Prof. Dr. Osman Ãztürk'ün - Ä°slami Edebiyat
Prof. Dr. Osman Ãztürk'ün - Ä°slami Edebiyat
Prof. Dr. Osman Ãztürk'ün - Ä°slami Edebiyat
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
EDİTÖRDEN:<br />
Bu sayımızda:<br />
1-) Ağırlık; söyleşilerde:<br />
-<strong>Prof</strong>. <strong>Dr</strong>. <strong>Osman</strong> Öztürk’ün<br />
-<strong>Dr</strong>. Cahit Öney’le kimlik<br />
soruşturması.<br />
-Muzaffer Doğanla BDC<br />
üstüne soruşturma.<br />
2-) Tekke <strong>Edebiyat</strong>ı’nın değerlendirilmesi.<br />
Şiirin Sanat Yönünden tahlili:<br />
Savaşçı Gazeli-Taş Gazeli;<br />
-Unutulan Divan Şâirleri:<br />
K.E. Kürkçüoğlu ve <strong>Osman</strong><br />
Şems<br />
-Denemelerde yenilik: Köyde<br />
Hırsız var /Kâtip Sezer..<br />
-Hikâye de yenilik: Taşralı<br />
Eşref /Firdevs Yüksel.<br />
-Şiirlerde artış ve yenilik:<br />
Na’atlere ilâveten; Hiciv ve<br />
Mizah…<br />
-40 Hadis’in nazmen tercümesi<br />
de (N.F. K. den) hepsine<br />
bereket olsun…<br />
Gelecek sayıda ise:<br />
-Şâir âlimlerimiz ve şiirleri<br />
-Şâire sehâbiye ve şiiri<br />
-Kazakiztan’dan Makale.<br />
المحرر<br />
في ھذا العدد:<br />
الاھتمام باللقاءات<br />
البرفسور الدكتور عثمان اوزتورك<br />
مع الدكتور جاھد أوني التحقیق عن<br />
الھویة<br />
مع مظفر دوغان. التحقیق حول جمعیة<br />
الشرق الكبیر<br />
تقییم أدب التكایا إضافة الى تحلیل<br />
قصیدة الجھاد و قصیدةالحجر<br />
شعراء الدیوان المنسیون كمال أدیب<br />
كوركجوأوغلو و عثمان شمس<br />
مقالة فنیة (في القریة لص). كاتب سزر<br />
الحداثة في الحكایة طاشرالي أشرف.<br />
فردوس یوكسل<br />
الإضاقات و الحداثة في الشعر– الھجو<br />
و المزاح. إضافة الى المدیح.<br />
و في عموم نكبات الحرب و ویلاتھا.<br />
ترجمة اربعین حدیثا نظماً لنجیب فاضل<br />
قصاكورك تقدیم ناجي ترزي بارك<br />
االله في مساعیھم).<br />
و في العدد القادم<br />
-الشعراء العلماء و أشعارھم<br />
الشاعرة الصحابیة و شعرھا -مقالة<br />
من قزاغستان<br />
-<br />
)<br />
–<br />
I<br />
II<br />
From the Editor:<br />
In this issue:<br />
1-)The emphasis is on interviews:<br />
<strong>Prof</strong>. <strong>Dr</strong>.<strong>Osman</strong> Öztürk’s<br />
investigation with <strong>Dr</strong>. Cahit<br />
Öney on identity.<br />
An investigation with Muzaffer<br />
Dogan on Büyük Doğu Cemiyeti<br />
(Great East Assosiatıon)<br />
2-) An evaluation of Tekke (sufi)<br />
Literature: An analysis of<br />
poetry’s artistic value:<br />
Savaşçı Gazeli (Warrior’ Poem),<br />
Taş Gazeli (Stone’s Poem)<br />
Forgotten Divan Poets: Kemal<br />
Edp Kürkçüoğlu and <strong>Osman</strong><br />
Şems<br />
An innovation in essay writing:<br />
Köyde Hırsız Var (There is a<br />
Thief in Town), Katip Sezer<br />
(Clerk Sezer)<br />
An innovation in story writing:<br />
Taşralı Eşref ( Countryman<br />
Eşref), Firdevs Yüksel (Firdevs<br />
Yüksel)<br />
An increase in numbers of poetry<br />
and an innovation in story<br />
writing: In addition to Na’ts<br />
(poems praising Prophet<br />
Muhammad), Hiciv (satire) and<br />
Mizah (humor).<br />
And about the diseaster of<br />
Umumi Harp (Communal War-<br />
Ottoman-Russian War of 1876).<br />
A translation of 40 Hadis<br />
(Prophet Muhammad’s<br />
traditions).by Necp Fazıl<br />
Kısakürek.<br />
May it be bereket (blessing) to<br />
all of them.<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 1
İSLÂMÎ EDEBİYAT<br />
Üç Aylık <strong>Edebiyat</strong> Dergisi<br />
Ocak-Şubat-Mart (53. Sayı)<br />
İslâmî İlimler Kültür ve <strong>Edebiyat</strong><br />
Vakfı Adına Sahibi ve<br />
Genel Yayın Yönetmeni<br />
Ali Nar<br />
Yazı İşleri Müdürü<br />
Siyami Akyel<br />
Yayın Kurulu<br />
<strong>Prof</strong> <strong>Dr</strong>. <strong>Osman</strong> Öztürk<br />
<strong>Prof</strong>. <strong>Dr</strong>. A. Atilla Şentürk<br />
<strong>Dr</strong>. Cahit Öney<br />
Ali Nar<br />
Şakir Diclehan<br />
İdare Merkezi<br />
Fevzipaşa cd. Feyzullah Efendi sk.<br />
No:4 /3 Fatih /İstanbul<br />
Tel: 0 212 534 32 64- Fax:0 212 621 16 68<br />
e-mail: islamiedebiyat@gmail.com<br />
islamiedebiyat@hotmail.com<br />
Fiyatı: 7 Tl.<br />
Yıllık Abone Ücreti: 25 TL.<br />
Öğretmen ve Öğrencilere %25 indirim uygulanır.<br />
Avrupa: 20 Euro<br />
Amerika-Kanada: 30 USD<br />
Posta Çeki Hesabı<br />
<strong>Osman</strong> Öztürk -458406<br />
Tasarım<br />
İSLAMİ EDEBİYAT<br />
Temsilciler<br />
Erzurum : Doç <strong>Dr</strong>. Turgut Karabey<br />
İzmit : Muhammed Karaosmanoğlu<br />
Çanakkale: Mehmet Yılmaz<br />
Fikir ve görüşler sahiplerini bağlar.<br />
Dergimiz, M.E.B. Talim ve Terbiye Kurulu<br />
Yayınları Dairesi Başkanlığının 1407 sayı ve<br />
1989 tarihli yazısıyla tavsiye edilmiştir.<br />
Yayın Türü<br />
Yaygın süreli<br />
Baskı ve Cilt<br />
Ravza Yayıncılık ve Matbaacılık<br />
Davutpaşa cd. Kale iş Merkezi No: 51/52<br />
Topkapı/ İstanbul<br />
Tel: 0 212 481 94 11<br />
4 PROF.DR.OSMAN ÖZTÜRK İLE<br />
MÜLAKAT<br />
Şemsettin Durmuş<br />
7 MEVSİMDE AKİFLERİMİZ<br />
Mehmet Akif Ersoy ve M.Akif İnan<br />
8 TEKKE EDEBİYATI<br />
Ali Nar<br />
14 SAVAŞ GAZELİ VE TAHLİLİ<br />
Şiir: Gazi Giray Han<br />
Tahlil: Ali Nar<br />
17 TAŞ GAZELİ VE TAHLİLİ<br />
Şiir: <strong>Osman</strong> Sarı. Tahlil: Ali Nar<br />
19 DR.CAHİT ÖNEY İLE MÜLAKAT<br />
Şemsettin Durmuş<br />
22 KEMAL EDİP KÜRKÇÜOĞLU VE<br />
OSMAN ŞEMS<br />
Tanıtan: Gülşehri<br />
25 ŞAİR YAVUZ BÜLENT BAKİLER<br />
VE ŞİİRİNDEN ÖRNEKLER<br />
Yusuf Tercüman<br />
2 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011
27 HİCRET VE FETİH<br />
Ali Nar<br />
31 NA’T-I ŞERİF<br />
<strong>Prof</strong>.<strong>Dr</strong>.Hikmet Erbıyık<br />
32 RASULULLAH’A<br />
Ahmet Efe<br />
33 GİTME<br />
Aysen Akdemir<br />
34 ŞEHİTLERİM<br />
Melda Özata<br />
35 GÜLE GÜLE<br />
Süleyman Köse<br />
36 ÇOCUK<br />
Üstad Necip Fazıl Kısakürek<br />
37 KÖYDE HIRSIZ VAR<br />
Katip Sezer<br />
39 BABA<br />
Mehmet Gündem<br />
47 KIRK HADİS<br />
NECİP FAZIL<br />
Derleyen ve Takdim: Naci Terzi<br />
49 DAR DÜNYA<br />
Gülşehri<br />
50 RAHİP KIZI ALLİSON<br />
Firdevs Yüksel<br />
51 ŞİİR<br />
Üsame Fatih<br />
52 AŞK GAZELİ<br />
Hızır İrfan Önder<br />
53 GÜLŞEN-İ RAZ (Gizli Bahçe)<br />
Mahmut Şebusteri<br />
Tanıtma: Yusuf Tercüman<br />
57 TAŞRALI EŞREF-EY ÇAĞ-1<br />
Firdevs Yüksel<br />
60 MUZAFFER DOĞAN’LA RÖPORTAJ<br />
İslami <strong>Edebiyat</strong> Haber Merkezi<br />
41 BİR RAMAZAN UMRESİNDEN<br />
ESİNTİLER<br />
Nezahat Satan<br />
62 BATUM<br />
Ülkü Önal<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 3
Mülakat<br />
Mülakat: Şemsettin Durmuş<br />
<strong>Prof</strong>.<strong>Dr</strong>. <strong>Osman</strong> Öztürk<br />
ile Mülakat<br />
- Kendinizi tanıtır mısınız?<br />
-1943 senesinde Tarsus’ta dünyaya gelmişim.<br />
İlkokula başlamadan evvel Kur’an-ı<br />
Kerîm’i hatmettim. 1948-1949 yılları idi. O<br />
günlerde Kur’an öğretmek ve öğrenmek<br />
yasaktı. Adana Şeyhoğlu Camii imamı merhum<br />
Ahmed Hoca yasağa rağmen; cami<br />
bitişiğindeki imam odasında Kur’an ve<br />
Arapça dersleri verirdi. 1956da İstanbul’a<br />
nakl-i ikamet eyledik. Bir taraftan ortaokul<br />
ve lisede okurken diğer taraftan da hafızlık<br />
ve ulûm-u Şer’iyye tahsiline çalıştım. O yıllarda<br />
İstanbul’da <strong>Osman</strong>lı bakıyyesi hocalar<br />
vardı. Kimisinden hususi ders aldım, kimisinin<br />
ders halkasına oturdum, kimisinin de<br />
makamlarına ve evlerine giderek feyz almaya<br />
çalıştım. Bu hocaefendilerden vehle-i ûlâda<br />
isimlerini hatırladıklarım şunlardır: Hâfızlık<br />
ve talim hocam Hilmi Toros, Ömer Nasûhî<br />
Bilmen, Bekir Hâkî Yener, Seyyid Şefik<br />
Arvâsî.. Ayrıca; Ali Yakub Cenkçiler, Emin<br />
4 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />
Saraç, Ahmed İnce hocalardan âlet ve âlî<br />
ilimler tahsil ettim. 1964 de Şam’da kendisinden<br />
özel ders aldığım Molla Ramazan<br />
Efendi başta olmak olmak üzere, muhtelif<br />
ders halkalarına oturdum ve pek çok hocadan<br />
ders okudum.<br />
İstanbul Üniversitesi <strong>Edebiyat</strong> Fakültesi<br />
Arap ve Fars Dilleri Bölümü mezunuyum.<br />
1972 de “doktor”, 1979da “doçent” ve<br />
1984de “profesör” oldum. Türkiye’de beş<br />
üniversitede hocalık yaptım. Halen Kırklareli<br />
Üniversitesinde öğretim üyesiyim. 1974<br />
senesinden beri de Mâhir İz Hocamın emri<br />
üzerine haftalık sohbetlerimize devam ediyorum.<br />
-Üniversiteyi bitirdikten sonra hemen<br />
akademik çalışmaya başladınız mı, yoksa<br />
bazı işlerde çalıştınız mı? Neler?<br />
-Hemen başladım ve Hacettepe Üniversitesine<br />
asistan oldum.
-Doktora ve doçentlik tezlerinizin konusu<br />
nelerdi ve kitaplaştı mı?<br />
-Doktoram, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye<br />
hakkında, doçentlik tezim ise, Mühendishânelerin<br />
Eğitim-öğretim tarihimizdeki yeri ile<br />
alakalı idi.<br />
-<strong>Edebiyat</strong> zevkinizin muharrik sebebi<br />
nedir, kimdir?<br />
-<strong>Edebiyat</strong>ı lisedeyken de severdim. Fakat<br />
gerçek manada edebiyat aşısını ve bağlılığını<br />
Mehmed Âkif merhumun talebesi ve dostu<br />
rahmetli Mahir İz Hoca’dan almış oldum.<br />
-<strong>Edebiyat</strong> alanında ilk yazdıklarınız nelerdir,<br />
şiir-hikaye-deneme vs.?<br />
-Hemen her heveskâr genç gibi şiirle<br />
başladım. Hece vezni ile yazmaya çalışıyordum.<br />
Fakat beğenmediğim için yayınlamayı<br />
düşünmedim. Sonra da zaten bu heves geçti.<br />
-Size edebi zevki aşılayan zatın kimliği,<br />
menşei ve ülkedeki mevkii neydi? İlmini ve<br />
sanat zevkini kimden devşirmiştir?<br />
-Yukarıda ismini verdiğim Mâhir İz hoca,<br />
“İslamî edebiyat”ın Türkiye’deki son temsilcisi<br />
idi. Arapça, Farsça ve Türkçe mahfûzatı<br />
müthişti. Müşâarelerine şahid olmuştum.<br />
Yani karşısındakilerle Şiir okuma yarışması<br />
ki, sizin okuduğunuz mısraın son harfi ile<br />
diğer müsâbık ilk harf olarak başlayacak,<br />
sonra diğeri varsa daha sonrakiler aynı usulle<br />
devam edecekler. Arapça-Farsça-Türkçe<br />
olabilir. Bu mahfûzâta bir de inşâd eklenince<br />
okudukları sizin hafızanıza âdetâ nakşolunurdu.<br />
Safahât başta olmak üzere, pek çok<br />
Arabî, Farisî divan ve müntehabat mecmuaları<br />
adeta ezberinde idi. <strong>Osman</strong>lı Döneminin<br />
insanı idi. Dolayısıyla o bereketli devrin<br />
üdeba ve şuarası ile hem-meclis olmuştu.<br />
-Hocanız kabul ettiğiniz ve dini-edebi<br />
kültürünüze katkıda bulunanların branş ve<br />
sahasındaki hizmeti neydi? Hangi şartlarda<br />
hangi ortamda yetişmişlerdi?<br />
-Yukarıda cevabı verildi.<br />
-Mecelle-i ahkam-ı adliye üzerindeki çalışmanızı<br />
kim telkin etti ve tezinizi kim yönetti?<br />
-Bizim üniversite talebesi olduğumuz yıllarda<br />
konferans ve sohbetlerini dinlediğimiz<br />
insanlarda pek çoğu Mecelle’nin ilk 100<br />
maddesinden bazıları ile istişhad ederlerdi.<br />
Mesela: Berâet-i zimmet asıldır(Md.8),<br />
Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur(md.14),<br />
Şekk ile yakîn zail olmaz(md.4)...<br />
gibi.<br />
Mahir Bey hocamız da bunlardan birisi<br />
idi. Hocalarımızın bu istişhadları bende merak<br />
uyandırdı ve “Mecelle” nedir? Konusunu<br />
biraz araştırdım ve iki şeyle karşılaştım: Birincisi<br />
Mecelle’nin İslam Hukuku ile alakalı<br />
bir kanun çalışması olup dünyanın muhtelif<br />
ülkelerinde tatbikatta oluşu ve ikincisi de<br />
Mecelle’nin 1926 da ilğa edilmesinden dolayı<br />
bu konunun üzerinde durulmasından devletin<br />
hoşlanmadığıdır. Bu itibarla Mecelle<br />
konusuna üniversitelerin dahi sıcak bakmadığını<br />
öğrenmiş oldum. Benden önce hukuk<br />
fakültesinde bu konuda doktora yapmak<br />
isteyenlere müsaade olunmadığını öğrendim.<br />
Ve konuya tarihi açıdan yaklaşıp işin hukuki<br />
cephesine temas etmemek şartıyla İstanbul<br />
<strong>Edebiyat</strong> Fakültesi Tarih Bölümünden Mecelle<br />
ile ne maddi ne manevi hiçbir yakınlığı<br />
olmayan <strong>Prof</strong>. Tayyip Gökbilgin ile mutabık<br />
kaldık ve çalışmalarıma Başbakanlık <strong>Osman</strong>lı<br />
Arşivinde 1967 de başlayıp 1972 de<br />
merhum <strong>Prof</strong>esör <strong>Dr</strong>. Muhammed<br />
Hamidullah hocanın da bulunduğu bir jüri<br />
önünde “doktor” payesini ihraz etmiş oldum.<br />
-Hiç şiir yazdınız mı, ya da edebi türden<br />
neler yazdınız, hikaye, deneme, tercüme-i<br />
hal, tenkit, tanıtma vb.?<br />
-Yukarıda bahsettiğim gibi gençlik sâikasıyla<br />
bazı şiirler yazdım. Deneme, terceme-i<br />
hal, tenkid ve tanıtma konularında bir hayli<br />
yazı yazdım. Bunların bir kısmı üniversite ve<br />
akademik dergilerde de yayınlandı. Halen<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 5
İslâmi <strong>Edebiyat</strong> Dergisinde yazı yazmaya<br />
devam ediyorum.<br />
-İslami <strong>Edebiyat</strong>ı tarif eder ve özelliklerini<br />
sayar mısınız?<br />
-İslâmi <strong>Edebiyat</strong>: İslâmi Prensipler ve<br />
hassasiyetlere dikkat ederek kaleme alınmış<br />
edebi eserler; İslâmi <strong>Edebiyat</strong>ı oluşturur.<br />
Tariften de anlaşıldığı gibi bir yazı ve şiirin<br />
İslâmi <strong>Edebiyat</strong> çerçevesi içerisinde yer alması<br />
için İslâm’dan bahsetmesi icab etmez<br />
yeter ki; İslâmi prensipler ve hassasiyetlere<br />
aykırılık olmasın.<br />
-İslami şiir (sizce) hangi hususiyete sahiptir<br />
veya olmalıdır?<br />
-Önce hikmet-âmiz olmalıdır yani hafızada<br />
kalıcı ve bir şey öğretici bir metin, manada<br />
derinlik, sonra da vezin ve kafiye<br />
aranmalıdır.<br />
-Türkçe veya diğer muhtelif dillerde<br />
yazmış ve eserlerinin bütünü göz önüne<br />
alındığında İslam şairi diyebileceğiniz kimleri<br />
sayabilirsin?<br />
-20. Yüzyılı düşündüğümüzde Mehmed<br />
Âkif Ersoy, Kemal Edib Kürkçüoğlu, Necip<br />
Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Cahid<br />
Öney,Mehmed Âkif İnan ilk akla gelenlerdir.<br />
-20. asır sonuna kadar İslami <strong>Edebiyat</strong><br />
geleneğini kimler devam ettirmişlerdir?<br />
-Yukarıdaki isimler ve bu kafileye dâhil<br />
diğer edip ve şâirler İslâmi <strong>Edebiyat</strong> geleneğini<br />
günümüze kadar devam ettirmişlerdir.<br />
Ali Nar 20. yüzyıldan 21. yüzyıla bu geleneği<br />
devam ettirenlerdendir.<br />
-Sezai Karakoç, Erdem Bayezid,<br />
Baheedddin Karakoç, Özcan Ünlü,<br />
Müştehir Karakaya, Abdülvehhab Akbaş.<br />
-Münacat ve naat sahasında en güçlü ve<br />
tam şiir yazan kimselerden örnek verir misiniz,<br />
şiirlerinden en güzel iki-üç tanesinin<br />
adını yazar mısınız?<br />
-Muallim Naci, Şinasi, İsmail Safâ, M.<br />
Âkif Ersoy, Kemal Edib Kürkçüoğlu, Arif<br />
Nihad Asya …<br />
-İslami şiirde “hikmet”ten söz edilir: Her<br />
yönüyle hikmetli ve sanatlı birkaç beyit kaydeder<br />
misiniz? Bunlar içinde mısrâ-ı berceste<br />
örneği var mıdır?<br />
-“Sadhezârân dâneden teşkil eden bir harmeni<br />
Sadhezârân harmen ilkâ eylemiş bir dâneye”<br />
***<br />
“Hudâ divar-ı devlethâne-i erbâb-ı ikbâli<br />
Gehî bir lâne-i güncüşk-i bîârâm için saklar”<br />
-Bir şiir, neden (hangi yönden) sanat<br />
eseri sayılır?<br />
-Ses ahenk ve muhtevayı kendisinde<br />
bulduğumuz mana ve hayal derinliğine sahip<br />
manzum metni, sanat eseri sayarız.<br />
-Divan olarak ve şiir olarak; Türkçe’den<br />
Arapça’ya çevrilmesini tavsiye edeceğiniz<br />
eserler nelerdir?<br />
-Fuzûlî, Bâkî, Şeyh Galib’in divanları ve<br />
Mehmed Âkif’in Safahât’ı.<br />
-Modern dönemde üslup ve söyleyiş (vezin,<br />
kafiye, ahenk, muhteva) bakımından<br />
kimleri şair saymak mümkündür?<br />
6 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011
İSLAMÎ EDEBİYAT<br />
MEVSİMDE ÂKİFLERİMİZ<br />
27 ARALIK / 36- 3 OCAK/99<br />
M. ÂKİF ERSOY ve M. ÂKİF İNAN<br />
İSTİKLAL ŞÂİRİMİZ M. ÂKİF ERSOY İÇİN GEÇEN YIL ÖZEL SAYI<br />
YAPMIŞTIK (50. SAYI) ORADA HER EHİL KİŞİ ONU ANLATMIŞTI:<br />
ÜSTAD NECİP FAZIL KISAKÜREK’İN HİTABESİ DE BAŞ TUTMUŞTU…<br />
İSTİKLÂL MARŞININ ÜÇ HALİNİ (OSMANLICA, TÜRKÇE VE ARAPÇA) DE<br />
NEŞRETMİŞİZ. ORADAN OKUNSUN ÖZELLİKLE İSTİKLÂL MARŞININ<br />
EDEBİ TAHLİLİ; SANAT UNSURLARININ TESBİTNİ HERKES GÖRSÜN...<br />
EBÜL ALÂ MARRÎNİN<br />
BEYTİNİN:<br />
مَا فِي الد ِّیَارِ مُجَاوِبٌ إِلا َّ الص َّدَى الْمُتَصَو ِّت_<br />
فَأَقُولُ أَیْنَ أَحِب َّتِي فَأَجَابَ أَیْنَ أَحِب َّتِي<br />
Tercümesi: (MEHED ÂKİF ERSOY)<br />
“KENDİ FERYADIMDIR ANCAK SES VER FERYADIMA<br />
KİMSELER YOK AŞİNÂDAN YÂRDÂN HÂLİ DİYAR<br />
NERDE YÂRÂNIM DEDİKÇE BEN BÜLEND ÂVÂZ İLE,<br />
NERDE YÂRÂNIM DİYOR VÂDİ BİYÂBAN KÛHSAR.” diye çevirmiş<br />
ONDAN ÖNCE İSE M. ÂKİF İNAN’I MESCİD-İ AKSA ŞAİRİ OLARAK<br />
TANITMIŞ, ŞİİRİN ARAPÇASINI DA NEŞRETMİŞTİK.<br />
İKİ M. ÂKİF’İMİZİ RAHMETLE ANIYORUZ…<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 7
Analiz<br />
Ali NAR<br />
TEKKE EDEBİYATI<br />
Tekke edebiyatı, yani Tasavvuf zevkiyle söylenmiş şiirlerin merkez<br />
teşkil ettiği ve çoğu; dini-ahlâki muhtevalı manzumelerdir ki; genel<br />
ölçüyle hece vezniyle yazılmış (söylenmiş)tir. Aruzla yazılanlar da<br />
adeta divân tarzıdır:<br />
Tekke edebiyatı, yani Tasavvuf zevkiyle<br />
söylenmiş şiirlerin merkez teşkil ettiği ve<br />
çoğu; dini-ahlâki muhtevalı manzumelerdir<br />
ki; genel ölçüyle hece vezniyle yazılmış (söylenmiş)tir.<br />
Aruzla yazılanlar da adeta divân<br />
tarzıdır: Gazel-Kaside sitilindeki şiirlerde,<br />
edebi sanatları kesif olarak algıladığımız örnekler<br />
vereceğiz…<br />
Sofilerin veya onların etkisindeki (kimse<br />
de bu etkiden azade değil) her şiir söyleyenin<br />
temel sanat tutumu MECAZ dır.<br />
Öbürleri, zaman zaman mecaz yapsalar da<br />
asıl işleri hakikattir. Yenici şâirimsiler ise<br />
sadece ses düzensizliği yapar ve ne mecaza<br />
ne hakikata tutunurlar. Belki boşluk…<br />
Nazari laf etmeyelim biz de; örnekler<br />
üzerinde konuşalım:<br />
I- Ünlü sofi şâir Müştak BABA’dan<br />
alalım:<br />
Reh-i Mevlâ’da her kim aşk ile cismini cân eyler<br />
Gönül mürgu gibi pervâz idüp tayy-i mekân eyler<br />
Gezen Hak gezdiren Hak söyleyen Hak söyleten Hak’dır<br />
Velî ârifleri kendine kendi tercemân eyler<br />
Bana ketm-i ma’ânî eyler hazret-i cânân<br />
Yine ketm itmeyüp esrârını kendi ayân eyler<br />
Ze hî dildâr-ı Dâver yire göğe sığmayan dilber<br />
Benim gönlümde dâim seyr-i gülzâr-ı cinân eyler<br />
8 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011
Bu gönlüm tâ ezel ol Pâdişaâhın taht-gâhıdır<br />
Niçün dil mürdeler ol dil-nişîni lâ-mekân eyler<br />
Sehâb-ı cism içinde gizlenüp ol neyyir-i a’zam<br />
Yine her zerreden yüz gösterüp hüsnün nihân eyler<br />
Kemâl-i hikmetin sûretde tahrîr eyleyen Müştâk<br />
Veli ma’nâda hep kendi yazar kendi beyân eyler.<br />
İşte, her şey mecazdır: Gezen, gezdiren,<br />
söyleyen, söyleten Hakkdır. Ama ne var ki;<br />
Ârifler ona tercümanlık yapar, onu tarif için<br />
uğraşırlar.<br />
Bu iki beytte; kişi kendini o yola<br />
bağladımı, artık Hakk’ın tercümanı olur.<br />
Allah söyletir, irfan sahipleri, gerçekleri terennüm<br />
eder. Yani kişinin yaptığı ettiği hepsi<br />
mecazdır. Gerçek fail Allah’tır. Sonraki<br />
beytler bunların şerhi gibidir:<br />
Üçüncü beytte; velilere sır saklamayı<br />
ödev verir ama sırrı yine kendisi ifşa eder.<br />
Dördüncü beytte ise; yere göğe sığmaz<br />
ama benim gönlümde gezinir…<br />
Beşinci beytte diyor ki; Allah tâ ezelden<br />
benim gönlüme taht kurmuşken, şu ölü<br />
kalpliler, onu “mekânsız” diye tanıtır.<br />
Cisim bir bulut gibidir, O kendisini orada<br />
saklar ama, arasından bir gösterip çeker…<br />
Son beytte şâir: Yüce kemâlini surette<br />
görüntüde arar bu Müştak;<br />
Ama mânâ âleminde kendi yazar, kendisi<br />
anlatır durur…<br />
Edebi uslub ve sanat yönüne bakarsak:<br />
Reh-i Mevlâ Allah yolu. Yani onun<br />
koyduğu tabiat kanunuyla yaşarken (cismi)<br />
can eylemek; onu feda edip ruha dönüştürme.<br />
Kanunu ilâhi= Allah yolu olarak tanıtılıyor.<br />
İstiaredir.<br />
Gönül mürgu yine istiare. Tayy-i mekân,<br />
yer değiştirme: Uçup dolaşmak Kinaye<br />
Gezen Hakk… Her işi yapan O. Ama<br />
yaratıklar onun varlığını ve iradesini temsil<br />
ve isbat eyler. Biraz “Cebri mezhep” kokusu<br />
olsa da; “yaratan ve bütün imkânları veren,<br />
hareket ve ses belirtisini de veren O olunca;<br />
her iş ona râcidir…” demek ister. Kulun<br />
tevazuu gereğidir. Yoksa, sen yapıyor/yaptırıyorsun<br />
bize niçin hesap soruyorsun<br />
demek değil.<br />
Ketmetmek/saklamak: “Ben gizli hazine<br />
idim, bilinmek diledim, âlemi (daha açık,<br />
şuurlu varlıklar) yarattım” tarzında rivâyet<br />
edilen Hadis-i Kudsiye İMÂ var…<br />
Cânân / sevgili; Dİldar-dâver-Dilber.<br />
Mecâzen Allah’ı kasıttır.<br />
Padişah=taht-gahı bunu ifşadır. Yani<br />
sevgili maşuka, dilber… dildar (gönül alıcı)<br />
hep beşere (özellikle kadına) hitapken; sofi<br />
ve şâirin şiir coşkusu O mecâzlarla hep Allah’ı<br />
işaret ediyor.<br />
“Neyyir-a’zam” da böyle… Her zerre de<br />
hüsnünü, gücünü ve yüceliğini ifşa ediyor:<br />
“Allah o kadar zahirdir ki; zuhurunun<br />
şiddetinden gaibdir” şeklindeki bir Kelâm-ı<br />
kibarın açılımıdır diyelim.<br />
Son da şâir kendini hicvederken, övüyor.<br />
Bu da böyle bir sanat. Müştak O’nun<br />
yüceliğini yazıp çiziyor ama; kendi kendine<br />
oyalanıyor!..<br />
Bu şiir de hâkim olan uslub Rikkattır.<br />
Ters gibi görünen ifadeler mecazla yorumlanınca,<br />
rikkatin zıttı cezalet kalmaz.<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 9
Zaten tarikat (tasavvuf) rikkat mesleğidir.<br />
Şeriat ise tabir-i caizse; cezalet mesleğidir.<br />
II- Müştak Baba’nın Akrostişi ise sırf<br />
sanattır. Bir de tarikatının başı, Hacı Bayram-ı<br />
Veli’ye üstü kapalı (esasen ifşa ettiği)<br />
övgüdür:<br />
Me’va-yı nâzenıne kim El if olursa efser,<br />
Lâbüd olur o me’vâ İslambol ile hemser.<br />
“Nûn-vel-kalem” başından alınsa Nun-i Yunus<br />
Aldıkta harf-i diğer olur bu remz Azhar<br />
Miftâh-i Sûre-i “KAF” serhanddi kaf-tâ kaf<br />
Munzam olunmak ister Ray-ı Rasul Peyâmber.<br />
“Ha-yı Hû” ile âhir, maksud oldu zâhir…<br />
Beyt-i veliy’yil-Ekrem, el-Hâcc İYD-I Ekber.<br />
Ey Padişah-ı Fehhâm Sultan Hacı-Bayram<br />
Ruhâne ister ikram “müştâk” abd-i çaker<br />
Me’va-yı Nâzenin/sevgilinin mekânı.<br />
Teşbih-i beliğdir. Sadece benzeyen var ve<br />
benzetilen var. Sevgili Hacı Bayram, mekânı<br />
da Ankara. Elf Tac olursa, makama eklenince…<br />
“İslambol ile hemser” orası gibi saygı<br />
değer yer olur.<br />
Hacı Bayram Ankara’da, mânânın Padişahıdır,<br />
İstanbul <strong>Osman</strong>lı Payitahıdır. Zâhirin<br />
Padişahı ile mânânın Sultânının mukayesesi<br />
var.<br />
Yunus’un NUN’u alınırsa, bir harfden<br />
ENK kısalma gibi hemen o sevgilinin yerinin<br />
adı sezilir. Bu harf ise anahtar rolünü oynar:<br />
Peşine (R) eklenince, bir de Hu kelimesinin<br />
(H)sını alınca isim tamamlanır: ANKARA<br />
çıkar ki; o dönemde “Engürü”dür ismi.<br />
Beyt-i Veliyyil-Ekrem” bu o nâzeninin<br />
me’vası (yuvası) dır. El-Hacc İyd-i Ekber<br />
Hacı Bayram’a olan iltifattır…<br />
10 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />
Sonuç şu: Ey yüce Padişah/Sultan Hacı<br />
Bayram!.. Muamma ve Akrostiş çözüldü.<br />
Zavallı kölen Muştak senden manevi<br />
ikram ister:<br />
Yani şâir, tarikatının başını Sultan görüyor.<br />
Onun bulunduğu (kabrinin yeri) İstanbul’a<br />
denk olur, diyor.<br />
Yani bazılarının yorumladığı gibi.<br />
Ne Ankara’nın başkent olacağına işaret<br />
(müjde) var.<br />
Ne de Ankara’nın serhad şehri (sınır<br />
şehri) olacağına.<br />
Bu yorumlar yanlış ve marazi düşüncelerdir.<br />
-Ankara başkent yapılınca bazıları ona<br />
yormuş.<br />
-Şimdi de Türkiye’nin bölünme endişesi<br />
dedikodularının tesiri ile, orayı sınırda kent<br />
olma tahminini seslendirmeden ibaret, marazi<br />
tavırlardır…<br />
Muştak Baba’yı Tamamlayalım:<br />
(Müştak) edemem tevbeyi beyhüde tahayyül<br />
Her lâhzade bir taze günah eylediğimden.<br />
***<br />
Yine ondan:<br />
Girdik reh-i mecâzâ – Hatâmız budur bizim.<br />
Düştük çeh-i niyâza – Belâmız budur bizim.<br />
Kılma rehâ sehâ ki cezamız budur bizim.<br />
Şürb-ü şerabdan bizi menetme ki ey tâbîp,<br />
Derd-i dili nizâr’a devâmız budur bizim.<br />
Yok olasın, mahv-ü fenâ olasun deyu,<br />
Ha’hen de-i duâye duamız budur bizim.<br />
Şahit perest-ü can bedest, rind-ı Lâubâl<br />
Müştak vâr, zevk-ü sefamız budur bizim.<br />
***
“Budur bizim” redifli gazelinde Muştak<br />
Baba, sanatını da gösteriri:<br />
Sofilerin asli uslubu “Mecaz”dır demiştik:<br />
Çünküsü şu, eğer o sözler hakikate alınsa,<br />
bid’at veya küfür sayılacaktır!..<br />
Mecaz durumu kurtarır, şâir de sözünü<br />
söylemiş olur.<br />
Ama şâir burada; mecaza dalmasını<br />
“hata” gibi tanıtsa da, aslında, çeh-i (kuyu)<br />
niyaza düşmüş; Yusuf gibi derece yükselmesi<br />
bekliyor. Belâ ise denenme sınanma (bir tür<br />
çile)dir.<br />
Gazelin Devamı<br />
Bu gazel de tipik sanat özellikleri var:<br />
Bir kere mısralar iki bölüm tarzdadır.<br />
Ortada da kâfiye vardır.<br />
Yani bir beyt, bir kıta gibidir.<br />
-Girdik reh-i mecâza<br />
-Hatamız budur bizim<br />
-Düştük çeh-i niyâza<br />
-Belâmız budur bizim<br />
Bu tarzın adı, MÜSAMMAT GAZEL’dir.<br />
Altıncı beytte bir bakıma “fesahete” aykırı<br />
görülen zincirleme izâfet var. Ama zor<br />
bir işi başarmak yönüyle sanattır: “Senin<br />
zülfünün (perçeminin) kıvrımları tanzimi<br />
olan (zincire) bağlandık…”<br />
“Ey güzel bize acıma ki; cezamız böyledir.”<br />
Bu ceza temennisinde kinâye var: Aslında<br />
o mükafaattır.<br />
Üçüncü beytte: Bizi içkiden men etme<br />
tabip; gönlümüzün ızdırabına ilaçtır şarap…<br />
Yine mecazdır: Maksat manevi sarhoşluktur…<br />
“Mahv ve yoklu, yok ol sen olasın diye:<br />
Dua edene duamız böyledir.”<br />
Burada değişik sanatlar var da; İştikak<br />
sanatı hâkimdir:<br />
Yok olasın ,mah-vu fena. Hahende-i<br />
dua, duamız… yani aynı kökten türemiş<br />
kelimeler geçiyor; ayrıca ahengi sağlıyor kelimeler.<br />
Bazısı da müteradif (eş anlamlı)dir.<br />
Altıncı Beyt:<br />
“Şahit perest-ü cân bedest rind-i lâubâl<br />
Muştak var, zevk-u safamız budur bizim…”<br />
“Gördüğünü kabul eder, canı dişinde ve<br />
rahat davranan rind<br />
Muştak var (git) bizim zevkimiz, eğlenmemiz<br />
böyledir…<br />
***<br />
Şimdi esas mecaz deryasına düşen,<br />
Nûzhet Dede ile Niyazi-yi Mısrî’den mısralar<br />
alalım:<br />
Önce Nûzhet Dede(1)<br />
Bir meyle olup Âdem-ü Havvası da sarhoş,<br />
Ol can ile iblisi de iğvâsı da sarhoş…<br />
Mest-i ezeldir ki döner başı semânın,<br />
Arşın bile ta kubbesinin tası da sarhoş…<br />
Çekmiş nice bir şems ü Kamer necm-i piyâle,<br />
Hep sabit-ü seyyare Süreyyası da sarhoş.<br />
Zerrat-ı cihan birbirine aşık-u mâşûk,<br />
Zerrat değil Kafı da Ankası da sarhoş.<br />
Ol bâde idi çarhı bütün şekva getirdi,<br />
Bu şevk ile dünyası da ukbası da sarhoş.<br />
Ol cûra idi eyledi Mecnun’u melâmet,<br />
Bir Kays değil turra-ı Leylası da sarhoş.<br />
---------------------------------<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 11
Ben hastalığım sıhhat-ı Lûkmâna değişmem;<br />
Ol derbederin Hikmet-i eczâsı da sarhoş.<br />
-------------------------<br />
Bilmem ki, nedir ahır-i iş bu cereyanın,<br />
İnsanı da hayvanı da eşyası da sarhoş.<br />
-------------------------<br />
Senden sana mi’rac ede gör gizlice Nûzhet,<br />
Bu mârekenin Leyle-i Esrâsı da sarhoş…<br />
Dünya vü ukbayı ta’mir eylemekten geçmişiz,<br />
Her taraftan yıkılup viran olan anlar bizi…<br />
Biz şol abdalız bıraktuk eğnümüzden şâlumuz,<br />
Varlığından sıyrılup uryan olan anlar bizi…<br />
Kahr-û lütf’ü şey-i vâhit bilmeyen çekti azap,<br />
Ol azaptan kurtulup Sultan olan anlar bizi.<br />
Buldun mu cebir içre bu da’va-i sakimi<br />
Bak Nûzhetin esrarı da davası da sarhoş…<br />
Zâhidâ, ayık dururken anlamazsın sen bizi,<br />
Cürâyı sâfi içup mestân olan anlar bizi.<br />
Niyazi-yi Mısrı’den (2)<br />
Niyazi Türk ve Türkiyeli olup, Mısırda<br />
kalmış ve sonuçta Mısırlı unvanıyla böyle<br />
ünlenmiş. Türkçeyi kullanamayan biri bu<br />
ünü görmez de; “Mısri Niyazi” diye yazar.<br />
Bugün bizim asıl dilimize yabancılık böyledir…<br />
Sonra;<br />
Niyazi-yi Mısrı’den bir Gazele bakalım:<br />
“Zat-i Hakkata mahremi irfan olan anlar bizi,<br />
İlm-i sırda bahs-i bi pâyân olan anlar bizi…<br />
Bu fenâ gülzârına bülbül olan anlar bizi,<br />
Vech-i bari hüsnüne hayran olan anlar bizi.<br />
İlk dört mısra kendi içinde kafiyelidir.<br />
Bu hâl, Murassa yada müselsel” adını alır.<br />
Sonraki beytlerin birinci mısra-i serbest,<br />
ikincisi baştaki kafiyeye tabidir.<br />
“Allah’ın zatında yok olmuş, irfana<br />
mahrem (oraya ehil) olan anlar bizi!<br />
İlm-i sırda sınırsız mesafe almışlar bizi<br />
anlar, akıl erdirebilir.” Dolaylı olarak; biz bu<br />
mertebeye ermişiz, siz zâhirde ve taşradasınız,<br />
bizi anlamazsınız… diyor.<br />
Ârifin her bir sözünü duymaya insan gerek,<br />
Bu cihanda sanmanuz heyvân olan anlar bizi.<br />
Ey Niyazi, katremiz deryaya saldık biz bu gün,<br />
Katre nice anlasın, derya olan anlar bizi…<br />
Niyazi Mısri âlim bir tarikatçıdır: Onun<br />
için, her söylediği İslâmi bilgi kokuyor. Sonuçta;<br />
Mecazlı da olsa, aşırı ifadeleriyle hataya<br />
düşmüyor. Dili de tam bir münevver<br />
edasıyla kullanıyor. Tabii tasavvufi söyleyişi<br />
de tam başarıyor:<br />
“Zat-ı Hakta” Allah’ın zatında (yani fenafillah/Allah’ın<br />
varlığında yok olma) derecesine<br />
ermiş. Orası mahrem bölgedir. Orada<br />
irfanla bulunan varsa, beri gelsin; onlar bizi<br />
anlar.<br />
“Sır ilminde sınırsız araştırması olan anlar…<br />
Birden bire bu fena gülzarına bülbül…” olmaktan<br />
dem vuruyor:<br />
İşte bu bülbül, her insana huzur verdiği<br />
için anlar: Çünkü bu da, Allah’ın Cemaline<br />
hayranlık ifade eder. İşte öyleleri bizim halimizden<br />
ve kalimizden anlayabilir.<br />
Bu şiir, zahir şâirlerine ait olsa; “Fahriye”<br />
diye nitelerdik. Ama sofinin o hali yok-<br />
12 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011
tur zaten. O’nun derdi; zahiri-maddeyidünyayı<br />
ihmal edip uhrayı manayı ihyâdır.<br />
Onun için de sözlerinde mecazlar, kinayeler,<br />
istiareler çoktur (hâkimdir) hatta mubâlağa<br />
da doruktadır.<br />
Hemen de diyor: “Dünya ahiret sevdasından;<br />
onları ma’mur etmekten geçmişiz,<br />
yıkılıp viran olmuşuz; işte böyle olanlar anlar<br />
bizi: Yani Yunus Emre’nin dediği gibi “Cenneti-huriyi,<br />
isteyene. Bana seni gerek…”<br />
Yani N. Mısri fena fillah derecesinde olunca;<br />
belki sevap-günah endişesi bile yok der gibi…<br />
Varlığından sıyrılmak da budur. Bunu<br />
ilân ederken; İrad-ı Mesel sanatını seçiyor:<br />
Önümüzden eteğimizi bıraktık, çızıl çıplak<br />
kaldık. Tabii bu; nefsi cismi, duyuları… terk<br />
edip sırf rûha-mânâya dönmekten kinayedir.<br />
Şairin her sözünde de; Terk-i dünya<br />
öğüdü vardır! Hikmet burada; Kahr-ü lütfü<br />
tek şey/aynı şey saymayan azap çeker. Yani<br />
endişede kalır. Hâlbuki “Kahrı da hoş-lütfi<br />
de hoş”dur. Aslında, o dereceye çıkan için,<br />
bunlar anlamsız kalır. Kişi affedildi ise, ona<br />
layıksa; artık azap görür müyüm, cennet<br />
safası sürer miyim… gibi ikilem yoktur. O ol<br />
der ve olur!..<br />
Yine:<br />
Ey zahit (kaba sofu) sen ayık geziyorsun.<br />
Anlamazsın bizi. Eğer ilâhi aşkın bir damlasını<br />
içmiş olsaydın anlardın.<br />
Ârif (yani her şeyi özü ve gerçeği ile görüp<br />
kavrayanın) sözünü anlama insanlara<br />
mahsustur. O idrâke ve bakışa yaklaşamayanlar<br />
hayvan gibi; insanın inceliğini ne<br />
anlasın?<br />
Katreyiz denize dalmışız, denize dalmayan<br />
anlamaz!...<br />
Bu beytte:<br />
Hitap sanatı var: Kendisine sesleniyor.<br />
İltifat sanatı var: Başkalarına seslenmeyi<br />
bırakmış kendine dönmüş.<br />
Leff-i neşr var:<br />
Birinci mısrada kendisi, katresi, derya<br />
var<br />
İkinci de de karşılıkları var ama katre<br />
öne geçmiş, derya sona kalmış: Müşevveştir.<br />
İştikak sanatı da var: Ayni kökten türemiş<br />
farklı kelimeler kullanıyor.<br />
Fena gülzârı, dünyayı bahçeye benzetme<br />
Her taratan yıkılma… aslında bir saraya<br />
benzetirken; içindekinin çırıl çıplak (üryan)<br />
kalması da iç içe Kinayedir.<br />
Şiir aruzun: Üç failatün ve bir failün kalıbıyla,<br />
kusursuzdur.<br />
“Kahr ü Lütfü şey-i vâhit, mısraının başında<br />
vezin değişmiştir. Bu bir kusur değil<br />
yeni bir sanattır.<br />
“Sekt-i melih” denir. Şiirde mânânın<br />
(hikmetin tamlanması için) vezinden fedakârlık<br />
gibidir ama güzel bir sektedir: Kulağın<br />
alıştığı akıp giden vezin değişince oradaki<br />
hikmete dikkat çeker!<br />
Failatün failatün yerine; Fa’lü fa’lü.<br />
“Dikkat, dikkat” der gibi.<br />
İkinci mısra yine normale dönüyor…<br />
Bunu her şâir beceremez ve oradaki “Hikmet”<br />
(ki şiirin özüdür) sezilemez!.. Bu sanatı,<br />
en çok beceren Abdulhak Hamit Tarhan’dı.<br />
Ve şiirlerinde çok bulunmaktadır, cazibe de<br />
kazandırmaktadır…<br />
Dipnot:<br />
(1) Şiir çok uzun olduğu için atlamalar oldu.<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 13
Şiir Tahlili:<br />
Ali Nar<br />
Şiir: Gazi Giray Han<br />
SAVAŞ GAZELİ<br />
Râyete meyl iderüz kâmet-i dil-cû yerine<br />
Tuğa dil bağlamışuz kâkül-i hoş-bû yerine<br />
Heves-i tîr ü kemân çıkmadı dilden aslâ<br />
Nâvek-i gamze-i dil-sûz ile ebrû yerine<br />
Süresiz tîğimüzün zevk u safâsın her dem<br />
Sîm-tenlerle olan lezzet-i pehlû yerin<br />
Gerden-i tevsen-i zîbâda kutâs-ı dil-bend<br />
Bağladı gönlümüzi zülf ile gîsû yerine<br />
Severüz esb-i hüner-mend-i sabâ-reftârı<br />
Bir perî-şekl sanem bir gözü âhû yerine<br />
Gönlümüz şâhid-i zibâ-yı cihâda virdük<br />
Dilber-i mâh-ruh u yâr-ı perî-rü yerine<br />
Seferin cevri çok ümmîd-i vefâyile velî<br />
Olduk âşüftesi bir şûh-ı cefâ-cû yerine<br />
Olmışuz cân ile billâh Gazâyi teşne<br />
Kanını düşmen-i mülkün içerüz su yerine<br />
Tatar Hanlarından Gazi GİRAY Han’a aittir(1)<br />
14 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011
GAZİ GİRAY HAN<br />
Ashahdan, Abdullah bin Revâha’nin, Mute<br />
muharebesinde söylediği şiirleri hatırlatır: Diyeceğim<br />
ki; ilki ibnu Revâha ise demek sonu da<br />
Gazi Giray. Çünkü Tatar Hanları sanki özel bir<br />
nasibin sahibi olarak; hem sevkül-çeyşte hem de<br />
savaşı övüp, kedisini ve ordusunu rehabilite edecek<br />
güçteler…<br />
Gazel okununca görülüyor ki; bütün tabirler<br />
ve remzler, <strong>Osman</strong>lı ağzındadır. Ve zaten<br />
Kırım Tatar Hanları <strong>Osman</strong>lı Paşaları mevkiindedir:<br />
<strong>Osman</strong>lı savaşa çıkarken Tatar Hanları da<br />
haberleşip aynı hedefe doğru yola çıkar… Diyelim<br />
Bulgaristan, ya da Romanya topraklarında<br />
bir mevkide iki ordu buluşur. Hanlar, Padişaha<br />
(veya Vezir-i A’zamsa komutan, ona) tazim<br />
arzeder ve birlikte savaş meydanına yürürler…<br />
Gazele bakıyoruz; sekiz beytten oluşmuş. İlk<br />
beyt kendi içinde sonrakilere bu beytin ikinci<br />
mısrasıyla kafiyeli. Ve son beytte şâirin mahlası<br />
(Gazâî-yani Gazi diye) geçiyor. Bu son beyt aynı<br />
zamanda (bizce) beytül-gazeldir.<br />
Gazelin kafiyeleri, bir buçuktur, asıl ses; su,<br />
rü, hü… “yerine” redifi ise kafiyeyi zenginleştirecek<br />
kıvamdadır ve her “kafiyeye” takımıyla<br />
uyumludur. Hoş bû yerine, âhû yerine, içeriz su<br />
yerine…<br />
Vezni ise: [Fâilatün+feilâtün, feilâtun<br />
fa’lün] Bazı imâlelerle; üç failatün ile gelen de<br />
oluyor…<br />
Üslup: Tabii olarak Cezalet hakimiyetinde:<br />
Çünkü cidâl-cihâd şi’ridir. Ama rikkat de<br />
cezâletin kanatları altında barınıyor: Aslında<br />
bütün kelime ve semboller rakiktir. Ancak son<br />
beytin son mısraında cezâlet hepsini örtmüş.<br />
“Vatan düşmanının kanını su gibi içeriz!.. Asarız,<br />
keseriz, düşmanı kırıp geçiririz; kelimelerinin<br />
sesidir gelen…<br />
***<br />
Sanat olarak: “Fahriye” gibi ama hâkim<br />
olan anlatımda:<br />
Teşbih-i beliğ, sembolizm, mukabele… gibi<br />
sanatlar hâkim.<br />
***<br />
Birinci Beyt:<br />
“Râyete meyl iderüz kâmet-i dil-cû yerine<br />
Tûğa dil bağlamışuz kâkül-i hoş-bû yerine”<br />
“Gönderde dalgalanan SANCAĞA gönül<br />
veririz; sanki, gönül çeken kadın endamı yerine…”<br />
Yine (sevgili olacak kadının) güzel kokulu<br />
zülüfleri yerine TUĞ’a gönül bağlarız!..<br />
Savaşın sembolü sancak (Râyet) ve onun<br />
direği bağlandığı yere konan püskül bizi bunlar<br />
çeker.<br />
Savaşın en belirgin sembolü ise tuğ. (Bu tuğ,<br />
başkomutanın hediye ettiği-başa takılan sorğuç<br />
gibi bir şey de olabilir.)<br />
Aşk ve muhabbetin de sembolü güzel kadındır:<br />
Bir mukayeseyi andıran ifade de sanki mukabele<br />
sanatı var:<br />
O, o’na bedel. Birbirine zıt gibi, ama denklik<br />
de var:<br />
Sancak, gönderde dalgalanır. Kadın da boyuyla<br />
salınır dikkat çeker… Sancağın kendisi<br />
söylenirken kadının boyu işaret edilmiş… Böylece,<br />
semboller konuşurken; Mürsel Mecaz sanatıyla<br />
bitirilmiş.<br />
Ama asıl benzetmeler: Bayrağın dalgalanışı,<br />
güzelin salınarak yürüyüşü…<br />
Mücahid için tercih, sancaktan yana!.. Zaten,<br />
sancak dalgalandığı yerde sevgilinin (güzellerin<br />
korunması ve) değeri söz konusu olabilir.<br />
İşte o selviboylunun kâkülü de sancağa takılan<br />
püskülle kıyaslanıyor. Bu teşbih-i beliğdir.<br />
Ve esasen; Leff ü neşr’e uygun düşer beyt:<br />
“Rayet-Kamete uyarken, Tuğda-Kâûl’e karşı<br />
gelir.<br />
Sancak (râyet) söylenirken “gönder” kastedilmiş.<br />
Ama tuğ söylenirken doğrudan “tuğ”<br />
kastedilmiş… Biri mürsel mecaz, öbürü hakikat…<br />
İkinci Beyt:<br />
Heves-i tîr ü kemân çıkmadı dilden aslâ<br />
Nâvek-i gamze-i dil-sûz ile ebrû yerine<br />
“Gönlümüzden ok-yay sevgisi asla çıkmadı.<br />
Gönül yakan gamze (göz kenarıyla bakış) ve<br />
kaş yerine.”<br />
Yine Leff ü neşr: ok-gamzeyle, yay da kaşla<br />
denk düşer. Ve divan şiirinde, güzelin kaşları<br />
“yay’a, gözün kavşak noktası (dış kenarı) “ok”a<br />
benzetilerek; âşıka etkisi belirtilirken burada<br />
tersine; gerçek ok ( ve ucundaki delici gamzesi)<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 15
alınıyor, kadının o unsurları atılıyor!.. Savaşçının<br />
aşkı budur…<br />
Üçüncü Beyt:<br />
Sürerüz tîğimüzün zevk’u safâsın her dem,<br />
Sîm-tenlerle olan lezzet-i pehlû yerin.<br />
“Biz herdem kılıcımızla zevk ve safa süreriz;<br />
Gümüş bedenli güzellere sarılmak yerine!..”<br />
Kılıçla gümüş bedenli kadın’ın benzerliği,<br />
parlaklığı ve sevimliliğidir:<br />
Çünkü parlak kılıçla savaşmak o günün yiğitlik<br />
zevkidir. Benzerlik böylece teşbih-i beliğdir.<br />
Kılıç la haşır-neşir olanda silahına karşı sevgi<br />
doğar, yerleşir…<br />
Eşyaya da insanın şartlanması vardır. Adeta<br />
eşya da sahibine meyleder, koşar.<br />
Dördüncü Beyt:<br />
Gerden-i tevsen-i zîbâda kutâs-ı dil-bend<br />
Bağladı gönlümüzi zülf ile gîsû yerine<br />
“Biçimli ve o derece de süslerle donatılmış<br />
gönül burkan kadın gerdenini andıran yeleli bir<br />
atın boynundaki pusuya bağlandı gönlümüz.<br />
Bir gerden tasviri var. Ama bu o harika güzelliğine<br />
eş, süslerle de cazip kılınan atın boynu…<br />
Teşbih tamdır: Benzeyen, benzetilen, benzeme<br />
yönü var, sadece edat yok…<br />
Beşinci Beyt:<br />
Severüz esb-i hüner-mend-i sabâ-reftârı<br />
Bir perî-şekl sanem bir gözü âhû yerine<br />
Burada ise, savaşçının aniden ata sıçraması<br />
var: Sadece benzetme yerine; güzel yürüyüşlü<br />
(rehvân, eşkin, tırıs, ) ve atlayıcı, yüzücü at. (o<br />
günkü)<br />
Savaşın, uçağı, tankı, makinalı tüfeği, hep<br />
hünerli attır.<br />
Nerede kişneyecek, şahlanacak, kıvrılıp yer<br />
değiştirecek, bilir. Aşkın hedefi peri kıvrak, büt<br />
(yapma bebek) gibi düzgün ve özentili yapı, ceylan<br />
gözlü… Ama şâir diyor ki;<br />
“Biz peri yüzlü âhû gözlü kadın yerine;<br />
Rüzgâr gibi esen, hünerli atı severiz.” Çünkü<br />
bir mücahid için kılıç, kalkan, ok-yaymızraktan<br />
önce AT lazımdır. Hatta düşman<br />
eline düşmemek, kıstırıldığı zaman kaçıp kurtulmak<br />
için hep AT gerek…<br />
Altıncı Beyt:<br />
Gönlümüz şâhid-i zibâ-yı cihâda virdük<br />
Dilber-i mâh-ruh u yâr-ı perî-rü yerine<br />
Biz gönlümüzü selvi boylu, ay yüzlü peri görünümlü<br />
güzele değil; Cihad adlı güzellikte tek<br />
olan cidal’a kaptırdık…<br />
“Ay yanaklı” peri yüzlü teşbih-i beliğdir.<br />
Yedinci Beyt:<br />
Seferin cevri çok ümmîd-i vefâyile velî<br />
Olduk âşüftesi bir şûh-ı cefâ-cû yerine<br />
Savaşın zorluğu fazla ama vefa ümidiyle<br />
atbaşı gider.<br />
Biz cefa veren bir oynak kadın yerine; sonu<br />
mutlu, savaşa bağlandık.<br />
Savaş, vefası az cefası çok kadınla denkleştirilmiş:<br />
Ama savaşın sonunda zafer ümidi daha<br />
çoktur. Hakkına razı olmayan kadın, savaştan<br />
daha ağır cefa çektirir…<br />
Sekizinci Beyt:<br />
Olmışuz cân ile billâh Gazâyi teşne<br />
Kanını düşmen-i mülkün içerüz su yerine<br />
“Özümüzle sözümüzle savaşa öyle<br />
susamışızki;<br />
(Alimallah) su yerine, ülke düşmanının kanını<br />
içeriz.”<br />
İşte cezalet burada patlama yapıyor. Artık o<br />
ince tasvir ve teşbihler bitiyor:<br />
Vatana göz diken kanı döktürülmesi helâl,<br />
hatta vacip olduğundan, gözümüzü kırpmadan<br />
öldürürüz.<br />
Kanla-su arasında muraatunnazir var.<br />
Susuzlukla içmekte Leffü neşr ilişkisi.<br />
Kan içmeğe gelince, doğrudan kan dökeriz<br />
karşılığıdır: Yoksa “kan içen karga-canavar”<br />
hatırlanır ki, bu edebi olmazdı. Na’hoş olur, buna<br />
“hücneyi edebiye” denirdi. Burada tabir zorlaması<br />
var: Yurt düşmanına duyulan nefret ancak<br />
böyle ifade edilebilirdi. Şiir kalıbına da bundan<br />
ötesi sığmazdı: Çünkü “beliğ söz, yerinde<br />
söz”dür. Yani yeri gelince; tam deminde “sövmek<br />
bile” sanat olur, belki de en beliğ söz.<br />
Bu şiirin de diyeceğim ki, duruma en uygun<br />
beyti budur, en beliğ tabiri de “Kanını düşmen-i<br />
mülküm içerüz su yerine” cümlesidir…<br />
Gazi Giray’a rahmet olsun.<br />
Dipnot:<br />
(1) Kültür Bakanlığının hazırladığı (Türk İlleri ve<br />
Dillerine dair kitapdan.)<br />
16 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011
Sanat Tahlili:<br />
Ali Nar<br />
Şiir: <strong>Osman</strong> Sarı<br />
TAŞ GAZELİ<br />
-I-<br />
Taş taş değil bağrındadır taş senin<br />
Nereni nasıl yaksın söyle bu ataş senin<br />
Bir katılıktır dinamit söker mi yürekleri<br />
Başın bir kez bu kalbe çarpmasın ey taş senin<br />
Kazmayı kayalara değil kalplere vur ey<br />
Ferhat niçindir kırdığın bunca taş senin<br />
Anne seninle bağrın döğer gider mi acı<br />
Hanidir ferhaddan aldığın ders taş senin<br />
Sende mi taşla bir oldun ey sevgili<br />
İşitmez oldun beni kalbin taştan taş senin<br />
Ölüm sendendir bana nedir taşlamak beni<br />
Bana güldür çiçektir attığın her taş senin<br />
Gözünü dikme taşa işte parça parçadır<br />
Şimşektir bir bakışın dayanır mı taş senin<br />
Deprem değildir dağı ve beni sarsan<br />
Bir bakışındır komaz taş üstünde taş senin<br />
Niçin çıktın dağlara evren çöl oldu Leyla<br />
Topuğun öpmek için toz oldu dağ taş senin<br />
-II-<br />
Taş taş değildir bağrındır taş senin<br />
Nereni nasıl yaksın söyle bu ateş senin<br />
Ülkendir taş ve beton bu yanlış kent<br />
Her gün bir yanın biraz daha taş senin<br />
Taş alanlarıdır taş insanları taşır bir<br />
Nereye gelsen ey aşk karşında bu taş senin<br />
Uygarlığı taşla taşımak çağlar üzre<br />
Kolların bu denli güçlü müdür taş senin<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 17
Bir taş devridir ama bağışla beni<br />
Niçin bunca geldim üstüne ey taş senin<br />
Bir İbrahim bıçağı ikiye biçer taşı<br />
Sevgili nasıl kırdı kutlu dişin taş senin<br />
Ölüm bir kasırgadır çevirir seni beni<br />
Nedir kucağında kocaman bu taş senin<br />
-III-<br />
Bir bir yürürlükten kaldırıp çürümüş devrimleri<br />
En gürbüz bir devrimi dikmek yerine taş senin<br />
Nereye koysam seni söyle ey yüreğim<br />
Bir gün beni ele verir bu güçlü atış senin<br />
<strong>Osman</strong> Sarı<br />
Taş Gazeli / <strong>Osman</strong> Sarı<br />
Sanat Tahlili:<br />
(I. Bend)<br />
-Dil sade ve olgun şiir dili<br />
-Kafiyelenme: Gazel tarzıdır (a a, b a, c a…)<br />
-Ahenk var, imalar var, alıntılar var.<br />
(Eskilerden beslenme)<br />
1.Beyt: Teşbih-i beliğ. Kalbini taşa teşbih<br />
(edat y ok) sualle vurgu…<br />
2.Beyt: Mübâlağı (gulüv derecesi) Taştan<br />
sert bir kalp.<br />
3. Beyt: Tarihi kimliğe telmih, sanatı<br />
güçlendirmiş.<br />
4. Beyt Tarihi Halk deyimini şiirleştirmiş:<br />
“Bağrına taş basmak!<br />
5. Hece ihmal edilmiş; anlam için…<br />
Tahkir var ve tekidli. Teşbih-i beliği/aldırışsızlığı<br />
taşla kıyas…<br />
6. Tarihi bir söze telmih var: Hallacı<br />
Mansur’un dostlarına sitem…<br />
Tezat var: Orada çiçekleri “Taş” gibi algılamaya<br />
karşı, burada taşı gül gibi kabullenme<br />
var.<br />
7- Bakışı parçalayıcı yıldırım sayıyor<br />
(ama şimşek demesi bir bilgi yanlışlığıdır:<br />
Çünkü şimşek çok uzaktaki yıldırımdır, zararsızdır…)<br />
18 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />
“Bakışın” bakışına olmalıydı; şiir zaruretinden<br />
“Terhim” yapılmış. (hece düşmesi)<br />
8- Bir kelime eksikliği âhenği bozuyor:<br />
“böyle” veya “dahi” olsa ahenk bozulmaz…<br />
İkinci mısra’da yine halk deyimi kullanılmakla,<br />
şiir güç kazanmış… (taş -taş üstünde-)<br />
9. Muhale havâle var: Topuğunu öpmek<br />
için dağ taş toz olmuş.<br />
Bir de hüsnü ta’lil var… Leff-ü neşr-i<br />
müşevveş var…(Çöl niçin kumludur?)<br />
III. Bend:<br />
1.2.Mısra’lar:<br />
Çürümüş devrimler sıfat tamlaması;<br />
benzetilen devrim, çürümüş kemiklere benzetilmiş<br />
(istiare) En gürbüz devrim; mecazdır.<br />
Doğru ve haklıdan Kinâye.<br />
3.4. Mısra’lar:<br />
Yüreğine hitapla İLTİFAT sanatı yapılmış;<br />
muhatap (Taş) yerine yüreği olmuş.<br />
Sıfatı da değişmiş; duygusuz katı yürek<br />
yerine; hızlı çarpan yürek geçmiş. Ele vermekse;<br />
Zabıtaya yakalanmadan çok Kalp<br />
sektesini işaret eder…
Röportaj<br />
Dünya İslami <strong>Edebiyat</strong> Birliği<br />
DR.CAHİT ÖNEY’LE<br />
RÖPORTAJ<br />
-Kendinizi tanıtır mısınız?<br />
1926 yılında İstanbul’da doğdum. Babam:<br />
Âdil, Annem: Rahime.<br />
-Üniversiteyi bitirdikten sonra hemen<br />
tabib olarak çalışmaya başladınız mı, yoksa<br />
bazı işlerde çalıştınız mı? Neler?<br />
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni<br />
bitirir bitirmez Sağlık Bakanlığında çalışmağa<br />
başladım. 1959-1961 Bakanlık Müfettişi;<br />
1961-1964 Muş Vilâyetinde ve 1964,<br />
1967 Ağrı Vilâyetinde Sağlık Müdürlüklerini<br />
ve 1967-1970 yıllarında İstanbul’da asistanlığı<br />
müteakib Radiolog olarak devlet hastanelerinde;<br />
1981’den itibâren özel hastanelerde<br />
çalıştım.<br />
-<strong>Edebiyat</strong> zevkinizin muharrik sebebi<br />
nedir, kimdir?<br />
İstanbul Kabataş Erkek Lisesi’nde edebiyat<br />
hocalarım şâir Fâruk Nâfiz Çamlıbel ve<br />
Zeki Ömer Defne’yi örnek alarak şiir yazmağa<br />
1942’de başladım. Yalnızca aruz veznini<br />
kullandım.<br />
<strong>Edebiyat</strong> alanında ilk yazdıklarınız nelerdir,<br />
şiir-hikaye-deneme vs.?<br />
İlk yazdıklarım yalnızca şiirdir .<br />
-Size edebi zevki aşılayan zatın kimliği,<br />
menşei ve ülkedeki mevkii neydi? İlmini ve<br />
sanat zevkini kimden devşirmiştir?<br />
<strong>Edebiyat</strong> ve özellikle şiir zevkini aldığım<br />
Faruk Nafiz Çamlıbel (1898–1973) tanınmış,<br />
sevilmiş şâirlerimizdendir. İlmini ve zevkini,<br />
son devir <strong>Osman</strong>lı şâirlerinden almıştır.<br />
Hocanız kabul ettiğiniz ve dini-edebi<br />
kültürünüze katkıda bulunanların branş ve<br />
sahasındaki hizmeti neydi? Hangi şartlarda<br />
hangi ortamda yetişmişlerdi?<br />
Hocam olarak kabul ettiğim Ârif Nihat<br />
Asya (1904–1975) merhùm ile de 1963’de<br />
tanıştım ve rubâîlerinden bazılarını örnek<br />
edindim. Bize benzemeyen gençlerimizin ve<br />
hattâ çocuklarımızın yetiştiğini görerek yazdığı<br />
SÖYLEMEK başlıklı şiirini taşrîr-i murabba’<br />
yaptım. Aynı üzücü duygularla yazılmış,<br />
Mehmet Çınarlı’nın (1925–1999)<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 19
ONLAR başlıklı şiirinden de taştîr-i murabba’<br />
yaptım.<br />
-Musikiye nasıl meylettiniz ve yaptığınız<br />
bestelerden iki örnek verir misiniz?<br />
Çocukluğumda, pek çok İstanbullunun<br />
evinde ud bulunur ve hanımlar çalardı. Yaz<br />
tâtillerinde, öğretmen olan annemi dinlerdim.<br />
Minârelerden işittiğimiz Ezân-ı Muhammedî<br />
ve Terâvih namazlarında câmi’de<br />
okuduğumuz ilâhîllerden makàmâtı öğrenmiş<br />
idik. 1950’den îtibâren beste yapmağa<br />
başladım. Bunlardan 43 adedini neşre lâyık<br />
gördüm. Notaları www.cahitoney.com dadır.<br />
Bu web sitemde, cevab olarak aradığınız her<br />
bilgi mevcuttur.<br />
-Musiki de en beğendiğiniz, eski- yeni<br />
bestekâr kimdir, niçin?<br />
Hammâmîzâde İsmâil Dede Efendi’yi<br />
(1778–1846), Zekâî Dede (1825–1897) E-<br />
fendi’yi takdîr ederim. Sebebi; klasik musikimiz<br />
bu zevât sâyesinde zirveye ulaşmıştır.<br />
Yeni bestekârlardan takdîr ettiklerimden<br />
kimse kalmadığını üzülerek ve mahcùb olarak<br />
kaydediyorum.<br />
-İslami <strong>Edebiyat</strong>ı ta’rif eder ve özelliklerini<br />
sayar mısınız?<br />
İslâm akàidine uygun tahassüs ve fikriyâtı<br />
manzùm veyâ mensùr beyân eden eserlerin<br />
mecmùu, bir zaman aralığı içindeki<br />
İslâmî Edebiyât’ı teşkîl ve temsîl eder.<br />
İslâmî edebiyâtın baş özellikleri, İslâm<br />
akàidine, ahlâkına, nezâketine riâyetdir.<br />
-İslami şiir (sizce) hangi hususiyete sahiptir<br />
veya olmalıdır?<br />
İslâmî şiir, İslâm akàidine, ahlâkına,<br />
uslûbuna ve nazım şekillerine riâyetkâr olmalıdır.<br />
-Türkçe veya diğer muhtelif dillerde<br />
yazmış ve eserlerinin bütünü göz önüne alındığında<br />
İslam şairi diyebileceğiniz kimleri<br />
sayabilirsin?<br />
“Müslümân şâirlik”in ileri/yüksek mertebesi<br />
“İslâm şâiri” olmaktır. Türkiye’de son<br />
100 yıl içinde yalnızca 2 İslâm şâiri yetişmiştir:<br />
Mehmed Âkif Ersoy (1873 – 1936) ve<br />
Ali Ulvi Kurucu (1920 – 2002). “İslâm<br />
şâiri”; bütün şiirlerinde yalnızca<br />
“İ’lâyı Kelimetullàh’ı” hedef alan ve<br />
yüzyıllar öncesinde kalan seleflerinin kullandıkları<br />
arùz vezni ile nazım şekillerini (münâcât,<br />
na’t, tercî-i bend, kasîde, mesnevî,<br />
rubâî..) tercîh eden şâire denir. Türklerin<br />
son İslâm şâiri, Ali Ulvi Kurucu merhùmdur.<br />
-20. asır sonuna kadar İslami <strong>Edebiyat</strong><br />
geleneğini kimler devam ettirmişlerdir?<br />
20. asır sonuna kadar, (11. maddede<br />
unsurlarını yazdığım) İslâmî edebiyât geleneğini<br />
(bütünüyle) devâm ettirenler, şâir olarak<br />
Mehmed Âkif Ersoy, Ali Ulvi Kurucu;<br />
mensur eserler veren, nâşir olarak da gayret<br />
sarf edenler Necip Fâzıl Kısakürek (1904–<br />
1983), İslâmî Edebiyât Dergisini yaşatanlar:<br />
<strong>Prof</strong>. <strong>Dr</strong>. <strong>Osman</strong> Öztürk ile Ali Nar’dır.<br />
Modern dönemde üslup ve söyleyiş (vezin,<br />
kafiye, ahenk, muhteva) bakımından<br />
kimleri şair saymak mümkündür?<br />
“Şâir”, “Müslümân şâir”, “İslâm şâiri” sıfatları<br />
birbirinden ayrıdır. “Şâir” sıfatı çok<br />
şümuûllüdür; Hıristiyân, Budist ve (her kavimden<br />
Ateist şâir)ler de vardır. Müslüman-Türk<br />
şâirlerden (hem hece hem arùz<br />
veznini kullanıp, az da olsa, klasik nazım<br />
şekillerine de îtibâr edenler) olarak Ârif Nihat<br />
Asya, Mehmet Çınarlı, Abdullah Öztemiz<br />
Hacıtâhiroğlu’nu bilhassa zikretmek<br />
isterim.<br />
-Münacat ve naat sahasında en güçlü<br />
ve tam şiir yazan kimselerden örnek verir<br />
misiniz, şiirlerinden en güzel iki-üç tanesinin<br />
adını yazar mısınız?<br />
20. ve 21. asırda 200 yıl öncekilerle<br />
mukàyese kabûl edecek münâcât, na’t yazılmamıştır.<br />
20 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011
-İslami şiirde “hikmet”ten söz edilir:<br />
Her yönüyle hikmetli ve sanatlı birkaç beyit<br />
kaydeder misiniz? Bunlar içinde mısrâ-ı berceste<br />
örneği var mıdır?<br />
Rahatsızlığım ve yaşım sebebiyle araştırma<br />
yapamayacağımdan, istemeyerek kendimden<br />
beytler takdîm edeceğim:<br />
Yıllar görür hesâbını.. sen zahmet eyleme;<br />
Kâfî gelir asâsını kurdun kemirmesi!<br />
Hüdâ; eder de yeraltında mutlu, köstebeği;<br />
Verib belâ-yı azîm, ağlatır sarayda beği!<br />
Mağlûb iken, şemâtet-i a’dâyı bekleriz;<br />
Lâkin, giran gelir bize, dostun tegàfülü!..<br />
Sen ki Ay’dan ve Güneş’den biliyorsun vakti;<br />
Muhdesin tâbisin.. biz, ezel-i âzâliz!<br />
Her beş vakitde Rabbime dâim duâ edin;<br />
Etsin nasiiib bizlere görmek Cemâlini!<br />
Yalnız Seninrızânı kazanmak gerekbize;<br />
Cennet-Cehennemüstüneyoktur hisâbımız<br />
Bir müslümân, eğer talebeylerse Cennet’i<br />
Bilsin ki farz olur göze almak Kıyâmet’i!<br />
“Cemâl”sıfatlarıgàlib “Celâl”sıfatlarına;<br />
“Recâ”sı Havf”ine fâik birâdem oldumben<br />
Körler diyârı sâkiniyiz.. fitne bilmeyiz;<br />
Kim çâha düşse, bizlere Yùsuf tanıttılar!.<br />
“Belki 1-2’sini hikmetli bulursunuz” düşüncesiyle<br />
12 beytimi takdîm ediyorum.<br />
-Bir şiir, neden (hangi yönden) sanat<br />
eseri sayılır?<br />
Ateist, Budist, Hıristiyân, Müslümân<br />
edebiyâtçıların “estetik değerlendirme”<br />
gerektiğinde aradıkları vasıflar birbirlerinden<br />
çok farklıdır.<br />
-Divan olarak ve şiir olarak; Türkçe’den<br />
Arapça’ya çevrilmesini tavsiye edeceğiniz<br />
eserler nelerdir? (Roman, hikâye ve mizahi)<br />
Nesirler de olabilir…<br />
Dîvân olarak Fuzùlî, Bâkî dîvânları..<br />
(içlerinde Arabca ve Farsca şiirler de vardır.)<br />
-Sizin (hususiyle) ekleyeceğiniz bir açıklama<br />
var mıdır?<br />
Son olarak: Kız ve erkek çocuklarımız<br />
ve şahsımla ilgili birer beyt sunuyorum:<br />
Kısmetsiz olan kızlarımız evde kalırdı; /<br />
Îcâb-ı devirdir: Kalıyor şimdi sokakda!.<br />
Bir Müslümân için şudur en bahtiyar<br />
baba: / Mevtinde, oğlu kıldırabilmiş namâzını!<br />
Kul hakkı zerre kalmadı uhdemde Yâ<br />
Gafùr; / Yalnızca borçluyum Sana;affet günâhımı!<br />
Röportaj: Şemseddin Durmuş<br />
D.İ.E. Birliği İslami <strong>Edebiyat</strong> Dergisi<br />
Yayın Yönetmeni<br />
Nerdesin adl-i İlâhî? diye gösterme telâş;<br />
Rabbin ihmâli muhâldir, fakatimhâl eyler<br />
Sen şâh isen debekleme bir câha serfürù;<br />
Minnet Hüdâ’ya, Zât-ı risâlet-penâh’adır<br />
[Pek büyüksün.. belki yıldızdan da yüksek menzilin;<br />
N’eylesen düşmez dlimden: Lâuhibbu’l-âfilîn!.. ]<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 21
Tanıtma<br />
Gülşehri<br />
Unutulan Divan Şâirlerimiz:<br />
KEMAL EDİP KÜRKÇÜOĞLU<br />
VE<br />
OSMAN ŞEMS EFENDİ<br />
a) Kemâl Edip Kürkçüoğlu 1902 Urfa doğumla<br />
-İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu<br />
me’zunu- Dil, Tarih, Coğ. Fak. ni de bitirmiş.<br />
Fransızca, Arapça, Farsça bilirdi… Ankara ve<br />
İstanbul da Öğretim Üyeliği ve üst yöneticilik/mufetislik<br />
yaptı. Türk Dil Kurumunda uzmandı.<br />
Ta’lim Terbiye üyeliği yaptı.<br />
1977 Nisanında İstanbul da vefat etti.<br />
Ben onu İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünün<br />
ilk ve kurucu müdüri idi.<br />
Merhum Mahir İz’le çok samimi idiler. K.<br />
Edip Bey, hem şâir, hem sofi idi (Mevlevi meşrep)<br />
ve her tarik ehliyle dosttu. Zaten dost<br />
insandı.<br />
27 Mayısın şefi Y.İ. Enstitüsünü kapatmak<br />
niyyetiyle gelmişti. Merhum konuştu ve uyardı.<br />
Gürsel pes etti ve Enstitü devam etti, sonra<br />
fakülte oldu.<br />
Şimdi o fakültenin dünyalığını tepe tepe<br />
kullanan öğretim üyeleri, bu ilk üyeleri, bu ilk<br />
sahibi de ikincisini (Ahmed Davudoğlu) unuttu<br />
ve unutturdu.<br />
Birinin büyük şâirliği kül altında kalırken,<br />
öbürünün fıkıh ilmi kenara itildi de; sapık kafaların<br />
gevelemeleri ilim diye sahne aldı…<br />
Kemal Edip Bey’in bir gazelini alıyoruz:<br />
Yani gazel tarzındaki Münacaatı.<br />
Bir de Na’tını okuyalım:<br />
Belli başlı eserleri:<br />
-Nesimi Divanı<br />
-Fuzuli’nin Muamması.<br />
-<strong>Edebiyat</strong>ımızın Milli ve Lisani Değeri.<br />
-İmanda Birlik Vatanda Dirlik.<br />
-Fatiha Tefsiri.<br />
-Dinde Reform Meselesi.<br />
***<br />
B) Sonra <strong>Osman</strong> Şems’i dinleyelim:<br />
1814 yılında İstanbul Hocapaşa mahallesinde<br />
doğmuş.<br />
1893 yılında İstanbul Üsküdar da öldü.<br />
Babası Halvetiydi.<br />
Kendisi ise; Nakşi, Kadiri tarikatlarını da<br />
gördü.<br />
İ. Emin Mahmut Kemâl İnal’ın Son Asır<br />
Türk Şâirleri kitabında vardır.<br />
Bu dev şâir de nisyana terk edilenlerdendir.<br />
Onun şiirlerini derleyen de Kemal Edip Bey<br />
merhumdur.<br />
<strong>Osman</strong> Şems’i daha önce Mahir Hoca tanıtmıştı:<br />
Yılların İzi, bir hazinedir. İki sofi şâir:<br />
de orada bütün özellik ve güzelliğiyle tanıtmış,<br />
eserlerini kaydetmişti.<br />
“Tarih Düşürme” örneklerini de sonlarda<br />
kaydedeceğiz.<br />
İslâmi <strong>Edebiyat</strong>’ın harika örneği <strong>Osman</strong><br />
Şems merhumdan da bir Tahmis sunuyoruz.<br />
Şeyh bunu, 15. asır divan şâiri Necati’nin bir<br />
gazeli üstüne bina etmiştir.<br />
Böylece boyuyla da sanıyla da İslâmi Şiir’e<br />
örnek olmuştur. Onu da okuyalım:<br />
Rahmete vesile olur inşallah.<br />
Museddes şiiri<br />
Çünkü anlatılır ki; K. Edip Hocamız son<br />
demlerinde ziyaret eden bir zata:<br />
Resul-ü Ekrem için bir Na’te başladım.<br />
Rabbimden niyaz ettim; bu na’tı tamamlayıncaya<br />
kadar bana ömür ihsan etsin. Bir gün O<br />
na’tı da nakledeceğiz inşallah!..<br />
22 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011
MÜSEDDES<br />
Gözü, dünyâ mı görür âşık-ı dîdâr olanın<br />
Dilberi, sen gibi bir mâh-ı dil-âzâr olanın<br />
Gayre meyli olamaz, aşkın ile yâr olanın<br />
Yücedir rütbesi mihrinle hevâ-dâr olanın<br />
“Ayağı yer mi basar zülfüne berdar olanın<br />
Aşk u şevk ile verir cân ü serî döne döne<br />
Nâr-ı aşkınla yanan, şem’a-i kâfûr gibi<br />
Sâf eder sînesin âyîne-i billûr gibi<br />
Cûş eder mevc-i dili, mevc-i yem-i nûr gibi<br />
Görünür bâng-i “Ene’llâh!” ile Mansûr gibi<br />
Etdi bu bâğda bir serv-i revânım kem-yâb<br />
Kıldı üftâde-i çâh-ı çemenistân-ı türâb<br />
Nevh-i nâlemden olup devrine zencir-i tınâb<br />
Dil ü çeşmin dökülür eşk-i teri döne döne<br />
Kıldı hasret beni sergeşte vü mestâne-revân<br />
Nâr-ı firkat dilime açdı nice dâğ-ı nihân<br />
Başdan başa olup zâr tenim dîde-i cân<br />
Görmeğe zülfü içinde ruh-i cânânı iyân<br />
Şems olup, hem-reviş-i mihr ü meh-i nûr-efşan<br />
Seyr eder çarh ile şâm ü seherî döne döne<br />
<strong>Osman</strong> Şems Efendi<br />
Tutuşur meş’al-i âhı şecer-i Tûr gibi<br />
Savrulur göklere her bir şereri döne döne<br />
Sana dil-beste olan, zülf-i perîşânın ile<br />
Mest olur gerçi mey-i la’l-i gül-efşânın ile<br />
Hûna âğâşte olur hancer-i müjgânın ile<br />
Âkıbet yârelenür pençe-i hicrânın ile<br />
Saplanıp sîh-i gama âteş-i sûzânın ile<br />
Laht-ı biryâna döner tâ ciğeri döne döne<br />
Her tecelli kim eder aşk-ı dil-efrûz-i niğâr<br />
İnleyip bâd açar, la’lini gül-bâğ-ı bahar<br />
Cûylar girye edip, na’re urur murg-ı hezâr<br />
Raks eder pîr-i felek vecd ile bî-sabr ü karâr<br />
Kimi bî-savt ü hurûf ü kimi pür-nâle vü zâr<br />
Zikr eder Hakk’ı cihân zir ü beri döne döne<br />
Cezbe-i aşk ile bir âleme kıldım ki hırâm<br />
Düşdü sermest gönül, bezmine bî-bâde vü câm<br />
Çeşmime oldu hüveydâ nice merdân-ı kirâm<br />
Kimi Veys ü kimi Bedr ü kimisi Şems be-nâm<br />
Mevlevî gibi şebistân-ı mahabbetde müdâm<br />
Şem’inin yanmada pervâneleri döne döne<br />
Âh kim gerdiş-i dûlâb-ı cihân gibi, nisâb<br />
Aksine devr ile îdüp yine cüllâbı serab<br />
***<br />
Bak nûruna kalbin, ten-i pür-nârına bakma!<br />
Gör Kâ’be’nin envârını, dîvârına bakma!<br />
Yârin lebin öp, hatt-ı siyeh-kârına bakma!<br />
Şemm eyle gülü, hâr-ı dil-âzârına bakam!<br />
Bir demde verir ânı felek, bâd-ı fenâya<br />
Bu gülşenin ezhâr ü gül ü hârına bakma!<br />
Nâ-behre bu gün râyic-i bâzâr-ı hakîkat<br />
Ehl-i hired’in râyic-i bâzârına bakma!<br />
Her vech ile muğber görünür cevher-i zâtı<br />
Bi-dillerin âyîne-i dîdârına bakma!<br />
Tesnim olur bûy-i neşât-ı mey-i sıdkı<br />
Hîç ehl-i dilin sûret-i inkârına bakma!<br />
Tut, matla’-ı Şems-i ahâdiyyetde nigâhın<br />
Ey dil, feleğin kesret-i akmârına bakma!<br />
<strong>Osman</strong> Şems Efendi<br />
***<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 23
NEŞVE-İ TEVHİD<br />
Bana cânânı suâl ettiler. “Allah!” dedim<br />
Şân-ı sübhânını târif edemem “Âh!” dedim<br />
Varsa bir bildiğim ancak şu ki, âlemde o’dur<br />
Kibriyâ mülkünü hükmünde tutan “şâh” dedim<br />
Ulemâ, zât u sıfâtından açar bahs-i medîd<br />
Kamu uşşâka fakat rü’yet-i dil-hâh dedim<br />
“Pâdişâhân-ı cihân”, bende-i fermân-beridir<br />
Onun ihsânıdır onlarda olan “câh” dedim<br />
Mihr mişkât-ı rubûbiyetinin lem’asıdır<br />
Kasr-ı lâhûtunun âvizesidir “mah” dedim<br />
Çalış îfâ-yı ubûdiyyete hakkıyla Kemâl!<br />
Lûtfederken sana her gâh bu “dergâh” dedim<br />
Kemal Edip Kürkçüoğlu<br />
NA’T-İ ŞERİF<br />
Niyâz-i afv için yokken yüzüm pek yâ Resûl Allah!<br />
Uzaklardan el açdım ürkek ürkek yâ Resûl Allah!..<br />
ÖYLE BİR SÂHİB-İ DERGÂH Kİ<br />
Ruh-i sîrâb-ı kerem sâhib-i dergâh kerim,<br />
Öyle bir sâhib-i dergâh ki, hergah kerim.<br />
Desem “Allah Kerim” enfüs ü âfâka bakıp,<br />
Şeş cihetten yankılanıp der o dem “Allah Kerim”<br />
Redde uğrar mı gönül, bağlı değilken kapılar,<br />
Bende hüsran mı çeker olsa eğer Şâh kerim.<br />
Şâh o dur kim aşa ikramı taayyinden öte<br />
Ola her veçhile bi-minnet ü ikrâh kerim.<br />
Abd-i muhtaç yerinmez de uğunmaz da Kemâl!<br />
Olduğundan kam ahvaline âgâh Kerim.<br />
Kemâl Edip Kürkçüoğlu<br />
***<br />
Sarar hengâme-i savt ü sadâ eflâki, koptukça<br />
Derûn-i dilden âvâz-i “Dahîlek yâ Resûl Allah!<br />
İrâdem gitmiş elden, kalmışım vâdî-i hayrette;<br />
Dirîğâ etmişim isyânı meslek yâ Resûl Allah!<br />
Hatâdır muhtevâ-yi defter-i a’mâl ü ef’âlim;<br />
Yed-i lûtfınla bir hatt-ı atâ çek yâ Resûl Allah!<br />
Ezelden bende-i müştâkınım, rü’yâda olsun tek<br />
Nâsib olsun da dîdâr-i mübârek yâ Resûl Allah!<br />
Kapundur mültecâ-yi ins ü cin dünyadâ, ukbâda;<br />
Kemâl ister mi senden gayri destek yâ Resûl Allah!<br />
Kemal Edip Kürkçüoğlu<br />
24 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011
Tanıtma<br />
Ali Gülşehri<br />
ŞÂİR YAVUZ BÜLENT BÂKİLER<br />
VE<br />
ŞİİRİNDEN ÖRNEKLER<br />
Ben Yavuz Bülent’i 1969 baharında, Ankara<br />
Odalar Birliği cümlesinden bir büroda / Rahmetli<br />
Fethi Gemuhluoğlu’nun odasında tanımıştım:<br />
Müslüman gençlerin işlerini ta’kib ve problemlerini<br />
çözmeyi şiar edinmiş bu zatın yanına<br />
gitmiştim. Bir yakışıklı genç adam geldi. Boyuposuyla<br />
bir Anadolu civanı… Fethi bey hemen<br />
tanıttı:<br />
-Aliciğim, bu gördüğün Avukat Yavuz Bülent<br />
şâirdir. Eli kalem tutan bu genç adamın<br />
özelliği, Karabağ(1) usulü şiir yazar. Azarbaycan<br />
ve Azeri şivesinin bilir. Çocuğunun adını<br />
“Aybala Tuba” koyacak kadar da ciddi!..<br />
Beni de tanıttı:<br />
-Bülentciğim, bu Ali de Allah delilerinden<br />
bir adamdır. Heriftir Herif!..<br />
Diyarbakır’da çekmiş kılıcını çıkmış. Şimdi<br />
onu sürgün etmişler: Hâlbuki eli kalem tutar,<br />
üstelik İlâhiyat Fakültesi asistanlık imtihanını<br />
kazanmış…<br />
Yavuz Bülent bey, o gün orada bana bir kitapçık<br />
hediye etti:<br />
“Şiirimizde Ana”. Kapağında da hoş bir desen<br />
vardı. O günlerde kitap kapaklarını desen/çizgi<br />
ile süsleme âdeti vardı…<br />
O derlemede; kendisinin, Üstad Necip Fazıl’ın<br />
çok seviyeli şiirleri vardı. Ama Sezai Karakoç’un<br />
tanzimi her yönüyle mükemmeldi. Ana-<br />
Çocuk bağını çok güzel evrensel ölçüde işlemişti…<br />
Daha sonra şâirimizi İslâmi <strong>Edebiyat</strong> Vakfına<br />
çağırdık, geldi ve üyemiz oldu. “HARMAN”<br />
adıyla topladığı divanı (şiir kitabını) da hediye<br />
etti: “…Derginize buradan iktibaslar yapabilirsiniz…”<br />
dedi ve bu sayımıza; Azarbaycan ve Kerkük<br />
konulu şiirlerini aldık. Geçen sayımıza da<br />
“Anamın Türküleri”ni almıştık. Gelecek sayı için<br />
ise; “Cebeci Camii ve Sivas Ağıdını” planladık.<br />
Bir ay önceydi (2010 Ekim) bir toplantıda<br />
şâirimiz tanıtıldı. Bir de bu kısa (tanışma) hatıramızı<br />
sunduk…<br />
Son yıllarda iyi bir usul başladı: Yaşayan şâir,<br />
yazar, sanatkâr… tanıtılıyor. Böylece hep ölmesi<br />
beklenmiyor. Bunun yeni yetişeceklere hep<br />
olumlu tesiri umulur… ancak diyorum; yenilerde<br />
dinlenecek meta bulunmadığı için midir “Ustaya<br />
Saygı” gibi ustaca tanımlarla şenlik yapılıyor?..<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 25
KERKÜK AĞITI<br />
-I-<br />
Bütün minarelerde sustu ezan sesleri<br />
Artık yaşamak zordu.<br />
Zehir zıkkım bir rüzgâr esiyordu Irak’tan<br />
Ölüm sokaklarda kol geziyordu.<br />
Bir gece Kerkük’te vurdular beni.<br />
Geçti sokaklardan bir kızıl ordu.<br />
İslâm’ı ve Türk’ü vuruyordu kurşunlar<br />
Peygamber kabrinde ağlıyordu.<br />
Bütün hadîs-i şerifler, âyet-i kerimeler<br />
Yüreğimdeki kordu.<br />
Ama çıplak ayaklı ve çıplak kafalı adamlar<br />
Beni sokak sokak sürüklüyordu.<br />
Benim kafam kanıyordu kaldırım taşlarında<br />
Evim barkım yanıyordu.<br />
Ve benim cesedim kanlı bir bayrak gibi<br />
Demir direklerde sallanıyordu.<br />
Artık yaşamak zordu<br />
Ölüm sokaklarda kol geziyordu.<br />
Evim barkım yanıyordu.<br />
Peygamber kabrinde ağlıyordu.<br />
-II-<br />
Vurdular mı Ata Bey’i arkadan?<br />
Yıktılar mı Taş Köprü’yü bir gece?<br />
İçimde her sabah şimdi gizlice<br />
Efkârdır, hasrettir durmadan akan!..<br />
Bir gömlek yaptırsam Bursa şalından<br />
Semerkant’tan nakış koysam üstüne<br />
Bir şeyler getirsem dünden bugüne<br />
Çeksem kılıcımı gümüş kınından.<br />
Ok olsam hedefi ikiye bölen<br />
Bir tüylü börk olsam yiğit başlarında<br />
Kışta, kıyamette, tipide, karda<br />
Türkü olsam dudaklarda söylenen:<br />
Ses versem bir sabah Bozkurt sesine<br />
Aksa yollarına içimdeki kan,<br />
Ya tutup kaldırsam sizi oradan<br />
Ya düşsem toprağa erkekçesine.<br />
Yavuz Bülent Bâkiler<br />
26 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />
SİVAS AĞITI<br />
Gardaş itin oliyim möhürlendi rızgımız<br />
Gırıldı çoluh-çocuh.<br />
Söylemesi ayıp emmeee, nööörek işde<br />
Gaç gündür acuh.<br />
Vallah-billah alayımız dertle yunmuşuh<br />
Sabah-ahşam soframızda bir guru ekmek.<br />
Haram olsun gursağımız sıcah çorba gördüyse<br />
Haram olsun yediysek bir parça sucuh.<br />
Düşün! Nasıl doyurah bir sofrada on gaşuh<br />
Nasıl ısınıruh bu Suvaz ayazında…<br />
Ev desen ev dööl oturduğumuz<br />
Gışın ölü damı, yazın alaçuh.<br />
İş gelir elimden hani üçbuçuh<br />
Kime vardıysam bahdım ağızsız dilsiz duvar…<br />
Nasıl Suvasluyuh, nasıl gardaşuh?<br />
Ahlım fikrim hepten garmagaruşuh<br />
Böler uyhularımı pavluka düdükleri.<br />
Bahamam utancumdan yüzüne bebelerin<br />
Hohlayamam ellerine, yanahlaruna artuh.<br />
Oturup ağlasam almaz yahuşuh<br />
Düşlerim sedire elsüz-ayahsuz<br />
Bizimki çocuhları avutmaya çaluşur<br />
Elinde bir gaç aşuh…<br />
Gardaş, itin oliyim möhürlendi rızgımız<br />
Gırıldı çoluh çocuh.<br />
Söylemesi ayıp emmeee, nööörek işde<br />
Gaç gündür acuh.<br />
Yavuz Bület Bâkiler<br />
Dipnot:<br />
(1) Şu an, Ermeni işgalindeki cennet ülke. Kendine<br />
has üslubu olan şâirleri çok: Çünkü güzelleri de çok…:<br />
[Bir kıl ile (saçın teli) Karabağ’ı bağladın oklarını<br />
(kirpiklerini) Hoy kastına zağladın…] gibi söyleyişler de<br />
vardır edebiyatımızda…<br />
Karabağ güzeline diyor: “Zülfünün bir teliyle<br />
Karabağ’ı bağladın<br />
Kirpiğini (ok gibi) Hoy kentine doğru fırlattın…”
Deneme<br />
Ali Nar<br />
HİCRET VE FETİH<br />
Bu iki büyük olay birbirinin sebebi, sonucudur.<br />
Yani tarihi olaylar, sebep-sonuç<br />
esasına göre anlatılır ya!..<br />
Hicret Rasullar Rasulünün, Mekke’den-<br />
Medine’ye göçüdür. Ama bu göç, dünyalar<br />
arası en büyük kavganın merkez olayıdır:<br />
Mekke’de doğan Rasul (a.s.) tebliğini /<br />
dâvetini orada başlattı. Büyük tepki, öldürme<br />
noktasına varınca, göç (yer değiştirme)<br />
zaruret, oldu…<br />
Mekke Fethi ise, Hicretin sonucu / zorunlu<br />
gereği idi… Çünkü esas olan oranın<br />
kurtarılmasıydı. Kurtarılınca da İslâm Devlet/Medeniyeti<br />
kuruldu.<br />
Hicret, Miladın 622. yılında oldu. İslâmi<br />
Takvimin de başıdır/başladığı andır…<br />
***<br />
Hicretin sebebi; Rasul (a.s.)ın orada<br />
doğmuş, tebliğe orada başlamış olmasıdır…<br />
En yakın ve basit sebebi ise; müşriklerin tazyiki,<br />
mü’minlerin dayanma gücücünün bulunmaması…<br />
Hicret olayı ve stratejisi:<br />
Üç nokta aramasıyla yer tayin edildi: İlki<br />
Habeşistan’dı: Orası uzaktı. Sosyo-<br />
Psikolojik zorlukları vardı. Ayrıca Peygamberin,<br />
oradaki Hıristiyan devlet otoritesine<br />
girmesi makul ve makbul olmayacağından;<br />
mahdut sayı da muhacirle ve kısa süre ile<br />
bitti.<br />
Taifi de Rasul (a.s.) denedi. Orası da<br />
çok yakın olması nedeniyle (hatta Mekke’nin<br />
banliyösü gibi) vazgeçti.<br />
Medine ise, hem deneme, hemde ilâhi<br />
işaretle tesbit edildi; hem de Mesafe uygundu:<br />
Herkes gidip ulaşabilirdi ve nitekim de<br />
öyle oldu. Zorluklara rağmen göç büyük<br />
oranda gerçekleşti…<br />
-Orada devlet otoritesinin bulunmaması<br />
yanında, farklı inanç ve kabilelerin durumu<br />
da yerleşmeğe hatta devlete ulaşmaya elverirdi.<br />
O da öyle oldu: Oradaki müşrik kabileler,<br />
kendi iç barışları için önemsedi ve çağırdılar.<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 27
Hıristiyan ve Yahudiler de (vardı) kendilerini<br />
bu duruma yatkın/alışık… saydıkları için<br />
sahip çıktılar.<br />
Önceden giden muallimler de zemini<br />
hazırladılar: yerleşecek emin ortam oluştu…<br />
Rasul (a.s.)ün büyük stratejisi; kendisine<br />
hicret mahallinin, rüyada veya uyanıkken<br />
ilhâm edilince tamamlandı:<br />
Şimdi stratejinin en kritik bölümü başlıyordu:<br />
Bir ilkbaharda işaret verildi. Müminler<br />
ferden veya gruplar halinde göçe başladılar…<br />
Müşrikler başta intikâl edemediler:<br />
Medine’den üç sefer gelen (Evs ve Hazreç)<br />
kabileleriyle yaptığı anlaşmayı sezince uyandılar<br />
ve engel olmaya başladılar: En azından,<br />
yakınlarını engellemeye hatta hapsetmeye<br />
başladılar…<br />
İşte bu meyanda Hz. Ömer, Kâbe avlusunda<br />
onları tehdid edip; isteyenin filan vadide<br />
hesaplaşmaya gelebileceğini(…) söyleyince<br />
kimseden cevap çıkmamıştı. Ömer<br />
gitti, işaret ettiği vadide 20-30 kişinin toplaşıp<br />
onu beklediğini gördü. Bunlar Ömer’in<br />
himayesinde hicrete niyet eden zayıflardı…<br />
Aldı ve götürdü onları. Yani o meydan okumanın<br />
asıl yüzü, zayıf ve sahipsizlere sinyaldi;<br />
hedefine ulaştı.<br />
***<br />
Hz. Ömer’in bu davranışını müşrikler<br />
de, günümüz Müslümanlar da sezememiştir.<br />
Bir kere Mekke’de savaş yasaktı. Ömer<br />
bu yasağı çiğnememiş miydi? Hayır, pekiştirmişti.<br />
Çünkü Ömer de, müşrik büyükleri<br />
de biliyordu ki; kılıç kalkınca her evde kan<br />
akacaktı. Yani her evde Müslüman ve müşrik<br />
fertler vardı. Ömer’in de kabilesi genişti,<br />
çoğu da henüz inanmamıştı. Ama kabile<br />
tutkunluğu daimdi: Ömer’e kalkan kılıca,<br />
karşı-müşrik olduğu halde-kabilesi ayağa<br />
kalkacaktı. Mekke’nin içi harp meydanı olacaktı…<br />
Ömer, Rasul (s.a.)ün izni/işareti<br />
(musamahası) dışında davranmamış, tam<br />
aksine bu rol ona hoş görülmüştü… Çünkü<br />
Ömer’in Mekke halkı üzerinde şiddet otoritesi<br />
vardı… Diyelim Hz. <strong>Osman</strong>’a ya da Bilâl-ı<br />
Habeşiye yaraşmazdı bu davranış. Kimse<br />
de önemsemezdi… Ömer bu avantajlarla<br />
eylemini yapınca; müşriklerin burnunu da<br />
sürtmüştü.<br />
Yine müşriklerin buna (ya sabır der gibi)<br />
susmasının önemli sebebi de; Rasulullah’ın<br />
(s.a.) hâlâ Mekke’de bulunmasıydı: Çünkü<br />
onlar, Müslümanların Medine’de toplaşmasından<br />
korkmuşlardı ama nasıl olsa liderleri<br />
ellerlinde sayılırdı ve davaları onunlaydı.<br />
Onu da halletme planları olgunlaşıyordu:<br />
Her kabileden bir kişi olmak üzere, evi<br />
kuşatacak ve işi bitirilecekti…<br />
Bu planları da Peygamber taktiği ile boşa<br />
çıkacaktı:<br />
Hz.Ali’nin yatağına yatması da bir tedbirdi.<br />
Ali de Resulünden o kadar emin ki;<br />
kendine zarar gelmeyeceğini bilerek yattı.<br />
Müşrikler de yine Hanif ahlakı gereği; ona<br />
dokunmadılar; yani “Hesabımız<br />
O’nunladır…” dediler.<br />
O, Hz. Ebubekirle evden çıkmış, Sevr<br />
mağarasında saklanmıştı. Mağara ters yöndeydi:<br />
Aranacaksa, en son aranırdı. Hz.<br />
28 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011
Ebubekir’in çocukları ve çobanı bu saklanışın,<br />
selamet ve devamının hizmetindeydi.<br />
***<br />
Mekkeliler müşrikte olsa, İbrahim<br />
(Hanif) dininden kalan ve Mekke’nin yazılı<br />
olmayan anayasası gibi ahlâk kuralları da<br />
kullanıyordu:<br />
-Allah Rasulü (a.s.) ve Hz. Ebubekir.<br />
Göç için aldıkları üç deveyi, bir kılavuza<br />
teslim etmişler. Ücret karşılığı yapacağı bu<br />
rolü de ifşa etmeden; üç gün sonra, mağaranın<br />
önüne getirmesini tembih etmişlerdi.<br />
Öylece gerçekleşti.<br />
Ama Mekkeliler her yeri didik didik ettiler,<br />
aradılar. Yolları koştular bulamadılar.<br />
Sevr mağarası ise öyle bir korumalı (saklayıcı)<br />
bir kovuk değil… Oraya gelince önemsemediler.<br />
“Bu iki taşın arasına insan sığmaz” diyerek<br />
geçtiler.<br />
İşte buraya kadar Peygamber (a.s.)ın beşeri<br />
tedbir taktiği işledi. Ama son noktada<br />
mucizeden başkası yürümezdi.<br />
Ebubekir; “Ey Allah’ın elçisi, başlarını<br />
eğseler, ayaklarımızı görecekler!..” derken. O,<br />
“Üzülme Allah bizimledir!” diyordu. Bu teselli<br />
Kur’an’ın âyeti cümlesine girdi!.. Bu,<br />
kalplere hâkim olan Rabbin işiydi: Başlarını<br />
eğip bakmayı bile istemediler. Ve murad-i<br />
ilâhi hükmünü yürüttü…<br />
Sonra mağaradan çıkıldı; develerine binerken<br />
Rasul (a.s.) Mekke’ye baktı:<br />
“Ey Mekke! Biz seni severiz, sen de bizi<br />
seversin. Fakat senin sakinlerin bize hayat<br />
hakkı tanımadı… Ama sana tekrar geleceğiz!...<br />
dedi.(1)<br />
İşte Mekke Fethinin başlamasıydı bu ve<br />
sonra fethedildi.<br />
Demek Fethin de baş sebebi Hicretti…<br />
***<br />
Adım adım fethe giden yol:<br />
Medine’ye varıldı, Hicret tamamdı:<br />
Mescid yapıldı. Devlet kuruldu. Asker oluştu.<br />
Bedir savaşı, Uhut savaşı, Hendek savaşı<br />
oldu. Şans (veya hamle) Müslümanlara döndü.<br />
Mekke ziyâreti planlandı. Hudeybiye de<br />
barış zaferi oldu. Bu ortamda Hayber fethedildi.<br />
Ama Mekkeli faka bastı: Barışı bozdu<br />
ve fethin kapısı gıcırdadı.<br />
En Yakın Sebep:<br />
İki kabile var biri Mekke’den yana (beni<br />
Bekr) biri Medine’den (Havazin) aralarında<br />
kavga çıkıyor; Mekkeliler karışıyor ve barış<br />
ihlâl edilince; istenen yardıma binaen Allah<br />
Rasulü (a.s.) harekete geçerek cevap veriyor:<br />
Hazırlık tamam… Reisleri Ebu Süfyan’ın<br />
elçi olarak gelmesi de kararı değiştiremiyor<br />
ve İslâm ordusu Zituva’da karargâh<br />
kuruyor!..<br />
Mekke ileri gelenler; Bedir’de tam mağlubiyet,<br />
Uhut’ta galipken, Peygamber taktiğiyle<br />
Hamrâ ül-Esed hareketi (takibiyle)<br />
mağlubiyeti hissedip yollarına devam etmekle<br />
gösterdiler… Hendek’te ise hiçbir sonuç<br />
alamadan kaçarak gitmişti ki; bir daha saldırmayacakları;<br />
sırrın sıranın Müslümanlara<br />
geçtiğini Rasulullah (a.s.) hendeğin kenarına<br />
gelerek ilân etmişti…<br />
Şimdi artık dönüşü olmayan bir hareket<br />
başlamıştı. Mekke sıkışmıştı: Ebu Süfyan<br />
artık şehrin dışına çıkıp Peygamber ordusunu<br />
gözetlerken yakalanıp huzura çıkarılmıştı:<br />
Rasul (a.s.)den af dilerken. Hz. Abasın sıkı<br />
telkiniyle Müslüman olduğunu ifâde etti.<br />
Rasul (a.s.) ise ona:<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 29
-Git ve Mekke halkına tebliğ et: Evlerine<br />
kapanıp duranlar, Kâbe’ye sığınanlar ve<br />
senin evine sığınanlar kurtulur. Savaşanlar<br />
cezalanır (…) Bu genel talimat ve bir tür aftı.<br />
Artık Mekkelilerin eli-kolu bağlamıştı, bu<br />
kesin uyarı ile…<br />
Öyle oldu. Ama önce Ebu Süfyan’a,<br />
“Merr-i Zahran” geçidinde ordu izletilince<br />
artık için şiddetini de algılayıp şehre dönmüştü<br />
ki; heyecanla avaz avaz bağırıp; Peygamber<br />
direktifini duyurdu…<br />
***<br />
Şehre iki koldan girildi: Üst yandan<br />
Rasulullah’ın komutasındaki kabileler. Alt<br />
yanda ise Halid bin Velid komutandı: Orada<br />
ufak çatışmalar yaşandı. Ama Rasul (a.s.)<br />
uyarısı ulaşınca bitti…<br />
Allah Rasulü (a.s.) devesinin üstünde<br />
Kur’an okuyarak girdi:<br />
Terci’ yapıyor yani okuduğu âyetleri<br />
tekrarlıyordu. Başı önünde tevazu’ ile eğikti;<br />
muzaffer komutanın şımarıklığı yoktu. Rabbine<br />
hamd halindeydi…<br />
Şehre girince doğrudan Beytullah’a geldi.<br />
Gerekli olanı yaptıktan sonra Beytin içine<br />
girdi ve namaz kıldı…<br />
Girişte putlar yıkılmış ve atılmıştı. Kâbe<br />
içindeki resimleri de sildirdi:<br />
Sonra Beytin kapısına çıktı. Ellerini söveye<br />
dayayarak o tarihi muazzam konuşmasını<br />
yaptı: İslâm’ın zafere erdiğini, artık Arap<br />
Yarımadasının küfürden arındığını, “bir daha<br />
fitnenin giremeyeceğinin müjdesini de, müminlerin<br />
ihlâs ve uyanıklığı..” na bağladı…<br />
Bilâl Habeşi Kâbe damında ezan okudu<br />
ve namaz kılındı… Bu konuşma İslâm’ın<br />
“Manifestosuydu” denebilir. Çünkü, İslâm’ın<br />
en temel kuralları da tebliğ ve telkin edildikten<br />
sonra, herkesten Beyat (Yani itaat ve<br />
bağlılık sözleşmesi) alındı.<br />
Ez cümle:<br />
-Allah’a ortak koşulmayacak.<br />
-Hırsızlık yapılmayacak.<br />
-Zinâ yapılmayacak.<br />
-Evlatlar öldürülmeyecek.<br />
-İftira edilmeyecek.<br />
1-Bazı azılı saldırgan müşriklerin temizlenme<br />
emride çıktı…<br />
2-Fetihten sonra bir müddet Mekke’de<br />
kalan İslâm ordusu.<br />
3-Mekkelilerin de katılımıyla, Havaz’ın<br />
kabilesiyle savaşıldı ve bertaraf edildi.<br />
4-Mekke ve çevresindeki dikili taş ve<br />
Putlar da (Ebu Süfyan gibi) henüz Müslüman<br />
olmuşların eliyle yıkıldı…<br />
(Sonra da Tebuk seferi, ve öbür savaşlar<br />
da oldu…)<br />
Şirk kalktı ve Tevhid temellendi. Muhammed<br />
Rasulullah, yarımadada tasdik<br />
olundu. İslâm’ın varlığı da çevre devletlerce<br />
kabul edildi:<br />
Meselâ, Mısır’daki Hıristiyan yönetimin<br />
başı, Rasulullah’a hediyeler gönderdi. Rasul<br />
(a.s.) bütün devletlere “tebliğ-davet” mektupları<br />
gönderdi.<br />
Vefata kadar daha irili ufaklı birçok durumlar<br />
oldu…<br />
Fethin sonuçları hâlâ bitmedi desek şaşılır<br />
mı?<br />
Hayır; Raşit Halifeler, Emeviler, Abbasiler<br />
dönemleri, Endülüs medeniyeti sonra<br />
Türk ırkı, Fars ırkı bu ödevi üslendi:<br />
Doğunun ve Batının ucuna ulaştı tebliği:<br />
Fetihler sürdü. Aradaki dalgalanmalara rağmen<br />
hâlen Mekke-Medine-Kudüs-Bağdat-<br />
İstanbul İslâm beldesidir. <strong>Osman</strong>lı, Bâburî,<br />
büyük devletlerinin torunları hâlâ saygınlığını<br />
sürdürüyor. Avrupa’nın göbeğinde üç<br />
tane İslâmi Devlet var. İslâm eserleri ayaktadır…<br />
Gelecek asırlar da tekrar İslâm çağı olur<br />
inşallah.<br />
Yeter ki, sahte kurtarıcı, sahte<br />
müceddid, sahte mehdilerin (yani Deccalların)<br />
iğvasına, alayışına aldanmasınlar.<br />
Ya Allah!..<br />
Dipnot:<br />
(1) Gençler son yıllarda “Mekke sana döneceğiz” diye<br />
bir beste yaptılar. Ne kadar münasipti…<br />
30 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011
Şiir<br />
Bîçareyiz hem bîkes, hadsizdir hacâtımız<br />
Ey Rasulü’s – Serkaleyn, sana müracââtımız<br />
Hikmet Erbıyık(*)<br />
NA’T-I ŞERİF<br />
İnşikâk-ı kamer’le münevver oldu semâ<br />
Dağıldı ufkumuzda, kesîf zulümâtımız<br />
Nâfiledir sarfetmek, musavver kelimâtı<br />
Seni tavsiften âciz, cümle münacâtımız<br />
Sana tâbi olmuşuz; bütün kusurumuzla<br />
Seni medh ü senâda, dillerde her na’tımız<br />
Karanlık yolda bize, kıblemizi gösterir<br />
Sünnet-i seniyye’ndir, münevver mir’âtımız<br />
O dest-i siyânetin, hep müzâhir olmasa<br />
Bizi hepten mahveder, cümle hatîâtımız<br />
Şefâatin müsterhim; hergün salâvatlarda<br />
Kelimât-ı Tayyibe ve cümle da’vâtımız<br />
Ta’zim-i şükranımız, sana teba’iyyetle<br />
Önce sana arz olur, bütün tahiyyâtımız<br />
Makâm-ı Mahmûd’un ki ilâhi bir mâide<br />
O sofradan akıyor, bütün füyûzatımız<br />
Livâü’l-Hamd altında, toplanmak ümîdimiz<br />
Lûtfeye, kabul eyle; bunca ma’rûzatımız<br />
Komşu eyle bizleri, o yüce ashâbına<br />
Bize ‘hablü’l-metin’i, sunsun hazerâtımız<br />
Sensin bizi vasleden, tevhidin envârına<br />
‘Bir’liğe yönelmiştir; cümle daavâtımız<br />
Sünnet-i seniyyen’le ahkâmına mün’akid<br />
Ümmet-i müstakbel ve bütün maziyyâtımız<br />
Nurlanır, bekâ bulur; ‘sünnet’e temessükün<br />
Hidayet iklimiyle, şu fani hayâtımız<br />
Şifayâb olur ancak, Gülistân-ı Nebi’de<br />
Kulûb-ı emrâz ile, cism-i kusûrâtımız<br />
Gül kokar vâsıl olan, Gülistân-ı Ahmed’e<br />
Lûtfeyle toprağına, sürünsün hil’atımız<br />
Maden-i mûcizât’la, mücehhez şanlı Nebi<br />
Senin nûrunla bulduk, bütün irhasâtımız<br />
Risalet semâsının, ey kamer-i münîr’i<br />
Nûrunla hayat buldu, bütün cihazâtımız<br />
İki nûrani kanat, nüzûl etti semâdan<br />
Zâtın ile nurlandı, evc-i kemâlâtımız<br />
Semâvat ehline de, âyan oldu mûcizen<br />
Mi’racına müjdeler, buldu kâinatımız<br />
Mi’rac mûcizesi ki, en münevver en azîm<br />
Bizi evc-i semâya, götüren mirkâtımız<br />
Beş vakit namaz dahi, Mi’racın hediyyesi<br />
Nebiler Nebisi’ne, minnet-i midhâtımız<br />
Sana her gün beş defa, muktedi ehl-i îman<br />
Senin lûtfunla kâim, tecdid-i bîatımız<br />
Medâr-ı halâs bildik, dâim metbû’iyyeti<br />
Belki kâsır olsa da, sana sadâkatimiz<br />
Seni taşlar, ağaçlar, ay ve güneş tanıyor<br />
Tevhîdi ikrar eder, cümle izâ’âtımız<br />
Kur’an, dest-i pâkinde en mücellâ mûcize<br />
Hem Sana hem Kur’an’a, sunmuşuz bîatımız<br />
Ümmetine hediyye ve bâki dost verdiğin<br />
Ol Kur’an-ı Mübîn de kenz-i şefâatımız<br />
Âsi kulların hâli, yaman yevm-i mahşerde<br />
Ey merci-i şefâta, lûtfeyle ruhsatımız<br />
Ol bâran-ı şefâatıni bize de musâb olsun<br />
O dehşet hengâmında, budur niyazâtımız<br />
Cemâlinle rûşen et firkate dûçar etme!<br />
Asûmâne erişir, bütün fizarâtımız<br />
Ağlayıp figân edip, serd ettik na’tımızı<br />
Her zaman nâkıs oldu, bütün meşrûhâtımız<br />
Şefâat kıl bâhusus, Hikmet-i bîçareye<br />
Hicâba dûçar eder, bunca kabahâtımız<br />
Şefâat kıl, himmet et ey Rasûl-i Kibriyâ<br />
Sensin ey Yâr-i Zîşân, vusûl-i necâtımız…<br />
(*) <strong>Prof</strong>.<strong>Dr</strong>. Hikmet Erbıyık / Yalova Üniversitesi Öğrt.Üyesi.<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 31
Şiir<br />
Ahmet Efe<br />
RASULULLAH’A<br />
32 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />
Ben senin gülşeninde bülbül-ü zârım efendim,<br />
Senin gönül ikliminde gül-i zârın efendim,<br />
Tâ elest meclisinde kapıldım ruzgârına,<br />
Bir ebedi nağmedir ruz-i gârım efendim.<br />
Can yurduna devadır bir defa tebessümün,<br />
Canım hasta firakınla, yârim efendim<br />
Kapında boynu bükük bir lâle gibi hâlim,<br />
Medet kıl kovma beni, ey hünkârım efendim<br />
Senden özge ne eş var, ne dost var, ne arkadaş<br />
Yanmış, yıkılmış yurdum, terk-i diyârım efendim<br />
Şu günahkâr halimi nasıl arzetsem acep,<br />
Kurudum, kadîd oldum, sonbaharım efendim.<br />
Sünnetini unutmuş ümmetini gördükçe,<br />
Yüreğim paramparça, bimârım efendim<br />
Yavrusunu yitirmiş bir ceylanım dağında,<br />
Bulanık seller gibi bîkarârım efendim.<br />
Hüsnünü insanlara vasf edemedim gitti,<br />
Bu yüzden kebab oldum, dahi nârım efendim,<br />
Şu muzdarip ruhumu kafesinden kurtarıp,<br />
Beni de gül bahçene al, dildârım efendim<br />
Ey nur-u mükevvenât, aşkından gayrısı yok,<br />
Fâni âlem içre, bâki-kârım efendim.<br />
Özümde ben Yunus’un sevdası gizli durur,<br />
Evet sensin, sâde sen bütün vârım efendim.
Şiir<br />
Aysen Akdemir<br />
GİTME<br />
Kuşların göç yolu üzerindeyiz<br />
Önümüzde karlı dağlar, arkamızda deniz<br />
Benim acelem yok, sen ise bensiz<br />
Gitme!<br />
Ayrılık zehirli bir zakkum çiçeği<br />
Yüreğimden vuracaksan, yaşatma öldür beni<br />
Canımda hapissin bırakmam seni<br />
Gitme!<br />
Can evimden bakıp gördüğüm sensin<br />
Gönül atlasımda ilk düğüm sensin<br />
Yalansız, riyasız sevdiğim sensin<br />
Gitme!<br />
Dağlar arkasından çağır gelirim<br />
Seni günü aşk düğünü bilirim<br />
Ölürüm yâr, senin için ölürüm<br />
Gitme!<br />
İçim bir yanardağ lâvlar püskürür<br />
Küllerini yollarına üfürür<br />
Bütün niyazlarım üstüne yürür<br />
Gitme!<br />
Önümüzde nice yıllar dururken<br />
Mutluluğun rengi öze vururken<br />
Gül çiçeğim elvan elvan olurken<br />
Gitme!<br />
Gitme, yokluğuna dayanamam ben<br />
Senden başkasına güvenemem ben<br />
Uyursam bir daya uyanamam ben<br />
Gitme!<br />
Gözlerimde birikiyor bulutlar<br />
Bir ah çeksem alev alır umutlar<br />
Kalırsan mutluluk yılları katlar<br />
Gitme!<br />
Ayrılık korkusu sırtımda bir yük<br />
İçime çekerim ağır ve büyük<br />
Aşkınla esririm böyle kör kütük<br />
Gitme!<br />
Sen gidersen gönül ölüme yatar<br />
Kılavuz olmazsa ne yapsın katar<br />
Gökler surat asar, dağlar kaş çatar<br />
Gitme!<br />
Ömür bir damladır ne var yaşında?<br />
Birlikte bekleriz binek taşında<br />
“Geçti kervan kaldık dağlar başında”<br />
Dedirme,<br />
Ne olur gitme, gitme yüz bin kere gitme!..<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 33
Şiir<br />
Melda Özata<br />
ŞEHİTLERİM<br />
Öldün de askerim yüce cennettir mekânın<br />
Arkanda kaldı şimdi köyün rahmet zamanın<br />
Bir bir üzüntü her biri meçhul bin pusuydu<br />
Yok, yok umutların, gelecek yok duygusuydu<br />
Verdin kanın, canın acımaz çok çok büyüktür<br />
Arkanda kaldı şimdi, köyün hicransa yüktür<br />
Ağlar o “dur” diyen analar ağlar da ağlar<br />
Bitmez mi hiç zulüm o mayınlar gönlü dağlar<br />
Yıllarca gülmeyen şu vatan, yıllarca kurşun<br />
Hâlâ kanar kanar, acılar, vahşetse dursun<br />
Cennet senin içindi, alın yazgın bu ihsan<br />
Cennetti merteben bunu bildin vermeden can<br />
Sen ey şehit askerim, karalar bağlar gönüller<br />
Dağlar, yerin, göğün yine kin bağlar hep güller<br />
Sen ölmedin gönülde o tahtın son yiğittin<br />
Meydan erenleriyle yücelik tahtına gittin<br />
Cennet görenlerin o ecel şerbetlerinden<br />
Tattın içip içip te, o rahmetlerinden<br />
Cennetti merteben şu vatan uğrunda öldün<br />
Öldün şehit olup bunu sen, bildin de güldün<br />
34 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011
Şiir<br />
Süleyman Köse<br />
GÜLE GÜLE<br />
Ne zaman büyüdün de göreve koşuyorsun<br />
Askerim güle güle git Allah’a emanet ol<br />
Yanında yetmiş milyon yürekle yaşıyorsun<br />
Askerim güle güle git Allah’a emanet ol<br />
Sen bizimlesin tamam biz de seninleyiz bil<br />
Başka destek arama yetişir duâmız bil<br />
Vatan millet bayrak de hürriyet ülkümüz bil<br />
Askerim güle güle git Allah’a emanet ol<br />
Vatan aşkı yüreği coşturur çalıştırır<br />
Millet birliği nice zafere ulaştırır<br />
Dalga dalga bayrağım özgürlük dolaştırır<br />
Askerim güle güle git Allah’a emanet ol<br />
Ağlama Türk Askeri ağlayarak gitmez ha!<br />
Ağlayana gözyaşı sonuna dek yetmez ha!<br />
Ah-aman geçmez zaman! Bu iş böyle bitmez ha!<br />
Askerim güle güle git Allah’a emanet ol<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 35
Çocuk Şiirleri<br />
36 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />
Üstad Necip Fazıl<br />
ÇOCUK<br />
Annesi gül koklasa, ağzı gül kokan çocuk;<br />
Ağaç içinde ağaç geliştiren tomurcuk…<br />
Çocukta, uçurtmayla göğe çıkmaya gayret;<br />
Karıncaya göz atsa “niçin, nasıl?” ve hayret…<br />
Fatihlik nimetinden yüzü bir nurlu mühür;<br />
Biz akıl tutsağıyız, çocuktur ki asıl hür.<br />
Allah diyor ki: “Geçti gazabımı rahmetim!”<br />
Bir merhamet heykeli mahzun bakışlı yetim…<br />
Bugün ağla çocuğum, yarın ağlayamazsın!<br />
Şimdi anladığını, sonra anlayamazsın!<br />
İnsanlık zincirinin ebediyet halkası;<br />
Çocukların kalbinde işler zaman rakkası…<br />
ANLAMAK<br />
Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var;<br />
Akıl için son tavır, saçlarını yolmak var…<br />
الطفل<br />
اَلط ِّفْلُ یَعْبَقُ فَمُھُ وَرْدًا إِذْ تَشُم ُّ أُم ُّھُ لُبَابَ الْوَرْدِ<br />
جُنْبُدٌ یُنْبِتُ أَلْفَ بَرْعَمٍ وَشَجَرٍ، جُنْبُدٌ كَالْوِرْدِ<br />
فِي الط ِّفْلِ لِلص ُّعُودِ إِلَى الس َّمَاءِ بِطَائِرَةِ الْوَرَقِ غَیْرَ ةٌ!<br />
وَلَوْ نَظَرَ إِلَى الن َّمْلَةِ، لِمَاذَا؟ وَكَیْفَ؟ وَحَیْرَةٌ!<br />
وَبِنِعْمَةِ الْفَتْحِ وَجْھُھُ طُغْرَةٌ كُل ُّھَا نُورٌ...<br />
اَلط ِّفْلُ ھُوَ الْحُر ُّ حَقا فَنَحْنُ أُسَرَى فِي قُیُودِ الْعَقْلِ نَدُورُ<br />
رَحْمَةُ االلهِ سَبَقَتْ غَضَبَھُ قَوْلُ صِدْقٍ فِي اْلأَقْوَالِ<br />
وَالْیَتِیمُ ذُو الن َّظَرِ الْحَزِینِ لِلر َّحْمَةِ خَیْرُ صَرْحٍ وَمِثَالٍ<br />
اِبْكِ الْیَوْمَ یَا وَلَدِي سَتَعْجَزُ مِنَ الْبُكَاءِ مِنْ غَدِهِ<br />
وَیَعْصَى عَلَیْكَ فَھْمُ مَا تَفْھَمُھُ الْیَوْمَ مِنْ بَعْدِهِ<br />
ھُمُ اْلأَطْفَالُ فِي قُلُوبِھِمْ تَعْمَلُ دَق َّاتُ الز َّمَانِ<br />
حَلَقَاتُ أَبَدِی َّةٍ فِي سِلْسِلَةِ نَسْلِ اْلإِنْسَانِ<br />
***<br />
لاَ فَھْمَ یَا وَلَدِي لاَ فَھْمَ بَلْ اِدِّ عَاءُ الْفَھْمِ<br />
فَنَتْفُ الْعَقْلِ لِشَعْرِ رَأْسِھِ آَخِرُ مَطَافِھِ مِنَ الْعِلْمِ<br />
الشاعر: نجیب فاضل قیصا كورك<br />
الترجمة إلى العربیة: عوني عمر لطفي أوغلو
Deneme<br />
Kâtip Sezer<br />
KÖYDE HIRSIZ VAR!<br />
Bütün dünya da ve İslâm Dünyasında<br />
da galiba benzer hâl ve tutumlar var. O yüzden<br />
de ülkemizde ve toplumumuzda var bazı<br />
aymazlıklar: Hem de her mes’ele ve konuda;<br />
işi cıvıtan, insanı gevşetip âtıl bırakan, eylem<br />
ve ısrardan alıkoyan (sözümona) hareket<br />
tarzları oluşmuş. Sonra bunlar anonimleşmiş;<br />
herkes, her durumda kullanır olmuş:<br />
-Görmedim bilmem bin kada savar.<br />
-Herşeye karşımamalı. (Etliye-Sütlüye)<br />
-Bazılarının altından, bazılarının üstünden…<br />
-Ehven-i şerri seçmeli.<br />
-Salla başını al maaşını.<br />
-Sini, külâhın görünmesin.<br />
Ben sana haber verecektim ama sen biliyorsun<br />
diye söylemedim!..<br />
Ve okumuş zümre de onu şiirleştirmiş:<br />
“-İhtilâfâtıyla dehrim uğraşmakta zevk<br />
yok,<br />
Zevk anın mirsâd-ı ibretten temâşâsındadır.”<br />
Tabii bu tür sloganlaşan anlayış ve bakış<br />
da; gözü açık-kalbi karaların işine yarar…<br />
Atı alan Üsküdar’ı aşar…<br />
Siyasette, iktisatta, sanat ve edebiyatta…<br />
olduğundan daha çok ve dolayısıyla da<br />
onulmaz yaralar, Diyanet’te açılır.<br />
Zarar ziyan had safhaya varınca itirazlar,<br />
uyarılar başlarsa; hemen yine o pasif ruh<br />
devreye girer:<br />
Aşırı davranmamalı, yumuşak ve (tabir<br />
yerindeyse) ilmi üslup ve belge-kaynak sunan<br />
tarzı seçmeli…<br />
Tabii bunun hangi meselede, hangi<br />
meşreple, hangi meslekte geçerli olacağına<br />
bakılmadan, harcı âlem sarfedildiği de herkesin<br />
malûmudur…<br />
Son zamanlarda bir habis’in dillere yazdığı<br />
pis bir slogan aldı akılları; HOŞGÖRÜ!..<br />
-Kim, kimi, hangi davranış veya sözü;<br />
kimin adına “Hoş” görecektir?<br />
Dikkat, bu İslâm’ın MUSAMAHA’sı<br />
değil; GAVUR AŞIKLIĞI’dır!..<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 37
Herif Hıristiyan tabiatlı ve meşreplidir;<br />
onlar için, hatta Yahudi için, talep eder<br />
Hoşgörüyü: Hem de RAHMET nazarıyla<br />
muamele ister. Bunu da İslâm adına seslendirir.<br />
Hâlbuki, İslâm’ın Kitabı; kâfirlere<br />
ŞİDDET’i emreder. Ama bu PAVLUS tabiatlı<br />
sahte (Havari) Fetih Suresinin 29. âyetini<br />
hiç okumamış gibi; Müslüman cemaate<br />
bunu yutturur: Öyle ki; müçtehitliğe özenen<br />
çürük Molla bile ona ayak uydurmaya özenir.<br />
Çünkü hepsi de Peygamber tehdidine<br />
hedefdirler.<br />
“-Siz, gün gelecek başta millekleri<br />
(ümmetleri) öyle taklid edeceksiniz ki; onlar<br />
bir sıçan deliğine girse, siz de girmeye kalkacaksınız!..<br />
-Kim bunlar: Hıristiyan ve Yahudiler mi?<br />
-Başka kim var ki?..<br />
İşte bu tip molla bozuntuları; bütün<br />
Âyet ve Hadisleri istismar ederler; hiçbir<br />
nassı asli yerine sarf etmezler. Çünkü Pavlus<br />
tabiatından, Luther karakterine geçmişlerdir.<br />
İbnulemin Mshmud Kemâl İnal böyle birini<br />
tarif ederken;<br />
“Ne müselmana müşabihti, ne küffâra,<br />
Okumak rûhuna İncil-i muharref lâzım”<br />
diyor.<br />
-Peki bu tipleri besleyen-büyüten kaynak<br />
ve kaypak zemin nedir?<br />
-Sözün başında sıraladığımız olumsuz<br />
deyimleri kendilerine rehber alıp kafa yapılarını<br />
yapılandıran güruh.<br />
-Çare nedir?<br />
-Bir deli ya da yürekli kişi çıkıp haykıracak:<br />
-Köyde hırsız var!.. Köye hırsız girmiş!..<br />
Çünkü hırsız, her akşam bir veya birkaç<br />
köy evini soyuyor. Soyulan da feryad yok; bir<br />
nebze yiyecek bıraktığı için!..<br />
Kalanı ise; kapısını sağlam kitleme de<br />
buluyor çareyi; köylüyü uyarmayı akledip,<br />
38 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />
(sanki kendisini) tehlikeye atmıyor. Yani<br />
hırsızı ilân ve işaret ederse, “belki dönüp<br />
onun evini yakarsa” diye kaçınıyor herkes.<br />
İrâdi mesel gerek:<br />
Köye hırsız girmiş. Dünkü dinsiz (ya da<br />
din düşmanı sanılan yankesici yok artık. Artık<br />
dindar görünen ve meseleyi<br />
MİHRAP’tan halleden fasıklar zuhur etti.<br />
İmanlı İslâmlı görüntülüdürler. Ama:<br />
-Faize cevaz verirler.<br />
-Zinayı serbest ederler.<br />
-Enflasyon kadar kâr fazlası alır verirler.<br />
-Âyet ve Hadisleri tevil edip, keyfine<br />
göre ama aslına aykırı yorumlar, şerre alet<br />
ederler.<br />
-İcma-i Ümmeti yok sayar; İçtihadla ölçerler.<br />
-Mut’a nikâhına cevaz verirler.<br />
-Kâbe-i tavafta kadının adetli olmasını<br />
engel saymazlar…<br />
-Cemreler taş atmazlar.<br />
-Hacca mevsim dışına giderler.<br />
-Kur’an’ın içkiyi yasaklamadığını söyler…<br />
Yani kaleyi içinden fethedip, İslâmi<br />
ılımlaştırır, Liberalleştirirler…<br />
Adı ve Kurum kodları:<br />
Diyanet ve İlâhiyat.<br />
Parola:<br />
Molla-İşareti <strong>Prof</strong>esör.<br />
Köy tehlikede: Bu hırsız nerdeyse köyü<br />
teslim alacak ona göre.<br />
Yani bir deli çıkıp, bu hırsıza “HIRSIZ”<br />
diyemezse; herkes hırsıza evliya diyecek.<br />
Hırsız da “hırlıya” çıkıp hırlıya hırlıya çekip<br />
gidecek.<br />
Köy hırsızın eline düşmekte, UYANIN!..
Deneme<br />
Mehmet Gündem<br />
B A B A<br />
Mavi gözlerini kaçırma bizden...<br />
Son günlerde biraz daha fazla düşünmeye<br />
başladım babamı.<br />
"Kıvama ermiş bir fotoğraf" düşüyor gözlerimin<br />
önüne.<br />
Bir kitap gibi duruyor evde. Okunmak<br />
istiyor ısrarla. Muhatap arıyor kendine. Söyleyecekleri<br />
var anlayana. Belli ki çok şey<br />
biriktirmiş hayatta.<br />
Hepsini ifade edemese de anlayacak bir<br />
idrak arıyor gözleri.<br />
Kim bilir neler yaşadı, neler gördü, nelere<br />
tanık oldu yorgun kalbi.<br />
Babasız büyümüş bir baba.<br />
Daha babasını tanımadan öksüz kalmış<br />
bir baba.<br />
Babasızlığın nasıl bir şey olduğunu o biliyor,<br />
ben değil.<br />
Üzerinden ağırlaştırılmış bir dünya geçmiş<br />
gibi...<br />
Çocukluk dönemini atlayıp erken büyümüş.<br />
Hemencecik delikanlı olmuş...<br />
Yıllar gurbette ve tek başına mücadeleyle<br />
geçmiş...<br />
Kim bilir mavi gözleri neler biriktirmiş...<br />
Yabancı şehirlerde nelere tanıklık etmiş...<br />
Şimdi ben onu keşfedilmeyi bekleyen<br />
bir baba olarak yeniden düşünüyorum.<br />
Keşfedip onunla yeniden yaşamak için...<br />
Ertelediklerimizi hayata serpiştirmek<br />
için...<br />
Kendi tarihimizi tamamlamak için...<br />
Bu çaba bana bir boyutuyla "anlam" katarken<br />
bir başka boyutuyla da "hüzün" bırakıyor.<br />
Çünkü her durumda yapılacak daha iyinin<br />
olduğunu bilirim...<br />
Bunun için büyük pişmanlığın hüznüdür<br />
yaşadığım...<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 39
Geç kalmışlığın, gecikmişliğin, sessizliğin,<br />
suskunluğun, daha fazlası varken, daha<br />
azına kanaat etmenin hüznü...<br />
Orada bekleyen mavi gözlere yeterince<br />
bakamamanın hüznü.<br />
İnsan neden en sevdiklerini en fazla<br />
ihmal eder anlamış değilim.<br />
Ben neden böyleyim, biz niye böyleyiz?<br />
İnsan nedir ne işe yarar, baba nedir ne<br />
işe yarar sorusunu daha sık sormak lazım.<br />
Ve elbette çocuk ne işe yarar?<br />
Babalık neden sır olsun ki?<br />
Babamın sessiz, sakin hali bende derin<br />
bir hüzün uyandırıyor şimdi.<br />
Uzun ve meşakkatli bir yoldan gelmiş<br />
gibi duruyor önümüzde.<br />
Yolculuğun izleri var yüzünde. Yıllar<br />
çok yormuş onu...<br />
Hey gidi günler... Delikanlılığını bilirim<br />
babamın. Eski, tırtıllı kesilmiş fotoğraflarını<br />
da. Tıpkı bir insan gibi yılları içinde tutan<br />
yıpranmış albümünü de. Siyah kıvırcık saçlarını<br />
da. Güçlü, kuvvetli olduğu günleri de.<br />
Merdivenleri ikişer, üçer çıktığı zamanları<br />
da.<br />
Ama şimdi dalgaları durulmuş bir deniz<br />
gibi... Yaşı ilerlemiş, sesi taş plaktan geliyor<br />
gibi usul usul çıkıyor, beden eski kuvvetini<br />
yitirmiş, hastalıklar sıraya girmiş...<br />
Baba;<br />
Sen defalarca ameliyat masasına yattın,<br />
her defasında nemli gözlerle fakat tevekkülden<br />
taviz vermeden helalleşerek ayrıldın<br />
bizden.<br />
O günlerde küçük ellerimiz senin için<br />
açıldı duaya.<br />
Çocuk kalplerimiz senin için titredi.<br />
"Acaba kaybettik mi" korkularımız büyürken<br />
yeniden bulduk seni.<br />
Kaç kere kapandı, kaç kere açıldı mavi<br />
gözlerin.<br />
Sensizliğin soğuk düşünü kaç kere kurduk<br />
biz...<br />
Şimdi biz büyüdük, sen daha da büyüdün.<br />
Mavi gözlerine, bembeyaz saçlarına, yer<br />
yer kırışmış yüzüne bakınca tarihe açılıyor<br />
kapılar.<br />
Bizim tarihimize, bizim ailenin tarihine,<br />
senin tarihine...<br />
Hayata seninle başladık biz.<br />
"Tarih yapan" olarak ilk seni tanıdık o<br />
küçük evde. Seyahati, acıyı, sevinci, hüznü,<br />
vedaı da sende gördük ilkin. Disiplini, çalışmayı,<br />
imanı, ibadeti, tevekkülü, sabrı ve şükrü<br />
de... Yokluğu ve varlığı da.<br />
Bizim ilk kahramanımız sendin... Belki<br />
bunu sana yetirince hissettiremedik ama<br />
inan bu böyleydi.<br />
Sen bizim sebeb-i varlığımızsın. Biz ezberletilmiş<br />
bir yanlışın, şartlandırılmış bir<br />
'erkek olma' ispatının kurbanıyız.<br />
Sezai Karakoç'un feryadıyla söyleyeceğim,<br />
"ey ulu hocalar" bunu bize neden öğretmediniz?<br />
Baba;<br />
Şimdi bir başka bakıyorum; mavi gözlerine...<br />
Yüzünde yolculuğun emaresi yol izlerine...<br />
Sesine, soluğuna, birikmiş insanlık<br />
haline...<br />
Baba;<br />
Eğer seni hayattan ziyade biz evlatların<br />
yorduysak... Vay halimize...<br />
Vefasızlığımızla, duyarsızlığımızla, nankörlüğümüzle<br />
ve bütün suçumuzla sana geliyoruz,<br />
ellerine kapanmaya geliyoruz...<br />
Artık biliyorum babalık benimle başlamadı,<br />
seninle başladı...<br />
Rabbimiz seni vasıta kılarak neler ihsan<br />
eyledi bizlere...<br />
Mavi gözlerini kaçırma bizden...<br />
40 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011
Gezi Notları<br />
Nezahat Satan<br />
BİR RAMAZAN UMRESİNDEN<br />
ESİNTİLER<br />
Hacı Allahû Teâlâ’nın himayesindedir. Giderken de dönerken de.<br />
Eğer yolculuğunda bitkin ve yorgun düşerse, Allah bu sebeple onun<br />
günahlarını affeder.<br />
Bazı vakitlerde yapılan ameller, diğer vakitlerde<br />
yapılana göre daha faziletlidir. Zamanın<br />
şerefi amelin sevabını artırmaktadır. Özellikle<br />
Ramazan ayında umre yapmak çok sevaptır ve<br />
Hacc derecesine ulaşmaktadır.<br />
UMREYİ NASIL YAPTIK?<br />
Ziyaret etmek anlamına gelen “Umre” dindeki<br />
manasıyla, Kâbe’yi tavaf etmek ve Safa ile<br />
Merve arasında Say etmek anlamına gelir.<br />
Tavaf, niyet ve ihram; Umre’nin farzlarıdır.<br />
Say, başı bütün tıraş yahut taksir demek<br />
olan saçların ucundan keserek kısaltmak da vacipleridir.<br />
Umre yapmak için şu ibadetlerin sırasını<br />
gözeterek yapmak gerekirdi.<br />
-Hacc ihramı gibi hil’den yani mikatı geçip<br />
haram hududuna girmeden ihrama girmek; elbisesini<br />
tamamen soyunup ihram örtülerini sarınmak.<br />
-İki rekât ihram namazı kılmak.<br />
-Umre’ye niyet etmek.<br />
-Telbiye getirmek.<br />
-İhram’ın haramları, mekruh ve müfsidlerinden<br />
sakınmak<br />
-Mekke’ye gelince Mescid-i Haram’a gelip<br />
Umre tavafını yapmak. İlk üç şavtta remel ile<br />
yürümek, bütün şavtlarda ıztıba halinde bulunmak.<br />
-7 Şavtı tamamlayınca iki rekât tavaf namazını<br />
kılmak.<br />
-Safa ile Merve arasında Umre’nin Sayını<br />
yapmak.<br />
-Tıraş olup ihramdan çıkmak.<br />
Bunları Yaptık.<br />
VAHDET EVİ:<br />
Tavafın sırrı şudur: Vahdet âleminde taraf<br />
ve yön yoktur. Muhiddin Arabi’nin Vahdet Vücut<br />
nazariyesini hatırlayalım. Âlemde (Âlemlerde)<br />
bir tek vücut vardır. O da kûllî varlıktır.<br />
Mutasavvıflar nefi isbat dersinde, nefi isbat üzere<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 41
kelime-i tevhid yaparken bu duyguyu yaşarler.<br />
Çünkü kûllî varlık tasarrufuyla bütün âlemi kuşatmıştır.<br />
Kalıbımız (vücudumuz, cesedimiz)<br />
tavafta kalbe tabîdir. Mü’min kulun kalbi de<br />
Allah’ın evidir. Tavafta kul kalbine teveccüh<br />
eder. Kalbimiz de Cenab-ı Allah’a rücu eder.<br />
Cenab-ı Hakkın varlığı yönlerle kayıtlı değildir.<br />
Biz yönleri düşünmüyoruz. Cenab-ı Hakk için<br />
doğuda, batıda, kuzeyde, güneyde diyemeyiz.<br />
Cenab-ı Hakk için şurdadır- buradadır denilemez.<br />
O her yerdedir. (O âlemi kuşatmıştır) Allahû<br />
Teâlâ’ya yön ittihaz edilemez. Ve Rabbim demiştir<br />
ki:<br />
“Ben hiçbir yere sığmadım mü’min kulumun<br />
kalbi beni ihata etti.” Onun için şu yönde<br />
bu yönde diyemeyiz. Cenab-ı Allah mü’min kulunun<br />
kalbindedir denilir.<br />
Dolayısıyla mü’min kulun kalbi Cenab-ı<br />
Hakkın evidir. Onun için bir kalbi kırmak yok,<br />
onun için Kâbe’de cidalleşme yok. Mü’min,<br />
onun için Kâbe’den daha değerlidir.<br />
Eğer bir kulun kalbini yıktınsa felaket olarak<br />
o sana yeter.<br />
Kâbe kul yapısı, ama kalp Allah yapısıdır.<br />
Hiçbir şekilde kulun gönlü yıkılmaz, kalbi kırılmaz,<br />
cidalleşilmez, sabredilir… Hacc’dan asıl<br />
maksat, kalbin, Beytin Rabbini ziyaretidir. Kalıbın<br />
ziyareti de ona tabidir.<br />
TEVHİD’İN İLÂNI<br />
Hacc’da tevhid dinini kutlarız.<br />
Bayram kutlamaları, yaş günü, evlilik (düğün)<br />
kutlamaları. Bunlar mutlu günlerdir. Herkes<br />
bir araya gelir, cemiyetle (topluluk) kutlanılır,<br />
mutluluk ve hareketlilik içinde yaşanılır.<br />
Kâbe ise dünyanın merkezi Allah’ın evidir.<br />
Cenab-ı Rabbûl Âlemin bizi oraya davet etti. Biz<br />
de bu davete icabetin mutluluğuyla huşu içinde<br />
aşkla tavaf yaparız, namaz kılarız, say yaparız ve<br />
deriz ki: Lebbeyk Allahümme Lebbeyk…; Buyur<br />
Allah’ım Buyur… Cenab-ı Allah’la diyalogun<br />
coşkusuyla kelime-i tevhid’in bayramını yapıyoruz.<br />
Bu dinin temelinde tevhid vardır. Hacc’da<br />
tevhide inanan insanlar bedeni olarak İslâmiyet’in<br />
bir farizasını yerine getirirken aynı zaman<br />
da kelime-i tevhidin ilânını da yaşıyorlar.<br />
Bunu kalabalık bir topluluk adeta kutluyor,<br />
sevinçle yâd ediyor. Kelime-i tevhidi, din ilânı<br />
tavafta, say da biçimsel olarak yaşantıya sokuyorlar.<br />
***<br />
DEVE SÜTÜ:<br />
İhram namazı kılmak ve Umreyi niyetlenmek<br />
için gurubumuzla Hudeybiye Mescidine<br />
doğru yola çıktığımızda daha mikat mahalline<br />
varmadan 15 dakika kala rehberimiz bizi bir deve<br />
çiftliğine götürdü.<br />
Yol üzerinde mescide kadar birkaç kilometrede<br />
bir başka deve çiftlikleri de vardı.<br />
Uğradığımız çiftlikte bize mahzun mahzun<br />
ve hoşgeldiniz der gibi bakan küçüklü- büyüklü<br />
develerin (15-20 kadar) önce fotoğraflarını çektik<br />
sonra da deve bakıcısının o anda sağdığı ve<br />
getirip bize ikram ettiği sütü içtik. Lezzetli güzeldi,<br />
içimi hoştu ama biraz tuzlucaydı.<br />
UMRE SEVİNCİ:<br />
İlk gittiğimiz yıllarda Kâbe kapısının karşısında<br />
içine basamakla inilen zemzem kuyuları<br />
vardı. Zemzem içmek için beyler bir taraftaki,<br />
hanımlar diğer taraftaki kuyulara inerek zemzem<br />
içilirdi. 6-7 sene kadar oldu kuyular kaldırıldı.<br />
Şimdilerde onun yerine eski kuyuların karşısına<br />
(yeşil ışığa yakın) sıra sıra musluklar konarak<br />
abdest alma ve zemzem içme yeri düzenlenmiş.<br />
Tavafımızı yapmış, iki rekât tavaf namazı<br />
kılmış ve zemzem içmek için zemzem kuyusuna<br />
inmiştik. (Zaman zaman Hacc ve Umre’ye gidip<br />
geldiğimiz için hacıların yüzlerinden simalarından<br />
ve kıyafetlerinden hangi ülkeden olduklarını<br />
çıkartabiliyorum.)<br />
Tam karşımızda birkaç Tunuslu Hanım<br />
yandan zincirlerle, çengellere tutturulmuş zemzem<br />
taslarıyla zemzemi hem içiyor hem de üstlerine,<br />
başlarına döküp saçarak neşeyle “Nebi Muhammed<br />
Medine’de” ilâhisini (Resul Efendimizi<br />
öven ilâhiyi) söylüyorlardı. O kadar sevinç do-<br />
42 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011
luydular ki; hallerindeki ve gözlerindeki neşe ve<br />
sevinç pırıltıları görülmeye değerdi. Orda olmalarının,<br />
mübarek yerlerde bulunmalarının sevincini<br />
böyle dopdolu yaşıyorlardı.<br />
Bu tablo gözümün önünden hiç gitmez…<br />
***<br />
4-5 sene kadar önce yeşil çizgi Hacerül<br />
Esved arasında kahverengi kalın çizgi vardı. Selamlamak<br />
için. Ama izdiham nedeniyle<br />
Suudlular kaldırdı. Tavafın her şavtında Hacerül<br />
Evsedi istilam etmek (selamlamak) için herkes<br />
orada (o çizgide) yoğunlaşıyor ve izdihama sebep<br />
oluyordu. Kaldırılması uygun oldu.(1) Selamlama<br />
daha geniş bir alana yayılınca insanların birbirlerine<br />
istemeyerek verdikleri sıkıntı giderilmiş<br />
oldu.<br />
Ve bu yıl: Küçük pet şişeme zemzem doldurmak<br />
ve hem de elimi yüzümü yıkayıp serinlemek<br />
için, zemzem musluklarının dizildiği ve<br />
hanımların çok yoğun olduğu yere geldiğimde<br />
dünya hanımları telaşe, üzerlerine su dökerek<br />
abdest alıyorlar, şişelerini dolduruyorlardı. Onlara<br />
dönerek mimik ve jestlerimle ve ciddi bir<br />
edayla: “Zarif olun lütfen!.. Niye abdest alırken<br />
birbirinizin üzerine döküp saçıyorsunuz?” dedim.<br />
Tatlı tatlı gülümseyerek zarif! zarif! Diyerek<br />
benimle eğlendiler ve üzerime pet bardaklarla<br />
zemzem suyu dökmeye (serpmeye) başladılar.<br />
Ben de onlara (Yemenli hanımlara) ister istemez<br />
katıldım.<br />
***<br />
REYHAN ve SALEVAT<br />
Bir teravih namazı arasında Mekkeli (Suudi)<br />
bir hanım, bir poşet dolusu reyhan dallarını dağıtmaya<br />
başladı. Ben de aldım. Çok da hoşuma<br />
gitti. Hemen salevat çekmeye başladım. Biliyorsunuz<br />
Efendimiz (s.a.v.)’in bir hadis-i şerifi var<br />
bu hususta: “Size reyhan verilirse reddetmeyin<br />
alın” diye. Reyhan dalını alan hanımlar bunda<br />
Muhammed’in (s.a.v.) kokusu var deyip koklayarak<br />
salevat getirmeye başladılar.<br />
Çocukluğumda hatırlıyorum; annemler de<br />
sohbetlerinde veya Cuma toplantılarında arkadaş-dostlarıyla<br />
birbirlerine reyhan ikram ederlerdi.<br />
İslâm’da koku sürünmek (özellikle Cuma<br />
günü erkekler) ve buhur yakmak, kokusu duyulduğunda<br />
salevat getirmek çok yaygın bir gelenek.<br />
Mekke ve Medine çarşılarında birçok buhurcu<br />
dükkânları var. Çok değişik türde buhurlar (günlükleri)<br />
satılıyor.<br />
Hacılar hediyelik alışveriş yaptıklarında güzel<br />
kokular ve buhur almayı da ihmal etmiyorlar.<br />
Elektrikli buhurdanlıklar da var, içine buhuru<br />
koyuyorsun fişi prize taktın mı yavaş yavaş hoş<br />
kokulu, mest edici kokular etrafa yayılıyor.<br />
İMAMLARIN SESİ<br />
Teravih namazlarını her akşam dönüşümlü<br />
olarak ilk on rekâtını bir imam, ikinci on rekâtını<br />
diğer imam kıldırıyor. Her imama üç gecede bir<br />
sıra geliyor.<br />
Gerçekten Mekke ve Medine imamlarının<br />
çoğunun sesi güzel (harika) Ulvi duyguları harekete<br />
geçiriyor. Hacıları en çok Mekke imamlarından<br />
Mahir’in dalgalı sesi Medine imamlarından<br />
Şeyh Ali Hüseyin’in hüzünlü sesi etkiliyor.<br />
Tabii ki; İmam Sudeys’i söylememe gerek yok. O<br />
bir numara, mest ediyor.<br />
Bu imamlar kıldırırken herkes huşu içinde<br />
bu anın kutsallığını yaşıyor.<br />
YAĞMURLA TAVAF:<br />
Hacı Allahû Teâlâ’nın himayesindedir. Giderken<br />
de dönerken de. Eğer yolculuğunda bitkin<br />
ve yorgun düşerse, Allah bu sebeple onun<br />
günahlarını affeder.<br />
Attığı her adım için ona cennette 1000 derece<br />
ihsan edilecektir. Yağmur yağdığında üzerine<br />
düşen her damlada da bir şehid ecri vardır.<br />
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Gök<br />
kapıları;<br />
a) İslâm ordusu ile düşman ordusunun karşılaştığı<br />
b) Yağmur yağdığı<br />
c) Farz namazların kılındığı esnada açılır.<br />
Bu vakitleri bilerek dua edin.”<br />
Peygamber (s.a.v) Efendimiz: “Bu Beyti<br />
yağmur altında tavaf edenin geçmiş günahları<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 43
mağfiret edilir ve bir köle azad etmiş gibidir”<br />
buyurmuşlardır.<br />
Hacılar verilecek bu mükâfatları bildiklerinden<br />
o mübarek topraklarda (mekânlarda)<br />
üzerlerine hep rahmet yağmasını isterler.<br />
Umre’de iken Kâbe’nin karşısında gece<br />
(teheccüd) namazını kılmış, hanımlara ayrılan<br />
bölümde Kâbe’yi seyrederek sabah namazını<br />
beklerken, rahmet damlaları dökülmeye başladı.<br />
Herkeste heyecanlı ve tatlı bir telaş. Her yerden<br />
Allahû Ekber sesleri yükseldi ve tavafa koşuşturmalar<br />
başladı. Daha fazla mükâfat alabilmek<br />
için…<br />
Gerçekten müminlerin o hali çok heyecan<br />
ve ürperti verici bir manzara arzetti. Gözyaşlarımızı<br />
tutamadık.<br />
Kut’ül Kulub 2. cilt, sh. 241: Hadis-i şerifte<br />
“Kim ki Beyti yalın ayak tavaf ederse bir köle<br />
azad etmiş gibi olur. Eğer yağmurlu havada 7<br />
şavt ile tavaf ederse geçmiş günahları mağfiret<br />
olunur” buyurmuştur.<br />
Davud İbni Aclan diyor ki: “Enes İbni Malik<br />
ve Hasan ile yağmurda tavaf ettik, makamın<br />
arkasında iki rekât namazı da kıldık. Enes bize<br />
yüzünü döndü, dedi ki: “Bundan sonra amellerinize<br />
yeniden başlayın, çünkü geçenler mağfiret<br />
olundu. Zira Rasulullah (s.a.v.) ile böylece yağmurda<br />
tavaf etmiştik de böyle demişti.”<br />
HEDİYE TAVAF:<br />
Yakınlarımıza tavaf hediye yapılabilir. Mesela:<br />
adlarını söyleyerek şunun için tavaf yapıyorum,<br />
ona hediye ediyorum denilebilir.<br />
Peygamber (s.a.v.) Efendimize, dört Halife’ye,<br />
Hz. Fatıma, Hz. Ayişe, Hz. Hatîce annelerimize,<br />
üstadımıza, annemize, babamıza, kardeşlerimize,<br />
isimlerini söyleyerek dede ve ninelerimize,<br />
sevdiklerimize…<br />
Hz. Ebubekir (r.a.) için hediye tavaf yaptığınızda<br />
Allahû Teâlâ’dan onun sadakat ve cömertliğinin<br />
size de verilmesi için dua edebilirsiniz.<br />
Hz. Ömer (r.a.)’ın adalet ve vefasının sizde<br />
de olmasını isteyebilirsiniz.<br />
Hz. <strong>Osman</strong> (r.a.)’ın Kur’an’ı Mübine hizmetini,<br />
iffet ve hayâsının size de yansıması için<br />
dua edebilirsiniz.<br />
Hz. Ali (r.a.)’ın dilinden ilim ve cihadını<br />
bana ve neslime nasip eyle ya Rabbi, diyebilirsiniz…<br />
KÂBE’DE BİR YABANCI:<br />
Yabancının biri Kâbe’yi gözlemlemeye geliyor.<br />
Milyonlarca kişinin (3 milyon insanın) bir<br />
komutanla bir kişiye (bir imama) uyduğunu görünce<br />
bunda bir sır var diyerek etkilenerek imana<br />
geliyor.<br />
Çok büyük kitleler halinde bir kalabalığın<br />
büyük bir disiplin ve nizam içersinde ibadet etmeleri<br />
yabancı gözlemcilerin dikkatini çekiyor.<br />
Hiçbir yerde böylesine bir kalabalık bu şekilde<br />
disipline edilemez deniyor. Bu gerçek de insanları<br />
İslâm’a çekiyor.<br />
YAŞLININ TAVAFI:<br />
Rehberimiz anlattı: 80 yaşlarında bir hacı<br />
amca yorgunluktan dizleri titreyerek perişan bir<br />
halde rehberin yanına gelmiş:<br />
“Oğlum 49 kere döndüm. Acaba benim tavafım<br />
tamamlandı mı?” demiş.<br />
Kâbe’nin etrafını 7 kere dönüş bir tavaf<br />
oluyor. (her bir dönüş de bir şavt’tır.)<br />
Meğer hacı amca 7 dönüşü bir şavt zannediyormuş.<br />
KAZA NAMAZI:<br />
Bizim Hacıların habire namaz kılmaları Suudilerin<br />
dikkatini çekmiş. Niye bu kadar namaz<br />
kılıyorsunuz diye sormuşlar. Bizim hacılar da<br />
namaz kazası yapıyoruz demişler. Suudiler de:<br />
namazın kazası mı olur! Diye şaşkınlıklarını belirtmişler.<br />
Çünkü onlar ezanın ya öncesinde ya<br />
da ezan sesini duyar duymaz mescide koşuyorlar.<br />
Onlara göre namazı geciktirmek çok günah.<br />
Diğer ülke insanları çoğu vakitlerini mescid<br />
de Kur’an okuyarak geçiriyorlar.<br />
Türk hacıları genelde Kur’an okumuyor.<br />
Kâbe’de, Mescid-i Nebevi’de Kur’an okuyan<br />
44 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011
Türk hacısına az rastlanıyor. Hatta bazen malayani<br />
sohbet yaptıkları görülüyor.<br />
KÂBE-RAVZA RESİMLERİ:<br />
Önceki yıllarda Suudi hükümeti mescidin<br />
içine fotoğraf makinası, cep telefonu ile girilmesini<br />
yasaklamıştı.<br />
İki yıldır herkes cep telefonlarını içeri geçirebiliyor<br />
ve her cepheden, üst katlardan, tavaf<br />
manzaralarını, Kâbe-Ravza fotoğraflarını çekebiliyorlar.<br />
Gerçekten dünyanın en güzel en etkileyici<br />
harika manzaraları bunlar.<br />
ÇOCUK VE İBADET:<br />
Çocuğun hacca iştirak ettirilmesi manevi<br />
bir terbiye içindir. Bu husus özellikle Arap âleminde<br />
bugün de geçerli bir adettir.<br />
Dünya Müslümanları ama genelde yerli<br />
halk özellikle Perşembe, Cuma günleri Umre<br />
yapmaya geldiklerinde küçük çocuklara da ihram<br />
giydirip tavafa katıyorlar. Selamlama kısımlarında<br />
da; Bak! Rüknü yemani’ye geldik selamla,<br />
Hacerül Esved’e geldik selamla diye çocukları,<br />
her türlü şartta bunaltıcı sıcak demeden ibadet<br />
yapmaya alıştırıyorlar. İbadetin her türlü şartı<br />
yaşatılıyor.<br />
Mescidlerde bazı bölümler çocuklu annelere<br />
ayrılmış.<br />
Namaz esnasında annelerin çocukla ilgisi<br />
kopunca çocukların hepsinin birden (korodan)<br />
ağlaması çok etkileyici. Özellikle farz namazlarında,<br />
anne namazda Allah’la (c.c.) birlikte, ama<br />
çocuk “Bana bak!.. Bana bak!..” diye adeta çırpınıyor,<br />
ağlıyor. Annesinin kendisini terk ettiğini<br />
sanıyor. Çocuk her an ilgiyle, sevgiye, şefkate<br />
muhtaç. Bu durumda anne çocuğunu kucağına<br />
alarak secdeye gidiyor. Böylece çocuk eğilip bükülerek<br />
yaşı geçirmeden ibadet şartlarına alışıyor.<br />
Bu alışkanlığı ileriki yaşlara atan ülkelerde çocuklar<br />
genelde ibadet yapmak istemiyor veya<br />
zorlanıyor.<br />
Küçük çocuklarıyla Haccın fiillerini yapanlar<br />
Hakkın lütfuyla ecre nail olacaklarının farkındalar.<br />
BABA NEREYE GİDİYORSUN:<br />
Allah dostlarından biri Hicaz’a gidecek olur.<br />
Küçük çocuğu kendisine sorar:<br />
-Baba nereye gidiyorsun? der. Babası:<br />
-Beytullah’a gidiyorum cevabını verir.<br />
Çocuk zanneder ki; beyti gören, beytin sahibini<br />
görür. Bundan sonra:<br />
-Baba niçin beni de götürmüyorsun der.<br />
Babası da:<br />
-Sen henüz müsait değilsin, der. Fakat çocuk<br />
ısrara eder. Babası da dayanamaz onu da<br />
götürür. Yolda mikat yerinde ihrama girerler ve<br />
Lebbeyk demeye başlarlar. Ne zaman ki çocuk<br />
Beytullah’ı görür, derhal düşüp bayılır ve ruhunu<br />
teslim eder.<br />
Babası:<br />
-Ey ciğer parem evladım, deyip ağlamaya<br />
başlar. Gaipten gelen bir ses:<br />
-O Beytin Rabbini istedi, onu gördü. Sen de<br />
Beytin kendini istedin. Sen de onu gördün, denilir.<br />
Sonra ilâve edilir.<br />
-O ne herhangi bir yerdedir ve ne de cennettedir.<br />
Cenab-ı Hakkın kendisine ihsan ettiği<br />
manevi bir makama yükselmiştir.<br />
İFTAR ETTİRMEK:<br />
Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki: “Kim Ramazan’da<br />
helâl kazancından oruçluya iftar ettirirse,<br />
Ramazan gecelerinde melekler ona rahmet<br />
duası yaparlar. Kadir gecesinde Cebrail (a.s.)<br />
onunla musafaha eder. Kiminle Cebrail (a.s.)<br />
musafaha ederse, (onun alameti şudur ki) o yufka<br />
yürekli ve gözü yaşlı olur.” (Taberâni, el-Kebir<br />
6/321)<br />
Mescidin içinde açılan sofralarda yoğurt,<br />
dukka (yoğurtun üzerine serperek yenilen baharat),<br />
ekmek veya simit ve hurma… gibi şeyler<br />
ikram ediliyor.<br />
Dışarıda açılan sofralarda ise genellikle yemek<br />
(etli veya tavuklu) pilav, ayran, meyve suyu,<br />
meyve… ikram ediliyor.<br />
Mekke ve Medineliler iftar sırasında da isteyenlere<br />
termoslarla getirdikleri naneli çay ve<br />
Medine kahvesi dağıtıyorlar.<br />
Rasulullah (s.a.v.) şu şekilde dua ederdi:<br />
“Yanınızda oruçlular iftar etsin, yemeğinizi iyiler<br />
yesin ve melekler size salât etsin.” (İmam Nevevi,<br />
Ezkâr, sh. 173)<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 45
GENİŞLETME ÇALIŞMALARI:<br />
Mescid-i Nebevi’nin olduğu yer, Peygamberimizin<br />
Medine’ye hicret ettiğinde devesinin ilk<br />
çöktüğü yerdir. Mescid’in temeline ilk taşı Peygamberimiz<br />
koymuştur.<br />
<strong>Osman</strong>lı Sultanları, Mekke ve Medine’deki<br />
Mescid ve Ziyaret yerleri için milyonlarca altın<br />
harcayarak onların bakımını yaptırmışlardır.<br />
Tezyin, bakım, onarım çalışmaları günümüze<br />
kadar devam etmektedir.<br />
Umreciler dünyanın dört bir tarafından<br />
gelmişlerdi; Arap ülkelerinden, Asya’dan Avrupa<br />
ve Amerika’dan, Afrika’dan…<br />
Umreler de haclar gibi her sene daha kalabalık<br />
oluyor artık.<br />
Son yıllarda, daha çok insanın aynı anda<br />
namaz kılmalarını sağlayabilmek amacıyla<br />
Mescid-i Nebevi’de genişletme çalışmaları yapılmıştır.<br />
Güneşten korunma amacıyla bütün<br />
bahçe kocaman şemsiyelerle kaplanmış.<br />
Mescid-i Nebevi’nin çevresindeki bazı dükkân<br />
ve otellerin yıkılarak genişletme çalışması<br />
yapılmasına rağmen, içi doldu, dışında da, avlusunda<br />
da adım atacak yer kalmadı. Bu artış,<br />
Müslümanların ne kadar çoğaldığının, İslâmiyet’in<br />
ne kadar yayıldığının ve kabul gördüğünün<br />
bir göstergesi.<br />
Bütün dünya İslâmiyet’e yöneliyor çığ gibi<br />
büyüyor. İslâm düşmanları da telaşlanıp kendilerince<br />
bir takım sözde önlemler alıyorlar. Müsteşriklerin<br />
(Oryantalistlerin) sinsice yaptıkları faaliyetler<br />
akamete uğruyor. İslâmiyet’in önlenemez<br />
yükselişinin karşısında duramıyorlar.<br />
Rasulullah (s.a.v.) Efendimiz: “Bu mescide<br />
ne kadar ilâve yapılsa hepsi muhakkak benim<br />
mescidim olur.” (Ebu Hureyre (r.a.)<br />
Bir diğer hadis-i şeriflerinde de: “Benim şu<br />
mescidim Sana’ya (Yemen’in Başşehri) kadar<br />
büyütülüp yapılsa yine benim bu mescidim olur”<br />
buyurmuşlardır.<br />
MEDİNE’de BAYRAM SABAHI:<br />
Ve Bayram Sabahı… Dünyanın dört bir<br />
yanından gelen Mü’minler Mescid-i Nebevi’deler.<br />
Sevinç ve neşe her tarafı sarmış…<br />
Kalabalığa rağmen orada herkes yer bulabiliyor.<br />
Bayram günü bütün Medineli hanımlar çocuklarıyla<br />
oradalar. Efendimiz (s.a.v.) kız çocuklarınızı<br />
güzel giydirin, süsleyin demiş ya, yerli<br />
halk (Arap hanımlar) da çocuklarına her renkten<br />
elbise giydirerek, saçlarını çiçeklerle süslemişler;<br />
bu coşkulu Bayram Sabahında kız çocuklar<br />
ellerine tutuşturulan sepet ve şeker tabaklarıyla<br />
etraftaki müminlere şeker, çikolata, hurma<br />
ikram ediyorlardı. Böylece Efendimiz (s.a.v.)<br />
Bayram Sabahına tatlı şeyler (hurma vs. gibi)<br />
yiyerek girin sünneti de yerine getirilmiş oluyordu.<br />
Erkekler çocuklarına da yerli giysi olan beyaz<br />
boy elbise ve başına da kefiyeli örtülü takmışlardı.<br />
Güzel sesli imamlar tarafından, Bayram<br />
Namazı başlayana kadar tekbirler getirildi ve<br />
Allah birlendi ve buna çoğu kişi sesli iştirak ediyordu.<br />
Hoparlörden insanın içine işleyen tekbir<br />
sesleri her yere dağılıyordu. Ortalığı haşyet kaplamıştı.<br />
Tekbirlerle, sevinç gözyaşlarıyla bir heyecan<br />
dalgası içinde adeta unutamayacağımız bir bayram<br />
sabahı sevinci yaşandı.<br />
Biz de sık aralıklarla, bayram namazı vaktine<br />
kadar getirilen tekbirleri huşu içinde dinledik<br />
ve gözyaşları içinde mırıldandık:<br />
Allahu Ekber Allahu Ekber<br />
Lâ ilâhe illallahu Allahu Ekber<br />
Allahu Ekber ve lillahil hamd<br />
Allahu Ekber Kabira<br />
Velhamdu lillahi kesira<br />
Ve subhanellahi bükreten ve esila<br />
Ve sallahi alâ Seyyidina Muhammed<br />
Ve sallahi alâ Seyyidina Muhammed<br />
Ve alâ ezvacihi Seyyidina Muhammed<br />
Ve alâ zürriyetihi Seyyidina Muhammed<br />
Ve alâ ashabihi Seyyidina Muhammed<br />
Ve sellim teslimen kesira.<br />
Dipnot:<br />
(1) HAcc idaresine, bu çizginin kaldırılmasını, izdihamın<br />
önlenmesini ben teklif etmiş oldum (A.N.)<br />
46 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011
َّلإِ<br />
اب<br />
ان َّ<br />
Hadisleri Arapça’dan Türkçe’ye aktaran:<br />
Necip Fazıl Kısakürek<br />
Niyete göre işler…<br />
Ameli, murad işler.<br />
ترجمة اربعین حدیثاً نظماً للشاعر نجیب فاضل<br />
الاعداد: النائب السابق ناجي ترزي<br />
KIRK HADİS<br />
(Arapça-Türkçe)<br />
إِن َّمَا الأَعْ مَالُ بِالن ِّ ی َّاتِ<br />
.2<br />
Hakikat müminindir, imanından ötürü;<br />
Allah’a inandım de, sonra dosdoğru yürü!<br />
قُلْ آ مَنْتُ بِالل َّھِ ثُ م َّ اسْ تَقِمْ<br />
أَفْ لَحَ مَنْ رُزِقَ لُ<br />
Akıldır insanda varlık silâhı;<br />
Akılla rızıklanan, buldu felâhı…<br />
مَنْ تَشَب َّھَ بِقَوْمٍ فَھُ وَ مِنْھُمْ<br />
Yabancı bir kavmi edenler taklit,<br />
Ondandır; takarlar öz ruha kilit…<br />
Din öğüttür yalınız…<br />
Veriniz ve alınız!<br />
Sabah uykusu,<br />
Rızka bir pusu…<br />
الد ِّینُ الن َّصِیحَةُ<br />
الص ُّ بْحَةُ تَمْ نَعُ الر ِّزْقَ<br />
مَنْ غَش َّ فَلَیْسَ مِ<br />
Kolayca inanır mümin, safdildir;<br />
İnsan aldatanlar, bizden değildir!<br />
أَحَب ُّ الْأَعْ مَالِ إِلَى الل َّھِ عَز َّ وَجَل َّ أَدْوَمُ ھَا وَإِنْ قَل َّ<br />
“Yaradanın sevgisine gerekli;<br />
Amel o ki, az olsa da sürekli…”<br />
إِن َّ أَحَب َّ الْأَعْ مَالِ إِلَى الل َّھِ عَز َّ وَجَل َّ الْحُب ُّ فِي الل َّھِ<br />
وَالْبُغْضُ فِي الل َّھِ<br />
Allah’ın emrettiği sahici Müslümanlık,<br />
Allah için dostluktur, Allah için düşmanlık…<br />
Derleyen ve Takdim: Naci Terzi<br />
.1<br />
.3<br />
.4<br />
.5<br />
.6<br />
.7<br />
.8<br />
.9<br />
الْكَلِمَةُ الْحِكْ مَةُ ضَال َّةُ الْمُؤْ مِنِ فَحَیْثُ وَجَدَھَا فَھُ وَ<br />
أَحَق ُّ بِھَا<br />
.10<br />
Hikmet, Müslümanın kaybolmuş malı;<br />
Nerde görse; kimde bulsa almalı…<br />
Değer yalnız kalbedir;<br />
Her pişmanlık tövbedir…<br />
الن َّدَمُ تَوْ بَةٌ<br />
الت َّائِبُ مِنَ الذ َّنْبِ كَمَنْ لاَ ذَنْبَ لَھُ<br />
Tertemizdir, gerçek tövbe sahibi;<br />
Tövbe eden, günah etmemiş gibi…<br />
ةُ تَحْتَ أَقْدَامِ الْ أُم َّھَاتِ؟<br />
Annelere minnet, ebedî minnet!<br />
Annenin ayağı altında Cennet…<br />
مَا عَالَ مَنْ اقْتَصَدَ<br />
İktisat, taşı nurdan bir taç…<br />
İktisat eden olmaz muhtaç…<br />
َّنجَ اَلْ<br />
.11<br />
.12<br />
.13<br />
.14<br />
.15<br />
En ince ölçülerle ışıklansın önünüz!<br />
İzin isteği üçtür; vermezlerse dönünüz!<br />
اَلْ اِسْ تِئْذَانُ ثَلَاثٌ فَإِنْ أُذِنَ لَكَ وَ ا فَارْجِعْ<br />
.16<br />
Gurur, gafil insanı yutan korkunç uçurum.<br />
Kul gibi yemek yerim, kul gibi otururum:<br />
آكُلُ كَمَا یَأْكُلُ الْعَبْدُ وَأَجْ لِسُ كَمَا یَجْ لِسَ الْعَبْدُ<br />
الْكَلِمَةُ الط َّی ِّ بَةُ صَدَقَةٌ<br />
Güzel söz ruha sebil;<br />
Sadakadır tatlı dil.<br />
.17<br />
.18<br />
Kolaylığı gösterin, zorlukla korkutmayın;<br />
Sevindirin, şevk verin, zevk verin, soğutmayın!<br />
یَس ِّ رُوا وَلَا تُعَس ِّرُوا وَبَش ِّرُوا وَلَا تُ نَف ِّ رُوا<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 47
َّلاَ<br />
اقً<br />
قَالَ الل َّھُ عَز َّ وَجَل َّ سَبَقَتْ رَحْ مَتِي غَضَبِي<br />
Hak bana, rahmetim taşkındır dedi:<br />
Gazabımdan kat kat aşkındır dedi.<br />
ِّیقَ دْ وَتَوَك َّلْ<br />
Tedbiri Allah’a bağla ey gönül!<br />
Bağla da yine et O’na tevekkül!<br />
الص َّبْ رُ عِنْدَ الص َّدْ مَةِ الأُولَى<br />
İlk darbede en çok bunalır yürek;<br />
Sabır, sarsıntının başında gerek…<br />
إِن َّ حُسْنَ الْعَھْدِ مِنَ الْإِیمَانِ<br />
Bağlan sözüne candan!<br />
Ahde vefa imandan…<br />
.19<br />
.20<br />
.21<br />
.22<br />
اِسْ تَفْتِ نَفْسَكَ وَإِنْ أَفْ تَاكَ الْمُفْتُونَ<br />
Müftüler mi fetva veriyor?<br />
Sen fetvayı vicdanına sor!<br />
İslamda üstün insan:<br />
Ahlâkı bütün insan…<br />
أَفْ ضَلُ الْمُؤْ مِنِینَ أَحْسَنُ ھُمْ خُ لُ<br />
یَدُ االلهِ عَلَى الْجَمَاعَةِ<br />
Düşün bu sırrı her solukta:<br />
Allah’ın eli toplulukta…<br />
.30<br />
.31<br />
.32<br />
.33<br />
Ve İslâm, sürdüğünden mesul olmak gücüdür.<br />
Hepiniz çobansınız; Müslüman sürücüdür;<br />
كُل ُّكُمْ رَاعٍ وَكُ ل ُّكُمْ مَسْئُولٌ عَنْ رَعِی َّتِھِ<br />
.23<br />
Kadınlar erkeklerin parçası, dilim dilim…<br />
Güzel, ince ve temiz, her şey onlara teslim…<br />
إِن َّمَا الن ِّسَاءُ شَقَائِقُ الر ِّجَالِ<br />
راشِي وَالْمُرْ تَشِي فِي الن َّارِ<br />
Rüşvete el sürmek, ateş ki ateş;<br />
Alan da, veren de birbirine eş…<br />
.34<br />
إِن َّ الل َّھَ جَمِیلٌ یُحِب ُّ الْجَمَالَ<br />
Alem güzellikle bezeli…<br />
Güzel Allah sever güzeli…<br />
Sevgiline gel, sokul!<br />
Sevdiğiyle olur kul…<br />
48 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />
الْعَبْدُ مَعَ مَنْ أَحَب َّ<br />
لَیْسَ الْمُؤْ مِنُ ال َّذِى یَشْ بَعُ وَجَارُهُ جَائِعٌ إِلَى جَنْ بِھِ<br />
Komşular açken, Nefsinden emin,<br />
Karnını doyuran, değildir mümin…<br />
أَحِب َّ لِلن َّاسِ مَا تُحِب ُّ لِنَفْسِكَ<br />
Nefsin için ne seversen,<br />
Halk için de sev onu sen!<br />
لَیْسَ الْغِنَى عَنْ كَثْ رَةِ الْعَرَضِ وَلَكِن َّ الْغِنَى غِنَى<br />
الن َّفْسِ<br />
.24<br />
.25<br />
.26<br />
.27<br />
.28<br />
Zenginlik, sanmayın, mal çokluğunda;<br />
Nefs gınasındadır, göz tokluğunda…<br />
أَصْدَقُ كَلِمَةٍ قَالَھَا شَاعِرٌ كَلِمَةُ لَبِیدٍ أَلَا كُل ُّ شَيْءٍ<br />
مَا خَلَا الل َّھَ بَاطِلُ<br />
.29<br />
En doğru söz Lebid’in; şiirle donatılmış,<br />
Allah’tan başka her şey hakikatte bâtılmış…<br />
Ölüm isteğini at!<br />
Vazifedir bu hayat…<br />
35. لاَ تَتَ<br />
َّنمَ وُا الْ مَوْتَ<br />
.36<br />
Cihazda, topluluktan uzak nokta paslanır;<br />
Müminler binalardır omuz omza yaslanır.<br />
الْمُؤْ مِنُ لِلْمُؤْ مِنِ كَالْ بُنْ یَانِ یَشُد ُّ بَعْضُھُ بَعْضًا<br />
أَحَب ُّ الط َّعَامِ إِلَى االلهِ مَا كَثُ رَتْ عَلَیْ ھِ الْأَیْ يدِ<br />
Sofrada Allah’ın sevdiği kıymet;<br />
Üzerinde en çok el toplanan nimet…<br />
أَحَب ُّ الْجِھَادِ إِلَى االلهِ كَلِمَةُ حَق ٍّ تُقَالُ لِإِمَامٍ جَائِرٍ<br />
“Hakkın en sevdiği savaşmada söz,<br />
Baştaki zalime söylenen hak söz.”<br />
.37<br />
.38<br />
.39<br />
İnsanda güzel ahlâk için, gönderilişim;<br />
Ahlâkı nokta nokta bütünlemektir işim…<br />
إِن َّمَا بُعِثْتُ لأُ تَم ِّمَ مَكَارِمَ الأَخْلاَقِ<br />
.40<br />
“İki zaifin size hakkını haram ettim:<br />
Biri desteksiz kadın, biri kimsesiz yetim…”<br />
إِن ِّ ى أُحَر ِّجُ عَلَیْكُمْ حَق َّ الض َّعِیفَیْنِ الْیَتِیمِ وَالْ مَرْأَةِ
Şiir<br />
Gülşehri<br />
DAR DÜNYA<br />
Otur da bir yana, baharı seyret;<br />
Angaryayı delen bakış hülyâdâ<br />
Bul kendine sıkıntı içinde huzur,<br />
Dalsın iç gözlerin sanki rüyâda.<br />
Kara alçak deniz yüksek ufukta,<br />
Nefesim tıkandı kıyı ovada.<br />
Yoksa geçer günler ama yıpratır,<br />
Çalışır göründük (10 gün) Eğrikaya da.<br />
Yeşille kırmızıyı seçemez gözüm,<br />
Bu bahar da kaybettiydik kurrada.<br />
Çiftçiler hür, çobanlar hür çevremde,<br />
Bıktı bundan binili de yaya da.<br />
Gösterişte biz geçince acemi,<br />
Generaller sarhoş oldu “Hurra” da.<br />
Askerlik bu mu be odun kafalar,<br />
Kumandan, selamlarlar semâda.<br />
Disiplin arzumu yeneyim dedim,<br />
Al teskereyi de Ali, getirme yâda…<br />
Geniş ol diye de salık verirler;<br />
Ne yapıp ta sığamadığım dünyada!.. (1969)<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 49
Şiir<br />
Firdevs Yüksel<br />
ON ÜÇ MÜ MEŞ’UM<br />
(RAHİP KIZI ALLİSON)<br />
Akdağ’ın serancamını<br />
dinler bir Germiyan kızı,<br />
Sakarya’nın buruşuk, kuzeyin<br />
sazlık Filyos’una akarak..<br />
Menderes’in Türküsünü çığırır,<br />
Frig’in bir bestesinden ilham alarak…<br />
Çağırır Yörük Kuşu’nun ezgisini,<br />
İstanbul’un zümrüt kanatlarına bakarak…<br />
13 yıl evvel başlamıştı dasitan<br />
On üç mü meş’um?<br />
Uğursuzun elinden alınmış<br />
İl benim ilim gayrı<br />
Yadellere verir miyim ilimi…<br />
Dün Rahip kıkı Allison’u<br />
ağlattım ben…<br />
İzin verdim Protestan kızın ağlamasına,<br />
Katolik Ana’sının sertliğiyle…<br />
Sıvazlamadım sırtını<br />
Meryem Analarının rahmetine güvenerek…<br />
Azeri kızı değildi ya karşımda ağlayan<br />
Dağlık Diyarlarını kaybetmiş addolan.<br />
Meryem Anaları, Jesus Babaları,<br />
Kirlendiklerinde yuyan, Vaftizci Yahyaları<br />
vardı onların<br />
Ukba’da ve Aksa’da.<br />
Türkçeyi anlamadıkça ağlayan,<br />
Kitabını havaya savuran cemaat;<br />
Çevirmedin hiç sol yanağını!<br />
Ama çevirdin Adapazarı’nda<br />
50 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />
Yaprak yaprak dökülmüş, zedelenmişlere<br />
Kutsal addettiğin Kitap’ın yapraklarını.<br />
“Babalık” yapamadık biz Ferisiler gibi<br />
“Ayak” da olamamış Baş’lara.<br />
Tanrım: Niye kovalatırsın insanlara Şeytanını?<br />
İblis’i de bir asaletle yaratmışsındır elbet…<br />
Sırat-ı Müstakim’ini kurdu Rab<br />
Akkuşla Karakuş, tümülüsvari,<br />
sokağına iliştirdi.<br />
Kurdu Kübra’yı Rab<br />
Yargıladı Ak’la Kara’yı.<br />
Fethin Türk çocuklarıydık biz<br />
Bakire Anayla, kutsal Baba’nın ayırdığı…<br />
Onüç mü meş’ummuş?<br />
Trimurti’nin üçü mü ehven sana ey<br />
Rahip kızı Allison!<br />
Niye ürkersin üçlerden beşlerden yedilerden<br />
Yedi şamdanlı dalın mı kırılmış…<br />
Hint Avatarının devşirilmiş İsa’sı;<br />
On üç mü meş’um?<br />
Yoksa üç mü?<br />
Üç kez düşmüş cisim toprağa…<br />
Üç din doğmuş insanlığa…<br />
Onsekiz bin nebiyle,<br />
Kimse ünlememiş kitapsızları.<br />
Üç dün kalmış toprağa… Biri doğru.<br />
Toprağın hakanına…<br />
On üç mü meş’um,<br />
Ey Rahip kızı Allison!
Şiir<br />
Usâme Fatih<br />
Sana bakmak derin deryalarda kaybolmak gibi<br />
Izdırabı yürekte barındırmak mıdır sevgi?<br />
Çocukluğumla kaybettiğim yüzümde beliren neşe<br />
Seninle notalanmış dudaklarımda ezgi?<br />
Masum yüzünde beliren endişe<br />
Allah’ı arayanların sığındığı sığınak<br />
Sevgiliyi anınca dertleri gizleyen<br />
Allah’a yakın şeytan’a uzak.<br />
Marifet miymiş günlüklere hayatı satırlamak,<br />
Asıl marifet bu dünyada ölümü hatırlamak.<br />
Herkesin delisi bize gözükür ferruh,<br />
Ne bedenim çeker bu deliyi ne de yorgun ruh.<br />
Kasırgalarla boğuşan bir çöldeyim sanki<br />
Hiç sona ermez bu bunaltı bazen sanırım baki.<br />
***<br />
Beynim abluka altında, içimde bir hırçınlık,<br />
Neden yorgun bir yürek, nedir bu bıkkınlık.<br />
Neyse kurban gitmiş ruh, nefes gırtlak da düğümlü,<br />
Gündüzler görünmüyor, pusuya yatmış karanlık!..<br />
Stres, bunaltı, sitem hepsi yüklenir birden<br />
İçimde bir yürek var, irkilen,<br />
Bir eylem var gözlerimde, kopmuş görevinden,<br />
Bir nefis var ki, hiç şaşmaz hedefinden.<br />
Ne bir sis var havada, ne de bir duman<br />
Kimdir bu gözler önüme, şu bulutu konduran,<br />
Nefs şeytana oyuncak, şeytan da nefse muhtaç,<br />
Yok mudur şu kalleşi, Allah için susturan!...<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 51
Şiir<br />
Hızır İrfan Önder<br />
AŞK GAZELİ<br />
Ben yâre yâr dedim de yâr demedi bana yâr<br />
Önce yâr dediğime sonra diyemem ağyâr!..<br />
Cevrinde nihayet yok, nazında bir karar yok<br />
Yara içinde yaram, nâr üstünde nârım var!..<br />
Şikâyetim yok benim yârden gelen cefâya<br />
Bin ömür ezâ çeksem cânım sevdâya akar!..<br />
Kâlû Belâ’dan beri ben benden vazgeçmişim<br />
“Sevmek ölmekle başlar!” Kucakla beni kabir!..<br />
Kim demiş ki Sükûtî mey içmez güzel sevmez<br />
Bühtândır söylenenler çünkü başım hep huşyâr!..<br />
52 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011
Tanıtma<br />
Tanıtan: Yusuf Tercüman<br />
Mahmud-i Şebusteri<br />
GÜLŞEN-İ RÂZ<br />
(Gizli Bahçe)<br />
1-) “…Şeyhler Şeyhi Şeyh Mahmûd-i<br />
Şebüsteri’nin yüce merkadidir: Mezarındaki kitabede:<br />
720 yılında göçmüş.”<br />
“Gönlü aşkla diri olan asla ölmez;<br />
Ebediliğimiz âlem ceridesine kaydedilmiştir.”<br />
(Hafız Şirâzi)<br />
“O’dur Ölmez Diri” Hüvel-bâkî<br />
“Güneşe delil yine güneştir.” (Mevlana)<br />
2-)Ön söz ve şerh, Abdülbaki Gölpınarlı /<br />
M.E.B. yayınıdır.<br />
Sadeddin Mahmûd bin Emineddin Abdülkerim<br />
bin Yahya, Tebrizin Şebüster kentinde<br />
1325’te doğmuş, 33 yaşında aynı yerde ölmüş.<br />
(1325+33/1358)<br />
“Gülşen-i Râz”ı Emir Hüseynin gönderdiği<br />
manzum sorulara cevap olarak yazmış. (15 soru)<br />
Tefsir, hadis ve kelâm ilimlerini tam hazmetmiş<br />
bir kişilikle ortaya koymuş. (Şeyh Galibin:<br />
“Hüsn-ü Aşk” divanını benzer yaşta yazdığını<br />
örnek alır ve mümkündür… deriz.<br />
Bombay’daki kataloga göre; 28 beyttir. O<br />
da 71 beytle cevap vermiş. Ama istek üzere,<br />
genişletmiştir… 35 kadar daha şerhi vardır.<br />
Kitabın yazılış sebebi: Horasanlı S. Hüseynin<br />
gönderdiği sorulardır.<br />
Sorular:<br />
1-Düşünce denen şey nedir?<br />
2- Bizim için yol şartı olan düşünce hangisidir?<br />
3- “Kendinden kendine sefer et” derler<br />
(Nüzhed Dede-12. asır) anlamı nedir?<br />
4- Yolculuk nasıl olur; kime olgun kişi diyelim?<br />
5- Birlik sırrına kim vâkıf olur?<br />
6- Mukaddes tanrıya, şu bir avuç toprağın<br />
başındaki bu sevda nedir? (*)<br />
7- Hangi durakta, “Ben Hakk’im denir?<br />
8- Yaratılmışa, neden, ulaşmış derler?<br />
9- Mümkünle vacibin birleşmesi nedir?<br />
Hüseynin sözleri, hasbıhaldir ancak; bu sorular<br />
sorulanı sınamak için sorulmamıştur.<br />
***<br />
1. Can düşünceyi öğretenin, gönül mumunu,<br />
can ışığıyla aydınlatanın adıyla.<br />
2. Onun lûtfuyla iki âlem de aydınlandı;<br />
onun feyziyle Âdem’in toprağı gül bahçesi kesildi…<br />
3. Öyle bir kuvvet, kudret sâhibidir ki bir<br />
bakışlık, bir görüşlük zamanda, “Kaf” la<br />
“Nun”dan iki âlemi de meydana getirdi<br />
4. Kudretinin katı, kaleme can verip emredince<br />
kalem, yokluk levhinde binlerce nakışlar,<br />
sûretler belirtti.<br />
5. İki âlem de o soluktan meydana geldi.<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 53
6.Bu akıl, bu her şeyin ne olduğunu anlayış<br />
kabiliyeti, Âdem’de zuhûr etti de bu kabiliyetle<br />
her şeyin aslını bildi.<br />
7. Kendisini muayyen bir şahıs olarak görünce<br />
de ben kimim diye düşünceye daldı.<br />
8. Cüz’î âlemder küllî âleme bir sefer etti;<br />
oradan da tekrar döndü, bu âleme geldi.<br />
9. Dünyayı îtibârî bir şey gördü; sanki “bir”<br />
sayısı gibi tek varlık, bütün sayılara yayılmıştı.<br />
10. Emir ve Halk âlemi, o bir soluktan<br />
meydana geldi; dönüp aslına giden o soluk, gelen<br />
soluktu ancak.<br />
……………………………………….<br />
32. Bu sözleri duyup şaşıran kişilerin, bu<br />
sözlerdeki mânâları anlamaları, bilmeleri mutlaka<br />
lâzımdır.<br />
Hz. Peygamber (s.a.) “Bir an düşünmek,<br />
yetmiş yıl (nâfile) ibâdetten hayırlıdır” buyurmakta<br />
(Künûz’ül-Hakaaık, II, s.27), Kur’an’ı,<br />
mânâsını düşünerek okumanın lüzûmunu belirtmektedir.<br />
(aynı, s. 198) Gene Kur’an-ı Kerim’in<br />
IV. Sûresinin (Nisâ) 82., X. Sûresinin 31.<br />
XII. sûresinin 2., XXIII. sûresinin (Mü’minûn)<br />
68., XXXVIII. Sûresinin (Sâd) 29. ve<br />
XLVII.sûresinin (Muhammed s. m) 6.âyetlerinde<br />
tedebbürün lüzûmu belirtilir ki bu da düşünceden<br />
ibâretti, yahut düşecenin sonucudur.<br />
Alıntılar:<br />
“Allah bilgisi: Allah’ın zâtının muktezası<br />
olan bilgisinden insan âlemine kadar bütün zerrelerden<br />
süzülerek, bütün âlemlerden devrederek<br />
geldiği için insan, kâinatın zübbesidir…”<br />
***<br />
İlk zamanlarda Hind tesiri altında gelişen<br />
tasavvuf, dünyâdan tamâmiyle kaçınmak, maddi<br />
zevklerden çekinmek, evlenmemek, azıksız olarak<br />
çöllere dalmak gibi İslâm’da olmayan katı bir<br />
şâhitlik şeklinde tecelli ederken Yunan felsefesinin<br />
tesiriyle Varlık Birliği (Vahdet-i Vücûd)<br />
inancı benimseyen ve bunu İslâm’a tatbıyka<br />
uğraşan bir mâhiyet almıştır. Bu inancı güdenler,<br />
sülûkte, ilk olarak her işin, mazharına ve o mazharın<br />
istidâdına göre doğru ve yerinde olduğunu,<br />
her işin fâilinin Tanrı bulunduğunu (Tevhid-i<br />
Ef’al), ikinci merhalede, işlerin, sıfatların zuhûru<br />
olması bakımından bütün sıfatların, Tanrı’ya<br />
râci’ olduğunu (Tevhid-i Sıfât), üçüncü merhaledeyse<br />
sıfatların, bir tek zâtın, mazharları ve<br />
istîdatlara göre zuhûru olup her sıfatların, zâtın<br />
54 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />
aynı bulunduğunu bilir, görür ve bu görüşle de<br />
tahakkuk eder (Tevhid-i Zât). Fakat, bu makamlar,<br />
yokluk (Fenâ) makamlardır. Hele son makamda,<br />
sâlikin nazarında ne kendi varlığı, ne de<br />
kâinâtın varlığı kalır. Bu yokluktan, Tanrı varlığına<br />
bürünmesi, geri dönmesi gerektir. Geri dönerken<br />
de aynı makamlara, fenâ ile değil, Hak<br />
varlığıyla uğraması gerekir. Sâlik önce Tanrı<br />
zâtiyle, sonra sıfatlariyle, sonra da fiilleriyle varlığa<br />
erer. Bu makamlara da “Cem’, Hazret’ül-Cem’,<br />
Cem’ul-Cem”denir. Bu inanç, bu terimler, Kitap<br />
ve Sünnette yoktur; esâsen, her şeyi Tanrı zuhûru<br />
tanımak, vâcibin mümkin şeklinde zuhûr<br />
ettiğine, edeceğine, açıkçası âlemin, Tanrı olduğuna<br />
inanmak tır. Bu yüzden, şerâattan ayrılmayan<br />
sûfîler, bu çeşit “Vahdet”i kabûl etmemişler,<br />
onlarca Vahdet, her şeyde Tanrı’nın kudretini,<br />
kemâlini, sun’ını hikmetini, tedbir ve tasarrufunu<br />
görmek, bu azamet karşısında, O’nun varlığından<br />
başka varlıkları yok saymaktan ibârettir.<br />
Mevlânâ’nın ve Şebüsteri’nin Birlik inancı,<br />
bu tarzdadır; ileride bu bahis, biraz daha ve etraflıca<br />
aydınlanacaktır.<br />
Herkesin meşrebi ayrı olduğuna göre herkes,<br />
kendi meşrebine göre söz söyleyeceğinden sözler<br />
arasında aykırılıklar da olabilir. Bu yüzdendir ki<br />
şeriatta, kesin delil ancak Kitap ve Sünnettir.<br />
Rüya, keşif vs. delil ve hüccet sayılmaz. Hattâ<br />
kıyas bile. Hele nassa karşı, hüccet olamaz. Bir<br />
de cezbe yüzünden, erişmeden ve vakitsiz söylenen<br />
yahut benlikten doğan sözler vardır; Huseyn<br />
b. Mansûr’il – Hallâc’ın, “Ben Hakk’ım” meâlini<br />
veren sözleri bunlardandır.<br />
Bana düşünce nedir, söyle bunun mânasını<br />
anlamak hususunda şaşırdım kaldım dedin.<br />
Düşünce bâtıldan hakka gitmek, cüz’de<br />
mutlak olan küllü görmektir.<br />
Buna dair kitaplar meydana getiren hakimler,<br />
düşünceyi tarif ederken şöyle demişler:<br />
Gönülde bir tasavvur meydana geldi mi önce<br />
ona hatırlayış adı verilir.<br />
Düşünceye daldın da bu dereceyi aştın mı<br />
düşünce, örfte ibret adını alır.<br />
Akıllıca düşünce, bir işi etraflıca düşünüp<br />
başarmaya yarayan tasavvurdur.<br />
Bilinen şeyler hatırlanır da zihinde bir tertibe<br />
tabi tutulursa anlaşılmayan ve anlaşılması<br />
istenen şey bilinir, anlaşılır.<br />
Kıyasta mukaddem, babaya benzer, tâlî<br />
anaya. Netice de çocuk gibidir kardeş.
Fakat bir hükme varmak için yapılan bu<br />
tertip, mantık bilmeye bağlıdır.<br />
Ama bir de şu var ki, Tanrı yardımı olmadıkça<br />
yapılan tertip ve varılan hüküm, ancak<br />
taklide uymadır. Taklidin ta kendisidir.<br />
Bu, uzak ve uzun bir yoldur. Bırak bu yolu<br />
da bir zamancağız olsun Mûsâ gibi asâyı terk et…<br />
Eymen vadisine gel; ağaç bile sana “Ben<br />
Tanrı’yım, Tanrı” desin!<br />
Hakikate erişen, her şeyin hakikatini gören<br />
ilk bakışta varlık nurunu görür.<br />
Marifete sahip olan ve o tertemiz varlık nurunu<br />
gören, neyi görse önce Tanrı’yı görmüş olur.<br />
İyi düşünce için gönülden her şeyi çıkarmak,<br />
gönlü arıtmak gerek. Ondan sonra da Tanrı<br />
yardımı şimşeğinden bir nurdur çakmalı.<br />
Tanrı, birisine yol göstermedi mi o adama<br />
mantıkla hiçbir kapı açılmaz.<br />
Felsefeye düşkün hakim, şaşırıp kaldığından<br />
bu âlemi ancak imkân âlemi olarak görür de.<br />
Vacibi mümkünle ispata kalkışır. Bundan<br />
dolayı da Vacibin zatında hayrete düşer.<br />
Bazen devre saplanır, ters yüzüne gitmeye<br />
başlar… bazen teselsüle kapılır, teselsülde hapis<br />
olur gider.<br />
Aklı, varlıkla uğraşıp durduğundan ayağı<br />
teselsüle bağlanır.<br />
Her şey, zıddıyle meydana çıkar. Fakat<br />
Tanrı’nın ne benzeri vardır, ne zıddı.<br />
Eşi, benzeri olmayınca da bilmem ki akla<br />
uyan, onu nasıl bilebilir?<br />
Mümkün, Vacibe örnek olamaz ki.. şu halde<br />
mümküne sarılan onu nasıl bilebilir, nasıl?<br />
Ne bilgisizdir akla uyan adam… ovaya<br />
düşmüş, ortalığı aydınlatan parlak güneşi mumla<br />
aramakta!<br />
Güneş bir halde kalsaydı ışığı da bir çeşit<br />
olurdu.<br />
Fakat bu ışığın onun ışığı olduğunu, içle derunun,<br />
hakikat âlemiyle bu âlemin arasında hiçbir<br />
fark bulunmadığını kimse bilmez.<br />
Âlemi, baştanbaşa Tanrı nurunun ışığı bil.<br />
Tanrı, âlemde, meydanda olduğu için gizlenmiştir;<br />
meydanda oluşu, gizli kalmasına sebep olmuştur.(1)<br />
Tanrı nuru ne bir yerden bir yere gider, ne<br />
bir halden bir hale girer. O ne değişir, ne başka<br />
bir şekle bürünür.<br />
Sen âlemi daima kendi varlığıyla duruyor<br />
sanırsın.<br />
Kimde uzun uzadıya düşüncelere dalan akıl<br />
varsa onun önüne pek çok baş döndürecek şeyler<br />
çıkar; ne kadar şaşırır o adam!<br />
Bu abes, bu işe yaramaz aklın uzun düşüncelere<br />
dalması yüzünden birisi felsefeye düşmüştür,<br />
öbürü hulûle inanmıştır.<br />
Akılda o nuru görmeye kudret yok… yürü,<br />
onu görmek için başka bir göz ara!<br />
Felsefenin iki gözü de şaşı da onun için<br />
Tanrı’yı bir göremez.<br />
Teşbih görmezlikten ileri gelir; tenzihe ait<br />
anlayışı da tek gözlü olmadan.<br />
Tenâsuh, görüş darlığından meydana çıkar,<br />
onun için küfürdür, aslı yoktur.<br />
İtizal yolunu tutan, anadan doğma kör gibi<br />
bütün yüceliklerden nasipsizdir.<br />
Tevhit zevkini tatmayan kelâmcı, taklit bulutuyla<br />
örtülmüş, karanlıklarda kalmıştır.<br />
Zâhir ehlinin iki gözünde de kuru ağrı<br />
var… onlar, âlemde görünen şeylerden başka bir<br />
şey göremezler.<br />
Onun için Tanrı hakkında az çok söz söyleyenler,<br />
hep kendi görüşlerini anlatmışlardır.<br />
Tanrı’nın zatıysa nelikten de münezzehtir.<br />
Nitelikten de, söylenen sözlerin hepsinden yücedir<br />
o!<br />
Mantıkla, vacibi, yâni varlığı kendinden<br />
olan ve varolması gerekli bulunan varı bulmak,<br />
onu ispât etmek yolu şöyledir:<br />
Mümkin, yâni var olabildiği gibi yok da olabilen,<br />
varlığı, başka bir varlığa muhtâç olan şey,<br />
mutlâka bir sebebin, bir illetin sonucudur ve<br />
mutlâka bir vardan varoluştur. Mümkinin varlığına<br />
sebep vâcipse ne âlâ; fakat mümkinse, o da<br />
bir sebep, bir illet yüzünden varolmuştur. O da<br />
mümkinse, onun da varlığına bir sebep vardır ve<br />
bu, böylece ulanır gider; sonu gelmez. Buna “Teselsül”,<br />
yani ulanıp gitme denir ve bâtıl sayılır;<br />
çünkü mütlâka bir sonuca dayanması gerektir.<br />
Bir varın varlığına sebep, mümkin bir şeyse,<br />
onun varlığına bir ikinci mümkün de sebep olabilir.<br />
Varlığa sebep, ilk mümkinse, onun varlığı<br />
da ikinci mümkine bağlıdır; fakat ikinci mümkün<br />
de birincinin varlığına bağlıdır. Birinci münkin<br />
olmasa, onun da olmaması icâb eder. Bu düşünce,<br />
gerisin geriye, ters yüzüne bir gidiştir; bir<br />
“devir” dir. Şu hâlde mümkinin vücûdu, mutlâka<br />
“vâcib” e dayanır. Ancak bütün bunlar, akla<br />
bağlıdır; akılsa zamanının, çevresinin bilgisinin<br />
tutsağıdır; her şeyi, zıddıyla, yahut eşidiyle, örne-<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 55
ğiyle bilebilir. Varlığı vâcip olan Hakk’ınsa ne<br />
zıddı vardır ne eşidi, örneği. Bu bakımdan istidâl<br />
yolu, akılla gidilen felsefi yol, insanı gerçeğe götürmez.<br />
Ve onun yolunda gidenler, Kur’ân-ı Kerim’i,<br />
zamanlarının geçer bilgisi olan Yunan felsefesiyle,<br />
onların yaratılışa, astronomiye âit bilgileriyle<br />
tefsire daha doğrusu Kurân’ı, zamanlarındaki<br />
bilgiye tatbika uğraşmışlardır. Oysa ogün, akılları<br />
tatmin eden tefsir ve te’vil yolları, bugünün ilmi<br />
inkişaflariyle iflas etmiştir. Bugün de aynı yolda<br />
yürümek isteyenler var. Fakat bu yol, tehlikeli<br />
bir yoldur; hizmet adına ihânettir.<br />
Hıristiyanlık teşbih, Mûsevilik tenzih esâsına<br />
dayanır. Müslümanlık, teşbihile tenzih arasında<br />
“Tevhid” dinidir. Allah, zâtıyle her şeyden<br />
münezzehtir, fakat her şeyde kudreti, yaratışı,<br />
tedbir ve tasarrufu görünmektedir, her şey,<br />
O’nun varlığına, birliğine delildir.<br />
“Varlık Birliği”ni, kâinât Allah’tır tarzında<br />
anlayanların inancı, gerçek sûfilerce bâtıldır.<br />
Çünkü ne Allah kâinât olur, ne de kâinât Allah’tır.<br />
Kâniât, Allah’tır inancı “Vahdet-i<br />
Vücûd” değil, “Vahdet-i Mevcûd” dur. Vahdet-i<br />
Vücûdda kâinât, Allah’la kaimdir; hattâ Allah’a<br />
nispeten kâinât yoktur. Güneşin ziyâsı güneşle<br />
kaimdir; güneş olmasa ziyâsı olmaz; fakat güneşin<br />
ziyâsı güneş değildir. kâinât da Allah’ın eserlerinin,<br />
hükümlerinin, sıfatlarının mazharıdır<br />
ama zâtı, her şeyden müzzehtir; hiçbir şey O<br />
değildir.<br />
Bazı Benzer Kavramları:<br />
Tenasüh: “Ölümle ruhun ceset değiştirip<br />
tekâmül etmesi” ne inanmaktır.<br />
Temasüh: “Geriye doğru düşerek gitme;<br />
hayvana.”<br />
Terasuh: “Nebata dönüşme.”<br />
Tefasüh: “Cansızlara düşme.”<br />
Hepsi de batıldır.<br />
2.Soruya cevabı:<br />
“Yolumuzda şart olan hangi düşüncedir?<br />
Neden düşünce bazen ibadettir, bazen günah”?<br />
Tanrı sıfatlarını, Tanrı nimetlerini düşünmek<br />
yol şartıdır. Fakat Tanrı’nın zatını düşünmek,<br />
günahın da kendisidir.<br />
Tanırı’nın zatını düşünmek boştur, saçmadır.<br />
Eldekini elde etmeye çalışmak bil ki, olmayacak<br />
bir şeydir!<br />
Âlemdeki şeyler, Tanrı’nın zatından nurlanan,<br />
zatına delâlet eden şeylerdir. Fakat zatı,<br />
onlarla nurlanmaz ki!<br />
Bütün âlem, onun varlığından meydana<br />
gelmişken, varlığı, nasıl olur da âlemden görünür?(2)<br />
Tanrı zatının nuru, görünen şeylere sığmaz;<br />
onun ululuk nurları her şeyi kahreder.<br />
Aklı bırak da Hak’la bulunmaya bak… yarasanın<br />
gözünde güneşi görmeye kudret yok.<br />
Tanrı nurunun kılavuz olduğu yerde Cebrail’in<br />
sözü mü olur?<br />
Melek de Tanrı tapısına yakındır, o yakınlığa<br />
erişmiştir ama “Öyle bir zamanım olur ki Tanrı’yla<br />
beraber olurum” makamına giremez ki.<br />
Tanrı nuru, meleğin bile kanadını yakarsa<br />
artık aklı, haydi baştan ayağa kadar yaktı gitti!<br />
Tanrı’nın pek parlak, pek nurlu olan zatına<br />
karşı aklın nuru, güneşe bakmaya çalışan göze<br />
benzer.<br />
Göz, güneşe bakmaya kalkıştı mı kamaşır,<br />
kararır, bir şey görmez olur.<br />
Fakat bir bilsen… karanlık, Tanrı zatının<br />
nurudur. Âbıhayat, o karanlık içindedir.<br />
O kara nur, ancak göz nurunu alır. Sen bakışı<br />
bırak… zaten burası bakış yeri değil!<br />
Tertemiz âlemin toprakla ne münasebeti<br />
var? Anlayış, anlamındaki aczi anlamaktan ibarettir.<br />
Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir ya… yüz karalığı,<br />
mümkin olan şeylerden iki âlemde de ayrılmaz.<br />
Derviş, iki âlemde de yüz karası olan yokluk<br />
yok mu… eksiksiz, artıksız aradığını bulacağın<br />
ulu şehir, o yokluktur işte!<br />
Ne diyeyim? Bu nükte pek ince: Apaydın<br />
gece kapkara gündüz içinde<br />
***<br />
Bir tasavvuf kitabı olarak; şeriata uygun, E.<br />
Sünnete paralel bilgilere dayalı mütalaalarda<br />
doludur, okunması elzemdir.<br />
Dipnot:<br />
(1)Allah o kadar zahirdir ki; zuhurunun şiddetinden gâibdir. (Y.T.)<br />
(2) Vahdet-i Vücut bâtıl . Vahdet-i Şühut da zayıf.<br />
Aslolan: Her şeyin Allah’ın birliğine göre dengelenmesidir. O<br />
vardır; her şey vardır. O tektir, her şey O tek’in huzurunda konuşlanmıştır.<br />
Tıpkı, Tek nokta etrafındaki sayısız dairelerin (sayısız<br />
noktalarından oluşması) o merkeze bağlı olmasıdır. (Y.T.)<br />
* Nüzhet Dede’nin gazeline dikkat 11.sh. sonuna bak.<br />
56 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011
Tanıtma<br />
Firdevs Yüksel<br />
TAŞRALI EŞREF / EY ÇAĞ (1)<br />
Git hele derim. Kokunu sal. Hücreme girerim. Bir iki çocuk<br />
ağlaşır dışarıda. Köpüklü kahvemi tüttürürüm. Ulfalarım<br />
selamette dostlarım da. Sevinirim.<br />
İhtişamlı bir dünya yaratmalıydı. Camgüzellerinin<br />
küskün tınısına sığınmalıydı bu<br />
hayat… Fransız şato bahçelerinin tılsımını<br />
uyandırmalıydı Avrupai sanatımız…<br />
Yabani iğdeden ürker bir melodram yaşatmalıydık<br />
aksak beyinlerimize.<br />
Heveslerimizi her bahar tazelemeliydik…<br />
Öykümüzü duymalıydı yiğit pençeler,<br />
yanık tenler, illet kalpler.<br />
Dağılmamalıydı yuvalarımız, başkalarının<br />
yuvalarını dağıtma pahasına. Endamlı<br />
cümleler kurmalıydık asil dostlarımıza…<br />
Şâir Eşref… Şah Kartal… süzülüyor nizamı…<br />
Biraz kabala, biraz budala.<br />
Oyununa gelir evrenin, gözlememesi gerekirken,<br />
sert-hışımlı gözlerini diker yılanlı<br />
sütunvari heykelleştirilmiş, tütsülenmiş, ezberlenmiş<br />
oyunlara…<br />
Herkes rolünü oynar Taşralı Eşref, büyülenmiş<br />
şiir mısraları değil, destelediğin<br />
bilgi yumakları… Herkesi akıllı mı sanırsın<br />
konuşursun gene söğüt gölgesinde. Üşüşmüşler<br />
etrafına dinlemeyi pek seven bu erdemli<br />
toplum.<br />
Taşralı Eşref! Toplayana garip bakar bu<br />
azgın devlet, dağıtıverir alimallah rüzgârın<br />
tınısına alışmış cılız söğüt yapraklarınızı…<br />
Sıyırıverir haşin bir nefes, yere yağan mütevazi<br />
dallarınızı…<br />
Eşref, oturmaya görsün… Yemen kadar<br />
islidir kahveleriniz, köpüklüdür fikirleriniz…<br />
Tabeana can suyunu vermişsin Eşref.<br />
Tohumlar dizilmiş, mevsimini bekler hasatlar.<br />
Biçimlendirilmiş kafalar, budanmış ahmaklar.<br />
Herkes yerini bilir değil mi? Oturacağına<br />
da kalkacağına da iknadır insanoğlu…<br />
Hevessiz adım atılmaz.<br />
Taşralı Eşref, saygındır, çünkü aklını<br />
kullanan tek insandır, kasabanın tek gören,<br />
fark eden, üreten bilgesidir. Beğenmez öyle<br />
her şeyi.<br />
Biraz aylaklık ister bu bilgelik. Oturmalıdır<br />
o bilge zaman zaman. Aylaklık ister<br />
bilgelik. Çalışmak makinalara mahsus artık<br />
günümüzde.<br />
Duranlar düşünebiliyor ancak, oturanlar,<br />
dingin anının hazzına varıyor makinaları<br />
resetlediğinde hızı kesiliyor Hız Çağı’nın. Bir<br />
takımlık fişsin işte, o sensin ey çağ! Bataryan<br />
gene boşalmış, takmalı gene fişini. Gürültüsün,<br />
işte o sensin ey çağ! Kalabalıksın, ayak<br />
malısın, işte o sensin ey çağ! Hızınla, bilginle,<br />
ayağa düştün, havalanamadın, fazla hantalsın.<br />
İşte o sensin ey çağ! Çok fazlasın, arındırılmalısın,<br />
çöp dağısın. İşte o sensin ey çağ!<br />
Suretsin, zahmetsin, nimetlerinle bir küflet-<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 57
sin, işte o sensin ey çağ! Kokuşmuşsun, atıksın,<br />
cesetsin germişsin işte o sensin ey Çağ.<br />
TAŞRALI Eşref – ULFALARIM<br />
Adın ılıklaştı Taşralı Eşref, berraklaştı<br />
gizemlerin…<br />
Rüyanda gördüğüm Melisa’yı andırır<br />
yaprakların teker teker döken aynı adlı oğulotun<br />
ışımış.<br />
Döksün yapraklarını antiseptik ışınlar;<br />
morumsu çiçekli Melisa’nın gözdesi olduğun<br />
anların şerefine…<br />
Bir tılsımla yola çıkılır mı Eşref… Şerefi<br />
mi kaldı arsız dünyanın. Yalanına muhtaç<br />
bahçedeki mağrur kamelya. Kırmızı, katmer<br />
açmış bağrını en yüce bilgilere.<br />
Görür müsün sen de Taşralı Eşref; adım<br />
adım, hazin hazin ilerleyen kutsal Arapça<br />
çağrılı, dünyanın en kutsal sesini. Gör o sesi<br />
eşref, minareden düşen Tahir Efendiyi diriltmedi<br />
mi o ulvi ezan. Beş vakit<br />
mübtelasının, cemaatinin üzerine o şeffaf<br />
söğüt salkımlarını sarkıtmadı mı?<br />
Diriydi minare de cami de…<br />
Eşref, seni dinleyenleri salardın ya beş<br />
vakit Uluğbeyin Camisine. Gidin Tanrıyla<br />
kucaklaşın, zavallı kulu rahat bırakın derdin.<br />
Beş vakit uyur o bilge… ki, her vakit<br />
uyanık kalsın, ademin kurgusuna alışmamıştır<br />
Eşref, bunar, hiç umursamadan Tahir<br />
Efendinin abdestli ayaklarını seyreder söğüt<br />
altında kahve isinde. Yol düz, söğüt gölge.<br />
Eşref uyumalı biraz. Bilgilerin yalnızlığı<br />
çekilmez. Bunar insandan, bıkar dünyadan.<br />
Kapkara kirpikleriyle tarar dünyayı eşref.<br />
Soğumaz maddiliklerden. Her zaman uzatacağı<br />
bir eli hazır olmalı.<br />
Kümesin ulfa çiçeklerim, mor kokulu<br />
iris, çiçeklerin şahıdır. Berduşu bile ayıltır<br />
ulfalarımı uzattığım el. Çünkü iris önce beni<br />
diriltir. Soğanlarına iyi bakarım, bir evreni<br />
saklar her tohumunda diri iris.<br />
Her bahçede de görür irisleri, her gece<br />
de ziyaret eder, âdemoğlu uyuduğunda…<br />
Kara bulutların ihtişamına sığınarak yürür<br />
ulfa bahçelerinde. Ulfaların tek sahibi odur<br />
artık. Ne büyük şeref… Çiçekler de olmasa<br />
Taşralı Eşref yakışır mıymış söğüt altına.<br />
Bir ilham için çok binlerce yıldızı seyrettiğini<br />
hatırlar Taşralı Eşref, kovmuştur gene<br />
Uluğbey sakinlerini. Onları dolunaya emanet<br />
etmiştir, bir de seherin ezanına. Bilir ki beş<br />
vakit geçerler söğüt ağacının altından. Minare<br />
de ne şuhtur.<br />
İzin verin der ulfalarımın dilini anlayayım.<br />
Şimşir bastonum da yarı canlıdır, anlar<br />
onların dilinden. Şimşir beni dik tutar,<br />
ulfalar da şimşirimi dik. Kokusu sindi bir<br />
kere ulfamın diri şimşirime.<br />
Bastonumla yoklarım, kedi sinmesin<br />
gölgenize, geğirtmesin sizi, diye.<br />
Bir ulvi çanakmış, daldan böcekten gelen<br />
himmetmiş, ermişliğe…<br />
Tek dünyamın Salih evlatlarıymış rengârenk<br />
kokulu bitkiler…<br />
Bazen insanın makamına göz dikermiş<br />
ne de olsa arkadaşlarım…<br />
Ama ben onları sevdiklerimin elleriyle<br />
buluştururum.<br />
Bir insan gördüğümde mutlaka mor<br />
ulfalarımı koklasın isterim.<br />
Şimşir bastonumun edasının kesildiği<br />
yerdeki ulfa armağandır dostu gülümsetene.<br />
Hakkındır derim dostum al kokla sen de<br />
ulfamı, sen kopar ki kokla. Arz gülümsesin…<br />
Arz sana himmet borçlu… Ulfalarım<br />
hürmetkâr.<br />
Git hele derim. Kokunu sal. Hücreme<br />
girerim. Bir iki çocuk ağlaşır dışarıda. Köpüklü<br />
kahvemi tüttürürüm. Ulfalarım selamette<br />
dostlarım da. Sevinirim.<br />
58 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011
TAŞRALI EŞREF – MAVİ HAVUT<br />
Taşralı eşref kapkara kirpikleriyle<br />
tararkan geceyi, mavi ladin gözleri buğulanır.<br />
Bulutlara gebedir içindeki aşk. Gece aşkı o.<br />
Geceye ait olmak, salmak kendini bir şaheser<br />
gibi evrene…<br />
Tütsülü akşamlara, büyülü seherlere bırakmak<br />
kendini. Sevgiliyle tek olmak… Evreni<br />
kucağına almak. Yanmak, oduyla, göz<br />
kırpan Güneşin…<br />
Işıldamak yarına. Dünü biraz hançerlemek<br />
ne soylu bir eylemdir, değil mi?<br />
Eşref ikna olmuştur bu gece…<br />
Bereketli bir dilimdir aşk, ama parça<br />
parçadır.<br />
Bütün kalacaksan adama kendini hiçbir<br />
kadına.<br />
Gece gibi bütün ol.<br />
Taşralı Eşrefin mavi gözleri hep o ücra<br />
köyün İsmail Dedesini anımsatır. Bir bayram<br />
ziyaretinde elini öpen torunlarına kasadan<br />
birkaç lokum ve bayram şekeri uzatırken<br />
İsmail Dede, ayağa kalkamasa da felçli ayaklarını<br />
alteden engin mavi gözleriyle deler<br />
geçerdi uzayı. Çocuklardan bile hızlı koşarmış<br />
dedeler… Yeter ki tarasın gözler… Mavi<br />
gözler kadar sakinleştiren gözler gördün mü<br />
sen. Bu kadar ucuz mu evren. Felçli bir ayak<br />
gülüşen çocuklardan daha salıngan değil<br />
midir? Alıngan değildir ama İsmail Dede,<br />
onlar gülüşürken de koşar o, mezarına toplaşır<br />
gene şen çocuklar, eğri taşını dikerler geri<br />
evlatları… İsmail Dedenin ayağı doğruldu<br />
toprakla bir gün, akıp giden lokum tadı toprakla<br />
kucaklaştı Dede, şen çocuklar hâlâ<br />
gülüşürken…<br />
Taşralı Eşref mavi bir havut yaptı kendine.<br />
Mor ulfalarının aksiyle sarhoş olsun<br />
diye havuttu… Dibine de mavi nazar boncukları<br />
saldı. Onlar da beni görsünler diye.<br />
Mavi gözlerini her buluşturduğunda havuttaki<br />
boncuklar ışıldardı. Çocukları toplardı<br />
etrafına suyun sesini dinlesinler diye. Çocukları<br />
avutmalı biraz, masallarla değil suyla.<br />
Hayalle değil, görünenle.<br />
Aksini görsün körpe çocuk suda. Sudan<br />
olduğunu anlasın… Ellesin suya. Şırıldasın<br />
nazar boncuklu su. Çocuklar elleriyle eşelerken,<br />
oynaşırken suyla birkaç damla su damlasın<br />
etrafındaki mor ulfalara.<br />
Oynasın çocuklar, mor ulfalarla beraber<br />
ben söğüt dalının altında dinlenirken, okurken<br />
el yazmamı. Eski yazının okyanuslarına<br />
dalarken mavi ladin gözlerim, aydınlanır<br />
uygarlığın toprakla örttüğü <strong>Osman</strong>oğullarının<br />
deruniliklerinden. Şelâlelerim boşalmıştır<br />
artık.<br />
Okyanus biraz da derinlik demektir, şelâle<br />
azgınlık.<br />
Okyanus bilgedir, şelâle hayta.<br />
Mavi ladin gözlerimin, mor ulfamla buluştuğu<br />
yerdir benim okyanusum.<br />
Saldım çocukları maviliklere. Görünendir<br />
o. Oynamalı çocuklar, oynaya oynaya<br />
bulmalı gerçeği…<br />
Benim gözlerimin görünmeyenlerden<br />
öğreneceği yaş gelmiştir artık. Güzel Türkçemin<br />
maviliklerde bulacağı çok şey var.<br />
Atalarım var orada. Bir okyanus bıraktılar<br />
gittiler… Daldın mı bir kere…<br />
Bulutlara yansırken mavilikler bildin mi<br />
bir kere…<br />
Mavi havuttum avutur beni bir kere.<br />
Bir okyanusun minyatürüdür o. Mavi gözlerimin<br />
görünenidir o.<br />
Nazar boncukları koydum ki nazar etsinler<br />
diye…<br />
Ceddimi görsünler diye. Yine ağlıyor<br />
mavi ladin gözlerim…<br />
Mavi havutumun başında, çocuklar<br />
eğieşirken…<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 59
Röportaj<br />
İslami <strong>Edebiyat</strong><br />
MUZAFFER<br />
DOĞAN’LA<br />
RÖPORTAJ<br />
60 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />
İslâmi <strong>Edebiyat</strong>: Kısa bir süre önce Büyük<br />
Doğu Cemiyeti’ni kurmak üzere, Büyük Doğu<br />
dâvâsına gönül verenlerle bir toplantı yaptınız.<br />
Toplantının mahiyeti ve kimlerin katıldığından<br />
bahseder misiniz?<br />
Muzaffer Doğan: Bir müddetten beri, ‘Büyük<br />
Doğu Cemiyeti’ adı altında bir dernek kurma<br />
çalışması içerisindeyiz. Büyük Doğu Cemiyeti,<br />
Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in 1949 yılında<br />
kurduğu, fakat gelişip yaygınlaşamadan 1951<br />
yılında feshettiği bir hareketin, günümüzde yeniden<br />
canlandırılması faaliyetidir…<br />
Bu faaliyetimize, 100’e yakın gönüldaşımız<br />
iştirak etti. <strong>Prof</strong>. Necmeddin Tozlu, Eğitimci<br />
Ahmed Hamdi Arvas, Av. Hasan Yiğit, Yazar<br />
Ali Nar, Av. Şuayip İçli, Emekli Eğitimci Muammer<br />
Ekti, Gazeteci Gökçen Göksal, İşadamı<br />
Mümin Vatansever, Mali Müşavir Musa Uğur,<br />
Tarihçi Ümit Ateş, Şair-Yazar Recep Garip,<br />
Yönetici Mustafa Taşçı, Eğitimci Mehmet Kaya,<br />
<strong>Prof</strong>. Bedri Gencer, Doç. <strong>Dr</strong>. Süleyman Doğan,<br />
Av. Sıtkı Cansız, Yönetici İlker Yılmaz, Tiyatro<br />
Sanatçısı İsmail Yeşilbağ, Av. Abdullah Özbek,<br />
Eğitimci M. Nuri Kaynar, TV Programcısı ve<br />
Yönetici Fazlı Karaman, İşadamı Abdullah Kuloğlu,<br />
Yüksek Mühendis Yavuz Elmas, Yönetici<br />
Ferhat İpek gibi iş, sanat ve siyaset dünyasından<br />
bir çok değerli dostun katılımıyla, verimli bir<br />
toplantı gerçekleştirdik…<br />
İslâmi <strong>Edebiyat</strong>: Üstad Necip Fazıl Kısakürek,<br />
şiirleri, hikayeleri, tiyatro eserleri, dinî ve<br />
tarihi araştırmaları, gazeteciliği, dergiciliği, hatipliği,<br />
mücadeleci kişiliği ile büyük bir dâvâ adamı<br />
olduğu halde, günümüzde genellikle şair kişiliği<br />
ile öne çıkıyor. Mütefekkir kişiliği ısrarla görmezden<br />
geliniyor. Bu konuda neler söylemek<br />
istersiniz?<br />
Muzaffer Doğan: İfade ettiğiniz gibi, Üstad<br />
komple bir fikir ve sanat adamıdır. Sanat adamlığını<br />
mütefekkirliğinden, mütefekkirliğini de<br />
sanat adamlığından ayırmak ve ayrı düşünmek<br />
imkansızdır. O, daha ilk gençlik çağından itibaren<br />
büyük şair olarak şöhret sahibi olmuş, 100<br />
yıla yakın bir zamandır da, ‘Türk Şiiri’nin zirvesini<br />
temsil etmiştir. Öbür âleme göç ettiği demlerde<br />
‘Sultan’üş-Şuara’ unvanını taşıyordu. Bu<br />
böyledir. Ama; O, şiirini de, diğer verimlerini de,<br />
mütefekkirliği etrafında bir ‘müştemilât’ olarak<br />
görüyordu. 1968 yılında ilk baskısı yapılan<br />
‘İdeolocya Örgüsü’ isimli eserinin ‘ithaf’ı şöyledir:<br />
Bu eser, benim bütün varlığım vücud hikmetim,<br />
her şeyim… Ben, arının peteğini hendeseleştirmeye<br />
memur bulunması gibi, bu eseri örgüleştirmek<br />
için yaratıldım. Şiirlerim de, piyeslerim de,<br />
ilim ve fikir yazılarım da sadece bu eserin belirttiği<br />
bina etrafında bir takım ‘müştemilât’dan<br />
başka bir şey değil… Kaldı ki, ‘İdeolocya Örgüsü’nün<br />
dışında, Tanrıkulundan Dinlediklerim,<br />
Türkiye’nin Manzarası, Çerçeveler gibi birçok<br />
mesele ve dâva yüklü eserleri de vardır.<br />
İslâmi <strong>Edebiyat</strong>: Büyük Doğu Cemiyeti’nin<br />
çatısı altında neleri yapmayı plânlıyorsunuz?<br />
Muzaffer Doğan: Niyetimiz, işi, ‘Kanarya<br />
Sevenler Derneği’ derekesine düşürürcesine bir<br />
‘Necip Fazıl Sevenler’ derneği kurmak değil<br />
elbetteki. ‘Üstad’ımızı çok seviyoruz. O’nun,<br />
bizden evvelki birçok nesil üzerinde olduğu gibi<br />
bizim üzerimizde de büyük emeği ve hakkı vardır.<br />
Fakat bu emeğin ve hakkın, her yıl mayıs ayında<br />
yasak savmak kabilinden anma toplantılarıyla,<br />
birkaç hâtıra anlatmakla, meşhur şiirlerinden
irkaçını okumakla, birkaç çarpıcı esprisini nakletmekle<br />
ödenemeyeceğini bilenlerdeniz.<br />
Üstad, bir ‘noktalama’sında;<br />
“Lafımın dostusunuz, çilemin yabancısı,<br />
Yok mudur sizin köyde, çeken fikir sancısı?”<br />
diyordu…<br />
İşte biz BDC olarak, onun çilesine, dâvasına<br />
ve fikir sancısına tâlibiz.<br />
İdeolocya Örgüsü isimli başeserini merkeze<br />
alarak, ülkemizden başlayan ve bütün bir insanlığı<br />
hedefleyen bir medeniyet teklifini dillendireceğiz.<br />
Yapacağımız iş, ‘Büyük Doğu’nun ateşiyle<br />
yanan ocak olabilmektir. Üstad ‘Gençliğe Hitabe’sinde,<br />
“- Kim var?” diye seslenilince sağına ve<br />
soluna bakmadan ferd ferd, “- Ben varım” cevabını<br />
verici, her ferdi, “Benim olmadığım yerde<br />
kimse yoktur!” anlayışını besleyici bir ‘dâva ahlâkı’ndan<br />
bahsediyordu. Aynı hitabenin sonunda,<br />
‘Büyük Doğu’ dâvasına gönül verenlere şöyle<br />
sesleniyordu: Bundan böyle senden beklediğim<br />
şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına<br />
koyarken, Anadolu kıt’ası büyüklüğündeki dâva<br />
taşını da, gediğine koymayı unutma ve bunu tek<br />
vasiyetim bil!”<br />
Üstadımız Necip Fazıl Kısakürek’in tabutunun<br />
musalla taşına konuluşunun ve ruhunun<br />
Rahman’a uçuşunun üzerinden 28 yıl geçti. Dâva<br />
taşının, gediğine konulmadığı, konulamadığı<br />
ise bir gerçek olarak önümüzde duruyor. BDC<br />
olarak, bu dâva taşını gediğine koymak gibi azim<br />
bir sevda peşindeyiz. Dahası, Üstad’ın eserleri ile<br />
yeni nesiller arasında köprü vazifesi görmek gibi<br />
bir ulvî vazifeyi gerçekleştirmeyi amaçlıyoruz.<br />
‘Necip Fazıl Kısakürek Enstitüsü’ ve ‘Büyük Doğu<br />
Üniversitesi’ kurulmasına öncülük etmek<br />
hedeflerimiz arasındadır.<br />
İslâmi <strong>Edebiyat</strong>: Cemiyetinizin genel merkezi<br />
teşekkül etti mi?<br />
Muzaffer Doğan: BDC’nin genel merkezi<br />
tabiî olarak İstanbul’dur. Fatih veya Eyüp Sultan<br />
semtlerinde bir mekân arayışı içerisindeyiz.<br />
İslâmi <strong>Edebiyat</strong>: Necip Fazıl Kısakürek’ten<br />
yola çıkarak, insan merkezli bir hareketi mi öngörüyorsunuz?<br />
Muzaffer Doğan: Hayır. Öyle değil. Elbette<br />
ki, Üstad’ın ortaya koyduğu eserler, ömrünü<br />
verdiği dâva ve mücadele bizim için çok önemlidir.<br />
Fakat, bu dâva, şahıslarla kâim olmayan,<br />
şahışları aşan, ezel kadar eski, ebed kadar yeni;<br />
solmaz, pörsümez, eskimez, İlâhî bir dâvadır.<br />
Allah dâvasıdır, Peygamber dâvasıdır, İslâm dâvasıdır.<br />
Mücadeleye başladığı yıllarda Üstad Necip<br />
Fazıl Kısakürek, bizzat kendisi şöyle diyordu:<br />
Dâva ne kadar muhkem olursa olsun, sahibi<br />
onun üstüne çıktığı anda yıkılır. Eser ne kadar<br />
büyük görünürse görünsün, müessir onu aşar<br />
aşmaz, ebedî bir dâva yerine, fânî bir şahıs etrafında<br />
toplanmış olmak tehlikesi baş gösterir ve<br />
şahıs ortadan kalkınca, dâva da güme gider…<br />
İşte biz, Büyük Doğu Cemiyeti olarak, böyle bir<br />
dâvanın ocağını kurmak, böyle bir anlayışla,<br />
böyle bir dâva etrafında teşkilatlanmak istiyoruz.<br />
Gün, hem sesimizi, hem de sözümüzü yükseltme<br />
günüdür.<br />
Gün, Büyük Doğu Ocaklarını çoğaltmak,<br />
yaygınlaştırmak; kötüyü, çirkini, yanlışı, batılı,<br />
bu ocağın ateşiyle yakıp kületmek; iyiyi, doğruyu,<br />
güzeli, hakkı meydan yerinde abideleştirmek…<br />
İslâmi <strong>Edebiyat</strong>: Sizden önceki nesilden,<br />
Üstad’ı tanıyan, Üstad’ın yanında bulunmuş<br />
kimseler var, hayatta. Onlarla temas hâlinde<br />
misiniz?<br />
Muzaffer Doğan: Üstad hayatta iken olsun,<br />
vefatından sonra olsun, Büyük Doğu Dâvası’na<br />
gönül veren herkesle temas kuracağız. ‘Ehli Sünnet<br />
İtikâdı’ üzre olup, İslâm’a pazarlıksız bağlanan,<br />
Allah ve Resûl’ünün dostlarını dost, düşmanlarını<br />
da düşman bilen herkes makbûlümüzdür.<br />
Büyük Doğu Cemiyeti olarak, bizimle yola<br />
çıkacakları, Yunus Emre’nin ifâdesiyle, “Zehirle<br />
pişmiş aş” sofrasına çağırıyoruz. Üstad; gözleri<br />
kara, alınları fikir çizgili, kalpleri ceylan, irâdeleri<br />
çelik, imanları volkan, irfanları tarla, idrakleri<br />
bıçak, edâları şiir, diyalektikleri ipekten örgü<br />
nesiller peşindeydi… Böyle insanlar yetiştirdi,<br />
böyle insanların yetişmesi için çile çekti. Şimdi<br />
vebâl, şimdi vazife bizde. Üstad, kökü ezelde ve<br />
dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine,<br />
estetiğine, irfanına, idrakine sahip bir<br />
gençlik peşindeydi… Hep bunun için didindi,<br />
çırpındı, ekmeksiz, susuz kaldı; hapislere girip<br />
çıktı. Mücadelesinin özü, “Ölümsüz Şarkı” diye<br />
ifadelendirdiği İslâm dâvasını dudaktan dudağa,<br />
gönülden gönüle geçirmekti. Büyük Doğu Cemiyeti’nin<br />
çatısı altında toplanacak ‘gönüldaşlar’ın<br />
derdi, dâvası ve gâyesi de bu olacaktır…<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 61
Gezi Notları<br />
Ülkü Önal*<br />
BATUM<br />
Batum’la ilgili anıları dedelerimizden sürekli<br />
dinlerdim. Anlaşmayla elimizden çıkmasına bir<br />
türlü hazmedemez üzülürlerdi. O tarihlerde halk<br />
oylaması olmuş. Ruslar Batumluları kandırarak<br />
kendi taraflarına oy verdirmişler derlerdi. Hopa’dan<br />
derlediğim bir manide şöyle diyor.<br />
62 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011<br />
Al aşağidan vur yere<br />
Kurusun kanlı dere<br />
Biz Batum’i alamasak<br />
Girelum canlı yere<br />
Hatta gözlerinde o kadar büyütürdüler ki İstanbul<br />
ayarında bir şehir, sadece vapur oraya yanaşırdı<br />
derlerdi. Doğal limanı olması sebebiyle. Alış<br />
veriş kayıkla oradan yapılırmış. 1930 yıllara kadar<br />
Batum’a gitmek serbestmiş. Kapılar kapanınca<br />
Zeytinlik köylüler ve ticaret yapan diğer köylüler<br />
çok fakir kalmışlar. Sebzelerini satacak yer bulamamışlar.<br />
1921 de Artvin muhacirleri geri dönünce<br />
Ruslar köylerini yaktıkları karınlarını doyurmakta<br />
zorlanmışlar. Mısır ununu oradan alıp gelirlermiş.<br />
Artvinliler muhacirliğe 1914’de Anadolu’ya kaçıp<br />
1921 de geri dönmüşler. Dönüşlerinde vapurla<br />
Batum’a çıkmış bir müddet orada kaldıktan sonra<br />
köylerine dönmüşler. Acara muhacirleri de Artvin’de<br />
iskan edilmişler.<br />
Rahmetli Adem dedemler de Batum da camide<br />
yatmışlar. Pazarda dolaşırken soyulduklarını<br />
hep anlatırdı. Rus esareti zamanında Artvin’in<br />
bağlı olduğu ilmiş. Mahkemeye oraya gidenler varmış.<br />
Üç yüz on dört yıl <strong>Osman</strong>lı toprağı olarak<br />
kalmış.<br />
Tarihi bağlar nedeniyle yurt dışında ilk görmek<br />
istediğim şehir Batum’du. Bir türlü gitmek<br />
kısmet olmadı. Eylül ayının sonlarında Turan hocam<br />
eşi Fatmayla birlikte beni de Batum’a götürdü.<br />
Çok heycanlıydım. Sarp sınır kapısından fazla beklemeden<br />
kadınların itişmeleriye geçtik.15 tl.ödedik.<br />
Sıradakilerin çoğu kadındı Görevli memur “ Gürcistan’a<br />
ilk defa geliyorsunuz. Hoş geldiniz.” demesi<br />
beni mutlu etti.<br />
Şelalenin yanında durarak resim çektirdik.<br />
Denizin kenarına Türk sınırının karşısına kocaman<br />
bir haç dikmişler. Çoruh nehrinin denize döküldüğü<br />
yeri hep merak ederdim. Bizden götürdüğü topraklarla<br />
orada ova oluşmuş. Çoşkun Çoruh,<br />
Batum’da çok sakin bir şekilde denize kavuşuyordu.<br />
Artvin’de bir avuç düz toprak görmeyen bizleri<br />
Batum’da ki koskoca düzlükleri görmek şaşırttı.<br />
Upuzun bir sahili ile yeşille mavi kucaklaşıyor.<br />
Bizdeki gibi sahilleri katletmemişler. Dedelerimizin<br />
burayı niye kıyamadıklarını şimdi daha iyi anladım.<br />
Karadeniz de Çarşamba ve Perşembe haricinde<br />
böyle düz bir arazi yokmuş.
Etrafı surlarla çevrili müzeye girdik. İçinde<br />
eski uygarlıklara ait eşyaları ve harabeleri gezdik.<br />
Keşke Artvin’e gelenlerin gezebileceği bir müzemiz<br />
olsaydı dedim. Tarihi bir eşyanın kaybolmamsı için<br />
başta Kültür ve Turizm Müdürlüğü olmak üzere<br />
kurumlara yazı yazdım ama resmi korumaya aldıramadım.<br />
Göletli parkları çok güzeldi. Camiin yanında<br />
ki Türk lokantalarında karnımızı doyurduk.<br />
Orada çalışan bir çocuk da, beni Fındıklı’dan<br />
tanıdı. Mahalle aralarındaki yollar topraktı. Batum<br />
camiine gittik. Hıristiyan bir ülkede cami bizlere<br />
daha farklı göründü. Dedelerimin kaldığı camide<br />
öğle namazını cemaatle birlikte eda etmekten büyük<br />
bir haz duydum. Camii 1800 lü yıllarda yapılmış.<br />
Oradaki dedelerin anlattıklarına göre, Ruslar<br />
Kazarma (Karakol) olarak kullanmışlar. Daha sonra<br />
onarılarak ibadete açılmış. Batum’da ki diğer iki<br />
cami yok olmuş.İç süslemeleri Anadolu’daki camilerden<br />
farklıydı. Renkler de çok canlıydı. Camiin<br />
halıları eskimişti.<br />
Türkiye de Batum muhaciri çok kişi var. 93<br />
harbinde padişah Acaralıları Gülcemal vapuruyla<br />
aldırmış ve ücretsiz köyler vermiş. <strong>Osman</strong>lı devlet<br />
arşivinden bu konuda birkaç belgede almıştım.<br />
Göçler nedeniyle Acara da köyler boşanmış. Benim<br />
bildiğim eski bakanlardan Hasan Fehmi Güneş,<br />
Saadettin Tantan, eski milletvekili Nazif Okumuş,<br />
TRT Genel Müd. Ve Kültür ve Turizm bakanı<br />
Ertuğrul Günay’da Batum’lu. Ermenilerin kiliselerine<br />
onarımına verdiği paranın bir miktarıyla camiin<br />
halısını değişse ve diğer camileri onarsa diyorum.<br />
Batum’da Türkçe konuşan çok insan var. A. Refik<br />
Altınay’ın Kafkas yollarında kitabını okumuştum.<br />
1918 ‘de Batum’dan geçmiş. Halkın büyük çoğunluğu<br />
Türkçe konuşuyordu diye yazmıştı. Cami<br />
imamı Şamil Hoca da babasından öğrendiği Türkçeyle<br />
bizimle konuştu. Yaşlı cemaatinde Türkçesi<br />
Artvin şivesi gibiydi. Mayıs ayında yayınlanan Artvin<br />
Muhacirlik hatıraları kitabımı Mehmet Doğan<br />
köşesin de tanıttı.93 muhaciri Artvinlilerin Anadolu<br />
da kurduğu ve bugüne kadar yazılmamış 50 köy<br />
tespit ettim. Benim atladığım köylerde çıktı.<br />
Batum muhacirleri beni arayarak kitapta kendilerinden<br />
bahsedildi mi diye sordular. Hepsi kökenleri<br />
hakkında bilgi arıyordu ama yok. Acara<br />
bölgesinden kaç kişinin geldiği kaç köy kurulduğuna<br />
dair bir bilgi yok. Acaralı hemşehrilerime çok<br />
üzüldüm. Çok gecikilmiş. Artık nasıl nereden gelindiği<br />
bulunmaya bilir. <strong>Osman</strong>lı Devlet arşivinin<br />
kayıtları sağlam. Burada çalışma yapılarak muhacir<br />
köyler tespit edilebilinir. Yazılan hayali bilgilere<br />
Acaralıların ihtiyacı olmayacaktır. Göç ettikleri<br />
tarihte Artvin Batum’a bağlı olduğu için Artvin<br />
muhacirleri de Batum diye anıldığı için karışıklık<br />
oluyor.<br />
Ermeniler Türkiye den toprak talep edeceklermiş.<br />
Acaralılar da isteyebilirler. Tv.de ve kitaplarda<br />
bu muhacirlik işlenip unutturulmamalı.TRT<br />
genel müdürü “Batum muhacirleriyle ilgili çalışma<br />
yapıldığında sizi arayacağız” dedi ama bugüne kadar<br />
arayan çıkmadı. Muhacir denildiğinde akla<br />
Balkan muhacirleri geliyor. Binlerce Kafkas muhaciriyle<br />
ilgili çalışmalar da yapılmalı.<br />
Denize sıfır tesislerde çay içtik. Her yerde içki<br />
vardı. Bizdeki gibi demlik çayı yok. Sallama çay<br />
içiyoruz ve çay yetişen bölgede İngiliz çayları içtik.<br />
Derme çatma pazarını gezdik. Kadınların kıyafetleri<br />
eski. Birçoğunun dişleri dökülmüştü. Yaptırmak ise<br />
bizden fazla ucuz değildi.<br />
Kokulu üzümleri lezizdi. Ahıskalılardan derleme<br />
yaparken ismini öğrendiğim Haçapuri bizdeki<br />
dört kulaklı peynirli kete. Çıldır ve Posof da da<br />
yapılırmış. Gürcülerin mili yemeği olmuş çok beğendim.<br />
Batum’a has hiçbir şey bulamadığım için<br />
alıp hediyelik getiremedim.<br />
Döküntü, döküntü dükkanlarda kumar<br />
makinaları vardı. Gözlerim <strong>Osman</strong>lı eserlerini aradı<br />
ama göremedim. Yok etmişler. Botanik parkına<br />
çıkarken bir çeşme gördüm. Çarlık Rusya’dan kalma.<br />
Artvin’de de rastlanan evlerden tek tük vardı;<br />
onlar ilginçti. Diğer binalar kibrit kutusu gibi üst<br />
süte konulmuş sanatsız, zevksiz binalardı. Yeni yeni<br />
yapılanlar var. Batum’un yerel mimarisini yansıtan<br />
bir bina görmeyi çok istedim ama yoktu. Gözüm de<br />
canlandırdığım bir şehir değildi. Binalar dökülüyor.<br />
Şereton oteli açılmış. Demek ki çok paralı turistler<br />
geliyor.<br />
Şota Rostavelli üniversitesi ve bahçesi güzeldi.<br />
Önündeki palmiye ağaçlı upuzun parkında yürüdük.<br />
Dönme dolaba binerek Batum’u seyrettik.<br />
1880 lerde kurulan Sovyetler birliğinin en büyük<br />
botanik bahçesine gittik.111 hektarlık alanda<br />
2037 çeşit ağaç mevcut. Bunların 104 türü Kafkasya’ya<br />
özgü. Yokuşu yeşillikler arasından çıkarken<br />
bin bir türlü ağaçları seyretmekten keyif aldım.<br />
Zirveden Karadeniz bir başka güzel görünüyor.<br />
Artvin de de böyle bir bahçe açılsa diye içimden<br />
geçirdim.<br />
Batum’da benzin ucuz olduğu için Artvin ve<br />
Rize den arabalarının depolarını doldurmaya içki<br />
ve sigara almaya gelenler çokmuş. Sigara ve içki de<br />
kalitesizmiş.<br />
Tarih kitaplarında çok rastladığım Gönye kalesine<br />
gidemedik.1943 de buradan sürülen Hemşin-<br />
İSLÂMİ EDEBİYAT / 63
lilerle tanıştık. “Türkiye bizim öz vatanımız orada<br />
yaşamak istiyoruz.”diyorlar. Sarp köylü başı kapalı<br />
bir kadınla da tanıştım. Elhamdülillah Müslümanım<br />
dedikten sonra konuşmaya başladık.<br />
Kendisi “Lazım ama şimdi herkes Gürcü oluyor.<br />
Dedem, babam namaz kılardı şimdi kimse kılmıyor.<br />
Köyde cami yok. Hıristiyan oluyoruz.” dedi. Akşama<br />
geri döndük. Kemalpaşa da İstanbul Bazara<br />
uğradık. Burada bir çok dükkân açılmış ama Gürcistan<br />
da vergi çok olunca alışveriş durmuş.<br />
Batumlular Türklere iyi davranıyorlar. Karadeniz<br />
kadınları komşu ülkeden gelen kadınları<br />
sevmiyorlar. Hatta Sarp sınır kapısını açanlara<br />
beddualar ediyorlar. Çünkü çay, fındık, koyun ve<br />
barajlardan alınan paralar onlara gitmiş. Buda yetmemiş<br />
kocaları kredi çekip borçlanmış kadınlar ve<br />
çocuklar evde açlık sınırında yaşamakta. Son zamanlarda<br />
yaşlı erkekleri kandırarak genç kızlarla<br />
evlendirme tuzakları kuranlar oluyor.<br />
Vadi yayınlarından çıkan Merih Baran<br />
Erbuğ’un, Kaybolan yıllar kitabında subay olan<br />
babasının anılarında Acara bölgesinde ki kadınların<br />
<strong>Osman</strong>lı askerlerine silah taşıyarak yardım ettiklerini<br />
ve kahramanlıklarını anlatmakta. Halifenin<br />
ordusuna destek veren bu kadınların bazılarının<br />
bugün ekonomik nedenlerle içine düştükleri<br />
durum üzücü. Bölgenin dernekleri destekleyerek<br />
Türkiye de ki Müslüman Acaralılar, Batum’dan yer<br />
alıp bir müddet orada yaşayarak onlara örnek olarak<br />
eski kimliklerine döndürebilirler ve oraya yerleşip<br />
Müslüman nüfusunu artırabilirler. Param olsa<br />
orada bir yazlık almayı düşünebilirim. Alan Artvinlilerde<br />
varmış. Terekeme Türklerinin yaşadığı<br />
Borçali bölgesine ve Artvin’e 250 yıl başkentlik<br />
yapmış Ahıska ilini görmek ümidiyle Gürcistan’a<br />
bir daha gitmek nasip olur inşallah.<br />
BATUM hakkında kısaca bilgi:<br />
Batum, Gürcistan’ın Karadeniz kıyısında,<br />
Acara Özerk Cumhuriyeti’nin yönetim merkezi<br />
olan liman kenti. Transkafkasya Demiryolu’nun ve<br />
Bakü petrol boru hattının son bulduğu önemli<br />
liman ve ticaret merkezidir. Türkiye sınırına 20<br />
km.uzaklıktadır. Türkiye’yi karayoluyla Azerbeycan’a<br />
ve Orta Asya cumhuriyetlerine bağlayan<br />
Sarp sınır kapısı Batum’a açılır.<br />
TARİH: Batum eski Yunan kolonisi olarak<br />
Batis adıyla kurulduğu sanılır. Kent, ortaçağa değin<br />
Gürcü krallıklarının ve prensliklerinin yönetimlerinde<br />
kaldı.<br />
İlkcağ’da Pers İmparatorluğu’nun egemenlik<br />
sınırı içinde “Bathys” diye anılan kent, önce Pontos<br />
Krallığı’nın daha sonra ise Romalıların eline geçti.<br />
Ortaçağ’da Gürcistan’a bağlandı. 11. yy’da Moğol<br />
egemenliğine girdi.<br />
1564 de Kanuni Sultan Süleyman döneminde<br />
<strong>Osman</strong>lı tarafından fethedildi. Lazistan Sancağı’nın<br />
merkezi oldu. 1877-1878 <strong>Osman</strong>lı Rus Savaşı’ndanRusya’nın<br />
işgaline uğradı. AYESTE-FA-<br />
NOS VE Berlin Antlaşması ile şehir Rusya’ya bırakıldı.<br />
1. Dünya savaşı sırasında <strong>Osman</strong>lı devletine<br />
geri verildi ve bağımsız bir sancak merkezi oldu.<br />
Mondoros Mütakeresi uyarınca önce İngilizlere,<br />
sonra sonra Gürcistan’a bırakıldı.<br />
1918 yılında kurulan Demokratik Gürcistan<br />
Cumhuriyeti sınırları içinde kaldı. Misak-ı Milli<br />
sınırları içerisinde sayıldığı için, Akif Sümer,<br />
A.Fevzi Eredm, Ali Rıza Acara, Edip Dinç, Ahmet<br />
Nuri Efendi 1. dönem TBMM ye Batum milletvekilleri<br />
olarak katıldılar. Demokratik Gürcistan<br />
Cumhuriyeti sınırları içinde kalan Artvin ve Ardahan<br />
geri alınırken 7 Mart 1921 de Batum da alındı.16<br />
Mart 1921 de imzalanan Moskova Antlaşması<br />
gereğince Bolşevik ordularının ele geçirdiği Gürcistan’a<br />
bırakıldı.<br />
Kent 16 Temmuz 1921 de kurulan Acara<br />
Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin yönetim<br />
merkezi oldu. Kars antlaşması sonucu Sovyet<br />
Gürcistanı’na bırakıldı. Acaranın özerkliği Türkiye<br />
devletinin garantörlüğü altındadır. Acaristan sınırları<br />
içindeki halkın etnik kimliğine, dini kimliğine<br />
dini kimliğine kesinlikle müdahale edilmeyecektir.<br />
Bu kurallara uyulmaması halinde ise T.C nin müdahale<br />
hakkı vardır. Gürcistan 1991 de bağımsız<br />
oldu.<br />
İznik Batum ve havalisi kültür derneğinin yayımlamış<br />
olduğu Acaristan Özerk Cumhuriyeti<br />
kitapçığı ve diğer kaynaklarda Acaralılar kendilerini<br />
Gürcülerden ayrı görüyorlar.<br />
Yunus Zeyrek’in Acaristan ve Acaralar kitabının<br />
18. ve 19.sayfalarında şöyle demekte<br />
“… Hz. <strong>Osman</strong> zamanında İslam Ordusu<br />
Kafkasya’yı zapt etti. Acara, Araplardan sonra<br />
Selçuklu Türklerinin idaresine geçti.1064 yılında<br />
Kars’ı zapt eden Selçuklu Türkleri, 1080 yılında<br />
kazandıkları Kol zaferinden sonra, Batum ve<br />
Acarayıda topraklarına kattılar. Kıpçakların, Kür<br />
ve Çoruh boylarına gelişlerine kadar (1124), buralar<br />
Selçukluların elinde kaldı.<br />
Kılarçetya, Aradnuç ve Olur’un genel ismi.”<br />
(*) Emekli Kütüphane Müdürü<br />
64 / OCAK-ŞUBAT-MART 2011