anlamasını sağlamak gerekebilir.

Çocuğu özgürlüğünden yoksun bırakmanın her türü (tutuklama, gözaltına alma ve hapis cezası da dâhil olmak üzere) çocuğun

hayatta kalması ve gelişimi üzerinde olumsuz etkiler yaratabilmektedir. Hukuk alanında çalışan kişiler; ellerinden geldiği ölçüde,

çocukları özgürlüğünden yoksun bırakma usulüne başvurmaktan kaçınmalı, bu usule yalnızca son çare olarak ve mümkün

olan en kısa süre için başvurulmasını sağlamalıdır.

Bir çocuğu etkileyen adli ya da idari bir kovuşturmada, ulusal kanunların usul kuralları doğrultusunda, doğrudan ya da

bir temsilci veya uygun bir kuruluş aracılığıyla, çocuğa görüşlerini ifade etme fırsatı sağlanır.

Çocuk Dostu Hukuki Yardım Hakkında Rehber İlkeler (s.8)UnıcefEcaro, Ekim 2018


Çocuklar; çocuğun yüksek yararına

aykırı olmadığı takdirde, adli sürece

aktif bir şekilde katılabilmeli; görüşlerini,

fikirlerini ve kaygılarını dile

getirebilmelidir. Bu hakkın hayata

geçirilmesi için adli işlemlerin çocuklara

göre düzenlenmesi gerekmektedir.

Süreç, tercih hakları ve bu hakların

olası sonuçları hakkında çocuklara

yeterli bilgi sağlanmalıdır. Çocuğun

sessiz kalma ve katılmama hakkı da

eşit derecede önemlidir.

Hukuk alanında çalışan kişiler, çocuğun

yaşını ve olgun düzeyini de hesaba

katmalıdır. Bu değerlendirme doğrultusunda,

çocuğun görüşlerine, fikirlerine,

kaygılarına ve tanıklığına

gereken ölçüde ağırlık verilmelidir.

Çocuk Hakları Komitesi 12. No’lu

Genel Yorumu'nda (2009) yaşın tek

başına bir çocuğun görüşünün önemi

konusunda belirleyici olamayacağını

açıklamaktadır. Çocuğun bilgisi, deneyimi,

çevresi, sosyal ve kültürel

beklentileri ve çocuğa sağlanan destek

düzeyi, hep birlikte, çocuğun bir

görüş oluşturma kapasitesini geliştirmesine

katkıda bulunmaktadır.

ÇOCUK KORUMA KANUNU,

TCK VE CMK KAPSAMIN-

DA KORUMA SÜRECİ

Adlî ve idarî merciler, kolluk görevlileri,

köy ve mahalle muhtarları, belediye

zabıta memurları, sağlık ve eğitim

kuruluşları, diğer kamu kurum ve

kuruluşlarının görevlileri, sivil toplum

kuruluşları ile bir çocuğun korunma

ihtiyacı olduğundan haberdar olanlar,

durumu il ve ilçelerdeki Aile,Çalışma

ve Sosyal Hizmetler müdürlüklerine

bildirmekle yükümlüdür. Çocuk veya

çocuğun bakımından sorumlu kimseler,

çocuğun korunma altına alınması

amacıyla il ve ilçelerdeki Aile,Çalışma

ve Sosyal Hizmetler müdürlüklerine

başvurabilir.

Çocuğun yararı göz önünde bulundurularak,

öncelikle kendi aile ortamında

korunmasının sağlanması ile yaşına

ve gelişimine uygun eğitim ve öğreniminin

desteklenmesini, kişiliğinin

ve toplumsal sorumluluğunun geliştirilmesini

sağlamaya yönelik Danışmanlık,

Eğitim, Bakım, Sağlık ve

Barınma tedbirinden ibaret olan Koruyucu

ve Destekleyici Tedbir kararları

Çocuk Mahkemesince verilmektedir.Bu

Kanunda düzenlenen koruyucu

ve destekleyici tedbirler, suça sürüklenen

ve ceza sorumluluğu olmayan

çocuklar bakımından, çocuklara

özgü güvenlik tedbiri olarak anlaşılır.

Derhâl korunma altına alınmasını gerektiren

bir durumun varlığı hâlinde

çocuk, sağlık kontrolü yaptırıldıktan

sonra Aile,Çalışma ve Sosyal Hizmetler

müdürlükleri tarafından bakım ve

gözetim altına alınır.Bu Kanunda düzenlenen

koruyucu ve destekleyici

tedbirler, suça sürüklenen ve ceza sorumluluğu

olmayan çocuklar bakımından,

çocuklara özgü güvenlik tedbiri

olarak anlaşılır.

Acil korunma kararının alınması için

Kurum tarafından çocuğun Kuruma

geldiği tarihten itibaren en geç beş

gün içinde çocuk hâkimine müracaat

edilir. Hâkim tarafından, üç gün içinde

talep hakkında karar verilir. Hâkim,

çocuğun bulunduğu yerin gizli

tutulmasına ve gerektiğinde kişisel

ilişkinin tesisine karar verebilir.

Acil korunma kararı alınıncaya kadar

geçen sürede çocuk; sosyal hizmetler

il müdürünün oluruna istinaden Aile,Çalışma

ve Sosyal Hizmetler müdürlüklerinin

hizmet modellerinden

yararlandırılır.

İşlenmekte olan bir suçu yetkili makamlara

bildirmeyen kişi, bir yıla kadar

hapis cezası ile cezalandırılır. İşlenmiş

olmakla birlikte, sebebiyet

verdiği neticelerin sınırlandırılması

halen mümkün bulunan bir suçu yetkili

makamlara bildirmeyen kişi, yukarıdaki

fıkra hükmüne göre cezalandırılır.

Mağdurun on beş yaşını bitirmemiş bir

çocuk, bedensel veya ruhsal bakımdan

engelli olan ya da hamileliği nedeniyle

kendisini savunamayacak durumda bulunan

kimse olması halinde, yukarıdaki

fıkralara göre verilecek ceza, yarı oranında

artırılır. Tanıklıktan çekinebilecek

olan kişiler bakımından cezaya hükmolunmaz.

Ancak, suçu önleme yükümlülüğünün

varlığı dolayısıyla ceza sorumluluğuna

ilişkin hükümler saklıdır.(TCK

278)

Fiili işlediği sırada on iki yaşını

doldurmamış olan çocukların ceza

sorumluluğu yoktur. Bu kişiler

hakkında, ceza kovuşturması yapılamaz;

ancak, çocuklara özgü

güvenlik tedbirleri uygulanabilir.

Fiili işlediği sırada on iki yaşını doldurmuş

olup da on beş yaşını doldurmamış

olanların işlediği fiilin hukukî anlam ve

sonuçlarını algılayamaması veya davranışlarını

yönlendirme yeteneğinin yeterince

gelişmemiş olması hâlinde ceza

sorumluluğu yoktur

Ancak bu kişiler hakkında çocuklara özgü

güvenlik tedbirlerine hükmolunur.

İşlediği fiilin hukukî anlam ve sonuçlarını

algılama ve bu fiille ilgili olarak davranışlarını

yönlendirme yeteneğinin varlığı

hâlinde, bu kişiler hakkında suç,

ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını

gerektirdiği takdirde on iki yıldan on beş

yıla; müebbet hapis cezasını gerektirdiği

takdirde dokuz yıldan on bir yıla kadar

hapis cezasına hükmolunur. Diğer cezaların

yarısı indirilir ve bu hâlde her fiil

için verilecek hapis cezası yedi yıldan

fazla olamaz. Fiili işlediği sırada on beş

yaşını doldurmuş olup da on sekiz yaşını

doldurmamış olan kişiler hakkında suç,

ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını

gerektirdiği takdirde on sekiz yıldan yirmi

dört yıla; müebbet hapis cezasını gerektirdiği

takdirde on iki yıldan on beş

yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.

Diğer cezaların üçte biri indirilir ve bu

hâlde her fiil için verilecek hapis cezası

on iki yıldan fazla olamaz.(TCK31)


Fiili işlediği sırada oniki yaşını doldurmuş olup da onbeş yaşını doldurmamış olanlar hakkında, TCK 66/1. fıkrada belirtilen

sürelerin yarısının; onbeş yaşını doldurmuş olup da onsekiz yaşını doldurmamış olan kişiler hakkında ise, üçte ikisinin geçmesiyle

kamu davası düşer.

Ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işlerde tutukluluk süresi en çok bir yıldır. Ancak bu süre, zorunlu hallerde gerekçeleri

gösterilerek altı ay daha uzatılabilir. Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde, tutukluluk süresi en çok iki

yıldır. Bu süre, zorunlu hallerde, gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam üç yılı, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun

İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dördüncü, Beşinci, Altıncı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar ile 12/4/1991

tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlarda beş yılı geçemez.Bu maddede öngörülen uzatma

kararları, Cumhuriyet savcısının, şüpheli veya sanık ile müdafiinin görüşleri alındıktan sonra verilir. Soruşturma evresinde

tutukluluk süresi, ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen işler bakımından altı ayı, ağır ceza mahkemesinin görevine

giren işler bakımından ise bir yılı geçemez. Ancak, Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dördüncü, Beşinci,

Altıncı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar, Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlar ve toplu olarak işlenen

suçlar bakımından bu süre en çok bir yıl altı ay olup, gerekçesi gösterilerek altı ay daha uzatılabilir.

Bu maddede öngörülen tutukluluk süreleri, fiili işlediği sırada on beş yaşını doldurmamış çocuklar bakımından yarı oranında,

on sekiz yaşını doldurmamış çocuklar bakımından ise dörtte üç oranında uygulanır.

30 Mart 2020'ye kadar suç işleyen çocuk hükümlülerin 15 yaşını dolduruncaya kadar cezaevinde kaldığı 1 gün, 3 gün; 18

yaşını dolduruncaya kadar kaldığı 1 gün ise 2 gün sayılacak.

Yaş küçüklüğü, akıl hastalığı veya akıl zayıflığı nedeniyle tanıklıktan çekinmenin önemini anlayabilecek durumda olmayanlar,

kanunî temsilcilerinin rızalarıyla tanık olarak dinlenebilirler. Kanunî temsilci şüpheli veya sanık ise, bu kişilerin çekinmeleri

konusunda karar veremez (CMK 45/2)

Tanıkların dinlenmesi sırasındaki görüntü veya sesler kayda alınabilir. Ancak mağdur çocukların, tanıklığında bu kayıt zorunludur

(CMK 52/3)

Mağdurun tanık olarak dinlenmesi halinde, yemin hariç, tanıklığa ilişkin hükümler uygulanır. İşlenen suçun etkisiyle psikolojisi

bozulmuş çocuk veya mağdur, bu suça ilişkin soruşturma veya kovuşturmada tanık olarak bir defa dinlenebilir. Maddî

gerçeğin ortaya çıkarılması açısından zorunluluk arz eden haller saklıdır.

Mağdur çocukların veya işlenen suçun etkisiyle psikolojisi bozulmuş olan diğer mağdurun tanık olarak dinlenmesi sırasında

psikoloji, psikiyatri, tıp veya eğitim alanında uzman bir kişi bulundurulur. Cumhuriyet savcısı veya hâkim tarafından ifade

ve beyanının özel ortamda alınması gerektiği ya da şüpheli veya sanık ile yüz yüze gelmesinde sakınca bulunduğu değerlendirilen

çocuk veya mağdurların ifade ve beyanları özel ortamda uzmanlar aracılığıyla alınır.

Türk Ceza Kanununun 103 üncü maddesinin ikinci fıkrasında düzenlenen suçlardan mağdur olan çocukların soruşturma evresindeki

beyanları, bunlara yönelik hizmet veren merkezlerde Cumhuriyet savcısının nezaretinde uzmanlar aracılığıyla alınır.

Mağdur çocuğun beyan ve görüntüleri kayda alınır. Kovuşturma evresinde ise ancak, maddi gerçeğin ortaya çıkarılması

açısından mağdur çocuğun beyanının alınması veya başkaca bir işlem yapılmasında zorunluluk bulunması hâlinde bu işlem,

mahkeme veya görevlendireceği naip hâkim tarafından bu merkezlerde uzmanlar aracılığıyla yerine getirilir. Mağdur çocuk

yargı çevresi ve mülkî sınırlara bakılmaksızın en yakın merkeze götürülmek suretiyle bu fıkrada belirtilen işlemler yerine

getirilir.(CMK 236)

Mağdur on sekiz yaşını doldurmamış, sağır veya dilsiz ya da meramını ifade edemeyecek derecede malûl olur ve bir vekili

de bulunmazsa, istemi aranmaksızın bir vekil görevlendirilir.(CMK 234/2)Sanık, on sekiz yaşını doldurmamış ise duruşma

kapalı yapılır; hüküm de kapalı duruşmada açıklanır. Sanığın yüzüne karşı suç ortaklarından birinin veya bir tanığın gerçeği

söylemeyeceğinden endişe edilirse, mahkeme, sorgu ve dinleme sırasında o sanığın mahkeme salonundan çıkarılmasına karar

verebilir.Sanık tekrar getirildiğinde, tutanaklar okunur ve gerektiğinde içeriği anlatılır.(CMK 200)

Zamanaşımı, tamamlanmış suçlarda suçun işlendiği günden, teşebbüs halinde kalan suçlarda son hareketin yapıldığı günden,

kesintisiz suçlarda kesintinin gerçekleştiği ve zincirleme suçlarda son suçun işlendiği günden, çocuklara karşı üstsoy veya

bunlar üzerinde hüküm ve nüfuzu olan kimseler tarafından işlenen suçlarda çocuğun onsekiz yaşını bitirdiği günden itibaren

işlemeye başlar.


Bir suça ilişkin delil elde etmek amacıyla,

mağdurun vücudu üzerinde dış

veya iç beden muayenesi yapılabilmesine

veya vücudundan kan veya benzeri

biyolojik örneklerle saç, tükürük,

tırnak gibi örnekler alınabilmesine;

sağlığını tehlikeye düşürmemek ve

cerrahî bir müdahalede bulunmamak

koşuluyla; Cumhuriyet savcısının istemiyle

ya da re'senhâkim veya mahkeme,

gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde

Cumhuriyet savcısı tarafından

karar verilebilir. Cumhuriyet savcısının

kararı, yirmidört saat içinde hâkim veya

mahkemenin onayına sunulur. Hâkim

veya mahkeme, yirmidört saat

içinde kararını verir. Onaylanmayan

kararlar hükümsüz kalır ve elde edilen

deliller kullanılamaz. Mağdurun rızasının

varlığı halinde, bu işlemlerin yapılabilmesi

için birinci fıkra hükmüne

göre karar alınmasına gerek yoktur.

Çocuğun soy bağının araştırılmasına

gerek duyulması halinde; bu

araştırmanın yapılabilmesi için birinci

fıkra hükmüne göre karar alınması

gerekir. Tanıklıktan çekinme

sebepleri ile muayeneden veya vücuttan

örnek alınmasından kaçınılabilir.

Çocuk ve akıl hastasının çekinmesi

konusunda kanunî temsilcisi

karar verir. Çocuk veya akıl hastasının,

tanıklığın hukukî anlam ve

sonuçlarını algılayabilecek durumda

olması hâlinde, görüşü de alınır.

Kanunî temsilci de şüpheli veya

sanık ise bu konuda hâkim tarafından

karar verilir. Ancak, bu hâlde

elde edilen deliller davanın ileri

aşamalarında şüpheli veya sanık

olmayan kanunî temsilcinin izni

olmadıkça kullanılamaz.(CMK 76)

Mevzuatımıza yeni giren Seri Muhakeme

Usulü ise yaş küçüklüğü ve akıl

hastalığı ile sağır ve dilsizlik hâllerinde

uygulanmaz.(CMK 250/12)

Çocuk Haklarına Dair Birleşmiş Milletler

Sözleşmesi, Avrupa Konseyi Çocukların

Cinsel Sömürüsü ve İstismara

Karşı Korunması Sözleşmesi ile Kadınlara

Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin

Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye

İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesinde

çocukların ve şiddet mağduru

kadınların adli süreçte korunmalarına

ilişkin tedbirlerin taraf devletlerce alınması

öngörülmüştür. Uluslararası alanda

ortaya çıkan gelişmeler, kabul edilen

sözleşmeler ve ülkemizde yapılan

bilimsel çalışmalar neticesinde yeni

adımlar atılması ihtiyacı ortaya çıkmıştır.

Bakanlar Kurulunca kabul edilen 2015-

2019 dönemine ilişkin Yargı Reformu

Stratejisi ile 2015-2019 dönemine ilişkin

Adalet Bakanlığı Stratejik Planında;

“Çocuk adalet sisteminde çocuğun

etkin korunması için gerekli önlemlerin

alınması ve kurumlararası işbirliğinin

güçlendirilmesi”, “Çocuklara yönelik

adli süreçlerde özel önlemlerin etkin

hâle getirilmesi”, “Aile içi şiddetle mücadelede

koruma ve soruşturmanın

etkinliğinin artırılması” hedef ve stratejilerine

yer verilmiştir. Bu kapsamda;

sadece boşanma ve çocuk kovuşturması

üzerine kurulu mevcut sistemin geliştirilerek

tüm kırılgan grupları kapsayacak

şekilde vaka yönetiminin uygulandığı,

hizmetin savcılık aşamasından

mahkeme aşaması neticelenene kadar

sunulduğu, bilgilendirme ve yönlendirme

hizmetinin etkin bir şekilde yerine

getirildiği yeni bir hizmet modeli ihtiyacı

ortaya çıkmıştır.

Ayrıca başta çocuklar olmak üzere

tüm kırılgan grupların adalete erişimlerinin

güçlendirilmesi, maddi hakikatin

ortaya çıkarılabilmesi ve ikincil

örselenmelerinin engellenebilmesi

için ifade ve beyan verme süreçlerinin

bu kişilerin mevcut fiziksel, zihinsel

ve psikolojik durumlarına uygun özel

ortamlarda yürütülmesi gerekmektedir.

AGO yönetmeliği ile; özel ortamlarda

ifade ve beyanlarının alınması gerektiği

veya fail ile yüz yüze gelmesinde

sakınca bulunduğu değerlendirilen

hallerde “çocuğun üstün yararı” ilkesi

gözetilmek suretiyle öncelikli olarak

mağdur, tanık ve suça sürüklenen çocuklar,

cinsel suç ve aile içi şiddet

suçu mağdurları ile diğer kırılgan gruba

dahil mağdurlarla uygun ortam ve

yöntemle görüşme yapılmasını, ikincil

örselenmenin önlenmesini, korunma

ihtiyaçlarının tespitini ve ilgili hizmetlere

yönlendirilmesini sağlamak

suretiyle adalete erişimlerinin güçlendirilmesine

katkı sağlamak amacıyla,

adliyeler bünyesinde özel bir alan olarak

adli görüşme odalarının kurulması,

işlerlik kazanması, ilgili personelin

görev, yetki ve sorumlulukları ile bu

odaların işleyişine ilişkin usul ve esasları

düzenlenmiştir. Bu kapsamda hazırlanan

yönetmeliğin amacı öncelikli

olarak çocuğun üstün yararı ilkesi

uyarınca çocuk dostu adli usullerin

işletilmesini, adli süreç içinde yer alan

mağdur, tanık ve suça sürüklenen çocuklar

ile cinsel suç, aile içi şiddet

mağdurları ve diğer kırılgan gruba

dahil mağdurlarla uygun ortam ve

yöntemle görüşme yapılmasını, ikincil

örselenmenin önlenmesini, korunma

ihtiyaçlarının tespitini ve ilgili hizmetlere

yönlendirilmesini sağlamak

üzere adliyeler bünyesinde özel bir

alan olarak adli görüşme odalarının

kurulması, işlerlik kazanması, ilgili

personelin görev, yetki, sorumlulukları

ile bu odaların işleyişine ilişkin usul

ve esasları düzenlemektir


2012/20 sayılı Başbakanlık Genelgesi ise Çocuk İzlem Merkezlerine ilişkin hazırlanıp yayımlanmıştır.

Çocuğun beden veya ruh sağlığına zarar veren ya da zarar verme riski taşıyan, fiziksel, duygusal, zihinsel veya cinsel gelişimini

olumsuz etkileyen durumlar, çocuğa karşı kötü muamele şeklinde tanımlanmaktadır. Kötü muamelenin istismar ya da

ihmal olmak üzere iki farklı boyutu bulunmaktadır. Ülkemizde istismara uğrayan çocuk ve/veya ailesi, yaşanan olumsuzlukları

pek çok sebeple gizleme eğilimindedir. Bu sebeple de istismara uğrayan çocuğa verilmesi zorunlu olan hukuki, tıbbi, ruhsal

ve sosyal destek aksayabilmektedir.

Mağdur çocukların; kolluk kuvvetleri, adli merciler ve sağlık kurumları tarafından ayrı ayrı değerlendirilmesi ve bu süreçte

yaşadıklarını defalarca dile getirmek zorunda bırakılması, gizliliğin yeterince sağlanamaması, ilgili kurumlarda çocukla görüşme

yapanların; çocuğun ruhsal durumunu gözeterek görüşme yapabilecek yeterlilikte.eğitime.sahip.olmaması

halinde, çocuğun.uğradığı travma şiddetlenmektedir

Yukarıda belirtilen hususlar dikkate alınarak; çocuk istismarının önlenmesi ve istismara uğrayan çocuklara bilinçli ve etkin

bir şekilde müdahale edilmesi amacıyla, öncelikli olarak cinsel istismara uğramış çocukların ikincil örselenmesini asgariye

indirmek, adli ve tıbbi işlemlerin bu alanda eğitimli kişilerden oluşan bir merkezde ve tek seferde gerçekleştirilmesini temin

etmek üzere; Sağlık Bakanlığına bağlı hastaneler/kurumlar bünyesinde Çocuk İzlem Merkezlerinin (ÇİM) kurulması ve bu

merkezlerin işleyişinin Sağlık Bakanlığınca koordine edilmesi gerekli görülmüştür.

CMK 236. Maddesinde yapılan değişiklikle maalesef Çocuk İzlem Merkezinin kullanımı sadece TCK 103. maddenin ikinci

fıkrasıyla sınırlandırılmıştır.bu durum eşitlik ilkesiyle bağdaşmamakta ayrıca çocukların üstün yararına da aykırılık teşkil etmektedir.

Bütün cinsel suçlar bakımından bir kapsam düzenlenmiş olsaydı çocuk odaklı bir yaklaşım söz konusu olabilecekti.

ÇKK 4 maddesinde yer alan temel ilkeler ile bağdaşmamaktadır.

Çocuklarla ilgili kolluk görevi, öncelikle kolluğun çocuk birimleri tarafından yerine getirilir. Kolluğun çocuk birimi, korunma

ihtiyacı olan veya suça sürüklenen çocuklar hakkında işleme başlandığında durumu, çocuğun veli veya vasisine veya çocuğun

bakımını üstlenen kimseye, baroya ve Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığına, çocuk resmî bir kurumda kalıyorsa

ayrıca kurum temsilcisine bildirir. Ancak, çocuğu suça azmettirdiğinden veya istismar ettiğinden şüphelenilen yakınlarına

bilgi verilmez.

Çocuk, kollukta bulunduğu sırada yanında yakınlarından birinin bulunmasına imkân sağlanır. Kolluğun çocuk birimlerindeki

personeline, kendi kurumları tarafından çocuk hukuku, çocuk suçluluğunun önlenmesi, çocuk gelişimi ve psikolojisi, sosyal

hizmet gibi konularda eğitim verilir. Çocuğun korunma ihtiyacı içinde bulunduğunun bildirimi ya da tespiti veya hakkında

acil korunma kararı almak için beklemenin, çocuğun yararına aykırı olacağını gösteren nedenlerin varlığı hâlinde kolluğun

çocuk birimi, durumun gerektirdiği önlemleri almak suretiyle çocuğun güvenliğini sağlar ve mümkün olan en kısa sürede Aile,

Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığınateslim eder.(ÇKK 31. Madde)

Çocuk Koruma Kanununun uygulanmasında, çocuğun haklarının korunması amacıyla; a) Çocuğun yaşama, gelişme, korunma

ve katılım haklarının güvence altına alınması, b) Çocuğun yarar ve esenliğinin gözetilmesi, c) Çocuk ve ailesinin herhangi bir

nedenle ayrımcılığa tâbi tutulmaması, d) Çocuk ve ailesi bilgilendirilmek suretiyle karar sürecine katılımlarının sağlanması, e)

Çocuğun, ailesinin, ilgililerin, kamu kurumlarının ve sivil toplum kuruluşlarının işbirliği içinde çalışmaları, f) İnsan haklarına

dayalı, adil, etkili ve süratli bir usûl izlenmesi, g) Soruşturma ve kovuşturma sürecinde çocuğun durumuna uygun özel ihtimam

gösterilmesi, h) Kararların alınmasında ve uygulanmasında, çocuğun yaşına ve gelişimine uygun eğitimini ve öğrenimini,

kişiliğini ve toplumsal sorumluluğunu geliştirmesinin desteklenmesi, i) Çocuklar hakkında özgürlüğü kısıtlayıcı tedbirler

ile hapis cezasına en son çare olarak başvurulması, j) Tedbir kararı verilirken kurumda bakım ve kurumda tutmanın son çare

olarak görülmesi, kararların verilmesinde ve uygulanmasında toplumsal sorumluluğun paylaşılmasının sağlanması, k) Çocukların

bakılıp gözetildiği, tedbir kararlarının uygulandığı kurumlarda yetişkinlerden ayrı tutulmaları, l) Çocuklar hakkında yürütülen

işlemlerde, yargılama ve kararların yerine getirilmesinde kimliğinin başkaları tarafından belirlenememesine yönelik

önlemler alınmasıilkeleri gözetilir.

ÇAÇAv. Genel Koordinatörü

Av. Şahin ANTAKYALIOĞLU


Sosyal medyayı aktif kullanmanın size sağladığı yararlar ya da olumsuzluklar nelerdir?

Sosyal medyayı aktif kullanmamın yararları arasında; birçok insana ulaşmak, fikirlerimi, düşüncelerimi iletmek

yer alabilir.Çok güzel arkadaşlıklar,dostluklar da edindim sosyal medya sayesinde.Bu anlamda çok büyük yararları

oluyor.İş anlamında çok büyük yararı oldu diyemem.Yaptığım veya çalıştığım alanla da ilgili olabilir.Bazı meslektaşlar

çok daha iyi kullanıyor ve kazanca dönüştürüyor olabilir ama benim sosyal medya üzerinden herhangi bir

kazancım olmadı bugüne kadar.Ciddi bir kazancım olmadı.Öyle bir müvekkil portföyüm yok.Zararları anlamında

hedef haline geliyorsunuz.Hasta seviyesinde saplantılı çok insan sosyal medyada kendine yer bulabiliyor,onların

hedefleri haline gelebiliyorsunuz.İnsanlar sosyal medyada herhangi bir kıstas ve seviye ayrımı olmadığı için herkes

her şeye istediği gibi yazabiliyor.Normal günlük hayatta söylemediği,söyleyemeyeceği şeyleri sosyal medyada

söyleyebileceğini veya ifade edebileceğini düşünüyor insanlar.Bu nedenle hedef olmak veyahut bütün insanların

hedefinde yer almak bazen rahatsız edebiliyor.

Üniversiteyi Erzincan’da okumuş

olmak akademik başarınızı

nasıl etkiledi?

Akademik bir başarım yok.

Yüksek lisans veya doktora

yapmadım. Sadece kapsamlı ,

sertifikalı bir spor hukuku programına

katılmıştım bir de Boğaziçi

Üniversitesinde bir organizasyona

katılmıştım.Akademik

olarak başarılı olan arkadaşlarımız

oldu.Bizim dönemlerden

sonrasında oldu ama akademik

bir kariyer hiç planlamamıştım.Genelde

bizim mezunlar,bizim

döneme ait mezunlar

hakim- savcı oldular.Avukat

olan da çok az bizde

Hukuk alanına olan yoğun talebi

nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hukuk hemen, hemen her dönemde

tercih edilen bir alan oldu. Yani antik

çağlardan beri hukuk önemli.

Konuşmasını bilen adam anlamını

taşır, özellikle avukat kelimesi. Güzel

konuşan demek yanlış hatırlamıyorsam,

güzel konuşan demek Yunancada.

Bu anlamda insanlar bu

öğretiyi öğrenmek istiyor,hukuk

eğitimini öğrenmek istiyor. Burada

bir problem görmüyorum. Daha çok

insanın hukuk okumasında bir sakınca

görmüyorum ama meslek seçimi

konusunda bir kıstas, değerlendirme

olmalı. Herkes belki ben

de dahil avukat olmamalı, belirli

sınav ve aşamalardan geçmeli.

Üniversitede sosyal anlamda

kendinizi geliştirecek ve bize

önerebileceğiniz faaliyetleriniz

nelerdir?

Erzincan’da kitap ve teorinin

içine dalmak dışında fazla bir

alternatifimiz olmadığı için öğrenci

olarak akademik anlamda

gelişmemize, teorik anlamda

gelişmemize müsait bir mecraydı.

Her meslek gibi avukatlığında

bazı zorlukları olabilir, sizi en

çok zorlayan olay neydi?

Haksız kararlar,adaletsiz kararlar hep

zorluyor,hep üzüyor, bizi yaralıyor

ama beni genelde en zorlayan yine de

birlikte çalıştığım insanlardan ayrılma

evresidir.Kötü ayrıldığım pek kimse

yoktur ama ayrılmayı sevmiyorum.O

tür ayrılıkları da sevmiyorum hele bugünlerdeki

zaruri ayrılığı hiç sevmiyorum.


Sizce iyi bir avukatta bulunması gereken özellikler

nelerdir?

Bir avukatta bulunması gereken özellikler ya alaylı olarak

öğrendiklerimizi söyleyebilirim.Tabii ki iyi bir avukatın

tanımlaması da tam olarak yapılmış değil ama başarılı

veyahut ekonomik olarak, finansal olarak başarılı

büroların neler yaptığını incelemek yine metodolojinin

konusu olabilir.Metodoloji dersinin belki dönemlik olarak

aldığımız,üniversitede önemli bir ders sonradan öğrenilebilir.Neler

olabilir,iyi bir disiplin,çalışma metodolojisi,güvenilirlik,dürüstlük,bilgi,teorik

bilgi,sosyal çevre,yetenekler;işte

dil bilgisi,akıcı konuşma,bir sürü şey

bir sürü faktör.Bunlar hepsi bir araya gelirse çok çok iyi

bir avukat ortaya çıkar diye düşünüyorum.

Meslek seçim süreciniz nasıl oldu, bu süreçte

sizi yönlendiren olaylar yaşadınız mı?

Meslek seçerken ve üniversiteye girerken de

hep aynı.Avukat olmayı düşündüm hiç hakim,savcı

veya başka bir alan düşünmedim.O

kadar odaklıydım.Avukatlık sınavı olsa yine

avukat olurdum.Bu anlamda çok kararlı şekilde

ilerledim meslek için.Hatta okulda şöyle

bir konuşmamız vardı belki hocamız hatırlamaz

Caner Hoca.Okulu da sene olarak uzattığım

bir gün yanına uğramıştım."Oğlum demişti:Sen

ne olmak istiyorsun? İşte avukat

olmak istiyorum.Sen dedi avukat ol.Hakim

savcı da olabilirsin.Uzatmış olman da önemli

değil.Uzatıp da hakim savcı olan da çok var

ama sen iyi bir avukat olursun avukat ol dedi."Benim

için önemliydi Caner Hocamın kıymetli

görüşleri.

Görüşlerinizi açık olarak belirtmekten çekinmeyen bir insansınız. Görüşlerinizden dolayı mesleğinizin

olumsuz etkilendiği durumlar oluyor mu?

Görüşlerimi olabildiğince özgür ifade etmeye çalışıyorum ama nereye kadar ? Yani aklınıza gelen şeyi silip silip

yazıyorsanız tam anlamıyla bir özgürlükten bahsedemezsiniz.Doğrudan hiç kişilere yönelik eleştirilerim,hedeflerim

olmaz.Genelde sistemsel eleştirilerim var.Mesleğe zarar verdiğini hiç düşünmüyorum.Hiç müvekkil

portföyümden veya müvekkilim olacak bir kimseden siz sosyal medyada şunu yaptınız bu nedenle size davamı

vermiyorum veya dosyamı geri çekiyorum diyen olmadı fakat genelde ben tepkiyi aykırı görüşlerim nedeniyle belki

işte reklam yasağı,şubeleşme,meslek odalarına eleştirilerim nedeniyle genelde meslektaşlarımdan çok yoğun

tepki görüyorum.Vatandaştan gördüğüm tepki o seviyede diyemem.


HUKUK DEVLETİ

Sibel Suiçmez 02

ekim 2016 Tarihinde

gerçekleştirilen

Trabzon Barosu seçimlerinde

baro başkalığına

seçilmiştir.

Anayasamızın 2. Maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma

ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı,

başlangıçta belirtilen ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir”

hükmü yer almaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin HUKUK DEVLETİ olduğu

belirtilmiş ve hukuk devletinin çerçevesi demokratik, laik ve sosyal nitelikleriyle de

tanımlanmıştır.

Hukuk devleti ilkesi; tarihi süreçte yaşanan siyasal, ekonomik ve sosyal olguların

çatışması sonucunda ortaya çıkmıştır. Gücü eline geçiren İdareler bireysel hak ve

özgürlükleri acımasızca ortadan kaldırmaya yönelmişlerdir. Tam da bu noktada

yönetimde keyifliği kaldırma çabası ve mücadelesinden hukuk devleti ilkesi doğmuştur.

Yönetimlerin keyfi idareleri, bireylerin hak ve hukuklarını tanımaz hale gelmiştir. Bireyin

özgür ve onurlu bir yaşam sürmesine yönetimlerin keyfi tutumlarının engel olması

karşısında; bireyin özgürlüğü ve temel hak ve özgürlüklerinin ancak yönetimin hukuka

uymasıyla mümkün olacağı görülmüştür. Bunun sonucunda yönetimin hukuka uymaya

nasıl zorlanabileceği tartışılmış ve yönetimlerin ancak kurumsal garantiler

mekanizmalarıyla hukuka uyacakları sonucuna varılmıştır.

1923 yılında kurulan

ve Cumhuriyetimizle

yaşatılan

Trabzon Barosunun

ilk kadın başkanı olmuştur.

Ancak bu noktada yönetimin hangi hukuka uyacağı sorusuna cevap aramaya çalışılmıştır.

Hukuk felsefesi alanında yapılan bu tartışmalardan hukuk devleti prensipleri ortaya çıkmıştır.

Maddi devleti, usuli devleti ve pozitivist hukuk devleti anlayışları farklı ilkelerin altını

çizmiştir. Bunların sonucunda temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması, öngörülebilirlik

ve eşitlik ilkeleri, hukukun genelliği, belirliliği, çelişmemesi, geçmişe yürümemesi,

mahkemece suçluluğu sabit oluncaya kadar hapsedilmemesi, herkesin olağan mahkemelerde

yargılanması, hukuk güvenliği gibi bir dizi hukukun evrensel ilkeleriyle idarenin yetkilerine

sınır getirilmiştir. Yargının bağımsız olması, kanunların geleceğe yönelik açık ve anlaşılabilir

olması, kanunların istikrarlığı, özel düzenlemelerin genel kurallara uygun olması, yargıya

ulaşma hakkı, adil yargılanma hakkı gibi kavramlar devleti bireyin hak ve özgürlüklerini

sağlamaya ve keyfi uygulamalardan kaçınmaya zorlamaktadır.


Hukuki güvenlik ve belirlilik ilkeleri Hukuk devletinin temel ilkelerinden ve ön koşullarındandır. Kanuni düzenlemelerin,

kişiler ve idare yönünden tereddüte ve şüpheye düşülmeyecek şekilde anlaşılabilir, açık ve uygulanabilir

olmasını ve aynı zamanda kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu tedbirleri de içermesi olan

belirlilik ilkesi; ayrıca hukuki güvenlikle de bağlantılıdır. Bireyler hangi somut eylem ve olguya hangi hukuki

müeyyidenin uygulanacağını ve bunların idareye hangi müdahale yetkisini verdiğini bilmelidir. Bu nedenle; hukuk

güvenliği; normların öngörülebilir olmasını, bireyin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güvenmesini, devletinde

bu güven duygusunu zedelemeden yasal düzenlemelerde bulunmasını gerektirir.

Hukuk devleti, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu, adaletli bir hukuk düzeni kuran, bunu sürdürmekle

yükümlü sayan, bütün işlemleri yargı denetimine bağlı olan devlettir. Hukuk devleti ilkesi; devletin tüm organlarının

üstünde hukukun mutlak egemenliğinin bulunmasını, yasamanın da her zaman kendini hukukun üstün ve

evrensel kurallarıyla kendini bağlı görmesini gerektirir. Yasa koyucu, yasa yaparken hukuk devleti ilkesine bağlı

olarak hareket etmek zorundadır.

Burada sorulması gereken başka bir soru da hukuk devleti ilkesi var diye, hukuk devleti ve demokrasi ilişkilerinin

sadece siyasilerin eline bırakılıp, bırakılmayacağıdır. Kuvvetler ayrılığı ilkesi ile hukuk devletinin sadece siyasilere

bırakılmayacağı vurgulanmaktadır. Kuvvetler ayrılığı demokrasi ve hukuk devleti mücadelesinde önemli bir

ilkedir. Bu noktada tarafsız ve bağımsız yargının ve yargının kurucu unsuru olan avukatların hukukun üstünlüğünü

sağlamaktaki rolleri önemli hale gelmektedir. Hukuk devletinin bireyin özel alanına müdahale etmesinin sınırları

Anayasamız ve uluslararası sözleşmelerle belirlenirken, kişi güvenliği ve özgürlüğünün teminatı tarafsız ve

bağımsız yargı, bağımsız savunmanın ve hak aramanın temsilcisi olan Avukatlardır. Yargının bir şekilde yürütme

tarafından baskıya alınabileceği düşünüldüğünde, kişi hak ve özgürlüklerinin ve hukuk devletinin savunmasının

avukatlar tarafından yapılmakta olduğu görülmektedir. Avukatlar gücünü meslek geleneklerinden, temel hak ve

özgürlüklerden ve en önemlisi temsil ettikleri halktan alırlar. Avukatlık mesleğinin temeli hukukun varlığıdır. Demokratik

hukuk devleti ilkesi avukatların ve Baroların varlık temelidir. Avukatlar amasız, her zaman ve her durumda

insan hak ve özgürlüklerini, hukukun üstünlüğünü savunmak ve hukuk devleti taleplerini dile getirmek

durumundadırlar. Hak ve özgürlük savunucusu olan Avukatlar her zaman demokrasi ve hukuk devleti mücadelesinin

öncüsü olmalıdırlar. Avukatların bağlı bulunduğu Barolar da yasa gereği insan hak ve özgürlüklerinin ve

hukuk devletinin savunucusu olmak zorundadırlar. Bu nedenle herkesin susabildiği, susturulabildiği durum ve

zamanlarda dahi avukatlar ve Barolar konuşmak, demokrasiyi, hukuk devletini, insan hak ve özgürlüklerini savunmakla

görevlidirler.

Bir hukukçunun ışığı evrensel hukuk kuralları, insan hak ve özgürlükleri olmalıdır.

Biz avukatların ve hukukçuların sayesinde; eşitliğin, özgürlüğün, adaletin sağlandığı, Anayasamızda belirtildiği

gibi demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olabilmeyi biz avukatların ve hukukçuların; demokrasi, hukukun

üstünlüğü, temel hak ve özgürlükler konularında vereceğimiz hukuk mücadelesiyle sağlayabileceğimize inanıyorum.

Av. Sibel SUİÇMEZ

TRABZON BAROSU BAŞKANI


COVİD 19 NEDENİYLE DURAN ADLİ SÜRELER VE OLASI ETKİLERİ

Ankara'da doğdu.

İlk, orta ve lise öğrenimini

Trabzon'da tamamladı.

Dokuz Eylül Üniversitesi

Hukuk Fakültesi'nde

okudu. Ardından

yatay geçişle Ankara

Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden

mezun oldu

2015 yılından bu yana

Trabzon Barosu

Stajyer avukatlarına

danışmanlık vermektedir.

2016 - 2018 ve 2018 -

2020 yıllarında görev

yapmak üzere Trabzon

Barosu Olağan Genel Kurulu'nda

iki kez Baro Yönetim

Kurulu'na seçilmiştir.

Kadın Haklarından

ve Staj eğitiminden

sorumlu yönetim kurulu

üyesidir. Aile, İdare,

Vergi, Ceza, Kişisel Verilerin

Korunması Hukuku

alanları başta olmak üzere,

şirket danışmanlığı ve

bireysel danışmanlık hizmetlerini

ve Kasım

2018'den bu yana konkordato

komiserliği faaliyetini

sürdürmektedir.

30 Nisan 2020 tarih ve 31114 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan Yargı

Alanındaki Hak Kayıplarının Önlenmesi Amacıyla Getirilen Durma Süresinin

Uzatılmasına Dair Cumhurbaşkanlığı Kararı ile durma süresi 15.06.2020

tarihine kadar uzatıldı.

Dilerseniz önce durmaya ilişkin düzenlemeyi hatırlayalım,

26 Mart 2020 tarih ve 31080 sayılı Mükerrer Resmi Gazete’de yayınlanan

Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair 7226 sayılı Kanun’un Geçici

1 Maddesi ile;

“Covid-19 salgın hastalığının ülkemizde görülmüş olması sebebiyle yargı

alanındaki hak kayıplarının önlenmesi amacıyla;

Dava açma, icra takibi başlatma, başvuru, şikâyet, itiraz, ihtar, bildirim,

ibraz ve zamanaşımı süreleri, hak düşürücü süreler ve zorunlu idari

başvuru süreleri de dâhil olmak üzere bir hakkın doğumu, kullanımı

veya sona ermesine ilişkin tüm süreler; 6/1/1982 tarihli ve 2577 sayılı İdari

Yargılama Usulü Kanunu, 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi

Kanunu ve 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu

ile usul hükmü içeren diğer kanunlarda taraflar bakımından belirlenen

süreler ve bu kapsamda hâkim tarafından tayin edilen süreler ile arabuluculuk

ve uzlaştırma kurumlarındaki süreler 13/3/2020 (bu tarih dâhil) tarihinden,

9/6/1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu ile takip hukukuna

ilişkin diğer kanunlarda belirlenen süreler ve bu kapsamda hâkim veya icra ve

iflas daireleri tarafından tayin edilen süreler; nafaka alacaklarına ilişkin icra

takipleri hariç olmak üzere tüm icra ve iflas takipleri, taraf ve takip işlemleri,

yeni icra ve iflas takip taleplerinin alınması, ihtiyati haciz kararlarının

icra ve infazına ilişkin işlemler 22/3/2020 (bu tarih dâhil) tarihinden,

itibaren 30/4/2020 (bu tarih dâhil) tarihine kadar durur.”şeklinde düzenleme

yapılmış idi

Kanunda bu sürelerin, - tekrara mahal

vermemek için bundan böyle

“adli süreler” olarak belirteceğim -

salgının devam etmesi durumunda

altı ayı geçmemek üzere Cumhurbaşkanınca

uzatılabileceği de düzenlenmişti.

Yapılan resmi açıklamalarla

11 Mart 2020 tarihinden bu yana

ülkemizde de görüldüğü anlaşılan

Coronavirüs’e bağlı Covid 19 Salgını

tüm akışı olumsuz etkiledi. Bu süreçte,

mesai saatleri içinde en yüksek

insan sirkülasyonun yaşandığı kurumlardan

biri de adliyeler olduğundan,

salgının yayılmasını önlemek,

bu sırada alınacak diğer tedbirlerle

de uyumlu olmak amacıyla adli sürelerin

durdurulması bir bakıma kaçınılmaz

ve hak kayıplarını önlemek

amacıyla doğru da oldu.

Devamında belli yaş grupları için

getirilen sokağa çıkma kısıtlamasına

dair tedbirler, Sağlık Bakanlığı ve

ilgili kurumlar aracılığı ile yapılan

“Evde Kal, Hayat Eve Sığar” kampanyaları,

maske elde etmenin güçlüğü

ile avukat veya avukatlık bürolarında

çalışanların ulaşım için toplu

taşıma araçları kullanacak olmasının

yarattığı risk de dikkate alınarak pek

çok avukatlık bürosu bugün fiziki

olarak kapalı bulunmaktadır.

Bir yandan ihracat ya da üretim

yapan fabrikalar, çoğu inşaat

şantiyesi kalabalık ve bir arada çalışıyor

olmasına rağmen faaliyetlerine

devam ederken, günümüz yaşam hızına

zaten yetişemeyen adli faaliyetlerin

durdurulması, en temel insan

haklarından biri olan adil yargılanma

hakkına ulaşımı engellemektedir.


Teknolojinin vermiş olduğu imkanlar, UYAP sisteminin varlığı, avukatlık hizmetlerinin dijital çağa uyum sağlamaya

başlaması ile bir avukatın elektronik veya mobil imza ile dünyanın herhangi bir yerinden, günün herhangi bir

saatinde dava açabilmesi, dosyalarını takip edebilmesi ve evrak sunabilmesi mümkün.

Öte yandan adli sürelerin önce 30 Nisan’a, devamında da 15 Haziran’a uzatılması, gerçekten de 15 Haziran’da

çalışmaya başlanabilecek mi sorusunu akla getiriyor. Resmi olarak 15 Haziran olarak görünen bu süre, Haziran’da yayınlanması

muhtemel ve hakimlerin görev yeri değişikliklerini düzenleyen Haziran kararnamesi ile pek çok hakimin

görev yerinin değişeceği, eski görev yerlerinde ilişik kesmeleri, yeni görev yerlerinde yeni bir düzen kurmaları (ev bulma/eşya

taşıma/çocuk varsa okul kaydı vb), görev yeri değişikliği olmayan hakim ve kalem personelinin yıllık izin

haklarını kullanacakları, bu sırada 20 Temmuz – 01 Eylül arasında adli tatil nedeniyle zaten pek çok adli işlemin yapılmayacağı

düşünüldüğünde, adli işlemlerin 01 Eylül 2020 itibariyle bir ivme kazanamayacağı muhakkaktır. Çoğu büyük

şehirde duruşma günleri 2021 yılına verilmeye başlanmıştır. 11 Mart – (en iyi ihtimalle) 01 Eylül 2020 düşünüldüğünde

resmi düzenlemelerde (13 Mart – 15 Haziran) 3 ay gibi görünen resmi durma süresi, fiilen 6 ayı rahatlıkla bulacaktır.

Buna Trabzon özelinde yaşanan bazı talihsizlikleri de eklersek, adalete ulaşmanın ne kadar geciktiğini ve zorlaştığını

ifade etmekte haksız sayılmayız diye düşünüyorum. 15 Temmuz 2016’da yaşanan hain darbe girişiminin ardından

pek çok şehirde olduğu gibi Trabzon’da da çok sayıda hakim görevden alınmış ve meslekten ihraç edilmişti. 20

Temmuz 2016 tarihinde, ben taa fakültede okurken kanuna eklenen ancak uygulaması ertelenen İstinaf – Bölge Adliye

Mahkemeleri’nin açılması nedeniyle görevdeki pek çok hakim Bölge Adliye Mahkemeleri’ne atanmıştı. Yeni hakimlerinin

atanması, göreve başlaması, dosyalara alışması derken, çoğu dosyada uzun süre işlem yapılamamış, 2019 yılında

Trabzon Bölge Adliye Mahkemesi’nin göreve başlayacak olması ile merkezden pek çok hakim ve kalem personeli bu

defa Trabzon İstinaf’a atanmıştı. Sırf bu sebeplerle neredeyse 4. Yılına yaklaştığınız bir boşanma davanız olduğunu

düşünün, hayatınıza devam edemiyor, düzen kuramıyorsunuz. Ya da alacak davanızın bir türlü sonuçlanmadığını,

borçlunun mal kaçırdığını, ancak dava bitmeden pek bir şey yapamadığınızı düşünün. Korkunç değil mi!

Hal böyle iken, insanın en temel ve en hızlı şekilde karşılanması gereken adalet ihtiyacı sistemdeki aksaklıklar nedeniyle

bir bakıma günümüz yaşam hızına göre geri kalmışken, bu durma süreleri ile neredeyse hiç karşılanamaz hale

geldi. Öyle ki, 15 Haziran 2020 tarihine kadar nafaka dışında, icra takibi dahi açamıyorsunuz. Alacağınız var, alamıyorsunuz.

Covid etkileri nedeniyle tüm dünya piyasalarında yaşanan ve daha da kötüye gideceği öngörülen durgunluk

nedeniyle pek çok şirketin batacağı, pek çok kişinin işsiz kalacağı, ödeme gücünün olmayacağı değerlendirildiğinde

bundan sonra icra takibi açılsa da tahsil edilip edilemeyeceği tam bir muamma. Tüm bunların yaratacağı ve süre gelen

“adalet açlığı”nın ihkak-ı hak (insanların kendi haklarını kendilerinin şiddet kullanarak sağlamaya çalışması) ve kaosu

beraberinde getireceği muhakkak. Daha da korkunç değil mi!

O halde, pek çok sektörde Covid 19’a ilişkin önlemler alındığı gibi, adli hizmetlerde de “Yeni Normal”e uyum

için ivedilikle hazırlık yapılmalı, projeler geliştirilmelidir. Birkaç öneriyi burada sıralayalım:


Karar aşamasına gelmiş, sözlü yargılama günü verilmiş

veya verilebilecek durumda olan (tüm deliller toplanmış,

tamamlanmış, sadece karar verilmeyi bekleyen)

dosyalara ilişkin duruşma günü verilebilir. Duruşma

salonları çoğu adliyede sosyal mesafeye uygun

olarak düzenlendiğinden, salona hakim, katip,

taraf vekilleri ve gerektiğinde mübaşir dışında kimse

alınmayarak en azından uzun zamandır bekleyen bu

dosyaların karara çıkması sağlanabilir.

Hakimlerce, dosyalara yalnızca duruşma günü vermek

yerine, taraf vekillerinin de taleplerine göre dosyanın

gerektirdiği işlemler yapılabilir. Örneğin dosyanın

itiraz üzerine rapora gönderilmesi gerekiyorsa,

rapora gönderilmesi, yazışmalarla celbi gereken tapu

kaydı, banka kaydı, HTS kaydı gibi evrak varsa bu

yazışmaların yapılması, taraf teşkili, tebligat, yurtdışı

tebligat veya benzeri işlemlerinin yapılması durdurulan

sürenin yaratacağı zaman kaybını önemli

ölçüde giderecektir.

UYAP sistemi kolaylaştırılarak, her bir evraka tek tek

girme gerekliliği yerine, dijital sayfa uygulaması

getirilebilir. Böylece dosya inceleme, evrak bulma

kolaylaşacaktır.

UYAP’ta yapılan dosya sorgusu kısıtlamaları kaldırılabilir.

Bu süreçte mal kaçırmanın engellenmesi için TBK’da

düzenlenen ön ödeme, HMK’da düzenlenen ihtiyati

haciz, ihtiyati tedbir gibi geçici hukuksal korumaların

etkin olarak uygulanması veya yeni önlemler

alınması daha sonra doğacak tasarrufun iptali, muvazaa

nedeniyle tapu iptali ve tescil gibi davaları

önemli ölçüde azaltabilir.

Yargıda hedef süre uygulamasına ilişkin yeni tedbir ve

uygulamalar getirilebilir. Kalem personelinin sayı

ve niteliklerinin arttırılması, yeni başlayacak hakimlerin

niteliklerinin arttırılması iş yoğunluğunun gerektirdiği

bölgelerde ilgili mahkemelerin yeni dairelerinin

ivedilikle kurulması da hedef süre uygulamasına

paralel düşünülmelidir.

Hakim ve kıdemli kalem personelinden görüş alınarak

yapılacak bir çalışma ile tespit edilecek, usul

kurallarının bilinmemesi nedeniyle vatandaşın hak

kaybına uğradığı Aile, İş, Ticaret, Asliye Hukuk

Mahkemelerinin alanına giren davalar ile taraf

teşkilinin zor olduğu, çok sayıda davacı ve/veya

davalının bulunduğu dosyalar başta olmak üzere,

belirlenecek davaların yalnızca avukatlar tarafından

takip edilmesi zorunlu hale getirilebilir. Avukatla

takibin zorunluluk olacağı bu durumlarda,

avukatlık ücretlerinin adli yardım ödeneklerinden

veya SGK kesintileri ile oluşturulacak bir fondan

karşılanması sağlanabilir.

Bu ve benzeri önlemlerin Barolar, HSK,

kalem personeli, başka ifade ile adaleti sağlamak

üzere çalışan kişilerin önerileri ile geliştirilerek,

vakit geçirmeksizin uygulamaya konulması

yargıda hedef süre uygulamasına da katkı

sağlayacak, her şeyden önemlisi temel insan

hakkı ve ihtiyacı olan adalete erişime önemli bir

katkı sağlayacaktır..

Daha sağlıklı ve daha adil

günlerde yeniden görüşmek dileğiyle...

AV.HANDE BURMA


HUKUK KLİNİKLERİNE GENEL BİR BAKIŞ

Klinik deyince aklımıza ilk gelen şey nedir? Genellikle aklımıza hastane muayene ve

tıp öğrencileri geliyor. Kliniğin Türk dil kurumundaki birinci anlamına baktığımızda

‘hastanın bakıldığı muayene edildiği yer’; ikinci anlamı ise ‘Hekim olacak öğrencilerin

hasta başında uygulamalı olarak ders gördükleri hasta koğuşu’.Oysaki biz

hukuk kliniği derken kliniğin yaparak öğrenmek anlamını kullanmaktayız.Klinikleri

hukukçular icat etmedi. Aksine aklımıza gelebilecek her türlü

sosyal ve fen bilim dalının kliniği yapılabilir çünkü klinik çok etkin bir uygulamalı

eğitim metodudur.

Peki hukuk klinikleri nasıl ve nerde ortaya çıktı? 1932 yılında Yale Üniversitesinde

araştırma görevlisi olarak çalışan ve aynı zamanda avukat olan Jerome N.

Frank Amerika’daki hukuk eğitimini eleştiren bir makale yazdı. Yazdığı makalede

hukuk fakültelerinin hukuk uygulayıcısı olan avukat ya da hakim yetiştirmekten

çok akademisyen eğitecek şekilde ders verdiğini çünkü dersleri veren

hocaların genellikle hayatlarında hukukun uygulama alanında hiç bulunmamış

akademisyenler olduğunu belirtti. Tıp eğitimi ve hukuk eğitimini karşılaştırdığı

makalesinde ‘ Hukuk öğrencilerine de hukuki ameliyatları görmeleri için imkan

tanınmalı’ diye vurguladı. Ancak hukuk klinikleri kurma düşüncesinin ilk kez 1893 yılında Amerika’da Harvard Üniversitesinde

ifade edildiği ileri sürülmektedir.

20. yüzyılda Amerika’da hukuk eğitimi ve hukuk uygulaması arasındaki uçurum hukuk eğitimindeki en büyük sorundu

ve arada köprüyü kurmak için hukuk kliniklerini hayata geçirdiler. Hukuk fakültelerinin sadece teorik eğitim

vermesi çok eleştiriliyordu uygulamaya hazırlanabilecek hukuk uygulayıcısı yetiştirmek için hukuk klinikleri

kurtarıcı olarak görülüyordu. 1960 ve 1970 yıllarında Amerika’da hemen hemen her hukuk alanının kliğini kurulmaya

başlandı. Bu tarihler Amerikan hukuk hukuk tarihi için önemlidir çünkü bu tarihlerde Amerika’daki hukuk

öğrenci sayısı hızla artmıştır ve hukuk okulları öğrencileri kendi okullarına çekebilmek için bir çok hukuk kliniği

seçeneği sunmuşlardır. Hukuk Klinikleri Amerika Kanada ve bazı Afrika ülkeleri Avustralya İngiltere ce Hindistan’da

1960 ve 1970’lerde kurulmaya başlanmıştır. Diğer Avrupa Afrika ve Asya ülkeleri 1990’lardan sonra hukuk

kliniği kurmaya başlamıştır.

Türkiye’de ise bilinen en erken hukuk kliniği Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde 2003 yılında özel hukuk kliniği sokak

hukuku kliniği ve sığınmacılar kliniği olarak kurulmuştur. Bilgi Üniversitesi bu klinikleri başlatmadan önce George Town

Üniversitesi’nden destek almıştır. Ancak hukuk kliniği yöntemlerinden olan kurgusal dava yarışmalarının Türkiye’de uygulanması

çok daha eski tarihleri dayanır ancak o tarihlerde hukuk kliniği olarak nitelendirmek için sayıca az ve sistematik değillerdir.

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde ise Prof. Dr. Gülriz Uygur 2005 yılında hukuk klinikleri uygulamasını

başlatmıştır.Bu dönemde hukuk eğitim sistemimize yabancı olan hukuk kliniklerini kurmak için sorunlar yaşanmıştır.Ankara

Üniversitesi Hukuk Fakültesi İnsan Hakları Kliniği şemsiyesi altında Hapishane Kliniği Aile İçi Şiddet Kliniği İş Hukuku

Kliniği Göçmenler Kliniği Engelli Hakları Kliniği ve Fikri Haklar Kliniği barındırmaktadır.2015 yılında Adalet Bakanlığıyla

ortak olarak yaptıkları Aile İçi Şiddetin önlenmesi projesi çok başarılı olmuştur. Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi ise

hukuk kliniklerini 2013 yılında kurmasına rağmen öncesinde aynı zamanda hukuk fakültesinin dekanı olan Prof Dr. Ufuk

Aydın 2010 tarihinden itibaren Raulberg Enstitüsü ve Prof. Dr. David McQuoid-Mason önderliğinde destek görmüş ve Dünyadaki

en önemli iki hukuk kliniği konferansı olan GAJE ve IJCLE ye katılmış Afrikadaki hukuk kliniklerini gözlemlemiştir.

Harno J. Albert, Legal Education in the United States 1953, 172,173.

Avrupa ve Türkiyede hukuk fakültesi kavramı kullanılırken Amerikada fakülte hukuk hocalarının toplamı anlamına gelmekte hukuk eğitimi

verilen bölüme hukuk okulu law school kavramını kullanmaktadırlar.


Hatta 8. Uluslarası GAJE Konferansına ev sahibi yapmıştır. Söz konusu organizasyon dünya çapında çok beğenilmiş sonraki

yıllarda yapılanlar adete Türkiye’de yapılanın gölgesinde kalmıştır.Nihayet Adalet Bakanlığı 2015 2019 tarihleri için belirlediği

Stratejik Planın 2/5dezavantajlı grupların adalete ulaşımın sağlanması için hukuk kliniklerinin uygulanmasını getirilmesini

gündemine almıştır.Bu doğrultuda 2016 yılında Hukuk Klinikleri ile ilgili bir Uluslararası Klinikleri Sempozyumunu

düzenlemiş ve bütün hukuk fakültelerini ve dünyadaki en ünlü hukuk klinikçilerini davet etmiştir. Daha sonra 2016 yılınsa

Adalet Bakanlığı hem hukuk kliniklerinin hem de arabuluculuğun geliştirilmesini ve yaygınlaşmasını desteklemek amaçlı 13

farklı hukuk fakültesine ile arabuluculuk kliniklerinin kurulmasını gerektiren “Arabuluculuk Hukuk Kliniği Protokolü” nü

imzalamıştır. Söz konusu protokol uyarınca hukuk klinikleri öğrencilerine arabuluculuk hukuku eğitimi verdikten sonra öğrencilerini

Adliyelere gönderip kurdukları tanıtım masalarında halkı arabuluculuk konusunda bilgilendirmekle yükümlü kılınmıştır.

Trabzon Üniversitesi Hukuk Fakültesi olarak 2016 yılında bizde ilk kez arabulucuk hukuk kliniğini kurarak faaliyetlerimize

başlamıştık. Bunun öncesinde ise Söz konusu Adalet Bakanlığı Konferansına katılmıştı.Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde

öğrenciyken 2013 yılında uluslarası kurgusal dava yarışmasında üç arkadaşımla fakültemizi ve Türkiyeyi temsil etmiştik.

Daha sonra Amerikada hukuk doktorası eğitim aldığım dönemde haftalık dört saatlik medeni hukuk kliniği (civil law

externship) dersini almıştım. Bu sebeplerle hukuk kliniği birimini kurmak için çok hevesli davrandım. Bir çok araştırma görevlisi

arkadaşımızla birlikte Ankara ve İstanbuldaki hukuk klinikçileri eğitimlerine katıldık.

Ancak başlarda benim de aklımda soru işaretleri vardı. Amerikada avukatlık stajı ya da hakimlik stajı yoktur. Hukuk eğitiminden

sonra avukatlık sınavını kazanabilenler avukat olur. O yüzden orda kesinlikle klinik uygulaması gereklidir. Oysaki

Türkiyede hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra avukat olmak için bir yıl hakim savcı olmak için iki yıl staj görmek

gerekir. Üstelik zaten bir çok fakülte hukuk eğitimi sırasında pratik dersleri vermektedir. Öyleyse hukuk klinklerine gerçekten

ihtiyaç varmıdır? Bu sorular hem Amerikada hem Türkiyede hukuk eğitimi görmüş ve her iki ülkede de avukat olarak

çalışmış biri olarak aklımı başlarda kurcalamış idi hatta konferansta da bu soruyu sormuştum. Ancak hukuk eğitimimde hukuk

kliniği metodlarını uygulamaya başladıktan sonra ve özellikle çok eğlenceli ve başarılı geçen arabuluculuk kliniğimizden

sonra kesinlikle hukuk kliniklerinin gerekli ve önemli olduğuna emin oldum. Hukuk klinikleri ve hukuk pratikleri birbirlerinden

farklı kavramlardır. Hukuk klinikleri kelimesi özellikle seçilmiştir çünkühukuk klinikleri gerçek hukuki sorunlarla

ilgilenir ve bunları ilgilenirken hukuk fakültesindeki bir hukuk klinikçisi hocanın denetimi ve yönlendirmesi altındadır

gerekirse uygulamadaki hukukçulardan yardım ve tavsiye de alabilir. Hukuk staji, hukuki çatışmaları gözlemleme öğrenme

ve çatışma çözmeye yardımcı olurken buna kıyasla hukuk klinikleri hukuki çatışmaya tam katılım sağlamaktadır. Hukuk

kliniği öğrencileri çatışma çözmenin tasarlanması yürütülmesi ve değerlendirilmesinde yer alacak değişik şartları inceleyecek

ancak bütün faktörleri bir formda sunabilecektir. İlgili konuda teorik ve uygulama deneyimi olan hukuk klinikçileri ise

klinik öğrencilerini denetleyip gözetlemektedir.Hukuk klinilerini staj ve pratiklerden çok daha öne çıkaran özelliği ise çok

işlevli olmalarıdır. Hukuk klinikleri öğrencilere adete hukukçu olmayı hukukçu gibi düşünmeyi gerektiğinde avukat gerektiğinde

hakim gibi düşünüp hareket etmeyi öğretir aynı zamandaysa öğrenciler şiddete uğramış kadınlar çocuklar göçmenler

engelliler gibi avantajsız gruplara yardım etme şansına sahip olurlar. Bu gibi avantajsız gruplar ücretsiz hukuki yardım alma

olanağına sahip olurken öğrenciler dertlenerek öğrenme şansına sahip olurlar.

Hukuk kliniklerinin yani uygulayarak öğrenmenin klasik teorik derslere üstlüğü ise tartışılmayacak kadar açıktır. Şöyle ki

ortalama öğrenme piramidine göre geleneksel derslerle öğrenme kapasitesi sadece %5 dir ancak uygulayarak öğrenme oranı

ise %75tir. Bu oran başkalarına öğretmek ile %90 lara kadar çıkabilmektedir. Hukuk kliniği türleri ve metodları çok çeşitlidir

ve öğrenmeyi uygulamak ve başkalarını öğretmek ile birlikte faaliyete geçirilebilmektedir.

Adalet Bakanlığı Hukuk Klinikleri Sempozyumu 211.

Maria Concetta Romano, The History of Legal Clinics in the US, Europe and around the World, 16 Diritto & Questioni Pubbliche 27

(2016) 27.

Adalet Bakanlığı Hukuk Klinikleri Sempozyumu 342.

Julian Lonbay and Musa Toprak Legal Clinics in Turkey. In: Sarker S.P. (eds) Clinical Legal Education in Asia. Palgrave Macmillan,

New York(2015) 217, 218.

Ayrıntılı bilgi için bkz AUHF Insan Haklari Hukuk Klinikleri http://hukukklinikleri.hukukfelsefesi.org/hukukklinikleri/ (6.5.2020)


Hukuk klinikleri ayrı bir ders olarak görülebileceği gibi ders içinde aktivite olarak da yaptırılabilmektedir. Ders dışı da

özel günlerde örneğin kadın ve çocuk haklarına ilişkin günlerde hukuk klinikçilerin sahalarda avmlerde meydanlarda

parklarda kampüslerde toplumu bu konuda yaratıcı her türlü yolu kullanarak bilinçlendirmesi ve farkındalık yaratması

klasik bir klinik faaliyeti olarak görülebilir.

Hukuk klinikleri aynı zamanda farklı cinsiyet politik dini kültürdeki öğrenciler arasında köprü olarak birlikte önyargısız

çalışmalarını sağlar onları ortak paydada buluşturur. Hukuk kliniği öğrencileri idealist olarak ortak bir amaç için çalışmaktadır

gönüllü olarak kendilerini geliştirirken aynı zamanda topluma fayda sağlamakta ve adaleti sağlamak için çatışma

ya da protesto yöntemleri yerine barışçıl bütünleştirici hukuk kliniklerini kullanmaktadırlar. Ayrıca hukuk kliniği

dersini alan ya da uygulamasında yer alan öğrenciler meslek hayatlarında daha etkin sosyal ve başarılı olmaktadır. Çünkü

gerçek hukuki çatışmalarla daha erken yaşlarda tanışmış türlü türlü insanlarla nasıl birlikte çalışabileceklerini sorunlarına

nasıl önyargısız müdahale edebileceklerini öğrenmişlerdir. Örneğin kadına karşı şiddetin önlenmesine ilişkin yasaları

okuyup öğrenmekle böyle bir şiddeye maruz kalmış mağdurdan dinlemek ona yardım etmek için Baroyla ortak çalışmalar

yapmak ya da başvurularına yardımcı olmak arasında çok büyük farklar olacağı aşikardır.

Bu kadar avantaj taşımasına rağmen hukuk klinikleri kurmak ve yürütmek çok zordur. Geleneksel bakış açısı kliniklere

oyun oynuyorlar diyerek küçümser ve karşı çıkar. Kliniklerin birim olarka kurulması yeterli ve eğitilmiş klinik hocası

sağlanması daha da zordur. Bunun için özel üniversiteler yurt dışında eğitim görmüş ve uygulama deneyimi olan avukatları

işe alıp onlara özel imkanlar tanıyabilmektedir. Ancak devlet okullarında zaten ağır ders yükü altındaki hocalar

için çok zaman alan bir olaydır. Çünkü hukuk klinikçisi her öğrenciyle birer birer ilgilenir ve her faaliyetini kontrol eder.

Çalışmasının sonucunda ise akademik olarak bir puan kazanamaz çünkü hukuk klinikleri ülkemizde bir uzmanlaşma

alanı olarak değerlendirilmemektedir. Ayrıca çoğunlukla faaliyetler bürokratik engellere takılmaktadır.

Hukuk klinikleri hem klinikçi hem öğrenciler için gönüllü hukuk hizmeti sunma faaliyetidir aynı zamanda öğrenciler

avantajsız gruplar için dertlenerek öğrenmektedirler. Olaylara farklı bakış açılarıyla yaklaşıp önyargısız ve tarafsız olmayı

iletişim becerilerini geliştirmektedirler. Hukuk kliniği öğrencileri için ve klinikçileri için ödül manevi tatmindir. Öğrenci

için bu hukuki ihtilafı çözmek birilerinin gözüne bakıp verdiği hukuki bilgiyle parlayan ışığı görmek bir hukuk klinikçisi

için ise öğrencisine bakıp hukuk hatibi değil hukukçu yetiştirdiğini görmektedir.

DR.ÖĞR.ÜYESİ SEDA GAYRETLİ AYDIN

TRABZON ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ

MEDENİ HUKUK ABD

Seda Gayretli Aydın Establishment of a Civil Law Clinic in Turkey Law & Justice Review, Year: 9, Issue: 17, December 2018 24

25.

Adalet Bakanlığı Stratejik Plan 2015 2019 s. 85 http://www.sgb.adalet.gov.tr/Resimler/SayfaDokuman/24122019093342Stratejik-

Plan-2015-2019.pdf

bkz. Adalet Bakanlığı Hukuk Klinikleri Sempozyumu

Türkiyedeki Arabulucuk Hukuk Klinikleri ve Türkiyedeki hukuk klinikleri tarihi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Seda Gayretli Aydın

Establishment of a Civil Law Clinic in TurkeyLaw & Justice Review, Year: 9, Issue: 17, December 2018.

O tarihte fakültemiz Karadeniz Teknik Üniversitesine bağlıydı.

Adalet Bakanlığı Hukuk Klinikleri Sempozyumu 344.


Birincisi : İki binli yılların başındayız. İnternet henüz emekleme

devresinde. Yeni bir mail adresi almıştım ama ne işe yarayacağı

hususunda en ufak bir bilgim yoktu. Parasızlıktan eve internet de

bağlatabilmiş değilim. Fakültenin ortak bilgisayarından ne kadar

girebilirsek artık. Neyse konumuz bu değil. Lafı uzatmadan bir paragrafta

anımı anlatmam lazım. O vakitler Ankara’dayım. Zonguldak’taki

üniversitede yardımcı doçent doktor unvanına sahip bir

tanıdığım vardı. Bir akşam beni telefonla aradı. Ankara’da yayın

yapan akademik dergilere makale göndermeyi düşündüğünü ve

benden bu konuda araştırma yapmamı istedi. Ankara’da çıkan akademik

dergiler hangileri, yayın yapmak için hangi kriterleri arıyorlar,

makale hangi adrese gönderilecek vs. Benden istediği tüm bu

bilgileri nasıl öğreneceğim? Tek tek tüm fakülteleri (Ankara SBF,

Ankara HF, Gazi İİBF, Gazi HF, Bilkent, ODTÜ vs.) gezip, sorulan

sorulara ilgiyle cevap veren, yardımcı olmak için cansiperane

çalışan ve etrafına neşe saçan memurlardan/memurelerden doküman

toplamak lazım. Zor bir iş. Üstelik “sonuç” alabileceğim de

şüpheli. Sonra aklıma internet geldi. İnternette, tüm bu fakültelerin

iyi kötü bir sitesi var. Fakülte dergileri hakkında da, tanıdığımın benden istediği tüm bilgiler sitelerde mevcut.

Bir saatlik aramayla, edinilebilecek tüm bilgileri edindim ve bir klasöre kaydettim. Peki bunları nasıl

göndereceğim? Mail adresim var ama karşı tarafın mail adresi bende yok. Ki, olsa bile, netten öğrendiklerimi

netten göndermek bana “tuhaf” geldi. Peki ben ne yaptım? Klasördeki tüm verilerin çıktısını aldım ve

çıktıları bir zarfa doldurup klasik yöntemle yani mektupla Zonguldak’a gönderdim.

İkincisi : İki binli yılların ortasındayız. Yine Ankara’dayım. Maaş yetmiyor. Masraf çok ama gelir sınırlı.

Hiç sevmediğim halde, cebe üç-beş kuruş girsin diye “sınav gözetmenliği” yapmak zorunda kalıyorum. Ne

sınavıydı unuttum. Belki KPSS, belki Açık öğretim. Sabah erkenden görevli olduğum okula gittim. Sınav

üç saat. Yapılacak işler belli. Sınav kitapçıklarını dağıt, sınav evrakını doldur, sonra sınavın bitmesini bekle.

Salon başkanlığı yapmanın -mevzuatta yeri olmayan- bir ayrıcalığı var: Yanımda “kitap” götürebiliyorum.

Yapılacak işler bitti. Kitabımı açtım, başladım okumaya. Osman Aysu’nun bir romanı: “Tavşan Uykusu”.

Osman Aysu, kendini okutan bir yazar ama romanları “kaçak edebiyat” türünden. Hayata dair esaslı

sorular soran ve bunlara cevap arayan bir yazar değil Osman Aysu. Neyse konumuz bu değil. O gün, orada

romanı bitirdim ama sınavın bitmesine daha bir saat vardı. Sınıftan çıktım. Koridorda biraz gezineyim de

zaman geçsin istedim. Zaten içerde bir gözetmen var, bensiz sınıfı pekala idare eder. Koridorda, yavaş

adamlarla bir aşağı bir yukarı volta atıyorum. 20 metre uzunluğundaki koridorda aşağı yukarı 20 tur attıktan

sonra, yürümekten yoruldum ve sınıfıma geçeyim istedim. Sınıfa girdim. Baktım ki, öğretmen masasının

etrafında yan sınıfın salon başkanı ayakta duruyor ve sınav evrakını inceliyor. Hemen yanında bittim. İçimden

“benim sınıfımda ne işin var be adam, hadi sınıfa girdin diyelim, ne diye sınav evrakını karıştırıyorsun”

diye kızıyorum ama birşey diyemiyorum çünkü karşımda duran benden 10 yaş büyük bir öğretmen sonuçta.

Hem yaşına, hem mesleğine saygım var. Adamın ensesindeyim. Bana karıştırdığı sınav evrakını gösterdi.

Bir öğrenci, sorularda birden çok seçeneği işaretlemiş, gülerek “ne tuhaf öğrenciler var” dedi. Tamam, ortada

bir tuhaflık var ama sana ne, bana ne be adam! Öğrenci bu, isterse cevap kağıdına örüntü yapar, sen ne

karışıyorsun başkasının işine, illa karışacaksan git kendi sınıfına, orada karış! Sabrımın son sınırındayım.

Adama ağzıma geleni söyleyecek ve sınıftan kovacaktım, ki tam bu esnada, sınıfın arka sıralarında oturmakta

olan gözetmen ayağa kalktı ve bize doğru yürüdü. Aaaa! Bu benimle birlikte görev yapan gözetmen

değil. Etrafa dikkatle baktım. Lan bu benim sınıfım da değil. “Pardon” bile demeden hemen çıktım oradan.

Kendi sınıfıma girdim ve sınav bitene kadar masamdan kalkmadım. Başımı çevirip koridora bile bakmadım.


Üçüncüsü : Doksanlı yılların sonu. Ünye’deyim. Uzaktan bir akrabam ortağıyla birlikte trafik kazasında

vefat etti. İlkokul öğrencisi olan küçük kardeşimle beraber Ünye merkezindeki büyük camide

cenaze namazını kıldık. Ölenlerden biri akrabam ama uzaktan. Tanıdığım kişi bir elin parmakları

kadar. Diğer öleni ve yakınlarını ise hiç tanımıyorum. Neyse işte, namazı eda ettik, sırada

defin merasimi var. Mezarlık Ünye’nin bir tepesinde diye biliyorum. Namazdan sonra ortalık bir

anda karıştı. Alelacele mevtalar cenaze aracına yüklendi. Mezarlığa gitmek isteyenler kendi araçlarına

hücum etti. Bende araç yok. Öyle kalakaldım. Yürüme mezarlığa gidilir, nerden baksan yirmi

dakikada oradasın ama hava sıcak ve nemli, yürümeyi göze alamadım.

Gözüme bir pikabı kestirdim. Defin merasimi için yola çıkmakta iken, pikabın arkasına kardeşimle

beraber yerleştik. Pikap hareket etti. Biz cenaze konvoyunun ortasındayız. Konvoy, camiden çıkıp

Niksar Caddesine saptı ve cadde boyunca devam etti. Niksar Caddesi bitti, Ünye bitti ama konvoy

yoluna devam etti. Gidiyoruz. Nereye bilmem? Tanımadığım bir adamın pikabındayım. Etrafa bakıyorum.

Diğer araçlara. Kimseyi tanımıyorum. Bir anda içine düştüğüm “tuhaf” durumun farkına

vardım: Yanlış konvoya katılmışım. Benim akrabamın cenazesi Ünye merkezdeki mezarlıkta defnedilecekti.

Oysa ben, ölen diğer kişinin cenaze konvoyuna katılmışım ve nereye gittiğim hususunda

en ufak bir bilgim yok. Kardeşimin kulağına “Ömer, yanlış cenazedeyiz, çaktırma” dedim.

Olan olmuştu. Yapacak bir şey yok. Hiç tanımadığım birini defnetmek için, Ünye’nin dağ köylerinden

birine, hiç bilmediğim bir yere gidiyordum. Etrafa bu kez başka nazarla bakındım. Allahım

bu nasıl bir güzellikti! Yemyeşil ormanlar. Adeta görsel şölen! İnsanın burnunu sızlatan çimen, ot

ve ağaç kokusu. Caddeden sağa saptık. Yol iyice yol olmaktan çıkmaya başladı. Pikabın içinde

sağa sola savruluyoruz. Fakat ben, içinde bulunduğumuz tuhaf durumu çoktan kanıksamışım, hatta

“cenaze konvoyunda olduğumuz halde” durumun tadını çıkardığım bile söylenebilir. Irmaklardan,

köprülerden geçtik. Manzara beni benden aldı, sarhoş etti. Sanki cenaze konvoyunda değil de, turistik

gezideyim. Üstelik bedava. Açık havada pikapla gezinti. Yarım saatten çok sürdü bu müthiş

güzel yolculuk. Hayatımda unutamayacağım müthiş bir tat aldım. Nihayet cenaze evine vardık.

Kadınlar ağlaşmaya başladı. Uzaktan sessizce olup biteni izledim. Mevtayı evin bahçesine

gömdüler. Güzel bir bahçeydi. Hemen altında bir dere akıyordu. Pırıl pırıl bir dere. Dualar edildi.

Allah mekanını cennet etsin rahmetlinin. Akşam üzeri, kardeşimle beraber geri dönen araçlardan

birine atladık ve Ünye’ye sağ-salim ulaştık. Kardeşime bu yaşadıklarımızdan, yanlış cenazeye gittiğimizden

kimseye söz etmemesini tembih ettim, hatta yemin verdirdim. O sözünü tutmuştur. Benim

dilim gevşek.

ÖĞR.GÖR.HÜSEYİN CEM ÇÖL

TRABZON ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ

TİCARET HUKUKU ABD


AVRUPA YAKASI 143. BÖLÜMDEN BİR KESİTLE TOPLUMUN HUKUK UYGULAMALARINA

BAKIŞINA YÖNELİK ELEŞTİRİ

Bir dönemin çok sevilen dizisi Avrupa Yakasını bilmeyenimiz yoktur diyebiliriz. Avrupa

Yakası, temelinde olay komedisi olan karakter tahlillerine sıkça rastlayabileceğimiz

bir komedi dizisidir. 143. Bölümü 2007-2008 yılları sosyal bakışına -her eserde

olduğu gibi- ışık tutar.

Olayı kısaca özetlemek gerekirse: Aslı ile Cem boşanma arifesindedir. Mahkemede

ilişkilerinin her ikisi için de hayatı çekilmez hale getirdiğini beyan edecek bir tanığa

ihtiyaç duyarlar. Aile içinde bunu konuşurlarken Aslının annesi İffet’in tavsiyesi üzerine

Burhan Altıntop’tan şahitlikte bulunmasını isterler. Burhan çok heyecanlanır fakat

hemen kabul eder. Mahkeme gününe kadar hazırlık yapar, bir Amerikan ceza avukatıymışçasına

savunmalar hazırlar. Ertesi gün Makbule’yle prova yaparken aslında Aslı’nın

ona -başka bir konudan- kötü bir şaka yaptığından haberdar olur. Bunun üzerine mahkemede

yalan beyanatta bulunarak Aslı’dan intikam almak ister. Duruşma günü geldiğinde

Cem, işyerinde birlikte çalıştığı Kubilay’ı şahit olarak getirir. Hakim sırasıyla

Aslı’nın, sonra Cem’in, en sonunda da tanıklar Kubilay ve Burhan’ı dinler. Aslı ve

Cem şiddetli geçimsizlik nedeniyle boşanmak istediklerini tekrarlarlar. Kubilay, duruşma

salonuna girince çok heyecanlanır; kekeler ve bayılır. Bunun üzerine Burhan Altıntop

dinlenilmek üzere içeri çağırılır. Burhan mahkeme salonundaki herkesi selamlar ve Aslı’ya tehditkâr bir baş

sallamasıyla bakar. Aslı ve Cem’in çok iyi geçindiğini, aralarında hiçbir anlaşmazlık olmadığını söyler. O sırada

kapıda Aslı’nın yeni erkek arkadaşı belirir, Aslıyla selamlaşırlar. Bunu gören Cem de Aslı’dan bir intikam almak

ister ve hakime boşanmak istemediğini söyler. Son olarak hakim kararı açıklar. Duruşma iki ay ertelenmiştir ve

Aslı ile Cem boşanamamışlardır.

Her şeyden önce İffet’in tanık olarak Burhan’ı işaret ettiği anda Burhan’ın heyecanlanma ve tereddüt etme sebebinin

toplumumuzda yaygın “tanık yazılmak” korkusu olduğunu düşünmekteyim. Bu reflekse günümüzde de sıklıkla

başvurulmaktadır. Adliyelerin, başımızın ağrıdığı zamanlarda uğrak yerimiz olması hasebiyle özel hukuku

ilgilendiren işlerde bile* hak aramak veya bir uyuşmazlığı çözmek adına adliyelere uğramaktan çekinme eğilimi

olduğunu görmekteyiz.

Medyada sıklıkla karşılaştığımız şiddet içerikli görüntülerde, özellikle son zamanlarda daha sık gündeme gelen

kadına şiddet olaylarında kenarda “elleri cebinde izleyen adam, vahşetin ortasında video çeken kadın” tiplemesine

rastlamaktayız. Bu insanların olayı izleyerek fiillerin icrasını engelleyici hiçbir faaliyette bulunmaması oldukça

tartışma konusu olmuştur. Bu davranışın başat sebepleri bir kavram olarak dedikodudan beslenmenin vermiş

olduğu haz, şiddete kayıtsızlığın psikanalitiği,(güçlü benliğin kanunlar önünde kendisini yok etmesini engellemesi

üzerine sahip olduğu saldırganlık dürtüsünü yansıtması), yerleşik tutumlar (aile içine müdahalenin ‘ayıp’ bulunması)

ve tanık yazılma çekinmesi bulunmaktadır. Olay yerinin terk edilmeyişi ise insanın en temel itkilerinden

olan ‘merak’ yüzündendir.Kişinin olaya müdahalesi, bütün bu bilinçdışı süreçleri akılcı şekilde tamamlamasına

bağlıdır.

Tanık yazılma çekincesini detaylarıyla irdeleyecek olursak bunun milli temelleri olduğunu görebiliriz. Türk devlet

algılayışında devlet, “baba” (o kratospateramou)’dır; serttir. Hem sever, hem döver. Vatandaşını ilk Türk devletleri

zamanından beri yaşattığı sosyal devlet ruhuyla korur,kollar ve destekler. Yaramazlık yapanı, uyumsuzu,kurallara

riayet etmeyeni tokadıyla cezalandırır.Oysaki; adliyeler güvenli limanlarımız, haksızlığa uğradığımızda

koşa koşa kapandığımız anne kucağımızdır. Bir hakkımızın tehlikeye girmesi halinde ilk sarılacağımız kılıç

ve kalkanımızdır. İşte bu gibi nedenlerle biz hukukçulara, sosyal bilimcilerle işbirliği içinde çalışarak adliye

koridorlarının “öcü” algısını kırma görevi düşmektedir. Bu çalışmalar neticesinde adalete erişimde, şiddetin azalarak

yargının birincil çözüm yolu olduğunun kabulünün de etkili bir fark yaratılacağını düşünmekteyim.


Burhan rolünü çok ciddiye alır, Amerikan hukuk sistemindeki gibi zaman zaman jüriyi de etkilemeye yönelik

anekdotlar içeren konuşmalar hazırlar. Bunu sık sık tekrarlar çünkü mahkeme onun için en son başvurulabilir,

erişilmez bir müessesedir. Bu noktada Burhan karakterinin taşralı, üniversite eğitiminden sonra İstanbul’a yerleşmiş

olduğunu da hatırlatmak gerekir. Daha sonrasındaysa yine aynı mahkemeyi bir intikam aracı olarak kullanması

kendi içinde bir tezada yol açmaktadır. Demek ki Burhan, hukukun ciddi fakat aldatılabilir olduğunu düşünmektedir.

Bunda Aslı’nın zaman zaman “Cinayet davası değil bu Burhan bey, gelip tanık olacaksınız. Boşanacağız

sonunda.” telkinlerinin de etkisi düşünülmelidir. Neticede Burhan, gerçekleri çarpıtmış ve mahkemeyi yanıltmıştır.

Bu durumun sonrasında Cem’in lehine gelişmesi Burhan’ın yaptığı davranışın görmezden gelinmesine neden

olmaktadır.

Kubilay eğitimli, zengin ve keyfine düşkün biridir. Duruşma salonuna adım atar atmaz titremeye başlaması ve

“Ben suçsuzum hakim bey! Hiçbir şey bilmiyorum” demesi, hatta biraz daha abartıp bayılması suçlu bulunmaktan

ne kadar korktuğunun bir göstergesidir.Halbuki Mahkemelerde verilen kararlar bir kişiyi aklayarak toplum içindeki

saygınlığını da arttırabilmektedir. Yine de, günümüzde de insanlar, uzun yıllar süren memuriyetleri ve

“adliyenin önünden dahi geçmemeleri ile övünmektedir. Kubilay da orta sınıfla özdeşleşmiş bu tedirginliği yaşamaktadır.

Cem, başlarda daha fazla evli kalmak istemediğini dile getirse de sonrasında Aslı’ya karşı bir kıskançlık duyarak

bundan vazgeçmiştir. Bir bakıma Burhanla aynı şekilde mahkemeyi yanıltsa da aslında Aslı’ya duyduğu kıskançlık,

onu hukukun doğrudan kendi menfaatini korumasını sağlamıştır. Bilindiği üzere evlilik tek taraflı bitirilemez,

Aslı da Cem’in bu fevri kararından üzerine düşen payı almıştır ve boşanamamışlardır.

Aslı, şahidi Burhan’ın akli dengesinin yerinde olmadığını; zaman zaman panik atak nöbetleri geçirdiğini dile

getirse de hakimin kararını değiştiremez. İşte burada hukukun ciddiyetiyle (maddi mahiyeti) yüzleşilir. Kararın

kesinliği ile Burhan ve Cem’in yaptıkları zorlayıcı komedi unsuru olarak senaryoya yerleştirilmiştir.

2007 Türkiye’sinde beyaz yakalı olarak tabir edilen insanların hukuka bakışları bu yöndedir. Bu bakışın bazen

ciddiyetsiz bazen korkar düzeyde olduğu yansıtılmıştır. Günümüzde bu durumun ne kadar değiştiği tartışmaya

müsait bir konudur. Toplumda ,nüfus oranlarına paralel, geometrik olarak artış gösteren suç oranları için tek başına

hukuka bakışın ve bu konudaki ciddiyet-sizlik-in sebep olduğunu söylemek yetersiz olacaksa da, buna neden

olan sebeplerden birini oluşturduğunu söylemek mümkündür.

*: hürriyeti bağlayıcılığı hallerin istisnai olarak yaşanmaması nedeniyle bu kelime

tercih edilmiştir.

Öykü GÜLSARAN

Trabzon Üniversitesi Hukuk Fakültesi


AİLE İÇİ VE KADINA KARŞI ŞİDDET

Maalesef kadına şiddet her toplumda olduğu gibi bizim toplumumuzda da mevcut.

Bu sorun sadece bize özgü değil evrensel bir sorun. Şunu rahatça söyleyebilirim ki kadına

karşı şiddetin önlenmesinde dünya insanları olarak sınıfta kaldık.

Birleşmiş Milletlere göre, dünyada kadınların %35’ i ömründe en az 1 kez fiziksel veya cinsel

şiddete maruz kalmaktadır. Dünya Sağlık Örgütüne göre ise 2019 yılında Türkiye’ de

şiddete maruz kalan kadınların oranı %38. Yani dünya kadına karşı şiddeti önlemede çok

kötü, biz daha kötüyüz. Bu durumu aile içi eğitime, hukukun yetersizliğine gibi birçok nedene

bağlayabilirsiniz.

Korona virüs sebebiyle evlerde kalma oranları çok arttı ve maalesef bu orana paralel olarak

kadına karşı şiddet de artmış durumda. 2019 Mart ayının verilerine göre 1804 aile içi şiddet

tespit edilirken, 2020 yılında aynı ayın verileri 2493 aile içi şiddet tespit edildiğini açıklamaktadır.

Aile içi ve kadına karşı şiddeti önlemek için Türkiye’ de birçok çalışmalar yapıldı. Bana

göre bunların en önemlisi 20.03.2012 tarihli ve 28239 sayılı Resmi Gazete’ de yayınlanan 6284 sayılı Ailenin Korunması ve

Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’ dur. 6284 sayılı kanun 1. maddesinde kanunun amacını “Bu Kanunun amacı;

şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takip

mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla alınacak tedbirlere ilişkin usul ve esasları

düzenlemektir.” olarak belirtmiştir.

Şiddetin önlenmesi için hazırlanabilecek en iyi kanunlardan biri olduğu kanısındayım. Örneğin, şiddet mağduru kadının tek

taraflı beyanı ile hiçbir delile dayanmaksızın ve taraflar dinlenmeksizin bir takım önlemler alınabilmektedir. Mülki amir tarafından,

mağdur kadın ve varsa çocuklarına bulunduğu yerden başka barınma imkanı sağlanabilmekte, geçici maddi yardım

verilebilmekte ve psikolojik destek sağlanabilmektedir. Buna benzer mağduru koruyabilecek birçok tedbir 6284 sayılı kanunla

mümkündür. Ancak bu kanuna rağmen şiddet vakaları niye azalmamaktadır? Siz istediğiniz kadar sert ve mükemmel kanun

yapın, istediğiniz önlemleri alın uygulamada yetersiz kalırsanız yaptığınız bütün kanunlar sadece kağıtta bir yazı olarak kalır.

Maalesef koruma altında bir kadının bile şiddete maruz kaldığını biliyoruz. Aile içi ve kadına karşı şiddetin önlenmesi için en

büyük sorumluluk kolluk kuvvetlerimize düşmektedir. Her şikayeti ciddiye almak ve şiddete yönelik çıkarılan kanunları çok

iyi bilmek zorundadırlar. Bunun yanında kadınlarımızı şiddete maruz kalacakları sırada ne yapmaları gerektiği ve nereye başvurabilecekleri

konusunda bilinçlendirmemiz gerekiyor. Bazı kadınlarımız “Kocam değil mi? Sever de döver de.” lafı altında

kendilerine de zarar vermektedirler. Kadınlarımızın bu düşünceleri elbette kendi suçu değil küçükken gördüğü aile içi eğitim,

toplum baskısı gibi etmenlerdir. Ancak ben inanıyorum ki okuyan kız çocuklarının sayısı arttıkça bu tür düşünceler tarihe karışacak

ve kadınlarımız daha bilinçli hakkını arayabilen bireyler halin gelecektir.

Sözlerimin sonuna yaklaşırken Neşet Ertaş’ın şu sözünü anmak isterim: Kadınlar insandır, biz ise insanoğlu. İnsanoğlu olarak

en büyük borçlarımızdan biri de kadına hizmet etmektir şiddet uygulamak değil.

Muhammed Emin BULUT

TRABZON ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ


Öldürmek Neye Yarar?

Bir İdam Mahkumunun Son günü

“İnsanların hepsi belirsiz bir süre için ertelenen ölüm cezasına mahkûmdurlar."

Tekrar tekrar okuyorum, yazılanları inkâr etmek istesem de zırhımı çıkarıp teslim oluyorum.

Victor Hugo sen ne büyük adamsın!

Hugo eserinde bir çok şey sorgulatıyor. Ve bizden hissetmemizi istiyor. Umarım hissedebilirsiniz,

keyifli okumalar dilerim.

0,005 saniye de kırk kilo ağırlığındaki bıçak başını gövdenden ayırsaydı ve bunu 6 ay önce bilseydin ne hissederdin?

Nasıl yaşardın?

Hugo eserinde şu cümlelere yer veriyor:

"Neredeyse hiç acı çektirmeden bedeni öldürmekle övünüyorlar. Hey! İşte bundan söz ediliyor!

Manevi acının yanında fiziki acının ne önemi var? Dehşet ve merhamet, yasalar böyle yapılmış!"

Sayfalar ardından bu konuyu tekrarlıyor ve ekliyor

"Üstelik acı çekilmediğinden eminler mi? Bunu onlara kim söyledi? Kesik bir başın sepetten çıkıp halka:

Acı hissedilmiyor! Dediğini duyan oldu mu?"

Gerçekten sormak gerekir DR. İgnace Guillatine, bu aleti Fransız Millet Meclisine teklifte bulunurken hiçbir ölünün

ne hissettiğini konuşmuş mu?

Hugo eserinde cesurca cümlelere yer veriyor. Fakat hissettirdikleri insanların korkakça duyguları.

Peki ya geçmiş yüz yılların bunları yaparken gerekçeleri neydi? Amaçlarını şu şekilde ifade ediyorlardı:

'Yargılayanlar ve mahkum edenler ölüm cezasının toplumdan kendisine zarar veren ve daha sonrada zarar verebilecek

olan birini uzaklaştırmanın önemi nedeniyle gerekli olduğunu söylüyorlar.

Öldürmek neye yarar?'

(Bir İdam Mahkumun Son Günü • Önsöz)

Şunu kabul etmek gerekir ki idam bir intikamdır. Kişiyi iyiliğe yönetmektense Tanrı misali ceza verilmesidir. Bu intikam

öylesine gözü kördür ki geride kalanları düşünmez.Sefil kahramanımızın geride bıraktıklarını sizin okumanızı isterim.

Tüm insanlığın sizi terk etmesidir idam cezası. Yalnızlıktır, Çaresizliktir, Ve umuttur.

Kahramanımız umutsuz koşullara rağmen umudunu şu şekilde dillendiriyor:

'İnsan içinde bulunduğu umutsuz koşullarda bazen zinciri bir saç teliyle koparabileceğini sanır.'Peki ya sandıkları onu

kurtarabildi mi?

Okumak lazım.

Hissedebilmek lazım.

Okura not: İnsanlar adaletsizliği sadece kendi başlarına geldiklerinde düşünüyorlar...

Yeşin Gamze ŞAHİN

TRABZON ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ


Hukuka aşık

gençlere selamlar!

Okula renk

katmaya geldik!

2020 Yılının En Aktif Hukuk Kulübü

“Okula Renk Katmaya Geldik”

“Yaşam bir ekip işidir” diyor Doğan Cüceloğlu ve ekliyor: “Eğitimin amacı öğrencinin iyi bir ekip üyesi olarak yetişmesi olmalıdır.”

2016 yılında küçük bir şehirde ve gelişimini

tamamlamamış bir üniversitede bu vizyona sahip bir grup öğrenci ile kurduk Yalova Hukuk Kulübünü. “Hukuka aşık gençlere

selamlar!” diyerek yola çıktık. İçimizdeki kıvılcımlarla yangınlar yaratmak istiyorduk. Ne kısıtlı imkanlara takıldık ne de önümüze

çıkan engellere. Hiçbir desteğimiz yoktu ama bir yerlerden başlamak istiyorduk. Başladık da. Büyük küçük demeden her işe beraberce

koştuk. Kulübün bize neler katacağını biliyorduk. Gelecekte meslektaşımız olacaklarını bildiğimiz değerli avukatlarımızı,

akademisyenlerimizi konuk etmenin haklı gururu üzerimizdeydi. Hiç sınır tanımadık, yeri geliyor onları en güzel şekilde ağırlıyor

yeri geliyor şehirlerarası gezilerimizle biz onlara gidiyorduk; İzmir, Ankara, Bursa, İstanbul… Birçok büro ziyareti yaptık, zirve ve

konferanslara katıldık. Yoktan var etmek tabirini hem yaşadık hem yaşattık. Büyüklerimizi örnek alıp arkadaşlarımıza destek

olurken elbette küçüklerimizi de unutmadık. Hukukta Doğru Tercih projesiyle onlarca şehirden arkadaşımıza Yalova Üniversitesini

ve fakültemizi anlattık. Bir hukuk kulübü olarak okulumuzun yararına ne varsa yaptık. Bahar şenliklerinde de görev aldık, sosyal

sorumluluk projeleri de yürüttük. Bizler tam manasıyla okula renk kattık! Yorulmadan çalışmamızın sırrı kulübü iş olarak görmememizdi.

Bizler burada mutlu olduğumuz için vardık. Her şeyden önce aileydik, arkadaştık. Bizi biz yapan bu bağ ve güven

duygusuydu. İnisiyatif almayı ve “o yaptıysa bir bildiği vardır” demeyi bildik. En zorlu günlerimizde bile bırakıp gitmedik. Dönemden

döneme taşıdığımız başarımız ise bu yıl “2020 Yılının En Aktif Hukuk Kulübü” seçilerek taçlandırdı. Ödülümüz, kurulduğu

günden bu yana azimle çalışan yönetim kurulumuz, mezunlarımız ve etkinliklerimize yoğun ilgi gösteren arkadaşlarımızın başarısıdır.

Son olarak bizlere bu sayısında yer veren aynı gayeleri taşıdığımız sevgili Trabzon Üniversitesi Hukuk Klinikleri Kulübüne

teşekkür ediyor, çalışmalarında başarılar diliyoruz.

YALOVA HUKUK KULÜBÜ AİLESİ


İDEAL HUKUK KULÜBÜ

Bir insanın suç işleme nedenlerine gelecek olursak

bunlar çok çeşitlidir. Burada tek tek saymak

olanaksız olsa da burada bu konuda genel olarak

bahsedebileceğimizi düşünüyorum. Hepimiz bir

toplumda, bir sosyal ortamda, bir kültür çevresinde

dünyaya gelmekte ve hayatımızı burada

geliştirmekteyiz. Doğrularımız, yanlışlarımız;

etik kavramlarımız; kırmızı çizgilerimiz hep

büyüyüp geliştiğimiz toplum ve onun kültürüne

göre gelişmektedir. Her insanın doğruları yanlışları

aynı olmayacağı gibi her insanı suç işlemeye

iten sebep de aynı değildir. Kimi insanlar psikolojik

sebepler ile, kimi insanlar da sosyolojik

nedenler ile suçlu olma eğilimi göstermektedir.

Kimisi için suç işlemek bir zevkken kimisi içinse

mecburiyettir.

Bu gibi farklar da zaten ceza sistemlerince

suçluya verilecek ceza karşısında dikkate alınmaktadır.

Yoksa Victor Hugo’nun “Sefiller”

romanındaki Jean Valjean gibi acıktığı için ekmek

çalan bir kimseye ağır bir yaptırım uygularsak

ne o kişinin ne de toplumun yararına bir işlem

yapmış oluruz. Konunun özüne dönecek

olursak bana göre psikolojik sebeplerle suç işleyen

kimse sosyolojik sebeplerle suç işleyen bir

kimseye göre toplum için daha büyük bir tehdit

unsuru oluşturur ve daha özenli yaptırım ve uygulamalara

tabi tutulmalıdır.

SUÇ VE SUÇUN ENGELLENMESİ HAKKINDA

Günümüzde suçların meydana gelme sıklığı artmış olduğu tartışmasızdır. Her

gün ülkesel ve küresel medyada, sosyal medyada birbirinden farklı mahiyette

ancak her biri kamuoyu vicdanında büyük bir infial oluşturacak onlarca hatta

yüzlerce suç haberi ile karşı karşıya kalmaktayız. Konuya giriş yaparken öncelikle

suç işlenmesi nasıl engellenebilir bunun hakkındaki farklı fikir ve görüşleri

yazarak başlamakta fayda görüyorum. Yıllardan beri işlenen suçlara karşı

kısasa kısas, eziyet, idam ve benzeri birçok ağır ceza öngörülmüş fakat bunların

hiçbiri suçların işlenmesini engelleyememiştir. Gerçekten de insanlık tarihi

kadar eski olan suç ve ceza tarihinde sistemden sisteme bir takım iyi ya da

kötü yönlü dalgalanmalar görsek de hiçbir zaman suçu tamamen dünya üzerinden

kaldıran bir ceza sistemi görülmemiştir. İtalyan ceza müelliflerinden

Beccaria'ya -ki benim de katıldığım görüşe- göre kamuoyunun aksine cezanın

şiddeti suçun işlenmesini engellememektedir. Beccaria "Ceza suç ile orantılı,

orta şiddette olmalı ancak cezadan kurtulmak imkansız olmalıdır." demiştir.

Bunun dışında Pozitivistlere baktığımızda, pozitivistler suç ve suçlu üzerinde

büyük araştırmalar yapmışlardır. Onlara göre kişi ya antropolojik ya fiziki ya

da psikolojik, sosyal nedenlerle suç işlerler. İrade serbestisinin olduğuna inanmazlar,

belli şartlarda herkesin suç işleyebileceğine inanırlar. Bu yüzden de

onlara göre suçun işlenmesini önlemek için kişiyi cezalandırmak değil, kişiyi

suç işlemeye yönlendiren dış etkenleri ortadan kaldırmak gerekmektedir. . Tabi

bu görüşleri ayrı ayrı düşünmek günümüz için tamamen akıl dışıdır. Bu görüşlerin

doğru yanları olduğu gibi yanlış yanları da bir o kadar çoktur. Bir cevap

bulmak için önce doğru soruları sormalıyız. Burada doğru olan sorular

“Suç nedir?”, “Bir insan neden suç işler?”, “Suçu nasıl engelleyebiliriz?” olmalıdır.

Çünkü önce suçun varlığını tanımalı daha sonra nedenlerini bilmeliyiz

ki bunu engelleyebilelim.

Hukuki anlamda suç, bir toplumdaki hukuki kurumlar tarafından ceza

veya güvenlik tedbiri yaptırımına bağlanmış fiildir. Toplum içerisinde yanlış

kabul edilen, toplumun dirliği ve güvenliğine zarar verecek fiiller yasalarca

yaptırımlara tabi tutulmuştur. Toplumun geneli de bu yaptırımlara maruz kalmamak

için suç teşkil eden fiillerde bulunmaktan uzak durmaya çalışmışlardır.

Ancak ne kadar ağır yaptırımlara tabi olsa da bu yaptırımların suç işlenmesini

kesin bir çözüm sağlamaktan uzaktır.


Son soru olan suçu nasıl engelleyebileceğimize gelelim.

Bu soruyu yüzyıllardan beri binlerce, milyonlarca kişi

düşünmüş kendine göre çözümler üretmiştir. Kişiyi suç yolundan

alıkoymanın en mantıklı çözümünü düşünceme göre

zamanının çok ilerisinde düşüncelere sahip olan Beccaria

yapmıştır. Kişinin suç işlemesini engellemek için ağır cezalar

değil, kesin cezaların varlığı önemlidir. İstanbul Medipol

Üniversitesi Ceza Hukuku öğretim görevlilerinden Saygıdeğer

Hocam Prof. Dr. Emin Artuk'un dediği gibi "Kişi yakalanmayacağı

ya da kanunda öngörülen cezaya mahkum olmayacağı

düşüncesi ile hareket etmektedir." Suçlunun zihninden

bu düşünceyi silmediğimiz müddetçe de suçların ağır

ya da hafif olmasının hiçbir önemi kalmamaktadır. Çünkü

suçlu kanunun uygulamasından kaçabileceğini düşünmektedir.

Bizim de suçun oluşmasını önlemek ya da azaltmak için

suçluların suç teşkil eden fiillerinden sonra hızlı ve kesin bir

şekilde yakalanmasını ve yargılanmasını sağlamamız gerekmektedir.

Ancak yıllardan beri bu kesinlik sağlanamamış,

üzerine yakalanan birçok suçlu çıkarılan çeşitli aflar sebebiyle

cezalarını tam anlamıyla çekmeden cezaevlerinden çıkma

fırsatı elde etmişlerdir. Ayrıca ülkemiz ceza hukukundaki

sistemlerin çalışmasındaki aksaklıklar sebebiyle de şartlı

salıverme gibi kurumlar değerlendirme sonucu değil herkese

uygulanan kurumlar halini almış bu sebeple de kanunlarda

öngörülen cezaların tam uygulanmaması durumu ortaya çıkmıştır.

Bunun dışında cezaevlerinde, cezaevlerinin ıslah kurumu

olma vasfının da geri planda kaldığını görüyoruz. Bunun

dışında farklı suçlardan cezaevine giren ancak aynı ortamda

bulunan suçlular birbirlerine yetkinliklerini öğretebilmesi

ve suç ortaklıkları da kurabilmesi gibi sakıncalı durumlar

da ortaya çıkmaktadır.

Müebbet hapis cezası ile cezalandırılan suçlularda

ise asgari süre geçtikten sonra şartla salıvermek gibi bir yol

izlemek tamamıyla yanlıştır. Bu gibi kişilerin işledikleri suçlar

çok büyüktür ve tamamen ıslah olmadan salınan bu kimseler

tekrar suç yoluna girdiklerinde toplum için büyük tehlikelilik

arz ederler. Bunlar gibi suçlular için asgari süre beklenmeli,

ondan sonra uzun bir süre psikolog gözetiminde

hapis cezasına devam ettirilmeli en son kesin emin olunması

halinde bu kişiler cezaevinden salınmalıdır.

. En ufak bir tehlikelilik şüphesinde bile bu kişilerin

cezaevinde tutulmasında yarar vardır.

Uzun lafın kısası, suç işlemek insanlığın yaratıldığı

ilk günden beri içimizde olan bir şeydir. Bunun tamamen yok

etmek ne kadar zor olsa da, kişileri bu yoldan döndürme şansımız

mevcuttur. Bunun için öncelikle cezanın infazı kesin

olmalıdır. Daha sonra ise bu ceza infaz edilirken ön planda

kişinin ıslahı tutulmalı, kişi cezaevinde eğitim ve psikolojik

destek almalıdır. Suçlular sosyal yaşamdan koparılmamalı;

ancak kendi aralarında da yakın bağlar kurmamalı, birbirlerine

tecrübelerini de aktaramamalıdırlar. Kişi cezaevindeyken

topluma yarar sağlamalı; cezaevinden çıktıktan sonra da topluma

geri kazandırılmalıdır.

Teknolojinin gelişmesiyle gelecekte ne olur bilemeyiz ama

geçmişte olduğu gibi günümüzde de suçun engellenmesi çabası

benim fikrimce tamamen beyhudedir. İnsanın içinde yaradılış olarak

iyi bir yan olduğu gibi kötü bir yan da vardır. Tabi kişiden kişiye

bu kötü yanın kuvveti değişebilir. Ancak Pozitivistlerin dediği

gibi bu kötü yan olduğu sürece belli şartlar gerçekleştiğinde her

insan suç işlemeye meyil gösterecektir. Mesela günümüzde suç

potansiyeli yüksek bölgeler, ilçeler mevcuttur. Buralarda yetişen

insanlar da az ya da çok suç işleme potansiyeli taşıyan insanlardır.

Bunun sebebi buradaki insanların kötü insanlar olması değil yetiştikleri

sosyolojik çevrenin sorunlu olmasıdır. Ancak pozitivistlerin

dediği gibi irade serbestisinin olmadığı da tamamen hayal ürünüdür.

Bunun en büyük kanıtı da yine böyle mahallelerde yetişip topluma

faydalı olan insanlardır. Genetiğimizdeki, toplumdaki ya da hayatımızdaki

etmenler bizi ve hareketlerimizi ne kadar etkilese de suç

işlemeyi tercih her zaman bizim elimizdedir.

Düşünceme göre dünyada suç işlenmesini kesinlikle önleyemeyiz.

Ancak suç işlendikten sonra kişiyi bu suç yolundan döndürmek

fikrimce mümkündür. Peki bir kişiyi suç işleme yolundan

nasıl döndürebiliriz? Bunu ağır cezalar koyarak sağlamak tarihsel

süreçte pek mümkün olmamış, olmamaktadır. Tabi ki ağır cezalar

suç karşısında kamuoyunun vicdanını rahatlatmaktadır. Fakat ağır

cezanın suçlunun ıslahı için fayda sağlamadığını da göz ardı etmemek

gerekir. Öncelikle uzun süre hapiste kalmış kişi sosyal yaşamdan

uzaklaşır, insanlarla iletişim kuramamaya başlar. Cezaevi kurumu

içerisindeki kötü ortam nedeniyle de içerde bulunduğu dönemde

psikolojik olarak zarar gördüğü gibi oradaki topluluk nedeniyle

düzelmesinin aksine daha önce de bahsettiğimiz gibi daha kötü suçları

işlemeyi dahi öğrenir. Bundan başka suçu nedeniyle toplumda

damga yer ve kişi toplum tarafından dışlanır. Bu damga yüzünden

kişinin bir daha suç yoluna girmesi kolaylaşır. Bu nedenle ağır cezalar

uygulamak değil; suçluyu psikolojik, sosyolojik bakımdan

eğitmek; cezaevinde meslekler, işler yapmayı öğretmek; ıslahı sağlamak

gereklidir. Suçlu bireyin ıslahı için öncelikle cezaevlerinin

varolan sistemi değiştirilmelidir. Cezaevi cezanın infaz edildiği yer

olmaktan çok bir ıslah evi, bir eğitim kurumu olmalıdır. Suçlular

(özellikle de azılı suçlular) birbirlerinden olabildiğince ayrı tutulmalıdır.

Cezaevinde küçük bir dünya yaratılmalı kişiler burada cezalarını

çekerken kendi ilgi alanlarına göre eğitim almalı, işler yapmalıdır.

Suçlular toplumsal yaşamdan tamamen ayrıştırılmamalıdırlar

(büyük suçlar işlemiş suçlular hariç). Zaten kişinin özgürlüğünün

kısıtlanması büyük bir yaptırımdır. Orada kişiye ayrıca ceza

çektirmek ya da hücreye kapatmak fikrimce faydasızdır.Son olarak

cezaevine giren suçlunun topluma kazandırılıp kazandırılamayacağı

konusu da önem taşımaktadır. Burada görev biz hukukçulardan

çıkıp psikologlara geçer. Kişi cezaevinden salınmadan önce psikolog

gözetimine girmesi hayati önem taşımaktadır. Kesinlikle ufak

cezalarda bile kişi süresi bittiği gibi salınmamalı, psikolog onayı

alınmalı.

Cihad AÇIKGÖZ

MEDİPOL İDEAL HUKUK KULÜBÜ

YÖNETİM KURULU ÜYESİ


Prof. Dr. Acar

Baltaş, Türkiye’de geniş

kitlelere, psikolojinin insan

ihtiyaçları ve iş hayatının

sorunları için bir çözüm

olduğunu gösteren öncülerden

biri oldu.

Ortaöğrenimini

Istanbul Erkek Lisesi’nde,

yüksek öğrenimini Istanbul

Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

Psikoloji Bölümü’nde

tamamlayan Acar

Baltaş, doktorasını Cerrahpaşa

Tıp Fakültesi’nde Nöroloji

Anabilim Dalı’nda

yüksek beyin fonksiyonları

konusunda yaptı, klinik

nöro-fizyoloji alanında Tıp

Bilimleri Doktoru ünvanını

aldı ve 1986 yılında Uygulamalı

Psikoloji Doçenti, 1996

yılında Profesör oldu.

Acar Baltaş, yasal

yollarla toplam 600.000

adet satışı yapılmış; bazılarının

40. baskıyı aştığı Stres

ve Başaçıkma Yolları, Bedenin

Dili, Ekip Çalışması

ve Liderlik, Üstün Başarı,

Hayalini Yorganına Göre

Uzat, İnsana ve İşe Değer

Katan Yeni İK, Türk Kültüründe

Yönetmek, Akılsız

Duyguların Cezasını Kararlar

Çeker ve Baltaş Grubu

Yönetim El Kitapları’nın

yazarıdır.

“194…” Oran / Cezayir

Albert Camus, öğrencilik yıllarımda,

entelektüel olduğunu

göstermek isteyen gençlerin

kendilerini okumak zorunda

hissettikleri ve okurken

zorlandıkları bir yazardı.

Veba bu dönemde okuma

listemde yer almış ancak alt

metnini anlamamış olduğum

bir kitaptı. Roman 1940 yıllarının

birinde Cezayir’in

Oran Kentinde yaşanan veba

salgını konu ediyordu. Kentin

papazı, Tanrı’nın günahlarının

bedelini ödemesi gerekenleri

bu yolla aldığına

inanıyor ve duruma karşı çıkılmamanın

nafile olduğunu,

yapılaması gerekenin boyun

eğmek olduğunu söylüyordu.

Kentin doktoru ise bilimi ve

direnmeyi temsil ediyordu.

Zaman içinde masum çocukların

da ölmeye başlaması

vebaya direnişte tüm safları

birleştiriyordu. Bu süreç içinde

insanlar korkudan sadece

fiziksel değil duygusal bir

uzaklaşma içine giriyordu.

Camus için veba mikrobu

insanların duyarsızlığını, bilinçsizliğini

ve ben merkezciliğini;

kısacası içlerindeki

kötülüğü temsil ediyordu.

O’na göre insanlar bu duygularını

terk etmedikçe bu mikrop

(bugün virüs) insanlık

için tehdit olmaya devam

edecekti. Salgın süresinde

evlerine kapanıp dua eden ve

tövbe eden ve farklı bir insan

olmaya söz verenler, salgının

bitmesiyle sokaklara dökülüp

kutlamalara katılıyor ve hızla

eski alışkanlıklarına dönüyordu.

MEDENİYETİN CİLASI ÇOK İNCE

(Covid-19 Sonrası Türkiye ve Dünya)

Nasıl bir his biliyor musun?

Oda geniş ama sığamıyorum.

Kapı orada ama çıkamıyorum.

Cemal Süreyya

Şaire aşk acısının ve iç sıkıntısını yaşatan

duygu bugün Türkiye’de birçok evde egemen.

Çünkü eşi ve benzeri yaşam deneyimimizde

bulunmayan bir süreçten geçiyoruz.

Ancak sanat hayatın yaşanmamış cephelerine

ışık tutar ve yolumuz aydınlatır.

Gerçek Kriz

Kriz, alışılmış yöntemlerle çözülemeyen

durumlara verilen isimdir ve içinden geçtiğimiz

süreç tarihte eşi ve benzeri olmayan

ve bu nedenle de kıyas şansımızın olmadığı

bir dönemdir. Bu dönemi tanımlayacak kavramlar

belirsizlik, karmaşa ve kararsızlıktır.

Her türlü krizin en az zararla atlatılmasında

üç kuruma güven büyük önem taşır. Bunlar

bilim, medya ve kamu yönetimidir. Ancak

dünyanın her yerinde politikacılar derece

derece bu güveni zedelemektedir. Dolayısıyla

bu üç kuruma güven ne ölçüde yüksekse,

krizlerin niteliği ne olursa olsun (doğal

afet, ekonomik, sağlık veya güvenlik) en az

zararla geride bırakılır, yaralar sarılır ve hayat

mümkün olan en kısa zamanda normale

döner.

PROF.DR.ACAR BALTAŞ


Evden Çalışma ve Uzaktan Eğitim

Sahip oldukları anlayış ve kurum kültürü

açısından evden çalışma düzenini aklına

dahi getirmeyecek olan kurumlar, son günlerdeki

gelişmeler nedeniyle, bu sisteme

uyum sağlama çabası içindeler. Evde olmak

ve işe odaklanmak iki tarafı keskin bir

kılıçtır. Bu hem kurumlar hem de çalışanlar

için geçerlidir. Kurumlar açısından zorluk,

birçok iş alanında ve şirkette çalışanın gerçek

verimliliğini ölçmenin zorluğundan

kaynaklanmaktadır. Bu nedenle çalışanlar

‘göz önünde ve el altında’, olurlarsa, işlerini

yaptıkları varsayılır. Özellikle kurucu

babanın yöntemlerinin geçerli olduğu şirketlerde

patron işten ayrılmadan iş yerini

terk etmek, çalışmayı hafife almak sayılır

ve iyi gözle bakılmaz. Evden çalışma uygulaması

çalışanların içindeki yaratıcı potansiyeli

ortaya çıkartmak için bir fırsat

olacaktır. Böylece özellikle İstanbul gibi

trafiğin çalışanların enerji ve zamanını anlamsız

yere tükettiği bir kentte bu uygulama

büyük değer taşımaktadır. Evden çalışma

uygulamasını şirketler için daha küçük

alanlar, daha az gider gibi benzeri yan yararları

da madalyonun bir diğer cephesidir.

Başta IT ve İK bölümleri olmak üzere, çalışanlar

ve yöneticiler değişime uyum ve geleceğe

hazırlık açısından bir sınav sürecindeler.

Bu aynı zamanda moda kavram olan

kurumsal ve yönetsel çeviklik açısından da

bir test olarak değerlendirilebilir. Türkiye’-

deki bir bankanın yaptığı araştırma gençler

için bir gün evden çalışma imkanının, yüzde

yirmi ücret artışına tercih edildiğini ortaya

koymuştur.

İkinci büyük değişiklik, uzaktan eğitim konusunda

olacaktır. Uzaktan eğitim uzun bir

süredir birçok özel okul ve devlet üniversitelerinin

sınırlı ölçüde uyguladığı bu yöntem,

bazı aksaklıklarına rağmen, günler

içinde hayatın bir parçası oldu. Bu konuda

esas sorun teknoloji değil, hoca ve yöneticilerin

zihniyetinde yatıyordu. Zamandan

ve mekandan bağımsız eğitim kaçınılmaz

olarak kalıcı olacak ve eğitimin niteliği

yükselecektir.

Başka Neler Kalıcı Olacak?

Bu iki uygulamanın harekete geçirdiği bazı değişiklikler de birkaç yıl

içinde gerçekleşecektir. Örneğin şirketlerde hiyerarşi zayıflayacak ve

buna bağlı olarak geleneksel yönetim yapısı değişmektir ve karar mekanizmaları

da çeşitlenecektir. Sınırlı da olsa evden çalışma, kadınların iş

hayatındaki sayısını ve etkinliğini artıracaktır. Evi ve işi arasında tercih

yapmak zorunda bırakılan birçok kadın, eğitiminin hakkını verecek ve

potansiyelini kullanarak çalıştığı kuruma katkısı aratacaktır. Böylece üst

yönetim kademelerinde de kadın sayısı yükselecektir.

Türkiye’de şirket iflasları ve nakit akışını yönetemeyen işletmelerin el

değiştirmesi kaçınılmaz olacaktır. İşsizlik artacak, emeklilik sistemleri

zorlanacak, yeni vergiler gelecek, gelir ve servetler küçülecektir.

Dünya’da ekonomik toparlanma zaman alacaktır. Ancak rezervi olan

ekonominin lokomotifi niteliğindeki ülkelerde devletlerin sisteme akıttığı

kaynak iki yıl içinde dengelenmeye imkan verebilir.

Toplum psikolojisi perspektifinden bakıldığında önümüzde iki senaryo

gözüküyor. Birincisi iyimser senaryo: İnsanlar tüketim alışkanlıklarını

sorgulayacak, dayanışma, insani değerler, ihtiyacın ötesinde mal edinme

ve lükse yönelme eğilimi zayıflayacak, doğaya verilen zararın

farkındalığıyla ona daha saygılı olacaklardır. İkinci ve kötümser senaryo:

Uzun süreli resesyonve işsizliğin yol açtığı sosyal huzursuzluklar,

demokrasisi kırılgan ülkelerde rejimlerin sertleşmesine, içe kapanma,

ırkçılık ve ayırımcılığın artmasına yol açacaktır

Medeniyetin Cilası

Gece yarısından iki saat önce iki gün için ilan edilen sokağa çıkma yasağı

sırasında yaşanan izdiham, insanın bildiklerini dakikalar içinde unutarak

kendini ve başkalarını tehlikeye atabildiğini gösterdi. Bir kere daha anladık

ki, bilgi davranışı değiştirmiyor ve medeniyetin cilası çok ince.

Eskiden kendine benzemeyenleri dışlayan ve onlardan uzaklaşan insanlar,

herkesin birbirinden ve sevdiklerinden korktuğu bir dünyada yaşamaya

başladılar. Dünyada hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyenler, yaşamsal

tehlike ve birbirlerine bulaştırdıkları korku ortadan kalktığında,

yukarda sıraladığımız sisteme dönük sınırlamaların ötesinde bastırılmış

duyguların coşkusuyla eski alışkanlıklarına ve dünyaya zarar veren tüketim

alışkanlıklarına geri dönecek ve Camus’nün 80 yıl öncesini anlattığı

Veba romanında olduğu gibi bütün tövbelerini unutacaklardır.

Sonuç

Hayat değişimlerle dolu ve bizim bu değişimleri yönetme biçimimiz bizi

şekillendiriyor ve dönüştürüyor. Bu dönüşümün ne yöne olacağına da

herkesin özünde ve cevherinde var olan iyilik ve kötülük ikileminde, neyi

beslediğine bağlı oluyor. Bütün okurlarımıza sosyal mesafelerini korudukları

ancak uzaktaki aile üyeleri ve arkadaşlarıyla bağlarını ve ilişkilerini

güçlendirdikleri sağlıklı günler dilerim.


100 METRE VE 200 METRE

ULUSAL VE ULUSLARAARASI

GENÇLER REKORLARININ SA-

HİBİDİR

AZERBAYCAN KÖKENLİ TÜRK

SPRİNT ATLETİ 2011 YILINDA

TÜRK VATANDAŞI OLDU.

LONDRA’DA DÜZENLENEN

2017 DÜNYA ŞAMPİYONASIN-

DA DÜNYA ŞAMPİYONU OL-

MUŞTUR.

29 MAYIS 1990 AZERBAYCAN

BAKÜ ‘DE DOĞDU


Kısa mesafe koşusu yoksa uzun

mesafe koşusunu mu daha çok

seviyorsunuz?

Tabi ki kısa mesafe severim çünkü kısa

mesafe daha iyi derece çıkıyor. Bir

de uzun mesafeyi gençlikte denedim,

daha iyi olmadığı ve beğenmediğim

için kısa mesafeyi tercih ettim. Şu anda

da kısa mesafe ile devam ediyoruz.

Sporun dışında yöneldiğiniz

farklı ilgi alanları var mı, herhangi

bir aktivite?

Sporun dışında şu anda profesyonel

olarak bir şey yapmıyorum. Spor idmanları

günün yirmi dört saatini alıyor.

Onun dışında sosyal medyaya resim

çekip video çekip koyma hobim

var. Resim çekmeyi, video çekmeyi

çok severim. Benim de eşim fotoğrafçı

olduğu için çok güzel ve zevkli oluyor.

Çok sıkı, sürekli ve yoğun şartlarda

çalışmalar yapıyorsunuz. Daha

önce hiç daha rahat bir kariyer

hayatım olsaydı diye düşündünüz

mü?

Spor hayatı farklı bir şey, çok tempolu.

Farklı bir şey yapılsaydı, başka bir dalda

çalışsaydım çok farklı olurdu. O kadar da

yoğun olmazdı ama atletizm bana hayatın

farklı bir açısını gösterdi. Bana çokça disiplin

verdi, disiplin çok önemli sivil hayatta.

İnanıyorum ki bu disiplini ileride,

sporu bıraktıktan sonra güzel şekilde kullanırız.

Nasıl bir çalışma disiplininiz

var, bize bir günlük idman ve

beslenme programınızdan bahseder

misiniz?

Şu sıralar koronadan dolayı pek idman

yapamıyoruz; günde tek idman yapıyoruz,

sabahları. Normal şartlarda ise

idman kamplarında tüm gün boyunca

çalışıyoruz. Yani çift idman yapıyoruz

sabah-akşam. Öğle yemeğini yiyip

tekrar ikinci idmana geçiyoruz. İdman

ortalama 3 saat sürüyor. Yani günde

toplam 5-6 saat çalışmış oluyoruz. Akşamları

ise ertesi günkü idman için hafif

bir tedavi süreci oluyor. Beslenme

de çok önemli bir husus. Zamanında

bir diyetisyenle çalışıyorduk, şu an çalışmıyoruz

çünkü iki yıl çalıştık. Şu

anda vücudumuzu iyi tanıyoruz. Diyet

yalnızca az kalori olsun diye değil,

doğru beslenme açısından önemli. O

şekilde devam ediyoruz.

Yakın tarihte çocuğunuz

dünyaya geldi, neler hissediyorsunuz?

Yakın tarihte çocuğum oldu, çok

güzel bir duygu. Yani sporla karşılaştırılabilecek

bir şey değil, bu

farklı bir duygu. Yeni bir hayat...

İnanıyorum ki çocuğuma iyi bir

rol model olup hayatta doğru yönü

gösterebilirim. Sporcu olmasını

da isterim.


Rol model olarak gördüğünüz

isimler var

mı, varsa kimler?

Rol model olarak şu an

kimseyi görmüyorum.

Benim en iyi rol modelim

zamanında babam

idi. Hayata karşı beni

doğru yönetiyordu. Şu

anda rol model olarak

kimse yok. Sadece kendi

kendimle yarışmaya

çalışıyorum. Kendi rekorlarımı

kırıp yeni rekorlara

koşmaya çabalıyoruz.

Ona göre de örnek

olmak lazım genç

sporcular için, genç nüfus

için.

Hedefinizde gelmek istediğiniz

son nokta nedir?

Hedeflerim dediğim gibi

üç tane nokta vardı. Avrupa,

Dünya, Olimpiyat. İlk

ikisini yaptık, biri kaldı.

İnşallah onu yaptıktan sonra

da nasıl hissedeceğimi

bilemiyorum. Bu soruyu

üçüncü noktayı gerçekleştirdikten

sonra tekrar sorabilirsiniz.

İlk yarışınıza çıktığınızda kaç yaşındaydınız, neler hissetmiştiniz,

olay nasıl gelişmişti?

İlk yarışım, ya galiba altı ya da yedi yaşındaydım. Yüzüyorduk,

yüzme yarışı. Bakü şampiyonasına katıldım. Kaçıncı

olduğumu hatırlamıyorum, aslında tam olarak çok bir şey

hatırlamıyorum yarışla ilgili. Ama güzel geçti, farklı bir şey

oldu. İdmanda sürekli yüzüyorsun, ediyorsun ama yarışta bir

kere yüzmen gerekiyor, tecrübe oldu benim için.

Usain Bolt hakkında düşünceleriniz ve atletizmi

artık bırakmış olmasının atletizm dünyasındaki

etkileri nelerdir sizce?

Usain Bolt büyük bir isim, büyük bir atlet. Çok fazla

kazandığı dereceler, madalyalar var. Yani atletizme

büyük bir yatırım yapmış, atletizmi öne çıkarmış.

Eskisi gibi değil şu anda, şu anda o gittiği için

atletizm dünyasına büyük bir isim gerekiyor. İnşallah

da gelecekte böyle bir isim görürüz. Böyle dereceli

bir isim gerçekten gerekiyor çünkü böyle isimler

olmadan atletizmin reklamı gerektiği gibi yapılamıyor.

Londra'daki şampiyonluğunuzdan sonra hayatınızda

neler değişti, biraz bahseder misiniz?

Londra'dan sonra şartlar biraz daha iyileşti. Mesela

Diamond League yarışlarına davet gelmiyordu, şu anda

Diamond League yarışlarına davet geliyor. İstediğin

kulvarda koşmak gibi gibi avantajları da oldu. Onun

dışında pek bir şey değişmedi. Aynı şekilde çalışıyoruz,

kamplar vs şeyler. Yani idmanlara devam ediyoruz.

Çok değişmedi çünkü biz hep sporun içindeyiz,

aynı şekilde aynı tempoda devam ediyoruz. Şu an sivil

hayata pek yatırım yapamıyoruz.


İstanbul'un en sevdiğiniz semti nedir veya size özel gelen bir mekanı var mı?

Ben İstanbul'da on senedir yaşıyorum, on senedir oturuyorum. Sevdiğim semt Kadıköy, Kadıköy

çok güzel. Kadıköy'ün sahili, mekanları çok güzel. Moda'yı severim. Tabi İstanbul'un bir sürü güzel

yeri var. Yazları sıcak, ailecek adalara gitmeyi, adalarda balık yemeyi çok seviyoruz. Dünyadaki

en hoş yerlerden birisi İstanbul da.

Türk vatandaşlığına geçmeye

karar vermenizde neler

etkili oldu?

Ben 2009'dan beri Türkiye'-

de yarışıyorum, yani Fenerbahçe

Spor Kulübü adına.

Ondan öncesinde ben ilk

2005'te İstanbul'a yarışa geldim.

Yani ilk yurt dışına çıktığım

yarış İstanbul'da oldu.

Yılmaz Sazak yarışına katıldım,

gençken. Ben İstanbul'a

geldim ve şehre çok aşık oldum.

Dedim ki ben kesinlikle

burada yaşayacağım.

Sporla olmasa bile başka türlü

de olsa mutlaka burada

olucam dedim. Ona için bütün

planlarım buna yönelikti.

Türkiye'ye özgü hoşunuza

giden bir özellik,

gelenek var mı?

Azerbaycan-Türkiye çok

benzediği için ülke olarak

kendimi iyi hissediyorum.

Diğer milletlere

göre çok fark ediyor.

Ama burası zaten doğduğum

yere çok benziyor.

Sporu bıraktıktan sonra

neler yapmayı planlıyorsunuz?

Sporu bıraktıktan sonra okul

yaptırmak, çocuklara destek

vermek istiyorum. Bunu

gerçekleştirebilirim inşallah.

İmkanım olursa yeni nesle

destek vermek için çalışacağım.

Yani şöyle bir okul, ortaokul

- lise seviyesinde.

Yalnızca atletizm değil

olimpiyat branşlarındaki yetenekli

çocukları oraya toplayacağız,

okulun yanında

olimpiyat merkezi tesisleri

olacak. Orada çocuklar hem

eğitimini alacak hem spor

yapacak. Bunun dışında yurt

dışından gelen sporcular

orada kamp yapabilecek.

Düşünün, diyelim bir yüzme

olimpiyat şampiyonu orada

gidiyor, idman yapıyor. Orada

eğitim alan gençler canlı

bir tecrübeyle temasta olup

ilham alabilmiş olacak.


İntihar, bir canlının, neticesinin ölüm olacağının bilincinde olarak, kendisinin ölümüne

yol açacak bir eylem yapmasıdır. Risk faktörleri arasında, majör depresif bozukluk,

bipolar bozukluk, şizofreni, kişilik bozuklukları gibi zihinsel hastalıklar, alkolizm

ve madde bağımlılığı bulunmaktadır. Bireyin kendisine yönelik bir saldırganlık

hali olan intihar davranışı, birçok şiddet davranışının aksine her yaştan kişiyi etkilemekte

olup, bireyin bilerek ve isteyerek hayatına son vermesi olarak da tanımlanabilir.Aslında

intihar eylemi hem iç hem de dış faktörlerden yani çevresel faktörlerden

etkilenebilir bir durumdur. Peki acaba zaman, gün veya mevsimlerin intihar vakası

sıklığında etkileri var mıdır? Yani vakalar en sık hangi günlerde veya saatlerde gerçekleşiyor?

Cevaplarımızı etkileyen bir sürü etken olabilir örneğin ülkeden ülkeye

farklı olabiliyor. Bunların temelinde aslında kültürü de göz ardı etmemek lazım.Bu

soruya cevap vermek için bir sürü makale inceledikten sonra çok şaşırtıcı bulgulara

rastladım.İntihar vakalarını ve gerçekleştirildiği zamansal kavramları karşılaştırdığımızda

aslında aralarında bir bağ bulmak mümkündür. Çeşitli araştırmalarda vuku bulan

intihar vakalarını Mevsim, Ay ve gün olarak ayrı ayrı incelemişler.

Genel olarak intihar eylemi psikolojik, sosyal veya içsel (biyolojik) ve dışsal faktörlerden etkileniyor.

Özellikle intiharın zamanlaması dış faktörlerden daha çok etkileniyor.

2020 yılında Amerika’da yapılan araştırma sonuçlarına göre intihar vakaları ilkbaharda en üst

rakamlara ulaşırken, sonbahar aylarında en az rakamlara iniyor. 2003-2014 yılları

arasında,

Amerika’nın 18 eyaletinde intihar vakalarının verileri bilim adamları tarafından

incelenip bazı sonuçlar

alındı. Bu araştırma sonucunda intihar vakaları Mart ayından artmaya başlıyor,

sonbahar ve özellikle

Eylül ayından önce en üst rakamlara ulaşıyor. Genel olarak sabahları artarken,

öğleden sonra en zirve

rakamlar kaydediliyor. Diğer taraftan genç yaş grubunda intihar sıklığı akşam saatleri

arasında ve 65

yaş üstü sıklığı ise sabahları daha fazladır.

Japonya’da yapılan bir diğer araştırmada intihar vakası sıklığını yaş gruplarına

göre ve bir günün hangi

zaman diliminde artış gösterdiğini araştırmışlar. 2019’da yayımlanan makalede

Japonya’nın gelişim

sürecindeki yaşanan intihar vakaları orta yaş grubu erkeklerde en çok sabah erken

saatlerinde ve

özellikle Pazartesi günleri zirve yaptığı ortaya çıkmıştır.

Bir grup Avusturyalı bilim adamı ise Yıl Başının intiharlar üzerindeki etkileri araştırmışlar. 2015 yılında

literatüre giren bu araştırma sonuçlarına göre intihar vakası sıklığı yıl başından önceki günler düşüyor,

hatta 24 Aralık günü en az intihar vakası kaydedildiği öne sürülüyor. Yıl başına kadar bu şekilde devam

eden durum yıl başı günü bir artma yaşıyor. Ancak Ocak ayının ilk haftası ortalama bir değerde

seyrederken, sayılar yıl başı gününden daha az olabiliyor. Bu araştırmaya göre de intihar vakaları en

sık Pazartesi ve Salı günleri gerçekleşiyor. 2018’de Avusturya’da başka bir grup bilim adamı farklı bir

araştırma yapıyorlar ve salında sonuçlar bir önceki araştırmadan pek farklı olmuyor. Bu araştırmaya

göre de intihar vakası en sık Pazartesi ve Salı bildirilmiştir. Mevsim olarak ise ilk bahar ve yaz

aylarında bir artış izleniyor ki bunun sebebinin biyolojik temellere dayandığını iddia ediyorlar.

Araştırmada belirtilen biyolojik sebep Serotojenik değişimlerin olabileceği söyleniyor.

Aslan KHOSROWSHAHİ

KTÜ EMSA BAŞKANI


Derneğimiz Kocaeli Üniversitesi Sosyal Hizmetler

Sempozyumunda bildiri sunmuştur.

Derneğimizce Trabzon Barosu işbirliği ile Çocuk

Hamileler ve Çocuk Destek Merkezleri Konulu

Sempozyum düzenlenmiştir. 13-14 2017

Dedeman Otel Trabzon

22-28 Nisan 2018 'de AÇSHİM KİKAP TRAB-

ZON Derneği işbirliği ile International

Children Center Micro-Fon Desteği ile "Bu Bir

Sır Değil Aramızda Kalmasın" Projesi gerçekleştirilmiştir.Devlet

Himayesindeki ve koruyucu

ailedeki 22 çocuğa Mahremiyet Eğitimi verilmiş

,iyi dokunuş kötü dokunuş ve bir yabancıyla karşılaştıklarında nasıl davranacakları öğretilmiştir.

Derneğimizce Çocuk Hakları Sözleşmesinin 30.yıl dönümü nedeniyle Dünya Çocuk İstismarı

Farkındalık Günü 18 Aralık 2019'da Trabzon Radisson Blu Otel'de düzenlenen "Çocuk İstismarı

Davalarında Failinde Çocuk Olması Durumunda Yasal Değişiklik Önerileri Konulu Panel ve

Çalıştay düzenlenmiştir.Bu etkinlik Trabzon Valiliğinin Katkıları ,Trabzon Barosu İşbirliği ile

gerçekleşmiştir.Etkinlik Avrupa

Konseyi Çocuk Hakları Bolümü

web sayfasında Türkiye adına tek

etkinlik olarak duyurulmuştur.

Trabzon Üniversitesi Hukuk Fakültesi

Öğrencileri Panel ve

Çalıştayın kitapçığının yazılmasına

gönüllü destek vermiştir.Bu

etkinlik sonrasında Hukuk Fakültesi

Hukuk Klinikleri Kulübü kurulmuştur.

10 Aralık 2019 Dünya insan Hakları

Gününde KİKAP TRABZON

tarafından Ortahisar Belediyesi

Çok amaçlı Salonda Ortahisar

Belediyesi

,AÇSHİM ,UNHCR ;Afgan

Hazara Kültür D. Der. işbirliği ile

Çocuk Hakları ve Mahremiyet Eğitimi düzenlenmiştir.Etkinliğe 400 Afganlı Mülteci çocukları ile

katılmıştır.

.


Bu etkinlik Karadeniz Bölgesi’nde Afganlı mülteci çocukların cinsel istismardan korunması ile

ilgili ilk etkinliktir.

21 Şubat 2020'de KİKAP TRABZON Ortahisar Belediyesi İl Göç İdaresi,Ecpat Türkiye, Hukuk

Fak.Hukuk Klinikleri Kulübü ve Afgan Hazara Kültür ve Dayanışma Der.işbirliği ile Türkiye'de

bir STK tarafından" İNSAN TİCARETİ ve ÇOCUK EVLİLİKLER konulu Sempozyum gerçekleştirilmiştir.

Etkinliğe Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Rıfat Sagut IOM Uzman Anastasia Sağlam ,Ecpat Türkiye

Koordinatörü Şahin Antakyalıoğlu , Ankara Adliyesi 3.Aile Mah.Sos.Cal.Zeynep Mutlu ve Kamu

Kurumlarından ve Jandarma Komutanlığından uzmanlar ve kız çocuğu olan 100 Afganlı kadın

,kamu kurum yöneticileri ,akademisyenler kadın stklar katılmıştır.

Derneğimiz STGM tarafından düzenlenen Sivil Sesler Festivaline Poster Sunmuş ve Faaliyetlerimizle

ilgili sunum yapılmıştır.21-23 Eylül 2019 . Bu etkinliğin ses kaydı İl Göç idaresi tarafından

alınıp ,deşifre ve kitapçık Hukuk Klinikleri Kulübü tarafından hazırlanmıştır

Derneğimiz 26 Şubat 2020'de

ECPAT ve ECPAT Türkiye tarafından

düzenlenen Çocukların Ticari

ve Cinsel Sömürüsüyle Mücadele

Konulu Uluslararası toplantı

ve Panele konuşmacı olarak davet

edilmiş ve Bşk. Nilgün Turan sunum

yapmıştır. KİKAP TRAB-

ZON Ekim 2019 dan beri Uluslararası

Çocuk Koruma Ağı yürütme

kuruluna üyedir.Kuruluşumuzdan

itibaren ÇTCS Mücadele Ağı üyeliğimiz

sürmektedir. 2019 Temmuz

itibariyle ECPAT Türkiye üyesiyiz.

Derneğimiz ilimizde Covid 19 salgını sırasında evlerinde karantina nedeniyle mahsur kalan çocukların

cinsel istismardan korunması için kurumlar arası iletişimi sürdürmektedir.

Bşk. Nilgün TURAN


“Allah belasını versin” sözleri

tanrısal ceza dileme beddua

anlamında olup , hakaret

ve aşağılamadan bahsedilemez.

Yargıtay ceza genel kurulu

Esas no:2001/9 132

Karar no:2001/155

“İşçinin şirket aracını özel işlerinde

kullanması işveren açısından

haklı fesih nedenidir.”

Yargıtay 9.Hukuk Dairesi

Esas no:2015/35758

Karar no:2019/7056

“Eşinin annesine gavur demek

boşanma sebebidir.”

Yargıtay 2.Hukuk Dairesi

Esas no:2016/7917

Karar no:2017/9746

“Eşinden habersiz kredi

çekmek güven sarsıcı davranıştır

ve boşanma nedenidir.”

Yargıtay 2.Hukuk Dairesi

Esas no:2016/16861

Karar no:2018/5575

“Emniyette avukatsız verilen

ifade hakim veya mahkeme

huzurunda doğrulanmadıkça

hükme esas alınamaz.”

Yargıtay 13. Ceza Dairesi

Esas no:2014/24767

Karar no:2015/11737

“Bankalar müşterilerinin

internet bankacılığı sisteminden

kaynaklanan zararlarından

hafif kusurlu olsa

dahi sorumludur”

Yargıtay 11.Hukuk Dairesi

Esas no:2016/2409

Karar no:2017/5249


BİL BAKALIM!!!

OTOPARK MAYFASINDAN BİR KİŞİ ÖLDÜRÜLMÜŞTÜR. POLİS İÇLERİNDEN

BİRİNİN KATİL OLDUĞUNU 3 ZANLI TUTUKLAMIŞTIR. BUNLARDAN BİRİNCİ

Sİ MUHABBET TELLALI, İKİNCİSİ UYUŞTURUCU SATICISI VE ÜÇÜNCÜSÜ DE

BAR SAHİBİDİR. OLAY ANINDA ORADA BULUNAN VE KATİLİ TANIYAN KE

NAN BEY , ALEV HANIM ,ORUÇ BEY VE AYTEKİN BEY POLİS TARAFINDAN

SORGULANACAKTIR. FAKAT POLİS TANIKLARDAN BAZILARININ KATİLE

SEMPATİ DUYMALARI NEDENİYLE, KANUNLARA KARŞI GELME PAHASINA

YALAN SÖYLEYECEKLERİNDEN VE SUÇSUZ BİRİNİN BAŞINI YAKACAKLA

RINDAN KUŞKULANMAKTADIRLAR. POLİSİN ALDIĞI İFADELER TUTANAK

LARDA ŞU ŞEKİLDEDİR.

KENAN BEY : MUHABBET TELLALI PİS HERİFİ ÖLDÜRDÜ.

ALEV HANIM: KATİL UYUŞTURUCU SATICISI

ORUÇ BEY : HAYIR,HAYIR … KENAN BEY , HEM DE ALEV HANIM YALAN SÖY

LÜYOR OLAMAZLAR.

AYTEKİN BEY : BİR NOKTAYA DİKKATİNİZİ ÇEKMEK İSTİYORUM … BANA

KALIRSA YA ALEV HANIM YALAN SÖYLÜYOR YA DA KENAN BEY DOĞRUYU

SÖYLÜYOR…

HATİCE HANIM: NEDENDİR BİLMEM AMA AYTEKİN BEYLE ,ORUÇ BEY ARA

LARINDA SÖZLEŞMİŞ GİBİLER .YA İKİSİ DE GERÇEĞİ SÖYLÜYORLAR , YA DA

HER İKİSİNİN DE SÖYLEDİĞİ YALAN , YA DA BEN YALAN SÖYLÜYORUM.

TANIKLARDAN BİRİ YA YANLIŞ İFADE VERDİ YA DA TAMAMEN DOĞRUYU

SÖYLEDİ .SÖYLEDİKLERİ , O TANIDIĞI TÜM İFADELERİNİN TAMAMI İÇİN

GEÇERLİ OLDUĞUNA GÖRE KATİL SİZCE KİM????????

BİZE ULAŞ!

hukukkliniklerikulubu_tru


Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!