Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
ATATÜRK, 1922
1
İ Ç İ N D E K İ L E R
S A Y F A 6
Ö M E R U L U S
S A Y F A 1 7
Y A S İ N T O P Ç U
S A Y F A 5 5
Y U S U F B E R K
S A Y F A 5 1
E R E N G Ö K G Ö Z
S A Y F A 7 0
G Ö K T U Ğ G A L İ P
AMERİKAN BASININDA
BÜYÜK TAARRUZ
2
S U N U Ş
Türk milletinin var oluşundan bu yana içinde bulunan bağımsızlık ateşini
yine ve yeniden söndürmeye çalışan bedhahlaralara karşı başlayan Büyük
Taarruzu 100. yıldönümünde hatırlamak ve hatırlatmak amacıyla Türk
evlatları olarak o ateşin ve damarlarımızdaki kudretin kutsal taşıyıcılığı
vazifesini millî şuurumuzun bir parçası olarak gördük. Şimdi de o vazifeyi, en
içten duygularımızla 100 yıl sonra tekrardan yapıyoruz. Artık mavzerlerin
yerine kalemlerimizi kuşandık, cephane yerine de mürekkeplerimizi ve
uçlarımızı alıp "mutlak mavera"dan gelen sesi işiterek vazifemizi
gerçekleştirmek için bu dergiyi çıkarmaya karar verdik. İşte, amacımız şudur:
Türk bağımsızlık ateşinin 100. yılında da dipdiri kalmasını sağlamak ve Türk
millî şuurunu tekrardan yüce milletimizle buluşturmak. Zira biz "Vazifenin
gür sesi"ne kulak veren Türk fertleriyiz.
4
ÖZET
T Ü R K V E Y A B A N C I Y A Z A R L A R I N
K A L E M İ N D E N B Ü Y Ü K T A A R R U Z
Bu yazıda 26 Ağustos 1922 tarihinde başlayan ve kesin Türk zaferi ile
sonuçlanan Büyük Taarruz’u kaleme alan Türk ve Yabancı yazarların yazıları
incelenecektir. Aynı zamanda Türk ve Dünya aydınlarının Türk Kurtuluş
Savaşı’na bakış açısı değerlendirilmiş ve kanıtlarıyla sunulmuştur. Yeni Türk
hükümetinin emperyalizme karşı mücadelesinin son silahlı safhası olan
Büyük Taarruz Türk milletinin dönüm noktalarından olmuş; bir ülkenin
kaderini etkilemiştir. Bu yüzden önemli bir tarihsel olay olarak adını
tarihimize altın harflerle yazdırmıştır. Türk ve Dünya tarihi için önemli bir olay
olan bu hadise üzerine yazılanlar derlenmiş ve değerlendirilmiştir. Savaş
sırasında Türk hükümetine Türk tarafına çeşitli yardımlar yapan Sovyetler
Birliği üzerine değerlendirmeler yapılmış ve dönemin Rus aydınların
Anadolu’da emperyalizme karşı mücadele veren Türk ordusuna bakışı da
değerlendirilmiştir.
ANAHTAR KELİMELER
BAŞKOMUTANLIK MEYDAN MUHAREBESİ
19 Mayıs 1919’da başlayan Türk Kurtuluş Savaşı’nın son askeri raddesi
olan Başkomutanlık Meydan Muharebesi(bilinen adı ile Büyük Taarruz), 26
Ağustos 1922’de, saat 4.30 sularında Türk topçularının düşman mevzilerini
bombalamasıyla başlamıştır. Bu sıralarda 5. Süvari düşman mevzilerinin
gerisine sızarak önemli başarılar elde etmiştir. Fakat ana taarruz 26 Ağustos
sabahında, saat 10.00 sıralarında başlamıştır.
6
1. ve 2. Ordu da Çiğiltepe ve diğer mevzilere doğru ilerlemeye başlamış ve
Yunan Ordusu’nun tüm irtibat ağını çökertmiştir. Türk ordusu, 26 Ağustos
sabahı başlattığı harekât ile düşman mevzilerini yararak Batı Anadolu’da
işgal edilen topraklarımızın içlerine doğru girmeye başarmıştır. Bu
gelişmeler, 29 Ağustos gecesi merkez karargâhta büyük sevinçle karşılanmış
ve tüm kolorduların düşmana taarruz etmesini istemiştir. 30 Ağustos günü
taarruza kalkan 1. ve 2. Ordu Çaltepe, Adatepe, Kaplangı Dağları’na girmiş,
Dumlupınar’ı da büyük ölçüde ele geçirmiştir. Türk ordusu kurmay dehasının
ve coğrafyayı iyi tanımasından dolayı Yunan kuvvetlerini üçe bölmeye
çalışmış ve en sonunda “topyekûn yok etme planını” devreye sokmuştur.
Mirlava(Tuğgeneral) Sakallı Nurettin Paşa’nın idare ettiği 1. Ordu’nun 1. ve 4.
Kolorduyu yöneten İzzetin (Çalışlar) ve Kemalettin Sami (Gökçen) Beylerin
tümenleri ile 2. Kolordu Komutanı Yakup Şevki(Subaşı) Paşa’nın 3. ve 6.
Kolordu ile Kocaeli Grubu komutanları Şükrü Naili(Gökberk), Kazım (İnanç)
ve Deli Halit Paşaların tümenleri düşmanı Afyon’a kadar takip etmiştir. 1 Eylül
– 8 Eylül arasında haftada Kütahya'yı, Eskişehir'i, Uşak'ı, Salihli'yi ve
Alaşehir’i kurtarmıştır. En sonunda ise şanlı ordumuz 9 Eylül günü İzmir’e
girerek Anadolu’daki Yunan işgalini bitirmiştir.
Türk ordusu yaklaşık 13 günde 450 km ilerleme kaydetmiş, öte yandan
Yunan ordusu Anadolu’yu boşaltmaya başlamıştır. Türk ordusunun bu
ilerleyişi dünya harp tarihine girmiştir. Genel bir taarruzun aksine düşman
kuvvetlerini bölüp aralarındaki ilişkileri kesmeyi odaklayan bir saldırı düzeni
ile hareket eden ordumuz, 26 Ağustos – 9 Eylül arasında büyük stratejik
hamlelerle düşman ordusunu yaklaşık 15 ay içerisinde imha etmiş ve
düşmanın Anadolu’daki varlığını kırmıştır.
7
TÜRK YAZARLARININ KALEMİNDEN BÜYÜK TAARRUZ
Gazi Mustafa Kemal Atatürk Kurtuluş Savaşı öncesinde, Kurtuluş Savaşı’nda
ve sonrasında da eğitime ve toplumsal aydınlanmaya çok önem vermiştir.
Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın fikirlerinin gelişiminde katkısı olan yazarlar
arasında Ziya Gökalp, Tevfik Fikret, Namık Kemal, Voltaire gibi isimler
bulunmaktadır. Hayatının her döneminde toplumsal aydınlanmayı sağlamak
ve idealist bir takımı oluşturmak için çaba göstermiştir. Kurtuluş Savaşı
öncesinde örneğin Ruşen Eşref ile şahsi bir tanışıklığı olan Gazi’nin Türk
basınında da takip ettiği birçok yazar ve gazeteciler vardı. Kurtuluş Savaşı
sırasında yayımlanan gazeteler de buradan tertip edilmiş ve geliştirilmiştir.
Kurtuluş Savaşı sırasında H.C. Yalçın, Falih Rıfkı, Yakup Kadri, Halide Edip,
Yahya Kemal, Mehmet Emin Yurdakul, Mithat Cemal Kuntay gibi vatansever
ve milliyetçi duygulara sahip olan yazarlar, savaş sırasında halkı uyandırmak
ve savaşa halkı davet etmek için birçok yazı ve şiir kaleme almıştır. O
yazarlardan ve Türk Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal Paşa’nın yanında
bulunan aydınlardan Falih Rıfkı Atay 30 Ağustos’u şöyle anlatmaktadır:
“Neyimiz varsa, bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak,
şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı'nın vicdanımızı ve kafamızı
Doğu'nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu
topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini,
her şeyi 30 Ağustos Zaferi'ne borçluyuz.”
Falih Rıfkı Atay’ın yazısında da Türk milletinin Anadolu’daki varlığının Büyük
Taarruz sayesinde kalıcı olduğunu belirtmiştir. Aynı zamanda kurulacak bir
Türk devletinin kendi benliğinde hareket eden, özgür bir devlet olması
gerektiği belirtilmiştir.
8
Aynı zamanda kurulacak bir Türk devletinin kendi benliğinde hareket eden,
özgür bir devlet olması gerektiği belirtilmiştir. Falih Rıfkı gibi Kurtuluş Savaşı
üzerine çalışan araştırmacılar da bunu belirtmiştir.
Kurtuluş Savaşı boyunca çeşitli gazetelerde yazılar yayınlayan Yakup Kadri
Karaosmanoğlu da Kurtuluş Savaşı’nın son silahlı mücadelesi olan Büyük
Taarruz üzerine şunları yazmıştır:
“Gürleyin, mübarek toplar gürleyin!... Siz bu kanlı bayramın şenlik
seslerisiniz. Üç yıldır zillet ve sefalet içinde bükülen boynumuz, rica ve
istirham vaziyetinde topraklara gömülen dizlerimiz ve korku, intizar endişesi
ile kısılan sesimiz ancak sizin ceberrutunuz sayenizde doğrulacak, kalkacak
ve açılacaktır.”
Yakup Kadri’nin bu yazısındaki “topraklara gömülen dizlerimiz ve korku,
intizar endişesi ile kısılan sesimiz ancak sizin ceberrutunuz sayenizde
doğrulacak, kalkacak ve açılacaktır” ifadesi Kurtuluş Savaşı sürecinde
Anadolu’da yaşanan yoksulluğu ve tahribatı anlatmakta, Anadolu’daki
Ankara hükümetinin giriştiği silahlı mücadeleyi meşru kılmaktadır. O
dönemde yetişmiş birçok Türk aydını da bu fikre temayüz etmekte ve
benimsemektedir. Aynı zamanda yeni kurulan Ankara Meclisi, İstanbul’da
bulunan Osmanlı idaresinden daha çok sevilmekte ve tutulmaktadır.
Dönemin Türk aydını, yeni kurulacak ve eski devletten bağımsız olan bu
yapının 3 yıl süren kanlı bir boğuşma ile kurulduğunun farkındadır. Savaşın
ortasında yetişen aydın takımı da İstanbul’daki Osmanlı hükümetine mi
yoksa Osmanlı hükümeti tarafından asi görülen ancak “gerçek
vatanseverler” olarak lanse edilen Kuvayı Milliyeciler ve milliyetçilerin
kurduğu Ankara hükümeti tarafında mı yer alacakları konusunda çeşitli
ikilemlerde kalmışlardır.
9
Vatansever birçok aydın Ankara Hükümeti’nin yanında yer almış ve Milli
Mücadele’ye “fikri destek” sağlamıştır.
İstanbul Darülfünunu(Üniversitesi) müderrislerinden ve ünlü şair Yahya
Kemal Bayatlı “Eski Şiirin Rüzgariyle” adlı eserinde 26 Ağustos’ta taarruza
geçen Türk ordusu ile ilgili şu meşhur dörtlüğe yer vermiştir:
“Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi.
Senin uğrunda ölen ordu budur yâ Rabbi.
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,
Galib et, çünkü bu son ordusudur İslâm'ın.”
Bu dörtlükten de anlaşılacağı üzere Türk milletinin kendi uğraşlarıyla
oluşturduğu ordu, bir kurtarıcı olarak görülmektedir. Başta Yahya Kemal,
Mehmet Emin Yurdakul gibi şairler olmak üzere birçok vatanperver şair
Kurtuluş Savaşı’na destek vermiştir. Büyük Millet Meclisi’ne ve yeni kurulan
Türk ordusuna birçok şiir yazılmış, ağıt yakılmıştır. Yazar ve şairler
kalemleriyle mücadelenin fikri yönünde çalışmıştır.
10
YABANCI YAZARLARININ KALEMİNDEN BÜYÜK TAARRUZ
Türk halkının yaklaşık üç buçuk yıl süren Milli Mücadelesi Dünya basınında
yer almıştır. Özellikle Amerikan menşeli Times gazetesi savaşın sonunda
Mustafa Kemal Paşa ile ilgili özel sayı bile yapmıştır. Ancak şurası önemlidir
ki Ankara hükümeti ve Türk kamuoyu istediği desteği bir türlü bulamamıştır.
Bazı Fransız, Amerikalı, Alman yazarlar da yeni kurulan Türk hükümeti lehine
yazılar yazıyordu(bkz. Claude Farrère). Emperyalist güçler Anadolu’da direniş
gösteren Türk halkını çapulcu, Türkiye’nin doğusunda ve batısında
katliamlar yapan Ermenileri ve yunanları masum göstermektedir. İşgalci
kuvvetler Mustafa Kemal Paşa’yı baş haydut olarak görmekte, hiçbir şekilde
Anadolu hükümetini tanımamaktadır. İtilaf kuvvetleri ancak Mudanya’da yeni
Türk hükümetini kesin olarak tanıdılar. Ancak yeni kurulan Türk hükümetini
ilk tanıyanlardan ülkelerden bir tanesi de Avrupa’da büyük nüfuza sahiptir:
Sovyet Rusya. Sovyetler Rusya Anadolu hükümetini emperyalizme karşı
direniş gösteren bir unsur olarak görmektedir. Bu yüzden diplomatik ilişkiler
geliştirilmiştir. İlkin 1921 Moskova Antlaşmasıyla iki hükümet birbirlerini
resmen tanımış, dostluk ve yardımlaşma mesajları verilmiştir. Sonrasında da
Moskova, Türk hükümetine silah, para ve altın yardımı yapmaya başlamıştır.
2. İnönü, Sakarya Savaşları’nı ve Büyük Taarruzun kazanılmasında da büyük
rol oynamıştır. Birçok Rus diplomat Türkiye’de görev almış ve birçok
akademisyen de Kurtuluş Savaşı’nı araştırmıştır. Nikolai Georgiyeviç Korsun
da Kurtuluş Savaşı’nı araştıran araştırmacılardan birisidir. N. G. Korsun
Kurtuluş Savaş( Korsun bu savaşı bir Türk – Yunan muharebesi olarak
görmektedir. Bakıldığı zaman Batı Cephesinde verilen müdafaa ve taarruz
Yunan ordusuna karşı yapılmıştır. ) ile ilgili araştırmalarını “Türk – Yunan
Savaşı 1919-1922” çalışmasıyla yayınlamıştır.
11
alışmasında Büyük Taarruz ile ilgili şunları yazmaktadır:
“1922 yılının son harekâtı, Anadolu dağ ve dağ- orman askeri harekâtı
oldukça öğreticidir. Biz Türklerin tarafında Yunanlılar ile kararlı bir
çarpışmanın öncesine iyi düşünülmüş ve uygulanmış politik hazırlı, düşman
hakkındaki istihbarat bilgilerinin titiz bir şekilde toplanmasını, askeri
harekâtın dikkatli bir şekilde ve ana operasyonel istikametlerin doğru bir
şekilde değerlendirildiğini görüyoruz. Türkler en kısa sürede düşmanı yok
etmeyi amaçlayan bir harekât planı hazırlarken Yunanlarının güçlerinin ve
araçlarının hesaplanmasına azami önem verdiler”
Rus subayın belirttiği üzere Büyük Taarruz çetin ve düzlük olmayan bir
bölgede gerçekleşmiştir. Esas olarak belirli coğrafi noktaları(Çal Dağı,
Çiğiltepe, Mangal Dağı, Kaplangı Dağı vb) ve askeri bölgeleri yıpratma ya da
ele geçirme üzerine kurulu bir fikir ile hareket edilmiştir. Birçok tarihçinin de
belirttiği gibi Türk ordusunun en büyük avantajı savaşılan bölgenin
coğrafyasına hâkim olunması ve Türk kurmay heyetinin strateji bakımından
Yunan ordusundan üstün olmasıydı. Korsun’un da belirttiği gibi, Türk ordusu
en kısa ve en hızlı yoldan düşman ordusunu imha etmeyi hedeflemektedir.
Bunun için ani baskınlar ve topyekûn bir taarruz kullanılmıştır. Bu fikirleri
uygulayan Türk komutanları ve kolorduları yaklaşık 15 gün içerisinde
Polatlı’dan yaklaşık 500 km uzaklıktaki İzmir’e girmeyi başarmıştır.
Kurtuluş Savaşı’nın yaşandığı sıralarda Türkiye ile temaslarda bulunan
Sovyet diplomat ve asker Semyon İvanoviç Aralov’un anılarında Büyük
Taarruz’un öncesini hatıralarında şöyle yazmıştır:
12
Taarruz, büyük bir gizlilik içinde hazırlanıyordu. Abilov yoldaşla ben de bu
gizliliğe biraz katıldık. Mustafa Kemal Paşa elçiliğimizde, onun da katılacağı,
büyük bir kabul resmi düzenlememizi, bunu bütün Ankara’ya yaymamızı,
öteki devlet elçilerini de kabul resmine çağırmamızı benden rica etti. Herkes
toplanıp Mustafa Kemal’in gelişini beklediği sırada yaveri gelerek, Mustafa
Kemal’in biraz rahatsız olduğunu ve gelemeyeceğinden ötürü özür dilediğini
haber verdi. Mustafa Kemal ise bu sırada gizlice cepheye, Konya’ya hareket
etmiş bulunuyordu. (...) bize büyük bir güven göstermişti. ”
Aralov’un anılarında da anlaşılacağı üzere Büyük Taarruz öncesinde gizlice
taarruz planları hazırlanmıştır. Mustafa Kemal Paşa; Aralov’un belirttiği “Çay
Ziyafetini” Ankara’da, 20 Ağustos’ta tertip etmiş ve hastalanma bahanesiyle
bu toplantıya katılmamış, Büyük Taarruz’un planlanması için cepheye
geçmiştir. Bu hareketle Mustafa Kemal Paşa düşmanın Anadolu’dan
atılmasındaki kararını ortaya koymuştur.
13
SONUÇ
Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra Yunanistan’a “megali idea” için
peşkeş çekilen bir Batı Anadolu bulunmaktaydı. Burada düşmana karşı
öncelikle küçük Kuvayı Milliye birlikleri ile mücadele verilmiştir, sonrasında
da Refet Paşa ve İsmet Paşa’ya verilen 2 farklı cephe kurulmuştur. Ancak bu
cephelerin de yetersiz kalacağı anlaşılmış ve tek bir cepheye bağlanmıştır.
Adı da “Batı Cephesi Komutanlığı” olarak düzenlenmiştir. Başına da İsmet
Paşa getirilmiştir. 1. Ve 2. İnönü galibiyetleri bu cephenin düzenlenmesi ve
ağırlık verilmesiyle alınmıştır. Ancak Kütahya – Eskişehir’de ordu düzenin
bozulmasıyla da cephe tek merkezden, bir Başkomutan tarafından yönetilme
ihtiyacı duymuştur. Yeni seçilen Mustafa Kemal Paşa ise orduyu tekrardan
düzene sokmuş ve Sakarya Savaşı’na uygun hale getirmiştir. Sakarya
Savaşı’nda kazanılan kritik galibiyet sonucunda Türk ordusu büyük bir moral
bulmuş, Yunan ordusu ise adeta hüsrana uğramıştır. Sakarya Savaşı’ndan bir
yıl sonra ise Türk ordusu büyük bir taarruza geçmiş ve 15 günde 500 km
ilerleyerek işgal altındaki topraklarını kurtarmıştır.
Bu yazıda ise Kurtuluş Savaşı’nda şanlı Türk ordusuna fikri ve manevi
destek veren çeşitli yazarlarımızın tespitlerine ve metinlerine yer verilmiştir.
Aynı zamanda Yabacı yazarların(Rus yazarlar ağırlıklı) tespitleri yer almıştır.
Türkiye’nin içinde bulunan yazarlar ve yabancı bir takım yazarlar Ankara
Hükümeti’nin” haklı mücadelesi” her fırsatta dile getirmiştir.
Ömer Ulus
14
KAYNAKÇA
Çankaya, Falih Rıfkı Atay
N. Georgiyeviç Korsun, Türk – Yunan Savaşı 1919-1922, Kronik Yayınevi,
çev. Celal Pekşen
Semyon İvanoviç Aralov, , Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları,
Cumhuriyet Yayınları, 1997.
Sadık SARISAMAN, Uğur ÜÇÜNCÜ, Arşiv Belgelerine Göre Büyük Taarruz,
Tarih Okulu Dergisi(Afyon Kocatepe Üniversitesi), Sayı XXV, 2016.
Şerafettin Turan, Atatürk'ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler,
Kitaplar, TTK Yayınları, Ankara, 2019.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ergenekon, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara,
1990.
-İSTİKLAL-
K U R T U L U Ş S A V A Ş I ' N I
D O Ğ R U A N L A M A K
Kurtuluş Savaşı, esasen bir siyaset savaşı ve diplomasi mücadelesi olarak
başlamıştır. Tarihin yüzeysel anlatılması sebebiyle bu noktayı kaçırıyoruz.
Bunu anlamak için Dünya Savaşı’nın sonuna ve Kurtuluş Savaşı’nın ilk
dönemlerine bakmalıyız. Osmanlı Devleti, 30 Ekim 1918 tarihinde imzaladığı
Mondros Ateşkes Antlaşması ile I. Dünya Savaşı’ndan mağlup olarak
çekilmiştir. Devam eden süreçte önce İtilaf donanması 13 Kasım 1918’te
İstanbul’a gelmiştir. Sonra İngiltere, Fransa, İtalya ve bunların kontrolündeki
Yunan, Rum ve Ermeni kuvvetleri Anadolu’nun çeşitli yerlerini işgal etmeye
başlamışlardır. Savaştan sonraki düzenin belirlenmesi için bir barış
antlaşması yapılması gerekiyordu. Osmanlı Devleti’nin ve Türk milletinin
akıbeti, yapılacak olan bu barış antlaşmasıyla belirlenecekti. Mondros
Mütarekesi sürecinde işgalciler, galibiyetten doğan her türlü haklarını
kullanıyorlar, hukuksuz davranışlar sergiliyorlar ve Türk milletine her alanda
baskı uygulamaya çalışıyorlardı.
Mustafa Kemal Paşa, Mütarekeden bir gün sonra Adana’ya gelerek Yıldırım
Orduları Grup Komutanlığı’nı Liman von Sanders’ten devralmıştır. Burada
Genelkurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa’dan gelen telgrafla Dünya Savaşı’nın
sona erdiğini ve Mondros Mütarekesi’nin imzalandığını öğrenmiştir. 3
Kasım’da da mütareke maddelerini inceleyen Atatürk, kendisinde oluşan
kanaati şöyle anlatmıştır; “Devlet-i Aliye-i Osmaniye, bu mütarekename ile
kendini kayıtsız şartsız düşmana teslim etmeye razı olmuştur. Yalnızca razı
olmuş değil, düşmanların memleketi istilası için ona yardımını da vaat
etmiştir. Bu beni çok hazin düşüncelere sevk etti. (…) Yapılan
mütarekenamenin sakatlığını gördüm.
17
Bu sakat noktaların düzeltilmesine çalışmak lüzumuna inanarak alakalı
makamları uyardım. Bu mütarekename olduğu gibi tatbik edilirse,
memleketin baştan sona işgal ve istilaya uğrayacağı kanaatini ileri sürdüm.
Düşmanların her dediğine eyvallah demekten doğacak neticenin bütün
Türkiye’ye istilacıların hâkim olması ile neticeleneceğine şüphe edilmemek
lazım geldiğini ve bir gün Osmanlı kabinesinin düşmanlar tarafından tayin
edileceğini anlattım. Bunun için hiç de kehanete lüzum yoktu.”
Mondros Mütarekesi’nin hukuksuz olduğunu, egemenlik anlayışını
zedelediğini ve işgallere zemin hazırladığını düşünen Atatürk, Mütareke
sonrası sürecin akıbetini tahmin etmiş ve bunun için birtakım çalışmalar da
yapmıştır. 2. ve 7. Kolordu komutanlıklarına, mütareke şartlarının yeterince
açık olmadığını, işgallere karşı uyanık olunması gerektiğini, Toros tünellerini
işgal edecek İtilaf kuvvetlerinin yanlarına Türk kuvvetlerinin yerleştirilmesini
bildiren emirler göndermiştir. Mustafa Kemal Paşa, İskenderun’a asker
çıkarmaya çalışan Fransızlara engel olunduğunu 3 Kasım 1918’de
Genelkurmay’a bildirmiştir. Aynı şekilde İngilizlerin de İskenderun’a asker
çıkarmak istediklerini, böyle bir harekette bulunurlarsa ateşle karşılık
vereceğini bildirmiştir.
Mustafa Kemal Paşa, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros
Mütarekesi’nden önce, direnişe ve kurtuluşa dair birtakım ön hazırlıklar
yapmıştır. 28 Ekim’de geldiği Kilis’te Mevlevi Tekkesi’nde misafir edilen
Atatürk, burada şehrin ileri gelenleriyle yaptığı toplantıda; “Savaşın henüz
bitmediğini, asıl bundan sonra Kurtuluş Savaşı’nın başlayacağını ve ona göre
hazırlanmaları gerektiğini” söylemiştir Kilis’te halka direniş düşüncesini
aşılamaya çalışan Atatürk, şehirden ayrılırken halka duyurulmak üzere
yayınladığı bildiride; “Kilislilerin uyanıklığından memnun kaldım.
Gençlerimizi silahlandırmakla gösterdiğiniz yurtseverliği takdir ettim. Bu
davranışınızı sürdürünüz.”
18
demiştir. Mustafa Kemal Paşa, aynı tarihlerde Katma İstasyonu’nda
rastladığı Ali Cenani Bey’e de; “Kendinizi savunmanın bir çaresine bakın!
Teşkilat yapın, kendinizi savunun, ben istediğiniz silahı veririm!” diyerek
direniş düşüncesini bir kez daha vurgulamıştır. Mondros Mütarekesi’nden
sonra Adana’ya gelen Atatürk, burada kaldığı on günlük süre zarfında da
birtakım direniş faaliyetleri yürütmüştür. 31 Ekim’de Liman von Sanders’ten
Yıldırım Orduları Komutanlığı’nı devralan Mustafa Kemal, von Sanders’in
“Bizim için her şey bitti.” sözlerine “Savaş müttefikler için bitmiş olabilir,
fakat bizi ilgilendiren savaş, istiklal savaşımız şimdi başlıyor!” şeklinde
karşılık vermiştir.
Atatürk, 7. Ordu’ya vekalet eden Ali Fuat Paşa’yı da Adana’ya çağırmış ve 4
Kasım 1918’de onunla bir görüşme yapmıştır. Bu görüşmeyi Ali Fuat Cebesoy
şöyle anlatmıştır:
“Vardığımız müşterek kanaat şu idi: İngilizler ve onu takiben diğer İtilaf
Devletleri mütareke falan dinlemeyecekler, emrivakilerle memleketimizi
işgal edecekler. Türk ordusunun hudut boylarındaki kısımlarını esir almaya
kalkışacaklar veyahut bunları memleket içine sokulmak zorunda bırakılarak
terhisini sağlayacaklardı. Vatanımızı her türlü müdafaa ve mukavemet vasıta
ve imkanlarından mahrum bıraktıktan sonra arzularını zorla ve baskı ile kabul
ettireceklerdi. Musul’un işgali ve İskenderun hadisesi ve nihayet İngiliz
mütareke heyetinin yersiz talepleri bunun açık bir delili idi. Padişah kendi
tahtını düşünecekti. Mustafa Kemal Paşa:
"Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa
etmesi, bizlerin de mümkün olduğu kadar yolu göstermemiz ve bütün ordu
ile beraber yardım etmemiz lazımdır.’ dedi ve sonra aynı fikirde olup
olmadığımı sordu. ‘Aramızda tam bir mutabakat var Paşam.’ cevabını verdim.
19
Evet, artık millet kendi hakkını kendisi arayacaktı. Pek memnun oldular. En
mühim vazifenin şimdi bana düştüğünü, çünkü bugünlerde İngilizlerin bir
baskısının neticesi olarak Yıldırım Orduları Grubu ile muhtemelen 7. Ordu
karargahının lağvedileceğini, bu takdirde benim 20. Kolordu’nun başında
kalacağımı ve bu sayede ilk müdafaa tedbirlerimi alabileceğimi hatırlattı. İlk
direniş merkezini Kilikya’da kuracaktık. Aramızda hiçbir anlaşmazlık yoktu.”
Ali Fuat Paşa, bu görüşmeden sonra vakit kaybetmeden faaliyetlerine
başlamıştır. Adana’da ve Kilikya bölgesinde direniş için yapılan faaliyetleri,
şu şekilde anlatmıştır:
“Adana bölgesinde ilk iş olarak jandarma kadrosunu ordunun subay, erat,
silah ve teçhizatı ile ikmal etmiştim. Çünkü jandarma teşkilatı daimî surette
bulunduğu bölgede kalabilirdi. Fakat ordu kısımları terhis olunabilir,
garnizonları değiştirilebilirdi. Bir işgal emri karşısında Adana bölgesinin
önemli yerlerinde direniş yuvaları hazırlatmıştım.”
Atatürk, Adana’da sivil halkla ve aydınlarla da toplantılar yapmıştır. Bu
toplantılarda direniş fikirleri ve düşman saldırısında şehrin nasıl
savunulacağı konuşulmuştur. Mustafa Kemal Paşa, 5 Kasım 1918’de
Muradiye Oteli’nde Adanalılar tarafından verilen bir akşam yemeğinde
yaptığı konuşmada; “Bu memleketin kurtulacağını, henüz ümitlerin
sönmediğini, bunun için mücadele edileceğini, Türk milletinin ve ordusunun
kendi vatanını ve istiklalini koruyabileceğini,” açıklayarak bir kez daha
direnişten bahsetmiştir. 8 Kasım 1918’de Şakir Paşa’daki Aliye Hanım’ın
(Yerdelen) evinde bir toplantı daha yapılmıştır. Bu toplantı, Kurtuluş
Savaşı’nın ilk somut adımlarından biri olmuştur. Bu toplantıya şu isimler
katılmıştır: Fırka Komutanı Nihat (Anılmış) Paşa (daha sonra 2. Ordu
Komutanı), Ceyhan Askeri Fırka Komutanı Remzi Bey, Levazım Fırka Reisi
20
1905 yılında Harp Akademisi’nden mezun olduktan sonra ilk görev yeri olan
Şam’a giderken bulunduğu Beyrut’ta arkadaş muhiti içerisinde, “Dava,
yıkılmak üzere bulunan bir imparatorluktan, önce bir Türk Devleti
çıkarmaktır.” şeklindeki konuşmalarıyla da bu görüşünü açığa vurmuştur.
Ancak bu düşünceleri uygulayabileceği zemin henüz oluşmamıştı. O da
zamanını beklemekteydi. Önüne çıkan ilk fırsatta milli ve çağdaş bir devlet
kurmak için mücadeleye girişecekti. Tarih, ona bu fırsatı 1919 yılında
vermiştir. Bu sefer de önünde engel olarak işgalciler bulunacaktır. Ama o,
hem emperyalistleri yenerek memleketi işgalden kurtarmayı, hem de milli
egemenliğe dayanan, cumhuriyetle yönetilen çağdaş bir ülke kurmayı
başaracaktır. Bu nedenle Kurtuluş Savaşı’nda amaç, direnişle beraber
bağımsızlıktı. Atatürk’ün aklında hep yeni bir devlet ve bununla birlikte
cumhuriyet projesi vardı… Bunu da “vicdanımdaki milli sır” olarak
nitelendirmiştir.
13 Kasım 1918’den 16 Mayıs 1919’a kadar İstanbul’da kalan Mustafa Kemal
Paşa, burada milli ve direnişçi bir hükümet kurulması için mücadele etmiş,
hükümette yer almak ve Harbiye Nazırı olmak istemiştir. Bundaki esas amacı,
barış antlaşması sürecini kontrol etmektir. Orduların terhis edilmesini, silah
bırakmasını engellemek ve başta İstanbul olmak üzere işgallere karşı önlem
almak istemektedir. Mondros’ta yapılan hataların önüne geçmeyi ve barış
antlaşmasının da Mondros gibi olmasını engellemeyi amaçlamaktadır.
Burada da yine Kurtuluş Savaşı’nın siyaset ve diplomasi boyutunu
görmekteyiz. Atatürk, daha Adana’dayken kendisi de dahil yeni hükümette
yer alması gereken kişilerin isim listesini Padişah Yaveri Albay Naci Bey
vasıtasıyla Vahdettin’e bildirmiştir. Bu süreçte Mustafa Kemal’e yakın isimler
olan Fethi Okyar ve Rauf Orbay’a Ahmet İzzet Paşa hükümetinde görev
verilmiş,
21
ancak Mustafa Kemal kabine dışında tutulmuştur. Bu davranış, Vahdettin’in
Mustafa Kemal’in Harbiye Nazırı olmasına öteden beri karşı olduğunu
düşündürmektedir. Sina Akşin’in konuyla ilgili yorumu dikkate değerdir:
“Talat, Enver ve Cemal üçlüsü iktidardan uzaklaşmak zorunda kalınca ulusal
siyaset izlenecekse Kemal, Fethi ve Rauf üçlüsünün yerine gelmesi
gerekiyordu. Çünkü İttihat ve Terakki’nin o güne kadar egemen olan
takımına almaşık olanlar bu hizipti. Vahdettin ve İzzet, Fethi ve Rauf’u
hükümete almakla güya Kemalcileri avutmuş oluyorlar, fakat Mustafa
Kemal’i almayıp sınırda tutarak ve Harbiye Başkomutanlık Kurmay
Başkanlığını İzzet’e vermekle bir bakıma ona karşı darbe yapmış
oluyorlardı.”
Mustafa Kemal, buradaki istekleriyle ilgili Yunus Nadi’ye şunları söylemiştir:
“Eğer ben o hükümette bulunsaydım işi daha İstanbul’un eşiğinde iken
çözerdim. Elbette karaya İtilaf devletleri askerlerini çıkartmamak için kesin
önlemler alırdım. Ve emin olabilirsin Nadi Bey ki, karaya işgalci askerleri dahi
pekâlâ çıkmayabilirlerdi.”
Mustafa Kemal Atatürk, İstanbul’da geçirdiği altı aylık süre zarfında sadece
hükümeti etkilemekle uğraşmamış, burada Türk ve yabancı birçok yetkili
insanla da görüşmüş, kiminden fikir almış, kiminin de süreçle ilgili nabzını
yoklamıştır. İstanbul’da kaldığı süre içerisinde buradaki amaçlarına
ulaşamayan Mustafa Kemal Paşa, memleketin İstanbul’dan
kurtulamayacağını görmüştür. Zaten daha önceden yaptığı fikri hazırlıklar da
Anadolu’da bir direniş örgütlenmesi yönündeydi. İstanbul’da iken de
arkadaşlarıyla birlikte Gebze-Kocaeli yolu üzerinden gizlice Anadolu’ya
geçme planları hazırlamıştır. Bu planını sonradan, “Uygun bir zaman ve
fırsatta İstanbul’dan kaybolmak, basit bir tertiple Anadolu içlerine girmek,
22
bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra, bütün Türk milletine felaketi haber
vermek,” olarak açıklamıştır. 15 Ocak 1919’da İsmet Paşa ile Şişli’deki evinde
yaptığı görüşmede, “Hiçbir sıfat ve yetki sahibi olmaksızın Anadolu’ya
geçmek ve orada milleti uyandırmak, kurtuluş çareleri aramak için en uygun
bölge ve beni o bölgeye götürecek en kolay yol hangisi olabilir? diye sormuş
ve bu konu üzerine konuşmuşlardır. İsmet İnönü, Atatürk’ün İstanbul’dan
Anadolu’ya gizli geçiş planlarından şu şekilde bahsetmiştir:
“Atatürk, İstanbul’da herkesi uyandırmak, memleketin kurtuluşu için resmi
kudret sahiplerinin, güçlü memleket evlatlarının bir hükümet halinde
memleket çabasına girmelerini sağlamak için bütün tecrübeleri denedikten,
bütün imkanları sarf ettikten sonra nihai kararını şu şekilde tespit etti: ‘Bir an
önce vazife alarak Anadolu’ya gitmek.’ Artık bundan sonra Anadolu’ya
gitmenin imkân ve çarelerini araştırmaya başlamıştı. İyice hatırlarım, bir gün,
‘Anadolu’ya nasıl çıkabiliriz, nerden çıkabiliriz, yol nedir?’ beraber bunları
konuşuyorduk. Bir harita başında konuşuyorduk.
Bana soruyordu: ‘Nasıl
gideriz?’ Ben kendisine şu cevabı verdim: ‘Canım her taraftan gideriz. Yol da
çoktur, tedbir de çoktur. Mesele, çalışmak için istikameti (yönü) tayin
etmektir.”
Ali Fuat Cebesoy’un anılarında da Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gizli geçiş
planlarına rastlamak mümkündür:
“Var kuvvetimizle Anadolu’da çalışmaya devam etmekte, Mustafa Kemal
Paşa ile bir defa daha anlaşmıştık. Kumandanı bulunduğum 20. Kolordu
Karargahı’nın Ankara’ya nakli ile burasının bir direniş merkezi yapılmasını
kararlaştırdık. Paşa’nın geniş yetkili bir görev ile Anadolu’ya geçmesine her
taraftan çalışacaktık. Bu nedenle daha bir müddet İstanbul’da kalacaktı.
Anadolu’da ona ihtiyaç duyulduğu zaman bir görev almamış bile olsa özel
şekilde Anadolu’ya geçecek, Millî Mücadele’deki şerefli yerini alacaktı.”
23
Atatürk, İstanbul’a geldiği ilk andan itibaren istediklerinin gerçekleşmemesi
halinde Anadolu’ya gizlice geçme planını aklının bir köşesinde tutmuştur.
Bunun için Gebze-Kocaeli yoluna büyük önem vermiştir. Kasım 1918’de Pera
Palas’ta Maltepe Atış Okulu Müdürü Yenibahçeli Şükrü Bey ile yaptığı
görüşmede, “Gözünüz Gebze-Kocaeli yolunda olsun. Orayı sıkıca kontrol
altında tutmayı düşününüz.” şeklinde bir uyarıda bulunmuştur. Şükrü Bey,
aynı zamanda Karakol Cemiyeti’nin ‘Menzil Teşkilatı’nın da komutanıdır.
Ancak Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçmek için yapmış olduğu plana gerek
kalmamıştır. Çünkü Karadeniz Bölgesi’ndeki karışıklıkları incelemek
amacıyla oluşturulan 9. Ordu Müfettişliği ’ne tayin edilerek Samsun’a
gönderilmiştir. Yine de Gebze - Kocaeli yolu, Kurtuluş Savaşı’nda çok büyük
yarar sağlamış, İstanbul’dan Anadolu’ya geçip Millî Mücadele’ye katılmak
isteyenlerin en önemli güzergahlarından biri olmuştur.
Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi’nden sonra İstanbul’da iken
memleketin kurtuluşuna dair ortada üç fikrin bulunduğunu belirtmiştir.
Bunlar İngiliz himayesi, Amerikan mandası ve bölgesel kurtuluş fikirleriydi.
Ben bunlara bir de direniş ve bağımsızlık fikrini eklerim. Bu düşüncenin
sahibi ise bizzat Mustafa Kemal Paşa ve ilerleyen süreç içerisinde ona inanan
arkadaşlarıdır.
Buraya kadar ortaya koyduğumuz bilgilerle şu üç tespiti yapabiliriz:
Birincisi; Mustafa Kemal Atatürk, direnişi ve Kurtuluş Savaşı’nı ilk olarak
Adana’da düşünmüştür.
İkincisi; Atatürk, 9. Ordu Müfettişliği görevi ortaya çıkmadan önce
Anadolu’ya gizlice geçip direniş örgütlemek istemiş ve bu yönde planlar
yapmıştır.
24
Üçüncüsü ise Mütareke döneminde ulusal bir direniş örgütlemeyi düşünen,
bağımsızlık için mücadele etmeye karar veren hiçbir kişi ya da grup
olmamıştır. Direnişi ve ulusal bağımsızlığı düşünen bir tek Mustafa Kemal
vardır. Böylelikle Kurtuluş Savaşı’nı farklı isimlerin başlattığı, Atatürk’ü
Anadolu’ya memleketi kurtarması için Vahdettin’in ve hükümetin gönderdiği
gibi yalanların da üzerini çizmiş oluyoruz.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk’ta Kurtuluş Savaşı’nı 19 Mayıs ile
başlatması elbette ki çok doğaldır. Çünkü o güne kadar yaptığı faaliyetlerin
birer hazırlık aşaması olduğunu görmekteyiz. Ve yine o günlerde henüz sabit
bir plan dahilinde hareket etmemiş, olası durumlar için farklı planlar
hazırlanmıştır. 19 Mayıs’ta ise planı netleşmiştir. Anadolu’ya gizli geçiş
planını rafa kaldırıp 9. Ordu Müfettişliğini kabul etmesi de bunun bir
göstergesidir. 19 Mayıs, bir sembol tarihtir. Mustafa Kemal’in Anadolu
topraklarına ayak bastığı tarihtir. Bu nedenle Millî Mücadele’nin başlangıcı
olarak kabul edilir.
Önemli tartışmalardan biri de yukarıda belirttiğimiz gibi Mustafa Kemal
Atatürk’ün Anadolu’ya Padişah Vahdettin tarafından gönderilmesi yalanıdır.
Karşı devrimciler, çeşitli Vahdettin güzellemeleriyle böylesine enteresan
yalanlar ortaya atmaktadırlar. 9. Ordu Müfettişliğine Mustafa Kemal’in
atanmasının altında, onun siyasetle yakından ilgilenmesi sebebiyle
İstanbul’dan uzaklaştırılması düşüncesi yatmaktadır. Elbette ki Atatürk, bu
görevi bir fırsata dönüştürmüştür. Halihazırda Anadolu’ya geçmek için
planlar yapan Mustafa Kemal, hükümetin Anadolu’ya göndermek için
müfettiş aradığını duyunca Genelkurmaydaki ve hükümetteki nüfuzlu
arkadaşlarını devreye sokarak bu görevin kendisine verilmesini istemiştir.
Bunun için önce Ali Fuat Cebesoy’un babası İsmail Fazıl Paşa aracılığıyla
Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey’le tanışmış ve Şişli’deki evinde birkaç kez
25
görüşerek nabzını yoklamıştır. Sonrasında Bahriye Nazırı Avni Paşa’yla
diyalog kurmuştur. Yaveri Cevat Abbas aracılığıyla Harbiye Nazırı Şakir Paşa
ile de temas etmiştir. Değişik cephelerde birlikte mücadele ettiği
Genelkurmay İkinci Başkanı Kazım İnanç Paşa ile de irtibata geçmiştir.
Sadrazam Damat Ferit, Anadolu’ya göndermek için isim ararken Mehmet Ali
Bey’in telkinleri; Avni Paşa’nın, Şakir Paşa’nın ve Kazım İnanç Paşa’nın da
onayıyla bu görev Mustafa Kemal Paşa’ya verilmiştir. Genelkurmay Başkanı
Fevzi Çakmak da bu işin üstesinden Atatürk’ün gelebileceğini söylemiştir.
İngiliz yanlısı Damat Ferit’in endişeleri de birkaç görüşme ile giderilmiştir.
Bilhassa 14 Mayıs 1919 gecesi yapılan, Cevat Çobanlı Paşa’nın da yer aldığı
görüşmede Damat Ferit; Mustafa Kemal ve Cevat Çobanlı tarafından gerçek
amaç sezdirilmeden hassasiyetlerinden arındırılmıştır. Altı ay kaldığı
İstanbul’da İngilizlerin gözüne batacak hareketlerden kaçınarak ince bir
politika izleyen Atatürk, Anadolu’ya gitmek için İngiliz vizesi almayı da
başarmıştır. İngilizler meseleyi anladıklarında ise iş işten çoktan geçmiştir.
Bu gelişmeler üzerine 29 Nisan 1919 Salı günü Mustafa Kemal’e, 9. Ordu
Müfettişliği görevi verilmiştir. Görevin detaylarını öğrenmek için geldiği
Genelkurmay’da İkinci Başkan Kazım İnanç Paşa ile görüşerek yetkilerini ve
sorumluluk alanını daha da genişletmeyi başarmıştır. Harbiye Nezareti,
atama kararını 30 Nisan’da Padişah Vahdettin’e arz etmiş, padişah gün
içerisinde kararı onaylamıştır. Mustafa Kemal’in Samsun’a gönderilmesiyle
ilgili kararname 4 Mayıs’ta Bakanlar Kurulu’nda da görüşülerek kabul
edilmiştir.
Burada açıkça görülmektedir ki Mustafa Kemal, Müfettişlik görevine kendisi
talip olmuştur ve şekilsel olarak baktığımızda Anadolu’ya hükümet
tarafından gönderilmiştir.
26
Vahdettin de bu bilgiyi 1923’te Mekke’de yayımladığı beyannamede,
“Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderen kabineye uydum.” diyerek
doğrulamıştır. Ancak hükümetin amacı ile Atatürk’ün amacı farklıdır.
Hükümetin amacı; bölgedeki asayişin sağlanması, silah ve cephanenin
toplanması, direnişçi şuraların ortadan kaldırılması ve asker toplanmasının
engellenmesidir. Atatürk’ün amacı ise işgallere karşı direniş mücadelesi
örgütlemek ve bağımsızlığa ulaşmaktır.
Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrılmadan bir
gün önce, 15 Mayıs 1919’da adet üzere Padişahı ziyaret etmiştir. Bu
görüşmede Vahdettin’in kurduğu bir cümle, karşı devrimciler tarafından
çarpıtılmaktadır. Vahdettin’in söyledikleri şunlardır; “Paşa, Paşa, şimdiye
kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba (yanında duran
tarih kitabı) girmiştir. Bunları unutun. Asıl şimdi yapacağınız hizmet
hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin!”
Bu sözler üzerine Mustafa Kemal ise şunları düşünmüştür; “Bu son sözlerden
hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O
Vahdettin ki yabancı hükümetlerin yüzüncü derece aletleriyle temas
arayarak, devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu, bütün
yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir
tahminle başka bahislere girişmeyi tehlikeli gördüm. Kendisine basit
cevaplar verdim. ‘Hakkımdaki teveccüh ve itimada teşekkürlerimi arz ederim.
Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime güvenebilirsiniz.’ Söylerken,
kafamdaki muammayı da halletmeye uğraşıyordum. Çok iyi anladığım,
veliahtlığında, padişahlığında, bütün his ve fikirlerini, temayüllerini
tanıdığım adamdan nasıl yüksek ve asil bir hareket bekleyebilirdim?
27
Memleketi kurtarmak lazımdır, istersem bunu yapabilirmişim. Nasıl? Hemen
hükmü verdim: Vahdettin demek istiyordu ki hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek
dayanağımız İstanbul’a hâkim olanların (işgalcilerin) siyasetine uymaktır.
Benim memuriyetim, onların şikâyet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer
onları memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna
inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri uslandırırsam,
Vahdettin’in arzularını yerine getirmiş olacaktım.”
Burada Vahdettin’in “Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin!” cümlesi, karşı
devrimciler tarafından cımbızla alınarak çarpıtılıyor ve “Atatürk’ü Samsun’a
Vahdettin gönderdi.” denilerek Kurtuluş Savaşı, Vahdettin’e atfediliyor.
Elbette ki bu bir çarpıtmadır ve koca bir yalandır. Mustafa Kemal,
açıklamasında Vahdettin’in gerçek amacını belirtiyor ancak karşı devrimciler
bu açıklamalara yer vermiyorlar. Şimdi biz de konuyu biraz inceleyelim.
Öncelikle Vahdettin, Atatürk’e memleketi kurtarma görevi vermiş midir, bunu
düşünmek gerekir. Mustafa Kemal, İstanbul’da Vahdettin’le 8 kez görüşme
yapmıştır. Bu görüşmelerin hiçbirinde devleti kurtarmakla ilgili planlar
yapılmamış, işgallere karşı direniş konuşulmamıştır. Bir komutana devleti
kurtarma görevi veriliyorsa; bu konunun daha önceden konuşulması, planlar
yapılması ve bir irade ortaya konulması gerekir. Ancak böyle bir şey
olmamıştır. Vahdettin’in, son görüşmede ‘devleti kurtarabilirsin’ diyerek
Atatürk’e memleketi kurtarma görevi vermesi, bu nedenle gerçekçi olamaz.
Peki bu cümlenin altında yatan esas anlam nedir? Bunu anlamak için
Atatürk’ün Nutuk’ta Mütareke döneminden aktardığı bir tespite yer vermek
gerekir. Memleketin kurtuluşu için düşünülen çareleri sıraladığında İngiliz
himayesi, Amerikan mandası ve bölgesel kurtuluş fikirleri olduğunu
söylemektedir. İşte burada İngiliz himayesi fikrini savunanlar, Padişah
28
Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit’tir. Vahdettin, saltanatının ilk aylarında,
24 Kasım 1918’ de The Daily Mail muhabiri G. Ward Price’a verdiği bir
mülakatta; “İngiliz milletine kuvvetli sevgi ve hayranlık duygularımı Kırım
Savaşı’nda İngilizlerin müttefiki olan babam Sultan Abdülmecit’ten miras
aldım. Şimdi bu sebepten memleketim ile İngiltere arasında öteden beri
mevcut dostane ilişkileri yenileyip kuvvetlendirmek için elimden geleni
yapacağım.” diyerek bunu açıkça belirtmiştir. Damat Ferit de 9 Mart 1919’da
İstanbul’daki İngiliz temsilcilerinden Richard Webb’e yaptığı ziyarette;
“Padişahın ve kendisinin ümitlerini Allah’tan sonra İngiltere’ye
bağladıklarını” belirtmiştir. Esas ilginç olan ise Damat Ferit’in, Türkiye’nin
kontrolünü 15 yıllığına İngiltere’ye bırakma projesidir. 30 Mart 1919’da
İngilizlere sunulan projede gerekli görülen yerlerin işgal edilmesi, her ile bir
İngiliz konsolosu tayin edilmesi, seçimlerin İngiliz kontrolünde yapılması,
maliyenin İngiltere kontrolünde olması istenmiştir. İngilizler ise bu projeye
cevap vermemiştir. Richard Webb, 19 Ocak 1919’da İngiltere Dışişleri
Bakanlığı’ndan Sir Ronald Graham’a gönderdiği özel bir mektupta,
memleketin içine düştüğü durumu ve Vahdettin’in amacını şöyle
anlatmaktadır:
“Görünürde ülkeyi işgal etmediğimiz halde şimdi valilerini atıyor veya
görevlerinden uzaklaştırıyoruz. Polislerini yönetiyor, basınlarını denetliyor,
zindanlarına girerek Rum ve Ermeni tutukluları işlemiş oldukları suçlara
aldırmadan serbest bırakıyoruz. Demiryollarını sıkıca denetimimizde tutuyor
ve istediğimiz her şeye el koyuyoruz… Politikamız süngünün kesin ucuna
dayanıyor. Halife elimizin altında bulundukça İslam dünyası üzerinde ek bir
denetim aracına sahibiz… Bildiğiniz gibi padişah bizi buraya yerleştirmeyi
diliyor…”
29
İngiliz Yüksek Komiseri J. de Robeck, 30 Eylül 1919’da Lord Curzon’a
gönderdiği bir yazıda, “Padişahın, İngilizlerin kuvvet kullanarak milliyetçileri
durdurmasını istediğini” bildirmiştir. Robeck, değişik tarihlerde Londra’ya
gönderdiği raporlarda, “Vahdettin’in tahtını kaybetme korkusuyla titrediğini
ve kendisini İngilizlere teslim ettiğini” söylemiştir. Bu süreçte yaşanan en
önemli gelişme ise, Türk’ün teslimiyeti anlamına gelen Sevr Antlaşması’nın
imzalanmasıdır. Önce Saltanat Şurası’nda onaylanan antlaşma, 10 Ağustos
1920’de de Osmanlı temsilcileri Rıza Tevfik, Reşat Halis ve Hadi Paşa
tarafından Paris’te imzalanmıştır. Türk tarihinin en karanlık sayfalarından biri
olan bu antlaşmayı kabul edenler, Türkiye Büyük Millet Meclis tarafından
‘vatan haini’ ilan edilmiştir. İşte İngiliz siyasetinin sonucu budur.
Burada birkaç örnekle ortaya koyduğumuz gibi Vahdettin, kurtuluşu
İngilizlerde bulmuş, tahtını ve saltanatını koruyabilmek için İngiliz siyasetine
sığınmıştır. Koyu İngiliz yanlısı Damat Ferit’i beş kez sadrazamlığa getirip
hükümeti ona teslim etmesi de bunun bir diğer göstergesidir. Mustafa
Kemal’e söylediği, “Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin.” sözünün altında
yatan anlam işte budur. İngiliz yanlısı siyasetin zarar görmesini önlemektir.
Vahdettin, Karadeniz Bölgesi’ndeki karışıklıkların önlenerek İngiltere’nin
öfkelenmesini engellemek istemiştir. “İngilizleri kızdırmamak, onların
isteklerini yerine getirmek…” gibi teslimiyet düşünceleriyle Osmanlı’nın
kurtarabileceğini zannetmiştir. Tabi ki memleketin kurtarılmasından
kastedilen, Osmanlı’nın İngiltere himayesine girmesi veya büyük tavizler
verilse de saltanat ve hilafet makamının korunmasıdır. Mustafa Kemal
Atatürk, Nutuk’ta Vahdettin ve Damat Ferit’ten şu şekilde söz etmiştir:
“Saltanat ve hilafet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve bir
de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat
Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet aciz, haysiyetsiz ve korkak.
30
Yalnız padişahın iradesine boyun eğmekte ve onunla birlikte kendilerini
koruyabilecekleri herhangi bir duruma razı.”
Peki Karadeniz Bölgesi’ndeki sorunlar ve 9. Ordu Müfettişliği görevi,
Vahdettin’e, “devleti kurtarabilirsin.” sözünü söyletecek kadar önemli miydi?
Yani Vahdettin, bu sözleri hangi ruh haliyle söyledi? Bunu anlamak için yine
Mondros Mütarekesi’ne dönmemiz gerekmektedir. Mütareke’nin 7. maddesi,
İtilaf devletlerinin karışıklık çıkan yerleri işgal edebilmesini sağlamaktadır.
Bu madde sebebiyle Anadolu’nun birçok yeri işgal edilmiştir. Mondros’un
hemen ertesinde Samsun bölgesinde birtakım karışıklar çıkmıştır. Bu
karışıklığı yaratanlar, Pontus Devleti kurma amacında olan Rum çeteleriydi.
Bu çetelere karşı Türkler de direniş göstermekteydi. Türklerin direnişi
İngilizlerin de dikkatini çekmiştir. İngiliz Calthorpe ve Amet, Kasım 1918’de
“Samsun’da mütareke hükümlerinin henüz uygulanmamış olduğunu ve
Hristiyanları toptan öldürmek için Müslüman ahalinin silahlandırıldığını”
iddia etmişlerdir. Ocak 1919’da ise Amerikan Tobacco Company, Londra’ya
gönderdiği bir raporda Samsun ve civarında “Bütün Müslümanların, özellikle
köylülerin silahlandırıldığını” bildirmiştir. Bu haberlerden sonra İngiliz
Dışişleri, “Bu durumun gemi veya silah gönderilerek düzeltilmesi için gerekli
tedbirin alınıp alınamayacağını” sormuştur. İstanbul’daki Amiral Webb ise,
“Normal şartlara dönüş için bütün bölgenin tamamıyla silahsızlandırılması
gereklidir, bu da ancak büyük bir askeri kuvvetle yapılabilir.” cevabını
vermiştir. Sonrasında İngilizler, 9 Mart 1919’da Samsun’a 200 kişilik küçük bir
birlik çıkarmışlar, 50 kişilik bir müfrezeyi de Merzifon’a göndermişlerdir.
Teğmen Perring ve Yüzbaşı Hörst adında iki subay da incelemelerde
bulunmak için bölgeye gelmişlerdir. Bu küçük birliklerle bölgedeki asayişi
sağlamak elbette ki imkansızdır. İngilizlerin bölgeye asker çıkarması halkın
büyük tepkisini çekmiş, Teğmen Hamdi Bey adında bir subay 17-18 Mart
31
1919 gecesi askerleriyle birlikte dağa çıkmıştır. Bu olay, İngilizleri çok
sinirlendirmiş, İstanbul hükümetine, bir an önce bölgedeki asayişi sağlaması
için baskı yapmışlardır.
Tarih 21 Nisan 1919’u gösterdiğinde İngiliz Yüksek Komiseri Amiral
Calthorpe, Osmanlı Harbiye Nezareti’ne verdiği notada şunları söylemiştir:
1. Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas yörelerindeki ordunun terhis ve
silahlarının toplanması işi çok yavaş gitmektedir.
2.Bu yörelerde, Kars’ta olduğu gibi baştanbaşa şuralar kurulmuştur. Bu
şuralar ordunun denetimi altında asker toplamaktadır.
3.Bu olaylar, Ermenistan hakkında verilecek karara karşı koymak için İttihatçı
Jön Türklerce örgütlenmektedir.
Bu nota sonunda Amiral Calthorpe, “Gereken her türlü önlemin derhal
alınmasını, ilgililere emir ve talimat verilmesini, yoksa işin ciddiyet
kazanacağını” bildirmiştir. Sadece bununla yetinmeyerek Padişah Vahdettin
ile de görüşmüş ve Karadeniz’deki karışıklıkların bastırılması konusunda
kesin uyarılarda bulunmuştur. Calthorpe, Vahdettin’e “Yüksek yetkilere
sahip askeri bir kurulun, başlarında yetenekli bir generalle derhal görev
yerine giderek o bölgedeki 9. Ordu’yu disiplin altına almasını” söylemiştir.
Yine aynı günlerde 25 Nisan 1919 ‘da İngiliz Komiser Vekili Amiral Webb de
Sadrazam Damat Ferit’i ziyaret ederek bu istekleri tekrarlamıştır. Bu
gelişmelerden haberdar olan Atatürk de yukarıda anlattığımız gibi bu göreve
kendisinin seçilmesi için girişimlerde bulunmuş ve 30 Nisan’da 9. Ordu
Müfettişliğine atanmıştır. Görevi ise “bölgede asayişin sağlanması, silah ve
cephanenin toplanması, direnişçi şuraların ortadan kaldırılması ve asker
toplanmasının engellenmesi” dir.
32
Burada belirttiğimiz gelişmeler ve İngilizlerin tavrı, Vahdettin’i epeyce
korkutmuş olacak ki, bu düşüncelerle Mustafa Kemal’e “Paşa, Paşa, devleti
kurtarabilirsin!” sözünü söylemiştir. Kurtuluşu İngiliz himayesinde arayan
Vahdettin ve Damat Ferit, Karadeniz’deki bu olayları bir an önce kontrol
altına alarak İngilizleri yatıştırmak, aksi bir davranışta bulunmalarını
engellemek ve bu konu üzerinden sürdürülen baskıdan kurtulmak
istemişlerdir. “Devleti kurtarabilirsin” sözünü söyleten ruh hali işte budur.
Küçük bir ayrıntıyı da gözden kaçırmamak gerekir. Mustafa Kemal’i
Anadolu’ya Vahdettin’in gönderdiği yalanını uyduran birtakım karşı
devrimciler, aynı zamanda Kurtuluş Savaşı’nın sadece Yunanlılara karşı
yapıldığı yalanını da ortaya atmaktadırlar. Bu yalanların birbirleriyle
çelişmekte olduğunu açık bir şekilde görebiliriz. Vahdettin’in 15 Mayıs 1919’
da Atatürk’le yaptığı görüşmede, “Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin!” sözü
üzerinden Kurtuluş Savaşı’nı onun başlattığını söyleyenler, Yunanlıların da
aynı gün İzmir’e daha ‘yeni’ çıktığını görmezden gelmektedirler. Eğer
Kurtuluş Savaşı, iddia ettikleri gibi sadece Yunanlılara karşı yapılan bir savaş
ise, Vahdettin nasıl oluyor da hiçbir hazırlık yapılmadan, tedbir
düşünülmeden aynı gün Mustafa Kemal’e Kurtuluş Savaşı başlatması
görevini veriyor? Böyle bir şey akla ve mantığa sığabilir mi? Karşı
devrimcilerin iddiaları sadece yalan değil aynı zamanda gülünçtür. Kurtuluş
Savaşı’nın sadece Türk – Yunan Savaşı olduğu yalanını ortaya atanlar,
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’na henüz ortada Yunan işgali yokken, Kasım
1918’de Adana’daki direniş faaliyetleri ve Ocak 1919’dan sonra da
İstanbul’daki Anadolu’ya gizli geçiş planları ile karar verdiğini ve ilk adımları
bu şekilde attığını da görmezden gelmektedirler. Bilindiği gibi Kurtuluş
Savaşı’nda İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, Yunanlar, Ermeniler, Rumlar ve
içerideki isyancılarla savaşılmıştır.
33
Vahdettin ile ilgili en güzel değerlendirmelerden birini Prof. Dr. Sina Akşin
yapmıştır:
“Bir yanda hainliğini ileri sürenler, öte yanda onun her davranışını temize
çıkarmak için uğraşanlar bulunduğuna göre, sorunu biraz incelemek yararlı
olabilir. Önce Vahdettin’in 30 Mart 1919’da İngilizlere sunduğu barış planında
bağımsızlıktan tamamen vazgeçmesi davranışına bakalım. Bunun hainlik
sayılabileceğini pek sanmıyorum, çünkü buna karşılık o, imparatorluğu
istiyordu onlardan. Ayrıca, bu, düşkünlük dönemlerinde Osmanlı
padişahlarının toprak uğruna iktisadi haklardan vazgeçme tarzındaki
davranış kalıbına uygun sayılabilir. Vahdettin orta çağcıl, feodal bir
zihniyetin gereğini yapmaktaydı. Bir adam çağdışı olduğu için hainlikle
suçlanamaz. Çağdışı olmak belki bir suçtur, ama başka bir suçtur. İkinci
olarak iç savaşı başlatıp sürdürmesi var. Buna da gaddarlık, kan dökücülük
gibi suçlamalar getirilebilir ama, mutlakiyetçi hükümdarlığa inanmış bir
hanedanın demokrasiye kılıç çekmesi, bu uğurda mücadele etmesi bir
bakıma olağandır. Ne var ki, iç savaşın düşman istilası sırasında çıkartılması,
işin rengini çok değiştiriyor. Burada işte hainlik vardır.
Üçüncü olarak, iç savaşta güvendiği silahlı mücadeleler teker teker yenilgiye
uğratılıp, kendisi de Damat Ferit’e yol vererek pes ettikten sonra, gizli gizli
Misak-ı Milli’ den ödün veririm diyerek İngilizlerle anlaşmak istemesi var. Bir
çeşit ‘fiyat kırarak’ kendisini ve düzenini İngilizlere çekici kılmak istemiştir.
Bu da bence hainliktir. Çünkü iç savaşta bütün ‘kağıtlarını’ yitirdikten sonra
artık gerçekten pes etmesi, yazgısına boyun eğmesi gerekirdi. Bunun yerine
Misak-ı Milli’ den ‘fiyat kırması’, onun anlayacağı bir dille, vediyatullah
(Tanrı emaneti) olan ümmet-i Muhammed’in sırtından verilmek istenen
ödündür; onların gaddar, Müslüman olmayan yönetimlerin insafına terk
edilmesi demektir ve bu da kuşkusuz hainliktir.
34
Dördüncü olarak İngilizlere sığınarak kaçması var ki, Vahdettincileri galiba
en çok bu rahatsız ediyor. Bir süre önce kimileri Vahdettin’in İngilizler
tarafından silah zoruyla kaçırılmış olduğunu bile iddia ettiler. Oysa bu,
yukarıda sözünü ettiğim hainlikler yanında bence hayli hafif bir davranış
kalır. Bir kez, bir insanın canı, hatta özgürlüğü tehlikede ise kaçması fazla
kınanamaz. Tabii hemen belirtelim ki, Vahdettin kaçmayabilirdi de. Ama o
bunu seçmiştir. Çirkin olan cihet, kaçması değil, İngilizlere sığınarak
kaçmasıdır, çünkü İngiltere, Yunanistan’la birlikte Türkiye’nin baş düşmanı
durumundaydı. Fransa’ya, İtalya’ya (zaten ölümüne değin -1926- İtalya’nın
San Remo kentinde oturmuştur) sığınabilirdi. İngilizlere sığınması, onun
İngiliz işbirlikçisi niteliğini bir kez daha göstermektedir. Bir de kimi
Vahdettinciler onu yalnızca elindeki mücevherle kaçtığı için, Osmanlı
hazinesini yüklenip götürmediği için alkışlarlar. Bu da garip bir düşüncedir.
Vahdettin’in böyle bir olanağı var mıydı sorusu bir yana, böyle bir olanak
vardı da kullanmadı diye onu övmek olmaz. Çünkü normal olarak
namussuzluk yapmadı diye insanlara aferin denmemelidir, olumlu
davranışlara aferin denmelidir.”
Konunun en başında Kurtuluş Savaşı’nın bir siyaset ve diplomasi savaşı
olarak başladığını söylemiştik. Çünkü I. Dünya Savaşı sona ermiş ve Mondros
Ateşkes Antlaşması imzalanmıştı ama henüz savaş sonrası düzeni belirleyen
bir barış antlaşması yapılmamıştı. Bu nedenle süreci kontrol etmek ve
anlaşma masasında müzakereleri yürütmek için bir diplomasi trafiği
başlamıştı. İtilaf devletleri grubunun lideri konumunda İngiltere
bulunmaktaydı. Bu nedenle Kurtuluş Savaşı’mız, en başta İngiltere’ye karşı
verilen bir mücadeledir. Yunanlılar ise İngilizlerin, bilhassa Türk düşmanı
Başbakan Lloyd George’un tetikçisi idiler. Kurtuluş Savaşı’nın siyaset ve
diplomasi boyutunu anlarsak, onun sadece Yunanlılara karşı verilen küçük
35
bir savaş olmadığını görürüz. Kurtuluş Savaşı, emperyalizme karşı verilen
büyük bir mücadeledir. Kazandığı zaferle emperyalizmin ve İngilizlerin dünya
üzerindeki otoritesini sarsmış ve imajını zedelemiştir. Mazlum milletlere
örnek olarak dünya milletlerine bağımsızlık yolunu açmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, İstanbul’da Harbiye Nezareti’ne girerek bir
siyaset ve diplomasi savaşı verme isteği, maalesef gerçekleşmemiştir. Bunun
üzerine 19 Mayıs 1919’da Samsun’a, Anadolu’ya çıkarak Millî Mücadele’yi
başlatmıştır. Bu süreçte Atatürk, hem onurlu bir barış antlaşması
imzalanması için çalışacak, hem de aklındaki yeni milli devlet projesini
hayata geçirmek için adımlar atacaktır. İlk olarak 28 Mayıs’ta Havza’da
işgallere karşı tepkisini ortaya koyan Mustafa Kemal, 22 Haziran’da da
Amasya Genelgesi’ni yayınlamıştır. Millî Mücadele’nin manifestosu
durumunda olan bu belge, aynı zamanda yeni düzenin kurulması ve onurlu
bir barış antlaşması yapılması için gerçekleşecek
olan siyaset savaşının,
diplomasi mücadelesinin ve askeri muharebelerin, artık Anadolu’da yeni
kurulacak Milli Hareket tarafından yönetileceğini de belirtmiştir.
“İstanbul hükümeti, üzerine aldığı sorumluluğu yerine getirememektedir.”
Genelge’nin bu maddesiyle İstanbul hükümetine karşı çıkılmıştır. Kısa bir
süre sonra da memleket dahilinde hükümsüzlüğü ilan edilecek ve Ankara’da
yeni bir milli hükümet kurulacaktır.
“Milletin istiklalini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” Bu madde ise
işgallere karşı halk kuvvetleri ile direniş gösterileceği, milli kuvvetlerin
kendini savunacağı açıklanmıştır. Aynı zamanda milli egemenliğe de işaret
edilmiş, ilerisi için cumhuriyete göz kırpılmıştır da diyebiliriz. “Sivas’ta milli
bir kongrenin toplanması, her ilden üç güvenilir ismin kongreye
gönderilmesi gerekmektedir.” İstanbul hükümetine karşı çıkılmasından
36
sonra, Anadolu’da yeni bir milli hükümet teşkil etme ve milli hareketin
önderliğini üstlenme kararı, bu madde ile verilmiştir. Sivas Kongresi’nde
cemiyetlerin, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti olarak
birleştirilmesi ve Temsil Heyeti kurulması, bu yeni hükümet girişimlerinin
ifadesidir.
23 Temmuz’da başlayıp 4 Ağustos’ta biten Erzurum Kongresi’nde ise Millî
Mücadele’nin barış programı olan Misak-ı Millînin esasları belirlenmeye
başlamıştır. Kurtuluş Savaşı’nın siyaset ve diplomasi mücadelesi olarak
başladığını Erzurum Kongresi kararlarında açık bir şekilde görmekteyiz.
Ermeni yurduna karşı toplanan bu kongrede alınan kararları şöyle
özetlenebilir:
· Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı tarihte elde kalan topraklar, bir
bütündür, parçalanamaz ve işgali kabul edilemez.
· Hristiyan unsurlara, siyasi egemenliği ve toplumsal dengeyi bozacak
imtiyazlar verilemez.
· Manda ve himaye kabul edilemez.
· Kuvayı Milliye’yi etkin ve milli iradeyi hâkim kılmak esastır.
· Her türlü yabancı işgal ve müdahaleye karşı millet, topyekûn kendini
savunacaktır.
· Osmanlı hükümeti, vatanı koruyamaz ve istiklali sağlayamazsa geçici bir
hükümet kurulacaktır. Bu hükümeti milli kongre seçecektir.
· Seçimler en kısa zamanda yapılmalı ve Mebusan Meclisi yeniden
açılmalıdır.
Erzurum Kongresi, toplanışı itibariyle bölgesel olmasına karşın ulusal
kararlar almıştır ve bu kararlar Sivas Kongresi’nde de onaylanmıştır. Ermeni
yurduna karşı çıkmak üzere Doğu illeri adına bir Temsil Heyeti de
oluşturulmuştur. Diplomasi ve siyaset savaşının manifestosu burada alınan
37
kararlardır. Bu kongrede ilk kez milli sınırlardan ve Osmanlı hükümeti dışında
da bir hükümet kurulabileceğinden söz edilmiştir. Bağımsızlık ve direniş
taraftarları, Batı’nın gözüyle Kemalistler veya Milliyetçilerin barış taleplerinin
esasları bunlardır. Erzurum’da değinmemiz gereken bir anekdot daha vardır.
Kongreden iki hafta kadar önce, 7-8 Temmuz 1919 günü Mustafa Kemal,
Mazhar Müfit’e Millî Mücadele’den sonra yapacaklarını not ettirmiştir. Bu
notlarda “Zaferden sonra hükümet şekli cumhuriyet olacaktır.” diyen
Mustafa Kemal Atatürk, sadece işgallere karşı bağımsızlık mücadelesi
verilmeyeceğini, aynı zamanda aklındaki yeni milli devlet kurma fikrini de
gerçekleştirmek için çalışacağını belirtmiştir. Bu not, Cumhuriyetin ilanına
kadar gizli kalmıştır ve Atatürk bunu “vicdanımdaki milli sır” diyerek
saklamıştır.
Erzurum’dan Sivas’a geçen Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, burada 4–
11 Eylül 1919 tarihleri arasında Sivas Kongresi’ni toplamışlardır. Ulusal bir
kongre olma özelliğini taşıyan bu kongrede, daha önce alınan kararlar
tekrarlanmıştır. Erzurum’da Doğu illeri adına oluşturulan ve başkanı Mustafa
Kemal olan Temsil Heyeti, Sivas’ta tüm yurdu temsil eder hale getirilmiştir.
Ayrıca Anadolu’da ve Rumeli’de faaliyet gösteren tüm milli cemiyetler,
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti olarak birleştirilmiştir. Bu
kararlar, yeni bir hükümet girişimi olarak görülmüş ve Büyük Millet
Meclisi’nin kuruluşuna da zemin hazırlamıştır. 13 Eylül’de kongrenin yayın
organı niteliğinde olan İrade-i Milliye adında bir gazete de kurulmuştur.
Adından da anlaşılacağı üzere milli egemenliğe bir kez daha göz kırpılmıştır.
Temsil Heyeti, ilk olarak Ali Fuat Paşa’yı Batı Cephesi Kuvayı Milliye
Komutanlığı’na atamıştır. Bu süreçten sonra milli kuvvetler daha etkin
kullanılmıştır. Sivas Kongresi’nde ortaya çıkan “Ya İstiklal Ya Ölüm” sloganı
ise Kurtuluş Savaşı’nın parolası haline gelmiştir.
38
Kongre, aldığı bir kararla İstanbul ile Anadolu arasındaki telgraf
haberleşmesini de kesmiştir. Sivas Kongresi’nin açılışında padişaha sadakat
bildirilmiştir. Bu davranış, Atatürk’ün Millî Mücadele’deki siyasi
stratejilerinden biridir. Doğrudan padişah hedef alınmamış, daha çok Damat
Ferit hükümetine karşı cephe alınmıştır. Kongre, Anadolu’da bir güç
oluşturmayı başarmış, yaptığı siyasi baskılar sonucu Milli Hareket’in düşmanı
Damat Ferit hükümeti 30 Eylül’de istifa etmiştir. Yerine ise Millî Mücadele’ye
daha ılımlı yaklaşan Ali Rıza Paşa hükümeti gelmiştir. Burada da yine
Kurtuluş Savaşı’nın siyasi mücadelesini görmekteyiz. Sivas Kongresi, sonraki
yıllarda cumhuriyete doğru giden önemli bir adım olarak görülmüş, Anadolu
ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti de Halk Fırkası’ nın temeli sayılmıştır.
Bu nedenle kongre aynı zamanda Cumhuriyet Halk Fırkası’ nın da ilk
kurultayı kabul edilmektedir. Yaşanan bu gelişmeler Batılılar tarafından da
dikkatle izlenmiş, İngiliz Yüksek Komiseri John de Robeck, Lord Curzon’a 17
Eylül 1919 tarihinde gönderdiği bir yazıda, “Mustafa Kemal’in hareketi,
Anadolu’da müstakil bir cumhuriyete doğru gelişiyor.” demiştir ve Millî
Mücadele’nin cumhuriyete doğru yürüdüğü yavaş yavaş anlaşılmaya
başlanmıştır.
Sivas’ta milli teşkilatlanmayı kuran Atatürk, Temsil Heyeti ile birlikte 27
Aralık’ta Ankara’ya gelmiştir. Bu süreçten sonra ve özellikle de 23 Nisan
1920’de TBMM’nin açılmasından sonra Millî Mücadele’nin merkezi Ankara
olacaktır. Büyük Zaferden sonra 13 Ekim 1923’te de başkent ilan edilecektir.
Sivas’tan sonra Ankara’da da siyasi baskılara devam edilmiş ve en sonunda
İstanbul’da 12 Ocak 1920’de Mebusan Meclisi açılmıştır. Mustafa Kemal’in
meclisin açılmasını istemekteki ısrarı, Millî Mücadele’nin halk tarafından
benimsendiğini göstermek, etkisini ve meşruiyetini artırmaktı. Memleketin
39
her yerinden seçilen ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nden gelen
milletvekilleri, 28 Ocak’ta Mebusan Meclisi’nde Misak-ı Millîyi kabul
etmişlerdir. Yeni düzenin kurulmasının ve onurlu bir barış antlaşması
yapılmasının ancak Misak-ı Milli programı ile gerçekleşebileceğini
belirtmişlerdir. Misak-ı Milliye göre:
· Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada düşman ordularınca işgal
edilmemiş topraklar, Türk ve İslam çoğunluğunun bulunduğu bölgeler bir
bütündür, birbirinden ayrılamaz.
· Halk oylaması ile anavatana katılan Kars, Ardahan ve Batum’da gerekirse
yine halk oylaması yapılabilir.
· Batı Trakya’nın hukuki durumu halkın serbestçe vereceği oylarla
belirlenecektir.
· Boğazların dünya ticaret ve ulaşımına açılması konusunda bizimle diğer
devletler birlikte karar vereceklerdir.
· Azınlıkların hakları, komşu ülkelerdeki Müslümanların haklarının
korunması şartıyla kabul edilecektir.
· Siyasi, mali ve adli gelişmeyi engelleyen her türlü kapitülasyon
kaldırılmalıdır.
Millî Mücadele’nin barış programı olan Misak-ı Milli kararlarının yansımaları
Lozan Barış Antlaşması’nda açıkça görülecektir. 17 Şubat’tan itibaren bu
kararlar ilan edilmiş ve yabancılara da duyurulmuştur. İngilizler başta olmak
üzere emperyalist işgalciler, bu kararları kabul etmemişlerdir. Önce 15
Mart’ta 150 kadar sivil-asker aydın tutuklanmıştır. Bir gün sonra 16 Mart’ta
da İstanbul resmen işgal edilmiştir. Bu süreçte Damat Ferit tekrar sadrazam
olmuştur. Vahdettin de 11 Nisan’ da Mebusan Meclisi’ni kapatarak hukuki
varlığına son vermiştir. Askerliğin yanında politik bir deha da olan Atatürk,
daha önceden meclisin İstanbul’da açılmasının tehlikeli sonuçları olacağını
40
görmesi ve bu nedenle Anadolu’da açılması isteğinin, ne kadar doğru
olduğu anlaşılmıştır.
23 Nisan 1920’de Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmış ve artık
Kurtuluş Savaşı, gerçek bir teşkilata ve hükümete kavuşmuştur. Türk
Devrimi’nin sembol tarihi olan gün aynı zamanda yeni Türk Devleti’nin de
kurulduğu tarihtir. Adının koyulması ve resmen ilan edilmesi ise 29 Ekim
1923’te olacaktır. Milli Hareket’in barış programını kabul etmeyen ve yeni
Ankara Hükümeti’ni tanımayan emperyalist kuvvetler, Sevr Barış
Antlaşması’nı hazırlamışlardır. İstanbul hükümeti ise büyük bir acziyet
içerisinde 10 Ağustos 1920’de bu antlaşmayı imzalamıştır. Bu süreçten sonra
siyaset ve diplomasi geri plandadır, artık askeri muharebeler kendini
gösterecektir.
İlk olarak karşımıza İstanbul hükümetinin kışkırttığı Anadolu isyanları
çıkmıştır. Çeşitli Kuvayı Milliye birlikleri tarafından bu isyanlar bastırılmıştır.
Aynı tarihlerde Doğu Cephesi’nde de Ermenilerle
muharebeler yaşanmıştır.
Kazım Karabekir komutasındaki 15. Kolordu, 28 Eylül 1920’de taarruza
geçerek 29 Eylül’de Sarıkamış’ı, 30 Ekim’de Kars’ı ve 7 Kasım’da da Gümrü’yü
ele geçirilmiştir. 3 Aralık 1920’de Ermenistan ile Gümrü Antlaşması
imzalanmıştır. Böylelikle Kurtuluş Savaşı’nın ilk askeri ve siyasi başarısı elde
edilmiştir. Antlaşma sonucunda Kars, Kağızman, Sarıkamış ve Iğdır
Türkiye’ye bırakılmıştır. Çıldır Gölü ve Aras Nehri sınır kabul edilmiştir.
Ermenistan, Sevr Antlaşması’nı tanımayacaktır.
41
Güney Cephesi’nde ise TBMM açılmadan önce Fransızlara karşı
mücadeleler başlamıştı. Yerel halkın ve Atatürk’ün gönderdiği komutanların
oluşturduğu Kuvayı Milliye birliklerinin mücadeleleri sonuç vermiş, Fransızlar
12 Şubat 1920’de Maraş’tan, 11 Nisan 1920’de ise Urfa’dan kovulmuşlardır.
Antep’teki mücadeleler ise devam etmiş, Batı Cephesi’ndeki muharebeler ve
özellikle 13 Eylül 1921’deki Sakarya Zaferi’nden sonra Fransızlar, TBMM ile 20
Ekim’de yaptıkları Ankara Antlaşması ile Antep ve Adana’dan çekilmişlerdir.
Bu da askeri başarıların getirdiği büyük bir diplomasi zaferidir. Bu antlaşma
ile İtilaf grubundaki görüş ayrılıkları derinleşmiş, özellikle İngiltere,
Fransa’ya büyük tepki göstermiştir.
Batı Cephesi’nde Kuvayı Milliye birlikleri ile girişilen mücadelelerde ise
sonuç alınamamıştır. 1920 yılının sonlarına doğru düzenli ordu kurulmaya
başlanmıştır. Düzenli Ordu ilk başarısını ise Batı Cephesi Komutanı Albay
İsmet Bey’in yönetiminde 10 Ocak 1921’de I. İnönü Zaferi ile kazanmıştır.
Askeri başarı, bir kez daha diplomaside kendini hissettirmiş ve bu zaferden
sonra İtilaf devletleri, TBMM Hükümetini 23 Şubat’ta Londra’da
düzenlenecek olan konferansa davet etmişlerdir. Ancak bu konferansta yine
Sevr Antlaşması’nı küçük değişikliklerle TBMM’ye kabul ettirmek
istemişlerdir. Sonuç alınamayan konferans, çok geçmeden dağılmıştır. İtilaf
Devletleri, bu konferansla TBMM Hükümeti’ni resmen tanımışlardır.
I. İnönü Zaferi’nin getirdiği bir diğer siyasi başarı ise Afganistan ve Sovyet
Rusya ile imzalanan antlaşmalardır. Önce 1 Mart 1921’de Türk-Afgan Dostluk
Antlaşması imzalanmıştır. 16 Mart’ta imzalanan Moskova Antlaşması ile de
Misak-ı Milli, Sovyet Rusya tarafından kabul edilmiştir.
42
Doğu sınırı da güvence altına alınmıştır. Böylelikle TBMM Hükümeti’ni iki
ülke daha tanımıştır. İnönü zaferinden sonra içeride yaşanan önemli
gelişmelerden biri de 20 Ocak’ta, “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir.”
maddesinin ve Meclis hükümeti sisteminin benimsendiği Teşkilat-ı Esasiye
kanununun kabul edilmesidir. 12 Mart’ta ise Mehmet Akif Ersoy tarafından
yazılan İstiklal Marşı, TBMM’de kabul edilmiştir.
Türk Ordusu ile Yunan Ordusu arasında muharebeler devam etmiş, 1
Nisan’da Türk Ordusu II. İnönü Zaferi’ni kazanmıştır. Bu zaferin de önemli
etkileri olmuştur. İtalyanlar, Güneybatı Anadolu’da işgal ettikleri Muğla,
Antalya ve Konya’dan çekilmeye başlamışlardır. Fransızlar da 21 Haziran’da
Zonguldak’tan çekilmişlerdir ve TBMM’ye karşı daha ılımlı bir politika
izlemişlerdir. 10 – 24 Temmuz tarihleri arasında yapılan Eskişehir – Kütahya
Muharebeleri’ nde yenilmemiz sebebiyle İtilaf Devletleri ve Yunan Ordusu
umutlanmış, Fransızlar da çekilmelerini yavaşlatmışlardır. Savaş
meydanlarındaki her durum diplomasiye ve siyasete yansımaktadır. Atatürk,
Türk Ordusunu Sakarya nehrinin doğusuna çektirerek yenilginin
ağırlaşmasını ve ordunun yok olmasını önlemiştir. Bu zorlu süreçte Mustafa
Kemal Paşa, 5 Ağustos 1921’de TBMM tarafından Başkomutanlığa
getirilmiştir. İlk iş olarak Tekalif-i Milliye emirlerini yayınlayan Kemal Paşa,
ordunun hızla donatılmasını ve asker sayısının artırılmasını sağlamıştır. Bu
emirlerle aynı zamanda Türk milletini canıyla olduğu gibi malıyla da
mücadeleye davet etmiştir. Tam anlamıyla bir topyekûn savaş sahnesi
yaşanmaktadır. Atatürk, Türk Ordusunu Sakarya nehrinin doğusuna çekerek
Yunan ordusunu peşinden sürüklemişti. 23 Ağustos’ta iki ordu Polatlı –
Haymana önlerinde muharebeye başlamıştır. Başkomutan Mustafa Kemal
Paşa, bu savaşı ustaca yönetmiş, dahiyane taktikler uygulamıştır.
43
“Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır; o satıh bütün vatandır!”
emri ile yeni askeri taktikler icat etmiştir. Çizgi savunması teorisini terk
ederek alan savunması yapılmasını emretmiştir. Tüm ordunun bir bütün
halinde geri çekilmesi yerine, her birliğin diğerlerinden bağımsız olarak
savunmasını kurabildiği yere kadar çekilmesini, burada yeniden düzenini
kurup savaşa devam etmesini emretmiştir. Yeni bir askeri taktik icat eden
Başkomutan Mustafa Kemal’in dahiyane idaresi altında Sakarya Meydan
Muharebeleri 22 gün 22 gece sürmüş, 13 Eylül 1921’de Türk Ordusunun
zaferiyle sonuçlanmıştır. Mustafa Kemal, cephede atından düşerek
kaburgasını kırmış ve ölüm tehlikesi atlatmıştır. Zaferden sonra 19 Eylül’de
TBMM, Mustafa Kemal’e ‘Gazi’ sanı ile ‘Mareşal’ rütbesi vermiştir.
Sakarya Zaferi, Kurtuluş Savaşı’nda ve Türk tarihinde bir dönüm noktası
olmuştur. Türklerin Batı karşısında 1683 yılındaki II. Viyana bozgunundan beri
devam eden geri çekilmesi, bu zaferle son bulmuştur. Kurtuluş Savaşı’nda
ise Yunanlılar artık saldırılarını sonlandırmış ve Türklerin taarruzu
beklenmeye başlanmıştır. Fransızlar ve İtalyanlar Anadolu’yu tamamen
boşaltmışlardır. Fransızlar, TBMM ile 20 Ekim’de Ankara Antlaşması’nı
imzalayarak işgallerini sonlandırmış ve Suriye ile olan Güney sınırımız, Hatay
hariç belirlenmiştir. Kafkas Cumhuriyetleri ile (Ermenistan, Gürcistan,
Azerbaycan) de 13 Ekim’de Kars Antlaşması yapılmış, Ardahan Türkiye’de
Batum ise Gürcistan’da kalacak şekilde Doğu sınırımız belirlenmiştir.
Bu süreçte Türk Ordusu, Yunanlılara karşı genel taarruz için büyük hazırlıklar
yapmıştır. TBMM Hükümeti, sorunun barışçı yollarla, diplomasi ile
çözümlenmesi için son kez Avrupa’ya Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal
Tengirşek’i göndermiştir. Ancak Türklerin barış isteklerine cevap
verilmemiştir. Bunun üzerine Türk Ordusu, 26 Ağustos 1922 sabahı Afyon’un
güneyinden Yunan Ordusu’na karşı genel taarruza geçmiştir. 30 Ağustos’ta
44
düşman ordusunun bir kısmı, Dumlupınar/Başkomutan Meydan
Muharebesi’nde ağır bir yenilgiye uğratılmıştır. Başkomutan Mustafa Kemal,
1 Eylül’de tarihe geçen “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” emrini
vermiştir. Türk Ordusu 9 Eylül’de İzmir’e, 10 Eylül’de Bursa’ya girmiştir. 18
Eylül’de Yunanlılar, Batı Anadolu’yu tamamen boşaltmışlardır. Büyük
Zafer’den sonra yönünü kuzeye çeviren Türk Ordusu; İngiliz kontrolündeki
Çanakkale, Doğu Trakya, Boğazlar ve İstanbul’un da işgalden kurtarılmasını
hedeflemiştir. Kısa süren diplomatik bir sinir mücadelesini de kazanan
Türkiye, İngiltere’yi antlaşma yapmaya mecbur etmiştir.
İngiltere, Fransa, İtalya ve Türkiye’nin katılımıyla Mudanya’da 11 Ekim
1922’de Ateşkes Antlaşması imzalanmıştır. Burada alınan kararlara göre
Yunanlılar, Doğu Trakya’yı boşaltacaklar ve İtilaf kuvvetleri, bu bölgeyi 30
gün içerisinde TBMM Hükümetine devredeceklerdir. İstanbul ve Boğazlar
TBMM Hükümetine devredilmiştir, ancak İtilaf kuvvetleri barış antlaşması
yapılana kadar İstanbul’da kalabileceklerdir. Mudanya Ateşkes Antlaşması,
diplomatik bir zaferdir. Çünkü askeri muharebelerle kazanılan zaferler
burada kabul ettirilmiş; ayrıca Çanakkale, Doğu Trakya ve Boğazlar bölgesi
de savaşılmadan kazanılmıştır. Mudanya’da Yunan temsilcisinin yer
almaması, onların emperyalizmin tetikçisi konumunda olduğunu, Kurtuluş
Savaşı’nı da sadece Yunanlılara karşı değil başta İngiltere olmak üzere İtilaf
Devletleri’ne karşı yaptığımızı açık bir şekilde göstermektedir. Savaştan
sonraki düzenin tam olarak belirlenmesi için barış antlaşması süreci, 28
Ekim’de Türkiye’nin Lozan’da açılacak olan konferansa davet edilmesiyle
başlamıştır. Ancak İtilaf Devletleri, İstanbul hükümetini de bu konferansa
davet ederek diplomatik bir hamlede bulunmuşlardır. TBMM, hem
konferansa ve barış antlaşmasına zarar vereceğinden hem de kurulmakta
olan ve cumhuriyete doğru giden yeni devletin yapısına aykırı olduğundan
45
1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırmıştır. Lozan konferansı 20 Kasım’da
Türkiye, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Japonya ve Yugoslavya’nın
katılımıyla açılmıştır. Boğazlar konusunda Rusya ve Bulgaristan dahil
olmuştur. ABD ise gözlemci olarak katılmıştır. Çok çetin müzakerelerin
yapıldığı Lozan konferansı, tarafların uzlaşamaması sebebiyle 4 Şubat
1923’te kesintiye uğramış, 23 Nisan’da ise müzakereler yeniden başlamıştır.
Lozan Barış Antlaşması, yapılan büyük diplomasi mücadelesinin sonunda 24
Temmuz 1923’te imzalanmıştır. İsmet Paşa’nın hem Mudanya’da hem de
Lozan’da gösterdiği diplomatik başarı ise takdire şayandır. Lozan’da Türkiye,
Osmanlı’nın son yüzyıllarda halledemediği birçok sorunu çözüme
kavuşturmuştur. Sınırlar konusunda, bugünkü Türkiye sınırları Hatay
haricinde kabul edilmiştir. Irak sınırı, Musul meselesi sebebiyle İngiltere ile
1926’da yapılan Ankara Antlaşması ile belirlenmiştir. Hatay ise, özel bir
statüye sahip olarak Suriye’de kalmıştır. 1939’da ise Türkiye’ye katılmıştır.
Doğu Trakya tekrar kabul edilmiş, Karaağaç savaş tazminatı olarak alınmıştır.
Boğazların yönetimi ise başkanı Türk olan uluslararası bir komisyona
devredilmiştir. Doğuda Ermeni yurduna da izin verilmemiş, daha önce
Moskova ve Kars Antlaşmaları ile belirlenen sınır kabul edilmiştir.
Lozan’daki en büyük başarı ise iktisadi alanda yaşanmıştır. Önce Osmanlı’nın
yüz yıldır belini büken dış borçlar, Osmanlı coğrafyasındaki diğer devletlere
orantılı olarak bölüştürülmüştür. Daha sonra her alanda gelişmeyi
engelleyen siyasi, mali ve adli kapitülasyonlar kaldırılmıştır. Sadece bu bile
tek başına bir zafer sayılabilir. Azınlıklara ayrıcalıklar verilmesine izin
verilmemiştir. Türklerle eşit haklara sahip olacaklardır. Patrikhanenin siyasi
ve idari yetkilerine son verilmiş, yabancı okullar da Türk yasalarına bağlı hale
getirilmiştir. Lozan Barış Antlaşması ile yeni Türkiye devleti dünya tarafından
tanınmıştır. On yıldır süren savaş ortamı bu şekilde son bulmuş ve yeni düzen
46
kurulmuştur. Lozan, Türkler için büyük bir siyasi ve diplomatik zaferdir.
Dünya Savaşı’nın sonunda Türkler, İtilaf Devletleri tarafından esaret altına
alınmış ve toprakları işgal edilmiş halde iken, kısa bir sürede yeni bir devlet
kurarak bunu İtilaf Devletleri’ne kabul ettirmişlerdir. Kurtuluş Savaşı’na ve
Lozan’a bir de böyle bakmak gerekir.
En başında söylediğimiz gibi, Kurtuluş Savaşı bir siyaset ve diplomasi
mücadelesi olarak başlamıştı. Millî Mücadele; sadece Yunanlılara,
Ermenilere ve Fransızlara karşı yapılan bir askeri muharebe değil, aynı
zamanda İngilizlere karşı bir diplomasi savaşı ve saraya/sultana karşı da bir
egemenlik mücadelesidir. Siyaset ve diplomasi mücadelesini altını
çizmemizin amacı, Kurtuluş Savaşı’nın sadece bir askeri muharebe
olmadığını belirtmek içindir. Çünkü ancak o zaman Kurtuluş Savaşı’nın
önemini, değerini, zorluğunu, büyüklüğünü ve Mustafa Kemal Atatürk’ün
askeri dehasının yanında politik de bir deha olduğunu anlayabiliriz!
Yasin Topçu
47
KAYNAKÇA
Akşin, Sina; Kısa Türkiye Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 25.
Basım, İstanbul, 2018.
Atatürk, Kemal; Nutuk, Bugünkü dille yay. haz. Prof. Dr. Zeynep Korkmaz,
Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2012.
Atay, Falih Rıfkı; Mustafa Kemal’in Ağzından Vahdettin, Pozitif Yayınları,
İstanbul, 2021.
Cebesoy, Ali Fuat; Millî Mücadele Hatıraları, Temel Yayınları, İstanbul, 2019.
Cebesoy, Ali Fuat; Sınıf Arkadaşım Atatürk, Temel Yayınları, İstanbul, 2019.
Doğan, Ümit; Çarpıtılan Tarihle Hesaplaşma: Vahdettin ve Mustafa Kemal,
Kripto Kitaplar, Ankara, 2018.
Kocatürk, Utkan; Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk
Günlüğü, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1999.
Meydan, Sinan; Akl-ı Kemal, İnkılap Kitabevi, 1. Cilt, 10. Baskı, İstanbul,
2017.
-İSTİKLAL-
KAYNAKÇA
Meydan, Sinan; Atatürk’ün Gizli Kurtuluş Planları: Parola Nuh, İnkılap
Kitabevi, İstanbul, 2015.
Meydan, Sinan; Yüzyılın Kitabı Yüzyılın Lideri, İnkılap Kitabevi, 5. Baskı,
İstanbul, 2019.
Mütercimler, Erol; Fikrimizin Rehberi, Alfa Kitap, 13. Basım, İstanbul, 2019.
Nadi, Yunus; Kurtuluş Savaşı Anıları, İstanbul, 1979.
Özakman, Turgut; 1881 – 1938 Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet
Kronolojisi, Bilgi Yayınevi, 4. Basım, Ankara, 2015.
Sorgun, Taylan; Mütareke Dönemi ve Bekirağa Bölüğü, Kaynak Yayınları, 2.
Basım, İstanbul, 2020.
-İSTİKLAL-
T Ü R K M İ L L E T İ K U Ş A T M A Y I
N A S I L Y A R A C A K
Aslında Türk milletinin emperyalist işgale karşı direnişi, uyanışı 15 Mayıs
1919 İzmir’in işgali ile başlar desek yanlış bir tespit yapmayız. Atatürk’de bu
konu da şöyle demektedir:
“Ahmak düşman İzmir’e girmeseydi, belki bütün memleket gaflete dalmış
kalırdı.”
İngiltere Yüksek Komiser Yardımcısı Amiral Webb, 28 Temmuz 1919’da
İngiltere Dışişleri Bakanlığına gönderdiği raporda:
“İzmir çıkarmasına kadar Türk halkını sakin tutmakta başarılı oluyorduk. (…)
Türkleri olay çıkarmadan yönetebilecektik fakat İzmir’in işgali her şeyi alt üst
etti.” diyerek İngiliz çıkarlarına karşı olumsuz gelişmeyi aktarıyordu.
Türk halkını İngiliz işgaline değilde Yunan işgaline ayaklandıran şey başarılı
İngiliz psikolojik savaşıdır. Bu başarıyı anlamamız
için Celal Bayar’a kulak
verelim:
“Yunanlıların dışında , yabancı bir devlet memuru görüldü mü, hemen herkes
ona uğradığı haksızlığı anlatmaktan derdini duyurmaktan fayda duyuyordu.”
Halkı işgale karşı mücadeleye sürükleyen en önemli etken Yunan vahşetidir.
Yürek yakan cinsten bir örnek:
"Yunan devriyeleri, Aşağı Kozdibi mahallesinden 18 yaşındaki '....' Hanıma
tecavüz ettikten sonra, ellerini kesip dişilik organına sokarak öldürdüler."
Ayrıca o dönemlerde Türk milleti artık kendi devletinden ve kendinden
umudu kesmişti. Çünkü Türk milleti kendini tanımıyordu, tarihte neler
yaptığını, şimdi ne yapabileceğini bilmiyordu, ötekileştiriliyordu. Mesela:
Osmanlıda bir usta işçinin gündelik ücreti 28 kuruş olduğu dönemde, askere
51
askere gitmek istemeyen bir Hristiyan devlete yılda 28 kuruş; bir Müslüman
ise 5.000 kuruş ödemek zorundaydı. İngilizler’e karşı ilk etapta teslim oluşun
kökeninde Türk milletinin umutsuzluğa sürüklenişi yatıyordu.
Tarih ders almak için vardır. Dün Türk milleti kendi bağrından Mustafa
Kemal çıkardı ve emperyalist saldırıya dur dedi. Yukarıda da gördüğümüz
üzere işgale direnişi o dönem de İzmir’in işgali tetiklemiştir. Bugün ise
sığınmacıların bizleri uyandırdığını söylemek yanlış olmaz. Sığınmacı sorunu
Türk milletinin içindeki milli duyguları uyandırmıştır bunun sonucu olarak
kukla Kürt devleti oluşturulmasına karşı çıkma gibi önemli jeopolitik
tehditlere karşıda uyandırmıştır. Üzerimizdeki umutsuzluğu tarihe bakarak
atmalıyız, dün gayrimüslimler bizden üstündü ama biz Atatürk önderliğinde
hukuk devrimi yaparak; eşit statüye erişmesini bilmişizdir. Bugün inanınki
kaşı devrim sürecine tam anlamıyla nokta koyabiliriz. Son olarak bütün
zorluklara rağmen inanarak kazandığımız ZAFER bayramımız kutlu olsun!
Eren Gökgöz
52
KAYNAKÇA
Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Birinci Kitap, Tekin yay., İstanbul 1996,
s. 19.
age., s. 26.
age., s. 28.
Turgut Özakman, Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele, Bilgi yay., 11.bas.,
s. 219.
Cengiz Özakıncı, Osmanlı Düzeninde Müslüman Türk Kıyımı, Bütün Dünya,
Kasım 2016.
-İSTİKLAL-
T Ü R K V E Y A B A N C I Y A Z A R L A R I N
K A L E M İ N D E N B Ü Y Ü K T A A R R U Z
AMERİKAN BASININDA İLK TAARRUZ HABERİ
14 Ağustos’ta taarruz için yürüyüşe geçen Türk Orduları, 26 Ağustos gecesi
taarruza başladı. İlk taarruzların ardından 27 Ağustos günü Türk Orduları
tekrar taarruza geçti. Bu iki günlük şok süreci -pek de emin olmamakla
birlikte- anında Amerikan basınına yansımıştı.
Yansıyan bir nüsha ise Evening Public Ledger gazetesi idi. 10. sayfaya
konmuş olmasına rağmen taze ve hararetli bir üslup taşıyordu.
YUNAN KUVVETLERİ SALDIRIYA
UĞRADI
Türk Milliyetçileri Anadolu’da Taarruza
Başladı
Atina, 28 Ağu.- Türk Milliyetçilerinin
Anadolu’'daki Yunan kuvvetlerine
karşı beklenen taarruzu başlamış gibi
görünse de, harekâtların büyüklüğü
henüz burada bilinmiyor. Ancak,
Kemalistler, Yunan cephesini kırmak amacıyla dün Afyonkarahisar yönünde
birkaç tümenle harekete geçti, ancak İzmir'den alınan resmi bir açıklamada,
geri püskürtüldükleri belirtildi.”
55
İstanbul, Ağustos 28.- Anadolu’da, Yunan sol cenahına karşı Türk
Milliyetçileri tarafından kazanılan başarılar Türk Milliyetçileri tarafından 25
Ağustos olarak tarihlendirildi. Yunanlar, açıklamaya göre, Vezirhan’ı tahliye
ettiler.”
Türk Süvarilerinin taarruza kalktığı saatlerde, 30 Ağustos sabahı Amerikalılar,
Yunan ordularının Afyonkarahisar’ı tahliye ettiğini öğreniyordu. Yunanların
ezici bir yenilgi alacağı belli olmuştu.
YUNAN KUVVETLERİ ANADOLU'DA
GERİ SÜRÜLDÜ
Londra.- Yunanlar, Türk
Milliyetçilerinin taarruzu altında
Afyonkarahisar’ı boşalttı.
Anadolu’daki Yunan hattında olan
bu önemli merkezi nokta, üstün bir
düşman tarafından ele geçirildi.
Yine de Yunanların Megola İdea’ya olan inançları son bulmuyordu.
Saraylarında keyif içinde bu taarruzların geçici olacağını sanan Yunan
soyluları ve diğer çeşitli kesimler Yunan ordusunun karşı atağa
geçeceğinden ümitliydiler. Nitekim bu niyet Amerikan basınında da yer
buldu. The Union Daily Times gazetesinde çıkan kısa bir haberde Yunanların
karşı atağa geçmeyi planladığından bahsediliyordu.
YUNAN ORDUSU KARŞI ATAK
PLANLIYOR
"İzmir, 31 Ağu.- Anadolu’da Türk
Milliyetçilerinin geniş bir cepheden
taarruza geçmesinden önce geri
çekilen Yunan ordusunun,
56
muharebe alanına takviye kuvvetlerin gelmesiyle bu sabah mahalli bir karşı
taarruza giriştiği anlaşılıyor."
Türk ordularının sert çarpışmalarla yaptığı başarılı taarruzları sonucunda
Yunan ordusu 30 Ağustos tarihinden itibaren itilmeye ve kovalanmaya
başlamıştı. Amerikan basınında, muharebelerin ağır olduğu hakkında verilen
bir başlıkla 31 Ağustos’ta geçilen bir haberde Yunan karşı taarruzunun
saldırıları yavaşlattığından bahsediyordu. Lakin ne kadar böyle dese bile Türk
ilerleyişinin de gerçeklerini ortaya koyuyordu.
“Tebliğlere göre Kemalistler, Yunan
mevzilerine hücum ederken dikenli
tellerden oluşan üçlü bir savunma
sistemini kırmak zorunda kaldılar.
Yunan komutanı Gen. Trikoupis şehrin
tahliyesini
başarılı bir şekilde
gerçekleştirdi. Türk süvarileri
Yunanları Banaz’dan güneybatı
yönüne doğru takip etti, ancak geri çekilme sonunda karşı saldırılarla durma
noktasına getirildi.
Afyonkarahisar'ın düşmesi, Yunanlar için ciddi bir kayıp olmasına rağmen,
demiryolu bağlantılarına sahip olması nedeniyle, Eskişehir'in tahliyesini
gerektirmiyor.(?)”
Aynı gün ise farklı gazetelerde Kemalistlerin zaferi çoktan doğrulanmıştı.
New-York Tribune gazetesi[20] bunu yazanlardan sadece birisiydi;
57
“Kemalist Zaferlerin Raporları Doğrulandı; Konferans Planı Devam
Ediyor.”
Aynı sayıdaki metnin içeriğinde ise yukarıda bahsedilen olası Venedik
konferansı hakkında bir paragraf geçiyor. Yabancılar, Türk taarruzu
sonucunda müzakerelerin kesileceğini düşünüyor.
Öngörülen Venedik konferansı,
Fransız resmi çevrelerine göre,
görünüşte başarılı olan Türk
taarruzununbir sonucu olarak
ciddi şekilde tehlikeye atılıyor.
Aynı sayıdaki metnin içeriğinde ise yukarıda bahsedilen olası Venedik
konferansı hakkında bir paragraf geçiyor. Yabancılar, Türk taarruzu
sonucunda müzakerelerin kesileceğini düşünüyor.
KEMALİSTLER BİR KUŞATMA HAREKATI GELİŞTİRİYOR
Büyük Taarruz’un ilk 4-5 gün süren sert çarpışmalarının ardından dağılan
Yunan ordusunu kovalama işine girişildi. Türk Ordusunun bu kovalamacasının
başladığını Amerikan basını sadece bir gün farkla aktarıyordu.
The New York Herald gazetesinin 1 Eylül tarihli nüshasında konuyla ilgili
yazıdaki atılan başlık “Tepeler Yunanların Üzerine Giden Türkleri Durdurdu.”
şeklinde idi. Hemen altındaki ikinci başlık ise “Kemalistler Bir Kuşatma
Harekâtı Geliştiriyor.” idi.
Başlıklardan sonra metni direkt burada çevirerek veriyorum:
“İstanbul, 31 Ağu.- Afyonkarahisar civarında
Yunanların uğradığı Türk taarruzlarının beş
gündür şiddetle devam ettikten sonra artık
şiddet azaldı ve harekâtların ilk aşaması bitti
denebilir.
58
Tepeleri hala Yunanların elinde olan ve Yunanların Türk piyadelerine karşı
topçu kullandığı Afyon'un 15 kilometre batısındaki dağların menzili sayesinde
Türk ilerlemesinin engellendiği söyleniyor.”
2 EYLÜL
Amerikan Kongre Kütüphanesi gazete
arşivinde 2 Eylül tarihi için bir yazı
bulamadım. Ancak 3 Eylül tarihinde Evening
Star gazetesinde savaş hakkında çıkan bir
yazı detaylıydı.
Yazıda, Yunanların Afyonkarahisar’ı
kaybetmeleriyle telgraf hatlarının ikiye
bölündüğünden, Yunanların 50,000 ve daha
fazla birliğin Anadolu’dan Trakya’ya
çekildiğini, Türklerin Eskişehir’i ele geçirip geçirmediğini, Türklerin taarruz
için geç kaldığını ve de Türklerin amacının itiraz etmek değil, bir Müttefikler
toplantısında yakın zamanda kazandıkları zaferi masaya vurmak olacağı
açıklanıyordu.
Yazıda en sevdiğim cümle ise “Hayır, Kral Konstantin kesinlikle İskender
değil.” oldu. Bunun sebebi de Kral Konstantin’in kendini yeniden oluşacak bir
Bizans İmparatorluğunun kralı olarak görmesiydi. Elen “Büyük Emel”cileri,
yirminci yüzyılda bir “Çağdaş Bizans” hülyasına kapılmışlardı. Kral
Konstantin, İstanbul’da Bizans İmparatoru ilan edilmeye ciddiyetle özenmişti.
“İngiliz aslanı sayesinde Ayasofya kilisesinde Bizans tacını giyecekti.”
59
3 EYLÜL
Bu tarihte Büyük Millet Meclisi önünde gösteriler yapılıyor, zafer
kutlanıyordu:
“3 Eylül’de Büyük Millet Meclisi önünde büyük gösteriler yapıldı. Gece fener
alayları oldu. Keçiören’deki evimin önüne gece yarısı gelen halk topluluğu,
sevinç içinde ordunun zaferini tebrik ediyordu. Ordu bir yandan düşmanı
takip ederken, bu hareket süresince hizmeti görülenler terfi ettiriliyor ve
mükâfatlandırılıyordu. Ben korgeneralliğe terfi ettim. Mustafa Kemal
Paşa’dan aldığım telgrafta, hem terfiimi tebrik ediyor, hem de esir edilen
Yunan Başkumandanı Trikopis’in kılıcını bir hatıra olmak üzere bana
gönderdiğini bildiriyordu.(Bu kılıç sonradan tarafımdan İstanbul’da bulunan
Askerî Müzeye hediye edilmiş olup, halen orada bulunmaktadır.)
3 Eylül tarihinde Amerikan basınına yansıyan farklı istihbaratların birinde ise
Türk havacılarının harp alanında etkili olmaya başladığı aktarılıyordu. Türk
ordusunun bu konuda maddi olanaksızlıklar sebebiyle zayıf olduğu bilinirken
Büyük Taarruz sırasında bunun aksinin yabancı basında dile getirilmesinin
önemli olduğunu düşünüyor ve nüshayı aktarıyorum;
“Yunan üssü İzmir; Kütahya, Eskişehir ve Ain-
Eguel'in(?) ele geçirildiğini doğruluyor.
Türkler şimdi Konya'nın kuzeyinden İzmit'e
giden demiryolunu ellerinde tutuyorlar.
Samsun aracılığıyla yeni uçakların gelişinden
beri Türk havacıları saldırıların önemli bir
parçası durumunda. Milliyetçi ordunun
tamamı Yunanlılardan daha donanımlı ve doğuda hava üstünlüğünü elinde
tutuyor.” Ayrıca yukarıda alıntı yaptığım Evening Star gazetesinde çıkan
yazının farklı bir kısmında Türk-Fransız dostluğundan bahsedilerek
60
“Bu savaş durumunun bir Türk-Yunan savaşından çok Fransız-Türk ve
İngiliz-Yunan savaşına dönüştüğünü” aktarıyordu.
4 EYLÜL
Bu tarihte Amerikan basınında çıkan sayılardan Anadolu’daki harp durumunu
en iyi şekilde aktaran sayılardan biriyle yetineceğim.
4 Eylül tarihli The Topeka State Journal gazetesinde büyük ve kalın puntoyla
Yunan ordusunun hezimete uğradığı aktarılıyordu. Türk ordusunun, Yunanları
bozguna uğratıp düzensiz şekilde kaçtıkça kentleri geri aldığını başlıklarında
aktaran gazete, Adana ve Atina’dan olmak üzere iki farklı haber geçiyordu:
“BOZGUNA UĞRATILAN YUNAN ORDUSU
Neredeyse Üç Kolordu Türkler Tarafından
Yok Edildi.
İşgalciler Yunanlar Düzensiz Şekilde Geri
Çekildikçe Kasabaları Ele Geçiriyor.
Adana, Anadolu, 4 Eylül.- Bugün burada
Kemalist hükümetin merkezi olan
Ankara'dan alınan mesajlara göre, Yunan-
Türk cephesinin Eskişehir bölgesindeki üç
Yunan kolordusu Türk milliyetçileri
tarafından dağıtıldı ve neredeyse yok
edildi. Yunanlar düzensiz bir şekilde geri
çekiliyorlar ve Türkler İzmit bölgesine,
Bursa'nın on iki mil yakınına kadar ilerlediler.
Atina, 4 Eylül.- Anadolu’daki Yunan-Türk cephesinde önemli bir mevzi
olan Uşak'ın Türk milliyetçileri tarafından ele geçirildiği bugün burada teyit
edildi. Gazetelere gönderilen mesajlar, Bursa'nın da yakında Kemalistlerin
eline geçebileceğini gösteriyor.”
61
5 EYLÜL
Türk ordularının muzaffer olacağının anlaşılması üzerine Müttefikler,
Gayrimüslim halkı korumak amacıyla savaş gemilerini İzmir’e doğru yola
çıkarmıştı. Amerikan basınında da The Washington Herald gazetesi buna yer
vermiş, Amerikan savaş gemilerinin de bölgeye intikal edeceğini açıklamıştı.
A.B.D. VE MÜTTEFİK SAVAŞ GEMİLERİ YAKIN DOĞU’YA
KOŞTURUYOR
Hristiyanların Korunması İçin Gemiler Gönderildi.
YUNANLAR EZİLDİ, İZMİR TEHDİT ALTINDA
Türkler, Yunan Milletinin Trakya'sının Kendilerine
Devredilmesini Talep Edebilir.
62
6 EYLÜL
Elbette Yunan kaynakları direniş gösteriyorlardı ancak bir elin parmağını
geçmeyecek kadardı. Türk orduları çoktan İzmir’e doğru yol almışken Atina,
yabancı basına daha Eskişehir’in bile ele geçirilemediğini, düşmanın 10.000
kaybı olduğunu, ve de en önemli ve klasik olarak Hristiyan ahalinin katliama
uğradığını iletiyordu. 6 Eylül tarihinde Amerikan basınında Büyük Taarruz ile
ilgili çoğunlukla bu propaganda metni vardı. Bu haber/propaganda metnini 6
Eylül tarihli Palatka Daily News, The Ogden Standard-Examiner, Hickory Daily
Record, Grand Forks Herald, New Britain Herald, The Bismarck Tribune, The
Daily Star-Mirror ve Evening Star gazetelerinde okuyabiliriz.
Ancak Evening Star gazetesinde İstanbul ve Paris’ten aktarılan gerçek habere
öncelik verilmişti. İstanbul’dan aktarılan yazıda Mustafa Kemal’in 10.000
kişilik bir kuvvetle İstanbul’a gireceği, bu sebeple İngiliz, Fransız ve İtalyan
ortak garnizonunun 5-6.000 gibi yetersiz bir sayıda olduğu gibi şeylerden
bahsediliyordu. Paris’ten gelen yazıda önemli bir cümle olduğu için onu
aktaracağım:
“Yunanlılar Tam bir Yenilgiye Uğradı.
PARİS, 6 Eylül.- Burada Anadolu’nun durumuyla
ilgili resmi çevrelere ulaşan son iletiler, Yunan
ordusundan geriye kalan tek şeyin, muzaffer
Türk milliyetçilerinin önünde Akdeniz'den altmış
milden daha az bir mesafede, tam bir bozguna
uğrayarak kaçan 100.000 kişi olduğunu
bildiriyor.
Fikirler, Türklerin örgütlü savaş birliklerinin şu anda İzmir’e elli mil ve
Marmara Denizi'ne kırk mil uzaklıkta olduğu için; bu sayıdaki (100.000)
Rumların ancak yarısının denize ulaşacağının muhtemel olduğu yönünde.
63
Taarruzun on gün önce başlamasından bu yana Türk ilerleyişinin 130 milden
fazla olduğu belirtiliyor ve de buradaki uzmanlar, bunun tüm harp tarihindeki
en hızlı ilerlemelerden biri olduğunu söylüyor.”
Aynı gün yukarıda “Ali Fethi Bey Stratejisi” diyerek anlattığım konuda yeni bir
gelişme yaşanmıştı. 6 Eylül 1922’de, Ali Fethi, Mustafa Kemal’e aşağıdaki
şifreli telgrafı çeker: “İngiltere acele müzakere istiyor. Fransa ve İtalya
Yunanlılara yardım etmeyeceklerdir. Trakya’nın alınması, azınlıkların
değiştirilmesi, harp tazminatı ve ülkede yapılan tahribatın tamiri
istenmelidir.”
7 EYLÜL
7 Eylül günü kaçmaya devam eden Yunan ordusu dağınık şekilde ricat
ediyordu ve bu sebeple de Yunan ordusunda terör hat safhaya çıkmıştı.
İtalyan Arşiv belgelerinde bu tarihte Senni’den İstanbul İtalyan
Büyükelçiliğine yazılan telgrafta “Menemen-Salihli-Turgutlu-Manisa ve
buraları bağlı bütün köylerin, İzmir’e doğru kaçmakta olan Yunanlılar
tarafından yakıldığı” aktarılıyordu.
Bu tarihte Amerikan basınında çıkan nüshalarda artık Yunan ordusunun
hezimetinin sonuçları tahmin ediliyordu. Artık haberler İzmir üzerine
yoğunlaşmaya ve Müttefiklerin İzmir’e gönderdiği gemiler ve yardımlar
konuşuluyordu.
“İzmir, 6 Eylül.- Dün geceye kadar her milletten
150.000 mültecinin burada toplandığı tahmin
ediliyordu ve Amerikan yardım komitesi herkesi
kendilerine yardım etmeye çağıran bir çağrı
yayınladı. Buradaki müttefik konsoloslar İngiliz-
Fransız polisinden düzeni sağlamasını istemeye
karar verdiler, Müttefik birliklerinin yarın karaya
64
Fransız polisinden düzeni sağlamasını istemeye karar verdiler, Müttefik
birliklerinin yarın karaya çıkacağı aktarıldı.
Yerel bir komite, tahliye edilen Yunan ordusunun yerine gönüllüleri askere
almaya başladı. Binlerce subay ve asker kaydoldu."
8 EYLÜL
Bu tarihlerde Amerikan basınında Kral Konstantin’in tahttan çekileceği
dedikoduları yazılmakla beraber Yunan hükümeti’nin düştüğü, Kral’ın
Kalogeropoulos’a hükümet kurma yetkisi verdiğini aktarmaktaydı. Haberleri
aktaran güzel bir sayı olduğu için The Maui News gazetesini aktaracağım:
“Kral Konstantin Tahtı Bırakacak; Türkler Geniş
Bir Araziyi Harap Etti
PARİS, 8 Eylül.- Yunanistan Kralı Konstantin'in
tahttan çekilme niyetinde olduğu söylentileri
birçok Avrupa başkentinde dolaşıyor. Söylenti,
veliaht George'un Bükreş'ten Atina'ya aniden geri
çağrılmasıyla rengini belli etti.
Yunan hükümeti istifa etti ve Kral Konstantin,
Nicholas Kalogeropoulos'tan yeni bir hükümet
kurmasını istedi.
4000 Kemalist süvariden oluşan bir tugay, İzmir’e
otuz mil uzaklıktaki Bayındır kentini işgal etti ve
şehre doğru ilerliyor. 5000 Kişilik ikinci bir tugay,
İzmir’in 60 mil kuzeybatısındaki Akhisar kentini
ele geçirdi ve Manisa'ya doğru ilerliyor. Mustafa Kemal Paşa, Ege Denizi'ne
ulaşan ilk tugay komutanı terfi ile mükafâtlandırılacak. İstanbul’dan gelen bir
rapor, Türk kuvvetlerinin 200.000 kişilik Yunanlara karşı 350.000 aktif
adamdan oluştuğunu söylüyor.”
65
9 EYLÜL
Ve bu tarihte Türk ordusu şanlı bayrağımızla İzmir’e giriyor. Bu tarihte
Amerikan basınında Türklerin İzmir’in kapısına dayandıkları ve şehri
alacakları aktarılıyor ancak bir gün önceki tarihli. O yüzden genel olarak zafer
haberleri 10 Eylül ve sonrasını kapsıyor.
Bana burada yazma fırsatı veren İstiklal Dergisi Editörüne ve diğer yazar
arkadaşlarıma teşekkürü borç bilirim. Başka bir yazımda da 9 Eylül sonrasına
değinmek ümidiyle Kemalist Archive olarak sizlere veda ediyorum. Sağlıcakla
kalın.
Yusuf Berk
66
KAYNAKÇA
Evening Public Ledger, 28 Ağustos, 1922, sayfa 10.
Bahsi geçen Vezirhan hakkında Büyük Taaruz’dan önceki Yunan taarruzları
için bakınız: BCA, 4935/030.10.0.0/54.354.34. / BCA,
4935/030.10.0.0/54.354.34.
The Kusko Times, 30 Ağustos 1922, sayfa 4.
The Union Taily Times, 31 Ağustos 1922, sayfa 1.
Haberin daha detaylı nüshası için bakınız: Evening star (Washington, D.C.),
31 Ağustos 1922, sayfa 1.
Evening star (Washington, D.C.), 31 Ağustos 1922, sayfa 1.
New-York Tribune (New York [N.Y.]), 31 Ağustos 1922, sayfa 2.
The New York herald (New York, N.Y.), 1 Eylül 1922, sayfa 4.
Evening star (Washington, D.C.), 3 Eylül 1922, sayfa 19.
-İSTİKLAL-
KAYNAKÇA
Bilâl N. Şimşir, Atatürk Dönemi-İncelemeler, Atatürk Araştırma Merkezi, 2.
Baskı, Ankara, 2016, sayfa 24.
Kâzım Özalp, Millî Mücadele, Türk Tarih Kurumu, 5. Baskı, Ankara, 2020,
sayfa 234.
The Washington Herald, 3 Eylül 1922, sayfa 2.
Evening Star, 3 Eylül, 1922, sayfa 19.
The Topeka State Journal, 4 Eylül 1922, sayfa 1.
The Washington Herald, 5 Eylül 1922, sayfa 1.
[Bütün sayıların linkleri için bkz: https://linkslist.app/dT3JnRA
Evening star, 6 Eylül 1922, sayfa 1.
Fethi Bey’in Anıları, sayfa 26.
Doç. Dr. Mevlüt Çelebi, İtalyan Arşiv Belgelerinde Anadolu’da Yunan
Mezalimi, Atatürk Araştırma Merkezi, 1. Baskı, Ankara, 2010, sayfa 51.
The Omaha Morning Bee, 7 Eylül 1922, sayfa 1.
The Maui News, 8 Eylül 1922, sayfa 1.
-İSTİKLAL-
B Ü Y Ü K M İ L L E T İ N
H Ü R R İ Y E T S E R Ü V E N İ
Bulutların kan ağladığı günler gördük. Hürriyet diye sokaklara düştük,
ardından gelen savaşlarla Trablusgarp'tan Balkanlara yayan yürüdük.
Yetmedi "yedi cihan"ın önüne geçeni yok ederek gelmesiyle Rumeli'den
Hicaz'a, Kafkasya'dan Kut'ül Amareye koştuk. "Vatan darda" diyip giden
dedelerimiz, babalarımız, analarımız, abilerimiz, ablalarımız şehit oldular
"Şehit oğlu şehit"lerin ahfadı olduk, yetim kaldık ama yılmadık. Hanemizde
akacak kan kalmadı, köyümüzde tüten ocaklar her gün birer birer söndü.
Vatan sevdasıyla sarılı yürekler, vatan darda diye serden geçtiler. Canlarını
verdiler.
Nitekim umumi Cihan Harbi bitmişti, fakat Osmanlı mağlûp idi. Alman
Paşalar, bu savaş bitti diyor gidiyorlardı. "Mondros"la beraber vatan
toprağına adım atan Yunan'lar daha işgalleri in ilk günlerinde, 15 Mayıs'ta,
2000 Türk'ü vahşice katletmişlerdi. Şayak kalpaklı adam vatan toprağındaki
işgali kabul etmiyordu. Zaten o "Savaş size göre bitti" diyerek Türk
bağımsızlık harbinin başlayacağının haberini veriyordu. İçlerindeki
bağımsızlık ateşi ile meşalelerini yakan Kuvayı Milliye kuvvetleri ise her gece
Kür şad ve kırk çerisi misaliyle kendilerinden katbekat daha güçlü işgal
kuvvetlerine karşı cengaverce harp ediyorlardı.
Sarışın kurt, 19 Mayıs'ta Samsun'a ayak bastığında yapacağı işlerin
çokluğunu ve ehemmiyetini biliyordu. Hangi şerait içinde olunursa olunsun,
karar: "Ya istiklal, Ya ölüm!" idi. Anadolu'daki milliyetçiler Kemal'in tarafına
geçiyorlardı. Hani o, damarlarında kan kalmayan bir Türk ulusu vardı ya. İşte
70
o ulus gazi, bitkin, ve fakir de olsa Dünya'da ki en büyük fedakarlık misalini
verdiler. Mustafa Kemal'e "başbuğ" dediler, "Türk"ün gücü ile ezdiler"
İnönü'de durdurdular, İnönü'de Yunan'a Türk'ün eski gücünü hatırlattılar.
Fakat aynı Türk milleti, Kütahya'da düştü. Top sesleri, bahtı karaların umudu,
Ankara'dan duyulur olmuştu. Fakat öyle kaçıp gitmek yoktu. "Hattı müdafaa
yok"tu "sathı müdafaa var"dı ve "o satıh da bütün vatan"dı. Mustafa Kemal
Paşa tekrar ordunun başına geçti. Orduyla yürüdü. Başbuğ ve silah
arkadaşları, Sakarya'da Türk milletine yapılan "geri çekilme" büyüsünü
bozmuşlardı. "Türk ordusu! Sayende kurtuldu şan otağım"
Durmak olmaz, yılmak yakışmaz. "Cihan yılsa, Türk yılmaz." Artık son bir
darbe vurulmalıydı, masalarda tam bağımsızlığımızı istemeyen herkese ders
olacak bir darbe vurulmalıydı! Vurulacaktı da. O darbe, yüce Türk milletinin
hafızasına "Büyük Taarruz" olarak geçecekti. Başbuğ yürüdü, yürüdü ve bir
kayanın kenarında durdu. Tepede parıldayan yıldızlar altında Türk milletinin
aydın geleceğini düşlüyordu. Silahlı son bir muharebe yapılacak, ardından
aynı meydanlarda olduğu gibi masalarda da büyük zaferler kazanılacaktı. 26
Ağustos 1922'de şerefli Türk ordusu büyük bir hücuma başladı. Türk
milletinin en içten dualarıyla verdikleri ekipmanlar, Türk ordusunun moralini
son derece arttırmıştı zaten. Türk ordusunun büyük taarruzu ile Yunan
kuvvetlerinin çoğunluğu yok edilmişti. Türk milleti hürriyete adeta Cennet'e
koşar gibi koşuyordu. 30 Ağustos'taki büyük zaferden sonra ise Türk ordusu
kuşatma harekatına girişti. Geri çekilmekte hatta tertipsiz şekilde kaçmakta
olan gaddar Yunan kuvvetleri ise kaçarken dahi Türk köylerini yakıyorlardı.
Türk bunca yolu yayan koşmuştu, bundan sonra da durmazdı, koşmaya
devam etti. Nihayet 9 Eylül'de güzel İzmir'e girdi ve ve Türk bayrağını hürriyet
naraları ile göndere çekti. Son Yunan da ülkeyi terk ettiğinde Türk milletinin
71
silahlı mücadelesi, hürriyeti tekrardan elinden alınıncaya kadar durmuş oldu.
İşte, 100. Yılında bu büyük Türk zaferinin önemini anlamamız gerekmekte.
Tarihin her asrında tam bağımsız bir millet olarak bilinen Türk milleti hiçbir
zaman yabancı kuvvetlerin himayesi altına girmedi, girmeyecektir! Osman
Nevres'ler, Kara Mehmet'ler ve Mustafa Kemal'ler bizde tükenmedi,
tükenmez! Zira Türk ulusu bir ölür, bin doğar, o karanlık ve gaflet dolu
asırlara hürriyet bayrağını diker! Zafer, Türk'ün olsun, Tanrı Türk'ü korusun!
30 Ağustos Zafer Bayramı'mız kutlu olsun.
Göktuğ Galip
72