17.04.2014 Views

Prof. Dr. Osman Öztürk'ün - İslami Edebiyat

Prof. Dr. Osman Öztürk'ün - İslami Edebiyat

Prof. Dr. Osman Öztürk'ün - İslami Edebiyat

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

EDİTÖRDEN:<br />

Bu sayımızda:<br />

1-) Ağırlık; söyleşilerde:<br />

-<strong>Prof</strong>. <strong>Dr</strong>. <strong>Osman</strong> Öztürk’ün<br />

-<strong>Dr</strong>. Cahit Öney’le kimlik<br />

soruşturması.<br />

-Muzaffer Doğanla BDC<br />

üstüne soruşturma.<br />

2-) Tekke <strong>Edebiyat</strong>ı’nın değerlendirilmesi.<br />

Şiirin Sanat Yönünden tahlili:<br />

Savaşçı Gazeli-Taş Gazeli;<br />

-Unutulan Divan Şâirleri:<br />

K.E. Kürkçüoğlu ve <strong>Osman</strong><br />

Şems<br />

-Denemelerde yenilik: Köyde<br />

Hırsız var /Kâtip Sezer..<br />

-Hikâye de yenilik: Taşralı<br />

Eşref /Firdevs Yüksel.<br />

-Şiirlerde artış ve yenilik:<br />

Na’atlere ilâveten; Hiciv ve<br />

Mizah…<br />

-40 Hadis’in nazmen tercümesi<br />

de (N.F. K. den) hepsine<br />

bereket olsun…<br />

Gelecek sayıda ise:<br />

-Şâir âlimlerimiz ve şiirleri<br />

-Şâire sehâbiye ve şiiri<br />

-Kazakiztan’dan Makale.<br />

المحرر<br />

في ھذا العدد:‏<br />

الاھتمام باللقاءات<br />

البرفسور الدكتور عثمان اوزتورك<br />

مع الدكتور جاھد أوني التحقیق عن<br />

الھویة<br />

مع مظفر دوغان.‏ التحقیق حول جمعیة<br />

الشرق الكبیر<br />

تقییم أدب التكایا إضافة الى تحلیل<br />

قصیدة الجھاد و قصیدةالحجر<br />

شعراء الدیوان المنسیون كمال أدیب<br />

كوركجوأوغلو و عثمان شمس<br />

مقالة فنیة ‏(في القریة لص).‏ كاتب سزر<br />

الحداثة في الحكایة طاشرالي أشرف.‏<br />

فردوس یوكسل<br />

الإضاقات و الحداثة في الشعر–‏ الھجو<br />

و المزاح.‏ إضافة الى المدیح.‏<br />

و في عموم نكبات الحرب و ویلاتھا.‏<br />

ترجمة اربعین حدیثا نظماً‏ لنجیب فاضل<br />

قصاكورك تقدیم ناجي ترزي بارك<br />

االله في مساعیھم).‏<br />

و في العدد القادم<br />

‏-الشعراء العلماء و أشعارھم<br />

الشاعرة الصحابیة و شعرھا ‏-مقالة<br />

من قزاغستان<br />

-<br />

)<br />

–<br />

I<br />

II<br />

From the Editor:<br />

In this issue:<br />

1-)The emphasis is on interviews:<br />

<strong>Prof</strong>. <strong>Dr</strong>.<strong>Osman</strong> Öztürk’s<br />

investigation with <strong>Dr</strong>. Cahit<br />

Öney on identity.<br />

An investigation with Muzaffer<br />

Dogan on Büyük Doğu Cemiyeti<br />

(Great East Assosiatıon)<br />

2-) An evaluation of Tekke (sufi)<br />

Literature: An analysis of<br />

poetry’s artistic value:<br />

Savaşçı Gazeli (Warrior’ Poem),<br />

Taş Gazeli (Stone’s Poem)<br />

Forgotten Divan Poets: Kemal<br />

Edp Kürkçüoğlu and <strong>Osman</strong><br />

Şems<br />

An innovation in essay writing:<br />

Köyde Hırsız Var (There is a<br />

Thief in Town), Katip Sezer<br />

(Clerk Sezer)<br />

An innovation in story writing:<br />

Taşralı Eşref ( Countryman<br />

Eşref), Firdevs Yüksel (Firdevs<br />

Yüksel)<br />

An increase in numbers of poetry<br />

and an innovation in story<br />

writing: In addition to Na’ts<br />

(poems praising Prophet<br />

Muhammad), Hiciv (satire) and<br />

Mizah (humor).<br />

And about the diseaster of<br />

Umumi Harp (Communal War-<br />

Ottoman-Russian War of 1876).<br />

A translation of 40 Hadis<br />

(Prophet Muhammad’s<br />

traditions).by Necp Fazıl<br />

Kısakürek.<br />

May it be bereket (blessing) to<br />

all of them.<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 1


İSLÂMÎ EDEBİYAT<br />

Üç Aylık <strong>Edebiyat</strong> Dergisi<br />

Ocak-Şubat-Mart (53. Sayı)<br />

İslâmî İlimler Kültür ve <strong>Edebiyat</strong><br />

Vakfı Adına Sahibi ve<br />

Genel Yayın Yönetmeni<br />

Ali Nar<br />

Yazı İşleri Müdürü<br />

Siyami Akyel<br />

Yayın Kurulu<br />

<strong>Prof</strong> <strong>Dr</strong>. <strong>Osman</strong> Öztürk<br />

<strong>Prof</strong>. <strong>Dr</strong>. A. Atilla Şentürk<br />

<strong>Dr</strong>. Cahit Öney<br />

Ali Nar<br />

Şakir Diclehan<br />

İdare Merkezi<br />

Fevzipaşa cd. Feyzullah Efendi sk.<br />

No:4 /3 Fatih /İstanbul<br />

Tel: 0 212 534 32 64- Fax:0 212 621 16 68<br />

e-mail: islamiedebiyat@gmail.com<br />

islamiedebiyat@hotmail.com<br />

Fiyatı: 7 Tl.<br />

Yıllık Abone Ücreti: 25 TL.<br />

Öğretmen ve Öğrencilere %25 indirim uygulanır.<br />

Avrupa: 20 Euro<br />

Amerika-Kanada: 30 USD<br />

Posta Çeki Hesabı<br />

<strong>Osman</strong> Öztürk -458406<br />

Tasarım<br />

İSLAMİ EDEBİYAT<br />

Temsilciler<br />

Erzurum : Doç <strong>Dr</strong>. Turgut Karabey<br />

İzmit : Muhammed Karaosmanoğlu<br />

Çanakkale: Mehmet Yılmaz<br />

Fikir ve görüşler sahiplerini bağlar.<br />

Dergimiz, M.E.B. Talim ve Terbiye Kurulu<br />

Yayınları Dairesi Başkanlığının 1407 sayı ve<br />

1989 tarihli yazısıyla tavsiye edilmiştir.<br />

Yayın Türü<br />

Yaygın süreli<br />

Baskı ve Cilt<br />

Ravza Yayıncılık ve Matbaacılık<br />

Davutpaşa cd. Kale iş Merkezi No: 51/52<br />

Topkapı/ İstanbul<br />

Tel: 0 212 481 94 11<br />

4 PROF.DR.OSMAN ÖZTÜRK İLE<br />

MÜLAKAT<br />

Şemsettin Durmuş<br />

7 MEVSİMDE AKİFLERİMİZ<br />

Mehmet Akif Ersoy ve M.Akif İnan<br />

8 TEKKE EDEBİYATI<br />

Ali Nar<br />

14 SAVAŞ GAZELİ VE TAHLİLİ<br />

Şiir: Gazi Giray Han<br />

Tahlil: Ali Nar<br />

17 TAŞ GAZELİ VE TAHLİLİ<br />

Şiir: <strong>Osman</strong> Sarı. Tahlil: Ali Nar<br />

19 DR.CAHİT ÖNEY İLE MÜLAKAT<br />

Şemsettin Durmuş<br />

22 KEMAL EDİP KÜRKÇÜOĞLU VE<br />

OSMAN ŞEMS<br />

Tanıtan: Gülşehri<br />

25 ŞAİR YAVUZ BÜLENT BAKİLER<br />

VE ŞİİRİNDEN ÖRNEKLER<br />

Yusuf Tercüman<br />

2 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011


27 HİCRET VE FETİH<br />

Ali Nar<br />

31 NA’T-I ŞERİF<br />

<strong>Prof</strong>.<strong>Dr</strong>.Hikmet Erbıyık<br />

32 RASULULLAH’A<br />

Ahmet Efe<br />

33 GİTME<br />

Aysen Akdemir<br />

34 ŞEHİTLERİM<br />

Melda Özata<br />

35 GÜLE GÜLE<br />

Süleyman Köse<br />

36 ÇOCUK<br />

Üstad Necip Fazıl Kısakürek<br />

37 KÖYDE HIRSIZ VAR<br />

Katip Sezer<br />

39 BABA<br />

Mehmet Gündem<br />

47 KIRK HADİS<br />

NECİP FAZIL<br />

Derleyen ve Takdim: Naci Terzi<br />

49 DAR DÜNYA<br />

Gülşehri<br />

50 RAHİP KIZI ALLİSON<br />

Firdevs Yüksel<br />

51 ŞİİR<br />

Üsame Fatih<br />

52 AŞK GAZELİ<br />

Hızır İrfan Önder<br />

53 GÜLŞEN-İ RAZ (Gizli Bahçe)<br />

Mahmut Şebusteri<br />

Tanıtma: Yusuf Tercüman<br />

57 TAŞRALI EŞREF-EY ÇAĞ-1<br />

Firdevs Yüksel<br />

60 MUZAFFER DOĞAN’LA RÖPORTAJ<br />

İslami <strong>Edebiyat</strong> Haber Merkezi<br />

41 BİR RAMAZAN UMRESİNDEN<br />

ESİNTİLER<br />

Nezahat Satan<br />

62 BATUM<br />

Ülkü Önal<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 3


Mülakat<br />

Mülakat: Şemsettin Durmuş<br />

<strong>Prof</strong>.<strong>Dr</strong>. <strong>Osman</strong> Öztürk<br />

ile Mülakat<br />

- Kendinizi tanıtır mısınız?<br />

-1943 senesinde Tarsus’ta dünyaya gelmişim.<br />

İlkokula başlamadan evvel Kur’an-ı<br />

Kerîm’i hatmettim. 1948-1949 yılları idi. O<br />

günlerde Kur’an öğretmek ve öğrenmek<br />

yasaktı. Adana Şeyhoğlu Camii imamı merhum<br />

Ahmed Hoca yasağa rağmen; cami<br />

bitişiğindeki imam odasında Kur’an ve<br />

Arapça dersleri verirdi. 1956da İstanbul’a<br />

nakl-i ikamet eyledik. Bir taraftan ortaokul<br />

ve lisede okurken diğer taraftan da hafızlık<br />

ve ulûm-u Şer’iyye tahsiline çalıştım. O yıllarda<br />

İstanbul’da <strong>Osman</strong>lı bakıyyesi hocalar<br />

vardı. Kimisinden hususi ders aldım, kimisinin<br />

ders halkasına oturdum, kimisinin de<br />

makamlarına ve evlerine giderek feyz almaya<br />

çalıştım. Bu hocaefendilerden vehle-i ûlâda<br />

isimlerini hatırladıklarım şunlardır: Hâfızlık<br />

ve talim hocam Hilmi Toros, Ömer Nasûhî<br />

Bilmen, Bekir Hâkî Yener, Seyyid Şefik<br />

Arvâsî.. Ayrıca; Ali Yakub Cenkçiler, Emin<br />

4 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />

Saraç, Ahmed İnce hocalardan âlet ve âlî<br />

ilimler tahsil ettim. 1964 de Şam’da kendisinden<br />

özel ders aldığım Molla Ramazan<br />

Efendi başta olmak olmak üzere, muhtelif<br />

ders halkalarına oturdum ve pek çok hocadan<br />

ders okudum.<br />

İstanbul Üniversitesi <strong>Edebiyat</strong> Fakültesi<br />

Arap ve Fars Dilleri Bölümü mezunuyum.<br />

1972 de “doktor”, 1979da “doçent” ve<br />

1984de “profesör” oldum. Türkiye’de beş<br />

üniversitede hocalık yaptım. Halen Kırklareli<br />

Üniversitesinde öğretim üyesiyim. 1974<br />

senesinden beri de Mâhir İz Hocamın emri<br />

üzerine haftalık sohbetlerimize devam ediyorum.<br />

-Üniversiteyi bitirdikten sonra hemen<br />

akademik çalışmaya başladınız mı, yoksa<br />

bazı işlerde çalıştınız mı? Neler?<br />

-Hemen başladım ve Hacettepe Üniversitesine<br />

asistan oldum.


-Doktora ve doçentlik tezlerinizin konusu<br />

nelerdi ve kitaplaştı mı?<br />

-Doktoram, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye<br />

hakkında, doçentlik tezim ise, Mühendishânelerin<br />

Eğitim-öğretim tarihimizdeki yeri ile<br />

alakalı idi.<br />

-<strong>Edebiyat</strong> zevkinizin muharrik sebebi<br />

nedir, kimdir?<br />

-<strong>Edebiyat</strong>ı lisedeyken de severdim. Fakat<br />

gerçek manada edebiyat aşısını ve bağlılığını<br />

Mehmed Âkif merhumun talebesi ve dostu<br />

rahmetli Mahir İz Hoca’dan almış oldum.<br />

-<strong>Edebiyat</strong> alanında ilk yazdıklarınız nelerdir,<br />

şiir-hikaye-deneme vs.?<br />

-Hemen her heveskâr genç gibi şiirle<br />

başladım. Hece vezni ile yazmaya çalışıyordum.<br />

Fakat beğenmediğim için yayınlamayı<br />

düşünmedim. Sonra da zaten bu heves geçti.<br />

-Size edebi zevki aşılayan zatın kimliği,<br />

menşei ve ülkedeki mevkii neydi? İlmini ve<br />

sanat zevkini kimden devşirmiştir?<br />

-Yukarıda ismini verdiğim Mâhir İz hoca,<br />

“İslamî edebiyat”ın Türkiye’deki son temsilcisi<br />

idi. Arapça, Farsça ve Türkçe mahfûzatı<br />

müthişti. Müşâarelerine şahid olmuştum.<br />

Yani karşısındakilerle Şiir okuma yarışması<br />

ki, sizin okuduğunuz mısraın son harfi ile<br />

diğer müsâbık ilk harf olarak başlayacak,<br />

sonra diğeri varsa daha sonrakiler aynı usulle<br />

devam edecekler. Arapça-Farsça-Türkçe<br />

olabilir. Bu mahfûzâta bir de inşâd eklenince<br />

okudukları sizin hafızanıza âdetâ nakşolunurdu.<br />

Safahât başta olmak üzere, pek çok<br />

Arabî, Farisî divan ve müntehabat mecmuaları<br />

adeta ezberinde idi. <strong>Osman</strong>lı Döneminin<br />

insanı idi. Dolayısıyla o bereketli devrin<br />

üdeba ve şuarası ile hem-meclis olmuştu.<br />

-Hocanız kabul ettiğiniz ve dini-edebi<br />

kültürünüze katkıda bulunanların branş ve<br />

sahasındaki hizmeti neydi? Hangi şartlarda<br />

hangi ortamda yetişmişlerdi?<br />

-Yukarıda cevabı verildi.<br />

-Mecelle-i ahkam-ı adliye üzerindeki çalışmanızı<br />

kim telkin etti ve tezinizi kim yönetti?<br />

-Bizim üniversite talebesi olduğumuz yıllarda<br />

konferans ve sohbetlerini dinlediğimiz<br />

insanlarda pek çoğu Mecelle’nin ilk 100<br />

maddesinden bazıları ile istişhad ederlerdi.<br />

Mesela: Berâet-i zimmet asıldır(Md.8),<br />

Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur(md.14),<br />

Şekk ile yakîn zail olmaz(md.4)...<br />

gibi.<br />

Mahir Bey hocamız da bunlardan birisi<br />

idi. Hocalarımızın bu istişhadları bende merak<br />

uyandırdı ve “Mecelle” nedir? Konusunu<br />

biraz araştırdım ve iki şeyle karşılaştım: Birincisi<br />

Mecelle’nin İslam Hukuku ile alakalı<br />

bir kanun çalışması olup dünyanın muhtelif<br />

ülkelerinde tatbikatta oluşu ve ikincisi de<br />

Mecelle’nin 1926 da ilğa edilmesinden dolayı<br />

bu konunun üzerinde durulmasından devletin<br />

hoşlanmadığıdır. Bu itibarla Mecelle<br />

konusuna üniversitelerin dahi sıcak bakmadığını<br />

öğrenmiş oldum. Benden önce hukuk<br />

fakültesinde bu konuda doktora yapmak<br />

isteyenlere müsaade olunmadığını öğrendim.<br />

Ve konuya tarihi açıdan yaklaşıp işin hukuki<br />

cephesine temas etmemek şartıyla İstanbul<br />

<strong>Edebiyat</strong> Fakültesi Tarih Bölümünden Mecelle<br />

ile ne maddi ne manevi hiçbir yakınlığı<br />

olmayan <strong>Prof</strong>. Tayyip Gökbilgin ile mutabık<br />

kaldık ve çalışmalarıma Başbakanlık <strong>Osman</strong>lı<br />

Arşivinde 1967 de başlayıp 1972 de<br />

merhum <strong>Prof</strong>esör <strong>Dr</strong>. Muhammed<br />

Hamidullah hocanın da bulunduğu bir jüri<br />

önünde “doktor” payesini ihraz etmiş oldum.<br />

-Hiç şiir yazdınız mı, ya da edebi türden<br />

neler yazdınız, hikaye, deneme, tercüme-i<br />

hal, tenkit, tanıtma vb.?<br />

-Yukarıda bahsettiğim gibi gençlik sâikasıyla<br />

bazı şiirler yazdım. Deneme, terceme-i<br />

hal, tenkid ve tanıtma konularında bir hayli<br />

yazı yazdım. Bunların bir kısmı üniversite ve<br />

akademik dergilerde de yayınlandı. Halen<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 5


İslâmi <strong>Edebiyat</strong> Dergisinde yazı yazmaya<br />

devam ediyorum.<br />

-İslami <strong>Edebiyat</strong>ı tarif eder ve özelliklerini<br />

sayar mısınız?<br />

-İslâmi <strong>Edebiyat</strong>: İslâmi Prensipler ve<br />

hassasiyetlere dikkat ederek kaleme alınmış<br />

edebi eserler; İslâmi <strong>Edebiyat</strong>ı oluşturur.<br />

Tariften de anlaşıldığı gibi bir yazı ve şiirin<br />

İslâmi <strong>Edebiyat</strong> çerçevesi içerisinde yer alması<br />

için İslâm’dan bahsetmesi icab etmez<br />

yeter ki; İslâmi prensipler ve hassasiyetlere<br />

aykırılık olmasın.<br />

-İslami şiir (sizce) hangi hususiyete sahiptir<br />

veya olmalıdır?<br />

-Önce hikmet-âmiz olmalıdır yani hafızada<br />

kalıcı ve bir şey öğretici bir metin, manada<br />

derinlik, sonra da vezin ve kafiye<br />

aranmalıdır.<br />

-Türkçe veya diğer muhtelif dillerde<br />

yazmış ve eserlerinin bütünü göz önüne<br />

alındığında İslam şairi diyebileceğiniz kimleri<br />

sayabilirsin?<br />

-20. Yüzyılı düşündüğümüzde Mehmed<br />

Âkif Ersoy, Kemal Edib Kürkçüoğlu, Necip<br />

Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Cahid<br />

Öney,Mehmed Âkif İnan ilk akla gelenlerdir.<br />

-20. asır sonuna kadar İslami <strong>Edebiyat</strong><br />

geleneğini kimler devam ettirmişlerdir?<br />

-Yukarıdaki isimler ve bu kafileye dâhil<br />

diğer edip ve şâirler İslâmi <strong>Edebiyat</strong> geleneğini<br />

günümüze kadar devam ettirmişlerdir.<br />

Ali Nar 20. yüzyıldan 21. yüzyıla bu geleneği<br />

devam ettirenlerdendir.<br />

-Sezai Karakoç, Erdem Bayezid,<br />

Baheedddin Karakoç, Özcan Ünlü,<br />

Müştehir Karakaya, Abdülvehhab Akbaş.<br />

-Münacat ve naat sahasında en güçlü ve<br />

tam şiir yazan kimselerden örnek verir misiniz,<br />

şiirlerinden en güzel iki-üç tanesinin<br />

adını yazar mısınız?<br />

-Muallim Naci, Şinasi, İsmail Safâ, M.<br />

Âkif Ersoy, Kemal Edib Kürkçüoğlu, Arif<br />

Nihad Asya …<br />

-İslami şiirde “hikmet”ten söz edilir: Her<br />

yönüyle hikmetli ve sanatlı birkaç beyit kaydeder<br />

misiniz? Bunlar içinde mısrâ-ı berceste<br />

örneği var mıdır?<br />

-“Sadhezârân dâneden teşkil eden bir harmeni<br />

Sadhezârân harmen ilkâ eylemiş bir dâneye”<br />

***<br />

“Hudâ divar-ı devlethâne-i erbâb-ı ikbâli<br />

Gehî bir lâne-i güncüşk-i bîârâm için saklar”<br />

-Bir şiir, neden (hangi yönden) sanat<br />

eseri sayılır?<br />

-Ses ahenk ve muhtevayı kendisinde<br />

bulduğumuz mana ve hayal derinliğine sahip<br />

manzum metni, sanat eseri sayarız.<br />

-Divan olarak ve şiir olarak; Türkçe’den<br />

Arapça’ya çevrilmesini tavsiye edeceğiniz<br />

eserler nelerdir?<br />

-Fuzûlî, Bâkî, Şeyh Galib’in divanları ve<br />

Mehmed Âkif’in Safahât’ı.<br />

-Modern dönemde üslup ve söyleyiş (vezin,<br />

kafiye, ahenk, muhteva) bakımından<br />

kimleri şair saymak mümkündür?<br />

6 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011


İSLAMÎ EDEBİYAT<br />

MEVSİMDE ÂKİFLERİMİZ<br />

27 ARALIK / 36- 3 OCAK/99<br />

M. ÂKİF ERSOY ve M. ÂKİF İNAN<br />

İSTİKLAL ŞÂİRİMİZ M. ÂKİF ERSOY İÇİN GEÇEN YIL ÖZEL SAYI<br />

YAPMIŞTIK (50. SAYI) ORADA HER EHİL KİŞİ ONU ANLATMIŞTI:<br />

ÜSTAD NECİP FAZIL KISAKÜREK’İN HİTABESİ DE BAŞ TUTMUŞTU…<br />

İSTİKLÂL MARŞININ ÜÇ HALİNİ (OSMANLICA, TÜRKÇE VE ARAPÇA) DE<br />

NEŞRETMİŞİZ. ORADAN OKUNSUN ÖZELLİKLE İSTİKLÂL MARŞININ<br />

EDEBİ TAHLİLİ; SANAT UNSURLARININ TESBİTNİ HERKES GÖRSÜN...<br />

EBÜL ALÂ MARRÎNİN<br />

BEYTİNİN:<br />

مَا فِي الد ِّیَارِ‏ مُجَاوِبٌ‏ إِلا َّ الص َّدَى الْمُتَصَو ِّت_‏<br />

فَأَقُولُ‏ أَیْنَ‏ أَحِب َّتِي فَأَجَابَ‏ أَیْنَ‏ أَحِب َّتِي<br />

Tercümesi: (MEHED ÂKİF ERSOY)<br />

“KENDİ FERYADIMDIR ANCAK SES VER FERYADIMA<br />

KİMSELER YOK AŞİNÂDAN YÂRDÂN HÂLİ DİYAR<br />

NERDE YÂRÂNIM DEDİKÇE BEN BÜLEND ÂVÂZ İLE,<br />

NERDE YÂRÂNIM DİYOR VÂDİ BİYÂBAN KÛHSAR.” diye çevirmiş<br />

ONDAN ÖNCE İSE M. ÂKİF İNAN’I MESCİD-İ AKSA ŞAİRİ OLARAK<br />

TANITMIŞ, ŞİİRİN ARAPÇASINI DA NEŞRETMİŞTİK.<br />

İKİ M. ÂKİF’İMİZİ RAHMETLE ANIYORUZ…<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 7


Analiz<br />

Ali NAR<br />

TEKKE EDEBİYATI<br />

Tekke edebiyatı, yani Tasavvuf zevkiyle söylenmiş şiirlerin merkez<br />

teşkil ettiği ve çoğu; dini-ahlâki muhtevalı manzumelerdir ki; genel<br />

ölçüyle hece vezniyle yazılmış (söylenmiş)tir. Aruzla yazılanlar da<br />

adeta divân tarzıdır:<br />

Tekke edebiyatı, yani Tasavvuf zevkiyle<br />

söylenmiş şiirlerin merkez teşkil ettiği ve<br />

çoğu; dini-ahlâki muhtevalı manzumelerdir<br />

ki; genel ölçüyle hece vezniyle yazılmış (söylenmiş)tir.<br />

Aruzla yazılanlar da adeta divân<br />

tarzıdır: Gazel-Kaside sitilindeki şiirlerde,<br />

edebi sanatları kesif olarak algıladığımız örnekler<br />

vereceğiz…<br />

Sofilerin veya onların etkisindeki (kimse<br />

de bu etkiden azade değil) her şiir söyleyenin<br />

temel sanat tutumu MECAZ dır.<br />

Öbürleri, zaman zaman mecaz yapsalar da<br />

asıl işleri hakikattir. Yenici şâirimsiler ise<br />

sadece ses düzensizliği yapar ve ne mecaza<br />

ne hakikata tutunurlar. Belki boşluk…<br />

Nazari laf etmeyelim biz de; örnekler<br />

üzerinde konuşalım:<br />

I- Ünlü sofi şâir Müştak BABA’dan<br />

alalım:<br />

Reh-i Mevlâ’da her kim aşk ile cismini cân eyler<br />

Gönül mürgu gibi pervâz idüp tayy-i mekân eyler<br />

Gezen Hak gezdiren Hak söyleyen Hak söyleten Hak’dır<br />

Velî ârifleri kendine kendi tercemân eyler<br />

Bana ketm-i ma’ânî eyler hazret-i cânân<br />

Yine ketm itmeyüp esrârını kendi ayân eyler<br />

Ze hî dildâr-ı Dâver yire göğe sığmayan dilber<br />

Benim gönlümde dâim seyr-i gülzâr-ı cinân eyler<br />

8 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011


Bu gönlüm tâ ezel ol Pâdişaâhın taht-gâhıdır<br />

Niçün dil mürdeler ol dil-nişîni lâ-mekân eyler<br />

Sehâb-ı cism içinde gizlenüp ol neyyir-i a’zam<br />

Yine her zerreden yüz gösterüp hüsnün nihân eyler<br />

Kemâl-i hikmetin sûretde tahrîr eyleyen Müştâk<br />

Veli ma’nâda hep kendi yazar kendi beyân eyler.<br />

İşte, her şey mecazdır: Gezen, gezdiren,<br />

söyleyen, söyleten Hakkdır. Ama ne var ki;<br />

Ârifler ona tercümanlık yapar, onu tarif için<br />

uğraşırlar.<br />

Bu iki beytte; kişi kendini o yola<br />

bağladımı, artık Hakk’ın tercümanı olur.<br />

Allah söyletir, irfan sahipleri, gerçekleri terennüm<br />

eder. Yani kişinin yaptığı ettiği hepsi<br />

mecazdır. Gerçek fail Allah’tır. Sonraki<br />

beytler bunların şerhi gibidir:<br />

Üçüncü beytte; velilere sır saklamayı<br />

ödev verir ama sırrı yine kendisi ifşa eder.<br />

Dördüncü beytte ise; yere göğe sığmaz<br />

ama benim gönlümde gezinir…<br />

Beşinci beytte diyor ki; Allah tâ ezelden<br />

benim gönlüme taht kurmuşken, şu ölü<br />

kalpliler, onu “mekânsız” diye tanıtır.<br />

Cisim bir bulut gibidir, O kendisini orada<br />

saklar ama, arasından bir gösterip çeker…<br />

Son beytte şâir: Yüce kemâlini surette<br />

görüntüde arar bu Müştak;<br />

Ama mânâ âleminde kendi yazar, kendisi<br />

anlatır durur…<br />

Edebi uslub ve sanat yönüne bakarsak:<br />

Reh-i Mevlâ Allah yolu. Yani onun<br />

koyduğu tabiat kanunuyla yaşarken (cismi)<br />

can eylemek; onu feda edip ruha dönüştürme.<br />

Kanunu ilâhi= Allah yolu olarak tanıtılıyor.<br />

İstiaredir.<br />

Gönül mürgu yine istiare. Tayy-i mekân,<br />

yer değiştirme: Uçup dolaşmak Kinaye<br />

Gezen Hakk… Her işi yapan O. Ama<br />

yaratıklar onun varlığını ve iradesini temsil<br />

ve isbat eyler. Biraz “Cebri mezhep” kokusu<br />

olsa da; “yaratan ve bütün imkânları veren,<br />

hareket ve ses belirtisini de veren O olunca;<br />

her iş ona râcidir…” demek ister. Kulun<br />

tevazuu gereğidir. Yoksa, sen yapıyor/yaptırıyorsun<br />

bize niçin hesap soruyorsun<br />

demek değil.<br />

Ketmetmek/saklamak: “Ben gizli hazine<br />

idim, bilinmek diledim, âlemi (daha açık,<br />

şuurlu varlıklar) yarattım” tarzında rivâyet<br />

edilen Hadis-i Kudsiye İMÂ var…<br />

Cânân / sevgili; Dİldar-dâver-Dilber.<br />

Mecâzen Allah’ı kasıttır.<br />

Padişah=taht-gahı bunu ifşadır. Yani<br />

sevgili maşuka, dilber… dildar (gönül alıcı)<br />

hep beşere (özellikle kadına) hitapken; sofi<br />

ve şâirin şiir coşkusu O mecâzlarla hep Allah’ı<br />

işaret ediyor.<br />

“Neyyir-a’zam” da böyle… Her zerre de<br />

hüsnünü, gücünü ve yüceliğini ifşa ediyor:<br />

“Allah o kadar zahirdir ki; zuhurunun<br />

şiddetinden gaibdir” şeklindeki bir Kelâm-ı<br />

kibarın açılımıdır diyelim.<br />

Son da şâir kendini hicvederken, övüyor.<br />

Bu da böyle bir sanat. Müştak O’nun<br />

yüceliğini yazıp çiziyor ama; kendi kendine<br />

oyalanıyor!..<br />

Bu şiir de hâkim olan uslub Rikkattır.<br />

Ters gibi görünen ifadeler mecazla yorumlanınca,<br />

rikkatin zıttı cezalet kalmaz.<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 9


Zaten tarikat (tasavvuf) rikkat mesleğidir.<br />

Şeriat ise tabir-i caizse; cezalet mesleğidir.<br />

II- Müştak Baba’nın Akrostişi ise sırf<br />

sanattır. Bir de tarikatının başı, Hacı Bayram-ı<br />

Veli’ye üstü kapalı (esasen ifşa ettiği)<br />

övgüdür:<br />

Me’va-yı nâzenıne kim El if olursa efser,<br />

Lâbüd olur o me’vâ İslambol ile hemser.<br />

“Nûn-vel-kalem” başından alınsa Nun-i Yunus<br />

Aldıkta harf-i diğer olur bu remz Azhar<br />

Miftâh-i Sûre-i “KAF” serhanddi kaf-tâ kaf<br />

Munzam olunmak ister Ray-ı Rasul Peyâmber.<br />

“Ha-yı Hû” ile âhir, maksud oldu zâhir…<br />

Beyt-i veliy’yil-Ekrem, el-Hâcc İYD-I Ekber.<br />

Ey Padişah-ı Fehhâm Sultan Hacı-Bayram<br />

Ruhâne ister ikram “müştâk” abd-i çaker<br />

Me’va-yı Nâzenin/sevgilinin mekânı.<br />

Teşbih-i beliğdir. Sadece benzeyen var ve<br />

benzetilen var. Sevgili Hacı Bayram, mekânı<br />

da Ankara. Elf Tac olursa, makama eklenince…<br />

“İslambol ile hemser” orası gibi saygı<br />

değer yer olur.<br />

Hacı Bayram Ankara’da, mânânın Padişahıdır,<br />

İstanbul <strong>Osman</strong>lı Payitahıdır. Zâhirin<br />

Padişahı ile mânânın Sultânının mukayesesi<br />

var.<br />

Yunus’un NUN’u alınırsa, bir harfden<br />

ENK kısalma gibi hemen o sevgilinin yerinin<br />

adı sezilir. Bu harf ise anahtar rolünü oynar:<br />

Peşine (R) eklenince, bir de Hu kelimesinin<br />

(H)sını alınca isim tamamlanır: ANKARA<br />

çıkar ki; o dönemde “Engürü”dür ismi.<br />

Beyt-i Veliyyil-Ekrem” bu o nâzeninin<br />

me’vası (yuvası) dır. El-Hacc İyd-i Ekber<br />

Hacı Bayram’a olan iltifattır…<br />

10 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />

Sonuç şu: Ey yüce Padişah/Sultan Hacı<br />

Bayram!.. Muamma ve Akrostiş çözüldü.<br />

Zavallı kölen Muştak senden manevi<br />

ikram ister:<br />

Yani şâir, tarikatının başını Sultan görüyor.<br />

Onun bulunduğu (kabrinin yeri) İstanbul’a<br />

denk olur, diyor.<br />

Yani bazılarının yorumladığı gibi.<br />

Ne Ankara’nın başkent olacağına işaret<br />

(müjde) var.<br />

Ne de Ankara’nın serhad şehri (sınır<br />

şehri) olacağına.<br />

Bu yorumlar yanlış ve marazi düşüncelerdir.<br />

-Ankara başkent yapılınca bazıları ona<br />

yormuş.<br />

-Şimdi de Türkiye’nin bölünme endişesi<br />

dedikodularının tesiri ile, orayı sınırda kent<br />

olma tahminini seslendirmeden ibaret, marazi<br />

tavırlardır…<br />

Muştak Baba’yı Tamamlayalım:<br />

(Müştak) edemem tevbeyi beyhüde tahayyül<br />

Her lâhzade bir taze günah eylediğimden.<br />

***<br />

Yine ondan:<br />

Girdik reh-i mecâzâ – Hatâmız budur bizim.<br />

Düştük çeh-i niyâza – Belâmız budur bizim.<br />

Kılma rehâ sehâ ki cezamız budur bizim.<br />

Şürb-ü şerabdan bizi menetme ki ey tâbîp,<br />

Derd-i dili nizâr’a devâmız budur bizim.<br />

Yok olasın, mahv-ü fenâ olasun deyu,<br />

Ha’hen de-i duâye duamız budur bizim.<br />

Şahit perest-ü can bedest, rind-ı Lâubâl<br />

Müştak vâr, zevk-ü sefamız budur bizim.<br />

***


“Budur bizim” redifli gazelinde Muştak<br />

Baba, sanatını da gösteriri:<br />

Sofilerin asli uslubu “Mecaz”dır demiştik:<br />

Çünküsü şu, eğer o sözler hakikate alınsa,<br />

bid’at veya küfür sayılacaktır!..<br />

Mecaz durumu kurtarır, şâir de sözünü<br />

söylemiş olur.<br />

Ama şâir burada; mecaza dalmasını<br />

“hata” gibi tanıtsa da, aslında, çeh-i (kuyu)<br />

niyaza düşmüş; Yusuf gibi derece yükselmesi<br />

bekliyor. Belâ ise denenme sınanma (bir tür<br />

çile)dir.<br />

Gazelin Devamı<br />

Bu gazel de tipik sanat özellikleri var:<br />

Bir kere mısralar iki bölüm tarzdadır.<br />

Ortada da kâfiye vardır.<br />

Yani bir beyt, bir kıta gibidir.<br />

-Girdik reh-i mecâza<br />

-Hatamız budur bizim<br />

-Düştük çeh-i niyâza<br />

-Belâmız budur bizim<br />

Bu tarzın adı, MÜSAMMAT GAZEL’dir.<br />

Altıncı beytte bir bakıma “fesahete” aykırı<br />

görülen zincirleme izâfet var. Ama zor<br />

bir işi başarmak yönüyle sanattır: “Senin<br />

zülfünün (perçeminin) kıvrımları tanzimi<br />

olan (zincire) bağlandık…”<br />

“Ey güzel bize acıma ki; cezamız böyledir.”<br />

Bu ceza temennisinde kinâye var: Aslında<br />

o mükafaattır.<br />

Üçüncü beytte: Bizi içkiden men etme<br />

tabip; gönlümüzün ızdırabına ilaçtır şarap…<br />

Yine mecazdır: Maksat manevi sarhoşluktur…<br />

“Mahv ve yoklu, yok ol sen olasın diye:<br />

Dua edene duamız böyledir.”<br />

Burada değişik sanatlar var da; İştikak<br />

sanatı hâkimdir:<br />

Yok olasın ,mah-vu fena. Hahende-i<br />

dua, duamız… yani aynı kökten türemiş<br />

kelimeler geçiyor; ayrıca ahengi sağlıyor kelimeler.<br />

Bazısı da müteradif (eş anlamlı)dir.<br />

Altıncı Beyt:<br />

“Şahit perest-ü cân bedest rind-i lâubâl<br />

Muştak var, zevk-u safamız budur bizim…”<br />

“Gördüğünü kabul eder, canı dişinde ve<br />

rahat davranan rind<br />

Muştak var (git) bizim zevkimiz, eğlenmemiz<br />

böyledir…<br />

***<br />

Şimdi esas mecaz deryasına düşen,<br />

Nûzhet Dede ile Niyazi-yi Mısrî’den mısralar<br />

alalım:<br />

Önce Nûzhet Dede(1)<br />

Bir meyle olup Âdem-ü Havvası da sarhoş,<br />

Ol can ile iblisi de iğvâsı da sarhoş…<br />

Mest-i ezeldir ki döner başı semânın,<br />

Arşın bile ta kubbesinin tası da sarhoş…<br />

Çekmiş nice bir şems ü Kamer necm-i piyâle,<br />

Hep sabit-ü seyyare Süreyyası da sarhoş.<br />

Zerrat-ı cihan birbirine aşık-u mâşûk,<br />

Zerrat değil Kafı da Ankası da sarhoş.<br />

Ol bâde idi çarhı bütün şekva getirdi,<br />

Bu şevk ile dünyası da ukbası da sarhoş.<br />

Ol cûra idi eyledi Mecnun’u melâmet,<br />

Bir Kays değil turra-ı Leylası da sarhoş.<br />

---------------------------------<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 11


Ben hastalığım sıhhat-ı Lûkmâna değişmem;<br />

Ol derbederin Hikmet-i eczâsı da sarhoş.<br />

-------------------------<br />

Bilmem ki, nedir ahır-i iş bu cereyanın,<br />

İnsanı da hayvanı da eşyası da sarhoş.<br />

-------------------------<br />

Senden sana mi’rac ede gör gizlice Nûzhet,<br />

Bu mârekenin Leyle-i Esrâsı da sarhoş…<br />

Dünya vü ukbayı ta’mir eylemekten geçmişiz,<br />

Her taraftan yıkılup viran olan anlar bizi…<br />

Biz şol abdalız bıraktuk eğnümüzden şâlumuz,<br />

Varlığından sıyrılup uryan olan anlar bizi…<br />

Kahr-û lütf’ü şey-i vâhit bilmeyen çekti azap,<br />

Ol azaptan kurtulup Sultan olan anlar bizi.<br />

Buldun mu cebir içre bu da’va-i sakimi<br />

Bak Nûzhetin esrarı da davası da sarhoş…<br />

Zâhidâ, ayık dururken anlamazsın sen bizi,<br />

Cürâyı sâfi içup mestân olan anlar bizi.<br />

Niyazi-yi Mısrı’den (2)<br />

Niyazi Türk ve Türkiyeli olup, Mısırda<br />

kalmış ve sonuçta Mısırlı unvanıyla böyle<br />

ünlenmiş. Türkçeyi kullanamayan biri bu<br />

ünü görmez de; “Mısri Niyazi” diye yazar.<br />

Bugün bizim asıl dilimize yabancılık böyledir…<br />

Sonra;<br />

Niyazi-yi Mısrı’den bir Gazele bakalım:<br />

“Zat-i Hakkata mahremi irfan olan anlar bizi,<br />

İlm-i sırda bahs-i bi pâyân olan anlar bizi…<br />

Bu fenâ gülzârına bülbül olan anlar bizi,<br />

Vech-i bari hüsnüne hayran olan anlar bizi.<br />

İlk dört mısra kendi içinde kafiyelidir.<br />

Bu hâl, Murassa yada müselsel” adını alır.<br />

Sonraki beytlerin birinci mısra-i serbest,<br />

ikincisi baştaki kafiyeye tabidir.<br />

“Allah’ın zatında yok olmuş, irfana<br />

mahrem (oraya ehil) olan anlar bizi!<br />

İlm-i sırda sınırsız mesafe almışlar bizi<br />

anlar, akıl erdirebilir.” Dolaylı olarak; biz bu<br />

mertebeye ermişiz, siz zâhirde ve taşradasınız,<br />

bizi anlamazsınız… diyor.<br />

Ârifin her bir sözünü duymaya insan gerek,<br />

Bu cihanda sanmanuz heyvân olan anlar bizi.<br />

Ey Niyazi, katremiz deryaya saldık biz bu gün,<br />

Katre nice anlasın, derya olan anlar bizi…<br />

Niyazi Mısri âlim bir tarikatçıdır: Onun<br />

için, her söylediği İslâmi bilgi kokuyor. Sonuçta;<br />

Mecazlı da olsa, aşırı ifadeleriyle hataya<br />

düşmüyor. Dili de tam bir münevver<br />

edasıyla kullanıyor. Tabii tasavvufi söyleyişi<br />

de tam başarıyor:<br />

“Zat-ı Hakta” Allah’ın zatında (yani fenafillah/Allah’ın<br />

varlığında yok olma) derecesine<br />

ermiş. Orası mahrem bölgedir. Orada<br />

irfanla bulunan varsa, beri gelsin; onlar bizi<br />

anlar.<br />

“Sır ilminde sınırsız araştırması olan anlar…<br />

Birden bire bu fena gülzarına bülbül…” olmaktan<br />

dem vuruyor:<br />

İşte bu bülbül, her insana huzur verdiği<br />

için anlar: Çünkü bu da, Allah’ın Cemaline<br />

hayranlık ifade eder. İşte öyleleri bizim halimizden<br />

ve kalimizden anlayabilir.<br />

Bu şiir, zahir şâirlerine ait olsa; “Fahriye”<br />

diye nitelerdik. Ama sofinin o hali yok-<br />

12 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011


tur zaten. O’nun derdi; zahiri-maddeyidünyayı<br />

ihmal edip uhrayı manayı ihyâdır.<br />

Onun için de sözlerinde mecazlar, kinayeler,<br />

istiareler çoktur (hâkimdir) hatta mubâlağa<br />

da doruktadır.<br />

Hemen de diyor: “Dünya ahiret sevdasından;<br />

onları ma’mur etmekten geçmişiz,<br />

yıkılıp viran olmuşuz; işte böyle olanlar anlar<br />

bizi: Yani Yunus Emre’nin dediği gibi “Cenneti-huriyi,<br />

isteyene. Bana seni gerek…”<br />

Yani N. Mısri fena fillah derecesinde olunca;<br />

belki sevap-günah endişesi bile yok der gibi…<br />

Varlığından sıyrılmak da budur. Bunu<br />

ilân ederken; İrad-ı Mesel sanatını seçiyor:<br />

Önümüzden eteğimizi bıraktık, çızıl çıplak<br />

kaldık. Tabii bu; nefsi cismi, duyuları… terk<br />

edip sırf rûha-mânâya dönmekten kinayedir.<br />

Şairin her sözünde de; Terk-i dünya<br />

öğüdü vardır! Hikmet burada; Kahr-ü lütfü<br />

tek şey/aynı şey saymayan azap çeker. Yani<br />

endişede kalır. Hâlbuki “Kahrı da hoş-lütfi<br />

de hoş”dur. Aslında, o dereceye çıkan için,<br />

bunlar anlamsız kalır. Kişi affedildi ise, ona<br />

layıksa; artık azap görür müyüm, cennet<br />

safası sürer miyim… gibi ikilem yoktur. O ol<br />

der ve olur!..<br />

Yine:<br />

Ey zahit (kaba sofu) sen ayık geziyorsun.<br />

Anlamazsın bizi. Eğer ilâhi aşkın bir damlasını<br />

içmiş olsaydın anlardın.<br />

Ârif (yani her şeyi özü ve gerçeği ile görüp<br />

kavrayanın) sözünü anlama insanlara<br />

mahsustur. O idrâke ve bakışa yaklaşamayanlar<br />

hayvan gibi; insanın inceliğini ne<br />

anlasın?<br />

Katreyiz denize dalmışız, denize dalmayan<br />

anlamaz!...<br />

Bu beytte:<br />

Hitap sanatı var: Kendisine sesleniyor.<br />

İltifat sanatı var: Başkalarına seslenmeyi<br />

bırakmış kendine dönmüş.<br />

Leff-i neşr var:<br />

Birinci mısrada kendisi, katresi, derya<br />

var<br />

İkinci de de karşılıkları var ama katre<br />

öne geçmiş, derya sona kalmış: Müşevveştir.<br />

İştikak sanatı da var: Ayni kökten türemiş<br />

farklı kelimeler kullanıyor.<br />

Fena gülzârı, dünyayı bahçeye benzetme<br />

Her taratan yıkılma… aslında bir saraya<br />

benzetirken; içindekinin çırıl çıplak (üryan)<br />

kalması da iç içe Kinayedir.<br />

Şiir aruzun: Üç failatün ve bir failün kalıbıyla,<br />

kusursuzdur.<br />

“Kahr ü Lütfü şey-i vâhit, mısraının başında<br />

vezin değişmiştir. Bu bir kusur değil<br />

yeni bir sanattır.<br />

“Sekt-i melih” denir. Şiirde mânânın<br />

(hikmetin tamlanması için) vezinden fedakârlık<br />

gibidir ama güzel bir sektedir: Kulağın<br />

alıştığı akıp giden vezin değişince oradaki<br />

hikmete dikkat çeker!<br />

Failatün failatün yerine; Fa’lü fa’lü.<br />

“Dikkat, dikkat” der gibi.<br />

İkinci mısra yine normale dönüyor…<br />

Bunu her şâir beceremez ve oradaki “Hikmet”<br />

(ki şiirin özüdür) sezilemez!.. Bu sanatı,<br />

en çok beceren Abdulhak Hamit Tarhan’dı.<br />

Ve şiirlerinde çok bulunmaktadır, cazibe de<br />

kazandırmaktadır…<br />

Dipnot:<br />

(1) Şiir çok uzun olduğu için atlamalar oldu.<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 13


Şiir Tahlili:<br />

Ali Nar<br />

Şiir: Gazi Giray Han<br />

SAVAŞ GAZELİ<br />

Râyete meyl iderüz kâmet-i dil-cû yerine<br />

Tuğa dil bağlamışuz kâkül-i hoş-bû yerine<br />

Heves-i tîr ü kemân çıkmadı dilden aslâ<br />

Nâvek-i gamze-i dil-sûz ile ebrû yerine<br />

Süresiz tîğimüzün zevk u safâsın her dem<br />

Sîm-tenlerle olan lezzet-i pehlû yerin<br />

Gerden-i tevsen-i zîbâda kutâs-ı dil-bend<br />

Bağladı gönlümüzi zülf ile gîsû yerine<br />

Severüz esb-i hüner-mend-i sabâ-reftârı<br />

Bir perî-şekl sanem bir gözü âhû yerine<br />

Gönlümüz şâhid-i zibâ-yı cihâda virdük<br />

Dilber-i mâh-ruh u yâr-ı perî-rü yerine<br />

Seferin cevri çok ümmîd-i vefâyile velî<br />

Olduk âşüftesi bir şûh-ı cefâ-cû yerine<br />

Olmışuz cân ile billâh Gazâyi teşne<br />

Kanını düşmen-i mülkün içerüz su yerine<br />

Tatar Hanlarından Gazi GİRAY Han’a aittir(1)<br />

14 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011


GAZİ GİRAY HAN<br />

Ashahdan, Abdullah bin Revâha’nin, Mute<br />

muharebesinde söylediği şiirleri hatırlatır: Diyeceğim<br />

ki; ilki ibnu Revâha ise demek sonu da<br />

Gazi Giray. Çünkü Tatar Hanları sanki özel bir<br />

nasibin sahibi olarak; hem sevkül-çeyşte hem de<br />

savaşı övüp, kedisini ve ordusunu rehabilite edecek<br />

güçteler…<br />

Gazel okununca görülüyor ki; bütün tabirler<br />

ve remzler, <strong>Osman</strong>lı ağzındadır. Ve zaten<br />

Kırım Tatar Hanları <strong>Osman</strong>lı Paşaları mevkiindedir:<br />

<strong>Osman</strong>lı savaşa çıkarken Tatar Hanları da<br />

haberleşip aynı hedefe doğru yola çıkar… Diyelim<br />

Bulgaristan, ya da Romanya topraklarında<br />

bir mevkide iki ordu buluşur. Hanlar, Padişaha<br />

(veya Vezir-i A’zamsa komutan, ona) tazim<br />

arzeder ve birlikte savaş meydanına yürürler…<br />

Gazele bakıyoruz; sekiz beytten oluşmuş. İlk<br />

beyt kendi içinde sonrakilere bu beytin ikinci<br />

mısrasıyla kafiyeli. Ve son beytte şâirin mahlası<br />

(Gazâî-yani Gazi diye) geçiyor. Bu son beyt aynı<br />

zamanda (bizce) beytül-gazeldir.<br />

Gazelin kafiyeleri, bir buçuktur, asıl ses; su,<br />

rü, hü… “yerine” redifi ise kafiyeyi zenginleştirecek<br />

kıvamdadır ve her “kafiyeye” takımıyla<br />

uyumludur. Hoş bû yerine, âhû yerine, içeriz su<br />

yerine…<br />

Vezni ise: [Fâilatün+feilâtün, feilâtun<br />

fa’lün] Bazı imâlelerle; üç failatün ile gelen de<br />

oluyor…<br />

Üslup: Tabii olarak Cezalet hakimiyetinde:<br />

Çünkü cidâl-cihâd şi’ridir. Ama rikkat de<br />

cezâletin kanatları altında barınıyor: Aslında<br />

bütün kelime ve semboller rakiktir. Ancak son<br />

beytin son mısraında cezâlet hepsini örtmüş.<br />

“Vatan düşmanının kanını su gibi içeriz!.. Asarız,<br />

keseriz, düşmanı kırıp geçiririz; kelimelerinin<br />

sesidir gelen…<br />

***<br />

Sanat olarak: “Fahriye” gibi ama hâkim<br />

olan anlatımda:<br />

Teşbih-i beliğ, sembolizm, mukabele… gibi<br />

sanatlar hâkim.<br />

***<br />

Birinci Beyt:<br />

“Râyete meyl iderüz kâmet-i dil-cû yerine<br />

Tûğa dil bağlamışuz kâkül-i hoş-bû yerine”<br />

“Gönderde dalgalanan SANCAĞA gönül<br />

veririz; sanki, gönül çeken kadın endamı yerine…”<br />

Yine (sevgili olacak kadının) güzel kokulu<br />

zülüfleri yerine TUĞ’a gönül bağlarız!..<br />

Savaşın sembolü sancak (Râyet) ve onun<br />

direği bağlandığı yere konan püskül bizi bunlar<br />

çeker.<br />

Savaşın en belirgin sembolü ise tuğ. (Bu tuğ,<br />

başkomutanın hediye ettiği-başa takılan sorğuç<br />

gibi bir şey de olabilir.)<br />

Aşk ve muhabbetin de sembolü güzel kadındır:<br />

Bir mukayeseyi andıran ifade de sanki mukabele<br />

sanatı var:<br />

O, o’na bedel. Birbirine zıt gibi, ama denklik<br />

de var:<br />

Sancak, gönderde dalgalanır. Kadın da boyuyla<br />

salınır dikkat çeker… Sancağın kendisi<br />

söylenirken kadının boyu işaret edilmiş… Böylece,<br />

semboller konuşurken; Mürsel Mecaz sanatıyla<br />

bitirilmiş.<br />

Ama asıl benzetmeler: Bayrağın dalgalanışı,<br />

güzelin salınarak yürüyüşü…<br />

Mücahid için tercih, sancaktan yana!.. Zaten,<br />

sancak dalgalandığı yerde sevgilinin (güzellerin<br />

korunması ve) değeri söz konusu olabilir.<br />

İşte o selviboylunun kâkülü de sancağa takılan<br />

püskülle kıyaslanıyor. Bu teşbih-i beliğdir.<br />

Ve esasen; Leff ü neşr’e uygun düşer beyt:<br />

“Rayet-Kamete uyarken, Tuğda-Kâûl’e karşı<br />

gelir.<br />

Sancak (râyet) söylenirken “gönder” kastedilmiş.<br />

Ama tuğ söylenirken doğrudan “tuğ”<br />

kastedilmiş… Biri mürsel mecaz, öbürü hakikat…<br />

İkinci Beyt:<br />

Heves-i tîr ü kemân çıkmadı dilden aslâ<br />

Nâvek-i gamze-i dil-sûz ile ebrû yerine<br />

“Gönlümüzden ok-yay sevgisi asla çıkmadı.<br />

Gönül yakan gamze (göz kenarıyla bakış) ve<br />

kaş yerine.”<br />

Yine Leff ü neşr: ok-gamzeyle, yay da kaşla<br />

denk düşer. Ve divan şiirinde, güzelin kaşları<br />

“yay’a, gözün kavşak noktası (dış kenarı) “ok”a<br />

benzetilerek; âşıka etkisi belirtilirken burada<br />

tersine; gerçek ok ( ve ucundaki delici gamzesi)<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 15


alınıyor, kadının o unsurları atılıyor!.. Savaşçının<br />

aşkı budur…<br />

Üçüncü Beyt:<br />

Sürerüz tîğimüzün zevk’u safâsın her dem,<br />

Sîm-tenlerle olan lezzet-i pehlû yerin.<br />

“Biz herdem kılıcımızla zevk ve safa süreriz;<br />

Gümüş bedenli güzellere sarılmak yerine!..”<br />

Kılıçla gümüş bedenli kadın’ın benzerliği,<br />

parlaklığı ve sevimliliğidir:<br />

Çünkü parlak kılıçla savaşmak o günün yiğitlik<br />

zevkidir. Benzerlik böylece teşbih-i beliğdir.<br />

Kılıç la haşır-neşir olanda silahına karşı sevgi<br />

doğar, yerleşir…<br />

Eşyaya da insanın şartlanması vardır. Adeta<br />

eşya da sahibine meyleder, koşar.<br />

Dördüncü Beyt:<br />

Gerden-i tevsen-i zîbâda kutâs-ı dil-bend<br />

Bağladı gönlümüzi zülf ile gîsû yerine<br />

“Biçimli ve o derece de süslerle donatılmış<br />

gönül burkan kadın gerdenini andıran yeleli bir<br />

atın boynundaki pusuya bağlandı gönlümüz.<br />

Bir gerden tasviri var. Ama bu o harika güzelliğine<br />

eş, süslerle de cazip kılınan atın boynu…<br />

Teşbih tamdır: Benzeyen, benzetilen, benzeme<br />

yönü var, sadece edat yok…<br />

Beşinci Beyt:<br />

Severüz esb-i hüner-mend-i sabâ-reftârı<br />

Bir perî-şekl sanem bir gözü âhû yerine<br />

Burada ise, savaşçının aniden ata sıçraması<br />

var: Sadece benzetme yerine; güzel yürüyüşlü<br />

(rehvân, eşkin, tırıs, ) ve atlayıcı, yüzücü at. (o<br />

günkü)<br />

Savaşın, uçağı, tankı, makinalı tüfeği, hep<br />

hünerli attır.<br />

Nerede kişneyecek, şahlanacak, kıvrılıp yer<br />

değiştirecek, bilir. Aşkın hedefi peri kıvrak, büt<br />

(yapma bebek) gibi düzgün ve özentili yapı, ceylan<br />

gözlü… Ama şâir diyor ki;<br />

“Biz peri yüzlü âhû gözlü kadın yerine;<br />

Rüzgâr gibi esen, hünerli atı severiz.” Çünkü<br />

bir mücahid için kılıç, kalkan, ok-yaymızraktan<br />

önce AT lazımdır. Hatta düşman<br />

eline düşmemek, kıstırıldığı zaman kaçıp kurtulmak<br />

için hep AT gerek…<br />

Altıncı Beyt:<br />

Gönlümüz şâhid-i zibâ-yı cihâda virdük<br />

Dilber-i mâh-ruh u yâr-ı perî-rü yerine<br />

Biz gönlümüzü selvi boylu, ay yüzlü peri görünümlü<br />

güzele değil; Cihad adlı güzellikte tek<br />

olan cidal’a kaptırdık…<br />

“Ay yanaklı” peri yüzlü teşbih-i beliğdir.<br />

Yedinci Beyt:<br />

Seferin cevri çok ümmîd-i vefâyile velî<br />

Olduk âşüftesi bir şûh-ı cefâ-cû yerine<br />

Savaşın zorluğu fazla ama vefa ümidiyle<br />

atbaşı gider.<br />

Biz cefa veren bir oynak kadın yerine; sonu<br />

mutlu, savaşa bağlandık.<br />

Savaş, vefası az cefası çok kadınla denkleştirilmiş:<br />

Ama savaşın sonunda zafer ümidi daha<br />

çoktur. Hakkına razı olmayan kadın, savaştan<br />

daha ağır cefa çektirir…<br />

Sekizinci Beyt:<br />

Olmışuz cân ile billâh Gazâyi teşne<br />

Kanını düşmen-i mülkün içerüz su yerine<br />

“Özümüzle sözümüzle savaşa öyle<br />

susamışızki;<br />

(Alimallah) su yerine, ülke düşmanının kanını<br />

içeriz.”<br />

İşte cezalet burada patlama yapıyor. Artık o<br />

ince tasvir ve teşbihler bitiyor:<br />

Vatana göz diken kanı döktürülmesi helâl,<br />

hatta vacip olduğundan, gözümüzü kırpmadan<br />

öldürürüz.<br />

Kanla-su arasında muraatunnazir var.<br />

Susuzlukla içmekte Leffü neşr ilişkisi.<br />

Kan içmeğe gelince, doğrudan kan dökeriz<br />

karşılığıdır: Yoksa “kan içen karga-canavar”<br />

hatırlanır ki, bu edebi olmazdı. Na’hoş olur, buna<br />

“hücneyi edebiye” denirdi. Burada tabir zorlaması<br />

var: Yurt düşmanına duyulan nefret ancak<br />

böyle ifade edilebilirdi. Şiir kalıbına da bundan<br />

ötesi sığmazdı: Çünkü “beliğ söz, yerinde<br />

söz”dür. Yani yeri gelince; tam deminde “sövmek<br />

bile” sanat olur, belki de en beliğ söz.<br />

Bu şiirin de diyeceğim ki, duruma en uygun<br />

beyti budur, en beliğ tabiri de “Kanını düşmen-i<br />

mülküm içerüz su yerine” cümlesidir…<br />

Gazi Giray’a rahmet olsun.<br />

Dipnot:<br />

(1) Kültür Bakanlığının hazırladığı (Türk İlleri ve<br />

Dillerine dair kitapdan.)<br />

16 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011


Sanat Tahlili:<br />

Ali Nar<br />

Şiir: <strong>Osman</strong> Sarı<br />

TAŞ GAZELİ<br />

-I-<br />

Taş taş değil bağrındadır taş senin<br />

Nereni nasıl yaksın söyle bu ataş senin<br />

Bir katılıktır dinamit söker mi yürekleri<br />

Başın bir kez bu kalbe çarpmasın ey taş senin<br />

Kazmayı kayalara değil kalplere vur ey<br />

Ferhat niçindir kırdığın bunca taş senin<br />

Anne seninle bağrın döğer gider mi acı<br />

Hanidir ferhaddan aldığın ders taş senin<br />

Sende mi taşla bir oldun ey sevgili<br />

İşitmez oldun beni kalbin taştan taş senin<br />

Ölüm sendendir bana nedir taşlamak beni<br />

Bana güldür çiçektir attığın her taş senin<br />

Gözünü dikme taşa işte parça parçadır<br />

Şimşektir bir bakışın dayanır mı taş senin<br />

Deprem değildir dağı ve beni sarsan<br />

Bir bakışındır komaz taş üstünde taş senin<br />

Niçin çıktın dağlara evren çöl oldu Leyla<br />

Topuğun öpmek için toz oldu dağ taş senin<br />

-II-<br />

Taş taş değildir bağrındır taş senin<br />

Nereni nasıl yaksın söyle bu ateş senin<br />

Ülkendir taş ve beton bu yanlış kent<br />

Her gün bir yanın biraz daha taş senin<br />

Taş alanlarıdır taş insanları taşır bir<br />

Nereye gelsen ey aşk karşında bu taş senin<br />

Uygarlığı taşla taşımak çağlar üzre<br />

Kolların bu denli güçlü müdür taş senin<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 17


Bir taş devridir ama bağışla beni<br />

Niçin bunca geldim üstüne ey taş senin<br />

Bir İbrahim bıçağı ikiye biçer taşı<br />

Sevgili nasıl kırdı kutlu dişin taş senin<br />

Ölüm bir kasırgadır çevirir seni beni<br />

Nedir kucağında kocaman bu taş senin<br />

-III-<br />

Bir bir yürürlükten kaldırıp çürümüş devrimleri<br />

En gürbüz bir devrimi dikmek yerine taş senin<br />

Nereye koysam seni söyle ey yüreğim<br />

Bir gün beni ele verir bu güçlü atış senin<br />

<strong>Osman</strong> Sarı<br />

Taş Gazeli / <strong>Osman</strong> Sarı<br />

Sanat Tahlili:<br />

(I. Bend)<br />

-Dil sade ve olgun şiir dili<br />

-Kafiyelenme: Gazel tarzıdır (a a, b a, c a…)<br />

-Ahenk var, imalar var, alıntılar var.<br />

(Eskilerden beslenme)<br />

1.Beyt: Teşbih-i beliğ. Kalbini taşa teşbih<br />

(edat y ok) sualle vurgu…<br />

2.Beyt: Mübâlağı (gulüv derecesi) Taştan<br />

sert bir kalp.<br />

3. Beyt: Tarihi kimliğe telmih, sanatı<br />

güçlendirmiş.<br />

4. Beyt Tarihi Halk deyimini şiirleştirmiş:<br />

“Bağrına taş basmak!<br />

5. Hece ihmal edilmiş; anlam için…<br />

Tahkir var ve tekidli. Teşbih-i beliği/aldırışsızlığı<br />

taşla kıyas…<br />

6. Tarihi bir söze telmih var: Hallacı<br />

Mansur’un dostlarına sitem…<br />

Tezat var: Orada çiçekleri “Taş” gibi algılamaya<br />

karşı, burada taşı gül gibi kabullenme<br />

var.<br />

7- Bakışı parçalayıcı yıldırım sayıyor<br />

(ama şimşek demesi bir bilgi yanlışlığıdır:<br />

Çünkü şimşek çok uzaktaki yıldırımdır, zararsızdır…)<br />

18 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />

“Bakışın” bakışına olmalıydı; şiir zaruretinden<br />

“Terhim” yapılmış. (hece düşmesi)<br />

8- Bir kelime eksikliği âhenği bozuyor:<br />

“böyle” veya “dahi” olsa ahenk bozulmaz…<br />

İkinci mısra’da yine halk deyimi kullanılmakla,<br />

şiir güç kazanmış… (taş -taş üstünde-)<br />

9. Muhale havâle var: Topuğunu öpmek<br />

için dağ taş toz olmuş.<br />

Bir de hüsnü ta’lil var… Leff-ü neşr-i<br />

müşevveş var…(Çöl niçin kumludur?)<br />

III. Bend:<br />

1.2.Mısra’lar:<br />

Çürümüş devrimler sıfat tamlaması;<br />

benzetilen devrim, çürümüş kemiklere benzetilmiş<br />

(istiare) En gürbüz devrim; mecazdır.<br />

Doğru ve haklıdan Kinâye.<br />

3.4. Mısra’lar:<br />

Yüreğine hitapla İLTİFAT sanatı yapılmış;<br />

muhatap (Taş) yerine yüreği olmuş.<br />

Sıfatı da değişmiş; duygusuz katı yürek<br />

yerine; hızlı çarpan yürek geçmiş. Ele vermekse;<br />

Zabıtaya yakalanmadan çok Kalp<br />

sektesini işaret eder…


Röportaj<br />

Dünya İslami <strong>Edebiyat</strong> Birliği<br />

DR.CAHİT ÖNEY’LE<br />

RÖPORTAJ<br />

-Kendinizi tanıtır mısınız?<br />

1926 yılında İstanbul’da doğdum. Babam:<br />

Âdil, Annem: Rahime.<br />

-Üniversiteyi bitirdikten sonra hemen<br />

tabib olarak çalışmaya başladınız mı, yoksa<br />

bazı işlerde çalıştınız mı? Neler?<br />

İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni<br />

bitirir bitirmez Sağlık Bakanlığında çalışmağa<br />

başladım. 1959-1961 Bakanlık Müfettişi;<br />

1961-1964 Muş Vilâyetinde ve 1964,<br />

1967 Ağrı Vilâyetinde Sağlık Müdürlüklerini<br />

ve 1967-1970 yıllarında İstanbul’da asistanlığı<br />

müteakib Radiolog olarak devlet hastanelerinde;<br />

1981’den itibâren özel hastanelerde<br />

çalıştım.<br />

-<strong>Edebiyat</strong> zevkinizin muharrik sebebi<br />

nedir, kimdir?<br />

İstanbul Kabataş Erkek Lisesi’nde edebiyat<br />

hocalarım şâir Fâruk Nâfiz Çamlıbel ve<br />

Zeki Ömer Defne’yi örnek alarak şiir yazmağa<br />

1942’de başladım. Yalnızca aruz veznini<br />

kullandım.<br />

<strong>Edebiyat</strong> alanında ilk yazdıklarınız nelerdir,<br />

şiir-hikaye-deneme vs.?<br />

İlk yazdıklarım yalnızca şiirdir .<br />

-Size edebi zevki aşılayan zatın kimliği,<br />

menşei ve ülkedeki mevkii neydi? İlmini ve<br />

sanat zevkini kimden devşirmiştir?<br />

<strong>Edebiyat</strong> ve özellikle şiir zevkini aldığım<br />

Faruk Nafiz Çamlıbel (1898–1973) tanınmış,<br />

sevilmiş şâirlerimizdendir. İlmini ve zevkini,<br />

son devir <strong>Osman</strong>lı şâirlerinden almıştır.<br />

Hocanız kabul ettiğiniz ve dini-edebi<br />

kültürünüze katkıda bulunanların branş ve<br />

sahasındaki hizmeti neydi? Hangi şartlarda<br />

hangi ortamda yetişmişlerdi?<br />

Hocam olarak kabul ettiğim Ârif Nihat<br />

Asya (1904–1975) merhùm ile de 1963’de<br />

tanıştım ve rubâîlerinden bazılarını örnek<br />

edindim. Bize benzemeyen gençlerimizin ve<br />

hattâ çocuklarımızın yetiştiğini görerek yazdığı<br />

SÖYLEMEK başlıklı şiirini taşrîr-i murabba’<br />

yaptım. Aynı üzücü duygularla yazılmış,<br />

Mehmet Çınarlı’nın (1925–1999)<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 19


ONLAR başlıklı şiirinden de taştîr-i murabba’<br />

yaptım.<br />

-Musikiye nasıl meylettiniz ve yaptığınız<br />

bestelerden iki örnek verir misiniz?<br />

Çocukluğumda, pek çok İstanbullunun<br />

evinde ud bulunur ve hanımlar çalardı. Yaz<br />

tâtillerinde, öğretmen olan annemi dinlerdim.<br />

Minârelerden işittiğimiz Ezân-ı Muhammedî<br />

ve Terâvih namazlarında câmi’de<br />

okuduğumuz ilâhîllerden makàmâtı öğrenmiş<br />

idik. 1950’den îtibâren beste yapmağa<br />

başladım. Bunlardan 43 adedini neşre lâyık<br />

gördüm. Notaları www.cahitoney.com dadır.<br />

Bu web sitemde, cevab olarak aradığınız her<br />

bilgi mevcuttur.<br />

-Musiki de en beğendiğiniz, eski- yeni<br />

bestekâr kimdir, niçin?<br />

Hammâmîzâde İsmâil Dede Efendi’yi<br />

(1778–1846), Zekâî Dede (1825–1897) E-<br />

fendi’yi takdîr ederim. Sebebi; klasik musikimiz<br />

bu zevât sâyesinde zirveye ulaşmıştır.<br />

Yeni bestekârlardan takdîr ettiklerimden<br />

kimse kalmadığını üzülerek ve mahcùb olarak<br />

kaydediyorum.<br />

-İslami <strong>Edebiyat</strong>ı ta’rif eder ve özelliklerini<br />

sayar mısınız?<br />

İslâm akàidine uygun tahassüs ve fikriyâtı<br />

manzùm veyâ mensùr beyân eden eserlerin<br />

mecmùu, bir zaman aralığı içindeki<br />

İslâmî Edebiyât’ı teşkîl ve temsîl eder.<br />

İslâmî edebiyâtın baş özellikleri, İslâm<br />

akàidine, ahlâkına, nezâketine riâyetdir.<br />

-İslami şiir (sizce) hangi hususiyete sahiptir<br />

veya olmalıdır?<br />

İslâmî şiir, İslâm akàidine, ahlâkına,<br />

uslûbuna ve nazım şekillerine riâyetkâr olmalıdır.<br />

-Türkçe veya diğer muhtelif dillerde<br />

yazmış ve eserlerinin bütünü göz önüne alındığında<br />

İslam şairi diyebileceğiniz kimleri<br />

sayabilirsin?<br />

“Müslümân şâirlik”in ileri/yüksek mertebesi<br />

“İslâm şâiri” olmaktır. Türkiye’de son<br />

100 yıl içinde yalnızca 2 İslâm şâiri yetişmiştir:<br />

Mehmed Âkif Ersoy (1873 – 1936) ve<br />

Ali Ulvi Kurucu (1920 – 2002). “İslâm<br />

şâiri”; bütün şiirlerinde yalnızca<br />

“İ’lâyı Kelimetullàh’ı” hedef alan ve<br />

yüzyıllar öncesinde kalan seleflerinin kullandıkları<br />

arùz vezni ile nazım şekillerini (münâcât,<br />

na’t, tercî-i bend, kasîde, mesnevî,<br />

rubâî..) tercîh eden şâire denir. Türklerin<br />

son İslâm şâiri, Ali Ulvi Kurucu merhùmdur.<br />

-20. asır sonuna kadar İslami <strong>Edebiyat</strong><br />

geleneğini kimler devam ettirmişlerdir?<br />

20. asır sonuna kadar, (11. maddede<br />

unsurlarını yazdığım) İslâmî edebiyât geleneğini<br />

(bütünüyle) devâm ettirenler, şâir olarak<br />

Mehmed Âkif Ersoy, Ali Ulvi Kurucu;<br />

mensur eserler veren, nâşir olarak da gayret<br />

sarf edenler Necip Fâzıl Kısakürek (1904–<br />

1983), İslâmî Edebiyât Dergisini yaşatanlar:<br />

<strong>Prof</strong>. <strong>Dr</strong>. <strong>Osman</strong> Öztürk ile Ali Nar’dır.<br />

Modern dönemde üslup ve söyleyiş (vezin,<br />

kafiye, ahenk, muhteva) bakımından<br />

kimleri şair saymak mümkündür?<br />

“Şâir”, “Müslümân şâir”, “İslâm şâiri” sıfatları<br />

birbirinden ayrıdır. “Şâir” sıfatı çok<br />

şümuûllüdür; Hıristiyân, Budist ve (her kavimden<br />

Ateist şâir)ler de vardır. Müslüman-Türk<br />

şâirlerden (hem hece hem arùz<br />

veznini kullanıp, az da olsa, klasik nazım<br />

şekillerine de îtibâr edenler) olarak Ârif Nihat<br />

Asya, Mehmet Çınarlı, Abdullah Öztemiz<br />

Hacıtâhiroğlu’nu bilhassa zikretmek<br />

isterim.<br />

-Münacat ve naat sahasında en güçlü<br />

ve tam şiir yazan kimselerden örnek verir<br />

misiniz, şiirlerinden en güzel iki-üç tanesinin<br />

adını yazar mısınız?<br />

20. ve 21. asırda 200 yıl öncekilerle<br />

mukàyese kabûl edecek münâcât, na’t yazılmamıştır.<br />

20 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011


-İslami şiirde “hikmet”ten söz edilir:<br />

Her yönüyle hikmetli ve sanatlı birkaç beyit<br />

kaydeder misiniz? Bunlar içinde mısrâ-ı berceste<br />

örneği var mıdır?<br />

Rahatsızlığım ve yaşım sebebiyle araştırma<br />

yapamayacağımdan, istemeyerek kendimden<br />

beytler takdîm edeceğim:<br />

Yıllar görür hesâbını.. sen zahmet eyleme;<br />

Kâfî gelir asâsını kurdun kemirmesi!<br />

Hüdâ; eder de yeraltında mutlu, köstebeği;<br />

Verib belâ-yı azîm, ağlatır sarayda beği!<br />

Mağlûb iken, şemâtet-i a’dâyı bekleriz;<br />

Lâkin, giran gelir bize, dostun tegàfülü!..<br />

Sen ki Ay’dan ve Güneş’den biliyorsun vakti;<br />

Muhdesin tâbisin.. biz, ezel-i âzâliz!<br />

Her beş vakitde Rabbime dâim duâ edin;<br />

Etsin nasiiib bizlere görmek Cemâlini!<br />

Yalnız Seninrızânı kazanmak gerekbize;<br />

Cennet-Cehennemüstüneyoktur hisâbımız<br />

Bir müslümân, eğer talebeylerse Cennet’i<br />

Bilsin ki farz olur göze almak Kıyâmet’i!<br />

“Cemâl”sıfatlarıgàlib “Celâl”sıfatlarına;<br />

“Recâ”sı Havf”ine fâik birâdem oldumben<br />

Körler diyârı sâkiniyiz.. fitne bilmeyiz;<br />

Kim çâha düşse, bizlere Yùsuf tanıttılar!.<br />

“Belki 1-2’sini hikmetli bulursunuz” düşüncesiyle<br />

12 beytimi takdîm ediyorum.<br />

-Bir şiir, neden (hangi yönden) sanat<br />

eseri sayılır?<br />

Ateist, Budist, Hıristiyân, Müslümân<br />

edebiyâtçıların “estetik değerlendirme”<br />

gerektiğinde aradıkları vasıflar birbirlerinden<br />

çok farklıdır.<br />

-Divan olarak ve şiir olarak; Türkçe’den<br />

Arapça’ya çevrilmesini tavsiye edeceğiniz<br />

eserler nelerdir? (Roman, hikâye ve mizahi)<br />

Nesirler de olabilir…<br />

Dîvân olarak Fuzùlî, Bâkî dîvânları..<br />

(içlerinde Arabca ve Farsca şiirler de vardır.)<br />

-Sizin (hususiyle) ekleyeceğiniz bir açıklama<br />

var mıdır?<br />

Son olarak: Kız ve erkek çocuklarımız<br />

ve şahsımla ilgili birer beyt sunuyorum:<br />

Kısmetsiz olan kızlarımız evde kalırdı; /<br />

Îcâb-ı devirdir: Kalıyor şimdi sokakda!.<br />

Bir Müslümân için şudur en bahtiyar<br />

baba: / Mevtinde, oğlu kıldırabilmiş namâzını!<br />

Kul hakkı zerre kalmadı uhdemde Yâ<br />

Gafùr; / Yalnızca borçluyum Sana;affet günâhımı!<br />

Röportaj: Şemseddin Durmuş<br />

D.İ.E. Birliği İslami <strong>Edebiyat</strong> Dergisi<br />

Yayın Yönetmeni<br />

Nerdesin adl-i İlâhî? diye gösterme telâş;<br />

Rabbin ihmâli muhâldir, fakatimhâl eyler<br />

Sen şâh isen debekleme bir câha serfürù;<br />

Minnet Hüdâ’ya, Zât-ı risâlet-penâh’adır<br />

[Pek büyüksün.. belki yıldızdan da yüksek menzilin;<br />

N’eylesen düşmez dlimden: Lâuhibbu’l-âfilîn!.. ]<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 21


Tanıtma<br />

Gülşehri<br />

Unutulan Divan Şâirlerimiz:<br />

KEMAL EDİP KÜRKÇÜOĞLU<br />

VE<br />

OSMAN ŞEMS EFENDİ<br />

a) Kemâl Edip Kürkçüoğlu 1902 Urfa doğumla<br />

-İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu<br />

me’zunu- Dil, Tarih, Coğ. Fak. ni de bitirmiş.<br />

Fransızca, Arapça, Farsça bilirdi… Ankara ve<br />

İstanbul da Öğretim Üyeliği ve üst yöneticilik/mufetislik<br />

yaptı. Türk Dil Kurumunda uzmandı.<br />

Ta’lim Terbiye üyeliği yaptı.<br />

1977 Nisanında İstanbul da vefat etti.<br />

Ben onu İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünün<br />

ilk ve kurucu müdüri idi.<br />

Merhum Mahir İz’le çok samimi idiler. K.<br />

Edip Bey, hem şâir, hem sofi idi (Mevlevi meşrep)<br />

ve her tarik ehliyle dosttu. Zaten dost<br />

insandı.<br />

27 Mayısın şefi Y.İ. Enstitüsünü kapatmak<br />

niyyetiyle gelmişti. Merhum konuştu ve uyardı.<br />

Gürsel pes etti ve Enstitü devam etti, sonra<br />

fakülte oldu.<br />

Şimdi o fakültenin dünyalığını tepe tepe<br />

kullanan öğretim üyeleri, bu ilk üyeleri, bu ilk<br />

sahibi de ikincisini (Ahmed Davudoğlu) unuttu<br />

ve unutturdu.<br />

Birinin büyük şâirliği kül altında kalırken,<br />

öbürünün fıkıh ilmi kenara itildi de; sapık kafaların<br />

gevelemeleri ilim diye sahne aldı…<br />

Kemal Edip Bey’in bir gazelini alıyoruz:<br />

Yani gazel tarzındaki Münacaatı.<br />

Bir de Na’tını okuyalım:<br />

Belli başlı eserleri:<br />

-Nesimi Divanı<br />

-Fuzuli’nin Muamması.<br />

-<strong>Edebiyat</strong>ımızın Milli ve Lisani Değeri.<br />

-İmanda Birlik Vatanda Dirlik.<br />

-Fatiha Tefsiri.<br />

-Dinde Reform Meselesi.<br />

***<br />

B) Sonra <strong>Osman</strong> Şems’i dinleyelim:<br />

1814 yılında İstanbul Hocapaşa mahallesinde<br />

doğmuş.<br />

1893 yılında İstanbul Üsküdar da öldü.<br />

Babası Halvetiydi.<br />

Kendisi ise; Nakşi, Kadiri tarikatlarını da<br />

gördü.<br />

İ. Emin Mahmut Kemâl İnal’ın Son Asır<br />

Türk Şâirleri kitabında vardır.<br />

Bu dev şâir de nisyana terk edilenlerdendir.<br />

Onun şiirlerini derleyen de Kemal Edip Bey<br />

merhumdur.<br />

<strong>Osman</strong> Şems’i daha önce Mahir Hoca tanıtmıştı:<br />

Yılların İzi, bir hazinedir. İki sofi şâir:<br />

de orada bütün özellik ve güzelliğiyle tanıtmış,<br />

eserlerini kaydetmişti.<br />

“Tarih Düşürme” örneklerini de sonlarda<br />

kaydedeceğiz.<br />

İslâmi <strong>Edebiyat</strong>’ın harika örneği <strong>Osman</strong><br />

Şems merhumdan da bir Tahmis sunuyoruz.<br />

Şeyh bunu, 15. asır divan şâiri Necati’nin bir<br />

gazeli üstüne bina etmiştir.<br />

Böylece boyuyla da sanıyla da İslâmi Şiir’e<br />

örnek olmuştur. Onu da okuyalım:<br />

Rahmete vesile olur inşallah.<br />

Museddes şiiri<br />

Çünkü anlatılır ki; K. Edip Hocamız son<br />

demlerinde ziyaret eden bir zata:<br />

Resul-ü Ekrem için bir Na’te başladım.<br />

Rabbimden niyaz ettim; bu na’tı tamamlayıncaya<br />

kadar bana ömür ihsan etsin. Bir gün O<br />

na’tı da nakledeceğiz inşallah!..<br />

22 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011


MÜSEDDES<br />

Gözü, dünyâ mı görür âşık-ı dîdâr olanın<br />

Dilberi, sen gibi bir mâh-ı dil-âzâr olanın<br />

Gayre meyli olamaz, aşkın ile yâr olanın<br />

Yücedir rütbesi mihrinle hevâ-dâr olanın<br />

“Ayağı yer mi basar zülfüne berdar olanın<br />

Aşk u şevk ile verir cân ü serî döne döne<br />

Nâr-ı aşkınla yanan, şem’a-i kâfûr gibi<br />

Sâf eder sînesin âyîne-i billûr gibi<br />

Cûş eder mevc-i dili, mevc-i yem-i nûr gibi<br />

Görünür bâng-i “Ene’llâh!” ile Mansûr gibi<br />

Etdi bu bâğda bir serv-i revânım kem-yâb<br />

Kıldı üftâde-i çâh-ı çemenistân-ı türâb<br />

Nevh-i nâlemden olup devrine zencir-i tınâb<br />

Dil ü çeşmin dökülür eşk-i teri döne döne<br />

Kıldı hasret beni sergeşte vü mestâne-revân<br />

Nâr-ı firkat dilime açdı nice dâğ-ı nihân<br />

Başdan başa olup zâr tenim dîde-i cân<br />

Görmeğe zülfü içinde ruh-i cânânı iyân<br />

Şems olup, hem-reviş-i mihr ü meh-i nûr-efşan<br />

Seyr eder çarh ile şâm ü seherî döne döne<br />

<strong>Osman</strong> Şems Efendi<br />

Tutuşur meş’al-i âhı şecer-i Tûr gibi<br />

Savrulur göklere her bir şereri döne döne<br />

Sana dil-beste olan, zülf-i perîşânın ile<br />

Mest olur gerçi mey-i la’l-i gül-efşânın ile<br />

Hûna âğâşte olur hancer-i müjgânın ile<br />

Âkıbet yârelenür pençe-i hicrânın ile<br />

Saplanıp sîh-i gama âteş-i sûzânın ile<br />

Laht-ı biryâna döner tâ ciğeri döne döne<br />

Her tecelli kim eder aşk-ı dil-efrûz-i niğâr<br />

İnleyip bâd açar, la’lini gül-bâğ-ı bahar<br />

Cûylar girye edip, na’re urur murg-ı hezâr<br />

Raks eder pîr-i felek vecd ile bî-sabr ü karâr<br />

Kimi bî-savt ü hurûf ü kimi pür-nâle vü zâr<br />

Zikr eder Hakk’ı cihân zir ü beri döne döne<br />

Cezbe-i aşk ile bir âleme kıldım ki hırâm<br />

Düşdü sermest gönül, bezmine bî-bâde vü câm<br />

Çeşmime oldu hüveydâ nice merdân-ı kirâm<br />

Kimi Veys ü kimi Bedr ü kimisi Şems be-nâm<br />

Mevlevî gibi şebistân-ı mahabbetde müdâm<br />

Şem’inin yanmada pervâneleri döne döne<br />

Âh kim gerdiş-i dûlâb-ı cihân gibi, nisâb<br />

Aksine devr ile îdüp yine cüllâbı serab<br />

***<br />

Bak nûruna kalbin, ten-i pür-nârına bakma!<br />

Gör Kâ’be’nin envârını, dîvârına bakma!<br />

Yârin lebin öp, hatt-ı siyeh-kârına bakma!<br />

Şemm eyle gülü, hâr-ı dil-âzârına bakam!<br />

Bir demde verir ânı felek, bâd-ı fenâya<br />

Bu gülşenin ezhâr ü gül ü hârına bakma!<br />

Nâ-behre bu gün râyic-i bâzâr-ı hakîkat<br />

Ehl-i hired’in râyic-i bâzârına bakma!<br />

Her vech ile muğber görünür cevher-i zâtı<br />

Bi-dillerin âyîne-i dîdârına bakma!<br />

Tesnim olur bûy-i neşât-ı mey-i sıdkı<br />

Hîç ehl-i dilin sûret-i inkârına bakma!<br />

Tut, matla’-ı Şems-i ahâdiyyetde nigâhın<br />

Ey dil, feleğin kesret-i akmârına bakma!<br />

<strong>Osman</strong> Şems Efendi<br />

***<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 23


NEŞVE-İ TEVHİD<br />

Bana cânânı suâl ettiler. “Allah!” dedim<br />

Şân-ı sübhânını târif edemem “Âh!” dedim<br />

Varsa bir bildiğim ancak şu ki, âlemde o’dur<br />

Kibriyâ mülkünü hükmünde tutan “şâh” dedim<br />

Ulemâ, zât u sıfâtından açar bahs-i medîd<br />

Kamu uşşâka fakat rü’yet-i dil-hâh dedim<br />

“Pâdişâhân-ı cihân”, bende-i fermân-beridir<br />

Onun ihsânıdır onlarda olan “câh” dedim<br />

Mihr mişkât-ı rubûbiyetinin lem’asıdır<br />

Kasr-ı lâhûtunun âvizesidir “mah” dedim<br />

Çalış îfâ-yı ubûdiyyete hakkıyla Kemâl!<br />

Lûtfederken sana her gâh bu “dergâh” dedim<br />

Kemal Edip Kürkçüoğlu<br />

NA’T-İ ŞERİF<br />

Niyâz-i afv için yokken yüzüm pek yâ Resûl Allah!<br />

Uzaklardan el açdım ürkek ürkek yâ Resûl Allah!..<br />

ÖYLE BİR SÂHİB-İ DERGÂH Kİ<br />

Ruh-i sîrâb-ı kerem sâhib-i dergâh kerim,<br />

Öyle bir sâhib-i dergâh ki, hergah kerim.<br />

Desem “Allah Kerim” enfüs ü âfâka bakıp,<br />

Şeş cihetten yankılanıp der o dem “Allah Kerim”<br />

Redde uğrar mı gönül, bağlı değilken kapılar,<br />

Bende hüsran mı çeker olsa eğer Şâh kerim.<br />

Şâh o dur kim aşa ikramı taayyinden öte<br />

Ola her veçhile bi-minnet ü ikrâh kerim.<br />

Abd-i muhtaç yerinmez de uğunmaz da Kemâl!<br />

Olduğundan kam ahvaline âgâh Kerim.<br />

Kemâl Edip Kürkçüoğlu<br />

***<br />

Sarar hengâme-i savt ü sadâ eflâki, koptukça<br />

Derûn-i dilden âvâz-i “Dahîlek yâ Resûl Allah!<br />

İrâdem gitmiş elden, kalmışım vâdî-i hayrette;<br />

Dirîğâ etmişim isyânı meslek yâ Resûl Allah!<br />

Hatâdır muhtevâ-yi defter-i a’mâl ü ef’âlim;<br />

Yed-i lûtfınla bir hatt-ı atâ çek yâ Resûl Allah!<br />

Ezelden bende-i müştâkınım, rü’yâda olsun tek<br />

Nâsib olsun da dîdâr-i mübârek yâ Resûl Allah!<br />

Kapundur mültecâ-yi ins ü cin dünyadâ, ukbâda;<br />

Kemâl ister mi senden gayri destek yâ Resûl Allah!<br />

Kemal Edip Kürkçüoğlu<br />

24 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011


Tanıtma<br />

Ali Gülşehri<br />

ŞÂİR YAVUZ BÜLENT BÂKİLER<br />

VE<br />

ŞİİRİNDEN ÖRNEKLER<br />

Ben Yavuz Bülent’i 1969 baharında, Ankara<br />

Odalar Birliği cümlesinden bir büroda / Rahmetli<br />

Fethi Gemuhluoğlu’nun odasında tanımıştım:<br />

Müslüman gençlerin işlerini ta’kib ve problemlerini<br />

çözmeyi şiar edinmiş bu zatın yanına<br />

gitmiştim. Bir yakışıklı genç adam geldi. Boyuposuyla<br />

bir Anadolu civanı… Fethi bey hemen<br />

tanıttı:<br />

-Aliciğim, bu gördüğün Avukat Yavuz Bülent<br />

şâirdir. Eli kalem tutan bu genç adamın<br />

özelliği, Karabağ(1) usulü şiir yazar. Azarbaycan<br />

ve Azeri şivesinin bilir. Çocuğunun adını<br />

“Aybala Tuba” koyacak kadar da ciddi!..<br />

Beni de tanıttı:<br />

-Bülentciğim, bu Ali de Allah delilerinden<br />

bir adamdır. Heriftir Herif!..<br />

Diyarbakır’da çekmiş kılıcını çıkmış. Şimdi<br />

onu sürgün etmişler: Hâlbuki eli kalem tutar,<br />

üstelik İlâhiyat Fakültesi asistanlık imtihanını<br />

kazanmış…<br />

Yavuz Bülent bey, o gün orada bana bir kitapçık<br />

hediye etti:<br />

“Şiirimizde Ana”. Kapağında da hoş bir desen<br />

vardı. O günlerde kitap kapaklarını desen/çizgi<br />

ile süsleme âdeti vardı…<br />

O derlemede; kendisinin, Üstad Necip Fazıl’ın<br />

çok seviyeli şiirleri vardı. Ama Sezai Karakoç’un<br />

tanzimi her yönüyle mükemmeldi. Ana-<br />

Çocuk bağını çok güzel evrensel ölçüde işlemişti…<br />

Daha sonra şâirimizi İslâmi <strong>Edebiyat</strong> Vakfına<br />

çağırdık, geldi ve üyemiz oldu. “HARMAN”<br />

adıyla topladığı divanı (şiir kitabını) da hediye<br />

etti: “…Derginize buradan iktibaslar yapabilirsiniz…”<br />

dedi ve bu sayımıza; Azarbaycan ve Kerkük<br />

konulu şiirlerini aldık. Geçen sayımıza da<br />

“Anamın Türküleri”ni almıştık. Gelecek sayı için<br />

ise; “Cebeci Camii ve Sivas Ağıdını” planladık.<br />

Bir ay önceydi (2010 Ekim) bir toplantıda<br />

şâirimiz tanıtıldı. Bir de bu kısa (tanışma) hatıramızı<br />

sunduk…<br />

Son yıllarda iyi bir usul başladı: Yaşayan şâir,<br />

yazar, sanatkâr… tanıtılıyor. Böylece hep ölmesi<br />

beklenmiyor. Bunun yeni yetişeceklere hep<br />

olumlu tesiri umulur… ancak diyorum; yenilerde<br />

dinlenecek meta bulunmadığı için midir “Ustaya<br />

Saygı” gibi ustaca tanımlarla şenlik yapılıyor?..<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 25


KERKÜK AĞITI<br />

-I-<br />

Bütün minarelerde sustu ezan sesleri<br />

Artık yaşamak zordu.<br />

Zehir zıkkım bir rüzgâr esiyordu Irak’tan<br />

Ölüm sokaklarda kol geziyordu.<br />

Bir gece Kerkük’te vurdular beni.<br />

Geçti sokaklardan bir kızıl ordu.<br />

İslâm’ı ve Türk’ü vuruyordu kurşunlar<br />

Peygamber kabrinde ağlıyordu.<br />

Bütün hadîs-i şerifler, âyet-i kerimeler<br />

Yüreğimdeki kordu.<br />

Ama çıplak ayaklı ve çıplak kafalı adamlar<br />

Beni sokak sokak sürüklüyordu.<br />

Benim kafam kanıyordu kaldırım taşlarında<br />

Evim barkım yanıyordu.<br />

Ve benim cesedim kanlı bir bayrak gibi<br />

Demir direklerde sallanıyordu.<br />

Artık yaşamak zordu<br />

Ölüm sokaklarda kol geziyordu.<br />

Evim barkım yanıyordu.<br />

Peygamber kabrinde ağlıyordu.<br />

-II-<br />

Vurdular mı Ata Bey’i arkadan?<br />

Yıktılar mı Taş Köprü’yü bir gece?<br />

İçimde her sabah şimdi gizlice<br />

Efkârdır, hasrettir durmadan akan!..<br />

Bir gömlek yaptırsam Bursa şalından<br />

Semerkant’tan nakış koysam üstüne<br />

Bir şeyler getirsem dünden bugüne<br />

Çeksem kılıcımı gümüş kınından.<br />

Ok olsam hedefi ikiye bölen<br />

Bir tüylü börk olsam yiğit başlarında<br />

Kışta, kıyamette, tipide, karda<br />

Türkü olsam dudaklarda söylenen:<br />

Ses versem bir sabah Bozkurt sesine<br />

Aksa yollarına içimdeki kan,<br />

Ya tutup kaldırsam sizi oradan<br />

Ya düşsem toprağa erkekçesine.<br />

Yavuz Bülent Bâkiler<br />

26 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />

SİVAS AĞITI<br />

Gardaş itin oliyim möhürlendi rızgımız<br />

Gırıldı çoluh-çocuh.<br />

Söylemesi ayıp emmeee, nööörek işde<br />

Gaç gündür acuh.<br />

Vallah-billah alayımız dertle yunmuşuh<br />

Sabah-ahşam soframızda bir guru ekmek.<br />

Haram olsun gursağımız sıcah çorba gördüyse<br />

Haram olsun yediysek bir parça sucuh.<br />

Düşün! Nasıl doyurah bir sofrada on gaşuh<br />

Nasıl ısınıruh bu Suvaz ayazında…<br />

Ev desen ev dööl oturduğumuz<br />

Gışın ölü damı, yazın alaçuh.<br />

İş gelir elimden hani üçbuçuh<br />

Kime vardıysam bahdım ağızsız dilsiz duvar…<br />

Nasıl Suvasluyuh, nasıl gardaşuh?<br />

Ahlım fikrim hepten garmagaruşuh<br />

Böler uyhularımı pavluka düdükleri.<br />

Bahamam utancumdan yüzüne bebelerin<br />

Hohlayamam ellerine, yanahlaruna artuh.<br />

Oturup ağlasam almaz yahuşuh<br />

Düşlerim sedire elsüz-ayahsuz<br />

Bizimki çocuhları avutmaya çaluşur<br />

Elinde bir gaç aşuh…<br />

Gardaş, itin oliyim möhürlendi rızgımız<br />

Gırıldı çoluh çocuh.<br />

Söylemesi ayıp emmeee, nööörek işde<br />

Gaç gündür acuh.<br />

Yavuz Bület Bâkiler<br />

Dipnot:<br />

(1) Şu an, Ermeni işgalindeki cennet ülke. Kendine<br />

has üslubu olan şâirleri çok: Çünkü güzelleri de çok…:<br />

[Bir kıl ile (saçın teli) Karabağ’ı bağladın oklarını<br />

(kirpiklerini) Hoy kastına zağladın…] gibi söyleyişler de<br />

vardır edebiyatımızda…<br />

Karabağ güzeline diyor: “Zülfünün bir teliyle<br />

Karabağ’ı bağladın<br />

Kirpiğini (ok gibi) Hoy kentine doğru fırlattın…”


Deneme<br />

Ali Nar<br />

HİCRET VE FETİH<br />

Bu iki büyük olay birbirinin sebebi, sonucudur.<br />

Yani tarihi olaylar, sebep-sonuç<br />

esasına göre anlatılır ya!..<br />

Hicret Rasullar Rasulünün, Mekke’den-<br />

Medine’ye göçüdür. Ama bu göç, dünyalar<br />

arası en büyük kavganın merkez olayıdır:<br />

Mekke’de doğan Rasul (a.s.) tebliğini /<br />

dâvetini orada başlattı. Büyük tepki, öldürme<br />

noktasına varınca, göç (yer değiştirme)<br />

zaruret, oldu…<br />

Mekke Fethi ise, Hicretin sonucu / zorunlu<br />

gereği idi… Çünkü esas olan oranın<br />

kurtarılmasıydı. Kurtarılınca da İslâm Devlet/Medeniyeti<br />

kuruldu.<br />

Hicret, Miladın 622. yılında oldu. İslâmi<br />

Takvimin de başıdır/başladığı andır…<br />

***<br />

Hicretin sebebi; Rasul (a.s.)ın orada<br />

doğmuş, tebliğe orada başlamış olmasıdır…<br />

En yakın ve basit sebebi ise; müşriklerin tazyiki,<br />

mü’minlerin dayanma gücücünün bulunmaması…<br />

Hicret olayı ve stratejisi:<br />

Üç nokta aramasıyla yer tayin edildi: İlki<br />

Habeşistan’dı: Orası uzaktı. Sosyo-<br />

Psikolojik zorlukları vardı. Ayrıca Peygamberin,<br />

oradaki Hıristiyan devlet otoritesine<br />

girmesi makul ve makbul olmayacağından;<br />

mahdut sayı da muhacirle ve kısa süre ile<br />

bitti.<br />

Taifi de Rasul (a.s.) denedi. Orası da<br />

çok yakın olması nedeniyle (hatta Mekke’nin<br />

banliyösü gibi) vazgeçti.<br />

Medine ise, hem deneme, hemde ilâhi<br />

işaretle tesbit edildi; hem de Mesafe uygundu:<br />

Herkes gidip ulaşabilirdi ve nitekim de<br />

öyle oldu. Zorluklara rağmen göç büyük<br />

oranda gerçekleşti…<br />

-Orada devlet otoritesinin bulunmaması<br />

yanında, farklı inanç ve kabilelerin durumu<br />

da yerleşmeğe hatta devlete ulaşmaya elverirdi.<br />

O da öyle oldu: Oradaki müşrik kabileler,<br />

kendi iç barışları için önemsedi ve çağırdılar.<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 27


Hıristiyan ve Yahudiler de (vardı) kendilerini<br />

bu duruma yatkın/alışık… saydıkları için<br />

sahip çıktılar.<br />

Önceden giden muallimler de zemini<br />

hazırladılar: yerleşecek emin ortam oluştu…<br />

Rasul (a.s.)ün büyük stratejisi; kendisine<br />

hicret mahallinin, rüyada veya uyanıkken<br />

ilhâm edilince tamamlandı:<br />

Şimdi stratejinin en kritik bölümü başlıyordu:<br />

Bir ilkbaharda işaret verildi. Müminler<br />

ferden veya gruplar halinde göçe başladılar…<br />

Müşrikler başta intikâl edemediler:<br />

Medine’den üç sefer gelen (Evs ve Hazreç)<br />

kabileleriyle yaptığı anlaşmayı sezince uyandılar<br />

ve engel olmaya başladılar: En azından,<br />

yakınlarını engellemeye hatta hapsetmeye<br />

başladılar…<br />

İşte bu meyanda Hz. Ömer, Kâbe avlusunda<br />

onları tehdid edip; isteyenin filan vadide<br />

hesaplaşmaya gelebileceğini(…) söyleyince<br />

kimseden cevap çıkmamıştı. Ömer<br />

gitti, işaret ettiği vadide 20-30 kişinin toplaşıp<br />

onu beklediğini gördü. Bunlar Ömer’in<br />

himayesinde hicrete niyet eden zayıflardı…<br />

Aldı ve götürdü onları. Yani o meydan okumanın<br />

asıl yüzü, zayıf ve sahipsizlere sinyaldi;<br />

hedefine ulaştı.<br />

***<br />

Hz. Ömer’in bu davranışını müşrikler<br />

de, günümüz Müslümanlar da sezememiştir.<br />

Bir kere Mekke’de savaş yasaktı. Ömer<br />

bu yasağı çiğnememiş miydi? Hayır, pekiştirmişti.<br />

Çünkü Ömer de, müşrik büyükleri<br />

de biliyordu ki; kılıç kalkınca her evde kan<br />

akacaktı. Yani her evde Müslüman ve müşrik<br />

fertler vardı. Ömer’in de kabilesi genişti,<br />

çoğu da henüz inanmamıştı. Ama kabile<br />

tutkunluğu daimdi: Ömer’e kalkan kılıca,<br />

karşı-müşrik olduğu halde-kabilesi ayağa<br />

kalkacaktı. Mekke’nin içi harp meydanı olacaktı…<br />

Ömer, Rasul (s.a.)ün izni/işareti<br />

(musamahası) dışında davranmamış, tam<br />

aksine bu rol ona hoş görülmüştü… Çünkü<br />

Ömer’in Mekke halkı üzerinde şiddet otoritesi<br />

vardı… Diyelim Hz. <strong>Osman</strong>’a ya da Bilâl-ı<br />

Habeşiye yaraşmazdı bu davranış. Kimse<br />

de önemsemezdi… Ömer bu avantajlarla<br />

eylemini yapınca; müşriklerin burnunu da<br />

sürtmüştü.<br />

Yine müşriklerin buna (ya sabır der gibi)<br />

susmasının önemli sebebi de; Rasulullah’ın<br />

(s.a.) hâlâ Mekke’de bulunmasıydı: Çünkü<br />

onlar, Müslümanların Medine’de toplaşmasından<br />

korkmuşlardı ama nasıl olsa liderleri<br />

ellerlinde sayılırdı ve davaları onunlaydı.<br />

Onu da halletme planları olgunlaşıyordu:<br />

Her kabileden bir kişi olmak üzere, evi<br />

kuşatacak ve işi bitirilecekti…<br />

Bu planları da Peygamber taktiği ile boşa<br />

çıkacaktı:<br />

Hz.Ali’nin yatağına yatması da bir tedbirdi.<br />

Ali de Resulünden o kadar emin ki;<br />

kendine zarar gelmeyeceğini bilerek yattı.<br />

Müşrikler de yine Hanif ahlakı gereği; ona<br />

dokunmadılar; yani “Hesabımız<br />

O’nunladır…” dediler.<br />

O, Hz. Ebubekirle evden çıkmış, Sevr<br />

mağarasında saklanmıştı. Mağara ters yöndeydi:<br />

Aranacaksa, en son aranırdı. Hz.<br />

28 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011


Ebubekir’in çocukları ve çobanı bu saklanışın,<br />

selamet ve devamının hizmetindeydi.<br />

***<br />

Mekkeliler müşrikte olsa, İbrahim<br />

(Hanif) dininden kalan ve Mekke’nin yazılı<br />

olmayan anayasası gibi ahlâk kuralları da<br />

kullanıyordu:<br />

-Allah Rasulü (a.s.) ve Hz. Ebubekir.<br />

Göç için aldıkları üç deveyi, bir kılavuza<br />

teslim etmişler. Ücret karşılığı yapacağı bu<br />

rolü de ifşa etmeden; üç gün sonra, mağaranın<br />

önüne getirmesini tembih etmişlerdi.<br />

Öylece gerçekleşti.<br />

Ama Mekkeliler her yeri didik didik ettiler,<br />

aradılar. Yolları koştular bulamadılar.<br />

Sevr mağarası ise öyle bir korumalı (saklayıcı)<br />

bir kovuk değil… Oraya gelince önemsemediler.<br />

“Bu iki taşın arasına insan sığmaz” diyerek<br />

geçtiler.<br />

İşte buraya kadar Peygamber (a.s.)ın beşeri<br />

tedbir taktiği işledi. Ama son noktada<br />

mucizeden başkası yürümezdi.<br />

Ebubekir; “Ey Allah’ın elçisi, başlarını<br />

eğseler, ayaklarımızı görecekler!..” derken. O,<br />

“Üzülme Allah bizimledir!” diyordu. Bu teselli<br />

Kur’an’ın âyeti cümlesine girdi!.. Bu,<br />

kalplere hâkim olan Rabbin işiydi: Başlarını<br />

eğip bakmayı bile istemediler. Ve murad-i<br />

ilâhi hükmünü yürüttü…<br />

Sonra mağaradan çıkıldı; develerine binerken<br />

Rasul (a.s.) Mekke’ye baktı:<br />

“Ey Mekke! Biz seni severiz, sen de bizi<br />

seversin. Fakat senin sakinlerin bize hayat<br />

hakkı tanımadı… Ama sana tekrar geleceğiz!...<br />

dedi.(1)<br />

İşte Mekke Fethinin başlamasıydı bu ve<br />

sonra fethedildi.<br />

Demek Fethin de baş sebebi Hicretti…<br />

***<br />

Adım adım fethe giden yol:<br />

Medine’ye varıldı, Hicret tamamdı:<br />

Mescid yapıldı. Devlet kuruldu. Asker oluştu.<br />

Bedir savaşı, Uhut savaşı, Hendek savaşı<br />

oldu. Şans (veya hamle) Müslümanlara döndü.<br />

Mekke ziyâreti planlandı. Hudeybiye de<br />

barış zaferi oldu. Bu ortamda Hayber fethedildi.<br />

Ama Mekkeli faka bastı: Barışı bozdu<br />

ve fethin kapısı gıcırdadı.<br />

En Yakın Sebep:<br />

İki kabile var biri Mekke’den yana (beni<br />

Bekr) biri Medine’den (Havazin) aralarında<br />

kavga çıkıyor; Mekkeliler karışıyor ve barış<br />

ihlâl edilince; istenen yardıma binaen Allah<br />

Rasulü (a.s.) harekete geçerek cevap veriyor:<br />

Hazırlık tamam… Reisleri Ebu Süfyan’ın<br />

elçi olarak gelmesi de kararı değiştiremiyor<br />

ve İslâm ordusu Zituva’da karargâh<br />

kuruyor!..<br />

Mekke ileri gelenler; Bedir’de tam mağlubiyet,<br />

Uhut’ta galipken, Peygamber taktiğiyle<br />

Hamrâ ül-Esed hareketi (takibiyle)<br />

mağlubiyeti hissedip yollarına devam etmekle<br />

gösterdiler… Hendek’te ise hiçbir sonuç<br />

alamadan kaçarak gitmişti ki; bir daha saldırmayacakları;<br />

sırrın sıranın Müslümanlara<br />

geçtiğini Rasulullah (a.s.) hendeğin kenarına<br />

gelerek ilân etmişti…<br />

Şimdi artık dönüşü olmayan bir hareket<br />

başlamıştı. Mekke sıkışmıştı: Ebu Süfyan<br />

artık şehrin dışına çıkıp Peygamber ordusunu<br />

gözetlerken yakalanıp huzura çıkarılmıştı:<br />

Rasul (a.s.)den af dilerken. Hz. Abasın sıkı<br />

telkiniyle Müslüman olduğunu ifâde etti.<br />

Rasul (a.s.) ise ona:<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 29


-Git ve Mekke halkına tebliğ et: Evlerine<br />

kapanıp duranlar, Kâbe’ye sığınanlar ve<br />

senin evine sığınanlar kurtulur. Savaşanlar<br />

cezalanır (…) Bu genel talimat ve bir tür aftı.<br />

Artık Mekkelilerin eli-kolu bağlamıştı, bu<br />

kesin uyarı ile…<br />

Öyle oldu. Ama önce Ebu Süfyan’a,<br />

“Merr-i Zahran” geçidinde ordu izletilince<br />

artık için şiddetini de algılayıp şehre dönmüştü<br />

ki; heyecanla avaz avaz bağırıp; Peygamber<br />

direktifini duyurdu…<br />

***<br />

Şehre iki koldan girildi: Üst yandan<br />

Rasulullah’ın komutasındaki kabileler. Alt<br />

yanda ise Halid bin Velid komutandı: Orada<br />

ufak çatışmalar yaşandı. Ama Rasul (a.s.)<br />

uyarısı ulaşınca bitti…<br />

Allah Rasulü (a.s.) devesinin üstünde<br />

Kur’an okuyarak girdi:<br />

Terci’ yapıyor yani okuduğu âyetleri<br />

tekrarlıyordu. Başı önünde tevazu’ ile eğikti;<br />

muzaffer komutanın şımarıklığı yoktu. Rabbine<br />

hamd halindeydi…<br />

Şehre girince doğrudan Beytullah’a geldi.<br />

Gerekli olanı yaptıktan sonra Beytin içine<br />

girdi ve namaz kıldı…<br />

Girişte putlar yıkılmış ve atılmıştı. Kâbe<br />

içindeki resimleri de sildirdi:<br />

Sonra Beytin kapısına çıktı. Ellerini söveye<br />

dayayarak o tarihi muazzam konuşmasını<br />

yaptı: İslâm’ın zafere erdiğini, artık Arap<br />

Yarımadasının küfürden arındığını, “bir daha<br />

fitnenin giremeyeceğinin müjdesini de, müminlerin<br />

ihlâs ve uyanıklığı..” na bağladı…<br />

Bilâl Habeşi Kâbe damında ezan okudu<br />

ve namaz kılındı… Bu konuşma İslâm’ın<br />

“Manifestosuydu” denebilir. Çünkü, İslâm’ın<br />

en temel kuralları da tebliğ ve telkin edildikten<br />

sonra, herkesten Beyat (Yani itaat ve<br />

bağlılık sözleşmesi) alındı.<br />

Ez cümle:<br />

-Allah’a ortak koşulmayacak.<br />

-Hırsızlık yapılmayacak.<br />

-Zinâ yapılmayacak.<br />

-Evlatlar öldürülmeyecek.<br />

-İftira edilmeyecek.<br />

1-Bazı azılı saldırgan müşriklerin temizlenme<br />

emride çıktı…<br />

2-Fetihten sonra bir müddet Mekke’de<br />

kalan İslâm ordusu.<br />

3-Mekkelilerin de katılımıyla, Havaz’ın<br />

kabilesiyle savaşıldı ve bertaraf edildi.<br />

4-Mekke ve çevresindeki dikili taş ve<br />

Putlar da (Ebu Süfyan gibi) henüz Müslüman<br />

olmuşların eliyle yıkıldı…<br />

(Sonra da Tebuk seferi, ve öbür savaşlar<br />

da oldu…)<br />

Şirk kalktı ve Tevhid temellendi. Muhammed<br />

Rasulullah, yarımadada tasdik<br />

olundu. İslâm’ın varlığı da çevre devletlerce<br />

kabul edildi:<br />

Meselâ, Mısır’daki Hıristiyan yönetimin<br />

başı, Rasulullah’a hediyeler gönderdi. Rasul<br />

(a.s.) bütün devletlere “tebliğ-davet” mektupları<br />

gönderdi.<br />

Vefata kadar daha irili ufaklı birçok durumlar<br />

oldu…<br />

Fethin sonuçları hâlâ bitmedi desek şaşılır<br />

mı?<br />

Hayır; Raşit Halifeler, Emeviler, Abbasiler<br />

dönemleri, Endülüs medeniyeti sonra<br />

Türk ırkı, Fars ırkı bu ödevi üslendi:<br />

Doğunun ve Batının ucuna ulaştı tebliği:<br />

Fetihler sürdü. Aradaki dalgalanmalara rağmen<br />

hâlen Mekke-Medine-Kudüs-Bağdat-<br />

İstanbul İslâm beldesidir. <strong>Osman</strong>lı, Bâburî,<br />

büyük devletlerinin torunları hâlâ saygınlığını<br />

sürdürüyor. Avrupa’nın göbeğinde üç<br />

tane İslâmi Devlet var. İslâm eserleri ayaktadır…<br />

Gelecek asırlar da tekrar İslâm çağı olur<br />

inşallah.<br />

Yeter ki, sahte kurtarıcı, sahte<br />

müceddid, sahte mehdilerin (yani Deccalların)<br />

iğvasına, alayışına aldanmasınlar.<br />

Ya Allah!..<br />

Dipnot:<br />

(1) Gençler son yıllarda “Mekke sana döneceğiz” diye<br />

bir beste yaptılar. Ne kadar münasipti…<br />

30 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011


Şiir<br />

Bîçareyiz hem bîkes, hadsizdir hacâtımız<br />

Ey Rasulü’s – Serkaleyn, sana müracââtımız<br />

Hikmet Erbıyık(*)<br />

NA’T-I ŞERİF<br />

İnşikâk-ı kamer’le münevver oldu semâ<br />

Dağıldı ufkumuzda, kesîf zulümâtımız<br />

Nâfiledir sarfetmek, musavver kelimâtı<br />

Seni tavsiften âciz, cümle münacâtımız<br />

Sana tâbi olmuşuz; bütün kusurumuzla<br />

Seni medh ü senâda, dillerde her na’tımız<br />

Karanlık yolda bize, kıblemizi gösterir<br />

Sünnet-i seniyye’ndir, münevver mir’âtımız<br />

O dest-i siyânetin, hep müzâhir olmasa<br />

Bizi hepten mahveder, cümle hatîâtımız<br />

Şefâatin müsterhim; hergün salâvatlarda<br />

Kelimât-ı Tayyibe ve cümle da’vâtımız<br />

Ta’zim-i şükranımız, sana teba’iyyetle<br />

Önce sana arz olur, bütün tahiyyâtımız<br />

Makâm-ı Mahmûd’un ki ilâhi bir mâide<br />

O sofradan akıyor, bütün füyûzatımız<br />

Livâü’l-Hamd altında, toplanmak ümîdimiz<br />

Lûtfeye, kabul eyle; bunca ma’rûzatımız<br />

Komşu eyle bizleri, o yüce ashâbına<br />

Bize ‘hablü’l-metin’i, sunsun hazerâtımız<br />

Sensin bizi vasleden, tevhidin envârına<br />

‘Bir’liğe yönelmiştir; cümle daavâtımız<br />

Sünnet-i seniyyen’le ahkâmına mün’akid<br />

Ümmet-i müstakbel ve bütün maziyyâtımız<br />

Nurlanır, bekâ bulur; ‘sünnet’e temessükün<br />

Hidayet iklimiyle, şu fani hayâtımız<br />

Şifayâb olur ancak, Gülistân-ı Nebi’de<br />

Kulûb-ı emrâz ile, cism-i kusûrâtımız<br />

Gül kokar vâsıl olan, Gülistân-ı Ahmed’e<br />

Lûtfeyle toprağına, sürünsün hil’atımız<br />

Maden-i mûcizât’la, mücehhez şanlı Nebi<br />

Senin nûrunla bulduk, bütün irhasâtımız<br />

Risalet semâsının, ey kamer-i münîr’i<br />

Nûrunla hayat buldu, bütün cihazâtımız<br />

İki nûrani kanat, nüzûl etti semâdan<br />

Zâtın ile nurlandı, evc-i kemâlâtımız<br />

Semâvat ehline de, âyan oldu mûcizen<br />

Mi’racına müjdeler, buldu kâinatımız<br />

Mi’rac mûcizesi ki, en münevver en azîm<br />

Bizi evc-i semâya, götüren mirkâtımız<br />

Beş vakit namaz dahi, Mi’racın hediyyesi<br />

Nebiler Nebisi’ne, minnet-i midhâtımız<br />

Sana her gün beş defa, muktedi ehl-i îman<br />

Senin lûtfunla kâim, tecdid-i bîatımız<br />

Medâr-ı halâs bildik, dâim metbû’iyyeti<br />

Belki kâsır olsa da, sana sadâkatimiz<br />

Seni taşlar, ağaçlar, ay ve güneş tanıyor<br />

Tevhîdi ikrar eder, cümle izâ’âtımız<br />

Kur’an, dest-i pâkinde en mücellâ mûcize<br />

Hem Sana hem Kur’an’a, sunmuşuz bîatımız<br />

Ümmetine hediyye ve bâki dost verdiğin<br />

Ol Kur’an-ı Mübîn de kenz-i şefâatımız<br />

Âsi kulların hâli, yaman yevm-i mahşerde<br />

Ey merci-i şefâta, lûtfeyle ruhsatımız<br />

Ol bâran-ı şefâatıni bize de musâb olsun<br />

O dehşet hengâmında, budur niyazâtımız<br />

Cemâlinle rûşen et firkate dûçar etme!<br />

Asûmâne erişir, bütün fizarâtımız<br />

Ağlayıp figân edip, serd ettik na’tımızı<br />

Her zaman nâkıs oldu, bütün meşrûhâtımız<br />

Şefâat kıl bâhusus, Hikmet-i bîçareye<br />

Hicâba dûçar eder, bunca kabahâtımız<br />

Şefâat kıl, himmet et ey Rasûl-i Kibriyâ<br />

Sensin ey Yâr-i Zîşân, vusûl-i necâtımız…<br />

(*) <strong>Prof</strong>.<strong>Dr</strong>. Hikmet Erbıyık / Yalova Üniversitesi Öğrt.Üyesi.<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 31


Şiir<br />

Ahmet Efe<br />

RASULULLAH’A<br />

32 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />

Ben senin gülşeninde bülbül-ü zârım efendim,<br />

Senin gönül ikliminde gül-i zârın efendim,<br />

Tâ elest meclisinde kapıldım ruzgârına,<br />

Bir ebedi nağmedir ruz-i gârım efendim.<br />

Can yurduna devadır bir defa tebessümün,<br />

Canım hasta firakınla, yârim efendim<br />

Kapında boynu bükük bir lâle gibi hâlim,<br />

Medet kıl kovma beni, ey hünkârım efendim<br />

Senden özge ne eş var, ne dost var, ne arkadaş<br />

Yanmış, yıkılmış yurdum, terk-i diyârım efendim<br />

Şu günahkâr halimi nasıl arzetsem acep,<br />

Kurudum, kadîd oldum, sonbaharım efendim.<br />

Sünnetini unutmuş ümmetini gördükçe,<br />

Yüreğim paramparça, bimârım efendim<br />

Yavrusunu yitirmiş bir ceylanım dağında,<br />

Bulanık seller gibi bîkarârım efendim.<br />

Hüsnünü insanlara vasf edemedim gitti,<br />

Bu yüzden kebab oldum, dahi nârım efendim,<br />

Şu muzdarip ruhumu kafesinden kurtarıp,<br />

Beni de gül bahçene al, dildârım efendim<br />

Ey nur-u mükevvenât, aşkından gayrısı yok,<br />

Fâni âlem içre, bâki-kârım efendim.<br />

Özümde ben Yunus’un sevdası gizli durur,<br />

Evet sensin, sâde sen bütün vârım efendim.


Şiir<br />

Aysen Akdemir<br />

GİTME<br />

Kuşların göç yolu üzerindeyiz<br />

Önümüzde karlı dağlar, arkamızda deniz<br />

Benim acelem yok, sen ise bensiz<br />

Gitme!<br />

Ayrılık zehirli bir zakkum çiçeği<br />

Yüreğimden vuracaksan, yaşatma öldür beni<br />

Canımda hapissin bırakmam seni<br />

Gitme!<br />

Can evimden bakıp gördüğüm sensin<br />

Gönül atlasımda ilk düğüm sensin<br />

Yalansız, riyasız sevdiğim sensin<br />

Gitme!<br />

Dağlar arkasından çağır gelirim<br />

Seni günü aşk düğünü bilirim<br />

Ölürüm yâr, senin için ölürüm<br />

Gitme!<br />

İçim bir yanardağ lâvlar püskürür<br />

Küllerini yollarına üfürür<br />

Bütün niyazlarım üstüne yürür<br />

Gitme!<br />

Önümüzde nice yıllar dururken<br />

Mutluluğun rengi öze vururken<br />

Gül çiçeğim elvan elvan olurken<br />

Gitme!<br />

Gitme, yokluğuna dayanamam ben<br />

Senden başkasına güvenemem ben<br />

Uyursam bir daya uyanamam ben<br />

Gitme!<br />

Gözlerimde birikiyor bulutlar<br />

Bir ah çeksem alev alır umutlar<br />

Kalırsan mutluluk yılları katlar<br />

Gitme!<br />

Ayrılık korkusu sırtımda bir yük<br />

İçime çekerim ağır ve büyük<br />

Aşkınla esririm böyle kör kütük<br />

Gitme!<br />

Sen gidersen gönül ölüme yatar<br />

Kılavuz olmazsa ne yapsın katar<br />

Gökler surat asar, dağlar kaş çatar<br />

Gitme!<br />

Ömür bir damladır ne var yaşında?<br />

Birlikte bekleriz binek taşında<br />

“Geçti kervan kaldık dağlar başında”<br />

Dedirme,<br />

Ne olur gitme, gitme yüz bin kere gitme!..<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 33


Şiir<br />

Melda Özata<br />

ŞEHİTLERİM<br />

Öldün de askerim yüce cennettir mekânın<br />

Arkanda kaldı şimdi köyün rahmet zamanın<br />

Bir bir üzüntü her biri meçhul bin pusuydu<br />

Yok, yok umutların, gelecek yok duygusuydu<br />

Verdin kanın, canın acımaz çok çok büyüktür<br />

Arkanda kaldı şimdi, köyün hicransa yüktür<br />

Ağlar o “dur” diyen analar ağlar da ağlar<br />

Bitmez mi hiç zulüm o mayınlar gönlü dağlar<br />

Yıllarca gülmeyen şu vatan, yıllarca kurşun<br />

Hâlâ kanar kanar, acılar, vahşetse dursun<br />

Cennet senin içindi, alın yazgın bu ihsan<br />

Cennetti merteben bunu bildin vermeden can<br />

Sen ey şehit askerim, karalar bağlar gönüller<br />

Dağlar, yerin, göğün yine kin bağlar hep güller<br />

Sen ölmedin gönülde o tahtın son yiğittin<br />

Meydan erenleriyle yücelik tahtına gittin<br />

Cennet görenlerin o ecel şerbetlerinden<br />

Tattın içip içip te, o rahmetlerinden<br />

Cennetti merteben şu vatan uğrunda öldün<br />

Öldün şehit olup bunu sen, bildin de güldün<br />

34 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011


Şiir<br />

Süleyman Köse<br />

GÜLE GÜLE<br />

Ne zaman büyüdün de göreve koşuyorsun<br />

Askerim güle güle git Allah’a emanet ol<br />

Yanında yetmiş milyon yürekle yaşıyorsun<br />

Askerim güle güle git Allah’a emanet ol<br />

Sen bizimlesin tamam biz de seninleyiz bil<br />

Başka destek arama yetişir duâmız bil<br />

Vatan millet bayrak de hürriyet ülkümüz bil<br />

Askerim güle güle git Allah’a emanet ol<br />

Vatan aşkı yüreği coşturur çalıştırır<br />

Millet birliği nice zafere ulaştırır<br />

Dalga dalga bayrağım özgürlük dolaştırır<br />

Askerim güle güle git Allah’a emanet ol<br />

Ağlama Türk Askeri ağlayarak gitmez ha!<br />

Ağlayana gözyaşı sonuna dek yetmez ha!<br />

Ah-aman geçmez zaman! Bu iş böyle bitmez ha!<br />

Askerim güle güle git Allah’a emanet ol<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 35


Çocuk Şiirleri<br />

36 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />

Üstad Necip Fazıl<br />

ÇOCUK<br />

Annesi gül koklasa, ağzı gül kokan çocuk;<br />

Ağaç içinde ağaç geliştiren tomurcuk…<br />

Çocukta, uçurtmayla göğe çıkmaya gayret;<br />

Karıncaya göz atsa “niçin, nasıl?” ve hayret…<br />

Fatihlik nimetinden yüzü bir nurlu mühür;<br />

Biz akıl tutsağıyız, çocuktur ki asıl hür.<br />

Allah diyor ki: “Geçti gazabımı rahmetim!”<br />

Bir merhamet heykeli mahzun bakışlı yetim…<br />

Bugün ağla çocuğum, yarın ağlayamazsın!<br />

Şimdi anladığını, sonra anlayamazsın!<br />

İnsanlık zincirinin ebediyet halkası;<br />

Çocukların kalbinde işler zaman rakkası…<br />

ANLAMAK<br />

Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var;<br />

Akıl için son tavır, saçlarını yolmak var…<br />

الطفل<br />

اَلط ِّفْلُ‏ یَعْبَقُ‏ فَمُھُ‏ وَرْدًا إِذْ‏ تَشُم ُّ أُم ُّھُ‏ لُبَابَ‏ الْوَرْدِ‏<br />

جُنْبُدٌ‏ یُنْبِتُ‏ أَلْفَ‏ بَرْعَمٍ‏ وَشَجَرٍ،‏ جُنْبُدٌ‏ كَالْوِرْدِ‏<br />

فِي الط ِّفْلِ‏ لِلص ُّعُودِ‏ إِلَى الس َّمَاءِ‏ بِطَائِرَةِ‏ الْوَرَقِ‏ غَیْرَ‏ ةٌ!‏<br />

وَلَوْ‏ نَظَرَ‏ إِلَى الن َّمْلَةِ،‏ لِمَاذَا؟ وَكَیْفَ؟ وَحَیْرَةٌ!‏<br />

وَبِنِعْمَةِ‏ الْفَتْحِ‏ وَجْھُھُ‏ طُغْرَةٌ‏ كُل ُّھَا نُورٌ...‏<br />

اَلط ِّفْلُ‏ ھُوَ‏ الْحُر ُّ حَقا فَنَحْنُ‏ أُسَرَى فِي قُیُودِ‏ الْعَقْلِ‏ نَدُورُ‏<br />

رَحْمَةُ‏ االلهِ‏ سَبَقَتْ‏ غَضَبَھُ‏ قَوْلُ‏ صِدْقٍ‏ فِي اْلأَقْوَالِ‏<br />

وَالْیَتِیمُ‏ ذُو الن َّظَرِ‏ الْحَزِینِ‏ لِلر َّحْمَةِ‏ خَیْرُ‏ صَرْحٍ‏ وَمِثَالٍ‏<br />

اِبْكِ‏ الْیَوْمَ‏ یَا وَلَدِي سَتَعْجَزُ‏ مِنَ‏ الْبُكَاءِ‏ مِنْ‏ غَدِهِ‏<br />

وَیَعْصَى عَلَیْكَ‏ فَھْمُ‏ مَا تَفْھَمُھُ‏ الْیَوْمَ‏ مِنْ‏ بَعْدِهِ‏<br />

ھُمُ‏ اْلأَطْفَالُ‏ فِي قُلُوبِھِمْ‏ تَعْمَلُ‏ دَق َّاتُ‏ الز َّمَانِ‏<br />

حَلَقَاتُ‏ أَبَدِی َّةٍ‏ فِي سِلْسِلَةِ‏ نَسْلِ‏ اْلإِنْسَانِ‏<br />

***<br />

لاَ‏ فَھْمَ‏ یَا وَلَدِي لاَ‏ فَھْمَ‏ بَلْ‏ اِدِّ‏ عَاءُ‏ الْفَھْمِ‏<br />

فَنَتْفُ‏ الْعَقْلِ‏ لِشَعْرِ‏ رَأْسِھِ‏ آَخِرُ‏ مَطَافِھِ‏ مِنَ‏ الْعِلْمِ‏<br />

الشاعر:‏ نجیب فاضل قیصا كورك<br />

الترجمة إلى العربیة:‏ عوني عمر لطفي أوغلو


Deneme<br />

Kâtip Sezer<br />

KÖYDE HIRSIZ VAR!<br />

Bütün dünya da ve İslâm Dünyasında<br />

da galiba benzer hâl ve tutumlar var. O yüzden<br />

de ülkemizde ve toplumumuzda var bazı<br />

aymazlıklar: Hem de her mes’ele ve konuda;<br />

işi cıvıtan, insanı gevşetip âtıl bırakan, eylem<br />

ve ısrardan alıkoyan (sözümona) hareket<br />

tarzları oluşmuş. Sonra bunlar anonimleşmiş;<br />

herkes, her durumda kullanır olmuş:<br />

-Görmedim bilmem bin kada savar.<br />

-Herşeye karşımamalı. (Etliye-Sütlüye)<br />

-Bazılarının altından, bazılarının üstünden…<br />

-Ehven-i şerri seçmeli.<br />

-Salla başını al maaşını.<br />

-Sini, külâhın görünmesin.<br />

Ben sana haber verecektim ama sen biliyorsun<br />

diye söylemedim!..<br />

Ve okumuş zümre de onu şiirleştirmiş:<br />

“-İhtilâfâtıyla dehrim uğraşmakta zevk<br />

yok,<br />

Zevk anın mirsâd-ı ibretten temâşâsındadır.”<br />

Tabii bu tür sloganlaşan anlayış ve bakış<br />

da; gözü açık-kalbi karaların işine yarar…<br />

Atı alan Üsküdar’ı aşar…<br />

Siyasette, iktisatta, sanat ve edebiyatta…<br />

olduğundan daha çok ve dolayısıyla da<br />

onulmaz yaralar, Diyanet’te açılır.<br />

Zarar ziyan had safhaya varınca itirazlar,<br />

uyarılar başlarsa; hemen yine o pasif ruh<br />

devreye girer:<br />

Aşırı davranmamalı, yumuşak ve (tabir<br />

yerindeyse) ilmi üslup ve belge-kaynak sunan<br />

tarzı seçmeli…<br />

Tabii bunun hangi meselede, hangi<br />

meşreple, hangi meslekte geçerli olacağına<br />

bakılmadan, harcı âlem sarfedildiği de herkesin<br />

malûmudur…<br />

Son zamanlarda bir habis’in dillere yazdığı<br />

pis bir slogan aldı akılları; HOŞGÖRÜ!..<br />

-Kim, kimi, hangi davranış veya sözü;<br />

kimin adına “Hoş” görecektir?<br />

Dikkat, bu İslâm’ın MUSAMAHA’sı<br />

değil; GAVUR AŞIKLIĞI’dır!..<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 37


Herif Hıristiyan tabiatlı ve meşreplidir;<br />

onlar için, hatta Yahudi için, talep eder<br />

Hoşgörüyü: Hem de RAHMET nazarıyla<br />

muamele ister. Bunu da İslâm adına seslendirir.<br />

Hâlbuki, İslâm’ın Kitabı; kâfirlere<br />

ŞİDDET’i emreder. Ama bu PAVLUS tabiatlı<br />

sahte (Havari) Fetih Suresinin 29. âyetini<br />

hiç okumamış gibi; Müslüman cemaate<br />

bunu yutturur: Öyle ki; müçtehitliğe özenen<br />

çürük Molla bile ona ayak uydurmaya özenir.<br />

Çünkü hepsi de Peygamber tehdidine<br />

hedefdirler.<br />

“-Siz, gün gelecek başta millekleri<br />

(ümmetleri) öyle taklid edeceksiniz ki; onlar<br />

bir sıçan deliğine girse, siz de girmeye kalkacaksınız!..<br />

-Kim bunlar: Hıristiyan ve Yahudiler mi?<br />

-Başka kim var ki?..<br />

İşte bu tip molla bozuntuları; bütün<br />

Âyet ve Hadisleri istismar ederler; hiçbir<br />

nassı asli yerine sarf etmezler. Çünkü Pavlus<br />

tabiatından, Luther karakterine geçmişlerdir.<br />

İbnulemin Mshmud Kemâl İnal böyle birini<br />

tarif ederken;<br />

“Ne müselmana müşabihti, ne küffâra,<br />

Okumak rûhuna İncil-i muharref lâzım”<br />

diyor.<br />

-Peki bu tipleri besleyen-büyüten kaynak<br />

ve kaypak zemin nedir?<br />

-Sözün başında sıraladığımız olumsuz<br />

deyimleri kendilerine rehber alıp kafa yapılarını<br />

yapılandıran güruh.<br />

-Çare nedir?<br />

-Bir deli ya da yürekli kişi çıkıp haykıracak:<br />

-Köyde hırsız var!.. Köye hırsız girmiş!..<br />

Çünkü hırsız, her akşam bir veya birkaç<br />

köy evini soyuyor. Soyulan da feryad yok; bir<br />

nebze yiyecek bıraktığı için!..<br />

Kalanı ise; kapısını sağlam kitleme de<br />

buluyor çareyi; köylüyü uyarmayı akledip,<br />

38 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />

(sanki kendisini) tehlikeye atmıyor. Yani<br />

hırsızı ilân ve işaret ederse, “belki dönüp<br />

onun evini yakarsa” diye kaçınıyor herkes.<br />

İrâdi mesel gerek:<br />

Köye hırsız girmiş. Dünkü dinsiz (ya da<br />

din düşmanı sanılan yankesici yok artık. Artık<br />

dindar görünen ve meseleyi<br />

MİHRAP’tan halleden fasıklar zuhur etti.<br />

İmanlı İslâmlı görüntülüdürler. Ama:<br />

-Faize cevaz verirler.<br />

-Zinayı serbest ederler.<br />

-Enflasyon kadar kâr fazlası alır verirler.<br />

-Âyet ve Hadisleri tevil edip, keyfine<br />

göre ama aslına aykırı yorumlar, şerre alet<br />

ederler.<br />

-İcma-i Ümmeti yok sayar; İçtihadla ölçerler.<br />

-Mut’a nikâhına cevaz verirler.<br />

-Kâbe-i tavafta kadının adetli olmasını<br />

engel saymazlar…<br />

-Cemreler taş atmazlar.<br />

-Hacca mevsim dışına giderler.<br />

-Kur’an’ın içkiyi yasaklamadığını söyler…<br />

Yani kaleyi içinden fethedip, İslâmi<br />

ılımlaştırır, Liberalleştirirler…<br />

Adı ve Kurum kodları:<br />

Diyanet ve İlâhiyat.<br />

Parola:<br />

Molla-İşareti <strong>Prof</strong>esör.<br />

Köy tehlikede: Bu hırsız nerdeyse köyü<br />

teslim alacak ona göre.<br />

Yani bir deli çıkıp, bu hırsıza “HIRSIZ”<br />

diyemezse; herkes hırsıza evliya diyecek.<br />

Hırsız da “hırlıya” çıkıp hırlıya hırlıya çekip<br />

gidecek.<br />

Köy hırsızın eline düşmekte, UYANIN!..


Deneme<br />

Mehmet Gündem<br />

B A B A<br />

Mavi gözlerini kaçırma bizden...<br />

Son günlerde biraz daha fazla düşünmeye<br />

başladım babamı.<br />

"Kıvama ermiş bir fotoğraf" düşüyor gözlerimin<br />

önüne.<br />

Bir kitap gibi duruyor evde. Okunmak<br />

istiyor ısrarla. Muhatap arıyor kendine. Söyleyecekleri<br />

var anlayana. Belli ki çok şey<br />

biriktirmiş hayatta.<br />

Hepsini ifade edemese de anlayacak bir<br />

idrak arıyor gözleri.<br />

Kim bilir neler yaşadı, neler gördü, nelere<br />

tanık oldu yorgun kalbi.<br />

Babasız büyümüş bir baba.<br />

Daha babasını tanımadan öksüz kalmış<br />

bir baba.<br />

Babasızlığın nasıl bir şey olduğunu o biliyor,<br />

ben değil.<br />

Üzerinden ağırlaştırılmış bir dünya geçmiş<br />

gibi...<br />

Çocukluk dönemini atlayıp erken büyümüş.<br />

Hemencecik delikanlı olmuş...<br />

Yıllar gurbette ve tek başına mücadeleyle<br />

geçmiş...<br />

Kim bilir mavi gözleri neler biriktirmiş...<br />

Yabancı şehirlerde nelere tanıklık etmiş...<br />

Şimdi ben onu keşfedilmeyi bekleyen<br />

bir baba olarak yeniden düşünüyorum.<br />

Keşfedip onunla yeniden yaşamak için...<br />

Ertelediklerimizi hayata serpiştirmek<br />

için...<br />

Kendi tarihimizi tamamlamak için...<br />

Bu çaba bana bir boyutuyla "anlam" katarken<br />

bir başka boyutuyla da "hüzün" bırakıyor.<br />

Çünkü her durumda yapılacak daha iyinin<br />

olduğunu bilirim...<br />

Bunun için büyük pişmanlığın hüznüdür<br />

yaşadığım...<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 39


Geç kalmışlığın, gecikmişliğin, sessizliğin,<br />

suskunluğun, daha fazlası varken, daha<br />

azına kanaat etmenin hüznü...<br />

Orada bekleyen mavi gözlere yeterince<br />

bakamamanın hüznü.<br />

İnsan neden en sevdiklerini en fazla<br />

ihmal eder anlamış değilim.<br />

Ben neden böyleyim, biz niye böyleyiz?<br />

İnsan nedir ne işe yarar, baba nedir ne<br />

işe yarar sorusunu daha sık sormak lazım.<br />

Ve elbette çocuk ne işe yarar?<br />

Babalık neden sır olsun ki?<br />

Babamın sessiz, sakin hali bende derin<br />

bir hüzün uyandırıyor şimdi.<br />

Uzun ve meşakkatli bir yoldan gelmiş<br />

gibi duruyor önümüzde.<br />

Yolculuğun izleri var yüzünde. Yıllar<br />

çok yormuş onu...<br />

Hey gidi günler... Delikanlılığını bilirim<br />

babamın. Eski, tırtıllı kesilmiş fotoğraflarını<br />

da. Tıpkı bir insan gibi yılları içinde tutan<br />

yıpranmış albümünü de. Siyah kıvırcık saçlarını<br />

da. Güçlü, kuvvetli olduğu günleri de.<br />

Merdivenleri ikişer, üçer çıktığı zamanları<br />

da.<br />

Ama şimdi dalgaları durulmuş bir deniz<br />

gibi... Yaşı ilerlemiş, sesi taş plaktan geliyor<br />

gibi usul usul çıkıyor, beden eski kuvvetini<br />

yitirmiş, hastalıklar sıraya girmiş...<br />

Baba;<br />

Sen defalarca ameliyat masasına yattın,<br />

her defasında nemli gözlerle fakat tevekkülden<br />

taviz vermeden helalleşerek ayrıldın<br />

bizden.<br />

O günlerde küçük ellerimiz senin için<br />

açıldı duaya.<br />

Çocuk kalplerimiz senin için titredi.<br />

"Acaba kaybettik mi" korkularımız büyürken<br />

yeniden bulduk seni.<br />

Kaç kere kapandı, kaç kere açıldı mavi<br />

gözlerin.<br />

Sensizliğin soğuk düşünü kaç kere kurduk<br />

biz...<br />

Şimdi biz büyüdük, sen daha da büyüdün.<br />

Mavi gözlerine, bembeyaz saçlarına, yer<br />

yer kırışmış yüzüne bakınca tarihe açılıyor<br />

kapılar.<br />

Bizim tarihimize, bizim ailenin tarihine,<br />

senin tarihine...<br />

Hayata seninle başladık biz.<br />

"Tarih yapan" olarak ilk seni tanıdık o<br />

küçük evde. Seyahati, acıyı, sevinci, hüznü,<br />

vedaı da sende gördük ilkin. Disiplini, çalışmayı,<br />

imanı, ibadeti, tevekkülü, sabrı ve şükrü<br />

de... Yokluğu ve varlığı da.<br />

Bizim ilk kahramanımız sendin... Belki<br />

bunu sana yetirince hissettiremedik ama<br />

inan bu böyleydi.<br />

Sen bizim sebeb-i varlığımızsın. Biz ezberletilmiş<br />

bir yanlışın, şartlandırılmış bir<br />

'erkek olma' ispatının kurbanıyız.<br />

Sezai Karakoç'un feryadıyla söyleyeceğim,<br />

"ey ulu hocalar" bunu bize neden öğretmediniz?<br />

Baba;<br />

Şimdi bir başka bakıyorum; mavi gözlerine...<br />

Yüzünde yolculuğun emaresi yol izlerine...<br />

Sesine, soluğuna, birikmiş insanlık<br />

haline...<br />

Baba;<br />

Eğer seni hayattan ziyade biz evlatların<br />

yorduysak... Vay halimize...<br />

Vefasızlığımızla, duyarsızlığımızla, nankörlüğümüzle<br />

ve bütün suçumuzla sana geliyoruz,<br />

ellerine kapanmaya geliyoruz...<br />

Artık biliyorum babalık benimle başlamadı,<br />

seninle başladı...<br />

Rabbimiz seni vasıta kılarak neler ihsan<br />

eyledi bizlere...<br />

Mavi gözlerini kaçırma bizden...<br />

40 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011


Gezi Notları<br />

Nezahat Satan<br />

BİR RAMAZAN UMRESİNDEN<br />

ESİNTİLER<br />

Hacı Allahû Teâlâ’nın himayesindedir. Giderken de dönerken de.<br />

Eğer yolculuğunda bitkin ve yorgun düşerse, Allah bu sebeple onun<br />

günahlarını affeder.<br />

Bazı vakitlerde yapılan ameller, diğer vakitlerde<br />

yapılana göre daha faziletlidir. Zamanın<br />

şerefi amelin sevabını artırmaktadır. Özellikle<br />

Ramazan ayında umre yapmak çok sevaptır ve<br />

Hacc derecesine ulaşmaktadır.<br />

UMREYİ NASIL YAPTIK?<br />

Ziyaret etmek anlamına gelen “Umre” dindeki<br />

manasıyla, Kâbe’yi tavaf etmek ve Safa ile<br />

Merve arasında Say etmek anlamına gelir.<br />

Tavaf, niyet ve ihram; Umre’nin farzlarıdır.<br />

Say, başı bütün tıraş yahut taksir demek<br />

olan saçların ucundan keserek kısaltmak da vacipleridir.<br />

Umre yapmak için şu ibadetlerin sırasını<br />

gözeterek yapmak gerekirdi.<br />

-Hacc ihramı gibi hil’den yani mikatı geçip<br />

haram hududuna girmeden ihrama girmek; elbisesini<br />

tamamen soyunup ihram örtülerini sarınmak.<br />

-İki rekât ihram namazı kılmak.<br />

-Umre’ye niyet etmek.<br />

-Telbiye getirmek.<br />

-İhram’ın haramları, mekruh ve müfsidlerinden<br />

sakınmak<br />

-Mekke’ye gelince Mescid-i Haram’a gelip<br />

Umre tavafını yapmak. İlk üç şavtta remel ile<br />

yürümek, bütün şavtlarda ıztıba halinde bulunmak.<br />

-7 Şavtı tamamlayınca iki rekât tavaf namazını<br />

kılmak.<br />

-Safa ile Merve arasında Umre’nin Sayını<br />

yapmak.<br />

-Tıraş olup ihramdan çıkmak.<br />

Bunları Yaptık.<br />

VAHDET EVİ:<br />

Tavafın sırrı şudur: Vahdet âleminde taraf<br />

ve yön yoktur. Muhiddin Arabi’nin Vahdet Vücut<br />

nazariyesini hatırlayalım. Âlemde (Âlemlerde)<br />

bir tek vücut vardır. O da kûllî varlıktır.<br />

Mutasavvıflar nefi isbat dersinde, nefi isbat üzere<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 41


kelime-i tevhid yaparken bu duyguyu yaşarler.<br />

Çünkü kûllî varlık tasarrufuyla bütün âlemi kuşatmıştır.<br />

Kalıbımız (vücudumuz, cesedimiz)<br />

tavafta kalbe tabîdir. Mü’min kulun kalbi de<br />

Allah’ın evidir. Tavafta kul kalbine teveccüh<br />

eder. Kalbimiz de Cenab-ı Allah’a rücu eder.<br />

Cenab-ı Hakkın varlığı yönlerle kayıtlı değildir.<br />

Biz yönleri düşünmüyoruz. Cenab-ı Hakk için<br />

doğuda, batıda, kuzeyde, güneyde diyemeyiz.<br />

Cenab-ı Hakk için şurdadır- buradadır denilemez.<br />

O her yerdedir. (O âlemi kuşatmıştır) Allahû<br />

Teâlâ’ya yön ittihaz edilemez. Ve Rabbim demiştir<br />

ki:<br />

“Ben hiçbir yere sığmadım mü’min kulumun<br />

kalbi beni ihata etti.” Onun için şu yönde<br />

bu yönde diyemeyiz. Cenab-ı Allah mü’min kulunun<br />

kalbindedir denilir.<br />

Dolayısıyla mü’min kulun kalbi Cenab-ı<br />

Hakkın evidir. Onun için bir kalbi kırmak yok,<br />

onun için Kâbe’de cidalleşme yok. Mü’min,<br />

onun için Kâbe’den daha değerlidir.<br />

Eğer bir kulun kalbini yıktınsa felaket olarak<br />

o sana yeter.<br />

Kâbe kul yapısı, ama kalp Allah yapısıdır.<br />

Hiçbir şekilde kulun gönlü yıkılmaz, kalbi kırılmaz,<br />

cidalleşilmez, sabredilir… Hacc’dan asıl<br />

maksat, kalbin, Beytin Rabbini ziyaretidir. Kalıbın<br />

ziyareti de ona tabidir.<br />

TEVHİD’İN İLÂNI<br />

Hacc’da tevhid dinini kutlarız.<br />

Bayram kutlamaları, yaş günü, evlilik (düğün)<br />

kutlamaları. Bunlar mutlu günlerdir. Herkes<br />

bir araya gelir, cemiyetle (topluluk) kutlanılır,<br />

mutluluk ve hareketlilik içinde yaşanılır.<br />

Kâbe ise dünyanın merkezi Allah’ın evidir.<br />

Cenab-ı Rabbûl Âlemin bizi oraya davet etti. Biz<br />

de bu davete icabetin mutluluğuyla huşu içinde<br />

aşkla tavaf yaparız, namaz kılarız, say yaparız ve<br />

deriz ki: Lebbeyk Allahümme Lebbeyk…; Buyur<br />

Allah’ım Buyur… Cenab-ı Allah’la diyalogun<br />

coşkusuyla kelime-i tevhid’in bayramını yapıyoruz.<br />

Bu dinin temelinde tevhid vardır. Hacc’da<br />

tevhide inanan insanlar bedeni olarak İslâmiyet’in<br />

bir farizasını yerine getirirken aynı zaman<br />

da kelime-i tevhidin ilânını da yaşıyorlar.<br />

Bunu kalabalık bir topluluk adeta kutluyor,<br />

sevinçle yâd ediyor. Kelime-i tevhidi, din ilânı<br />

tavafta, say da biçimsel olarak yaşantıya sokuyorlar.<br />

***<br />

DEVE SÜTÜ:<br />

İhram namazı kılmak ve Umreyi niyetlenmek<br />

için gurubumuzla Hudeybiye Mescidine<br />

doğru yola çıktığımızda daha mikat mahalline<br />

varmadan 15 dakika kala rehberimiz bizi bir deve<br />

çiftliğine götürdü.<br />

Yol üzerinde mescide kadar birkaç kilometrede<br />

bir başka deve çiftlikleri de vardı.<br />

Uğradığımız çiftlikte bize mahzun mahzun<br />

ve hoşgeldiniz der gibi bakan küçüklü- büyüklü<br />

develerin (15-20 kadar) önce fotoğraflarını çektik<br />

sonra da deve bakıcısının o anda sağdığı ve<br />

getirip bize ikram ettiği sütü içtik. Lezzetli güzeldi,<br />

içimi hoştu ama biraz tuzlucaydı.<br />

UMRE SEVİNCİ:<br />

İlk gittiğimiz yıllarda Kâbe kapısının karşısında<br />

içine basamakla inilen zemzem kuyuları<br />

vardı. Zemzem içmek için beyler bir taraftaki,<br />

hanımlar diğer taraftaki kuyulara inerek zemzem<br />

içilirdi. 6-7 sene kadar oldu kuyular kaldırıldı.<br />

Şimdilerde onun yerine eski kuyuların karşısına<br />

(yeşil ışığa yakın) sıra sıra musluklar konarak<br />

abdest alma ve zemzem içme yeri düzenlenmiş.<br />

Tavafımızı yapmış, iki rekât tavaf namazı<br />

kılmış ve zemzem içmek için zemzem kuyusuna<br />

inmiştik. (Zaman zaman Hacc ve Umre’ye gidip<br />

geldiğimiz için hacıların yüzlerinden simalarından<br />

ve kıyafetlerinden hangi ülkeden olduklarını<br />

çıkartabiliyorum.)<br />

Tam karşımızda birkaç Tunuslu Hanım<br />

yandan zincirlerle, çengellere tutturulmuş zemzem<br />

taslarıyla zemzemi hem içiyor hem de üstlerine,<br />

başlarına döküp saçarak neşeyle “Nebi Muhammed<br />

Medine’de” ilâhisini (Resul Efendimizi<br />

öven ilâhiyi) söylüyorlardı. O kadar sevinç do-<br />

42 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011


luydular ki; hallerindeki ve gözlerindeki neşe ve<br />

sevinç pırıltıları görülmeye değerdi. Orda olmalarının,<br />

mübarek yerlerde bulunmalarının sevincini<br />

böyle dopdolu yaşıyorlardı.<br />

Bu tablo gözümün önünden hiç gitmez…<br />

***<br />

4-5 sene kadar önce yeşil çizgi Hacerül<br />

Esved arasında kahverengi kalın çizgi vardı. Selamlamak<br />

için. Ama izdiham nedeniyle<br />

Suudlular kaldırdı. Tavafın her şavtında Hacerül<br />

Evsedi istilam etmek (selamlamak) için herkes<br />

orada (o çizgide) yoğunlaşıyor ve izdihama sebep<br />

oluyordu. Kaldırılması uygun oldu.(1) Selamlama<br />

daha geniş bir alana yayılınca insanların birbirlerine<br />

istemeyerek verdikleri sıkıntı giderilmiş<br />

oldu.<br />

Ve bu yıl: Küçük pet şişeme zemzem doldurmak<br />

ve hem de elimi yüzümü yıkayıp serinlemek<br />

için, zemzem musluklarının dizildiği ve<br />

hanımların çok yoğun olduğu yere geldiğimde<br />

dünya hanımları telaşe, üzerlerine su dökerek<br />

abdest alıyorlar, şişelerini dolduruyorlardı. Onlara<br />

dönerek mimik ve jestlerimle ve ciddi bir<br />

edayla: “Zarif olun lütfen!.. Niye abdest alırken<br />

birbirinizin üzerine döküp saçıyorsunuz?” dedim.<br />

Tatlı tatlı gülümseyerek zarif! zarif! Diyerek<br />

benimle eğlendiler ve üzerime pet bardaklarla<br />

zemzem suyu dökmeye (serpmeye) başladılar.<br />

Ben de onlara (Yemenli hanımlara) ister istemez<br />

katıldım.<br />

***<br />

REYHAN ve SALEVAT<br />

Bir teravih namazı arasında Mekkeli (Suudi)<br />

bir hanım, bir poşet dolusu reyhan dallarını dağıtmaya<br />

başladı. Ben de aldım. Çok da hoşuma<br />

gitti. Hemen salevat çekmeye başladım. Biliyorsunuz<br />

Efendimiz (s.a.v.)’in bir hadis-i şerifi var<br />

bu hususta: “Size reyhan verilirse reddetmeyin<br />

alın” diye. Reyhan dalını alan hanımlar bunda<br />

Muhammed’in (s.a.v.) kokusu var deyip koklayarak<br />

salevat getirmeye başladılar.<br />

Çocukluğumda hatırlıyorum; annemler de<br />

sohbetlerinde veya Cuma toplantılarında arkadaş-dostlarıyla<br />

birbirlerine reyhan ikram ederlerdi.<br />

İslâm’da koku sürünmek (özellikle Cuma<br />

günü erkekler) ve buhur yakmak, kokusu duyulduğunda<br />

salevat getirmek çok yaygın bir gelenek.<br />

Mekke ve Medine çarşılarında birçok buhurcu<br />

dükkânları var. Çok değişik türde buhurlar (günlükleri)<br />

satılıyor.<br />

Hacılar hediyelik alışveriş yaptıklarında güzel<br />

kokular ve buhur almayı da ihmal etmiyorlar.<br />

Elektrikli buhurdanlıklar da var, içine buhuru<br />

koyuyorsun fişi prize taktın mı yavaş yavaş hoş<br />

kokulu, mest edici kokular etrafa yayılıyor.<br />

İMAMLARIN SESİ<br />

Teravih namazlarını her akşam dönüşümlü<br />

olarak ilk on rekâtını bir imam, ikinci on rekâtını<br />

diğer imam kıldırıyor. Her imama üç gecede bir<br />

sıra geliyor.<br />

Gerçekten Mekke ve Medine imamlarının<br />

çoğunun sesi güzel (harika) Ulvi duyguları harekete<br />

geçiriyor. Hacıları en çok Mekke imamlarından<br />

Mahir’in dalgalı sesi Medine imamlarından<br />

Şeyh Ali Hüseyin’in hüzünlü sesi etkiliyor.<br />

Tabii ki; İmam Sudeys’i söylememe gerek yok. O<br />

bir numara, mest ediyor.<br />

Bu imamlar kıldırırken herkes huşu içinde<br />

bu anın kutsallığını yaşıyor.<br />

YAĞMURLA TAVAF:<br />

Hacı Allahû Teâlâ’nın himayesindedir. Giderken<br />

de dönerken de. Eğer yolculuğunda bitkin<br />

ve yorgun düşerse, Allah bu sebeple onun<br />

günahlarını affeder.<br />

Attığı her adım için ona cennette 1000 derece<br />

ihsan edilecektir. Yağmur yağdığında üzerine<br />

düşen her damlada da bir şehid ecri vardır.<br />

Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Gök<br />

kapıları;<br />

a) İslâm ordusu ile düşman ordusunun karşılaştığı<br />

b) Yağmur yağdığı<br />

c) Farz namazların kılındığı esnada açılır.<br />

Bu vakitleri bilerek dua edin.”<br />

Peygamber (s.a.v) Efendimiz: “Bu Beyti<br />

yağmur altında tavaf edenin geçmiş günahları<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 43


mağfiret edilir ve bir köle azad etmiş gibidir”<br />

buyurmuşlardır.<br />

Hacılar verilecek bu mükâfatları bildiklerinden<br />

o mübarek topraklarda (mekânlarda)<br />

üzerlerine hep rahmet yağmasını isterler.<br />

Umre’de iken Kâbe’nin karşısında gece<br />

(teheccüd) namazını kılmış, hanımlara ayrılan<br />

bölümde Kâbe’yi seyrederek sabah namazını<br />

beklerken, rahmet damlaları dökülmeye başladı.<br />

Herkeste heyecanlı ve tatlı bir telaş. Her yerden<br />

Allahû Ekber sesleri yükseldi ve tavafa koşuşturmalar<br />

başladı. Daha fazla mükâfat alabilmek<br />

için…<br />

Gerçekten müminlerin o hali çok heyecan<br />

ve ürperti verici bir manzara arzetti. Gözyaşlarımızı<br />

tutamadık.<br />

Kut’ül Kulub 2. cilt, sh. 241: Hadis-i şerifte<br />

“Kim ki Beyti yalın ayak tavaf ederse bir köle<br />

azad etmiş gibi olur. Eğer yağmurlu havada 7<br />

şavt ile tavaf ederse geçmiş günahları mağfiret<br />

olunur” buyurmuştur.<br />

Davud İbni Aclan diyor ki: “Enes İbni Malik<br />

ve Hasan ile yağmurda tavaf ettik, makamın<br />

arkasında iki rekât namazı da kıldık. Enes bize<br />

yüzünü döndü, dedi ki: “Bundan sonra amellerinize<br />

yeniden başlayın, çünkü geçenler mağfiret<br />

olundu. Zira Rasulullah (s.a.v.) ile böylece yağmurda<br />

tavaf etmiştik de böyle demişti.”<br />

HEDİYE TAVAF:<br />

Yakınlarımıza tavaf hediye yapılabilir. Mesela:<br />

adlarını söyleyerek şunun için tavaf yapıyorum,<br />

ona hediye ediyorum denilebilir.<br />

Peygamber (s.a.v.) Efendimize, dört Halife’ye,<br />

Hz. Fatıma, Hz. Ayişe, Hz. Hatîce annelerimize,<br />

üstadımıza, annemize, babamıza, kardeşlerimize,<br />

isimlerini söyleyerek dede ve ninelerimize,<br />

sevdiklerimize…<br />

Hz. Ebubekir (r.a.) için hediye tavaf yaptığınızda<br />

Allahû Teâlâ’dan onun sadakat ve cömertliğinin<br />

size de verilmesi için dua edebilirsiniz.<br />

Hz. Ömer (r.a.)’ın adalet ve vefasının sizde<br />

de olmasını isteyebilirsiniz.<br />

Hz. <strong>Osman</strong> (r.a.)’ın Kur’an’ı Mübine hizmetini,<br />

iffet ve hayâsının size de yansıması için<br />

dua edebilirsiniz.<br />

Hz. Ali (r.a.)’ın dilinden ilim ve cihadını<br />

bana ve neslime nasip eyle ya Rabbi, diyebilirsiniz…<br />

KÂBE’DE BİR YABANCI:<br />

Yabancının biri Kâbe’yi gözlemlemeye geliyor.<br />

Milyonlarca kişinin (3 milyon insanın) bir<br />

komutanla bir kişiye (bir imama) uyduğunu görünce<br />

bunda bir sır var diyerek etkilenerek imana<br />

geliyor.<br />

Çok büyük kitleler halinde bir kalabalığın<br />

büyük bir disiplin ve nizam içersinde ibadet etmeleri<br />

yabancı gözlemcilerin dikkatini çekiyor.<br />

Hiçbir yerde böylesine bir kalabalık bu şekilde<br />

disipline edilemez deniyor. Bu gerçek de insanları<br />

İslâm’a çekiyor.<br />

YAŞLININ TAVAFI:<br />

Rehberimiz anlattı: 80 yaşlarında bir hacı<br />

amca yorgunluktan dizleri titreyerek perişan bir<br />

halde rehberin yanına gelmiş:<br />

“Oğlum 49 kere döndüm. Acaba benim tavafım<br />

tamamlandı mı?” demiş.<br />

Kâbe’nin etrafını 7 kere dönüş bir tavaf<br />

oluyor. (her bir dönüş de bir şavt’tır.)<br />

Meğer hacı amca 7 dönüşü bir şavt zannediyormuş.<br />

KAZA NAMAZI:<br />

Bizim Hacıların habire namaz kılmaları Suudilerin<br />

dikkatini çekmiş. Niye bu kadar namaz<br />

kılıyorsunuz diye sormuşlar. Bizim hacılar da<br />

namaz kazası yapıyoruz demişler. Suudiler de:<br />

namazın kazası mı olur! Diye şaşkınlıklarını belirtmişler.<br />

Çünkü onlar ezanın ya öncesinde ya<br />

da ezan sesini duyar duymaz mescide koşuyorlar.<br />

Onlara göre namazı geciktirmek çok günah.<br />

Diğer ülke insanları çoğu vakitlerini mescid<br />

de Kur’an okuyarak geçiriyorlar.<br />

Türk hacıları genelde Kur’an okumuyor.<br />

Kâbe’de, Mescid-i Nebevi’de Kur’an okuyan<br />

44 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011


Türk hacısına az rastlanıyor. Hatta bazen malayani<br />

sohbet yaptıkları görülüyor.<br />

KÂBE-RAVZA RESİMLERİ:<br />

Önceki yıllarda Suudi hükümeti mescidin<br />

içine fotoğraf makinası, cep telefonu ile girilmesini<br />

yasaklamıştı.<br />

İki yıldır herkes cep telefonlarını içeri geçirebiliyor<br />

ve her cepheden, üst katlardan, tavaf<br />

manzaralarını, Kâbe-Ravza fotoğraflarını çekebiliyorlar.<br />

Gerçekten dünyanın en güzel en etkileyici<br />

harika manzaraları bunlar.<br />

ÇOCUK VE İBADET:<br />

Çocuğun hacca iştirak ettirilmesi manevi<br />

bir terbiye içindir. Bu husus özellikle Arap âleminde<br />

bugün de geçerli bir adettir.<br />

Dünya Müslümanları ama genelde yerli<br />

halk özellikle Perşembe, Cuma günleri Umre<br />

yapmaya geldiklerinde küçük çocuklara da ihram<br />

giydirip tavafa katıyorlar. Selamlama kısımlarında<br />

da; Bak! Rüknü yemani’ye geldik selamla,<br />

Hacerül Esved’e geldik selamla diye çocukları,<br />

her türlü şartta bunaltıcı sıcak demeden ibadet<br />

yapmaya alıştırıyorlar. İbadetin her türlü şartı<br />

yaşatılıyor.<br />

Mescidlerde bazı bölümler çocuklu annelere<br />

ayrılmış.<br />

Namaz esnasında annelerin çocukla ilgisi<br />

kopunca çocukların hepsinin birden (korodan)<br />

ağlaması çok etkileyici. Özellikle farz namazlarında,<br />

anne namazda Allah’la (c.c.) birlikte, ama<br />

çocuk “Bana bak!.. Bana bak!..” diye adeta çırpınıyor,<br />

ağlıyor. Annesinin kendisini terk ettiğini<br />

sanıyor. Çocuk her an ilgiyle, sevgiye, şefkate<br />

muhtaç. Bu durumda anne çocuğunu kucağına<br />

alarak secdeye gidiyor. Böylece çocuk eğilip bükülerek<br />

yaşı geçirmeden ibadet şartlarına alışıyor.<br />

Bu alışkanlığı ileriki yaşlara atan ülkelerde çocuklar<br />

genelde ibadet yapmak istemiyor veya<br />

zorlanıyor.<br />

Küçük çocuklarıyla Haccın fiillerini yapanlar<br />

Hakkın lütfuyla ecre nail olacaklarının farkındalar.<br />

BABA NEREYE GİDİYORSUN:<br />

Allah dostlarından biri Hicaz’a gidecek olur.<br />

Küçük çocuğu kendisine sorar:<br />

-Baba nereye gidiyorsun? der. Babası:<br />

-Beytullah’a gidiyorum cevabını verir.<br />

Çocuk zanneder ki; beyti gören, beytin sahibini<br />

görür. Bundan sonra:<br />

-Baba niçin beni de götürmüyorsun der.<br />

Babası da:<br />

-Sen henüz müsait değilsin, der. Fakat çocuk<br />

ısrara eder. Babası da dayanamaz onu da<br />

götürür. Yolda mikat yerinde ihrama girerler ve<br />

Lebbeyk demeye başlarlar. Ne zaman ki çocuk<br />

Beytullah’ı görür, derhal düşüp bayılır ve ruhunu<br />

teslim eder.<br />

Babası:<br />

-Ey ciğer parem evladım, deyip ağlamaya<br />

başlar. Gaipten gelen bir ses:<br />

-O Beytin Rabbini istedi, onu gördü. Sen de<br />

Beytin kendini istedin. Sen de onu gördün, denilir.<br />

Sonra ilâve edilir.<br />

-O ne herhangi bir yerdedir ve ne de cennettedir.<br />

Cenab-ı Hakkın kendisine ihsan ettiği<br />

manevi bir makama yükselmiştir.<br />

İFTAR ETTİRMEK:<br />

Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki: “Kim Ramazan’da<br />

helâl kazancından oruçluya iftar ettirirse,<br />

Ramazan gecelerinde melekler ona rahmet<br />

duası yaparlar. Kadir gecesinde Cebrail (a.s.)<br />

onunla musafaha eder. Kiminle Cebrail (a.s.)<br />

musafaha ederse, (onun alameti şudur ki) o yufka<br />

yürekli ve gözü yaşlı olur.” (Taberâni, el-Kebir<br />

6/321)<br />

Mescidin içinde açılan sofralarda yoğurt,<br />

dukka (yoğurtun üzerine serperek yenilen baharat),<br />

ekmek veya simit ve hurma… gibi şeyler<br />

ikram ediliyor.<br />

Dışarıda açılan sofralarda ise genellikle yemek<br />

(etli veya tavuklu) pilav, ayran, meyve suyu,<br />

meyve… ikram ediliyor.<br />

Mekke ve Medineliler iftar sırasında da isteyenlere<br />

termoslarla getirdikleri naneli çay ve<br />

Medine kahvesi dağıtıyorlar.<br />

Rasulullah (s.a.v.) şu şekilde dua ederdi:<br />

“Yanınızda oruçlular iftar etsin, yemeğinizi iyiler<br />

yesin ve melekler size salât etsin.” (İmam Nevevi,<br />

Ezkâr, sh. 173)<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 45


GENİŞLETME ÇALIŞMALARI:<br />

Mescid-i Nebevi’nin olduğu yer, Peygamberimizin<br />

Medine’ye hicret ettiğinde devesinin ilk<br />

çöktüğü yerdir. Mescid’in temeline ilk taşı Peygamberimiz<br />

koymuştur.<br />

<strong>Osman</strong>lı Sultanları, Mekke ve Medine’deki<br />

Mescid ve Ziyaret yerleri için milyonlarca altın<br />

harcayarak onların bakımını yaptırmışlardır.<br />

Tezyin, bakım, onarım çalışmaları günümüze<br />

kadar devam etmektedir.<br />

Umreciler dünyanın dört bir tarafından<br />

gelmişlerdi; Arap ülkelerinden, Asya’dan Avrupa<br />

ve Amerika’dan, Afrika’dan…<br />

Umreler de haclar gibi her sene daha kalabalık<br />

oluyor artık.<br />

Son yıllarda, daha çok insanın aynı anda<br />

namaz kılmalarını sağlayabilmek amacıyla<br />

Mescid-i Nebevi’de genişletme çalışmaları yapılmıştır.<br />

Güneşten korunma amacıyla bütün<br />

bahçe kocaman şemsiyelerle kaplanmış.<br />

Mescid-i Nebevi’nin çevresindeki bazı dükkân<br />

ve otellerin yıkılarak genişletme çalışması<br />

yapılmasına rağmen, içi doldu, dışında da, avlusunda<br />

da adım atacak yer kalmadı. Bu artış,<br />

Müslümanların ne kadar çoğaldığının, İslâmiyet’in<br />

ne kadar yayıldığının ve kabul gördüğünün<br />

bir göstergesi.<br />

Bütün dünya İslâmiyet’e yöneliyor çığ gibi<br />

büyüyor. İslâm düşmanları da telaşlanıp kendilerince<br />

bir takım sözde önlemler alıyorlar. Müsteşriklerin<br />

(Oryantalistlerin) sinsice yaptıkları faaliyetler<br />

akamete uğruyor. İslâmiyet’in önlenemez<br />

yükselişinin karşısında duramıyorlar.<br />

Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz: “Bu mescide<br />

ne kadar ilâve yapılsa hepsi muhakkak benim<br />

mescidim olur.” (Ebu Hureyre (r.a.)<br />

Bir diğer hadis-i şeriflerinde de: “Benim şu<br />

mescidim Sana’ya (Yemen’in Başşehri) kadar<br />

büyütülüp yapılsa yine benim bu mescidim olur”<br />

buyurmuşlardır.<br />

MEDİNE’de BAYRAM SABAHI:<br />

Ve Bayram Sabahı… Dünyanın dört bir<br />

yanından gelen Mü’minler Mescid-i Nebevi’deler.<br />

Sevinç ve neşe her tarafı sarmış…<br />

Kalabalığa rağmen orada herkes yer bulabiliyor.<br />

Bayram günü bütün Medineli hanımlar çocuklarıyla<br />

oradalar. Efendimiz (s.a.v.) kız çocuklarınızı<br />

güzel giydirin, süsleyin demiş ya, yerli<br />

halk (Arap hanımlar) da çocuklarına her renkten<br />

elbise giydirerek, saçlarını çiçeklerle süslemişler;<br />

bu coşkulu Bayram Sabahında kız çocuklar<br />

ellerine tutuşturulan sepet ve şeker tabaklarıyla<br />

etraftaki müminlere şeker, çikolata, hurma<br />

ikram ediyorlardı. Böylece Efendimiz (s.a.v.)<br />

Bayram Sabahına tatlı şeyler (hurma vs. gibi)<br />

yiyerek girin sünneti de yerine getirilmiş oluyordu.<br />

Erkekler çocuklarına da yerli giysi olan beyaz<br />

boy elbise ve başına da kefiyeli örtülü takmışlardı.<br />

Güzel sesli imamlar tarafından, Bayram<br />

Namazı başlayana kadar tekbirler getirildi ve<br />

Allah birlendi ve buna çoğu kişi sesli iştirak ediyordu.<br />

Hoparlörden insanın içine işleyen tekbir<br />

sesleri her yere dağılıyordu. Ortalığı haşyet kaplamıştı.<br />

Tekbirlerle, sevinç gözyaşlarıyla bir heyecan<br />

dalgası içinde adeta unutamayacağımız bir bayram<br />

sabahı sevinci yaşandı.<br />

Biz de sık aralıklarla, bayram namazı vaktine<br />

kadar getirilen tekbirleri huşu içinde dinledik<br />

ve gözyaşları içinde mırıldandık:<br />

Allahu Ekber Allahu Ekber<br />

Lâ ilâhe illallahu Allahu Ekber<br />

Allahu Ekber ve lillahil hamd<br />

Allahu Ekber Kabira<br />

Velhamdu lillahi kesira<br />

Ve subhanellahi bükreten ve esila<br />

Ve sallahi alâ Seyyidina Muhammed<br />

Ve sallahi alâ Seyyidina Muhammed<br />

Ve alâ ezvacihi Seyyidina Muhammed<br />

Ve alâ zürriyetihi Seyyidina Muhammed<br />

Ve alâ ashabihi Seyyidina Muhammed<br />

Ve sellim teslimen kesira.<br />

Dipnot:<br />

(1) HAcc idaresine, bu çizginin kaldırılmasını, izdihamın<br />

önlenmesini ben teklif etmiş oldum (A.N.)<br />

46 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011


َّلإِ‏<br />

اب<br />

ان َّ<br />

Hadisleri Arapça’dan Türkçe’ye aktaran:<br />

Necip Fazıl Kısakürek<br />

Niyete göre işler…<br />

Ameli, murad işler.<br />

ترجمة اربعین حدیثاً‏ نظماً‏ للشاعر نجیب فاضل<br />

الاعداد:‏ النائب السابق ناجي ترزي<br />

KIRK HADİS<br />

(Arapça-Türkçe)<br />

إِن َّمَا الأَعْ‏ مَالُ‏ بِالن ِّ ی َّاتِ‏<br />

.2<br />

Hakikat müminindir, imanından ötürü;<br />

Allah’a inandım de, sonra dosdoğru yürü!<br />

قُلْ‏ آ مَنْتُ‏ بِالل َّھِ‏ ثُ‏ م َّ اسْ‏ تَقِمْ‏<br />

أَفْ‏ لَحَ‏ مَنْ‏ رُزِقَ‏ لُ‏<br />

Akıldır insanda varlık silâhı;<br />

Akılla rızıklanan, buldu felâhı…<br />

مَنْ‏ تَشَب َّھَ‏ بِقَوْمٍ‏ فَھُ‏ وَ‏ مِنْھُمْ‏<br />

Yabancı bir kavmi edenler taklit,<br />

Ondandır; takarlar öz ruha kilit…<br />

Din öğüttür yalınız…<br />

Veriniz ve alınız!<br />

Sabah uykusu,<br />

Rızka bir pusu…<br />

الد ِّینُ‏ الن َّصِیحَةُ‏<br />

الص ُّ بْحَةُ‏ تَمْ‏ نَعُ‏ الر ِّزْقَ‏<br />

مَنْ‏ غَش َّ فَلَیْسَ‏ مِ‏<br />

Kolayca inanır mümin, safdildir;<br />

İnsan aldatanlar, bizden değildir!<br />

أَحَب ُّ الْأَعْ‏ مَالِ‏ إِلَى الل َّھِ‏ عَز َّ وَجَل َّ أَدْوَمُ‏ ھَا وَإِنْ‏ قَل َّ<br />

“Yaradanın sevgisine gerekli;<br />

Amel o ki, az olsa da sürekli…”<br />

إِن َّ أَحَب َّ الْأَعْ‏ مَالِ‏ إِلَى الل َّھِ‏ عَز َّ وَجَل َّ الْحُب ُّ فِي الل َّھِ‏<br />

وَالْبُغْضُ‏ فِي الل َّھِ‏<br />

Allah’ın emrettiği sahici Müslümanlık,<br />

Allah için dostluktur, Allah için düşmanlık…<br />

Derleyen ve Takdim: Naci Terzi<br />

.1<br />

.3<br />

.4<br />

.5<br />

.6<br />

.7<br />

.8<br />

.9<br />

الْكَلِمَةُ‏ الْحِكْ‏ مَةُ‏ ضَال َّةُ‏ الْمُؤْ‏ مِنِ‏ فَحَیْثُ‏ وَجَدَھَا فَھُ‏ وَ‏<br />

أَحَق ُّ بِھَا<br />

.10<br />

Hikmet, Müslümanın kaybolmuş malı;<br />

Nerde görse; kimde bulsa almalı…<br />

Değer yalnız kalbedir;<br />

Her pişmanlık tövbedir…<br />

الن َّدَمُ‏ تَوْ‏ بَةٌ‏<br />

الت َّائِبُ‏ مِنَ‏ الذ َّنْبِ‏ كَمَنْ‏ لاَ‏ ذَنْبَ‏ لَھُ‏<br />

Tertemizdir, gerçek tövbe sahibi;<br />

Tövbe eden, günah etmemiş gibi…<br />

ةُ‏ تَحْتَ‏ أَقْدَامِ‏ الْ‏ أُم َّھَاتِ؟<br />

Annelere minnet, ebedî minnet!<br />

Annenin ayağı altında Cennet…<br />

مَا عَالَ‏ مَنْ‏ اقْتَصَدَ‏<br />

İktisat, taşı nurdan bir taç…<br />

İktisat eden olmaz muhtaç…<br />

َّنجَ‏ اَلْ‏<br />

.11<br />

.12<br />

.13<br />

.14<br />

.15<br />

En ince ölçülerle ışıklansın önünüz!<br />

İzin isteği üçtür; vermezlerse dönünüz!<br />

اَلْ‏ اِسْ‏ تِئْذَانُ‏ ثَلَاثٌ‏ فَإِنْ‏ أُذِنَ‏ لَكَ‏ وَ‏ ا فَارْجِعْ‏<br />

.16<br />

Gurur, gafil insanı yutan korkunç uçurum.<br />

Kul gibi yemek yerim, kul gibi otururum:<br />

آكُلُ‏ كَمَا یَأْكُلُ‏ الْعَبْدُ‏ وَأَجْ‏ لِسُ‏ كَمَا یَجْ‏ لِسَ‏ الْعَبْدُ‏<br />

الْكَلِمَةُ‏ الط َّی ِّ بَةُ‏ صَدَقَةٌ‏<br />

Güzel söz ruha sebil;<br />

Sadakadır tatlı dil.<br />

.17<br />

.18<br />

Kolaylığı gösterin, zorlukla korkutmayın;<br />

Sevindirin, şevk verin, zevk verin, soğutmayın!<br />

یَس ِّ رُوا وَلَا تُعَس ِّرُوا وَبَش ِّرُوا وَلَا تُ‏ نَف ِّ رُوا<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 47


َّلاَ‏<br />

اقً‏<br />

قَالَ‏ الل َّھُ‏ عَز َّ وَجَل َّ سَبَقَتْ‏ رَحْ‏ مَتِي غَضَبِي<br />

Hak bana, rahmetim taşkındır dedi:<br />

Gazabımdan kat kat aşkındır dedi.<br />

ِّیقَ‏ دْ‏ وَتَوَك َّلْ‏<br />

Tedbiri Allah’a bağla ey gönül!<br />

Bağla da yine et O’na tevekkül!<br />

الص َّبْ‏ رُ‏ عِنْدَ‏ الص َّدْ‏ مَةِ‏ الأُولَى<br />

İlk darbede en çok bunalır yürek;<br />

Sabır, sarsıntının başında gerek…<br />

إِن َّ حُسْنَ‏ الْعَھْدِ‏ مِنَ‏ الْإِیمَانِ‏<br />

Bağlan sözüne candan!<br />

Ahde vefa imandan…<br />

.19<br />

.20<br />

.21<br />

.22<br />

اِسْ‏ تَفْتِ‏ نَفْسَكَ‏ وَإِنْ‏ أَفْ‏ تَاكَ‏ الْمُفْتُونَ‏<br />

Müftüler mi fetva veriyor?<br />

Sen fetvayı vicdanına sor!<br />

İslamda üstün insan:<br />

Ahlâkı bütün insan…<br />

أَفْ‏ ضَلُ‏ الْمُؤْ‏ مِنِینَ‏ أَحْسَنُ‏ ھُمْ‏ خُ‏ لُ‏<br />

یَدُ‏ االلهِ‏ عَلَى الْجَمَاعَةِ‏<br />

Düşün bu sırrı her solukta:<br />

Allah’ın eli toplulukta…<br />

.30<br />

.31<br />

.32<br />

.33<br />

Ve İslâm, sürdüğünden mesul olmak gücüdür.<br />

Hepiniz çobansınız; Müslüman sürücüdür;<br />

كُل ُّكُمْ‏ رَاعٍ‏ وَكُ‏ ل ُّكُمْ‏ مَسْئُولٌ‏ عَنْ‏ رَعِی َّتِھِ‏<br />

.23<br />

Kadınlar erkeklerin parçası, dilim dilim…<br />

Güzel, ince ve temiz, her şey onlara teslim…<br />

إِن َّمَا الن ِّسَاءُ‏ شَقَائِقُ‏ الر ِّجَالِ‏<br />

راشِي وَالْمُرْ‏ تَشِي فِي الن َّارِ‏<br />

Rüşvete el sürmek, ateş ki ateş;<br />

Alan da, veren de birbirine eş…<br />

.34<br />

إِن َّ الل َّھَ‏ جَمِیلٌ‏ یُحِب ُّ الْجَمَالَ‏<br />

Alem güzellikle bezeli…<br />

Güzel Allah sever güzeli…<br />

Sevgiline gel, sokul!<br />

Sevdiğiyle olur kul…<br />

48 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />

الْعَبْدُ‏ مَعَ‏ مَنْ‏ أَحَب َّ<br />

لَیْسَ‏ الْمُؤْ‏ مِنُ‏ ال َّذِى یَشْ‏ بَعُ‏ وَجَارُهُ‏ جَائِعٌ‏ إِلَى جَنْ‏ بِھِ‏<br />

Komşular açken, Nefsinden emin,<br />

Karnını doyuran, değildir mümin…<br />

أَحِب َّ لِلن َّاسِ‏ مَا تُحِب ُّ لِنَفْسِكَ‏<br />

Nefsin için ne seversen,<br />

Halk için de sev onu sen!<br />

لَیْسَ‏ الْغِنَى عَنْ‏ كَثْ‏ رَةِ‏ الْعَرَضِ‏ وَلَكِن َّ الْغِنَى غِنَى<br />

الن َّفْسِ‏<br />

.24<br />

.25<br />

.26<br />

.27<br />

.28<br />

Zenginlik, sanmayın, mal çokluğunda;<br />

Nefs gınasındadır, göz tokluğunda…<br />

أَصْدَقُ‏ كَلِمَةٍ‏ قَالَھَا شَاعِرٌ‏ كَلِمَةُ‏ لَبِیدٍ‏ أَلَا كُل ُّ شَيْءٍ‏<br />

مَا خَلَا الل َّھَ‏ بَاطِلُ‏<br />

.29<br />

En doğru söz Lebid’in; şiirle donatılmış,<br />

Allah’tan başka her şey hakikatte bâtılmış…<br />

Ölüm isteğini at!<br />

Vazifedir bu hayat…<br />

35. لاَ‏ تَتَ‏<br />

َّنمَ‏ وُا الْ‏ مَوْتَ‏<br />

.36<br />

Cihazda, topluluktan uzak nokta paslanır;<br />

Müminler binalardır omuz omza yaslanır.<br />

الْمُؤْ‏ مِنُ‏ لِلْمُؤْ‏ مِنِ‏ كَالْ‏ بُنْ‏ یَانِ‏ یَشُد ُّ بَعْضُھُ‏ بَعْضًا<br />

أَحَب ُّ الط َّعَامِ‏ إِلَى االلهِ‏ مَا كَثُ‏ رَتْ‏ عَلَیْ‏ ھِ‏ الْأَیْ‏ يدِ‏<br />

Sofrada Allah’ın sevdiği kıymet;<br />

Üzerinde en çok el toplanan nimet…<br />

أَحَب ُّ الْجِھَادِ‏ إِلَى االلهِ‏ كَلِمَةُ‏ حَق ٍّ تُقَالُ‏ لِإِمَامٍ‏ جَائِرٍ‏<br />

“Hakkın en sevdiği savaşmada söz,<br />

Baştaki zalime söylenen hak söz.”<br />

.37<br />

.38<br />

.39<br />

İnsanda güzel ahlâk için, gönderilişim;<br />

Ahlâkı nokta nokta bütünlemektir işim…<br />

إِن َّمَا بُعِثْتُ‏ لأُ‏ تَم ِّمَ‏ مَكَارِمَ‏ الأَخْلاَقِ‏<br />

.40<br />

“İki zaifin size hakkını haram ettim:<br />

Biri desteksiz kadın, biri kimsesiz yetim…”<br />

إِن ِّ ى أُحَر ِّجُ‏ عَلَیْكُمْ‏ حَق َّ الض َّعِیفَیْنِ‏ الْیَتِیمِ‏ وَالْ‏ مَرْأَةِ‏


Şiir<br />

Gülşehri<br />

DAR DÜNYA<br />

Otur da bir yana, baharı seyret;<br />

Angaryayı delen bakış hülyâdâ<br />

Bul kendine sıkıntı içinde huzur,<br />

Dalsın iç gözlerin sanki rüyâda.<br />

Kara alçak deniz yüksek ufukta,<br />

Nefesim tıkandı kıyı ovada.<br />

Yoksa geçer günler ama yıpratır,<br />

Çalışır göründük (10 gün) Eğrikaya da.<br />

Yeşille kırmızıyı seçemez gözüm,<br />

Bu bahar da kaybettiydik kurrada.<br />

Çiftçiler hür, çobanlar hür çevremde,<br />

Bıktı bundan binili de yaya da.<br />

Gösterişte biz geçince acemi,<br />

Generaller sarhoş oldu “Hurra” da.<br />

Askerlik bu mu be odun kafalar,<br />

Kumandan, selamlarlar semâda.<br />

Disiplin arzumu yeneyim dedim,<br />

Al teskereyi de Ali, getirme yâda…<br />

Geniş ol diye de salık verirler;<br />

Ne yapıp ta sığamadığım dünyada!.. (1969)<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 49


Şiir<br />

Firdevs Yüksel<br />

ON ÜÇ MÜ MEŞ’UM<br />

(RAHİP KIZI ALLİSON)<br />

Akdağ’ın serancamını<br />

dinler bir Germiyan kızı,<br />

Sakarya’nın buruşuk, kuzeyin<br />

sazlık Filyos’una akarak..<br />

Menderes’in Türküsünü çığırır,<br />

Frig’in bir bestesinden ilham alarak…<br />

Çağırır Yörük Kuşu’nun ezgisini,<br />

İstanbul’un zümrüt kanatlarına bakarak…<br />

13 yıl evvel başlamıştı dasitan<br />

On üç mü meş’um?<br />

Uğursuzun elinden alınmış<br />

İl benim ilim gayrı<br />

Yadellere verir miyim ilimi…<br />

Dün Rahip kıkı Allison’u<br />

ağlattım ben…<br />

İzin verdim Protestan kızın ağlamasına,<br />

Katolik Ana’sının sertliğiyle…<br />

Sıvazlamadım sırtını<br />

Meryem Analarının rahmetine güvenerek…<br />

Azeri kızı değildi ya karşımda ağlayan<br />

Dağlık Diyarlarını kaybetmiş addolan.<br />

Meryem Anaları, Jesus Babaları,<br />

Kirlendiklerinde yuyan, Vaftizci Yahyaları<br />

vardı onların<br />

Ukba’da ve Aksa’da.<br />

Türkçeyi anlamadıkça ağlayan,<br />

Kitabını havaya savuran cemaat;<br />

Çevirmedin hiç sol yanağını!<br />

Ama çevirdin Adapazarı’nda<br />

50 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />

Yaprak yaprak dökülmüş, zedelenmişlere<br />

Kutsal addettiğin Kitap’ın yapraklarını.<br />

“Babalık” yapamadık biz Ferisiler gibi<br />

“Ayak” da olamamış Baş’lara.<br />

Tanrım: Niye kovalatırsın insanlara Şeytanını?<br />

İblis’i de bir asaletle yaratmışsındır elbet…<br />

Sırat-ı Müstakim’ini kurdu Rab<br />

Akkuşla Karakuş, tümülüsvari,<br />

sokağına iliştirdi.<br />

Kurdu Kübra’yı Rab<br />

Yargıladı Ak’la Kara’yı.<br />

Fethin Türk çocuklarıydık biz<br />

Bakire Anayla, kutsal Baba’nın ayırdığı…<br />

Onüç mü meş’ummuş?<br />

Trimurti’nin üçü mü ehven sana ey<br />

Rahip kızı Allison!<br />

Niye ürkersin üçlerden beşlerden yedilerden<br />

Yedi şamdanlı dalın mı kırılmış…<br />

Hint Avatarının devşirilmiş İsa’sı;<br />

On üç mü meş’um?<br />

Yoksa üç mü?<br />

Üç kez düşmüş cisim toprağa…<br />

Üç din doğmuş insanlığa…<br />

Onsekiz bin nebiyle,<br />

Kimse ünlememiş kitapsızları.<br />

Üç dün kalmış toprağa… Biri doğru.<br />

Toprağın hakanına…<br />

On üç mü meş’um,<br />

Ey Rahip kızı Allison!


Şiir<br />

Usâme Fatih<br />

Sana bakmak derin deryalarda kaybolmak gibi<br />

Izdırabı yürekte barındırmak mıdır sevgi?<br />

Çocukluğumla kaybettiğim yüzümde beliren neşe<br />

Seninle notalanmış dudaklarımda ezgi?<br />

Masum yüzünde beliren endişe<br />

Allah’ı arayanların sığındığı sığınak<br />

Sevgiliyi anınca dertleri gizleyen<br />

Allah’a yakın şeytan’a uzak.<br />

Marifet miymiş günlüklere hayatı satırlamak,<br />

Asıl marifet bu dünyada ölümü hatırlamak.<br />

Herkesin delisi bize gözükür ferruh,<br />

Ne bedenim çeker bu deliyi ne de yorgun ruh.<br />

Kasırgalarla boğuşan bir çöldeyim sanki<br />

Hiç sona ermez bu bunaltı bazen sanırım baki.<br />

***<br />

Beynim abluka altında, içimde bir hırçınlık,<br />

Neden yorgun bir yürek, nedir bu bıkkınlık.<br />

Neyse kurban gitmiş ruh, nefes gırtlak da düğümlü,<br />

Gündüzler görünmüyor, pusuya yatmış karanlık!..<br />

Stres, bunaltı, sitem hepsi yüklenir birden<br />

İçimde bir yürek var, irkilen,<br />

Bir eylem var gözlerimde, kopmuş görevinden,<br />

Bir nefis var ki, hiç şaşmaz hedefinden.<br />

Ne bir sis var havada, ne de bir duman<br />

Kimdir bu gözler önüme, şu bulutu konduran,<br />

Nefs şeytana oyuncak, şeytan da nefse muhtaç,<br />

Yok mudur şu kalleşi, Allah için susturan!...<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 51


Şiir<br />

Hızır İrfan Önder<br />

AŞK GAZELİ<br />

Ben yâre yâr dedim de yâr demedi bana yâr<br />

Önce yâr dediğime sonra diyemem ağyâr!..<br />

Cevrinde nihayet yok, nazında bir karar yok<br />

Yara içinde yaram, nâr üstünde nârım var!..<br />

Şikâyetim yok benim yârden gelen cefâya<br />

Bin ömür ezâ çeksem cânım sevdâya akar!..<br />

Kâlû Belâ’dan beri ben benden vazgeçmişim<br />

“Sevmek ölmekle başlar!” Kucakla beni kabir!..<br />

Kim demiş ki Sükûtî mey içmez güzel sevmez<br />

Bühtândır söylenenler çünkü başım hep huşyâr!..<br />

52 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011


Tanıtma<br />

Tanıtan: Yusuf Tercüman<br />

Mahmud-i Şebusteri<br />

GÜLŞEN-İ RÂZ<br />

(Gizli Bahçe)<br />

1-) “…Şeyhler Şeyhi Şeyh Mahmûd-i<br />

Şebüsteri’nin yüce merkadidir: Mezarındaki kitabede:<br />

720 yılında göçmüş.”<br />

“Gönlü aşkla diri olan asla ölmez;<br />

Ebediliğimiz âlem ceridesine kaydedilmiştir.”<br />

(Hafız Şirâzi)<br />

“O’dur Ölmez Diri” Hüvel-bâkî<br />

“Güneşe delil yine güneştir.” (Mevlana)<br />

2-)Ön söz ve şerh, Abdülbaki Gölpınarlı /<br />

M.E.B. yayınıdır.<br />

Sadeddin Mahmûd bin Emineddin Abdülkerim<br />

bin Yahya, Tebrizin Şebüster kentinde<br />

1325’te doğmuş, 33 yaşında aynı yerde ölmüş.<br />

(1325+33/1358)<br />

“Gülşen-i Râz”ı Emir Hüseynin gönderdiği<br />

manzum sorulara cevap olarak yazmış. (15 soru)<br />

Tefsir, hadis ve kelâm ilimlerini tam hazmetmiş<br />

bir kişilikle ortaya koymuş. (Şeyh Galibin:<br />

“Hüsn-ü Aşk” divanını benzer yaşta yazdığını<br />

örnek alır ve mümkündür… deriz.<br />

Bombay’daki kataloga göre; 28 beyttir. O<br />

da 71 beytle cevap vermiş. Ama istek üzere,<br />

genişletmiştir… 35 kadar daha şerhi vardır.<br />

Kitabın yazılış sebebi: Horasanlı S. Hüseynin<br />

gönderdiği sorulardır.<br />

Sorular:<br />

1-Düşünce denen şey nedir?<br />

2- Bizim için yol şartı olan düşünce hangisidir?<br />

3- “Kendinden kendine sefer et” derler<br />

(Nüzhed Dede-12. asır) anlamı nedir?<br />

4- Yolculuk nasıl olur; kime olgun kişi diyelim?<br />

5- Birlik sırrına kim vâkıf olur?<br />

6- Mukaddes tanrıya, şu bir avuç toprağın<br />

başındaki bu sevda nedir? (*)<br />

7- Hangi durakta, “Ben Hakk’im denir?<br />

8- Yaratılmışa, neden, ulaşmış derler?<br />

9- Mümkünle vacibin birleşmesi nedir?<br />

Hüseynin sözleri, hasbıhaldir ancak; bu sorular<br />

sorulanı sınamak için sorulmamıştur.<br />

***<br />

1. Can düşünceyi öğretenin, gönül mumunu,<br />

can ışığıyla aydınlatanın adıyla.<br />

2. Onun lûtfuyla iki âlem de aydınlandı;<br />

onun feyziyle Âdem’in toprağı gül bahçesi kesildi…<br />

3. Öyle bir kuvvet, kudret sâhibidir ki bir<br />

bakışlık, bir görüşlük zamanda, “Kaf” la<br />

“Nun”dan iki âlemi de meydana getirdi<br />

4. Kudretinin katı, kaleme can verip emredince<br />

kalem, yokluk levhinde binlerce nakışlar,<br />

sûretler belirtti.<br />

5. İki âlem de o soluktan meydana geldi.<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 53


6.Bu akıl, bu her şeyin ne olduğunu anlayış<br />

kabiliyeti, Âdem’de zuhûr etti de bu kabiliyetle<br />

her şeyin aslını bildi.<br />

7. Kendisini muayyen bir şahıs olarak görünce<br />

de ben kimim diye düşünceye daldı.<br />

8. Cüz’î âlemder küllî âleme bir sefer etti;<br />

oradan da tekrar döndü, bu âleme geldi.<br />

9. Dünyayı îtibârî bir şey gördü; sanki “bir”<br />

sayısı gibi tek varlık, bütün sayılara yayılmıştı.<br />

10. Emir ve Halk âlemi, o bir soluktan<br />

meydana geldi; dönüp aslına giden o soluk, gelen<br />

soluktu ancak.<br />

……………………………………….<br />

32. Bu sözleri duyup şaşıran kişilerin, bu<br />

sözlerdeki mânâları anlamaları, bilmeleri mutlaka<br />

lâzımdır.<br />

Hz. Peygamber (s.a.) “Bir an düşünmek,<br />

yetmiş yıl (nâfile) ibâdetten hayırlıdır” buyurmakta<br />

(Künûz’ül-Hakaaık, II, s.27), Kur’an’ı,<br />

mânâsını düşünerek okumanın lüzûmunu belirtmektedir.<br />

(aynı, s. 198) Gene Kur’an-ı Kerim’in<br />

IV. Sûresinin (Nisâ) 82., X. Sûresinin 31.<br />

XII. sûresinin 2., XXIII. sûresinin (Mü’minûn)<br />

68., XXXVIII. Sûresinin (Sâd) 29. ve<br />

XLVII.sûresinin (Muhammed s. m) 6.âyetlerinde<br />

tedebbürün lüzûmu belirtilir ki bu da düşünceden<br />

ibâretti, yahut düşecenin sonucudur.<br />

Alıntılar:<br />

“Allah bilgisi: Allah’ın zâtının muktezası<br />

olan bilgisinden insan âlemine kadar bütün zerrelerden<br />

süzülerek, bütün âlemlerden devrederek<br />

geldiği için insan, kâinatın zübbesidir…”<br />

***<br />

İlk zamanlarda Hind tesiri altında gelişen<br />

tasavvuf, dünyâdan tamâmiyle kaçınmak, maddi<br />

zevklerden çekinmek, evlenmemek, azıksız olarak<br />

çöllere dalmak gibi İslâm’da olmayan katı bir<br />

şâhitlik şeklinde tecelli ederken Yunan felsefesinin<br />

tesiriyle Varlık Birliği (Vahdet-i Vücûd)<br />

inancı benimseyen ve bunu İslâm’a tatbıyka<br />

uğraşan bir mâhiyet almıştır. Bu inancı güdenler,<br />

sülûkte, ilk olarak her işin, mazharına ve o mazharın<br />

istidâdına göre doğru ve yerinde olduğunu,<br />

her işin fâilinin Tanrı bulunduğunu (Tevhid-i<br />

Ef’al), ikinci merhalede, işlerin, sıfatların zuhûru<br />

olması bakımından bütün sıfatların, Tanrı’ya<br />

râci’ olduğunu (Tevhid-i Sıfât), üçüncü merhaledeyse<br />

sıfatların, bir tek zâtın, mazharları ve<br />

istîdatlara göre zuhûru olup her sıfatların, zâtın<br />

54 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />

aynı bulunduğunu bilir, görür ve bu görüşle de<br />

tahakkuk eder (Tevhid-i Zât). Fakat, bu makamlar,<br />

yokluk (Fenâ) makamlardır. Hele son makamda,<br />

sâlikin nazarında ne kendi varlığı, ne de<br />

kâinâtın varlığı kalır. Bu yokluktan, Tanrı varlığına<br />

bürünmesi, geri dönmesi gerektir. Geri dönerken<br />

de aynı makamlara, fenâ ile değil, Hak<br />

varlığıyla uğraması gerekir. Sâlik önce Tanrı<br />

zâtiyle, sonra sıfatlariyle, sonra da fiilleriyle varlığa<br />

erer. Bu makamlara da “Cem’, Hazret’ül-Cem’,<br />

Cem’ul-Cem”denir. Bu inanç, bu terimler, Kitap<br />

ve Sünnette yoktur; esâsen, her şeyi Tanrı zuhûru<br />

tanımak, vâcibin mümkin şeklinde zuhûr<br />

ettiğine, edeceğine, açıkçası âlemin, Tanrı olduğuna<br />

inanmak tır. Bu yüzden, şerâattan ayrılmayan<br />

sûfîler, bu çeşit “Vahdet”i kabûl etmemişler,<br />

onlarca Vahdet, her şeyde Tanrı’nın kudretini,<br />

kemâlini, sun’ını hikmetini, tedbir ve tasarrufunu<br />

görmek, bu azamet karşısında, O’nun varlığından<br />

başka varlıkları yok saymaktan ibârettir.<br />

Mevlânâ’nın ve Şebüsteri’nin Birlik inancı,<br />

bu tarzdadır; ileride bu bahis, biraz daha ve etraflıca<br />

aydınlanacaktır.<br />

Herkesin meşrebi ayrı olduğuna göre herkes,<br />

kendi meşrebine göre söz söyleyeceğinden sözler<br />

arasında aykırılıklar da olabilir. Bu yüzdendir ki<br />

şeriatta, kesin delil ancak Kitap ve Sünnettir.<br />

Rüya, keşif vs. delil ve hüccet sayılmaz. Hattâ<br />

kıyas bile. Hele nassa karşı, hüccet olamaz. Bir<br />

de cezbe yüzünden, erişmeden ve vakitsiz söylenen<br />

yahut benlikten doğan sözler vardır; Huseyn<br />

b. Mansûr’il – Hallâc’ın, “Ben Hakk’ım” meâlini<br />

veren sözleri bunlardandır.<br />

Bana düşünce nedir, söyle bunun mânasını<br />

anlamak hususunda şaşırdım kaldım dedin.<br />

Düşünce bâtıldan hakka gitmek, cüz’de<br />

mutlak olan küllü görmektir.<br />

Buna dair kitaplar meydana getiren hakimler,<br />

düşünceyi tarif ederken şöyle demişler:<br />

Gönülde bir tasavvur meydana geldi mi önce<br />

ona hatırlayış adı verilir.<br />

Düşünceye daldın da bu dereceyi aştın mı<br />

düşünce, örfte ibret adını alır.<br />

Akıllıca düşünce, bir işi etraflıca düşünüp<br />

başarmaya yarayan tasavvurdur.<br />

Bilinen şeyler hatırlanır da zihinde bir tertibe<br />

tabi tutulursa anlaşılmayan ve anlaşılması<br />

istenen şey bilinir, anlaşılır.<br />

Kıyasta mukaddem, babaya benzer, tâlî<br />

anaya. Netice de çocuk gibidir kardeş.


Fakat bir hükme varmak için yapılan bu<br />

tertip, mantık bilmeye bağlıdır.<br />

Ama bir de şu var ki, Tanrı yardımı olmadıkça<br />

yapılan tertip ve varılan hüküm, ancak<br />

taklide uymadır. Taklidin ta kendisidir.<br />

Bu, uzak ve uzun bir yoldur. Bırak bu yolu<br />

da bir zamancağız olsun Mûsâ gibi asâyı terk et…<br />

Eymen vadisine gel; ağaç bile sana “Ben<br />

Tanrı’yım, Tanrı” desin!<br />

Hakikate erişen, her şeyin hakikatini gören<br />

ilk bakışta varlık nurunu görür.<br />

Marifete sahip olan ve o tertemiz varlık nurunu<br />

gören, neyi görse önce Tanrı’yı görmüş olur.<br />

İyi düşünce için gönülden her şeyi çıkarmak,<br />

gönlü arıtmak gerek. Ondan sonra da Tanrı<br />

yardımı şimşeğinden bir nurdur çakmalı.<br />

Tanrı, birisine yol göstermedi mi o adama<br />

mantıkla hiçbir kapı açılmaz.<br />

Felsefeye düşkün hakim, şaşırıp kaldığından<br />

bu âlemi ancak imkân âlemi olarak görür de.<br />

Vacibi mümkünle ispata kalkışır. Bundan<br />

dolayı da Vacibin zatında hayrete düşer.<br />

Bazen devre saplanır, ters yüzüne gitmeye<br />

başlar… bazen teselsüle kapılır, teselsülde hapis<br />

olur gider.<br />

Aklı, varlıkla uğraşıp durduğundan ayağı<br />

teselsüle bağlanır.<br />

Her şey, zıddıyle meydana çıkar. Fakat<br />

Tanrı’nın ne benzeri vardır, ne zıddı.<br />

Eşi, benzeri olmayınca da bilmem ki akla<br />

uyan, onu nasıl bilebilir?<br />

Mümkün, Vacibe örnek olamaz ki.. şu halde<br />

mümküne sarılan onu nasıl bilebilir, nasıl?<br />

Ne bilgisizdir akla uyan adam… ovaya<br />

düşmüş, ortalığı aydınlatan parlak güneşi mumla<br />

aramakta!<br />

Güneş bir halde kalsaydı ışığı da bir çeşit<br />

olurdu.<br />

Fakat bu ışığın onun ışığı olduğunu, içle derunun,<br />

hakikat âlemiyle bu âlemin arasında hiçbir<br />

fark bulunmadığını kimse bilmez.<br />

Âlemi, baştanbaşa Tanrı nurunun ışığı bil.<br />

Tanrı, âlemde, meydanda olduğu için gizlenmiştir;<br />

meydanda oluşu, gizli kalmasına sebep olmuştur.(1)<br />

Tanrı nuru ne bir yerden bir yere gider, ne<br />

bir halden bir hale girer. O ne değişir, ne başka<br />

bir şekle bürünür.<br />

Sen âlemi daima kendi varlığıyla duruyor<br />

sanırsın.<br />

Kimde uzun uzadıya düşüncelere dalan akıl<br />

varsa onun önüne pek çok baş döndürecek şeyler<br />

çıkar; ne kadar şaşırır o adam!<br />

Bu abes, bu işe yaramaz aklın uzun düşüncelere<br />

dalması yüzünden birisi felsefeye düşmüştür,<br />

öbürü hulûle inanmıştır.<br />

Akılda o nuru görmeye kudret yok… yürü,<br />

onu görmek için başka bir göz ara!<br />

Felsefenin iki gözü de şaşı da onun için<br />

Tanrı’yı bir göremez.<br />

Teşbih görmezlikten ileri gelir; tenzihe ait<br />

anlayışı da tek gözlü olmadan.<br />

Tenâsuh, görüş darlığından meydana çıkar,<br />

onun için küfürdür, aslı yoktur.<br />

İtizal yolunu tutan, anadan doğma kör gibi<br />

bütün yüceliklerden nasipsizdir.<br />

Tevhit zevkini tatmayan kelâmcı, taklit bulutuyla<br />

örtülmüş, karanlıklarda kalmıştır.<br />

Zâhir ehlinin iki gözünde de kuru ağrı<br />

var… onlar, âlemde görünen şeylerden başka bir<br />

şey göremezler.<br />

Onun için Tanrı hakkında az çok söz söyleyenler,<br />

hep kendi görüşlerini anlatmışlardır.<br />

Tanrı’nın zatıysa nelikten de münezzehtir.<br />

Nitelikten de, söylenen sözlerin hepsinden yücedir<br />

o!<br />

Mantıkla, vacibi, yâni varlığı kendinden<br />

olan ve varolması gerekli bulunan varı bulmak,<br />

onu ispât etmek yolu şöyledir:<br />

Mümkin, yâni var olabildiği gibi yok da olabilen,<br />

varlığı, başka bir varlığa muhtâç olan şey,<br />

mutlâka bir sebebin, bir illetin sonucudur ve<br />

mutlâka bir vardan varoluştur. Mümkinin varlığına<br />

sebep vâcipse ne âlâ; fakat mümkinse, o da<br />

bir sebep, bir illet yüzünden varolmuştur. O da<br />

mümkinse, onun da varlığına bir sebep vardır ve<br />

bu, böylece ulanır gider; sonu gelmez. Buna “Teselsül”,<br />

yani ulanıp gitme denir ve bâtıl sayılır;<br />

çünkü mütlâka bir sonuca dayanması gerektir.<br />

Bir varın varlığına sebep, mümkin bir şeyse,<br />

onun varlığına bir ikinci mümkün de sebep olabilir.<br />

Varlığa sebep, ilk mümkinse, onun varlığı<br />

da ikinci mümkine bağlıdır; fakat ikinci mümkün<br />

de birincinin varlığına bağlıdır. Birinci münkin<br />

olmasa, onun da olmaması icâb eder. Bu düşünce,<br />

gerisin geriye, ters yüzüne bir gidiştir; bir<br />

“devir” dir. Şu hâlde mümkinin vücûdu, mutlâka<br />

“vâcib” e dayanır. Ancak bütün bunlar, akla<br />

bağlıdır; akılsa zamanının, çevresinin bilgisinin<br />

tutsağıdır; her şeyi, zıddıyla, yahut eşidiyle, örne-<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 55


ğiyle bilebilir. Varlığı vâcip olan Hakk’ınsa ne<br />

zıddı vardır ne eşidi, örneği. Bu bakımdan istidâl<br />

yolu, akılla gidilen felsefi yol, insanı gerçeğe götürmez.<br />

Ve onun yolunda gidenler, Kur’ân-ı Kerim’i,<br />

zamanlarının geçer bilgisi olan Yunan felsefesiyle,<br />

onların yaratılışa, astronomiye âit bilgileriyle<br />

tefsire daha doğrusu Kurân’ı, zamanlarındaki<br />

bilgiye tatbika uğraşmışlardır. Oysa ogün, akılları<br />

tatmin eden tefsir ve te’vil yolları, bugünün ilmi<br />

inkişaflariyle iflas etmiştir. Bugün de aynı yolda<br />

yürümek isteyenler var. Fakat bu yol, tehlikeli<br />

bir yoldur; hizmet adına ihânettir.<br />

Hıristiyanlık teşbih, Mûsevilik tenzih esâsına<br />

dayanır. Müslümanlık, teşbihile tenzih arasında<br />

“Tevhid” dinidir. Allah, zâtıyle her şeyden<br />

münezzehtir, fakat her şeyde kudreti, yaratışı,<br />

tedbir ve tasarrufu görünmektedir, her şey,<br />

O’nun varlığına, birliğine delildir.<br />

“Varlık Birliği”ni, kâinât Allah’tır tarzında<br />

anlayanların inancı, gerçek sûfilerce bâtıldır.<br />

Çünkü ne Allah kâinât olur, ne de kâinât Allah’tır.<br />

Kâniât, Allah’tır inancı “Vahdet-i<br />

Vücûd” değil, “Vahdet-i Mevcûd” dur. Vahdet-i<br />

Vücûdda kâinât, Allah’la kaimdir; hattâ Allah’a<br />

nispeten kâinât yoktur. Güneşin ziyâsı güneşle<br />

kaimdir; güneş olmasa ziyâsı olmaz; fakat güneşin<br />

ziyâsı güneş değildir. kâinât da Allah’ın eserlerinin,<br />

hükümlerinin, sıfatlarının mazharıdır<br />

ama zâtı, her şeyden müzzehtir; hiçbir şey O<br />

değildir.<br />

Bazı Benzer Kavramları:<br />

Tenasüh: “Ölümle ruhun ceset değiştirip<br />

tekâmül etmesi” ne inanmaktır.<br />

Temasüh: “Geriye doğru düşerek gitme;<br />

hayvana.”<br />

Terasuh: “Nebata dönüşme.”<br />

Tefasüh: “Cansızlara düşme.”<br />

Hepsi de batıldır.<br />

2.Soruya cevabı:<br />

“Yolumuzda şart olan hangi düşüncedir?<br />

Neden düşünce bazen ibadettir, bazen günah”?<br />

Tanrı sıfatlarını, Tanrı nimetlerini düşünmek<br />

yol şartıdır. Fakat Tanrı’nın zatını düşünmek,<br />

günahın da kendisidir.<br />

Tanırı’nın zatını düşünmek boştur, saçmadır.<br />

Eldekini elde etmeye çalışmak bil ki, olmayacak<br />

bir şeydir!<br />

Âlemdeki şeyler, Tanrı’nın zatından nurlanan,<br />

zatına delâlet eden şeylerdir. Fakat zatı,<br />

onlarla nurlanmaz ki!<br />

Bütün âlem, onun varlığından meydana<br />

gelmişken, varlığı, nasıl olur da âlemden görünür?(2)<br />

Tanrı zatının nuru, görünen şeylere sığmaz;<br />

onun ululuk nurları her şeyi kahreder.<br />

Aklı bırak da Hak’la bulunmaya bak… yarasanın<br />

gözünde güneşi görmeye kudret yok.<br />

Tanrı nurunun kılavuz olduğu yerde Cebrail’in<br />

sözü mü olur?<br />

Melek de Tanrı tapısına yakındır, o yakınlığa<br />

erişmiştir ama “Öyle bir zamanım olur ki Tanrı’yla<br />

beraber olurum” makamına giremez ki.<br />

Tanrı nuru, meleğin bile kanadını yakarsa<br />

artık aklı, haydi baştan ayağa kadar yaktı gitti!<br />

Tanrı’nın pek parlak, pek nurlu olan zatına<br />

karşı aklın nuru, güneşe bakmaya çalışan göze<br />

benzer.<br />

Göz, güneşe bakmaya kalkıştı mı kamaşır,<br />

kararır, bir şey görmez olur.<br />

Fakat bir bilsen… karanlık, Tanrı zatının<br />

nurudur. Âbıhayat, o karanlık içindedir.<br />

O kara nur, ancak göz nurunu alır. Sen bakışı<br />

bırak… zaten burası bakış yeri değil!<br />

Tertemiz âlemin toprakla ne münasebeti<br />

var? Anlayış, anlamındaki aczi anlamaktan ibarettir.<br />

Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir ya… yüz karalığı,<br />

mümkin olan şeylerden iki âlemde de ayrılmaz.<br />

Derviş, iki âlemde de yüz karası olan yokluk<br />

yok mu… eksiksiz, artıksız aradığını bulacağın<br />

ulu şehir, o yokluktur işte!<br />

Ne diyeyim? Bu nükte pek ince: Apaydın<br />

gece kapkara gündüz içinde<br />

***<br />

Bir tasavvuf kitabı olarak; şeriata uygun, E.<br />

Sünnete paralel bilgilere dayalı mütalaalarda<br />

doludur, okunması elzemdir.<br />

Dipnot:<br />

(1)Allah o kadar zahirdir ki; zuhurunun şiddetinden gâibdir. (Y.T.)<br />

(2) Vahdet-i Vücut bâtıl . Vahdet-i Şühut da zayıf.<br />

Aslolan: Her şeyin Allah’ın birliğine göre dengelenmesidir. O<br />

vardır; her şey vardır. O tektir, her şey O tek’in huzurunda konuşlanmıştır.<br />

Tıpkı, Tek nokta etrafındaki sayısız dairelerin (sayısız<br />

noktalarından oluşması) o merkeze bağlı olmasıdır. (Y.T.)<br />

* Nüzhet Dede’nin gazeline dikkat 11.sh. sonuna bak.<br />

56 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011


Tanıtma<br />

Firdevs Yüksel<br />

TAŞRALI EŞREF / EY ÇAĞ (1)<br />

Git hele derim. Kokunu sal. Hücreme girerim. Bir iki çocuk<br />

ağlaşır dışarıda. Köpüklü kahvemi tüttürürüm. Ulfalarım<br />

selamette dostlarım da. Sevinirim.<br />

İhtişamlı bir dünya yaratmalıydı. Camgüzellerinin<br />

küskün tınısına sığınmalıydı bu<br />

hayat… Fransız şato bahçelerinin tılsımını<br />

uyandırmalıydı Avrupai sanatımız…<br />

Yabani iğdeden ürker bir melodram yaşatmalıydık<br />

aksak beyinlerimize.<br />

Heveslerimizi her bahar tazelemeliydik…<br />

Öykümüzü duymalıydı yiğit pençeler,<br />

yanık tenler, illet kalpler.<br />

Dağılmamalıydı yuvalarımız, başkalarının<br />

yuvalarını dağıtma pahasına. Endamlı<br />

cümleler kurmalıydık asil dostlarımıza…<br />

Şâir Eşref… Şah Kartal… süzülüyor nizamı…<br />

Biraz kabala, biraz budala.<br />

Oyununa gelir evrenin, gözlememesi gerekirken,<br />

sert-hışımlı gözlerini diker yılanlı<br />

sütunvari heykelleştirilmiş, tütsülenmiş, ezberlenmiş<br />

oyunlara…<br />

Herkes rolünü oynar Taşralı Eşref, büyülenmiş<br />

şiir mısraları değil, destelediğin<br />

bilgi yumakları… Herkesi akıllı mı sanırsın<br />

konuşursun gene söğüt gölgesinde. Üşüşmüşler<br />

etrafına dinlemeyi pek seven bu erdemli<br />

toplum.<br />

Taşralı Eşref! Toplayana garip bakar bu<br />

azgın devlet, dağıtıverir alimallah rüzgârın<br />

tınısına alışmış cılız söğüt yapraklarınızı…<br />

Sıyırıverir haşin bir nefes, yere yağan mütevazi<br />

dallarınızı…<br />

Eşref, oturmaya görsün… Yemen kadar<br />

islidir kahveleriniz, köpüklüdür fikirleriniz…<br />

Tabeana can suyunu vermişsin Eşref.<br />

Tohumlar dizilmiş, mevsimini bekler hasatlar.<br />

Biçimlendirilmiş kafalar, budanmış ahmaklar.<br />

Herkes yerini bilir değil mi? Oturacağına<br />

da kalkacağına da iknadır insanoğlu…<br />

Hevessiz adım atılmaz.<br />

Taşralı Eşref, saygındır, çünkü aklını<br />

kullanan tek insandır, kasabanın tek gören,<br />

fark eden, üreten bilgesidir. Beğenmez öyle<br />

her şeyi.<br />

Biraz aylaklık ister bu bilgelik. Oturmalıdır<br />

o bilge zaman zaman. Aylaklık ister<br />

bilgelik. Çalışmak makinalara mahsus artık<br />

günümüzde.<br />

Duranlar düşünebiliyor ancak, oturanlar,<br />

dingin anının hazzına varıyor makinaları<br />

resetlediğinde hızı kesiliyor Hız Çağı’nın. Bir<br />

takımlık fişsin işte, o sensin ey çağ! Bataryan<br />

gene boşalmış, takmalı gene fişini. Gürültüsün,<br />

işte o sensin ey çağ! Kalabalıksın, ayak<br />

malısın, işte o sensin ey çağ! Hızınla, bilginle,<br />

ayağa düştün, havalanamadın, fazla hantalsın.<br />

İşte o sensin ey çağ! Çok fazlasın, arındırılmalısın,<br />

çöp dağısın. İşte o sensin ey çağ!<br />

Suretsin, zahmetsin, nimetlerinle bir küflet-<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 57


sin, işte o sensin ey çağ! Kokuşmuşsun, atıksın,<br />

cesetsin germişsin işte o sensin ey Çağ.<br />

TAŞRALI Eşref – ULFALARIM<br />

Adın ılıklaştı Taşralı Eşref, berraklaştı<br />

gizemlerin…<br />

Rüyanda gördüğüm Melisa’yı andırır<br />

yaprakların teker teker döken aynı adlı oğulotun<br />

ışımış.<br />

Döksün yapraklarını antiseptik ışınlar;<br />

morumsu çiçekli Melisa’nın gözdesi olduğun<br />

anların şerefine…<br />

Bir tılsımla yola çıkılır mı Eşref… Şerefi<br />

mi kaldı arsız dünyanın. Yalanına muhtaç<br />

bahçedeki mağrur kamelya. Kırmızı, katmer<br />

açmış bağrını en yüce bilgilere.<br />

Görür müsün sen de Taşralı Eşref; adım<br />

adım, hazin hazin ilerleyen kutsal Arapça<br />

çağrılı, dünyanın en kutsal sesini. Gör o sesi<br />

eşref, minareden düşen Tahir Efendiyi diriltmedi<br />

mi o ulvi ezan. Beş vakit<br />

mübtelasının, cemaatinin üzerine o şeffaf<br />

söğüt salkımlarını sarkıtmadı mı?<br />

Diriydi minare de cami de…<br />

Eşref, seni dinleyenleri salardın ya beş<br />

vakit Uluğbeyin Camisine. Gidin Tanrıyla<br />

kucaklaşın, zavallı kulu rahat bırakın derdin.<br />

Beş vakit uyur o bilge… ki, her vakit<br />

uyanık kalsın, ademin kurgusuna alışmamıştır<br />

Eşref, bunar, hiç umursamadan Tahir<br />

Efendinin abdestli ayaklarını seyreder söğüt<br />

altında kahve isinde. Yol düz, söğüt gölge.<br />

Eşref uyumalı biraz. Bilgilerin yalnızlığı<br />

çekilmez. Bunar insandan, bıkar dünyadan.<br />

Kapkara kirpikleriyle tarar dünyayı eşref.<br />

Soğumaz maddiliklerden. Her zaman uzatacağı<br />

bir eli hazır olmalı.<br />

Kümesin ulfa çiçeklerim, mor kokulu<br />

iris, çiçeklerin şahıdır. Berduşu bile ayıltır<br />

ulfalarımı uzattığım el. Çünkü iris önce beni<br />

diriltir. Soğanlarına iyi bakarım, bir evreni<br />

saklar her tohumunda diri iris.<br />

Her bahçede de görür irisleri, her gece<br />

de ziyaret eder, âdemoğlu uyuduğunda…<br />

Kara bulutların ihtişamına sığınarak yürür<br />

ulfa bahçelerinde. Ulfaların tek sahibi odur<br />

artık. Ne büyük şeref… Çiçekler de olmasa<br />

Taşralı Eşref yakışır mıymış söğüt altına.<br />

Bir ilham için çok binlerce yıldızı seyrettiğini<br />

hatırlar Taşralı Eşref, kovmuştur gene<br />

Uluğbey sakinlerini. Onları dolunaya emanet<br />

etmiştir, bir de seherin ezanına. Bilir ki beş<br />

vakit geçerler söğüt ağacının altından. Minare<br />

de ne şuhtur.<br />

İzin verin der ulfalarımın dilini anlayayım.<br />

Şimşir bastonum da yarı canlıdır, anlar<br />

onların dilinden. Şimşir beni dik tutar,<br />

ulfalar da şimşirimi dik. Kokusu sindi bir<br />

kere ulfamın diri şimşirime.<br />

Bastonumla yoklarım, kedi sinmesin<br />

gölgenize, geğirtmesin sizi, diye.<br />

Bir ulvi çanakmış, daldan böcekten gelen<br />

himmetmiş, ermişliğe…<br />

Tek dünyamın Salih evlatlarıymış rengârenk<br />

kokulu bitkiler…<br />

Bazen insanın makamına göz dikermiş<br />

ne de olsa arkadaşlarım…<br />

Ama ben onları sevdiklerimin elleriyle<br />

buluştururum.<br />

Bir insan gördüğümde mutlaka mor<br />

ulfalarımı koklasın isterim.<br />

Şimşir bastonumun edasının kesildiği<br />

yerdeki ulfa armağandır dostu gülümsetene.<br />

Hakkındır derim dostum al kokla sen de<br />

ulfamı, sen kopar ki kokla. Arz gülümsesin…<br />

Arz sana himmet borçlu… Ulfalarım<br />

hürmetkâr.<br />

Git hele derim. Kokunu sal. Hücreme<br />

girerim. Bir iki çocuk ağlaşır dışarıda. Köpüklü<br />

kahvemi tüttürürüm. Ulfalarım selamette<br />

dostlarım da. Sevinirim.<br />

58 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011


TAŞRALI EŞREF – MAVİ HAVUT<br />

Taşralı eşref kapkara kirpikleriyle<br />

tararkan geceyi, mavi ladin gözleri buğulanır.<br />

Bulutlara gebedir içindeki aşk. Gece aşkı o.<br />

Geceye ait olmak, salmak kendini bir şaheser<br />

gibi evrene…<br />

Tütsülü akşamlara, büyülü seherlere bırakmak<br />

kendini. Sevgiliyle tek olmak… Evreni<br />

kucağına almak. Yanmak, oduyla, göz<br />

kırpan Güneşin…<br />

Işıldamak yarına. Dünü biraz hançerlemek<br />

ne soylu bir eylemdir, değil mi?<br />

Eşref ikna olmuştur bu gece…<br />

Bereketli bir dilimdir aşk, ama parça<br />

parçadır.<br />

Bütün kalacaksan adama kendini hiçbir<br />

kadına.<br />

Gece gibi bütün ol.<br />

Taşralı Eşrefin mavi gözleri hep o ücra<br />

köyün İsmail Dedesini anımsatır. Bir bayram<br />

ziyaretinde elini öpen torunlarına kasadan<br />

birkaç lokum ve bayram şekeri uzatırken<br />

İsmail Dede, ayağa kalkamasa da felçli ayaklarını<br />

alteden engin mavi gözleriyle deler<br />

geçerdi uzayı. Çocuklardan bile hızlı koşarmış<br />

dedeler… Yeter ki tarasın gözler… Mavi<br />

gözler kadar sakinleştiren gözler gördün mü<br />

sen. Bu kadar ucuz mu evren. Felçli bir ayak<br />

gülüşen çocuklardan daha salıngan değil<br />

midir? Alıngan değildir ama İsmail Dede,<br />

onlar gülüşürken de koşar o, mezarına toplaşır<br />

gene şen çocuklar, eğri taşını dikerler geri<br />

evlatları… İsmail Dedenin ayağı doğruldu<br />

toprakla bir gün, akıp giden lokum tadı toprakla<br />

kucaklaştı Dede, şen çocuklar hâlâ<br />

gülüşürken…<br />

Taşralı Eşref mavi bir havut yaptı kendine.<br />

Mor ulfalarının aksiyle sarhoş olsun<br />

diye havuttu… Dibine de mavi nazar boncukları<br />

saldı. Onlar da beni görsünler diye.<br />

Mavi gözlerini her buluşturduğunda havuttaki<br />

boncuklar ışıldardı. Çocukları toplardı<br />

etrafına suyun sesini dinlesinler diye. Çocukları<br />

avutmalı biraz, masallarla değil suyla.<br />

Hayalle değil, görünenle.<br />

Aksini görsün körpe çocuk suda. Sudan<br />

olduğunu anlasın… Ellesin suya. Şırıldasın<br />

nazar boncuklu su. Çocuklar elleriyle eşelerken,<br />

oynaşırken suyla birkaç damla su damlasın<br />

etrafındaki mor ulfalara.<br />

Oynasın çocuklar, mor ulfalarla beraber<br />

ben söğüt dalının altında dinlenirken, okurken<br />

el yazmamı. Eski yazının okyanuslarına<br />

dalarken mavi ladin gözlerim, aydınlanır<br />

uygarlığın toprakla örttüğü <strong>Osman</strong>oğullarının<br />

deruniliklerinden. Şelâlelerim boşalmıştır<br />

artık.<br />

Okyanus biraz da derinlik demektir, şelâle<br />

azgınlık.<br />

Okyanus bilgedir, şelâle hayta.<br />

Mavi ladin gözlerimin, mor ulfamla buluştuğu<br />

yerdir benim okyanusum.<br />

Saldım çocukları maviliklere. Görünendir<br />

o. Oynamalı çocuklar, oynaya oynaya<br />

bulmalı gerçeği…<br />

Benim gözlerimin görünmeyenlerden<br />

öğreneceği yaş gelmiştir artık. Güzel Türkçemin<br />

maviliklerde bulacağı çok şey var.<br />

Atalarım var orada. Bir okyanus bıraktılar<br />

gittiler… Daldın mı bir kere…<br />

Bulutlara yansırken mavilikler bildin mi<br />

bir kere…<br />

Mavi havuttum avutur beni bir kere.<br />

Bir okyanusun minyatürüdür o. Mavi gözlerimin<br />

görünenidir o.<br />

Nazar boncukları koydum ki nazar etsinler<br />

diye…<br />

Ceddimi görsünler diye. Yine ağlıyor<br />

mavi ladin gözlerim…<br />

Mavi havutumun başında, çocuklar<br />

eğieşirken…<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 59


Röportaj<br />

İslami <strong>Edebiyat</strong><br />

MUZAFFER<br />

DOĞAN’LA<br />

RÖPORTAJ<br />

60 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />

İslâmi <strong>Edebiyat</strong>: Kısa bir süre önce Büyük<br />

Doğu Cemiyeti’ni kurmak üzere, Büyük Doğu<br />

dâvâsına gönül verenlerle bir toplantı yaptınız.<br />

Toplantının mahiyeti ve kimlerin katıldığından<br />

bahseder misiniz?<br />

Muzaffer Doğan: Bir müddetten beri, ‘Büyük<br />

Doğu Cemiyeti’ adı altında bir dernek kurma<br />

çalışması içerisindeyiz. Büyük Doğu Cemiyeti,<br />

Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in 1949 yılında<br />

kurduğu, fakat gelişip yaygınlaşamadan 1951<br />

yılında feshettiği bir hareketin, günümüzde yeniden<br />

canlandırılması faaliyetidir…<br />

Bu faaliyetimize, 100’e yakın gönüldaşımız<br />

iştirak etti. <strong>Prof</strong>. Necmeddin Tozlu, Eğitimci<br />

Ahmed Hamdi Arvas, Av. Hasan Yiğit, Yazar<br />

Ali Nar, Av. Şuayip İçli, Emekli Eğitimci Muammer<br />

Ekti, Gazeteci Gökçen Göksal, İşadamı<br />

Mümin Vatansever, Mali Müşavir Musa Uğur,<br />

Tarihçi Ümit Ateş, Şair-Yazar Recep Garip,<br />

Yönetici Mustafa Taşçı, Eğitimci Mehmet Kaya,<br />

<strong>Prof</strong>. Bedri Gencer, Doç. <strong>Dr</strong>. Süleyman Doğan,<br />

Av. Sıtkı Cansız, Yönetici İlker Yılmaz, Tiyatro<br />

Sanatçısı İsmail Yeşilbağ, Av. Abdullah Özbek,<br />

Eğitimci M. Nuri Kaynar, TV Programcısı ve<br />

Yönetici Fazlı Karaman, İşadamı Abdullah Kuloğlu,<br />

Yüksek Mühendis Yavuz Elmas, Yönetici<br />

Ferhat İpek gibi iş, sanat ve siyaset dünyasından<br />

bir çok değerli dostun katılımıyla, verimli bir<br />

toplantı gerçekleştirdik…<br />

İslâmi <strong>Edebiyat</strong>: Üstad Necip Fazıl Kısakürek,<br />

şiirleri, hikayeleri, tiyatro eserleri, dinî ve<br />

tarihi araştırmaları, gazeteciliği, dergiciliği, hatipliği,<br />

mücadeleci kişiliği ile büyük bir dâvâ adamı<br />

olduğu halde, günümüzde genellikle şair kişiliği<br />

ile öne çıkıyor. Mütefekkir kişiliği ısrarla görmezden<br />

geliniyor. Bu konuda neler söylemek<br />

istersiniz?<br />

Muzaffer Doğan: İfade ettiğiniz gibi, Üstad<br />

komple bir fikir ve sanat adamıdır. Sanat adamlığını<br />

mütefekkirliğinden, mütefekkirliğini de<br />

sanat adamlığından ayırmak ve ayrı düşünmek<br />

imkansızdır. O, daha ilk gençlik çağından itibaren<br />

büyük şair olarak şöhret sahibi olmuş, 100<br />

yıla yakın bir zamandır da, ‘Türk Şiiri’nin zirvesini<br />

temsil etmiştir. Öbür âleme göç ettiği demlerde<br />

‘Sultan’üş-Şuara’ unvanını taşıyordu. Bu<br />

böyledir. Ama; O, şiirini de, diğer verimlerini de,<br />

mütefekkirliği etrafında bir ‘müştemilât’ olarak<br />

görüyordu. 1968 yılında ilk baskısı yapılan<br />

‘İdeolocya Örgüsü’ isimli eserinin ‘ithaf’ı şöyledir:<br />

Bu eser, benim bütün varlığım vücud hikmetim,<br />

her şeyim… Ben, arının peteğini hendeseleştirmeye<br />

memur bulunması gibi, bu eseri örgüleştirmek<br />

için yaratıldım. Şiirlerim de, piyeslerim de,<br />

ilim ve fikir yazılarım da sadece bu eserin belirttiği<br />

bina etrafında bir takım ‘müştemilât’dan<br />

başka bir şey değil… Kaldı ki, ‘İdeolocya Örgüsü’nün<br />

dışında, Tanrıkulundan Dinlediklerim,<br />

Türkiye’nin Manzarası, Çerçeveler gibi birçok<br />

mesele ve dâva yüklü eserleri de vardır.<br />

İslâmi <strong>Edebiyat</strong>: Büyük Doğu Cemiyeti’nin<br />

çatısı altında neleri yapmayı plânlıyorsunuz?<br />

Muzaffer Doğan: Niyetimiz, işi, ‘Kanarya<br />

Sevenler Derneği’ derekesine düşürürcesine bir<br />

‘Necip Fazıl Sevenler’ derneği kurmak değil<br />

elbetteki. ‘Üstad’ımızı çok seviyoruz. O’nun,<br />

bizden evvelki birçok nesil üzerinde olduğu gibi<br />

bizim üzerimizde de büyük emeği ve hakkı vardır.<br />

Fakat bu emeğin ve hakkın, her yıl mayıs ayında<br />

yasak savmak kabilinden anma toplantılarıyla,<br />

birkaç hâtıra anlatmakla, meşhur şiirlerinden


irkaçını okumakla, birkaç çarpıcı esprisini nakletmekle<br />

ödenemeyeceğini bilenlerdeniz.<br />

Üstad, bir ‘noktalama’sında;<br />

“Lafımın dostusunuz, çilemin yabancısı,<br />

Yok mudur sizin köyde, çeken fikir sancısı?”<br />

diyordu…<br />

İşte biz BDC olarak, onun çilesine, dâvasına<br />

ve fikir sancısına tâlibiz.<br />

İdeolocya Örgüsü isimli başeserini merkeze<br />

alarak, ülkemizden başlayan ve bütün bir insanlığı<br />

hedefleyen bir medeniyet teklifini dillendireceğiz.<br />

Yapacağımız iş, ‘Büyük Doğu’nun ateşiyle<br />

yanan ocak olabilmektir. Üstad ‘Gençliğe Hitabe’sinde,<br />

“- Kim var?” diye seslenilince sağına ve<br />

soluna bakmadan ferd ferd, “- Ben varım” cevabını<br />

verici, her ferdi, “Benim olmadığım yerde<br />

kimse yoktur!” anlayışını besleyici bir ‘dâva ahlâkı’ndan<br />

bahsediyordu. Aynı hitabenin sonunda,<br />

‘Büyük Doğu’ dâvasına gönül verenlere şöyle<br />

sesleniyordu: Bundan böyle senden beklediğim<br />

şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına<br />

koyarken, Anadolu kıt’ası büyüklüğündeki dâva<br />

taşını da, gediğine koymayı unutma ve bunu tek<br />

vasiyetim bil!”<br />

Üstadımız Necip Fazıl Kısakürek’in tabutunun<br />

musalla taşına konuluşunun ve ruhunun<br />

Rahman’a uçuşunun üzerinden 28 yıl geçti. Dâva<br />

taşının, gediğine konulmadığı, konulamadığı<br />

ise bir gerçek olarak önümüzde duruyor. BDC<br />

olarak, bu dâva taşını gediğine koymak gibi azim<br />

bir sevda peşindeyiz. Dahası, Üstad’ın eserleri ile<br />

yeni nesiller arasında köprü vazifesi görmek gibi<br />

bir ulvî vazifeyi gerçekleştirmeyi amaçlıyoruz.<br />

‘Necip Fazıl Kısakürek Enstitüsü’ ve ‘Büyük Doğu<br />

Üniversitesi’ kurulmasına öncülük etmek<br />

hedeflerimiz arasındadır.<br />

İslâmi <strong>Edebiyat</strong>: Cemiyetinizin genel merkezi<br />

teşekkül etti mi?<br />

Muzaffer Doğan: BDC’nin genel merkezi<br />

tabiî olarak İstanbul’dur. Fatih veya Eyüp Sultan<br />

semtlerinde bir mekân arayışı içerisindeyiz.<br />

İslâmi <strong>Edebiyat</strong>: Necip Fazıl Kısakürek’ten<br />

yola çıkarak, insan merkezli bir hareketi mi öngörüyorsunuz?<br />

Muzaffer Doğan: Hayır. Öyle değil. Elbette<br />

ki, Üstad’ın ortaya koyduğu eserler, ömrünü<br />

verdiği dâva ve mücadele bizim için çok önemlidir.<br />

Fakat, bu dâva, şahıslarla kâim olmayan,<br />

şahışları aşan, ezel kadar eski, ebed kadar yeni;<br />

solmaz, pörsümez, eskimez, İlâhî bir dâvadır.<br />

Allah dâvasıdır, Peygamber dâvasıdır, İslâm dâvasıdır.<br />

Mücadeleye başladığı yıllarda Üstad Necip<br />

Fazıl Kısakürek, bizzat kendisi şöyle diyordu:<br />

Dâva ne kadar muhkem olursa olsun, sahibi<br />

onun üstüne çıktığı anda yıkılır. Eser ne kadar<br />

büyük görünürse görünsün, müessir onu aşar<br />

aşmaz, ebedî bir dâva yerine, fânî bir şahıs etrafında<br />

toplanmış olmak tehlikesi baş gösterir ve<br />

şahıs ortadan kalkınca, dâva da güme gider…<br />

İşte biz, Büyük Doğu Cemiyeti olarak, böyle bir<br />

dâvanın ocağını kurmak, böyle bir anlayışla,<br />

böyle bir dâva etrafında teşkilatlanmak istiyoruz.<br />

Gün, hem sesimizi, hem de sözümüzü yükseltme<br />

günüdür.<br />

Gün, Büyük Doğu Ocaklarını çoğaltmak,<br />

yaygınlaştırmak; kötüyü, çirkini, yanlışı, batılı,<br />

bu ocağın ateşiyle yakıp kületmek; iyiyi, doğruyu,<br />

güzeli, hakkı meydan yerinde abideleştirmek…<br />

İslâmi <strong>Edebiyat</strong>: Sizden önceki nesilden,<br />

Üstad’ı tanıyan, Üstad’ın yanında bulunmuş<br />

kimseler var, hayatta. Onlarla temas hâlinde<br />

misiniz?<br />

Muzaffer Doğan: Üstad hayatta iken olsun,<br />

vefatından sonra olsun, Büyük Doğu Dâvası’na<br />

gönül veren herkesle temas kuracağız. ‘Ehli Sünnet<br />

İtikâdı’ üzre olup, İslâm’a pazarlıksız bağlanan,<br />

Allah ve Resûl’ünün dostlarını dost, düşmanlarını<br />

da düşman bilen herkes makbûlümüzdür.<br />

Büyük Doğu Cemiyeti olarak, bizimle yola<br />

çıkacakları, Yunus Emre’nin ifâdesiyle, “Zehirle<br />

pişmiş aş” sofrasına çağırıyoruz. Üstad; gözleri<br />

kara, alınları fikir çizgili, kalpleri ceylan, irâdeleri<br />

çelik, imanları volkan, irfanları tarla, idrakleri<br />

bıçak, edâları şiir, diyalektikleri ipekten örgü<br />

nesiller peşindeydi… Böyle insanlar yetiştirdi,<br />

böyle insanların yetişmesi için çile çekti. Şimdi<br />

vebâl, şimdi vazife bizde. Üstad, kökü ezelde ve<br />

dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine,<br />

estetiğine, irfanına, idrakine sahip bir<br />

gençlik peşindeydi… Hep bunun için didindi,<br />

çırpındı, ekmeksiz, susuz kaldı; hapislere girip<br />

çıktı. Mücadelesinin özü, “Ölümsüz Şarkı” diye<br />

ifadelendirdiği İslâm dâvasını dudaktan dudağa,<br />

gönülden gönüle geçirmekti. Büyük Doğu Cemiyeti’nin<br />

çatısı altında toplanacak ‘gönüldaşlar’ın<br />

derdi, dâvası ve gâyesi de bu olacaktır…<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 61


Gezi Notları<br />

Ülkü Önal*<br />

BATUM<br />

Batum’la ilgili anıları dedelerimizden sürekli<br />

dinlerdim. Anlaşmayla elimizden çıkmasına bir<br />

türlü hazmedemez üzülürlerdi. O tarihlerde halk<br />

oylaması olmuş. Ruslar Batumluları kandırarak<br />

kendi taraflarına oy verdirmişler derlerdi. Hopa’dan<br />

derlediğim bir manide şöyle diyor.<br />

62 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />

Al aşağidan vur yere<br />

Kurusun kanlı dere<br />

Biz Batum’i alamasak<br />

Girelum canlı yere<br />

Hatta gözlerinde o kadar büyütürdüler ki İstanbul<br />

ayarında bir şehir, sadece vapur oraya yanaşırdı<br />

derlerdi. Doğal limanı olması sebebiyle. Alış<br />

veriş kayıkla oradan yapılırmış. 1930 yıllara kadar<br />

Batum’a gitmek serbestmiş. Kapılar kapanınca<br />

Zeytinlik köylüler ve ticaret yapan diğer köylüler<br />

çok fakir kalmışlar. Sebzelerini satacak yer bulamamışlar.<br />

1921 de Artvin muhacirleri geri dönünce<br />

Ruslar köylerini yaktıkları karınlarını doyurmakta<br />

zorlanmışlar. Mısır ununu oradan alıp gelirlermiş.<br />

Artvinliler muhacirliğe 1914’de Anadolu’ya kaçıp<br />

1921 de geri dönmüşler. Dönüşlerinde vapurla<br />

Batum’a çıkmış bir müddet orada kaldıktan sonra<br />

köylerine dönmüşler. Acara muhacirleri de Artvin’de<br />

iskan edilmişler.<br />

Rahmetli Adem dedemler de Batum da camide<br />

yatmışlar. Pazarda dolaşırken soyulduklarını<br />

hep anlatırdı. Rus esareti zamanında Artvin’in<br />

bağlı olduğu ilmiş. Mahkemeye oraya gidenler varmış.<br />

Üç yüz on dört yıl <strong>Osman</strong>lı toprağı olarak<br />

kalmış.<br />

Tarihi bağlar nedeniyle yurt dışında ilk görmek<br />

istediğim şehir Batum’du. Bir türlü gitmek<br />

kısmet olmadı. Eylül ayının sonlarında Turan hocam<br />

eşi Fatmayla birlikte beni de Batum’a götürdü.<br />

Çok heycanlıydım. Sarp sınır kapısından fazla beklemeden<br />

kadınların itişmeleriye geçtik.15 tl.ödedik.<br />

Sıradakilerin çoğu kadındı Görevli memur “ Gürcistan’a<br />

ilk defa geliyorsunuz. Hoş geldiniz.” demesi<br />

beni mutlu etti.<br />

Şelalenin yanında durarak resim çektirdik.<br />

Denizin kenarına Türk sınırının karşısına kocaman<br />

bir haç dikmişler. Çoruh nehrinin denize döküldüğü<br />

yeri hep merak ederdim. Bizden götürdüğü topraklarla<br />

orada ova oluşmuş. Çoşkun Çoruh,<br />

Batum’da çok sakin bir şekilde denize kavuşuyordu.<br />

Artvin’de bir avuç düz toprak görmeyen bizleri<br />

Batum’da ki koskoca düzlükleri görmek şaşırttı.<br />

Upuzun bir sahili ile yeşille mavi kucaklaşıyor.<br />

Bizdeki gibi sahilleri katletmemişler. Dedelerimizin<br />

burayı niye kıyamadıklarını şimdi daha iyi anladım.<br />

Karadeniz de Çarşamba ve Perşembe haricinde<br />

böyle düz bir arazi yokmuş.


Etrafı surlarla çevrili müzeye girdik. İçinde<br />

eski uygarlıklara ait eşyaları ve harabeleri gezdik.<br />

Keşke Artvin’e gelenlerin gezebileceği bir müzemiz<br />

olsaydı dedim. Tarihi bir eşyanın kaybolmamsı için<br />

başta Kültür ve Turizm Müdürlüğü olmak üzere<br />

kurumlara yazı yazdım ama resmi korumaya aldıramadım.<br />

Göletli parkları çok güzeldi. Camiin yanında<br />

ki Türk lokantalarında karnımızı doyurduk.<br />

Orada çalışan bir çocuk da, beni Fındıklı’dan<br />

tanıdı. Mahalle aralarındaki yollar topraktı. Batum<br />

camiine gittik. Hıristiyan bir ülkede cami bizlere<br />

daha farklı göründü. Dedelerimin kaldığı camide<br />

öğle namazını cemaatle birlikte eda etmekten büyük<br />

bir haz duydum. Camii 1800 lü yıllarda yapılmış.<br />

Oradaki dedelerin anlattıklarına göre, Ruslar<br />

Kazarma (Karakol) olarak kullanmışlar. Daha sonra<br />

onarılarak ibadete açılmış. Batum’da ki diğer iki<br />

cami yok olmuş.İç süslemeleri Anadolu’daki camilerden<br />

farklıydı. Renkler de çok canlıydı. Camiin<br />

halıları eskimişti.<br />

Türkiye de Batum muhaciri çok kişi var. 93<br />

harbinde padişah Acaralıları Gülcemal vapuruyla<br />

aldırmış ve ücretsiz köyler vermiş. <strong>Osman</strong>lı devlet<br />

arşivinden bu konuda birkaç belgede almıştım.<br />

Göçler nedeniyle Acara da köyler boşanmış. Benim<br />

bildiğim eski bakanlardan Hasan Fehmi Güneş,<br />

Saadettin Tantan, eski milletvekili Nazif Okumuş,<br />

TRT Genel Müd. Ve Kültür ve Turizm bakanı<br />

Ertuğrul Günay’da Batum’lu. Ermenilerin kiliselerine<br />

onarımına verdiği paranın bir miktarıyla camiin<br />

halısını değişse ve diğer camileri onarsa diyorum.<br />

Batum’da Türkçe konuşan çok insan var. A. Refik<br />

Altınay’ın Kafkas yollarında kitabını okumuştum.<br />

1918 ‘de Batum’dan geçmiş. Halkın büyük çoğunluğu<br />

Türkçe konuşuyordu diye yazmıştı. Cami<br />

imamı Şamil Hoca da babasından öğrendiği Türkçeyle<br />

bizimle konuştu. Yaşlı cemaatinde Türkçesi<br />

Artvin şivesi gibiydi. Mayıs ayında yayınlanan Artvin<br />

Muhacirlik hatıraları kitabımı Mehmet Doğan<br />

köşesin de tanıttı.93 muhaciri Artvinlilerin Anadolu<br />

da kurduğu ve bugüne kadar yazılmamış 50 köy<br />

tespit ettim. Benim atladığım köylerde çıktı.<br />

Batum muhacirleri beni arayarak kitapta kendilerinden<br />

bahsedildi mi diye sordular. Hepsi kökenleri<br />

hakkında bilgi arıyordu ama yok. Acara<br />

bölgesinden kaç kişinin geldiği kaç köy kurulduğuna<br />

dair bir bilgi yok. Acaralı hemşehrilerime çok<br />

üzüldüm. Çok gecikilmiş. Artık nasıl nereden gelindiği<br />

bulunmaya bilir. <strong>Osman</strong>lı Devlet arşivinin<br />

kayıtları sağlam. Burada çalışma yapılarak muhacir<br />

köyler tespit edilebilinir. Yazılan hayali bilgilere<br />

Acaralıların ihtiyacı olmayacaktır. Göç ettikleri<br />

tarihte Artvin Batum’a bağlı olduğu için Artvin<br />

muhacirleri de Batum diye anıldığı için karışıklık<br />

oluyor.<br />

Ermeniler Türkiye den toprak talep edeceklermiş.<br />

Acaralılar da isteyebilirler. Tv.de ve kitaplarda<br />

bu muhacirlik işlenip unutturulmamalı.TRT<br />

genel müdürü “Batum muhacirleriyle ilgili çalışma<br />

yapıldığında sizi arayacağız” dedi ama bugüne kadar<br />

arayan çıkmadı. Muhacir denildiğinde akla<br />

Balkan muhacirleri geliyor. Binlerce Kafkas muhaciriyle<br />

ilgili çalışmalar da yapılmalı.<br />

Denize sıfır tesislerde çay içtik. Her yerde içki<br />

vardı. Bizdeki gibi demlik çayı yok. Sallama çay<br />

içiyoruz ve çay yetişen bölgede İngiliz çayları içtik.<br />

Derme çatma pazarını gezdik. Kadınların kıyafetleri<br />

eski. Birçoğunun dişleri dökülmüştü. Yaptırmak ise<br />

bizden fazla ucuz değildi.<br />

Kokulu üzümleri lezizdi. Ahıskalılardan derleme<br />

yaparken ismini öğrendiğim Haçapuri bizdeki<br />

dört kulaklı peynirli kete. Çıldır ve Posof da da<br />

yapılırmış. Gürcülerin mili yemeği olmuş çok beğendim.<br />

Batum’a has hiçbir şey bulamadığım için<br />

alıp hediyelik getiremedim.<br />

Döküntü, döküntü dükkanlarda kumar<br />

makinaları vardı. Gözlerim <strong>Osman</strong>lı eserlerini aradı<br />

ama göremedim. Yok etmişler. Botanik parkına<br />

çıkarken bir çeşme gördüm. Çarlık Rusya’dan kalma.<br />

Artvin’de de rastlanan evlerden tek tük vardı;<br />

onlar ilginçti. Diğer binalar kibrit kutusu gibi üst<br />

süte konulmuş sanatsız, zevksiz binalardı. Yeni yeni<br />

yapılanlar var. Batum’un yerel mimarisini yansıtan<br />

bir bina görmeyi çok istedim ama yoktu. Gözüm de<br />

canlandırdığım bir şehir değildi. Binalar dökülüyor.<br />

Şereton oteli açılmış. Demek ki çok paralı turistler<br />

geliyor.<br />

Şota Rostavelli üniversitesi ve bahçesi güzeldi.<br />

Önündeki palmiye ağaçlı upuzun parkında yürüdük.<br />

Dönme dolaba binerek Batum’u seyrettik.<br />

1880 lerde kurulan Sovyetler birliğinin en büyük<br />

botanik bahçesine gittik.111 hektarlık alanda<br />

2037 çeşit ağaç mevcut. Bunların 104 türü Kafkasya’ya<br />

özgü. Yokuşu yeşillikler arasından çıkarken<br />

bin bir türlü ağaçları seyretmekten keyif aldım.<br />

Zirveden Karadeniz bir başka güzel görünüyor.<br />

Artvin de de böyle bir bahçe açılsa diye içimden<br />

geçirdim.<br />

Batum’da benzin ucuz olduğu için Artvin ve<br />

Rize den arabalarının depolarını doldurmaya içki<br />

ve sigara almaya gelenler çokmuş. Sigara ve içki de<br />

kalitesizmiş.<br />

Tarih kitaplarında çok rastladığım Gönye kalesine<br />

gidemedik.1943 de buradan sürülen Hemşin-<br />

İSLÂMİ EDEBİYAT / 63


lilerle tanıştık. “Türkiye bizim öz vatanımız orada<br />

yaşamak istiyoruz.”diyorlar. Sarp köylü başı kapalı<br />

bir kadınla da tanıştım. Elhamdülillah Müslümanım<br />

dedikten sonra konuşmaya başladık.<br />

Kendisi “Lazım ama şimdi herkes Gürcü oluyor.<br />

Dedem, babam namaz kılardı şimdi kimse kılmıyor.<br />

Köyde cami yok. Hıristiyan oluyoruz.” dedi. Akşama<br />

geri döndük. Kemalpaşa da İstanbul Bazara<br />

uğradık. Burada bir çok dükkân açılmış ama Gürcistan<br />

da vergi çok olunca alışveriş durmuş.<br />

Batumlular Türklere iyi davranıyorlar. Karadeniz<br />

kadınları komşu ülkeden gelen kadınları<br />

sevmiyorlar. Hatta Sarp sınır kapısını açanlara<br />

beddualar ediyorlar. Çünkü çay, fındık, koyun ve<br />

barajlardan alınan paralar onlara gitmiş. Buda yetmemiş<br />

kocaları kredi çekip borçlanmış kadınlar ve<br />

çocuklar evde açlık sınırında yaşamakta. Son zamanlarda<br />

yaşlı erkekleri kandırarak genç kızlarla<br />

evlendirme tuzakları kuranlar oluyor.<br />

Vadi yayınlarından çıkan Merih Baran<br />

Erbuğ’un, Kaybolan yıllar kitabında subay olan<br />

babasının anılarında Acara bölgesinde ki kadınların<br />

<strong>Osman</strong>lı askerlerine silah taşıyarak yardım ettiklerini<br />

ve kahramanlıklarını anlatmakta. Halifenin<br />

ordusuna destek veren bu kadınların bazılarının<br />

bugün ekonomik nedenlerle içine düştükleri<br />

durum üzücü. Bölgenin dernekleri destekleyerek<br />

Türkiye de ki Müslüman Acaralılar, Batum’dan yer<br />

alıp bir müddet orada yaşayarak onlara örnek olarak<br />

eski kimliklerine döndürebilirler ve oraya yerleşip<br />

Müslüman nüfusunu artırabilirler. Param olsa<br />

orada bir yazlık almayı düşünebilirim. Alan Artvinlilerde<br />

varmış. Terekeme Türklerinin yaşadığı<br />

Borçali bölgesine ve Artvin’e 250 yıl başkentlik<br />

yapmış Ahıska ilini görmek ümidiyle Gürcistan’a<br />

bir daha gitmek nasip olur inşallah.<br />

BATUM hakkında kısaca bilgi:<br />

Batum, Gürcistan’ın Karadeniz kıyısında,<br />

Acara Özerk Cumhuriyeti’nin yönetim merkezi<br />

olan liman kenti. Transkafkasya Demiryolu’nun ve<br />

Bakü petrol boru hattının son bulduğu önemli<br />

liman ve ticaret merkezidir. Türkiye sınırına 20<br />

km.uzaklıktadır. Türkiye’yi karayoluyla Azerbeycan’a<br />

ve Orta Asya cumhuriyetlerine bağlayan<br />

Sarp sınır kapısı Batum’a açılır.<br />

TARİH: Batum eski Yunan kolonisi olarak<br />

Batis adıyla kurulduğu sanılır. Kent, ortaçağa değin<br />

Gürcü krallıklarının ve prensliklerinin yönetimlerinde<br />

kaldı.<br />

İlkcağ’da Pers İmparatorluğu’nun egemenlik<br />

sınırı içinde “Bathys” diye anılan kent, önce Pontos<br />

Krallığı’nın daha sonra ise Romalıların eline geçti.<br />

Ortaçağ’da Gürcistan’a bağlandı. 11. yy’da Moğol<br />

egemenliğine girdi.<br />

1564 de Kanuni Sultan Süleyman döneminde<br />

<strong>Osman</strong>lı tarafından fethedildi. Lazistan Sancağı’nın<br />

merkezi oldu. 1877-1878 <strong>Osman</strong>lı Rus Savaşı’ndanRusya’nın<br />

işgaline uğradı. AYESTE-FA-<br />

NOS VE Berlin Antlaşması ile şehir Rusya’ya bırakıldı.<br />

1. Dünya savaşı sırasında <strong>Osman</strong>lı devletine<br />

geri verildi ve bağımsız bir sancak merkezi oldu.<br />

Mondoros Mütakeresi uyarınca önce İngilizlere,<br />

sonra sonra Gürcistan’a bırakıldı.<br />

1918 yılında kurulan Demokratik Gürcistan<br />

Cumhuriyeti sınırları içinde kaldı. Misak-ı Milli<br />

sınırları içerisinde sayıldığı için, Akif Sümer,<br />

A.Fevzi Eredm, Ali Rıza Acara, Edip Dinç, Ahmet<br />

Nuri Efendi 1. dönem TBMM ye Batum milletvekilleri<br />

olarak katıldılar. Demokratik Gürcistan<br />

Cumhuriyeti sınırları içinde kalan Artvin ve Ardahan<br />

geri alınırken 7 Mart 1921 de Batum da alındı.16<br />

Mart 1921 de imzalanan Moskova Antlaşması<br />

gereğince Bolşevik ordularının ele geçirdiği Gürcistan’a<br />

bırakıldı.<br />

Kent 16 Temmuz 1921 de kurulan Acara<br />

Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin yönetim<br />

merkezi oldu. Kars antlaşması sonucu Sovyet<br />

Gürcistanı’na bırakıldı. Acaranın özerkliği Türkiye<br />

devletinin garantörlüğü altındadır. Acaristan sınırları<br />

içindeki halkın etnik kimliğine, dini kimliğine<br />

dini kimliğine kesinlikle müdahale edilmeyecektir.<br />

Bu kurallara uyulmaması halinde ise T.C nin müdahale<br />

hakkı vardır. Gürcistan 1991 de bağımsız<br />

oldu.<br />

İznik Batum ve havalisi kültür derneğinin yayımlamış<br />

olduğu Acaristan Özerk Cumhuriyeti<br />

kitapçığı ve diğer kaynaklarda Acaralılar kendilerini<br />

Gürcülerden ayrı görüyorlar.<br />

Yunus Zeyrek’in Acaristan ve Acaralar kitabının<br />

18. ve 19.sayfalarında şöyle demekte<br />

“… Hz. <strong>Osman</strong> zamanında İslam Ordusu<br />

Kafkasya’yı zapt etti. Acara, Araplardan sonra<br />

Selçuklu Türklerinin idaresine geçti.1064 yılında<br />

Kars’ı zapt eden Selçuklu Türkleri, 1080 yılında<br />

kazandıkları Kol zaferinden sonra, Batum ve<br />

Acarayıda topraklarına kattılar. Kıpçakların, Kür<br />

ve Çoruh boylarına gelişlerine kadar (1124), buralar<br />

Selçukluların elinde kaldı.<br />

Kılarçetya, Aradnuç ve Olur’un genel ismi.”<br />

(*) Emekli Kütüphane Müdürü<br />

64 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!